Professional Documents
Culture Documents
ISBN 975-458-445-1
OTM 11027302
Basımevine.fik Matbaası (0212) 551 55 87
Matbaacılar Sitesi 40 Güneşli 34212 İstanbul
TÜ RKİYE ^ BANKASI
Kültür Yayınları
hangi küreselleşme
Attilâ İlhan
Deneme
İÇİNDEKİLER
Dünyanın Tartıştığı
1. Dünyanın Tartıştığı ...................................................... 15
2. “ Kapitalizm, Kapitalizm’e Karşı!..” .......................... 17
3. Kitap Ne Diyor? ........................................................... 20
4. Pazar Sömürgeciliği .................................................... 22
5. ‘İhracat’ ya da ‘Ölüm’! ............................................... 25
6. Bu Nasıl ‘Dostluk’ ? ..................................................... 27
7. Elini Verme, Kolun Gider! ......................................... 30
8. ‘Avrupalılık, Öyle mi? .............................................. 33
9. İş Daha Zorlaşır! .......................................................... 35
10. Atatürk Çizgisi, İnönü Çizgisi... ................................ 38
11. ‘Yeni Dünya’ Eskidi mi? .............................................. 40
12. ‘Köşeyi Dönmek’ İsterken ........................................... 43
13. Hesap Ortada! .............................................................. 45
14. Uyaran Uyarana! ......................................................... 48
15. Kılavuzu Karga Olanın... ............................. 51
16. ‘Sistcm’in Bekçi Köpeği: ‘ imi” .................................. 53
17. ‘Bir Şarkıdır, Bu!..’ 56
5
10. ‘Destek’ m i,‘Köstek’ mi? ............ 90
11. Birileri, Bililerini Aldatmıyor mu? ......................... 92
12. Cumhuriyet, O ‘Rüya’yı Reddetmiştir!.. .................. 95
13. ‘Gümrük Birliği, ‘Rüya’ Değil, ‘Kâbus’ !.. ............. 98
14. ‘Dahili ve Harici Bedhahlar...’ ................................. 101
15. ‘Tahta At’ Uysal Değil ................................................. 104
16. Derviş’in ‘Fikri’ v e ‘Zikri’ .......... 107
17. ‘Hızlı Gelişen Stratejik Pazar’: Türkiye!...................... 110
18. Sınırlarımızdan‘Taşan’ Sermaye... ............................. 115
19. ‘Çok Kültürlülük’ M eraklısı.......................... 116
20. A m aç‘Ulusallığı’ Yok Etmek! .................................... 118
‘Küreselleşm e’
1. ‘Küreselleşme’ ............... 125
2. Sistem’in ‘Uslu Çocuğu’ Nasıl Olur? ......................... 127
3. ‘Küreselleşme’ m i,‘Kutuplaşma’ mı? ........................ 130
4. ‘Küreselleşme’nin Perde Arkası ................................ 133
5. ‘Küreselleşme’nin Gerçek Anlamı... ................... 136
6. ‘Ahtapotun Kolları’ ... ............................................. 1.38
7. ‘Küreselleşme’nin İçerdiği‘Kutuplaşma’ 141
8. ‘Küçülecek’ Olan H angi‘Devlet’ ? ........................... 144
9. ‘Özelleştirme’ Tekliyor! 146
10. ‘Küreselleşme’ Teklemiyor mu? 149
11. Biz, N e ‘Amerika’lar Gördük!...................................... 152
12. ‘Küreselleşme’, Külfetsiz‘Avanta’...................................155
13. ‘Küreselleşme’, ‘Freni Patlamış’ Tren mi?.. ............... 157
14. ‘Çağını Anlamak’ 159
15. ‘Rezilliğin’ Faturası ‘Lâikliğe’ Çıkarılıyor .............. 162
6
12. Nereden Nereye? .......................................................... 202
13. ‘Tuzak’ Hep Aynı‘Tuzak’ !............................................ 205
14. ‘Uzman’ın Açıkladığı Gerçek... ............................... 207
15. ‘Aslan’ı ‘Kafes’te Tutmak!............................................. 211
16. ‘Liberalliğin’ Sonu, Sefalet!........................................... 213
17. ‘Kıskaç’ın İki Ucu... .................................................. 213
7
11. Kabahat Bizde m i,‘Gâvur’da mı? .............................. 315
12. Bu N asıl‘Değişim’? ..................................................... 318
13. ‘Batılı’ Olmayana, ‘Düşmanlık’ !................................... 321
14. Ömer Kâzım’lar ‘Nasıl Üretilir’?.................................. 324
15. Yurdu Aleyhine ‘Parmak Kaldırmak’ !......................... 327
16. Nerede Eski ‘Dönekler’?............................................... 330
17. ‘Dönekliğin’ Altyapısı .................................................. 333
18. ‘Dönek’ Lüks Bir ‘Tüketicidir’ ................................... 336
19. Uşakların ‘Şıklığı’ ........................................................... 339
20. Hayal Bu Ya!.................................................................. 341
21. ‘Meçhul’ imi 'linin ‘İtirafları ...................................... 344
22. Bu ‘Kemeri’ Sıkmak, Bitmez!........................................ 346
23. iMF’nin ‘Gerçek’ Yüzü... ............................................ 349
24. ‘Sınıf Mücadelesi’ Bitti mi?........................................... 352
25. ‘Bilgi’ Çağında ‘Sınıflar’................................................ 354
26. ‘68 Kuşağı’...................................................................... 356
KİT’ler K a lk ın m a n ın ‘K a le le r i’
1. KİT’ler Kalkınmanın Kaleleri ...................................... 361
2. KIT’lerin ‘Günahı’ Ne? ................................................. 364
3. Asıl Korktukları ........................................................... 366
4. Bakmayın Siz Onlara! ................................................. 369
5. ‘Kimin Malını Kime Satıyorlar?’ ................................ 371
6. ‘İstiklâl Savaşı’ Neyse.................................................... 374
7. Bu ‘Kazığı’ Yiyecek miyiz?............................................ 377
8. Hiç mi Utanmazlar? ..................................................... 379
9. Âlemin Enayisi Biz miyiz? .......................................... 382
10. IMF ile Kafalar Uymuyor! ........................................... 385
11. Adı ‘Özelleştirme’, Amacı Başka.................................. 387
12. ‘Özelleştirme’ye Tepki Yoğunlaşıyor! ........................ 390
13. ‘Özelleştirme’nin Asıl ‘Gerçeği’ .................................. 393
14. ‘Mucize’nin Sırrı ........................................................... 396
15. ‘İkili Çıkmaz’ ................................................................ 399
16. Liderler ‘Neden’ Değişiyor? ........................................ 402
17. ‘Akbabalara’ Açık D avet:‘Özelleştirme!’ .................. 405
18. ‘Sis Çam’ Gibi ............................................................... 408
19. Çocuk mu Kandırıyorlar? ........................................... 411
20. Az m ı‘Küreselleştirdiler’ Bizi?...................................... 413
21. KİT’ler Bir Ağızdan’ ........................................................ 416
8
‘ÖNSÖZ’YERİNE
9
başlı temellerinden birini oluşturan ‘ulusal pazarı’ öl
dürdü; onu ortadan kaldırıp, ulusal kapitalizmi sersem
ederek, kamu yönetiminin etkisini azalttı. Artık devlet
ler, pazarlarının kapasitesini karşılayam ıyor; merkez
bankalarının rezerv hacimleri, spekülatörlerin vurucu
gücü karşısında gülünç derecede âciz kalıyor; artık dev
letlerin, ne kendilerinin ne yurttaşlarının çıkarlarını
koruyabilecek çaresi var, ııc de piyasaların aleyhteki et
kisini azaltabilecek, sermayelerin ürkütücü saldırısını
önleyebilecek çaresi! Yönetim sorum luları, ister iste
mez, IMF gibi, Dünya Bankası gibi, OECD gibi uluslara
rası kuruluşların önceden belirledikleri politikaları uy
gulamayı kabul ediyorlar...” (Le Monde Diplomatiqı<e,
Ocak 1997, s. 1)
Bir anda, ipi kendi elleriyle boyunlarına geçiriyorlar;
elbette, bu ‘acı hap’ bir güzel ‘yaldızlanarak’ yutturulu
yor: Türkiye, merkez sağ/merkez sol iktidarlar tarafın
dan, neredeyse yarım yüzyıldır ‘serbest teşebbüs’ masa
lı dinliyor; Ozal’dan bu tarafa, ‘özelleştirme’ ve ‘küresel
leşme’ ninnisiyle uyutulmaktayız; farkında olmasak da,
çekip götürüldüğümüz yer, ‘globaliter devlet’ olmanın
kapısı; M üdafaa-i H ukuk Cum huriyeti’nin, böylelikle
bütün ekonomik ‘fetihlerini’ kötülıiyor, karalıyor, yok
pahasına elden çıkarıyorlar; kimin için, kimin yararına?
T ürkiye’nin mi? Hayır!
“ ... son çeyrek yüzyıl içinde, siyasi sorum lular mo-
naterizm’e, serbest ticaret’e, kitle halinde özelleştirme’ye
ve sermayenin serbest dolaşımına yeşil ışık yakıp, kamu
nun müdahale hakkını kısıtlayarak, bazı çok önemli alan
larda, meselâ yatırımda, istihdam da, sağlıkta, eğitimde,
kültürde, çevre sorunlarında karar verme hak ve yetki
sini, kamu kesiminden alıp özel sektöre devrettiler; bu
yüzdendir ki, günümüzde, dünyanın en büyük iki yüz
10
ekonomisinin yarısından fazlası artık birer ülke değil,
birer şirk ettir...”
“ ... son çeyrek yüzyıl içinde ekonominin çokuluslu-
laşması, göz kamaştırıcı şekilde arttı, 70’li yıllarda çoku
luslu şirket sayısı birkaç yüzü geçmez iken, bugün kırk
binin üzerindedir ve eğer yeryüzünün iki yüz bellibaşlı
teşebbüsünün iş hacmi gözden geçirilirse, elde edilecek
oranın, dünya ekonomik faaliyet hacminin dörtte biri
ni aştığı görülür; oysa, bu iki yüz firma sadece 18 milyon
sekiz yüz bin işçi kullanmaktadır, bu rakam yeryüzün-
deki işçi sayısının ancak yüzde 0 .7 5 ’id ir ...” (Le Monde
Diplomatique, Ocak 1997, s. 1)
İşin acı tarafı odur ki, Ignacio Romanet’nin verdiği
rakamlar, ‘mal üreten, mal alıp satan, somut hizmetler
gören' ‘gerçek ekonomi’ alanına ait, ‘gerçek ekonomi’ye
oranla, finans ekonomisinin iş hacmi elli defa daha bü
yük, hesaba o da karıştırılırsa çokuluslu şirketler karşı
sında, ulusal devletin ağırlığı, handiyse hiçe indirgenmiş
oluyor.
Türkiye, 30’lu yıllardan itibaren ‘totaliterlik’ rüzgâ
rına direnememiş, inkılâpçı cumhuriyetin otoriterliğin
den, bir ‘tek parti’ totaliterliğine sürüklenmişti; 1950’ 1i
yıllardan bugüne kendimizi demokrasiye geçmiş olmak
la avutuyoruz; oysa ‘özelleştirme’ masalına inanmış,
paldır küldür ‘globaliterliğe’ doğru sürüklenmektedir;
üstelik daha ‘sivil’, daha ‘demokrat’, daha ‘insan hakla
rına dayalı’ bir düzene ‘dönüştüğünü’ zannederek!..
‘40 karanlığı’nda şair ne demişti, hadi gel de şimdi ha
tırlama:
“ ... gün gibi âyân oldu içime, encamı fenadır bu gi
dişatın !..”
Attilâ İlhan
Şubat 1997 (M açka/İst.)
Dünyanın tartıştığı
1
DÜNYANIN TARTIŞTIĞI...
12 Ekim 1991
15
güçlü daima daha güçleniyor, güçsüz daima daha yok
sullaşıyor; yeryüzünde bir ülkeler azınlığı, her ülkede bir
aileler azınlığı, servetin çoğunu elinde tutmaktadır; üs
telik piyasa ekonomilerinde yolsuzluk, rüşvet ve fuhuş al
mış yürümüştü; ancak demirden bir disiplin, -Lenin’e
bakarsanız: kadife eldivenli demirden bir el- işleri yo
luna koyabilir, hem özgürlüğü hem adaleti gerçekleşti-
rebilirdi.
Hem Komintern, hem Anti-Komintern Paktı (M ih
ver), savaş öncesinde dünyaya birer ‘yeni nizam’ öner
mişlerdi; neyin alternatifiydi bu yeni nizam, hiç kuşku
suz ‘demokrasilerin’ savunmakta olduğu liberal kapita
list ‘piyasa ekonom isinin’!
Sağcı totaliterlik savaşın hemen ertesinde, solcu tota
literlikse, son on yılın içinde ‘çökertildi’; bu işi, 30’lu yıl
larda ‘iflâs ettiği’ öne sürülen liberal kapitalizm yapmış
görünüyor; onun için de, günümüzde insanlık için, tek
ve gerçek kurtuluş; geri kalmış ülkeler içinse, tek ve ger
çek kalkınma yolunun, o olduğu tekrarlanıp duruyor; iyi
de, 30’lu yıllarda insanlığı alternatif aramaya iten ‘ge
rekçeler’, acaba tamamıyla ortadan kalktı mı?
Dünyada tartışılmakta olan şimdi bu!
Jacques Julliard, iki önemli noktanın altını çizmiş:
1/ Bir kere, eğer Avrupa’da sosyal dem okratla
rın, Amerika’da Amerikan Solu’nun katkısı olmasaydı,
demokrasiler, totaliter diktatörlüklerin kesinlikle hak
kından gelemezdi. Batılı gelişmiş endüstri ülkelerini,
‘m ünhasıran’ saf kapitalizmin ürünü gibi göstermek,
düpedüz sahtekârlıktır. Eğer onca zaaflarına ve adalet
sizliklerine rağmen, bu ülkeler, eski D oğu Bloku ülke
lerine birer model ya da birer vitrin oluşturuyorlarsa, bu
geniş ölçüde, o Batılı ülkelerde işçi sınıfının toplum sal,
sosyalist partilerinse siyasal aksiyonu sayesindedir.
16
2/ İkincisi, daha da ilginç: " ... sosyalizmin getirdi
ği eleştiriler olm asa, kapitalist endüstriyel ‘sistem’, dün
yanın dört önemli sorununu çözmek yeteneğinden yok
sundur.
a/ Uluslararası para sisteminin bozukluğu, b / Üçün
cü Dünya ülkelerinin ekonomik yönden geri kalmışlığı,
d şehir uygarlığının içine düştüğü ciddi bunalım: fuhuş,
alkolizm, uyuşturucu salgını, şiddet merakı vb. d/ çev
re kirliliği ve doğanın ciddi şekilde tahrip edilmesi!
Yalnızca serbest teşebbüs hastaları, gözü dönmüş yan
daşlar, tek başına pazar ekonomisinin bu sorunlara çö
züm getirebileceğini iddia edebilirler.” (Le Nouvel O b
servateur , 2 Ekim 1991)
Şimdi şapkamızı önümüze koyup, düşünmek zama
nıdır: yoksa insanlık, topyekıın savaşlara, kanlı ihtilâl
lere, akıl almaz diktatörlüklere rağmen, dönüp dolaşıp
kendini aynı yerde mi buluyor?
Kim, ‘liberal kapitalizm bu dört ana sorunu çözdü’
diyebilir ki?
15 Ekim 1991
17
ran kırana rekabet, altta kalanın canı çıksın: herkes yük
selebilmek için birbirinin kafasına basıyor.
Quartier Latin’deki Mahieu Kahvesi’nde, Fabian sos
yalisti M iss Higgins, iri erkek elleriyle üstüne başına
dökülen sigara küllerini silkerek; bu ‘vahşi’ kapitalizmi,
zamanla sosyal demokrasinin ‘evcilleştirdiğini’ söyler
di; işçilerin örgütlenmesi, ilerici aydınların ‘devreye gir
mesi’, geçen yüzyıl boyunca üst üste patlak veren ihti
lâller; hele en sonuncusu, yâni 1917 Sovyet Devrimi, o
vahşi ve yırtıcı kapitalizmin, kendine bir çekidüzen ver
mesini zorunlu kılıyor.
Michel Albert’in, Kapitalizm, Kapitalizm’e Karşı ad
lı eseri Fransa’da epeyce patırtı kopardı; tartışmaları iz
lerken, acaba niye bunları hatırladım?
Ama, önce galiba yazarın dediğini özetlemek gere
kiyor.
Ünlü yazar M ax G allo ’nun verdiği özet şöyle:
“ Hangi tip kapitalizmde yaşam ak istiyoruz? Michel
Albert neredeyse pedagojik bir açıklıkla bu soruyu soru
yor ve bu sorunun acil bir cevap beklediğini ilave edi
yor; zira, oldum olası piyasa yandaşı bu yazara göre, ar
tık rakibin (alternatifin) kalmadığı şu sıralarda, kapita
lizm yeniden tehlikeli olmaktadır. Ona göre Reagan ile
Thatcher’in ‘m uhafazakâr’ devrimiyle, komünizmle sa
vaştan galip çıkan sistem, tehlikeli bir yola girmiştir: öy
le bir kum arhane-ekonom isi meydana kondu ki, istik
bal, anlık spekülasyonlara feda edilmektedir; bu ekono
mi, toplum sal dokuyu (cohesion) tahrip ediyor, eşitsiz
likleri ağırlaştırıyor, eğitim ve sağlık politikalarını tehdit
ediyor; hâttâ, dem okrasinin işleyişini (seçimlerde çe
kimserlik arttığına göre) aksatıyor. Michel Albert, bu
neo-Amerikaıı modeline karşı; adına Rhénan (Alman)
M odeli dediği, sosyal bir piyasa ekonomisini, bir ‘insan
ıs
yüzlü kapitalizmi’ ona karşı çıkarıyor; yâni kapitalizmin,
Hıristiyan ahlâkı ve sosyal demokrasiyle bir bileşimi
demek olan ‘Sozialmarktvvirtschat’ı!..” (Le Nouvel O b
servateur, 2 Ekim 1991, s. 24)
Başka bir yazar, Jacques Julliard, başka bir özet ve
riyor:
Michel Albert, kapitalizm içinde iki büyük aile
nin varlığını tefrik etmiş: bireysel başarı ve kısa vadeli
kâr esasına dayalı Anglosakson ailesi (modeli); uzun
vadeli projelere, toplumsal uzlaşmaya ve ‘iş yerine’ da
yalı Alman ailesi (modeli); önceki aslında borsaya, İkin
cisiyle bankalara dayanmaktadır; önceki sosyal himaye
yi ve çıraklığı önemsemez; İkincisiyle bunları sistemine
temel saymaktadır; kısacası, Reagan kapitalizmi, kârdan
başka bir şey gözetmeyen bir makinedir; oysa Almanla
rın sosyal piyasa ekonomisi, işlerini (teşebbüsü) bütün
toplumun temel hücresi yapıyor.” (Aynı dergi, s. 41)
Düşünüyorum da, eğer yaşıyorsa Miss Higgins bun
ları okudukça, o uzun beygir dişleriyle kimbilir nasıl gül
müştür: sosyalizmin alternatif olmaktan çıktığı an, ka
pitalizm ‘evcilliğini’ unutarak, demek yeniden o vahşi ve
yırtıcı özelliğine dönüyor.
Ülkemizde hemen bütün partiler ‘piyasa ekonomi-
si’nden yana, hangisinin Reagan/Thatcher yandaşı ol
duğunu kör gördü, sağır işitti; acaba ötekiler kimin tür
küsünü çağırıyorlar? Sapır sapır yayımlanan onca fasar
ya kitabın arasında, hayır sahibi bir yayıncı Michel Al-
bert’in Kapitalizm, Kapitalizm’e Karşı’sini çevirtip ya-
yımlasa da, soldan sağa sıradan sayıp hepsi liberal kesi
len siyasetçilerimizin aslında nerede durduklarını açık
ça görebilsek!
3
KİTAP NE DİYOR
24 Ekim 1991
20
şık suda boğacak; ‘Yunanistan’ın, Ege’deki uluslarara
sı suları kendi egemenlik alanı saym ası ve bu iddianın
NATO Başkumandanlık Karargâhı’nda ilk kez kabul gör
mesi, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin Akdeniz ve Ege’deki
Caydırıcı Güç tatbikatından çekilmesine neden oluyor’
(.Milliyet, 15 Ekim 1991); diyeceksiniz ki, Allah Allah,
Türkiye, ‘entegrasyona’ dahil değil mi, bunlar ne biçim
dost ve müttefik?
Kitapta bunun cevabı da var, hem de çok açık:
belli sayıda eski sömürgelerin bağımsızlıklarını
elde etmeleriyle emperyalizmin nüfuz alanı daralm ak
ta ve emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişkile
ri de, emperyalist ülkelerle gerçek bir bağımsızlık elde
eden ülkeler arasındaki çelişkileri de, kızıştırmaktadır.
Bu açıdan ‘entegrasyon’, nüfuz alanlarının yeniden bö-
lüşülmesinin, yeni bir aracıdır. Entegrasyon biçimleri,
emperyalizmler arasındaki kuvvetler oranına bağlıdır.
Sermayenin eşitsiz gelişimi ve kuvvet oranlarındaki de
ğişmelerle, bu entegrasyon biçimleri yeniden tartışma
konusu olurlar.” (s. 154-155)
SSCB’nin ‘ağırlığı’ Doğu Akdeniz’den, O rta ve Doğu
Avrupa’dan çekilince; ABD, Doğu Akdeniz’de, Birleşik
Almanya ise O rta ve Doğu Avrupa’daki, kendi ‘ağırlı
ğını’ koymaya çabalıyor; bunun için de, ABD, NATO’yu;
Almanya ise AT’yi kullanıyor; çünkü Washington, eski
hesapların aksine, AT’den çok Sovyetler’le birlikte hare
ket etmektedir; oysa Almanya Doğu Avrupa’da, -ö zel
likle Balkanlar’d a - T ürkiye’nin nüfuz sahibi olması
ihtimalinden rahatsızdır. Bunu bizim hükümet yetkili
leri de söylemiş, demişler ki:
“ ... iki Almanya birleştikten sonra, Bonn Balkan po
litikasına büyük önem veriyor; Türkiye’yi bu bölgede ra
kip olarak görüyor ve yıpratmaya çalışıyor; bunun için
21
de Kürtler’i kullanma çabasında, onları kışkırtıyor. (Mil
liyet, 16 Ekim 1991)
Hay Allah, kitap bunları da öngörmemiş mi?
Bakın ne yazıyor: belirli bir entegrasyon biçimi
‘birleşm iş’ devletler arasında, daha sonra, çelişkilerin
gelişmesine engel olmaz; bu çelişkiler, ülkeler arasında
ki mübadeleleri, anlaşmaları bozarlar ve daraltırlar; ulu
sal politikalarını emperyalizmler arasındaki kuvvet oran
larına bağlayan devletler arasındaki çekişme ve pazarlık
ların nedeni de budur.” (s. 155)
Nasıl, pes değil mi? Elbette kitabı merak ettiniz, ha
di söyleyeyim: Marksist Ekonomi Sözlüğü (evet, M ark
sist), yazarlarıysa Bouvier, Ajam, İbarrolo, Pasquarel-
li; ‘Sosyal Yayınlar’, 1977’de yayımlanmış!
Sosyalizmin ‘modası geçmiş’, öyle mi? Hadi ordan!
PAZAR SÖMÜRGECİLİĞİ
26 Ekim 1991
22
fiyatlarının çöküşüyle başlayan 80’li on yıl (1980/1990)
yeryüzünün yoksullaştığı on yıl olmuştur. ‘Zeııginler’le
‘yoksullar’ arasındaki yaşama ve gelir farklılığı, daha ön
ce asla görülmemiş bir düzeye ulaştı: Paris banliyösün
deki ‘ortadirek’ bir ailenin kazancı, Güneydoğu A s
y a’daki kırsal bir ailenin kazancının yüz mislidir; New-
Yorklu bir avukatın bir saatte kazandığını kazanabil
mek için, Filipinli bir köylü iki yıl çalışmak zorundadır;
Amerikalılar her yıl ayaküstü atıştırmaya (fast-food) ve
süpermarketlere 30 milyar dolar harcıyorlar; bu yak
laşık B an glad eş’in yıllık GSMH (G ayrisafi M illi Hası-
la )’nm iki katıdır.” (Le Monde Diplomatique, Ekim
1991, s. 4-5)
İşin en ilginç yanı nedir bilir misiniz? Chossudovsky’
nin bu yaygın yoksullaşmaya sebep olarak, Demirel’in
eski iktidarları döneminde başını epeyce derde sokan,
uluslararası mali örgütleri göstermesi; yâni U luslarara
sı Para Fonu’nu (IMF) ve Dünya B ankası’m!
O zal’ın ağzından ‘istikrar’ lâfı düşmez, ANAP yöne
timleri kelimenin ısrarla üzerine basar; o konuda da
Prof. Chossudovsky sözünü hiç sakınmamış, demiş ki
meselâ:
“ ... Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından önerilen
‘Yapısal İyileştirme Programları’ ve makro/ekonomik
‘istikrar tedbirleri’; yüzlerce milyon insanın hayatını et
kileyen, güçlü bir model değiştirme aracıdır; yapısal de
ğiştirme, yoksulluğun yeryüzüne yayılışını doğrudan et
kiliyor; iMF’nin yaptığı ekonomik ‘cerrahlık’, gerçek ge
lirlerin azalmasına ve ucuz işçiliğe (emeğe) dayanan bir
ihracat sisteminin güçlendirilmesine yaradı...”
Ne pahasına mı? Bakın ne pahasınaym ış: “ ... aynı
politika, aynı ‘açık kapı’, dar bütçe ve ‘özelleştirme’ po
litikası; Doğu Avrupa’da ve Üçüncü D ünya’nın (Türki
23
ye dahil) ‘borçlu’ yetmiş ülkesinde uygulanıyor. Bu ül
keler, vergi ve para politikaları üzerindeki bütün dene
timlerini, ekonomileri üzerindeki bütün egemenlikleri
ni kaybediyorlar; Merkez Bankası ve M aliye Bakanlık
ları ‘yeniden yapılanm ış’, çoğu devlet kurum lan lağve
dilmiş, ekonomik bir vesayet tesis edilmiştir; öyle ki âde
ta ‘sivil toplum ’a hesap vermek zorunda olmayan, bir
çeşit ‘paralel yönetim’, uluslararası örgütlerce oluşturul
muştur; IMF’nin kurallarına başeğmeyen ülkelere gelin
ce, onlar ‘kara liste’ye alınm ışlardır.” (Le Monde Dip
lomatique, aynı yazı)
‘Sistem’in vaktiyle Türkiye yönetimine paraşütle in
dirdiği Demirel, bu kurallara sonradan itaat etmediği
için, ‘kara listeye’ girmişti; on bir yıl sonra Türkiye’de,
bileğinin hakkıyla gündeme geliyor; iyi de, acaba ‘ka
ra liste’den çıkmış mıdır?
Çünkü Profesör Chossudovsky’ye göre: “ ... borçlu
ülkelerin birçoğunda (Türkiye dahil) uygulanan, ‘yapı
sal iyileştirme program ı’; güçlü çıkarlar, yâni Paris ve
Londra’daki ‘Zenginler Kulübü’ ve 7’ler adına işlemek
te olan Dünya Bankası ve Para Fonu’nun doğrudan de
netlediği bir m akro/ekonom ik politikanın, yeryüzünde
yayılmasına yaram aktadır; adına ‘pazar sömürgeciliği’
denilebilecek bu yeni ‘egemenlik altına alma biçimi’, halk
ları ve hükümetleri, bu pazarın sinsi pazarlıklarına ve giz
li oyunlarına alet etmektedir: tarihin hiçbir devrinde,
böylesi görülm em iş.” (Le Monde Diplomatique, aynı
yazı)
Evet, nasıl?
24
5
‘İHRACAT’YA D A ‘ÖLÜM’!
2 Kasım 1991
25
(ve hayat seviyesinin) baskısı, çalışma gücü (emek) fiya
tının, yâni ücretlerin paralel bir baskısını içeriyor. Eko
nomileri ıslah (düzeltme) politikalarının gerçek progra
mı işte bu: Üçüncü Dünya ülkelerindeki, Doğu Avrupa
ülkelerindeki ücretlerin düşüklüğü, zengin ülkelerde
ki faaliyetlerin yoksul ülkelere transferine yol açıyor.
O rtalam a olarak, Üçüncü Dünya ülkelerindeki gerçek
ücretler, Birleşik Am erika, Batı Avrupa ve Jap o n y a’da
ödenmekte olan ücretlerin, ancak otuzda biridir. Yoksul
luğun yaygınlaştırılması program ı, ucuz el emeği üzeri
ne kurulu ve ihracata yönelik dünya çapındaki bir ge
lişmeyi başlatıyor; bu ucuz el emeği yığının büyüklüğü
hesaba katılırsa, üretim kapasitesinin muazzamlığı da
g ö rü lü r...”
“ ... peki, ya o yoksul halk yığınları? H a, onlar ken
di ürettikleri m allara bir pazar oluşturmuyorlar. Talep,
OECD ülkelerinde yaşam akta olan, insanlığın ancak yüz
de on beş kadarı sayılabilecek, bir kalabalıktan geliyor.
Öyle ki, böyle bir sistemde, ünlü Fransız ekonomisti Je-
an Baptiste Say’ın tanınmış kuralının aksine, talebi arz
dengelemiyor, durum tam tersid ir...”
Ya, ‘ihracat patlam ası’ ? O nerede, o nasıl planlanmış,
nasıl uygulanıyor? Prof. Chossudovsky’ye göre aynen
şöyle:
“ ... İhracat ya da Ölüm! Slogan işte bu: Artık, iç pa
zar için üretim, ithal malların ikame endüstrisi vs. fikir
leri, tamamiyle modası geçmiş fikirler sayılmaktadır. Ül
keler, ellerindeki emeğin ucuzluğu ve bolluğundan kay
naklanan, mukayeseli avantajlarına göre uzm anlaşm a
lıymışlar; başarının anahtarı, ihracat patlam asınday
mış! Öyle ki, U luslararası Para Fonu’nun (IMF) ve Dün
ya B an kası’nın nezareti altında, yetmişten fazla ülkede
(Türkiye dahil) ‘gelenekselleşmemiş’ ihracatlar cesaret
26
lendiriliyor; neticede, aralarında emeğin sudan ucuz ol
duğu Doğu Avrupa ülkelerinin de katıldığı Üçüncü Dün
ya ülkeleri, kendi aralarında am ansız bir rekabete sü
rüklenmiş o lu y o rla r...”
“ ... çünkü hemen hepsi, aynı Avrupa ve Kuzey Ame
rika pazarına mal satm ak istiyorlar, bunun için de zaten
düşmüş ham m adde fiyatlarına paralel olarak, satacak
ları malların fiyatlarını da düşürmeleri icabediyor; hal
buki aynı anda aynı m allar üzerinde pek çok ülkede
ihracatın cesaretlendirilmesi, ihracat fazlasına -yâni bir
kısım malın elde kalm asına- bu arada kârın azalmasına
yol açıyor. İşin paradoksu da zaten burada: borçlanm a
ya karşı önerilmiş olan çözüm, yeni borçlanmaların se
bebi oluyor: ihracat politikasının teşviki, mal fiyatları
nın düşmesine yol açm akta; bunun tabii sonucu olarak
da, borçları ödemeye yarayacağı düşünülen gelirlerin
azalm asına!..” {Le Monde Diplomatique , Ekim 1991)
İhracat bize neye patlamış, meydanda değil mi? Bir
de borç niye bu kadar arttı diyoruz...
BU N A S IL ‘DOSTLUK’?
5 Kasım 1991
27
na alması, o yüzden; Sovyet tehdidinin ortadan kalkıp,
tam tersine M oskova’nın ‘uydulaşması’, işini kolaylaştı
rıyor; gerçek şu ki, ABD ve İngiltere, O rtadoğu’da; Fran
sa ve Almanya, Orta Avrupa ve Balkanlar ’da Türkiye’yi
kendisine ‘muhtemel’ rakip saymaktadır.
2/ M adrid’deki O rtadoğu K onferansın da, T ürki
ye’nin devre dışı bırakılması kadar; Kıbrıs konusunda
ki Amerikan ve İngiliz baskısı da; PKK ve Kürtler konu
sundaki Fransız ve Alman (at ) baskısı da, gerçekte, bu
çerçeve içinde değerlendirilmelidir: özerklik isteyen Kor
sikalIyı silâhla yola getiren Paris, Batı Trakya Türkünü
görmezden gelen Bonn, acaba neden ansızın insan hak
ları şampiyonu kesiliyor? Neden ırkçı ve şoven nitelik
ler gösteren bir terörizme sahip çıkıyor? İngiltere, Kıb
rıs’a uyguladığı tedbirlerle, neden Ankara üzerindeki
baskısını çoğaltıyor?
Türk halkı, son haftalarda Kıbrıs üzerindeki baskının
artıp, PKK saldırılarının yoğunlaşmasının, tam da günde
me Kıbrıs ve O rtadoğu sorunlarının getirildiği günlere
rastlamasındaki anlamın farkındadır.
A nkara’nın değerlendirmesi de öyle görünüyor.
Dışişleri Bakanı Giray, Kürt sorunuyla ilgili olarak
demiş ki:
Türkiye’nin Kürt sorunu var lâfı uydurmadır.
Bazı ülkeler Türkiye’deki Kürt kökenli yurttaşlarla te
röristleri birbirine karıştırıyorlar, tümünün ayrılıkçı ol
duğunu sanıyorlar, ya da öyle olsun istiyorlar, bu tam a
men yalan ve maksatlıdır. (...) silâh çekene silâhla mu
kabele edilir, ancak çeşitli ortamlarda bu durum Türki
ye’nin aleyhine bir hava yaratm ak için kullanılıyor,
Türkiye’nin karnında sancı bulunsun diye düşünen b a
zı dostlar v a r ...” (Milliyet, 26 Ekim 1991)
Nilüfer Yalçın, ayrıca A nkara’dan bir yetkilinin Kıb
28
rıs’taki son gelişmelerle ilgili görüşlerini yansıtmış, on
lar da şöyle:
“ İngiltere M ahkemesi bir yandan KKTC’ni tanımadı
ğını öne sürerken, öte yandan Kuzey Kıbrıs kendi sö
mürgesiymiş gibi bu devletin merkez bankasındaki ta
sarruflarını dondurm ası, emsali görülmemiş bir diplo
matik skandaldir. Bu skandalin Kıbrıs konusunda Rum
ların istediği şekilde bir çözüm sağlam ak için T ürk ta
rafının baskıya alındığı bir zam ana rastlam ası, herhal
de bir tesadüf sayılamaz. Bunun ne amaç güttüğünü kör
olan bile görüyor.” (Milliyet, 27 Ekim 1991)
Elbette dikkat ettiniz; Dışişleri Bakanı böyle davra
nanların bazı ‘dostlar’ olduğunu söylemiş; oysa Türk
halkı hanidir, böyle bir dostluğa ‘anlam veremez’ ol
muştur.
Bunu seçim sonuçlarında da gördük.
Seçim ertesi, bazılarında iki büyük hayret: biri, na
sıl oldu da SHP böyle yuvarlandı; İkincisi, nasıl oldu da
Refah böyle sıçradı? İkincisine bazı yabancı çevrelerde
bir korku ekleniyor: ‘irtica’ ülkeyi saracak mı? Daha kö
tümserler, -bunlar Batı’nın eşeğine binmiş olanlardır-
‘İslâm radikalliğinin’ yakında T ürkiye’yi de İran’a çe
vireceğini ileri sürebiliyor.
R efah’ın seçimlere parti olarak değil, grup olarak
katıldığını düşünen yok; T ürkeş’in ‘milliyetçi’ oylarını
çıkardınız mı, E rbakan’ın başarı yüzdesi, geleneksel ba
şarı yüzdesini çok aşmasa da, ANAP’taki ‘yuppie alafran-
galığı’nın, Özal’a kaymış ‘mukaddesatçı’ oylarını ‘yuva
ya döndürdüğü’ söylenebilir; yine de bana sorarsanız,
Refah grubunda seçim öncesi ve sonrasında kendini his
settiren büyük heyecan ve canlılığın, önemli ve başka bir
nedeni vardı: Batı aleyhtarlığı ve öfkesi!
Basın yeterince dikkat etmez görünüyor; oysa epey
29
dir Türk halkı, İkinci Dünya Savaşı ertesinden beri kat
landığı onca özveriye rağmen ‘Sistem ’iıı ülkesine attığı
‘kazıkların’ bilincindedir; yurt içinde olsun, yurt dışın
da olsun, aleyhimize çevrilen çoğu fırıldağın, ‘komünist
hainlerin’ işi olmadığını artık biliyor; dahası, Avrupa’nın
ve A m erika’nın, (‘Sistem ’in) Türkiye’ye reva gördüğü
muameleye katlanamıyor.
Refah da, bundan yararlanmadı mı, dersiniz?
14 Kasım 1991
30
sil oluyor da bu, ‘mucize ülke’, uzmanların saptadığı bu
ekonomik ‘perişanlığa’ düşebiliyor? Yoksa Dünya Ban-
kası’nın ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) ‘kalkınma
reçeteleri’, ünlü ‘yapısal ekonomik düzeltme (uyum)
programları’ işe yaramadı mı?
Hinoğlu hinlik, işte burada!
Rapor’da deniliyormuş ki: ilk günden itibaren,
iki kuruluş Türkiye konusunda çok yaygın çalıştılar; kar
şılıklı fikir alışverişinde bulundular, birlikte karar aldı
lar. Başlangıçtan itibaren IMF, genel olarak döviz kurla
rı, parasal ve mali olanaklar gibi makro ekonomik ko
nularda tavsiyelerde bulundu; diğer politikalarda iki ku
ruluş birlikte karar verdi. 1985 yılında iMF’nin Türkiye’yi
denetleme görevi sona erdi. Eğer IMF Türkiye’de kalsay
dı, gelişmeler belki başka bir seyir izleyebilirdi.” (Eko
nomik Panorama, 3/10 Kasım 1991, s. 14-15)
Harward Üniversitesi’nden Dany Rodrigue daha da
öteye gidiyor, gidiyor ki: “ ... Türkiye bazı önemli alan
larda alışılmışın dışında bir yol izledi; Dünya Banka-
sı’mn tavsiyelerinin aksine, ihracat sübvansiyonlarını
artırdı, bütçe dışı gümrük vergileri getirdi. Bunlara b a
kınca T ürkiye’nin başarısının serbest ve dışa açık eko
nomi uygulamalarından kaynaklandığı söylenemez (...)
Ö zal’ın gerçek anlam da liberal davrandığı bir alan var,
o da mali piyasalardır; O zal T ü rk iy e’nin kredibilite-
sinin, ancak ihracatın artırılmasıyla sağlanabileceğini
görmüştü ve Ö zal’ın yaptığı iş bu kadardır.” (Aynı der
gi, s. 14)
Açıkçası diyorlar ki, biz 1985’ten sonra uygulamayı
Türklere bıraktık, onlar da ağızlarına yüzlerine bulaştır
dılar; böylelikle Ö zal’ı ve ANAP’ı bir güzel harcadıktan
sonra, ellerini yıkayıp işin içinden çıkmış oluyorlar. Bu
madalyonun bir yüzü, ya ötekisi?
31
O ttaw a Ü niversitesinden Prof. C hossudovsky’nin
Dünya Bankası ve lMF’nin ünlü ‘yapısal ekonomik dü
zeltme (uyum) programları’ hakkında neler düşündüğü
nü (‘yoksulluğun yaygınlaşması ve iç ve dış borçların ka
barması’) aktarmıştım; ister misiniz şimdi bir de İstan
bul Üniversitesi İktisat Fakültesinden Prof. Dr. İzzettin
Önder ne demiş, ona bir göz atalım:
“ ... Dünya Bankası’nın bize 1980’lerin başında ver
diği ve beş büyük sektörde atılım yapılmasını istediği
kredilere ilişkin projede sanayileşme yoktu; ağırlıklı ola
rak, bankacılık kesiminin geliştirilmesi vardır; burada
ki mantık da, B atin ın içinde bulunduğu krizi, kalkın
makta olan ülkelerden kaynak aktararak karşılamaktır.
Türkiye ekonomisinden çok uluslararası finans çevre
lerinin sıkıntısının giderilmesi amaçlanmıştır: sanayileş
me filân yoktur, ticaretinizi açın diyor. (...) 1980 son
rasında Dünya B an kası’nın kalkınm akta olan ülkeler
den yaptığı borç ana para ve faiz transferleri, bu ülke
lere sağladığı kredilerin üzerinde gerçekleşmiştir. Bu du
rum Dünya Bankası raporlarında, ‘net kaynak transfe
ri bizim lehimize gelişti’ biçiminde ifade edilmiştir.” (Ay
nı dergi, s. 16)
“ ... Dünya Bankası, bence Türkiye örneğinde ger
çekte işlevini yerine getirdi: Türkiye zaten buraya gele
cekti. H âttâ Dünya Bankası bunu içteki güçlerle birlik
te yerine getirdi, o kadar yerine getirdi ki Türkiye artık
bu iki kıskaçtan, yâni iç ve dış finans çevrelerinin sıkış
tırdığı kıskaçtan, kısa sürede zaten çık am azd ı...” (Ay
nı dergi, s. 16)
Ne demek lâzım? Vay benim köse sakalım mı?
32
8
‘AVRUPA’LILIK, ÖYLEM İ?
16 Kasım 1991
33
tının son cümlelerini, pek güzel doğruluyor; NATO Zirve-
si’ni yorumlayan Yunan gazeteleri diyormuş ki: Sov-
yetler artık düşm an değil, Türkiye’nin stratejik değeri
çok azalıyor; Ege’den geçen Sovyet savaş gemileri düş
man sayılm ayacaksa, NATO da artık Ege’ye ilgi göster
mez, Türkiye de NATO aracılığıyla Yunanistan’ı taviz ver
meye zorlayam az.” ( Milliyet, 11 Kasım 1991)
Gördünüz mü, hesaplaşmalar başladı bile!
Mehmet Ali Birand, hanidir, başka bir ‘alarm’ veri
yor: “ Türkiye Avrupa dışında kalma tehlikesi içinde!”
Brüksel’deki Türkiye/ AT İlişkileri Konferansından son
ra, AT’nin Ankara’ya verdiği ‘mesajı’, şöyle özetlememiş
miydi?
“ Başvurunuzu yaptığınız gün ile bugünkü arasında
büyük farklar var. U luslararası tüm dengeler ve değer
yargıları değişti. O rtaya yeni ülkeler, yeni sorum luluk
larımız çıktı. Ayrıca siz de bu değişikliklere aynı oran
da ayak uyduramadınız; (onun için) 1/ İnsan hakları ile
ilgili kısıntıları ve ters uygulamaları değiştirin; 2 / Kürt
sorununu insan hakları ve dem okrasi çerçevesinde çö
zümleyin; 3/ Kıbrıs sorununu çözün ve Yunanistan’la
ikili ilişkilerinizi düzenleyin; 4 / Ekonominizi sağlıklı bir
yapıya kavuşturun!” ( Milliyet, i Kasım 1991)
Dahası var, ‘dışarıda’ nasıl bir hava esiyor olmalı ki,
Türkiye’nin Bonn, M oskova, Cenevre, Atina, AT ve Was
hington büyükelçileri; Avrupa Konseyi’ndeki ve AGİKte-
ki delegasyonları, A n k ara’yı ‘ciddi şekilde’ uyarmış;
insan hakları konusunda önemli değişiklikler yapılmaz
sa, Kürt sorununda yöntem değişikliğine gidilmezse,
Türkiye Avrupa’nın dışında kalırmış! (Milliyet, 2 Kasım
199 1)
Külahıma anlatsınlar, sanki şimdiye kadar içindey
di de!
44
Ülkemizin, insan haklarına saygılı olmasını, hep is
teriz!
Yalnız, insan sorm adan edemiyor: Avrupa’nın insan
haklarına düşkünlüğü, ‘soğuk sav aş’ın hızlı yıllarında,
acaba neden bu kadar yoğun değildi? Neden 12 M art’lar-
da, 12 Eylüllerde, uzaktan öksürmekle yetiniyordu? As
lan kesilmeleri için, ‘Sovyet tehdidinin’ ortadan kalkma
sı mı gerekiyordu?
Varşova Paktı güçlü, üstelik Avrupa’nın yarısını içe
rirken, Türkiye ‘B atı’lı, ‘üstelik ‘Avrupa’lı’; niye, çün
kü ‘totaliter komünistlik’ belâsının karşısına çıkarılacak
asker lâzım, o da Türkiye’de bol, ne zaman ki M osko
va onları ‘düşm ansız’ bırakır; birden Türkiye yine, es
kiden nasıl görülüyorsa, öyle: bunlar Asya'lıdır, Cengiz
H an soyundandır, barbardırlar, herkesi keserler, cart
curt!
Bunun adı da Avrupa’lılık öyle mi?
9
İŞ DAHA ZORLAŞIR!
19 Kasım 1991
35
lantısında, istediği kadar liderler dışında, ANAP’la
DYP’nin felsefelerinde önemli farklılıklar yoktur’ desin;
pekâlâ biliyoruz ki, ANAP gerçekte, kayıtsız şartsız bir
Reagan/Thatcher liberalliğini savunmuş (‘kumarhane
ekonomisi’) ve uygulamaya çalışmıştır; oysa AP döne
minde Demirci, ‘kamu önceliğindeki bir sanayi kalkın
m asına’ yandaş olduğu, Türkiye’ye mahsus ‘sosyal ada
letçi bir liberallik’ denediği için, başına gelmedik kalma
mıştır; aslında 24 O cak kararları, DemirePin o felsefe
ye inancından çok, çaresizliğini ifade ediyordu; bu, bir!
İkincisi SHP’nin, belki de II. Enternasyonal yüzünden,
oldum olası ABD’ye değil, Avrupa’ya (AT’ye) oynaması!
Sovyetler’in totaliter sosyalistliğini terk etmesinden son
ra, Avrupa sosyal demokrasisi Moskova ile özgürlükçü
sosyalist bir kader ortaklığına girecek yerde; belki M os
kova’nın Washington’a ‘kayması’ sebebiyle, daha ‘Av
rupa’m, daha isolationniste (infiratçı) bir politikaya
yöneldi; baksanıza, Mitterand'la Kohl arasından su
sızmıyor, SHP’nin de pek çok olaydaki davranışı (mese
lâ Körfez Krizi’ndeki) o politikaya yattığını gösteriyor;
zaten klâsik CHP ‘ilericiliği, ‘çağdaşlığı’, ‘yuppie alafran
galığı’ şeklinde değil, ‘seçkinci’ bir Avrupa’lılık olarak
algılanmaz mı?
O zaman ne oluyor? DYP, Michel Albert’in karşı kar
şıya koyduğu iki ‘kapitalizmden’, daha çok ‘sosyal hi
mayeyi’ önemseyen, Rhénan (Alman) kapitalizmini tem
sil ediyor; oysa o kapitalizm, aynı yazara göre ‘Hıristi
yan -DYP’de M üslüman- ahlâk ve sosyal demokrasiyle
bir bileşim’ anlamına gelir; eh sosyal demokrasi, yâni
SHP, üstelik koalisyon ortağı olarak için içine girerse, el
bette 1990’lı yıllarda Türkiye katarı, yeni başmakinist
DemirePin yönetiminde makas değiştirecektir.
En azından, Washington olayı bu yönde değerlendi
36
rebilir ki, bu da Demirel’in zaten zor olan işini daha da
zorlaştırır.
Acaba daha kolayı yok muydu?
