Professional Documents
Culture Documents
Dücane Cündioğlu - Bir Mabed İşçisi
Dücane Cündioğlu - Bir Mabed İşçisi
ISBN: 978-605-4322-42-8
Kapı Yayınlan
Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğlu / İstanbul
Tel: (212) 513 34 20-21 Faks: (212) 512 33 76
e-posta: bilgi@kapiyayinlari.com
www.kapiyayinlari.com
Baskı ve Cilt
Melisa Matbaacılık
Çiftehavuzlar Yolu Acar Sanayi Sitesi No: 8 Bayrampaşa / İstanbul
Tel: (212) 674 97 23 Fax: (212) 674 97 29
Genel Dağıtım
Alfa Basım Yayım Dağıtım Ltd. Şti.
Ticarethane Sokak No: 53 Cağaloğlu / İstanbul
Tel: (212) 511 53 03 Faks: (212) 519 33 00
DÜCANE CÜNDİOĞLU
★ ★
İçindekiler
Önsöz xi
Mısırlı düşünür Reşid R ızanın (öl. 1935) bir asır önce, yaş
lı bir mukallide söylettiği bu sözleri bugün ciddiye almamızı,
üzerinde düşünm eye değer bulm am ızı sağlayabilecek bir do
nanımdan artık mahrum olduğum uz muhakkak:
1 Reşid Rıza, "ei-M uhâverâtu beyne'l-M uslih ve'l-M ukalIid”, el-Menar, 111/29, s.
676, 1318/1900; el-M uhâverâtu'l-M uslih ve’l-M ukallid, s. 6, K ahire, 1367. Bu
m etinden hareketle kalem e alınan b ir değerlendirm e yazısı için ayrıca bkz.
İsm ail K ara, Din ile Modernleşme Arasında, s. 212-218, İstanbul, 2003
Xİ
Gerçekte ‘tarih’ bir ilim, ‘tarihçi’ de bir âlim değil midir, ki
bu yaşlı hoca, hiç tereddüt etmeden İbn Haldun gibi bir zâta
âlim pâyesini vermekten kaçınıyor ve âdeta küçümseyerek "o
sadece bir tarihçidir" demekle yetiniyor?
Bu çetin soru, sadece düşünce tarihimiz açısından değil,
meselenin psikolojik çerçevesi, hatta 'nezaketi' bakımından
da pek o kadar kolay cevaplanabilir gibi görünmüyor.
Âlim kimdir? Kime âlim denir veya denmez?
Bu tür sorular karşısında hissî cevaplar vermekten ne ka
dar kaçınabiliriz?
İtibar ettiğimiz, hissen bağlı bulunduğumuz veya önem
sediğimiz ya da etkilendiğimiz bir aydının ilmini veya ilmî
seviyesini ne kadar serinkanlılıkla tartışabiliriz? Tartışabilir
miyiz?
Görüldüğü gibi karşılaştığımız güçlüklerin büyük bir kıs
mı, ilmî olmaktan çok, hissî tercihlerimizle alâkalı. Nitekim
meseleyi günümüze taşır ve muhatabımıza şöyle bir soru yö
neltecek olursak, sanınm, işaret ettiğimiz güçlüklerin ne tür
bir mahiyet taşıdığını daha yakından görmek imkânı buluruz:
xiv
Biraz kulak kabartacak olurlarsa, küçümen tepelerin yârâ-
nı, tevazu kuyusunun diplerinden gelen şu tek kelimelik itiraz
çığlığım duymakta hiç de zorlanmayacaklardır:
Hayır!
Evet, ne yazık ki hayır!
Sizce de düşündürücü değil mi? Vefatının üzerinden bun
ca yıl geçmişken, Meriç hakkında ciddiye alınabilecek sevi
yede, sadra şifa bir tek monografi ve/veya biyografi yazılmış
değil. Daha da önemlisi, bu velûd yazarın, çetin koşullar eş
liğinde yarım asır boyunca 40 kadar gazete ve dergide 800 u
aşkın makale -bunların 50’ye yakını tercümedir- yayımlamış
olmasına rağmen, henüz elimizde hazırlanmış ciddi ve kap
samlı bir tek bibliyografyası, yani bir tek "Cemil Meriç harita
sı" bulunmamaktadır.
Peki elimizde ne var?
Çoğu -ayrı basımı yapılıp sonradan kitaplanna dahil edi
len iki makalesi müstesna- yazılarından derlenmek suretiyle
meydana getirilen dokuz telif eser.2
Başka?
Kaybolmuş olan dört tercümeyi saymazsak; Balzac, Hugo,
Antoine Meillet-Michel Lejeune, Uriel Heyd, Thornton Wilder
ve Maxime Rodinson'dan yapılmış on tercüme.3
Bu ondokuz esere oğlu Mahmut Ali Bey'in yayıma hazır
ladığı jumal'ler ile kızı Ümit Hanım’m yayıma hazırladığı
2 Hind Edebiyatı (1964; genişletilmiş 2. bas. Bir Dünyanın Eşiğinde, 1976); Sa
int-Simon: İlk Sosyolog, İlk Sosyalist (1967); Bu Ülke (1974); Ümrandan Uy
garlığa (1974); Mağaradakiler (1978); Kırk Ambar (1980); Bir Facianın Hikâ
yesi (1981); Işık Doğu'dan Gelir (1984); Kültürden İrfana (1986)
3 Altın Gözlü Kız (1943); Onüçler’in Romanı: Ferragus (1945); Otuzundaki Ka
dın (1945); Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti (1946; 2. bas. İhtişam ve Se-
falet/Vautrin, 1973); Hemani (1956; 2. bas. 1966); Marion de Lorme (1966);
Antoin Meillet-Michel Lejeun. Dillerin Yapısı ve Gelişmesi (1967); Uriel Heyd,
Ziya Gökalp'in Hayatı ve Eserleri (1980); Thornton Wilder, Köprüden Düşen
ler, (1981); Maxime Rodinson, Batıyı Büyüleyen İslâm (1983)
XV
sosyoloji notlan ile söyleşi ve konferanslan da eklersek aşa-
ğı-yukan elimizdeki tablo yirmiiki kitapla tamamlanmış ola
caktır.4
Şimdi sormak gerekmez mi: Bu eserlerin kaçta kaçı oku
runun elinde?
Meriç’in tüm tercümelerini -birkaç sahafiye meraklısı
müstesna- bulana aşkolsun!
Telif eserlerine gelince, bir kısmı ağır aksak bir biçimde ve
İlmî neşir kaidelerine tam anlamıyla riayet edilmeksizin ya
yımlanırken, bir kısmı da -kâh şişmanlamış, kâh zayıflamış
hâlleriyle olsun- henüz günyüzü bile görmüş değildir.
Hepsi bu kadar mı? Elbette değil. Birkaç değerli hatıra,
birkaç kıymetli anektod ve zaaflanna karşın çok önemli bazı
sohbet notlan. Aynca bazı dergilerde önceden yayımlanmış
kimi anı tekrarlan, bir de bunlann yanısıra arz-ı endam eden
onca hayranlık yazısı, onca methiye söyleşisi.
Cemil Meriç’in matbu kitaplanndan yapılan seçmelere
gelince, çok şükür ki sayılan ikiyi geçmiyor; zira hiçbir İlmî
kıstasa müracaat etmeden hazırlanan bu seçme metinler, Ce
mil Meriç külliyatının topallamakta oluşundan kaynaklanan
ihtiyaçlar yüzünden daha çok tembel amatörlere hitab edecek
kıratta.
Cemil Meriç’in röportajlannm ne kadar önemli olduğunu,
sanınm belirtmeye bile gerek yok. Üzülerek söyleyelim ki şim
diye değin sadece iki derleme yayımlanmış durumda. Keşke
bir tane ciddi derleme yayımlamaydı da bu haberi üzülerek
vermemize gerek kalmasaydı. Bu iki öncülünün kusurlann-
dan annmış olması hâlinde, Meriç okurlannın, yayımlanacak
üçüncü derlemeyi şükranla karşılayacaklarından hiç kuşku
duymuyoruz.
xvi
Cemil Meriç'in yayımlanmış telif ve tercüme eserlerinin,
gazete ve dergilerden toplanan röportajlarının ve kitapların
dan yapılan derlemelerin yanısıra işaret edilmesi gereken
kitabiyatın bir kısmını da doğrudan veya bir vesileyle Cemil
Meriç hakkında yazılan kitaplar, makaleler ve yüksek lisans
tezleri oluşturuyor.
Yazarla ilgili ilk elden aktarılan vesika değerinde kimi hatı
ra parçalan ile bâd-ı hevacılar gibi tanker musluğunun altına
kova tutmak yerine uzak çeşmelerden havuza saf su taşıyan
bir iki çelebinin yazısı istisna edilecek olursa, bu tür metin
lerin tamamına yakını, istinad ettikleri malzeme ve kaynakça
itibariyle (ilmen) herhangibir kıymet taşımazlar; zira ne bilgi
mizi genişletirler, ne de yorumlanmızı derinleştirirler. Heves
le biriktirilmiş fişleri akademik formata döküp malûmu i’lam
etmeleri sebebiyle, zikretmeye değer tek hususiyetleri: bir şe
kilde Cemil Meriç'ten söz etmek, dolayısıyla sözü çoğaltmak
tır. Bu tür gençlik çahşmalannm muhakkak kıymete değer bir
yanları varsa, o da okurlardan çok bibliyografya sekreteryası-
na hitab eden yanlandır; yani künyeleri.
Küçümen tepelerin yâranı, tevazu kuyusunun diplerinden
gelen tek kelimelik itiraz çığlığını yeterince duyabilmişler mi
dir bilemiyorum ama en azından attığı birkaç mütevazı adım
bile, bu satırların yazarının Cemil Meriç hakkında, elinde ne
varsa, ne kadarlık bir malzemeye ulaştıysa, ulaşabildiyse hep
sini de tek tek elden geçirmedikçe genel hükümlerden kaçın
makta ısrar edeceğini açıkça göstermiş olmalıdır.
O halde?
O halde öncelikle yapılması gereken şudur: Eldeki malze
me bütünüyle ve üşenmeden, sabırla, titizlikle tek tek tesbit,
tasnif ve tahlil edilmeli; yükseklikleri de, derinlikleri de okur
larının meçhulü olan bu zirvenin geneli hakkında, ancak bu
işlemler sonuçlandıktan sonra İlmî değerlendirmelerde bu
lunulmalıdır. Öyle ya, hakikate ulaşmak arzusunda olanların
elinde, sağlıklı yorumlar yapabilmek için bir yazarın eserle
rinden başka ne olabilir ki?
Japon yönetmen Akira Kurosawa ne güzel söylemiş:
There is nothing that says more about its creator than the work
itse lf'
xix
istenmiştir. İncelemenin ikinci kısmında, Cemil Meriç'in İbn
Haldun araştırmalarının dökümü çıkarılarak bu malzemenin
keyfiyet ve kıymeti ilmen mütalâa ve münakaşa edilmiştir.
4. Eserin en hacimli dördüncü ve son bölümünde ise,
mabed işçisinin Osmanlı tasavvuru etraflıca tasvir, tahlil ve
tenkid edilmiş, böylelikle kapsamlı bir Cemil Meriç monog
rafisinin başlıca yapı taşlan sırayla ve pek tabii ki hakettikleri
dikkat ve özenle yerlerine yerleştirilmiştir.
XX
farkettiğim kimi hatalarımı, eksik ve noksanlanmı bu süre
zarfında düzeltmek, yeni malzemelere ulaştıkça tasvirlerdeki
ayrıntıları genişletmek, hepsinden önemlisi, tasavvuratımda
müphem kalan bazı nazik meseleleri açıklığa kavuşturup yo
rumlarımı olgunlaştırmak için elimden geleni yaptım.
Acaba bu çabalarımda ne kadar başarılı olabildim?
Bilemiyorum. Lâkin tüm cehaletime rağmen, insanın ça
balarının neticesinden değil, aksine keyfiyetinden mesul oldu
ğunu gayet iyi biliyorum.
Hayatımın hiçbir döneminde tarafsız olmadım; tarafsızlığı
da aslâ makbul ve muteber bir meslek olarak görmedim. An
cak hısımlarıma da, hasımlanma da dürüst ve adil davranma
yı genç yaşlarımdan itibaren kendime meslek edindim. Çün
kü zamanında "Bana ‘Allah nedir?' diye sorsalar, 'En azından
adalettir’ derim!" diyen bir babanın meslekini meslek, meşre
bini meşreb addedip hakikat bâdesini avuçlarından içmek için
divâne önünde diz çökmeyi "silkimin âdetidir” diye belledim.
xxi
Makamı gelmişken bir tevcihte bulunmama müsaade edil
sin lütfen!
Ne "Eflâtun-ı vakt" gerçekte hakikat iddiacısıdır, ne de
"edib-i kâmil” güya mücerred hakikatlerin sahibi. Bilâkis ilki
zann’ın, İkincisi hakikat'in zatını temsil eder. Yani belleğin bir
yığın kuru bilgi (zan) ile dolu diye kurumlanıp kendini adam
dan saymaya kalkışma da hakikatle, değil hakikatin ışığıyla,
gölgesiyle bile karşılaştığında hemen teslim olmayı nefsin için
fazilet bil!
Tarafsızlıkla dürüstlük arasındaki ince ayrım tam da bu
noktada başlar. Bu bakımdan tarafsızlığın eseri "kesinlik su
retinde zan ve ihtimal", dürüstlüğün eseri ise "kuşku suretin
de hakikat”tir.
Hak, bizden tarafsız olmanın keyfini sürmemizi değil, dü
rüst olmanın ızdırabım çekmemizi talep eder; dürüst olm a
nın, yani bir kuş gibi ürkek olmanın...
Bir kuş ürkekliğiyle kaleme alman bu eser, okurundan aynı
ürkekliği kuşanmasını talep etmektedir.
Dücane Cündioğlu
Çengelköy, Eylül 2006
I
K R O N O LO Jİ: APTALLARIN TA R İH İ
-C em il M eriç’in D üşünce Yıllığı—
3
Burada durup düşünmeliyiz: Hakikaten insanoğlu kendi
sini "tüm çıplaklığıyla" ve "tüm doğallığıyla" anlatabilir mi?
Başkalarına değil, bizâtihi kendisine kendisini "tüm çıplaklı
ğıyla" {dans toute la vérité de la nature) anlatmayı başarabilir
mi? O cafcaflı, o cesur ve güya kahramanca itiraflarını yalan
lardan, üstelik masum yalanlardan tümüyle ayıklayabilir mi?
Ünlü biyografi yazarı ve edebiyatçı Stefan Zweig, bu ve
benzeri sorular dolayımında bize şu açıklamaları yapıyor:
S perrt ein M ensch ihr entschlossen die Türe zu, so w ird sie
sich schlangenhaft geschm eidig m achen un d durch die R it
zen kriechen. (...) Wie Schlangen am liebsten u n te r Felsen
u nd Gestein, so nisten die gefährlichsten Lügen am liebsten
gerade im S chatten der großen, pathetischen, der scheinhero
ischen G eständnisse.
İnsan yalana karşı ne denli kararlı b ir biçim de kapıyı kapatır
sa kapatsın, yine de yalan b ir yılan gibi kıvrılır ve çatlaklardan
içeriye sızar. (...) Yılanların kayaların ve taşların altına yuva
landığı gibi, en tehlikeli yalanlar da o büyük, heybetli ve güya
kahram anca itirafların gölgesine sığınm ayı tercih ederler.
2 Stefan Zweig, Drei Dichter ihres Lebens: Casanova, Stendhal, Tolstoi, s. 17-18,
Frankfurt am Main, 2004 (3. bas.)
4
Jean-Jacques R ousseau gibi sam im i bir hakikat âşığının ken
disi bile, tüm cinsel sapkınlıklarını insanı kuşkuya düşürecek
denli büyük bir titizlikle açıklar ve bu, ünlü terbiye risalesi
Ûm ilem yazan, kendi çocuklannı yetim hanede heba ettiğini
pişm anlık içinde itiraf eder. Lâkin gerçekte, güya bu kahra
m anca itirafın arkasında, sadece, belki daha İnsanî ve fakat
kendisine daha ağır gelen bir sim , m uhtem elen, iktidarsız ol
duğundan ötürü çocuk sahibi de olam adığını gizler.
5
İnsanlar, nefisleri sözkonusu olduğunda dürüstlükten yana
gönülsüzdürler; kendileri hakkında, yalanlara başvurmadan,
allayıp pullamadan konuşmayı kolay kolay beceremezler. Bu
film (Raşomon), işte böylesi insanları anlatıyor; gerçekte ol
duklarından daha albenili, daha iyi ve üstün oldukları duygu
sunu tadabilmek için yalan söylemeden yapamayan insanları;
hatta bu günahkâr pohpohlanma ihtiyacından mezarda dahî
kopamayan insanları. Öyle ki karakterlerden birinin, öldük
ten sonra da, bir medyum aracılığıyla konuşurken insanlara
yalan söylemeyi sürdürdüğüne tanık oluruz. Benperestlik,
dünyaya geldiği anda insanoğluna musallat olan bir günahtır;
kefareti ödenmesi en güç günah.3
6
Hiçbir şey bir insanla ilgili gerçekleri onun eserlerinden
daha iyi sergileyemez.
Biz de bu tavsiyeyi ciddiye alacağız; Cemil Meriç’in düşün
celerini anlamaya/kavramaya çalışırken, kendi sözlerine bile
bütünüyle güvenmeyip onun en sadık aksini eserlerinde bul
mayı deneyeceğiz.
7
1
Bir Lâtifenin Hikâyesi
6 CM, "Bir Ansiklopedinin Sorusuna Cevap”, Yeni Şafak, (haz. Dücane Cündioğ-
lu), s. 15, 11 Temmuz 2006. Bu metinle birçok bakımdan benzerlikler arzeden
ve fakat aynı zam anda değiştirmelere, eklemelere ve çıkarmalara maruz kal
mış 26 Ekim 1980 ve 27 Mart 1983 tarihli iki adet terceme-i hâl varakası için
aynca bkz. CM, Jurnal II, s. 249-255, 344-348, İstanbul, 1998
7 M ustafa Kutlu, "Meriç, Cemil", Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, VI/269,
İstanbul, 1986. Kaynakçasından da anlaşılacağı üzere, madde yazan, bu
9
12 Aralık 1916 doğumlu bir yazarın, üstelik 26 Ekim
1980'de, 8 yaşma kadarki hayatını "bulanık, başsız sonsuz bir
hatıralar yığını" olarak tavsif eden bir yazarın,8 bu çocukluk
yıllarım -göz göre göre- koyu müslümanlık devri olarak tanım
laması çok ‘şaşırtıcı', hatta biraz da ‘gülünç’ değil midir?
Sonradan haince olmakla vasıflandıracağı "Fikrî hayatınız
da hangi merhalelerden geçtiniz?" sorusuna karşılık, Cemil
Meriç, muhataplarının beklentilerini tatmin etmek uğruna,
sanki çareyi lâtife (!) yapmakta bulmuş gibidir. İşin garibi, bu
lâtife sonradan kalem erbabınca ciddiye alınmış ve bugüne
değin hiçbir kuşku duvarına çarpmaksızm sorgusuz-sualsiz
benimsenmiştir.
2001 yılında bir yazar, mezkur “düşünce takvimi"ni şu su
numun eşliğinde yineler:
10
Kuşkusuz ki hiçbiri değildi. Meselâ düşüncenin gökkuşağı
değildi; zira bir gök kuşağının tutarsızlığından veya tezatlarla
malûl olduğundan söz edilemez. Oysa Cemil Meriç tezatlarıy
la meşhurdur, ve bir düşünür için vehamet arzetse bile, bu bir
sanatçı (!) için aslâ esaslı bir zaaf olarak görülemez. Meriç,
kelimenin tam anlamıyla bir renk kakofonisi veya bir arapsaçı
da değildi; zira insaflıca bakılacak olursa, onun -hoşumuza
gitsin gitmesin- takipçisi olduğu değişmez sâbiteleri vardı.
Hepsinden önemlisi, "Çok aldandım ama hiç aldatmadım" di
yecek kadar ısrarla ve içtenlikle savunduğu İnsanî değerlere
sahipti.
Herkese, her kesime hitab eden bir Cemil Meriç... Bu 'her
kes' veya ‘her kesim’ kategorisi, Türkiye’yle sınırlı olmayacak,
siyaseten ihtiyaç duyulduğunda, Meriç’in sözümona çok yön
lülüğü, ‘medeniyetler’ ölçeğine de taşınacaktır. Nitekim bir
Kültür ve Turizm Bakanının 2006 yılında sarfettiği şu sözler,
bu konuda ibret-âmiz bir vasıf taşımaktadır:
11
Meriç'in o ünlü "Kronoloji: aptalların tarihi" vecizesini,
yazılarının başında epigram olarak kullanan yazarlar, güveni
lirliğinden kuşku duymadan itibar ettikleri bu kronoloji'den
hareketle daha parlak ve tabiatıyla daha gevşek yorumlara
sıçrayabileceklerine inanmış olmalılar:
1?
düşüncelerini daha doğal, daha işlenmemiş hâliyle dile geti
ren kişisel notlar da bulunmaktadır. Üstelik riyazi bir katiyet
ten mahrum oluşu sebebiyle, bu notlarda, röportajda yer alan
o kronolojik lâtifeye de ihtiyaç duyulmadığı görülüyor:
13
Müslümanlığın, o yaşlarındayken yazarın düşünce dünya
sından çok, duygu dünyasına tesir ettiği muhakkaktır. Nite
kim kendisi de birkaç satır sonra bu yıllarını ihmal etmekte
bir beis görmez:
Hayır! B ütün b u tercihlerin b ir tefekkür çilesinden doğdu
ğunu sanm ıyorum . Ne M arx’a geldiğim zam an M arx’ı ta n ı
yordum , ne T ürkçülüğüm b ir a raştırm a n ın m ahsulüydü.
Sosyalizm ’den niçin ve nasıl ayrıldığım ı da bilm iyorum .
Ayrıldınız m ı ki?
Bu suale kesin b ir cevap verm ek güçtür.
13 Ergun Göze, a.g.m. Yazarın bu söyleşiyle ilgili yaptığı bir açıklam a için ayrı
ca bkz. Ergun Göze, "İsyan ve Teslimiyet”, Tercüman, 11 Kasım 1974
14 "Nesillerin M irası”, Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı, (haz. H üsam ettin Arslan),
s. 586-594, Ankara 1986; "Cemil Meriç ile M ülâkat”, Türk Edebiyatı, sy. 166,
s. 12-17, Ağustos 1987
14
den birinde babasıyla ilgili yaptığı şu açıklamayı telif etmekte
zorlanacakları muhakkak gibidir:
— [Cemil Meriç] istikamet değiştirdi mi?
— (Gülerek) İstikametler istikametini değiştirdiler aslında;
babam istikamet değiştirmedi. Sağ cenah babamı anlama
ya başladı, ona yaklaştı diyebiliriz. Ciddi bir solcuydu, ama
bizim anladığımız mânâda değil. Hayatının sonuna kadar
Marksist’ti, bir düşünce sistemi olarak Marksizm’den hiçbir
zaman vazgeçmedi.15
Şimdi de okurların, Recep Doksat’ın 1989’da -Meriç’in ve
fatından sonra- yaptığı şu açıklama ile Ümit Hanım’ın açıkla
malarını karşılaştırmaları gerekiyor:
Marksizm, materyalizm ve ateizm ’derı müslüm anlığa dönüş.
Artık zahiren ‘Marksolog’ olmuştu, ama gönlünde mater-
yalizm’den, ateizm'den soyunmuş, ekonomik cepheleriyle
Marksizm yatmaktaydı. Birgün bana “Ben hâlâ Marksistim;
zaten her namuslu aydın biraz Marksisttir” demişti.16
Ümit Meriç, babasının “bir düşünce sistemi olarak"
Marksizm'den hiç vazgeçmediğini açıklarken, Recep Doksat
-anlaşılır nedenlerle- bu ilginin kalıntılarını "Marksizm’in
ekonomik cepheleriyle" sınırlı tutmaya çalışmaktadır. Oysa
Cemil Meriç bu tür sınırlamaların içinde rahat edecek bir
şahsiyet değildir.
11 Şubat 1977’de açıkça şöyle der:
Sosyalizm, İslâmiyet’ten haberi olmayanların İslâmiyetidir.17
10 Ağustos 1977’de ise şöyle:
Namuslu bir Kemalist’in varacağı son nokta sosyalizm'dir;
yani bu dehliz, sosyalizm aydınlığına açılır, hikâye biter. Her
15 Ümit Meriç’le Mülakat, (haz. Zülfikar Kürüm), [İstanbul, 2006], bkz. www.ee-
milmeric.net
16 Recep Doksat, "Hayatı b ir yabancılaşm anın serencamı oldu". Gösteri, sy.
106, s. 16, Eylül 1989
17 "Cemil Meriç’le Söyleşi", Cogito, sy. 32, (Rüşdü Onduk, bant kaydı), s. 294,
Yaz 2002
15
namuslu Kemalist sosyalist olmak mecburiyetindedir, eğer
düşünebiliyorsa. Çünkü mektepler ona göre kurulmuş.18
18 H alil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, (10 Ağustos 1977), s. 249, İstanbul,
1993
19 [Ö m er Laçiner, "S unuş”], B irikim , VIII/54-55, s. 71-72, A ğustos-Eylül 1979.
(Cemil M eriç'in İktisadî K alkınm a ve İdeolojiler başlıklı m akalesinin başın d a
isim siz olarak yayım lanan bu sunuş yazısının, L açin er ta rafından kalem e
alındığı, kendisi ta rafın d an teyid edilm iştir.)
16
Marksizmin, Kapitalizm’i kökten eleştirmiş ve onun sömürü
ye dayalı bir sistem olduğunu apaçık göstermiş olmasıdır. (...)
[İkincisi:] "Yığınlar Avrupalılaşırken, aydınlar Türkleşmeli!”
Marksizm işte bu yığınları Avrupalılaştıracak ideolojidir.
Biraz da sosyalist dergi okurunun M eriç’in bir yazısının
yayım lanm asından rahatsız olabileceği endişesiyle Laçiner’in,
M arksistliğinin su götürüp götürm ezliği açısından Meriç’e yö
nelebilecek eleştirel tutum u önleyen/öteleyen şu satırları -b il
hassa o yıllar iç in - fevkalâde müsamahakârdır:
C. Meriç’i eleştirmeye şu anda hakkımız yok. Türkiye’de ve her
yerde Marksistler -herhalde öncelikle birtakım Marksistlerle-
artık zorunluluk haline gelen kesin ayranlarım koyup Mark
sizm’in bütünsel-teorik-örgütsel-pratik platformunu oluştur
madıkça, bu eleştiriyi gereğince yapabilmiş olmayacaklardır.20
20 Ömer Laçiner, 29 Mayıs 2006 Pazartesi günü kendisiyle yaptığım telefon görüş
mesinde, Meriç’in bu yazıyla ilgili olarak sadece "C. Meriç Marksist bir yazar
değil” şeklindeki cümleden alındığını ve "Marksist olduklarını iddia eden alçak
ların gerçek Marksist olmadıklarını, asıl onların döneklik ettiklerini” söyledi
ğini aktarmış; sonra da Meriç’in, ısrarla kendisinin ‘dönek’ olmadığını, bilâkis
hâlâ Marksist olduğunu ifade etmeye çalıştığını belirtmiştir.
21 Emre Kongar, "İsyankârlıkla müsamahayı birlikte yaşadı”. Gösteri, sy, 106, s.
24, Eylül 1989
17
D em eğinde İktisat Fakültesi Sosyoloji talebelerine Proudhon
hakkında verdiği bir konferans m etninin yayım lanm a süreci
ne temas etmek istiyoruz.
Önce, bu konferansın hikâyesini, kızı Ümit Hanım'm kale
minden okuyalım:
Bu arada İktisat Fakültesi profesörlerinden Ziyaeddin Fahri
Fmdıkoğlu da Cemil Meriç’in kendi İçtimaiyat Enstitüsünde
bir ders vermesini istemektedir. Bir sabah Cemil Meriç, o za
manlar genç bir asistan olan Mustafa Erkal’m da dinlediği bir
derste Proudhon’la ilgili bir konuşmasını 15-20 talebenin hu
zurunda yaparak bu ilme ve irfana saygılı dostun arzusunu
yerine getirir ve makale haline getirdiği konuşmasını Sosyoloji
Konferansları dergisinde basılmak üzere Fmdıkoğlu’na teslim
eder.22
D em ek Başkanı Ziyaeddin Fahri Fmdıkoğlu da kendisine
teslim edilen bu m etni önce Sosyoloji Konferansları dergisin
de makale olarak neşreder;23 ardından da 15 Ekim 1969 tarih
li şu sunumla birlikte Türkiye Harsî ve İçtim aî Araştırmalar
D em eğinin müstakil yayımı olarak...
18
k o şa n b ir d ü şü n c e P ro u d h o n . K iliseleri yıkan b ir düşünce.
G erçeği b ü tü n te z a tla n ile k ucaklayan b ir düşünce. K alıplaş
m adığı, katılaşm ad ığ ı için can lı.24
19
Ne var ki 12 Eylül'den sonra ideolojik keskinlikler müm
kün mertebe törpülenmiş, sağ-sol iyice savmlurken, ABD’nin
"Yeşil Kuşak" stratejisiyle birlikte ortaya çıkan İslâmcı dalga,
ister istemez ülke gençliğini etkisi altına almaya başlamıştır.
Sosyal düzeni yeniden inşâ etmek emeli bu sefer müslüman
gençliğin rüyalarını süslemektedir.
Cemil Meriç 1977 yılında yaptığı bir değerlendirmeyi
1983’e değin sürekli tekrarlar:
İrfanım ızı m âziye bağlayan köprüler yıkılm ış, İslâm iyet sisler
içinde; ihm alin, bilgisizliğin, b ü h tan ın sisleri. K ur’a n ’ı "asrın
idrakine söyletmek" Â kifin rüyasıydı. M üslüm an gençlik de
aynı emel peşindedir. İslâm : İçtim aî b ir nizam ; yaşayan ve
yaşayacak olan b ir dünya görüşü. Ama b u n u çağdaş insana
kabul ettirm ek kolay mı?
