You are on page 1of 26

BEYNİN EVRİMİ VE DİN

Pascal “Dua edin inanmaya başlayacaksınız” demişti. Yani, “içine bir girin Tanrıya ya da dine
ilişkin kuşkularınız kalmayacaktır” demek istemiş. Peki, salt bir kuşkucu olarak “Din
Olgusu”na bakacak olursak göreceğimiz şey nedir? İnsanın, tüm organizmalar gibi “evrimsel
süreçlerin ürünü olduğu” yadsınmaz bir gerçek ise insana ait bir olgu olan DİN'i de evrimsel
süreç içinde anlamaya çalışmak oldukça makul bir yöntem olsa gerek. 3000 yıl önce Homeros
“Tüm insanların tanrılara ihtiyacı vardır” demişti. Bir antropolog “Örümcek için ağ, kunduz
için bent, kuş için şakımak neyse insanlar için de tanrılar ve din odur” diyor. Jung “bizden
önceki tüm nesiller öyle ya da böyle tanrılara inanıyordu” diye belirtiyor. İnsanın kolu,
bacağı, pankreası, böbreği ya da korkusu, şehveti gibi doğal bir uzvu olarak gelişip seçilim
mekanizmalarından elimine edilmeden bugünlere kalan insanın doğasına ait bu olgu(DİN)
bizden önceki insanlarda nasıldı?

Yaklaşık 2 milyon yıl önce ortaya çıkan HOMO HABİLİS, 1,8 milyon yıl önce ortaya çıkan
HOMO ERECTUS, 200 bin yıl önce ortaya çıkan ARKAİK HOMO SAPİENS, 100 bin yıl
önceki ERKEN HOMO SAPİENS ve yaklaşık 40 bin yıl önce sahneye çıkıp bugüne dek
gelen MODERN HOMO SAPİENS nasıl bir tanrıya inanıyorlardı? Bilgiyi; öğrenme, işleme
koyma, uygulama, analiz etme, akıl yürütme, değerlendirme ve karar verme becerilerine
BİLİŞSEL BECERİLER diyoruz. Bu becerilerin hangilerinin hominin(tüm homo türleri)
evriminin bir parçası olarak hangi dönemlerde ortaya çıktığını belirleyebilirsek söz konusu
bilişsel becerilerin sonucu olarak ortaya çıkan dinsel olguları da teşhis edebileceğiz. Zihinsel
gelişim beyin gelişimi ile doğrudan ilintiyi hemen akla getiriyor. Darwin kişisel notlarında
“arzuların ve tanrı sevgisinin tümünün beyin organizasyonumuzun ürünleri olduğunu”
yazmıştı. O halde inceleyeceğimiz alanı daraltarak BEYNİN EVRİMİ VE DİN şeklinde
çerçeveyi çizelim.

Homininlerde beynin evrimi ile ilgili bilgiler 5 araştırma alanından sağlanıyor: 1) Hominin
kafatasları üzerinde yapılan araştırmalar, 2)Tarih öncesi insan yapımı nesneler üzerinde
yapılan çalışmalar, 3)İnsanlara ve primatlara ait beyinlerin postmortem(ölüm sonrası)
incelenmesi, 4)Canlı insan ve primatların beyin görüntüleme araştırmaları, 5) Çocuk gelişimi
çalışmaları Homininlerin bilişsel yetenekleri ve davranışları beynin gelişmişlik düzeyine
ilişkin ciddi ipuçları sağlıyor. Örneğin el yapımı aletlerin gelişmişlik düzeyi zekânın düzeyine
işaret ettiği gibi söz konusu eşyaların işlevleri de ait olduğu türün bilincinin derinliğini
anlamamızı sağlıyor.

Bilim insanlarının teşhisleri memeli beyninin 200 milyon yıldır evrim geçiriyor olduğu
şeklinde. İlk 140 milyon yıl boyunca önemli bir değişiklik olmamış, 60 milyon yıl önce
dinazorların soyunun tükenmesiyle değişen habitat memelileri de dönüştürüyor. Dinazorların
yok olmasıyla memeliler hızla çeşitlenip büyüyorlar. Beyin de farklılaşarak neokorteks
denilen beynin dört lobunu örten bir nöron tabakası gelişiyor. Önceki hayvanların korteksinde
3 nöron katmanı varken şimdi 6 katman ortaya çıkıyor. Böylece çok daha karmaşık bilgi
işlenebilir hale geliyor. İlk primatlar bu memeli çeşitlenmesinin bir parçası olarak 60 milyon
yıl önce ortaya çıktı ve 235'i halen varlığını sürdüren yüzlerce tür oluştu. Yaklaşık 18 milyon
yıl önce bize en yakın grup olan kuyruksuz büyük maymunlar, 6 milyon yıl önce de
homininler diğer maymun türlerinden(hominidler) ayrılarak kendi evrimsel yollarına girdiler.
2001 yılında Çad’ta 6 milyon yaşında bir fosil bulundu. “Sahalenthropus tchadensis” adı
verilen bu bulguya ilk iki ayaklı hominin olarak bakılıyor. Bu fosilin beyin hacmi 400cm3.
Bugünkü şempanzelerin beyin hacmi de yaklaşık bu kadar. Gerçi 1974 yılında Etiyopya’da
adını “Lucy” koydukları bir “Australopitecus” bulunmuştu ama onun yaşı 2-4 milyon yıl
aralığındaydı. Tanzanya’da keşfedilen Homo Habilis fosilleri yaklaşık 2 milyon yıllık. Homo
Habilisin ortalama beyin hacmi 630cm3 yani öncekinden 1/3 daha büyük.

Homo Habilis (yetenekli insan) türü taşlardan ilkel aletler yapabiliyordu. Gerçi
Australopitecus’a ait olduğu düşünülen 3,3 milyon yıllık taş aletler bulunmuşsa da çok daha
ilkeldi. Habilis yaptığı taş aletleri bir yerden başka bir yere taşıyıp, kullandığı için planlama
yeteneği olduğunu düşündürüyor. Beynin önemli ölçüde orantısız büyümesi “Homo Habilis”
ile başlamış görünüyor. Beyin büyüklüğü vücut büyüklüğüne orantılanırsa insan beyni bilinen
en büyük beyin. Homo habilisin artan beyin hacmi fazladan 1 milyar nöron sağlasa da insan
beyninin asıl benzersizliği beyinde genişleyen özel alanlar ve bağlantılar olduğunu söylüyor
bilim insanları. Böylece iki gerçek ortaya çıkıyor: 1) Homo Habilis öncüllerine göre daha
zekiydi 2) Beyninin orantısız şekilde büyüyen bölgeleri( bugün yapılan beyin görüntüleme
çalışmaları ile bulunan) zekâ bileşenlerinin olduğu bölgelerdi. Bilim dünyasında henüz Homo
Habilisin beyninin neden büyüdüğü sorusunun genel kabul gören bir cevabı yok. Çeşitli
kuramlar var. Sonuç olarak Homo Habilis hakkında zeki olduğu, ancak zekasının farkında
olmadığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla açlık, üreme, korku gibi güdüsel dürtülerle hareket eden
bilinçten yoksun bir organizma olması hasebiyle ne bir tanrı fikri ne de bir inanç biçimi söz
konusu değil. Beyin karşılaştırması yapabilmenin bir yolu, ensefalizasyon katsayısıdır (EQ).
Bu sayı esasında bir orandır ve şu şekilde hesaplanır; türün gerçek beyin büyüklüğü ve türün
vücut büyüklüğünün sahip olması beklenen beyin büyüklüğü arasındaki orandır. 1.0 ‘ın
üzerindeki bir ensefalizasyon katsayısı, hayvanın beklenen beyin büyüklüğünden daha büyük
bir beyne sahip olduğu anlamına gelir. İşte bizim asıl övündüğümüz nokta da esasında
burasıdır; çünkü insanlar bu hesaplamada yaklaşık 7.5’lik bir EQ ile liste başıdır. Filler,
yaklaşık 2.0; şempanzeler, 2.5 ve şişe burunlu yunuslar için ise bu oran 4.14’tür.

Elimizdeki verilere göre Homo Erectus(dik duran insan) yaklaşık 1,8 milyon yıl önce ortaya
çıktı ve 300 bin yıl öncesine kadar yaşadı. Yani dünyada 1,5 milyon yıl var oldular. Yetişkin
Homo Erectus’un boyu 152 cm ağırlığı 57 kg civarında, beyin hacmi ise 750 ila 1.250cm3
arasında, ortalama 1000cm3 diyebiliriz. Bu durumda Erectus Habilisten daha uzun ve beyni
%60 daha büyük. Erectus’un organizmasındaki bu ilave donanım ne gibi davranışlara yol
açmış olabilir? Öncelikle daha gelişmiş aletler yapabiliyor. Yaptığı aletlerle başka aletler
yapmaya başlamış. Yonttuğu taşlarla iki ucu sivri mızrak yapmış(arkeolojik kazılarda
ortalama uzunluğu 180cm olan mızraklar bulunmuş). İkinci olarak Habilis daha ziyade başka
hayvanların avlarından arta kalanı yediği halde Erectus büyük memelileri avlamaya başlamış.
Bu büyük hayvanların avları ise işbirliği, organizasyon ve koordinasyon gerektiriyor.
Üçüncüsü erectus ateşi kontrol altına alıp kullanan ilk hominin. Ateşin ilk kullanımına ilişkin
790.000 yıl öncesine ait kanıtlar var, 400.000 yıl önce ise iyice yaygınlaşmış. Ateşin kontrolü
ile birlikte kamp ateşi etrafında toplanma sosyalliğin artmasını sağlamış vs. Daha öncesine ait
geniş çaplı bir göç tespit edilemezken 700.000 yıl önce Afrikadan çıkarak dünyanın dört bir
yanına dağılıyor. Demek ki Erectus’un beynindeki genişleme ve organizasyon ona bir vizyon
katmış. Endonezya’dan İngiltere’ye kadar yayılan Erectus bu bölgelere uyum sağlayarak
hayatta kaldığına göre bir ortak yaşam biçimi geliştirmiş bu da köklü değişikliklere yol açmış
görünüyor. Homo Erectus’taki bu radikal davranış değişiklikleri antropolog ve evrimsel
psikologlara bu değişimin zekâdan öte bir şey olduğunu düşündürtmüş. Zekâ dürtüsel
olduğu için beynin gayrı iradi işlevlerinden, ama öz farkındalıkta irade var. Zekâ
bilinçten bağımsız işleyebiliyor ancak ben hissi bilince ait bir işlev yani burada sanki
Homo Erectus varlığının kumanda merkeziyle bir pazarlığa oturarak idarenin bir
kısmını almış ya da başka biçimde söylersem Erectus zekiydi ama zeki olduğunun da
farkına vardı. Habilis zekiydi ama zeki olduğunun farkında değildi. Erectus’un öz
farkındalığa sahip olduğuna dair bir kanıt da Erectus2un yaptığı aletlerin sağ el ile yapılmış
olması. Yani modern insan beyninin bu özelliği onda da var. Kollektif hafızanın tarih
öncesine ait bulanık anılarında Narkissos’u arayacak olursak herhalde Homo Erektus’ta
bulurduk.

Homo Erectus’ta Tanrı fikri oluşmuş muydu? Herhangi bir inancı var mıydı? Öncelikle
çocuğun yaşı belirleyicidir. 6 yaşına kadar çocuk öleceğini bilmez. Bilmediği için de iç
dünyasını üzerine kurduğu trajedisiz temel bu yıllardır. Ancak bu yaştan sonra 9-10 yaşa
doğru Tanrı fikri tohum halinde oluşmaya başlar. Hatırladığım kadarıyla soyut düşünme
ergenlik sonrasında netleşiyor benim bahsettiğim “çocuk” ergenlik öncesi çocuk aslında,
meseleyi daha iyi anlamak açısından Erectus’u çocuğa benzetebilir miyiz? Yapılan
araştırmaların tamamı yaşla orantılı olarak beyinde gerçekleşen değişikliklerin algıda ve
davranışlarda değişikliğe yol açtığını gösteriyor. Evet tam da bu paralellikten yola çıkıyor
bilim insanları. Zaten 6 yaşın üstünde bir çocuğu izole etsen dahi metafizik sorular aklına
mecburen gelir. Tanrı fikri deyince şunu anlamalıyız nerden geliyorum? Nereye gidiyorum?
Ben kimim? Gibi varoluşsal sorulara bulunan cevaplardır. Unutmayın hem çocukta hem insan
topluluklarında din ölümlü olduğunun kavranmasıyla başlar. Bu çocukta 6-9 yaş aralığına
denk gelirken hominin şerde 40.000 yıl önceye tekabül ediyor. Çünkü en eski mezar
kalıntıları 40.000 yıl önceye ait. Bu noktada bir sorum olacak. Kavram olarak Tanrı mı önce
oluşmuştur yoksa din mi? İlk örnekler nasıl ona bakmak lazım ama ben din ya da dogmanın
önce olduğunu düşünüyorum. Tanrı bir şekilde var. İman konusu olmaksızın hem de. Ama bu
var oluş tarzını açıklayabilirsek ne ala. Eğer ideolojik bir tutum ve tepki olarak evrimi
pekiştirmeye dönük olarak Tanrısızlığı kanıtlamak gibi bir amaç gütmüyorsak Tanrısızlık
ihtimaline eşit olasılıkta Tanrının varlığına da ihtimal var. Onun dinin ibadet edilecek Tanrısı
olması şart değil. Evrim teist yaklaşımla da temellendirilebilir. Tanrıyı kabul etmek evrime
karşı çıkmayı gerektirmez. Neden bu Tanrı varlığın, oluşun ta kendisi olmasın? Homininler
Erectus’a kadar oldukça dar bir coğrafyada yaşıyorlardı. Çünkü toplayıcı idiler ve ölen veya
öldürülen hayvanların kalan kısımlarını yiyerek hayatta kalıyorlardı. Örneğin havada dolanan
akbabaları gördüklerinde o bölgede leş olduğunu anlayıp bölgeye intikal ederlerdi.
Kendilerinin ne 3 saniyede 100km hıza çıkabilen çita gibi koşma yeteneği ne de aslan, kaplan
gibi güçlü pençe ve dişleri vardı. Homo Erectus keskin el baltaları yapıp bunlarla ucu sivri
mızraklar imal etmeye başladıktan sonra beslenme zincirinde üst sıralara doğru tırmandılar,
artık onlar da avcı oldular. Dolayısıyla avın peşinden giderek çok geniş göç alanları
oluşturdular. Tabii bu arada öldürmeyi de öğrendiler. Av bazen bir geyik ya da bizon bazen de
bizzat kendileri oluyordu. İşte bu av-avcı ilişkisi mistik atmosferin inşasını sağlayan en
önemli unsur bence. Av-Avcı ilişkisi çerçevesinde yaşam enerjisi anlamında doğadaki tüm
aktörlerde (kartal, sırtlan, jaguar, nehir, dağ, ağaç vs) onlara hayatta kalma gücünü veren,
öldüğünde çıkıp bedeni terk eden bir güç (en mistik, gizemli olan da buydu) vardı ve bu bir
çeşit “ANİMA”(RUH) idi.