Olmaz olur mu hiç? Üstelik bizzat Amerikalılar, se
çim sonuçları belli olur olmaz, onun ne olduğunu açık
ça ihsas ettiler. Sedat Ergin, Washington’dan gazetesine
şıı satırları yazmadı mı:
Amerikan iş çevrelerinin T ürkiye’deki hükü
met değişikliğine bakışları konusunda iki önemli nok
ta ortaya çıktı; bunlardan birincisi kurulacak koalisyo
nun özellikle ekonomide karar alm ada etkili olup o la
mayacağı konusunda görülen, soru işaretleri. (...) İkin
cisi koalisyonun kom pozisyonuyla ilgili: şurası çok
açık: Amerikan iş çevrelerinde gözüken ve aslında Bush
yönetiminin çeşitli kademelerinde de paylaşılan belirgin
tercih, bir DYP/ANAP koalisyonu kurulması yönünde,
bu beklenti özel sohbetlerde de gizlenmiyor.” ( Hürriyet,
4 Kasım 1991)
Daha nasıl söylesinler? Ayrıca Washington, kendi
açısından haklı: Dcmirel’in önceki ‘icraatı’ onca ‘olum
suz’; Dünya Bankası’nın ve iMF’nin ‘kara listesinde’ is
mi var, yarın ne yapacağı belirsiz; yönetime ortak bir
ANAP, ANAP’ın kurucusu bir cıımhurbaşkanıyla, belki
de kontrol edilmesi bir ölçüde mümkündür; onun için,
DYP-ANAP ortaklığı tercihe şayandır.
Uzlaşmacı liberaller, meselâ son on yıllık ekonomik
uygulamaların ortaya çıkardığı ‘köşeyi dönmüş’ ticaret
burjuvazisi, Washington’la aynı görüşü paylaşıyor; on
lara göre ANAP’la işbirliği, üstelik Demirel’in de işine ya
rayacaktır; bu sayede hem iktidarını ABD’nin muhtemel
müdahalelerine karşı güvence altına almış olur, hem de
uluslararası ekonomik ilişkilerde ANAP’ın sağladığı im
kân ve garantilerden yararlanır; ANAP’lı bir koalisyona
37
Dünya Bankası ve iMF’ııin daha başka türlü bakacağı
söylenemez mi?
Daha önce yeri düşmüştü de, Demirci'm işi zor de
miştim ya; koalisyon SHP ile gerçekleşirse, aslında zorluk
katmerleniyor; çünkü kitap ne diyor, kapitalizm, kapi
talizme karşı!
10
ATATÜRK ÇİZGİSİ, İNÖNÜ ÇİZGİSİ...
23 Kasım 1991
3.S
İstiklâl-i tam, bizim bugün, deruhte ettiğimiz va
zifenin rulı-u aslisidir; bu vazife, bütün millete ve tari
he karşı deruhte edilmiştir. (...) İstiklâl-i tam denildiği
zam an, bittabi siyasi, mali, iktisadi, askeri, harsi ve illi,
her hususta istiklâl-i tam ve serbesti demektir. Bu say
dıklarımın herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet, mil
let ve memleketin mana-yı hakikisiyle bütün istiklâlden
mahrumiyeti dem ektir...” (Söylev ve Demeçleri, Ekim
1919)
Dahası M üdafaa-i Hukuk, yalnızca Türkiye’nin hak
larını savunmuyordu; M ustafa Kemal davasının evren
selliğini, neredeyse ‘Üçüncü Dünyacı’ diyebileceğimiz şu
sözleriyle ortaya koyuyor:
" ... Anadolu bu müdafaasıyla yalnız kendi hayatına
ait bir vazifeyi ifa etmiyor, belki bütün Şark’a mütevec
cih hücumlara bir sed çekiyor. Efendiler, bu hücumlar
elbette kırılacaktır, bütün bu tasallutlar m utlaka niha
yet bulacaktır.” (Söylev ve Demeçleri II, Ekim 1921)
İsmet İnönü’nün bütün hayatında, buna benzer söz
ler söylediği, hemen hiç işitilmemiştir; o lıep dengeleri
kolladı, statuquo’yu korumayı iş edindi; buna rağmen
M ustafa Kemal Paşa, ölümünden bir yıl öncesine kadar,
Hatay Meselesi dolayısıyla Batı’yla kanlı bıçaklıydı; oy
sa İnönü, Atatürk’ün ölümünden çok kısa bir süre son
ra, İngiltere ve Fransa ile bilinen anlaşmayı imzalayarak,
T ürkiye’yi B atı’nın kıçına taktı.
Takış o takış!..
Aradaki fark, yalnız dış siyasette değildir demiştim;
kültür politikaları da çok farklıdır.
M üdafaa-i H ukuk öğretisinin kültür idrakini, M us
tafa Kemal şöyle özetlemişti: “ ... milli terbiye progra
mımızdan söz ederken, eski devrin hurafelerinden ve ev-
saf-ı fıtriyemizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fi
39
kirlerden, D oğu’dan Batı’dan gelen bütün tesirlerden
uzak, seciye-i milli ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür
kasdediyorum. (...) Çünkü lalettayin bir ecnebi kültürü,
şimdiye kadar izlenen yabancı kültürlerin tahrip edici ne
ticelerini tekrar ettirebilir. Kültür zeminle (haraset-i fik
riyle) mütenasiptir. O zemin milletin seciyesidir.” (Ulusal
Kültür Savaşı , s. 22)
İnönü ‘cumhuriyetinde’ tutum değişir: 1941 ’de İnö
nü şunları yazmıştır: “ Eski Yunanlılardan beri, milletle
rin sanat ve fikir hayatında meydana getirdikleri şaheser
leri dilimize çevirmek, Türk milletinin kültüründe yer
tutmak ve hizmet etmek isteyenlere, en kıymetli vasıtayı
hazırlamaktır.” Aynı dönemde Çankaya’nın kültür da
nışmanı Ataç şöyle diyor: “ ... biz görüyoruz eksiğimizi,
Yunanca öğrenemedik, Latince öğrenemedik, AvrupalI
ların eğitiminden geçmedik; onun için ne denli uğraşsak,
Avrupalılar gibi olam ıyoruz.” (Aynı eser, s. 22)
Görülüyor ki, O zal’ın ‘tespiti’ doğru; ama bundan çı
kardığı sonuçlar doğru mu, o bahs-i diğer.
11
26 Kasım 1991
40
‘tek kutupla’ kararsız dengeye karşı, Türkiye’nin
kendini ayarlaması gerek; burada muhatap ülke, ABD’d ir;
sanıyorum ABD, hem askeri, hem de teknolojik güç ba
kımından, ağırlığını herkese hissettirecektir.” (Hürriyet,
18 Kasım 1991)
Turgut Ö zal’m ‘siyasi tercihleri’ biliniyor, ilginç olan
onları tekrarlam ası değil; ya ne, bunu ‘Atatürk çizgisi
ne uygun, aktif bir dış politika’ adına yapması, bir; ‘ter
cihleri’ üzerine oturttuğu gerekçenin (‘tek kutuplu dün
y a’), Amerika’da bile tartışılır olm ası, iki!
Şöyle bir görelim!
Daha önce, M ustafa Kem al’in dış politikaya yakla
şımı üzerine, birkaç lâf etmiştik; itiraz edilip, denebilir
ki: ‘o tavır M illi M ücadele dönemine aittir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin dış siyaseti, sonradan farklı oldu’; ha
yır, Atatürk’ün sağlığı boyunca Türkiye dış siyasetinin
temeli Sovyet dostluğuydu, o kadar ki, basında Sovyet
aleyhtarı yazıların yayımlanması bile yasaklanmıştı; ay
rıca M ustafa Kemal, Balkan Paktı’yla batısını, Saadâ-
bât Paktı’yla güneyini ve doğusunu güvece altına almış;
böylece, ‘ hissettirmeden’ O sm anlı’nın eski toprakları
üzerinde, dolaylı olarak söz sahibi olmuştu.
Atatürk’ün, Sovyetler Stalin karanlığına girmeye baş
layınca endişelendiği doğrudur; üstelik M ussolini’yle
arası açıktı, Hitler’e de hiç güvenmiyordu; buna rağmen,
ölünceye kadar ‘tam bağım sız’ kaldı, B atı’yla ittifak
imzalamadı.
Gelelim, ‘tek kutuplu’ bir dünyada, ‘Am erika’nın
hem askeri, hem de teknolojik güç bakımından, ağırlığı
nı herkese hissettirmesi’ne! Başkasını bilmem am a, B aş
kan Bush’un bu ‘ağırlığını’ Washington’daki Institute of
Policy Studies’in eşbaşkanı Riclıard J. Barnct’e bile ‘his-
settirebilmiş’ gözükmüyor; baksanıza ne demiş adam:
41
soğuk savaşın zaferle bitmesi üzerine, SSCB çök
tüğü için birçokları dedi ki, artık ‘tek kutuplu’ bir dün
yada en büyük güç Birleşik Amerika’dır; oysa geçen ay
lar, hiç değilse süper güçler için, siyasal amaçlara güç kul
lanarak ulaşmanın, en az soğuk savaş dönemindeki ka
dar sorun yarattığını gösterdi: bu amaçlar daha sınırlı ol
sa bile!” (Le Monde Diplomatique , Kasım 1991, s. 8)
Richard J. Barnet örnek diye Körfez Savaşı’nı zikre
diyor: Irak’taki Amerikan ‘zaferinden’ 9 ay sonra bile,
Washington iki ana hedefinin ikisine de erişememiştir:
Saddam yerinde duruyor, müttefiklere kafa tutmayı
sürdürüyor; Avrupa ve Jap on ya, ABD’ye ‘minnettarlık
larını’ ona, dişe dokunur ekonomik ve siyasal avantaj
lar sağlayarak göstermediler; oysa, içerde vaziyet hiç de
parlak görünmüyor:
80’li yıllardaki derin değişiklikler, borçların ço
ğalm ası, her büyük Amerikan şehrinde, müzmin vergi
güçlüklerine sebep olm uştur; her beş çocuktan birisi,
yoksul; gittikçe daha çok kişi, ekonomik, sosyal hâttâ
fiziki güvenlik açısından, kendisini tehlikede hissediyor;
‘kazananlarda ‘kaybedenler’ arasındaki uçurum ise,
büyümüş! Öyle ki, öncelikler listesini yeniden düzenle
mek; aslında, yeni dünya düzeni içersinde, Birleşik Dcv-
letler’in temel çıkarlarının neler olduğunun, yeniden ta
rif edilmesi anlam ına geliyor; bu da, bu çıkarlar neler
dir tartışm asından geçiy o r...” (Aynı gazete, s. 8)
Amerikalılar açısından olayın önemini kavrayabil
mek için, Richard J. Barnet, çok önemli olduğunu söy
lediği bir bankacının (Mr. Felix Rohatyn) ‘memleketin
geleceğinden umut kestiğini’ belirtmiş; çünkü bu zat,
son konuşmalarından birisinde, alışılanın aksine Birle
şik Am erika’dan ‘eski dünya’ diye söz etmiş, ‘yeni dün
ya’ da Avrupa’ymış tabii!
42
Özal haklı, dünya değişiyor; ‘o kadar hızlı değişiyor
ki, bazen insan aklı bu değişmeye yetişmekte güçlük çe
kiyor’.
12
17 Aralık 1991
43
Bunları ‘sinek pislem edik’ bir yere yazmışım, onun
içindir ki ünlü ekonomist John Kenneth G albraith’in
söylediklerini okur okum az, hatırladım.
(İstanbul’da kar! Gel gör ki, sabahların bakir beyaz
lığı, çok kısa sürede kirleniyor; az sonra, her taraf ça
mur; acaba o yüzden mi Anadolu’da geçirdiğim o bem
beyaz, -gizlice süt m avisi- kışları düşünüyorum? Buz
tutmuş karın göğe yansıyan aydınlığı, insana garip bir
iyimserlik aşılar; geniş nefesler almak ihtiyacını duyar
sınız, alabildiğine koşm ak, çocuklar gibi kartopu oyna
mak! İşin tuhafı, soğuk hissedilmez.
Erzincan G arnizonu’nda - 1 0 derecede, kaputsuz,
kışlık dahili üniformamla dolaşırdım: ağızlarında burun
larında, duman salkım ları, kocaman köpekler, havlar
dı; kargaların bitmek tükenmek bilmez çığlıkları; göz
leri kam aştıran, uçsuz bucaksız, -ve lekesiz- beyazlık!
Galbraith’i ilk defa orada mı okumuştum yoksa? Yıl
lardır izlerim Keynes’çi liberallerin, en ilginçlerinden bi
risidir; lâfını ağzında gevelemez; Mali Reformun Kısa
Tarihi adlı son çalışmasında yine öyle yapmış, şöyle bir
göz atalım mı?)
İnsan, elinde olmaksızın şaşırıyor: Michel Albert,
‘R eagan/T hatcher’in kum arhane-ekonom isi’nden mi
söz etmişti; Galbraith, ‘dünyadaki finans dengesizlikle
rinden kaygılandığını’ belirtirken, dünya ekonomisinin
bir kumarhane masasına dönüştüğünü söylüyor; çünkü:
çılgınca spekülasyon, özellikle ABD ekonomisini,
sürekli bir depresyona mahkûm etmiş’; geçmişteki
ekonomik krizleri unutan ve dâhi olduğuna inanan ye
ni bir spekülatörler sınıfı doğm uş’ bu da, ‘dünya eko
nomisini uçurumun kenarına getiriyorm uş’ !
Gazetenin verdiği haber, şöyle devam ediyor:
Galbraith, günümüzde spekülasyon odaklarının
44
bollaşmasının da insanlarda kolay para kazanma hırsı
nı artırdığına dikkati çekerken ABD ekonomisinin ‘teme
linden sağlıksız’ olduğunu öne sürdü. Özellikle, şirket
ler arasında birleşme ve taşınmaz m allara yönelik çılgın
spekülasyonun, şimdilerde, ABD ekonomisi ve bir ölçü
de dünya ekonomisi üzerinde çok ağır depresif sonuç
lara yol açtığını kaydeden Amerikalı ekonomist: ‘B an
kalar geçmişte o kadar akılsızca kredi açtılar ki, bugün
bilinçli bir şekilde borç verecek imkânları kalmadı, tam
bir fasit daireye girdiler’ yorumunu yaptı.” (Hürriyet, 10
Aralık 1991)
Lâfı daha fazla uzatmaya gerek var mı? Ülkemizde
ki Amerikan papağanlarının aksine, ünlü iktisatçı John
Kenneth Galbraith de, ‘kestirmeden köşe dönmek’ eko
nomisinin (o da ‘kumarhane ekonom isi’ demiş) Ameri
ka için bile ‘çıkar bir yol’ olmadığım açıklamış!
Bilmem bizde kulak veren çıkar mı? ‘Amerikalıdır’
diye, belki bir dinleyen bulunur, ha?
13
HESAP ORTADA!..
19 Aralık 1991
45
el emeği üzerine kurulu ve ihracata yönelik, dünya ça
pındaki bir gelişmeyi başlatıyor. (...) Peki, ya o yoksul
halk yığınları? Onlar kendi ürettikleri mallara bir pazar
oluşturm uyorlar; talep, OECD ülkelerinde yaşam akta
olan, insanlığın ancak yüzde on beş kadarı sayılabilecek
bir kalabalıktan geliyor. (...) Neticede, aralarına eme
ğin sudan ucuz olduğu Doğu Avrupa ülkelerinin de ka
tıldığı Üçüncü Dünya ülkeleri, kendi aralarında am an
sız bir rekabete sürüklenmiş oluyorlar. (...) H albuki
aynı m allar üzerinde pek çok ülkede ihracatın cesaret
lendirilmesi ihracat fazlasına, bu arada kârın azalm ası
na yol açıyor. İşin paradoksu da zaten burada: borçlan
maya karşı önerilmiş çözüm, yeni borçlanmaların sebe
bi oluyor.” (Le Monde Diplomcıtıque, Ekim 1991)
Hatırladınız mı? Şimdi bu saptamanın aydınlığında,
on yıldır Türkiye’nin uyguladığı ‘ekonomik uyum prog-
ramı’mn bilançosuna, eğilebilirsiniz!
“ İç borçlar: 1980 yılı sonunda Hazine’nin konsoli
de bütçe uygulamalarından doğan iç borçları toplamı
72.2 milyar lira düzeyinde, KIT’lerin Merkez Bankası’na
olan borçları ve diğer kamu borçları ile birlikte, toplam
iç borç rakamı ise 1.4 trilyon lira (15.7 milyar dolar) dü
zeyindeydi. 1991 yılına ilişkin son verilere göre ise ka
mu kesiminin iç borç yükümlülüğü 144.5 trilyon liraya
ulaştı.
Dış borçlar: 1980 yılı sonunda Türkiye’nin dış borç
ları toplamı 14 M ilyar 250 milyon dolar (yaklaşık 1.3
trilyon lira) düzeyindeydi. Bunun yaklaşık 12 milyar
dolarlık bölümü (1.1 trilyon lira) kamu kesimine aitti.
Geçen dönemde sürekli artan dış borçlar toplamı 1990
yılı sonunda 49 milyar 35 milyon dolara yükseldi. Bu yıl
çapraz kurlardaki dolar lehine gelişme sonunda T ürki
ye’nin dolar üzerinden hesaplanan dış borç yükü hafif
46
ledi. 30 H aziran verilerine göre toplam dış borçlar 43
milyar 752 milyon dolara indi. Bu rakamın yıl sonu iti
bariyle 45/46 milyar dolar civarında gerçekleşeceği tah
min ediliyor.
30 Haziran tarihi itibariyle kamu kesiminin dış borç
ları toplam ı ise, M erkez Bankası hariç 27 milyar 660
milyon dolar, M erkez Bankası ile birlikte de 33 milyar
752 milyon dolar (yaklaşık 168 trilyon 760 milyar lira)
oldu. Ancak bu rakam lara girmeyen 3 milyar dolar ci
varındaki askeri borçlar da dikkate alınırsa, toplam dış
borç yükümlülüğü 183.8 trilyon lirayı buluyor.” {Cum
huriyet, 10 Aralık 1991)
Acaba buna ülkemizdeki Amerikan papağanları ne
buyurur?
Onların ne buyuracağını düşiinedurun, Dünya Ban
kası buyuracağını buyurdu bile! Kaşla göz arasında, bir
‘acil önlem raporu’ hazırlamış, basında ‘istekleri’ şöy
le özetleniyor:
“ Dünya Bankası ‘enflasyonla m ücadele’ için ‘feda
kârlık yapmamız gerektiğini’ bildirdi. Türkiye’de yüksek
faizlerin üretimi düşürdüğünü de bildiren Dünya B an
kası, banka faizlerinin inmesinin uygun olacağını ima
etti. Dünya B an kası’nın ‘acil önlem raporu’nda, hükü
mete işçi çıkarmanın sinyalleri verilirken, ‘KİT’lerde is
tihdamın azaltılm ası’ uyarısında bulunuldu. ‘KİT’lerin
özelleştirilmesi hükümetin ana politikası olm alı’ görü
şünün savunulduğu ‘acil önlem rap oru ’nda, ‘kamu fi
nansman açığının daraltılm ası’ da isten d i...”
“ ... Kam u açıklarının M erkez Bankası açıklarıyla
birlikte değerlendirilmesini isteyen Dünya Bankası eko
nomik raporunun, aslında d yp / sh p koalisyonunun H ü
kümet Program ıyla benzerlik taşıdığı, D ünya Banka-
sı’nın da koalisyon hükümetinin de ekonomiye bakış
4“
açısının aynı olduğu gö zlen d i...” (Meydan , 10 Aralık
1991)
Şimdi yandık mı Kerem’in arpa tarlası gibi! Gittikçe
anlaşılıyor, yönetimin ekonomiden sorumlu bakanı Tan
su Çiller, bu işi ‘kıvırabileceğim’ savunurken, basına ni
ye şu sözleri söylemişti:
“ ... dış ekonomik ilişkilerde m uhatabım ız olan IMF
ve Dünya Bankası görevlilerinin hepsi benim sınıf arka
daşlarım . Ben bugün telefon etsem, sekiz on tanesiyle
çok rahat konuşurum. Amerikalılar, İngilizler, bunlarla
gayet iyi diyaloğumuz olacaktır. Hiç kuşkunuz olmasın,
rahat olacağız.” (Milliyet, 24 Kasım 1921)
Belli oluyor.
14
UYARAN UYARANA!
26 Aralık 1991
48
Şurada, Institute of Policy Studies’den Richard J.
B arnet’in, ünlü Amerikalı ekonomist John Kenneth
G albraith’in, aynı yoldaki görüşlerini tartışalı, kaç gün
oldu? Her ikisi de, Amerikan ekonomisinin ‘sağlıksız’ ol
duğunda, birleşmiyorlar mıydı? Onların, ‘dünyanın tek
süper gücünde’, varolduğunu saptadıkları aksaklıkları,
OECD de doğrulamış işte; hem yalnız OECD mi canım,
Körfez Savaşı sırasında popülerliği yüzde 82 iken, son
zamanlarda yüzde 46’ya düşen Başkan Bush bile, çıka
cağı Uzakdoğu gezisi öncesinde, diyor ki:
“ — ... evet, zor günler geçiriyoruz, işten çıkarmalar
var; Amerikan halkı harekete geçmemizi istiyor, istedik
lerini elde edeceklerdir. Bundan böyle bir numaralı ön
celik, ekonomiyi rayına oturtm ak!”
Demek rayından çıkmış!
Uzakdoğu yolculuğunun amacı, o pazarlara Ameri
kan ihraç mallarını pazarlamak; otomobil, yedek par
ça, bilgisayar, kâğıt, cam ve tarım ürünleri! Ne var ki
o daha yola çıkmadan, Güney Kore’nin Washington’da-
ki büyükelçisi, itirazı dayatmış, demiş ki: “— ... biz de
bu yıl 10 milyar dolar civarında ticaret açığı bekliyo
ruz, ABD’nin baskılarına boyun eğecek durumda deği
liz.”
Şimdi lütfen haberin arkasını okuyalım: “ ... ABD Mer
kez Bankası Başkanı Alan Greenspan, ülke ekonomisi
nin durgunluk döneminden geçmekte olduğunu açıklar
ken, dünyanın en büyük otomotiv kuruluşu Amerikan
General M otors firması, önümüzdeki dört yıllık dönem
için, faaliyetlerinin bir bölümünü tasfiye etme kararı al
dı; bu çerçevede 21 fabrikanın kapatılacağı, 74 bin ki
şinin işten çıkarılacağı açıklandı. Bush’la birlikte U zak
doğu gezisine çıkacak olan General M otors Başkanı Ro-
bert Stempel, daha küçük ölçekli Jap o n otom obil üre
49
ticileriyle rekabet edebilmek için iş hacmini küçültmek
ten başka çareleri olmadığını b ild ird i...”
“ ... 1950’lerden bu yana Amerikan ekonomisinin
nabzının göstergelerinden biri olarak kabul edilen Ge
neral M o to rs’un bu yılın ilk dokuz aylık dönemindeki
zararının 2.2 milyar doları bulduğu belirtiliyor ve Japon
firmalarıyla rekabete giren otomotiv devinin, 1992’de-
ki zararının 7 milyar dolarlık rekor düzeye çıkması bek
leniyor.” (Hürriyet, 20 Aralık 1991)
Nerede o Türkiye’ye kalkınma modeli olarak Güney
K ore’yi gösteren ‘Amerikan papağanları’ ? Nerede, tek
çıkış yolunun kıyasıya liberallik olduğunu bas bas ba
ğıranlar?
(Farkında mısınız, gözü kapalı bir yandaşlık mera
kımız var?
1930’lu yıllarda, Sovyetler’i ziyaret eden ‘başvekil’
İsmet Paşa, R uslar’ın o bürokratik, aşırı merkeziyetçi
Planlam a Ö rgütü’nü görüp, beğenmiş; bu da gözü ka
palı bir planlı aşırı merkeziyetçi devlet kapitalizmine ge
çişin başlangıcı olmuştur. O dönemlerde, bilenler bilir,
bu tavrı -sağcısı da, solcusu d a- öve öve bitiremezdi.
Son yıllarda ‘kumarhane liberalliği’ moda oldu, kim
se işin eğrisine doğrusuna bakm ıyor; hemen herkes,
-sağcısı da, solcusu d a - gözü kapalı ‘özelleştirmeden’,
kıyasıya liberallikten dem vuruyor, hepsinin gönlünde
yatan ABD gibi olm ak! Oysa uluslararası, kuruluşlar
dan ünlü ekonom istlere, ortaklıkta bir sürü uyarı; Al
lah rızası için olsun, bunlara bir kulak veren çıkm aya
cak mı?)
15
4 O cak 1992
51
mu açıklarının, M erkez Bankası açıklarıyla birlikte de
ğerlendirilmesini isteyen Dünya Bankası raporunun, as
lında DYP/SHP koalisyonunun Hükümet Program ı’yla
benzerlik taşıdığı, Dünya Bankası’nın da, hükümetin de,
ekonomiye bakış açısının aynı olduğu gözlendi.” (Mey
dan, 10 Aralık 1991)
Meğer iş o kadarla da kalmayacakmış!
Şimdi şu habere bir göz atar mısınız:
Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Tansu Çil
ler, IMF ve Dünya Bankası ile bazı uluslararası banka ve
finans kuruluşlarına iletilen yeni Ekonom ik İstikrar
Program ı’nın, bu çevrelerde olumlu yankılar bulduğu
nu, onlarca desteklendiğini belirtirken; Dünya Banka-
sı’nın programı ‘teyit’ için 6 veya 8 O cak’ta bir ‘Niyet
M ektubu’ göndereceğini söyledi. Dünya Bankası T ü r
kiye M asası Şefi M ichael Wicyen ile Çiller arasındaki
görüşmelerde, program , tüm detaylarıyla anlatılırken,
önlemlere ilişkin ayrıntılı bilgi verildi. Dünya Banka-
sı’nın, Türkiye için üzerinde çalıştığı ekonomik istikrar
önerileri ile ‘çakışan’, yeni düzenleme hazırlıklarının,
banka yöneticilerini ‘memnun’ ve ‘mutlu’ ettiği öğrenil
di. iMF’ye de iletilen yeni düzenleme paketine, bu kuru
luşun da destek verdiği kaydedildi.” (Milliyet, 26 Ara
lık 1991)
Zülfikar D oğan ’ın haberine bakılırsa, ‘ekonomik
paketle ilgili ayrıntıların hükümetin önüne gelmeden ve
Türkiye kamuoyuna açıklanmadan bu kuruluşlara ile
tilmesi ve destek istenmesi, eleştiri konusu olmuş’, ko
alisyon ortakları SHP ve DYP’nin bazı milletvekilleri, ‘halk
tan bu aşamada gizlenen düzenlemelerin, öncelikle bu
iki kuruluşun ve uluslararası finans çevrelerinin onayına
sunulmasını eleştirmişler’; bu arada demişler ki: ‘— IMF
ve Dünya Bankası’na açıklanan önlemler halktan niye
52
gizlenir, anlam ak mümkün değil!’ (Milliyet, 26 Aralık
1991)
İlahi, anlamayacak ne var, daha önce aktardığımız,
Tansu Çiller’in o açık kalpli sözleri, ekonomideki ‘içli
dışlılığı’ zaten yeterince yansıtıyordu; onu da yeri gelmiş
ken hatırlayalım mı: dış ekonomik ilişkilerde muha
tabımız olan IMF ve Dünya Bankası görevlilerinin hep
si benim sınıf arkadaşlarım ; bugün telefon etsem, sekiz
on tanesiyle çok rahat konuşurum. Amerikalılar, İngiliz-
ler, bunlarla gayet iyi diyaloğumuz olacaktır. Hiç kuşku
nuz olmasın, rahat olacağız.” (Milliyet, 24 Kasım 1991)
Aman ne kadar rahatladık, anlatamam: onlar buyu
ruyor, biz uyguluyoruz; ne demişler ‘kılavuzu karga ola
nın, burnu boktan kurtulmaz.’
16
‘SİSTEM ’İN ‘BEKÇİ KÖPEĞİ’: ‘IMF’
6 Şubat 1992
53
revülerine kredi dilimlerinin çekilmesi konusunda gö
rüşme yapm a yetkisi dahi verilm iyordu...”
“ ... yasa uyarınca ABD’li yönetim kurulu üyesi, oyu
nu, kendi arzusuna göre değil de, Alil) M aliye Baka-
nt’nın vereceği talimat üzerine kullanır. Fon Merkezi’nin,
üst düzey Amerikan yetkililerinden bir telefon uzaklığın
da, W ashington’da bulunm ası, Fon’uıı Amerikan is
teklerine ne kadar duyarlı olduğunu kanıtlam aktadır.”
(Borç Tuzağı, s. 243-244, Nisan 1981, İst.)
İyi mi?
İşin ilginç yanı şu ki, sözünü sakınmadan söyleyen
Cheryl Payer de Amerikalı bir yazar, H anvard Üniver-
sitesi’nde öğretim üyesi, gazeteci; kitabında Alil) ile IMF
ilişkilerinin az bilinen bazı yönlerini de açıklıyor, bakın
nasıl:
“ ... günümüzde ABD dünyanın en borçlu ülkesidir.
Fon’un kaynaklarından Standby anlaşm aları ve diğer
yollarla yararlanm asına rağmen, aynı durumda olan
(İngiltere dahil) diğer küçük ülkelerin alm ak zorunda
olduğu türden önlemler alm ak zorunda bırakılm am ış
tır. Susan Strangel’in açıkladığı gibi: ‘hiçbir zaman açık
ça belirtilmemesine rağmen, Fon kaynakları, en fazla
ihtiyacı olanlara ya da kurallara en fazla uyanlara de
ğil de, mali güçlükleri dünya para sistemini altüst etme
olasılığı en yüksek olan üyelere verilmektedir.” (Aynı
eser, s. 245)
Dahası da var: ” ... ABD’nin borç veren bir ülke ol
m aktan çıkarak borçlu bir ülke durum una girdiği
1 9 5 0 ’lerdc ve 1960’larda, ABD ile Fon ilişkileri değişti;
bu dönemde, ABD ödemeler dengesi açıklarını kapat
makta öncelikle IMF fonları kullanıldı. IMF, 1960 ve 1967
arasında Amerikan ödemeler dengesi açıklarının tam
yüzde onunu karşıladı.” (Aynı eser, s. 245)
54
Hal böyle olunca, ‘kılavuzu’ IMF olan ülkelerin, onun
önlemlerini aldıkları halde, yıllardır ‘burunlarının bok
tan kurtulmamasını’ anlamak da, açıklamak da daha
kolaylaşıyor...
... çünkü: Fon’un, Fon üyesi ülkelerin tümünün
sağlıklı ödemeler dengelerine sahip olm alarım am açla
dığını kabul edenler, Fon’u sağlıklı bir biçimde eleşti-
remezler. (Çünkü) Anlaşma Yasaları uyarınca Fon, ka
pitalist sistemin düzgün işlemesini sağlam ak ve ulusla
rarası ödemeler ve ticarete konulan kısıtlam alara kar
şı olm akla yükümlüdür. Dışalım larını (ithalatını) ve
kâr transferlerini, ödemeler dengesi güçlükleri nedeniy
le denetleyen bir ülkeye, Fon karşı çıkmak zorundadır.
Zengin ulusların denetlediği bir uluslararası para siste
minin bekçiliğini yapan bir kuruluşun, aynı zam anda
yoksulları da korum asını beklem ek hayaldir. (Aynı
eser, s. 248)
Bizi de ‘yoksullar’ arasında saydığına göre, demek
cumhuriyet hükümetleri kırk yıldır bu ‘hayal’ ile avu
nuyorlar; aynı ‘hayal’ ile M üdafaa-i H ukuk doktrininin
ekonomik uzantısı, ‘bağımsız kalkınma’ savaşının ka
leleri olan KIT’leri ıslah edecekleri yerde, ‘ecnebi’ye peş
keş çekiyorlar. Oysa Cheryl Payer’in önsözünde dediği
gibi:
“ ... IMF kuruluşundan başlayarak, uluslararası ve
teknik bir kuruluş görüntüsü altında, yoksul ülkeleri
emperyalizmin mali disiplini altına sokmanın aracı ola
rak kullanmıştır. iMF’nin kuruluşundan sonra, bir ülke
nin ‘bağımsız kalkınma’ çabalarının geleceğini, ülkenin
iMF’yle ilişkileri belirlemiştir.” (Aynı eser, s. 8)
17
56
‘İnsanlığın kurtuluşu’, başka türlü nasıl olur?
Paris serüvenim, sosyalizm tartışmalarını, ilk defa
doğru dürüst izlemeye yaramıştı; M arksizm ’in Bolşevik
yorumunu, hele onun Stalin ve takımı tarafından R us
ya’da uygulanışını, sosyalizmin kendisi diye değil, belki
de ‘muhataralı’ bir ‘geçiş dönemi’ diye alıyorduk; çünkü
üretim araçlarını kamulaştırmak, onları halka değil, yö
netici bürokrasiye (N om eklatura’ya) mal etmişti; ar-
tık/değer, bu yeni ‘sınıfı’ semirtiyor; bu da M arksizmin
ideallerinin aksine, ‘siyasi toplum’un (devletin) daha da
sertleşip katılaşm asına, büyüyüp güçlenmesine neden
oluyordu. Araç da, mekanizma da farklıydı ama, Hitler’le
Stalin, belâlı bir totaliterlikte buluşmuştu: o halde sosya
lizm, mücadelesine, kaldığı yerden devam edecekti.
Kapitalist (liberal) demokrasiler, İkinci Dünya Sava
şı sırasında da, sonrasında da, kendilerine ‘Hür D ünya’
adını vermişlerdi; bunun günümüz siyaset Türkçesine
çevirisi, lâik ve dem okratik ülkeler anlamını verir; yâ
ni kiliseye (dine) ve soylulara karşı özgürlüğünü sağla
mış, ‘hür’ bireylerin, ‘hür’ iradeleri ile (seçimlerle) yö
netilen toplum lar! ‘H ür D ünya’ -ki aslında, kapitalist
‘Sistem’in kibar adıyla-nazi/faşist olsun, Stalin’ci komü
nist olsun, totaliter yönetimleri; her türlü şiddeti kulla
narak bireyleri koşullandırmakla suçluyor; oysa demok
rasilerde herkesin, fikirlerinde olduğu kadar, davranış
larında da özgür olduğunu savunarak övünüyordu. Üs
tünkörü bakılırsa, alınacak izlenim buydu am a, gerçek
durum acaba öyle miydi?
‘Soğuk Savaş’ boyunca -başta Sovyetler olmak üze
re- Doğu Bloku’nun karşı/propaganda servisleri, ‘aksi
ni’ iddia etti durdu; diyorlardı ki, ‘dem okrasiler’, şekil
demokrasileriydi, egemenlik hukuken milletin, fiilen bur
juvazinin elindeydi; bu da sermayenin toplumu yönlen-
57
dinmesi şeklinde görünüyor; aslında, kendini hür zanne
den büyük bir çoğunluk, ‘mutlu bir azınlık’ tarafından
yönlendiriliyor, onun için çalışıyordu.
Öyle miydi değil miydi, çok tartışılmıştır; şimdi üs
tünde durmayacağım, zira ‘totaliter’ toplumlarm dağıl
masından sonra, yeryüzüne egemen olan ‘H ür D ünya’
ülkelerinde, bireyin, (dolayısıyla toplumun) çok daha
ciddi, hâttâ vahim yönlendirme ve koşullandırma teh
ditleri (şartları) altında bulunduğu, ısrarla yazılmakta
ve söylenmektedir; başka türlü söylersek, liberal hür te
şebbüs toplum larm da, gizli bir totaliterlik, alttan alta
hüküm sürüyor.
O rtaçağ Avrupa’sı Hıristiyanlığın emrindedir; kilise,
yalnız bireyleri değil, toplumları da ‘terbiyesi’ altına al
mıştır: insanlar, birey değil, ‘kul’durlar; engizisyon, Tan
rı adına kilise’nin insanları ne kadar baskı altına alıp,
‘yönlendirdiğinin, inkâr kabul etmez bir göstergesi de
ğil mi? Kilise’nin bu ‘totaliterliği’ şundan da bellidir ki,
Avrupa’lılar, -A m erika, Asya, A frik a- nereye gitmiş
olurlarsa olsunlar; girdikleri her ülkeyi, mutlaka asıl ve
özgün kendi dinlerinden etmişler; halkının tamamını,
hiç değilse önemli bir kesimini Hıristiyanlaştırmışlardır;
onlar zam anla çekilse de, Hıristiyanlık kalır.
Müslümanlıkta durum nedir? Abbasi ve Emevi (Arap)
im paratorluklarında, benzerlik var: İslâmiyetin kilisesi
de, engizisyonu da yok am a, bunların girdikleri her ül
keyi M üslüman ettikleri bir gerçek; buna mukabil, Sel
çuklu ve Osnıanlı (Türk) imparatorluklarının, yaklaşı
mı farklı: M üslüm anlık, sadece M üslüm an tebanın ha
yatını yönlendiriyor; M üslüman olmayanlar, dinini kay
betmiyor, o kadar kaybetmiyor ki im paratorluk dağıl
dıktan sonra, eski B alkanlar’da Hıristiyan tek ülkenin
kalm am ası icabederdi.
5S
Gerçek şu ki, nüanslar da olsa, ‘Ümmet Toplum u’
bireyin (kul’un) din tarafından ‘yönlendirildiği’ bir top
lumdu; o kadar ki, krallar ve padişahlar bile hüküm sü
rerken, icraatını dine dayandırmak suretiyle meşru kı
lıyorlardı. İnsanlığın, Büyük Fransız Devrimi ile başkal
dırdığı, işte bu dogmatik yönlendirmeydi.
Millet, ümmet’in içinden çıkıyor, üstüne oturuyor:
klâsik toplumsal gelişme şemasında, tarih sahnesine
burjuvazi’nin (şehirlinin) projeksiyonu olarak gelmiştir.
Krallar, soylular ve kilise, şehirli tüccarı adamdan say
mazdı; oysa bunlar, özellikle keşiflerden sonra zengin
leşmişlerdi, hak ve hukuk eşitliği talebindeydiler; dev
rimle hem soyluluğu tasfiye ettiler, hem kiliseyi etkisiz
leştirdiler; bu da dem okrasi ve lâiklikle oldu; dem okra
si, halkın egemenliğini getiriyor; lâiklik ise, dinin top
lumsallıktan çıkarılıp, bireyselliğe indirgenmesini! Ulu
sal demokratik devrimlerden sonra, gelişmiş ülkelerde
milliyet ve milliyetçilik ağır basıyor: özgürlük eşitlik kar
deşlik esas alınır, bunlar hukuk düzeyinde kurumlaştı-
rılmıştır, bu da dinî eğitimin karşısına lâik eğitimi (lise
ler ve üniversiteler) dikmiştir.
Avrupa’daki gelişme, XX. yüzyıla girerken, demokra
tik ülkelerde halkın ‘yönlendirilmesini’, dört ana kuru
ma bağlamış görünüyordu; başka bir deyişle, ‘kul’un
yerini alacak olan ‘yurttaş’ (citoyen) bunlar tarafından
‘yönlendiriliyordu’: 1/ Aile ortamı, 2 / Eğitim ve öğretim
kurumlan (liseler ve üniversiteler), 3 / Silâhlı kuvvetler
(kışla), 4 / Her şeye rağmen, kilise! Batılı yaşama düzeni
denince hemen akla gelen demokrasilerde, ‘yurttaşlar’ bu
dört kurum tarafından yetiştirilmişlerdir; bu dört kuru
mun yerleştirdiği bir ‘fazilet’ ve ‘ahlâk’ düzeni içinde
yaşarlar; ne kadar hür oldukları iddia edilirse edilsin o
toplumlarda da insanlar bu vasıtalarla ‘yönlendirilirler’.
59
Ya Amerika? O rada da öyle mi?
Hiç sanmıyorum! O toplum, dogmatik bir ümmet
döneminden geçmedi, ya da ondan kaçtı; işin ilginç ya
nı, Batı Avrupa’da anlaşılan manada, bir burjuva kültü
rü de olmadı. Söz gelişi ABD, ne kadar püriten görünür
se görünsün, başlangıçta iki güç tarafından yönlendiril
mekteydi: Para ve Şiddet! Ne kadar inceltilmiş, ne kadar
yüceltilmiş olursa olsun, günümüzün Amerika’sında da,
insanları bu iki gücün ‘yönlendirdiğini’ görmek müm
kündür: sadece, filmlerini ve tv dizilerini seyretmek kâ
fi! Bu bakıma, ABD ile Batı Avrupa (AT), -hele SSCB d a
ğıldıktan son ra- zaten bu yüzden tam uyuşamıyorlar;
ikinci Dünya Sav aşı’ndan önce de, Batı Avrupa’nın
Amerikalılarla ‘görgüsüz’ diye alay etmesi bundandı.
İş bu kadarla kalsa iyi. ‘Sistem’in, ‘küreselleşme’ ve
‘özelleştirme’ perdesi arkasında ortaya attığı, ünlü ‘de
ğişim ’; aslında çok daha ince, çok daha sophistique
‘yönlendirme’ imkân ve yöntemlerini gündeme getiriyor
ki, uygulamaları -m aazallah- eski totaliter ülkelere rah
met okutacaktır.
Pek de gecikmiş sayılmayız: Aldous Huxley’in, Yeni
Dünya adlı ünlü eseri, MEB Klâsikleri arasında yayımlan
mıştı, demek 4 0 ’lı yıllar içinde okumuştuk: ‘totaliter-
lik’ten gözü yılmış başka yazarlar gibi (Orwel, M ann,
Adorno, Benjamin) Huxley de, insanların ‘yönlendiril
mesini’ irdeliyordu; onun tasarladığı ‘gelecekte’, bebek
ler, ceza ve mükâfatla ayarlanan Pavlof’cu refleksler ye
rine, uykuları esnasında kulaklarına yapılan sürekli tel
kinlerle ‘yönlendirilirler’; böylelikle, kişilik yapıları ne
olursa olsun, ‘düzenin koşullarına’ uymaları sağlanır.
İlk okuduğum da, ‘yeni dıinya’dan dehşete düştüğümü
itiraf etmeliyim.
‘Hür Dünya’ demokrasilerinin, insan haklarına say
60
gılı, çoğulcu, demokratik ‘sivil toplum u’ elbette böyle
olm ayacaktı. Oysa ‘Sistem’in endüstri sonrası toplu-
munıııı verileri, bu iyimserliği kesinlikle doğrulamıyor:
evet, sık sık insan haklarından, fikir ve davranış özgür
lüklerinden söz ediliyor; hâttâ ‘Sistem’ dışı ülkelerin, bu
nedenle suçlandığı da oluyor; fakat gelişmiş Batı de
mokrasilerinin toplumu ve bireyleri ‘yönlendirmedikle
rini’; onları, belirli amaç ve sonuçlar için ‘koşullandırma
dıklarını’ söyleyebilmek, son derece müşkül! Şu farkla
ki ‘küreselleşme’ ve ‘liberalleşme’ perdesinin arkasına
gizlenerek gerçekleştirilen bu ‘yönlendirme’; eski ‘tota
liter yönlendirme’nin aksine, son derece üstü kapalı, us
turuplu, ince ve mahir yöntemlerle yürütülüyor.
Nasıl mı dediniz?
Ignacio R om aııct’ye bakarsanız (Le Monde Diplo-
matique , M ayıs 1994) iş daha bebek doğm adan başlı
yor: genetiğin bugün ulaştığı gelişme merhalesinde, be
beğin cinsiyetinden yeteneklerine kadar, pek çok şeyi ön
ceden saptam ak; akıllı müdahalelerle çocuğun geleceği
ni ‘yönlendirmek’ şimdiden mümkün; o kadar ki, iler
de genetiğin sağlayacağı imkânların, belki de sipariş üs
tüne insan üretmeyi sağlayabileceği düşünülüyor.
O kadarla kalıyor mu, hadi canım siz de: çocuk d a
ha büyürken televizyonun -o tek gözlü canavarın- hük
müne giriyor, dolayısıyla da reklam spotlarının: Fran
sa ’da bir çocuk, 12 yaşma gelinceye kadar 100.000 (yüz
bin) reklam spotu seyrediyormuş; bizde belki biraz d a
ha azdır ama, daha az etkili olduğu söylenemez. Reklam
çocuğa, hayatımızı üzerine kurduğumuz estetik ve mo
ral dünya görüşümüzün dayandığı dört ana kavramı,
yâni güzel’i, iyi’yi, haklı’yı ve doğru’yu, olduğu ya da ol
ması lâzım geldiği gibi değil, işine geldiği gibi aşılıyor.
Ya çizgi filmler? İstisnalar bir yana bırakılırsa, ço-
61
cuklara ‘basit, önyargılı, aşırı derecede şiddetle yüklü’
bir dünya sunm uyorlar mı? Amerikan çizgi filmlerin
de, saat başına ortalam a 41 (kırk bir) şiddet eyleminin
düştüğü hesaplanmış! Amerikan Psikoloji Derneği’nin
bir raporuna göre, evinde ortalam a üç saat televizyon
seyreden bir çocuk, ilkokulu bitirinceye kadar 8.000
(sekiz bin) cinayete, en az 100.000 (yüz bin) şiddet ey
lemine tanık oluyorm uş! (us News and World Report,
12 Temmuz 1993) Ya az buçuk yetişkinlerin ‘hastası ol
dukları’, o video oyunları? Hani bir düğmeye basarak
gemiler batırıyor, uçaklar düşürüyor; karşım ıza çıkan
silâhlı adam ları, birer birer öldürebiliyorlar! Bir hesa
ba göre 18 yaşındaki bir Am erika’lı kız, bu oyunlarla
4 0 0 .0 0 0 (dört yüz bin) kadar ‘rakibini’ yok etmiş!
Pennsylvania Ü niversitesi’nden, konunun uzmanı
Profesör George Grebner, küçük ekrandaki şiddet alış
kanlığıyla ilgili olarak, diyor ki:
şiddet eylemlerinin üst üste tekrarlanması, seyir
ciyi hem ürkek, hem kimseye güvenemez bir hale getiri
yor; hem de yaşadığı çevredeki saldırıya uğramak kay
gısını çoğaltıyor; çocuklar, ne kadar çok şiddet sahnesi
seyrederlerse, o kadar çok şiddete alışıyor, onu kabulle
niyor, sonunda ondan zevk alıyorlar; o kadar ki artık
gerçekle sahteyi birbirinden ayıramaz bir duruma düşü
yorlar.” (Le Monde Diplomatique, M ayıs 1994)
N asıl, iyi mi?
Bunlara, o kan revan içindeki reality show ’lan, şid-
det/şehvet/servet üçgeni içindeki çizgi romanları, habe
ri sadece aynı üçgen içinde olursa ilginç sayan magazin
basınını eklerseniz; ‘çoğulcu, liberal’ toplum lardaki in
sanların, çocukluklarından başlayarak, nasıl -hiç de ço
ğulcu sayılmayacak- bir yoldan ‘yönlendirildiklerini’, el
bette daha da açık ve seçik fark edersiniz.
t,2
‘Temel stratejik am aç.
1
ABD,‘DÜNYANIN HÂKİMİ’...
