You are on page 1of 9

1979 ÖNCESİ İRAN

Giriş

Avrupa’da Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesinin ardından üretim faaliyetinin devam etmesi için
hammaddeye ve üretilen bu ürünlerin satılabilmesi için yeni pazarlara ihtiyaç duyan Avrupalı
büyük devletler, Avrupa dışına yönelerek sömürgecilik faaliyetlerine başladı. Sanayi
Devrimi’nin çıkış noktası olan ve bu sayede Avrupa’nın lider ülkesi haline gelen İngiltere de
birçok yere koloniler kurarak ihtiyaçlarını karşılama yoluna gitti ve kolonizasyon faaliyetlerinde
bulunduğu en önemli ülkelerden birisi Hindistan’dı. Bu bölgedeki sömürge faaliyetlerini sağlıklı
bir şekilde sürdürmek isteyen İngiltere için her geçen gün daha da güçlenen ve güneye inerek
sömürge faaliyetlerini hızlandırmak isteyen Rusya önemli bir tehditti. İngilizler Rus tehdidini
durdurabilmek için iki devlet arasında tampon bölge olma özelliğine sahip İran’ın varlığına önem
veriyor ve bu devletin Ruslar tarafından istila edilmesini önlemek istiyordu fakat tüm bu çabaya
rağmen İran’dan imtiyazlar koparmayı ve ülkede çıkan hammaddeleri ele geçirmek için Ruslarla
mücadele etmeyi de ihmal etmiyordu.

Özellikle petrolün bulunmasının ardından daha da önem kazanan ve I. Dünya Savaşı ve II.
Dünya Savaşı sırasında İngiltere ile Rusya tarafından işgal edilen İran, savaşın bitiminin
ardından ülkedeki Sovyet tehdidinin artması ile birlikte ABD’ye yakınlaşacak ve Soğuk Savaş
sırasında Batı ittifakinin bir parçası halini alacaktı. O dönem İran’ın başında olan Muhammed
Rıza Pehlevi de ülkedeki hakimiyetini korumak ve perçinleştirmek için Batı ülkelerine muhtaç
olduğunu gerçekleşen bazı hadiselerle iyice kavramıştı. Sovyetler Birliği ile komşu olan İran’ın
öneminin farkında olan ABD de Pehlevi rejimini iyi karşılayacak ve İran’ı olası SSCB istilasına
karşı koruyacak gerekli yardımları yapacaktı.

1) Pehlevi Hanedanlığı Öncesinde İran

İran, meşrutiyet gösterilerinin başladığı dönemde Kaçar Hanedanlığı tarafından yönetiliyordu.


1722 yılında Safevilerin düşüşünün ardından saltanatı ele geçiren Kaçarlar, Safevilerin aksine,
kutsallık iddiasında bulunamadığı için içtihat hakkını ulemaya devretmek zorunda kaldı ve
bunun neticesinde de ülkede merkezi otoriteyi bir türlü tesis edemedi. 19. yüzyıla gelindiğinde II.
Mahmut ile Kavalalı Mehmet Ali tarafından kendi ülkelerinde başlatılan merkezileşme ve
Batılılaşma hareketleri ülke içerisinde kök salan adem-i merkeziyetçi güçler sebebiyle bir türlü
başlatılamadı. Öyle ki, 1848 ile 1896 yılları arasında İran hükümdarlığı yapmış Nasırüddin

1
Şah’ın yalnızca üç bin kişiden oluşan bir düzenli ordusu vardı, bu sebeple de savaş döneminde
orduya asker ikmali yapmak için aşiretlerle iyi geçinmek zorundaydı. Bu durumun farkında olan
aşiretler de kendi çıkarlarını en iyi şekilde koruyabilmek adına Tahran’ın dışına çıkıldığında pek
bir önemi olmayan bu hükümdarı yeri geldiğinde yarı yolda bırakmaktan çekinmiyorlardı.

