Türk Dili 2. Dönem Vize Notları

You might also like

You are on page 1of 113

Türkçenin Yazımı İçin Tarih Boyunca Kullanılan Alfabeler

Yazı sistemlerinin en gelişmişi olan alfabe yazısında, her simge (harf) bir ses veya ses
birliğini karşılar. Harf, sesin yazıdaki simgesi olduğu için dil ile yazı karıştırılabilmektedir.
Dil sese dayalı bir sistem iken yazı harfe dayalıdır. Dilin en küçük unsuru ses, yazının en
küçük unsuru harftir. Dil işitsel, yazı görseldir. En önemlisi de, dil insanın varlığı kadar eski
olmasına rağmen, yazının geçmişi MÖ 3500’lü yıllara kadar geri gider. Bu özelliğiyle yazı,
insanlık tarihinde çok yeni bir bilgidir. Günümüzde dünyada 7106 dil olmasına rağmen sadece
180 civarında alfabe bulunmaktadır.

Var olduğu andan itibaren iletişim kurmak amacıyla dili sözlü olarak kullanan insanın
sahip olduğu bilgileri unutmamak ve bu bilgileri mekânın ve zamanın dışına aktarabilmek,
taşıyabilmek amacıyla dili (sözü, ses) tarihi süreç içerisinde mağara veya kaya resimleri;
resim yazısı (pictography); fikir yazısı (ideogram); fonetik yazı (hece yazısı, alfabe yazısı)
şekillerinde kodlamaya (şifrelemeye) başlamışlardır. Tarihleri boyunca çeşitli yazı
sistemlerini kullanmış medeniyetlerde olduğu gibi Türk tarihinde de dil (söz), öncelikle kaya
resimlerinin üzerine çeşitli çizgi ve şekillerle kaydedilmiştir. Bu resimlerin çeşitli boyların
işareti olan damgalara, damgaların da harflere dönüştüğü belirtilmektedir. Türkler ortak
mülkiyetin ayrılmasıyla hayvan sürülerini diğerlerinden ayırt etmek, diğer hayvanlarla
karışmalarını engellemek ve onların kendilerine ait olduklarını göstermek için damga adı
verilen ve mülkiyeti ifade eden işaretler kullanmaya başlamışlardır. Yani Türkler damgaları
öncelikle kendi boylarının bir simgesi, işareti, soyut bir kimliği ve mührü olarak
kullanmışlardır. İşte bu damgaların, en eski Türk yazı sistemi olarak bilinen Köktürk
alfabesinin kökeni olduğu ve bu yazı sisteminin de bu tarihi süreç nedeniyle MÖ 10 binli
yıllarda oluşmaya başladığı belirtilmektedir.

Türkler tarih boyunca çok geniş bir coğrafyaya yayılmış, çok farklı kültürlerle
etkileşim içinde bulunmuş ve çok farklı inanç sistemlerine dâhil olmuştur. Bu çeşitliliğin
doğal bir sonucu olarak Türkler, tamamı dil dışı olan dinî, siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel
nedenlerle ve baskıyla olmak üzere Türkçenin yazımı için farklı yazı sistemleri (alfabeler)
kullanmışlardır: Bunlar; Köktürk, Mani, Uygur, Soğut, Brahmi, Tibet, Süryani, İbrani, Grek,
Arap, Kiril ve Latin alfabeleridir. Bu alfabeler içinde en geniş ölçüde kullanılanlar Köktürk,
Uygur, Arap, Latin ve Kiril alfabeleridir. Bu alfabeler içerisinde Türkçenin Türkler tarafından
kaydedildiği ilk alfabe Köktürk alfabesidir. Çin ve Ermeni alfabeleri ise Türkler tarafından
kullanılmamakla birlikte, Çinliler ve Ermeniler tarafından Türkçenin yazımı için kullanılmış
alfabelerdir.

1. Çin Alfabesi (Yukarıdan aşağıya, sağdan sola): Türkler hakkındaki en eski yazılı bilgiler
Çin kaynaklarından elde edilmektedir. Çinliler en eski komşuları ve düşmanları olan Türkler
hakkında çeşitli bilgiler verdikleri kaynaklarda özellikle Türk kağanlarının adlarını ve
unvanlarını Çin alfabesiyle kaydetmişlerdir. İşte bu kayıtlar Türkçenin yazımı için kullanılan
en eski yazının Çin yazısı olduğunu göstermektedir. Bu alfabeyi Türkler kendi dillerini
yazmak için kullanmamışlar, Çinliler Türk kağanlarının adlarını, yani Türkçeyi yazarken
kullanmışlardır.

2. Köktürk Alfabesi (Yukarıdan aşağıya, sağdan sola): Türkçenin yazımı için Türkler
tarafından kullanılmış en eski ve ilk alfabe, Batıda “eski Türk runik yazısı” diye bilinen,
Türkoloji’de ise Orhun yazısı diye de adlandırılan Köktürk yazısıdır. Köktürk alfabesi,
Türkçenin metinlerle izlenebilen yaklaşık 1300 yıllık tarihi boyunca kullandığı ilk düzenli ve
resmî yazı sistemidir. Bu alfabeyle yazılmış ilk örnekler MÖ IV-V. yüzyıllara ait olmasına
rağmen, bu yüzyıla ait olan çanaktaki yazının açık bir şekilde çözümlenememiş olması
nedeniyle, Türkçenin Köktürk harfleriyle yazılmış en eski metninin 687-692 yıllarına ait olan
6 satırlık Çoyren Yazıtı olduğu kabul edilmektedir. Ancak Köktürk alfabesiyle yazılmış
bilinen, en gelişmiş ve en eski eser Orhun Yazıtları’dır.
Türk damgalarından üretildiği için Türklerin millî alfabesi olan Köktürk yazısı; kaya,
para, değerli metal, savaş aleti, kap kacak vb. malzemelere yazılmıştır. Ancak sadece Irk Bitig
adlı fal kitabında kâğıt üzerine fırçayla yazıldığı görülmektedir.

3. Mani Alfabesi (Sağdan sola): Köktürk alfabesinden sonra Uygur Kağanlığı döneminde
Mani inancına mensup olan Türkler tarafından kullanılan alfabedir. Bu alfabe İranlı düşünür
Mani’nin 3. yüzyılda kurduğu iyilik-kötülük esasına dayalı dinî bir inanış olan Manihaizmi
Bögü Kağan döneminde kabul eden Uygur Türkleri tarafından 8. ve 9. yüzyıllarda Moğolistan
ve Doğu Türkistan’da kullanılmıştır. Sınırlı sayıda eserde görülen bu alfabe, Türkler
tarafından bir inanç sisteminin etkisiyle kullanılmış ilk alfabedir.

4. Soğut Alfabesi (Sağdan sola): Soğutların IX. yüzyıldaki ticari ve dini konulardaki
üstünlüğü nedeniyle IV-X. yüzyıllar arasında Orta Asya’da ortak iletişim dili haline gelen ve
ticari ilişkiler dolayısıyla Uygur Türkleri tarafından VIII-XI. yüzyıllar arasında çok sınırlı
ölçüde kullanılan bu alfabe, Türkistan’da ticari gücü elinde bulunduran Soğutlardan
öğrenilerek sınırlı sayıda eserde kullanılmıştır. Türkçeyi yazmada çok yetersiz olan bu alfabe
daha sonra Türkleştirilerek Uygur alfabesi şeklinde adlandırılmıştır. Soğut alfabesi, Uygur
alfabesinin kökenini oluşturmaktadır.

5. Uygur Alfabesi (Sağdan sola): Türklerin Köktürk alfabesinden sonra, Arap alfabesinden
önce kullanmış oldukları en önemli alfabe Uygur Alfabesidir. Önceleri Soğut alfabesi olarak
adlandırılmış olan bu alfabe, Türkler tarafından 8-17. yüzyıllar arasında ve Doğu Türkistan,
Harezm, Altın Ordu’dan İstanbul’daki Osmanlı sarayına kadar geniş bir alanda binlerce
eserde kullanılmıştır. Bu alfabe Budist, Manici, Hristiyanlığa ait metinler, mektuplar, hukuk
belgeleri, yarlıklar, astroloji, astronomi, takvim ve tıp metinleri ve Türk halk edebiyatı gibi
çok farklı alanlara ait din, sanat ve bilim eserlerinin yazımında kullanılmış çok önemli bir
alfabedir. Uygur alfabesinin Türkçe için çok yeterli olmamasına rağmen bu kadar uzun bir
dönemde ve geniş bir alanda kullanılmasının nedeni muazzam bir kültür birikiminin taşıyıcısı
olmasıdır. Bu özellikleri nedeniyle Türklerin Köktürk yazısından sonraki ikinci millî alfabesi
olan Uygur alfabesi, Kaşgârlı Mahmud tarafından Türk alfabesi şeklinde adlandırılmıştır.

6. Brahmi Alfabesi (Soldan sağa.): Kalıtım yoluyla kast sistemine dayalı bir Hint dini olan
Brahmanizm’i kabul eden Uygur Türkleri tarafından Uygur Türkçesinin yazımı için çok az
kullanılmış bir hece alfabesidir. Hint Budizmine ait kitapların Türkçeye çevrilmesi sırasında
Uygurlar arasına girdiği anlaşılan Brahmi yazısı, Budist inancının taşıyıcısı olması nedeniyle
dinî bir alfabedir. Kullanılmaya ne zaman başlandığı bilinmemekle birlikte, 11. yüzyıla kadar
kullanıldığı tespit edilmiştir.

7. Tibet Alfabesi (Soldan sağa.): Tibet alfabesi de Uygur Türkleri tarafından Uygur
Türkçesinin yazımı için Tibetli Budist misyonerlerden öğrenilerek kullanılmış bir hece
alfabesidir. Ele geçirilen belgeler çok sınırlı bir sayıdadır.

8. Süryani Alfabesi (Sağdan sola): Âramî kolunun doğu bölümünü oluşturan Hristiyan bir
topluluk olan Süryanilerin alfabeleri de Hristiyan Uygur Türkleri tarafından Uygur
Türkçesinin yazımı için kullanılmıştır. Az sayıda eser bulunmaktadır. Süryani yazılı asıl
Türkçe miras ise 11. yüzyılda Nastruliği kabul eden Öngüt Türklerinin 13. yüzyıla ait Tanrı
Dağlarının kuzeyinde bulunan Süryani harfli Türkçe mezar kitabeleridir. Dinî bir alfabedir.
9. İbrani Alfabesi (Sağdan sola): İbrani alfabesi (Asurî yazısı da denilir.) Museviliğin Karay
mezhebine mensup olan Hazar Türkleri ve günümüzde Litvanya, Polonya ve Kırım’da
yaşayan Musevî Karay Türkleri tarafından dinî eserlerin yazımı için kullanılmıştır. Bu eserler
16-18. yüzyıllardan kalmıştır. 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarından itibaren Polonya
Karayları Latin alfabesini, Rusya Karayları ise Rus (Kiril) alfabesini kullanmışlardır. Dinî bir
alfabe olan İbrani alfabesini Karay Türkleri günümüzde sadece ibadetlerini yerine getirirken
kullanmaktadırlar.

10. Grek Alfabesi (Soldan sağa): Orta Avrupa’ya yönelen Türk toplulukları arasındaki Hun,
Avar, Peçenek, Uz ve Kumanlardan bazı grupların Bizans Devleti tarafından esir alınıp sınır
boylarına ücretli askerler olarak yerleştirildikleri, bu nedenle Hıristiyanlığı benimseyip Grek
alfabesini kullandıkları bilinmektedir. Az sayıdaki Karamanlı Türkü tarafından ve dar bir
alanda kullanılmış olmasına rağmen Grek alfabesiyle çok sayıda eser verilmiştir. Hıristiyan
Karamanlı Türkleri, “Karamanlı Türkçesi” adıyla bilinen ağızla 18. yüzyıldan itibaren çok
zengin bir edebî miras bırakmışlardır.

11. Ermeni Alfabesi (Soldan sağa.): Türkçeyi Ermeni alfabesiyle yazanlar Ukrayna, Polonya
Ermenileri ile Osmanlı ve Türk tebaası olan Ermeni asıllı vatandaşlardır. Ana dilleri olan
Ermeniceyi kendi arzuları ile bırakıp Kıpçak Türkçesi (Ermeni Kıpçakçası) ile konuşup yazan
(13-14. yy.) bu Ermeniler, Ermeni alfabesiyle Türkçe pek çok eser bırakmışlardır. Ayrıca,
Tanzimat döneminden başlayarak İstanbul’da Ermeni yazısı ile Türkçe birçok gazete ve dergi
yayımlanmıştır. Türkiye’de, Ermeni harfleriyle Türkçe yayınlar günümüzde de devam
etmektedir. Bu alfabe de, Türkler tarafından kullanılmayan ancak Türkçenin yazımı için
kullanılmış bir alfabedir.

12. Arap Alfabesi (Sağdan sola.): Tarih boyunca Türkçenin yazımı için kullanılmış
alfabelerden en uzun süre ve en yaygın olarak kullanılan alfabedir. Bu alfabe, Türklerin
İslamiyeti kabulünden (10. yy.) itibaren 20. yüzyıl ortalarına kadar tarihî ve çağdaş birçok
Türk lehçesinin yazımı için kullanılan tek alfabedir. 20. yüzyılda Türk dünyasında yerini
Latin alfabesine bıraksa da bu yazı İran ve Irak’ta yaşayan Azeriler, Türkmenler, Doğu
Türkistan’da yaşayan Uygurlar ve Kazaklarca bugün de kullanılmaktadır.
Arap alfabesi Kur’an-ı Kerim’in de alfabesi olması nedeniyle kutsal kabul edilmiş, bu
kutsallık Hurûfilik adı verilen bir mezhebin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu alfabe bir
sanat dalı olarak da (hat sanatı) Türkler tarafından zirveye çıkarılmış olmasına rağmen ünsüz
sistemine dayanan ve bu nedenle de Türkçedeki ünlüleri karşılayabilecek harflerin
bulunmadığı bir yazı sistemi olmasından dolayı Türkçe için kullanışlı bir alfabe olmamıştır.
Özellikle ünlüleri karşılayabilecek harflerin olmayışı nedeniyle tarih boyunca, sadece Türkler
arasında değil, Araplar arasında da zaman zaman tartışılmasına rağmen, İslamiyetin kutsal
kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in alfabesi olması dolayısıyla XX. yüzyıla kadar hiçbir reforma
tâbi tutulamamış, Latin ve Kiril alfabelerinde olduğu gibi dinden muaf tutulamamıştır.
Arap alfabesinin gerek Kur’an alfabesi olması gerek Türk dünyasında çok uzun bir
süreden beri kullanılıyor olması bu yazının kutsal olduğu yanılgısının ortaya çıkmasına neden
olmuştur. Bu hatalı düşünce çok farklı iki olgu olan alfabe ve dinin birbiriyle bütünleşmesine
neden olmuş, bunun sonucunda da Türk kültürü hem Arap hem de Fars kültürü karşısında
direnişsiz ve uzun vadeli bir teslimiyet yaşamıştır. Türk tarihinde Arap alfabesiyle ilgili ilk
önemli reform çalışmaları Osmanlı’da Tanzimat döneminde başlamış Cumhuriyet’e kadar
devam etmiştir. Arap alfabesinin Türkçeye uygun olmadığının kesin bir şekilde anlaşılması ve
okuma yazma sorununun ancak Latin esaslı bir Türk alfabesine geçilmesiyle mümkün
olabileceğinin anlaşılması üzerine 1 Kasım 1928’de Latin esaslı yeni Türk alfabesine
geçilmiştir.

13. Kiril Alfabesi (Soldan sağa): Hristiyan Aziz Cyrill ve kardeşi Methodius tarafından, Grek
alfabesinden yararlanılarak IX. yüzyılda oluşturulduğu için Kiril adıyla bilinen ve Bizans
kanalıyla Hıristiyanlaşan Slav halklarının millî yazısı olan bu alfabe, Osmanlı Türkçesi ve
Türkiye Türkçesi dışındaki, eski Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türkler tarafından 1937
yılından sonra kullanılmıştır. Arap alfabesinden sonra en geniş ölçüde kullanılan alfabedir. Bu
alfabe Türklere zorla kabul ettirilen bir alfabedir. 1552 yılında başlayan Rus işgali son derece
hızlı bir şekilde ilerleyerek elli yıl içinde tarihi Kıpçak coğrafyası ve Sibirya bölgesi Rusların
eline geçmiştir. Bu işgallerle birlikte çok büyük ve etkili bir misyonerlik faaliyeti de
yürütülmüştür. Nikolay İlminsky tarafından Bolşevik İhtilali’nden sonra yürütülen
asimilasyon ve Hıristiyanlaştırma faaliyetleri içinde en önemlisi bu topraklardaki Türklerin
alfabelerinin Kirilleştirilmesi olmuştur.
1938’de Sovyetlerdeki Türk topluluklarının Kiril alfabesini zorunlu olarak
kullanmalarına yönelik alınan karardan sonra, 1939’da Azeri, Tatar, Yakut, Hakas; 1940’ta
Kazak, Kırgız, Başkurt, Karakalpak, Özbek; 1943’te Tuva, 1957’de Gagavuz Türkleri Kiril
alfabesiyle yazmaya başlamışlardır. Bu süreçte Sovyetlerde yaşayan bütün Türk halklarına
Kiril temelli ayrı alfabeler uydurmuşlardır. Böylece Kiril alfabesi, 20. yüzyılın ortasında
çağdaş Türklüğün bölünmesi ve birbirinden uzaklaştırılması yolunda en büyük etken olmuş ve
birbirinden gittikçe uzaklaşan 21 farklı Türk yazı dilinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
1991’de Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bağımsızlıklarını ilan eden Türk
cumhuriyetlerinden Azerbaycan, Özbekistan ve Türkmenistan ile Kırım ve Tatar Türkleri
Latin alfabesine geçme kararı almışlardır. Bu alfabe Türklere zorla kabul ettirilmiş tek
alfabedir.

14. Latin Alfabesi (Soldan sağa): Türkler tarafından kullanılan alfabeler içerisinde dinî bir
nedenle veya baskı yoluyla kullanılmayan tek alfabe olan Latin alfabesinin Türkçenin yazımı
için Türkler tarafından resmî ve yaygın olarak kullanımı 1920’li yıllarda başlamıştır. Ancak
Türkler dışındaki milletler tarafından Türkçenin Latin alfabesiyle yazılması 14. yüzyılda
başlamıştır. Latin harflerinin kullanıldığı en eski Türkçe metin 14. yüzyılın başlarında (1303)
İdil havzasında yaşayan Kıpçak Türklerini Hıristiyanlaştırmak isteyen İtalyan ve Alman
misyoner rahiplerin vaazlarında kullanmak üzere, dinî metinlerini Kıpçak Türkçesine
çevirerek oluşturdukları Codex Cumanicus adlı (“Kumanların/Kıpçakların Sözlüğü”) eserdir.
Daha sonraki yüzyıllarda Avrupa’da Macarlar, İtalyanlar, Fransızlar ve daha birçok millet
Türkçe ile ilgili yayınlarını Latin harfleriyle yapmışlardır. Bu yayınlar dönemin Türkçesindeki
sesleri göstermesi açısından son derece önemlidir.
Latin alfabesi eski Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türkler tarafından (ilk olarak Yakut
Türkleri (1917) ve Azerbaycan Türkleri (1922) olmak üzere), 1928-1937 yılları arasında
kullanılmıştır. 1938 yılından itibaren SSCB’de yaşayan bütün Türk topluluklarının Kiril
alfabesini kullanmaları zorunlu tutulmuştur. Anadolu sahasında ise Osmanlı döneminden
başlamak üzere birçok Türk aydını okuma-yazma sorununa dikkat çekmesine rağmen yazı
reformu problemi ilk olarak Mehmet Münif Paşa tarafından 1862’de dile getirilmiştir. Latin
alfabesi kullanılması fikri ise ilk olarak Binbaşı Ömer Bey ve Menemenlizade Tahir Bey
adında iki asker tarafından 1868 yılında ortaya atılmıştır. Türkçenin yazımı için uygun
olmayan Arap harflerinin Türkler için birer tabuya dönüşmüş olmasından dolayı bu harflerin
değiştirilmesi fikri Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde dahi kolay kolay dile
getirilememiştir. Ancak II. Abdülhamit’in Latin alfabesine geçiş yönündeki düşüncesi ilgi
çekicidir: “Halkımızın okuma yazma bilmemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü bizim
yazımızın (Arap yazısı) sırlarına alışmak kolay değildir. Latin alfabesini almakla belki
halkımızın işini kolaylaştırabiliriz.”
Yaklaşık 75 yıl süren reform-devrim tartışmaları sonucunda birçok kişinin düşünüp
uygulamaya geçirilemeyeceğine inandığı harf devrimi Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde 1
Kasım 1928’de Latin esaslı Türk alfabesinin kabul edilmesiyle gerçekleştirilmiştir.
Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde yapılan Harf Devrimi ile Arap alfabesi
yerine kabul edilen “Yeni Türk Alfabesi”, günümüzde Anayasa’nın 174. Maddesinde yer alan
İnkılap Hükümlerinin Korunması Kanunu’nun 6 numaralı ekinde “1 Teşrinisani (Kasım) 1928
tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki Hakkında Kanun”la koruma
altındadır.
Türkçenin yazımı için kullanılan diğer alfabelerden farklı olarak Türkler tarafından
sosyal ve siyasî bir tercihle kullanılan Latin esaslı Türk alfabesi, 29 harften oluşmaktadır ve
1928’den beri Türkiye Türkçesinin yazımı için kullanılmaktadır. 1928’de kurulan Dil
Encümeni Latin harflerinin Türkiye Türkçesine uyarlanması konusunda, okuma-yazma
kolaylığı açısından öncelikle her sese karşılık bir harf kuralını göz önüne almış ve “Yeni Türk
alfabesi”, bu ilkeye göre düzenlenmiştir. Bu haliyle Türkiye Türkçesinin yazımında kullanılan
Latin esaslı Türk alfabesi mükemmele yakın bir yazı sistemidir. Cumhuriyet sonrasında hızla
artan ve günümüzde %90’lara ulaşan okuma-yazma oranı da bunu ispatlamaktadır. Sonuç
olarak, Türkçenin yazımı için kullanılan alfabeler içinde Köktürk alfabesi ve Latin esaslı Türk
alfabesi millî Türk kimliğiyle birlikte ve iç içe yürüyebilen iki yazı sistemidir. Her ikisi de
Türkçedeki sesleri kusursuz denebilecek şekilde karşılamaları ve bu nedenle de çok kolay
öğrenilebilmelerini sağlayan özellikleriyle diğer alfabelerden ayrılmaktadır.

Türk Harf Devrimi

Türk kültür tarihindeki en önemli değişim hareketi olan Türk Harf (Yazı, Alfabe)
Devrimi, Türkçenin yazımı için Arap alfabesi yerine Latin esaslı millî bir Türk alfabesini
geçirme hareketidir. Düşünce alt yapısı ve hazırlığı çok daha öncelere dayanmakla birlikte bu
devrimin haberi, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1928 yılının 8-9 Ağustos gecesinde Sarayburnu
Parkı’nda halka hitaben yaptığı konuşmada verilmiş ve 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı
yasayla TBMM’nin onayından geçerek yürürlüğe girmiştir. Türk Harf Devrimi, Dil
Devriminin de birinci basamağını oluşması açısından da çok büyük bir önem taşımaktadır.

İslamiyetin Türkler tarafından kabul edilmesiyle birlikte, Kur’an-ı Kerim’in yazıya


geçirildiği alfabe olan Arap alfabesi, Karahanlılar döneminden itibaren Türkler tarafından
kullanılmaya başlamıştır. Tarih boyunca Türkçenin yazımı için Türkler tarafından en uzun
süre ve en yaygın olarak kullanılan alfabe olan Arap alfabesi, Türkiye Türkleri tarafından 1
Kasım 1928’e kadar kullanılmıştır.
Dil temelde sözlü bir iletişim sistemi olması nedeniyle; dildeki seslerin şekli olan ve
sadece birtakım simgelerden oluşan yazının ve dolayısıyla alfabenin dille herhangi bir ilgisi
yoktur. Alfabeler, dili kalıcı kılmaya yarayan yazı sistemleri olarak yazı diline sahip
toplumlar tarafından tarih boyunca kullanılmıştır. Bazı toplumlar ise dillerini din, medeniyet
değiştirme veya zorlama vb. nedenlerle farklı dönemlerde farklı alfabelerle yazmışlardır.

Dille alfabe arasında temelde bir ilişki olmamasına rağmen, alfabe ile din arasında çok
sıkı bir ilişki vardır. Alfabelerin en eski örneklerinin MÖ 1700-1330 arasında dört kitap
dininin doğduğu kutsal topraklar ve çevresindeki bölgelerde bulunduğu bilinmektedir. Bu
nedenle araştırmalar, alfabeleri öncelikle din adamlarının, tüccarların ve yöneticilerin;
bilgileri unutmamak ve özellikle de dinî bilgileri yaymak amacıyla kullanmaya başladıklarını
göstermektedir.

Din adamlarının, kutsal kitapları kaydetmek ve yaymak amacıyla kullandıkları


alfabelere ve beraberinde de bu kutsal kitaplardaki dillere kutsallık atfedilmeye başlamıştır.
Oysa alfabe sadece toplumun içinde bulunduğu medeniyet dairesi ile ilgilidir. Bu nedenle de
semavî dinlere inen dört kutsal kitap da farklı dillerde ve farklı alfabelerde yazıya
geçirilmiştir. Yaklaşık bin yıl boyunca Rönesans’a kadar Avrupa’da bilim ve kültür dili olarak
kullanılan Latince aynı zamanda din dili olarak da büyük bir değer görmüştür. XVI. yüzyılda
İtalya’da başlayan Rönesans’la birlikte Avrupa’da Latinceden millî dillere dönüş çalışmaları
ve çabaları başlamıştır. Daha sonra baş gösteren Reform hareketleri ise sanata ve kültüre
dayalı Rönesans’tan farklı olarak tamamen dinseldi ve halka yönelikti. Halkı eğitmeyi
amaçlıyordu. Din eğitiminin Latince değil, ana dilde olmasını hedefleniyordu. Bu hareket,
Almanya’da Martin Luther’in, İncil’i 1530’da Latinceden Almancaya çevirmesiyle
başlamıştır. Böylece Avrupa’da Rönesans’tan bu yana devletler, millî devlet olma yolunda
önemli adımlar atmıştır. İşte bunu başarmalarının temel nedeni Katolik kilisesinin ve
Latincenin evrensel egemenliğinden kurtulabilmeleri olmuştur.

Avrupa’da Latincenin oynadığı rolü Doğu’da Arapça oynamıştır. Allah


sözünün/kelamının Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’e ana dili olan Arapça olarak
indirilmiş olması ve yazıya geçirilirken de doğal olarak eğitimli Arapların bildiği ve
okuyabildiği Arap harfleriyle yazılması; Arapçanın özellikle Türkler tarafından bilim ve
kültür dili olarak kullanılmasına, Arap alfabesinin de İslamiyetin kabul edilmesiyle birlikte
kullanılmaya başlamasına neden olmuştur. Allah sözünün Arapça olması ve bunun da Arap
alfabesiyle yazılması, Arapça ve Arap alfabesinin kutsal sayılması sonucunu doğurmuştur. Bu
durum Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye çevrilmesini de etkilemiştir. Karahanlılar döneminden
itibaren birçok tercüme yapılmış olmasına rağmen Osmanlı döneminde bu çeviri faaliyetleri
tamamıyla bitmiştir. Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye çevirileri Cumhuriyet döneminde tarihte hiç
olmadığı kadar canlanmıştır. Öyle ki 90 yıllık Cumhuriyet tarihinde 200 Kur’an meali, 30
Kur’an tefsiri yazılmıştır.

Türkçenin Arap harfleriyle yazımı konusu Karahanlılardan itibaren birçok dönemde


dile getirilmiş olmasına rağmen, Arapçanın ses özelliklerine göre düzenlenmiş olan Arap
alfabesinin Türkçeye uygun olmadığı, yazmada ve okumada birçok soruna neden olduğu
özellikle Tanzimat Dönemi sonrasında daha yaygın ve güçlü şekilde tartışılmaya başlamıştır.
Hatta, Katip Çelebi daha 17. yüzyılda “Herkes onaylar ki, müddet-i ömründe doğru yazılmış
bir kitap öğrenememiştir.” cümlesiyle Türkçenin Arap harfleriyle yazımının ne kadar önemli
bir sorun olduğuna Osmanlı-Türk aydınları içerisinde ilk dikkat çeken kişi olmuştur. Buna
rağmen, Arap yazısına atfedilen kutsallık nedeniyle bu alfabe ile Türkçe arasındaki
uyumsuzluk 18. yüzyıla kadar çok sık dile getirilememiştir.

“Yazının ilahi ve ebedî bir zırha büründürülerek millî kimliğin üstüne çıkarılması”
nedeniyle Arap alfabesi bir “tabu”ya dönüşmüş ve özellikle Osmanlı aydınları bu alfabenin
ıslahına/yeniden düzenlenmesine yaklaşmamışlardır. Fransız İhtilali’nin bir sonucu ve etkisi
olarak Osmanlı Devleti’nde gerçekleşen Tanzimat hareketi sürecinde modern okulların
açılması, gazete ve tiyatro gibi türlerin halkın eğitimi için kullanılması fikri ile birlikte daha
önce olmadığı kadar ve büyük bir ciddiyetle Türkçe ve okuma-yazma konusu tartışılmaya
başlamıştır. Mehmet Münif Paşa, 1862’de Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de verdiği bir
konferansta ilk defa alfabe reformunun bilimde ilerleme için şart olduğu dile getirir. 1863’te
Azerbaycanlı Türk düşünür Mirza Fethali Ahundzade alfabe reformu konusunda önemli
eleştirilerde bulunarak alfabe sorununu çok ciddi bir şekilde dile getirmiş ve bu konuda
Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’ye bir teklif dahi sunmuştur. Ancak cemiyet Arap harflerinin
Türkçeyi yazmaya elverişli olmadığı ve düzeltilmesi gerektiği yönünde bir karar almasına
rağmen Ahundzade’nin teklifinin kabul edilemez olduğu belirtilmiştir.

Dil ve alfabe tartışmaları, alfabenin ıslahı düzeyinde Meşrutiyet ve Cumhuriyet


dönemlerinde de kesintisiz devam etmiştir. Türkçenin yazımı için kullanılan Arap alfabesinin
iyileştirilmesi, yeniden düzenlenmesi veya Türkçenin yazımına daha uygun bir hâle
getirilmesi (ıslah) düşünceleri sonuç vermeyince artık 1910’lu yıllardan itibaren çok cılız da
olsa alfabe değişimi konusu dile getirilmeye başlamıştır. Ancak bu öneriler din karşıtlığı
olarak değerlendirilmiş ve çok büyük tepkiler görmüştür. Islah çalışmalarının bir sonuç
veremeyeceği anlaşılınca alfabe değişimi konusu tartışılmaya başlanmıştır.

Cumhuriyet Dönemi’nde ilk ciddi girişimler:

- İzmir’de düzenlenen İktisat Kongresi’nde Ali Nazmi tarafından Latin


harflerinin kabulü konusunda verilen bir öneriyle yapılan Harf Devrimi’nin ön
hazırlıkları,

- 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun (Öğretim Birliği) çıkarılması,

- 26 Aralık 1925’te uluslararası takvimin, saat ve ölçülerin,

- 1928’de de Arap rakamları yerine Latin rakamlarının kabulü şeklindedir.

Bu hazırlıklardan sonra, Harf Devrimi için ciddi çalışmalar başlamıştır. Öncelikle


Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla kurulan Dil Encümeni 26 Haziran 1928’de resmen
çalışmalara başlamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar devam eden bu tartışmaları bilen ve
izleyen Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından Falih Rıfkı Atay
başkanlığında kurduğu bu komisyonda bu sorunun araştırılması ve çözülmesi talimatını
vermiş ve bu komisyonun çalışmalarına bizzat katılarak devrimin hazırlığına katkıda
bulunmuştur. Bu komisyon gerek harflerin seçimi ve düzenlenmesi gerekse devrimin
yürütülmesi konusunda çalışmalar yapmıştır. Özellikle devrim sonrası süreçle ilgili Falih
Rıfkı Atay, Mustafa Kemal Atatürk ile aralarında geçen şu konuşmayı nakleder:

“Atatürk bana sordu:

- Yeni yazıyı tatbik etmek için ne düşündünüz?

- Bir on beş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa mühletli (vadeli) iki teklif var, dedim.
Teklif sahiplerine göre ilk devirleri iki yazı bir arada öğretilecektir… Gazeteler yarım
sütundan başlayarak yavaş yavaş yeni yazılı kısmı arttıracaklardır. Daireler ve yüksek
mektepler için de tedricî (derece derece) bazı usuller düşünülmüştür.

Yüzüme baktı:

- Bu ya üç ayda olur, ya hiç olmaz, dedi.

Hayli radikal bir inkılâpçı iken ben bile yüzüne bakakalmıştım:


- Çocuğum, dedi, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes bu eski
yazılı parçayı okuyacaktır. Arada bir harp, bir iç buhran, bir terslik oldu mu, bizim yazı da
Enver’in yazısına döner. Hemen terk olunuverir.”

Bu çalışmalar sonrasında nihayet devrimin haberini Mustafa Kemal Atatürk


Sarayburnu’nda 8-9 Ağustos 1928 gecesinde yaptığı konuşmayla vermiştir:

“…Arkadaşlar! Güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz.
Bizim ahenktar, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri
kafalarımızı demir çerçeve içinde bulundurarak; anlaşılamayan ve anlayamadığımız
işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindesiniz. Lisanımızı
muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehal (mutlaka) pek çabuk bir zamanda
mükemmel bir surette anlayacağız. Anladığınızın âsârına yakın zamanda bütün kâinat şahit
olacaktır. Buna katiyetle eminim. Siz de emin olunuz.”

Bu konuşmadan sonra hızlanan hazırlık çalışmaları sonucunda Türk Harf Devrimi 1


Kasım 1928’de yasalaşmıştır. Bu bilgilerden sonra Türk Harf Devrimi’nin nedenlerini şu
şekilde maddelemek mümkündür:

1. Arapçanın ses özelliklerine göre düzenlenmiş olan Arap alfabesinin Türkçenin ses
yapısına uygun olmaması, (Türkçedeki ünlü sayısına göre Arap alfabesinde ünlüyü gösteren
işaretin olmaması vb.)

2. Ses ve harf ilişkilerindeki sorunlardan dolayı, Türkçenin Arap harfleriyle


yazılmasında güçlük çekilmesi, kelimelerin farklı şekillerde yazılması ve bundan dolayı da
yazım birliğinin olmaması,

3. Yazım birliğinin olmamasından dolayı okuma güçlüklerinin ortaya çıkması, az çok


eğitim görebilenlerin dahi okuma ve yazma güçlüğü çekmesi,

4. Türkçenin yazımında kullanılan Arap yazısının güç ve geç öğrenilmesi,

5. Bütün bu nedenlerden dolayı, okuma ve yazmanın yaygınlaşamaması, okuma yazma


oranının çok düşük olması (1920’lerde oran %7) ve bundan dolayı halkın eğitilememesi,

6. Tanzimat’tan itibaren her alanda örnek alınan Batı medeniyetinin Latin alfabesini
kullanıyor olması, bu nedenle hedeflenen “muasır medeniyetler seviyesinin üstü” için bu
alfabenin kullanılması gerektiğinin düşünülmesi,
7. Eski Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türk topluluklarının 1920’li yıllarda Latin
alfabesini kullanıyor olmaları.

1 Kasım 1928’de, 1353 sayılı “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun”
adıyla yasalaşan Türk Harf Devrimi, 3 Kasım 1928’den itibaren uygulanmaya başlamıştır. Bu
tarihten itibaren bütün ülkede “okuma yazma seferberliği” başlatılmış ve bizzat Mustafa
Kemal Atatürk’ün de katıldığı yurt gezilerinde bu süreç denetlenerek takip edilmiştir. Harf
Devrimi’nin yasalaşmasından sonraki süreçte:

1. Tüm resmî ve özel yayın (gazete, dergi, kitap vb.) faaliyetlerinde yeni harfler
kullanılmaya başlamıştır.

2. 24 Kasım 1928’de ülkenin dört bir yanına Millet Mektepleri açılarak tam bir eğitim
seferberliği hâlinde herkese okuma yazma kursu verilmeye başlanmıştır.

3. Ülkeyi düşman işgalinden kurtaran liderlerine olan inançla Türk milleti bu


seferberliğe katılmış, köylüsünden esnafına, memurundan çiftçisine kadar her kesimden insan
okuma yazma öğrenmeye başlamıştır. Böylece, ülke genelindeki okuma yazma seferberlikleri
çok kısa bir sürede sonuç vermeye başlamış ve okuma yazma oranı 1927’den 1935’e kadar
%150 artmıştır. 1920’lerde %7 olan oran, 1935’te %17’ye çıkmıştır. TÜİK’in Nisan 2013
eğitim verilerine göre ise Türkiye’de 15 yaş ve üzeri okuma yazma bilmeyenlerin oranı yüzde
5.08’e düşmüştür. Bu oran erkeklerde %1,9, kadınlarda %9,4’tür. Bu verilere göre okuma
yazma oranı 2013 yılı itibariyle yüzde 95’e ulaşmıştır.

4. Okuma yazma oranının artmasıyla basın-yayın faaliyetleri müthiş bir şekilde artmış;
gazete, kitap veya dergilerin daha çok insana ulaşması sağlanmıştır.

5. Meşrutiyet ile başlayan dilde millîleşme hareketinde çok önemli bir adım atılmış,
okuma yazma oranını arttıran bu devrim ile bir sonraki evre olan Dil Devrimine zemin
hazırlanmıştır.

6. Yeni Türk harflerinin öğrenilmesi ve okuma yazma oranının artması Kur’an-ı


Kerim’in okunma oranını da artırmış, bu durum Kur’an-ı Kerim’in milyonlarca baskısının
yapılmasına ve İslamiyetin Türk milleti tarafından kaynağından, aracısız ve doğru
öğrenilmesini sağlamıştır.
7. Okuma yazma oranın artmasına bağlı olarak Türk milletinin eğitilmesinde çok
büyük bir gelişme kaydedilmiş ve Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde yapılacak olan tüm
devrimlerin düşünce altyapısı hazırlanmıştır.

Türk Dil Devrimi

Türk dili tarihindeki Türkçecilik hareketlerinin en sonuncusu olan ve bizzat Türkiye


Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk tarafından başlatılan Türk Dil
Devrimi, Cumhuriyet döneminde Harf Devriminin sonrasında uygulamaya konan en önemli
kültürel devrimimizdir. Bu devrim, Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkmış ve bağımsızlığını elde
etmiş Türk milletinin “muasır medeniyetler seviyesinin üstü” olarak belirlenmiş olan hedefine
yönelik; bilim, kültür, sanat vb. alanlarda gelişmesinin önündeki en büyük engel olan dil
sorununu aşmak üzere yapılmıştır. Türk Dil Devrimi, Cumhuriyet döneminde, Türk dilinin
millî kimliğine kavuşması amacıyla devlet eliyle 1932’de başlatılan dili özleştirme ve
geliştirme hareketinin adıdır.

