You are on page 1of 322

Çiftçiler birleşip ürettikleri fazla ürünleri ticaret ve dola-

şım aracı olarak kullandılar. Bu durum insanların tarımı


bırakıp örgütlü toplumlara ve kentsel yaşama geçmele-
rini mümkün kıldı. Standage Avrupa, Asya ve Amerika
kıtası üzerinden bu hikâyenin izini sürmekle kalmıyor,
insanlığın gelişiminin özenli ve sade bir dökümünü de
veriyor… Standage ayrıca Napolyon Savaşları ve Sovyet
Devleti’nin çöküşü gibi kimi tarihi olayların temelinde
yatan besin tahsisinin bilinmeyen yönlerini de su yüzü-
ne çıkarıyor.
–Booklist

Standage bu kitabında açlık gibi insanın vazgeçilmez-


lerinden biri olan olguyu yansıtmakla kalmıyor, bunun
tarihteki dönüştürücü ve temel olayların arkasında yatan
itici güç olduğunu da gösteriyor… Kitabın belki de en
ilgi çekici bölümü son bölüm; burada yazar teknolojik
gelişimin güdüsü olarak modern tarımın ihtiyaçlarının
oynadığı rolün farklı veçhelerine eğiliyor. Standage ayrı-
ca yeşil devrimin bugün karşı karşıya kaldığı güçlüklerin
de bir dökümünü sunuyor.
–Library Journal
Standage bu eserinde besinin hayatımızda oynadığı kritik ro-
lün altını başarıyla çiziyor. Binlerce yıl önce tarımın ortaya çı-
kışı ilk toplumların gelişimini şekillendirdi; bugün bu, küresel
düzeyde yürütülen ticaret ve çevre meseleleri hakkındaki tar-
tışmalarla aramızdaki bağı kuruyor. Kitap ayrıca, gastronom
Brillat-Savarin’in herkesçe bilinen sözünün bir kanıtı gibidir:
“Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.”
–Jane Black, Washington Post

Toplumların dönüşümünde besinin oynadığı role dair göz ka-


maştırıcı bir tarih; ayrıca tarihin çoğu zaman görmezden geli-
nen bir yönünün sıra dışı ve üstün bir hikâyesi.
–Sir Crispin Tickell, Financial Times

Besine kültürel değişimin bir katalizörü olduğu yönünde ya-


pılan vurgu Standage’i, dünyaya bitkilerin gözünden bakan
Michael Pollan’dan ayırıyor. Standage bize besinde nelerin de-
ğiştiğini değil, besinin neleri değiştirdiğini gösteriyor. Ayrıca
sadece bir besinin tarihi yürütmesi ya da ona kılavuzluk etmesi
de söz konusu değildir. Adam Smith yaşasaydı belki buna besin
ekonomisinin “görünmez çatalı” derdi.
–New Scientist
Bu kitap besin üretimi, besin kullanımı ve besin ticaretinin
dünyayı toplumsal, ekonomik ve siyasi yönden nasıl etkiledi-
ği ve besinin geleceğimizde nasıl yer edineceği konularına ilgi
duyanlara bir başvuru kaynağı niteliğindedir.
–New Agriculturist

Bu özlü eser (...) “besin tarihi ve dünya tarihi arasındaki kesiş-


me noktaları üzerine odaklanıyor.” Ama Standage’in ilgilendiği
tek alan tarih değil. Yazar, genetiği değiştirilmiş organizmalar-
dan gıda ve yoksulluk arasındaki ilişkiye, yerel gıda hareket-
lerinden tarıma uygulanan modern yöntemlerin çevresel etki
ve sonuçları, ve gıdanın siyasallaşması konularına kadar bugün
tartışmakta olduğumuz meselelerin aydınlatılmasında bizlere
geniş bir perspektif sunuyor… İkna edici, bilgilendirici ve kav-
rama becerisi güçlü bir eser.
–Kirkus Reviews
Maya Kitap: 119, İnceleme: 28
1. Baskı, İstanbul Şubat 2016

ISBN: 978-605-9902-30-4
Orijinal adı: An Edible History of Humanity
Copyright © Tom Standage, 2009. Tüm yayın hakları Maya Kitap’a
aittir. Telif hakları sahibinin izni olmaksızın, hiçbir yolla çoğaltılamaz,
kopyalanamaz ve dağıtılamaz.

Yayın Yönetmeni: Tahir Malkoç


Editör: Selin Saraçoğlu
Redaksiyon: Barış B. Acar
Mizanpaj: Mehmet Büyükturna
Kapak: Gülay Tunç

Maya Kitap Sertifika: 14079


Merkez Mah. Kocamansur Sok. No: 6/4 Şişli / İstanbul Tel: 0212 296 97 12
e-posta: info@mayayayinlari.com www.mayayayinlari.com

Kayhan Matbaacılık Sertifika: 12156


Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 244
Topkapı / İstanbul Tel: 0212 576 01 36
İNSANLIĞIN
YEME TARİHİ
TOM STANDAGE

Çevirmen

Gencer Çakır
Yemekteki ve diğer her şeydeki partnerim Kirstin’e
İçindekiler

Giriş Geçmişin Harcındakiler 11

1. Bölüm
Uygarlığın Yenebilir Kaynakları

1 Tarımın İcadı 19
2 Modernitenin Kökleri 33

2. BÖLÜM
Besin ve Toplumsal Yapı

3 Besin, Zenginlik ve Güç 49


4 Besinin İzinde 69

3. BÖLÜM
Küresel Besin Ticareti

5 Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması 85


6 İmparatorluğun Tohumları 111

4. BÖLÜM
Besin, Enerji ve Sanayileşme

7 Yeni Dünya, Yeni Besinler 139


8 Buhar Makinesi ve Patates 165
5. BÖLÜM
Silah Olarak Besin

9 Savaşın Yakıtı 185


10 Besin Savaşı 215

6. BÖLÜM
Besin, Nüfus ve Kalkınma

11 Dünyayı Beslemek 249


12 Bolluğun Paradoksları 273

Son Söz Geleceğin Harcındakiler 293


Teşekkürler 299
Notlar 301
Yazar Hakkında 305
Kaynakça 306
Index 315
GİRİŞ
GEÇMİŞİN HARCINDAKİLER

İnsanlığın tek bir tarihi yoktur; insan yaşamının farklı yönle-


rinin ayrı ayrı tarihleri vardır.
—KARL POPPER

Ulusların kaderi, kendi besinlerini seçişine göre çizilir.


—JEAN-ANTHELME BRILLAT-SAVARIN

Geçmişe farklı şekillerde bakmanın yolları vardır. Geçmişe bakış,


önemli tarihlerin, peşi sıra gelen krallar ve kraliçelerin, imparator-
lukların yükselişi ve çöküşünün bir listesini çıkarma biçiminde de
olabilir; siyasi, felsefi, teknolojik gelişimin bir anlatısı biçiminde de.
Bu kitap, tarihe bütünüyle farklı bir perspektiften; besinin sebep ol-
duğu, mümkün kıldığı ve etkilediği dönüşümlerin perspektifinden
bakmayı amaçlıyor. Tarih boyunca besin, karın doyurucu özelliğinin
çok ötesinde bir işlev görmüş; sosyal dönüşümün, toplumsal örgüt-
lenmenin, jeopolitik rekabetin, endüstriyel gelişimin, askeri çatışma
ve iktisadi büyümenin bir katalizörü olmuştur. Tarih öncesinden
bugüne yaşanan bu dönüşümlerin hikâyesi, bize bütün bir insanlık
tarihini içine alan bir anlatı sunmaktadır.
Besinin tarihteki ilk dönüştürücü rolü, uygarlıkların temelini
oluşturmada kendisini gösterir. Tarımsal üretimin benimsenmesi,
yerleşik yaşamı mümkün kılmış ve insanlığın modern dünyaya geçi-
şinin yolunu açmıştır. Ancak ilk uygarlıkların beslenmesine yarayan
Yakın Doğu’daki arpa ve buğday, Asya’daki darı ve pirinç ve Amerika
kıtasındaki mısır ve patates gibi besin maddeleri tesadüfen keşfedil-
memiş, bunlar ilk çiftçiler tarafından istenen özelliklerin seçilip üre-
tilmesi gibi gelişkin bir evrimsel sürecin sonucunda ortaya çıkmıştır.

11
Giriş

Aslına bakılırsa bu besin maddeleri birer “buluş” kabul edilmelidir.


Çünkü bilinçli bir şekilde ekilip biçilen bu besin maddeleri, insanın
doğaya müdahalesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Tarıma geçişin
hikâyesi, bir bakıma, eski genetik mühendislerinin uygarlığı müm-
kün kılan etkili araç ve gereçleri nasıl geliştirdiklerinin hikâyesidir.
İnsanlık, süreç içerisinde, bitkileri değişime uğratmış, bitkiler de in-
sanı dönüştürmüştür.
Tarihsel süreç içerisinde besin, uygarlıkların temeli olan top-
lumların şekillenip yapılanmasında toplumsal örgütlenmenin bir
aracı olarak rol oynamıştır. Avcı-toplayıcı topluluklardan ilk uygar-
lıklara değin kadim toplumların siyasi, ekonomik ve dini yapıları
besin üretim ve dağıtım sistemlerine dayanıyordu. Tarımsal alanda
artı ürünün ortaya çıkışı ile besin depolama ve sulama sistemlerinin
gelişimi, siyasi merkezileşmeyi beslemiş; bu süreçte tarımsal verimli-
likle ilgili ritüeller devlet dinine evrilmiş; besin, ödeme ve vergileme
vasıtasına dönüşmüş; şölenler nüfuz edinme ve saygınlık kazanma
amacına hizmet etmiş, besin yardımında bulunma ise iktidar ya-
pılarının tanımlanması ve pekiştirilmesi işlevini yerine getirmiştir.
Antik dünyada paranın icadından çok daha önce besinler birer zen-
ginlik simgesiydi, besinlerin kontrolünü elde tutmak ise iktidarı elde
tutmakla eş anlamlıydı.
Besin, dünyanın farklı yerlerinde uygarlıkların ortaya çıkışı ve
bunlar arasındaki bağlantıların kurulmasında aracı bir rol üstlen-
miştir. Besin ticaretinin yapıldığı güzergâhlar, ticari olduğu kadar
kültürel ve dini alışverişlerin de geliştirilmesinde uluslararası bağ-
lantı ağları olarak işlev görmüştür. Eski Dünya’ya uzanan baharat
yolu, mimarlık, bilim ve din gibi pek çok alanda kültürlerarası kay-
naşmaya öncülük etmiştir. İlk coğrafyacılar uzak diyarların halkları-
na ve kültürlerine ilgi duymaya başlamış, böylece dünya haritası yap-
ma konusunda ilk çalışmaları başlatmışlardır. Besin ticaretinin yol
açtığı belki de en büyük dönüşüm, Avrupa’nın Arap baharat tekelini
kırma konusundaki isteğinde görülür. Bu da Yeni Dünya’nın keşfine;
Avrupa, Amerika ve Asya arasındaki ticaret yollarının açılmasına ve
Avrupa devletlerinin ilk kez koloniler kurup buralara kendi denetim
merkezlerini yerleştirmelerine yol açmıştır. Böylece dünyanın ana
hatları da ortaya çıkmaya başlamıştır.

12
İnsanlığın Yeme Tarihi

Avrupalı ülkeler küresel imparatorluklar inşa etmede birbiriyle


yarış halindeyken besin, insanlık tarihinde büyük bir değişime yol
açtı. Bu büyük değişim, sanayileşme ile iktisadi gelişmedeki dev atı-
lımlarda kendisini göstermiştir. Sanayi Devrimi’nin temelinin atıl-
masında şeker ve patatesin en az buhar makinesi kadar etkisi olmuş-
tu. Batı Hint adalarındaki (Karayipler) işletmelerde köle emeğine
dayalı şeker üretimi, sanayileşme sürecinin ilk örneği kabul edilir.
Bu dönemde patates de tahıl ürünlerine göre daha fazla kaloriye sa-
hip olduğu için Avrupalılar arasında temel bir besin maddesi olarak
yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Şeker ve patates, sanayi döneminin
yeni fabrikalarında çalışan işçiler için ucuz besinin sağlanmasında
rol oynamıştır. Bu sürecin ilk başladığı yer olan Britanya’da, ülkenin
geleceğinin tarıma mı yoksa sanayiye mi dayanacağı üzerine yapılan
hararetli tartışmalar 1845 yılındaki İrlanda Patates Kıtlığı sonucun-
da beklenmedik bir şekilde kesin çözüme kavuşmuştur.
Besinin bir savaş aracı olarak kullanımı, geçmişten bu yana sü-
rekli devam eden bir durumdur. Ancak 18. ve 19. yüzyılların büyük
askeri çatışmaları, bu durumu yeni bir düzeye taşıdı. Besin, Amerika
Birleşik Devletleri’nin kaderini tayin eden iki savaşın sonucunun be-
lirlenmesinde kritik bir rol oynadı. Bu savaşlardan biri, 1770’lerden
1780’lere dek süren Amerikan Bağımsızlık Savaşı; diğeri ise 1860’la-
rın Amerikan İç Savaşı’dır. Bu arada Avrupa’da Napolyon’un yükselişi
ve düşüşü de imparatorun devasa ordularını besleyebilme becerisiy-
le yakından bağlantılıydı. 20. yüzyılda savaşların mekanizasyonu ko-
nusunda, motorlu araçların yakıt ve mühimmat ile beslenmesi, ta-
rihte ilk kez, askerlerin beslenmesinden çok daha önemli bir mesele
haline geldi. Ama sonra besin, kapitalizm ile komünizm arasındaki
Soğuk Savaş yıllarında çekişmenin sonucunu tayin etmede ideolojik
bir silah olarak yeni bir rol üstlendi. Günümüzde ise besin, araların-
da ticaret, kalkınma ve küreselleşmenin yer aldığı meselelere dair bir
savaş alanına dönüşmüş bulunmaktadır.
20. yüzyılda, tarıma uygulanan bilimsel ve endüstriyel yöntem-
ler, hem gıda arzında muazzam bir artışa, hem de dünya nüfusunda
büyük bir patlamaya neden oldu. “Yeşil Devrim” olarak adlandırılan
devrim, çevresel ve toplumsal problemlere yol açmış olsa da bu dev-

13
Giriş

rim sayesinde gelişmekte olan ülkeler, 1970’ler boyunca büyük ölçekli


bir kıtlık yaşamaktan kurtuldu. Yeşil Devrim, gıda arzının nüfustan
çok daha hızlı bir şekilde artmasını sağlayarak, yüzyılın bitiminde,
Asya’nın şaşırtıcı derecede hızlı sanayileşmesinin yolunu açtı. Sanayi
toplumundaki insanlar, tarım toplumundaki insanlara kıyasla daha az
çocuk sahibi olma eğilimine sahipken, 21. yüzyılın sonuna doğru in-
san nüfusunun en üst noktaya ulaşacağı görülmektedir.
Bu zamana kadar, kişisel besin maddelerinin, yeme-içmeyle ilgili
âdet ve geleneklerin ve ulusal mutfakların gelişiminin hikâyesi, bü-
yük ölçüde anlatılmış bulunmaktadır. Ancak besinin dünya tarihine
etkisinin ne olduğu sorusuna çok az dikkat çekilmiştir. Bu kitap, ne
tarihi anlamada herhangi bir besinin kilit rol oynadığı türünden bir
iddiaya sahiptir, ne de besinin ya da dünyanın bütün bir hikâyesini
özetleme girişimine. Bunun yerine genetik, arkeoloji, antropoloji, et-
nobotanik ve ekonomi gibi bir dizi disiplinden yararlanmakla birlikte
özel olarak besin tarihi ile dünya tarihi arasındaki kesişme noktaları-
na odaklanarak basit bir soru sormaya çalışmaktadır: Modern dün-
yanın şekillenmesinde hangi besinler, hangi kritik rolleri oynamıştır?
Genetiği değiştirilmiş organizmalar etrafında yürütülen tartışmalar;
gıda ve yoksulluk arasındaki ilişki; “yerel” gıda hareketlerinin yükse-
lişi; biyoyakıt üretiminde tarım ürünlerinin kullanımı; siyasi desteği
sağlamanın bir aracı olarak besinin oynadığı rol ve modern tarımın
çevresel etkisinin azaltılmasının yolları gibi besin üzerine yapılan bir
dizi tartışmanın aydınlatılmasında uzun vadeli bir tarihsel perspekti-
fe sahip olmak, şüphesiz bize yeni bir alan açacaktır.
İlk kez 1776’da yayımlanan Milletlerin Zenginliği [The Wealth
of Nations] adlı kitabında Adam Smith, kendi çıkarı peşinde koşan
bireyleri belirlemede piyasa güçlerinin görünmeyen etkisini, herke-
sin çok iyi bildiği gibi bir “görünmez el”e benzetmişti. Besinin tarih
üzerindeki etkisi de benzer şekilde, tarihteki bazı kritik süreçlerde
olduğu gibi insanlığı kışkırtıp onun kaderini belirleyen bir “görün-
mez çatal”a benzetilebilir. Geçmişte yapılan besin tercihlerinin ol-
dukça etkili sonuçları olmuştur; bu tercihler, bugün içinde yaşadığı-
mız dünyanın şekillenmesinde önemli bir paya sahiptir. Dikkatli bir
göz besinin geçmişten bugüne uzanan etkisini etrafımızda görebilir;

14
İnsanlığın Yeme Tarihi

hem bu sadece mutfakta, yemek masasında ya da süpermarkette kar-


şımıza çıkmaz. Her ne kadar bize garip görünse de, besinin insan
ilişkilerinde önemli bir yeri vardır. Aslına bakılırsa böylesi bir anla-
mının olmaması çok daha garip olurdu. Nihayetinde tarih boyunca
insanların yaptığı her şey, tamamen, besine bağlı olmuştur.

15
1. Bölüm

Uygarlığın
Yenebilir Kaynakları
1
Tarımın İcadı

Çiftçilerle ilgili araştırma yapanların, yetenekli çiftçilerin el-


lerinde bulunan az sayıdaki aletle harikulade işler yaptıkları-
nı fark edince büyük bir şaşkınlık yaşadıklarını gözlemledim.
Aslına bakılırsa çiftçilerin zanaatleri basittir ve nihai sonuca
neredeyse tamamen bilinçsizce ulaşmışlardır. Onların zana-
ati, her zaman bilinen en iyi çeşitleri yetiştirmek, bunların
tohumlarını ekmek ve ne zaman biraz daha iyi bir çeşit üre-
tirlerse, ötekilerden vazgeçerek bu çeşide yönelmektir.
–CHARLES DARWIN, Türlerin Kökeni

Teknoloji Olarak Besin

Doğanın cömertliğini bir mısır koçanından daha iyi ne anlatabilir


ki? Hiçbir sorun çıkarmadan sapından kolayca koparılabilmesinin
yanında, tatlı ve besleyici taneleri ile paketlenmiş bir bitkidir mısır.
Diğer tahıllara kıyasla hem daha iri hem de sayısız taneden oluşur.
Dahası, etrafı kendisini zararlı böceklerden ve nemden koruyan
yapraksı bir kabukla sarılıdır. Mısır ilk bakışta doğanın bir arma-
ğanı gibi görünür. Hatta doğa, bunu bize bir “paket” içerisinde su-
nar. Ancak görünüşler aldatıcı olabilir. Ekili bir mısır (ya da başka
bir ürün) tarlası aynı bir mikroçip, kitap ya da füze gibi insan elinin
bir ürünüdür. Her ne kadar bugün çiftçiliğin doğal bir şey olduğunu
düşünsek de, on bin yıl önce bu yeni ve alışılmadık bir gelişmeydi.
Ufuk çizgisine doğru düzgünce uzanan ekili tarlalar, Taş Devri’nin
avcı-toplayıcılarına muhtemelen tuhaf ve sıra dışı bir durum olarak
görünürdü. Üzerinde tarım yapılan toprak, bize, teknolojik olduğu
kadar biyolojik bir temel de sağlar. Dahası, insanın varoluşuna daha

19
Tarımın İcadı

genel bir açıdan baktığımızda, sözünü ettiğimiz teknolojilerin (ta-


rımsal ürünler) insanlık tarihi içerisinde henüz çok yeni buluşlar ol-
duğu gerçeğiyle karşılaşırız.
Bugünkü modern insanın ataları yaklaşık 4,5 milyon yıl önce
maymunlardan ayrıldı; “anatomik olarak modern” insan ise yaklaşık
150.000 yıl önce ortaya çıktı. Bu ilk insanlar, vahşi doğadan toplanan
bitkiler ve avlanan hayvanlar ile hayatta kalmaya çalışan avcı-topla-
yıcılardı. Bugünden sadece 11.000 yıl kadar önce ise insanlar toprağı
ekip biçmeye başladılar. Tarım farklı zamanlarda ve farklı yerlerde
birbirinden bağımsız olarak ortaya çıktı. Örneğin M.Ö. yaklaşık
8500’de Yakın Doğu’da, M.Ö. yaklaşık 7500’de Çin’de ve M.Ö. yak-
laşık 3500’de Orta ve Güney Amerika’da tarım yapılmaya başlandı.
Besin üretiminin temel bir aracı olan tarım teknolojisi de bu üç mer-
kezden başlayarak dünyaya yayıldı.
Bütün varlığı avcılık ve toplayıcılığa dayalı konargöçer bir ya-
şam tarzı sürdüren canlı türleri için tarıma geçiş gerçekten de ola-
ğanüstü bir değişimdi. Modern insanın ortaya çıkışından bugüne
geçen 150.000 yıllık süreyi bir saatlik bir zaman dilimine benzetecek
olursak, insanın tarım yapmaya başlaması sadece son 4,5 dakikalık
bir dilime denk düşerken, insanın yaşamını sürdürmesinde tarımın
yaygın bir yöntem olarak kullanılmaya başlaması ise yalnızca son 1,5
dakikalık bir zaman dilimine denk düşer! İnsanlığın besin avcılığı ve
toplayıcılığından çiftçiliğe, besin üretiminin doğal yollarından tek-
nolojik yollarına geçişi, hem çok yenidir, hem de bu geçiş çok “ani”
bir şekilde olmuştur.
Her ne kadar hayvanlar çeşitli besin maddelerini toplayıp bun-
ları saklayabilme kapasitesine sahip olsalar da, insanlar belirli türde
ürünlerin ekimi, bunların seçimi ve istenen özelliklerde üretilmesi
konusunda hayvanlardan ayrılırlar. Aynı bir dokumacı, marangoz ya
da demirci ustasının yaptığı gibi çiftçi de, doğanın doğrudan doğru-
ya sağlamadığı yararlı şeyleri ortaya çıkarır. İnsanın amaçlarına tam
anlamıyla hitap etmesi için evcilleştirilmiş hayvan ve bitkiler kulla-
nılır. Bunlar tamamıyla insan ürünü olan, bambaşka formda ve do-
ğanın sunduğundan çok daha fazla sayıda ürün alacak şekilde özenle
“imal edilmiş” araçlardır. Modern dünyanın oluşumunu mümkün

20
İnsanlığın Yeme Tarihi

kılmaları bağlamında tarihte oynadıkları rol, asla önemsiz değildir.


Bu konuda özellikle üç bitkinin –buğday, pirinç ve mısırın– ne de-
rece kritik rol oynadığı bugün artık kanıtlanmış durumdadır. Bu üç
bitki, uygarlığın temelini attığı gibi, günümüze kadar toplumların
altyapısını oluşturmaya da devam etmiştir.

Mısırın İnsan Yapımı Doğası

Mısır, tarımsal ürünlerin insan ürünü olduğunun kanıtlanmasında


şüphesiz en iyi örneklerden biridir. Yabani ve tarımsal bitkiler ara-
sında kesin bir ayrım yoktur; hatta bitkiler bir süreklilik içerisinde
değişip dönüşür: Tamamıyla yabani bitkilerden insan ihtiyaçlarına
cevap verecek şekilde dönüşüme uğratılmış bitkilere ve buradan da
yeniden üretiminin sağlanmasında yalnızca insan müdahalesine ih-
tiyaç duyan tamamen tarımsal üretimle elde edilen bitkilere doğru
bir süreç… Mısır, bu saydığımız süreçlerin sonuncusuna denk düşer.
İnsan elinin müdahalesi sonucu bir dizi genetik mutasyon, mısırı
basit bir ottan biçimsiz dev bir bitkiye dönüştürmüştür. Bu haliyle
mısır doğada kendi başına yaşama şansı olmayan bir bitkidir. Mısır
bitkisi, köken olarak, bugün Meksika’ya özgü yabani bir bitki olan
teosinteden gelir. Bu iki bitki birbirinden çok farklı bir görünüme
sahip olsa da, sadece birkaç genetik mutasyon ile biri diğerine dö-
nüştürülebilmektedir.
Teosinte ile mısır arasındaki gözle görülür farklardan birisi şu-
dur: Teosintenin koçanı çift sıralı tanelerden oluşur ve koçanın etrafı,
yenilebilir taneleri koruyan sert kabuklarla çevrelenmiştir. Modern
genetikçiler tarafından tgaı olarak adlandırılan bir gen, taneleri sa-
ran sert kabukların boyutunu kontrol eder. Bu gendeki bir mutasyon
ise tanelerin ortaya çıkmasını sağlar. Bu şu anlama gelir: Tanelerin
bir hayvanın sindirim kanalı boyunca yapacakları yolculukta hayatta
kalma şansları çok azdır. Mutasyona uğramış bitkilerin üremeleri di-
ğer bitkilere kıyasla daha zordur. Ancak teosintede görünür olan ta-
neler, bitkiyi, avcı-toplayıcı insanlar açısından daha dikkat çekici bir
noktaya taşır, çünkü tanelerin görünür olması, bitkiyi tüketmeden

21
Tarımın İcadı

önce sert kabukları koparma ihtiyacını ortadan kaldırır. Mutasyo-


na uğramış bitkileri, görünür olan taneler ile bir araya getirip, sonra
da bunların bir kısmını tohum olarak toprağa eken ön-çiftçiler bitki
üretimini artırabildiler. Kısacası, tgaı mutasyonu teosintenin doğada
hayatta kalma şansını azalttı; ancak bu durum bitkiyi insan için daha
görünür kıldı ve daha dikkat çekici bir hale getirdi. (Mısır tanesinin
dış yüzeyindeki kabuklar öylesine azalmış durumdadır ki, bugün
bunları sadece dişlerinizin arasına sıkıştığında fark edebiliyorsunuz.
Bahsettiğimiz bu kabuklar taneleri saran yumuşak ve saydam bir lif-
ten ibarettir.)
Teosinte ile mısır arasındaki gözle görülür bir diğer fark ise iki
bitkinin görünen yapısı, başka bir deyişle, mimarisinde yatmaktadır.

Mısırın gelişimi: teosinte, ön-mısır ve


bugünkü haliyle mısır.

22
İnsanlığın Yeme Tarihi

Bu yapı, bitkinin duruşunu olduğu kadar çiçeklenme ya da erkek ve


dişi üreme kısımlarının sayısını da belirlemektedir. Teosintenin bir-
den çok saptan oluşan çok dallı bir yapısı vardır. Teosinte bitkisinin
saplarının her birinde bir püskül (erkek) ve birden fazla başak (dişi)
bulunur. Buna karşın mısırın tek bir sapı vardır ve dalları yoktur; üst
kısmında bir püskül bulunur; sayı olarak çok daha az ama bir o kadar
geniş başaklara sahiptir. Bir de yapraksı bir kılıf içinde saklı bulu-
nur. Başak sayısı genellikle sadece birdir; ama kimi mısır çeşitlerinde
bu sayı iki ya da üç de olabilir. Bitkinin yapısındaki bu değişim tbı
olarak bilinen gendeki bir mutasyonun sonucunda ortaya çıkmıştır.
Bitki açısından bakıldığında bu mutasyon iyi bir şey değildir; çün-
kü döllenme, püsküldeki polenin başağa ulaşmak için kendi yolunu
kendisinin açmasıyla gerçekleşir, bu da bitki açısından oldukça zor
bir iştir. Ancak insan açısından bakıldığında bu oldukça faydalı bir
mutasyondur, çünkü az sayıdaki geniş başakları toplamak çok sa-
yıdaki küçük başakları toplamaktan daha kolaydır. Dolayısıyla ön-
çiftçiler bu mutasyon sayesinde mısır başaklarını zorlanmadan top-
lamış olmalılar. Ellerindeki taneleri tohum olarak toprağa ekmekle
insanlar, bir başka mutasyonu daha gerçekleştirmiş oldular. Bu mu-
tasyon, bitkide “aşağı” derecede bir anlama sahipken, aynı mutasyon,
bitkiyi insan için “üstün” bir besin seviyesine yükseltmiştir.
Başakların toprağa yakın olması bitkinin daha fazla besin üret-
mesini sağlar ve bu şekilde bitki, çok daha fazla büyüyebilir. Ve bir
kez daha, insanın seçimi bu sürece ön ayak olmuştur diyebiliriz. Ön-
mısırın başaklarını toplamakla ön-çiftçiler, daha büyük başağı olan
bitkilere öncelik tanımışlardır. Bu şekilde başaklardan elde edilen
tanelerin tohum olarak kullanılması mümkün olabilmiştir. Böylece
çok taneli büyük başakların ortaya çıkmasını sağlayan mutasyon-
lar meydana gelmiş ve başaklar kuşaktan kuşağa gelişme göstererek
mısır koçanına dönüşmüştür. Bu gelişimi arkeolojik kayıtlarda açık
bir şekilde görmek mümkündür. Meksika’da bir mağarada bulunan
mısır koçanlarının boyları 1.25 santimden 20 santime kadar deği-
şiyordu. Tekrarlamak gerekirse, bu özellik mısırı insanlar için daha
çekici, vahşi doğada kendi başına hayatta kalma konusunda ise daha
zayıf bir hale getirmiştir. Büyük başağı olan bir bitki, kendini bir yıl-

23
Tarımın İcadı

dan diğerine yeniden-üretemez; çünkü başak toprağa düşüp taneler


filizlendiğinde, birbirine yakın çok sayıdaki tanenin topraktaki besin
için yarışa girmesi onları büyümekten alıkoyar. Bitkinin büyümesi
için tanelerin mısır koçanından el yordamıyla koparılıp aralarında
belli bir mesafe olacak şekilde toprağa ekilmeleri gerekir ki bu da an-
cak insanın yapabileceği bir şeydir. Kısaca söylemek gerekirse, mısır
başakları büyüdüğü ölçüde bitkinin hayatta kalması bütünüyle insa-
na bağımlı olmaya başlamıştır.
İlk başlarda farkında olmadan yapılan seçim süreci, zamanla ilk
çiftçilerin istenen özellikleri bilerek ve isteyerek üretmeye başlama-
larıyla planlı bir şekilde yapılmaya başlanmıştır. Böylece bir bitkinin
püskülünden alınan polenden diğerine yapılan bir transfer ile soy
özelliklerinin kaynaştırıldığı yeni türlerin oluşturulması mümkün
olabilmiştir. Bu yeni türler, istenen özelliklerde herhangi bir kaybın
yaşanmaması için diğer türlerden ayrı tutulmak zorundaydı. Genetik
analizler, Balsas teosintesi denen belirli bir teosinte türünün büyük
ölçüde mısırın atası olduğu gerçeğini ortaya koymuştur. Balsas teo-
sintesinin bölgesel türlerinin daha derinlikli bir analizi, bize mısırın
Orta Meksika’da yani bugünün Guerrero, Meksiko ve Michoacán’ın
olduğu yerde tarımsal bir ürün haline geldiğini gösteriyor. Buradan
başlayarak mısır dünyaya yayılmaya başlamış ve Amerika kıtasında
yaşayan Aztekler, Mayalar ve İnkalar’ın yanı sıra Kuzey, Güney ve
Orta Amerika’da yaşayan diğer pek çok kabile ve kültürler için temel
bir besin maddesi haline gelmiştir.
Ancak mısır, sağlıklı bir yiyeceğin olmazsa olmaz elementle-
rinden aminoasit lizin, triptofan ve niyasinden mahrumdu ve ileri
teknolojik değişimin yardımıyla bir besin kaynağı olabildi. Aslına
bakılırsa, mısır bitkisindeki bu eksikliklerin çok büyük bir önemi
yoktu; çünkü fasulye ve kabak gibi diğer besinler bu eksikliği telafi
edebiliyordu. Ancak mısırın yoğun bir şekilde tüketimi mide bulan-
tısı, ciltte sertlik, ışığa karşı duyarlılık ve bunaklıkla kendini gösteren
pelegra isimli besinsel bir hastalığa yol açar. (18. yüzyılda, mısırın
Avrupa mutfağına girmesinden sonra Avrupa’da, vampir efsanelerini
açıklamada, pelegra hastalığından kaynaklanan ışığa duyarlılık bir
sebep olarak gösterilmiştir.) Neyse ki mısır, yanık odun ya da ezilmiş

24
İnsanlığın Yeme Tarihi

deniz kabuklarındaki kül formunda kalsiyum hidroksit ile işlenip


güvenli bir şekilde dönüştürülerek ya doğrudan tencereye eklenir ya
da alkali çözelti oluşturmak için bir gece öncesinden ıslatmaya bıra-
kılarak suyla karıştırılabilir. Bu işlemin, tanelerin yumuşatılması ve
hazırlanmasını kolaylaştırmada olumlu bir etkisi vardır. Muhteme-
len bu uygulama, ilk başlarda da böyle yapılıyordu. Pek dikkat edil-
meyen ancak daha önemli olan şey, bu işlemin aynı zamanda amino-
asit ile mısırda erişilmez ya da “bağlı” formda bulunan ve niyasitin
denilen niyasin’i serbest bırakması durumudur. Aztekler, işlenmiş bu
tanelere nixtamal derdi. Bugün bu işlemin adına nixtamalization [al-
kali ortamda pişirme] deniyor. Bu uygulamanın M.Ö. henüz 1500’lü
yıllarda geliştirildiği anlaşılıyor. Eğer bu işlem olmasaydı, Amerika
kıtasının mısıra dayanan büyük kültürlerinin kurulması asla müm-
kün olamazdı.
Tüm bu anlattıklarımız bize mısırın kendi başına asla var ola-
mayan bir besin olduğunu göstermektedir. Bitkinin bu gelişimi bir
modern bilim insanı tarafından, bir bitkiyi tarımsal ürüne dönüştür-
menin ve genetik değişimin şimdiye dek denenen en etkileyici ba-
şarısı olarak tanımlanmıştır. Mısır, basit olmanın ötesinde, insanın
kuşaklar boyunca geliştirdiği gelişkin bir teknolojidir. Vahşi doğada
kendi başına yaşayabilme yetisini bütünüyle kaybetmiş bir durum-
dadır; buna mukabil mısır tüm medeniyetleri ayakta tutmaya yete-
cek kadar besin sağlayabilen bir bitkidir.

Tahılın İcadı

Mısır bu konudaki en uç örneklerden sadece biridir. Buğday ve pi-


rinç de burada başlıca iki büyük besin maddesi olarak anılmalıdır,
çünkü bunlar sırasıyla Yakın Doğu ve Asya’da, uygarlığın temelini
oluşturmaya devam etmiştir. Benzer şekilde buğday ve pirinç, daha
uygun ve verimli besin maddelerinin oluşturulmasında istenen mu-
tasyonların üretilmesini sağlayan, insanın seçimiyle gerçekleştirilen
bir çiftleştirmenin sonucunda ortaya çıkmıştır. Mısır gibi buğday ve
pirinç de taneli tahıllar grubuna girer. Yabani formu ile tarımsal bir

25
Tarımın İcadı

ürüne dönüştürülmüş formları arasındaki temel fark, tarımsal ürüne


dönüştürülmüş türlerin “parçalanmaz” olması gerçeğinde yatar. Ta-
hıl taneleri, omurga olarak bilinen merkezi bir eksene bağlanmıştır.
Yabani tahıl taneleri olgunlaştığında omurga kırılganlaşmaya başlar
ve rüzgârın etkisi ile savrulduğunda paramparça olur; taneler de to-
hum olarak etrafa saçılır. Bitki açısından bakıldığında, olgunlaşma
aşamasına gelir gelmez tanelerin etrafa saçılması anlaşılabilir bir du-
rumdur. Ne var ki, aynı şey taneleri toplama amacında olan insan
için çok uygunsuz bir duruma işaret eder.
Bitkilerin küçük bir bölümündeki tek bir genetik mutasyon,
tohumlar serpilirken bile gerçekleşse, omurganın sağlamlaşmasını
sağlar. Bu şekilde sağlamlaşan omurgaya “sert omurga” adı verilir.
Bu mutasyon söz konusu bitkiler için istenmeyen bir mutasyondur;
çünkü bu şekilde tohumlarını etrafa saçamayacaklardır. Oysa yabani
tahıl tanelerini toplayan insanlar için bu oldukça faydalı bir mutas-
yondur. Bir sonraki yılda ürün alma amacıyla toplanan tanelerin bir
kısmı toprağa ekildiğinde sert omurga mutasyonu üretilmiş olur ve
takip eden her yıl mutasyona uğramış sert omurga oranı artar. Ar-
keologlar buğday ile yaptıkları deneylerde yaşanan şeyin tam olarak
bu olduğunu ortaya çıkarmış, yaklaşık iki yüz yıl içerisinde ise sert
ve parçalanmaz omurgaları olan bitkilerin hâkimiyet kazandığını
hesaplamışlardır. Arkeolojik kayıtlara göre bu bize, buğdayın evcil-
leştirilmesinin yaklaşık olarak ne kadar süreceğini göstermektedir.
Mısırda olduğu gibi, ön-çiftçiler tarımsal bir ürüne dönüştür-
me sürecinde buğdayda, pirinçte ve diğer tahıllarda da istedikleri
belirgin özellikleri belirlediler. Buğdaydaki mutasyon, “kendi ken-
dini harmanlayan” türlerin ortaya çıkmasına olanak sağlayan tane-
lerin üzerini saran sert kabukların daha kolay bir şekilde ayrılmasını
sağlayacak şekilde gerçekleşti. Böylece taneler daha az korunaklı bir
hale geldi. Yani yabani yaşam açısından bakıldığında bu mutasyon
da iyiye yorulamaz. Ancak çiftçiler için bu yararlı bir şeydir; çünkü
kesilmiş buğday demetlerinin harmanda dövülmesinden sonra yeni-
lebilir tanelerin kolayca ayrılması mümkün olabilmektedir. Taneler
yerden koparıldığında küçük ve üzerinde hâlâ kabukları olanların
yerine kabukları olmaksızın daha iri taneli olanlar tercih edilir. Bu

26
İnsanlığın Yeme Tarihi

durumun, insana yararlı mutasyonların üretilmesinde yardımcı bir


rolü olduğu söylenebilir.
Tarımsal üretim için dönüştürülen ürünlerin çoğu için ortak
olan bir diğer özellik de tohumdaki uyku halinin [seed dormancy]
kaybıdır. Bu, tohumun ne zaman filizleneceğini belirleyen doğal bir
zamanlama mekanizması olarak işlev görür. Tohumların çoğu, bü-
yümeye başlamadan önce, elverişli koşullarda filizlenmelerini sağla-
yan, soğuk ya da ışık gibi belirli uyarıcılara ihtiyaç duyar. Örneğin,
soğuk hava dalgasından sonraki aşamaya kadar uyku halinde kalmayı
sürdüren tohumlar, sonbahar döneminde filizlenmeyecek, kışın geç-
mesini bekleyecektir. Oysa çiftçiler genellikle, toprağa ekmeye başlar
başlamaz tohumların büyümeye başlamasını isterler. Diyelim ki eli-
mizde bir yığın tohum var, bunların bir kısmı tohumun uyku halini
sergilesin, diğerleri ise tam tersini yapsın. Şurası açık ki, bir an önce
büyümeye başlayan tohumlar, çiftçilerin toplamada öncelik tanıya-
cağı tohumlar olacaktır. Böylece bir sonraki ürün için de bir temel
oluşturulmuş olur. Özetle, tohumdaki uyku halini ortadan kaldıracak
herhangi bir mutasyon, bitkinin üretilmesini destekleyecek bir eğili-
mi açığa çıkarır.
Benzer şekilde yabani tahıllar da farklı zamanlarda filizlenip ol-
gunlaşır. Bu, yağış miktarı örüntüsü ne olursa olsun, en azından ta-
hıl tanelerinin bir kısmının ertesi yıl için tohum sağlamasını garanti
altına alır. Ne var ki, aynı gün içerisinde bütün bir tahıl tarlasından
hasat kaldırmak, olgunlaşmış tahıl tanelerinin kayırılması anlamına
gelecektir. Fazla olgunlaşmış ya da az olgunlaşmış taneler bir sonraki
yıl için tohum olarak ekildiğinde filizlenmeleri çok daha zor olur. Bir
yıldan diğerine, olgunlaşma zamanındaki farklılığı aşağı çekmenin
etkisi kendisini er ya da geç bütün bir tarlanın aynı zamanda olgun-
laşmasında gösterecektir. Bu, bütün bir mahsulün bozulma ihtimali-
nin yükselmesi anlamına geleceğinden, bitki açısından bakıldığında
kötü bir duruma işaret eder. Ama tersine çiftçiler için bu hayli işe
yarar bir şeydir.
Duruma pirinç özelinde baktığımızda, hasadın kaldırılmasına
yardımcı olmada daha uzun ve daha büyük olmak gibi kimi özellik-
lerin üretilmesinde, insanın sürece müdahil olmasının etkili oldu-

27
Tarımın İcadı

ğunu görürüz. Dahası, yardımcı dallar ve daha iri taneler de alınan


ürün miktarını artırmaya yarar. Fakat buğday ve pirincin tarımsal
bir ürüne dönüşmesi, bu ürünleri insana daha da bağımlı hale getir-
miştir. Örneğin, pirinç, çiftçilerin müdahalesi sonucunda su içinde
hayatta kalma yetisini kaybetmiştir. Dahası hem buğday, hem de pi-
rinç, parçalanmaz omurga yüzünden kendi kendini yeniden ürete-
bilme yetisini büyük oranda kaybetmiştir. Üç ana tahıl ürününden
buğday, pirinç ve mısırla bunların ikincil dereceden kardeşleri arpa,
çavdar, yulaf ve darının tarımsal bir ürüne dönüştürülmeleri benzer
sonuçları ortaya çıkarmıştır: İnsan için işe yarar besinler, daha az
dirençli bitkiler.
Besin elde etme amacıyla insanın hayvanları evcilleştirmesi de
bitkilerdekine benzer bir sonuca yol açmıştır. Hayvanların evcilleşti-
rilmesine M.Ö. 8000’lerde Yakın Doğu’da koyun ve keçilerle başlan-
mış, hemen ardından da buna sığır ve domuzlarla devam edilmiştir.
(Domuzlar hemen hemen aynı zamanda Çin’de bu süreçten bağımsız
bir şekilde evcilleştirilmiştir. Tavuk da M.Ö. 6000’lerde Güneydoğu
Asya’da evcilleştirilmiştir.) Kendi yabani atalarına kıyasla, evcilleşti-
rilmiş hayvanların çoğunun daha küçük beyinleri vardır; daha hafif
bir görme ve işitme gücüne sahiptir. Tabii bu, hayvanların vahşi do-
ğada ayakta kalma becerilerini büyük oranda azaltır. Ama bu durum,
hayvanların daha uysal olmasına olanak sağlar ki bu da zaten çiftçi-
lerin istediği bir şeydir.
Bu şekilde insanlar hayatta kalmada kendi türettikleri şeylere
bağımlı hale gelmişlerdir –tabii bunun tersi de doğrudur. Daha gü-
venilir ve daha verimli bir gıda arzı sağlamakla tarım, hem yeni ya-
şam tarzları, hem de daha gelişkin toplumlar için bir temel oluştur-
muş oldu. Bu kültürler bir dizi besin maddesine dayanmış olsalar da,
bunlar içinde en önemli olanları Yakın Doğu’daki buğday ve arpa;
Asya’daki pirinç ve darı ile Amerika kıtasındaki mısırdır. Bu besinsel
temel üzerinde birbirinin peşi sıra ortaya çıkan uygarlıklar (Bizim uy-
garlığımız da buna dâhildir) varlıklarını, “genetik mühendisliği”nin
sonucunda ortaya çıkmış bu çok eski ürünlere borçludur.

28
Tarımsal ürüne dönüştürülmüş mısır, buğday ve pirincin ilk ortaya çıktığı merkezler.
Tarımın İcadı

Yaratılış Hikâyelerinde Besin

Dünyanın yaratılması ve uzun bir barbarlık döneminin ardından


uygarlıkların ortaya çıkmasını konu edinen pek çok efsane ve men-
kıbede, bu borç dile getirilmiş; yukarıda anlattığımız tarım ürün-
lerinin bu süreçte oynadığı hayati role vurgu yapılmıştır. Örneğin,
Aztekler insanın beş seferde yaratıldığına inanıyorlardı. Her kuşak
bir öncekine göre bir gelişme anlamına geliyordu. Bu anlatıda teo-
sinte adı üçüncü ve dördüncü yaratılışta insanın başlıca besini olarak
geçmektedir. Beşinci, yani son aşamada ise insan kendini mısır ile
beslemiş ve büyütmüştür. Bu aşamadan sonra insan gelişmiş, kendi
neslini devam ettirenler, süreç içerisinde, dünyayı bir yerleşim yeri
haline getirmişlerdir.
Mayaların Popul Vuh isimli kutsal kitaplarında anlatılan yaratı-
lış hikâyesi de insanın yaratılması aşamasında tekrarlanan girişim-
lerden bahseder. Tanrılar erkeği ilk önce çamurdan yaratmıştır. An-
cak ortaya çıkan yaratıklar zar zor görebilen, hiç hareket edemeyen
ve sonunda da suyun etkisine karşı koyamadan yok olup giden var-
lıklardır. Bu yüzden tanrılar işe tekrardan soyunup erkeği odundan
yaratırlar. Yaratıklar bu sefer dört ayak üzerinde yürüyebilir ve konu-
şabilirler; ancak kanları ve ruhları olmadığından tanrılarını şereflen-
dirmede üzerlerine düşen görevi yerine getiremezler. Sonuç olarak
tanrılar bunları da ortadan kaldırırlar. Böylece elde, ağaçlarda yaşa-
yan birkaç maymun dışında bir şey kalmaz. Nihayet, erkeği ne tür bir
malzemeden yaratacaklarına dair yaptıkları uzunca tartışmalardan
sonra tanrılar, üçüncü kuşak erkeği beyaz ve sarı mısır başakların-
dan yaratırlar: “Erkeğin vücudunu sarı ve beyaz mısırdan; kollarını
ve bacaklarını mısır küspesinden yarattılar. Yaratılan dört adamın
(ilk babalarımızın) vücudu için de sadece mısır küspesi kullanıldı.”
Mayalar, soylarının bu dört adama ve bunların hemen ardından ya-
ratılan eşlerine dayandığına inanırlar.
Mısır bitkisi, İnkaların kendi kökenlerine dair anlattıkları
hikâyede de yer almaktadır. Söylendiğine göre, eski zamanlarda Titi-
caca Gölü etrafındaki insanlar, aynı yabani hayvanlar gibi yaşamak-
taydı. Güneş tanrısı İnti onlara acıdı ve bu yabani insanları medeni-
leştirmek için onlara (aynı zamanda birbirleriyle evli olan) oğlu Man-

30
İnsanlığın Yeme Tarihi

co Capac ile kızı Mama Ocllo’yu gönderdi. İnti, oğlu Manco Capac’a
altından bir değnek verdi. Bununla toprağın bereketine ve mısır ye-
tiştirmeye uygun olup olmadığına bakmasını istedi. Uygun bir yer
bulunduğunda bir devlet kurulacak ve güneş tanrısına nasıl ibadet
etmeleri gerektiğine dair Manco Capac ve Mama Ocllo kendi halk-
larını eğiteceklerdi. Evli çiftin yolculukları onları altından değnekle-
rinin toprağa gömüldüğü Cuzco Vadisi’ne götürdü. Manco Capac bu
insanlara çiftçiliği ve sulamayı öğretirken Mama Ocllo da onlara iplik
eğirmeyi ve örgü örmeyi öğretti. Böylece bu vadi İnka uygarlığının
merkezi oldu. Beslenmelerinde patates hayli önemli bir yer tutsa da
mısır, İnkalar tarafından kutsal bir ürün olarak kabul edilmiştir.
Pirinç de benzer şekilde yetiştirildiği ülkelerde sayısız efsaneye
konu olmuştur. Çin efsanelerinde pirinç, açlığın eşiğine gelip dayan-
mış insanlığı kurtaran bir şekilde resmedilmektedir. Anlatılan bir
hikâyeye göre Tanrıça Guan Yin, açlıkla boğuşan insanlara acımış
ve bunun önüne geçmek için göğüslerini sıkarak süt çıkarmak is-
temiştir. Akan süt pirinç taneleri yetişsin diye boş çeltik tarlalarına
dolmuş, Tanrıça da göğüslerini biraz daha sıkarak ortaya çıkan kan
ve süt karışımının bitkilerin içine dolmasını sağlamıştır. İşte bu, pi-
rincin niçin hem kırmızı, hem de beyaz türünün olduğunu açıkla-
mak için anlatılan bir hikâyedir. Bir başka Çin hikâyesi ise avlanmak
için neredeyse hiçbir hayvanın kalmadığı bir zamanda meydana ge-
len büyük bir sel baskınından bahseder. İnsanlar yiyecek ararken bir
ara sağa sola sallanan kuyruğunda uzun, sarı tohum demetleri ile
kendilerine doğru koşturan bir köpek görürler. Sonra bu tohumları
toprağa ekerler. Elde ettikleri pirinç ile açlıklarını ebediyete kadar
defederler. Endonezya’da ve Hindiçin adaları boyunca uzanan coğ-
rafyada anlatılan farklı efsanelerde ise pirinç zarif ve erdemli bir ba-
kire kız olarak resmedilir. Endonezyalı Pirinç Tanrıçası Sri, insanları
açlığa karşı koruyan yeryüzü tanrıçasıdır. Hikâyelerden biri, şehvet
düşkünü Tanrı Kral Batara Guru’dan korumak için Sri’nin diğer tan-
rılarca nasıl öldürüldüğünden bahseder. Bedeni toprağa gömüldü-
ğünde pirinç, tanrıçanın gözlerinde filizlenir ve göğsünde mumsu
pirinç yeşerip büyümeye başlar. Büyük vicdan azabı yaşayan Batara
Guru ekip biçmeleri için bu ürünleri insanlığa bahşeder.

31
Tarımın İcadı

Bugünkü Güney Irak’ın kadim halkı Sümerler tarafından an-


latılan uygarlığın doğuşu ve dünyanın yaratılışı hikâyesi, insanların
yaşadığı ama henüz tarımın bilinmediği, Anu’nun dünyayı yaratma-
sından sonraki bir zamana gönderme yapar. Henüz Tahıl Tanrıçası
Ashnan ve Koyun Tanrıçası Lahar ortaya çıkmamış; zanaatkârların
efendisi Tagtug dünyaya gelmemiş ve Sulama Tanrısı Mirsu ile Sı-
ğır Tanrısı Sumugan ise insanlığa yardım etmek için henüz doğma-
mışlardır. Sonuç itibariyle, “İnsanların el üstünde tuttuğu bolluk ve
bereketin kaynağı buğday ve arpa henüz bilinmiyordu.” İnsanlar ot
yiyip su içiyorlardı. İşte böylesi bir zamanda, tanrılarına yiyecek sağ-
lasınlar diye tahıl ve sürü hayvanları tanrıçaları yaratıldı. Ama tanrı-
lar ne kadar yerse yesin fayda etmiyordu, çünkü karınları doymuyor-
du. Tanrılarına düzenli olarak besin sağlayan uygar insanın ortaya
çıkışıyla birlikte tanrıların karnı doyurulmuş oldu. Tarımsal ürüne
dönüştürülen bitkiler ve evcilleştirilen hayvanlar, tanrılarına düzenli
olarak besin sağlama derdinde olan insana bahşedilen birer arma-
ğandı. Bu hikâye, insanların henüz avcı-toplayıcı olduğu, tarımın
yapılmadığı döneme ait bir anlatı olarak belleklerde yer edinmiştir.
Benzer şekilde, tahıl tanrıçaları için söylenen bir Sümer ilahisi, şe-
hirlerden, tarlalardan, koyun ağılları ve sığır ahırlarından önceki bir
barbarlık dönemini, diğer bir deyişle tahıl tanrıçalarının yeni bir uy-
garlık döneminin kapısını açtığında sona eren dönemi anlatır.
Bitki ve hayvanların evcilleştirilmesine dair genetik temelli çağ-
daş açıklamalar, hakikaten tam da bu eski ve şaşırtıcı biçimde birbi-
rine benzeyen yaratılış efsanelerinin modern, bilimsel versiyonları-
dır. Bugün şunu söyleyebiliriz ki, avcılığın ve toplayıcılığın terk edil-
mesi, bitkilerin tarımsal birer ürüne dönüştürülmesi, hayvanların
evcilleştirilmesi ve çiftçiliğe dayalı yerleşik yaşam tarzına geçilmesi,
insanlığı modern dünyaya giden rotanın içine sokmuştur. Esasın-
da bu ilk çiftçiler tarihin ilk modern, “uygar” insanları olarak kabul
edilmelidir. Bizim anlatımımızın, çeşitli yaratılış efsanelerince anla-
tılan hikâyelerden daha az renkli bir anlatım olduğunu kabul etme-
liyiz. Ancak kilit öneme sahip tahıl ürünlerinin tarımsal birer ürüne
dönüştürülmelerinin uygarlığın doğuşuna doğru atılmış çok önemli
bir adım olduğu kesindir. Şüphe yok ki, anlatılan bu eski hikâyeler,
bahsettiklerimizden çok daha fazlasını kapsar.

32
2
Modernitenin Kökleri

Toprak senin yüzünden lanetlendi; yaşamın boyunca emek


vermeden yiyecek bulamayacaksın.
–İNCİL (Yaratılış 3:17)

Tarıma Geçişin Gizemi

Bitkilerin tarımsal bir ürüne dönüştürülmeleri ve hayvanların ev-


cilleştirilme mekanizması anlaşılabilir süreçlerdir; ancak insanların
motivasyonlarını açıklamak söz konusu olduğunda bu süreçler, bize
çok az şey anlatır. Hakikaten de insanların niçin avcılık ve toplayıcı-
lıktan tarıma geçtiği, insanlık tarihinin en eski, en girift ve belki de
en önemli sorularından biridir. Bu oldukça gizemli bir sorudur, çün-
kü gerek beslenme açısından, gerek diğer açılardan, avcılık ve topla-
yıcılıktan tarıma geçiş insanı, büyük ölçüde daha yoksul ve yoksun
bir hale getirmiştir. Öyle ki, bir antropolog tarıma geçişi aynen şu
sözlerle yorumlar: “İnsan ırkının yaptığı en büyük yanlış.”
Tarımla karşılaştırıldığında avcı-toplayıcı bir yaşam tarzına sa-
hip olmak çok daha fazla eğlenceli olmalıdır. Avcı-toplayıcı grup-
lar üzerine araştırmalar yürüten modern antropologlar, bugün ya-
şamaya zorlandıkları en ücra yerlerde bile yiyecek toplamanın, bu
insanların zamanlarının sadece küçük bir kısmına tekabül ettiğini
söylemektedir. Öyle ki bu süre, tarım ile aynı nicelikteki besini elde
etmek için gerekenden çok daha kısadır. Örneğin, Kalahari’li !Kung
Buşmanlar* haftada on iki ila on dokuz saati yiyecek toplamak için
harcamaktadırlar. Tanzanya’nın Hazda göçebeleri, aynı iş için on
*  !Kung Buşmanlar, Güney Afrika’daki Kalahari Çölü’nde yaşayan, avcı-
toplayıcı bir topluluk. (e.n.)

33
Modernitenin Kökleri

dört saatten az bir vakit ayırmaktadır. Bunun insana hobileri ve sos-


yalleşme için ne denli fazla bir boş zaman bırakacağı açıktır. Bir ant-
ropolog, halkının niçin tarıma geçmediği sorusunu yönelttiğinde bir
Buşman buna şöyle cevap vermiştir: “Dünyada bu kadar çok mon-
gongo cevizi varken niçin ekip biçme işine girişelim ki?” (!Kungların
beslenmesinde çok önemli bir yere sahip olan mongongo meyvesi ve
cevizi, yabani ağaçlardan toplanmakta, üretilmeleri için hiçbir çaba
harcamaksızın doğada halihazırda bol miktarda bulunmaktadır.)
Sonuç itibariyle, avcı-toplayıcılar haftada iki gün çalışır ve beş gün
dinlenirler.
Tarım öncesi dönemlerde avcı-toplayıcı insanların yaşamla-
rı bugüne kıyasla muhtemelen çok daha zevkliydi. Tarıma geçişin,
sanatsal işlerle uğraşmak, yeni zanaat ve teknolojiler geliştirmek
gibi işlerde insanlara daha fazla zaman bıraktığı düşünülmüştür. Bu
açıdan tarım, avcı-toplayıcıların kıt kanaat geçindikleri yaşam tarz-
larından kurtulmaları şeklinde gösterilir. Ne var ki tersi durum da
bir o kadar doğrudur. Tarım, toprak birimi başına daha fazla besin
üretimine olanak sağladığından daha üretken bir aktivite olarak
görünür. Yirmi beş kişiden oluşan bir grup insan sadece yirmi beş
akrelik* [yaklaşık 101.000 m2’lik] bir arazi üzerinde tarım yaparak
varlıklarını sürdürebilir. Avcılık ve toplayıcılık ile hayatta kalmada
kendilerine gerekecek on binlerce akrelik alandan çok daha küçük
bir alandır bu. Ancak harcanan saat başına üretilen besin miktarıyla
ölçüldüğünde tarımın daha az üretken bir aktivite olduğu ortaya çı-
kar. Diğer bir deyişle tarım aslında çok daha zahmetli bir iştir.
Kuşkusuz, gösterilen çaba, yetersiz beslenme ya da açlık ko-
nusunda insanların artık endişelenmemeleri anlamına gelseydi de-
ğerlidir denebilirdi, değil mi? Cevabı size kalmış. Bununla birlikte,
avcı-toplayıcıların kendilerinden sonra gelen ilk çiftçilere göre çok
daha sağlıklı olduğu görülmektedir. Arkeolojik bulgulara göre avcı-
toplayıcılara kıyasla çiftçiler diş minesi rahatsızlıklarına daha fazla
yakalanmaktaydı. Avcılık ve toplayıcılığa nazaran tarım daha az çe-

*  Akre, Britanya, Kanada ve ABD’de kullanılan arazi ölçüsü birimidir. Bir


akre, yaklaşık olarak 4.047 m2’ye eşittir. (e.n.)

34
İnsanlığın Yeme Tarihi

şitli ve daha az dengeli bir beslenme biçiminin ortaya çıkmasına yol


açmıştır. Buşmanlar birkaç çeşit besin maddesiyle idare etmek yeri-
ne yaklaşık yetmiş beş farklı tip yabani ot yemektedir. Tahıl ürünleri,
yüksek kalorili besin depoları olsa da bunlar temel besin ögelerinin
tamamını içermezler.
İşte bu yüzden çiftçilerin boyları avcı-toplayıcılara göre daha
kısadır. İskelet kalıntılarından hareketle boy farkını saptamak müm-
kündür. Örneğin, dişlerden yola çıkarak adlandırılan “diş çağı” ile
uzun kemiklerin boyları ile ifade edilen “iskelet çağı” karşılaştırıla-
rak bu saptama yapılabilir. Diş çağından daha düşük derecede olan
iskelet çağı yetersiz beslenmeden kaynaklanan bodur büyümenin
kanıtı olarak gösterilir. Yunanistan ve Türkiye’deki iskelet kalıntıları,
yaklaşık 14.000 yıl önce son buzul çağının bitiminde, avcı-toplayı-
cıların ortalama uzunluklarının erkeklerde 175 santim, kadınlarda
ise 165 santim olduğunu ortaya koymaktadır. M.Ö. 3000 itibariyle,
yani tarıma geçtikten sonraki bir zamanda, bu ortalamalar erkek-
lerde 160 santime, kadınlarda ise 152 santime kadar düşmüştür. Yal-
nızca modern zamanlarda insanlar avcı-toplayıcı atalarının boyuna
erişebilmiştir. Ama bu da sadece dünyanın en zengin bölgeleri için
geçerli olan bir durumdur. Bu arada Yunanlar ve Türkler, Taş Devri
atalarına göre bugün hâlâ kısa boyludur.
Bununla beraber çoğu hastalık, kemikleri yapısal yönden hasa-
ra uğratmıştır. Kemikler üzerine yapılan çalışmalardan anlaşıldığına
göre çiftçiler, yetersiz beslenmeden kaynaklı çeşitli hastalıklarla bo-
ğuşmak zorunda kalmışlardı. Avcı-toplayıcılar ise bu tür hastalıklara
ya nadiren yakalanmış ya da hiç yakalanmamıştır. Avcı-toplayıcı-
ların yakalanmadığı hastalıklar arasında şunlar vardır: raşitizm (D
vitamini eksikliğinden kaynaklanır), iskorbüt (C vitamini eksikliğin-
den kaynaklanır) ve anemi (demir eksikliğinden kaynaklanır). Yer-
leşik yaşam tarzının bir getirisi olarak çiftçiler aynı zamanda cüzam,
tüberküloz ve sıtma gibi bulaşıcı hastalıklara karşı da daha hassastı.
Tahıl ürünlerine olan bağlılıkları ortaya başka sonuçlar da çıkar-
mıştı: Kadın iskeletleri genellikle eklem hastalıklarının; ayak par-
makları, dizler ve beldeki bozuklukların birer kanıtını sunar. Tüm
bunlar aslında tahıl tanelerini öğütmek için el değirmeninin günlük

35
Modernitenin Kökleri

kullanımı ile ilişkilidir. Diş kalıntıları, çiftçilerin avcı-toplayıcıların


hiç bilmediği, diş çürüklerinden kaynaklı sorunlar yaşadıklarını
göstermektedir. Bu çürükler, tahıl ağırlıklı besinlerdeki karbonhid-
ratların, yiyecekler ağızda çiğnenirken oluşan salyadaki enzimler
tarafından şekere dönüştürülmesiyle alakalıdır. Böylece iskeletlerin
incelenmesiyle saptanabilen yaşam süresi de düşmüştür. Illinois Ne-
hir Vadisi’nden elde edilen kanıtlar, avcı-toplayıcılarda yirmi altı yıl
olan tahmini yaşam süresi ortalamasının, çiftçilerde on dokuza ka-
dar düştüğünü göstermektedir.
Bazı arkeolojik kazı yerlerinde, avcı-toplayıcıların gitgide yerle-
şik yaşama geçmesi ve takip eden süreçte de tarıma başlamalarıyla
birlikte sağlıkta gerçekleşen değişimin seyrini takip etmek müm-
kündür. Tarımla uğraşan gruplar yerleşik yaşama geçip nüfuslarını
artırdığı ölçüde yetersiz beslenme, parazit ve bulaşıcı hastalıklara ya-
kalanma vakalarında artışların yaşandığı görülmektedir. Başka kazı
yerlerinde ise yan yana yaşamış avcı-toplayıcı ve çiftçilerin yaşam
koşullarını mukayese etmek mümkün olabilmektedir. Yerleşik çiftçi-
ler her durumda, konargöçer komşularına kıyasla daha sağlıksız bir
durumdadır. Çiftçiler hem daha az çeşitli, hem de daha az besleyici
yiyecekler elde etmek için uzun ve zahmetli bir çalışma yürütmek zo-
rundaydılar; bir de hastalıklara yakalanmaya daha fazla meyilliydiler.
Peki, tüm bu zorluklara rağmen insanlar niçin tarıma geçmiş olabilir?

Tarımın Kökenleri

Burada kısaca söylenecek şey şudur: Geriye dönüşün imkânsız ol-


duğu ana gelene kadar insanlar, ne olup bittiğini tam olarak fark
edemediler. Avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçiş, insanlık tarihinin
genel seyri içerisinde bakıldığında her ne kadar “ani” bir şekilde ya-
şanmış gibi görünse de, bireysel çiftçilerin gözünden bakıldığında bu
geçiş esasen adım adım yaşanmıştır. Yabani ekinler ile tarımsal ekin-
ler arasında bir süreklilik varken, saf avcı-toplayıcılarla yaşamlarını
bütünüyle tarıma dayalı olarak sürdürenler arasında bir kopukluk
görülür.

36
İnsanlığın Yeme Tarihi

Avcı-toplayıcılar, kimi zaman elde ettikleri besini artırmak için


ekosistemi kendi çıkarlarına uygun hale getirirlerdi. Ne var ki bu,
bilinçli bir şekilde yapılan geniş ölçekli ekip biçme işleminin –yani
tarımın– getirisinin oldukça gerisinde kalmaktadır. Örneğin, ateşi
kullanarak toprağı temizleyip üzerinde yeni şeylerin yetiştirilme-
sinin sağlanması, en az 35.000 yıllık bir tarihe sahiptir. Günümüze
kadar varlıklarını devam ettiren avcı-toplayıcı gruplardan biri olan
Avustralya aborijinleri, mevcut besin kapasitelerini artırmak için za-
man zaman belirli bir toprak parçasına tohum ekerler. Aborijinlerin
beslenmesinde çok önemli bir yer kaplamadığı için bu uygulamayı
tarımsal faaliyet olarak adlandırmak abartı olabilir. Çünkü ekosis-
temin bilinçli bir şekilde insanların kendi ihtiyaçlarına uygun hale
getirilmesi demek, onların artık avcı-toplayıcı bir yaşam tarzında ol-
madıkları anlamına gelir.
İnsanların saf avcı-toplayıcılıktan, şimdiye dek hiç olmadığı öl-
çüde tarıma dayalı ürünlere bel bağlaması (ve sonucunda da bunla-
ra bağımlı kalması) sürecinde tarıma geçişin adım adım yaşandığı
görülmektedir. Bu geçişi açıklayan teorilerin sayısı oldukça fazladır.
Muhtemelen bu sürecin tek bir sebebi yoktur. Bu süreçte birden fazla
etkenin bir araya gelmesinin etkileri söz konusudur. Tarımın bağım-
sız bir şekilde ortaya çıktığı yerlerin her birinde bu faktörlerden biri
ya çok etkili ya da çok etkisiz bir rol oynamıştır.
Tarıma geçiş sürecindeki en önemli faktörlerden birinin iklim
değişikliği olduğu anlaşılmaktadır. Buz çekirdekleri, derin denizler-
den alınan sondaj örnekleri ve polen profillerinin analizine dayana-
rak eski çağların iklimleri üzerine yapılan çalışmalar, M.Ö. 18.000 ile
M.Ö. 9500 arasında iklimin soğuk, kurak ve hayli değişken olduğunu
ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden bitki ekimi ya da tarımsal bir ürüne
dönüştürülmesine dönük herhangi bir girişimin başarı şansı yok-
tu. Şaşırtıcıdır ki, Suriye’nin kuzeyindeki Tel Abu Hureyra adlı yer-
de böylesi bir girişime dair elimizde bir kanıt bulunmaktadır. M.Ö.
10.700’lerde burada yaşayan insanların çavdar bitkisini tarımsal
üretimle elde etmeye başladıkları anlaşılmaktadır. Ancak onların bu
girişimleri, M.Ö. 10.700’lerde başlayıp yaklaşık 1200 yıl süren Genç
Dryas diye bilinen ani bir soğuk iklim dalgasının azizliğine kurban

37
Modernitenin Kökleri

gitmiştir. Ardından M.Ö. 9500’lerde iklim aniden değişmiş, hava


daha sıcak, daha nemli ve daha istikrarlı bir yapıya kavuşmuştur. Ta-
bii bu durum tarım için gerekli olan –ama yeterli olmayan– koşulu
hazırlamıştır. Ancak şu var, eğer istikrarlı iklim koşullarının tarıma
geçişi sağlamada tek etken olduğu düşünülseydi, o zaman tüm dün-
yada insanların eşzamanlı olarak tarıma başlamaları gerekirdi; ancak
öyle olmadı. Demek ki hesaba katılması gereken daha başka faktör-
ler de var.
Bu faktörlerden biri yerleşik yaşama geçiştir. Yerleşik yaşam ge-
çişle birlikte dünyanın çeşitli yerlerindeki avcı-toplayıcıların hare-
ketliliği azalmış; yılın büyük bölümünü tek bir kamp yerinde, hatta
sabit bir yeri mesken tutarak geçirmeye başlamışlardır. Tarıma çok
daha önceden geçen yerleşik köy topluluklarından çokça örnek ve-
rilebilir. Örneğin, Genç Dryas öncesindeki bin yılda gelişme göste-
ren Yakın Doğu’nun Natufian kültürünü burada sayabiliriz. Benzer
şekilde Peru’nun kuzey kıyı şeridindeki ya da Kuzey Amerika’nın
Pasifik’in kuzeybatısındakiler de buna örnek verilebilir. Bu örnekle-
rin her birinde yerleşik yaşamı mümkün kılan şey, çoğunlukla, balık
ya da kabuklu deniz ürünleri şeklindeki yabani besinlerdir. Normal
koşullarda avcı-toplayıcılar belirli bir bölgede ellerinde bulunan be-
sinlerin tükenmesini önlemek ya da mevsimsel koşullara göre oluşan
farklı besinlerden yararlanmak için mesken tuttukları yeri terk eder-
ler. Ancak eğer bir nehir kenarında yaşıyorsanız ve yiyecek bulmak
da eskisi kadar zor değilse konargöçer bir yaşam sürdürmenin bir
gereği kalmayacaktır. Daha sağlam oklar, ağlar ve balık oltaları gibi
Taş Devri’nin geç döneminde geliştirilen besin avcılığı teknikleri de
yerleşik yaşama geçişi desteklemiştir. Eğer bir avcı-toplayıcı grubu,
bulunduğu ortam içerisinde balık, küçük kemirgenler ya da kabuklu
deniz ürünleri gibi besinlerden eskiye kıyasla çok daha fazlasını elde
edebiliyorsa daimi bir şekilde konargöçer yaşam sürdürmenin gereği
ortadan kalkacaktır.
Ancak yerleşik yaşama geçiş her zaman tarıma geçişi berabe-
rinde getirmez. Örneğin, kimi yerleşik avcı-toplayıcı gruplar, tarıma
geçmeksizin günümüze dek varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Yine
de şu söylenebilir: Yerleşik yaşama geçiş büyük ölçüde tarıma geçişi

38
İnsanlığın Yeme Tarihi

mümkün kılmıştır. Örneğin, yabani tahılları toplayan yerleşik avcı-


toplayıcılar gıda arzını dengede tutmak için toprağa tohum ekmeye
meyillidirler. Ekip dikme işi, gıda arzındaki değişikliklere karşı bir
tür sigorta işlevi görmekteydi. Tahıl taneleri değirmen taşı kullanı-
larak (Bu taş, bir kamptan diğerine taşınmak zorunda olacağından
avcı-toplayıcılar için pek kullanışlı değildi) öğütüldüğünden yerleşik
yaşamın yaygınlaşması, tahılları daha cazip bir besin maddesi ha-
line getirmiştir. Tahıl tanelerinin enerji deposu olmalarıyla birlikte
kurutulup uzun süre saklanabilmeleri de tercih edilmelerinin bir se-
bebidir. Elbette olağanüstü bir besin maddesinden bahsetmiyoruz;
ancak en hayati anlarda bel bağlanabilecek besin maddesi oldukla-
rına şüphe yoktur.
Yerleşik yaşama geçmiş avcı-toplayıcıların beslenme alışkanlık-
larında büyük ölçüde tahılın yer aldığını hayal etmek çok zor değil-
dir. Öncelikle, görece önemsiz bir besin, süreç içerisinde çok daha
önemli bir besin maddesi haline gelmiştir. Bunun basit bir nedeni
var: ön-çiftçiler diğerleri için yapamadıkları şekilde besinin (ekip
biçme ve depolanması yoluyla) elde edilebilirliğini güvence altına
alabilmişlerdir. Yakın Doğu’daki arkeolojik bulgular, ön-çiftçilerin
öncelikle eldeki yabani tahıl ne ise (örneğin, kızıl buğday) onu topra-
ğa ekmeye başladıklarını göstermektedir. Süreç içerisinde insanların
tahıllara olan güveninin artmasına paralel olarak gernik buğdayı gibi
verilen emeğe göre daha fazla getirisi olan ürünlere geçilmiştir.
Yerleşik yaşamın bir sonucu olan nüfustaki artış da tarıma ge-
çişte katkısı olan bir diğer faktör olarak değerlendirilebilir. Konar-
göçer avcı-toplayıcılar, kamp yerlerini terk ettiklerinde bebekleri de
dahil her şeylerini yanlarında götürmek durumundaydılar. Çocuk
üç ya da dört yaşına geldiğinde yardım almadan uzun mesafeleri yü-
rüyebilme seviyesine ulaşabilirse annesi başka bir çocuk doğurmayı
düşünebilirdi. Buna karşın yerleşik topluluklardaki kadınların böy-
le bir derdi olmadığı için daha fazla çocuk sahibi olmaları önünde
bir engel yoktu. Bu durum, mevcut gıda arzının üzerinde bir talebin
doğmasına yol açacağından ortaya fazladan bir ekip biçme işi çıkar
ve bunun sonucunda da tarıma geçilmiş olurdu. Bu hat üzerinde
oluşturduğumuz argümanlarımızın belki de tek eksikliği şudur; ör-

39
Modernitenin Kökleri

neğin, dünyanın bazı yerlerinde, nüfus yoğunluğunun tarıma başla-


madan önce değil de başladıktan sonra büyük ölçüde artış kaydettiği
görülmüştür.
Bu anlattıklarımıza dair daha pek çok teori sayılabilir. Dünya-
nın bazı yerlerinde, öncelikli olarak avladıkları hayvan türlerinin sa-
yısında bir düşüş meydana geldiğinde avcı-toplayıcıların tarıma yö-
neldikleri görülmektedir. En büyük ziyafete ev sahipliği yapmak için
birbirine rakip grupların kıyasıya yarışmalarından ötürü tarımın
sosyal rekabet aracılığıyla kışkırtılmış olabileceği de düşünülmekte-
dir. Bu görüş bize, dünyanın kimi yerlerinde, lüks besinlerin temel
yiyecek maddesi olmadan önce niçin tarımsal bir ürüne dönüştürül-
düğünü açıklamaktadır. İnsanlar tohumları bereket ayinlerini yerine
getirmek için ektiklerinden ya da yabani tahılların hasadının kaldı-
rılması sonrasında tanrılarının açlığını gidermek istediklerinden, bu
konuda, belki de esin kaynağı din olmuştu. Hatta tahıl tanelerinin
tesadüfen mayalanması sonucunda biranın keşfinin tarıma geçişi
teşvik ettiği bile söylenmiştir.
Şurası önemlidir ki, bütünüyle yeni bir yaşam tarzına geçişte
kimsenin bilinçli tercihi söz konusu olmamış; süreç içerisinde atı-
lan her adımda insan sadece o an kendisine mantıklı gelen ne ise
onu yapmıştır: Balık miktarının hayli bol olduğu bir yere yerleşip
yaşamak varken niçin göçebe bir hayat sürdürülsün? Eğer yabani
besin kaynakları artık ihtiyacı karşılayamayacak derecede azalmışsa,
ürün miktarını artırmak için niçin toprağa bir-iki tohum tanesi ekil-
mesin? Ön-çiftçilerin ekili ürünlere karşı olan artan bağımlılığı ani
değil, adım adım yaşanan bir değişimin sonucunda gerçekleşmiştir.
Ancak belli bir noktada gözle görülmez bir sınır aşılmış ve insanlar o
andan itibaren tarıma bağımlı hale gelmeye başlamıştır. İşte bu sınır,
insanların yaşam alanındaki yabani besin kaynaklarının bütünüyle
tükenip, artık var olan nüfusu besleyemez hale geldiği andan itibaren
aşılmıştır. Tarımın devreye girmesi ile sürdürülen besin üretimi bu
andan itibaren artık insanın isteğine bağlı olmaktan çıkmış ve zo-
runlu bir hal almıştır. Gelinen bu aşamada konargöçer, avcı-toplayıcı
yaşam tarzına geri dönüş söz konusu olamaz –ya da en azından kay-
da değer bir can kaybı olmaksızın bu mümkün değildir.

40
İnsanlığın Yeme Tarihi

Çiftçiler mi Yayıldı,
Yoksa Tarımsal Faaliyet mi?

Bu noktada tarım, bir başka bulmacayı daha akla getirmektedir:


Tarımsal faaliyetler, dünyanın bir-iki yerinde bir kez kök salmaya
başladıktan sonra nasıl oldu da yerkürenin neredeyse her tarafında
yapılmaya başlandı? Olasılıklardan biri, çiftçilerin yayıldığından
bahseder. Gittikleri yerlerde ise çiftçiler avcı-toplayıcıları ya yer-
lerinden etmişler ya da ortadan kaldırmışlardır. Bir diğer görüşse
tarım yapılan alanların ücra yerlerinde yaşayan avcı-toplayıcıların
çiftçileri taklit etmeye başlayarak, aynı onların yaptığı gibi, tarım-
sal ekinleri yetiştirerek ve hayvanları evcilleştirerek kendi kendile-
rine tarıma geçmiş olabileceklerini söyler. Bu iki olasılık sırasıyla
nüfus yayılımı ve kültürel yayılım olarak adlandırılır. Bu noktada,
“Yayılan çiftçilerin kendisi midir yoksa sadece tarımsal faaliyet mi-
dir?” sorusu akla gelir.
Çiftçilerin, tarımsal bir ürüne dönüştürülmüş ekinler ve tarım
tekniğinin bilgisi ile birlikte tarımsal alanlardan dışarıya doğru ya-
yılmış oldukları düşüncesi, dünyanın pek çok yerinden bulgular ile
desteklenmektedir. Çiftçiler, üzerinde tarım yapılmamış yerlere gidip
buralarda yeni topluluklar oluşturmaya başladıkça tarımsal faaliyet-
lerin ilk ortaya çıktığı bölgeler, yayılmanın öncü dalgası olarak kabul
edilen bir merkezi yere dönüşmektedir. Örneğin, Yunanistan’ın M.Ö.
7000 ile M.Ö. 6500 yılları arasında deniz yoluyla Yakın Doğu’dan ge-
len çiftçilerce kolonize edildiği anlaşılmaktadır. Burada arkeologlar
avcı-toplayıcıların yaşadığı çok az yer tespit etmişlerdir; buna karşın
bölgede yüzlerce çiftçi yerleşimi ortaya çıkarılmıştır. Benzer şekil-
de Çin’den yola çıkıp Kore yarımadası üzerinden Japonya’ya ulaşan
çiftçilerin pirinç tarımını buraya M.Ö. 300’lü yıllarda getirdikleri
anlaşılmaktadır. Bu konuda dilin yayılmasına dair kanıtlar da ta-
rımsal alanlardan başlayan göç fikrini destekler niteliktedir. Tarımın
yayılmasında Avrupa, Doğu Asya ve Avustronezya dil ailelerinin da-
ğılımı, arkeolojik buluntularla büyük ölçüde örtüşmektedir. Bugün
dünya nüfusunun yaklaşık yüzde doksanı, kökleri iki tarımsal bölge-
ye dayanan yedi dil ailesinden birine bağlı bir dili konuşmaktadır. Bu

41
Modernitenin Kökleri

tarımsal bölgelerden biri Mezopotamya ve Doğu Akdeniz’i kapsayan


coğrafi bölge yani Bereketli Hilal, diğeri de Çin’in belli başlı bölge-
leridir. Bugün konuştuğumuz diller, aynı yediğimiz besinler gibi, ilk
çiftçilerce konuşulan dillerden bizlere miras kalmıştır.
Bununla birlikte eldeki diğer bulgular bize, avcı-toplayıcıların
dışarıdan gelen çiftçilerce her zaman yerinden edilmediğini ya da
toptan yok olmadıklarını göstermektedir. Tersine, bulgular bunların
birlikte yaşadığını ve bazı durumlarda ise avcı-toplayıcıların zaman-
la tarıma geçtiklerini göstermektedir. Bu konuya dair en açık örnek,
Güney Afrika’da, Khoisan avcı-toplayıcılarının Avrasya sığırını ev-
cilleştirip sürü çobanlığı yaptıklarının bulunması olabilir. Avrupa
çapındaki kimi kazı yerlerinden elde edilen buluntular, çiftçilerin ve
avcı-toplayıcıların yan yana yaşadıklarını ve birbirleriyle mal ticareti
yaptıklarını göstermektedir. Bir yeri yerleşim yeri olarak belirlemek
için bu iki topluluğun birbirinden oldukça farklı gerekçeleri var-
dır. Avcı-toplayıcılar için uygun çevre şartları olmasına rağmen bu
iki grubun niçin birlikte yaşayamadıklarının bir açıklaması yoktur.
Ancak çiftçilere komşu olarak yaşayan avcı-toplayıcılar için şartlar
giderek zorlaşmış olmalıdır. Çiftçilerin kendi doğal çevrelerindeki
yabani besin kaynaklarını aşırı derecede tüketmeleri çiftçileri endi-
şelendirmiyordu, çünkü zaten yeterince ekiyor ve depolama yapıyor-
lardı. Fakat böyle bir durumda avcı-toplayıcılar er ya da geç ya çiftçi
topluluklarına katılacak ya kendi başlarına tarıma geçecek ya da yeni
yerlere göç etmeye zorlanacaklardı.
Peki, hangi mekanizma burada daha ağır basmış olabilir? Ta-
rımın gelişiminin yoğun bir şekilde tezlere konu edildiği Avrupa’da
araştırmacılar, genetik analizler yoluyla bugün Avrupa’da yaşayan in-
sanların atalarının ağırlıklı olarak yerli avcı-toplayıcılar olup olma-
dıklarını saptamaya; tarımla mı uğraştıklarını, yoksa Yakın Doğu’dan
gelen göçebe çiftçiler mi olduklarını açığa çıkarmaya çalışmışlardır.
Kimi araştırmalarda, Bereketli Hilal’in içinde yer alan Anadolu ya-
rımadasındaki (Türkiye’nin batısı) insanlar, genetik olarak tarıma
en erken başlayanlar olarak görülmektedir. Benzer şekilde Basklılar
da avcı-toplayıcıların torunları kabul edilir. Bu görüş iki nedene da-
yanır. Birincisi, Bask dili, Avrupa’ya tarımsal faaliyet vasıtasıyla dı-

42
İnsanlığın Yeme Tarihi

şarıdan gelen bir dil ailesi olan ön Hint-Avrupa dil ailesi kaynaklı
Avrupa dillerine hiç benzemez; bu dil daha çok Taş Devri kökenli bir
dildir. (Bask dilinde aletler için kullanılan kimi kelimeler “aitz” ile
başlamaktadır ki bu “taş” kelimesi ile aynı anlama gelir. Bu bize keli-
melerin taş aletlerin kullanıldığı bir zamandan gelmiş olabileceğini
göstermektedir.) İkincisi, Bask halkında diğer Avrupalılarda olma-
yan belirgin genetik özellikler vardır.
Yapılan yeni bir çalışmada, Basklardan ve Anadolululardan ge-
netik örnekler alınmış, ardından da bunlar Avrupa’nın farklı yerle-
rinde yaşayan insanlardan alınan örnekler ile karşılaştırılmıştır. Araş-
tırmacılar Basklar ve Anadoluluların genetik katkılarının Avrupa’da
önemli ölçüde değişkenlik gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Örneğin,
Balkanlara Anadoluluların katkısı yüzde 79, Kuzey İtalya’ya yüzde
45, Güney İtalya’ya yüzde 63, Güney İspanya’ya yüzde 35, İngiltere’ye
ise bu katkı yüzde 21’dir. Özetle, çiftçilerin katkısı doğuda en yük-
sek batıda ise en düşük seviyededir. İşte bu, bulmacanın çözümüdür.
Yani tarım, birbiriyle iç içe geçmiş bir sürecin sonucunda yayılmıştır.
Göçmen bir çiftçi topluluğu, doğudan Avrupa’ya yayılmış ve fark-
lı ırklara mensup insanlarla evlenilmesi sonucunda da etkinlikleri
zamanla azalmıştır. Sonuç olarak nüfus, her iki gruptaki insanların
birbiriyle iç içe geçmesinden oluşmuş ve bugünlere kadar da gelmiş-
tir. Muhtemelen dünyanın geri kalan diğer yerlerinde de benzer bir
süreç yaşanmıştır.
Tarımla uğraşan toplulukların nüfuslarının artmasına da yol
açan tarımsal faaliyetin, giderek kendi alanından çıkıp dışa doğru
yayılmaya başlaması, birkaç bin yıl içerisinde çiftçilerin avcı-toplayı-
cıları sayıca geride bırakmalarıyla sonuçlanmıştır. M.Ö. 2000’li yılla-
ra gelindiğinde insan nüfusunun büyük bir bölümü tarıma geçmişti.
Bu öylesine radikal bir değişimdir ki, insan dilinin ve genlerinin yer-
yüzüne dağılımı, üzerinden binlerce yıl geçmiş olsa da bugün bile ta-
rımın gelişimini yansıtmaya devam etmektedir. Tarımsal birer ürüne
dönüştürülme süreci boyunca bitkiler nasıl insanlarca genetik olarak
yeniden şekillendirildiyse; tarıma geçmeyle birlikte bu sefer insanlar
bitkilerce genetik olarak yeniden şekillendirilmeye başlanmıştır.

43
Modernitenin Kökleri

İnsan: Tarım Yapan Hayvan

Çiftçiler ve onların tarımsal birer ürüne dönüştürülmüş bitkileri


ve evcilleştirilmiş hayvanları, çiftçiler bunu o zaman fark etmemiş
olsa da, muazzam bir uzlaşı içerisindeydiler ve bu yüzden kaderleri
birbirine bağlı oldu. Örneğin mısırı ele alalım. Tarımsal bir ürüne
dönüştürme bu bitkiyi insana bağımlı hale getirdi; ancak mısırın in-
sanla olan birlikteliği bu bitkiyi, kimsenin bilmediği Meksikalı bir
bitki olmaktan çıkarıp onu kendi köklerinin çok ötesine taşıdı. İşte
bu yüzden mısır, bugün dünyada en çok ekimi yapılan bitkilerden
biri konumundadır. Ancak insanın gözünden bakıldığında mısırın
tarımsal bir ürün haline getirilmesi, verimi bol yeni bir besin kayna-
ğının ortaya çıkması demektir. Mısırın ekilip biçilen bir bitki olarak
kullanılması (aynı diğer bitkiler gibi) insanın yeni bir yaşama, tarıma
dayalı yerleşik bir yaşama geçişini mümkün kılmıştır. Mısırı kendi
amaçları doğrultusunda sömüren insan mıdır, yoksa tersine mısır mı
insanı sömürmektedir? Bir bitkiyi tarımsal bir ürüne dönüştürme-
nin bu anlamda çift yönlü bir etkisi olduğu görülmektedir.
İlk çiftçilerin bitkileri tarımsal birer ürüne dönüştürmeleri ve
hayvanları evcilleştirme sürecine başlamalarından binlerce yıl sonra
bugün bile insan türü tarımla uğraşan bir tür konumunda olduğu
gibi, besin üretimi de hâlâ insanlığın birincil uğraşı olmaya devam
etmektedir. Tarım bugün insan ırkının yüzde 41’ini istihdam etmek-
tedir. Bu, diğer ekonomik faaliyetlere kıyasla çok yüksek bir orandır.
Ayrıca tarımsal faaliyetler, dünya yüzeyinin yüzde 40’ını kapsayan
bir alanda yapılmaktadır (Tarımsal faaliyetlerin yapıldığı alanın yak-
laşık üçte birlik kısmı tarımsal üretim için kullanılırken geri kalan
üçte ikilik kısım hayvan sürülerinin otlatılması için kullanılır). Da-
hası dünyanın en erken uygarlıklarının temelini oluşturan üç besin
bugün hâlâ insanın varoluşunun özünü meydana getirmektedir.
Buğday, pirinç ve mısır, insan türünce tüketilen kalorinin önemli
bir kısmını sağlamaya devam ediyor. Geri kalan kalorinin önemli
bir bölümü ise tarımsal bir ürüne dönüştürülmüş bitki ve evcilleş-
tirilmiş hayvanlardan elde edilmektedir. Bugün insanların tükettiği
besinin oldukça küçük bir kısmı yabani doğadan karşılanır; bunlar

44
İnsanlığın Yeme Tarihi

arasında balıklar, kabuklu deniz ürünleri, küçük taneli yabani mey-


veler, kabuklu yemişler, mantarlar vs. yer almaktadır.
Bu nedenle bugün tükettiğimiz neredeyse hiçbir besinin tama-
men doğal olduğunu söyleyemeyiz. Bunların neredeyse hepsi seçi-
ci çiftleştirme yönteminin damgasını taşırlar. Bu işlem ilk başlarda
farkında olmadan yapılıyordu; ancak daha sonra çiftçilerin ken-
di ihtiyaçlarına elverişli yeni, tarımsal birer ürüne dönüştürülmüş
türleri elde etmek amacıyla doğada bulunan en kıymetli özellikleri
üretmeye başladığı andan itibaren bu iş daha bilinçli ve daha özenli
bir şekilde yapılmaya başlanmıştır. Mısır gibi inekler ve tavuklar da
doğada kendiliğinden bir süreçle oluşmazlar, dahası bugün bunlar
insanın müdahalesi olmaksızın da var olamazlar. Öyle ki, turuncu
havuçlar bile insan ürünüdür. İlk başlarda havuçlar beyaz ve mor
renkliydi. Havucun tatlı ve turuncu renkli olan çeşidi on altıncı
yüzyılda William Oranj’a* hediye etmek amacıyla Hollandalı bahçe
uzmanları tarafından üretilmişti. Havucun eski mor çeşidinin 2002
yılında İngiltere’de süpermarketlerde satışa çıkarılması girişimi ba-
şarısızlıkla sonuçlandı, çünkü müşteriler alışkın oldukları turuncu
havuçları tercih ediyorlardı.
Tüm tarımsal ürüne dönüştürülmüş bitki ve evcilleştirilmiş hay-
vanlar insan ürünü teknolojilerdir. Dahası bugün bel bağladığımız
bu “teknolojiler”in neredeyse tamamı köken olarak antik çağlara da-
yanmaktadır. Bunların oldukça büyük bir bölümü M.Ö. 2000’e kadar
olan sürede; çok küçük bir bölümü ise bu tarihten sonra evcilleşti-
rilmiştir. Evcilleştirilmiş on dört büyük hayvandan sadece biri –ren-
geyiği– son bin yılda evcilleştirilmiştir. Aynı şey bu bitkiler için de
söylenebilir: yabanmersini, çilek, kızılcık, kivi, macadamia cevizi, pi-
kan cevizi ve kaju fıstığı. Tüm bu bitkilerin tarımsal ürüne dönüştü-
rülmesi diğerlerine nazaran daha yenidir ve hiçbiri de bugün temel
besin maddesi grubunda yer almaz.
Geride bıraktığımız yüzyılda, yalnızca suda yaşayan türlerin
hayli önemli bir bölümü evcilleştirilmiştir. Kısacası ilk çiftçiler, bin-
lerce yıl önce bitkilerin büyük bir bölümünü tarımsal birer ürüne
*  “Sessiz William” ya da “I. William Oranj Prensi” olarak da bilinir. (ç.n.)

45
Modernitenin Kökleri

dönüştürmeyi ve hayvanların büyük bir kısmını evcilleştirmeyi ba-


şarmışlardı. İşte bu, evcilleştirilmiş hayvan ve tarımsal birer ürüne
dönüştürülmüş bitkilerin niçin büyük ölçüde doğal sanıldığını açık-
layabildiği gibi, modern genetik mühendisliği teknikleri kullanıla-
rak bitki ve hayvanların ileri düzeyde geliştirilmesi amacına yönelik
ortaya konan çabaların eleştirileri niçin böylesine üzerine çekip kor-
kuları kışkırttığını da açıklayabilmektedir. Oysa böylesi bir genetik
mühendisliği, on bin yıllık bir tarihe sahip olan, teknoloji alanındaki
tartışmasız en yeni değişikliklerden biridir. Bitki öldürücü kimyasal-
lara duyarlı mısır doğada bulunmaz, burası doğru; ama diğer mısır
türleri de doğada hazır bir şekilde bulunmaz.
Basitçe söylemek gerekirse, tarım son derece gayri tabii bir et-
kinliktir. Herhangi bir insan aktivitesi ile kıyaslandığında gerek dün-
yayı değiştirme, gerekse çevre üzerindeki etkisi bakımından katkısı
muazzamdır. Geniş ölçekli ormansızlaştırmaya, çevresel yıkımlara,
“doğal” vahşi yaşamın yerinden edilmesine olduğu kadar, hayvan ve
bitkilerin kendi doğal ortamlarından alınıp binlerce mil ötede başka
yerlere nakledilmesi gibi sonuçlara da yol açmıştır. Tarım, doğada
bulunmayan ve genellikle de insanın müdahalesi olmaksızın hayatta
kalması mümkün olmayan gayri tabii türlerin oluşturulması amacıy-
la bitki ve hayvanların genetik modifikasyon işlemlerini bünyesinde
barındırır. Tarım ayrıca on binlerce yıl boyunca insani varoluşun
temelini oluşturan avcı-toplayıcı yaşam tarzını alt üst etmiş; insanı
kışkırtarak onun avcı-toplayıcıların değişken ve konargöçer yaşam
tarzlarının zor ve zahmetli yapısından çıkmasına yardımcı olmuş-
tur. Şayet bugün tarım “icat edilmiş” olsaydı herhalde buna müsaade
edilmezdi; yine de tarım tüm olumsuzluklarına rağmen uygarlığımı-
zın altyapısını oluşturmaya devam etmektedir. Özetle, evcilleştiril-
miş hayvan ve tarımsal ürüne dönüştürülmüş bitkiler bugün içinde
yaşadığımız modern dünyanın temellerini atmıştır.

46
2. BÖLÜM

Besin ve Toplumsal Yapı


3
Besin, Zenginlik ve Güç

Zenginliği elde etmek kolay değildir, ancak yoksulluk her


daim yanı başımızdadır.
–MEZOPOTAMYA ATASÖZÜ, M.Ö. 2000

Tamirci, Terzi, Asker ve Denizci

Standart Meslekler Listesi uygarlığın doğuşundan günümüze mi-


ras kalan bir belgedir. Küçük kilden tabletler üzerine çivi yazısıyla
işlenmiştir. Belgenin M.Ö. 3200’lere kadar giden en eski nüshaları,
yazının ve şehirlerin ilk ortaya çıktığı bölge olan Mezopotamya’daki
Uruk şehrinde (bugünkü Erek) bulunmuştur. Kâtipleri yetiştirmek
için kullanılan standart bir metin olduğu için nüshaların çoğu uzun
süre varlığını korumuştur. Liste, en önemli meslekler yukarıda ola-
cak şekilde sıraya göre yazılmış 129 meslekten oluşmaktadır. Tablet-
lere işlenen ve bugün çoğunun ismini bilmediğimiz meslekler ara-
sında şunlar vardır: “yüksek yargıç”, “belediye başkanı”, “bilge”, hü-
kümdarın maiyetinde bulunan “nedim” ve “ulak nezaretçisi”. Liste, o
zamanlar muhtemelen dünyadaki en büyük şehir olan Uruk’un nü-
fusunun (kimilerinin diğerlerine göre daha önemli sayıldığı) farklı
mesleklere bölünmüş tabakalı bir yapıda olduğunu göstermektedir.
Bu, bize yaklaşık beş bin yıl önce bölgede ortaya çıkan çiftçi köyle-
rinden tamamıyla farklı bir tablo sunmaktadır. İşte besin, bu dönü-
şümün temelini oluşturur.
Küçük eşitlikçi köy topluluklarından büyük, tabakalı şehir top-
lumlarına geçiş, nüfusun bir kısmının kendi ihtiyacının ötesinde
bir besin üretimini gerçekleştirmesi, diğer bir deyişle tarımın daha
yoğun bir şekilde yapılması sayesinde mümkün olabilmiştir. Elde

49
Besin, Zenginlik ve Güç

edilen bu fazla besin (artı ürün) de nüfusun diğer bölümünü geçin-


dirmek için kullanılabildiğinden, herkesin doğrudan doğruya tarım-
sal faaliyette bulunması gereği de ortadan kalmıştır. Uruk şehrinde
nüfusun yalnızca yüzde seksenlik bir bölümü tarımla uğraşmaktay-
dı. İnsanlar, on millik bir yarıçapa sahip devasa bir çember içerisin-
de şehri çepeçevre saran tarlalarda çalışıyorlardı ve ürettikleri artı
ürünlere, toplumun tepesindeki yönetici seçkinlerce el konuluyordu.
El konulan artı ürünün bir kısmı yeniden dağıtılıyor, geri kalanı ise
yönetici seçkinlerin kişisel tüketimlerine gidiyordu. Toplumdaki bu
tabakalaşmayı mümkün kılan tarımsal artı üründür ve bu yalnızca
Mezopotamya’da değil, dünyada tarımın yapıldığı hemen her köşede
böyle olmuştur. İnsani varoluşun doğasını değiştirmedeki işlevi göz
önüne alındığında besinin insanlık tarihinde oynadığı ikinci önemli
rol budur. Tarıma geçmeyle insanlar yerleşik yaşama adım attılar. Ta-
rımsal üretimdeki artış da beraberinde insanların zengin ve yoksul,
yöneticiler ve çiftçiler diye ayrılmasını mümkün kıldı.
İnsanların farklı işleri ve meslekleri olduğuna ve kimilerinin di-
ğerlerine göre daha zengin olduğuna dair görüş, bugüne kadar doğal
bir durum olarak kabul edilmiştir. Gelgelelim insani varoluşun bü-
yük bir bölümü için böylesi bir durum geçerli değildir. Gerek av-
cı-toplayıcıların gerekse de ilk çiftçilerin büyük ölçüde eşit derecede
servetleri vardı ve günlerini de topluluk içindeki diğer insanlar gibi
benzer işlerle uğraşarak geçirirlerdi. Bizler besini ya bir masa etra-
fında toplanmada ya da mecazi olarak ortak bir yöresel ya da kültürel
mutfağı paylaşıyor olmaktan dolayı, insanları bir araya getiren bir
şey olarak düşünürüz. Oysa besin “ayırmaya” ve “bölmeye” yol açar.
Antik dünyada besin zenginlik demekti. Besinin kontrolünü elde
tutmak ise iktidarı elde tutmakla eş anlamlıydı.
Tarıma geçişle birlikte besin üretimindeki değişimler ile sosyal
yapıda buna bağlı olarak gerçekleşen dönüşümler eş zamanlı olduğu
gibi bunlar, birbiriyle iç içe geçen süreçlerdi. Ne toplumun yönetici
seçkin tabakası, aniden ortaya çıkıp insanları tarlalarda ölesiye ça-
lıştırmaya zorladı, ne de üretimdeki artış, hemen akabinde bir artı
ürünü açığa çıkarıp, kazananın başına taç takıp kral olduğu bir sava-
şın başlamasına yol açtı. Buna karşılık, avcı-toplayıcı yaşam tarzının

50
İnsanlığın Yeme Tarihi

terk edilmesi, daha önce kişilerin mal biriktirip saygınlık elde etme-
de (her ikisi de avcı-toplayıcıların onaylamadığı şeylerdi) önlerin-
deki engellerin artık kalkması anlamına geliyordu. Yine de gelişmiş
toplumların ortaya çıkması belli bir zaman aldı. Mezopotamya’da
basit köy topluluklarından gelişmiş şehirlere olan geçiş yaklaşık beş
bin yıl sürdü. Benzer şekilde bu geçiş Çin’de ve Amerika kıtasında
binlerce yılı buldu.
Besinin kontrolü güç demekti, çünkü insanların ve hayvanların
beslenmesini mümkün kıldığı ölçüde besin diğer her şeyin sürek-
liliğini sağladı. Çiftçilerin ürettiği artı ürüne el koymak, toplumun
yönetici seçkinlerine kendi kâtiplerini, askerlerini ve zanaatkârlarını
beslemede gerekli imkânı yaratmıştı. Toprağın ekilip biçilmesi işiyle
uğraşan çiftçiler herkese yeten besin üretimini gerçekleştirmekteydi;
bu da ister istemez beraberinde nüfusun belirli bir bölümünün in-
şaat işleri gibi hizmetlere kaymasını sağladı. Sonuç olarak elde biri-
ken artı ürün yepyeni şeyler oluşturmada, bu artı ürünü elinde tutan
kişiye bir güç verdi. Bununla savaşlar finanse edildi; tapınaklar ve
piramitler inşa edildi; özel heykeltıraşlar, dokumacılar ve metal işçi-
lerince üretilen görkemli sanat eserlerinin üretimine destek olundu.
Besinin insanlara sağladığı bu gücün kökenlerine inmek için işe avcı
toplayıcı toplulukların yapısını incelemekle başlamak ve insanların
eskiden, besin ve güç birikimini niçin bu derece tehlikeli ve istikrar-
sızlaştırıcı bir şey olarak kabul ettikleri –ve bunun niçin değiştiği–
sorusunu sormak burada anlam kazanmaktadır.