İran’daki bu merkeziyetçilik sorunu ülke içerisine Avrupa tarzı reformların girmesi önündeki en
büyük engeldi. Şah’ın ülke içerisinde sözünü geçiremeyecek ve gelenekçilikleriyle nam salmış
ulema ile çarşı esnafının bu reformların önünde duracak olması, İran’ın batılılaşma kulvarında
Osmanlı ile Mısır’ın oldukça gerisinde kalmasına sebep olmuştur. Fakat bu durum İran’ı Batı’nın
gazabından koruyamadı. İran stratejik konum itibariyle İngiltere ile Rusya için oldukça kritik bir
ülkeydi. Yayılmacı siyaset güden Rusya, 19. Yüzyılın başlarında İran içlerine doğru ilerliyor ve
kazandığı savaşların ardından İran’da imtiyazlar elde ediyordu. Hindistan’a hakim olan İngiltere
ise, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi, Rusya’nın ilerlemesini kendi sömürgelerinin güveniliğine ve
ticari faaliyetlerine tehdit olarak algılıyordu. İngilizler bu tehditi ortadan kaldırmak için, şahın
Ruslara tanıdığı ayrıcalıkları kendileri için de talep etti, 1857 yılında imzalanan bir antlaşma ile
istediği imtiyazları elde etti. Bu kapitülasyon antlaşmaları, İran’a ekonomik nüfuzun yollarını
açtı ve ülkeyi Avrupa hakimiyetindeki dünya ekonomisine dahil etti.1

İran üzerinde birbiriyle çelişen politikalar güden İngiltere’yle Rusya arasında kalan İran, bu iki
devleti yatıştırabilmek için imtiyazlar dağıtmaya devam etti. Telgraf hatlarını, demiryollarını,
madenlerini, Hazar Denizi’ndeki İran karasularındaki avlanma hakkını, karayollarını, petrol
hatlarını birer birer bu iki ülke arasında paylaştıran şah, bu yolla lüks harcamalarına kaynak
yaratmayı da başarıyordu. İthal mallara ve Avrupa seyahatlerine düşkünlüğüyle bilinen
Nasırüddin Şah, sağladığı imtiyazların gelirlerini halka aktarmak yerine kendi ihtiyaçları(!) için
kullanmakta beis görmüyordu. Ancak halk bu duruma sanıldığı gibi kayıtsız değildi ve
huzursuzlukları her geçen gün artıyordu. 1890 yılında İngilizlere verilen tütün imtiyazı bardağı
taşıran son damla oldu. İran iç ticaretinde oldukça önemli bir yere sahip olan tütünün
yabancıların tekeline verilmesi İran halkı için kabul edilebilir bir durum değildi ve bu sebeple
ulemanın önderliğinde birçok yerde ayaklanmalar başgösterdi, gösterilerle eş zamanlı olarak
tütün ürünleri boykot edildi. Protesto hareketlerine daha fazla dayanamayan Nasırüddin Şah kısa
süre içerisinde bu imtiyazı iptal etse de, 1891 Tütün Protestosu kendisi için sonun başlangıcı
oldu.

Nasırüddin Şah’ın yerine 1896 yılında tahta oturan Muzafferüddin Şah da, dönemin bazı
aydınlarının aksi yöndeki öngörülerine rağmen, selefinden pek farklı olmadığını zamanla ispat
etti. Tıpkı babası gibi Avrupa seyahatlerine ve lüks tüketim ürünlerine kendisini kaptıran
Muzafferüddin Şah, Rusya’ya, İngiltere’ye ve hatta Fransa’ya imtiyazlar vermeye tüm hızıyla
devam etti. Bu imtiyazların en ses getireni ise 1901 yılında William d’Arcy’ye verilen petrol
1
William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi: Rusya ile İngiltere Arasında İran (İstanbul: Agora Yayıncılık,
2008), s.129.

2
hakları oldu ve bu anlaşmaya göre İran petrolden edilecek karın yalnızca yüzde on altısına sahip
olabilecekti. Bu petrol anlaşması İran kamuoyunda çok uzun yıllar boyunca tartışılacak ve
önemli politik olaylara sebep olacaktı. Muzafferüddin Şah’ın 1891 Tütün Protestolarından hiç
ders almadan imtiyaz dağıtması halkın büyük tepkisini çekti. İran yapı itibariyle çarşı esnafının,
tüccarın, loncaların güçlü olduğu bir ülkeydi ve Osmanlı’nın aksine ülke içerisinde imtiyazlardan
yararlanacak bir komprador burjuvajisi yer almamaktaydı. Ticaret ile uğraşan bu grubun
ekonomik çıkarları ulemanın dini duyarlılıklarıyla ve Avrupa görmüş üst düzey reformcuların
fikirleriyle de birleşince ortaya güçlü bir dava çıkıverdi. Ulemanın harekete desteği çok
önemliydi çünkü halk ulemayı devletten üstün görmekteydi. Öyle ki, devletin yalnızca asker ya
da vergi toplamak için yüzüne baktığı halkın yardımına ulema koşmaktaydı, Öbür taraftan,
ulema da halkın yardımıyla geçindiği için kendisini devletten bağımsız saymakta ve halkın
teveccühüne itibar etmeyi görev bilmekteydi.2 Devrimin ilk kıvılcımı ulema, çarşı esnafı ve
reformcuların işbirliğiyle 1905 yılının Aralık ayında başladı. Başkent Tahran’da halk sokaklara
döküldü ve hükümeti taleplerini yerine getirmeye zorladı. Tiflis’le Bakü’deki silahlı gruplar da
sarayı tehdit ediyordu ve Şah’ın selefi olan Nasırüddin Şah’ın 1879’da kurduğu Kazak
Tugayı’nın Şah’ı koruyup korumayacağı ise muammaydı. Bu şartlar altında daha fazla
dayanamayan Muzafferüddin Şah teslim oldu ve Ağustos 1906 tarihinde meclisin kurulmasına
izin veren fermanı imzaladı.