Binlerce yıllık bir tarihi bulunan Türk dilinin bilinen, en eski ve en gelişmiş eserleri 8.
yüzyıla aittir. Bu tarihten itibaren belgelerle takip edebildiğimiz Türkçe, Türklerin tarih içinde
yaşadığı dinî, siyasi, kültürel ve coğrafi değişiklikler neticesinde sürekli olarak birtakım
değişikliklere uğramıştır. Bu değişimler bazı dönemlerde yabancılaşmaya dönüşmüş ve
Türkçeye, yani millî kimliğin en önemli unsuru olan dile zarar vermeye başlamıştır. İşte bu
dönemlerde bazı Türk aydınları bu duruma tepki göstermiştir. Bu tepkiler Türk dili tarihindeki
Türkçecilik hareketleri olarak değerlendirilmektedir.

Türk dili tarihinde dildeki yabancılaşmaya ilk tepki Orhun Yazıtları’nda, Türkçenin
Çincenin etkisi altına girmesine karşılık dile getirilmiştir: Türük begler Türük atın ıttı. Tabgaç
atın tutupan Tabgaç kaganka körmiş. (“Türk beyleri, Türk adlarını atıp adlarını alarak Çin
kağanının egemenliğine girmiş.”)

Uygurlar Dönemi, Türk tarihindeki ilk medeniyet değişikliğinin yaşandığı dönemdir.


Ötüken bölgesinde kurulmakla birlikte daha sonra güneye Tarım Havzası’na yerleşerek
yerleşik bir hayat tarzını benimseyen Uygurların bu yeni yurtlarında karşılaştıkları
toplumlardan etkilenerek Budizm ve Maniheizm inanç sistemlerini kabul etmeleri, özellikle
Soğdca ve Sanskritçeden dinî metinlerin çevrilmesi sonucunu doğurmuştur. İşte bu süreçte
Uygur Türkleri bu yabancı dillerden alıntılanan dinî kavramları Türkçeye çevirerek çok
önemli bir Türkçecilik tavrı sergilemişlerdir.

Türklerin İslamiyeti kabulüyle, Türkçe üzerinde Arapça ve Farsçanın etkisi görülmeye


başlamıştır. Arapça ve Farsçanın dönemin çok güçlü bir yazı dili olması ve daha önemlisi de
Arapça’nın Kur’ân Kerim’in dili olması nedeniyle kutsanması Türkçenin yaklaşık bin yıl
sürecek varlık mücadelesine girişmesine zemin hazırlamıştır. Bu dillerin Türkçeye çok büyük
ve önemli katkıları olmasının yanında, bazı eserlerde bu dillerin Türkçeye önemli ölçüde zarar
verecek nitelikte kullanıldığı görülmektedir. İşte bu duruma ilk ve en önemli tepki Kaşgarlı
Mahmut tarafından verilmiştir. 11. yüzyılda Türklerin İslamiyeti yeni kabul ettiği bir
dönemde, içinde bulunulan durumun farkına varan Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lugati’t-
Türk’te: Talih güneşinin Türk burcunda doğduğunu, Tanrı’nın Türk kağanlığını gökyüzünün
katmanları arasına yerleştirdiğini, onlara Türk adını ve egemenliği verdiğini yazar. Çağının
kağanlarını Tanrı’nın Türkler arasından çıkardığını ve ulusları yönetme dizginlerini Türklere
vererek bütün insanlığa egemen kıldığını belirtir. Türkleri doğruluğa yönelten Tanrı’nın,
Türklerle birlikte olanları, birlikte çalışanları ve onlara katılanları aziz kıldığını, Türkler
sayesinde onları isteklerine eriştirdiğini, yağmacıların kötülüklerinden onları koruduğunu
anlatır.

Türklerin oklarından korunmak için akıl sahibi olanların, Türklere katılması


gerektiğini yazan Kâşgarlı Mahmut, en doğrusunun Türklerin gönlünü almak olduğunu,
derdini dinletebilmek için onların diliyle konuşmaktan başka çıkar yol bulunmadığını ifade
eder. Bu görüşlerini kanıtlamak amacıyla Buharalı ve Nişaburlu iki ayrı imamdan işittiği bir
hadisi tanık gösterir. Her iki imam da Hz. Muhammed’in kıyamet belirtilerinden, ahir
zamandaki azaplardan ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkışından söz ederken “Türklerin dilini
öğreniniz, çünkü onların egemenliği uzun sürecektir.” diye buyurduğunu Kaşgarlı Mahmut’a
anlatmıştır. Bu bir sahih hadis ise Türk dilini öğrenmenin Peygamber buyruğu ve dinî bir
gereklilik olduğunu yazan Kaşgarlı Mahmut, hadisin sahih olmaması durumunda da aklın
Türk dilini öğrenmeyi buyurduğunu söyler.

Kaşgarlı Mahmut, İslam dünyasında Türklerin, Türklüğün ve Türk dilinin öneminin


daha da arttığı bir dönemde Araplara Türkçeyi öğretmek, Türkçenin Arapça kadar zengin dil
olduğunu ortaya koymak amacıyla Divanü Lugati’t-Türk’ü yazmıştır.

Selçuklular Döneminde içinde bulunulan coğrafi ve siyasi şartlar nedeniyle


Türklerdeki Arapça ve Farsça hayranlığının geldiği nokta, bu dönemde Türkçenin yazı dili
olma sürecini çok olumsuz bir şekilde etkilemiştir. Selçuklu sonrasında ise Türk beylerinin
yönettiği Beyliklerin Anadolu’da ortaya çıkmasıyla ve özellikle Karamanoğlu Mehmet Bey’in
fermanıyla Türkçede yıllardır süren Arapça ve Farsça işgaline isyan edilmeye başlamıştır. Bu
ferman Türkçenin yabancı dillere karşı verilen bağımsızlık mücadelesinin simgesi olmuştur.

Oğuzcanın yazı dili olma sürecinde çok önemli bir dönüm noktası olan 1453’te
İstanbul’un fethedilmesiyle güçlü bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı’da, Türkçe bir yandan
gelişmiş bir yazı dili olma yolunda ilerlerken bir yandan da hüner göstermek amacıyla devrin
itibarlı dilleri olan Arapçadan ve Farsçadan yapılan alıntılar artmıştır. Bu durum, Türkçenin
zarar görmesine, konuşma dili ile yazı dilinin arasının gittikçe açılmasına ve geniş halk
kitlelerinin bu eserleri anlayamamasına neden olmuştur. 15. yüzyılda başlayan bu duruma bir
taraftan Çağatay sahasının büyük şairi Ali Şir Nevai, Muhakemetü’l-Lugateyn (İki Dilin-
Türkçe ve Farsça- Karşılaştırılması) adlı eseriyle diğer yandan Osmanlı sahasında da “Dilde
Mahallîleşme” ve “Türki-i Basit” (Basit Türkçe) akımlarıyla tepki gösterilmiştir. Benzer
tepkiyi 17. yüzyılda Nabi: “Ey şi’r meyanında satan lafz-ı garibi/ Divan-ı gazel nüsha-i kamus
değildür (“Ey şiir alanında tuhaf sözler satan kişi, şiir kitapları (divan) sözlük değildir!”)
diyerek göstermiştir. Dilde mahallîleşmeyi önemseyen bu akım 18. yüzyılda da Nedim ve
Galip Dede ile temsil edilmiştir.

19. yüzyıla kadar Türklerin Doğu medeniyetleri (Arap ve Fars) ile olan ilişkileri
sonucunda Türk kültürü ve Türkçe üzerinde hem olumlu hem de olumsuz şekilde görülen
Arapça ve Farsça etkisi, Osmanlı’nın son dönemlerinde kurtuluşun Batı’dan geleceğinin
anlaşılması üzerine aydınların Batıya yönelmesi sonucunda yerini Fransız kültürü ve
Fransızcaya bırakmıştır. Bu dönemden itibaren artık itibarlı dil Fransızcadır ve hüner
göstermek isteyen aydınlar artık Arapça ve Farsça değil, Fransızcayı kullanmaktadırlar. 19.
yüzyıl Osmanlı sahasında, genelde dilin (yazım, alfabe, noktalama işaretleri), özelde ise
Türkçenin (Osmanlı Türkçesi) çok ciddi bir şekilde tartışılmaya başladığı dönem olmuştur.
Bu dönemdeki gelişmeleri şu şekilde özetlemek mümkündür:

- 1839’da başlayan Tanzimat Dönemi’nde yeni açılan modern okullarda, yeni türler
olarak toplumda görülen gazete ve tiyatrolarda kullanılan dil, “Sanat halk içindir.” görüşünü
savunan Osmanlı aydınları tarafından tartışılmaya başlamıştır.

- Ortak görüş, Osmanlı Türkçesi’nin halkın konuşma dilinden uzaklaştığı ve bu aranın


kapatılması gerektiği yönündedir. Dönemin en önemli aydınlarından Şemsettin Sami’nin,
“Dilimizi sadeleştirelim, Türkçeleştirelim diye bağırmaktan vazgeçmeyeceğiz.” sözü bu
dönemi çok iyi ifade etmektedir.

- 1851’de okullarda okutulmak üzere ilk Türkçe dil bilgisi kitabı (Fuat ve Cevdet Paşa
tarafından yazılan Kavaid-i Osmaniye) yazılmıştır.

- 1894’te Türkçenin okullarda ders olarak okutulma kararı alınmıştır.

- 1908’de de Türkçe, medreselerin eğitim programlarına alınmıştır.

- Büyük Türk aydını Gaspıralı İsmail Bey’in 1883’te Kırım’da çıkarmaya başladığı
Tercüman gazetesinde “Dilde, fikirde, işte birlik” düşüncesiyle Türk dünyasının ortak bir
dilde buluşması ve bu dilin de İstanbul Türkçesi olması gerektiği fikrinin savunulduğu bir
dönemde, 1908 sonrasında çok güçlü bir şekilde ortaya çıkan Türkçülük akımın en önemli
temsilcisi Mehmet Emin Yurdakul 1897’de yayımladığı Türkçe Şiirleri’nde yer alan Cenge
Giderken adlı şiirinde,

“Ben bir Türk’üm dinim, cinsim uludur

Sinem, özüm ateş ile doludur

İnsan olan vatanının kuludur

Türk evlâdı evde durmaz, giderim.” mısralarını yazmıştır.

- II. Meşrutiyet sonrasında kurulan Türk Derneği’nde; Türk Yurdu, Halka Doğru ve
Türk Sözü gibi yayınlarda ve en önemlisi de 1911’de Selanik’te Ömer Seyfettin ve Ziya
Gökalp gibi Türkçü aydınlar tarafından yayımlanmaya başlayan Genç Kalemler Dergisi’nde
başlatılan Yeni Lisan hareketi ile dilde millîleşmeye dayalı Türkçecilik hareketleri tüm hızıyla
devam etmiştir.

Daha önce bireysel nitelikte olan ancak Cumhuriyet ile birlikte devlet eliyle
yürütülmeye başlayan Türkçecilik hareketi çerçevesinde, 12 Kasım 1924’te Türkiyat
Enstitüsü’nün kurulması çok önemli bir adım olmuştur. 1 Kasım 1928’de Türk Harf
Devrimi’nin yapılması ise, bu sürecin en önemli basamağı olmuş ve bu devrim Türk Dil
Devrimi’nin önünü açmıştır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, bir Tatar Türk’ü olan Sadri Maksudi Arsal’ın 1930’da
çıkan Türk Dili İçin adlı kitabını çok beğenerek kendi el yazısıyla bu kitaba yazdığı şu yazı
Türkiye Cumhuriyeti’nin dil politikasını özetlemiş ve izlenecek yolu belirlemiştir:

“Millî his ile millî dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması,
millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki,
bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de
yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla 12 Temmuz 1932’de Mustafa Kemal Atatürk’ün
talimatıyla ve “Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü
dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” maksadıyla kurulan Türk Dil
Kurumu’nun ilk etkinliği 26 Eylül 1932’de I. Türk Dili Kurultayı’nın toplanması olmuştur.
Kısaca, Türkçeyi yabancı dillerin olumsuz etkisinden kurtarma, işleyip geliştirerek millî bir
dil özelliğine kavuşturma hareketi diyebileceğimiz Türk Dil Devrimi, halktan her kesimin
davet edildiği kurultayın toplanmasıyla fiilî olarak başlamıştır. Bu kurultay, Türk Dil
Devrimi’nin, bizzat Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu ve Cumhurbaşkanı Mustafa
Kemal Atatürk öncülüğünde halk için yapılan bir halk hareketi olduğunu göstermiştir.

Türk Dil Devrimi’nin temel amaçlarını şu şekilde maddelemek mümkündür:

1. Osmanlı Türkçesi döneminden itibaren Türk yazı diline girerek Türkçeye zarar
veren Arapça ve Farsça unsurları (kelime, kural, ek vb.) Türkçeden çıkarmak,

2. Aydınların dili ile halkın dili, yani yazı dili ile konuşma dili arasındaki uçurumu
kapatmak ve böylece İstanbul Türkçesine dayanan ortak bir yazı dili oluşturarak dili millet
için birleştirici bir unsur hâline getirmek,

3. Dili, millî bir kimliğe büründürmek,

4. Türkçenin güzellik ve zenginliklerini ortaya çıkarabilecek çalışmalar yapılmasını


sağlamak.

Devrimin ilk yıllarında uzun yıllar süren kurtuluş ve var olma mücadelesinin
psikolojik bir sonucu olarak Türk’ün ve dolayısıyla Türkçenin de gücünü göstermek adına,
dilden Arapça ve Farsça kelimelerin atılmasına ve bunların yerine Türkçelerinin konmasına
dayanan aşırı özleştirmeci (tasfiyeci) tutumdan vazgeçilmiştir. Bu karar, süreci başlatan
Mustafa Kemal’in ve Güneş-Dil Teorisi’nin katkısıyla verilmiş, Türkçe doğal akışında
gelişmesini sürdürmeye devam etmiştir. Viyanalı Dilci Hermann F. Kvergitsch’e ait Güneş-
Dil Teorisi’ne göre, Türkçe dünyanın en eski dillerinden biridir. Bu teoriden sonra, Arapça ve
Farsçadan dilimize girmiş olan kelimelerin aslında köken olarak Türkçe olduğu, Türkçeden
bu dillere geçtiği ispatlanmaya çalışılmıştır. Bu düşünce, dilimizdeki Arapça ve Farsça
kelimelerin atılmasından vazgeçilmesini sağlamıştır. Savaştan yeni çıkılmış, ekonomik ve
kültürel olarak yıpranılmış bir dönemde; millî kimliğin (Türklük) inşa ve ispat edilmeye
çalışıldığı o günkü şartlarda çok değerli ve geçerli görülen bu teorinin bilimsel hiçbir tarafı
yoktur. Dolayısıyla bu teorinin tek iyi tarafı, dilde tasfiyeciliğin önüne geçmiş olmasıdır.

Devlet düzeyinde 1932 yılında yoğun bir şekilde başlayan Türkçecilik çalışmaları,
bazı dönemlerde birtakım siyasî etkilerin altında kalmasına rağmen, Cumhuriyet tarihimiz
içerisinde çok olumlu sonuçlar vermiş ve Türkçe bugünkü hâline kavuşturulmuştur. Örneğin,
gazetelerdeki Türkçe kelimelerin oranı 1931’de % 35 iken, 1965’te % 60,5, 1995’te %70,
günümüzde ise bazı yazarlarda % 80-90’lara çıkmıştır.

Uygurlar döneminde Soğd ve Sanskritçe, 11. yüzyıldan sonra Müslüman Türklerde


Arapça ve Farsça, 19. yüzyıldan sonra da Fransızcanın Türkçe üzerindeki etkisi yerini, II.
Dünya Savaşı sonrasında Amerika’nın “süper güç” olduğu bir dünya düzeninin bir sonucu
olarak İngilizceye bırakmıştır. Diller arası ilişkiler, özellikle dünyanın dört bir yanında ve çok
farklı topluluklarla birlikte yaşamış olan Türklerin dili olan Türkçe göz önüne alındığında
elbette kaçınılmaz ve doğaldır. Ancak bu etki dile zarar verici bir boyutta olduğunda millî
hassasiyeti olan aydınlar bu duruma tarih boyunca tepki göstermişlerdir. İşte Türk tarihi
boyunca Türkçenin değişerek gelişmesine ve güçlenmesine paralel bir şekilde bazı dönem,
yazar ve eserlerde görülen aşırı alıntılar ve bunlara tepkiler geçmişte olduğu gibi günümüzde
de devam etmektedir. Tek fark mücadele edilen gücün veya dilin değişmesidir. Günümüzde
üreten, pazarlayan ve satan, yani en güçlü medeniyetin dili olan İngilizce sadece Türkçeyi
değil, dünyadaki birçok dili de tehdit etmektedir. Ancak tüm tehdit ve sorunlara rağmen,
günümüzde yaklaşık 202 milyon konuşuruyla dünyanın en güçlü bilim, kültür, sanat ve
edebiyat dillerinden biri olan Türkçenin en verimli ve güçlü lehçesi Türkiye Türkçesidir.

Sonuç olarak:

- Türk Harf Devrimi, okuma yazma sorununu çözmek için yapılmış bir devrimken Dil
Devrimi, okunan ve konuşulan Türkçenin herkes tarafından anlaşılması ve eserlerin halk
tarafından da anlaşılan bu dille yazılması amacıyla, yani konuşma dili ile yazı dilini
birleştirmek için yapılmış bir devrimdir.
- Türk Harf Devrimi alfabeye yönelik bir değişikliği, Dil Devrimi ise dile yönelik bir
düzenleme ve sadeleştirmeyi ifade eden devrimlerdir.

- Binlerce yıllık bir tarihi olan Türkçenin son bin yılında kullanılan Arap alfabesi, Harf
Devrimi’yle yerini Latin esaslı Türk alfabesine bırakmıştır. Bu tarihten sonra Türkiye
Türkçesi yeni alfabeyle yazılmaya başlamıştır.

- Dil Devrimi ise yeni harflerle yazılan Türkiye Türkçesinin geniş halk kitleleri
tarafından anlaşılmasını ve konuşma dilinin ortak bir yazı dili hâline getirilmesini sağlamıştır.

SES
1. Fiziksel Ses ve Özellikleri
Ses, herhangi bir basınç durumunda ortaya çıkan, sıkışma, daralma ve genişlemelerle
havada, suda ve katı cisimler tarafından iletilen titreşimli dalga hareketleridir. Sesin
oluşabilmesi uygun bir ortama bağlıdır. Boşlukta ses oluşmaz. Mesela, uzayda ses
titreşimlerini iletebilecek atom parçaları olmadığı için ses iletimi imkânsızdır. Sesin
oluşabilmesi maddesel bir ortamın varlığına bağlıdır. Çevremizdeki ve uzaydaki her nesne
sıkışma, daralma ve genişleme yoluyla basınç halinde fiziksel sesi meydana getirebilir. Sesleri
oluşturan nesneye “ses kaynağı” denir.
Her sesin titreşim sıklığı yani frekansı aynı değildir. Ses oluştuğunda ortamdaki madde
parçacıkları üzerindeki titreşim sıklığı frekansı belirler. Frekans, seslerin titreşim sıklığı
olarak da tanımlanabilir. Frekansı yüksek olan ses ince veya tiz, frekansı küçük olan ses ise
kalın veya bas olarak tanımlanır. Seslerin saniyedeki titreşim sayısını ortaya koymak için
Hertz (Hz) birimi kullanılır. İnsan kulağı genelde 20 ile 20 bin Hertz arasındaki sesleri
işitebilir. 20 ile 20 bin Hertz arasındaki seslere işitilebilir ses dalgaları denilmektedir. 20 Hz
altındaki sesler ses altı dalgalar olarak tanımlanır. 20 bin Hz üstündeki sesler ise ses üstü
dalgalar olarak tanımlanır. Ses üstü dalgaları başta köpekler ve yarasalar olmak üzere bazı
hayvanların duyabildiği deneysel çalışmalar sonucu ortaya konulmuştur.
Her ses kaynağının kendine özgü özellikleri vardır. Aynı frekans ve şiddette olsalar
bile her ses kaynağının çıkardığı ses tanımlanabilecek derecede birbirinden farklıdır.
Dolayısıyla her ses kaynağının kendi özelliklerine göre ayırt edici bir kimliği vardır. İşte bu
kimliğe sesin tınısı denir. Seslerin tınısı sayesinde, bizler seslerin sahibini tanımlayabiliriz.
Sesin şiddetine, sesin gürlüğü de denir. Sesin şiddetini ölçen birime desibel (db) denilir. İnsan
kulağının duyabildiği en hafif ses 0 db’i simgeler. 0 db, sıfır sesi değil, işitme eşiğini
tanımlamaktadır. O halde 20 hz, 0 db’e eşittir.

2. Konuşma Sesi ve Özellikleri


İnsanoğlu, ses organlarının yardımıyla sesleri üretir. Bu sesler konuşma dilinin en
küçük temel parçalarıdır. İnsan vücudunu oluşturan hücreler gibi, sesler de birleşerek anlamlı
birimleri yani kelimeleri oluştururlar. İnsan dilinin en küçük parçalarını temsil eden, sistemli
bir yapısı olan, tınıları farklı olsa da aynı dili konuşanlarda aynı özelliklere sahip olan
tanımlanabilir seslere konuşma sesleri denir. Konuşma sesleri her dilde farklı sayıda
karşımıza çıkabilir. Ancak aynı dil konuşurlarınca bu seslerin kimlikleri belli ve boğumlanma
özellikleri aynıdır. Bu sebeple aynı dil konuşurları anlamsız gürültülerle, konuşma seslerini
çok rahatlıkla ayırt edebilirler. Konuşma sesleri sistemlidir. Çok az farklılıklarla aynı dili
konuşanların konuşma seslerinin sayısı, çıkış ve boğumlanma özellikleri, kullanım şekilleri
kişiden kişiye değişebilir. Ancak bu durum anlaşmayı engelleyici farklılıklar göstermez.
Her bireyin konuşma tınısı farklıdır. Her bireyin sesinin bir kimliği vardır ve dünyada
bir başkasına benzemez. Ancak bu tını sadece ses kaynağıyla ilgilidir ve aynı dili konuşan
bireyin bu sesi algılamasına engel teşkil etmez. Konuşma sesleri ünlüler ve ünsüzlerden
oluşur. Ünlüler dildeki kelimelerin oluşumunda yapı taşları gibidir ve ünsüzler ünlülerin
yardımıyla kullanılabilirler. Dildeki ünlülerin sayısı ünsüzlere göre çok daha azdır. Her dilde
ünlü ve ünsüz sayısı farklılık gösterir. Dillerde ünsüz sayısı 15-25 arasında değişirken,
ünlülerde bu sayı 5-10 arasındadır.
Konuşma sesleri dilden dile değişir. Arapçada ayın ve hemze sesleri işlek olarak
kullanılırken, bu sesler Türkçede bulunmaz. Yine “j” sesi Farsçada bulunurken Eski Türkçede
bulunmaz. Bugün kullandığımız “j” sesi Farçadan alıntılanmış bir sestir. Sesler incelendiğinde
her dilin kendine has bir veya birkaç sesiyle karşılaşabiliriz. Ancak seslerin büyük bir kısmı
bütün dillerde ortaktır, yani aynı, benzer veya birbirine oldukça yakın boğumlanır.
Türkiye Türkçesi yazı dilinde 21 ünsüz ve 8 ünlü olmak üzere 29 ses gösterilmiştir.
Ancak ünlü ve ünsüz sayıları yazı dili dışında, konuşma dili esas alındığında sayılarının
değiştiği görülmektedir. Nitekim damak ünsüzlerinin ön ve art şekilleri, nazal /n/ (ñ) sesi, art
avurt ve ön avurt /l/ sesi, çift dudak [v] sesi gibi birçok ünsüz yazı dilinde gösterilmez, ancak
bu sesler konuşma dilinde işlek olarak kullanılır. Bunun yanında yazı dilindeki sekiz ünlüye
ek olarak kapalı [e] (ë), açık [e] (ä) veya ince /a/ (â) gibi ünlüler konuşma dilinde işlek olarak
kullanılmaktadır. Dolayısıyla her konuşma sesi yazı dilinde gösterilmediği gibi, yazı dilinde
harf olarak resmedilen seslerin de bazen konuşma dilinde karşılığı olmayabilir.
Ses Organları (Aygıtı) ve İşlevleri
1. Konuşma Organları
Konuşma sesleri, ses organları veya konuşma aygıtının yardımıyla çıkarılabilmektedir.
Ses, herhangi bir basınç durumunda ortaya çıkan, sıkışma, daralma ve genişlemelerle havada,
suda ve katı cisimler tarafından iletilen titreşimli dalga hareketleridir. Bu titreşimli dalga
hareketlerini ses organlarımız sayesinde oluştururuz. Ses organlarını şöyle sıralayabiliriz:
diyafram, akciğerler, nefes borusu, gırtlak, ses telleri, küçük dil, ağız, burun, dil, diş, damak,
dudak. Ancak bazı organlar sesin oluşuma yardımcı olurken direkt olarak sesi oluşturmazlar.
Ses aygıtımızı oluşturan diyafram, akciğerler ve soluk borusu sesin oluşması için gerekli olan
havayı ses organlarına iletirler. Gırtlak ve ses telleri ise bu havayı kullanarak basınç-titreşim
oluştururlar ve ham ses elde edilir. Küçük dil, ağız, burun, dil, diş, damak, dudak gibi
organlarımız ise bu ham sesi boğumlayarak konuşma seslerini meydana getirirler.
Bugün hayvanların hemen tamamı ses çıkarabilecek aygıta sahiptirler. Ancak hemen
hemen hiçbiri bu sesleri boğumlayamazlar. Bu sebeple konuşma seslerini oluşturmaları
mümkün değildir. Ancak hayvanların çıkardıkları bu ham seslere çok az da olsa farklı
kimlikler vererek ilkel bir iletişime sahip oldukları araştırmalar sonucu ortaya çıkmıştır. Çok
sınırlı biçimde ve çok az sayıda da olsa insan gibi boğumlama yapabilen tek hayvan
papağanlardır. Papağan kendisine ezberletilen sınırlı sayıdaki kelimeyi oluşturacak
boğumlamayı yapabilmektedir. Gırtlak ve ses telleri aracılığı ile oluşan bu ham sesi bu kadar
hızlı bir şekilde boğumlayıp iletişimde kullanabilen tek canlı insandır.
2. İşitme Organları
Sesleri algılayabilmemiz için bu sesleri algılayacak ve yorumlayacak aygıta da
ihtiyacımız vardır. İşitme organları sadece sesleri duymakla kalmaz, yüksekliğini-alçaklığını,
seslerin tınılarını, kimliklerini, özelliklerini, farklılıklarını da yorumlama özelliğine sahiptir.
Ses aygıtımız sırasıyla kulak kepçesi, kulak yolu, kulak zarı, orta kulak, çekiç, örs, üzengi,
östaki borusu, iç kulak, salyangoz, işitme sinirleri ve beyinden meydana gelmektedir. Kulak
kepçesi sesleri toplama özelliğine sahiptir. Sesler kulak kepçesi sayesinde toplanarak kulak
yolundan kulak zarına iletilir. Kulak zarı kendisine iletilen titreşimleri çekiç, örs ve üzengiye
iletir. Bu organlar üzerinden titreşimler salyangoz içindeki sıvıya aktarılır ve salyangoz sıvısı
bu titreşimleri işitme sinirlerinin algılayabileceği elektriksel verilere dönüştürür. İşitme
sinirleri bu elektriksel verileri beyne iletir ve böylece sesler duyulur. Ancak bu işitme sistemi
o kadar mükemmeldir ki, seslerin bütün fiziksel özelliklerini ayırt edici kimlik özellikleriyle
birlikte beyne iletir ve beyin bu verileri işleyip yorumlar.
Ses İncelemeleri
a. Ses Bilgisi (Fonetik): Ses bilgisi, belli bir dilin kullandığı sesleri, bu seslerin oluşum
aşamalarını, kullanımda oluşan ses değişimlerini ve bu değişimler esnasında oluşan ses
kurallarını inceler. Bu seslerin iletimi, algılanması ve yorumlanması da ses bilgisinin inceleme
alanına girer. Türk dili konuşurlarının kullandığı sesler, bu seslerin boğumlanma şekilleri,
kelime ve cümle içindeki ses değişimleri, tarihsel dönemlerle karşılaştırılan ses değişimleri,
bu kullanımlar merkezinde oluşan genel kurallar ses bilgisinin inceleme alanına girmektedir.
b. Ses Bilimi (Fonoloji): Ses bilimi ise, ses bilgisinden daha genel bir bakış açısıyla, bütün
konuşma dillerindeki seslerin oluşumlarını, ses organlarını, seslerin genel çıkış biçimlerini
inceler. Bütün diller göz önüne alınarak genel kaideler ve kurallar konulmaya çalışılır. Bütün
dillerdeki ortak ses biçimleri ve farklılaşan durumları ortaya koymak ses biliminin alanına
girer.
Harf, Alfabe, Yazı, Yazım (İmlâ) Kavramları
Ses aygıtımızın yardımıyla ve boğumlanma sürecinden geçerek oluşan sistemli ve
kuralları olan, her birey tarafından tanımlanabilen ve algılanabilen belli sayıda titreşim
unsurlarına konuşma dili sesleri denir. Her dilde konuşma dili sesleri büyük oranda benzerlik
gösterse de birbirinden farklı olan yönleri de vardır. Harfler bu konuşma dili seslerinin
resmedilmiş biçimleridir, simgeleridir. Harfler icat edilmeden önce de konuşma sesleri vardı
ve insanlar iletişime devam ediyordu. Harfler yardımıyla sesler resmedilmiştir.
Ses bir dil unsuru iken harf bir grafik unsurudur. Bu açıdan dille ilgili bir meseleden
bahsediliyorsa harf kavramı kullanılmamalıdır. /a/ harfi değil /a/ sesi denilmelidir. Ses her
zaman aynıdır, ancak seslerin resimleri olan harfler değişebilir. Bundan yüz yıl önce /b/ sesini
‫ ب‬şeklinde resmederken, bugün “b” şeklinde simgeliyoruz.
Alfabeyi, yazı dilindeki seslerin simgesel karşılığı olan harflerin toplandığı çizelge
olarak tanımlayabiliriz. Bir dildeki harflerin toplu olarak gösterilmesidir. Dünyada birçok dil,
farklı alfabe kullanabilir. Türklerin kendilerine ait alfabeleri Köktürk alfabesiydi. Bu anlamda
Türk dilinin seslerini en iyi karşılayan alfabe Köktürk alfabesidir. Ancak daha sonra din ve
coğrafya değişimleri Türklerin çok farklı alfabeler kullanmasına sebep olmuştur. Bugün 8
ünlü ve 21 ünsüzden oluşan 29 harflik Latin alfabesine dayalı bir alfabe kullanılmaktadır.
Alfabelerde amaç bir dilin bütün seslerini göstermek değil, kelimelerin en doğru ve en
kolay nasıl okunabileceğini göstermektir. Konuşma dilinde tek başına seslerin bir anlamı
yoktur. Sesler birleşerek anlamlı birimleri yani kelimeleri oluştururlar. Harflerin de tek başına
temsil edebildikleri tek şey seslerdir ve bir anlamı yoktur. Harfler de birleşerek kelimeleri ve
cümleleri oluşturur, daha doğrusu konuşma dilini resmetmeye başlar. İşte bu kelime ve
cümlelerin resmedildiği biçime yazı denir. Konuşma dili insan düşüncelerini aktarmada çok
yetersiz bir araçtır, ancak imkânlar dâhilindeki en iyi araçtır. Yazı ise konuşma dilini
yansıtmada oldukça yetersiz bir araçtır. Konuşma dilindeki jest, mimik, ses vurgusu gibi
birçok unsur yazı diline çok yetersiz olarak aktarılabilir. Somut olan seslerin yazıda harf
olarak karşılığı vardır, ancak somut olmayan birçok unsurun yazıda karşılığı yoktur. Bu
sebeple yazı konuşma dilindeki birçok anlamın aktarımını yapamaz.
“Seninle sonra görüşürüz” cümlesi gülen bir yüzle ve tatlı, yumuşak jest ve
mimiklerle, sakin bir ses tonuyla söylenirse “o insanla görüşme arzunu” dile getiren bir anlam
ifade eder. Ancak aynı cümle, aynı kelimeler sert bir ses tonuyla, kızgın bir edayla söylenirse
içinde tehdit unsuru barındıran bir anlama kavuşur. Aynı sesler, aynı kelimeler ve aynı cümle
konuşma dilinde bazen birbirine tam zıt duyguları ifade edebilir. Yazıda bunları belirtmemiz
oldukça güçtür, hatta bazı anlam aktarımları imkânsızdır. Yazının bu yetersizliği imlayı
doğurmuştur. İmlanın iki temel görevi vardır. Bir dilin ses, kelime ve cümlelerinin doğru bir
şekilde yazılmasını sağlamak. İkincisi ise yazı dilini çeşitli işaretlerle destekleyerek konuşma
dilinde ifade edilen anlamlara yaklaşmak.
Konuşma dilindeki duraklar, jest mimiklerin yerini imla ile az da olsa doldurmaya
çalışırız. Ayrıca her dilin doğasından gelen ve yazısına yansıyan imla özellikleri vardır. İmla
yazıyla ilgilidir. Bir konuşma dilinin doğru biçimde yazıya geçirilmesi, konuşma dili
unsurlarını elden geldiğince az anlam kaybına uğratarak yazıya yansıtması gibi faydaları
vardır.
Her dilde yazı, konuşma dilini birebir yazıya yansıtacak şekilde kurulmuş, ancak
dildeki değişimler devam ederken yazı muhafazakar özelliğiyle eski özellikleri korumuştur.
Yüzyıllar geçtikçe yazı aynı kalmış, ancak dil epeyce değişmiştir. Bu durum beraberinde
doğru yazım özelliklerini ifade eden imlayı doğurmuştur.

TÜRKÇENİN SESLERİ
Türkiye Türkçesi yazı dilinde 8 ünlü 21 ünsüz bulunmaktadır. Ses aygıtının art
damaktan çene ve dudaklara uzanan kısmında ünlüler boğumlanır. Ünlüler boğumlanırken dil,
çene ve dudaklar çeşitli şekiller alarak ağızda bir boşluk bırakırlar. Bu boşlukların
tınlamasından ünlüler oluşur. Ünsüzler ise gırtlaktan başlayarak dudak uçlarına kadar olan
bölgede boğumlanırlar. Ünsüzlerin oluşumu bu gırtlaktan dudak uçlarına kadar sıkışma,
daralma, sızma ve kapanma neticesinde, bir ünlünün yardımıyla oluşurlar.
1. Ünlüler: Ünlülerin oluşumları incelendiğinde boğumlanmanın dil, dudak ve çene
esasına dayalı olarak oluştuğu görülür. Her bir ünlünün oluşumunda dilin, dudakların ve
çenenin farklı şekiller aldığı tespit edilmektedir. Bu sebeple ünlüler sınıflandırılırken dilin,
dudakların ve çenenin aldığı duruma göre sınıflandırılırlar.
2. Ünsüzler: Ünsüzler, gırtlaktan başlayarak dudak uçlarına kadar boğumlanma
noktalarına sahip seslerdir. Ünlüler boğumlanırken ses yolu daima açıktır, ancak ünsüzler
oluşurken de ses yolunda sıkışma, daralma, sızma ve kapanma gibi olaylar meydana gelir ve
bir ünsüz ancak bir ünlünün yardımıyla söylenebilir.

TÜRKÇENİN SES ÖZELLİKLERİ

Her dil oluşurken ve gelişimini devam ettirirken kendine has belirgin ses özellikleri
oluşturur. Dilde hiçbir şey gelişigüzel olmaz. Bu sayede dilde yeni bir gelişme olduğunda, o
dili kullanan bütün bireyler bunu anlar. Türkiye Türkçesinin de belli başlı ses özellikleri
vardır. Bu özellikler hem Türk dilini diğer dillerden ayırırken hem de dilin ses değişim ve
gelişim sınırlarını çizer. Türk dilinin belli başlı ses özellikleri şunlardır:

1. Ünlü Uyumu Vardır.

Türk dilinde ünlü uyumları vardır. Bunlar, önlük-artlık uyumu (büyük ünlü uyumu),
düzlük yuvarlaklık uyumu (küçük ünlü uyumu), genişlik darlık uyumudur. Bu uyumlar
neticesinde ünlülerin boğumlanma bölgeleri birbirine yaklaşarak daha kolay-az çaba ve hızlı
konuşma imkânı sağlanmış olur.

2. Ünsüz Uyumu Vardır.

Türk dilinde ünlü uyumu olduğu gibi ünsüz uyumları da vardır. Sert Ünsüzlerin
Benzeşmesi/Tonsuzlaşma, Dudak Ünsüzlerinin Benzeşmesi, Sert Ünsüzlerin
Yumuşaması/Tonlulaşma gibi ses olayları neticesinde ünsüzlerin boğumlanma noktaları
birbirine yaklaşarak yine daha kolay-az çaba ve hızlı konuşma imkânı sağlanmış olur.

3. Ünlü-Ünsüz Uyumu Vardır.

Türkçede ünsüzler, birliktelik kurdukları ünlülerin boğumlanma noktalarını


kendilerine yaklaştırarak kelimenin daha kolay söylenmesi sağlanmış olur.

4. /o/, /ö/ Ünlüleri Sadece İlk Hecede Bulunur.

Türkçe kökenli kelimelerde /o/, /ö/ ünlüleri sadece ilk hecede bulunur. Eğer bir
kelimenin ilk hecesi dışında /o/, /ö/ ünlüleri bulunuyorsa bu kelime yabancı kökenlidir. Ancak
Eski Oğuz Türkçesi döneminde ekleşen “yorur” fiilinin –yor şeklinde şimdiki zaman eki
işlevinde kelimelere eklendiği görülmektedir.

5. Kelime ve Hece Başında Sadece Bir Ünsüz Bulunur.

Türk dilinde kelime başında ve hece başında sadece bir ünsüz bulunur. Çift ünsüz, iki
ünsüz veya üç ünsüz ile kelime veya hece başlamaz. Bunun hece bölümünde bir istisnası
“ımtrak” ekidir. Bunun dışında hece bölümlenmesinde de hece başında iki veya daha fazla
ünsüz bulunmaz.

6. Türkiye Türkçesi Yazı Dilinde Birincil (Asli) Uzun Ünlü Bulunmaz.

Uzun ünlüler hakkında bu güne kadar yapılmış olan çalışmaların dağınık bir görüntü
arz etmeleri, konunun toplu bir halde değerlendirilme gereğini ortaya çıkarmıştır. Türkçedeki
uzun ünlüler geçen yüzyılın ortalarından bu yana bir hayli tartışılmış ve bu konuda çok ciddî
çalışmalar yapılmıştır. Birincil uzun ünlülerin varlığını kabullenme noktasında Türkologlar iki
kısma ayrılmıştır.

7. Kelime Başında /r/ ve /l/ Ünsüzü Bulunmaz.

Türkçe kelime başında /r/ ve /l/ ünsüzleri bulunmaz. Bu ünsüzleri kelime başında
barındıran kelimeler alıntıdır. Anadolu ağızlarında kelime başında /r/ ve /l/ ünsüzleri bulunan
kelimelerin başına dar bir ünlü getirilerek, kelime Türkçe ses sistemine uydurulmaya
çalışılmıştır.

Ramazan>İramazan

Raf > iraf

Leğen> ileğen

8. Kelime Sonunda /b/, /c/, /d/, /g/ Ünsüzleri Bulunmaz.

Türkiye Türkçesi yazı dilinde kelime sonunda /b/, /c/, /d/, /g/ ünsüzleri bulunmaz.
Yabancı dilden alıntı kelime sonlarındaki /b/, /c/, /d/, /g/ ünsüzleri /p/, /ç/, /t/, /k/ ünsüzlerine
dönüşür.