Antik Eşitlikçiler

Avcı-toplayıcılar, karınlarını doyurmak için besin elde etmede aşağı


yukarı haftada iki günlerini harcamış olsalar da besinin yaşamları
üzerinde bir hâkimiyeti yoktu. Avcı-toplayıcı grupları, konargöçer
bir yaşam sürdürmek; geçici olarak konakladıkları kamp alanı etra-
fındaki besin kaynaklarının azalmasıyla birlikte birkaç hafta geçme-
den başka yerlere göçmek ve göç etmeye başladıkları zaman da her
şeylerini yanlarına almak durumundaydılar. Tabii her şeyi taşımak

51
Besin, Zenginlik ve Güç

zorunda kalmak, mal biriktirmelerini engelliyordu. Örneğin, Afri-


kalı bir avcı-toplayıcı ailesi üzerine araştırma yürüten antropologla-
rın çıkardıkları bir envantere göre avcı-toplayıcı bir ailenin, herkesin
ortak kullandığı bıçak, mızrak, yay ve oklar, bileklik, ağ, sepetler, ke-
ser, düdük, flüt, kastanyet, tarak, kemer, çekiç ve şapka gibi araç ve
gereçlere sahip olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bugün gelişmiş dünyada
yaşayan sadece birkaç aile sahip olduğu şeyleri böyle tek bir cümle
içerisinde listeleyebilir. Ayrıca bu araç ve gereçler, ortak mal olduğu
için herkes tarafından da serbestçe kullanılmaktaydı. Herkesin ken-
di bıçağını ya da mızrağını taşımasındansa, bunların paylaştırılması
daha mantıklıdır; çünkü grup içindeki kişiler bir başka seferde ağ ya
da yay gibi diğer aletleri taşıyabilirler. Araç ve gereçlerin ortak kul-
lanıldığı gruplar, bunların bireylerce kıskanç bir şekilde korunduğu
ya da saklandığı gruplara göre daha esnek olabildikleri gibi hayatta
kalmada başarı şansları da bir o kadar fazladır. Özetle, eşyaların or-
tak kullanımına yönelik toplumsal bir baskının olduğu gruplar hızla
çoğalabilmişlerdir.
Paylaşıma dönük bu zorunluluk besin için de geçerlidir. Mo-
dern avcı-toplayıcılarda şöyle bir kural vardır: Kampa yiyecek geti-
ren kişi, getirdiği yiyeceği, yemek isteyen herkesle paylaşmak duru-
mundadır. Bu kural kıtlıklara karşı bir “sigorta” işlevi görür. Sıradan
bir günde yeterli besin bulmanın hiçbir garantisi olmadığı gibi en
usta avcılar bile yalnızca birkaç günde bir hayvan avlayabilirler. Eğer
herkes bencil olup yemeğini yalnızca kendisi için saklarsa insanlar
her daim açlıkla boğuşmak zorunda kalırlar. Paylaşmak, besin mik-
tarının eşitçe bölüşülmesini ve insanların aç kalmamasını güvence
altına alır. Bugünkü avcı-toplayıcı grupları üzerine yapılan etnogra-
fik çalışmalar, kimi grupların paylaşmaya yönelik çok daha detaylı
kurallara sahip olduğunu ortaya koymuştur. Kimi durumlarda avcı-
nın, kendi yakaladığı hayvandan kendisine bir pay çıkarmasına dahi
(ailenin bir üyesinin dolaylı yoldan bir miktar besinin avcıya veril-
mesini sağlamasına rağmen) müsaade edilmez. Benzer şekilde, bir
toprak parçası ile bu toprak parçasındaki besin kaynakları üzerinde
hak talep etmeye de müsaade edilmez. Böylesi kurallar, avcılığın ve
toplayıcılığın risk ve mükâfatlarının grup üyelerince paylaşımını gü-

52
İnsanlığın Yeme Tarihi

vence altına alır. Tarihsel olarak, besinlerin ortak kullanımına dönük


pratikleri olan grupların bu pratiklere sahip olmayanlara göre ha-
yatta kalmada başarı şansları daha fazladır. Çünkü kaynakların ele
geçirilmesini temel alan rekabet, hem kaynakların aşırı sömürüsüne
yol açabilir, hem de mülkiyet üzerine çıkan anlaşmazlıklar grubun
parçalanmasıyla sonuçlanır. Bir kez daha besinlerin paylaşımı bu-
rada galip gelmiştir; çünkü paylaşım, bu pratiğe sahip olan gruplara
sınırsız avantajlar sağlamaktadır.
Tüm bu anlattıklarımız, avcı-toplayıcıların kişisel bir saygınlık
elde etmede mal biriktirmek gibi bir işle uğraşmadıkları anlamına
gelir. Ayrıca insanlarla paylaşılması önünde bir engel yokken böyle
bir şey neden dert edilsin? Zenginliğin ya da özel mülkiyetin ilk be-
lirtilerinin ortaya çıktığı tarımsal üretimin gelişine kadar bu böyle
devam etti. Afrika’daki avcı-toplayıcılar üzerine çalışmalar yürüten
bir antropologun işaret ettiği gibi:

Bir Buşman, diğer Buşmanların kendisini kıskanmalarının


önüne geçmek için elinden gelen her şeyi yapabilir. Bu ne-
denle Buşmanların sahip olduğu birkaç özel eşya, grup üye-
leri arasında sürekli dolaşımda bulunur. Kimse bir bıçağı,
bunu çok istese bile, elinde uzun süre tutmak gibi bir şeyle
özel olarak ilgilenmez; çünkü bu şekilde o kişi kıskançlık
nesnesine dönüşecektir. Kişi eğer oturup bıçağının ince
kenarını parlatmakla vaktini harcıyorsa gruptaki diğer ki-
şilerden şöyle bir söz işitmesi muhtemeldir: “Şuna da bak,
nasıl da bıçağıyla özenle ilgileniyor.” Sonra birisi çıkar ve
ondan bıçağı ister –ki herkes bunu yapabilir– ve bıçak da
onu isteyen kişiye verilir. Kültürleri birbirleriyle paylaşım
üzerine kuruludur. Bir Buşman’ın, grubun diğer üyeleriyle
yiyecek ya da su gibi şeyleri paylaşmadığı bir durum hiç ya-
şanmamıştır. Aralarında çok katı bir koordinasyon olmak-
sızın Buşmanların Kalahari Çölü’nün kıtlığı ve susuzluğun-
da ayakta kalmaları çok zordur.

Avcı-toplayıcılar gösterişe, kendilerini afişe etmeye karşı da tem-


kinli oldukları için bunu önlemeye dönük çeşitli kurallar koyarlar.

53
Besin, Zenginlik ve Güç

Örneğin, Buşmanlar ideal bir avcının gösterişten uzak ve ölçülü ol-


ması gerektiğine inanırlar. Avdan dönüldüğünde, koca bir hayvanı
avlamış olsa bile avcı avdaki başarısını abartmamakla yükümlüdür.
Grubun üyeleri avı almaya geldiklerinde ise gördükleri şeyin boyutu
karşısında düş kırıklıklarını gösterebilirler: “Ne yani, şimdi biz onca
yolu bu kemik torbası için mi yürüdük?” Böyle bir durumda avcıdan
uyumlu davranması ve söylenenler karşısında kırılmaması, gücenme-
mesi beklenir. Tüm bu şeyler, avcının kendisini bir kahraman olarak
görmesini engelleme amacını taşır. Bir Buşman’ın, yanında misafir
olarak kalan etnografa söylediği gibi: “Genç bir avcı büyük bir hay-
van avladığında kendisini şef ya da büyük adam zannetmeye, bizleri
de kendi hizmetçileri ya da aşağı derecedeki insanlar olarak görmeye
başlar. Bunu kabul edemeyiz. Bu yüzden avcının yakaladığı ava de-
ğersiz bir şey muamelesi yaparız. Hem bu şekilde avcının içindeki
arzuyu söndürüp onu uysal ve anlayışlı biri haline getirmiş oluruz.”
Konuyu biraz daha açmaya çalışalım. Buşmanların şöyle bir âdeti
vardır: Vurulan hayvandaki et, hayvanı vurmak için oku atan kişiye
değil, hayvanı vuran okun sahibine aittir. (Eğer hayvanı vurmada iki
ya da daha fazla ok işin içine girdiyse et, hayvana saplanan ilk okun
sahibi kimse ona aittir.) Grup üyeleri oklarını düzenli olarak değiş
tokuş ettiğinden bu durum –daha düşük bir ihtimal de olsa– avcılar
arasında oturup konuşulacak bir meseleye bile dönüşülebilir. Ayrıca
avlanan hayvanın büyükçe bir bölümünün grubun üyeleri arasında
paylaştırılması ile yetenekli avcıların kendilerine saygınlık sağlama-
larının önüne geçilmiş olur. Aslına bakılırsa ortada bir terslik var-
dır: Avcının işleri iyi gidip bir sürü besin topladığında, grubun diğer
üyelerine karınlarını doyurma fırsatı tanımak için avcı birkaç hafta
boyunca avlanmaya ara verecektir. Avlanmaya birkaç hafta boyunca
ara vermek demek, avcının kendi besin ihtiyacının grup üyelerince
karşılanmasını kabul etmesi demektir. Bu da özetle, avcının kendisi-
ne verilen görevi hakkıyla yerine getirmiş olduğu anlamına gelir.
1960’lar boyunca süren araştırmalarda Buşmanlarla birlikte ya-
şamış Kanadalı Antropolog Richard Borshay Lee, kendisine ev sahip-
liği yapan Buşmanlara teşekkür etmek amacıyla bir ziyafet vermek
istediğinde bunun grubun kurallarına ters düştüğünü fark etmiştir.

54
İnsanlığın Yeme Tarihi

Antropolog Lee, bu ziyafet için büyük ve etli butlu bir öküz satın al-
dığında Buşmanlar, çok yaşlı, çok zayıf ve belki de yemesi çok güç
olan bir hayvanı seçmiş olmasından dolayı kendisiyle dalga geçmeye
başlarlar. Lee, bu tavır karşısında hayretini gizleyemez. Neyse ki zi-
yafette öküz etinin lezzetli ve yumuşak olduğu ortaya çıkar… Peki,
Buşmanlar niçin Antropolog Lee’ye karşı böyle davranmıştı? “!Kung
Buşmanlar son derece eşitlikçi insanlar olduğu gibi, grup üyeleri ara-
sında kibir, cimrilik ve ilgisizlik tarzı şeylere karşı da hoşgörülü de-
ğillerdir,” sonucuna varmaktadır Lee. “Kendi grup üyeleri arasında
böylesi davranışların bir işaretini gördüklerinde, insanlara yaptıkları
bu davranışın yanlış olduğunu gösterip, onları hizaya çekmek için ‘te-
vazu dayatıcı’ araçlarını devreye sokarlar.” Diğer avcı-toplayıcılar gibi
Buşmanlar da hediye savurganlığını, grubun diğer üyeleri üzerindeki
kontrolü sağlamak, politik destek edinmek ya da kişinin statüsünü
yükseltmeye yönelik bir girişim olarak değerlendirmektedir. Bu tarz
girişimler, onların kültürlerine ters düşer. Buşmanlardaki bu sıkı eşit-
likçilik, toplumsal uyum ve herkese güvenilir besin miktarı sağlamak
için geliştirilmiş bir “toplumsal teknoloji” şeklinde değerlendirilebilir.
Besin bir başka açıdan da avcı-toplayıcı topluluğun yapısını be-
lirlemektedir. Örneğin, bir avcı-toplayıcı grubun büyüklüğü, kampın
çevresinde bulunan besin kaynaklarının elde edilebilirliğine bağlı-
dır. Üye sayısının fazla olduğu çok büyük bir avcı-toplayıcı grubu,
bulunduğu çevredeki besin kaynaklarını hızla tüketecektir. Bu da
grubun bir başka yere göç etmesini zorunlu kılacak bir gelişmedir.
Aslında avcı-toplayıcı grubun daha büyük bir toprak parçasına ihti-
yaç duyması anlamına gelir. Sonuç olarak, grubun kişi sayısı, besin
kaynaklarının kıt olduğu yerlerde altı ila on iki kişi arasında deği-
şirken; besin kaynaklarının bol olduğu yerlerde bu sayı yirmi beş ila
elli arasında değişmektedir. Bir ya da daha fazla geniş aileden oluşan
gruplarda, grup içi yapılan evliliklerden dolayı üyelerin hemen hep-
si birbiriyle akraba sayılır. Avcı-toplayıcı grupların genellikle şefleri
olmaz; ama avcılık ve toplayıcılıkta erkek ve kadınların geleneksel
olarak yaptıkları işler dışında gruptaki bazı kişilerin belirli roller
üstlenmeleri söz konusu olur. Bu roller sırasıyla hastaları iyileştir-
me, silah yapma ya da diğer avcı-toplayıcı grupları ile haberleşme ve

55
Besin, Zenginlik ve Güç

görüşmeleri yürütmedir. Ancak grupta hiçbir zaman tam zamanlı


çalışan uzmanlar olmadığı gibi grup üyelerinin bir kısmınca yapılan
bu işler de kişiler için daha yüksek bir sosyal statü anlamına gelmez.
Avcı-toplayıcı gruplar, gerek evlilik ilişkilerinde gerekse de be-
sin kıtlığına karşı yardımlarda diğer gruplarla olan ilişkilerini her
daim canlı tutarlar. Kıtlık zamanında, bir avcı-toplayıcı grubu ara-
larında evlilik bağı bulunan diğer grubu ziyaret ederek besinini bu
grupla paylaşır. Büyük şölenler şeklinde yapılan gruplar arası yiyecek
paylaşımları mevsimsel besin miktarının hayli bol olduğu zaman-
larda düzenlenir. Bu tür şölenler, avcı-toplayıcılar arasındaki evren-
sel bir etkinlik olmanın yanında, evlilikler için ritüellerin yapılması,
şarkıların söylenmesi ve dansların edilmesi için bir fırsat sunar. Bu
yüzden besin, hem avcı-toplayıcı toplulukları birbirine bağlar, hem
de gerek grup içi gerekse gruplar arasındaki bağlantıların kurulma-
sına önayak olur.
Bununla beraber avcı-toplayıcı yaşam tarzına gereğinden fazla
duygusal yaklaşmak da doğru değildir. On sekizinci yüzyılda Avru-
palılar tarafından avcı-toplayıcı grupların “keşfedilmesi”yle birlikte,
“soylu vahşi” yaşam tarzının idealize edilmiş tasvirleri yapılmaya baş-
landı. On dokuzuncu yüzyılda Karl Marx ve Friedrich Engels komü-
nizm doktrinini geliştirdiklerinde, yerli Amerikan toplulukları üze-
rinde çalışmalar yürüten Amerikalı Antropolog Lewis H. Morgan’ın
tasvir ettiği avcı-toplayıcı topluluklardaki “ilkel komünizm”den kıs-
men etkilenmişlerdi. Ne var ki avcı-toplayıcı yaşantısı, bugün çoğu
insanın yaşantısına kıyasla daha serbest ve daha eşitlikçi olsa da
bunun her zaman cennetvari bir yaşam tarzı olmadığını söyleme-
miz gerekir. Örneğin, bu gruplarda nüfusu kontrol altında tutmak
için yeni doğmuş bebekler öldürülebiliyordu. Dahası avcı-toplayıcı
gruplar arasında sonu gelmez çatışmalar baş gösteriyor; bu çatışma-
lar katliamlarla, hatta bazı durumlarda yamyamlıkla son buluyordu.
Avcı-toplayıcıların kusursuz ve barışın hüküm sürdüğü bir ortamda
yaşadıkları görüşü yanıltıcı olduğu kadar yanlıştır da. Yine de şurası
çok açık: Büyük ölçüde besin miktarına bağlı olarak şekillenen avcı-
toplayıcı toplulukların yapısı, içinde yaşadığımız modern toplumla-
rınkiyle çok büyük bir farklılık göstermektedir. Ne zaman ki insan

56
İnsanlığın Yeme Tarihi

tarım yapmaya başladı ve elde edilen besin miktarında çarpıcı bir


dönüşüm yaşandı, işte o zaman her şey değişmiş oldu.

“Büyük Adam”ın Doğuşu

İnsanların yerleşik yaşama geçip, avcılık ve toplayıcılığın da tarıma


dönüşmesiyle birlikte kurulan ilk köylerde yaşayan topluluklar, hâlâ
büyük ölçüde eşitlikçi topluluklardı. Arkeolojik bulgular, nüfusun
yüz kişiden fazla olmadığı bu en eski köy topluluklarının birbiri-
ne benzer şekil ve boyutta ev ve kulübelerden oluştuğunu göster-
mektedir. Ancak yerleşik yaşam ve tarıma geçişle birlikte, insanları
zenginlik ve statü peşinde koşmaktan alıkoyan kurallar değişmeye;
hiyerarşik bir yapılanmaya karşı insanın özünde var olan eğilimleri
bertaraf etmek üzere geliştirilmiş toplumsal mekanizmalar aşınmaya
başladı. Zaten bir yeri kalıcı olarak mesken tuttuğunuzda artı ürünle
birlikte diğer şeylerin birikimini yapmaya başlamak mümkün hale
gelir. Böylece toplumsal farklılaşmanın ilk emareleri belirginlik ka-
zanmaya başlar: Evlerin diğerlerine kıyasla daha büyük olduğu; na-
dide bulunan deniz kabukları ya da gösterişli işlemeleri olan eşyalar
gibi saygın görülen parçalara sahip köyler ile kimi mezarların kıy-
metli eşyalarla dolu olduğu, ama aynı dönemdeki diğer mezarlarda
bunların bulunmadığı mezarlıklar… Tüm bu şeyler özel mülkiyet
anlayışının hızla kabul edildiği anlamına gelmektedir (Paylaşmak
durumunda kalındığında statü kazandıran eşyalara sahip olmanın
bir anlamı yoktu). Süreç içerisinde, bazı insanların diğerlerine göre
daha varlıklı olmasından hareketle toplumsal bir hiyerarşi kendini
göstermeye başlar.
Avcı-toplayıcıların besin bolluğunun olduğu yerlere yerleşip
buraları mesken edinmeye başlamalarından hareketle, bazı yerler-
de bu sürecin daha tarıma geçilmeden çok önce başlamış olduğu
anlaşılır. Ancak tarıma başlanmaması bu durumun yaygınlaşması-
na yol açmıştır. Pirincin M.Ö. 4000’lerde tarımsal bir ürüne dönüş-
türüldüğü Yukarı Yangtze Nehri üzerindeki Çin’in Hupei Havza-
sı’ndaki ilk köyler, bu duruma iyi bir örnek oluşturmaktadır. Kazı-

57
Besin, Zenginlik ve Güç

larda ortaya çıkarılan 208 mezardan bazılarında incelikle işlenmiş


eşyalar bulunurken diğerlerinde ölü bedenler dışında pek bir şey
bulunmamıştır. Benzer şekilde, bugün Irak’ın kuzey sınırları içeri-
sinde yer alan Tell es-Sawwan’da tarihi M.Ö. 5500’lere kadar giden
128 mezarda yapılan araştırmalar, mezarlarda ortaya çıkan eşya-
larda gözle görülür bir farklılığın olduğuna işaret etmektedir. Me-
zarların bazılarında işlenmiş beyaz mermerler, egzotik taşlardan
yapılmış boncuklar ya da çanak çömlekler bulunurken diğerlerin-
de hiçbir şey bulunmamıştır. Bu durumların her birinde karşımıza
çıkan model aynıdır: Tarıma geçiş, beraberinde toplumsal tabaka-
laşmayı getirmiştir. İlk başlarda pek fark edilmese de sonrasında bu
iyice belirginlik kazanmaya başlamıştır.
Farklı ailelerin tarımsal üretimlerindeki değişikliği görmek çok
zor değildir. Dahası belli besin maddelerini (özellikle kurutulmuş ta-
hıl ürünleri) depolama becerisi de insanları kendi ürünlerine sahip
olmaya daha meyilli hale getirmektedir. Depolanabilir artı ürünün
başka şeylerle ticaretinin yapılabilmesinden ötürü böylesi bir biri-
kim zenginlikle eş anlamlıdır. Ancak bazı sakinlerinin, diğerlerine
nazaran daha fazla besin ve süs eşyası biriktirebildiği bir köy, yöne-
tici seçkinlerin üretilen artı ürüne el koydukları ve bu artı ürünün
kendi tükettikleri bölümünün dışında kalan kısmını da dağıttıkları
ilk şehirlerin girift hiyerarşik düzeninden hâlâ fersah fersah uzakta
bulunmaktadır. Peki, bu güçlü şefler nasıl ortaya çıktılar ve tarımsal
artı ürünün kontrolünü nasıl ele geçirebildiler?
Artı ürün ve diğer şeylerin akışı üzerinde denetim kurma ko-
nusunda başarı sağlayan ve böylece kendisine bağlı kişilerden bir
grup oluşturabilen “büyük adamlar”ın ortaya çıkışı, eşitlikçi bir köy
topluluğundan sınıflı yapıdaki şehir düzenine giden yolda atılan
önemli bir adımdır. Şaşırtıcı olan, büyük adamın denetim kurma-
da kullandığı aracın şiddet değil cömertlik olmasıdır. Büyük adam,
insanlara mal hibe ederek onları borca bağlıyor, insanlar da borçla-
rını bir dahaki sefere daha fazla mal ile karşılamak mecburiyetinde
kalıyorlardı. Bu mallar da genellikle besin oluyordu. Böylesi bir işe
başlarken büyük adam, diğerlerine verebileceği artı ürünü üretmek
için kendi ailesini ikna etmiş olabilir. Sonra bunun karşılığında

58
İnsanlığın Yeme Tarihi

daha fazla besin elde edip bunun bir kısmını kendi ailesi arasında
bölüştürüp, bir kısmını da diğer insanlar için elden çıkararak ken-
disine daha büyük bir borçlu kitlesi yaratmış olur. Dünyanın bazı
yerlerinde büyük adam kültürleri hâlâ var olduğundan bugün dahi
bu süreç gözlemlenebilmektedir.
Örneğin, Melanezya’da büyük adam, borç vermek için kulla-
nacağı kaynakları artırmak amacıyla çokeşli bir yaşam sürdürmek
durumundadır. Eşlerden biri bahçeyle uğraşıp sebze-meyve ye-
tiştirir, diğeri ormandan odun toplar, bir başkası da balık tutar.
Bu kaynaklar özenle bir araya getirildikten sonra insanlara borç
olarak verilir. Böylece insanlar borçlarına karşılık ileride büyük
adama daha fazla ödeme yaparlar. Sonra büyük adam tekrar hibe
dağıtımına girişir ve bu şekilde kendisine daha büyük bir borç-
lu kitlesi yaratmış olur. Bu durum besin üretiminin daha yoğun
bir şekilde yapılmasına yol açar. Süreç içerisinde büyük adamın
kendi “namını oluşturma” amacıyla düzenlediği büyük şölenlerde
bu ilişki doruk noktasına ulaşır. Büyük adam diğer köylerdeki in-
sanları da bu şölene davet eder. Bu şekilde onları kendine borçlu
hale getirerek etki alanına dahil etmiş olur. Bu yolla büyük adam
toplumun itibar sahibi, sözü geçen güçlü bir kişisi haline gelir. En
büyük şölenleri verme ve kendisine daha büyük bir borçlu kitlesi
yaratma amacıyla büyük adamlar arasında kızışan rekabet bu sü-
reci daha da hızlandırır.
Peki bu, büyük adamların zengin ve tembel oldukları anlamına
mı gelmelidir? Kesinlikle hayır. Büyük adam için zenginlik, hiçbir
şey yapmadan üzerine yatılacak bir şey değildir. Tersine, zenginlik
elden çıkarılıp birine borç olarak verildiği zaman kullanışlı olan şey-
dir. Bazı durumlarda büyük adamlar kendisine bağlı kişilerden daha
fakir bir duruma da düşebilirler. Örneğin, Kuzey Alaska’daki Eski-
mo gruplarında, balina avcılığı yapan kaptanlar, denizden uzakta,
iç kısımlarda yaşayan karibu avcılarıyla ticari ilişkileri yürütmekle
yükümlü olduklarından kendi gruplarındaki kıymetli malların da-
ğıtımı ve dolaşımının kontrolüyle ilgilenmek zorundadırlar. Ancak
aldıkları her şeyi elden çıkarmak zorunda olduklarından ve yardım
için gelen ricayı da geri çeviremeyeceklerinden genellikle kendileri-

59
Besin, Zenginlik ve Güç

ne bağlı kişilerden daha yoksul ve yoksun bir hale düşerler. Bu yüz-


den büyük adamlar da sıkı çalışmak durumundadır. Melanezya’daki
bir gözlemciye göre büyük adam, “besin stoklarının devamını sağ-
lamak için herkesten çok daha fazla çalışmak zorundadır. Şan şöh-
ret peşinde koşan kişi kazandıklarıyla yetinemez, bu yüzden büyük
şölenler düzenleyip olabildiğince fazla kişiyi borçlandırıp kendisine
bağlamaya çalışmalıdır. Günün hemen her saatinde büyük adamdan
ırgat gibi çalışması beklenir.”
Aslında bütün bu şeyler, bir grup ya da köy içinde oldukça fay-
dalı bir amaca hizmet etmektedir: Büyük adam, artı ürün ve diğer
mallar için bir takas kurumu gibi hareket ettiğinden eldeki malla-
rın en iyi şekilde nasıl dağıtılacağını da belirleme hakkına sahiptir.
Eğer ailelerden biri fazladan bir besin üretmişse, daha sonraki bir
tarihte (Örneğin, alet edevatın yenilenmesinin gerekeceği, belki de
besin kıtlığının yaşanacağı bir zamanda) borcun geri ödenebiliyor
olmasından dolayı aile elindeki bu fazlalığı büyük adama verebilir.
Özetle, başarılı bir büyük adam, toplum ekonomisinin bütünleş-
mesini sağlayıp bunu koordine eder ve sonunda da toplumun önde
gelen kişisi olarak ortaya çıkar. Ancak etki alanı içinde kendisine ba-
ğımlı olan insanlara henüz dayatacağı bir gücü yoktur. Bulunduğu
pozisyonun devamını sağlamak, grubun geçimini sağlayabilmesine
olduğu kadar dağıtım işini yönetebilmesine de bağlıdır. Örneğin,
Brezilyalı Nambikwaralar arasında şöyle bir durum vardır: Eğer gru-
bun şefi yeterince cömert değil ve besin sağlama konusunda da pek
becerikli değilse insanlar grubu terk edip başka bir gruba katılırlar.
Melanezyalı gruplarda, besin dağıtımı konusunda sorunlar çıkartan
ya da artı ürünün oldukça büyük bir bölümünü kendisi için saklayan
şefler görevlerinden alındıkları gibi, bazı durumlarda ölüm cezası-
na bile çarptırılırlar. Böylesi bir durumda, büyük adam krala kıyasla
hâlâ daha çok yönetici pozisyonunda bulunmaktadır.

60
İnsanlığın Yeme Tarihi

Şeflikten Uygarlıklara

Peki, bulunduğu mevki cömertliğe ve paylaşıma dayalı olan büyük


adam nasıl oldu da bir köy grubunun kudretli bir şefine dönüşüp iler-
leyen süreçte de toplumun yönetici tabakasının tepesindeki bir kral
oluverdi? Tahmin edileceği üzere, tarımın ortaya çıkışı ve yayılmasın-
da olduğu gibi burada da sürecin tam olarak nasıl işlediği yeterince
açık değildir. Ayrıca, bu konuya dair birbirine karşıt çeşitli teoriler
mevcuttur. Bir kere daha ortaya çıkıyor ki, sürecin nasıl işlediğini
açıklamada tek bir teori bize aradığımız cevabı veremediği gibi kimi
teoriler de dünyanın bazı yerlerindeki durumlarda diğerlerine naza-
ran çok daha geçerli açıklamalar sunmaktadır. Dahası, bu teorilerin
ancak birkaçına birden baktığımız zaman şefliğin ve sonrasında da
uygarlıkların nasıl ortaya çıktığına dair bir fikir edinebilmekteyiz.
Her bir durumda, toplumsal tabakalaşmanın ortaya çıkışının besin
üretimine sıkı sıkıya bağlı olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Toplumsal
örgütlenmenin daha gelişkin ve daha girift formları, daha büyük bir
tarımsal üretimi mümkün kıldığı gibi, artı ürünün büyük ölçülerde
üretilmesi de toplumsal örgütlenmenin daha girift formlarının oluşu-
muna katkı sağlamıştır. Peki, nasıl oldu da bu süreç başladı?
Teorilerden biri, bir büyük adam ya da şefin tarımsal üretimi
–özellikle de sulama yöntemi ile– koordine etmesi sonucunda güç-
lendiğinden bahseder. Tarımsal faaliyetlerin getirisi büyük ölçüde
farklılık gösterse de tarım yapılan arazinin düzleştirilmesi ya da su-
lama kanallarının ve taşmayı önleyen setlerin çekilmesi (bunlar, be-
lirli ölçüde bir toplumsal örgütlenme ile mümkündür) sayesinde bu
farklılıkları en aza indirmek mümkündür. Sulama yönteminin kö-
yün tarımsal verimliliğinin artırılmasının yanında başka noktalara
da etkisi vardır. Topluluğun üyeleri sulama sistemleri yapıp bunla-
ra bağımlı olmaya başladıklarında, artık mesken tuttukları yerden
başka yere gitmeye daha az meyilli olacaklardır. Sulama sisteminin
kontrolü, bunu kontrol eden şefe bir güç sağlar. Ayrıca sulama siste-
mi, artı ürünle beslenen ve şefin gözetimi altında bulunan tam za-
manlı askerlerin görevlendirilmesi ile korunmaya ve savunulmaya
da ihtiyaç duyar.

61
Besin, Zenginlik ve Güç

İlk başlarda insanların ortak kullanımına yönelik bir tarım pro-


jesi olarak başlayan uygulama, özetle söyleyecek olursak, şefin gücü-
nü büyük ölçüde artırmasına olanak sağlamıştır. Şef, kendisine daha
da bağımlı hale gelmiş kişilerle birlikte koruyucu özel bir muhafız
grubunun oluşmasıyla da kendi kullanımı için artı ürünün daha
büyük bir bölümüne el koymaya başlar; bununla ailesini geçindirir,
askerlerini besler vs. Sulama sistemleri, Mezopotamya’dan Peru’ya
kadar uzanan ilk uygarlıkların ortak bir yönünü oluşturmaktadır.
Sulama kanalları, Hawaii ve Kuzey Amerika’nın güneybatısındaki
yerlerde şeflik örgütlenmelerinde de vardır. Ancak sulamaya dayalı
kimi şeflikler, daha girift ya da tabakalı bir toplumsal yapı oluştu-
racak şekilde gelişme göstermemiştir. Ayrıca bazı gelişmiş sulama
projelerinin daha büyük bir örgütlenmenin nedeninden ziyade so-
nucu olduğu görülür. Netice itibariyle bazı durumlarda oynadığı rol
önemli olsa da, gelişkin uygarlıkların ortaya çıkışında sulama sis-
temleri dışında daha pek çok neden vardır.
Bir başka teori ise tarımsal artı ürünün toplumun kullanımı için
depolanıp saklanmasının, kendisine bağlı insanlar üzerinde daha
büyük bir kontrol kurması noktasında toplumun önde gelen kişisine
bir fırsat sunduğunu öne sürer. Köylüler, aldıkları borca karşılık el-
lerindeki artı ürünü büyük adama vermekle, ona topluluğun amba-
rının inşa edilmesini organize etme görevini vermiş olurlar. Bu işin
yapılması ve topluluğun besin ihtiyacının karşılanması, diğer işleri
yapmada büyük adama “işletme sermayesi” sağlamış olur. Böylece
büyük adam, tam zamanlı çalışacak zanaatkârlar tutar ve artı ürü-
nü kullanmak suretiyle de tarımsal faaliyetleri organize eder. Tüm
bunlar, yapılan yatırımların ambar için değerlendirilmesini sağlayan
olumlu bir getirinin oluşması temelinde mümkün olur. Böylece hay-
li detaylı bayındırlık işleri giderek artan oranda şefin konumunun
meşrulaştırılmasına yol açar. Ayrıca bu durum, toplumun seçkinleri
olarak belirecek bir yöneticiler tabakasını da gerekli hale getirir. Bu
bakış açısına göre büyük adamın organize ettiği karşılıklı alıp verme
ilişkisinden kudretli bir şefin denetimi altında yürüyen yeniden da-
ğıtım ilişkisine doğru doğal bir gelişimin olduğu görülür.
M.Ö. 6000’lerden sonra Yakın Doğu’da köy toplulukları içerisin-
de büyük merkezi binalar ortaya çıkmaya başladı. Ancak bu binaların

62
İnsanlığın Yeme Tarihi

ambar olarak mı kullanıldığı, yoksa şölen yerleri, ibadet merkezleri


ya da şef evleri mi olduğu pek açık değildir. Ama belki şu söylene-
bilir: Komşu köy ahalisini etkileme amacıyla şölenlerin yapıldığı bi-
nalar ya besin depolamak için ya da tarımsal ekinler için bereket ri-
tüellerinin yapıldığı ambarlar olarak kullanılıyordu. Hawaii’den elde
edilen bulgulara göre ilk başlarda şölenler için inşa edilen kamusal
alanların, sonradan etrafı duvarlarla çevrilerek yalnızca yüksek ka-
demeden seçkin insanların erişimine izin verilen yerlere dönüştürül-
düğünü görmekteyiz. Bu yüzden tapınaklar ve saraylar ilk başlarda
ya ambar olarak ya da şölenlerin düzenlendiği yapılar olarak inşa
edilmiş olmalıdır.
Bir üçüncü teori ise etrafının doğal bir şekilde çevrelenmiş ol-
duğu tarım arazileri üzerindeki rekabetin, topluluklar arasında sa-
vaşların yaşanmasına yol açtığından bahseder. Örneğin, Peru’da,
And Dağları’ndan başlayıp hayli kurak bir çöl içerisinde elli millik
bir yolculuktan sonra kıyı şeridine dökülen yetmiş sekiz nehir bu-
lunmaktadır. Nehir kenarlarında tarım yapmak mümkündür, ne var
ki tarıma elverişli alanların hemen hepsi çöl, dağlar ve okyanuslar-
la çevrelenmiştir. Mısır’da Nil Nehri boyunca bereketli arazinin dar
şeridi üzerinde tarım yapmak mümkündür; ama bunun ötesindeki
çölde imkânsızdır. Mezopotamya’nın alüvyal ovaları üzerinde, sade-
ce Dicle ve Fırat nehirlerine yakın yerlerde tarım yapılabilir. İlk baş-
larda bu yerler birkaç çiftçinin mesken tuttuğu seyrek nüfuslu yerler-
di. Nüfusun artmasına paralel olarak (Çünkü yerleşik yaşama geçiş
ve tarıma başlama, avcı-toplayıcı topluluklarınkine kıyasla nüfusun
çok daha fazla artmasına yol açar) yeni yeni köyler kurulur. Üzerin-
de tarım yapmaya müsait alanlar bir kere kullanılmaya başlandık-
tan sonra çiftçiler üretimi yoğunlaştırıp, daha gelişmiş set ve sulama
sistemleri kurarak sabit bir toprak parçası üzerinden çok daha fazla
verim almaya başlarlar.
Tarımsal üretkenlik bir süre sonra yetersiz gelmeye başlayınca
köyler birbirlerine saldırmaya başlar. Köylerden biri diğerini mağlup
edince, savaştan galip çıkan köy diğerinin toprağına el koyar ya da
elde edilen hasattan her yıl kendisine belli bir miktar pay verilmesi
için mağlup köyün halkına baskı yapar. Bu şekilde, bölge içerisindeki

63
Besin, Zenginlik ve Güç

en güçlü köy yönetici sınıf olarak ortaya çıkmaya başlar; zayıf olan
köylerse ürettikleri artı ürünü elden çıkarmaya zorlanır. Bu duru-
mun sonucunda kurulmaya başlanan sistemde fakirler, zenginlerin
karnını doyurmak için çalışır. Bu teorinin iddia ettikleri akla yat-
kın geliyor; ne var ki tabakalı toplumların ilk ortaya çıktığı yerlerin
hiçbirisinde insanların tarımsal üretkenliğin sınırlarına gelip dayan-
dıklarına dair bir kanıt yoktur. Ama kuraklık ya da kötü bir hasat
zamanında, besin depolarının dolu olduğu köylerin besin kıtlığının
yaşandığı komşu köylerden gelen saldırılara maruz kalabileceğini
hayal etmek çok zor olmasa gerek.
Tüm bu teorileri kapsayan daha genel bir görüş ise gelişmiş top-
lumların (Yani güçlü bir şeflik ile belirgin bir toplumsal hiyerarşinin
olduğu toplumlar) daha üretken, daha dirençli, zorluklar karşısında
hayatta kalmada daha esnek ve kendilerini savunmada daha kararlı
olacakları görüşüdür. Bu yüzden, güçlü şeflerin ortaya çıktığı köyler,
etraftaki daha az örgütlü köylere üstün gelebileceğinden, yaşamak
için (En azından şefin otoritesi altında bulunmayı sorun etmeyecek
kişiler için) daha çekici yerler haline gelir. Güçlü şeflerin ortaya çıkı-
şının genelde zora dayalı olduğu düşünülür; halbuki insanlar başlan-
gıçta ürettikleri artı ürünün bir kısmını ya da tamamını toplumun
şefine kendi rızaları ile veriyordu. Çünkü karşılığında sorunsuz iş-
leyen sulama sistemleri, daha iyi bir güvenlik, toprağın bereketini
sürdürmeye yönelik düzenlenen dini ritüeller, çıkan çatışmalarda
arabuluculuk üstlenilmesi gibi hizmetlerden faydalanmayı bekliyor-
lardı. Bunun için de şefe sunulan artı ürün verilmeye değer bir ödül
olarak görülüyordu. Öncelikle, toprağa yerleşip evde, tarlada ve su-
lama sistemlerinde işçi çalıştırmaya başlandığı zaman kişinin artık
bulunduğu yerden ayrılması için bir gerekçesi yoktur; isterse toplu-
luğun şefi çıkıp “küçük dağları ben yarattım” desin ya da kendisinin
tanrıdan geldiğini iddia etsin, bu gerçeklik değişmez.
Peki, ne olduğunu nasıl anlatabiliriz? Arkeolojik bulgulara
göre toplumsal tabakalaşma süreci dünya üzerinde hemen hemen
aynı şekilde yaşanmış; dünyanın farklı yerlerinde (Ancak farklı
zamanlarda) büyük ölçüde Bronz Çağı uygarlıklarına benzer uy-
garlıkların ortaya çıkmasıyla bu süreç doruk noktasına ulaşmıştır.

64
İnsanlığın Yeme Tarihi

Örneğin, M.Ö. 3500’lerde Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları; M.Ö.


1400’lerde Kuzey Çin’deki Shang Hanedanı; M.S. 300’lerden itiba-
ren Güney Meksika’daki Maya Uygarlığı’nın yükselişi ve hemen he-
men aynı zamanlarda Güney Amerika’da M.S. 15’inci yüzyılda İnka
İmparatorluğu’nun kuruluşu.
Sorun şu ki, arkeolojik bulgular toplumsal tabakalaşma süreci-
nin nasıl işlediğine dair bize fazla bir şey söylemiyor. Değişimin ilk
emareleri genellikle, mezarlarda bulunan eşyaların farklılıklarında ve
detaylı işlemeleri olan yöresel çanak çömlek tarzlarının ortaya çıkı-
şında gözlemleniyor. Bu çanak çömlekler, M.Ö. sırasıyla 5500’lerde
Mezopotamya’da, 2300’lerde Kuzey Çin’de ve 900’lerde ise Amerika
kıtasında karşımıza çıkmaktadır. Bu çanak çömlekler bize, toplum-
da belirli derecede bir uzmanlaşmanın olduğunu göstermektedir.
Buradan da yönetici seçkinlerin ortaya çıkışı ile tam-zamanlı çalı-
şan zanaatkârların beslenebilmesinin mümkün olduğu anlaşılmak-
tadır. Standart boyutlarda yapılmış çok sayıda çanak çömlek, M.Ö.
3500’lerde Mezopotamya’da karşımıza çıkmaktadır. Bu bize, çanak
çömleklerin yapımının merkezi bir kontrol altında yürütüldüğünü,
gerek tahıl gerekse de diğer malların standart ölçümlerinin vergi öde-
me ve yiyecek dağıtımı süreçlerinde kullanıldığını göstermektedir.
Kuzey Çin’de, Longshan dönemindeki (M.Ö. 3000-2000) yerle-
şimlerin büyük duvarları vardı. Ayrıca burada mızrak ve sopa gibi
silahlar da yaygın bir şekilde kullanılmaktaydı. Mezopotamya’da ise
binalarda L şeklinde girişler, mancınıklarda kullanılan taşların depo-
landığı mahzenler ve savunma amaçlı kullanılan toprak hafriyatları
karşımıza çıkar. Tüm bunlar bize savunma amaçlı bir örgütlenme-
nin olduğunu göstermektedir. Bunları, yazının ortaya çıkışına doğru
atılan ilk adımlar olarak görmek gerekir. Batı Asya’da yazı, ülke içi
yönetimi düzenlemek için kullanılan semboller ve mühürler şek-
linde açığa çıkarken, Kuzey Çin’de, işinin ehli büyücülerce kemikler
üzerine kazınan semboller olarak karşımıza çıkar. Köylerin şehirlere
dönüşmesiyle ortaya çıkan daha büyük yerleşimler eskiye nazaran
çok daha büyük bir siyasi örgütlenmeye ihtiyaç duyar. Çünkü anlaş-
mazlıklar baş gösterdiğinde nihai kararı verecek bir yetkili makamın
olmaması, köylerin belirli bir ölçünün ötesinde büyümesini engeller.

65
Besin, Zenginlik ve Güç

M.Ö. 1850’lerde Çin’de Shang Hanedanı’nın kuruluşuyla birlikte


zanaat atölyeleri ortaya çıkar. Dahası, bazı yerleşim yerlerinde, bel-
li bir üretimde bulunan atölyelerin olduğu, bazı yerlerde ise bu tür
atölyelerin olmadığı göze çarpmaktadır. Bu durum da yerel düzeyde
planlı bir uzmanlaşmanın yaşandığını gösterir. Yakın Doğu ve Çin’de
bronz işleme; Güney Amerika’da ise altın işleme becerisi, zanaattaki
uzmanlaşmaya dair bir diğer işarettir. Mezarlarda ortaya çıkan eşyala-
rın hayli kaliteli madeni malzemelerden yapılmış olmasıysa olağanüs-
tü ölçülerdeki toplumsal tabakalaşmaya dair bir kanıt sunmaktadır.
Tarihi M.Ö. 2500’lere kadar giden Mezopotamya’nın Ur şehrinde bu-
lunan “kraliyet” mezarlarında ölenin altın, gümüş ve kıymetli taşlarla
süslü eşyalarla gömülü olduğu görülmektedir. Hatta bu mezarlarda
ölenle birlikte düzinelerce kölenin, müzisyenin ve muhafızın, hatta
arabalarını çekmek için öküzlerin bile yer aldığı görülmektedir. Bu
mezarlar (ve Çin’deki diğer benzer örnekleri) bize toplumsal tabaka-
laşmaya dair çok çarpıcı ve tüyler ürpertici kanıtlar sunmaktadır.
İlk şehirler ortaya çıkarken, hem uzman zanaatkârları ile birlik-
te şehirler bölgelere ayrıldı, hem de tapınak ve piramitler gibi devasa
yapıların inşa edilmesine başlandı. Bu hareketlilik, toplumsal taba-
kalaşmanın ortaya çıktığına dair hiçbir şüpheye mahal bırakmamak-
tadır. Aslında bunun doğrudan doğruya yazılı bir kanıtı mevcuttur.
Çin’deki belgeler soyluların girift hiyerarşik yapısına dair oldukça de-
taylı bilgiler sunar. Her soylunun kendi toprağı ve bu soyluların baş-
larında da bir kral bulunur. Mezopotamya’nın şehir devletlerinde,
kil tabletler bize burada vergilerin ödendiğinin, ticarete konu olan
malların üretildiğinin ve yiyeceklerin dağıtıldığının kanıtını sunar.
Ayrıca bira imalatçılarından yılan oynatıcılarına kadar içinde bir dizi
meslek grubunun yer aldığı esnaf birliklerine kayıtlı mesleklerden
oluşan üyelik listeleri de burada yer almaktadır. Mısır’da piramitlerin
inşa edildiği döneme denk düşen Dördüncü Hanedanlıkta, Kralın
Tüm İşlerinden Sorumlu Denetçi’nin memur ve kâtiplerden oluşan
büyük bir personel grubu vardı. Bu memur ve kâtiplerin görevleri,
tam zamanlı çalışan kalabalık bir duvarcı ekibinin çalışma saatlerini
tutmak, erzakları dağıtmak ve işçileri organize etmekti. Tabii tüm bu
görevler, bir yığın erzak listesinin oluşturulması ile zaman çizelgele-

66
İnsanlığın Yeme Tarihi

Bir Mezopotamya şehrinin tasviri. Tasvirde, kralın denetiminde olan


farklı uzmanlıklara sahip işçiler göze çarpmaktadır.
rinin ayarlanması işlerini kapsamaktaydı.
Bugün dünyada varlığını hâlâ sürdüren pek çok örnekte olduğu
gibi anıtsal yapıların ortaya çıkması, hiçbir şüpheye yer bırakmaya-
cak şekilde, ilk uygarlıkların toplumsal tabakalaşmasına dair bize
belki de en açık kanıtı sunmaktadır.
Böylesi büyük inşaat işleri, ancak düzenli işleyen bir idari sistem
altında gerçekleştirilebilirdi. Bu idari sistem ile artı ürünü depolayıp,
bunu inşaat işçilerine günlük erzak olarak verebilir ve oluşturduğu-
nuz ideoloji ile de insanları, inşaat projesinin gerekli ve önemli oldu-
ğu konusunda ikna edebilirsiniz. Kısacası, güçlü bir kralın yönetimi
altında olan hiyerarşik bir toplumsal düzenden bahsetmiş oluyoruz
aslında. Mezarların, tapınakların ve sarayların öne çıkan özelliği,
bunların olması gerektiğinin ötesinde hem çok büyük, hem de girift
yapılar olmalarıdır. Bu binalar sahip olunan gücün bir simgesidir ve
toplumların zamanla tabakalaşmasına paralel olarak bu binalar daha
da önemli hale gelecektir.

67
Besin, Zenginlik ve Güç

Mısır’ın piramitleri, Mezopotamya’nın zigguratları ile Orta ve


Güney Meksika’nın merdivenli tapınakları, tarımsal artı ürün ve top-
lumsal yapıda buna bağlı olarak ortaya çıkan farklılaşma sayesinde
inşa edilebilmiştir. Avcı-toplayıcı topluluklar böylesi yapıları inşa et-
meyi hayal edemezlerdi; hayal etseler bile binaların yapımı için elle-
rindeki tüm araçlarını (artı ürün şeklindeki servetleri ile böylesi bir
iş için gerekli olan örgütsel yapıları) tüketmiş olurlardı. Bu heybetli
yapılar ilk uygarlıkların yükselişinin birer abidesi olarak boy göste-
rir. Diğer taraftan bu yapılar o zamana dek eşi benzeri görülmemiş
bir eşitsizlik ve toplumsal tabakalaşmanın ortaya çıkışını da simge-
lemektedir.

68
4
Besinin İzinde

Man* yağdırdı onları beslemek için,


Göksel tahıl verdi onlara.
–ZEBUR, BÖLÜM 78, ÂYET 24

Besin: Seçkinlerin Gücünün Anahtarı

Mayıs ayında bir sabah vakti, güneşin doğuşundan hemen önce, üzer-
lerinde abartılı kıyafetler olan ve sayıları altı yüzü aşkın İnka genci
kutsal bir alanda birbirine paralel iki sıra şeklinde dizilmişlerdi. Et-
raflarında mısır sapları vardı. Güneşin ilk parıltısıyla beraber gençler
şarkı söylemeye başladılar. İlk başlarda şarkıyı usulca söylüyorlardı.
Güneşin gökyüzünde yükselmesiyle birlikte grup birbirine daha da
yakınlaşmaya başladı. Söyledikleri şarkı, onların haylli dedikleri as-
keri bir marştı. Sabah saatleri boyunca marş belli bir tonda söylendi;
öğle vaktine gelindiğinde marşın tonu en yüksek noktasına çıkmıştı.
Öğleden sonra ise marşın tonu gitgide yavaşladı ve gün batımında
marş sona erdi. Günün alacakaranlık vaktinde, hepsi İnka soylunun
evlatları olarak yetiştirilmiş gençler, hasadı kaldırma işine giriştiler.
İnkaların her sene geleneksel olarak devam eden mısırla ilgili bu mi-
zansenleri, toplumdaki yönetici seçkinlerin ayrıcalıklı konumlarını
pekiştirip, bunu gözler önüne seren âdetlerinden sadece biridir.
Bir diğer örnek ise her yılın Ağustos ayında düzenlenen mısır
ekimi törenidir. İnkaların başkenti Cuzco’nun merkezinden görü-
lebilen Picchu Tepesi üzerindeki iki büyük sütun arasında güneşin
batışı gerçekleştiğinde kral, büyüme mevsimini başlatır. Kral, yalnız-
*  Yaratıcının çöldeki yolculukları sırasında İsraillilere bahşettiği besin
maddesi. (e.n.)

69
Besinin İzinde

ca soylu sınıfının üyelerince sürülüp işlenen kutsal tarlalardan birini


sabanla sürüp, bitki ekip dikme işi ile bu görevini icra etmeye başlar.
Bir görgü tanığının anlattığına göre “Kral, bitki ekip dikme zama-
nında gidip toprağı sürer. Kralın bu işi yaptığı gün dini bir bayram
günüdür ve bu bayrama imparatorluğun başkenti Cuzco’nun tüm
efendileri katılır. Toprağın sürülüp tarlanın düzleştirildiği bu yerde
efendiler tanrılarına altın ve gümüşle birlikte kendi çocuklarını bah-
şederler.” Sonrasında tarlayı sürme işi İnka’nın soylularınca devam
ettirilir. Ama süreci ilk başlatan kişinin kral olduğunu unutmayalım.
Başka bir gözlemcinin anlattıkları da şöyle: “Diyelim ki kral bu işi
yapmadı; böyle bir durumda kimsenin toprağı sürmeye cesareti ol-
madığı gibi, ürün elde etmek için toprağı ilk süren kişinin kral olma-
sına gerek yok diye düşünmeyi de akıllarından geçirmezler.” Mısır
ekip dikme işinin başlamasıyla lama ve gine domuzlarından daha
fazlası tanrılara bahşedilmeye, kurban edilmeye başlanır. Tarlanın
orta yerinde rahibeler chicha isimli bir mısır birasını beyaz lamanın
cüssesi boyunca toprağa dökmeye başlar. Yapılan tüm bu şeyler tar-
laları ayazdan, sert rüzgârdan ve kuraklıktan korumaya yöneliktir.
İnkalar için tarım ile savaş durumu birbiriyle yakından ilişkilidir:
Toprak, aynı bir savaşta olduğu gibi, saban ile mağlup edilmiştir. Bu
yüzden hasat zamanındaki törenler genç soylularca düzenlenir, çün-
kü savaşçılar olarak bunun onlar için özel bir anlamı vardır. Topra-
ğa karşı kazandıkları zaferi kutlamak için mısır hasadını kaldırırken
haylli denilen marşlarını söylerler. Bir sonraki büyüme mevsiminin
başlangıcında hem toprağı mağlup etmede hem de zirai döngünün
sürekliliğini garanti altına almak için toprağın üretken gücünü ele ge-
çirmede, sadece kralın hükmü geçer. İşte bu yüzden toprağı ilk süren
kral olur. Tabii diğer taraftan bu ritüel, kralın kendi halkı üzerindeki
gücünü pekiştirmesine de olanak sağlar. Bir bakıma bu, kral olma-
dan halk açlıktan kırılır demektir. Toprağın sembolik olarak mağlup
edilmesi, aynı zamanda, İnkaların ilk mısır ekimi öncesinde yenilgiye
uğrattıkları Cuzco’nun yerli halkı Hualla ile ilk İnkaların arasındaki
muharebenin yeni baştan sahnelenmesi anlamına gelir. İnkalar bura-
da iki türde zafer kazanmışlardır: Hem yerel vahşileri mağlup etmiş,
hem de tarımı uygulamaya başlamışlardır. Yönetici seçkin olan kral,

70
İnsanlığın Yeme Tarihi

bu ilk muharebenin galiplerinin soyundan geldiğini iddia etmekte-


dir. Yapılan törenler de kralın bu soy bağını öne çıkarmaya hizmet
eder. Böylece toplumun hiyerarşik bir şekilde yapılanması zihinlere
aşılanırken, kralın kitleleri yönetme hakkını elinde bulundurması dü-
şüncesi de doğallaştırılmaya çalışılır. Aslında verilmek istenen mesaj
şudur: Kral ve onunla birlikte soylular devrilirlerse, geride ekinlerin
büyümesini sağlayacak kimse kalmayacaktır.
Besinle bağlantılı bu tarz törenler, ilk uygarlıklarda toplumun
seçkinlerinin ayrıcalıklı konumlarını tanımlamak ve pekiştirmek
için yaygın bir şekilde uygulanmaktaydı. Ayrıca, besin ya da besin
üretimi kapasitesi vergi ödemede kullanılmaktaydı. Besin, askeri
başarıların ardından haraç olarak alınıyordu. Evrenin istikrarının
sağlanmasında ve zirai döngünün devamının güvence altına alınma-
sında ya besin bağışında bulunulur ya da besin adak edilirdi. Besinin
erzak olarak ve ücret olarak şölenlerde ve festivallerde usule uygun
bir şekilde dağıtımı, besinin ve dolayısıyla gücün nasıl dağıldığının
da bir göstergesiydi. Modern dünyada, gücün nerede yattığını ortaya
çıkarmak için parayı takip edersiniz. Ancak geçmişte, yani eski dün-
yada, gücün kimin elinde bulunduğu besin ile ortaya konabiliyordu.
İlk uygarlıkların nasıl örgütlendiklerini aydınlığa kavuşturmak isti-
yorsanız besinin izini sürmelisiniz.

Para Birimi Olarak Besin

Besin, ilk uygarlıklar döneminde gerek takas işlemlerinde gerekse


ücret ve vergi ödemelerinde para gibi kullanılmaktaydı. Besin, çift-
çilerden yönetici seçkinlere doğru farklı kanallar altında el değiştir-
mekte ve sonrasında da seçkinlerin inşaat, idare, savaşların finanse
edilmesi gibi işlerini destekleme amacıyla ücret ve erzak olarak tek-
rardan dağıtılmaktaydı. Uygarlıkların ortaya çıkışında artı ürüne el
konulması her şeyden önce merkezi bir önem taşıdığından, tarımsal
artı ürünün bir kısmının ya da tamamının el değiştirmesi gerektiği
ilkesi ilk uygarlıların neredeyse tamamı için ortak olan bir durum-
du. Elbette her toplumda bu farklı şekillerde yaşanmıştır, ancak hep-

71
Besinin İzinde

sinde, insanların çalıştığı, geçimlerini sağladıkları ve minnetle bağlı


oldukları toplumun yapısını besin tayin etmekteydi.
Mısır’da ve Mezopotamya’da dolaysız vergiler besin olarak, do-
laylı vergiler ise tarlada çalışma şeklinde ödenmekteydi. Mısırlı çift-
çilerin çoğunun kendine ait bir toprağı yoktu, bunun yerine çiftçiler
toprak sahiplerinden toprağı kiralar; karşılığında ise toprak sahiple-
ri, elde edilen ürünün belli bir kısmı üzerinde hak talep ederdi. Dev-
letin mülkiyetinde çok geniş topraklar olduğu için bu yolla büyük bir
besin geliri elde edilmiş oluyordu. Diğer topraklar devletin memur-
larına, tapınaklara, soylulara ve firavunun kendisine aitti. Firavunun
mülkiyetinde olan topraklar da çiftçilere kiralanır, karşılığında elde
edilen üründen firavuna bir pay ayrılır, ayrılan payın bir kısmı da
devlete vergi olarak giderdi. Alınan kira ve ödenen vergi, toprağın
tarımsal potansiyeline, yani toprağın kuyulara, kanallara ve her yıl
yaşanan Nil baskınlarının düzeyine bağlıydı.
Tarihi M.Ö. 1950’lere kadar giden ve “Hekanakhte Mektup-
ları” diye bilinen bir dizi mektup, işleyen bu sistem hakkında bize
önemli detaylar sunmaktadır. Mektuplar, bir papaz tarafından
malikânesinden ayrı olduğu bir zamanda ailesine gönderilmek üzere
kaleme alınmıştır. Mektuplarda Antik Mısır’daki günlük yaşama dair
izler bulmak da mümkündür. Yazılanlardan Hekanakhte’nin mülki-
yeti tapınağa ait olan bir toprağın sorumlusu olduğu anlaşılmakta-
dır. Hekanakhte mektuplarında, toprağın hangi bölümlerinin ekime
uygun olduğu ve bu bölümlerden ortalama ne kadar ürün elde edi-
lebileceği; toprağın çiftçilere kiraya verilmesi durumunda kaç çuval
arpanın alınması gerektiği ve toprakta çalışan işçilere, harcadıkları
emek karşılığında kaç çuval arpanın verileceği gibi şeylerden bah-
setmekte, ne yapılmasına dair ailesine tavsiyelerde bulunmaktadır.
Mektuplardan zamanın kötü bir zaman olduğu, besin miktarının da
sınırlı olduğu gerçeğini öğreniyoruz. Bu durumda Hekanakhte aile-
sine, herkes açlık çekerken karınlarını iyi doyurmaları gerektiğinden
bahseder. Mektupta, evin genç oğlu Snofru’yu gereğinden fazla şı-
marttığı için, Senen isimli bir hizmetçi kızla ilgili tartışmaya da yer
verilmiştir. Borçlar ve kiralar arpa ve buğday üzerinden toplanmakta,
bazı durumlarda da ödeme aracı olarak yağ küpleri kabul edilmek-
tedir: Bir küp yağ, iki çuval arpa ya da üç çuval buğday değerindedir.

72
İnsanlığın Yeme Tarihi

Kira benzeri vergiler de besin olarak ödenmekteydi. Vergi tah-


sildarları, topladıkları besinleri bölge idari merkezlerine getirir; bu
merkezlerden dağıtım gerçekleştirilir; memurlara, zanaatkârlara ve
devlete çalışan çiftçilere buradan ödemeler yapılırdı. İşçiler sulama
sistemlerini inşa edip bunların onarım ve bakımlarını yaparlar; me-
zar ve piramitlerin inşaatında çalışırlar; madenlere inerler ve askeri
hizmetlerini icra ederlerdi. Bazen birkaç ay süren çalışma sürecinde
işçilerin yeme, içme, barınma ve kıyafet ihtiyaçları devlet tarafından
karşılanırdı. Piramitleri inşa edenler işte bu işçilerdi. Günümüze dek
varlığını korumuş erzak alım listeleri, işçilerin günlük olarak ekmek
ve bira aldıklarını, bunun yanında kendilerine soğan ve balık verildi-
ğini göstermektedir. Benzer bir durum, toprağın varlıklı aileler, tapı-
naklar, şehir konseyleri ya da sarayca mülk edinildiği Mezopotamya
için de geçerlidir. Çiftçiler topraktan aldıkları ürünün bir kısmını
kiralanan toprak için ayırırlar. Kral da sarayın mülkiyetinde olma-
yan topraklardan vergi alır. Bu şekilde artı ürünün büyük bir bölümü
krala, tapınaklara ve toprak sahiplerine gitmiş olur. Mısır’da olduğu
gibi Mezopotamya’da da büyük inşaat projelerinde işçilerin çalıştırıl-
ması söz konusudur.
Gelgelelim bazı kültürlerde vergiler yalnızca işçilerin harcadı-
ğı emekle ödenmektedir. Çin’deki Shang Hanedanı’nda taşrada ya-
şayan kabileler kendi tarlalarında çalışır; aynı zamanda başka tar-
lalarda da ekip dikme işleri yaparlardı. Elde edilen ürün de krala,
taşra yöneticilerine ve memurlara giderdi. Benzer şekilde İnka’daki
çiftçi aileler kendi tarlalarını olduğu kadar kabilelerine (yani ayllu)
ait topraklarda da ekip dikme işi yaparlardı. Ayllu’nun tarlalarından
elde edilen ürün şeflere ve dini işlere ayrılırdı. Çiftçiler ayrıca dev-
let topraklarında olduğu kadar tapınakta ve tanrılara ait topraklar-
da da çalışırlardı. İşleyen bu düzen aslında bir antlaşmadan ortaya
çıkmıştır. Bu antlaşma, daha önce özerk topluluklar olan ayllu’nun
İnka Krallığı’na dahil edilmesiyle yürürlüğe girmiştir. Antlaşmaya
göre kabileler, kendi toprakları ve ekinleri üzerinde hak sahibi ol-
mak için, devlet toprakları üzerinde çalışmayı kabul ederler. Bu şu
anlama gelmektedir: İnka kralına halkı tarafından vergi olarak her-
hangi bir besin verilmez ki zaten bu hareket, kralı kendi halkına karşı

73
Besinin İzinde

borçlu durumuna düşürecektir; ama bunun yerine halk, kralın top-


rağında çalışır ve üretilen mahsul de krala kalır. İnka çiftçileri ayrıca
zaman zaman inşaat, maden ve askeri hizmet gibi angarya işlerde de
çalışmak durumundaydı. Yapılan tüm bu işler quipus denen renkli,
düğümlü ipler kullanılarak kayda geçiriliyordu.
Aztek toplumu calpullis denen toprak sahibi gruplarına bölün-
müştü. Tüm üyelerinin bir şef altında eşit sayıldığı İnka ayllu’sun-
dan farklı olarak calpullis, Aztek soyluluğuna bağlı birkaç yüksek
rütbeli ailenin yönetimi altında bulunmaktaydı. Her aile hem kendi
tarlasını, hem de ortak kullanılan tarlaları işler ve elde edilen ürü-
nün tamamı, calpulli soylularını, tapınakları, eğitmenleri ve askerleri
beslemek için kullanılırdı. Calpullis’lar, ayrıca Aztek devletine belirli
miktarda vergi ödemek ve devlete çalışacak işçi bulmak zorundaydı.
Bununla birlikte, hem kralın, hem devlet kurumları ile soyluların,
hem de savaşçıların kendi toprakları bulunmaktaydı. Bu topraklarda
karın tokluğuna topraksız çiftçiler çalışır; geri kalan mahsulün tama-
mı ise doğrudan doğruya toprak sahiplerine giderdi.
Öte yandan besine haraç olarak da el konulmaktaydı. Bu daha
çok bir savaş yenilgisi sonrasında askeri gücün zorlamasıyla mağ-
lup edilen halktan egemen devletlerce zorla alınmaktaydı. Örneğin,
Mezopotamya’da bir şehir devletinin diğeri tarafından mağlup edil-
mesinin akabinde kaybeden devlet yağmalandığı gibi, galip gelen
devlete düzenli olarak haraç ödemeye de zorlanırdı. M.Ö. 2300’lerde
Mezopotamya şehir devletlerinin fethini gerçekleştirip bunları bir
imparatorluk altında birleştiren Akad’lı Sargon yenilgiye uğrattığı
her devletin çok büyük miktarda haraç ödemesini zorunlu kılmıştı.
Kitabeler, bütün tahıl ambarlarının haraç olarak verildiğinden bah-
seder. Bu sistem, Sargon’un üstünlüğünü göstermesinin yanında,
ona bağlı şehirlerin güçsüz, başkentinin ise güçlü olmasına neden
olmuştur. Dahası Sargon bununla 5400 adamdan oluşan devasa bir
kitleyi besleyebiliyor ve bununla da övünüyordu. Hükümdarlar, elde
edilen haracı kendi emrindeki kişiler arasında dağıtmakla toplum-
daki liderlik konumlarını pekiştirirken askeri seferler için arkaların-
daki desteği canlı tutmaya da çalışmışlardır.
Burada belki de haraç toplamanın en iyi örneği, Aztekler’in Te-
nochtitlan, Texcoco ve Tlacopan arasında kurdukları “üçlü ittifak”tır.

74
İnsanlığın Yeme Tarihi

Bu üç şehir devleti de bütün bir Orta Meksika boyunca haraç topla-


mıştır. Meksika Vadisi içinde ve çevresinde yer alan bağımlı devlet-
ler büyük miktarlarda besin temin etmek zorundaydı. Texcoco’nun
şefi her gün yeterli miktarda mısır, fasulye, kabak, biber, domates
ve tuz elde ediyor; bunlarla iki bini aşkın sayıda insanın karnını do-
yuruyordu. Biraz daha uzakta olan devletlerse pamuk, kumaş, kıy-
metli metaller, egzotik kuşlar ile mamul mallar tedarik etmekteydi.
Ödenen haracın miktarı devletlerin bu üç merkeze olan uzaklığına
bağlı olarak değişmekteydi. İttifakın uzakta olan devletler üzerindeki
kontrolü zayıftı; bu yüzden bu devletlerden daha az haraç alınmak-
taydı. Ayrıca ödenen haracın miktarı, devletin mücadele verip ver-
memesine göre de değişmekteydi. Savaşa girişmeksizin boyun eğen
devletler daha az haraca bağlanırdı. Besin ve diğer malların impara-
torluğun merkezine kesintisiz bir şekilde akması, gücün bulunduğu
yer konusunda akıllarda hiçbir şüpheye yer bırakmazdı. Aztek hü-
kümdarları topladıkları bu haraçlar ile memurların maaşlarını öder,
ordunun ihtiyaçlarını giderir ve bayındırlık işlerini finanse ederlerdi.
Soylular sınıfına verilen haraçlar, hükümdarın konumunu sağlam-
laştırdığı gibi bu durum, besin kaynaklarına haraçlar üzerinden el
konulmuş bağımlı devletlerin hükümdarlarının zayıflaması anlamı-
na gelmekteydi. Kısaca daha az besin, daha az güç demekti.

Tanrıları Beslemek

Toplumsal örgütlenme daha girift bir hale dönüşürken, toplumdaki


yönetici seçkinlerin zorla vergi toplamalarına kozmolojik bir temel
sağlayan dini uygulamalar da benzer şekilde girift bir hale dönüştü.
Dini inançlar ve gelenekler dünyanın ilk uygarlıkları içinde büyük
ölçüde farklılık göstermektedir, ancak pek çok durumda kitlelerin
seçkinlere ödediği vergiler ile seçkinlerin tanrılara bahşettiği ya da
feda ettiği şeyler arasında açık bir mutabakatın olduğu görülür. İlahi
güç doğaya hayat vermeye ve insanlara besin sağlamaya devam ede-
bilsin diye tanrılara bahşedilen şeylerle, enerjinin kendi ilahi kay-
nağına geri dönüşü olduğu yönünde bir inanç hâkimdir. Çok üstün

75
Besinin İzinde

güçlere sahip olmalarından ziyade tanrıların var olmak için insanla-


ra bağlı olduğu, benzer şekilde insanların da var olmak için tanrılara
ihtiyaç duyduğu düşünülür. M.Ö. 2070’lerden kalma bir Mısır metni,
insanlardan, tanrının “öküz”ünün yaratıcısı olarak bahseder. Bunun-
la tanrının hem insanları koruyup kolladığı, hem de tanrının kendi
var oluşu için insanlara ihtiyacı olduğu anlatılmak istenir. Benzer
şekilde pek çok kültürde, dua etme ve kurban kesme şeklinde ken-
disine “manevi besin” sağlamaları için tanrının insan türünü yarat-
mış olduğu inancı hâkimdir. Bunun karşılığında tanrılar da bitki ve
hayvanların büyüyüp gelişmesini mümkün kılarak insanlara fiziki
besinler sağlar. Tanrılara adakta bulunmak, bu döngünün süreklili-
ğini sağlamada en olmazsa olmaz araçlardan biri kabul edilmektedir.
Bazı Meksika ve Orta Amerika kültürlerinde, evrenin varlığını
ve insan türünün hayatta kalmasını güvence altına almak için tanrı-
ların zaman zaman ya kendilerini ya da birbirlerini karşılıklı olarak
feda ettikleri inancı hâkimdir. Örneğin Mayalar, içinde ilahi gücü ta-
şıdığı düşünülen mısır bitkisinin tanrıların bedeni olduğuna inanır-
lar ve hasat zamanında tanrıların, insanlığın yok oluşuna engel ol-
mak için kendilerini feda ettiklerini düşünürler. Bu ilahi güç yemek
yedikleri sırada insanlara geçer ve özellikle de kanda yoğunlaşmış
bir şekilde yer eder. Kanın bedenden dışarı akıtıldığı, yani insanın
kurban edildiği durumlar, bu borcu geri ödemenin ve ilahi gücü tan-
rılara geri döndürmenin bir yoludur. Tanrılara bahşetmek için bazen
besinler kullanılıp tütsüler yakılsa da tüm bunlar arasında en önemli
bağış, insanın kurban edilmesidir.
Aztekler de benzer şekilde insanın kurban edilmesini tanrıla-
ra borçlu olunan enerjinin geri ödenmesinin bir yolu olarak kabul
ederler. Onlara göre Toprak Ana insanın kanıyla beslenmiştir ve
mahsul de ancak Toprak Ana’ya yeterli kan sağlandığı ölçüde bü-
yüyebilecektir. İnsanın tanrılar için kendini kurban etmesi bir şe-
ref nişanesi olarak görülse de kurbanların yönetici seçkinlere bağlı
kişiler arasından seçildiği pek söylenemez. Kurbanların daha çok
suçlular, savaş esirleri ve çocuklardan seçildiği görülür. İnsanın eti
ve kanının mısırdan yapıldığı inancı hâkim olduğu için insanın
kurban edilmesi evrenin döngüsel işleyişinin devamını sağlar: Mı-

76
İnsanlığın Yeme Tarihi

sır kana dönüşür, kan da daha sonra mısıra dönüşür. Kendini feda
eden kurbanlar “tanrıların ekmekleri” olarak adlandırılırlar. İnkalar
da tanrıları beslemede kurban ibadetinin gerekli olduğunu düşün-
mekteydi. Bu amaç için İnkalar tanrılarına lamalar, gine domuzları,
kuşlar, pişirilmiş sebzeler, mayalı içecekler, kakao, altın, gümüş ve
dokunması sırasında harcanan enerjinin açığa çıkması için yakılan
ince dokunmuş kumaşlar bahşederlerdi. Mısırdan yapılan yiyecek ve
alkollü içeceklerin tanrıların özellikle kabul ettikleri şeyler olduğuna
dair İnkalarda bir inanış vardır. Ama tüm bu şeyler arasında insanın
kendini kurban etmesi her şeyin üzerinde kabul ediliyordu. Yeni bir
bölgeyi kendi buyrukları altına aldıktan sonra İnkalar bölgenin en
güzel insanlarını tanrıları için kurban ederlerdi.
Mısır tapınaklarında hayvanlar öldürüldükten sonra etleri tan-
rıların tasvirlerine takdim edilirdi. Mısır’da tanrıların, adaklardaki
yaşam gücünü ele geçirmek için günde üç kere tasvirlerin içine yer-
leştiklerine dair bir inanış vardır. Bu şekilde tanrılar evrenin düzenli
işlemesi için sarf ettikleri enerjiyi yenilemiş olurlar. Tanrılara dönüş-
müş ölülerin yaşam gücünün devamlılığını sağlamak için besinler de
adak olarak kullanılmaktaydı. Adaklar genellikle ölmüş firavunlara
sunulur; mezarları da kavanozlarca besinle doldurulurdu. Bu şekilde
firavunun öbür dünyada bedenini koruması, canlı tutması amaçla-
nırdı. Benzer şekilde Çin’deki Shang Hanedanı’nda gerek tanrılara
gerekse de hanedan soyundan gelen kişilere tahıl, darı birası, köpek,
domuz, koyun ve sığır gibi hayvanlar ve çoğu savaş esiri olan insan-
lar bahşedilirdi. Tanrıların kurban edilmiş insanların kanını içtikleri
inancı hâkimdi. Ama en özenli adaklar Shang krallarının atalarına
bahşedilirdi. Shang kralları, eğer ataları yeterince doyurulmazsa
kendilerinin açlık, askeri yenilgiler ve salgın hastalıklarla cezalandı-
rılacaklarına inanırlardı.
Mezopotamyalılara göre insanların, tapınaklarında günde iki
öğün yemek olacak şekilde tanrılarına besin ve mesken sağlama va-
zifesi bulunmaktaydı. Tanrılar insanlardan elde ettikleri bu besin-
lere muhtaçtı: Mezopotamya’daki bir tufan hikâyesine göre tanrılar
insanlığı yerle yeksan etmişler; ama sonra açlıkla yüz yüze gelince
yaptıkları bu işten pişmanlık duymuşlardı. Ancak Enki isimli tan-

77
Besinin İzinde

rı, Utnapiştim’i (İncil’de Nuh olarak geçen ismin Mezopotamya’daki


karşılığı) gelecek tufana karşı uyarır ve ona bir gemi inşa etmesini
salık verir. Ne zaman ki Utnapiştim gemisiyle ortaya çıkar ve tanrıla-
ra kavrulmuş bir kurban bahşeder, işte o zaman, tanrılar kavrulmuş
etin dumanının etrafına “sinekler gibi” üşüşmeye başlarlar; çünkü
günlerdir ağızlarına giren tek lokma bu olmuştur. Bu yemeğin ar-
dından tanrılar, birkaç insanın hayatta kalmasına müsaade ettiği için
Enki’yi affeder. Mezopotamyalılar tanrıların insanlar olmaksızın ha-
yatta kalabileceğine inanırlardı; ama bu her şeyden önce tanrıların
kendi besinlerini üretebilmelerine bağlıydı. Zaten tam da bu yüzden
tanrılar insanı yaratmış ve onlara tarımı öğretmişlerdi.
Verdiğimiz tüm bu örneklerde, bahşedilen adaklar, tanrıları ve
ataları besleme amacıyla enerjinin manevi bir besin olarak doğaüstü
âleme geri yollanmasına aracılık etmektedir. Tanrılar da bunun kar-
şılığında zirai döngünün sağlıklı işlemesini mümkün kılarak insan
soyunun beslenmesi vazifesini yerine getirirler. Adakların tanrılara
takdim edilmesiyle, tanrılarla tarım işçileri arasında arabuluculuk
rolü üstlenen seçkinlere çok önemli bir görev verilmiş olur. Seçkin-
ler sulama sistemlerinin inşası, onarımı ve bakımı gibi işleri yürütüp
askeri savunma sistemleri geliştirirken çiftçiler de bunun karşılığın-
da vergi ödeyip dünyevi düzen ve istikrarın sağlanması için sahip
oldukları besini elden çıkarırlar. Seçkinler de benzer şekilde kâinatın
düzeni için tanrılara adak bahşederek, evrenin istikrarı ve toprağın
bereketinin sağlanması karşılığında onlara manevi besin sağlarlar.
Birbirine benzeyen bu tarz dini ideolojilerin farklı zaman ve
mekânlarda en erken uygarlıklarda ortaya çıkmış olması asla tesadüf
değildir. Hayatta kalmak için tanrıların insanlardan gelen adakla-
ra bağlı olduğu görüşü bu kültürlere özgü olan bir görüştür; çünkü
yönetici seçkinlerin mensupları için bunun hayli işe yarar bir tarafı
vardır. Bu görüş, zenginliğin ve gücün adaletsiz dağılımını meşrulaş-
tırdığı gibi, yönetici seçkinler olmadığı müddetçe dünyanın bir sona
sürükleneceği fikrini de aşılamaktaydı. Gerek çiftçiler gerek onların
hükümdarları, gerekse de tanrılar, hayatta kalmak için birbirlerine
muhtaçtır. Eğer gruplardan biri, üzerine düşen sorumluluktan kaçı-
nırsa toplum büyük bir felakete sürüklenecektir. Ancak nasıl ki çift-

78
İnsanlığın Yeme Tarihi

çilerin seçkinlere besin sağlama konusunda ahlaki sorumlulukları


varsa, seçkinlerin de insanları koruyup kollama, onları sağlıkta ve
güvende tutma konusunda sorumlulukları vardır. Özetle söylemek
gerekirse, ortada, çiftçiler ve yöneticileri arasında (tabii buna tanrı-
lar da dahildir) kurulan bir toplumsal sözleşme mevcuttur: Eğer biz
sizin ihtiyaçlarınızı gideriyorsak, siz de bizim ihtiyaçlarımızı gider-
mekle yükümlüsünüz. Sonuç olarak, gerek dünyevi besin şeklinde
yöneticilere, gerekse de manevi besin şeklinde tanrılara bahşedilen
şeyler, dini ideoloji ile meşrulaştırılarak toplumsal düzen güçlendi-
rilmiş olur.

Eşitsizliğin Tarımsal Kökenleri

Modern dünyada besinin zenginlik ve güçle kurulan denklemi artık


geçerliliğini kaybetti. Tarım toplumlarındaki insanlar için besin bir
tasarruf aracı, para ve zenginliğin bir göstergesi olarak iş görmekte-
dir; zaten tam da bu yüzden insanlar besinin üretimi için gün boyu
ırgat gibi çalışmak durumundadır. Ancak modern kent toplumla-
rında tüm bu rolleri para yerine getirir. Para, zenginliğin çok daha
esnek olan bir formudur; kolayca saklanması ve taşınmasının yanın-
da süpermarket, bakkal, kafe ve restoran gibi yerlerde anında besine
dönüştürülebilmektedir. Besin, yazılı tarihin büyük bir bölümünde
olduğu gibi ya çok az bulunduğu ya da çok pahalı olduğu zamanlar-
da zenginliğin ve gücün eşdeğeri olarak işlev görür. Ancak tarihsel
bir perspektifle konuya yaklaşıldığında besin bugün görece çok daha
bol ve ucuzdur; en azından gelişmiş dünya için bu böyledir.
Besin yine de zenginlikle olan ilişkisini bütünüyle koparmış
sayılmaz. Zaten aksini düşünmek anlamsız olurdu; zira besin ve
zenginlik arasındaki ilişki çok eskilere dayanmaktadır. Bugünkü
modern toplumlarda bile, gerek kullandığımız sözcüklerde gerekse
gelenek ve göreneklerimizde besinin eskiden ekonomide merkezi bir
rol oynadığına dair sayısız kanıt bulmak mümkündür. Örneğin İngi-
lizcede, haneye asıl gelir getiren kişi için “ekmeğini kazanan” (bread-
winner) ifadesi kullanılır ve paradan da zaman zaman “ekmek” ya da

79
Besinin İzinde

“arpa” olarak söz edilir. İnsanların hep birlikte yedikleri yemekler de


hâlâ toplumsal paranın merkezi bir formu olarak işlev görür: Özenle
hazırlanmış yemekli davetler, bir sonraki seferde benzer bir ziyafet
ile karşılığını bulmak durumundadır. Abartılı ziyafetler, zenginlik ve
statü göstermede olduğu kadar iş dünyasında patronun kim olduğu-
nu hatırlatmada da yaygın olarak kullanılan bir gelenektir. Dahası,
pek çok ülkede yoksulluk sınırı, temel besin maddelerinin asgari dü-
zeyde karşılanması için gerekli olan parasal gelir temelinde belirlen-
mektedir. Yoksulluk, besine erişimden mahrum kalmak olduğundan
zenginlik de, üstü kapalı bir şekilde, insanların bir sonraki öğünde
yiyecek bulup bulamayacakları gibi bir dertlerinin olmaması anla-
mına gelir.
Zengin toplumların ortak bir özelliği, toprakla olan eski bağla-
rının kaybolduğu hissi ve bunu geri kazanma arzusudur. En zengin
Romalı soylular için tarımın bilgisi ve büyük bir çiftlik üzerindeki
sahiplik, soyundan geldikleri kendi halklarının gösterişten uzak
mütevazı çiftçi yaşamını unutmamış olduklarını göstermenin bir
yoluydu. Benzer şekilde, devrim öncesi dönemde Fransa’da Kraliçe
Marie-Antoinette, Versay Sarayı’nın arsasına inşa edilmiş masalsı bir
çiftlikte yaşardı. Burada kraliçe ve onun çoban ve sütçü kızları olarak
giyinip kuşanmış nedimeleri ile titizlikle bakılan ve sağılan inekleri
vardı. Bugün dünyanın gelişmiş çoğu bölgesinde insanlar gerek bah-
çelerinde, gerekse kendi küçük toprakları üzerinde besinlerini yetiş-
tirmenin keyfini sürmeye çalışırlar. Çoğu durumda insanlar, nihai
olarak elde edilen sebze ve meyveleri aslında hiçbir güçlük çekme-
den satın alabilmektedir; ancak kendi besinlerini yetiştiriyor olmak
insanlara toprakla bağ kurmalarının yolunu açar. Aynı zamanda bu,
keyif verici bir faaliyettir; insanlara taze besinler sağlar ve modern
dünyadan kaçmaları için onlara bir kapı aralar. (Kimyasal madde
kullanmaksızın besin yetiştirmek bu tür çevrelerde sıklıkla tercih
edilmektedir.) Kaliforniya’da, yani dünyadaki en zengin ülkenin, en
zengin kısmında, İtalyan köylülüğünün en çok kutsanan temel besini
budur. Hindistan’da Bangalore’nin teknoloji bölgesinin yakınlarında
bir turistik köy bile açılmıştır. Yeni zengin orta sınıflar bu köye gidip
kendi atalarının hayatlarını nasıl idame ettirdiklerini, kendi kendi-

80
İnsanlığın Yeme Tarihi

lerine yaşayarak görebilirler. Zenginliğin ayrıcalıklarından biri, in-


sanlara kırsal yoksulluğu birebir yaşama fırsatını tanımış olmasıdır.
Zenginlik insanları toprakta çalışmaktan alıkoyma eğilimine
sahiptir. Aslına bakılırsa çiftçi durumunda olmamak, zenginliği bir
başka açıdan tanımlamaktır. Bugün en varlıklı toplumlar, besin için
harcanan giderin oranı ile besin üretiminde istihdam edilen işgücü-
nün miktarının en düşük olduğu toplumlardır. Amerika ve Britanya
gibi zengin ülkelerde çiftçiler, yaklaşık olarak nüfusun sadece yüzde
1’lik bir kısmını oluştururlar. Ruanda gibi fakir ülkelerde ise tarım-
da istihdam edilen nüfusun oranı hâlâ yüzde 80’in üzerindedir. (Bu
oran 5500 yıl önce Uruk şehri için de böyleydi.) Gelişmiş dünyada
çoğu insan tarımla doğrudan bağı olmayan işlerde uzmanlaşmıştır;
günün birinde aniden tüm besinlerini kendileri üretmek zorunda
kalsalar, bu işte epey zorlanacakları gün gibi ortadadır. İnsanların
eşitlikçi avcı-toplayıcı yaşam tarzını bırakıp tarıma ilk geçtikleri za-
man başlayan farklı uzmanlıklara ayrılma süreci bugün mantıksal
sonucuna gelip dayanmıştır.
Günümüzde gelişmiş dünyada avukat, tamirci, doktor ya da
otobüs şoförü gibi belirli mesleklerde uzmanlaşmış olmak, aslında
geride bıraktığımız birkaç bin yıl boyunca tarımsal üretkenlikteki
kesintisiz artıştan elde edilen artı ürünün açık bir neticesidir. Elde
edilen tarımsal artı ürünün bir diğer neticesi de toplumun zengin ve
yoksul; güçlü ve zayıf olarak bölünmüş olmasıdır. İnsanın var olu-
şunda büyük bir yer kaplayan avcı-toplayıcı yaşantısında böylesi ay-
rımları ya da farklılıkları bulmak mümkün değildir. Avcı-toplayıcıla-
rın sahip olduğu servet ya çok sınırlıdır ya da servetleri yoktur. Ama
sırf bu yüzden onların fakir olduğunu söyleyemeyiz. Kendi üyeleri,
mal biriktirebilme durumunda olan yerleşik çiftçi topluluklarının
üyeleriyle mukayese edildiği zaman avcı-toplayıcıların “yoksulluğu”
görünürlük kazanmaya başlar. Bir diğer deyişle, zenginlik ve yoksul-
luk, tarım ve onun “çocuğu” olan uygarlığın kaçınılmaz bir sonucu
gibi görünmektedir.

81
3. BÖLÜM

Küresel Besin Ticareti


5
Yeryüzündeki Cennetin
Parçalanması

Hint diyarına gelinceye kadar uğradığımız adalarda alım


satımı kesmedik. Karanfil ve zencefil gibi çeşit çeşit baha-
ratlar satın aldık. Sonra da Sind diyarına doğru yola çıkıp,
alım satım faaliyetlerimize devam ettik. Bu Hint denizlerin-
de emsali görülmemiş şeylerle karşılaştım.
–“Denizci Sinbad”, Binbir Gece Masalları

Baharatların Gizemli Cazibesi

Uçan yılanlar, dev etobur kuşlar ve yarasa benzeri vahşi yaratıklar…


Antik Yunan tarihçilerine göre bunlar, uzak diyarlarda baharat top-
lamaya yeltenen maceracıları bekleyen tehlikelerden yalnızca bir-
kaçıdır. “Tarihin babası” olarak bilinen ve M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış
olan Yunan tarihçisi Herodot, Çin tarçını bitkisini toplamanın, göz-
ler dışında vücudun hemen her tarafını sıkıca saran öküz derisinden
yapılma bir kıyafeti giymeyi gerektirdiğinden bahseder. Ancak bu
kıyafet sayesinde kişi, “azgın ve çığlık gibi korkunç sesler çıkaran ya-
rasa benzeri kanatlı yaratıklara karşı” kendini koruyabilir. “Çin tarçı-
nı bitkisi toplanırken bu yaratıkların kişinin gözlerine saldırmasına
engel olunmalıdır.”
Herodot’un anlattığı çok daha ilginç olan bir detay, tarçını top-
lama sürecinin bizzat kendisidir. “Bu bitkinin nerede yetiştiği tam
olarak bilinmemektedir,” diye yazar Herodot. “Arapların söylediğine
göre, kinamomon* isimli kuru çubuklar Arabistan’a dev kuşlarca ge-
*  “Tarçın” kelimesinin İngilizcesi “cinnamon”dur. “Kinamomon” ile “cin-
namon” kelimeleri arasındaki ses benzerliği dikkat çekmektedir. (ç.n.)

85
Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması

tirilmiştir. Kuşlar bu kuru çubukları, kimsenin tırmanamadığı dağın


dik yamaçlarındaki çamurdan yapılmış yuvalarına taşıdı. Tarçın çu-
buklarını elde etmek için icat edilen yöntem esasında şöyledir: İn-
sanlar ölü öküzlerin vücutlarını parçalara ayırır ve bu parçaları kuş
yuvalarına yakın yerlere bırakırlar. Sonra da gözden kaybolurlar. Bir
müddet sonra etin kokusunu alan kuşlar, yuvalarından aşağı uçarak
etleri alırlar ve tekrar yuvalarına dönerler. Ne var ki, çamurdan ya-
pılmış yuvalar etlerin ağırlığına fazla dayanamaz ve bir süre sonra
dağılıp aşağı düşer. Sonrasında adamlar saklandıkları yerden çıkıp
tarçın çubuklarını toplamaya başlarlar. Bu şekilde elde edilen tarçın
çubukları diğer ülkelere ihraç edilir.”
M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış olan Yunan filozofu Theophrastus’un
bu konuda anlattığı hikâye biraz farklıdır. İşittiğine göre tarçın bitki-
si, içinde öldürücü yılanların yer aldığı derin derelerde yetişmekte-
dir. Bitkiyi toplamanın en güvenli yolu, koruyucu eldivenler ve ayak-
kabılar giymekten geçer. Bitkiyi topladıktan sonra eldeki hasadın
üçte birlik bölümü hediye olarak güneşe bırakılır. Güneş de kendisi-
ne sunulan bu hediyenin alev alıp yanmasını sağlar. Bir başka hikâye
ise aselbent ağaçlarını koruyan uçan yılanlardan bahseder. Herodot,
baharat toplayıcılarının ayı fındığı bitkisini yakıp ortaya bir tütsü du-
manı çıkarmaları suretiyle yılanların def edilebileceğinden bahseder.
M.S. 1. yüzyılda yaşamış olan Romalı yazar Büyük Plinius*
dikkatini bu hikâyelere yoğunlaştırmıştı. Şöyle diyordu: “Bu eski
hikâyeler, malların fiyatını artırmak için Araplar tarafından uydu-
rulmuş hikâyelerdir.” Plinius, baharatlar hakkında anlatılan uzun
hikâyelerin, aynı zamanda, bu bitkilerin asıl anavatanlarının Av-
rupalı müşterilerden gizlenmesine hizmet ettiğini de belirtmiştir.
Aselbent Arabistan’dan gelmiş olabilir; ancak tarçın için bu doğru
değildir. Tarçının kökleri çok daha uzaklara, Güney Hindistan ve
Sri Lanka’ya kadar uzanır. Tarçın, Hint Okyanusu üzerinden, biber
ve diğer baharatlarla beraber gemilerle dünyaya yayılmıştır. Ancak
kendi yerel hoş kokulu bitkileriyle birlikte bu ithal malları çöllerden
*  Uzun adı Gaius Plinius Secundus’tur; kısaca Büyük Plinius ya da Yaşlı
Plinius olarak da bilinir. (ç.n.)

86
İnsanlığın Yeme Tarihi

geçip Akdeniz’e develer üzerinde taşıyan Arap tüccarlar, malların


gerçek anavatanlarını açıklamamayı, bu konuyu bir sis perdesi içinde
bırakmayı tercih etmişlerdir.
Tabii bu çok işe yaramıştı. Arap tüccarların Akdeniz çevresinde-
ki müşterileri bu baharatlar için çok büyük paralar ödediler; baha-
ratların egzotik oluşları ile nereden geldiği belli olmayan özellikleri
bu durumda büyük ölçüde etkili olmuştu. Baharatların özü itibariyle
değerli oldukları diye bir şey söz konusu değildir; zira bunlar esasen
kurutulmuş bitki özleri ve reçinelerden, ağaç kabuklarından, bitki
köklerinden, tohumlardan ve kurutulmuş yemişlerden elde edilmek-
tedir. Ne var ki, baharatlara alışılmadık kokuları ve tatları dolayısıyla
değer biçilir. Bu özelliklerinden ötürü baharatlar pek çok durumda,
zararlı böcekler ya da hayvanları def etmede koruyucu bir mekaniz-
ma olarak işlev görür. Aslında baharatlar, beslenme yönünden gerek-
li besinler değildir. Ortak özellikleri arasında uzun ömürlü ve kolay
taşınabilir olmaları, elde edilmelerinin zor olması ve sadece belirli
yerlerde bulunabilmeleri yer alır. Bu sebeplerden ötürü baharatlar,
uzun mesafe ticaretine konu olmuştur. Ne derece uzun mesafe taşı-
macılığına konu olurlarsa o kadar egzotik olmakta, beğenilmekte ve
değerleri de yine o ölçüde artmaktadır.

Baharatlar Niçin Bu Kadar Özeldir?

İngilizcede kullanılan baharat (spice) kelimesi Latincedeki tür (spe-


cies) kelimesinden türemiştir. Species kelimesi, aynı zamanda, özel
(special), özellikle (especially) gibi kelimelerin de kökenini oluştu-
rur. Bu kelimeyi harfi harfine “tip” ya da “tür” diye çevirebiliriz ki
zaten kelime bugün biyolojide hâlâ bu anlamıyla kullanılmaktadır.
Ancak kelimenin dilde yer edişi, değerli malları ifade etmeye yö-
neliktir, çünkü getirisi olan “tip”teki ya da “tür”deki maddelere at-
fen kullanılır. M.S. 5. yüzyıldan kalma “İskenderiye Tarifesi” isimli
Roma belgesi, gümrük vergisine tâbi maddeler başlığı altında topla-
nan bu tarz elli dört kalem maldan meydana gelen bir listeden oluş-
maktadır. Listede tarçın, sinameki, zencefil, beyaz biber, uzun biber,

87
Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması

kakule, sarısabır ve mürrüsafi gibi baharatlar yer alır. Bunların hepsi


de lüks mallardır ve doğudan gelip Akdeniz’e, oradan da Avrupalı
müşterilere giderken Mısır’ın İskenderiye Limanı’nda bu mallardan
yüzde 25 oranında bir ithalat vergisi alınmaktaydı.
Bugün biz bu türleri (species), baharat (spices) olarak kabul
ederiz. “İskenderiye Tarifesi” aynı zamanda içinde aslanların, leopar-
ların, panterlerin yanında ipek, fildişi, kaplumbağa kabuğu ve Hintli
harem ağalarının da yer aldığı bir dizi egzotik maldan oluşan bir liste
sunar. İlginç bir şekilde, bu listedeki mallar da teknik olarak “baha-
rat” kabul edilmektedir. Hem nadir bulunan, hem de pahalı olan bu
lüks mallar fazladan bir gümrük vergisine tâbi tutulmaktaydı. An-
cak belirli türde bir malın miktarında artış olup fiyatı düşecek olur-
sa bu mal hemen listeden çıkarılmaktaydı. Bu şey bize, Romalıların
en çok kullandığı baharat türü olan karabiberin niçin İskenderiye
Tarifesi’nde yer almadığını açıklamaktadır; çünkü 5. yüzyıl itibariy-
le Hindistan’dan kaynaklı ithalatın patlaması sonucunda karabiber
artık sıradan bir mal haline gelmişti. Bugün baharat kelimesi daha
dar bir anlamda, yeme içmeyle daha fazla ilişkili olarak kullanılmak-
tadır. Tarife’de yer almasa bile karabiber bir baharattır; buna karşılık
Tarife’de yer alıyor olması kaplanları baharat yapmaz.
Baharatlar, tanımı itibariyle pahalı ithal mallar olarak kabul
edilmektedir. Bu, baharatların cazibesinin bir başka bileşenini oluş-
turur. Baharat tüketimi, kişinin zenginlik, güç ve cömertliğini gös-
termesinin ve bunu kanıtlamasının bir yoludur. Baharatlar hediye
olarak verilir; diğer kıymetli mallarla beraber miras olarak bırakılır
ve bazen para olarak kullanılırdı. Avrupa’da daha önceleri baharat,
tütsü ve parfümlerde kullanılan baharatın mutfaktaki kullanımını
Yunanların başlattığı düşünülür. Başka şeylerle birlikte Romalılar,
Yunanların bu fikrini alıp geliştirdiler ve yaygınlık kazanmasını sağ-
ladılar. İçinde Roma’ya özgü 478 yemek tarifinin yer aldığı Apicius
isimli yemek kitabında farklı diyarlardan gelen bol miktarda baharat
bulunur. Bunlar arasında toz biber, zencefil, Hint defneyaprağı, Hint
sümbülü ve zerdeçal vardır. Bu yemek tarifleri arasında baharatlı
devekuşu yemeği bile yer alır. Ortaçağ boyunca yemekler baharatlı
bir şekilde bolca tüketilmiştir. Ortaçağa ait yemek kitaplarında ba-
haratlar tüm yemek tariflerinin hiç olmazsa yarısında, hatta bazen

88
İnsanlığın Yeme Tarihi

dörtte üçlük bir bölümünde yer alır. Et ve balıklar, içinde karanfiller,


muskat, tarçın ve toz biberin yer aldığı farklı karışımlarla oluşturu-
lan bol baharatlı bir sosla servis edilirdi. Bol baharatlı yemekleriyle
zenginlerin, kelimenin tam anlamıyla, pahalı damak tatları vardı.
Eti saklamanın zorluğu göz önüne alındığında, baharatlar konu-
sundaki bu büyük ilgi uzun süre boyunca kokuşmuş etin tadını gizle-
me özelliğine yorulmaktaydı. Ancak yapılan masraf hesaba katıldığın-
da baharatların bu şekilde kullanımı hayli anlamsızdır. Eğer kişinin
baharat satın almaya gücü yetiyorsa, bu kişi hiç şüphesiz kendisine
taze et de satın alabilir; çünkü baharat diğerlerine kıyasla çok daha
pahalı olan bir maddedir. Dahası bozuk et sattığı için cezalandırılmış
tüccarların kayıtlara geçmiş pek çok örneği bulunmaktadır. Bu durum,
etin her durumda bozuk ve kokuşmuş olduğu düşüncesinin temelini
çürüttüğü gibi bozuk etin kural olmaktan ziyade daha çok istisnai bir
durum teşkil ettiğini de göstermektedir. Baharatlar ve bozuk ete dair
şaşırtıcı bir şekilde iz bırakmış olan bu efsanenin kökeni, yaygın bir
şekilde uygulanan tuzlama yöntemiyle korunan etin tuzluluğunu giz-
lemek için baharatın kullanılması gerçeğinde yatıyor olabilir.
Baharatlar bir başka ve daha mistik bir anlamda yeryüzündeki
cennetin parçalanması olarak kabul ediliyordu. Köklerinin cennette
başlayıp bu dünyaya kadar uzandığı “cennetin kıymıkları”ydı onlar.
Antik dönemde zencefil ve tarçının, egzotik bitkilerin bolca büyü-
düğü Cennet’ten doğup bu dünyaya akan Nil Nehri’nden ağlar için-
de çekildiği ve bu nehri yıkayıp temizlediği söylenmekteydi. Bu iki
bitki insanlara, dünyevi varoluşun kirli gerçekliği içerisinde cenne-
tin uhrevi lezzetini sunmaktaydı. Bu yüzden, tütsünün dini içerikli
kullanımı, kişilere cennetvari diyarın kokusunu olduğu kadar, yanık
bir form altında tanrılara baharat bahşetme pratiğini sağlamaktadır.
Baharatlar aynı zamanda ölülerin mumyalanması ve onların öbür
dünyaya hazırlanması süreçlerinde de kullanılmaktaydı. Bir Roma-
lı yazar, efsanevi Anka Kuşu’nun yuvasını baharatlardan yaptığını
yazmıştır. “Anka Kuşu, Süryanilerin ve varlıklı Arapların bir araya
getirdiği baharatları ve aromaları toplar. Bu baharat ve aromalar,
Sabaean diyarının yumuşak bağrında yetişir, hasadı ise Pigme ve
Hint halkınca kaldırılır. Anka Kuşu tarçını, amomum bitkisini, Hint
defneyaprağı ile karıştırılmış kınaçiçeğini toplar. Bunlar arasında

89
Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması

aynı zamanda yumuşak bir sinameki dalı, akasya sakızı ve aselbent


ağacından alınan reçineler de vardır. Anka Kuşu bunlara tüylü Hint
sümbülünün ince dikenleri ile Panchaea Adası’nın mürrüsafi bitkisi-
nin gücünü de katar.”
Baharatların cazibesi, gizemli ve egzotik oluşlarından, zaman
içerisinde fiyatlarının yükselmesi ile statü sembolleri olarak kulla-
nılmalarından ve gerek mistik gerekse de dini çağrışımlara sahip
oluşlarından (tabii bunlara koku ve lezzetlerini de eklemeliyiz) kay-
naklanmaktadır. Baharatların oluşturduğu bu cazibe bugün bize
nedensiz ve tuhaf gelebilir; ancak baharatların gücünü asla hafife
alamayız. Baharatın izini sürme, aslında besinin dünyayı şekillen-
dirmede oynadığı üçüncü roldür. Bu rolünü, dünyanın tüm boyut
ve coğrafyasını dolaşmasında olduğu kadar, Avrupalı kâşiflerin, bir-
biriyle kıyasıya rekabete tutuşan imparatorlukların kurulması süre-
cinde Hint adalarına doğrudan erişimin yolunu bulmalarında onları
motive ederek de gerçekleştirmiştir. Baharat ticaretine Avrupa’nın
gözünden bakmak bize biraz garip görünebilir; çünkü bu eski dö-
nemde Avrupa baharat ticaretinde merkezi bir rol üstlenmediği gibi
bu konuda oynadığı rol çok küçük kalmıştır. Bu durum, özellikle de
Avrupalılar için baharatın gizemini ve cazibesini artırmasına ne-
den olmuştur. Netice itibariyle bu durum, garip biçimde çekici kuru
köklerin, buruşuk taneli meyvelerin, kurutulmuş ince dalların, ağaç
kabuğu kıymıklarının ve yapışkan reçine tanelerinin gerçek kökenle-
rini ortaya çıkarma konusunda Avrupalıları kışkırtmış oldu.

