You are on page 1of 112

Bu risale; Kur'an'm buyruğu gereği başlarını ört­

tükleri için mağdur edilen, zulme uğrayan


_ ; hakla­
rı gasb edilen ve fakat herşeye rağmen iffetlerini
muhafaza eden, vahy-i ilahl'yi herşeyin üstünde
tutup izzet ve vakarlarından taviz vermeyen,
Kur'an'a yar olup Ümmet-i Muhammed'iutandır­
mayan o güzide insanlara, tarihi yazan değil, tari­
hi yapan ve böylelikle iman etmiş olmanın izzet
sahibi olmak demek olduğunu cümle aleme göste..:
ren o değerli kardeşlerimize ithaf edilmiştir.

Tibyan Yay:mları: 1

Dizgi: S.B Dizgi


Ofset Hazırlık: Sena Ajans
Baskı-Cilt: Temel Ofset
Kapak: S.B Grafik
Baskı Yeri ve Tarihi: İstanbul/1995
TİBYAN YAYINLARI

Genel Dağıtım

Arslan Yayınları Bilgi Vakfı


Beyazsaray No: 6 Sümer 1 Sok .

. Tel: 517 47 99 No: 12/9


Faks: 516 55 37 Tel: 231 66 53

Beyazıt-İstanbul Kızılay/Ankara
�� 7

I/Tarihsel Arkaplan 17

II/Kur'an Yorumlarının Avamileşmesi 25

III/Bir Örnek ve Bir Eleştiri 38 ·

L Mahrem Yerler 42

1/a. Hıfz-ı Furuc 44

l/b. Cüyub Terimi 48

1/c. Teberrüc'ül-Cahiliyye 49

2. Ziynet Yerleri 52

2/a. Namahremlerin Konumu? 56

2/b. Halhal 57

3 ..İlla Ma Zahara Minha 59

3/a. Hükmün Mevcudiyeti Meselesi 62

3/b. 'Küfür ve İffetsizlik'Suçlamaları 65

3/c. Saçlar Yüzün Bir Cüz'ü müdür? 70

3/d. Hımar Teriminin Anlamı 72


3/e. Said b. Cübeyr'in

Aslı Nedir? 78

4. Cilbab Ayeti 84

4/a. Emir, Vücub, Tavsiye, İzin, Ruhsat 85

4/b. Hür-Cariye Ayrımı ve İffet 89

4/c. Takva, Vera ve İhtiyat 95

5. Kara Çuval Türküsü 97

IV/Sonuç 107
'Fermez le les Femmes!'
(Kur'an'ı Kapa, Kad�nları Aç!)

Osmanlı'nın son dönem aydınlarından Ab­


dullah Cevdet, İctilıad dergisini Cenevre'de çı­
kardığı yıllard.a, Avrupa kamuoyuna, Avrupa'nın
ileri gelen fikir adamlarına, "müslüman halkın
terakki edebilmesi için gerekli çarelerin neler
olabileceği":tıe dair bazı sualler sorar:
« ... 1. Aıenı-i İslam'ın inhitatını nıucib olan es­
bab u ahval nelerdir?
2. Müslümanlara bir hayat-ı taze vererek
ale�1-i islam'ı inkiraz-ı külllden kurt,ar­
mak içün en müessir tedbir nedir? .. . »

(Şükrü Hanioğlu, Doktor Abdullah Cevdet ve Dö­


nemi, sh. 137; "İctihad, nü: 1, 1/Eylül/1904, sh.
16"ya atfen)
Bu suallere cevap verenler arasında bulunan
bir Fransız edebiyatçı, nihayet bir İslam ülkesi­
nin aydını olan bu zata, Abdullah Cevdet'e müz­
tehzi bir ifadeyle ve fakat kendinden. emin bir ta­
vırla şöyle der: 'Fermez le Coran, ouvrir les fem­
mes!' (Kur'an'ı Kapa, Kadınları Aç!)
7
Abdullah Cevdet ise gilya bu sözün altında
kalmaz ve kendisine söylenilen bu sözü şu şekilde
değiştirerek mukabelede bulunur: 'Hem Kur'an'ı,
hem kadınları aç!'
O, böyle demekle terakki'ye mani olan engel­
lerin Kur'an'da bulunmadığını, kadınların açıl­
ması gerektiğini ama bunun yanısıra Kur'an'm
da açık durması lazım geldiğini ifade etmeye ça­
hşmaktadir. O Kur'an'ı karşısına almayacak ka­
dar zekidir-. Düşüncelerini ve ortaya koyduğu
projeleri Kur'an'ı dışlayarak, Kur'an'a rağmen
hayata geçirmeyi hiçbir surette düşünmemiş, bi­
lakis Kur'an'm müslüman toplum üzerindeki et­
kisini de hesaba katarak bu toplumu ikna etme-
. nin ancak böylesi bir siyasetle mümkün olacağım
anlamıştı. Nitekim kendisinin 'İslam'ın gelişme­
yi önleyen bir din olduğu' şeklindeki görüşlere bu
açıdan verdiği cevap, bu iddiaların" ... saf ihtida,.
sındaki Müslümanlık içün gayr-i muhikk olduğu,
[buna karşılık] mütereddi Müslümanlık, daha
doğrusu sahte Müslümanh� için doğru /' olduğu
..

şeklindedir. (A.g.e., sh. 137)


O güya, gerçek İslam'a değil, sahte İslam'a
karşıydı ve bu nedenle de hiç çekinmeden 'hem
Kur'an'ı, hem kadınları aç!' diyebiliyordu. Nite­
kim böylelikle"müslümanlara bir hayat-ı taze ve- .
rerek alem-i İslam'ı inkiraz-ı külliden kurtarillak
içün en müessir tedbir nedir?" suali muvacehe-
. sinde en müessir tedbir, Abdullah Cevdet'in o

8
Fransız edebiyatçının teklifinin değiştirdiği kıs­
mında değil, değiştirmediği kısmında aranıp bü­
lunmuştu: 'Her halukarda kadınları açmak!'
Bu trajik bir hikayedir! Evet, hem de iki ara­
da bir derede çırpınanların, ne Kur'an'dan, ne de
Km'an'ın tel'in ettiği.bir zihniyet ve bu zihniyetin
gereği olan hayat tarzından bigane kalanların,
kalabile!1;lerin hikayesidir bul
Şimdi bu hikayeyi bir de Niyazi Berkes'ten
dinleyelim:
1908 Devriminin açtığı tartışma döneminin-so­
runlarından biri de aile müessesesi olmuştur. İlk
önce Batıcılar, Devrimin getirdiği_ söz öz_gürlüğU
sayesinde, kadınların toplumdaki durumu, peçe
ve çarş�f sorunlarını, kadınların eğitimi ve top­
lumsal hayatta rol almaları sorunlarını açıkça ve
alabildiğine eleştiri konusu yapmışlardı. Bu konu
üzerinde tartışmalı o kadar yazı yayınlandı ki
bunların hepsini burada yazmaya imkan yoktur. ·
Bu yayınlarda rastlanan başlıca yargılar şunlar­
dı: 'Türkiye'nin geriliğinin başlıca nedeni kadınla­
rın durumunun aşağılığıdır; bum�n sorumlusu da
dindir. Bu durumun sürüp gitmesini sağlayan da
din adamlardır.'
Abdullah Cevdet, 1908'den önce İctilıad dergisini
Cenevre'de yayınladığ1 yıllarda müslüman halkın
kalkınma_sı için gerekli çarel�rin neler olacağı
üzerine Müslüman ve Avrupalı tanınmış kişiler
arasında bir anket açmıştı. Esprili bir Fransız
edebiyatçısı buna şu kısa cümle ile cevap verdi:
'Fermez le Coran, ouvr�r les femmes!' (Kur'an'i
Kapa, Kadınları Aç!)

9
Abdullah Cevdet bir değişiklik yaparak, bu cevabı
şu biçime soktu: 'Hem hem kadınları
aç!' ve bunu aile reformu sorununun sloganı ola­
rak ele aldı. 1908 Devriminden sonra peçe ve çar­
şafa karşı ilk savaşı açan o oldu. (Niyazi Berkes,
Türkiye'de Çağdaşlaşma;'sh. 435-436; "İctilıad,
sy. 4, sy. 29, Cenevre, 1907, 191l"e atfen)
Kur'an'ın bir emri, Kur'an'a rağmen tatbik
edilmiyor, hatta bununla da kalınmayıp o müm­
taz· Kelam'ın şu ya da bu hususu emretmediği,
emrettiyse .Jile bağlayıcı olniadığı söyleniyorsa,
Kur'an sayfaları açılsa ne olurdu, açılmasa ne
olurdu? Kur'an'a ittiba edilmedikten sonra,
Kur'an'ın el üstünde, baş üstünde tutulmasının
ne anlamı vardı?
Bu sorurJar, nasıl son dönem Osmanlı aydın.:.
lan arasında yaşanmışsa, günümüz Cumhuriyet
Türk.iyesi aydmları arasında da yaşanmaktadır.
Bugün de kimileri başörtüsünü ya da çarşafı, çağ­
daşlığa mani addetmekte, örtünmeyi gericiliğin,
buna karşın açılıp saçılmayı çağdaşlığın esbab-ı
mucibesi saymakta ve bu nedenle kadınların ka­
panmasını emreden Kur'an'm sayfalarının da ka­
panmasını arzu etmektedirler. Yine bugün de ki­
nıileri -tıpkı Abdullah Cevdet gibi- hem müslü­
man kadınların ve kizların hem de Kur'an'ın açıl­
ması gerektiğini söyleyerek güya bu müfritlere
mukabelede bulunmakta, mukabelede bulun­
duklarını sanmaktadırlar.

10
Sorun işte buradadır! Sıfatları, ünvanları_ne
olursa olsun bu tür aydınlar, modern hayatın on­
yere ve koşullara alışmış ol­
vaziyet-alışlarını Kur'an'dan hare­
ketle değil, içinde bUlunduklan, alıştıkları hayat
tarzından hareketle belirlemektedirler. Bu zaaf­
tan dolayı da Kur'an'm modern yaşama biçimine
uygun gelmeyen, onunla uyuşmayan, modern
zihniyede ve bu zihniyetin kaynaklık ettiği ya:­
şantıyla çatışan ayetlerini ya görmezlikten gel­
mekte ya da te'vil cihetine gitmektedirler. �ur'an
ayetlerinin ne dediği umurlarında değildir onla�
rın; zira onlar Kur'an'a uygun bir hayat tarzına
talip değill�rdir, Kur'an'ın emirlerine kayıtsız­
şartsız boyun eğmeyi, Kur.'an'ın çizdiği sınırları
aşmamayı, Kur'an qairesinde bir tarz-ı hayatı
idame ettirmeyi -gerçekte- arzu etmemekte,
ediyorlarsa bile bunu hiçbir surette söyleyebile­
cek cesareti kendilerinde bulamamaktadırlar.
Evet, bu tür aydınlar Kur'an'ın da açılmasını
istiyorlar; Kur'an'ın da okunmasını, Kur'an'a da
hürmet edilmesini, Kur'an'a da saygı duyulması­
nı arzu ediyorlar. Ne ki iş Kur'an ahkamına gelip
dayanınca, Kur'an'ın siyasi eleştiri ve talepleri
sözkonusu olunca, aynı· insanlar bu sefer ağız de­
ğiştirmekte, ya Kur'an'da -birilerinin(!) söyle­
diği gibi- böyle bir emrin olmadığını, ayetlerin
yanlış yorumlandığını, cevazın, ruhsatın, şartla-

11
nn, ibarelerin -ama mutlaka bir 'şey'in- dikka­
te alınmadığını iddia etmekteler ya da Kur'an'ın
abJ8...1d çerçevesinin asıl olup zamanın değişme­
siyle ahkamın da değişebileceği ilkesinin ardına
sığınarak binbir türlü gerekçe uydurmaktalar.
Ne hikmetse, Kur'an'la, Kur'an'a hürmetle
başlayan o tumturaklı sözlerin _ardından Kur'ani
bir hakikatin ispatı, Kur'ani bir ilkenin müdafaa­
sı gelmiyor da ya o Kur'anı emri yobaz din adam­
larının, kara cübbelilerin, radikallerin, funde­
manta.Jistlerin(!)çarpıttığı, dolayısıyla işin esası­
nın böyle olmadığı söyleniyor ya da Kur'an'ın ba­
rışı, kardeşliği, sevgiyi, insanlık sevgisini, Allah
sevgisini öğrettiğinden bahisle ahkam, siyaset,
muamelat, kısaca Kur'an'da insan hayatina yö­
nelik emirler mecmuası tamamen veya kısmen es
·
geçiliyor. Çok ilginçtir ki her ne zaman bu nutuk­
lar Kur'an'la başlasa, en nihayet Kur'ari.'ın tebli­
ğini iptal ya da ihmal eden birtakım görüşlerle
. ·son buluyor.
Evet doğrudur, İslam'm toplumsal ahlak..ı
düzenleyici emsalsiz ilkeler vaz'ettiği; insanı sev­
meyi, insan hakkına saygı duymayı öğrettiği...
Evet doğrudur, Kur'an·� savaşı a'rızi, barışı
asıl ittihaz ettiği, kendisini barışın, özgürlüğün
hükümferma olduğu ortamlarda daha iyi dile ge­
tirdiği...
Evet doğrudur, Kur'an'ın bağlılarına da kar-

12
şıtlarına da özgürlük ve barışı va'dettiği, sadece
çatışmanın değil, konuşmanın da yollarını gös­
terdiği...
Ama şurası da doğrudur ki Kur'an, haksizlı­
ğı, hırsızlığı, zulmü, katli, içkiyi, zinayı, faizi, açı­
hp saçılmayı yasaklar; bu yasakları çiğneyenleri
sadece ilam cezayla değil, dünyevi cezayla da teh­
did eder. Bu yasakları çiğneyenlerin Şeytan'ın
aCl�mlarını takip ettiklerini, Şeytan'ın adımlarım
takip edenlerin ise ne dünyada ne de ahirette fe-.
lalı b,ulacaklarım bildirir.
Kur'an barıştan, özgürlükten rahatsız ol­
maz! Ne var ki Allah'ın emirlerinin yerine getiril­
mediği, nehiylerinin çiğnendiği toplumların öz­
gür değil, köle olduklarını, binaenaleyh insarlla­
nn ilahi emirlere uydukları takdirde özgürlükle­
rine kavuşacaklarını, bundan kaçındıkları tak­
dirde ise köleliğe düçar kalacaklarını söyler.
Kur'an, kendisine iman edenlerden bu haki­
katleri saklamamalarını, insanlara doğrulaı_-ı
söylemelerini, kınayanların kınamalarına. aldır­
. mamalarını emreder. Niçin, Rabbimiz bize uyma­
mız gereken emirleri, kaçınmamız gereken ya­
sakları bildirmişken, onları saklayalım? O'na ve
Kitabı'na iman etmiş kimseler olarak, .niçin
O'nun buyruklarını insanlara tebliğ etmekten
kaçınalım? Niçin, O'nun dininin söylediklerini
söylediğimiz için kınanmaktan korkacağız? Ni-

13
çin, O'nun yasaklarını, O'nUn. ayetlerini eğip bük­
meden insanlara aktarmaktan çekineceğiz? Ni­
çin bütün bunları insanlara söylemekten utana­
cağız?
Müslüman, Rabbinin sözlerini eğip büker
mi? Müslüman, kendisine hak gelmişken hakkı
gizler mi? Müslüman, kendisine ilim geldikten
sonra çekişmeye düşer mi? Müslüman, dünya
ziynetlerinin ardından koşup Rabbinin buyruk­
larını unutur mu? Bükerse, gizlerse, düşerse,
unutursa, hala sadece Rabbine mü'ti olduğunu,
sadece O'na kulluk ettiğini söyleyebilir mi? Söy­
lerse kimse kendisine inanır mı?
Hepimiz Allah'tan geldik ve yine O'na döne­
ceğiz. Bizi yaratan, bize rızkımızı veren, bizi ko­
ruyup gözeten O'dur! Bizler, O'ria kullukla emro­
lunduk. Alemlerin Rabbi'ne hamd edip O'nun
buyruklarına teslim olduğumuzda bize va'dedi­
len cennet'e kavuşacağımıza, O'ndan gayrı ilah­
lar edinip O'na itaatten kaçındığımızda ise bizi
ateşin beklediğine inanıyoruz. Mahzun olmama­
lı, gevşememeli, eğer mü'min isek izzet ve şerefin
mü'minlere ait bulunduğunu asla ve kat'a unut­
mamalıyız. Öyle ise niçin biz sadece, bizi yaratan
Rabbimize kulluk etmeyelim?

Dücane Cündioğlu
Üsküdar/1995

14
Tersem ne-resi be-Ka'be ey A'rabl!

İn reh ke to mi-revi be-Türkistan-est.


***

Korkarım ki Ka'be'ye varamayacaksın ey A'rabı!

Tuttuğun yol Türkistan'a giden yoldur.

Bu beyit, bir �maca varmak için yanlış yöntem ve yol seçen­


ler için söylenir. [M.' Mutahhar!, Adl-i İlahı, sh. 168, (Çev.
Hüseyin Hateml), İstanbul, 1988]
KUR'AN'IN
ÇAÖDAŞ YORUMU

- Eleştirel Bir Yaklaşım.-

1980'li yıllar, bu topraklarda yaşayanları'1.


-bilhassa müslümanların- belleklerinde derin
izler bırakacak hadiselerin yaşandığı yıllardı:..
Bu yılların başlangıcında bu ülkede bir askeri ih­
tilalle birlikte sadece Rejim değişime uğramakla
kalmadı, değişen birçok şeyle beraber hadiselerin
istikameti de değişti. 12 Eylül öncesinde öğrenci­
ler arası çatışmalara sahne olan Üniversiteler,
bu sefer başka bir çatışmaya sahne oldlliar: bir ta­
rafta Üniversite yönetimlerinin (Sistem'in), di­
ğer tarafta ise okumak isteyen müslüman kız öğ­
rencilerin yer aldığı çatışmalara... Müslüman kız
öğrenciler, 'başlarını örttükleri', dolayısıyla okul
yönetmeliğine aykırı davrandıkları gerekçesiyle

17
okullara alınmadılar, sırf 'Rabbimiz Allah'tır' de­
yip istikamet üzere olmayı tercih ettiklerinden
dolayı cezalandırıldılar ve her türlü (özgürlük' te­
ranesine rağmen okuma hakları gasbedildi. Geli­
şen bu olaylar muvacehesinde içlerinden büyük
bir çoğunluk direndi, yılmadı, mücadele etti; ki­
mileri okuldan atıldı, kimileri okullarını kendile­
ri bırakmak zorunda kaldı, kimileri de dışarıda
başını kapayıp okulda açarak öğrenimini sürdür-·
dü. Birçoğunun aileleri ile araları açıldı ve bu ne­
denle bazıları okullarım terketti, bazıları da aile­
lerini ... İçlerinden bunalıma girenler de oldu,
mahkeme kapılarında haklarım aramak için çile
çekenler de ... Bütün bu olanlar ülke sathına ya­
yıldı, imzalar toplandı, gösteriler düzenlendi,
protesto mitingleri yapıldı, hasılı bu yıllarda ve
bu ülkede, bu ülkenin insanlarının belleklerinde
oldukça derin izler bırakacak bir 'başörtüsu dra­
mı' yaşandı. Netice itibariyle tüm bu hadiseler,
aynı zamanda başörtüsüyle ilgili (sadece sosyal
ve siyasi değil, fihrı) tartışmaların yapılmasına
da yol açtı. Paneller, açık-oturumlar, konferans­
lar düzenlendi, makaleler, kitaplar yazıldı ve bu­
güne değin başörtüsü ile ilgili meseleler her
halukarda gündemde kaldı.

Bu bağlamda önemine binaen altının çizilme­


si gereken bir husus da şudur: Başörtüsü ile ilgili

18
tartışmalar başladığında, münakaşalar önceleri
'başörtülü kız öğrencilerin böylesi bir kıyafetle
okullara girip giremeyecekleri' meselesi etrafın­
da dönerken, bir süre sonr� 'İslam'da (Kur'an'da)
başörtüsü'nün olup olmadığı' şeklindeki müna­
kaşalara dönüştü ve nihayet televizyon kanalla­
rının çoğalmasıyla beraber bu tartışmalar -hem
de bazı medyatik 'din adamları'nın marifetiyle­
halk.ın her kesimine yayıldı. Bu yarayı kanatan­
ların, meselenin bu raddeye geleceğini hesap edip
etmediklerini bilemeyiz ama neticede tartışma­
lar mahiyet değiştirmiş ve oldukça ilginç bir hal
almıştı. Rejim'in zorla ve yasaları kullanarak aç­
tıramadığı başlar, bu sefer bazı din adamlarının1
ya da bağlılarının marifetiyle açtırılmak isteni­
yordu. Öyle ki işin J;>aşında, bu yarayı kanatanla­
ra, laik yasaların daha toleranslı yorumlarından
dahi istimdad edilerek 'müslüman kız öğrencile­
rin örtülerini açmayabilecekleri' söylenirken
(tartışmalar, İslami değerlerin savunucularıyla
bu değerlerin karşıtları arasında iken), tartışma­
nın seyri ve tarafları değişmiş; bu defa müslu­
manlar kendi aralarında baş örtme emrinin
İslam'da,(Kur'an'da) olup olm�dığını (ya da 'em­
rin uücub ifade edip etmediğini') münakaşa et­
meye başlamışlardı.