Antropologların raporlarına göre bütün avcı kabilelerde avcı avını öldürdüğünde küçük bir
ayin yaparak avın animasının avcıya geçerek avcının animasını güçlendirmesini sağlar.
Mesela Amazon yerlileri ormanın en tehlikeli avcısı olan jaguarı en güçlü anima olarak
gördüklerinden üzerlerinde ona ait bir post parçası, bir diş vs taşıyarak hem ondan
korunduklarına hem de onun gibi amansız bir avcı olduklarına inanırlar. Öyle anlaşılıyor ki
inancın erken biçimlerinde Tanrı fikri yok. Ruhlar(anima) yaşam gücünün dolaşımını
sağlayan gizemli varlıklar olarak hayat mücadelesinin aktif bir unsuru olarak varlar. Peki o
halde anima algısının özelliği nedir? Ya da animayı günümüz Tanrı’sından farklı kılan nedir?
Tek kelime ile algılayan öznenin “bilinç” yapısı. Erectus’ta öz farkındalık yani ben duygusu
var, dolayısıyla sen öznesi de oluşmuş. Ancak karşısındaki kişinin kendisi hakkındaki
düşüncelerini dürtü düzeyinin ötesinde anlayamıyor. Ve belki de bilincin en önemli bileşenini
oluşturan otobiyografik bellek (geçmiş deneyimlerin ışığında geleceği planlamak) henüz yok.
Bütün bu özellikler modern “Homo Sapiens’te” ortaya çıkacaktır. Yani 40.000 yıl önce.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Bilincin bileşenleri oluşup olgunlaşana dek bugünkü
anlamda bir din ve Tanrı’dan bahsetmek mümkün değildir. Bu bileşenlerin oluşması ise
beynin evrimi ile mümkün olmuştur. Farklı biçimde söylersek Tanrı kavramı da dahil din
insan bilincinin bir ürünüdür. Bilincin birincil fonksiyonu anlam üretmesidir. Var kalabilmek
için anlamlandırması zorunludur. Beyin denilen organizasyonun yapılanma biçimi
doğurmuştur bunu. Duyu organlarından gelen veriler imgelere dönüşür, imgeler bir araya
gelip eklemlenerek imajinasyonlar (hayaller) oluştururlar. Bu hayaller uyanıkken kontrollü,
uyurken kontrolsüz cereyan eder.

Öldürmeyi anlamlı ya da katlanılabilir kılmak mıydı yani ruh düşüncesinin çıkışı eğer öyleyse
inanç gerçekle baş etme çabası olarak başladı ve öyle devam etti diyebilir miyiz? Mircae
Eliade “din insan bilincinin bir parçasıdır” der. Dikkat edin! Çok önemli bir şey söylüyor.
Din, insan bilincinin bir sonucu ya da üretimi demiyor, bilincin kendisidir diyor. Hatırlıyorum
bu dediğini Eliade tabi ki saygı duyduğum biri fakat bunu doğru kabul etmek için bir
gerekçesi var mı? Bu bir aksiyom gibi duruyor.

Din, Tanrı gibi olguları kucaklayacak daha geniş bir kavram olan “kutsal” kavramını
kullanmak olguları yakalamak açısından daha yararlı. Mesela güneş tutulmasının saf
akıl(Raison Pure) açısından hiç bir anlamı yoktur. Sadece nedenleri ve sonuçları vardır.
Anlamın ortaya çıkması için canlı özne, yüklem ve bağlam gereklidir. Sandalyenin bacağı
kırıldı” denildiğinde belirsiz bir nesne söz konusu olduğundan sadece kırılma fiilinin negatif
hissini belli belirsiz hissederiz ya da hiç hissetmeyiz. Ama sandalye yerine “anne”nin
kelimesini koyarsan bütün metabolizman hızlanacaktır. Ya da sandalye kelimesinin önüne
“babadan kalma çok sevdiğin” sıfatını eklersen etkisi yine fazla olacaktır. Burada bacağı
kırılana yüklediğin anlam güçlendikçe kırılmanın sen de yaratacağı etki de artacaktır.
Duyguları çok kabaca “bedende cereyan eden kimyasal anaforlar” olarak tanımlarsam, bu
anaforların bilinç tarafından yakalanarak ifade edilmesi, ifade formunu kullanması sebebiyle
saf aklın kalıplarına benzese de kaynağı, geldiği yer itibariyle çok farklıdır. Saf aklın
düzeyinden güneş tutulması herhangi bir anlam yüklenecek bir şey olmadığı halde insan
imgelemi bu hadiseyi anlamlarla donatarak kutsala dönüştürüverir. Şiirsel formlarla bilimsel
formlar arasındaki derin farklar bilincin veriyi yakaladığı yer/düzey/kaynak tarafından
belirlenir. Şiirsel/sanatsal/dinsel formların tamamı “İMGELEM” düzeyinden çıkıp şekillenir.

Bunu da yine bilincin gelişmeye başlamasıyla gelen bir durum olarak açıklayabileceğimizi
düşünüyorum. “Öldürme” eylemi çoğu zaman (canlının kendini koruması, beslenmesi,
barınacak yer bulması gibi birçok sebep bakımından) güdüsel gelişen bir durumken
“öldürmeme” eylemi bilinç gerektirir -ki önceki konuşmalarda "irade" gerektiren durumların
bilinç varlığında gerçekleştiği söylenmiş, itiraz da edilmemişti. Sonuç olarak inanç insanın
kötü fiillerde bulunmaktan kaçması ya da bunlara açıklamalar bulmak isteme eğilimi ile
doğmuştur fikrimce. Aynen katılıyorum, öldürmeme tercihi çoğu zaman öldürme eyleminden
çok daha fazla bilinçlilik durumudur. Ya da başka türlü söylersek öldürme güdüsünün kontrol
altına alınarak ahlak, hukuk, kanun ile sınırlandırılması din ile başlamıştır.

Bir terim olarak zihin kavramı düşünce sahnesine Descartes ile çıkmış ve zihin felsefesine
ilişkin tartışmalar 17. yüzyıldan sonra başlamış gibi gözükse de kavramın kapsamına ve arka
planına baktığımızda karşımıza felsefenin başlangıcından itibaren filozofların derinlikli
biçimde ele aldığı ve felsefelerinin temel taşlarından biri haline getirdiği merkezi bir kavram
olan “RUH” kavramı çıkmaktadır. Homerik metinlerde psukhe (Latincesi Anima) yalnızca
ölüm söz konusu olduğunda bahsi geçen, yaşamın sürmesini sağlayan ancak bunun dışında
zihinsel etkinliklerden sorumlu olmayan, kişi öldükten sonra bedenden çıkıp giden ve kişinin
imgesi veya gölgesi olarak Hades’te bilinçsiz bir şekilde varlığını sürdüren bir şey olarak
tanımlanır. Mitolojik zihin diyebileceğimiz algılama biçimine sahip tarih öncesi insan, ölünce
canlılık emareleri olan hareket, duyumsama gibi özellikleri kaybettiğinden bedene giren bir
şeyin onu canlı yaptığını düşünür. Ya da canlılığa neden olan şeyin bedeni terk etmesinin
ölüme sebep olduğunu. Dolayısıyla burada kendiliğinden beden-can düalitesinin oluştuğu
görülür. Canlı ile cansız arasındaki fark da insanın doğrudan deneyimlediği, var olanlara
ilişkin belki de en açık ve doğal olgulardan biridir. İnsan, sürekli var olanlar arasındaki bu
farkı görmüş ve canlıyı cansızdan ayıran şeyi anlamaya, adlandırmaya ve tanımlamaya
çalışmıştır. Her kültürde ve dilde, bu ayrıma işaret eden kavramlar ortaya konmuş, bu
kavramlar yoluyla “canlılık” halini yaratan “şey” veya “şeyler” hakkında düşünce ve inançlar
geliştirilmiştir.

Prehistorik insanda canlıyı cansızdan ayıran şey bedene giren ruhtur. İlkel insan için algıladığı
şey gerçektir, gerçek olan algılanandır. İnsan, rüya esnasında etrafındaki şeyleri
algılayabildiğine göre bunu algılayan varlık da gerçek olmalıdır. Antropologlara göre
Prehistorik zihin uyanıkken bedenine giren ruhun başka uykuda giren ruhun başka olduğunu
düşünüyordu. Uykuda bedene giren ruh (özgür-ruhtur çünkü istediği her şeyi yapabilir,
mesela uçabilir) gerçek bir varlıktır. O, bizi kuşatan hava gibi elle tutulmaz, gözle görülmez
bir şeydir ancak nasıl ki hava bu dünyanın fiziksel bir parçası ise, özgür-ruh da öyledir.
Hemen tüm kültürlerde, beyaz bir duman, bulut ya da ışık huzmesi olarak betimlenen
“hayalet” kavramının temelinde aslında kişinin bu dünyada varlığını sürdüren bireysel
özgür-ruhuna yönelik inanış bulunmaktadır. Özgür-ruh neredeyse tüm dillerde, nefes
kökünden türetilmiş bir kelime ile karşılanmaktadır. Canlılık hali, kendisini insanın nefes alıp
verişinde ortaya koymaktadır; ruhun bedeni terk ettiğinin göstergesi de nefesin kesilmesidir.
Buna göre ilkel düşüncede kişinin her türlü zihinsel ve bilişsel faaliyeti tümüyle bedene
bağımlı olarak algılanmakta, çünkü ruhların bir organın içinde ikamet ettiği ya da onun bir
işlevi olduğu düşünülmektedir. Bu görüş ruha ve ölüme ilişkin araştırmalar açısından büyük
önem taşıyan iki ilginç sonucu beraberinde getirmektedir. (1) insanın her tür zihinsel
faaliyetinin bedene bağımlı olması ve ondan bağımsız olarak var olması mümkün olmayan
yetiler olarak görülmesidir. (2) Bu düşüncede, insanın yalnızca bedensel ve zihinsel
faaliyetlerden müteşekkil bir varlık olarak görülmediği, bugünün paradigmasından
bakıldığında adlandırılması oldukça zor olan bir diğer ögeyi yani özgür ruhu da içerdiği
ortaya çıkmaktadır. Yaşadığı hayata dair bir hafızası olmayan, düşünme, duyumsama ya da
duygulanma yetisi bulunmayan “özgür-ruh”, ya da "başıboş ruh" adeta boş bir gölgeden
ibaretmiş gibi gözükmektedir. Canlılığın bu iki farklı durumunda (uyku ve uyanıklık) bedende
hüküm sürdüğü düşünülen bu iki ruhun zamanla aslında aynı ruhun kontrollü(uyanık durum)
ve kontrolsüz(uyku durumu) hali olduğu düşünülür hale gelmiş. Yani ruhun, “bütün”ü temsil
eden bir kavram olarak anlaşılması tarihsel bir sürecin sonucunda gerçekleşmiştir. Fakat bu
bütünleşme gece-gündüz karşıtlığı gibi bir gerilimi barındırıyor.

SOKRATES

Atina mahkemesi her ne kadar Sokratesi yargılayıp mahkûm etmişse de Platon sayesinde
2500 yıldır tüm medeni dünya da Sokratesi mahkûm edenleri yargılayıp mahkûm etmiştir.
Şimdi ben Sokratesin yargılanmasından 2418 yıl sonra elimizdeki bilgiler ışığında Sokratesi
yeniden yargılamak istiyorum. Bu defa hakim ve jüri biz olalım bir yanda Sokrates(DAVALI)
diğer yanda Atina(DAVACI) olan davayı görüşelim. Mahkeme heyeti olarak evvela;
idealleştirilmiş(menkıbevi) Sokrates ile tarihi(gerçek) Sokratesi ayrıştırmalıyız. Menkıbevi
Sokrates(bundan sonra MS)'e ilişkin birincil kaynaklarımız Sokratesin üç öğrencisi(Ksenofon,
Antistenes ve Platon) ve bir çağdaşı(şair ve tiyatro yazarı Aristofanes) olmak üzere 4 kişidir.
En yakın ikincil kaynak Aristodur. Tarihi Sokratesi (TS diyelim) ise ancak Antik Yunan
toplumunun kültürel ve siyasi tarihinden çıkarabiliriz. Şimdi, mahkeme heyeti olarak
mahkeme katibinden( ki bu Ali oluyor) davayla ilgili diğer üç diyaloğu(Euthypro, Kriton ve
Phaidon) ve Ksenofona ait Türkçeye tercüme edilmiş konumuzla ilgili iki eseri(Sokrates’ten
Anılar ve Kyros'un Eğitimi) rica ediyoruz. Devamında Aristofanesin "Bulutlar" oyunu başta
olmak üzere “Kuşlar”, “Kurbağalar” ve “Yaban Arıları” isimli oyunlarını da temin ederse
heyet olarak sağlıklı yargılarda bulunabileceğimizden kendisine ayrıca minnettar kalırız.
Euthypron ve Sokrates Atina mahkemesinde karşılaşırlar. Sokrates’e Meletos dava açmıştır,
tebligat için mahkemeye çağrılmış, burada Euthypron ile karşılaşmıştır. Hakkındaki suçlama
“Atinalı gençleri dinsizlikle yoldan çıkarması” imiş. Bu arada Euthypron'un mahkemeye geliş
sebebi ise babasını dava etmesidir. Çünkü babası emrindeki bir çalışanını ellerini bağlayarak
kuyuya atmış günlerce bekletmiş ve ölümüne sebep olmuştur. Çok dindar bir insan olan
Euthypron dindarlığı gereği bu duruma kayıtsız kalamaz ve babasını mahkemeye verir. Bizim
dalgacı Sokrates (bence sırf zekasını tatmin edeceği bir fırsat eline geçmiş olduğundan)
moron Euthypron'a dindarlığın ne olduğunu sorar. Diyaloğun başından sonuna kadar bu
moronla makara yapar Sokrates. Zaten en sonunda kafası iyice karışan Euthypron “benim
acelem var” diyerek hızla uzaklaşır. Bir tür ProNasrettin figür olan Sokratesi bir kenara
bırakırsak (ki aslında bir kenara bırakmamamız gerekir, çünkü asıl konumuz Sokrates’tir)
Platon ciddi ciddi şu soruyu sorar: “Dine uygun olan “şey”i Tanrılar, dine uygun olduğu için
mi hoş görürler, yoksa bu “şey”, tanrılar hoş gördükleri için mi dine uygundur?" Platon
“Sokratesin Savunması” diyaloğunu önce yazdığı halde “Euthypron” diyaloğu kurgu olarak
“savunma”dan önceki bir zamanda geçer. Sokrates'in yargılanması bağlamında “Euthypron”
diyaloğunu değerlendirecek olursak: Sokrates öncelikle “dinsizliği yasaklayan yasayı ihlal
etmekle” suçlanmıştı, yani Sokrates “mevcut dini yapıyı reddeden bir dinsizlik” içinde
olmakla suçlanıyor. Euthypron diyaloğu bu suçlamanın tastamam doğru olduğunun kanıtı
olduğu gibi Sokrates te hem mevcut din, dindarlar ve tanrı tasavvurlarını topa tutarak adeta
hakkındaki iddiayı doğruluyor. Yalnız bir nokta dikkat çekiyor. Sokrates dinsiz değil,
Apology (savunma) da gördüğümüz üzere bir “iç sesi” vardır. Zaten Euthypron da bunu
bildiğinden suçlamanın kaynağında bu olguyu görür. O halde Atina Devleti açısından sorun
yeni bir peygamber ve bu peygamberin tebliğ ettiği yeni bir din ve yeni bir Tanrı mıdır?