23 N isan 1992
65
dış politikasının istikametleri hakkında, son derece önem
li ve açıklayıcı belgeler’ bunlar; bakın neler diyor:
Wolfowitz R ap o ru ’nun daha ilk sayfaları bile,
amacın ne olduğu konusunda hiçbir kuşkuya yer bırak
mıyor: Sovyetler Birliği’nin çöküşü ardından, Birleşik
Devletler’in ele geçirmiş olduğu tek süper güç olma im
tiyazını ve statüsünü m uhafaza etmek! Bu hegemonya
(egemenlik), dünyanın neresinden gelirse gelsin, onu teh
likeye düşürebilecek, yeni ve üstün (majeur) güç merkez
leri oluşturm a teşebbüslerine karşı mutlaka korunm a
lı; rapor, Amerikan dış politikasının, ‘muhtemel rakip
lerin daha büyük roller oynamaya heveslenmekten cay
dırılmasını’ amaç edinmesi gerektiğini açıklığa kavuştu
ruyor; bunu sağlam ak için de, tek süper güç statüsü ‘ya
pıcı bir davranış biçimi, ayrıca Birleşik Devletler’in üs
tünlüğüne kafa tutabilecek herhangi bir millet ya da mil
letler grubunu caydırm aya yeterli bir askeri güçle sür
dürülm eliym iş! D ahası, AlM) ‘onun önderliğine karşı
çıkmasınlar, yerleşik ekonomik ve siyasal düzeni değiş
tirmeye kalkışm asınlar diye, gelişmiş endüstri ülkeleri
nin çıkarlarını da yeterince hesaba k atm aliy m ış!” {Le
Monde Diplomatique , Nisan 1992, s. 14)
Wolfowitz R aporu’na göre Birleşik Amerika’nın ‘he
gemonyası’, iki şeyin gerçekleşmesine bağlı, ‘üstün (hük-
medici) askeri gücün’ varlığına, bir; o askeri gücün, tek
başına ya da başka ülkelerle ortaklaşa, gerektiği anda
ve yerde kullanılabilmesine, iki! Paul-M arie de la G or
ce, Washington’m raporunu tahlil ederken, kendisini na
sıl gezegenin tek hâkimi gibi gördüğünü, pek güzel an
latıyor:
W olfowitz R ap o ru ’nun bütününden, Birleşik
Am erika’nın o m utlaka korunması gereken uluslarara
sı üstünlüğü yok mu, onun temel aracı olarak askeri gü-
66
ce ayrıcalık tanımak konusundaki ısrarı meydana çıkı
yor; bu husustaki aydınlatıcı bir paragrafta deniliyor ki
üstün (hükmcdici) askeri güç, ‘küresel olsun, bölgesel
olsun, daha büyük roller oynam aya heveslenen muhte
mel rakipleri, bu heveslerinden caydırmak için elde bu
lundurulmalıdır; ayrıca raporu düzenleyenler, Birleşik
Devletler’in egemenliğinin kabul edilmediği her yerde,
dikkate değer bir askeri güç bulundurulmasının olağa-
nüstü/hayati önemi üzerinde ısrarla d u ru yo rlar...”
“ ... aynı şekilde, bu askeri gücün nasıl kullanılaca
ğına dair söyledikleri de çok aydınlatıcı; birçok yerde,
Irak’ta olduğu gibi, az ya da çok geniş bir koalisyon ola
rak, ya da Birleşmiş Milletler çerçevesi içinde harekete
geçirilmesinin yararına işaret ediyorlar; am a Birleşik
Dcvletler’in hemen ve tek başına harekete geçmesinin ge
rekeceği haller olabileceğini, bu gibi hallerde asla tered
düt edilmemesi, aksine bu gibi hallere hazırlanılması zo
runluluğuna işaret ediyorlar; yazdıklarına bakılırsa, en
önemli olan, ‘uluslararası dirlik ve düzenin, Birleşik Dev
letler tarafından güvence altına alındığı’nın; bir de, ‘ani
müdahale gerektiren kriz anlarında, ya da ortaklaşa ha
reket imkânları yaratılam azsa, Birleşik Devletler’in, tek
başına ve bağımsız olarak harekete geçebileceğinin an
laşılm asıym ış!” (Le Monde Diplomatique, Nisan 1992,
s. 14).
Nasıl, takke düşmüş, kel görünmüş mü?
67
2
25 Nisan 1992
68
k a ’nın karşı karşıya kalabileceği çatışm a senaryoların
dan ikisi, Sovyetler Birliği’yle ilgili; birisi Irak’la, birisi
Kuzey Kore’yle, ya da ikisiyle birden; ayrıca Panama’yla
bir, Filipinler’le bir, Güney Amerika ve U zakdoğu’daki
adı zikredilmemiş iki ülkeyle birer çatışma senaryosu
hazırlanmış; ama Jeremiah R aporu, dönüyor dolaşıyor,
R usya’nın mevcut sınırlarının ötesine taşmasını öngö
ren, çatışma senaryolarına geliyor; bu da G orbaçof’un
yanında görülmekle birlikte, Amerika’nın işin başından
beri, aslında Sovyetler Birliği’ni ‘dağıtm ak’ amacıyla ha
reket ettiğini gösteriyor.
Bunu ben kafadan atmıyorum, uzmanın görüşü böy
le; bakalım Paul M arie de la Gorce ne demiş?
" ... sözün ucu Rusya’ya dokundu mu, bir ara ulus
lararası ilişkiler uzmanlarını karşı karşıya getirmiş olan,
ABD’nin eski SSCB’ne deygin politikalarının gerçek hede
finin ne olduğu sorusu açıklığa kavuşuyor: Açıkça an
laşılıyor ki, Körfez Savaşı sırasında desteğini sağlamak;
ya da, nükleer ve konvansiyonel silâhsızlanma anlaşma
larını gerçekleştirip, uygulamasına geçebilmek niyetiy
le, davranışını zaman zaman yumuşatmış olması bir
kenara bırakılırsa; ABD, açıkça SSCB’nin çöküşünü amaç
lamıştır. Öyle ki Sovyetler’de merkezi bir iktidarın
mevcudiyeti, Birleşik Amerika’nın siyasal ve stratejik çı
karları bakımından yararsız sayıldığı anda, SSCB’nin
dağılışı gündeme gelmiş; bunun ilk işaretleri, Amerika’lı
yetkililerin çoğunluğu tarafından fark edilir edilmez
de, temel stratejik amaç artık bu olmuş. Wolfowitz Ra-
poru’ndan aktardığımız bölümler, bunu açıkça gösteri
yor; başka bölümler de yok değil, özellikle Rusya’dan
gelecek yeni bir tehdide karşı Doğu Avrupa ülkelerini
korumak için, ‘ittifakın’ bu konuda alacağı karar ne
olursa olsun, Amerika tarafından alınması gereken sa
fi 9
vunm a önlemlerinden söz eden bölüm ler.” (Le Monde
Diplomatique, Nisan 1992, s. 14)
Uzun sözün kısası, ‘Dünyanın Hâkimi, Amerika’, bu
hâkimiyetini kesinlikle sürdürmeyi amaçlıyor, en büyük
tehlikeyi de hâlâ nükleer bir güç olan R usya’dan, Orta
d oğu’dan, Güney Am erika’dan ve U zakdoğu’dan -yâ
ni dünyanın her köşesinden- bekliyor; böyle bir tehdit,
o bölgelerde uç vermeyegörsün, müttefiklerinin (Itti-
fak ’ın) tavrı ve kararı ne yönde olursa olsun, ABD buna
kulak asmayacak, olanca gücüyle üstüne yürüyecektir.
İşin en şaşırtıcı, en ilginç yanı şu: Wolfowitz Raporu
da, Jerem iah R aporu da; Amerika’nın ‘müttefiklerini’
de, yeryüzünün muhtemel yeni güç merkezleri, yâni
Amerika’nın muhtemel rakipleri arasında zikretmiş; eh,
bu da konuşulmaya değer doğrusu!
ADI ‘MÜTTEFİK’!..
28 Nisan 1992
70
şünce ve davranışlara göstermiş olduğu tepkileri de açık
lıyor. Meselâ hangilerine mi? Geçen Kasım’da R om a’da-
ki Atlantik Güçleri Konferansı’nda, Fransa, NATO’dan
bağımsız ve kesinlikle ‘Avrupalı’ bir savunma sistemi fik
rini savunuyordu; Birleşik Amerika, böyle bir fikrin ke
sinkes karşısına çıkmakla yetinmedi, İngiltere’yi de dü
men suyunda sürükledi.
İngiltere, Avrupalılarm aralarında gerçekleştirildikle
ri M aastricht zirvesinde de, sadece Avrupalılara mahsus
gelecekteki güvenlik politikası gündeme gelince, ben
zer bir itiraz yapmamış mıydı; diyordu ki, ‘böyle bir po
litika NATO üyesi bazı devletlerin, bu üyeliğin zorunlu
kıldığı bazı davranışlara saygılı olm akla kalmamalı; üs
telik, NATO çerçevesinde kabul edilmiş, güvenlik ve sa
vunma politikasıyla da uyum içinde olm alıdır’. Paris’te
Fransızca olarak yayımlanan La Defense Nationale/Ulu-
sal Savunma dergisinin direktörüne göre, bunun anla
mı şudur:
başka türlü söylersek, Maastricht anlaşmaları
onaylanırsa, -hazırlığı esasen ertelenmiş olan- Avrupa
savunması, daha önce NATO askeri örgütü içinde karar
laştırılmış her şeyle uyum içinde bulunmak zorunda
olacaktır: kısacası, NATO’nun askeri doktrini, doğrultu
su ve stratejisinin gereklerine uygun olmadığı takdirde
Avrupa savunması diye bir şey olmayacaktır. İşlerin ge
lecekte de böyle yürümesi için Wolfowitz Raporu, Avru
pa’da dişe dokunur sayıda Amerikan askeri gücü bulun
masının, ayrıca Batılı ittifak sistemi içinde sıkı ve sağlam
bir beraberliğin (cohésion) sürdürülmesinin, ‘hayati bir
önem’ taşıdığını belirtiyor.” (Le Monde Diplomatique ,
Nisan 1992, s. 15)
Yâni, o meşhur ‘karşılıklı bağımlılık’ palavrası yok
mu; ABD’nin Avrupalı ‘müttefikleri’ için de ‘tek taraflı’
71
işleyecek; Avrupa’nın savunması, Washington’in keyfi
ne bağlı!
Hadi be, yalnız Avrupa savunması mı?
Savaş ertesinde kurulmuş kuvvetler dengesi, soğuk
sav aş’ın bitmesiyle allak bullak oldu; yeni yeni oluşan
dengeler içinde ABD’nin iki eski düşmanı, değişik ve
kaygı verici boyutlarda tekrar arzı endam ediyor: biri
Almanya bunların, öbürü Japonya! Wolfowitz Rapo-
ru’nun, onların durumunu da ele almaması düşünülebi
lir mi? Elbette, hayır! Rapora bakılırsa, Washington’in
‘zaferiyle’ sonuçlanan ‘soğuk savaş’ın gözle az görülür
önemli sonuçlarından birisi de, Almanya ile Jap o n
ya’nın, Birleşik Amerika tarafından yönetilen, ortakla
şa bir güvenlik sistemi içine yerleştirilmiş olm asıdır’.
İyi de, bu ‘ortaklaşa güvenlik sistemi’ her ikisi de ge
lişmiş birer endüstri devi olan Almanya ve Japon ya’nın,
gerektiği takdirde birer nükleer güç haline dönüşmesi
ne fırsat verecek mi? Hayır asla! Rapor, Avrupa’yla il
gili olarak diyor ki, Birleşik Devletler Avrupa’dan, de
nizde ve havada üslenmiş nükleer taktik silâhlarını çe
kecektir, ama, yerden havaya nükleer taktik silâhlarını
geri çekmesi söz konusu bile edilemez. Uzakdoğu'da ise
Birleşik Amerika bazı kuvvetlerini azaltmayı tasarlasa
bile, ‘bölgede en önemli askeri güç statüsü içinde kal
m alıym ış; sebebi de açıkça belirtiliyor: ‘ ... böylelikle
ABD bölgenin istikrar ve güvenliğinin sağlanmasına kat
kıda bulunacak (...) ve bu sayede, stratejik bir boşluğun
meydana gelmesine, ya da bölgesel herhangi bir hege
monyanın (meselâ Jap o n y a’nın) kurulmasına mani ola
caktır” .
Her şey ne kadar açık ve ortada değil mi.
Paul M arie de la G orce, tahlilini böyle bağlamış:
“ Amaç, Birleşik Devletler’in, dünyadaki tek ve yalnız
süper güç kalmasını sağlamaktır; bu amaca ulaşmak için
kullanılan çareler, D oğu’da yeni bir süper gücün (Rus
y a’nın) yeniden oluşmasını önlemek, ya da müttefikle
rinin Am erika’nın üstünlüğüne olabilecek itirazlarını
karşılamak, ya da U zak-Doğu’da yeni ve büyük bir güç
merkezinin (Japon ya’nın) oluşmasını engellemek söz
konusu olursa, elbette değişebilir; am a amaç hiç değiş
mez, Am erika’nın süper güç statüsünde yalnız kalm a
sı; ve bunu sürekli kılmak için de, nereden gelirse gel
sin, dünyanın herhangi bir yerindeki itiraza müdahale
imkân ve gücünün sürekli olarak elde tutulması! {Le
Monde Diplomatique , Nisan 1922, s. 15)
4
SÜTTEN ÇIKMIŞ KAŞIK MI?
31 Temmuz 1993
73
row, Girls, Hello, vs.; yalnız dergi isimleri mi, dükkân
lar, mağaza levhaları, hâttâ radyo ve televizyonlarda ya
yın anonsları, alayı Amerikanca; eh, devlet okullarında
bile, öğretim Amerikanca yapılırsa, elbette böyle olur di
yeceksiniz; haklısınız ya, bütün bunlar işte, o Trum an
Doktrini ile başlamıştır.
Özellikle genç kuşağın Amerikan hayranlığı, hasta
lık mertebesindedir; ABD, sanki sütten çıkmış kaşık! Oy
sa bunların, çok eski yıllara uzanan, son derece karan
lık hesapları vardır, düşündüm ki onlara şöyle bir atma
nın tam sırasıdır.)
Ünlü 14 ilke sahibi Başkan W ilson’i kim bilmez, iş
te o, mutemet adamı Albay H ouse’a, 10 Ekim 1917’de
ne demiş bilir misiniz? “ Türkiye bütünüyle ortadan si-
linmeli ve ona uygulanacak işlem, Barış K onferansın a
bırakılm am alıdır.” Albay House itiraz ediyor: " ... eğer
böyle bir işlem uygulanacaksa, Türkiye’yi galip devlet
ler arasında paylaştırm am ak; orada ırklara göre özerk
yönetimler kurulm alıdır.” Wilson bu tezi kabul etmiş,
hani masallarda ‘Kırk katır mı, kırk satır mı?’ diye so
rulur ya, ona benzer bir seçenek!
6 Aralık 1917’de Senato Dış İlişkiler Komisyonu’nda,
ABD’nin Türkiye’ye savaş açması konuşuluyor. Dışişle
ri Bakanı Lansing, komisyon üyelerine şunları söyle
mektedir: “ ... bu sorunun ilkin temel olarak, bir sava
şa başlam anın moral etkisi ve ikinci olarak da, T ürki
ye ve Am erika’nın birbirlerini uğratabilecekleri dolay
lı zararlar bakım ından göz önünde tutulması gerekir.
(...) Türkiye’nin Am erika’daki çıkarları hiçbir değer ta
şımazken, Amerika’nın Türkiye’deki çıkarları pek çok
tur. Başlıca kültür kuruluşları, milyonlarca dolar değe
rindedir. Bu kuruluşlar ya kapatılacak, ya onlara el ko
nulacaktır. Okullar yeni açılmış ve çalışmaktadır, birçok
74
T ürk de bunlara devam etmektedir, gerçekten değerli
bir nüfuzumuz kaybolacaktır.”
İnsanın dehşete düşmemesi mümkün mü?
Mütareke Dönemi’nde Türkiye’nin kurtuluşunu Ame
rikan Mandası’nda görenlerin çoğu, işte Osmanlı ‘mül
kündeki’ bu Amerikan okullarında eğitim görmüş aydın
lardı: Amerika’yı ön hesapsız zanneden onlar! Oysa Al
bay House, Başkan Wilson’ı, Müttefikler’in Türkiye üze
rindeki ön hesaplarının neler olduğu hakkında da bilgi
sahibi kılmış; 20 Kasım 1917’de zamanın İngiltere Baş
bakanı Lloyd George ile bir konuşma yapıyor, söyledik
lerini Başkan Wilson’a ulaştırıyor; neler öğrenmiş oldu
ğunu merak etmez misiniz?
İngilizlcr, Alm anya’nın A frika’daki söm ürgele
rini ele geçirmek istiyorlar; ayrıca, İngiliz egemenliği al
tında ‘bağım sız’ bir Arabistan ve ‘bağım sız’ bir Erm e
nistan ile, Boğazlar’ın uluslararası bir yönetime bağlan
masını! Filistin’e gelince, İngiliz ya da Amerikan yöne
timi altında olarak, siyonistlere verilmeliymiş!..”
O dönemi kafanızda canlandırın, İngiltere yöneti
minde kurulacak ‘bağımsız’ Arabistan ile ‘bağımsız’
Ermenistan, O sm anlı topraklarıdır, bu bir; Boğazlar,
O sm anlı’nın can damarıdır, bu iki; savaş sonrasında,
Sevres Anlaşması ile Müttefikler (Amerika dahil) bu ta
sarıları uygulamaya geçirmeye fiilen çalışmışlardır, bu
üç; Filistin’in -bir savaş gecikmeyle- Amerikan yöne
timinde olarak Yahudilere (Siyonistlere) verilmesi, es
ki hesapların ne kadar gerçek ve ciddi olduğunu gös
teriyor.
Fakat asıl, Albay H ouse’ın Başkan Wilson’a verdiği
M em orandum ’u incelemek lâzım.
75
5
3 Ağustos 1993
76
tün elçilik ve konsolosluklarına gönderdiği ünlü genel
gesinde şu satırlardan bulup çıkarmak mümkün:
petrol bulunan, bulunabilmesi imkânı olan her
yerde, oralardaki petrol kaynakları üzerindeki denetim
durumunu, gelişme umutlarını ve bu alanlardaki petrol
üretimine Amerika’nın karışma (katılma) olanaklarının
bildirilm esi...”
O tarihte öyleydi, sonra değil diyebilir miyiz? Hayır!)
Ocak 1988, Albay House başkanlığındaki komisyo
nun Memorandum’undan 70 yıl sonra; başkanlığını
Savunma Bakan Yardımcıları’ndan Frek Ikle ve Albert
Wohlstetter’in yaptığı bir komisyon, zamanın Başkanı
Ronald Reagan’a bir rapor veriyor; işin tuhafı, bu rapor
da önceki gibi ‘Filistin, Suriye ile Arabistan’ın (yâni
Körfez’in) medeni milletler tarafından korunmasına’
dair tahminler ve öneriler içeriyor. ‘Medeni Milletler’,
söylemek gerekir mi, elbette başta ABD olmak üzere ‘Ba-
tı’lı ülkeler, yâni ‘Sistem’; korumanın açık nedeni Sovyet-
ler’in bölgeye inmesi ihtimali, gizli nedeni ise petrol!
Önce bizi çok ilgilendiren şu cümleye bir göz atar
mısınız? “ Türkiye, Basra Körfezi’ndeki çıkarlarımız ve
Akdeniz’deki M üttefik donanm alarının korunm asın
da, kilit bir ülkedir.”
Peki raporun öngördüğü bazı ihtimal ve değerlendir
meler? “ ... böyle bir hareket başarıya ulaşırsa, Sovyet-
ler, çok önemli ekonomik ve jeo/stratejik avantajlar
elde etmiş olurlar, Batı ittifakına darbe vurulur. (...) Ba-
tılılar’ın böyle bir saldırıyı karşılayabilme yeteneği, 5 0 ’li
yıllara oranla çok zayıflamış durumda; 30 yıl önce böy
le bir harekâta, İngiltere ve ABD büyük bir güçle karşı
lık verebilirdi...”
Bilindiği gibi bu ihtimal gerçekleşmemiş, Sovyetler
Körfez’deki petrole ‘saldıramadan, dağılmıştır; iyi de,
77
‘Sistemdin (ABD’nin) Körfez üzerindeki tutkusu, bunun
üzerine ortadan kalkmış mıdır? Ne münasebet! Ameri
ka bu defa, aynı petrol bölgesinin, ona dost olmayan
köktendinci İslâm ülkelerinin, ya da anti/Amerikan O r
tadoğu diktatörlüklerinin eline geçmesini bahane edi
yor, bunun için savaş bile açıyor: Kuveyt/Irak olayı do
layısıyla bölgenin yaşadıkları, gerçekte, W ashington’ın
taa yüzyılın başından beri tasarladıklarının uygulama
ya konulmasıdır.
İşin acı tarafı neresi? ‘Sistem’ (ABD), petrolü önce
Türkler’in elinden almak için, Devlet-i Aliyye’nin parça
lanmasını planlamış; bunu başarıyla uyguladıktan son
ra, ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti’ni, bu defa, pet
rol bölgesindeki kendi çıkarlarını korumak amacıyla
‘kullanmayı’ hesaplamıştır. Hâlâ aynı hesaplar içindedir,
hâlâ ‘... petrol bulunan, bulunabilmesi imkânı olan her
yerde, oralardaki petrol kaynakları üzerindeki denetim
durumunu, gelişme umutlarını ve bu alanlardaki petrol
üretimine Amerika’nın karışm ası olanaklarım ’ merak
ediyor; gerektiğinde de, işe el koyuyor.
‘Çekiç Güç’ olgusuna da, ‘Kuzey Irak Kürdistanı’ ol
gusuna da, PKK olgusuna da, bir de bu açıdan bakmak
lâzım.
M ENDERES’İN A S L A ‘ANLAYAMADIĞI’
4 Eylül 1993
78
ğu Bloku’) ‘işini bitirdikten’ sonra; gözünü, Üçüncü
Dünya’daki ‘merkeziyetçi bürokrasi’ diktalarına dikmiş
tir: görünüşte ‘demokrasi’ olmadıkları için onları eleş
tirir, işin aslı başkadır fakat... Siyasal etiketleri ne olur
sa olsun, bu ‘rejimlerin’ iki ana niteliği, anti/emperya-
list ve milliyetçi olmalarıdır; Küba da böyledir, Libya da
böyledir, Irak da böyledir: ekonomilerini ‘Sistem’e bağ
lı kılmaz, ulusal pazarlarını uluslararası sermayeye aç
mazlar! Az buz da direnmiyorlar, hani; Kuzey Kore, Vi
etnam, Irak vs. ‘Sistem’in soğuk ya da sıcak savaş bas
kısına rağmen, görüldüğü gibi hâlâ ‘kuyruğu dik tut
maktadırlar’.
Sömürgecilik belâsından paçasını zor kurtarmış olan
ülkenin başat özelliği, özgürlüğüne ve bağımsızlığına
aşırı düşkünlüğüdür, onun içindir ki hemen hepsi an-
ti/emperyalisttir: İstiklâl Savaşı’ndan sonra Türkiye Cum-
huriyeti’nin de, olduğu gibi; Gazi’nin o müthiş sözlerini
unuttunuz mu, ‘Hürriyet ve İstiklâl benim karakterim
dir’; bu tavır, elbet sözde kalmamış, iç ve dış politikada
somutlaşmıştır. Eskiler bilir, yeniler için söylüyorum:
Cumhuriyetin o ilk yıllarda, Türkiye’nin dış politikası,
‘Sovyet Dostluğu’ üzerine kurulmuştu: İngiltere ile M u
sul, Fransa ile Hatay, İtalya ile Oniki Ada yüzünden,
aramız açıktı; ABD’nin ise lâfı bile edilmezdi; böyle bir po
litikaya kimin ağzı ‘Batı yandaşı’ demeye varabilir?
Bu tespiti, ‘resmi ideolojinin’ ısrarla unutturmaya ça
lıştığı, Gazi M ustafa Kemal’in bazı sözleriyle pekiştire
lim; o, kendisine ‘Yeni Türkiye’nin ‘ecnebi düşmanlığın
dan’ söz eden Fransız gazetecisi Maurice Pernot’ya, açık
açık şunları söylemiştir:
eğer ecnebi düşmanlığından, o kadar pahalı elde
edilen bir bağımsızlığa gölge düşürebilecek her şeyden
nefret etmek anlamı çıkarılırsa; evet, bizim ‘ecnebi düş-
79
m am ’ olduğumuz söylenebilir. (...) Henüz güvenimiz
yerinde değildir, evvelce Türkiye’deki ecnebi teşebbüs
lerinin, ecnebi amaçlartntn içimizde uyandırdığı kaygı
lar, bütünüyle ortadan kalkmış değildir.” (29 Ekim 1923,
Söylev ve Demeçleri, Cilt III, s. 66-70)
Bunun neden böyle olduğunu merak edenler, eğer
Osmanlı’nın nasıl ‘batırılmış olduğunu’ biliyorlarsa,
M ustafa Kemal’in Neue Freie Presse muhabirine, yine
aynı günlerde söylediklerine kulak vermelidir; demiştir
ki Gâzi:
“ ... Avrupa ile Türkiye birbirine karşı durumdadır.
Bizi aşağı olm aya mahkûm bir halk olarak tanımakla
yetinmemiş olan Batı, yıkılmamızı çabuklaştırmak için,
ne yapmak lâzımsa yapmıştır. Batı ve Doğu zihinlerinde,
birbirine karşıt iki ilke söz konusu ise, bunun en önem
li kaynağını bulabilm ek için, Avrupa’ya b akm alı!” (27
Eylül 1923, Söylev ve Demeçler, Cilt III, s. 63-65)
Her şey yeterince açık görünmüyor mu? ‘Batı yıkıl
mamızı çabuklaştırm ak için ne yapm ak lâzım sa yap
mış,’ onun için de ‘ecnebi teşebbüslerinin, ecnebi amaç
larının içimizde uyandırdığı kaygılar bütünüyle ortadan
kalkmış değil’; bu temel nedenle, Türkiye Cumhuriye
ti 1938’e kadar (ilginç değil mi Kemal Paşa o yıl ölmüş
tür) Batı’dan uzak durmuş, herhangi bir ittifak anlaşma
sına girmemişti.
1938’den sonra, iki önemli nedenden tavır değişe
cektir:
1/ Rejim gün geçtikçe ‘halkçılıktan’ uzaklaşıyor; bir
seçkinler diktasına, bir ‘totaliterleşmeye’ yozlaşmakta
dır; ‘merkeziyetçi oligarşinin’ temelleri atılıyor. 2/ Sov-
yetler’de, Stalin’ci bürokrasi diktası, Lenin’i bir kenara
bırakmış, Büyük Rusya’cıların eski yayılmacı politika
sına dönmüştür.
80
Bu yüzden Türkiye, Rusya ile anlaşam ayacak, İngil
tere ve Fransa ile ünlü ittifakı imzalayacaktır; böylece,
Rusya’ya karşı B atı’nın ‘kanatları altına’ sığınmış görü
nür; görünür deyişim amaçlı, çünkü Ankara aslında to
taliterdir, demokrasiyi filân umursamaz; o yüzden de bü
tün İkinci Dünya Savaşı boyunca Mihver ülkeleriyle,
-özellikle Almanya ile- Rusya’ya karşı işbirliği halinde
dir; bir bakıma B atı’ya (‘Sistem’e) hâlâ giivenememek-
tedir.
Savaş ertesindeki ‘Demokrasiye Geçiş’ politikası
nın, Milli Şefin ne biçim bir tezgâhı olduğunu tartışmış
tık; 50 sonrası dem okrat iktidarları, ‘Soğuk Savaş’ta
M oskova korkusuyla Washington’a iyice teslim olduk
ları zaman, sanıyorlardı ki ABD Türkiye’yi güçlü bir ül
ke olmak yolunda hızla destekleyecektir; bu, şu anlama
gelmekteydi: İçerde Türkiye eski düzenini (gizli oligar
şisini) koruyup ‘karma ekonomisi’ ile ‘kalkınmasını’
sürdürecek; dışarda ise, ABD’nin bütün isteklerini yeri
ne getirecek! Öyle de yaptı fakat kesinlikle ABD’ye ya
ranamadı, çünkü ‘sistem ’ yalnız dış politikada değil, iç
politikada da tam bir ‘teslimiyet’ istiyordu.
Adnan M enderes, bunun niye böyle olduğunu, asla
anlayamamıştır; tepkisini, hayatıyla ödedi denilebilir.
7
NEREDE O KABADAYI?
7 Eylül 1993
81
neden dolayı onun ‘içerde’ yürütmeye çalıştığı ‘görül
memiş kalkınma hamlesi’ne destek vermediği idi; M en
deres, cumhuriyetin bütün yöneticileri gibi, ulusal ama
cın ‘çağdaş uygarlık seviyesini y akalam ak’ olduğuna
inanmıştır; karşı çıktığı CHP’ye göre elbette daha liberal
di ama, onun liberalliği daha önce saflarında bulundu
ğu Fethi Bcy’in ‘Serbest Fırkası’nın liberalliğinden öte
ye geçmiyordu, yâni ‘milliyetçi’ idi.
Yalnız o mu, ekonomiyi ne kadar halk çoğunluğu
aleyhine, kendi lehine işletirse işletsin, merkeziyetçi cum
huriyet oligarşisi de, bu manada ve bu düzeyde, ‘milli-
yetçi’dir; rejimin tek partiden çok partiye geçişi, kalkın
ma stratejisini değiştirmez; o kadar değiştirmez ki,
1964’te Dünya Bankası ve IMF’nin icazetini alarak -tıp
kı Çiller gibi- T ürkiye’nin Başbakanlığına ‘paraşütle
indirilmiş olan Demirel, iç dinamiklerin basıncıyla Bü
yük T ürkiye’ idealine takılır; ünlü yedi büyük sınai kal
kınma projesini, -B atı asla yüz vermediği için- Sovyet
le rle kamu teşebbüsü olarak gerçekleştirir; böylelikle,
Sistem ’in ‘kara listesi’ndeki yerini alır.
‘Sistem ’ 1950’den bu yana, neredeyse yarım yüzyıl
dır, Türk ekonomisini kayıtsız şartsız kendisine enteg
re etmeye uğraşıyor, hâlâ bunu tam anlamıyla başarabil
miş değil; bunda halk yığınlarının sessiz direnişi kadar,
şu iki faktörü görmemek yanlış olur:
‘Sistem’ aslında sinsi oligarşinin çıkarına işleyen ‘ka
mu öncülüğündeki karma ekonomi düzeni’ni, ‘Sistem’in
çıkarına işleyecek bir vahşi liberal ekonomi düzenine çe
virmek istiyor. Bu elbette kurulu düzenin işleyişinden
‘yararlanan’ ‘siyasi toplum’ kadar, onun uzantısı ve on
dan beslenen sözde ‘sivil toplum’ kuruluşlarının da işi
ne gelmez. Rejim’in ‘ürettiği’ özel sektör, her düzeyde
oligarşiyle ortakyaşam (symbiosis) halindedir; yâni bü
82
rokrasi KİT’leri zarar ettirmek pahasına, birçok sanayi
hammaddesine ucuz fiyat koymasa, ‘yerli’ sanayici on
ları ucuza alıp biraz işleyerek, anasının nikâhına sata
maz; ayrıca, gümrük himayesi, teşvik vergi iadesi vs. de
onun lehine işler; oysa Türkiye’nin ulusal pazarını ‘ec-
nebi’ye açtık mı, elbette Osm anh’nm Kırım Savaşı erte
sindeki yaşadıklarına benzer dramlar yaşanacak, ulusal
ekonomi çökecektir; yâni ‘küreselleşecek’tir.
İşte burada klâsik bürokraside mevcut, Atatürk dö
neminden kalma refleksler devreye girer ki ikinci sebep
de budur: Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu tarihten bu
yana Batı’ya güvenememiştir, vaktiyle onun ‘yıkılmamız
için ne yapmak lâzımsa yapmış olduğunu’, ‘ecnebi teşeb
büs ve amaçlarının içimize ne kaygılar saldığını’ unuta
maz; ‘Sistem’ (Dünya Bankası ve IMF) ne derse desin,
ne kadar bastırırsa bastırsın, uygulamada ayağını sürür,
yorgunu yokuşa sürer, bildiğini okur.
Liberalleşmeden özelleştirmeye, ‘Sistendin dayattığı
değişikliklerin (transformasyon ya da değişim), handiy
se yarım yüzyıldır gecikmesinden ‘hikmet’ işte budur;
‘Sistendin oligarşinin bu ekonomik direniş çekirdeğini
kırmak istemesi de, Irak’ı, Suriye’yi, Libya’yı niçin tam
teslim almak istiyorsa, işte ondan!
Türk aydının bu konuda neden diyalektik davranma
sı gerektiği acaba açıkça görüldü mü?
‘Sistendin ülkemizde oluşmasını istediği ‘İkinci Cum
huriyet’ (‘Sivil T oplum ’) belki merkezi oligarşinin gizli
totaliterliğini kıracak, sahte ‘sivil toplum ’ kuruluşlarını
tasfiye edip, sahicilerinin ortaya çıkmasını sağlayacaktır
ama, bunların hiçbirisi Türkiye için ve Türk olmaya
caktır; ‘bağımsızlığımızdan’ ve ‘özgürlüğümüzden’ feda
kârlık edeceğiz, ‘küreselleşecek’ yâni ABD’nin hegemon
yası altına gireceğiz: böyle bir tavrın Mütareke dönemin
83
deki ‘Amerikan M an dası’ taraftarlığından, ya da ‘İngi
liz M uhipliğinden’ hiçbir farkı yoktur; am aç buraya
varmak idiyse M üdafaa-i Hukuk beyhude kurulmuş, İs
tiklâl Savaşı boşuna yapılmıştır.
Tam tersine, yapılması gereken Türkiye’nin ‘hakla
rını’ yine ‘Sistem’e karşı savunmak (M üdafaa-i Hukuk);
bunu yapabileceği ölçüde yönetime destek vermek; ama
Anadolu İhtilâli’nin ideallerini tamı tamına yerine geti
rebilmek için, ‘bütün idarenin halkın eline verileceği’
gerçek ‘sivil toplum u’ kurmaktır. Bunun için ‘muhtaç
olduğumuz kuvvet,’ oligarşinin ‘Bangladeş’in yaşam a
düzeyine mahkûm ettiği’ otuz milyon yurttaşımızın bi
leğinde ‘mevcuttur’; iş, bu muazzam toplumsal ve eko
nomik potansiyel gücü, siyasal düzeyde örgütleyip hare
kete geçirebilmekte, bakın o zaman her şey nasıl yolu
na giriyor.
Var mı öyle bir kabadayı?
27 Kasım 1993
84
M oskova Üniversitesi’ndeki bir konuşmasında, şöyle
bir şeyler deseydi, acaba nasıl değerlendirirdiniz?
en büyük askeri güç, en büyük ekonomi, en di
namik çok uluslu toplum biziz; bizim liderliğimiz, dün
yanın dört bir yanında istenmekte, ona saygı duyul
maktadır. (...) ideallerimiz ve çıkarlarımız, yalnızca an
gaje olmamızı değil, yönetmemizi de zorunlu kılıyor; ne
am açla mı, dünyada güdümlü (devletçi) ekonomiyi ve
komünizmi yayıp geliştirmek am acıyla! Çünkü bu bi
zim güvenliğimizi ve çıkarlarımızı korur; çünkü bu, ay
nı zam anda evrensel ve Sovyet olan değerlerin bir yan
sım asıd ır...”
Değerlendirmemiz hiç kuşkusuz M oskova’nın ‘ide
olojik bir savaş yürüttüğü’, ‘çıkarlarına uyan bir değer
ler sistemini, dünyaya kabul ettirmek istediği yolunda
olacaktı; doğrusu da buydu, işin şaşılacak yanı Ruslar
da bunu saklamıyor, ideolojik bir tavır içinde oldukla
rını açıkça söylüyorlardı.
Artık ideolojiler öldü deniyor, buna inanan safdiller
de var, bunu milleti uyutmak için savunan hinoğlu hin
ler de; bu İkincilerin varlığına inanmayanlar mevcutsa,
şimdi diyeceklerim onların elbette huzurunu kaçıra
caktır.
Neden mi, bakın neden!
Az önce Brejnev’in hayali Güvenlik Danışmam’mn
ağzına yakıştırdığım sözleri, Başkan Clinton’ın Ulusal
Güvenlik Danışmanı Mr. Anthony Lake, 21 Eylül 1993
günü, Johns-H opkins Üniversitesi’nde (W ashington,
DC) söylemiştir; şu farkla ki o söylevinde ‘komünizm’ ye
rine ‘demokrasi’, ‘güdümlü (devletçi) ekonomi’ yerine
‘pazar ekonomisi’ deyimlerini kullanmıştır; yâni bir yan
dan ‘ideolojiler öldü’ deniyor ama, ABD en hâlisinden
bir ideolojik tavır sergiliyor; bu ‘tavrı’ netliğe kavuştur
85
mak için, şimdi ister istemez Anthony Lake’in sözlerini
gözden geçirelim:
en büyük askeri güç, en büyük ekonomi, en di
namik çok uluslu toplum biziz; bizim liderliğimiz, dün
yanın dört bir yanında istenmekte, ona saygı duyulmak
ta d ır...”
“ ... artık ( a b d için) mevcut pazarları m uhafaza et
mek söz konusu değildir; onları genişletmek ve pekiştir
mek söz konusudur. (...) ideallerimiz ve çıkarlarımız,
yalnızca angaje olmamızı değil, yönetmemizi de zorun
lu kılıyor. (Elbette) dünyada pazar ekonomisini ve de
m okrasiyi yayıp geliştirmek amacıyla olacak bu! Çün
kü bizim güvenliğimizi ve çıkarlarımızı bu korur, çün
kü bu aynı zam anda evrensel ve Amerikan olan değer
lerin bir yan sım asıd ır...”
" . . . güvenliğimizden sorumlu her kişi için, Birleşik
Devletler’in davranışının tekyanlı mı, çokyanlı mı ola
cağını belirlemede bir tek kriter geçerli olacaktır: Ame
rik a’nın çıkarları! Ç ıkarlarım ıza öylesi hizmet ettiği
zam an çokyanlı, amacımıza böylesi hizmet ettiği zaman
tekyanlı hareket etm eliyiz...” (Le Monde Diplomati
que, Kasım 1993)
Ne buyrulur? İdeolojiler gerçekten ölmüş mü; yok
sa, ideolojiler öldü demek, ABD’nin ‘ideolojisine’ uşak
lık etmek mi? Herkes takkesini önüne koyup ciddi cid
di düşünmelidir.
(W ashington’in takındığı tavır da, giriştiği hazırlık
lar da açıkça ‘ideolojik, üstelik, bu tavrıyla ve hazırlık
larıyla, demokrasinin ve pazar ekonomisinin ABD yoru
munu, Avrupa Topluluğu’na ve yeryüzünün öteki ülke
lerine, -cebren ve hile ile- dayatıyor; işin nerelere var
dığım anlatabilmek için, GATT müzakerelerinin Avru
pa’da, özellikle Fransa’da kopardığı fırtınaya bir göz at
86
mak; sözgelişi, Le Monde Diplomatique’in son sayısın
daki iki yazının sadece başlıklarını okumak yeter.
Anthony L ak e’in söylevini tartışan Jacqu es Decor-
noy’ııın yazısı, şu başlıkla verilmiş: “ Dünyanın Yöneti
mi İçin Amerikan Saldırısı” ; M ichael K lare’ın yazısının
başlığı ise, şöyle: “ W ashington’daki Strateji U zm anla
rı, Yeni Savaş Seferlerine H azırlanıyor” ; üstelik bu ya
zının yazarı Klare bir Amerika’lı, çok da ilginç şeyler söy
lemiş, onun söylediklerine de sıra gelecek elbet şimdilik
siz ‘ideolojilerin ölüp ölmediğini’ diişünedurun!
Bizde de çok meraklısı var da!)
9
‘İKİLİ SAVAŞ’TEHLİKESİ
30 Kasım 1993
87
bi, yöresel yapıdaki öteki tehlikeler gibi b elâlar...” Açık
lanan plan, ABD silahlı gücü için ‘ ... aynı anda iki yöre
sel güç ile savaşmayı, onları etkisiz hale getirmeyi görev
olarak’ öngörüyordu; zaten bir gün sonra Savunma B a
kanı Les Aspin, ‘tehlikeleri’ somutlaştırmış, adını koy
muştu: Kuzey Kore ve Irak!
İnsan hayret eder, bu kadar barış meraklısı geçinen
ABD, savaşmadan yapamıyor mu? Niye dünyanın öbür
ucundaki birtakım ülkelere, ‘serbest pazar ekonomisini’,
ya da ‘demokrasiyi’ ihraç etmek istiyor? Bunun vaktiy
le sscB’nin ‘güdümlü ekonomi’yi ve ‘totaliter komü
nizmi’ ihraç etmek istemesinden ne fark var?
Hampshire College profesörlerinden M ichael Klare,
bakalım sorunu nasıl ele almış:
“ ... SSCB çok tehdit olarak göründüğü sürece, Kong
re üyeleri, ulusal servetin önemli bir kısmım askeri mas
raflara ayırmayı kabul ettiler; fakat, bu tehlike yok olun
ca, üyelerin çoğunluğu askeri m asraflarda önemli indi
rimler yapılmasını istediler; Pentagon’un bu zihniyeti
yenebilmesi ancak yeni bir hasım (rakip, tehlike, tehdit)
ortaya koyması ile mümkündü; ‘Soğuk Savaş’ boyunca
ABD, Varşova Paktı ile savaşabilecek çok pahalı, yüksek
teknolojiye dayanan bir güvenlik ‘sistem ’i kurmuştu,
onu muhafaza edebilmek için, mevcut ya da mevcut ol
duğu iddia edilen tehdidin, hiç değilse sscB’nin temsil et
miş olduğu tehdide yakın bir tehdit olm ası gerekiyor
d u ...” (Le Monde Diplomatique, Kasım 1993)
Türkçesi, ‘Sistem ’in ‘serbest piyasa ekonomisi’ ide
olojisini dünyaya kabul ettirebilmek için, muazzam bir
askeri gücü ayakta tutmaya ihtiyacı var; buysa, Ameri
ka Birleşik Devletleri vergi mükelleflerine, yılda iki yüz
yetmiş beş milyar dolara patlıyor; bu rakamın Kong-
re’den geçebilmesi için, üyeleri ABD’nin en az SSCB çapın
88
da büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğuna ik
na etmek lâzım.
İyi de, o çapta ve güçte bir tehdit ve tehlike var mı?
Prof. Michael Klare, yazısında bu soruya şöyle cevap
veriyor:
Üçüncü Dünya ülkelerinin bazılarında modern
silâhların var olduğu bir gerçektir, bunlar büyük ope
rasyonlar yapabilecek güce de sahiptirler; dahası, ara
larından bir düzine kadarı ufak çapta bir nükleer güç
imkânı edinmiş bulunmaktadır, bazılarının kimyasal si
lâhları olduğu da bilinmektedir; ne var ki, bütün bun
ların arasında, ABD’ye meydan okuyabilecek olan, - ‘ge
lişm iş’ Kuzey ülkelerinin dışında (Avrupa, Japonya
vs)- Birleşik Devletlerde boy ölçüşebilecek sadece üç
ülke sayılabilir ki, bunlar da Çin H alk Cumhuriyeti,
H indistan ve İsrail’dir; ve bu üç ülkenin hiçbirisi, ‘te
rörist’ bir ülke d eğ ild ir...” (Le Monde Diplomatique,
Kasım 1993)
Geriye kim kalıyor? Pentagon’un ‘planında’ adı ge
çen ülkeler, yâni Küba, İran, Irak, Kuzey Kore, Pakistan,
Suriye, Vietnam vs. Klare’a göre, bunlar ciddi birer teh
dit oluşturmaktan uzaktırlar, “ ... ve bu koşullar altın
da Pentagon’un tasarladığı türden ikili savaş tehlikesi
basbayağı bir abartm adır.” ; yâni, bunlar küçük ülkeler,
o muazzam savaş aygıtına az gelirler, çaresizlikten Pen
tagon aynı zamanda iki savaş teorisini icat ediyor, ama
cı o süper savaş gücünü muhafaza edebilmek!
Niçin? Sakın ‘ideoloji ihracı’ ve ‘dünya egemenliği’
için olmasın?
89
10
‘DESTEK’ M İ,‘KÖSTEK’ M İ?
5 Şubat 1994
90
ği varsayılan ülkeler; tabii, Türkiye’nin de onların ara
sında sayılması, onur verici, yüreklendirici bir olay!
Ron B row n’in söylediklerini, on gün kadar önce,
New-York Dış Politika D erneği’ndeki konuşmasında,
U lu slararası T icaretten Sorum lu M ü steşar Jeo ffrey
Garten da söylemişti; hem de, adı geçen on ülkeyi ay
nen sıralayarak! Yalnız Jeoffrey Garten, alman bu ye
ni kararı, eski ve yanlış bir uygulamadan geri dönüş
olarak gösteriyordu; diyesi oydu ki, Washington uzun
ca bir süre ekonomik ilişkilerinde bazı siyasi öncelikler
tanımış, sözgelişi insan ve işçi haklarına riayet etmeyen,
ülkesinde baskıya başvuran ülkelere, epeyce uzak ve so
ğuk durmuştu; oysa bunun sonucunda parsayı toplayan
lar, Almanlar ve Japonlar olmuşlardı; bu iki ülke, bir
çok yerde ABD’yi ikinci plana itmiş, birçok yerde ‘pazar
payını’ genişletmişti, (trt -1)
M üsteşarda B ak an ’ın sözleri birbirini tamamlıyor,
anlaşılıyor ki Washington eskisi kadar demokrasi hava
risi rolünü benimsemeyecek, o da ekonomik çıkarları
nı daha ön planda tutacak; çünkü insan ve işçi hakla
rının, siyasi baskıya direnişin yerine koyduğu ilkeler;
öteden -geçen yüzyıldan- beri bildiğimiz ‘açık kapı’ po
litikasının ilkeleri; şimdi adına ‘küreselleşm e’ diyorlar
ya, işte o; B ak an ’ın ağzından anlaşılan, hızlı gelişen on
büyük ülke ekonomilerini bu tertip üzerine ABD’ye aça
caklar, ‘Sistem ’le bütünleştirecekler, ondan sonra sen
sağ ben selâmet!
Ama, nasıl?
Şimdi bakın, Bakan Don Brown ‘kartlarını’ saklamı
yor, ‘oyunu açık’: Türkiye ile ilişkilerini nasıl geliştirece
ğini söylemiş; ‘yatırım yapacak’mış, yâni Amerikan ser
mayesi Türkiye pazarına yerleşecek; ayrıca ‘ihracatı ge
liştirecekmiş’, bu da elbet, T ürkiye’nin A m erika’dan
91
-hem de pahalı D olar’la - ‘ithalatının’ artması anlamına
geliyor; bir de ‘ortak projeler’ lâfı var ki, ne tarafa çek
sen o tarafa uzar; ama herhalde Türkiye, atom araştır
malarını geliştirmeye kalkışırsa, Washington ona ne ka
tılır, ne de izin verir; yâni daha ilk bakışta ‘geliştirilecek’
yeni ekonomik ilişkilerin T ürkiye’ye ne bakım dan ya
rarlı olacağı pek görülemiyor.
Asıl önemlisi, ‘açık pazar’ ekonomisi ilkeleri çerçeve
sinde, ABD’nin önümüzdeki yüzyıla damgalarını basma
ları ihtimali yüksek olan ülkelere, endüstriyel ve ekono
mik (bilgi) güç olarak girip yerleşmesi; böylece o ülkele
rin ilerde Japonya gibi, Almanya gibi karşısına bağımsız
endüstriyel ve elektronik güç olarak çıkmalarını engelle
mesidir; yüzeysel bakınca ABD’nin gelişmekte olan ülke
lere yardımı ya da katkısı gibi görünen ‘proje’ ya da ‘pa
ket’ gerçekte bir yandan bu ekonomileri denetlemeyi, öte
yandan hepsi büyük ve geniş olan bu ulusal pazarları, Al
manya ve Jap on y a’ya kaptırmamayı öngörüyor.
Farkında mısınız, bizi süzme salak sanıyor bunlar!
11
14 M art 1995
92
d ia’nın, halka telkin ettiği budur! Hiç kimse, Devlet-i
Aliyye’nin M uharrem Kararnam esi ile benzer bir serü
ven yaşadığını hatırlamak istemiyor; Osmanlı pazarı ve
gümrükleri de, ecnebiye böyle açılmıştı; Osmanlı sana
yii mahvoldu, devlet battı!
Gümrük Birliği’ne girmek, bir manada, davulu bi
zim boynumuza asmak, tokmağı onların eline vermek;
hayati karar mekanizmalarının dışındayız, AT’nin aley
hine saydığı hiçbir ‘ulusal’ kararı alıp uygulayamayaca
ğız, gümrükler sıfırlanacak; belki de, 70’li yıllarda sol
cu gençlerin icat ettiği tekerleme, gerçekleşecek: ‘Onlar
ortak, biz p a z a r!’ Çünkü uluslararası kapitalizmin,
SSCB’nin dağılmasından sonraki hedefi belli: ‘Sistem’in
denetimine direnen, ulusal ekonomileri kontrol altına
almak; böylece bağımsız ekonomik güç kalmayacak,
‘ucuzluk’ ve ‘kalite’ numarasıyla, ulusal devletin tam
bağımsızlığı, lâfta ‘karşılıklı’ gerçekte ise ‘tek taraflı’ ba
ğımlılığa çevrilecek!