Hadiselerin en yoğun olarak yaşandığı bir


,,., ............... uı........... ,.,.., televizyon'da yapılan ilk açık-otururn-
... u.... ,... u..u. birinde İlahiyatçı ve fakat giyimli
bir hanım (Bahriye Ü çok), --bilhassa İlahiyatçı
kimliğini öne sürmek suretiyle- Kur'an'da ba­
şörtüsüne ilişkin ayetlerin yanlış yorumlandığı,·
İslam'da böyle bir vecibenin bulunmadığı, dolayı­
sıyla müslüman kızların pekala başlarını açarak
okullarına devam edebilecekleri fetvasını verdi.
Bahriye Üçok'un bı.: fetvasının kimilerince 'fikir
verici, aydınlatıcı bir yaklaşım' olarak hüsn-ü ka­
bul gördüğüne şüphe yoksa da �u fetva müslü­
manlar tarafından pek öyle ciddiye alınmadı. Ne
var ki bir süre soma bu fetva'ya iltifat eden baş­
kaları da çıktı ve bu başkaları da aynı fetva'yı
dill�ndirmeye başladılar. Laik kesimler tarafın­
dan çıkarılan dergilerde aleyhte yazılar çıkıyor,
başörtüsü'nü alaya alan karikatürler çiziliyordu.
Başörtülü kız öğrenciler, özellikle çarşaflı müslü­
man hanımlar için kullanılan 'kara kargalar', 'ka­
ra fatmalar', 'mor patlıcanlar' 'öcü kılıklılar' gibi
tabirler, işte o dönemin müşevveş zihinleri, hay­
siyetsiz kalemleri tarafından ortaya atıldı. Israr­
la sürdürülen kampanyalar öylesine etkili olmuş­
tu ki değil Cumhuriyet yönetimlerince itici hale
getirilmiş olan 'çarşaf kavramı, başörtüsü keli­
mesi dahi telaffuz edilmek istenmiyordu. Çözüm
bulunmuş, hem gazetelerin hem de birtakım
muhafazakar siyasetçi eşlerinin katkılarıyla

20
'türban' kelimesi eski şöhretine yeniden
muştu.

'Çarşaf' veya 'Başörtüsü' sadece .ı...ıa.u�•"'.ı.

Sosyal Demokratların, Kemalist geçinenlerin ka­


raladığı bir kavram olarak kalmadı ve İslam adı­
na konuşan, yazıp çizen bazı zevat da bu kampan­
yaya katıldı: Bazıları, Cuma namazı çıkışında ba­
şörtülü kız öğrencilere destekiçin protesto göste­
rileri yapan müslüman gençlere karşı aynı anda
otuzbeş camide yayınlanan vaazlar vererek Ha­
fiyesi Mahmut misali 'çarşaf giyen erkekler' den
dem vurdular ve böylelikle hem bu eylemleri
mahkum etmek suretiyle kendilerinin funde­
mantalistle�den (!)beri olduklarını aleme göster­
mek fırsqtını buldular, hem de çarşaf giymiş bir
kadının güvenlik güçlerince aranabileceğinin ge­
rekçesini hazırlayarak kendilerine Konut'un
merdivenlerine tırmanabilmenin yollarım açtı­
lar. Bazıları da hangi saflarda yer aldıklarını
unutup bu malum koroya katıldılar ve belki de
aynı koroda yer almanın kaçınılmaz bir sonucu
olarak onlar da diğerleri gibi çarşafı 'kara çuval'
olarak nitelemekten geri durmadılar, duramadı­
lar. Aynı güfte yeni bestelerle çalınıyordu. Mesela
kendisi yaşlı bir İslam aliminin oğlu olan (Reşad
Halife'nin peygamberliğine ve Tevbe Suresi'nin
son iki ayetinin Kur'anfdan olmadığına iman et-

21
tiğini açıklayan) Edip Yüksel, Kur'an'ın müslü­
man kadınlara başlarını örtmelerini emretmedi-
iddia etti, hatta iddia kalmayıp o da
çarşafı 'simsiyah bir
( Türkçe Kur'an Çevirilerindeki Hatalar, sh 2 1, .

İstanbul, 1992). Edip Yüksel'in tavrında, Bahriye


Üçok'un tavrındanfarklı addedilebilecek bir yön
vardı; zira o böşörtülü kızların okullara sokulma- ·

sına değil, başörtüsü'nün Kur'an'a sokulmasına


karşıydı:

Başörtüsünü Kur'an'a sokmak isteyenleri


onaylamadığımız gibi, Üniversite'deki kızla­
rın giyim kuşamlarına karışan şekilci ve des­
pot - tavırları da onaylamıyoruz. (A.g.e., sh.
22)

Görüldüğü üzere hadiselerin. seyri ve tarafla­


mı durumu gerçekten de ilginç bir hfil almış, belki
ancak dipnotta zikredllebilecek bir orana tekabül
eden demokrat ve eyyamcı fısıltılar müstesna, bu
konudaki tavır-alışlar garip bir biçimde farklılaş­
mıştı: Bir tarafta, başlarım Kur'an'ın bir emri ge­
reğince örttüklerini, örtülü olarak da okumak is­
tediklerini söyleyen kız öğrenciler ve bu yaklaşı-
. mı savunup destekleyen İslamcılar ile muhafaza­
kar kesimler vardı,· diğer tarafta ise, başörtüsü
takmanın din.l bir davranış olmayıp ?ir 'siyasi
simge' olarak kullanıldığını, dolayısıyla 'çağdaş

22
bir sayılması olmayan (!)başör­
tüsü ile okullara girilemeyeceğini iddia eden La­
Kemalist ve Sosyal Demokrat çevreler bulu-
Buraya kadar garip taraf yoktu ve
tuhaflık da işte tam bu noktada başgösteriyordu;
zira her iki tarafın safında dayer almayan, alm ak
istemeyen üçüncü bir söylem· daha zuhur etmişti.
Bu nev-zuhur söylemin sözcüleri, başörtüsü'nün
dini (Kur}anf,) bir vecibe olmadığını iddia ettiler­
se de başını örtmek isteyenlerin okullara girme­
lerinin engellenmemesi gerektiğini söylemeyi de
ihmal etmediler. Buna rağmen taraflarca 'işbir­
likçi' muamelesine layık görüldüler; zira başört:ü­
lü öğrencilerin okullara girmeleri gerektiğini söy­
lemekle bir tarafa, baş örtmenin dini bir vecibe ol­
madığını söylemekle de diğer tarafa hizmet etmiş
oluyorlardı.. Ortada bir 'fitne' (!) vardı ve tahrikler
neredeyse bir 'Başörtüsü Meydan.Savaşı'na (!)yol
açmak üzereydi. İşte onlar, güya bu savaşı önle­
meye çalışıyorlardı ve fakat savaş bir yandan yi­
ne de devam ediyordu. Neticede� hakemliğe soyu­
nanlar ne o tarafa, ne de bu tarafa yaranabildiler.

İşbu rivayet evvelce yoğ idi ve 12 Eylül'le bir­


likte çıkmıştı. Ne ki çıkmakla da kalmadı ve .
şuyüu vuküundan beter bir hal alarak hem sosye­
teye tebliği vazife edinmiş bir hoca ve müridanın­
ca, hem de onlara akıl hocalığı yapanlarca

23
"Kur'ani analizlerin sonuçlan" şeklinde piyasaya
""'"'........... ......,.,ancak bu görüşler sadece burju-
vazinin 'takıldiğı' mekanlarda seslendirilmedi,
gün o mekanlara mahsus bir söylem olmak­
tan çıktı ve en nihayet, Kur'an adına, İslam adı­
na, hem de İslam.'a bağlılıklarım beyan eden kimi
aydınlarca gazete ve dergilerde, televizyon kanal­
larında -maa'l-füle- sürekli tekrar edildi, halen
de edilmekte ...

Gelinen nokta açısından bugün artık başör­


tüsü -maalesef- müslümanların kendi arala­
rında tartıştıkları bir konu haline gelmiştir ve ba­
zı müslümanlar ne· dediklerini, hatta kime hiz­
met ettiklerini bil1p bilmeden bu görüşlerini sa­
dece televizyon kanallarında değil, kendi kitapla­
rında da fütursuzca sergilemekte, kimi çıkarcılar
da bu söylemin yayılmasına çanak tutmaktadır­
lar. Ne yazık ki olan olmuş, ,televizyon kanalla­
rında dinamitin fitili ateşlenip (!) halkın gözü
önünde müslümanlar birbirlerine düşürülmüş­
tü... Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, fitili tutuş­
turanlar am_açlarına ulaşmanın verdiği keyifle
müslümanların yüzüne bakıp sırıta sırıta 'Görü­
yorsunuz başörtüsü zaten Kur'an'da da yokmuş'
diyebilmişlerdi. Sözün özü, bir yaıigın başlamıştı
bu ülkede...

24
Yorumlarının

masındaki amaç, başörtüsü ile ilgili tartışmala­


rın Türkiye'deki son on küsur yıllık serencamını
tahkiye etmekten ibaret değildir elbette. Bu yolu
tercih etmemizin iki temel amacı vardı:

Birincisi, bu tartışmaların ardında fikri


amillerin değil, bilakis sosyal ve siyasi saiklerin
bulunduğunu göstermek, yani 'söz uçar yazı ka­
lır' darb-ı meselince kitaplara geçerek 'içeriden'
seslendirilen bu gorüşlerin kökeninde yatan zaa­
fın, esas itibariyle fikri mahiyette olmayıp sosyal_
ve siyasi bir tavır-alışla yakından alakalı olduğu-.
nu vurgulamak.

İkincisi, Kur'an'dan yapılan sözkonusu is­


tinbatların İslam'ın bunca asırlık geleneği içeri­
sinde hiçbir mektebin ya da mezhebin öne sürme­
diği, hatta aklına bile getirmediği. bir biçimde
'modern' olduğunu, 'şimdi'ye ait bulunduğunu
hatırlatmak ve böylelikle, eşlerinin ya da kızları­
nın başlarından başörtüsü'nü çıkaranlar ile ba­
şörtülü kızları podyumlara çıkaranlar arasında
temelde bir fark bulunmayıp her iki tavrın d.a
sosyal ve siyası değişim dalgalarının bir sonucu
olduğunu ortaya koymak...

25
Eleştiri'nin kalkış noktası, yaşanmakta olan
hayat tarzının o hayatı yaşayanların ufkunu na­
sıl belirlediğini ve Kur'an ayetleri ile yaşanan ha­
yat arasındaki ilişkinin Kur'an metnini anlama­
daki rolünü (bir anlamda, 'yaşadığın gibi inanır­
sın' darb-ı meselinin ifade ettiği hakikati)ortaya
koymak olduğundan, Kur'an'a yapılan atıflar ka­
dar, bu atıflara yol açan sosyal ve siyası arkapla­
nın da tartışılması gerekmektedir.

'Yaşanmakta olan hayat tarzının o hayatı ya­


şayanların ufkunu nasıl belirlediği' ile ilgili ola­
rak, yakın tarihimizden yaşanmış, tecrübe edil­
miş bir misal verelim: Kendisi Meşrutiyet-Cum­
huriyet devri mütefekkirlerinden... Fıkıh ilmiyle,
özellikle U sül-i Fıkıh'la meşgul oldu ve bu konu­
da gerçekten de kıymetli eserler verdi. II. Meşru­
tiyet'in ilanından sonra kurulan Meclis-i Mebu­
san'a iki dönem İzmir mebusu olarak katıldı, da­
ha sonra Ayan Meclisi üyeliğine seçildi. Cumhu­
riyet'in ilanından sonra da İzmir Mebusu olarak
TBMM'nde görev aldı. I. İsmet İnönü Kabine­
si'nde Adliye Vekili oldu (1924). Mecliste hila­
fet'in kaldırılması tartışılırken, bu alimimiz 'Ad­
liye Vekili' sıfatıyla hilafe 'tin mahiyet-i şer'iyye­
sine dafr meşhur bir konuşma yaptı; meclisteki
muhalefeti kıran bu konuşması hilafet'in kaldı­
rılmasında büyük bir rol oynadı. Herhalde kim-

26
den bahsettiğimiz anlaşılmış olmalı... Seyyid
Bey'den söz ediyoruz; fakihliğinden ziyade, hatib­
liğiyle tanınan Seyyid İsmail Kara'nm
ifadeleriyle: Bugün aramızda ço� Seyyid beyler
yaşıyor: İşe koşulan, bazı doğruların söylenmesi
kendisine bırakılan, zeki fakat saf, zamanı gelin­
ce de "kumda oynamaya müheyya"lar... (Garı,
Ganun ve Şapha, Dergah Dergisi, IN, Temmuz,
1990)

Seyyid Bey'le ilgili olarak aktaracağımız


anektod, Dergi'nin mezkur sayısında yer almak­
tadır ve 'yaşanmakta olan hayat tarzının o hayatı
yaşayanların ufkunu nasıl belirlediği' ile ilgili
önemli ipuçları vermektedir:

... Umumi Harb içinde idi; Alman mebusları­


nın ziyaretini iade için Almanya'ya bir heyet
halinde gittiğimiz zaman aramızda Seyit Bey
de. vardı. Cenuptan başlayarak Almanya'nın
küçük payitahtlarından bir haylisini dolaş­
tıktan sonra, nihayet Berlin'e gelmiştik. Bir­
gün, Adlon otelinin hususi salonunda, öteden
beriden konuŞuyorduk. Birdenbire, başını
kesik kesik bir hayli salladı, gözlerini evirdi,
çevirdi. Kaşlannı kaldırarak 'olmayacak bu
iş!' dedi. Ben harpten, sulhtan, Almanlarla
münasebetlerimizden bahsedecek zannedi­
yordum. 'HaJ1:'ola' dedim; 'nedir olmayacak

27
olan iş?' Seyit bir uzun mahkeme ka-
rarını tefhim eder gibi, ciddi bir tavır ile, "Bi­
zim dedi; "başına şapkayı giydirip
sokağa çıkarmalı. Başka çare yok!"

O, 'k' harfini telaffuz edemezdi. 'kanun' der­


ken Meclis'te 'ganun' diye bağırırdı. Şimdi
karısının başına şapka giydirerek sokağa çı­
karmak lüzumundan bahsetmesi, bizdeki
tesettürün manasızlığını ve zararını tasdik
etmesi demekti. Konuştuğumuz lakırdılarla
hiç alakası olmayan bu bahis, Avrupa seya­
hatine çıkalıberi onun zihninde yavaş yavaş
vücut bulan, nihayet tebellür eden bir kanaa­
tin birdenbire kalbinde feveran etmiş bir ifa­
desi idi. (Hüseyin Cahit Yalçın, "Tanıdıkla­
rım-Seyit Bey", Yedigün, nu. 183 , 9 Eylül
1936)

Daha sonra H. C. Yalçın'ın, aynı yazısında


Chateau lquem şarabım da yudumladığını söyle­
diği .Seyyid Bey'in fikirlerindeki bu değişim (ki-
- milerine göre 'gelişim') kolay olmamış ve fakat .en
nihayet memleketin kurtuluşunu 'garısının başı­
na Şapka giydirip sokağa çıkarmak'ta görecek
noktalara kadar gelmişti. İşin trajik tarafı, insa­
noğlunun fikirlerinin değişmesi değil, bu fikirle­
rin değişmesine yol açan amillerin gözden kaç­
ması ve mesela Meclis'te hilafet 'in mahiyet-i

28
şer(iyyesi tartışılırken, tarafların gerçekten de
şer'i bir mahiyet'in tartışıldığını düşünmesidir .
....., ..,. .... ..... ............ .... ... ... ,okuttukları Seyyid Bey'in yaşamak-
ta olduğu hayatı ne denli etkilemişti? Bu sualin
cevabını tam olarak verecek durumda değiliz.
Ancak yaşamakta olduğu tarz-ı hayatın, Seyyid
Bey'in okuduklarım, okuttuklarını ne denli etki­
lediğini, galiba çok iyi biliyoruz!

Bizler, umumiyetle metinde mündemiç anla­


mın ona muhatap olanları etkilediğini ve tabia­
tıyla metnin, muhataplarının hayatlarım değiş­
tirip biçimlendi�diğini düşünürüz. Bu doğrudur
ve metinlerin, özellikle kutsal metinlerin, bida­
yetten beri insan hayatını değiştirip biçimlendir­
dikleri reddedilemez bir vakıadır. Fakat unutul­
mamalıdır ki metinde mündemiç anlamın muha­
taplarım etkilemesi, biçimlendirmesi kadar, mu­
hatapları da çoğu zaman o metne kendilerinden,
kendiliklerinden birtakım anlamlar katarlar,
metnin anlamını yeniden tayin edip metni,
'kendi bulundukları doğrultuda' konuştururlar.
Muhatabın, metni 'kendi bulunduğu doğrultuda
konuşturması', bütünüyle, metni 'kendi istediği
gibi konuşturması' demek değildir.

İlkinde; muhatabın metne anlam verirken


anlam'ı, bulunduğu yere bağlı olarak (vaziyet-alı­
şma uygun bir biçimde) saptayabileceği, yani bu-

29
lunduğu yer ile metin arasındaki doğrudan ilişki
sebebiyle ve farkında olmaksızın konumuna uy­
gun düşecek şekilde anlam'ı oluşturabileceği
kastedilmektedir.

İkincisinde ise, muhatabın -kendi bulundu­


ğu yerin önemi olmaksızın- metne dilediği gibi
(=keyfe ma yeşa) anlam verip metnin anlamını
dilediğince tayin etmesi (saptırması) sözkonusu­
dur. Kısaca, ilkinde gayr-ı iradı (bilinçsi�ce) olan
tasarruflar, ikincisinde iradı (bilinçli) bir mahi­
,
yet kazanmaktadır. Bu yapılamadığı takdirde; ,
yani muhatab, metnin verdiği anlama doğrudan
müdahale edemediği durumlarda, bu sefer met­
nin kendisine müdahele etmeyi dener ve malum
olduğu üzere tahrif denilen olgu da böylesi du­
rumlarda başgösterir. Tahrif-sanılanın aksi­
ne- muhatabın sadece metnin kendisine yönelik·
tasarruflarında değil, metinde mündemiç anla­
ma yönelik müdahalelerinde de ortaya çıkar. La­
fız değiştirildiğinde (=tahrif lafzen vuku buldu­
ğunda), anlamın aslına irca edilme imkanı kal­
mayacağından, Söz'ün sahibi tarafından lafaın
yeniden vaz�edilmesi gerekir ki vahy-i ilahi'nin
tarih sahnesinde fasılalarla tecelli etmesinin bir
sebebi de burada.aranmalıdır. Lafız değil de laf ­

zın delaleti değiştirildiğinde (=tahrif manen


vuku bulduğunda) ise, anlamın herşeye rağmen

30
aslma irca imkanı var demektir; zira lafız değiş­
memiş, değiştirilmemiştir. Nitekim vahiy zinciri­
nin son halkası olan Kur'an'm insanlığa: reh­
berlik yapabilme _kudreti üzerinde düşünüldü­
ğünde, bu kudretin sadece Kur'an'm muhteva­
sında değil, bu muhtevayı bugüne taşıyan laf­
zında da saklı olduğu görülecektir.

Kutsal metinlerin tefsir tarihlerine genel ola­


rak bakıldığında, tahrif olgusu her iki şekliyle de
gözlemlenebilir. Çünkü mevcut kutsal metinle­
rin değil sadece kendileri, önemli ölçüde anlamla­
n da o metinlerin asıl sahibine izafe edilecek du­
rumda değildir. Mesela eldeki İnciller, hem me­
tinlerin mevsukiyeti bakı�mdan, hem de hristi­
yanlar tarafından bu ıiıetinlere yüklenen anlam
içerikleri bakımından hiçbir otantik kıymet taşı­
mazlar. Kutsal metinler içerisinde bunun bir tek
istisnası vardır, o da Kur'an-ı Kerim'dir. Tahk1-
ken söyleyebiliriz ki insanoğlunun elinde bugüri
Kur'an dışında mevsuk herhangibir kutsal metin
bulunmamaktadır ve eldeki mevcut metinlerin
hiçbiri, tarihsel eleştiri'niri soruşturmalarına
mukavem�t edecek ölçüde bir sıhhati haiz değil-
. dir.

Kur'a:ı;ı'ın yorumları sözkonusu olduğunda


ise, maalesef bu denli iddialı konuşmak mümkün
olmamakta, olamamaktadır. Nitekim Tefsir tari-

31
himize şöyle bir bakıldığında görülecektir ki
vahy-i ilahı hiç de layık om1acngı bir biçimde bir-
takım lafazanlıkların, hurafe ve bid'atların, ge­
reksiz felsefi ve kelamı zorlamaların, mezhebi ve
siyasi taassub gösterilerinin, hasılı binbir türlü
gayretkeşliklerin konusu yapılmış, tüm bunlar
olurken murad-ı ilahı adeta görmezlikten geli­
nerek ayetler hakkında ak.la gelen herşey söyle­
nivermiştir. Vahy-i ilah1'nin anlamım saptırma­
ya yönelik bu tür teşebbüslerin çetelesini tutmak
isteyecekler, eldeki Kur'an tefsirlerine bakıp ora­
daki tartışmaları izleyebilir ve kendilerine kafi
miktarda örnek de bulabilirler.

Günümüze gelindiğinde ise, Kur'an yorumla­


rındaki değişim sadece çağdaşlaşmak ile ifade
ya da izah edilebilecek bir düzeyde kalmaı111ş, De­
mokrasi rüzgarlarının İslam dünyasının üzerin­
de esmesiyle birlikte, bu yorumlar avamileşmişti
de. Kur'an yorumlarının avamileşmesi iki şekilde
oldu:

-Birincisi, ulema ve aydınlar Kur'an'ı avama


göre, avamın isteklerine, beklentilerine göre yo­
rumlamaya ve sosyal gelişmelerin baskısı altında
demogoji (kelimenin asıl karşılığıyla: halk avcı­
lı�ı, halka dalkavukluk) yapmaya başladılar. Ni­
tekim çağdaş yorumlann kısm-ı a'zamı bu nite­
liktedir. [Burada, hatiblerle muhatabların aynı

32
düzlemde yer ...... ""........... "'"..........u.
.. bilhassa dikkat edilme­
lidir.]