Savunmasında Sokrates; mevcut dinleri ve tanrıları ile ilgili bir problemi olmadığı açık açık
söylüyor abi. Hatta onları, kendisini dinsizlikle suçlayanlardan daha fazla benimsediğini ifade
ediyor. Savunması boyunca ısrarla üzerinde durduğu konu insanların kendilerini kaldırmaları
(bilgelik arayışını birakmalari) ve onları yüceltecek erdemlerin içlerini boşaltmaları olduğunu
söylüyor. Yalniz çeviride hep "BILGELIK" üzerine konuşulduğu için ilk başta anlayamadım
fakat bazı yerleri tekrar okuduğumda Sokrates'in bilgeliğin yüce yönlerinin tırpanlanarak
"Ranta" dönüştürülmesine isyan ettiğini hissettim. Belkide (yanlış düşünüyor olabilirim)
Atina' nin ileri gelenleri ellerinde bu rant/menfi üstünlüğün tehlike altına girmesine karşı,
hamle yapıyorlar gibi geldi bana. Bu sebeple; yeni bir din, yeni bir peygamber ve referans
alınan yeni tanrı gibi sorunları olduğunu düşünmedim. Çünkü eğer sizin çocuklarınızı sizden
ve inanclarinizdan koparmış olsaydım benden intikam alırlardı/alirdiniz diyerek savunmasını
ilerletiyor. Bu durumda Atina devleti; ki bu devlet zaten mahkeme baslamadan idam
kararını çoktan vermiş, Sokrates'in fikirlerinden ziyade alışılagelmiş yönetme ve baskı altında
tutma ekipmanlarının SORGULANMASI ve yakın bir gelecekte ELLERINDEN
ALINABILMESINE karşı reaksiyon sergiliyor denebilir mi?

Sokrates Euthypron diyaloğunda Atinalıların Tanrı’larının birbiri ile kavga eden tutarsız
tanrılar olduğunu söyler. Ayrıca bu Tanrı’lara inanmanın ne kadar aptalca olduğunu ilave
eder. Sonra devletin Sokrates’i baştan idam etmeye karar vermiş olması da doğru değil.
Sokrates istese ya da prosedürü takip etse beraat ederdi. Bu durumda senden istemiş olduğum
metinlerin bulabildiğin kadarını paylaşırsan konuya daha geniş bir açıdan bakabilme şansımız
olacak.

Gerçekte “MENKIBEVİ” ve “TARİHSEL” ayrımı tarihçilik mesleğinin bilimsel bir statü


kazanmasından sonra tüm tarihi şahsiyetlere uygulanmıştır. Örneğin binlerce yıl önce yaşamış
İsa gibi bir peygamber için de çok yakın tarihte yaşamış Atatürk gibi bir lider içinde aynı
ayrımsal ilişki geçerlidir. Bu tür kişilikler hem tarihsel karakterler olduğu için hem de halk
bilincinde folklorik bir bilinç (ve bilinçaltı) unsuru oluşturduklarından iki algı iç içe geçer.
Tarihsel olan belgelenebilen, doğrulanabilen olgular iken Menkıbevi (bu terimin ilk kullanımı
Fuat Köprülüye aittir) olan belge ve olguya değil halkların zihin dünyalarındaki imge ve
tasavvurlara (imajinasyon) dayanarak kendini sözlü anlatılarla dile getirir. Örnek vermek
gerekirse, İLYADA anlatısında Troya isimli bir şehir devletinde yaşanan savaşlar anlatılır.
Ancak 19. yy'ın sonlarına dek böyle bir şehrin var olup olmadığından daha doğrusu efsanelere
konu olduğu halde gerçekte var olup olmadığını kimse bilmiyordu. Alman Heinrich
Schliemann 1870 yılında Çanakkalede başlattığı kazılarla Troya kentinin tarihsel olarak da
var olduğunu ortaya koymuş oldu. Böylece iki Troya ayrışmış oldu. Kısaca LOGOS-MİTOS
ikiliği diye bahsedebileceğimiz bu algı farklılığı (ki aynı zamanda algı bütünlüğü de) mutlak
anlamda birbirinden soyutlanamaz. MS zaten Platoncu diyaloglarda yeterince belirgin. Ancak
TS'i olguların içerisinden çıkarabilmekten başka çaremiz yok. Bu nedenle antik dönem yaşam
tarzına ve değerlerine ilişkin bir fikir edinmek amacıyla Egon Friedell'in “Antik Yunanın
Kültür Tarihi” kitabının giriş bölümünden bir kısım paylaşıyorum.

EGOND FRİDEL DOSYASI

Friedell “Mısır ve Mezepotamya”, “Antik Yunan” ve “Helenistik Dönem” den oluşan bir
üçleme tasarlamış ancak Nazi işgali üçüncü cilde müsaade etmemiş. Alman birlikleri 1938 de
Avusturya’ya girdiğinde intihar etmiş. İntihar ettiğinde Antik Yunan kitabını yeni bitirmiş.
Benim paylaştığım kısım sadece tadımlık. İonya Baharı bölümünden kısaltarak özetledim.
Merak edenler hem Dost Kitabevi yayınlarından hem de Alfa yayınlarından çıkan bu kült
kitabı bulabilir. Hazır yeri gelmişken şu gözlemimi de paylaşayım. Grupta paylaşılan
Aristofanes metnini hazırlayan Azra Erhat eserin önsözünde şöyle diyor: “Okuyunca
göreceksiniz ki hürriyeti bayrak edinen demokrasilerin hiçbiri eski Atina komedyasındaki
tenkit ve hicvin en hafifine bile göz yumacak kadar hür ve geniş görüşlü değildir.” Ancak
Friedell'in kitabını okuyunca anladım ki Azra Erhat Friedell'den bihaber. Çünkü Yunan dehası
(tüm dahiler gibi) oldukça patolojik. Atina komedyasındaki tenkit ve hicve göz yuman onu
hoşgörü ile karşılayan bilgelikten ziyade bu tür eleştiri ve saldırıları hiç umursamayan, kale
olmayan bir kolektif kişilik yapısı söz konusu.

Ben bir düşünürün fikirlerinin hayatından bağımsız okunmaması gerektiğini düşünüyorum.


Hayatının da içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal durumdan bağımsız okunmaması gerek
diyorum. Platonun diyalogları yaşamı ile paralel olarak 3 dönem halinde ilerliyor: İlk dönem
diyalogları Sokratesin idam edilmesinden birkaç yıl sonra yazıldığı düşünülen “Sokratesin
savunması” ile başlıyor. Bu döneminin tamamına yakını Sokrates etkisinde olduğundan
diyaloglar APORETİK karakterli. Yani tipik Sokrates polemiklerinde olduğu gibi diyaloğu
açmazlara sokup sonuçlandırmadan bitiriyor. Yetişkinlik dönemi diyaloglarında Pisagorculuk,
dolayısıyla Dionysos etkileri felsefesine sızmaya başlamış. Yaşlılık diyalogları ise tamamen
Pisagorcu düşünce ve temalarla dolu. Son diyaloglarından olan Sokrates'in rolü giderek azalır,
Yasalar’da hiç geçmez. Dolayısıyla “Sokratesin Savunması” ile başlamak genç Platonu
anlamak için elzem. Benim yorumuma göre, Platon'un felsefesinin merkezinde politik
kaygılar yatmaktadır ve bu kaygıların da ipuçlarını vermesi açısından “Sokratesin Savunması”
diyaloğu bir tür tohum... Yani platonun tüm felsefesi bu tohumun dallanıp budaklanmış
halidir.
Sokrates davası üzerine bizden önce kafa yoranlar oldu mu? Hem de pek çok... Mesela Hegel.
Hatırlayalım, Sokrates ne ile suçlanıyor? Temelde üç suçlama var: 1) Atina’nın Tanrılarını
tanımıyor 2) Yeni Tanrılar icat ediyor 3)Atina gençlerini yoldan çıkarıyor, yozlaştırıyor.
Hegel’e göre son tahlilde Sokrates Atina’nın İYİ değer yargısını kabullenmeyerek sorguladığı
için yargılanır. Atinalıların İYİ dediği şey nedir? Yahut başka biçimde sorarsak, Atinalılar
hangi şey/şeylere iyi der? Çok açık, ATALARIN İYİ DEDİĞİ ŞEY iyidir. Dolayısıyla iyi ile
atalardan kalan özdeştir. İşte Sokrates bu kadim denklemi sorguladı. Ata öncelikle baba ve
dede demektir ki bir genç babasını sorgulamaya başladığı an ataerkil otoriteyi sorgulamaya
başlamıştır. Devletin dini temelidir bu aynı zamanda, Sokrates bunu (sorgulamayı) yaptığında
aslında yaptığı şey otoritenin altını oymaktır. Peki, Sokrates'in buna hakkı var mıydı?

Hegel'e göre Sokrates DOĞRU hakkındaki şu muhasebeden yola çıkarak eyleme geçmiştir:
"Doğru dediğimiz şey kendilerine güvendiğimiz kişilerin DOĞRU dediği şey midir? Yoksa
kişinin kendi aklının DOĞRU dediği şey midir?" Zaten insan zihni doğruyu doğru olduğunu
BİLDİĞİ(buna kanaat getirdiği) için yapmak ister yoksa doğru olduğu SÖYLENDİĞİ için
değil. Dolayısıyla Sokrates’in buna hakkı vardı der Hegel. Fakat der Hegel, Sokrates bu
kadim denklemi bozarken, devletin otoritesini, mevcut düzeni(atasal düzen diyelim ona)
yıkarken yerine AKLIN DÜZENİni koyamıyor. Çünkü Sokrates akıl yerine tercümelerde “iç
ses” diye çevrilen DAİMONİON'un talimatları ile hareket ediyor. Savunmada ve Euthypron
da(başka pek çok diyalogda da geçer) sıkça geçen bu sesi Sokrates yaptıklarının gerekçesi
olarak gösterir, ama aklı değil. Son kertede “Sokrates Atina devletinin sağlıklı bir temelden
yoksun olduğunu söylemekte haklıydı, ancak başka bir toplumsal düzen sağlayamadığı için
Atinalılar da onu mahkûm etmekte haklıydı” der Hegel.

İç sesin akli olmadığına nasıl kanaat getiriyor? Burada bir absürtluk var, rasyonalizm denen
epistemoloji zaten sokratik gelenekle anılıyor...

Sokrates, çocukluğundan beri duyduğunu söylediği sesi DAİMON diye adlandırır, bu sese de
DAİMONİAN(yani Daimonik ses/çağrı/uyarı) der. Peki, nedir Sokrates’in söylemlerinde sık
rastladığımız bu DAİMON? İlkçağ Yunan felsefesinde daimonion, insanın yazgısını etkileme
gücüne sahip olduğu düşünülen tinsel/ruhsal bir varlığı, bir tür tanrısal gücü ya da insanüstü,
doğaüstü nitelikleri olan Tanrı ile insan arasında bir yerde bulunan kavranılamaz tanrısal
varlıkları simgeler. Eski Yunan şairlerinin esin perileri muse’leri anımsatan bu daimonion
Şölen adlı diyalogda, insanlar ile Tanrılar arasında köprü kuran, onlara Tanrıların buyruklarını
ve dileklerini ileten yarı Tanrısal varlıklar olarak sunulur. Kierkegaard, Sokratik daimonionun
Sokrates’in anlaşılması açısından onun önemine dikkatleri çeken ilk düşünür denebilir.
Sokrates’in içinde duyduğu, güçlü ve yol gösterici bu özel ses, bir araştırmada bulunurken, A)
yanlış konusunda onu uyarır; B) başkasıyla söyleşirken doğrunun o anki söyleşinin akışında
ileri sürülen sav ya da savlarda olmadığı konusunda onu esinler (Örnek Phaidon ve Phaidros).
Kierkegaard, Şehristani, İbn-i Hazm gibi bir kısım düşünürler, daimonionun tanrısal esine
gönderme yapması yüzünden, Sokrates’i, peygamber ya da peygamberimsi bir kişi olarak
nitelendirmişlerdir. Sokratik yöntemin en mantık dışı tarafını oluşturan bu öğe, tanrısal
ilham/vahiy ile daimonionun yönlendirmesine gönderme yapar. Bu yönlendirme, Sokratik
yönteme tanrısal ve mistik bir boyut ekler. Bu boyut, Sokratik yöntemle elde edilen hakikatin
ya da doğruluğun tanrısal olduğu ve bu yüzden eleştirilemezlik niteliği taşıdığı anlayışına
gönderme yapar. Hatta diyalogların bir kısım tercümelerinde DAİMON teriminin türkçe
karşılığı CİN olarak verilmiştir. Bu mitolojik formun da Orfik kültürde bir zemini var, fakat
konumuzu dağıtmamak adına buraya girmiyorum. Ancak sadece şunu bir dip not olarak
aktarayım, meşhur Jung hatıralarında kendisinin de bir Daimon’u olduğundan bahseder.
Sözün özü Daimon akli/rasyonel değil tam tersine irrasyonel bir imgedir.