Bu adımı atmakla, birileri elbet tarihe geçmiş oluyor,
ama nasıl? ‘K o ca’ Reşit Paşa, ‘Keçecizade’ Fuat Paşa,
Sait Paşa, ‘D am at’ Ferit Paşa gibi olmasın?
Tam da açıklığa kavuşturulmayan gerekçe şu mudur?
‘Karma ekonomi’ Türkiye’yi ‘yiyen’ oligarşiyi yarat
mıştır; KİT’ler iktidarların arpalığı olarak kalmaz, aynı
zamanda yerli sanayiin ucuza beslendiği memelerdir;
adı ulusal, aslında ulusal pazarı sömüren, kalitesiz ve
pahalı bir sanayi oluşmuştur; bürokrasiyle ortak yaşam
sürerek egemenliğini devam ettiriyor; bu da hem ‘kali
teli ve ucuz’ mala, hem de ‘demokratik ve sivil’ toplu
ma ulaşmamızı engeller; AT Güm rük Birliği’ne girersek
hem ecnebi rekabeti bu haksız saltanatı yakıp hayatı
ucuzlatacak, hem de sivil ve demokratik topluma geçiş
süreci hızlanacaktır.
93
Bu tespitte doğru taraf çok! Neredeyse yarım yüzyıl
lık ‘dem okrasi’ye rağmen, ülkede ‘siyasi toplum ’ ege
menliği, hem de ‘gizli’ bir oligarşi olarak sürüyor; ulu
sal gelirin önemli kısmı bu mutlu azınlığa gitmektedir,
halkın yüzde ellisi Bangladeş yoksulluğu yaşıyor, de
m okratikleşm e lâfta yürür, hâlâ tek parti döneminden
kalm a ‘totaliter’ yasalar geçerlidir; yâni bu sayede ger
çek bir dem okratikleşme yasalarla engellenir; himaye
ci sanayicilik, Türkiye’de birkaç aileyi (onları hep tanı
yoruz) tek nesille yeryüzünün sayılı zenginleri arasına
sokm uştur; ara rejimlerle işçi sınıfına takılan çelmeler,
‘yerli’ sanayi için gerçekten dikensiz bir gül bahçesi ya
ratmıştır - ki bu durum, uluslararası liberal burjuva de
m okrasisinin standartlarından çok uzaktır.
Deniliyor ki - at ile bütünleşme, AT Gümrük Birli-
ği’ne katılma, T ürkiye’de bu durumu değiştirecektir.
Acaba?
Şimdi bakın, giriştiğimiz serüven, eşitler arasındaki
bir serüven değildir; zurna da zaten burada zırt diyor;
sorunu, propagandanın süsü püsü, liberal bülbüllerin
şakıması içinde değil de, gerçek bir iktisatçı kafasıyla ele
alırsak, ne görüyoruz? Bunu, hiç de devletçi mevletçi ol
mayan, gerçekte çok liberal bir uzmanın, Erdoğan Al-
kin’in kaleminden okur musunuz efendim?
“ ... önümüzdeki on yıl içinde kişi başına gelir 3.500
dolara, satın alma gücü paritesine göre de en çok 5.000
dolara varabilecek. Avrupa’nın en fakir ülkeleri aynı he
sapla 10.000 dolara yaklaşırken, Türkiye’nin bu kadar
geride kalm ası, ister istemez akla b aşk a sorular getiri
yor: meselâ böyle bir gelir farkıyla, Zenginler Kulübü
ne nasıl üye olu n acak?..”
“ ... şu mütevazı hedefe varabilm ek için Türkiye’nin
yılda ortalam a yüzde 6 büyümesi, yâni ‘dörtte bir’ ve
94
rimlilik hesabıyla gelirinin yaklaşık yüzde 2 5 ’ini tasar
ruf edip yatırım lara yönelmesi gerek iy o r...”
“ ... böyle iyimser bir tablo ile bile, kişi başına gelir
on yıl içinde 4.0 0 0 dolara, satın alm a gücü paritesine
göre de ancak 6.500 dolara v arab ilecek ...”
“ ... kişi başın a gelirin on yıl sonra 4 .0 0 0 yerine
5.000 dolara, satın alma gücü paritesine göre 8.000
dolara yaklaşm ası için ekonominin yaklaşık yılda yüz
de 10 büyümesi gerekir; yâni başka bir deyişle, T ürk
halkı bugün ürettiğinin yüzde 7 5 ’ini tüketip ancak yüz
de 2 5 ’ini tasarruf ederken, (...) neredeyse aç ve çıplak
dolaşm aya razı olup ürettiğinin yüzde 4 0 ’ını tüketme
meye ve yatırım lara ayırmaya karar verecek. Ayrıca bu
muazzam yatırım faaliyetini köstekleyecek döviz, altya
pı, enerji, dış politika, iç politika, insan ve zihniyet dar
boğazları da olmayacak. Rüya gibi geliyor...” (Milliyet,
7 Mart 1995)
Evet, insana rüya gibi gelen bu tabloya rağmen, on
yıl sonunda yine de en fakir AT ülkesinin bugün on bin
dolar olan seviyesine yaklaşabilmiş olmayacağız. Sizce
birileri, birileriııi aldatmıyor mu? Erdoğan Alkin’in sor
duğu soru hem haklı, hem gerçekçi: “ Böyle bir gelir far
kıyla, Zenginler Kulübü’ne nasıl üye olun acak?”
12
CUMHURİYET, 0 ‘RÜYA’YI REDDETMİŞTİR!..
16 M art 1995
95
geçişin getireceği sonuçları, madde madde sıraladığı lis
tenin tepesine, şu kerameti kondurmuş: ‘Yüzyıllık R ü
yayı Gerçek Kılan On N o k ta!..’ Bundan, Türkiye yüz
yıldır Batı kapitalist ‘Sistemi’ne gümrüklerini açmak
hayali içindeymiş de, bunu nihayet başarabiliyormuş gi
bi bir anlam çıkmıyor mu Allah aşkına! Bir başlık için
de, bu kadar çok yanlışı biraraya getirebilmek, maksat
lı değilse, epeyce yoğun bir cahillik başarısı sayılmalı!
En başında, Türklerin bu filmi -üstelik geçen yüzyıl
içinde- görmüş olduğunu ‘atlıyor’; dahası Anadolu Ih-
tilâli’nin tam da bu fikre karşı yapıldığını; onun teme
lini oluşturan ‘M üdafa-i H ukuk D oktrini’ ile ‘savunu
lan hakların’, kılı kılına, şimdi Güm rük Birliği’ne gire
bilmek için feda edilenler olduğunu! Lausanne Konfe-
ransı’nda, Batıklar tarafından bize en büyük zorluklar
dan birisi, ulusal gümrükleri çıkarımıza göre ayarlamak
istediğimiz zaman çıkarılmıştı, bu hakka nice sonra ka-
vuşabilmiştik!
Bu da Osm anlı’nın son döneminde, zaten gümrük fi
lân kalmamış olduğunu, Düvel-i M uazzam a’nın (‘Sis
tem’ ) Osm anlı pazarında istediği gibi cirit attığını gös
termez mi? Gümrükleri ‘Sistem’e açmak, neden yüzyıl
lık rüyamız imiş, anlayabilene aşkolsun! Osmanlı, 1838
Ticaret Anlaşm ası ile kapıları zaten açmıştı; Türkiye
Cumhuriyeti ise tam tersine, bu ‘hakkı’ bizzat kullana
cağını ‘savaşarak’ kanıtladı; eğer Ankara tekrar ‘K oca’
Reşit Paşa teslimiyetçiliğine dönüyorsa, bu hiç de yüz
senelik bir rüya değildir; pek pek, sekiz on senelik bir rü
yadır.
Diyeceksiniz ki iki tarih dönemi arasında ne ilgi var?
Tarih bilen ‘rüya’ meraklıları arasından, daha şimdiden,
‘hiçbir benzerlik olmadığı’ fetvasını verenler çıkıyor; ger
çekte ise, iki anlaşma, maddelerine varıncaya kadar bir-
96
birine benziyor; fark gibi görünen nokta, o tarihte ‘Sis
tem’ adına şartları İngiltere devlet-i fehimesi’nin ‘dayat
m ası’, fakat bundan öteki Avrupa ülkelerinin de ‘yarar
lanacağını’ belirtmesi; şimdi ise ‘Sistem ’in karşımıza
uluslararası tek bir örgüt (AT) halinde çıkmasıdır.
Benzerlik o mertebededir ki, insan dehşete düşüyor:
Başbakan Çiller -onun ‘borazanı’ olan m edia- Gümrük
Birliği’ne girişi Türkiye’nin ‘kurtuluşu ve yükselişi’ di
ye selâm lamaktadır; ‘K oca’ Reşit Paşa da o ‘m ahut’ an
laşmayı O sm anlı’ya ‘kalkınma yolunu açacak’ diye se-
lâmlamıştı; oysa zamanın İngiltere Dışişleri Bakam Lord
Palmerstone, anlaşmayı bir ‘capo d ’opera’ (ancak ope
ralarda rastlanabilecek güzellikte bir şaheser) diye ad
landırıyor, yıllar sonra olayın irdelemesini yapan Yusuf
Kemal Bey ise, Reşit Paşa ve arkadaşları için şunları ya
zıyordu: “ ...b u muahedenin, neticede, memleketin sa
nayiini belini doğrultam az bir hale getireceğini, devle
tin başına Düyun-u Umumiye idaresi gibi bir belâyı mu
sallat edeceğini elbette keşfedem iyorlardı.” (Harici Ti
caret Siyaseti, ‘Tanzim at’, s. 314, 1940)
İyi de Devlet-i Aliyye zaten ‘kapitülasyonlarla Ba-
tı’ya teslim olmuştu; o devirde ithal malları ancak yüz
de 3 gibi önemsiz bir gümrük resmi ödemekteydi, hât
tâ bu, çeşitli sebeplerden yüzde l ’e inebiliyordu, ayrıca
Avrupalılar vergi ödem iyorlardı’ öyleyse, ‘açık k apı’
siyasetinde niçin diretiyorlardı? D oğan Avcıoğlu, ünlü
eserinde bunu şöyle anlatıyor:
“ ... bununla birlikte, O sm anlı’d a serbest ticarete
önemli kayıtlar getirilmişti. İç ticaret Osm anlı tebaası
na aitti. Yabancı tüccar iç ticarete girip yerlilerle rekabet
edemezdi. Bir malın alım satımı, bir ruhsat karşılığında
belli kişilerin tekeline verilmişti. Üretici malını ruhsat
sahibi bu kişilere satm ak zorunda idi. Yedd-i vahit/te
97
kel denilen bu usul yalnız hububat vb iç ürünlere değil,
ithal mallarına da uygulanm aktaydı. (...) bu tekel du
rumu İngiliz tüccarlarını rahatsız ediyordu. Nitekim
Palmerstone, 30 Kasım 1833’de İstanbul’daki sefirine
yazdığı mektupta, ‘yedd-i vahit usulünü kaldırmaya ça
lışın’ direktifini vermekteydi. (...) Bundan başka, iç ti
caretten geniş ve çeşitli vergiler alınmaktaydı. Emtianın
bir şehirden ötekine nakli, ruhsat tezkeresi gerektir
mekteydi. Şüphesiz kapitalist gelişme yoluna girmeye
niyetlenen bir Türkiye’nin, iç ticarete getiren bu pre/ka-
pitalist düzene özgü bütün bu kayıtları kaldırm ası lü
zumluydu am a, güm rük duvarlarıyla ileri kapitalist ül
kelerden kendi iç pazarını korum ak şartıyla. (Cumhu
riyet bunu yapmıştır) oysa 1838 Anlaşması ile, dışa kar
şı korum a tedbiri getirmeden içerdeki kayıtların kal
dırılması, ülkeyi Avrupa’nın ‘açık pazarı’ y ap m ıştır...”
(Türkiye’nin Düzeni, s. 52, Aralık 1968, Birinci Basım)
Türkiye’nin gerekli ve zorunlu tedbirleri almadan,
paldır küldür Avrupa Güm rük Birliği’ııe girmesi, aynı
sonuçları verecek midir vermeyecek midir, bunu hep bir
likte yaşayıp göreceğiz.
Şimdi isterseniz, iki anlaşmanın karşılaştırılmasına
geçebiliriz.
13
‘GÜMRÜK BİRLİĞİ’, ‘RÜYA’ DEĞİL, ‘KÂBUS’!..
18 M art 1995
98
tanbul yapan o buz mavisi Boğaz manzaralarından bi
risini çekmiş, söyleşiyorduk; gündemimiz, Gümrük Bir
liği; önemli bir noktaya parmak bastı:
Güm rük Birliği’ne girmek, yarım yırtık bir hü
kümetin kendi başına yükleneceği bir sorumluluk ola
maz; ülkenin geleceğini ipotek altına alıyor; bence kap
samlı bir referandum yapılmalı, cevap halktan alınm a
lıy d ı...”
Tespit de, değerlendirme de, bana çok yerinde görün
müştü; burada bahsi size açmayı düşünüyordum, geçen
akşam tecrübeli bir politikacı (Korkut Özal) televiz
yondaki tartışmada aynı şeyi söyledi; ona göre de bu iş
aceleye getirilmişti; değil halk, media ve siyasetçiler bi
le, Gümrük Birliği’ne girmemizin bize neyi getirip neyi
götürdüğünü doğru dürüst bilmiyordu; oysa sorun, bü
tün verileriyle kamuoyuna sunulmalı, enine boyuna tar
tışıldıktan sonra, bir referandumla bağlanmalıydı.
Ne denir, aklın yolu bir!)
O genç ‘meslektaş’ ‘Yüzyıllık Rüyayı Gerçek Kılan
On N o k ta’yı gazetesinde şöyle özetlemiş:
a/ Tarım ürünleri hariç, Türkiye’de, AB’de ya da
üçüncü ülkelerde üretilen mallar, ‘serbestçe’ dolaşabile
cek! (Yâni, bildiğimiz ‘açık kapı’ politikası.) b/ Gümrük
vergileri sıfırlanacak; Alî tekstil kısıtlamasını kaldıracak
ama Türkiye de anlaşmadan doğan yükümlülüklerini
yerine getirecek! (Yâni, iç pazarını AT’ye teslim edecek.)
d Beş yıi içinde Türkiye standardizasyon, ölçüm ve ka-
librajda, ABD mevzuatına uygun davranacak! (Yâni T ür
kiye’de AT standardı işleyecek.) d/ Türkiye’nin öteki ül
kelere uygulayacağı ithalat ve ihracat politikası, AB mev
zuatına aykırı olmayacak! (Yâni Türkiye ulusal açıdan
istediği ülkeyle istediği ekonomik ilişkiye giremeyecek,
AT’nin çıkarına uygun davranacak.) e/ İşlenmiş tarım
99
ürünlerinde, karşılıklı ve üç aşam alı olarak gümrük sı
fırlamasına gidilecek! (Yâni et süt sebze meyve hâttâ ta
hıl konusunda, AT’nin T ü rk pazarım istilasına yeşil ışık
yakılacak.) f/ Türkiye devlet tekellerinin iki sene içinde
kaldırılması konusunda, Avrupa Birliği ile uyuma gire
cek! (Yâni T ürk ekonomisinin yetmiş yılda ecnebiye
karşı yarattığı ‘ekonomik kaleler’ teslim edilecek.) g/ Ta
raflar ithal m allara dolaylı ya da dolaysız olarak, milli
m allara uyguladıklarından fazla vergi koyam ayacak!
(Yâni, gümrükler dışında, yerli mallar, yabancı istilası
na karşı, başka vergilerle de himaye edilemeyecek.) h/
Siyasi diyalog geliştirilecek ve iki taraf dış güvenlik ko
nularını tartışm ak için biraraya gelecek! (Yâni, T ü rki
ye’nin dış politikası da, dış güvenlik konuları da, AB’nin
denetimi altında yürütülecek.) N asıl iyi mi? (Hürriyet,
6 M art 1995)
Evet, ister inanın, ister inanmayın, meğer ‘yüz yıldır’
Türkiye bu ‘rüyayı’ görüyorm uş da, haberimiz yok
muş! Erdoğan A lkin’ın hesabına göre, on yıl bütün ge
lirimizin yüzde kırkını yatırıma ayırsak (nerede o gün
ler?) bile, en yoksulunun güç seviyesine ulaşam ayacağı
mız bir ekonomik ‘sistem ’e, kapılarım böylesine ardına
kadar açmak, T ürkiye’yi yeniden Avrupa’nın ‘gizli’ sö
mürgesi haline getirir mi getirmez mi, hele bir düşünü
nüz!..
... ama efendim, ‘dünyadaki ekonomik güç odakla
rının dışında kalam azm ışız, içlerinden birisiyle bütün
leşmemiz kaçınılmazmış, işte bu da onun ilk adımıymış,
ilerde Avrupa Birliği’nin ‘yıldızlarından’ birisi de T ü r
kiye olacakm ış, ham hom şarolop !’ ..
1838 Osmanlı/Ingiltere Ticaret Anlaşm ası imzalan
dıktan sonra, İngiltere’nin o zam anki Dışişleri Bakanı
Lord Palmerstone, ne demişti bilir misiniz? İstanbul’da-
ki büyükelçisine gönderdiği talim atta, Sultan’ın te
baasının servet ve refahları artacak, sanayi önemli bir
gelişme gösterecek, bunu gereken kişilere an latın ız...”
diyordu. ‘K o ca’ Reşit Paşa ise, ölüm döşeğindeki Sul-
tan ’a, ‘serbest ticaret yoluyla hızlı sanayileşmenin zor
olmayacağını, bunun da açık kapı siyasetinin tehlikele
rini önleyebileceğini’ anlatıyordu. (D. Avcıoğlu, Türki
ye’nin Düzeni, s. 53, Birinci Basım, 1968). Farkındaysa
nız, şimdi B aşbakan Prof. Çiller de hemen hemen aynı
şeyleri söylemektedir; oysa Devlet-i Aliyye’nin sonraki
akıbeti hepimizin malumu, önce sanayii çöktü, sonra da
kendisi!
Sahi 1838 A nlaşm ası’nın o tarihte Devlet-i Aliyye’yi
ihya edeceği iddia olunan maddelerini, AT Gümrük Bir
liği maddeleriyle karşılaştıracaktır değil mi?
Zaten sıra oraya geldi.
14
‘DAHİLİ VE HARİCİ BEDHAHLAR...’
21 M art 1995
101
yayınlarını izlemek bile, bunların birbirlerinden ne ka
dar ‘farklı’ olduklarını kavram aya yetecektir.
Türk aydını, ‘çağdaş’ olmanın aslında ‘farklı’ ve ‘öz
gün’ olmayı içerdiğini anlamış olsa, 1838’de İngiliz/Os-
manlı Ticaret Anlaşmasını, günümüzde ise Avrupa Güm
rük Birliği Anlaşması’nı gözü kapalı imzalar, ‘yuları böy-
lece Avrupa’lıya teslim eder’ miydi?)
Brüksel ‘fatihleri’ âdet üzere T ürkiye’ye ‘çağ atlatı
yor’, henüz değişen bir şey olmadığı halde, yeni ‘bir dö
nemin başladığını’ kemal-i iftiharla ilân ediyorlar. Aca
ba? Güm rük Birliği’nden geçtim, Portekiz ve Yunanis
tan, AB’nin tam içindedir; girmeden öncesine oranla bu
iki ülkede ‘daha iyi olan’ kaç şey sayabilirsiniz? Gittik
çe daha çok AB büyüklerinin açık pazarı, ya da nüfuz
alanı haline geliyorlar.
1838 Ticaret Anlaşm ası’m imzaladıktan sonra, Dev-
let-i Aliyye’nin olduğu gibi. Fakat önce, şu ünlü Anlaş-
m a’nın maddelerine bir göz atmayalım mı? a/ 1838 An
laşm ası, Dcvlet-i Aliyye’nin her yanında uygulanacak
tır. (Yâni M ısır’ın kapitalist gelişmesinde stratejik rol
oynayan, dış ticaret tekeli yıkılacaktır.) b/ Bu Anlaşma
‘ilelebet mer’i ve muteber olacak ve Anlaşm a hükümle
rinden öteki bütün ülkeler de yararlanacaktır. (Yâni,
imzalanan aynı tip anlaşmalarla ‘Sistendin tamamı -b u
günkü Avrupa T opluluğu- O sm anlı’ya hükmedecek
tir.) d Kapitülasyonlar devam edecek, yeni anlaşmayla
tanınan yeni im kânlar eskilerine eklenecektir. (Yâni
bugün ne yapılıyorsa, o gün de yapılmıştır.) d/ Gerek iç
gerek dış ticaret amacıyla İngiliz (Siz Avrupa’lı anlayın)
tüccarlar, onların Osmanlı ortakları ve adamları (gayr-ı
müslim anlayın) memleketin her tarafında her çeşit em
tiayı, bila istisna alıp satabilecektir. (Yâni ecnebi mallar
serbestçe dolaşacaktır.) e/ ‘Yedd-i vahit’ usülü ‘bilkülli-
102
ye terk ve iptal olacaktır’ . (Yâni Hayriye tüccarı hima
yesiz kalacaktır.) f/ İngiliz (Avrupa’lı anlayın) tüccarlar,
ortakları ve adam ları, iç ticarette en imtiyazlı yerli tüc
cardan fazla vergi ödemeyecektir. (Yâni, yeni Gümrük
Birliği A nlaşm asındaki g şıkkı, aşağı yukarı aynen söy
lenmiş.) g/ İthalatta yalnız yüzde üç ithal resmi ödene
cektir. (Yâni ecnebi bir tüccar Osm anlı ülkesinde sattı
ğı m allar için yüzde 5 resim öderken, Osmanlı tüccarı
eyaletten eyalete nakledeceği emtia için yüzde 12 resim
ödeyecektir.) h/ Yabancı mallar, B o ğazlar’dan serbest
çe geçecek, transit ve aktarma işlemleri hiçbir resme tâ
bi olmayacaktır; ayrıca İngiliz tüccarı (Avrupa’lı) yalnız
kendi mallarını değil, dış ülkelerden gelmiş her malı Os-
manlı ülkesinin her tarafında, serbestçe alıp satabilecek
tir. (Yâni, İngiliz’e öncelik tanınm akla birlikte, Devlet-
i Aliyye, geniş ve bakir bir pazar olarak, Avrupa kapi
talizmine açılmaktadır.) (Doğan Avcıoğlıı, Türkiye’nin
Düzeni, s. 52, Birinci Basım, 1968)
Şimdi elinizi kalbinize koyup, öyle söyleyiniz: T ü r
kiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin şimdi imzaladığı anlaş
ma, bazı maddeleri bakımından, bundan daha iyi midir,
yoksa kötü müdür?
Anadolu İhtilâli’nin ruhu, yâni Kuva-yı Milliye R u
hu dediğimiz ruh, ‘çağdaşlaşm a’nın ‘K o ca’ Reşit Paşa
kafasıyla olmayacağını, bunun için ‘ulusallaşm a’ gerek
tiğini, ulusallaşmanın da neresinden bakarsanız bakınız,
ancak ‘tam bağım sızlıkla’ mümkün olduğunu anlayan
ruhtu.
Onun içindir ki, sözlerimi Gazi M ustafa Kemal’in bu
konudaki unutulmaz sözleriyle bağlayacağım ; “ ... tam
istiklâl denildiği zam an, tabii, siyasi, mali, iktisadi, ad
li, askeri, kültürel v s... Her hususta tam bağımsızlık,
tanı serbestlik kasdedilmektedir. Bu saydıklarımın her
103
hangi birinde istiklâlden mahrumiyet, millet ve memle
ketin hakiki m anasıyla bütün istiklâlden mahrumiyeti
d em ektir...”
Ya Nutuk’un son kısmındaki şu sözlerine ne demeli?
“ ... birinci vazifen, T ürk istiklâlini, T ürk Cumhuri-
yeti’ni ilelebet m uhafaza ve m üdafaa etm ektir... M ev
cudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu te
mel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu
hâzineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bed
hahların o lacak tır...”
Arkasını getirmeyi içim kaldırmıyor, zaten siz ne
dediğimi elbette biliyorsunuz. İşte tam oradayız.
15
‘TAHTA AT’ UYSAL DEĞİL
23 M art 1995
104
lan, örneğin Arnavutluk’la olan bağları aracılığıyla, da
ha fazla karıştırabilir. Musul vilayetini talep edebilir. Er-
meni/Azeri çatışm asına İkinciler lehine müdahale ede
bilir. Çeçen sorununa bile k a rışab ilir...”
Son günlerde yaşadığımız, ‘dış provokasyon’ başlı
ğı altındaki üzücü olaylar; insanın aklına ister istemez,
‘Sistem ’ -am a özellikle ABD- açısından T ürkiye’nin
‘istenmeyen bir biçimde davrandığı’ ihtimalini getiri
yor: T ürkiye’nin dinamikleri, bölgede birden değişen
stratejik durum, Prof. Çiller hükümetinin tavrını ve tu
tumunu değiştirmiş; dahası, T ürkiye’nin ‘Sistem ’ için
deki karşıtlıklarda, ABD yerine AB ve Jap o n y a ’ya mey
letmesi yolunu açmıştır. W ashington bu konuda hoş
nutsuzluğunu hanidir gizlemiyordu: Çiller bahsinde
‘büyük hayal kırıklıklarına uğramıştı, ona -besbelli he
nüz bir alternatif bulamadıkları için- genel seçimlere
kadar ‘süre tanınmıştı’; ne var ki, bu ‘süre’nin daha
başında Çiller, Jap o n y a ile kredi anlaşması yaptı, yet
mezmiş gibi AB ile Gümrük Birliği A nlaşm ası’na imza
yı bastı.
Bunu onun yanma bırakırlar mıydı?
Elbette, hayra alamet değildi, olacağını da, ‘işin erba
bı’ epeyce zaman önce açıkça söylemişti:
“ ... burada ABD ile Avrupa çatışıyor. Türkiye’nin ge
nel politikası ABD istikametinde değil. Türkiye esas iti
bariyle Ingiliz/Israil ekseni üzerinde kuruyor politika
larını. (...) Bu yüzden, politik uzlaşm a olmadığı için,
mesele çatışmaya dönüşecektir. Bu yükselen tansiyonun
üzerine bir sürü terörist faaliyetler, huzursuzluklar otur
tulabilir rahatlıkla. (...) muhtemelen işçi hareketleri
olacaktır. (...) memur hareketleri olabilir. Ve şehirlerde
rastgele teröre rastlayabiliriz. İşte herhangi bir köprü
ye, bilmem nereye sabotajlar şeklinde hareketler olabi
105
lir. Yâni bunlar beklenebilir, karışıklık o la r a k ...” (M a
hir Kaynak, Cumhuriyet, 14 Şubat 1995)
Yâni ne gerçekleştirilen provokasyon beklenmedik
bir şey ne onun arkasında yatan gerekçe! Türkiye, onu
yarım yüzyıldır yöneten merkez sağ/m erkez sol yöne
timlerin başına sardırdığı belâyı çekiyor: bu belâ, Mü-
dafaa-i Hukuk ve M isak-ı M illi’nin, lâik ve dem okra
tik, anti/cmperyalist tavrının terk edilmesi, ‘komünizm
le mücadele’ kisvesi altında ‘Sistem’in çıkarlarına, an
gaje olma belâsıdır.
O zaman böyle işte, elini verirsin, kolun gider.
H atırlar mısınız bunlar işe 1960 yıllarında Ermeni-
ler’le başlam ışlardı: A sala terörizmi ki Daşnaksutyun
bağlantılı olduğu söyleniyordu, epeyce bir zam an T ü r
kiye’nin dış itibarını sarsmıştı; ne var ki Türkiye Erme-
nileri arasında ‘taban ’ edinemiyor, o yüzden içerde is
tenilen ‘tehdit edici istikrarsızlık’ sağlanam ıyordu.
Sonra öğrencilere bulaşıp, aktivist sol ve sağ öğren
ci hareketlerini kullandılar; o sayede, iki ‘ara rejim’i ve
bu rejimlerin onlara sağladığı çıkarları zimmetlerine
geçirdiler. Nihayet, PKK ile, öğrencilerde de bulam adık
ları ‘tab an ’a sahip bir istikrarsızlık faktörünü bulduk
larını sandılar. İşin birkaç yıl sonra, Sünni/Alevi kışkır
tıcılığına dökülmesi, o tecrübeden de istedikleri sonucu
alam adıklarını göstermez mi?
Türkiye’yi zaten öcü olarak görmeye hazır dış ülke
lerde, arzu ettikleri olumsuz imaj yaratılsa da, T ürki
ye’de halkın arasında geniş ölçüde bir T ürk/K ürt çatış
ması yaratılam ıyordu; dahası, A nkara ağırlığını ko
yunca, G üneydoğu’da bir ara gerçekleşir gibi görünen,
PKK/Kürt irtibatı da kesilmişti. İşte o zaman, Sünni/Ale
vi kartını oynamayı uygun görüyorlar.
Neden? Çünkü Türkiye, O rtadoğu’da, Balkanlar’da,
106
K afkaslar’da ve O rtaasya’da, ABD’nin ona uygun gör
düğü ‘tahta at’ rolünü, Washington’ın istediği -ve Tur-
gut Ö zal’da bulduğu- iştahla oynamamakta; alttan al
ta, eskiden O sm anlı’nm nüfuz sahası olan bu coğrafya
da, kendisine m ahsus bir ‘kutup’ oluşturmaktadır.
16
25 M art 1995
107
Doğrusunu isterseniz, bu ciddi ve önemli belgeyi, ba
na hatırlatan, İstanbul’da Alevi/Sünni olayları olduğu
günlerde, Kıbrıs Rum Kesim i’nde Rumların örgütlen
dikleri ‘Küçük Asya H alkları Toplantısı’ oldu. ‘Şark
M eselesi’ni yeniden gündeme getirmek, Sevres Harita-
sı’nı ne yapıp yapıp uygulamaya koymak, aslına bakılır
sa, 70’li yıllardan beri, ‘Sistem’ tarafından tartışma ko
nusu yapılmaktadır.
Türkiye’nin gelişmesi ve istikrarı, bu yüzden, çivisin
den çıkarılıyor; bu yüzden, iç denge bir türlü sürekli
olarak sağlanamıyor. Yunanistan’ın, el altından, T ürki
ye aleyhindeki her ‘fesadı’ desteklediğinden kuşku yok!
Alevi/Sünni çatışm asında da, kendine göre bir rolü ola
bilir; fakat, işin püf noktası Ankara’nın ‘Sistem’e (özel
likle ABD’ye) gerektiği kadar uysal olm am asındadır; ni
tekim, Doğu Perinçek’in açıkladığı bazı belgeler, işin bu
tarafını da açıklıkla ortaya koymaktadır.
Merkezi Washington’da bulunan M editerranean Af
fairs (Akdeniz Olayları) Şirketi, yılda dört kere, M edi
terranean Quarterly dergisini yayımlıyor; bu derginin,
1995 Kış sayısında O brad Kesiç diye biri, ‘ABD/Türki-
ye İlişkileri Yol Ayırımında’ başlıklı bir yazı yazmış,
diyormuş ki:
ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher’in 30
Eylül 1994 tarihinde Kürt politikasına ilişkin uyarısı,
A m erikan/T ürk ilişkilerini belirsizliğe ve soğukluğa
iten değişikliklerin işaretini verdi. Bu uyarı A nkara’nın
artık W ashington’dan gelen vaazlara karşı sabrının tü
kenmekte olduğunu gösterm esi üzerine yapıldı. Böyle-
ce Am erikan/Türk ilişkileri yol ayırımına geldi. Çünkü
Türkiye, ABD’nin O rtadoğu, T ürk Cumhuriyetleri ve
Balkanlar’daki beklentilerine cevap vermedi. Böylece
ABD Türkiye ile ilişkilerini sorgulam aya başladı. Böyle-
108
ce Özal döneminde doruğa çıkan ABD/Türk ilişkileri
bunalıma gird i...”
Sebep neymiş, dergi onu da şu şekilde özetliyor:
“ ... 1/ Türkiye, Kuzey Irak’ta özerk bir Kürdistan
kurulmasına razı olm adığı gibi Kürtlerle olan sınırda
ki önlemleri sıkılaştırdı ve Irak’a uyguladığı siyasal ve
ekonomik tecriti hafifleterek B ağd at’ın durumunu güç
lendirme çabalarına yöneldi. Üstelik bu girişimini Fran
sa, Rusya ve Arap ülkelerinin, Irak’a uygulanan am bar
goyu yumuşatma çabalarıyla aynı zam ana denk düşür
dü. Türkiye’nin bu durumu ABD Hükümetinde büyük
rahatsızlığa yol açtı. Dışişleri Bakanlığı M üsteşarı Peter
Tarnoff, ‘Washington’m duyduğu hoşnutsuzluğu bildir
mek için A nkara’ya gö n d erild i...”
“ ... 2 / Türkiye, Türk Cumhuriyetlerinde ve Bal-
kanlar’da ABD ile işbirliği politikasını yürütmedi. T ür
kiye’nin eski SSCB’de Türkçe konuşan Müslüman halk
lar arasındaki önderlik girişiminin ABD’nin istediği yolda
gelişmemesi ABD’nin hoşnutsuzluğuna yol açtı...” ( C u m
h u riy e t , 17 M art 1995)
İş bu kadarla kalsa, iyi; dergide, bir de hükme varıl
mış ki, bu hükümle handiyse yirmi yıl önce Yunan ge
nerali Tagaris’in verdiği hüküm arasında, hemen hemen
hiçbir fark yok.
Lütfen okuyunuz, siz değerlendiriniz:
“ ... Amerikan istihbarat çevreleri, resmi olm ayan
değerlendirmelerinde, T ürkiye’nin ABD’nin dayattığı
yönde uzlaşm ası (Kürdistan’ı himaye kasdediliyor) ha
linde Türkiye’nin parçalanacağını belirtiyorlar. Yine CJA
çevrelerine göre, Türkiye’yi parçalayacak etkenler şöy
le sıralanıyor. 1/ Yeniden canlanan ve birleşen Kürt ha
reketi, 2 / Ekonom ik durgunluk nedeniyle kitlelerin hu
zursuzluğunun artm ası, 3 / İslamcı ve şeriatçı te p k i...”
109
Dönüp dolaşıp aynı yere gelmiyor muyuz? ‘Sistem’
-özellikle ABD- ‘Aslanı Kafesinde Tutm ak’ arzusunda
dır, oysa Ankara bu uysallığı göstermiyor, o zaman da
ne oluyor, Mediterranean Quarterly dergisinin öngör
düğü ihtimal:
ABD’nin sabrı taşabilir, yukardaki etkenler nede
niyle Türkiye’nin istikrarsızlık durumu, daha da ağırla
şabilir.”
D aha açık nasıl söylesin?
17
‘HIZLI GELİŞEN STRATEJİK PAZAR’: TÜRKİYE!..
28 Eylül 1995
110
sorunun cevabı ABD Ticaret Bakanlığı’nın yeni strateji
yi saptam ak için, önceden yaptırdığı iki yıllık kapsam
lı araştırm ada bulunuyor; bu çalışm aların sonunda
sür’atle gelişen on ülke saptanm ış ki, ABD işte bu hızla
genişleyen pazarları ele geçirmeyi, rakiplerinden önce
oralara yerleşmeyi planlıyor.
Bu on ülkeden birisi Türkiye’dir.
M uhalefet uğruna, pahalılığın canımıza okum asın
dan, ortalam a yurttaş istediği kadar ülkede işlerin yo
lunda gitmediğini düşünsün, ekonomik göstergeler öy
le söylemiyor. Avrupa’da eski Doğu Bloku ülkelerine ve
Baltık ülkelerine oranla, Türkiye’nin nasıl çok daha
hızlı bir gelişme içinde olduğuna bir nebze dokunm uş
tum; bu defa da, ABD Ticaret Bakanlığı’nın gerçekçi ol
duğundan hiç şüphe etmediğim çalışmasından bahsede
ceğim.
ABD olaya ‘kendi çıkarları açısından baktığını’ gizle
memiş; Türkiye’yi, bu açıdan da olsa, şöyle değerlendir
miş: a/ Hızlı büyüyen bir nüfus, 61 milyonluk bir pazar,
b/ Çok zengin bir üst sınıf ve gelişmekte olan bir orta sı
nıf. d Bulunduğu bölgedeki stratejik konumu, d/ Büyü
me potansiyeline sahip olması!
Buradan hareket edilerek, Am erika’nın gerek
zengin üst ve gelişmekte olan orta sınıfa dönük olarak
tüketim malı ithalatını artırabileceği, gerekse büyüyen
bir ülkenin ihtiyaç duyabileceği altyapı projelerinde rol
alabileceği belirtiliyor...”
İtirazınızı işitir gibiyim, peki ABD’li uzmanlar T ü rki
ye ekonomisinin istikrarsızlığını, gelişmesinin inişli çı
kışlı trendini, risk faktörünün yüksekliğini görm üyor
lar mı? Görmez olurlar mı hiç, zaten raporun ve k ara
rın önemi de orada; çünkü “ ... ABD Ticaret Bakanlığı,
bu istikrarın bozulabileceğini, ekonomik krizlerin yaşa
111
nacağını, bir anlamda ‘eşyanın tabiatı’ olarak kabul edi
yor ve bu sıkıntılara rağmen, bu pazarın gerek yatırım
gerekse ABD ihracatı açısından gelecek vaat eden cazip
bir pazar olduğu tespitini yapıyor.” (Milliyet, 16 Ağus
tos 1995)
Kimbilir, belki böyle olması onların işine de geliyor;
baksanıza, Türkiye’nin dışında Çin, Endonezya, Güney
Kore, Hindistan, Güney Afrika, Brezilya, M eksika, Ar
jantin ve Polonya’nın bulunduğu bu ülkeler grubuna, ne
ilginç bir ad takmışlar: “ Sür’atle gelişen stratejik pazar
la r” .
ABD Türkiye’ye ‘babasının hayrına’ ilgi göstermiyor.
Dünya Ekonom ik Formu (wef) ve U luslararası Pa
zar Piyasası Enstitüsü’nün (İMD) ortaklaşa hazırladığı
dünya ekonomisi raporunda, Türkiye, Ticaret B akan
lığı raporundaki on ülkeden M eksika, Polonya ve G ü
ney A frika’nın, ayrıca R usya ile M acaristan ’ın önüne
geçerek, 40. sırayı almıştır.
D ahası Fransız H aber Ajansı (AFP) dağıttığı bir yo
rum habere, ‘Türkiye, Yeni E ldorado’ başlığını atıyor;
bu ülkenin yatırımcılar açısından bir cennet olduğunu be
lirtiyor; nasıl böyle demesin ki, Avrupa Birliği 1995’in
ilk yedi ayında Türkiye’ye 1.3 milyar dolarlık yatırım
yapmış!
O zam an soru şudur: büyük ölçüde Türk halkının
dinamikliği ve çağdaşlaşm a hırsının eseri olan bu geliş
meden, dışardaki yabancılarla, içerde onlarla çıkar bir
liği içindeki ‘çok zengin üst sınıf’ mı yararlanacak, yok
sa Türkiye halkı mı?
112
18
30 Eylül 1995
113
Türk halkına Avrupa yolunun, yâni ‘Alman gurbe-
ti’nin açılması tam da bu tarihe rastlar; o yerinden kıpır
damayan Türk köylüsü, ne yapsın, ekmeğinin peşinden
‘dünyayı görmeye gitti’.
Bugün geldiğimiz yer inanılacak gibi değildir, ama
doğrudur.
Almanya’da Türk holdingleri hatırı sayılır derecede
iş yapmaktadır; Alman bankalarında Türk mevduatı,
çok büyük miktarlara baliğ oluyor; onu bir kenara bı
rakın, yurt içindeki dinamizm yerli sermayeyi sınırların
dışına taşırmaktadır: çeşitli sermaye gruplarının, ser
maye ihraç ederek başka ülkelerde şirket ve fabrika ku
rup işlettiklerini bilmeyen mi kaldı? Ülkemizde yayım
lanan Ekonomist dergisinin bu konuda verdiği rakam
ları gördünüz mü, hayli çarpıcı: T ürk müteşebbisleri,
46 ülkede 175 fabrika, 480 şirket kurm uş; yurt dışına
ihraç edilen sermaye, beş yılda üç misli artıp, bir mil
yar dolara dayanm ış: hem de, nerelerde neler üretmek
için:
Işıklar Holding ABD’de iki tuğla fabrikası kurdu
ve renkli tuğla üretimini hızla sürdürüyor. Zeytinoğlu
Grubu, Tunus’ta konteynir, B ayraktar’lar ise otomobil
freni üretiyor. M ısır’da Tofaş otomobillerinin m ontajı
nı yapan Koç Grubu, bu ülkede beyaz eşya üretimine
hazırlanıyor; böylece Tunus ve Cezayir’den sonra, M ı
sır’da da beyaz eşya üretimine başlayacak. Kale Gru-
b u ’ndan Kaleporselen, M ısır’da porselen, elektrik izo
latörleri fabrikası, MNG Holding ise klima tesislerine sa
hip; M ısır’da ayrıca Fruko Tamek m eşrubat şişeleme,
Evyap ise sabun üretimine başlayacak. Baycan Ç in’de
sakız fabrikası kurarken, Çamlıca Singapur’da mavi bo
ru üretimine geçecek; Polar ise Almanya’da paraşüt üre-
114
timi yapıyor. Pakpen’in de Bulgaristan’da plastik fab
rikası bu lu n u y or...”
“ ...E fes biralarının üreticisi Anadolu Grubu da K a
zakistan, Kırgızistan, Rusya ve R om anya’da Efes Pilsen
birasını üretecek. M ısır’dan sonra Sabancı’lar, Hindis
tan’da sekiz milyon dolar yatırımla kord bezi fabrikası
kuruyorlar. D ahası Toprak Grubu İngiltere’de seramik
fabrikası kurm aya hazırlanıyor; Yaşar Holding ise Al
m anya’da yoğurt üreterek Pınar’ı dünya m arkası yap
mayı hedefliyor...” (Hürriyet, 17 Eylül 1995)
Bu tabloya, peki, gölge düşüren nedir?
Pek açık görüldüğü üzere Türk müteşebbislerinin dış
yatırımları, Sistem’in ülkemize müsaade ettiği sanayi
alanlarından ibaret kalıyor: Gıda Sanayii, Toprak Sana
yii, Orman Sanayii vs. Gerçek sanayi yatırımı gibi gö
rünen kalemler ise, zaten Türkiye’de de ecnebi lisansı ile
üretilen, dolayısıyla yabancıların da işin içinde olduğu
üretim alanları.
Anlaşılan bu da ‘küreselleşme’nin bir cilvesi; gelişmiş
ülkeler, ellerindeki yüksek teknolojiyle üretilen sanayi
malları için ülkemizi pazar olarak kullanacaklar; biz de,
taa 70 ’li yıllarda Dünya Bankası’nın açıkça söylediği gi
bi O rtadoğu’nun ve çevre ülkelerinin bakkalı, kasabı,
manavı, şerbetçisi, yoğurtçusu olacağız.
Türkiye bununla yetinir mi? Ben hiç sanmıyorum:
halkın ulaştığı dinamizm o kadar yüksektir ki, kesinlik
le ona çizilen sınırlar içinde kalmayacaktır. İlerde koku
su çıkacak.
115
19
1 Ağustos 1996
116
Ianmasının, M a o ’culuğun, Cinsel Devrim’in gündeme
gelmesine neden olmuşlardır.
Günümüzde sorun yeniden ele alınmıştır.
Alınmıştır da acaba tartışılan teknokrasinin ezdiği bi
reylerin, özgürce ve özgün düzeyde kendilerini geliştir
meleri, farklı sentezlere ulaşmaları sorunu mudur; yok
sa işin içine başka amaçlar, istekler ve hesaplar mı ka
rışmaktadır? Önce ne denildiğine bakalım.
Ne deniyor? M odern toplumda bireyler gittikçe tür
deşleşiyor, birbirinin eşi oluyormuş; kültürel çeşitlilik
kayboluyor, yalnız fikirleri değil, zevkleri hâttâ d avra
nış biçimleri bile kalıplaşmış bireyler ortaya çıkıyormuş.
Bu doğrultuda fikir üretenlerin birisi de K anada M cGill
Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Charles Tay
lor, mumaileyh, ‘Sistem’in önüne çıkardığı bir ahlâk ve
siyaset bilimcisi, bazı eserleri, bu arada ‘Ç ok Kültürlü
lük’ ve ‘M odernliğin Sıkıntısı’ dilimize de çevrilmiş!
Ona göre günümüzde gittikçe belirginleşen ve destek
gören çok kültürlülük aslında, modern dediğimiz aydın
lanma toplumunun yarattığı standartlaşm aya bir tepki;
çünkü aydınlanmanın yarattığı toplum birimi, yâni mil
let, sanıldığı gibi bireyleri değiştirip geliştirmemiş, ak
sine birbirine benzetmiş; modernleşme ulusallaşm ayı
getirmiş, ulusal yurt, ulusal pazar, ulusal dil, ulusal
kültür derken, toplum daki insanlar âdeta tek kalıba
dökülmüşler, sanki bir cendere içine sokulm uşlar; mev
cut mutsuzluğun nedeni de buymuş işte. (Nokta, 2 H a
ziran 1996)
Peki ne yapm alı? Taylor’a göre post/modern devlet
bu mutsuzluğu görmeli ve gidermeli; zaten, Batı Avru-
p a ’lı ve Am erika’lı ülkeler görm üş, o yüzden de farklı
lıkların ortaya çıkarılması ve sürdürülmesi özendiriliyor-
muş, çok kültürlülüğe hoşgörüyle bakılıyormuş; öyley
117
se X X I. yüzyıl ulusallığın ya da ulusal kültürlerin ağır
bastığı bir yüzyıl olm ayacak, tam tersine, çok kültürlü
lüğün yaşandığı ve yaygınlaştığı bir yüzyıl olacakm ış!
Aslında işin içindeki hınzırlık neredeyse sırıtıyor ya,
önce kafaya takılan soru başka: Modern toplumlarda
ulusallığın insanları belirli bir standarta götürdüğü doğ
ru, doğru da bunun altında yatan aydınlanmacı ulusal
lık kavramı mı, yoksa kitlesel seri üretim yapan sanayiin
toplum a yansıması mı? Eğer kabahat ulusallıkta olsay
dı, aynı standartlaşma eğilimi SSCB gibi -üstelik çok kül
türlü ve enternasyonalist- bir imparatorluğun toplumun-
da da görülür müydü?
Taylor, sanayileşme mekanizmasının sonucunu ay-
dınlanmacı ulusallığın üzerine yıkmak istiyor olmasın?
Öyle yapıyorsa neden yapıyor? Bunları konuşmayalım
mı?
20
3 Ağustos 1996
118
beral/millet toplumuna geçiş ulusal pazarı sağlıyor, yâ
ni feodal beyliklerden ulusal sınırlara genişletiyor; ulusal
pazarda geçerli ortak bir ulusal dil oluşuyor; ulusal
pazarı, dışardan müdahalelere karşı korumak için, ulu
sal yurt kavramı geçerli oluyor; ortak gelenek görenek
vs de ulusal kültürü yaratıyor. Bu gelişme süreci, ulusal
demokratik devrim dediğimiz süreç, ümmet’ten millet’e
geçiş, elbette, dini devletten ayırdığı için, lâikliği de be
raberinde getiriyor.