İkincisi, bu işe avam ( =demos) da el attı ve


'bilenlerle bilmeyenlerin bir ve eşit' sayıldığı de­
mokratik platformlarda her kafadan ayn bir ses
çıktı ve fakat işin garibi bu keşmekeş karşısında
kimse sesini çıkarmadı, çıkaramadı. Herkesin bi­
liyormuş, düşünüyormuş gibi yapıp aklına geleni
söylediği, canı sıkılan herkesin bir Kur'an meali
veya "Kur'an'da ... ", "Kur'an'a Göre... " başlıklı ya­
zılar yazıp neşrettiği, üstelik bütün bu olup biten­
lerin de 'zenginlik'(!) olarak görüldüğü bir top­
lumda avamileşme kaçınılmazdı ve bütün bu
olup bitenlere 'demokrasi' aşkına katlanıldı, ha­
len de katlanılmakta...

Günümüz müslümamnın karşı karşıya(hat­


ta 'içinde') bulunduğu gerçek tehlike, tabi olmak­
la emrolunduğu vahy-i ilahl'ye tabi olmamasın­
dan/olamamasından, 'kendisinde hiçbir şüphe­
nin olmadığı' Kitab'ın rehberliğinden istifade et�
meyip heva ve hevesine uymasından ya da ma'ru­
fu emr, münkeri nehy etmek yerine, bunun tam
tersini yapmasından ziyade, tabi olacağı Ki.tab'ı,
istediği gibi yorumlayabileceği bir hale getirip
onun kelime ve kavramlarıyla oynaması, bu Ki­
tab'ın emirlerine uyacak yerde, bu Kitab'daki
vacibleri, mendub ve mübahlara indirgeyip emfr-

33
lerin içeriğini, kendi fiili yaşantısını her
halukarda meşru kılan beyanlar haline getirme­
si, yaşadığı zamanı, mekanı Allah'ın mura­
dına uygun bir' biçimde değiştirip dönüştüreceği­
ne, Tahtakale esnafı gibi 'zaman sana uymuyorsa
sen zamana uy' yollu ucuz vecizelere sarılarak
aklısıra Kur'an'ı asrın idrakine sunduğunu iddia
etmesidir.

Evet, Kur'an asrın idrakine sunulmalı, asrın


insanlarının bu Kitab'ın yüce rehberliğinden isti­
fade etmeleri için her türlü cehd u gayret gösteril­
melidir. Ancak bu, onun kelimelerini eğip bükme­
den ve onun emirlerini hile-yi şer'iyye ile nesh ve
iptal etmeden yapılmalı, ne 'biz hakikati söylüyo­
ruz' lafazanlığıyla birtakım uydurma rivayetleri,
batıl görüşleri, ictihad adına yapılmış gayretkeş­
likleri dini esaslarmış gibi piyasaya sürmeyi
alimlik sanmalı, ne de 'insanlara dinimizi sevdi­
relim' gibi masum ve beliti de samimi gerekçelerle
genç evlatlarımızı St. Antoine K_ilise'sinin papazı­
nın elinden kurtarmak adına akla eseni söyleme­
lidir. Bu yol, İslam alimlerinin (diğer bir tabfrle
'bağlılarının') yolu değildir, olmamalıdır; zira bu
yol, olsa olsa Hristiyanlığı yaymak bahanesiyle
Meryem oğlu İsa'nın tebliğ ettiği dini, pagan
inançlarının bahçesi haline getiren St. Paul'un
yoludur. Hristiyanlık bugün ve hem de St. Pa-

34
ul'ün marifetiyle hala kendisine milyonlarca
'bağlı' bulabiliyorsa da bu çokluğu elde etmenin
bedeli olarak Tevhid'i feda ettiği, neticede de bir
/Şirk dinine dönüştüğü gözden ırak tutulmamalı­
dır. Bu hastalık bugün de devam etmekte ve
bilhassa Protestanlar tarafından neşredilen İn­
ciller, 'sevgi' adına, 'İncil'i tebliğ' adına hemen her
defasında sürekli değiştirilip dururken, 'tıpkı ba­
sım' yapmak, adeta sema'nın melekütu'na girme­
ye mani addedilmektedir.

Bu maraz maalesef büyük ölçüde müslüman­


lara da sirayet etmiştir ve nitekim günümü�de
'tebliğ yapmak' deyince, taraftar sayısını çoğalt­
mak için her türlü laf u güzafı sarfetmek, sonra
bu laf u güzafı 'kişisel ya da akli yorum' olarak
takdim edip o güzelim kelimenin, Te'vil kelime­
sinin 'iftiranın kardeşi' manasına dönüşmesine
çanak tutmak anlaşılmaktadır. Tebliğ, tebliğ
edilecek sözü, o sözün sahibinin muradına uygun
olarak başkalarına aktarmak veya o murada uy­
gun bir hatt-ı hareket takip etmek demektir; yok­
sa 'Ben akli yönteme göre anladığımı söylerim,
kullandığım yöntem 'akli' olduğu için '(benim gi­
bi) akıllı' olanlardan da bu yorumumu kabul et­
melerini isterim' demek yahut Kur'an'ı tebliğ et­
mek; İslam'ı insanlara sevdirmek ya da hak bir
sözle batılı kastederek 'İslam'ı asrın idrakine söy-

35
letmek' gibi esasen sahih niyetlerle yola çıkıp
sonra adına konuşulan o Mübarek Kelam'ı heva
ve hevese 'oyuncak' etmek değildir.

Herkesin Kur'an adına konuŞmayı marifet


saydığı günümüzde, Kur'an adına söylenenleri
hatırlamaya çalışın, sonra da bir bakın aklınızda
o Mübarek Kelam'dan neler kalmış!? Hiç düşünü­
lüyor mu ki geçen asrın sonlarından itibaren baş­
layan Kur' an' da bilimsel keşiflerin şifresini bul­
mak çabası, bugün Kur'an'ın tebliğini ne hale ge­
tirdi; Kur'an'daki .bilimsel, matematiksel mu'ci­
zeleri bulup çıkaralım derken, o mübarek Kelam­
dan neler neler çıkarıldı? Televizyon komikleri
bile bu işe el attılar ve onlar da tabii ki elleri boş
dönmeyip Kur'an'dan Mustafa Kemal'i çıkardı­
lar. Üstelik bütün bunlar, lıamiyet-i diniye adı­
na, İslamiyet'e hizmet adına ortaya konuldu. Öy­
le oldu ki sonunda gaflet ile samimiyeti, gayret ile
ihaneti birbirinden ayıramaz hale geldik.

'Tüm bunların hamiyet-i diniye ile ne alakası


var?' denilmemeli; zira bu gayretler, insanlara
Kur'an'ı, İslam'ı sevdirmek için ortaya konul­
makta, böyle olunca da İslam'a bağlananların sa­
yısının artacağı ümidiyle her türlü yol denen­
mektedir. E;imileri Kur'an'da 'Parlemento
Süresi'nin (Şura Süresi), kimileri Ağır Sanayi
S:ılresi'nin (Hadid Süresi) olduğımu söylediler, ki-

36
mileri 'haza 'l-beled'il-e m !n' ibaresinden,
Kur'an'da ta bindörtyüz küsur sene öncesinden
ihbar edildiğini Belediyeciliğe ait
esasları istinbata yöneldiler, kimileri Kur'an'da
geçen 'hizb' kelimesinin, bazı meal sahiplerince
'parti' kelimesiyle çevirilmesinden yüz alarak
fer'! olanı, esas olanın yerine geçirme fırsatını ya­
kaladıklarını sandılar ve kimileri de demokra­
si'nin, sosyalizm'in, kapitalizm'in, reenkarnas­
yon'un, atom'uiı, Big-Bang teorisinin ya da Kara
Deliklerin veya uçağın, artezyen kuyusunun, tel­
siz ya da telefonun, hasılı 'yeni' olan, galiblerin
elinde bulunan ne varsa hepsinin menşe'ini
Kur'an'da ht;.ılarak cahil kitleleri hayretlere sala­
bilmiş olmanın keyfini yaşadılar; işin garibi böyle
yapmakla da İslam'ı asrın idrakine sunduklarını
düşündüler. Ne acıdır ki mübarek kitabımız
Kur'an-ı Kerim, sadece bugün değil, asırlar boyu
böylesi gayretke�liklerin 'alet'i haline dönüştü­
rülmek istenmiş, bir tek kelimesinden, hatta bir
tek harfinden yola çıkılarak nice 'fantaziler' üre­
tilmiştir. Bu da yetmiyormuş gibi,- bu fanteziler
'akide' haline getirilerek insanlar icad edilen bu
inanç esaslarını kabule zorlanmıştır.

Yorumların avamileşmesinin bir neticesi


olarak Kur'an'm bu toplumun hayat tarzını etki­
lemesi, biçimlendirmesi güçleşmiş, Söz'ün anla-

37
mı genişleyince anlam buharlaşmış, kısacası in­
sanlar neredeyse Kur'an'ın rehberliğinden istifa-
de etme imkanlarım karşıya
mişlerdir. Kur'an-ı Kerim 'Allah'tan gayrısına
kulluk edilmez' diyor ama insanlar adeta Allah­
'tan gayrı herşeye tapınıyorlar, Kur'an insanları,
'herkesin yaptıklarının karşılığını göreceği gün'
ile uyarıyor ama insanlar dünyanın ahiretin mez­
rası olduğunu, dünya işlerini daha iyi bildikleri­
ni, dinin ahiret kadar dünyaya da hitab ettiğini
bilgiç bir tavırla tekrar edip 'dünyada mekan,
ahirette iman' deyü Söz'ü tersine çeviriyorlar,
Kur'an faiz alıp vermeyi, hırsızlığı, zinayı yasak­
lıyor ama insanlar yasaklara uyutabilecek belde­
leri ikiye ayırıp 'burası dar'ul-harb'dir' ictihadıy­
la bu yasakları yine din adına deliyorlar, Kur'an
'yalan söylemeyin' diyor ama insanlar siyaset
yaptıklarını söylüyorlar, Kur'an 'hakkı söyleyin'
diyor ama insanlar bu sefer dini güzel göstermeye
çalıştıklarından, Kur'an'a hizmet ettiklerinden
dem vuruyorlar; sonuçta da biz -tıpkı İmam
Gazall'nin dediği gibi- değirmenin gürültüsünü
işitiyoruz ama ortada un göremiyoruz.

III/Bir

Bu yazıdı;ı. eleştiri konusu yapacağımız metne


gelince, bu metin, yukarıda kendisine 'başörtüsü'
ile ilgili atıf yapılan çağdaş söylem'in temsilcile-

38
rinden ve hatta sözcülerinden Medeni Hukuk
profesörü Hüseyin Hateml'nin İlahi Hikmet'de
Kadın (İstanbul, 1995) adlı eseri, özellikle bu
eserin son üç bölümüdür. Hüseyin Hatem! görüş­
lerini, sözü geçen eserinin 'Ahlak ve Giysi' (sh.
239-244), 'Üçüncü Bası'ya Sonsöz' (sh. 245-256)
ile 'Başörtüsü Konusunda Sonsöz'ün Eki' (sh.
257-272) başlıklı bölümlerde ayrıntılı olarak ser­
detmiş bulunm.aktadır. Nitekim biz de eleştirile­
rimizi doğrudan bu bölümleri esas alarak ortaya
koyacağız.

Hüseyin Hatem!, mezkur eserinin ilk iki ba­


sımında bulunmayıp üçüncü basımına eklediği
son iki bölüm hakkında şöyle demektedir:

Kitabın bundan önceki iki basımında örtün­


me konusuna çok ayrıntısı ile değinmedim.
Bu basıda ise; halkımızı bir de "Başörtüsü
Meydan Savaşı"na sürüklemek isteyenlerin
iki taraflı tahrikleri dolayısı ile, bu konuyu
daha geniş olarak ele almak ve fitneyi önle­
mede yardımcı olmak istedim. (sh. 269)

Hatemi, fitneyi önlemede yardımcı olmak· is­


tediğini söylemektedir ki sanırız amacına bir öl­
çüde de olsa ulaşmış olmalıdır. Ancak asıl sorun
kendisinin kimlere ve nasıl yardımcı olduğudur:
Fitneyi kimler çıkarmış, kimler körüklemiştir ve

39
Hatemi bu fitneyi nasıl önlemeye çalışmış, kimle­
re yardımcı olmuştur?

Acaba bu fitneyi, Hatemi'nin, 'gaflet şımarık­


lığı' (sh. 246) ve 'namertlik' (sh. 266) yapanlar,
'fuzuli kahyalar' (sh. 244), 'tefeci kulları', (sh.
265), 'küfür fetvacıları' (sh. 266), 'karısının başı
örtülü olduğu için kendisini "sağlam ve cennetlik
müslüman" gören, kendisini ve başkalarını aldat­
maya çalışan tefeciler' (sh. 253), 'karısını ve kızını
çuvala sokmak isteyen nice gayretli erkekler' (sh.
253), 'gerizekalılıklarını örtmek için "tersine or­
yantalizm" gibi rakkase deyimleri icat edenler'
(sh. 255), 'Ahfeş'in keçisi gibi başını sallayanlar'
(sh. 255), 'zinet yerlerini de açan ve içki ve kumar
gibi "kebair"i de açıkça irtikab eden ekabir ha..,
nımlarına; "yakışır haspaya" yaklaşımı içinde
olanlar' (sh. 244), 'ekabir hanımlarının açık baş­
larına da beyaz şaraplarına da ''yakışır haspaya"
diyen FerisHer' (sh. 265) gibi sıfatlarla tasvir et­
meyi uygun bulduğu kimseler mi, yoksa 'çağdaş­
lık kuruntusu adma enkizisyon hakimi sıfatını
takınan fuzuli kahyalar' (sh 252) ile 'kırmızı çar-
. şafa şartlanmış boğa gibi kuduran "çağdaş"lan­
mız' (sh. 272) rhı çıkardılar? Yoksa halkımızı bir
'Başörtüsü Meydan Savaşı'na sürüklemek iste­
yenlerin iki taraflı tahrikleri neticesinde her iki
tar:q.f da (kendisinin iki tarafın temsilcilerine de

40
atfen söylediği üzere 'fuzuli kahyalar') fitneye iş­
tirak ediyorlar da Hatemi mi bu fitneyi önlemeye
çalışıyor? Hal böyle ise, bütün bunlar olurken
Hatemi'nin kendisi nerede duruyor?!

Bütün bu soruların cevabı Hatemi'nin söz­


konusu yazılarında verilmiş bulunmaktadır ve
bu yazılarıyla kimlere yardımcı olduğu da aslın­
da meçhul değildir. Daha önce de ifade etmeye ça­
hştığıımz gibi başörtüsü meselesinde görüş be­
yan edenler, esas itibariyle fikri değil, sosyal ve
siyası bir tavır ortaya koymuş olmaktadırlar. Bu
bakımdan tartışmaların Kur'an ayetleri çevre­
sinde vuku buluyor olması, kimseyi 'ilmi bir ihti­
laftan dolayı bir çekişmedir sürüyor' gibi safdila­
ne kanaatlere sürüklememelidir. Çünkü asıl fır­
tına, işbu sözde ilmi ihtilafın ardında kopmakta­
dır ve dolayısıyla tartışı.lan husus, Kur'an'ın
emirlerine uygun bir hayat tarzı. tak-ip edip etme­
me meselesi değil, zaten takip edilmekte olan bir
tarz-ı hayatın Kur'an'dan onayını alıp almamak
meselesidir. Nitekim bizim kanaatimizce Hate­
mi'nin yapmakta olduğu da açıkça budur ve zaten
biz de bu kanaate ulaştığımız için bu eleştiri yazı­
sıni kaleme alm,ış bulunuyoruz.

Hatem!, Kur'an'da başörtüsü emrinin ('örtü­


nün' değil) olmadığını söylerken, görüşlerini
Nur/31, Azhab/59 ayetleri mÜnasebetiyle temel-

41
lendirmeye çalışmakta, Nür/3 1 ayetini ev içi ör­
tünmenin, Ahzab/59 ayetini ise ev harici örtün­
menin sımrları bağlamında ele alarak kadımn
sadece nasıl örtüneceği ile ilgili değil, kimlerin
yamnda nasıl örtüneceği ile ilgili yorumlarda da
bulunmaktadır ki biz bu görüşlerini -eleştirinin
sağlıklı olarak izlenebilmesi maksadıyla- kendi
tasnifine bağlı kalarak ele alacağız.

Şimdi Hatemi'nin, Kur'an'a istinad ettiği id­


diasıyla örtü meselesini nasıl vaz'ettiğini göre­
lim: Kendisi, kadın bedeninin örtüye konu olan
yerlerini üçlü bir tasnife tabi tutarak ele almak­
tadır: a) Mahrem yerler, b) Ziynet yerleri, c) Ziy­
net yerlerinden istisna edilen; ahlaken [aklen] ör­
tünmesi gerekmediği aşikar olan, ahlaki örtünme
kapsamına girmediğinde insanların birleştikleri
beden yöreleri. (sh. 250)

1. Mahrem Yerler

Kadın bedeninin ilgili bölgeleri ise (bu şık, er­


kekleri de kapsamaktadır) kendisi tarafından
şöyle açıklanmaktadır:

dahil] asgari örtünme kuralı'nın kapsamın­


da olan apış arasıdır. 'Bu kuralın, yine herke­
sin bildiği ve burada tekrarlanması gerekme­
yen tek bir istisnası vardır' (sh. 241).

42
[Hatemi, daha sonra bu istisnayı ikiye çıkar­
maktadır] : 'Bu bölge hiç kimsenin yanında
açılamaz ve bunun iki istisnası vardır. Birin­
cisi eşler arasında; ikincisi zaruret halinde,
mesela bir hekimin bakması gerektiği du­
rumlarda'. (sh. 247-248 ve 263) .

Hatem!, tasnifinde yer alan 'asgari örtünme


mahalli'ni, Nür/30-3 1 ayetlerinde hem erkeklerH
hem de kadınlara izafetle geçen 'furüc' kelimesi­
.
ne dayandırmakta, açıklamasında da bu mahal­
lin 'apış arası' demek olduğunu soyleyerek (daha
doğrusu 'diyenleri tekrarlayarak') hıfzetme em­
rini örtünme'ye indirgemekte, ardından da bu
mahrem bölgeyi 'asgari örtünme mahalli' olarak
ilan etmektedir:

Nitekim 'ahlaki örtünme'den bahseden Nur


Süresi ayetlerinde, kadından önce erkek için
mahrem bölgeyi örtme buyruğll getirilmiştir .
(Nur Suresi, 24/30). (sh. 249)

. . . Bu sebeple 'erkeğin mahrem yerlerini giysi


ile örtmesi' buyruğunu getiren ayet-i kerime­
den sonra, kadın için önce mahrem yerlerini,
sonra ziynet yerlerini örtme buyruğunu geti­
ren ayet-i kerime . . . (sh. 250)

Burada yapılan asıl hata, Kur'an'ın hitab et­


tiği erkek ve kadım evvelemirde çıplak, hatta çı-

43
rılçıplak tasavvur edip sonra onları Kur'an'dan
hçı.reketle ve birtakım gereksiz tevil oyunlarıyla
,.,.., ..,,.rl, ... "'""' '"""7'"' çalışmaktır. Nitekim . önce ayetin ilk
hitab çevresini teşkil eden kadınlar (ve erkekler)
çırılçıplak farzedilmekte, sonra 'hıfz-ı furüc' em­
rine istinaden bu kadınlar (ve erkekler) giydiril­
meye çalışılmakta ve işe de apış aralarından baş­
lanmaktadır. Fukaha'nm 'avret mahallini ört­
mek' şeklindeki yorumunu kendisine temel alan
bu sakat bakışaçısı, ayetin sadece bu bölümünün
değil, diğer bölümlerinin yorumunda da etkili ol­
muştur.