Marksçılık bir izm ’e, yani b ir kiliseye bağlanm ak, onun nass-
lan m değişmez hakikatler gibi kabul etm ekse elbette ki hayır!
İnsanlığın düşünce tarihinde M arksizm ’e lâyık olduğu yeri
vermek, bir E flatuna, bir İbn H aldun’a, bir Descartes’a veya
Saint-Sim on’a gösterilen saygıyı M arx'tan esirgememekse, el
bette ki evet!
Marx çağdaş Batı düşüncesinin en büyük tem silcilerinden
biri, belki de birincisidir. Marksizmi dirileştirm ek Marx’i an
lam am aktır. Konserve hakikatler sunan bir şarlatan değildir
Marx. Marksizm tenkittir, şüphedir, araştırm a yöntem idir.26
26 CM, "Neden Bir Dünya Görüşümüz Yok?'', Pınar, W 70, s. 7, Ekim 1977; Ma-
ğaradakiler, s. 34-37, İstanbul, 1978; "Batılaşma”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye
Ansiklopedisi, 1/244, İstanbul, 1983
20
Cemil Meriç'in bu beyanlarının -en son sol tandanslı bir
ansiklopedide yayımlanmış olsa bile- içtenliğinden kuşku du
yulamaz sanırım. Bu bakımdan kızı Ümit Hanım’m kendisiyle
ilgili olarak, "[Babam] hayatının sonuna kadar Marksist'ti, bir
düşünce sistemi olarak Marksizm’den hiçbir zaman vazgeç
medi" şeklinde yaptığı açıklama, Meriç’in şu sözlerinin yanma
usulca iliştirilebilir gibi:
Peki netice?
Bu tasvir denemesi kolay kolay neticelenecek gibi görün
mediğinden, en iyisi şimdilik Cemil Meriç'in şu beyanıyla ye
tinmek:
21
rada dikte ettirdiği notlar arasında yer alan şu satırlar, Cemil
Meriç'in cevaplarındaki tereddütlerin bir kısmına olsun açık
lık kazandıracak mahiyettedir:
22
fesinde kelime-i şehadet getirmesi gibi son derece doğal bir
davranış, bazı çevrelerce istismar edilmekte ve bu fikir adamı
"birbirleriyle sosyal-politik mücadele halindeki kamplardan
birine angaje ve bazı grupların mensubu" gibi gösterilmeye
çalışılmaktadır. Nitekim yazarın şu tesbiti, -en azından kro
nolojisi itibariyle- tartışılmaya değer bir 'iddia' niteliği taşı
maktadır:
23
hakkında yapılacak çalışmaların artık bir an evvel ‘methiye’
vasfından arınıp İlmî tedkikler hâlini alması için daha dikkatli
ve titiz çabalar ortaya konulmalıdır; hiç değilse mukayeselere
önem veren, tezatları ihmal etmeyen çabalar...
24
2
Serâzad Bir Zirvenin Uçurumları
32 Mehmet Çınarlı, “Cemil Meriç (Sanatçı Dostlarım: 12)", Töre. sy. 62, s. 24-34,
Temmuz 1976; krş. Sanatçı Dostlarım, s. 172-189, İstanbul. 1979
25
Bizim, hıristiyanlann takvimini kabul etmemiz, tarihi on
lar gibi "İsa'dan önce-İsa'dan sonra" diye ikiye ayırmamız,
Üstad’ı çileden çıkarır. Bu haklı öfkesini dile getiren yazıda,
hıristiyanlan gücendirecek, devrimciliğe toz kondurmak is
temeyenleri yanlış yorumlara götürecek ağır suçlamalar ve
tehlikeli ifadeler vardı.
33 CM, Jurnal II, (16 Aralık 1973), s. 183-184, İstanbul, 1998; krş. Çınarlı.
a.g.m., s. 29; a.g.e, 179-180
26
M uhterem efendim ,
H isar’m m e s u l m im arı ve tü rb ed â n sıfatıyla izh ar buyurulan
teyakkuz takdire şâyandır. İtiraf ederim ki yılbaşı hakkında
alelacele serpiştirdiğim m ülâhazalar herhangi bir yanlış an
lam aya m eydan verecek m ahiyette idiler. Bu itibarla sansürü
nüze m em nun oldum .
İsa peygam bere b ir M üslüm an olarak saygım hudutsuz
dur. Yalnız veladetini tes’id ettiğim iz T ann-İnsan, -K u r’an-ı
K erim 'de adı geçen yirm ibeş peygam berden biri olm ayıp-
k aranlık b ir çağın iştiyaklarını dile getiren bir rem izdir; yani
b ir muhayyeldir. İnsanlığı birleştirm em iş, ayırm ıştır. İnanan,
b ü tü n inançlara hürm etkârdır; am a kendi inançlarına da hür
m et edilm esi şartıyla.
27
Makaleye iliştirilmiş 16 Aralık 1973 tarihli bu cevabî mek
tup üzerine, Çınarlı, Meriç'in yazısını artık ikinci kez geri çe-
viremez ve bir ay sonra, Ocak 1974 tarihli Hisar dergisinde
eldeki makaleyi -ister istemez- son hâliyle yayımlar.34
Niçin 'ister istemez’ diyoruz? Çünkü dergi yöneticisi, yazı
nın bu hâliyle bile mahzurlardan sâlim olmadığının farkında
dır.
Olumsuz ifadelerin ağırlığım telâfi edecek pasajlar sayesin
de bu yazı dergide yayımlanabilmiş ve bilebildiğimiz kadarıyla
herhangibir eleştiriyle de karşılaşmamıştır. Daha da ilginç ola
nı, bu yazı, 1974'te yayımlanan Bu Ülkede de aynen yer almış
ve yazının bir tek başlığı değiştirilmiştir:
Çağdaş Uygarlık Düzeyi ve İsa Efendim izP5
28
Çağdaş Uygarlık D ü zeyi*
29
şöyle demek istiyor: Aydınlarımızın çağdaş uygarlık diye diye
peşinden koştukları Avrupa, bütün zaaflarıyla, hastalıklarıyla,
acımasızlığıyla, sınıf ve sömürü anlayışıyla, gerçekte Hristi-
yanlığm ürünüdür; daha doğrusu, dünyanın başma musallat
olan bu melun uygarlık Hristiyanlığın bir diğer yüzüdür; yani
İsa Efendimizin...
İsa Efendimizdeki istihfafa sadece işaret etmekle yetinip
şimdi de şu sorunun cevabını bulmaya çalışalım: Acaba Ara
lık 1973’te Cemil Meriç’i çileden çıkaran husus, gerçekten de
Çınarlının dediği gibi, "Bizim, hıristiyanlann takvimini kabul
etmemiz, tarihi onlar gibi İsa’dan önce-İsa'dan sonra diye ikiye
ayırmamız" mıydı?
Bu sorunun cevabını verebilmek için, iki yıl öncesine geri
gitmek ve Cemil Meriç tarafından oğlu Mahmut Ali'ye bir yıl
başı öncesinde yazılan başka bir mektuba göz atmak gereki
yor. Çünkü Cemil Meriç'in Mehmet Çınarlıya Hisar dergisinde
yayımlanmak üzere gönderdiği ve sonradan ifadelerini yumu
şatmak zorunda kaldığı makalenin ilk nüshası, gerçekte bu
mektuptan muktebestir.39
Cemil Meriç 30 Aralık 1971 gecesi, kızı Ümit’e, o sırada
Fransa’da bulunan oğluna hitaben bir mektup dikte ettirir. As
lında bir yönüyle sevimli, neşeli, öylesine ve gelişigüzel yazıl
mış samimi bir mektuptur bu... Bir babanın, hasretini çektiği
oğluna yazdığı bir mektup; yayımlama niyeti olmaksızın yazıl
mış bir mektup...
Sonradan gözden geçirilip terbiye edilmiş hâliyle mukaye
se bile kabul etmeyecek derecedeki ağır ifadelere ve yazarın
üslûbundaki kontrolsüz sıçramalara bakılırsa, Cemil Meriç o
sırada bu mektubu yayımlamayı düşünmemiş olmalı. Fakat
iki sene sonra, Aralık 1973'te Hisar dergisine bir yazı gönderil
mesi gerekince, bu mektubun dosyaların arasından çıkarılıp
30
aile yle ilişkili kısım atıldıktan sonra dergiye yollandığı anla
şılıyor.
Eşi Fevziye Hanım ile kızı Ümit’in itirazlarına rağmen,
Cemil Meriç'in mektubunda Hz. İsa’dan söz ederken kul
landığı hakaretâmiz ifadelerin açıklığı ve kesinliği dikkate
alınacak olursa, bu yazının bir "remiz"den veya "muhayyel
bir İsa"dan bahsediyor olduğunu ve "İsa Peygamber’le hiç
bir şekilde alâkasının bulunmadığını iddia etmek ne yazık ki
zorlama bir tevil olacaktır.
Yazarın iyi niyetli beyanını kabul edip tasvir edilen İsa’nın
bir 'remiz' olduğuna inansak bile, muharref Tevrat ve İncil
hakkındaki ifadeleri, kişinin dinen olmasa bile, edeben içine
sindirmesi pek zor görünüyor.
Meriç’in daha sonradan "yılbaşı hakkında alelacele ser
piştirdiği mülâhazaların herhangi bir yanlış anlamaya mey
dan verecek mahiyette” olduklarım itiraf edip Çınarlı nın
sansürü hakkında memnuniyetini dile getirmesi, meselenin
nezaketinin -biraz geç kalınmış olmakla birlikte- yazar tara
fından kavranıldığım göstermektedir. Ancak Aziz Mahmud
Hüdaî’nin Haktan özge nesne yoktur, gayndan ümmîdi kes/Aç
gözün merdane bak, Allah bes, baki heves beytinin darb-ı me
sel hâline gelen son kısmım tersine çevirip, "İsa abes, Musa
abes, senin orada olman abes, benim burada bulunmam
abes, Allah ..., bâki heves" diyerek mektubunu sona erdiren
Meriç’in, gerçekte Hz. İsa hakkında yazarken, İslâm’ın Hz.
İsa’ya bakışından ya hiç haberdar olmadığı veya haberdarsa
bile bu bakışaçısını pek umursamadığı söylenebilir. Nitekim
1 Nisan 1979’da yazdığı bir yazıda, Meriç, hem hristiyanla-
nn görüşünü, hem de din-karşıtı kimselerin olumsuz görüş
lerini zikreder ve haklı olarak bu iki yaklaşımın ikisinin de
birden ‘doğru’ olamayacağını belirtmek ihtiyacı duyar.40
31
şöyle demek istiyor: Aydınlarımızın çağdaş uygarlık diye diye
peşinden koştukları Avrupa, bütün zaaflarıyla, hastalıklarıyla,
acımasızlığıyla, sınıf ve sömürü anlayışıyla, gerçekte Hristi-
yanlığm ürünüdür; daha doğrusu, dünyanın başına musallat
olan bu m elun uygarlık Hristiyanlığm bir diğer yüzüdür; yani
İsa Efendimizin...
İsa Efendimiz deki istihfafa Sadece işaret etmekle yetinip
şimdi de şu sorunun cevabını bulmaya çalışalım: Acaba Ara
lık 1973’te Cemil Meriç’i çileden çıkaran husus, gerçekten de
Çınarlının dediği gibi, "Bizim, hıristiyanlann takvimini kabul
etmemiz, tarihi onlar gibi İsa'dan önce-İsadan sonra diye ikiye
ayırmamız” mıydı?
Bu sorunun cevabım verebilmek için, iki yıl öncesine geri
gitmek ve Cemil Meriç tarafından oğlu Mahmut Ali'ye bir yıl
başı öncesinde yazılan başka bir mektuba göz atmak gereki
yor. Çünkü Cemil Meriç’in Mehmet Çınarlıya Hisar dergisinde
yayımlanmak üzere gönderdiği ve sonradan ifadelerini yumu
şatmak zorunda kaldığı makalenin ilk nüshası, gerçekte bu
mektuptan muktebestir.39
Cemil Meriç 30 Aralık 1971 gecesi, kızı Ümit’e, o sırada
Fransa’da bulunan oğluna hitaben bir mektup dikte ettirir. As
lında bir yönüyle sevimli, neşeli, öylesine ve gelişigüzel yazıl
mış samimi bir mektuptur bu... Bir babanın, hasretini çektiği
oğluna yazdığı bir mektup; yayımlama niyeti olmaksızın yazıl
mış bir mektup...
Sonradan gözden geçirilip terbiye edilmiş hâliyle mukaye
se bile kabul etmeyecek derecedeki ağır ifadelere ve yazann
üslûbundaki kontrolsüz sıçramalara bakılırsa, Cemil Meriç o
sırada bu mektubu yayımlamayı düşünmemiş olmalı. Fakat
iki sene sonra, Aralık 1973’te Hisar dergisine bir yazı gönderil
mesi gerekince, bu mektubun dosyaların arasından çıkarılıp
30
aile yle ilişkili kısım atıldıktan sonra dergiye yollandığı anla
şılıyor.
Eşi Fevziye Hanım ile kızı Ümit'in itirazlarına rağmen.
Cemil Meriç'in mektubunda Hz. İsa'dan söz ederken kul
landığı hakaretâmiz ifadelerin açıklığı ve kesinliği dikkate
alınacak olursa, bu yazının bir "remiz"den veya “muhayyel
bir İsa"dan bahsediyor olduğunu ve "İsa Peygamber’le hiç
bir şekilde alâkasının bulunmadığını iddia etmek ne yazık ki
zorlama bir tevil olacaktır.
Yazarın iyi niyetli beyanını kabul edip tasvir edilen İsa’nın
bir ‘remiz’ olduğuna inansak bile, muharref Tevrat ve İncil
hakkındaki ifadeleri, kişinin dinen olmasa bile, edeben içine
sindirmesi pek zor görünüyor.
Meriç’in daha sonradan "yılbaşı hakkında alelacele ser
piştirdiği mülâhazaların herhangi bir yanlış anlamaya mey
dan verecek mahiyette” olduklarım itiraf edip Çınarlının
sansürü hakkında memnuniyetini dile getirmesi, meselenin
nezaketinin -biraz geç kalınmış olmakla birlikte- yazar tara
fından kavranıldığını göstermektedir. Ancak Aziz Mahmud
Hüdaî’nin Haktan özge nesne yoktur; gayndan ümmîdi kes/Aç
gözün merdane bak, Allah bes, bâki heves beytinin darb-ı me
sel hâline gelen son kısmını tersine çevirip, "İsa abes, Musa
abes, senin orada olman abes, benim burada bulunmam
abes, Allah ..., bâki heves" diyerek mektubunu sona erdiren
Meriç’in, gerçekte Hz. İsa hakkında yazarken, İslâm’ın Hz.
İsa’ya bakışından ya hiç haberdar olmadığı veya haberdarsa
bile bu bakışaçısım pek umursamadığı söylenebilir. Nitekim
1 Nisan 1979’da yazdığı bir yazıda, Meriç, hem hristiyanla-
nn görüşünü, hem de din-karşıtı kimselerin olumsuz görüş
lerini zikreder ve haklı olarak bu iki yaklaşımın ikisinin de
birden 'doğru' olamayacağını belirtmek ihtiyacı duyar.40
31
Peki ya üçüncü ihtim al?
Beş yıl önce, "İsa Peygam bere bir M üslüm an olarak say
gım hudutsuzdur” diyen yazarım ız, bu konuda ne yazık ki bir
üçüncü ihtim alden söz etm eyip susm ayı tercih etmektedir.41
Keza, "Ben hiçbir zam an sosyalist olmadım" açıklamasını
yaptığı 1986 tarihli m ülâkatında m uhatab olduğu ilginç bir
soruya verdiği ilginç bir cevabın -ta m da bu bağlam da- gayet
dikkat çekici olduğunu söyleyebiliriz:
32
İnsan transcendantal (aşkın) bir Tann'yı idrak edemez, kendi
zaaf ve vasıflarım projete ettiği (yansıttığı) bir başka, bir yar
dımcı Tanrı bulur. Hz. Muhammed Allah'tan çok daha yakın
dır müslümanlar için, özellikle kadınlar için. Farz olan iba
detlerini (namaz, oruç) yapmazlar ama bidat olan Mevlûd’u
kadınlar tutar: Antropomorfizm. Mücerret düşünceye yükse
lemiyorlar. Peygamberin hayatı müşahhas... [Onu] kendine
yakın duyuyor. (...) Hz. Muhammed, Mevlûd’da bir Yunan
Tanrısı gibi oluyor. Allah karşısında hiçbir zaman böyle bir
merasim yapılmıyor. Tecride kabiliyeti olmayan insanın aczi
ne, idrakine hitap ediyor. [Bu], Allah’a şerik koşmaktır.42
33
II
“BU ÜLKE’’DEN TURAN’A KAÇIŞ
-Z iya Gökalp E leştirisi-
1 CM, "Edebiyat ve Sansür", Yirminci Asır, sy. 5, s. 1, 1 Ocak 1948. İktibas sure
tiyle ikinci neşri için bkz. "Edebiyat ve Sansür", Tarih ve Toplum, VIII/44, s. 9,
Ağustos 1987
37
Kâselis [dalkavuk] edebiyat her devirde sansürden masundur.
Beyzâdelere aşk şarkıları hazırlar, dudaklarında efsaneler ve
elinde buhurdan, firavunları takdis eder. Kâselis edebiyatın
jurnalci tarafı da vardır: Odun yığınlarını alkışlar ve bütün ye
niliklere düşmandır. Ziyafet sofrasından artan kemikler onun
hakkıdır, akademilere o yerleşir.
Sonra da İkincisini:
38
telkin, bazen tavsiye suretinde hükmünü icra eden, yazarları
bileklerinden değil, midelerinden kavrayan o meş'um müda
haleler. Böylesi çok daha ürkütücüdür, çünkü diğerlerine na
zaran çok daha sinsidir.
Cemil Meriç gibi delişmen bir zekânın yazarlık hayatı bo
yunca bu türden müdahelelere maruz kalmaması düşünüle
bilir mi?
Aslâ!
O da yazdıklarını neşretmekte ciddi sıkıntılar çeken bir
çok yazar gibi -kerhen de olsa- bazen yayıncıların isteklerini
dikkate almış, bazen de onlann telkin ve tavsiyelerine riayet
etmek zorunda kalmıştır. Nitekim 1 Aralık 1976 tarihli şu iti
raf, kendisine aittir:
Bir yazar olarak hür değilim. Tâbi [yayıncı], yazara bağlı ol
malı, yazar tâbi’e değil.
39
1
Bu Ülke'nin Hikâyesi
I. Sihâm-ı Kazâ
II. Biz ve Onlar
III. Fildişi Kale’den
1. Babil
2. Müstağrib’ler.
40
Türk aydm ı K itab-ı M ukaddes’in serseri yahudisi; kaçıyor.
B oğuluyorm uşuz, m em leket bir zelzelenin arefesindeym iş,
coğrafyaya ağaç boyun eğerm iş, dünya hasbahçesi im iş in
sanoğlunun. G itm ek, kaderin hatalarını düzeltm ekm iş. "Kaç
m ak h ü rriy ettir” diyor; "kaçm ak yaratm aktır.” Genç Osman-
lılar, B akounine, Herzen, Heine kaçm adılar mı? Cangıldan
şehre, kasırgadan lim ana, kaostan tarihe kaçış. Kelebeğin ko
zasından kaçışı; m eçhule, büyüğe, sonsuza kaçış... (...)
Türk aydını K itab-ı M ukaddes’in serseri yahudisi; kaçıyor.
H angi Türk aydını? Bu kaçan m ahluk ne Türk, ne aydın. Bu
kaçış b ir Kabil kom pleksi.3
3 CM, “Fildişi Kule’den", (5 Ağustos 1969), Hisar, IX/69, s. 10, Eylül 1969; krş.
"Bu Ülke", Türk Edebiyatı, 11/16, s. 7, Nisan 1973; Bu Ülke, s. 43-49, İstanbul
1974
41
Acaba nereye kaçıyorduk?
Yazının bir önceki neşrinde bu sorunun cevabı verilmişti
oysa: Avrupa’y a...
Ne var ki Bu Ülkede, kaçışın yönü "üç nokta"yla mübhem
hâle getirilince, yönler de ister istemez değişmiş ve mezkur
yazıların hemen ardından müteselsil surette bir araya geti
rilen üç yazının üçünde de bu sefer kaçış adresleri ayrıntılı
olarak verilmiştir:
1. İrfan’a kaçış
2. Yunana kaçış
3. İran’a kaçış
4. Turana kaçış
42
tarihinin ve ölünceye kadar öğrenemediği Türk edebiyatının
hasm-ı bî-amânıdır. (...) Zavallı Agayef, zavallı Türk milliyet
çiliği.5
5 CM, Bu Ülke, s. 66-67; krş. "Garip Bir Milliyetçilik'’, Hisar, XII/100, s. 6-8,
Nisan 1972. Bu Ülkenin 1979 tarihli 4. baskısında bu makalenin adı değişti
rilecektir: B atıya kaçış. Dostum Celâl Sılay başlıklı bir yazı da 1976 tarihli 3.
baskıda yeni adıyla bu yazının hemen önünde yer alacaktır: Mudak'a kaçış.
(Bkz. CM, "Dostum Celâl Sılay”, Ortadoğu, 22 Eylül 1974)
43
başını, "Gökalp ezelî çıraktır. Gökalp'i taklid, çırağın çırağı
olmaktır" diyen Cemil Meriç’in bu taklitçi müstağribini. Ama
ne yazık ki bulamıyor, ardından da hüsran içinde ve yorulmuş
bir hâlde kendine geri dönüyor.
7 Aralık 1975'te MTTB'de verdiği bir konferansta yine
Turan a kaçıştan söz edecek ama bir isim vermeyecektir:
44
H alid F ahri o nesil içinde Çin’e kaçm ıştır. Servet-i Fü-
n û n c u la n n , Fecr-i Aticilerin, Gökalp’in... hepsinin tek gayesi
vardı: O sm anlı’yı yıkmak! Hepsi de O sm anlı’dan kaçm ıştır.7
7 Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, s. 42, İstanbul. 1993; 2. bas. s. 46,
İstanbul, 2005
8 HA, a.g.e., (11 Şubat 1977), s. 104
9 Bulutlan Delen Kartal: Cemil Meriç ile Konuşmalar, (haz. M. Armağan-S. Coş
kun), s. 212-213, İstanbul, 2004
10 CM, "Türkperestlik ve Türkiyat”, Hisar. X III/111, s. 4-6. M art 1973
45
olarak gazetelerde çıkan b ü tü n h a b e rle ri tak ip etm iş, h a tta b ir
m ünasebetle, h e m de h e m e n e rtesi g ü n şu sö zleri söylem iştir:
46
Bir daha anlaşılıyor ki Turquerienin Türkperestlik’le hiçbir
münasebeti yok. Turquerie bir moda, bir zaman ve mekânda
kaçış, müphemin meçhule hasreti, daha doğrusu bu hasre
tin çeşitli tecellilerinden biridir. Şuursuz, köksüz bir merak.
Aylak bir sınıfın iç sıkıntısı. Asırlarca Atina ve Roma sokak
larında dolaşmaktan yorulan muhayyileler Binbir Gecenin
tercümesinden sonra şadırvanlar diyarına kanatlanır. Avrupa,
halifeler diyarını, uzun zaman Binbir Gecenin mavi kristali
arkasından seyredecektir. Neresidir bu halifeler diyan? İran
mı? Arabistan mı? Türkiye mi? Hepsi ve hiçbiri.
47
zılı eleştiriyle k a rşıla şm az . N e Var ki b u y a z ın ın T ürkçü-M il-
liyetçi çevrelerde ziyadesiyle ra h a tsız lık u y a n d ırd ığ ı m u h a k
kaktır. N itekim H isar d e rg is in in y ö n e tic isi M e h m et Ç ın a rlıy a
o g ü n lerd e g ö n d e rilm iş b u lu n a n 16 M a rt 1973 ta rih li b ir m e k
tu p b u ra h a tsız lığ ın d e re c e sin i a çık ça o rta y a koy m ak tad ır.
Y azarının Prof. Dr. M e h m e t K a p lan o ld u ğ u d ik k a te a lın ır
sa, m e k tu b u n o ç ev re le rd e u y a n d ırd ığ ı ra h a tsız lığ ın d e re c e si
ni ta h m in e tm e k h iç de gü ç o lm a z sa n ırım :
13 Mehmet Çınarlı, "Mektuplar XI’', Türk Dili, sy. 486, s. 1012, Haziran 1992
M uhterem efendim,
Nazik m ektubunuza cevap verememiş olmanın utanç ve
üzüntüsü içindeyim. Bir türlü vürud etmeyen eşref saatin in
tizarından vazgeçip iltifatlarınıza teşekkür etmeye m üsaraat
ediyorum.
Gökalp hakkındaki tenkideriniz (parantez içindeki lüzumsuz
nükteleri kastediyorum) tam am en yerindedir. Gökalp, hata ve
sevapları olan bir fikir adamıdır. Bu konuda daha çok şeyler
yazmak niyetindeyim. İşaret buyurduğunuz gibi, mukaddes
olan şahıslar değil hakikattir.
İştiyakla gözlerinizden öper, yakında görüşmek ümid ve te
mennisiyle sevgilerimi sunarım, efendim.
49
— Sayın Cemil Meriç şu Türkoloji tabirine takılıyor. Fransa'da,
Almanya’da Türkoloji olabileceğini am m â Türkiye'de bunun
garip kaçacağını söylüyor, ne dersiniz?
— Biz bunu milletlerarası bir terim olarak kullanıyoruz.
Türkoloji 'Türk Filolojisi' demektir. Fransa’da Romanoloji,
Almanya’da Germanistik, İngiltere'de Anglistik vardır. Eğer
Türkoloji yerine Şarkiyyat dersek, kendimizi başka gözlerin
altında teşrih m asasına yatırm ış oluruz.
50
tan istifadeyle eleştirilerini herhangibir şekilde dizginlemeye,
üslûbunu törpülemeye kalkışmaz. Kendisi belki zamanında
tıpkı yeniçeriler gibi bir adım geri atmıştır, ama şimdi ileriye
atacağı iki adımın şiddeti emsalsiz olacaktır:
Köprülü, 1924’te Türkoloji’yi Türkiyatla karşılamıştı. Daha dü
rüst, daha bizim, daha efendice bir kelime. Ne kapitülasyon
kokuyor, ne kültür emperyalizmi. Edebiyat, arziyat, lisaniyat
vs. gibi. Bu kelimenin Türkolojiye çevrilmesi, sanıyoruz ki 1933
Üniversite İnkilâbı’yla yaşıt; yani Türkoloji, Türkçemize Alman
yahudilerinin armağanı, Romanoloji gibi. Zira sayın Erginin
üstadâne tavırlarla mevcudiyetinden bahsettiği Romanoloji
diye bir bilgi dcilı yoktur Fransa’da. Bu kelimeyi yurdumuza
gelen yabancılar -Spitzer ve avânesi- uydurmuştur. Nitekim
İngiltere’de Anglistik diye bir mefhum da yoktur.
15 CM, "Türkperestlik ve Türkiyat (MI)”, Sebil, sy. 11-12. s. 5, 5, 12-19 Mart 1976
51
Ş im diye k a d a r h erşey y o lu n d a g id iy o rm u ş gibi görü n ü y o r,
değil m i?
Biz de böyle d ü şü n ü rk e n , g a rip b ir a y n n tı d ik k a tim iz i çe
kiyor: Cem il M eriç Türkoloji m a k a le sin i -1 9 7 8 'd e , y a n i m a k a
len in y a y ım ın d an 3 yıl s o n r a - M ağaradakiler a d lı e se rin e a l
m ış o lm a sın a ra ğ m e n k ita b ın 1980 ta rih li ik in ci b a sk ısın d a n
sessiz sed a sız b ir b iç im d e ç ık a rm a k ih tiy a c ın ı h isse tm iştir.
B u m ü d a h a le b ize ço k g a rip g ö rü n ü y o r; z ira y a z a rın ın
v e fatın d a n 10 yıl s o n ra (1997’de) ü ç ü n c ü b a sk ısın ı y a p a n b u
k itap , 2005 y ılın a d eğ in ta m 12 b a sk ı yap tığ ı h â ld e , o k u rla rı
26 y ıld ır işb u Türkoloji yazısıyla b ir d a h a k a rşıla şm a im k â n ı
b u lam a y ac ak lard ır.
M eriç’in 1973’te y ay ım lad ığ ı Türkperestlik ve Türkiyat yazısı
1974’te B u Ülkeye so k u lm azk en , b u y a zın ın d evam ı sayılabile
cek 1,975 ta rih li Türkoloji y azısı d a 1978’de, y a n i Mağaradakile-
rin ilk b a sk ısın d a k ısa b ir sü reliğ in e g ö rü n ü y o r a m a 1980’den
itib a re n b ir d a h a aslâ o rta y a çıkm ıyor.
A caba k a y ıtla rın d a n m a h ru m o ld u ğ u m u z yeni b ir s a n s ü r
veya o to -sa n sü r v a k a s ıy la m ı k a rşı karşıyayız?
Bu so ru n u n cevabını sağlıklı o lara k verebilecek im k â n la rd a n
şim dilik m a h ru m o ld u ğ u m u z d a n , b u g a rip ve tu h a f değişikliğe
o k u ru n dikkatini çekip y o lu m u z a d evam ediyoruz.
Cemil M eriç için g ö nlündeki b u y a ra n ın k a b u ğ u n u n hiç
k u ru m ad ığ ı/k u ru m ay a c ağ ı m u h ak k a k tır; z ira Ziya G ökalp'in
adı veya kullandığı terim le rd e n biri, şu ya d a b u vesileyle ne
z am an b ahis m evzûu olsa, o, içindeki h ic ra n ı ifade e tm ekten
geri kalm ayacak, h a tta z am an la b u d e ğ in ilen b ir ok sağ an ağ ı
n a dönüştürecektir.