Ancak devrimden kısa süre sonra vefat eden Muzafferüddin Şah’ın yerine geçen Muhammed Ali
Şah, Kaçar otoritesini yeniden yerleştirmeye kararlıydı.3 Ülkede ekonomi kötüye gitmekteydi,
İngiltere ile Rusya da İran’ı kendi nüfuz alanlarına bölme konusunda mütabakata varmışlardı.
Tüm bunlar mutlakiyetçilerin lehineydi, meclisin ülkeyi çok daha kötü yönettiği propagandasını
ekonomik koşullardan beli bükülmüş halkın beynine işlemeye başladılar ve ulemanın içindeki
meşrutiyet karşıtı grubu da kendi yanlarına çekerek halkı dini duygularından yakalamayı
hedeflediler. Halktaki huzursuzluk doruk noktasına çıkınca elindeki Kazak Tugayı’nı meclisin
üzerine gönderen Muhammed Ali Şah karşı devrimin düğmesine bastı. 1908 yılının Haziran
ayında Kazak Tugay’ı meclisi kapatarak liderlerini tutukladı, bu kişilerin birçoğu idam edildi.
Muhtemelen Muhammed Ali karşı devrimin başarılı olduğunu düşünüyordu fakat hiç de öyle
olmadı, ülkede iç savaş çıktı ve Şah’ın gücü Tahran’ın dışına ulaşamadı. Karşı devrimden bir yıl
sonra, Tahran dışından gelen aşiret güçleri, tıpkı Osmanlı’daki Hareket Ordusu gibi, Tahran’ı
kuşatarak meclisi yeniden ilan etti. Meşrutiyetin ilanından sonraki süreçte bin bir zorlukla
kurtarılan meşruti rejimin gerçek düşmanı meşrutiyeti savunan gruplar oldu. Meclis içerisinde
reformcu grupla esnaf ve ulema sürekli karşı karşıya geliyor, bu durum ülkenin tamamını
etkiliyordu. Meclisteki bölünme halka da yansımıştı, ülke içerisinde çeşitli gruplar arasında
çatışmalar baş gösteriyordu. Asayişin bozulmasını fırsat bilen İngilizler güney İran’ı işgal
ederken, kuzeyden de Rusya daha önce İngilizler ile kararlaştırdığı nüfuz bölgesine girdi.
İngilizler için asıl sebep D’Arcy şirketinin bulduğu petroldü ve bu durum 1914’te İngiliz

2
Yılmaz Karadeniz, Iran Tarihi (1700-1925) (İstanbul, Selenge Yayınları, 2012), s.430.
3
William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi: İran Meşruti Devrim Dönemi (İstanbul: Agora Yayıncılık, 2008),
s.164

3
hükümetinin şirkete ortak olmasıyla kanıtlandı. İran’da meşrutiyet ile gelecek güçlü devlet
hayalleri suya düşmüştü ve devletin bir kurtarıcıya ihtiyacı vardı.