1/a. Hıfz-ı Furuc

Şimdi, furuc kelimesinin Kur'an'daki kulla­


nımlarına kısaca bir göz gezdirelim: Furuc keli­
mesi, fere kelimesinin çoğuludur ve Arap dilinde
'iki şey arasındaki açıklık', bir diğer tabirle 'ya­
rık', 'gedik' manasına gelmektedir. Kelime, duvar
yarığı ya �a gömlek yakalarının arasını ifade et­
mek için de (msl. elbise için 'yırtmaç' manasında)
kullanılmıştır. Nitekim Kur'an' daki kullanımla­
rına bakılacak olursa, bu kelimenin Qaf/6 ayetin­
de isim haliyle furilcin), Mürselat/8 ayetin­
de de fiil haliyle (furicet) ve fakat her iki halde de
sema /gökyüzü ile alakalı olarak geçtiği görülür.
Bu kelime Arap dilinde insanın (erkek ve kadı­
mn) iffetinden kindye olarak da kullanılmış, an-

44
cak bu tabir zamanla .:_bilhassa kadınfarın cinsel
uzvuna atfen- galiz bir manayı ifade eder hale
Oysa Kur'an'ın belağatı, uslübundaki
nezahet ve incelik dikkate alınacak olursa, onun
bu türden manalara iltifat etmeyip kelimeyi
kinayi anlamıyla kullandığı ve argoda rastlana­
bilecek türden böylesi vurguların Kur'an'da yer
almadığı sarahaten müşahede edilebilir. Aynı
gerçeğin, hadisler için de geçerli olduğunu öne
sürmek mümkündür. Nitekim İranlı müslüman
, düşünür merhum M. Mutahhari, kendisiyle tar­
tıştığı bir alime, o alimin bir vesileyle el-MizaTJ,
tefsirinden naklettiği bir hadise ve hadiste geçen
'zevat'ul-furüc' tabirine yönelik itirazlarını ser­
dederken şöyle demektedir:

Edeb ve iffet timsali sayılan Hz. Peygam­


ber'in (s.a.v), kadınlar hakkında 'zevatu'l­
furüc' tabirini kullanacağına inanabiliyor
musunuz? Siz kendiniz minberin üstünden
kadınlar hakkında aynı tabirin tercümesini
cemaate söylemeye hazır mısıniz? Eğer bu
cümle İ slam düşmanlarının eline geçecek
olursa, Hz. Peygamber için bir leke olmaz
mı? (Mutahhari, Hicab, sh. 257-258, İstan­
bul, tsz. )

İstiare yapıldığı halde lafzın kinayi değil de


lugavı anlamının öne sürülmesi ve furuc keli-

45
mesini n sonradan kazanmış olduğu bu galiz
mananın Kur'an'a atfedilmesi kesinlikle yanlış
bir tutumdur. 'hukuki nıetinler' haline
dönüştürmek ve dolayısıyla fıkhı istinbatlarm
malzemesi haline indirgenmiş bu ayetlerden
'fıkhi neticeler' tevlid etmek alı Şkanlığındaki
fukahanın, burada da aynı alışkanlığını sürdür­
düğühü söyleyebiliriz. Fukaha'nın bu tutumuna
bir başka misal vermek gerekirse, Müddessir/4
ayetinde geçen 've siyabeke f etahhir' (nefsini
arındır) ibaresine, 'elbiseni yıka' anlamının ya�
kıştırılıp bundan da 'hadesten taharet, necaset­
ten taharet' formülasyonu için bir temel bulma
gayretleri zikredilebilir.

Oysa Kur'.an bu kelimeyi Hz. Meryem hak­


kında, onun iffetini koruduğundan bahis.le ve iki
kez (ahsenet ferceha: Enbiya/91 , Tahrim/12) kul­
lanır. Hz. Meryem'in iffetiyle ilgili ortaya atılan
Yahudi iftiraları ve Kur'an'ın bu iftiralara yöne­
lik cevapları hatırlandığında, bu lafzın seçilmesi­
nin hikmeti de kolayca anlaşılabilir kanaatinde­
yiz. Nitekim Ebu'l-Beqa (Vef. H. 1094), kinaye
bahsini açıklarken bu ibareye yer verir ve 'bu kul­
lanım, kinayelerin en latif olanlarındandır'
(Külliyat, sh. 763, Beyrut, 1992) der. Bu lafız,
Kur' an' da 'hısn' kelimesinin yanısıra 'hıfz' keli­
mesiyle de birlikte kullanılmakta ve tüm kulla-

46
nımlannda 'iffeti (=ırzı, namusu) muhafaza et­
mek' manasına gelmektedir. Kadınlarla ilgili
olarak geçtiği Nür/3 1 ayeti dışında, dört yerde
(Mü'minün/5, Nür/30, Ahzab/3 5, Mearic/29) bu
kelime erkeklerle ilgili olarak ve hepsinde de
hıfz kelimesiyle birlikte kullanılmaktadır . Ni­
tekim eldeki bütün Tefsir kitapları, ibarenin 'zi­
nadan sakınmak' şeklindeki anlamını . sarahaten
kaydetmişlerdir� [Kur'an'da geçen bir kelimenin,
aslında olmadığı halde sonradan kazandığı galiz
manalara, Maide/6 ayetinde geçen ve çukur yer
(hela) manasına gelen min 'el-Gfıit ibaresi misal
olarak verilebilir; zira bu ibareden, sonraları gai-,
ta (ins an pisliği) manası elde edilip üzerinde
tıbbi tahliller bile yapılmıştır.]

Bütün bu açıklamalardan çıkan sonuca göre,


Kur'an'ın gerek mü'min erkeklere gereks e
mü'min kadınlara yönelik 'iffeti muhafaza etme­
leri' emri, önce 'mahrem yerleri giysi ile örtmek
buyruğu'na (fukaha'mn tabiriyle, 'avret-i muğal­
laza'ya) indirgenmiş ve çırılçıplak tasavvur edi­
len kadın ile erkek muhatapların apış ·aralarım
örtmek, ilk etapta ancak böylelikle mümkün ola­
bilmiştir! [Burada sev'at (A'raf/27) lafzı hatırlan­
malıdır.]

Asgari örtünme mahalli, bu safhada gerçek­


ten de oldukça asgari kalmış olmalı ki furuc keli-

47
mesinin literal yorumu nedeniyle kendi koyduğu
sınırları kendisi aşmak zorunda kalan Hatemi,
kadının göğüs bölgesini de bu bölüme dahil et­
mekte ve belirtilen iki istisna (eşler ve zaruret
nedeniyle hekimler) dışında, bu yasağın istisnası
olmadığını söylemektedir.

1/b. CüyU.b Terimi

Bu sebeple de, özel örtünme buyruğunun


kapsamına giren ve yine her medeni toplu-
1ukça ra bu niteliği kabul edilmesi gereken
kadın göğsü yöresini, nezih bir ifade ile, özel­
likle belirtmiştir (Nur Süresi, 24/3 1) .

. . . Özellikle göğüs bölgesi, erkek mahremler


için de dar anlamda mahrem yer gibidir. (sh.
250)

Hatemi, tıpkı furuc kelimesine anlam verir­


ken yaptığı hatayı, burada da tekrarlamakta,
cuytıb (tekili ceyb) kelimesini de aynı şekilde
'özel örtünme alanı' veya 'dar anlamda mahrem
yer' şeklinde vaz'etmiş olduğu hukuki çerçeveye
yerleştirmektedir. Genel bir tabirle 'elbise yakası'
anlamına gelen cuyub kelimesi, esasen kadının
göğüs bölgesini değil, gerdan bölgesini (=sadr,
mevdü'ul-qıl�de) ifade eder. Çünkü değil müslü­
man kadınlar, cahiliyye kadınları dahi göğüsleri­
ni, emzirme uzuvlarım (tam karşılığını kullan-

48
mak istemiyorum) açmazlardı. O dönem kadınla­
n (hepsi değil, bir kısmı) zaten var olan örtülerini
ya arkadan öne doğru -başlarını da örtecek şe­
kilde- s alarlar ve boyunlarını , gerdanlarını (ger­
danlık yerlerini, gerdanlıklarını) açıkta bırakır­
lardı ya da örtülerini enselerine doğru bırakır
veya b.ağlarlar ve böylelikle boyunları, gerdanları
(gerdanlıkları) yine açıkta kalırdı. Binaenaleyh
vakıayı, sanki apışaraları ya da göğüsleri (emzir­
me uzuvları) açıkta dolaşan kadınlardan oluşan
bir hitab çevresi varmış da ayet onlara örtünme­
lerini emrediyormuş gibi ele almak kesinlikle
doğm değildir; bilakis bu kadınlar örtülü, başör­
tülü idiler ve'fakat bazıları ziynetlerini göstere­
cek şekilde (gerden-küşa denilebilecek bir biçim­
de) örtündüklerinden, ayet-i kerime , ilk hitab
çevre.sinde yer alan bu tür kadınlara, bu bölgele­
rini de örtmelerini emretmektedir.

1/c.

Bu bağlamda Kur'an'da geçen 'teberrüc' (te­


berrüc'üI.:.cahiliyye) kavramına da değinmek ge.;.
rekir. Zuhur ve inkişafa delalet eden bu kelime,
· umumiyetle 'açılıp saçılma' olarak tercüme ve tef­
sir edilmiştir. Acaba bu 'açılıp saçılma' ile murad
edilen nedir? Günümüzde 'açılıp saçılma' denildi:..
ği za,man, bunun sınırı çok farklı bir biçimde anla­
şılabilmekte, hatta bundan 'sınır�ız bir açılma'

49 .
Oysa Kur'an'ın sözünü ettiği ve
Hz. Peygamber'in hanımlarına hitabı sırasında
nehyettiği teberrüc (Ahzab/33), kadının
kü anlamıyla çıplak, çırılçıplak dolaşması hali
değildir. Elmalılı H. Yazır'ın dediği gibi, 'süslenip
çıkmak'tır cahiliyye adetince ziynetleri gös­
'
termektir. Nitekim Zemahşeri, Keşşaf adlı tefsi­
rinde bu kavramı açıklarken, kelimenin 'kadının
güzelliklerini göstermek suretiyle açılması, ziy­
netlerini erkeklere açması' şeklindeki anlamına
işaret etmektedir. Yine Nur/60 ayetinde bu lafız,
ziynet kelimesiyle birlikte (gayra müteberrica­
tin bi-zfnetin) geçmekte ve orada 'ziynetleri aç­
mamak' kayd u şartıyla yaşlı kadınlara verilen
ruhsat sözkonusu edilmektedir.

Verilen bu bilgilere, Muqatil b. Süleyman'ın


(Vef. H. 150) teberrüc kelimesini 'kadının, başör­
tüsünü birbirine çatmaksızın başına koyması,
böylece gerdanlığının, küpelerinin ve boynunun
açılması' şeklindeki izahı da eklenecek olursa,
lafzın anlam sahası iyice tebellür edecektir kana­
atindeyiz.

Sözün özü, sadece ayetlerin muhatabı olan


mü'mine ve müslimeler değil, cahiliyye kadınlan
dahi bugünk� anlamıyla çıplak, çırılçıplak değil­
diler ve onların açılıp saçılmaları: sözü edilen ziy­
netlerini, ziynet yerlerini gösterecek şekilde bir

50
açılıp saçılmaydı. Rabbimiz de bu şekilde açılıp
saçılmayı nehyetmekte, cahiliyye kadınlarının
olan bu (teberrüc 'ül-cahiliy-
ye'nin) mü'mine kadınlara yakışmayacağını, bu
nedenle örtülerini (hımar ya da cilbab�arını) bu
bölgelerini kapatacak şekilde bürünmelerini
kendilerine söylemektedir. Nitekim kadim Hi­
caz' da sosyal hayatın işleyişini betimleyen eldeki
kayıtlar dikkatli bir şekilde incelendiğinde, ayet­
lerin arkaplanmı teşkil eden zemin (o cl.önem
Arap kadınının nasıl örtündüğü, ne tür elbiseler
giydiği, bu elbiselerin biçimi, vs.) hakkındaki bu
bilgilerin birer sır olmadıkları kol�ylıkla tahkik
,edilebilir.

Kur'an ayetleri ve bu ayetlerin_ ilk hitab çev­


resini teşkil eden vasat bir kere ihmal edildi mi,
masa başında i'mal-i fikirde bulunmak_ suretiyle
lafızlara mana vermek kaçınılmaz bir hfil almak­
ta, hfil böyle olunca da vaz'edilen "asgari örtünme
kuralı" yardımıyla kamu düzeni'nden söz etmek
her nedense maharet sanılmaktadır.

Bu yasak; bugünkü Hukuk deyimlerimizle


kamu düzeni kuralıdır. Devlet; mahrem
yerleri açık, veya şeffaf bir örtü ile güya örtül­
müş bir kimsenin evinden dışarı çıkmasını
ve sokakta dolaşmasını, yahut ülke sınırları
içinde bir yerde bu gibi hayvanlığa özenenle-

51
adı altında \JV!-1.!.U.JUU.J.JC u..L <.4-

bir yerde bu gibi toplantı-


lar u. u.,L.JvJu.1.c;ı.1..1.•v.1.v.1. .ıu.,u. önleme r ,., .,.ı...... .,;;ı u..J.'-'

(sh. 248)

Bir sürü tevilden sonra elde edilen bu asgari


· örtünme kuralının, olsa olsa erotik-pornografik
yayıncılık yapanları ya da çıplaklık kampına ge­
len turistleri rahatsız edecek ölçülerde mutaas­
sıbane olduğunu belirtmek zorundayız. Çünkü
kadınlar bir bikini giydikleri takdirde bu asgari
örtünme kuralına uymuş olmaktadırlar ve bu du­
rumda birilerinin; kamuya açık yerlerde bikinisiz
dolaşmaya mani olabilen bu İlahl-Tabi_i�Akll­
Fıtri Hukuk (!) normlarının, ülke toprakları içeri­
sinde bir yerde kadınların bikinili dolaşmalarını
önleme yetkisinin bulunup bulunmadığ1m, daha
önemlisi bu normlara göre, kamuya açık yerlerde
(msl. plajlarda) bikinili, hatta mayolu dolaşan ka­
dınların 'çiplak' (ya da 'iffetsiz') kavramı altında
mütalaa edilip edilmediklerini · sorma hakları
vardır sanırım.

2.

Hatem! ikinci safhada, yine Nür/3 1 ayetin­


den hareketle, artık bikini giymiş duruma gelen
kadının geriye kalan (ev içi) örtünme sınırlarım
çizmeye devam ediyor:

52
ı;1,o.11"m ıı:ı>"ll''iı 0 'Asgari örtü..n.me kuralı'ndan
u . .,, -..nrıı ec>Yc

sonra bir de insan cinslerinin yaradılışından


ileri ve yalnızca kadınlara mahsus, as­
gatj örtünme alanı dairesini çevreleyen ikin­
ci bir örtünme alanı vardır O da, kadın bede­
. .

ninin erkek için çekici kıhnpmsı dolayısı ile,


Nur Süresi'nin' 3 1 . ayetinde belirtilen mah­
rem kimseler . hariç, namahrem olanlardan
gizlenmesi gereken beden yöreleridir. ( sh.
241).

Göğüs bölgesi [burasının birinci derecedeki


avret mahalline dahil edildiği unutlılmama­
h, D.C], bel ile göğüs arasında kalan bölge, bel ·
ile ense' arasında kalan sırt bölgesi, kolların .
dirsekden yukarısı gibi bölgeler. Kadın bu
bölgelerini, ayette sayılan erkek mahremlere
açamaz; özellikle göğüs bölgesi dar anlamda
mahrem yer gibidir. (sh. 250)

Burada çizilen sınırlar, ev içinde örtülmesi


gereken yerleri işaretliyor [yapılan diğer izahlar­
dan anlaşıldığına göre, bacaklarda 'dizlerin yu­
karı kısımları' (uyluklar) da bu bölgeye dahildir];
mahremler yanında açık kalabilecek, örtülmeye­
bilecek olan yerler ise şriralarıdır:
. .

Mahrem erkekler yanında örtülü ohnayabi-


lecek ziynet yerleri; yüz, el ve ayaklar ile, el-

53
den dirseğe ve ayaktan dize kadar olan beden
yöreleridir. (sh. 251).

Ev içinde, karşı cins için özellikle tahrik edici


sayılmş.yan beden bölgeleri; mesela yüz, el,
ayak, saç, ayak bileklerinin -dizden yukarı
olmamak ş artı ile- bir miktar üstü, dirsek­
ten aşağı olan kol kısmı, mahrem erkeklere
karşı açılabfür. (sh. 263)

Hatemi'ye göre tahrik edici sayılmayan bu


bölgelerin (ikinci paragrafta saç da ilave edilmek
suretiyle) mahremlerin yanında açılabileceği
'söylenirken, namahremlerin yanında açılabile­
cek yerler ise şu şekilde sıralanıyor:

Yüz, el ve ayaklar, namahrem erkek yanında


da açılabilir ve hatta kadın hürriyetini sınır­
lamamak için, göz, ağız, el ve ayak yöresi açık
olmalıdır. (sh. 251)

Hatemi'nin bu yaptığı açıklamalardan çıkan


tabloya . göre, mahremler ve namahremler ya­
nında açılabilecek bölgeler şuralarıdır:

Mahremler yaınınLrta Namahrenıler yamnda

Yüz (= ) Yüz (göz-ağız)

El (dirseğe, kadar) (= ) El (yöresi)

Ayak (dize kadar) (.: ) Ayak (yöresi)

Saç (?)

54
Hatemi'nin ifadeleri derli toplu bir hale geti­
ilk başta ancak böyle bir tablo elde edile-
namahremler yanında açı-
lamayacağı' suali bu tabloya göre bu safhada
cevapsız kalmaktadır. Oysa Hatemi'nin kendisi,
hemen aşağıda 'Nür Süresi ayetlerinde, kadının
başım örtmesi de emredilmiş midir' diye sormak­
ta, ardından bu sualine yine kendisi şöyle cevap
vermektedir:

Herşeyden önce bu örtünme, evde mahreınle­


re karşı da s'özkonusu olan 'ahlaki örtünme'
demek olduğundan, ayet-i kerime'deki 'hı­
mar' terimini 'giysi, örtü' değil de 'böşörtüsü'
anlamına almak, kanaatimce, yukarıda da
bir gerekçesi belirtildiği üzere, ma'kul ve
mantıki değildir . (sh. -263)

Daha önce de söylediğimiz gibi, burada aye­


tin ilk hitab ettiği çevre dikkate alınmadan bu­
günkü giyim standartlarının, hatta ahlak ölçütle­
rinin etkisinde ve fakat Kur' an' daki ibarelerden
hareketle -çıplak bir manken tasavvur · edilirce­
sine- örtünmenin sınırları çizilmekte; hfil böyle
olunca da örtünme'nin birinci safhasında bikini,
ikinci safhasında da bir tailleur (tayyör) veya
deux p ieces ( döpiyes) ile karşılaşmak mümkün
hale gelmektedir. Çünkü 'başörtüsü'nü de içeren
bir giysi türü' olarak anlamanın ma'kul ve man-

55
tıki olmadığ1 söylenen hımar kelimesi, her ne­
dense, 'başı (saçları) dışarıda bırakan bir örtü,
giysi' gelince ma'kul ve mantıki olmuş,
eline makası alan Hatem! bu 'giysi'yi başı örte­
meyecek bir biçimde güzelce kesip biçmiş ve en ni­
hayet karşımıza bir döpiyes ya da tayyör çıkan­
vermiştir. [Bu kadarına da razı olmalı; zira Edip
Yüksel hımar'ı (başa değil! ) omuza atılan 'şal'
şeklinde tasavvur etmekteydi.]

Saçların örtünmesiyle ilgili görüşlerinin de­


ğerlendirilmesine geçmeden önce, bu noktada ba­
zı meselelerin ele alınması gerekmektedir:

2/a.

'Asgari örtünme mahalli', -iki istisnası dı­


şında- hiç kimseye gösterilmeyeceği ve yüzün,
dirseklere kadar ellerin, dizlere kadar aya�ann
-ki saçlar da bu bölgeye dahil edilmektedir­
mahremler yanında da, namahremler yanında da
apk bulunabileceği söylendiğine göre, Kur'an'ın
sıralayıp istisna ettiği mahremlerin -ki O:Q.iki sı­
nıftır- görebilecekleri ve fakat namahremlerin .
göremeyecekleri bölgeler neresidir? ·

H atem! bu soruya güya şöyle cevap veriyor:

. . . 'Ziynet y�rlerinin mahremler yanında açıl­


ması cevazı', akla ve selim duyguya uygun

56
olarak yorumlanır. Buna karşılık, ayet-i keri­
me' de sayılan mahreınler yanına, sokak giy­
sisinden biraz daha serbest bir giysi ile
bilir. (sh. 242)

'Sokak giysisinden bira� daha serbest bir giy­


si' ile ne demek istediğini Hateıni'nin kendisinin
d� bildiğini sanmıyorum. Çünkü kendisi bu sözle­
ri, 2 0 Haziran 1994'de Yeni Asya 'da 'Ahlak ve
Giysi' başlıklı bir yazıda sarfederken (sh. 239-
244), bu makalenin de içinde yer alınış olduğu
eserinin üçüncü baskısına yazdığı Sonsöz ile
Ek'inde (Mart 1995) daha farklı ifadeler kullan­
makta, aradan daha bir yıl geçmeden adeta mah­
rem-namahrem ayrımını unutmaktadır.. Bunun
sebebi de kanaatimizce Hatemi'nin vaz'ettiği ör­
tünme standartlarının, bu ayrıma gerek bırak­
mayacak ölçülerde . olmasıdır. Bu ölçülere uygun
giyinen bir kadın (! ) için, ınahreınler ile naınah­
reınler arasında bir fark kalmaması herhalde 'do­
ğal' karşılanmalıdır.

2/b. Halhal

Hateıni, ikind. örtünme bölgesi'nin sınırları­


m çizerken 'dizlere kadar ayakları', örtünme sını­

rının dışında bırakmaktadır. Kendisine bunu ne­


. reden çıkardığını sormuyorum; zira muhakkak
İlahi-Ta bii-Aklı-Fıtri Hu� uk dediği şey'den (!) çı-

57
karıyordur. "Akli yönteme, akla ve selim duygu­
ya . . . " diye başladığı izahlar içerisinde bu sualin
mutlaka bizim bir.­
takım cevapları da vardır, yoksa bile hiç kuşku­
suz bu cevaplar aranıp bulunacaktır. Ancak Kur­
'an'da, hem de Nür/3 1 ayetinin s � nunda bu yo­
rumla telif edemediğimiz bir ibare geçmektedir ki
kendilerinin, sözkonusu yorumlarıyla şu Kur'anı
ibarenin arasını telif etmeleri gerektiğini düşü­
.
nüyoruz : "Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye
ayaklarını ·da vurmasınlar".