B irkaç yıl so n ra, 10 K asım 1976'da, evindeki b ir so h b e t es
n a sın d a hışım la k ü k re r ve “Biz ölü m ü y ü z? ” diye haykırır; o,
elin d en geldiğince uyarı vazifesini yapm ış ve fakat sözüne k u
lak a sa n olm am ıştır:
52
Türkoloji kelimesinden daha yüz kızartıcı bir kelime yoktur.
Ruslar çıkarm ıştır bu kelimeyi, ölü milletler için. Sümeroloji
gibi. Bu kelime Türk medeniyetini paranteze almak demektir.
Bu m üthiş yalanı bize de kabul ettirdiler. Türkoloji Osmanlı’yı
paranteze alan, âtıl bırakan bir kelimedir. Neden bir Frankoloji
yok da Türkoloji var? Biz ölü müyüz? Ruslar ve Batılılar sırf
bizi, yani Osmanlı yı dikkatlerden uzaklaştırmak için bu ke
limeyi îcad etmişler. Yazdım bu kelimeyi. Hâlâ kullanıyorlar.16
16 HA.a.g.e., s. 15-16
17 HA, a.g.e., s. 57
53
(“Birisini söylemek hepsini söylemektir" m ânâsına ben Ziya
Gökalp’in aldım ilk kısmım, başlangıçtan.) Ben Ziya Gökalp’in
bazı yazdıklarını eleştirdim. Bazı şeyler var ki m ünakaşa edi
lir, bazı şeyler var ki m ünakaşa edilmez. Ben hiç kimsenin
münakaşa edemeyeceği şeyleri eleştirdim. "Turquerie kelimesi
Türkperestliktir. Türkiyat da Türkolojidir" diyor. Turquerie bu
m ânâya hiç gelmez. Madrabazlık yapmıştır. B ütün söyledik
leri yanlıştır. Bunları dünyada mevcut bütün lugatlarla ve ve
sikalarla ispat ettim, niçin bunu yaptığımı anlattım . Bitirdim
hikâyeyi. (Anlatabiliyor muyum evlâdım?) Hiç kimse ağzını
açıp cevap vermedi. Herkes kızdı. Buyurun camm, hata etnriş
olabilirim. İnşaallah hata etm işimdir.18
18 “Cemil Meriç’le Söyleşi”, Cogito, sy. 32, (Rüşdü Onduk, bant kaydı), s. 299,
Yaz 2002; krş. Cemil Meriç ile Söyleşiler, (haz. Mehmet Tekin), s. 249, İstan
bul, 2003; Cemil Meriç ile Konuşmalar, s. 214; HA, a.g.e., s. 105. Bu söyleşinin
muhtelif neşirleri hakkında yaptığımız genel bir değerlendirme için bkz. Dü-
cane Cündioğlu, “Arapsaçına dönmüş bir söyleşinin hikâyesi”, Yeni Şafak, 20
Mayıs 2006
19 CM, "Dostum Celâl Sılay”, Ortadoğu, 22 Eylül 1974
54
1. İrfan’a kaçış
2. Yunan’a kaçış
3. İran’a kaçış
4. Mutlak'a kaçış
5. Batıya kaçış
6. Turan'a kaçış
Bu Ülkenin ilk baskısı 180 sayfa iken, 2004 tarihli son bas
kısı 340 sayfa. Yıllar içinde gerçekleşen iştahalı müdahaleler
onu şişirdikçe şişirmiş, genişlettikçe genişletmiş. Eh normal
dir, tabii karşılamak lâzım. Tabii karşılanamayacak husus,
onca şişmanlığına karşın Bu Ülkenin hâlâ eksik, hâlâ sansürlü
basılıyor olması.
Hatırlanacak olursa, bu yazıların yer aldığı ilk bölümün
ana-başlığı, Sihâm-ı Kazâ idi, yani Kader Okları... Ve Meriç,
bu bölüm başlığının altına Daniel de Foe'den bir de epigram
iliştirmişti:
Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye, onu hay
kırm aktan çekiniyorsa, hem budala, hem de alçaktır. Bir ada
m ın "Benden başka herkes aldanıyor” demesi güç şüphesiz;
am a sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?
55
2
Bir Geri, İki İleri
56
Sözün özü, bütün tezatlarına karşın Meriç'in a m a n sız bir
G ökalp m u h a lifi olduğu kesindir ve eldeki bütün kayıtlar bu
gizli-açık muhalefetin çeşitli derecedeki tezahürleriyle dolu
dur.
Şimdi, daha fazla gecikmeden mevcut kayıtlan birer birer
elden geçirelim:
Ocak 1963... Ziya Gökalp, Meriç için K ürt A lfabesinden
D u rk h e im e atlayan adam dır; yani kendini dan ambarında ha
yal eden aç tavuk gibi hülyalarla, rüyalarla avunan bir U t o
pist...
20 CM, ["Jurnal”], Gösteri, sy. 106, Eylül 1989; krş. CM.Jurnal I, s. 81-82, İstan
bul, 1998
21 HA, a.g.e., (1 Eylül 1977), s. 257
22 CM, Jum al /, s. 302
57
ğil, edebî tercihleri itibariyle de. Ruşen Eşref Ünaydın'ın (öl.
1959) -edebiyatçılarla yaptığı mülâkatlardan oluşan- Diyorlar
k i adlı kitabı vesilesiyle, Ziya Gökalp'ı bu sefer bir Türk sosyo
logundan çok Yunanperest bir oryantaliste benzetecektir:
23 CM, Diyorlar ki (I)’’, Hisar, XII/104, s. 10, Ağustos 1972; krş. Ümrandan Uy-
garlığa, s. 58-59, İstanbul 1974. M ahmut Ali Meriç, Ümrandan Uygarltğanm
ilk üç baskısında -"ilk iki baskısında” değil- yer alan bu yazıyı kitaptan çıka
rıp bazı müdahalelerle birlikte Meriç’in başka kitabına ilâve etmiştir. (Bkz.
CM, Kırk Ambar I, s. 367-377, İstanbul, 2004)
58
büyük ümitler bağladığı bu nesil görevini başaramamakta-
dır. Başlıca sorumlu: Ziya Gökalp. Tezatlar içindedir bu zat.
Tarihe, edebiyata, siyasete taraf tutmayı sokmuştur. "Arapça
ve Farsça kelimelerden bu derece ürken, hatta nefret eden o
Türk harsçısı Türkçe cümlelerin içine lanse etmek, realize edil
miş gibi Fransızca kelimeler karıştırmaktan çekinmez.”24
24 CM, “Diyorlar ki (II)", Hisar, XII/105, s. 6-8. Eylül 1972; krş. Ümrandan Uy
garlığa, s. 61
25 CM, Jurnal II, s. 199, İstanbul, 1998
26 CM, Sosyoloji Notlan ve Konferanslar, s. 303-309, İstanbul, 1993
59
Konferansın bitiminde soru-cevap faslına geçilir, "Türk
çülük Ziya Gökalp'ten [mi] ilham almaktadır?" şeklinde bir
dinleyicinin sorusuna karşılık olarak Cemil Meriç, "Önce Ali
Suavi'den başlayalım" der ve bazı açıklamalar yaptıktan son
ra sözü Gökalp’e getirir. Muhatablarının hassasiyetlerini unu
tup biraz ileri gittiğini farkeden konuşmacımız, bu defa daha
müsamahakâr ve anlayışlı olmaya çalışır. Sözlerini tartar ve
kelimelerini titizlikle seçer. Dinleyiciler artık beklentilerine
uygun bir Gökalp'le karşılaşacaklardır:
60
O devirde Akçuroğlu, Ağaoğlu, Hüseyinzâde gibi insanlarla
milliyetçiliği kurm uş olması feyizli m eyvalar vermiştir.
61
yani kendisince itidal gibi görünen noktaya yerleşiverir. Me
riç de böyle yapmak istiyor ama yapamıyor; ya putlaştırarak
alırız" deyip, ardından "... ya da tamamen inkâr ve red ederiz"
diyecek yerde, "... ya da ilmin tarafsız ve hürmetkâr yaklaşı
mını benimseriz" demeyi tercih ediyor. Garip ama bu duruş,
ifrata karşı tefrit değil, bilâkis itidaldir; zira nazarında, put
laştırma’ seyelânma karşı azimle direnen yegâne gövde kendi-
sininkidir; hem de ilmin tarafsız ve hürmetkâr yaklaşımından
güç ve destek alan tek gövde...
Peki nedir?
Bu olumsuz cümlenin (bir rabıta-yı selbiye olan
"değildir'in) ardından açıklayıcı bir cümlenin gelmesi veya
böylesine önemli selbi haklı çıkaracak ciddi bir misalin ve
rilmesi gerekirdi, değil mi? Hayır, konuşmacı hemen gerçek
düşüncelerini ifade etmekten vazgeçiyor ve muhatablannı ra
hatlatacak bir itirafta bulunuyor:
3) Gökalp 48 yaşında öldü, o zam an yaşasaydık belki aynı ha
taları yapmaya biz de m em ur olurduk.
62
5) Osmanlı İslâm-Türk'tür. Biz de İslâm-Türk'üz. Gökalp de ...
63
9) Türkler Selçuklu ve O sm anlı ya k a d a r k ü ltü r m erhaleleri
ni yaşarlar. Aynı ağaç O sm anlı ya k a d a r çiçektir, O sm anlı’da
meyva verir.
64
Akıl hastahanelerinde tedkiki gerekir.
65
Ziya Gökalp budala bir adamdı tam mânâsıyla. Ağaoğlu bu
dala değildi, harîs bir adamdı. Ziya Gökalp ayran budalasıy
dı, cahil bir adamdı, son derece ümmîydi. Evvelâ Selanik'te
pohpohladılar; îttihat Terakki emellerine alet etti. Politikanın
bütün büyüklerine, Enver’e, Talât’a, Mustafa Kemal’e "Sen
-hâşâ- Allah'sın, sen peygambersin!” diye kasideler yazdı. Bü
yük milliyetçi, milliyet nazariyecisi oldu.29
Hasta bir adamdı Gökalp. İntihara teşebbüs edecek kadar
hasta. Öyle diyor Abdullah Cevdet, “Kurşunu bizzat ben çı
karmağa çalıştım" diyor.30
29 Cemil Meriç ile Söyleşi, s. 298; Cemil Meriç ile Söyleşiler, s. 247; Cemil Meriç
ile Konuşm alar, s. 212
30 HA, a.g.e., s. 105. "Tek çareyi in tih a r etm ekte buldu. İn tih a r da etti a m a kur
şun hayatî uzuvlarına pek b ir z a ra r verm edi. Dostu A bdullah Cevdet’le bir
Rus d o k to ru n u n yaptığı am eliyatla ku rtu ld u . Ama k u rşu n u çıkaram adılar
ve ölünceye k ad ar onu kafasında taşıdı Ziya.” (Uriel Heyd, Ziya G ökalp’in
Hayatı ve Eserleri, (Çev. C. Meriç[-L. Ç ataloğlu]), s. 19, İstanbul, 1980)
66
vukluk yapmıştır. Talat Paşa ve İttihad ve Terakkî'ye meselâ.
Tarihin şımarttığı bir adamdı.31
Türk olan bir toplum için Türkleşmek, İslâm olan bir toplum
için İslâmlaşmak tâbirleri biraz tuhaf. Bunu "önceden teşek
kül etmemiş” kabul etmek oluyor.32
31 "N esillerin M irası", Türkiye K ültür ve Sanat Yıllığı, (haz. H üsam ettin Arslan),
s. 586-594, A nkara 1986; krş. "Cemil M eriç ile M ülakat”, Türk Edebiyatı, sy.
166, s. 12-17, Ağustos 1987
32 CM, Sosyoloji N otlan ve Konferanslar, s. 381. Meriç, Türkleşme ile
İslâm laşm anın yam sıra, M uasırlaşm a hakkında d a şöyle dem iştir: "Muasır
laşma kelim esi Ziya G ökalp'a k a d ar yoktur. Bu kelim eye T anzim atçılarda
rastlam ayız. Ziya G ökalp’ten bu ta ra fa v a rd ır kelime." (HA, a.g.e., 10 Kasım
1976, s. 15-16). K eza m edeniyet kelim esinin soykütüğü hakkında d a yıllar
önce şöyle yazm ıştır: “Ziya Gökalp, Frenkçe civilasitiona özenerek uydur
duğu m edeniyet kelim esi u ğ ru n a D o ğ u n u n kunt ve asil ü m ran ın ı feda eder".
(CM, "U m ran’d an Uygarlık’a", H isar, X/77, s. 5, Mayıs 1970)
33 HA, a.g.e., (2 Ş u b at 1977), s. 96
67
Türkperestlik ve Türkiyat y a z ıs ı h a riç , C e m il M e riç ’in "Ziya
G ö k a lp ’ e d â ir y u k a rıd a a k ta r d ığ ım ız s e r t y o r u m la r ın ın ta
m a m ı e v d ek i h u s u s î s o h b e tle r in d e d ile g e tirilm iş o lu p h iç b iri
k e n d is i h a y a tta y k e n y a y ım la n m a m ış tır. K e n d is in d e n istifa d e
e ttiğ im iz ilgili “j u m a l ”le r in (1 9 8 9 , 1992, 1993), " s o h b e t l e r ’in
(1993), “sö y le şile r"in , (2 0 0 2 , 2 0 0 3 ) “k o n u ş m a la r ” m (2004)
h e p s i d e v e f a tın d a n s o n r a g ü n y ü z ü n e ç ık m ıştır. B u ta b lo n u n
te k is tin a s ı, - g ö re b ild iğ im iz k a d a r ıy la - M e riç 'in v e fa tın d a n
k ısa b ir s ü r e ö n c e s in d e g e rç e k le ş tirilip y a y ım la n a n 1986 t a
rih li rö p o rta j m e tn id ir.
T ü m b u m ü lâ h a z a la r d a n s o n ra , g e rid e , -g ö re b ild iğ im iz
k a d a r ıy la - c e v a p la n m a m ış ö n e m li b i r s o r u n u n k a ld ığ ın ı sö y
ley e b iliriz :
34 Uriel Heyd, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, (Çev. Cemil Meriç[-Lâmia Ça-
taloğlu]), İstanbul 1980. Cemil Meriç 134 sayfalık bu tercümenin yaklaşık
1/5’ini (37 sayfa), 1973-1974’lü yıllarda sadece L[âmia] Çataloğlu imzasıyla tef
rika etmiştir: Uriel Heyd, "Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri (I-VTI)”, Hareket,
VIII/89-90, 92-94, DC/97-98, (Çev. L. Çataloğlu), s. 31-34, 16-20, 20-23, 34-38,
30-36, 7-11, 44-46, Mayıs 1973-Haziran 1973, Ağustos 1973-Ekim 1973, Ocak
1974-Şubat 1974. Bu eser, ayrıca, Türk Ulusçuluğunun Temelleri (Ankara, 1979;
2. bas. Ankara, 2002) adıyla Kadir Günay; Türk Milliyetçiliğinin Kökleri (İstan
bul, 2001) adıyla da Adem Yalçın tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir.
68
sunuş yazısında yer alan şu tesbitleri, mütercimin çok farklı
bir açıdan değerlendirmiş olduğu muhakkak gibidir:
69
tercimin hususî bir keyif aldığını düşünmemize mâni hiçbir
nedenin bulunmadığını bilhassa belirtmek isteriz:
70
Şimdi de bu ifadeleri Uriel Heyd'in şu açıklamalarıyla kar
şılaştıralım:
• Turancılık 1908-09 inkılâbından sonra İstanbul’da, Rusya’dan
gelen genç Türklerin teşvikiyle filizlendi. Gökalp bu cereyanın
ilk belirtilerini H üseyinzâde Ali’nin Turan şiirinde buldu. Bu
zat daha önce söylediğimiz gibi Pan-Slavizm'in etkisi altın
daydı. (s. 91-92)
• 1913-1914’te Türk Y urdunda Türkleşmek, İslâmlaşmak,
Muasırlaşmak başlığı altında neşredilen m akalelerini bir ki
tap ta toplar (1918). Bu şiarlan dostu Hüseyinzâde Ali’den
almıştır. Hüseyinzâde daha 1907'den itibaren Batu’da Fü-
yüzat adlı dergisinde Türkleri Türkleşmek’e, İslâm laşm ak’a,
Avrupalılaşmak’a çağırır, (s. 110)
71
Cemil Meriç'in Uriel Heyd'in kitabım niçin Türkçe'ye çe
virmiş olabileceği hususunda akla gelebilecek suallerin, bu
mülâhazalara binaen cevaplanmış olduğunu kabul etsek de
sinsi bir sualin biraz ötede bizi beklediğini farkedebiliriz sa
nırım:
• 1972’de Hareket dergisinde 1/3’inin neşredildiğini
gözönüne alırsak, çok önceleri tamamlanmış olduğunu
tahmin edebileceğim iz bu tercüme, niçin basılmak için 1980
tarihini bekledi? Daha da önemlisi, bu tercüme niçin Meriç’in
nikâhlı’ olduklarından söz ettiği Ötüken Yayınlarından değil
de Sebil Yayınlarından neşrolundu?
Bu sorunun cevabını da Sebil Yayınlarının sahibi Ka
dir Mısıroğlu’nun verdiği bilgilerden temin ediyoruz.
Mısıroğlu’nun beyanına göre, Cemil Meriç, bir ziyaretinde
kendisine şu teklifte bulunmuş:
Uriel H eyd’in "Ziya G ökalp” aleyhindeki kitabını Ö tüken’ciler
basm aya yanaşm adılar. B ir y a h u d in in tenkidini neşredem ez-
lerm iş. S ana versem , sen n eşred er m isin?
38 K adir Bey’in sözünü ettiği iki kişiden biri de kendi ifadeleriyle: "sihr-i şiiri
ile gençliği idlâl eden Tevfik Fikret”tir. N eşrinin üzerinden çeyrek asır geç
m iş olm asına rağm en Heyd tercüm esinin ellerinde kaldığını ve neredeyse
hiç satılm adığını söyleyen M ısıroğlu, sağ çevrelerdeki bu ilgisizliği iki sebebe
dayandırıyor: Birincisi, kitabın G ökalp’in aleyhinde ve tenkiden yazılması;
İkincisi ise, yazarının yahudi olması. (K adir M ısıroğlu’yla yaptığım 16 Ha
ziran 2006 tarihli görüşm enin notlarından.) K adir M ısıroğlu’nun 'Cemil Me
riç’ hakkm daki h atıralarını naklettiği b ir yazısı için ayrıca bkz. "Biz Yokken
Vefat Edenler: Cemil M eriç”, Sebil, sy. 17, s. 12, Lim burg/Lahn, Ekim-Aralık
1989
72
Sözün özü, Cemil Meriç’in Türkperestlik ve Türkiyat baş
lıklı makalesinin Bu Ülkeye girmesine izin vermeyen bir yayı
nevinin o yıllarda bu tercümeyi neşretmek istemeyişinde bir
fevkalâdelik bulunmasa gerek. Ne diyelim, kader hükmünü
icra etmiş.
Bu uzunca gezinin tam da nihayetine gelmişken, bu bölümü,
Necip Fazıl’la Cemil Meriç arasında geçen bir mükâlemeden
bizi haberdar eden hoş ve mütebessı'm bir anektodla sonlan-
dırmayı uygun buluyoruz:
B ü yü k D oğunun son dönem i. Üstad, genç yaşlı dem eden 'işe
y a ra r’ saydığı birçok kişiyi evine toplam ış, projesini anlatm ak
tadır. E rgun Göze, Ayhan S ongar gibi isimler, M eriç'in hatır
ladıkları.
— Ü stad bizi b ir m asanın e trafına dizm iş, kılıcım kuşanm ış,
savaş m eydanına çıkar gibi konuşuyor; herkesi kesip doğru-
yordu. B ir a ra m odernleşm e tarihim izle bağlantılı b ir m ese
le açıldı ve Üstad sözü ban a verdi. N orm alde, Necip Fazıl ile
sohbetteyseniz, sadece dinler ve tasdik edersiniz. Fakat ne dü-
şündüyse, sözü b a n a verdi ve uzun uzun dinledi. Belki y a n m
saatten fazla süren b ir tahlil yaptım . Ayağa kalktı ve "Cemil
Meriç! Sen Türk olam azsın” dedi.
Cemil Meriç, m uhteşem b ir kinaye ile cevap verir: "Üstadım,
bu b ir itira f mı?"
Necip Fazıl b ir an duraklar, sonra gülüm sem eyle kanşık kük
rer: “Vay nam ussuz!"39
39 Bu hatırayı yorumuyla birlikte okumak için bkz. Mustafa Özel, "İki kutup yıldı
zı: Necip Fazıl ve Cemil Meriç", Yeni Şafak, 28 Mayıs 2006
73
Ekler
Türkperestlik ve Türkiyat
C em il M eriç
77
Türkperestlik kelimesinin uyandırdığı "putperestlik, ikbal-
perestlik, meyperestlik” gibi tehlikeli tedaileri dizginleyerek
bu yeni p e re sîlik in mahiyetini yazann kendisinden öğrenelim:
78
Şair ne demiş:
Hem kadeh, hem bâde, hein bir şuh sâkidir gönül.
4 4. bas. 1727
5 Lit tré
6 Pierre Larousse
7 Nouveau Larousse Universal, 1949
8 Paul Robert, 1964
9 Grand Larousse Encyclopédique, 1964
79
K ısa c a , Turquerie ik i a s ırlık h a y a tı b o y u n c a h iç b ir z a m a n
sevgi ve h a y ra n lık ifa d e e tm e m iş tir; b ilâ k is k in le , n e fre tle
h â le lid ir. B ir iltifa t d e ğ il, if tir a b e lirtm e k te d ir.
K e lim e n in F ra n s ız c a 'y a n e z a m a n g ird iğ in i b ilm iy o ru z .
S ö z lü k le r b u k o n u d a d ilsiz . T a rih ç i İo rg a , XV. a s ır d a m e m le
k e tim iz le ilgili b i r s e y a h a tn â m e te r tip e d e n b i r V e n e d ik li'd e n
b a h s e d e rk e n şö y le diy o r:
R o m a n y a lı ta r ih ç in in h ü k m ü ş a ş ırtıc ı o ld u ğ u k a d a r da
ü z ü c ü . D e m ek , A vrupalı d o s tla rım ız ın XVI. a s ır d a n itib a re n
iltifa tla rın ı ta m a m e n k a y b e d iy o ru z . T ü rk 'e, T ü rk iy e 'y e a it ne
v a rs a c h ie n n a ille te la k k i ediliyor. G ö k a lp ’in A v ru p a’d a ç o k ta n
b a ş la d ığ ın ı sö y le d iğ i Turquerie b u o lm a s a g e rek .
S o n o la ra k , k a m u s la r ın ç o ra k , ta r ih in k a tı d ü n y a s ın d a n
s a n a tın , d a h a d o ğ ru s u re k lâ m ın g ü le r y ü z lü d ü n y a s ın a ge
ç elim . İş te "S ü sle m e S a n a tla rı M e rk e z î B irliğ i”n in (P a ris)
191 l'd e y a y ın la d ığ ı b ir k ita p : X V III. A sırda Turquerie'ler.
T ak d im y a z ıs ın a b ir göz a tın c a a n lıy o ru z ki Turquerie den
m u ra d : T ü rk iy e ’ye g id e n veya g itm e y e n r e s s a m la r ın T ürkiye
ile ilgili re s im le rid ir: S u lta n h a n ım k ıy a fe ti iç in d e b ir m a r
kiz, sa z ç a la n b ir p a d iş a h , se v g ilisin in lü tfu n a m a z h a r o lan
â şık T ürk, vs. S a h ic i o la n p a şa la r, m ü f tü le r d eğil, s ır tla r ın
d a k i e lb ise le rd ir; y a T ü rk le rin k e n d is in e , y a h u t a s lın a u y g u n
re s im le rin e b a k ıla ra k ç iz ilm işlerd ir.
K ita p X V III. a s ırd a T ü rk iy e ’ye k a rşı d o ğ a n b u m e ra k ı,
iki T ü rk e lç isin in P a ris'e g e lişin e bağlıyor. (Ç elebi M e h m ed
E fen d i, 1721, ve oğlu S aid P aşa, 1742)
81
D em ek ki A vrupa’d a z u h u r e d en ikinci h a re k e t ( Gökalp
daha önce “vücuda gelen hareket” diyordu; şimdi “zuhur eden”
diyor) T ürkoloji’dir. Ne g a rip tir ki b u kelim eye elim izdeki
F ra n sız ca ve İngilizce k a m u s ve a n sik lo p e d ile rd e n h içb irin d e
rastlay am ad ık .
Türkoloji nedir?
G ökalp'in cevabı açık: S e lçu k lu ların , O s m a n lıla n n , yani
T ürk-İslâm d ü n y a sın ın d ışın d a k a la n to p lu lu k ları, M oğollan,
H u n la n inceleyen bilgi dalı.
B u nasıl Türkiyattvc ki T ürkiye T ü rk lerin i k o n u su dışına
a tar?
Yani G ökalp'e göre, T ü rk çü lü ğ ü n m em lek e tim iz d e z u h u
ru n d a n evvel A vrupa'da iki h a re k e t beliriyor: 1) Turquerie:
m ü p h em , h u d u tla rı m eçhul, k o n u su şü p h e li b ir tem ayül. 2)
Türkoloji: ciddî, itim a d a şây an b ir disiplin.
Turquerie O sm an lılarla uğraşır, Türkoloji kad im Ş a rk Türk-
leriyle, M oğollorla, H u n larla... Yani b ir H am m er, b ir R edhou-
se Türkolog değildirler. (T ürkolog De G uignes’dir, Lum ley'dir,
vs.)
Felsefenin an n esi hayret im iş. G ökalp de bizi h ay retler
içinde bırakıyor. Üç kıtayı ku cak lam ış ve ta rih in en büyük
m edeniyetini k u rm u ş o lan T ürk-İslâm to p lu lu ğ u h â lâ yaşa
yan ve ebediyen yaşayacak o lan b ir gerçektir.
G ökalp’in T ürkologları bize bu hakikati u n u ttu rm a k mı
istiyor? Gökalp, yabancı m enşeli fikirleri bu k a d a r ç ab u k be
nim sem ekle h a ta etm em iş m idir?
H üküm okuyucunundur.
82
Türkoloji
Cemil Meriç
83
"Milletlerarası terim"lere bu kadar meraklıysak, milletle
rarası bir dili -meselâ Esperanto- benimseyelim, dâvâ kökün
den halledilsin. Kapitülasyonlar ne zamana kadar yaşayacak
şuur altımızda? Kültür emperyalizmi ne zamana kadar en sa
mimi “milliyetçiler'imiz tarafından müdafaa edilecek?
Terim ne demek? Türkçe’nin beynine hançer gibi saplanan
bu çirkin, bu habis, bu hain kelime de bizi tedirgin etti. Ahenk
siz, sevimsiz, zıpçıktı bir misafir. Dilin müdafaasını yaparken
Türkçe’ye hürmet etmek ilk vazife değil mi? Sayın Ergin'i
hangi kaygı, hangi ihtiyaç bu yabancı tilciği kabule zorlamış?
2. Kaldı ki necip ve zinde ırkımızın adıyla, Yunan-ı ka
dimin mürde ve mütefessih lojisini çiftleştiren bu Türkoloji
ucubesi, lisaniyat bakımından da bir facia. Auguste Comte
Latince ‘sosyo'yu aynı Yunanca kelimeyle birleştirmeye kalktı
diye az mı tenkide uğradı? Türkoloji ne Türkçe, ne Yunanca,
ne İngilizce, ne Fransızca...
Sayın Ergin’in "milletlerarası bir terim" olarak sunduğu bu
uğursuz kelime, Avrupa irfanının en büyük temsilcisi olan iki
milletin, yani İngiltere ve Fransa'nın kamuslarına da girme
miş. Ne Webster lugatında var, ne Britannica ansiklopedisinde,
ne Amerika'nın meşhur İçtimaî İlimler muhit'ul-maarifi’nde...
Fransızca'nın ise hiçbir sözlüğünde yer almamış. Tekrar edi
yoruz: hiçbir sözlüğünde... Yani ansiklopedilerinde, kamus
larında, lugatlannda. Hristiyan Batının kelime kütüklerine
kaydedilmek şerefinden bile mahrum bu haramzâde tabirin
nereden uydurulduğunu Ziya Gökalp’in tarifi büyük bir bela
gatla ifşa ediyor. Tarifi ve izahı okuyalım:
Avrupa'da zuhur eden ikinci harekete de Türkiyat (Tür
koloji) adı verilir. Rusya'da, Almanya’da, Macaristan’da,
Danimarka'da, Fransa’da, İngiltere’de birçok ilim adam lan
eski Türklere, Hunlara ve Moğollara dair tarihî ve atikiyatî
taharriler (arkeolojik araştırmalar) yapmağa başladılar. Türk-
lerin pek eski bir millet olduğunu, gayet geniş bir sahada
84
yayılmış bulunduğunu ve m uhtelif zam anlarda cihangirâne
devletler ve yüksek medeniyetler vücuda getirdiğini meydana
koydular. Vâkıa, bu sonki îedkilderin mevzûu, Türkiye Türkleri
değil, kadim Şark Türkleriydi.
85
maya çalışır; yani zihnin eserlerini değil, kendisini inceler.
Filoloji, bir kavmin veya kavimlerin mimarisini, felsefesini,
edebiyatını, folklörünü kucaklayan bir bütündür.3
Britannica Ansiklopedisi (1970 baskısı), Filoloji için aşağı
yukarı şöyle yazıyor:
86
Acaba sayın Ergin, "Türkoloji Türk Filolojisidir" derken, bu
mânâlardan hangisini kastediyor?