X X . yüzyılın bütün demokrasileri bu süreci yaşadı
lar; yüzyılın başlarından itibaren Türkiye’de kademe
kademe ilerleyerek, sonunda cumhuriyete, arkasından
da demokrasiye ulaştı; bunun anlamı nedir, şu mu: Et
nik kökeni ne olursa olsun, yasalar karşısında eşit, öz
gür ve bağımsız yurttaşlardan meydana gelmiş ortak bir
yurdu ve kültürü paylaşan, ortak bir tarih ve ekonom i
nin sahibi, lâik ve demokratik bir ülke! Haliyle milliyet
çi ama, milliyetçiliğinde ırkçılık yok, onunkisi yurt mil
liyetçiliği, böyle olunca da emperyalizme karşı, yâni
başka ve güçlü devletlerin (ekonomilerin) ulusal sınır
ları içindeki kendi hüküm ranlığını tartışm a konusu
yapmasını asla kabul edemez; çünkü ‘hâkimiyet veril
mez, alınır’, o da böyle yapmış, ulusal demokratik dev-
rimini anti/em peryalist bir kurtuluş savaşıyla pekiştir
miştir.
İşte şimdi ‘hoşgörü’ perdesi, ‘çok kültürlülük’ fırıl
dağıyla önce sarsılmak sonra da dağıtılmak istenen bu
‘milli hâkimiyet’!..
Charles T aylor’a bakarsanız, çeşitliliğin arttığı,
farklılıkların geliştiği bir ortam da, bu kavram lara açık
ve çoğulcu bir anlayışın yerleşmesi gerekir; insanların
dilleri dinleri gibi hassas konularda sancıları varsa geri
lim artar, farklılıklar ancak ortak noktalar bulunarak
119
giderilebilir, bu da yeni bir vatanseverlik kavramı yarat
makla olur: Devlet hepimizin devleti olmalı, tarafsız kal
malı, kimsenin devleti olm am alıdır” (Nokta, 2 Haziran
1996)
Çünkü neden, çok uluslu şirketler aşamasına erişmiş,
sosyalist bloku dağılm ış emperyalist ‘sistem ’in, günü
müzde karşısına dikilen en rahatsız edici engel ‘ulusal-
lık’tır, dolayısıyla ‘ulusal devletler’dir; ulusal devletlerin
ortak yurdu, ortak ekonomiyi, ortak dili, ortak ulusal pa
zarı, yabancının tasallutundan korumak istemesi; böy-
lece, hem tarihi kimliğini, hem bağımsızlığını, hem de
özgürlüğünü öne sürmesi, işleri karıştırıyor; ‘özelleştir
me’, ‘küreselleşme’, ‘post/m odernizm ’ bu sebepten tek
liyor. Halbuki ‘Sistem’ ulusal aydınları ‘hoşgörü’ bir de
‘çok kültürlülük’ dolabına sokabilirse, ulusal devletle
rin içinde kullanabileceği yerli işbirlikçiler edinmiş ola
caktır ki, bunun önemi büyük; hele Türkiye gibi Kema
list mayası sağlam bir ülkede! Şundan ki bunlar ‘hoşgö-
rü’yü ya da ‘çok kültürlülüğü’ klâsik demokrasinin da
ha geliştirilmesi, ya da yaygınlaştırılması gibi istemiyor;
‘ulusallığı’ ayakta tutan ortak değer sisteminin yıkılma
sı için istiyor. İnanmayanlar, Yugoslavya’da olanlara bir
göz atabilir.
Nilüfer Göle konuyla ilgili önemli bir noktaya dikka
ti çekmiş!
Charles Taylor’un ‘katkısını önemli saymakla birlik
te’, şüpheye düşmüş olduğunu saklamıyor. Çünkü şu
soruyu sormaktan kendini alamamış:
ama önemli bir sorun var. Bugünkü demokratik
sistem içinde, klâsik anlam da vatandaşlık kavramı bire
ye dayalı olan kimliklerinin tanınmasını isteyen hareket
ler karşısında, nasıl genişleyebilir, nasıl derinleşebilir?
Yeni bir vatandaşlık kavram ı nasıl getirilebilir? Çünkü
120
çok kültürlülük tamamen bir göreceliğe vardığı zaman,
bizi birarada tutacak hiçbir şey kalmaz. Bizi o zaman ne
birarada tutacak?” (Nokta, 2 H aziran 1996)
İlahi Nilüfer Göle, herifin istediği zaten o değil mi?
Yâni, ‘bizi birarada tutacak, hiçbir şeyin kalm am ası!’
Çok bekler!
121
‘Küreselleşme
1
‘KÜRESELLEŞME’
30 N isan 1992
125
ölçeğine ve kârın savunulmasına bir çerçeve bulmuş olur
lar; bunun sonucu sermayenin uluslaraşırı konsantras
yonunu ve santralizasyonunu frenleyen engelleri kaldır
ma, vergi, para vs. konularında devletlerin politikaları
nı uyumlaştırma eğilimidir.” (Marksist Ekonomi Sözlü
ğü, s. 154, 1977)
Yâni ister gelişmiş, ister gelişmemiş ülkeler düzeyin
de olsun, ‘Sistem’in elinde değil, ‘yayılmacılık’, ya da ki
bar adıyla ‘küreselleşme’ tohumunda var; geçen yüzyıl
da bunu daha kaba, daha açık bir şekilde gerçekleştir
memiş miydi; X IX . yy sonunda Japon ya hariç bütün
yeryüzü Sistem’in denetimine girmişti; bakmayın Devlet-
i Aliyye ile Iran’in bağımsız gibi görünmelerine, onlar da
gizli birer sömürgeydiler; başka türlü söylersek, ‘küresel
leşme’ o zaman sömürgecilikti, yâni bayat bir numara!
Üstelik başka ‘küreselleşme’ tepkileri doğmuştur.
İlki elbette ‘Sistem’in içinden geliyordu. Sosyalist en-
ternasyonal’ler nedir, işçi sınıflarının tek örgütte birleş
mesi, yâni küreselleşme teşebbüsleri değil mi? Komünist
M anifestosu 'nun ünlü sloganını bir hatırlayın hele,
“ Dünyanın bütün işçileri zincirlerinizden başka kaybe
decek şeyimiz yoktur, birleşiniz!” Kari M arks, X X . yüz
yılı enternasyonalleşmiş bir yüzyıl olarak selâmlıyordu,
yâni ‘küreselleşmiş’ bir yüzyıl, onca sömürgenin ulusal
kurtuluş hareketlerine uyanacağını, bağımsızlık savaşla
rının gündeme geleceğini hesaplayamam ış demek!
Bildiğiniz gibi yüzyılımız (X X . yy) bir ‘milliyetçilik
ler’ yüzyılı oldu, böyle olacağı, zaten daha yüzyılın baş
langıcından iki önemli hareket tarafından, haber veril
mişti: birisi Anadolu’daki M üdafaa-i H ukuk hareketiy
di bunun, ötekiyse Sultan Galiyef’in ‘M azlum Milletler
Enternasyonali’ teşebbüsü! Sultan Galiyef diyor ki:
“ ... en gelişmiş olanını, İngiliz proleter sınıfını ele
126
alalım. İngiltere’de devrim zafer kazanacak olursa, bu
proletarya sömürgeleri ezmeye devam edecek ve bugün
kü burjuva hükümetin politikasını izleyecektir; çünkü
sömürgeciliği sürdürmeye niyetlidir.” (Sultan Galiyefve
Sovyet Müslümanları, s. 82, 1981)
Daha sonra şöyle demiştir: “ ... SSCB formülüyle geliş
mesini sürdüren eski Rusya, sonsuza dek ayakta kala
maz. Sovyet R usya geçici bir olaydır. (Evet, aynen böy
le demiş) Rus halkının öbür halklar üzerinde hegemon
yası, zorunlu olarak, bu halklarının Rus halkı üzerinde
ki hegemonyasıyla yer değiştirecektir.” (Aynı eser, s. 145)
Anadolu Hareketi, liberal küreselleşmeye, Galiyef H a
reketi Stalinci komünist küreselleşmeye karşı çıkmışlardı.
‘Sistem’, X X . yy’ın sonlarına doğru, sosyalist türden
bir ‘küreselleşmenin’ hakkından gelmiştir; şimdi bizde-
ki Amerikan ‘papağanlarının’ dillerinden düşürmedik
leri ‘küreselleşme’, G aliyef’in ve M ustafa K em al’in da
ha o zaman va’zettiği Üçüncü Dünya ‘milliyetçilikleri
nin’ devre dışı bırakılması; o ülkelerin de, ‘Sistem’in de
netimine alınmasıdır. Bunu ‘insanlığın önündeki yeni
ufuklar’, ya da ‘toplumsal büyük bir gelişme’ sağlamak
için; insanın ya içinden pazarlıklı, gizli bir işbirlikçi; ya
da -hâşâ huzurdan- süzme salak olması lâzım!
22 Ekim 1992
127
lice elma; fincanlardan sıcak cafe creme buğulan. Savaş
ertesinin, yarısı komünist de Gaulle’cü iktidarı, bazı ka
mulaştırmaları gerçekleştirdi ya, o tartışılıyor. Pierre’e
bakarsan, demiryolları, elektrik santralları, tamam; ağır
sanayi başta olmak üzere, başlıca sanayi dalları ile ulaş
tırma, madenler vs de kamulaştırıldı mı, Fransa bayağı
‘sosyalist’ bir ülke olacak!
“— ... Yahu, diyorum, senin bu saydıklarının hepsi
Türkiye’de zaten kamu sektöründedir, şimdi bizim ora
sı ‘sosyalist’ m i?”
Pierre’in suratında beliren şaşkınlık, hâlâ gözlerimin
önünden gitmez: liberal/burjuva ekonomisini, bütün se
bep ve sonuçlarıyla yaşam am ış bir ülkede, hele ulusal
burjuvazi yok, ya da çerden çöptense, ‘devlet b ab a’nın
her şeyi yükleneceğini, nasıl kestirsin?
Bu anlattığım, DP muhalefetinin ‘gazozu bile devlet
yapıyor’ diye eleştirdiği ‘tek parti dönemi’: cumhuriye
tin ilk yıllarındaki, anti/emperyalist ve halkçı (yâni Mü-
dafâa-i Flukuk’çu ve Kuva-yı M illiye’ci, dolayısıyla ya
bancı sermayeye karşı ve millileştirme yanlısı) kamu
kalkınmacılığı, artık merkeziyetçi bir devlet kapitalizmi
ne dönüşm üştür: bürokrasi, üretimi, servet dağılımı
(varlık vergisi) tam denetimi altında tutmakla kalmıyor,
artık değere de sahip çıkıyor; buysa, yönetime bağlı ti
caret erbabı, evcilleştirilmiş aydınlar, imtiyazlı memur
lar rejimi demektir.
Savaş yıllarında köylü, tarlasına ektiği tahılı, devlet
ten izinsiz biçerse tutuklanırdı; oysa ‘devlet’ memurla
rını, karaborsaya düşmüş malları ya bedava dağıtıp, ya
ucuza vererek kolluyor. Bunun bizdeki sonucu nedir bi
lir misiniz? Halkın bir kesimi, hâlâ ‘köşeyi dönm eyi’
memur olm akla bir tutar: 1970’ 1i yıllarda, şehirde iş
arayan bir köylü, ona bulduğumuz özel sektördeki iş-
128
çiliği beğenmiyordu; keşke devlet kapısında bir hade
melik bulmalıymış, ne de olsa ‘kravat takıyor’larmış!
‘Sistem’in kırk yıldır Türkiye’de kıramadığı ‘çetin ce
viz’ işte bu merkeziyetçi bürokratlık, ‘kamu öncülü
ğündeki kapitalist devletçilik’; o kafa! Bunlar klâsik bur
juva liberalliğini istiyorlar, hep de istemişlerdir; fakat
tam anlamıyla ne M enderes’e, ne İnönü’ye, ne Demi-
rel’e, ne de Ecevit’e kabul ettirebilmişlerdir. 24 O cak, o
zamanki çaresizliğin, Türkiye’deki dönüm noktası idi,
yine güdük kaldı; tam uygulamaya, 80’li yıllarda geçil
di: kamu malları satılacak, geliri dağıtılacak, estek kös
tek! Gerçekte şan şeref, namus gibi feodal; dürüstlük,
dakiklik, kültürseverlik gibi bürokrat değerler, yerlerini
paldır küldür, liberal/burjuva değerlere bırakıyorlar; ne
dir bunlar? Sermaye, kâr, faiz, temettü, vs. mi?
M emurluk, önemini gittikçe yitirecektir, aydınların
‘ekmek kapısı’ devlet olmaktan çıktı, üretim ve dağıtım
tekellerine, büyük holdinglere kapılanıp evcilleşiyorlar.
Köylü, kestirme yoldan tarım kapitalistine dönüşemez-
se, göçe mecbur; ya işçileşecek, ya esnaflaşacak! C um
huriyet T ürkiye’sinin, bir zam anlar ürettiği ve alıştığı,
memur zihniyetti yurttaş tipi, yerini ‘çıkarcı’ yurttaş/tü-
ketici tipine bıraktı, bırakıyor; adam dan sayılmak için,
artık hiçbir köylünün; hademeliğe hevesleneceğini san
mıyorum.
Hakçası, ulusal demokratik devrimin, klâsik gelişme
şeması budur, ‘gelişmişler’de böyle işlemiş; çıkarcı bur
juvazi, ticaret, pazarlam a, sanayileşme derken, ülkenin
gelişmesini sağlamıştır. Aksama, ‘azgelişmişlerin liberal
liğe heveslenmesinde oluyor, çünkü bunlar ‘Sistem ’in
denetiminden çıkamıyorlar. O da seni sürekli ‘açık ka
pı’ siyasetine zorluyor, kapıyı açtın mı da, hep gördüğü
müz gibi, gelip ulusal pazarda da baş köşeye kuruluyor.
129
İstediği ‘Sistem’in genel planının, uygulamada, uysal bir
‘dişlisi’ olmandır; sanayileşme, güçlü devlet olma hayal
leri değil! Haddini bil, ayağını ona göre denk al!
Aldın diyelim, nitekim aldık; ondurmaz am a, öldür
mez de! Bakarsın en alâkasız ülkeler mallarına talip ol
muş, eskiden ‘Sistem ’ istemedi diye, satış bağlantısını
yaptığın malların elinde kalırken, şimdi M alezya’dan,
Endonezya’dan siparişler geliyor ihracatta bir artış, bir
artış; kasanda bir D olar zenginliği, vs!
Güney Kore, Tayvan, H ong-Kong, önümüzdeki us
lu çocuk örnekleri! Yalnız, bir dakika!.. Bunlardan hiç
birinin geçmişinde, ne M üdafaa-i H ukuk vardır, ne de
Kuva-yı Milliye!
3
‘KÜRESELLEŞME’ Mİ ‘KUTUPLAŞMA’ MI?
13 M art 1993
130
tır, nükleer savaş tehlikesi ortadan kalkmıştır; artık, si
yasi istikrarın ve hukuk üstünlüğünün geçerli olacağı bir
ortamda, ülkeler gittikçe birbirine yaklaşacak, yâni ‘kü-
reselleşecektir.’
Gerçekte tespit ne kapitalist ‘Sistem’m iç gerçeğine
uyuyor, ne de diyalektiğini yansıtıyordu; yansıttığı kuş
kusuz, SSCB’nin dağılmasından sonra, ABD’nin ‘dünyanın
egemenliğine’ soyunması, ‘tek tabanca olmak ve kal
mak’ arzusu idi. O kadar böyleydi ki bu, Paul M arie de
la Gorce konuyla ilgili olarak, geçen ilkbaharda, şu sa
tırları yazabilmişti:
ABD için yeryüzünde tek süper güç kalmak arzu
su, münhasıran eski hasımlarına karşı değil, aynı zaman
da müttefiklerine karşı da geçerlidir. (Bu yüzden de)
NATO’nun istikrarını bozabilecek, sadece Avrupalılar’ııı
katılabileceği herhangi bir güvenlik sisteminin oluşma
sı teşebbüsüne ABD’nin egemen olması öngörülmüştür.”
( L e M o n d e D i p l o m a t i q u e , Nisan 1992)
Fakat evdeki hesap çarşıya uymuyor, ülkemizdeki
‘papağanların’ da ağızlarına sakız ettikleri ‘küreselleş
me’ daha şimdiden ‘delinmiştir’; üstelik siyasi iktisadın
diyalektik gelişme sürecini bilenler için, kapitalist ‘sis-
tem’de böyle bir sürecin yaşanmasında, şaşılacak bir şey
de yoktur.
Herkes ‘küreselleşme’den söz ediyor am a, süreç ar
tık iki yerine üç kutuplu bir dünya düzenine göre işli
yor; geçen yıl bunun böyle olacağına, şöyle işaret etmiş
tim: savaş ertesinde kurulmuş kuvvetler dengesi, so
ğuk savaşın bitmesiyle allak bullak oldu; yeni yeni olu
şan dengeler içinde, ABD’nin iki eski düşmanı, değişik ve
kaygı verici boyutlarda tekrar arz-ı endam ediyor; biri
Almanya bunların, öbürü Japon ya!” (M e y d a n , 28 N i
san 1992) Aradan geçen zaman, su altındaki rekabeti su
131
yüzüne çıkarmıştır, bunu geçen ay M illiyet'in bir habe
rine attığı başlık, ne veciz bir şekilde özetlemişti: “K u
tuplaşma (polarizasyon), küreselleşmenin önüne geçi
yor!”
Gerçekten de, son zamanlarda, ‘Sistendin kendi için
de üç parçaya bölünmekte olduğu, hemen her yerde tar
tışılıyor; o üç kutup şunlar:
1/ ABD, M eksika ve K anada’yı kapsayan bir ekono
mik işbirliği hareketi başlamıştır; kısaltılmış adı NAFTA,
yâni Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşm asıdır; bu
hareketin zam anla yeni dünyada bir Amerikan Ortak
Pazarı’na dönüşeceğine muhakkak nazarıyla bakılıyor.
2/ AT/(Avrupa Topluluğu). Gerçekte Alm anya’nın
(kısmen de Fransa’nın) başını çektiği bu hareket, gün geç
tikçe ayrı bir blok haline dönüştü; GATT görüşmelerin
de ABD’ye, harıl harıl ‘posta koymakla’ kalmıyor; ken
di başına NATO dışında bir Avrupa Savunma Gücü oluş
turmayı örgütlüyor.
3/ U zakdoğu'da Japonya da, ABD’den kopuk bir dış
politika, bir ekonomi politikası izlemeye koyulmuştur;
‘M iyazava D oktrini’ adıyla anılan bu görüşe göre J a
ponya Doğu A sya’da (Pasifik’de) ekonomik gücünün
gerektirdiği siyasal sorumlulukları üstlenmelidir. Yük
lenmeye başlamıştır da, nitekim Tie-nanmen katliamın
dan sonra Ç in’e ABD’nin ve AT’nin koyduğu ambargo
yu o hiçe saymış, ABD muhalefetine rağmen Vietnam’a
yardımı sürdürmüştür.
Bunlar, az buçuk dünyayı izleyen her gözün fark ede
bileceği, ilginç gelişmeler; Türkiye’de ısrarla gündemde
tutulmak istenen ‘kürcselleşme’nin şimdiden çok tartı
şılır hale geldiğini gösteriyor. Buna rağmen, kalem erba
bımız, siyaset adamlarımız, ciddi ciddi, sınırların, nüfuz
bölgelerinin kalktığı ya da önemini kaybettiği, platonik
132
bir ‘küreselleşm e’ye inanıyorlarsa, bu, ‘taşralılık’ değil
de nedir?
H a, ‘küreselleşnıe’yi, ‘A m erikanlaşm ak’ yerine kul
lanıyorlarsa, o başka!
4
‘KÜRESELLEŞME’NİN PERDE ARKASI
16 Nisan 1994
133
atı tahrip ediyormuş da, teknolojinin ilerlemesi ‘küre-
selleşme’yi kaçınılmaz kılıyormuş da, estek köstek!
İyi hoş fakat -O zal dahil- bu işin savunucuları tara
fından, ‘küresclleşm e’nin açık, gerçekçi ve anlaşılır bir
tarifinin yapıldığını hiç duydunuz mu? Mahiyeti neymiş,
bir anlatan çıktı mı? Hayır! Herkesin ağzında bir ‘kü
reselleşme’ lâfıdır gidiyor, kimse de millete işin aslını as
tarını doğru dürüst anlatmıyor.
Yo, yanlış söyledim: ‘büyük müteşebbislerin, ekolo
ji peygamberlerinin, işveren filozoflarının türküsünü ça
ğırdıkları o küresel köy’ şiirine kulak asmayan iki Ame
rikalı yazar Richard Barnet ve John Cavannagh, soru
nu bam başka bir yanından ele almış, o ‘birbirine yak-
laşmaksızın küçülen’ dünyamızı didik didik edip irde
lemişler; anlayabildiğim kadarıyla, söyledikleri, hele
bizdeki aydınlar ve politikacılar için son derece önem
li dersler içeriyor, acaba Türkçeye çevirip yayınlayan bir
hayır sahibi çıkar mı? Kitabın künyesi şu: Global Dre
ams: Imperial Corporations and The New World Order,
Yayımlayan, Sim on&Schuster, New-York, 1994.
Ünlü The Guardian’’âan şimdi size aktaracağım şu
birkaç satır, işin mahiyeti hakkında galiba hayli açık bir
fikir verebiliyor: Tanzanya ile G oldm an Sachs ara
sında ne fark vardır? Birincisi, yılda 2.2 milyar dolar ka
zanan ve bu kazancını 25 milyonluk nüfusuna dağıtan
bir Afrika ülkesidir; İkincisi, yılda 2.6 milyar dolar ka
zanan ve bu kazancını 161 (yüzaltmışbir) ortağına da
ğıtan bir yatırım bankasıdır.” (The Guardian , 10 A ra
lık 1993)
Hemen anlamış olabileceğiniz gibi ‘küreselleşme’yi
savunanlar; her biri bir ‘devlet’ çapında (Ford firması,
Norveç devletinden güçlü) gelişmiş, çokuluslu şirketler;
dünyanın dört bucağına dal budak salm ış, uluslar üstü
134
ve ülkeler üstü iktisadi organizm alar! Dünyada artık
bunların borusu ötüyor: hesapça, otuz beş bin kadarmış
lar, belki biraz daha çok am a, etkili ve önemli olanları,
ilk iki yüze girenleri; elbette, bu ilk iki yüz çokuluslunun
sahipleri, aynı zam anda dünyanın sahipleri, onlar da
kimlermiş dersiniz?
beş ‘gelişm iş’ kapitalist ülke (Am erika Birleşik
Devletleri, Jap on ya, Fransa, Almanya ve İngiltere) ken
di aralarında, en büyük 200 çokuluslu şirketin 1 7 2 ’si-
ne sahip bulunuyorlar; bu kadarı bile ülkeler arasında
ki eşitsizlik derecesini yeterince g ö steriy o r...”
“ ... 8 0 ’li yıllarda görülen büyük ekonom ik dur
gunluk bile, en büyük bu iki yüz çokuluslu şirketin b a
şarılarını etkileyemedi: yayılmacılık eğilimleri, 1 9 8 2 ’de
1 9 9 2 ’ye satış toplam larının 3 .0 0 0 m ilyar dolard an
5.900 milyar dolara yükselmesinden anlaşılıyor: GSMH
içindeki p ay lan da yüzde 2 4 .2 ’den yüzde 2 6 .8 ’e yük
se lm iş...”
“ ... Artık ekonom ide liberalliği savunan bu yöneti
ci sınıfın büyüme hırsını engelleyebilecek, ne toplum sal
bir güç var, ne de siyasi bir güç! O yüzden de, ‘pazarın
geliştirilmesi’ ya da ‘özelleştirme’ gibi paravanalar arka
sında kamu mallarının yağmalanması sürüp gid iy o r...”
(Le Monde Diplomatique , M art 1994, s. 27)
Son cümleye dikkat isterim, bana Türkiye açısından
son derece önemli ve tehlikeli göründü de, ondan; ‘k a
mu mallarının yağm alanm asından’ söz ediyor değil mi?
135
5
19 N isan 1994
136
tir, ‘karma ekonomi’ modeliyle gelmiştir; bilinmeyen, ya
da bilindiği halde es geçilen bir nokta var, şimdi onu
söyleyeyim.
Türkiye, ‘kamu öncülüğündeki sanayileşme’ strate
jisine ve politikasına, İstiklâl Savaşı’ndan sonra, pat
diye karar vermedi; o ilk yıllarda cumhuriyet yönetimi
‘serbest teşebbüsçü’dür: Gazi, İzmir I. İktisat Kongre
sin d e, ünlü açış konuşmasını yaparken bunu açıkça
söyler: ülkenin iktisadi kalkınmasını işadamlarımızdan
beklediğini açıklar, dahası, kapitülasyonlar belâsını ba
şımıza sarmamak şartıyla, -yâni devletin denetimi altın
d a - ‘ecnebi sermayenin’ gelişmesine karşı olm adıkları
nı da belirtmiştir. Ne var ki yıllar geçer, ‘serbest teşeb
büs’ bir halt edemez; ‘ecnebi sermaye’, anti/emperyalist
‘Kem alist’ cumhuriyeti boykot etmiştir; en müthişi de
zaten, 1929/30 büyük ekonomik bunalımın başgöster-
mesi olmuştur.
İşte cumhuriyet yönetiminin biraz Sovyetler’den, bi
raz öteki totaliter Avrupa ülkelerinden ilham alarak
gerçekleştirmeye başladığı Kamu İktisadi Teşekkülleri
bu zaruret altında dünyaya gelmiştir; Allah da biliyor
ki SO’li yılların sonlarına kadar tıkır tıkır işlemiş, üste
lik, şimdi onlara türlü kötülüğü yakıştıran Türk özel
sektörüne endüstri, ticaret, kısacası, ciddi bir ekonomi
okulu görevini yapmıştır; ilk büyük özel teşebbüslerin
büyük yöneticileri, hemen hepsi, KIT’lerden transfer
edilmedi mi; o kadar kötü yönetiliyor idiyseler, şimdi
burnu kafdağındaki holding sahipleri, neden KİT yöne
ticilerini kapışıyorlardı?
Yalnız bizimki gibi büyük bir ülkede, ‘kamu öncülü
ğündeki başarılı bir kalkınma’ politikası, ‘Sistcm’in, onun
somut görüntüsü olan çokuluslu tekellerin kesinlikle işi
ne gelmez; zira onların ‘önüne geçilmez yayılma’ ihtira
137
sına, tehlikeli bir engel teşkil eder; o yüzden de ‘küresel
leşme’ balonu ııçurulur, hemen ardından ‘büyük deği-
şim /transform asyon’ oyunu sahneye konur; o da, ‘özel
leştirme’ operasyonuyla noktalanır.
Şimdi tekrar, başlangıca dönebiliriz.
Le Monde Diplomatique yazısına şöyle devam ediyor:
çokuluslu tekeller, ekonomi ve finans düzeninin
‘özelleştirme’ dalgasıyla dağıtılmasından yararlanarak,
yeni bir faaliyet sahası buluyorlar: 3 0 ’lu yılların büyük
ekonomik çöküntüsünde, çeşitli ülkelerde kamu sektö
rünün (yâni devletin) ülkeyi kurtarm ak amacıyla ya sa
tın aldığı, ya da bizzat inşa ettiği m uazzam kuruluşla
rı ve işletmeleri ele geçirmek; bu, özel sermaye grupla
rının saldıracağı yeni bir sınır oluşturuyor; bunu elekt
rik, gaz, madenler, demiryolları, hava ulaşımı, telekomü
nikasyon, bankalar ve sigorta şirketleri dahil: çokulus
lu tekellerin (‘Sistendin) bunları ele geçirebilmesi, işçi
hareketlerinin zayıflam ış olm ası ve bu hareketlerin en
büyük fetihlerinden birisi olan sosyal devletin her yön
den saldırıya uğraması yüzünden, daha da kolaylaşmak
tadır.” (Le Monde Diplomatique, M art 1994)
Bu alıntının ışığında, Türkiye’de ‘özelleştirme’yi sa
vunmak, neyi savunm akm ış, açıkça görülm üyor mu?
‘AHTAPOTUN KOLLARI’...
21 N isan 1994
13S
mıştı. (Bkz. Meydan , 8 Nisan 1994) Bir yanda ‘Üçün
cü Dünya’ ülkeleri vardı, öte yanda ‘Doğu Bloku’; ‘Sis
tem’ yayılabilmek için, hem ‘Üçüncü D ünya’ ülkeleri
nin anti/emperyalist tavrını kırmak zorundaydı, hem de
‘Doğu Bloku’nu dağıtmak!
‘Kamu öncülüğünde sanayileşerek, kalkınma’ strate
jisi ve planı uygulanan -Türkiye gibi- üçüncü ülkelere,
çokuluslu tekellerin nasıl yaklaştığına şöyle bir göz at
mıştık; bu ülkelerde ‘özelleştirme’ aslında emek emek
kurulmuş kamu işletmelerinin, tekeller çıkarına elden
çıkarılması anlamını taşıyor; şimdi de isterseniz eski
‘Doğu Bloku’ ülkelerine aynı ahtapotların nasıl yaklaş
tığına bir göz atalım.
Galiba en iyisi, Frédéric Clairm ont ile John Cava-
nagh’m o gerçekçi saptaması ile işe başlamak! Diyorlar
ki:
başlamış olan yine ‘değişme’ süreci, en büyük iki
yüz çokuluslu şirketin bir türlü vazgeçemediği yayılma
(ele geçirme) hırslarını, bir m iktar tatmin edecek: çün
kü Doğu Avrupa’daki eski sosyalist ekonomilerin par
çalanm ası; ayrıca, Çin, Vietnam ve K ü b a’da hazırlan-
m akta olan büyük kapitalistleşm e hamlesi; başlıca ço
kuluslu tekellerin, dünya pazarının ‘tam am ına’ ilk de
fa girmesi imkânını sağlayacak! M eselâ Çin, onların ya
tırımlarını kendine çeken bir kutup olm a açısından,
daha başlangıçta on altı bin (16.000) çokuluslu tekelin
ilgisini celbederek, Amerika Birleşik Dcvletleri’ni ve Al
m anya’yı geride b ıra k tı...” (Le Monde Diplomatique ,
Mart 1994)
Başka türlü söylersek, ‘Sistem ’ ya da o ahtapotun
kolları sayabileceğimiz çokuluslu tekeller, eski ‘D oğu
B loku’ ülkelerini -bu arada bizzat SSCB’ye ait olanları
da- böyle böyle ‘küreselleştiriyor; o ülkeler bakımından
139
da ‘büyük değişimin’ yâni ‘transform asyon’un ne anla
ma geldiğini, şu satırları okuyunca daha iyi anlıyoruz:
çokuluslu tekeller, sektör sektör, eski komünist
devletlerin üretim kapasitelerinin temelini ele geçiriyor
lar. Polonya’da Nestle, 1994 O cak’ında, ülkenin ikinci
büyük çikolata firmasının kontrolünü elde etti: 1991’dey-
se, birinci büyük çikolata firmasını, zaten Pepsico elde
etmişti; bu da gösteriyor ki, şiddetli bir siyasi tepki gel
mediği takdirde, D oğu Avrupa ülkelerinin devlet teşeb
büslerinden en önemlilerinin ‘özelleştirilmesi’ önümüz
deki beş yıl içinde hiç kuşkusuz tam am lanm ış olacak
tır.” (Le Monde Diplomatique , M art 1994)
Siz bakmayın benim ‘özelleştirilmesi’ diye çevirdiği
me, aslında gazete tekellerin yapacağı iş için ‘dénationa
liser’ fiilini kullanmış; meraklısı bilir, gerçek anlamı o iş
letmelerin milletin malı olm aktan çıkarılıp ‘ecnebiye’
devredilmesidir; şimdi elinizi kalbinize koyup söyleyin,
‘küreselleşme’nin gerçek mahiyetini, bu deyimden daha
açık ve seçik olarak, hangi deyim anlatabilir?
Peki, durum bu kadar mı kötü, bu ‘yayılmanın’ önün
de duracak hiç mi engel yok?
Ufukta görünen en ciddi engellerden birisi, gittikçe
yoğunlaşan ve kabaran işsizlik! Çokuluslu tekellerin git
tikçe geliştirdikleri teknoloji (otomatizm) üretimi bilgi
sayara bağladıkça, aynı işi çok daha az işçi ile başarı
yor, böylelikle maliyeti düşürüp kârı artırıyor; çokulus
lu şirketler, girdikleri her ülkede, ele geçirdikleri her iş
letmede, işe bir sürü işçiyi işten çıkararak başlıyorlar; bil
mez değilsiniz ya, işsizlik sosyal dengeyi bozar, o da si
yasi istikrarsızlığa sebep olur; Doğu Avrupa’daki eski
sosyalist ülkelerin hemen tamamında bu tablo görünü
yor, işsizlik milleti perişan etmekte, ağır bir ekonomik
durgunluk hüküm sürmektedir; o kadar ki ahali, eski
140
sosyalist günlerini arıyor; bu da komünist partilere, ya
da onlardan türemiş yeni siyasi örgütlere iktidar yolla
rım açıyor.
Türkiye’de de, hele Çiller ekonomiyi iMF’nin otoma
tiğine bağladıktan sonra, oluk gibi işçi çıkarılacağına
muhakkak nazarıyla bakabiliriz; IMF ve Dünya B anka
sı, zaten senelerdir, bunu önerip dururlar; hele ‘özelleş-
tirme’ler gerçekleştirilirse, bu daha da artacaktır; ne var
ki ülkemizde ne sosyalistler halk yığınlarına yeni ufuk
lar vaat edebiliyor, ne de sosyal demokratlar; eğer kısa
zamanda toparlanıp birleşemezlerse sonunda parsayı yi
ne Refah Partisi toplayacaktır.
Benden söylemesi!
23 N isan 1994
141
lcri, ne finalisai yapıları açısından eşit; ne de stratejile
ri aynı; üstelik içinde bulundukları durum da aralıksız
değişiyor. Son yirmi yılda finans spekülasyonlarının tür
lü rezilliği arasında parçalanm ış, ya da başkaları tara
fından yutulmuş olan bazıları; artık, keşfettiler; yâni, yo
ğunlaşmış sermayenin gerçeklerini...”
“ ... 1982 ile 1992 arasında, ilk 2 0 0 ’e giren Ameri
kan tekellerinin sayısı 8 0 ’den 6 0 ’a düşerken; Japon te
kellerinin sayısı 3 5 ’den 5 4 ’e çıktı; zaten benzer bir al
çalıp yükselme İngiltere ile Fransa ve Almanya arasında
da görülmekteydi: İngiltere’nin düşüşü, diğer iki ülke
nin yükselişine denk g e ld i...”
“ ... en büyük 200 çokuluslu şirketten sekizinin, mer
kezlerini İsviçre’ye taşıması da (on yıl önce yalnızca iki
si oradaym ış) besbelli uluslararası pazarda İsviçre fi
nans çevrelerinin gittikçe artan önemi kadar, aynı pa
zarlarda İsviçre sermayesinin yüksek derecede yoğun
laşmasından da ileri geliyordu...” (Le Monde Diploma
tique , Mart 1994)
Bu tespitler, size göre de bir zamanlar işaret ettiğimiz
başka ve önemli bir gerçeğin doğrulanması anlamına
gelmiyor mu? Hani ne demiştik, ‘Sistem’ üçüncü ülkele
re harıl harıl ‘küreselleşmeyi’, bunun için de, ‘transfor
m asyonu’ ve ‘özelleştirmeyi’ önerirken, aslında kendi
içinde kutuplaşıyor: Amerika Birleşik Devletleri ve İn
giltere geriliyorlar; buna mukabil, Jap on y a ve Alman
ya yükseliyorlar.
Buna İkinci Dünya Savaşı mağluplarının intikamı bi
le diyebiliriz.
Bu kutuplaşma bir çatışma getirmeyecek mi? Getir
mesine getirir ama, bu yarın olacak iş değil; neden de
ğil, çünkü henüz ele geçirebilecekleri bir hayli pazar, dü
şürebilecekleri birçok ‘ekonomik kale’ var; dahası, ço
142
kuluslu tekeller yeni coğrafya, teknoloji ya da ekonomi
fetihlerinde bulundukça, ellerindeki güç yoğunlaşm ası
da büyüyor.
özellikle bu General M otors, Ford ve Chrysler
gibi en önemli Amerikan otomotiv kuruluşlarının da
arasında bulunduğu, yönetimler (hükümetler) düzeyin
deki ve çapındaki ilişkiler ve ödeneklerden en çok ya
rarlanan, en büyük 50 çokuluslu şirket için geçerli; öy
le ki, (elektronik, uzay ve havacılık, elektrik donatımı
ve benzer) bazı endüstri sektörlerinde, beş büyük şirket
dünya üretiminin yarısını gerçekleştiriyor; dünya paza
rının genişlemesi, hâttâ bu yüzden, uluslararası tekelle
rin kendi aralarında meselâ fiyatların seviyesini tespit
gibi konularda henüz m utabık kalabilm elerini sağlı
yor; tabii, yabancı ülkelere doğrudan yatırım ları da en
büyük 200 çokuluslu firmanın büyümesinde itici bir
güç rolünü oynamayı sürdürmektedir: hesaplar ortada,
1983 ile 1992 arasında bu şirketler, üretimden dört
kere, dünya ticaretinden üç kere daha hızlı büyüdü
le r ...” (Le Monde Diplomatique , M art 1994)
Ne var ki, bu ‘büyüme’, onların ‘altını oyacak’ so s
yal çelişkileri de, hem içeriyor, hem geliştiriyor; çünkü:
“ ... son on yıl içinde, kârlarının hızla artmasına rağ
men, dünya ölçüsündeki en büyük 500 çokuluslu şirket,
yılda ortalam a olarak 400.000 (dört yüz bin) kişiye yol
verdi. (...) üstelik işten çıkarılmış bir işçi için (özellik
le yeni bir iş bulma ihtimali uzak olduğundan) böyle bir
durum bir felaket oluşturduğu halde; Wall Street’de
bu olay, bir sevinç kaynağı olabiliyor: nitekim X erox
firması 10.000 (on bin) işçisini işten çıkaracağını ilân et
tiği gün, firmanın hisse senetleri borsada yüzde 9 civarın
da değer kazanm ıştı...” (Le Monde Diplomatique, M art
1994)
143
İşte, ‘küreselleşm e’nin de, ‘özelleştirm e’nin de en
önemli engellerinden birisi, bu diyalektik karşıtlık olma
yacak mı?
Hiç şaşm az!
25 M ayıs 1995
144
Devlet aslında, milletin örgütlenmiş şeklidir; bu ö r
gütlenme belli bir toprak üzerinde (vatan) belirli hakla
ra (bağımsızlık, egemenlik, özgürlük) sahip olm akla
gerçekleşiyor; bu da yüzyıllara dayalı ortak bir tarih, bir
çıkar ve kültür birliğiyle, bunların bilinciyle mümkün;
Türk milleti bunlara sahip olmasaydı, 1919’un o karan
lık koşulları içinde ne M üdafaa-yı H ukuk’u örgütleye-
bilirdi, ne de M isak-ı M illi’yi tespit edip savunabilirdi;
sahip olduğu içindir ki başarabilmiş, yekpare bir toprak
parçası üzerinde, yeni bir devlet kurabilmiştir: Türkiye
Cumhuriyeti!
Hani bazıları devletin ‘küçültülmesinden’ , bunun
zorunluluğundan bahsediyorlar ya ‘küçültülecek’ olan
devlet, şu ya da bu toprak parçalarını başkalarına terk
ederek, elbette bu devlet değildir; böyle olm ası im kân
sız, çünkü Türk milleti bu devleti, tam da böyle bir
paylaşılma ya da bölünmenin arifesinde, bunu kabul et
meyeceğini kanıtlayarak tesis etmiştir; eğer millet dev
letin küçülmesinden böyle çarpık bir değişikliği anlamış
olsaydı, ne İstiklâl Savaşı’na kalkışırdı, ne de Lausan-
ne A nlaşm ası’na gerek olurdu; o dönemin ‘güvercinle
ri’ gibi Sevres A nlaşm ası’nı kabul ederdi, mesele de bi
terdi: Sevres, T ürkiye’yi Orta A nadolu’daki birkaç vi
layete indirgemişti, o kadar ‘küçültm üştü’ yâni!
O halde ‘küçülecek’ devlet hangisidir, ona bakalım :
besbelli, 1 9 3 5 ’ten itibaren ‘kemikleşen’, totaliter ve oli-
garşik ‘siyaset toplum ’: milletin ekonom ik, kültürel
hâttâ gündelik hayatına müdahaleci; edebiyatını, müzi
ğini, tarihini vs. ‘resmileştiren’ bürokratik mekanizma!
Bu siyasi mekanizma, ki bürokrasi aygıtıyla somutlaşır,
elindeki im kânları kullanarak zam anla evcil bir burju
vazi yaratmış, böylece onunla şekli demokrasiye rağmen
milletin üzerindeki egemen ‘oligarşi çekirdeğini’ koru
145
muştur; T ürkiye’de devletin içinde, partilerarası ya da
partilerüstü olan bu ‘oligarşi’ hüküm sürer; bu da ‘siya
si toplum’un ‘sivil toplum ’u hâlâ şekillendirmesi ve yön
lendirmesidir ki, katılımcı bir demokrasiyle kesinlikle
bağdaşam az; zira iktidara hangi parti gelirse gelsin, diz
ginler aynı oligarşinin (bürokrasi+burjuvazi) elinde kal
maktadır.
Meselenin püf noktası galiba burada!
Türkiye’de dem okrasi mücadelesi, halk yığınlarının
iktidara ulaşması mücadelesidir; bu da iktidarın sivilleş
mesi ve dem okratikleşm esi demektir; siyasi toplum ’un
yâni devlet’in, yâni seçkinci oligarşinin küçülmesi hât
tâ tasfiyesi!
Bu başka, bu mücadeleyi yürütüyormuş gibi yapıp,
siyasi çözüm, insan hakları, demokratikleşme cart curt
diyerek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin üzerinde ku
rulduğu ülkeyi küçültmeye kalkışmak başka! İkincisi, o
müthiş İstiklâl Mahkemeleri döneminde ağır bir cürüm
sayılırdı, adı da neydi bilir misiniz, ‘İhanet-i Vataniye’,
yâni ‘Vatana İhanet’ !
Peçetelerle havluları lütfen birbirine karıştırmayalım.
9
‘ÖZELLEŞTİRME’TEKLİYOR!..
6 Temmuz 1995
‘Özelleştirm e’ yürümüyor!
Yok canım, bunu bir m uhalif gayretkeşliğiyle ben
söylem iyorum ; açık açık değilse de, dolaylı olarak OİB
(Özelleştirme İdaresi Başkanlığı) açıklıyor.
146
Haberi ya okudunuz, ya ‘atladınız’, şöyle özetlene
bilir: 1995 yılı için özelleştirme geliri, 5 milyar dolar ola
rak tasarlanm ıştı; şimdi, Özelleştirme İdaresi, bu rak a
mı neredeyse yarı yarıya indiriyor, 2.7 milyar yapıyor;
gerekçesi de küçümsenebilir bir gerekçe sayılmaz; aslın
da bunlar yılın ilk altı ayında 2.5 milyar dolarlık bir ger
çekleşme ummuşlar, oysa ilk altı ayın sonundaki hesap
dehşetli ürkütücü: ancak, söz konusu dönemde
gerçekleştirilen özelleştirme tutarı yalnızca 70 milyon
dolar, sağlanan net giriş ise 39 milyon dolar düzeyinde
kaldı” . (Evrensel, 14 Haziran 1995); evet, bu mertebe
umut kırıcı, sebepleri de şunlarmış: beklenmeyen ge
lişmeler, iptal olguları ve uygulamada karşılaşılan diğer
so ru n lar...” (Milliyet, 14 Haziran 1995)
Ne demiştim, Türkiye özelleştirmeye direnmekte
dir, besbelli daha da direnecek; yönetimin geleceğini
neredeyse buradan sağlayacağı paralara bağlamış olan
Prof. Çiller’in işi hiç de kolay olmayacak, gittikçe zor
laşacaktır; çünkü direniş sanıldığı gibi münhasıran emek
kesiminden, yâni sendikalardan ve sosyalistlerden, ya
da bürokratlardan gelmiyor; daha önce de bir nebze
dokunduğum gibi, özelleştirme yerleşik oligarşinin eko
nomi kanadını, yâni AP’nin besleyip büyüttüğü ‘baba’
holdingleri de tedirgin ediyor; nasıl etmesin ki, bu yol
dan Türkiye pazarı üstündeki kontrollarını yitirecekler
dir; ayrıca yıllar boyu onlara zararına olan ucuz ‘ara
malı’ üreten KIT’lerin özelleştirilmesi kârlarına kesat ge
tirecektir.
Hani Prof. Çiller, sık sık ‘saadet zincirini kıracağız’
diyor, o ‘saadet zinciri’ işte bu zincir’: yâni Kam u İkti
sadi Teşebbüsleri’nin amaçlarının aksine halk lehine
değil yerli büyük sermaye lehine çalıştırılması; o büyük
sermayenin özel -çoğu tekel konumundaki- teşebbüs
147
lerinin, yerli küçük ve orta sermayeye ve yabancı serma
yeye karşı himaye edilmesi! Aslında rakam lar da bunu
pek güzel aydınlatıyor:
tüm işletmeler içinde, küçük ve ortaların payı
ABD’de yüzde 97.2, Japonya’da yüzde 99.4, İngiltere’de
yüzde 96, Fransa’da yüzde 99, Güney Kore’de yüzde
98, Türkiye’de yüzde 9 9 ...”
“ ... şimdi geliyoruz, yine aynı ülkelerde, küçük ve or
ta işletmelerin kredi pastasından aldıkları paylara: ABD’de
yüzde 43, Japonya’da yüzde 50, İngiltere’de yüzde 27,
Fransa’da yüzde 29, Güney Kore’de yüzde 47, Türki
ye’de yüzde 4 ...” (Milliyet, 1 Haziran 1995)
Tabii yerli büyük sermaye de minnetini ifadede ku
sur etmiyor; o da bal tutan siyasi iktidarın gizlice par
mağını yalaması imkânını sağlıyor, gerektikçe ona ‘kol
tuk’ çıkıyordu...
İşin tuhaflığım gördünüz mü? Liberal kapitalist ‘sis
tem’, Türkiye’den beklediği ve belki de korktuğu dire
nişi, geniş çapta ve örgütlü olarak, emekçi kesiminden
değil, işbirliği yapmayı umduğu büyük sermaye kesi
minden görmektedir, çoğu ‘m ason’, gerçekte kozm opo
lit ve alafranga olan yerli sanayiciler ve işadamları, İnö
nü totaliterliği döneminde başlamış, Demirel dönemin
de son şeklini almış o garip ve yüzeyden ‘Gardrop Ata
türkçülüğüne’ sarılarak ‘milliyetçiliğe’ soyunuyorlar;
sözde Türk halkının çıkarlarını korum ak, gerçekteyse
‘malı kendi başlarına götürm ek’ için tekerleklerine taş
koyacak gibi görünen Çiller yönetimine sert çıkıyorlar.
Prof. Çiller’in, -muhtemele ABD’nin de- bu direnişi
kırmak için dayanmaya kalkışacağı sosyal kesim, elbet
te işçi sınıfı ve onun tabii müttefiki olan yoksullar olma
yacaktı; ya ne olacaktı, hanidir iktidarın kredi imkân
larından mahrum bırakılan, küçük ve orta ölçekli mü
148
teşebbisler, bir manada esnaf! Öyle de oluyor: Çiller yö
netimi, bir yandan Halk Bankası ve başka yollardan kü
çük ve ortaboy müteşebbisin kredi musluklarını kısma
ya çabalıyor: öncekilerin, seçmen olarak da daha büyük
kalabalığı oluşturduklarını unutmadan!
Sonuç ne midir? 1995’in ilk altı ayında, Özelleştir
me Idaresi’nin çizdiği tablo, Çiller yönetimi açısından
hiç de umut vermiyor; gittikçe çoğalıp yoğunlaşan emek
kesimi tepkisinin, gelecekteki kitlesel direnişi de hesaba
katılırsa, ‘beklenmeyen gelişmeler ve uygulamada karşı
laşılan diğer sorunlar’ın o ölçüde artacağını kestirmek
zor olm asa gerektir.
‘Özelleştirme’ böyle tekliyor da, ‘küreselleşme’ yürü
yor mu? O bahs-i diğer, ayrıca görüşürüz.
10
‘KÜRESELLEŞME’TEKLEMİYOR MU?..