2) Pehlevi Hanedanlığı Dönemi

A) Rıza Şah Dönemi

Birinci Dünya Savaşı yıllarını Rusya ile İngiltere’nin işgali altında karşılayan İran, Rusya’nın
1917 devriminin ardından ülkeden çekilmesiyle birlikte yalnızca İngilizlerin güdümünde
yaşamaya başlamıştı. Rusya’nın çekilmesi İngilizlerin ülkedeki nüfuzunu daha da artırmasına
sebep oldu, birliklerini ülkeden çekmeyi planlayan İngiltere kendi nüfuzunu korumak için Ruslar
tarafından kontrol edilen Kazak Tugayı’na kendi seçtiği İranlı subayları getirdi. Ülkesinin
İran’dan çekilme sürecini organize etmek için görevlendirilen Edmund Ironside, Albay Rıza
Han’ı ordunun başına getirdi. Albay Rıza Han, İngilizler tarafından desteklenen bir subay olduğu
kadar ülkesinin İngiltere’nin boyundurluğu altında yaşamaktan bıkmış bir halk için de bir
umuttu. 21 Şubat 1921’de elindeki ufak birliğiyle Tahran’a girerek, Ironside ile birlikte çalışan
Herman Norman’ın desteklediği Seyyid Ziya Tabatabai’nin başbakanlığını Şah’a kabul ettirdi ve
kendisinin de ordu komutanlığına atanmasını sağladı. Bu iki liderin İngilizlerle olan
ilişkilerinden dolayı pek çok İranlı 1921 darbesinin İngilizler tarafından organize edildiğini
düşünmektedir ama bu doğru değildir çünkü Ironside, Kazakların yapacağı herhangi bir eyleme
İngiltere’nin karışmayacağını Rıza Han’a ihsas etmişti.4

Rıza Han 1921 Darbesinin ardından Seyyid Ziya’nın başbakanlık koltuğuna oturmasını sağlamış
olsa da, bir süre sonra verdiği bu kararın pek isabetli olmadığını fark etmişti. Ona göre, başta
İngiliz subayların orduya atanması olmak üzere, Seyyid Ziya’nın verdiği pek çok karar kabul
edilemezdi. Bu sebepten ötürü Ahmed Şah’ı ikna ederek 24 Mayıs 1921 tarihinde yeni bir
başbakanın atanmasını sağladı ve kısa süre içerisinde de kendisi o koltuğa oturdu.. Başbakanlık
yaptığı süre zarfında başkomutanlık görevini de üstlenerek ordunun güçlenmesini sağladı, silahlı
kuvvetlerin güçlenmesi için meclisten büyük bütçeler istedi ve kısa süre içinde modern silahlarla
donanmış kalabalık bir ordu yarattı. Rıza Han’ın orduda yaptığı reformlar ülkenin merkezileşme
sürecine de büyük katkı sağladı ve güçlenen ordu aşiretlerin üzerine giderek onların gücünü
bastırdı ve 1923 yılında, gücünün yeterli düzeye ulaştığını fark edince, Ahmed Şah’ın Avrupa
tatiline gitmesini sağlayarak(!) tahttan indirdi. Rıza Han Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Mustafa
Kemal Atatürk’ü hayranlıkla izleyen bir liderdi ve ilk başlarda, Mustafa Kemal Atatürk’ün

4
Mohammad Reza Djalili, Thierry Kellner; İran’ın Son İki Yüz Yıllık Tarihi: 1921 Hükümet Darbesi (İstanbul, Bilge
Yayınları, 2011), s.61.

4
yaptığı gibi, ülkesinde cumhuriyeti ilan ederek cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturmayı
planlıyordu. Ancak ulema için cumhuriyet fikri fazlasıyla radikaldi, onlara göre saltanat devam
etmeliydi. Kısa süre içerisinde geri adım atarak halkın sevgisini kazanan Rıza Han, İngilizlerin
desteğinden de emin olduktan sonra meclisin Kaçar Hanedan’ını tahttan indirerek kendisini Şah
ilan etmesini istedi. Meclisin talebi oy çokluğuyla kabul etmesiyle birlikte elli üç yıl sürecek
Pehlevi dönemi başlamış oldu.