Yunanca kelimelere karşı bu ne büyük düşkünlük! “Türko
loji Türk Filolojisidir" demek, medrese tabiriyle, suyu suyla
tefsir değil midir?
Köprülü, 1924’te Türkoloji'yi Türkiyatla karşılamıştı. Daha
dürüst, daha bizim, daha efendice bir kelime. Ne kapitülas
yon kokuyor, ne kültür emperyalizmi. Edebiyat, arziyat, lisa
niyat vs. gibi. Bu kelimenin Türkolojiye çevrilmesi, sanıyoruz
ki 1933 üniversite inkilâbıyla yaşıt; yani Türkoloji, Türkçemize
Alman yahudilerinin armağanı, Romanoloji gibi. Zira sayın
Ergin'in üstadâne tavırlarla mevcudiyetinden bahsettiği Ro
manoloji diye bir bilgi dalı yoktur Fransa'da. Bu kelimeyi yur
dumuza gelen yabancılar -Spitzer ve avânesi- uydurmuştur.
Nitekim İngiltere’de Anglistik diye bir mefhum da yoktur.
Politika alanındaki cesurâne hamlelerini hayranlıkla takip
ettiğimiz sayın Ergin'in, ilimde biraz daha ihtiyatlı olmasını
kemal-i tevazûyla tavsiye ederiz.
87
m
ÖNSÖZ LE GEÇEN BİR ÖMÜR
-H ilm i Ziya Ü lken E le ştirisi-
91
1
Dilemma Mı, Muamma Mı?
İbn H aldun ile 1938’den beri m eşgulüm . Arapça bir dergi var
dı; b ir m akalede İbn H aldun’dan bahsediliyordu; m erak et
tim .2
1 Mehmet Tekin, "Hataylı Bir Fikir Adamı: Cemil Meriç", Cemil Meriç: Şair-
Yazar-Filozof, s. 60-61, Antakya, 1991
2 Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, (30 M art 1978), s. 303-304, İstanbul.
1993
93
22 yaşındayken bir tesad üf eseri başlayan bu "İbn Haldun”
merakı zam an geçtikçe daha da artacak ve Ekim 1942’de genç
bir öğretm en olarak Elazığ'a gittiğinde de Meriç, ünlü tarih
çiyle m eşgul olm ayı sürdürecektir. Bu ilgi, hiç kuşkusuz ki
Marx'la ve Marx’m önem sedikleriyle ilgilen m en in bir sonucu
dur; yani D oğu toplum lanyla, D oğu’daki toplum sal devinim
lerle...
K endisi o yıllarını şöyle anlatır:
3 HA, a.g.e., (12 O cak 1978), s. 280. M eriç, o y ılla rd a yazdığı b ir e le ştiride İbn
H a ld u n ’u n M ukaddim e sin in C evdet P aşa ta ra fın d a n y ap ılan te rcüm esinden
istifad e eder: "Cevdet P a şa M ukaddim e-i İb n H aldun te rc ü m e sin d e hisler
âlem i’n in fevkindeki m âlu m at-ı külliye’yi id ra k a k a d ir ru h a n î b ir cevherden
b a h se d e re k der.” (Bkz. CM, Felsefe S özlüğü, "Tasvir", 26 E ylül 1945; "H.
Ş a m a n ” im zasıyla)
4 CM, Jurnal 1, (6 M ayıs 1965), s. 383, İsta n b u l, 1998. B o u th o u l’u n eserinin
A rapça te rc ü m e si için bkz. İb n H aldun: Felsefetü'l-İctim aiyye, (Çev. Adil
Z uaytır), B eyrut, 1983 (2. bas.)
94
N e var ki şu satırları yazan genç Meriç, çeyrek yüzyıl son
ra, 27 Mart 1968’de, bu "güzel kitab”m yazarı Bouthoul hak
kında pek de hoş şeyler söylem eyecektir:
95
Bu makalenin daha ilk satırlarını okur okumaz, 6 0 lı, 70’li
yılların Cemil Meriç’ini hiç de aratmayacak etkileyici bir üslûb
karşısında olduğumuzu hissediyoruz:
E fsan elerin em zirdiği tarih ! ten k id in g ra n it tem ellerine daya
na n İb n H aldun, sönm eğe yüz tu ta n A rap R ö n esan sı’m n son
m u h te şe m fecridir. M ukaddim e sin in m ucizeli huzm eleriyle
çağların ve cem iyetlerin k a ran lık ö rg ü sü n ü a y d ın la ta n T unus
lu feylesofun sesi, ne yazık ki a sırla rca yankısız kalm ış.7
96
Yirm i yıldır bu m evzu ü zerinde çalıştığı halde tarihşinas Mük-
rim in H alil'in şifahî izahlarına, dayanarak h üküm ler veren Zi-
yaeddin Fahri, eserinin m erh am et telkin eden m anevî cılızlığı
n a m ukabil sahtekârlık yapm am ış, m ü rac aa t ettiği m ehazları
açıkça işaret etm iştir.8
97
2. Bu 7 cildin haricinde aynca bir Berberi Tarihi yoktur.
3. İbn Haldun bu 7 ciltlik eserden başka hiçbir tarih kitabı
yazmamıştır.10
98
Meriç, acaba Hilmi Ziyayı niçin "okumuş gibi zikrettikleri
de Slane'nin Les Prolegomenesi...” gibi bir ta n zle suçlamak
tadır?
Cevabı çok basit:
B o uthoul de -sa h tek â rlığ a tenezzül etm eyen h er ilim adam ı
g ib i- De S lane tercem esin d en naklettiği p asajların sahifesi-
ni gösterm ektedir. Türk Tefekkür Tarihi k ü rsü sü n ü işgal eden
b ir p ro fesö rü n A rapça m etin ve T ürkçe tercü m e d u ru rk en De
S lane'den citationlar yapm ası şüphe u y a ndıracağından Hilmi
Ziya b u p a sa jla n aynen çevirm iş, fakat n ereden alındıklarım
katiyen işa ret etm em iştir.
99
[İki yıl önce] Şeytanla Konuşmalarım takdir ve ümitle
selâmladığımız Hilmi Ziya, kendisinden ciddi ve olgun eserler
beklediğimiz bir kabiliyettir.13 “Manevî bir intihar" diye vasıf
landıracağımız bu fecî intihal, bize bir tek duygu telkin etti:
acı.
Çömezlerin şatafatlı pohpohlarından mest olarak yeni dokt
rinler keşfine çıkan Profesörün bu fikir derbederliğinden bir
an evvel kurtulması, bu satırları imzalayan münekkidin en
candan temennisidir.
13 CM, "Şeytanla K onuşm alar”, Ayın Bibliyografyası, sn. 1, sy. 7-8, s. 15, Tem-
muz-Ağustos 1942. (Şeytan'la Konuşmaların altm ış küsur yıl sonra yapılan
ikinci baskısına Cemil Meriç’in bu yazısı d a alınmış, ancak yazının künyesi
eksik ve yanlış (1943) aktarılmıştır. Bkz. Hilmi Ziya Ülken, Şeytanla Konuş
malar, s. 233-235, İstanbul, 2003)
14 Meselâ bkz. İbrahim Erol Kozak, "İbn H aldun”, TDİA, XX/8, İstanbul, 1999
100
Diğer taraftan, Hilmi Ziya Ülken'in 1960larda elyazısıyla
kaleme aldığı Hayatım ve Eserlerim adlı terceme-i hâline ba
kılacak olursa, kendisi Cemil Meriç'in bu eleştirilerinden hiç
etkilenmişe benzememektedir; zira sarih delillerle intihal ol
duğu açıklanmış olan bu çalışmayı ömrü boyunca kendi telifi
olarak göstermekten kaçınmamıştır.15
Peki, Cemil Meriç açısından bakıldıkda bu eleştirinin so
nuçları ne olmuştur?
Eleştirilerini yayımlamasının üzerinden 20 yıl kadar geç
tikten sonra, yani 6 Mayıs 1965'te yazdığı kişisel notlara ba
kacak olursak, duygulan, hürmet ettiği Hilmi Ziyanın manevî
sefaletini ifşa ettiği için acı ve buruktur:
15 Bkz. Ayhan Vergili, Hilmi Ziya Ülken Kitabı, s. XXII, İstanbul, 2006
16 CM, Jurnal 1, (6 Mayıs 1965), s. 383-385; (27 Mayıs 1965), s. 385-386
101
lerinde, yazılarında, kişisel notlarında kullandığı bazı ifadele
ri -tarih sırasıyla- gözden geçirebiliriz:
102
Mütercimleri arasında Hilm i Ziya Ülken'in de bulunduğu
Jean-Jacques Rousseau'nun (öl. 1778) L’Ûmile adlı eserinin
tercüm esi (İstanbul, 1944; 2. bas. 1945) -üzerinden yıllar bile
geçm iş o lsa - Cemil Meriç'in tenkidlerinden kurtulamayacak
tır:
[Mustafa] Namık Çankı, talihsiz bir Hilmi Ziya idi. Bir nevi
müzayede memuru. İkisinin de müşterisi yok.21
20 CM, "T erbiyenin Kitab-ı M ukaddesi" Hareket, VIII/87, s. 14, M art 1973. Oysa
10 yıl önce, 1 H aziran 1963’te, Cemil M eriç, aynı tercüm e hakkında daha
m ü sam ah a k â r konuşur: “Em ile ne? Tercüm em Türkiye Yayınevi’ninkine bir
şey ekleyecek m i, büyük b ir şey ekleyecek mi? Sanm ıyorum ." (CM, Jurnal 1,
s. 179)
21 CM, "Felsefeyi K onu Alan K am u slar”, (1 M art 1981), Jurnal II, s. 283; "Sisler
A rasında", Yeni Devir, 27 Nisan 1981; krş. "D üşünce H ayatım ızdan Üç Kesit",
K ültürden İrfana, s. 215
103
Bu cevabı fevkalâde önemli buluyoruz; zira Meriç'in sar-
fettiği sözler, kendisinin -bilebildiğim iz kadarıyla- Hilmi Ziya
Ülken hakkında kayda geçmiş son sözleridir:
22 "Cemil Meriç (Sohbet)’’, Türk Edebiyatı, (haz. M ustafa Karabay), sy. 236, s.
33, H aziran 1993. (Söyleşi tarihi: 1983-1984)
104
yecek ve Hilmi Ziya Ülken 5 Haziran 1974’te vefat eder etmez,
hemen kendisi 23 Haziran 1974 tarihinde -haklı olup olma
ması bir yana- mevtayı çok ağır bir eleştiri bombardımanına
tutmakta hiç, ama hiç gecikmeyecektir. Bu Ülke ile Ümrandan
Uygarlığa adlı eserleriyle yaptığı çıkışın ardından yoğun bir te
veccühün kıblesi hâline gelmiş olan münekkid, bu çıkışın sağ
ladığı psikolojik desteği de arkasına alarak eleştiri tarihinin
belki en beliğ, en edebî ve fakat -lütfen söylememize müsaade
edilsin- hınçla yazılmış en acımasız örneklerinden birini orta
ya koymuştur.23
Vesile, Erol Güngör tarafından Ortadoğu gazetesinde neşre
dilen 16 Haziran 1974 tarihli tâziye yazısıdır.24
Aşağıdaki giriş 28 yaşındaki acemi bir münekkide değil,
bilâkis 58 yaşındaki bir üslûb ustasına aittir:
105
Yani ölülere nazik davranmak mecburiyetinde değiliz;
onlar hakkında hakikati söylemek kâfidir.
Ölüler hakkında veya ölülerin arkasından söylenecek
olanların sadece muhtevası değil, aynı zamanda üslûbu, yeri
ve zamanı da önemli olmalı. Çünkü -Meriç'in de işaret ettiği
gibi- acılar taze, hatıralar canlı iken sevgilerin veya kinlerin
menşurundan süzülen hükümlerin tarafsızlıklarını kaybede
ceği şüphesizdir; sadece sevgiye değil, kine de dayanan hü
kümlerin...
Eski bir şakirdin tahassüslerini billurlaştıran "Hilmi Ziya Ül
ken için”, biraz mersiye, biraz hatıra. Bu kadirşinaslık önün
de saygıyla eğiliriz. Ama bize öyle geliyor ki bu satırlarda so
ğukkanlılıkla düşünen bir ilim adam ından çok mâtemzede bir
dostla karşı karşıyayız. (...)
Hilmi Ziya Bey’in vefatına üzüldüm . Ama, onunla bir şeâmet
[uğursuzluk] dönemi sona eriyorsa ne m utlu memlekete!
Şüphe yok ki bu ölüm hepimize terbiyeli bir dost, kibar bir
İstanbul efendisi ve nesli inkıraza yüz tutan b ir İkinci Meşru
tiyet, daha doğrusu Mütareke devri aydını kaybettirdi. Fakat
zavallı üstad, b ir fikir adam ı olarak gerçekten yaşıyor muydu?
106
Hakîmâne bir teslimiyetti; en zinde mukavemetleri güve gibi
kemiren bir teslimiyet. Racüliyetini [erkekliğini] kaybeden te
fekkürdü. Ne Marksizme kur yaparken ciddiydi, ne Marksiz-
me reddiye yazdığı zaman. Kütüphane raflarını çökerten eser
lerinde, kendisine ait tek kanaat bulamazsınız. Bulamazsınız,
çünkü o hergün yeni bir kanaatin taşıyıcısıydı. Her okuduğu
kitapla yeni bir hüviyet kazanan seyyal bir şahsiyet. (...) Yet
miş yıllık hayatında tek kavga yoktur. Hiçbir soyguna katılma
dı, doğru. Ama, kırk haramilerin bahşişleri ve sadakalarıyla
yaşamadığım ileri sürebilir miyiz?
107
hayvan nevi. Fino köpeği gibi bir hayvan. Köy Hekimi için
yazdığım tenkide terbiyesiz bir cevapla mukabele etmişti.
Uzatmak istemedim. (...) Maarif Vekaletinin iltifat ve ih
sanlarında [!] onun da payı olmak icab eder. Karım bütün
şartlan -mürekkep faizi ile- haizken, Elazığ’a tayin edilme
di. Bunda Halk Partisi’nin pek nüfuzlu milletvekili Nasuhi
Bey'in parmağını görmemek güç.2S
108
İki ay sonra, Erol Güngör Ümrandan Uygarlığa vesilesiyle
bir tanıtım yazısı daha kaleme alır. Zaman zaman bazı küçük
imalarda bulunmuşsa da yazının bütünü gözönüne alındığın
da, Meriç e karşı hem iltifatkâr, hem de hürmetkâr davrandığı
kesindir:
İyi niyete saygı ve sempatimiz sonsuzdur, ama Attilâ İlhan bü
tün ömrünü küfr içinde geçirdikten sonra son nefesinde şeha-
det getiren adamlara benzemiyor mu? Bu şehadet, insanı fert
olarak kurtarır, ama cemaate hiçbir fayda getirmez. Şâiri ve
neslini bu hâle getirenlere lânet okusak yeridir.28
109
Hâl böyle olmasına rağmen, Ortadoğu gazetesinin okurla
rından ve o günlerde parmakla gösterilebilecek kadar az sayı
daki gençten biri, yıllar sonra şu itirafı yapmaktan kendisini
alamayacaktır:
30 Beşir Ayvazoğlu, "Cemil Meriç’e göre Hilmi Ziya", Zaman, 21 Haziran 1996;
krş. Altı Çizili Satırlar, s. 261, İstanbul, 1997
31 Cemil Meriç ve Bu Ülkenin Çocukları, (Haz. Ergün Meriç-Ayşa Çavdar), s. 32,
İstanbul, 1998
110
2
Bir Önsöz Uğruna 30 Yılda 20 Sayfa
111
lir bulutlara. İtalyan zirveye tırnaklan ile tırmanır. Hakikati
adım adım fetheden bir sabır; büyük ve yiğit.32
112
Mütevazi sayılıp sayılmayacağı bir yana, bu, hakikaten hiç
beklenilmedik bir sonuçtur. Gerçi kemmiyet itibariyle müte
vazı görünen nice metnin, pekâlâ keyfiyeti, yani muhtevasının
zenginliği ve derinliği itibariyle emsalsiz olabileceği, düşün
ce tarihinin zirvelerine âşinâ olanlar için nâdir vakalardan
değilse de bu sefer böyle bir vakayla karşı karşıya olmadığı
mız muhakkak. Çünkü Cemil Meriç’in 30 yıllık bir çabanın
mahsulü olarak işaret ettiği bu 20-25 sayfalık makale, bilhas
sa kendisinin verdiği bilgilere göre -Mukaddimenin Pirizâde-
Cevdet Paşa tarafından gerçekleştirilen Osmanlıca tercümesi
ile mahdud sayıdaki birkaç Türkçe kitap ve makaleyi say
mazsak- en nihayet Fransızca iki ansiklopedi maddesinden36
veya bir felsefe dergisinden,37 beş-altı kitaptan38 ve hepsinden
önemlisi İbn Haldun’un şaheseri Mukaddime nin Fransızca ve
İngilizce tercümelerinden39 istifadeyle muhtelif zamanlarda
kaleme alınarak biraraya getirilmiş telhis ve tenkid yazıların
dan ibarettir. Nitekim araştırmaları esnasında, kendisi önce
Mukaddime nin Osmanlıca tercümesini esas almış, sonra da
bu tercümeyi Fransızca ve İngilizce tercümelerle karşılaştır
mıştır.
113
Peki ya m etnin Arapça aslı?
Cemil Meriç işte bu hususta çaresizdir. Nitekim Elazığ’da
ki bir ahbabına yazdığı 22 Ağustos 1964 tarihli bir mektup,
bu azim sahibi fikir adamının, elindeki onca tercümeyi aslına
irca edebilmek için nasıl da çırpındığını göstermektedir.
Aşağıdaki satırları tahfif ve/veya istihfaf gözlüğüyle okuma
nın tek kelimeyle ‘insafsızlık’ olacağını ve bilâkis bu vesileyle
bir metnin aslını görmeksizin sırf tercümelerinden veya ikinci
el kaynaklardan istifade etmekle yetinmenin -İlm î mahzurları
bir yana- gerçekte ne zor, ne nankör bir iş olduğunu hepimiz
den daha iyi bilecek bir dil ustasının titizliğini temâşâ etmek
amacıyla okumak lâzım geldiğini bilhassa belirtmek isterim:
40 CM, "M ehmet E rg in e M ektuplar”, Kitap-lık, (Haz. M. Can Doğan), sy. 55,
s. 103, Eylül-Ekim 2002; "Bir D ostluktan Kalanlar: Cemil M eriç’in M ehmet
E rgin’e Yazdıkları”, Cemil Meriç, s. 255, Ankara, 2006
114
İslâm iyet’i Legacy o f Islam d a n öğreniyorum , İbn H ald u n ’u
İngilizce’d e n okuyorum , Akvem 'ul-M esalike d ayanarak kendi
m izi tan ım ak gerektiğine inan ıy o ru m .41
115
Bu tercihi yaparken, Meriç’in “Önsözleri atlayanlar yara
tıcıya karşı saygı duymayanlardır; yaratıcıya, yani insana"
şeklindeki sözünü nazar-ı itibara aldığımızı belirtmeliyiz. Ni
tekim 30 senelik bir meşguliyetin mahsulü olan 20-25 sayfalık
bu önsöz, hakikaten yazarın maksadıyla mütenasib bir şekil
de kendi okurları üzerinde hiç de azımsanmayacak bir etki
uyandırmış, bilhassa Cemil Meriç'in o muhteşem üslûbuyla
biçimlenen tasvirleri ve sert tenkidleri, hiç kuşkusuz İbn Hal
dun hakkmdaki literatürün zenginleşmesine kısmen katkı
sağlamıştır. Nitekim bugün, gerek İbn Haldun, gerekse Mu
kaddime farklı cenahlardan daha diri, daha genç alâkaların
konusu oluyorsa/olabiliyorsa, bu ilgiyi tetikleyen metinlerin
arasında Meriç'in kaleme aldığı o coşku dolu sayfaların da bu
lunduğu sanınm inkâr olunamaz; belki mahdut, belki yetersiz
ve fakat her halükârda coşku dolu sayfaların...
Okuru, şu soru üzerine düşünmeye davet etmeden bu bö
lümü sona erdirdiğimiz takdirde, ikmaliyle meşgul olduğu
muz bu tasvir ve takdimin eksik kalacağı muhakkaktır:
• Önünde dil engeli olmasaydı, sizce, Meriç'in 30 yıllık ça
balan 20 sayfalık bir mahsulle sınırlı kalır mıydı?
İşte burası, cevaplardan çok sorulann önem kazandığı ma
kam; cevap üzerine değil, bilhassa soru üzerine düşünmeye
davet edildiğimiz bir makam; cevab ile icabet sözcükleri her
ne kadar aynı kökten türemiş ise de davete icabetin değil, biz
zat davetin vacib olduğu bir makam; 28 Temmuz 1977 tarihli
şu hicran dolu itiraf karşısında söze daha fazla hacet bırak
mayan bir makam:
Yaptığım hatalar hudutsuzdur. Hayatım hatalarla dolu, ama
Arapça öğrenmeme hatamı hiç affetmiyorum.45
43 "Ben Orta II-IITte Turancı oldum; yani şoven oldum. Araplara büyük ne
fret besliyordum. (...) Ben de bütün nefretime rağmen Arapça öğrendim.
Başkaları öğrenmek için, ben ise öğrenmemek için çalıştım, böyle oldu.”
(HA, a.g.e., s. 211-212)
116
3
Derslerde Söylenen Önsöz (1965-1969)
I bnlesiyle,
Haldun hakkında 1977'de yayımlanan bir kitap vesi
Cemil Meriç 30 Mart 1978 tarihli özel bir sohbet
te şöyle der:
Ümit Hassan, Haldun’un hiç kimse taralından bütün olarak
incelenmediğim, parça parça olarak alındığım iddia etmekte
dir. Oysa bu şikâyet çok daha önce yapılmış. Meselâ Labica,
İbn Haldun tedkiklerinde sık sık görülen bu metodolojik hata
yı kesin olarak belirtmiştir. Ümit Hassan’m bibliyografyasın
da Labica’ya rastlayamadık. Acaba neden?44
44 HA, a.g.e.. s. 303-304. Bkz. Ümit Hassan, İbn Haldun'un Metodu ve Siyaset
Teorisi, Ankara, 1977 (2. bas. 1982)
117
Ümit H assan, "İbn H aldun bütün olarak ele alınm am ıştır” di
yor. Yanlış. Herkes bütü n olarak ele alır. Ben de m akalem de
b ü tü n olarak ele aldım .
45 CM, Hiciv, (11 Kasım 1963), ‘Yeni İnsan”, V/69, s. 9, Eylül 1968. Bu tavsif, son
raki yayım ında değişecektir: "Önsözleri atlayanlar yaratıcıya karşı saygı duy
mayanlardır; yaratıcıya, yani insana. Bazen revak saraydan daha muhteşem,
[Hugo'nun] Cromwell m ukaddim esi gibi.” (Bkz. "Fildişi Kule’den", (5 Ekim
1968), Hisar, JXH2, s. 14, Aralık 1969; krş. Ju rn a li, s. 363-364)
118
Bölümü’nde vermeye başladığı Fransızca dersleri, üçüncü
dönemde (1965-1966 ders yılında) sosyoloji derslerine dö
nüştüğü için.
Bundan böyle kendisini sosyoloji hocası olarak göreceği
miz Cemil Meriç'in derslerinde telâffuz edeceği ilk ismin İbn
Haldun olması, 22 yaşlarından itibaren bu âlime duyduğu
ilgiyi bilenler açısından hiç de süpriz olmayacaktır.
1965'ten 1969'a kadar süren dört ders dönemi boyunca
bu derslerin kayıtlarını tutmuş bulunan kızı Ümit Hanım, bu
sürecin başlangıcını şöyle anlatır:
119
Cemil Meriç'in karamsarlığı tabii karşılanmalı; ancak bu
derslerin fikir dünyasının genişlemesini, ilgilerinin belirgin
leşmesini sağlayacağı ve hatta o yıllarda yaptığı hazırlıkların,
ileride yazacağı ve neşredeceği eserlerin muhtevasına çok şey
katacağı unutulmamalı. Nitekim kızı Ümit Hanım da bu ders
lerin bereketine dikkat çekmeyi ihmal etmemiştir:
120
Cuvillier, M anuel de Sociologie sinin (1952) bir dipnotunda m i
safir eder sosyologum uzu. Sosyoloji Sözlüğünde (1970) daha
insaflıdır. Ama yine de hristiyanî peşin hüküm lerin tasallu
tu n d an kurtulam az: Saint-Augustin'in kurduğu tarih felsefesi
nin m üslüm anlar arasında da değerli bir temsilcisi varmış...50
İslâm 'dan evvel Türk düşüncesi yoktur. Bir Farabî’ye, bir İbn
H aldun’a dayayacağız düşüncem izin köklerini, (s. 29)
50 CM, “Kendi Semasında Tek Yıldız (II)", Hareket, DC/101, s. 15, Mayıs 1974;
krş. Ümrandan Uygarlığa, s. 354-355
121
çocuk). Oysa hiçbir çocuk anasız doğmaz. Montesquieu,
Vico’nun devamıdır; "Kanunların Ruhu", "Scienza Nouva"nın.
"Anasız doğan çocuk" iltifatı, düşünce tarihinde tek kitaba ya
raşır: Mukaddime. İbn Haldun Ortaçağ'm karanlık gecesinde
mağrur ve münzevî bir yıldız. Ne hocası var, ne devamcısı.
Bununla beraber, Tunuslu filozofun da bir mucize olmadığı
nı son çalışmalardan öğreniyoruz. Bütün büyük kitaplar gibi
Mukaddime de bir terkip.51
122
Kızının tuttuğu 31 Mart 1966 tarihli notların elverdiği ka
darıyla bizler de bu dersi takip edebiliyoruz:
123
Yeni ders yılı gelir, Kösemihal yurt dışındadır. Bu gayr-ı resm î
görevliye ders verdirm ek istemezler.
124
îbn H aldun düşüncesi bir medeniyetin son sözüdür. Çöküş ha
linde bir dünyada m uhatap bulam am ıştır İbn Haldun, (s. 169)
Babası da, anası da yok; yani bir geçmişi, bir selefi, bir
öncesi, bir öncülü. Zürriyeti de, şakirdi de yok; yani bir son
rası, bir halefi, bir takipçisi.
Peki nedir bu?
Bu sorunun cevabı tek kelimeyle özetlenebilir: mucize.
Halbuki -hatırlanırsa- şu sözleri sarfeden bir başkası de
ğil, Meriç’in ta kendisiydi:
125
Bilgiler geride kalıp üslûb öne çıktığında, kimse üç yıl önce
öğrendiklerini üç yıl sonra unutmaktan kaçmamaz:
Oysa hiçbir çocuk anasız doğmaz. (...) Bununla beraber, Tu
nuslu filozofun da bir mucize olmadığını son çalışmalardan
öğreniyoruz.
54 "Cemil Meriç’le Bir Konuşma”, Doğuş Edebiyat, (haz. Coşkun Çokyiğit), sn.
3, sy. 27, s. 10, Haziran 1982
126
İbn Haldun'dan sonra İslâm düşüncesi durur. Çünkü âdeta
düşünce yoktur, ankylosé olmuş (kemikleşmiş) bir toplum ol
duğu için ankylosé olmuş bir düşünce vardır. Yves Lacoste,
bunun sebebini bir İçtimaî sınıfın doğmamış olmasına bağlar.
İbn Haldun’u mutlaka okumak lâzım, (s. 222)
127
4
Dergi ve Gazetelerde Yazılan Önsöz
(1969-1983)
128
sonra ahnlanna birer başlık damgalanmış bir hâlde ortaya
çıkarlar: ilki Türk Edebiyatı dergisinin Nisan 1972 tarihli sa
yısında: "Araftaki Adam";58 İkincisi de Hisar dergisinin Hazi
ran 1972 tarihli sayısında: "Tarih’ten Sosyolojiye”.59
1973: Bu yılın sonunda, Aralık 1973'te, Mukaddimenin
Cevdet Paşa tercümesinden istifadeyle ve Meriç’in o dönem
deki ilgilerini gösteren bir yazı, hatalı yorumlarla ve talihsiz
bir başlıkla Hisar dergisinin okurlarına sunulur: "Politikacı
ların En Ehliyetsizi: Aydın”. Bu yazı, 1974’te Ümrandan Uy
garlığa adlı kitaba girmekle kalmayacak, Eylül 1978’de Köp
rü dergisinde üçüncü, Nisan 1981 'de Yeni Devir gazetesinde
dördüncü kez yayımlanacaktır.60
Bir sonraki bölümde tafsilâtıyla ele alacak olmamıza
rağmen, şimdilik şu kadarına işaret etmiş olalım ki: İbn
Haldun'a göre "siyasî ehliyetsizlik" aydınların değil, âlimlerin
sıfatıdır. İbn Haldun'un tesbitlerini güncelleştirmek ve ken
dince ikbalperest gördüğü Cevdet Paşayı eleştirmek adına
ve Fransız mütercim V. Montede istinaden ulemanın yerine
aydınlan yerleştirmekte bir beis görmeyen makale yazan, bu
küçük işlemle İbn Haldun’un yaklaşımını tersyüz ettiğinin
farkında bile olmamıştır.
1974: Önce Hisar dergisinde yayımlanıp 1972'de iki ayn
dergide düzeltilmiş ve genişletilmiş hâlleriyle neşredilen
notlar yeniden gözden geçirilir ve ara başlıklarla tezyin edi
lip bazı ekleme ve çıkarmalarla, bazı açıklamalarla birlikte
bu sefer Hareket dergisinin Nisan-Mayıs 1974 sayılarında tek
başlıkla yayımlanır: "Kendi Semasında Tek Yıldız".61
129
Okurlar, Meriç’in bu en geniş derlemesiyle, iki ay sonra
neşredilecek olan Ümrandan Uygarlığa adlı kitapta -yanısıra
"Politikacıların En Ehliyetsizi: Aydın” yazısı da iliştirilmiş
olarak- karşılaşacaklardır.