9. Türk Dilinde İki Ünlü Yan Yana Bulunmaz.


Türk dilinde kelime ve hece yapısında iki ünlü yan yana bulunmaz. Eğer ünlüyle biten
bir kelimeye ünlüyle başlayan bir ek gelirse araya /y/ kaynaştırma ünsüzü girer. Birleşik
kelimelerde yine bu karşılaşma meydana gelirse iki ünlü birleşerek uzun ünlüleri meydana
getirir.

10. Türk Dilinde İkiz Ünlü ve İkiz Ünsüz Yoktur.

Tek soluk hamlesinde iki ünlünün boğumlanabildiği ses birliklerine ikiz ünlü (diftong)
denir. Türk dilinde ikiz ünlü bulunmaz. Ancak ağızlarda ses olayları sırasında iki ünlünün
karşılaşarak ikiz ünlü oluşturduğu görülmektedir. Fakat bu düzenli ve sürekli bir durum
olmaktan öte, ses değişiminin bir aşaması olarak görülmektedir. Yine Türk dilinde diğer
dillerde bulunan ikiz ünsüzle de karşılaşılmaz.

SES OLAYLARI

Ünlü Uyumları

Önlük-Artlık Uyumu (Büyük Ünlü Uyumu)

“Önlük-Artlık” ya da “Kalınlık-İncelik” uyumu olarak da geçebilen bu uyum birden


çok heceli Türkçe kelimelerde ön ünlülerden (/e/, /i/, /ö/, /ü/) sonra yine bir ön ünlünün, art
ünlülerden (/a/, /ı/, /o/, /u/) sonra yine bir art ünlünün gelmesi temeline dayanmaktadır. Bu
uyum Türkçenin her devrinde katı bir kural olarak karşımıza çıkmıştır. İlk yazılı eserlerden
beri mevcuttur ve hâlen devam etmektedir. Hatta Türkçeye giren yabancı kelimeler bile
ağızlarda uyuma tabi tutulmuştur.

Örnekler: okul, öğretmen, tavşan, gözlük, odun, vb.

Su, kıl, taş, çöl gibi tek heceli ve Atatürk, Çanakkale, hanımeli gibi birleşik
kelimelerde ise bu uyum aranmaz.

Türkçe olduğu hâlde zamanla ses değişimlerine uğramış olan kelimeler bu uyuma
uymazlar. Örnekler: kangı>hangi, alma>elma, karındaş>kardeş vb.

“-ki, -ken, -yor, -leyin, -gil, -(i)mtırak” gibi ekler eklendiği kelimeye göre yani ekin
kendisi ön/art ünlülü iken art ünlülü bir kelimeye eklenirse uyumu bozar. Ancak hem kendisi
hem de eklendiği kelime ön/ art ünlülü ise uyumu bozmaz.

Uyumun bozulmasına örnekler: akşamki, okurken, geliyor, halamgil, mavimtırak.


Uyumun bozulmamasına örnekler: geceki, gelirken, okuyor, teyzemgil, sarımtırak.

Uyuma uygun olan her kelime Türkçedir denemez, uyuma uyduğu hâlde Türkçe
olmayan kelimeler de vardır.

Örnekler: iskele, lise, elektrik, komando, mektep

Düzlük-Yuvarlaklık Uyumu (Küçük Ünlü Uyumu)

Düzlük-Yuvarlaklık Uyumu olarak da bilinen bu uyum düz ünlülü (/a/, /e/, /ı/, /i/)
hecelerden sonra yine düz ünlü; yuvarlak ünlülü (/o/,/ö/, /u/, /ü/) hecelerden sonra ya düz-
geniş ünlü (/a/, /e/), ya da dar yuvarlak ünlü (/u/, /ü/) gelmesi kuralına denir.

Ses Türemesi

Ünlü Türemesi

a. Türkçenin eski devirlerinden beri birden çok heceli kelimelerde aynı hecede iki
ünsüz yan yana bulunmaz kuralı vardır. Bundan dolayı yabancı dilden alınan kelimelerde
araya bir ünlü gelerek iki ünsüzü birbirine bağlar.

Örnekler: tren>tiren, spor>sıpor, ömr>ömür, fikr>fikir, sabr>sabır vb.

b. Kelimenin anlamını pekiştirmek ya da küçültmek için kelime ile ona eklenen ekin
arasına bir ünlü türemesi görülür.

Örnekler: dar+cık: dar+a+cık> daracık sap+sağlam: sap+a+sağlam> sapasağlam düp+düz:


düp+e+düz>düpedüz bir+cik: bir+i+cik>biricik gül+cük: gül+ü+cük>gülücük vb.

c. Türkçede kelime başında /r/ ve /l/ bulunmadığı için bu ünsüzlerle başlayan


kelimenin başına bir ünlü getirilir. Bunlardan bazıları yazı dilimize geçmişken bazıları henüz
ağızlarda devam etmektedir.

Örnekler: station>istasyon, skarpin>iskarpin, stop>istop, Ramazan>iramazan, limon>ilimon,


recep>irecep vb.

d. Türkçede kelimeler ile ekleri birleştiren iki farklı yol vardır. Bunlardan ilki
doğrudan kök+ek şeklindedir. Taş+lar, yoğurt+çu, sert+çe gibi. Diğeri ise kök+yardımcı ünlü
(ı, i, u, ü)+ek şeklindedir. Yap-(ı)ş-, gör-(ü)n-, çek-(i)n-, giy-(i)n- vb. Bu ikinci şekilde araya
ünlü gelmeksizin kökü ve eki birleştirmek imkânsızdır.

Ünsüz Türemesi

“Türkçede iki ünlü yan yana bulunmaz.” kuralına istinaden yabancı dillerden dilimize
giren kelimelerde bu kurala aykırı bir durum varsa o iki ünlü arasına bir ünsüz getirilir.

Örnekler: Fiat>fiyat, mâi>mavi, faide>fayda

Ünlü ile biten bir kelimeye yine ünlü ile başlayan bir ek geleceği zaman yine
yukarıdaki kurala göre araya -y- kaynaştırma ünsüzü getirilir.

Örnekler: sıra-a: sıra-y-a>sıraya, fırla-ıp: fırla-y-ıp>fırlayıp, başla-arak: başla-y-


arak>başlayarak, kapı-ı: kapı-y-ı>kapıyı vb.

Ünsüz İkizleşmesi

Aynı zamanda bir ünsüz türemesi de sayılabilen bu olay daha çok yabancı kökenli
kelimeler ile Türkçe “etmek, olmak, eylemek” gibi yardımcı eylemler birleşeceği zaman
yabancı kökenli kelimenin son sesinin ikizleşmesine denir.

Örnekler: his+etmek>hissetmek, zan+etmek>zannetmek, hal+ olmak>hallolmak,


af+etmek>affetmek, red+ey lemek>reddeyleye mek vb.

Bir de ağızlarda vurgu veya yergiyi pekiştirmek için bazı kelimelerin ortadaki
ünsüzleri ikizleşebilir. Örnekler: yeddi, sekkiz, dokkuz, eşşek, ekkiz vb.

Ses Düşmesi

Ünlü Düşmesi

Türkçede genel kaidelerden biri de vurgusuz orta hecenin düşmesi olayıdır. Bu olay hem
Türkçe kelimelerde hem de yabancı kökenli kelimelerde görülebilir.

Örnekler: ömür+ü>ömrü, burun+u>burnu, omuz+u>omzu, gö- nül+e>gönle, fikir+e>fikre,


oğul+u>oğlu vb.

Ancak kelimeler ikileme oluştururken düşme olayı görülmez.


Örnekler: göğüs göğüse, burun buruna, omuz omuza vb.

Türkçede birleşik kelimeler oluşturulurken de ünlü düşmesi meydana gelir. Buna aynı
zamanda ünlü birleşmesi veya ünlü aşınması da denir.

Örnekler: ne asıl>nasıl, ne+için>niçin, kahve+altı>kahvaltı, pazar+ertesi>pazartesi,


sütlü+aş>sütlaç, bulama+aş>bulamaç vb.

Arapçadan dilimize giren bazı kelimelere yardımcı fiil getirileceği zaman kelimenin
ikinci hecesindeki ünlü düşerek kelime aslına döner.

Örnekler: keşf>keşif+etmek> keşfetmek, bahs>bahis+etmek>bahsetmek,


neşr>neşir+etmek>neşretmek, küfr>küfür+etmek>küfretmek vb.

Ünsüz Düşmesi

Küçültme ve sevgi ifade eden ekler (-cIk, -cUk, -cAk) sonu -k ile biten kelimelere
geldiği zaman son ses -k düşer.

Örnekler: Yumuşak+cık>yumuşacık Büyük+cek>büyücek Küçük+cük>küçücük


Ufak+cık>ufacık

Türkçenin yanında Arapça, Farsça veya Batı dillerinden giren kelimelerde de ünsüz
düşmesi görülmektedir. Bunlardan bazıları yazı diline yansırken bazıları ağızlarda
görülmektedir.

Örnekler: Bir şey> bişey Üst teğmen>üsteğmen Ast teğmen>asteğmen Çiftçi>çifçi


Bir dane> bidene Rast gelmek>rasgelmek.

Ses Benzeşmesi

Sert Ünsüzlerin Benzeşmesi/Tonsuzlaşma

/f/, /s/, /t/, /k/, /ç/, /ş/, /h/, /p/ sert/tonsuz ünsüzlerinden biri ile biten bir kelimeye tonlu
ünsüz ile başlayan bir ek geldiği zaman ekin ilk ünsüzü tonsuzlaşarak eklendiği kelimedeki
ünsüze benzer. Bu olaya sert ünsüz/tonsuz benzeşmesi denir.

Örnekler: Kitap+da>kitapta Sabah+dan>sabahtan Simit+ci>simitçi


Yaprak+dan>yapraktan vb.
Dudak Ünsüzlerinin Benzeşmesi

Daha çok yabancı kökenli kelimelerde görülen bu benzeşme olayında /b/ ünsüzü
kendinden önceki /n/ ünsüzünü kendisine benzeterek m ünsüzüne dönüştürür.

Örnekler: tenbel>tembel Penbe>pembe Saklanbaç>saklambaç Çenber>çember Anbar>ambar

Bu değişim özel ve birleşik isimlerde görülmez. Daha doğrusu söyleyişte değişim olsa
bile yazıda gösterilmez.

Örnekler: sonbahar, İstanbul, dönbaba, Safranbolu, gelinboğan, onbaşı, metinbilim,


düzenbaz vb.

Sert Ünsüzlerin Yumuşaması/Tonlulaşma

Dilimizde sonu /p/, /ç/, /t/, /k/ ile biten kelimelere ünlü ile başlayan bir ek geldiği
zaman bu ünsüzler, tonluları olan /b/, /c/, /d/, /g/ ünsüzüne dönüşür. Buna sert/tonsuz
ünsüzlerin yumuşaması denir.

Örnekler: sokak+ı> sokağı dolap+ı>dolabı simit+i>simidi yamaç+a>yamaca

Ancak bu kuralın uygulanmadığı bazı durumlar da vardır. Bunlar:

a. Özel isimlerin söylenişinde kural uygulansa da yazı dilinde gösterilmez. Örnekler:


Mehmet+e>Mehmet’e, Serap+a>Serap’a, Ata türk+e > Atatürk’e, Siirt+e>Siirt’e

b. Kurt, yurt gibi bazı kelimelerin haricinde sonu çift ünsüzle biten tek heceli
kelimelerde yumuşama görülmez. Örnekler: şart+a>şarta, mart+a>marta, halk+ı>halkı,
kürk+ü>kürkü

c. Yabancı dillerden dilimize giren kelimelerin çoğunda bu kural uygulanmaz.


Örnekler: hayat+ı>hayatı, kıyamet+e>kıyamete, hukuk+u>hukuku

d. Tek heceli olan birçok kelime bu kurala uymaz. Örnekler: top+u>topu, ip+i>i,
it+i>iti, at+a>ata.

d. Fiilden isim yapma eki olan –t ile türeyen kelimelerde yumuşama görülmez.
Örnekler: anıt+ı>anıtı, taşıt+a>taşıta, yapıt+ı>yapıtı

Ünlü Daralması/Orta Hece Ünlüsünün Değişmesi


Şimdiki zaman eki olan –yor içinde barındırdığı -y- sesinin daraltıcı özelliğinden
dolayı kendinden önce gelen düz-geniş sesleri daraltır ve /ı/, /i/, /u/, /ü/’ye dönüştürür.
Örnekler: gelme-yor>gelmiyor anla-yor>anlıyor oyna-yor>oynuyor gözle-yor>gözlüyor
yaşa-yor>yaşıyor

y sesinin daraltıcı özelliği –yor ekinde sistemlidir ve yazı dilimize geçmiştir. Ancak
şimdiki zaman ekinin haricinde bu ses yine daraltıcı özelliği gereği söyleyişte düz-geniş
ünlüleri daraltır, fakat yazıda gösterilmez. Örnekler: bekleyen>bekliyen, bilmeyen>bilmiyen,
anlayan>anlıyan vb.

Göçüşme/Yer Değiştirme/Metatez

Kelime içindeki iki sesin nedensiz olarak yer değiştirmesi olayına göçüşme denir.
Çoğunlukla /p/, /r/, /l/ ünsüzlerinde görülür. Göçüşme olayı yan yana olan seslerde olursa
yakın göçüşme; uzak olan seslerde olursa uzak göçüşme denir. Yakın göçüşme uzak
göçüşmeye göre daha yaygın olarak görülür.

Yakın göçüşmeye örnekler: köprü>körpü, tepsi>tespi, toprak>torpak,


bayram>baryam, yalnız>yanlız, yanlış>yanlış, perhiz>pehriz, yaprak>yarpak, kervan>kevran,
sonra>sorna, çömlek>çölmek,

Uzak göçüşmeye örnekler: lanet>nalet, kartal>kaltar, kenar>keran

Hece Düşmesi

Bir gramer birliğinde ses olarak birbirine benzeyen iki heceden birinin düşmesi
olayına hece düşmesi denir. Örnekler: gelmeyeyim>gelmeyim, başlayayım>başlayım,
kilitle>kitle-

İsim tamlamasından oluşan yer isimleri yapılırken iyelik eki –sı’nın düşmesi sonucu
hece düşmesi meydana gelir. Örnekler: Edirne kapısı>Edirnekapı, Kars kapısı>Karskapı,
hacet tepesi>hacettepe

Hece Kaynaşması

Zayıf ünsüzlerin erimesi sonucu yan yana gelen iki ünlünün kaynaşması sonucunda
hece kaynaşması ortaya çıkar. Örnekler: postahane>postane, hastahane>hastane,
pekiyi>peki, ağabey>abi
Ulama

Ulama, sadece konuşma dilinde kullanılan parçalar üstü bir ses olayıdır. Ünsüzle biten
bir kelimeden sonra ünlüyle başlayan bir kelime gelirse, ilk kelimenin son ünsüzü ikinci
kelimenin ilk ünlüsüyle hece kurar. Yazı dilinde ulamalar gösterilmez. Dilde hızlı ve daha az
çaba harcayarak konuşma eğiliminin en önemli sonuçlarından biri de ulama olayıdır.

Örnekler: Elinden_aldı. Gözümün_önünde bayıldı. Akşam_akşam dışarıya çıkma.

Durak ve Durgu

Durgu ve durak cümlede anlamı belirleyen önemli ses olaylarındandır. Durak ve durgu
konuşma dilinde anlamı netleştirmek için kişinin kısa veya uzun süreli verdiği nefes
aralıklarıdır. Kısa süreli boşluklara durgu, biraz daha uzun süreli olanlara durak denir.

Hız

Günlük konuşmalarda normal şartlarda konuşma hızı dakikada 110-150 kelime


arasında değişmektedir. Ton, tonlama, durgu ve duraklar konuşma hızını etkileyen en önemli
unsurlardandır. Bununla birlikte kişinin psikolojik durumu ve anlatılan konunun niteliği
konuşma hızını etkileyen en önemli faktörler arasındadır. Konuşma hızı anlamı etkileyen
parçalar üstü ses olayları arasında sayılabilir. Normalden daha hızlı konuşan ve araştırdığı bir
konuyu anlatan kişinin bilgili olduğu kanaati oluşabileceği gibi, konuşma hızı çok düşükse
hazırlanan raporun yetersizliğinden şüphe edilebilir. Konuşma hızı, anlatılan konunun
niteliğine, kişinin psikolojik durumuna göre değişebilir.

Vurgu

Vurgu, kelime ve cümle anlamını en fazla etkileyen parçalar üstü ses birimdir.
Konuşma dilinde ses perdeleri, tonlama, durak ve durgu, konuşma hızı gibi unsurların
etkisiyle bir hecenin diğerinden daha baskılı söylenmesi durumuna vurgu denir. Ayı gördüm.
(Gök cismi olan dünyanın uydusu gördüm) Ayı gördüm. (Ayı hayvanını gördüm) Bu
cümleleri sesli söylerseniz “ayı” kelimelerindeki vurgunun farklı olduğu görülecektir.

Dilin yapısı gereği her kelimenin doğal bir vurgusu vardır. Bu dili konuşanların hepsi
tarafından işitilerek öğrenilmiş ve bilinçsiz olarak kullanılmaktadır. Buna doğal vurgu
denilmektedir. Bunun yanında heyecan, korku, pekiştirme gibi günlük konuşmalarda özel
vurgu oluşturularak anlam değiştirilebilir. Buna da yapay vurgu denilir. Gör’ürsün (temel
anlamda göreceğini belirtmek) Görür’sün! (tehdit anlamında) Bu iki yargıda ifadeler aynı,
ancak vurguyla anlamlar tamamen farklıdır. Birinci cümlede kelimenin doğal vurgusu
söylenmiş, şahıs ekleri vurgu almadığı için vurgu bir önceki hecede kalmış ve kelime temel
anlamında kullanılmıştır. Ancak ikinci yargıda vurgu “-sün” şahıs eki üzerine getirilince,
kullanılan ifadenin anlamı tamamen farklılaşıp tehdit içeriği kazanmıştır.

Türkiye Türkçesinde vurgu temel olarak kelime vurgusu, tamlama vurgusu ve cümle
vurgusu olarak iki kısımda incelenebilir. Türkiye Türkçesi kelime vurgusuna göre:

- Tek heceli kelimelerde vurgu olmaz. At, gül, bol, kol gibi.

- Birden çok heceli kelimelerde vurgu genelde son hecede olur. Ka’pı, o’kul,
öğret’men, as’ker gibi.

- Bu kelimeler türetilince vurgu son heceye doğru kayar. Kapı’lar, oku’lu,


öğretmen’lik gibi.

- Bazı ekler üzerine vurgu almaz ve kelime vurgusu kendisinden önceki hecede kalır.
Olumsuzluk eki (-mA-), zarf-fiil eki(-ken, -mAdAn), eşitlik eki (-CA), soru eki ( mI), şahıs
ekleri, bildirme eki (-Dır), şimdiki zaman eki (-yor), araç hali eki (-lA), isimden isim yapım
eki (-gIl) gibi.

- Ülke ve şehir isimlerinde vurgu genellikle ilk hecededir. Almanya, Avrupa, Ankara,
Samsun gibi.

- Edatların vurguları ilk hecede olur. ancak, yalnız, haydi gibi.

- Hitap veya seslenme durumundaki kelimelerde vurgu ilk hecede olur. Ahmet!,
konuşun!, arkadaşlar!

- Bazı ünlem durumlarında, hitap ve seslenme durumlarında son hece uzatılarak


söylenirse, kelime vurgusu son heceye kayar. Ahmeeeet!, konuşuuuun!, eyvaaaah!,
arkadaşlaaar!

- Orta hecede genelde vurgu bulunmaz. Bu sebeple Türkçede yaygın olarak orta
hecede vurgusuz ünlüler veya heceler düşer.

Kelime vurgusu ilk hecede bulunabileceği gibi, çok büyük oranda son hecede bulunur.
Orta hecede ise istisna kabilinden vurgulu söyleyiş tespit edilir. Tamlama vurgusunda,
tamlayan öğenin doğal vurgusu, bütün tamlamanın doğal vurgusu olmaktadır. Keskin nişancı,
yetmiş ağaç.

Türkçe cümle yapısında normal şartlar altında vurgu yüklemin üzerindedir. Bununla
birlikte cümlede yükleme en yakın öğe de yüklemden sonra en vurgulu öğedir. Bu kuraldan
hareketle cümle kuruluşlarında anlamlar belirtilmek istenen öğenin yükleme
yaklaştırılmasıyla değiştirilebilir.

Ali yarın okula gelecek. Yarın okula Ali gelecek. Ali okula yarın gelecek.

Bu cümlelerde vurgulanmak istenen unsur yükleme yaklaştırılır ve çoğu zaman bu


sayede cümlenin anlamı da değişir. Buna önem sırası da denilebilir. Konuşmacı önem verdiği
ve vurgulamak istediği öğeyi yükleme yaklaştırır.

HECE

Bir soluk hamlesinde çıkarılan ses birliklerine hece denir. Ünlüler tek başlarına bir
hece oluşturabilirler, ancak ünsüzler hece oluşturmak için muhakkak bir ünlüye ihtiyaç
duyarlar. Hece oluşurken, oluştuğu dilin ses kanunlarını temel alarak oluşur ve kurallıdır.
Türkçede 6 çeşit hece oluşturulabilir. Ünlüleri (Y), ünsüzleri (X) işareti ile simgelenirse, şöyle
bir şema oluşturulabilir:

Y (ünlü): o (şahıs zamiri)

XY (ünsüz+ünlü): bu, şu, ne, su

YX (ünlü+ünsüz): at, ot, aç, od, ol

XYX (ünsüz+ünlü+ünsüz): koy, yüz, düz, buz

YXX (ünlü+ünsüz+ünsüz): art, alt, üst, ark

XYXX (ünsüz+ünlü+ünsüz+ünsüz): tart, Türk, kırk

KOMPOZİSYONLA İLGİLİ GENEL BİLGİLER

Bugüne gelinceye kadar öğrenim hayatınız boyunca pek çok kez kompozisyon yazmışsınızdır.
Genellikle Türk Dili ve Edebiyatı dersinde bir konu, bir atasözü, bir özdeyiş veya bir dize, beyit,
dörtlük, paragraf gibi edebî örnekler üzerine yazılan metinler olarak biliriz kompozisyonu... Oysa
adı kompozisyon olmasa da yazdığımız pek çok yazıda, raporda, seminerde, hatta dilekçede
kompozisyon yazma kurallarını ve yöntemlerini uygularız. Topluluk önünde yaptığımız
konuşmalar da kompozisyonun bir başka boyutu olan sözlü kompozisyon ürünüdür.
Sözlü kompozisyon değişken ve esnek olmasına karşın yazılı kompozisyon daha değişmez ve
durağandır. Bu yönüyle daha kuralcı ve daha düzenli, üzerinde düşünülüp oluşturulan bir
anlatımdır, diyebiliriz. Okur, yazılı bir metni tekrar tekrar okuyabilir; ancak yazar, okurun tepkisini
hemen göremez. Buna karşılık sözlü kompozisyonda etkileşim söz konusu olduğu için konuşan,
dinleyenlerin tepkilerini anında alabilir ve kendini daha doğru ifade etme yollarını
çeşitlendirebilir. Derslerdeki yazma çalışmasıyla dar bir tanıma sığdırdığımız kompozisyon, aslında
sözcük anlamı olarak farklı parçaların bir araya getirilmesiyle oluşturulan bütünü ifade eder.
Dilimize Fransızcadan geçen kompozisyon sözünün kökeni Latinceye dayanmaktadır. Latincede
“bir araya getirmek, birleştirmek, inşa etmek” anlamındaki componere sözünden gelişen
compositio(n-) eski Fransızcaya geçmiştir.

Composition sözü Fransızcada “bileşim, beste” gibi anlamlarda kullanılırken Türkçede geniş
anlamda “ayrı ayrı parçaları bir araya getirerek bir bütün oluşturma biçimi ve işi”, dar anlamda ise
“öğrencilere duygu ve düşüncelerini etkili ve düzgün bir biçimde anlatmaları için yaptırılan yazılı
veya sözlü çalışma” karşılıklarındadır. Geniş anlamda kompozisyon hayatın her anında ve alanında
kullandığımız araçların, aygıtların, taşıtların; paylaştığımız mekânların, üzerinden geçtiğimiz
yolların, köprülerin; hatta yediğimiz yemeklerin, içtiğimiz içeceklerin yapılışında uygulanan ana
yöntemdir.

Örneğin bir cep telefonu yüzlerce parçadan oluşur. Birbirinden farklı yapıda ve işlevde yüzlerce
parçanın bir araya getirilerek, birbiriyle uyum içerisinde, verimli ve yararlı bir biçimde çalışması
sağlanarak bütünleştirilmesi ve bir iletişim aygıtına dönüştürülmesi bir kompozisyon örneğidir. Bir
bina; özelliğine göre kum, taş, çimento, demir, ahşap, cam gibi çeşitli malzemelerden oluşur. Ama
bütün bu yapı malzemesini bir araya getirip üst üste yığmakla bina yapılamayacağı gibi dört duvar
örüp kapısını, çatısını kapatmakla da işlevsel bir yapı ortaya konulamaz. Binayı kullanacak kişilere
konforlu bir hayat sağlayacak, bunların arzu ve isteklerini karşılamalarına imkân verecek, işlevsel
bir yapı ortaya çıkarabilmek için mimarından mühendisine, ustasından işçisine bütün görevlilerin
çaba harcaması gerekir. Bütün bunlar bir amaç gözetilerek, bir planlama ve iş bölümü yapılarak
malzemeyi en iyi bir biçimde değerlendirmekle mümkündür.

Kompozisyonun bütününde bir düzen olması gerekir. Kompozisyonda düzen, yazı alanının
kullanımından başlayıp düşüncelerin, duyguların, açıklamaların, gözlemlerin, saptamaların,
örneklerin sıralanışına kadar kendisini göstermelidir. Ancak yukarıda değindiğimiz örneklerde
olduğu gibi başarılı bir kompozisyon yazabilmek için yalnızca bunlar yeterli değildir. Kompozisyon
yazma kuralları ve yöntemlerinin uygulanması sırasında biçim, yazım, noktalama, sözcük seçimi
vb. bakımlardan da göz önünde bulundurulması gereken özellikler vardır. Biçim açısından
kullanılan kâğıdın kompozisyon yazmaya uygunluğu, yazım kurallarına uyulması, noktalama
işaretlerinin yerli yerinde kullanılması gerekmektedir. Sözcüklerin gerçek ve mecaz anlamlarıyla
kullanımlarına dikkat edilmesi, anlatım bozukluklarından ve cümle düşüklüklerinden kaçınılması
başarılı bir kompozisyonun yazılması için gereklidir.

Dil Becerileri ve Bilgi Donanımı

Bebekler dünyaya gelişlerinden itibaren içinde bulunduğu toplumun dilini edinmeye başlar.
Ancak son zamanlarda yürütülen bilimsel araştırmalar, bebeğin daha anne karnındayken ana
dilini edinmeye başladığına ilişkin verileri ortaya koymaktadır. Dünyaya gözlerini açtıkları ilk
andan başlayarak bebeklerin dil edinimi hızlı bir sürece dönüşür. Bu süreçte anne ve babasından,
yakın çevresinden edindiği söz varlığı ve dili kullanma yeteneği gelişmeye başlar. Sözlü iletişim,
yalnızca konuşmayla değil söylenilen ninnilerle, anlatılan masallarla da gelişir. Okul çağına gelen
çocukta ise dil becerileri yeni bir boyut kazanır ve yazı dili öğrenimi ile birlikte daha önce edinilen
konuşma ve dinleme işlevlerine yazma ve okuma becerileri eklenir. Temelleri bebeklik
döneminde atılan dil becerisi, yazmayı ve okumayı öğrenmeyle birlikte gelişir. Bir yandan dilin
kurallı yazma ve konuşma becerileri edinilirken diğer yandan dağarcığa eklenen sözcüklerle
kavrama, algılama ve anlatma yeteneği olgunlaşmaya başlar.

Dil becerisini geliştiren en önemli etkinlik okumadır. Yazıyı öğrenmekle başlayan okuma sürecinde
binlerce sözcükle karşılaşan kişinin bir yandan söz varlığı genişlerken bir yandan da kişi, anlatım
gücüne vâkıf olur. Bu süreçte anlamı bilinmeyen sözcükler için sözlüğe bakılması, sözcüklerin
gerçek ve yan anlamlarının öğrenilmesine yardımcı olur. Okuma etkinliği, sözlükte birer madde
olan sözcüklerin okunan metinlerle canlanmasını bağlam içerisinde kazandığı anlamın
kavranmasını sağlar. Böylece kişi, sözcüklerden anlatımda nasıl yararlanılacağını, doğru
sözcüklerle etkili anlatımın nasıl sağlanacağını kavrar.

Yazma yeteneğinin geliştirilmesine okuma etkinliği büyük katkıda bulunur. Okunan her eser, dilin
nasıl kullanılması gerektiğini somut bir biçimde ortaya koyan canlı bir örnektir. Kişiler okudukça
başarılı örnekleri diğerlerinden ayırt etme yeteneğini de kazanır. Dili etkin kullanan, anlatımı
güçlü yazarlar, yazmaya aday kişiler için birer örnek olurlar. Pek çok kişi, başarılı bulduğu
örneklere öykünerek yazmaya başlamıştır. Ancak sürekli okuyarak ve yazarak kendisini geliştiren
kişiler zamanla özgünleşir ve kendi tarzını oluşturur.

İyi bir dinleyici bir yandan sözcüklerin kurallı söylenişleriyle kulak yeteneğini geliştirirken diğer
yandan da tonlama ve vurgu ile sözcüklerin konuşmada etkili kullanımına tanık olur. Sözcüklerin
canlı bir biçimde kullanımı konuşma dilindedir. Sözlü kompozisyon için en iyi eğitim dinleme ile
başlar. Konuşmacının dili kullanma becerisini gözlemlemenin yanı sıra etkili konuşma yöntemleri,
dinleyicinin ilgisini sürekli kılma, anlatım tarzı vb. özellikler dinleme etkinliği sırasında da kazanılır.

Dili kullanma becerisini kazandıran bu etkinlikler kişiye bilgi donanımı da sağlar. Hiç kuşkusuz,
insan bilgi donanımını hem deneyimlerinden hem de öğrenim hayatından kazanır. Öğrenim
sürecinde bilgiyi edinme, yine okuma ve dinleme etkinlikleriyle elde edilir. Okumak, bilgi
edinmenin en temel etkinliklerinden biridir. Kişi okuduklarından yeni bilgiler edinirken bunları
önceki bilgileriyle karşılaştırmalı, eleştirel gözle değerlendirmelidir. Gerektiğinde diğer kaynaklara
bakarak bilgilerin doğruluğunu sınamalıdır.

Dil Yetisi ve Yazma Becerisi: Kurallı Yazma ve Yaratıcı Yazma

İnsanı diğer canlılardan ayıran özelliklerin başında, onun bir dil yetisine sahip olması gelmektedir.
Dil yetisi insanın doğuştan sahip olduğu bir yetidir ve içine doğduğu kültürün dilini “ana dili”
olarak edinebilme ve kullanabilme becerisini ifade eder. Bu yeti sayesinde insan, ana dilinde
sonsuz sayıda tümce kurup sonsuz sayıda tümceyi anlayabilmektedir. İnsan dilini hayvan dilinden
ayıran temel özellik, insanların, diğer canlılardan farklı olarak dil yetisi sayesinde daha önce hiç
duymadığı, yani davranış taklidi yoluyla edinmediği yeni tümceleri kurabilmesi ve
anlayabilmesidir. Dil yetisi tüm insanlarda vardır, ancak bu yetinin kullanım düzeyi herkeste
farklıdır. Tıpkı, futbol oynayabilmek için fiziksel olarak iki ayağa gereksinim olmasına rağmen, iki
ayağı olan herkesin “futbolcu” olamaması gibi, dil yetisine sahip herkesin de aynı dil becerilerini
göstermesi olanaksızdır.

Bu noktada “yeti” ve “yetenek” ayrımı da yapılabilir. Yeti, bir yeteneğin var olabilmesinin fiziksel,
fizyolojik ya da biyolojik ön koşuldur. Yetenek ise bu koşullara sahip her bireyin, söz konusu yetiyi
genelden farklı, nitelik ve nicelik boyutunda geliştirmiş olması demektir. Örneğin doğuştan ya da
sonradan gelişen fizyolojik bir sorun yoksa herkes bir müzik aletini çalabilme “yeti”sine sahiptir.
Piyano çalabilmek için kulaklarımızda bir işitme sorunu olmaması, ellerimizde ve parmaklarımızda
fizyolojik bir engelin bulunmaması ve bilişsel açıdan bir öğrenme bozukluğu yaşamıyor olmamız
gerekir. Ortalama bir insan bu yetilere sahiptir; ancak piyano çalmak ortalama bir yetenek
değildir. Daha doğrusu, iyi bir öğretim sürecinin sonucunda herkes bu müzik aletini çalabilir.
Ancak “piyanist” ya da “müzisyen” ve nihayetinde gerçek anlamda bir sanatçı olabilmek için
yetilerimizi herkesten farklı kullanma becerisine sahip olmamız gerektiği açıktır.

Yeti ve yetenek ayrımı, yazmanın bir yeti mi yoksa bir yetenek mi olduğu sorusunu gündeme
getirmektedir. Bu soruyu yanıtlayabilmek için “dil yetisi” kavramını dizgeli bir biçimde geliştiren
ve 20. yüzyıl dil bilimi düşüncesini derinden etkilemiş olan N. Chomsky’nin bu konudaki
görüşlerine kısaca değinmek gerekmektedir. Chomsky’e göre dil, bireyler tarafından taklit yoluyla
öğrenilmez. Bu kuramın en temel ve bir bakıma tartışılamayacak olan kanıtı, daha önce tanık
olunmayan dilsel üretimlerin de yapılabilmesidir. Eğer insanlar dili, taklit yoluyla öğreniyor
olsalardı, daha önce duymadıkları ya da görmedikleri bir tümceyi kuramaz ya da böyle bir tümceyi
anlayamazlardı. İşte Chomsky bu yetiye “dil yetisi” ya da “edinç” adını verir ve fizyolojik açıdan
sağlıklı her bireyin bu yetiye sahip olduğunu savunur. Ancak Chomsky’nin kuramında edinç
kavramına eşlik eden bir kavram daha vardır. Bireylerin, sahip oldukları dil yetisi ya da edinçlerini
kullanmalarını ifade eden bu kavrama da “edim” adı verilir.

Kullanım sıralaması açısından, dinleme edimi bireyin yaşam sürecinde gerçekleştirdiği ilk edimdir.
Bunu, konuşma edimi izler. Okuma ve yazma edimi ise birbirine bağlı olarak ve hemen hemen
aynı sıralarda gerçekleşir. Konuşma edimi dinleme ediminin doğal bir sonucu, dinleme edimi ise
konuşma ediminin koşuludur. Okuma ve yazma arasındaki ilişki ise biraz daha farklıdır. Bu ikisi
arasında dinleme-konuşma ilişkisinde olduğu gibi zamansal bir ardışıklık yoktur. Bunun nedeni
okuma ve yazma edimlerinin, aynı olgunun ya da sürecinin iki karşıt yönde gerçekleşmesidir.

Konuşabilmek için gerekli olan sesler, fizyolojik ve anatomik yapımızın bir parçası olan ses
organlarımız tarafından doğal olarak üretilir; biz sadece bu seslerin hangilerinin, hangi biçimde bir
araya gelerek, hangi kavramın adı olduklarına ilişkin bilgiyi yaşadığımız doğal dil ortamlarında
ediniriz. Buna karşın, bu adların, hangi harflerin nasıl bir araya gelerek kâğıt üzerine kaydedildiği
doğal bir edinme süreciyle değil, kasıtlı ve planlı bir öğretim süreciyle öğrenilir. Hiç eğitim
almamış ya da okula gitmemiş kişiler dinleme ve konuşma edimini rahatlıkla gerçekleştirebilirken,
okumak ve yazmak için okula gitmek gerekir. Türkçede “okur-yazar” ya da “okumuş” ifadelerinin
“eğitimli birey” anlamında kullanılmasının nedeni de budur. Buraya kadar sözü edilen “yazma”
eylemi, sadece bir dil yetisidir ve bu nedenle tüm insanlar için ortaktır. Ancak yazmanın ikinci bir
boyutu daha bulunmaktadır. Harfleri, yani okuma yazmayı bilen herkes, eline kalem alıp ya da
klavyenin başına oturup yazma edimini gerçekleştirebilir. Böyle gerek duyduğumuzda ve yazım
kurallarına uyarak bir dilekçe yazabiliriz, bir kişiye not bırakabiliriz, mesaj gönderebiliriz, açık uçlu
bilgi sorularının sorulduğu bir sınavda, eğer biliyorsak sınav kâğıdına soruların cevaplarını
yazabiliriz, derste hocayı dinlerken onun söylediklerini aynen ya da ufak tefek değişikliklerle not
edebiliriz. Tüm bunlar için dil yetisine sahip bir canlı olmamız yeterli bir koşuldur. Ama bu yeti,
bizim öykü, roman ya da şiir yazmamızı, düşüncelerimizi okuyucuları etkileyecek ve hatta
fikirlerini değiştirebilecek biçimde ifade etmemizi sağlamaz. Dil yetisi, bu ikinci türdeki yazıları
yazmamızın gerek şartıdır, ama yeter şartı değildir. O halde bu iki yazma biçimi arasında bir ayrım
yapılmalıdır. Birinci tür yazılar için “kurallı yazma”, ikinci türdekiler içinse “yaratıcı yazma” adı
uygun olabilir.

Kurallı yazılar, resmî yazışma kurallarının uygulanmak zorunda olduğu yazılardır. Bu tür yazılar için
başarı ölçütü kurallara uyulup uyulmamasıdır. Okuma-yazmayı ve yazacağı metne ilişkin kuralları
bilen herkes bu tür yazıları yazabilir. Bir dilekçe yazmak için hiçbir özel beceriye sahip olmak
gerekmez; bazı kaynaklara göre değişkenlik gösterse de dilekçe yazmanın aşağı-yukarı belli olan
kurallarını bilmek yeterlidir. Burada, ister kurallı ister yaratıcı olsun her türlü yazı için geçerli olan
genel yazım kuralları ile resmi yazışma kurallarını birbirine karıştırmamak gerekir. Kurallı yazılar,
çok da uzun ve zahmetli olmayan bir öğrenme sürecinin sonunda rahatlıkla üretilebilir. Hatta
günümüzde bu kuralların bir format haline getirildiği ve sadece kişiye göre değişen bilgilerin boş
bırakıldığı şablon halinde kurallı metinler kullanılmaktadır. Kısacası bu tür yazılar, bireyin hiçbir
yaratıcı etkinlikte bulunmadığı, sadece zorunlu olduğu için yazdığı yazılardır. Bu nedenle de özel
bir beceri ya da yetenek gerektirmez.

Yaratıcı yazılar veya yaratıcı yazarlık ise adından da anlaşılacağı üzere bireyin kurallarla değil,
kendi oluşturduğu bir düzene bağlı olarak ürettiği yazılardır. Bu bağlamda biri bilimsel diğeri de
estetik ya da sanatsal olmak üzere iki tür yaratıcılıktan söz edilebilir ve bunların her ikisi de
düşüncede ya da düşünceyle gerçekleşir.

