Professional Documents
Culture Documents
ISBN 9789750720307
ROMAN
Asla da olamayacaklar.
Yaşlı değil.
Genç de değil.
Ama yaşanabilir, ölünebilir bir yaş.
Rahel’e gelince:
b) Arkadaşı yoktu.
Ve ne kadar.
Tarih Evi.
Tarih’in kokusu.
Şunu da söylerdi:
Ve hepsinden önemlisi:
ve,
Onner.
Runder.
Moonner.
Bir muz.
İçine girdiğini.
Sevdiğini.
Yürüyen.
“Aferin.”
Ta Koçin’e kadar.
Demediler.
Yaş.
Bu İyiye İşaret’ti.
Erkek’teki “Yalnız Estha”nın, pisuardaki top
naftalinlerin ve sigara izmaritlerinin üzerine
işemesi gerekti. Klozete işemek Yenilgi
anlamına gelirdi. Pisuara işeyemeyecek kadar da
kısaydı boyu. Üzerine basıp yükselebileceği bir
şeye gereksinimi vardı. Bir yükselti aramaya
başladı, Erkek’in bir köşesinde de buldu onu.
Kirli bir süpürge ve içinde siyah nesneler yüzen
süt gibi bir sıvıyla (fenil) yarı yarıya dolu bir
plastik şişe. Yumuşak bir yerbezi ve içinde
hiçbir şey olmayan iki boş paslı teneke kutu.
Cennet Turşuları’nın ürünleri olabilirdi bunlar.
Şurupta ananas parçaları. Ya da dilimleri.
Ananas dilimleri. Büyükannesinin konserve
kutuları sayesinde onuru kurtarılan “Yalnız
Estha”, paslı boş konserve kutularını pisuarın
önüne dizdi. İkisinin üzerine birer ayağıyla
basarak dikkatlice, sallanmamaya çalışarak işedi.
Bir Erkek gibi. Başlangıçta ıslak olan sigara
izmaritleri artık sırılsıklam olmuşlardı. Dönüp
duruyorlardı. Pek yakılacak gibi değildiler. Estha
işini bitirdiğinde konserve kutularını alıp
aynanın önündeki lavaboya taşıdı. Ellerini
yıkayıp saçını ıslattı. Sonra, kendisine çok
büyük gelen, bu yüzden de cüce gibi gösteren
Ammu’nun tarağıyla saçının kabarıklığını
dikkatlice yeniden düzenledi. Arkaya yatırdı,
sonra öne itti, sonunda da yana doğru kıvırdı.
Tarağı cebine soktu, kutuların üzerinden indi,
onları götürüp şişenin, yerbezinin ve süpürgenin
yanına koydu. Eğilip hepsini selamladı. Bütün
takımı. Şişeyi, süpürgeyi, kutuları, pörsümüş
yerbezini.
“Şişşşt!” dediler.
MEYVE
TURŞULAR REÇELLER
SULARI
Mango Portakal Muz
Karışık
Yeşil biber Üzüm
meyve
Acı Greyfrut
Ananas
asmakabağı marmelatı
Sarmısak Mango Tuzlu limon
Sonra kıkırdaklı-kıllı surat gerildi, Estha’nın eli
ıslak ve sıcak ve yapışkan olmuştu. Üzerinde
yumurta beyazı vardı. Beyaz yumurta beyazı.
Az pişmiş.
Titretmiyordu.
Elbette ki yapmıyordu.
Çıkarmıyordu.
İçeceğini bitir.
Filmi seyret.
“Ammu?” dedi.
“Yine NE var?” Bu NE, şaklamış, patlamış,
fışkırmıştı.
“Bilmiyorum.”
Estha aldı.
“Teşekkür et,” dedi Ammu.
Faşist değildi o.
İçinde balıklarla.
Tanımamıştı adam.
“Eski Cennet Turşuları Kochamma’sının kızının
kızı,” dedi Yoldaş Pillai.
Otobüse yetişecekti.
“Hayır.”
“Adı?”
“Larry. Lawrence.”
“Hayır.”
Yüksükten su içen.
Şişman şişman.
Hoşnutlukla.
Yüksükten su içen.
O da Kestişunu.
Hoşnutlukla.
Merhaba duvar.
“Yeğenim Esthappen.”
Son.Ra.
Ve bir Baykuş’la.
Sophie’cik.
Estha, Chacko’nun, elbisesinden, çarpık
kravatından ve genelde abartılı hareketlerinden
ürküp kenara çekilen kalabalığı iterek parmaklık
boyunca yürümesini seyretti. Göbeğinin iriliği
yüzünden Chacko yürürken hep yokuş yukarı
gidiyormuş gibi görünürdü. Hayatın dik ve
kaygan yamaçlarını iyimserlikle tırmanıyormuş
gibi. Chacko parmaklığın bir yanında, Margaret
Kochamma ile Sophie Mol da öbür yanında
yürüyorlardı.
Sophie’cik.
Ve yanıtı yoktu.
Büyükelçi Estha gözlerini yere indirdi, (öfkeli
duyguların yükseldiği) ayakkabılarının bej ve
sivri burunlu olduğunu gördü. Büyükelçi Rahel
yere baktı ve Bata sandaletler içindeki ayak
parmaklarının yerlerinden kopmaya çalıştıklarını
gördü. Bir başkasının ayağına gitmek üzere
harekete geçtiklerini. Ve kendisinin onları
durduramayacağını. Çok geçmeden ayakları
parmaksız kalacak, demiryolu geçidindeki
cüzamlı gibi sargılanmış olacaktı.