Böylelikle Meriç'in tedkikleri bir bütünlüğe kavuşmuş mu
dur?
Bu sorunun cevabını vermek için acele etmemeli; zira yıl
lar sonra da Meriç, İbn Haldun hakkında -tekrarlar içeren-
makaleler yayımlamayı sürdürecektir.
1981: İbn Haldun ve Mukaddime si nice aradan sonra bir
değininin, 1981'de Yeni Devir gazetesinde yayımlanan cılız ve
soluk bir değininin konusu olacak, 1986'da ise bu değini Kül
türden İrfana adlı kitapta karşımıza çıkacaktır "Binbir Gece
ve Mukaddime".62
1982-83: Bu yılın ilk iki ayında, Meriç, Yeni Devir gazete
sinde yakın aralıklarla üç yazı neşreder. İlki, Regis Blachere'in
La nouvelle revue des deux mondesda (s. 70-79, Ekim 1972)
yayımlanan "İslâm Hümanizminde İbn Haldun’un Yeri” adlı
makalenin hülâsası: "İbn Haldun ve Batı"; İkincisi, "İbn Hal
dun ve Arap Dünyası", üçüncüsü ise, "Z. Velidi Togan'dan
Niyazî Berkes’e".63
Çok geçmeyecek, bir yıl sonra, Hamle dergisinde bu yazı
lardan İkincisi aynı adla yayımlanırken, üçüncüsünün sadece
adı değişecektir: "Batıda ve Bizde İbn Haldun”.64
Yazarı sadece kitaplarından tanıyanlar, gerçekte önceki
notlarının yeni eklerle genişletilmiş bir tekrarından ibaret
62 CM, "Binbir Gece ve Mukaddime”, Yeni Devir, 16 Şubat 1981; krş. Kültürden
İrfana, s. 297-298
63 CM, "İbn Haldun ve Batı”, Yeni Devir, 25 Ocak 1982; "İbn Haldun ve Arap
Dünyası”, Yeni Devir, 1 Şubat 1982; "Z. Velidi Togan’dan Niyazî Berkes'e",
Yeni Devir, 22 Şubat 1982
64 CM, "Batıda ve Bizde İbn H aldun”, Hamle, sn. 3, sy. 4, 31 Ocak 1983; "İbn
Haldun ve Arap Dünyası”, Hamle, sn. 3, sy. 5, 7 Şubat 1983; krş. Işık Doğudan
Gelir, s. 226-233.
130
olan bu yazılan, 1984 tarihli Işık Doğudan Gelir adlı kitabının
son sayfalannda bulacaklardır. Başlık yine değişmiştir: "İbn
Haldun ve..."
Ve...
Acaba bu üç noktayı, İbn Haldun incelemelerinin henüz
bir bütünlüğe ulaşmadığına ilişkin bir işaret olarak yorumlar
sak, hata mı etmiş oluruz?
Hayır! Çünkü bu yazılar hiç bir zaman bir bütünün parçası
olmayı başaramayacaklardır.
131
5
Bir Örnek
132
Haldun vardır, ama Herbelot'nun eserinde yoktur. Batı İbn
Haldun'u ilk defa Sacy’nin bir tahlilinden tanır, sonra Ku
zey Afrika'ya koşan Fransız ordularında baştercüman olan
"de Slane"den. (...) 1867’de çıkan Grand Dictionnairein (Bü
yük Lügat) "İbn Haldun" hakkındaki makalesinde Baron de
Slane'in tercümesinden bahsedilmez. Sacy’nin M ukaddime
analizi alınır. 1878 Supplém ent /inde, 1882 Supplém ent ild e
(ek ciltler) hiçbir ilâve yapılmaz.
133
sonra M u ka d d im ey i (1863). (...) Larousse'un 17 ciltlik kamusu
bu tercümeden habersizdir.
134
Dem ek ki yazann elindeki Doğu Kütüphanesinin 1776 ta
rihli baskısında İbn Haldun’un adı geçm ese de (!) aynı ese
rin 1697 tarihli ilk baskısında -eksik veya yanlış- İbn Haldun
bahsi geçiyormuş. Üstelik Tunuslu tarihçiyi B atıya ilk tanıtan
kişi de 1758 doğum lu "Sylvestre de Sacy" değilmiş. Oysa Me
riç dikkatli okum uş olsaydı, gençliğinde tesadüf etm iş olduğu
Muhammed Abdullah Annan'ın eserinin hem Arapça aslında,
hem de 1941'de yayımlanan İngilizce çevirisinde gerekli ve ye
terli bilgilerin mevcut olduğunu görebilirdi.66
Bu arada 1968 ile 1972’de zikredilen bir iddiayla 1974’te
de -h e m de iki kez olmak üzere- karşılaşıyoruz: Bir önceki
dipnotun ardından gelen bu dipnotta Meriç şöyle demektedir:
135
1968’den itibaren okuduğumuz açıklamalarla çelişen bu
son açıklamayı nasıl izah edeceğiz? Herhalde şöyle: Yazar
muhtemelen önce Pierre Larousse’un Grand Dictionnaire Uni
versel du XJXème siècle (1865-1876) adlı 17 ciltlik kamusunun
Ibn Khaldoun maddesine bakmış olmalı; daha sonra da de
Slane maddesine.
Detaylarda yapılan bu hatalar o kadar da önemli mi?
Hayır. 1965'ten 1974'e kadar geçen süre içinde mezkur pa
sajın geçirmiş olduğu değişiklikleri tabii karşılamak gerekir;
zira her yazar kendini tashih, yazdıklarını da zaman içinde ik
mal eder. Lâkin aynı pasajın 9 yıl sonra bir dergide, 10 yıl son
ra da bir kitapta neşredilen şu versiyonunda yeniden en başa
dönülmesi, ihmale gelir bir zaaf olarak görünmemektedir:
Herbelot’nun Doğu Kütüphanesinde (1176) îbn Haldun yok.
Mukaddime yazan dört asır Ârafta bekler. Tunuslu tarihçinin
Batıya ilk tanıtıcısı Sylvestre de Sacy.
136
6
Sonuç
Bu açıklama doğru!
Ümit Hassan, “İbn Haldun bütün olarak ele alınmamıştır” di
yor. Yanlış. Herkes bütün olarak ele alır. Ben de makalemde
bütün olarak ele aldım.
137
Ekler
Şeytanla Konuşmalar
Cemil Meriç
141
Bize göre eserin en büyük kusuru, sahifelerinde bir nevi
erüdisyon havası esmesidir En büyük lâ-yemutlardan en
cüce fânilere kadar yüzlerce şahıs ismi tacizkîr resm-i geçit
ler ile muharririn orijinalliğini gölgeliyorlar. Sayın Profesör
-akademik hayatının tesiriyle olacak- en cesur tenkitlerini
sıralarken birdenbire opportünizme sapıveriyor:
[1] Tercüme alanında hüküm süren fâciayı meşrû göster
mek için muhtelif dillerdeki Aristo tercümelerini misal ver
mesi,
[2] Ramo'nun Yeğeni tercümesinde Goethe’yi haksız ola
rak ithama kalkışması,
[3] Garp'taki romantizm hareketinin nihayet muvaffak
olmuş bir şakirdi olan Yahya Kemal’e neredeyse dâhilik pa
yesi ihsan etmesi, ilh.
Sonra Hilmi Ziyanın Şeytan ı da mukaddes kitapların-
tel'in ettiği klasik şeytan değildir. Gerçi Faust'un odasına
fino olup geçen, Havva anamızı kandırırken yılan şekline
giren, Liton’un, Byron’un, Chamissa'nın eserlerinde çeşit
çeşit kılık değiştiren iblisin tebdil-i kıyafet içinde kadîm
Yunan tanrılarından daha mâhir olduğu malumdur, amma
İstanbul sokaklarında sadaka dilenen bu sırnaşık, bu dalka
vuk, bu cebin herif ile Âdem’in karşısında secde etmemek
için Rabbe meydan okuyan o mağrur, o kahraman melek
arasında dünyalar kadar fark var. Muharrir -tabir caizse-
anthropomorphisme’de biraz ileri gitmiş, yahut Ramo'nun
Yeğeni hafızasında silinmez bir iz bırakmış olacak ki Collin
de Placy’nin Dictionnaire infemalinde sıraladığı çeşitli iblis
lerden hiçbirine benzemeyen bu şeytan, tıpıtıpma Ramo'nun
yeğenidir.
Sayın Profesörün bu kıymetli ve orijinal eseri yazarken
Diderot’nun şaheserini numûne olarak ele almasını, seçişle
rindeki isabetin yeni bir delili olarak kabul ediyoruz.
142
Tenkidin küfre ve gareze alem olduğu bir devirde Hilmi
Ziya’nın kitabı objektif, nezih ve feyizli bir polemiğin ilk esas
lı numûnesidir. Fikir hayatımızdaki hareketsizlikten şikâyet
edenlere candan tavsiye ederiz.
143
Eserlerini Nasıl Hazırlıyorlar!
Cemil Meriç
144
Yirmi yıldır bu mevzu üzerinde çalıştığı halde tarihşinas
Mükrimin Halil'in şifahî izah\anna dayanarak hükümler ve
ren Ziyaeddin Fahri, eserinin merhamet telkin eden manevî
cılızlığına mukabil sahtekârlık yapmamış, müracaat ettiği me
hazları açıkça işaret etmiştir.
Profesör, romancı, essaiyiste ve scientisme dialectique kâşifi
Bay Hilmi Ziya ise, bu âlimâne telifiyle şatafatlı elkabma yeni
bir sıfat daha eklemiştir: cüretkâr. Zira orijinal bir tedkik diye
piyasaya sürdükleri eser G. Bouthoul’un -bir nüshası da üni
versite kütüphanesinde bulunan- Ibn Khaldoun [et] sa phi
losophie sociale unvanlı kitabından çalakalem yapılmış pek
bayağı bir tercümedir.
Bu 112 sahifede Hilmi Ziyaya ait yalnız üç satır vardır.
Aksiliğe bakın ki su katılmamış bir ibdâ numûnesi olan bu kü
çük cümlede üç tane büyük hata bulduk. Profesörümüz "İbn
Haldun 12 ciltlik büyük tarihi ile Berberiler Tarihi ve diğer bir
çok tarihî eserlerin müellifi olan [büyük] bir Arap müverrihi
dir" buyuruyorlar, [s. 121]
1. İbn Haldun’un büyük tarihi 12 cilt değil, 7 cilttir.
2. Eu 7 cildin haricinde ayrıca bir Berberi Tarihi yoktur.
3. İbn Haldun bu 7 ciltlik eserden başka hiçbir tarih kitabı
yazmamıştır.
Sayın Hilmi Ziya, eserini baştan başa aşırmak tevazûunu
gösterdikleri G. Bouthoul’un bibliyografyasına dikkat bu-
yursaydılar, böyle bir vehme kapılmayacaklardı. Bu hususta
tafsilât isterlerse, Mısır'ın tanınmış tarihçilerinden Muham-
med Abdullah Innan'm 1933'te intişar eden İbn Haldun, Haya-
tuhu ve Turâsuhu'l-Fikriyye [Fikrî] isimli etüdüne (s. 130-132,
175-177) yahut okumuş gibi zikrettikleri De Slane'nin Les
Prolégomènes ine (I/XCV-XCVI) müracaat edebilirler.
II. Şimdi eserin yegâne orijinal tarafı olan tahriflere ve ter
cüme yanlışlarına bir göz atalım. Bouthoul de sahtekârlığa
tenezzül etmeyen her ilim adamı gibi De Slane tercemesinden
naklettiği pasajların sahifesini göstermektedir. Türk Tefekkür
145
Tarihi kürsüsünü işgal eden bir profesörün Arapça metin ve
Türkçe tercüme dururken De Slane’den citationlar yapması
şüphe uyandıracağından Hilmi Ziya bu pasajları aynen çevir
miş, fakat nereden alındıklarım katiyen işaret etmemiştir. Yal
nız Bouthoul'un discours kelimesine aldanarak 131. sahifede
"İbn Haldun ilk nutkunun başında şöyle yazıyor” demek sure
tiyle Mukaddimenin fihristinden dahi habersiz olduğunu açı
ğa vurmuştur; zira profesörümüzden başka her ilim adamının
bildiği gibi, İbn Haldun eserini kitaplara, ve fasıllara ayırmış
tır. Zaten gerek Arapça ve gerek Osmanlıca müellefatta nutuk
diye bir tarif mevcut değildir. Bouthoul, Garplı bir müdekkik
için mazur görebileceğimiz bir hata işleyerek diyor [ki]:
İbn H aldun’a tesir etm esi lâzım gelen iki m ühim eseri, yani
Aristo’nun Politikiyle E flatunun Republikini bilmiyordu, [s.
122]
146
iniştir; sahife 48-52’nin büyük bir kısmı atlanmıştır. İbn Hal
dun Felsefesinde birinci planda yer tutan asabiyet’ {l’esprit du
corps) tamamen bırakılmış, Morale d ’Ibn Kkaldoun tercüme
edilmemiş, Philosophie de l’histoire mebhası (s. 63-73) tahrife
uğramış ve makaslanmıştır.
III. Şimdi tercümeden örnekler verelim:
• Sahife 112, satır 25:
Fransızcası:
Malgré quil ait fait des études très achevées pour l'époque...
Fransızcası:
Ce point est intéressant à noter pour l’intelligence de ses
théories sociologiques.
Türkçesi:
Sosyolojik nazariyelerinin anlaşılması için bu cihete dikkat
etm ek faydalıdır.
147
F ransızcası:
Fransızcası:
Türkçesi:
148
Fransızcası:
Türkçesi:
Fransızcası:
Doğrusu:
Hülâsa
Bu orijinal tedkik eserinde Hilmi Ziyaya ait kısımlar, cüm
le yanlışlan, tahrifler ve tercüme garabetlerinden ibarettir.
Bouthoul'un kitabı kısaltılmış, paçavraya çevrilmiştir. Bu fecî
tahrif am eliyesiyle de iktifa etmeyen sayın Profesör kalemi
ni Pirizâde'nin M ukaddime tercümesine tevcih etmiş ve İbn
149
Haldun’un eserinden örnekler vermek bahanesiyle Osmanlı-
ca’daki derin bilgisini (!) sarsılmaz delillerle ispat etmiştir:
1. Bay Hilmi Ziya Mukaddime yi okumadığı için bu pasajlar
rastgele seçilmiştir. Bu itibarla da feylesofun azametli dehası
nı ifade edememektedir.
2. Uzun cümleler insafsızca makaslanmış, kanşık terkibler
atlanmıştır.
3. Profesörün güya Türkçeleştirdiği bu örneklerde cünd-i
sipah, tabiat-ı sârıiye, zuhur ve huruç gibi terkibler alabildiği
ne boldur.
Fransızca'daki ehliyetini gösterdiğimiz Türk Tefekkür Ta
rihi Profesörünün Osmanlıca’daki anlayışına [da] misaller
verelim:
• De Slane’nin takdir ve hürmetle zikrettiği Pirizâde Sahib
Molla’nm tercümesinde şöyle bir cümle var:
150
devr-i «/asında tedris edilmekte idi. Filozofumuzun tenezzül
edip hiç olmazsa Lugat-ı Nâci'ye bir göz atsaydı, resim ke
limesinin karşısında “âdet, usul-i devlet" müteradiflerini bu
lacak, De Slane tercümesini okumak zahmetine katlansaydı,
‘resm'in coutume ile karşılandığını görecekti.
• Hilmi Ziyanın kitabı, sahife 157, satır 29'da:
151
IV
DİYALEKTİĞİN OSMANLICASI
-C em il Meriç E leştirisi-
155
lâf ebeliğiyle vakit kaybetmeksizin tarihin bütün kördüğümle
rini kılıcıyla çözen ve kaderin karanlıklarını kılıcının pırıltısı
ile aydınlatan Osmanlısı bir vahiy, iman, amel, hareket, cihad,
fetih ve hamle medeniyetiydi; tıpkı Nihal Atsız'm tasvir ettiği
gibi, hayatı felsefeyle, ilimle kavramayı ciddiye almayan, üs
telik rahat yatakta ölmeyi zillet kabul eden bir "eylem mede
niyeti"...
156
1
Bir Savaş İlânı
3 CM, “Fildişi Kule'den". (5 Kasım 1963), Hisar, VIII/60, s. 16-17, Aralık 1968
4 CM, "Yunan Mucizesi”, Hareket, VIII/95, s. 22-27, Kasım 1973; Ümrandan Uy
garlığa, s. 9, İstanbul, 1974
157
tesirli bir ses meydana atılıyordu; kendisini "1964’ten sonra
sadece Osmanlıyım”5 diye tanıtan bir ses...
5 E rgun Göze, "Bir Osm anlı K onuşuyor”, Tercüman, s. 5, 10 Kasım 1974; a.y.,
İçimizden 30 Kişi, s. 12, İstanbul, 1975
6 CM, “B ir Ankete Cevap”, Ortadoğu, 7 Temmuz 1974; “Cemil M eriç’in Anketimi
ze Cevaplan", Türk Edebiyatı, m /33, (haz. Turgut Güler), s. 30, Eylül 1974; “Son
Yaprak”, Nesin Vakfı Yıüığı-78, s. 456; Mağaradakiler, s. 450, İstanbul, 1978
7 M ehmet Çınarlı, "M ektuplar XI", Türk Dili, sy. 486, s. 1012, H aziran 1992
158
Tanzimat'a kadar geçen her asır muhteşem ve göğüs kabar
tıcıdır. Bir kitap ve kelime medeniyeti değil, bir iman ve aksi
yon medeniyeti yaratmışız. İnsan haysiyetini yücelten, adalet
ülküsünü gerçekleştiren büyük bir medeniyet. Hiçbir 'izm’in
erişmediği ve erişemeyeceği bir rüya. İnsamn ve insanlığın al
tın çağı.8
8 CM, "Bir Ankete Cevap”, Ortadoğu, 7 Temmuz 1974; "Cemil M eriç’in Anketi
mize C evaplan”, Türk Edebiyatı, 111/33, (haz. Turgut Güler), s. 28, Eylül 1974
9 CM, "Taşer’in Büyük Türkiyesi”, Ortadoğu, 29 Eylül 1974; "Bitmeyen Bir
Rüya: Taşer’in Büyük Türkiyesi", Türk Edebiyatı, V/53, s. 9-12, Mart 1978;
Mağaradakiler, s. 113, İstanbul, 1978
10 HA, a.g.e., (9 M art 1977), s. 120, İstanbul, 1993
159
yanak teşkil eden verileri 1974 yılma ait malzemenin arasın
dan seçmeye bilhassa özen gösteriyor olmamızın en önemli
nedeni de budur.
tmdi, 16 Haziran 1974 tarihli bir yazısına atf-ı nazar eyle
yecek ve Cemil Meriç’in, o dönemin gençliğine sık sık amel,
cihad, fetih, hamle, hareket, aksiyon gibi eylem e ilişkin söz
cüklerle tanıttığı mucizevî Osmanlı medeniyetini o etkileyici
üslûbuyla nasıl tasvir ettiğini göreceğiz:
160
gelmeye çalışan milliyetçi ve dindar gençleri nasıl hislendirdi
ğini tahmin etmek hiç de güç olmasa gerek. Hem de sol cenah
tan gelen, Batı kültürüyle yetişmiş, Batıyı gayet iyi bilen bir
yazarın, moda tabirle Fransızcası kuvvetli eski bir solcunun,
nedamet getirmiş bir Marksist'in sözleridir bunlar. Avrupa'nın
en güzîde âlimlerini, Osmanlı'nm ârif-i ümmîleri yanında bi
rer abc öğrenen çocuk (tıfl-ı ebcedhan) derekesine indirecek
denli yerli bir adamın sözleri...
Tekrar ediyoruz: Osmanlı medeniyeti, bir kelime medeniyeti
değildir. (...) Bizde ne kilise var, ne imanı imtiyaz haline geti
ren İçtimaî bir zümre. Sınıfların kurulmadığı ve kurulamaya
cağı bir düzende mümin kiminle kavga edecekti? Avrupa'nın
mâbâdettabiiyesi (metafiziği) neyi halletmiş? Felsefe, bütün
ifşalarını eski Yunan’dan beri tüketmiş bulunmuyor mu? Ha
kikatte incir çekirdeğini doldurmayan ifşalar.
O hâlde,
Osmanlı’nm selim aklı, bu gevezeliklere elbetteki iltifat etme
yecekti. İslâm’ın Devlet-i Aliyye ye mirası lâf cambazlığı değil,
adalet ve imandır.11
161
Ç arpışan iki m edeniyet var: Türk-İslâm m edeniyeti b in yıl fe
tihler yapm ış, belli ölçüleri, belli zaferleri, belli başarıları var.
İhtiyarlam ış. H ıristiyan B atı m edeniyeti hem tem elinde, hem
de İçtim aî yapısında farklı ve başka. Bence en esaslı fark: insa
n a bakışlarında. Osm anlı için insan uluhiyetin nusha-yı suğ-
rası. M ukaddes ve m uhterem . Servet ve mevki gibi tesadüfi
tefavütlerin dışında b ir insan haysiyeti var.
Oysa,
B atı'da yok bu. B atı evvela kendi insanına karşı zalim . B atı
nın tarihi: b ir sınıf kavgası tarihi, doğru. Bu egoizm, coğrafi
h ud u tların dışında b ü sb ü tü n azgınlaşıyor. Avrupa, insanı ta
b iatın b ir parçası saym aktadır. Dış dünyayı kaprislerine alet
eden Batı, insanı da aynı m uam eleye tâbi tutar. Yani b ir tünel
açm ak gerekince nasıl dağ delinirse, ferdî veya züm revî bir
m enfaat uğrunda da B atının feda etm eyeceği beşerî kıymet
yoktur. Osmanlı m ucizesi b ü tü n m ucizeler gibi faniydi. Bir
yanda m addeci, şiiriyeti olm ayan, sert ve keskin b ir zekâ. Öte
de b ir büyük çocuk saffeti. Yenildik.12
162
Meriç'in açıklamalarım uzun uzun aktarmayıp sadece şu
giriş paragrafını nakletmekle yetineceğiz:
1) Fedakârlık,
2) Devletle birleşme.
Âdeta uzvî bir kaynaşmaydı bu. Devletle din, dinle millet tek var
lık halindeydi.13
163
yenilmiş, çökm üş bir medeniyetin çocuklan bu güçlü sesle
kendilerine gelecekler; m ensub oldukları dünyanın temelin
deki birlik ve beraberliği hatırlayarak artık geçmişleriyle gu
rur duymaya başlayacaklardı:
O ndok u zu n cu a sra kadar, O sm anlı ülkesinde b ir o rtak şu u r
vardı: İslâm iyet. Vahye d ay an a n b ir hak ik atler b ü tü n ü . O ci
h a n şü m u l d in in izahı, y o ru m u ve yayılm ası için binlerce d ü
şünce ve duygu adam ı ö m rü n ü h arcam ıştı. B ü tü n b ir İçtim aî
n izam ın tem eliydi İslâm iyet. Sosyal b ir sınıfın veya kavm in
değil, ü m m e tin in a n ç la n n ı dile getiriyordu. Ayıran değil, bir-
leştirendi. İn a n a n la r kardeştiler. İnananlar, yani insanların
hepsi. Tek Allah, tek kitap, tek hakikat, tek halife, tek d ü n
ya. Y u n u su n m ısraların ı k a n a tla n d ıra n im anla, M esnevî’deki
p ırıltıla r aynı ezelî n u rd a n . İslâm iyet S üleym aniye’de kubbe,
I t n de nağm e, Bâkî’de şiir.14
Tek Allah, tek kitap, tek hakikat, tek halife, tek dünya...
Mart 1975’te kendisiyle yapılan bir söyleşideki beyanatı,
Meriç’in üstlendiği rolü ve îfa ettiği/edeceği vazifeyi gayet
sade bir biçimde özetler:
14 CM, "Neden Bir D ünya G örüşüm üz Yok?’’, Pınar, VI/70, s. 3-7, Ekim 1977;
Mağaradakiler, s. 32, İstanbul, 1978; krş. Sebil, sy. 9-10, s. 5, 27 Şubat-5 Mart
1976
164
hudutsuz hakaretlere ve iftiralara hedef olan o muhteşem me
deniyeti tanımak, tanıtmak ve benimsemek her dürüst insa
nın -her dürüst Türk’ün demek istiyorum- vazifesi değil mi?15
Bu arada Cemil Meriç fırsat buldukça, Osm anlıya iftira
lar atan, hakaretler eden entelijansiyayı eleştirmekten de geri
kalmaz. Meselâ 7 Aralık 1975’te MTTB'de verdiği bir konfe
ransta, Osmanlı’yı tarihten kazımak isteyen fikir adamlarının
çaresiz bir sığmak aradıklarını ve Yunan'a, İran’a, Turan'a
kaçtıklarını söyler:
15 "Cemil M eriçle Konuşm a", Millî Gençlik, sy. 4, s. 17, M art 1975
16 CM, Sosyoloji N otlan ve Konferanslar, (7 Aralık 1975), s. 293
17 CM, "Kemal Tahir”, Ortadoğu, 21 Nisan 1974; Bu Ülke, s. 220, İstanbul. 1977
(3. bas.)
165
Talat Sait Halman’ın, Bu Ülkeyle ilgili değerlendirmesini,
Meriç'in o yıllardaki çıkışının farklı kesimlerce nasıl algılan
dığını göstermesi bakımından fevkalâde önemli buluyoruz:
Son on yılda Cemil Meriç, gittikçe artan bir güçle ananevi
Osmanlı değerlerinin m üdafaasını yapmaktadır. Batı mede
niyetine karşı bir savaş ilâm. (...) Batı m edeniyetine bu kadar
şiddetle saldıran bir başka büyük Türk yazan hatırlamıyoruz.
166
söylemin, Osmanlı'yı bu yönüyle ele almasını mümkün kıla
cak donammdan mahrum bulunmasıyla alâkalıdır. Hâl böy
le olunca, hamaseti öne çıkarmak, Osmanlı'mn sadece siyasî
ve askerî başarılarıyla övünmek kolaylaşmış, bu arada çeşitli
vesilelerle sanattan, musikîden, mimarîden elde kalanlarla,
göze değenlerle tefahur gösterilerinde bulunmak ne yazık ki
"çölde çay" kabilinden bir marifet addedilmiştir.
Ne garip değil mi? Osmanlı düşünce mirası, hâlâ meçhulü
müz. Sebepleriyse samlandan çok daha basit.
Birincisi: Bu miras ne yazık ki henüz yazma metinler
hâlindedir ve fedakârca gayretlerin kendisine el atıp keşfedi
leceği, ardından da günyüzüne çıkacağı vakt-i merhunu bek
lemektedir.
İkincisi: Ülkemizdeki mevcut eğitim düzeyi, henüz bu me
tinleri anlayacak, yorumlayacak ve dolayısıyla değerini takdir
edebilecek ehil kimselerin yetişmesini mümkün kılmadığın
dan, bilenlerin çoğu da terk-i dünya eylediğinden, bir bütün
olarak Osmanlı düşünce mirası, sağlıklı çözüm ve yorum iş
lemlerine bir türlü konu olamamakta; bu nedenle de ehliyet
ten yoksun kalem erbabının beylik lâflarıyla gittikçe daha da
kalın bir hicaba bürünmektedir.
Cemil Meriç'in O sm anlı hakkındaki tasvir ve tasavvurunun
her halükârda temsil değeri yüksek bir nitelik taşımış olması,
hiç kuşkusuz ki bu köklü sorunlar muvacehesinde çok daha
büyük bir önem kazanmaktadır. Çünkü düşünce tarihimi
zin en netameli açmazlarından biri olan Osmanlı mirasının
keyfiyeti ve kıy m e ti meselesini, Osmanlı karşıtlığıyla tanınan
çevrelerin haksız ve mesnedsiz suçlamalarından hareketle
değil, bilâkis kendisini -hiç değilse 1964’ten sonrası için- bir
Osmanlı olarak tanımlayan ve aynı yıl bu m a zlu m m edeniye
tin sesi olmak istediğini haykıran, Osmanlı medeniyetini bir
mucize, Osmanlı devrini ise altın çağ ilân etmiş olan bir fikir
adamımızın söz ve yazılarından hareketle tartışma imkânı
bulacağız.
167
Meriç'in övgülerinin içerdiği olumsuz kabulleri farkedebil-
mek için parçalardan ziyade önce bütünü görmeye çalışmak,
tasavvuratım ancak bu bütünü kuşatıp ele geçirdikten sonra
tahlil etmek, -bilhassa meselenin nezaketi bakımından- bize
en sağlıklı yöntem olarak görünüyor. Aksi takdirde, tezatlı ifa
delerinin hem olumlu, hem de olumsuz yanlarından hareketle
bu vâdide indî ve hissî mülâhazaların peşinden sürüklenmek
işten bile değildir.
Bu gerekçelere istinaden, tedkikimizde Meriç'in hem öyle
hem böyle, bazen onu bazen şunu söylediğiyle, kısacası tezat
larım sergilemekle meşgul olmayacağız, ki istenirse bu tezat
ları görmek ve göstermek çok kolaydır; aksine biz, tezat gibi
görünen ifadeler dizisinin ardında mevcudiyetini sürdüren
bir fıkr-i sabitin, başka bir deyişle kesinleşmiş/kemikleşmiş
bir önyargılar silsilesinin bulunduğuna açıklık kazandırmakla
yetineceğiz. Bu teşebbüsümüzün amacına ulaşması hâlinde,
Meriç'in yaklaşımlarını belirleyen temel etkenlerin, nasıl olup
da toplumda zaten yaygın olarak bilinen olumlu veya olum
suz Osmanlı yorumlarıyla kucaklaştığı sorusu kendiliğinden
cevaplanmış olacaktır.