Yaratıcı yazma edimi, sadece kavramsal ilişkilerinin değiştirilmesine indirgenemez. Yaratıcı


yazmanın öykü, roman, şiir, deneme, mektup, düşünce yazısı vb. gibi pek çok türü vardır ve her
türün kendi içinde farklı bir yaratıcılık görünümü sunduğu söylenebilir. Örneğin, öykü ve roman
gibi kurgusal türlerde yaratıcılık büyük ölçüde oluşturulan olay örgüsü ve kurgunun kendisine
aittir. Şiirde ise eğretilemeler, alışılmadık söyleyişler, ses uyumları birer yaratıcılık örneğidir. Ne
var ki bunların tümünde ya kavramların ya dilin ya da dünyanın dizgesel ilişkiler ağının
değiştirilmesi söz konusudur. Dünyanın hemen hemen bütün eğitim sistemlerinde ve bütün
eğitim seviyelerindeki yazma dersleri ağırlıklı olarak ya da bütünüyle kurallı yazma üzerine
kuruludur. Çünkü, bir şeyin öğretime konu olabilmesi için bir kurallar dizgesine sahip olması
gerekir. Yaratıcı yazma için herhangi bir kurallar bütününden söz edilemez. Yaratıcı yazmanın
sadece bilişsel mekanizması açıklanabilir ya da bir ürün olarak bu tür metinlerin çözümlemesi
yapılabilir. Yaratıcı yazarlık, kişinin tüm yaşamsal, düşünsel ve duygusal deneyimlerinin
sonucunda biçimlenebilecek bir beceridir. Dil yetimizin doğal bir sonucu olan öyküleme becerisi
çok erken yaşlarda gelişir, aynı şekilde herkesin bilişsel yetileri dünyayı ve olup bitenleri, şiirse bir
metin olarak ifade etme olanağı taşır. Ne var ki yaratıcı yazma; kişinin, yaratıcı yazarlık için gerekli
olan, asla belirli kalıbı olmayan ama genelden farklı olduğu tartışmasız bir yaşama, düşünme ve
duyma biçimiyle mümkündür.

YAZILI ve SÖZLÜ ANLATIM ÖNCESİ

YAPILACAK HAZIRLIKLAR
“İyi yazmak demek, aynı zamanda iyi düşünmek, iyi duymak, iyi anlatmak, yani hem kafa, hem
ruh, hem de zevk sahibi olmak demektir.” Buffon

“Bir başkasının da senin kadar iyi söyleyebileceğini söyleme; senin kadar iyi yazabileceğini
yazma.” Andre Gide

“İnsan gönlü dipsiz bir deniz gibidir. Bilgi bu denizde inci gibi durur. İnsan inciyi denizden
çıkarmazsa, ha inci olmuş, ha çakıl taşı.” Yusuf Has Hacip

Horatius’a göre “bilgi, iyi yazmanın kaynağıdır.” Yazma bir beceri işidir; ancak, gözlem yapmayan,
bilgili kişileri okumayan veya dinlemeyen ayrıca da okuma alışkanlığı içinde bulunmayan sonunda
da çevresinde olup bitenler hakkında düşünce sahibi olmayan insan, yazma faaliyetinde başarılı
olamaz.

1- Gözlem Yapmak:

Gözlemek, bakmak değil, görmektir. Yazılı ve sözlü anlatımda başarılı olabilmek için, hayatı,
olayları, gerçekleri ve insanları anlamak için onların arasına karışmak, onları incelemek, onlara
bilinçli gözlerle bakmak gerekir. Dikkatli ve bilinçli bakış, insana daima yeni şeyler kazandırır, yeni
dünyalar keşfettirir. Goethe, “Her bakış bir gözlem, her gözlem bir düşünce, her düşünce bağlantı
ve alaka doğurur.” der. Çevreyi, insanları ve olayları incelerken ayrıntılara dikkat etmek, onlar
üzerinde düşünmek, zihinde o bilgileri çeşitli cepheleriyle canlandırmak gerekir. Yazı faaliyetinin
başlangıç aşaması budur.

Gözlem arasında en etkili olanı, insanın kendi kendini gözlemesidir. Buna “muhakeme” yani iç
gözlem denilir. Gözlem yapma alışkanlığındaki kişilerde kavrayışta çabukluk, ileri görüşlülük
kabiliyetleri gelişir, insan ilişkilerinde de daha başarılıdırlar. Çünkü kulaktan dolma sözlere değil,
gördüklerine ve gözlemlediklerine inanırlar. Öyleyse, hangi konuda yazı yazmak, konuşma
yapmak istiyorsak; o konuyla ilgili önceden gözlemlere sahip olmalıyız.

2- Dinlemek:

Dinlemek, işitmekten farklıdır, işitme doğal bir süreçtir ve kulaklarınızda bir sorun yoksa kendi
irademiz dışında her şeyi işitebiliriz. Fakat dinleme, kişinin iradesi ve kendi tercihine bağlı olarak,
seçerek ve isteyerek algıladığı sesler bütünüdür. Bireyin kendi düşüncesini katarak ve eleştirerek
dinleyebilme becerisi ise ancak eğitimle gerçekleşir. Dinleme etkinliği öğrenme yöntemlerinin de
temelini oluşturmaktadır. Atalarımız, “yüz dinle, bin düşün, bir söyle” ifadeleriyle dinlemenin
önemine dikkat çekmişlerdir. Her şeyden önce, bilgi edinmenin bir yolunun da iyi bir dinleyici
olmaktan geçtiğinin bilincine varmak gerekir. Yani dinleme için ne kadar gayret gösterilirse, o
kadar çok bilgi edinilebilir. İyi bir dinleyici, dinlediği konuya anlamaya çalışmalı, ileri sürülen
görüşü tespit etmeli; daha sonra dinlenenlerden bir takım sorular çıkararak notlar almalıdır.

İnsan psikolojisi, sevdiği insanların sözlerini, sevmediklerine göre daha çok kabullenmektedir.
Aynı şekilde benimsediğimiz fikirleri sunanları, karşı olduğumuz düşünceleri ifade edenlere göre
daha çok hoşgörü ile dinleriz. Ancak, bilgilerimizi tek yanlılıktan kurtarmak ya da saplantı halini
almış yanlış bilgilerden korunmak için karşı olduğumuz görüşlere de açık olmalı, bu tür
konuşmalara da ilgi duymalıyız. Unutmamak gerekir ki bilgilerimiz, ancak onların zıddı fikirleri
dinlemek ve öğrenmekle olgunlaşır. Başka bir ifadeyle kendi düşüncelerimizin doğruluğunu,
ancak karşı düşüncelerle test edebiliriz. Karşı ve farklı düşüncelere açık kişilerin daha sağlıklı
düşündükleri, zamanla kendilerini geliştirerek ve olgunlaştırarak tekli ve yanlı bakıştan
kurtuldukları, hatta bir zamanlar karşı oldukları düşüncelere doğru eğilim gösterdikleri sıkça
görülen bir durumdur. Namık Kemal'in de ifade ettiği gibi: “Müsademe-i efkardan barika-i hakikat
doğar”, yani “düşüncelerin çarpışmasından gerçeğin parıltısı” doğar.

Dinleyici, dinlediklerine, ön yargısız yaklaşmalı, dinledikleri arasında sebep-sonuç ilişkisi kurmaya


çalışmalıdır. Dinleme yoluyla öğrendiği bilgileri doğruluk, gerçeğe uygunluk, bakımından
incelemeli, böylece yanlış, abartılı bilgileri ayıklama yeteneği kazanmalıdır. Dinleyici, ilgi duyduğu
genel bilgilerden ayıklama konusunda seçicilik kazanmalı ve bu bilgileri daha önceki bilgileriyle
karşılaştırarak değerlendirebilmelidir.

Her zaman aktif olarak dinlemek kolay değildir. Normal şartlarda konsantrasyonumuz sadece 15-
20 dakika sürer. Hepimizin bir süre sonra dikkati dağılır. Fakat iyi bir dinleyici, kısa sürede kendini
toparlar ve belirsiz olan kısımlar hakkında sorular sorarak anlık dalgınlıklarını telafi eder. Bütün
bunların ötesinde ön yargılı olmak, peşin hüküm vermek, dar fikirli olmak, savunma
mekanizmaları ve hata yapmaktan korkmak iyi bir dinleyici olmamızı önler ve dolayısıyla bu
alışkanlıklara karşı dikkatli olmak ve ne zaman aktif olduklarının farkında olmak gerekir. Ayrıca,
karşımızdaki insanın yüz ifadesini ve vücut dilini de en az sözleri kadar takip etmeliyiz.

Dinleyici, konuşmacının hem davranışlarına dikkat etmeli, hem de söylediklerini anlamaya


çalışmalı, dinlerken önemli gördüğü düşünceleri not etmelidir. Bu notlar, konferans ve sözlü
sunumda söylenenleri hatırlamamıza yol açacaktır. Dinlerken not alma, öğrenmede kalıcılığı ve
bilgilerin zihnimize yerleşmesini sağlayacaktır. Not tutarken konuşmacının tüm konuşmasını değil,
ana düşünceyi ve bu düşünceyi destekleyen yan düşünceleri kaleme almalı ve özetleme
yapılmalıdır.

3- Okumak:

“Kurnaz insanlar okumayı küçümserler, basit insanlar ona hayran kalırlar, akıllı insanlar ondan
yararlanırlar.” François Bacon

Okuma, yazılı bir metnin şifrelerini çözme, harf ve grafiklerden oluşan şekilleri zihninizde çözme,
anlamlandırma eylemidir. Bu eylem, sadece gözlerin sayfa üzerindeki işaretleri görmesiyle sınırlı
değildir. Gözlerle birlikte beyin de bu eyleme katılarak, gözlerden gelen işaretleri yorumlar ve
anlamlandırır. Okuma eylemi, zihnin anlama ve kavrama çabasından oluşan karmaşık bir
etkinliktir. İnsanoğlunun hayatı boyunca sürdürdüğü yararlı bir uğraştır.

Dinlenmek, avunmak, haz duymak gibi nedenlerle okuduğumuz gibi haber almak ve öğrenmek
için de okuruz. Okumakla davranış ve düşünce gücümüzü de geliştirir, önce kendimizle, sonra
başkalarıyla iletişim kurarız. İnsanın duygu ve düşünceleri okuyarak zenginleşir. Sonuçta güçlü bir
muhakeme kazanır. Okuyanın da dinleyenin yaptığına eş bir biçimde, okuduğu bir metinde ileri
sürülen düşünceleri anlaması, düşünceler arasındaki bağları kavraması, onları kendi birikimiyle
karşılaştırıp bir düzene koyması ve belleğinde saklamak istediklerini seçip ayırması gerekir. Ayrıca
okumakla elde edilen bilgiler, zamanla yetersiz kalır, eskir, ihtiyaçlara cevap veremez duruma
gelir. Bu yüzden okumada süreklilik esastır.
Öğrenme, büyük ölçüde okumaya dayanır. Ayrıca okumakla her şeyden önce kelime hazinemizi
zenginleştiririz. Günlük konuşmalarda kullanılan kelimelerin sayısı oldukça sınırlıdır. Ama edebi
eserlerde bu sayı daha da fazladır. Okuduğumuz eserde anlamını bilmediğimiz sözcüklerin
anlamlarını sözlüğe bakarak veya metnin akışından çıkarırız. Böylece sözcük dağarcığımız
zenginleşir. Okumakla sadece kelimelerin ilk anlamlarını değil, terim, mecaz ve yan anlamlarını da
öğreniriz. Okuduğumuz bilgileri de yeri gelince kullanırız. Söz dağarcığımızın zenginliği, güzel ve
etkili konuşmalarımıza yansıdığı gibi, aynı zamanda yazılı anlatımda da başarılı olmamızı da sağlar.
Zaten yazılı anlatımda başarılı olmak için gözlem ve hayat tecrübesi her zaman yeterli değildir.
Özgün ve başarılı eserleri okumakla hem dili doğru kullanmayı öğrenir, hem de başkalarının
duygu ve düşüncelerini ifade etmedeki tecrübelerinden yararlanırız.

A) Okuduklarımızı Nasıl Bilgiye Dönüştürebiliriz?

Öğrenme ve bilgilenme süreci içerisinde okuma alışkanlığı kazanmak birinci aşamada önemlidir.
Ancak, bu bilgilerin kalıcı hale gelmesi de gerekmektedir. Bunun için şunları dikkat almalıyız:

a) Öğrenilenleri önceki bilgilerle ilişkilendirmek: Yeni bilgiler eski bilgilerle ilişkilendirilmezse,


zihne yerleşmesi zor olur.

b) Bilgiye sistematize ve kategorize etmek: Dağınık bilgi, arandığında bulunamayan gelişigüzel


sağa sola atılmış eşya yığınına benzer. Bilginin alıp depolanması da belirli bir düzeni gerektirir.
Bilgi transferinin sağlıklı yapılabilmesi için sistematize ve kategorize edilmesinde yarar vardır.
Yığın halindeki bilgi, istenildiğinde kullanılabilir bilgi değildir.

c) Zor bölümleri bölerek küçük parçalar halinde çalışmak: Parçalara ayrılan bilgileri
numaralandırmak ve her numaraya resim veya karikatür gibi bir görüntü kaydetmek de yararlı
olabilir. Kimi zaman sayılar yerine renkli, kışkırtıcı sembollerden de yararlanılabilir.

d) Canlandırma, dramatize etme yöntemini devreye sokabiliriz. Hayal gücünü devreye sokarak
bilgiyi oyunlaştırabilir, böylece belleğe kaydını kolaylaştırabilir ve öğrenmeyi çok yönlü hale
getirebiliriz.

B) Okuma, Not Alma ve Özetleme:

Okuduğumuz yazılı anlatım metinlerini ve onlardaki bilgilerin tamamını aklımızda tutmak zordur.
Bunun için okurken notlar almalı, metnin üstüne veya yanına belli bellek işaretleri koymalıyız.
Ayrıca önemli cümlelerin altını çizilebilir, yanına anlamını kendimizin belirleyeceği ünlem, çarpı,
soru işareti, ok işareti gibi işaretleri kullanarak sonraki okumalarımızda sadece bu işaretli yerleri
göz önünde bulundururuz. Böylece bilgiye daha çabuk ulaşırız.

Gerek yazılı anlatım metinlerini okurken, gerekse sözlü sunumları dinlerken, önemli gördüğümüz
bölümleri özetlememiz gerekir. Özet çıkarırken, metnin veya konuşmadaki cümleleri kopyasını
alıntı yapmayıp, daha çok kendi anladığımızı kendi kelimelerimizle kaleme almalıyız. Özetlerken
yazar veya konuşmacının planına uygun bir sıra takip etmeliyiz.

4- Düşünmek:

Düşünmek, yaşantımızın vazgeçilmez bir parçasıdır. İnsan gözlem yaparak, kendisinden


deneyimlileri dinleyerek ve okuyarak elde ettiği bilgileri zihninde depo eder. İşte bu birikim,
insanların düşünce ufkunu genişlettiği gibi, yazılı ve sözlü anlatım eylemleri sırasında kolaylık
sağlar. Düşünmekle zihinsel faaliyetlerimizi geliştirir; iyiyi, doğruyu ve güzeli yakalama imkanı elde
ederiz. Zihinsel faaliyetler yazının alt yapısını oluşturur. Düşünmeyen insan üretken olamaz,
verimsiz durumdan kendini kurtaramaz. Kültürlü ve eğitilmiş kişi, yalnızca telkinlerle yetinmez,
peşin yargı ve düşüncelerin kölesi durumunda düşmez; olaylar ve başkaları tarafından düşünülen
şeyler üzerinde bizzat düşünmek zorunluluğunu hisseder.

Her insan duyar, düşünür ve çevresinde olan bitenleri fark eder. Her insan bir duygu, düşünce ve
izlenim deposudur. Konuşur veya yazarken, içinde bulunulan duruma göre, bu depodan bazı
şeyleri seçer, cümle haline getiririz. Eğer onlar arasında bir bağ kuramaz ve düzenleyemezsek,
yazılan veya konuşulan şeyler başkaları “kompoze etme”nin zıddıdır. Zaten yazılı ve sözlü
anlatımın amacı da duygu ve düşüncelerine “düzen” verebilmesini sağlamaktır.

5-Anlamak:

Anlama, dinlenen bir konuşmanın veya okunan bir metnin içeriği ve mesajının algılanmasıdır.
Anlamanın başarılı olunması için de dinlenilen konuşmada ve okunan yazıda geçen bütün
kelimelerin tanıdık ve bildik olması gerekir. Eğer dinleyici/okuyucu belli bir bilgi birikimine sahip
ve hazırlıklı ise, anlamak daha da kolaylaşacaktır. Kimi yazar ve şair, kelimelere farklı anlamlar
yükleyebilir. Okur/ dinleyici, bazen de hiç bilinmeyen, çağrışımlara kapalı yeni bir kelime ve
terimle karşılaşınca, ya sözün gelişinden anlamı çıkaracak veya son çare olarak sözlüğe bakması
gerekecektir.

Okur/dinleyici, öğrendikleriyle kendi bilgilerini karşılaştırarak eksik yönlerini tamamlar veya bu


konudaki yanlış bilgilerini düzeltir. Bilinçli okur/dinleyici, öğrendiklerini olduğu gibi benimsemez,
bilgileri eleştirici tavırla bir ayıklamaya tabi tutar. Okuduğu/dinleyici, her yazının ve konuşmanın
mesajını doğru kavrayamayabilir veya asıl amaca uygun olarak anlamayabilir. Yazıda ve
konuşmada bilinmeyen sözcüklerin çokluğu, anlatımın söz sanatlarıyla yüklü olması, konuya
okuyucu/dinleyicinin ilgisiz ve yabancı olması, düşüncelerdeki tutarsızlık, metnin ikinci derecedeki
(yardımcı) fikirlerine takılıp, asıl (ana) düşünceyi dikkatten kaçırması, metnin doğru anlaşılmasını
engelleyen faktörlerdir.

YAZILI KOMPOZİSYON

İnsanlığın binlerce yıllık geçmişinde söylenmemiş söz kalmadığını anlatır güneş altında
söylenmemiş söz yoktur deyişi... Tarihin çeşitli zaman dilimlerinde yaşanmış benzer olaylar
karşısında aynı sözler söylenmiş olabilir, ancak bunlardan yazıya geçirilenler insanlığın belleğinde
yer tutar. Yazıya geçirmede kullanılan kelimeler, insanoğlunun yüzyıllardır yararlandığı temel
iletişim aracıdır. Kelimeleri; ihtiyaçlarımızı, anlatmak istediklerimizi anlatırken sözel olarak
kullanmak ve düşüncelerimizi bu şekilde birine aktarmak hem kolay hem de hızlıdır; ancak, işin
içine yazı girdiği zaman bu iletişim biraz daha karmaşık bir hâl almaktadır.

Yazının Önemi

Yazı, insanlık tarihinin en büyük ve en önemli buluşudur. Yazı sayesinde insanlık belleği
ölümsüzleşmiş, bin yılların bilgi birikimi yazıya geçirilerek insanlığın ortak paydası hâline gelmiştir.
Yazıya dönüşmüş her bilgi, her düşünce, her duygu bütün insanlığın yararlanmasına sunulmuş
demektir. Sözlü olarak anlatılan düşünceler, duygular da yazıya aktarıldığında kalıcılaşır. Söz uçar,
yazı kalır, bu açık gerçeği ortaya koymaktadır. Günümüzde ses ve görüntü kayıt olanaklarıyla
sözlü ürünler de artık geleceğe ulaştırılabilmektedir. İnsanlar deneyimlerini, düşüncelerini,
duygularını paylaşarak, kendisinden sonraki kuşaklara aktararak hem yerel hem ulusal kültür
değerlerine hem de evrensel kültüre katkıda bulunurlar.

Yazmak, insana özgüdür ve belirli bir bilgi birikimine, duygu yoğunluğuna ulaşan kişiler için insani
bir gereksinimdir. Gündelik yaşamda dilekçe, öz geçmiş, rapor, seminer, teklif mektubu gibi
yazıları işi gereği yazan insanoğlu; çeşitli konulardaki görüşlerini, deneyimlerini deneme, günlük,
makale; hayal ve duygularını şiir, öykü, roman gibi ürünlerle yazıya döker.

YAZILI KOMPOZİSYONUN OLUŞTURULMASI

Kompozisyon yazmada izlenecek adımlar; konunun seçilmesi, konunun sınırlarının çizilmesi ve


konuyla ilgili ana düşünce ile yardımcı düşüncelerin belirlenmesi olarak sıralanabilir. Şimdi bu
adımları sırasıyla ele alalım.

Konu

Konuşmada, yazıda, eserde ele alınan düşünce, olay veya durum konu olarak adlandırılır.
Kompozisyonda ise üzerinde yazı yazılan her şey konudur. Bir özdeyiş, bir atasözü, bir deyim,
birkaç dize, bir olay hatta bir sözcük konuyu oluşturabilir. Kompozisyon yazmak üzere bunlardan
biri bir konu olarak verilebileceği gibi konunun doğrudan doğruya belirlenmesi de istenebilir.
Üzerinde kompozisyon yazmamız için bize bir özdeyiş, bir dize veya bir atasözü verilmişse
öncelikle bununla ne anlatılmak istendiğini kavramamız gerekir. Bize verilenleri dikkatlice
okumalı, düşünmeli ve yorumlamalıyız. Özdeyişte, dizelerde veya atasözünde geçen sözcüklerin
gerçek anlamlarıyla mecaz anlamlarını göz önünde bulundurarak konuyu kavramaya çalışmalıyız.

Örneğin Yunus Emre’nin:

Söz ola kese savaşı

Söz ola yitüre başı

Söz ola ağulu aşı

Bal ile yağ ide bir söz

dizeleri üzerine bir kompozisyon yazmamız istendiğini düşünelim. Öncelikle her sözcüğü
anlamaya çalışarak okumamız gerekir. Birtakım ses değişikliklerini göz önüne alarak dizeleri
okuduğumuzda yitüre sözünün yitirte, yitirtir; ide sözünün de ede, eder olduğunu hemen
kavrarız. Ancak ağulu sözünü bilmeyenler çıkabilir. Türkçenin tarihsel dönemlerinde ve bugün de
kimi bölge ağızlarında agı ~ ağu ~ ağı biçimlerinde kullanılan bu söz zehir anlamındadır. Bu türden
sözcüklerin karşılığı soruyla birlikte de verilebilir. Eğer karşılığı verilmemişse anlamını
bilemediğimiz sözcükleri sözlük yardımıyla anlamaya çalışmalıyız. Böylece Yunus Emre’nin
yüzyıllar ötesinden nasıl seslenmekte olduğunu, bize iletmek istediğini kavramış oluruz. Artık
kolayca anlaşılacağı gibi Yunus Emre, ağızdan çıkan bir sözün savaşı durdurabileceği gibi başın
gitmesine yol açabileceğini; bir sözün de zehir gibi yemeği yağ ile bal hâline getireceğini dile
getirmektedir. Kısacası bu dizelerde, kullandığımız her sözcüğe dikkat ederek konuşmamız salık
verilmekte, tatlı dilin önemi vurgulanmaktadır.
Kimi zaman atasözündeki sözcüklerin hiçbirisi gerçek anlamıyla kullanılmamış olabilir. Örneğin
deve boynuz ararken kulaktan olmuş atasözümüzde ne kendisine boynuz arayan ne de bu sırada
kulağını yitiren bir deve vardır. Bu atasözüyle anlatılmak istenilen, elindekiyle yetinmeyip daha
çoğunu isteyenin elindekini de yitirebileceğidir. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan
olmak deyimindeki gibi... Her ikisinin de konusu önce elindekinin değerini bilmek ve onu
korumaya çalışmaktır. Olgular, veriler, sorunlar da kompozisyonun konusunu oluşturabilir.

Örneğin son birkaç yılın verileri göz önünde bulundurularak Türkiye’de işsizlik sorunu, atıkların yol
açtığı çevre felaketleri, trafik kazalarının ülke ekonomisine zararları, bilinçsizce televizyon
izlemenin çocukların yetişmesindeki olumsuz etkileri gibi hemen her konu kompozisyonun
konusu olabilir.

Konunun Sınırlandırılması

Hiç kuşkusuz, yukarıda örneklendirilen konular bir kitapta, bir tezde, bir araştırmada ele
alınabilecek kadar geniş kapsamlıdır. Aslında pek çok konu, çeşitli yönleriyle ele alındığında,
verilerle desteklendiğinde geniş kapsamlı bir çalışmaya dönüşür. Oysa bizden istenilen birkaç
sayfalık kompozisyon yazmamızdır. İşte bu durumda konunun çerçevesinin belirlenmesi ve
sınırlarının çizilmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Başarılı olabilmek için konuyla ilgili üzerinde
durulacak noktaları önceden belirlemek gerekir. Konunun sınırlandırılması yalnızca kompozisyon
yazmada değil, bütün çalışmalarda dikkate alınması gereken bir özelliktir. Çalışmanın derecesine,
araştırma süresine, tasarlanan kapsama göre konu sınırlandırılmalıdır.

Örneğin sağlık konusunda bir kompozisyon yazmak, sona ulaşamayacak bir işe girişmektir. Bu
kadar geniş bir konu, başarısız bir kompozisyonun yazılmasına yol açar. Sağlığın insan hayatındaki
önemi, sağlıklı yaşamanın koşulları, sağlığı korumanın yolları gibi daha dar kapsamlı konular,
başarılı kompozisyon yazmanın adımlarından biridir. Sınırlandırılan konunun hangi temeller
üzerinde yükseleceği, dayanacağı görüşler ve düşünceler ile bu düşüncelerin hangi temel düşünce
etrafında yoğunlaşacağı kompozisyon için buluş yapma aşamasını oluşturur.

Ana ve Yardımcı Düşüncelerin Belirlenmesi

Konunun belirlenmesinden sonra yazımızın ana düşüncesini ve bu düşünceyi destekleyecek,


açıklayacak, geliştirecek yardımcı düşünceleri bulma adımının atılması gerekmektedir. Ana
düşünceyi ve yardımcı düşünceyi belirleme işi, yazmaya başlamadan önce düşünce, görüş ve
duygu üretme aşamasıdır. Kişinin kazandığı bilgi donanımı temelinde gözlemleme, yorumlama ve
araştırmaya dayalı olarak konuyla ilgili özgün düşünceler üretmesidir.

Konu ortak olduğu hâlde ana ve yardımcı düşünceler bireyseldir. Bu bakımdan konu ile ana
düşüncenin birbiriyle karıştırılmaması gerekir. Üzerinde kompozisyon yazılması istenilen bir
konuda herkes farklı bakış açısına ve düşünceye sahip olabilir. Gündelik yaşamdaki olaylar
karşısında, kişilerin farklı düşünce ve duygulara sahip olması gibi verilen bir konuda herkesin farklı
düşünce ve bakış açısına sahip olması da doğaldır. Önemli olan bu farklı bakış açısı ve yaklaşım
çerçevesinde özgün bir düşünce üretebilmektir Ana düşünce ve yardımcı düşüncelerin
belirlenmesi aşaması, âdeta bir beyin fırtınasıdır. Bu aşamada konuyla ilgili düşüncelerimizi,
duygularımızı, sezgilerimizi maddeler hâlinde yazıya geçirebiliriz.
Örneğin görgülü kuşlar gördüğünü işler, görmedik kuşlar ne görsün ki ne işler atasözü üzerine bir
kompozisyon yazmaya girişmiş olalım. Öncelikle, bu atasözünün konusunun eğitim olduğunu
belirleriz. Ancak atasözünde işlenen düşüncede, genç kuşakları eğitirken örnek olmanın önemi
vurgulanmaktadır. Bu düşünce çevresinde konuya bakış açımızı şöyle belirleyebiliriz:
Çocuğumuzun nasıl bir insan olmasını istiyorsak biz de öyle davranmalıyız. Bu bakış açısı bizim
konu ile ilgili ana düşüncemizi oluşturur. Konuyla ilgili aklımıza gelen düşünceleri bu bakış açısı
çerçevesinde artık sıralayabiliriz:

1. Eğitim öncelikle ailede başlar.

2. Bebek dünyaya geldiği andan itibaren ana babasını kendisine rol modeli olarak seçer.

3. Bebek ana babasını taklit ederek konuşmaya başlar.

4. Çocuğun davranışlarının oluşmasında ana babasının davranışları belirleyicidir.

5. Ana baba, olaylar karşısında nasıl tepki veriyorsa çocuk da aynı tepkileri verir.

6. Ana babanın alışkanlıkları, çocuğun bu alışkanlıkları edinmesinde ve içselleştirmesinde


etkendir.

7. Ana babanın aile bireylerine, komşularına, iş arkadaşlarına gösterdikleri saygı, sevgi ve ilgi,
çocuğun kendi arkadaşlarına, büyüklerine göstereceği saygı, sevgi ve ilgiyi belirler.

8. Ana babanın veya diğer aile bireylerinin kötü alışkanlıkları varsa bu durum çocuğun da benzer
kötü alışkanlıkları edinmesine yol açabilir.

9. Ana babanın, diğer aile bireylerinin kullandığı kaba sözler çocuğun diline de yerleşir

Kuşkusuz, yukarıda sıraladığımız düşüncelere eklenecek başka düşünceler de bulunabilir.


Sıralanan bütün bu düşünceleri dikkatlice gözden geçirmeli, benzer olanları bir araya getirerek
tekrarlardan kaçınmalıyız. Buna göre yukarıda sıraladığımız düşüncelerden 4 ve 5, 6 ve 8, 3 ve 9
birbiriyle az çok benzerlikler göstermektedir. Bu yardımcı düşünceleri bir araya getirerek bir
düzenleme yapabiliriz:

1. Eğitim öncelikle ailede başlar.

2. Bebek dünyaya geldiği andan itibaren ana babasını kendisine rol modeli olarak seçer.

3. Bebek ana babasını taklit ederek konuşmaya başlar; ana babanın ve diğer aile bireylerinin
kullandığı kaba sözler çocuğun diline de yerleşir.

4. Çocuğun davranışlarının oluşmasında ana babasının davranışları belirleyicidir.

5. Ana babanın iyi veya kötü alışkanlıkları, çocuğun bu alışkanlıkları edinmesinde ve


içselleştirmesinde etkendir.

6. Ana babanın aile bireylerine, komşularına, iş arkadaşlarına gösterdikleri saygı, sevgi ve ilgi,
çocuğun kendi arkadaşlarına, büyüklerine, içinde bulunduğu çevreye göstereceği saygı, sevgi ve
ilgiyi belirler.
Kompozisyon yazmaya başlarken ana düşünce ile yardımcı düşünceleri belirlemek, konu ile ilgili
buluşlar yapmak, kompozisyonun planı ile ilgili verileri ortaya koymaktır.

Kompozisyonda Plan

Fransızcadan alıntı olan plan “bir işin, bir eserin gerçekleştirilmesi için uyulması tasarlanan düzen”
anlamındadır. Kompozisyonda plan, konunun nasıl ve ne ölçüde işleneceğinin; görüşlerin,
düşüncelerin hangi sırayla ele alınacağının adımlarıdır. Plansızlık her işte olduğu gibi
kompozisyonda da düzensizliğe, dağınıklığa sonuçta da başarısızlığa yol açar. Plan, yazacaklarımızı
belirlememize, önem derecesine göre sıralamamıza yardımcı olur. Planlama ile gereksiz
ayrıntılardan, tekrarlardan kaçınırız.

Plan Türleri

Konunun özelliğine, işlenecek ana düşünce ve yardımcı düşüncelerin niteliğine, kullanılacak


örneklere, anlatım biçimine göre kompozisyon yazmada üç tür plan uygulanabilir:

•Olaya dayalı plan

•Düşünceye dayalı plan

•Duyguya dayalı plan

Bir veya birkaç olayı konu edinen yazılı anlatım türlerinde olaya dayalı plan uygulanır. Bu tür
planlarda olaylar, gerçekleşme anına ve sebep sonuç ilişkisine göre yazı içerisinde değerlendirilir.
Ancak olaylarla anlatılanlar arasında bir bağ kurulmalı, ana ve yardımcı düşüncelerle olaylar
bütünlük göstermeli, birbirini desteklemelidir. Bu tür planlarda genellikle kişi, yer, zaman, olay ve
bir ileti aranır. Sanatsal yazıların yanı sıra anı, gezi, günlük gibi düşünce yazılarında uygulanan bu
plan, herhangi bir soruna veya olguya değinirken de kullanılabilir. Özellikle yaşanmış, tanık
olunmuş olaylardan düşüncelerin desteklenmesinde yararlanılabilir. Ancak bu durumda
düşüncelerle olayların bütünleşmesi gerekir.

Bakış açısının egemen olduğu, düşüncelerin işlendiği, kavramların ve sorunların tartışıldığı


yazılarda düşünceye dayalı plan uygulanır. Konunun ele alınışında esas düşüncedir. Bir sav, çeşitli
düşüncelerle desteklenerek açıklanmaya çalışılır. Düşüncelerin birbirini destekleyecek ve
birbiriyle çelişmeyecek nitelikte olması, bir bütünün parçalarını oluşturması gerekir. Düşüncelerin
ele alınışında tümevarım yöntemi uygulanabileceği gibi tümdengelim yöntemine de
başvurulabilir. Her iki yöntemde de planın aşamaları bütünlüğü bozmamalı, düşünceler ve
kanıtları bir düzen içerisinde yer almalıdır. Bu tür planlarda konu, ana düşünce, yardımcı
düşünceler, bakış açısı gibi ögelere yer verilir Makale, konferans, araştırma gibi bilgilendirici
metinlerin hazırlanmasında düşünceye dayalı plan uygulanır.

Belirli nesne, olay veya bireylerin iç dünyamızda uyandırdığı izlenimlerin, heyecanların egemen
olduğu, betimlemelerimizin yer aldığı yazılar duyguya dayalı plan ile yazılır. Duyguların egemen
olduğu yazılarda, karşılaştığımız olayların hayal dünyamızda bıraktığı izler, bizde uyandırdığı
düşünceler egemendir. Olaylar karşısında insanların tavırları, tepkileri farklı olduğu gibi duyguları
da farklıdır. Bir olay kimilerini duygulandırırken kimilerinde hiçbir iz bırakmaz. Önemli olan
kompozisyonda bu duyguların okuyucuda iz bırakacak bir biçimde işlenmesidir. Yazının sonuna
doğru duyguların yoğunluğunun artırılarak okuyucunun etkili bir sona hazırlanması,
kompozisyonun başarıya ulaşmasını sağlar. Duyguya dayalı plan, bazı kaynaklarda şiirle
özdeşleştirilir ve bu tür planda, şiirin konusu, teması, şiirde işlenen duygular, söz sanatları, nazım
türü gibi ögelerin yer alması beklenir.

Planın Bölümleri

Bir düzen içerisinde tasarlanan ve planlanan yazılar giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşur.
Bu bölümler kompozisyonda başlıklarla ifade edilmez, ancak uygulanan plan ile okuyucu konunun
sunuluşundan tartışılmasına ve ana düşünceye ulaştırılmasına kadar âdeta bir yolculuğa çıkarılır.

Giriş, yazının başlangıç bölümüdür. Konunun ana hatlarıyla ele alındığı bu bölüm, özellikle
düşünceye dayalı yazılarda kısa tutulur. Sorunun ortaya konuluşunda, belirlenen yardımcı
düşüncelerden okuyucunun ilgisini çekecek olanı burada ele alınır. Giriş bölümünün olabildiğince
etkili yazılması, okuyucuyu yazıya bağlayacaktır. Bu nedenle, kompozisyonun başarısında giriş
bölümünün payı büyüktür. Olaya dayalı planlarda giriş bölümüne serim de denir. Yazıya öyküleme
yaparak başlamak okuyucunun ilgisini çekebilir. Okumak başlıklı denemesine Hasan Âli Yücel
şöyle başlıyor:

“Kültürü çok geniş değerli bir dostum geçen gün bana diyordu ki:

- Artık benim için yeryüzünde bir tek eğlence kaldı: Okumak. Ne içkiden ne danstan ne
toplanmalardan hiçbir şeyden tatlı bir duygu alamıyorum. İnsanlardan kaçan yabani bir mahluk
oldum. Bu duyuş, belki bir sinir bozukluğundan geliyor. Yalnız doğru bir tarafı var ki o da bu
dostumun her tatlı duyguya karşı taş gibi donuk ve soğuk kaldığı hâlde okumaktan kendini
alamamasıdır. Demek kültürlü bir insan için; düşünen, anlayan, öğrenmek isteyen bir kimse için
her eğlence geçebiliyor, yalnız okumak kalıyor. Öyle ise okumak nedir, nasıl bir iştir ki böyle
sürekli ve kolay ölmeyen bir tadı var?”

Yazar anlattığı bu kısa olayla konuya giriş yaparken bir soru ile okumanın ne olduğunu tartışmaya
açıyor. Böylece okuyucuyu bir soru ile yazıya bağlayarak gelişme bölümüne geçiyor. Bir alıntı ile
yazıya başlamak da sıkça başvurulan yollardan biridir. Mehmet Kaplan devleti ele aldığı yazısına
başlığın hemen altında yer verdiği bir Türk atasözü ile söze giriyor ve alıntıyla başlayan bu giriş
yine bir soru ile gelişme bölümüne geçişi sağlıyor:

“Ya devlet başa ya kuzgun leşe.

Atasözleri gerçekçidir. Sınırlı da olsa bir gerçeği apaçık belirtirler. Yukarıdaki sözde devlet
kelimesi, politik ve sosyal bir mana taşımaktan ziyade zorla ulaşılan yüksek mevki, saadet
manasına gelir. Devlet kurucularının içten hangi duygu ile hareket ettiklerini nereden bilebiliriz?”

Yazıya doğrudan doğruya bir soru ile başlamak da mümkündür. Suut Kemal Yetkin Canım Kitap
başlıklı denemesine bugün de karşılaşabildiğimiz bir soru ile başlıyor:

“Issız bir adada yapayalnız yaşamak zorunda kalsanız hangi romanları yanınıza alıp
götürürsünüz?” sorusu bir zamanlar Fransa’da anketçilerin pek hoşlandığı bir konuydu. Bu
romanlar anketçisine göre ya Fransız ya da dünya edebiyatından alınırdı.”
Bu tür girişler okuyucuyu yazının içine çeker ancak okuyucunun ilgisini sürekli kılabilmek, yazının
gövdesini oluşturan gelişme bölümünde izlenecek yola bağlıdır. Yazıya ilgi çekme bölümü olan
giriş, çoğu kez bir paragraftır. Bazen iki, üç paragraf da olabilir.

Gelişme, konunun türlü yönlerden açılıp genişlediği, zenginleşip olgunlaştığı bölümdür. Yardımcı
düşünceler bu bölümde ele alınır. Konuyu açık ve anlaşılır bir biçimde çeşitli yönleriyle ortaya
koyacak yardımcı düşünceler, okuyucuyu ana düşünceye adım adım ulaştıracak birer basamak
niteliğindedir. Bu bakımdan her kompozisyonda gelişme bölümünün uzunluğu değişir. Yardımcı
düşüncelerin sayıca fazla olduğu konularda gelişme bölümü de buna göre uzun olur. Yardımcı
düşüncelerin ayrı ayrı paragraflarda işlenmesi uygun bir yöntemdir. Konuyla ilgili örnek
verilecekse yeri gelişme bölümüdür.

Şiirsiz Dünya Hayali adlı yazısına Victor Hugo’nun bir sözüyle başlayan Peyami Safa, gelişme
bölümünde konuyla ilgili düşüncelerini sıralayarak, bu düşüncelerini pekiştirecek örnekler
getirerek gelişme bölümünü oluşturuyor:

“Güzel sanatların ölümü estetiğin, psikolojinin ve felsefenin de hayatını tehlikeye sokacaktır.