Rıza Şah, tahta oturuşunun ardından Kemalist devriminin açtığı yoldan ilerleyerek ülkesini
modern hale getirecek reformları gerçekleştirmeye başladı. Özellikle 1927 ile 1929 yılları
arasında hızlanan reform hareketi merkezileşme, modernleşme ve Batılılaşma yolunda atılmış
adımlardı. Fransa’dan esinlenilerek yeni bir medeni kanun kabul edildi, ulemanın rolü azaltıldı
Erkeklerin Avrupalı gibi giyinmesi zorunlu tutuldu, daha sonraları kadınların peçe giymesi
yasaklandı.Yeni bir ticaret kanunu kabul edilerek ülkenin daha hızlı bir şekilde sanayileşmesi,
ekonomik anlamda Avrupa’yı yakalaması hedeflendi. Ülkenin her bir yanı karayolları ve
demiryolları ile birbirine bağlandı, ekonomide İngiliz etkisinden kurtulması için Bank-ı Milli
kuruldu ve kapitülasyonlar kaldırıldı. Eğitim alanında yapılan reformlar ile bürokrasideki
kalifiye eleman sorununu aşmak isteyen Şah, bu sorunu çözebilmek için eğitime ciddi miktarda
bütçe ayırdı. Ülkeyi İslami bakış açısından milliyetçi bakış açısına yöneltebilmek için ülkenin
ismini Acemistan’dan İran’a çevirdi. İran ismi ülkenin Ari kökenine vurgu yaparak
medeniyetlerinin İslamiyet öncesine dayandığını göstermek için bilinçli olarak seçilmişti. Rıza
Şah, yaptığı tüm bu reformların yanında ülke içerisinde otoriterliğinden asla taviz vermiyordu.
Meclis ve bakanlar üzerinde büyük denetim uygulayan Şah, bu yolla yalnızca istediği yasaların
meclisten geçmesini sağlıyordu. Sansür, siyasi baskı ve tutuklamalar ülke sınırları içerisinde
oldukça olağandı.

Ülkesinin ekonomik bağımsızlığını perçinleştirmek için yaptığı çalışmalar büyük oranda başarılı
olsa da, İngilizlere verilen petrol imtiyazı sorunu bir türlü çözülemiyordu. Ülkenin en büyük
sanayi şirketi olması otuz bin İranlı işçi çalıştırması nedeniyle Anglo-Iranian Oil Company’nin
gücü daha da artıyordu ve devlet içinde devlet gibi çalışıyorlardı.5 Şah, 1901 yılında verilen bu
imtiyazı kendi çıkarlarına uygun bir hale getirmek için dört yıla yakın İngilizlerle görüşmelerde
bulundu ve 1933 yılında yeni bir anlaşma imzalandı. Yapılan bu anlaşmayla İran’a ödenecek
miktarda mütevazi bir artış olsa da antlaşmanın süresi 1961’den 1993’e kadar uzatıldı ve İran’a
taahhüt edilen artış İran ekonomisine pek bir şey kazandırmadı. İngiltere ile yapılan anlaşmanın
ardından Almanya’yı denge unsuru olarak gören Şah, Almanya ile olan ikili ilişkilerini
geliştirerek İkinci Dünya Savaşı’nın arefesinde bu ülkeyi İran’ın en büyük ticari ortağı haline
geldi. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından İran tarafsızlığını ilan etse de Almanya’nın
SSCB’ye saldırması İngiltere ve SSCB için bir bahane oldu ve bu iki ülke, Birinci Dünya Savaşı

5
William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi: Rıza Şah Döneminde İran (İstanbul: Agora Yayıncılık, 2008),
s.213

5
yıllarında olduğu gibi, İran’ı işgal ederek kendi nufüz bölgelerine böldüler. İşgalin ardından Rıza
Şah, 16 Eylül 1941’de tahtı oğluna devrederek ülkeyi terk etti.

B) Muhammed Rıza Şah Yılları

a) İkinci Dünya Savaşı’ndan Musaddık’ın Devrilişine Kadar Geçen Süreç

İngiltere ve SSCB’nin ortak işgalinin ardından 1941 yılında tahta oturan Muhammed Rıza Şah,
ilk zamanlarda babasından oldukça farklı bir görüntü çiziyordu. Muhammed Rıza babasının
aksine İngilizce ile Fransızca’ya hakimdi ve eğitim sürecinin önemli bir kısmını İsviçre’deki Le
Rosey Koleji’nde geçirmişti. Fakat babasının sert ve korkusuz tavrından gelen karizmasından
yoksundu ve hükümdarlığının ilk yıllarında ülkesini kontrol altına almakta epey zorlanacaktı.