Benim burada gördüğüm, bilinçdışı ile irrasyonel düşünce arasında bir bağlantı var. Eğer
böyleyse ikisi üzerine de düşünebiliriz. Jung’un vurguladığı Bilinçdışı kavramı toplumların
geliştirdikleri kültürel kodlarla bağlantılı. Mesela korkular ya da korkuyla imgesel olarak
birleşen nesneler buna örnek verilebilir. Bu toplumsal bilinçaltı olarak da nitelendirilir. Bu
açıdan bakıldığında Socrates'in Daimon'u da bu yapıyla biçimlenmiş olabilir. Yani meselenin
içinde kültürel kodlar var gibi görünüyor. Ancak okuduğumuz iki diyalog üzerinden
düşündüğümde bunun tersini ortaya koyan durumlar da var. Soctates tanrılara ve dine aslında
o zamanki genel geçer düşüncenin dışında yaklaşıyor. Ayrıca Socrates'in ahlak anlayışı
dönemin yaklaşımlarının dışında. Aslında diyaloglarda Socrates'in sorularında rasyonel
açıklamalarında ağırlığı görülüyor. Mesela somut olarak ölçülebilen şeylerin tartışma
yaratmayacağından ancak soyut kavramların ölçülemez oluşunun tartışma yaratacağından
bahsediyor. Bence Socrates'in Daimon'dan bahsetmesi onun söylediklerini kültürel bir
inandırıcılığa büründürme çabasıyla ilgili bir şey. Toplumsal kodları çözmüş ve bunu etkili
biçimde kullanıyor tartışmalarında. Ayrıca Friedell yalan söyleme başarısının Yunan
kültüründeki yerine de değiniyor. Bunu da bu meseleyi düşünürken hesaba katmalıyız. Ahmet
Sokrates’in bir daimon a sahip olduğu hususunda soru işareti yok. Ayrıca Jung’un itiraf ettiği
cin arkadaşı kolektif ve bilinçaltı falan değil. Bildiğin dövüş klübü hikayesi... Yani
Sokrates’in daimonunun aynısı. Ben burada akıldışılığı kutsama çabası görüyorum. Bir aklı
yönlendiren bir akıl yine akıldan öteye bir alana taşımamak gerekir. "akıl" ratio dan
gelmektedir ki bu kavram "oran" diğer bir ifadeyle ölçü demektir. İnsan aklı ancak
oranı/ölçülebilir olanı/sınırlıyı bir başka deyişle algılanabilir fizik evrenle ilgili olanı
anlayabilir ki Platon buna TİKEL olan demiştir. Bunun dışında olana (aklın dışında/ötesinde)
ölçülemeyen/ irrationel olana ise TÜMEL olan olarak değerlendirmiştir ki Platona
hakikati/gerçeği bu alanda aramıştır. Çünkü ona göre TİKEL TÜMELİN bir izdüşümü veya
yansımasıdır gerçek değildir. Platon da akıldışılığı kutsamıştır. Oysa ki epistemoloji aklın
yani TiKEL in alanı olup ancak burada anlamlandırma yapabileceğimizi düşünüyorum.
Dolayısıyla Daimon Sokrates in (Platon'un ) uydurmasından öte bir şey değil gibi
görüyorum(gerçek olsa bile bunu biz bunu anlayamayız). Platon akıl dışılığı kutsamıyor, tam
tersine, insana akli görünen şeylerin aslında pek de akli olmadığını gösteriyor. Ayrıca,
rasyonalizm bir epistemoloji olarak batı felsefesinde platonla anılıyor. Kutsal olanın aklın
gerçek kaynağı olduğunu söylemek istiyor. Belirttiğim akıl üstü özellik burada. Ahlak, erdem,
iyilik gibi kavramların kökenine de diyalektiği kullanarak ulasmaya "akılla" çalışıyor. Diyalek
zaten tamamen rasyonel bir süreç. Platonun sistemini üzerine inşa ettiği idealar alemini
diyalektik ile nasıl izah edebiliriz ? Mimesis ile, gerçek ve kopya arasında kurulan bir
diyalektik /Devlet, 7. Kitap. Kurama vakıf değilim ancak okuduklarımdan bunlar çıkıyor. O
halde gerçek ve kopya dan ne anlıyorsun? İdea işte. Mağaradaki gölgeler kopya, arkadan
vuran ışık gerçek.İdeaların kelimeler olduğuna dair de bir teori hatırlıyorum. Arkadaşlar konu
biraz (fazla değil) rotasından saptı. Konumuz Platon'un akıldışılığı değil, Sokrates'in akıl
dışılığı. Tekrar konuya dönmek gerekirse ben Hegel'in Sokrates yorumundan bahsederek
Hegele göre Sokrates toplumun akıldışı inançlara sahip olmasını kınarken kendisinin de
akıldışı bir varlıktan(Daimon) talimat aldığını dolayısıyla Atinanın Sokrates hakkındaki
yargısının doğru olduğunu söyler. Emre de ortaya problematik bir argüman atarak Sokratesin
aklını yönlendirenin de bir akıl ama üst bir akıl(Supraratıonalıs) olduğunu ileri sürdü. Şimdi
Emrenin bu argümanının çözümlenmesi gerekirken Platon'un epistemolojisi konu ediniliyor.
O yüzden konuyu tekrar yörüngesine oturtarak Emrenin argümanının çözümlenmesi
meselesine geri getiriyorum. Socrates'in sahip olduğu Daimon eğer üstakılsa yani böyle kabul
edilecekse bu vahye benzer bir şey olmuyor mu? Yani bir tür kutsallık iması mı var o zaman?
Galiba önce biraz mantık araçlarından yararlanmalıyız. Zaten mantık bizatihi araç(organon)
tır. Mantıkla daha önceden bir tanışıklığı olmayanlar için çok hızlı bir mantık dersi (en
azından Emre’nin argümanını analiz etmeye yetecek kadarını) vermem gerekiyor. Doğru
düşünme yöntemi olarak tanımlanan “Mantık” dilin ifade araçlarını kullanır. Düşünce
binasının yapı taşları ise kavramlardır. Kavramlardan önermeler elde edilir. Önermeler arası
ilişkilerden düşünsel yapılar inşa edilir. O halde düşünsel yapıların tuğlası kavramdır.
Mantığın üzerinde durduğu kavramlar önermeler için, önermeler de akıl yürütme süreçleri
için bir ön hazırlıktır. Bir kavram bir sınıfın tümüne işaret ediyorsa(insan, at, vs.) tümel (külli)
denir. Kavram kaplamının yalnız bir parçası ile alınıyorsa yani bir sınıfın bir kısmına işaret
ediyorsa(bazı insanlar, bir kısım atlar vs) tikel (cüz’î) adını alır. Kavram, bir tek şeye işaret
ediyorsa yani bir sınıfın bir ferdini gösteriyorsa tekil (ferdi) adını alır, Emre, Ankara, Mars
gibi. Örneğin marketten sebze alamazsınız, sadece şu patlıcan ya da kabak alabilirsiniz.
Çünkü sebze tümeldir ve nesneler aleminde bulunamaz. Tüm varoluşu zihinsel olarak ikiye
ayırabiliriz. Nasıl mı? Örneğin, “Tüm varlık atlar ve at olmayanlardan ibarettir” önermesinde
olduğu gibi. Böylece bir kavram çifti ile tüm varlığı ifade edebiliriz. İngiliz mantıkçı De
Morgan kavramları negatif ve pozitif kavramlar olarak ikiye ayırır. O’nun terminolojisini
kullanacak olursam; İnsan=X, insan olmayan=x ise X+x= Bütün varlık. Şimdi De Morgan’ın
yöntemini AKIL kavramına uygulayalım: AKIL(RASYONEL)=x, AKIL
OLMAYAN(IRRASYONEL)=X, Bu durumda x(rasyonel) + X(Irrasyonel)= Bütün varlık.
Burada başka kategori olamaz. Yani, tümel bir kavram olan aklın üst(supra) olanı,
aşağı(inferius) olanı ya da herhangi bir yönde olanı olamaz. Bu ancak tikel düzeyde söz
konusudur: A’nın aklı B’nin aklından yüksektir ya da düşüktür gibi. Ancak tümel düzeyde
sadece aklın varlığından(Rasyonel) ya da yokluğundan(Irrasyonel) bahsedebiliriz. Tabii
yokluğunu dahi akla dayanarak ileri sürebiliriz. Bütün bu girişten sonra Sokrates ile ilgili
yargı kısmına gelecek olursak. Sokrates’in Daimon’unun talimatları tartışmaya yani aklın
analizine açık değildir. Tıpkı dinlerdeki vahiy gibi… Daimon’un sözleri(ki bunların tamamı
talimat yani emir şeklindedir, tavsiye değil) tanrı sözü gibi sorgulamaya, tartışmaya açık
önermeler değildir. Bu sözlerin doğruluğunun kanıtı akıl değil sözün sahibinin aksi
düşünülemeyecek hikmetine ve kudretine duyulan güven ve inançtır. Bu nedenle söz konusu
olan akletme değil inanmak yani kabuldür. Sokrates Daimon ile bu ilişki biçimini
kabullendiği andan itibaren akıl dışı(İrrasyonel) bir alana düşmüştür. MÖ 399 da Atina
mahkemesince yapılan Sokrates'in yargılanmasına Arkhon Basileus (dini konulara bakan
makam) bakmıştı ve bu dava kuşkusuz siyasi bir davaydı. Her davada olduğu gibi davalının
lehine ve aleyhine olan hususlar şahit ve deliller marifetiyle jüri heyetine sunuldu, suçlamalar
ve savunmalar yapıldı.
Şimdi biz de Sokrates'in Atina toplumuna karşı suç işleyip işlemediğini anlamak için
çözümlemelerimize başlayalım. Sokrates’e ilişkin ve özellikle dava ile ilgili bize kadar ulaşan
bilgilerin 3 tanesi öğrencilerine(Platon, Ksenophon, Antistenes) bir tanesi Platonun öğrencisi
Aristo’nun ulaştırdığı haber ve yorumlara dayanıyor. Akranı olan Aristofanes’ten kalanlar ise
daha çok Atina mahkemesini haklı çıkaracak cinsten. O halde öncelikle öğrencilerinin
söylemlerinden Sokrates’in düşünce ve eylem dünyasına sızmaya çalışalım. Sokrates’in üç
müridinde de Demos(kitle/çoğunluk)’un yönetimine karşı bir antipati var. Platon “Devlet”
diyaloğunda “Filozof Monark”ı yüceltirken, Ksenophon “Cyrus’un Eğitimi” kitabında hukuka
riayet eden “İdeal bir Monark” arayışındadır. Üçüncü mürit Antistenes ise demokrasiyi alaya
alan Sinizm(cynicism)’in kurucusuydu. İdealize ettiği idare şeklinden Sokrates'in halkı, itaat
etmesi gereken bir kitle olarak gördüğü anlaşılıyor. Hatta idareci Monark için kullandığı
“çoban” benzetmesinden yönetilenleri de “sürü” ye benzettiği açığa çıkıyor. Buna karşılık
Atina Polisi’nin siyasi yapısı nasıldı? Kısa bir tarihsel özet verecek olursam. Sokrates’in
mahkemesine (399) gelinceye dek Atina Polisinde demokrasinin kurulmasının yaklaşık 200
yıllık bir geçmişi vardır. Solon’un yönetici seçilmesiyle (594) başladı her şey. O dönemde
Atina toplumu 3 belirgin sınıftan oluşuyordu: azınlık ama güçlü aristokratlar (Solon da bu
sınıfa mensuptu), zanaatkar/tacir orta sınıf, çoğunluk ama güçsüz ve fakir alt sınıf. Solon
dengeyi sağlayıcı yasalar oluşturdu, bir uzlaşma peşindeydi. Beklenebileceği gibi uzlaşma
olmadı ama yol açılmıştı bir kez, alt sınıfın lideri Peisistratos bir dizi çekişmenin sonunda
yönetimi ele geçirdi. Yasalara uymakla kalmadı aristokratların elindeki toprakları halka
dağıttı. Ardından gelen Kleisthenes polis ‘in kabile yapısına(Genos) dayalı örgütlenmesini
lağvederek yerine halk kitlelerinin yerleşimine göre (Demos) örgütlemiş. Buna göre tüm
Atina’yı 30 demos’a bölmüş. Perikles’in 461 yılında iktidara gelmesiyle Solon’dan beri
devam eden süreç tamamlanmış, Atina en müreffeh dönemini yaşamış, Perikles iktidarda
kaldığı 30 yıl boyunca hep halk tarafından seçilmiş. Sokrates’in yaşadığı dönemde ise
demokrasi iki kez kesintiye uğramış, demokrasi yerine bir soylu oligarşisi ikame edilmeye
çalışılmıştır.

Hayatın pratiklerine ve deneyime teori ve idea’dan daha fazla önem veren(ya da deneyimi yok
saymayan diyelim) Aristoteles Polis’i toplumun en yüksek formu olarak teşhis eder. Politika
kitabında, vatandaşın hükmetme ve hükmedilme nöbetlerini devralmak suretiyle Polisi
yönettiğini söylerken Polis’in “özgür insanların özelliği” olduğunu belirtir. Aristo Polis’in
insanın doğasından (daha özelde adalet güdüsünden) kaynaklanan doğal bir örgütlenme
olduğunu ifade eder. Bu tespitleriyle Aristo aslında bir Sokrates(ve Platon) eleştirisinde
bulunarak adeta Atina demokrasisine sözcülük yapar. Sokrates ile Atina arasında cereyan
eden siyasi çatışmanın temelinde felsefi denebilecek fikir ayrılıkları görünüyor. Birincisi,
“Toplumun(daha doğrusu polis ’in) doğası ÖZGÜRLÜK müdür, yoksa İTAAT midir?”

Pejoratif anlamda değil, olumlu olarak elitist bir düşünce yapısı olduğu için, toplumun doğası
itaatkar olmalıdır ama bu itaat kölelik anlamına gelmez, sadece politika yapımının avama
bırakılmaması gerektiğini savunur. Bu yüzden demokrasi iyi değildir, sonunda da bir tiran
çıkarma kapasitesine sahiptir. Yani yüksek politika yapımı, halkın doğrudan iradesinden veya
irade gösterme hürriyetinden münezzeh gibi görülür. Bu yüzden, platonik gelenek,
demokrasiyi bir avamlaştirma pratiği olarak olumsuzlar. Atina Demokrasisi'nden bugüne
kadar toplumların yönetimsel anlamda yaptığı denemeler bir tür özgürleşme çabası değil mi?
Farklı toplumsal gruplar bu denemeler yüzünden baskılansa da karşılıklı bir mücadele tarih
boyunca var ve devam edecek gibi görünüyor. Buradan hareketle ben toplumun doğası
özgürlüktür diye düşünüyorum. Polis in doğası, kurallara itaat ettiğin sürece özgürsün. Dikkat
ederseniz burada örtülü bir karşıtlık(zıt) var! Nedir o? İtaat ve özgürlük . Otorite ve özgürlük
arasındaki ilişki. Alicim otorite hükmedenin kimliği açısından etkili. Ama buradaki karşıtlık
hükmedilenin bir birine zıt iki tavır içinde olması. Birbirini surekli baltalayan iki kutup gibi
bu ikisi abi, bu kavga sonsuza dek sürebilir, toplum itaat birey özgürlük istiyor. Orta bir yol
nasıl bulunacak. Tamamen diyalektik olan bu süreç her iki kutbun da istek ve meşruiyet
beyanlarını(ya da felsefelerini diyelim) derinleştirmelerine sebep olacağı için çürümeyi
önleyici bir canlılık sağladığından olumsuz görülmemelidir.

Toplum, Sokrates’in(ve Platoncuların) iddia ettiği gibi bir SÜRÜ ise doğası itaat olacaktır.
Çünkü sürüde sorgulama/eleştiri/düşünme eylemleri olamaz ve bireysellik(ben bilinci) güdü
tepkilerinden ileri gidemez. Böyle bir durumda bu sürüye bir çoban gereklidir. Fakat bu
çobanın kuşkusuz aynı sürünün içinden çıkması muhaldir. Dolayısıyla sürüye çobanlık
edebilecek yöneticinin bir başka sınıftan olması gerekir. Peki, o dönem için avam takımından
farklı olan sınıf hangisidir? Tabii ki tanrıların gayrı meşru çocukları olan Krallar soyundan
gelenler, yani ARİSTOKRATLAR. Sokrates ve müritleri toplumu bir sürü olarak
gördüklerinden bu sürüye bir çobanın hükmetmesi gerektiğini düşünüyordu. Diğer yandan
Atinalılarsa uzun bir süredir (yaklaşık 200 yıl) insanın diğer hayvanlardan farklı olarak
LOGOS ile mücehhez olduğunu yani İYİ’yi KÖTÜ’ den ayırmaya ve polis’te kendini
yönetmeye muktedir olduğuna inanıyordu. Daha sonraları Aristo’nun siyaset felsefesinde
ZOON POLİTİKON terimiyle ifadesini bulan bu insan/vatandaş kategorisi sürü’nün itaat
eden insan kavramının tam karşısındadır. Aristo’nun tabiriyle ZOON POLİTİKON sahip
olduğu logos’u ile İYİ’yi nasıl bulacaktır? Hem kendi kişisel iyiliği hem de
Polis’in(toplumun) iyiliği nasıl temin edilebilir? Zoon Politikon’un nihai amacı kendisinin ve
toplumun en yüksek İYİLİK halinde olmasıdır. O halde, öncelikle şu soruyu yanıtlamalıdır:
İYİ NEDİR? Atina demokrat zihni de Sokrates de insanın ve toplumun iyilik halinin
ERDEMLİ OLMAK anlamına geldiği konusunda hemfikirdir. Bireysel mutluluğun ve iyi
yönetimin koşulu ERDEM’dir. Yani, erdemli insan, erdemli Polis(devlet). O dönemin Yunan
zihni ve bu zihnin dile gelmiş formu sayılabilecek GEZİCİ ÖĞRETMENLER(Sofistler) bu
konuda fikir beyan ediyordu zaten. Bu zihin, Perikles’in “HELLASIN OKULU” dediği Atina
toplumu(Polis) hakkında Sokratesin tersine, “Polis, birarada yaşamak için organize olmuş bir
toplum olduğundan doğası gereği erdemlidir. Çünkü toplumsal hayat için gerekli görülen
asgari erdemlere sahip olamazsa zaten bir toplum ortaya çıkamazdı.” diyordu. Dönemin ileri
gelen sofistlerinden Protagoras erdemin BİLGELİK, ÖLÇÜLÜLÜK, CESARET,
DOĞRULUK gibi değerlere sahip olmak anlamına geldiğini söyler. Sokrates ise erdemin
bilgi olduğunu düşünür ve erdemin yani bilginin neliğini, elde edilebilir olup olmadığını
sorunsallaştırır. Atina, değer olan erdemin her yurttaşta asgari düzeyde olduğunu (en azından
çoğunda) kabul ederken toplum sözleşmesinin temeline “Özgür doğmuş bütün erkekler asgari
erdemlere(iyiyi kötüden ayırt edebilme yeteneğine) sahiptir.” ifadesini bir ahlak önermesi
olarak koymuştur. İşte, Sokratik öğreti Atina demokrasisinin çimentosu olan sosyal
kontratının çekirdeği hükmünde olan temel ilkesine(özgür insan erdemlidir) saldırmıştır.
Bir pasaj veriliyor “Beni öldüren Atinalılılar! … Belli bir zamandır onları nasıl engellediğimi
fark etmediniz. Ben öldükten sonra onları kimse engellemeyecek ve genç oldukları için
canınızı daha çok sıkacaklar…” Bu pasajda pek sorgulanmayan bir tehdit cümlesi var, “Belli
bir zamandır onları nasıl engellediğimi(zapt ettiğimi) fark etmediniz. Benden sonra onları
kimse zapt edemeyecek”. Pasajda bahsi geçen bu ZAPTETTİĞİ GRUP kim? Sokrates’in bu
grupla ilişkisi ne? Şu ana kadar Platon’un Sokrates’ini mercek altına aldık daha çok , şimdi
biraz da kaynakların elverdiği ölçüde tarihsel olayların ışığında bakmaya çalışalım Sokratese.