Dünya Baharat Ticareti Ağı

M.Ö. 120’lerde, Kızıl Deniz’in kıyılarına vurmuş olarak bulunan bir


gemiden ilk başlarda kimsenin sağ kurtulamadığı sanıldı. Gemide
bir kişi dışında herkes açlıktan ölmüştü. Sağ kalan bu adam, güç bela
hayatta kalmayı başarabilmişti. Kendisine yemek ve su verildikten
sonra Kral VIII. Batlamyus’un* karşısına çıkarılacağı İskenderiye’deki
Mısır Mahkemesi’ne götürüldü. Mahkemede bu yabancı denizcinin
*  Physcon ya da şişmanlığından ötürü “koca göbek” olarak da bilinir. (ç.n.)

90
İnsanlığın Yeme Tarihi

konuştuğu dili kimse anlayamadı. Bu yüzden kral, biraz Yunanca öğ-


renmesi için denizciyi başka bir yere gönderdi. O zamanlar Mısır’ın
resmi dili Yunancaydı. Çok geçmeden denizci, biraz Yunanca öğre-
nip hikâyesini anlatmak için yeniden mahkeye çıktı. İlk başta ken-
disinin Hindistanlı olduğunu söyledi. Gemileri okyanusu geçerken
rotasından şaşmış ve Kızıl Deniz’de sürüklenmeye başlamışlardı.
O zamanlar Mısır’da, Hindistan’a giden tek deniz güzergâhının,
Arap Yarımadası’nın kıyısı boyunca ilerlemek olduğu görüşü
hâkimdi. Bu güzergâh, Arap tüccarlar tarafından İskenderiyeli deniz-
cilere yasaklanmıştı. Çünkü bu şekilde Arap tüccarlar, Hindistan’la
olan kârlı ticareti kendi tekellerine almış oluyorlardı. Sonuç itiba-
riyle denizcinin açık okyanusu geçip Hindistan’a doğrudan varmak
için anlattığı hikâye pek inandırıcı gelmedi. Denizci doğruyu söyle-
diğini kanıtlamak ve evine sağ salim dönebilmek adına Hindistan’a
düzenlenecek bir seferde kendisinin rehber olarak görevlendirilme-
sini teklif etti. Kral bu teklifi kabul etti ve başlarında dursun diye
de güvendiği danışmanlardan birini bu iş için görevlendirdi. Kra-
lın görevlendirdiği kişi, coğrafyaya ilgisinin olduğu bilinen Yunan-
lı Eudoxus’tu. Eudoxus gemisiyle açıldı ve kendisine verilen emri
harfiyen uygulayarak birkaç ay sonra geri döndü. Hint baharatları
ve kıymetli taşlardan oluşan paketlerle kralın huzuruna çıktı. Kral,
getirilen tüm malları kendisi için aldı. Bir süre sonra Eudoxus, Kral
VIII. Batlamyus’un karısı ve onun halefi olan III. Kleopatra’nın emri
üzerine Hindistan’a ikinci bir sefer daha düzenledi. Etiyopya’nın
Doğu Afrika kıyı şeridinde gördüğü bir İspanyol gemisine ait enkaz
Eudoxus’un aklını kurcalamaya başladı. Gemisiyle Afrika’nın etrafı-
nı dolaşarak Hindistan’a ulaşmanın mümkün olabileceğini düşün-
meye başladı. Bu amacını gerçekleştirmek için Afrika’nın kuzey kıyı
şeridi boyunca yol aldı ve kıtanın etrafını dolaşarak Atlantik’e yönel-
di; ancak sonra kendisinden bir daha haber alınamadı.
M.S. 1. yüzyılın ilk dönemlerinde coğrafya üzerine bilimsel in-
celemeleri olan Yunanlı Filozof Strabon’un aktardığı bir hikâyedir
bu. Aslına bakılırsa Strabon bu gemi kazası konusunda biraz şüp-
hecidir; çünkü cevapsız kalan bazı sorular vardır. Örneğin, Hintli
denizci diğer insanlar ölmüşken gemiden nasıl sağ kurtulabilmiştir?

91
Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması

Nasıl bu kadar hızlı Yunanca öğrenebilmiştir? İşin garip tarafı deniz-


cinin mahkemede anlattığı hikâye akla yatkın gözükmektedir, çünkü
Kızıl Deniz ile Hindistan’ın batı kıyı şeridi arasında yapılan deniz
ticareti gerçekten de M.Ö. 1. yüzyılda; yani gemi kazasından sağ çı-
kan Hintli denizcinin İskenderiye’de göründüğü zamandan hemen
sonra başlamıştır. Bu zamana kadar sadece Arap ve Hintli denizciler,
Arap Yarımadası ile Hindistan’ın batı kıyı şeridi arasındaki okyanusu
geçmelerinde kendilerine hızlı ve güvenilir bir geçiş imkânı sağla-
yan alize rüzgârlarının sırrını biliyorlardı. Bu rüzgârlar haziran ile
ağustos ayları arasında güneybatı yönünden esip gemileri doğu yö-
nüne sürüklerdi. Sonra da kasım ile ocak ayları arasında kuzeydoğu
yönünden esip gemileri batı yönüne sürüklerdi. Gerek rüzgârların
hangi zamanlarda, hangi yönlerden esiyor olduğunu bilmeleri, ge-
rekse de Arap Yarımadası boyunca kara yolları üzerindeki kontrolü
ellerinde tutmaları Hindistan ve Kızıl Deniz arasında yürüttükleri
ticarette Hint ve Arap tüccarlarına tekelleşme gücünü kazandırmıştı.
Tüccarlar, Arabistan’ın güneybatı burnu civarındaki pazarlarda İs-
kenderiyeli tüccarlara baharatlarla beraber doğudan gelen malları
sattılar. Bu mallar daha sonra İskenderiyeli tüccarlarca gemilere yük-
lenip Kızıl Deniz’de taşındı; ardından kara üzerinden Nil Nehri’ne,
Nil Nehri’nden de İskenderiye’ye götürülürdü.
Bir süre sonra İskenderiyeli denizciler, Eudoxus’un izini takip
ederek alize rüzgârlarını nasıl kullanacaklarını öğrendiler. Anlatıl-
dığına göre rüzgârlarla ilgili çalışmaları Hippalos isimli bir Yunan-
lı yapmıştır ki daha sonra güneybatıdan esen rüzgârlara onun adı
verilecektir. Sonuç olarak bu şekilde Arap pazarlarına erişimde al-
ternatif bir yol açılabilmiş; Arap ve Hint komisyonculara bir bedel
ödenmeksizin doğrudan okyanusu geçip Hindistan’ın batı kıyıları-
na ulaşılabilmiştir. Mısır’ın Roma tarafından M.Ö. 30’da ilhakından
sonra Romalı tüccarların Kızıl Deniz’e doğrudan erişimi elde et-
meleriyle birlikte gemi seferlerinde bir artış kaydedilmiştir. Roma-
lıların Kızıl Deniz’le Hindistan arasındaki ticaretteki kontrolü, İm-
parator Augustus’un döneminde pekişmiştir. İmparator Augustus,
Arabistan’ın güneydeki limanlarına saldırı emrini vermiş; merkezi
bir pazar şehri olan Aden’i zayıflatıp, kimilerine göre burayı “sade bir
köy” derecesine düşürmüştür.

92
İnsanlığın Yeme Tarihi

Hindistan’a deniz üzerinden ikinci bir güzergâhın açılması,


İskenderiyeli (daha sonra da Romalı) denizcilere Hindistan’ın batı
kıyılarındaki baharat pazarlarına doğrudan erişim imkânı sağlamıştır.

M.S. 1. yüzyılın ilk dönemleri boyunca, Romalılar Hindistan’a


yılda yaklaşık 120 gemilik seferler düzenlemiş; karabiber, zencefil ve
Hint sümbülü gibi baharatlar satın almışlardır. Baharatların yanında
kıymetli taşlar, Çin ipekleri ve egzotik hayvanlar da alınmıştır. Bu
şekilde tarihte ilk defa Avrupalılar, o zamanlar küresel ticaretin mer-
kezi konumunda olan Hint Okyanusu etrafında gelişen ticaret ağına
doğrudan dahil olmuşlardır.
M.S. 1. Yüzyılda, ismi bilinmeyen bir Yunanlı denizci tara-
fından yazılmış bir el kitabı [Periplus of the Erythraean Sea], Hint
Okyanusu’nun birbirine bağladığı pazarlardaki hummalı ticari faali-
yetlere dair eşsiz bir belge niteliğindedir. Kitap, Hindistan’ın batı kıyı
şeridi boyunca; ayrıca kuzeyde Karaçi-Barbarikon’dan (zencefil, Hint
sümbülü, oleo reçinesi ve lacivert taşı satın almak için iyi bir yerdir),
Gucerat-Barygaza’ya (uzun biber, fildişi, ipek ve mürrüsafi almak için
iyi bir yerdir) ve oradan da Hindistan’ın en güney ucunda yer alan
Niranam-Kerala’ya kadar olan bölgede bulunan limanların ve bu li-
manlardaki özel ticari malların detaylı bir listesini sunar. Bu bölge-
deki ana ticaret maddesi biberdir ve el kitabında anlatıldığına göre
bu baharat, Hindistan’ın iç kısımlarında “bol miktarda yetişmekte”dir.

93
Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması

Biberin yanında ticarete konu olan bir diğer bitki ise Hint defneyapra-
ğı idi. Bu bitki oldukça pahalı bir bitkiydi; öyle ki, defneyapraklarının
sadece 450 gramlık bir miktarı Roma’da yetmiş beş altına ya da bugü-
nün tipik bir aylık maaşının altı katına eşdeğerdi. Tüm bu limanlarda
Romalı tüccarlar Akdeniz’den getirdikleri şarap, bakır, kalay, kurşun,
cam ve kırmızı mercan satmışlardır. Bu mallar Hindistan’da belli bir
cazibeye sahip olsa da Romalı tüccarların çoğu baharatlara karşılık
olarak altın ve gümüşle ödeme yapmak durumunda kalıyorlardı;
çünkü Akdeniz’den getirdikleri ürünler Hintli tüccarların pek ilgisini
çekmiyordu. M.S. 1. yüzyılda yaşamış Tamil şairleri, büyük gemileri
ve “asla azalmayan” zenginlikleri ile “yavanalar”dan bahsederler. Ya-
vana, batıdan gelen insanlar için kullanılan genel bir terimdir. Bu an-
latılarda esasında baharat karşılığında el değiştiren devasa bir altın ve
gümüş miktarından bahsedilmektedir.
El kitabı, Hindistan’ın doğu kıyı şeridindeki limanlar ile doğu ve
batı sahilleri arasında ticaret yapan küçük gemilerden de bahseder.
Ayrıca Hindistan’la Güneydoğu Asya arasındaki Bengal Körfezi’ne gi-
dip gelen hayli büyük gemilere de kitapta yer verilmiştir. Bu devasa
gemiler, büyük ihtimalle Malezyalı ya da Endonezyalı gemilerdi. Ro-
malı gemilerle kıyaslandığında bu gemilerin boyutu gerçekten de çok
büyüktür. Gemiler Çin’den ipek ve Endonezya’nın baharat adaları Mo-
lük Adaları’ndan muskat ve karanfil benzeri mallar taşımış olmalılar.
Tam da bu aşamadan sonra el kitabı hayli anlaşılmaz bir hal
almaya başlar. Ama her şeye rağmen kitap bize, Avrupa açısından,
binlerce yıl önce ilk bağlantılarının kurulmuş olduğu geniş bir kü-
resel ticaret ağına dair bir fikir vermektedir. M.Ö. üçüncü bin yıl-
da Mezopotamya’da, Hindistan’ın güneyinden gelen kakule bulun-
maktaydı. Benzer şekilde M.Ö. ikinci bin yılda Mısır gemileri, Punt
diyarından (buranın Etiyopya olması muhtemeldir) tütsü ve diğer
aromatik bitkileri getirmekteydi. Firavun II. Ramses de M.Ö. 1224’te
öldüğünde, Hindistan’dan gelen karabiber taneleri ile beraber gö-
mülmüştü. Karabiber taneleri firavunun burun deliklerine yerleşti-
rilmişti. M.Ö. 500 ile M.S. 200 arasında yükseliş kaydeden baharat ti-
careti, bütün bir Eski Dünya’yı kuşattı. Bu, Hindistan’dan Britanya’ya
tarçın ve biber; Arabistan’dan Çin’e tütsü taşınarak yapılmıştı. Ne

94
İnsanlığın Yeme Tarihi

var ki, bu ticaret ağının tüm boyutları genellikle bu işi yürütenler


tarafından dahi bilinmiyordu; çünkü ticaretini yaptıkları malların
anavatanlarının neresi olduğu konusunda pek bilgi sahibi değillerdi.
Nasıl ki Yunanlılar kendilerine Arap tüccarlar üzerinden gelen Hint
baharatlarının asıl anavatanını Arabistan sanmışlarsa, Çinliler de
muskat ve karanfillerin Malaya, Sumatra ya da Cava’dan gelmiş ola-
bileceğini düşünüyordu; hâlbuki bunlar sadece deniz ticaretinin ya-
pıldığı güzergâh boyunca gemilerin uğradığı limanlardı. Gerek mus-
kat, gerekse karanfilin gerçek anavatanı doğudaki Molük Adaları’ydı.
Baharatlar yalnızca denizden değil, kara üzerinden de dünya-
yı dolaşmıştır. M.Ö. 2. yüzyıldan itibaren kara üzerindeki ticaret
güzergâhları, Çin’i Doğu Akdeniz’e bağlayıp, batıda Roma İmpara-
torluğu ile doğuda Çin İmparatorluğu arasında bir köprünün ku-
rulmasını sağlamıştır. (Bu güzergâhlara 19. yüzyılda “İpek Yolu”
denmiştir. Tabii bu güzergâhlarda sadece ipek taşınmıyordu, ayrıca
tek bir yoldan ziyade doğu-batı arasında işleyen çift yönlü bir ticaret
yolu vardı.) Misk, ravent ve meyankökü, İpek Yolu boyunca ticareti
yapılan baharatlar arasındaydı. Baharatlar, kara yoluyla, Hindistan’ın
kuzeyi ve güneyi arasında; Hindistan’la Çin arasında, Güneydoğu
Asya ile Çin’in iç kısımları arasında taşınmıştır. Roma zamanında
gerek Çin’de, gerekse de Hindistan’da muskat ve karanfil bulmak
mümkündü. Fakat Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne kadar bu ba-
haratlar, Avrupa’ya düzenli olarak gelmiyordu.
Ticaret ağının genişlemesi ve uzak diyarlardan gelen malların
miktarı, Roma’da tartışmalara neden olmuştu. Bir görüşe göre bu ti-
caret hem gereksiz bir harcamaydı, hem de Romalıların geleneksel
değerleri olduğu varsayılan alçakgönüllülük ve sadelik ruhuna ters
düşüyordu. Dahası bu ticaret, önemli miktarda altın ve gümüşün
doğuya doğru akması anlamına geliyordu. İmparatorluğun dışına
akan bu servetin telafi edilmesi Romalıların yeni hazine kaynakları
bulmasını gerektirecekti. Bu da muhtemelen ya fetih yoluyla ya da
yeni madenleri işletmeye açarak yapılacaktı. Sonuç itibariyle tüm bu
şeyler, doğrusunu söylemek gerekirse, gereksiz ve fahiş fiyatlara sa-
tılan ürünler içindi.
Romalı yazar Büyük Plinius’un yazdığı gibi: “Hemen her yıl
Hindistan en az 55 milyon sikkemizi yutmaktadır. Satın almak için

95
Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması

bu mallara ödediğimiz meblağ, bu malların üretim maliyetinden yüz


kat fazladır.” Toplamda bakıldığında yazar, Roma’nın doğuyla olan
yıllık ticaret açığının yüz milyon sikkeye ya da yaklaşık on ton altına
eriştiğini vurgulamaktadır. Tabii bu açığın bu kadar büyümesinde
sadece baharatların değil, Çin ipeğinin ve diğer pahalı malların da
etkisi vardı. Büyük Plinius, “Bu öylesine bir meblağdır ki, açığımızı
kapatmak için kendi lüks mallarımızdan ve kadınlarımızdan bile fe-
ragat etmek durumunda kalmaktayız,” diye yakınmaktaydı. Plinius
biberin bu denli yaygın kullanımı karşısında şaşkınlığa uğradığını
belirtiyordu: “Biberin kullanımı şaşırtıcı bir şekilde öylesine ayrıca-
lıklı bir hale dönüştü ki, kullanıldığı bazı yemeklerde cazibe, diğer-
lerinde ise hoş bir etki bırakıyor. Buna karşılık biberin ya da başka
türde bir baharatın kullanılmadığı yemeklerin hiçbir özelliği yok,”
diye yazdı. “Biberin tek hoş özelliği ağızda acı bir tat bırakmasında
yatıyor ve yalnızca bu şey için Hindistan’a kadar gitmek durumunda
kalıyoruz!”
Benzer şekilde Plinius’un çağdaşı olan Tacitus da Romalıla-
rın “müsrifliği barındıran yemek zevkleri”ne bağlılıkları konusun-
da kaygılarını dile getiriyordu. Ne var ki, M.S. 1. yüzyılın sonları-
na doğru Tacitus bu satırları yazdığında, Roma’nın baharat ticareti
çoktan doruk noktasına ulaşmıştı. Takip eden yüzyıllarda Roma
İmparatorluğu’nun inişe geçip, zenginliğinin ve etki sahasının daral-
masına paralel olarak Hindistan’la olan baharat ticareti eski cazibe-
sini kaybetmeye başladı. Bunun sonucunda Arap, Hint ve İranlı tüc-
carlar Akdeniz’e mal tedarikinde bulunan ana aktörler olarak tekrar
ortaya çıktılar. Ancak baharat kesintisiz bir şekilde ticarette akmaya
devam etti. M.S. 5. yüzyılda Vinidarius’un derlediği bir Roma yemek
kitabı [The Excerpts of Vinidarius –Vinidarius’tan Seçmeler] elliden
fazla ot, baharat ve bitkiden seçilen bir baharat listesi sunar. Listenin
başlığı “Yemekler lezzetsiz kalmasın diye her evde bulunması gere-
ken baharatların bir özeti” şeklindedir ve bu listede toz biber, tarçın,
Hint sümbülü, tarçın yaprağı ve karanfiller de yer alır. M.S. 408 yılın-
da, Gotların kralı Alarik, Roma’yı kuşattığında, onlardan fidye ola-
rak 2200 kilo altın, 30.000 parça gümüş, 4000 adet ipek elbise, 3000
parça kumaş ve 1300 kilo toz biber talep etmişti. Buradan anlaşılıyor

96
M.S. 1. yüzyılda Eski Dünya üzerindeki ticaret yolları. Bu ticaret yolları, Akdeniz bölgesini doğudaki Çin ve Molük
Adaları’na bağlayarak, bu uzak diyarlar arasında bir köprü kurmuştur.
Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması

ki, Çin ipeği ve Hint biberi, Roma İmparatorluğu dağılma ve parça-


lanma dönemindeyken bile dışarıdan temin edilmekteydi.
Doğuyla yapılan ticaretin geliştiği dönem boyunca baharat, Av-
rupalıları kısa süreliğine de olsa Hint Okyanusu’nun hummalı ticare-
tinin içerisine dâhil etti. M.S. 1. yüzyılda bu ticaret ağı Eski Dünya’ya
uzanarak, Avrasya’nın o zamanlardaki en güçlü imparatorlukları
arasında bir köprü kurdu. Bu imparatorluklar arasında; Avrupa’da
Roma İmparatorluğu, Mezopotamya’da Part İmparatorluğu, Kuzey
Hindistan’da Kuşan İmparatorluğu ve Çin’de Han Hanedanı yer al-
maktadır (Roma ve Çin imparatorlukları kendi aralarında diplo-
matik ilişkiler bile kurmuşlardır). Baharatlar, gerek deniz gerekse
de kara üzerinden küresel ticaret ağları vasıtasıyla dünyayı dolaşan
şeylerden sadece biridir. Ancak baharatlar; pahalı olmaları, çoğu du-
rumda dünyanın sadece belirli bölgelerinde bulunabilmeleri, kolay-
ca saklanabilmeleri ve aşırı rağbet görmelerinden dolayı dünyanın
bir ucundan diğer ucuna taşınmada istisnai bir yer teşkil eder.
Roma kaynaklarında adı geçen karanfil baharatını hatırlayalım;
bu baharat sadece dünyanın diğer ucundaki Molük Adaları’nda ye-
tişmekteydi. Baharatlar, Güneydoğu Asya’dan Roma mutfaklarına
bir tat getirmekte; benzer şekilde Arabistan’dan Çin tapınaklarına da
hoş kokular taşımaktaydı. Tabii baharatlar küresel düzeyde akarken,
yanlarında başka şeyler de taşımaktaydı.

Ticaret Yollarında Bilgi Akışı

Ticaret yollarında sadece malların akışı sağlanmıyordu. Yeni icatlar,


diller, sanat eserleri, gelenekler ve dini inançlar da fiziki mallarla
birlikte taşınıyordu. M.S. 1. yüzyılda Yakın Doğu’dan Çin’e şarap ve
şarap yapımı bilgisi bu şekilde geçmişti. Tabii buna karşılık Çin’den
Yakın Doğu’ya da şerit makarna (şehriye) yapımı aktarılmıştı. Çok
geçmeden bunları kâğıt, pusula ve barut gibi şeyler takip etti. Esasın-
da Arap rakamları Hindistan kökenli olmakla birlikte bu rakamlar
Avrupa’ya Arap tüccarlarınca getirilmişti (zaten onlara bu yüzden
“Arap rakamları” denmektedir). Kuzey Hindistan’daki Kuşan kül-

98
İnsanlığın Yeme Tarihi

türünün sanatında ve mimarisinde Helenistik etkiler göze çarpar.


Benzer şekilde Venedik yapıları da Arabistan’dan gelen süslerle be-
zenmiştir. Özellikle iki alanda, coğrafya ve din, ticaret ve bilgi akışı
arasındaki karşılıklı etkileşim birbirini oldukça beslemiştir.
Baharatları egzotik gösteren şeylerden biri, onların gizemli ve
uzak diyarlarla olan ilişkisidir. İlk dünya haritaları üzerine çizim-
leri ve fikirleri olan antik dünyanın öncü coğrafyacılarının bilgi
sınırları genellikle baharatlar ile çizilmekteydi. Örneğin, Strabon,
Hindistan’dan, “tarçın üretimi yapan ülke” diye bahsetmektedir. Bu
ülke Strabon’a göre “canlı yaşamına elverişli dünyanın en uç sını-
rında” yer almaktadır. Strabon’a göre bu yerin ötesi, insan yaşamına
elvermeyen sıcaklıkla olan bir yerdir. Yunanlı denizcinin yazdığı el
kitabında [Periplus of the Erythraean Sea] bile Ganj Nehri’nin do-
ğuya döküldüğü yerde nelerin olup bittiğine dair bir şey söylenmez:
“Canlı yaşamına elverişli dünyanın son uğrak yeri”nde büyük bir ada
vardır (muhtemelen burası Sumatra), buradan sonra ise “deniz bir
yerlerde son bulur.” Kuzeyde ise ipeğin ve Hint defneyaprağının (tar-
çın) anavatanı olan “Thina”nın (yani Çin) gizem dolu diyarı bulunur.
Tüccarlar ve coğrafyacılar birbirlerine bağımlı durumdaydılar:
Tüccarların haritalara ve haritacıların ise bilgiye ihtiyaçları vardı.
Tüccarlar sefere çıkmadan önce coğrafyacıları ziyaret eder, geri dön-
düklerinde ise elde ettikleri bilgileri onlarla paylaşırlardı. Bir yerden
bir başka yere gitmede hangi yolların izlenmesi gerektiğini ya da
yolculuğun kaç gün süreceğini bilmek mesafenin ölçümünü müm-
kün kıldığı için haritalar yapılabilmekteydi. Bu şekilde coğrafyacı-
lar, baharat ve diğer malların ticaretinin dolaylı bir sonucu olarak
dünyanın ana hatlarını öğrenmiş ve ortaya çıkarmış oldular. Bu aynı
zamanda baharata dair bunca bilginin niçin ilk coğrafyacılardan
gelmiş olduğunu açıklamaktadır. Aslına bakılırsa ne coğrafyacıların
ne de tüccarların kendi sırlarını ifşa etmede pek gönüllü oldukları
söylenemez, ancak bilgilerin karşılıklı paylaşımı her iki tarafın da
çıkarınaydı. Haritalar konusunda tüccarlar ve haritacılar eşgüdüm-
lü çalıştılar. M.S. 2. yüzyılda ise Romalı matematikçi, astronom ve
coğrafyacı Batlamyus’un yaptığı derleme ile birlikte harita üzerine
yapılan çalışmalar en ileri seviyesine taşındı. Bu harita şaşırtıcı bir

99
Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması

şekilde modern standartlarla birebir aynıydı ve bin yıldan fazla bir


zaman boyunca bu harita Batı coğrafyasının temelini oluşturdu.
Coğrafya ve ticaret arasındaki karşılıklı ilişkiye Batlamyus dik-
kat çekmiştir. Ona göre Çin’e giden İpek Yolu üzerinde merkezi bir
ticaret noktası olan Taş Kule’nin [Stone Tower] yeri, ticaret sayesinde
ortaya çıkarılabilmiştir. Batlamyus, yüzlerce yıl önce Yunan filozof-
larınca ispat edilen Dünya’nın küre şeklinde olduğu gerçeğinin de
gayet iyi farkındaydı. Batlamyus, daha çok, Dünya’yı düz bir zemin
üzerine en iyi şekilde nasıl aktarırım düşüncesine kafa yormuştur.
Gelgelelim, Batlamyus’un Dünya’nın çevresini ölçme amacıyla yaptı-
ğı hesaplamalar yanlış çıkmıştır. Eratosthenes isimli Yunanlı bir ma-
tematikçi, Batlamyus’tan dört yüzyıl önce Dünya’nın çevresini he-
saplamış ve büyük ölçüde doğru cevaba yaklaşmışken Batlamyus’un
hesabı, gerçek ölçülerin altıda bir oranında daha küçüğüydü. Buldu-
ğu bu ölçü ile Batlamyus, Avrasya bölgesinin Dünya üzerinde (asıl
ölçümüne göre) daha fazla yer kapladığını iddia etmiştir. Asya’nın
doğuya doğru daha geniş bir alan kapladığına yönelik bu abartılı he-
saplama, Kristof Kolomb’u batı yönüne doğru sefere çıkıp doğuya
ulaşması konusunda yüreklendiren etkenlerden biri olacaktır.
Ayrıca Batlamyus, Afrika’nın güney ucundan dolaşmak sure-
tiyle Hint Okyanusu’na Atlantik’ten erişilebileceğine dair kanıtlar
mevcutken bu okyanusun etrafının kara ile çevrili olduğunu düşü-
nüyordu (Herodot M.Ö. 600’lerde gemiyle Afrika’nın etrafını dola-
şan Fenikelilerden bahsetmiştir. Fenikelilerin bunu yapması yaklaşık
üç yıl sürmüş ve gemilerini güneye doğru sürdüklerinde mevsimle-
rin garip bir şekilde tersine döndüğünü keşfetmişlerdi). 10. yüzyılda
Arap coğrafyacılar, Hint Okyanusu’nun bir “iç okyanus” olduğuyla
ilgili görüşün yanlış olduğunu saptadılar. Bu coğrafyacılardan biri
olan Bîrûnî, “Afrika’nın güney kıyısı boyunca uzanan dağlardaki bir
boşluk”tan bahsetmiştir. “Kimse gözüyle görüp kanıtlayamamış olsa
bile bu bağlantıya dair elde kesin kanıtlar mevcuttur.” Bu konuda
Bîrûnî’nin bilgi kaynağı hiç şüphesiz tüccarlardı.
Dini inançlar, ticaret güzergâhları üzerinden dünyaya yayılan
bir başka bilgi türüydü. Bu konuda ya misyonerler tüccarların açtı-
ğı güzergâhları takip ediyorlar ya da tüccarlar gittikleri yeni yerlere

100
İnsanlığın Yeme Tarihi

kendi inançlarını taşıyorlardı. Örneğin, Mahayana Budizmi ticaret


güzergâhları üzerinden Hindistan’dan Çin’e, buradan da Japonya’ya
yayılmıştır. Hinayana Budizmi de benzer yollarla Sri Lanka’dan
Burma’ya, Tayland’a, buradan da Vietnam’a yayılmıştır. Tarihte
anlatıldığına göre Havari Thomas, M.S. 1. yüzyılda Hıristiyanlığı
Hindistan’ın Malabar sahiline getirmiştir. Thomas baharat ticareti
yapan bir gemide Cranganore’ye (bugün Kerala’daki Kodungallur
isimli yer) ayak bastığında tarihler M.S. 52’yi gösteriyordu. Ancak ti-
carette en göze çarpan dini kaynaşma İslam dini ile olan kaynaşmay-
dı. İslam’ın doğduğu yer olan Arap Yarımadası’ndan yayılmaya baş-
laması, doğal olarak, askeri yollarla gerçekleşmişti. M.S. 632 yılında
Muhammed peygamberin ölümünü takip eden yüzyılda, peygam-
berin halefleri sırasıyla İran’ı, Mezopotamya’yı, Filistin’i ve Suriye’yi;
devamında Mısır’ı ve Kuzey Afrika kıyı şeridinin geri kalan kısımları
ile birlikte İspanya’nın büyük bir bölümünü fethetmişti. Ancak M.S.
750 yılı sonrasında İslam’ın yayılması büyük ölçüde ticaretle bağlan-
tılı bir hal aldı: Müslüman tüccarlar Arap Yarımadası’nın dışına çı-
karken yanlarında kendi dinlerini de götürdüler.
Yabancı limanlardaki Arap ticaret merkezlerinde yaşayan-
lar çok geçmeden İslam dinine geçmeye başlamışlardır. Bütün bir
Sahra boyunca Müslüman dünyası ile ticaret yapan Afrikalı impa-
ratorluklar, (örneğin, Gana Krallığı ile daha sonra onun yerini alan
Mali İmparatorluğu) 10 ila 12. yüzyıllarda İslam’a geçmiştir. Bunun
yanında İslam dini ticaret güzergâhları üzerinden Afrika’nın doğu
kıyısındaki şehirlere de yayılmıştır. Tabii Hint Okyanusu’ndan
Hindistan’ın batı kıyılarına doğru olan tüm bu yayılmalar ticaret
güzergâhları sayesinde mümkün olabilmiştir. 8. yüzyıl itibariyle
Arap tüccarlar Kanton’da ticaret yapmak amacıyla deniz üzerinden
Çin’e kadar gitmişlerdi. Bu ticaret güzergâhı, batıda İslam’ın yükse-
lişi ile doğuda Çin’in Tang Hanedanı’nın ortaya çıkması sonucunda
iki güç arasında kurulan siyasi birlik sayesinde mümkün olabilmiş-
tir. Gelgelelim, birbirine uzak bu iki coğrafya arasındaki seferler
hayli tehlikeli ve riskliydi. İranlı Yazar Buzurg ibn Shahriyar, Ab-
harah isimli efsanevi bir kaptandan bahseder. Bu kaptan Çin’e tam
yedi defa sefer düzenlemiş ve başından geçenleri anlatacak kadar

101
Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması

da yaşayabilmiştir. Ne var ki, anlattığı hikâye sadece şu olmuştur:


Yaptığı seferlerin birinde kaptanın gemisi kaza geçirmiştir ve gemi-
den sağ kurtulan tek kişi de kendisi olmuştur.
Bu dönem aslında, Denizci Sinbad’ın hikâyelerinde resmedi-
len büyük okyanus seferlerinin macera dolu dönemlerden biridir.
Ülkesine geri dönen zengin bir adam vardır; elde ettiği ganimetleri
har vurup harman savurur; sonra yeni bir macera için gün saymaya
başlar ve sonunda tekrardan sefere çıkar… Sinbad’ın hikâyeleri Hint
Okyanusu boyunca seferler düzenleyen Arap tüccarlarının birebir
yaşanmış deneyimlerine benzer bir anlatı sunar. Gelgelelim, M.S.
878’de Çin ile yapılan ticarete son verilmiştir. Bu tam da isyancıla-
rın Tang rejimine karşı ayaklanarak Kanton’u yağmaladıkları ve bin-
lerce yabancıyı katlettikleri bir döneme rast gelir. Bu olaydan sonra
Arabistan’dan gelen tüccarlar sadece Hindistan’a ya da Çinli tüccar-
larla alışveriş yapabilecekleri yer olan Güneydoğu Asya’ya kadar git-
mişlerdir. Ama İslam ara vermeden yayılmaya devam etmiştir. Za-
man içerisinde Hint Okyanusu civarında kök salarak, buradan, 13.
yüzyılda Sumatra’ya, 15. yüzyılda ise “baharat adaları” olarak bilinen
Molük Adaları’na kadar yayılmıştır.
Ticaret ve İslam tarihte hayli uyumlu bir “ikili” olduklarını ka-
nıtlamışlardı. Zira tüccarlık o zamanlar onurlu bir meslek olarak
kabul görmekteydi; çünkü Muhammet peygamberin kendisi de bir
tüccardı ve zamanında Hint Okyanusu’ndan Akdeniz’e baharat taşı-
nan ticaret güzergâhları üzerinden Suriye’ye seferler düzenlemişti.
İslam dini yayılırken dil, kültür, töreler, Müslüman dünyası içerisin-
deki âdet ve gelenekler, ticaretin geliştiği yerlerde zengin bir ortamın
oluşmasını sağladı. Müslüman tüccarlar gittikleri ticaret merkezle-
rinde din kardeşleriyle ticaret yapmaya daha fazla eğilim göstermek-
teydiler. Belirli bir bölgedeki merkezi bir ticaret şehri bir kez İslam’a
geçince, komşu şehirler için de aynı şeyi yapmak, yani Müslüman-
lığın kural ve kaidelerini uygulamak ve Arap diline geçmek haliyle
akla yatkın gelmekteydi. Venedikli Gezgin Marco Polo, 13. yüzyı-
lın sonlarına doğru Sumatra’yı ziyaret ettiğinde adanın kuzeydoğu
ucuna “Arap tüccarların çok sık uğradıkları”ndan bahsetmiştir. “Bu
tüccarlar adada yaşayan yerlileri Muhammed’in dinine geçirmişler-
di.” Bazı tüccarlar, kendilerine ticari menfaat sağladığı gerekçesiyle

102
İnsanlığın Yeme Tarihi

İslam’a geçmiş olsalar da, İslam’ın hızlı bir şekilde yayılması, tüc-
carların ya da onların soyundan gelenlerin kısa bir süre içerisinde
yeni dini içtenlikle kabul etmiş olduklarını göstermektedir. Netice
itibariyle ticaret İslam’ı yaymış ve bunun karşılığında İslam da tica-
reti ilerletmiştir. Belirtmeden geçmeyelim, 20. yüzyılın bitiminde, en
büyük Müslüman nüfusa sahip iki ülke Endonezya ve Çin’di. Her iki
ülke de İslam’ın askeri etki alanının çok ötesinde kalan ülkelerdi.
İki tarihi kişilik bize İslam’ın etkisini ve birleştirici gücünü res-
metmede önemli detaylar sunar. Bunlardan biri Tancalı Müslüman
ve Arapların Marco Polo’su olarak bilinen İbn Battûta’dır. Battûta,
1325 yılında yirmi bir yaşındayken hacca gitmek için Mekke’ye doğ-
ru yola çıkar. Bir yıl süren yolculuğu esnasında Kahire’ye, Şam’a ve
Medine’ye uğrar. Ancak ülkesine hemen geri dönmek yerine birkaç
yere daha gitmeye karar verir. Battûta, yirmi dokuz yıl sürecek bu
uzun seyahatinde dünyanın hemen her yerini dolaşmış ve toplam-
da 73.000 millik bir yol kat etmiştir. Seyahati boyunca İran, Irak ve
Afrika’nın doğu sahili ile birlikte Türkiye’yi ve Orta Asya’yı gezmiş;
Hint Okyanusu’ndan Çin’in güneyine kadar uzanan uzun bir seyahat
gerçekleştirmiştir. Ardından Kuzey Afrika’ya geri dönmüş, buradan
da İspanya’nın güneyine ve Orta Afrika’daki Mali Krallığı’na geçmiş-
tir. Nereden bakılırsa bakılsın bu, Battûta için olağanüstü bir dene-
yimdi. Ancak gezgin bu seyahatinin büyük çoğunluğunu Müslüman
dünyasının sınırları içerisinde kalan yerlerde, Müslümanların dediği
şekliyle Dârü’l İslâm’da, gerçekleştirmiştir. Seyahati boyunca Battûta,
Delhi ve Maldiv Adaları’nda kadı olarak çalışmış; Hindistan sultanı
tarafından Çin’e büyükelçi olarak gönderilmiştir. 1346’da Sumatra’yı
ziyaret ettiğinde, buradaki sultanın hukuk âlimlerinin, kendi Hanefi
inancının üyeleri olduğunu fark edecektir.
İkinci tarihi kişilik ise Çin’in devasa donanmasının amirali olan
Zheng He’dir. 1405 ile 1433 yılları arasında Zheng He, her biri yak-
laşık iki yıl süren ve Hint Okyanusu’nun içlerine kadar uzanan top-
lam yedi deniz seferine kaptanlık yapmıştır. 27.000 denizci ve 300
gemiden oluşan filosu o zamana kadar dünyanın en büyük filosudur.
Yaklaşık beş yüz yıl boyunca da boyutları itibariyle kendisine rakip
bir filo çıkmamıştır. Zheng He’nin yaptığı şeyler, daha çok Çin’in
zenginliğini, gücünü ve bilgisini dünyaya kanıtlamak; ülkeler ara-

103
Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması

sında diplomatik ilişkiler kurup ticareti teşvik etmekti. Bu doğrul-


tuda Zheng He, Güneydoğu Asya’nın baharat adalarından geçerek
Hindistan’ın sahillerine, buradan Basra Körfezi’ne ve Afrika’nın doğu
kıyısına kadar batı yönünde hareket etmiştir. Seferi sırasında He’nin
gemileri ilginç şeyler toplamıştı; uğradığı yerlerin hükümdarlarıyla
ticaret yapmış ve Çin’e geri götürmek üzere gemisinde büyükelçileri
ağırlamıştı. Zheng He, Çin’in dış dünya ile ilişkilerinin geliştirilme-
sinde bir büyükelçi rolündeydi. Şaşırtıcı olan ise Zheng He’nin bir
Müslüman oluşuydu. Bu durumu gemisiyle limanları, pazarları ve
Hint Okyanusu civarındaki kralların saraylarını dolaşırken He’ye
ideal bir vasıf kazandırmıştı. Ancak sarf ettiği bütün çabaları boşa
çıktı. Zheng He, her ne kadar Çin’in Hint Okyanusu’ndaki gücünü
pekiştirmiş olsa da Çin’deki iç karışıklıklar, donanmanın çözülmesi-
ne; siyasi hesaplaşmaların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu karşılık-
lıklar sonucunda ülkenin kaynakları, imparatorluğu kuzeyden gelen
saldırılara karşı korumaktansa farklı hizipler arasında paylaşıldı.
Dünya baharat ticareti ağı, Müslümanların egemen olduğu dö-
nemde, en uzak diyarları birbirine bağlayan bağlantı ağı olduğundan
İslam dini, tüccarların iş yaptığı yerlerde geçerliliği olan bir “ortak
protokol”dü. Ancak bu protokol, Müslüman dünyasında ticaretin ge-
lişmesi ve İslam’ın yükselişe geçmesiyle birlikte Avrupa’nın Hint Ok-
yanusu ticaretinde saf dışı kalmasıyla sonuçlanmıştı. M.S. 641 yılın-
da İskenderiye’nin Müslümanların eline geçmesinden sonra baharat
artık Akdeniz’e doğrudan ulaşamaz oldu. Doğuya erişimlerini bloke
eden “Müslüman perdesi” ile Avrupalılar ticaretin durgun sularına
terk edilmiş oldular.

Müslüman Perdesinin Etrafında

1345 yılında Altın Orda Devleti’nin hakanı Jani Beg, Kırım Yarı-
madası’ndaki Feodosya Limanı’nı kuşatır. Ancak Cenevizli tüccar-
lar bu liman şehrini 1266 yılında Altın Orda Devleti’nden (yani
çöken Moğol İmparatorluğu’nun uzak batı kolu olan devletten)
satın almışlardı, ayrıca burası onların Karadeniz’deki ana ticaret

104
İnsanlığın Yeme Tarihi

merkezlerinden biriydi. Ne var ki, Jani Beg, limanın köle ticare-


ti için kullanılmasına onay vermemiş ve bu yüzden limanı birkaç
kere geri alma girişiminde bulunmuştu. Tam başarı sağlıyorken
hakanın ordusu korkunç bir vebanın pençesine düşmüştü. Gabri-
ele de Mussi isimli bir İtalyan noterin anlattıklarına bakılırsa, Jani
Beg’in birlikleri vebalı cesetleri mancınıklara yükleyip şehre doğru
fırlatmış; şehri savunan askerler de cesetleri Feodosya’nın duvarları
üzerinden denize doğru atmışlardır. Yine de tüm bunlara rağmen
vebanın yayılmasına engel olunamamıştır. Mussi şunları anlatır:
“Tahmin edilebileceği gibi kısa bir süre içerisinde hava bozulmuş
ve su kuyuları da zehirlenmişti. Bu şekilde veba şehir içerisinde
hızlı bir şekilde yayılma imkânı buldu, öyle ki, hastalık herkesi kı-
rıp geçirmiş ve yalnızca birkaç kişi bu vebadan kaçabilmişti.” Bu-
nunla birlikte bazı Cenevizliler de bir şekilde vebadan kaçmanın
yolunu bulmuştu. Fakat gemileriyle batıya yönelerek aslında ken-
dileriyle birlikte veba hastalığını da taşımış oldular.
Bugün “Kara Ölüm” olarak bilinen büyük veba salgını 1347
yılı boyunca Akdeniz havzasına sıçramış, takip eden yılda Fransa
ve İngiltere’ye ulaşmış, 1349’da da İskandinavya’ya sıçrayarak 1353
yılına kadar hesaplamalara göre Avrupa nüfusunun yarısının ya da
üçte birlik bir bölümünün yok olmasına neden olmuştur. Bizanslı
bir vakanüvis şöyle yazar: “Veba dünyanın neredeyse tüm sahil-
lerine vurmuş ve insanların çoğunu kırıp geçirmiştir.” “Hıyarcıklı
veba” ya da “Bubonik veba” olarak bilinen bu salgının Avrupa’ya
pireli farelerce gelmiş olduğu genel kabul gören bir durum olsa da
vebanın biyolojik doğası bugün hâlâ hararetli tartışmalara konu ol-
maktadır. O zamanlar bu salgına “veba” deniyordu; “Kara Ölüm”
terimi ise 16. yüzyılda türetilmiş ve 19. yüzyılda, yaygın bir şekilde
kullanılmaya başlanmıştır. Veba bir kez yayılmaya başlayınca hiç-
bir tıbbi müdahale kurbanların iyileştirilmesine fayda etmemiştir.
O zamanlar vebanın yayılmasına engel olmak için kendilerini evle-
rinde karantina altına alan, salgından etkilenmemek için ailelerini
terk eden insanlar vardı. Doktorlar hastalığın bulaşıcı riskini en
aza indirmek için akla gelen en garip yöntemlere başvurmaktaydı.
Örneğin, şişman insanların güneş altında oturmamaları gerektiği-

105
Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması

ne dair tavsiyeler vardı. Vebaya yakalanmamak için de sürekli de-


ğişen bir dizi beslenme listesi açıklanmaktaydı. Paris’teki doktorlar,
insanlara salamura ya da taze sebzelerden, şarapla tüketilmediği
müddetçe meyvelerden uzak durmaları, kümes hayvanları, ördek
ve yavru domuz etini yemekten kaçınmaları gerektiğini söylüyor-
lardı. Doktorlar ayrıca zeytinyağı tüketiminin “ölümcül” olduğu
uyarısında bulunuyorlardı.
Uzak durulması gereken besinler listesinde vebadan korunmak
için önerilen birkaç besin çeşidi daha vardı. Bunların en başında eg-
zotik ve sihirsel özellikleri olan, tesirli ve tıbbi kullanımı konusunda
uzunca bir geçmişe sahip baharatlar gelmekteydi. Fransız doktorlar,
o zamanlar hastalara içine toz biber, zencefil ve karanfil gibi baharat-
lar serpiştirilmiş et suyu çorbasını tavsiye etmekteydi. Vebanın, kir-
lenen havadan kaynaklanmış olabileceği düşünülüyordu, bunun için
de insanlara evlerindeki kokulu odunları yakmaları ve etrafa gül suyu
serpiştirmeleri salık veriliyordu. Ayrıca dışarıya çıkılırken hastaların
çeşitli türde biber, gül yaprağı ve diğer aromatik bitkilerden oluşan bir
karışımı yanlarında getirmeleri öneriliyordu. İtalyan Yazar Giovan-
ni Boccaccio, “ellerindeki çiçekleri ya da kokulu bitkileri sık sık bu-
runlarına dayayıp koklayan” insanlardan bahseder. Ölüm ve ölmenin
kokusunu gizlemelerinin yanı sıra bu bitkilerin havayı temizlediği
de düşünülmekteydi. Oxford Üniversitesi’nde bir akademisyen olan
Escenden’li John yanındaki insanlar vebaya yenik düşüp ölürken toz
haline getirilmiş tarçın, sarısabır, mürrüsafi, safran, muskat ve kuşbur-
nu baharatlarından yapılan bir karışımın kendisini ayakta tuttuğunu
ve bu konuda en ufak bir şüphesinin de olmadığını söylüyordu.
Aslında salgından korunmanın bir yolu olarak görülen baharat-
lar, bütünüyle işe yaramaz şeylerdi. Hatta işe yaramamalarından daha
kötüsü de vardı! Her şeyden önce baharatların, vebanın kıtaya ulaş-
ması ve yayılması konusunda kısmen de olsa bir payı vardı. Ceneviz-
lilerin Feodosya Limanı kritik önemde olan bir limandı, çünkü İpek
Yolu’nun Çin’e giden batı sınırında bulunmaktaydı. Dahası gemilerle
Basra Körfezi’nden [the Gulf] taşınıp ardından kara yoluyla Feodos-
ya ve Karadeniz’deki diğer limanlara taşınan Hindistan çıkışlı baha-
ratlar ve diğer mallar, “Müslüman perdesi”nin arkasından dolaşarak

106
İnsanlığın Yeme Tarihi

bu limana ulaşmaktaydı. Bu yüzden Feodosya, Müslümanların kur-


duğu tekeli kırmada Cenevizlilere bir imkân sağlamıştı. Bu şekilde
Avrupa’daki müşterilerine satmak üzere doğu mallarına erişimde bir
sorun yaşanmayacaktı (Cenevizlilerin baş düşmanları Venedikliler,
o zamana kadar, Kızıl Deniz ticaretini kontrolü altında bulunduran
Müslüman sultanları ile ittifak içerisinde bulunmakta ve onların Av-
rupa’daki resmi dağıtımcıları rolünü üstlenmekteydiler). Daha son-
radan Orta Asya kökenli olduğu anlaşılan veba hastalığı, Cenevizli
baharat gemilerince Avrupa’da yayılmaya başlamadan önce kara üze-
rindeki ticaret güzergâhları vasıtasıyla Feodosya’ya ulaşmıştı.
Baharat ticareti ve veba hastalığı arasındaki bağlantı fark edildi-
ği zaman artık iş işten geçmişti. Flaman bir vakanüvis şöyle yazıyor-
du: “1348 yılının Ocak ayında üç kadırga Ceneviz Limanı’na girdi.
Gemileri buraya atan doğudan esen şiddetli rüzgârdı. Çeşit çeşit ba-
harat ve değerli mallarla dolu olan gemiler, fena halde salgına bulaş-
mışlardı.” Vakanüvis şöyle devam ediyordu: “Ceneviz’de yaşayanlar
bunu öğrendiklerinde ve gemidekilerin hızlı ve onarılmaz bir şekilde
karadaki insanlara hastalık bulaştırdıklarını gördüklerinde okları ve
çeşitli savaş makinelerini yakarak onları bu limandan sürdüler. Hiç-
kimse onlara el sürmeye cesaret edemiyordu, hiçkimse onlarla ticaret
yapmaya istek değildi. İnsanlar, böyle bir şey yapacak olsalar anında
öleceklerini biliyorlardı. Bu yüzden bir limandan diğerine sürülmek
durumunda kaldılar.” O yıldan sonra Avignon’daki bir Fransız yazar,
Cenevizli gemiler için şunları yazmıştı: “İnsanlar, vebalı gemilerle
gelmiş olabileceği düşüncesiyle temkinli davranıp yemek yemediler.
Yemek yemedikleri gibi bir yıl boyunca, saklanmayan baharatlara da
dokunmadılar. (…) Çoğu kez olduğu gibi yeni gelen baharatları tü-
keten kişiler (...) anında hastalığın pençesine düşüyordu.”
Avrupa ile Doğu arasındaki çeşitli kara ve deniz yollarının öne-
mi, Orta Asya’daki coğrafi duruma bağlı olarak farklılık göstermek-
tedir. Örneğin, batıda Macaristan’dan doğuda Kore’ye kadar uzanan
Avrasya bölgesinin kuzey kısmını kaplayan geniş bir coğrafyada
Moğol İmparatorluğu’nca sağlanan siyasi birlik, kara yolundaki tica-
ret güzergâhlarını daha güvenli bir hale getirmiş, bu da beraberinde
ticaretin hacmini artırmıştı. 13. yüzyılda şöyle deniyordu: Bir kız,

107
Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması

başında bir sepet altın ile hiçbir saldırı ya da sataşmaya uğramadan


Moğol İmparatorluğu’nun hâkim olduğu yerlerde rahatça yürüyebi-
lir. Haçlı Seferleri sırasında Hıristiyanlığın Doğu Akdeniz ülkelerine
yayılması, İpek Yolu ya da Basra Körfezi üzerinden getirilen mallar
için bir ticaret kanalı açmış oldu. Buna karşılık 14. yüzyılın ilk yılla-
rında Moğol İmparatorluğu’nun parçalanmasıyla, denge Kızıl Deniz
güzergâhının lehine olacak şekilde bozuldu ve bu güzergâhın kont-
rolü, o dönemde, Memlük Sultanlığı’nın eline geçmişti.
Doğu ile olan ticarette Müslümanların kontrolü gitgide ele ge-
çiriyor oluşları 15. yüzyıl boyunca Avrupa’da büyük bir kaygı yaratı-
yordu. 1400 yılı itibariyle bu ticaretin yüzde 80’lik bir bölümü Müs-
lümanların elindeydi. Onların Avrupa’daki dağıtımcıları Venedikliler
o zamanlar kendi güçlerinin zirvesindeydiler. Venedik yılda yaklaşık
beş yüz ton baharatı kontrol ediyordu (bu baharatın yaklaşık yüzde
60’ı toz biberdi). Venedik’in baharat taşıyan gemilerinden biri kra-
la fidye olarak ayrılmaktaydı. Her ne kadar din adamları Müslüman
dünyası ile yapılan ticareti yasaklama girişiminde bulunmuş olsalar
da Venedikliler, bu girişimleri ya fazla dikkate almamış ya da özel
muafiyetler elde ederek bu ticari faaliyetlerine ara vermeden devam
etmişlerdi. Bu arada Ceneviz düşüşe geçmişti. Karadeniz’deki mal
varlıkları, yükselen yeni bir Müslüman güç olan Osmanlıların tehdidi
altındaydı. 1410 ile 1414 yılları arasında baharat fiyatlarında ani bir
yükseliş kaydedildi. Örneğin, İngiltere’de toz biberin fiyatı sekiz misli
arttı. Bu durum insanlara, tedarikçilerine ne denli bağımlı oldukları-
nı acı bir şekilde hatırlatmış oldu (Fiyatlardaki bu artışın sebebi muh-
temelen Zheng He’nin deniz seferleriydi. Çünkü He’nin Hindistan’ın
batı sahiline beklenmedik gelişi, olağan arz-talep dengesini alt üst et-
miş, bu da fiyatlarda bir artışa sebep olmuştu). Tüm bu olup bitenler
“Müslüman perdesi”nin dışında kalan yeni ticaret yollarının bulun-
ması konusunda gittikçe artan ilgiyi kamçılamış ve doğuyla doğru-
dan ticari bağların kurulması gereğini açığa çıkarmıştı.
1453 yılında Konstantinopolis’in düşüşü, Avrupa’nın keşiflere
yöneldiği dönemin tetikleyici unsuru şeklinde resmedilir. Hâlbuki
İstanbul’un fethi, doğuyla kara yoluyla kurulan ticaret güzergâhının
kesilmesiyle sonuçlanan bir dizi olaydan sadece en çok öne çıkanıdır.

108
İnsanlığın Yeme Tarihi

Osmanlılar, 1451 yılı itibariyle, Yunanistan ile Batı Türkiye’nin büyük


bir bölümünün fethini tamamlamıştı ve Bizans İmparatorluğu’nun
elinde kalan en önemli yer olan Konstantinopolis’i de “Allah’ın bo-
ğazındaki kılçık” olarak görüyorlardı. İstanbul’un düşüşüyle birlikte
Osmanlılar, Karadeniz’e giren ve çıkan gemilerden yüksek oranlarda
vergi almaya başladı. Sonra Karadeniz’in kıyısındaki Ceneviz liman-
larını ele geçirdiler. Bu limanlar arasında Feodosya da vardı. Burası
1475 yılında Osmanlıların eline geçti. Bu arada Osmanlıların ra-
kipleri olan Memlükler, İskenderiye’den geçen baharatlardan alınan
gümrük vergisini artırma fırsatı yakalamıştı. Bu şekilde Memlükler
15. yüzyılın ikinci yarısı boyunca Avrupa’daki fiyatların kademe ka-
deme artışına yol açtılar. Özetle söylemek gerekirse burada, tek ba-
şına bir şehrin düşüşü söz konusu değildir, Müslümanların baharat
ticareti üzerindeki hâkimiyetine karşı dozu gittikçe artan bir kaygı
ortaya çıkmış ve netice itibariyle de bu durum yeni deniz yolları üze-
rinden Doğu’ya ulaşma konusunda Avrupalı kâşifleri kışkırtmıştır.

109
6
İmparatorluğun Tohumları

1500 yılından sonra Calicut’ta, üzerine kan lekesi bulaşma-


mış biber bulmak imkânsızdır.
–VOLTAIRE, 1756

“Sanırım Raventi ve Tarçını Buldum”

1474 yılının haziran ayında ünlü İtalyan gökbilimci ve kozmograf


Paolo Toscanelli, Lizbon’daki Portekiz Sarayı’na bir mektup yazar.
Bu mektubunda Toscanelli, sıra dışı teorisinin ana hatlarını ortaya
koymaktaydı: Avrupa’dan “baharat diyarı” Hindistan’a gitmede en
kestirme yol, Afrika’nın altından dolaşarak güneye ve doğuya doğ-
ru gitmek değil, tersine, doğruca batı yönüne yelken açmaktır. “Ve
sakın,” diye yazmıştı, Toscanelli, “her ne kadar aksini düşünüyor ol-
sak da, baharatın batıdaki topraklarda yetiştiğini söylediğimde buna
şaşırmayın.” Toscanelli, doğunun zenginliklerini büyük ölçüde Mar-
co Polo’nun yazdıklarına dayanarak tasvir etmiş ve kullanışlı olsun
diye de mektubunda Çin’e giden yol üzerindeki okyanusta bulunan
Cipangu (Japonya) ve Antilia (Antiller) adalarını gösteren bir deniz
haritasına yer vermişti. Toscanelli’nin hesaplamalarına göre Çin’in
Batı Avrupa’ya uzaklığı 6500 mil kadardı. “Çin, şimdiye dek keşfe-
dilenlerden daha zengin bir ülkedir. Büyük bir getirisi ve sunduğu
değerli malların yanı sıra bu ülkede büyük miktarda altın, gümüş ve
kıymetli taşlarla birlikte çeşit çeşit baharat da bulunmaktadır,” diye
yazıyordu. Portekiz Sarayı, bekleneceği üzere Toscanelli’nin bu öne-
risine pek kulak asmadı. Ancak o sıralar Lizbon’da yaşayan Cenevizli
Kaptan Kristof Kolomb, bu mektuptan haberdar olmuş ve kısa süre-
de mektubun bir kopyasını edinmişti (muhtemelen ona bu mektubu
veren Toscanelli’nin kendisiydi).

111
İmparatorluğun Tohumları

Toscanelli gibi Kolomb da, Hindistan’a varmanın en kestirme


yolunun, batı yönüne doğru yelken açmak olduğu düşüncesine ina-
nıyordu. Bu yargısını desteklemek için Kolomb yıllarını belge topla-
makla geçirdi; hesaplamalar yaptı ve haritalar çizdi. Bu fikrin sağlam
temelleri bulunmaktaydı. Antik dönemden iki önemli figür Batlam-
yus ve Strabon, üstü kapalı da olsa böylesi bir şeyden bahsetmişlerdi.
Kolomb bunlara dayanmakla birlikte 14. yüzyılda yaşamış Fransız
âlimi Pierre d’Ailly’den de ilham almıştı. Pierre d’Ailly’nin yazdığı
“Dünya’nın Tasviri” [Description of the World], batıya doğru yelken
açmak suretiyle İspanya’dan Hindistan’a yapılan yolculuğun “birkaç
gün” süreceğini yazmaktaydı. Ancak Kolomb’un yaşadığı dönemde
en saygın kozmograflardan biri sayılanToscanelli’nin yardımı saye-
sinde bu teori sağlam bir temele oturtulmuştu.
Kolomb, yaptığı hesaplamalarda, Avrasya’nın yüzölçümünü ol-
duğundan daha büyük, Dünya’nın çevresini de daha küçük bulan
Batlamyus’un hesaplamalarından yararlanarak farklı kaynaklardan
edindiği rakamları dikkatlice seçmiş ve Dünya’nın yüzölçümünün
çok daha küçük, Avrasya’nın da tersine çok daha büyük olabileceği
sonucuna kendisini inandırmak istemişti. Kolomb, yeryüzünün çev-
resini hesaplamada Müslüman coğrafyacı Fergânî’den aldığı bir for-
mülü kullandı. Gelgelelim, Kolomb, Müslüman ve Romalı âlimlerin
hesaplamaları arasındaki farkı kavramada yetersiz kalınca yüzde yir-
mi beş oranında daha küçük bir rakama ulaştı. Ardından Kolomb,
Tyre’li Marinus’un Avrasya’nın yüzölçümüne dair yaptığı çok daha
abartılı hesaplamasını kullandı ve tüm bunları da Marco Polo’nun,
Çin’in doğu kıyısından yüzlerce mil uzakta olduğu söylenen Cipangu
(Japonya) isimli büyük bir ada üzerine yazdığı yazılarıyla birleştirdi.
Bu şekilde Kolomb’un aşmayı planladığı okyanusun genişliği daha da
azalmış oluyordu. Yaptığı çalışmalar ile Kolomb, Afrika’nın batı kıyı-
larında yer alan Kanarya Adaları ile Japonya arasındaki mesafenin iki
bin milin biraz üzerinde olduğu sonucuna vardı (Gerçek mesafeden
bir çeyrek daha aşağıda olan bir hesaplamaydı bu).
Kolomb’un çıkacağı keşif seferi için Saray’dan istediği destek
karşılığını bulmadı. Çünkü Kolomb’un bu teklifini değerlendirmek
için 1480’lerde Portekiz ve İspanyol saraylarınca görevlendirilmiş

112
İnsanlığın Yeme Tarihi

bilirkişilerden oluşan iki ayrı heyet, kaptanın Dünya’nın küre biçi-


minde olduğuyla ilgili görüşüne katılmadığını ilan etti. Dünya’nın
küre şeklinde olmadığı görüşü o dönemde yaygın bir görüştü. As-
lına bakılırsa problem Kolomb’un hesaplamalarının kuşkulu olma-
sıyla ilgiliydi; çünkü bu hesaplamalar Marco Polo’nun yazdıklarına
dayanmaktaydı. Gezginin Doğu’ya yaptığı seyahatlerini anlattığı ki-
tabı o dönemde kurgusal bir çalışma olarak değerlendiriliyordu. Bu
arada Portekiz, her ne koşulda olursa olsun Afrika’nın batı kıyısına
doğru olan kendi keşif programını devam ettirdiği için bu planından
vazgeçme konusunda fazla istekli değildi (muhtemelenToscanelli’nin
mektubu da aynı nedenlerden ötürü kulak ardı edilmişti). Bilirki-
şilerden oluşan iki ayrı heyet hayır dedi. Ancak İspanyol Kral Fer-
dinand ve Kraliçe Isabella, Müslümanların İspanya’daki son kaleleri
olan Granada’da kazandıkları zaferden yeni döndükleri sırada bu
öneriye sıcak bakıp kaptanı desteklemeye karar verince Kolomb’un
talihi tersine döndü. Muhtemelen Kolomb, kendi keşif seferinin
maddi getirisinin Kudüs’ü geri almaya yetecek bir askeri seferberliği
başlatabileceği düşüncesini öne sürerek kral ve kraliçeyi kendi pla-
nına ikna etmişti. Seferini bu anlamda bir “ticari yatırım” şeklinde
lanse etti. Tüm bunların yanında, deniz seferinin şartlarını açıklayan
dökümanlar, kendisine, “sefer düzenlenecek alanların sınırları dahi-
linde, gerek takas gerekse de madencilik ile elde edilen ya da üretilen
tüm altın, gümüş, inci, mücevher, baharat ile diğer mallardan onda
bir oranında” bir pay verilmesi gerektiğini yazmaktaydı.
Çok geçmeden Kolomb, 6 Eylül 1492’de üç gemiyle birlikte Ka-
narya Adaları’ndan batı yönüne doğru yola çıktı. Kaygı ve korkunun
gitgide dozunu artırdığı bir deniz seferinin ardından 12 Ekim’de bir
kara parçasıyla karşılaşıldı. Kolomb, karşılarına çıkan ilk adada zen-
gin kaynaklarla karşılaşacağından adı gibi emindi. Tuttuğu günlükler
sıklıkla “altın ve baharat”lardan bahsetmekte; bu zenginlikleri nere-
de bulacağına dair yerel halkın kendisine bilgi vermesi için yapacağı
girişimler hakkında ayrıntılı bilgiler sunmaktaydı. Kolomb karaya
ayak basıp bir grup yerli halkla karşılaştıktan sonra 13 Ekim’de gün-
lüğüne şunları yazmıştı: “Altın olup olmadığını öğrenmede oldukça
dikkatli ve hassas olmaya çalıştım.” İki hafta sonra, Marco Polo’nun

113
İmparatorluğun Tohumları

Çin’in doğu kıyısında olduğunu iddia ettiği 7459 adadan birkaçını


ziyaret ettiğinin ertesi gününde günlüğüne şunları yazmıştı: “Küba
Adası’na gitmek için bugün yola çıkmada içimde inanılmaz bir istek
var (...) kişisel kanım, bu adanın baharat açısından oldukça zengin
olduğu yönünde.” Kolomb, Küba’ya ayak bastığında burada hiç ba-
harat bulamadı; ancak ona güneydoğu yönüne giderse tarçın ve altın
bulabileceği söylendi. Kasım ayının ortasına gelindiğinde günlüğüne
hâlâ şunları yazıyordu: “Bu topraklarda çok büyük miktarlarda altın
(...) mücevher, inci ve sonsuz miktarda baharat bulunduğuna dair
içimde hiçbir şüpheye yer yok.” Aralık ayında, kendisinin Hispan-
yola (Haiti Adası) dediği adanın yakınlarında demir atıp bekledik-
leri sırada kıyıda gördüklerini günlüğüne şöyle yazmıştı: “Çeşit çeşit
ağaç türünün yer aldığı bir orman; ağaçların hepsi meyve ve yemiş-
lerle dolu. Bunların baharat ve muskat olduklarını düşünüyorum.”
Kolomb’un yerel halkla işaret dili kullanmak suretiyle iletişim
kurmaya çalıştığını düşünürsek, muhtemelen yerlilerin kullandığı
işaretlerden kendisine göre seçtiği şeyleri yorumlayarak söylenenleri
anlamaya çalışmıştı. Dolayısıyla Kolomb’un hiç baharat bulamaması
bu durumda belli ölçülerde anlaşılabilirlik kazanmaktadır. Ama bel-
ki de Kolomb, yanlış bir mevsimde yola çıkmıştı. Yanında yer alan
adamları toprağı uygun bir şekilde işleme ve hasat etme tekniklerin-
den habersizdi. Dahası Avrupalılar yaban hayatında hangi baharatın
ne şekilde olduğu ya da nasıl göründüğü gibi bilgilerden de yoksun-
du. Şöyle yazmıştı Kolomb: “Yetişen ürünler hakkında hiçbir bilgiye
sahip değilim ve bu bende büyük bir üzüntüye yol açıyor. Sonsuz çe-
şitte ağaç görüyorum, her bir ağacın kendine has bir özelliği var; yine
sonsuz sayıda bitki ve çiçek görüyorum ama hiçbiri hakkında bilgi
sahibi değilim.” Kolomb’un, başına gelen talihsizliklerden de yakın-
dığı anlaşılmaktadır: Gemi mürettebatından bir kişi sakız ağacı bul-
duğunu söylemiş, ancak yolda gelirken ağaçtan aldığı numuneleri
elinden düşürmüştür. Bir diğer kişi ise raventi* keşfettiğini söylemiş
ancak elinde kürek olmadığı için bu bitkiyi yerinden sökememiştir.
*  Ravent, kuzukulağıgiller familyasından, yaprak sapı etli, yaprak ayası
süslü çok eski bir otsu bitki. (e.n.)

114
İnsanlığın Yeme Tarihi

Kolomb, yerel halk ile yaptığı ticaret sayesinde az bir miktar


altınla 4 Ocak 1493’te İspanya’ya dönmek için yola çıktı. Yanın-
da baharat olduğunu düşündüğü birkaç numune vardı. Zorlu bir
deniz yolculuğundan sonra 1493 yılının Mart ayında İspanya’ya
vardı. Seferi boyunca keşifleri hakkında Kral Ferdinand ve Kraliçe
Isabella’ya yazdığı resmi mektup çok kısa bir sürede tüm Avrupa’da
en çok okunan metin haline gelmişti. Öyle ki, yılın sonuna doğru
mektup on bir farklı dile çevrilip yayınlanacaktı. Mektubunda Ko-
lomb yüce dağlara sahip egzotik adaların, yabani kuşların ve yeni
meyve türlerinin bir tasvirini yapmaktaydı. Hispanyola Adası’na
dair de şunları anlatıyordu: “Çeşit çeşit baharat ile altın ve diğer
maddelerden oluşan büyük madenler bulunmaktadır.” Kolomb
mektubunda bu yeni toprakların zenginliklerinin kıtaya taşınması-
nın başlaması gerektiğini düşünüyordu: “Ekselanslarına baharat ve
pamuğu bir an önce hediye edeceğim; ama en az bunlar kadar ba-
harat ve pamuk gemilerle taşınabilir, benzer şekilde sakız ağacı da
(...) ve tabii sarısabır bitkisi de gemilerle taşınabilir. Bunun yanında
putlara tapan halklardan elde edeceğimiz köleleri de getirebiliriz.
Bu arada sanırım raventi ve tarçını buldum.”
Mektubundaki bu coşku dolu tona bakıldığında Kolomb’un do-
ğunun zenginliklerine erişme konusunda yeni bir ticaret yolu bu-
larak amacını gerçekleştirmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ziyaret ettiği
adalar Marco Polo’nun Çin ve Japonya’ya dair anlattıklarıyla tam
örtüşmese de anakaranın hemen yakınlarda bir yerde olduğundan
emin görünmektedir. Hint adalarında yetiştiği bilinen tarçın ve ra-
ventin var olduğuna dair bundan daha iyi nasıl bir kanıt olabilirdi ki?
Konuyla ilgili görüşler, İspanyol Sarayı’nı ikiye bölmüştü. Kolomb’un
tarçın olduğunu iddia ettiği küçük dal parçaları tarçın gibi kokmu-
yordu; bunun yanında bu parçalar, eve dönüş sırasında iyice bo-
zulmuştu. Getirdiği diğer baharat örnekleri de benzer şekilde pek
ilgi görmemişti. Dahası, Kolomb’un bulduğu altınlar da çok küçük
miktardaydı. Netice itibariyle ortaya Kolomb’un birkaç yeni Atlantik
adası dışında kayda değer pek bir şey bulamadığı sonucu çıkmıştı.
Ancak Kolomb, altının kaynağına çok yaklaştığını, kaynağı bulmaya
ramak kaldığını iddia etmişti. Bu yüzden fazla gecikmeden daha bü-
yük bir keşif seferi için tekrardan yola çıktı.

115
İmparatorluğun Tohumları

İkinci keşif seferi baharatın olup olmadığına dair kafalardaki


soru işaretini sadece devam ettirmiş oldu. Keşif seferinde Kolomb’un
doktoru olarak görev yapan Diego Álvarez Chanca 1494 yılında
Hispanyola’dan memleketi Sevilla’ya yazdığı bir mektupta durumu
şöyle izah ediyordu: “Kimi ağaçlar var ve ‘sanırım’ bunlar muskat
ağacı; ancak henüz meyve vermiş değiller. Yazarken ‘sanırım’ di-
yorum, çünkü ağaç kabuğunun kokusu ve tadı muskat’ı andırıyor.”
Chanca şöyle devam ediyordu: “Bir Hintlinin boynu etrafına bağla-
dığı zencefil kökü gördüm. Sarısabır da vardı. Şimdiye kadar kendi
ülkemizde rastlamadığımız bir tür olsa da bu bitkinin tedavi edici
bir özelliğe sahip olduğundan adım gibi eminim. Burada ayrıca çok
iyi sakız ağaçları var.” Aslına bakılırsa bu şeylerden hiçbiri burada
yoktu; ancak İspanyol doktor var olduklarına kendisini inandırmak
istiyordu. “Bulduğumuz bir de tarçın türü var; ancak itiraf etmeliyim
ki, bu tarçın türü bildiğimiz türdeki tarçın kadar iyi sayılmaz,” diye
yazmıştı. “Acaba bu şey, bitkilerin ne zaman toplanacağına dair biz-
deki bilgi eksikliğinden mi kaynaklanıyor, yoksa toprağın bu bitki-
leri yeterince yetiştirememesinden mi kaynaklanıyor, bu konuda net
bir bilgi sahibi olduğumuz söylenemez.”
Kolomb keşif seferine çıkarak insanlara Asya kıtasını bulduğunu
göstermek niyetindeydi. Hindistan’a yeni gelen Avrupalıların ayak
izlerini bulduğunu iddia etmiş ve karşılaştığı yer isimleri ile Marco
Polo’nun sözünü ettiği isimler arasındaki benzerlikleri ortaya çıkar-
dığı fikrine kapılmıştı. Küba’nın bilinen tüm adalardan daha büyük
olduğunu ve şu an bulundukları yer itibariyle Çin’e çok yaklaştıkla-
rını ispatlayacağına dair yemin etmiş ve bu amacını gerçekleştirmek
için de bulunduğu yerdeki tüm denizcileri filosuna katmıştı. Kap-
tanın bu iddialarına karşı çıkan ya da aksini ispatlayan denizciler,
hem büyük bir cezaya çarptırılmakla, hem de dillerinin kesileceğiyle
tehdit edilmekteydiler. Ancak Kolomb, çıktığı her seferinde birkaç
altın ve baharat olup olmadığı anlaşılamayan bitkilerle geri dönün-
ce kaygı ve şüphe gitgide artmaya başladı. Kolomb son çare olarak
yaptığı tüm faaliyetler için dini gerekçeler bulmaya çalıştı. Yerlilerin
Hıristiyanlık dinine geçmelerini sağlayarak onları köle olarak kul-
lanmak amacındaydı. Ama çok geçmeden kolonisindeki adamları is-
yan bayrağını kaldırmaya başlamıştı. Kolomb, kurduğu kolonilerini

116
İnsanlığın Yeme Tarihi

kötü yönetmekle suçlandığı gibi aynı zamanda bu kolonilerin sahip


olduğu potansiyele dair de yanlış bir tablo çizmiştir. Üçüncü keşif
seferinin sonunda mahkûm olarak İspanya’ya gönderilmiş ve eyalet
valisi rütbesi de elinden alınmıştır. Dördüncü ve sonuncu seferden
sonra ise 1506 yılında hayata gözlerini kapayacaktır. Kolomb yaşa-
mının sonuna kadar Asya kıtasına erişmiş olduğu düşüncesinden
hiçbir zaman vazgeçmemişti.
Amerika kıtasında baharat bulma fikrinin kendisi, Kolomb’dan
çok daha uzun süre varlığını sürdürdü. 1518 yılında İspanya’nın
Yeni Dünya’daki misyoneri Bartolomé de las Casas, İspanya’nın
yeni kolonilerinin zencefil, karanfil ve biber konusunda “çok zen-
gin” olduğunu iddia ediyordu. İspanyol Fatih Hernán Cortés, bolca
altın bulmuş ve bunu da İspanya’nın Meksika fethi sırasında Az-
tekleri yağmalayarak yapmıştı. Ama yine de Cortés, herhangi bir
muskat ya da karanfil baharatı bulamamanın üzüntüsünü yaşamış-
tı. İspanya kralına gönderdiği mektuplarda, kısa sürede baharat
adalarına giden yolu bulacağı konusunun altını özenle çiziyordu.
1540’lı yıllarda ise bir başka İspanyol fatihi olan Gonzalo Pizarro
canını dişine takarak Amazon ormanlarındaki efsanevi El Dorado
şehrini ve İspanyolların “tarçın ülkesi” [país de la canela] dediği
yeri aramaya yönelmişti. Amerika kıtasında Eski Dünya baharatla-
rını bulmak için harcanan çaba 17. yüzyıla kadar devam etmiş, bu
tarihten sonra bu arayışa bir son verilmiştir.
Elbette Amerika kıtası dünyanın geri kalanı için çeşit çeşit besin
sunmaktaydı. Bunlar arasında mısır, patates, kabak, çikolata, doma-
tes, ananas ve aralarında vanilya ve yenibaharın da olduğu tatlandı-
rıcılar vardı. Kolomb, her ne kadar Yeni Dünya’da aradığı baharatları
bulma konusunda pek bir başarı elde edemese de bulduğu yeni şey,
bazı yönlerden çok daha iyiydi. Kolomb, “Burada istemediğiniz ka-
dar çok ají var,” diye yazmıştı günlüğüne. “İnsanların tükettiği bir bi-
ber türüdür bu, üstelik karabiberden de çok daha değerlidir. Burada
insanlar ají dışında bir şey yemiyorlar. Oldukça besleyici bir besin.
Bu bitki ile yılda elli gemi yükleyebiliriz.” Bulunan bu bitki aslında
kırmızıbiberdi; tam olarak toz biber gibi olmasa da yine de buna
benzer bir kullanımı vardı. İspanyol Sarayı’ndaki bir İtalyan gözlem-
cinin aktardığına göre, kırmızıbiberin beş küçük tanesi, Malabar’dan

117
İmparatorluğun Tohumları

getirilen sıradan bir biberin yirmi küçük tanesine kıyasla daha acı
ve daha keskin bir tada sahipti. Bir diğer yönden kırmızıbiber kendi
anavatanı dışındaki yerlerde kolayca büyüyebildiği için diğer baha-
ratlara kıyasla çok daha hızlı bir şekilde dünyaya yayılmış ve birkaç
onyıl içerisinde Asya mutfağına yerleşip burayla özdeşleyen bir ba-
harat haline gelmiştir.
Kırmızıbiberin mutfakta hayli işe yarar bir kullanımı olsa da
Kolomb’un istediği şey tam olarak bu değildi. Bitkinin bir yerden
başka bir yere taşınıp ekilmesinin kolaylığı, aslında, geleneksel ba-
haratlara kıyasla bitkinin parasal bir değerinin olmadığı anlamına
gelmekteydi. Geleneksel baharatların üretimi coğrafi koşullarla sı-
nırlandırılmıştır. Ayrıca baharatların bir yerden başka bir yere ta-
şınması için uzun mesafe nakliyatına ihtiyaç duyulur; onları pahalı
yapan da bu özellikleridir. Gelgelelim Kolomb’un asıl istediği Eski
Dünya’nın baharatlarını bulmaktı. Üstelik bunu yalnızca baharat-
ların tadı ya da değeri için istemiyordu. Kolomb’un amacı, Asya’ya
ulaştığını herkese göstermekti. Bu durum bize, Kolomb’un uzun
yıllar boyunca inatla, “kırmızıbibere” [chile] niçin “biber” [pepper],
Bahama Adaları’nda bulduğu insanlara da niçin “Hindistanlılar”
dediğini, bu iddiasıyla insanların zihinlerini neden bulandırdığını
açıklamaktadır. Kolomb, gerek “biber” gerekse de “Hindistanlılar”a
aslında bulmak istediği şeyler bunlar olduğu için bu isimleri ver-
mişti. Baharatın kaynağını bulmak için Hint adalarına, yani hem
Marco Polo’nun hem de hikâyeleri Avrupalıları yüzyıllar boyunca
büyülemiş diğer yazarların eserlerinde tasvir edilen egzotik diyar-
lara ulaşmak gerekiyordu.

“Hıristiyanlar ve Baharatlar”

Portekizlilerin Afrika’nın batı kıyısını keşfetme amacıyla 1420’lerde


Infante Henrique (Portekiz Prensi “Denizci Henry” olarak da bilinir)
tarafından başlatılan seferlerinin asli amaçlarından biri baharat de-
ğildi. Henry’nin amacı, Afrika’nın batı kıyısı ile civardaki adalar hak-
kında daha fazla bilgi edinmek; ticari bağlantılar kurmak ve Prester
John ile irtibata geçmekti. Prester John, Afrika ya da Hint adaları ci-

118
İnsanlığın Yeme Tarihi

varında bir yerde olduğu düşünülen efsanevi bir Hıristiyan kralıydı.


John, Müslümanlara karşı oldukça önemli bir müttefik olarak ken-
di yanlarında yer alabilirdi. Henry’nin gemileri art arda Afrika’nın
batı kıyısına doğru yelken açıp yol alırken, Yunanların iddiası olan
yeryüzünün süreç içerisinde insan yerleşimine izin vermeyecek de-
recede çok sıcak olacağı görüşünün aksi ispatlandı. Geri döndükle-
rinde yanlarında altın, köle ve “acı biber” vardı. Afrika biberi olarak
da bilinen acı biber, esasında, bibere benzeyen kalitesiz bir baharat
türüdür. Sahra üzerinden Akdeniz’e pek fazla getirilmediği için de
Avrupa’da pek fazla bilinmez. Afrika seferinde Henry ve adamları,
Nil Nehri’nin denize döküldüğü yeri bulmaya çalışmıştı. Nehrin ya-
tağını takip ederek Prester John’u bulmayı ümit ediyorlardı. Ancak
15. yüzyılın sonlarına doğru Avrupalıların Hint adalarına ulaşma
konusunda alternatif bir yol bulma isteği gitgide daha yakıcı bir hal
almaya başladı. Bu dönemde Portekiz gemileri güneye yönelmiş,
1488 yılında ise Bartholomeu Dias, Afrika’nın güney ucunu dolaş-
mıştı. Dias bu seyahatini, fırtınaya yakalanıp Atlantik’e savrulması-
nın sonucunda doğuya doğru yol alarak tesadüfen gerçekleştirmişti.
Dias, hâkim olan görüşe aykırı olarak, Hint Okyanusu’nun bir “iç
okyanus” olmadığı ve buraya Atlantik üzerinden erişilebileceği ha-
beriyle Lizbon’a geri döndü. Ona göre bu şekilde Hindistan’a varmak
mümkün olabilecekti.
Peki, Portekiz’in Hindistan’a yapacağı bir keşif seferinin hazırlı-
ğı niçin yaklaşık dokuz yıl sürmüştür? Belki de filoyu hazırlamak za-
man almıştı. Ama sebep sadece bu değildi. Bu gecikmede Kolomb’un
Atlantik’teki keşiflerinin de bir payı vardı. Eğer Kolomb doğuya batı
yönünden giden bir yol bulmuş olsaydı, o zaman Afrika’nın etrafı-
nı dolaşmanın bir gereği kalmayacaktı. Ama Kolomb, 1496 yılında
ikinci seferinden elinde çok az şeyle geri dönünce Portekizlilerin
Afrika’nın güney ucunu dolaşarak Hindistan’a yapacakları deniz se-
feri tekrar önem kazandı. Bu sürecin hemen ertesi yılında gemiler
yola çıkmıştı. O zamanın bir vakanüvisinin kısa ve öz bir şekilde
yazdığı gibi: “1497 yılında Portekiz Kralı I. Manuel bu sefer için dört
gemiyi görevlendirdi. Gemiler baharat aramak için yola çıkmıştı ve
başlarında da kaptan olarakVasco da Gama vardı.”

119
İmparatorluğun Tohumları

Bu deniz seferini karakterize eden dini karışıklık ve rekabetti.


Kıtanın güney ucunu dolaşıp Afrika’nın doğu kıyısına doğru yol alan
Vasco da Gama ve adamları, Mozambik Sultanı tarafından Müslü-
manlara benzetilmişti. Sultan filoyu Hindistan’a ulaştırması için on-
lara bir de pilot kaptan vermişti. Ancak sultan, bir süre sonra yaptığı
yanlışın farkına varacaktı. Fazla gecikmeden iki taraf arasında bir ça-
tışma çıktı. Çatışmada Vasco da Gama’nın gemileri kenti bombalaya-
rak en az iki kişinin ölümüne neden oldu. Portekizliler pilot kaptanı
rehin alıp boşu boşuna ellerinde tuttukları için Müslümanlarla olan
çatışmalar şiddetini artırarak devam etti. Vasco da Gama, Afrika’nın
güney kıyı şeridinden yukarıda bulunan Malindi’deki Hindu halkını
Hıristiyanların bilinmeyen bir tarikatına benzetmişti. Yanlarına al-
dıkları uzman pilot kaptan ile Portekizliler Hint Okyanusu’nu geçip
20 Mayıs 1498’de Hindistan’ın Malabar kıyısına demir attılar. Âdete
uygun olarak Vasco da Gama kıyıya bir “elçi” yolladı. Elçiler genel-
likle gözden çıkarılmaya müsait suçlulardan ya da serserilerden seçil-
mekteydi. Hindistanlılar kendilerine gelen bu adamın dilinden pek
bir şey anlamadı ve adamı alıp Tunus’tan gelen Müslüman tüccarların
kaldığı eve götürdüler. Adama, “Hangi şeytan attı seni buraya?” diye
sordular. Adamın buna verdiği cevap ise şu oldu: “Buraya Hıristiyan-
ların izini sürmek ve baharat bulmak için geldik.”
Baharat, Calicut’ta bol miktarda bulunuyordu, ama aynı şeyi
Hıristiyanlar için söylemek zordu. Fakat Vasco da Gama ve adam-
ları aksini düşünmekteydi: Hindu tapınaklarında dizleri üzerine
çökerek ibadet eden yerli Hinduların Hıristiyan olduğu düşünüyor-
lar; Hindu tanrıçalarını resmeden tasvirleri Meryem Ana’ya, Hindu
tanrılarını da Hıristiyan azizlerine benzetiyorlardı. Calicut Kralı’nın
[zamorin] da benzer şekilde Hıristiyan olduğu düşünülüyordu (sırf
bu yüzden kral, Müslüman tüccarlara karşı doğal bir müttefik ola-
rak yanlarında yer alabilirdi). Ne var ki, Calicut Kralı, Portekizli-
lerin kendisine hediye ettiği eşyalardan (Afrika’nın batı kıyısında
standart ticaret malları olarak kabul edilen kırmızı şapkalar ve bakır
güğümler) neredeyse hiç etkilenmemişti. Kral, birkaç onyıl önce
Calicut’ta Zheng He’nin hazinelerle yüklü filosunun ortaya çıktığı
zamanı geçmişte kalmış bir hatıra olarak yâd etmiş olmalıdır. O ta-

120
İnsanlığın Yeme Tarihi

rihlerde Zheng He geldiğinde krala kaliteli ipekler sunmuş, karşılı-


ğında da baharat almıştı. Şimdi Calicut Kralı yeni gelen bu yaban-
cılardan çok daha fazlasını beklemekteydi. Vasco da Gama kraldaki
bu hoşnutsuzluğu, Müslümanlarda var olan hiçbir şeyi beğenmeme
özelliğine yormuş ve bu olumsuzluğu ortadan kaldırmak için de, ya-
lan söyleme pahasına, gemilerinin, içi hazinelerle dolu daha büyük
bir filonun sadece bir öncü birliği olduğunu öne sürmek durumun-
da kalmıştı. Sonuç olarak çok az miktarda biber, tarçın, karanfil ve
zencefil ile eve geri dönmek durumunda kaldılar. Vasco da Gama,
Lizbon’a vardığında takvimler 1499 yılının Eylül ayını gösteriyordu.
Yolculuk boyunca gemilerden sadece ikisi ve adamlarının da yarı-
sından çok daha azı hayatta kalmayı başarabilmişti. Tüm bunlara
rağmen Vasco da Gama’nın keşif seferi, “Müslüman perdesi”ni aşıp
Hindistan’dan doğrudan doğruya baharat elde etmenin mümkün
olabildiğini göstermişti.
Portekiz Kralı Manuel, bu neticeden çok hoşnut olmuş ve kısa
bir süre sonra Vasco da Gama’ya “Gine Kralı” ile birlikte “Etiyopya,
Arabistan, İran ve Hindistan’ın Fetih, Denizcilik ve Ticaret Kralı”
unvanlarını vermişti. Bu gerçekten de abartıya kaçan bir şey olsa da
Vasco da Gama’nın baharat ticareti üzerindeki Müslüman tekelini
kırma niyetine dair hiçbir şüpheye yer bırakmaz. Kral Manuel, çok
geçmeden, İspanyol Kral Ferdinand ve Kraliçe Isabella’ya bir mek-
tup yazmıştır. Mektubunda kâşiflerinin, “Hindistan ve civarındaki
krallıklara kadar eriştiğini; denizlerinde gezindiğini; büyük şehirler-
le karşılaştıklarını ve baharat ile kıymetli taşların ticaretiyle uğraşan
insanların da aralarında bulunduğu çok büyük bir kitle ile temasa
geçtiklerini” yazmıştır. Manuel mektubuna şu cümlelerle devam
eder: “Tanrının yardımı sayesinde, Mağrip’in bu bölümünü zengin-
leştiren büyük ticaret, kendi yapacağımız düzenlemeler neticesinde
krallığımızın lehine değişecektir. Artık bundan sonra dünyanın bu
kısmında yer alan tüm Hıristiyanlık âlemine bu baharatlardan su-
nulacaktır.” Bu mektuptan, Manuel’in baharat ticareti üzerinde bir
Portekiz tekeli kurma niyetinde olduğu anlaşılmaktadır. Manuel her
ne kadar dini gerekçelere bağlasa da bu durumun ticari getirilerinin
olacağı gün gibi ortadadır.

121
İmparatorluğun Tohumları

Yine de bir avuç Portekizlinin binlerce mil ötede Hint Okya-


nusu’ndaki Müslüman gemilerinden oluşan kalabalığı yerinden et-
melerine yönelik umutları akıllarda bir soru işareti bırakmaktaydı.
Vasco da Gama’nın adamları Calicut’ta geçirdikleri üç ay boyunca
“baharat aramaya gelen yaklaşık 1500 Mağrip gemisi” saymıştı. An-
cak gördükleri bu gemilerde hayli ilgi çekici bir şey daha keşfetmiş-
lerdi: Gemiler zırhlı değildi. Müslümanlar birden çok topluluğa bö-
lünmüş de olsa, baskın bir siyasi ya da askeri gücün olmadığı Hint
Okyanusu’nda bu olağan bir durum sayılıyordu. Bölgeyi birleştiren,
az sayıda büyük liman ile küçük sayıda düzinelerce liman etrafında
gelişen ticaretti. Her limanda farklı topluluklardan tüccarlar malla-
rını muhafaza etmek için depolar bulabilmekte, bankacılık hizmet-
lerinden yararlanabilmekte, yerel pazarlara erişim imkânına sahip
olabilmekte ve dahası, kendi yakınlarının ikamet ettiği ve kendi
yasalarının uygulandığı şehrin bir bölgesinde kalma imkânı bula-
bilmekteydi. Limanlar en düşük tarifeyi sunarak ticaret hacmini en
yüksek seviyeye çıkarma konusunda birbirleriyle rekabet halindeydi.
Tüccarlar ve limanlar arasında güçlü bir ilişki söz konusuydu: Eğer
bir limanda polis yabancı tüccarlara kötü muamele edecek olursa,
yerel tüccarlar da en az yabancı tüccarlar kadar şikâyette bulunma
hakkına sahipti; çünkü bu tür şeyler diğer limanlarda da benzer va-
kaların yaşanmasına neden olacağından ticareti zayıflatabilirdi. Bu
da kimsenin istemeyeceği bir durumdu. Çok ender yaşanmakla bir-
likte, yerel hükümdarların belirli bir bölge içerisinde güç kullanarak
ticareti kontrol etmeye çalıştıkları görülmüştür. Ancak bu, ticaretin
yönünü başka tarafa çevirmek için yapılmaktaydı. Özetle söylemek
gerekirse, Hint Okyanusu’nda ticaretin zırhlı gemilerle yapılmıyor
oluşu olağan bir durumdu.
Portekiz, limanların sunduğu olanakları kullanmanın karşılı-
ğında yetkililere ödeme yaparak ve tarife bedelini vererek bu ticaret
sistemi içerisinde pekâlâ kalabilirdi. Ancak Portekizliler, geçmişten
bu yana Akdeniz’de işler nasıl yürüyorsa kendilerini de buna adap-
te etmişlerdi. Nihayetinde deniz yollarını, gemiciliği ve kolonilerle
ticareti korumada güç kullanımının Greko-Romen döneminden
bu yana egemen olduğu bir havzaydı burası. Dahası, Portekizliler

122
İnsanlığın Yeme Tarihi

sadece Hint Okyanusu’ndaki ticarete katılmayı düşünmüyor; bu


bölgede egemenliği ele geçirip Müslümanları saf dışı bırakmayı da
planlıyorlardı. Tüm bunlar çok kısa bir süre içerisinde Portekizlilerin
Hindistan’a düzenleyecekleri ikinci bir deniz seferi ile açıklık kaza-
nacaktı. Bu deniz seferine, Pedro Alvarez Cabral’ın komutası altında
toplam on üç gemiden oluşan bir filo ile Vasco da Gama’nın ülkeye
geri dönüşünün üzerinden altı ay dahi geçmeden başlandı. Tarih-
ler 1500 yılının Mart ayını gösteriyordu. Gemiler güneye, sonra da
Atlantik istikametinde, batı yönüne doğru yelken açtığından, o za-
mana kadar Güney Amerika kıtası olduğundan haberdar olunma-
yan bir yere –Brezilya’ya– farkında olunmadan ayak basıldı. Baharat
arama amacıyla plansızca keşfedilmiş bir başka yerdi burası. Dahası,
ilk Portekizliler keşfettiği için de burada onların hak talebi olacaktı.
Gemilerden biri bu haber ile hemen Lizbon’a geri döndü. Diğerleri
ise Afrika sahili açıklarında kaldı. Sonra bu gemiler yola çıkıp Eylül
ayında Calicut’a vardılar. Savaş hali gemiler gelir gelmez kendisini
göstermeye başlamıştı. Cabral’ın adamları birkaç gemiyi tutsak aldı.
Bunun karşılığında ise Müslümanlar kentteki yaklaşık kırk Porte-
kizliyi yakalayıp infaz etti. Bu olay, Cabral’ın daha fazla Müslüman
gemisini ele geçirip, gemileri içindeki mürettebatıyla birlikte yak-
masına yol açtı. Cabral bununla da kalmamış, gemileriyle iki gün
boyunca Calicut’u bombalamış, kentin sakinlerine korku ve dehşet
dolu anlar yaşatmıştı. Çok geçmeden Cabral, Kochi ve Kannur li-
manlarına doğru yola çıktı. Bu limanlar, benzer bir sonla karşılaş-
maya pek hevesli olmayan yerel yöneticilerin Portekizlilere ticaret
merkezleri kurmak için müsaade eden limanlardı.
Cabral’ın gemileri, bir süre sonra, baharat yüklü olarak Portekiz’e
geri döndü. 1501 yılının Temmuz ayında Cabral, Lizbon’da büyük bir
coşku ile karşılandı. Ancak Venedik’te tam tersi bir hava esmekteydi.
Cabral’ın Lizbon’a geri dönüşü bir vakanüvis tarafından, “Venedik
için gündeme bomba gibi düşen kötü bir haber” diye anlatılır. “Doğ-
rusunu söylemek gerekirse, Venedikli tüccarlar karamsar bir ruh hali
içindeydi.” Portekizliler Müslüman perdesini yararak Avrupa’ya ilk
baharat sevkiyatını yapmalarının yanı sıra Kızıl Deniz kaynağını da
akamete uğratmış görünüyorlardı. 1502 yılında Venedik gemileri,

123
İmparatorluğun Tohumları

Memlüklerin Beyrut ve İskenderiye limanlarına vardığında az sayı-


da biber stokuyla karşılaşmışlardı. Bu da haliyle fiyatların artmasına
yol açarak bazı gözlemcilerin, bu durumun Venedik’in mahvına yol
açacağı gibi görüşleri öne sürmelerine neden olmuştu. Netice itiba-
riyle Venedik’in ticaret filosundaki gemi sayısı on üçten üçe düştü ve
geçmişten bu yana İskenderiye’ye düzenli bir şekilde yapılan yılda iki
deniz seferi de iki yılda bir olacak şekilde azaltıldı.
Portekiz’in saldırganlığı Vasco da Gama’nın komutasında
Hindistan’a düzenlenen üçüncü deniz seferinde yeni bir boyut ka-
zandı. Vasco da Gama’nın gemileri, Afrika’nın doğu kıyısındaki li-
manları yağmalayıp burada yaşayanların mal varlıklarına el koymuş,
bu limanları haraca bağlamıştı. Hindistan’a vardıklarında ise kıyıdaki
kentleri rastgele bombalayıp yakmaya çalıştılar. Vasco da Gama’nın
amacı kilit limanları baskı altına alarak kendisinden cartaz almala-
rını sağlamaktı. Cartaz, bir limana ve bu limandaki gemilere koru-
ma sağlayan bir izin belgesidir. Bu belge belirli bir ücret karşılığında
çıkarılan ve Müslümanlarla ticaret yapmayı yasaklayan bir belgedir.
Yani bir nevi “koruma şantajı” işlevi görmektedir. Vasco da Gama ve
adamları, hem Müslüman gemilerini, hem de yerel gemileri batırmış
ve yağmalamıştı. Saldırıların birinde, mahkûmların bir kısmı yaylı
tüfeğe (Tatar yayına) konulup fırlatılmış, geri kalan mahkûmların ise
elleri, burunları ve kulakları kesilip gemiyle birlikte kıyıya yollanmış,
ağır yara almış insanlar da kendi gemilerinde ipe bağlanarak yakıl-
mıştır. Tüm bu olanlardan sonra Vasco da Gama, Kochi’deki biber
üreticileri ile bir anlaşma yapmış ve gemilerini baharatla yükledikten
sonra da geri dönüş için sefere çıkmıştır. Yolda, kendisinden intikam
alması için yollanan bir yerel filoyu batırdıktan sonra Calicut’u bom-
bardımana tutmuştur.
Portekizliler açısından Vasco da Gama’nın bu seferi, Hint Okya-
nusu’ndaki ticareti kontrol altına almada gidişatı belirleyen bir du-
rum olmuştu: Cartaz belgesi olmayan herhangi bir gemi ya da liman,
saldırı için meşru bir hedef sayılmış; yerel yöneticiler Portekizlilerin
lehine işleyen bir ticaret sistemine zorlanmış ve yeri geldiğinde de
şiddet pervasızca kime olursa olsun uygulanmıştı. İzleyen süreçte
Kral Manuel tarafından birkaç sefer daha yaptırıldı. Verilen emir-

124
İnsanlığın Yeme Tarihi

ler, kilit yerlere ticari üslerin kurulması ve Hindistan’la Kızıl Deniz


arasında ticaret yapan Müslüman gemilerinin taciz edilmesini kapsı-
yordu. Bu şekilde “gemiler Memlük Sultanı’nın ülkesine hiç baharat
taşıyamayacak ve Hindistan’daki insanlar da bizim dışımızdakilerle
ticaret yaptıklarına dair yanılsamayı kaybetmiş olacaklardı.” 1510
yılında, Portekiz, Hindistan’ın batı kıyısındaki Goa’yı alarak burayı
Hint Okyanusu’ndaki ana üssü haline getirdi. Ertesi yılda da Malak-
ka alınacaktı. Malakka, Uzakdoğu’da yer alan gizemli baharat adala-
rından –Molük Adaları– getirilen muskat ve karanfil için ana dağı-
tım noktasıydı. Çok geçmeden Portekizlilerin düzenlediği bir keşif
seferi bu adalara ulaştı. Burası geçmişten bu yana peşine düşülen ve
düzensiz ticari ilişkilerin kurulduğu bir yerdi. Ayrıca hemen yakın-
daki Banda Adaları, muskat ve küçük hindistancevizinin kolayca bu-
lunduğu bir yerdi.
Portekizliler aslında baharat ticaretinin kaynağını bulmuştu;
fakat baharat ticareti üzerindeki Müslüman tekelini kırıp bu tica-
reti kendi kontrolleri altına almaya yönelik girişimleri en nihaye-
tinde başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bunun basit bir nedeni, Hint
Okyanusu’nun çok büyük olmasıydı. En iyi koşullarda Portekiz-
liler, Malabar biber ticaretinin olsa olsa yüzde 10’luk bir kısmıyla
Avrupa’ya akan baharatın yüzde 75’lik bir kısmını kontrol edebilecek
bir güce sahiplerdi. Bununla beraber, Müslümanların gemi ticareti-
ni akamete uğratmaya dönük girişimleri ise asla kısmi kazanımların
ötesine geçememişti. Dahası, 1560’a gelindiğinde, Müslüman tüccar-
ların İskenderiye istikametinde gerçekleştirdikleri baharat ticaretin-
den elde ettikleri gelir, önceki yıllardaki kayıplarını fazlasıyla telafi
etmişti. Ancak boşa çıkan Portekiz’in baharat tekeli kurma konu-
sundaki çabaları, Doğu’da, Avrupa ticaretinin yeni bir modeli olarak
tanımlanmaya başlamıştı. Portekizliler, bu modeli, ticaret merkezi
ağından sağlanan ve zırhlı gemilerle takviye edilen ticaret tekelleri
ile ablukalar sayesinde yapabilmişti. Bu model, çok kısa bir süre son-
ra Portekiz’in Avrupa’daki rakipleri tarafından aynen uygulanacaktır.
Takdir edileceği gibi yükselmekte olan bu kolonyal güçler arasındaki
rekabet Molük Adaları merkezi etrafında şekillenecektir.