Bu uzun yolu katetmek yerine doğrudan yorumcunun bi
rikimini, bu birikimin seviyesini hesaba çekmek, belki daha
kestirme, belki daha kat’î ve fakat her hâlde çok daha sevim
siz bir yoldur. Bu gerekçeyle mesaimizi öncelikle Meriç’in
yorumlarını ciddiye alıp tahlil etmekle sınırlayacak ve ancak
yorumlarındaki zaafları tek tek tesbit ettikten sonradır ki bu
zaafların, yorumcunun bilgi seviyesiyle bir alâkası olup olma
dığını anlamaya çalışacağız.
168
2
Satır-Aralanndaki Osmanlı
169
aldınş etmemesi gayet tabiidir. Meriç de zaten müdafaasını
bu karşıtlık üzerine kurmuş, “ahlâklı, cesur, fedakâr" olduk
tan sonra Osmanlı’da ayrıca başka vasıflar aramak ihtiyacı
hissetmemiştir.
Sorun şurada ki: Kendisi bir ordunun değil, bir ‘mede-
niyet’in sesi olmak istediğini söylemişti.
170
4) K ahram anların sözle kaybedecek zam anlan yok. Fatihler
için tek m ukaddes kelâm vardır: Kelâm-ı Kadîm. Ötesi: eğlen
ce... satranç gibi, cirit gibi; ötesi, yani edebiyat.
171
Tekrar edelim: Bu bir ‘m edeniyetin değil, bir ‘ordunun
tasviridir.19
19 Cemil Meriç 22 Aralık 1976'da şöyle der: "Biz ordu-milletiz. Ordu yoksa millet
de yoktur. Ordu kaldırıldı. Makyavel’in bir sözü vardır, tam bizim için söy
lenmiştir: "Her peygamber kılıca dayanmak mecburiyetindedir" der. Hz.
Muhammed’den öncekiler kılıç kullanmadılar, ne oldu, görülüyor." (HA,
a.g.e., s. 63)
20 HA, a.g.e., (1 Ağustos 1977), s. 229
172
de gayet ciddidir; üstelik kendince bu yargılarının altına yer
leştirebileceği deliller de bulmaktadır.
173
gözünü daldan budaktan esirgememek, bir kelimeyle birçok
göçebe medeniyetlerinde ortak olan: asabiyet. Bu temel seciye
İslâmiyet'le kaynaşınca büyük bir medeniyetin mimarı oldu.
174
Sanmıyoruz.
Bu metni bir de ilk hâliyle okuyalım:
Ondokuzuncu asra kadar, Osmanlı ülkesinde her muammayı
çözen, yekpare ve insicamlı bir dünya görüşü, bir ortak şuur
vardı: İslâmiyet. Binlerce düşünce ve duygu adamı, o ezelî
hakikatin izahı, tefsiri ve tam im i işinde elele vererek çalış
m ışlardı.21
21 CM, "Neden Bir Dünya Görüşümüz Yok? (11)’’, Sebil, sy. 10, s. 5, 5 Mart 1976
22 CM, “Tercüme dergisinin 'Şiir' Özel Sayısı Münasebetiyle: Manzum Tercü
me", Yeni Sabah, s. 3-4, 30 Mayıs 1946
175
Medresenin şuurumuza taktığı zincirleri parçalarken...
Daha sonraki yıllarda bu tasavvur demişmiş midir?
Hayır. Nitekim Meriç’in 1975 tarihli şu izahatı, maksadını
ifade etmesi bakımından yeterli, gerçekte tafsilata ihtiyaç bı
rakmayacak derecede sade ve açıktır:
23 CM, Jurnal II, (9 Ağustos 1975), s. 210. Cemil Meriç, iki ay sonra yayımladı
ğı bir makalede Osmanlmm yerine Türkiye sözcüğünü yerleştirecek ve şöyle
diyecektir: "Entellektüel, başlı başına bir sınıf değil, belli bir sınıfın parçası
ve temsilcisidir. (Avrupa aydını belli bir İçtimaî sınıfın şuurudur.) Düşman
sınıflarla döğüşerek gelişir ve olgunlaşır. Türkiye'de (Avrupa'dakine benzer)
İçtimaî sınıflar olmadığından entellektüel de yoktur. Daha doğrusu, her iki
si de birer ruşeym, birer ümit, birer 'öykünme’dir. Entelektüel, Avrupalı bir
hayvan. Şarkı söyleyeceğine bildiriler imzalayan bir ağustos böceği. Aydın,
entellektüelin mağara duvarına vuran gölgesi.” (Bkz. CM, "Aydınlık Olmayan
Bir Mefhum: Aydın”, Hisar, XV/142, s. 5, Ekim 1975; krş. "Entellektüel: Avru
palI Bir Hayvan", Sebil, sy. 8, s. 5, 20 Şubat 1976)
24 CM, a.g.e., (21 Ekim 1980), s. 248
176
bulunmamaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki hayran meku-
lesinin ödemesi gereken bir bedel, bir maliyet hep olmuştur.
Bu bedelin, bu maliyetin en düşüğü ise, vâkıaya mutabık (ha
kikat) olmayan parlak ve fakat yanıltıcı iddiaların peşinden
sürüklenip gitmektir.
Meriç'in dindar gençlerle yaptığı 11 Şubat 1977 tarihli bir
sohbetinde -Türkçülüğü ve Türkçülerin İslâm-öncesi tarihe
yaptıkları atıfları eleştirirken- sarfettiği Osmanlı ve İslâmiyet
hakkmdaki şu övücü ifadelerini, bu bağlamda bir misâl ola
rak zikredebiliriz:
25 "Cemil M eriçle Söyleşi", Cogito, sy. 32, (Rüşdü Onduk, bant kaydı), s. 292-
293, Yaz 2002
177
Bu tamlamadaki sekameti farketmediğimiz takdirde ma
zuruz demektir. Peki, ya farkedersek?
Farkedersek, yolumuza devam eder ve kaldığımız yerden
satıraralannı hem de ısrarla okumayı sürdürmek zahmetini
üstlenmekten kaçmamayız:
178
Peki ya düşünür ve düşünce?
29 Nisan 1964'te, "Kovalamak, kaçmak. Altıyüz yıllık ta
rih bu iki kelimenin içinde" demiş olan Meriç'e göre: Osmanlı
düşünmemiş, düşünmeye ihtiyaç duymamış, bu yüzden düşü
nür de yetiştirememiştir. Tabir-i âmiyanesiyle: acı, ama gerçek
olan budur!
179
mesi kaçınılmaz hâle gelmiş; yine Meriç'in ifadeleriyle askerî
bir medeniyet endüstriyel bir medeniyete mağlub olmuştu.
Mağlub olan Osmanlı'nın vasfı: bir büyük çocuk saffeti.
Peki ya galib olan Osmanlı'nın vasıflan?
Meriç’e göre, galib Osmanlı ile mağlub Osmanlı'nın ger
çekte vasıflan hiç değişmemiştir.
21 Ekim 1980 tarihli şu açıklamalannda artık satırarası
(!) bulamadığımız için mazur görülmeliyiz:
Onlannki de:
180
medeniyetini nasıl ve ne düzeyde tasavvur ettiğini ilk elden
göstermekti.
Maksad hasıl olduğuna göre, şimdi, Meriç'in görüşlerini
daha geniş zaviyeden ele alabiliriz.
181
3
Düşünmeyen Osmanlı
182
samimi kanaati ve kanaatini dile getirme biçimi budur. Ni
tekim kendisi bu kanaatini defalarca tekrarlamaktan kaçın
mamış, hatta uzun uzun açıklamalar yapmak suretiyle bu
olumsuz yargının gerçekte olumlu olduğunu bile ispatlamaya
çalışmıştır.
Batı medeniyeti kelime medeniyetidir. Kavga önce kelime
lerle yapılır, sonra silâhla. Biz medeniyet ölçülerini sadece
Avrupa’da zannediyoruz. Osmanlı bir hamle medeniyetidir.
Smıf kavgaları yoktur. İnsan mukaddestir. Medeniyetin tek
ölçüsü kitap, felsefe, dil değildir. Ve aynı yolu takip etmesi de
gerekmez başka toplulukların.28
183
Din nasstır, inanılır; ilim akıl yoludur, ondan şüphe edilir.
Şüphe edilince düşünülür. Düşünce de medeniyeti doğurur.29
184
luk ve şüpheli aydınlığı. Toprak köleleri bu tanrı sayesinde
zincirlerini kırdılar, fakat insanlık ne kazandı?
İnanç asildir. Medeniyetler onun eseri. Biri mühendisleri ya
ratır, öteki kahramanlan.
Gerçek akıl, İlâhî bir mevhibedir; aşka, sonsuza, feragata ka
natlandırır bizi. İnşam maddeye ve rakkama zincirleyen bu
miskin meleke, yabancı bir tanndır: düşmanlanmızın tanrı
sı.31
31 CM, Bu Ülke, s. 82
32 Bu vecizenin eleştirisi için bkz. Dücane Cündioğlu, "Bize filozof değil, demir
ci lâzım", Felsefenin Türkçesi, s. 21-25, İstanbul, 2010
33 CM, "Akıl mı. Cinnet mi?", Işık Doğudan Gelir, s. 199, İstanbul, 1984. Bu
müsveddelerin önceki yayımı için aynca bkz. CM, "Cinnete Methiye", Yeni
185
Konu son derece girift ve çapraşık olduğundan tam bir ay
dınlık getirmek mümkün olamadı.
Halbuki Meriç, bu kadar inceleme yapmadan ve bu kara
lamaları neşretmeden önce, yani on yıl evvel kendinden daha
emin ve üstelik daha kesin konuşuyordu:
Devir, 5 Temmuz 1982; "Perde Açılırken yahut Baş K ahraman Cinnet", Milli
Eğitim ve Kültür, sn. 4, sy. 17, s. 51-54, Eylül 1982; “İslâm ve Batı’da Akıl (1-
26)”, Yeni Devir, 2-27 Ağustos 1982; “Akıl (I-II)”, Milli Eğitim ve Kültür, sn. 5,
sy. 21-22, s. 47-57, 45-51, Mayıs-Temmuz 1983
34 CM, Sosyoloji Notlan ve Konferanslar, (25 Ocak 1968), s. 155
186
İmparatorluğunun Avrupa karşısındaki bozgunu, endüstri
yel toplumun askerî bir toplumu yenmesidir...
Osmanlı İmparatorluğunda düşünceye ihtiyaç yoktu. Kuran
herşeye yetiyordu.35
187
yapmalarını değil imanlarının gereğini yerine getirmelerini,
ahlâklı davranmalarını ve hepsinden önem lisi gevezeliği bıra
kıp savaşmalarını taleb etmektedir. Dolayısıyla Osmanlı insa
nı için muazzez olan iman, ibadet ve cihad etmektir.
Acaba niçin?
Meriç, aynı derste bu iddiasını şöyle temellendirmeye ça
lışır:
188
endişesinden âzade idi. Bu toplumda sınıflar da olmadığından
Osmanlı'riın düşünmeye ihtiyacı kalmıyordu.
Bu arada, kelime, kitap, söz denince, akla hemen nesrin (düz
yazı) gelmemesi mümkün mü? Hatibimiz böylesi bir istifhamı
da hesaba katar ve ustalıkla bu engeli de ortadan kaldırır:
Bir Osmanlı şiiri vardır ama bir Osmanlı nesri yoktur. Oysa
nesirsiz düşünce olmaz. (Osmanlıca Türkçe’nin bir devirde
ki ismidir.) Şiir bir avuç insana hitap ediyordu, çünkü bu bir
avuç insanın dışında düşünen kimse yoktu. Namık Kemal’le
şüphe başlar.
Peki şiir?
Cemil Meriç'in cevabını okudunuz: "Şiir bir avuç insana
hitap ediyordu, çünkü bu bir avuç insanın dışında düşünen
kimse yoktu."
40 CM, Jurnal I, (27 Şubat 1963), s. 125-126; krş. "Fildişi Kule’den", Hisar,
VIII/53, s. 4, Mayıs 1968
189
Osm anlı'da şiir binlerce yıllık bir tefekkür m irasının, bir ha
yat tecrübesinin b ir m ısrada veya b ir beyitte incileşmesidir.
Ama hüviyetini değiştirerek, m usikî olarak, m ücevher olarak.
Şiir, oyunların en şâhânesidir O sm anlıya göre. Bir fatih ve
cihangir oyunudur. H içbir hakikat, ifşaya m em ur değildir, fa
kat h er hakikat, ifade eder. M uhatap, avam ın sığ idraki değil,
m ütefekkirin sabırlı tecessüsüdür.41
41 "Muallim Naci Üzerine Cemil Meriç’e Sorular”, Yeni Sanat, sn .l, sy. 8, s. 44-
50, Kasım 1974
42 Ergun Göze, "Bir Osmanlı Konuşuyor", Tercüman, s. 5, 10 Kasım 1974; a.y.,
İçimizden 30 Kişi, s. 12, İstanbul, 1975
190
olduğum uz b ir dost. Düşünce adam ı, m âzinin tanım adığı bir
m ahlûk.43
191
"Ben dîvan edebiyatı m ütehassısı değilim, benim paradok
sum bu!" diye itiraf etm esine rağmen, Meriç, şu açıklamaları
yapmaktan kaçınmaz:
192
Şaşırmayınız lütfen: Nazım H ikm ete kadar.
47 CM, "Şiirden Düşünceye", Pınar, VI/67, s. 8, Temmuz 1977. Meriç daha önceleri
de nazım ve nesir hakkında şunları söylemiştir: "Nazım, imkânlarını araştıran
düşünce; hatalarını bağışlatmak için musikînin yardım ına muhtaç; musikînin,
yani veznin, kafiyenin. Nazım, ifadenin çocukluğu, sevimli ve serkeş. Nesir
daha girift, daha kâmil bir nazım; bütün nazım lan kucaklayan bir orkestra."
(Bkz. CM, "Çınarlıya M ektup”, Hisar, X/82, s. 8-9, Ekim 1970; "Nazımdan Nes
re", Doğuş Edebiyat, sn. 3, sy. 9, s. 7, Aralık 1982; krş. Bu Ülke. s. 15-16)
193
Zekânın son fethi.
Bu durumda Cemil Meriç'in lâf ebeliği, lâf cambazlığı, ge
vezelik gibi faaliyetlerden Osmanlı’yı uzak tutan ifadelerine
olumlu bir mânâ yükleyebilir miyiz? Yüklediğimiz takdirde,
"asırlarca düşünmeden savaşan Osmanlı" tasvirini -şuurum u
zu kaybetmedikçe- kabullenebilir, bu denli abartılı bir söyle
min sağlıklı ve güçlü bir birikimin ürünü olduğuna inanabilir
miyiz?
Kesin cevaplar vermekte acele etmiyor, okumayı sürdürü
yoruz:
194
şemi. Ama bir oyun. Ve her oyun gibi mücahidlere telkin ettiği
duygu, bir nevi utanç, bir parça nedamettir.
195
Çünkü,
B atı'da b ir silâhtı kelim e; bizde b ir ses, yani b ir nota. Batı'da
insan ezelî b ir kavga içindedir. F erdin fertle, to p lu m u n top
lum la ve tabiatla kavgası. B oşuna dar’ul-harb dem em işiz
B atıya. O rada kelim eler ideolojilerin em rinde b irer d ina
m ittir. Rahip, to p rak kölelerini kelim elerle zincirler. Toprak
köleleri şatoyu kelim elerle devirir; şatoyu ve kiliseyi. Sınıflı
to p lu m lan n kaderi ölm em ek için öldürm ektir; topla, tüfekle
ve kelimeyle. Goethe “ya örs olacaksın, ya çekiç" dem iyor mu?
Tefekkür, bir zevk olm aktan çok bir m ecburiyet-i elîme. Batılı,
tarihini kuşatan bu çetin kavgada yok olm am ak için düşü n
m ek zorundadır.
196
tiyle 1978'de Madaradakiler adlı kitabına aldığını49 bilhassa ve
ehemmiyetle hatırlatmak istiyoruz:
197
Biyoloji, Zooloji, Matematik, Astronomi, Coğrafya, Tarih, Dil,
Felsefe ve Kelâm metinleri, bu liste içinde göz kamaştıncı bir
seviyededir.
Bu açıklamalara kısa bir not daha ilâve edelim: Bu yaz
malar hâzinesi, büyük ölçüde Osmanlı dönemine ait olup Os-
manlı medeniyetinin mahsulüdür. XV. asırda Türkçe, Osman
lIlarla batıda, Timurlularla doğuda bir bürokrasi ve ilim dili
hâline geldiğinden, pek çok konuda Türkçe eser yazıldığı gibi,
Arapça'dan, Farsça'dan Türkçe'ye de birçok eser tercüme edil
miştir.
Bir misâl olmak üzere, Ramazan Şeşen'in "Onbeşinci Yüz
yılda Türkçeye Tercümeler" adıyla hazırladığı mütevazı bir ça
lışma hakkında önceden bilgi verirken yaptığı şu açıklamalara
biraz göz gezdirelim:
Bu çalışma[mız]da, K u ra n tercüm eleri dışında, XV. asır
da Türkçe’ye tercüm e edilen 72 kitaptan bahsedilmektedir.
Çoğu büyük hacim de olan bu kitaplardan bazılan üç-dört
defa Türkçe'ye tercüm e edilmiştir. Bu kitaplardan onüçü tıb
ba, onüçü tarih-coğrafyaya, yirmiikisi edebiyat ve tasavvufa,
onyedisi din ilimlerine, üçü astronomiye, ikisi zoolojiye, ikisi
harp sanatına, bir tanesi geometri, müzik, m ineraloji, rüya ta
birine aittir. Bir ikisi dışında, bunların hepsinin nüshası zam a
nım ıza gelmiştir. Bu tercüm elerin çoğu Osmanlı sultanlarına
ve onların etrafındaki beylere yapılmıştır. Bu asırda Darîr el-
Erzurum î Şeyhî, Ahmed-i Dâî, İbn Arabşah, Musa b. Hacı Hü-
seyn el-îznikî, Mahmud b. M uham med b. Dilşad eş-Şirvanî,
Şerafuddin Sabuncuoğlu, (Işkî ve Molla Lutfî) gibi büyük m ü
tercim ler yetişmiştir. Bunlar kuru bir m ütercim değil, aynı za
m anda sahalarının en ileri gelen âlimleriydi. XV. asırdan sonra
Türkçe telif ve tercüme artarak devam etmiştir. XVII. asırdan
itibaren Türkçe yazılan eserler Arapça ve Farsça eserlerden hiç
de az değildir.51
198
Bugün hem dünyada, hem de ülkemizde Osmanlı dönemi
Tarih, Coğrafya, Fizik, Matematik, Astronomi literatürleri
gibi bilimsel dallarda muhtelif kataloglar ardısıra ve ziyade
siyle neşredildiğinden, özellikle son yıllarda ilim hayatımız
da susuzluğumuzu giderecek çok ciddi çalışmalar peşpeşe
günyüzüne çıkmaya başladığından, fikir adamlarımızın da
ciddi tedkiklerin sesine kulak vermeleri ve Osmanlı’da "dü
şünce yoktu, bu nedenle nesir yoktu, nazmında ise fikir yok
tu” yollu haksız genellemelerden vazgeçmeleri gerekirken,
ilim ve fikir hayatımızda aynı iddiaların hâlâ ısrarla sürdü
rülmesi gayet esef vericidir.
Cemil Meriç mazurdu; zira Osmanlı ilim ve düşünce mi
rasını tanımıyordu. Öncüleri de, çağdaşlan da bir bakıma
mazurdular; zira onlar da Osmanlı ilim ve düşünce mirasım
yeterince tanımıyorlardı. Üstelik çoğu önyargılıydı.
Peki ya bizim çağdaşlanmız?
Onlar hem haksızlar, hem de mazur değiller.
Bu tesbitlerimizi ciddiye alanlar, Cemil Meriç’in 21 Ekim
1980 tarihli daha mürekkebi kurumamış şu beyanlannı -hak
ettiği dikkat ve özenle- bir kez daha okumalıdırlar:
Onlarınki de:
Sürüklenmek, parçalanmak, yabancılaşmak... yani kendisi ol
m aktan çıkmak. Kaldı ki bu başkası olmak, kendi sesini kay
Yüzyılda Türkçeye Tercümeler", XI. Türk Tarihi Kongresi/Ankara 5-9 Eylül 1990:
Kongreye Sunulan Bildiriler, m/899-919, Ankara, 1994
199
betmek, herhangi bir otorite karşısında silinivermek, Osmanlı
insanının ezelden beri alışmış bulunduğu bir hal.
Ne garip değil mi, dünyaya açılmayanların da, açılanların
da yazgısı hep olumsuz.
Diyebiliriz ki: Bütün Şark’m nasibi tefsir ve şerh çemberle
ri içinde hüner göstermek. Tanzim attan sonra, Arapça ile
Acemce’nin yerini Fransızca aldı. Arapça ile Acemce diri, ba
kir ve akıncı bir düşüncenin taşıyıcısı değildi. Osmanlı konuş
m ağa başladığı zaman, İslâm düşüncesi hamle kabiliyetini
kaybetmiş bulunuyordu. Yani Osmanlı müellifleri bir tekrarın
tekrarı, bir yankının yankısı olmak mecburiyetinde idi. İçtihat
kapısı kapanmıştı. Herşey bid’at sayılabilirdi. Bir Simavnalı
Bedrettin araba izinden ayrılmağa kalkınca kellesi vuruldu.
Demek ki Tanzimata kadar edebiyatımız yalnız şiirdir. Şiir,
m üphem in yani musikînin ülkesi. Fikir olmadığı için nesir
de yoktur. Tanzimat’tan sonra, büyük bir susuzlukla, kervan
B atıya çevirir yüzünü.52
200
liberalizm, "yasak bölgeleri kaldırmak" m ânâsına gelir. O hal
de din vaktiyle en basit jestlere kadar bütün insan hayatını
düzenlemeye kalkışmıştır: içki içmeyeceksin, domuz yemeye
ceksin, zina yapmayacaksın! Osmanlı bunların hepsini yaptı,
am a gizlenerek, korkarak... Ve şuuru yaralandıkça yaralandı.
Hayır, uyuzlaştı. İkiyüzlü bir hayvan oldu Osmanlı. Tann’yı
ve kulu aldatan bir panayır gözbağcısı. Elinde teşbih, evinde
oğlan, dudağında dua. Biz de öyle değil miyiz? Değişen ne?33
201
Şimdilik şu kadannı söyleyelim ki Meriç'in sık sık düşün
menin temelinde tokat, kötek, hatta kin gibi sebepler araması,
tefekkürü bir mecburiyet-i elîme olarak tanımlaması hiç de bo
şuna değildir. Çünkü tarihi ve tarihte olup bitenleri diyalektik
yöntemle çözümlemeye çalıştığından, ister istemez her olgu
nun temelinde bir çatışma, bir kavga, bir çelişki aramaktan
kendini alamamakta, hâl böyle olunca da Osmanlı’nın düşün
ce yoksunluğunu açıklamak için toplumda gerekli çatışma un
surlarının bulunmadığım iddia etmek zorunda kalmaktadır.
202
gede yaşamış, her insan gibi, birçok zaaflan olan bir düşünce
adamı. İnsanlığa en büyük armağanı: diyalektik.*
56 CM, "Neden Bir Dünya Görüşümüz Yok? (I-II)", Sebil, sy. 9-10, s. 5, 27 Şu-
bat-5 Mart 1976; Pınar, VI/70, s. 3-7, Ekim 1977; Mağaradakiler, s. 36
203
Materyalizm veya idealizm gibi küstah ve bütüncü nazariyele-
rin tehlikeli dünyasına sokulm am alıdır ilim. Bence, diyalek
tiği zedeleyen başlıca handikap, kuyruk sokum una iliştirilen
m ateryalist sıfatı. Diyalektik, ‘değişene çevrilen bakış, tezad-
la n n ilmi... diyalektik: şüphe. Diyalektik, daim a tedirgin, dai
m a uyanık bir şuur.
Peki sonuç?
Sonuç:
Yunan'dan Aristo mantığını alm akta terteddüt etmeyen İslâm,
çağdaş B atın ın diyalektiğinden de faydalanacak.57
57 CM, "Sakson Köleleri”, Hisar, XV/136, s. 9-11, Nisan 1975; Bu Ülke, s. 91-
94, İstanbul, 1975 (2. bas.)
204
Bakalım, nasıl?
H a tırla y a lım : tek Allah, tek kitap, tek h akikat, tek halife, tek
dü n y a ...
N a sıl o lu y o rsa , /eklik ü lk esi O sm an lı: ikilikten., y a n i ka rşıt
lıkta n , ç e lişk id e n ve ç a tışm a d a n â z a d e y e k p a re b ir b ü tü n . O
h â ld e d iy a le k tik y a sa y a h a k .v erm ek ten k a ç m m a y ıp ne y a p ıp
ed eceğ iz b u b ü tü n u n b ir d e z ıd d ın ı b u lac ağ ız : Avrupai
H e g el’in a d ı a n ıld ığ ın d a d iy ale k tik y a sa ‘belk i'lerle sü sle
n irk e n , s ıra M a n c a gelince, y ö n te m im iz b ird e n b ire ‘k e sin lik ’
kazanıveriyor.
H iç b ir m a h z u ru yok. Ç ü n k ü M a rx 'm in sa n lığ a b ü y ü k a r
m a ğ a n ı d iy ale k tiğ in h a k k ın ı v e rm e k için öyle veya böyle b ü
tü n y e te n e k le rin i s e fe rb e r e d e n M eriç'e göre, b ir to p lu m d a
ç a tışm a o la b ilm e si için, öncelik le ç a tış m a n ın ta ra fla n , y an i
h e r h a lü k â rd a sın ıfla rın o lm a sı gerekir. O sm an lı “sın ıfsız b ir
to p lu m " sa y ıld ığ ın d a n -ATÜT ta rtış m a la rım h a tırla y ın ız lü t
fe n !- b u to p lu m d a d ü ş ü n c e n in (se n te z) o rta y a ç ık m a sın ı sağ
lay a ca k b ir tez at, y a n i b ir tez-antitez de o lm a y a c a k tır k a çın ıl
m az olarak .
D ü ş ü n c e yok; z ira ç a tış m a yok!
Ç a tışm a yok; z ira sın ıfla r yok!
Ö zetle: sın ıfla r o lm a y ın c a ç a tışm a , ç a tış m a o lm a y ın c a
d ü şü n c e de o lm a y a ca k tır.
58 CM, Bu Ülke, s. 79
205
Peki niçin sınıf yok?
Çatışma nasıl sınıfların varlığıyla açıklanıyorsa, sınıflar
da yine başka bir çatışmanın varlığıyla açıklanmak zorunda.
İşte diyalektik yasa ve yöntemin yararları!
Cemil Meriç, Osmanlı toplumunda -en azından Tanzi
mat’a kadar- sınıfların ortaya çıkmayışım İslâm’la, Kur’an’la,
iman’la, kısacası nasslara (dogmalara) sıkı sıkıya sanlan
inançlı kitlelerin teslimiyetiyle açıklamayı deniyor.
Basitçe tafsil etmek istersek, imanın ve teslimiyetin ol
duğu yerde çatışma, başka bir deyişle kin ve nefret olmaz;
çatışma olmayınca, tabiatıyla sınıflar da ortaya çıkmaz. Sı
nıflar ortaya çıkmayınca smıf-çatışması da meydana gelmez.
Çatışmanın olmadığı toplum mutludur, huzurludur, keyifli
dir.
Bu sonucu mucize kelimesinden daha iyi ne anlatabilir?
İşte size Osmanlı mucizesi!
Fakat zihin burada durur mu? Durmaz; zira sınıf-çatış-
ması meydana gelmeyince, düşünce üretilemeyecek; düşün
ce üretilemediğinde de düşüncenin ifade araçları olan nazım
(şiir, yani içinde düşünce olan şiir) ve nesir (düzyazı) vücuda
gelemeyecektir.
Cemil Meriç’in ister istemez göğüslemek zorunda kaldığı
mantıkî netice işte budur.
Böylelikle kullandığı diyalektik yöntemin sonuçlarını
mecburen kabullenmek ve seslendirmek zorunda kalır. Ne
var ki bu sonuçlar, muhatablannın kolaylıkla içlerine sin
direbilecekleri türden değildir. Ne yapsın, çaresiz o da dü
şüncenin zaten pek öyle matah bir şey olmadığı türünden
-hiç de inandırıcı olmayan- birtakım iddialarda bulunma
ya başlar. Ve gün gelir söylediklerinin arkasında durmaktan
vazgeçer; "bir ilim adamı olarak: insan tarihinde mucizelere
inanmadığını’’ söyleyip işin içinde çıkar.
İmdi, tekrar 30 Kasım 1967 tarihli sosyoloji dersinin baş
langıcına dönebilir ve Meriç’in, onca iddiaya kaynaklık teşkil
206
eden öncüllerini artık örnekleriyle birlikte gözden geçirebi
liriz:
Almanya'da rasyonel felsefe doğmaz. Çünkü Almanya siyasî ve
İktisadî gelişmesini tam am lam am ıştır, burjuvazi yoktur. Fikir
adam ları ya delirirler, ya intihar ederler, ya kaçarlar (Heine,
Marx). "Düşünür, bir sınıfın düşünürüdür, sınıf olm adan dü
şünce olmaz" diyenler de var. Bu düşünce nereye kadar doğru?
Düşünce derken kastedilen, tarihe damgasını vuran düşünce
dir. İbn H aldun M üslüm an D oğunun yetiştirdiği tek büyük dü
şünürdür, am a ne babası, ne de oğlu vardır tarihte. Mütercimi
Cevdet Paşa İbn H aldun’dan tarih anlayışında geridir. Doğu’da
kapitalizm in doğm ayışm da m üslüm anlığm rolü nedir? Müslü
m anlık b ir sebep olmadan, b ir neticedir. Müslümanlık belli bir
tarihin, ekonomik-sosyal gelişmenin mahsulüdür.