Baştan başa maddeye bağlı bir değerler sistemi içinde ahlâkın uğrayacağı inkılâp, dostluğu bir alış
veriş, aşkı bir cinsî ticaret, aileyi -kalırsa- bir şirket hâline sokacak, bütün hayır ve fazilet
duygularını, merhamet ve şefkati ortadan kaldıracaktır. Dünyamızın böyle bir geleceğe doğru
yöneldiği korkusunun veya ümidinin değeri var mıdır? Sırf tabiat ve madde planına irca edilmiş bir
insan hayatı bir hayvan hayatı olur. Aradaki fark, hayvanın tabiî sevki (iç güdüsü) yerine tekniğin
kaim olmasıdır. O zaman insanı “teknik bir hayvan” diye tarif etmek lâzım gelecektir. İnsan daha
demir devrinde iken silâhının kabzasına kuş ve çiçek resimleri kazıyordu. Bu süs faydasızdı. Silâhın
atım ve isabet gücünü artırmıyordu. Ancak silâhı atanın manevî gücüne bir şey kattığı için süsün
faydalı olduğu söylenebilir. Fakat bu faydanın şartı insanın güzellikten zevk almasıdır. Yani güzellik
duygusu faydadan önce gelmektedir. İnsanı hayvandan ayıran fark da budur. İnsanın ilkel
davranışlarında da faydayı aşan bir idealin hâkimiyeti göze çarpıyor. Güzelliğe karşı bu meyil
zamanımıza kadar, en büyük sanatları yaratarak devam etmiştir. Bugün en maddî ihtiyaçlara
cevap veren endüstri mamullerinde bile kendine göre bir zarafet arıyoruz. Estetik duygu maddî
hayatımızın her parçasında saltanat sürmektedir. Suyu bile zarif bir bardaktan içmeyi tercih
ediyoruz. Güzelliğinden tecrit edilmiş bir dünyada insanın yaşama ve yaratma zevkini
kaybedeceği, bu yüzden teknik icatlardan aciz kalacağı muhakkaktır. Çünkü bu icatlar da hayale
muhtaçtırlar. İnsan muhayyilesini kurutan bir teknik bindiği dalı kesmeye mahkûm demektir.”

Sonuç, yazının bitiş bölümüdür. Giriş bölümünde ortaya konulan, gelişme bölümünde çeşitli
düşüncelerle açıklanan konuda son söz, bu bölümde söylenir. Hiçbir yoruma meydan vermeyecek
biçimde açık ve anlaşılır yazılır. Düşünceye dayalı anlatımlarda bu bölüm, ana düşüncenin ifade
edildiği yerdir. Sonuç, olaya dayalı anlatımlarda çözüm olarak da adlandırılır. Hasan Âli Yücel, giriş
ile ilgili bilgiler verdiğimiz bölümde alıntıladığımız Okumak başlıklı yazısını şu sözlerle sonlandırır:

“Yalnızlıkta, dost ve arkadaş yokluğunun yerini ancak kitap tutabilir. Bulabildiğiniz kitabı yazan,
sizin bu tek başına kaldığınız anda konuşabileceğiniz tek arkadaş değil midir? Yazık okumaya
alışmamış, onun tadını alamamış olanlara. Onlar, ıssız bir âlemde, yapayalnız yaşayan
mahkûmlardır.”
Duyguya dayalı anlatımlarda ise gelişme bölümünde içten gelenler ele alınırken okuyucu giderek
artan bir duygu yoğunluğu içerisinde sonuç bölümüne ulaştırılır. İstanbul üzerine duygularını
Buzlu Camın İstanbul’u başlığıyla dile getiren Sezai Karakoç, sorularla başladığı yazısının gelişme
bölümünü İstanbul ile ilgili duygu ve düşünce yoğunluğu ile sürdürüyor. Sonuç bölümünde ise
yazının başlığındaki “buzlu cam” araya giriyor ve bir duygu yoğunluğu ile yazı sona eriyor:

“İstanbul’un farkında mıyız?

İstanbul’un bir deniz gibi hangi fikri, hangi aşkı, hangi anlamı, hangi rüyayı meddü-
cezirlendirdiğinin farkında mıyız? Fatih, Şehzadebaşı, Bayazıt, Süleymaniye, Sultanahmet,
Ayasofya, Nuruosmaniye Camileri, Yenicami, Yeraltı Mescid-i Şerifi, Kapalıçarşı ve Mısır Çarşısı,
Topkapı Sarayı ve Galata Kulesi... Cami önlerinde canlı ve kanatlı mümin yüreklerinin katarı
hâlinde güvercinler. Bu güvercinler denizlerin karaya mesajlarıdır. Bir caminin önünde birden
kalkan güvercinlerin yerden bir metre yukarıda bir denizi havalandırdıklarını, sırtlarında küçük bir
Akdeniz’i taşıdıklarını görür gibi olmaz mıyız? İstanbul’da deniz yumuşak bir anne gibidir. Bir
elhamradır İstanbul’da deniz. Denizlerin elhamrası, güzel Helenası. Deniz İstanbul’da çıkartma
yapmak için kıyıya koşan İkinci Dünya Savaşı askerleri gibi değil, bir anda bir yeri kaplayan Alman
paraşüt çüleri gibi değil, sırtlarına en yeni bir hümanizma yüklü Arap atları gibi karalara yürür.
Deniz İstanbul’da sonsuza açılan kapıdır. Herkes koşar, derdini, sırrını ona söyler. İçini ona
boşaltır. O, bütün hüzün biçimlerini alır ve “bilinmeyen”e iletir. Onda “Gaib”e söz söylenir. Bütün
yitikler ondadır. O, bir telgraf gibi, sözleri alır ve istenilen yere, mümkünden sonrasına ulaştırır.
Her İstanbullunun denizle ayrı bir konuşma, ayrı bir buluşma tarzı vardır. İstanbulluların gençleri
ayrı yerde, yaşlıları ayrı yerde denize randevu verirler. İstanbul, kurulduğu günden çağımıza
kadar, hep bir medeniyetin, hatta batıya karşı doğunun sözcüsü, yuvarlak masası ve kürsüsü
olmuştur. İstanbul’u çıkarınız; dünya tarihini yeniden yazmak gerekir. Tarih kalmazdı daha
doğrusu. Dünya başka bir dünya, insan başka bir insan olurdu. Her büyük şehir bir insan şeklinde
düşünülürse, her hâlde en aydınlık yüzlüsü, en sevimlisi, en derini, en cazibi İstanbul olurdu. Biz,
İstanbul’u İstanbul olmaktan çıkarmak istedik. İstanbul’u mesajsızlandırdık. Onu, herhangi bir
büyük şehir yapmak için elimizden ne gelirse yapıyoruz. İstanbul’u İstanbulsuzlaştırıyoruz.
Çeşmelerin suyu akmaz. Duvarlarındaki yazıları kimse okuyamaz. Öyle camileri vardır ki cami
olarak kullanılmaz. Gittikçe İstanbul’la aramıza buzlu bir cam giriyor. Biz onu anlayamıyoruz, o
bizi. Ve görüşemiyoruz.”

Okuyucunun üzerinde en çok etki bırakan bölüm sonuçtur. Yazımızda son sözümüzü
söyleyeceğimiz bu bölümü elden geldiğince etkili bir anlatımla yazmak, sözcükleri yerli yerinde
kullanarak ana düşüncemizi ifade etmek gerekir.

Konunun Başlığı

Bir yazının, bir kitabın bölümlerinin başına konulan ve konuyu kısaca tanıtan ibaredir başlık.
Kompozisyonun bölümlerinden biri olan başlık, yazıda düzeni sağlayan ögelerden biridir.
Başlıktan başlayarak sonuç cümlesine kadar yazılanlar bir düzen ve bütünlük göstermelidir.
Adından da anlaşılacağı gibi başlık, yazının başında yer alır ama başarılı bir kompozisyon yazarı
hiçbir zaman başlığı koyarak yazmaya başlamaz. Kompozisyon yazılıp, birkaç kez okunup gerekli
düzeltmeler yapıldıktan sonra konu, ana düşünce ve varılan sonuç göz önünde bulundurularak
yazının başlığı belirlenir. Konu ile başlık arasında bir bağlantı bulunmalıdır. Başlık, ana düşünce ile
çelişmemelidir.
ANLATIM BİÇİMLERİ

Yazının giriş, gelişme ve sonuç bölümleri paragraflardan oluşur. Kompozisyon planının


başarıya ulaşabilmesi için paragrafların kurallarına ve yazının amacına uygun düzenlenmesi
gerekir. Paragraflar satır başı yapılarak belirtilir ancak paragraflandırma yalnızca biçimsel bir
düzenleme değil anlamsal bir bütünleştirmedir. Her paragraf bir düşünce kümesi biçiminde
kendi içinde bir bütünlük ifade eder. Bu anlam kümeleri birbirini bütünleyerek yazıyı
oluşturur. Paragraf birkaç cümleden oluşur. Kimi zaman tek bir cümlenin paragrafı
oluşturduğu görülse de başarılı bir paragraflandırmada bir cümlede verilen düşünce diğer
cümlelerle açıklanır. Ancak bir paragrafta birden fazla düşüncenin ele alınması uygun bir yol
değildir.

Bir düşünceyi birkaç paragrafta işlemek de bir başka yanlışlıktır. Kısacası, her paragraf
bir düşüncenin ele alındığı, işlendiği, örneklendirildiği, geliştirildiği ve sonuca bağlandığı bir
bütünlüktür. Bir paragrafın uzunluğu açıklanan bilgiyi, anlatılan olayı, betimlenen varlığı,
savunulan düşünceyi, açık seçik kapsayacak kadardır. Paragraf uzunluğunun ölçüsü, okurun
ilgisini canlı tutacak kadar kısa; savunduğu düşünceyi açıklayacak kadar uzun olmalıdır.

Paragrafın düzeni kompozisyonun düzeninden farksızdır. İlk cümle, paragrafa giriş


cümlesidir. Bu cümle, aynı zamanda paragrafın da konusunu belirler. İzleyen cümleler
paragrafın gelişme bölümünü oluşturur. Bu bölümde konu, örneklerle açılabilir. Paragrafın
son cümlesi ise sonucu belirler.

Cemil Meriç Dergi, Hür Tefekkürün Kalesi başlıklı yazısındaki bir paragrafta dergilerin
kaderini anlatıyor. Kısa paragrafta son cümle eski dergilerin içinde bulunduğu durumu ortaya
koyuyor: “Bizde hazin bir kaderi var dergilerin: Çoğu bir mevsim yaşar, çiçekler gibi. En
talihlileri bir nesle seslenir. Eski dergiler, ziyaretçisi kalmayan bir mezarlık. Anahtarı
kaybolmuş bir çekmece. Sayfalarına hangi hatıralar sinmiş, hangi ümitler, hangi heyecanlar
gizlenmiş, merak eden yok.”

Parafta genellikle konu ilk cümlede, ana düşünce son cümlede, yardımcı düşünceler
gelişme cümlelerinde bulunur. Bu genellemenin dışında kalan paragraflarda konu, ana
düşünce, yardımcı düşünceler paragrafın değişik cümlelerinde de bulunabilir.

Mehmet Fuat, Yaşadığını Yazmak başlıklı denemesinde paragrafın konusunu ilk


cümlede verdikten sonra düşüncenin anlamlarla oynayışına sözü getiriyor:
““Yaşamak” sözcüğüne çok geniş anlam verirsek “Her sanatçı yaşadığını yazar” diyebiliriz.
Düşünmek, düş kurmak, okumak, başkalarının yaşadığından etkiler almak da yaşamaktır
çünkü. Şapkanın içinden sözcükler çekmenin bile bir gerçek iş olduğu, yaşamakla sıkı bir
ilgisi bulunduğu söylenebilir. Düşüncenin anlamlarla oynayışı önlenebilecek bir şey değil.”

Bir düşünceden bir başka düşünceye geçerken akıcılığa dikkat etmek, paragraflar
arasındaki geçişleri sağlar. Aynı konunun düşünceleri olsa da aralarında bir bağlantı
kurulamazsa paragraflar arasındaki geçişler sorunlu olabilir. Bu durum, okuyucunun ilgisinin
kopmasına yol açar. Paragraflar âdeta bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlanmalı ve
aralarındaki bağlantıyı korumalıdır.

Paragrafta Anlatım Biçimleri

Paragrafta işlenen konunun, ele alınan düşüncenin ve verilen örneklerin anlatım biçimi,
tutulan yola göre farklı nitelik ve özellik taşır. Yazının her paragrafı aynı tarzda yazılamaz.
Bu durum, akıcılığı ve sürükleyiciliği engeller, yazıyı tekdüzeleştirir. Her paragrafta ele
alınan konunun, işlenecek düşüncenin, verilecek örneğin niteliğine göre anlatım biçimlerinden
herhangi biri ya da birden fazlası seçilebilir. Seçilen anlatım biçimleri hem konuyu bütün
yönleriyle ele almamızı sağlayacak hem de düşüncelerimizin okuyucularca daha kolay bir
biçimde kavranmasına yardımcı olacak nitelikte olmalıdır.

Tanımlama

Bir kavramın niteliklerini eksiksiz olarak belirtmek, açıklamak onu tanımlamaktır.


Yazıda savunduğumuz düşünceyi çeşitli özellikleriyle tanımlayarak ilgili düşüncenin
kavranmasına yardımcı oluruz. Aşağıdaki paragrafta Mehmet Kaplan kültür sözünün tanımını
yaparak söze girmekte, kültürlü insan ve kültürlü millet kavramlarını tanımlayarak okuyucuyu

bir düşünceye ulaştırmaktadır:

“Kültür kelimesi Latince “ekin ekmek” manasına gelirmiş. Mikrop cinsinden canlı bir varlığın
muayyen bir ortam içinde çoğalmasına da kültür denilir. Bir ferdin veya bir milletin manevi
kıymetlerini işlemesi, çoğaltması ve geliştirmesi de kültür adını alır. Kültürlü bir insan birçok
şeyleri okumuş, düşünmüş ve iyice sindirmiş bir insandır. Kültürlü bir millet, maddi ve
manevi imkânlarını geliştirmiş, iptidailikten yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşmış olan
millettir. İster toprak gibi maddi, ister ilim ve sanat gibi manevi olsun, işlenen ve geliştirilen
her şey “kültür” adı altında toplanabilir”
Tanımlama veya tanım yapma, bir varlığın, nesnenin, kelimenin, kavramın ne olduğunu
anlatma, açıklama, izah etme işidir. Daha çok “Ne(dir)?” sorusuna cevap verir. Metinde
işlenen konuya, bilgiye veya düşünceye bağlı olarak ihtiyaç duyulan kavram, nesne vs.
unsurlara getirilen tanımlar paragrafın anlatımını açık ve kolay anlaşılır hâle getirir.
Tanımlama cümlelerinde fiiller genellikle geniş zamanla çekimlenir. İsim cümlelerinde ise
+DIr eki ile çekimlenen bildirme/kuvvetlendirme ifadeleri tercih edilir. Muharrem Ergin:

“En küçük gramer birliklerinden en büyük birlik olan cümleye kadar dili meydana getiren
bütün şekillerin bünyesinde ses adını verdiğimiz en küçük ve en basit dil unsurları bulunur.
Bu unsurlar bazan tek başlarına, çok defa yan yana gelerek canlı cansız varlıkları, mefhumları
ve durumları karşılayan kelime dediğimiz dil birliklerini, dil unsurlarını, dil şekillerini
meydana getirirler. Kelime manalı veya vazifeli ses veya sesler topluluğudur.”

Örnekte de görüldüğü gibi ele alınan konunun anahtar kavramı/kavramları, genellikle


tanımlamalarla açığa kavuşturulur. Böylece okurun metinin konusunu daha iyi kavraması
sağlanmaya çalışılır. Nesnel ve öznel olmak üzere iki tür tanımlamadan bahsedilebilir. Nesnel
tanımlama, bir kavramın herkes için aynı olan ve gerçek özelliklerinin ortaya konması
anlamına gelirken öznel tanımlama; bireyden bireye farklılık gösteren göreceli tanımlamalar
için kullanılmaktadır.

Örneklendirme

Konuyu daha ayrıntılı bir biçimde anlatmanın bir yolu da örneklendirmedir. Örnekler
vermek konuyu daha anlaşılır duruma getireceği gibi düşünceye açıklık ve somutluk
kazandırır. Ancak örnek olarak verilen şey, anlatımı somutlaştıracak nitelikte genel ve bilinir
bir şey olmazsa anlatım bütünüyle belirsizleşebilir. Örnekleme, uzun açıklamaların da önüne
geçeceğinden birkaç sayfada anlatılacak düşünceyi birkaç örnekle ifade etme kolaylığı sağlar.
Örnek verilirken konunun bağlamına uygunluğuna, konuyla uyumlu olmasına ve amaçlanan
destekleme ve kolaylığa dönük olmasına dikkat edilmelidir. Örnekleme cümlelerinde mesela,
örnek olarak, söz gelimi, söz gelişi, faraza gibi kelime ve söz öbeklerine yer verilmelidir.
Metne somut görünürlük katarak söylemek istenilenin okurun zihnine yer etmesini sağlayan
örnek verme, okurda kimi durumda sayfalarca ifade edilenlerden daha etkili bir iz
bırakmaktadır.

“Uygur yazı dilinde, Köktürkçede ve Mani metinlerinde görülen bazı eklerin ünlülerinin e
yerine i yazıldığını; eski ny ünsüzünün birkaç nesil içinde n ve y’ye dönüşüp y’li imlanın
benimsendiğini görüyoruz. Hele Uygurcada kısa ömürlü olan Brahmi alfabesiyle yazılmış
Uygurca metinlerde görülen, standart Uygur yazı dilinden çok farklı olan şu yazılı şekilleri
pölök (= bölük), plunç (=bulunç "kazanç"); peg (=beg) belirtmeye çalıştığım hususun en
çarpıcı örnekleridir.”

Karşılaştırma

Düşünce öbeği olan paragrafta okuyucunun zihninde karşılaştırma yapmasını sağlayarak


konunun kavranmasına yardımcı olmak mümkündür. Karşılaştırma kişilerin, nesnelerin,
olayların ve olguların benzer veya ayrı yanlarını incelemek için yapılan kıyaslamadır.
Karşılaştırma, daha çok gelişme bölümünde yararlanılan anlatım biçimlerinden biridir. Ak-
kara, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi karşılaştırma amacı gütmeyen karşıt anlamlı kavramların bir
paragrafta yer alması karşılaştırma değildir. Aşağıdaki örnekte Doğan Aksan, Türkçedeki
akrabalık adlarının zenginliğini diğer dillerle karşılaştırma yaparak vermiştir:

“Hint-Avrupa ailesindeki dillerden başkalık gösteren niteliğiyle Türkçe, akrabalık bağlarını


anlatan sözcüklere geldiğimizde yine ayrıntılı anlatımla kendine özgü bir görünümle
karşımıza çıkar. Örneğin Türkçede “baldız”, “elti”, “görümce” ve “yenge” ayrı ayrı kavramlar
oluştururken Hint-Avrupa dil ailesinde tek bir göstergeyle dile getirilir. Sırasıyla, Fransızcada
belle-soeur, İngilizcede sister-in-law, Almancada Schwägerin. Bu durumun daha başka
örneklerini gösterebiliriz.”

Tanıklama

Paragrafta verilen bilginin tanınmış bir kaynağa dayandırılarak yazıya giriş yapılması,
konunun açılımında tutulan bir başka yoldur. Böylece tanık göstererek bilginin sağlam bir
kaynağa dayandığını göstermiş oluruz. Yöntem olarak önce alıntı yapılacak kişinin adı anılır
sonra da sözleri aktarılır.

“Ünlü Osmanlı tarihçisi Peçevi İbrahim Efendi, bizde ilk kahvenin 1554’te İstanbul’da
açıldığını yazar: “Keyiflerine düşkün bazı safa ehli insanlar ile kişiler, okuryazar
makulesinden (soyundan) arif kimseler orada toplanmaya başlamıştır... Kimi kitap ve güzel
şeyler okur, kimi tavla ve satranç oynar, kimi yeni söylenmiş gazeller getirerek şiirden ve
edebiyattan bahsederdi.” Bizden esinlenen İngiliz tacirleri ilk kahvehaneyi 1650’de Oxford’da
açmışlar. Kahvehaneler İngiltere’de de o kadar rağbet görmüş ki birkaç yıl içinde sayıları iki
bini aşmış.”
Yukarıdaki örnekte yazar, kahvenin Türkler tarafından ilk kez kullanılışı ve dünyaya
yayılışı ile ilgili bilgiler vererek başladığı yazısında bizde ilk kez kahvenin ne zaman
kullanıldığı konusundaki bilgiyi Peçevi İbrahim Efendi’den bir alıntı yaparak tanıklamıştır.
Tanık gösterilen kişiler sıradan kişiler olmamalıdır. Tanık bazen söz, bazen kişi olabilir.
Tanıklama gelişme bölümünde yararlanılan anlatım biçimlerinden biridir.

Sayısal Verilerden Yararlanma

Bir düşüncenin gerçekliğini yadsınamayacak bir kesinlikle göstermek anlamında olan


tanıtlama, yazıda sayısal verilerin, istatistiklerin, göstergelerin, tahminlerin tanıt olarak
kullanılmasıdır. İleri sürdüğümüz düşüncelerin birtakım verilerle tanıtlanması gerekebilir. Bu
durumda istatistiklere, deney sonuçlarına yer verilebilir. Yapılmış araştırmaların
sonuçlarından yararlanılabilir.

“Domuz gribi, WHO’nun verilerine göre 40’ı aşkın ülkede 12.000’i aşkın kişiyi enfekte etmiş,
86 kişiyi öldürmüş durumda. Fakat bunlar kayıtlı vakalar; virüse maruz kalmışların gerçek
sayısının en az 100.000 olduğu tahmin ediliyor.”

OKUMA ve DİNLEME

Bir yazıyı, bütün öğeleriyle algılama, anlama ve kavrama süreci olarak nitelendirilen ve
çok karmaşık bir süreç olan okuma ile ilgili değişik tanımlara rastlamak mümkün. Yapılan
tanımlara bakıldığında okumayla ilgili mekanik ve anlamsal vurguların yoğun olduğu dikkati
çekmektedir. Ön bilgilerin kullanılması, zihinde yapılandırma, anlam kurma, analiz, sentez,
ilişkilendirme, değerlendirme, örgütleme gibi işlemlerin bu süreçte gerçekleştiği
düşünüldüğünde okuma sürecinin belleğin gelişimine önemli katkıları olduğu söylenebilir.
Okuma ile ilgili tanımlar bir araya getirildiğinde okumanın işlevlerini de içeren şöyle bir
tanıma ulaşılabilir:

- Okuma; okurların yazılı metinden “anlam” çıkardıkları ya da yorumlarda


bulundukları,

- Ön bilgilerini kullandıkları, yazar ve okur arasındaki etkili iletişime dayalı, uygun bir
yöntem ve amaç doğrultusunda düzenli bir ortamda gerçekleştirilen anlam kurma süreci,

- İnsanların kendi aralarında önceden kararlaştırdıkları özel sembollerin duyu organları


yoluyla algılanıp beyin tarafından yorumlanarak değerlendirilmesi,

- Yazıya geçirilmiş bir metne bakarak bunu sessizce çözümleyip anlama, seslere
çevirme (bir yazıdaki sembolleri tanıma ve anlamlandırma etkinliği,

- Yazılı bir metnin iletmek istediğini alabilme, anlama demektir.

Yeni teknolojiler, insanoğlunun dünyayı algılama yollarını ve dünya ile etkileşimini


değiştirmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra elektronik teknolojilerin yaygınlık
kazanmasıyla yeniliklerin ardı arkası durmamıştır. Bu yenilikler insanların okuma
alışkanlıklarını da doğrudan etkiler duruma gelmiştir. Okuma eylemi yazılı simgeleri
anlamlandırma ile ilgili iken okuduğunu anlama daha karmaşık bir bilişsel süreci gerektiren
anlamlandırma süreci olmasına karşın okuma, okuduğunu anlama ve okuma becerisi zaman
zaman birbirinin yerine kullanılan kavramlardır. Görme ve seslendirme yönleriyle fizyolojik,
kavrama yönüyle de zihinsel faaliyet isteyen okuma becerisi okulda, işte, yaşamımızın her
anında pek çok amaç için başvurduğumuz temel araçtır.

Okuma eyleminin ana amacı yazılı metinden anlam çıkarmaktır. Anlama olmaksızın
okuma boşuna bir çabadır. Bu konuda şunu söylemek abartı olmasa gerek. Bireylerin
okuduğunu anlama becerileri ne derece geliştirilirse yaşam boyu yetkin okuryazar olma
becerileri de o derece gelişir. Okuma sürecinde dikkat edilmesi gereken okumanın beş temel
ilkesinden söz edilebilir:

1. Okuma anlam kurma sürecidir. Hiçbir yazılı kaynak kendini ifade edici değildir. Okuyucu
ön bilgilerini kullanarak onu çözmeye çalışır. Anlam kurma sürecinde karşılaştırma, analiz ve
sentez yaparak farklı düşüncelere ulaşma söz konusu olduğundan okuyucu metindeki anlamı
değiştirirken kendisi de değişmektedir.
2. Okuma akıcı olmalıdır. Akıcı okuma; noktalama işaretleri, vurgu ve tonlamalara dikkat
edilen, geriye dönüş ve kelime tekrarına yer verilmeyen, heceleme ve gereksiz duruşlar
yapılmayan, anlam ünitelerine dikkat edilerek, konuşurcasına yapılan okumaya denir.
Okuyucuların kelime tanıma ve ayırt etme işini doğru ve çabuk yapmaları zamandan tasarruf
sağlamakta ve metni daha kolay çözmelerine katkıda bulunmaktadır.

3. Okuma stratejik olmalıdır. Stratejik okuma; okuyucunun konuyla ilgili ön bilgilerini


harekete geçirmesi, okuma türüne en uygun amaç ve yöntemi kullanarak okuma eylemini
gerçekleştirmesi, zaman ve enerjiden tasarruf sağlamasıdır.

4. Kişi okumaya güdülenmelidir. Okuma eyleminde güdülenmenin önemli bir yeri vardır.
Güdülenme bireysel farklılıklar gözetilerek çok çeşitli yollardan yapılabilir. Yüksek içsel
güdülenmeye sahip, işe istekli ve kendi yetkinliğine inanan bireyler etkin ve başarılı
okuyuculardır. Birey, okuma açısından içsel güdülenmeye sahipse, yetenekli olduğuna
inanıyorsa o zaman zor metinleri okuma ve anlamada ısrarcı olacaktır.

5. Okuma yaşam boyu devam etmelidir. Okuma yaşam boyu devam eden bir etkinliktir.
Günlük yaşamın bir bölümü düzenli olarak okuma etkinliğine ayrılmalıdır. Bunun bir
alışkanlık haline getirilmesiyle ancak etkin ve iyi okur olmanın temelleri atılabilir.

Okuduğunu Anlama

İki ayrı kavram gibi görünen okuma ve anlama birbiriyle yakından ilişkili iki kavramdır.
Okunan bir metnin anlaşılabilmesi iyi bir okuma becerisi, zihinsel süreçlerin aktif olarak
kullanılması ve dikkatli bir değerlendirme gerektirmektedir. Okuduğunu anlamayla ilgili
temel ilkeler şöyle sıralanabilir:

• Okuma bir anlam kurma sürecidir. Anlamanın gerçekleşmediği okuma, sadece mekanik bir
eylemdir, kelimeleri seslendirmeden öteye gitmez.

• Okuduğunu anlama süreci beynin aktif olmasını gerektiren çok boyutlu bir süreçtir.
Dolayısıyla yoğun bir zihinsel çabayı zorunlu kılar.

• Okuduğunu anlamanın gerçekleşmesi ciddi bir dikkat gerektirir. Dikkat, okuduğunu


anlamanın temel ölçütlerinden biridir.

• Okuduğunu anlama, ön bilgilerle ilişkiler kurmayı, dikkatli bir düşünmeyi, yorumlama


becerisini, analiz ve sentezi gerektirir.
• Okuduğunu anlama, okunanların ön bilgilerle ve bağlantılı diğer konularla ilişkilendirilip
zihinde yeniden yapılandırılmasıdır.

• Okuduğunu anlama, zengin bir kelime dağarcığını gerektirir. Kelime dağarcığının kısıtlı
olması okuduğunu anlamayı güçleştirecek, buna bağlı olarak ya anlama gerçekleşmeyecek ya
da anlama hızı yavaşlayacaktır.

• Okuduğunu anlama geniş bir bilgi birikimini ve var olan bilgiler arasında sağlam ilişkiler
kurma becerisini gerektirir.

• Okuduğunu anlama, metnin ana düşüncesini, konusunu, metinde sunulan düşünceler ağını
bulma, kavrama, metinde iletilmek istenen mesaj ya da mesajları doğru algılamadır.

Okuma sürecinde metnin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak, okuduğunu anlamayı


destekleyecek, anlama hızını arttıracak bazı çalışmalar yapılabilir. Bu çalışmalar şu şekilde
sıralanabilir:

• Metnin ana ve ara başlıkları arasında ilişki kurmak

• Metnin paragrafları arasında ilişki kurmak, ilişkiyi kavramak

• Okuma sırasında önemli görülen yerleri not almak

• Metnin konusunu belirlemek

• Metindeki ana ve yardımcı düşünceyi belirlemek

• Metin yazarının bakış açısını, anlatım tarzını belirlemek

• Metinde yer alan örnekleri dikkatle okumak ve konuyla ilişkilendirmek

• Metnin konusunu önceden bilinenlerle ilişkilendirmek

• Metinde ele alınan konuyu zihinde yeniden yapılandırmak, analiz ve senteze gitmek,
yorumlamak

• Metinde geçen anlamı bilinmeyen kelime ve terimlere bağlama uygun anlamlar yüklemek

• Metinden hareketle ‘’ne, nerede, ne zaman, nasıl, neden ve kim” sorularına cevap bulmak

Okuduğunu anlayabilmenin başlıca şartları şunlardır:


Yoğun dikkat: Metinde birbirini izleyen kelimelerin anlamlarına yoğunlaşma konusunda
dikkat yeteneğini geliştirebilmek için değişik etkinlikler gerçekleştirilebilir. Karşılıklı
tartışmalar, metni oyunlaştırma, canlandırma ve metinle ilgili hazırlıksız konuşmalar bu
etkinlikler arasında yer almaktadır.

Yeniden yapılandırma: Metinden elde edilen bilgilerle, metnin konusuyla ilgili önceden sahip
olunan bilgilerin ilişkilendirilmesi ve zihinde yapılandırılmasıdır. Bilginin yeniden
yapılandırılması, dikkat ve bilgiyi yeniden elde etmek için harcanan çabayla yakından
ilişkilidir.

Zihinde canlandırma: Düşünmenin gerçekleşmesi doğrudan okumaya yoğunlaşmak,


okunanların anlamları üzerinde düşünmek ve bunları zihinde canlandırmakla ilişkilidir.

Çıkarımlarda bulunma: Çıkarımda bulunma metindeki sebep-sonuç ilişkilerinin, durumlar,


olaylar vb. arasındaki kıyaslama ve ilişkilerin belirlenmesini gerektirmektedir.

Anlamı kavrama: Karmaşık zihinsel etkinliklerin yer aldığı bu aşamada ipuçları ve kullanılan
kelimeler büyük önem taşımaktadır.

Okuma Alışkanlığı

Temel dil becerilerinin doğru kazandırılması ve bir davranış haline getirilmesinde


okuma alışkanlığının payı büyüktür. Sadece temel dil becerilerinin değil yaşama bakışın,
yaşamı doğru algılayışın da temelinde okuma alışkanlığı yer almaktadır. Okuma alışkanlığı
ise iyi bir okur olmakla mümkündür. Okuma alışkanlığını okuma kültürüdür. Okuma kültürü,
birbiriyle ilişkili ve birbirini bütünleyen birçok beceriyi içeren bir süreçtir. Bu sürecin ilk
basamağı görsel okuryazarlık, ikinci aşaması okuma-yazma becerisi edinme, üçüncüsü de
okuma alışkanlığı becerisi kazanmadır.

Okuma kültürünün yapılanması eleştirel okuma becerisinin edinilmesiyle mümkündür.


Bilişim teknolojilerinden etkili bir şekilde yararlanma, günümüzde okuma kültürünün
uygulama alanı bulduğu bir beceridir. Bireysel anlamda sağlıklı kişiliklerin gelişiminde
okuma alışkanlığının önemli payı vardır. Okumaya karşı olumlu ilgi ve eğilimler içinde olma,
sadece bireysel değil toplumsal açıdan da gelişmişliğin, çağdaşlığın bir ölçütü olarak
görülmektedir. Ülkelerin gelişmişliği, okumayan değil okuyan, özellikle de okumayı
alışkanlık haline getiren kişilerin çokluğu ile sağlanabilir. Okuma, toplumların az gelişmişlik
sorununu aşmalarında eğitim, ekonomi ve kültür alanlarında göstermeleri gereken çabaların
bileşeni ve hızlandırıcısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Düşünen, yorumlayan, değerlendiren,
paylaşan toplum olmanın ve uygarlığın yolu okumayı yaşam biçimi haline getiren etkin
okurlardan geçmektedir.

Okuma eylemi çok çeşitli amaçlarla gerçekleştirilir. Bireyler bilgi, iletişim, teknoloji
yüzyılı denilen yüzyıla uyum sağlayabilmek, bilgi edinmek, öğrenmek, düşünce ufkunu, genel
kültürünü genişletmek, boş zamanlarını değerlendirmek, araştırma yapmak için okurlar.
Çağımız bir değişim çağıdır. Her alanda olduğu gibi bilgide de hızlı bir değişim
yaşanmaktadır. Bilgili değil, bilgisini güncel tutan insanın bu değişime daha kolay ayak
uyduracağı ve başarılı olacağı bir gerçektir. Sahip olunan bilgilerin önemli bir bölümünü
okuma yoluyla elde ettiğimiz düşüncesinden hareketle, denilebilir ki değişen çağa ayak
uydurabilecek birey olmanın yolu okumaktan geçmektedir. Okuma becerilerinin kalıcı olması,
yaşam boyu devam etmesi, alışkanlığa dönüşmesi, işlevsel ve eleştirel bir okuryazarlığa geçiş,
bireyin okuma bilincine sahip olup olmamasıyla, ailenin, yakın çevrenin ve öğretmenin doğru
yönlendirmesiyle ve model olmasıyla yakından ilişkilidir.

Okuma Alışkanlığı Edinmeyi Etkileyen Faktörler

Yaşam boyu devam etmesi gereken bir süreç olarak adlandırılan okuma alışkanlığını
edinmede değişik etkenlerin rol oynadığı bir gerçektir. Bu etkenler şu şekilde sıralanabilir:

Bireysel etkenler: Okuma alışkanlığını edinmede dış etkenlerden çok kişinin içinden gelen
istek ve yönelim etkilidir. Bireysel farklılıklar beraberinde okumaya karşı farklı tutumları,
yaklaşımları da getirmektedir.

Çevre: Fiziksel ve sosyal çevrenin birey üzerinde şekillendirici etkisi vardır. Birey,
doğumundan itibaren çevrenin olumlu ya da olumsuz etkileriyle karşı karşıya kalmaktadır.
Özellikle sosyal çevrenin bireyin okuma alışkanlığı üzerindeki etkisi çok açıktır. Okumaya
karşı olumlu yaklaşım içinde olan ya da okumaya karşı isteksiz bir çevrede yetişen bireylerin
okumaya karşı tutumlarının aynı olması beklenemez.

Aile: Kişiliğin oluşumunda ilk adımların atıldığı, kişiliğin şekillendiği aile ortamının okuma
alışkanlığının yerleşmesinde önemli bir payı vardır. Anne babanın bu anlamda bilinçli olması
ve okuma konusunda olumlu model davranış geliştirmesi gerekmektedir.

Okul: Okuma alışkanlığının kazandırılmasında okulun özel bir önemi vardır. Bu nedenle okul
sisteminin öğretmen, öğrenci, öğretim programları, ders kitapları, ders materyalleri gibi
bileşenlerinin okuma ilgisini pekiştirici, okumaya yönelik güdüyü destekleyici yönde olması
gerekmektedir.

Okuma Türleri

Sesli Okuma

Sesli okuma, gözle algılanarak zihinde anlamlandırılan sözcüklerin konuşma


organlarıyla seslendirilmesidir. Sesli okumada amaç, okunan metinde geçen kelimelerin nasıl
seslendirildiği ve hangi bağlamda kullanıldığının anlaşılmasını sağlamaktır. Sesli okuma
sadece anlamayı değil, anlatmayı da kapsamaktadır. Yani sessiz okumada okunan metnin
anlaşılması yeterli iken sesli okumada metnin anlaşılması yanında, anlatılmak istenilenlerin
dinleyicilere aktarılması da gerekmektedir.

Sessiz Okuma

Sessiz okuma, gözle algılanan sözcüklerin zihinde anlamlandırılmasıdır. Sesli


okumadan daha sonra kazanılan bir beceri olmasına rağmen en çok kullanılan okuma türüdür.
Sessiz okumada amaç, bireyin akıcı ve hızlı okumasını sağlamaktır. Göz hareketlerine ve
beyinde meydana gelen okuma sürecine dayanır. Sessiz okuma daha hızlı gerçekleşmektedir,
bu nedenle de sesli okumaya göre daha fazla tercih edilen bir okuma türü konumundadır.

Göz Atarak Okuma

Göz atarak okuma, metnin tamamı okunmadan, sözcükler üzerinde durulmadan yapılan
okumadır. Genellikle bir kitap okunup anlaşılmak istenildiği zaman değil de bir konu
hakkında genel bilgiler edinmek amacıyla yapılır. Göz atarak okumada amaç, konunun
ayrıntılarına girilmeden ana hatlarıyla kavranmasıdır. Bu tür okumalarda dikkat; tarihlere,
yerlere, isimlere, grafik, tablo ve bölümlere çekilir. Normal okumadan üç, dört kat daha hızlı
gerçekleştiği için bireylere zaman kazandırır.

Özetleyerek Okuma

Metinde anlatılanların genel olarak anlaşılması, konunun ana hatlarıyla kavranması


amacıyla yapılan okumadır. Gerektiği takdirde özetler yazıya da dökülebilir. Özetleyerek
yapılan okuma metnin eksiksiz olarak anlaşılmasını sağlama bakımından yararlıdır.

İşaretleyerek Okuma
Metinde önemli görülen yerlerin çeşitli işaretler konularak okunmasıdır. Daha sonra,
önemli görülen yerler birleştirilir ve anlama gerçekleştirilir. İşaretleyerek okumada amaç,
konuyu anlamaya yardımcı olacak anahtar kelime ve kavramların, önemli görülen yerlerin
belirlenmesidir. Not almadan farklı olarak, işaretleyerek okumada önemli görülen yerler not
alınmaz, sadece işaretlemekle yetinilir.

Tahmin Ederek Okuma

Okuma sırasında okumanın kesilerek ya da metne başlanmadan önce metnin


görsellerinden, başlığından yola çıkılarak metin hakkında yorumların yapılması şeklinde
gerçekleşen okuma türüdür. Zihnin etkin kılınması açısından yararlıdır. Metin yarıda kesilerek
devamı hakkında yorumlar yapılır ya da metne hiç başlanmadan metnin görsellerinden ve
başlığından yola çıkılarak tahminde bulunulur.

Soru Sorarak Okuma

Metnin sesli ya da sessiz okunması sırasında/sonrasında metne yönelik sorular


oluşturulması yoluyla yapılan okumadır. Zihni etkin kılması bakımından yararlıdır. Bir
metnin okunması sırasında yetkin bir okur okuduğunu anlayıp anlamadığını kontrol etmeye,
okuduklarında önemli ögelerle ayrıntıları ayırt etmeye, bilmediği sözcükleri ya da anlamadığı
yerleri anlamak için tekrar okuyarak bağlamdaki ipuçlarından yararlanmaya ve ne kadar
anladığını belirlemek için soru sormaya gereksinim duyar.