125
İmparatorluğun Tohumları

İmparatorluğun Tohumları

Baharat, Kristof Kolomb’u baharatın bulunmadığı batı yönüne, Vas-


co da Gama’yı da bolca bulunduğu doğu yönüne çekmede başarı-
lı olmuştu. Baharat, yeni deniz yollarının bulunmasında ülkelerin
kendi başarılarını taçlandırmanın yanında dünyanın deniz yoluyla
ilk defa etrafının dolaşılmasına da esin kaynağı olmuştu. 1494 yı-
lında İspanya ve Portekiz “Tordesillas Antlaşması” diye bilinen bir
antlaşmaya imza atmıştı. Bu antlaşma basitçe, her iki ülkenin denizci
kâşiflerince erişilmiş yeni toprakların bölüşülmesinin yolunu açan
bir antlaşmaydı. Bu iki ülke, Atlantik Okyanusu’nun ortasının aşağı-
sında kalan yerde, Afrika kıyısının ötesinde Portekizlilerin hak iddia
ettiği Yeşil Burun Adaları ile Kolomb’un İspanya için hak iddia etti-
ği Hispanyola (Haiti Adası) arasında kalan yerde hüküm sürdü. Bu
hattın batısında kalan yerler, antlaşmaya göre İspanya’ya ait olacak;
hattın doğusuna düşen yerler ise Portekiz’de kalacaktı. Bu bölgelerde
yaşayan halkların fikirlerinin ne olacağına antlaşmada hiç yer veril-
memişti. Antlaşma imzalandıktan sonra şu fark edildi: O zamana
kadar henüz bilinmeyen kıtanın Güney Amerika kısmı egemenlik
hattının doğusuna doğru uzanıyordu. Ne var ki antlaşma açık bir
şekilde buranın Portekiz’e ait olduğunu yazıyordu ve öyle de oldu.
Portekizlilerin dünyanın diğer ucunda bulunan Molük Adaları’na
varmalarına değin işler gayet düzenli bir şekilde işliyordu. Çünkü
bu adalarla ilgili hangi ülkenin hak talebinde bulunacağı koca bir
soru işaretiydi. 1494 Antlaşması, Pasifik’teki paylaşıma dair bir şey
söylemiyordu, ancak bu sorunu çözmede başvurulacak en mantıklı
yol Atlantik meridyenini dünyanın bir ucundan diğer ucuna uzat-
maktı. Bu da, İspanya’nın düşündüğü gibi yarımkürenin içinde kalan
baharat adalarının kendi güdümünde kalması demekti. Bekleneceği
üzere İspanyollar, baharat adalarının kesin yerini saptamak için he-
men bir keşif gemisi yolladılar. İspanya bu adalarda kendi krallığı
için hak iddia ediyordu.
İşin tuhaf tarafı, keşif seferine Portekizli Denizci Ferdinand
Macellan liderlik etmişti. Portekiz Sarayı’nda gözden düşen ve ulu-
sal kimliğinden feragat eden Macellan, bundan sonra İspanya için

126
İnsanlığın Yeme Tarihi

çalışmaya karar vermişti. Macellan’ın gemileri 1519 yılında Atlan-


tik Okyanusu üzerinden batı yönüne doğru yelken açtı. Macellan,
bugün “Macellan Boğazı” olarak bilinen Güney Amerika’nın güney
ucundaki kanalı kullanarak Atlantik’ten Pasifik’e geçen ilk deniz-
ci unvanını elde etti. Macellan, 1521 yılında Filipinler’e geldiğinde,
bölgedeki iki kabile şefi arasında çıkan çatışmaya müdahale etmek
isterken hayatını kaybetti. Ama keşif seferi hiç aksamadan kaldığı
yerden devam etti ve sonunda da Molük Adaları’na erişildi.
Kaptanlığını Juan Sebastian Elcano’nun yaptığı Macellan’ın Vic-
toria isimli gemisine karanfil baharatı yüklendikten sonra tekrar batı
yönüne doğru yelken açıldı ve 1522 yılında Sevilla’ya geri dönül-
dü. Gemideki 26 ton karanfil baharatı ile bütün bir keşif seferinin
maliyeti karşılanmıştı. Sefer sonunda Kaptan Elcano’ya üzeri tarçın
çubukları, muskat ve karanfillerle süslü bir hanedan arması hediye
edildi. Keşif seferi, dünyanın yuvarlak ve okyanusların da birbirle-
riyle bağlantılı olduğu gerçeğini çıplak bir biçimde ortaya koymuştu.
Seferde yer alan bir mürettebat olan Antonio Pigafetta isimli varlıklı
bir İtalyan gezgin, tuttuğu detaylı günlüklerinden birinde, İspanya’ya
dönerken ikmal yapmak için Yeşil Burun Adaları’nda durduklarında
alışılmadık bir şeyle karşılaştıklarından bahseder. “Seferimizi sürekli
batı yönüne yaptık ve netice itibariyle de güneşin yaptığı gibi kalkış
yerimize geri döndük. Buradan açık bir şekilde görüleceği gibi uzun
deniz seferi bize yirmi dört saatlik bir zaman dilimi kazandırmış-
tı.” Ne var ki deniz üzerinden dünyanın etrafının dolaşılması Molük
Adaları üzerindeki hâkimiyetin kimde olacağı tartışmasına bir son
vermemişti. Bu ancak İspanyolların Portekiz’den aldıkları 350.000
duka altını karşılığında, net bir belirginliği olmayan coğrafi alanlar
üzerindeki hak taleplerinden vazgeçmeleri sonrasında, 1529 yılında
imzalanan bir başka antlaşma ile hükme bağlanmıştır. Ancak 1580
yılında, İspanyol ve Portekiz krallıklarının birleşmesi ile adalar me-
selesi tekrardan ihtilaflı bir konu haline gelmiştir.
Tüm bunlar olurken, o güne dek pek ortalarda görülmemiş iki
devlet, İngiltere ve Hollanda, var olan sahnedeki yerlerini almaya
başlarlar. 1579 yılında İngiliz Kâşif Francis Drake, Molük Adaları’na
gittiğinde, adaların “karanfil yönünden oldukça zengin” olduğunu

127
İmparatorluğun Tohumları

görmüştü. “Bu baharatın çok küçük bir kısmı ile oldukça düşük bir
fiyatta dilediğimiz ölçüde kendimizi donatabiliriz,” diye yazmıştı.
Drake’nin deniz seferi, İngiliz denizcilerinin kendisinin peşi sıra
sefere çıkmasına ilham verdi. Ancak tüm bu seferler, başarısızlıkla
sonuçlanmıştı. Hollanda daha başarılı olmuştu. Öyle ki, belli bir
süreliğine, kendi tüccarları, Kuzey Avrupa’da Portekiz baharatının
dağıtımcısı rolünü üstlenecekti. Ancak İspanya’nın Portekiz’le bir-
leşmesinin ardından Hollandalılar bu ayrıcalıklarını kaybedince
kendi tedarik ağlarını kurma yoluna gittiler. Bölgeyle ilgili bilgi-
ler, Hint Adaları’nda yaşayan Hollandalı Uzman Jan Huyghen van
Linschoten’den elde ediliyordu. Linschoten, yıllardır Hindistan’da
Portekizliler adına çalışan bir uzmandı ve onun verdiği bilgilere
göre en iyi yerli biber, Cava’da bulunmaktaydı. Portekizliler buray-
la ticaret yapmadıkları ve biberlerini Hindistan’dan satın aldıkları
için Hollanda’nın buraya ilgi göstermesine güçlü bir muhalefette
bulunmayacaklardı. 1595 yılında Cava’ya yapılan başarılı bir keşif
seferinin ardından 1602 yılında kısa adı VOC olan Hollanda Doğu
Hindistan Şirketi (Vereenigde Oost-Indische Compagnie) altında
ticari bir birlik oluşturan Hollandalı tüccarlar, bu bölgeden düzenli
baharat sevkiyatına başladılar. Bir bakıma, Portekiz’in bu kaynak
üzerindeki kontrol boşluğundan yararlanarak Cava’yı sömürme
hakkını elde etmişlerdi.
Hollandalılar Portekiz’in bu alan üzerindeki etkisinin ne denli
zayıf olduğunu fark ettikleri anda ticaretin kontrolünü ele geçirmeye
karar verdiler ve bunun için de 1605 yılında baharat adalarına devasa
bir filo yolladılar. VOC’un direktörleri bölgedeki amirallerine, “Ana
hedefimiz Molük ve Banda adaları,” diye açıklamalarda bulunuyor-
lardı. “İster antlaşma isterse de şiddet yoluyla olsun, adaların şirke-
timize bağlanması konusunda asla geri adım atılmamalıdır!” Bu şe-
kilde Hollanda, İspanya ve Portekiz’i Molük Adaları’ndan def etmiş,
daha önce buraya gelmiş olan İngiliz gemilerinin adadan ayrılması
talimatını vermiş ve böylece karanfil baharatı üzerinde doğrudan
bir kontrol imkânına kavuşmuştu. Bu andan itibaren VOC, katıksız
şiddete dayanan yeni bir baharat tekeli ile kendisini Portekizlilerin
güç kaybettiği yerlerde başarı elde etmeye kanalize edecekti. Karanfil

128
İnsanlığın Yeme Tarihi

üretimi, Seram ve Ambon adaları üzerinde yoğunlaştığı için bu ada-


ların denetimi özenle sağlanıyordu. Bununla birlikte diğer adalarda-
ki eski karanfil ağaçları köklerinden sökülmüş, karanfil toplayıcıları
katledilmiş, köyleri de yakılıp yerle bir edilmişti.
Karanfil üretiminin yapılmasına izin verilen yerlerde diğer ta-
rım ürünlerinin yetiştirilmesi yasaklanarak yerel halkın kendi besin
ihtiyacını karşılamada Hollandalılara bağımlı olması sağlanmıştı.
Hollandalılar düşük fiyattan karanfil alıp yüksek fiyattan besin mad-
deleri satıyordu. Fakat bütün bu önlemlere rağmen karanfil üretimi
artmamıştı. Bu yüzden Hollandalılar, çiftçileri daha fazla ağaç dik-
meye teşvik etmişlerdi. Ancak ağaçların olgunlaşma evresine gelin-
diği zaman arz miktarı talebi aşınca çiftçilere ağaçları tekrardan kes-
meleri söylendi. Hollandalıların, gerek ağaçların büyümesinin uzun
sürmesi, gerekse de isteksiz çiftçilerden kaynaklanan arz ve talep ara-
sındaki dengesizliği gidermeye dönük çabalarına paralel olarak eko-
nomideki ani yükseliş ve düşüş çevrimleri devam etti. Hollanda’nın
kontrolü dışında yapılan karanfil üretimi ölümle cezalandırıldığı
gibi gizli kapaklı yapılan ticaret de lağvedilmekteydi. İngilizlerin,
Portekizlilerin ve Çinlilerin kaçak karanfil almak için gittiği bir ti-
caret merkezi olan Makassar’ın faaliyetlerine tam da bu nedenlerden
dolayı son verilmişti.
Muskat ve küçük hindistancevizi kaynağının hemen yakınında
olan Banda Adaları’ndaki hikâye de hemen hemen aynıydı. İlk ola-
rak Hollandalılar baharatlarını başka kimseye satmamalarını garan-
ti altına almalarını sağlayacak bir belgeye imza atmaları için adada
yaşayan yerlileri ikna ettiler. Ne var ki, yerliler eski alışkanlıklarını
bozmadan sürdürdüler (Bu, belki de ne tür bir belgeye imza attık-
larından haberdar olmamalarıyla ilgiliydi). Batı yönünde yer alan
küçük Run Adası üzerine üs kurmuş İngilizlerle alışveriş yaptılar.
1609 yılında Hollandalıların Banda Adaları’nda kale inşa etme gi-
rişimleri yerel halk ile aralarında bir ihtilafın çıkmasına sebep ol-
muştu. Yerli halk ile bu ihtilafı çözmeye giden ve başında Hollandalı
amiralin bulunduğu bir birlik, İngilizlerin teşvikiyle Banda adasının
yerli halkınca tahrip edildi. Bunun üzerine Hollandalılar misilleme
yaparcasına Banda Adaları’nı ele geçirip burada iki kale inşa ede-

129
İmparatorluğun Tohumları

rek kendilerine başka bir baharat tekeli kurdular. Hollanda ayrıca


köyleri yakıp yerle bir etmiş, adada yaşayan yerlileri ya öldürmüş ya
kovalayıp kaçırmış ya da köle pazarlarında satışa çıkarmıştı. Köyle-
rin reisleri önce işkenceden geçirildi, sonra da VOC’un Japonya’dan
getirdiği samuray askerlerince reislerin kafaları kesildi (Hollanda, o
zamanlar Japonya’da ticaret yapabilen tek Avrupa ülkesiydi). Tüm
bu olup bitenlerden sonra adalar altmış sekiz parçaya ayrılmış, her
bir yere köleler yerleştirilmiş ve buralar VOC’un eski çalışanlarına
kiralanmıştı. Tahmin edilebileceği gibi koşullar son derece vahşicey-
di. Muskat tarlalarında çalışan köleler, en basit kural ihlallerinden
ötürü, acımasız yöntemlerle infaz edilmekteydi. Ama diğer taraftan
bakıldığında bu durum, en kıymetli baharatların ticaretinin Hollan-
dalıların elinde bulunması anlamına geliyordu.
Bu arada İngilizler 1624 yılında baharat adalarını terk edip Çin
ile Hindistan’ın sunduğu ticari imkânlar üzerine yoğunlaşmaya baş-
ladı. Oysaki Hollandalılar, İngilizleri Run Adası üzerinde egemenlik-
lerini sürdürme konusunda serbest bırakmıştı. Ama İngilizler diğer
yolu seçti. İki mil uzunluğunda ve yarım milden daha az bir genişlik-
teki bu küçücük kara parçası (Run Adası) 1603 yılında, yani tam da
İngiliz ve İskoç krallıklarının birleştiği bir zamanda, İngilizlerin üze-
rinde hak iddia ettiği bir adaydı. Run Adası, İngilizlerin ilk kolon-
yal mülklerinden biri olmasının yanında İngiliz İmparatorluğu’nun
oluşumu açısından atılan ilk ve en küçük adımlardan da birini oluş-
turuyordu. 1667 yılına gelindiğinde, Run Adası, “Breda Antlaşması”
uyarınca Hollandalılara bırakılacaktı. Breda Antlaşması, 17. ve 18.
yüzyıllarda İngiltere ve Hollanda arasında süregelen savaşlar boyun-
ca imzalanan sayısız barış antlaşmalarından sadece biridir. 1667 ant-
laşmasıyla İngiltere, Kuzey Amerika’da Manhattan adında küçük bir
ada elde etmişti.
Baharat ticaretinden elde edilen kâr ile Hollanda 17. yüzyıl-
da “altın çağ”ını yaşamıştı. Bu dönemde Hollanda ticaret, bilim ve
finansal yeniliklerde dünyada öne çıkmış; varlıklı tüccar sınıfları
Rembrandt van Rijn ve Johannes Vermeer gibi sanatçılara destek
olmuştu. Ancak uzun vadede, Hollanda’nın kurduğu baharat teke-
linin beklenenden çok daha az getirisinin olduğu ortaya çıkmıştı.

130
İnsanlığın Yeme Tarihi

Bu tekeli korumak için ihtiyaç duyulan askeri birlikler ile savaş ge-
milerine bütçeden yapılan harcamalar, ağır bir yük oluşturduğu gibi
17. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da baharat fiyatlarının düşmeye
başlamasıyla birlikte bu harcamalar daha da katlanılmaz bir hale ge-
lecekti. Fiyatların düşüşü kısmen arzın artmasıyla ilgiliydi. Bu yüz-
den Hollanda, sorunun çözümü için birtakım suni “önlemler” almak
durumunda kaldı: Amsterdam’daki limanlarda bulunan muazzam
miktarlardaki baharat ateşe verildi ve fiyatların düşmemesi için de
Asya’dan yapılan gemi ticaretinin hacminde kısıtlamalara gidildi.
Tekstil ticaretinin artan önemiyle birlikte baharattan elde edilen ge-
lirler gitgide azalmaya başlamıştı. 1620 yılında Hollanda’nın gelir-
lerinin yüzde 75’i baharata bağlıyken, bu oran 1700’e gelindiğinde
yüzde 23’e kadar düştü.
Avrupa’da baharatın sorumlu olduğu düşük fiyatlar, baharat ti-
caretinde daha derin bir kaymaya yol açmıştı. Baharatın kaynağının
öte dünyada yer aldığıyla ilgili efsaneler ortadan kalkınca bu besinin
artık bir cazibesi kalmadı. Artık baharat, herkesin satın alabileceği
sıradan bir besin haline dönüştü. Ağır baharatlı yemekler, bir taraf-
tan eski moda bir alışkanlık olarak görülmeye, diğer taraftan damak
tatlarının değişmesi sonucunda yeni ve daha sade yemek pişirme
yöntemlerinin Avrupa’da moda olmaya başlamasıyla birlikte göz-
den düşmeye başladı. Bununla birlikte tütün, kahve ve çay gibi yeni
ürünlerin öne çıkması, baharatların statü sembolü olmasını gölgede
bırakmaya başladı. Baharatların kökenine dair gizemi çözme ama-
cıyla bu besinin peşinde dünyayı dolaşan insanlar, uzun zahmetlere
katlanarak izini sürdükleri hazinenin kıymetini düşürmüş oldular.
Nereden bakılırsa bakılsın, paradoksal bir durumdu bu. Bugün in-
sanlar süpermarketlerde küçük cam şişeler içerisinde raflara dizili
baharatların önünden bir saniye dahi düşünmeksizin geçip giderler.
Bu durum, bir zamanlar dünyanın kaderini değiştirmiş, muazzam
bir ticari gücün acı sonuna işaret etmektedir.

131
İmparatorluğun Tohumları

Yerel ve Küresel Besin

Baharatların uzun yol taşımacılığına uygun olması ilk küresel ticaret


ağlarının oluşumunu mümkün kılmıştır. Baharatın dünya üzerin-
de dolaşmasının nedenlerinden biri, insanların –hepsi olmasa bile
bazılarının– bu besinler için muazzam miktarlarda para ödemeye
hazır olmalarıdır. Ancak insanların bu önemsiz ve gereksiz mad-
deleri aynı oranda tasvip ettikleri söylenemez. Romalı Yazar Büyük
Plinius, M.S. ilk yüzyılda biber baharatından şöyle yakınmaktaydı:
“Bu şey için Hindistan’a kadar gitmek durumunda kalıyoruz!” Bu-
gün benzer bir argüman “yerel besin” taraftarlarınca da öne sürül-
mektedir. Bu kişiler, uzak yerlerde yetiştirilip gemilerle getirilen be-
sinlerden ziyade tüketicinin kendi bulunduğu çevrede yetiştirilmiş
besinleri tüketmesini savunmakta; tarladan tabağımıza gelinceye
kadar bazen binlerce mil yol kat eden besinin bu şekilde uzun yol
nakliyatına konu olmasına karşı seslerini yükseltmektedirler. Daha-
sı, bazıları bu tür yerel-olmayan besinleri tüketmemektedir. Büyük
Plinius, ithal besine para harcamanın gereksiz olduğunu düşünmek-
teydi; ama bugünün yerel besin taraftarları kendi görüşlerini çevre-
sel bir temele dayandırıyorlar: Onca besinin dünyanın bir ucundan
diğer ucuna taşınması karbon salınımına neden olmakta, bu da ik-
lim değişikliğini körüklemektedir. Bu durum “besin mesafesi”* kav-
ramının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu kavrama göre besinin
bir yerden bir başka yere taşınma mesafesi, doğaya verilen zararın
ölçülmesini sağlar. Kişi doğaya verilen bu zararı telafi etmek için
yerel besin tüketmelidir.
Bu, ilk bakışta, gayet akla yatkın gelse de, gerçeklik göründü-
ğünden hayli karmaşık bir yapıdadır. Öncelikle, yerel ürünler, bazen,
diğer ülkelerde üretilen ürünlere nazaran daha olumsuz bir çevresel
*  Kavramın orijinali: “food miles”. Bu kavram özetle, besinlerin yetiştiril-
dikleri yer ile tüketildikleri yer arasında yaptığı seyahatin mesafesini anla-
tır. Eğer bir besin uzun mesafe taşımacılığına konu oluyorsa bu olumsuz bir
durum kabul edilir; çünkü bu şekilde sevkiyat sırasında büyük bir enerji
boşa harcanmış olmakta ve bu da daha fazla karbon salınımına neden ol-
maktadır. (ç.n.)

132
İnsanlığın Yeme Tarihi

etkiye sahip olabilmektedir, çünkü bazı ülkeler bazı besin maddele-


rinin üretiminde diğerlerine göre çok daha elverişli şartlara sahiptir.
Örneğin, İngiltere’de domates genellikle ısıtmalı seralarda yetiştirilir.
Tabii bu durum İspanya’da yetiştirilen domateslere, hatta İspanya’da
yetişen domateslerin İngiltere’ye taşınması sırasında açığa çıkan kar-
bon salınımına kıyasla, çok daha fazla bir karbon salınımına neden
olur. Benzer şekilde Yeni Zelanda’daki Lincoln Üniversitesi’nde yü-
rütülen bir çalışma, Yeni Zelanda’da üretilen kuzu etinin İngiltere’de
üretilen kuzu etine göre çok daha az karbondioksit ürettiğini ortaya
koymuştur. İngiltere’de kuzu etinde ton başına 2.849 kilogram kar-
bondioksit üretilirken, bu rakam Yeni Zelanda’da 563 kilogramdır.
Bunun temel sebebi Yeni Zelanda’da otlak için çok daha fazla alanın
bulunmasıdır, böylece kuzular ot yiyebilmektedir. İngiltere’de ise ku-
zular karbonun yoğun olarak kullanıdığı bir üretimden geçen yem-
lerle beslenmektedir. Yeni Zelanda’da üretilen kuzu etleri, İngiltere’ye
sevkiyatı sırasında ton başına 125 kilogram karbon salınımına neden
olmaktadır. Netice itibariyle, Yeni Zelanda’da üretilen kuzu etlerinin
“karbon ayak izi”, sevkiyat durumunu da göz önüne aldığımızda, çok
daha azdır. Buradan, yerel koşullar bağlamında, özellikle verimli ola-
bilen besinlerin üretimine yoğunlaşan ülkelerin ya da bölgelerin be-
sin üretiminin örgütlenmesinde çevreye en az zararı dokunan yerler
olacağı sonucunu çıkarmak mümkündür.
Ancak dikkatleri sadece besin sevkiyatıyla ilişkili karbon salı-
nımı meselesi üzerinde yoğunlaştırmak da bizi yanlış bir noktaya
sürükler. Amerika’da yapılan bir çalışma, besin sevkiyatında harca-
nan enerjinin, bütün bir besin zinciri içerisinde harcanan enerjinin
sadece yüzde 11’ine tekabül ettiğini ortaya koymuştur. Besin üretimi
ve işlenmesi sürecinde bu oran yüzde 26, yemek pişirmede ise yüzde
29’dur. Patates özelinde bakıldığında, patatesi pişirirken açığa çıkan
karbon, yetiştirilen ve sevkiyatı yapılan patateslerdeki karbon salını-
mına kıyasla çok daha fazladır. Patateslerinizi haşlarken tencerenin
kapağını açmanız ya da kapatmanız durumu değiştirmez. Netice iti-
bariyle patatesin haşlanması, yerel ya da küresel düzeyde yetiştirilen
patateslere kıyasla toplam karbon salınımı üzerinde daha fazla etki-
ye sahiptir. Bir diğer konu da, taşımacılığın, verimliliği birbirinden

133
İmparatorluğun Tohumları

farklı çok fazla türü olmasıdır. Örneğin, büyük bir gemi yaklaşık 4,5
litrelik (1 galon) bir yakıt ile bir tonluk bir gıda maddesini 800 mil
taşıyabilir. Bu durum, tren için 200 mil, kamyon için 60 mil, araba
için de 20 mildir. Yani, bir dükkân ya da markete gidip gelmek, besin
miktarının ağırlığına bağlı olarak, besinin dünya tedarik ağı sistemi
içerisinde yaptığı seyahate kıyasla çok daha fazla karbon salınımına
neden olabilmektedir.
Elbette yerel besine dair yapılan tüm tartışmalar çevresel konu-
larla alakalı değildir. Konuyla ilgili sosyal meseleler de masaya ya-
tırılmaktadır. Yerel besin, toplumsal kaynaşmayı artırmakta, yerel
ekonomiyi desteklemekte ve insanların besinlerin nereden geldiği
ve nasıl yetiştirildiğine dair daha fazla bilgi sahibi olmalarını teşvik
etmektedir. Bununla birlikte ithal besinlere karşı yürütülen tartışma-
lar da sürmektedir. Bu bağlamda dikkatlerin yalnızca yerel besinler
üzerine çekilmesi, dış piyasaya ihraç etmek için yüksek değerli ta-
rım ürünleri yetiştiren gelişmekte olan ülkelerdeki çiftçilerin gelecek
beklentilerine zarar verir. Gelişmiş ülkeler için daha pahalı tarım
ürünleri yetiştirip ihraç etmek yerine, insanların kendi ihtiyaçları
için temel besin maddelerinin üretimi üzerinde yoğunlaşmaları ge-
rektiğini tartışmaya açmak, onların ekonomik gelişme olanaklarını
inkâr etmekle aynı anlama gelmektedir.
Besin temin etmede “yeniden yerelleşme” [relocalization] ko-
nusunu gündemimize almada şüphesiz kimi olanaklara sahibiz.
Başka hiçbir şey olmadan sadece “besin mesafesi” tartışmaları bile
tüketicilerin ve şirketlerin dikkatini besinin çevresel etkisi meselesi-
ne çekmeye yetecektir. Ancak yine de yerelleşme çok kısa bir süre-
de gerçekleşmeyecektir. Yerel besini yararlı besinle eş tutmak, aynı
Roma dönemindeki gibi, oldukça basit bir iştir. Baharat ticaretinin
zengin tarihi, yüzyıllar boyunca insanların dünyanın diğer ucundan
getirilen egzotik tatlara değer verdiğini göstermektedir. İnsanların
ihtiyaçlarının karşılanması, beraberinde başarılı bir ticari ve kültürel
değişim ağının ortaya çıkmasına da olanak sağlamıştır. Avcı-topla-
yıcılar, işin tabiatı gereği, yerel besin kaynakları ile sınırlanmış du-
rumdaydılar. Ancak kuşaklar boyunca insan soyu kendisini benzer
bir şekilde sınırlamış olsaydı, dünya bugün belki de çok daha farklı

134
İnsanlığın Yeme Tarihi

olurdu. Kabul edilmelidir ki, baharat ticaretinin mirası tek boyutlu


ele alınamaz. Bir yönden, baharatın kaynağına ulaşma amacıyla bü-
yük keşif seferlerinin başlaması, hem gezegenimizin gerçek coğrafi
boyutlarının belirginlik kazanmasını sağlamış, hem de insanlık ta-
rihinde yeni bir dönemin açılmasına neden olmuştur. Diğer taraf-
tan baharat, Avrupalı devletlerin dünya üzerinde belli başlı yerleri
ele geçirmelerine; ticaret merkezleri ve koloniler kurmalarına da yol
açmıştır. Baharat, Avrupalıları keşif seferlerine göndermiş olmakla,
onların kolonyal imparatorluklarının üzerinde çiçek açıp yeşerdiği
tohumu sağlamıştır.

135
4. BÖLÜM

Besin, Enerji ve
Sanayileşme
7
Yeni Dünya, Yeni Besinler

Herhangi bir ülkeye verilebilecek en büyük hizmet, o ülkenin


tarımına, faydalı bir bitki ile katkıda bulunmaktır.
–THOMAS JEFFERSON

Ananas: “Kralların Meyvesi”

İngiltere Kralı II. Charles’ın 1675 yılında yapılan tablosu, göründü-


ğünün çok ötesinde anlamlar taşır. Tabloda kral, üzerinde diz boyu
bir ceket ve pantolon ile büyük bir evin gösterişli bahçesinde ayak-
ta dururken resmedilmiştir. Kralın hemen yanında iki av köpeği
ve dizleri üzerine çökerek krala ananas uzatan John Rose isimli bir
bahçıvan bulunur. Burada açıkça bir sembolizm vardır. O zaman-
lar İngiltere’de ananas yok denecek kadar az bulunan bir meyveydi.
Çünkü ananas, Batı Hint adalarından (Karayipler’den) ithal edilmek
durumundaydı ve yolculuk sırasında İngiltere’ye bozulmadan ulaşan
ananas sayısı çok azdı. Öylesine değerli meyvelerdi ki, onlara “kral-
ların meyvesi” denmişti. Bu adlandırmada, ananasın tepesinde bu-
lunan yapraksı “taç”ın da belirleyici olduğu söylenebilir. İngiltere’de
ananasın zenginlik ve güç ile olan ilişkisi, 1661 yılına kadar gider. Bu
tarihte, Kral Charles’a, Barbados’taki büyük çiftlik sahipleri ve tüccar-
ların kurduğu konsorsiyum* tarafından bir ananas yollanır. Konsor-
siyum kraldan, temel ihracat maddesi olan şekerde asgari bir fiyatın
uygulanmasını talep etmekteydi. 1660’lı yıllarda Kral Charles’a farklı
çıkar gruplarından buna benzer on binin üzerinde talep iletilmişti. O
zamanlar, İngiltere’de, meyve ve ananastan oluşan hediyelerin daha
*  Konsorsiyum, iki ya da daha fazla işletmenin belirli bir projenin uygu-
lanması konusunda yaptığı işbirliğidir. (e.n.)

139
Yeni Dünya, Yeni Besinler

Kral II. Charles’ın bahçıvan John Rose’dan


ananas almasını resmeden tablo.
önceden eşine rastlanmayan bir miktarda krala gönderilmesi, Bar-
bados Konsorsiyumu tarafından atılmış akıllıca bir adım olmuştu.
Bu şekilde konsorsiyum, kendi taleplerinin öne çıkmasını sağlamış-
tı. Kral Charles kendisine ananasın ulaşmasından sadece birkaç gün
sonra konsorsiyumun teklifine olumlu yanıt verecekti.
Ne var ki, tablodaki ananas bir statü sembolü olmasının çok öte-
sinde bir anlam taşımaktaydı. Ananas, İngiltere’nin deniz ticaretinde
bir güç olarak yükselmesinin ve özellikle de Karayipler’de kurduğu
hâkimiyetinin bir nişanesi sayılmaktaydı. 1660’lı yıllarda Kral Char-
les Denizcilik Yasaları denen yasaları hayata geçirerek yabancı gemi-
lerin İngiliz kolonileriyle ticaretini yasaklamış, böylece İngiliz ticaret
gemilerinin çarpıcı bir biçimde büyümesinin yolunu açmıştı. 1668’de
Kral Charles tarafından Fransız Büyükelçisi Charles Colbert’in onu-
runa verilen resmi bir ziyafette takdim edilen ananas, İngiltere’nin
büyüyen deniz gücünün bir simgesi olmuştu. O zamanlar İngiltere ve
Fransa, Karayipler’deki kendi kolonyal çıkarları için mücadele etmek-
teydi. Bu yüzden ananasın yapılan tatlı servisinde en önemli parça

140
İnsanlığın Yeme Tarihi

olarak öne çıkması kralın deniz aşırı toprakları üzerindeki kararlı-


lığını gösteren sembolik bir hareket olmuştu. Ziyafette bulunan bir
gözlemcinin aktardığına göre Charles, meyveyi kendisi kesmiş, taba-
ğına dilimlediği parçalardan konuklarına ikram etmişti. İlk bakışta
bu alçakgönüllü bir davranış gibi gözükebilir; ne var ki kral bununla,
kendi gücünü sergileyerek “Sadece bir kral konuklarına ananas ikram
etme şerefine nail olabilir,” mesajını vermek istemişti.
Tabloya dair söyleyeceğimiz bir diğer şey ise ananasın alışıl-
madık bir meyve olarak gösterilmiş olmasıdır: Tablonun başlığına
bakarsak bu, “İngiltere’de yetişen ilk ananas”tır. Söz konusu ana-
nasın büyük ölçüde körpe bir bitki olarak ithal edildiği, sonra da
İngiltere’de olgunlaştığı anlaşılmaktadır. Yani tabloda görülen ana-
nasın başlangıcından itibaren İngiltere’de yetiştiği doğru değildir;
çünkü bu, ısıtmalı seraların icadı ile ancak 1680’li yıllarda mümkün
olabilmiştir. Yine de, tropik bir meyvenin İngiltere’de olgunlaşmış
olması oldukça başarılı bir duruma işaret eder; ayrıca Avrupalı ül-
kelerin Asya ve Amerika kıtasının sunduğu zenginlikleri ortaya çı-
karma, sınıflandırma, üretme ve sömürme konusunda birbirleriyle
yarışa girdiği bir zamanda, bu durum bize, İngiltere’nin bahçecilik
konusundaki uzmanlığına dair bir fikir vermektedir. Yeni “iktisadi
botanik” alanındaki bilimsel bilgi arayışı, ülke çıkarları ile paralel
gitmiş ve bu tarihten sonra, botanik bahçeleri, kolonyal laboratuvar-
lar olarak tüm dünyada tesis edilmeye başlamıştır.
17. yüzyılın sonlarına doğru, iktisadi botanik alanının tartışma-
sız lideri Hollandalılardı. O zamanlar Hollanda, Portekiz’i saf dışı
bırakarak doğuda hâkim bir Avrupalı güç konumuna yükselmişti.
Hollandalıların yeni bitkileri ortaya çıkarmak istemelerinde iki te-
mel sebep vardı. İlki, kendi denizcilerini, tüccarlarını ve kolonile-
rinde yaşayan insanları vuran tropik hastalıklara karşı tedavi yön-
temleri geliştirmek; ikincisi baharatların dışında kendilerine mad-
di getiri sağlayacak yeni tarım ürünleri bulmaktı. Hollanda, kendi
kolonilerinin yer aldığı Cape Town, Malabar, Sri Lanka, Cava ve
Brezilya’da botanik bahçeleri kurdu. Bu yerlerdeki ticari kuruluşlar
ile Hollanda’nın Amsterdam ve Leiden şehirlerindeki kuruluşlar ara-
sında bitki örneklerinin değişimi yapıldı. Bu botanik bahçeleri, ilki

141
Yeni Dünya, Yeni Besinler

1540’larda İtalya’da kurulan ve 16. boyunca Avrupa’da tıbbi amaçlar


için kurulmuş botanik bahçelerine göre çok daha büyük bir amacın
izlerini taşımaktaydı. İngiltere ve Fransa, Hollanda’yla rekabet et-
mek için kendi kolonilerini ve ticaret merkezlerini kurmak amacıyla
birbirleriyle yarışırken iktisadi botanik için içlerindeki isteği açığa
çıkarmış oldular. Baharat ticaretinin tarihi, kıymetli yiyecek mad-
delerinin tedariki ve ticareti üzerinde kontrol sahibi olabilen kişileri
muazzam bir servetin beklediğini göstermişti. Kim diğer bitkilerin
sömürülmek için beklediğini biliyordu ki?
Botanik ve jeopolitik hâkimiyet arasındaki bağlantıyı öne çıka-
rırcasına, dünyayı temsil eden bazı botanik bahçeleri bile kuruldu. Bu
bahçelerin çoğu kare şeklindeydi ve dört parçaya bölünmüştü. Parça-
lardan biri Avrupa’yı, diğeri Afrika’yı, bir diğeri Asya’yı, sonuncusu da
Amerika kıtasını temsil ediyordu. Bu yerler daha sonra alt parçalara
ayrılarak belirli türde bitkilerin yetişebileceği şekilde düzenlendi. Bu
bahçeleri kuran botanikçiler, dünyanın tüm bitkilerini tek bir yerde
toplayabilmenin hayalini kurmaktaydı. Oxford Botanik Bahçesi’nin
kataloğunda şöyle yazıyordu: “Zamanında tüm canlıların Nuh’un
gemisinde toplanması gibi (...) bahçemiz dünyanın tüm bitkilerinin
yer aldığı küçük bir evren biçimindedir.” Ancak bitkilerin sayısında
bir patlama yaşanınca bu büyük hedefin tamamen gerçek dışı olduğu
anlaşıldı. Bitkiler Üzerine İnceleme adlı eserinde Antik Yunan yazarı
Theophrastus, sadece beş yüz farklı bitkiden bahsetmiştir. 1596 yı-
lında İsviçreli Botanikçi Caspar Bauhin tarafından yayınlanan Pinax
Theatri Botanici’de (Resimli Bitki Kitabı) bu sayı, altı bine yükselmiş-
tir. 1680’lerde John Ray’in Historia Generalis Plantarum (Bitkilerin
Genel Tarihi) adlı çalışması ise on sekiz binden fazla sayıda bitkiye yer
vermektedir. Pek çok alanda olduğu gibi botanikte de antik dönemin
yazarlarının verdiği bilgiler ya tamamlanmamış bir halde ya da bütü-
nüyle yanlış oldukları şeklinde resmedilmişti.
Bu dönemde botanikçiler, iki ayrı “efendi”ye hizmet etmek du-
rumunda kaldılar: Bir taraftan uluslararası araştırma topluluğunun
üyeleriydiler ve birlikte çalışarak insanın doğayı anlama çabasına
katkıda bulunmaktaydılar. Ayrıca doğrudan gözlemlemenin za-
manla genelgeçer bilgi üzerinde zafer kazandığı bilimsel devrimin

142
İnsanlığın Yeme Tarihi

de bizzat müdavimleri konumundaydılar. Ama diğer taraftan bota-


nikçiler, ülkeleri için yeni bitkilerden maksimum faydanın sağlan-
masında en iyi çabayı göstermeleri beklenen kişilerdi. 1787 yılında
Kalküta Botanik Bahçeleri’ni kuran Hindistan’daki İngiliz ordusunda
görevli Robert Kyd isimli bir subay, botanik bahçelerinin kurulması
üzerine yazdığı bir yazısında durumu şöyle özetliyordu: “Bahçeler,
insanların lüks zevklerini doyurma amacıyla merak uyandıran ilginç
şeylerin bir araya getirilerek türüne ender rastlanan bitkilerin birik-
tirilmesi için kurulmamıştır. Büyük Britanya’da yaşayan yerli ya da
yabancı nüfusa yararlı olabileceği düşüncesiyle bu tür bitkilerin daha
fazla üretilerek bir sermaye oluşturulması amacıyla kurulmuştur. Bu
durum zaman içerisinde ulusal ticaret ve zenginliğin büyümesi yö-
nünde bir eğilimi açığa çıkaracaktır.” Sömürgecilik, ticaret ve bilim
yan yana ilerliyordu. Bir ülkenin tasarrufunda olan bitki sayısı ile
bu ülkenin botanikçilerinin bitkileri kendi doğal çevreleri dışında
yetiştirme becerisi, o ülkenin teknik seviyesinin bir göstergesiydi.
Botanik, kendi zamanında, “büyük bilim” olarak değerlendirilmekte;
bugünün nükleer bilim ya da uzay teknolojisinde görülen uzmanlaş-
malarda olduğu gibi ülkenin gücü ve ilerlemişlik düzeyinin bir nişa-
nesi sayılmaktaydı. Tüm bu anlatılanlardan ortaya çıkmaktadır ki,
İngiltere Kralı II. Charles’a takdim edilen ananas, bir meyve olmanın
çok ötesinde anlamlar taşımaktaydı; bu meyve, kralın gücünün par-
lak bir sembolüydü.
Avrupalı kâşifler, sömürgeciler, botanikçiler ve tüccarlar yeni
bitkilerin izini sürer, bu bitkileri nasıl yetiştireceklerini öğrenmeye
çalışır ve dünyanın neresinde bunların en uygun koşullarda büyüye-
bileceğinin araştırmasını yaparken dünyanın ekosistemini de şekil-
lendirmiş oldular. Tarım ürünlerinin Eski Dünya ve Yeni Dünya ara-
sında mübadeleye konu olduğu “Kolomb Mübadelesi” ya da “Büyük
Mübadele” diye adlandırılan dönem, hikâyenin tamamını olmasa
bile büyük bir bölümünü meydana getirir. Kolomb Mübadelesi de-
nen süreçte buğday, şeker, pirinç ve muz Batı’ya; buna karşılık mısır,
patates, tatlı patates, domates ve çikolata da Doğu’ya gitmiştir. Ayrı-
ca Avrupalılar, Endonezya’ya Arap kahvesi ve Hint biberi ile Kuzey
Amerika’ya Güney Amerika patatesini ekmek suretiyle Eski Dünya

143
Yeni Dünya, Yeni Besinler

ile Yeni Dünya sınırları içerisinde de tarım ürünlerinin mübadelesi-


ni gerçekleştirmişlerdi. Elbette tarım ürünleri tarih boyunca bir yer-
den bir başka yere sürekli göç etmiştir; ama tarihte hiçbir dönemde
bu göç hareketi, bu denli hızlı, bu derece büyük oranda ve bu kadar
büyük mesafelerde gerçekleşmemişti. Küresel besin tenceresinin Ko-
lomb-sonrası dönemdeki karışımı, bize, tarımın icadından bu yana
insan türü tarafından doğal çevrenin yeniden-düzenlenmesinin ne
denli kritik bir seviyeye ulaşmış olduğunu göstermektedir. Yabancı
ülkelerden getirilen yeni besinler, önceden çok daha az sömürülen
tarım alanlarına ekilerek besin miktarında artış kaydedilmiştir. Ör-
neğin, Avrasya’nın bazı bölümlerinde ekili patates ve mısırda, Afrika
ve Hindistan’da ekili yer fıstığında ve Karayip Adaları’ndaki muzda,
bu büyük ölçüde başarılı sonuçlar doğurmuştur. Bazı durumlarda ise
yeni tarım ürünleri yereldekilere kıyasla çok daha dayanıklı olmak-
tadır. Örneğin, Amerika kıtasından getirilen tatlı patates Japonya’da
tutunabilmiştir, çünkü bu ürün yılın belli dönemlerinde görülen
şiddetli tropik fırtınalarda pirinç bitkisine kıyasla zarar görmeden
ayakta kalabilmektedir. Benzer şekilde yine Amerika kıtasından ge-
tirilen manyok bitkisi de çekirgelere karşı dirençli olduğu anlaşıl-
dığında Afrika’da yetiştirilebilmiştir. Manyok bitkisinin yenilebilir
köklerinin toprak altında kalması, çekirgelerin bu bitkiye erişimini
engellediğinden bitkinin Afrika’da tutunabilmesi mümkün olmuştur.
Botanikçilerin ülke çıkarlarını gözeten hırslarına rağmen yeni
bitkileri tekelleştirmeye dönük girişimleri genellikle pek uzun sür-
memiştir. Örneğin, şekerden para kazanmak, uygun iklim koşulları-
na sahip bir kolonyal alanda hâkimiyet kurmayı gerektirir. Bu da bo-
tanik güçten ziyade büyük ölçüde askeri güç gerektirmekteydi. Elde
ettiği zafer bütünüyle beklenmedik bir şekle bürünmüş de olsa bir
Avrupalı ülke, bu sömürge yarışının kazananı olarak öne çıkmıştır.
Tarım ürünlerinin mübadelesi ve yeniden dağıtımı deyim yerindey-
se dünyayı yeniden şekillendirmeye yaramıştır. Özellikle Atlantik
Okyanusu civarındaki yerler için bu iki aşamalı bir süreçte olmuştur.
İlk aşamada, yeni besinler ve yeni ticaret şekilleri, Amerika, Afrika
ve Avrupa’nın nüfus özelliklerini yeniden tanımlamıştır. Bu aşama-
dan sonra tarım ürünleri İngiltere’nin ilk sanayileşen ülke olarak

144
İnsanlığın Yeme Tarihi

ortaya çıkışına katkıda bulunacaktır. Kral II. Charles, 1675’te, bu du-


rumun farkında varmış olsaydı, şüphesiz bundan büyük bir kıvanç
duyardı. Diğer taraftan kral, eğer ananasın bu hikâyede rol oynayan
besin maddelerinden biri olmadığını duymuş olsaydı, muhtemelen
hayal kırıklığı yaşardı. Ananas yerine hikâyede merkezi bir yer tutan
iki besinden biri, Atlantik boyunca batı yönüne doğru yolculuk eden
şeker; diğeri de tam tersi bir istikamette yol alan patatesti.

Kolomb Mübadelesi

Tarihçi Alfred Crosby’nin “Kolomb Mübadelesi” adlandırması ye-


rinde bir adlandırmadır, çünkü bu mübadele gerçekten de Kristof
Kolomb ile başlamıştır. Takip eden yıllarda her ne kadar pek çok kişi
bitkileri, hayvanları, insanları, hastalıkları ve fikirleri Eski Dünya ile
Yeni Dünya arasında kendileriyle birlikte taşımış olsa da Kolomb,
Amerika kıtasına hem ilk, hem de en önemli tarım ürünlerinden
ikisini getirmiş olmakla doğrudan doğruya sorumluluk sahibiydi.
Küba’ya vardıkları 2 Kasım 1492 yılında Kolomb, Rodrigo de Jerez
ve Luis de Torres isimli iki adamını başlarında iki yerel rehber ile
birlikte adanın iç kısımlarına yollamıştı. Kolomb, Küba’nın Asya kı-
tasının bir parçası olduğunu düşünüyor, adamlarının da imparator
ile bağlantıya geçebilecekleri büyük bir şehir bulacağını ümit edi-
yordu. Torres biraz Arapça konuşabiliyordu; tahmin edilebileceği
gibi bu kadar bir Arapçanın imparatorun temsilcileri tarafından an-
laşılabileceği düşünülmekteydi. Dört gün geçtikten sonra adamlar
geri döndüler. Keşif seferlerinde ne bir şehre, ne de bir imparatora
rastlamışlardı. Ancak adamlar, Kolomb’un yazdığı gibi, “Kızılderi-
lilerin* mısır dedikleri bir nevi darıya benzer sayısız tahıl” tarlasıyla
karşılaşmışlardı. “Bu tahılın haşlayarak ya da öğütülerek bulamacı
yapıldığında çok iyi bir tadı vardır.” Avrupalıların mısırla ilk karşılaş-
*  Kolomb’un karşılaştığı kızılderilileri “Indians” (İngilizcede hem Hindistan-
lılar hem de kızılderililer için kullanılan bir sözcüktür.) olarak adlandırma-
sından yazar daha önce söz etmişti. Biz metnin geri kalanında bir anlam ka-
rışıklığına sebep olmamak adına “kızılderili” sözcüğünü kullanacağız. (e.n.)

145
Yeni Dünya, Yeni Besinler

tıkları zamandır bu. Kolomb’un 1493 yılında ilk keşif seferinden geri
dönerken İspanya’ya götürmek için yanına birkaç adet mısır almış
olması muhtemel görünmektedir (İlk seferde olmasa bile hemen bir
yıl sonraki ikinci seferinde Kolomb kesin olarak bunu yapacaktı).
Mısır, Avrupalı bilginler tarafından ilk başlarda tuhaf bir bitki olarak
değerlendirilmiş olsa da kısa bir süre içerisinde mısırın Güney Ak-
deniz iklimine oldukça uygun ve son derece kıymetli bir bitki oldu-
ğu anlaşıldı. 1520’li yıllarda mısır, İspanya ve Kuzey Portekiz’in belli
başlı yerlerinde yetiştirilmeye başlandı. Çok geçmeden de Akdeniz
çevresinde, Avrupa’nın iç kısımlarında ve Afrika’nın batı kıyılarının
aşağısında kalan yerlerde yayılma imkânı buldu. Mısırın bu denli
hızlı bir şekilde dünya geneline yayılması, bitkinin anavatanına dair
bilinen gerçekliğin belirsizlik kazanmasına yol açtı. Avrupa’da mı-
sır “İspanyol mısırı”, “Hint mısırı”, “Gine mısırı” gibi farklı şekillerde
adlandırılmaktaydı. Benzer şekilde Türk buğdayı da kendi kökenle-
rine dair bir kafa karışıklığına yol açmaktaydı. Mısırın çok hızlı bir
şekilde Çin’e varmış olması (muhtemelen 1530’lu yıllarda varmıştı,
ancak burada mısıra ilişkin ilk belirgin örneği 1555 yılına kadar bul-
mak pek mümkün değildir), bu bitkinin Kolomb’dan önce Avrupa ve
Asya’da bulunmuş olduğuna dair insanlarda yanlış bir kanının oluş-
masına neden olmuştur.
Mısır son derece hızlı bir şekilde dünyaya yayıldı. Çünkü bitki, bu
denli hızlı yayılmayı olanaklı kılan özelliklere sahipti. Mısır, buğday
için oldukça nemli, pirinç için de oldukça kurak bir toprakta çok iyi
yetişme olanağına sahiptir. Bu yüzden mısır, Avrasya’nın tarım ürün-
lerinin yetişemeyeceği arazilerde fazladan besin sağlar. Mısır, ayrıca
toprak ve emek birimi başına diğer tahıllara kıyasla daha kısa bir bü-
yüme dönemi içerisinde oldukça yüksek bir verime sahiptir. Buğday
ortalama olarak toprağa ekilen tohum miktarı başına dört ila altı kat
bir verime sahipken, bu rakam mısırda yüz ila iki yüz kat kadardır.
Mısırı, yani Kolomb’un doğu yönüne doğru taşımış olduğu bit-
kiyi, eğer bir “dua” olarak nitelendirecek olursak, o zaman Kolomb’un
batı yönüne doğru taşımış olduğu şekerkamışı bitkisini de “beddua”
olarak nitelendirmeliyiz. Gençliğinde, Cenevizli tüccarlara şeker te-
darikçisi olarak çalışan Kolomb, şekerkamışı yetiştiriciliğine aşinaydı.

146
İnsanlığın Yeme Tarihi

Keşfettiği yeni toprakların, kazancı yüksek olan bu bitkinin üretimi


için çok elverişli olduğunu düşünüyordu. 1493 yılında, Amerika kı-
tasına yaptığı ikinci seferinde, Hispanyola’ya giderken şekerkamışı
bitkisini de yanında getirmişti. Kafasında, altın ya da baharat bula-
mama durumunda şeker üretimi işine girişme düşüncesi vardı. Şe-
kerkamışının üretimi esnasında yoğun bir emeğe ihtiyaç duyulması,
Kolomb’un bu iş için yeterli sayıda insan gücü bulması anlamına geli-
yordu. Ancak Kolomb, ilk keşif seferinden sonra şunu gözlemlemişti:
“Kızılderililerin silahları olmadığı gibi bedenleri de oldukça çıplaktır.
(...) Birinin bu insanlara çalışmaları, tohum ekmeleri ve yararlı şeyler
yapmaları için emir vermesi gerekir.” Bir başka deyişle Kolomb’un ka-
fasında bu insanları köle olarak işe koşma düşüncesi vardı.
Yüzyıllar boyunca şeker ve kölelik düzeni bir arada yürümüş-
tür. Anavatanı Pasifik Adaları olan şekerkamışına Antik Yunanlı-
lar, Hindistan’da rastlamış, sonrasında bu bitki Araplar tarafından
Avrupa’ya getirilmiştir. 12. yüzyılda Araplar, Doğu Afrika’dan ge-
tirdikleri köleleri kullanmak suretiyle Akdeniz çevresinde büyük
boyutlarda şekerkamışı üretimine başlamıştı. Avrupalılar, Haçlı Se-
ferleri boyunca şekere ilgi göstermiş ve o zamanlar Arapların elinde
bulunan şekerkamışı tarlalarını ele geçirip Suriye ve Arap köleleri
kullanmak suretiyle bu tarlalarda şeker üretimini gerçekleştirmişler-
di. Şekerkamışının köleye dayalı üretim sistemi, 1420’lerde Portekiz-
lilerin keşfettiği Atlantik’teki Madeira Adası’na taşınacaktır. 1440’lı
yıllarda Portekizliler, Afrika’nın batı kıyısında yer alan kendi ticaret
merkezlerinden çok büyük sayılarda siyah köle getirerek bu ada-
da şekerkamışı üretiminde büyük bir artış kaydettiler. İlk başlarda
bu köleler zorla götürülmekteydi; ama sonra Portekizliler, Avrupa
mallarını vererek bu köleleri Afrikalı köle tüccarlarından satın alma
yoluna gittiler. 1460’a gelindiğinde Madeira Adası, dünyanın en bü-
yük şeker üretimi yapılan yeri konumuna yükselmişti. Hiç şüphe yok
ki, burası şekerkamışı üretimine oldukça elverişli bir yerdi. Çünkü
hem köle pazarlarına yakındı, hem de bilinen dünyanın en ücra kö-
şesindeydi. Ayrıca bu coğrafi konum ile Madeira Adası’ndaki şeker
üretiminin insanlık dışı manzaraları, gitgide büyüyen Avrupalı tüke-
ticilerin gözlerinden uzak tutulabilmişti. Benzer şekilde İspanyollar

147
Yeni Dünya, Yeni Besinler

da, Kanarya Adaları’nda Afrika’dan getirdikleri köleleri kullanmak


suretiyle şeker üretimine başlamışlardı.
Tüm bu pratikler, aslında Yeni Dünya’da yaşanacakların yal-
nızca birer habercisiydi. Hispanyola’da ilk şeker imalathanesinin
açıldığı tarih 1503’tür. Aşağı yukarı aynı tarihlerde Portekizliler de
Brezilya’da üretime başlamışlardı. 17. yüzyılda ise İngilizler, Fran-
sızlar ve Hollandalılar, Karayip Adaları’nda kendi şeker tarlalarını
kurdular. Yerel halkı köleleştirmeye dönük girişimler, insanların
Eski Dünya’dan gelen hastalıklara karşı direnç gösteremeyip yenik
düşmelerinin ardından başarısızlıkla sonuçlanınca sömürgeci-
ler, doğrudan Afrika’dan köle satın almaya başladılar. Bu şekilde
Atlantik üzerinde köle ticareti başlamış oldu. Dört yüz yılı aşkın
bir süre boyunca yaklaşık on bir milyon civarında köle, Afrika’dan
Yeni Dünya’ya taşındı. Gerçi bu sayı yaşanan acıları olduğundan
az gösterir, çünkü Afrika’nın iç kısımlarında ele geçirilen kölelerin
yarısı, kıyıda bekleyen gemilere götürüldükleri sırada yolda ölmüş-
tür. Atlantik üzerinden gemilerle taşınan kölelerin çok büyük bir
bölümü –toplam sayının yaklaşık dörtte üçü– şekerkamışı üretimi-
ne koşuldu. Süreç içerisinde şekerkamışı Atlantik ticaretinde ana
ticaret mallarından biri haline geldi.
Bu ticaret 17. ve 18. yüzyıllarda gelişme kaydetmiş ve zamanla
birbiri içine geçen iki üçgenden oluşan bir ticaret ağı şekline bürün-
müştür. Üçgenlerden ilkinde ticaret şöyle akıyordu: Amerika kıta-
sından gelen ve aralarında şekerin bolca bulunduğu mallar gemilerle
Avrupa’ya taşınır. Büyük oranda tekstil mallarından oluşan mamul,
Afrika’ya gelir ve bu mallarla köle satın alınır. Satın alınan köleler,
gemilere bindirilerek Yeni Dünya’nın şeker tarlalarında çalıştırılmak
üzere Amerika kıtasına yollanır. İkinci üçgendeki ticaret akışında
da şekerin rolü belirleyici bir konumdadır: Şeker üretiminden arta
kalan şeker pekmezi (melas), şekerkamışı üretiminin yapıldığı ada-
lardan alınarak İngiltere’nin Kuzey Amerika’daki kolonilerine götü-
rülür. Burada melas damıtılarak rom haline getirilir. Ardından bu
rom tekstil ürünleriyle beraber gemilerle Afrika’ya taşınır. Afrika’ya
getirilen bu mallar ile köle satın alınır. Köleler Karayip Adaları’na
yollanarak şekerkamışı üretimine ara vermeksizin devam edilir.

148
İnsanlığın Yeme Tarihi

Haçlı Seferleri döneminde pahalı ve lüks bir madde olan şekerin,


üretimin artmasına paralel olarak zamanla fiyatı düşmüş ve şeker, 18.
yüzyılın sonlarına gelindiğinde, çoğu Avrupalının gündelik yaşamın-
da kullandığı bir besin maddesine dönüşmüştür. Çay, kahve ve kakao
(çay Çin’den, kahve Arabistan’dan, kakao Amerika kıtasından gelmiş-
tir) gibi şekerle tatlandırılarak içilen egzotik yeni içeceklerin Avrupa’da
popülerlik kazanmasına bağlı olarak talepte bir artış yaşanmıştır. Yüz-
yıllar boyunca meyveyi ve balı tatlandırıcı olarak kullanan Avrupalılar,
çok geçmeden şekere alışmış ve zamanla buna bağımlı hale gelmiştir.
Yükselen bu talep, Karayipler’deki şeker baronlarının, Avrupalı tüccar-
ların ve Kuzey Amerika’daki sömürgecilerin zenginleşmesine olanak
sağladı. New England’da üretilen rom içkisi, en kazançlı ürünlerden
biri oldu. Öyle ki, 18. yüzyılın ilk yılları itibariyle rom, ihracatın yüzde
80’lik bir payına tekabül ediyordu. İngiliz hükümetinin, çıkarılan iki
yasa ile (ilki 1733 tarihli “Şeker ve Melas Yasası”, diğeri de 1764 tarihli
“Şeker Yasası”) Fransa’nın kendi şeker adalarından New England’a ya-
pılan ucuz melas ithalatını kısıtlamaya dönük girişimleri sömürgeciler
tarafından neredeyse hiç rağbet görmemiştir. Bu durum, “Amerikan
Bağımsızlık Beyannamesi” ile sonuçlanacak olan bir dizi anlaşmazlık
ve protesto dalgasının fitilini ateşlemeye yaramıştı.
Gerek köle emeğine dayanması gerekse de ekonomik önemi
ile şeker üretimi, aynı zamanda endüstriyel örgütlenmenin yeni bir
modelinin belirginlik kazanmasına da katkıda bulunmuştu. Şeker
üretimi, bir dizi üretim sürecinden oluşmaktadır: Şekerkamışını
kesmek, presleme yöntemi ile kamışın suyunu çıkarmak, elde edi-
len suyu kaynatıp üstündeki kaymağı sıyırmak ve en sonunda da,
bir taraftan arta kalan melası damıtıp rom haline getirirken, diğer
taraftan da şeker kristallerinin şekil almasını sağlamak için şekeri
soğumaya bırakmak. Tüm bu üretim sürecini olabildiğince hızlı ve
etkin bir şekilde ve büyük boyutlarda yapabilme isteği, hem olduk-
ça gelişmiş makinelerin ortaya çıkmasını sağlamış hem de üretim
sürecinin farklı bölümlerinde uzmanlaşan işçilerin takımlar halinde
bölünmelerini teşvik etmiştir.
Şeker üretimi, genelde, kamışı preslemek için hadde makine-
lerinin kullanımına dayanır. Bu yöntem, eskiden uygulanmakta
olan şekerkamışı köklerini elle kesme ve çekiçle dövme ya da vidalı

149
Yeni Dünya, Yeni Besinler

pres kullanarak suyunu çıkarma yöntemlerine göre çok daha iyi


sonuçlar vermektedir. Hadde makineleri, aralıksız devam eden şe-
ker üretimi için de oldukça uygun makinelerdir: Kamışlar preslen-
diğinde, bitkinin kökleri, üretim sürecinin bir sonraki aşamasın-
da kazanların çalıştırılmasında yakıt olarak kullanılabilmektedir.
Şekeri işleme amacıyla geliştirilmiş olan (rüzgâr, su ya da hayvan
gücü ile destekli) makine, kendi zamanının yapılmış en gelişmiş ve
en pahalı endüstriyel teknolojisiydi. Bu makine daha sonraki dö-
nemlerde tekstilde, çelikte ya da kâğıt endüstrisinde kullanılacak
donanımın da bir nevi habercisi gibiydi.
Hadde makinelerini çalıştırmak, şekerkamışından çıkarılan su-
ların kaynatıldığı kazanlara göz kulak olmak ve damıtma sürecinde
kullanılan ekipmanları kullanmak hayli tehlikeli işlerdi. Şekerka-
mışını hadde makinesine koyarken ya da kaynamakta olan şekerin
başında dururken yaşanabilecek bir anlık bir dalgınlık bile çok kor-
kunç kazaların ya da ölümlerin yaşanmasına neden olabiliyordu. Bir
gözlemcinin aktardığına göre, “Eğer kişi, vücudunun herhangi bir
parçasını kaynamakta olan şeker kazanına değdirecek olursa, bu şey

Sanayi devrimi öncesinde Karayipler’deki


şeker üretimini resmeden bir gravür.

150
İnsanlığın Yeme Tarihi

kişiye aynı bir tutkal ya da ökse gibi yapışır ve bu andan sonra da


ne kolu, ne de kişinin hayatını kurtarmak mümkün hale gelir.” Hiç-
kimse, şeker çiftliği sahiplerinin verdiği düşük ücretlerle, bu denli
tehlikeli ve aynı hareketlerin sürekli yinelendiği bir işte çalışmak is-
temezdi. Bu yüzden şeker çiftliği sahipleri, köle emeğine ihtiyaç du-
yuyorlardı. Kazaların riskini en aza indirmek için işçilerin belli gö-
revlerde uzmanlaşmış olmaları daha mantıklıydı. Şekerkamışı ekme
gibi görece daha az risk içeren işlerde bile şeker çiftliği sahipleri, kö-
lelerini takımlara bölmenin ve onları belirli işlerde uzmanlaşmaya
yönlendirmenin hem çalışanların yaptığı işi denetlemede hem de
üretim sürecinin farklı aşamalarını koordine etmede oldukça faydalı
sonuçlar doğurduğunu keşfetmişti.
Bir şeker çiftliği kurmak, arazi, bina, makine ve köleler için har-
canacak büyük bir sermaye yatırımı gerektirmekteydi. O zaman ku-
rulan çiftlikler kendi zamanlarının mülkiyeti kişiye ait olan en büyük
iktisadi kuruluşlarıydı. Yatırılan sermayeden yılda yüzde 10 oranın-
da bir kâr beklentisi içinde olan işletme sahipleri, bu kuruluşlar ile
kendi dönemlerinin en zenginleri arasında yerlerini aldılar. Şeker ve
köle ticaretinden elde edilen kazancın, İngiltere’nin sanayileşmesinde
ihtiyaç duyulan işletme sermayesinin büyük bir bölümünü sağladığı
ileri sürülmektedir. Aslına bakılırsa, bu görüşü doğrudan destekle-
yen bir kanıt bulmak güçtür. Ancak şunu vurgulamak gerekir: Ke-
sintisiz üretim yapan ve emekten tasarruf eden makinelerle birlikte
işçileri belli alanlarda uzmanlaşmalarını gerektiren bir hat içerisinde
örgütleme fikrini, üretimin büyük boyutlarda düzenlenmesinin ilk
ortaya çıktığı Karayipler’deki şeker endüstrisine borçludur.

“Ekmek Bulamıyorlarsa Patates Yesinler”

Fransa Kraliçesi Marie-Antoinette’in, ekmek kıtlığının yaşandığı bir


dönemde, köylülerin yiyecek ekmeklerinin olmadığını işittiğinde,
“Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler,” dediği söylenir. Hikâyenin
bir versiyonunda kraliçenin bu sözü, açlıkla boğuşan insanların sa-
rayın kapısı önünde haykırmaya başladıkları bir sırada söylediği;

151
Yeni Dünya, Yeni Besinler

bir diğer versiyonunda ise kraliçenin, Paris içlerinde at arabasıyla


gezinirken açlık çeken insanların ne halde olduğunu gördüğü bir
sırada bu sözü söylemiş olduğu anlatılır. Belki de kraliçe bu sözü,
1775 yılında aç kalabalıkların Paris’in fırınlarına hücum edip, ko-
cası XVI. Louis’nin taç giyme töreninin neredeyse ertelenmesine
neden oldukları zamanda söylemişti. Aslına bakılırsa kraliçe, böy-
lesi bir sözü hiçbir zaman söylememiş de olabilir. Bu sadece 1789
Fransız Devrimi’nin arifesinde siyasi muhaliflerce her türlü aşırı-
lık ve ahlaksızlıkla suçlanmış olan kraliçeye dair anlatılan efsane-
lerden biridir. Ancak kullanılan ifade, Kraliçe Marie-Antoinette’in
açlık çeken insanları önemsediğini gösteren bir kişi olduğu algısını
uyandırmaktadır. Gerçekten de kraliçe, insanların asıl derdinin ne
olduğunu asla idrak edememiştir. Her ne kadar ekmek yerine pasta
yenmesine dair bir şeyi savunmasa da, yoksulların karnını doyur-
masının bir aracı olacak başka bir besin maddesini alenen destek-
lemişti. O besin maddesi de patatesti. Muhtemelen kraliçe, “Ekmek
bulamıyorlarsa patates yesinler” gibi bir cümle de kullanmamıştı;
ancak bu şey gerek kraliçenin, gerekse de diğer pek çok kişinin ak-
lından geçen bir fikirdi. Aslında bunun öyle pek de fena bir fikir ol-
duğu söylenemez. 18. yüzyılın sonlarına doğru patates, biraz gecik-
meyle de olsa, Yeni Dünya’dan gelmiş olağanüstü bir besin maddesi
olarak göklere çıkarılıyordu.
Avrupalıların patatesle ilk karşılaşmaları, İspanyol fatih-
lerinin Güney Amerika’nın batı kıyısı boyunca uzanan İnka
İmparatorluğu’nun fethine giriştikleri 1530’lu yıllara rastlar. Patates,
İnka halkının beslenmesinde, mısır ve fasulyenin yanında temel bir
besin maddesiydi. Titikaka Gölü civarında bir tarım ürününe dö-
nüştürüldükten sonra patates, And Dağları ve bu dağların ötesinde
yayılma imkânı buldu. İnkalar bu besin maddesinin, her biri güneş,
toprak ve nemin farklı oranlarda bileşimine uyum sağlayabilen yüz-
lerce çeşidini geliştirmişti. Fakat patatesin değeri, Avrupalıların bu
bitkiyle karşılaşmalarından sonra kaybolmaya başladı. Patatesin 1537
yılına dayanan en eski tanımında şunlar yazmaktadır: “Toprağa ekili,
yumru biçimindeki kökler, bir-iki tane de olsa hafif eflatun rengin-
de dalları ve çiçekleri olan bir sap meydana getirir. Bu sap toprağın
altındaki patates köklerine bağlıdır… Patatesin yumurtaya benzeyen

152
İnsanlığın Yeme Tarihi

bir şekli vardır; kimileri yuvarlak, kimileri uzundur. Renkleri beyaz,


mor ya da sarıya çalar. Una benzeyen bir yapıda olan köklerinin hoş
bir tadı vardır. Kızılderililierin ve hatta İspanyolların da damak tadına
uygun, oldukça leziz bir besin maddesidir.” Her ne kadar, İspanya’ya
az sayıda patates yollanmış ve buradan da Avrupa’nın botanik bah-
çelerine yayılma imkânı bulmuşsa da patatesler, yeni ve değerli besin
maddeleri olarak mısır kadar rağbet görmemiştir. 1600 yılı itibariyle,
İspanyolların İtalya ve Felemenk Krallığı’nda* yer alan sömürgelerine
getirmelerinden sonra patatesler, Avrupa’nın birkaç farklı noktasında
küçük ölçekte ekilme faaliyetlerine konu olmaya başlamıştı. 1601 yı-
lında Leiden’de yaşayan Clusius isimli bir botanikçi, patates bitkisini
tanımlayarak ona bilimsel ismini (Solanum tuberosum) verdi. Clusius,
1588 yılında bazı örnekler aldığı patatesin İtalya’da insanların ve hay-
vanların tüketmesi için yetiştirildiğini söylemektedir.
Peki, patatesler niçin çok fazla popüler olmamıştır? Neticede
patates, Kuzey Avrupa’nın kumlu topraklarında daha önceden buğ-
day, çavdar ve yulaf ile akre başına elde edilen iki ila dört kat kadar
bir kalorinin üretilebileceğini er ya da geç kanıtlayacaktır. Patates-
ler, tahıl ürünleri için gereken on aylık süreye kıyasla olgunlaşmak
için yalnızca üç ya da dört aylık bir zamana ihtiyaç duyar. Ayrıca
ayrım yapmaksınız hemen her türlü toprak üzerinde yetiştirilebil-
mektedir. Buradaki tek sorun, Amerika kıtasından getirilen ilk pa-
tateslerin And Dağları’nda yetiştirilmeye uyum sağlamış olmasıdır.
And Dağları’nda gün uzunluğu yıl boyunca pek fazla bir değişiklik
göstermez. Gün uzunluğunun oldukça fazla değişiklik gösterdiği
Avrupa’da patatesler ilk başlarda hayli zayıf bir ürün vermeye başla-
mıştı. Avrupa iklimine tam uyum sağlayan yeni patates çeşitlerinin
yetiştirilmesi botanikçilerin birkaç yılını aldı.
Ancak yine de Avrupalılar, bu yeni besin maddesine kuşkulu
gözlerle bakıyordu. Daha önceleri buğday ve diğer tahıl ürünlerinin
bilinmeyen bir akrabası olarak tanınabilen mısırdan farklı olarak pa-
tates, hem hakkında fazla bir şey bilinmeyen, hem de Avrupalılara
*  Orijinal metinde “The Low Countries” diye geçiyor. “Çukur Ülkeler” ya
da “Alçak Ülkeler” olarak adlandırılan bu ülkeler bugünkü Belçika, Lük-
semburg ve Hollanda’yı içine alan coğrafi bölgeye verilen addır. (ç.n.)

153
Yeni Dünya, Yeni Besinler

yabancı bir besin maddesiydi. Dahası İncil’de de patateslerden pek


bahsedilmiyordu. Bu durum bazı din adamlarınca, tanrının insan-
lara bu besinden yememelerini söylediği şeklinde yorumlanmıştır.
Patateslerin göz estetiğini bozan biçimsiz görünümleri de insanların
bu bitkiden uzak durmasına neden olmuştur. Bir bitkinin dış görü-
nümünün, neden olabileceği ya da şifa olabileceği hastalıkların bir
işareti olduğuna inanan bitki bilimcilerine göre patates, cüzamlı bir
insanın eğri büğrü ellerine benzemektedir. Ayrıca patatesin cüzam
hastalığına neden olduğuyla ilgili görüş de kısa sürede yaygınlık
kazanmıştı. John Gerard’ın 1633 yılında basılan ve bitkilerin genel
tarihinin anlatıldığı kitabının [Herball] ikinci baskısında şöyle yaz-
maktadır: Burgonyalıların bu yumru köklerden istifade etmesi ya-
saklanmıştır, çünkü onlar patatesin cüzam hastalığına neden oldu-
ğuna inandırılmışlardı.” Konuya daha bilimsel yaklaşan botanikçiler,
patatesleri incelemiş ve onların zehirli köpeküzümü ailesinin üyeleri
olduğu sonucuna varmıştı. Tabii bu da patatesin itibarını zedeledi.
Netice itibariyle patates, büyücülük ve şeytana tapınma ile daha fazla
anılmaya başladı.
17. yüzyılın başlarında patatesin hayvanlar için uygun bir yem
olduğu görüşü hâkimdi. Ancak insanlar için patates, başka hiçbir şe-
yin kalmadığı durumlarda başvurulacak bir besin maddesiydi. Takip
eden yıllarda patates yavaş bir gelişme gösterdi. Bu yıllarda patates,
yalnızca toplumun en zengin kesimlerince tüketilmekteydi. Bazı aris-
tokrat bahçıvanlar, patatese hem çok değer vermekte, hem de patatesi
yeni bir ürün olarak görmekteydi. Diğer taraftan patates, toplumun
en fakir kesimlerince de tüketilen bir besin maddesiydi. İlk olarak
İrlanda’da sonra da İngiltere, Fransa, Felemenk Krallığı, Almanya’nın
Ren Nehri çevresindeki bölge ile Prusya’nın bazı yerlerinde patates,
zaman içinde yoksullar arasında temel besin maddesi olarak yaygın-
lık kazanmaya başladı. Yaşanan kıtlıklar patatese yeni olanaklar açtı.
Patates yemekten başka seçeneği kalmayan insanlar, kısa sürede pata-
tesin hiç de fena bir besin maddesi olmadığını keşfettiler. İngiltere’nin
öncü bilim cemiyeti olan Kraliyet Cemiyeti’nin (Royal Society) 1660
yılındaki kuruluşundan sonra attığı ilk adımlardan biri, kıtlık dö-
nemlerinde patatesin önemini vurgulamak olmuştu. Ancak bu öneri

154
İnsanlığın Yeme Tarihi

fazla ciddiye alınmadı. Ne zaman ki kıtlık, 1709’da Fransa’da olduğu


gibi, baş göstermiş o zaman patatesin faydası ve erdemi tüm çıplak-
lığıyla doğrulanmıştır. Yani açlık tehdidi insanların patatese dair ön-
yargılarını bir kenara atmalarına olanak sağlamıştı.
18. yüzyılda baş gösteren biri dizi kıtlık, patatese yüksek ma-
kamlarda birkaç dost kazandırmaya yaradı. Örneğin, 1740 yılında
rekoltenin düşmesi ile Prusyalı Büyük Friedrich, patates tarımının
artırılması yönünde adımlar attı. O zamanlar Prusya Devleti, köy-
lülere hem bu yeni tarım ürününün nasıl yetiştirileceğine dair açık-
lamaların yer aldığı bir kitapçık dağıtmış, hem de onlara karşılıksız
patates tohumu vermişti. Avrupa’nın diğer hükümetleri de benzer
bir yol izlemiş, böylece patatesin tanıtım ve desteklenmesine yönelik
atılan adımlar, resmi bir devlet politikasına dönüşmüştü. Rusya’da
Çariçe II. Katerina’nın (Büyük Katerina) tıbbi danışmanları, pata-
tesin açlığa karşı bir panzehir olabileceği konusunda çariçeyi ikna
ettiler. Bohemya ve Macaristan’daki devletler de benzer bir yoldan
giderek patates tarımını teşvik edici politikaları devreye soktular.
Zaman zaman patates, zor kullanarak da teşvik edilmiştir. Örneğin,
Avusturyalı köylüler, patates ekimi konusunda direnç göstermeleri
halinde kırk adet kırbaç cezasına çarptırılmak suretiyle tehdit edil-
mişti. Benzer şekilde, savaşlar da, belirli davranış kalıplarının değiş-
mesinde rol oynamıştı. 1670 ve 1680’lerde, Kuzey Avrupa’daki askeri
seferberlikleri boyunca XIV. Louis’nin orduları, patatesle, o zamanlar
belli bir miktarda yetişmekte olan Flandre ve Almanya’nın Ren Nehri
çevresindeki bölgesinde karşılaşmıştı. Bir gözlemci şunları anlatır:
“Fransız ordusu, bu münasebetle rütbesiz askerlerini dilediği gibi
beslemede kendisine muazzam bir destek bulmuştu. Bu şey hem lez-
zetli, hem de besleyiciydi.”
1756-63 yılları arasında yaşanan Yedi Yıl Savaşları boyun-
ca Prusya’da savaşan Avusturya, Fransız ve Rus askerleri, Büyük
Friedrich’in ısrarları sonucunda ekilen patateslerin yerel halkı nasıl
ayakta tuttuğunu görme şansına sahip olmuştu. Savaştan sonra ülke-
lerine geri döndüklerinde patates tarımının başlatılması için adımlar
atmaya başladılar. Savaş süresince patatesin sağladığı avantajlardan
biri, bu bitkinin güvenli bir şekilde toprağın altında kalabilmesiydi.

155
Yeni Dünya, Yeni Besinler

Öyle ki, patates tarlası üzerinde bir ordu kamp kurmuş olsa bile sa-
vaş bittikten sonra çiftçinin hâlâ hasadı kaldırabilmek için zamanı ve
şansı bulunuyordu.
Yedi Yıl Savaşları boyunca bir adamın patatesle yaşadığı dene-
yim onun patatesin en büyük kazananı olmasını sağlamıştır. Bu kişi,
Fransız ordusunda eczacı olarak görev yapan Antoine-Augustin Par-
mentier isimli bir Fransız bilimcidir. Prusyalılar tarafından esir alın-
masından sonra üç yıl hapiste kalan Parmentier’ye, hapiste kaldığı
zamanın büyük bir bölümünde yemek olarak neredeyse sadece pa-
tates verilmiştir. Zaman içinde Parmentier, patateslerin besleyici ve
sağlıklı besinler olduğu sonucuna varmış ve savaş bitip Fransa’ya geri
döndüğünde, patatesin yüksek sesli savunucusu olmuştur. 1770’teki
bir başka kıtlıktan sonra “kıtlık felaketini azaltma kapasitesine sa-
hip besin maddeleri” konusu üzerine düzenlenen bir yarışmada ya-
zılacak en iyi makale için ortaya bir ödül konduğunda Parmentier,
patatese yaptığı övgü ile bu ödülün sahibi olmuş ve şampiyonluğu
elde etmiştir. Patatesin zehirli olduğu ve hastalıklara yol açtığı gö-
rüşü, o zamanlar için hâlâ yaygın bir görüş olsa da Parmentier, 1771
yılında Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’nin tıp fakültesinden destek
alabilmiş, sonunda da patatesin insanların tüketimine gerçekten de
uygun bir besin olduğu yönünde karara varılmıştır. Çok geçmeden
Parmentier, patatesin yararlılığını ortaya koyan detaylı bir bilimsel
incelemeye de imza atacaktır. Ne var ki, üniversiteden elde edilen
destek işin sadece bir yönünü oluşturuyordu. Yıllar süren çabaları
sonrasında Parmentier, insanları patates ekmeleri ve yemeleri için
ikna etmenin hayli güç bir iş olduğunu görmüştü ki, bu da işin bir
diğer yönünü oluşturuyordu.
Bu güçlüğü aşmak için Parmentier, bir dizi tanıtım çalışması işi-
ne girişti. 1785 yılında XVI. Louis’nin doğum gününü kutlamak için
verilen bir ziyafette Parmentier, kral ve kraliçeye, bir demet patates
çiçeği takdim etti. Kral, çiçeklerden birini alıp klapasına iğnelerken
Kraliçe Marie-Antoinette de çiçeklerden küçük bir taç yaptırıp sa-
çına yerleştirdi. Konuklar yemek yemek için oturduklarında önleri-
ne gelen tabakların bazılarında patates de vardı. Daha sonra kral ve
kraliçenin onay vermesi üzerine patates yemek ve aksesuar olarak

156
İnsanlığın Yeme Tarihi

patates çiçeği takmak aristokrasi sınıfı arasında yaygınlık kazanmaya


başlayacaktır. Parmentier de verdiği ziyafetlerde konuklarına çeşitli
şekillerde hazırlanmış patatesler ikram ederek patatesin farklı yemek
türlerinin yapılabileceğini göstermek istemişti (Amerikalı devlet ada-
mı ve bilimci olan Benjamin Franklin de bu ziyafetlere davet edilen
kişiler arasındaydı). Ancak Parmentier’nin en büyük numarası ken-
disine kral tarafından tahsis edilen, hemen Paris’in dışındaki, patates
yetiştirdiği tarlalarının etrafına silahlı korumalar yerleştirmiş olma-
sıydı. Bu durum, yerel halkın ilgisini çekmiş ve “Acaba hangi tarım
ürünü için bunca güvenlik önlemi alındı?” diye meraklanmalarına
neden olmuştu. Parmentier, patatesler olgunlaştığında korumalarını
çekmiş, hemen sonrasında da, bekleneceği üzere, yerel halk tarlalara
hücum edip patatesleri çalmaya başlamıştı. Patatese karşı gösterilen
olumsuz tavrın yumuşamaya başlamasıyla kralın Parmentier’ye şunu
anlattığı söylenir: “Günün birinde Fransa sana, yoksulları doyurma-
da bulduğun bu ‘ekmek’ten dolayı minnet duyacak.” XVI. Louis ve
Marie-Antoinette’in giyotinle idam edildiği Fransız Devrimi’nden
sadece birkaç yıl sonra kralın bu öngörüsünün doğruluğu kanıtlan-
mıştı. 1802 yılında Napolyon Bonapart’ın imzaladığı bir kanun ile
dağıtılan Onur Nişanı’nın [Légion d’Honneur] ilk sahipleri arasında
Parmentier de vardı. Parmentier’nin patatese yaptığı hizmet, bugün,
ismini taşıyan patates yemekleri ile hatırlanmaktadır.
Avrupa’nın diğer yerlerindeki hikâyeler, Fransa’dakine kıyasla
daha az şiirsel olsalar da, hemen hemen aynıdır: Kıtlık, savaş ve dev-
letin yaptığı desteklemelerin hepsi birden patatesin, 1800 yılı itiba-
riyle, kendisini yeni ve önemli bir besin maddesi olarak kabul ettir-
miş olduğu anlamına gelmektedir. İngiliz yazar ve sosyal araştırmacı
olan Sir Frederick Eden şöyle diyordu: “Lancashire’da patates, kah-
valtı hariç hemen her öğünde gerek zenginlerin, gerekse de yoksul-
ların masalarından eksik olmayan bir besin maddesidir. (...) Patates
insanın damak tadının kapsamı bakımından geniş ölçüde yaygınlığı
olan bir besindir.” Artık patates, “toprağın bahşettiği en büyük ni-
met”, “tarımın mucizesi” ve “köklerin en değerlisi” sözleriyle gök-
lere çıkarılıyordu. 1793 ve 1794 yıllarındaki kötü buğday hasadın-
dan sonra insanlar patatese karşı önyargılarını bir kenara bıraktılar.

157
Yeni Dünya, Yeni Besinler

Tarihler 1795’i gösteriyordu; o yıl İngiltere’nin The Times gazetesi,


patates çorbası ve ekmek için mısır ve patates ile yapılan yemek ta-
rifleri bile vermişti. Patatesin lehine hesaba katılacak bir faktör de,
çavdar, yulaf ve arpadan yapılan esmer ekmeğe kıyasla buğdaydan
yapılan beyaz ekmeğin sağladığı yüksek statüydü. 18. yüzyıl boyun-
ca esmer ekmekten beyaz ekmeğe geçmeyle yeterince zenginleşmiş
olan İngiliz işçiler, tekrardan esmer ekmeğe dönme konusunda pek
hevesli değillerdi, ama hayat koşullarının zorlamasıyla beraber çok
geçmeden patatese döneceklerdi.
1776’da yayınlanan Milletlerin Zenginliği (The Wealth of Nati-
ons) adlı kitabında İskoç filozof ve iktisatçı Adam Smith, patatese
dair şu gözlemini aktarmaktadır: “Bir patates tarlasından elde edilen
besin miktarı, bir pirinç tarlasında yetişenden az değildir; bir buğ-
day tarlasında yetişenden ise çok fazladır.” Smith patatesin büyük
miktarda su içerdiği gerçeğini kabul etmekle birlikte yine de besinin
şu özelliğinin altını çizmeyi ihmal etmiyordu: “Bir akre topraktan
alınan patates, altı bin kantarlık bir ağırlıkta besleyici maddeye teka-
bül eder. Bu, akre başına buğdayın ürettiği besin miktarından üç kat
daha fazladır.” Smith’in patatese yaptığı övgü, bugün oldukça isabetli
olduğu anlaşılan şu kelimelerle devam etmektedir: “Bu kök, bazı ül-
kelerde pirinçte olduğu gibi, ekilen topraklarda hâlihazırda buğday
ve diğer tahıl çeşitlerindeki kadar yer tutarak Avrupa’nın hemen her
yerinde insanların ortak ve en sevdiği sebze haline gelse, aynı miktar
ekili toprak çok daha fazla sayıda insanı doyurur ve (...) nüfus artar.”

Kolomb’dan Malthus’a

Kolomb’un Amerika kıtasına varışından üç yüz yıl sonra bitkilerin,


hastalıkların ve insanların Eski Dünya ile Yeni Dünya arasındaki
mübadelesi zaman içerisinde dünya nüfusunun ve bu nüfusun da-
ğılımının değişmesine neden olmuştu. Yeni Dünya’da bilinmeyen
domuz, inek ve tavuk gibi hayvanların evcilleştirilmesinin sonucun-
da ortaya çıkan çiçek, suçiçeği, grip, tifüs, kızamık ve Eski Dünya’ya
ait diğer başka hastalıklar, Amerika kıtasında bu hastalıklara karşı

158
İnsanlığın Yeme Tarihi

direnç gösteremeyen yerli halkı kırıp geçirmiş ve bu şekilde Avrupa-


lıların bu kıtayı fethetmelerinin yolu açılmıştır. Kolomb’un bu kıtaya
ayak basmasından önce Amerika kıtasının nüfusu 9 ila 112 milyon
arasında değişmekteydi. Üzerinde anlaşmaya varılan 50 milyon sayı-
sının 1650 yılına kadar insanların hastalık ve savaşlarla telef olması
sonucunda 8 milyona kadar düşmüş olması, yaşanan yıkımın boyut-
larına dair bir fikir verir. Avrupalıların yanlarında getirdikleri “bi-
yolojik müttefikleri”, Amerika kıtasının yerli halkını silip süpürmüş
olsa da Avrupalılar, şeker işletmelerinde işe koşmak için Afrika’dan
çok yüksek miktarda köle getirtmeye başladılar. Bu durum, zaman
içerisinde Afrika ve Amerika kıtasının demografik yapısının değiş-
mesine neden oldu. Ayrıca Kolomb Mübadelesi Avrasya’nın demog-
rafik yapısının da değişmesine yol açtı.
Çin’e mısır ve tatlı patatesin gelişi, ülkenin nüfusunda bir artışa
yol açtı. 1650 yılında 140 milyon olan nüfus, 1850 yılına gelindiğin-
de 400 milyona yaklaştı. Mısırın pirinç için oldukça kurak olan top-
raklar ile sulamanın yapılamadığı dağlık yamaçlarda yetiştirilebili-
yor oluşu, besin miktarının artmasına; bu da insanların yeni yerleri
mesken edinip buralarda yaşayabilmelerine olanak sağladı. Örneğin,
Yangtze Havzası’nın yaylaları, çivitotu ve hintkeneviri yetiştirmek
amacıyla ormansızlaştırılmıştı. Bu iki bitkiyi yetiştiren köylüler, dağ-
lık alanlarda yetişebilen mısır ve tatlı patates ile geçimlerini sürdür-
meye başladılar. Besin üretiminin artan nüfusa ayak uydurmasını
sağlamada atılan bir başka adım ise “üst üste ekim” yöntemidir. Ör-
neğin pirinç, çeltik tarlalarında yetişirken kendi besininin büyükçe
bir bölümünü topraktan ziyade sudan alır. Bu yüzden pirinci, toprağı
nadasa bırakma ihtiyacı duymaksızın aynı tarla üzerinde peş peşe
ekmek mümkün olabilmektedir. Güney Çin’deki çiftçiler, zaman za-
man tek bir arazi parçası üzerinden yılda iki hatta üç defa hasat kal-
dırabilmekteydi.
Avrupa’da da yeni tarım ürünleri nüfusun artışında önemli bir
rol oynadı. 1650’de 103 milyon olan kıtanın nüfusu, 1850’ye gelin-
diğinde 274 milyona yaklaştı. 16. yüzyıl boyunca Avrupa’nın başlıca
tarım ürünleri olan buğday ve çavdar, Amerika kıtasında mısırdan
hektar başına (ağırlık olarak) alınan ürünün yaklaşık yarısı, Güney

159
Yeni Dünya, Yeni Besinler

Asya’da pirinçten elde edilen ürünün de dörtte biri kadar ürün ver-
mekteydi. Sonuç olarak mısır ve patatesin Avrupa’ya gelmesi, aynı
arazi üzerinde çok daha fazla miktarda besin yetiştirilmesinin yolu-
nu açtı. Bu konuda en çarpıcı örnek İrlanda’dır. 1660 yılında 500.000
civarında olan nüfus, 1840 yılı itibariyle 9 milyon seviyesine çık-
mıştır. Elbette nüfustaki bu artış patates olmadan gerçekleşmezdi.
Patatesin olmadığı durumda bütün bir ülke ancak 5 milyon kadar
insanın karnını doyurabilecek miktarda buğday üretebilirdi. Patates,
bu rakamın yaklaşık iki katı kadar insanı doyurmaya yetecek besinin
olması anlamına geliyordu. Öyle ki, buğdayın ihraç edilmek için üre-
tilmesi durumunda dahi bu durum değişmemekteydi. Patates, hem
buğday için elverişli olmayan arazilerde yetiştirilebilmekteydi, hem
de çok sağlıklı bir besin maddesiydi. Bu besini yeterince tüketmek,
insanları daha sağlıklı ve hastalıklara karşı daha dirençli yapmış,
böylece ölüm oranlarının düşmesi ve doğum oranlarının yüksel-
mesi mümkün olabilmişti. Patatesin Avrupa’nın kuzeyinde, mısırın
ise Avrupa’nın güneyinde yaptığı şey, 18. yüzyıl boyunca İspanya ve
İtalya’nın nüfusunu neredeyse ikiye katlamak olmuştu.
Avrupalı çiftçiler, toprağa yeni ürünler ekmenin yanında hem
daha fazla toprağı ekime açmak, hem de yeni tarım teknikleri geliş-
tirmek suretiyle tarımsal üretimi artırmış oldular. Ayrıca her yıl de-
ğişik bir ekin ekme yöntemini uygulamaya başladılar. Yonca ve turp
bitkilerinin de içinde yer aldığı bu uygulama, daha çok İngiltere’de
adından (“Norfolk four-course rotation”) söz ettirmiştir. Burada
turp, arpa, yonca ve buğday bitkileri birer yıl aralıklarla ekilmek-
teydi. Bu uygulamada toprağın nadasa bırakılmaması için toprağa
turp ekilir, sonra da elde edilen turp hasadı hayvanların beslenmesi
için yem olarak kullanılırdı. Hayvanların gübresi de takip eden yılda
arpanın verimini yükseltmeye yarardı. Hayvanları turpla beslemek,
aynı zamanda, otlak için kullanılan arazinin insanların tüketimi
için besin yetiştirmede de kullanılabileceği anlamına gelmektedir.
Benzer şekilde yonca yetiştirmek de toprağın bereketini artırmaya
yardım ederek takip eden yılda iyi bir buğday hasadının elde edil-
mesini güvence altına alır. Yapılan bir diğer yenilik ise tohumları
belirli bir derinlikte toprağın altına ekmeye yarayan ve at yardımı

160
İnsanlığın Yeme Tarihi

ile çekilen bir tohum ekme aletinin tarımda kullanılmaya başlama-


sıdır. Tohumları geleneksel yöntemlerle toprağa serpiştirmek yerine
bu şekilde toprağa ekmek, ürünlerin bir düzen içerisinde ekilmesi
anlamına gelmekteydi. Bu şekilde çapalama çok daha kolay olmakta
ve yan yana duran bitkilerin topraktan besin alırken birbiriyle ya-
rışması engellenmekteydi. Tabii tüm bunlar tahıl ürünlerinden elde
edilen verimin artmasını sağladı.
18. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Avrupa’nın tarımsal üretken-
liğindeki ani yükseliş, artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayamaz bir
hale geldi. Bu sorun, kendisini en açık haliyle İngiltere’de gösteri-
yordu. Bilindiği gibi İngiltere, besin üretimini artırmada diğer Av-
rupalı ülkelere kıyasla çok daha başarılıydı. Ne var ki, nüfusun art-
masıyla birlikte üretimin temposunu aynı ölçüde sürdürmede ciddi
zorluklarla karşılaşmıştı. Yüzyılın ilk yarısı boyunca İngiltere, kıta
Avrupa’sına tahıl ihraç etmekteydi. Ancak 1750’den sonra nüfusun
artması ve hemen ardından da kötü bir hasat mevsiminin yaşanma-
sı, ülkede kıtlıklara ve fiyat artışlarına neden oldu. Tarımsal üretim
yılda yüzde 0,5’lik bir oranda da olsa büyümekteydi; ancak bu oran
nüfusun yıllık büyüme oranının yaklaşık yarısına denk düşüyordu.
Bu yüzden kişi başına düşen besin miktarı azalmaya başladı. Benzer
bir durum Avrupa’nın kalanında da baş gösterdi: Antropometrik*
araştırmalar 1770 ile 1820 yılları arasında doğan Avrupalı yetişkin
nüfusun daha önceki nesillere kıyasla, gözle görülür ölçüde çok daha
kısa boylu olduğunu ortaya koymaktadır.
Çin’e bakıldığında, burada pirinç üretimi, artan işgücü ve üst
üste ekim yöntemi ile artırılabilmekteydi. Ama aynı şey Avrupa için
söz konusu değildi. Bu yüzden yapılması gereken şey, çok daha fazla
miktarda toprağı tarıma açmak olmalıydı. Gelgelelim, bu işin de bel-
li sınırları bulunuyordu. Sadece tarıma değil, tarımın yanında başka
şeylere de ihtiyaç vardı. Örneğin, Avrupa’nın artmakta olan nüfusuna
barınma imkânı sağlama amacıyla hem yakıt olarak, hem de inşaat
işlerinde kullanılmak üzere kereste üretmek gerekiyordu. Kentleşme-
*  Antropometri, insan vücudunun boyutları ile ilgilenen özel bir bilim da-
lıdır. (e.n.)

161
Yeni Dünya, Yeni Besinler

nin oldukça hızlı yaşandığı İngiltere özelinde bu sorun, oldukça va-


him bir hal almaya başlamış ve insanlar, nüfusun gıda arzını aşacağı
korkusuna kapılmıştı. Bu mesele İngiliz iktisatçı Thomas Malthus’un
1798’de yayınlanan An Essay on the Principle of Population (Nüfus İl-
kesi Üzerine Bir Deneme) adlı eserinde mükemmel bir şekilde özet-
lenmiştir. Bu olağanüstü eserin temel argümanı şöyledir:

Nüfusun gücü, insana besin sağlamada yeryüzünün


sahip olduğu güçten sınırsız ölçüde daha büyüktür. Kontrol
altına alınmayan bir nüfus geometrik oranla artar. Geçim
araçları ise yalnızca aritmetik oranla artar. Sayılarla az çok
tanışıklığı olan bir kişi, birincinin ikinciye kıyasla ne denli
güçlü olduğunu görecektir. İnsan doğasının yaşam için be-
sini gerekli kılması durumu söz konusu olduğunda birbiri-
ne eşit olmayan bu iki gücün birbirine eşitlenmesi için biri-
nin dizginlenmesi gerekir. Geçim araçlarının sağlanmasın-
daki zorluk, nüfus üzerinde güçlü ve sürekli bir kısıtlamayı
gerektirir. Bu zorluğun etkisini bir yerde ortaya koyması ve
insanlığın geniş bir bölümüne kendisini zorunlu olarak şid-
detli bir biçimde duyurması gerekir.

Malthus, bugün, “Malthus Kapanı” olarak bilinen bu çıkmazın


kaçınılmaz olduğunu düşünmekteydi. Böylesi bir ihtimal dahilinde,
nüfus geometrik oranda her yirmi beş yılda bir ikiye katlanır, aynı
zaman aralığından sonra tekrar ikiye katlanır vs. Tarımsal üretken-
likteki hızlı artışa rağmen gıda arzının nüfustaki bu artışı yakalayıp
yakalayamayacağını kestirmek ise oldukça güçtür. Besin üretimi,
1790’lardaki seviyesinin iki katına çıksa da bu, sadece diğer yirmi beş
yılın soluklanmasını sağlayacaktı; besin üretiminin tekrar nasıl ikiye
katlanacağını kestirmek zordu. “Nüfusun bir sonraki dönemde ikiye
katlanması sırasında artan nüfusun acil ihtiyaçlarını karşılamak için
nereden besin bulunacak?” diye sormaktadır Malthus. “Nereden yeni
topraklar bulunacak?” Hızlı nüfus artışı, Malthus’un işaret ettiği gibi,
ancak Kuzey Amerika kolonilerinde mümkün olabilmektedir; çünkü
buralarda nüfus arazilerin bolluğuna kıyasla görece az sayıdadır.

162
İnsanlığın Yeme Tarihi

Malthus, karamsar bir şekilde, “İnsanların, bütün bir canlı doğa-


ya hâkim olan bu yasanın ağırlığı altından çıkabilmesinin bir yolunu
göremiyorum,” sonucuna vardı. “Ne hayali bir eşitlik, ne de tarımsal
düzenlemeler ile azami çabanın gösterilmesi, tek bir yüzyıl için bile
olsa, bu durumun ağırlığını ortadan kaldıramaz. Bundan dolayı üye-
lerinin huzurlu, mutlu ve görece rahat bir hayat sürdürmesi, kendi-
leri ve aileleri için insanların geçim araçları sağlamada hiçbir zorluk
yaşamaması gereken bir toplumun varoluşunun bu şeye bağlı olduğu
görülecektir.” Malthus, besin kıtlıkları, açlık ve sefaletin yaşanacağı
bir gelecek beklentisi içindeydi. Nüfus meselesi konusunda Malthus,
patatesin de kısmi bir sorumluluk taşıdığı inancındaydı. Açlığa kar-
şı bir panzehir olarak göklere çıkarılan patates, kaçınılmaz olduğu
anlaşılan bir krizin ortaya çıkışını hızlandırmıştı. Her ne kadar pata-
tes herkese yetecek derecede besin sağlamış da olsa, Malthus’a göre,
patates nüfusun istihdam olanaklarının sınırları ötesinde artışına
neden olmuştu. Bugün biz, biraz gecikmeyle de olsa, Malthus’un o
yıllarda İngiltere’nin, insanlık tarihinde ilk defa, kanıtlamakta oldu-
ğu nüfus artışı ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkiye dair söyle-
diklerine bir teşekkür borçluyuz.

163
8
Buhar Makinesi ve Patates

Patatesi yüceltmek ve patates yemek moda haline geldi. Pa-


tatesi yücelten her kişi ve patatesi seven ya da severmiş gibi
davranan tüm dünya esasında aynı şeyi yapmış oluyor.
–WILLIAM COBBETT,
İngiliz Çiftçi ve Broşür Yazarı, 1818

“Tarımın Yavruları”

Tarih öncesi dönemin şafağından 19. yüzyılın başlangıcına değin


yaşamın neredeyse tüm zorunlu geçim araçları topraktan elde edil-
mişti. Toprak çeşitli türlerde besin maddesi, kıyafet yapımında fiber,
yakıt ve inşaat malzemesi olarak kereste ve hayvanların tüketimi için
de saman ya da ot gibi yemler sağladı (Bu yemler karşılığında hay-
vanlar da yün ve deri gibi kullanışlı maddelerin yanında çok daha
fazla miktarda besin sağladı). Kasaplar, fırıncılar, kunduracılar, do-
kumacılar, marangozlar ve gemi yapımcıları, hayvan ya da bitki te-
melli hammaddelere bağımlı kaldı. Bunlar da doğrudan ya da dolaylı
yollardan fotosentezin, yani bitkilerin yetişmesi için gerek duyulan
güneş enerjisinin birer ürünleriydi. Thomas Malthus, bu maddelerin
topraktan geldiği ve toprağın miktarının da sınırlı olduğu gerçeğin-
den hareketle, artan nüfusun ve ekonomilerin günün birinde gelip
toslayacağı ekolojik bir sınırın olduğu sonucuna varmıştı. Bu öngö-
rüsünü Malthus, ilk olarak 19. yüzyılın arifesinde yapmış ve takip
eden yıllarda ise bu argümanını geliştirmişti.
İngiltere, Malthus’un öngördüğü o ekolojik duvara hiçbir zaman
toslamadı. Bunun yerine duvarı aşıp her şeyin topraktan çıkan ürün-
lerden elde edildiği “biyolojik eski rejim”in sınırlamalarından ken-

165
Buhar Makinesi ve Patates

disini kurtardı. İngiltere kendi besinini yetiştirmek yerine özellikle


pamuklu tekstil ürünlerinde olduğu gibi endüstri mallarının imala-
tına yoğunlaşmaya başladı. Bu şekilde İngiltere ürettiği mamullerin
karşılığında diğer ülkelerden besin maddeleri satın alabilmekteydi.
19. yüzyıl boyunca İngiltere’deki nüfus üç misli büyüdü; ama ekono-
mi de büyümekteydi ve bu yüzden ortalama hayat standardı yüksel-
meye başladı (Malthus’u hayrete düşürecek bir sonuçtu, bu). İngil-
tere yaşanabilecek besin kıtlıklarına karşı mücadele etme amacıyla
ekonomiye yeni bir düzen verdi: Tarımdan imalat sanayisine geçerek
dünyada sanayileşen ilk ülke oldu.
Açık konuşmak gerekirse, bu Malthus’un beklemediği bir geliş-
meydi. Çünkü daha önce böyle bir şey yaşanmamıştı. Ayrıca üze-
rinde vakitlice düşünülüp planlanmış bir şey de değildi; birbirinden
bağımsız gelişen süreçlerin tesadüfen bir araya gelmesi sonucunda
ortaya çıkmıştı. Bu süreçlerden besin üretimindeki değişikliklerle
ilintili en önemli üç tanesi şunlardır: Tarımsal üretkenlikteki artı-
şın sebep olduğu el sanatlarındaki büyük uzmanlaşma; öncelikle
topraktan tasarruf etmenin bir önlemi olarak fosil yakıtların artan
oranda kullanımı ve ihtiyaçları karşılama amacıyla içeride besin ye-
tiştirmekten ziyade bunu ithalat yoluyla temin etmeye yoğunlaşma.
Tarım temelli ekonomiden fabrika temelli ekonomiye giden yol-
da atılan ilk adım, ev sanayisi ve el sanatları altında kırsal sanayinin
büyümesi olmuştu. Bu her ne kadar bütün Avrupa’da yaşanmışsa da
tarımsal üretkenlikteki olağandışı hızlı büyümeden dolayı bu geliş-
me kendisini daha çok İngiltere özelinde görünür kılmıştı. 1800 yılı
itibariyle İngiltere’de, erkek işgücünün sadece yüzde 40’ı tarımda ça-
lışıyordu. Kıta Avrupa’sında bu oran yüzde 65 ile yüzde 80 arasında
değişmekteydi. 1800 yılı itibariyle tarımda çalışan insan sayısı iki
yüzyıl önceki sayıya kıyasla hemen hemen aynıydı. Yeni tarım ürün-
lerinin ekilmeye başlanması ile gelişkin zirai teknikler kişi başına
düşen üretim miktarının ikiye katlanması anlamına geliyordu. Üret-
kenlikteki bu artış, çok fazla sayıda insanı tarıma bağımlı olmaktan
kurtararak onların kırsaldaki sanayi bölgelerine göçmelerini teşvik
etti. Adam Smith bunu şöyle açıklar:

166
İnsanlığın Yeme Tarihi

Doğası bereketli, kolay ekilip biçilen bir iç ülke, rençper-


lerin beslenmesi için gerekli olandan çok daha fazla besin
yetiştirir. (...) Onun için bolluk, besin maddelerini ucuzla-
tır; yaşam için gerekli ve elverişli maddelerin orada başka
yerlerdekinden daha fazlasını kendilerine sağlayabildiğini
gören birçok işçiyi o yöreye yerleşmeye teşvik eder. Bunlar,
toprağın yetiştirdiği sanayi gereçlerini işler; tamamladıkları
ürünleri ya da aynı şey demek olan onların bedelini, daha
fazla gereç ve besin maddesi ile mübadele ederler. İşlenme-
miş ürünün fazla kısmına yeni bir değer katarlar… Onun
karşılığında da, rençperlere, faydalı ya da hoşa giden bir
şey sağlarlar. Rençperler, ekinlerinin fazlasına karşılık daha
iyi bir fiyat elde edip, gereksindikleri diğer maddeleri daha
ucuza satın alabilirler. (...) Sanayiciler önce, bulundukları
bölgeye mal tedarikinde bulunurlar, sonra yaptıkları işler
gelişip güzelleştikçe daha uzak pazarları beslerler. (...) Le-
eds, Halifax, Sheffield, Birmingham, Woverhampton sana-
yileri, bu şekilde, doğal bir biçimde kendiliğinden ortaya
çıkmış gibidir. Böylesi sanayiler tarımın yavrularıdır.