8 Temmuz 1995
149
men arkasında, Avrupa’nın yeniden inşa edilmesi, geliş
mekte olan ülkelerin B atı’ya entegrasyonu ve Breton
W oods anlaşm ası ile kurulan sabit kur sisteminin dü
zenlenmesi gibi görevleri yerine getirmek üzere kurul
dular. GATT anlaşması ise, dünya ekonomisinde, m alla
rın ve sermayenin serbestçe dolaşm asının koşullarını
oluşturacaktı. Tüm bunlar, Soğuk Savaş ortam ında ve
ABD hegemonyası altında gerçekleşecekti; bu politik or
tamı ise, esas olarak NATO ve Birleşmiş Milletler düzen
liyordu” .
Başka bir deyişle, ‘Sistem’in tartışmasız lideri ABD idi;
siyaset düzeyinde Birleşmiş Milletler’e ve NATO’ya da o
egemendi; ekonomi düzeyindeki egemenliğini IMF, Dün
ya Bankası ve GATT aracılığıyla yürütüyordu, oysa...
“ ... Soğuk Savaş’ın bitmesiyle bir nükleer savaş teh
didi ortadan kalktı; böylece, Batı Bloku’nun nükleer sa
vaş ve bir başka siyasi rejim tarafından tehdit altında
bulunduğu için, ulusal çıkarlarını bastırarak bir ABI) he
gemonyası altında, birliği öne çıkarmasının koşulları
kalktı. Batı Bloku içindeki liderlik çekişmesi hızla suyun
yüzüne çıktı” . (Cumhuriyet, 12 Haziran 1995)
Washington’m yanlışı, Soğuk Savaş sonrası dünyasın
da ‘Sistem’in çelişkilerinin ağır basabileceğini hesap-
layamayıp, ‘küreselleşme’ fikrine sarılması; bir de, bu
‘küreselleşme’nin ABD odağı etrafında oluşacağını san
ması! Oysa ‘Sistem’ içindeki yeni ‘kutuplar’ çoktan or
taya çıktı, ‘küreselleşmeyi’ de zaten bu oluşumlar ‘tor
pilliyor’.
Bunun çarpıcı örnekleri var!
O kadar ki, bizzat Birleşik Amerika, kendi koyduğu
‘küreselleşme’ ilke ve kurallarına uymayabiliyor. Bilin
diği üzere GATT, U ruguay görüşmelerinden sonra yeri
ni Dünya Ticaret Ö rgütü’ne (WTO) terk etmişti; “ ...b u
örgütün ana amacı, ticaret uyuşmazlıklarında hakem ro
lü oynam ak! Ö rgüt, tarafsız ticaret hukukçularından
bir heyet kuruyor ve heyet uyuşmazlıkta kimin haklı ki
min haksız olduğuna karar veriyor; bu kararı verirken,
temel ölçüt ise, ‘serbest ticaret’ ilkeleri” ...
İşin ‘matrağı’ şu ki, ‘iç ve dış ticaret engellerinin kal
dırılması için’ oluşturulmuş Dünya Ticaret Ö rgütü’nü
‘takmayan’ ülkelerin başında ABD geliyor: Japon ya ile
aralarında ihraç/ithal konusunda, önemli bir uyuşmaz
lığın çıktığı malum. Japon sanayii, Birleşik Amerika pa
zarında ‘ağırlığını’ koyunca, Washington böyle ‘küresel-
leştirilmesinden’ hiç de hoşlanmıyor, başlıyor ‘himaye
tedbirlerine’ başvurmaya, Japonların A m erika’ya ih
racatını ‘engellemeye’; bunun üzerine Tokyo ne yapsın,
WTO’ya gidiyor ama, nafile; Washington Jap o n y a’dan
ithal edilecek lüks arabalara yüzde yüz gümrük vergi
sini bindirmiş bile! Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?
Ayrıca...
“ ... a b d , başka konularda da kayıtsızlığını sürdürü
yor, sözgelimi İran’a terörizme destek verdiği ve nükle
er silâh üretimi girişiminde bulunduğu için ekonomik
ambargo uyguluyor. Türkiye’den gelen makarna ve iç ça
maşıra kota koyuyor. IMF’nin tavsiyelerini dinlemiyor...”
{Evrensel, 14 Haziran 1995)
Yâni, ABD öteki ülkeleri uygulamaya zorladığı ‘küre
selleşme’, kendi çıkarlarına dokunduğu zaman, ona ku
lak asmıyor! İyi de o artık yeryüzünde ‘tek tabanca’ de
ğil ki, dünya çok kutuplu, bu yüzden de her kutuptan
onun davranışına tepkiler gelmekte, bu da ‘küreselleş-
me’yi daha işi başında aksatmaktadır.
Meselâ Uzakdoğu ülkeleri, ABD’nin Jap on y a’ya dav
ranışını hiç de hoş karşılamamış, tepki göstermiştir; Av
rupa Birliği, İran’a ambargo konulması kararını onay
151
lamamıştır; iş bu kadarla kalır mı, hiç sanmıyorum, ya
kında besbelli ‘mukabil’ önlemler alınacak, bu ‘küresel-
leşme’nin ‘Sistem’in iç diyalektiğini, yâni kapitalizmin
iç çelişkilerini hesaba katmaksızın ortaya atılmış bir fi
kir olduğunu gösterecektir.
11
17 Şubat 1996
152
lerine oturttular. Sendikalizm, devre dışı bırakıldı, ko
münizm yasak ve demode; sosyalizm, aşkla meşkle su
landırılıyor; yâni şöyle bakarsan, az şey yapm am ışlar!
Gel gör ki, bütün bunlara rağmen O rtadoğu’daki bu
‘orta boy’ cumhuriyet, bir türlü tam istenilen kıvamda
bir ‘hür dünya’ ülkesi olmuyor. Olamıyor. Baksanıza, ne
Brezilya’ya benziyor, ne Tayvan’a, ne Güney Kore’ye,
ne de M eksika’ya! K afkaslar’da, Balkanlar’da kendi
başına birtakım ‘haltlar’ karıştırmaktadır. Kıbrıs’ta ödün
vermez, Yunanistan’ı sınırları içine hapsetmiş, Ortaas-
ya cumhuriyetlerinde cirit atıyor vs.
Washington DC’deki ‘orta vade gelecek planlayıcısı’
uzmanlar, basbayağı içerliyor bu ‘garip’ ülkeye!
Yalnız onlar mı? Hanidir, onların eşeğine binmiş, on
ların türküsünü çağıran, O zal’cı takımının da suratı
bir karış, yüzlerinden düşen bin parça; neden, nedeni
var mı, bunlar sanıyorlardı ki bir kere başladı ya ‘trans
form asyon/değişim ’ paldır küldür ilerleyecek, Türkiye
üç beş yılda, bir ‘Amerikan cennetine’ dönüşecek! Ne
münasebet, işler tersine döndü; gün geçtikçe kendi ken
dilerine gelin güvey olduklarını, ülkede esamilerinin
okunmadığını fark edip, bozuluyor; ciddi ciddi ümitsiz
liğe düşüyorlar.
Her iki kesimin de, yanılgıları ülkeyi tanımayışların-
da, tarihini bilmeyişlerinde; sorunu, bilgisayarda çöze
bileceklerini sanışlarında!
Yahu kardeşim, Keçecizade Fuat P aşa’nın, ‘D am at’
Ferit Paşa’nın, hâttâ Celal B ayar’m yanında, Turgut
Ö zal’ın b.orusu öter mi? O Fuat Paşa ki, ‘İngiltere dev-
let-i fehimesi’ ile aramız bozulacağına, devletin bir ‘eya
letini elden çıkarm aya’ hazırdı; o ‘D am at’ Ferit Paşa ki,
İstanbul’daki İngiltere Yüksek Kom iseri’nden sadece
iki şey talep ediyordu; ya İngiliz Himayesi, ya Amerikan
M andası. O Celal B ayar ki, iktidar olur olmaz, T ürki
ye’nin kıza zam anda ‘küçük bir Amerika’ olacağını bu
yurmuştu. Bunlar ‘ağırlığı’ Turgut Ö zal’m çok üstünde
devlet adam ları, öyle mi; tahmin ya da temennileri ne
den gerçekleşmedi, insan bir düşünür!
Ayrıca, aynı savların sonucunda o tanzim at’çı, meş-
rutiyet’çi hâttâ cumhuriyet’çi demokrat aydınlar, anha-
sı minhası, acaba neden işin sonunda kendilerini ya
‘yüzellilikler’in listesinde, ya da Y assıada’daki Adalet
Divanı’nda buldular; bunun bir ‘hikmeti’ olmamalı mı?
Oysa basit, bunlar küçük fakat son derece önemli
bir noktayı unutuyor; unutmak da lâf mı, düpedüz ha
fife alıyorlar.
O da şudur: Sistem’in (başta ABD) denetimi altına
alıp ‘evcilleştirilcbildiği’ ülkeler sıralam asında, Türkiye
yanlış yere konulmuş, bunu görmek lâzım: burası ne
Brezilya’dır, ne Güney Kore’dir, ne de Filipinler; bu say
dıklarım doğru dürüst bağım sız geçmişleri, devlet gele
nekleri olmayan, çoğu eski sömürge birtakım ülkeler;
T ürkiye’yi bunlarla nasıl bir tutarsınız?
Türklerin en az beş bin yıllık devlet geleneği var, ta
rihin her döneminde bağımsız en az iki T ürk devleti ol
muş (şu anda altı), üstelik bu devletler büyük coğrafya
larda hüküm sürmüş; o bakım dan, T ürkiye’yi aslında
Çin gibi, Rusya gibi, Hindistan gibi ülkelerle bir tut
m ak, onların arasında saym ak lâzım; o zam an sonuç
netleşir, bu ülkeler üçüncü dünya ülkesi niteliklerine
rağm en, ‘Sistem ’ tarafından ‘evcilleştiriliyorlar’ mı?
Hanidir deneniyor am a, sonuç sıfır; bu takdirde Türki
ye için de, gelişmeler ne olursa olsun, sonuç sıfır olacak
tır: nitekim, 1919’un o en ağır koşullarında bile, sonuç
sıfır olmuştur.
Hep söylemez miyim: ABD’nin bütün tarihi, bizim
154
son imparatorluğumuzun batış tarihi kadardır, yaklaşık
ikiyüz küsur yıl!
Biz ne A m erika’lar gördük: bu da geçer yahu!
12
‘KÜRESELLEŞME’, KÜLFETSİZ ‘AVANTA’...
7 M art 1996
155
Eski bir sinema seyircisi iseniz, hatırlayacaksınız: iki
savaş arası sinemalarında, denizaşırı ülkelerde geçen ‘aşk
ve m acera’ filmleri gösterilirdi: Güneş Asla Batmaz,
Hind Rüyası vs. Bunların alayı ‘söm ürgecilik’ filmleri
dir: batı’lı şirketler, o ülkelerde ya kauçuk, kahve ya da
muz plantasyonu; ya maden işletmesi, ya demiryolu şe
bekesi yapmıştır; ülkeyi, bunlarla bir güzel sömürür;
filmlerde bu işlerin başındaki ‘beyazlar’ daima ‘kahra
m an’; ‘yerliler’ ise, eğer ‘beyaz adam ’a sadık ise ‘uşak’,
değilse ‘vahşi ve barbar’dır.
Biliyorsunuz, epeydir ‘klâsik’ sömürgeler, tarihe ka
rıştı; hanidir ‘az gelişm iş’ ya da ‘gelişmekte olan ülke-
ler’den söz ediliyor; ilk bakışta değişiklik budur, yâni
‘söm ürge’ kalmadı ki, ‘söm ürgecilik’ olsun savunması
nın, sahte dayanağı! Sahte çünkü yeryiizündeki ‘kutup
laşm a’ aynen yerinde durmaktadır, sadece adı değişmiş
tir: Sömürgeci/sömürge olmaktan çıkmış, gelişmiş/az
gelişmiş, ya da kuzey/güney haline dönüşmüştür.
Hal böyle olup da, SSCB devre dışı kalınca, ‘Sistem’ bu
defa sihirbaz şapkasından finans kapitali çıkarıyor, ne
den, çünkü bu kapitalin kâr imkânları ‘sistem içi’ ülke
lerde bir hayli daralmıştır; iyi mi, açık ve serbest piya
sa ekonomisi ‘küreselleştirilir’, az gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkelere fon aktarılarak, sözde onların kalkınma
sına katkıda bulunulur, bu arada esaslı kâr edilir.
Mekanizma nasıl mı işler, çok basit, çünkü süreci ya
şıyoruz.
Bizde bu işin ‘sihirbazı’ Turgut O zal’dı.
Dünyaya açılmış, dış pazarla bütünleşmek vb numa
ralarla, büyük ‘transform asyon/değişim ’ hareketini o
başlattı; ne yaptı yâni, ülkemizi ecnebi finans kapitali
ne açtı, devletimiz sermaye giriş çıkışını denetlemeyi bı
raktı, döviz kurlarının artış oranı da mümkün mertebe
156
düşük tutuldu. Ne oldu peki, böyle yapm akla? T ürki
ye ‘Sistem’in içinde ‘gelişen piyasalardan’ birisi oldu; ec
nebi finans kapital giriyor, Türk Lirası’na dönüşüp -en
çok da rant ekonom isine- yatırım yapıyor; kendi ülke
sinde kalsaydı asla ulaşam ayacağı kârlara ulaşıp (yüz
de kırk filân), bunları tekrar dövize çevirerek gidiyor:
bundan tatlı kâr mı olur?
Çünkü eskiden olduğu gibi plantasyon, fabrika, de
miryolu şebekesi vs gibi ‘sabit yatırım lara’ gitmek kül
feti yok; girdiğin ülkenin, ne üretimine katılıyorsun, ne
de iyi kötü istihdam yaratıyorsun! Kısacası ne taş atı
yorsun, ne kolun yoruluyor: finans kapitalin rizikosu az,
seyyaliyeti yüksek, girişi ve çıkışı da hızlı!
Peki ya tahribatı? Sömürgecilik dönemine oranla,
daha az mı sanıyorsunuz? Ne münasebet!
13
‘KÜRESELLEŞME’, ‘FRENİ PATLAMIŞ’TREN Mİ?..
9 M art 1996
157
Sorunun ağır ve vahim yanı yalnız bu mu? Hayır! ‘Ye
ni Dünya Düzeni’, yâni ‘özelleştirme’ ve ‘küreselleşme’
ekonomi düzeyinde de son derece ciddi tahribata sebep
oluyor; bunu size ben anlatmayacağım, iki uzman -ü s
telik İkincisi YDD’den yana- anlatacak; bu iki tanığa bi
raz kulak verir misiniz lütfen?
İlki Doç. Dr. Gencay Şayian, tanıklığı şöyle:
“ ... dünya ölçeğindeki eşitsizliğe baktığınız zaman,
bu eşitsizlik çok büyük: insanların çok ufak bir bölümü
insan gibi yaşıyorsa, beşte dörtlük kısmı, goril gibi bi
le yaşamını sürdüremiyor; o zaman pazar mekanizma
sındaki eşitsizlik geometrik diziyle katlanarak ortaya çı
k ıy o r...”
“ ... Dünya Bankası rakamlarına göre, 1978’de geliş
miş ülkelerde kişi başına gelir ortalam ası 8.500/9.000
dolara yakın, gelişmekte olan ülkelerde bu rakam 1.500
dolar civarında. 1 9 9 0 ’larda gelişmişler için rakam 23
bin doları geçiyor, diğerlerinden ise 2.500 dolar civarın
da kalıyor. İşte on yıllık ‘küreselleşme’ pratiğinin eşitsiz
liği!” (Cumhuriyet, 26 Şubat 1996)
İkinci tanıklık, ünlü D avos toplantılarının ‘babası’
Klaus Schvvab ve yardımcısı, Claude Sm adja’nin tanık
lığı, bunlara bakarsanız ‘küreselleşme, freni patlamış,
nereye gittiği belli olmayan bir trene benziyor’muş, di
yorlar ki:
“ ... teknolojik gelişme, sanıldığı gibi yeni işler yarat
m adı, işsizliği artırdı; ‘küreselleşme’nin rekabet orta
mında, kazanan büyük kazandı am a, kaybeden büyük
kaybetti. Artık ilerde sağlanacak kazançlar uğruna, bu
gün yapılacak fedakârlığın bir işe yaram ayacağına kim
se inanmıyor. ‘Küreselleşm e’ işletme ile çalışanların çı
karları arasında, doğrudan bağ kuruyor; eskiden işlet
menin kâr etmesi iş güvencesi ve daha fazla m aaş anla
158
mına geliyordu; ancak uluslararası rekabet yüzünden iş
letmelerin kâr oranlarının artm ası ile işten çıkarm a
operasyonları aynı anda yapılır o ld u ...” ( Hürriyet, 23
Şubat 1996)
Ne kadar şaşırtıcı değil mi? Kendi ağızlarıyla söylü
yorlar.
SSCB’nin dağıtılması ‘Sistem’i şımartmıştır, o kadar ki
benzer bir şımarıklık ve bencilliğin vaktiyle nelere sebep
olduğunu unutup, yeniden Keynes öncesine dönmeye
hevesleniyor:
Yeni Dünya Düzeni, ‘özelleştirme’ ve ‘küreselleşme’,
‘büyük transformasyon/değişim’ vs, hep bildiğimiz o es
ki ‘vahşi kapitalizm in’ yeni vitrin süsleri, yeni cilası!
Huylu huyundan vazgeçmiyor am a, acaba neden ay
nı sebeplerin aynı sonuçları doğuracağını unutuyor: çağ
daş sosyalizmi dünyanın gündemine getiren ve güçlen
diren de zaten bu ‘vahşet’ olmamış mıydı?
14
‘ÇAĞINI ANLAMAK’
14 M ayıs 1996
159
taraf ise, soyguncu, sömürücü ve kokuşm uş’ bu ‘Yahu
di Düzenine’ karşı ‘yeni bir nizam’ getireceğini! ‘Ç ağı
nı anlam ak’, acaba iki taraftan birisini seçmek demek
miydi?
Çok yıllar sonra, M ’ba, o saçlarını kazıtıp mısır sa
pından piposunu tüttürerek Paris’te dolaşan, Afrika
milliyetçisi ve solcu Tıbbıye’li öğrenci kız, küfreder gi
bi diyecekti ki: “ — ... o savaşta bir tarafın yandaşı ol
m akla çağım anlamanın alâkası yok; gerçekte ikisi de
aynı taraftandırlar, daha önce de aynı sebepten kapış
mışlardı, çünkü am açları dünyanın kendilerinin dışın
da kalan kısmını paylaşm aktı!” ‘Liberal kapitalizm ’ ile
‘totaliter kapitalizm ’, yüzyılın ilk yarısında dünyayı, iki
kere kana boğm uşsa, ‘çağını anlam ak’ herhalde bu iki
taraftan birinin yandaşı olmak anlamına gelmeyecekti.
O halde?
Acaba yüzyılın anlamı; her ikisine karşı emeğin baş
kaldırısı anlamına gelen sosyalizm midir? Orası da tar
tışmalı, çünkü III. Enternasyonal ilk on yılı içinde Sov
yet İm paratorluğu’na dönüşmüş, başka bir ‘totaliterlik’
dünyayı paylaşm ak için ‘liberal kapitalizm le kapışm a
ya başlamıştır. Üç çeyrek yüzyıl ‘işçi sınıfını kurtar
m ak’ propagandasıyla yaşayan ssCB’nin, nasıl oligarşik
bir sömürge imparatorluğu olduğunu artık kimse tartış
mıyor bile; bu düzende güç ne işçilerdeydi, ne de halk
ta; sadece seçkinlerdeydi (Nom enklatura), aslında on
lara ‘ayrıcalıklılar’ denilmeliydi; yalnız R u sya’yı değil
bütün Doğu B loku’nu sömürüyorlardı.
‘H ür D ünya’ ya da ‘Dem okrasi Cephesi’, gezegenin
paylaşılması konusunda SSCB ile nükleer bir savaşı gö
ze alamadı ama, neredeyse yarım yüzyıl süren ‘Soğuk
Savaş’, neticede öteki ‘totaliter sistem’in yâni Sovyet Im-
paratorluğu’nun dağılmasıyla sonuçlandı; peki, çağımı-
160
zın anlamı tek çıkar yolun liberal kapitalizm olduğuna,
yâni piyasa ekonomisine ve özelleştirmeye inanmak mıy
dı? Besbelli o da değil, çünkü varılan sonuç, aslında çı
kılan başlangıç noktasıdır; yâni Batılı, Hıristiyan ve
beyaz emperyalizm, gezegene egemen olmak istediği, bu
isteğini ‘cebren ve hile ile’ gerçekleştirmeye kalkıştığı
içindir ki, Birinci ve ikinci Dünya Savaşı ve Soğuk Sa
vaş yaşanmıştı; Almanya, İtalya ve Japonya (yâni M ih
ver Devletleri) de Sovyetler Birliği (yâni Doğu Bloku) de
onu engellemek, aslan payım elinden kapm ak için dev
reye girmişlerdi; başaramadılar, başaramayınca gezegen
tümüyle ‘Sistendin egemenliğine geri dönmüş oldu.
Peki o ne anlam a geliyor?
X X . yüzyıl boyunca yaşadığımız onca belâ, eziyet, iş
kence; birbirine zincirlenen işgaller, soykırımlar, sür
günler vs; gerçekte ‘hür olm ak’ ya da ‘hürriyet yandaşı’
olmak iddiasındaki tarafın, aslında hiç de öyle olm adı
ğını göstermiyor mu?
Gerçekten insanların, dolayısıyla toplum ların öz
gürlüğünden yana olan bir güç, onların serbestçe geliş
melerine, istedikleri yönetimi seçip istedikleri gibi yaşa
malarına; birbiriyle ve o güçle ‘serbestçe rekabet etme
lerine’ karışır mı? Elbette karışmaz, ‘Sistendin ruhu yâ
ni liberallik bunu gerektirir çünkü; halbuki yüzyıl bo
yunca gördüğümüz, halen de görmekte olduğumuz tab
lo nedir: liberal sistem, ister kapitalist olsun, ister sos
yalist, yeryüzünde kendisinden başka bir güç odağının
oluşm asına tahamm ül edemiyor; o başka güç biraz pa
lazlanıp sağda solda borusunu öttürmeye başladı mı,
olanca heybeti ve kudretiyle üzerine çullanıp yerle bir
ediyor; ‘totaliter’ kapitalist Mihver ülkeleriyle, ‘totali
ter’ komünist Doğu Bloku’nun başına gelen budur: şim
di de Güney’in yâni çevre ülkelerinin, yâni açlar dünya
161
sının başını çekecek gibi görünen İslâm ülkelerine kar
şı, aynı ‘hasm ane’ tavır takınılmaktadır.
X X . yüzyılda ‘çağını anlam ak’, aslında liberal kapi
talist sistendin gezegeni tek başına yemek için her tür
lü çılgınlığa gözünü bile kırpmadan kalkışabileceğini
anlamak demek! Bu tespit hakikatle ‘küreselleşme’ kav
ramının, siyasi iktisat açısından ifade ettiği manayı da
son derece berraklaştırıyor: ‘küreselleşme’ eşittir, o ‘Sis
tendin egemenliğine girmek!
15
‘REZİLLİĞİN’ FATURASI ‘LÂİKLİĞE’ ÇIKARILIYOR...
16 M ayıs 1996
162
bı, öyle sanıyorum ki, ülkemizin son on beş yıldır içine
iyice yuvarlandığı, ‘tüketim toplum u’ çılgınlığında sak
lı! Türkiye, karm a ekonomi döneminde, yatırıma, do
layısıyla üretime ve üretimi çoğaltm aya, bunu dışarıya
satm aya önem veren bir ülkeydi; herkes, tüketmeyi de
ğil, üretmeyi, ya da biriktirmeyi tercih ediyordu; konfor
arzusu yok değildi am a, bu arzu, bütün hesapların dı
şındaki bir çılgınlık haline gelmemişti.
Oysa on yıldır, bu böyledir; böyle olmasından da,
Ö zal’dan itibaren bütün yönetimlerin, o yönetimlerin
etkisiyle gittikçe yozlaşan m edia’nın son derece büyük
etkisi vardır; sadece özel televizyonların eğlence, sohbet,
gerçeğin içinden programlarını izlemek bile, halka sü
rekli olarak, kolay para, kolay şöhret yollarının nasıl
açıldığını; daha da kötüsü, paraya ve şöhrete ulaşm ak
için, her yolun geçerli olduğunun nasıl telkin edildiği
ni gösterir.
Meselenin can alıcı noktası buradadır.
Dar ve mahdut gelirli ailelerde, özellikle annelere, aşı
rı bir para ve şöhret hırsı, âdeta görüntülerle enjekte edi
liyor; o kadar ki, nasıl olsa her çare mübah kafasına ya
tan anneler, kendi elleriyle çocuklarını, kızlarını, oğul
larını, -ilerde hepsinde ciddi ruhsal sorunlar yaratabi
lecek- bazı yarışmalara sokmak için götürüyorlar; ‘m a
rifetli foklar’ gibi teşhir edilmelerinden üzülecekleri yer
de, iftihar duyuyorlar; hele bir de başarılı oldular mı, ke
yiflerinden yanlarına varılmıyor.
Güzel sunucuların, ünlü mankenlerin, bazı pop yıl
dızı ve sahne sanatçılarının, yine özel televizyonlarda,
‘hayatları ve aşkları’ kimseyi ilgilendirmeyecek ayrıntı
larıyla anlatılıyor; kimi bırakmış da, kiminle geziyor
muş; esrar yerine nasıl kokaini tercih etmeye başlamış;
karısını seviyormuş am a, filânca şarkıcıyla da uzatm a
163
lı bir aşk yaşıyormuş, estek köstek! Bunlara, ekran ga
zeteciliğinde sansasyona çok önem atfeden bazı prog
ramların açıkladığı yolsuzlukları da eklemelisiniz; dün
değil, önceki gün değil, yıllardan beri bu programlarda,
üstelik ülkenin yönetimi kendisine teslim edilmiş olan
ların bu emanete nasıl ihanet ettiklerini seyredip duru
yoruz; göz göre göre, emniyeti suiistimal etmiş olanlar,
hırsızlığı sabit rüşvetçiler ve bürokratlar, adaletin elin
den sıyrılıyor; yabancı bankalardaki paralarıyla başka
ülkelerde, -nedense özellikle Am erika’d a- keyif içinde
yaşıyorlar.
Uzatmak gerekir mi? Bazı özetler aktardığım bu tab
lo, gündelik hayatı içinde, ortalama bir televizyon seyir
cisinin artık kanıksadığı bir tablodur; doğrusu ya, hiç
de imrenilecek bir görüntü sayılamaz! Şimdi sıkı durun:
Türkiye’yi, bu hepimizin yakındığı duruma, kimler ge
tirmiştir? Lütfen bu soruya inandırıcı bir cevap verir mi
siniz? Hepimiz biliyoruz ki, bu sorunun iki cevabı yok
tur; Türkiye, 1980 darbesinden sonra, kendisine liberal
muhafazakâr diyen, fakat lâikliği de kimseye vermeyen
Ö zal’cı kadrolar ve onu izleyenler tarafından bu rezil
liğe itilmiştir.
Başka türlü söylersek, ülkemizin içinde yüzdüğü ba
yağılığın, yolsuzluğun, köşe dönücülüğün faturası, ne
ticede lâik yönetimlere çıkarılmaktadır. Çünkü bütün bu
curcunayı yaşayan ve hepimize yaşatan siyasi kadrolar,
aynı zamanda, lâikliğin de şampiyonu geçinmektedirler.
Peki böyle bir çelişkiyi, Islâmcı m uhafazakârların istis
m ar etmeyeceklerini mi sanırsınız?
Ustalıkla yaptıkları odur.
Refah’ı oy kazanm aya, acayip alafrangalık ve lâik
lik anlayışlarıyla, kendilerinin ittiğini o ‘alafranga’ genç
kız da, o genç kız gibi kendilerini ‘gelişm iş’ ve ‘ilerici’
164
zanneden şaşkınlar da, anlamalıdırlar. Çünkü ne lâiklik,
kuralsız bir başıboşluk demektir, ne de alafrangalık, her
dakika gözümüze sokulan o yarı arabesk yarı lümpen
sosyete!
165
‘ Kapı3bir açıldı mı?..
1
1 Haziran 1993
169
da, ne yapabiliyordu, hiç: Japonya, Kore ve Çin’e sal
dırmıştı; İtalya, H abeşistan’ı, Almanya ise çevresinde
ki ülkeleri ilhak ediyordu: Avusturya’yı, Ç ekoslovak
ya’yı vs.
Savaş, totaliter kapitalizmin tasfiyesi ile sonuçlandı;
‘H ür D ünya’ -yâni liberal kapitalizm - zaferi kazan
mıştı am a, acaba bu çıkar çatışmalarının sonu mu de
mekti? ‘Sovyet Bloku’ ve ‘Soğuk Savaş’ var oldukça öy
le gibi görünmüştür, zira artık Jap on y a, Almanya ve
İtalya’nın da dahil olduğu ‘Hür Dünya’ yeryüzü pazar
larını, Sovyet egemenliğinden kurtarm ak peşindeydi;
bunun için de, harıl harıl, sscB’yi dağıtmaya uğraşıyor
du. Bildiğiniz üzere, sonunda muratlarına kavuştular, o
zaman da anlaşıldı ki ‘Hür D ünya’nın bünyesinde, ay
nen savaş öncesinde olduğu gibi, ciddi çıkar çatışm ala
rı sürmektedir.
Niye bu ‘girizgâh’ ? Üzerine ‘bölgesel güç’ etiketi ya
pıştırılan ülkemiz, elinde olarak olmayarak, bu çalışma
nın içine sürükleniyor da ondan! T ürkiye’ye ‘bölgesel
güç’lıığü yakıştıran Washington'dır, niye yakıştırıyor?
O rtadoğu, O rtaasya ve K afkaslar’la Karadeniz Bölge-
si’nde, Amerika’nın çıkarlarını, Türkiye üzerinden (onun
aracılığıyla) korum ak için; başka bir deyişle, ssCB’nin
dağılm asıyla ‘boşalan’ pazarlara AT’nin, en çok da Al
m anya’nın çöreklenmesini önlemek amacıyla! Oysa Al
manlar, bütün savaş ertesi siyasetlerini, önce birleş
mek, sonra ‘D oğu ’ya açılm ak’ üzerine kurm uşlardı;
Doğu Bloku’nun dağılmasıyla, Doğu Avrupa pazarları
nın üzerine oturup tam Asya içlerine sarkmayı düşün
dükleri sırada, karşılarına Türkiye çıkm akta (ya da çı
k arılm a k tad ır; üstelik tek başına da değil! A lm an
ya’dan bakınca, Karadeniz Ekonomik işbirliği teşebbü
sü de, Türk O rtak Pazarı teşebbüsü de, hâttâ O rtado
170
ğu Akarsuları Ekonom ik İşbirliği teşebbüsü de, T ü rki
ye’nin -biraz da ABD hesabına- başını çektiği, Alm an
ya’yı -tabii, AT’yi de- köstekleyici örgütlenmeler olarak
meydana çıkıyor.
Alın size, bu saptam ayı doğrulayan bir Berlin h a
beri:
kısa vadede sorunlar ön planda görünse bile, or
ta ve uzun vadede Alm anya’yı D oğu ’da çok parlak bir
gelecek bekliyordu; ekonomik refahı ihracata dayalı
Almanya, Doğu Avrupa ve O rtaasya’da açılan pazar
dan çok faydalanacaktı” ; ne var ki, Alm anya’nın
uzandığı bölgelerle, Türkiye’nin kendine yeni olanak
lar beklediği bölgeler büyük ölçüde örtüşüyor ve bu iki
ülkeyi rekabete sürüklüyor” ; bu yüzden de, bir
yetkilinin belirttiği gibi, ‘Türkiye’nin bölgesel güç hali
ne gelmesi, A lm anya’nın çıkarına değil’; Alman yetki
liler, Türkiye’nin dem okratik, istikrarlı ve ekonomik
açıdan sorunsuz hale gelişinden başka bir şey istemedik
lerini vurguluyorlar.” (Cumhuriyet, 4 Mayıs 1993)
Haberin başlığı zaten her şeyi özetlemiş: “ Alm an
y a’nın Çıkarları Türkiye ile Ç atışıyor” .
Ozal aslında, savaş ertesinde Almanya’nın yaptığını
denemişti: ABD himayesi altında, ekonomik güç haline
dönüşmek! Sovyet Bloku’nun varlığı, Soğuk Savaş’ın
sürmesi, Almanya ve Japonya için formülü uygulanabi
lir kılmıştı am a, artık iş değişti: Türkiye kendi başına
yapm aya kalkışsa da, ABD şemsiyesi altında denese de,
Almanya (AT) karşısına çıkacaktır. Hesaplar ona göre
yapılmalı, hâttâ R usya’nın ‘pirelendiği’ unutulmamalı;
çünkü bir zaman sonra bunlar, birlikte üzerine yüklenip
Washington’ı ‘barbar’ Türkler’in her zaman olduğu gi
bi, yine ‘yayılm acı’ olduklarına inandırabilirler.
Hele, ortada fol yok yumurta yokken bazı politika
171
cı ve yazarlarımız, ‘A driyatik’ten ‘Çin Denizi’ne kadar
yayılan Türk dünyasından’ böyle atıp tutmayı sürdü
rürlerse!..
1 Eylül 1994
173
ka bir şey değildi ve Osmanlı halkı içindeki Türk mille
ti de tamamıyla tutsak bir duruma getirilm işti...”
Bu kadar mı, hayır! Gazi, genç Türkiye Cumhuriye-
ti’nin ‘geleceğini’ tartışırken, Devlct-i Aliyye’nin Dü-
vel-i M uazzam a (Sistem) ile ekonomik ilişkilerinin ma
nası, mahiyeti ve tabiatı üzerinde ısrarla durmuş; ne an
lama geldiklerini göstermeye önem vermişti. 1923 Şu-
bat’ında, kelimesi kelimesine diyor ki:
" ... geçmişte, özellikle Tanzimat döneminden sonra,
ecnebi sermayesi, memlekette ‘müstesna’ bir yere sahip
oldu. Ve bilimsel anlamda denilebilir ki, devlet ve hükü
met, ecnebi sermayesinin jandarm alığından başka bir
şey y ap m am ıştır...”
Gazi bu fevkalâde mühim saptamayı yaptıktan son
ra, gözlerini ‘geleceğe’ çeviriyor; ‘yeni’ Türkiye’nin ‘uf
kunu’ tayin ediyor:
“ ... artık her medeni devlet gibi, ‘yeni’ Türkiye de
bunu kabul edemez. Burası esir ülkesi yapılam az.”
Şimdi ‘meraklısı’ için, birkaç soru: 1/ 1950’den son
ra ‘yeni’ Türkiye’nin içine sokulduğu koşullar, G azi’nin
‘geçm iş’ tahlilindeki koşullara mı benziyor, yoksa ‘ge
lecek’ saptam asına mı? 2/ Bazılarının 1923 şartlarına
bakm ak istemeyişi acaba nedendir: 1923’te onları ‘ra
hatsız’ eden nedir? G azi’nin ve ‘Yeni’ Türkiye’nin ba
ğımsızlık tutkusu mu? 3/ yeni merkez sol partileri, es
ki CHP’nin ardılları, bu tarife layık olabilmek için, aca
ba neden M üdafaa-i H ukuk’un ve H alk Fırkası’nın si
yasi platformuna sahip çıkmıyor da, ‘Sistem’in telkin
lerine’ kulak veriyorlar?
Bu soruların cevapları, Gazi M ustafa Kem al’e mi,
yoksa İngiliz ‘muhibbi’ ‘D am at’ Ferid Paşa’ya mı yakın
olduğunuzu gösterecektir.
Tabii, başkalarının da!
174
3
29 Kasım 1994
175
lardan vazgeçmeyi öneriyorlar. Hazindir ama gerçektir,
Gazi, cumhuriyeti bu aydınlara emanet etmişti!
Şimdi bakın, M isak-ı Milli yıllarında, zamanın ‘kü
reselleşmiş’ gazetecilerinden birisi, Refii Cevad Bey, 2
Şubat 1920 tarihli Alemdar gazetesinde, ‘Yeni Bir Yav
ru D aha: M isak-ı M illi’ başlıklı yazısında ne demişti:
" ... Aman Allahım, söylenmesi ne güç, ne çirkin, ne
gayr-ı milli bir kelime! Osmanlılık devrinden kalma ba
ba yadigarı ahbap M anukyan K um panyasının bir ak
törü vardır: Hacı M isak. Bu tam lam a bana onu hatır
latıyor.” Aynı Refii Cevad Bey, o yıllarda Türkiye’nin
geleceği için şu çözümü öneriyordu: bizim için iki
şık kalıyor, ya İngiltere’ye dost elini uzatacağız; ve ya
hut, bir müşterek m anda tarzında kontrolü kabul ede
ceğiz, bunun hangisini tercih edelim, mesele b u ra d a ...”
(Alemdar, 2 Eylül 1919)
Fark ettiğiniz gibi, M isak-ı Milli ile alay eden Refii
Cevad Bey’in ‘programında’ ne bağımsızlık vardır, ne de
özgürlük! Onun içindir ki, kurtuluştan sonra, ünlü ‘yü-
zellilikler’ arasına dahil edilmiş, yurtdışına çıkarılmıştı.
İşin tuhafı, Devlet-i Aliyye’yi batma noktasına geti
ren, şimdi ‘değişim’ meraklısı gençlerin sunduğu ve sa
vunduğu ‘açık kapı’ politikasıdır; en azından ben, bunu
yirmi yıldır yazıp duruyorum; alın size kanıtı:
“ ... Hüseyin Avni Bey yazıyor: 1881’de, Mekteb-i
Mülkiye-i Şâhâne’de İlm-i Servet-i M ilel (iktisat) hoca
sı bulunan Sakız’lı Ohannes Paşa, ne dermiş bilir misi
niz? ‘Yerli sanayinin himaye usulleriyle gelişmesine taraf
tar olmadığını” ! Zira, ‘her ne kadar, yüksek gümrük re
simlerinin devlet hâzinesine bir menfaat getirmesi’ ger
çek ise de, ‘himaye sistemi gerçek ticareti önlemekte’ imiş,
halbuki ‘zamanın ithalat ve ihracat rejimi makul bir re
jim ’ im iş!..”
176
Sakız’lı Ohannes Paşa’nın beğendiği ve vazgeçe
mediği ‘ihracat ve ithalat sistemi’ O sm anlı’yı pençeleri
arasına almış olan emperyalist ekonomi sistemi idi,
‘açık kapı’ politikasıyla ‘mülkün’ içine sızmışlar, lonca
sistemini ve esnaf ocaklarını duman ederek, ekonominin
belini kırmışlardı. Örnek mi, yine Hüseyin Avni Bey’den:
1800 ve 1820 yıllarında İstanbul’da kumaş esnafı
nın 2.750 ve kemahçı (havsız kadife) esnafının da 350
tezgâhı vardı. Bütün bu tezgâhlarda 5.0 0 0 ’den fazla in
san çalışıyordu. 1868 yılında, yerli sanayiin ıslahı için
hazırlanan bir inceleme raporunda, bu kumaş tezgâh
larından ancak 25 (evet, sadece yirmi beş) tane kaldığı
esefle kaydedilmektedir. Bu raporun yazıldığı devrede,
Avrupa sanayiinin dokuma eşyası bol bol ve ucuza güm
rük kapılarından giriyor ve yerli imalathaneleri tazyik
ediyordu. Zam anla bu imalathaneler kapanıyor, bunla
rın yerine Avrupa malı satan m ağazalar açılıyordu...
(H. Avni Şanda, Yarı Müstemleke Oluş Tarihi, Gözlem
Yayınları.)”
“ ... Üç bin küsur tezgâhın 2 5 ’e indiği yıl, 1868,
Ohannes Paşa ‘mevcut ithalat ve ihracat rejimini’ 1881’de
bile öve öve bitiremiyor; oysa ülkenin nasıl battığını ya
şamış, onu böyle konuşturan nedir? ‘Azınlıklar’dan olu
şu mu? Sanmam! Avrupa kültürüne fazla inanması, bu
kültürün emperyalist bir kültür olduğunu fark edeme
yip, çağdaşlaştığını sanarak memleketini tutsak etme
si!..” (Dünya, 16 Aralık 1977)
Ne buyurulur, bu yazıda ‘hamaset edebiyatı’ var mı
dır? Yoktur elbet, ne var ki, Ohannes Paşa’nın fikirle
rinde ‘habaset’ vardır; çünkü Devlet-i Aliyye-i Şâhâne’yi
‘hamasî yazılar’ değil, tarihin ve siyasi iktisatın ger
çekleri batırmıştır; üstelik, bunun böyle olduğunu, böy
177
le de olacağını M isak-ı Milli’yi ‘bizzat’ hazırlayıp örgüt
leyen Gazi M ustafa Kemal Paşa da açıkça söylemiştir.
4
HİÇ İBRET ALINSAYDI, TEKERRÜR MÜ EDERDİ?..’
1 Aralık 1994
178
Yusuf Kemal Bey, antlaşmayı imzalayan K oca Reşit
Paşa ve arkadaşları için, aynen şunları yazmıştır: Bu
antlaşmanın neticede memleketin sanayiini belini doğ-
rultamaz bir hale getireceğini, devletin başına Düyun-u
Umumiye idaresi gibi bir belâ musallat edeceğini, elbet
te keşfedem iyorlardı...” (Harici Ticaret Siyaseti, Tanzi
mat, s. 319, 1940)
Devlet-i Aliyye’nin o zamanın Gümrük Birliği’ne
sokulmasına karşı çıkan bu yazılar, sizce ‘ham asi’ yazı
lar mıdır?
Ya G azi’nin durum değerlendirmesi? O, ‘memleketin
gümrüklerinin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesine engel
olunmasını, sömürge durumuna düşmekle’ bir tutm ak
tadır; 1922 M art’ında M cclis’i açarken demiştir ki:
Tanzim at’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa
rekabetine karşı kendini m üdafaa edemeyen iktisadiya
tımızı bir iktisadi kapitülasyon zinciriyle bağladı. Teş
kilât ve ferdi kıymet nokta-i nazarından, iktisat sahasın
da bizden çok kuvvetli olanlar, memleketimizde bir de
fazla olarak, imtiyazlı mevkide bulunuyorlardı. Temet
tü vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutu
yorlardı. İstedikleri zam an istedikleri eşyayı, istedikle
ri şartlar altında memleketimize sokuyorlardı. Bütün ik
tisat dallarımıza bu sayede mutlak hâkim olmuşlardı.
Efendiler, bize karşı yapılan rekabet hakikaten çok
gayr-ı meşru, hakikatten çok kahir idi. Rakiplerimiz bu
suretle, gelişmeye elverişli sanayimizi de mahvettiler. Zi
raatımızı rahnedar eylediler. Gelişme ve iktisadi ve mali
olgunlaşmamızın önüne geçtiler...” (Söylev ve Demeçle
ri I, s. 220, Î945)
Bu kadar mı, hayır! Gazi aynı konuya, İzmir İktisat
Kongresi’ni açış nutkunda da dönmüştür, demiştir ki:
" ... Osmanlı Devleti, hakikatte ve fiilen, istiklâlden
179
yoksun bir hale getirilmişti. Filhakika bir devlet ki ken
di tebaasına koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz. Güm
rük muamelelerini ve resimlerini, memleketin ve mille
tin ihtiyacına göre düzenlemesi yasaklanmıştır. Ve bir
devlet ki, fazla olarak ecnebiler üzerinde hakk-ı kaza
sını (yargı) tatbikten mahrumdur. Böyle bir devlete elbet
te bağımsız denilemez.” (Söylev ve Demeçler II, s. 104,
1952)
İşin en çarpıcı yanı, hiç de ‘hamasi’ sayılamayacak bu
esasları, M ustafa Kem al’in tam da, o artık ‘son bulma
sından’ dolayı âdeta bayram yapılan M isak-ı Milli üze
rine oturtmuş olmasıdır; aynı konuşmasında, diyor ki:
“ ... efendiler, milletimiz kesin ve gerçek kurtuluşa
ulaşabilmesi için iki umdeye dayanmanın farz ve şart
olduğunu anladı. O temellerden birincisi M isak-ı Mil-
li’nin ifade ettiği ruh ve manadır. İkincisi Anayasamızın
saptadığı değiştirilemez hakikatlerdir. Biliyorsunuz ki
M isak-ı M illi, milletin tam bağımsızlığını sağlayan ve
bunu sağlayabilm ek için ekonomik gelişmesine engel
olan bütün sebebleri, bir daha ve kesinlikle dönüşü ol
m amak üzere ortadan kaldıran bir d ü sturd ur...” (Söy
lev ve Demeçleri II, s. 106, 1952)
Ve alamet-i farika Türk bayrağı, sloganı ‘Türkiye
Türklerindir’ olan gazetedeki cumhuriyet çocuğu yazar,
‘M isak-ı M illi’ye Son’ diye bayram yapabiliyor.
Oysa bakın ABD Ticaret Bakanı Ronald H. Brown,
Ja k a r ta ’daki A sya/P asifik Ekonom ik İşbirliği Foru-
m u’nda ne demiş:
“ ... Dünya ticaretinde, GATT Uruguay Round T ica
ret A nlaşm ası’nm yürürlüğe girmesiyle birlikte, önü
müzdeki yirmi yılda meydana gelebilecek toplam geniş
lemenin dörtte üçü, önem sırasına göre Çin, Güney K o
re, Endonezya, Elindistan, Türkiye, Güney Afrika, Po-
ıso
lonya, Arjantin, Brezilya ve M eksika’da gerçekleşecek
tir; ve 2000 yılına kadar, bu on büyük ‘pazar’a toplam
ABD ihracatı, Avrupa ve Jap o n y a ’ya yönelik ihracatı
aşacaktır. ABD yönetiminin dış ve güvenlik politikası da,
ticaret diplomasisinin bu geleceğe dönük projeksiyon
larını hesaba katacak şekilde biçim lendirilecektir.”
[Milliyet, 17 Kasım 1994)
Adamın salyaları şimdiden akıyor, siz ‘küreselleşiyo
ruz, özelleşiyoruz’ diye sevinedurun!
5
HESAP, HEP AYNI HESAP!..
11 Nisan 1995
ısı
Düvel-i M uazzam a’nın (‘Sistem’) ‘M ezopotam ya Pet
rolleri’ konusundan başka bir şey değildir.
Vaktiyle soruna eğilmiştim, o yüzden bazı noktala
rı size hatırlatmayı deneyeceğim.)
... M ustafa Kem al’in Sam sun’a çıkışından, tam 12
gün sonra, 31 M ayıs 1919’da, ABD Dışişleri Bakanlığı,
yeryüzündeki bütün elçilik ve konsolosluklarına bir
genelge gönderip, neyi istiyordu biliyor musunuz?
“ ... Petrol bulunan, bulunabilmesi olanağı olan her
yerde, oralardaki petrol kaynakları üzerindeki denetim
durum unun, gelişme umutlarının ve bu alanlardaki
petrol üretimine Amerika’nın katılabilme olanaklarının
bildirilm esini...” (Laurence Evans, Türkiye'nin Payla
şılması , s. 293)
Sebep? Basit: savaş içinde uzmanlar bir araştırma
yapm ış, Birleşik Am erika’daki petrol rezervlerinin ye
tersizliğini ortaya koymuştu. Amerika denizaşırı petrol
yataklarına aşırı ilgi gösteriyordu. En başta da, yenilgi
dolayısıyla paylaşılacak Osm anlı İm paratorluğu’nun
eski topraklarından M ezopotam ya’dakilere! İşe bak
ki, 3 M ayıs 1920’de Standart Oil of New Jersey Petrol
Şirketi’nden, Bedford adında biri, San Rem o’daki Fran
sız delegelerinden, 27 N isan’da Fransa ile İngiltere ara
sında, adı geçen topraklardaki petrolün paylaşılması
konusunda yapılmış bir anlaşmanın metnini ele geçirir,
ele geçirmekle kalmaz bunu Amerikan Elçiliği kanalıy
la Washington’a bildirir. Washington küplere biner.