Tartışarak Okuma

Metnin sesli ya da sesiz okunmasından sonra, metinde ele alınan olay ya da


düşüncelerin tartışılması esasına dayanan okumadır. Tartışarak okumada amaç, metinde
işlenen konuyla ilgili bilgi, duygu ve düşüncelerin başkalarıyla paylaşılması ve başkalarının
bilgi ve görüşlerinden yararlanarak farklı bakış açıları kazanmadır. Bireylerin kendilerini
ifade etmelerine olanak tanıması, farklı görüş ve düşüncelere saygı bilincini geliştirmesi
açılarından yararlıdır.

OKUDUĞUNU ANLAMA STRATEJİLERİ

Strateji genel olarak bir şeyi elde etmek için izlenen yol ya da amaca ulaşmak amacıyla
bir plan oluşturma, onu uygulama olarak ifade edilebilir. Okuduğunu anlama stratejileri ise
okuduğunu anlamayı ve kavramayı kolaylaştırmak, bu süreçte yaşanan sorunları çözmek
amacıyla kullanılan stratejilerdir. Genel olarak okuduğunu anlama stratejileri; okuma
öncesinde, okuma sırasında ve okuma sonrasında kullanılan stratejiler olarak
gruplandırılmaktadır.

Okuma Öncesinde Kullanılan Stratejiler

Bu stratejiler okuma sürecinin en önemli basamağını oluştururlar. Okuma amacının ve


metinden ne alınmak istendiğinin belirlendiği aşamadır. Amaçsız yapılan okumadan istenilen
verimin alınması beklenemez. Okuma amacını belirleme, metnin yapısı hakkında bilgi
edinme, metinle ilgili ön bilgileri hatırlama, başlık ve görsellerden hareket ederek konuyu
tahmin etme, okuma sırasında nelere dikkat edileceğine karar verme gibi stratejiler bu
bölümde kullanılabilir.

Okuma öncesinde kullanılan okuma stratejilerinin amaçları; konuyla ilgili ön bilgileri


harekete geçirmek, metni anlamak için ön hazırlık yapmak, metnin okunması konusunda istek
ve motivasyon oluşturmak, anlamı bilinen ve bilinmeyen kelimeler arasında anlamsal ilişkiler
kurmak, başlığa dikkat çekmek ve konuyu tahmin etmek şeklinde özetlenebilir.

Okuma Sırasında Kullanılan Stratejiler

Okuma öncesinde belirlenen amaçlar doğrultusunda metnin okunması,


değerlendirilmesi ve anlama düzeyinin kontrol edilmesidir. Bu amaçla not alma, okuma hızını
ayarlama, önemli bilgiyi işaretleme, sözlük vb. başvuru kaynaklarını kullanma, okuma
sırasında geri dönüşlerde bulunma, metne yoğunlaşma, sesli okuma, bağlama yönelik ipuçları
kullanma, bilginin kalıcılığını sağlamak amacıyla şemalaştırma, resimleştirme, noktalama
işaretlerine, yazım kurallarına dikkat etme, önce okunanları kontrol etme, anlamı bilinmeyen
kelimeleri metinden yola çıkarak tahmin etme ya da ek-köke dayalı olarak anlamı kestirme
gibi stratejiler okuma eylemi devam ederken kullanılabilir.

Okuma sırasında kullanılan stratejilerin amaçları; yönlendirme ve sorular yoluyla


metinle etkileşimi sağlamak, metnin yapı ve mantıksal sırasını kavramak, metnin bağlamını
açıklamak, anlamak, çıkarım ve yargıda bulunmayı kolaylaştırmak, anlamı bilinmeyen
kelimelerin anlamlarının bağlamdan çıkarılabilmesi için ipuçları bulmak, paragraf ve metnin
ana düşüncesini çıkarmada kolaylık sağlamak, metin içinde özel bir bilgiyi aramak, metni
okumaya başlamadan önce verilen soruların cevaplarını bulmak, metinle ilgili olarak verilen
şekilleri ya da haritaları tamamlamak, metinde verilen mesajla ilgili not almak şeklinde
özetlenebilir.
Okuma Sonrasında Kullanılan Stratejiler

Sürecin değerlendirildiği aşama olarak da ifade edilen bu aşamada okumanın amaçlara


uygun olarak gerçekleşip gerçekleşmediği, metinde anlaşılmayan bir yer olup olmadığı,
metinle ilgili tahminlerin ne derece doğru olduğu denetlenir. Okuma sonrası kullanılan
stratejiler arasında, metinle ilgili önceden yapılan tahminlerin doğru olup olmadığını kontrol
etme, özetleme, metindeki düşünceler arasındaki ilişkiyi görmek için metni yeniden gözden
geçirme gibi stratejiler sayılabilir. Okuma sonrasında kullanılan okuduğun anlama
stratejilerinin amaçları; okuma deneyimini genişletmek, metinde yer alan bilgilerle önceden
sahip olunan bilgileri birleştirmek, metnin daha derin analizini yapmak, metinden yapılan
çıkarımların birleştirilmesini sağlamak, öğrenilenleri değerlendirmek, metinle ilgili sorulara
cevap vermek, metindeki önemli yerlerin altını çizmek şeklinde sıralanabilir.

ELEŞTİREL OKUMA

Genel anlamda zihinsel bir süreç ya da etkinlik olarak tanımlanan düşünme, beyinle
doğrudan ilişkili bir kavramdır. Eleştirel okuma kavramını anlayabilmek için bu kavramla
yakından ilişkili olan eleştiri ve eleştirel düşünme kavramlarının içerdiği anlamlara bakmak
yararlı olacaktır. TDK Güncel Türkçe Sözlük eleştiriyi “1. Bir insanı, bir eseri, bir konuyu
doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek amacıyla inceleme işi, tenkit 2. ed. Bir edebiyat
veya sanat eserini her yönüyle değerlendirerek anlaşılmasını sağlamak amacıyla yazılan yazı
türü, tenkit, kritik. 3. fel. Özellikle bilginin temellerini ve doğruluk durumunu inceleme,
sınama, yargılama” şeklinde açıklamaktadır. Bu açıklamalardan yola çıkarak eleştiriyi; bir
şeyi nesnel açıdan yargılama, yorumlama, analiz etme şeklinde tanımlamak mümkündür.

Eleştirel düşünme ile ilgili de çok çeşitli tanımlar yapılmıştır. Bu tanımlar farklı gibi
görünse de eleştirel düşünmenin özü hakkında ortak kavramları içermektedir: Kendi düşünce
süreçlerimizin bilincinde olarak, başkalarının düşünce süreçlerini göz önünde tutarak,
öğrendiklerimizi uygulayarak kendimizi ve çevremizde yer alan olayları anlayabilmeyi amaç
edinen aktif ve organize bir zihinsel sürece eleştirel düşünme denir.

En genel bakış açısıyla eleştirel düşünme; gözlem ve bilgiye dayanarak sonuçlara


ulaşma olarak ifade edilebilir. Eleştirel düşünme, bilgi edinme sürecinde irdeleyebilmeyi, çok
yönlü sorgulayabilmeyi gerektiren, düşünme süreçlerini etkili, tarafsız ve disiplinli bir şekilde
uygulayabilmeyi, yeni durum ve ürünleri ölçütlere dayalı değerlendirmeyi ve geliştirmeyi
içeren zihinsel ve duyuşsal bir süreçtir. Eleştirel düşünmenin temelinde dikkat, nesnellik,
geniş bir bakış açısı ve yorumlama becerisi yatmaktadır.

Eleştirel düşünmenin temel özellikleri şöyledir:

• Eleştirel düşünme ön yargılardan uzak olmayı gerektirir.

• Eleştirel düşünme bir süreçtir.

• Zihinsel düşünme süreçlerinin aktif kullanımı söz konusudur.

• Çok yönlü bakış açısını ve düşünmeyi zorunlu kılar.

• Bilimsel bir yaklaşımı, nesnel bakış açısını gerektirir.

• Eleştirel düşünmede neden-sonuç ilişkisinin önemli bir yeri vardır.

• Eleştirel düşünmenin temelinde yoğun bir dikkat vardır. Olgu, olay ve durumları dikkatle ele
alıp değerlendirmeyi, yorumlamayı, analiz ve sentez yapma becerisini gerektirir.

Eleştirel düşünme sürecinin içerdiği beceriler şunlardır:

• Tanımlama

• Hipotez (Denence) kurma

• Bilgi toplama

• Yorumlama ve genelleme

• Akıl yürütme

• Değerlendirme

• Uygulama

Eleştirel okuma ise eleştirel düşünme yaklaşımının okuma eyleminde, metin üzerinde
uygulanmasıdır. Metnin konusunu, ana düşüncesini, yazarın bakış açısını kavramak, metinde
sunulanları önceden bilinenlerle ve konuyla ilgili sağlam kaynaklardan alınan bilgilerle
ilişkilendirmek, ön yargılardan uzak bir şekilde zihinsel süreçlerden geçirerek yeniden
yapılandırmak, sorgulamak, yorumlamak ve değerlendirmektir.
Eleştirel okuma, okuduğunu anlamanın ötesinde çok daha yoğun zihinsel ve duyuşsal
süreçleri içerir. Beynin sürekli aktif olmasını gerektirir. Bu süreçte hem var olan bilgiler
doğru kullanılacak hem de konuyla ilgili güvenilir ve doğru bilgilere ulaşılıp süzgeçten
geçirilecek, önceki bilinenlerle ilişkilendirilecek, dikkatli bir analiz-sentezden sonra yoruma
gidilecektir. Eleştirel okuma, dili doğru kullanma becerisiyle de yakından ilişkilidir. Sağlam
bir dil aynı zamanda zengin bir kelime dağarcığı ve terim bilgisi demektir. Bu da okunan
metinlere daha hızlı ve doğru anlamlar yüklemeyi, kavramlar arasında ilişkiler kurabilmeyi,
sağlıklı değerlendirme ve yorumlar yapabilmeyi beraberinde getirir.

Eleştirel okumada ön yargıya yer yoktur. Siyasi, sosyal, dini anlamda bütün ön
yargılardan uzaklaşmak, metinde yer alan olgu, olay ve durumlara nesnel yaklaşmak gerekir.
Ön yargı, zihinsel süreçleri tıkar, yanlış değerlendirmeleri beraberinde getirir. Aynı zamanda
eleştirel okumanın önündeki önemli engellerden de biridir. Eleştirel okuma özgünlüğe açılan
kapıdır.

Eleştirel okumada metnin türü (bilgilendirici/kurgulayıcı) belirleyicidir. Okurun metne


yaklaşımı metin türüne göre değişiklik gösterir. Bilgilendirici metinde okur; bilginin
niteliğini, günlük yaşamda geçerliliğinin olup olmadığını, bilginin dayandığı kaynakları ve
güvenilirliğini sorgular. Bilgilerin sunuluş şekli, bilgiler arasında kurulan ilişkiler,
tutarlılıklar, çelişkiler, verilen örnekler dikkatle incelenir ve değerlendirilir. Yazarın metni
hazırlamadaki amacı, ele alınan konu, ana ve yardımcı düşünceler de zihinsel süreç içinde
yorumlanır ve yapılandırılır.

Kurgulayıcı metinlere okurun yaklaşımı bilgilendirici metinden farklıdır. Kurgulayıcı


metinlerde öğe çeşitliliği daha fazladır. Olay/olay örgüsü, şahıs/şahıs kadrosu, zaman, mekân,
yazarın benimsediği anlatım tarzı, kullanılan dil mercek altına alınan öğeler arasında yer alır.
Bunların sunuluş, kullanılış şekli, aralarındaki ilişkiler, diğer metinlerle bağlantılı olarak
değerlendirilir, sorgulanır, yorumlanır. İster bilgilendirici isterse kurgulayıcı olsun, metinde
anlatılanların ikinci üçüncü kişilerle paylaşılması, üzerinde konuşulması, tartışılması, farklı
bakış açılarını dikkate alma, gözden kaçanları ortaya çıkarma açısından oldukça önemlidir,
eleştirel okuma açısından değerlidir.

Metin üzerinde yapılacak değerlendirmelerde doğru sonuçlara ulaşabilmek için metin


yazarı da mutlaka mercek altına alınmalı, incelenmelidir. Metinlerin yazarından izler taşıdığı
gerçeği göz ardı edilmemelidir. Eleştirel okuma, okunan metinle ilgili yorumlar,
değerlendirmeler yapabilmek, yazarıyla iletişime geçebilmek, düşünce dünyasına girmek ve
onu anlayabilmektir.

DİNLEME

Anlama becerisinin ikinci bileşeni dinlemedir. Dinleme de okuma gibi yoğun bir
zihinsel çabayı, dikkati gerektiren aktif bir süreçtir. Duyulan seslerin algılanması olayı
dinleme değildir. Bu durum basit bir işitmeden öteye geçmez. İşitme, yani seslerin
algılanması olayı dinleme eyleminin sadece ilk basamağı, yani fizyolojik olan boyutudur.
Dinleme de okuma gibi bir anlam kurma sürecidir. Dinleme, en genel anlamıyla kulağa gelen
seslerin doğru algılanması, anlamlandırılması ve uygun tepkinin verilmesini içeren yoğun bir
zihinsel süreç olarak ifade edilebilir.

Dinleme, işitilenlerin zihinde anlamlandırıldığı bir süreçtir. Bu süreç işitme, dikkate


alma ve anlamlandırma, tepki verme gibi aşamalardan oluşmaktadır. Diğer beceri alanlarında
olduğu gibi dinleme becerisi de eğitim yoluyla geliştirilebilir. Dinleme etkinliğinde şekilde
görüldüğü gibi dört temel bileşen vardır: Konuşan, ileti-mesaj, dinleyen, geri bildirim.
Konuşmacı dinleme etkinliğinde anahtar konumdadır. Ondan gelen iletilerin niteliği
dinlemenin amacına ulaşmasında ve anlama etkinliğinin sağlıklı gerçekleşmesinde büyük
önem taşımaktadır.

Dinlemenin temel özellikleri şöyle sıralanabilir:

• Dinlemede konuşan ve dinleyen tarafların varlığı söz konusudur.

• Konuşanın iletmek istediği bir mesaj vardır. Bu mesajı düzgün, pürüzsüz, yanlış
anlaşılmalara meydan vermeyecek şekilde, bir iletişim engeline takılmadan iletmek
durumundadır.
• Dinleyici, doğru, pürüzsüz şekilde iletilen mesajı alır, zihinsel süreçten geçirdikten sonra
anlamlandırır ve buna uygun bir tepki verir.

• Alınan mesajın zihinsel süreçte anlamlandırılması yoğun bir çabayı gerektirir. Mesajın ön
bilgilerle ve bağlantılı diğer konularla ilişkilendirilmeden doğru anlamlandırılması ve uygun
tepkide bulunulması çok zordur.

• Mesajın doğru algılanması yoğun bir dikkati gerektirir. Dikkat, dinleme eyleminin temelidir.

• Dinleyicinin kelime dağarcığının zenginliği ve bilgi birikimi dinlemenin gerçekleşmesinde,


anlam kurmayı kolaylaştırmada önemli bir etkenlerdir.

• Dinleyicinin konuşmacıdan gelen mesajı aldıktan ve zihinsel süreçten geçirip


yapılandırdıktan sonra sözlü ya da jest-mimiklerle geri bildirimde bulunması sürecin sağlıklı
işleyip işlemediği hakkında önemli bilgiler içermektedir.

Dinleme Sürecini Etkileyen Faktörler

Süreçte ortak bir dilin varlığı dinleme etkinliğinin amacına ulaşmasında temel olarak
nitelendirilebilir. Ortak dil dışında dinleme sürecini etkileyen değişik faktörler vardır. Bunlar;
kaynak, alıcı ve çevre-ortam olarak sıralanabilir.

Kaynak (Konuşmacı) Temelli Faktörler:

• Mesajda kullanılan sözcükler, terimler, yanlış anlaşılmaya yol açacak cümle kuruluşları,
yanlış vurgu ve tonlamalar

• Konuşma bozuklukları, konuşmayı etkileyen fiziksel etkenler

• Konuşma hızı

• Ses tonu

• Jest ve mimikler

• Bilgi birikimi

• Konuyla ilgili yapılan hazırlık

• Konunun sunuluş şekli


Alıcı (Dinleyici)Temelli Faktörler:

• Alıcının zihinsel ve fizyolojik yetileri

• Dikkat

• İlgi, istek

• Kelime dağarcığı

• Bilgi birikimi

• Ön yargı

• Dinleme sürecinde uygun dinleme davranışları gösterme (Dik oturma, konuşanla göz teması
kurma, not tutma, soru sorma, dinlenenlere uygun geri bildirimlerde bulunma, vb.)

• Dinleme hızı

Çevre-Ortam Temelli Faktörler:

• Isı

• Ses

• Işık

• Fiziksel konfor

Konuşmacının ve dinleyicinin dil ve yaşam deneyimi, empati düzeyi, jest ve mimiklerin


yerinde kullanılması ve bunlara doğru anlamların yüklenmesi de dinleme sürecini etkileyen
faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır

Dinleme Türleri

Aktif Dinleme

Dinleyenin aktif olduğu dinleme yöntemidir. Konuşmacıya dinlendiğini, söylediklerine


değer verildiğini gösteren bir dinleme şeklidir. Bu tepki, sözler, jest ve mimiklerle
gösterilebilir. Konuşmacıyla göz teması kurmak, ona arada sorular yöneltmek, konuşmacının
sözlerini ve duygularını geri yansıtmak, duygu ve düşüncelerini özetlemek, yani geri
bildirimde bulunmak aktif dinlemenin göstergeleri arasında yer almaktadır. Geri bildirim
sayesinde konuşan, gönderdiği mesajların alınıp alınmadığını ya da ne kadarının alındığını
dinleyicinin kendisine verdiği tepkilerden anlar, böylece karşılıklı bir iletişim gerçekleşir.

Pasif Dinleme

Pasif dinleme, dinleyicinin sözlü tepkide bulunmadan, sessizce dinleme etkinliğinde


bulunmasıdır. Bu dinleme, konuşmacıya söylediklerinin kabul edildiği duygusunu verir,
duygu ve düşüncelerini daha çok dile getirme konusunda kişiyi cesaretlendirir. Bu dinlemede
dinleyenin konuşulanları anlayıp anlamadığı konusunda net bir bilgi yoktur.

Not Alarak Dinleme

Dinlenenlerin daha kolay anlaşılması, hatırlanması amacıyla önemli görülen bölümlerin


kısa notlar alınması yoluyla yapılan dinlemedir. Bu dinlemede dinleyici ana düşünceyi,
önemli bölümleri, dikkat çeken sözleri daha sonra kolay hatırlamak amacıyla kısa notlar
alarak kaydeder.

Grup Halinde Dinleme

Anlatılanları daha iyi kavramak amacıyla dinleyenlerin dinleme esnasında birbirleriyle


etkileşim içinde oldukları, birbirlerine soru sordukları, paylaşımda bulundukları dinlemedir.

Empatik Dinleme

Bir kişinin duygu ve düşüncelerini anlayabilmek için kendimizi onun yerine koyarak
yaptığımız dinlemedir. Kişiyi anlamak amacıyla yapılan aktif dinleme de denilebilir.

Yaratıcı Dinleme

Dinleyicinin dinlediklerine anlam yükledikten sonra zihninde yapılandırması,


yorumlaması, analiz ve senteze gittikten sonra bunlardan yeni fikirler üretmesi şeklinde
gelişen bir dinleme türüdür.

Amaçlı Dinleme

Belli bir amaca odaklı olarak yapılan dinlemedir. Bir dinleyici bilgi edinmek,
dinlediklerini yorumlamak, dinlediği üzerinde eleştirel düşünmek amacıyla dinleyebilir. Bu
tür dinlemeler ağırlıklı olarak bilgi verici metinlerle ilgili dinlemelerdir. Ancak estetik
dinlemeler de bu dinlemeyle yapılabilir. Bu tür dinlemelerin aracı ise genelde hikâyeler,
şiirler, tarihî romanlar gibi edebiyat ürünleridir. Amaçlı dinleme; bilgi edinmeye,
yorumlamaya, eleştirmeye ve haz almaya (estetik) dayalı dinleme seklinde sınıflandırılır.

Sorgulayıcı Dinleme

Anlatılanların tutarlılığının sorgulandığı, zihinsel süreçlerin yoğun olarak kullanıldığı


bir dinleme türüdür. Bu süreçte konuşmacı tarafından ileri sürülen düşüncelerin zihinde
mantıksal sorgusu yapılır, yorumlanır, önceki bilinenlerle karşılaştırılır, değerlendirilir ve bir
sonuca gidilir.

Seçici Dinleme

Dinlenenlerin içinden ilgi ve ihtiyaca yönelik olanların seçilerek dinlenmesidir.


Konuşulanların içinden sadece ilgilenilen bölümleri dinlemek, o bölümlere dikkati
yoğunlaştırmak, diğer bölümleri dinlememektir. Bilinçli ve amaç odaklı bir dinlemedir.

Eleştirel Dinleme

Dinlenenlerin çok yönlü bakış açısıyla tarafsız bir şekilde ele alındığı, sorgulandığı,
değerlendirildiği, karşılaştırmaların yapıldığı bir dinlemedir. Sorgulayıcı dinlemede olduğu
gibi zihinsel süreçlerin yoğun olarak kullanıldığı, dinleyicinin kendi doğrularını bulmaya
çalıştığı bir dinleme türüdür.

Dinleme sırasında dinleyici şu sorulara cevap arar:

• Konuşmacının amacı nedir?

• Konuşmacı konuyla ilgili yeterli bilgi ve birikime sahip mi?

• Verilen bilgiler güncel ve geçerli mi?

• Konu tarafsız bir bakış açısıyla ele alınıyor mu?

• Eleştiriler doğru mu?

• Alternatif çözüm önerileri sunuluyor mu?

• Çözüm önerileri bilimsel ve tutarlı mı?


OKUMA-DİNLEME İLİŞKİSİ

Okuduğunu ve dinlediğini anlama birbirine çok benzeyen süreçlerdir. Okuma ve


dinleme arasında yakın bir ilişki vardır. Bu ilişki benzerlikler ve farklılıklar çerçevesinden ele
alınabilir. Her ikisi de anlama becerisinin temel bileşenidir. Başka bir deyişle bir tür “alıcı dil
etkinliği”dir. Nasıl duygu, düşünce, tasarım ve yaşantılarımızı karşımızdakilerle paylaşmak
için söze ya da yazıya başvuruyorsak, sözlü ve yazılı anlatım yollarını kullanıyorsak;
başkalarının duygu ve düşüncelerini, tasarım ve yaşantılarını paylaşmak için de okumaya ve
dinlemeye başvururuz.

Okuma ve dinlemenin her ikisi de zihnin anlama süreciyle ilgilidir. Okuduğunu anlama
becerisi üst düzeyde olan kişinin, dinlediğini anlama becerisi de üst düzeyde olacaktır. Bu
yüzden okuma becerisinin, dinleme becerisini doğrudan etkilediğini söylemek mümkündür.
Her ikisinde de zihnin ve beynin aktif olması gerekir. Anlamanın gerçekleşmesi için ortak bir
dile, dilsel birikime gereksinim vardır. Kaynakta (konuşmacı/yazılı metin) kullanılan dilin
niteliği (pürüzsüz, yalın, anlaşılır) anlamanın gerçekleşmesinde önemli hatta belirleyicidir.
Ortamın özelliği, anlamın oluşumu sürecinde her iki bileşen için de çok önemlidir.

Okuma/dinleme öncesi, sırası ve sonrasındaki davranışlar her ikisi için de anlama


sürecini etkilemektedir. Her ikisinde de anlamanın gerçekleşip gerçekleşmediği, anlama
sürecinin aksadığı yönler alınan geri bildirimler sayesinde anlaşılabilir. İlgi ve istekler de yine
her iki bileşen açısından anlama sürecini etkileyen ortak birer faktör olarak ifade edilebilir.

Okuma ve Dinlemeyle İlgili Örnek Metinler:

OKUMAYAN OKURYAZARLAR

Okuma, gündelik Türkçede çok değişik anlamlarda karşımıza çıkabilen bir sözcük.
“Onun okuması yoktur.”, “çok okuyan çok bilir.”, “Bizim çocuk iyi okuyor.”, “Oku da adam
ol!” Bu tümcelerdeki değişik anlamların yanı sıra, bir şeyi ezberden söylemek, okumak,
üflemek gibi edimleri de belirleyebiliyor okuma. “Canına okumak” dizisinden eğretilemeli
kullanımlarında ise daha başka doğrultuda anlamlar kazanıyor.

Sözcüğün, yazılı, basılı metinlerden anlam çıkarmaya değin gündelik kullanımlarını


birazcık düşünmek, çağdaş yaşamın bu önemli edimi konusundaki tutumunuzun olumlu
olumsuz, belirli belirsiz yönlerini bir ölçüde açıklamaya yeter. Sözgelimi “Onun okuması
yoktur.” tümcesinde okuma, okuryazarlık anlamına geliyor. “Çok okuyan çok bilir.”
tümcesinde bireyin sürekli bir şeyler okuma alışkanlığı belirtiliyor. “Bizim çocuk iyi okuyor.”
tümcesinde okuma, öğrenim görmek anlamına geliyor. “Oku da adam ol.” ise yerine göre ya
da söyleyenin öfkesine göre bu üç anlamdan birini belirtiyor.

Okuryazarlığı ele alalım önce. Nedir en yalın anlamıyla okuryazar olmak? Bireyin,
kâğıt üzerindeki birtakım imleri birbirine çatarak sesbirimler, sözcükler, sözcük dizilerinden,
anlamlar çıkarabilme, kendi demek istediklerini de o imler aracılığıyla kâğıt üstüne dökebilme
becerisi. Okullardaki öğrenimin, geniş bilgiye açılmanın ilk basamağı olarak kazanılması
gereken beceridir bu. Ülke yönetimlerinin, toplumun bütün bireylerine kazandırmayı
amaçladığı, adına okuma-yazma seferberlikleri düzenlediği beceri.

Okuryazarlar sayısının toplumun bütününe oranı da, bir toplumun gelişmişlik düzeyi
yönünden önemli bir gösterge sayılır. Okuryazar olmamanın çağrıştırdığı anlamlar ise
genellikle bilgisizlik, öğrenimsizlik, görgüsüzlük türünden niteliklerdir. Gerçekten de
okumasız yazmasız kimse kendi gündelik yaşamıyla ilgili en yalın yazılı bilgilerle gözlemlere
bile ulaşamaz, varsa kendi bildiklerini de derli toplu anlatamaz. Toplum yaşamındaki en
küçük yeniliklere bile, izleyemediği için uyum sağlayamaz. Bir bakıma yazı öncesi, yazın
öncesi çağların edilginliğini, kafa tembelliğini kendi bireysel varlığında sürdürür. Dolayısıyla
okuryazarlık, özellikle bizim yüzyılımızda bir toplumsal çağdaşlaşma sorunu sayılmış,
sözgelişi UNESCO’nun öteden beri en çok üzerinde durduğu konu olmuştur.

Gündelik toplum yaşamının en yalın gerekliliklerine, hızlı değişikliklerine ayak


uydurmak şöyle dursun, gazete başlıklarını sökemeyen, iki satırı bir araya getirip bir dilekçe,
bir mektup yazamayan, “elifi mertek sanan” yurttaşlarla hangi çağdaş ülke övünebilir. Başka
deyimle, okuryazarlık her şeyden önce, okuması yazması olmayanlara kapalı kolaylıklara,
bilgi alanlarına götürür bireyi. Özellikle okuma becerisinin payı yazmanınkinden daha büyük
olur burada. Nedeni de, televizyon radyo gibi kitle iletişim araçlarının gitgide büyüyen
etkisine karşın, çağdaş toplumdaki değer dizgelerinin her şeyden önce basılı söze
dayanmasıdır.

Bu noktada, okumanın ikinci tümcedeki anlamı, sürekli okuma alışkanlığıyla karışmaya


başlıyor. Okuryazar olan her bireyin okuduğunu, bu temel insanlık becerisini sürekli
değerlendirdiğini varsayamayız. Neden? Bu anlamda okuma, genç olsun, yaşlı olsun bireyde
temel okuma yazma becerisinin ötesinde birçok koşulun yerine getirilmesini, belli anlamda
bir olgunluğu gerektiren bir etkinliktir de ondan. Nitekim bir okuma sanatından sık sık söz
edilmesi boşuna değildir. Okuma yazma becerisini kazanan kişi, kendi dilinin yazısını,
imlerden sesler, sesbirimlerden sözcükler çıkarmayı öğrenmiştir gerçi, ama bu temel beceri
ancak sürekli işletildiği, geliştirildiği zaman bir değer taşır. Yoksa uygar bir dünyanın
gündelik olaylarını, kültürel, politik, ekonomik gelişmelerini izlemeye yetmez.

Okuma yazma becerisi üstüne, bir okuma alışkanlığının kurulabilmesi için en önemli
koşul ise temeli sağlam bir ana dili öğrenimidir. Böyle bir öğrenimden geçmemiş kişi, yaşı ne
olursa olsun, gerçek bir okur etkinliği kazanamayacaktır. Okuma yazma becerisini edinmiş
olsa bile, eninde sonunda Batı dillerinde “harf tanımaz diye adlandırılan okumasızlarla aynı
duruma düşecektir. Yazılı dilin iletişim olanaklarını, ana bilimsel dokusunu incelikleriyle
tanımayan böyle bir kimse, hecelerini söktüğü herhangi bir metnin iletisini kolay kolay ne
anlayabilir ne de anlatabilir. Oysa gerçek okuryazarlık yetisi, okuduğunu kendi sözleriyle
anlatabilmeyi de kapsar. Bu anlamda okuyan kimse başkalarına bağımlı olmadan, kendi
okuma deneyleriyle, kendisi için bilgi edinmeye başlar, dünyaya, olaylara, insanlara, insanlara
bakışını, içgüdüsünü git gide derinleştirir. (...)

Uygar toplumlarda bireyin kendi uğraş alanında ilerlemesi, önemli görevlere, yetkilere
yükselmesi, gelişmiş bir okuma yetisi aracılığıyla kazandığı bilgi birikiminin sonucudur.
Herhangi bir bilgi alanında okumayı bir alışkanlık, kendi gündelik yaşantısının bir parçası
yapmış kimse, basılı sözcüklerin taşıdığı bilgiyi hiçbir zaman olduğu gibi benimsemez,
okuduğuna kimi yönden katılır, kimi yönden katılmaz; kitaplarda, dergilerde karşılaştığı her
yeni görüşle bir kez hesaplaşır, böylece kendi özgün, bağımsız düşüncesini oluşturur.
Kulaktan dolma bilgiyle yetinmez. Bu tür bilginin de geçerliliğini, geçersizliğini, yazılı
kaynakların tanıklığına başvurarak denetler.

Kaynak: Akşit Göktürk (2002). Okuma Uğraşı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

İŞİTMEK VE DİNLEMEK

Türlü nedenlerle iletişimde meydana gelen kopukluklar, insan ilişkilerini olumsuz


yönde etkilemektedir. İletişimde kopukluklara yol açan nedenlerin bazısı farkında olarak,
bazısı da farkında olmadan yaptığımız davranışların sonucudur. Sık sık gözlemlemişimdir:
Benim için önemli bir konuyu anlatırken karşımdaki yüzüme bakmakta ve beni işitmekte, ama
aslında sözlerimi dinlememektedir. Bu boş ifade ve dinler gibi görünme karşısında, içimden
karşımdakini sarsmak, onun ilgisini çekmek gelir. Ama aynı şeyi ben yapıyorum, diyebilir
miyim acaba?

Geçen gün işlerimin üst üste ters gittiği bir zamanda, kafam borçlarımı nasıl
ödeyeceğimle meşgulken, kedisini kaybetmiş olan komşumla karşılaştım. Kedisini bir daha
hiç bulamayacağını sanıyordu. Ayrılırken bana bir soru sormuştu, ama neydi o, bir türlü
anımsayamadım. Ertesi gün yanına gittiğimde çok sevinçliydi. Kediyi bizim çocuklar
bulmuşlar ve getirmişler. Çocuklara benim söylediğimi, kedisini arattığımı sanıyordu. Bense
bunu unutup gitmiştim. Besbelli ben ve komşum o gün karşılaştığımızda, sorunları iyice
yoğunlaşmış olan kendi iç âlemimizden bazı sesler yansıtmış, ama kendi dünyalarımızın
içinden çıkıp birbirimizle ilgilenmemiştik.

Bazı okullarda “konuşma ve diğer insanları etkileme” üzerine dersler verilir, ancak
bunun bir parçası olan “karşımızdakini anlayabilmek için dinleme” konusunda hiçbir resmî
öğrenim, bilgi sağlamaz. Başarılı bir iletişim açısından gerekli olan “anlayabilmek için
dinleme”, bu durumda kişinin kendi kendisini eğitmesine kalmakta ve bazı kişilerde doğal
olan bu nitelik, pek çoğumuz için gerçekten bir eğitim gerektirmektedir.

Kaynak: Doğan Cüceloğlu (2011). Yeniden İnsan İnsana. İstanbul: Remzi Kitabevi.

Okuma ve Dinleme ile İlgili Bazı Tespitler

Çabuk Unutulanlar/Zor Hatırlananlar

•Tam anlaşılmamış konular

•Rakamlar ve isimler

•Bilinçsizce ve rastgele öğrendiklerimiz

•Aralıksız ve uzun çalışma ile öğrenilenler

•Tekrarlanmayan bilgiler

•Mutsuz anlarda öğrendiklerimiz

•İstemeden, zorunluluk hissiyle öğrenilenler

•Düşünülmeden ezberlenenler
•İnancımıza ters düşen bilgiler

•Değişken zaman ve yerde öğrenilenler

•Olumsuzluk/mutsuzluk veren bilgiler

•Soyut, ilişkilendirmenin zor olduğu bilgiler

•Uykusuzken öğrendiklerimiz

•Başarısızlığı çağrıştıran bilgiler

•İlgi ve bilgi alanımıza girmeyen bilgiler

•Bir işe yaramayacağına inanılan bilgiler

•Stresli bir durumda öğrenilenler

•Çağrışım ilişkileri zayıf bilgiler

•Önemsiz olduğu düşünülen bilgiler

•Pasif dinleme ile öğrenilenler

Kolay Hatırlananlar/Az Unutulanlar

•Kişiye anlamlı gelen, tam anlaşılmış bilgiler

•Duygusal anılar, hoşlanılan duygular

•Bilinçli olarak hafızaya kaydedilenler

•45 dk (öğren)+ 5 dk (tekrarla)+ 10 dk (dinlen) formülüyle öğrenilenler

•Çok tekrarlanan bilgiler

•Mutlu, neşeliyken öğrenilenler

•İsteyerek yüksek motivasyonla öğrenilenler

•Üzerinde düşünülerek öğrenilenler

•Düşüncelerimizi onaylayan bilgiler


•Hep aynı zaman ve yerde öğrenilenler

•Olumlu, çarpıcı, ilginç, renkli bilgiler

•Somut bağlantılar kurulabilecek görsel bilgiler

•Uykudan önce ve sonra öğrenilenler

•Kişiye başarıyı çağrıştıran bilgiler

•İlgi ve bilgi alanımıza giren bilgiler

•Nerede, ne zaman ve nasıl kullanılacağı bilinen bilgiler

•Stressiz, rahat bir ortamda öğrenilenler

•Öğrenilmiş bilgiler ile çok çağrışım yapan bilgiler

•Önemli olduğu düşünülen bilgiler

•Aktif dinleme ile öğrenilenler

YAZILI ANLATIM

Yazılı Anlatım Nedir?

İnsanları diğer canlılardan ayıran en önemli şey dil ve düşünebilmesidir. İnsan ayırıcı
nitelikleri sayesinde düşünebilir, hayal kurabilir ve konuşabilir. Bu bağlamda doğal olarak
hem kendisini hem çevresini anlatma ihtiyacı hisseder. İnsanoğlu var olduğundan beri bu
ihtiyacını resim, müzik, heykel vb. aracılarla gidermeye çalışmıştır. Bununla birlikte insanlar
yaşadıkları ortam ve çevrelerde başlarından geçen olayları, olaylar karşısındaki duygu ve
düşüncelerini, thayal ve özlemlerini söz ve yazı ile de anlatmışlardır. Bunun sonucunda
insanların duygu ve düşüncelerini yazı kullanarak anlatması yazılı ifadeyi/anlatımı
doğurmuştur. Yazılı ifadede anlatılmak istenen olay veya durum ise sözcükler ve cümleler
vasıtasıyla karşı tarafa iletilir.

Yazılı anlatım, yazma eylemine dayanmaktadır. Doğal dile dayalı iletişimde kullanılan
araçlardan biri olan yazma, sözlü iletişim aracı olan dili, yazı denilen görsel ve tek boyutlu bir
dizgeye aktarma eylemidir. Bu eylem okuma, düşünme, planlama ve düzgün ifade etme
becerisi gerektirir, doğal olarak anlatılmak veya ifade edilmek istenen şeyler, gelişigüzel
olarak verilemez. Dolayısıyla kullanılan dil de özenli, düzenli ve dil bilgisi kurallarına uygun
olmak zorundadır. Bu bağlamda, yazılı anlatımda duruluk, açıklık, akıcılık, yalınlık, birlik ve
bütünlük, akıl ve mantığa uygunluk, yazım kurallarına uygunluk, noktalama işaretlerinin
kullanımında doğruluk vb. unsurlara bağlı kalınmalıdır.

Neden Yazarız?

Yaşam serüveninde her şey ihtiyaçtan doğar, yazma da bir ihtiyaçtır, yazma
gereksinimini şu şekilde de özetleyebiliriz: Yazma ihtiyaçtan doğmuştur. Nasıl ki konuşma
bir iletişim aracı ise yazma da konuşma gibi hatta ondan daha kalıcı ve etkili bir iletişim
aracıdır. “Söz uçar yazı kalır” veya “Kaydetmeyen kaybeder” şeklinde ifade edilen sözlerde
de olduğu gibi kalıcı olmak isteyen kişiler, öldükten sonra da anılmak düşüncesiyle yazmaya
ve dolayısıyla yazılı eser bırakmaya özen gösterirler. Yazma kişisel, toplumsal ve uğraşsal bir
gereksinimdir. İnsanlarla iletişim kurmak için kişisel; insanları bilgilendirmek, onlara yön
vermek, onları aydınlatmak için toplumsal; hangi meslekten olursak olalım yazmak zorunda
olduğumuz için uğraşsal bir ihtiyaç olarak görülür. Yazmanın psikolojik, sosyolojik,
pedagojik ve dil gelişimi için faydaları inkâr edilemez. Kişi yazmak suretiyle psikolojik
problemlerinden sıyrılabilir ve kendini ifade etmenin rahatlığıyla huzur bulur. Yazmanın
psikolojik faydasına en güzel örnek Alman yazar Goethe’dir. Eseri, Genç Werther’in Acıları
için “Yazmasaydım, intihar edecektim” ifadesini kullanarak yazmanın bu yönüne işaret
etmiştir.

Bireyler yazmak suretiyle bir taraftan kendine güven duyarken diğer taraftan sosyal
açıdan da kendini farklı hissedecektir. Bunlara ek olarak yazma, bilgi edinmenin farklı
yollarından biridir. Ünlü denemeci Bacon, yazmanın kişiye somut bilgi kazandırdığından
bahseder. C. Day Lewis da Bacon’ı destekleyerek “Anlaşılmak için değil; anlamak için
yazarız” der. Ayrıca yazma dil edinmede de yararlı yollarındandır. Birey sahip olduğu dili
geliştirmek ve o dilde özgün eser vermek için yazmaya ihtiyaç duyar. Yazma etkinlikleri
sayesinde dil gelişimi de daha kolay ve çabuk olmaktadır.