Kırsal sanayinin İngiltere’de yerleşmesiyle birlikte bu sanayi,


ülkenin güneyindeki topraklarda yeni zirai tekniklerin uygulanma-
sından ötürü, 18. yüzyıl boyunca, ülkenin daha çok kuzey kısmında
yoğunlaşmaya başladı. Tahıl üretimini artırma amacıyla buğday ve
arpa ile dönüşümlü olarak yonca ve turp bitkisinin İngiltere’nin ku-
zey ve batı bölgelerinin yoğun killi topraklarına ekilmesi, beklendiği
ölçüde iyi bir sonuç vermeyince, bu bölgede, yaşayan insanlar tarım
yerine hayvancılık ve imalat sanayisi üzerinde yoğunlaşmaya başla-
dılar. Elde ettikleri kazançla da ülkenin güneyinden tahıl ürünleri
satın aldılar. Beklenmeyen sonuç, imalat sanayisinin İngiltere’nin
kömür madenleri açısından zengin olan bölgelerinde yoğunlaşmış
olmasıydı.

167
Buhar Makinesi ve Patates

Sanayinin Yakıtı

Yakıt olarak odunun yerine kömürün kullanımına geçiş, İngiltere’nin


sanayileşmesine katkıda bulunan ikinci gelişmeydi. O zamana kadar
insanlar evlerinde genellikle kömürden çok odun yakmayı tercih
ediyordu. Ancak toprakların daha fazla oranda tarıma açılması ile
önceleri kereste üretimi için kullanılan alanlar gitgide daralmaya
başladı. Tabii bu gelişme yakacak odun fiyatlarında ani bir artışa ne-
den oldu. 1700 ila 1800 yılları arasında fiyatlar, Batı Avrupa kentle-
rinde üçe katlandı. Sonuç olarak insanlar, daha ucuz bir yakıt olması
sebebiyle kömüre yöneldiler (Kömür en azından İngiltere’de ucuzdu,
çünkü burada yüzeye yakın bol miktarda kömür bulunmaktaydı).
Kömürün bir tonu, her yıl düzenli olarak bir akrelik topraktan elde
edilebilen odunun sağladığı kadar sıcaklık sağlamaktaydı. 1700 ile
1800 yılları arasında, İngiltere ve Galler’de, önceleri yakacak odun
yetiştirmede kullanılan yedi milyon akrelik arazi, başka bir deyişle
toplam arazinin beşte birlik bir bölümü, tarıma açıldı. Tabii bu bir
taraftan gıda arzının nüfusa orantılı olarak artışını sağlarken, diğer
taraftan insanların yakacak için odun yerine kömür kullanmaları so-
nucunu doğurdu.
1800 yılı itibariyle fiili kömür tüketimi yılda 10 milyon ton ci-
varındaydı. Bu, yakacak odun üretimi için 10 milyon akrelik topra-
ğın sağlayabileceği kadar bir enerji anlamına geliyordu. Bu aşamada
kimi hesaplamalara göre İngiltere dünya kömür üretiminin yaklaşık
yüzde 90’ını gerçekleştirmekteydi. İngiltere, en azından yakıt üreti-
mi konusunda “biyolojik eski rejim”in sınırlamalarından kendisini
kurtarabildi. Canlı bitkilerin güneş ışığını almak suretiyle yakıt üre-
timinin sağlanmasına bel bağlanmasından ötürü kömür, insanlara,
milyonlarca yıl önce birikmiş ve ölü bitki formu olarak yerin altında
saklı bulunan geçmiş yılların devasa güneş ışığı rezervinden fayda-
lanmalarının yolunu açmıştı.
Her ne kadar kömür geçmişte evlerin ısıtılmasında oduna al-
ternatif olarak kullanılmış olsa da, kömür rezervlerinin bolluğu
çok kısa bir süre içinde kömürün farklı alanlarda da kullanılabi-
leceği anlamına geliyordu. İngiliz tarım yazarı ve sosyal gözlem-

168
İnsanlığın Yeme Tarihi

ci olan Arthur Young, 1780’li yıllarda Fransa’da gezinirken çok


az sayıda evin penceresinde cam olduğunu görünce hayrete düş-
müştü. Çünkü o yıllarda İngiltere’de hemen her evin penceresinde
cam bulunmaktaydı; bunun nedeni ise kömürün cam yapımı için
ucuz bir enerji sağlıyor olmasıydı (Bu arada Fransa’daki camcılar
hayli umutsuz bir durumdaydı, çünkü yakıt elde etmek için son
çare olarak zeytin çekirdeklerini yakmak durumunda kalmışlardı).
Kömür, tekstil endüstrisince kumaşların ağartılması, boyanması
ve baskılanması işlerinde kullanılan sıvıların kaynatılması ile ku-
rutma odaları ve ütülerin ısıtılması işlerinde de yoğun bir şekilde
kullanılmaktaydı. Kömür daha önceleri odunla eritilen demir ve
çeliğin üretiminde hızlı bir büyümeye yol açtı. Kömür endüstrisi-
nin ortaya çıkardığı bir teknoloji olan buhar makinelerinin çalıştı-
rılmasında da kömür kullanıldı.
İngiltere’nin toprak yüzeyinde yer alan kömür kaynaklarının tü-
kenmeye başlamasıyla birlikte maden kuyuları açıp toprağın derinlik-
lerine inmek, artık bir zorunluluk haline gelmişti. Ancak derine inil-
diği ölçüde su baskınlarıyla karşılaşmak da bir o kadar kaçınılmazdı.
1712 yılında Thomas Newcomen tarafından daha önceki çalışmaların
ışığı altında icat edilen buhar makinesi esasında su baskınına uğrayan
madenlerdeki suyu dışarı çıkarma amacıyla tasarlanmıştı. İlk buhar
makinelerinden yeterince randıman alınmıyordu; ancak kömür-
le çalıştırıldıkları için bu büyük bir sorun teşkil etmiyordu (Kömür
madenlerinde yakıt bedavaydı). 1800 yılı itibariyle İngiltere’deki ma-
denlere yüzlerce buhar makinesi yerleştirildi. Bir sonraki adım, İskoç
Mucit James Watt tarafından atılacaktı. James Watt, 1763 yılında ken-
disinden Newcomen’in yapmış olduğu bir buhar makinesini tamir
etmesi istendiğinde, bu makinenin gereksiz yere enerji israfına neden
olan bir tasarım olduğunu gördü. 1775’te tamamladığı kendi tasarımı
ise çok daha hızlı ve randımanlı çalışıyordu. Bu yeni tasarım hareket
ettirici makineler için de oldukça işlevseldi.
Bu durum, buhar gücünün tekstil endüstrisi için tasarlanmış,
emekten tasarruf eden çeşitli makineler için kullanılarak üret-
kenlikle muazzam bir yükselişin sağlanması anlamına geliyordu.
Örneğin, 1790’da Samuel Crompton’ın buhar gücüyle çalışan ve

169
Buhar Makinesi ve Patates

pamuğu eğirerek ipliğe dönüştüren makinesi, işçi başına iplik üre-


timini elle çalışan çıkrığa nazaran 100 kat artırmıştı. O kadar çok
iplik üretilebiliyordu ki, bu durumdan istifade edilmesi için doku-
ma tezgâhlarının da otomatikleşmesi gerekti. Bu farklı türdeki ma-
kineleri tek bir fabrika çatısı altında bir araya getirmekle üretim sü-
recinin bir aşamasındaki ürünün zaman kaybetmeden bir sonraki
aşamaya geçişi mümkün olabildi. Şeker işletmelerinde de süreç bu
şekilde işliyordu. Böylece üretkenlikte ileri düzeylerde artışın ya-
kalanması mümkün olabildi. 18. yüzyılın sonlarına doğru İngiltere
öylesine ucuz ve bol miktarda tekstil maddesi üretebiliyordu ki çok
geçmeden bunları, Hindistan’a ihraç etmeye başladı. Zaman içinde
İngiltere, bu ülkenin geleneksel dokuma sanayisini altüst etti.
İngiltere’nin Sanayi Devrimi’nin temelini atan üçüncü geliş-
me ise ülkenin besin ithalatına artan oranda bağımlı olmaya baş-
lamasıydı. Yeni buhar makinelerini güçlendirmede madenlerden
çıkarılan kömürün kullanılmasında olduğu gibi İngiltere, kendi
işçilerinin karnını doyurmak için denizaşırı ülkelerden besin ithal
etmeye başladı. İngiltere, Batı Hint adalarından (Karayipler) şeker
tedarik ederek, 19. Yüzyılda, kalori tüketimini çarpıcı bir biçimde
artırdı. 1800 yılında tüketilen kalori oranı, yüzde 4 iken 1900 yılına
gelindiğinde bu oran yüzde 22’ye çıktı. Atlantik Okyanusu boyunca
doğu yönüne doğru akan şeker ile, ters istikamette akan mamul
malların masrafları çıkarılmaktaydı. Şeker bir akrelik bir arazi üze-
rinde, dokuz ila on iki akrelik bir arazide buğdaydan elde edilen
kalori ölçüsüne denk bir kalori sağladığından ithal şeker, üzerinde
buğday tarımı yapılan 1,3 milyon akrelik bir araziden elde edilen
ürün kadar kalori sağlamaktaydı. 1800 yılından 1830’a gelindiğin-
de bu rakam 2,5 milyon akreye; 1900 yılı itibariyle ise yaklaşık 20
milyon akreye kadar çıkmıştı. İngiltere endüstriyel mallarını üret-
mek suretiyle kendi sınırlı toprak sahasının sınırlamalarından kur-
tulmuş oldu. Bilindiği gibi endüstriyel malların üretimi için toprak
sahasının genişliği çok önemli değildir, ancak üretilen malların
besin elde etme amacıyla ticarete konu olması, büyük bir toprak
sahasının elde edilmesini gerektirir.

170
İnsanlığın Yeme Tarihi

Şeker, sanayi işçilerinin favori içeceği olan çayı tatlandırmak


için kullanılıyordu. Bu şekilde hem gerekli enerji şekerden sağlanmış
oluyor hem de çayın içinde bulunan kafein ile işçilerin uzun vardi-
yalar boyunca dinç kalmaları sağlanıyordu. Şeker, yiyecek maddesi
olarak da kullanılmaktaydı. Örneğin, şeker pekmezi (melas) yulaf
lapasına katılabilmekte; yüzde 50 ila yüzde 65’i şekerden oluşan reçel
de sandviçlerde tüketilebilmekteydi. Ekmeğin üzerine sürülen me-
las ya da reçel, sanayi kentlerinde işçi ailelerince tercih ediliyordu.
Çünkü bu hem ucuz bir kalori kaynağı, hem de herhangi bir pişir-
me işlemine gerek duymaksızın çabucak hazırlanabilen bir yiyecekti.
O zamanlar fabrikalarda çalışan çoğu kadının artık çorba pişirme-
ye ayıracak vakti yoktu. 1874 yılından sonra İngiltere, şeker ithalatı
üzerindeki gümrük vergilerini kaldırdığında, şekerin fiyatı düşmüş
ve reçele erişim imkânı daha da kolaylaşmıştı. İngiltere’nin attığı bu
adımın, aslında 1661 yılına, Kral II. Charles dönemine kadar uzanan
bir geçmişi vardır.
İthalata konu olan sadece reçelde kullanılan şeker değildi; ek-
meğin yapımı için kullanılan buğday maddesi de ithalata konu ol-
maktaydı. 18. yüzyılın sonlarına doğru kıtlık ihtimalleri gerçeklik
kazanmaya başladığında İngiltere, tedbir olarak, İrlanda’dan bolca
besin maddesi ithal etmeye başladı. 1801 yılındaki Birleşme Yasası
(Act of Union) ile İrlanda kâğıt üzerinde Birleşik Krallık’ın bir parça-
sı haline geliyordu. Ancak pratikte bakıldığında İrlanda, İngiltere’nin
“tarım kolonisi” olarak işlev görmekteydi. İrlanda’nın ürettiği hay-
vansal ürünlerin İngiltere’ye ithalatını engelleyen yasalar, 1766 yılın-
da lağvedilmiş ve 18. yüzyılın sonları itibariyle de İrlanda’dan yapılan
sığır eti ithalatı üçe katlanmıştı. Benzer şekilde, tereyağı ithalatında
altı kat, domuz eti ithalatında da yedi kat artış kaydetmişti. 1840’lı
yılların başlarında, İrlanda’dan yapılan ithalat İngiltere’nin besin
ihtiyacının altıda birlik bir bölümünü karşılıyordu. İngiltere’nin
İrlanda’dan sağladığı besin, en iyi ve en basit şekilde işlenebilen top-
raklar üzerinde çalışan insanlarca üretilmekte ve yaptıkları işin kar-
şılığında onlara, kendilerini ve ailelerini beslemeye yetecek ölçüde
patates yetiştirebilecekleri kalitesiz ve küçük araziler tahsis edilmek-
teydi. Sözün kısası İngilizler, İrlandalıların patates yemeleri pahasına

171
Buhar Makinesi ve Patates

ekmek yemeye devam edebildiler. Patates, İrlandalı tarım işçilerini


geçindirmekle İngiliz sanayileşmesinin yakıtını sağlamış oldu.

Patates Kıtlığı ve Sonuçları

İngiltere örneği her ne kadar Malthus’un öngörüsünün yanlışlan-


dığının bir kanıtı olsa da, bir noktada Malthus’un haklı çıktığını
söyleyebiliriz. Malthus, 19. yüzyılın başlarında patatesin, İrlanda’da
görüldüğü gibi besin sorununa bir çözüm olacağı görüşüne katıl-
mıyordu. 1800 yılında basılan The Question of Scarcity Plainly Sta-
ted and Remedies Considered [Açıkça İfade Edilen Kıtlık Sorunu ve
Çözüm Önerileri] adlı eserinde Arthur Young, İngiliz Devleti’nin
her ülkenin üç ya da daha fazla çocuklu rençperlerine, üzerinde
patates yetiştirip bir-iki inek besleyebileceği yarım akrelik bir top-
rak parçası tahsis etmesi gerektiğinden bahsetmekteydi. Şöyle yaz-
mıştı: “Her rençper kendisine fazlasıyla yetecek denli üretim yap-
tığı müddetçe buğdayın fiyatı kendilerini çok fazla etkilemeyecek-
tir.” Ancak “İrlanda’nın patatese olan bağımlılığı, diğer ülkelerin de
mutlaka benzer bir yolu izleyeceği anlamına gelmiyor” diye itiraz
etmekteydi Malthus. Bir an için insanların patatese bağımlı olmaya
başladığını düşündüğümüzde, patates rekoltesinde meydana gele-
bilecek bir düşüşün büyük bir felaketin yaşanmasına neden olacağı
aşikârdır. Young’ın önerisine cevaben, “Günün birinde” diye yazı-
yordu, Malthus. “Patates rekoltesinin düşebileceği hiç mi olasılık
dâhilinde değildir?”
Aslında tam da böylesi bir felaket, 1845 yılının sonbaharında
İrlanda’yı pençesine alacaktı. Şimdi geriye dönüp bakıldığında, bu-
nun tam da beklenmekte olan bir felaket olduğu görülecektir. Çün-
kü patates rekoltesi, özellikle İrlanda’nın bazı bölgelerinde, yıldan
yıla düşüş göstermekteydi. Ayrıca 1830’lar talihsizlikle geçen yıllar
olmuştu. Ancak 1845 yılında, daha önce bilinmeyen bir hastalıktan
kaynaklanan kıtlık, tamamen farklı bir ölçekteydi ve bu bütün bir ül-
keyi etkisi altına almıştı. Toprak altındaki yumru kökler çürürken eş
zamanlı olarak patateslerin bitki kısımları solmaya başladı. Yeşil bit-

172
İnsanlığın Yeme Tarihi

kilerinin oldukça canlı ve sağlıklı göründüğü patates tarlaları bütün


o canlılığını yitirmiş ve birkaç gün içerisinde de bitkilerin yaprakları
kararıp ölmüştü. Patates mildiyösü* denen bir mantar hastalığıydı bu.
Yeni Dünya kökenli olan bu hastalık, ilk defa 1845 yılında Atlantik’i
geçerek Avrupa’ya ulaşmıştı. Hastalık ortaya çıkmadan önce top-
raktan çıkarılan patatesler bile yenilmez olmuş ve bir ay içerisinde
de çürümeye başlamıştı. 2,5 milyon akrelik bir arazi üzerine patates
ekilmişti ve bu rakam bir önceki yıldan yüzde 6 oranında daha faz-
laydı. Dolayısıyla topraktan bereketli bir mahsul alınacağı beklentisi
hâkimken sonuç tam bir felaket olmuştu.
Yıkımın boyutu, Kara Ölüm’den bu yana Avrupa’nın bazı yerle-
rinde emsali görülmeyen bir düzeydeydi. 1846 yılında patates rekol-
tesi tekrar düşmüş ve kıtlık ara vermeden devam etmişti. Rekoltede-
ki bu düşüşün sebebi, çiftçilerin patates ekmekten vazgeçmeleriydi.
İnsanlar sadece açlıkla değil, hastalıklarla da boğuşmak zorunda kal-
mıştı. Hıristiyan Quaker mezhebi üyesi olan William Forster, 1847
yılının Ocak ayında İrlanda’yı ziyaret ettiğinde, bir köyde karşılaştığı
manzarayı şöyle anlatıyordu:

Yaşanan felaketi kelimelerle ifade etmem mümkün değil. Bir


ara etrafım kadın ve erkeklerden oluşan azgın bir kalabalıkla
çepeçevre sarıldı. Yüzleri, bakışları ve çıkardıkları sesler ile
insan yaratığından ziyade aç köpekleri andırıyorlardı. Açlı-
ğın şiddetli ıstırabını ne denli ağır yaşadıkları belliydi. (...)
Kulübelerin birinde rutubetli zemin üzerinde boydan boya
uzanmış iki adam vardı. Çok zayıf bir haldeydiler. (...) Hare-
ket etmeye dahi mecalleri yoktu; bir deri bir kemik kalmış-
lardı. Bir diğer kulübede ise dizanteriye tutulmuş genç bir
adam can çekişiyordu; annesi oğlunu yaşatmak için evdeki
her şeyi rehin vermişti. (...) Genç adamın, alması gereken tek
*  Patates mildiyösü (Phytophthora infestans), patates yetiştirilen bütün
tarım alanlarında görülen bir mantar hastalığıdır. Hastalıklı yumruların
tarlaya dikilmesi sonucu alt yapraklarda küçük, sulu lekeler olarak ortaya
çıkan hastalık, iklim şartlarının da desteklemesiyle birlikte yaprakların ku-
ruyarak kahverengileşmesine ve ölmesine neden olur. (ç.n.)

173
Buhar Makinesi ve Patates

ilacın yiyecek olduğunu söylerken sesindeki o bıkkın ve ka-


derine boyun eğmiş tonu bir daha asla unutmayacağım.

İrlanda’da kıtlık sonucunda açlıktan ölen ya da kıtlığın hemen


sonrasında ortaya çıkan hastalıklardan kırılan insan sayısı bir mil-
yon civarındaydı. Yine bir o kadar insan ise kıtlıktan kaçma amacıy-
la, çoğu Amerika’ya olmak üzere, göç etmek durumunda kalmıştı.
Patateste görülen bu mantar hastalığı, kıta Avrupa’sına da sıçramış
ve iki yıl boyunca hiçbir yerde yiyecek patates bulunmamıştır. An-
cak İrlanda’nın patatese olan emsalsiz bağımlılığı, yaşanan kıtlığın
acısını en fazla bu ülkenin çektiği anlamına geliyordu.
Yaşanan felaketin boyutu, 1845 yılının sonlarına doğru gözle
görülür bir hal almaya başladığında, zamanın İngiltere Başbaka-
nı Sir Robert Peel, kendisini açıklanması zor bir durum içerisinde
buldu. Kıtlığa verilen cevap, dışarıdan tahıl ithal ederek İrlanda’da-
ki durumu yatıştırmaya çalışmaktı. Sorun şuydu ki, yurtiçinde üre-
tilen tahılın fiyatını yüksek tutmak amacıyla böylesi bir ithalata ya-
salar ile ağır vergiler uygulanmaktaydı. Bu yasalarla yerli üreticiler,
ucuz ithalata karşı korunmuş oluyordu. “Tahıl Yasaları” (The Corn
Laws) olarak bilinen yasalar, uzun soluklu bir tartışmanın tam da
merkezinde yer almaktaydı. Toprak sahipleri yasaların olduğu gibi
kalmasını savunurken sanayicilerin başını çektiği muhalif grup ise
yasaların kalkmasından yana tavır koyuyordu.
Toprak sahipleri yurtiçinde üretilen buğdaya dayanmanın dışa-
rıdan yapılan ve ne olduğu belli olmayan ithalata göre çok daha akıl-
lıca olduğunu öne sürmekte, aksi takdirde çiftçilerin işlerini kaybet-
me gibi bir tehlikeyle yüz yüze gelinebileceği uyarısını yapmaktay-
dılar. Ama asıl endişelerini dile getirmiyorlardı: Yasaların kalkması
durumunda ucuz ithalatın dayatacağı rekabet, kendi topraklarında
çalışan çiftçilerden aldıkları kiraların azalacağı anlamına geliyordu.
Sanayiciler ise buğday fiyatlarının bu derece yüksek (tabii bu ekmek
fiyatlarını da etkiliyordu) tutulmasının adil olmadığını söylüyorlar-
dı. Öyle ki, çoğu insan, artık kendi besinini yetiştirmek yerine satın
almak durumunda kalmaktaydı. Diğer taraftan sanayiciler, yasaların
kalkması ile düşecek tarım ürünlerinin fiyatının, ücret talebinde de
bir düşüşe yol açacağının farkındaydı. Sanayiciler, fiyatı ucuzlayan

174
İnsanlığın Yeme Tarihi

tarım ürünleri ile insanların sanayi mallarına daha fazla yöneleceği


beklentisi içerisindeydi ve bu yüzden Tahıl Yasaları’nın kaldırılması-
nı uygun görüyorlardı. Bu şekilde, “serbest ticaret” yolunda ilerlen-
miş olacaktı. Bu sayede bir taraftan ithal ham maddeye kolay erişim
sağlanacak, diğer taraftan da sanayi malları için ihracat pazarlarına
erişim mümkün kılınacaktı. Özetle söylemek gerekirse, Tahıl Yasa-
ları üzerine yapılan tartışma, tarım ve sanayi, korumacılık ile ser-
best ticaret arasındaki çok daha büyük bir kavganın sadece küçük
bir tezahürüydü. Bu kavga, İngiltere’nin tarıma mı, yoksa sanayiye
mi dayanacağı üzerine verilen bir kavgaydı. Parlamentonun kontrolü
toprak sahiplerinde olduğu için 1820’ler ve 1830’lar boyunca yürü-
tülen tartışmanın çok büyük bir yankısı olmadı.
Tartışmanın sonucunu tayin eden İrlanda’daki kıtlık bağla-
mında patates olmuştu. 1845 yılının Haziran ayında, Tahıl Yasaları
üzerine parlamentoda yapılan tartışmada, yasaların kaldırılması-
na güçlü bir biçimde muhalefet eden Başbakan Peel, kıtlığa çözüm
getirme amacıyla İrlanda’da ithalattan alınacak gümrük vergileri-
nin, başka yerlerde bir değişiklik yapılmaksızın askıya alınması-
nın büyük bir huzursuzluğa yol açacağı kanaatine varmıştı. Çünkü
İngiltere’de insanlar geçim araçları satın alırken oldukça yüksek
fiyatlarda ödeme yapmaktaydı. Peel, yasaları kaldırmak dışında
başka hiçbir çıkış yolunun görünmediğini fark ettiğinde ise hükü-
metinin politikasına ters düşme pahasına bu kararı uygulamanın
en akıllıca iş olacağına sonunda ikna oldu. Tabii ilk başlarda ken-
di çalışma arkadaşlarından bir destek bulamadı, ancak İrlanda’dan
gitgide kötü haberlerin gelmeye başlaması ve hükümetin varlığı-
nın tehlikeye girmesinin açıklık kazanmasıyla arkadaşlarından
bazıları fikirlerini değiştirdi. Son adım olarak 1846 yılının Mayıs
ayında parlamentoda yapılan oylama ile Tahıl Yasaları yürürlük-
ten kaldırıldı. Bu oylamada daha önceleri Tahıl Yasaları’nın güçlü
bir destekçisi olan aristokrat kökenli savaş kahramanı Wellington
Dükü’nün verdiği destek son derece kritikti. Çünkü Dük, hüküme-
tin bekasının çok daha önemli olduğu gerekçesiyle Lordlar Kama-
rası’ndaki toprak sahiplerini yasanın kaldırılmasına destek verme-
leri için ikna etmişti. Ama diğer taraftan Dük, Tahıl Yasaları’nın

175
Buhar Makinesi ve Patates

kaldırılmasında “lanet olası çürük patatesler”in sorumluluk taşıdı-


ğını da kişisel olarak kabul ediyordu.
İthal tahıl ürünleri üzerindeki gümrük vergisinin kaldırılması
Amerika’dan mısır ithal edilmesinin de yolunu açmıştı; ancak hükü-
metin yardım çalışmasını yanlış yürütmesinden dolayı atılan adım-
lar İrlanda’daki durumu pek değiştirmedi. Gümrük vergisinin kal-
dırılması aynı zamanda buğdayın kıta Avrupa’sından ithal edilmek
suretiyle İrlanda’nın düşen arzının telafi edilebileceği anlamına da
gelmekteydi. 19. yüzyılın ikinci yarısında, İngiltere’nin buğday itha-
latında bir patlama yaşandı. Tabii bu gelişmede Birleşik Devletler’de
demiryollarının inşasının buğdayın Büyük Ovalar’dan Doğu Yaka-
sı’ndaki limanlara taşınmasını kolaylaştırması da belirleyici bir rol
oynamıştı. Bu arada İngiltere’de tarımdan sanayiye yaşanan dönü-
şüm günden güne hız kazanıyordu. Üzerinde tarım yapılan toprak
sahalar ile tarımda istihdam edilen işgücünün hacmi 1870’li yıllarda
düşüş gösterdi. 1900 yılı itibariyle İngiltere’nin temel besin maddesi-
nin yüzde 80’ini oluşturan buğday, dışarıdan karşılanıyordu. Tarım-
da istihdam edilen işgücünün oranı ise yüzde 10’un altına düşmüştü.
Kömür, İngiltere’deki sanayi devriminin hareketini sağlayan tek
yakıt değildi elbette. İki yüzyıl öncesinden başlayan ve Karayipler’deki
şeker üretimince desteklenen tarımsal verimlilikteki artış ile İrlanda’da
patatesin mümkün kıldığı buğday üretimi de yeni sanayi çağına ge-
çerken İngiltere’nin önünde duran eşiğin atlanmasında üzerine düşen
rolü oynamıştı. Ayrıca besin ihtiyacını karşılamada öne çıkan engelle-
rin bir bir temizlenerek ithalata gitgide bağımlı hale gelinmesi ile pata-
tes kıtlığı trajedisi, bu dönüşümün tamamlayıcısı olmuştu.

Tekrardan Besin ve Enerji

Sanayi Devrimi’nin insanlık tarihinde Neolitik Devrim’in yak-


laşık on bin yıl önce yaptığı gibi yeni bir dönemin başlangıcına
damgasını vurduğunu söylemek abartı olmasa gerek. Bu her iki
devrim aslında birer enerji devrimiydi: Tarımsal birer ürüne dö-
nüştürülmüş bitkilerin planlı ve amaçlı bir şekilde üretimine ge-

176
İnsanlığın Yeme Tarihi

çilmesi, insan türünün güneş ışığından çok daha büyük bir oran-
da yararlanmasını mümkün kılmıştı. Sanayi Devrimi ise bir adım
daha ileri giderek yerin altında bitki formu olarak birikmiş eski
çağların güneş ışığını kullanarak bunu yapmıştı. Her iki devrim
de büyük toplumsal dönüşümlere yol açtı: İlk olarak avcı-topla-
yıcı yaşam tarzı bırakılıp tarıma geçilmiş, sonra da tarımdan en-
düstriye bir dönüşüm yaşanmıştı. Her iki devrimin sonlanması
uzun yıllara yayıldı: Çiftçilerin küresel ölçekte avcı-toplayıcıları
sayıca geçmesi, binlerce yıl önceye tekabül eder. Sanayileşmenin
ise sadece 250 yıllık bir geçmişi vardır. Bu yüzden geçmişten bu-
güne dünya nüfusunun sadece küçük bir bölümü sanayileşmiş
ülkelerde yaşamaktadır (Ancak Çin ve Hindistan’ın gösterdiği
hızlı gelişme çok geçmeden bu sonucu değiştirecektir). Yine her
iki devrim, anlaşmazlığa neden olan konuları su yüzüne çıkardı:
Nasıl ki avcı-toplayıcıların çiftçilere kıyasla çok daha iyi durum-
da oldukları ve tarıma geçişin de büyük bir “hata” olduğu söy-
lenebiliyorsa, benzer şekilde sanayileşme için de çözdüğünden
çok daha fazla soruna yol açtığı tespiti yapılabilmektedir. Ama bu
zaten zengin sanayi ülkelerinde yaşayan hayalkırıklığına uğramış
insanlarca sıklıkla dile getirilen bir argümandır. Son olarak her
iki gelişmenin beraberinde getirdiği çevresel sonuçlar oldu: Tarım
geniş ölçüde ormansızlaştırmaya neden olurken, sanayileşme de
dünyamızın iklimini etkileyecek ölçüde çok büyük miktarlarda
karbondioksit ve diğer sera gazlarının salınımına neden oldu.
Şu durumda sanayileşmiş ülkelerin yine de Malthus
Kapanı’ndan tam olarak kurtulduklarını söyleyemeyiz. Sadece bir
krizin yerine bir başkası ikame edilmiştir. Yani Malthus’taki sınırla-
yıcı faktör, tarım arazisi iken, bugün bu faktörün yerini atmosferin
karbondioksit gazını soğurabilme kapasitesi almıştır. Fosil yakıt
kullanımına geçebilme imkânı, Malthusçu kısıtlamalardan sadece
belli bir süreliğine kaçılabileceği anlamına gelmektedir. Bu kısıtla-
maların dışına çıkılabileceği konusu, 19. yüzyılın yazarlarınca da

177
Buhar Makinesi ve Patates

dile getirilmiştir. Örneğin, İngiliz İktisatçı William Stanley Jevons,


1865 yılında yayınlanan The Coal Question (Kömür Sorunu) adlı
eserinde, “Şu an için,” diye yazıyordu. “Ucuz kömür kaynakları-
mız, kömürde istihdam edilen işgücümüzün niteliği ve diğer ül-
kelerle yaptığımız serbest ticaret, bizi, sınırlı tarım arazilerine ba-
ğımlı olmaktan kurtarmıştır; sanırım bu durum bizi Malthus’un
doktrininin dışına çıkarıyor.” Her ne kadar kitabın ilk baskısında
“sanırım” kelimesi yer almasa da ölümünden hemen önce Jevons,
bu kelimeyi kitabının bir sonraki baskısına ekleyecektir.
Jevons endişelenmekte haklıydı. 21. yüzyılın başlarında besin
üretimi için enerji tedariki ile elverişli toprak mevcudiyeti ara-
sındaki ilişkiye dair dile getirilen endişeler, biyoyakıt (örneğin,
mısırdan elde edilen etanol ve palmiye yağından elde edilen biyo-
dizel) üretimi için artan orandaki istek bağlamında bir kez daha
su yüzüne çıkmıştı. Mısır ve palmiye gibi bitkilerden yakıt elde
etmenin cezbedici bir tarafı vardır. Çünkü bunlar yenilenebilir
(yani toprağa dilediğinizce ekip yetiştirebilirsiniz) enerji kaynak-
ları olduğu gibi kendi yaşam döngüleri içerisinde bu bitkiler fosil
yakıtlara kıyasla çok daha az karbon salınımına neden olur. Top-
rağa ekilen bitki büyüdüğü sırada havadaki karbondioksiti soğu-
rur, sonra bitkiler biyoyakıt olarak işlendiği ve elde edilen yakıt
da yakıldığında açığa çıkan karbondioksit tekrardan atmosfere
karışır. Bütün bir süreç karbon nötr olur; ama zaten bu ürünle-
rin yetiştirilmesi sırasında gübre ve traktörde kullanılan yakıt vb.
ile havaya karbon salınmakta, benzer şekilde bitkileri biyoyakıta
dönüştürürken gereken yüksek orandaki ısı da karbon salınımı-
na neden olmaktadır. Ne var ki, biyoyakıt üretmek için ne kadar
enerjinin gerekeceği ile bu üretim süreci sırasında atmosfere salı-
nacak karbon miktarı, biyoyakıta malzeme olabilecek ürüne göre
değişiklik göstermektedir. Bu yüzden bazı biyoyakıtlar, diğerleri-
ne göre çok daha avantajlıdır.
Bu bağlamda en az avantajlı konumda olan biyoyakıt türü,
mısırdan elde edilen etanoldür. Ancak etanol, bugün biyoyakıtın

178
İnsanlığın Yeme Tarihi

en çok kullanılan formudur. 2007 yılı itibariyle dünya biyoyakıt


üretiminin yüzde 40’ını etanol oluşturmaktadır ve ABD bu konu-
da başı çeken ülke konumundadır. En iyi tahmini rakamlar, bir
galon mısır etanolü yakmanın, bu etanolün üretimi için gereken
enerjiden yaklaşık yüzde 30 daha fazla enerji ürettiğini göster-
mektedir. Ayrıca geleneksel fosil yakıtlara kıyasla etanol sera gazı
salınımını yüzde 13 civarında azaltmaktadır. Bu ilk başta kula-
ğa hoş gelmektedir; ne var ki Brezilya şekerkamışından üretilen
etanolde bu oranlar, enerji üretiminde yüzde 700, sera gazı salı-
nımını azaltmada ise yüzde 85 civarındadır. Almanya’da üretilen
biyodizel için ise bu oranlar sırasıyla enerji üretiminde yüzde 150,
sera gazı salınımını azaltmada yüzde 50’dir. Bir diğer değişle, bir
galon mısır etanolü üretmek için bir galon fosil yakıtın beşte dör-
düne ihtiyaç duyulmaktadır (yüzlerce galon suyun harcanması ise
cabası). Bununla birlikte biyoyakıt olarak üretilen mısır etanolü-
nün, sera gazı salınımını düşürmede aslında pek bir etkisi yoktur.
Amerika’nın mısır etanolü kullanımı, ekonomik açıdan oldukça
dezavantajlıdır: Sera gazlarının salınımında bu yetersizliği aşma
amacıyla Amerikan hükümeti yılda yaklaşık yedi milyar dolarlık
bir harcama yapmak suretiyle mısır etanolü üretimini destekleme
yoluna gitmektedir. Bununla birlikte şekerkamışı etanolü ithala-
tını caydırmak için Brezilya’dan yapılan ithalata yüksek oranda
bir gümrük vergisi uygulamaktadır. Biyoyakıt elde etme amacıyla
mısırdan üretilen etanol, sera gazı salınımını azaltmaya yönelik
bir çabadan daha çok tarıma yapılan desteklemeleri (sübvansi-
yonları) haklı göstermek adına tertiplenmiş kurnazca bir plan
olduğu izlenimini vermektedir. 1846 yılında İngiltere çiftçilerin
yararına olan Tahıl Yasaları’nı kaldırmıştı; bugün ise Amerika,
kendi “Tahıl Yasaları”nı çıkarmaya çalışmaktadır.
Besin fiyatlarının artışını sağlayan faktörlerden biri mısır
etanolü ile birlikte diğer biyoyakıtlara gösterilen büyük ilgidir.
Çünkü işlenip yakıta dönüştürülebiliyor olması, bu besinlerin fi-
yatlarında bir artışa neden olur. Böylece besinler insanları değil
de, araçları doyurmaktadır. Biyoyakıta karşı olanlar, bir aracın

179
Buhar Makinesi ve Patates

yirmi-beş galonluk deposunu etanol ile doldurmada gereken mı-


sır miktarının bir kişinin yıllık besin ihtiyacını karşılamaya denk
bir miktar olduğunu söylemekten geri durmazlar. Mısır, hayvan
yemi olarak da kullanıldığı için yüksek mısır fiyatları et ve sütün
fiyatlarını da yukarıya çeker. Çiftçiler de topraklarını sadece mı-
sıra açmaya başladığı ölçüde diğer ürünlerde (örneğin soya) bir
azalma meydana gelir ve sonuç olarak bu ürünlerin fiyatları da
yükselmeye başlar. Öyle anlaşılıyor ki, besin ve yakıt bir kez daha
tarım arazileri üzerine kıyasıya bir rekabete tutuşmuş durum-
dadır. Ucuz kömür, 18. yüzyılda İngiliz toprak sahiplerinin fark
ettiği gibi, topraklarda ürün yetiştirmenin yakıta göre çok daha
fazla getiri sağlayacağı anlamına gelmekteydi. Bugün ise pahalı
yakıta dair dile getirilen endişe, Amerikan çiftçilerinin tersi bir
istikamette hareket ettikleri, yani besin ihtiyacı için değil de yakıt
ihtiyacı için tarımın yapıldığı anlamına gelmektedir.
Ancak biyoyakıtların her zaman besin üretimi ile yarışmak
durumunda olduğu doğru değildir. Bazen üzerinde başka türden
bir tarımın yapılamadığı arazilerde biyoyakıt üretimi için ham-
madde yetiştirmek mümkün olabilmektedir. Ayrıca bu hammad-
delerin mısır benzeri bir tarım ürünü olması da gerekmez. Bu
konudaki ümit verici ilk adım kuşkusuz selülozik etanole aittir.
Bu etanol, hızla büyüyen ağaç çalıları, hatta bazen ağaçlardan bile
üretilebilmektedir. Teoride, bu etanol, mısır ya da şekerkamışı
etanolünden bile defalarca kez daha fazla enerji verimine sahiptir.
Ayrıca neredeyse onlar kadar sera gazı salınımına neden olmak-
ta (fosil yakıtlara kıyasla sera gazı salınımını yaklaşık yüzde 70
oranında azaltır) ve tarım arazilerine de olumsuz yönde bir etki-
de bulunmamaktadır. Sorun şu ki, bu alandaki girişimler henüz
başlangıç aşamasındadır. Ayrıca selülozu parçalayıp etanole dö-
nüştürülebilir bir forma getirmek için de pahalı enzimlere ihtiyaç
duyulur. Bu konudaki bir başka girişim ise biyoyakıt üretimini
su yosunlarından (algler) sağlama çabasıdır. Ancak bu alandaki
çalışmalar henüz yenidir.

180
İnsanlığın Yeme Tarihi

Açık olan bir şey var ki, yakıt elde etmek için tarım ürünleri-
nin kullanımına başvurulması, esasında geriye doğru atılmış bir
adımdır. Neolitik ve Sanayi devrimlerinden sonra ileriye doğru
atılacak en mantıklı adım, şüphesiz tarımın sunduğu olanakların
ötesinde ya güneş enerjisinden yararlanmanın ya da yeni fosil ya-
kıt kaynakları elde etmenin yollarını bulmak olmalıdır. Bu konu-
da güneş panelleri ve rüzgâr türbinleri şüphesiz en çok bilinen ör-
neklerdir; ancak yüksek verimli güneş hücreleri üretme amacıyla
fotosentezin biyolojik mekanizmasıyla oynamak ya da biyoyakıt
üretimi yapılabilen genetiği değiştirilmiş organizmalar üretmek
de pekâlâ mümkündür. Besin ile yakıt arasındaki bu karşılıklı
ödünleşme, bugün tekrar su yüzüne çıkmış olsa da, bu ilişkinin
kökleri, aslında, geçmişe uzanmaktadır.

181
5. BÖLÜM

Silah Olarak Besin


9
Savaşın Yakıtı

Amatörler taktik konuşur, profesyoneller ise lojistik.


–ANONİM

Yapılan tüm hesaplamalar, Avrupa’nın kaderinin yiyecek er-


zakına bağlı olduğunu göstermektedir. Eğer elinizde ekmek
varsa Rusları yenmek bir çocuk oyuncağıdır.
–NAPOLYON BONAPART

“Kılıçtan Daha Keskin”

Savaş tarihinde görülen, en yıkıcı ve etki gücü en yüksek silah sizce


hangisidir? Bu sorunun cevabı kılıç, makineli tüfek, tank ya da atom
bombası olamaz. Zira bu sorunun cevabı, çok daha fazla sayıda insa-
nın ölümüne neden olan ve sayısız çatışmanın sonucunu tayin eden
bir silah olmalıdır. Bu öylesine aşina olduğumuz bir silahtır ki göz-
den kaçırmamız işten bile değildir. Bahsedilen silah besindir, daha
iyi ifade etmek gerekirse, besin stoku üzerindeki kontrol gücüdür.
Bir silah olarak besinin sahip olduğu güç, antik çağlardan bu yana
kabul edilen bir gerçekliktir. M.S. 4. yüzyılda yaşamış Romalı Askeri
Yazar Vegetius şöyle diyordu: “Açlık, genellikle, bir savaşın yol açabi-
leceği yıkımdan çok daha büyük bir yıkıma neden olur. Kıtlık, kılıç-
tan daha keskin bir silahtır.” Vegetius şöyle bir veciz söz aktarıyordu:
“Besin ya da diğer geçim maddelerine duyulan ihtiyacı karşılayama-
yan ordular, savaş yapılmaksızın mağlup edilirler.”
İnsanlık tarihinin çok büyük bir bölümünde besin, kelimenin
tam manasıyla savaş yakıtı olarak işlev gördü. Besin, ateşli silahla-

185
Savaşın Yakıtı

rın olmadığı; orduların kılıç, mızrak ve kalkan taşıyan askerlerden


oluştuğu bir dönemde, hem askerlerin hareket halinde kalmasını
sağlamış, hem de ellerindeki silahları savaşlarda düşmanlarına karşı
kullanmaları için onlara enerji vermişti. Hayvanlara verilen yemler
de dahil olmak üzere besin, yakıt ve mühimmat işlevi görmüştü. Bu
sebeple, besin stokunu sürdürülebilir bir seviyede tutmak, askeri
başarılar için kritik bir önem taşımaktadır. Besin kıtlığı ya da be-
sinin düşman tarafından yadsınması mağlubiyete giden yolu açar.
Mekanize taşımacılığın gelişinden önce besin ve yem ihtiyacının
karşılanması, genellikle, ordunun nerede ve ne zaman savaşacağı,
ne kadar hızlı hareket edebileceğine dair önemli kısıtlamalara neden
oluyordu. Antik çağlardan Napolyon dönemine değin savaşın diğer
yönleri önemli ölçüde değişmiş olsa da besinin dayattığı kısıtlamalar
ortadan kalkmamış, aksine devam etmiştir. Örneğin, askerler sadece
kendilerini birkaç gün beslemeye yetecek kadar bir yiyecek miktarını
sırtlarında taşıyabilirler. Yük hayvanları ya da atla çekilen ağır yük
arabaları kullanmak ise bir ordunun daha fazla erzak ve ekipman ta-
şımasına imkân sağlar, ancak bu durumda hayvanlar için yem gere-
keceğinden ordunun hızı ve hareket kabiliyeti sekteye uğrayacaktır.
Bu durumu, M.Ö. 4. yüzyılda, Makedonyalı II. Philip fark etmiş
ve (daha sonra oğlu İskender tarafından genişletilecek olan) bazı re-
formları uygulamaya koymuştur. Bu reformlar ile zamanın en hızlı,
hareket kabiliyeti en yüksek ve en çevik askeri birliğinin oluşturul-
ması amaçlanmıştı. Sayıları, kimi zaman askerlere denk olan aileler,
hizmetkârlar ve diğer yardımcıların sayısını en düşük seviyede olacak
şekilde sınırlandırarak ordunun hareket kabiliyetini yavaşlatan insan
ve yük arabalarından kurtulmak hedeflenmiştir. Askerler de kendi
erzak ve ekipmanlarının büyük bir kısmını taşımakla yükümlü tutul-
muş; geri kalan malzemeler ise arabalardan ziyade yük hayvanları ile
taşınmıştır. Hayvan sayısının azalması, yem bulma ihtiyacını da azal-
tır. Bu sayede ordunun özellikle de zorlu arazilerde hareket kabiliyeti
artar. Yunan tarihçilerinin anlattığına göre tüm bu şeyler, İskender’in
ordusuna avantaj sağlayarak, düşmanlarının içine korku saldığı yıldı-
rım saldırıları düzenlemesi için ona bir fırsat vermiştir. O zamanlar
İran beylerbeyi olan Satibarzanes, “İskender’in bu denli hızlı hareketi

186
İnsanlığın Yeme Tarihi

karşısında şaşkınlığa düşmüş ve ordunun eline düşmemek için fazla


vakit kaybetmeden yanına aldığı birkaç Aryan atlısı ile kaçıp gitmiş-
tir.” İran tepelerinde yaşayan Uxian isimli bir kabile, “İskender’in or-
dularının sürati karşısında şaşkınlığa uğramış ve orduların daha fazla
yaklaşmasını beklemeden bulundukları yeri terk etmiştir.” Benzer şe-
kilde İran’ı arkadan vuran Bessus isimli bir asilzade ise “İskender’in
hızı karşısında tam anlamıyla dehşete düşmüştür.” İskender’in kendi
ordusunu besleme ve ikmali konusundaki becerisi (bugün “lojistik”
olarak adlandırılan bir alandır bu), tarihteki en uzun ve en başarılı
askeri harekâtlardan birisini düzenlemesi için ona bir fırsat sağlamış
ve Yunanistan’dan Himalayalar’a kadar uzanan geniş bir alanı fethet-
mesini mümkün kılmıştır.
Aslında, tarih boyunca ordular, yiyecek erzaklarını yanlarında
pek taşımazdı, bu konuda İskender de bir istisna teşkil etmiyordu. Be-
sin ve hayvan yemleri, askerlerin içinden geçtikleri yerleşim yerlerin-
den elde edilmekteydi. Besin aramaya dönük bu tür yolların olumlu
sonuçlar verdiği söylenebilir. Ne var ki bunun bir dezavantaja dönü-
şebileceği de unutulmamalıdır. Çünkü askerlerin uzun süre kalmaları
durumunda bölgede çok geçmeden kıtlık baş gösterecektir. Her şey-
den önce bir ordu, bol miktarda besin stokuna sahip olmalıdır; ancak
başarıyla sonlanan her günde yiyecek araması yapan kişiler, bulun-
dukları yerlerden ayrılıp besin kaynaklarının bolca olduğu yerlere
keşif seferleri düzenlemekle mükelleftir. İskender’in yüzyıllar sonra
bugün hâlâ geçerliliğini koruyan temel kuralına göre bir ordu, kendi
kamp alanının çevresinde dört gün içerisinde yiyecek aramaya başla-
malıdır; çünkü bir yük hayvanı kendi yemini sekiz gün içerisinde tü-
ketebilir. Çorak bir arazide, dört gün boyunca yol alan bir hayvan, bu
yolculuğunda ayakta kalabilmek için kendine dört gün yetecek kadar
yem taşımalıdır. Sonra kendine sekiz gün yetecek kadar bir yükleme
yapabilir, ancak bu miktarın yarısını geri dönüş yolunda tüketecek ve
kendine yine dört günlük bir yem stoku bırakacaktır. Diğer bir de-
yişle hayvanın yola çıkarken sahip olduğu yem miktarına denk bir
miktardır bu. Bir ordunun belirli bir yerde kalabileceği süre, bekleme
yapılan yerin etrafının sunduğu zenginliklere bağlıdır. Bu da nüfusun
yoğunluğuna (kalabalık bir insan kitlesi genellikle ele geçirilebilenden

187
Savaşın Yakıtı

daha fazla besin tüketir) ve yılın zamanına (hasat döneminin hemen


sonrasında bolca besin bulunabilir, ancak hasadın hemen öncesinde
bu durum geçerli değildir) göre değişir. İskender ve diğer generaller,
gerek ordunun yürüyüş güzergâhında gerekse de harekâtın zamanla-
masında, bu faktörleri hesaba katmak durumundaydı.
Askeri harekâta çıkmış bir orduya ikmal malzemelerinin yığın
halinde ulaştırılmasının en iyi yolu gemilerdir. Bu şekilde antik çağlar-
da muazzam miktarlarda yiyecek erzakı hızlı bir şekilde bir yerden bir
başka yere taşınabilmiştir. Yük hayvanları ya da arabalar da, limandan
aldıkları bu malzemeleri ordunun kara içerisinde üs kurduğu yerlere
taşımıştır. Bu durum ister istemez orduların nehirlere ve sahil şerit-
lerine görece yakın bir şekilde hareket etmelerini zorunlu kılmıştır.
Örneğin, İskender Akdeniz civarındaki ülkeleri fethederken ordusu
için ikmal malzemelerinin ulaştırılmasını sağlayan donanmasına ba-
ğımlı kalmıştı. Bu sayede askerleri Akdeniz kıyısında yer alan liman-
ların güvenliğini sağlayabildi. Bir limandan diğerine hareket etmek-
le askerler kendilerine birkaç gün yetecek kadar bir erzakı taşımak
durumunda kalmış ve duruma göre de sebze-meyve toplayarak ken-
dilerine takviye yapmışlardı. İskender’in ölümünden yüzyıllar sonra
Romalılar bu lojistik beceriyi bir adım öteye taşıdılar. Hâkim olduk-
ları topraklarda ulaşım hatları ve erzak depoları kurarak erzakların
hızlı bir şekilde bir yerden bir başka yere taşınabilmesini sağladılar.
Ne var ki, kurdukları depolar gemilerce takviye edildiğinden, Roma
ordularının sahil şeridi ya da geniş bir nehirden yetmiş beş milden
fazla bir mesafede hareket etmesini zorlaştırdı. Bu bize Romalıların
niçin Akdeniz çevresindeki ülkeleri fethettiği ya da imparatorluğun
egemen olduğu kuzey sınırlarının niçin nehirlerce çizildiği hakkında
bilgi vermektedir. Erzak depolarının daimi kılınması, Roma toprak-
ları üzerinde büyük bir askeri birliğin besin ya da yem bulma gibi bir
sorun yaşamaksızın hızlı bir şekilde bir yerden bir başka yere hareket
edebilmesi anlamına gelir. Roma ordusu aynı zamanda askeri harekât
sırasında yiyecek bulma sürecini idare eden kurallar da uygulamıştı.
Düşman toprağında, civar bölgelerden besin tedarik etmek, iki
amacı yerine getirmekteydi. İlki, işgalci ordunun besin ihtiyacının
karşılanmasıydı, ikincisi ise bölge halkının zayıflatılmasıydı. İstila-

188
İnsanlığın Yeme Tarihi

cı ordunun bölgeyi yağmalayarak insanları muazzam bir yoksulluğa


sürüklemesi durumunda besinin kelimenin tam manasıyla bir si-
lah işlev gördüğü açıktır. Ortaçağ’a ait Çince yazılmış bir askeri el
kitabında şöyle denmektedir: “Eğer düşmanlarınızın depolarını ve
silolarını ele geçirir ve kendi ordunuzu aralıksız besleme pahasına
karşı tarafın birikmiş kaynaklarına el koyarsanız, savaşın kazananı
siz olursunuz.” Bazen birikmiş kaynakları gasp etme tehdidi bile ye-
terli olmuştur. İskender özelinde bu durum şöyle yaşanmıştı: Yerel
yöneticiler, genellikle, kendi topraklarına girilmeden önce teslim ol-
mayı tercih etmiş ve kendilerine daha iyi davranılması karşılığında
İskender’in ordusuna besin sağlanması konusunda anlaşmaya var-
mışlardır. İskender, Pers İmparatorluğu’nun içlerine doğru ilerleme-
ye başladığında, yerel yöneticilerin kabul etmeye can attıkları antlaş-
ma, tam da böylesi bir antlaşmaydı.
Buna karşılık, ordunun yol aldığı güzergâh boyunca civardaki
tüm besin ve yem kaynaklarının yerle bir edilmesi ya da ortadan kal-
dırılması (buna “yakıp yıkma politikası” deniyor) besinin savunma
amaçlı bir şekilde kullanımının yolunu açmaktadır. Böyle bir durum,
ilk olarak, Roma ile Kartaca arasında yaşanan İkinci Kartaca Sava-
şı sırasında, Kartacalı General Hannibal’ın birkaç yıl boyunca İtalya
çevresini yakıp yıkarak Romalıların gururunu ayaklar altına aldığı
bir sırada yaşanmıştı. O sırada, Hannibal’ı durdurmaya yönelik bir
çaba olarak görülebilecek bir bildirge çıkarılmıştı. Bildirgede şöyle
yazıyordu: “Hannibal’ın ordularıyla geçmesi muhtemel olan yerlerde
yaşayan tüm halk, çiftliklerini terk etmelidir; ama bunun öncesinde
düşmanın ele geçirebileceği herhangi bir şey kalmasın diye köy halkı
evlerini yakıp, ürünlerini imha etmelidir.” Bu taktik, Romalılar için
başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da, tarihte bu taktiğinn büyük ölçüde
başarılı sonuçlar verdiği örnekler de yaşanmıştır. Bir başka savunma
stratejisi, düşmanı, yiyecekleri işlemelerini sağlayacak araç ve gereçle-
re erişimden mahrum bırakmaktır. 1636 yılında İspanyol ordularının
ilerleyişini geciktirmek için Fransız generallerine, “Belli başlı yerlere
yedi ya da sekiz öncü süvari birlikleri yollamaları” talimatı verilmiş-
ti. “Birliklerle beraber, kendi cephemizden düşman cephesine kadar
uzanan yerdeki tüm ocak ve değirmenleri kırıp parçalayacak işçiler

189
Savaşın Yakıtı

de getirilmelidir.” Ocaklar ve değirmenler olmadan ele geçirilen ta-


hıl ekmeğe dönüştürülemeyecek, askerler, taşınabilir ocaklar yapmak
için birkaç günlük bir kamp kurmak durumunda kalacaklardı.
Bir ülkenin bir başka ülkeye savaş açmasının önünde duran be-
sinle ilgili tüm bu kısıtlamalar, ateşli silahlar gibi yeni teknolojilerin
ortaya çıkmasına rağmen insanlık tarihinin büyük bir bölümünde
varlığını sürdürmeye devam etti. Ancak zaman içerisinde, orduların
daimi olarak kullandıkları ikmal sistemleri, çok daha fazla gelişkin
ve ayrıntılı şekillere dönüşecektir. Özellikle 18. yüzyıl Avrupa’sındaki
savaşlar, hızla resmiyet kazanmaya başlamış ve ordular besin kay-
naklarına el koyma ve yağmalama gibi yollara daha az başvurmak
durumunda kalmıştır. Modası geçmiş, köhne ve gayrimedeni olan
bu yollara başvurmak yerine depolarda saklanan ve yük trenleriyle
taşınan erzaklara dayanmaya başlanmıştır. Harekât sırasında profes-
yonel askerlerin maaş ödemeleri ve yeme-içme ihtiyaçları ordu ta-
rafından karşılanıyor, yani eskiden olduğu gibi askerlerden yiyecek
aramaları için etrafı dolaşmaları beklenmiyordu. İkmal malzemele-
rinin önceden hazırlanması ihtiyacı, askeri harekâtların uzun vadede
planlanması anlamına geliyordu. Bu bağlamda, kendi erzak depoları
olan ordular ile yıldırım saldırıları ya da uzun yürüyüşler safdışı bı-
rakılmıştır. Bir tarihçi bu dönemde yaşanan savaşları “kaplumbağa
dövüşü”ne benzetmiştir.
1775-1783 yılları arasında yaşanan Amerikan Bağımsızlık Sava-
şı, İskender ve Hannibal’dan yüzyıllar sonra bir savaşın sonucunu ta-
yin etmede lojistik faktörlerin nasıl hâlâ kritik bir rol oynayabileceği-
ne dair önemli bir örnek oluşturur. Teoride, İngilizler Amerika’daki
sömürgelerinde baş gösteren isyanı hiçbir zorluk yaşamadan bastı-
rabilirlerdi; çünkü o zamanlar, İngiltere karada ve denizde en büyük
askeri güce sahipti, ayrıca devasa bir imparatorluğa hükmediyordu.
Gelgelelim pratikte işler hiç de hesaplandığı gibi gitmedi. Yaklaşık
üç bin mil uzaklıkta olan ve on binlerce askerden oluşan bir orduyu
beslemek çok büyük zorluklarla başa çıkılması anlamına geliyordu.
İngiltere’nin 35.000 askeri bir günde 37 ton yiyecek tüketmekteydi.
Bu yiyecekler arasında asker başına 450 gramlık sığır etinin yanı sıra
biraz bezelye, ekmek ve rom bulunmaktaydı. Sayıları 4.000’i bulan
atlar ise günde 57 ton yem tüketmekteydi.

190
İnsanlığın Yeme Tarihi

Başlarda, İngiliz komutanlar, Atlantik üzerinden gemilerle ta-


şınan yiyecekle askerlerinin karınlarını geçiçi olarak doyurabile-
ceklerini düşünüyorlardı. Amerika’da İngiliz yönetimine sadakatle
bağlı kişilerin bu mücadeleye destek çıkacaklarına ve bulundukları
yerlerden orduya yiyecek ve yem tedariki sağlayacaklarına inanıyor-
lardı. Ancak çok geçmeden bu beklentinin boş bir beklenti olduğu
ortaya çıktı. Çünkü hem istenen miktar, hem de talep edilen besin,
İngiliz stratejisini destekleyen yöneticilere sadık kişilerin aralarının
açılmasına neden olmuştu. Avrupa’nın resmi savaş tarzına alışkın
olan İngiliz birliklerinin çoğu, yiyecek arama deneyimine sahip de-
ğildi ve bu işle uğraşmayı da gururlarına pek yediremiyorlardı. Bu
yüzden İngiliz birlikleri güvenliği sağlamak için limanlara yakın
yerlere çekilmek durumunda kaldı. Gemilerle deniz üzerinden gelen
yiyecek erzaklarına bağlı kaldıkları için kıtanın iç kısımlarına nüfuz
edemiyorlardı. Kontrol altında tutulan bölgeyi genişletmeye dönük
girişimler, daha geniş bir bölgede yiyecek aramayı gerektirdiğinden
zaman içinde İngiltere’nin sömürgelerinde yaşayan kişilerin ihtilafa
düşmesine neden olmuştu. Bunun üzerine bazıları besin üretimini
durdurmuş, bazıları da gerilla direnişi başlatmıştı. Yiyecek arama
amacıyla İngiliz hatlarının ötesine gönderilen keşif grupları, yüzlerce
askerden oluşan bir birliğe ihtiyaç duymaktaydı. İsyancılardan olu-
şan küçük bir grup, yiyecek aramaya çıkmış çok daha büyük bir gru-
bu peş peşe yapılan saldırılarla taciz ateşine tutmuş; kurulan tuzaklar
ve keskin nişancılar ile askerler teker teker vurulmuştu. İngilizler bu
tür kısa süren çarpışmalarda çok daha büyük meydan muharebele-
rinde kaybettiğine denk sayıda bir asker zayiatı vermişti.
İngilizler kıtanın iç kısımlarına girmeye cüret etmede pek heves-
li görünmüyordu, çünkü iç kısımlara yapılacak bir askeri harekâtın
akıbetini askeri stratejiden çok erzak ihtiyacı belirleyecekti. Bu yüz-
den İngilizler, kendilerine en az altı ay (ideal olanı bir yıldır) yetecek
kadar bir yiyecek stoku hazırlamaları koşuluyla büyük askeri saldırı-
lara kalkışabileceklerine inandılar. Sekiz Yıl Savaşı sırasında da ben-
zer bir durumla iki defa karşılaşılmıştı. Yiyecek kıtlığı, İngilizlerin
sahip oldukları avantajdan yararlanamayacakları ve düşmanlarına
tekrardan toparlanabilmeleri için fırsat tanımak zorunda kalacakları
anlamına geliyordu. Çatışmanın ilk yıllarında İngilizlerin düşman-

191
Savaşın Yakıtı

larına ağır bir darbe indirmeye dönük girişimlerinin hüsranla so-


nuçlanması ve arkasından Avrupalı güçlerin Amerika’nın tarafında
savaşa girmesiyle İngiltere’nin bu savaşta galip gelemeyeceği açıklık
kazandı.
Savaşta, Amerikan askeri kuvvetleri de erzak sorunlarıyla başa
çıkmak zorunda kalmıştı. Ancak onlar kendi topraklarında savaşı-
yor olmanın avantajına sahipti ve gerekli görülen durumlarda, İn-
gilizlerin niyet edip de yapamadıkları şekilde erzak ve insan gücü-
ne erişebilmişlerdi. Amerikan Askeri Birlikleri’nin Başkumandanı
George Washington, savaştan kısa bir süre sonra şöyle söylemişti:
“İnanılması gerçekten güç olan bir şey vardır ki, o da İngiltere gibi
bu ülkede tam sekiz yıl boyunca faaliyet göstermiş bir askeri gücün
planlarını yaparken afallamış olmasıdır. Üstelik sayıca kıyas götür-
meyecek kadar küçük, yarı aç, bitap düşmüş, üstündeki paçavralarla
adeta özdeşleşmiş, asla para ödenmemiş ve insan doğasının izin ver-
diği hastalıkların her türlüsüne göğüs geren insanlardan oluşan bir
kitleye karşı…” İngiltere’nin kendi birliklerine yeterli yiyecek erzakı-
nı sağlayamamış olması, hem savaştaki yenilgisinin, hem de bunun
hemen ardından gelen Amerikan bağımsızlığının elbette tek nedeni
değildi. Ama bu durum asla önemsiz sayılamazdı. Lojistik faktörler,
tek başına askeri çatışmaların sonucunu tayin etmez; ancak olması
gerektiği gibi beslenemeyen bir ordunun, savaş alanına ilk önce gi-
ren taraf olması mümkün değildir. Zaferin elde edilmesinde herkese
yetecek bir besin miktarı gerekli bir şartır, ancak bu tek başına yeterli
şart değildir. Wellington Dükü’nün söylediği gibi: “Amacınıza ulaş-
mak istiyorsanız insanları doyurmalısınız.”

“Ordu, Midesi Üzerinde Yürür”

1795 yılının 5 Ekim’inin ilk saatlerinde, Fransız Topçu Birliği’nin


gelecek vaat eden genç subayı Napolyon Bonapart, Fransa’yı yöne-
ten Ulusal Meclisi (National Convention) savunma amacıyla aske-
ri birliklerin başına geçirilmişti. Meclis, monarşiyi deviren Fransız
Devrimi’nin hemen sonrasında 1792 yılında halkoyuyla seçilmişti.

192
İnsanlığın Yeme Tarihi

Devrim sonrasında ülkede hâlâ kralı destekleyen geniş bir kitle var-
dı. Kralcı taraftarların sayıları otuz bini bulan ordusu, tam o sırada,
Paris’te, meclis üyelerinin sığındığı Tuileries Sarayı’na yürümekteydi.
Napolyon vakit kaybetmeden süvari birliğinden bir subaya kırk adet
top ve bir o kadar da asker getirmesi için emir vermiş ve gün doğmak
üzereyken topları ve topçuları dikkatli bir şekilde saray civarındaki
caddelere yerleştirmişti. Savunma birlikleri sayıca (bire karşı altı ola-
cak şekilde) çok üstündü. Bir ara, Napolyon askerlerine emir verdiği
sırada atından aşağıya indi. Kralcı birlikler saldırıya geçtiklerinde sa-
vunma birlikleri bu kalabalığı kilisenin önüne yerleştirilmiş silahla-
rın olduğu tarafa doğru yönlendirebilmişti. Ardından Napolyon ateş
emrini vermiş ve toplar, kralcı birlikleri yıkıcı bir etkiyle yok etmiş,
sağ kalıp kurtulanların da kaçıp gitmesine neden olmuştu. Bu zafe-
rin hemen ardından Napolyon, erkek kardeşi Joseph’e şöyle yazmıştı:
“Her zamanki gibi bir çizik bile almadım. Bundan daha mutlu ola-
mazdım.” Bu olay Napolyon’un kariyerinde bir dönüm noktasıydı.
Birkaç gün sonra Napolyon’a meclisi savunma görevini veren
General Paul Barras, Napolyon ve diğer subaylarla beraber kendi-
lerine teşekkür dileklerini iletmek isteyen meclis üyelerinin huzu-
runa çıktı. Tam o sırada, politikacılardan biri, ansızın kürsüye çıkıp
Barras’ya teşekkür etmek yerine General Bonapart’ı kahraman ilan
etti. Çok geçmeden Napolyon, büyük bir üne kavuşmuştu. Sokağa
her çıktığında alkışlanıyordu. Kısa bir süre sonra Napolyon, Fran-
sız Askeri Kuvvetleri’nin komutanı olarak İtalya’da görevlendiri-
lecekti. Takip eden aylarda Avusturya’ya karşı ani ve sert bir askeri
harekât başlatarak Kuzey İtalya’nın büyük bir bölümünü Fransa’nın
denetimi altına aldı. Resmi düzeyde bir yetkisi olmamasına rağmen
Avusturya’ya barış şartları bile dayatmıştı. Napolyon, artık Fransa’nın
ulusal kahramanı haline gelmişti. Savaş meydanlarında kazandığı
başarıyı politik nüfuz elde etmede kullanarak 1799’da iktidara yürü-
dü. İtalya’ya yapılan askeri harekâttan sonra bir Fransız general onu
“Yeni Büyük İskender” olarak tanımlayacaktı.
Aslına bakılırsa bu oldukça isabetli bir tanımlamadır. Çünkü
Napolyon’u kendi zamanının generallerinden ayıran ve kariyerinin
rotasını çizen temel şeylerden biri İskender’in sadelikten yana olan

193
Savaşın Yakıtı

lojistik becerisini yeniden uygulamaya geçirmesidir. Fransız General


Comte de Guibert, 1770’li yıllarda, dönemin ordularının taşınması
zor ve oldukça elverişsiz ikmal sistemlerine ve depolarına bağımlı-
lıklarından bahseder. General orduların çok daha kolay taşınabilir
malzemelere sahip olması, yaşamını sebze-meyve toplayarak idame
ettiren askerlerden oluşması gerektiğini söylüyordu. Ayrıca Guibert,
profesyonel askerlerden oluşan daimi ordulara bel bağlamanın, sıra-
dan insanın silah kullanma konusunda eğitimsiz kalmasına neden
olduğunu da gözlemlemişti. “Güçlü yurttaş askerliği”ni geliştiren ilk
Avrupa ülkesinin diğerleri karşısında başarıdan başarıya koşacağı
öngörüsünde de bulunmuştu. Generalin fikirleri çok geçmeden doğ-
rulanmış olacaktı; ancak bu planlı bir askeri reform sayesinde değil,
1789’daki Fransız Devrimi’nin eski ikmal sisteminin çöküşüne yol
açıp, Fransız askerlerinin yiyeceklerini kendi başlarına buldukları
muharebelerde savaşmalarını zorlamasıyla bir gerçeklik kazanacaktı.
Sebze-meyve toplayarak yaşamı idame ettirme, artık bir gereksi-
nimdi. Ancak Fransız ordusunun yaptığı şey, bu gereksinimi yiyecek,
yem ve diğer erzak malzemelerinin toplanıp biriktirilmesine dayanan
organize bir sisteme dönüştürmek olmuştu. Napolyon generallerin-
den birine bunu şöyle izah ediyordu: “Üzerinden geçilen topraklar-
dan hayvan yemi elde edilmesi işi, ordunun komuta kademesinin
sorumluluğu altındadır.” Yiyecek arama amacıyla bir onbaşı ya da ça-
vuşun komutası altında sekiz ya da on kişi, ya bir gün kadar kısa ya da
bir hafta kadar uzun süren bir keşif seferine gönderilir. Sebze-meyve
toplamaya çıkan bu gruplar, çizilen güzergâh boyunca ilerlemekte
olan ordunun gerisinde etrafa yayılarak civardaki köy ve çiftliklerden
yiyecek aramaya başlarlar. Alınan yiyecekler için karşı tarafa zaman
zaman altın ile, ama çoğu durumda makbuz ya da senet ile ödeme
yapılır. Böylece savaş hali sona erdiğinde bu makbuz borcun geri
ödenmesi için köylüler tarafından kullanılabilecektir (“Makbuz ka-
dar değeri yok” ifadesi pratikte bu şeyin ne kadar nadiren yaşandığını
göstermektedir). Yiyecek aramaya çıkanlar daha sonra bölüklerine
dönüp topladıklarını bölüştürürler. Toplanan besinlerden genellikle
ya yahni ya da çorba yapılır. Tabii bu yöntem, eskiden düzensiz bir şe-
kilde yapılan yağmalamalara kıyasla çok daha az bir israfa neden ol-

194
İnsanlığın Yeme Tarihi

maktadır. Çok geçmeden Fransız askerleri saklı besin kaynaklarının


ortaya çıkarılmasında birer uzman olacak ve bulundukları alana göre
ne kadar besin elde edilebileceğini hesaplayabilme seviyesine ulaşa-
caklardır. Bir Fransız askeri, “Bölge halkı ellerindeki her şeyi orman-
lara ve evlerinin altına gömmüştü,” diye anlatır. “Uzun aramalarımız
sonucunda yiyeceklerin saklandığı yerleri bulmuştuk. Tüfeklerimizin
dipçiği ile yoklayarak çeşit çeşit erzağa ulaştık.”
Tüm bunlar, Fransız askerini son derece çevik ve kıvrak bir hale
getirmişti. Kendi dönemlerinde diğer ordularca kullanılan yük va-
gonları sayısının yaklaşık sekizde birine ihtiyaç duyuyorlar, ayrıca bir-
iki gün içerisinde elli millik bir yol kat edebiliyorlardı. Ordunun hare-
ket kabiliyetinin yükselmesi, Napolyon’un “Yiyecek aramak için ayrıl,
savaşmak için birleş!” şeklinde özetlenebilen askeri stratejisiyle mü-
kemmel bir şekilde uyum içerisindeydi. Napolyon’un öncelikli yak-
laşımı, askerlerini bölüp onları geniş bir alana dağıtmaya çalışmaktı.
Bu şekilde kendi istikametinde yol alan her birliğin yiyecek aramak
için kendi sahasına egemen olması sağlanmış oluyordu. En sonun-
da ise dağıttığı birliklerini tekrardan toparlayıp düşmana karşı savaşa
tutuşturuyordu. Sonuç olarak Fransız orduları, ardı ardına gelen baş
döndürücü zaferler kazanmış ve bu da Napolyon komutası altındaki
Fransız ordusunun müthiş bir üne kavuşmasına olanak sağlamıştı.
Ne var ki, Napolyon, geleneksel ikmal sistemlerinden bütünüy-
le vazgeçmiş değildi. Bir askeri harekâta çıkılacağı zaman dost ülke
topraklarının sınırları içerisinde büyük erzak depoları hazırlanır ve
sınırdan geçen askeri birliklerin buralarda ikmal yapması sağlanırdı.
Askerler genellikle ekmek ya da peksimet olarak kendilerine birkaç
gün yetecek kadar yiyecek erzakı taşımaktaydı. Tabii bu, besin kıt-
lığıyla ya da düşman kuvvetlerinin Fransız kuvvetlerine yakın dur-
duğu kritik anlara karşı askerlerin aldığı bir önlemdi. Napolyon’un
gözlemlediği gibi, “Birliklerin yan yana geldiği durumlarda yürüyüş
halindeki orduyu besleme yöntemi uygulanamaz bir hal alır.”
Bu durumun nasıl yaşandığının en iyi örneği, 1805 yılında Aus-
terlitz Muharebesi’nin doruğa çıktığı bir sırada yaşanacaktır. Napol-
yon, İngiltere’yi işgal etme niyetiyle Fransa’nın kuzeyinde büyük bir
ordu oluşturduğu sırada kendisini İngiltere’nin müttefikleri Avustur-

195
Savaşın Yakıtı

ya ve Rusya tarafından tehdit edilir bir hale bulmuştu. Bu yüzden bir-


liklerine Fransa’nın içinden geçerek doğu yönüne doğru gitmelerini
emretti. Yol boyunca karşılarına çıkan şehirlerin belediye başkanla-
rından askerlere dağıtmak için yiyecek talebinde bulunuldu. Ayrıca
Napolyon, asker azığı olarak 500.000 peksimet hazırlanması için Ren
Nehri kıyısında bulunan şehirlere emir vermişti. Seferberliğin ilan
edilmesinden bir ay sonra Napolyon’un 200.000 askeri, Ren Nehri’ni
geçerek, hattın ötesinde yüz milden fazla bir mesafeye yayılmaya baş-
ladı. Her birlik kendi solunda kalan alanlardan sebze-meyve toplaya-
rak yaşamını idame ettirecek, yerli halktan yiyecek isteyecek ve aldık-
ları malzemeler karşılığında köylülere makbuz kesecekti. Kendilerine
verilen emir bu şekildeydi. Kayıtlar, küçük köylere varıncaya kadar,
Fransızların ne kadar yiyecek toplayabildiklerine dair bilgiler ver-
mektedir. Örneğin, yaklaşık 15.000 nüfuslu Alman şehri Heilbronn,
askerlere azık olarak 85.000 ekmek ile 11 ton tuz, 3600 kile saman,
6000 çuval yulaf, 2800 litre şarap, 800 kile anız ve tüketimi acil olma-
yan şeylerin taşınması için de tam 100 adet yük vagonu vermişti. 8000
nüfuslu Hall şehri ise azık olarak 60.000 ekmek ile 70 öküz, 2300 litre
şarap ve 100.000 kile saman ve anız vermişti. Savaş Fransa’nın hasat
mevsiminde askeri harekâta başlamasına neden olduğundan, yılın di-
ğer dönemlerine göre çok daha fazla erzak elde etmişlerdi. Böylesi
büyük bir ordu için sadece depo ve yük trenleri kullanmak suretiyle
ikmal malzemelerinin hazırlanması ve bunların sevkiyatının yapıl-
ması, 18. yüzyıl koşullarında, aylarca süren uzun bir işti; ayrıca bu,
ordunun hızlı bir şekilde hareket etmesini de engellemekteydi.
Napolyon’un amacı, erken davranıp Ruslar gelmeden, Tuna
Nehri civarında Avusturya ordusunu yenilgiye uğratmaktı. Bu ama-
cını ünlü “Ulm manevrası” ile gerçekleştirdi: Süvari birliklerinin
batıdan gelen saldırıları, Avusturya ordusunun dikkatini dağıtırken,
Fransız kuvvetleri, atik davranıp Avusturya ordusunu çembere hap-
sedip orduyu teslim olmaya zorladı. Avusturya’nın işini bitirdikten
sonra Napolyon, Rus ordusunun peşine düştü. Tabii bu, yiyecek
maddelerinin kıt bulunduğu ağaçlarla kaplı bir bölgeden geçilme-
si anlamına geliyordu. Bu yüzden Napolyon, adamlarına Ulm ci-
varındaki bölgeden temin edilmiş azık dağıttı. Askerlere sekiz gün

196
İnsanlığın Yeme Tarihi

yetecek miktarda olan bu azık, ekmek ve peksimetten oluşuyordu.


Bu şekilde ordu besin açısından çok daha zengin olan doğu yönü-
ne varıncaya kadar ayakta kalabildi. Vardıkları yerde hem yiyecek
ikmalleri yapılmış, hem de Avusturya ordusunun kurduğu depo-
lar ele geçirilmişti. Avusturya’nın başkenti Viyana ele geçirildikten
sonra burası bir erzak deposu olarak kullanılmış ve ordunun ihtiyaç
duyduğu devasa miktardaki yiyecek ve yem ihtiyacı kolaylıkla karşı-
lanmıştı. Fransız ordusu sadece bir günde 33 ton ekmek, 11 ton et,
90 ton yulaf, 375 kova şarap tüketmekte, hayvanlar için de 125 ton
saman ayrılmaktaydı. Rusların peşinde kuzeye doğru yola çıkmadan
önce orduya dinlenmesi ve kendini toparlaması için üç gün veril-
mişti. Rus ordusuna, Avusturya kuvvetlerinden geriye kalan birlikler
de katılmıştı. Sonunda Fransız ve Rus orduları Austerlitz şehri (Çek
Cumhuriyeti’nde yer alan bugünkü Slavkov) yakınlarında karşı kar-
şıya geldiler. Napolyon’un burada elde edeceği zafer, kariyerinin en
büyük zaferi olarak değerlendirilir. Napolyon, düşman toprağının
iç kısımlarına kadar ilerlemiş, Avusturya İmparatorluğu’nu küçük
düşürerek düşmanı dize getirmiştir. Ordusunun, gerektiğinde gele-
neksel ikmal sistemlerinden anında vazgeçebilme becerisine bağlı
olan rakip tanımayan hızı ve hareket kabiliyeti, elde edilen zaferde
belirleyici bir rol oynamıştı. “Ordu midesi üzerinde yürür,” sözü
Napolyon’a mal edilen bir sözdür.
Besin belki de Napolyon’un en büyük askeri başarısının se-
bebiydi, ama diğer taraftan, bu şey Napolyon’un en büyük yanlışı
yapmasına da neden olmuştu: 1812 yılında Rusya’yı işgal etmesi,
Napolyon’un kariyerinin belki de en büyük hatası oldu. 1811’de as-
keri harekâtını planlamaya başladığı sırada Napolyon’un, Rusya’ya
girdiklerinde askerlerin sebze-meyve toplayarak yaşamlarını ida-
me ettirebileceğini beklemediği gayet açıktı. Bu sebeple Prusya’da
geniş erzak depolarının kurulması için emir verdi. Bununla bir-
likte, binlerce yeni vagon ekleyerek Fransa’nın askeri tren sayısını
artırdı. Ayrıca dört atlı vagondan, altı atlı vagona geçilmesi öneri-
sini ortaya attı. Bu şekilde kapasite yüzde elli oranında artırılmış
olacak, erzak taşıyan vagonların sayısında da bir azalma meydana
gelecekti. 1812 yılının Mart ayı itibariyle yeterli miktarda ikmal

197
Savaşın Yakıtı

malzemesi Danzig şehrinde bir araya getirildi. Bu malzemeler ile


yedi hafta boyunca dört yüz bin asker ve elli bin kadar atın bes-
lenmesi sağlanacaktı. Ayrıca Polonya sınırında da en az bu kadar
daha erzak hazırlanmaktaydı. Napolyon, hızlı ve sonuç alıcı bir
harekât başlatma umudu içerisindeydi; Rus ordusunu sınır hattına
çekip düşmanı dize getirmek istiyordu. Ordunun Rusya’nın iç kı-
sımlarına kadar girmeyi göze alacağı beklentisinde olmadığı gibi,
karınlarını doyurmak için askerlerin yiyecek aramak durumunda
kalacakları düşüncesine de sahip değildi.
Napolyon’un 450.000 askerden oluşan ordusu, 1812 yılının hazi-
ran ayının son günlerine gelindiğinde Rusya topraklarına adım attı.
Yanlarında kendilerine yirmi dört gün yetecek kadar erzak vardı: As-
kerler, sırt çantalarında dört günlük yiyecek taşımaktaydı, geri kalan
malzemeler ise yük vagonlarıyla getiriliyordu. Kimsenin beklemedi-
ği bir anda sorunlar baş göstermeye başladı. Şiddetli yağan yağmur,
askerlerin üzerinde yürüdüğü toprak yolu çok geçmeden çamurlu
bir bataklığa dönüştürdü. Erzak taşıyan ağır yük vagonları, beklene-
bileceği üzere batağa saplanmış, atların bacakları kırılmış, askerler
de ayaklarındaki botları kaybetmişti. Piyadeler, diğerlerine kıyasla
çok daha hızlı hareket etmiş, kimi birlikler iki gün içerisinde yetmiş
mil yol almıştı. Ancak bu yüzden piyadelerin ikmal malzemelerine
erişimi zorlaşmış oldu. Yanlarında getirdikleri azıklarını tüketmele-
riyle birlikte hayatta kalmak için etraftan sebze-meyve aramaya baş-
ladılar. Fakat bulundukları yer, besin açısından kıt bir yerdi. Ayrıca
ordu, Fransızların etkin yiyecek arama sistemine alışık olmayan çok
sayıda deneyimsiz acemi askerden oluşuyordu. Üst üste gelen olum-
suzluklar, disiplini bozmuş ve erzakların düzgün bir şekilde bölüş-
türülmesi yerine gelişigüzel yağmalama eylemlerinin meydana gel-
mesine neden olmuştu. Çok geçmeden güzergâh üzerinde bulunan
birkaç köy ve çiftlikte yiyecek tükenmiş; atların yemesi için yeterli
ot kalmamış ve tarlalarda bulunan mahsul de henüz olgunlaşmadı-
ğı için toplanamamıştı. Bir Fransız general yaşadıklarını daha sonra
şöyle anlatacaktır: “Öncü birlikler hayatından gayet memnundu, an-
cak ordunun geri kalanı açlıktan ölüyordu.”
Fransızların ilerlediği ölçüde Ruslar konuşlandıkları yerleri

198
İnsanlığın Yeme Tarihi

terk edip Moskova’ya doğru geri çekilmeye başladılar. Napolyon,


Smolensk ile Moskova civarında, ordusunu beslemeye yetecek daha
zengin bir yere ulaşma beklentisiyle Rusya içlerine doğru ilerleme-
ye devam etti. Ancak Ruslar kırsal bölgeleri tahliye ediyor ve geri
çekildikleri yerlerde, var olan erzağı kullanılamaz hale getiriyorlar-
dı. Napolyon’un ordusu, açlıktan bitap düşmüş askerlerin hastalığa
yakalanmalarıyla beraber çözülmeye başladı. Bir Rus generali göz-
lemlerini şöyle aktarmaktadır: “Yollar sağda solda ölmüş at cesetleri
ile birliklerinin gerisinde kalmış hasta ve biçare askerlerle doluydu.
Tüm Fransız mahkûmlar, yiyecek meselesi yüzünden dikkatlice sor-
gudan geçirildi. Vitebsk civarında hâlihazırda atların sadece yeşil
yem yediği, askerlerin de ekmek yerine un çorbasına talim ettiği or-
taya çıktı.” Temmuz ayının sonları itibariyle, yani harekâtın başladığı
günün üzerinden sadece beş hafta geçtikten sonra, Fransız ordusu-
nun daha savaş başlamadan 130.000 askeri ölmüş, 80.000 atı da telef
olmuştu. Ağustos ayında Smolensk’te Fransızlarla belli belirsiz çar-
pışmalar yaşandı, ancak çatışmanın öncesinde Ruslar, erken davra-
nıp şehirdeki tüm erzağı imha etti. Borodino’da çok daha kanlı geçen
bir savaş Rusların geri çekilmesi ile sonlandı. Bu durum Fransızların
başkente girişini kolaylaştırdı.

Napolyon’un Moskova’dan geri çekilişi.

199
Savaşın Yakıtı

Napolyon’un kesin zaferini kabul etmeyen Rus Kumandan Mi-


hail Illarionovich Kutuzov, Fransa’yı Rusya’nın iç kısımlarında daha
da ilerlemeye zorladı; çünkü biliyordu ki, Napolyon’un askerlerinin
en büyük korkusu olan erzak bulma sorunu gitgide zorlaşacaktı. Yüz
bin kadar askeriyle Moskova’ya varan Napolyon, şehirde yaşayan in-
sanlarca karşılanmayı bekliyordu; ama bunun yerine terk edilmiş bir
şehirle karşılaştı. Ortada ordusu için ikmal malzemelerini derleyip
toparlama işini organize edecek hiçbir mülki idare yoktu. Fransızlar
şehre girdiklerinde her taraf ateşe verilmişti. Alevler çok geçmeden
kontrol altına alınamayan büyük bir yangına dönüşerek şehrin dört-
te üçlük bir bölümünü küle çevirdi. Ayrıca bütün yiyecek depoları
ve ambarları da kullanılmayacak ölçüde tahrip edilmişti (Fransız-
ların ilerleyişi karşısında geri çekilen Moskova halkı, her yeri ateşe
vermenin yanında yangın söndürme ekipmanlarını da imha etmiş-
ti). Rusya’nın başkentinin ele geçirilmesi bu durumda hiçbir anlam
ifade etmiyordu. İlk başlarda Napolyon Rusların teslim olup barış
isteyeceklerini düşünüyordu; ancak çok geçmeden Rusların böyle
bir niyette olmadıkları gerçeğiyle karşılaştı. Fransız ordusu, şehir-
de kalmaya devam ettikçe daha savunmasız ve dayanıksız bir hale
dönüşüyordu. Moskova’ya varışından bir ay sonra ordu batı yönüne
doğru, içleri ganimetlerle yüklü binlerce yük vagonu ile geri çekil-
meye başladı. Ele geçirilen ganimet, yenilebilir bir ganimet değildi.
Bu yüzden besin kıtlığı, çok geçmeden, orduda iç çatışmalara ve fi-
rarların yaşanmasına neden oldu.
Disiplin bozulmuştu. Ordu yalnızca kendi varoluşu için çaba-
layan, açlık ve hastalıktan bitap düşmüş ve kıtlıktan atları ve köpek-
leri dahi yiyebilecek bir durumda düzensiz bir sürü halini almıştı.
Birliklerine yetişemeyip geride kalan askerler, Kazaklar’ın saldırısına
uğramış, çok geçmeden de yöre halkı tarafından işkenceden geçiri-
lerek ölüme mahkûm edilmişti. Terk edilmiş yük vagonları ve toplar
yolları adeta çöplüğe çevirmişti. Bir Fransız askeri şöyle anlatıyordu:
“Ormanlık alanda, elinde bir somun ekmek olan biriyle karşılaşmış
olsaydım, elindeki ekmeğin yarısını bana vermesi için üzerine yü-
rürdüm –yo hayır, ne yürümesi; onu hemen oracıkta öldürür ve ek-
meğin hepsini elinden alırdım.” Kış havası, olması gerekenden biraz

200
İnsanlığın Yeme Tarihi

daha geç, Kasım ayının ilk haftasında etkisini göstermeye başlayın-


ca, yollar buzlanmaya, yollardaki atlar devrilmeye ve geceleyin ça-
dırda kalan askerler de donarak ölmeye başlamıştı. Zaman zaman,
Napolyon’un yenilgisinde, asıl sebebin bu kötü kış mevsimi olduğu
iddia edilir. İşin esası, kış mevsimi, orduda zaten baş gösteren çözül-
me ve yıkım sürecini sadece hızlandırmaya yaramıştı. Netice itiba-
riyle, 1812 yılının Aralık ayında Rusya’dan geri çekilme başladığında
Napolyon’un 450.000 askerden oluşan silahlı gücünden geriye yakla-
şık 25.000 kadar askeri kalmıştı. Napolyon bu savaşta yenilince ken-
disiyle özdeşleşen yenilmezlik zırhı da tuzla buz olmuştu. Lojistik
konusundaki becerisi, kendisini Avrupa’nın geneli üzerinde hâkim
bir konuma yükseltmiş, ama aynı lojistik beceri, Rusya’da kendisini
akamete uğratarak siyasi kariyerinde düşüşe geçişinin başlangıcını
oluşturmuştu.

Konserve Besinin İcadı

1795 yılında, Fransız hükümeti, askeri harekâtlara katılan asker ve


denizcilerin beslenme biçimini geliştirmeye yönelik bir çaba olarak
gıdanın uzun süre bozulmadan saklanmasını sağlamada yeni bir yol
geliştirebilen kişileri ödüllendireceğini ilan etti. Şart konulan kural-
lar arasında elde edilecek besinin ucuz üretilebilen, kolay taşınabilen
ve mevcut teknoloji kullanılarak muhafaza edilebilen besinden daha
lezzetli ve besleyici özellikte olması vardı. Yüzyıllar boyunca besin
maddelerini muhafaza etmek için tuzlama, kurutma ve tütsüleme gibi
yöntemler kullanılmıştı; ancak bu yöntemlerin hepsi muhafaza edi-
len gıdanın hem tadını bozuyor, hem de besleyici özelliklerin olduğu
gibi korunmasında da başarılı bir sonuç vermiyordu. Gıdayı muhafaza
etmede çok daha etkili yöntemlerin bulunmasına yönelik yapılan ça-
lışmalar 17. yüzyıla kadar geri gider. Daha o zamanlar, bilim insanları,
gıdanın bozulma süreci üzerine çalışmalar yürütmüş ve buna bağlı
olarak gıdaların nasıl muhafaza edilebileceğine kafa yormuşlardı.
“Kimyanın Babası” olarak bilinen İrlandalı bilim insanı Ro-
bert Boyle, bir vakum pompası geliştirip bununla sıkıca kapatılmış

201
Savaşın Yakıtı

bir kavanozun içinde çalan zilin sesinin içerideki havanın dışarıya


çıkmasına bağlı olarak gitgide azaldığını gösteren çeşitli buluşlar
yapmıştı. Boyle, gıdanın bozulmasının havanın varlığına bağlı ol-
duğunu düşünmekteydi ve bu amaçla gıdayı içi boş kavanozlarda
tutarak muhafaza etmeye çalıştı. Yaptığı çalışmalar sonucunda, gı-
danın hava ile temas etmesinin bozulmadaki tek neden olmadığını
gördü. Denis Papin isimli Fransız fizikçi, Boyle’un izinden giderek
bu alana katkıda bulundu. Yaptığı şey, gıdayı içi boş şişelerde sıkıca
muhafaza edip ısıtmaktı. Bazı durumlarda, gıdanın bozulması en-
gellenemese de bu yöntemin çok daha etkili olduğu görüldü. Papin
zaman zaman Londra’daki Kraliyet Cemiyeti’nin toplantılarında
kendi tasarımı olan konserve gıdayı meslektaşlarına takdim edi-
yordu. 1687 yılında Kraliyet Cemiyeti, Papin’in çok sayıda mey-
veyi muhafaza etmiş olduğunu duyurdu: “Papin, meyveleri havası
boşaltılmış cam kaplara hapsetmiş, sonra kapları alıp sıcak suya
koyarak bir süre bekletmeye bırakmıştır. Bu yöntem, yapılmaması
durumunda meydana gelmesine kesin gözüyle bakılan ekşimeye
karşı meyveye yeterli bir koruma sağlamıştır.”
Gıdanın bozulma mekanizmasının henüz anlaşılamadığı bir
dönemde, çoğu kişi, “kendiliğinden üreme” teorisine itibar etmek-
teydi. Kökeni Antik Yunan’a kadar giden bu teoriye göre kurtçuklar
şu veya bu şekilde bozulmuş etten, fareler de çürümüş tahıl yığın-
larından üremiştir. Boyle, Papin ve diğerlerinin yaptıkları deneysel
çalışmalara rağmen gıdanın bozulmadan saklanabilmesi sorunu
hâlâ çözüme kavuşturulmuş değildi. 17. ve 18. yüzyıllar boyunca
geliştirilen çeşitli gıda saklama teknikleri, hem pahalı, hem de sağ-
lıksızdı. Geçmişten bu yana kimse askeri amaçlar için kullanılan
tuzlu et ve kuru peksimetlerde olduğu gibi yiyeceklerin tuzlama ve
kurutma ile saklanması yönteminden daha iyi bir yöntem gelişti-
rememişti. 1795 yılında Fransız Hükümeti işte böylesi bir ortamda
gıdanın bozulmadan saklanmasını sağlayabilecek kişileri ödüllen-
direceğini ilan ediyordu.
Ödülü almaya hak kazanan kişi, bir bilim insanı değil, bir aş-
çıydı. Nicolas Appert isimli bu aşçı, 1749 yılında Fransa’nın Cham-
pagne bölgesinin sınırında yer alan Châlons-sur-Marne’da dünyaya

202
İnsanlığın Yeme Tarihi

gelmişti. Babası bir otelciydi. Appert, kısa sürede farklı kesimler-


den soyluların mutfaklarında görevini icra eden usta bir aşçıya
dönüşmüştü. Ardından 1781 yılında Paris’te kendisine bir şekerci
dükkânı açtı. Appert, mesleğin içinde yer alan biri olarak meyveyi
uzun süre bozulmadan muhafaza etmede şekerin oynadığı rolün
farkındaydı ve bu yüzden diğer besinlerin de bozulmadan saklan-
masında şekerin işe yarayıp yaramayacağı sorusu üzerine kafa yor-
maya başladı. Besinlerin saklanması konusuna ilgisinin artmasıyla
birlikte kapalı şampanya şişeleri içinde gıdanın saklanması üzerine
deneyler yapmaya girişti. 1795 yılında Ivry-sur-Seine köyüne taşın-
mış ve burada bozulmadan muhafaza ettiği besinleri satışa çıkar-
maya başlamıştı. 1804 yılına gelindiğinde ise Appert, kendisine kü-
çük bir imalathane kuracaktı. Ama bu zamana kadar, bozulmadan
muhafaza edebildiği besinleri Fransız Deniz Kuvvetleri tarafından
test edilmiş ve tam not almıştır. Ordunun hazırladığı raporda şöyle
deniyordu: “Şişelerin içindeki çorba güzeldi, içine haşlama sığır eti
katılmış diğer şişedeki çorba ise daha güzeldi, ancak biraz yavandı;
sığır eti çok lezzetliydi. Hem etli, hem de etsiz yapılmış fasulye ve
yeşil bezelye yemekleri yeni toplanan sebzelerin tazeliği ve lezzetiy-
le boy ölçüşebilecek tattaydı.”
Daha sonraları Appert, metodunu şu şekilde tarif edecekti: “İlk
önce saklamak istediğiniz yiyeceği şişeye ya da kavanoza koyarsı-
nız. İkinci adımda, şişe ya da kavanozunuzun ağzını azami dikkat
göstererek sıkıca kapatırsınız; burada işin püf noktası sızıntıyı önle-
yen araçta gizlidir. Üçüncü adımda, sıkıca hapsettiğiniz yiyeceğinizi
“benmari usulü”* ile pişirmeye başlarsınız. (...) Dördüncü adımda
ise zamanı geldiğinde fazla geciktirmeden cam şişenizi pişirdiğiniz
yerden çekip alırsınız.” Ayrıca Appert, kaynaması genellikle saatleri
bulan yiyecekler için gereken zamanlamaları da listelemişti. Appert
kendisinden önce Boyle, Papin ve diğer bilim insanlarının yaptıkları
çalışmalardan habersizdi. Kendi metodunu sadece yaptığı deney-
sel çalışmalar üzerine kurmuştu ve metodunun niçin işe yaradığı-
*  “Benmari”, ısıyla doğrudan temas etmesi istenmeyen besinler için kulla-
nılan bir pişirme yöntemdir. (ç.n.)

203
Savaşın Yakıtı

na dair de net bir açıklaması yoktu. Bu durum, Fransız Kimyager


Louis Pasteur’ün 1860’larda, bozulmaya yol açan etkenin mikroplar
olduğunu açıklamasına kadar cevapsız kalacaktı. Pasteur’e göre mik-
roplar ancak sıcak bir ortamda öldürülebilirdi. İşte Papin’in ısıtma-
ya dayalı tekniği tam da bu yüzden işe yaramıştı; ne var ki Papin,
çoğu durumda gıda örneklerini mikropların ölmesine yetecek kadar
ısıtmamıştı. Appert’in uzun bir döneme yayılmış deneme-yanılma
yöntemi, sıcaklığın birkaç saat boyunca uygulanmasını, bazen de
kimi gıdaların, diğerlerine göre daha fazla ısıtılması gerektiğini orta-
ya koymuştu. Vardığı sonuç şöyleydi: “Ateş, farklı besin maddelerine
farklı şekillerde belirli bir tarzda uygulanır. Azami dikkat ve müm-
kün olan en iyi şekilde gıdanın hava ile teması kesilerek doğal özel-
likleri bozulmaksızın mükemmel bir koruma sağlanabilir.”
Appert’in konserve besin satması, hızlı bir şekilde yayılmış ve
ürünleri Paris’te lüks mallar olarak satışa çıkarılmıştı. Çok geçmeden
Appert’in imalathanesinde kırk kadar kadın çalışmaya başladı. Ka-
dınlar besinleri bezden keseler içine yerleştirilmiş şişelere koyuyor,
sonra da şişeleri dev kazanlarda kaynatıyordu. Tüm bunlar olurken
ordunun Appert’in konserve besinlerine ilgi gösterip testlerden ge-
çirmesi devam etti ve 1809 yılında Appert, kendi metodunu sergile-
mesi için hükümet komitesinin huzuruna çıkarıldı. Komitedeki yet-
kili kişilerin bakışları altında Appert, birkaç şişe konserve hazırladı.
Bir ay geçtikten sonra yetkililer şişenin içindeki gıdayı test etmek için
geldiklerinde gördükleri şey gıdanın bozulmadan mükemmel bir şe-
kilde muhafaza edilmiş olduğuydu. Bu durum karşısında metodu-
nun detaylarını eksiksiz bir şekilde kamuoyuyla paylaşması ve bunun
Fransa genelinde yaygın bir uygulama alanı bulması için Appert’e on
iki bin frank tutarında bir ödül verildi. Appert de üzerine düşen gö-
revi yerine getirdi ve yazdığı The Art of Preserving All Kinds of Animal
and Vegetable Substances for Several Years [Her Türlü Et ve Sebzeyi
Birkaç Yıl Boyunca Saklama Sanatı] adlı kitabı 1810 yılında yayın-
landı. Appert devlet ödülünü kabul etmesi durumunda metodunun
Fransa patentini almayacağını kabul etti. Fakat kitabının basımının
üzerinden üç ay geçmemişti ki Londra’da, Peter Durand isimli bir
işadamına, Appert’inkiyle temelde aynı olan bir saklama tekniğinin

204
İnsanlığın Yeme Tarihi

İngiltere patenti verilmişti. Sonra Durand, bu patenti bin pound kar-


şılığında Bryan Donkin isimli bir mühendise sattı. Donkin aldığı bu
patent ile demir işi yapan iki ortakla birlikte kurduğu şirkette gıdayı
şişeler içinde değil de kalayla kaplı demirden yapılan ve bugün “kon-
serve kutusu” olarak bilinen teneke kutular içinde muhafaza etme
işine girişti. Durand, bu tekniğin bir yabancı tarafından kendisine
bildirilen bir icat olduğunu söylese de uzun süre boyunca Appert’in
fikrini çalmış olduğu düşünüldü. Ne var ki, yakın zamanda yapılan
araştırmalar, Durand’ın aslında İngiltere’de Appert’in adına hareket
etmiş olabileceğini ve icadın patentini alma işlerini organize edip
haklarını sattığını ortaya çıkarmıştı. 1814 yılında Appert, Londra’ya
gitti. Muhtemelen bu geziyi satıştan elde edilen hâsılattan kendisine
düşen payı Durand’dan almak için yapmıştı. Tabii bu zamana kadar
İngiltere Kraliyet Donanması tarafından yeni konserve besinler test
edilmişti. (Numuneler Kraliyet Ailesi’ne de takdim edilmişti.) Ancak
Appert, Londra’dan eli boş dönmüştür. Görünüşe bakılırsa, İngiliz
ortakları kendisini anlaşmanın dışında bırakmayı uygun görmüş-
lerdi. Dahası, icadını bir düşman ülkeye satarak kazanç elde etmeye
çalıştığından ortaklarını ifşa etmesi de imkânsızlaşmıştı.
Appert bu meseleyi daha fazla uzatmadı ve dikkatini icadını ge-
liştirmeye verip Fransız ordusu ve donanmasına yiyecek malzemesi
tedarik etmeye başladı. Orduda askerin kullanacağı besin maddeleri
için konserve kutu kullanımını benimsedi, ancak yine de sivil müş-
terileri için cam şişe içerisinde besinler satmaya devam etti. Üç yıllık
bir yolculuk için Appert’in konserve besinini alan bir Fransız kâşif,
icadın “denizcileri besleme sorununu tümüyle çözmüş olduğu”nu be-
yan etmişti. Konserve besinin askeri avantajlar sağladığı son derece
açıktır. Bu şey, harekâta kalkışmadan önce çok sayıda asker azığının
hazırlanıp depolanmasını sağlar, ayrıca besinin uzun süre saklanma-
sını ve bozulma gibi bir risk olmaksızın askerlere sevk edilmesi işini
de oldukça kolay bir hale getirir. Konserve, besin elde etmede tüm
mevsimsel farklılıkları bir anda ortadan kaldırır ve bu şekilde askeri
harekâtların kış boyunca sürmesini sağlar. Bu yeni teknolojinin uygu-
lamaya geçirilmesi çok hızlı olmuştu: 1815 yılında Napolyon’un yenil-
gisi ile sonuçlanan Waterloo’daki muharebe alanındaki askerlerin ba-

205
Savaşın Yakıtı

zıları, konserve besinler taşımaktaydı. Konserve et, Kırım Savaşı’nda


İngiliz ve Fransız askerlerini doyurmuş, benzer şekilde teneke kutu
içindeki et, süt ve sebzeler ile Amerikan İç Savaşı’nda Kuzeyli bir-
likler için besin ikmali sağlanmıştı. Bu andan itibaren askerler, artık
farklı türde konserve besinler taşıyacaktır. Konserve kutularının ilk
versiyonları çekiç, iskarpela ya da kasatura kullanarak açılıyordu. İlk
konserve açacakları, konserve besinin sivil halk arasında yaygınlık
kazanmaya başladığı 1860’lı yıllarda ortaya çıkacaktı.
Sivil halka gelince, konserve besin hâlâ yeni ya da lüks bir ürün-
dü. 1851 yılında Londra’daki Büyük Sergi’de yaklaşık kırk yıl önce
Bryan Donkin tarafından kurulan şirket şunları sergilemişti: “Tene-
ke kutu içinde muhafaza edilen taze sığır eti, koyun eti ve dana eti;
taze süt, kaymak ve krema; taze havuç, yeşil bezelye, turp, pancar,
haşlama mantar ve sebzeler; taze som balığı, morina, istiridye, mez-
git ve diğer balıklar. (...) Hepsi aynı süreçten geçip kutulanan (...)
Hindistan, Çin vb. yerlerde tüketilmeye müsait konserve domuz
budu. (...) Bütün yiyecekler her türlü iklimde ve sınırsız bir süre bo-
yunca bozulmadan kalacak şekilde kutulanmıştır.” Aralarında yer-
mantarı ve enginar gibi pahalı konserve besinler de (o dönem yeğeni
tarafından işletilen) Appert’in şirketi tarafından sergilenmişti.
Ancak konserve besinlerin lüks mallar olarak kalması fazla uzun
sürmedi. Ordudan gelen güçlü talep karşısında konserve kutularının
kapatılma sürecini otomatikleştirme amacıyla yeni düzeneklerin ta-
sarlanması işi mucitleri harekete geçirdi. Yapılan çalışmalarda, kutu-
ların işleme sokulduğu suya kalsiyum klorür eklemenin suyun kay-
nama noktasını yükselttiği ve bu şekilde gereken kaynama süresinin
azaldığı görüldü. Üretilen miktarın artması ve fiyatların düşmesi ile
birlikte konserve besinler, gitgide bütçeye daha uygun bir hal aldı.
Amerika’da, 1860 ile 1870 yılları arasında, konserve besinin üreti-
mi yılda beş milyon kutudan otuz milyon kutuya çıktı. Britanya’da,
1860’larda büyükbaş hayvan hastalığının baş göstermesi, Avustral-
ya ve Güney Amerika’da insanların konserve ete geçişini hızlandı-
ran bir dinamiği harekete geçirdi. Appert, 1841 yılında doksan bir
yaşındayken hayata gözlerini yumdu; ancak onun Fransız Devrim
Ordusu’nun yiyecek ikmali konusunda yaşadığı zorluklardan esinle-

206
İnsanlığın Yeme Tarihi

nerek sızdırmaz bir teneke kutu içerisinde ısı işlemi uygulamak su-
retiyle gıdayı muhafaza etme yöntemi, bugün hâlâ kullanılmaktadır.