Friedell'in de çok açık tasvir ettiği Atinalılar oldukça vurdum duymaz, tolerans limitleri
yüksek tiplerdi. Tiyatrolarda sergilenen oyunlarda yalnızca Sokrates’i değil komedyaya
malzeme olabilecek bütün tipleri hicvin konusu yapabiliyordu. Mesela Periklesin otoriter bir
lider ve yasa koyucu olduğu dönemlerde onu, sevgilisini ve çocuklarını alaya alan, yerin
dibine sokan oyunlar sergileniyordu. Fakat hiç bir komedya yazarı mahkemelik olup
yargılanmıyordu. Zaten dikkat ederseniz yargılandığında Sokrates 70 yaşındadır. Bu yaşa
kadar Sokrates hep aynı Sokratesti, yani kendisine yöneltilen suçlamalara (Atina tanrılarını
tanımama, gençleri yoldan çıkarma) neden olan yaşam biçimini daha evvel de sürdürmüştü.
Ne olmuştu da 70 yıl tolere edilen Sokrates tam 70. yılda tolere limitini aşmıştı? Galiba
yargılanma sürecinin öncesinde Atina’daki toplumsal değişimlere bakmak bir fikir verebilir.

Sokrates’in mahkemesine(399) gelinceye dek Atina Polisinde demokrasinin kurulmasının


yaklaşık 200 yıllık bir geçmişi vardır. Solon’un yönetici seçilmesiyle(594) başladı her şey. O
dönemde Atina toplumu 3 belirgin sınıftan oluşuyordu: azınlık ama güçlü aristokratlar(Solon
da bu sınıfa mensuptu), zanaatkar/tacir orta sınıf, çoğunluk ama güçsüz ve fakir alt sınıf.
Solon dengeyi sağlayıcı yasalar oluşturdu, bir uzlaşma peşindeydi. Beklenebileceği gibi
uzlaşma olmadı ama yol açılmıştı bir kez, alt sınıfın lideri Peisistratos bir dizi çekişmenin
sonunda yönetimi ele geçirdi. Yasalara uymakla kalmadı aristokratların elindeki toprakları
halka dağıttı. Ardından gelen Kleisthenes polis ‘in kabile yapısına(Genos) dayalı
örgütlenmesini lağvederek yerine halk kitlelerinin yerleşimine göre(Demos) örgütlemiş. Buna
göre tüm Atinayı 30 demos’a bölmüş. Periklesin 461 yılında iktidara gelmesiyle Solon’dan
beri devam eden süreç tamamlanmış Atina en müreffeh dönemini yaşamış, Perikles, iktidarda
kaldığı 30 yıl boyunca hep halk tarafından seçilmiş. Tukidides'in tanıklığına göre MÖ 411
yılında Atina demokrasisi kesintiye uğrar. Daha sonra Dörtyüzler Meclisi olarak anılacak bir
“İhtilal komitesi” demokrasiyi rafa kaldırarak Atina’yı ele geçirir. Sokrates 12 yıl sonra
yargılanırken bu komiteye üye olmadığı konusunda jüriyi ikna etmek zorunda kalacaktır.
Savunmada SYNOMOSİA(İhtilalci örgüt) tabiri ile geçen bu tür gizli örgütler ihtilale giden
yolu açan yapılanmalardır. Savunmada Sokrates bu örgütlerin içinde bulunmadığını söylese
de öğrencilerinin bu örgütlere üye olduğunu inkar edememiştir. Aristokratik yapılanmalar
olan SYNOMOSİA'lar Sirakuza deniz seferinden önce Atinada bolca bulunan yolculuk tanrısı
Hermesin heykellerini kırarak halk zihninde uğursuzluk imajı yaratmış, sefer başarısız olunca
da isyan başlatarak Atinada oligarşik bir yönetim oluşturmuşlardı. Bu
örgütler(SYNOMOSİA) bazı halk liderlerine suikastlar düzenleyerek öldürmüş ve ülkede bir
terör dalgası başlatmışlardı. İnsanlar korkudan oligarklar aleyhine konuşamaz olmuşlardı.
Tukididesin anlattığına göre halk(demos) sessizlik ve korkuya gömülmüştü. Halk öylesine
korkmuştu ki Atina Meclisi bile oligarşi lehine oy vermek mecburiyetinde kaldı. Pelepones
savaşı sonrasında MÖ 404 yılında Sparta yanlısı otuzlar meclisi denilen bir başka oligarşik
grup Atinayı ele geçirerek yeni bir şiddet ve dikta dönemini başlatmıştı. Bahis konusu
ettiğimiz örgütler vasıtasıyla entrikalar gerçekleştiren komite liderlerinden Kritias Platon’un
diyaloglarında da adı geçen bir Sokrates mürididir. Bir diğer lider Karmides ise hem
Sokrates’in öğrencisi hem de Platon’un yakın akrabasıdır. Sokrates’in seçkinci
tavrı(seçkinlerin yönetiminde bir devlet) öğrencilerinde alt sınıfların özellikle
THETES(Mülksüz, emekçi) sınıfının ezilerek kentin dışına sürgün edilmesi şeklinde tezahür
eder. Sokratesin bu ezilen theteslere karşı umursamaz tavrını Euthypron diyaloğunda açıkça
görmek mümkün. Sokrates’in yıllar süren bu terör ve korku dolu demokrasinin askıya alındığı
dönemlerde bizzat bir suikast ya da şiddet eylemine başvurduğuna dair bir delil yok hatta
mizacı itibariyle böyle bir olasılık çok düşüktür. Ancak sokratik öğretinin tezgahından geçen
gençlerin süikast dahil her türlü anti demokratik eylemlere giriştiği de bariz bir gerçektir. Son
derece haris ve eli kanlı Kritias ve Karmide'in dört aylık bu terör döneminde yargısız infazla
öldürdüğü yüzlerce insan, ezip sürgüne gönderdiği binlerce thetes, haksızca mülküne el
koyduğu demokrasi yanlısı aristokratın kanı antidemokratik, monarşik sokratik öğretinin
üzerine bulaşmıştır. Bugünün bir tür avukatı olan LYSİAS(Sokrates için de tutmuşlardı ama
Sokrates onun hazırladığı metni okumadı) da mülküne el koyulan aristokrat bir ailenin
çocuğuydu. Sürgüne gönderildikten yıllar sonra ülkesine bir demokrasi kahramanı olarak
dönmüştü. En başta sorduğum (Sokratesin ZAPTETTİĞİ GRUP kim?) sorunun cevabı da
böylece kendiliğinden açığa çıkmış oluyor. Aristofanes Kuşlar, Bulutlar adlı komedyalarında
mirasyedi züppe gençlere kurulu düzene tepeden bakmayı öğreterek onları Sparta tarzı gayrı
medeni yaşam tarzına yönelttiğini söyler. Bu uzun saçlı, özensiz giyimli, belinde sopa taşıyan
hırpani tipler 411 ve 404 diktalarında şehri terörize eden grupların bire bir aynısıdır.

SONUÇ: Sokrates’e görünüşte yüklenen suçlar(Tanrısızlık vs) gerçekte O’na karşı yıllardır
duyulan öfke ve nefretin elbiseleri hükmündedir. Asıl nefret demokrasiyi ilga ederek dehşet
ve korku yaratan insanların öğretmeni olması ve bu korku ve şiddet dönemlerinde sesini
yükseltmemesi, hiçbir muhalefet ve mukavemet göstermemesidir. Zaptettiği grup ise işte bu
potansiyel gençlerdir. Sokrates jüriyi bunlarla tehdit eder.

Zihin algılayan öznenin bizzat kendisi olduğundan düşüncesini algıladığı nesneden yani
doğa(fizik evren)dan kendisine çevirmesi Sokrates ile başlar denilebilir. O yüzden Sokrates
öncesi filozoflara “Doğa filozofları” denir. Özne nesne diyalektiği açısından bakarsak doğa
filozoflarına “nesne filozofları” demek de mümkün. Yani demek oluyor ki Sokrates ile
başlayan süreç zihnin ve bilişsel süreçlerinde düşünülmeye başladığı zamanları temsil ediyor.

Bir başka deyişle belki şöyle de diyebiliriz: Sokrates ile beraber nesnenin bizatihi kendinden
olan özellikler aşılıp, öznenin kendi zihninden anlam yüklemesi ile anlama süreci başlamıştır.
Yani Sokrates'ten sonra nesne artık nesne değildir. Şöyle diyebiliriz: Gerçekte hiçbir zaman
nesnenin bizatihi kendinden özellikleri olmadı. Homo cinsi ona hep anlam yükledi.
Sokrates’in temsil ettiği dönüm noktası, ALGILAYAN ÖZNENİN KENDİNE ANLAM
YÜKLEMESİ dir. Sokrates’ten sonra physis(doğa)'e psuke(ruh) de ilave edilir. Böylece
araştırma alanı olarak fizik gözden düşerek ikinci plana itilir, özne olarak insan araştırmanın
merkezine oturtulur.

İlk durak Platondur. Platon algı, bilgi, işleme, düşünme gibi bilişsel süreçlerin bedende nasıl
ve nerde cereyan ettiğini sordu. Ama işin bu kısmına çok da ehemmiyet vermiyordu. O daha
ziyade pisagorculardan tevarüs ettirdiği ruh kuramı ile kendi olgunlaştırdığı idealar kuramını
eklemleyerek inşa ettiği ontolojisine ve politikasına benzetme araçları temin peşinde gibidir.
Platon “timaios” diyaloğunda insan davranışlarını 3 kategoride inceler: 1-Arzular(şehvet,
nefret, sahip olma vs.), 2- Erdemler(Merhamet, cesaret, adalet vs.), 3- Akıl. Bu kategorilerin
her birini bedenle ilişkilendirir: Arzular gövdenin alt kısmında, erdemler kalbi barındıran
göğüs kafesinde, akıl bunların üzerine taç misali kondurulan kafada. Söz konusu ettiğimiz bu
davranışlar aslında canlılığın kendisidir. O halde can kendisini bu davranışlarla ortaya
koymaktadır. Yani bu davranışlar canın işlevleridir. İlk defa antik yunanlılar can(yun. psuke,
latince Anima)'ı analiz ederek ayrıştırdılar.

Platon’a (aslında bin yıllar boyu tüm düşünürlere) göre algılayan, bilen, düşünen özne aynı
zamanda bedene canlılığını veren şeydir, yani RUH tur. BEDEN-RUH dualitesi zaten
prehistorik zamanlardan beri vardı. Platonda epistemoloji mevzusunun öznesi olarak bir
mesele haline gelir. Yani bilmek nedir? Bilgi nedir? Bilme nasıl gerçekleşir? Türü sorulara
cevap arar. Konumuz zihin olduğundan burada bizi ilgilendiren “bilme nasıl gerçekleşir?”
sorusudur. Kuramı şöyledir: Ruh (aslında daha titiz olup kılı kırk yararsak sonrakiler özellikle
Aristo ve sonraki filozoflarda psuke-psudo(nefs-ruh) ayrımı yapılarak ruh ayrıştırılmış)
algıladığı her şeyin ilk/mükemmel halini (ideasını) daha önce gördüğü için hemen hatırlar.
Böylece bilmek hatırlamaktır. ANAMNEZİ(hatırlama) dedi… Yalnız söz konusu ruh
ölümsüz olduğundan bedenden önce de bir varlığa sahip olduğundan ölümden sonra da
yaşayacağına şüphe yoktur. Biraz vulgarize edersek ezeli ve ebedi idealar aleminde bulunan
ölümsüz ruh bedenin hayat sürdüğü süre içinde kendisine kafa bölümünde bir yer kiralamıştır.
Beden ölünce haliyle kira sözleşmesi sona ermiş olur.