Yazı yazmanın psikolojik ve sosyolojik birçok neden ve amacı olabilir. Kişinin


düşüncelerini pekiştirmek istemesi, soyutu somut hâle getirmek istemesi veya duygu ve
düşüncelerini yansıtma isteği yazı yazmak için bir sebeptir. Kişi, aklından geçenleri kâğıda
dökerek harekete geçer. Ayrıca, kişi kendini konuşarak ifade edemediği durumlarda yazıya
sığınabilir. Dile gelmeyen şeyler, kâğıda çok daha kolay dökülebilir. Bu anlamda yazı
rahatlatıcı da olabilir, kişi kimseye anlatamadığı duygu ve düşüncelerini bir kâğıda aktararak
kendisini rahatlatır. Bunlar yazı yazmanın psikolojik gerekçeleridir.
Yazıyı sözden ayıran en önemli özelliklerden biri kalıcılığıdır. İnsanlar arkalarında
kendilerine ait somut şeyler bırakmak isteyebilir ve kalıcı olmayı hedefleyerek geleceğe
kendisini aktarabilmeyi arzular. Dolayısıyla kalıcı olmayı amaçlamak yazı yazmak için bir
sebeptir. Yazı kayıt altına almaktır, sözlü kültürde bilgi geride kalırken ona ulaşmak
neredeyse imkânsızdır, ancak yazılı kültürde yazıyla kayıt altına alınan bilgiye her zaman
ulaşılır, geriye dönüp kontrol etme imkânı vardır. Yazının icadından beri insanlar
yaşadıklarını veya önemli gördükleri olay ve durumları kayıt altına almaya başlamışlar, tarihi
not almışlardır. Yazı, bilgi ve birikimlerin geleceğe aktarılması amacıyla da yazılabilir; birçok
ders kitabı, akademik makale ve yazılar, öğretici metinler buna örnektir.

Nasıl Yazarız?

Yazma eyleminin, yazılı anlatımın süreç gerektiren bir alışkanlık ve beceri olduğu
söylenebilir. Tasarlanan metin evvela zihinde oluşturulup düzenlenerek aşamalı olarak planlı
bir şekilde yazıya geçirilmelidir. Yazmanın aşamalarına bakıldığında planlama (hazırlık),
düzenleme, değerlendirme ve gözden geçirme ilkelerine riayet edilmelidir. Hazırlık aşaması
yazmanın en önemli basamağıdır. Hazırlığın iyi olması durumu, iyi bir yazının oluşumunu
son derece kuvvetlendirecektir. Hazırlık aşamasında hedef kitlenin, metin konusunun, türünün
ve yazım amacının belirlenmesi gerekmektedir. Bunların belirlenmesi doğal olarak yazarın
üslubunu ve yazısının dilini şekillendirecektir. Yazılacak metinle ilgili gerekli ön
araştırmaların yapılması da zorunludur, eğer varsa kullanılacak kaynaklar amaca uygun olarak
seçilmelidir.

Hedef kitlenin belirlenmesi oldukça mühimdir, çünkü her yazı belli bir kitleye hitap
etmektedir. Yazıların tür ve konularına göre anlaşılma durumları ve okunma eğilimleri farklı
olacaktır. Her insanın bilgi seviyesinin değişkenlik göstermesi ve ilgi duyduğu alanların farklı
olması yazılacak yazının belli bir hedef kitleye göre ayarlanmasını gerekli kılmaktadır. Hedef
kitlenin başarılı bir şekilde belirlenmesi yazının anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Çünkü hedef
kitlesine hitap eden bir yazı daha etkili olacaktır.

Her yazının bir konusu vardır. Konu, üzerinde söz söylenen, yazı yazılan nesne ve
olaydır. Gözlenmiş olan, düşünülen her düşünce veya hayal edilen her şey bir konudur. Sözün
ve yazının ana sebebi ve yazının hareket noktası konudur. Konular, kişinin kendi hayatı ve
edinmiş olduğu gözlemleri ile içinde yaşadığı toplumla veya bilim ve sanatın herhangi bir
dalıyla ilgili olabilir. Seçilecek konu, düşünce ve görüşleri bir yön ve bir fikir etrafında
toplayacaktır. Dolayısıyla bir yazıda konunun iyi anlaşılması demek o yazının başarılı olduğu
anlamına gelmektedir.

Konu seçimi yapılırken dikkat edilmesi gereken ilk husus konunun ilgi çekici yani
üstünde durmaya değer olmasıdır. Yazar konuyu belirlerken amacı, ihtiyacı ve kendi özel
isteğine göre seçebilir. Seçilen konunun doğru bir şekilde sınırlandırılmış olmasının hem
yazara hem okuyucuya kolaylık sağlayacağı unutulmamalıdır. Konuda sınırlandırma yapmak
için ele alınan konunun hangi yönü üzerinde durulacağı kesin çizgilerle belirlenmelidir. Konu
seçimi ve sınırlandırması kadar konunun anlatılış şekli de oldukça mühimdir. Konunun şekli
bahsedilen konunun açıklanmasında başvurulan anlatış yoludur. Bu anlatış şekilleri seçilen
konunun özelliğine göre tasvir, hikâye, mektup, rapor, makale vb. olabilir. Yazının konusu ve
anlatış şekli belirlendikten sonra yazar, konu hakkında araştırma yapıp bilgiler toplamalı ve
bunları beyin süzgecinden geçirerek fikirlerini seçilen konunun etrafında şekillendirmelidir.

Yazılan metnin türü, eldeki malzeme yani seçilen konudan bağımsız bir şekilde
düşünülemez. Ele alınan konu ve konuyu ortaya koyarken kullanılacak yöntemler söz konusu
yazının hangi türe veya türlere uygun olabileceği yazar tarafından anlaşılır ve konuyu
anlatmada verilenin karşı tarafa doğru şekilde iletilmesine en iyi şekilde yardım edecek tür
yazar tarafından belirlenir. Bu bağlamda duygu ağırlıklı yazılar yazarken daha çok şiir türü,
olay ağırlıklı yazılar yazılırken masal, hikâye, roman vb. türler, düşünce odaklı yazılar için ise
makale, deneme, fıkra vb. türler tercih edilebilir.

Üzerinde durulması gereken diğer bir unsur yazının amacını belirlemektir. Her yazının
bir konusu olduğu gibi belli bir de amacı vardır. Esas olarak bu durum yalnızca yazı için değil
tüm sanat eserleri için geçerlidir. Örneğin bir sinema filmiyle, bir resimle, heykelle veya bir
müzikle farklı mesajlar verilebilir. Bu bağlamda edebi bir yazının da yazarı tarafından
belirlenmiş bir amacının ve verdiği bir mesajın olması ve yazısında bunu vurgulaması
doğaldır. Sanat eserlerinin amaçları, sanatçının eserini oluşturmadaki en önemli sebeplerden
biridir. Yazar da oluşturduğu eseri amacı doğrultusunda tasarlayıp vereceği mesajı odak
noktası yaparak eserini oluşturur. Yazarın hazırlayacağı yazı yukarıda zikredilen süreçlerin
tümünden geçer.

Artık metnin konusunun, türünün, anlatış şeklinin ve yazılış amacının


belirlenmesinden sonra taslak oluşturma (düzenleme) kısmına geçilebilir. Bu kısımda sürecin
başından bu zamana kadar yapılan hazırlıklar birbirleriyle ilişkilendirilerek düzenlenir ve
sonuç olarak ortaya taslak bir metin çıkarılır. Ortaya çıkarılan taslak metin yazının nihai şekli
değildir. Dolayısıyla yazar bu sırada çeşitli düzenlemeler, eklemeler veya çıkarmalar
yapabilir. Taslak oluşturulurken konunun temel ve alt boyutları belirlenir, yani ana düşünce
ve beraberinde verilecek yardımcı düşüncelerin neler olması gerektiği, hangi sırayla verileceği
tasarlanır. Yazar daha sonra konuya nasıl başlayacağının ve yazıyı nasıl bitireceğinin hesabını
yaparak konuyu yazmaya geçer.

Yazılı Anlatım/Metin Türleri

Gerek yaratıcı yazma gerekse kurallı yazmanın ürünü olabilen çok sayıda yazılı
anlatım/ metin türü bulunmaktadır. Bu türler, kaynaklarda çok farklı şekillerde farklı ölçütlere
göre sınıflandırılmaktadır. Hiçbir sınıflandırmanın yazılı anlatım/metin türlerini birbirinden
kesin çizgilerle ayırabildiğini söylemek mümkün değildir. Bu durumun nedeni bu metinlerin
içerik ve biçim özellikleri açısından birbirlerinden çok farklı niteliklere sahip olmaması veya
birbirlerine benzeyen birçok özelliklerinin olmasıdır. “Form Biçiminde veya Belge
Niteliğindeki Yazılar/Metinler” biçim özellikleri, kullanım amaçları ve içerikleri açısından
diğer yazı türlerinden kesin çizgilerle ayrılabilirler. Ancak Öğretici Yazılar/Metinler ve
Günlük Hayatla İlgili Kişisel Yazılar/Metinler ile Edebî Ağırlıklı Yazılar/Metinleri
birbirinden kesin çizgilerle ayırmak çok zordur.

Başka bir ifadeyle, sınıflandırmamızda Günlük Hayatla İlgili Kişisel Yazılar/ Metinler
veya Öğretici Yazılar/Metinler başlıkları altında yer alan türlerin edebî özelliklerinin veya
değerlerinin olmadığını söylemek mümkün değildir. Örneğin, deneme öğretici bir tür olarak
aynı zamanda elbette bir edebî türdür. Günlük hayatla ilgili olan gezi yazısının hem öğretici
hem de edebî niteliği bulunmaktadır. Masal, öykü/hikâye, tiyatro türleri de edebî olmakla
birlikte çeşitli bilgileri de öğretebilen eserlerdir. Bu durumun temel nedeni bu türlerin önemli
bir kısmının yaratıcı yazma ile ortaya çıkmış olmasıdır. Dolayısıyla her yaratıcı yazma ürünü
olan eser, tabii ki edebî niteliği yüksek olan eserlerdir. Sonuç olarak, yazılı anlatım/metin
türleri biçim, içerik ve yazılma amaçları açısından benzer veya farklı özelliklere sahiptir. Bu
nedenle türleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bu nedenle,
çalışmamızda türlerin sınıflandırılması en temel veya en belirgin özelliklerine göre yapılmaya
çalışılmıştır.

Form Biçiminde veya Belge Niteliğindeki Yazılar/Metinler

Dilekçe
Dilekçe (Fars. arzuhal, Ar. istida), bir dileği, isteği, ihbar ve şikâyeti bildirmek üzere
veya herhangi bir konuda bilgi sormak için resmî veya özel kurum veya kuruluşlara yazılan
bir çeşit resmî mektuptur. Her Türk vatandaşının resmî dairelere dilekçe verme hakkı vardır
ve bu hak anayasa teminatı altındadır. Yasal süresi olan 30 gün içinde cevap alınamayan
dilekçeler, aynı makama tekrar yazılabileceği gibi daha üst makamlara da yazılabilir. Üst
makama yazılan dilekçe aynı zamanda alt makamı da bir şikâyet niteliğinde olacaktır.
Dilekçeye yasal süre içerisinde cevap verilmediği için maddi veya manevi bir zarar söz
konusu ise dilekçeye zamanında cevap vermeyenlerle ilgili Cumhuriyet Savcılığına suç
duyurusunda bulunulabilir.

Dilekçe, günümüzde genellikle bilgisayarda yazılmaktadır. Ancak kişisel bir belge


özelliği taşıdığı için çizgisiz dosya kâğıdına (A4), siyah veya mavi dolma/tükenmez kalemle
yazılması daha doğrudur. Bazı kurumlarda farklı ve hatalı, eksik bilgiler bulunan yazımların
önüne geçmek için hazır formlar şeklinde matbu dilekçeler hazırlanmaktadır. Dilekçe yazmak
isteyen kişi bu belgedeki boş bırakılan yerleri doldurur ve kuruma verir. Dilekçeler
kalıplaşmış bir düzene sahiptirler ve bu düzene uygun bir şekilde yazılmalıdır. Buna göre:

1. Kâğıdın sağ üst köşesine günün tarihi atılır: Ör: 28.06.2021.

2. Kâğıdın üst kısmından uygun bir boşluk bırakılarak dilekçenin verileceği makam, yeri ile
birlikte yazılır. Burada dikkat edilmesi gereken önemli noktalar bulunmaktadır. Öncelikle,
dilekçeler bir kişiye değil, o kişinin yönettiği ve temsil ettiği makama hitaben yazılır.
Çünkü istek veya şikâyetimizin muhatabı o kurumu yöneten kişi değil, o kişinin temsil ettiği
makamdır. Bizim isteğimiz gerçek bir kişi olarak değil, tüzel bir kişi olarak yerine getirir. Bu
nedenle dilekçelerde kişinin merhamet duygularına dönük yalvarma niteliği taşıyan ifadeler
veya kişiye hitap ifadeleri (ör. Mehmet Abi, Sayın Müdür, Ali Beyefendi vb.) asla yer almaz.
Ayrıca burada, dileğimizin ya da şikâyetimizin muhatabı olan makam iyi belirlenmeli, neyin
kimden istenildiğine çok dikkat edilmelidir. Dilekçe Hakkının Kullanılmasına Dair Kanun’un
5. Maddesi’ne göre, “Dilekçe, konusuyla ilgili olmayan bir idari makama verilmesi
durumunda, bu makam tarafından yetkili idari makama gönderilir ve ayrıca dilekçe sahibine
de bilgi verilir.” Bu durum ciddi bir zaman kaybına yol açacaktır. Ayrıca, dilekçe yazılırken
dilekçe konusuyla ilgili en yakın makama yazılmasına dikkat edilmelidir. Sözlü veya yazılı
şikâyetlerimizin dahi bize en yakın âmirden başlamak kaydıyla silsile olarak yapıldığı
unutulmamalıdır. Makama gelen ekler kesme işareti ile ayrılmamalı ve makamın hemen
altına, sağa yaslı bir şekilde makamın bulunduğu yer yazılmalıdır:

3. İstek ya da şikâyet, hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek, açık ve anlaşılır bir ifade ile ve
özet bir biçimde bildirilir. Bu kısım dilekçenin en önemli bölümüdür. Anlatılmak istenenler,
kısa ve öz bir şekilde ancak derdimizi tam olarak ifade edebilecek biçimde yazılmalıdır. Bu
kısım bir kompozisyon bütünlüğünde olmalı ve burada şu sıra takip edilmelidir:
a. Tanıtım: Dilekçe sahibi kendini açık bir şekilde tanıtmalıdır. Buradaki tanıtım,
isteğimiz ve şikâyetimizle ilgili bilgileri içermelidir. Örneğin, okula öğrenci kimlik kartınızla
ilgili yazılan bir dilekçede oturduğunuz mahallenin önemi yoktur; bölümünüz, programınız ve
numaranız önemlidir. Ayrıca, bu bölüme, “Ben …” şeklinde başlamak resmî yazışma
geleneğine uygun değildir. Teknik bir ifadeyle bu bölümde “Ben” zamiri “gizli özne”
durumunda olmalıdır:

b. Neden: İsteğimizin ya da şikâyetimizin nedeni anlaşılır ve etkili bir şekilde


belirtilmelidir. Kusursuz bir dilekçede olması gereken önemli bir bölümdür; çünkü nedeni ile
belirtilen istek ya da şikâyetler daha etkili olur ve daha fazla ciddiye alınırlar. Burada önemli
olan derdimizi dile getirdiğimiz makamı “ikna” edebilmektir. İkna edebilmenin da geçerli ve
etkili gerekçeler sunabilmekten geçer.

c. İstek ya da şikâyet: Asıl dilekçe yazma nedenimiz olan isteğimiz ya da şikâyetimiz


kısa, anlaşılır ve doğru Türkçe cümlelerle yazılır. “Ne istiyorsun?” sorusuna çok açık bir
şekilde cevap verilmelidir.

4. Dilekçe “...ması hususunda gereğini saygılarımla arz ederim.”, “Gereğinin yapılmasını


saygılarımla arz ederim.” veya “Gereğini saygılarımla arz ederim.” cümleleriyle bitirilmelidir;
çünkü resmî yazışma geleneğinde makam ya da mevki olarak altta olanlar (ast) “üst”lerine
“arz” edebilirler; oysa üsttekiler altlarına “rica” ederler, bu rica da “emir” anlamındadır.
Yazışan makamlar eşit düzeydeyseler (iki fakültenin yazışmasında) ifade “arz ve rica
ederim.” şeklinde olur.

5. “Arz” ifadesinden sonra uygun bir aralık bırakılır ve sağ alt tarafta dilekçe sahibinin adı,
soyadı ve imzası yer alır. İmza adın üst tarafına atılmalı, kişinin (varsa) unvanı ad ve soyadın
altına yazılmalıdır. Ayrıca, dilekçelerin kişisel bir belge olduğu unutulmamalı, dilekçelerin
altına birden çok kişinin imzası atılmamalıdır.

6. Sol alt tarafa da dilekçe sahibinin açık adresi, e-posta adresi ve telefonu yazılır. Bu iletişim
bilgileri kurumun size ulaşabilmesi için kullanılacaktır.

7. Dilekçe yazmamıza neden olan istek veya şikâyetimiz ile ilgili gerekli olacağını
düşündüğümüz veya bizden isteneceğini bildiğimiz bilgiler dilekçeye eklenmelidir. Dilekçeye
ekli herhangi bir evrak varsa, bunlar adresin altına yazılmalıdır. “Ekler:” başlığı altında
yazılan evraklar, dilekçeye eklenirken yazılan sıraya uygun bir şekilde eklenmelidir: 1. Nüfus
Sureti, 2. Öğrenci Belgesi vb.

8. Yazılan dilekçe ilgili kuruma iki şekilde verilebilir. Kurum bulunduğunuz yerdeyse
dilekçenizi elden teslim edebilirsiniz. Kurumda “Gelen Evrak”ların kabul edildiği birime
giderek dilekçenizi görevliye konuyu söyleyerek verebilirsiniz. Ancak dilekçenizin “Gelen
Evrak” defterine kayıt numarasıyla kaydedilmesine dikkat edilmeli ve mümkünse bu numara
görevliden rica edilmelidir. Bu numara daha sonra dilekçenizi takip etmek gerektiğinde size
lazım olacaktır. Dilekçenin verileceği makam başka bir şehirde veya uzaktaysa dilekçe
postayla da gönderilebilir.

Öz Geçmiş (CV)

Herhangi bir kurum veya kuruluş tarafından özel bir amaçla istenen ve kişinin
hayatını, yeteneğini ve iş yapma gücünü ortaya koyan (belgeleyen) tanıtım yazısına “öz
geçmiş” denir. Batıdan dilimize giren ve son dönemde sıkça kullanılan (sivi okunuşuyla) CV,
Latince curriculum vitea ifadesinin baş harflerinden oluşmuştur ve anlamı “öz geçmiş”tir.

Öz geçmiş, genellikle bir işe başvuru sırasında başvuru dilekçesiyle beraber adaylar
hakkında ön bilgiler edinmek üzere işveren konumundaki kişi veya kurumlarca istenmektedir.
Bazen de çalışanların tanıtımı için hazırlanan, özellikle internet ortamında (web) sayfalarında
kullanılmak üzere öz geçmiş istenmektedir. Bununla birlikte, özel yetenek gerektiren okullara
girişte (askerî okullar, güzel sanatlar fakülteleri vb.) veya üniversitelerin yüksek lisans ve
doktora programlarına girişte de öz geçmiş istenmektedir. Adayı işe almakla yetkili kişiler
verilen öz geçmişleri değerlendirerek işlerine yarayacak en iyi adayı seçmeye çalışırlar.
Seçtikleri adayın, mülakat adını verdiğimiz karşılıklı görüşme sonrasında (bir tür sözlü sınav)
işe alınıp alınmayacağına karar verilir. Dolayısıyla, mülakata girebilmeyi başarabilmek için
işverenin bizimle ilgili ilk izlenimlerini edindiği belgeler etkili bir şekilde hazırlanmalıdır. Bu
belgeler şunlardır:

1. Başvuru Dilekçesi

2. Öz geçmiş

Öz geçmiş, işverenin bizi görmeden önce bizimle ilgili ilk izlenimleri edindiği çok
önemli bir belgedir. İlk izlenimlerin % 55’inin görsel, % 38’inin işitsel, % 7’sinin de sözlü
kanaldan gelen iletilerden oluştuğu göz önüne alınırsa yazılı bir belge olan öz geçmişin ne
kadar önemli olduğu anlaşılacaktır. İşe başvurma sürecinde öz geçmiş, yazılı iletişim
sürecinde kullanılan bir “ileti” durumundadır. Dolayısıyla, iletişimde iletinin sahip olması
gereken iki önemli özellik öz geçmişte de olmalıdır:

a. Doğruluk: Doğruluktan kastedilen öncelikle öz geçmişte yazılan bilgilerin kesinlikle doğru,


açık, anlaşılır ve belgelendirilebilir olmasıdır. Bununla birlikte, öz geçmiş doğru bir şekilde
(öz geçmiş niteliğine ve girmek istediğimiz işe uygun) hazırlanmış olmalıdır. Son olarak da,
öz geçmişte kullanılan ifadeler “doğru, açık, anlaşılır” Türkçe cümlelerden oluşmalıdır.

b. Etkililik: Öz geçmiş iki açıdan etkili olabilir:

- Donanımla Etkilemek: Sahip olunan bilgi, beceri, tecrübe ve özellikler vb.

- Sunumla Etkilemek: Öz geçmişte, kişinin sahip olduğu bilgi, beceri, tecrübe ve özellikler
“etkili” bir şekilde ifade edilmeli ya da düzenlenmelidir. Bir öz geçmişi sunumla etkili hale
getirmek için öz geçmişin çok iyi bir şekilde hazırlanmış olması gerekir. Çok yeterli olmayan
bir donanımın etkili bir sunumla telafi edilebileceği unutulmamalıdır. Çünkü görsellik her
zaman çok etkilidir.

Etkili bir öz geçmişin sunumunda iki unsur çok önemlidir: Bunlardan biri öz geçmişte
kullanılan dildir. Üslubumuzla veya ifade biçimiyle işvereni etkileyebileceğimiz akıldan
çıkarılmamalıdır. Ne kadar iyi bir donanıma sahip olunsa da bunu ifade edebilmek çok
önemlidir. Örneğin, işe girmek isteyen aday elbette kendine güvenmeli ve iddialı olmalıdır.
Bunu öz geçmişine yansıtmalıdır. Ancak ukalalık yapılmamalıdır. Etkili bir öz geçmişin
sunumundaki ikinci unsur ise belgemizin düzenlenme biçimidir. Hazırladığımız belgede
kullandığımız dil kadar o belgedeki bilgilerin düzenlenme biçimi de çok önemlidir.
Hazırlanışlarına göre öz geçmişler dört başlık altında incelenebilir:

1. Kompozisyon Şeklinde Öz Geçmiş: Bu tür öz geçmişlerde sunulmak istenen bilgi, beceri,


tecrübe ve özellikler düz yazıyla (kompozisyon biçiminde), belli bir düzende ve “aranan
nitelikler” öne çıkarılarak verilir.

Düz yazı şeklinde bir öz geçmiş örneği:

15.01.1964 tarihinde İstanbul’da doğdum. 1976 yılında Merkez İlkokulu’nu, 1979’da


Bağcılar Ortaokulu’nu, 1982’de Cumhuriyet Lisesi’ni bitirdim. 1982 yılında kazandığım
Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünü 1987 yılında tamamladım.

1990 yılında Altın İnşaat’ta çalışmaya başladım. 1991 yılında araştırma yapmak üzere
İngiltere’ye gönderildim. 1994 yılında İngiltere’den döndüm ve aynı şirkette müdür olarak
çalışmaya başladım. Halen aynı işyerinde çalışmaktayım.

Evli ve bir çocuk babasıyım. Kitap okumaktan, film izlemekten ve futbol oynamaktan
hoşlanırım. İyi derecede İngilizce ve Fransızca biliyorum. İnşaat alanında teknik çizimler
yapacak derecede bilgisayar programlarını kullanabiliyorum.

İmza

Ad-Soyad

2. Matbu (basılı, hazır, boşluk doldurmalı) Öz Geçmişler: Bazı kurum veya kuruluşlar
isteklerini maddeleyerek veya tablolaştırarak matbu öz geçmişler kullanabilmektedirler.
Adaydan beklenen sadece istenen bilgilere doğru cevaplar vermesidir.
3. Tablo Biçiminde Hazırlanmış Öz Geçmiş: Bu tip öz geçmişler, kişi tarafından “word” veya
“excel” programlarında istenildiği şekilde ve bütün yaratıcılığı kullanılarak hazırlanabilir. Bu
tür öz geçmiş hazırlanırken işin niteliğine göre daha önemli olan özellikler ve başarılar öne
çıkarılarak verilmelidir.

4. Word Programında Bulunan Öz Geçmiş Biçimleri: Microsoft Office (Word) içerisinde


(Office düğmesi > Yeni > Şablonlar) bulunan kronolojik, işlevsel veya genel içeriklerde ve
birbirlerinde farklı onlarca tasarımda öz geçmiş formu bulunmaktadır.

Bu formlar kişinin istediği biçimde düzenlenebilmektedir. Bu dört biçimin dışında


elbette öz geçmiş hazırlamanın çok farklı ve yaratıcı yolları da bulunabilmektedir. Doğru
özgeçmiş belgesi başvurulacak iş ile ilgili olduğu göz ardı edilmemelidir. Başvurulacak işe ve
kişinin özelliklerine en uygun tasarım ve biçim seçilmelidir.

Başvurulan işin niteliğine göre istenen bilgilerde bazı farklılıklar olmakla birlikte öz
geçmişte mutlaka bulunması gereken bilgiler şunlardır: Kimlik bilgileri, eğitim durumu ve
geçmişi, erkekler için askerlik durumu, medeni hal (evli, bekâr, boşanmış), iş deneyimi (daha
önce çalışılan işler ve çıkış nedenleri), kişisel başarılar, kişisel özellikler (yabancı dil ve
düzeyi, sürücü belgesi, bilgisayar ve program kullanımı, başvurulacak işe uygun nitelikler,
gerekiyorsa fizikî özellikler, ilgi alanları, hastalık, yolculuklara engel özel durumlar, sigara
kullanımı vb.), işe veya o kurum/kuruluşa başvurma amacı ve genel hedefler.

Sonuç olarak öz geçmiş, insan hayatında önemli bir adımın başlangıcı, ilk sınavıdır.
Bu nedenle, öz geçmiş yazmanın önemi göz önüne alınıp öz geçmişin de kuralları olduğu
unutulmamalıdır. Öz geçmiş; tasarımı, sayfa düzeni, yazım ve noktalama kuralları, Türkçenin
güzelliği ve doğruluğu gibi özellikler dikkate alınarak özenle hazırlanmalıdır. Bu özen, her
haliyle ilgililerce hissedilmelidir. Öz geçmişin, kişinin doğru ve olumlu olarak
tanımlanabilmesi bakımından ilk adım olduğu kesinlikle unutulmamalıdır. Titiz bir şekilde
hazırlanmayan öz geçmiş, kişinin mülakata çağrılmasını engelleyecektir.

Rapor

Alanında uzman kişilerin (bilim insanı, doktor, mühendis vb.) uzmanlık alanına giren
bir konuyla veya olayla ilgili yaptığı araştırma ve incelemeleri yazılı olarak ilgili kurum,
kuruluş veya kişilere sunduğu metinlerdir. “...Hakkında Rapor” veya “.....ya İlişkin Rapor”
başlıkları altında kaleme alınan bu metinler çok yönlü bir araştırma, inceleme ve gözlem
yazılarıdır. Çalışma ve faaliyet raporları, inceleme ve araştırma raporları, istatistik raporları,
eğitim raporları, iş/görev raporları, durum raporları, genel denetim/teftiş raporları,
soruşturma/tahkikat raporları, teknik raporlar (fizibilite raporları, mali analiz raporları), sağlık
raporları, bilirkişi raporları, dönemsel/periyodik raporlar vb. birçok çeşidi bulunan raporlar
her alanda ve konuda yazılabilir. Ancak rapor yazmak, bir konu hakkında fikir yürütmek
değil, o iş hakkındaki incelemeyi nesnel/objektif bir bakışla ve herhangi bir kuşkuya yer
vermeyecek tarzda sonuçlandırmaktır. Bu nedenle raporun en önemli özelliği bir amaca
hizmet etmesidir. Tek kişi tarafından hazırlanan raporlara “kişisel rapor”, birden fazla kişinin
ortak görüşlerini yansıtan raporlara ise “ortak rapor” denir.

Rapor hazırlarken dikkat edilmesi gerekenler:

a) Rapor hazırlamak için konuyu iyice kavramak ve o konunun uzmanı olmak gerekir.

b) Raporun en üst sağ köşesine tarih atılır, rapor adı orta bölüme yazılır. Raporu
hazırlayanların isimleri en altta yer alır.

c) Hazırlanacak raporun güvenilir olması için kaynak taraması yapmak gerekir.

d) Elde edilen malzemenin yeterli derecede olması gerekir.

e) Rapor hazırlarken objektif olmak şarttır.

f) Raporda ileri sürülen olumlu ve olumsuz görüşlerin kesin delillerle somut bir
şekilde açıklanması gerekir.

g) Bu açıklamaların sonucunda varılan yargı kesin olarak belirtilmelidir.

h) Raporlar açık, net ve öz olmalı; yanlış anlaşılmalara neden olabilecek ifadelerden


kaçınılmalıdır.

Raporların genel özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

- Raporlarda kullanılan terim, tablo ve grafikler anlaşılır olmalıdır.

- Belli bir ihtiyaca cevap verebilmelidir.

- Ortaya çıkan sorunun giderilmesi için raporun hazırlandığı süre kısa olmalıdır.

- Raporlar başlık, giriş, gelişme, sonuç gibi belli bir plana göre hazırlanır.
-Belirli dönemlerle ilgili raporlar aylık, üç aylık ve altı aylık dönemlere ait bilgileri
göstermelidir.

- Raporlarda kullanılan grafik, şema, şekil ve fotoğraflar yanıltıcı değil, açıklayıcı ve


anlatılanları destekleyici nitelikte olmalıdır.

- Raporlar yazıldığı alanın (hukuk, tıp, işletme, sanat gibi) diline uygun olarak
düzenlenmelidir.

Tutanak

Mahkemeler, kongreler, soruşturmalar, dernek ve apartman toplantıları vb. yer ve


durumlarda söylenenleri, konuşulanları, yaşanan olayları ve bunların sonuçlarını içeren
metinlere tutanak denir. “TUTANAK” şeklinde büyük harflerle başlık atıldıktan sonra yazılan
tutanaklarda, başlığın altında mutlaka tarih, amaç vb. bilgiler yer alır.

Tutanağı tutan, yani metni yazan kişi/görevli olayı, konuşmaları, sonuçlarını hiçbir
şahsi görüşüne yer vermeksizin ve duygularını ve düşüncelerini katmadan, olduğu gibi veya
anlatıldığı gibi yazmalıdır. Çünkü özellikle adlî soruşturmalarda bu tutanaklar hukukî birer
belge niteliği taşımaktadır. Tutanak tutulduktan, metin yazıldıktan sonra bu görevli kişiler
tarafından ad ve soyadları da yazılarak imzalanır.
Karar

Birtakım gerekçelerle oluşturulmuş olan komisyonların yaptıkları çalışma ve araştırma


sonuçlarının ifade edildiği; mahkemelerde “Gereği düşünüldü.” ifadesinin altında yargılama
sonucunun belirlendiği ve yazıya geçirildiği metinlere karar denir. Ayrıca, kurumların
bünyesindeki çeşitli birimlerin (Ör. Üniversitelerdeki bölümler) çeşitli konularla ilgili
birtakım değişiklikler kabul veya reddedilir. Bu durum bölümdeki akademik personelin
imzalarıyla bir karara bağlanır ve yazıya geçirilir. Buna, “Bölüm Kararı” adı verilmektedir.
Karar metni, kurumun yönetmeliklerinde belirtilen kurallara uygun bir şekilde ve oy çokluğu
ile alınır ve yazıya geçirilir
İlan/Duyuru

Resmî bir kurum veya özel bir kuruluş ya da kişi tarafından insanlara duyurulmak
istenen bilginin televizyon, radyo, gazete veya dergi gibi kitle iletişim araçları kanalıyla yazılı
veya sözlü olarak duyurulması amacıyla hazırlanmış kısa, öz ve anlaşılır metinlere ilan ya da
duyuru adı verilmektedir. İlanı veren kişi veya kuruma göre ilanlar resmî ya da özel nitelik
taşırlar.

Belli başlı ilanlar şunlardır:

1. Küçük (Seri) İlanlar: Bunlar; satılık araba, ev, eşya, eleman arayanlar, iş arayanlar, kurslar
ve kayıplarla ilgili olan ilanlardır.

2. Resmî ilanlar: Kamu kurum ve kuruluşları tarafından verilen ve kanun, tüzük ve


yönetmeliklerle yayınlanması zorunlu olan ve ayrıca vakıf, sendika, şirket, kooperatif gibi
kuruluşların kanunen yayınlanması zorunlu olan ilanlardır.

Tebligat

Kelime anlamı “duyurma, bildirme” olan tebligat; “mahkeme, savcılık veya icra
dairelerinden bu kurumdaki bir işlemle ilgili bilgi vermek için kişi ya da kurumlara gönderilen
resmi belge” anlamına gelmektedir. Hukuk terimi olarak ise: Bir hukuki işlemin yetkili
makamca, ilgili kişinin bilgisine sunulmak üzere, kanun ve usule uygun olarak yazı veya
ilanla bildirilmesi anlamına gelir.

Gereken tüm bilgilerin üzerinde yazılı olduğu tebligat, özellikle adli mercilerden
gönderilmişse bu yazıların resmî bir iş nedeniyle gönderildiği ve süreli olduğu
unutulmamalıdır. Tanık olarak çağrılma, borcunuz olduğu için aleyhinizde icra takibi
başladığının bildirilmesi, dava gününün bildirilmesi gibi pek çok değişik konuda
gönderilebilen tebligat, kişinin lehine ya da aleyhine gelişebilecek hukuki bir işlemin devlet
tarafından size bildirilmesidir. Bu nedenle tebligatın hangi kurum (ör. mahkeme) tarafından
gönderildiği metnin sol üst köşesinde mutlaka yazılır. Ayrıca hangi işe ait olduğunu belirten
bir de numara vardır. Bu numaraya esas numarası adı verilmektedir. Esas numarası, kâğıdın
sağ üst köşesinde yazılı olan numaradır. Bu numara, örneğin adliyede tarafı (davalı, davacı,
sanık, mağdur, tanık) olduğunuz dosyanın ilk kayıt numarasıdır ve tüm işlemler bu numara ve
TC Kimlik Numarası ile takip edebilir. Tebligatın yapıldığına dair “tebliğ-tebellüğ belgesi”
adı verilen bir belge düzenlenir. Bu belgede tebligatın ne zaman, kime ve kim tarafından
yapıldığını belirtir.
Resmî Yazı

Resmî daireler (devlet kurumları) arasında çeşitli konularla ilgili haberleşme amacıyla
yazılan yazılara resmî yazı adı verilmektedir. Başlık, metin ve imza olmak üzere üç bölümden
oluşan bu tür yazılarda, hitap ve saygı bölümü bulunmaz ve yazı üst makama yazılıyorsa “arz
ederim”, alt makama yazılıyorsa “rica ederim”, denk bir makama yazılıyorsa “arz ve rica
ederim” ifadesiyle tamamlanır.
Yazılı İfade

Yazılı anlatım türlerinden biri de adlî süreç içerisinde gerçekleşen sanık, şüpheli,
mağdur veya müştekinin (şikâyetçi) verdiği ifadedir. Ceza Muhakemesi Kanunu’nda
tanımlandığı üzere soruşturma konusu suç ile ilgili olarak şüphelinin kolluk veya cumhuriyet
savcısı tarafından dinlenmesi “ifade alma” şeklinde tanımlanmaktadır. İfade öncelikle sözlü
alınsa bile daha sonra bu ifadenin yazılı olarak da alınması şarttır.
Yazılı Savunma

Temel anlamı “Saldırıya karşı koyma, müdafaa” olan savunmanın bir de sözlü anlatım
veya yazılı tür olma özelliği bulunmaktadır. Gerek adlî gerekse idarî soruşturmalarda sanık,
şüpheli veya hakkında şikâyet olan veya soruşturma açılmış kişiden konuyla ilgili açıklaması,
yani savunması istenir. Bu anlamda savunmanın hukuki bir özelliği bulunmaktadır.

- Hukuki olarak, “dar anlamda savunma, suç işlediği iddia edilen kişinin, yetkili organ
önünde, üzerine atılan suçu işlemediğini, fiilin hukuka aykırı olmadığını, bazı kanuni
nedenlerle cezalandırılmaması gerektiğini veya iddia edildiğinden daha az cezayı hak ettiğini
ileri sürmesi” olarak,

- Geniş anlamda ise, “suç işlediği iddia edilen kişinin, devlet ya da bireyler tarafından
kendi varlığına yöneltilen eylem ve işlemlere karşı kendisini korumak için yasal yollara
başvurması veya yasal imkânlardan faydalanması” şeklinde tanımlanmaktadır.

Hukuki olarak birçok savunma çeşidi olmakla birlikte ifade biçimi açısından
savunmaları sözlü veya yazılı savunmalar şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Yazılı bir
anlatım türü olarak yazılı savunma, adlî veya idarî soruşturmada yetkili kişiye konuyla ilgili
yazılı olarak verilen bilgidir. Bir soruşturmada genellikle savunmalar “savunma tutanağı” adı
verilen hazır (matbu) form üzerinde yapılmaktadır.

Öğretici Yazılar/Metinler

Köşe Yazısı

Güncel siyasî, ekonomik, kültürel vb. konularla ilgili gazete ve dergilerde yazılan
yazılardır. Tanzimat döneminden itibaren yayın hayatımıza giren gazetelerde fıkra adıyla
görülmeye başlayan bu yazılara, günümüzde gazete ve dergilerin köşelerinde yayımlandıkları
için “köşe yazısı” adı verilmektedir. Türkiye’de fıkra yazarlığı gazetecilikle geliştiğinden
fıkra yazarları genellikle gazetecilerden oluşur. Temel amacı okuyucusunu kendisine
bağlayarak yazdığı gazeteyi her gün alarak ya da internetten okuyarak kendisini sürekli takip
edecek bir okuyucu kitlesi yaratma amacı taşıyan köşe yazarı, ele aldığı sorunları fazla
ayrıntıya inmeden, konuyla ilgili kişisel görüşlerini sunarak ve bunları kanıtlama gereği
duymadan yazar.

Köşe yazıları güncel olaylar üzerine yazılan günlük yazılar olduğu için kalıcı değildir.
Günlük olarak tüketilen bir ürün gibidir. Ancak bazı köşe yazarları gerek yazıldığı döneme
tanıklık etmesi gerekse üslup ve içerik açısından diğerlerine göre daha kalıcı nitelikte olması
açılarından öne çıkan bazı yazılarını daha sonra kitaplaştırıp yayımlayabilmektedir. Fıkra
denilince akla gelen bir diğer tür de gülmece niteliği ağır basan, ince göndermeli, genellikle
anonim olan küçük hikâyeler, anlatılardır. “Köşe yazısı” anlamındaki fıkra ile bu tür
birbirinden farklıdır.