1941 yılındaki Sovyetler Birliği ile İngiltere’nin işgallerine 1943 yılında Amerika Birleşik
Devletleri de katıldı ve bu dönemde İran’da o güne kadar görülmediği gibi bir daha hiç
yaşanmayacak siyasi özgürlükler dönemi ortaya çıktı.6 Aşiret liderleri, ulema ve geleneksel
toprak sahipleri eskisi gibi etkin hale geliyorlar; bunların yanında da reformcu oluşumlar ortaya
çıkıyordu. İranlı Marksistlerin bir araya gelerek oluşturduğu Tudeh (Kitle) Partisi de bu reformcu
oluşumlardan biriydi. SSCB tarafından da desteklenen Tudeh kısa süre içerisinde, başta işçi sınıfı
olmak üzere, toplumun desteğini kazanarak 1946 seçimlerinde kabineden üç bakanlık kapmayı
başardı ve toplumdaki yaygın görüşe göre gelecekte ülkeyi yönetebilecek potansiyele fazlasıyla
sahipti. Ancak Sovyetler Birliği Tudeh’i desteklerken işgalin diğer ortakları bu duruma kayıtsız
kalamazdı. İngiltere Tudeh’in gücünü dengelemek için büyük toprak aileleriyle işbirliğine gitti,
ABD ise kendi danışmanları yardımıyla İran ordusuyla yakın ilişkiler kurdu. Washington, Şah’ın
gözünde İngiltere ile SSCB’yi dengelemek için çok kıymetli bir güçtü ve Şah ABD ile iyi
ilişkiler kurmaya kararlıydı. Ordunun ve jandarmanın güçlendirilmesi konusunda Muhammed
Rıza’ya destek olan ABD, savaş sonrasında da Sovyetler Birliği tehdidine ve iç tehditlere karşı
Şah’ı korumaya devam edecek ve 1979 İslam Devrimi’ne kadar da bu birliktelik sürecekti.

Şah’ın ülkeye hakim olamadığı dönemde ortaya çıkan bir diğer grup ise Muhammed
Musaddık’ın liderliğini yaptığı Milli Cephe’ydi. 1949 yılında kurulan Milli Cephe taşıdığı ruh
bakımından 1906 yılındaki meşruti harekete oldukça benziyor, oluşumun içerisinde şeriat yanlısı
ulema ile Batı tarzında yetişmiş aydın kesim bir arada mücadele ediyordu. Milli Cephe’yi
oluşturan gruplar büyük devletlerin kendilerini hor görmesinden, bu devletlere olan ekonomik
bağımlılıktan ve Şah’ın ülke içerisindeki otoritesinden usanmış insanlardan oluşmaktaydı. Milli
6
Filiz Kartal, İran İslam Devrimi: Aykırı Bir Devrimin Arka Planı (https://bit.ly/2wTzWwT, 2016), s.165.

6
Cephe’nin lideri Muhammed Musaddık soylu bir ailenin evladı olarak dünyaya gelmesine
rağmen ülkesinin sorunları üzerine kafa yorup halka kulak veren bir insandı. Şah’ın hakimiyetine
karşı demokrasiyi savunan Musaddık ülkenin ekonomik bağımsızlığına da önem vermiş, ABD’li
şirketlerin Suudi Arabistan ve Venezüella’dan çıkarttıkları petrol karşılığında bu ülkelere Anglo-
Iranian Oil Company’nin kendilerine verdikleri paydan çok daha fazlasını verdiğini görünce
petrollerinin millileştirilmesini savunmaya başlamıştır. Milli Cephe ve Tudeh’in ortaklaşa
hareket ettiği millileştrme propagandası halkta karşılık buldu ve ülke çapında protestolar baş
gösterdi. Petrolün millileştirilmesi için yapılan gösteriler yalnızca Batı’yı değil, Batı’nın kontrol
ettiği Şah’ı ve onun altındakileri de endişelendirmişti. Şah’ın en yakınındaki isimlerden biri olan
Başbakan Hac Ali Rezmara petrolün millileştirilmesine karşı olduğunu ve böyle bir durumun
mümkün olmadığını açıkladıktan kısa süre sonra bir suikaste kurban gitti. Bu durum Şah’a da
gözdağı vermişti. Suikastın ardından yeni başbakan Muhammed Musaddık oldu ve atılan ilk
ciddi adım petrolün millileştirilmesi oldu.