Evet. Anladık.
“Olmayacağım.”
“Olacaksın.”
“Olmayacağım.”
Cennet Turşuları-arabası-gülüşü.
Bavullar bagajdaydı.
Telaf-Fuz-Ları kusursuzdu.
Küçük Ammu.
Çöken fıskıyeler.
Basit şeyler.
Klik. Ve klik.
“Kimmiş kıskanç?”
Tatlı.
Biri kumsal-rengi.
Biri esmer.
Biri sevilen.
Biri Daha Az Sevilen.
Hiyaaa!
Şunları yapmıştı:
Zamkın önünden.
Üzüm ezmesi.
Ve geriye.
Ve,
Ölçü 1:5
İsteseydi.
“Nereye gidiyorsun?”
“Bir yere.”
Yavaşça açtı.
Yavaşça kapadı.
“Olmamız gerekebilir.”
Pratik-Estha.
Aman Tanrım.
Fabrikanın yanından.
Meenachal.
“Biz geldik.”
“Nerede?”
“Neden?”
“Anlıyorum.”
“Ve konyak.”
“Doğru.”
“Emin misin?”
Sessizce.
Ten tene.
Ammu ürperdi.
Sıcak bir öğle sonrasında, Hayatını Yaşamış
olduğunu hissettiği için. Fincanının tozla dolu
olduğunu. Havanın, göğün, ağaçların, güneşin,
yağmurun, ışığın ve karanlığın yavaşça kuma
dönüştüğünü. Kumun burun deliklerine,
ciğerlerine, ağzına dolacağını. Kendisini içeri
çekeceğini, tıpkı kumsalı oyan yengeçler gibi
yüzeyde döne döne çöken bir burgaç
bırakacağını hissettiği için.
Kendisi için.
Katili ve cesedi.
Belki dokunamazdı.
C Anlı
T Etikte
Yüksükten su içer.
Kayıplar Tanrısı.
Bu yüzden,
deme yollarıydı.
“Beni dinleyin...”
Ana kapı.
Yol.
Taşlar
Gökyüzü.
Yağmur.
Tenine değen yağmur ılıktı. Ayaklarının
altındaki kırmızı toprak ufalanıyordu. Nereye
gittiğini biliyordu Velutha. Her şeyin
farkındaydı. Her yaprağın. Her ağacın. Yıldızsız
gökyüzündeki her bulutun. Attığı her adımın.
“Kim geldi?”
Merhametli Estha.
Ses yok.
Kapadı.
Ve bacaklarını kaldırdı.
Yukarı.
Aşağı.
“Ne olacak?”
“Hapse gireceğiz.”
Gitmemişti.
Kız kardeşi.
Portakallıiçecekler.
Limonluiçecekler.
Kokakolafantadondurmameyvelisüt.
Herkes biliyordu.
P arlak zekâ
O nur
L ekesizlik
İ taat
S adakat
Yürekleri karanlık.
Amaçları öldürmek.
İleri.
Yüksek eğreltiotlarının.
Bir bukalemunun.
Tarih Evi.
Tarih Evi.
Acele işediler.
Baskını.
Erkeğin İhtiyaçları.
Birinci Ders:
Ve
İkinci Ders:
Yine de kokar.
Ekşi-tatlı.
Rüzgârın taşıdığı bayat gül kokusu gibi. (Tam
tam.)
Yeter mi?
Yeter.
Soğuktu.
Klik.
Klik.
“Evet. Hayır.”
Kap kacağı.
Şişme kazı.
Yürüyemiyordu. Sürüklediler.
“S İ L O P.”
“Oturun,” dedi.
“Ra-ra-ra-ra-rum.
Parum-parum.”
“Şu var ki,” diyordu Bebek Kochamma’nın sesi,
“olan olmuş. Müfettiş onun zaten öleceğini
söylüyor. Bu yüzden polisin ne düşündüğü onun
için önemli değil artık. Önemli olan, sizin hapse
girmeyi isteyip istemediğiniz ve Ammu’nun
sizin yüzünüzden hapse girip girmeyeceği.
Bunun kararını siz vereceksiniz.”
Estha gitti.
Büyükelçi E. Pelvis. Faltaşı gözlü, kabarık
buklesi dağılmış. İki yanında uzun boylu polisler
olan kısa boylu bir büyükelçi; üstlendiği
korkunç görevle Kottayam Karakolu’nun iç
organlarının derinlerine iniyordu. Taş zeminde
ayak sesleri yankılanıyordu.
“Acaba o nerededir?”
“Afrika’ya kaçmıştır.”
“Yakında.”
Kim çıkartıyordu?
Hükümet.
“Ve tebeşir.”
Fısıldar.
Ağzını oynatır.
Ne yaşlıydılar. Ne genç.
“Ne var?”
Kimdi o?
Kayıplar Tanrısı.
Evet.
Biliyordu.
Belki dönerdi.
Belki dönmezdi.
Kim bilir?
Son Ra.
“Ammukutty... ne oldu?”
Kadın onun yanına gitti, bedenini bedenine
yasladı. Erkek orada öylece durdu. Kadına
dokunmadı. Titriyordu. Birazı soğuktandı. Birazı
da korkudan. Birazı yakıcı arzudan. Korkmasına
karşın bedeni yemi yutmaya hazırdı. Kadını
istiyordu. Hem de hemen. Islaklığı kadını da
ıslattı. Kadın ona sarıldı.
Hepsi gitmişti.
“Gitmem gerek.”
“Yarın?”
“Yarın.”
Eceliyle öldü.
Yarın.