“Toplayabildiğin Kadar Yiyecek Topla”

Konserve besin, 19. Yüzyılda, askeri lojistiği dönüştüren iki buluş-


tan biriydi. İkinci buluş, demiryolu ve buharlı lokomotifle yapılan
mekanize taşımacılıktır. Bu buluş ile bir yerden bir başka yere son
derece yüksek bir hızda askerlerin, besin maddelerinin ve mühim-
matın taşınması mümkün olabilmiştir. Bu, bir ordunun gerektiğin-
de –demiryolu hattından çok fazla uzakta kalmadığı sürece– zorluk
yaşamadan tekrar tekrar ikmal yapabilmesi anlamına geliyordu. Bu
yeni gelişme, etkisini, Amerikan İç Savaşı sırasında gösterecekti. Bu
savaş, hem eski, hem de yeni tarz lojistiğin bir arada yer aldığı bir
“geçiş savaşı” görünümü verir.
1861 yılında savaş başladığında, Amerika’da, otuz bin mil, yani
dünyanın geri kalanındaki demiryollarının toplam uzunluğundan
çok daha fazla bir uzunlukta demiryolu hattı bulunmaktaydı. Hat-
tın üçte ikiden fazlası Birlik Kuvvetleri’nin görece daha fazla sanayi-
leşmiş kuzey eyaletlerinde bulunmaktaydı. Tabii bu durum Kuzey’e,
kendi askeri birlikleri için ikmal malzemeleri ulaştırmasında açık bir
avantaj sağlamıştı. Birliğin stratejisi, Konfederasyon’un bağımsızlık
ilan etmiş güney eyaletlerini kıtlık ve ekonomik çöküntüye sürük-
leme amacıyla abluka altına almaktı. 1861 yılında güney limanla-
rı abluka altına alınmış, hemen ardından da Mississippi Nehri’nin
kontrolü ele geçirilip güney demiryolu ağları akamete uğratılmıştı.
Buradaki amaç, gıda ve erzak dağıtımına engel olmaktı. 1861 ile
1863 yılları arasında, bazı temel besin maddelerinin fiyatlarının yedi
kat artması, güneydeki şehirlerin bir kısmında isyanların baş göster-
mesine neden oldu. Bu isyanlarda aç kalabalıklar şehirdeki bakkal ve
yiyecek depolarına saldırılar düzenledi. Çoğu temel besin maddesi-
nin bulunamaması nedeniyle ustalıkla yapılmış çeşitli ikame mallar
üretildi ve askerler kadar siviller de ellerine geçirebildikleri hemen
her şeyi yemeye başladılar. Bir Konfederasyon askeri 1862 yılında

207
Savaşın Yakıtı

karısına şöyle yazıyordu: “Geçimimizi bazen ya olgunlaşmamış el-


malar ya da pişirilmiş ve közlenmiş elmalar ile sağladık. Bazen yeşil
mısır yedik, bazen de yiyecek bir şey bulamadık.”
1864 yılında Ulysses S. Grant, Birlik Kuvvetleri’nin başına geçi-
rilinceye kadar Konfederasyon önemli sayılabilecek yenilgiler almış,
Kuzey’in uyguladığı abluka da şiddetli kıtlıkların baş göstermesine
neden olmuştu. Grant savaşa son verme niyetiyle ikili bir planı dev-
reye soktu: Birlik Kuvvetleri, Robert E. Lee komutasında ana Konfe-
derasyon ordusuyla vuruşurken, çok daha küçük ölçekli kuvvetler,
tarım bölgelerine saldırılar düzenleyip besin kıtlığını daha da ağır-
laştırmak amacıyla demiryolu bağlantı hatlarını kesecek ve bu şekil-
de Güney’i moral olarak çöküntüye uğratacaktı. Bu doğrultuda Bir-
lik Kuvvetleri, Konfederasyon ordusu için önemli bir ikmal kaynağı
olan ve tarımsal verimlilik açısından zengin Shenandoah Vadisi’ne
saldırıya geçerek topraktaki mahsul ile ahır ve değirmenleri yerle bir
eden bir yakıp yıkma harekâtına girişti. Ama askeri lojistik alanının
ne kadar değişmiş olduğunu –ya da değişmemiş olduğunu– gösteren
harekâtlar, Georgia ve Carolina eyaletlerinde William Sherman’ın
öncülüğünde düzenlenen harekâtlar oldu.
Sherman, harekât sırasında Grant’tan talimatlar almaktaydı.
Kendisine verilen görev şöyleydi: “Düşman toprağının girebildi-
ğin kadar iç kısımlarına kadar gir ve düşmanın savaş kaynakları-
na verebileceğin maksimum zararı ver.” 1864 yılının Mayıs ayında,
Tennessee-Nashville’de ikmal malzemelerinin yüklenmesinden son-
ra Sherman, Georgia-Atlanta istikametinde güneye doğru yürüyüşe
geçti. Yürüyüş, demiryolu hattına yakın yapılmaktaydı. Bu sayede
tren ile ordunun erzak, hayvan yemi ve mühimmat ikmali zorluk
yaşanmadan karşılanabilecekti. Konfederasyon ordusu geri çekilir-
ken demiryolunu tahrip ettiğinden mühendislerden oluşan özel bir
tim sabotaja uğrayan rayları tamir etmeye girişti. Sherman, Geor-
gia içinden geçerek güney istikametine hareket ederken Marietta
ve Allatoona’da yeni üsler kurdu. Bu üslere Nashville’den geçen de-
miryolu ile ikmal yapılıyordu. Temmuz ayında Grant’e şöyle bir bilgi
verilecekti: “Yiyecek erzak ve mühimmat konusunda hiçbir sorun
yaşamadan ikmalimizi yaptık. Alay’ın ekmek ve temel besin madde-

208
İnsanlığın Yeme Tarihi

leri olmaksızın geçirdiği tek bir gün dahi olmadı. İşin en zor kısmı
yiyecek aramaktı ve bu amaç doğrultusunda arazinin otuz millik bir
alanında yer alan tahıl ve bitkileri topladık. Mısırlar artık yem ola-
rak kullanılabilecek bir olgunluğa erişti, ayrıca trenler ile bize günde
hayvan başına iki kiloya yakın miktarda tahıl getirildi.”
Asırlık bir sorun olan hayvanlar için yeterli miktarda yem bul-
ma, hâlâ köklü bir biçimde çözüme kavuşturulmuş değildi; ancak söz
konusu besin maddesi ve mühimmat olduğunda, Sherman’ın ordusu
en gelişmiş lojistik sistemden istifade etmekteydi. İkmal malzemele-
rinin tren ile taşınması, yüzyıllar boyunca ordu ve onun en yakının-
daki erzak deposu arasında taşımacılık yapan yük vagonlarına kıyas-
la çok daha hızlı ve emniyetliydi. Sherman’ın askerleri, tren seferleri
arasında kendilerini ayakta tutmak için sadece birkaç gün yetecek
kadar bir azık taşımak durumunda kaldı. Demiryolu hattı, aynı za-
manda, mühimmatın büyük bir miktarda taşınabilmesi anlamına da
geliyordu. Sherman’ın ordusunun Atlanta istikameti boyunca yürüt-
tüğü savaşta günde yüz binlerce mermi tükettiği düşünülürse bunun
önemi çok daha iyi anlaşılmış olur. Askeri lojistik, gitgide, insanlar
ve hayvanlardan ziyade silahlar için ikmal malzemeleri sağlama yö-
nüne doğru kaymaya başlıyordu.
Sherman, Atlanta yakınlarına varmasıyla birlikte bütün çabası-
nı, şehri Konfederasyon’a bağlayan demiryolu hatlarının kontrolünü
ele geçirmeye verdi. Kuzeyden gelen demiryolu ile askerlerini besle-
yebileceği konusunda en ufak bir şüphesi olmadığından şehri uzun
sürecek bir kuşatma altına almak için hazırlıklara girişti. Ancak
olaylar biraz farklı gelişmişti: Birkaç hafta içinde Sherman, demir-
yolu hatlarını ele geçirdi ve Konfederasyon ordusu, çok geçmeden,
Atlanta’yı terk etti. Ardından Sherman, şehri işgal edip harekâtının
bir sonraki adımı olan “Denize Yürüyüş”ü planlamaya başladı. Bu,
Atlanta’da ilerlerken başvurduğu en modern yöntemlere kıyasla çok
daha eski moda bir savaş taktiğiydi. Plan, resmi ikmal sisteminden
sıyrılıp Atlantik sahili üzerinde Georgia’dan Savannah istikametine
doğru üç yüz mil yürüyerek yol boyunca karşılarına çıkan zirai ve
ekonomik altyapıyı olabildiğince tahrip etmekti. Ordu daha sonra
Carolina eyaletlerinin içinden kuzeye geçip Virginia-Petersburg’da

209
Savaşın Yakıtı

kuşatma altında bulunan Lee’nin ordusuna katılacak takviye birlik-


leri engelleyecekti. Sherman’ın birlikleri yanlarında çok az yiyecek
taşıyacak, etraftan sebze-meyve toplayarak yaşamlarını idame etti-
recekti. Yenilemeyen şeyler ise imha edilecekti. İç Savaş’ın son ve en
etkili harekâtlarından biri olan bu harekât, besinin bir silah olarak
kullanımının çarpıcı (kimilerine göre “çok çirkin”) bir örneğini oluş-
turur. Sherman’ın çıkardığı özel harekât emri şöyledir:

Yürüyüş sırasında ordunun arazi üzerinde yiyecek araması-


na herhangi bir sınırlama getirilmeyecek. Bu maksatla, her
tugay komutanı tedbiri elden bırakmayan bir-iki subayın ko-
mutasında yiyecek arayacak yeterli sayıda askerden oluşan
güvenilir bir grup oluşturacak. Bu askerler, gidilen güzergâh
boyunca mısır ya da buna benzer şeyler, her türden et, sebze,
iri taneli mısır unu ya da birliğin ihtiyacı ne ise onları top-
layacak. Vagonlarda her zaman en az on gün yetecek kadar
yiyecek, atlar için de üç günlük yem depolanacak. Askerler
civarda yaşayan halkın evlerine girmemelidir, ayrıca her-
hangi bir fuzuli işgalden de kaçınmalıdırlar; ancak mola ya
da kamp yapılan zaman boyunca etraftan turp, patates gibi
sebzeler toplayıp bunları kamp yerlerine taşıyabilirler. Yi-
yecek aramaya çıkan düzenli gruplar, konu hakkında iyice
bilgilendirilmeli ve bu iş gidilen yol üzerinde belli bir sınır
koymaksızın istenilen her mesafede yapılmalıdır.

Yürüyüş, ambarların tahıl, hayvan yemi ve pamukla dolu oldu-


ğu Kasım ayında, yani hasat döneminden hemen sonra başladı. Her
tugay, yiyecek aramak için yayan olarak yola çıkacak ve öküzlerin
çektiği vagonlar dolusu besin ile geri dönecek bir grup görevlendirdi.
Sherman’ın “serseriler”den oluşan bu birlikleri, keşfe çıktıkları böl-
geyi harap ettiler. Karşılarına çıkan taze koyun eti, domuz eti, hindi,
tavuk, iri taneli mısır unu ile diğer şeylerin yanında tatlı patates top-
ladılar. Hayatta kalmak için ihtiyaç duydukları besin maddelerini al-
manın yanı sıra Birlik askerleri, domuzları, koyunları ve kümes hay-
vanlarını kesip öldürmüş, kendilerine emir verilmediği halde evleri

210
İnsanlığın Yeme Tarihi

yakıp talan etmişti. Halbuki askerlere sadece herhangi bir direnişle


karşılaşıldığı durumlarda değirmenleri, ahırları ve pamuk çırçırları-
nı yakıp yıkmaları emredilmişti. Sherman daha sonraları anılarında,
yiyecek arama işinin yağmalama ve talan eylemlerine dönüştüğünü
ve emrettiği gibi bu durumun, herhangi bir sınırlamaya tabi tutulma-
dığını hatırlayacaktır: “Tüfeğinde domuz budu, kolunun altında bir
kavanoz pekmez, elinde ise büyük bir parça bal olan bir asker önüm-
den geçti. Topladığı şeyleri yerken kısık sesle arkadaşına söylediği
şu şey dikkatimi çekmişti: ‘Toplayabildiğin kadar yiyecek topla.’ ”
Her ne kadar Sherman bu tür kanunsuzlukları tasvip etmediğini
söylemiş olsa da, aslında bu, Grant’a “Georgia’yı inleteceğim” diye
böbürlenerek anlattığı şeyle bütünüyle uyum içindedir.
Çiftlikleri ve değirmenleri yağmalayıp imha etmelerinin ya-
nında Birlik askerleri karşılarına çıkan demiryollarını kökünden
sökmüş ve bir daha da onarılmamak üzere rayları tahrip etmişler-
di. Yaptıkları şeyler arasında, rayları ısıtıp yamultmak ile ağaç göv-
delerine bağlamak da vardı. Bu yapılanlar, sadece Georgia halkını
etkilememişti; tren raylarının tahrip olmasından ötürü erzakların
ulaştırılamaması Konfederasyon ordularını da çok kötü etkilemişti.
Sherman’ın ordusu siyah köleleri (Binlercesi, Sherman’ın birlikleri-
nin peşinden gitmişti) azat etmek suretiyle Güney’in ekonomisini
de tahrip etti.
Sherman’ın yürüyüşü, korku ve şaşkınlığa yol açmıştı. Çünkü yü-
rüyüşün tam olarak nerede sonlanacağı belli değildi. Ordusuyla kesin
olarak Savannah’a doğru yol aldığının anlaşıldığı ana kadar Konfe-
derasyon orduları Sherman’ı durdurmak için kendi kuvvetlerini to-
parlama konusunda hiçbir şey yapamadı. Bu yüzden Birlik askerleri
çok az direnişle karşılaştı. Yetkili kişilerin yakıp yıkma savunmasını
(“Sherman’ın ordusundan aldığınız zenci köleleri, atları, öküzleri ve
erzakları alıp uzaklaşın; yanınızda taşıyamayacağınız diğer şeyleri
ise yakın”) örgütleme girişimleri ise suya düştü. Hükümette moral-
ler bozulmuş, özgüven yerle bir olmuştu. Savannah’a varan Sherman,
şunları rapor etti: “Atlanta’dan Savannah’a kadar uzanan hattın her iki
tarafında otuz millik bir alanda mısır ve yem, tatlı patates, sığır, ya-
bandomuzu, koyun ve kümes hayvanları toplayıp yedik. 10.000’den

211
Savaşın Yakıtı

fazla at ve katırla birlikte sayısız köle taşıdık. Hesaplamalarıma göre


Georgia eyaleti ile buranın askeri kaynaklarına verilen zarar 100 mil-
yon dolardır. Bunun en az 20 milyonu kendi adımıza kullanılabilir
kaynak, geri kalanı ise sadece zarar ve yıkımdan ibarettir.”
Olanlar bu kadarla sınırlı kalmamıştı. Sherman, 1865 yılının
ilkbaharında, Carolina eyaletlerinin içinden geçerek kuzeye doğru,
arkasında kırk mil genişliğindeki büyük bir alanda korkunç bir yı-
kımın izlerini bırakarak yürüyüşüne devam etti. Konfederasyon’un
başkanı Jefferson Davis, daha sonra, “Sherman’ın harekâtı, halkımız
üzerinde korkunç bir yıkıma neden olmuştu,” diyecektir. Lee, kendi
Konfederasyon ordusundan, “endişe verici boyutta yaşanan firarları”
rapor etti. Bu firarlar, temel olarak, “yiyecek yetersizliği ve askerle-
rin maaş alamaması” nedeniyle yaşanmaktaydı. Bunun üzerine Lee,
içinde bulunduğu durumun savunulamaz bir hal aldığını görünce
teslim olmaya karar verdi. Konfederasyon kuvvetlerinin geri kalanı
da çok geçmeden benzer bir yolu izleyince savaş sonlanmış oldu.

Savaş Araçları İçin “Besin”

Amerikan İç Savaşı, Napolyon dönemi savaşlarından 20. yüzyılın


mekanize savaşlarına doğru yaşanan değişimin bir örneğini oluştu-
rur. Sherman’ın askerleri Georgia içinde ilerlerken binlerce yıl bo-
yunca orduların yaptığı gibi yaşamlarını etraftan sebze-meyve top-
layarak idame ettirmişti. İlerleyişleri devam ederken, bir taraftan da
Grant ve Lee’nin orduları, Petersburg civarında bir mevzi savaşı yü-
rütmekteydi. Orduların kendilerine ait zikzak çizen istihkâmları Bi-
rinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’nın savaş alanlarında iz bıraka-
cak ayrıntılı bir şekilde yapılmış hendek ve tünellerine dair önceden
bir fikir vermekteydi. Mevzi savaşının ortaya çıkışı, hem ateşli silah,
hem de ağır silahların menzil, güç ve isabet hassasiyetinde yaşanan
gelişmelerin birer neticesiydi. Aslında bunlar, ordunun hareket ka-
biliyetinde görülen gelişmelere pek uymayan şeylerdi. Ordular, eşi
benzeri görülmemiş bir ateş gücüne sahipti ve bu durum, askerlerin
sürekli olarak bir yerden bir başka yere hareket etmesi durumunu

212
İnsanlığın Yeme Tarihi

ortadan kaldırıyordu. Tarihin büyük bir bölümünde, hiçbir yere kı-


pırdamadan yerinde kalan bir ordu, denizden gelen erzak malzeme-
lerine ulaşma gibi bir imkâna sahip olmadığı sürece, her daim açlık
tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Ancak konserve besinin ortaya
çıkışı ve demiryolları, askerlerin hendeklerinden bir yere ayrılmaksı-
zın bütün bir yıl boyunca beslenebilmeleri anlamına geliyordu.
Bütün bu yeniliklere rağmen yine de Birinci Dünya Savaşı’nın ne-
redeyse tamamında yeni ve eski lojistik sistemleri eş zamanlı ola-
rak varlıklarını korumaya devam etti. Mühimmat ve besin cepheye
trenler ile ulaştırılmış, trenden indirilen erzakların son birkaç millik
bir mesafede cepheye taşınması atların çektiği vagonlar ile mümkün
olabilmişti. Benzer şekilde, çok büyük miktarlarda hayvan yemi de
trenlerle taşınmak durumundaydı. Böylece eski bir lojistik kısıtlama
20. yüzyıla taşınmış oluyordu: Hayvan yemi, Birinci Dünya Savaşı
sırasında İngiliz ordusuna ulaştırılmak üzere Fransız limanlarına
indirilen en büyük yük grubuydu. Mevzi savaşının çıkmaza girme-
si, ancak tankın ortaya çıkışı ile çözüme kavuşturuldu. Tanklar, çok
daha büyük bir ateş gücünü ordunun hareket kabiliyeti ile birleştirip,
zırhlı araçları ve silahları beslemeye yarayan yakıt ve mühimmatın,
insan ve hayvan ihtiyacı için savaşın en önemli yakıtı olan besinin
yerine geçtiği mekanize savaşlarda yeni bir dönemin habercisi oldu.
Bu, sadece birkaç yıl sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında, özellikle
de Alman General Erwin Rommel’in kendisini lojistik kısıtlamalarla
(daha çok da yakıt konusundaki kısıtlamalarla) çevrelenmiş bir hal-
de bulduğu Kuzey Afrika Cephesi’nde canlı bir şekilde gözler önüne
serilecekti. Kuzey Afrika’da bulunan Alman ve İtalyan birliklerine
Trablus Limanı aracılığıyla ikmal malzemeleri ulaştırılmıştı. Rom-
mel, Mısır’ın doğusundaki bölüme yerleşmiş İngilizleri yenilgiye
uğratıp İtilaf Devletleri’nin Orta Doğu’daki petrol kaynağını dene-
tim altına alma hayali kurmaktaydı. Ancak ortada Rommel’in doğu
istikametinde ilerleyebileceği uygun bir demiryolu hattı yoktu ve bu
yüzden ordusu için gerekli olan ikmal malzemelerinin çöl üzerinden
yük vagonları ile taşınması gerekiyordu. Alman birlikleri, doğuya
doğru ilerlerken yük vagonlarından oluşan konvoy yakıt, mühim-
mat, yiyecek ve su taşıyarak Trablus’la cephe arasında aralıksız sefer

213
Savaşın Yakıtı

yaptı. Kıyı şeridindeki derin bir su limanının ele geçirilmesi, ikmal


malzemelerinin karada taşınması gereken mesafenin kısalmasına
olanak sağladı. Bu yüzden Rommel, Mısır sınırına yakın yerde bu-
lunan Libya’nın Tobruk Limanı’nı zaptetti. Ancak limanın kapasitesi
sınırlıydı ve kıyıya yaklaşan gemiler de İtilaf Devletleri tarafından
batırılıyordu. Bu süreçte çok fazla gemi batırılmıştı. Rommel’in ik-
mal yaptığı hatlar öylesine genişlemişti ki, kullandığı yakıtın yüzde
30 ila yüzde 50’lik bir bölümü cepheye yakıt ve diğer ikmal malze-
melerinin taşınması için harcanıyordu. Ayrıca doğu yönüne doğru
atılan her adımda çok daha fazla yakıt bu uğurda heba olmaktaydı.
Batı yönüne doğru geri çekildiği ya da püskürtüldüğü durumlarda
ikmal sorunu kolaylaşıyordu.
Rommel’in Kuzey Afrika’da İtilaf Devletleri’ni yenilgiye uğratma gi-
rişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. “Bir ordu için savaşın zorlukları-
na katlanabilmesinde temel koşul, yeterli silah, petrol ve mühimmat
stokuna sahip olmasıdır” diyecekti Rommel. “Aslına bakılırsa savaşa,
ateş başlamadan önce iaşe subaylarınca karar verilip başlanır.” Rom-
mel, bir önceki dönemde yaşamış olsaydı, muhtemelen yiyecek ve
hayvan yeminden söz ediyor olacaktı. Ne var ki, bunlar, bir ordu için
gerekli olan ikmal malzemelerinde artık kritik bir önem taşımıyor-
du. Askeri harekâtların planlanması meselesinde besinin oynadığı
merkezi rol sona ermiş bulunmaktaydı. Ancak 20. yüzyılın ortası
itibariyle besin “ideolojik silah” olarak yepyeni bir rol kazanıyordu.

214
10
Besin Savaşı

Besin bir silahtır.


–MAKSIM LITVINOV,
Sovyet Dışişleri Bakanı, 1930-39

Kremlin’deki farelerle nasıl başa çıkıyorsunuz? Duvara, üze-


rinde “kolhoz” yazan bir tabela asarsın. Sonra bakmışsın fa-
relerin yarısı açlıktan kırılmış, diğer yarısı da tozu dumana
katıp ortadan kaybolmuştur.
–SOVYET DÖNEMİNDE ANLATILAN BİR FIKRA,
Aktaran: Ben Lewis, Hammer and Tickle

Gökten Gelen Besin

Kapitalizm ile komünizm arasında ideolojik bir mücadele olan ve 20.


yüzyılın ikinci yarısını gölgede bırakan Amerika ile Sovyetler Birliği
arasındaki Soğuk Savaş, Berlin şehri üzerine çıkan besin çatışmasıyla
başladı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Almanya, dört bölgeye ay-
rılmıştı. Batıdaki üç bölge sırasıyla İngiltere, Fransa ve Amerika’nın
kontrolü altında; doğuda yer alan dördüncü ve sonuncu bölge ise
Sovyetler Birliği’nin denetimi altındaydı. Sovyet bölgesinin kalbin-
de yer alan başkent Berlin de benzer şekilde dört bölgeye ayrılmış-
tı. 1948 yılının ilk aylarında, savaşın bitişi üzerinden yaklaşık üç yıl
geçtikten sonra İngilizler, Fransızlar ve Amerikalılar, Almanya’da
kendi paylarına düşen bölgelerin –ve tabii Berlin’in de– tek bir yö-
netim altında birleştirilmesi konusunda anlaşmaya vardı. Amaç, ül-
kenin yeniden inşasını koordine etmekti. Sovyetler, Batı İttifakı’nın
bu planına şiddetle karşı çıktı, çünkü Almanya artık, her iki tarafın

215
Besin Savaşı

anlaşmaya vardığı, Avrupa’nın siyasi gidişatının belirleneceği sem-


bolik bir savaş alanı olmuştu. Batılı ülkeler, Birleşik Almanya’da de-
mokratik bir yönetim kurmak isterken, Rusya, kendi payına burada
komünist bir rejimi tesis etme planları kurmaktaydı. İki taraf ara-
sındaki anlaşmazlık, Berlin üzerinde yoğunlaştı. Burası Sovyetler’in
denetimi altındaki Doğu Almanya’da, Batı güçlerinin yer aldığı yalı-
tılmış bir noktaydı. Sovyet Dışişleri Bakanı Vyacheslav Molotovve-
ciz, şöyle düşünüyordu: “Berlin’e yapılan Almanya’ya yapılmış sayılır;
Almanya’ya yapılan ise Avrupa’ya yapılmış sayılır.”
Batı İttifakı’nı, Batı Berlin’i terk etmeye zorlama amacıyla Sov-
yetler, besin ve diğer ikmal malzemelerinin şehre girişine engel ol-
maya başladı. Çeşitli bahaneler üreterek kara, demir ve deniz yolu
trafiğini sekteye uğrattılar. Sovyetler, Batı İttifakı’nın savaşa girmek
yerine şehri bırakıp gideceğini düşünüyordu. Almanya’da görev-
de bulunan Amerikalı General Lucius D. Clay, 1948 yılının Nisan
ayında, ABD Ordusu Kurmay Başkanı Omar Bradley’e şöyle demişti:
“Eğer amacımız komünizme karşı Avrupa’yı savunmaksa yerimiz-
den kıpırdamamalıyız. İtibarımızı ayaklar altına almadan Berlin’de
aşağılama ve baskıya direnebiliriz. Yerimizi terk edecek olursak Av-
rupa’daki pozisyonumuz tehlikeye girecek (...) ve komünizm her ta-
rafa yayılacaktır. İnancım odur ki, dışarı atılmaya zorlanana kadar
demokrasinin istikbali burada kalmamızı gerektirmektedir.” Haziran
ayında Clay Washington, D.C.’deki üstlerine çektiği bir telgrafta için-
de bulunduğu pozisyonun ehemmiyetini şu sözlerle dile getiriyordu:
“Almanya ve Avrupa’daki prestijimizi korumak için Berlin’de kalmak
zorunlu bir hal almıştır. Sonuç ne olursa olsun, bu durum, artık ama-
cımızın bir sembolü haline gelmiştir.”
Sovyetler’in Batı Berlin’e giden ikmal malzemelerini engelleme-
ye dönük girişimleri devam ederken Clay, Sovyet kontrolü altındaki
Doğu Almanya’nın içinden geçerek Berlin’e ulaşacak kamyonlardan
oluşan bir konvoya eşlik etmesi amacıyla bir piyade tümeninin gö-
revlendirilmesi önerisinde bulundu; bu şekilde Sovyetler’e karşı bir
güç gösterisi yapılmış olacaktı. Ancak bunun çok riskli bir plan oldu-
ğuna kanaat getirildi. Çünkü bu girişim, Amerika ile Sovyetler Bir-
liği arasında çok daha büyük bir çatışmaya yol açabilecek silahlı bir

216
İnsanlığın Yeme Tarihi

mücadeleyi tetikleyebilirdi. 18 Haziran’da, Batı Almanya’da yeni para


birimine geçişin ilan edilmesi, Doğu ve Batı Almanya’nın ekonomik
yönden ayrılışının resmiyete kavuşturulması anlamına geliyordu.
Bu durum karşısında Sovyetler, memnuniyetsizliğini kara, demir
ve deniz yolu üzerinden Batı Berlin’e yapılan nakliyatı bloke ederek
göstermeye başladı. 24 Haziran akşamı itibariyle Batı Berlin’e kara
ve deniz üzerinden giden yolların tümünün kesilmesiyle şehir tam
anlamıyla tecrite uğradı. Amerika’nın Berlin’deki kumandanı Albay
Frank Howley, radyoya çıkıp şehirde yaşayan insanların akıllarındaki
şüpheleri ve endişeleri gidermek amacıyla, “Berlin’i terk etmiyoruz,
burada kalmaya devam edeceğiz” diye seslendi. “Şu anki sorunun
çözümü için elimizde henüz hazır bir cevap yok, ancak şundan asla
şüpheniz olmasın ki, Amerikalılar bu duruma seyirci kalmayacak ve
Alman halkının açlığa sürüklenmesine müsaade etmeyecektir.”
Howley resmiyeti olmayan bir konuşma yapmıştı, çünkü ittifak
güçleri bu soruna nasıl bir çözüm bulunacağı konusunda henüz bir
anlaşmaya varmamıştı. Ama yine de fazla geç kalmadan bir şeyler yap-
mak zorundaydılar: Şehrin sadece otuz altı gün yetecek kadar yiyecek
stoku, kırk beş gün yetecek kadar da kömürü vardı. Clay, kendi planını
yeniden gündeme getirdi; ancak ilkinde olduğu gibi bu sefer de red-
dedildi. İngiltere’nin Almanya’da görevli bulunan kumandanı General
Brian Robertson da kendi hükümetinin böylesi bir kalkışmaya onay
veremeyeceğini söyledikten sonra şehirdeki ablukayı kırma amacıyla
alternatif bir yol önerdi: Batı Berlin’e havadan yardım ulaştırmak.
Bu ilk bakışta mantıkdışı bir fikir olarak görülmüştü. Batı
Berlin’de hesaplamalara göre iki milyon insanın ihtiyacının karşı-
lanması, günde en az yaklaşık 1500 ton gıda ile 2000 ton kömür ve
yakıtın şehre ulaştırılması anlamına geliyordu (İdeal olanı günde
yaklaşık 13.500 tondur, ancak bu bile yaz ayları için en düşük se-
viyedir). Bu iş için uygun olan tek hava aracı Douglas C-47 uçak-
larıydı. Her uçak, yaklaşık üç tonluk yük taşıyabilme kapasitesine
sahipti. İngiltere’nin çok daha küçük nakliye araçları takviye olarak
devreye girse bile gereken miktarın ulaşımının nasıl sağlanacağı bir
muammaydı. Bu arada Berlin’e hava yoluyla yardımın ulaştırılması,
siyaseten kabul edilemez bir fikri benimseyip şehri kendi başına bı-

217
Besin Savaşı

rakmaya karşı öne sürülen belki de tek alternatifti. Batı Berlin’e Doğu
Almanya üzerinden kara yollarını kullanmak suretiyle ulaşmaktan
(Bu hukuki açıdan sakıncalı bir durumdu) farklı olarak hava yolu
üzerinden şehre ulaşmanın bir avantajı vardı: Berlin hava sahasını
kullanma hakkı Kasım 1945’te Sovyetler Birliği ile yapılan antlaş-
mayla güvence altına alınmıştı. Aslına bakılırsa Nisan 1948’de, de-
mir yolu üzerinden yapılan nakliyatı Sovyetler’in sekteye uğratmaya
başlamasından sonra az miktarda bir yardım malzemesi şehre zaten
uçaklar ile ulaştırılmıştı.
Sonuç olarak Clay, şehre havadan yardımın başlatılması için
emir verdi. Çok geçmeden bu operasyona çok sayıda uçağın katı-
lacağı beklentisi içerisindeydi, ayrıca ona göre havadan yapılan
yardım, sadece birkaç hafta sürecek ve geçen zaman içerisinde de
mevcut kriz diplomatik bir yoldan bir çözüme kavuşturulacaktı.
Batı Almanya’daki havalimanlarından yardım malzemeleri taşıyan
ilk uçak, 26 Haziran’da Batı Berlin’e vardı. Başkan Harry Truman,
bazı danışmanlarının muhalefetine rağmen bu operasyona destek
vermişti. Bu destek ile havadan yapılan yardım yavaş yavaş da olsa
artmış ve Temmuz ayının ortasına gelindiğinde gönderilen yardım
günde 2500 tona kadar çıkmıştı.
Ancak Sovyetler Birliği ile yürütülen diplomatik faaliyetlerde
pek bir ilerleme kaydedilemiyordu. Amerika’nın B-29 bombardıman
uçaklarını Moskova menzilinde İngiltere’deki havalimanlarına yerleş-
tirmesi, tansiyonu yükseltmişti. Bu uçaklar, 1945 yılında Japonya’ya
atom bombaları atan tipte uçaklardı; ama Sovyetler, uçakların atom
bombası ile yüklü olmadığını bilmiyordu. Bununla birlikte, havadan
yapılan yardımın üzerinden bir ay geçtikten sonra mevcut savaş teh-
didi ortadan kalkar gibi olmuştu, ayrıca havadan yapılan yardımın
birkaç haftayla kalmayacağı, bundan çok daha uzun süreceği açıklık
kazanmıştı. Bu koşullarda C-47 uçakları çok daha büyük C-54 uçak-
ları ile değiştirildi. Bu uçaklar, on ton ağırlığındaki kargoları taşıyabil-
me kapasitesindeydi. Uçuşlar çok geçmeden günde üçer dakika ara-
lıklarla yapılmaya başlandı. 1948 temmuzunun son günlerinde işin
başına getirilen General William H. Tunner, kapasiteyi en yüksek se-
viyeye çıkarmak ve kaza risklerini en aza indirmek amacıyla uçaklar

218
İnsanlığın Yeme Tarihi

için yeni kalkış ve iniş kuralları getirdi. Gönüllü askerlerden oluşan


takımlar, uçaktaki yükleri mümkün olan en kısa sürede boşaltma ko-
nusunda birbirleriyle yarış halindeydi. Amerikalılar bu uçuşa “Erzak
Operasyonu” adını vermişti. Ekim ayına gelindiğinde havadan yapı-
lan yardımlar günde beş bin tona çıktı.
Sovyetler, havadan yapılan yardımı engellemek için çeşitli yol-
lara başvurmuştu. Örneğin, nakliye uçaklarını kendi hava araçlarıy-
la alçaktan uçuşlar ile aralıksız saldırılarla taciz etmek, uçakla atılan
yardımların önünü kesme amacıyla uçaksavar baraj balonları bırak-
mak, radyo parazitine neden olmak, gelen uçaklara ışıldak tutmak
ve hatta kimi zaman uçakların yakınına gelecek şekilde havaya ateş
açmak bu yöntemlerden bazılarıydı. Ancak Sovyetler, hiçbir zaman
uçakları doğrudan hedef alıp düşürecek kadar ileri gitmedi. Bu arada
işgal ordusu olarak Berlin’e birkaç yıl önce gelen askerler ve havacılar,
özgürlüklerini savundukları şehir halkı ile yakın bir bağ kurmuşlardı.
Berlin’in merkezindeki bir göle iniş yapan deniz uçakları, diğer hava
araçlarıyla taşınamayacak kadar aşındırıcı (korozif) tuz getirdiğinde
uçaktan inen pilotlar ellerindeki çiçekleri vermek için kendilerine kü-
rek çeken Berlinliler tarafından karşılanmıştı. Özellikle Gail Halvor-
sen isimli bir Amerikan pilotu, şehrin üzerinden geçtiği her seferinde
uçağının penceresinden dışarıya mendillerden yapılmış paraşütlerle
çikolatalar, şekerler ve sakızlar atmaya başladıktan sonra Berlinli ço-
cukların kahramanına dönüşmüştü. Çok geçmeden diğer pilotlar da
benzer bir popülerliğe ulaştı. Sonuç olarak Halvorsen’in gayriresmi
girişimi, bu şekilde resmiyete kavuşmuş oluyordu. Gerek Amerikalı
üreticilerce desteklenen, gerek Amerikalı çocukların bağışları ile yü-
rütülen bu yardım kampanyasında, Berlin’e üç tondan fazla şeker in-
dirildi. Ülkelerinin komünizme karşı yan yana saf tutmalarından do-
layı Amerikalı çocuklar ile Berlin’deki çocuklar arasındaki bağa vurgu
yapılması, operasyona muazzam bir propaganda boyutu katmıştı.
Batı Berlin’e gönderilen yiyecek maddelerinin, komünistlere
karşı bir silah olarak kullanılması, havadan yapılan yardımı yürüten
C-54 uçaklarının üreticisi Douglas tarafından 1949 yılında yapılmış
bir posterde, açık bir şekilde resmedilmişti. Posterde, elinde bir bar-
dak süt olan bir kızla birlikte havadan geçen uçaktan yüzlerce bardak
sütün aşağıya bırakıldığı görülüyor. Afişin üzerinde kalın harflerle

219
Besin Savaşı

“Süt… Demokrasinin yeni silahı”


Berlin’e havadan yapılan yardımı gösteren bir poster.
SÜT… DEMOKRASİNİN YENİ SİLAHI yazmaktadır. Sağ alt kö-
şedeki kısımda ise şu açıklamaya yer verilmiştir: “Berlin için yürü-
tülmekte olan diplomatik savaşta, Batı Avrupa’da yaşayan milyonlar
için demokrasi umudu ABD Hava Kuvvetleri sayesinde canlı tutul-
maktadır. Douglas Havacılık’a ait uçakların Amerikalı mürettebatı,
geçtiğimiz haziran ayından bu yana, Berlin’e, yarım milyon tondan
fazla erzak yardımında bulunmuştur.”
1949 yılının ilkbahar mevsiminde, General Tunner, görkem-
li bir “Paskalya töreni” tertiplemeye karar vermişti. Amaç, Batı

220
İnsanlığın Yeme Tarihi

İttifakı’nın, gerekli olduğu sürece havadan yapılan yardıma kendisini


ne denli adamış olduğunu göstermekti. Mart 1949 tarihi itibariyle ya-
pılmakta olan yardım, günde altı bin tonu aşıyordu, ancak Tunner’ın
tek bir günde on bin tonluk bir teslimatı gerçekleştirme gibi iddialı
bir hedefi vardı ve bu teslimat, 17 Nisan Pazar günü, Paskalya’da ya-
pılacaktı. Uçakların bakım ve onarım programları önceden ayarlan-
dı. Eldeki hava araçlarının neredeyse tamamı o gün için hazır ola-
caktı, ayrıca çeşitli havalimanlarında yer alan mürettebat ise önceki
rekorlarını kırmak için iyice hazırlık yapmıştı. Havalimanı personeli
ve pilotlar on bin tonluk hedefi geçmeye kararlıydı. Tören başladı-
ğında toplam 12.940 tonluk bir teslimat gerçekleştirildi. Bu, havadan
yapılan yardımın potansiyelini ve operasyonu yürüten insanlardaki
kararlılığı canlı bir biçimde gözler önüne sermişti. Paskalya etrafında
oluşan bağlılık, Sovyetler’e açık bir mesaj vermiş, müzakerelerde yeni
bir turun başlamasına yol açmıştı. Öyle ki, yürütülen müzakerelerde
Sovyetler, fazla ayak dirememiş ve 12 Mayıs 1949 tarihinden başla-
mak suretiyle Batı Berlin üzerindeki ablukayı kaldırma konusunda
karşı tarafla anlaşmaya varmıştı. Ancak erzak taşıyan uçak seferleri
birdenbire kesilmedi, birkaç aya yayılan bir süreçte peyderpey azal-
tıldı. Bu şekilde, gerekli olduğu durumda operasyonun tekrar canlı-
lık kazanması güvence altına alınmış oluyordu. Son uçuş 30 Eylül’de
yapıldı. Hava yardımı, on beş ay sürmüş ve bu süre zarfında Batı
Berlin’e yapılan 275.000’i aşkın uçuşta yaklaşık 2,3 milyon tonluk bir
erzak malzemesi taşınmıştı.
Almanya ve Berlin’in geleceği üzerine daha sonra yürütülen mü-
zakerelerden anlamlı bir sonuç çıkmayınca, siyasi kriz, 4 Nisan 1949
tarihinde, Batılı güçlerin askeri bir ittifakı olan Kuzey Atlantik Ant-
laşması Örgütü’nün (NATO) kuruluşuna giden yolu açtı. Böylece bir
tarafta Amerika ve onun müttefikleri ile diğer tarafta Sovyetler Birliği
ve onların müttefiklerinden oluşan devletlerin arasında onyıllar süre-
cek bir mücadelenin temelleri atılmış oldu. Soğuk Savaş’ın ilk muha-
rebesi mermiler ya da bombalarla değil; süt, şeker, tuz ve diğer yiyecek
ve ikmal maddeleri ile yapıldı. Takip eden kırk yılda NATO ve Sovyet
güçleri arasında asla doğrudan bir çatışma çıkmadı. Bunun yerine iki
güç arasında, iki tarafın güdümünde olan devletler arasındaki savaş-

221
Besin Savaşı

lar yoluyla; propaganda yoluyla veya besinin de içinde yer aldığı ideo-
lojik silahlarla daha çok dolaylı yollardan bir ihtilaf yaşandı.

Stalin Dönemindeki Kıtlık

Sovyetlerin lideri Josef Stalin, besinin ideolojik bir araç olarak kul-
lanılmasına yabancı biri değildi. 1924’te iktidarı ele aldıktan sonra
yoğun bir sanayileşme programını hayata geçirmişti. Amacı sana-
yileşmiş Batılı ülkeleri yakalayıp onları geride bırakmaktı. Stalin’in
programında besin merkezi bir yer tutuyordu. O sıralar Sovyetler
Birliği, önde gelen tahıl ihracatçısıydı ve dış ülkelerden sanayi ma-
kinelerinin satın alınması tahıl ihracatından elde edilen kazanç ile
mümkün olabiliyordu. Tekil çiftçiler ve onların aileleri ile işletilen
küçük çiftlikler, mülkiyeti devlete ait olan “kolektif ” çiftlikler (kol-
hoz) oluşturulması kaydı ile birleştirilecekti. Stalin, tarımı devletin
güdümüne alarak üretimi artırmayı planlıyordu. 1929 yılında konu-
ya dair planlarını açıklarken şunları söylüyordu: “Yaklaşık üç yıllık
bir zaman dilimi içerisinde ülkemiz, dünyanın tek olmasa bile en
zengin tahıl ambarlarından biri haline gelecektir.” Bu durum, dışa-
rıya fazladan tahıl ihraç ederek sanayileşme programını daha fazla
sağlam para* ile finanse etmek anlamına geliyordu. Stalin önüne beş
yıllık bir hedef koymuştu ve bu süre zarfında çelik üretimini ikiye,
demir üretimini ise üçe katlamak istiyordu. Çiftçilerin birlikte çalışıp
üretimdeki verimliliği artırması ve Sovyetler Birliği’nin hızla sanayi-
leşmesi bağlamında bakıldığında Stalin’in programının başarısı bü-
tün dünyaya sosyalizmin üstünlüğünü göstermiş olacaktı.
Bazı yönlerden bu durum, Batı Avrupa’da, tarımsal üretim-
deki muazzam artışın sanayileşmede ilk atılımlara neden olduğu
İngiltere’de olup bitenlere benzer şeyleri yeniden hayata geçirme
yönünde atılmış bir adım gibiydi. İngiltere’de bu süreç, emekçilerin
*  Orijinal metinde “hard currency” olarak geçiyor. Yerine göre “sert para”
da denebilir. Güvenilir, istikrarlı, değeri hızla değişmeyen ve genel kabul
gören paralara sağlam para denir. Sağlam paralar döviz piyasalarında talebi
yüksek olan paralardır. (ç.n.)

222
İnsanlığın Yeme Tarihi

topraktan koparılıp hepsinin birer sanayi işçisi durumuna getiril-


mesi şeklinde yaşanmıştı. Zaten bu yüzden Adam Smith endüstriyel
faaliyeti “tarımın yavrusu” şeklinde adlandırmıştı. Ama Sovyetler’in
konuya yaklaşımı çok farklıydı, çünkü İngiltere’de sanayileşmenin
planlanmasında devletin oynadığı rol çok sınırlıydı; sanayileşme
İngiltere’de üzerinde uzunca süre düşünülen ve planlanan bir olgu
olmamıştı. Stalin’in sanayileşme programı ise tersine devletin örgüt-
lemesine dayanan bir çabanın ürünüydü. Bu program, köylülerin
mümkün mertebe zorluk ve sıkıntıya katlanmaları pahasına hayata
geçiriliyordu. Çiftlikleri “kolektifleştirme”, köylülerin ürettiği ürün-
lerin devlete ait olacağı anlamına geliyordu ve bu şekilde ihracat için
daha fazla zirai mahsul tahsis edilmiş olacaktı.
Çiftçilerin, bu yeni politikayı uygulama konusunda hevesli ol-
mamaları şaşırtıcı değildi. Kolektifleştirme pratikte, çiftçilerin ortak
bir yaşam alanını paylaşması ve bazı durumlarda ise ellerindeki özel
mülkiyeti bırakmaya zorlanıp mal varlıklarının tahrip edilmesi an-
lamına geliyordu. Özellikle üretim gücü daha yüksek (ve bu yüzden
daha zengin) olan çiftçiler, bu politikayı gönülsüzce desteklediler.
Bazen çiftçiler kolhozlara teslim etmek yerine ürünlerini yakma ya
da hayvanlarını kesme yoluna başvuruyorlardı. Bunun üzerine Sta-
lin, çıkardığı kararname ile tüm zirai mahsul ve hayvanların devle-
te ait olması sebebiyle, tarımsal ve hayvansal ürünlerini kolhozlara
teslim etmeyi reddeden ya da bunları imha eden kişilerin halkın
düşmanı ya da sabotajcı olarak yargılanacağını ve bu kişilerin (daha
sonradan Gulag olarak bilinecek) Sovyet çalışma kamplarına sürüle-
ceğini ilan etti.
Kolektifleştirmeye karşı çıkacakların en büyük üretim gücüne
sahip çiftçiler olması beklenen bir durum olduğu için zirai üretken-
lik üzerinde bu politikanın etkisi tahmin edilebilir bir durumdu.
Ürünleri artık devlete ait olduğundan üretimi artırma konusunda
çiftçileri harekete geçiren bir neden yoktu. Ayrıca kuraklık, kötü
hava şartları ve tarlalarda iş görecek atların sayısındaki yetersizlik,
1931 ve 1932 yıllarına ait hasadın olması gerekenden çok daha düşük
kalması anlamına geliyordu. Sanayileşme programını finanse etme
amacıyla Stalin’in tarımsal üretimi artırmaya dönük çabalarının so-

223
Besin Savaşı

nucu, besin üretiminin düşmesi oldu. Kolektifleştirmenin çiftlikleri


çok daha az üretken hale getirmesi, Sovyet liderin hesaba katmadığı
bir sonuçtu. Buna rağmen Stalin (bazı çiftçilerin devlete vermek ye-
rine saklamayı tercih ettiği ürünlerini saymazsak), ısrarla rekor se-
viyede bir hasadın olduğunu iddia ediyordu. Bu açıklama, devletin
büyük miktarda tahıl alımına devam edişini meşrulaştırmaya yara-
mıştı. İşin aslına bakılacak olursa, bu durum, çoğu çiftçinin yeterli
derecede beslenemeyip, açlıkla karşı karşıya kalması demekti. Ayrıca
tahıl kotalarını karşılayamayan ya da ekinlerini sakladığından şüphe
duyulan kişiler ürünlerine el konulmak suretiyle cezaya çarptırıldığı
için bu kişilerin ellerinde çok az ürün kalmıştı. Kırsaldaki durum bu
iken şehirlerdeki sanayi işçileri ise yiyecek konusunda çok fazla ola-
nağa sahipti. Tahıl ihracatının ikiye katlanması, dış dünyaya Stalin’in
programının planlandığı şekilde yürütülmekte olduğuna dair bir iz-
lenim veriyordu.
Ortalama olarak bakıldığında, kolektifleştirmeden önceki döne-
me kıyasla bu dönemde çiftçilerin kendi tüketimlerine üçte bir oran-
da daha az bir tahıl miktarı düşüyordu. Bazı bölgelerde ise durum
çok daha vahim bir hal almıştı. Özellikle geleneksel olarak tahıl tarı-
mında çok büyük miktarda artı ürün sağlayan Ukrayna gibi zengin
bir tarım bölgesine devlet büyük bir üretim kotası koymuştu. Bek-
lentilerin ölçüsünde bereketli bir hasat gerçekleşmeyince gizlenmiş
yiyecek depolarını arama çalışmalarına başlamaları için yetkililere
emir verildi. Stalin, devletten bir buğday başağının dahi alıkonul-
masının bedelinin ölüm ya da on yıllık hapis cezasına çarptırılmak
olduğunu hükme bağlamıştı. Yetkililerden biri, şunları aktarmak-
tadır: “Bu işte kendi isteğimle yer almıştım. Didik didik köylülerin
sakladıkları mahsulleri arıyorduk. Elimizdeki demir çubuğu yere ba-
tırarak topraktaki gevşek noktaları tespit etmeye çalışıyorduk, çünkü
bu gevşek noktalar genellikle saklanmış mahsul anlamına geliyordu.
Ekiptekilerle birlikte, yaşlı ev halkının depolama kasalarını boşaltı-
yor, kulaklarımı çocukların çığlıkları ve kadınların feryatlarına tı-
kıyordum. Çünkü kendimi kırsal bölgenin dönüşümünü başarıyla
yerine getirdiğime inandırmıştım.” İnsanlar açlık çekmeye başladığı
zaman, devletin toplamış olduğu büyük tahıl depolarını korumak

224
İnsanlığın Yeme Tarihi

için askerler görevlendirildi. Sovyet Yazar Vasily Grossman, köyler-


de yaşanan açlığa dair şunları aktarmaktadır: “İnsanlar yüzleri, ba-
cakları ve karınları şişmiş bir haldeydi (...) ve halen karınlarına tek
lokma dahi yiyecek girmemişti. Fare, sıçan, serçe, karınca ve solucan
yakalamışlardı. Kemikleri ufalayarak un haline getiriyorlardı. Aynı
şeyi, deri ve ayakkabı tabanları için de yapıyorlardı. Eski hayvan de-
rileri ve kürklerini küçük parçalara ayırıp kendilerine bir tür şehriye
hazırlıyor, yemek için tutkal pişiriyorlardı. Toprakta otlar çıktığında
kökleri kazıp çıkarıyor, sonra da bitkinin yapraklarını ve tomurcuk-
larını yiyorlardı.”
Stalin, Kasım 1932’de yaptığı bir konuşmada, köylerden tahıl
toplamayla ilgili yaşanan sorunların sebebinin, sabotajcılar ve “sınıf
düşmanları” olduğunu açıklamıştı. Gösterilen bu direnişi, kendi ko-
lektifleştirme projesine kasti olarak çomak sokmaya çalışan çiftçi-
lerin rejime meydan okuyuşu olarak görüyordu. Stalin, “Komünist-
lerin, kolhozların bu darbesine çok daha büyük bir darbe ile karşı-
lık vermemesi budalalık olur,” diyordu. Ancak yüz binlerce çiftçiyi
Gulag’a göndermek hem zor, hem de külfetli bir iş olacaktı; bunun
yerine onları açlığa terk etmek çok daha kestirme bir çözümdü. Sta-
lin, Şubat 1933’te yaptığı bir başka konuşmada, Lenin’in şu sözünü
hatırlatıyordu: “Çalışmayana ekmek yok.” Aynı yılın Mart ayında bir
tutanakta şöyle deniyordu: “Çalışmayana ekmek yok sloganı, kırdaki
teşkilatlarca üzerinde hiçbir düzenleme yapılmaksızın olduğu gibi
hayata geçirildi ve insanlar ölüme terk edildi.” Stalin kolektifleştir-
menin başlangıçta açlığa yol açacağını düşünmemişti, ancak kolek-
tifleştirmeyi desteklemeyen “aylaklar” aç kaldıklarında, Stalin, ken-
dilerini beslemeye yetecek miktarda ürün yetiştiremeyecek kadar
tembel olmaları sebebiyle sorumluluğun onlara ait olduğunu ima
etmeye çalışmıştı.
1933 yılının ilk aylarında, insanların Ukrayna ve Kuzey
Kafkasya’nın açlıkla boğuşan köylerinden şehirlere kaçışını önle-
mek için bir ülke içi pasaport sistemi uygulamaya konuldu. Stalin,
Ukrayna’da tahıl tahsilâtı işini hızlandırma amacıyla bölgeye devlet
güvenlik teşkilatı OGPU ajanlarını da yolladı. Ona göre yerel yöne-
timlerin bu işi takibi yetersizdi. Politbüro’nun geçtiği bir kısa not,

225
Besin Savaşı

“Ukrayna’nın en ücra bölgelerinde tahıl tahsilâtının yüz kızartıcı


çöküşü”nden yakınıyor ve yetkililere “tahıl tahsilâtının sabotajına
son vermeleri için” çağrıda bulunup “sabotajcılardaki pasiflik ve
rehaveti ortadan kaldırmaları”nı talep ediyordu. Ukrayna’daki ko-
lektifleştirme programının başında bulunan Stanislav Kosior, Mart
1933’te Stalin’e gönderdiği raporunda, kıtlığın köylüleri yeterince
terbiye etmediğini söylüyordu: “Kıtlığın kendisini en kötü hissettir-
diği bölgelerde toprağı ekmek için insanlarda görülen isteksizlik, aç-
lığın kolhoz çiftçilerini henüz akıllandırmadığının bir göstergesidir.”
Mayıs 1933’te Ukrayna’yı ziyaret eden İngiliz Gazeteci Malcolm
Muggeridge raporunda, devlet görevlilerinin, “ülkeyi aynı bir çekirge
sürüsü gibi istila edip ‘yenilebilir’ olan her şeyi alıp götürdükleri”nden
bahsetmiştir. “Binlerce köylü, hatta bazen tüm köyler, ya kurşundan
geçirilmiş ya da sürgün edilmiştir. Dünyanın en bereketli toprakla-
rına sahip yerleri kasvetli bir çöle döndürülmüştür.” Muggeridge ta-
rafından hazırlanan bu rapor, dünyaya örnek oluşturacak komünlere
gizlice düzenlenen gezilere katılan ve her seferinde kıtlığın olmadı-
ğını iddia eden gazeteciler tarafından pek ciddiye alınmamış, hatta
alay konusu yapılmıştır. Oysaki Ukrayna’nın başkenti Kiev’de, İtal-
yan konsolos raporunda “büyüyen insan eti ticareti”nden bahsedi-
yor ve yetkililer de duvarlara, üzerinde “ÖLÜ ÇOCUKLARI YEMEK
BARBARLIKTIR,” yazan afişler asıyordu. Tüm bunlar olurken, ülke-
de hiçbir sorunun yaşanmadığı yalanını canlı tutmak amacıyla tahıl
ihracatında artış kaydedildi. Sovyet rejiminde tarımın hiç olmadığı
kadar yıldızı parlıyordu. Öyle ki, yabancı yardım kuruluşları gıda
yardımı yapma önerisinde bulunduklarında bu öneri reddedilmişti.
Kıtlığın siyasi niteliği, bütün çıplaklığıyla, Ukrayna’daki üst dü-
zey yetkili Yoldaş Hatayevich tarafından ortaya konulmuştu. Hata-
yevich, 1933’te şöyle diyordu: “Rejimimiz ile köylülük arasında gad-
darca bir mücadele sürmektedir. Bu ölümüne bir mücadeledir. Bu
yıl, rejimin gücü ile köylülüğün buna tahammül edip edemeyeceğini
sınayan bir yıl olmuştu. Onlara buranın efendisinin kim olduğunu
göstermek için bir kıtlığın yaşanması gerekti. Bu belki milyonlarca
insanın yaşamı pahasına oldu, ancak kolhoz sistemi hâlâ yerinde du-
ruyor. Savaşı kazanan biz olduk.” Bu savaş rejim tarafından kendi

226
İnsanlığın Yeme Tarihi

halkına karşı başlatılan ve besinin silah olarak kullanıldığı bir savaş-


tı. Kıtlık 1934’te, yani Stalin devletin tahıl alımını azalttığı ve hane
halklarının üzerinde sebze yetiştirip bir inek, bir domuz ve on adede
kadar koyun besleyebilecekleri küçük bir arazi parçasına sahip ol-
maları gerçeğini kabul etmek durumunda kaldığı zaman sonlanmış-
tı. Bu özel araziler, kolhozlardan farklı olarak, gelecek elli yıl boyun-
ca ülkeye yetecek besinin büyük bir kısmını sağlayacaktı.
Yaşanan kıtlıkta yaklaşık yedi ila sekiz milyon insan ölmüştü.
Stalin’in tahıl ihracatını ne pahasına olursa olsun sürdürmeye dö-
nük hırsının kurbanlarıydı bu insanlar. Amaç, hem komünizmin
üstünlüğünü dünyaya göstermek, hem de Sovyet sanayileşmesini
finanse etmekti. Kıtlığın etkisini en acı biçimde hissettirdiği yer, ölü
sayısının milyonlarla ifade edildiği Ukrayna’ydı. Bu olay bugün artık
yaygın bir biçimde soykırım olarak değerlendirilmektedir. Fedor Be-
lov isimli bir görgü tanığı kıtlığı, “Ukrayna halkının yaşadığı en feci
ve en yıkıcı” olay olarak tanımlamıştır. “Köylüler köpekleri, atları,
çürümüş patatesleri, ağaç kabuklarını, çimleri ve bulabildikleri ne
varsa onları yemişlerdi. Yamyamlık vakaları tek tük görülen vakalar
değildi. İnsanlar birbirlerini parçalayıp yemeye hazır yabani hayvan-
lara benziyordu. Yaptıkları her ne olursa olsun kendilerini bekleyen
son ölmek, ölmek ve yine ölmekti. Ölüm onları ya tek tek ya da aile-
leriyle birlikte pençesine alıyordu. Meydanlarda, tramvaylarda, tren-
lerde (...) kısacası her yerde ölümle pençeleşiyorlardı. Ortada Stalin
kıtlığının kurbanı olmuş bu kişileri gömebilecek hiçkimse yoktu.
İnsan pek çok şeyi unutabilir, ancak kıtlığın bu korkunç sahnelerini
görenler, bunu asla unutmayacaktır.”

Tarihteki En Kötü Kıtlık

1949 yılında komünistler, Çin’de Mao Zedong önderliğinde iktidarı


ele almışlardı. Çin komünistleri, Sovyetler’in kolektifleştirme mode-
lini uygulama konusunda çok hevesli görünüyorlardı. Çünkü iddia
edildiğine göre bu model tarımsal üretimi artırma ve sanayileşmeyi
sağlama alma konusunda hayli başarılı sonuçlar doğurmuştu. Çin’de

227
Besin Savaşı

dağıtılan bildiriler, broşürler ve propaganda filmleri, Sovyetler’in


parlak başarısını yüceltiyordu. Çinli bir kadın, yaşadıklarını daha
sonra şöyle anlatacaktı: “SSCB’deki komünlere dair istemediğimiz
kadar çok propagandaya maruz kaldık. Filmlerde tarlalara çalışma-
ya giderken büyük biçerdöverlerin üzerinde şarkı söyleyen insanla-
ra dair sahneler hiç eksik olmuyordu. Dağlar boyu yığınlarca tahıl
gösteriliyordu. Oynatılan çoğu film, SSCB’deki kolhozlarda ne denli
mutlu ve mesut bir hayatın sürdüğünü anlatıyordu.” Çok geçmeden
Çinli köylülerden oluşturulan gruplar, kolhozları ziyaret etmek ve
bu sistemin nasıl işlediğini görmek için Ukrayna ve Kazakistan tu-
runa yollandı. Gördükleri, sofrada her daim bolca yiyeceğin olduğu
ve tarlaları işlemek için modern araç ve gereçlerin kullanıldığıydı.
Bunun üzerine Mao Zedong, Çin’in de aynı modeli hayata geçirece-
ğini ilan etti.
Mao tahıl üzerinde bir devlet tekeli kurmakla işe başladı. Tahıl
düşük ve sabit bir fiyat üzerinden devlete satılacaktı; bu şekilde tahılın
belli bir kâr payı ile dışarıya satılması güvence altına alınmış olacak ve
elde edilen kazanç ile sanayileşme finanse edilecekti. Çarşılar kapatıl-
dı, her bölgede üretim kotaları belirlendi ve şehirlerde tahılın dağıtı-
mı karneye bağlandı. Zamanla devlet tahıl üretimini kendi kontrolü
altına aldı. Daha sonra Mao, üretimi artırma amacıyla kolektifleştir-
me programına girişti. O zamanlar sayıları düzinelerle ifade edilen
küçük hane halkları, grupları kolektif tarımcılık (kolhoz) komünle-
ri kurmak için bir araya getirildi. Tabii bu iş için araç ve gereçlerin,
hayvanların ve tahılın bir araya toplanması gerekiyordu. Bu sistem,
çiftçilerin belirli bir bölgede bir toplantıya davet edilmesi ve sonra da
bir kolektif oluşturmak için “anlaşma” sağlanana kadar toplantıdan
ayrılmalarına müsaade edilmemesi şeklinde uygulamaya geçirilmişti.
Bu anlaşma süreci bazen birkaç gün sürüyordu. Sovyetler Birliği’nde
olduğu gibi Çin’de de 1956 yılında çiftçilerin şehirlere kaçışını önle-
mek için bir ülke içi pasaport sistemi uygulamaya geçirildi.
Mao, öngörülebilir sonuçları ile Stalin’in modelini yakından ta-
kip ediyordu. Kolektifleştirme, üretimi artırma konusunda çiftçiler-
de hiçbir istek ve güdü bırakmayınca, tahıl üretimi sadece 1956 yılı
için yüzde 40 nispetinde bir düşüş gösterdi. İnsanlar bazı bölgelerde

228
İnsanlığın Yeme Tarihi

açlıkla burun buruna geldi. Sorunla baş edebilmek için hayvanların


öldürülüp yenmesi yoluna başvurulduğundan tarlada işe koşulacak
hayvan sayısında kayda değer bir düşüş gözlendi. Bunlar olurken,
Komünist Partisi tarımın kolektifleştirilmesindeki büyük başarısıyla
övünmekteydi. 1950 ve sonrasındaki yılların hasat rakamlarını daha
büyük ve şişkin gösterme amacıyla 1949 yılı için tarımsal hasada dair
rakamsal veriler kasti bir şekilde düşük gösterildi; ancak tarımsal
üretimin seviyesi, gerçekte, 1930’lu yıllardaki seviyenin dahi altına
inmişti. Ancak Mao’nun isteği Sovyetler Birliği’ni geçip ona fark at-
maktı. Bu yüzden “Büyük İleri Atılım” denen bir kalkınma planına
girişti. Mao’ya göre bu plan çerçevesinde amaç, Çin’in çok hızlı bir
şekilde, neredeyse bir gecede, sanayileşmesini sağlamaktı. Partideki
yoldaşlarından bazıları, daha yavaş ve zamana yayılan bir yaklaşımı
önerdiklerinde Mao’nun yaptığı şey, onları partiden tasfiye etmek
oldu. Stalin’in ölümünden sonra 1953’te iktidarı ele alan yeni Sovyet
lider Nikita Kruşçev bile programında ısrarcı olmaması konusunda
Mao’yu uyarmıştı. Kruşçev, bu planla Mao’nun “dünyayı –özellikle
de sosyalist dünyayı– dehası ve liderliği ile etkileme” amacı taşıdığı-
nın pekâlâ farkındaydı. Kruşçev, Stalin’in tarım politikalarının ülke-
ye verdiği zararın ne olduğunu çok iyi biliyordu ve zaman içerisin-
de bu sıkı politikaların çoğunu gevşetmeye çalıştı. Ancak Sovyetler
Birliği ile Çin arasında gitgide büyüyen rekabet, Mao’nun yalnızca
Stalin’in sözde başarılarına erişmekle yetinmediğini, bunun üzerine
çıkıp Sovyetler’e fark atma amacında olduğunu gösteriyordu. Mao
bir yıla kalmadan tarımsal üretimin çelik üretimiyle birlikte kendini
ikiye, hatta üçe katlayacağı vaadinde bulundu.
Bu amaç doğrultusunda parti yetkilileri evlerin arka bahçele-
rinde fırınların kurulmasını emretmiş ve herkese, belirli bir kotada
devlete metalik ürün vermesi gerektiğini bildirmişti. Toplanan bu
metaller fırınlarda çeliğe dönüştürülecek ve elde edilen metal, tarımı
makineleştirmek için kullanılacaktı. Ancak çelik yapımı, Mao’nun
düşündüğünden hayli karmaşık bir işti. Fırınlara yakıt sağlama ama-
cıyla çok fazla ağaç kesildi. Ama bu sadece insanların ellerindeki
özenle işlenmiş tencere ve tavaların işe yaramaz bir dökme demi-
re dönüşmesinin ötesine geçmedi. Hoşa gitmeyen bu gerçek, yakın

229
Besin Savaşı

çevresindeki insanlar tarafından Mao’dan gizlendi. Ona, görünüşte


yüksek kalitede çeliğin üretildiği bir fırın gösterildi; ama işin aslına
bakıldığında, bu çelik, başka bir yerde üretilmişti.
Mao’nun tarıma yaklaşımı metalürjiye kıyasla çok daha zayıf ka-
lıyordu. Mao, başlattığı Büyük İleri Atılım’ın bir diğer bileşeni olan
tarımsal üretimi artırma amacıyla çiftçilerin ne yapacağına dair di-
rektiflerden oluşan bir liste hazırladı. Bu liste büyük ölçüde Sovyet
sözde bilimci* Trofim Lysenko’nun “çılgın” teorilerine dayanmaktay-
dı. Mao’nun desteklediği ve savunduğu şeyler şöyle sıralanabilir: to-
humların iç içe, sıkışık bir şekilde ekilmesi (ki bu toprağın tohumları
tutamaması anlamına geliyordu), toprağın pullukla derinlemesine
bir şekilde sürülmesi (bu yöntem toprağın bereketini düşürmeye ne-
den olmuştu), çok büyük miktarda gübre kullanımı (içinde kimya-
sal barındırmayan bir gübre kullanımı tercih edilmiş ve bunun için
de gübre olarak evdeki çöpler ve kırık camlar kullanılmıştı), üretimi
çok daha küçük ölçekli bir arazi üzerinde yoğunlaştırma (tabii bu,
çok geçmeden toprağı kurutmuş ve bitirmişti), ilaçlama (bu amaç
doğrultusunda sıçanların ve kuşların öldürülmesi, haşere nüfusunda
bir patlamaya yol açmıştı) ve son olarak sulamanın artırılması (her
ne kadar küçük baraj ve baraj gölleri oluşturulmuş da olsa topraktan
yapılan bu barajlar çok geçmeden yıkılmıştı).
Parti yetkilileri, mevkilerini kaybetme korkusu ile bu olanlara
sessiz kaldılar ve Mao’nun direktiflerinin tarımsal üretimde şaşırtıcı
bir gelişmeye neden olduğunu öne sürerek yaşananları görmezden
geldiler. Çin’in bir ucundan diğer ucuna tuhaf bir başarı yakalanmış-
tı: dev sebzelerin büyümesinin yanı sıra ayçiçekleri ile enginarların,
domates ile pamuğun ve hatta şekerkamışı ile mısır ve sorgumun
melezleştirilmesi. Fotoğraflar, topraktan sık bir şekilde çıkan buğ-
dayların üzerine oturabilen çocukların olduğu mucizevî mahsul ve
tarlalara dair sahte görüntüler veriyordu (Bitkiler gerçekten de bu
şekilde ekilmişti ve çocuklar da gizlenmiş bir masa üzerinde otur-
maktaydı). Bir keresinde, bereketli bir mahsul izlenimi vermek ama-
*  İngilizce metinde kelime “pseudoscientist” olarak geçiyor. Bilimsel temele
dayanmadığı halde bilim yaptığı iddiasında olan kişiler için kullanılan bir ifa-
de; yerine göre “sahte bilimci” ya da “şarlatan” olarak da kullanılabilir. (ç.n.)

230
İnsanlığın Yeme Tarihi

cıyla köylülere, Mao’nun geçeceği güzergâh üzerindeki tarlalara pi-


rinç ekmeleri söylendi. Bir diğer durumda, sebzeler yığınlar halinde
yol kenarındaki arazi şeridine bırakıldı; bu şekilde Mao’ya köylülerin
ihtiyaçlarının çok ama çok ötesinde bir üretim gerçekleştirdikleri ve
bundan dolayı mahsullerini bırakmış oldukları yalanı söylenebildi.
Büyük İleri Atılım’ın üzerinden bir yıl geçtikten sonra Mao’ya
1958 yılı için tahıl hasadının ikiye katlandığı, hatta bazı durumlarda
belirli yerlerdeki üretimin 150 katın üzerinde artış kaydettiği bilgi-
si verildi. Gerçek hayatta nelerin yaşandığını gözleriyle gören parti
yetkilileri bu iddiaları sorgulamaya cüret edemedi. Bazen çiftçiler,
mümkün olabilen yerlerde, Mao’nun çılgınca direktiflerine pek iti-
bar etmediler; üstelik hasat da önceki yıllara kıyasla kötü değildi.
Ancak çelik üretme amacıyla çiftçilerin yanlış bir politika güdülerek
yeniden konuşlandırılması; ürünlerin tamamının toplanamaması
ve bunların tarlalarda çürümeye bırakılması anlamına geliyordu.
Bunlara rağmen devletin resmi rakamları hasadın ikiye katlandığını
ilan ediyordu, bu yüzden devletin merkezi ambarlarının talep etti-
ği tahıl alımları, önceki yıllara kıyasla çok daha fazla oldu. Şehirler,
üretkenlik bağlamında birbirlerine fark atma yarışı içerisinde oldu-
ğundan devlete olabildiğince fazla miktarda tahıl yolladılar. Tahıl ih-
racatı ikiye katlanmış, bu da dış dünyaya Çin’in tarımda yakaladığı
mucizevî başarının açık bir kanıtı olarak sunulmuştu. 1958 yılının
Sonbahar mevsiminde, Çinli çiftçilere, ellerinde bolca yiyecek bulu-
nacağı ve komünal mutfaklarda karınlarını dilediklerince doyurabi-
lecekleri söylendi. Çiftçiler de kendilerine denileni yaptı; ancak kışa
gelindiğinde ortada yiyecek bir şey kalmamıştı.
İnsanlar kitleler halinde açlığa sürüklendiler. Parti liderlerin-
den biri, daha sonra, 1959 yılının ilk aylarında açlıkla boğuşan insan
sayısını yirmi beş milyon olarak hesaplayacaktı. Mao, devletin çok
büyük oranda tahıla el koymasının yaşanan kıtlığın sebebi olduğu
görüşüne katılmıyordu. Devletin koyduğu kotaları karşılayamayan
bölgeler için Mao, çiftçilerin ürünlerini saklamakta olmalarını ge-
rekçe gösterdi. Şöyle söylüyordu: “Kabul etmeliyiz ki, ciddi bir so-
runla karşı karşıyayız, çünkü üretim ekipleri tahılları saklıyor ve bö-
lüyorlar, üstelik bu, ülkenin hemen her yerinde yaşanan ortak bir so-

231
Besin Savaşı

rundur.” Partideki bazı yetkililer, durumu izah etmeye çalıştıklarında


Mao buna, eğer kimi bölgelerde bir-iki sorun varsa, bunların “tecrü-
be edinme amacıyla ödenmesi gereken harç paraları” olduğunu söy-
leyerek karşılık vermişti. Köylü bir geçmişe sahip olan ve gençliğinde
açlık yaşayan Savunma Bakanı Peng Dehuai, önüne başarılamayacak
bir üretim hedefi koyup, bu uğurda insanların yaşamını hiçe sayması
nedeniyle yaşanan bu kıtlıkta Mao’yu sorumlu tuttu. Ama bunu yap-
tığı için görevinden uzaklaştırıldı, evde göz hapsine alındı, sonra da
sürgün edildi. Mao, kendisine besin kıtlığı ile ilgili iletilen her türlü
raporu liderliğine yapılan kişisel bir saldırı olarak algılamaya başla-
dı ve programını kararlılıkla sürdürme konusunda çok daha katı bir
tutum takındı. Tabii bu, gerçek hayatta nelerin olup bittiğinden ha-
berdar olan parti yetkililerinin duruma müdahale etme konusunda
çok daha gönülsüz olmalarına neden oldu.
1959 yılı için devlet önüne çok daha büyük bir tahıl üretimi he-
defi koydu. Hasat, 1958 yılına kıyasla beşte bir oranında daha azdı;
ancak yetkililer üretimde başka bir rekor yıl yaşandığını ilan ediyor-
du. Bu da yetmezmiş gibi, öne sürdükleri iddiaları, savunma ama-
cıyla bulabildikleri tahılın tümünü devlet tarafından alımı işine gi-
riştiler.(Devletin tahıl alım kotası çoğu bölgede yüzde 40 olarak be-
lirlenmişti. Bu hayalî ve şişirilmiş yüzde 40’lık oran, pratikte, devlet
tarafından bütün bir hasada el konulması anlamına geliyordu). Her
şeye el konulmasına rağmen belirlenen kotalara ulaşılamayınca yet-
kililer, geçmişte Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, gerçekte olmayan
“saklanmış” yiyecek erzaklarının izini sürmeye başladı. Mezalimin
belki de en feci şekilde yaşandığı yer, Henan şehriydi. Parti yetkilile-
ri, tahılları sakladıkları gerekçesiyle binlerce köylüyü hırpalamış, iş-
kenceden geçirmiş ve katletmişti. Kimileri ateşe atılmış, kimilerinin
kulakları kesilmiş, kimileri donarak ölüme terk edilmiş, kimileri de
inşaat projelerinde ölesiye çalışmaya mahkûm edilmişti. Gerçek şu
ki, ortada yiyeceğe dair bir şey yoktu. İnsanlar yerdeki otları ve ağaç
kabuklarını yemeğe yelteniyordu. Ayrıca yamyamlığa dair pek çok
vaka tespit edilmişti.
1959 yılının sonuna doğru, Çin’in kırsal bölgesinde yaşayan
milyonlarca insan, açlığın pençesinde kıvranıyordu. Komünal mut-

232
İnsanlığın Yeme Tarihi

faklar insanlara, ot ve bulunabilen ne varsa ondan yapılan sulu çorba


vermekteydi. Krizin derinleşmesine bağlı olarak Çin’in dış dünyadan
kopuşu yaşandı. Sovyetler Birliği ile olan ilişkiler de koptuğundan
Kruşçev yaşanan felaketten haberdar olamadı. Yaşanan sorunlar
görmezden gelinemez bir noktaya vardığında sorumluluk kuraklık
gibi doğal nedenlere yüklenmişti. Yine de tüm bunlara rağmen dev-
let yetkilileri yiyeceğin bol olduğu ve insanların da mutlu olduğunu
söylemekten bir an olsun geri durmadılar. Mao, 1960 yılı için hedef
olarak üretimde bir başka büyük artışı öngören planının hazırlıkla-
rına girişti. Ne var ki, ülkenin büyük bir bölümünde insanlar hiçbir
şey ekemeyecek kadar bitap düşmüştü. Ama şehirde yaşayanlar bu
denli ağır bir açlıkla karşı karşıya kalmadı. Devletin merkezi ambar-
larından kendilerine ayrılan belli bir tahıl miktarı vardı ve bu yüzden
dalga dalga yayılan kıtlıktan en son etkilenecek kişiler şehirliler oldu.
Kırsal bölgelerde, parti yetkililerinin öne sürdükleri ilk iddia, ne
denli az bir gıda arzının var olduğuydu; o kadar ki, yaşanan felaketin
boyutlarını idrak etmekte çoğu başarısız kalmıştı. Açlıktan ölenlerin
büyük bir kısmı, kırsal bölgelerdeki komünlerde yaşayan köylülerdi.
1960 yılının sonlarına gelindiğinde kıtlık ve açlık her tarafa ya-
yılmıştı. Ancak Mao, sorunu görmezden gelmeye devam ediyordu.
Komünist önderliğin kıdemli üyeleri, sırf rejimin geleceğini güvence
altına almak için harekete geçmenin gereğini fark ettiler. Bu doğrul-
tuda kanıtlar toplamaya giriştiler; amaç bunları Mao’ya sunmak ve
yaşanan felaketin boyutları konusunda onu ikna etmeye çalışmaktı.
Ancak yaşanan vakaların bazılarında Mao’ya sadakatle bağlı yerel
yöneticiler olabilecek her türlü yola başvurarak yetkilileri engelle-
meye çalıştı. Kimi vakalarda ise partinin kıdemli üyeleri Mao’nun
önüne somut delillerle çıkmaya cesaret dahi edemedi, çünkü ihanet
suçu ile cezalandırılacaklarından korkmuşlardı. Partinin kıdemli
üyelerinden Hu Yaobang, yapacağı resmi görüşme öncesinde ko-
nuyu Mao’ya uygun bir biçimde nasıl anlatacağının tedirginliğiyle
uykusuz bir gece geçirdi. Yaobang, daha sonra bu durumu, “Başkana
gerçeği anlatmaya cüret edemedim,” sözleriyle ifade edecektir. “Eğer
görevimi yerine getirmiş olsaydım, bu şey sonumu getirecekti. Peng
Dehuai’nin başına gelen benim de başıma gelecekti.”

233
Besin Savaşı

Mao’nun kolektifleştirme politikasını tersine döndürüp tarımı


tekrardan işler hale getirmek için görevlendirilmiş yerel liderler, par-
tinin kıdemli üyeleri tarafından belli başlı yerlerde başa getirildi. Bu
ise önceden Sovyetler Birliği’nde yapıldığı gibi, küçük arazi parçala-
rının kendi hayatlarını idame ettirme amacıyla köylü ailelerine ve-
rilmesi suretiyle yapıldı. Kolektif mutfaklar da kaldırılmıştı. Kolektif-
leştirmeye muhalefet ettikleri için görevlerinden azledilen yetkililere
görevleri iade edildi; ayrıca bazı durumlarda, Mao’nun politikalarını
gaddarca uygulayan kişilere cezalar verildi. Daha önceden işlerin bu
şekilde yürümemesi gerektiğini fark eden reformist Deng Xiaoping
(Deng Şiaoping), 1961 yılının Mart ayında, Mao’nun bulunmadığı
bir mitingde şu meşhur cümleyi kurdu: “Kedi ister beyaz olsun, ister
siyah, fare yakalayabiliyorsa iyi bir kedidir.” Xiaoping, ideolojik kaygı-
ların gıda üretiminin üzerinde olamayacağını söylemeye çalışıyordu.
Peki, nasıl oldu da reformcular bir taraftan Mao’nun başını dik
tutmasını sağlarken, diğer taraftan kolektifleştirmeden geri adım at-
ması konusunda onu ikna edebilmişti? Neticede Mao, 1961 yılının
ortasına gelindiğinde toprakların bir bölümünün köylülere “ödünç
verilmesi”ne hemen hemen hiç itiraz etmeden onay verdi. Böylece
köylülerin kendi besinlerini yetiştirebilmelerinin önü açılmış olu-
yordu. Ancak resmiyette Mao, yapılan her şeyin yanlış olduğu ya da
hiçbir şeyin değişmediği görüşünü kabule pek yanaşmıyordu. Ko-
münal arazilerde yapılan kolektif tarım devam etti; ancak Çin’in çoğu
bölgesinde insanlara boş ve işlenmemiş araziler üzerinde kendileri-
ne tahsis edilmiş alanlarda tarım ve hayvancılık yapmalarına, tahıl
dışındaki (çünkü hâlâ devlete belirlenmiş sabit bir oran üzerinden
tahıl verilmekteydi) ürünlerini satmalarına imkân tanındı. Çin’in
Hunan eyaletinde uygulanan bu yeni politikaya “ürününü kendine
sakla” deniyordu. Avustralya ve Kanada’dan gemi ile tahıl sevkiyatı
yapılmasına rağmen bazen ürünün nereden geldiğini gizlemek için
tahıl, Çin’e özgü çuvallara konuluyordu. Çünkü resmiyette Çin hâlâ
tahıl üretiminde çok yüksek artışlar kaydedildiğine dair raporlar ya-
yınlamaktaydı.
Büyük İleri Atılım tarihte yaşanan en feci kıtlığa yol açtığı için
tam anlamıyla bir felaket olmuştu. Bu süreçte yaklaşık otuz ila kırk

234
İnsanlığın Yeme Tarihi

milyon insan hayatını kaybetti. Yaşanan felaketin tüm boyutları an-


cak 1979 yılında Çin’in yayınladığı nüfus istatistiklerinin Amerikan
demograflar tarafından 1980’li yıllarda analiz edilmesiyle dış dünya
için görünürlük kazanmaya başladı. Mao’nun Stalin’in modelini iz-
leyerek uygulamaya geçirdiği tarım politikaları, toplam tahıl üreti-
minin yüzde 25 nispetinde düşmesine neden olmuştu. Bu oran tek
başına buğday üretiminde yüzde 41’di. Aslına bakılırsa, bir an için
çiftçileri dışarıda bırakırsak, besin üretiminin yetersizliği kıtlığın ana
nedeni değildi. Çünkü çiftçilerin ürettikleri besin, şehirde yaşayan
insanları, parti yetkililerini ve yabancıları beslemeye ayrılıyordu.
Krizli yıllar boyunca Çin on iki milyon tondan fazla tahıl ile rekor
düzeyde domuz eti, tavuk eti ve meyve ihraç etmişti. Ülkenin çoğu
yerinde yer alan ambarlar, insanların açlıkla boğuştuğu zamanlarda
dahi ağzına kadar erzakla doluydu. Kıtlığın nedeni kuraklık, sel ya
da öldürücü salgın hastalık değildi. Bu bütünüyle insan kaynaklı bir
felaketti ve felaketin temel nedeni Mao’nun Çin sosyalizminin ideo-
lojik üstünlüğünü dünyaya göstermek için besini kendi amaçlarına
alet etme arzusunda yatıyordu. Fakat Mao, dünyaya sosyalizmin üs-
tünlüğü yerine tam tersi bir tablo göstermiş oldu.

Besin ve Sovyet Birliği’nin Çöküşü

1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşünde hangi etkenler rol oyna-


mıştı? Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonraki dönemde Boris
Yeltsin hükümetinde görev almış kıdemli Rus politikacılarından Ye-
gor Gaidar’a göre çözülmenin arkasında rejimin kendi halkını bes-
leyememesi gerçeği yatıyordu. Besin krizi birkaç on yıllık bir süre
boyunca alttan alta Sovyetler Birliği’ni pençesine almıştı. Bu krizin
kökleri, Stalin’in 1920’li yılların sonlarında başlattığı sanayileşme
programına kadar uzanmaktaydı. Liderliğin endüstriyel dönüşüm-
le ilgili saplantısı, köylülerin sanayi işçilerine göre daha az kıymet
görmesi, bu yüzden de onların çok daha az ücrete tabi tutulmala-
rı anlamına geliyordu. Bunun sonucunda köylerde yaşayan insan-
lar şehirlere göç etmek ve fabrikalarda çalışmak için her türlü yola

235
Besin Savaşı

başvurmak durumunda kaldı. Kent nüfusunun artışına bağlı olarak


tarımdaki üretkenlik hızı düşmeye başladı.
Nikita Kruşçev, Stalin’in ölümünden sonra 1953 yılında iktidara
geldiğinde, 1940 yılından bu yana tahıl üretiminde beşte bir oranın-
da bir düşüş yaşandığını gözlemledi. Tarımsal üretim gitgide azalır-
ken elde edilen tarımsal mahsul, kentlerin artan nüfusunu doyur-
mak için kullanılıyordu. Bunun sonucunda, ihracat için elde çok az
miktarda tahıl kaldı. Sanayileşme programı için oldukça kaygı verici
bir gelişmeydi bu. Sovyetler Birliği, kendisini kapana kısılmış bir hal-
de buldu: Kentsel nüfusun besin talebi artıyor, ancak arz bu talebe
karşılık veremiyordu. Ne yapılmalıydı? Çözüm önerilerinden biri,
ürünleri için çiftçilere daha fazla ödeme yapmak ve üretimi artırma
amacıyla onlara çeşitli teşvikler vermekti. Ancak bu, kolektifleştirme
programından vazgeçilmesi anlama geliyordu. Bu yüzden Kruşçev,
el değmemiş arazileri tarıma açmak ve burada çalışan tarım işçile-
rine sanayi işçilerinin aldığı kadar yüksek ücretler vermek suretiyle
tarımdaki durgunluğu aşmaya karar verdi; ancak hâlihazırda çalışan
çiftçilerin ücretlerinde herhangi bir artış olmayacaktı.
Bir süreliğine işler planlandığı gibi hiçbir aksama olmadan işle-
di. Öyle ki, ilk birkaç yıl içerisinde tahıl üretiminde artış kaydedil-
mişti. Ancak çok geçmeden sorunlar baş göstermeye başladı. Yeni
araziler tarıma açılmıştı, ancak kişi başına düşen besin miktarı 1913
yılındaki miktara kıyasla hâlâ çok düşüktü. Ayrıca devletin tahıl kay-
naklarında 1953 ile 1960 yılları arasında azalma yaşandı. Kısaca ve-
rilen teşvikler mevcut sorunu çözememişti. Bunun üzerine Sovyet
yönetimi, bir başka yöntemi hayata geçirmeye karar verdi: Traktörle-
re, biçerdöverlere ve diğer tarımsal araç ve gereçlere yatırım yaparak
üretimi artırmak. Bunun sonucunda 1960’lar ve 1970’ler boyunca
tarımsal üretim yavaş da olsa artış kaydetti. Ancak bu yavaş üreti-
me kıyasla tüketim hâlâ çok hızlı artıyordu. Sovyetler Birliği’nin, is-
tikrarı ve politik desteği sürdürme amacıyla Doğu Avrupa’da kendi
güdümündeki uydu devletlerine gıda ve tahıl ürünleri ihraç etmeyi
kestiği 1963 yılında, kritik eşiğe varılmış oldu. Artık Sovyetler Birliği
dışarıdan tahıl almaya başlamış ve alınan tahılı finanse etmek için
de 372 ton altın kullanılmıştı (Ülkenin altın rezervlerinin üçte birin-

236
İnsanlığın Yeme Tarihi

den fazlasına karşılık gelen bir altın miktarıydı bu). Nereden bakılır-
sa bakılsın, ortaya çıkan durum, gerçekten de bir devletin onurunu
ayaklar altına almakla aynı anlama geliyordu. Kruşçev, yoldaşlarına
vakit kaybetmeden tekrar tahıl stokları oluşturmanın bir ölüm ka-
lım meselesi olduğunu söyledi. “Yedi yıl içerisinde kendimize bir yıl
yetecek kadar bir tahıl stoku oluşturmak durumundayız,” diyordu.
“Sovyet rejimi böylesi bir aşağılanmışlığa artık tahammül edemez.”
Son çare olarak tahıl ithalatına başvurma gereğinin faturası,
1963 yılında bir seferliğine yaşanan kötü hasada çıkarılmıştı. Ancak
ortada çok daha büyük bir sorun vardı; tarıma yeni açılan toprak-
ların çoğunun, hasat miktarının büyük ölçüde iklim ve hava şart-
larına bağlı olan bölgelerde olduğu ortaya çıktı. 1970’li yılların ilk
dönemlerinde ithalat ve ihracatın birbirini karşılama oranı hemen
hemen dengedeydi; ancak 1980’li yılların ilk dönemleri itibariyle
Sovyetler Birliği, besin ithalatına bağımlı hale geldi. Bu da yetmez-
miş gibi, 1980’lerin ortasına gelindiğinde dünyanın en büyük tahıl
ithal eden ülkesi konumuna yükseldi. Hâlbuki 20. yüzyılın başla-
rında SSCB, dünyanın en büyük tahıl ihracatçısıydı. Bu durumda
rejim, yıllık bazda Amerika’dan dokuz milyon ton, Kanada’dan beş
milyon ton, Arjantin’den de dört milyon ton tahıl alımını garantiye
alacak şekilde uzun vadeli ithalat antlaşmalarına imza atmak du-
rumda kaldı. Sovyetler Birliği, ithalatı karşılamak için dış kredilere,
sağlam para rezervlerine ve (bilhassa da kötü geçecek yıllar için) al-
tın stoklarına başvurmak durumunda kaldı. Ancak bu durum fazla
sürdürülebilir değildi. Mamul malların ihracatı da soruna gerçekçi
bir çözüm oluşturamadı; çünkü Sovyet yapımı malların çoğu, diğer
ülkelerde yapılan mallarla rekabet edemiyordu. Rejim, zamanında,
dış dünyaya yapılan devasa tahıl ihracatından elde ettiği kazanç
ile sanayileşmeye çalışmıştı, ancak süreç içerisinde bu durum ülke
zenginliğinin en önemli kaynağı olan tarımın altını oyan bir dina-
miği harekete geçirmişti.
Besin fiyatlarının yükselmesinin aralıksız sürmesi, beraberinde
kıtlıkların çok daha geniş ölçekte yaşanmasına neden oldu. Devletin
resmi kurumlarında çalışan memurlar ile ordu mensupları, sayıları
sınırlı olan özel dükkânlarda indirimli fiyatlarda gıda satın alabiliyor-

237
Besin Savaşı

du; ama bu dükkânlar halka açık dükkânlar değildi. Yegor Gaidar’a


göre 1981 yılı itibariyle, “SSCB’nin siyasi önderliği çıkışı olmayan bir
yolda kapana kısılmış bir durumdaydı. Artan talebe cevap vermek
için tarımsal üretimi yeterli derecede artırmak imkânsız bir hal al-
mıştı.” Petrol rezervlerinin kullanılması rejime bir süreliğine de olsa
soluklanma fırsatı verdi. Ancak Sovyetler, kısa vadeli çıkarları için
petrol kaynaklarını normalin üzerinde tüketmekle uzun vadedeki
beklentilerini tüketmiş oldu. 1970’li yılların ortasından itibaren pet-
rol fiyatlarının artışı, rejime hem besin ithalatını karşılamada, hem
de Amerika’nın hızına yetişme amacıyla yapılan askeri harcamala-
rını finanse etmede belli imkânlar sağladı. Ancak Sovyet liderleri
petrol fiyatlarının uzun vadede düşmeyeceği beklentisi içerisindeydi
ve bu yüzden petrol fiyatlarının hızla düştüğü 1985-86 yıllarına ka-
dar kendi döviz rezervlerini oluşturmaya pek yanaşmadılar. Bunun-
la birlikte, bu süre zarfında Sovyetler Birliği, borçlanmaya aralıksız
devam etti.
Sovyet liderleri, Soğuk Savaş koşullarında gıda temini için düş-
manlarına bel bağlamanın ne derece ciddi riskler içerdiğinin far-
kındaydı; ancak önlerinde duran seçeneklerin sayısı oldukça azdı.
1985’te Sovyetler Birliği’nin yeni lideri olarak iktidara geçen Mihail
Gorbaçov, ekonomik reformlar uygulamaya başladı; ancak iç çatış-
maların artması, rejimi felce uğrattığı için bu reformların pek bir
faydası olmadı. Çok geçmeden Sovyetler Birliği’nin tüm petrol ge-
lirleri olduğu gibi faiz ödemelerine gitti. Ayrıca 1989-90 yıllarında-
ki küresel ölçekte tahıl hasadında görülen düşüş, fiyatları yukarıya
çekti, özellikle de buğday fiyatlarını. Bu koşullarda Sovyetler Birli-
ği, yaptığı besin ithalatı için yabancı tedarikçilere olan ödemelerini
aksatmaya başladı. Bu durum, çok geçmeden yapılan sevkiyatların
durmasına neden oldu. Çoğu temel besin maddesi ile tüketici malla-
rını dükkânlarda bulmak zorlaştı; dahası şeker, yağ, pirinç, tuz ve di-
ğer gıda maddeleri için uzun kuyruklar olağan hale gelmeye başladı.
31 Mart 1991’de, Gorbaçov’un yardımcılarından biri günlüğüne
şöyle yazmıştı: “Gıda sorununu görüşmek üzere dün Güvenlik Kon-
seyi bir araya geldi. (...) Kendini en yakıcı biçimde hissettiren konu
ekmekti. (...) Moskova ve diğer şehirlerde dükkânların önlerinde, iki

238
İnsanlığın Yeme Tarihi

yıl önceki sosis kuyruklarına benzer kuyruklar vardı. Meseleyi çözü-


me kavuşturma konusunda herhangi bir aşama kaydedemediğimiz
takdirde haziran ayına kalmadan ülkede kıtlık baş gösterecekti. Sa-
dece Kazakistan ve Ukrayna cumhuriyetleri (güç bela da olsa) kendi-
lerini doyurabiliyordu. Ülkede ekmek bulunması artık hayalî bir şeye
dönüşmüştü. Dışarıdan ekmek satın almak için sağlam para ve kredi
bulma imkânlarımızı tüketmiş bulunuyoruz. Bu da yetmezmiş gibi
artık kredi vermeye değer bir ülke olmaktan da çıkmış durumdayız.
(...) Aracımla Moskova’yı gezindim. (...) Fırınlar ya kapılarına kilit
vurulmuş bir halde ya da korkunç bir şekilde boşaltılmış durumday-
dı. Geçmişten bu yana Moskova, en zorlu geçen yıllar da dâhil olmak
üzere, böylesi bir şeyi belki de ilk kez yaşıyordu.” Bu zamana kadar,
Baltık ülkeleri başta olmak üzere Moldova, Ukrayna, Beyaz Rusya
ve Rusya gibi Sovyetler Birliği’ne bağlı cumhuriyetlerin çoğu bağım-
sızlıklarını ilan etti. Besin kıtlığı, hem sosyal huzursuzluk, hem de
Sovyet devlet otoritesinin çöküşünün altında yatan temel nedendi.
İçişleri Bakanı’nın müsteşarı, “Bazı bölgelerde ekmek ve diğer temel
besin maddelerinin bulunmasını sağlamak hâlâ çözülmesi gereken
bir sorun olarak ortada duruyordu,” diyordu. “Dükkânların önlerin-
de uzun kuyruklar oluşuyor; yurttaşlar yerel ve merkezi yönetimleri
sert bir dille eleştiriyor, hatta kimileri protesto eylemleri için halka
çağrıda bulunuyor.”
1991 yılının sonbaharında yayınlanan resmi bir bildiride şöyle
deniyordu: “Düşük hasat ve ithalatı artırmadaki yetersizliğin yanı
sıra çiftliklerin devlete tahıl vermeyi reddetmesi, ülkeyi ve cumhu-
riyeti açlıkla burun buruna getirebilir. Bu çıkmazdan kurtulmanın
tek yolu, çiftçilerin kendi tahıllarını piyasa fiyatlarında serbestçe sat-
malarının önünü açmaktır. Bu ise ekmek için konan perakende fi-
yatlarının daha fazla serbestleştirilmesi ile sağlanabilir. Serbest fiyat-
landırmaya geçiş olmadan tarımda ve ticarette devlet kontrolünün
hızlı bir şekilde azaltılması, otomatik olarak, ekonomik büyümeye
yol açmayacaktır.” Netice itibariyle gerçek anlaşılmıştı. Sovyetler’in
tarımın merkezi kontrol altına alınması ve fiyatların denetlenmesine
yönelik uygulamaları, başarısızlıkla sonuçlandı. Sovyet politikacı-
larına göre bu girdaptan çıkmanın tek yolu, serbest ticaret ve libe-

239
Besin Savaşı

ralizasyon ya da bir diğer deyişle kapitalizmdi. Sovyetler Birliği’nin


çözülmesinde epeyce mesafe alındı ve rejimin varlığı, kendi kurucu
devletlerine ayrışarak 26 Aralık 1991’de resmen son buldu.

Besin Demokrasisi

Tarihin en feci kıtlığının komünist bir devlette yaşanmış olması te-


sadüf olabilir mi? 1998’de Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanan Hintli
İktisatçı Amartya Sen’e bakarsak, hayır. Ona göre temsili demokrasi
ile özgür basının birlikteliği, kıtlıkların ortaya çıkışını çok daha az
olağan hale getirmektedir. Sen, 1999’da şöyle yazıyordu: “Dünyada
yaşanan korkunç kıtlıkların tarihine baktığımızda, görece özgür bir
basına sahip, bağımsız ve demokratik ülkelerde asla gerçek bir kıtlı-
ğın yaşanmadığı görülür.”