Ne, M ezopotam ya Petrolleri’nin İngilizlerce deneti
mini kabul konusunda gösterdiği uysallık karşılığı ola
rak, Fransa petrolün dörtte birini alacak, ya da petrol
özel örgütlerce işletilirse bu pay yüzde yirmi beşe mi çı
karılacakmış? Ne, bu bölgede özel örgütlerce işletilecek
olan petroller devamlı olarak İngiliz denetimi altında mı
182
bulunacakm ış? Olur muymuş hiç? Artık O rtadoğu’da
Amerikan haklarının vakit geçirilmeden korunm asına
girişilmesi zorunluluğu belirmiş imiş!..
Açın Laurence Evans’ın kitabı (‘Türkiye’nin Payla
şılması, 1914/1924’, Milliyet Yayınları, 1972) Washing
ton ile Londra arasında, o yıllarda sürdürülen çıkar
kavgasını, hızlı bir nota alıp verme savaşı olarak izle
yin! O ara, kasap kâr derdinde, koyun can! Biz Anado
lu’yu olsun kurtaralım diye ‘kıırtuluş’u örgütlemeye
uğraşıyoruz; onlar harıl harıl, im paratorluğun toprak
larını nasıl paylaşacaklarını tartışıyorlar. Sanırız ki bu
paylaşma, sadece İngilizlerle Fransızlar, İtalyanlarla Yu
nanlılar arasındadır, sanmakla kalmaz, aldanırız: İstan
bul’da T ürkiye’nin kurtarılmasını ‘bütün olarak Ame
rikan mandasına geçmek’te gören aydınlar türer. M an
da num arasını, Am erika’nın savaşa karışm adığı ülke
lerde söz sahibi olmak için uydurduğu bir hile olduğu
nu fark edememişlerdir. Hele o zam anki Amerikan po
litikasının (şimdiki farklı mı sanki?) çıkar hesaplarına,
hem de domuzuna çıkar hesaplarına dayanacağını dü
şünemezler.
Oysa, Laurence Evans açık açık yazıyor:
“ ... Türkiye ile yapılacak barış, genellikle Doğu So-
ruııu’na verilecek biçim söz konusu oldu mu, Ameri
k a’nın üzerinde durduğu çıkar savunması, başlıca ‘açık
kapı’ ilkesinin korunması, kendisinin Osmanlı İm para
torluğu toprakları üzerindeki hak ve ayrıcalıklarının de
vamını sağlam aktı. Bu toprakların T ürk yönetiminde
kalması, bağımsızlığını kazanmış olması, ya da başka bir
devletin yönetimine geçmiş bulunması, bu amacın elde
edilmesine engel olm am alıydı...” (Aynı eser)
Okuyup geldiğiniz satırlar, bu köşenin yazarı tarafın
dan, Dünya gazetesinde yazılmıştı: (Amerikan O rtado
183
ğu Politikasının Kökeni, 29 Ocak 1979) Evans’ın son
sözlerinin, son kısmı, bugün Kuzey Irak adıyla geçen
M ezopotam ya Petrolleri üzerindeki Amerikan ‘emelle
ri’ hususunda son derece uyarıcı esaslar içermektedir;
farkındasınız değil mi ne diyor, ‘o topraklar, ister Türk
yönetiminde kalsın, ister bağımsızlığını kazanmış olsun,
isterse başka bir devletin yönetimine geçmiş olsun’ fark
etmiyor; ABD, oralardaki ‘hak ve ayrıcalıklarının deva
mını sağlam ak’ kararındadır.
Hâlâ aynı karardadır, politikasını anlayabilmek için
olaya bu perspektif içinden bakmak lâzımdır.
13 Nisan 1995
184
sonra- ABD’nin en önemli hedeflerinden birisi haline ge
tiriyordu. Bu bir.
İkincisi, -ve daha az ilginç olm ayanı- sorulacak şu
sorunun cevabında yatıyor: Acaba aynı M ezopotam ya,
aynı sebepler yüzünden, Düvel-i M uazzam a’dan başka
devletlerin de iştahını kabartmış mıydı, kabartm am ış
mıydı? Bendeniz, sorunun önemini daha 7 0 ’li yıllarda
fark etmiş, bazı uyarıcı yazılar kaleme almıştım; o ya
zıların birisinde, M ezopotam ya’nın ve bittabi petrolle
rinin öteki talibi olarak hangi devletin görüldüğüne de
dikkati çekmişim, hem de tarih perspektifi içinde!
Lütfen, bir göz atar mısınız?
“ ... ünlü London Times gazetesi, 28 Ekim 1898 ta
rihli bir yazısında ne demektedir, merak eder misiniz?
bundan on yıl önce Türk ticaret ve mâliyesi üze
rinde Fransız ve İngilizler âdeta bir tekel kurmuşlardı;
bugün ise İstanbul’daki en faal kişiler Alman sanayici
ve tüccarlarıdır. Yüzlerce Alman tüccar ve işadamı T ür
kiye’yi baştan başa dolaşarak mallarına piyasa aram ak
ta, bu am açla yerli halkın isteklerini incelem ektedir...’
Aynı yıllarda, Alman basınının sloganı neydi bilir misi
niz: ‘Yeni D ünya’ ya (yâni Amerika’ya) değil, M ezopo
tamya’ya (yâni Türkiye’ye). Dr. Ernest Jackh şunları di
yordu: ‘O rada, Türkiye’de Anadolu ve M ezopotam ya
var. Anadolu doğan güneş ülkesi, M ezopotam ya ise
eski bir cennet.’
Alman yazarı Lothar Rathmann konuyla ilgili bir in
celemesinde, o zamanki Alman yaklaşımını şöyle açık
lamaktadır:
‘... Osmanlı İmparatorluğumun Asya toprakları, Al
man emperyalizminin ‘güneşteki yerini’ almak için ver
diği kavgada, en önemli yayılma planı olacaktı. Yakın
doğu politikası, Alman emperyalizminin izlediği sömür
185
ge politikasının tipik bir örneğiydi. Alman tekelleri açı
sından gittikçe daha çok önem taşıyan bir sömürü olan
Türkiye’de Alman emperyalizmi büyük ölçüde ‘dolay
lı söm ürü’ yöntemlerine başvurdu. Burada izlenen yön
tem, Bağdat Demiryolları Stratejisi adıyla biliniyordu.
Bu stratejiyle Alman emperyalizmi, Osmanlı İmparator-
luğu’nun bütün önemli yerlerini elde edecekti...’
Evet, kafanızda kıvrılan soru işaretini görüyorum ;
peki nasıl?
Rathmann cevabını şöyle veriyor:
‘ ... etkin bir Alman sermaye grubu ilk ağızda asker
çizmesine ve Almanların yerleştirilmesi konusunda ya
pılan, uygulama imkânı olmayan planlara değil, ‘barış
çı yayılm a’ gibi daha incelmiş, daha yum uşak yöntem
lere başvurarak bu istilacı politikasını gerçekleştirmek
istedi. Bu grup Deutsche B ank’ın ve Krupp-Konzern’in
yönetimi altında bulunuyordu...’ (Lothar Rathmann,
Alman Emperyalizminin Türkiye'ye Girişi, 1 9 76).”
Okuyageldiğiniz satırları, Dünya gazetesindeki kö
şem de, ‘B arışçı Y ayılm a’ başlığı altın d a, 20 Ekim
1977’de yayımlamışım. O günden bugüne gelişen olay
lar M ezopotam ya Petrolleri üzerindeki öteki gücün Al
manya (Avrupa) olduğunu yeterince göstermedi mi der
siniz?
Şimdi birisi çıkar diyebilir ki, Ankara, AT’ye karşı
ABD’nin kartını oynayabilir. Öyle yapar gibi de görünü
yor. Gel gör ki, Washington’ın Türkiye ve Türkler hak
kında neler düşündüğü, daha o yıllarda İstanbul’daki
ABD Büyükelçisi ünlü Amiral Bristol’ün ağzından, ay
nen şöyle ifade edilmişti:
“ ... T ürkiye’de hizmet gördüğüm yıllar boyunca,
ihtiyar Osmanlı İm paratorluğu’nda yaşayan bütün ırk
lar ve milletler üzerinde, eski T ürk yönetiminin kaldı-
186
nlm ası gereğini daim a en büyük güç ve şiddetle savun
d u m ...”
“ ... Türkler de hem kendilerini, hem de başkalarım
yönetmekte yeteneksizdirler. Türk yönetiminin herhan
gi bir bölgede kurulması cinayet olacaktır. ABD böyle bir
eyleme katılırsa, aynı işe karışan devletler kadar cina
yete ortak olacaktır. Öteki uluslar Türkiye’yi eski du
rumuna getirmek isterler de, Amerika buna ses çıkar
m azsa, suçlu sayılacaktır...
Siz diplom asi nezaketinin ve uluslararası politika
cam bazlığının gerektirdiği ‘kıvırtm aların’ gerisinde,
Washington’ın Amiral BristoPun o tarihte hayli kaba bir
şekilde ifade ettiği bu düşünceye katılmadığından emin
misiniz?
Değilseniz, Kuzey Irak müdahalesine onun ve öteki
tarafın takındığı tavrı, bu çerçeve içinde değerlendiriniz.
Çok daha gerçekçi olacaktır.
15 N isan 1995
187
caristan İmparatorluğu gibi ‘yok’ edilerek; daha doğru
su, ‘yok edilmek’ tehdidi altında çıkmıştır.
Anadolu İhtilâli, yâni M iidafaa-i H ukuk ve M isak-ı
Milli, bir kere ‘Sistem’in Sevres Anlaşması’yla uygulama
ya koyduğu, bu ‘yok edilme’ tasarısına karşı, ‘var olm a’
inanç ve azmidir ya; G azi’nin bu ‘ihtilâl’e gösterdiği di
yalektik hedef, yâni ‘muassır medeniyet seviyesine ulaş
m ak’ hedefi, gerçekte Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortado
ğu’nun vasat bir ülkesi olmak gibi bir ‘sıradanlığı’ değil,
Osmanlı’nın kaybettiği ‘büyük devlet’ statüsünü kazan
mak amacını içermektedir: ‘çağdaş uygarlık düzeyi’ni
kimler temsil ediyor? Elbette, adına ‘dünya devleti’ de
diğimiz ‘büyük’ devletler; Gazi işte Türkiye Cumhuriye-
ti’ne o düzeyi yakalam ak hedefini verirken, aslında bu
‘büyük devletler’den birisi olmak amacını belirliyordu.
Gelişme, başlangıç yıllarında, bundan farklı olmamış
tır ki!
Erken cumhuriyet döneminin, kamu öncülüğünde
hızlı sanayileşme, yurdun demir ağlarla örülmesi milli
bir tarih ve kültür politikasının tespiti, bunun eğitim ve
öğretim yoluyla halka indirilmesi gibi önemli hamlele
ri de; dış politika alanında Sovyet dostluğu, Batı’ya uzak
durma (İngiltere ile M usul, İtalya ile Oniki Ada, Fran
sa ile Hatay uyuşmazlıkları) buna mukabil Balkan An
tantı ve Saadabat Paktı ile çevre güvenliğinin garantiye
alınması, başka türlü izah edilemez.
Türkiye’nin, ‘B atı’mn Deli G öm leği’ne sokulduğu
tarihten bu yana, içine düşürüldüğü bunalımların, çal
kantı ve sarsıntıların temelinde; devletin bu temel am a
cı ve felsefesi, bu am aç ve felsefenin, ‘Sistem’in onu uy
gun gördüğü çapa ve role de, hesaplarına da uym am a
sı yatmaktadır.
Batı Ö nasya’da kurulup B alkan lar’], K afk aslar’ı,
188
Doğu Akdeniz’i ve Ege’yi, bunlar yetmezmiş gibi O r
tadoğu’yu kontrol eden, O rtaasya’ya el uzatacak olan
Türk, üstelik Müslüman bir gücü (Devlet-i Aliyye-i Os-
maniyan böyle bir güçtü) tasfiye edebilmek için yüzyıl
larca uğraşmıştı; aynı bölgede, hele SSCB’nin dağılmasın
dan sonra, benzer bir gücün meydana çıkmasına seyir
ci kalabilir mi? Kalamaz. Kalamıyor da! Gerçekte R us
ya’nın, ABD’nin, AT’nin, aynen Sykes/Picot Anlaşması
döneminde olduğu gibi, ‘ortak çıkarı’, Türkiye’nin bü
yümeden parçalanmasındadır; bunda ihtilaf yok, ihti
laf ‘Sistem’in içindeki ‘kutııplaşmalar’dan, her ‘kutu-
bun’ (ABD’nin, AT’nin ‘Alm anya’nın’, R usya’nın ve J a
ponya’nın) özel çıkarlarının, birbiriyle çatışmasından
doğuyor.
Türkiye’nin ‘büyüklüğünü’ kabul ettirebilmesi, muh
temeldir ki, adı dost ve müttefik olan ‘hasımlarınm’,
arasındaki bu çelişki ve çatışmaları, çıkarına kullanabil
mesiyle mümkün.
Kuzey Irak teşebbüsü böyle bir teşebbüs olamaz mı?
Sorunu, O rtadoğu perspektifi içinde değerlendir
mek şart!
Bölgede sorun bitiyor mu? Bitmiyor! Filistin sorunu
var, Suriye sorunu var, Kıbrıs sorunu var, petrol şeyhlik
leri sorunu var, PKK sorunu var, var oğlu var. Gerçek şu
ki, Birinci Dünya Savaşı sonunda, bölgeyi sözde O s
manlI’dan kurtaran Batı, geçen üç çeyrek yüzyıl içinde,
orada ne barışı ve güvenliği sağlayabilmiş, ne hakça bir
düzen kurabilmiş, ne de bölge halklarının gelişme ve re
fahına yardımcı olabilmiştir. M ünhasıran petrol bölge
sini elinde tutmak istiyor, zaten Osmanlı’yı batırmasının,
bölgeyi ondan koparmasının da amacı buydu.
Gel gör ki oıtca belâya, takılan onca çelmeye, - d a
hili harici bedhahlara, dalalet ve hıyanet içindeki bazı
189
yönetici ve yönetimlere rağmen, Türkiye Cumhuriyeti
X X . yüzyıl biterken, hiç de ‘Sistem’in ona uygun gördü
ğü yerde ve rolde görünmüyor: ‘çağdaş uygarlık düze
yine ulaşm ak’ saplantısı sürmektedir; Boğazlar’ı, Ege’yi,
D oğu K aradeniz’i dolaysız ‘kontrol ediyor’; Balkanlar
ve Kafkaslar üzerinde yeniden nüfuz sahibi olacağa ben
zer; dahası, O rtaasya yolu açılmıştır, Kazakistan petro
lü A nadolu’ya akacaktır. Bütün bunlar yetmezmiş gibi,
besbelli onu istikrarsızlığa itmek için dışardan tahrik
edilmiş olan PKK olayı da, son Kuzey Irak müdahalesiy
le birdenbire görülmüştür ki, A nkara’ya Kuzey Irak’ı
-tabii oradaki petrol bölgesini de- kontrol etmek fırsa
tına dönüşmektedir. Katlanam adıkları, işte bu!
İşte o ‘dost ve müttefik’ (!) B atı’lı ülkelerin, suçlula
rın telâşı içinde, bir ağızdan ‘oradan hemen çıkınız’ di
ye bağırmalarının altında bu yatıyor. Türkiye’nin önü
ne, onun için kazılan kuyuyu, kazananlara karşı kullan
mak fırsatı çıkmıştır.
Kullanabilecek midir, o bahs-i diğer.
25 Nisan 1995
19ü
Amerikan Merkezi İstihbarat Örgütü (cia), Ame
rikan Kongresi’nden, İran ve Irak’taki rejim karşıtı fa
aliyetler için, toplam 19 milyon dolar (812 milyar lira)
istedi. Amerikan yönetimi, bu paranın 15 milyon dola
rının (640 milyar lira) Irak’da, 4 milyon dolarının (171
milyar lira) İran’da harcanmasını ö n g ö rd ü ...”
N asıl, iyi mi? ABD, Ortadoğu petrolünün denetimi
ni hayati saymaktadır, bunu görüşm üştük; oysa, haber
de de belirtildiğine göre:
“ ... siyasi gözlemciler, İran devrimi üzerinden 16
yıl, Körfez Savaşı üzerinden 4 yıl geçtiği halde, Ame
rikan Yönetiminin bu ülkeler üzerinde istediği şekilde
bir kontrol mekanizmasını tüm çabalara rağmen oluş-
turam am asına dikkat çekiy orlar...” (Sabah, 14 Nisan
1995)
Ne demek bu? ABD’nin, SSCB’nin dağılmasından son
ra ‘soğuk savaş’ ilân ettiği iki cephenin iki önemli ülke
si karşısında, başarısızlığa uğraması demek! Radikal İs
lamcı İran da, anti/emperyalist Irak da ABD’ye meydan
okuyor; iş GIA’nın, milyonlarca dolar harcayıp, o ülke
lerde yapacağı kışkırtmalara, çevireceği fırıldaklara -tek
kelime ile: komplo teorilerine- kalmıştır, onlardan me
det umuluyor.
Buna inanmayan ‘safdillerin’ kulakları çınlasın!
O rtadoğu’da ABD’nin ‘Soğuk Savaş’ ilân ettiği ülke
lerin direnişi sürüyor da, bölgede, ABD’nin ‘kaleleri’ es
kisi kadar sağlam mı? Kaleler, belli; Suudi Arabistan, İs
rail, Türkiye ve M ısır! İsrail, Filistin sorunu içinde de
belenmektedir, çözüm lâftadır; M ısır’ın başı radikal din
cilerle, dertte; Suudi Arabistan ise, ‘o eski iyi günlerden’
hayli uzak, çünkü:
“ ... petrol fiyatlarının düşmesine ek olarak, hesapsız
harcanan paralar, büyük savurganlıklar, dış harcamala
rı
rın iiçte birine ulaşan silâh altınları, Suudi Arabistan’ın
bir dönem gözleri kamaştıran zenginliğini kurutmuş.
Riyad, yabancı mali kuruluşlardan kredi alıyor, IMF’nin
reçetesi uyarınca, kemerleri sıkma politikası uygulu
yor. Kral Fahd, geçen yıl kamu harcamalarında yüzde
20, bu yıl da yüzde 6 oranında kısıtlama yaptı, bir di
zi sübvansiyonu kaldırdı. H alk artık benzin, su, elekt
rik, telefon, hava yolculuğu için daha fazla para ödüyor.
AHD’ye endeksli savunma giderlerinde ise hiçbir azalma
yok. ABD’den Suudi ordusunun ihtiyacından çok daha
fazla gelişmiş silâh alınılan devam ediyor...”
" ... ekonomik kriz kitlelerde huzursuzluğu artırır
ken, köktendinci akımların güçlenmesine de yol açmış
durumda. Kraliyet ailesi ile altı bine yakın prensin su gi
bi para harcamaları, saraylardaki ve yabancı ülkelerde
ki seyahat alemleri, köktendinciler tarafından sert bir
biçimde eleştiriliyor, ülkeyi yöneten prenslerin Batı et
kisinde kaldıkları, ülkeye ihanet ettikleri öne sürülüyor.
Liberal muhalefet ise dem okrasi istiy o r...” ( Cumhuri
yet, 7 Nisan 1995)
İşte asıl, O rtadoğu’daki bu genel tablodur ki, ABD
için Türkiye’yi de, ‘Kürt kartını’ da önemli kılıyor: böl
ge, ABD için güvenilir bir istikbal vaat etmemektedir; is
ter İslâmcı, ister milliyetçi radikaller duruma egemen ol
sun, bu ülkelerde ABD için (Avrupa için de) gelecek par
lak sayılamaz; ancak T ürkiye’yle, ya da T ürkiye’ye
rağmen bir Kürdistaıı oluşturulabilirse, M ezopotam ya
Petrolleri Batı için güvence altına alınmış olacaktır.
ABD, bu konuda, sakalla bıyık arasında kalmıştır:
Türkiye’yi kaybetmek istemiyor, oysa Kürdistan ısrarı,
Ankara’yı istemese de gittikçe anti/emperyalist bir tavra
götürecektir; Irak bahsinde, daha şimdiden Türki-
ye/Iran/Suriye ‘cephesi’ oluşmuştur; Kuzey Irak’ın ‘dal-
192
galanmaya’ bırakılması, PKK’ya yaradığından, Türkiye
oraya ağırlığını koyacak, bu da bölgede ABD’den bağım
sız bir Türk nüfuzunun yayılmasına yol açacaktır.
Pek muhtemeldir ki Çiller Washington’daki pazarlık
ta, bu notlar üzerinde çeşitlemeler yapsın! Çünkü bu ih
timal bir kozdur, öteki büyük koz ise elbette G ap ve Ba-
kü/Yumurtalık boru hattının gerçekleşmesiyle, T ürki
ye’nin bölgesel güç olmaktan çıkıp, Dünya Devleti sta
tüsüne yükselmesidir.
İşte o zam an, ne yapsınlar? Gelsin CIA! Gelsin, ‘işle
ri yoluna sokacak, komplo teorileri, darbe planları!..’
9
YURTSEVERLİĞİN EKONOMİK MANTIĞI
8 Kasım 1994
193
kendi kendisiyle çelişkiye düşürmekte, davranışlarım sa
vunulması müşkül bir yere koymaktadır.
Hadi bir bakalım .
Hep biliyoruz, Çiller’in Güneydoğu sorunundaki
tavrı kısa sürede değişerek netleşmiş; ne şekilde olursa
olsun, Türkiye’nin ‘tek çakıl taşının bile, feda edileme
yeceğini’ ileri sürmeye başlamıştır; açıkça ifade edilmiş
olm asa da bu tavır, M isak-ı M illi’nin 1. M addesinin
gündeme alınıp savunulması demektir ki, cumhuriyetin
temelidir.
İyi de, bir ülke topraklarını niye savunur, niçin d os
ta düşmana karşı onların kendisine ‘aidiyetini’ icab-ı
halinde çarpışarak kanıtlayacağını ilân eder? Vatan’ın,
daha yaygın deyimiyle toprağın, bir devlet -ve o millet-
için ifade ettiği anlam nedir? Elbette önce, tarihi bir an
lamı var; bu anlam beraber yaşanmış yüzyıllarda olu
şup gelişiyor; am a toprağın asıl anlamı onun ekonomik
düzeydeki değeri; hele insanlığın, hayvancılık ve tarım
la geçindiği devirlerde; toprak, m er’a (otlak), tarım
arazisi (tarla) olarak, başta gelen üretim vasıtası; daha
sı da var, toprağın üstündeki akarsu ve ormanlardan,
altındaki madenlerden de,üretimde yarar sağlanıyor;
onun içindir ki ülke topraklarmı savunurken, sadece ‘ta
rihini’ savunmuyor, aynı zamanda ‘hayat sahasını’, hât
tâ bir bakım a ‘geleceğini’ savunmuş oluyor.
Onun için Sevres A nlaşm ası’yla ‘Sistem ’ (Düvel-i
M uazzama) Türkiye’nin topraklarını, ona buna peşkeş
çekerek, ‘küreselleştirme’ye kalkışınca, Türk halkı kıyam
etmiş, M isak-ı M illi’yi kabul ederek, hem vatan’ın ken
disine aidiyetini ve bölünmezliğini (1. M adde) hem de
tam bağımsızlığını (6. M adde) ilân etmiştir. Prof. Çiller,
Güneydoğu’da başka bir devlet oluşturulması teşebbüs
lerine karşı çıkarken, o toprakların ‘ulusal’ kalmasını sa
194
vunmuş oluyor; bir manada üretim vasıtası ve imkânı
olarak toprağın, ormanların ve madenlerin ‘ulusallığını’
savunuyor; işte bu noktada iktisadi devlet teşekkülleri
nin ‘özelleştirilmesini’ ve hele ‘küreselleştirilmesini’ iste
mekle, bunu savunmakla, dahası uygulamaya kalkış
makla, kendi kendisiyle adamakıllı çelişmiş oluyor.
Nedeni de açık!
Türkiye Cumhuriyeti ilk merhalede nasıl vatan top
raklarının (tarlanın, bağın, ormanın ve madenin) ‘küre
selleştirilip’ ona buna peşkeş çekilmesini önlediyse; ikin
ci merhalede, aynı espriyle o toprakların üzerinde Os-
manlı zamanında ‘küreselleştirilip’ el konulmuş üretim
vasıta ve imkânlarını ‘ulusallaştırmak’ yolunu tutmuştur:
Mustafa Kemal, ülkedeki ecnebi şirketleri birer birer satın
alır, ulusallaştırır; o kadarla da iktifa etmez, modern za
manların üretim vasıtaları fabrikalar olduğundan Türk
özel sermayesi bunları gerçekleştiremediğinden, halkın
parasıyla bu modern üretim vasıtalarını da örgütleyip
kurar, ulusal düzeyde yaygınlaştırır; böylece, Türkiye’yi
bugünkü iktisadi gücüne kavuşturan, cumhuriyetin eko
nomi kaleleri KİT’ler meydana çıkmış olur.
Buradan bakıldı mı, KİT’lerin ‘özelleştirilmesi’ ve
‘küreselleştirilmesi’ne Güneydoğu’daki ya da yurdun
herhangi bir yerindeki -bizatihi üretim vasıtası olan -
topraklarm ‘özelleştirilmesi’ ya da ‘küreselleştirilmesi’
arasında fark yoktur; ‘Sistem’, kendi içinde tutarlı oldu
ğundan, KİT’lerin özelleştirilmesi ve küreselleştirilmesi
bahsinde, hangi güdü ve mantıkla hareket ediyorsa;
besbelli Güneydoğu’daki hareketi kışkırttığı ve iş olaya
dönüşünce ‘Siyasi Çözüm ’ istediği zam an da, aynı ‘ak
baba’ mantığı ile hareket ediyor; buna karşılık Prof. Çil-
ler’in tutumu ve mantığı çelişkilidir: Güneydoğu konu
sunda ulusallığı ve bölünmezliği savunan bir mantık;
195
ekonominin ulusallığı ve bölünmezliğini de savunmak;
bunun tabii sonucu olarak da, bu ekonominin kaleleri
olan KIT’lere sahip çıkmak zorundadır. Yurtseverliğin ta
bii mantığı bunu gerektirir, onları milletlerarası ‘akba
balara’ peşkeş çekmeyi değil!
Biliyor musunuz, bu ülke iki yüz elli yıldır ne çekiyor
sa, bu tutarsız, bu idare-i maslahatçı politikalardan ve
politikacılardan çekiyor.
10
GAZİ, ‘MESELEYİ’ NASIL KOYMUŞTU?..
10 Kasım 1994
196
yabancıların çabalarını değerlendirmek ilginç olacaktır.
Hemen belirtelim ki tecrübe, teşebbüs ve işadam lığı
yönlerinden, yabancıların çok gerisinde kalan yerli tüc
car, armatör ya da banker, ‘Türkiye Türklerindir’ ilke
si uyarınca çıkartılan yasa ve düzenlemeler sayesinde,
yabancılarla rekabet eder duruma geçm ektedir...” (The
Economist, 7 Ağustos 1929)
Aslında tek kelime eklemeye gerek yok ama, sanırım,
Gazi döneminde cumhuriyet hükümetinin, ‘içerde’ mil
li tüccarı yüreklendirdiği, bu bakımdan belki ‘özelleştir
meye’ yolu açtığı; buna mukabil, ecnebi tüccara olan
tavrıyla hiç de ‘küreselleşmeyi’ benimsemek niyetinde
görünmediği söylenebilir.
Bu, ‘Atatürkçü’ geçinen, aynı zam anda, küreselleş
meyi savunan yöneticilerin dikkatine arzolunur.
Daha da önemlisi, Gazi M ustafa Kem al’in meseleyi
nasıl koyduğu değil midir? ‘Tam Bağımsızlık’ ilkesinden
hareket eden Gazi, önce ‘Sistem’ (Düvel-i M uazzam a)
hakkında, şu kesin yargıyı veriyor:
“ ... bizi aşağı olm aya mahkûm bir halk olarak ta
nımakla yetinmemiş olan Batı, yıkılmamızı çabuklaştır
m ak için ne yapm ak lâzım sa yapmıştır. Batı ve Doğu
zihinlerinde birbirine karşıt iki ilke söz konusu ise, bu
nun en önemli kaynağını bulm ak için Avrupa’ya bak
malı. İşte Avrupa’da aralıksız mücadele ettiğimiz zihni
yet budur.”
Yalnız bu kadar mı, hayır: “ ... geçmişte, özellikle
Tanzimat döneminden sonra, ecnebi sermayesi memle
kette müstesna bir yere sahip oldu. Ve bilimsel anlam
da denilebilir ki, devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin
jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Artık her
uygar devlet gibi, yeni Türkiye de bunu kabul edemez.
Burası esir ülkesi yapılamaz. (Şubat 1923)
197
Yine 1923’te Devlet-i Aliyye’nin nasıl ‘küreselleştiril
m iş’ olduğunu şöyle anlatıyor:
Osmanlı Devleti, gerçekte ve fiilen bağımsızlık
tan yoksun bir durum a getirilmişti. Öyle ya, bir devlet
ki kendi uyruklarına saldığı vergiyi yabancılara sala-
maz. Gümrük işlemlerini ve resimlerini, memleketin ih
tiyacına göre düzenlemekten uzaktır. Ve bir devlet ki ya
bancılar üzerinde yargılama hakkını uygulayamaz. Böy
le bir devlete elbette bağımsız denilemez. (...) Arzetti-
ğim gibi gerçekte devlet istiklâlini çoktan kaybetmişti ve
Osm anlı ülkesi ecnebilerin bir sömürgesinden başka
bir şey d eğildi...”
Kurtuluştan sonra da, ‘ecnebi’ sermayesine, ‘ecnebi’
teşebbüslerine karşı kuşku ve kaygısının geçmediğini, şu
sözlerle anlatmıştı:
“ ... Size açıkça söyledim, sonuna kadar açık sözlü
olacağım . Henüz güvenimiz yerinde değildir, evvelce
T ürkiye’deki ecnebi teşebbüslerinin, ecnebi am açları
nın içimizde uyandırdığı kaygılar, bütünüyle ortadan
kalkmış değildir. Eğer bazen ihtiyatlı hareket ediyorsak,
aşırı derecede kuşkulu davranıyorsak, bize çok paha
lıya mal olan özgürlüğümüzü kaybetm ek korkumuz-
d an d ır...”
O günden bugüne, ‘Sistem’ ve onun ‘özelleştirme’ ve
‘küreselleştirme’ anlayışında, ne değişti ki; cumhuriyet
hükümetleri artık, devletin kurucusunun bir türlü için
den atam adığı, kaygı ve kuşkulardan arınmış görünü
yorlar.
Cumhuriyet o yüzden, ‘kamu öncülüğünde hızlı sa
nayileşme’ parolasını benimsemiş, uygulamasına geç
mişti; bunu Prof. Beşir Ham itoğulları şöyle anlatıyor:
“ ... dış borca, yabancı sermaye başvurmadan, ulusal
kaynakları tümüyle harekete geçirerek, emperyalizmin
198
sızmasına izin vermeden, ekonomik bağımsızlığı sağla
yabilmek için devletçilik gerekm iştir...”
“ ... Atatürk devletçiliği, dış düşm anlara karşı, ‘hat
tı m üdafaa yoktur, sathı m üdafaa vardır. Bu satıh bü
tün vatandır’ stratejisine dayanılarak verilmiş mücade
lenin iktisadi hayata uygulanmasıdır; çünkü savunulan
ve gerçekleştirilmek istenen hedefler kişi, grup ya da sı
nıf, sektör ya da bölge hedefleri değildir; bütün bileşik
leriyle ekonominin tümünün hedefleridir.” (Atatürk Sem-
pozyumu/Konuşmalar Bildiriler, Ankara 1994, s. 594-
595)
Ne dersiniz, yoksa ‘artık savunulan hedefler, bütün
bileşikleriyle ekonominin tümünün hedefleri’ olmaktan
çıktı mı? Artık ‘kişi, grup ya da sınıf’ hedefleri mi?
11
16 Temmuz 1994
199
denizaşırı toprakların yağm alanm asından sonra hızla
nıyor; X X . yüzyıla varıldığında, o liberal ülkeler, yeryü
zünün neredeyse tamamına el koymuş, sömürgelerinde
ki bütün servetleri, metropollerine taşım ışlardı. Günü
müzde liberalliğe heveslenen irili ufaklı ülkeler, böyle
bir ‘katkıdan’ kesinlikle yararlanamıyorlar. Bu bir!
İkincisi, daha da önemli: liberal ekonomi düzeniyle
çağ atlamış büyük devletler, o süreç içindeyken, öteki ül
keleri denetleyen bir ‘sistem’ mevcut değildi; yâni kim
se kimseye, ‘size kalkınma planından önce yol ve liman
lâzım’; ya da ‘biz tek şey isteriz, o da açık kapı’ demi
yor; istediğini yerine getirmediğin takdirde, çeşitli dü
menlerle düpedüz ekonomik am bargo uygulayamıyor!
Artık öyle mi, Dünya Bankası’ndan azar işitirsin; KİT’le-
ri özelleştirmekte geciktin diye, atıp tutm aları da c a
bası!
Liberal bülbüllere sormak lâzım: böyle bir çerçeve
içinde, gerçekten ‘milli’ bir sanayii özel sektör ne dere
ceye kadar gerçekleştirebilir? İşin içine ‘ecnebiyi’ katar
san, ortaya çıkacak model, ne dereceye kadar ‘milli’ sa
yılabilir? ‘Artık o günler geçti, dünya ‘açık kapı’ döne
mini yaşıyor diyorlarsa; o süper güçler, niye kotalarla,
ithal kısıtlamalarıyla uğraşıyorlar; çoğu yabancı m alla
rına, kapılarını, ardına kadar açmıyorlar?
1980’lerden bu yana, her yönetim altını çize çize
belirtiyor: kamu sektörü sanayi yatırımı yapm ayacak,
tek istisna ‘kalkınmada öncelikli yöreler’, onların dışın
da kamu sektörünün faaliyet sahası, altyapı yâni ener
ji, su, yol vs! Ülkenin kalkınması yâni sanayileşmesi özel
sektörün işi; oysa liberallik esas olunca ‘Sistem’le bü
tünleşiliyor, bu da ‘himayeden vazgeçilmek’ anlamına
gelir; dış rekabet serbest, ancak finansmanlarını öz kay
naklarında bulacaklar, kısacası, D adaloğlu’nun ünlü
koşmasındaki gibi, ‘ölen ölür, kalan sağlar bizimdir,’
öyle de oluyor.
(15 Haziran 1947. İç politika İnönü/Bayar çekişme
si; dış politikada Türkiye, ABD yörüngesine giriyor. Ül
kemize gelen ilk ABD ekonomi heyetlerinden bir yetki
li, açık açık diyor ki: “ — Her şeyden, her türlü kalkın
ma planından önce, Türkiye’ye yol ve liman lâzım ol
duğuna inanm ak icabeder.”
Mektebi Mülkiyei Şâhâne’de İlmi Serveti Milel (ikti
sat) hocası bir Sakız’lı Ohannes Paşa vardı, bilmem bi
lir misiniz? Hüseyin Avni Bey yazıyor, 188'1’de dermiş ki,
‘yerli’ sanayi himaye usulleriyle gelişemez, her ne kadar
gümrük resimleri devlet hâzinesine menfaat getirirse de,
himaye serbest ticarete engel olur; halbuki zamanın ithal
ve ihraç rejimi makul bir rejimdir; ‘o makul ithal ve ih
raç rejimi sayesinde’ 1800’lerde sayısı 3.0 0 0 ’i geçen do
kuma tezgâhımız, 1868’de 35’e düşmüş imiş; 1881’de
konuştuğuna göre Sakız’lı Ohannes Paşa’nın bunu da
bilmesi lâzım, neden böyle olduğunu da! ‘Açık kapı’ si
yaseti yüzünden, İngiliz Manchester dokumaları, Os-
manlı pazarını istila edip, yerli dokumacılığı çökertiyor.
Cumhuriyet’in ilânından sonra ki, o heyecanlı yıllar.
Amerikan Yakındoğu Ticaret Odası, Amerikan Dışişle
ri Bakanlığı’na bir raporunda diyor ki: Yakındo
ğu’da Amerikan çıkarlarının gelişme olanağı, sınırsız gi
bidir. Bu bölge, özel Amerikan teşebbüslerine açık bir
alandır.” Amerikan Ticaret Odası Başkanı, oraları ziya
rete gelmiş Türk milletvekili Fuat Bey’e daha da açık
konuşmuştur: “ ... Türkiye ile ticari ilişkilerimizi geliş
tirirken, oraya sermayemizi götürürken, tek bir şey is
tiyoruz: öpen door/açık kapı.” )
Türkiye, ‘Sistendin bu baskısına, yetmiş yıl direnmiş
tir. İşte nihayet ‘kapıları açtık’ .
201
Sanayiciler ağlıyormuş, KİT’ler haraç mezat satılıyor
muş, ne gam! Gönüller şen olsun!
12
NEREDEN NEREYE?
19 Temmuz 1994
202
ambarı yapm aktı. Deutsche Bank, daha Konya vilaye
tindeki sulam a çalışmalarına yeni başladığı sırada, bu
tür başka bir proje ile, Adana ovası sulam a projesi ile
u ğraşıy ordu ...”
Yalnız pam uk mu canım? O sm anlı’nın ‘G âvur’ İz
mir’inde, bölge ürünlerinin ihraç tekelini eline geçirmiş,
sürü sepet ecnebi kumpanyası cirit atmıyor muydu?
Tütün mü demiştik, akla hemen üç Amerikan şirketi ge
liyor: 1/ Glenn Tobacco Co. 2 / Garry Tobacco Co. 3/
The American Tobacco C o ... Ayrıca, yağlı bıyıkları sal
kım saçak kaçakçıları, kolu nişanlı kolcularıyla, anlı
şanlı Reji İdaresi: Regie Cointeresse de l’Empire Otto-
man: daha ne demiştik, incir mi: İngiliz ağırlıklı, ünlü
The Smyrna Fig Packer Ltd.
Bütün bunlar neyi gösteriyor?
Ülkede sefalet paçadan akıyor ya, beterin beteri var;
az buçuk ürettiğimizi de, ‘ecnebiye’ pazarlamayı bece
remiyoruz; o kadar böyledir ki bu, cumhuriyetin ilk yıl
larındaki çabalar, ihracatı çeşitlendirmekten çok, ‘ulu
sallaştırm ak’ çabalarıdır; evet, ‘ulu sallaştırm ak’; ne
yapsak da, ürettiğimiz tarım ürünlerini, ‘kefereye’ ken
di tüccarımız vasıtasıyla satabilsek diye uğraşıyoruz.
Gazi M ustafa Kemal, daha 1923 M art’ının 18’inde,
T arsus’lu çiftçilerle konuşurken, bunu açıkça beyan et
miştir:
“ ... sonra mahsulleri ‘yalnız’ memleket içinde yalnız
kendi ihtiyacınızı karşılam ak için çalışmıyorsunuz. İh
tiyacınızdan fazla mahsulleri harice sevk ve onları altı
na çevireceksiniz. Bunu yapabilm ek için tüccarlara ih
tiyacınız vardır. Eğer tüccarlar bizden olm azsa, milli
servetin ehemmiyetli bir kısmı, şimdiye kadar olduğu
gibi, yine yabancılarda kalacaktır. Onun için milli tica
retimizi yükseltmeye mecbursunuz. Bütün bu basit fa
203
kat hayati hakikatleri bilerek, bilmeyenlere de yolu ile,
ya da zor ile anlatarak, gayemize yürüyeceğiz. Hepiniz
pek güzel anlamışsınızdır ki, bizi o gayeye varmaktan
meneden iki kuvvet vardır. Biri harici düşmanlardır.
Bunlar bizi sömürge haline koymak için ilerlememizi is
temeyenlerdir. Fakat çiftçi arkadaşlar, muhterem baba
lar, bizim için bunlardan daha muzır, daha muhik bir sı
nıf daha vardır: o da içimizden çıkması muhtemel olan
hainlerdir...”
Demek ki Türkiye, o beğenmediğimiz ‘geleneksel’
tarım ürünlerini, ‘ulusal’ ihracatçı birlikleriyle dışarıya
satmayı başardığı zam an, aslında ayağındaki azgeliş
mişlik zincirlerinden birini kırmıştı.
Günümüzde öyle mi? Türkiye başta ABD ve Jap on
ya olmak üzere, gelişmiş Batı ülkelerine, çelik dahil yüz
lerce çeşit sanayi malı satıyor. İhraç mallarımızın topla
mı, üç bin kalemi geçmiş; üstelik tarım ürünlerinin ih
racatımız içindeki payı, düştükçe düşmektedir; şöyle
bir bakarsan, ihracatın ağırlığını, sanayi mamülleri oluş
turmaya başlamış, hesapta olmayan müteahhitlik hiz
metleri ihracatı cabası! Ne iyi, ne iyi, ne iyi!
İyi de, içimde yine bir ukde kalıyor: yedi düvele, üs
telik sanayi ağırlıklı bunca ihracatı başarabildiğimize
göre, köşeyi çoktan dönmüş olmamız gerekmez miydi?
Oysa ihracatçının yüzünden düşen bir parça oluyor,
sanayicinin kafası bozuk; sebebi belli, işler istenildiği gi
bi yolunda gitmiyor. Neden acaba? Gazi’nin taa 1925’te
sözünü ettiği, ‘bizi sömürge yapmak için, ilerlememizi is
temeyen harici düşm anlar’; bir de, onlarla işbirliği ha
lindeki ‘içimizden çıkm ası muhtemel hainler’ olmasın?
Benden sorm ası!..
204
13
4 Ağustos 1994
205
mi, samimiyetlerine asla inanmayacaksın; hinoğlu hin
dirler, gizli m akaslan vardır.
Bizim ağzımız bu yüzden az mı yandı? Osmanlı’nın
‘fetret devri’, ‘Sistem’in bu ‘tuzağı’ içinde geçer. Gevşek,
hayli hoşgörülü Osmanlı düzeninde, yüzyıllardır yaşayıp
giden bir halka ve oturduğu yere göz koyar, onu -en
çok da kiliseyi kullanarak- kışkırtırlar; işi, kandırabildik-
leri kadannı silâhlandınp dağa çıkarmaya kadar vardınr-
lar; o ki Devlet-i Aliyye meşru müdafaa insiyakıyla, bu
‘asi kullarının üzerine varır’, Düvel-i M uazzama (yâni Sis
tem) ‘insan hakları’ kalkanını kullanarak derhal devreye
girer: ahaliyi kışkırtan, silâhlandıran da, onlardır; Os-
manlı, devlet adına layık her devletin yapacağına teves
sül edince, onu ‘suçlu’ sayan da, onlar! Sonunda iş ulus
lararası sorun haline dönüştürülür, bir konferansta karar
bağlanır; maksat hasıl olmuş, Osm anlı’dan bir eyalet
daha ‘istiklâline’ sözde kavuşarak, gerçekte ‘Sistem’in
bölgedeki ajaıı/devletlerinden birisi haline gelmiştir.
Şimdi Allah’ları var, ‘tuzağı’ daima iyi kurmuş, iyi iş
letmişlerdir: Eflak, Boğdan, Sırbistan ve Karadağ, M o
ra ve Tuna eyaletleri; nihayet Bağdat ve Şam vilayetle
ri, bütünüyle Arabistan, aynı ‘num ara’ ile Osm anlı’dan
koparıldı; kalan son parça (Anadolu) ise Sevres Anlaş
ması ile halledilecekti; o da sözüm ona Ege ve Doğu Ka
radeniz’deki Rum lar’ın, Güneydoğu’daki Kürtlerin ve
D oğu’daki Ermeniler’in ‘insan haklarını’ korumak, on
ları Türklerin zulmünden kurtarmak için yapılacaktı. Ne
yazık ki Devlet-i Aliyye, bu ‘tuzağa’ sonuncu kere de
düşmüş, Sevres A nlaşm ası’m imzalamıştı.
Gazi M ustafa Kemal düşmedi.
Sovyet tehdidi kalkalı, Türkiye’ye kurulan ‘tuzak’
aynı ‘tuzak’; kuranlar, ‘Sistem’in aynı ülkeleri, bahane
leri de aynı; uygulamaları, çok benziyor.
206
Ermeniler’le başladılar, Kürtler’le devam ediyorlar;
Yandırabildikleri kadarını’ eskiden olduğu gibi kışkır
tıyor, örgütlüyor, silâhlandırıyorlar; Türkiye meşru mü
dafaaya geçince, ellerinde insan hakları yaftaları ile
onun karşısına dikiliyorlar. Sanki II. Dünya Savaşı’nda
otuz milyon insanın canına kıyanlar, koca koca şehir
leri bir bom bardım anla yok edenler, nükleer silâhları
icat edenler ve kullananlar, onlar değil; sanki bugün de
Som ali’de, R uan da’da, Bosna/H ersek’de, K arad ağ’da,
A fganistan’da ‘insan hakları’nın ayaklar altına alın
masına, onlar göz yummuyor!
Türkiye Cumhuriyeti, sonradan bazı yöneticileri he
defi şaşırsa da, M üdafaa-i Hukuk, M isak-ı Milli ve Ku-
va-yı Milliye ‘kaidesi’ üzerinde yükselmiştir: yurt, tarih
ve kültür, kısacası millet bilincine sahip Anadolu halkı
nın, o şaşmaz sağduyusunun eseri olan bu ‘demir üçgen’,
daha o zaman bu ‘oyunu’ bozmuş, bu ‘tuzağı’ parçala
mıştır.
Şimdi mi düşecek?
14
19 O cak 1995
207
her an istila bekliyor, bu yüzden de, bütün gücüyle NATO
eğer Türkiye kuzeyden bir taarruza uğrarsa, derhal mu
kabele edecektir; bunu yapacak olması da, Ruslar üze
rinde cidden caydırıcı bir tesir uyandırmaktadır.
Buna rağmen, 60’lı yılların ortalarına doğru, Anka
ra da intibaha gelmiştir, Washington’ın ‘Soğuk Savaş’a
rağmen, el altından Ruslarla pazarlıkta bulunduğunu
anlamış, ABD ve NATO’nun öteki Avrupa’lı devletleri,
Sovyetler ve öteki Varşova Paktı ülkeleri ile böyle do
laylı uzlaşmalara giderken, neden dolayı kendisinin ıs
rarla ‘şahinlikte’ direnmesi gerektiğini anlayamadığın
dan, nihayet bazı yumuşama yolları aramaya başlamış
tı; bunun sonuçları da çok geçmeden alınmış, Demirel,
ünlü yedi büyük endüstri kompleksi projesini, kendi
müttefiklerinden zırnık alamadığı zaman, Sovyet kredi
leri ile gerçekleştirebilmişti.
Gerçek yine de şudur ki, Ankara, içerde de, dışarda
da ‘komünizm tehdidi’ni, bildiğimiz gizli oligarşinin
(bürokrasi+burjuvazi) egemenliğini sürdürebilmek için
olanca gücüyle kullanmış, ülkemizde her an bir Sovyet
saldırısı olacakmış gibi yaşanmıştır; o dönemde, ‘Sis-
tem ’in de pekiştirdiği bu korku, T ürkiye’de, her türlü
serbest eleştirinin ihanetle bir tutulmasına yol açıyor,
söz gelişi, NATO’nun Türkiye’ye yararı konusunda soru
işaretleri üreten sosyalist sol, kestirmeden ‘vatan ihane
ti’ ile suçlanıyordu.
Gençler pek bilmez diye, bir kalem, o ortamı çizmek
istedim.)
Başkaları da yazmıştır ya, kendi hesabıma ben, 70’li
yıllar boyunca, meselenin üzerinde ısrarla durduğumu;
Yeni O rtam 'da , Dünya'da, Yem Ulus'ta bir sürü yazı
yayımladığımı hatırlıyorum. Dilimin döndüğünce anlat
maya çalıştığım şuydu: ‘Sistem’, Türkiye’yi bir kere ken
208
di içine aldıktan sonra, onun çıkarlarını değil, onu ken
di çıkarları için kullanm ayı düşünm ektedir; Sovyet-
ler’in O rtadoğu’ya -Süveyş’e ve petrol bölgesine- sark
masını engellemek için, Türkiye ve silâhlı gücü, M osko
va için pekâlâ caydırıcı bir engeldir, ‘Sistem ’ de bu en
gelden yararlanm ayı hesaplamıştır. F ak at...