Kadınları� 'gizledikleri ziynet' ile herhalde


ya ayağın (yere veya birbirine) vurulmasıyla belli
olabilecek bir ziynet türü veya ziynet yeri (ayak
civarı) kastedilmiş olmalıdır. [Müfessirlerin bu­
radaki ziynet'i, ayağın yere vurulmasıyla belli
olan 'ayak bileğine takılan bilezik' (halhal) şek­
linde izah ettikleri hatırlanmalıdır.] Her hal, u
karda kadınların, ayaklarla bağıntılı bir biçimde
ziynetlerini (ya da ziynet yerlerini) 'gizledikleri'
ve gizledikleri bu ziynetlerin (ya da ziynet yerleri­
nin) 'bilinmesi' için ayaklarını vurmamaları ( ! )
ifade edilmektedir. Şayet Kur'an'ın ilk muhatap
çevresindeki kadınlar, bugünün kentli kadınlan
gibi etek giyiyor veya Hatemi'nin deyişiyle 'dizle­
re kadar· ayaklarını' açıkta bırakıyor olsalardı, o
zaman için bu nehyin ve tabiatıyla bu ifadenin
(=gizliliğin) ne gibi bir anlamı olabilirdi?

58
Bir diğer husus, Nür/3 1 ayetine dahil olan bu
ayetteki emri ev içi örtünme'ye tahsise
mani değil midir? Yani kadınların hımarlarını
üzerlerine almalarına ilişkin emir, ev içine aitse,
kadınların, evde ayaklarını yere vurmamaları ya
da böyle bir nehye muhatab olmaları .nasıl açıkla­
nacaktır? [Nasıruddin Elhan!, bu konudaki neh­
yin, 'açık bir karine' ile kadınl�n hımarl arını ev
haricinde de örtmeleri zaruretine delalet ettiğini
söylemektedir. ]

3. İlla M a Zahara Minha

Hatem! üçüncü safhada, ziynet yerlerinden


istisna edilen, ahlaken [aklen] örtünmesi gerek­
mediği aşikar olan, ahlaki örtünme kapsamına
girmediğinde insanların birleştikleri beden yöre­
lerini ele alıyor ve Nur/3 1 ayetinde geçen 'illa ma
. zahara minha' ifadesine getirdiği yorum muvace­
hesinde, bir önceki bölümde sözü edilen bölgeler­
le birlikte (yüz, el ve ayaklar ile) saçların da istis­
na kapsamına girip girmediğini tartışıyor (sh.
250 ve krş. 241).

Hatemi'nin, bu husustaki görüşleri, esasen


pek açık değildir ve meramını anlatırken kendisi­
nin oldukça sıkıntı çektiği anlaşılmaktaqır.
Hateınl'nin sözlerini, hem eleştiri'nin sıhhati açı­
sından, hem de metnin kendisini okuma imkanı

· 59
bulamayacak olanları da düşünerek genişçe ikti-
bas ediyoruz bize ait, D.C):

S açların, yüzün cüz'ü olarak açık kalabilip


kalamayacağı., yoksa açılmasında zaruret oi­
madığı. için kapanması gereken bir heden
bölümü olup olmadığı. açıkça belirtilmiş de­
ğildir. Bu sebeple; ihtiyat ve takva yönünü
tercih edeı?ler, .saçlarım da örterler. (sh. 243)

Nur Süresi'nin 3 1 . ayeti kadın için, ahlaki ve


mecburi -ey içi örtünmenin sınırlarım belirle­
mektedir. Bu sınırları belirlerken, saçları
özellikle belirtmiş ·değildir. Ayet-i kerime
metnindeki 'hım2.:r' kelimesi 'başörtüsü' değil
'örtü' (giysi) anlamındadır. (sh. 251)

Bedenini 'dar olmayan, şeffaf olmayan, bede­


ne yapışık olmayan' bir giysi Üe örttükten
sonra yüzünü ve saçlarını açıkta b!rakan bir
kadına da yine kimsenin müdahale ve taciz
hakkı yoktur. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de 'baş
açma yasağı' açıkça belirtilmemişti;. (sh.
2 52)

Herşeyden önce bu örtünme, evde mahremle­


re karşı da sözkonusu olan 'ahlaki örtünme'
demek olduğundan, ayet-i kerime'deki 'hı­
mar' terimini 'giysi, örtü' değil de 'böşörtüsü'
anlamına almak, kanaatimce, yukarıda da

60
bir gerekçesi belirtildiği üzere, ma'kul ve
mantıki değildir. (sh. 263)

S açlar açıkça zikredilmediğine, göre , iki yo­


rum sözkonusu olabilir: a) . . . Takva, vera ve
ihtiyata göre verilecek bir fetva; saçların da
örtülmesi yönünde olmalıdır. b) . . . Saçın mı�t­
laka örtülmesi gerekse idi, bu husus açıkça
belirtilirdi. Kaldı ki saç özel olarak bir beden
yöresi değildir. Yüzün fer'idir. (sh. 264)

Kur'an-ı Kerim'de açık bir hüküm olmadığı­


na göre; kadının başını örtüp örtmemesine
D evlet'in karışmaması gerekmez mi? (sh.
265)

Hatemi, 'açıkça belirtilmiş değildir', '[ayet]


· saçları özellikle belirtmiş değildir', 'Kur'an-ı Ke­
rim'de 'baş açma yasağı' açıkça belirtilmemiştir',
'açıkça zikredilmediğine göre', 'bu husus açıkça
befütilirdi', 'Kur'an-ı Kerim'de açık bir hüküm ol­
madığına. göre' gibi ifadelerle, Kur'an'da saçlarla
ilgili açık bir hükmün olmadığını ve dolayısıyla
ayette saçı (veya 'başı') örtmenin vücübiyetine
. ilişkin bir sarah�tin bulunmadığını iddia etmek­
te, sonra da 'ihtiyat ve takva yönünü tercih eden­
ler'in ya da 'takva, vera ve ihtiyata göre verilecek
bir fetva'ya göre hareket edecek olanların [daha
sonra Ahzab/59 ayeti münasebetiyle bu fetva ,

61
ilahi bir tavsiye'ye dönüşecektir] , saçlarım (veya
'başlanın') örtebileceklerini söylemek nezaketin­
de bulunmaktadır.

Ayetlerde (Nur/3 1 , Ahzab/59) bir açıklığın,


bir sarahatin bulunmadığı iddiası, bu ayetlerde
örtülecek yerler meyanında baş ya da saç keli­
melerinin zikredilmediği, yahut himar ve cilbfıb
lafızlarına, yine baş ya da saç kelimeleriyle iza­
fete girmedikleri için 'başı da örten bir örtü' anla­
mının verilemeyeceği öngörüsüne dayanmakta­
dır. Ayetteki hükmün sarahat taşLmadığı iddiası
bu öngörülerden hareketle temellendirilince, sa­
rahat taşımayan ibarelerden elde edilecek hük­
mün de vücub değeri taşımayacağını söylemek
mümkün hale gelmektedir. Bu öngörülerin sıh­
hatini aşağıda ele alacağız; ancak daha önce açık­
lanması gereken önemli bir husus bulunmakta­
dır : Günümü z d e oldukça çok kull anılan
"Kur'an'da yok!", "Kur'an'da geçmiyor! " gibi ifa­
delerle, bir meselenin ya da bir lafzın doğrudan
Kur'an'da bulunmuyor olması bahane edilerek o
meselenin hükmünün de Kur'an'da bulunmadığı
iddia edilebilmektedir. Sözgelimi, kendileriyle
evlenilmesi haram olan kadınlar sıralanırken
(Nisa/23) kadinın halası ve teyzesi lafzen geçmi-
. yor diye, bazıları kaÇhnm halası ve teyzesi ile ev-

62
.ı.v.ı. ......... '<., PJ.LJ•'-'""'"' ı;;;. .ı. f etvasmı vermekten . çekinmemiş,
bu fetvaya haklı olarak karşı çıkanlar da anc�k
hadislere suretiyle tahrimden söz edi­
lebileceğini söylemişlerdir. Oysa ayet dikkatlice
ele alındığında, kadının hala ve teyzesiyle ev­
lenme yasağının lafzen değilse de hükmen ayet­
te bulunduğu, kadının hala ve teyzesinin de mev-·
cut bu hükmün kapsamına girdiği görülecektir.
Nitekim bu mantığa göre, Kur'an'da viski de, rakı
da, şampanya da lafzen geçmemekte, dolayısıyla
bu içkileri içmek Kur'an'da yine lafzen nehyedil- ·

miş olmamaktadır. Halbuki sözü edilen içki tür­


lerinin ayette lafzen sıralanmaması, bu içki tür­
lerinin mevput yasak hükmünün kapsamında
mütalaa edilmesine mani değildir; üstelik bu içki
türlerinin lafzen sıralanması gerekli de değildir.

Yine bilindiği üzere Kur'an-ı Kerim, kişinin


anne ve babasına 'öf demesini yasaklamaktadır
(İsra/23). Kişinin ebeveynine 'öf demesi ayette
lafzen yasaklanmakla birlikte, kişinin ebeveyni­
ne sövmesine, onları dövmesine - ilişkin yasak laf­
zen zikredilmemektedir, zikredilmesi . de zaten
gerekmezdi. Çünkü anne-babaya 'öf denilmesi
yasaklandığınd a, aynı şekilde sövmek ya da döv­
mek ·fiilleri de yasaklanmış, bir diğer tabirle me­
nedilen cürmün en alt mertebesi (el-edna) zikre­
dilmekle en üst mertebesi de (el-a'la) zikredilmiş

63
olmaktadır (İbn Rüşd, Bidayet'ül-Müctehid, I/3 ,
Beyrut, 1988). 'Kadınlarla tokalaşmak' mesele­
gadd-ı basar'm en alt mertebe (el-edna)
olarak müt".1-laa e dildiği bu vesileyle hatı!fanma­
hdır.

Kendileriyle evlenilmesi haram olan kadın­


lar (Nisa/23) ya da kadınların ziynetlerini ya�a;.
rmda açılabilecekleri mahremler (Nür/3 1) sırala­
nırken, kaçınılmaz olarak hükme medar olan
kimselerin hepsi lafzen zikredilmemiş, mesela.
'kızlarınız' denmiş ama 'kızlarınızin kızları' (to­
runlarınız ) denmemiştir. Binaenaleyh hükmen
zikredilen kimselerin sayısı, lafzen zikredilen
kimselerin sayısından tabiatıyla fazla olmuş ve
fakat kimse de çıkıp 'hüküm, lafzen zikredilme­
yenlere ıtlak edilemez' dememiş, diyememiştir.

Usül-i Fıkh kitaplarında bu konuda daha


farklı misaller bulmak mümkündür ve burada
maksadı anlamaya kafi gelecek miktarda misalin
verildiği kanaatindeyi z. Hasılı, ayette saç ya da
baş lafızlarının doğrudan geçip geçmemesi baş­
ka bir mesele, ayette saç . ya da başa ilişkin bir
hükmün bulunup bulunmaması, hatta ayetten
elde edilen_ hükmün sarahat taşıyıp taşımaması
başka bir �esel.edir. Nitekim lafzın manaya, iba­
renin hükme delaleti bahisleri hiç değilse bir
miktar tedkik ve tatbik edilmiş olsaydı, ne bir hu-

64
ri işlenirdi, ne de ma'lumu i'lam kabilinden söy­
lediğimiz bu sözlere ihtiyaç kalırdı.

3/b.

Hatemi'nin konuyla ilgili yazılarını bütü­


nüyle okuyacak olanlari.n hemen farkedecekleri
gibi, aslında kendisinin başım örten müslüman
kadınlarla bir alıp veremediği yoktur: onlar baş­
larım örtebilirler ve belki örtmelidirler . de; zira
örtmeleri kendi kavline göre takva, vera ve ihti­
yata uygundur. Ne ki asıl sorun; başl�nm açan,
bugünün standartlarına göre 'çıplak' sayılmaya­
cak derecede ve modern tarzda giyinen, fakat
müslüman olduklarım, İslam camiasına mensup
bulunduklarını söylemekten de geri kalmayan
hanımların durumudur. Çünkü yazdıklarından
anlaşıldığı kadarıyla, Hatemi'nin 'fuzuli kahya­
lar', tefeci kullan', 'küfür fetvacılan' gibi sıfatlar­
la nitelediği birileri (!), bu kadınlan tekfir ve taciz
etmekte, onları böyle giyinmekle 'çıplak', 'iffet­
siz', 'kafir', 'mürted' ve hatta 'cehennemlik' say­
dıklarını söylemektedirler. İşte butün sorun, bu
yaklaşımın önüne geç�ek, başlarını örtmeseler
de,, 'İslami' olarak biliıien şer'an . maruf biçimler
üzere giyinmeseler de bu kadınların 'çıplak ve if- .

fetsiz' sayılamayacağını, kendilerine 'kafir, mür­


ted, cehennnemlik' denilemeyeceğini ortaya koy­
maktır.

65
bu gibi düşüncelerle, bedenin zinet yeri
olduğu şüphe götürmez bölgelerini, dar ve
tahrik edici olmayan bir giysi ile gerektiği
gibi gizlemiş olan hanımlar, sırf başlarını
örtmedikleri içlıı 'iffetsizlik' ile itham edilme­
meli, fuzuli kahyaların fiili ve kavli tecavüz­
lerine maruz bırakılmamalı, 'artık ağzınla
kuş tutsan cehennemliksin' denmemelidir.
(sh. 243-244)

Ahzab Süresinin 59. ayet-i kerimesinde, ka­


dına bir tavsiyede bulunulmakta, bu ayet-i
kerimede dahi ancak kadının 'saçının bir teli
görülürse dünyada sopa yiyeceği, iffetsiz ,ve
hatta dinden çıkmış sayılacağı, Ahiret'te de
cehenneme gideceği' belirtilmiş değildir.

Apaçık bir nass bulunmaya,n bir hususda 'ic­


tihad'a cevaz varsa, 'tekfir'e yer yok demek­
tir. Bu hususda tekfir'e başvuranlar, kendi­
lerini tekfir etmiyorlar mı? (sh. 266)

Kanaatimizce Hatemi'yi sinirlendiren, hatta


hırçınlaştıran taraf işte burasıdır ve görebildiği­
miz kadarıyla bu k�nudaki mesaisinin önemli bir
kısmını da bu soru�m aşabilmek için harcamış­
tır. Nitekim kendisi, Kur'an'da başörtme yasağı­
nın açıkça belirtilmediğini, bu hususta açık bir
hüküm bulunmadığını, meselenin bir ictihad,

66
bir fetva konusu olduğunu ve bu fetvanın da ni­
hayet yorumlardan bir yoruma dayandığını ifade
0'1�'"' 0':r0 y ............ ..,,
.... u.� .... ..... .... , aslında bu kadınların Kur' ani

ve İlahi bir emre değil, bir ictihad'a, bir fetva'ya,


bir yorum'� karşı gelmiş olduklarını, bu nedenle
. de 'kafir ve mürted' olmakla suçlanamayacakları�
nı söylemektedir. Buraya kadar meselenin itika­
di boyutu tartışılmış ve hatta hall u fasl edilmiş
olmakta,· ancak bu sefer, 'kafir ve mürted' şeklin­
de suçlanmaktan kurtulan kadınların iffetleri
bir sorun halini almaktadır. Hatem! bu sorunu da
iffet meselesini 'asgari örtünme mahalli'nin içine
sıkıştırarak halletmekte, Ahzab/59 ayeti müna­
sebiyle, " . . . demek oluyor ki kadının -örtünmesi
değil!- başını örtmesi, 'cilbab'ın kapsamına gir­
se dahi, bir tavsiyedir, bir ahlak ve iffet sorunu
değildir" (sh. 261) diyerek meselenin ahlakla, if­
fetle bir ilgisinin bulunmadığım söylemektedir.

Bu tekfir meraklılarının ikinci bir namertliği


de, 'başörtüsü' ile 'örtümhe'yi kasden karıştı­
rarak, 'başörtüsü ahlaki emir değil, kadının
sırnaşık erkeklerce rahatsız edilmemesi için
bir tavsiye olabilir' diyenleri, 'tesettür farz
değildir, sadece ihtiyata uygundur dedi!'
tarzmda itham etmeleridir. Oysa böyle bir
söz söylemek için ahmak olmak gerekir. Ne
yazık ki Molla Lütfi gibi erler, tarih boyunca

67
gibi söz saptırmaları dolayısi ile şehid
edilmişlerdir. (sh. 266-267)

'ahlaki bir emir' olmadığını


söyleyen Hatemi, burada tesettür (örtünme) kav­
ramı içerisinden 'başörtüsü'nü çıkarmakla, ör­
tünmenin · değil, baş örtmenin vücubiyetini kabul
etmediği, binaenaleyh tesettür'ün (=başörtüsüz
örtünmenin!?) vücubiyetini ikrar ettiği imasında
· bulunmaktadır ki zaten yazılarından anlaşılma­
sı gereken de budur. Fakat asıl anlaşılamayan, ·
. anlaşılmakta zorluk çekilen husus, 'Kırk yıllık
Kani, olur mu Yani' demeden tesettür kavramım
değiştiren, daraltan, Kur'an'dan başörtüsüz bir
örtünmeyi istinbat etmekle tesettür kavramını
garip kılıklara sokan, sanki Hatemi'nin bizzat
kendisi değilmiş gibi, kelimeyi lu&avi değil de
ıstılah! (mutad) anlam�nda kullandıkları için
başkalarını (kimse bunlar?) namertlik ile suçla­
yıp Molla Lütfi rollerine soyunmaya kalkışması­
dır.

Esas itibariyle önemli ola.."1 -müsebbibi kim


olursa olsun- bu ima edişler ya da laf oyunları
değildir; asıl önemli · olan, bunca laf eğip bükme­
nin:. akıl almaz tevillerle bu işin içinden çıkaca­
ğım diye kıvrşnıp durmanın, Kur'an'a muhatab
olan kimselerin Kur'an'la kendi aralarındaki iliş­
k�yi metnin değil, muhatabın içinde bulunduğu

68
· çevre ve şartların etkilediğini, belirleyip yönlen­
dirdiğini göstermesidir. Çünkü bu çırpınışlar, as­
Göre . . . ", "Kur'an'da . . . " diye baş-
layıp biten yazıların, ortaya atılan fikirlerin, hat­
ta "Kur'an'ı asrın idrakine söyletme" çabalarının
ardında kalan, bir türlü görülmeyen, görülmek
istenmeyen bir manzarayı, brr zaaf kaynağını ib;;
ret-funiz bir biçimde gözler önüne sermekte, hal-i
hazır hayatın yol açtığı sorunların ve bu sorunlar
karşısındaki tavır-alışın İlahi Kelam'ı anlamada,
yorumlamada nasıl etkili olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır.

Toplumda köle ve cariye statülerinin geçerli


olmasının, Kur'an'ın emirlerini yorumlamada bir
zaaf teşkil etmesi, 'cariyenin avretinin, erkeğin
avreti gibi olduğunu' bildiren yorumlara yol aça­
rak anlamı saptırması gibi, çağdaş yorumlarda
da içinde yaşanılan hayatın rolü baskın çıkmak-
aynı zaaf bu sefer başka suretlerde boy göster­
mektedir. Neticede sorular, sorular ve yine soru­
lar . . . Kur'an'ın çağdaş okuyucusunun (!) anlama­
dığı, anlayamadığı, belki de anlamak istemediği
için kıvranıp durduğu, bir türlü cevabım bulama­
dığı sorular . ..

Dudakların ve gözlerin açık kalmasına cevaz


verilip de saçın mutlaka örtümhesinin gerek­
tiğinin söylenmesinin hikmeti nedir? Yoksa

69
kadın gözleri ve ağzı gibi, işitmesini engelle­
mesin diye kulaklarını açıkta bırakıp da sa-
giysi
anlamına ise, saçların mutlaka örtünmesi
gereği nereden çıkıyor? (sh. 264)

3/c. Saçlar Yüzün Bir Cüz'ü müdür?

Hatemi'nin tesettür kavramına getirdiği yo­


rumların ardındaki sebepler her ne olursa olsun,
bu yorumların ancak bazı zorlamalar sayesinde
mümkün olabildiği muhakkaktır. Çünkü yanlış
sorular, kaçınılmaz olarak yanlış cevapları tevlid
edecektir. Nitekim nasıl bir lugat v;eya anatomi
bilgisine ya da nasıl bir akıl yürütmeye dayanıyor
bilemeyiz ama kendisi açıkça ve iki kez saçlar için
"y�zün cüz'ü" (sh. 243) ve "yüzün fer'i" (sh. 264)
tabirlerini . kullanmaktadır. Biz, Arapça'·daki
vech (yüz) kelimesinin kapsamına saçların girip
girmediğini tartışmak yerine., sözkonusu kelime
(yüz) Türkçe olduğundan ve metin de Türkçe ya­
zıldığından yine Türkçe bir sözlüğe bakılması ge­
rektiğini düşünerek TDK Sözlüğü'nün (Ankara,
1988) konumuzla ilgili olan 'yüz' kelimesine ver­
diği karşılıkları buraya alıyoruz:

Yüz is. 1. Başta, alın, göz, burun ağız, ya­


nak ve çenenin bulunduğu ön bölüm, sima,
çehre, surat.

70
Bu temelsizliğini göstermek için
böylesi istişhadlara gerek yoksa da içine düşülen
bu oltj.uğunun gö­
rülmesi içi.n -meselenin bir Kur'an ayetiyle ilgili
olmasına binaen- Kur'an' dan da bir misal vere­
lim:

Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda, yı­


kayın yüzlerinizi ve dirseklere kadar elleri"'.
nizi ve meshedin başlarınızı . . (Maide/6)
.

· Bu ayette y üzlerin ( =vücuh) yıkanması, baş­


ların (=ruus) ise meshedilmesi emredilmektedir.
Saçların yüzün fer'i / c üzü olduğu iddia edildiği
takdirde, saç�arm da yıkanması gerektiği gibi bir
sonuçla karşılaşmak kaçınılmazdır. Olabilir ·ve
belki bu bile iddia edilebilir. Ancak o zaman da
başın nasıl i.neshedileceği meselesi · ortaya çıka­
caktır ki bu meseleyi çözmeye Medeİı.i Hukuk bil­
gisinin de kafi geleceğini sanmıyoruz.