Gözümüzü nereye çevirirsek çevirelim, bu kurala istisna


teşkil edebilecek bir örnek bulmak zordur. Günümüzde Eti-
yopya, Somali ve diktatörlükle yönetilen diğer rejimlerde
yaşanan kıtlıklar, 1930’larda Sovyetler Birliği’nde yaşanan
kıtlık, Çin’de Büyük İleri Atılım’ın başarısızlığı sonucunda
1958-61 yılları arasında yaşanan kıtlık ya da bir önceki yüz-
yılda yabancı devletlerin hâkimiyeti altında yönetilen İr-
landa ve Hindistan’da yaşanan kıtlıklar… Hindistan’a kıyas-
la Çin pek çok açıdan ekonomik gidişatta oldukça başarılı
bir performans sergilemiş olsa da (Hindistan’dan farklı ola-
rak) kıtlıktan başını kurtaramamıştı. Üstelik bu kıtlık, dün-
ya tarihinde yaşanan en büyük kıtlıktı: 1958-61 yıllarında
yaşanan kıtlıkta yaklaşık 30 milyon kişi hayatını kaybetti.
Dahası üç yıl boyunca hükümetin izlediği yanlış politikalar
bir an olsun sorgulanmadı. Sorgulanmamasının nedeni ise
parlamentoda hiçbir muhalefet partisinin olmaması, özgür
basının bulunmaması ve çok partili seçimlerin yapılmama-
sıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse, tam da bu muhalefet
eksikliği yüzünden –milyonlarca insanın hayatı pahasına

240
İnsanlığın Yeme Tarihi

da olsa– son derece hatalı politikaların uygulanması müm-


kün olabildi.

Sen’in işaret ettiği gibi kıtlıklar, nedenleri genellikle doğal fela-


ketlere bağlanarak açıklanır. Ancak böylesi felaketler, demokrasileri
sarsmaya başladığında, politikacılar, sırf seçmen desteğini kaybet-
memek için öne çıkıp sorunun üstesinden gelmeye daha fazla meyilli
olurlar. “Bekleneceği üzere,” der Sen. “Hindistan bağımsızlığını he-
nüz kazanmadan (1943’te, yani bağımsızlıktan dört yıl önce yaşanan
son kıtlığı o zamanlar ben de küçük bir çocuk olarak yaşamıştım)
önce İngiliz yönetimi altında kıtlıklarla boğuşup duruyordu. Bağım-
sızlıkla beraber ülkede çok partili demokrasi ve özgür basının tesis
edilmesiyle bu kıtlıklar ansızın ortadan kalktı.”
Demokrasinin yükselişi (Sen buna, 20. yüzyılın “en önde gelen
gelişmesi” der), askeri amaçlar için bir silah olarak kullanımında
olduğu gibi besinin, ideolojik bir silah olarak niçin daha az yaygın
bir kullanıma dönüştüğünü de açıklamaktadır. Bu kitabı yazmakta
olduğum sırada, 2008’in ortalarında, Zimbabve diktatörü Robert
Mugabe besinin nadir, ancak bir o kadar çarpıcı bir kullanımına ör-
nek oluşturmuştu. Mugabe, iktidarını çökmüş olan Zimbabve tarımı
üzerine kurdu. Tarımın çöküşü, ülkeyi bölgesel bir tahıl ambarından
afet yerine dönüştürmüştü. 2000 ile 2008 yılları arasında tarımsal
üretim yüzde 80 nispetinde düşmüş; işsizlik yüzde 85’lere fırlamış;
enflasyon yüzde 100.000’leri aşmış; ortalama yaşam süresi kırkın
altına düşmüş ve ülke nüfusunun yaklaşık beşte birine denk düşen
üç milyon Zimbabveli ülkeyi terk etmek durumunda kalmıştı. Ülke
ciddi bir krizin içindeyken Mugabe, iktidarını şiddet ve korku ile
sürdürmeye çalıştı. Bunu ise seçimlerde hileye başvurarak ve kendi
hükümetinin üyeleri ile siyasi desteğinin en güçlü olduğu bölgelere
gıda yardımı yaparak gerçekleştirdi. Mugabe muhalefete yakın olan
bölgelerde yaşayan insanları aynı gıda yardımından mahrum bıraktı.
Haziran 2008’de Mugabe, başkanlık seçiminde insanları muha-
lefet adayı için oy vermekten vazgeçirmek amacıyla rakip kanadın
hâkim olduğu bölgelerde yaşayan insanlara, oy kullanmak için gere-
ken kimlik belgelerini bıraktıkları takdirde kendilerine gıda yardımı

241
Besin Savaşı

yapılacağını söylediği gerekçesiyle suçlandı. ABD Dışişleri Bakanlığı


Sözcüsü Sean McCormack, gazetecilere Mugabe’nin “besini bir si-
lah olarak kendi amaçlarına alet ettiğini; çocukların açlığını onla-
rın anne babalarına karşı kullanarak, Zimbabve için iyi bir gelecek
beklentisi içerisinde olan seçmeni kendi bilinçli tercihini yapmaktan
alıkoyduğunu” söyledi. Mugabe, bu suçlamalara, gıdayı kendi politik
amaçlarına alet edenin Batılı yardım kuruluşları olduğunu söyleye-
rek cevap vermiş, sonrasında da bu kuruluşların muhalefetin hâkim
olduğu bölgelerde gıda dağıtımı yapmasını yasaklamıştı. Kendisini
savunurken aynen şunları söylemişti: “Hükümeti yıpratmak amacıy-
la, özellikle de kırsal bölgelerde, Batı destekli bu STK’lar da gıdayı
kendi siyasi amaçlarına alet etmektedir.”
Besinin bu şekilde silah olarak aleni kullanımı, neyse ki, çok
yaygın değil. Ancak Batı demokrasilerinde, besin, politik amaçlar
için bugün artık çok daha kurnazca bir rol oynamaktadır. Belki artık
bir “silah” olarak işlev görmüyor olabilir ancak besin, üzerinde çok
daha geniş kapsamlı siyasi kavgaların verildiği bir muharebe alanına
dönüşmektedir. Bu, küresel ticaretin ve bu ticaretin neticesinde ar-
tan ilginin ve gıda tercihlerine dönük politikaların bir birleşimi ola-
rak bugün Batılı tüketicilerin erişiminde olan besin çeşitliliğinin bir
neticesidir. Dahası bu, çok daha yakıcı toplumsal kaygılar için besi-
nin paratoner olarak işlev gördüğü bir tüketim malı olması sebebiyle
alışılmadık konumunun da bir sonucudur. Kendinizi yakın hissetti-
ğiniz ve bunu ifade etmek istediğiniz hemen her politik görüşe göre
satın alacağınız ya da satın almaktan kaçınacağınız besin maddesi
bulmak artık mümkündür.
Çevre konusunda dile getirilen kaygılar, insanlarca yerel ve or-
ganik gıdaların savunusu şeklinde dile getirilebiliyor. “Adil ticaret”
ürünleri, küresel ticaret kurallarının adaletsizliği ile büyük şirket-
lerin satın alma gücüne dikkat çekmeyi amaçlarken, düşük gelirli
işçiler ve aileleri için sosyal programların desteklenmesine vesile
oluyor. Genetiği değiştirilmiş gıdalara yönelik yapılan tartışmalar,
yeni teknolojilerin kontrolsüz gidişatına dair dile getirilen kaygıların
bir dışavurumu olmasının yanında çiftçilerin endüstriyel tarıma ne
ölçüde bağımlı hale geldiklerini de gösteriyor. Müşteriler, artık yu-

242
İnsanlığın Yeme Tarihi

nus dostu ton balığı, kuş dostu kahve ve Kosta Rika’daki çiftçilerin
eğitim programlarına destek olma amacıyla muzlar satın alabiliyor-
lar. İnsanlar, İsrail ve Filistinlilerin yan yana çalıştığı zeytinliklerde
üretilen “barış yağı” satın alarak Orta Doğu barışının sağlanması
yönündeki arzularını dile getirebiliyor. Ayrıca küçük dükkânlar ya
da pazarları destekleme amacıyla süpermarketleri boykot ederek dev
şirketlere karşı muhalif seslerini yükseltebiliyorlar.
Besin, şirketlere ya da hükümetlere karşı özgül protestoların dü-
zenlenmesinde de kullanılıyor. 1999’da Fransız Aktivist José Bové,
Amerika’nın gücüne ve çokuluslu şirketlerin Fransız gelenekleri ile
yerli şirketler üzerindeki etkisine karşı sesini yükseltmek istediğinde,
bunu Millau şehrinde bulunan bir McDonald’s restoranına saldırarak
gerçekleştirmişti. Bové, yıkıp dağıttığı parçaları traktöre yükledik-
ten sonra enkazı belediye binasının önüne döktü. Çok daha yakın
bir tarihte Güney Kore’de, 2008’de, Amerika’dan yapılan et ithalatına
karşı büyük bir protesto vardı ve protestocular gerçekten de ticaret
engellerinin kaldırılmasına karşı Güney Kore’deki iktidar partisinin,
ülkenin en güçlü patronlarının himayesine girmesine sesini çıkar-
madığına yönelik kaygılarla sokaklara çıkıp seslerini duyurdular.
Besinin siyasi amaçlar için kullanılması düşüncesinin kökleri,
1791 yılına kadar gider. O yıl köleliğe karşı sesini yükseltmek isteyen
İngilizler, şekeri boykot etmeye başlamıştı. Bu amaç doğrultusunda
bir dizi broşür yayınlandı. Bunlar içinde Anti-Sakarin Topluluğu’nun
[Anti-Saccharine Society] sarsıcı manifestosu da yer almaktaydı. Ma-
nifesto, bir köle gemisinden küçük bir kesite de yer vermişti. Amaç,
zincire bağlanmış kölelerin gemi içinde nasıl üst üste istiflendiğini
halka göstermekti. 1792 yılında, James Wright isimli bir tüccarın ga-
zeteye verdiği bir ilan, dönemin atmosferini birebir yansıtmaktadır:
“Mağdur insanların çektikleri acı ve gördükleri zulümden etkilenmiş
olan, bu etkiye bir de endişe ve kaygı duygularını ekleyen bir şeker
tüccarı olarak ben, şu an için köle ticaretinin başlıca destekçisi olu-
yorum; yani köleliği teşvik etmiş oluyorum. Bu gazeteye ilan vererek
müşterilerime seslenmek istiyorum: Şekeri çok daha az kirlenmiş,
kölelikle ilişkisi çok daha az kurulmuş ve insan kanı ile çok daha
az lekelenmiş yollardan elde edinceye kadar bu maddenin ticaretine
son veriyorum.”

243
Besin Savaşı

Kampanyaya katılan kişiler, sadece otuz sekiz bin İngiliz ailesi


şeker satın almaktan vazgeçtiği takdirde, bu şeyin işletme sahiple-
rinin kârları üzerindeki etkisinin ticarete son vermeye yetecek denli
güçlü olacağını söylüyorlardı. Boykotun zirveye ulaştığı bir aşamada,
kampanyayı yürüten liderlerden biri üç yüz bin kadar insanın şeker
kullanmayı bıraktığını açıkladı. Boykotu yürüten kişilerden bazıları,
şekerle lekelenmiş oldukları gerekçesiyle ellerindeki çay bardaklarını
halkın önünde kırmaya başladılar. Çay toplantıları sosyal ve politik
mayın tarlalarına dönüştü. Restoranda şeker istemek, eğer bir garson
tarafından verilmemişse, uygunsuz ve kaba bir davranış olarak de-
ğerlendiriliyordu. Ama yine de şekerlerin tümünün ayrım yapmaksı-
zın kötü olduğu söylenemezdi. Bazı insanlar, Doğu Hint adalarından
gelen çok daha pahalı şekerin ahlaki açıdan daha az sorun yaratacağı
görüşündeydi; ancak daha sonra bu pahalı şekerin de büyük ölçüde
köle emeğine dayandığı ortaya çıktı. 1807’de, İngiltere’nin köle tica-
retini kaldırmasında, boykotun mu, yoksa bir dizi köle isyanının mı
etkili olduğu konusu yeterince açık değildir. Hatta kimileri yapılan
boykotun amacını aştığını ve işleri çığırından çıkardığını bile öne
sürdü. Çünkü onlara göre şeker işletmelerinin sahiplerinin kârları
düştüğü ölçüde kölelerine çok daha gaddarca davranabilmeleri söz
konusu olacaktı. Yine de her şeye rağmen, şeker boykotunun dikkat-
leri köle sorunu üzerine çektiği ve politik muhalefeti harekete geçir-
meye yardımcı olduğu konusunda şüpheye yer yoktur.
Aynı şey bugünün gıda tartışmaları için de geçerlidir. Bu tartış-
maların asıl önemi, yürütülen politika konusunda hükümetlere yol
gösterici bir işaret vermelerinde yatar. Ayrıca tartışmalar, şirketleri
kendi tutum ve politikalarını değiştirme konusunda teşvik ediyor.
Dolayısıyla doğrudan değil, dolaylı bir etki söz konusudur. Birkaç
nedenden ötürü besin kendine mahsus bir politik güce sahiptir: Be-
sin, dünyanın en zengin tüketicileri ile en fakir çiftçileri arasında
bağlantıların kurulmasını sağlar; besin seçimleri geçmişten bu yana
sosyal işaretleşmenin etkili araçları olagelmiştir; modern dönemin
tüketicileri her hafta çok sayıda besin tercihi yapmak durumundadır,
tabii bu şey seçim politikalarına kıyasla politik söylem için de olanak
sağlar. Son olarak besin tüketilen bir üründür; bu yüzden bir şeyi

244
İnsanlığın Yeme Tarihi

yemiş olmak, o şeyi kişisel olarak onayladığınız anlamına gelir. Bun-


ların yanında besinin sahip olduğu gücün belli başlı sınırları da var-
dır. Örneğin, 19. yüzyılda köleliğin kaldırılması, dünya ticaretinin
tümüyle revizyondan geçirilmesi ya da bugün iklim değişikliğiyle
mücadele etmek durumunda kalmamız gibi gerçek değişimler, enin-
de sonunda devletlerin öne çıkıp inisiyatif almalarını gerektiren de-
ğişimlerdir. Kendi besininizi seçmek, seçimlerde oy kullanarak siyasi
temsilcinizi seçmenin yerine geçemez. Ancak besin önümüze, farklı
tercihlerin birbiriyle çatışacağı önemli bir alan açar. Toplumların ne-
lere ihtiyaç duyduğunu gösteren bir mekanizma olarak işlev görür.
Ayrıca politik desteği mobilize etmenin de önemli bir aracıdır. Hem
siyasette, hem de iş dünyasında gücü elinde tutan kişiler için böylesi
sinyalleri yok saymak ya da önemsememek yapılabilecek belki de en
akılsız davranış olacaktır.

245
6. BÖLÜM

Besin, Nüfus ve
Kalkınma
11
Dünyayı Beslemek

Tarımın başlıca konusu, özümleme yapılabilir herhangi bir


biçim altında azot üretimine dayanır.
–JUSTUS VON LIEBIG, 1840

Dünyayı Değiştiren Makine

Wright kardeşlerin uçakla yaptıkları ilk uçuşa ya da ilk atom bom-


basının patlatılmasına kıyasla 1909 yılı temmuzunun bir öğleden
sonrasında, Almanya’nın Karlsruhe kentindeki bir laboratuvarda,
gelişmiş bir makinenin bir ucunda birkaç damlalık renksiz bir sı-
vının ortaya çıkışı ilk bakışta pek bir anlam ifade etmez. Ancak bu
sıvı, 20. yüzyıl boyunca insanlık üzerinde en büyük etkiye sahip
olduğu düşünülen büyük bir teknolojik buluşa işaret etmektedir.
Sözü edilen sıvı amonyaktır. Laboratuvardaki teçhizatın yardımıy-
la, hidrojen ve azotun sentezlenmesi sonucunda ortaya çıkmıştır.
Bu bize ilk kez amonyak üretiminin büyük ölçekte gerçekleştiri-
lebileceğini göstererek önümüze değerli ve bir o kadar da ihtiyaç
duyulan yeni bir gübre kaynağı koymakta, ayrıca besin üretiminde
muazzam bir artışı –tabii bunun sonucunda insan nüfusunun artı-
şını da– mümkün kılmaktadır.
Amonyak ile beslenme arasındaki bağlantıyı azot sağlar. Bütün
bitki ve hayvan dokularının vazgeçilmez bir yapı taşıdır azot. Hayat-
ta kalmak için insan türünün sırtını yasladığı temel besin maddeleri
olan taneli tahılların protein içeriğini oluşturan ve bitkisel gelişimi
sağlayan besleyici bir maddedir. Elbette bitkiler bundan çok daha
fazla besleyici maddeye gereksinim duyar; ancak pratikte, bitkilerin
büyümesi, verimi en az olan besleyici maddelerin elde edilebilmesi

249
Dünyayı Beslemek

ile sınırlandırılmış durumdadır. Dolayısıyla en büyük besleyici rol,


azota düşmektedir. Tahıllar için azot yetersizliği bodur büyüme, sarı
yapraklar, rekoltenin düşmesi ve besinlerin düşük proteinli bir içe-
riğe sahip olması anlamına gelir. Azotun fazla olması ise büyümeyi
destekler, rekoltenin ve protein içeriğinin yükselmesine olanak sağ-
lar. Proteinler, aminoasitler ve DNA gibi azot bileşikleri de bitki ve
hayvanların metabolizmasında çok önemli roller oynar. Azot, yaşa-
yan her hücrede mevcuttur. İnsanlar kendi biyolojik varlıkları için,
her biri yaklaşık bir azot atomu oluşturan on adet aminoaside ihtiyaç
duyar. Bu aminoasitler, dokuların ve canlı varlığın idame ettirilme-
sinde gerek duyulan proteinleri sentezler. Bu temel aminoasitlerin
büyük bir bölümü, tarım ürünlerinden ya da bu tarım ürünleriyle
beslenen hayvanlardan elde edilen gıdalardan gelir. Aminoasitlerin
yeterli miktarda alınmaması, zihinsel ve fiziksel gelişimde bozukluk-
lara yol açar. Özetle söylemek gerekirse, azot, temel besin madde-
lerinin elde edilmesinde ve genel olarak beslenmede sınırlayıcı bir
faktör olarak rol oynamaktadır.
Amonyağı sentezleme becerisinin, kimyasal gübrelere uygun
tepki vermek üzere üretilmiş “yüksek verimli” yeni tohum çeşitleri
ile birleştirilmesi bu sınırlamayı ortadan kaldırmış ve insan nüfu-
sunda eşi benzeri görülmemiş bir artışa yol açarak, 20. yüzyılda dün-
ya nüfusunun 1,6 milyardan 6 milyara çıkmasını sağlamıştır. Kim-
yasal gübreler ile yüksek verimli tohum çeşitlerinin 1960’lı yıllardan
itibaren gelişmekte olan ülkelere girişi, bugün “yeşil devrim” olarak
bilinmektedir. Ürünlerin büyümesi ve daha fazla tarımsal mahsulün
elde edilmesini sağlayan gübreler olmasaydı (Bu gübreler ile nüfus,
3,7 kat büyürken tarımsal üretimde yedi kat artış sağlanmıştır), yüz
milyonlarca insan beslenme yetersizliği ya da açlıkla karşı karşıya
kalacak ve tarih çok farklı bir şekilde yazılacaktı.
Yeşil devrimin geniş kapsamlı sonuçları olmuştur; nüfus artışı-
na neden olmasının yanı sıra yüz milyonlarca insanın yoksulluktan
kurtulmasına yardımcı olmuş, Asya ekonomilerinin tarihsel yeniden
dirilişi ile Çin ve Hindistan’ın hızlı sanayileşmesinin temellerini at-
mıştır. Bunlar bugün jeopolitik düzeni dönüştürmekte olan gelişme-
lerdir. Ancak yeşil devrimin sosyal ve çevresel pek çok yan etkisi,

250
İnsanlığın Yeme Tarihi

bu devrimi tartışmalı hale getirmiştir. Bu konuda yazıp çizen eleştir-


menler, yeşil devrimin çevre üzerinde ağır bir tahribata neden oldu-
ğunu, geleneksel tarım pratiklerini yok ettiğini, eşitsizliği artırdığını
ve çiftçilerin Batılı şirketlerce üretilen pahalı tohum ve kimyasallara
bağımlı hale geldiğini söylemektedir. Kimyasal açıdan entansif tarı-
mın* uzun vadede sürdürülebilirliğine dair endişeler de dile getiril-
mektedir. Yine de tüm bunlara rağmen yeşil devrimin 20. yüzyılın
ikinci yarısında dünya besin üretimini dönüştürmenin çok ötesinde
rol üstlendiği, hatta dünyayı dönüştürdüğü konusunda en ufak bir
şüpheye yer yoktur.

Azotun “Gizemi”

Yeşil devrimin kökenleri 19. yüzyılda aranmalıdır, çünkü bilim in-


sanları, bitkilerin beslenmesinde azotun oynadığı kritik rolü ilk kez
bu dönemde kavramışlardı. Azot, havanın temel bileşenlerinden
biridir. Hacimsel olarak atmosferin yüzde 78’i azottan, geri kalanı
ise büyük ölçüde oksijenden (yüzde 21) ve az miktarda da argon ve
karbondioksitten meydana gelir. Azotun ne olduğu, havanın özel-
liklerini araştıran bilim insanlarınca ilk kez 1770’li yıllarda tespit
edildi. Buldukları şey, azot gazının büyük ölçüde reaktif (tepkisiz)
olmadığıydı; ayrıca sadece azottan oluşmuş bir atmosfer ortamına
yerleştirilen hayvanların boğularak öldüklerini gözlemlemişlerdi.
Bilim insanları, azotun ne olduğunu tespit etmenin yanı sıra azotun
hem bitkilerde, hem de hayvanlarda bolca bulunduğunu ve yaşamı
sürdürmede önemli bir role sahip olduğunu ortaya koydular. Tarı-
mın kimyasal temelleri üzerine çalışmalar yürüten Fransız kimyager
Jean-Baptiste Boussingault, 1836 yılında, aralarında belli başlı be-
sin maddeleri, çeşitli gübre türleri, kurumuş kan, kemikler ve balık
artıklarının yer aldığı bir dizi maddede azot miktarının ölçümünü
yaptı. Boussingault, yaptığı deneylerde, gübre türlerinin etkinliğinin,
doğrudan doğruya gübrelerin içinde yer alan azot miktarına bağlı
*  Entansif tarım, tarımda verimi artıracak tüm olanakların kullanıldığı
yöntemdir. (e.n.)

251
Dünyayı Beslemek

olduğunu gösterdi. Atmosferdeki azotun reaktif olmadığı göz önüne


alındığında ortaya çıkan bu sonuç, oldukça şaşırtıcıydı; atmosferde
reaktif olmayan azotu, bitkilerin tüketebileceği şekilde reaktif hale
dönüştürebilen belli bazı mekanizmalar olmalıydı.
Bazı bilim insanları, şimşek tarafından havadaki dayanıklı azot
moleküllerinin parçalanması suretiyle azotun reaktif hale geldiğini
öne sürdüler. Bazıları ise atmosferde çok az miktarda amonyak, yani
azotun mümkün olan en basit bileşiğinin olabileceğini söylediler.
Bir başka bilim insanı grubu, bitkilerin bir şekilde azotu doğrudan
doğruya havadan özümlediklerini iddia etti. Boussingault ise içinde
hiç azot bulunmayan sterilize edilmiş kumla deneyine başladı. Sonra
bu kuma yonca ekti, en sonunda da azotun kumda belirdiğini göz-
lemledi. Bu sonuç, yonca gibi baklagillerin bir şekilde azotu doğru-
dan doğruya atmosferden elde ettiğini (ya da “özümlediğini”) ortaya
koymaktaydı. Konuya dair deneysel çalışmalar artarak devam etti.
1885 yılına gelindiğinde, Marcelin Berthelot isimli bir başka Fransız
kimyager, üzerinde tarım yapılmayan boş bir arazide azotun bulu-
nabileceğini, ancak sterilize edildiği taktirde toprağın bu özelliğini
yitirebileceğini gösterdi. Tabii bu, azot özümlemesinin toprakta var
olan bir özellik olduğunu öne süren bir görüştü. Eğer söylenenler
doğruysa, neden baklagillerde azot bulunur?
Takip eden senede, azotun “gizemi”, Alman bilimciler Hermann
Hellriegel ve Hermann Wilfarth tarafından çözüldü. Çalışmalarında,
azot özümlemesi toprağın bir özelliği ise bunun transfer edilebileceği
sonucuna vardılar. İki bilim insanı, yaptıkları deneyde sterilize edil-
miş toprağa (baklagillerin bir başka türü olan) bezelye bitkisini ek-
tiler. Sonra saksıların içine verimli toprak eklediler. Sterilize edilmiş
toprakta duran bezelye bitkileri solarken, verimli toprağa ekilenlerin
büyüyüp geliştiği gözlemlendi. Ne var ki, tahıl ürünleri için benzer
bir sonuç çıkmadı; bunlar için istenen netice ancak nitrat bileşikleri
ile elde edilebildi. İki bilim insanının vardığı sonuç, azot özümleme-
sinin topraktaki mikroplarca sağlandığıydı, ayrıca baklagillerin kök-
lerinde bulunan yumruların mikropların yuvalandığı yerler olduğu
tespit edildi. Bu mikroplar bitkinin kullanımı için azotu özümlüyor-
du. Bir diğer deyişle, mikroplar ve baklagiller arasında koordineli ya

252
İnsanlığın Yeme Tarihi

da sembiyotik bir ilişki vardı (O tarihten bugüne bilim insanları, tatlı


suda yaşayan eğreltiotlarıyla sembiyotik bir ilişki içinde olan azot
özümleyen mikropları keşfetmişler ve Asya’nın çeltik tarlaları için
değerli azot üretmişlerdir. Şu halde, şekerkamışı bitkisi içinde yaşa-
yan azot özümleyici mikroplar bize bu bitkinin gübre kullanmaksı-
zın nasıl aynı arazi üzerinde yıllarca ekip biçildiğini açıklamaktadır).
Azotun bitki beslemeye yarayan kritik rolü, böylece açıklanmış
oldu. Bitkilerin azota ihtiyacı var ve toprakta yer alan bazı mikroplar
da azotu atmosferden alarak bitkiler için elverişli hale getiriyor. Bu-
nunla beraber, baklagillerin köklerindeki yumrularda bulunan mik-
roplarca özümlenmiş azot da, bu bitkilerin kullanabildikleri ikinci
bir azot deposu olarak işlev görüyor. Tüm bu anlatılanlar, toprağın
bereketini sürdürme ya da toprağı yenileme olarak bilinen köklü ta-
rımsal pratiklerin aslında nasıl işlediğini açıklamaktadır. Toprağı bir
ya da iki yıl nadasa bırakmak, azotun yenilenmesi için topraktaki
mikroplara bir fırsat tanır. Benzer şekilde, çiftçiler de çeşitli türdeki
organik atıkları (örneğin tarımsal ürün artıkları, hayvan gübreleri,
suyolunda biriken balçık ve insan dışkısını) kullanmak suretiyle top-
raktaki azotu yenileyebilirler. Tüm bu organik atıklar, küçük miktar-
larda da olsa içlerinde reaktif azot barındırır. Ya da çiftçiler isterlerse
toprağa bezelye, fasulye, mercimek ya da yonca ekmek suretiyle top-
raktaki azotu yenileyebilirler.
Bu teknikler binlerce yıl önce tüm dünyada çiftçiler tarafın-
dan birbirlerinden bağımsız olarak keşfedilmiş tekniklerdi. Bezelye
ve mercimek, hemen hemen tarımın doğuşundan bu yana Yakın
Doğu’da buğday ve arpa ile yan yana yetiştirilmişti. Fasulye ve bezel-
ye, Çin’de buğday, darı ve pirinç ile dönüşümlü olarak ekilmiş; mer-
cimek, bezelye ve nohut, Hindistan’da buğday ve pirinç ile; fasulye ise
Yeni Dünya’da darı ile dönüşümlü olarak ekilmişti. Zaman zaman da
toprağa sadece baklagiller ekildi. Çiftçiler, belki tüm bunların nasıl
işlediğine dair bir bilgiye sahip değildi, ancak yapılan işin sorunsuz
işlediği bir gerçekti. M.Ö. 3. yüzyılda, Yunan Filozof ve Botanikçi
Theophrastus, “toprağı en iyi yenileyen bitkinin fasulye” olduğu-
nu, “Makedonya ve Tesalya halklarının, çiçeklenmeye başladığında
toprağı yenilediklerini” söylemişti. Benzer şekilde M.Ö. 2. yüzyılda

253
Dünyayı Beslemek

yaşamış Romalı Yazar Marcus Porcius Cato da toprağın verimi üze-


rinde baklagillerin oynadığı önemli rolün farkındaydı ve önerdiği
şey, baklagillerin “hemen ertesi yıl mahsul elde edileceği beklenti-
siyle çok fazla dikilmemesi”ydi. M.S. 1. yüzyılda yaşamış Romalı Ya-
zar Columella aynı amaç doğrultusunda bezelye, nohut, mercimek
ve diğer bakliyatların kullanılması gerektiğinden bahsetmişti. Ayrıca
Çince yazılmış Qímín Yàoshù isimli bir metinde yer alan ve M.Ö. 1.
yüzyılda yazıldığı anlaşılan bir pasajda, çiftçilere adzuki fasulyesi ye-
tiştirmeleri tavsiye edilir. Çiftçiler, o zaman farkında değillerdi belki
ama toprağı verimli hale getirmede bakliyat yetiştirmek gübreleme-
ye kıyasla çok daha etkili sonuçlar vermekteydi. Çünkü gübre görece
çok daha az (ağırlık olarak yaklaşık yüzde 1 ila 2 oranında) bir azot
barındırmaktadır.
Bitkilerin beslenmesinde azotun oynadığı rolün ortaya çıkarıl-
ması, 19. yüzyılın ortasında tarımsal üretimi geliştirme ihtiyacının
farkına varılması ile aynı zamana denk gelir. 1850 ile 1900 arasında
Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da nüfus yaklaşık üç yüz milyondan
beş yüz milyona çıktı. Tabii nüfustaki bu büyümeye ayak uydurma
amacıyla Amerika’nın Büyük Ovalar’ında, Kanada’da, Rusya’nın boz-
kırlarında ve Arjantin’de daha fazla toprak tarıma açılarak tarımsal
üretimde artış sağlandı. Her ne kadar bu uygulama, buğday ve mısır
veriminin yükselmesine olanak sağlasa da belli başlı sınırları bulun-
maktaydı. Örneğin, 20. yüzyılın ilk yılları itibariyle elde tarıma açı-
lacak çok az sayıda yer kalmıştı, bu yüzden gıda arzını artırma ama-
cıyla birim alan başına daha fazla verimin elde edilmesi kaçınılmaz
hale geldi. Diğer bir deyişle bu, tarımsal üretimin artırılması anla-
mına geliyordu. Bitki yetiştirmek ile azot arasındaki bağlantı dikkate
alındığında, bu amaca ulaşmanın bilinen tek yolunun azot üretimini
artırmak olduğu açıktır. Daha fazla hayvan gübresi üretmek işe yara-
mayacaktı, çünkü bu iş için hayvanların besine ihtiyacı olacak, bu da
daha fazla toprağın tarıma açılmasını gerektirecekti. Ayrıca toprağı
zenginleştirme amacıyla yere bakliyat ekmek, bu süre zarfında, bitki
yetiştirmek amacıyla toprağın kullanılamayacağı anlamına geliyor-
du. Bu yüzden, 1840’lar gibi erken bir tarihten başlamak suretiyle
yeni azotlu gübre kaynaklarına dair bir arayış başladı.

254
İnsanlığın Yeme Tarihi

Tropik adalardan elde edilen katılaştırılmış kuş dışkıları (“gu-


ano” olarak bilinir), yüzyıllar boyunca Güney Amerika’nın batı kı-
yısında gübre olarak kullanılmıştı. Analistler çiftlik gübresine kı-
yasla guano’nun otuz kat daha fazla azot içerdiğini ortaya koydular.
1850’ler boyunca yapılan guano ithalatı, İngiltere’de, yılda sıfırdan
iki yüz bin tona kadar çıkmış, Amerika’ya deniz yolu üzerinden
yapılan sevkiyat ise yılda ortalama yetmiş altı bin tonu bulmuştu.
1856 yılında geçirilen “Guano Adaları Yasası”, Amerikan vatandaş-
larının, içinde guano birikintisi barındıran herhangi bir ıssız ada ya
da kayalıkları ele geçirmesinin önünü açtı. Yasa ayrıca bu yerlerin
herhangi bir devletin yetki sınırları dahilinde kalmamasını da gü-
vence altına alıyordu. Guano çılgınlığının kök salmaya başlamasıyla
beraber girişimciler, bu değerli maddenin bulunduğu yeni kaynak-
ları arama isteğiyle denizleri karış karış gezdiler. Ancak çok geçme-
den, 1870’lerin ilk yılları itibariyle guano kaynaklarının çok hızlı bir
şekilde tüketildiği gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya çıktı. (1911’de
Encyclopædia Britannica’da şöyle yazıyordu: “Kaynakların çok hızlı
bir şekilde tüketilmesinden ötürü, bir zamanlar önemli bir üne sahip
olan bu madde [guano], bugün artık akademik bir ilginin ötesinde
pek bir anlam ifade etmiyor.”) Bunun yerine dikkatler artık başka
bir azot kaynağına çekildi: Şili’de keşfedilen devasa bir sodyum nit-
rat kaynağına. Çok geçmeden ihracatta patlama yaşandı ve 1879 yı-
lına gelindiğinde Şili, Peru ve Bolivya arasında, Atacama Çölü’nde
nitrat yönünden zengin ve ihtilaflı bir bölgede hâkimiyet kurma
amacıyla Pasifik Savaşı patlak verdi (Savaşı 1883’te Şili kazanmış ve
Bolivya’nın kıyı kentlerini ele geçirerek bu ülkenin deniz ile bağlan-
tısını kesmişti. O zamandan beri Bolivya, hâlâ denize kıyısı olmayan
bir kara ülkesidir).
Savaş bitmiş olsa bile yine de kaynağın uzun vadeli güvenliği-
nin sağlanması konusundaki kaygılar uzun süre devam etti. 1903’te
yapılan bir tahmin, nitrat rezervinin 1938 yılı civarında tükeneceği-
ni haber veriyordu. Bu elbette hatalı bir tahmindi, çünkü o günkü
tüketim oranı göz önüne alındığında elde üç yüz yıldan çok daha
fazla yetecek bir nitrat rezervi vardı. Ama yine de insanlar bu rezer-
vin 1938 yılı itibariyle tükeneceğini düşünüyordu. Tabii bu zamana

255
Dünyayı Beslemek

kadar sodyum nitrat hem gübre, hem de reaktif azotun çok önemli
bir bileşeni olarak kullanıldığı patlayıcıların yapımı için talep gördü.
Ülkeler savaş başlatma ve nüfusu besleme becerilerinin güvenilir bir
reaktif azot rezervine bağlı olduğunu fark etmeye başlamışlardı. Bu
ülkeler arasında en büyük kaygıyı Almanya taşımaktaydı. Almanya
20. yüzyılın başında, Şili’den nitrat ithal eden en büyük ithalatçı ül-
keydi. Coğrafi konumu itibariyle Almanya, deniz üzerinden yapıla-
cak ablukaya karşı korumasız bir durumdaydı. Bu yüzden yeni re-
aktif azot kaynaklarının bulunması konusunda en yoğun çabayı bu
ülke gösteriyordu.
Görüşlerden biri azotun kömürden elde edilebileceğiydi; çün-
kü kömür kendi doğal oluşumu içinde biyolojik kütlesinden geriye
kalan az miktarda bir azot içermekteydi. Kömürün oksijensiz bir or-
tamda ısıtılması, amonyak olarak açığa çıkan azotu oluşturuyordu.
Fakat kömürde yer alan azot miktarı çok azdı ve azot miktarını artır-
maya yönelik çabalardan hatırı sayılır bir netice elde edilemiyordu.
Bir diğer görüş ise kıvılcım üretmek için yapay şimşekler ve yüksek
gerilimden yararlanmaktı. Bu şekilde havadaki azotun daha reaktif
bir azot okside dönüştürülmesi hedeflendi. İşin aslı bu yöntem işe
yaramıştı, ancak elde edilen azot yüksek enerjiliydi ve üretimin ara-
lıksız devam etmesi, haliyle, ucuz elektriğin (örneğin, hidroelektrik
santralinden sağlanan fazla enerji) elde edilebilirliğine bağlıydı. Bu
yüzden Şili’den yapılan nitrat ithalatı, Almanya’nın ana azot kaynağı
olmaya devam etti. İngiltere’nin durumu da pek farklı sayılmazdı.
Almanya gibi İngiltere de nitrat ithal eden ülkelerin başında geliyor-
du. Ayrıca tüm enerjisini kömürden amonyak elde etmek için sarfe-
diyordu. Tarımsal üretimi artırmaya dönük çabalarına rağmen her
iki ülke de ithal buğdaya bağımlı kaldı.
1898’de, İngiliz Bilim Derneği’nin başkanlığını yürüten İngiliz
Kimyager William Crookes, derneğin yıllık konferansında yaptığı
konuşmada, yaşanan probleme yönelik açık bir çözüm önerisi sun-
muştu. Thomas Malthus’un aynı noktaya işaret etmesinden bir asır
sonra Crookes, şu uyarıyı yapıyordu: “Uygar ülkeler, yeterli miktarda
yiyecek bulamama sorunu ile karşı karşıyadır.” Tarıma elverişli arazi-
lerin olmaması ve İngiltere’nin buğday ithalatına bağımlı hale gelme-

256
İnsanlığın Yeme Tarihi

sinin ortaya çıkardığı endişe karşısında tek çıkar yol, tarımsal üre-
timin artırılmasından geçiyordu. Crookes, “Buğday en üst seviyede
azota ihtiyaç duyar,” diyordu. Ancak elde daha fazla gübre ya da bak-
liyat kullanımını mümkün kılacak uygun bir arazi yoktu; kömürden
elde edilen gübre miktarı ise yetersizdi, dahası Şili’den yapılan nitrat
ithalatına bağımlı hale gelinmişti. Crookes, “Dünyanın mal varlığın-
dan çekmeye, onu harcamaya devam ediyoruz. Ve bu hareketlerimiz
hiçbir zaman hoş karşılanmayacak,” diye yakınıyordu. Ama havada
bol miktarda azot olduğuna da dikkat çekiyordu. Tüm mesele, bu
kaynağı elde edecek bir yolun bulunmasıydı. Kendisini dinleyenlere
Crookes, “Azot özümlemesi, uygar insanlığın gelişip ilerleme kaydet-
mesi için hayati bir önem taşımaktadır,” diye sesleniyordu. “İmdada
yetişmesi gereken kişiler kimyagerlerdir (...) son kertede kıtlığın bol-
luğa dönüşebileceği yerler laboratuvarlar olacaktır.”

Verimli Bir Tartışma

1904 yılında Karlsruhe’da bulunan Technische Hochschule isimli tekno-


loji enstitüsünde görevli otuz altı yaşındaki kimyager Fritz Haber’den
Viyana’da bulunan bir kimya firması adına bazı araştırmalar yürüt-
mesi istendi. Kendisine verilen görev, amonyağın kurucu elementleri
olan hidrojen ve azottan doğrudan doğruya sentezlenip sentezlene-
meyeceğini ortaya çıkarmaktı. Daha önce yapılan deneylerin sonuç-
ları yeterince açık değildi ve pek çok kişi de doğrudan doğruya, yani
dolaysız bir sentezin mümkün olamayacağını düşünüyordu. Ama
Haber, bu konuda biraz şüpheciydi. Ona göre kömürden yola çıkarak
amonyak üretmenin olumlu sonuçlar verdiği biliniyordu; ayrıca bu,
amonyak üretmenin de en basit yöntemiydi. Buna rağmen Haber de-
neyini yapmaya karar verdi. Daha önce yaptığı deneylerinde, demir
bir katalizör ile amonyak oluşturmak için yüksek ısıda (yaklaşık 1000
santigrat derece ya da 1832 fahrenhayt derece), azot ve hidrojenin
gerçekten de ayrılabileceğini göstermişti. Ne var ki, birleşen gazların
oranı oldukça düşüktü: oranlar yüzde 0.005 ile yüzde 0.0125 arasında
değişiyordu. Neticede Haber, dolaysız sentezin mümkün olup olma-

257
Dünyayı Beslemek

Fritz Haber.
dığı meselesini bir çözüme kavuşturdu, ancak ulaşılan bu sonucun,
pratikte pek kullanışlı olmadığını da göstermiş oluyordu.
Ancak Göttingen’de fiziksel kimya profesörü olan Alman kim-
yager Walther Hermann Nernst için konu henüz kapanmış değildi.
Haber’den sadece dört yaş büyük olmasına rağmen Nernst’ün daha
saygın bir kişiliği vardı ve kariyeri boyunca farklı alanlara çeşitli kat-
kılarda bulunmuştu. Örneğin, seramik filamana dayanarak yeni bir
tür elektrik lambasının yanı sıra gitar tarzında çalınan elektrikli bir
piyano icat etmişti. Ancak her iki buluşu da ticari bir başarı yakalaya-
madı. Nernst, daha çok, 1906 yılında temellerini attığı ve 1920 yılında
kendisine Nobel Kimya Ödülü’nü kazandıracak olan bir “ısı teoremi”
ile ünlenmiştir. Bugün bu teorem, termodinamiğin üçüncü yasası
olarak bilinir. Nernst’ün bu teoremi, Haber’in yaptığı deney ile üre-
tilmesi gereken amonyak oranı da dahil olmak üzere bütün sonuçları
tahmin etmek için işlevsel bir teoremdi. Sorun şuydu ki, Nernst’ün

258
İnsanlığın Yeme Tarihi

tahmini yüzde 0.0045 olarak çıkmıştı; bu oran Haber tarafından sap-


tanan olası değerler aralığının altında bir orandı. Bu, Nernst’ün teo-
risine ters düşen anlamsız, belki de tek çelişkili sonuçtu. Bu yüzden
Nernst, bu çelişkili sonuca işaret etmek için Haber’e bir mektup yazdı.
Bunun üzerine Haber aynı deneyi bir kez daha yaptı. Bulduğu sonuç,
öncekine kıyasla daha açık ve daha kesin olan bir sonuçtu. Zira bu se-
fer üretilen amonyak oranı yüzde 0,0048 çıkmıştı. Çoğu kişi bulunan
bu oranın Nernst’ün tahmini oranına yakın olduğunu kabul edebi-
lirdi, ancak Nernst, bazı nedenlerden ötürü bulunan bu sonuca pek
ikna olmadı. Haber, 1907 yılında Hamburg’daki bir konferansta bul-
duğu yeni sonuçları, kendisini dinleyenlerle paylaştığı sırada Nernst,
bu sonuçlara herkesin gözü önünde itiraz etmiş ve Haber’in deneysel
yöntemini kusurlu bulduğunu söyleyerek, vardığı eski ve yeni sonuç-
larını geri çekmesi için Haber’e çağrıda bulunmuştu.
Haber, kendisinden daha kıdemli olan bir bilim insanından ge-
len bu aleni itiraz ve “azarlama” karşısında derin bir şekilde sarsıl-
mıştı. Sonrasında da sindirim ve cilt sorunlarından başını kaldıra-
madı. Bir süre sonra, Haber, zedelenen itibarını geri kazanmanın tek
yolunun, sorunu çözüme kavuşturma amacıyla bir dizi yeni deney
yapmaktan geçtiğine inanmaya başladı. Yapılan bu deneyler sıra-
sında Haber ve asistanı Robert Le Rossignol, önceki deneylerinden
farklı olarak, daha düşük bir sıcaklık ve daha yüksek bir basınçta
tepkimeye girmek suretiyle amonyak miktarının önemli ölçüde ar-
tırılabileceğini keşfettiler. Gerçekten de, atmosfer basıncını 200 kat
artırmanın, sıcaklığı da 600 santigrat dereceye (1.112 Fahrenhayt
derece) kadar düşürmenin amonyak üretimini yüzde 8 nispetinde
artırdığını gördüler. Bu da amonyağın ticari yönden kullanışlı olabi-
leceği anlamına geliyordu. Nernst ile olan ihtilafın önemsiz olduğu
böylece anlaşılmış oldu ve çok geçmeden de unutulup gitti. Artık
Haber ve Le Rossignol, yeni bir deney düzeneği oluşturmaya başla-
mışlardı. Onlara göre bu düzenek ile kullanışlı miktarda amonyak
üretmek mümkün olabilecekti. Uyguladıkları deney düzeneğinin
orta yerinde 75 santimetre uzunluğunda ve 13 santimetre çapında
basınçlı bir tüp vardı. Tüpün etrafında pompalar, basınçölçerler ve
yoğunlaştırıcılar bulunuyordu. Haber, deney düzeneğini geliştirdik-

259
Dünyayı Beslemek

ten sonra düzeneğin nasıl çalıştığını gelip görmeleri için o sıralar


deneysel çalışmalarını finanse eden BASF isimli kimya firmasından
birkaç temsilciyi laboratuvarına davet etti.
Düzeneğin en önemli tanıtımı, BASF firmasından gelen Al-
win Mittasch ve Julius Kranz isimli iki mühendisin huzurunda, 2
Temmuz 1909 tarihinde yapıldı. Sabah saatlerinde, yüksek basınç
cihazının cıvatalarından birinde ufak bir aksilik yaşanınca birkaç
saatlik bir gecikme yaşandı. Ancak günün ilerleyen saatlerinde, ak-
şama doğru, cihaz 200 atmosfer basıncında ve yaklaşık 500 santigrat
derecede çalışmaya başladı. Sürecin sonunda yüzde 10 nispetinde
bir amonyak üretilmişti. Mittasch, sıvı amonyağın renksiz damla-
ları akmaya başladığı sırada heyecan içerisinde Haber’in elini sıktı.
Günün sonuna gelindiğinde, makine 100 santimetre küp amonyak
üretmişti. Mutluluktan havalara uçan Haber, bir sonraki gün BASF’a
şöyle yazacaktı: “Dün biz Dr. Mittasch’ın huzurunda gaz dolaşımı-
nın yardımı ile büyük amonyak düzeneğini çalıştırmaya başladık ve
yaklaşık beş saat boyunca hiçbir aksama olmaksızın üretime devam
ettik. Bu zaman zarfında, düzenek sorunsuz çalıştı ve aralıksız bir
şekilde sıvı amonyak üretti. Gerek saatin geç olması, gerekse de hepi-
mizin yorulmuş olmasından ötürü üretimi durdurmak durumunda
kaldık, çünkü sürmekte olan deneyden öğrenebileceğimiz yeni bir
şey kalmamıştı.”
Çok geçmeden geniş çapta amonyak sentezinin yapılabilir ol-
duğu anlaşıldı. BASF firması kendi kıdemli kimyagerlerinden Carl
Bosch’a, Haber’in tezgâh üstü düzeneğini büyük ölçekli ve yüksek
basınçlı endüstriyel sürece dönüştürmesi görevini verdi. Bosch’un,
hidrojen ve azot gibi iki gazın büyük miktarda ve düşük bir maliyetle
nasıl üretileceği; bu iş için uygun katalizörlerin nasıl bulunacağı ve
her şeyden önemlisi, reaksiyon tarafından gerek duyulan devasa ba-
sınca karşı koyabilecek büyük çelik kazanların nasıl edinileceği gibi
konuları çözüme kavuşturması gerekiyordu. Bosch’un ebat olarak
Haber’in düzeneğinden yaklaşık dört kat büyük olarak tasarladığı ilk
iki dönüştürücüsü, cihaz çalışmaya başladıktan yaklaşık sekiz saat
sonra yüksek basınçlı reaksiyon tüplerinin patlamasıyla birlikte arı-
zalandı ve yapılan deney akamete uğradı. Hâlbuki her türlü patlama

260
İnsanlığın Yeme Tarihi

ihtimaline karşı düzenek beton içine gömülerek sağlamlaştırılmış-


tı. Bosch şunu fark etti: Yüksek basınçlı hidrojen, çeliğe sertliği ve
direncini veren karbonu eritmek suretiyle çelik tüplerin direncini
kırmaktaydı. Peş peşe yapılan pek çok deneme-yanılmadan sonra,
aynı sorunun bir daha yaşanmaması için tüplerin iç kısmını tekrar
dizayn etti. Diğer taraftan Bosch’un ekibi yüksek basınç ve sıcaklı-
ğın üstesinden gelebilecek tipte güvenlik vanaları geliştirdi, sentez
sürecinin gerek duyduğu enerjiyi azaltan akıllı ısı değişim sistemleri
kurdu, ayrıca olası katalizörler olarak teste tâbi tutulacak çok sayıda
farklı materyale imkân tanıyan bir dizi küçük boy dönüştürücü inşa
ettiler. 1910 ve 1911 yıllarında Bosch’un dönüştürücüleri ebat olarak
büyüdü; ama dönüştürücüler hâlâ günde sadece birkaç kilogramlık
amonyak üretebiliyordu. 1912 yılının Şubat ayına gelindiğinde üre-
tim, bir günde bir tonu ilk defa aştı.
Haber ve BASF firması ise amonyak sentezi sürecinde, Haber’in
buluşunun patentini almak için birbiriyle yarışan rakiplerin saldı-
rısına maruz kaldılar. Bu rakipler arasında öne çıkan kişi Walther

Fritz Haber’in deney düzeneği.

261
Dünyayı Beslemek

Nernst’tü. Hatırlanırsa Nernst’ün Haber ile yaptığı tartışma, Haber’i


yeni deneyler yapması için teşvik etmiş, bu sayede Haber, alana dair
katkı ve buluşlarını herkesten önce yapma imkânına kavuşmuştu.
Haber’in bazı çalışmaları, Nernst tarafından yapılan deneylere da-
yanmaktaydı; bu yüzden BASF firması beş yıllığına ve her yıl on bin
mark olacak şekilde Nernst’e bir “ücret” teklif etti. Bunun karşılı-
ğında Nernst de patent üzerindeki ısrarından vazgeçti ve akabinde
Haber’e karşı açılan diğer davalar da boşa düştü.
BASF’ın Oppau’daki yeni tesisinde, günde artık üç ila beş tonluk
üretim yapabilen çok daha büyük dönüştürücüler faaliyete geçmişti.
Havadaki azot ve kömürden elde edilen hidrojen ile amonyak üret-
mek amacıyla Haber’in özgün yöntemleri ve Bosch’un mühendislik-
teki buluşlarının bir araya gelmesi, bugün, “Haber-Bosch Yöntemi”
olarak bilinmektedir. 1914 yılı itibariyle Oppau’daki tesiste, günde
yaklaşık 20 ton, yılda ise 7200 ton amonyak üretebiliyordu. Bu üre-
tim miktarı daha sonra 36.000 ton amonyum sülfat gübresine dö-
nüştürülebilmekteydi. Ağustos 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın pat-
lak vermesi ile birlikte Oppau’daki tesis tarafından üretilen amon-

Carl Bosch.

262
İnsanlığın Yeme Tarihi

yağın büyük bir bölümünün gübre değil de patlayıcı yapmak için


kullanılması gündeme geldi (Almanya’nın Şili’den ithal ettiği nitrat,
İngilizlerle girişilen bir dizi deniz savaşından yenilgiyle çıkılmasının
sonucunda kesintiye uğramıştı).
Savaş, kimyasal maddelerin, yaşamı sürdürmek ya da onu yok
etmek gibi ikili bir kullanıma sahip olduğunu göstermeye yaradı. Al-
manya, iki seçenek arasında bir seçim yapmak durumundaydı; ya
kendi halkını beslemek için yeni sentetik amonyak kaynağını kul-
lanacak ya da bu işten vazgeçip ordusuna mühimmat sağlayacaktı.
Bazı tarihçilere göre Haber-Bosch Yöntemi olmasaydı Almanya 1916
yılına kalmadan tüm nitrat kaynağını tüketmiş olacak ve böylece
savaş çok daha erken bir tarihte sonlanacaktı. 1914 yılından sonra
Almanya’nın amonyak üretimi çarpıcı bir biçimde artış gösterdi; an-
cak amonyağın büyük bir bölümünün mühimmat yapımı için kul-
lanılması gıda üretimini sürdürmenin imkânsız olduğunu ortaya
koydu. Ülkenin her bir köşesinde kıtlık baş göstermiş ve bu durum
Almanya’nın 1918’deki yenilgisinden çok daha önce nüfusun demo-
ralize olmasına sebep olmuştu. Sonuç olarak amonyak sentezi sava-
şın uzamasına neden olmuştur denebilir; diğer taraftan Almanya’nın
mühimmat ve gübre için yeterli bir üretim yapamaması, savaşın ka-
derini tayin eden etkenlerden biri olmuştu.
Şaşırtıcı bir biçimde Haber, kimyanın yapıcı ve yıkıcı kullanım-
ları arasındaki çatışmayı bünyesinde barındırıyordu. Savaş süresince
dikkatini kimyasal silahların yapımına yoğunlaştırmıştı. Bosch ise
tüm enerjisini amonyak üretimini artırmaya harcıyordu. Haber, Ni-
san 1915’te Almanya’nın Ypres’te Fransız ve Kanadalı askerlere karşı
klor gazı kullanarak yaklaşık beş bin kişinin ölümüne neden olduğu
savaşta, kimyasal silahların büyük ölçekte kullanımının ilk “başarı-
lı” sonuçlarını gözlemlemiş oldu. Haber’e göre insanları kimyasallar
ile öldürmek, onları herhangi bir silah ile öldürmekten daha kötü
değildi. Haber, kimyasal silah kullanımının “savaşların süresini kı-
saltacağı” görüşünü de savunuyordu. Ancak kendisi de bir kimyager
olan karısı Clara Immerwahr, bu görüşe şiddetle karşı çıkmış ve ko-
casının silahıyla Mayıs 1915’te intihar ederek hayatına son vermişti.
Haber, amonyak sentezi ve bu sentezin tarıma uygulanma olasılığı

263
Dünyayı Beslemek

üzerindeki öncü çalışmalarından ötürü 1918 yılında Nobel Kimya


Ödülü’ne layık görüldüğünde pek çok ülkeden bilim insanı bu duru-
mu protesto etti. Ödülü Haber’e takdim eden İsveç Kraliyet Bilimler
Akademisi, “tarımın ve insan soyunun refah standartlarını yükselten
son derece önemli bir yöntem” geliştirmesi sebebiyle Haber’i met-
hetmiş ve onurlandırmıştı. Haber’in yöntemi kullanılarak üretilen
gübrelerin sonraki yıllarda kullanılacak olmasının etkisi göz önüne
alındığında akademi gerçekten de son derece isabetli bir tahminde
bulunmuştu. Ancak şu var ki, gıda arzının yanı sıra dünya nüfusu-
nun çarpıcı bir biçimde genişlemesini mümkün kılan bilim insanı,
bugün, aynı zamanda kimyasal savaşın kurucu babalarından biri
olarak hatırlanmaktadır.
Savaş sürerken İngiltere ve diğer ülkelerdeki bilim insanla-
rı, Haber-Bosch Yöntemi’ni kopya etmeye çalıştıklarında, çabaları
hüsranla sonuçlandı, çünkü yöntemin en önemli teknik detayları
patentlerden çıkarılmıştı. Savaştan sonra bu patentlere el konuldu
ve BASF’ın tesisleri yabancı mühendislerce yakın takibe alındı. Ta-
bii tüm bu yapılanlar ileride İngiltere, Fransa ve Amerika’da benzer
tesislerin kuruluşuna yol açacaktı. 1920’lerde bu yöntem, daha da
geliştirildi ve hidrojen kaynağı olarak kömürden ziyade doğalgaz-
dan elde edilen metan gazı kullanımının önü açıldı. 1930’ların ilk
yılları itibariyle Haber-Bosch Yöntemi, Şili nitratını geride bırakarak
suni gübre elde etmede başat bir kaynak haline gelmiş, 1910 ile 1938
yılları arasında da dünya gübre tüketimi üçe katlanmıştı. Binlerce
yıl boyunca insanlar; toprakta yaşayan mikroplar, baklagiller ve hay-
van gübresine bağımlı kaldılar. Ancak insan türü, artık kesin olarak
azot döngüsünün kontrolünü eline almıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın
patlak vermesi, artan patlayıcı madde talebine cevap vermek üzere
çok sayıda amonyak tesisinin kurulmasını teşvik etti. Haliyle bu du-
rum, 1945’te savaşın sona ermesinden sonra kapasitenin üzerinde
bir gübre üretiminin yapıldığı anlamına geliyordu. Netice itibariyle
artan gübre üretimi, suni gübre kullanımında muazzam bir artışın
yaşanmasına zemin hazırladı. Ancak gübrenin besin üretimini artır-
maya dönük potansiyeli sonuna kadar kullanılmış olsaydı bile yeni
tohum türlerine ihtiyaç duyulacaktı.

264
İnsanlığın Yeme Tarihi

“Cüce”lerin Yükselişi

Suni gübre, çiftçilerin mahsulleri için daha fazla azot kullanmaları-


na imkân sağlamıştı. Buğday, mısır ve pirinç gibi tahıllar için suni
gübrenin kullanılması, daha büyük ve daha ağır tohum başlarının
oluşmasına yol açmış, bu da rekoltenin artmasına sebep olmuştu.
Ama azottan yararlanmayla ilgili artık herhangi bir kısıtlamaları
olmayan çiftçiler, bugün yeni bir sorunla karşı karşıyadırlar. Gübre
kullanımı, tohum başlarının boyut ve ağırlığını artırdığından bitkiler
devrilip düşmeye daha yatkın hale gelmiştir (Çiftçiler, buna bitkinin
“başını eğmesi” derler). Çiftçiler, verimi artırmak için gübre kulla-
nımıyla ilgili bir denge tutturmak durumundadırlar; zira aşırı gübre
kullanımı, uzun bitki saplarının tohum başlarını taşıyamamasına yol
açar. Bunun en iyi çözümü, sapları kısaltarak bitkileri küçültmek ya
da “cüceleştirmek”tir. Cüce türler sayesinde bitkide eğilme olmadı-
ğından hem daha ağır tohum başları desteklenir, hem de uzun bitki
sapları için fazladan enerji israf edilmemiş olur. Böylece arta kalan
enerji, tohum başlarına yönlendirilebilir. Bu sayede verimi, iki şekil-
de artırmak mümkündür: Daha fazla gübre kullanmak ve gübredeki
besleyici öğeleri, yararı olmayan saplardan ziyade mahsul için kulla-
nışlı hale dönüştürmek.
19. yüzyılda, Kore’de yetişen bir türden geldiği düşünülen
cüce buğday türleri, Japonya’da geliştirildi. Bu türler, 1873 yılın-
da Japonya’yı ziyaret eden Amerikalı işadamı ve ziraatçı Horace
Capron’u oldukça etkilemişti. Şöyle yazmıştı Capron: “…en verimli
ve hasadın en bol olduğu topraklar üzerinde ne kadar gübre kulla-
nılırsa kullanılsın sonuç değişmiyor. Buğday sapları asla yere düş-
müyor ve eğilmiyor.” 20. yüzyılın başlarında Japonya’da yetişen bu
cüce buğday türleri, diğer ülkelerden gelen türler ile melezlendi.
Elde edilen “Norin 10” türü, Japon buğdayının iki Amerikan buğ-
dayı ile melezlenmesinden türetilmişti. Bu tür, Japonya’daki Norin
Islah İstasyonu’nda geliştirilmiş ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Amerika’ya taşınmıştı. Norin 10 türünün alışılmadık biçimde kısa
ve kuvvetli bir sapı vardı (uzunluğu 91,5 santimden ziyade kabaca
61 santimetreydi), ayrıca bitki, yoğun bir azotlu gübre kullanımına

265
Dünyayı Beslemek

karşı da oldukça iyi tepki veriyordu. Fakat bitkinin hastalıklara karşı


direnci zayıf olduğu için farklı ülkelerdeki tarım uzmanları, bu cüce
buğday türünü, yerel türler ile melezlemeye başladılar. Amaç, Norin
10’un cüce özellikleri ile buğdayın diğer türlerinde bulunan hasta-
lıklara karşı dirençli olma özelliklerini bir araya getirmekti. Bu çaba
sayesinde dünyanın belirli yerlerinde kullanıma uygun yeni ve yük-
sek verimli buğday türleri oluştu. Azotlu gübre kullanımının hızlı bir
şekilde arttığı sanayileşmiş ülkelerde Norin 10’un soyundan gelen
yeni buğday türleri, tarımdaki verimin çarpıcı bir biçimde artışını
olanaklı kıldı. Bu arada mısırın yeni ve yüksek verimli türleri de
dünyaya yayılmıştı. Öyle ki, 1950’ler boyunca ABD Tarım Bakanı,
ülkenin elinde, saklanıp depolanmasının ağır bir maliyete yol açtığı
“devasa bir tahıl fazlası” biriktiğinden yakınmaktaydı.
Konu gelişmekte olan ülkelere geldiğinde yeni cüce türlerin yay-
gınlaşmasını sağlama konusunda bir kişi herkesten çok daha fazla
bir çaba göstermişti. Sözü edilen bu kişi, Amerikalı Tarım Uzmanı
Norman Borlaug’du. Borlaug, Rockefeller Vakfı’nın kendisine verdi-
ği görev üzerine 1944 yılında Meksika’ya gitti. Rockefeller Vakfı, ül-
kedeki düşük tarımsal üretimi iyileştirmeye yardım etmek amacıyla
Meksika’da bir tarımsal araştırma istasyonu kurmuştu. Yapılan araş-
tırmalar sonucunda vakıf, Meksika’nın tahıl ithalatına olan bağımlı-
lığını azaltmanın ve ülkeye tarımsal ve ekonomik yardım sağlama-
nın en etkili yolunun tarımsal üretimi artırmaktan geçtiği sonucuna
vardı. Borlaug, çok geçmeden buğday ıslahı işinde görevlendirildi.
Kendisine verilen ilk görev, o zamanlar Meksika’da bitkilerde görü-
len ve adına “kara pas” denen bir hastalığa* karşı dirençli yeni tür-
ler geliştirmekti. Bu mantar hastalığı, 1939 ile 1942 yılları arasında,
Meksika’nın buğday hasadını yarı yarıya azaltmıştı. Borlaug, kara pas
hastalığına karşı iyi direnç gösteren yüksek verimli yeni türler oluş-
turmak amacıyla yerel buğday türlerinden yüzlerce melezleme yap-
tı. Birkaç yıl içerisinde Borlaug, Meksika’ya özgü geleneksel buğday

*  Orijinal metinde “stem rust” olarak geçen bu hastalık, “black rust” (kara
pas) olarak da bilinmektedir. Özetle söylemek gerekirse, bu hastalık, Puc-
cinia graminis isimli bir mantardan kaynaklanmakta ve buğday, arpa gibi
tahılları etkilemektedir. (ç.n.)

266
İnsanlığın Yeme Tarihi

türlerine kıyasla yüzde 20 ila 40 nispetinde fazla verime sahip yeni ve


dirençli türler üretmişti.
Borlaug, bu türden araştırmaların yürütülmesi için Meksika’nın
oldukça elverişli bir yer olduğunu düşünüyordu. Çünkü yaz mevsi-
minde bir buğday türü yaylalarda, bir diğeri ise kış mevsiminde ova-
larda yetiştirilebilmekteydi. Böylece Borlaug, adına “yaz-kış ekimi”
denen yeni bir sistem geliştirerek ülkenin bir ucundan diğer ucuna
en garantili sonucu veren ürünler yetiştirebildi. Bu yöntem, bitkile-
rin birbiri peşi sıra ekildiği yerde yetiştirilmesi gerektiğine dair ge-
leneksel kuralı da altüst etmişti. Ayrıca yılda bir değil de iki hasat
yapılabildiği için bu sistem, bitkinin yetişme sürecinin hızlanmasını
sağladı. Borlaug’un bu yeni sisteminin öngörülemeyen bir başka fay-
dası daha vardı: Ürünlerin hem yaz, hem de kış mevsiminde ekil-
mesi, iki mevsim arasında bitkilerin gün ışığından yararlandıkları
sürelerdeki farklılık kapatılamadığından ortaya çıkan türlerin çeşitli
iklim türlerinde ekilebileceği anlamına geliyordu.

Norman Borlaug.

267
Dünyayı Beslemek

1952 yılında Borlaug, Norin 10 ile yapılan bir çalışmadan ha-


berdar oldu ve hemen ertesi yıl da Amerika’dan Norin 10 tohumu
aldı. Çok geçmeden Borlaug, Meksika’da oluşturduğu yeni türleri
hem Norin 10, hem de Brevor isimli Amerikan buğdayının Norin 10
ile melezlenmesinden oluşturulan yeni bir tür ile melezlemeye baş-
ladı. Birkaç yıl içerisinde Borlaug, gün uzunluğuna duyarsız olan ve
hastalıklara karşı direnci yüksek, ayrıca azotlu gübrenin yardımıyla
geleneksel Meksika türlerine kıyasla iki kat daha fazla verime sahip
yeni buğday türleri geliştirdi. Borlaug, araştırmalarını daha da iler-
letmek istiyordu, ancak kendi araştırma istasyonunu ziyaret eden
bazı “meraklı” çiftçiler, yeni üretilen türlerden örnekler alıyor ve
bunları kendi tarlalarına ekiyorlardı ve bu çok hızlı bir şekilde ya-
yılmıştı. Bu yüzden Borlaug, kendi yeni tohumlarını ancak 1962 yı-
lında piyasaya sürebildi. Ertesi yıl, Meksika buğdayının yüzde 95’ini
Borlaug’un ürettiği yeni türlerden biri oluşturuyordu ve buğday ha-
sadı da on dokuz yıl önce Borlaug’un ülkeye ilk geldiği tarihe kıyasla
altı kat daha fazlaydı. 1940’larda Meksika, yılda 200.000 ila 300.000
ton buğday ithal etmekteydi. 1963 yılı itibariyle ülke artık 63.000 ton
buğday ihraç etmeye başlamıştı.
Oluşturduğu yüksek verimli yeni cüce buğday türleriyle
Meksika’da başarılı bir netice elde etmesinin ardından Borlaug, üre-
timi artırmak için bu buğday türünün diğer gelişmekte olan ülkeler
için de uygulanabileceği fikrini öne sürdü. Borlaug, özellikle o dö-
nemde düşük hasat ve kıtlıklardan başını kaldıramayan, dışarıdan
gıda yardımına bağımlı olan Hindistan ve Pakistan’ı işaret etmişti.
Öne sürdüğü bu fikir tartışmalara neden oldu; çünkü bu öneri çift-
çilerin kendi yerli ürünlerinden vazgeçerek buğday yetiştirmeleri
için teşvik edilmesi anlamına geliyordu. Ama Borlaug, buğdayın
hem daha büyük bir getiri sağlaması, hem de yüksek bir kaloriye
sahip olmasını gerekçe göstererek geri adım atmadı. Ürettiği yeni
cüce buğday türleri, Güney Asyalı çiftçilerin yerli ürün rekoltesini
artırmalarından ziyade ucuz azotlu gübrenin gelmesinden istifa-
de etmeleri için onlara çok daha iyi bir fırsat sunmaktaydı. Bunun
üzerine, Hindistan’da tarım bakanının müşaviri olarak çalışan Hint-
li genetik bilimci Monkombu Sambasivan Swaminathan, Borlaug’u

268
İnsanlığın Yeme Tarihi

Hindistan’a davet etti. Borlaug, Mart 1963’te Hindistan’a gitti. Üretti-


ği cüce buğday türlerinden nasıl istifade edileceği konusunda yetkili-
lere bilgi vermeye başladı. Çok geçmeden birkaç küçük araziye ekim
yapılmış ve hemen ertesi yılda ise buğday hasadında muazzam bir
başarı yakalanmıştı: Hem sulama hem de azotlu gübre kullanımı ile
elde edilen ürün miktarı, Hindistan’ın yerel türlerine kıyasla yaklaşık
beş kat fazlaydı. Bu da hektar başına yaklaşık bir tonluk verimin elde
edilmesi anlamına geliyordu. Swaminathan daha sonra şöyle diye-
cektir: “Ulusal Uygulama Programı’nı örgütleyen bilim insanlarının
desteğini alan küçük çiftçiler, hektar başına beş tondan fazla buğday
aldıklarında, bunun diğer çiftçiler üzerinde ‘elektriksel’ bir etkisi ol-
muştu. Öyle ki, çok geçmeden çiftçiler daha fazla tohum talep etme-
ye başladılar.”
1965 yılının ilk aylarında, yüksek verimli bir buğday hasadının
elde edilmesi, Hint hükümetini daha fazla deneme yapılması için
Meksika’dan 250 ton tohum sipariş etmeye sevk etti. Ancak yeni to-
humların tarımda geniş bir uygulama alanı bulması, siyaset ve bü-
rokrasi katından bazı itiraz seslerinin yükselmesine yol açtı. Ne var
ki, 1965 yılının Haziran ve Eylül ayları arasında muson yağmurları-
nın çok az yağış bırakması, dönüm noktası olmuştu. Bu durum tahıl
veriminin yaklaşık beşte bir oranında azalmasına neden olmuş ve
Hindistan’ı dışarıdan gelen gıda yardımına daha fazla bağımlı hale
getirmişti. Bunun üzerine hükümet, 18.000 ton, yani buğday yetiş-
tirilen alanların yaklaşık yüzde 3’lük bir bölümüne ekmeye yetecek
miktarda buğday tohumu siparişi vermek üzere Meksika’ya bir ekip
yolladı. Tohumları taşıyan gemi Bombay için yola çıktığında Hindis-
tan ve Pakistan arasında bir savaş patlak vermiş ve o andan sonra da
dikkatler bölgeyi etkisi altına alan gıda krizi üzerinden çekilmişti.
Tohumlar, eylül ayında gemiden boşaltıldığı zaman muson yağmur-
ları bir kez daha az yağış bırakmıştı.
Siyasi istikrarsızlığın, nüfus artışı ve Güney Asya’daki kuraklıkla
birleşmesi, 1960’ların sonuna doğru yeni bir Malthusçuluk salgını-
nın ortaya çıkmasına neden oldu. Gelişmekte olan ülkelerde nüfus
artışı gıda arzı artışından iki kat fazlaydı. Bilim insanları, olası bir
felaketten dem vuruyorlardı. 1975 Kıtlığı! ismini taşıyan ve 1967 yı-

269
Dünyayı Beslemek

lında yayınlanan kitaplarında William ve Paul Paddock, aralarında


Hindistan, Mısır ve Haiti’nin de yer aldığı ülkelerin kıtlıkla karşı-
laşacaklarını ve açlığa terk edileceklerini söylüyorlardı. Aynı yıl,
Amerika’nın buğday hasadının beşte birlik bir bölümü acil gıda yar-
dımı olarak Hindistan’a gönderildi. Paul Ehrlich, Nüfus Patlaması
ismini taşıyan 1968 tarihli çok satan kitabında, “Tüm insanlığı bes-
leme savaşı”nın artık bittiğini ilan ediyordu. Ona göre, “1970’ler ve
1980’lerde yüz milyonlarca insan açlıktan ölecek ve bugün başlatılan
hızlandırılmış onca programa rağmen sonuç değişmeyecektir.” Ehr-
lich, özellikle Hindistan konusunda çok karamsardı ve bu ülkenin,
“1980’lere kadar fazladan iki yüz milyon kadar insanı beslemesinin
oldukça zor olduğunu” söylüyordu.
Thomas Malthus’un yaklaşık iki yüzyıl önceki öngörülerinde
olduğu gibi, bu umutsuz öngörüleri çürüten teknolojiler de bir yan-
dan usul usul yayılmaktaydı. Borlaug’un Meksika’daki çalışmaları
sonucunda oluşturulan yüksek verimli buğday türlerinin uygulama-
ya geçirilmesini takiben Hindistan’daki buğday üretimi, 1965’teki 12
milyon ton seviyesinden 1968’de yaklaşık 17 milyon tona, 1970’de
ise 20 milyon tona kadar çıkmıştı. 1968’deki hasat o kadar fazlaydı
ki, tahıl deposu olarak kullanılmaları için bazı bölgelerdeki okullar-
da eğitime ara verildi. 1972 yılı itibariyle Hindistan’ın tahıl ithalatı,
hemen hemen sıfır seviyesine kadar düştü ve ülke 1980’li yıllar bo-
yunca bir süreliğine de olsa tahıl ihraç etmeye başladı. Hintli tarım
uzmanlarının Meksika kökenli cüce buğday türlerini yerel türlerle
melezleyerek bitkileri hastalıklara karşı dirençli hale getirmeleri sa-
yesinde takip eden yıllarda buğday üretimindeki iyileştirmeler arta-
rak devam etti. 1999 yılına gelindiğinde Hindistan’ın buğday hasadı
73,5 milyon tona ulaşmıştı.
Norman Borlaug’un yüksek verimli cüce buğday türleri ile ilgi-
li başarılı çalışmaları, aynı uygulamayı pirinç ile yapma konusunda
araştırmacıları teşvik etti. 1960 yılında merkezi Filipinler’de bulunan
ve Rockefeller ile Ford vakıflarınca desteklenen Uluslararası Pirinç
Araştırma Enstitüsü (UPAE) kuruldu. Çok geçmeden Borlaug’un
“yaz-kış ekimi” yöntemi, yeni pirinç türlerinin geliştirilmesini hız-
landırmak için uygulamaya konuldu. Araştırmacılar, buğdayda

270
İnsanlığın Yeme Tarihi

olduğu gibi, çoğu Japonya’da geliştirilen cüce pirinç türlerini alıp


bunları diğer ülkelerde ekilen yerel türler ile melezlemeye başladı.
1966 yılında, UPAE’deki araştırmacılar, IR8 isimli yeni bir tür oluş-
turmuşlardı. Bu, Çin’de yetişen bir cüce pirinç türüyle (aslında bu
tür, Japonya kökenlidir) Peta isimli Endonezya kökenli bir pirinç tü-
rünün melezlenmesinden meydana gelmişti. O zamanlar geleneksel
pirinç türleri hektar başına yaklaşık 1 tonluk bir ürün vermekteydi.
Oluşturulan bu yeni tür (IR8), gübre kullanmaksızın hektar başına 5
tonluk ürün veriyordu. Gübre kullanıldığında ise pirincin on tonluk
bir getirisi oluyordu. Bu yeni tür, “mucize pirinç” olarak ün salmaya
başladı. Çok geçmeden de bütün bir Asya boyunca çeltik tarlalarına
uygulandı. IR8’in hemen ardından daha da cüce türler oluşturuldu;
bu yeni türler hastalıklara karşı daha fazla dirençli ve olgunlaşma
süreleri de bir o kadar kısaydı. Bu durum pirincin pek çok bölgede,
ilk kez yılda iki defa yetiştirilmesinin önünü açtı.
Amerika Birleşik Devletleri Uluslararası Kalkınma Ajansı’ndan
William Gaud, Mart 1968’de yaptığı öngörülü bir konuşmada, yüksek
verimli buğday türlerinin Pakistan, Hindistan ve Türkiye’de bulun-
duğuna dikkat çekip, “Rekor derecede üretim, daha önce görülme-
miş boyutta bir hasat ve mahsul göstermektedir ki, gelişmekte olan
ülkelerin büyük bir bölümünde –özellikle de Asya’daki ülkelerde–
artık bir tarım devriminin eşiğinde” olduğumuzu söyledi. “Bu dev-
rim ne Sovyetlerin şiddet içeren Kızıl Devrimi’ne ne de İran Şahı’nın
Beyaz Devrimi’ne benzer. Ben bu devrime ‘Yeşil Devrim’ diyorum.
Bu yeni devrim, insanlık için, yüz elli yıl önceki Sanayi Devrimi gibi
önemli ve hayırlı bir devrim olabilir.” Kullanılan “Yeşil Devrim” ifa-
desi çok geçmeden dünya çapında kabul gördü. O tarihten itibaren
de hâlâ kullanılmaktadır.
Yeşil devrim etkisini zaten 1970’te göstermişti ve o yıl Norman
Borlaug’a Nobel Barış Ödülü verildi. Ödülü veren komite Borlaug için
yaptığı açıklamada aynen şu sözleri kullandı: “Açlık çeken dünya için
ekmek bulma sorununda Borlaug çağımızda herkesten çok daha faz-
la çaba gösterdi. Nüfus patlaması ve gıda üretimimiz arasında süren
kıyasıya yarışta kötümserliğimizi iyimserliğe dönüştürdü.”Borlaug
ödülü alırken yaptığı konuşmada, tarımsal verimdeki artışın hem

271
Dünyayı Beslemek

cüce türlerin geliştirilmesine hem de üretilen bu yeni türlerin azotlu


gübre ile birleştirilmesine bağlı olduğunun altını çizdi:“Eğer yüksek
verimli cüce buğday ve cüce pirinç türleri yeşil devrimi harekete ge-
çiren katalizörlerse, o halde kimyasal gübre de bu devrimin daha da
ileriye gitmesini mümkün kılan bir yakıttır.”
1970’ten sonraki otuz yıl içerisinde yüksek verimli yeni cüce
buğday ve pirinç türleri çok kısa bir süre içerisinde gelişmekte olan
ülkelerde geleneksel bitki türlerini yerlerinden etti. 2000’li yıllar
itibariyle yeni tohum türleri, Asya’da buğday ekili tarım arazileri-
nin yüzde 86’lık bir kısmını oluşturmaktadır; Latin Amerika’da bu
oran yüzde 90, Orta Doğu ve Afrika’da ise yüzde 66’dır. Benzer şe-
kilde yeni pirinç türleri de 2000 yılı itibariyle Asya’da pirinç üretimi
yapılan alanların yüzde 74’ünü, dünyanın en büyük pirinç üreticisi
olan Çin’deki alanların ise yüzde 100’ünü oluşturmaktadır. Tarım-
sal üretimi artırmasının yanı sıra (tabii uygun gübre ve sulamanın
sağlanması koşuluyla) yeni türler dolaylı bir yoldan da olsa tahıl
üretiminin artışına olanak sağlamıştı. Çiftçiler, daha önce ektikleri
ürünleri bir kenara bırakıp buğday ve pirince geçtiler; daha önce-
leri buğday ve pirinç yetiştiren çiftçiler ise yeni cüce türlere geçerek
yılda birden fazla üründe hasat kaldırmaya başladılar. Bunlar, tahıl
üretimini artırmaya yaradı. Sonuç olarak bu durum, gıda arzının
nüfustan daha da hızlı artması anlamına geliyordu. Örneğin, 1970
ile 1995 yılları arasında Asya nüfusu, yüzde 60 artarken aynı sürede
bölgedeki tahıl üretimi iki kattan fazla arttı. Özetle söylemek gere-
kirse; Fritz Haber’in BASF firmasından gelen iki mühendisin huzu-
runda 1909 tarihinde deney düzeneğinin tanıtımını yaptığı günden
bu yana, azotlu gübre 20. yüzyılda doğmuş yaklaşık dört milyar
insanın beslenmesine katkıda bulundu. 2008 yılı itibariyle, azot-
lu gübre, dünya nüfusunun yüzde 48’ini beslemekten sorumludur.
Haber-Bosch yöntemiyle üretilen azot, insan nüfusunun yaklaşık
yarısını oluşturan üç milyardan fazla sayıda insanın hayatını ida-
me ettirmede çok önemli bir rol oynar. Bu insanlar Yeşil Devrim’in
“yavrusu” kabul edilmelidir.

272
12
Bolluğun Paradoksları

Tarımsal gelişimin hızlandırılması açlık ve yoksul-


luğa karşı en iyi sigortadır; çünkü gelişmekte olan
ülkelerin çoğunda nüfusun yüzde 70’inden fazlası
geçimini tarımdan sağlamaktadır.
–M. S. SWAMINATHAN, 2004

Asya’nın Yeniden Dirilişi

Yeşil Devrim’in etkisini kavramak, her şeyden önce ekonomik faali-


yetlere dünya ölçeğinde uzun vadeli bir bakışı gerektirir. Fotoğrafın
bütününe bakıldığında görülecektir ki, insanlık tarihinin büyük bir
bölümünde insanların neredeyse tamamı yoksulluk içerisinde yaşa-
mıştır. 1700’den önce kişi başına düşen ortalama gelir azdı; zaman
ilerledikçe bu durum pek bir değişiklik göstermedi ve ülkeler ara-
sında az da olsa farklılıklar ortaya çıktı. Elbette her ülkede insanların
bir bölümü muazzam bir servet sahibiydi; ancak yine de kişi başına
düşen ortalama gelirde bir istikrar vardı. Yapılan bir hesaplama, son
iki bin yıllık dönem içerisinde, dünyanın neredeyse tamamında kişi
başına düşen gelirin (doların 1990 yılındaki değerine göre) yıllık beş
yüz dolara denk geldiğini ortaya çıkarmıştır. Bugün ise ülkeler ara-
sında çok büyük farklılıklar bulunmaktadır. İngiltere, 18. yüzyılda
sanayileşme hamlesini başlattığında ekonomik büyümede yükselişe
geçen ilk ülkeydi. Çok geçmeden bunu Batı Avrupalı diğer ülkeler
ile Amerika, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi Avrupa’nın
sömürgeleri takip etti. 1900 yılı itibariyle bu ülkelerin kişi başına
düşen ortalama geliri, Asya ya da Afrika’ya kıyasla on kat daha faz-
laydı. Bugün bazı ülkeler, zengin, bazıları ise yoksul bir durumdadır;
bunun nedeni, sanayileşmenin ilk olarak zengin ülkelerde yaşanmış

273
Bolluğun Paradoksları

olmasıdır. Yoksul ülkelerde bu süreç ya çok sonra yaşanmış ya da bu


ülkelerde sanayileşme hiç olmamıştır. Peki, sanayileşme niçin farklı
zamanlarda başlamış ve farklı hızlarda ilerlemişti? Bu soru, kalkın-
ma ekonomisinin sorduğu en temel sorulardan biridir.
Sorunun cevabı hiç kuşkusuz, doğrudan doğruya tarımsal üret-
kenlikle ilintilidir. Yoksul ülkeler, kendi geçim ihtiyaçlarını karşıla-
dıkları sürece ekonomik kalkınma faaliyetine girişemezler. Bu ülke-
ler, kendilerini, iktisatçıların “yüksek gıda masrafı” dedikleri bir du-
rumda kapana kısılmış bir halde bulur. Yüksek gıda masrafı denilen
durum, esasında, nüfusun büyük bir bölümünün verimsiz tarımsal
üretime bağlı olmasıyla açıklanır. Normalde, insanlar, belirli bir ça-
banın verimsiz olması halinde diğer şeylere geçiş yaparlar. Ama ta-
rım, özel bir durum teşkil etmektedir: Besin, yaşam için vazgeçilmez
bir nokta olduğundan insanların, verimliliği düşük de olsa, tarımı
bir kenara bırakmak gibi bir lüksleri yoktur. Doğrusunu söylemek
gerekirse, düşük üretkenlik, ara vermeksizin üretime devam edilme-
si için daha fazla kaynağın tarıma hasredilmesi anlamına gelir. Bu
durum, zaman zaman “gıda problemi” olarak adlandırılır. Bir ülke,
gıda arzının nüfustan çok daha hızlı bir şekilde artış kaydedebilmesi
için tarımsal üretkenlikte bir gelişme kaydetmelidir. Ancak bu sağ-
landığı zaman, insanların yiyeceklerinin nereden geleceklerine dair
bir endişe duymaksızın nüfusun bir bölümünün yüksek değerli en-
düstriyel faaliyetlere geçişine imkân sağlanmış olur. Tarımsal üret-
kenliğin gelişme gösterdiği ölçüde nüfusun tarıma dayanan oranı
küçülmeye başlar ve sanayileşmenin önünü açan dinamik harekete
geçer. 18. yüzyılda, İngiltere’de süreç böyle yaşanmıştı. Bu ülkede ta-
rımda meydana gelen bir dizi gelişme, işçileri topraklarına bağım-
lı olmaktan kurtararak sanayinin kök salmasına uygun bir ortam
hazırlamıştı. Bu aşamadan sonra sanayi mallarının gıda ihtiyacını
karşılamak için dışarıdan yapılan ithalata karşı ticareti yapılabilmiş,
böylece tarımdan sanayiye hızlı bir dönüşüm gerçekleştirilebilmiş-
ti. Böyle bir dönüşümün sağlanabilmesi için düzgün bir altyapı ve
piyasa koşullarının mevcut olması gerekir. Ancak her şeyden önce
sürecin başlatılmasında tarımsal üretkenlikteki artış olmazsa olmaz
bir rol oynar; hiçbir ülke bu olmaksızın sanayileşmesini gerçekleşti-
remez (Bu konuda istisna teşkil eden iki ülkeden biri Singapur, di-

274
İnsanlığın Yeme Tarihi

ğeri ise Hong Kong’dur. Bu iki ülke, sanayileşme süreci başlamadan


önce kayda değer bir tarımsal kesime sahip değildi).
Dünya ekonomi tarihinin göze çarpan bir diğer özelliği de in-
sanlık tarihinin neredeyse tamamında Asya’nın dünyadaki en zen-
gin bölge olduğu gerçeğidir. M.S. 1. yüzyılda, Asya dünya üretiminin
yüzde 75’ini gerçekleştiriyordu. Elbette bunun nedeni, Asya’daki in-
sanların bireysel olarak dünyanın geri kalanına kıyasla daha zengin
olmaları değildi. Neticede kişi başına düşen ortalama gelir, dünyanın
bir ucundan diğer ucuna şaşırtıcı derecede benzerlik göstermektey-
di. Bu, dünyadaki diğer yerlere kıyasla Asya’da çok daha fazla sayıda
insanın yaşıyor olmasıyla açıklanabilecek bir durumdur. İnsan nüfu-
su fazlaydı, çünkü çeltik tarımı yüksek bir nüfus yoğunluğunu besle-
yebilecek bir düzeydeydi. Ancak Asya’nın dünya tarım üretimindeki
payı M.S. ikinci bin yıllık dönem içerisinde Batı Avrupalı ekonomi-
lerin yükselişe geçmesiyle birlikte azalmaya başladı. 1700’ler itiba-
riyle Batı Avrupa dünya üretiminin yüzde 20’sinden fazlasını ger-
çekleştiriyordu. Asya’nın payı ise yüzde 60’ın altına düşmüştü. 19.
yüzyılın sonlarına gelindiğinde Avrupalı ülkelerin sanayileşmesi ve
zenginleşmesine paralel olarak Asya kıtasının belli başlı bölümleri-
ni kendi kolonyal denetimleri altında tutmalarıyla birlikte Avrupa
Asya’yı geride bıraktı. 1870’lere gelindiğinde Avrupa’nın dünya üre-
timindeki payı yüzde 35’e çıkmış, Asya’nın payı kıtanın oldukça fazla
nüfusuna rağmen hemen hemen aynı seviyeye inmişti. Amerika’nın
hızlı sanayileşme hamlesi 1950’li yıllar itibariyle dünya üretiminde
hem Amerika’nın, hem de Batı Avrupa’nın yaklaşık yüzde 25’erlik bir
paya sahip oldukları anlamına geliyordu. Asya’nın (Japonya’yı say-
mazsak) payı ise yüzde 15’lere kadar gerilemişti.
Ancak 20. yüzyılın son çeyreğinde, olağanüstü bir gelişme ya-
şandı ve roller değişmeye başladı. Asya’nın belli başlı ülkelerinde
gözlemlenen hızlı büyüme, dünya tarım üretiminde bölgenin payını
yüzde 30’lara çıkararak kıtayı yeniden Batı Avrupa ve Amerika’nın
ötesine taşıdı. 1978 ile 2000 arasında Hindistan’da kişi başına düşen
gayrisafi milli hâsıla iki kattan fazla artış gösterdi. Çin’deki artış ise
yaklaşık beş kattı. Bugün Asya, dünyanın en hızlı büyüyen ekonomi-
lerine ev sahipliği yapmaktadır. Bununla birlikte Asya, dünya tarım

275
Bolluğun Paradoksları

üretimindeki payı düşünüldüğünde, geçmişte en zengin bölge olarak


sahip olduğu tarihi konumunu yeniden kazanmış görünmektedir.
Geride bırakılan birkaç yıl içerisinde bölgede görülen hızlı büyüme
(Bazen buna, Asya’nın “ekonomik mucizesi” denilmektedir), tarihin
herhangi bir dönemine kıyasla son derece hızlı bir zenginlik yarat-
mış ve yüz milyonlarca insanın yoksulluktan kurtulması mümkün
olmuştur. Bugün çoğu gözlemci, 2035 yılı itibariyle Çin’in Amerikan
ekonomisini geride bırakacağını öngörmektedir. Diğer taraftan bu
durum Çin’i, dünyanın öncü ekonomik gücüne dönüştürecektir. Na-
sıl ki 20. yüzyıla Amerika’nın yükselişi damgasını vurmuşsa, 21. yüz-
yıl da Çin’in yükselişinin damgasını vuracağı bir Asya yüzyılı olacak.
Aslında bu, Avrupalı güçler ve onların kolonyal devletlerinin kısa
bir süre için hâkimiyeti ele geçirdikleri bir “ara dönem”in ardından
Asya’nın eski konumuna geri dönmesi olacaktır.
Burada, Asya’nın yeniden dirilişinin pek çok nedeni sayılabilir.
Ancak tarımsal üretkenlikte, Yeşil Devrim’in imkân sağladığı artış ol-
masaydı, bu diriliş gerçekleşmeyecekti. 1970 ile 1995 arasında Asya’da-
ki tahıl üretimi ikiye katlandı, kişi başına düşen mevcut kalori miktarı,
yüzde 30 nispetinde artış kaydetti, ayrıca buğday ve pirinç fiyatların-
da da düşüş yaşandı. Tarımdaki bu gelişimin yoksulluğun azalması
üzerinde doğrudan etkisi olmuştu. Bunun ise basit bir nedeni vardı:
Yoksulların tarımda çalışması oldukça sık karşılaşılan bir durumdu ve
gıdaya dönük yapılan harcamalar da yoksulların gelirinin hayli büyük
bir kısmını oluşturuyordu. Gerçekten de Asya’nın yoksulluk içerisinde
yaşayan nüfusunun oranı, 1975 ile 1995 yılları arasında, yüzde 50’den
yüzde 25’lere kadar düştü. Yoksulluk içerisinde yaşayan Asya nüfusu,
mutlak olarak da düştü: 1975 yılında 1.15 milyar olan yoksul sayısı,
1995 yılına gelindiğinde 825 milyona indi; bu arada kıtanın nüfusu
da yüzde 60 nispetinde artmıştı. Tarımsal gelişim, Asya’nın ekonomik
kalkınması ve sanayileşmesine giden yolu da açtı.
Tarımsal üretkenlikteki büyümeyi, daha geniş bir ekonomik
büyüme ve sanayileşme hamlesine dönüştürmek için başka şeyle-
rin de devreye girmesi gerektiği aşikârdır. Örneğin, üretimi artır-
maları konusunda çiftçilerde istek olmalıdır; tohum ve kimyasal-
ların tarlalara taşınmasını sağlayacak uygun bir altyapı olmalıdır;

276
İnsanlığın Yeme Tarihi

ayrıca çiftçilerin tohum, gübre, traktör gibi şeyleri satın alabilmele-


rini mümkün kılacak uygun kredi olanakları da olmalıdır. Tarım-
daki gelişme, hızlı bir ekonomik büyümeyi tetikleyebilir, ancak bu
büyümenin ne kadar hızlı yaşanacağı eş zamanlı olarak uygulana-
cak tarım-dışı reformlara sıkı sıkıya bağlıdır. Çin ve Hindistan bu
bağlamda iki önemli örneği oluşturur.
Mao’nun Büyük İleri Atılımı’nın fiyaskoyla sonuçlanmasının ar-
dından Çin’deki reformcular, tarımsal üretimi artırmada daha alışı-
lagelmiş bir yaklaşımı benimsediler ve 1963 ile 1965 yılları arasında,
İngiltere ve Hollanda’dan beş adet orta boy amonyak tesisi satın al-
mak için girişimlerde bulundular. Tesisler, düzgün ve sorunsuz çalış-
maya başladığında, Çin’in tarlalarına uygulanan azotun yüzde 25’lik
bir bölümünün ihtiyacını karşılamaktaydı. Ancak 1960’ların ortala-
rında Kültür Devrimi’nin neden olduğu çalkantı, 1972 yılına gelin-
diğinde kişi başına düşen gıda üretiminin 1950’li yıllara kıyasla hâlâ
düşük olması anlamına geliyordu. Bununla birlikte hızlı nüfus artışı,
kişi başına düşen uygun tarım arazisi miktarının da hızla daralması
anlamına gelmekteydi. Bu durumda geriye kalan tek seçenek üretimi
artırma seçeneğiydi. 1972 yılında ABD Başkanı Richard Nixon, Çin’i
ziyaret ederek iki ülke arasında ticari ilişkilerin başlamasına önayak
oldu. Devletler arasında imzalanan ilk antlaşma, Amerika’nın en bü-
yük ve en modern on üç gübre tesisinin menfaatine sipariş niteliği
taşıyan bir antlaşmaydı. Bu, kendi türünde tarihteki en büyük ticari
faaliyete işaret ediyordu. Birkaç yıl içerisinde Çin, Amerika’yı geride
bırakarak dünyanın önde gelen gübre alıcısı haline geldi. Sonrasında
da bu türün en büyük üreticisine dönüştü. Çok geçmeden Çin, yük-
sek verimli cüce buğday ve pirinç türlerini de uygulamaya geçirdi.
Ancak bu süreç siyasal reformlar yapılmaksızın ilerleyemez-
di. 1976’da Mao’nun ölümünün ardından başını Deng Xiaoping’in
çektiği bir grup reformcu, tarımın ekonomik gelişme önünde bir
engel oluşturduğu düşüncesiyle “iki kademeli” bir sistemi uygula-
maya geçirdi. Bu sistemde, hane halklarına bir arazi tahsis edilir ve
insanların kendi toprakları üzerinde ne ekip biçeceği konusu, ken-
di tercihlerine bırakılır. Topraktaki mahsulün yaklaşık yüzde 15 ila
20’sini devlete ayırmak koşuluyla geri kalan tüm mahsulü satmaları

277
Bolluğun Paradoksları

ve elde ettikleri kazancı da yine kendilerine saklamaları için köylüle-


re imkân tanınır. Bu sistem, üretimi artırmaları konusunda çiftçileri
teşvik etmiş ve uygulamanın ilk yapıldığı bölgelerde de oldukça ba-
şarılı sonuçlar elde edilmişti. 1979 ile 1984 yılları arasında bu sistem,
Çin’in hemen her yerinde hayata geçirildi. Süreç içerisinde konan
hedefler ve kotaların kaldırılmasından sonra özel teşebbüsün devlet
sektörü ile iç içe olmasına müsaade edilen ve hızlı bir şekilde bü-
yüme kaydedip devleti geride bırakan Çin ekonomisinin geri kalanı
için bu sistem bir model olarak işletilmeye başlandı. Tarımdaki üret-
kenliğin artmasıyla birlikte tarım işçileri diğer bölgelere göç ederek
gıda üretimi ve dağıtımına başlamış ve zaman içerisinde diğer sana-
yi ve hizmet sektörlerine doğru genişleyecek biçimde bu işin çapını
büyütmüşledi. 1978’de kırsal bölgede neredeyse hiç olmayan “kent
ve köy işletmeleri” 1990’lı yılların ortası itibariyle Çin ekonomisi-
nin yaklaşık yüzde 25’ini oluşturmaktaydı. Bu işletmeler kentlerde
devlet tarafından işletilen ve rekabet etme gücü görece daha zayıf
olan şirketlere karşı baskı uygulamaya başlamış, bu da beraberinde
ekonomik reformlarda çok daha büyük adımların atılmasını, özel
sanayi bölgelerinin kurulmasını, ülkeye yabancı yatırımcıyı çekmek
için çaba harcanmasını vs. teşvik etmişti. Bunlar, ülkenin ekonomik
büyümesini artırmada önemli bir rol oynadı. Sonuç olarak yoksul-
luk çarpıcı bir biçimde azaldı. 1978’de ülke nüfusunun yüzde 33’ü
yoksullukla boğuşurken, 2001 yılı itibariyle bu oran yüzde 3’e düştü.
Hindistan, daha büyük bir ekonomik büyümeye imkân tanıya-
cak tarımsal üretkenlikteki gelişmelerin önünü açmada gerekli olan
reformları uygulamaya geçirme konusunda, Çin’e kıyasla çok daha
yavaş bir süreç izlemişti. Hindistan’ın temel kaygısı, tarımda kendi-
ne yeterlilikti. Bu maksatla, tarım sektörü, devlet tarafından sıkı bir
şekilde denetlenmekte ve kontrol edilmekteydi. Devlet, fiyat kont-
rolleri, ülke içerisinde tarım ürünlerinin bir yerden bir başka yere
sevkiyatını kısıtlamak ve dış ticareti caydırmaya yarayan engeller ile
bu denetimi kuruyordu. Yeşil Devrim’in teknolojisinin uygulamaya
geçirilmesi ve sulama için altyapıya dönük yatırımların yapılmasıyla
birlikte tarımsal üretim artmış, çiftçilerin gelirleri yükselmiş ve ta-
rım-dışı istihdamda sıçrama yaşanmıştı. Düşen gıda fiyatlarından
en çok yoksullar istifade etmişti. Yoksulluk içerisinde yaşayan kırsal

278
İnsanlığın Yeme Tarihi

nüfusun oranı 1967 ile 1986 arasında yüzde 64’ten yüzde 34’e düş-
tü. Ayrıca 1986 yılında buğday hasadı, kırk yedi milyon tondu ve bu
miktarın yarısı, depo edilerek kenara ayrıldı. Takip eden yılda muson
yağmurlarının çok az yağış bırakması, yüzyılın belki de en büyük kıt-
lığının yaşanmasına yol açacaktı. Kıtlık baş göstermeden önce Hin-
distan, can kaybı yaşanmaksızın ve dışarıdan yapılan yardıma muh-
taç kalmaksızın kendi kendisini besleyebilen bir ülke konumundaydı.
Bu, Hindistan’ın tarımda kendine yeterlilik hedefinin sınırlarına
gelip dayandığının açık bir kanıtıydı. İmalat sektörünün liberalleş-
mesi, 1991’de başladı ve Hindistan hızlı bir büyüme aşamasına gir-
di. Yoksul nüfusun oranı 1973 ile 2000 yılları arasında yüzde 55’ten
yüzde 26’ya düştü. Bazı gözlemciler, 2035 yılına kadar Hindistan’ın
Çin ve Amerika’dan sonra dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olaca-
ğını söylemektedir. Ancak Hindistan, kırsal alanda tarım dışında iş
yaratma konusunda Çin’e kıyasla daha geridedir. Eğer Hindistan, bu
konuda daha hızlı bir gelişim göstermiş olsaydı, ekonomik büyüme-
ye katılım konusunda yoksulların önünü açan önemli bir adım atıl-
mış olacaktı. Bugün Hindistan’da besin üretimi, dağıtımı ve satışı işi
hâlâ devlet tarafından sıkı bir kontrole tâbi tutulmaktadır. Nüfusun
tarıma dayanan oranı yüksektir, ayrıca toplumda, eşitsizliğe dair ge-
niş bir endişe hâkimdir. Yeşil Devrim, Hindistan’ın hızlı kalkınması
için bir zemin hazırlamıştı, ancak devrimin olanaklarından çok daha
geniş bir şekilde istifade edilmek isteniyorsa daha kapsamlı reform-
ların hayata geçirilmesi gerekmektedir.

Malthus’un Hayaleti

Yeşil Devrim’in ikinci uzun vadeli sonucu, dünya demografisi yani


nüfusun boyutu ve yapısı üzerindeki etkisinde yatmaktadır. Bu
bağlamda gözlerimizi bir kez daha tarihe çevirmek anlamlı olacak-
tır. İlk uygarlıkların ortaya çıkmaya başladığı M.Ö. 3000’de, dünya-
nın yaklaşık on milyonluk bir nüfusu vardı. Bir benzetme yapacak
olursak dünya nüfusu, aşağı yukarı, bugünün Londra nüfusu ka-
dardı. M.Ö. 500’lü yıllarda, yani Yunanistan’ın kendi Altın Çağ’ını

279
Bolluğun Paradoksları

yaşadığı zamanlarda, dünya nüfusu yüz milyona kadar çıkmıştı.