Dikkat edilirse Platonun beden-ruh hiyerarşisi (bedenin alt kısmı=arzulayan ruhlar / göğüs,
kalp kısmı=erdemli ruhlar / kafa=akıl sahibi ruh) Polis (Kent) in sosyal tabakalarının bedene
uyarlanmış hali. Platon Devlet diyaloğunda ideal devleti (Polis) zanaatkarlar (epymetikon):
arzular, askerler(thymoeides): erdemler, filozof kral(logistikon):akıl olmak üzere üç kesim
olarak kurar. Aristo Platon’un ruhu kafaya yerleştirmesine kuşkuyla bakmıştır. Kendi gözlem
ve deneylerine göre tekdüze ritmi ile varlığını sürekli ihsas ettiren, korku, üzüntü, öfke gibi
hallerde ritmini azaltıp artıran organ kafa değil kalptir. Üstelik kafaya alınan her darbe ölüme
sebep olmadığı halde kalbe alınan darbe öldürücüdür. Ayrıca kafatasını açıp beyinlerine
dokunduğunda hayvanlar tepki vermediklerinden beynin duyu organları ile bağlantısı bile
olmayan ikinci derece bir görevi olduğunu düşünmüştür. Ayrıntılı deney (hayvanlar üzerinde)
ve gözlemlerden sonra duygulardan muaf tutulmuş beynin kalp bölgesinin ısıttığı kanı
soğutma görevini üstlendiği şeklinde bir kuram geliştirir. Sonuç ruhun yerleştiği(ama yine
kira) organ kalptir. Aristo aslında hocası Platonun üçlü taksimini(arzu-erdem-düşünce)
genelleştirip netleştirerek kategorize eder: 1-BESLENEN RUH(bitkiler), 2- ALGILAYAN
RUH(Hayvanlar), 3- DÜŞÜNEN RUH(İnsan). Analizine dikkatlice devam eden Aristo
besinin bedende sindirilerek kan yoluyla taşındığını; algının duyu organları vasıtasıyla
gerçekleştiğinden bu organların da kan yoluyla çalıştığını dolayısıyla her iki ruhun
da(BESLENEN RUH VE ALGILAYAN RUH) kalpte yerleşmiş olduğunu düşünür. Aristo
tıpkı organondaki meşhur örneğinde olduğu gibi “Bütün insanlar ölümlüdür” öncül
önermesini algılayan ruh ile biliriz der. İkinci önerme “Sokrates bir insandır” da yine
algılayan ruh ile biliriz. Fakat sonuç önermesi olan “Sokrates ölümlüdür” önermesini algı ile
bulamaz, çünkü ancak soyut düşünce ile ulaşılabilir ona. Ayrıca “Bütün insanlar ölümlüdür”
önermesine de genelleme ile ulaşmıştır. Bu durumda söz konusu soyutlamaları yapan iki ruh
(beslenen ve algılayan ruhlar) değilse o halde bu üçüncü ruh nedir ve nerededir? Bir kere bu
üçüncü ruh duyulara ihtiyaç duymaz. Çünkü düşünmek için 5 duyuya ihtiyaç duymayız. Hatta
düşünürken duyular devreye girerse düşünceyi saptırabilir de. Düşünen ruh diyebileceğimiz
bu ruhun diğer iki ruhun mekanı olan kalpte olmasına imkan yok diye düşünür Aristo. Çünkü
düşünce bedenle beraber çürümez, hem her yerde hem hiçbir yerdedir. Benim düşüncem bir
başkası tarafından bir başka mekanda ya da başka zamanda düşünülebilir. O halde üçüncü ruh
olan düşünen ruhun (zihinsel ruh) yerleştiği bir organ ya da onun bir mekanı, yeri yoktur.

Bir diğer meselesi(problemi) şudur Aristo’nun: Yaşamın ana maddesi nedir? Algılayan ruh
algıladığı duyu bilgilerini nasıl taşıyor? Kan olamaz o sadece besin maddelerinin taşıyıcısı.
Fakat üç ruhu da iletişime sokan şey nedir? En altta beslenen ruh temel zemini oluştururken,
bir üst kademede algılayan ruh duyu bilgisini hem alta beslenen ruha, hem de üste düşünen
ruha nasıl ulaştırıyor? Bunun gibi düşünen ruh düşünceyi algılayan ve beslenen ruh
aracılığıyla nasıl eyleme dönüştürebiliyor? Deyim yerinde ise üç ruhta da ortaklığı olan bir
iletişimsel ortaklık ögesi olmalı. Bu öge HAVA dır diyor Aristo. Hava (Pneuma) Yunancada
(Arapçada da öyle) aynı zamanda RUH anlamına da geliyor. Bu hava(Pneuma) dışarıdan
alınan hava değil canlıda doğuştan bulunuyor. Vücut bu havayı özel boşluk ve koridorlarda
depoluyor. İşte bu pneuma yüzyıllarca yaşamın ruhu (Latince Spiritus Animalis) diye
tanımlandı.

Aristo öldüğünde 8 yaşında olan Kalkedonlu (bizim Kadıköy) hekim Herofilos Aristonun
pneumasını yaptığı anatomizasyonlarla bulmaya çalıştı. Bütün vücudu bir ağ gibi saran yapıyı
bulduğunda buna Yunanca iplik anlamına gelen neuron adını verdi. Antik dönemi Roma2nın
Bilge Kralı Markus Aurelius’un doktoru olan Bergamalı Galenus ile bitireyim. Aristo’dan
farklı olarak bedende ruhun üç değişik biçimde bulunduğunu düşünüyordu. Aristo’nun birinci
ruhuna denk gelen DOĞAL RUH(spiritus naturalis) karaciğere yerleşmiştir, toplardamarlar
aracılığı ile kalbe yollanır. Kalp kanla dolarken doğuştan varolan soluk(pneuma) yardımıyla
YAŞAM RUHU(Spiritus Vitalis) na dönüşür. Buradan atardamar aracılığıyla arterlerle(arter
kelimesi aer ve terein kelimelerinin birleşimiyle oluşur-hava içeren) vücuda pompalanır.
Giderek incelen ağları takip ederek beyinde çok yoğun, muhteşem bir ağ bulur. Canlı
hayvanlarda yaptığı deneylerde beynin karıncık bölgesinin boş olduğuna hükmeder ve burayı
Aristo’ya karşı gelme pahasına ruhun evi olarak niteler. Oysa Aristo’ya göre ruhun(düşünen
ruhun) mekanı yoktu. Galenus Beynin karıncığında en yüksek, Aristo’nun düşünen ruh dediği
SPİRİTUS ANİMALİS in üretildiğini söyledi.

Antik dönemi hızla bitirdikten sonra gelelim bizim de kültürel ve zihinsel uzantısı içinde
bulunduğumuz İslam düşüncesine. İslam kültürü içerisinde RUH ve NEFS birbirinden farklı
kavramlar olarak kullanılmakta ise de bu farklılığın kutsal kitaptan ziyade kavramların
zamanla kültürel etkilerle içeriğinin dolması neticesi oluştuğu anlaşılıyor. Çünkü kutsal
kitaptaki ruh ve nefs kelimelerinin geçtiği ayetler incelendiğinde aralarında öz bakımından
pek fark olmadığı sonucu çıkıyor. Hüseyin ATAY'ın “Nefs” isimli incelemesini okuduktan
sonra kuran metninde iki kavram arasında fark olmadığı, ruh kelimesinin yoruma açık
bırakıldığı kanaatine vardım. Atay şu analizi yapıyor: “Bir kısım alimler, ruhun nefsin
isimlerinden biri olduğunu söyleyerek bu iki kelimenin eş anlamlı olduğunu ileri sürmüşlerse
de bazıları da aralarında fark olduğunu belirtmişlerdir. Nefsin bir adı olan ruh insanın damar
ve hücrelerinde, insanın açık ve yarık yerlerinde, boşluklarında dolaşmaktadır. Ruh, insanın
bedenindeki hayat ilkesidir. Gül suyunun gülde yayılması gibidir. Ruh, insanın, ferdin nefsi
ile eş anlamlıdır. Ruh, kendi özünü kavrayan, düşünen bir tözdür. Ruh maddenin karşıtıdır.
Aynı şekilde ruh insan bedeninin de karşıtı olup bedende düşünen kuvveti temsil eder.”
Ardından ruh-beden düalitesinin sorunlarını dile getiriyor: “Bunlar acaba insanı meydana
getiren iki töz (cevher) madde ve ruh ya da nefis midir? Her ikisinin bir araya gelişi nasıl
insanı teşkil ediyor? Ağır basan hangi taraftır? Yoksa ikisi insanın iki eşit unsuru mudur? Ya
da ruh veya nefis asıl insandır da beden onun bir aleti midir? Nefis veya ruh geliyor ona
amirlik ediyor onu istediği şekilde kullanıyor da sonra bırakıp gidiyor mu? Öyle anlaşılıyor
ki, düşünür ve filozoflar bunu çözemedikleri gibi Kur'an da tartışmaya açık kapı bırakıyor.”

Bizim asıl meselemiz ZİHNİN ARKEOLOJİSİNİ yapmak olduğundan halk ve din alimleri
nezdindeki tartışmaya açık anlamlarını bir kenara bırakıp İslam düşüncesinin en yetkin zihin
teorisini oluşturan İbn-i Sina’nın fikirleri üzerinden devam edelim. Şunu öncelikle belirtmek
gerek, bahse konu ettiğimiz dönem günümüzden 1000 yıl öncesi ve Aristo sonrası Helenistik
dönem ile Hristiyan teolojisinin düşünsel meselelerini miras olarak almış, aynı zamanda da
Sami dinler silsilesinin son halkası olan İslam öğretisi ve hukuku egemen. Zihin, yaşam,
organizma gibi kavramlar bugün kullandığımız anlam ve içerikle kullanılmıyor. İnsanın
zihinsel ve duygusal yapısı “nefs teorisi” adı altında inceleniyor. Platon’un Phaidon ve
Timaios diyalogları, Aristoteles’in de De Anima adlı eseri, nefs teorilerinde İslâm
filozoflarının başlıca dayanak noktalarıdır.

Önce MİZAÇ TEORİSİnden bahsetmek gerek. Kökleri Pisagor ve Empedoklese kadar uzanan
DÖRT ELEMENT(anasır-ı erba) öğretisine göre evrenin temel yapı taşı HAVA, TOPRAK,
SU, ATEŞ olmak üzere 4 elementten oluşur. Bu dört elementin dört hali/durumuna (SICAK-
SOĞUK, KURU, NEMLİ) “ahlat”(halt'ın çoğulu) deniyor Arapça’da. Yunan tıbbının devamı
olan İslam tıbbında da kullanılan bu teoriye göre bütün canlılar bu dört durumun birbiri ile
ilişkisine göre şekillenir. Yani SICAK-SOĞUK, KURU-NEMLİ dengesi birinden ya da
diğerinden yana bozulacak olursa pataloji(maraz) ortaya çıkar. Tedavi de bu ahlatı tekrar
dengeye getirmek şeklinde yapılır.

İbn-i Sina Edviye-i Kalbiye risalesinde: “Cenabı Hak ruhu ahlatın latifinden ve
buhariyetinden, cesedi ise ahlatın kesifinden ve arziyetinden yaratmıştır.” diyor. Yani beden
yoğun ve katı, ruh ise yoğunluksuz olarak evrenin temel yapı taşlarından yaratılmıştır. Nerede
yaratılmış? Onu da aynı eserinde söylüyor: “Cenabı hak kalbin iki tecvifinden(oyuğundan) sol
tecvifini ruhun vücuda gelmesi için maden (yani menşe) yaratmış ve kuvayi
nefsaniyeyi(canlılık kuvvetlerini) cesedin azasına(organlarına) götürmek için ruhu ona binek
kılmıştır.” Bu metinden anlaşıldığı kadarıyla Tanrı ruhu nefsin taşıyıcısı olarak kalpte
yaratıyor( ya da üretiyor). Ruhun ilk işlevi de bu anlamda nefsin güçlerini bedene ulaştırmak
oluyor. Böylece İbni Sina RUH ve NEFS arasında bir ayrım yapmış oluyor.Buradan devam
edelim. Anlaşılan İbni Sina canlılığın ve bilişsel yeteneklerin kökeni olarak NEFSi görüyor,
RUHu yalnızca nefsi bedenin organlarına ulaştıracak binek olarak tasavvur etmiş.

Bugün bizim Descartes ten beri yaptığımız BEDEN-ZİHİN ayrımını İbni Sina BEDEN-
NEFİS şeklinde yapıyor. Nefis(anima) kesinlikle cisim değildir. Nefs Üzerine isimli eserinde
şöyle diyor: “El, ayak ve organlarımdan herhangi birinin varlığını bilmesem dahi “ben” yine
“ben” olurum. Bilakis bunların bana tabii olduğunu düşünüyorum. Ve kesinlikle biliyorum ki;
bu organlar ihtiyaç durumlarında kullandığım aletlerdir.” Nefsin bedenden farklı bir
varoluşa(cismani olmayan) sahip olduğuna dair ileri sürdüğü argüman felsefe tarihinde
UÇAN ADAM başlığıyla anılan bugün düşünce deneyi diye adlandırdığımız bir argüman.
Kısaca “Erişkin yaşta yaratılan bir insan düşünün, bu insanın dış âlemden hiçbir şey
görmediğini, işitmediğini, koklamadığını vs. bedeninin dış etkilere karşı tamamen izole
edildiğini, boşlukta harekette olduğunu varsayın. Bu şekilde yaratılan insan hiçbir duyum
almayacaktır. Bu adam kendi kendisini organlarını bilmeksizin, doğrudan doğruya bilebilir.
Ruhunun bedeninden farklı olduğunu görür.” diyor İbni Sina. Yani ruhu kavramak ve onun
varlığını bilmek için bedene ihtiyaç yoktur diyor.

İbni Sina temelde idrak (kavrama) yetisinin iki şekilde cereyan ettiğini düşünüyor: 1- Hissi
idrak, 2- Akli idrak. Hissi(duyusal) idrak cismani olan duyu organları vasıtasıyla olduğundan
duyusal idrak güçleri nesnenin formunu maddeden soyutlayamazlar. Aklî idrak ise ancak
cisimsel olmayan nefste gerçekleşir ve nefsin idrak gücü, cisimsel bir organ ile bağlantılı
olmadığından nesnenin suret ya da formunu maddesinden her yönüyle soyutlayabilme
gücündedir. Yani “Nefsin idrak gücü, cisimsel bir organ ile bağlantılı olsaydı, soyutlama
yapamazdı. Soyutlamalar yaptığına göre nefs cisim değildir.” şeklinde kuruyor argümanını.

İbn Sînâ’nın nefs teorisine göre, canlı(bugünkü adlandırma ile organik) varlık alanının en üst
seviyesini aklî nefs, düşünen nefs, nefs-i natıka olarak da isimlendirilen insanî nefs
oluşturmaktadır. Nefs-i natıka, düşünen, düşündüğünü söyleyen nefse verilen addır. İnsanî
nefsi, hayvansal ve bitkisel nefsten ayıran ve böylece insanı insan yapan güçleri vardır. İnsanî
nefsin güçleri eyleyen (âmil) ve bilen (âlim) olarak bölümlenir. Bu iki gücün ortak adı ise
AKILdır. Buraya kadar aşama aşama inşa ettiği modeli dikkat edilirse neredeyse tamamen
spekülatif. Yani bugünkü anlayışımıza vurduğumuzda bir tür masal gibi. Gerçi İbni Sina aynı
zamanda bir hekim olduğundan inşa ettiği modelin içerisinde gözleme dayalı bilgiler var.
Fakat hem antik Yunandan devraldığı fizik-metafizik (içeriğinde kozmoloji, tıp, biyoloji vs
mevcut) hem de içinde bulunduğu kültürden miras aldığı dini etkiler nedeniyle sahip olduğu
deneyim ve gözlemleri çağın mitolojik yapısının tesiri altındadır. Kendi çağı için dikkat çekici
izahlar sunmuş olmakla birlikte şu an sahip olduğumuz bilime nazaran metafizik kabullere
dayalı, kanıtlanması imkansız, hatta sınanması imkansız son derece kurgusal teorilerdir.

İbni Sinanın bu konudaki görüşlerini yarım bırakmamak adına tamamlayalım. Yukarıda


“İnsanî nefsin güçleri eyleyen (âmil) ve bilen (âlim) olarak bölümlenir. Bu iki gücün ortak adı
ise AKILdır” diye belirtmiştik. Eyleyen akla İbni Sina AMELİ AKIL, bilen akla ya da aklın
bilme gücüne de NAZARİ AKIL diyor. Teorik akıl ay-üstü âlemdeki metafizik gerçekliği
idrak ederken, pratik akıl ay-altı âlemdeki oluş ve bozuluş halinde olan tabiatı idrak
etmektedir(Aristo kozmolojisinde ve buna dayanarak oluşturulan Batlamyus asronomisinde
evren iç içe geçmiş kürelerden oluşan sonlu kapalı bir evrendir. Üst evren(tanrısal ya da
melekuti alemler) ay küresinin üstündeki küre, alt evren ise ay küresinin altındaki kürelerden
oluşan bir modeldi).