1951 yılında gerçekleşen bu millileştirilme hamlesi İngiltere ve ABD’yi oldukça kızdırmış olsa
da bu iki ülke ilk etapta yalnızca boykot çağrısı yapmakla ve Basra Körfezi’ndeki deniz
kuvvetlerini artırmakla yetindi. Büyük devletlerin boykottaki kararlılığı İran’ı ekonomik yönden
zor duruma düşürse de Musaddık kararından dönmemekte ısrar ediyor ve ülke içerisinde gücünü
artırmaya devam ediyordu. Ancak, 1952 yılına gelindiğinde durum tersine dönmeye başladı.
Boykotun yarattığı işsizlik Tudeh’in Musaddık karşısında güç kazanmasına yol açmıştı ve
gerçekleşen reformların laik yönü sebebiyle de ulema ile Milli Cephe arasına soğukluk girmişti.
Milli Cephe’nin güç kaybederek SSCB yanlısı Tudeh’in geri planında kalması ABD ve İngiltere
için iyi bir fırsattı. Sovyet tehlikesini bahane eden Batılı güçler, o sırada Musaddık’a darbe
yapmayı planlayan bir grup subaya destek olmak için, Şah’ın da onayıyla, Tahran’a CIA ajanı
gönderdi. Darbenin ilk hamlesi başarız olması sebebiyle Şah Roma’ya kaçsa da 19 Ağustos 1953
tarihinde başlatılan ikinci operasyon başarıya ulaştı ve Musaddık’ın başbakanlığı düşürüldü.
Musaddık’ın devrilmesinden 1979 yılındaki devrime kadar İran tamamen Şah’ın kontrolüne
girecekti.

b) Muhammed Rıza Pehlevi Diktatörlüğü

Musaddık’ın Ajax Operasyonu ile devrilmesinin ardından tahtını sağlama almak isteyen Şah
gerekli adımları atmaya başladı. Muhammed Rıza Şah ülke içerisindeki hakimiyetini korumanın
en önemli yolunun dışarıdaki güçlerin hakimiyetini kabul etmek olduğunun farkındaydı ve işe
Batı’ya olan sadakatini ispat etmeye çalışarak başladı. İngiltere ile 1952 yılında kesilen
diplomatik ilişkileri yeniden kurdu, yeni bir petrol anlaşması imzalayarak hazineye giren kar
oranını yüzde elliye yükseltti ve bu yolla hem iç tepkilerden kendini korudu, hem de İngiltere ile
yepyeni bir sayfa açmış oldu. 1955 yılında ABD’nin müttefikleri konumunda olan İngiltere,
Türkiye, Irak ve Pakistan ile beraber Bağdat Paktı’na katıldı. Amerika’dan aldığı büyük
yardımlarla orduyu güçlendirdi ve İsrail’in de desteğiyle iç istihbarat örgütü SAVAK’ı kurarak

7
ülke içerisinde kendisine muhalif olan kitleleri sert önlemlerle susturma yoluna gitti. 1960 ile
1963 yılları arasında, ABD’nin liberalleşme baskısı sebebiyle, kısa süren bir özgürlük dönemi
görülse de rejime yönelik artan protestolar kısa süre içerisinde Şah’ı geri adım atmaya zorladı.
Bu kısmi özgürlük döneminde kendini tanıtan ve 1979 Devrimi’ne damgasını vuracak olan
Humeyni, hükümeti sert dille eleştirdiği için SAVAK tarafından tutuklanıp yurtdışına sürüldü.
Kendisine karşı çıkan ayaklanmaları sert tedbirlerle bastıran Muhammed Rıza Şah, 1963 yılından
itibaren silahlı kuvvetlere daha fazla önem vermeye başlayarak asker ile monarşinin kaderini
birbirinden ayrılamaz olarak görmeye başladı. “Ben orduyum.” söylemi Pehlevi’nin silahlı
kuvvetlerle olan ilişkisini özetlemekteydi. 7 İran’da petrol gelirlerinin artışı ile silahlanma
birbirine paralel ilerliyordu ve Batı’da üretilen tüm konvansiyonel silahlar İran tarafından satın
alınıyordu.

Muhammed Rıza Pehlevi’nin 1963 yılında başlattığı Beyaz Devrim iktidarının kaderini büyük
oranda etkileyecekti. Açıklanan reform programındaki toprak reformu, okuma yazma seferberliği
gibi maddeler ilk anda kulağa oldukça hoş gelse de, uygulamalardaki başarısızlık halk ile Şah
arasına aşılamayacak duvarlar örmüştü. Muhammed Rıza Şah’ın en önem verdiği madde olan
toprak reformuna göre büyük toprak sahipleri elindeki fazla toprağı devlete satmak zorundaydı
ve devlet de bunları topraksız köylüye dağıtacaktı. Reform kırsal kesimdeki seçkin ailelerin ve
dini vakıfların gücünü kırması açısından oldukça başarılı oldu fakat programın sonra erdiği 1971
tarihinde köylü oldukça mutsuz durumdaydı. Birçok köylü kendisini geçindirmeye yetecek kadar
toprağa sahip olamamıştı ve umudu kentlere göç etmekte bulmuştu. Toprak reformuna gelen
eleştriler de sert bir şekilde bastırılıyordu. Hulasa, toprak reformunun en büyük sonuçları ülkenin
demografik yapısının değişmesi ve başta mollalar ile milliyetçilerin olmak üzere birçok grubun
Pehlevi karşıtlığının artmasına sebep oldu.