Köşe yazısının ayırt edici özellikleri şöyle sıralanabilir:

1. Makale gibi düşünsel plânla yazılır.

2. Yazar anlattıklarını kanıtlamak zorunda değildir.

3. Nesnel bir anlatımdan çok öznel görüşlere yer verilir.

4. Okuyucuyu inandırmak gibi bir kaygı güdülmez.

5. Günübirlik yazılardır, gündemin değişmesiyle unutulup giderler.

6. Yapmacıktan uzak, yalın, anlaşılır bir dille yazılmalıdır.

Köşe yazarlarının gazetelerde sürekli olarak yazdıkları belli bir sayfa ve köşe vardır.
Bazılarının köşelerinin adları da bulunmaktadır. Köşe yazarının okuyucu kitlesi tüm toplum
olduğu için köşe yazıları herkesin anlayabileceği bir Türkçeyle yazılır ve yalın bir anlatıma
sahiptir. Üç tür köşe yazısından söz etmek mümkündür:

1. Edebî Köşe Yazısı (Fıkra): Güncel konular ele alınsa da bu yazılar üslupları açısından
diğerlerine göre daha edebî bir nitelik taşırlar ve bunlar diğer köşe yazılarına göre daha
kalıcıdırlar. Türk edebiyatında Ahmet Rasim, Ahmet Haşim, Yusuf Ziya Ortaç, Falih Rıfkı
Atay, Şevket Rado, Oktay Akbal bu türün önemli yazarlarıdır.

2. Günlük Yazılan Köşe Yazısı (Fıkra): Köşe yazısının günümüzdeki en yaygın türüdür.
Yukarıda verilen açıklamaların tamamı bu türün özelliklerini ifade etmektedir.

3. Makaleye Benzeyen Köşe Yazıları: Bu tür köşe yazıları köşe yazısı ile makale arasında bir
türdür. Ele alınan konu gündemde olan bir konudur ancak yazar bu konuyu bilimsel bir bakış
açısıyla ve görüşünü kanıtlama endişesi taşıyarak köşe yazısına göre biraz daha uzun bir
şekilde kaleme alır. Bu tür köşe yazıları yöntem, üslup, kapsam ve hacim açısından günlük
yazılan köşe yazılarından ayrılır.

Türk edebiyatında gazete fıkracılığı, 19. yüzyılda gazetenin ortaya çıkışıyla


başlamıştır. 20. yüzyılın başlarında özellikle gazeteciliğin gelişmesiyle, gazete yazılarının
çeşitlenmesi ve Batı edebiyatının da etkileriyle fıkra, bir yazılı anlatım türü olarak yaygınlık
kazanmış ve belirginleşmiştir. Türk edebiyatında, Ahmet Rasim, Refik Halit Karay, Ahmet
Haşim, Falih Rıfkı Atay, Yaşar Nabi Nayır, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Burhan Felek,
Hasan Ali Yücel diğer yazı türlerinin yanı sıra fıkraları ile de tanınmış isimlerdir. Yılmaz
Özdil, Ülkü Tamer, Fehmi Koru, Taha Akyol, Yavuz Gökmen, Oktay Ekşi, Emre Kongar gibi
isimler farklı gazetelerde bu türde yazılar yazmaktadırlar.
Makale

Herhangi bir konuyu nesnel, bilimsel bir açıdan ele alan gazete ve dergi yazılarıdır.
Alanında uzman kişilerin ele aldığı konuyla ilgili olarak bilgi vermeyi amaçlayan, uzun ve
ciddi yazılardır. Makale, gazete ve dergilerde ortaya çıkmış bir türdür. Ancak günümüzde
gazetelerde de makaleler kaleme alınıyor olsa da, öncelikli olarak bilim insanlarının üzerinde
akademik çalışmalar yaptıkları bir konuyla ilgili yazdıkları ve yine kendi alanlarına hitap eden
bilimsel dergilerde yayımlattıkları yazılar anlaşılmaktadır. Bu nedenle gazetelerde gerek bilim
insanları gerekse gazeteciler makale yazabilmektedirler, ancak bilimsel dergilerde sadece
bilim insanları makale yazmaktadır.

Çeşitli bilimsel dergilerde makaleleri yayımlanan bilim insanları bu yayınlarından


akademik puan kazanırlar ve bu puanlarla akademik unvanlar almayı ve akademik kadrolara
atanmayı hak kazanırlar. Makalelerde konu sınırlaması yoktur, ancak ele alınan konu bilimsel
bir bakış açısı, üslup ve yöntemle yazılmak zorundadır. Savunulan veya ileri sürülen görüş
çeşitli verilerle kanıtlanmalıdır. Yararlanılan her bilginin kaynağı göndermelerle (atıf)
gösterilmeli ve bu kaynaklar makalenin sonunda liste şeklinde verilmelidir. Makalelerde alıntı
yapılan veya yararlanılan kaynağın yazılmaması “intihal” şeklinde adlandırılmaktadır. Ayrıca,
makalelerin çeşitli dergilerde az çok değişmekle birlikte belli bir planı vardır.

Buna göre uluslararası bir dergide makalenin başlığı, Türkçe özeti, Türkçe anahtar
kelimeleri, İngilizce özeti ve İngilizce anahtar kelimeleri olmak zorundadır. Bu kelimeler
makalenin uluslararası kullanıma açılması için önemli ve gereklidir. Üslup ve yöntemi
belirleyen bilimsellik, makalelerde derinlemesine bir incelemeyi ve açıklamayı gerektirir. Bu
nedenle makaleler hacim ve derinlik açısından köşe yazısından ayrılır. Gazetelerdeki
makalelerin dili okuyucu kitlesinin genişliği nedeniyle yalın ve kolay anlaşılır bir niteliğe
sahiptir. Ancak bilimsel dergilerde yayımlanan makaleler için aynı durum söz konusu
değildir. Bu tür makaleler sadece o alanda çalışan veya o alana ilgi duyan insanlara hitap
ettiği için dili de alanın terimlerinin kullanıldığı bilimsel bir dildir. Sıradan bir okuyucunun
anlaması pek mümkün değildir. Çünkü burada kullanılan terimler, sadece o alanda çalışan
kişiler tarafından bilinmektedir.

Makale giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden oluşan bir plan içinde yazılır. Bu
bölümler arasında kesin bir çizgi olmamakla beraber bölümler arasında geçişlerin birbiri ile
ilgili ve aşamalı olması beklenir. Yazının girişinde, öne sürülen düşünce açık ve okurun
ilgisini çekecek biçimde ortaya konmalıdır. Dili anlaşılır nitelikte, ele aldığı görüş ya da
düşünce güçlü ve ilgi çekici olmalıdır. Gelişme bölümü makalede ele alınan görüş ya da
düşüncenin açıklandığı, ayrıntılı olarak ele alındığı bölümdür. Bu bölümde yazar, düşünceyi
geliştirme yollarından, konunun niteliğine uygun örneklerden, karşılaştırmalardan,
alıntılardan yararlanarak makaleye nesnellik kazandırabilir. Sonuç bölümünde de gelişme
bölümünde yapılan ayrıntılı açıklamaların ışığında bir yargıya varılır. Makale türünde
yazarken şu noktalara dikkat edilmelidir:

• Makalede ele alınan konu bilimsel bir tarzda işlenmelidir.


• Yazar savunduğu düşünceyi açık olarak yazmalı, dolaylı anlatımlara ve söz
oyunlarına yer vermemelidir.

• Yazar savunduğu düşünceyi kanıtlayıcı belgelerden, örneklerden yararlanmalıdır.

• Makalede yazar, konuya tarafsız bir gözle yaklaşmalı, öznel görüşlerden sakınılmalı
ve nesnellik ön planda olmalıdır.

• Makalede üçüncü tekil anlatım kullanılmalıdır.

• Makalede düşünceler planlı olarak sunulmalı ve sonuç bölümünde bir yargıya


varılmalıdır.

Gazetelerin ilk sayfasının birinci sütununda yayımlanan ve gündemin en önemli


başlığı hakkında yazarın ve hatta gazetenin temel görüşünü yansıtan makalelere başmakale,
yazarına ise başyazar denir. Türk edebiyatında ilk makale yazarı olarak Şinasi kabul
edilmektedir. Şinasi’nin Tercüman-ı Ahval gazetesinde yazdığı “Mukaddime” de ilk makale
sayılmaktadır.

Bildiri (Tebliğ) Metni

Ulusal veya uluslararası nitelikte olabilen ve geniş katılımlı bilimsel toplantılarda


(bilgi şöleni-sempozyum, kurultay, panel) alanında uzman bilim insanları tarafından bir
dinleyici kitlesi önünde sunulan ve daha sonra bir metin olarak yayımlanan yazılara bildiri
(tebliğ) adı verilir. Bildiri bilgi şöleninde sunulacaksa süreç şu şekilde işlemektedir: Bilim
insanları, en az üç dört ay öncesinden takvimi açıklanan bilgi şölenine katılmak için öncelikle
bildirisinin bir özetini hazırlayıp bilgi şöleni için açılan genel ağ (web) sayfasında bulunan
bildiri özeti gönderme bölümünden bildirisinin özetini düzenleme kuruluna gönderir. Kurulda
bütün özetler görüşülür ve kabul edilenler ilan edilerek bildiri yazarlarına davet mektubu
gönderilir. Bilim insanları bildirilerini sunduktan sonra yine düzenleme kurulu tarafından
belirlenen bir tarihte bildirilerinin tam metnini gönderirler. Bu metinler daha sonra
sempozyum kitabı olarak basılır ve bu bilimsel çalışmalar, makaleler gibi yazarlarına
akademik puan kazandırır.

Bildiriler konu, yöntem, üslup açılarından makale ile aynı özelliklere sahiptir. Ancak
bildiriler genellikle makalelere göre daha dar kapsamlı tutulur. Çünkü bildirinin çok kısa bir
süre içerisinde (genellikle 10-15 dk.) sunulması beklenmektedir.

Sohbet (Söyleşi) Yazısı

Yazarın, güncel bir konu hakkındaki düşüncelerini okuyucuyla karşılıklı


konuşuyormuş gibi bir üslupla anlattığı yazı türüdür. Öznel bir anlatımı vardır. Konuşma
havası ve içtenlik esastır. Edebî bir üslup kullanılarak ancak yalın bir dille yazılan sohbet
yazısının köşe yazısından ayrılan temel özelliği karşılıklı konuşma havasıdır.

Söyleşi türünde yazarken bu yazı türünün dikkat edilmesi gereken ayırt edici
özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
• Metin içinde sorulu cevaplı anlatımdan yararlanılarak konuşma havası yaratılır.

• Sıkça devrik cümlelere rastlanır.

• Anlatımında içtenlik, yalınlık, duruluk egemendir.

• Genellikle günlük sanat olaylarını ele alır.

• Konu genel ve yüzeysel olarak ele alınır.

• Öznel bir anlatım vardır.

• Anlatılanları kanıtlama çabası yoktur.

Sohbet Örneği:

GELDİĞİ GİBİ (Nurullah Ataç)

Şu kış günleri yok mu sevemiyorum bir türlü… Her yıl bir boy: “İnsanların en çok
çalıştıkları, en çok düşündükleri, en çok eğlendikleri mevsim kıştır. Uzun gecelerde ocak
başına büzülüp ne yapacağını şaşıran kişioğlu aklını işletmiş, hakikatleri sırları araştırmış,
masallar uydurmuş, insanlar yasalar kurmuş. Medeniyeti kışın getirdiği ihtiyaçlar yaratmış
değil mi?” derim ama olmuyor işte boşuna ta gençliğimde Remy de Gourmont’un bilmem
hangi kitabında okuduklarımdan kalma bu yankı kandıramıyor beni. Doğru sözler, doğru ya
beni avutmaya, güz sonu içimi sarmaya başlayan o korkuyu andırır perişanlığı gidermeye
yetmiyor.

Soğuklardan yakınacak değilim. Ne yalan söyleyeyim? Öyle çok üşümedim ömrümde;


serinlikler basınca sırtımı pekleştirmenin, oturduğum yeri ısıtmanın bir çaresini bulurum.
Üşümenin, şöyle biraz üşümenin de bir tadı vardır doğrusu. Kar altında beş on dakika, yarım
saat yürüdükten sonra sıcak bir odaya girip parmaklarınızı hohlamanın zevkine doyulur mu?
Gözlerinizin içi parlar, “Vu-u-u-u! Üşüdüm” diyerek mangala, sobaya yaklaşırken
gülümsememek, gülmemek elinizde midir? Keyifle hatırlarsınız üşüdüğünüzü… Ben en çok
bir gece, otuz beş yıl oluyor, Sofya’da üşümüştüm; trenden inmiş, açık arabayla bir otele
gidiyorduk, bir soğuk ki öyle paltoydu, atkıydı dinlemiyor, bıçak gibi işliyor insanın içine.
Ertesi sabah öğrendik; meğer o gece sıfırın altında kırkı, kırk biri boylamış… Aklıma
geldikçe hâlâ titrerim. Hasretle anmıyorum o günü: “Öyle bir soğukla, ah! Bir daha
karşılaşsam!” demiyorum, neme lâzım? Özenilecek şey mi? Gene de memnunum o soğuğu bir
kere çektiğime… Belki çektiğime değil de, çekmeyi geçirmiş olduğuma memnunum.
Acayiptir hatıra, bakarsınız, en büyük sıkıntılara, sadece geçtikleri için, geçmişe karıştıkları
için bir güzellik veriverir.

Kışı, gündüzleri kısacık olduğu için sevmem. Sabahleyin bir türlü doğmak bilmeyen
güneş erkenden de çekip gider. Hele şimdi! Saat dördü geçti mi, ortalık kararıveriyor. Ne
anladım ben ondan? Penceremden bakıyorum, tertemiz bir hava, berrak… Bir çekicilik vardır
Ankara’nın ışığında, İstanbul’unki gibi öyle baygın değildir, yarı sevdalı, yarı güzünlü
hülyalar kurmaya sürüklemez insanı, çıkıp gezmeye çağırır. Ama nereye gideceksin? Sen
daha biraz yürümeden sular kararacak, çevreni seçemez olacaksın. Lambaların ışığı ne kadar
parlak olursa olsun, gezmelere elverişli değildir.

Aylı gecelerde, hattâ büsbütün karanlıkta yürümenin de zevki yoktur demedim.


Düşüncelerine dalar, belki kendin de pek fark etmeksizin hafiften bir türkü tutturur, öyle uzun
uzun gidersin. Sonunda nereye varacaksın? Bilmezsin onu, kim bilir? Belki kendi kendine
varacaksın… Ama onun için ortalık tenha olmalı, herkes evlerine çekildikten, yattıktan sonra,
saat akşamın beşinde altısında öyle mi? Sokaklar kalabalık, gün daha bitmemiş… Ne ad
takacağınızı bilemediğiniz bir zaman: Ne gündüz, ne de gece; ne gündüzün ışığı var, ne de
gecenin sükûnu, sessizliği. İster istemez içine karıştığınız anlaşılmaz haller gibi sinirlendirir
sizi. Bir kurtulsanız, evinize mi gireceksiniz, nereye gireceksiniz girseniz de bir kurtulsanız.
Kış günlerinin o saatlerinde günü tamamlamak için geceden kesilip gündüze eklenen
saatlerinde, siz de öyle misiniz bilmiyorum, ben bir şaşkına dönerim. Vakti anlayamam bir
türlü. Erken desem değil, ortalık kararmış; geç de desem değil, şehrin insanları daha işlerini,
alışverişlerini bitirmemiş, sofralarına oturmamışlar. Kış, insanoğluna gündüzünü gecesini
şaşırtan bir mevsimdir.

“Yaşlandın sen artık, kocadın, yarım saat dolaşsan yoruluveriyorsun, dizlerin


tutmuyor, bir de gezme sözü mü edeceksin?” diyeceksiniz. Haklısınız. Evet, yürüyemiyorum
artık, çabucak bir kesiklik geliyor. Ama yaşlandım diye benim gezme, uzun uzun gezme
hülyaları kurmamı da yasak edecek değilsiniz ya! Bırakın, unutuvereyim yaşlandığımı,
unutayım da yaz gelince, o uzun günlerde dilediğimce gezebileceğimi umayım… Hem ben
ışığı, ışıklı günleri yalnız gezmek, yürümek için sevmem ki! Bir yerde oturup çevrenize, ta
uzaklara bakmanın da tadı yok mu? Gözlerinizin görebildiği bütün yerler sizindir, şu
tepelerdeki ağaçlar, bir sıraya dizilmiş şu renk renk evler, şu uzaklaşan insan, şu yaklaştıkça
yüzü beliren gölge, hepsi, hepsi sizindir; sizindir de değil, sizsiniz onlar… Onlara baktıkça,
onları gördükçe benliğinizin genişlediğini, zenginleştiğini duyarsınız. Yalnız değilsiniz,
çevrenizde, gözünüzün görebildiği kadar uzaklarda hayat var, hepsini sevebilir, hepsini
düşünebilirsiniz. Kışın ise öyle mi? Daralıverir, küçülüverir çevreniz. O kısacık günler, bu
yeryüzünün varlıklarıyla beslenmenize yetmez, uzun gecelerde ise kendi kendinizle baş başa
kalır, gündüz toplayabildiğiniz azıcık şeyi de çabucak tüketirsiniz. Ah! Bu kış geceleri,
bitmek bilmeyen, insanı kendine kendine, hep kendi kendini düşünmeye sürükleyen kış
geceleri! Size hep kendi kendinizi düşündürdüğü için de benliğinizi gözünüzde büyütür,
büyütür. İçinizde tükenmez hazineler bulunduğunu sandırır… Evet, medeniyeti belki kışın
getirdiği ihtiyaçlar yaratmıştır, kış geceleri belki hakikatleri araştırmaya, sırları çözümlemeye
masallar uydurmaya, insanlar, yasalar kurmaya elverişlidir, bizi kendi kendimizle uğraşmaya,
kendimizi beğenmeye sürükleyen de odur…

Neye yazdım bu satırları? Hiç… Işığa hasretimi, ışıklı yaz günlerine hasretimi
söylemek istedim, işte o kadar. Böyle geldi, böyle yazdım.
Röportaj (Yazısı)

Ülkenin ve toplumun önemli bir sorununu araştırma, inceleme, gezip görme, konuşma
vb. yollarla yansıtan; çok yönlü, çok boyutlu bir araştırma-inceleme yazısıdır. Yazar bir
konuyla ilgili bazı gerçekleri orta koymak, bir sanat dalını veya kişiyi ayrıntılı tanıtmak için
araştırmalar yapar, gezer, gözlem ve görüşmeler yapar ve bütün bu çalışmalarını çeşitli
fotoğraflar, belgeler, grafiklerle ve gazete veya dergide yayımlanacağı için de yalın bir dille
yazıya dönüştürür. İşte bu yazılara röportaj yazıları adı verilmektedir. Röportaj yazarının
temel amacı okuyucuyu ele aldığı konuyla ilgili bilgilendirmektir. Okuyucunun konuyu daha
iyi anlayabilmesi için okuyucuyu, kullandığı dil ve görsellerle anlattığı dünyanın içine
sokmaya çalışır. Konuları genellikle toplumsal bir nitelikte olan röportajda öznellik bulunsa
da anlatımı olabildiği kadar nesneldir. Bu nedenle röportajlar, her ne kadar ciddi yazılarsa da
bilgiyi didaktik bir üslupla sunmamak için öyküleme tekniğinden de yararlanılır. Bu yönüyle
röportaj, edebiyat gücü ile haber metninden ayrılır. Röportajın temel özellikleri şunlardır:

- Röportaj, düşünsel planla yazılır.

- İşlenen konu; toplumsal bir olay, sanatsal bir olgu olmalıdır.

- Yazar anlattıklarının doğruluğunu; fotoğraf, istatistik ve belgelerle kanıtlama yoluna


gider.

- Röportajlar zamanla tarihsel belge niteliği kazanırlar.

Sorunları yansıtma, toplumun temel meselelerine ayna tutma günümüz


röportajcılığının belirleyici özelliklerindendir. Röportaj tek bir konuda tek bir yazı olabildiği
gibi, aynı konuda dizi yazıları şeklinde de olabilir. Kimi röportajlar soru-yanıt biçiminde bir
konuşmaya dayalı gerçekleştirilirken kimileri belgesel bir tarzda yazılır. Konuşmaya dayalı
röportaj, karşılıklı görüşme yöntemiyle yapılırken; birtakım sözlü, yazılı kaynaklara
başvurarak uzun inceleme, araştırma ve soruşturmalara dayandırılarak oluşturulan röportajlara
ise “belgesel röportaj” denilir. Röportaj yazıları gözlemlere yer verilmesi açısından gezi
yazılarına benzemektedir. Ancak gezi yazarının toplumsal bir konuyu incelemek gibi bir
amacı yoktur. Bu yönüyle iki tür birbirinden farklıdır.
Haber/Basın Bülteni

Sözlükte (GTS), 1. “Bir olay, bir olgu üzerine edinilen bilgi, salık”; 2. “İletişim veya
yayın organlarıyla verilen bilgi”; 3. “Bilgi” şeklinde tanımlanan haber; gazetelerde,
dergilerde, çeşitli kurum veya kuruluşların bültenlerinde, radyo ve televizyonlarda
kamuoyuna duyurulmak amacıyla yayımlanan bilgilerden oluşmaktadır. Bu bilgiler tüm kitle
iletişim araçlarında belli aralıklarla yer almaktadır. Temel amaç halkın merak ettiği konularla
ilgili veya yurtta ve dünyadaki gelişmelerle ilgili olarak kamuoyunu bilgilendirmektir.

Resmî haberler, özel haberler ve ajans haberleri gibi türleri olan haberlerin adları,
anlatılan olayın içeriğine göre değişebilmektedir: Siyasal haberler, ekonomik haberler,
bilimsel haberler, teknoloji haberleri, sanat haberleri, spor haberleri, sosyal haberler vb.

Yazılı (gazete, dergi, bülten), görüntülü (TV, internet) ve işitsel (radyo) tüm kitle
iletişim araçlarının vazgeçilmez bir unsuru olan haberler, yazılı bir anlatım türüdür.
Yayımlanacak tüm haberler öncelikli olarak bir metin halinde yazılmaktadır. İşte bu metinler
aynı zamanda basın bülteni olarak da adlandırılmaktadır. Kitle iletişiminde çok önemli bir
yeri olan yazılı anlatım türlerinden biri de basın bültenidir. Kamu kurumlarının ve özel
kuruluşların basına belirli zaman dilimlerinde gönderdikleri bilgileri içeren duyurular,
şeklinde tanımlanabilecek olan basın bülteni, günümüzde kurum ve kuruluşların basın
(medya) ile ilişkilerinde en çok kullanılan araçtır. Pek çok kurum ve kuruluş, basın için
haftalık veya aylık bültenler düzenleyerek o dönem içinde kendi bünyelerindeki gelişmeleri
ve haberleri kamuoyunu bilgilendirmek ve basının kurum ve kuruluşa olan ilgisini artırmak
amaçlarıyla basına duyurma yöntemine başvurmaktadırlar.

İletişim teknolojisinin son derece gelişmiş olduğu günümüzde kurum ve kuruluşların


basına bilgi vermek amacıyla yararlandıkları basın bültenleri, doğru bir zamanda ve kurallara
uygun bir şekilde yazıldığında son derece etkili bir halkla ilişkiler aracıdır. Ancak bu etkililik;
güncel bilgileri içermesi, haber niteliği taşıması, haber diline uygun yazılması ve bültenin
hedefinin iyi belirlenmesi ile sağlanabilmektedir. Gazete (yazılı), radyo (işitsel) ve televizyon
(görsel) için farklı farklı hazırlanması gereken basın bülteninin yazımında en önemli kurallar
şunlardır:

a. 5N+1K (Kim; neyi, niçin, nerede, ne zaman, nasıl yaptı?) kuralına uygun
yazılmalıdır. Bir başka ifadeyle, basın bülteninde bu soruların cevabı olmalıdır.

b. Haber dili yalın ve öz olmalıdır. Burada temel hedef haberi bildirmektir.

c. Bülten, 8-10 paragrafı geçmemelidir.

ç. Haberde birçok olguya değinmek gerekiyorsa bu ayrıntılara yer verilmelidir.

d. Başlık bültenin en önemli kısmıdır. Başlık, haber öyküsünün ana noktasını temsil
etmeli, haber öyküsünün geri kalanı başlığın altında işlenmiş olmalıdır.

e. Bültende iletilmek istenen mesajlar bültenin yapısında kurgulanmalıdır.


Bu temel kurallar dâhilinde, basın bültenlerinin etkili olabilmesi için üslup, teknik
noktalar ve dizgi ve zamanlama açısından çok iyi yazılmış ve planlanmış olması
gerekmektedir.

Eleştiri Yazısı

Kelime anlamı “insanı, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek
amacıyla inceleme işi, tenkit” (GTS), olan eleştiri aynı zamanda bir yazı türüdür. Bir edebiyat
ya da sanat eserini her yönüyle inceleyip açıklayarak onun anlaşılmasını sağlamak ve
değerlendirmesini yapmak amacıyla yazılan yazılara eleştiri yazısı adı verilir. Herhangi bir
olayı, kişiyi, kurumu vb. konuları eleştiren her yazı eleştiri yazısı olmadığı gibi bu yazıları
yazanlar da eleştirmen değildir.

Eleştiri uzun yıllar edebiyatta beğenmeme, kusur bulma anlamında kullanılmıştır.


Ancak 19. yüzyıldan sonra Avrupa’da eleştiri nesnel yöntemlerle çeşitli eserleri inceleme
disiplini olarak geliştirilmiştir. Eleştiri olabildiği kadar öznellikten kurtarılmaya çalışılmış ve
bunun için çeşitli yöntem ve ölçütler geliştirilmiştir. Buna göre eleştirinin temel amacı,
toplumsal bir olay veya eserdeki gerçeğin veya güzelliğin doğru algılanıp o şekilde geniş
kitlelere sunulmasını ve tanıtılmasını sağlamaktır.

Eleştiri yazarlarına eleştirmen adı verilmektedir. İyi bir eleştirmen çok iyi bir okuyucu
ve araştırmacıdır. Eserin hangi ölçütlere göre başarılı hangi ölçütlere göre başarısız olduğunu
ifade ederken eserin türüne göre örneğin, edebiyat, sanat vb. alanlarda çok iyi bir donanımı
olması gerekir.

Bir sanat eserini olumlu veya olumsuz yönleriyle olabildiği kadar nesnel ölçütlerle
değerlendirmeye veya tanıtmaya çalışan eleştiri türünde, eseri işleme biçiminde veya esere
yaklaşma yönteminde dönem dönem farklı akımlar görülmüştür. Buna göre eleştiri akımları
şu başlıklar altında toplanmaktadır:

• Sanatçıya dönük eleştiri; eleştirmenin değerlendirmek için ele aldığı yapıtı özellikle
sanatçının varlığını ölçü alarak yapmasıdır. Eleştirmen, yapıtı açıklamak için yazarı ile ilgi
kurar. Sanatçının hayatını ve kişiliğini inceler. Elde ettiklerini belge olarak kullanır.
Ruhbilimsel eleştiri ve yaşam öyküsel eleştiri biçimleri bu tür içinde düşünülür.

• Yapıta dönük eleştiri; eleştirmenin bakış açısının sanatçıya değil de yapıtına yönelik
olduğu eleştiridir. Bu tür eleştiride tek ölçüt okura sunulmuş yapıttır. Eleştirmen, konunun ele
alınış biçimi, yapıttaki anlatım biçimi, dilin kullanımı gibi noktaların işlenişi üzerinde durur.
Nesnel eleştiri ve dil bilimsel eleştiri bu tür eleştirinin çeşitleridir.

• Okura dönük eleştiri; eleştirmenin yapıtı değerlendirmekten çok, yapıtın bir okur
olarak kendisi üzerindeki etkilerini değerlendirdiği eleştiridir. Bu tür eleştiri belli ölçütlere
göre yapılmadığı için deneme havasındadır ve özneldir. İzlenimci eleştiri bu tür içindedir.

• Topluma dönük eleştiri; eleştirmenin değerlendirme yapacağı yapıtın ortaya konduğu


dönemdeki toplumsal ve tarihsel özelliklerin yapıta etkileri gözlenir. Yapıt, toplumsal bir
belge olarak görülür. Bu tür eleştiride yapıt, estetik yönden çok; yapıtı etkileyen toplumsal ve
tarihsel koşullar belirlenerek değerlendirilir. Tarihsel eleştiri ve toplum bilimsel eleştiri bu tür
içinde ele alınır.

• Çözümleyici eleştiri; yukarıda açıklanan eleştiri türlerinin yetersiz görülmesi üzerine


kimi eleştirmenler, yapıtı çok yönlü inceleme yoluna gitmişlerdir. Bu türde eleştirmen,
gerektiğinde öznel, nesnel ya da toplumcu bir bakışla yapıta yaklaşılabileceğini savunur.

Türü ne olursa olsun her eleştiri, yazarın ne yaptığını, ne yapmak istediğini bulmaya
yöneliktir.

Eleştiri türünde yazarken şu noktalara dikkat edilmelidir:

• Düşünsel bir plan hazırlanmalıdır.

• Yapıt ile ilgili yargılar, yapıttan örneklere dayandırılarak sunulmalıdır.

• Eleştiride öznellikten kaçınılmalı, peşin yargılara yer verilmemelidir.

• Yargılar, kırıcı ve yıkıcı değil; yapıcı ve yol gösterici olmalıdır.

• Eleştiri yazılarında düşünceyi geliştirme yollarından uygun olan kullanılabilir.

• Temel anlatım biçimlerinden açıklayıcı ve tartışmacı anlatım kullanılabilir.

• Eleştirmen düşüncelerini yalın, duru ve anlaşılır bir biçimde ifade etmelidir.

Türk edebiyatında eleştiri türünün ilk örneği Namık Kemal’in “Lisan-ı Osmanînin
Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şâmildir.” başlıklı yazısıdır. İlk eleştiri eseri ise Namık
Kemal’in Ziya Paşa’nın Harabat adlı antolojisi için yazdığı Tahrib-i Harabat adlı yazısıdır.

Türk edebiyatının klasik dönemi olarak adlandırılan 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadarki
sürecinde şiir önemli bir yer tuttuğu için bütün edebî türler şiirle ilgili kurallar çerçevesinde
gelişmiştir. Bu dönemde divan şairlerinin övgü ve yergilerinde, toplumsal sorunlardan
şikâyetlerinde eleştirel bir tutum olduğu görülür. Ancak eleştirinin kendine özgü kuralları olan
bir anlatım türü olarak benimsenmesinin Tanzimat dönemiyle başladığını görmekteyiz.
Tanzimat dönemi edebiyatçılarından Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa bu türün öncüleridir.
Bu dönemde yapılan eleştiri anlayışı “eskinin reddi, yeninin yaratılması” üzerine kuruludur.
Bu dönemde Abdülhak Hamit, Recaizade Mahmut Ekrem, Muallim Naci, Beşir Fuad,
Mizancı Murat eleştiri türünde yazıları ve eserleri ile dikkat çekmiştir.

Servet-i Fünun döneminde Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Tevfik Fikret
gibi isimler eleştiri türünde yazılar yazmışlardır. II. Meşrutiyet dönemine baktığımızda eleştiri
türüne ilişkin kuramsal bağlamda çok fazla yazı olmamakla birlikte uygulama alanında birçok
eser eleştirisinin bulunduğu görülmektedir. Bu dönemde ön plana çıkan isimler arasında Ali
Canip, Fuat Köprülü, Ömer Seyfettin ve Yahya Kemal eleştiri kuramı ve eser eleştirisi
çerçevesinde yazılar yazmışlardır.

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında eleştirmenliğiyle ön plana çıkan ve öznel


eleştiri anlayışıyla dikkat çeken ilk isim olan Nurullah Ataç, eleştiri üzerine görüşleriyle de
eleştirinin bağımsız bir tür olması konusunda önemli katkılar sağlamıştır. Nurullah Ataç’tan
sonra eleştiri üzerine kuramsal anlamda yazı yazan bir ikinci isim Mehmet Kaplan olmuştur.
1950’den sonra kuramsal eleştiri yazıları yazan Asım Bezirci, Hüseyin Contürk, Fethi Naci,
Cevdet Kudret gibi isimler de söz konusu türde söz sahibi olmaya başlamıştır. Ataç’ın öznel
eleştiri örneklerine karşın Mehmet Fuat ve Suut Kemal nesnel özellikte eleştiriler
yazmışlardır.

1960 sonrası Türk edebiyatında eleştiriye baktığımızda eleştiri türlerinin çeşitlendiği


görülür. Bu türler; izlenimci eleştiri, nesnel eleştiri, akademik eleştiri, toplumcu gerçekçi
eleştirinin yanı sıra 1980 sonrasında yapısalcı eleştiri, gösterge bilimsel eleştiri, dil bilimsel
eleştiri ve 1990 sonrasında da postmodern eleştiri olarak gruplandırılabilir. Bu dönemde
gazetelerin edebiyattan biraz uzaklaşmalarına karşın edebiyat dergilerinin çoğalması
eleştirinin gelişmesinde etkili olmuştur. Doğan Hızlan, Füsun Akatlı, Cemal Süreya, Turgut
Uyar, Adnan Binyazar, Muzaffer Erdost izlenimci eleştiri yazarlarımız arasındadır. Edebiyat
tarihçisi olarak tanınmış olsalar da Nihat Sami Banarlı, Ahmet Kabaklı da eleştiri türünde
yazılar yazmışlardır. Bunlardan başka Beşir Ayvazoğlu, Rasim Özdenören de zaman zaman
nesnel eleştiriye yaklaşan yazılarıyla bu türde eser verenler arasında sayılması gereken
isimlerdir. Bu dönemde nesnel eleştiriyi uygulamaya çalışanların başında Hüseyin Contürk
gelmektedir. Tahir Alangu, Vedat Günyol, Metin And ve Nurullah Berk de yine nesnel eleştiri
yazanlar arasındadır. Bu türde hatırlanması gereken isimler arasına Berna Moran, Akşit
Göktürk, Tahsin Yücel, Yıldız Ecevit, Gürsel Aytaç, Ahmet Oktay, Mehmet H. Doğan gibi
isimleri de katmak gerekir.
Deneme

Herhangi bir konuyu yeni ve kişisel görüşlerle ve edebî bir üslupla sunan yazı türüne
deneme adı verilmektedir. 16. yüzyılda ünlü Fransız yazar Montaigne’nin yazdığı Essai adlı
eser ile bağımsız bir edebî tür olan denemede, yazarın duygu ve düşünceleri, dünya görüşü ön
plandadır. Montaigne, denemelerini bir araya getirdiği kitabın başlangıcında okurlarına şöyle
seslenir:

“Okuyucu, bu kitapta yalan dolan yok. Sana baştan söyleyeyim ki, ben burada
yakınlarım ve kendim dışında hiçbir amaç gütmedim. Sana hizmet etmek yahut kendime ün
sağlamak hiç aklımdan geçmedi. Böyle bir amaç peşinde koşmaya gücüm yetmez. Bu kitabı,
yakınlarım için bir kolaylık olsun diye yazdım. İstedim ki beni kaybedecekleri zaman (ki pek
yakındır) hakkımda bildikleri, daha etraflı ve daha canlı olsun. Kendimi herkese beğendirmek
niyetinde olsaydım, özenir, bezenir, en gösterişli halimle ortaya çıkardım. Kitabımda sade,
tabii ve her günkü halimle, özentisiz görünmek isterim, çünkü ben kendimi olduğum gibi
anlatıyorum. (…) Kısacası, okuyucu, kitabımın özü benim: Boş vakitlerini bu kadar sudan ve
anlamsız bir konuya harcaman akıl kârı olmaz. Haydi uğurlar olsun.”

Dostluk, barış, sevgi, okumak, özgürlük, sanat vb. insanı ilgilendiren her konuyla ilgili
yazılabilen denemede yazar, konuya farklı bir bakış açısıyla yaklaşır. Amacı ne makale yazarı
gibi bilgi vermek ne de köşe yazarı gibi güncel bir konuya dikkat çekmektir. Deneme
yazarının tek amacı okurunu ele aldığı konuda yeniden düşündürmektir. Yazar, bunu
yaparken birbiriyle çelişik veya karşıt fikirleri okuyucuyla konuşur gibi sunar. Bu görüşlerden
birinin kendince doğru olduğunu ileri sürer ve yazısını bu yönde geliştirir. Ancak yine de
kesin bir sonuca varmaz.

Serbest tarzda bir düşünce ve yazım geleneğinin ürünü olan denemenin türsel
sınırlarını tam olarak çizmek mümkün değildir. Ancak bugüne dek oluşan deneme
literatüründen hareketle bu türün bazı belli başlı özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:

- Her şeyden önce deneme, öznel kimliğiyle ön plana çıkan bir türdür.

- Buna paralel olarak “ben” dili hâkimdir.

- Konu sınırlaması bulunmamaktadır.

- Yazarın dikkatleri doğrultusunda gündelik hayattaki en küçük detaylardan büyük


fikirler ve olgulara dek her konu deneme sınırları içerisinde ele alınabilir.

- Okurla yazar arasındaki mesafe diğer pek çok türe göre daha kısadır.

- Yazarın okuru karşısına yahut yanına alıp bir düşünce yolculuğuna çıkarması söz
konusudur.

- Denemenin roman, öykü ve tiyatroya göre en belirgin farkı ise kurmaca bir tür
olmamasıdır.
Ele aldığı konulara göre denemeleri klasik deneme, edebî deneme, felsefi deneme,
eleştirel deneme olarak dört başlık altında toplayabiliriz. Klasik deneme; yazarın konuyu
hoşça vakit geçirtme amacıyla kaleme aldığı izlenimi yaratan içten bir söyleyişin hâkim
olduğu deneme türüdür. Yazar, iç dünyasını içtenlikle gözler önüne sererken özdeyişlerden,
şiirden, deneyimlerden bol bol yararlanır. Edebî deneme, edebiyat üzerine konularda yazılan
denemelerdir. Bu tür denemelerde düşünce edebî boyutlar içinde geliştirilir, ele alınan edebî
konuya değişik açılardan bakılarak okura yeni kapılar aralanır. Felsefi deneme, yazarın doğru
ve aydınlığı bulma adına yazdığı, insanı düşünmeye yönlendirmeye çalıştığı denemelerdir. Bu
tür denemelerde düşünce ön plandadır. Eleştirel deneme ise bir konunun iyi ya da kötü
yanlarını ele alan denemedir. Eğer eleştirel denemede yazar özellikle kendi bakış açısı ve
deneyimleri sonucunda elde ettiği saptamalardan yola çıkarak deneyimlerini okurla
paylaşıyorsa buna izlenimsel eleştirel deneme denmektedir.

Denemede üslup ve dil çok önemlidir. Deneme yazarı bir dil ustası olmak zorundadır.
Düşüncelerini son derece etkili bir dille okuyucuya sunar. Bu özelliği nedeniyle çok sevilerek
okunan ve kalıcı bir yazı türüdür. Türk edebiyatında bu türün ilk örneklerine Ahmet Haşim’in
Bize Göre ve Gurabahane-i Laklakan adlı eserlerinde rastlanmaktadır. Nurullah Ataç,
Sabahattin Eyüboğlu, Suut Kemal Yetkin, Nermi Uygur, Salah Birsel, Tahsin Yücel, Oktay
Akbal, Mehmet Kaplan, Ahmet Hamdi Tanpınar deneme türünde eser vermiş önemli
yazarlarımızdır.

You might also like