İbni Sina Nazari aklı 5 kısma ayırır: 1- Heyulani akıl 2- Meleke halinde akıl ve ya mümkün
akıl 3- Fiil halinde akıl 4- Müstefad akıl 5- Kutsi akıl. Bu beş aşama aklın tümeller
karşısındaki kavrayışı gücüne göre oluşur. 4. kısım ya da aşama olan müstefad (kazanılmış)
akıl fizikten metafiziğe kadar elde ettiği bilgileri bilfiil bildiği ve düşündüğü, mükemmellik
aşamasını temsil eder. Müstefad akıl seviyesinde, akledilirler (makulat) bilfiil olarak
düşünülebilmekte ve ayrıca insan bilfiil olarak aklettiğini de akledebilmektedir. Yalnız tam
burada İbni Sina’nın teorisinde karşımıza yeni bir aktör çıkıyor. Aklın tümelleri kavraması
sadece düşünce gücüne bağlı değildir. Bu noktada akıl bir dış etkene ihtiyaç duymaktadır. Bu
dış etken, tümel suret ve bilgilerin kendisinden neşet ettiği faâl akıldır. Tümel suret ve bilgiler
insanın düşünme yetisi ile bir konuma gelen nefsin, faâl akıl ile ilişkisi (ittisal) sonucu
kazanılmaktadır. İbn Sînâ’ya göre kuvve olarak bilme gücüne sahip olan akıl da faâl aklın
etkisi olmaksızın fiil olarak bilemez. Dolayısıyla, varlığın bütün alanlarına dair bilginin elde
edilmesinde faâl akıl etkindir.

İbn Sînâ’da beden, nefs için bir engel değil; aksine nefsin varlığa gelmesi ve aklî nefsin
kendini gerçekleştirebilmesi için bir araçtır. Tümelin bilgisine teorik akıl vasıtasıyla
ulaşılabilir ve aklın bu yönünün bedenle bağlantısı yoktur. İbni Sina’ya göre, Aklî nefs,
bedenle ilişkisi sırasında bilfiil veya mükemmel hale gelip gelmediğine bakılmaksızın, beden
öldükten sonra da varlığını sürdürür.

Anlatım İslam felsefesi literatürüne uygun. Fakat bitkisel, hayvani ve insani nefs ayrımı
mitoloji değil, bitki, hayvan ve insanların ortak veya özel yetenek ve fonksiyonları dikkate
alınarak yapılmış bir sınıflandırma olduğu için bilimseldir. Bitki, sadece büyüme, beslenme
ve üreme kuvvelerine sahip olduğu için özel kuvveleri yanında esas olarak bunlara da sahip
olan hayvanlarda ve insanlarda da bulunan bu kuvveler toplamının oluşturduğu nefse bitkisel
nefis denmiştir. Hayvan, bitkisel nefsin yanı sıra idrak kuvveleri (dış ve iç duyular) ve tahrik
kuvvelerine (şehevi kuvve ve gazabi kuvve) sahip olduğu için hayvanlara özgü nefse hayvani
nefs denmiştir. Akıllı hayvan olarak tanımlanan insan, hem bitkiler ve hayvanlarla ortak
olarak bitkisel nefse, hem de hayvanlarla ortak olarak hayvani nefse sahiptir. İnsana özgü olan
nefse insani (natık, düşünen, konuşan) nefs ya da sıfat eklenmeksiniz sadece nefs denir. İnsani
nefs akletmeye kuvvesinden ibarettir. Tamer Hocanın hızlıca yazdığı gibi nazari/alime
(teorik) ve ameli/amile (pratik) kısımlarına ayrılır. Sevgili hocam nihayet sizi meydanlara
indirmeyi başardık. Konunun gerçek uzmanları dururken benim gibi amatörlere bırakıyorsun
meydanı. Bazen görünürüm. Bilakis uzmanlık alanın. Çok da güzel ve doğru ortaya
koyuyorsun. Bundan sonra vuruşlarının şiddetini ölçmeye çalışacağım. Çok feci bir dalış
yapacak gibi duruyorsun. İbn Sina’yı imdada çağırmak lazım. İbn Sina bugün yaşasaydı
bugün bilim ve felsefede gelinen son noktada olurdu. Bu bilgiler o zaman için son derece
yüksek bilimsel bilgiler.
Bu bahsi yani “zihin olgusunun anlaşılması” meselesini tarihsel seyri içerisinde ele alma
gayretimin bir amacı en doğru modeli bulmak iken bir diğer amacı da bugün hala doğru
olduğu zannedilen düşüncelerle hesaplaşmak. O halde ZİHİN NEDİR? NASIL ÇALIŞIR?
sorularını cevaplayan DOĞRU MODELİ bulma amacımı sonraya bırakıp İ.S.' nın NEFS
TEORİSİ ile ki aynı zamanda bugünkü manada ZİHİN TEORİSİ ile hesaplaşma kısmına
geçeyim müsadenizle. İbn Sina teorisiyle hesaplaşma aynı zamanda Aristoculuk ve bir
dereceye kadar da İslam düşüncesi ile hesaplaşmak anlamına gelecektir.

Öncelikle doğa yani fizik alemden başlayalım. Bugün evren hakkında bildiklerimizden yola
çıkarak 4 element(anasır-ı erba) öğretisine bağlı Aristo kozmolojisinin ve bu kozmolojinin
uzantısı olan Batlamyusun evren teorisinin tamamen yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Yani
evren AY ALTI-AY ÜSTÜ şeklinde iki bölümlü kapalı bir model değildir. Dolayısıyla ay
üstü alemde metafizik bir gerçeklik, ay altı alemde fizik bir gerçeklik yoktur. İbn Sina’nın Ay
altı alemde cereyan ettiğini söylediği oluş ve bozuluş evrenin tamamında cereyan eder. Oluş
ve bozuluşun cereyan etmediği, teorik aklın kavrayacağı metafizik bir ay üstü alem yoktur.
İkinci olarak CANLILIK meselesiyle devam edelim. Biyoloji bilimi ışığında bakarsak;
organik-inorganik ayrımı çok net olmamakla birlikte, üstelik organik yapıların temelindeki
inorganik moleküllerin, nasıl bir üst aşamada organik yapılara dönüştüğü konusunda henüz
güçlü teoriler bulunmamakla birlikte; cismani(moleküler) bir yapıya sahip olmayan bir cevher
olan NEFS'in bedenlere nüfus ederek onlara hayat vermesi en zayıf ifadeyle bilimsel değil
tamamen dinsel(inançsal)dır. Nefsin cismani olmayan bir cevher olması ne anlama geliyor?
Gözlem ve deneyle asla kanıtlanamayacak bu teorinin savunucuları akıl yürütme yoluyla ileri
sürdükleri savlara destek sağlamaya çalışmışlardır ki bu akıl yürütmelerin tamamı
çürütülebilir. Üstelik sınanabilir savlar da değillerdir. Üçüncü olarak MİZAÇ meselesini
analiz edelim. İbn Sina’ya göre azaların(organların) nefsin güçlerini kullanabilmeleri için
onları(nefsin güçlerini) kabul edebilecek/alımlayabilecek yetenekte olmaları(yani sağlıklı
olmaları) gerekmektedir. Sağlıklı olmaları ise denge üzerinde olmalarına bağlıdır.
Unsurların(hava/nem, toprak/kuru, su/soğuk, ateş/sıcak) zıt özelliklerinin karşılıklı
etkilenmesinden ortaya çıkan bir keyfiyet, bu keyfiyettir MİZAÇ ve zıt özellikler arasındaki
dengelilik halidir. Mümkün dengenin gerçekleştiği en üst seviye, insan bedeninin mizacıdır.
İbn Sina’ya göre birleşimin orantısal farklılığı, organların ve bedenlerin yapısal farklılığını ve
çeşitliliğini doğurmaktadır. Mümkün dengenin sağlanması sonucunda organlar, nefsin
kendileriyle ilgili güçlerini gerçekleştirebilme yeteneğini kazanmakta ve nefsi kabul etmeye
uygun hale gelmektedirler. Yine bugünkü bilgilerimize müracaat edersek bedende hücresel
düzeyde, hücrede de moleküler düzeyde cereyan eden süreçler büyük ölçüde biliniyor. Hücre
çekirdeğinde bulunan DNA molekülleri tasarım, protein molekülleri yapım aşamalarını
gerçekleştiriyor. Fizyolojik süreçleri anlatıp uzatmanın manası yok. Sonuç olarak mizaç
teorisi tamamen yanlış bir açıklamadır. Dördüncü olarak FAAL AKIL meselesini ele alalım.
İbn Sina’ya göre “Aklın tümelleri kavraması sadece düşünce gücüne bağlı değildir. Bu
noktada akıl bir dış etkene ihtiyaç duymaktadır. Bu dış etken, tümel suret ve bilgilerin
kendisinden neşet ettiği faâl akıldır. Varlığın bütün alanlarına dair bilginin elde edilmesinde
faâl akıl etkindir.” Burada söz konusu edilen FAAL AKIL nedir? Nerede bulunur? Nefs-i
natıka ile nasıl birleşir? Ve hepsinden önemlisi bu faal aklın varlığının bir delili var mıdır? En
başta da söylediğim gibi amacım bu dahileri küçümsemek değil. Kendi çağlarının
süpermenleri bu insanlar. Benim derdim kendi dönemlerinde makul ve anlaşılabilir olan bu
fikirlerin bugün hala savunuluyor olmasıyla. Yani bugün mesela ilahiyat fakültelerinde ya da
felsefe bölümlerinde Aristo’nun, İbn Sina’nın, Kant’ın akıl, algı, bilme, düşünme teorilerinin
o çağa ait bir açıklama değil de bugün hala geçerli açıklamalarmış gibi okutulması,
beraberinde doğruya çok daha yakın olan modern BEYNİN BİR İŞLEVİ OLARAK ZİHİN
teorilerinden hiç bahsedilmemesi ciddi bir meseledir.

Söz konusu ettiğim sorunları cevap hakları saklı kalmak kaydıyla tarihin 1000 yıl evvelki
kompartımanına koyup 500 yıl ilerleyerek Rönesans düşüncesine geçiyorum. Rönesans’tan
önceki 2000 yıllık düşünceyi kısaca özetlersem: Platon, Aristo, İbn Sina düşünen öznenin
ANİMA/NEFS olduğunu söylemekle beraber Platon, bu nefsin ezeli ve ebedi yani
yaratılmamış/doğmamış ve ölümsüz olduğuna inanıyordu. Aristo, nefsin bedenle birlikte
doğduğunu ama beden öldükten sonra nefsin yaşamaya devam ettiğini yani ezeli değil fakat
ebedi olduğuna inanıyordu. İbn Sina ruhun kalpte yaratılması/üretilmesine karşılık nefsin
cismani(moleküler) olmayan bir varlığı olduğuna ve en yetkin halini akleden/düşünen nefs
aşamasında kazandığına ve ölümsüz olduğuna inanıyordu. Ayrıca anima/nefs'in mekanı
olarak Platon kafadadır, Aristo kalptedir, Galenus kafadadır, İbn Sina kalptedir diyorlardı.
İlave olarak Aristo üçüncü yetkinlik aşamasına gelen insani nefsin artık akıl olduğu için bir
mekanı olamayacağını söylüyor. İbn Sina bu tespiti ayrıntılandırarak bu üçüncü aşamanın
ayrıca 5 kısmı olduğunu son iki kısmının en yetkin aşamalar olduğunu söyleyerek bu nefsin
Aristo’nun dediği gibi mekansız olduğuna inanıyor.

16. yy da Flaman hekim Versalius insan vücudunun anatomisini sistematik olarak ve ayrıntılı
şekilde inceleyen ilk kişidir. İnsan bedeninin “kutsal olduğu için ölü cesede dokunulamaması
inancı” artık zayıfladığından 1540 da Bologna Üniversitesinde tıp profesörü olan Versalius
otopsilerini resmi olarak yapabiliyordu. İnsan anatomisine ait daha önceki bilgiler sadece
hayvan otopsilerinde elde edilen bilgilere dayalıydı. Anatominin kurucusu sayılan bu hekim 7
ciltlik eserinin son cildini beyin ve duyu organlarına ayırmıştı. Yaptığı otopsilerde ANİMAyı
bulmayı amaçlıyordu(eğer varsa). Aristo animanın kalpte olduğunu söylerken Galenus
beyinde olduğunu düşünüyordu. Aristo’nun otoritesini Galenus’un görüşüne tercih eden İbn
Sina da kalpte olduğuna inananlardandı. Versalius selefi ve rakibi Galenusun tezini araştırmak
üzere beyni açıp incelediğinde ne ruhsal soluğa ne mucizevi bir ize rastladı sadece su vardı.
Versalius beyin otopsilerinde animaya rastlamadı ama düşüncenin veya animanın adresinin
beynin dokularının yerleştiği ince kıvrımlarında olması gerektiğini söylüyordu. Zira aklın
yerinin nerede olduğu sorusu bir anatomistin sormaya cüret edemeyeceği teolojik bir sorudur.

Fizyoloji kelimesini ilk kez kullanan Fransız bilgin Fernelius modern anlayışa yakın bir izah
yaptı. Beynin daralması ve genişlemesi ile anima sinirler yoluyla organlara ulaşır. Bunu
epifiz bezi sağlar. Karaciğerde üretilen Spiritus Naturalis Spiritus Vitalise dönüşür bu beyne
ulaştığında buradaki dört karıncık(odacık)ta epifiz bezinin odalar arasındaki kapıları açıp
kapaması sayesinde Spiritus Anima oluşur ve organlara dağılır. Böylece organlardan beyne
beyinden organlara iletilen bir bilgi ağı oluşur.

Akleden/düşünen özne ANİMA olunca ve bu tanrısal anima ilahi ve gayrı cismani bir cevher
olarak beşeri ve cismani beden ile nasıl birleşir? 17. yüzyılın çok yönlü filozofu Descartes
önce bu ayırımı yaptı: RES EXTANSA(cismani evren) - RES COGİTANS(gayrı cismani
akıl). Tıpkı selefi Aristocular gibi düşünüyordu: değişimin olduğu yer res eztansa, değişimin
olmadığı, hem her yerde hem hiçbir yerde olan tanrısal öz res cogitans. Sorun bu iki
uyuşmazın nasıl bir araya getirileceğiydi. Yani BEDEN-ANİMA nasıl etkileşiyordu? Tümden
gelime başvurdu: Madem ki anima oluş ve bozuluşa uğramadan değişmeden kalıyor, ve beden
içinde bulunuyor, üstelik beyinde mekan tutmuş, o halde beyin içinde ruha ait bir yer varsa
değişmeden kalan tek bir parça olmalı. Bu çıkarımın ardından Descartes beynin içerisinde
sadece bir tek olan yapıyı aradı. Beynin iki yarısı animanın mekanı olamazdı çünkü çiftti,
karıncıklar da olamazdı çünkü 4 taneydiler. Beynin derinliklerinde bezelye büyüklüğünde
karıncık sisteminin tam ortasında duran yekpare EPİFİZ BEZİ Descartese göre anima ve
bedenin birbiriyle bağlantı kurduğu yer olduğuna hiç şüphesi yoktu.

İlgiyle okuyorum. Devam. Somut ve soyut, Gayr-i cismani ve Hayr-i cismani ayrımını bir
kenara atıp Varlığın birliğine kim ulaştı?