Hatemi'yi böylesine tuhaf iddialarda bulu­


nup saçların baş'ın değil de yüz ün bir cüz'ü oldu­
'

ğunu öne s4rmeye sevkeden husus, kanaatimiz­


ce, örtünme emrinden istisna edilen yerler içeri­
sine yüz bölgesinin girdiği konusunda geniş bir
ittifakın bulu�nmasından yararlanma ihtiyacıdır.
Nitekim yüz bölgesinin'.° 'illa ma z�hara minha'
ibaresinin kapsamına girdiğinde ittifak ediliyor-

71
sa ve saçların da yüz bölgesinin bir cüz'ü / fer'i ol­
duğu bu ittifaka dahil edilecek olursa, geriye tar­
tışılacnk ne kalır? Elbette koskocaman bir hiç! O
zaman Hatem! de 'z�ynet yerlerinden istisna edi­
len' kısımlan, 'ahlaken [aklen] örtünmesi gerek­
mediği aşikar olan, atılakl örtünme kapsamına
girmediğinde insanların birleştikleri beden yöre­
leri' şeklinde yorumlamakta haklılık kazanır.

Ne diyelim, haklılık böylesi laf oyunlarıyla


kazanılıyorsa kazananlara hoş-amedi olsun!
[Her ne olursa olsun, yine de Başörtüsü Meydan
Savaşları'na hakemlik yapmakiçin, komiklik ya­
pıp bir ayetin anlamını zorla tevile ve saçların,
başın değil de yüzün cüz'ü veya fer'i olduğunu
iddia etmek şeklindeki birtakın1 k�lime oyunları­
na tevessül edilmemeliydi.]

3/d. Hımar Teriminin Anlamı

· Saçların yüz'ün mü, baş'ın mı bir cüz'ü oldu­


ğu meselesinin bu denli ehemmiyet kazanması­
nın, ayette geçen humur kelimesinin örtü mü,
başörtüsü mü anlamına geldiğiyle de yakından
alakası bulunmaktadır. Humur lafzının örtü
manasına geldiğini ve ayette baş ve saç kelime�
leri geçmediğinden bu lafza başörtüsü anlamının
verilemeyeceğini iddia edenlerin içinde bulun­
dukları başlıca zaaf -d�ha önce belirttik, yine

72
oe11rten:m-- ayetin ilk muhatap çevresini dikkate
almamaları ve Kur'an'ın, ilk muhataplarına ör­
tfuımelerini bir mankeni giy­
diriyormuşcasına o dönem örfünü dikkate alma­
yan 'mücerred ifadeler' kullandığının sanılma­
sıdır.

Ayet-i kerime metnindeki 'hımar' kelimesi


'başörtüsü' değil 'örtü' (giysi) anlamındadır.
(sh. 251)

Herşeyden önce bu örtünme, evde mahremle­


re karşı da sözkonusu olan 'ahlaki örtünme'
demek olduğundan, ayet-i kerime' deki 'hı­
mar' terimini 'giysi, örtü' değil de 'böşörtüsü'
anlamına almak, kanaatimce, yukarıda da
bir gerekçesi belirtildiği üzere , ma'kul ve
mantıki değildir. (sh. 263)

İslam dünyası bunca asır Hatem! kadar


"ma'kul ve mantık!" davranamamış olmalı ki kla­
sik metinlerde mevcut tüm kayıtlar -ittifakla­
? dönem Arap kadınının başını örttüğünü' ve fa­
kat örtüsünü ya ensesine doğru bağladığım ya da
örtüsünün ön tarafta bitişecek olan yakalarını
birbirine kavuşturmayıp gerdan kısmını ve çev­
resini açıkta bıraktığını, binaenaleyh ayetin bir
tesettür emrini ifade etmekten ziyade, tesettürün
bir suret-i mahsusasını dile getirdiğini beyan et­
mektedirler.

73
Ayrıca o toplumda sad.ece kadınların değil,
erkeklerin de başlarım örttükleri unutulmamalı,
bunun sebebi olarak sadece Arab örfü değil, Ara­
bistan'ın sıcak de dikkate alınmalıdır. Bu
takdirde, Kur'an'ın kadınlarla ilgili tesettür
(=başı da içine alacak şekilde örtünme) emrinin
niçin bazı tafsilatlar içermediği ve fakat buna
rağmen bu Kur'ani emrin niçin İslamı gelenek ta­
rafından hilafsız aynı şekilde anlaşılıp tatbik
edildiği sarahat kazanacaktır.

Hımar (çoğulu humilr) kelimesinin salt bir


örtü mü (döpyes, tayyör ya da şal mı), yoksa başı ·

.
(saçları) da örten bir giysi mi demek olup olmadı­
ğı meselesine gelince, bu sadece akli istidlallerle
(salt düşünceye dayalı yorumlarla) çözülebilecek
bir mesele değildir. Bu meselede ibarenin anla­
mını tayin edecek ölçüt, Kur'an'ın ilk hitab çewe­
sinde aranmalıdır. Çünkü evvelemirde Kur'an ·
Hicaz'da ve Arap diliyle nazil olmuştur. Bu ne­
denle sözkonusu kelimenin anlamım tayinde asıl
· ma'kul olan, bu dil{ kullanan ve bu dilin kendi
içinden çıktığı çevrede yaşayan insanların otori­
tesine (hakemliğine) başvurmak ve bu insanların ·

kendi dil ve kü�.türlerini kendilerinin daha iyi bil-


. - diklerini kabul etmektir. Elbette burada kastedi'" ·

len bugünkü Arap dili ve çevresi değildir; kastedi­


len, Kur'an'ın nazil_ olduğu dönemin Arap dili

74
, .... ...., '"" ........... Arapça) ve bu dilin içinde varolduğu
kadim kültürüdür. Niteki.m Tefsir tarihinin
,._,v.,.,.u..u. v.u..u. itibaren Kur'an müfessirleri bu ilkeyi
gözetmişler ve Kur'an (hat-
. ta kıraatleri) tayinde kadim Arap dilinin ve. leh­
çelerinin otoritesine başvurmuşlardır. Dil ve kül­
tür arasındaki iç bağıntının, o dilde yazılı ·bir met­
ni anlamadaki rolüne gelince, bu b ağlamda bu
hususa sadece işaret etmekle yetiniyoruz.

İlk hitab çevresi öncelikle Araplardan oluşan


ve Arap diliyle nazil olan bir kelam'm anlaşıfma­
sında ihmal edilen mezkur ilke dikkate alınır ve
böylece hımar, cilbab·ve siyab gibi sadece kadim
Arap diline değil, kadim Arap kültürüne de ait
olan olan bu kelimelerin anlamını tayinde, o dö­
nem Arap kadınının örtünme biçimine bakmak
akıl edilirse şayet� o zaman anlamsız teviller�, ge­
reksiz laf oyunlarına ve 'ayette saç, baş ya d a
başörtüsü kelimeleri geçmiyor, demek ki b u hu­
susta bir sarnhat yok!' gibi ancak düşmanları se­
vindirecek akıl yürütmelere gerek kalmaz.

Nfu/60 ayetinde, nikah ümidi kalmamış yaş­


lı-kadınların, bilhassa ziynetleı;i.ni göstermeye ça­
lışmamaları (gayra müteberricatin bi-zınetin)
kayd u ş artıyla 'siyabları�ı bırakıp koyvermele­
rinde' kendilerine bir günah olmadığı bildiril­
mekte ve fakat bu r®sata rağmen s akınmaları-

75
mn (=iffetli davranmalarının) kendileri için 'daha
hayırlı' olacağı uyarısı yapılmaktadır ki bu ayette
geçen 'siyah' kelimesini de 'giysi'
olarak çevirmek mümkündür. Fakat bunun nasıl
bir giysi olduğuna hangi yolla karar vereceğiz?
(Elmalılı H. Yazır bu terimi, Türkçe'ye 'çarşaf ke­
limesiyle çevirmektedir.)

Şayet bu giysi, günümüzdeki anlamıyla ele


alınacak olursa, yaşlı kadınların ziynetlerini gös­
termeye çalışmaksızın 'siyahlarını bırakıp koy­
vermeleri'ne ne gibi bir mana verilecektir?
Siyab, hımÇır, cilMb kelimelerinin ne tür giysile­
re del'alet ettikleri, aralarındaki farkların ne ol­
duğu, kadınların bu giysilerle nasıl örtündükleri,
hangi uzuvlarım nasıl örttükleri· ne surette anla-
. şılacak, bu konuda dileyenin dilediği ahlamı ya­
kıştırmasına nasıl mani olunacaktır?

Kelimenin belli bir uzvu örten bir giysi türü


olduğunu anlamak için, -pazı-bent, ser-puş,
hatta gözlük, ayakkabı örneklerinde olduğu gi­
bi-- muhakkak o uzvun zikredilmesi mi gerekir?
Oysa Türkçe' de geçen örtü, çarşaf, ferace, çem­
ber, b ürgü, ehram, yeldirme, üstlük, yazma, yaş­
mak1 değirmi, yemeni, harmanı, türban, tülbent
gibi kelimelerin hemen hepsi de kadınların kul­
landıkları 'başörtüsü' veya 'başörtüsü'nün deg1.­
şik biçimleri' için; şapka, kasket, takke, külah, sa-

76
rık, kalpak, bere, kavuk gibi kelimeler ise erkek­
lerin başlarına taktıkları muhtelif 'başlıklar' için
...... .... ...... ........ ...... .... ... ...... ......... ., .... ve fakat buna raı�ın.en
'baş' ya da 'saç' kelimeleri geçmemektedir.

Bu bakımdan mesela yemeni kelimesinin


'başa bağlanan bir örtü' olduğunu bilmek için, ki­
şinin oturduğu yerden akıl yürütmesine hiç mi
hiç gerek yoktur. Kişinin "yemeni bağlamış telli
başına/zülüfleri düşmüş hilal kaşına" mısraları­
nı terennüm edecek kadar bu toplumun diline, .
kültürüne alaka duyması yeterlidir. Yok eğer ki­
şi, · 'bu kadarım ben de biliyorum' der, sonra da
'Yemeni eskitmek istersen, köye muhtar ol' atasö­
zünden, "eskiden köylerde kadınların da muhtar
oldukları, hatta muhtar olmak için yıllarca b aşa
bağlanan yemeni ile dolaşmak gerektiği, dolayı­
sıyla feministlerimjzin kadın haklarını boşuna
dışarıda aradıkları, vs." şeklinde neticeler çıkarıp
tumturaklı laflarla güya birtakım sosyolojik yo­
rumlarda bulunm aya kalkışırsa, o zaman o kişiye
'bir kültüre ?tlaka duymak, o kültüre vakıf olmak
demek değildir' denir, ardından da kendisine, ba­
şa bağlanan yemeni ile ayağa giyinen ve bir tür
ayakkabı anlamındaki yemeni'yi birbirine karış­
tırdığı, dolayısıyla bir kelimenin başı ya da ayağı
örten bir 'şey'e delalet etmesi için, muhakkak
baş ya da ayak kelimeleriyle izafete girmesi ge­
rekmediği söylenir.

77
İstanbul'un varsıl kesimlerinin yaşadıkları
semtlerin dışına çıkmamış yabancı biri, Türkçe
bir metinde, sözgelimi bir rorp.anda bu kelirneler­
den birine rastlasa, sonra da bu kelimenin saç ya
da baş kelimesiyle izafete girmediğini, bu neden­
le de sadece (herhangibir) 'örtü' veya 'giysi' an­
lamına gelebileceğini iddia etse, hiç değilse ne an­
lama geldiğini nasıl öğrenebileceğini sorsa, her­
halde kendisine vereceğimiz cevap; ya bulunduğu
yerden çıkıp biraz da İstanbul'un diğer semtlerini
gezmesini, halkı gözlemlemesini ya da gidip iyi
bir sözlük edinmesini tavsiye etmekten ibaret
olacaktır. Eğer soruyu soran kişi anadili Türkçe
olan biri ise, ona · ablasıyla, eşiyle veya annesiyle
değil, büyükannesiy le konuşmasını tavsiye et­
menin daha doğru, daha kestirme bir yol olaca­
ğında .kuşku yoktur herhalde.

3/e. Said b. Görüşünün Aslı


Nedir?

Hatemi, Kur'an'da başörtüsü emrine dair bir


. sarahatin bulunmadığı şeklindeki görüşÜn, -bi­
zim iddiamızın aksine- seleften de bir mesnedi
olduğunu; bu görüşü dile getirmekle aslında,
Said b Cübeyr'in "kadının başının açık olmasının
·

_:_haram değil- mekruh olduğu, ancak, başör­


tüsü konusunda Kur'an-ı Kerim 'de bir hilküm ol­
madığı" şeklindeki. görüşünün tekrarlanmış ol­
duğunu ifade etmektedir:

78
Prof. Dr. Karaman'm yukarıda anılan kita­
bında yer verdiği rivayete göre, Cessas 'm
.A.hkam'ul-Kur'an adlı eserinde, Said b. Cü­
beyr' den naklen "kadının başının açık ol­
masının -haram değil- mekruh olduğu, an­
cak, baş örtüsü konusunda Kur'an-ı Ke­
rim 'de bir hüküm olmadığ-ı" görüşü yer al­
maktadır. Şu halde, bir kez daha soruyorum:
Saıd b. Cübey r'in bu görüşünü. tekrarlayan
birisi niçin 'kafire' olabilmektedir de, 'Şeytan
ayetleri' hezeyanım uyduran veya benimse- ·

yen değil, bu hezeyanı şidqetle reddedenler


yine aynı küfür fetv.acılanmn oklarına hedef
olmaktadır? (sh. 266)

H atemi'nin bu sözlerinden; a) Ces s as 'ın


Ahkftm 'ul-Kur'an adlı eserinde naklettiği, b)
Hayreddin Karaman'm da kendi kitabında yer
verdiği bir rivayete göre, c) Said b. Cübeyr adlı
tabiün'a mensub bir alimin (Vef. H. 95) kadının
başının açık olmasını haram değil, mekruh gör­
düğünü, üstelik başörtüsü konusunda Kur'an 'da
bir h üküm · olmadığını söylediği anlaşılmakta­
dır.

Peki işin aslı nedir? Gerçekten de Said b. Cü­


beyr ? böyle bir görüşe, yani kadının başının açık
olmasının haram değil, mekruh olduğu şeklin­
deki bir görüşe sahip midir? Kendisi, ''başörtüsü

79
konusunda Kur'an'da bir hüküm olmadığı"na da­
ir bir söz sarfetmiş

Bu soruların ikisinin cevabı da olum­


suzdur; zira ne Cessas'ın Ahkam 'ul-Kur'an adlı
eserinde (V/174, Beyrut, tsz.), ne Hayreddin
Karaman'ın kitabında, ne de -her ne kadar
Hateınl zikretme�ten imtina etmişse d'7-'.- iddia­
mn asıl sahibinin sözlerinde (İslam 'da Kadın ve
Aile, sh. 149) bu ifadelerin karşılığı bulunma­
maktadır. Hateınl, iltibasa yol açacak bir surette
hem muhtevası, hem de rivayet şekli bakımından
metni doğru nakletmemiş, böyle davranmakla da
okuyucunun meselenin aslını anlamasına mani
olmuştur. Nasıl mı, görelim!

ı. İlkin bu rivayet, 'başörtüsü'ne karşı olan,


başörtüsü emrinin Kur�an'da bulunmadığını id­
dia eden ve bununla birlikte · başka şeyler de sa­
vunan' resmi ulema'dan bir zatın Hollanda'da
neşredilen Arayış ve İslam Dergisi adına, Diya­
net İşleri Başkanlığı ve Mısır Müftülüğü ile bir­
likte Hayreddin Karaman' a da gönderdiği 17 so­
rudan oluşan bir yazıda (14. soruda) kendi iddia­
larına 'delil' kabilinden zikredilmektedir.

ıı. Mezkur zatın, Hayreddin Karaman hoca­


ya suali aynen şu şekirdedir:

Cassas'm Ahkam'ul-Kur'an'ındaki "Said b.

80
Cübeyr'den rivayet olunduğuna göre, kendi-
sine bir o."'"'70 '.,.., "'
bak""'Uası bunu me:kruh gördü­
ğü, ama "Kur'an'da yok" dediği bildirilmekte­
dir" rivayeti karşısında, başörtüsü ile ilgili
emrin vücüb ifade ettiğinde icma vardır diye­
bilir miyiz? Görüldüğü gibi bu rivayet, saça
bakmaı.ıın hükmünün Kur'an' da olmadığını
bildirmektedir. (sh. 149)

Evet, görüldüğü üzere burada kerih görülen


cihet, esasen kadının başının açık olması değil,
bir erkeğin namahrem bir kadının saçına bakm.a­
sidır. Üstelik sualin sahibi bile bu rivayetten, 'ba­
şörtüsü konusunda Kı,ır'an'da bir hüküm olmadı­
ğı' gibi bir neticeyi değil, 'saça bakmanın hükmü­
nün Kur'an' da bulunmadığı'· neticesini . çıkar­
maktadır.

nı. Hayreddin Karaman, mezkur zatın soru

haline tahvil edilmiş iddialarını, bu arada sözko­


nusu nakli ve bu nakilden çıkarılan hükmü bü­
yük bir vukufiyetle ele alıp tenkid etmiş, kendisi­
ne gerekli cevabı da vermiştir. Nitekim kendisi
bu suali, şu mantık kalıbına dökerek yeniden ifa­
de etmiştir:

a) Said b. Cübeyr, erkeğin yabancı bir kadı­


nın saçına bakmasını mekruh görmektedir.

81
b) Saça bakmanın hükmünün Kur'an'da ol­
madığım bildirmektedir.

c) Bu seb_eple 'Başörtüsü ile ilgili emrin vücub


ifade ettiğinde icma vardır' denilemeye­
cektir. (sh. 149- 1 52)

'Kayınvalide saçına bile bakmayı caiz görme­


diği' nakledilen Said b. Cübeyr'in burada ne de­
mek istediği, kerih (mekruh) görmenin ne anla­
ma geldiği, neyin olmadığım söylediği, hattFt ·bu
ifadeleri aynen kullanıp kullanmadığı, aynı ko­
nuda kendisinden yapılan diğer nakillerde (msl.
Taberi'de) görüşlerini nasıl ifade ettiği, vb. birçok
meseleyi burada yeniden ele almaya· gerek duy­
muyoruz; zira Hatemi'nin, bu meselelerle ilgili
yetkin açıklamaları, hiç değilse Hayreddin Kara­
man hocanın kitabında zaten. görmüş olduğunu
düşünüyoruz. Ne var ki Hatemi, okuduklarım as­
lına uygun bir biçimde aktarmamış ; yazılanları,
kendi yorumlarını destekleyecek şekilde naklet�
miştir: Üstelik ne sualin ve iddianın asıl sahibi
olan kişiyi ve iddiasının aslım, ne Cessas'ın Said
b. Cübeyr'den bu görüşü tenkid etmek suretiyle
naklettiğini, ne Hayreddin Karaman'm bu görü­
şe, eleştirileri sırasında yer verdiğini, meselenin
hiç de muhatabının zannettiği gibi olmadığını
söylediğini zikretmiştir. Bunların hiçbirini zik­
retmediği gibi, zikrettiklerini de aslına uygıin

82
olarak değil, kendisine mesned teşkil edecek şe­
kilde zikretmiştir.

Hateml'nin naklettiği pasajla ilgili ola­


rak Hayreddin Karaman hocanın verdiği bilgileri
kısaca zikretmek suretiyle, bu konuda herhangi­
bir kuşku kalmasın istiyoruz:

[Taberi'nin nakline göre], burada. Said b. Cü­


beyç açık bir ifade ile 'ayette açılmasına izin
verilen yerlerin yalnızca yüz ve ellerin içi ol­
duğunu' zikretmektedir. (c. xvııı, s. 83.) Yani
Said b. Cübeyr'e göre, kadınların başları ve
saçları avrettir, açılması caiz değildir ve bu
hüküm, Kur'an-ı Kerim'de mevcuttur. ( ... )

Sonuç olarak yine tekrar ediyoruz: Said b .


Cübeyr d e dahil bulunm ak üzere bütün müc­
tehidlere göre hür ve -müslü:man kadınların
başları ve saçları avrettir, açılması, bakılma­
sı caiz olamayan yerlere dahildir, bu hüküm
Kur'an' da ve Sünnet'te mevcuttur, üzerinde
ittifak (icma) edilmiştir. (sh. 1 5 1- 152)

Bütün bu izah ve nakillerden sonra, sonuç


olarak, biz de Hateml'nin ayetlerde bir açıklık (!)
bulunmadığı iddiasıyla başörtüsü emrin� keyfe
brrakılmış bir mesele olarak vaz'etmesinin hiçbir
hakikat değeri taŞımadığım s'öyleyehiliriz.