Gerçekte Beyaz Devrim toprak reformundan çok daha fazlasını içeriyordu. Beyaz Devrim
çerçevesinde okuma yazma seferberliği başlatıldı, başta ABD olmak üzere batı ülkeleriyle
kurulan ortaklıklar sayesinde sanayi girişimlerine yatırımlar yapıldı, sanayi yatırımı sonucunda
ülkedeki ulaşım ağları ve limanlar geliştirildi, 1973 OPEC krizi ile artan petrol gelirlerinin bir
kısmı eğitim ve sağlıkta iyileştirmeler yapılmak üzere kullanıldı ve Şah’ın Batılılaşma
takıntısının sonucunda, ister istemez, kadınların sosyal haklarında iyileştirmeler gerçekleştirildi.
Reform hamleleri kulağa oldukça hoş geliyor olsa da, gerçekleştirilen reformlar halkı memnun
etmekten uzaktı. Ülke hızla sanayileşiyordu fakat sendikaların susturulması ile birlikte işçiler hak
ettikleri maaşı alamıyorlardı, üstelik bu sanayileşme yatırımları çarşı esnafına da zarar veriyordu.
Gerçekte bu programlardan yalnızca Muhammed Rıza Şah’ın etrafında olanlar
faydalanabiliyordu. Şah ülkedeki büyük toprak sahiplerini ve ulemayı bitirmişti ama bunların
yerini dolduracak kendi elit sınıfını da yaratmıştı.

7
James A. Bill, Robert Springborg; Politics in the Middle East (Glenview, III., 1990), s.204

8
Ülke içerisindeki eşitsizlik ve ABD hegemonyası halkı rejimden nefret ettirse de gittikçe artan
SAVAK baskısı seslerini çıkarmalarına engel oluyordu. Bunun sonucunda bazı gruplar çareyi
gerilla gruplarına yönelmekte buldu. Fadayan-ı Halk ve Mücahidin-i Halk gibi bazı gruplar
devlet temsilcilerine ve Amerikalılara yönelik saldırılara başladı fakat hükümetin bu muhalif
gruplara tepkisi çok sert oldu. 1970’li yılların ortalarında ülkedeki baskı her geçen gün daha da
artıyordu. 1975’e kadar devam eden sembolik iki partili dönem de artık son bulmuş, Milli
Kalkınma Partisi kurularak ülkedeki tek parti halini almıştı. Esnafın zorla üye yapıldığı bu parti
çarşı esnafını ve ulemayı hedef gösterirken, bu gruplar SAVAK eylemlerinden de nasibini
alıyordu. Muhammed Rıza Şah elindeki bu sınırsız güçle iktidarını sağlama aldığını düşünüyor
olsa da halk her geçen gün birbirine daha da kenetleniyor ve kendisi için tehlike çanları çalmaya
başlıyordu.

Kaynakça

Cleveland, William L. Modern Ortadoğu Tarihi. İstanbul: Agora Yayıncılık, 2008.


Djalili, Mohammad Reza; Kellner Thierry. İran’ın Son İki Yüz Yıllık Tarihi. İstanbul: Bilge
Yayıncılık, 2011.
Karadeniz, Yılmaz. İran Tarihi (1700 – 1925). İstanbul: Selenge Yayınları, 2012.
Ahmad, Feroz. İttihatçılıktan Kemalizme. İstanbul: Kaynak Yayınları, 2014
Kartal, Filiz. İran İslam Devrimi: Aykırı Bir Devrimin Arka Planı. https://bit.ly/2wTzWwT,
2016.
Kurt, Emre. İran Devrimi ve Sonuçları. İstanbul, 2012
Dilek, Kaan. İran Devrimi ve Dış Politika Dinamikleri. https://bit.ly/2NqhQgq.
Küçükkalay, Mesut. Endüstri Devrimi ve Ekonomik Sonuçlarının Analizi. Isparta: Süleyman
Demirel Üniversitesi İİBF Dergisi, 1997
Doğan, Orhan; Erdoğan, Aysel. XIX. Yüzyılda İngiliz Sömürgeciliğinde Hindistan’ın Yeri ve
Önemi. Gaziantep: Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2017

You might also like