Mekanizma şöyle: Vücudun tamamı beyne giden içi boş bir borucuklar demeti oluşturan
sinirlerle kaplanmıştır. Karaciğerde üretilen spiritus naturalis , kalbin damarlara pompaladığı,
damarlar yoluyla beynin odacıklarında yoğunlaşan spiritus vitalis burada epifizde spiritus
animalis ya da Descartesin terminolojisiyle RES COGİTANS bu sinir borucuklarından akar.
Hareketli sinir ağı mekanik kaldırma yasaları uyarınca bu borularda akan animayı alabilmek
için buralara doğru yönelir. Yani anima(yaşam ruhu) beyinden hareketle vücudun boru
sistemi içinde yol alır ve her istenilen noktada bir kasın kasılmasına neden olur. Descartes
kasların kasılmasını da hava basıncı yasaları ile açıklar. Kısaca, Descartes BEDEN-ANİMA
ya da Descartesin terminolojisiyle RES EXTANSA - RES COGİTANS ilişkisini birbirleri
üzerine karşılıklı yaptıkları baskı ile açıklıyor. Res cogitans res extansa üzerine yaptığı baskı
epifiz bezi üzerinden , extansanı cogitans üzerine baskısı kalp damarlar üzerinden.

Galenus teorisini açıklarken meşhur Roma çeşmelerinin tesisat mekanizmalarından


yararlanarak bir izah yapmıştı. Descartes ise devrin katedrallerinde kullanılan büyük orgların
çalışma mekanizmalarını esas alıyordu. Galenus selefi Aristo gibi 3 ruh(bitkisel-hayvansal-
insani ruh) tanımlamış mekan olarakta karaciğer- kalp-beyin olarak belirlemişti. Descartes bu
üç ruhu teke indirir: ZİHİNSEL ANİMA. Zihinsel anima epifiz bezinin hareketlendirdiği
karıncık sistemiyle işlemlerini yapar. Fakat sorular hala ortada duruyor: Eğer Descartes’in
dediği gibi animanın odası epifiz bezi ise bu bez anima ile bedenin ortak eylemini nasıl
sağlıyor? Ruh 3 değil tek ise bu durumda kalp ya da karaciğerde nasıl üretiliyor? Descartes’in
zihinsel animası sinir borucuklarından geçerken sıvı halde mi gaz halinde mi?

Esas sorun ruh ve bedenin varoluşsal olarak etkileşememesi gerekirken etkileşmesi ki Tanrı
ve peygamber ikilisi de benzer durumda bence esas sorun bu, sorunu ortadan kaldırmak için
sanırım Tanrı ve peygamber arasına bir melek koyulmuş fakat ruh beden arasında benzeri bir
ara form yok gibi.

Descartesin teorisini doğrulamak için ya da efsanevi animayı keşfetmek için deneyciler 17. yy
da seferber olmuşlar. İtalyan hekim Borelli kuşları suda boğup kasılan kaslardaki animanın
birikmesini sağlayıp ardından kası bıçakla yardığında suda hiç hava kabarcığı olmayınca sinir
borularından akan animanın gaz olmadığı anlaşıldı. Sinir borularından akanın sıvı olup
olmadığı deneyini de Swammerdam isimli bir hekim yapar ama anima sıvı da değildir. İskoç
anatomist Monro sinir kesitleri üzerinde yaptığı araştırmalardan sonra buralarda hiç bir
maddenin geçebileceği bir boşluk bulunmadığını söylüyor. Newton 18. yy da zihinsel
animanın sinirlerde titreşimler vasıtasıyla taşındığı tezini ileri sürdü. Descartes tamamen
yanlışlanmıştı. Yoksa “tanrısal ANİMA/NEFSİ NATIKA/ RES COGİTANS yok da başka bir
güç mü var?” soruları gündeme geliyor. İnsanlığı 2500 yıl uğraştıran sorun bu! Sorunun çıkış
yeri canlılığın asıl menşei olarak soyut bir kavramı belirleyip tüm canlılığı ve işlevlerini bu
müphem kavramla açıklamak. 19 yy a kadar hekimler, filozoflar, teologlar bu kutsal, tanrısal
ruhu bulmaya çalışmışlar

Bu konu ne zaman açılsa Gödelin matematik sistemi eleştirisi geliyor aklıma, sistemin kendi
içinden çözülemeyen sorunlar oluşursa sistemin yeniden inşaası zorunlu gibi...Zaten aynen de
öyle oldu. Sistem yani “düşünen özne” nedir? nerededir? canlılık nedir? meseleleri mitos
kaynaklı inşa edilince logos işin içinden çıkamıyor. 2500 yıl boyunca inşa edilen bütün
sistemler tamamen amaçsal(teleolojik) yöntemlerle kurulmuş. Yani evvela bir inanç bir kabul
var: Tanrı, ruh. Ardından bu kavramsal tuğlalar ile bir mühendislik proje tasarlanıp bina
dikiliyor. Proje tamamlanıp bitince (ki asla tamamlanamıyor) bir de bakıyorlar ki temel yapı
taşları hayal olduğundan ortada bina falan yok. 19. yy da 2500 yıllık binanın bir hayal bir
KRAL ÇIPLAK masalı olduğu anlaşılıyor. Böylece ateşi tanrılardan bir kez daha çalan insan
somut yapı taşları ile yeni bir bina inşa etmeye başlıyor. Hikaye bu yani FRANKEŞTAYN
hikayesi.

Mustafanın ısrarlı ANLAM soruları karşısında ANİMA ya da ruhun ZİHİN/BEYİN'e


dönüşme sürecine bir müddet ara verip şu ANLAM meselesini analiz etmek istiyorum.
Önceleri evimiz çok büyük, evren küçüktü. Üstelik önü sonu belliydi: Yukarısı
melekut(tanrısal) aşağısı biz ölümlülerin dünyası, yaşam-ölüm-öte dünya. Sonra Kopernik
devrimi ile evimiz (dünya) birden bire hem evrenin merkezi olmaktan çıktı hem de zamanla
SOLUK MAVİ BİR NOKTAya dönüşüverdi. Evimizin yeni konumu hayatımızın düzeninde
bir deprem yarattı. Eski düzene uygun olarak kurduğumuz gerçeklik inşamızda biz insanlar
Tanrının en özel yaratıklarıydık, bizim evimiz(dünya) evrenin tam merkezindeydi. Yeni
konuma uygun yeni anlamlar üretmeliydik, ürettik de. Evren sonsuz büyüklükte olsa da (ki
Tanrının sonsuz kudretine de bu yakışır yorumunu yapmıştık) insan hala özel, biricik olmaya
devam ediyordu. Mahlukatın en şereflisi olan insanın yararlanması için yaratılmıştı diğer her
şey. Ama bu mutluluk da fazla uzun sürmedi Darwin denen adam EVRİM sürecinde ortaya
çıkan diğer formlar gibi bir form olduğumuzu, aynı temel yapılara sahip olduğumuzu,
kökenimizin onlarla aynı olduğunu söyleyerek biricikliğimizi de elimizden alıverdi. Bugün
geldiğimiz noktada duygusuz, dinsiz, imansız bilim “evrenin, yaşamın bir amacı, bir anlamı
yoktur” diyor. Yüzbinlerce yıl her şeye anlam yükleye yükleye inşa ettikleri bu evi nasıl
kolayca bırakabilir insan? Varoluşunun bir sebebi olmadığı düşüncesi, insan için, kolay
katlanılır bir düşünce değildir. Çok uzun yıllar, inançları ve doğaya bağlı yaşam biçimleri,
insanları bu tür kaygılardan uzak tutmuştu.

20. yüzyıla gelindiğinde bilim doğa konusunda iyice içinden çıkılmaz arap saçına döndü:
Evrenin büyük patlama ile doğduğunu şişme ya da çökmeye bağlı olarak da öleceğini tespit
etti ama kuantum gariplikler, sürecin o kadar basit olmadığını gösteriyordu. Yüksek ihtimalle
evrenler vardı(mesela Hawking-Penrose'nin bebek evrenleri). Dolayısıyla bigbang'ın öncesi
de senaryoya dahil oluyordu. Bu durumda evren için ne önce söz konusuydu ne de sonra.
Tıpkı maddenin olduğu gibi(en küçük parça diye bir şey yokmuş).

Evreni anlamlandırmak bir yana doğa hakkındaki bütün anlamları yanlışlayan bilim insan
varoluşunun ayağının altındaki zemini çekiverdi. Bundan böyle tanrısal, dini, mistik bir anlam
akıl nezdinde zemini olmayan bir yaklaşımdır. Yaşamın anlamı sorusunun bütün sorular
içinde en acılı soru olduğunu söyleyen Camus, yaşamın akla aykırı olduğunu söylemiş ve bu
durumu “uyumsuzluk” olarak nitelendirmişti. Sisifos Efsanesi kitabına şu cümlelerle giriş
yapar, “Gerçekten ciddi tek soru intihar etmeli mi etmemeli mi?” Sartre "“Bütün var olan
şeyler bir neden olmaksızın doğarlar, zayıf bir şekilde yaşamaya devam ederler ve kazayla
ölürler. Doğuşumuz anlamsızdır; ölüşümüz anlamsızdır.” demişti. Sartre den binlerce yıl
evvel yaşayan Heraklitos “Hayat hayat ismiyle anılır ama gerçekte ölümdür o” derken benzer
şeyleri kast ediyordu. Irvın Yalom gibi varoluşçu psikologlara göre; “yaşamın kendi içinde bir
anlamı yoktur, evrende kendi varlığını yaratan tek varlık insandır, insan insanlığını kendi
yapar ve nasıl yaparsa öyle var olur, değerlerini yaratır, yolunu seçer, insan yaşamaya
başlamadan önce yaşam da yoktur ve yaşama anlam veren yaşayan insandır, bireyin
varoluşunun tümüyle anlamsız olduğu gibi bir sonuç bireyi eylemsizliğe götürür, anlam ve
amaç araştırması bir insan özelliğidir” tespitiyle çağın patolojisine de işaret ediyorlar. Mesele
psikiyatrik bir sorun halini alınca çözüm önerileri getirme zorunluluğu doğdu. Zira yaşamda
anlam bulamama; depresyon, benliğin aşağılanması, kadınların ilaç kullanımı ve erkeklerin
intihar düşünceleri gibi hadiselerde son derece belirleyici bir faktör.

Anlam sorunu bugün için daha çok psikolog ve psikiyatrların uğraşı alanında. Onların soruna
nasıl yaklaştıklarına değinmeden önce Camus'un önerisini söyleyeyim: “Çözüm,
uyumsuzluğu çözmeye çalışmakta değil, bunun bilincinde olarak yaşamaya devam
etmektedir. Çünkü uyumsuzluğa rağmen yaşamak uyumsuzluğu geriletecektir." Sartre ise
şöyle demeye getirir(en azından edebi eserlerinde) “uğrunda yaşanacak bir şey bul”.
Kierkegaard uğrunda yaşanacak şeyin DİN olduğunu söyler.

Yaşamın anlamı konusunda üç temel psikoloji kuramı dünyada yaygın bugün: 1- LOGO
TERAPİ, 2- TERÖR YÖNETİMİ KURAMI, 3- ANLAMI KONTROL. LOGO TERAPİ Nazi
zulmünde kamplarda tüm sevdiklerini kaybetmiş V. Frankl isimliYahudi bir psikiyatra ait.
“Önemli olan genelde yaşamın anlamı değil, daha çok belli bir zaman diliminde insan
yaşamının özel anlamıdır. Ona göre bireyin, soyut bir anlam arayışına girmemesi gerekir. Her
bireyin yaşamında özel bir mesleği, özel dostları, özel hobileri ve uğruna mücadele edeceği
idealleri bulunmalıdır.” diyor. Frankl, yaşamdaki her durumun insana meydan okuduğunu ve
çözülecek bir dizi sorun ile insanı karşı karşıya bıraktığını ileri sürmektedir. Her birey yaşam
tarafından sorgulanmakta ve sorumlu olarak yaşama karşılık vermektedir. Frankl’a göre
“İnsan yaşamın gerçek anlamını kendi içinde ya da kendi ruhunda değil, dünyada
keşfetmelidir.” Bu temel özelliği “insan varoluşunun kendini aşkınlığı” olarak adlandırıyor.
Frankl’a göre birey yaşamın anlamını üç farklı yoldan bulabilir; bir eser yaratarak ya da bir iş
yaparak, bir insanla etkileşime girerek ya da bir şey yaşayarak ve kaçınılmaz olan acı
durumuna karşı bir tavır geliştirerek.
TERÖR YÖNETİMİ KURAMI Becker isimli bir psikiyatrın. O da oldukça ilginç şeyler
söylüyor. Terör Yönetimi Kuramı’na göre, insanın ölümlü olduğu düşüncesi her bir bireye
varoluşsal bir kaygı vermektedir. Kültür, insanların yaşamına anlam, düzen ve süreklilik
sağlayarak bu varoluşsal kaygıyı azaltmaktadır. Kişi, kültürel değerlere bağlandıkça ve
yaşamını bu değerlere bağlı olarak ortaya çıkan normlara göre düzenledikçe kendini güvende
hisseder. Bağlı olduğu kültürel değerlerin ve normların doğruluğuna ve haklılığına inanan
bireyler, yaşamlarını anlamlı bulmaya başlarlar. Kurama göre çevrelerindeki diğer insanların
da aynı değerleri ve normları benimsemesi, bireylerin kendine güvenini ve yaşamlarının
anlamlılığına olan inançlarını arttırır. Çevrelerindeki diğer insanların kendilerininkinden farklı
inançlara sahip olması ise yaşamın anlamlı olduğu düşüncesini tehdit ederek bireylerin
kendilerine güvenlerini düşürür. Kurama göre bireyler, bu olumsuz duygudan kurtulmak için
farklı yollar izlerler: Diğerlerinin inançlarını ve düşüncelerini reddedebilirler; bu inançları ve
inançların sahiplerini küçümseyebilirler; ya da bu farklı inanç sahiplerini kendi inançlarına
çekmeye çalışabilirler. ANLAMI KONTROL kuramı da çok farklı değil bu kurama göre
insanlar yaşamlarındaki riskleri kavramaya çalışırlar, bunu istedikleri sonuçlara ulaşmak ve
istemedikleri sonuçlardan kaçınmak için yaparlar ve bunun yolu da kültürel standartlara
uymaktan geçer.

Peki, bugün RUH/NEFS/ANİMA hala bir realite olarak kabulleniliyor mu? Geniş halk
kitleleri tabii ki geleneksel/mitolojik kullanım biçimleriyle yaşamaya devam ediyor. Fakat
onlar farkına varmasa da ruh kavramı ZİHİN(bilinç ve canlılık kavramlarını da birlikte
içererek) kavramına dönüşerek artık dinin ve felsefenin inceleme alanı olmaktan çıkıp bilimin
inceleme alanı olmuş durumda. Geleneksel klasik düşünce nedensellik kalıplarını kullanarak
YOKTAN-VAR, CANSIZDAN-CANLI, MADDEDEN-BİLİNÇ “çıkmaz” iddiasında. Ancak
bilim tam da bunun mümkün olduğunu gerekçelendirmeye çalışıyor. Tam anlamıyla bir
patlama yaşanan beyin araştırmaları şu tezi hem savlıyor hem de kanıtlıyor: BEYİN ZİHİN
VE BENLİĞİN KENDİSİDİR.

You might also like