83
kavramı """,.,",... "",.,,..,
la ele de Hatemi­
'nin Ahzab/59 ayetiyle (bilhassa 'cilbab' ile) ilgili
yorumlarım aktaralım:

Ahzab/59 ayetinde ise, 'ev içinde açık olabile­


cek beden yörelerinin, yüz hariç, sol�.ağa çı- .
kıldığında 'cilbab' denen dış örtüsü ile örtül­
mesi, imaı� ede:p. kadınlara tavsiye edilmiş­
tir. (sh. 2 5 1)

Ahzab Süresinin 59. ayet-i kerimesinde, ka­


dına bir tavsiyede bulunulmakta (. . ) Şu hal­
.

de ahlaki örtünme sımrlanna riayet ettikten


sonra, dış örtüsünü (cilbab) saçlarım da örte­
cek şekilde bürünmesi, kendisinin taciz edil­
memesi için d�ha uygun bir örtünme biçimi
olarak görülmekle birlikte, bu tavsiyeye uy­
mayan veya uyamayan kadın dinden çıkmış
olmaz, kendisine 'iffetsiz' gözü ile b akmaya
da hakkımız yoktur. (. .. ) Çünkü Kur'an-ı Ke­
rim' de 'baş açma yasağı' açıkça belirtilme­
miştir. (sh. 292)

Hatem! 'cilbab' (çoğulu 'celabib') kelimesinin


yorumunda, 'hımar' (çoğulu 'humür') kelimesine
anlam verirken davrandığı kadar serbest davran-

84
mamakta, kelimenin 'başı da örten bir örtü' oldu­
ğu, bir diğer deyişle baş örtmenin 'cilM.b'ın
samına hakikati -bazı kayıtlarla
te- teslim edilmektedir. Ancak Nü.r/3 1 ayetinde
başörtüsü ile ilgili bir sarahatın bulunmadığım
söyleyen Hatemi, Ahzab/59 ayetiyle alakalı ola­
rak da 'kadının, saçların bir telini bile dış-arıda bı­
rakmaması gerektiğine ilişkin bir sarahatin bu­
lunmadığını' (sh 2 63-264) vurgulamaktan geri
kalmamaktadır.

4/a. Ruhsat

Demek oluyor ki kadının -örtünmesi de­


ğil !_,.. başını örtmesi, 'cilbab'ın kapsamına
girse dahi, bir tavsiyedir, bir ahla:k ve iffet so­
runu değildir. (sh. 261)

Cilbab 'dış giysi' anlamına ise, saçların da


mutlaka örtünmesi gereği nereden çıkıyor?
(sh: 2 64)

Cilbab'ın başörtüsünü de kapsadığı görüşü,


takvaya ve ihtiyata daha uygun olsa bile . . .
(sh. 265)

Hatemi'nin ifadelerindeki dikkat çekici olan


husus, cilbab'ın sınırlarıyla ilgili olarak söyledik­
lerinde değil, mezkur ayetin, muhatabları için
ifade ettiği, etmesi gerektiği değerin keyfiyetine_

85
dair yaptığı izahlardadır. Çünkü Hatemi, örtün­
me'nin (cilbab'ın) kapsamına başı örtmenin de gi­
'"'"" ... .... "' .... '"'J"' ... .......... sözkonusu ettiği her yerde, 'iman
e den kadınlara tavsiye e dilmiştir' , 'Ahzab
Süresinin 59. ayet-i kerimesinde kadına bir tavsi­
yede bulunulmaktadır', 'bu tavsiyeye uymayan .
veya uyamayan kadın . . . ', 'kadınin -örtünmesi
değil!- başım örtmesi, "cilbab"ın kapsamına gir­
se dahi, bir tavsiyedir' şeklinde ifadeler kullan­
maktadır.

Burada kendisine sorulması gereken sual şu­


dur: "Bu tavsiye kimin tavsiyesidir? Sözü edilen
standartlar, kadınlara kim tarafından tavsiye
edilmektedir?"

Bir an için tavsiye olduğunu kabul etsek bile,


bu tavsiye Allah Teala tarafından yap�lmaktadır
ve -Hatemi'nin teyid ettiği ve edeceği üzere-ı bu
tavsiye rabbimizin tavsiyesidir.

O halde sayın Hatemi'ye sormak gerekmez


mi: Alemlerin Rabbi'nin tavsiyesi, herhangi biri­
nin tavsiyesi gibi midir? Alemlerin Rabbi'nin tav­
siyesi, insanların uyup uymamakta serbest ol·
dukları kimselerin tavsiyesine hiç b enzer mi?
'Tavsiye etmek' ile 'ruhsat vermek' arasındaki
fark nedir? Tavsiye, niçin sadece h üsn-i telkin
manasına indirgenmektedir? Mesela Şüra/13 ,

86
151- 153, Nisa/13 1 ayetlerinde de Al­
lah Tefila kullarına 'tavsiye ettiğini' beyan buyur-
maktadır; burada 'tavsiye' kelimesi .,.. ........
. . ... ..............,.... y ,,.,,, ,.

diye, bundan insanların sözkonusu buyrukların


gereğini yerine getirip getirmemede muhayyer
bırakıldıkları sonucunu mu çıkarmak gerekir?
Allah Teala, 'insana anne-babası hakkında güzel
davranmayı tavsiye etti' (Ankebut/8) diye, birileri
çıkıp 'bu nasılsa bir tavsiyedir ve gereğini yerine
getirmek zorunluluğu bulunmamaktadır' diyebi­
lirler mi?

Yoksa bu tavsiye, Nur/60 ayetinde yaşlı ka­


dınlara verilen ruhsat gibi midir? Eğer öyleyse,
·
yaşlı kadınl� ile genç kadınlar �rasında. bir fark
yok mudur? Yaşlı kadınlara ruhsat verilirken,
açıkça 'kendilerine bir günah yoktur' ifadesi kul­
lanılmakta ve üstelik bu ruhsatın ardından ken­
dilerine, s akınmalarının 'daha hayırlı' olduğu
tenbihi yapılmakta" iken, mezkur ayetin vücub' a
değil de ruhsat'a (tavsiye'ye) delalet ettiğine dair
bir kanaate nasıl . ula:şılmaktadı;r?

Kaldı ki ilgili ayette, tavsiye'ye delalet ede­


cek böyle bir kelime de geçmemekte, · açıkça Hz.
Peygamher'e ( s . a) z evcelerine, kızlarına v e
ınü'minlerin kadınlarına Rabbu'l-Aıemin'in bir
buyruğunu iletmesi emredilmektedir. Üstelik,
· bu emrin aslında bir tavsiye olup v ücub ifade et-

87
mediğini, dolayısıyla ayetin muhatablarmm mu·­
hayyer olduklarını gösterecek herhangibir kari­
ne de ortada Varsa bile, bu bugü­
ne kadar kimse ayetten istinbat etmemiş/edeme­
miş , kerameti kendinden menkul olmak üzere
· yüzyıllar sonra 'evraka, evraka' demek ancak sa­
yın Hateml'ye nasib olmuştur.

Filhakika Kur'an' da 'izin' manası ifade eden


emir sigaları mevcuttur ve bu tür ifadeler umu­
miyetle bir yasağın ardından gelir:
_
Cuma/10 ayetinde, 'namaz kılındıktan son­
ra yeryüzünde dağılın da Allah'ın fazlından
arayın' denilmekte ve buradaki emir sigası
vücub değil, Cuma namazı vaktindeki ticaret
yapma yasağının ardından 'namazdan sonra ar­
tık dağılıp -rızkınızı arayabilirsiniz' şeklinde bir
izin ifade etmektedir.

Mfüde/2 ayetindeki 'ihramdan çıkınca av­


lanın' emri de yine vücub değil, ihramlıyken av­
lanma yas ağının ardından ' avlanabilirsiniz '
manasında izin ifade etmektedir.

Bu misallerden de , anlaşılac ağı üzere


Kur'an'da geçen b azı emir sigalarını, birtakım,
karineler yardımıyla vücub yerine, izn'e hamlet­
mek mümkündür. Ne var ki hiç kimse Hahl bir
emri, 'kanaatimce bu bir tavsiyedir, dolayısıyla

88
de
anlamam, bildiğimi okurum' diyemez, dememeli­
dir. Şayet olursa ne olur? Bizce bu kimse
--Ebu Hanife'niJ?. dediği gibi- tekfir edilmez, ik­
rıaya çalışılır!

4/b. ve

'Kadınların cilbablarım üzerlerine almaları­


nı' emreden ayet-i kerime'de (Ahzab/59), bu em­
rin illeti de verilmiş ve bunun, ayetin muhatabı
olan kadınların 'tanınmaları ve incitilmemeleri' ı
için daha uygun olduğu beyan edilmiştir. Mü­
fessirlerin ekserisi ve cumhur-u fukaha, birtakım
rivayetlere istinaden ayetin hür kadınları içerdi­
ği ve cariyeleri kapsamadığı şeklinde bir görüş
ileri sürmüşler, hatta bununla da yetinmeyip "ca..,
riyenin avretinin erkeğin avreti gibi olduğu"nu
iddia etmişlerdir.

Hüseyin Hatem! ise, bu görüşlere kesinlikle


karşı koymuş ve bu yaklaşımın İslam'ın ve
'Kur'an'ın ne nasslarıyla ne de maksadlarıyla
uyuştuğunu, böylesi hükümleı1n bu hükümlere
ulaşanların kendi görüşleri olmaktan başka bir
değer taşımadığın� açıkça ifade etmiştir. Sayın
Hatem!, bu eleştirilerinde tamamen haklıdır ve
doğruyu söylemektedir. Nitekim biz de bu konu­
da kendisiyle aynı görüşü paylaşıyor ve ayette

89
mezkur illetin bu konuda hür-cariye ayrımına yol
açacak bir mana taşımadığım düşünüyoruz.

Hazın (el-Muhalla, III/2 18-219) ve Ebu


Hayyan (el-Bahr'ul-MuhU, VII/250) gibi iki En­
dülüslü alim dışında, çağdaş alimlerden İranlı
Ayetullah Murtaza Mutahhari (Hicab, sh. 71 ve
137-139) ile Şamlı Nasıruddin Elbani de (Hicab,
sh. 39-43) bu görüştedir ve ayette geçen "mü'min­
lerin kadınları" ibaresinin umum ifade ettiğini,
hürlere tahsis edilemeyeceğini söylemektedirler.

Bir hadis filimi .olan Nasıruddin Elbam, ayn­


ca esbab-ı nüzul adına nakledilen rivayetleri de
ele almakta ve bu rivayetlerin bir sıhhat taşıma­
dığını açıkça göstererek ayetten böylesi bir ayrı­
mı elde edenleri şiddetle tenkid etmektedir . .Adı
geçen bu alimlerle birlikte H ayreddin Kara­
man'ın şu sözleri de bu görüşü teyid eder nitelik­
tedir:

Bu cümleden sonra diyorum ki [cariye konu­


sunda] nass yoktur. İkincisi ibaresiyle
delalet edep. bir şey de yoktur; ne Hadis'te, ne
Kitab'da. Kitab'da ve Sünnet'te cariyenin açı­
labileceğine, ibaresiyle delalet eden bir metin
yoktur. Bazen nassı bu manada kullanırlar.
Nass diye �tab ve Sünnet'te geçen herşeye
derler. Bu manada da bir metin mevcut değil-

}0
dir. Ondan sonrası te'vildir. (İslam 'da Kılık- .
Kıyafet ve Örtünme, Tartışmalı İlmı Toplan­
sh" 175, İ stanbul, 1987)

Ayette 'tanınmaları ve incitilmemeleri için'


şeklinde zikredilen illet, kadınların hür olup cari­
ye olmadıklarının bilinmesi anlamına gelmiyor­
sa, hangi anlama gelmektedir? Hatemi'nin bu ko­
nudaki cevabı şudur:

Kadın, sokakta iki sebeple taciz edilebilir.


Yüzünü de peçe ile örtmüş ise, kimliğini giz­
leyen bir suçlu olup olmadığını tesbit içm .gö­
revliler taciz ederler. Yüzünü açması, 'tanın­
ması ve e za (taciz) edilmemesi için' daha uy­
,
gundur. Buna karşılık, evindeki giysisi üze­
rine bir dış örtü alması, sırnaşık ve laubali er­
keklerin cür'et bulmamaları için de daha uy­
gundur. (sh. 252)

Hatemi'nin bu izahı iki şıktan oluşuyor:

Birincisi; eğer kadın peçeliyse, peçesini (yü­


zünü) açmakla tanınacak, böylelikle güvenlik
güçlerinin ( ! ) tacizinden kurtulacak! Bu durum­
da, 'tanınması', peçesini açması demek o1uyor.

İkincisi; üzerine bir dış örtü alırsa, sırnaşık


ve laubali erkekler cür'et bulamayacaklar, dola­
yısıyla tacize yeltenmeyecekler . Kadın, üzerine
..

91
dış örtü alırsa, sırnaşık ve laubali erkekler
cür'et bulmasınlar? Örtülü gördüklerinde, onun
iffetli ve ahlaklı bir kadın olduğu_.nu anlayacakla­
rı için mi? ! ! Doğrusu, Hatemi'nin bu konuda ne
düşündüğü .ya da ne söylemeye çalıştığı açıkça
belli değildir:

. . . demek oluyor ki kadının -örtünmesi de­


ğil !- başını . örtmesi, 'cilbab'm kapsamına
girse dahi, bir tavsiyedir, bir ahlak ve iffet so­
runu değildir. (sh. 261)

Biz, Hatemi'ye bu görüşlerinde kesinlikle ka­


tılmıyor ve hem cilbab emrinin, hem de ayette
'tanınmaları ve incitilmemeleri için' şeklinde zik­
redilen illetin, iffet ve ahlakla doğrudan doğruya
alakalı olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle ayet­
te zikredilen 'tanınmaları için' ifadesini, 'iffetli
olduklarının bilinmesi' şeklinde anlamayı ayetin
maksadına daha uygun buluyoruz. Nitekim mer­
hum Ayetullah Mutahhari de ibareyi bu şekilde
izah etmektedir:

". . . bu tanınmaları ve incitilmemeleri için da­


ha iyidir". Yani bu iş, namuslu olarak tanın­
maları ve . kendilerini erkeklerin isteklerine
vermediklerini açıklığa kavuşturduğu için
daha iyidi� . Ve sonuçta onların görkemi ve
uzak duruşları, basit kişilerin onları rahatsız ,
etmelerine engel olur. (Hicab, sh. 71) .

92
Bu (Ahzab/59) çıkarılacak
netice şudur: Müslüman kadın, halk arasın­
da geliş gidişlerinde öyle hareket etmelidir ki
iffet, vakar, ağırbaşlılık ve paklık sıfatları
belirgin olmalı ve bu sıfatlarla tanınmalıdır.
(A.g.e., sh. 138)

Ö rtünme konusunda hür-cariye ayrımına


karşı çıkanlar arasında zikrettiğimiz bir başka
alime, muhaddis N asıruddin Elbani'nin görüşle­
rine de kısaca yer verelim:

" . . . bu onların tanınıp eza edilmemelerine da­


ha uygundur". Yani bir kadın; elbisesinini
üstünde çarçaf veya izar' a benzer bir örtüye
bürünilrse, iffetli ve temiz ahlaklı olduğu bili­
nir. Fasık· kimselerin uygunsuz laflarına
muhatab olmaz. (Hicab, sh. 39)

Biz de bu alimlerin açıkça ifade ettikler gibi,


meselinin ahldk ve iffet ile doğrudan doğruya
alakalı olduğu kanaatindeyiz . Nitekim hicab laf­
zının Türkçe'de (Arapça'daki örtü, perde anla­
mından ziyade) 'utanmak, sıkılmak, ar duymak,
haya etmek' ş�klindeki mecazı kullanımlarının
yaygınlık kazandığı düşünülecek olursa, örtü ile
. haya, örtü ile iffet, örtü ile ahlak arasındaki
'perdenin' yırtılması için daha çok uğraşılması
gerekir. (Burada 'örtü' derken, Türkçe bilen her-

93
kesin anlayacağı şek.ilde başı da içine alan bir ör­
tüden söze diyor, izafetle kullaıı_maya gerek gör­
müyoruz . )

"Kalem aldın kaşlarım çatmaya/Hicab ettim


adın sual etmeye" mısralarında gôrüleceği üzere,
Türkçe'deki kullanımiyla hicab kelimesi, ne per­
decileri ne de hukukçuları ilgilendiren bir keli­
medir; bu kelimenin semantik alanı, açıkça bir
ahlak alanıdır, kelime ahlakla, iffetle, hayayla
doğrudan alakalıdır; 'hicab. etmek', 'hicab duy­
mak' tabirleri halkın bilincinde, örtü ile hayanın
birbiriyle ne denli içiçe olduğunu, sak ınmanın ,

çekinmenin yerine kullanıldığını gösterir güzel


örneklerdir.

'Hicab' bizim kültürümüzde sadece kapılara,


pencerelere takılan bir örtü değil, 'duyulan' bir
şey de değil midir! 'Hicabsız' (=perdesiz) tabiri,
Türkçe'de sadece kadının örtüsünün, başörtüsü­
nün olmadığını mı gösterir? 'Perde' kelimesi, s a­
dece evlerin pencerelerine takılan bir 'şey'e mi ıt­
lak edilir? Evlere takılan perdeler, sadece ev hal­
kını güneşten korumaya mı yarar? 'Ar perdesi,
"namus perdesi' tabirlerinde, 'perde' ile 'ar'ın,'
'perde' ile 'namus'un yanyana gelmesi tesadüf
müdür?

Fakat bakınız sayın Hatem! ne diyor?

94
. . . yüzyıllar sonra, başörtüsü genel bir uygu­
lama bulmuş ve gitgide başını açmak 'ha­
ram' ve başını açan kadının 'iffetsiz' olduğu
telakkisi yerleşmiştir. (sh. 270)

el-İnsafl Pes doğrusu! Bu telakki (!) 'yüzyıllar


sonra' mı genel bir uygulama bulmuş? Mesela kaç
yüzyıl sonra olmuş bu? Bu telakki ne zaman yer­
leşmiş, niye yerleşmiş? (Şahsen, daha fazlasını
söylemekten hicab ediyorum.)

Sonuç olarak, Ahzab/59 ayetindeki (başı da


içine alan) örtünme emrinin, mü'min k�dınların
uyup uymamakta muhayyer bırakıldıkları bir
tavsiye olmayıp v ücub ifade ettiğini, -sanılanın
aksine- bunun bir iffet ve ahlak sorunu olduğu­
nu ve fakat bununla beraber Allah'ın gafur­
rahım sıfatlarının bütün gür�.ahkar kullarına
şamil bulunduğunu söyleyebiliriz.

4/c. Vera ve

H atemi -daha önce de belirttiğimiz gib]r. .


gerek Nür/3 1 , gerekse Ahzab/59 ayeti münasebe­
tiyle örtünme emrinin kapsamına saçların da gi­
rebileceğine işaret edip bu yorumu 'takva, vera ve
ihtiyata göre verilecek bir fetva' olarak nitelerken
(sh. 264), ayın zamanda 'ihtiyat ve takva yönünü
tercih edenler'in saçlarım örtebileceklerini söyle­
meyi ihmal etmemekte (sh. 243), 'Cilbab'ın başör-

95
tüsünü de kapsadığı görüşü, takvaya ve ihtiyata
daha uygun olsa bile ... ' (sh. 265) gibi sözlerle gele­
neksel izahları her belli belirsiz bir
takva bağlamına yerleştirmektedir.

Hatem'i'nin ikidebir sözünü ettiği. bu 'takva'


kelimesiyle ne kasdettiği tam manasıyla sarih ol­
madığından, muradım kestirebilmek için bu hu­
susun biraz açılması gerektiği kanaatindeyiz.
Kendisi bu kelimeyi ya Kur'an'daki anlamıyla ya
da örftek.i 'dindarlık, ibadetlere düşkünlük, azi­
metlere sarılmak' şeklindeki anlamıyla kullan­
maktadır.

Şayet Kur'an' daki anlamıyla kullanıyorsa,


o zaman kendisine takva ile ilgili ayetleri hatır­
lamasını ve ..;_Kur'an'ı rehber edindiğinden­
kendi�inin de takva'yı emredenlerden olmasını
tavsiye ederiz. Çünkü Kur'an'da 'hidayet üzere
olup takva'yı emredenler' (in kane ala'l-huda ev
emera bi 't-taqva: Alaq/1 1-12) övülmektedirler.

Yok eğer bu Kur'anı kavramı örfteki anla-


. mıyla kullanıyorsa, o zaman kendisine 'caizin
karnı geniştir' darb-ı meselini hatırlatır ve nefsi­
ne layİk gördüğü ruhsatları (!) "Ktir'an adına" in­
sanlara tavsiye etmekten kaçınmasım salık veri­
riz. Unutuhnamah ki değil sadece 'takva', ihtiyat
ve ver� dahi mü'min olmanın şiarındandıT.

96
Türküsü

üçüncü baskıya yazdığı 'Sonsöz'de,


... ... cc'""'J'J..ı.ı.,

Allah Teala'dan 'bu basının iman edenler arasın­


da hayırlı ve verimli bir fikir alışverişine veslle ol­
masnu' dilemiş (sh. 256) ve fakat kitabında, bu t�­
menniye uygun bir üslüb·kullanmaya hiç ama hiç
özen göstermemiştir.

Bazı imalı ifadelerle birilerini (!) eleştirmek-


. te, suçlamakta, hatta haklarında ağır ithamlar­
da bulunmakta, dolayısıyla 'hayırlı ve verimli bir
fikir alış-veriŞi'ne öncelikle kendisi imkan bırak­
mamaktadır. Mesela başlanın örtmeyen kadın­
ları iffetsizli�'le itham edip ·'ceherıllemlik' olmak­
la suçlayanlar (!?) hakkında şöyle diyor:

Böyle diyenlerin sonra üstelik zinet yerlerini


de açan ve içki v� kumar gibi ikebair'i de açık­
Ça irtikab eden ekabir hanımlarına; 'yakışır
haspaya!' yaklaşımı içinde olduklarını ibret
ile temaşa etmişizdir. (sh. 244)

Nerede temaşa etmiş, nasıl temaşa' etmiş?