Ancak 1825 yılında, yani tarımın şafağından yaklaşık on bin yıl ka-
dar sonra insan nüfusu tarihte ilk kez bir milyara yaklaştı. Bu tarih-
ten önce böylesi bir şey söz konusu değildi. 1925’te dünya nüfusu-
nun iki milyara erişmesi için aradan yüz yıllık bir zamanın ve yine
1960’ta nüfusun üç milyara çıkması için de aradan yaklaşık otuz
beş yıllık bir zaman diliminin geçmesi gerekecekti. Dünya nüfusu-
nun bu denli hızlı büyümesi, o zamanlar bir “patlama”ya benzetil-
miş ve bu durum, muhtemel bir kıtlığa dair korkunç tahminlerin
yapılmasına zemin hazırlamıştı. Ancak Yeşil Devrim’in mümkün
kıldığı gıda arzındaki genişleme, nüfus artışının devam edeceği an-
lamına geliyordu. 1975’e gelindiğinde dünya nüfusu dört milyara
erişmiş; 1986’da beş milyar olmuş ve nihayetinde 1999’da, dünya
nüfusu, altı milyara kadar çıkmıştı. Dikkat edilirse dünya nüfusu
sadece on bir yıllık bir zaman diliminde beş milyara çıkmış; ben-
zer şekilde yine sadece on üç yıllık bir zaman zarfında, altı milyara
yaklaşmıştır. Amerika Birleşik Devletleri Nüfus İdaresi’nin verile-
rine göre bir başka on üç yıl içerisinde ise 2012 yılı itibariyle dünya
nüfusunun yedi milyara yaklaşacağı tahmin edilmektedir. Geriye
dönüp bakıldığında nüfus artış hızının bugün itibariyle açıkça bir
yavaşlama evresine girmiş olduğu görülmektedir.
Nüfus artışı, besin üretiminin sürükleyicisi midir, yoksa tersi mi
doğrudur? Nüfus bilimciler, bu durumu her iki yönüyle ele alırlar. Art-
maya başlayan nüfus, gıda arzını yükseltmede yeni yolların bulunma-
sı için olanaklar yaratır; diğer taraftan besin bolluğu kadınların daha
doğurgan olmaları ve çocukların da daha sağlıklı ve hayatta kalmada
bir o kadar yüksek şansa sahip olmaları anlamına gelir. Dolayısıyla bu
soruya verilebilecek basit bir yanıt yoktur. Ancak tarih açık bir şekil-
de göstermektedir ki, gıda bolluğunun bir ülkenin sanayileşmesinin
önünü açtığı durumlarda, genelde bir nüfus patlaması yaşanır ve son-
rasında da insanların zenginleşmesiyle birlikte nüfusun artış oranında
bir düşüş gözlemlenir. Bu duruma “demografik geçiş” denir.
Sanayi öncesi toplumlarda dilediğince çocuk yapmanın kötü
bir tarafı yoktu. Zaten çocukların çoğu ya hastalık ya da sağlıksız
beslenme yüzünden fazla yaşamıyordu. Bir şekilde hayatta kalmayı

280
İnsanlığın Yeme Tarihi

başaranlar ise tarlalarda çalışacak kadar büyüyüp olgunlaştıklarında,


kendi tüketebileceklerinden çok daha fazla besin üretebilirler; böy-
lece hane halkı da genel olarak bu durumdan istifade etmiş olur (her
şeyden önce tarımsal üretimde emeğin uygun olup olmama duru-
munun ana kısıtlamalardan biri olduğunu akıldan çıkarmamalıyız).
Ayrıca, fazla sayıda çocuk sahibi olmak, yaşlılık zamanlarında ço-
cukları tarafından bakılmaları söz konusu olduğunda anne babalara
bir güvence de sağlar. Bu tür sanayi öncesi toplumlarda, hem doğum,
hem de ölüm oranları oldukça yüksektir ve nüfus artışı da görece
yavaştır. Bu durum, insanlık tarihinin büyük bir bölümünde geçerli
olan durumdur.
Tarımda yeni tekniklerin, yeni tarım ürünlerinin ve besin üre-
timini artırmaya yarayan araç ve gereçlerin ortaya çıkışı, toplumu
nüfusun hızlı bir şekilde büyüyebileceği ikinci bir evreye geçirdi. 18.
yüzyıldan başlamak üzere Yeni Dünya’dan getirilen mısır ve patate-
sin ekilmesinin yanı sıra tarımda yeni pratiklerin yaygınlık kazan-
masıyla birlikte Batı Avrupa’da yaşanan durum, bu ikinci evredir.
Henüz bu aşamada doğum oranı yeterince azalmış sayılmaz, ancak
ölüm oranı düşmeye başlar. Böylece nüfusta bir patlama yaşanır. Di-
ğer taraftan, tarımdaki üretkenliğin artışı, nüfusun çok daha küçük
bir oranının tarımda çalışmasına olanak sağlar. Bu sayede zaman-
la, kentleşme ve sanayileşmeye giden yol açılır. Kentleşme ve sana-
yileşmeyle birlikte insanlar, çocuk yapma konusunda kendi bakış
açılarını tekrar gözden geçirmeye başlarlar: Zenginlik, bu yönüyle,
güçlü bir “doğum kontrol hapı” işlevi görmektedir. Bebek ölümle-
rindeki azalma, kırsal bölgede yaşayan anne-babaların tarlalarda işe
koşmak ya da yaşlandıkları zaman kendilerine bakılmasını garanti
altına alacak kadar çok sayıda çocuk sahibi olmaları ihtiyacının or-
tadan kalkması anlamına gelir. Diğer taraftan kentsel bölgede ya-
şayan anne-babalar barınmaya, giyinmeye ve eğitime gidecek mas-
raflar göz önüne alındığında az sayıda çocuk sahibi olmanın daha
akıllıca bir iş olduğunu kabullenmeye başlarlar. Bu durum bazen,
çocuk “niceliği”ne yapılan vurgunun, zaman içerisinde, çocuğun
“niteliği”ne doğru değişmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Bunun-
la birlikte kadınlardaki okur-yazarlığın yükselmesi ile iş yaşamına

281
Bolluğun Paradoksları

katılımlarının artması, kadınların daha geç yaşta evlenip çocuk do-


ğurmaya başlamalarına neden olur. Ayrıca sanayileşen ülkelerdeki
hükümetler, genelde çocuk işçiliğini yasaklayan reformları hayata
geçirip eğitimi zorunlu hale getirirler. Bu durum, çalışma çağına
gelinceye kadar çocukların hane halkı üzerinde maddi bir yük oluş-
turması anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, doğum oranı düşer
ve nüfus istikrara kavuşur. Bu model, sanayileşme sürecini en önce
yaşayan Batılı ülkelerde açık bir şekilde görülebilmektedir. Bazı
Avrupa ülkelerinde (kadın başına ortalama doğum oranına göre)
doğurganlık oranı, bugün itibariyle nüfusun kendini yenileme ora-
nının altına düşmüştür. Gelişmekte olan ülkelerin çoğu ise bugün
“demografik geçiş”in orta yerinde bulunmaktadır.
Tabii diğer taraftan göçün etkileri, Afrika’daki HIV/AIDS’in
oynadığı rol, Çin’de 1980’de uygulamaya geçirilen tek çocuk politi-
kası gibi faktörler de hesaba katıldığında, gerçeğin bu basit mode-
lin sunduğundan çok daha karmaşık bir yapıda olduğu ortaya çıkar.
Ancak Yeşil Devrim, başlangıçta sürdürülebilir bir nüfus artışına
yol açmakla, bugün artık pek çok ülkeyi ve dolayısıyla da bir bütün
olarak dünyayı yavaş da olsa demografik geçişe doğru itmektedir.
2007 yılında Birleşmiş Milletler’in yayınladığı bir rapordaki tahmini
rakamlara göre dünya nüfusunun 2025 yılı itibariyle sekiz milyara
erişeceği öngörülmektedir. 2075’te ise bu sayı 9,2 milyarla en üst sı-
nırına varacak, sonrasında da nüfusta bir azalma yaşanacaktır.
Hindistan’ın Pencap eyaletindeki Manipur köyünde yapılan
bir araştırma, demografik geçişin kendisini nasıl belli ettiğini çar-
pıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir. 1970 yılında köyde ya-
şayan insanların hemen hepsi olabildiğince çok sayıda erkek evlat
sahibi olmak istiyordu. Ancak Yeşil Devrim’in hayata geçirilmesini
takiben araştırmacılar, 1982 yılında köye tekrar geri döndüklerinde,
köyde yaşayan sakinlerin yüzde 20’sinden azı en fazla üç ya da dört
erkek evlat sahibi olmak istediklerini söylemiştir; ayrıca köyde do-
ğum kontrol haplarının oldukça yaygın bir kullanımı söz konusudur.
Araştırmacılar, bu durumu şöyle değerlendirmiştir: “Ailenin büyük-
lüğüne dair bu hızlı değişimler, tercihler ve doğum kontrol pratik-
leri, Yeşil Devrim tecrübesini yaşayan kırsal bölgelerde demografik

282
İnsanlığın Yeme Tarihi

geçişin hız kesmediği müddetçe ara vermeden devam edeceğini


gösteren işaretlerdir.” Benzer şekilde 1981 yılında Bangladeşli ka-
dınlar, ortalama yedi çocuk doğurmaktaydı. 1980’li yıllarda tarıma
Yeşil Devrim teknolojilerinin uygulanmasını ve 1990’lı yıllarda da
ülkedeki tekstil sanayisinde görülen hızlı yükselişi takiben bu rakam,
ortalama iki ya da üç çocuğa kadar düştü.
Nüfus azaldığı ölçüde dünya yeni yeni sorunlarla yüzleşmek
durumunda kalacak. Özellikle de bakıma muhtaç yaşlılara yardım
edilmesi ve şu an itibariyle doğurganlık oranının düştüğü gelişmiş
ülkelerde yakıcı bir sorun olan nüfusun yaşlanması gibi sorunlarla
karşı karşıya kalınacaktır. Ancak dünya nüfusunun erişeceği en yük-
sek nokta, bugün itibariyle görülebilmektedir. Bir kez nüfus azalma-
ya başladığında nüfus artışının gıda arzının önüne geçeceğine dönük
endişeler, artık “demode” endişeler olarak görülmeye başlanacaktır.
Hiç şüphe yok ki, bir yığın çok satan kitap, nüfusun içten içe patlaya-
cağına dönük ufukta görünen tehlikeye dair bizleri uyaracak olsa da
Malthus’un hayaleti eninde sonunda peşimizi bırakacaktır.

Yeşil Devrim’in Sorunları

Yeni teknolojilerin çoğu zaman öngörülemeyen bazı sonuçları olur;


Yeşil Devrim’in teknolojisi için de bu durum geçerlidir. Suni gübreye,
tarımda kullanılan diğer kimyasallara ve bol miktarda suya ihtiyaç
duyan yüksek verimli tohum türleri, dünyanın pek çok yerinde çev-
re sorunlarına yol açmıştır. Tarım arazilerinden denize akan azot-
yüklü su, kıyı kesimlerinde “ölü bölgeler”in oluşmasına yol açmış, su
yosunları ve yabani otların büyümesine uygun bir zemin hazırlamış
ve sudaki oksijen miktarını azaltarak denizdeki balık ve diğer canlı
türlerinin popülasyonuna zarar vermiştir. Bazı durumlarda yüksek
verimli bitki türlerinin geleneksel türlere kıyasla böcek ve hastalık-
lara karşı direnç gösteremedikleri ortaya çıkmıştır. Bu durum, tarla-
larda daha yoğun bir haşere ilacı kullanımına neden olmuştur. Aşırı
dozda ilaç kullanımı, toprağı zehirlemekte, toprakta bulunan yararlı
böcek ve diğer organizmalara zarar vererek biyolojik çeşitliliğe sekte

283
Bolluğun Paradoksları

vurmaktadır. Haşere ilaçları, tarım işçileri için sağlık problemlerine


de yol açar. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre haşere ilaçları,
yılda yaklaşık bir milyon ağır zehirlenmeye neden olmaktadır. Haşe-
re ilaçları, yaklaşık iki milyon kişinin intihar girişiminde bulunma-
sında da pay sahibidir. Bu da yılda yaklaşık 220.000 ölüm vakasının
yaşanması demektir (Gelişmekte olan ülkelerde, haşere ilacı kulla-
narak intihar etme oldukça yaygın görülen bir vakadır). Daha da
kötüsü, su kaynaklarının kurumasıdır. Örneğin, Hindistan’da Yeşil
Devrim’in beşiği sayılan Pencap eyaletinde, sayıları milyonları bulan
borulu kuyuların yaygınlık kazanması sadece 1993 ile 2003 yılları
arasında yeraltı su seviyesinin 4,5 metreden fazla azalmasına neden
olmuştur. Şu an çoğu çiftçi tarlalarındaki ürünleri sulama konusun-
da yetersiz su kaynaklarına sahiptir.
Yeşil Devrim’in sebep olduğu sorunların üstesinden gelmek için
pek çok şey yapılabilir. Örneğin, daha basit ve uygun gübre kulla-
nımı, tarlalardaki ürüne zarar vermeksizin azot-yüklü suyun akışını
azaltabilir. Şurası bir gerçek ki, son yıllarda gelişmiş ülkelerin bazı-
larında yoğun gübre kullanımı azalmaktadır. Amerika’da 1980 ile
2000 yılları arasında mısır üretimi, bir kilogramlık gübreye göre 42
kilogramdan 57 kilograma çıkmıştır. İngiltere’de buğday, Japonya’da
ise pirinç ile benzer sonuçlar elde edilmiştir. Ancak gelişmekte olan
çoğu ülkede gübre, büyük ölçüde devletler tarafından sübvanse edil-
mekte, bu da gübrenin daha verimli bir şekilde kullanımına engel
olmaktadır. Haşere ilaçlarının gereksiz kullanımını azaltıp bunun za-
rarlı yan etkilerini en aza indirmek için daha pek çok şey yapılabilir.
Yeşil Devrim’in ilk zamanlarında, çiftçilere haşere ilacı kullanımının
“modern” tarımın vazgeçilmez bir bileşeni olduğu söylenmişti, bu da
zaman içerisinde ilaçların aşırı kullanımına yol açtı. Bazı çiftçilere,
gerekli olup olmadığına bakmaksızın haşere ilaçlarını eldeki takvime
göre kullanmaları gerektiği anlatıldı. Bugün artık haşere ilaçlarının
kullanımı eskiye kıyasla durulmuş hatta azalmış durumdadır. Ay-
rıca tarımda haşereyle mücadele teknikleri kimyasallar ile birlikte,
hem geleneksel hem de modern pratiklerin en iyi şekilde kullanı-
mına imkân sağlayacak biçimde daha üst bir seviyeye taşınmış bu-
lunmaktadır. “Birleşik zararlı organizma denetimi” denilen bu melez

284
İnsanlığın Yeme Tarihi

yöntem, haşere ilacı kullanımını sebzeler özelinde yüzde elliye va-


ran bir oranda azaltabilmektedir. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım
Örgütü’ne göre bazı durumlarda, örneğin pirinç üretiminde bu yön-
tem haşere ilacı kullanımını bütünüyle gereksiz hale getirmektedir.
Benzer şekilde su kullanımını geliştirmek için sayısız imkân söz
konusudur. Bugün yeraltı su yataklarının yönetimine olduğu kadar
yağmur sularının biriktirilmesi ve depolanması sistemlerinin tertip-
lenmesi ve damla sulama teknolojisi gibi (bu yöntem aynı zaman-
da azotun akışını azaltmaktadır) sudan daha fazla tasarruf sağlayan
sulama sistemlerine karşı muazzam bir ilgi söz konusudur. Çiftçiler
tarafından açık biçimde tanımlanmış suyun kullanım hakları da,
çiftçilerin en uygun tarım ürünlerine ağırlık vermelerini sağlaya-
rak suyun daha makul ölçülerde kullanımı teşvik edebilir. İsrail’de
patates, Mısır’da portakal, Avustralya’da pamuk ve Kaliforniya’da
pirinç örneklerinde olduğu gibi, hâlihazırda dünyanın başka yerle-
rinde hem ucuz, hem de verimli bir şekilde yetiştirilmeleri söz ko-
nusuyken tüm bu ürünlerin adı geçen ülkelerde bol sulamaya dayalı
tarımının yapılması anlamsız görünmektedir. Pencap’ta köylülere
yoğun sulama gerektiren bir mahsul olan pirinci yetiştirmeleri için
verilen sübvansiyonların yanında parasız elektriğin sağlanması, çift-
çilerin kendi su pompalarını aralıksız olarak çalıştırma konusundaki
rutin pratiklerini değiştirmelerinde önemli bir rol oynamıştır. Son
yıllarda, tarım arazileri için su kaynaklarının azalmasına dair artan
endişe, politik figürlerin makul su politikalarının hayata geçirilmesi
konusuna daha fazla eğilmelerine neden olmuştur.
Ayrıca yüksek verimli zirai faaliyetlerle ilintili olarak ortaya çı-
kan çevre sorunları, bu zirai faaliyetlerin görünmeyen çevresel yarar-
larının aleyhine olacak şekilde besin üretimini artırırken ekosisteme
vereceği zararlar yönünden değerlendirilmek durumundadır. Yük-
sek verimli bitki türleri, arazi kullanımındaki çok küçük bir artışa
rağmen besin üretiminin artmasına yol açmıştı. Örneğin, Asya’nın
tahıl üretimi, 1970 ile 1995 yılları arasında ikiye katlandı, tahıl ekili
toplam arazi miktarı ise sadece yüzde 4 arttı. Küresel ölçekte bakıldı-
ğında rakamlar çok daha çarpıcıdır. Norman Borlaug, 1950 ile 2000
yılları arasında dünya tahıl üretiminin üç kat artış kaydettiğine işaret

285
Bolluğun Paradoksları

etmiştir, tahıl ekimi için kullanılan arazi ise sadece yüzde 10 nispe-
tinde artmıştır. Borlaug’a göre eğer Yeşil Devrim’in teknolojisi olma-
saydı ya kitlesel bir açlık felaketi yaşanacaktı ya da (orman arazileri
gibi) daha önce üzerinde hiçbir tarımsal faaliyet yapılmamış geniş
ölçekli araziler, tarıma açılacaktı.
Yeşil Devrim’i eleştiren pek çok uzman, kimyasal gübre ve haşe-
re ilacı kullanımı gerektirmeyen geleneksel ya da organik tarım tek-
niklerine dönülmesi gerektiğini öne sürmektedir. Bu, tarımın hem
doğrudan (örneğin, azotun akışı ve haşere ilacı kullanımı) hem de
dolaylı biçimde (örneğin, kimyasal gübrenin üretimi doğalgaz har-
canmasına dayanan enerji ağırlıklı bir üretim olduğu için bu durum
iklim değişikliğine sebep olur) çevreye verdiği zararın azalmasına
neden olur. Ancak kimyasal gübre kullanımı olmaksızın yapılan ta-
rım, daha zayıf bir üretime yol açar; bu yüzden aynı miktarda besin
elde etmek için daha geniş bir tarım arazisine ihtiyaç duyulur. Yapı-
lan çalışmalar buğday, mısır ve patates gibi ürünlerin organik üreti-
minin geleneksel tarımın ihtiyaç duyduğu arazinin iki ya da üç katı
kadar bir araziye sahip olunması gerektiğini ortaya koymuştur. Azot
döngüsü konusunda bir uzman olan Manitoba Üniversitesi’nden
Vaclav Smil’e göre 1900 yılı itibariyle neredeyse hiçbir kimyasal güb-
re kullanımına dayanmayan küresel ölçekteki tarım faaliyeti, 850
milyon hektarlık bir arazi üzerinde yaklaşık 1,6 milyar insanın bes-
lenme ihtiyacını karşılamaktaydı. Gübre kullanımına dayanmayan
tarımsal faaliyetler (Buna “organik tarım” denilmektedir), Smil’in
yaptığı hesaplamalara göre bugün 1.500 milyon hektarlık arazide
çoğunluğu vejetaryen bir beslenme düzenine sahip olan 3,2 milyar
kadar insanın (dünya nüfusunun yaklaşık yarısı) beslenme ihtiyacını
karşılayabilmektedir.
Bununla birlikte, gelişmiş ülkelerde, elde edilen hasadın düşük
olmasına rağmen yeter derecede beslenme sağlayan uygun miktar-
da gıda elde edilebilmekte ve bu da gübre kullanımının azalmasına
neden olmaktadır. Bunun nedeni, zengin ülkelerin kendi ihtiyaç-
larının ötesinde besin üretebilme kapasitesine sahip olmasıdır. Bu
durum kısmen doğrudur, çünkü çiftçilere verilen sübvansiyonlar,
üretimde ihtiyacın ötesinde bir artışı mümkün kılar. Üretimdeki

286
İnsanlığın Yeme Tarihi

bu aşırıya kaçma durumu, hiç gereği yokken, insanların protein


ağırlıklı bir beslenme düzenine geçişini (Bu da zamanla zengin
ülkelerde obezitenin yükselmesine neden olur) ve ihraç edilebilir
ürün fazlalarının oluşmasını mümkün hale getirir. Bu şekilde be-
sin üretiminin bir bölümünü organik tarım gibi daha az kimyasal
içeren alanlara doğru kaydırmak mümkün olabilmektedir. Geliş-
mekte olan ülkelerdeki durum ise çok daha karmaşıktır. Zengin
ülkelerde kimyasal gübreler, tarım arazilerine tatbik edilen azotun
yüzde 45’lik bir bölümünü oluştururken yoksul ülkelerde bu oran
yüzde 80’lere kadar çıkmaktadır. Yeterli ve yetersiz beslenme ara-
sındaki fark, gübre kullanımına bağlı olarak değişir ve gelişmekte
olan ülkelerin çoğunda besinsel protein miktarı, gübre kullanımın-
daki bu yüksek orana rağmen yetersiz kalır.
1990’lı yılların sonu itibariyle Çin’de tarım ürünlerine tatbik edi-
len azotun yüzde 75’i kimyasal gübrelerden oluşmaktaydı. Çinliler
tarafından tüketilen proteinin yüzde 90’ı ülke içerisinden sağlandığı
için bu, Çin’de üretilen besinlerde bulunan azotun üçte ikisinin Haber-
Bosch Yöntemi ile elde edildiği anlamına geliyordu. Azot fikse eden
baklagillerin ekilmesi ya da hayvan gübresi kullanılması gibi gelenek-
sel yöntemler, basitçe söylemek gerekirse, hektar başına aynı miktarda
azot sağlayamaz. Nüfusu fazla olan diğer pek çok gelişmekte olan ülke-
de, besin üretiminin seviyesi, bugün artık kimyasal gübreye dayanma-
yan, geleneksel yöntemlerle üretilebilen besin üretimi seviyesini aşmış
bulunmaktadır. Kullanılan kimyasal gübre miktarını daha kusursuz
uygulamalar ile azaltabilmenin imkânı yaratılabilir; ancak gıda arzını
azaltmaksızın kimyasal gübre kullanımının bütünüyle ortadan kalka-
bileceğini söylemek oldukça zordur.
Ortada verilebilecek kolay cevapların olmadığı aşikâr. Hem ge-
leneksel, hem de organik tarımın çevreye verdiği zarar ve faydalar
bulunmaktadır. 20. yüzyıl boyunca insan türü günden güne azota
bağımlı hale gelmeye başladı. Bu aşamada geçmişe geri dönmek ar-
tık bir seçenek olmaktan çıkmış bulunuyor. Kimyasal madde ağırlıklı
tarımın istenmeyen çevresel yan etkileri söz konusudur ve hiç şüphe
yok ki, bu etkileri azaltmak için de biraz daha fazla çaba gerekmekte-
dir. Ancak gelinen bu noktada, Yeşil Devrim’den tümüyle vazgeçmek
insanlık için şüphesiz çok daha feci sonuçlar doğuracaktır.

287
Bolluğun Paradoksları

İkinci Yeşil Devrim mi?

Ocak 2007 ile Nisan 2008 arasında, yani fiyatlarda belli bir istikra-
rın olduğu bir dönemin hemen sonrasında buğday fiyatları ansızın
ikiye, pirinç fiyatları da üçe katlandı; mısır fiyatlarında ise yüzde
50 nispetinde bir artış yaşandı. 1970’li yılların başlarından bu yana
ilk kez birkaç ülkede eşzamanlı olarak gıda isyanları baş gösterdi.
Haiti’de “Açız!” sloganları atan protestocular, ülkenin başbakanını is-
tifaya zorladı. Kamerun’da iki düzine insan, çıkan gıda isyanlarında
hayatını yitirdi. Mısır’ın devlet başkanı çok geçmeden orduyu sefer-
ber etti ve askerlere bir an önce ekmek yapımına başlamaları konu-
sunda emirler verildi. Filipinler’de ise pirinç stoklamayı ömür boyu
hapis ile cezalandırmanın önünü açan yeni bir yasa yürürlüğe girdi.
Çiftçilerin ve kalkınma uzmanlarının yıllardır temel gıda fiyatlarının
düşüklüğünden yakınmalarının sonrasında ucuz gıda döneminin
birdenbire sonuna gelindiği görülüyordu. Aslına bakılırsa, yaşanan
bu gıda krizinin nedenlerini, Yeşil Devrim’in ortaya çıkardığı sonuç-
larda aramak mümkündür.
Yeşil Devrim’in sonuçlarından biri, kalkınmaya hız vermek
amacıyla hükümetlerin ve yardım kuruluşlarının tarıma yeterince
ilgi göstermemiş olmalarıydı. Dünya Bankası’na göre tarım için ay-
rılan “resmi kalkınma yardımları”nın oranı 1979 ile 2004 yılları ara-
sında yüzde 18’den yüzde 3,5’e düşmüştü. Yine Dünya Bankası’nın
2008 tarihli Dünya Kalkınma Raporu’na göre bu değişikliğin birkaç
nedeni vardı. Bir ölçüde gıda sorununun çözüme kavuşturulduğu
sanılmıştı. Kuzey Amerika ve Avrupa’da gıda bolluğu vardı, ayrıca
gelişmiş ülkelerde hem Yeşil Devrim teknolojisinin, hem de çiftçile-
re verilen sübvansiyonların neticesinde dünya ölçeğinde temel gıda
maddelerinin fiyatı düşük seyrediyordu. Sonuç olarak, bağış yapan
kişiler, gelişmekte olan ülkelerde tarımsal projeleri desteklemeye
dönük ilgilerini kaybettiler. 1990’larla birlikte başlayan, devletlerin
tarımsal araştırmalara daha az yatırım yapmaları tarımdaki büyü-
menin yavaşlamasına yol açtı.
Gelişmiş ülkelerde çiftçiler ve çevreci gruplar da gelişmekte olan
ülkelerde tarımsal kalkınmaya yapılan yardımların azaltılması konu-
sunda bağışta bulunan kişileri ikna etmişlerdi. Çiftçiler gelişmekte

288
İnsanlığın Yeme Tarihi

olan ülkeleri, önemli ihraç pazarları olarak görüyordu. Bu yüzden


kendi hükümetleri tarafından bu potansiyel rakiplerinin desteklen-
mesinden yana değillerdi. Çevreci gruplar ise kimyasal madde ağır-
lıklı tarımın yol açtığı kirliliğe dikkat çekmiş, bağışta bulunan pek
çok kişinin nazarında Yeşil Devrim’in itibarını zedelemeye çalışmış
ve bunda başarılı da olmuşlardı. 1980’li yıllarda, Norman Borlaug
Yeşil Devrim’i Afrika kıtasına taşıma düşüncesiyle girişimlerde bu-
lunduğu zaman, dünya kamuoyunda eskiye nazaran bu konudaki
tutumların değişmekte olduğunu gözlemledi. Lobicilik faaliyeti yü-
rüten çevreci gruplar, Afrika’nın tarım arazilerinde kimyasal güb-
re kullanımını artırmanın pek de iyi bir fikir olmadığı konusunda
Dünya Bankası ile Ford Vakfı’nı ikna ettiler.
Çin ve Hindistan’ın orta sınıflarının oluşması ile birlikte bu sı-
nıfların eskiye kıyasla daha fazla et tüketmesi ve Batı tarzı beslen-
me düzenine geçmesi ile birlikte hayvan yemi olarak kullanılan tahıl
ürünlerine olan talepte bir artışın yaşanması, fiyatların yükselmesine
neden oldu. Bunun yanında, tarım ürünlerinin biyoyakıt üretimine
konu olması da fiyatları yükseltmişti; üstelik bu durumun dünya fi-
yatları üzerinde tam olarak ne kadar bir etkide bulunduğu hâlâ tar-
tışmalı bir konudur. Yüksek petrol fiyatları da, bir taraftan üretim
ve nakliye masraflarının artışı, diğer taraftan da gübre fiyatlarının
yükselişi ile (çünkü gübrenin üretildiği doğalgazın fiyatını belirleyen
petrol fiyatıdır) gıda fiyatlarının artışına katkıda bulundu. Kısaca-
sı, gıda arzı ara vermeksizin artmış olsa da büyüme oranı düşmüş
(1990’ların ortasından bu yana büyüme yılda yüzde 1 ila 2 düşüş
kaydetmiştir), bu da talepteki artışın (yılda yaklaşık yüzde 2’lik bir
artış) gerisinde kalmıştı. Öyle ki, Hindistan 2006 yılında dışarıdan
tekrar buğday alımına başlayacaktı. Diğer pek çok ülke gibi Hindis-
tan, ülke nüfusunu doyurma amacına yönelik bir çaba olarak pek
çok gıda maddesinin ihracatına kısıtlama getirmek durumunda kal-
dı. Bu tür kısıtlamalar da, dünya piyasalarında gıda arzını azaltarak
dünya gıda fiyatlarının daha da artmasına neden oldu.
Tek başına gıda krizi, yıllarca süren ihmalin ardından, tarımı tek-
rar uluslararası kalkınmanın gündemine taşımış oldu. Kısa vadede,
gıda krizine verilecek en uygun cevap, gıda yardımında hızlı bir artış

289
Bolluğun Paradoksları

olacaktır. Ayrıca tarım ürünlerinden elde edilen biyoyakıtları teşvik


eden politikalar tekrar gözden geçirilmelidir. Orta vadede, zengin ül-
kelerden yoksul ülkelere büyük miktarlarda gıda sevkiyatı yapmak,
işleri daha da içinden çıkılmaz bir hale sokacaktır; çünkü bu durum
yerel üreticiler için piyasanın baltalanması anlamına gelmektedir.
Uzun vadede ise gelişmekte olan ülkelerde tarımsal üretimi artırmaya
dönük yeni bir yol arayışına gidilecektir. Bu ise ancak dikkatlerin zirai
araştırmalara tekrar çekilmesi ve yeni tohum türlerinin geliştirilmesi,
çiftçileri destekleme amacıyla kırsal alanda gerekli altyapı yatırımla-
rına yönelmek, krediye kolay erişim imkânının sağlanması ve yeni
ürün sigortası projelerinin hayata geçirilmesi gibi uygulamalar ile
mümkün hale gelebilir. Bunlar bize hayli tanıdık gelmektedir, çünkü
bu esas itibariyle ikinci “Yeşil Devrim” için bir çağrıdır.
İkinci Yeşil Devrim, kaçınılmaz olarak öncekinin artıları ve
eksilerine dair yürütülen tartışmaların tekrar alevlenmesine neden
olmuştur. İkinci Yeşil Devrim’in bazı savunucuları, şu an hâlâ üze-
rinde çalışmalar yürütülen genetiği değiştirilmiş tohumların potan-
siyel etkisine vurgu yapmaktadır, çünkü bu tohumlar hem haşerelere
karşı kendi ilacını üretebilmekte, hem de su ve gübreden daha et-
kin bir şekilde yararlanmak üzere tasarlanabilmektedir (Bu duruma
“Çifte Yeşil Devrim” denilmektedir). Organik tarımın savunucula-
rı ise organik yöntemlerin –özellikle de üretkenliğin düşük olduğu
Afrika’da– daha geniş bir biçimde kullanılması konusunda bulun-
maz bir imkâna sahip olduğumuzu söylemektedirler. Afrika’nın bir-
çok yerinde tarımsal üretimi diğer ülkelerdeki gübre öncesi tarımın
seviyesine çıkarmak bile azımsanmayacak bir başarı olacaktır.
Şüphesiz ki, yeni bir Yeşil Devrim, 1960’larda meydana gelen
ilk Yeşil Devrim’in deneyimlerinden gerekli dersleri çıkarmak du-
rumundadır. Bugün bir taraftan üretimi artırıp, diğer taraftan bu
üretimin çevresel etkilerini en aza indirmeye yarayan sayısız teknik
olanaklara sahibiz. Bu tekniklerden bazısı düşük teknolojili teknik-
lerdir; örneğin, azot akışını en aza indirme amacıyla eksiksiz bir
biçimde ölçülmüş gübre tabletlerini toprağın altına gömmek ya da
haşereleri uzaklaştırmak için belirli türde böcek ve örümcekler kul-
lanmak gibi… Bunun dışında tohumlar doğrudan doğruya mantar

290
İnsanlığın Yeme Tarihi

ilaçları ya da haşere ilaçlarıyla kaplanabilmekte, böylece ilaç kulla-


nımı bir ölçüde gereksiz hale gelmektedir. Umut vadeden bir başka
yöntem ise “koruyucu tarım”dır (buna “toprak işlemesiz” ya da “ko-
ruyucu toprak işleme” yöntemi de denilmektedir). 1970’li yıllardan
itibaren geliştirilen bu yöntem toprağın sürülmesini en aza indiren,
hatta bazı durumlarda bu işi bütünüyle ortadan kaldıran bir dizi uy-
gulamadan ibarettir.
Koruyucu tarımla uğraşan çiftçiler, hasat sonrasında ortaya çı-
kan ürün artıklarını sabanla gömmek ya da yakmak yerine tarım
yapılan arazilerin üzerine bırakırlar. Örtü işlevi gören bu bitkiler,
araziyi koruma amacıyla toprağa ekilir (Örtü bitkisi olarak toprağa
baklagillerin ekilmesi, topraktaki azotun artmasına yardımcı olur).
İlkbahar mevsiminde ise örtü bitkileri ve yabani otlar ya herbisit de-
nen bitki öldürücü ile ortadan kaldırılır ya da özel bir makine kul-
lanarak toprağın yüzeyinden kesilerek temizlenir. Ana ürünün ekim
işi ancak bu aşamadan sonra yapılır. Bu iş ise toprağın üzerindeki
koruyucu artık tabakanın altındaki boşluklara tohumları yerleşti-
ren makinelerin kullanılması ile gerçekleştirilir. Bunlar, toprağın
aşınmasını azaltmaya yaramaktadır. Yüzey tabakası ürün artıkları
ile kaplı olduğundan sürülmemiş toprağın yağmurla ya da rüzgârla
aşınması ihtimali azalır. Ayrıca bu yöntemde su daha etkin bir şe-
kilde kullanılmaktadır; toprağın suyu tutma becerisi arttığı için akış
ya da buharlaşmada çok daha az su kaybı yaşanır. Koruyucu tarım,
aynı zamanda, yakıttan tasarruf sağlar ve enerji tüketimini azaltır,
çünkü bu yöntemde makine kullanarak araziyi sürme işi hemen he-
men yarıya inmiştir. Bu yöntemle çevreye daha az azotun salınma-
sından ötürü genellikle az gübreye ihtiyaç duyulur; hem bu şekilde
suyollarının azot ile kirletilmesi de azaltılmış olur. Koruyucu tarım,
ilk geliştirildiği Kuzey ve Güney Amerika’da oldukça yaygın bir bi-
çimde yapılmaktadır. Ancak bu tarım dünyadaki ekili arazilerin hâlâ
oldukça küçük bir bölümünü (yüzde 6’sını) oluşturur, bu yüzden ko-
ruyucu tarımın yaygınlaştırılması için elde hâlâ fazlaca imkân vardır.
Genetiği değiştirilmiş yeni tohumların daha idareli azot ve su
kullanımı konusunda bir gelecek vaat ettiği açıktır. Diğer taraftan
yeni tohumlar, geleneksel bitki türleri için gereğinden fazla tuz içe-

291
Bolluğun Paradoksları

ren arazilerde yetiştirilmeye elverişli bir hale getirilmektedir. Bu


tür tohumların geliştirilmesi için birkaç yılın daha geçmesi gere-
kecektir. Yine de bu yeni tohumların bugünden ne derece başarılı
sonuçlar vereceğini söylemek için daha çok erkendir. Genetik deği-
şimin dünyayı bugün meşgul eden çeşitli gıda sorunlarını çözmeye
yarayacak bir “sihirli değnek” olduğunu söylemek hiç kuşku yok ki,
durumu gereğinden fazla abartmak olur. Ama genetik değişimi bü-
tünüyle devre dışı bırakmak da pek akıllıca bir iş değildir. Bununla
birlikte, daha geniş bir biçimde uygulanabilecek organik teknikler
de devreye girebilir, özellikle de kurak bölgelerde zararlı böceklere
karşı zirai mücadele ve ürün yetiştirme söz konusu olduğunda. Ya-
pılan çalışmalar göstermektedir ki, organik yöntemler kurak iklim
koşullarında bazı tarım ürünleri için yüksek bir verimin elde edil-
mesine olanak sağlamaktadır.
Dünya nüfusu en yüksek seviyesine doğru yol alırken, iklim
değişikliği tarımın öteden beri süregelen yerleşik kalıplarını değiş-
tiriyorken herkese yetecek bir gıda arzını garanti altına almak için
tarım tekniklerinden olabildiğince geniş bir biçimde yararlanmak
gerekecektir. Farklı bölgelere göre farklı yöntemler kullanmak, belki
de en doğru tercihtir. Dünyanın bazı bölgelerinde kimyasal madde
ağırlıklı yöntemler kullanarak temel gıda maddelerinin yetiştiril-
mesi ve bunların dünyanın başka yerlerinde geleneksel yöntemler
kullanılarak üretilen ürünlerle ticaretinin yapılması anlamlı olabi-
lir. Dünyanın, bir taraftan organik köktencilik, diğer taraftan da bi-
yoteknolojiye körü körüne bir inanç beslemek gibi iki şey arasında
seçim yapmak durumunda kaldığını söylemek fazlasıyla kolaycılığa
kaçmak olacaktır. Hiç şüphe yok ki, besin üretimi ve insanlığın gele-
ceği, bu ikisinin ortasında kalan uçsuz bucaksız bereketli toprakların
bağrında yatmaktadır.

292
Son Söz
Geleceğin Harcındakiler

Her ziyafetin bir sonu vardır.


–Çin Atasözü

Kuzey Kutbu’ndan yedi yüz mil uzakta, kutup dairesinde yer alan
ıssız bir adada, bir dağın yamacındaki karların içinden tuhaf bir
beton yapı, çıkıntı yapmıştır. Bu yapının dış yüzeyinde yer alan bir
aralıktan, yansıtıcı çelik ile aynalar ve prizmalar, yaz ayları boyun-
ca etrafa kutup ışınları yansıtarak ışıl ışıl parlayan bu yapıyı adeta
bir “mücevher”e dönüştürür. Kış aylarının karanlık günlerinde ise
aynı yapı, iki yüz kadar fiber optikten yeşil, turkuaz ve ürpertici
bir beyaz ışık saçarak yapının millerce öteden görünmesini sağlar.
Yapının ağır çelik giriş kapılarının arkasında toprağın altındaki
ana kayaya doğru 125 metre uzanan betonarme bir tünel bulunur.
Ayrıca diğer kapılar ve iki hava geçirmez odanın arkasında ise üç
mahzen yer alır. Her mahzenin uzunluğu 27 metre, yüksekliği 6
metre, genişliği de 10 metredir. Bu mahzenlerde altınlar, sanat
eserleri, gizli plan ve projeler ya da yüksek teknolojili silahlar de-
ğil, tüm bunlardan çok daha değerli olan bir şey, insan türünün
belki de en büyük hazinesi denilebilecek bir şey depolanacaktır:
Sayıları milyarlarla ölçülen tohumlar.
Kuzey Okyanusu’nda Norveç’in Spitsbergen adasında yer
alan Svalbard Küresel Tohum Mahzeni, dünyanın en büyük ve en
güvenli tohum depolama tesisidir. Tesisin içinde yer alan tohum-
lar, polietilen ve alüminyumdan yapılmış kurşuni renkte dört kat-
lı zarflar içinde muhafaza edilir. Bu tohumlar, her tarafı sıkıca ka-

293
Son Söz

patılan kasalara konulmuş ve mahzenlerdeki raflara istiflenmiştir.


Her zarfta ortalama beş yüz tohum bulunur ve bir mahzenin top-
lam kapasitesi 4,5 milyon zarftır. Diğer bir deyişle, bir mahzen iki
milyardan fazla sayıda tohumu muhafaza edebilecek kapasiteye
sahiptir. Bu, şu an varolan herhangi bir tohum bankasının sahip
olduğu kapasitenin fersah fersah ötesinde bir kapasitedir. Tesisin
ilk mahzeninin sadece yarı kapasitede olması bile Svalbard Kü-
resel Tohum Mahzeni’ni dünyanın en büyük tohum bankasına
dönüştürecektir.
Buradaki mahzenlerin özenli tasarımları ve konumlanışları,
onları dünyanın en güvenli mahzenlerine dönüştürmektedir. Bu-
gün dünya çapında yaklaşık 1.400 tohum bankası bulunmaktadır;
ancak bu bankaların pek çoğu gerek savaşlara gerekse de doğal
afetlere karşı ya korunaksızdır ya da yeterli mali kaynaklardan
yoksun bırakılmıştır. Örneğin, 2001 yılında Taliban militanları
Afganistan’da içerisinde eski ceviz, badem, şeftali ve diğer mey-
ve ve yemiş tohumlarının yer aldığı bir tohum bankasını yerle
bir etmişti. 2003 yılında, Amerika’nın Irak’ı işgali sırasında, Ebu
Gureyb’de yer alan bir tohum bankası yağmacılar tarafından ha-
rap edilmiş ve nadir bulunan buğday, mercimek ve nohut türleri
yok edilmişti. Filipinler’in ulusal tohum bankasında yer alan to-
hum türlerinin çoğu, 2006 yılında, ülkeyi etkisi altına alan tayfun-
da bankanın çamurlu su baskınına uğramasıyla birlikte yok olup
gitmişti. Latin Amerika’da yer alan bir tohum bankası, soğutucu-
ların bozulmasıyla birlikte hemen hemen tüm patates tohumla-
rını yitirmişti. Malavi’nin tohum bankası ise tahta bir kulübenin
köşesinde bulunan bir dondurucudan ibarettir. Tohum bankala-
rının mali kaynaklardan yeterince faydalanamadığı da bir ger-
çektir. Örneğin, Kenya’nın tohum bankası, yöneticilerin elektrik
faturasını ödeyememelerinden ötürü yok olmanın eşiğine gelmiş-
ti. Bütün ulusal tohum bankalarının yedeği olarak rol oynayacak
Svalbard’daki tesis ise hem doğal, hem de insan kaynaklı riskleri

294
İnsanlığın Yeme Tarihi

en aza indirecek şekilde tasarlanmıştır. Ayrıca tesisin bütün gider-


leri, mahzenin inşaat masraflarını ödeyen Norveç devleti tarafın-
dan karşılanacaktır.
Svalbard’daki tesis, dünyanın en ıssız mekânlarından biri
üzerine inşa edilmiş olmasının yanında çelik kapılar ve şifreli ki-
litler ile sıkı bir şekilde emniyet altına alınmıştır. Tesis, İsveç’ten
video bağlantısı ile saniye saniye izlenmekte ve etrafa yerleştiril-
miş hareket detektörleri ile korunmaktadır (Kutup ayıları civar-
daki “davetsiz misafirler” için oldukça caydırıcı bir işlev görür:
Bölgedeki insanlara, dışarıda bir yerleşime yeltenecekleri her se-
ferinde yanlarında etki gücü yüksek tüfek taşımaları salık verilir).
Svalbard’daki mahzen, dağın içine inşa edildiği için hem jeolojik
yönden sağlam bir konumdadır, hem de daha düşük bir zemin
radyasyonuna maruz kalır. Tesis, deniz seviyesinden 130 metre
yüksekte yer aldığı için gelecekte deniz seviyesinin yükselmesi
gibi en kötümser tahminlerde bile hiçbir sorun yaşamayacaktır.
Mahzenin, bölgeden çıkarılan kömür ile desteklenen soğutucu
sistemi, tohumları, -18 santigrat derecede (-0,3 fahrenhayt dere-
cede) muhafaza eder. Soğutma sisteminde herhangi bir aksaklık
yaşansa bile, donmuş toprağın altında yer alan mahzenin yeri,
içerideki sıcaklığın -3,5 santigrat dereceyi (25,7 fahrenhayt dere-
ceyi) asla geçemeyeceğinin adeta bir garantisidir. Bu, mahzenin iç
sıcaklığının, tohumların hemen hemen tamamının yıllarca mu-
hafaza edilmeye yetecek denli soğuk olduğu anlamına gelir. So-
ğutucunun normal çalışması sırasında, her numuneden alınacak
birkaç tohumun zaman zaman toprağa ekilmesi gerekecektir; bu
şekilde taze tohumların elde edilmesi söz konusu olacaktır (Ma-
rul tohumu gibi bazı tohumlar, sadece elli yıl boyunca saklanabil-
mektedir). Bu yöntem ile binlerce tohum türünün hiçbir kesintiye
uğramadan süresiz olarak saklanabilmesi mümkün olacaktır.
Svalbard’daki mahzenin gayesi, insanlığın hem kısa vadede,
hem de uzun vadede karşı karşıya kalacağı tehditlere karşı bir

295
Son Söz

güvence oluşturmaktır. Kısa vadedeki tehdidin (iklim değişikliği-


nin küresel tarımın işleyişini aksatması), gıdanın insani gelişimin
seyrini etkileyeceği bir aşamada gelecek olması muhtemel görün-
mektedir. Pek çok ülkede iklim değişikliği, 21. yüzyılın sonlarında
yaşanacak en serin yılların, 20. yüzyılın en sıcak yıllarına kıyasla
daha ılık olacağı anlamına gelmektedir. Bugünün ürün türleri-
nin geliştirildiği koşullar, artık geçerli olmayacaktır. Washington
D.C.’deki Küresel Kalkınma Merkezi’nde küresel ısınmanın eko-
nomik etkileri üzerine çalışmalar yürüten William Cline’a göre
iklim değişikliği, eğer hiçbir önlem alınmazsa, gelişmekte olan
ülkelerde 2080’li yıllar itibariyle tarımsal üretimin yüzde 10 ila 25
nispetinde düşmesine neden olacaktır. Bazı durumlarda ise bu et-
kinin çok daha dramatik bir boyutu meydana gelecektir. Örneğin,
Hindistan’ın besin üretiminin yüzde 30 ila 40 nispetinde düşmesi
ihtimal dâhilindedir. Ayrıca ortalama sıcaklıkları genellikle daha
düşük olan bazı gelişmiş ülkelerdeki tarımsal üretimin, sıcaklığın
artmasına paralel olarak yükseliş göstereceği tahmin edilmek-
tedir. En kötü senaryo ise dünyada gıda savaşlarının yaşanacağı
senaryodur, çünkü tarımsal üretimdeki küresel ölçekli değişim,
geniş çapta kuraklık ve gıda kıtlıklarına yol açacak, bu da tarım
arazileri ve su kaynaklarına erişim konusundaki çatışmaları kö-
rükleyecektir.
Çok daha iyimser bir senaryo ise tarımın iklim değişiklikle-
rine ayak uydurabileceği senaryosudur. Ancak iklim değişikliği,
insanlık sera gazı salınımını, 21. yüzyılda önemli ölçüde azaltma-
yı başarsa bile bir dereceye kadar kaçınılmazdır. Önceden verimli
olan arazilerin tarım yapılamayacak derecede kuraklaşması ile
birlikte eskiden soğuk ve nemli olan bölgelerin tarım için daha
elverişli bir hale gelmesi, yeni özelliklere sahip tohum türlerini ge-
rekli hale getirecektir. Bu noktada Svalbard’daki tohum mahzeni
devreye girmektedir. Yeşil Devrim’in sonucunda yüksek verimli
tohum türlerinin yayılması geleneksel türlerin pek çoğunun artık

296
İnsanlığın Yeme Tarihi

ekilmeyeceği ve yok olup gideceği anlamına geliyordu. Örneğin,


19. yüzyılda Amerika’da yetiştirilen 7.100 çeşit elmanın 6.800’ü
bugün artık tükenmiş durumdadır. Küresel ölçekte Birleşmiş Mil-
letler Gıda ve Tarım Örgütü’nün yaptığı hesaplamalara göre 20.
yüzyılda ürün türlerinin yaklaşık yüzde 75’i ortadan kalkmıştır.
Ayrıca her gün bir türün yok olması ile bu yok oluş süreci devam
etmektedir. Elbette geleneksel türler, modern türlere kıyasla, ge-
nellikle, daha düşük bir verime sahiptir; ancak bu türlerin hepsi
birden gelecekte kullanılmak üzere muhafaza edilmesi gereken
kıymetli bir genetik kaynağı temsil etmektedir.
PI 178383 isimli buğday türünün durumunu göz önüne ala-
lım. Amerikalı Botanikçi Jack Harlan, 1948 yılında Türkiye’ye
ziyareti sırasında bu buğday türünden bir numune aldığında,
bu türü, “tamamen işe yaramaz” bir buğday olduğu gerekçesiyle
görmezden gelmişti. Bitkinin durumu soğuk kış aylarında kötü-
leşiyor, uzun ve zayıf bir sapa sahip olması da buğdayın kolayca
yere eğilmesine neden oluyordu; dahası “yaprak pası” hastalığı-
na karşı da oldukça dirençsizdi. Ancak 1963 yılında, bitki ıslah-
çılarının Amerikan buğdayını “sarı pas” denen bir başka buğday
hastalığına karşı dirençli hale getirmek için araştırma yaptıkları
bir sırada, işe yaramaz olduğu sanılan Türk buğdayının tam da
bu iş için biçilmiş bir kaftan olduğu ortaya çıktı. Yapılan testler,
Türk buğdayının dört farklı sarı pas hastalığının yanı sıra toplam
kırk yedi çeşit buğday hastalığına karşı dirençli olduğunu ortaya
koydu. Hemen ardından da Türk buğdayının Amerika’daki yerel
buğday türleri ile melezlenmesi gerçekleştirildi. Bugün Pasifik
Kuzeybatısı’nda yetiştirilen buğdayın neredeyse tamamı köken
olarak Türk buğdayına dayanmaktadır. Sonuç olarak, Harlan’ın
genellikle bir eşeğin üzerinde sürdürdüğü tohum toplama gezile-
rinden paha biçilmez bir genetik materyal elde edilmişti. Özetle
söylemek gerekirse, bugünden kuraklığa, hastalığa ya da haşere-
lere karşı dirençli olmaları noktasında gelecekte hangi türlerin işe

297
Son Söz

yarar olacağını söylemek pek kolay değildir. Bu yüzden yapılacak


en akıllıca iş, mümkün olan en fazla sayıda tohumu, olabildiğin-
ce güvenli bir ortamda muhafaza etmektir. Svalbard’daki tesis, bu
amaca hizmet etmek amacıyla kurulmuştur.
Ayrıca bu tesis, daha uzun süreli bir tehdide karşı da bir sigorta
işlevi görmektedir. Günün birinde bir nükleer savaş, dünyaya çar-
pacak bir asteroit ya da küresel ölçekli diğer felaketler, uygarlığının
en temel düzeyinden, yani tarımdan başlamak suretiyle insanlığın
kendi uygarlığını yeni baştan inşa etmesini zorunlu hale getirebi-
lir. Bugün Svalbard’da depolanan tohumlardan bazısı, tesisin so-
ğutma sistemi bozulsa bile bin yıl boyunca hayatta kalabilecektir.
Örneğin, buğday tohumlarının 1.700 yıl, arpa tohumlarının 2.000
yıl, sorgum tohumlarının ise 20.000 yıl ömürleri vardır. Belki de
bugünden yüzlerce yıl sonra gözüpek bir grup kâşif, günümüzden
yaklaşık 10.000 yıl önce ilk kez Neolitik Çağ’da başlayan tarımsal
süreci yeniden hayata geçirmek için gereken en kritik maddeleri
gidip alma amacıyla Svalbard’ın yolunu tutacaktır.
Svalbard’daki tohum bankasının fütürist tasarımı ve ileri
teknolojili donanımına rağmen bu tesisin temelinde Neolitik bir
yankı bulunur: tohumları emin ellerde saklamak. İnsanların tahıl
ürünlerine karşı ilk kez belirli bir ilgi göstermelerine yol açan ve
gelecekte ortaya çıkması muhtemel gıda kıtlıklarına karşı tohum-
ları sigorta işlevi görmesi amacıyla saklamak, bir yetenek işiydi.
Bu yöntem, tahıl ürünlerinin tarımsal birer ürüne dönüştürül-
mesi, ekilip biçilmesi ve bu kitapta anlatılan diğer şeyler için bir
başlangıç oluşturmuştur. Tarımın doğuşundan Yeşil Devrim’e dek
besin, insanlık tarihinde hep temel bir unsur olagelmiştir. Ayrıca
Svalbard’da depolanan tohumların ister kısa vadede işe yarar bir
genetik kaynak olduğunun ortaya çıkmasında olsun, isterse de in-
san türünün büyük bir felaketin ardından yeniden ayakları üzeri-
ne doğrulmasını sağlamada olsun, besin, hiç gelecekte insanlığın
vazgeçilmez bir unsuru olmaya devam edecektir.

298
Teşekkürler

Besinle ilgili sayısız kitap bulunmaktadır. Ancak elinizdeki kitap,


hepsinden farklı bir özellik taşıyor. Çünkü bu eser, yiyeceklerin
tatları ya da yemek yeme zevkine dair çok az şey söylemektedir.
Burada bütün dikkatimi besinin “besin-dışı” kullanımına vermiş
olduğum göz önüne alındığında, okuyucunun hiç zorlanmadan
benim yalnızca besinin antropolojik ya da jeopolitik önemine
eğildiğim ve yemek pişirme ya da yemek yemeye dair pek bir il-
gimin olmadığı sonucunu çıkarabilir. Bunun gerçeklikle asla bağ-
daşmadığını söylemek zorundayım, zira pek çok insanla yemek
yerken yaptığım sohbetlerin bu kitabın yazım aşamasında bana
olan katkısı oldukça fazladır. Örneğin, Atlantic Books’tan Toby
Mundy, Soho’da yediğimiz bir öğle yemeğinde görüşleriyle bana
ışık tutmuştu; ayrıca eserin ana başlığının ne olmasıyla ilgili öne-
ri de yine kendisinden gelmişti. Walker & Company’den George
Gibson, ikindi vakti yaptığımız bir çay sohbetinde fikrimi beğe-
niyle karşılamıştı. James Crabtree ile suşi yerken; San Francisco’da
Andreas Kluth ile Zuni Café’de öğle yemeği yerken; Sarah Murray
ile kahve içip sohbet ederken; Paul Abrahams ile Garrick Club’da
öğle yemeği yerken oldukça yaratıcı tartışmalar yaptık. Oliver
Morton ve Nancy Hynes ile evde yaptığımız yemekli sohbetler,
fikirlerimin şekillenmesine katkıda bulundu.
Kitabı oluşturmamda bana yardımcı olan temsilcim Katin-
ka Matson ile kitabın planına dair zenginleştirici katkıları olan
editörüm Jackie Johnson, bu süreçte kesinlikle çok önemli bir rol
oynadılar. Michael Pollan, Tim Harford, Adrian Williams, Matt
Ridley, Felipe Fernández-Armesto ve Marion Nestle uzman tavsi-
yeleri ile önemli katkılarda bulundular. Kitabın yazım sürecinde
yardımlarını benden esirgemeyen diğer pek çok kişiye de teşek-

299
Teşekkürler

kürlerimi iletmek isterim. The Economist’ten Tamzin Booth, Ed-


ward McBride, John Parker, Ann Wroe, Edward Carr ve Geoffrey
Carr’a; Fitzroy Somerset’e; Endymion Wilkinson’a; Tom Moultrie
ve Kathryn Stinson’a; Tim Coulter ve Maureen Stapleton’a (mısır
ve fıstık çorbası için teşekkür ederim); Zoe ve Patrick Ayling’e;
Anneliese St-Amour’a; Cristiana Marti’ye; Kate Farquhar’a; Nick
Powell’a; Chester Jenkins’e; Stephan Somogyi’ye; Lee McKee’ye ve
yıllarca anılmaya değer pek çok yemekte hoş vakitler geçirdiğimiz
Virginia Benz ve Joe Anderer’e teşekkürü bir borç bilirim.
Son olarak özellikle de çocuklarım Ella ve Miles’a; bir de besin
konusuyla ilgilenmemde beni ilk yüreklendiren kişi olan eşim
Kirstin’e teşekkür etmek istiyorum. Ayrıca buradan kendisine söz
veriyorum: Bir daha asla turplardan ya da Norfolk’ta uygulanan
dönüşümlü ekim yönteminden söz etmeyeceğim.

300
Notlar

1. Bölüm

Mısır bitkisinin kökenleri ve tarımsal bir ürüne dönüştürülmesine dair bir


açıklaması için bkz. Fussell, The Story of Corn; Warman, Corn and Capitalism
ve Doebley, “The Genetics of Maize Evolution.” Pirinç ve buğdayın tarımsal
birer ürüne dönüştürülmesi ve genel olarak bitkileri tarımsal ürüne dönüş-
türmeye dair daha geniş bir tartışma için bkz. Diamond, “Evolution, Conse-
quences and Future of Plant and Animal Domestication”; Cowan ve Watson,
The Origins of Agriculture ve Needham ile Bray, Science and Civilisation in
China. Besinle ilgili yaratılış hikâyeleri için: Gray, The Mythology of All Races
ve Visser, Much Depends on Dinner. Tarımın insan sağlığı üzerindeki etkileri
için bkz. Cohen, Health and the Rise of Civilization ve Manning, Against the
Grain. Tarımın Avrupa’da yayılmasının etkisi ve niteliğine dair yapılan tartış-
malar için bkz. Pinhasi, Fort ve Ammerman, “Tracing the Origin and Spread
of Agriculture in Europe” ve Dupanloup, Bertorelle, Chikhi ve Barbujani, “Es-
timating the Impact of Prehistoric Admixture on the Genome of Europeans.”

2. Bölüm

Avcı-toplayıcı grupların toplumsal yapılarına dair yürütülen tartışmalar için


bkz. Sahlins, Stone Age Economics; ve Lee, The !Kung San. Avcı-toplayıcıların
eşitlikçi toplumsal yapısından yerleşik bir hayat sürdüren kent sakinlerinin
tabakalı toplumsal yapısına geçişe dair yürütülen tartışmalar için bkz. Bell-
wood, First Farmers; Bender, “Gatherer-Hunter to Farmer: A Social Pers-
pective”; Gilman, “The Development of Social Stratification in Bronze Age
Europe”; Wenke, Patterns in Prehistory; Hayden, Archaeology; ve Johnson
ile Earle, The Evolution of Human Societies. İnkalar’daki bereket ritüellerine
dair bkz. Bauer, “Legitimization of the State in Inca Myth and Ritual.” Ayrıca
Trigger’ın Understanding Early Civilizations isimli kitabı, ilk uygarlıkların
ortaya çıkışı ve yapısına dair karşılaştırmalı bir açıklama sunar.

301
Notlar

3. Bölüm

Baharatlarla ilgili hikâyeler için bkz. Dalby, Dangerous Tastes. Baharat ti-
caretinin kökenleri ve tarihi şu eserlerde tartışılmaktadır: Dalby, Food in
the Ancient World from A to Z; Schivelbusch, Tastes of Paradise; Keay, The
Spice Route; Turner, Spice ve Miller, The Spice Trade of the Roman Empire.
Baharatlar ve ticaret arasındaki ilişki için bkz. Curtin, Cross-Cultural Trade
in World History. Kara Ölüm’ün yaygınlaşmasında ve vebanın etkisini azalt-
mada baharatların oynadığı role dair bkz. Ziegler, The Black Death; Deaux,
The Black Death, 1347 ve Herlihy, The Black Death and the Transformation
of the West. İstanbul’un düşüşü için Crowley’in Constantinople adlı eserine
bakılabilir. Kolomb ve Vasco da Gama’nın deniz seferleri şu eserlerde an-
latılmaktadır: Fernández-Armesto, Columbus; Subrahmanyam, The Career
and Legend of Vasco da Gama; Keay, The Spice Route; Turner, Spice ve Bo-
orstin, The Discoverers. Vasco da Gama’nın (ve Zheng He’nin) Avrupa ba-
harat fiyatları üzerindeki etkisi için: O’Rourke ve Williamson, “Did Vasco
da Gama Matter for European Markets?” Hint Okyanusu ticaretinin yapısı
için bkz. Chaudhuri, Trade and Civilisation in the Indian Ocean. Avrupalı
imparatorlukların kökenleri için bkz. Scammell, The World Encompassed.
Yerel besin tartışması ise gerek Murray’in Moveable Feasts isimli kitabında
gerekse de İnternetteki sayısız blog yazarı tarafından yapılmaktadır.

4. Bölüm

Kral Charles’ın ananası ile ilgili hikâye için bkz. Beauman, The Pineapp-
le. Avrupalı ülkeler arasında iktisadi botanikte yaşanan rekabet ve botanik
bahçelerinin kökenleri için bkz. Brockway, Science and Colonial Expansion
ve Drayton, Nature’s Government. Mısır ve patatesin Eski Dünya’ya transfe-
ri için şu kaynaklara bakılabilir: Ho, “The Introduction of American Food
Plants into China”; Langer, “Europe’s Initial Population Explosion” ve Lan-
ger, “American Foods and Europe’s Population Growth 1750–1850.” Şekerin
Yeni Dünya’ya transferi ve şeker üretiminin sanayi-öncesi niteliğine dair
bkz. Landes, The Wealth and Poverty of Nations; Mintz, Sweetness and Po-
wer; Hobhouse, Seeds of Change; Daniels ve Daniels, “The Origin of the
Sugarcane Roller Mill”; Higman, “The Sugar Revolution” ve Fogel, Without

302
İnsanlığın Yeme Tarihi

Consent or Contract. Patatesin tarihi ve etkisi şu kaynaklarda tartışılmakta-


dır: Salaman, The History and Social Influence of the Potato; Reader, Propiti-
ous Esculent ve McNeill, “How the PotatoChanged the World’s History.” Sa-
nayi Devrimi’ni tetiklemede yeni besin maddelerinin ve tarım tekniklerinin
oynadığı rol için bkz. Malanima, “Energy Crisis and Growth 1650–1850”;
Thomas, The Industrial Revolution and the Atlantic Economy; Pomeranz,
The Great Divergence; Thomas, “Escaping from Constraints: The Industrial
Revolution in a Malthusian Context”; Steinberg, “An Ecological Perspective
on the Origins of Industrialization”; Wrigley, Poverty, Progress and Popula-
tion; Wrigley, Continuity, Chance and Change; Jones, “Agricultural Origins
of Industry” ve Jones, “Environment, Agriculture, and Industrialization in
Europe.” Patates kıtlığı için bkz. Reader, Propitious Esculent ve Hobhouse,
Seeds of Change.

5. Bölüm

Antik dünyadaki askeri lojistik için bkz. Engels, Alexander the Great and
the Logistics of the Macedonian Army; Roth, The Logistics of the Roman
Army at War; Clausen, “The Scorched Earth Policy, Ancient and Modern”
ve Erdkamp, Hunger and the Sword. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda lo-
jistiğin oynadığı role dair bkz. Tokar, “Logistics and the British Defeat in
the Revolutionary War” ve Bowler, Logistics and the Failure of the British
Army in America. Askeri lojistiğin evrimine dair daha geniş bir tartışma
için bkz. van Creveld, Supplying War ve Lynn, Feeding Mars. Napolyon’un
yükselişi ve düşüşü için şu kaynaklara bakılabilir: Rothenberg, The Art of
Warfare in the Age of Napoleon; Nafziger, Napoleon’s Invasion of Russia; Asp-
rey, The Rise and Fall of Napoleon Bonaparte; Schom, Napoleon Bonaparte
ve Riehn, 1812: Napoleon’s Russian Campaign. Amerikan İç Savaşı’ndaki
lojistiğin oynadığı role dair bkz. Moore, “Mobility and Strategy in the Ci-
vil War.” Konserve besinin tarihi için bkz. Shephard, Pickled, Potted and
Canned. 1932–33 Sovyet kıtlığına dair şu kaynaklara bakılabilir: Ellman,
“The Role of Leadership Perceptions and of Intent in the Soviet Famine of
1931–1934”; Ellman, “Stalin and the Soviet Famine of 1932–33 Revisited”
ve Dalrymple, “The Soviet Famine of 1932–1934.”Çin’deki büyük kıtlık için

303
Notlar

bkz. Smil, “China’s Great Famine: 40 Years Later” ve Becker, Hungry Ghosts.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünde gıda kıtlıklarının oynadığı rol, Gaidar’ın
Collapse of an Empire kitabında işlenmiştir. Şeker boykotuna dair bir açık-
lama için ise bkz. Wroe, “Sick with Excess of Sweetness.”

6. Bölüm

Haber-Bosch Yöntemi’nin geliştirilmesine dair bir açıklama için bkz. Smil,


Enriching the Earth; Erisman, Sutton, Galloway, Klimont ve Winiwarter,
“How a Century of Ammonia Synthesis Changed the World” ve Smil, “Nit-
rogen and Food Production: Proteins for Human Diets.” Yeşil Devrim ve bu
devrimin yankısı şu eserlerde tartışılmıştır: Evans, Feeding the Ten Billion;
Easterbrook, “Forgotten Benefactor of Humanity”; Evenson ve Gollin, “As-
sessing the Impact of the Green Revolution, 1960 to 2000”; Webb, “More
Food, But Not Yet Enough” ve Stuertz, “Green Giant.” Tarımsal üretkenlik
ve iktisadi kalkınma arasındaki ilişki, şu kaynaklarda ele alınmıştır: Gulati,
Fan ve Dalafi, “The Dragon and the Elephant: Agricultural and Rural Re-
forms in China and India”; Timmer, “Agriculture and Pro-Poor Growth:
AnAsian Perspective”; Delgado, Hopkins ve Kelly, “Agricultural Growth
Linkages in Sub-Saharan Africa”; Fan, Hazell ve Thorat, “Government-
Spending, Growth, and Poverty: An Analysis of Interlinkages in Rural In-
dia”; Gollin, Parente ve Rogerson, “The Food Problem and the Evolutionof
International Income Levels”; Gollin, Parente ve Rogerson, “The Role of
Agriculture in Development” ve Doepke, “Growth Takeoffs.” Demografik
geçiş konusu için bkz. Doepke, “Accounting for Fertility Decline During
the Transition to Growth.” Azot girdisi ve üretkenlik arasındaki ilişki ve
daha az kimyasalın kullanıldığı tarıma dair yapılan tartışmalar için Smil’in
Enriching the Earth isimli kitabına bakılabilir.

304
Yazar Hakkında

TOM STANDAGE, the Economist dergisinde ekonomi editörü-


dür. A History of the World in Six Glasses [Altı Bardakta Dün-
ya Tarihi], The Turk [Mekanik Türk] ve The Neptune Files gibi
eserlerin yazarıdır. Standage’in Wall Street Journal tarafından bir
“klasik” kabul edilen The Victorian Internet adlı eseri, How the
Victorians Wired the World başlığı altında bir belgesel filme uyar-
lanmıştır. Standage, aralarında Wired, the Guardian, the Daily
Telegraph ve the New York Times’ın da yer aldığı sayısız dergi ve
gazeteye bilim ve teknoloji konularında yazılar yazmıştır. Oxford
Üniversitesi’nde mühendislik ve bilgisayar bilimi okumuştur. Kü-
çük bir müzik topluluğunun üyesidir. Karısı ve çocuklarıyla bir-
likte Londra’da yaşamaktadır.

305
Kaynakça

Asprey, Robert B. The Rise and Fall of Napoleon Bonaparte. London: Little,
Brown, 2001.
Bauer, Brian S. “Legitimization of the State in Inca Myth and Ritual.”
American Anthropologist 98, no. 2 (June 1996): 327–37.
Beauman, Fran. The Pineapple: King of Fruits. London: Chatto & Windus,
2005.
Becker, Jasper. Hungry Ghosts: China’s Secret Famine. London: John Murray,
1996.
Bellwood, Peter S. First Farmers: The Origins of Agricultural Societies.
Oxford: Blackwell, 2005.
Bender, Barbara. “Gatherer- Hunter to Farmer: A Social Perspective.” World
Archaeology 10, no. 2 (1978): 204–22.
Boorstin, Daniel J. The Discoverers. New York: Random House, 1983.
Bowler, Arthur. Logistics and the Failure of the British Army in America,
1775–1783. Princeton, New Jersey: Princeton University Press, 1975.
Brockway, Lucile H. Science and Colonial Expansion: The Role of the British
Royal Botanic Gardens. New York: Academic Press, 1979.
Chaliand, Gérard. Yeni Savaş Sanatı. İstanbul: Avesta Yayınları, 2010.
Chanda, Nayan. Küreselleşmenin Sıradışı Öyküsü (Tacirler, Vaizler,
Maceraperestler ve Savaşçılar Globalizmi Nasıl Şekillendirdiler). Ankara:
ODTÜ, 2009.
Chaudhuri, Kirti. Trade and Civilisation in the Indian Ocean: An Economic
History from the Rise of Islam to 1750. Cambridge: Cambridge University
Press, 1985.
Clausen, Wendell. “The Scorched Earth Policy, Ancient and Modern.” The
Classical Journal 40, no. 5 (February 1945): 298–99.
Clausewitz, Carl von. Savaş Üzerine. İstanbul: Doruk Yayınları, 2008.
Cohen, Mark. Health and the Rise of Civilization. New Haven: Yale
University Press, 1989.
Cowan, C. Wesley, and Patty Watson, eds. The Origins of Agriculture: An
International Perspective. Washington, D.C.: Smithsonian Institution
Press, 1992.
Crowley, Roger. 1453, Son Büyük Kuşatma. Ankara: April Yayıncılık, 2011.

306
İnsanlığın Yeme Tarihi

Curtin, Philip. Kültürler Arası Ticaret. İstanbul: Küre Yayınları, 2008.


D’Souza, Frances. “Democracy as a Cure for Famine.” Journal of Peace
Research 31, no. 4 (November 1994): 369–73.
Dalby, Andrew. Dangerous Tastes: The Story of Spices. London: British
Museum Press, 2000.
———. Food in the Ancient World from A to Z. London: Routledge, 2003.
———. Siren Feasts: A History of Food and Gastronomy in Greece. London:
Routledge, 1996.
Dalrymple, Dana. “The Soviet Famine of 1932–1934.” Soviet Studies 15, no.
3 (January 1964): 250–84.
Daniels, John, and Christian Daniels. “The Origin of the Sugarcane Roller
Mill.” Technology and Culture 29, no. 3 (July 1988): 493–535.
Davis, Johnny. “Svalbard Global Seed Vault: Ark of the Arctic.” Daily
Telegraph, February 16, 2008.
Deaux, George. The Black Death, 1347. London: Hamilton, 1969.
Delgado, L. C., J. Hopkins, and V. A. Kelly. “Agricultural Growth Linkages
in Sub- Saharan Africa.” International Food Policy Research Institute
Research Report No. 107. Washington, D.C.: International Food Policy
Research Institute, 1998.
Diamond, Jared. “Evolution, Consequences and Future of Plant and Animal
Domestication.” Nature 418 (August 8, 2002): 700–707.
———. Tüfek, Mikrop ve Çelik. Ankara: Tübitak Yayınları, 2002.
———. “The Worst Mistake in the History of the Human Race.” Discover,
May 1987: 64–66.
Doebley, John. “The Genetics of Maize Evolution.” Annual Review of
Genetics 38 (2004): 37–59.
Doepke, Matthias. “Accounting for Fertility Decline During the Transition
to Growth.” Journal of Economic Growth 9, no. 3 (2004): 347–83.
———. “Growth Takeoffs.” UCLA Department of Economics Working
Paper 847 (2006).
Drayton, Richard. Nature’s Government: Science, Imperial Britain, and the
“Improvement” of the World. New Haven: Yale University Press, 2000.
Dupanloup, Isabelle, Giorgio Bertorelle, Lounès Chikhi, and Guido
Barbujani. “Estimating the Impact of Prehistoric Admixture on the
Genome of Europe ans.” Molecular Biology and Evolution 21, no. 7
(2004): 1361–72.
Easterbrook, Gregg. “Forgotten Benefactor of Humanity.” The Atlantic 279,

307
Kaynakça

no. 1 (January 1997): 75–82.


Ellman, Michael. “The Role of Leadership Perceptions and of Intent in the
Soviet Famine of 1931–1934.” Europe- Asia Studies 57, no. 6 (September
2005): 823–41.
———. “Stalin and the Soviet Famine of 1932–33 Revisited.” Europe- Asia
Studies 59, no. 4 (June 2007): 663–93.
Engels, Donald W. Alexander the Great and the Logistics of the Macedonian
Army. Berkeley, Los Angeles, and London: University of California
Press, 1978.
Erdkamp, Paul. Hunger and the Sword: Warfare and Food Supply in Roman
Republican Wars (264–30 BC). Amsterdam: Gieben, 1998.
Erisman, J. W., M. A. Sutton, J. Galloway, Z. Klimont, and W. Winiwarter.
“How a Century of Ammonia Synthesis Changed the World.” Nature
Geoscience 1 (2008): 636–39.
Evans, Lloyd T. Feeding the Ten Billion: Plants and Population Growth.
Cambridge: Cambridge University Press, 1998.
Evenson, R. E., and D. Gollin. “Assessing the Impact of the Green Revolution,
1960 to 2000.” Science 300 (May 2, 2003): 758–62.
Fan, S., P. Hazell, and S. Thorat “Government Spending, Growth, and
Poverty: An Analysis of Interlinkages in Rural India.” EPTD Discussion
Paper No. 33. Washington, D.C.: International Food Policy Research
Institute, 1998.
Fernández- Armesto, Felipe. Columbus. Oxford: Oxford University Press,
1991.
———. Yemek İçin Yaşamak (Yiyeceklerle Dünya Tarihi). İstanbul: İletişim
Yayınları, 2007.
Fogel, Robert William. Without Consent or Contract: The Rise and Fall of
American Slavery. New York: W.W. Norton, 1989.
Foster, C., K. Green, M. Bleda, P. Dewick, B. Evans, A. Flynn, and J. Mylan.
“Environmental Impacts of Food Production and Consumption: A
Report to the Department for Environment, Food and Rural Affairs.”
London: DEFRA, 2006.
Fussell, Betty. The Story of Corn. New York: Knopf, 1992.
Gaidar, Yegor. Collapse of an Empire: Lessons for Modern Russia. Washington,
D.C.: Brookings Institution Press, 2007.
Garnsey, P. Food and Society in Classical Antiquity. Cambridge: Cambridge
University Press, 1999.

308
İnsanlığın Yeme Tarihi

Gilman, Antonio. “The Development of Social Stratification in Bronze Age


Eu rope.” Current Anthropology 22, no. 1 (1981): 1–23.
Gollin, Douglas, Stephen L. Parente, and Richard Rogerson. “The Food
Problem and the Evolution of International Income Levels.” Working
Papers 899, Economic Growth Center, Yale University, 2004.
———. “The Role of Agriculture in Development.” American Economic
Review 92, no. 2 (2002): 160–64.
Gray, Louis Herbert, ed. The Mythology of All Races. New York: Cooper
Square Press, 1978.
Gulati, Ashok, Shenggen Fan, and Sara Dalafi. “The Dragon and the Elephant:
Agricultural and Rural Reforms in China and India.” International Food
Policy Research Institute, MTID discussion paper 87. Washington, D.C.:
International Food Policy Research Institute, 2005.
Gunn, Geoffrey. First Globalization: The Eurasian Exchange, 1500–1800.
Lanham, Mary land: Rowman & Littlefield Publishers, 2003.
Hampl, Jeffrey, and William Hampl. “Pellagra and the Origin of a Myth:
Evidence from European Literature and Folklore.” Journal of the Royal
Society of Medicine, 90, no. 11 (1997): 636–39.
Hayden, Brian D. Archaeology: The Science of Once and Future Things. New
York: W.H. Freeman, 1993.
Herlihy, David. The Black Death and the Transformation of the West.
Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 1997.
Higman, B. W. “The Sugar Revolution.” The Economic History Review, new
series, 53, no. 2 (May 2000): 213–36.
Ho, Ping- Ti. “The Introduction of American Food Plants into China.”
American Anthropologist, new series 57, no. 2, part 1 (April 1955): 191–
201.
Hobhouse, Henry. Değişim Tohumları. İstanbul: Doğan Kitap, 2007.
Johnson, Allen W., and Timothy Earle. The Evolution of Human Societies:
From Foraging Group to Agrarian State. Stanford, California: Stanford
University Press, 2000.
Jones, E. L. “Agricultural Origins of Industry.” Past and Present Society 40,
no. 1 (July 1968): 58–71.
———. “Environment, Agriculture, and Industrialization in Europe.”
Agricultural History 51, no. 3 (July 1977): 491–502.
Keay, John. The Spice Route: A History. London: John Murray, 2005.
Keegan, John. Savaş Sanatı Tarihi. İstanbul: Doruk Yayınları,2007.

309
Kaynakça

Kiple, Kenneth, and Kriemhild Ornelas, eds. Cambridge World History of


Food. Cambridge: Cambridge University Press, 2000.
Kiple, Kenneth F. Gezgin Şölen - Gıda Küreselleşmesinin On Bin Yılı. İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları, 2010.
Landes, David. The Wealth and Poverty of Nations: Why Some are So Rich
and Some So Poor. London: Little, Brown, 1998.
Langer, William. “American Foods and Europe’s Population Growth 1750–
1850.” Journal of Social History 8, no. 2 (Winter 1975): 51–66.
———. “Europe’s Initial Population Explosion.” American Historical Review
69, no. 1 (October 1963): 1–17.
Lee, Richard Borshay. The !Kung San: Men, Women and Work in a Foraging
Society. Cambridge: Cambridge University Press, 1979.
Lehane, Brendan. The Power of Plants. London: John Murray, 1977.
Lehner, Ernst, and Johanna Lehner. Folklore and Odysseys of Food and
Medicinal Plants. London: Harrap, 1973.
Lynn, John A., ed. Feeding Mars: Logistics in Western Warfare from the
Middle Ages to the Present. Boulder, Colorado: Westview Press, 1993.
Malanima, Paolo. “Energy Crisis and Growth 1650–1850: The Europe an
Deviation in a Comparative Perspective.” Journal of Global History 1,
no. 1 (2006): 101–21.
Malthus, Thomas. An Essay on the Principle of Population. London: J.
Johnson, 1803.
Manning, Richard. Against the Grain: How Agriculture Has Hijacked
Civilization. New York: North Point Press, 2004.
Marks, Robert. The Origins of the Modern World: A Global and Ecological
Narrative from the Fifteenth to the Twenty- first Century. 2nd edition.
Lanham, Mary land: Rowman & Littlefield, 2006.
McGee, Harold. McGee on Food & Cooking: An Encyclopedia of Kitchen
Science, History and Culture. London: Hodder and Stoughton, 2004.
McNeill, William H. “How the Potato Changed the World’s History.” Social
Research 66, no. 1 (Spring 1999): 67–83.
Michalowski, Piotr. “An Early Dynastic Tablet of ED Lu A from Tell Brak
(Nagar).” Cuneiform Digital Library Journal 2003:3, http:cdli.ucla.edu/
pubs/cdlj/2003/cdlj2003_003.html.
Miller, J. Innes. The Spice Trade of the Roman Empire, 29 BC to AD 641.
Oxford: Clarendon Press, 1969.
Mintz, Sidney Wilfred. Şeker ve Güç. İstanbul: Kabalcı, 1997.

310
İnsanlığın Yeme Tarihi

Mithen, Steven. After the Ice: A Global Human History 20,000–5,000 BC.
Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 2004.
Moore, John. “Mobility and Strategy in the Civil War.” Military Affairs 24,
no. 2, Civil War Issue (Summer 1960): 68–77.
Murray, Sarah. Moveable Feasts: From Ancient Rome to the 21st Century, the
Incredible Journeys of the Food We Eat. London: Macmillan, 2007.
Nafziger, George. Napoleon’s Invasion of Russia. Novato, California: Presidio,
1998.
Needham, Joseph, and Francesca Bray. Science and Civilisation in China vol.
6, Biology and Biological Technology, part 2, Agriculture. Cambridge:
Cambridge University Press, 1984.
Newman, Lucile F., ed. Hunger in History: Food Shortage, Poverty, and
Deprivation. Oxford: Blackwell, 1990.
O’Rourke, Kevin, and Jeffrey Williamson. “Did Vasco da Gama Matter for
Europe an Markets?” National Bureau of Economic Research, Working
Paper 11884, 2005.
Ogilvie, Brian. “The Many Books of Nature: Renaissance Naturalists and
Information Overload.” Journal of the History of Ideas 64, no. 1 (January
2003): 29–40.
Pinhasi, Ron, Joaquim Fort, and Albert Ammerman. “Tracing the Origin
and Spread of Agriculture in Europe.” PLoS Biology 3, no. 12 (2005):
e410.
Pollan, Michael. Etobur – Otobur İkilemi. İstanbul: Pegasus, 2009.
Pomeranz, Kenneth. The Great Divergence: China, Europe, and the Making
of the Modern World Economy. Princeton, New Jersey: Princeton
University Press, 2000.
Reader, John. Propitious Esculent: The Potato in World History. London:
William Heinemann, 2008.
Riehn, Richard K. 1812: Napoleon’s Russian Campaign. New York: John
Wiley & Sons, 1991.
Rotberg, Robert I., and Theodore K. Rabb, eds. Hunger and History: The
Impact of Changing Food Production and Consumption Patterns on
Society. Cambridge: Cambridge University Press, 1985.
Roth, Jonathan. The Logistics of the Roman Army at War (264 BC–AD 235).
Leiden, Netherlands: Brill, 1998.
Rothenberg, Gunther Erich. The Art of Warfare in the Age of Napoleon.
Bloomington: Indiana University Press, 1977.

311
Kaynakça

Sahlins, Marshall David. Taş Devri Ekonomisi. İstanbul: BGST, 2010.


Salaman, Redcliffe N. The History and Social Influence of the Potato.
Cambridge: Cambridge University Press, 1949.
Scammell, G. V. The World Encompassed: The First Europe an Maritime
Empires, c.800–1650. Berkeley and Los Angeles: University of California
Press, 1982.
Schivelbusch, Wolfgang. Keyif Verici Maddelerin Tarihi (Cennet, Tat ve
Mantık). Ankara: Genesis Kitap, 2012.
Schom, Alan. Napoleon Bonaparte. New York: HarperCollins, 1997.
Sen, Amartya. “Democracy as a Universal Value.” Journal of Democracy
10, no. 3 (1999): 3–17. Shephard, Sue. Pickled, Potted and Canned: The
Story of Food Preserving. London: Headline, 2000.
Smil, Vaclav. “China’s Great Famine: 40 Years Later.” British Medical Journal
319, no. 7225 (1999): 1619–21.
———. Enriching the Earth: Fritz Haber, Carl Bosch, and the Transformation
of World Food Production. Cambridge, Massachusetts: MIT Press, 2004.
———. “Nitrogen and Food Production: Proteins for Human Diets.” Ambio
31, no. 2 (March 2002): 126–31.
Smith, Adam. Milletlerin Zenginliği. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları,
2006.
Spaull, C. “The Hekanakhte Papers and Other Early Middle Kingdom
Documents, by T. G. H. James.” (Review) Journal of Egyptian Archaeology
49 (1963): 184–86.
Steinberg, Theodore. “An Ecological Perspective on the Origins of
Industrialization.” Environmental Review 10, no. 4 (Winter 1986): 261–76.
Stuertz, Mark. “Green Giant.” Dallas Observer, December 5, 2002.
Subrahmanyam, Sanjay. The Career and Legend of Vasco da Gama.
Cambridge: Cambridge University Press, 1997.
Svalbard Global Seed Vault official Web site: http:// www .regjeringen .no/
en/ dep/ lmd/ campain/ svalbard-global -seed-vault.html.
The State of Food and Agriculture 2003–2004. Rome: Food and Agriculture
Organization of the United Nations, 2004.
Thomas, Brinley. “Escaping from Constraints: The Industrial Revolution
in a Malthusian Context.” Journal of Interdisciplinary History 15, no. 4
(Spring 1985): 729–53.
———. The Industrial Revolution and the Atlantic Economy: Selected Essays.
London: Routledge, 1993.

312
İnsanlığın Yeme Tarihi

Timmer, Peter. “Agriculture and Pro- Poor Growth: An Asian Perspective.”


Center for Global Development, Working Paper 63, July 2005.
Tokar, John. “Logistics and the British Defeat in the Revolutionary War.”
Army Logistician 31, no. 5 (September–October 1999): 42–47.
Toussaint- Samat, Maguelonne. A History of Food. Oxford: Blackwell, 1992.
Trigger, Bruce G. Understanding Early Civilizations. Cambridge: Cambridge
University Press, 2003.
Turner, Jack. Spice: The History of a Temptation. New York: Knopf, 2004.
Van Creveld, Martin. Supplying War: Logistics from Wallenstein to Patton.
Cambridge: Cambridge University Press, 1977.
Visser, Margaret. Much Depends on Dinner: The Extraordinary History and
Mythology, Allure and Obsessions, Perils and Taboos of an Ordinary
Meal. New York: Grove Press, 1987.
Warman, Arturo. Corn and Capitalism: How a Botanical Bastard Grew
to Global Dominance. Translated by Nancy L. Westrate. Chapel Hill:
University of North Carolina Press, 2003.
Webb, Patrick. “More Food, But Not Yet Enough: 20th Century Successes in
Agriculture Growth and 21st Century Challenges.” Friedman School of
Nutrition, Tufts University, Food Policy and Applied Nutrition Program
Discussion Paper 38, 2008.
Wenke, Robert J. Patterns in Prehistory: Humankind’s First Three Million
Years. New York: Oxford University Press, 1990.
Wittfogel, Karl August. Oriental Despotism: A Comparative Study of Total
Power. New Haven: Yale University Press, 1959.
Wrigley, Edward Anthony. Continuity, Chance and Change: The Character of
the Industrial Revolution in England. Cambridge: Cambridge University
Press, 1988.
———. Poverty, Progress and Population. Cambridge: Cambridge University
Press, 2004.
Wroe, Anne. “Sick with Excess of Sweetness.” Economist, December 19,
2006.
Ziegler, Philip. The Black Death. London: Collins, 1969.

313
Dizin

1975 Kıtlığı! (William ve Paul Pad- Avustralya aborijinleri 37


dock) 269 ayllu 73, 74
azot
A amonyak sentezi 261, 263
Açıkça İfade Edilen Kıtlık Sorunu ve çevre 2
ve Çözüm Önerileri 172 Aztekler
Adam Smith 2, 14, 158, 166, 223 adaklar 77, 78
Afrika. Ayrıca bakınız belirli ülkeler ve mısır 31, 44, 254
İslam’ın yayılması 101 yaratılış hikâyeleri 301
Akad’lı Sargon 74
Almanya
B
Berlin’e havadan yardım 217 Bağımsızlık Savaşı Ayrıca Bakınız
Altın Orda 104 Amerikan Bağımsızlık Sava-
Amerika şı 13, 190, 303
Amerikan Bağımsızlık Savaşı 13, baharat ticareti
190, 303 Arap tüccarlar 87, 91, 95, 101
Amerikan İç Savaşı 13, 206, 207, deniz yolları 109
212, 303 Kara Ölüm 105, 173, 302
Berlin’e havadan yardım 217 kara yolları 92
Amerikan Bağımsızlık Savaşı 13, ve İslam 102, 104
190, 303 baklagiller 252, 253, 264
Amerikan İç Savaşı 13, 206, 207, Balsas teosintesi 24
212, 303 Banda adaları 128
amonyak sentezi 261, 263 Bangladeş, yeşil devrim 283
Appert, Nicolas. Ayrıca bakınız Ap- Barras, Paul 193
pert 202, 203, 204, 205, 206 BASF 260, 261, 262, 264, 272
Arap tüccarlar Ayrıca bakınız İslam Basklılar 42
87, 91, 95, 101 Batlamyus (Romalı matematikçi)
aselbent 86, 90 90, 91, 99, 100, 112
Austerlitz Muharebesi 195
Belov, Fedor 227
avcı-toplayıcılar 34, 38, 39, 42, 53,
Berlin’e havadan yardım 217
55, 56
Berthelot, Marcelin 252
tarıma geçiş 20, 33, 36

314
İnsanlığın Yeme Tarihi

besinin siyasi yönden kullanımı Büyük İskender Ayrıca bakınız


Berlin’e havadan yardım 217 İskender 193
Mao’nun Büyük İleri Atılımı 277 Büyük Plinius 86, 95, 96, 132
Zimbabve 241, 242 Büyük Sergi (Londra, 1851) 206
besin mesafesi 132, 134
beslenme C
ve azot 256, 260
Cabral, Pedro Alvarez 123
ve mısır 31, 44, 254
calpullis 74
Binbir Gece Masalları 85
cam yapımı 169
Birinci Dünya Savaşı 212, 213, 262
Capron, Horace 265
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım
Casas, Bartolomé de las 117
Örgütü 285, 297
Cato, Marcus Porcius 254
Bîrûnî 100
Cenevizli tüccarlar 104
bitkinin “başını eğmesi” 265
Chanca, Diego Álvarez 116
biyoyakıtlar 178
Clay, Lucius D. 216, 217, 218
Boccaccio, Giovanni 106
Cline, William 296
Bonapart, Napolyon
Clusius 153
Austerlitz Muharebesi 195
Colbert, Charles 140
Waterloo 205
Columella 254
Borlaug, Norman 266, 267, 268,
Cortés, Hernán 117
269, 270, 271, 285, 286, 289
Crompton, Samuel 169
Bosch, Carl 260, 261, 262, 263,
Crookes, William 256, 257
264, 272, 287, 304, 312
Crosby, Alfred 145
botanik 141, 142, 143, 144, 153,
cüce türler 271
302
cüzam 35, 154
botanik bahçeleri 141, 142
çanak çömlek 65
Boussingault, Jean-Baptiste 251,
Çariçe II. Katerina (Büyük Kat-
252
erina) 155
Bové, José 243
çay 131, 149, 244, 299
Boyle, Robert 201, 202, 203
Çin
bozulma süreci 201
Mao’nun Büyük İleri Atılımı 277
Bradley, Omar 216
Çin tarçını (sinameki) 85
Brevor 268
Brezilya 123, 141, 148, 179 D
Brillat-Savarin, Jean-Anthelme 2
buğday d’Ailly, Pierre 112
cüce buğday türleri 265, 268, 270 Davis, Jefferson 212, 307
Buzurg ibn Shahriyar 101 demiryolları 213
büyük adam kültürleri 59 demografik geçiş 280, 282
Büyük İleri Atılım 229, 230, 231, Deng Xiaoping (Deng Şiaoping)
234, 240 234, 277

315
Index

Denizci Henry, Portekiz prensi 118 güç. Bakınız zenginlik ve güç 1, 51,
Denizcilik Yasaları (1660’lar) 140 55, 61, 75, 76, 88, 90, 101,
Denizci Sinbad 85, 102 108, 122, 128, 139, 140, 141,
Dias, Bartholomeu 119 144, 156, 185, 192, 212, 216,
dini pratikler ve gelenekler 221, 239
İslam’ın yayılması 101 Güney Kore 243
Donkin, Bryan 205, 206
Drake, Francis 127, 128 H
Durand, Peter 204, 205 Haber, Fritz 257, 258, 259, 260,
Dünya Bankası 288, 289 261, 262, 263, 264, 272, 287,
Dünya Sağlık Örgütü 284 304, 312
Halvorsen, Gail 219
E
Hannibal 189, 190
Eden, Frederick 157 haraçlar 75
Elcano, Juan Sebastian 127 Harlan, Jack 297
Endonezya 31, 94, 103, 143, 271 haşere ilaçları 284
Escenden’li John 106 Hawaii 62, 63
Eskimo grupları (Alaska) 59 haylli 69, 70
etanol 178, 179, 180 hayvanların evcilleştirilmesi 32
Eudoxus 91, 92 Hazda göçebeleri (Tanzanya) 33
Hekanakhte Mektupları 72
F Hellriegel, Hermann 252
Herball (Gerard) 154
Feodosya (Kırım yarımadası) 104,
Herodot 85, 86, 100
105, 106, 107, 109
Her Türlü Et ve Sebzeyi Birkaç Yıl
Forster, William 173
Boyunca Saklama Sanatı
Fransa
[The Art of Preserving All
şeker üretimi 13, 147, 149, 150
Kinds of Animal and Vege-
G table Substances for Several
Years] Appert 204
Gaidar, Yegor 235, 238, 304, 309 Hindiçin 31
Gaud, William 271 Hindistan
Gerard, John 154 sanayileşme 13, 177, 222, 223,
gıda krizi 269, 289 228, 235, 273, 274, 275, 276,
gıdayı muhafaza etme 207 282
Gorbaçov, Mihail 238 yeşil devrim 250
Grant, Ulysses S. 208, 211, 212 Hint defneyaprağı 88, 89, 94
Grossman, Vasily 225 Hippalos 92
Guano Adaları Yasası (1856) 255 Hispanyola 114, 115, 116, 126, 147,
Guibert, Comte de 194 148

316
İnsanlığın Yeme Tarihi

Hollandalı tüccarlar 128 Jevons, William Stanley 178


Howley, Frank 217
K
I
kakule 88, 94
II. Charles, İngiltere kralı 139, 140, karanfil 94, 95, 98, 106, 117, 121,
143, 145, 171 125, 127, 128, 129
Immerwahr, Clara 263 Kara Ölüm (hıyarcıklı veba / bu-
IR8 271 bonik veba) 105, 173, 302
Irak, Tell es-Sawwan mezar eşyaları karbon ayak izi 133
32, 58, 103, 294 Khoisan avcı-toplayıcıları 42
İbn Battûta 103 kırmızıbiber [chile] 118
İç Savaş. Bakınız Amerikan İç kıtlıklar
Savaşı 210 Mao’nun Büyük İleri Atılımı 277
İkinci Dünya Savaşı 213, 215, 264, kiralar 72
265 Kolomb, Kristof 100, 111, 112, 113,
İkinci Yeşil Devrim 288, 290 114, 115, 116, 117, 118, 119,
iklim değişikliği 37, 292, 296 126, 143, 144, 145, 146, 147,
İngiltere 158, 159, 302
sanayileşme 13, 177, 222, 223, Kolomb Mübadelesi 143, 145, 159
228, 235, 273, 274, 275, 276, komünizm
282 Berlin’e havadan yardım 217
şeker üretimi 13, 147, 149, 150 ilkel komünizm 56
ve patates 11, 13, 158, 165, 286 Mao’nun Büyük İleri Atılımı 277
İnkalar konserve besin 204, 206
adaklar 77, 78 koruyucu tarım (koruyucu toprak
ve patates 11, 13, 158, 165, 286 işleme) 291
yaratılış hikâyeleri 301 Kosior, Stanislav 226
İpek Yolu 95, 100, 106, 108 kömür 167, 168, 169, 178, 180, 217,
İrlanda 256, 295
patates kıtlığı 176 Kömür Sorunu [The Coal Ques-
İskenderiye Tarifesi 87, 88 tion] Jevons 178
İslam 101, 102, 103, 104 Kranz, Julius 260
İspanya, keşif çağı 43, 101, 103, Kruşçev, Nikita 229, 233, 236, 237
112, 113, 115, 117, 126, 127, Kutuzov, Mihail Illarionovich 200
128, 133, 146, 153, 160 Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü
ithal besin (NATO) 221
ve sanayileşme 276 Küba 114, 116, 145
küçük hindistancevizi 129
J
Küresel Kalkınma Merkezi 296
Jani Beg 104, 105 Kyd, Robert 143

317
Index

L Morgan, Lewis H. 56
Mugabe, Robert 241, 242
Lee 54, 55, 208, 210, 212, 300, 301, Muggeridge, Malcolm 226
310 muskat 89, 94, 95, 106, 114, 116,
Lewis, Ben 56, 215 117, 125, 127
Linschoten, Jan Huyghen van 128 Mussi, Gabriele de 105
lojistik. Ayrıca bakınız savaşın
yakıtı olarak besin 185, 187, N
188, 190, 194, 201, 208, 209,
213, 303 NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması
Lysenko, Trofim 230 Örgütü) 221
Nambikwara (Brezilya) 60
M Nernst, Walther Hermann 258,
Macellan, Ferdinand 126, 127 259, 262
Madeira 147 Newcomen, Thomas 169
Malthus, Thomas 158, 162, 163, nixtamalization [alkali ortamda
165, 166, 172, 177, 178, 256, pişirme] 25
270, 279, 283, 310 “Norfolk four-course rotation” 160
Mao Zedong 227, 228 Norin 10 265, 266, 268
Marco Polo 102, 103, 111, 112, nüfus artışı
113, 115, 116, 118 demografik geçiş 280, 282
Marie-Antoinette Fransa kraliçesi Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme
80, 151, 152, 156, 157 (Malthus) 162
Meksika. Ayrıca bakınız Aztekler
O
cüce buğday türleri 265, 268, 270
meyankökü 95 omurga 26, 28
Mezopotamya organik tarım 286, 287
haraçlar 75 ortalama yaşam süresi 241
Standart Meslekler Listesi 49 Osmanlılar 109
mısır etanolü 179 ölü bölgeler 283
Milletlerin Zenginliği (A. Smith)
14, 158, 312 P
Mittasch, Alwin 260
Paddock, William ve Paul 270
Moğol İmparatorluğu 104, 107,
Papin, Denis 202, 203, 204
108
Parmentier, Antoine-Augustin 156,
Molotov, Vyacheslav 216 157
Molük Adaları 94, 95, 97, 98, 102, Pasifik Savaşı (1879) 255
125, 126, 127, 128 Pasteur, Louis 204
Monkombu Sambasivan Swamina- patates
than 268 patates kıtlığı 176

318
İnsanlığın Yeme Tarihi

Peel, Robert 174, 175 Stalin, Josef 222, 223, 224, 225,
pelegra 24 226, 227, 228, 229, 235, 236,
Peng Dehuai 232, 233 303, 308
Peta 271 Strabon 91, 99, 112
PI 178383 297 Sümerler 32
Pigafetta, Antonio 127 Svalbard Küresel Tohum Mahzeni
piramitler 51, 66 293, 294
Pizarro, Gonzalo 117 şeflikler 62
Portekiz şekerkamışından etanol
şeker üretimi 13, 147, 149, 150 şeker üretimi 13, 147, 149, 150
Portekiz Kralı I. Manuel 119 ve kölelik 147
Prester John 118, 119 şeker pekmezi (melas) 148, 171
Prusyalı Büyük Friedrich 155 Şili, sodyum nitrat kaynağı 255,
256, 257, 263, 264
R
ravent 95
T
Robertson, Brian 217 Tacitus 96
Roma İmparatorluğu Tahıl Yasaları 174, 175, 179
İskenderiye Tarifesi 87, 88 tarçın 86, 87, 89, 94, 96, 99, 106,
Rommel, Erwin 213, 214 114, 115, 116, 117, 121, 127
Rose, John 139, 140 tarım
Rossignol, Robert Le 259 koruyucu toprak işleme 291
Run (Ada) 129, 130 organik tarım 286, 287
tarımsal üretkenlik
S cüce türler 271
savaş, savaşın yakıtı olarak besin ve sanayileşme 276
Amerikan Bağımsızlık Savaşı 13, tavuklar 45
190, 303 tekstil endüstrisi 169
İkinci Dünya Savaşı 213, 215, Tel Abu Hureyra (Suriye) 37
264, 265 Tell es-Sawwan (Irak) 58
ve sanayileşme 276 teosinte 22, 24, 30
Sen, Amartya 240, 241, 312 The Coal Question 178
sert omurga mutasyonu 26 Theophrastus 86, 142, 253
Sherman, William 208, 209, 210, ticaret ve ticaret ağları
211, 212 harita 99, 100
sığır 28, 32, 77, 171, 190, 203, 206, ve bilgi akışı 99
211 toplumsal tabakalaşma
sinameki (Çin tarçını) 87, 90 şeflikler 62
Smil, Vaclav 286, 304, 312 Toscanelli, Paolo 111, 112
Soğuk Savaş 13, 215, 221, 238 Tunner, William H. 218, 220, 221

319
Index

U Yoldaş Hatayevich 226


Young, Arthur 169, 172
Ulm manevrası 196
UPAE (Uluslararası Pirinç Z
Araştırma Enstitüsü) 270,
271 zencefil 85, 87, 88, 89, 93, 106, 116,
Uruk (Mezopotamya) 49, 50, 81 117, 121
zenginlik ve güç
V büyük adam kültürleri 59
toplumsal tabakalaşma 64, 65
vanilya 117 Zheng He 103, 104, 108, 120, 121,
Vasco da Gama 120, 121, 122, 123, 302
124, 126, 302, 311, 313 Zimbabve 241, 242
veba 105, 107
Vegetius 185
Venedikli tüccarlar 123
VIII. Batlamyus Mısır kralı 90, 91

W
Washington, George 2, 192, 216,
296, 306, 307, 308, 309
Watt, James 169
Wellington Dükü 175, 192
Wilfarth, Hermann 252
Wright, James 243, 249

X
XVI. Louis, Fransa kralı 152, 156,
157

Y
yakıp yıkma politikası 189
Yaobang, Hu 233
yaratılış hikâyeleri 301
yerleşik yaşama geçiş 38, 63
yeşil devrim 250
yetersiz beslenme
ve azot 256, 260
ve mısır 31, 44, 254
yiyecek arama 191, 198, 211

320

You might also like