59 CM, Sosyoloji Notlan ve Konferanslar, (22 Ocak 1969), s. 222. Cemil Meriç'in
İbn Haldun’la ilgili çalışmalarını ve değerlendirmelerini kitabımızın önce
ki sayfalarında yeterince incelemiş ve yorumlamış olduğumuzdan, burada
okura kendisinin 22 Aralık 1976 tarihli şu açıklamasını hatırlatmakla yeti
neceğiz: "İbn Haldun en büyük rasyonalisttir, ilmi ve dini ayırır birbirinden.
Din nasstır, inanılır; ilim akıl yoludur, ondan şüphe edilir. Şüphe edilince
düşünülür. Düşünce de medeniyeti doğurur. İbn Haldun gibi, İbn Rüşd de
rasyonalisttir. İbn Haldun tek başına rasyonalist değildir; öncesi vardır, onu
yetiştirenler vardır ve sonra onun yetiştirdikleri. Müspet düşünce İslâm me
deniyetinde vardır. Medeniyet onun için kurulabilmiştir." (HA, a.g.e., s. 68)
207
"1964'ten beri sadece Osmanlı" olduğunu söyleyen hatibi
mizin, 1967’de "Müslümanlık belli bir tarihin, ekonomik-sos-
yal gelişmenin mahsulüdür” şeklinde bir açıklama yapması,
1969’da ise, İbn Haldun'dan sonra İslâm düşüncesinin dur
masının sebebini Yves Lacoste'a istinaden "bir sosyal sınıfın
doğmamış olması'yla izah etmesi, hiç kuşkusuz ki diyalektik
yönteme sadakatinin sürüyor olmasıyla alâkalıdır. Nitekim
kızı Ümit Hanım’m da beyan ettiği üzere, bu sadakat ömrü
nün sonuna kadar devam etmiş gibidir:
60 Ümit Meriç'le Miilâkat, (haz. Zülfikar Kürüm), [İstanbul, 2006], bkz. www.ee-
milmeric.net
208
işçi sınıfı m ateryalist olacaktır. Devraldığı m iras da dinsizlik
ve m üesses nizam a karşı olmak. [8] Bizde ise durum daha
değişik. Bizde dinsizlik içtim a! b ir sınıfın bayrağı değildir.
Dinsizlik, burjuvazinin bize soktuğu bir kazıktır. [9] Osmanlı
dine dayanır, yükselmem iz de din sayesindedir. İslâmiyet akıl
la beraberdir, reddetm ez aklı. [10] Bizde devrilecek bir sınıf
da yok. [11] B a tın ın anladığı m ânâda rasyonalizm (akılcılık)
bizi yıkar.61
209
kaçınılmazdı. (Unutulmamalı ki diyalektik yasa gereği, tez-
antitez çatışmasının bir senteze yol açması zorunludur.)
210
Böylelikle Ortaçağ'm karanlıklarına dönen gerici burjuva
zinin bu üst-yapı dayanakları, sanayileşmenin (ilerlemenin)
işçi sınıfına kazandırdığı devrimci bilinç sayesinde hâk ile
yeksan olacak, diyalektik yasa her zaman olduğu gibi yine
hükmünü icra edecektir.
211
9) İslâmiyet akılla beraberdir, reddetm ez aklı.
tan benimserler.” (CM, "Aydınların Dini: İzinler”, Sebil, sy. 30, s. 5, 23 Temmuz
1976; Bu Ülke, s. 94, İstanbul, 1976; 3. bas.)
212
Burada ilginç olan husus şu: Meriç niçin bir Osmanlı mu
cizesinden söz etmiş de Türk mucizesini ilan etmekten kaçın
mış?
Belki şaşıracaksınız ama cevabı çok basit: Siyaseten ihtiyaç
olmadığı için.
Daha ileride göreceğimiz üzere, insan tarihinde mucizelere
inanmadığı hâlde, sırf iftiralara karşı durmak adına ve kadir
şinaslık göstermek amacıyla Osmanlı'yı (tabiatıyla diyalektik
yasa ve yönteme uymayan diğer olguları) bir mucize olarak ad
landırdığım 1982'de bizzat kendisi kamuoyuna ilan edecektir.
Meriç, analizinin sonunda bizi uyarmaktan kendini alamı
yor:
63 CM, Bu Ülke, s. 80
213
O sm anlı’da felsefe yoktur. İslâm cem iyetinde felsefe yoktur
aslında. Felsefesi, ancak vahiydir İslâm cem iyetinin. Felsefe
nin m evzûu: ruh, madde, im an. İslâm iyet b u n u b a ştan hal
letm iştir. Felsefe şüpheyle doğar. B atı'da felsefe vardı da ne
oldu? Neyi halletti?
214
Kelime sestir. Şiir mûsikîdir. Batı’da kelâm oyun değildir, şiir
oyun değildir. Batı’da kelime bir kavga silâhıdır. Batı’da keli
me yüzünden cemiyetler harb ederler.65
215
... tefekkürde m onogam dılar, K uran'la H adîs yetiyordu onlara.
216
— "O sm anlı tefekkürde m onogam dı, K u ra n yetiyordu ona.
İm an ın ın yalçın duvarları arkasında, dünyadan habersiz ya
şadı" diyorsunuz. Yani Osm anlı dış dünyadan tam am en ha
bersiz m iydi?
— Tam am en habersiz değildi şüphesiz. Ama dış dünyayı fazla
tanım ağa da ihtiyacı yoktur.68
68 "Cemil Meriç’e Sorular VI”, Yeni Devir, (haz. Hüseyin Yorulmaz), 7 Nisan
1982
69 CM, Jurnal II, (28 Temmuz 1974), s. 198
217
Burada hatırda tutulması gereken tanımlar bunlardır; geri
si üslûbdur.
Bir kez daha hatırlayalım: tek Allah, tek kitap, tek hakikat,
tek halife, tek dünya...
218
Böylesine tek ve tekçi bir dünyadan düşünür çıkar mı?
"Kur’an bize yetiyordu. Karşımızda aşılamayacak bir engel
yoktu ki düşünelim" diyen Meriç'e göre, bu sorunun cevabı,
tabiatıyla olumsuz olacaktır:
219
Şimdi bu ifadelere biraz dikkat edelim: A d a m y a z m a m ış ki!
Kitaplara geçm em iş.
Biri çıkıp, "Efendim siz Osmanlılann yazmadıklarını, dü
şündükleri varsa da bunlan kitaba geçirip geçirmediklerini
nereden biliyorsunuz?” diye sorsaydı, acaba Meriç bu soruya
ne cevap verirdi?
Müktesebatım hesaba çekebilecek durumda olanların, ken
disinin bu soruya ilm en ve ta h k ik e n bir cevap veremeyeceğini
tahmin ve takdir etmekte zorlanmayacaklarını sanıyoruz.
Yukarıdaki sözleri söyleyen Meriç'in aniden kendi kendine
"Düşünen insanları yok muydu?" diye sorup ardından verdiği
şu cevabın ciddiyetini takdir etmekte biz de güçlük çekmiyo
ruz:
Elbette düşünüyorlardı. Yoksa nasıl meydana gelecekti Os-
manlı mucizesi.75
220
4
Kapalı Kapılan Tekrar Açmaya Ne Lüzum Var?
221
gulamlar, huriler... Tasavvufun itibara m azhar olmaması da
bundan. Yunus Emre’de bile hep: "şol cennetin ırmakları!"76
222
1979'da şöyle diyecektir:
223
[5] Apayn bir dünya idi Osmanoğullan'nm ülkesi. Nal sesleri,
tekbir sedaları, tekbire benzeyen nal sesleri., sonra kan koku
su ile, güneşin sert şarabı ile azgınlaşan iştihalar. [6] Fârâbîyi
kim okuyacak, İbn Sina’yla kim uğraşacaktı? Avrupa, kılıcın
dan kelle damlayan akıncılara kırk haramilerin mağarası gibi
görünüyordu.80
80 CM, Jurnal I, (27 Şubat 1963), s. 125-126; krş. "Fildişi Kule’den”, Hisar,
VIII/53, s. 4, Mayıs 1968
224
Derin tefekkür, Osmanlıya o denli uzaktır ki adına düşün
ce denen bu yabancı olgu, kendisinde hep korku ve güven
sizlik duygulan uyandırmıştır. Bu nedenle de işin kolayına
kaçmıştır.
Kolayına kaçmış da ne yapmış?
Bu sorunun cevabı çok basittir Meriç’e göre:
225
Kuvve-i nutkiye... yani düşünme/konuşma/bilme yetisi;
yani akıl.
Hakikatte de böyle olmalı ki yazarımız bizi daha fazla me
rakta bırakmayacak ve bu yetinin eksikliğine üslûbunca deği
necektir:
226
kalan kalmış. Ama alışmamışız birbirimizi sevmeye. Tann da,
halife ile beraber sizlere ömür.81
227
bir üst-yapı müessesesidir. Bir îbn Rüşd veya îbn Haldun’un
yetişmesine engel olmamıştır. Hıristiyanlık terakkiye ne
kadar engelse İslâm da o kadar engeldir. Gelişen bir cemi
yet için kanattı din, çöken bir ülke için safradır. Osmanlı
İm paratorluğunun çöküşü sosyal ve ekonomik sebeplerden
dir, İslâmiyet’in bunda hiçbir rolü yoktur. Feodal istihsal sis
temi, kapitalizm tarafından bozguna uğratılmıştır.82
228
miş, bu muhteva Osmanlı övülür, göklere çıkarılırken olumlu,
eleştirilirken de olumsuz renklerle bezenmiştir, o kadar.
Peki, bu üslûb farklılığını olsun takdir etmeli değil miyiz?
Yeri gelmişken hemen belirtelim: Biz bu farklılığı sadece
takdir değil, tebrik de ediyor, hatta memleket gençleri açısın
dan böylesi mübalağaların -nisbeten- müsbet psikolojisini de
nazar-ı itibara alıyoruz; ve fakat bu tutumun bedelinin pahalı
ya ödendiğini ve koskoca bir medeniyetin ilimden, felsefeden,
edebiyattan, dolayısıyla düşüncenin araçları olan nazım ve
nesirden mahrum edilmesine gözyummayı safdil hayranlar
mekulesinin o cıvık cıvık müdahane kokan satırlarına terke-
dip hamasetin yerine bari şimdiden sonra sahih bir tasavvu
run geçmesini arzu ediyoruz.
229
Daha önce de gördüğümüz gibi, 30 Kasım 1967'de de bu
görüşünü -biraz tadil etmek suretiyle- sürdürür:
230
T arikatlar zindanın duvarında açılan b ir iki hava deliği. Daha
eski dinlerin zam an zam an dile gelişi ve Sünnîliğin kabuğunu
çatlatışı. İbn H aldun b ir kültürün gurup pırıltısı. Sonra m e
zar sükûtu, kılıç sesleri, nal şakırtıları. Ve hikm et-i vücudunu
kaybeden beyin. Kovalam ak, kaçm ak. Altıyüz yıllık tarih bu
iki kelim enin içinde.85
231
atıyla tespit edilmişti. Karımızla hangi gün yatacağımız, nasıl
taharet edeceğimiz önceden tayin edilmişti. Bu çok girift, çok
şümullü programı olduğu gibi tatbik etmek kâfi idi.87
232
B atın ın düşünerek hâlletmek zorunda olduğu birçok
m esele, Osmanlı’da nass (dogma) sayesinde düşünmeden
hâlledilmişti. İslâm, fazla düşünceye ihtiyaç bırakmadığı gibi,
şüpheye de yer vermiyordu.
Meriç şüphe hakkında da şu açıklamaları yapar:
Ş ü p h e , m eta fiz ik sa h a d a yok İslâ m ’da. Ç ünkü K u ra n , fel
se fe n in b a şlıc a k o n u la n o la n e şy a n ın , h a y atın , k â in a tın y a
ra tılışı, geleceği k o n u la n m kesin lik le çö zm ü ş. Am a m a d d î
sa h a d a şü p h e var. E lb e tte ki b u s a h a la rd a şü p h e ilm in k ıla
v u zudur.
88 "Cemil M eriç ve Felsefe, Kültür, Ç ağdaşlaşm a”, Pınar, V/58, (haz. M. Akif
Ak), s. 5-10, Ekim 1976
233
Cemil Meriç'in sadece yorumlarının değil, bu yorumlara
dayanak teşkil eden bilgi düzeyinin de fevkalâde yetersiz ol
duğunu açıkça belirtmenin, artık kendisinden kaçımlamaya-
cak bir vecibe hâline geldiğini söylemek zorundayız. Çünkü
kendisi, önce, dünyayı mahsûs (duyularımızla nüfuz edebi
leceğimiz) ve gayr-ı mahsûs (bilgimizin, duyularımızın erişe
meyeceği) şeklinde ikiye ayırıyor, ardından da İslâm adına şu
hükmü veriyor:
234
Meriç'in ifadeleriyle söylersek:
235
Bilmeye çalışmak, ister istemez şüpheye yol açar; şüpheyle
yoluna devam eder. Aklî mevzularda (âlem-i ma'kulat’ta) şüp
henin mahzurlu görülmesi şöyle dursun, bu şüphe caiz, hatta
vacib görülmüştür. Nitekim İslâm düşünce geleneğinde, âlem,
âlem-i mahsüsat (duyulabilir) ve âlem-i ma'kulat (akledilebi-
lir) şeklinde de tasnif edilmiş, dolayısıyla Meriç’in duyuları
mızın ve bilgimizin erişemeyeceğini söylediği "gayr-ı mahsüs
dünya”, aynı zamanda âlem-i m a’k ulat olarak da adlandırıl
mıştır. İslâm'ın yasağı, duyulabilir olmayan ama akledilebilir
olan dünya (idrak-ı aklî) ile ilgili değil, zat-ı Bârî-i Teâlâ, yani
Cenab-ı Hakk'm zatı (daha geniş mânâda: "gayb âlemi") ile
alâkalıdır. Basitçe ifade etmek gerekirse, İslâm Kelâmcılanna
göre, Cenab-ı Hakk'm zatına ve gayb âlemine sadece duyuları
mızın değil, aklımızın da bilgisi erişemez. Çünkü tanım gereği
âlem-i mahsüsat ile âlem-i ma'kulat “âlem-i şehadet"in içinde
ve fakat "âlem-i gayb"m dışında kalır. Bu ilkelere göre, insa
noğlu şehadet âlemini his ve akılla, gayb âlemini ise ancak
vahiy yoluyla bilebilir.
Tedkik sahamızın dışına çıkmak endişesiyle tafsilâttan
kaçındığımız için mazur görülmeyi bekliyoruz. Ancak bu ve
sileyle belirtmiş olalım ki: Osmanlı düşüncesinin üç ana da
man da (Felsefe, Kelâm ve Tasavvuf) hakkıyla tahsil ve tedkik
edilmeden, meşkuk bir biçimde İslâm, Osmanlı, Ulema gibi
genel tabirlere yaslanmak suretiyle verilen hükümlere kesin
likle güvenilemez.
Cemil Meriç'in de müktesebatı gereği bu konularda yeter
siz kalmasında şahsen bir fevkalâdelik görmüyoruz. Nitekim
9 Ocak 1981'de yayımlanan bir söyleşisinde, karşısındaki
gazeteci, kendisine "eserlerinde çok sayıda Batılı, az sayıda
Doğulu kavram ve kişinin zikredildiği”nden bahisle İkincilere
“daha fazla vakit ve yer ayırmayı düşünüp düşünmediğini" so
runca, biraz sinirlenerek şu cevabı verir:
236
— Ben Fransız filolojisinden m ezunum . Fransızca, Sosyoloji
hocasıyım. Hayatım bunlarla geçti. B unlan öğrendim, bildim.
Bu hususta hiçbir hatam yok. Başkalarının yaptıklarını da
hürm etle alkışlarım. Tek insan, tek yazar değilim Türkiye'de,
birçok insanlar yazıyorlar. Dikkat ederseniz bizim saftan hiç
kimseye çatm am ış, hiç kimseyi incitmemişimdir. B atıya karşı
pek zalimim belki, kendimize karşı hiç de zalim değilim.
— Fakat bizdeki İslâmî tefekkürü yeterli görmüyorsunuz. Bu
hususta...
— Bu kadar yazar var birader, bu kadar İslâm tefekkürüyle
meşgul olan adam var. Benim yazmış olduğumla kimse meş
gul olmamış. Anlatabiliyor muyum, ben vaiz değilim, ben
hoca değilim...
— Sorm ak istediğim şuydu: "Vak’a-yı Hayriye’den beri bizde
İslâm tefekkürünün büyük isimleri çıkmamıştır" diyorsunuz.
Bunun...
— Çıkmamıştır. Said-i Nursî var. H ürm ete lâyık başka bir
adam tanım ıyorum . Ben onu tanıdım. Ben müslüm an müte
fekkir deyince, celâdetiyle, cihadetiyle onu tanıdım, başka ta
nımadım. Hepsi pırt deyince kaçan, firar eden insanlar. Meh
m et Akif de dahil. Bir tane başka görmedim ki... Ama mazide
var. Onlan da yazdım. Cevdet Paşa var, Tunuslu Hayreddin var.
Aşağı yukarı bunlar var. Başkası yok yani. Ben Tanzimat’tan
bugüne kadar gelen Türk edebiyatını, Türk düşüncesini gayet
iyi bilirim. Bunların arasında iki tanesini çok seviyorum. Cev
det Paşayla Tunuslu Hayreddin’i. Ötekiler karışık.90
90 "Cemil Meriç’le Bir Konuşma", Yeni Devir, (haz. İhsan Işık), 9 Ocak 1981
237
Meriç’in söz ve yazılarında bu soruya karşılık gelecek muh
telif cevaplar bulunabilir.
İlk ikisi, 1975 tarihli.
1) Önce jurnaline başvuruyoruz:
Sınıfların kaotik bir mahiyet taşıdığı bir ülkenin kendine
göre meseleleri yok mudur? Gerçek entelektüel önce ülkesinin
haklarım düşman bir dünyaya haykırmakla görevlidir. Yani
rüşeymî bir mahiyet taşıyan şu veya bu sınıfın ideolog veya
demagogu olmamak, ülkesinin bütününü, bütün ülkelere karşı
müdafaa etmek vazifelerin en büyüğü değil mi? Şüphesiz ki
böyle bir tasavvur, şairane bir ütopyadır, insan kucağında yaşa
dığı toplumdan sıynlamaz. Sıyrılırsa, okunmaz ve anlaşılmaz.91
238
Avrupa’nın telkinleriyle hudutsuz hakaretlere ve iftiralara
hedef olan o muhteşem medeniyeti tanımak, tanıtmak ve be
nimsemek...
3) Okurun bu açıklamaların hakkını verdiğini kabul edi
yor; başarısız olması hâlinde, bu sefer dikkatini aşağıdaki
1982 tarihli şu uzun pasaja teksif etmesini öneriyoruz:
239
"Tarihte tek mucize vardır: Tijrk kanıyla İslâm dininin
kaynaşmasından doğan bir mucize: Osmanlı mucizesi" diyen
Meriç, bir ilim adamı olarak açıkça, "insan tarihinde muci
zelere inanmadığını” söylemekten çekinmiyor. Çünkü yaptığı
savunmanın kudsiyeti, kendisine sadece inanmadığı konular
da değil, iyi bilmediği konularda da ağır yargılar öne sürme
hakkını veriyor.
Fakat hüküm vermekte acele etmeyip söyleşiyi okumaya
devam edersek, göreceğiz ki Meriç, yine çok ileri gittiğini his
sedip geri adım atacak ve bu kez yine bir mucizenin mevcu
diyetini -teslim değilse bile- ifade etmek zarureti duyacaktır:
93 "Cemil Meriç’le Bir Konuşma”, Doğuş Edebiyat, (haz. Coşkun Çokyiğit), sn.
3, sy. 27, s. 10, Haziran 1982
240
Tedkikimizin başından itibaren aktardıklarımız kâfi mik
tarda okura fikir veriyor olsa da, biz de yeri geldikçe işaret
ve kısmen izah etmiş bulunsak da, Meriç’in Osmanlı düşünce
geleneğine ilişkin bilgi düzeyini biraz yakından görmek her
halde faydadan hâli olmayacaktır.
241
5
Üstad’la Kâtibi Arasında Bir Tartışma
Cemil Meriç’in iki ayrı dergide aynı konuya temas eden iki
yazısı, iki ayn başlıkla tam da bu tarihte yayımlanır. İki yazı
nın da konusu: entelektüeldir, yani Avrupalı aydın... Avrupa’da
aydın...
Meriç, sıklıkla yaptığı gibi, okurun dikkatini çekebilmek
amacıyla, incelemesinin başına, bizden, bizim ilim geleneği
mizden hareketle bir giriş bölümü koymak, böylelikle ilim ve
fikir tarihimizle bağlantılı kısa bir başlangıç yapmak zorun
da hisseder kendisini. Dolayısıyla her iki yazı da benzer giriş
cümleleriyle başlar.
A) Bu giriş cümlesini, önce, "Aydınlık Olmayan Bir Mef
hum: Aydın" başlıklı yazıda yer aldığı hâliyle okuyalım:
242
U lem anın o rtak sıfatı: hocalık.
B ir devrin ve b ir ü m m e tin v icdanıdır hoca; ezelî hakikatin,
yani İslâm î dün y a g ö rü şü n ü n yayıcısıdır.94
94 CM, "Aydınlık Olmayan Bir Mefhum: Aydın”, Hisar, XV/142, s. 3, Ekim 1975
95 CM, "Aydın’ın Kaderi", Kubbealtı Akademi Mecmuası, sn. 4, sy. 4, s. 34,
Ekim 1975
96 CM, "Entellektüel: Avrupalı Bir Hayvan (I)", Sebil, sy. 7, s. 5, 13 Şubat 1976
243
Müftî, kadı, fakih... yine hepsinin ortak sıfatı aynı: hoca.
Hocanın biricik vasfı ise: mücahid.
Dikkatli bir gözün, her üç hâliyle de bu giriş cümlelerinde
yer alan ad ve unvanların gayet irtibatsız bir surette ve geli
şigüzel sıralanmış olduğunu; dolayısıyla yazarın, Osmanlı
ilim ve fikir hayatının temsilcilerini saymak ve sıralamakta
fevkalâde zorlandığını farketmekte pek güçlük çekmeyeceğini
sanıyoruz.
D) Tarih: 16 Nisan 1978
Cemil Meriç, Mağaradakiler adlı eserini yayınevine teslim
eder ve çok geçmeden de kitap yayımlanır.
Kitabın ikinci bölümünde (1980 tarihli 2. baskıdan itiba
ren birinci bölümünde) entelektüel hakkındaki inceleme yazı
lan yer almaktadır: “Entelektüel yahut Avrupa’da Aydın." (s.
339-442)
Bu bölürhü ve bilhassa bu bölümün ilk yazısını gözden ge
çirdiğimizde, çok ilginç bir durumla karşılaşıyor ve eserde,
daha önce bazı farklılıklarla yayımlanmış olan inceleme yazı
sına yer verildiği hâlde, baş tarafındaki giriş kısmının (her üç
versiyonun da) geride hiçbir iz bırakmadan buharlaşarak yok
olduğunu şaşkınlık içinde öğreniyoruz.
Acaba niçin?
Cemil Meriç, Batı’da aydın konusuna geçişi sağlayan bu
giriş kısmını ve bu kısmın başlangıç cümlelerini kitaba koy
maktan acaba niçin vazgeçmiş; okurlarını -daha önce üç kez
yayımladığı- bu açıklamaları okumaktan hangi sebeple mah
rum etmişti?
Bu sorunun cevabını bulabilmek için, son makalenin ya
yım tarihiyle kitabın yayım tarihi arasında kalan bir başka
tarihe geri gidecek ve yayınevi adına kendisine kâtiplik yap
makta olan Halil Açıkgözle Cemil Meriç’in arasında geçen
uzun bir tartışmayı sabır ve tahammül göstererek takip etmeyi
deneyeceğiz.
244
E) Tarih: 1 Ağustos 1977...
Meriç, iki yıl sonra "Aydının Kaderi" (Ekim 1975) başlık
lı yazışım yeniden yazdıracaktır. Bu nedenle genç sekreterine
makinaya kâğıt takmasını ve yazmaya başlamasını söyler.
Önce, üzerinde düzeltme yapılacak cümlenin ilk hâli oku
nur:
"Ârif, m ürşid, velî... aynı b urcun yıldızlan, İslâm ’da ilim kud-
siyetle hâlelidir..."
245
Kimse anlamaz. Müphemde kalmalıyım. Âlim ile işaret edi
yorum sadece.
Genç kâtip itirazında ısrar edip, "Demek isted iğin izi âlim
kelim esi tam anlatmıyor" deyince, kendinden gayet em in bir
hâlde, Meriç -b iraz da sinirli sin irli- şu cevabı verir:
246
Üstad, kâtibinin bu cevabı karşısında duraklar.
Genç kâtip bu sahneyi şöyle tasvir ediyor:
247
Üstad m eseleyi toplamak, kendince bir vuzuha kavuştur
mak istedikçe, kâtibi ısrarla karşı koymayı sürdürür. Tabiatıy
la yargıların yerini sorular almaya başlar. Âdeta roller değiş
m iş gibidir:
248
— H ak ik at... H e r çağda, h e r devirde, h e r m ah a ld e değişir.
M u tlak h a k ik a t yoktur.
— B u h ü k m ü n ü z d e h a k ik a tin b ir b a şk a tez ah ü rü , am a
u m u m î p lan d a . B izim için h a k ik a t ne? H akikat sübjektif,
enfüsî. H erşey in b ir cevabı vardır.
— S en in ta rih in k a n la y azılm ış ta rih ti. B u n u söylüyor Avrupa-
lı. "R önesansı y a p m a k için İsta n b u l’u aldık" diyem eyiz.
— C em iyeti m ay alay an h ak ik atleri b u lm a k lâzım .
— B en ta rih in m a h z en le rin e inip hayâl olm uş hakikatleri çı
k a ra c a k değilim bu yazım da. B enim de bilgilerim hud u tlu .
249
kikatte kul ile Allah araşma da girilmez. Bu mânâda mürşid
de yok İslâm’da. Kul ile Allah arasına giren ruhban sınıfıdır.
250
parlak çıkışlarına rağmen Osmanlı'da düşünür yetişmediğini,
Osmanlı’nın düşünmediğini, düşünmeye ihtiyaç duymadı
ğını, bu nedenle de ilim, edebiyat, felsefe gibi gevezeliklere
iltifat etmediğini ısrarla vurgulamaktan -hem de hayatı bo
yunca- kaçınmamış olan Cemil Meriç’in, müdafaasını yaptığı
Osmanlı medeniyetinin ilim ve irfan kaynaklan hakkındaki
müktesebatının derecesi işte bu kadardır.
Tartışmanın hızı artık yavaşlar gibi görünür ve Meriç uz
laşmak için ilk adımı atar:
251
Avrupa terbiyesi almış insandır benim muhatabım!
Bu ihtann üzerine bir şey söylenmez ve çalışma masasın
dan kalkılır, yemek masasına geçilir. Fakat Meriç'in zihni hâlâ
aynı konuyla meşguldür:
252
Ve ardından şu açıklamayı yapmak ihtiyacı hisseder:
253
— Ben senin bu kadar âlim düşmanı olduğunu bilmiyordum.
Üç-beş şarlatan çıkmış, asırlarca milleti, ve cerre çıkan softa
lar, mollalar, dervişler kurmuş Osmanlı'yı, öyle mi? Şarlatan,
cahil herifler âlim öyle mi?
İm d i, y u k a rıd a so rd u ğ u m u z şu s o ru n u n cev ab ın ı b u ld u ğ u
m u z u söyleyebiliriz:
• C em il M eriç, B a tı’d a aydın k o n u su n a geçişi sağ lay an bu
giriş k ısm ın ı ve b u k ısm ın b a şlan g ıç c ü m le le rin i k ita b a koy
m a k ta n a c a b a n iç in vazgeçm iş; o k u rla rın ı - d a h a ön ce ü ç kez
y a y ım lad ığ ı- b u a çık lam ala rı o k u m a k ta n h a n g i sebeple m a h
ru m etm işti?
E lb e tte b u u z u n ta rtış m a sebebiyle...
M eriç’in Mağaradakiler a d lı k ita b ın d a y e r a la n "E ntelektüel
y a h u t A vrupa'da Aydın” in ce lem esin in b a şın d a n b u giriş c ü m
lelerin in tay y ed ilm esin in - ta h m in e n - tek seb eb i budur.
Bu fasla son verm eden önce, üstad ın kâtibine 5 K asım 1978’de
yaptığı şu iltifat ve itirafı d a b u vesileyle h atırlatm ak isteriz:
254
İlk gedikleri sen açtın bende. İslâm denince aklıma sadece şe
riat geliyordu. Bir de birkaç şiir vs.98
255
6
Yeniçeri Kışlaları Topa Tutulunca
256
artık fazla vakit kaybetmeden, Meriç’in bazı genel değerlen
dirmelerini aktarabilir ve Osmanlı uleması hakkında muhtelif
tarihlerde yaptığı yorumlan bir kronoloji dahilinde izleyebi
liriz.
Biraz gerilere gidiyor ve önce, 28 Ocak 1963 tarihli yorum-
lanna atf-ı nazar eyliyoruz:
Osm anoğlu hem kolu, hem kafayı tem sil ediyordu. Ulema,
m anej alanı içinde m arifetler gösterm eye m ahkûm terbiyeli
bir ata benzer, b ir araba beygirine benzer. Arabacı: hüküm dar.
K apıkulluğu intelijansiyanın ana vasfı. Altıyüz yıl hizm ete
alışm ış, em ir alm aya alışm ış, korkm aya ve susm aya alışmış;
yani izzet ve haysiyetinden vazgeçmeye alışmış. K ahram ana
taham m ülü yok bu intelijansiyanın. Ancak kamçı karşısın
da diz çöker. Faziletin yüzüne tükürm ek asırlardır becerdiği
num araların en başarılısı. Ne yapsın? Ya politika gorillerini
om uzlarına bindirip panayır soytarılığı rolüne çıkacak, ya
başka ülkelere sıvışacak. Yok demeye alışm am ış. Sırtını da
yayacağı bir sınıf yok. Sınıf dem ek şuur demek. Ne derebeyi
var, ne site. A sırlardır aynı istism ar usulleriyle toprağın be
reketini, insanın taham m ülünü tüketen tatsız tutsuz toprak
ağalan. G angster bir orta sınıf. Ve bir gecekondu proletaryası.