Hatem�, bu 'fuzull kahyalar' ile kimleri kastetti­
ğini, bu kiJ?seleri nasıl ve nerede.ibret ile temaşa
ettiğini belirtmiyor. Fakat buna mukabil, müşa­
hede ettiği gerçekten de vahim birtakım sonuç­
lardan . sözediyor:

97
Bu alanda da ak.11 yöntemin terkedilmesinin
vahim sonuçları müş ahede
Herşeyden önce, başörtüsü, İslam'm birinci
ve en önemli buyruğu imiş gibi takdim edil­
dikten sonra, İslam'ın çok daha önemli ilke­
lerine uymamanın da örtüsü, diğer bir deyiş­
le gizleme aracı gibi kullanılmak istenmekte­
dir. Mesela bir 'tefeci', karısının başı örtülü
ise, kendisini 'sağlam ve cennetlik müslü­
man' olarak görebilmekte, kendisini ve baş­
kalarını aldatmaya çalışabilmektedir. (sh.
252-253)

Demek ki akli yöntemi terkedince bu vahim


sonuçlar husule geliyormuş! Hateml'nin, hanımı­
nın başı örtülü olduğu için kendisini 'sağlam ve
cennetlik müslüman' gören bu tefecilere (!) kızdı­
ğı anlaşılıyor. Fakat kim bunlar? 'Başörtüsünü
daha önemli ilkelere uymamanın örtüsü' haline
getirenler kimler? Bu soruların cevabı . da belli de­
ğil! Hateınl'nin daha önceleri de buna benzer şey­
ler söylediği vakidir ve ne ilginçtir ki orada da sa··
dece imalar vardır:

İslam' daki örtünme, erkek zorbalığının de­


ğil, kadllfın sayg1değer ve insan olarak erke­
ğe �ş sayılmasının alametidir. Kur'an..:ı Ke­
rim'de belirtilen örtünme ölçüsü de bunu gös­
terir. Bu ölçünün aşılması ve 'erkek zorbalı-

98
ğınm alameti' sayılması, tıpkı Paulus'un yap­
tığı gibi, İslam'ın bazı diğer kurallarının ih­
mal edildiğini gizlemek içindir. (sh. 149)

Korinto� lulara I. Mektub'da ( 1 1 . bab) yer


alan St. Paul'e ait vecizeler ile Kuran'm 'örtün­
menin smırı'na ilişkin vaz'ettiği ilkelerden itti­
fakla elde edilen vecibeler arasında ne gibi . bir
alaka bulunmaktadır? Ayetler bunca asırdır
Hateml'nin istediği doğrultuda anlaşıl(a)madığı
için mi başörtüsü 'erkek zorbalığının alameti' ol­
du? Şiisi, Sünnisi tüm mezhebler, İslam'ın bazı
kurallarının ihmal edil_diğini gizlemek için mi
Hatemi'ni�· sözünü ettiği ölçüyü aştılar?

İfadelerden bir hükme varmak ya da


imalarla kimlerin kastedildiğini anlamak aç�kça
- mümkün olmadığından, bu sualleri sadece sual
olarak değil, istifham-ı taaccüb şeklinde anla­
mak daha doğru olur herhalde !

"Eşleri ve kızlan için çarşaf ve peçeye bürün­


me mecburiyetini getirdikten ve böylece kendi
namuslarını akıllarınca güvenceye bağladıktan
sonra, 'cariye ve hür kac1ın' ayrımını yaparak
'çifte standart' riyası sonucunda da kendi nefisle­
ri için çağdaş görünümlü 'avrat pazarı' açılmasını
caiz görenler" ( sh. 253) kimler, yine belli değil?
Hatemi'r:İ.in, 'avrat pazarı' açılmasını caiz gör-

99
mekle itham ettiği riyakarların kim oldukları da
açıkça söylenmeyip sadece kendilerine imada
lunulmuş . . .

Biri çıkıp da muma-ileyhim'i tahmin etmeye


çalışsa, sonra Hatemi'nin, fıkhen hür-<::ariye ayrı­
mını yapan . Şii-Sünni alimlerin topunu riyakar­
lıkla, kendi nefisleri için avrat pazarı açılmasını
caiz görmekle itham ettiğini söylese, o zaman kim
kimi itham etmiş olacak? Yoksa 'yarası olan gocu­
nur' denip bu ima edişler önemsenmeyecek, tfuri
bunlar polemik gereği söylenen laf u güzaf mı ad­
dedilecek?

'Tarihi Materyalist Felsefe' ahmaklığının ge- ·

misi karaya oturduktan sonra bizim kıyılara


vuran biçare kadıncağızları; karısını ve kızı­
m çuvala sokmak isteyen nice gayretli erkek­
lerin, 'cariye' hükmünde gördüklerini bilmi­
yor muyuz? (sh. 253)

Hayır; biz bilmiyoruz ve fakat bu anlattıkla­


rınıza bakarak sizin ne çok şeyler bildiğinizi, bi­
zim ise bu konularda ne kadar cahil kaldığımızı
gördükçe, halimize şaşırıp kalıyoruz.

'Karısıni ve kızım çuvala sokmak isteyen nice


· gayretli erkekler' demekle ailesinin örtunmesini
(!) isteyen ve tabiatıyla eşini ve kızım kıskanan
müslümanlardan :mı söz ediyorsunuz? Bu 'gay-

100
retli' müslümanlar mı 'cariye' hükmünde gördük­
leri k adınların ( ! ) peşinden koşuyorlar? İnsanın
ve kıskan;masında ne var?
Müslüman kadınların örtünmeleri, çuvala mı gir­
meleri demek? Demek istedikleriniz bunlar değil­
se, sayın Hatem!, siz ne demek istiyorsunuz?

Bir yandan, Kur'an-ı Kerim'in açık hükmüne


Fağmen, tefecileri ve ayyaşları 'iyi müslü­
man' diye ilan edip yardakçılıklarım yap­
maktan çekinmez, Yezid'i bile himayelerine
' alırlar, diğer yandan, Kur'an-ı Kerim'de apa­
çık belirtilmemiş bir hususta kendi görüşle­
rinde n azıcık ayrılanı 'tekfir' ederler. (sh.
.
265)

Bu 'tefeci ve ayyaş' dostları, bu yardakçıfar


kimler? Kimler Yezid'i himayelerine alarak
Hatemi'yi tekfir etmektedirler? Hatem! neden
bunları açıklamıyor da bu tilr genellemelerden
medet umuyor? Niçin kendisi gibi düşünmeyen
bunca müslümanı bu genellemelerin içine · dahil .
edip onları rencide, hatta taciz ediyor?

Uğur Mumcu'dan sözederken, kendisini 'rah-.


metli' sıfatıyla anacak kadar nazik ya da Aziz Ne­
sin'in cehennem'de tedavi görmesini (!) istemeye­
cek kadar merhametli davranan Hatemi, kendisi
gibi düşünmeyen müslümanlara sıra gelince ni-

101
çin bu denli acımasız ve hırçın olabiliyor? Yoksa
'onlar bunu hak ediyorlar, çünkü kendileri gibi
düşünmeyenleri tekfir edip iffetsizlikle suçluyor­
lar' diye mazeret gösterilip, o meşhur mülazeme
ilkesi, mukabele bil 'misl kaidesi gereğince haya­
ta mı geçiriliyor?

'Kötülüğün cezası kötülüktür' deyu bu yolu


da tercih edebilirsiniz; fakat sayın Hatemi, niçin
hedef gözetmeden yaylım ateşi açıyor, eşi ve kızı
örtülü müslümanları, genellemeler yapmak su­
retiyle 'karısını ve kızını çuvala sokmak isteyen
nice gayretli erkekler' şeklinde niteliyor, sizi
tekfir edenleri, tenkld edenlerden ayırd etmeksi­
zin muhaliflerinizi Yezid'e yarenlik etmekle suç­
luyorsunuz?

S açım açmak ahlaksızlık olsa idi, insanların


bir bölümü ahlaksızlığı sineye çekmeye Dev.­
let zoru ile zorlanır ('cariye'ler ve kocaları),
bir kısmı ahlaksız olup olmamada kendi ke­
yiflerine bırakılır (ehl-i zimmet), müslüman­
lar ise sopa zoru ile 'al:-Jfiltlı' kılınırlar mı idi?
Yoksa bu ahlaksızlığı açıklamak için, yine
'Hukuk çokluğu ve Medine Vesikası!' mı diye­
cekler?

Sayın Hatem!, galiba bu sefer kimlere imada


bulunduğunuz anlaşılıyor. Fakat inanın, 'Metli-

102
ne Vesikası'ndan hareket edenler (!) dahi müslü­
manların sopa zoru ile ahlaklı kılınmalarından
söz etmiyorlar. A.nlaşılan o ki onlar başka bir şey-
siz ise başka bir şeyden soz ediyorsunuz ve
bizler ne denmek istendiği konusunda yine cahil
kalıyoruz.

Kadınların bir kısmını 'cariyeleştiren' ve on­


lar karşısında erkeklere sarkıntılık hakkı ta­
nıyan, hristiyan ve :inusevi kadınlara açılma
özgürlüğü tanırken, müslüman kadınları
ancak tek gözü açıkta kalacak şekilde ka:ra
çuvala sokan görüşe asla saygı duyulmaz.
(sh. 269)

S aygı d.uymadığınız görüşün, s aygıya layık


olup olmadığı başka bir mesele! Siz nihayet anla­
dığınızdan, anlayabildiğinizden sorumlusunuz.
Fakat bu 'kara çuval' da neyin nesi? Biz bu nitele­
meleri bir yerlerden duymuş , bu söylemin sahip­
lerinden bile hiç değilse kendilerinden farklı giyi­
nen insanlara saygı göstermelerini isteyebilmiş­
tik. Ancak bir İslam bağlısının çarşafı 'kara çu­
val' olarak niteleyebileceğini hiç ama hiç hatırı­
mız a getirmemiştik.

Televizyon kanallarında karşılıklı birbirini­


ze keyif bağışladığınız o modern ailelere (mesela
Cem Özer ile eşine) duyduğunuz kadar bir saygı-

· 103
müslüman (dindar?) 8.ilelere de gösteri­
niz ve çarşafı 'kara çuval' olarak nitelemekten
vazgeçiniz. Unutll)ayınız ki İran'da Şah'ı tarihe
gömenlerin çoğu, çarşaflı kadınlardı ve inkılab,
onların çarşaf giymekteki ısrarlarında filizlen­
mişti. Cezayir'in b ağımsızlık destanı da -Fa­
non'un anlatımıyla- yine o çarşaflı kızların eliy­
le yazılmıştı.

Erkek 'fetvacılar'; bir yandan bu fetvalarında


İslam Hukuk Devleti'11in kurulamadığı yöre­
lerde kadınları güzelliklerinin nüfuzlu feodal
hakimler tarafından görülerek, kocalarının
yahut b abalarının veya kardeşlerinin bir
oyuna kurban gitmesi ve kadının da nüfuzlu
kişilerin 'harem'ine kapatılması tehlikesini
önleme amacı ile, 'fıtne'yi önlemek için, ka­
dınları, tek gözleri 'açıkta' kalabilmek üzere
çuvala sokmuşlar, okuma ve çalışma hürri­
yetlerini de kadınların ellerinden almışlar­
dır. (sh. 271)

Fitneyi önlemek ama?ı ile kadınları, tek göz­


leri açıkta kalabilmek üzere çuvala .sokan bu er­
kek fetvacılar kimlerdir? Siz de fetva veren bir er­
kek olduğunuza göre, sayın Hatemi, fitneyi önle­
mek için mi ümmet'in -tfun mezheb ve mekteb­
�erinin ittifakıyla- uygulamış olduğu bir giyim
geleneğini kınıyor ve onun nümüneleriyle alay

1 04
edip Niçin bir 'kadınları çu­
vala sokmaktan' dem vuruyorsunuz? Yoksa bu
insanları kendileriyle hayırlı ve verimli bir fikir­
alış-verişi yapmayı dilediğiniz mü'minlerden
saymıyor musunuz? Sayıyorsanız, niçin edebe
riayet etmiyor da ağzınıza geleni söylüyorsunuz?

Böylece erkekkendisi için. 'cariye satın alma


ve ilişki kurma' hakkını saklı tutarken, ken­
di eşini ve çevresini, okuma ve çalışma hürri­
yetinden de yoksun kılarak çuvala sokma ve
namusunu sağlama bağlamada yetkin gör­
müştür . Erkeklerin bu 'imtiyaz'larından .
vazgeçebilmeleri kolay değildir. (sh. 271)

Siz bu konularda kendinizi 'yetkin' görmeye­


bilir ve sözkonusu imtiyazlarımzdan da kolaylık­
la vazgeçebilirsiniz. Hiç değilse bu işin başkaları
için kolay olmadığını teslim etmiş olmanızı tak­
dirle anmak gerekir. Unutmayınız ki çağdaş top­
lumlar da 'eşlerini ve kızlarını çuvala sokup na­
muslarını sağlama bağlamak' yerine, daha kolay
bir yola tevessül edip namuslarını sağlama bağla­
maktan vazgeçtiler. Vazgeçtiler de ne .oldu? Neti­
cede ahlaksızlık batağına saplanıp o günleri .
mumla arar hale geldiler. Bugün Batı toplumla­
rında ensest ilişkilerüı, cinsel s apkınlıkların
ulaştığı boyutlar, aile kurumunu neredeyse yok
etmiş, 'gayretsizlik' modern insanın şiarı halini

105
alıvermiştir. Bütün bunlar da bu neticelerin doğ­
masına mani olacak tedbirlerin ya kaldırılması
ya da önemsenmemesi sonucunda vuku bulmuş­
tur.

Sayın Hatemi, kitabınızı Hz. Fatıma'ya ithaf


ederek bitiriyor ve merhum Şeriati'nin dediği gi­
bi, 'Fatıma Fatımadır' diyorsunuz. (sh. 272)

Bi� de aynı kanaate iştirak ediyor ve 'Fatıma


Fatınıadır' diyoruz; ama Ali Şeriati'nin dediği gi­
bi diyoruz; asla sizin dediğiniz gibi değil!

Hasılı, sadece Sünni değil, Şii kaynaklarda


da yer alan ( [fsulü Kafi, V/528, Vafi, XII/124,
Vesail, III/27) şu rivayetin tanıklığına itibar edip
etmemekte muhayyersiniz:

C abir b . Ab dullah · el-Ens ari diyor ki:


Rasülullah'la birlikte Fatıma'nın (s . a) evine
gittik. Rasülullah selam verdi ve giriş için
izin istedi. Fatıma (s , a) izin verdi. Rasül-i
Ekrem (s. a.v), 'birlikte olquğum kişiyle mi?'
buyurduklarında, Fatıma (selamullahi aley­
ha), 'Babacığım! Başımda birşey yok!' dedi. O
da 'üstündeki örtüyle başını 'ört!' buyurdu.
'İçeriye girebi�ir miyiz?' diyerek yeniden izin
istediğinde, 'buyurunuz' cevabını duyduk . . .
(Mutahhari) Hicab, sh. 156)

106
B aşörtüsü bağlamın.da Kur'an'm çağdaş bir
yorumunu ve bu yorumun eleştirisini, Prof. Dr.
Hüseyin Hateml'nin İlahı Hikmet 'te Kadın 8:dlı
eserinden hareketle ortaya koymaya çalışan bu
yazı, iki önemli amacı gerçekleştirmek için kale­
me alınmıştır:

Birincisi, Kur' an tefsirinde 'yorumların


avamileşmesi' şeklinde vukü bulan fiill bir duru­
mu, bu ortamı ve bu konudaki yönelimleri besle­
yen sosyal ve siyasi saikleri tartışmak; böylelikle
Kur'aµ tefsirinde çoktan yerini almış olan çağdaş
okumaların. hal-i hazır çıkmazlarım vurgulayıp
modernist yönelimlerin içinde bulundukları z a­
afları ana karakteristikleriyle serimleyebilmek.

. İkincisi, ilk şıkta hedeflenenleri belli bir ko�


nuda ve belli bir örnekten hareketle gerçekleştir�
meye çalışmak; böylelikle hem Tefsir Usülü'ne
taalluk eden bir meselenin, mücerred akılyürüt­
meler arasında boğulup kalmasına mani olmak,
hem de bir usülün haddizatında yaşanan hayatın
ortaya çıkardığı sorunları dikkate almadan inş a
edilemeyeceğini, dolayısıyla bir ayete anlam ve­
renlerin, ayetten hareketle hayatlarına yön ver­
mekten ziyade, yaşadıkları hayattan hareketle
ayetin anlamına yön verdiklerini gösterm�k . . .

107
mantığıyla birilerini (kimse bunlar?) itham ettiği
ve fakat ithamlarını anlaşılır ( ! ) gerekçelere da­
yandırmayıp muallakta bıraktığı, vs. şeklindeki
kanaatlerimizi de mümkün olduğunca açıklıkla
dile getirdik.

Maksadımız, Kur'an' a yapılan atıflar ya da


Kur'an ayetlerinin izahı s adedinde söylenenler
kadar' bu atıf ve izahlara yön veren amillerin öne­
mini de vurgulamak olduğundan, eleştiriyi dip­
notlara, geniş kaynakçalara dayandırma ihtiyacı
hissetmedik. Gerek Sünni, gerekse Şii uleması­
nın, hatta tüm mezheb mensublarının bu konu­
lardaki görüşleri müsellem olduğundan, haddı
zatında bu görüşlerin müellif tarafından pek cid­
diye alınmayacağını düşündüğümüzden, büyük
çoğunluğunun kendisine meçhul olmadığını bil­
diğimiz bu görüşleri bir kez daha tekrarlamak ye­
rine, eleştirilerimizi doğrudan müellifin ibarele­
rinden hareketle ortaya koymaya çalıştık.

Bu yüzden de Hz. Peygamber'in eşlerinin ve


kızlarının . (Ehl-i Beyt kadınlarının), evlad-ı·
Rasul'ün hanımlarının, büyük imamların, geç­
mişteki ve şimdiki tüm ehl-i beyt alimlerinin eşle­
rinin ve kızlarının nasıl giyindiklerini, nasıl ör­
tündüklerini sözkonusu etmedik, böylelikle eleş­
tiriyi tarihl rivayetlerle doldurma yolunu da ter­
cih etmedik; zira herşeyden önce bunun bir fayda­
sı. olacağına inanmadık.

110
Yine aynı şekilde değil sadece Sünni imamla­
nn görüşlerini, Şii imamların görüşlerini de zik-
'"'"...,,......., ............ , ne İmam Cafer-i Sadık'm, ne de
Muhammed Bakır'ın ilgili ayetler münasebetiyle
kaynaklarda mezkur görüşlerini naklettik. Dola­
yısıyla, görebilme imkanımızın olduğu Tabers1-
'nin, Feyz ' ul-Kaş ani'nin, Ayetullah Tab ata­
bfü'nin, Ayetullah Şubber'in tefsirlerinden de ik-
. tibaslar yapmak yoluna gitmedik. Çünkü Ehl-i
Beyt rivayetlerine değer verdiğini bildiğimiz mü­
ellifin kendisi de böyle bir yolu tercih etmemişti.

Elinden düşürme diğini s öylediği Tabata­


bfü'nin el-Mizan adlı tefsirine her nedense bu ko­
nuda atıf yapmayı gereksiz görürken, hatta hak­
kında 'örtünme konusunda görebildiğim en iyi ki­
tap' ( sh. 267) dediği Ayetullah Mutahhari'nin Hi­
cab adh eserindeki rivayet ve görüşlerin kısm-ı
a'zamım zikretmekten imtina etmişken, biz niçin
bu görüş ve rivayetleri tekrar tekrar karşısına çı­
karmalıydık? Kısacası, yeri geldiğinde bazı kısa
notlar düştük ve müsellemat mertebesindeki bu
görüşleri listeler halinde sıralamaya ihtiyaç duy­
madık.

Sözün özü, aşağıda zikredilen şu görüşlerde­


ki ortak temanın, bu görüşlerin sahibinin düçar
olduğu,zaafı sergilediğini ve bizim de asıl işbu za­
afı eleştirdiğimizi söylemeye çalıştık:

111
a) Recm cezası yoktw; bu küçük taşlarla ya­
pılan sembolik cezalandırmadır.

b) Hırsızın elini kesme cezası yoktur; bu eli


hafifçe çizmek şeklindeki bir cezadır.

c) 'Kadınları dövün' diye bir tedib ifadesi


sözkonusu edilmemektedir; bu kadının kocasına
saldırması halinde, kendisine verilen meşru mü­
dafaa izndir.

d) Benli Kurayza katliamı tamaınamiyle uy­


durmadır.

Bu görüşlerdeki ortak temaya (daha doğru­


su, bu ortak temada tebellür eden zaafa) dikkat
edildiğinde, bizce bu görüşlerin sahibinin bunları
nasıl değil, niçin söylediği daha önemli hale gel­
mektedir ki bütün bunlar, (herhangi)bir kimseye
değil, bu çağa mahsus alfunet-i farikalardır. İşte
bu yüzden, eleştirilerimizi söylenene değil, söy­
lenmeden geçilene, daha doğrusu söylenenin ar­
dında kalana yönelttik. Zaten asıl sorun da bura­
da, yani söylenenlerin ardında değil midir?

En doğrusunu Allah 'bilir ! O gafürdur,


rahimdir!

1 12
orun işte buradadır! Sıfatları,
ünvanları ne olursa olsun bu tür
aydınlar, modern hayatın onları
konumlandırdığı yere ve koşullara
alışmış olduklarından
vaziyet-alışlarını Kur'an'dan ,
hareketle değil, içinde bulunquklan,
alıştıkları hayat tarzından hareketle
belirlemektedirler. Bu zaaftan dolayı .
da Kur'an'ın, modern yaşama
biçimine uygun gelmeyen, onunla
uyuşmayan, modern zihniyetle ve
bff zihniyetin kaynaklık ettiği ·
yaşantıyla çatışan ayetlerini ya
gö (mezlikten gelmekte ya da te'vil
cihetine gitmektedirler. . .

You might also like