Bu sınıflardan hiçbiri okum az. H içbirinin istikbale ait em el
leri yoktur. H er nesil dünyanın kendisi ile sona ereceğine ina
nır. Gem isini kurtarm aya çalışan otuz milyon kaptan. Aydın...
hangi aydın?"
257
Padişah hem dini, hem dünyayı tem sil ediyordu. E sasen din
ile dünya arasında b ir aynlış da yoktu. Bu inanm ış insanlar
ülkesinin b ü tü n ruhuyla küçüm sediği k ü für dünyası b ir anda
O sm anlı’nın karşısına k a h h ar ve kadir b ir düşm an olarak çıkı
verdi: Ulem a beklem ediği bu tahavvül karşısında takdir-i İlâhî
kalesine iltica etti. Sunacağı yeni b ir teklif yoktu. D üşm anın
niçin ve nasıl yükseldiğini anlayam azdı. Allah günahlarım ı
zı cezalandırm ış ve bizi tehdit için k ü für dünyasını m uzaffer
kılm ıştı.100
100 "Cemil Meriç ile M ülâkat”, Türk Edebiyatı, (haz. Mehmet Menteşoğlu), IV/39,
s. 24-29, Ocak 1972
101 CM, Sosyoloji Notlan ve Konferanslar, (16 Mart 1976), s. 301-302
258
1963'te ulem ayı "manej alanı içinde marifetler göstermeye
mahkûm terbiyeli bir at"a, "bir araba beygirTne, hükümda
rı da ‘arabacıya benzeten Meriç’in, bu sefer tam aksi bir hü
kümde bulunmuş olmasına sevinmeli miyiz?
Arzu edenler, üslûba takılabilirler ve ulemanın methedil-
diğini düşünüp sevinebilirler. Lâkin biz, her iki hâlde de bu
abartılı tasvirlerin vâkıaya mutabık olmadığına işaret etmekle
yetineceğiz.
Meriç, 22 Aralık 1976'da ulem anın lehine konuşmaya de
vam eder:
259
ta; bir âlim’in ilmiyle, bir ârifin zühd ve takvasıyla gördüğü
hürmeti, bir idarecinin -bu idareci âlim bile olsa- gördüğü
siyasî itibarla eşleştirmek hatası işlemektedir. Nitekim bu tür
hatalar yapmasına neden olan bilgi yetersizliği, 2 Ağustos 1977
tarihli şu açıklamasında da kendini belli etmektedir:
260
7
Âlim ve Aydm
261
Fî enne’l-ulema m in beynel-beşer eb’ad a n ’is-siyase ve mezâ-
hibiha.
Sunuf-ı beşer içinde ulemanın emr-i siyasetten eb’ad oldukla
rı beyanmdadır.
262
rinde garipsenecek, hatta bazılarının yaptığı gibi reddedilecek
bir taraf da bulunmamaktadır.
Ulema sınıfı, diğer beşerî/sosyal sınıflardan belirli vasıfları
(arazları) sebebiyle temeyyüz ederlerdi ve imtiyazları -tıpkı
her beşerî sınıfa mahsus imtiyazın, o sınıfa mahsus vasıflar
la mütenasib olması gibi- işbu temeyyüz miktanncaydı. (Bu
mânâsıyla Avrupa’da sın ıf teriminin çok farklı bir gerçekliğe
tekabül ettiği ve esasen kast mânâsını taşıdığı ise elbette izah
tan varestedir.)
Bu mülâhazalara binaen, şimdi, Cemil Meriç’in açıklama
sını görelim:
Meriç, nedense daha sadık olanı değil, daha zarif olanı ter
cih eder ve bu ifadeyi yazı başlığı hâline getirmekten çekin
mez:
105 Meriç’in itibar ettiği Fransız mütercim Vincent Monteil, mezkur başlığı
şu şekilde Fransızca'ya çevirir: "Rien de moins politique qu’un intellectu
el." (Bkz. Ibn Khaldûn, Discours sur l'Histoire Universelle (Al-Muqaddima),
III/1230, Beyrouth, 1968). Baron de Slane ise bu başlığı Monteil’den
yaklaşık bir asır önce (1863’te) belki daha zarif değil (!), ama daha sadık
bir biçimde Fransızca’ya çevirmiştir: "De tous les hommes, les savants
s’entendent le moins à l’adm inistration politique et à ses procédés.” (Bkz.
Les Prolégomènes d'Ibn Khaldoun, III/223, Paris, 1938)
263
Paşanın kısa açıklam alarından olsun esaslı surette yararlana
bilir, Osmanlı medeniyetinin kurucu unsurlarından ulem anın
kuvvet ve zaaflarını daha gerçekçi ve daha insaflı bir biçimde
değerlendirmek im kânını bulabilirdi. Bulsaydı, bulabilseydi,
pekâlâ sadece yukarıdaki cüm lenin ışığında dahî kendisini şu
karmaşaya düşm ekten koruyabilirdi:
264
İbn Haldun, bu vesileyle, Batı sosyolojisinin henüz farkına
vardığı bir hakikati ifşa eder: Medeniyetler farklıdırlar. Şu
veya bu müessese, falan veya filan müesseseye benzeyebilir.
Ama bu benzeyiş yalnız bir noktadadır, bütünü kucaklamaz.
Alimler kıyas yoluyla hüküm verirler; kıyas ve genelleme yo
luyla. Müşahedelerini zihinlerindeki kalıplara dökerler. Bu
alışkanlık, birçok hataların kaynağıdır İbn Haldun'a göre.
265
ciyenin ol edilleye mutabakatı taleb olunur. el-Hasıl fukaha
kâffe-i hükm ü nazarlarında enzar-ı fikriye ve umur-ı zihniye
ile meluf olup başka şey bilmezler.107
107 Arzu edenler m etnin devam ım d a okuyabilirler: “Em r-i siyaset ve idare-i
um ur-ı m em leket m aslahatı ise sahibinin mevadd-ı hariciye ve cüziye’ye ve
ol m evaddın ahval-ı lâhika ve tâbiasına m ü ra a t eylemesine m uhtacdır. Zira
um ur-ı m ezkurede teşbih ve tan zir ile ilhaka m âni ve kendilerine tatbiki
m atlub olan emr-i küllî’ye m uhalif ve m üm ani bazı hususiyet olm ak ihtimali
vardır. Ve halbuki ahval-i ü m ran d an hiçbir şey diğerine kıyas olunam az; zira
emr-i vahidde m üteşabih oldukları gibi um ur-ı adîdede ihtim al ki m uhtelif
olurlar. Ulema ve fukaha d ahî ber-minval-i sabık ahkâm ı tam im ve um urun
bazısını bazısına kıyas etmeye m eluf olduklarından siyasete n a za r ettiklerin
de onu dahî ekseriya en zarlan kabilinden ve kendi istidlalleri nevinden bir
kalıba ifrağ etmeleriyle ekseriya galat ve hatada vâki olup bu babda reylerine
em niyet ve itim ad olunm az.
Tavaif-i m ütem eddineden ashab-ı kiyaset ve zekâvet olanlar dahî bu babda
ulem aya mülhaktır. Zira o n lar dahi ezhan-ı sâkıbeleıiyle ulem a gibi lücce-i
m eânî ve kıyas ve tem silâta dalm alarıyla girdab-ı galat ve hataya düşerler.
Ammâ avam dan tab-ı selîm ve zekâveti m ütevassıt olan kimse böyle külli
yat ve kıyasatta taam m uk ile m ân âlar intizam dan fikri kasır olup bununla
itiyadı dahî olm adığından h er m addenin hükm-ı m ahsusuna ve ahval ve eş
hastan h er sınıfın hususiyetine hasr-ı nazar edip ve lâ tevaggalenne iza ma
sebbahte/Fe-inne's-selâmete fı's-sahil (yüzerken sakın fazla açılma/emniyet
ve selâmet kıyıdadır) m üeddasınca inde’l-mevc çendan karadan ayrılmayan
yüzgeç gibi, mevadd-ı m ahsüseden ayrılıp d a zihinde tecavüz ve teaddî ve kı
yas ile hükm e tasaddî etm ediğinden emr-i siyasette galattan em in ve ebna-yı
cinsiyle m uam ele ve m uaşerette nazarı m üstakim o lur ve istikamet-i nazarı
hasebiyle emr-i m eaşında hüsn-i suret ve saadet ve âfâttan halâs ve selâmet
bulur.” (M ukaddime-i İbn Haldun'un Fasl-ı Sadis'inin Tercemesi, s. 234-237,
Takvimhane-i Amire, 1277)
266
giden bir yol izler. Lâkin olgular sayısız, herbir olgu ise biricik
olduğundan sık sık hata yapmaları kaçınılm az hâle gelir.
İkincisindeyse, mevcudiyetlerinin biricikliğini çoğu kez ih
mal edip tek tek olguları -onları hariçte (dış dünyada) ayrı
ca ve bizzat tahkik etm eye lüzum da görm eyip- birbirleriyle
irtibatlandırmak suretiyle genellem e (öm eksem e) yaparlar;
tabir-i am iyanesiyle m asa başında ahkâm keserler.
Ancak arada bir fark vardır: Kıyas-ı talilîde (tümdenge
lim) tek tek olgular tümel ilkelere (ma’kulat-ı saniye); kıyas-ı
fıkhîde (analoji) ise tekil olguların kendileriyle açıklandığı
tikel ilkelerin bu sefer Kuran ve Sün nete mutabık olmaları
gerekir; yani şer’î hükümler şer'î ilkelere, aklî hükümler aklî
ilkelere tâbi kılınırlar. İbn Haldun’a göre, mütekellim ve fu-
kahanın her iki hâlde de sıklıkla ihmal ettikleri, dış dünyanın
tahkik ve tecrübesidir.
Metin dikkatlice okunacak olursa, görülür ki: İbn Haldun’un
siyasî idare konusunda ve tabiatıyla siyasî kararların icrasında
ulema sınıfının kusurlarına ve yetersizliklerine işaret etmesi
-İm am Gazâlî sonrasında medreselerde resmen tahsiline baş
lanan- Mantık İlm in e yönelttiği ciddi itirazlar sebebiyledir.
Çünkü meslek-i hukema'nm (felsefenin) şiddetle aleyhinde
bulunan İbn Haldun, felsefecilerin (hukema) ve onlann et
kisinde kalan kelâm cılann (mütekellimîn) bilhassa metafizik
(ilâhiyat) sahadaki aşırılıklarına yol açan en temel sebeplerden
birinin, tahsilleri gereği düşünme tarzlarını doğrudan doğruya
belirleyen Mantık İlmi, daha doğrusu bu ilmin bazı bahisleri
olduğunu düşünmektedir. Nitekim m etnin sonunda açıkça bu
maksadını dile de getirmekten kaçınmamıştır:
267
lar um ur-ı hayaliye'den olup suver-i m ahsüsat onların harice
intibakını hâfız ve m u’lin olur.
268
yönelik eleştirilere dönüştürmektedir; yani â lim ile ay d m , geç
m iş ile hâl, B atı ile D oğu arasında -tek kelimeyle- 'benzerlik'
kurmaktadır.
Belirtmek isteriz ki bu akılyürütme biçimi bütünüyle sakın
calı değildir; zira doğru neticeler de verir. Sorun şu ki: Hiçbir
surette kesin netice vermez, yani sahibini burhanî ve yakınî
bilgiye (kesinliğe) götürmez.
Dahası, Meriç'in kurduğu benzerlik de yanıltıcıdır; üstelik
u lem a ile ayd ın arasındaki köklü benzemezlikleri -dayandığı
akılyürütme tarzından ötürü- ciddi ölçüde ihmâl etmektedir.
Meselâ ‘medresecilerimiz’ ifadesini, gerçekte sko la stik sözcü
ğünü vülgarize etmek suretiyle kullanmış, ideolojik taassub
ehlinin tıpkı ulema gibi "sathî benzerlikleri kanunlaştırdıkları
nı" söyleyip kendisi de çaresiz analoji yapmıştır.
Meselenin uzağında bulunması muhtemel bazı okurları
dikkate alarak burada kısa bir açıklama yapalım: Analoji, zih
nin tekil olgular arasında benzerlik kurarak yargıya varması
dır. Sözgelimi bir k o m a n d o ile bir yeniçeri arasında her ikisinin
de savaşçı/asker olması hasebiyle bir alâka kurar ve benzemez
likleri paranteze alıp biri hakkmdaki öznel yargımı diğerine de
teşmil edersem, bu işlem bir analojidir.
Unutmayalım ki her hatırlama ameliyesi, en nihayet, zih
nin analoji kurma kabiliyetinin bir sonucudur. Gündelik ha
yatta insanlar teşbih ve tem sil aracılığıyla düşünürler; çünkü
mazurdurlar. Fakat İlmî meselelerde -edebiyatta olduğu gibi—
anoloji tekniği kullanılmaz; şayet kullanılırsa, bu sefer çıkan
neticelerin kesinliğine güvenilmez.
1970lerin yoğun ideolojik kamplaşmalarından bağımsız
olarak belirtmemiz gerekirse, ulemanın tam da zıddını teş
kil eden modem aydın âilesi siyasete daha yatkındır; zira ay
dınlar hiçbir surette tüm d en g elim yöntemini kullanmadıkları
gibi, bu yöntemi kullanmalarını sağlayacak bir eğitimden de
geçmemektedirler. Bu nedenle artık aydının, Metafizik’in var-
h k-yo klu k (vücud-adem), b irlik-çokluk (vahdet-kesret), öncelik-
269
sonralık (kıdem-hudus), süreklilik-süreksizlik (beka-fena) gibi
ikinci dereceden tüm elleriyle (ma'kulât-ı saniye) herhangibir
alâkası kalmamıştır. Bu durumda bu sınıfa m ensup kimse
lerin siyasî/idarî yetersizliklerinin sebeplerini başka yerlerde
aramak gerekecektir.
Bu gerçeğe rağmen, ulema sözcüğünün yerine -zerafeti
nedeniyle- aydım yerleştirmekte tereddüt etm eyen Meriç, bu
kadarla kalmaz, birdenbire Vincent Monteil'in çevirisine sıç
rayarak bu sefer İbn Haldun’un sözlerini yine bu Fransız mü
tercim in dilinden Türkçeleştirir:
108 Bu te rcü m en in asli §ôyledir. "Un tel hom m e, dans le d om aine des prises de
position politiques, est à l’a b ri de l’idéologie, c a r il sait com m ent s’y prendre
avec les a u tre s.” (Vincent M onteil, a.g.ç., IÜ/1232)
270
Bilm iyoruz. Ancak aşağıdaki haksız ve incitici satırları
okuyünca, m etnin kendi içindeki anlamını, m etni çevreleyen
bağlam dan bağım sız okum anın biraz güç olacağını hesaba
katmaktan da kendim izi alamıyoruz:
109 M eselenin a y rın tıların ı izah etm ek bizi sadedden uzaklaştıracağı için, ilgi
lenenlerin önce A hmed Cevdet Paşa’nın aşağıda sund u ğ u m u z açıklam ala
rın ı o k u m aların ı, so n ra d a M eriç’in değerlendirm eleriyle bu açıklam aları
karşılaştırm aların ı tavsiye ederiz: "İşbu fasl-ı sadisin m ebadisinde -m ü e l
lifin beyan ettiği v eçh ile- hassa-i insaniye olan fikrin üç m ertebesi olup,
birincisi: yapacağı şeyin esbab-ı m ü retteb esin i tasavvur etmek; İkincisi:
ebna-yı cinsiyle m u aşeretin usul u rusum -ı lâzim esini bellemek; üçüncüsü:
m a lu m a t-ı zihniye’den m eçhulâtı istihsal eylemektir. İşbu m ertebe-i salise
hikm et-i nazariye nin m ebnası olarak b ir fikr-i dakik olm asıyla bu m erte
bede herkes derece-i zekâvetine göre terakki bulur. Fakat m ah sü sattan te-
baüd etm esiyle h atad an tem yiz için K anun-ı M antık’a m uhtaç olur. Amma
m ertebe-i saniye tecrübe ile hasıl olarak m a h sü sattan baîd olm adığından
b u n d a tam ik-i en za r ve tedkik-i efkâra h acet olm ayıp fakat tecarib-i kesire-
ye veyahut eslâfa taklid ve ittib a eylemeğe m u h taç olur. Ve ezkiya ekseriya
d ûrbîn-i n azarların ı feza-yı m eânî-i baîdede i’m al ve istim al ile bu mertebe-i
saniyeden teb aü d ederek ve husus-ı m adde kabilinden olan şeyleri kendi
271
M eriç'in A hm ed Cevdet P a şa y a m u h ab b et b esled iğ i ve hat
ta zam an zam an takdirlerini gizlem ed iği de bilinir. M eselâ şu
satırlara bir g öz atalım :
kaide-i zihniyelerine tatbik daiyesiyle ashab-ı tecrü beye taklid ve eslâfa itti-
ba vadisine ten ezzü l etm eyip yükseklerde pervaz ile m en cerrebe'l-mücerrebe
hallet bihi'n-n edam et [tecrübe ed ilm iş olanı tecrübe etm eye kalkışan kişi
pişm an olur] tarikasına giderek düçar-ı varta-i galat ve hata olurlar. Ule
m a ve fukaha ise daim a m ertebe-i saliseden olan enzar-ı fikriye ve kavaid-i
külliye ile m eşgul ve m evadd-ı hâriciyeyi m azbut-ı ceride-i hafızaları olan
külliyata tatbik ile m elu f olduklarından m ertebe-i saniyede bu lunan ve zih
n in harice tatbikini istilzam eyleyen um ur-ı siyasiye, yani hüsn-i idare-i
cem iyet-i beşeriye raddesinden baîd bulunurlar. Ve eğerçi m ertebe-i sali
sen in tahsili m ertebe-i saniye’nin husulüne m âni ve m uarız ve bi-ibaretin
uhra hikm et-i nazariye hikm et-i am eliye’ye m üm ani ve m ünakız olm ayıp
şarkda îb n Sina ve garbda Vezir İbn B acce ile Kadı İbn R üşd gibi şeyh u
reis-i hukem a ve m ü ellif îb n Haldun ile m u a sın bulunan Vezir İbn’ul-Hatib
ve Devlet-i Aliyye'de Kem al Paşazâde ve İdris B itlisi ve E bu’s-Suud gibi
n ice fuhul-ı ulem a ve fuzelâ m ü şir ve m üsteşar-ı devlet olarak reylerinden
selâtin-i salife idare-i hüküm ette istiane etm işler idi. Ve hikm et-i nazariye
ve a m eliye’de kesb-i m eharet ile bile rüzgâra tecrübesi sebkat edenlerin reyi
ve fikirleri her halde m evsuk ve m utem ed olacağı emr-i aşikâr ve içtihadın
bir şartı dahî m uam elât-ı nâsa vukuf olduğu derkârdır. Ancak böyle her
tarafta tefennün ve her tarafta m üm arese ve tem errün edenler nevadir u
şevaz kabilinden olarak ekseriyet üzere m üellifin beyan eylediği kaidenin
cereyanı m eşhud ve m ücerreb olup bu m isillu kavaidde dahi m atlub olan
ekseriyettir.”
110 CM, ‘T eni Bir Kurban: Cevdet Paşa", Hisar, X1H/112, sh. 6-9, N isan 1973;
“Yeni Bir Kurban Daha: Cevdet Paşa”, Ümrandan Uygarlığa, s. 240-247, İstan
bul, 1974
272
Çok gariptir, bu ifadelerin e rağm en, Cem il M eriç bu değer
li âlim hakkında h iç de h oş olm ayan sözler sarfetm ekten de
çekinm em iştir. N itek im kendisi, O sm anlı'da d üşü nce ve d üşü
nür, d olayısıyla n esir (düzyazı) olm adığı, O sm anlı'nın n esir le
Tanzim at'tan son ra karşılaştığı, çünkü bu tarihten itibaren
Batı'dan kötek yem ey e başladığı şeklindeki m ezkur iddiala
rına yer verdiği Şiirden D üşünceye başlıklı yazısında Ahm ed
Cevdet P a şa y la ilgili olarak şöyle der:
111 CM, "Şiirden D üşünceye”, Pınar, VI/67, s. 9-10, Tem muz 1977. Meriç, bu
yazıyı kitabına alırken, Ahmed Cevdet Paşa'nın adını m etinden çıkarmıştır.
(Bkz. CM, M adaradakiler, s. 65)
112 HA, a.g.e., (10 Ağustos 1977), s. 249
273
8
Ezelî Bir Şifadır Aldanmak
274
• Çağdaş akılla izah edemeyiz Fatih’in Akşemseddin'e olan bağlı
lığını.
• Osman Gazî’nin rüyası hakikat mi, bilemiyoruz. Çağdaş ilmin
konusu bu değil!
275
İkincisi: Ülkemizdeki m evcut eğitim düzeyi, henüz bu m e
tinleri anlayacak, yorum layacak ve dolayısıyla değerini takdir
edebilecek ehil kim selerin yetişm esini m üm kün kılm adığın
dan, bilenlerin çoğu da terk-i dünya eylediğinden, b ir bütün
olarak Osmanlı düşünce m irası, sağlıklı çözüm ve yorum iş
lem lerine bir türlü konu olam am akta; bu nedenle de ehliyet
ten yoksun kalem erbabım n beylik lâflarıyla gittikçe daha da
kalın bir hicaba bürünm ektedir.
276
di değerlerinde bulmak istedi. Yıllarca taşrada/dışarıda arar
ken, birçoğumuz gibi o da onu en nihayet kendi evinde buldu.
Vecd ile, şevk ile, aşk ile sarıldı kendi hakikatine. Yaptığı, sa
dece duyduklarını duyurmak, gördüklerini göstermekti.
Bizim talihsizliğimiz.
Sorun tam da buradaydı; yanlış duyduklarını çaresiz
yanlış duyurdu; eksik ve kusurlu gördüklerini eksik ve ku
surlu gösterdi. O da birçok çağdaşı gibi Kartaca'nm tarihini
Roma’dan dinlemişti ve ne yazık ki dinledikleri de zihninde
silinemeyecek izler bırakmıştı.
Gözlerini kaybettiği için -ki bu acı ve ızdırabm insan ru
hunda açacağı rahneler nicedir!- gönlünce okuyup sevgili
kitaplarının arasına dilediği gibi dalamadı. Yılmadı, çalıştı,
didindi, çaresiz başkalarının kanatlarıyla uçmaya çalıştı. Ne
kadar yapabilecekse, ancak o kadarını yaptı. Bilmediği, ya
kından tanımadığı vâdilerde gezmekten, konuşmaktan, yaz
maktan kaçınmadı. Bir kartal, etrafındaki irili ufaklı kum
ruların kanatlarına yaslanarak ne kadar yükselebilirse, o da
ancak o kadar yükselebildi.
Peki ne istiyordu?
Sesini duyurmak, sadece sesini duyurmak.
"Çok aldandım ama kimseyi aldatmadım" der bir defasın
da. Doğru. O kimseyi bile bile aldatmamıştır; sadece inandık
larını, doğru bildiklerini söylemeye çalışmıştır.
1 Nisan 1979 tarihli şu itiraf Cemil Meriç'e attir:
277
düpedüz edepsizlik. Herkes b ir m ukaddese sarılmış. Mukad
deslerin abes olduğunu nasıl iddia edebilirsin? Teklif edebi
leceğin hiçbir değer yok. İbn Haldun, Balzac, Marx... tezatlar
içinde çırpınan birer divane. Neyi aydınlatmışlar, kime göre
aydınlatmışlar? Zavallı Fikret! “İnan Haluk, ezelî bir şifadır al
danmak" demiş. Galiba tek doğru söz b u.115
278
acılarıyla bile güzel, kusurlarıyla bile muhteşem" demekten
kendimizi alamayız.
27 Şubat 1963 tarihinde günlüğüne düştüğü şu notlar,
Meriç'in kendi trajedisini ne derecede farketmiş olduğunu
gösteren en samimi kayıtlardan biri olarak okunmalı:
279
çişiz kalmış; Buda kovalanm ış, tsa çarm ıha gerilmiş, Gandi
öldürülm üş. İnsanlar ışığa, hayata, sonsuza düşm an. O nlan
rahat bırak. Ve yaşa! Aydınlanmak için yan, aydınlatm ak için
değil.118
118 CM, "Fildişi Kule’den”, (5 Haziran 1966), Hisar, DC/66, s. 14, Haziran 1969;
krş. "Bu Yangına Herşeyini Atacaksın”, Yeni İnsan, V/56 (8), s. 9, Ağustos
1967; Bu Ülke, s. 147
280
Cemil Meriç Kaynakçası
I. Kitaplar
A. Telif
1. Hind Edebiyatı, İstanbul 1964; Bir Dünyanın Eşiğinde, 1976, 1979,
1994
2. Saint-Simon: İlk Sosyalist, İlk Sosyolog, İstanbul 1967, 1995
3. Sosyalizm ve Sosyoloji Tarihinde Pierre Joseph Proudhon (1809-
1865), İstanbul, 1969 (ayn basım)
4. İdeoloji, İstanbul, 1970 (ayn basım)
5. Bu Ülke, İstanbul, 1974, 1975, 1977, 1979, 1985, 2004
6. ümrandan Uygarlığa, İstanbul, 1974, 1977, 1979, 2005
7. Mağaradakiler, İstanbul, 1978, 1980, 2005
8. Kırk Ambar, İstanbul, 1980, 2004-2006
9. Bir Facianın Hikâyesi, Ankara, 1981
10. Işık Doğudan Gelir, İstanbul, 1984
11. Kültürden İrfana, İstanbul, 1986
B. Tercüme
1. Honoré de Balzac, Altın Gözlü Kız, İstanbul, 1943
2. Honoré de Balzac, Onüçler'in Romanı: Ferragus, İstanbul, 1945
3. Honoré de Balzac, Otuzundaki Kadın, İstanbul, 1945
4. Honoré de Balzac, Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti, İstanbul,
1946, 1973
5. Victor Hugo, Hemani, İstanbul, 1956, 1966
6. Victor Hugo, Marion de Lorme, İstanbul, 1966 (M.S. Kılıççı ile or
tak!aşa)
7. Antoin Meillet-Michel Lejeun, Dillerin Yapısı ve Gelişmesi, İstan
bul, 1967 (B. Vardar ile ortaklaşa)
282
8. Uriel Heyd, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1980 [L.
Çataloğlu ile ortaklaşa]
9. Thornton Wilder, Köprüden Düşenler, İstanbul, 1981 (L. Çataloğlu
ile ortaklaşa)
10. Maxime Rodinson, Batıyı Büyüleyen İslâm, İstanbul, 1983
C. Günlükler, Ders Notlan, Sohbet, Söyleşi ve Konuşmalar
1. Jurnal /-//, (haz. Mahmut Ali Meriç), İstanbul, 1998 (1. bas.
1992-93)
2. Sosyoloji Notlan ve Konferanslar, (haz. Ümit Meriç), İstanbul, 1993
3. Cemil Meriç ile Sohbetler, (haz. Halil Açıkgöz), İstanbul, 1993, 2005
4. Cemil Meriç ile Söyleşiler, (haz. Mehmet Tekin), İstanbul, 2003
5. Bulutları Delen Kartal: Cemil Meriç ile Konuşmalar, (haz. M.
Armağan-S. Coşkun), İstanbul 2004
6. Cemil Meriç, (haz. Murat Yılmaz), Ankara, 2006
II. Dergi ve Gazeteler
1940
1. İnsan (1941)
2. Yeni Edebiyat (1941)
3. Yeni Yol (1942)
4. Ayın Bibliyoğrafyası (1942)
5. Yurt ve Dünya (1944)
6. Yücel (1944-1946)
7. Tan (1944)
8. Tasvir (1945)
9. Gün, (1945)
10. Amaç (1946)
11. Yeni Sabah (1946)
12. Yedigün (1947)
13. Yirminci Asır (1947-1948)
1950
14. Yirminci Asır (1953)
1960
15. Sosyoloji, (1964-1968)
16. Yapraklar (1964-1965)
17. Dönem (1965)
18. Çağn (1965-1966)
283
19. Yeni İnsan (1967-1970)
20. Hisar (1967-1980)
21. İş ve Düşünce (1968)
1970
22. Katkı (Eylül 1970-Ocak 1971)
23. Türk Edebiyatı (1972-1984, 1987, 1993)
24. Hareket (1972-1979)
25. Ortadoğu (1974)
26. Tercüman (1974)
27. Yeni Sanat (1974)
28. Millî Gençlik (1975)
29. Kubbealtı Akademi (1975-1979)
30. Töre (1976)
31. Sebil (1976- 1977)
32. Büyük Gazete (1976)
33. Pınar (1977-1979)
34.Köprü (1977-1979)
35. Yeni Asya (1977)
36. Divan (1978)
37. Devlet (1978)
38. Büyük Doğu (1978)
39. Nesin Vakfı Yıllığı (1978)
40. Gerçek (1978-1979)
41. Son Havadis (1979)
42. Meşale (1979)
43. Birikim (1979)
1980
44. Milli Eğitim ve Kültür (1980-1983)
45. Millî Kültür (1980)
46. Yeni Devir (1981-1983)
47. Yazko Edebiyat (1982)
48. Mavera (1982)
49. Hamle (1983)
50. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (1983)
51. Doğuş Edebiyat (1983-1984)
52. Tarih ve Toplum (1984, 1987, 1994)
53. Hürriyet-Gösteri (1985, 1989)
54. Boğaziçi (1985)
284
55. Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi (1985)
56. Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı (1986)
57. Yeni Nesil (1987)
1990-2000
58. Türk Edebiyatı (1993)
59. Yeni Şafak (1997, 2006)
60. Cogito (2002)
285