“ ... farz-ı muhal, Sovyetler Birliği Türkiye’ye saldı
racak olsa, NATO güvencesi o tom atik işlem eyecek,
NATO’nun Batılı müttefikleri Türkiye için hiç de savaşa
girmeyeceklerdir. Bu düşüncem, şu temele dayanıyordu:
NATO’nun nükleer savunma stratejisi, başlangıç yılla
rında -yâni ABD nükleer enerji konusunda, Sovyetler’in
önünde iken- ‘topyekûn mukabele’ stratejisi idi; anladı
ğımız dile çevirirsek, bu, Sovyetler nerede saldırıya ge
çerse geçsin, NATO tarafından nükleer güçle karşılana
caktı. Ne var ki Sovyetler nükleer enerji konusunda ol
sun, uzay teknolojisinde olsun, ABD’yi yakalayıp, sonra
da geçince, NATO topyekûn mukabele stratejisini terk et
ti, onun yerine esnek mukabele stratejisi diye bir strate
ji uygulamayı kabul etti; buna göre, NATO, eğer Varşo
va Paktı tarafından bir saldırıya uğrarsa, durumun ica-
bettirdiği güçle ve yoğunlukla mukabelede bulunacaktı.
Diyorum ki ben, bu aslında NATO’nun çekirdek ül
keleri (Sistem’i) korumak için, NATO’nun ‘kanat ülkele
rini’, bu arada tabii N orveç’i ve T ürkiye’yi -hâttâ bel
ki de Yunanistan’ı- feda etmek anlamına geliyor. Baş
ka türlü söylersek, eğer SSCB Türkiye’ye saldıracak olur
sa, evvelce tasarladığı gibi nükleer silâhlar R usya’ya
karşı kullanılm ayacak, bir manada Türkiye kendi ka
deriyle başbaşa bırakılmış olacaktı. Hal böyle olunca
da, Türkiye’nin NATO’da kalmasının, Sovyetler’le bu
yüzden dargın durmasının, daha da kötüsü Sovyet nük
leer silâhlarının tehdidini sürekli üzerinde taşımasının
209
anlamı yoktu; Türkiye en azından F ran sa’nın yaptığı
nı yapmalı, NATO’nun hiç olmazsa askeri kanadından
çekilmelidir.
O zamanlar ‘Soğuk Savaş’ın hmk deyicisi politikacı
lar ve yazarlar, bu düşünceleri ‘M oskova Ajanlığı’ ola
rak değerlendiriyor, NATO’nun Türkiye’yi her ahval ve
şeraitte koruyacağından emin görünüyorlardı.
Dr. Philips R obins, İngiltere Kraliyet U luslararası
İlişkiler Enstitüsü araştırmacılarından birisi, Türkiye
uzmanı, Turkey and the Middle East (Türkiye ve Orta
doğu,, 1991) adlı kitabın da yazarı; Şahin Alpay muma
ileyhle konuşmuş, Türkiye/Rusya ilişkileri konusun
da, bakınız hazret ne diyor:
“ — ... R u sya’da G orbaçof iktidara gelinceye ka
dar, Türkiye’nin ve B atı’nm görüşü aynıydı. SSCB hepi
miz için bir tehditti. Coğrafi nedenlerle İngiltere’ye na
zaran Türkiye için tehdit belki daha büyüktü am a, Al
manya için durum farklı değildi. (Şimdi lütfen şuraya
dikkat) SSCB T ürkiye’yi işgale kalkışsaydı, NATO’nun
Türkiye’yi kurtarm ak için savaşa gireceği söylenemez
di; ama Batı ile SSCB arasındaki ilişkiler çok kötüler
d i...” (Milliyet, 9 O cak 1995)
Gördünüz mü, yıllar sonra Türkiye uzmanı baklayı
ağzından nasıl çıkarıyor, eğer NATO, Türkiye M osk o
va’nın saldırısına uğrarsa savaşa girmeyecektiyse, aca
ba Ankara neden yıllar boyunca NATO’nun sadık uşağı
ve dalkavuğu oldu? Neden bu gerçeği o zaman görüp
yazanlara, neredeyse vatan haini muamelesi edildi?
Ayrıca, Türkiye uzmanı Dr. Philips R obins’in ağzın
dan çıkardığı bakla yalnız bu değil, diğerini de görüşe
ceğiz.
210
15
21 O cak 1995
211
vs, bu türden ‘öncelik haklarını’ çatır çatır kullandık
ları öteki ülkelerde, ‘yayılmacılık’ yapmış olmuyorlar
m ı?..”
Noblecourt, mantığının doğru olduğunu kabul et
miş, ‘— Söyledikleriniz meşru fakat tehlikelidir’ demiş
ti; sebebi basit, ‘Sistem’in Türkiye’yi onlarca yıldır içine
hapsettiği dar ‘kafes’te, tutmak istediğini, ekonomik ve
kültürel ‘öncelik hakları’ndan geçtim, parmağını kımıl
datmasına izin vermeyeceğini kestirebiliyordu. Gariptir
ama o tarihte N oblecourt’un sezip de söyleyemedikleri
ni, bugün Türkiye uzmanı İngiliz Dr. Philip Robins, -d o
laylı da olsa- söylemiş; dediklerine bir göz atar mıyız?
Diyor ki Dr. R obins: Bence T ürkiye’nin önemi
negatif bir güç olması; yâni istenmeyen bir biçimde dav
randığı takdirde ortaya çıkabilecek sorunlar düşünülür
se daha iyi ortaya çık arab ilir...”
“ ... Böyle bir şeyin olması hiç arzu edilmez am a,
eğer Türkiye tatminsiz, hırslı, düşmanca bir tutumu be
nimseyecek olursa, pek çok sorun çıkabilir. Kıbrıs soru
nu çözülemez. Yunanistan’la savaş çıkabilir. Balkanla
rı, örneğin A rnavutluk’la olan bağları aracılığıyla, da
ha fazla karıştırabilir. Musul vilayetini talep edebilir. Er
meni/Azeri çatışm asına, İkinciler lehine müdahale ede
bilir. Çeçen sorununa bile k arışab ilir...”
Sizce ‘uzman’ın söylediklerinden ne anlam çıkıyor?
Bir kere şu: Batı (‘Sistem’) için Türkiye, ancak içine ka
patılmış olduğu k afes’te uslu oturursa pozitif roldedir;
onların ‘istikrar’dan anladığı bu! Öyle yapmaz da tarih
ten gelen ilgi ve ilişkilere dayanarak, bölgedeki öncelik
haklarının peşine düşerse, birden negatif bir rol oyna
maya soyunmuş sayılıyor; çünkü İngiliz Türkiye ‘uzma-
nı’nm, Türkiye’nin ‘tatminsiz, hırslı ve düşm anca bir
tutum benimsemesi’ diye adlandırdığı bütün ihtimaller;
212
aslında Türkiye’nin ulusal çıkarlarını korumak ve savu
nabilmek için, çok yakından takip etmek mecburiyetin
de olduğu konular ve sorunlardır.
Gerek Ege Denizi’nde ve Kıbrıs'ta, gerek Balkanlar’da,
gerek O rtadoğu’da, gerekse K afk aslar’da, Türkiye’nin
içine tıkıldığı ‘kafes’ten çıkmasını pek çok bekleyen ol
duğu gibi; Türk halkının da aynı beklenti içinde oldu
ğu ayan beyan görülmekte; ‘evcil’ yönetimler, ‘kafes’te
kalarak iktidarı nasıl ellerinde tutabileceklerini kestire-
mediklerinden, pot üstüne pot kırmaktadırlar.
Siz Refah Partisi’nin ‘yükselişinde’, halka, ‘kafes’te-
ki ‘aslanı’ çıkarabileceği ümidini telkin etmesinin, hiç
mi rolü yok sanıyorsunuz?
16
23 Şubat 1995
213
Ülkemizde, ÖzaPdan bu yana, Hayek’tir, Friedman’dır,
Fukuyam a’dır, bir sürü neo/liberal, aslında hemen hep
si ‘Sistem’in (en başta da ABD’nin) çıkarlarını gözetecek
tezler ileriye sürdükleri halde, sanki yeryüzünü kurta
racak adamlarmış gibi takdim edilmiştir; iş o kadarla
kalsa iyi, ortaya atılan tezler, Türkiye dahil birçok ül
kede uygulamaya geçiriliyor, böylece yeryüzünün ‘yeni
düzen’ içinde, mutlu ve müreffeh yaşayacağı iddia edi
liyor.
Acaba kazın ayağı öyle mi?
Üzerinden çok geçmedi, eski Doğu Bloku ülkelerin
deki özelleştirme, dolayısıyla küreselleşme uygulamala
rının, bu ülkeleri nasıl bir ‘yoksulluk patlam ası’ ile kar
şı karşıya bıraktığını irdelemiştik. ( Meydan , 8 Aralık
1994) Wall Street journ al'e bakarsanız, bunalım mün
hasıran eski Doğu Bloku ülkelerinde hüküm sürmüyor;
dünya ekonomisi bu yeni havaya uyup küreselleştikçe,
yaygınlaşıyor: 1987’de borsa krizi yaşandı, 1992/1993
yılları para krizleriyle geçti; 1 9 9 4 ’te gelişmiş ülkelerde
borç krizi başladı, tahvil piyasaları çöktü; gelişmekte
olan ülkelerden sermaye kaçma eğilimi başgösterdi; bu
yıl ise, M eksika, değişim /transform asyon sürecindeki
ülkelerden birisi, yam an bir mali bunalım a girdi; daha
da önemlisi, benzer bunalımların, birbirine bulaşarak,
Arjantin, Brezilya, Filipinler, Tayland, Hindistan, Pakis
tan, M acaristan ve Ç in ’i etkilemesi bekleniyorm uş!
(Wall Street journal , 31 O cak 1995) Bilmem haberin
tadına vardınız mı? Burada adı geçen ülkelerden çoğu,
‘yeni düzen’e uyum sağlam aya çalışan ülkeler; başları
değişim /transform asyon, yüzünden belâya giriyor.
Lokmanın büyüğünü en sona sakladım : Prof. Çiller
sayesinde biliyorsunuz, Turgut Ö zal’ın başlattığı deği
şim /transform asyon, T ürkiye’de sürüyor. Vaat edilen
214
ucuz ve müreffeh Türkiye’nin çok uzağında olmamız
yetmiyormuş gibi, her geçen yıl, durum biraz daha kö
tüleşmektedir. 1994 yılında Türkiye’nin yoksullaşma
oranı yüzde 5 olarak verilmişti, şimdi anlaşılıyormuş ki,
bu rakam yüzde 5 değil, yüzde 6 ’dır; iktisatçıların de
ğerlendirmesi ise şöyle: yüzde 150’lik enflasyona
karşılık, yüzde 6 ’lık bir küçülme yaşanmış oluyor, bu
nun üzerine bir de yüzde 2 oranındaki nüfus artışını ek
lemek lâzım; tablo gün gibi ortada: bu, halkın refah se
viyesinin, kişi başına düşen milli gelirin, kısacası fakir
leşmenin had safhaya ulaştığım gösteriyor.” ( Hürriyet,
16 Şubat 1994)
Şu hali görüyor musunuz? Eski D oğu Bloku ülkele
ri perişan, gelişmekte olan ülkeler perişan, Türkiye pe
rişan! Neymiş ‘özelleştirme’ ve ‘küreselleşme’ gerçekleş-
tiriliyorm uş! Ama işin asıl m atrağı, bizzat Fukuya-
m a’nın Birleşik Am erika’daki aşırı liberal (yoksa vah
şi liberal mi demek lâzım) gelişmeden ürkmüş olması,
mümaileyh New Perspectives Quarterly'de bir yazı yaz
mış, merdiveni yeniden icat ediyor.
Fukuyam a’ya göre, insanlığın bulabileceği en mü
kemmel ideoloji olan liberallik, meğerse, ‘ekonomik de
ğişmenin basıncıyla, toplumlarda birlik ve bütünlük sağ
layan bağları koparıp dağıtıyor’muş; buysa çok önem
li bir tehlike’ymiş; çünkü, ‘toplumun bu bereketli doku
su, yerini sadece bireyler arasındaki akitlere, yâni iş
ilişkilerine bırakırsa, Amerika çok ciddi sorunlarla kar-
şılaşabilir’miş! D ahası da var, Fukuyam a liberalliğin,
‘bir zam anlar aile ve din ile bir arada tutulan toplum-
ların manevi bütünlüğünü, gün geçtikçe daha çok d a
ğıttığını’ belirtiyor, tedbir istiyor. ( Cumhuriyet, 6 Şubat
1995)
Dedim ya, merdiveni yeniden icat ediyor, üstelik
215
onu da yanlış yapıyorlar: İnsanlar, liberalliğini bütün ih
tişam ve sefaletiyle yaşadılar, onun nasıl toplum sal de
ğerleri unufak ettiğini, insan yığınlarını yoksulluğa sü
rüklediğini, ayrıcalıklı ve gözü doymaz bir toplumsa!
kast yarattığını gördüler; X IX. yüzyılın, sadece aklı ba
şında romanlarını okumak bile, insana bunu anlatmaya
yeter. Rasyonalizmin, öteki ucunda geliştirilmiş olan
sosyalizm, daha o zaman, liberalliğin dağıttığı toplumu
ve toplum sal değerleri ‘yukarda’ tutabilmek, insanlara,
insanlığa yakışır bir toplum modeli verebilmek için mey
dana çıktı. Eğer, ‘küreselleşme’ ve ‘Özelleştirme’ ile, ‘top-
lumların manevi bütünlüğü dağıtılıyorsa’; onu sağla
manın yolu, elbette din gibi, aile gibi, eski müessesele-
re dönmek değil; onlara da yeni anlamlar verecek olan,
ekonom ik ve toplum sal dinamikleri yerli yerine ko
yup, değerlendirebilmektir.
Eski Doğu Bloku ülkelerinde, yoksulluğun cendere
sine giren halklar, bunu çoktan anladı, her seçimde oy
larıyla da gösteriyorlar.
17
‘KISKAÇ’IN İKİ UCU...
30 M ayıs 1995
216
lara baktığım ızda, bu ülkenin önemini özellikle belirt
mek istiyorum .”
Ayrıca, New-York’taki Dışilişkiler Konseyi’nde konu
şan ABD Savunma Bakanı William Perry de, şunları de
miş: Türkiye’nin sadece bulunduğu bölge açısından
değil, dünya güvenliği açısından da çok önemli rol üst
lendiği söylenebilir. Türkiye O rtadoğu’da her zaman
hayati bir rol oynamıştır ve oynamaya devam etmekte
dir. Türkiye’nin etkilediği bölgeler Avrupa, Asya ve O r
tadoğu’dan A frika’ya uzanır. Türkiye dinsel açıdan ol
duğu kadar, güvenlik açısından da kesişme noktasında
dır. Türkiye bir ayağı O rtadoğu’da bulunan tek NATO
ülkesidir...” (Meydan , 20 Mayıs 1995)
Washington’taki bu ‘resmi’ ağızların söylediklerini
yerli yerine koyup değerlendirebilmek için, ABD’li gaze
teci T hom as Friedm an’ın daha önce yayımladığı ‘T ü r
kiye K âbusu’ başlıklı yazıyı hatırlatmakta yarar var; di
yordu ki Friedman o yazısında: “ ... Soğuk Savaş sıra
sında Türkiye NATO ittifakının güneydoğu ucu idi. T ü r
kiye bugün Sovyet İmparatorluğumun yıkıntılarından
doğan yeni bir bölgesel sistemin merkez üssüdür. Bura
sının adı Avrasya’dır ve Balkanlar’dan, K afkasya’yı ge
çerek O rtaasya’nın yeni devletlerine uzanır... Z ayıf bir
Türkiye bu bölgenin karışıklıklarıyla tüketilecek ve on
ları Avrupa’ya yayacaktır. Güçlü bir Türkiye ise, Ba-
tı’ya bağlı o larak (İran’mkilere karşı koyacak olan)
esasta demokratik, ılımlı İslâm’a ve dünya ekonomisiy
le entegrasyona dayalı değerini Azerbaycan’dan K aza
kistan’a kadar yayacaktır.” (New-York Times, 17 M a
yıs 1995)
Tadına vardınız sanırım, Friedman yazısında tarifi
ni çok açık yapmıştır: ‘Batı’ya bağlı, İran’a karşı, ılım
lı İslâm ve küreselleşmiş’ bir Türkiye’den söz ediyor. Sa
217
vunma Bakam Perry’nin konuşmasının başlığı ise, aynen
şudur: “ ABD’nin O rtadoğu’daki çıkarlarının korunm a
sı.” Dünyanın en geri zekâlı gazetecisi bile, bunlardan,
elbette şu anlamı çıkarmayı becerir: ‘ABD’nin O rtado
ğu’daki çıkarları için, Türkiye’nin bölgedeki öteki ülke
lerde görülen radikal milliyetçi ve radikal İslâmcı tavır
lara itibar etmeyip, o ülkelerle uzlaşmayıp, demokratik,
ılımlı Müslüman, üstelik küreselleşmiş yâni çokuluslu
tekellerin emrine girmiş olması gereklidir.
ABD’nin gayet açık olarak koyduğu bu plan, Anka
ra’yı gerçekten rahatsız ediyor, bunu Demirel’in birbiri
ni izleyen demeçlerinden anlamak mümkün; o ilk ‘Batı
Sevres istiyor’ çıkışından sonra Cumhurbaşkanı gidera
yak Ankara’da İngilizce yayımlanan Turkish Daily News
gazetesine verdiği demeçte çok daha ileri gitmiş. Avru
pa Konseyi’nin 26 Nisan tarihli tavsiye kararının 6 ve
12. maddelerini ele alarak şunları söylemiştir:
“ ... bu terörle mücadelenizi haklı buluyoruz am a,
bir siyasi çözüm bulun diyor. Siyasi çözüm nedir, söy
le dediğimiz vakit, bakın ne diyor. Avrupa Konseyi Ge
nel Sekreteri 24 O cak 1995 günü bu odada bana şun
ları söylüyor. T ürkiye’nin üniter devlet yapısının terö
rün kaynağı olabileceğini, askeri önlemleri olayın bütü
nüyle çözümü için yeterli görmediğini, Kürtler’e Avru
pa Konseyi’nin geliştirdiği azınlık haklarının tanınma
sının bu huzursuzluğu ortadan kaldırabileceğini söylü
yor. Ve diyor ki, Kürtlere azınlık hakları tanınması ko
nusunda kam uoyunda tartışma başlatılm asını yararlı
görüyoruz. Şimdi beyler ben size bir şey söyleyeyim, bu
Sevres’den de ileridir. Sevres tartışması b u d u r...” (Yeni-
yiizytl, 22 M ayıs 1995)
Elbette farkındasınız, burada söz konusu olan Avru
pa Konseyi, daha kapsamlı bakılırsa Avrupa Toplulu
218
ğu, Demirel’in karşı çıktığı da bu; gel gör ki, Avrupa’ya
karşı direnişini, ABD’ye dayanarak sürdürebilmesi de,
Washington’ın T ürkiye’ye öteden beri biçtiği rol d ola
yısıyla mümkün değil; yâni ABD ile A nkara’yı ‘ABD’nin
çıkarlarına uygun olarak, ılımlı M üslüman, küreselleş
miş, insan h akların a saygılı, dolayısıyla ‘siyasi çö-
züm’den yana bir ülke olarak görm ek istiyor. Kısacası,
Türkiye yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal! Savaş
ertesinde, merkez sağ/merkez sol yönetimlerin T ürki
ye’ye uzun boylu düşünüp taşınm adan benimsettikleri
Batı yandaşlığı, önünde sonunda bizi bu çıkmaza geti
rip bırakmıştır.
Çıkmazın Demirel’in yaptığı bir spekülasyon, ya da
onun bir vehmi olduğunu ileri sürmek mümkün görün
müyor; çünkü Çiller yönetimi ekonomide B atı’ya b a
ğımlı süreci ne kadar benimsemiş görünse de, devletin
geleceği konusunda, Cum hurbaşkam ’nın koyduğu tav
ra ne karşı çıkıyor, ne de iddialarını yalanlıyor; tam ter
sine, Başbakan savunma söz konusu olduğunda bir ‘şa
hin’ tavrı içindedir.
Peki ne yapmalı? Gazi, M ütareke’nin o karanlık kö
tümserliği içinde, kendisine ne yapabiliriz diye soranla
ra, Katm a Istasyonu’nda ne demişti hatırlar mısınız?
“ — Celâdet gösteriniz!..”
219
ipler kimin elinde?..
1
24 N isan 1993
223
verecektir; acaba, hatırlayabildiniz mi, 1991 ’in Tem-
m uz’uydu, Meydan ’ da henüz yazmaya başlamıştım.
Başlık şudur: “ Totaliterlikten Sabıkalı D em okrasi!” ,
hele okumanızı rica edeceğim şu satırlar, durumu büs
bütün aydınlatacak:
Cumhuriyetin ilk nesilleri, (bütün 2 0 ’liler), ‘to
taliter’ büyütülmüştür. 30’lu yıllarda ilkokuldaydılar. O
yıllar M ussolini, Hitler ve Stalin’in dışarda, ‘Milli Şef’
İnönü’nün içerde, egemen olduğu yıllar, Anti/empcrya-
list, halkçı, hâttâ katılımcı (şûrâ’cı) M üdafaa-i Hukuk,
tek parti diktasının resmi ideolojisine dönüşüyor: inkı
lâp halktan koparılmış, halkın tepesindeki ‘seçkinci bü
rokrat’ bir oligarşinin, iktidar gerekçesi haline getiril
miştir: İktidarı savunm ak, devrimi savunm ak sayılı
yor; aynen R usya’daki gibi, ‘muhalifler’ akla ziyan bir
yasaklar lâbirentinde m ahvediliyorlar...” (Meydan , 30
Temmuz 1991)
Şunu asla unutmamalıyız, Türkiye Cumhuriyeti 50’ 1i
yıllara kadar (30’lu yıllarda başlamıştı) faşizan ‘totali
ter’ bir devletti; adı cumhuriyet de olsa, asla dem okra
si değil! D ahası, ‘Milli Şef iç ve dış konjonktürün bas
kısıyla çoğulcu dem okrasiye yönelirken, faşizan yöne
timin mevzuatını hemen hiç değiştirmemişti; ‘çok par
tiye’, ‘tek parti’nin yasaları ve zihniyetiyle geçildi’. O
yüzden de, ‘devr-i dil-ârâ-yı’ dem okrasi, durumu değiş
tirmemiştir; ‘aşırı akım lar’ teranesini kırk yıldır dinle
riz; ‘farklı’, ters, hâttâ aykırı görüşlerin varlığı ve yaşa
yabilirliği, demokrasinin gerçekçiliğine kanıt sayılacak
yerde, aşırı ve tehlikeli sayılmıştır.’
Başka bir deyişle, çok partili de olsa Türkiye, 1950’
den sonra da, son derece merkeziyetçi, son derece çıka
rına düşkün, gizlice totaliter bir oligarşinin; (Grams-
ci’nin deyimiyle, ‘siyasi topluırı’un) elindeydi; ‘Sistem’,
224
Sovyetler’le arasındaki ‘Soğuk Savaş’ yüzünden, onun
bu ‘totaliterlikten sabıkalı dem okrasisine’ kerhen kat
landı; asla kabullenemedi, çünkü onun çevre ülkeler,
onların demokrasileri ve ekonomik rejimleri hakkında,
kendine m ahsus fikirleri vardı.
Türkiye, ‘Sistem ’e dahil olurken (NATO, OECD, vb)
düşünüyordu ki, komünizme karşı O rtad oğu ’da bir
sed ve kale olacağı için, ‘Sistem’ onun kendisini kendi
bildiği gibi yönetmesine, kendi bildiği gibi kalkındırma
sına yardımcı olacaktır; ‘Sistem’ ise, sanıyordu ki, T ü r
kiye ‘hür dünya’, ya da ‘dem okrasi’ cephesini seçtiği
için, ‘Sistem’in siyasi ve ekonomik standartlarını kabul
edecektir ve uygulayacaktır.
İki taraf da fena halde yanılıyordu, bence Turgut
Ö zal bu iki taraflı yanılgının ortaya çıkardığı bir lider
oldu.
Nasıl mı? Göreceğiz.
29 N isan 1993
225
çük bir A m erika’ olacağını söylüyordu. M enderes yö
netimi, gerçekten de toplum a bir dinamizm kazandır
mış, geleneksel doku değişmeye başlamıştır. Gel gör
ki, değişmenin yönü ve mahiyeti bahsinde, Amerikan
yandaşı M enderes yönetimiyle, ‘Sistem ’ arasında ciddi
görüş farkları vardı. Baker Raporu’ndan (1951) başla
yarak, ister Dünya Bankası’ndan, ister IMF’den gelsin,
‘Sistem’in ‘gri adam ları’, ısrarla aynı reçeteyi Türk Dev
let adam larının önüne koyacaklardır. Hepimiz artık
ezberledik.
Türkiye, kamu öncülüğünde ve kamu bankaları
na yaslanarak endüstrileşmek hevesinden vazgeçmelidir.
Karma ekonomiyi bırakmalı, KIT’leri tezclden özelleştir-
melidir. Ülke, çeşitli kısıtlamalardan arındırılmalı, ulusal
pazar yabancı sermayeye açılmalıdır. Ayrıca planlı bir
ekonomi anlayışıyla ağır endüstri çabaları yerine, yol, su,
elektrik, liman, havaalanı gibi ‘altyapı’ yatırımlarına
önem verilirse, doğru olur. Ülkenin büyük tarım ve tu
rizm potansiyeli, ciddi şekilde ele alınıp değerlendirilirse,
Türkiy e’nin, bölgesinde en güçlü ekonomiye sahip, en
güçlü olmaması için sebep yoktur, böylelikle ihracatı ar
tar, dövizi bollaşır, ödemeler dengesi sağlanır, vs v s...”
Son kırk yıldır bu ‘temcit pilavı’ ısıtılıp ısıtılıp, T ü r
kiye’deki yönetimlerin sakalına dayatılm ıştır; gariptir
am a, hepsi sağcı, hepsi Amerikan yandaşı, hepsi aıı-
ti/komünist olduğu halde, o yönetimlerin hiçbirisi ‘Sis
tem’in dayattığı bu kalkınma modelini (!), Türkiye için
bu istikbal vision’unu kabul etmeye yanaşm am ıştır;
hepsi bazı değişiklikler yaptılar, ufak tefek rötuşlarla ye
tindiler, karm a ekonomi modeli aynen kaldı.
Neden?
Biri duygusal, öteki ekonomik, iki nedeni olduğunu
sanıyorum.
226
Cumhuriyet hükümetleri, uygulam ada M üdafaa-i
H ukuk’un anti/emperyalist tavrını, halkçılığını ve katı
lımcılığını terk etmiş de olsalar; Anadolu İhtilâli’nin te
mel ilkesinden, ‘Türkiye’yi m uassır medeniyet seviyesi
ne yükseltmek’ amacından vazgeçemiyorlardı: böyle bir
seviyeyi tutturabilmenin yolu da, ülkemiz gibi özel teşeb
büsün korkak, aşırı avantacı, üstelik devlet paraziti ol
duğu bir toplum da, kamu öncülüğündeki bir ağır san a
yileşmeden geçiyordu. Bayar bunun başını, daha A ta
türk zamanında çekmiş, Menderes sonradan destek ol
muştu; Demirel’in en büyük rüyası, hâlâ ‘Büyük T ürki
ye’dir, Erbakan’ın ‘ağır sanayi hamlesini’ unutmayalım.
Böyle bir siyasi kadroyu, tarımsal besin sanayii, tekstil,
turizm vb şeyler çerçevesi içinde tutmak kolay değildir,
kolay da olm adı; M enderes’in Dünya Bankası Başka-
m ’m koyduğunu biliyoruz; Demirel’in yıldızı da, ‘Sis-
tem’in adamlarıyla tam anlamıyla asla barışmamıştır.
İkinci neden (asıl neden) ekonomikti: ‘Siyasi Toplum ’
(merkeziyetçi bürokrasi diktası) ülkede yarattığı gizli
oligarşiyle önemli ve etkili bir çıkar mekanizması kur
muştu: Asker ve sivil yüksek bürokratlar, politikacılar,
onların kolladığı ve kayırdığı seçkin aydınlarla işadam
ları, yâni yeni burjuvazi, al gülüm ver gülüm, ülkeyi yö
netiyorlardı, bal tutan parm ağını yalıyordu. T ü rk i
ye’nin dışa açılması, yabancı rekabetini kabul etmesi bu
çıkar düzenini altüst edecek, sanayii himaye numarasıy
la deveyi havuduyla yutmanın çaresi kalm ayacaktı;
başka türlü söylersek, ‘Sistem’ (yabancı sermaye) başın
dan beri hangi nedenlerden, Türkiye ulusal pazarına
girmek istiyorsa; ulusal pazarı, tekellerine almış olanlar;
aynı sebepten, ona bu kapıyı açm ak istemiyorlardı.
Bu iki neden, son kırk yıldır yaşadığım ız bin bir se
rüvenin, uğradığımız nice belânın, asıl nedeni olmuştur.
227
Türkiye, kırk yıldır, iki iskemle arasına oturmuş bir
adam a benzer: Harıl harıl demokrasi, insan hakları, hür
dünya, serbest teşebbüs lâfları ediyor; uluslararası plat
form larda o ‘cephede’ görünüyor; buna mukabil ‘Sis-
tem’in ‘küreselleşme’ baskısına hınzırca direniyor, dev
let kapitalizminin yarattığı gizli ve totaliter oligarşi el
de ettiği ayrıcalıkları bırakmaya yanaşmıyordu.
Bence geçtiğimiz anarşi ve terörizm dönemlerinin
de, askeri müdahalelerin de, altında bu gerçek yatm ak
tadır. ‘Sistem’, eninde sonunda, A nkara’nın önüne bir
ikilemi getirip koymuştu: 1/ Ya yalnız dışarda değil içer
de de, ‘Sistem’in standartlarına uyacak, pazarını açacak,
liberalliği onun anladığı şekilde uygulayacaksın; 2/ Ya
da, milliyetçi bürokrasi diktası özelliklerini koruyan
öteki ‘Üçüncü D ünya’ ülkeleri gibi (Irak, Suriye, Libya,
Küba, vb) açıkça karşımızda olacaksın!
Turgut Özal, bu ikilemden kurtulmadıkça T ürki
ye’nin siyasi ve ekonomik istikrara kavuşamayacağını
görmüş, durumu ‘açık ve seçik’ bir netliğe kavuşturmuş
tur. N asıl mı, göreceğiz?
3
TURGUT ÖZAL’I ‘YERİNE KOYMAK’: 3
1 M ayıs 1993
228
açıkladığı, 80’li yıllar boyunca uyguladığı ‘reform p a
keti’; aslında Dünya Bankası ve IMF’nin, otuz yıldır An
kara’ya kabul ettirmeye uğraştığı ‘reform ları’ içermek
tedir; dahası ‘Sistem ’ bu ‘reformları’, yalnız A nkara’ya
da önermez, gelişmesini denetlemek niyetinde olduğu,
bütün üçüncü ülkelere ‘dayatm aktadır’; aynı ‘reform
lar’, Brezilya’ya, Arjantin’e, ‘Şili’ye, Güney Kore’ye ve
Taiwan’a da önerilmiş, bir kısmında uygulanmıştır. Bu
radan bakarsanız, Turgut Ö zal’ın Türkiye için ortaya
attığı gelecek projeksiyonu, kendisine mahsus, orijinal
bir projeksiyon gibi görünmüyor; yaptığı, zaten mevcut
bir ‘reform paketi’nin kabulüdür.
Zaten Ö zal’ın ‘orijinalliği’ de burada: Menderes ve
Demirel’in aksine, o, hem ‘Sistem’in içinde kalıp, hem
işleri eski minval üzerine sürdürmenin mümkün olam a
yacağını görm üştür; nasıl ‘biraz gebe’ olunam azsa, ay
nı onun gibi, ‘biraz liberal’ olunamazdı; o halde T ürki
ye, dış politikada olduğu kadar iç politikada da kapıla
rını ‘dışa açmalı’ ‘Sistem’in istediği değişiklikleri gerçek-
leştirmeliydi. Onun yaptığı da budur! Hiç kuşkusuz
bunu, halis niyetlerle, Türkiye’nin iyiliği için yapmıştır.
Galiba savaşın ertesinde yenik A lm anya’nın ve Ja p o n
y a’nın, Al?l) şemsiyesi altında başardığı türden bir kal
kınma hayali kuruyordu; bunun için de, -hele o yıllar
d a - handiyse çılgınlık gibi görünen, monetarist liberal
politikaları uygulam ak gerekiyordu.
Neden çılgınlık, derseniz, bu politikalar artık ke
mikleşmiş oligarşik düzenin (‘siyasi toplum ’uıı), haya
ti çıkarlarını tehlikeye düşürebilirdi de, ondan!
Gizlice totaliter, sık sık -vatan, millet ve Atatürk ede
biyatı ile- ülkeye dehşet salan bir oligarşi nasıl yola ge
tirilecekti? Hele ‘sivil toplum’un mayasını oluşturup, sa
vaşını verecek toplum sal kesimler; yâni sendikalar, b a
229
sın, işverenler ve aydınlar, zaten o oligarşiye mensup,
onun tarafından ‘serada’ yetiştirilmiş, evcilleştirilerek
büyütülm üşse!.. T ürkiye’de dem okrasiyi askıya alan
‘ara rejimlerin’ baş destekçileri, hatırlarsanız, işçi konfe
derasyonları, basın, iş çevreleri ve aydınların çok önem
li bir kısmı olmuştur; işin vahim tarafı, -özellikle aydın
lar ve işçiler- bu desteği, ‘ilericilik’ adına vermişlerdir.
Turgut Özal ANAP hareketini, boşuna mı dört ana si
yasal akımın ‘pişm anlarına’ dayanarak örgütlemeye
kalkıştı? Oligarşiyi etkisizleştirmenin yolu, toplumu
‘sivilleştirmekten’ geçiyordu; oligarşinin kadrolarıyla,
-ki, haksız ve yersiz olarak bunlara ‘Kemalist’ denilmiş
tir,- bunu gerçekleştirmek mümkün değildi, o da ne yap
sın, ‘m arjinalleri’ arıyordu. 80’li yıllarda, hele bir ara
Turgut Özal, T ürkiye’nin özlemini çektiği demokratik
sivilleşmenin öncüsü gibi görünmüştür. Ne yazık ki
onun görüş ufku, ‘Sistem ’in koyduğu ‘görüş ufku’nun
sınırlarını aşam ıyor; sivilleşmeyi, ülkenin kaderine sa
hip çıkacak ‘yurttaş’ yetiştirmek, insan haklarına saygı
lı bir düzen kurup, bunların örgütlenmesini sağlam ak
yerine; üstelik, daha çok ‘ecnebi’ mallarına talip olacak,
‘tüketici’ yetiştirmek sanıyordu.
Zaten çok uzun olm ayan bir süre boyunca, yeni
yerli burjuvazinin bir kesimi, onu bu yüzden destekle
mişti; ‘yurttaş’ tehlikeli, kafası çalışan, ‘dünyanın kaç
köşe olduğunu’ anlam ış bireydir; hem hakkını arar,
hem hesap sorar; oysa ‘Sistem’in aradığı, ‘mesele çıkar
m ayacak’, onun verdiği ile yetinecek ‘tüketici’ tipi! Bu
tipi Özal ve ‘reform ları’ sayesinde tanımış olduk; yup-
pie’ler önde gelenleridir, çeşitli toplum sal kesimlerden,
hayatını tüketmek üzerine kurmuş, ‘köşe dönücü’ bir
sürü örnek gösterilebilir. Ne var ki, gizli oligarşi kısa za
manda vaziyetin vehametini kavram ış, ‘piyasayı’ ecne
230
bi mallarının ele geçirmeye başladığını fark edince, oli
garşinin holdingleri ve işveren kuruluşları başta olmak
üzere, çeşitli mekanizmalar Ozal aleyhine çalışmaya baş
lamıştır.
Eğer Ç an kaya'ya sığınm asaydı, M esut Y ılm az’m
kaybettiği seçimi, elbette o kaybedecekti.
Ö zal’ın ülkeyi ‘Sistemde entegre etmesi, bu yüzden
de gizli oligarşi (‘siyasi toplum ’ ) ile uğraşm ak zorunda
kalm ası, bazı aydınlarım ızın kafasını karıştırm ıştır;
oligarşiyle gizli açık zaten mücadeleye girmiş, insan
haklarına dayalı dem okratik bir toplum yandaşı olan
bu aydınlar, Ö zal’ın gerçekte ‘Sistemdin dayattığı re
formları yaptığını ya görmediler, ya da görmek isteme
diler; bu yüzden de, yapılanı ‘transform asyon’, yapanı
da, M ustafa K em al’den sonra, en büyük devrimci ilân
ettiler.
Dehşet verici olan budur: M ustafa Kemal, ‘Düvel-i
M uazzam a’ya, yâni İngiltere’ye, F ran sa’ya, İtalya’ya,
Jap o n y a ’ya, ABD’ye, yâni 7 G ’ye, kısacası ‘Sistemde ka
fa tutmuş bir halk hareketinin lideridir; neyi gerçekleş
tirmişse, onlara karşı, onlara rağmen gerçekleştirmiştir.
Turgut Ozal ise, ‘Sistemdin Türkiye’ye biçtiği elbiseleri
benimsemiş, harıl harıl giydirmeye çalışm ış; onun bi
linçlendirerek yarattığı ‘yurttaşları’, bilinçlerinden bo
şaltıp, ‘tüketiciye’ yozlaştırmıştır. Bu eylemleriyle M us
tafa K em al’den çok, tarihimizdeki başka birilerini ha
tırlatıyor.
Kimleri mi, göreceğiz.
231
4
4 M ayıs 1993
232
dem ki Avrupa topluluğu içindeydik, Avrupa ülkelerinin
isteklerine cevap vermeliydik.” (La Revue de Paris, 1910)
Gerçi Türkiye Cumhuriyeti’ni NATO’ya (‘Sistem’e)
tutsak eden, ondan önceki ‘sağcı’ iktidarlardır, ama ‘on
ların isteklerine cevap vermemiz gerektiğine’ inanan, bu
istekleri mümkün mertebe yerine getiren Turgut Ozal
olmuştur. T ürkiye’yi, özellikle ABD’nin şemsiyesi altın
da tutmak istiyordu; o kadar böyleydi ki bu, Türkiye’ye
egemen gizli oligarşiyle mücadelesini; bir yerden son
ra, bilerek ya da bilmeyerek, rayından çıkarmış; Müda-
faa-i Hukuk’un, M isak-ı Milli’nin, yâni devletin kuru
luş felsefesine ait temel ilkelerin, tartışmasına kaydır
mıştı.
O temel ilkelerin başında, Gazi M ustafa Kem al’in şu
önemli sözleri gelir: “ Hangi istiklâl vardır ki, yabancı
ların nasihatlarıyla, yabancıların planlarıyla yükselebil
sin?” (6 M art 1992) Oysa Turgut Özal, bağımsızlıksan
değil, ‘karşılıklı bağım lılık’tan söz ediyor; T ü rk ’ün
Türklüğünden kuşkulandığını söylüyor; K ıbrıs’ta ya
da Ege’de bazı ödünler verilebileceğini ima ediyor; Gü-
neydoğu’ımızda bir Kürdistan Federasyonu’na yeşil ışık
yakabiliyordu. Bırakın M ustafa K em al’i, İnönü sonra
sı dönemlerinde bile, ne bir başkan böyle bir şey söyle
yebilmiştir, ne de bir cumhurbaşkanı! Bu tür konuşm a
ları, ancak -yukarda örneklerini verdiğim - Tanzimat
paşaları yapabilirlerdi: ‘Avrupa’nın istediğini yerine ge
tirmek’, ‘bozuşacağım ıza birkaç vilayeti gözden çıkar
m ak’ falan filân!
Zaten Turgut Ö zal’ııı cesareti, ‘tabuları yıkması’ da,
bu çerçeve içinde ele alınırsa doğru olur; o, ‘Sistem’e
karşı değil, Türkiye’de devletin merkezinde yuvalanmış
‘seçkinci bürokrat’ oligarşiye karşı ‘cesurdu’; ama gidiş
geliş, lâik ve demokratik ‘bağımsız’ cumhuriyetin temel
233
ilkelerini ‘tab u ’ gibi göstermeye başlam ıştı. D aha da
tehlikelisi, tasarladığı ‘büyük transform asyon’ T ü rki
ye’yi gerçek büyük devlet rayından çıkarıp, ‘Sistem ’in
denetiminde ‘bölgesel truva atı’ konumuna sokuyor; ül
ke, ‘ecnebinin’ açık pazarı haline dönüştükten başka,
bunun faturası işçilere, köylülere, memurlara -k ısa ca
sı yoksullara- çıkarılıyordu.
Türkiye’de siyasi cesaret sahibi olm ak, sırtını ‘Sis-
tem’e verip onun isteklerini ülkeye kabul ettirmeye çalış
mak mıdır; yoksa, ülkenin Düvel-i M uazzam a’ya (‘Sis-
tem’e) karşı kanı pahasına elde ettiklerini, onun yeni ta
leplerine karşı savunmak mıdır? Ö zal’ın tarihten alaca
ğı not, bu sorunun cevabına bağlı!
Bunca çabasına rağm en, işin acı yanı şudur ki, Tur
gut Ozal, ne palasını salladığı ‘Sistem’e yaranabil iniştir:
ne de bu işi yapm ak için etrafında topladığı, kadrolara!
Cenaze törenine, Avrupa Topluluğu ülkelerinin ve Bir
leşik Amerika’nın gösterdiği, hesaplı ve maksatlı alâka
sızlık ve kayıtsızlık ilkinin kanıtıysa; ülke içinde çok gü
vendiği, önemli sorumluluk mevkilerine getirdiği ‘prens
lerinden’ pek çoğunun, onu ya yarı yolda terk etmiş, ya
açıkça eleştirmiş, ya da ona karşı çıkmış olm ası, İkinci
sinin kanıtı.
Avrupa Topluluğu ülkeleri, onu A m erika’nın ‘ad a
mı’, gibi gördüler; O ysa Clinton, Bush’un ‘adam ı’ gibi
görüyordu; ‘prenslerine’ gelince, onlar seçimi kim kaza
nırsa, onun prensi olmayı yeğliyorlardı.
Kimbilir belki de, hataları ve sevaplarıyla ‘Prezidan’
M alatyalı Turgut Paşa, zamanını şaşırmış bir Tanzimat
sadrazamıydı; ‘Vakit geldi, vade erdi/ömrün kadehi dol
du’, o da ‘İngiliz’ Sait Paşa’ların, Keçeci Fuat Paşa’ların,
M ahm ut Nedim ve Ali P aşa’ların yanma gitti.
234
5
5 Ağustos 1993
235
larım. Ben bugün telefon etsem sekiz on tanesiyle rahat
konuşurum. Amerikalılar, İngilizlcr... Bunlarla gayet iyi
diyalogumuz olacaktır. Hiç kuşkunuz olmasın, rahat
olacağız.” (Milliyet, 24 Kasını 1991)
Yâni, Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir, o
kadar bellidir ki, Çiller’in başbakanlığının kesinleştiği
günlerde, Serdar Turgut, gazetesine şunları yazıyordu:
“ ... IMF ve Dünya B ankası yöneticileri, Tansu Çiller’in
başbakan seçilmesini, güzel bir haber olarak nitelediler.”
(Milliyet, 15 Haziran 1993). Besbelli, bekliyorlardı da;
yalnız o mu, başkaları da bekliyordu; çünkü daha sade
ce Devlet Bakanı olduğu tarihte, bakınız Frankfurter
Algemeine Zeitung nasıl bir kehanette bulunmuştu:
“ ... DYP’ye girdikten hemen sonra, çoğu kişi onun
politikada hızla sivrilebileceğini varsaymıştı. Tansu Çil
ler’in günün birinde Parti Genel Başkanı olarak Demi-
rel’in yerini alm ası ve hâttâ Türkiye’nin ilk kadın b aş
bakanı olması da m üm kün.”
Alman gazetesinin ‘kehaneti’ hepimizin bildiği gibi,
çok kısa sürede gerçekleşti; acaba onu Allah mı söylet-
mişti, yoksa bazı bildikleri mi vardı? Turan Yavuz’un,
Washington’dan Tansu Çiller hakkında yazdıklarına
bakılırsa, galiba İkincisi doğru.
Neler mi yazıyor, kısaca şunları:
“ ... 1983 yılından itibaren, A nkara’daki Alil) Bü-
yükelçiliği’nden, Washington’daki AHİ) Dışişleri Bakan
lığ ın a gönderilen, T ürk ekonomisi ile ilgili kriptoların
içindeki bilgilerin büyük bir bölümünden Tansu Çiller
sorumluydu. Çiller, 1980’li yılların ortalarında AHİ) Bü
yükelçiliğinde Ekonom i M üşaviri olarak görev yapan
Elizabeth Sheldon’ın en yakın arkadaşlarından biriydi.
Güvenilir kaynakların verdiği bilgilere göre, Sheldon,
ABD Dışişleri Bakanlığı çevrelerinde, T ü rk ekonomisi
236
konusunda, ‘olum suz’ raporlar yazm akla tanınmış bir
diplomattı; aynı kaynaklara göre, Shcldon’ın yazdığı
tüm olumsuz raporların kaynağı Tansu Çiller’d i_”
ikinci Çiller hikâyesi, 1986 yılında ABD D ışişle
ri Bakanlığı’nın INR olarak bilinen ‘Intelligence and
Analysis’ yâni Dışişleri İstihbarat ve Analizler Dairesi ile
ilgili. Öğrenildiğine göre, daha sonraları ABD’nin A nka
ra Büyükelçisi olan M orton Abram ovitz’in başkanı ol
duğu daire, 1 9 8 6 ’da Çiller’i Dışişleri Bakanlığı’na d a
vet ederek, Türkiye ile ilgili bir değerlendirme yap m a
sını istedi. Edinilen bilgilere göre Çiller, Türk ekonom i
si dış politikası ve özellikle iç politika konusunda genel
ve zaman zaman ayrıntılı değerlendirmeler yaptı. (Mil
liyet, 19 Haziran 1993)
Aynı habere göre, daha sonra Çiller görüşme isteği
nin Abramosvitz’den geldiğini basına duyurmuş, buysa
Abram owitz’in öfkesine neden olmuş, çevresindekilere
‘görüşme isteğinin kendisinden değil, Tansu Ç iller’den
geldiğini belirtmiş’; yâni Prof. Çiller, ABD Dışişleri İstih
barat D airesi’ne kendi isteğiyle bilgi veriyor.
Başkan Clinton’ın, Prof. Çiller Başbakan olur olmaz,
onu telefonla arayarak, ne dediğini hatırlıyor m usu
nuz? “ Kutlarım, sayın Başbakan, sizi hayranlıkla izliyo
ruz.” Haklıdır! ‘Soğuk Savaş’ döneminde, A n kara’d a
ki Sovyet Büyükelçiliği ve M oskova’daki Sovyet D ışiş
leri Bakanlığı İstihbarat Dairesi ile, bu kadar içli dışlı
bir Türk profesörü; Türkiye Cumhuriyeti’nde Başbakan
olsa, hiç kuşkusuz Leonid Brejnef de aynı ‘hayranlığı’
gösterirdi.
237
6
7 A ğ u sto s 1 9 9 3
238
ekonomisinin yeniden yapılanmasında, önemli işler b a
şaracağına inandıklarını’ söyledikleri biliniyor” , fakat
ona çok ümit bağlayan Dünya Bankası ve IMF yö
netimlerinin, hükümet içindeki bazı çekişmeler nedeniy
le, Çiller’in bir süre sonra istediklerini tam yapam az ha
le geldiğini gördükleri ve bu konuda T ürk bürokratla
rına hayal kırıklıklarını ilettikleri belirtiliyor.” (Hürri
yet, 15 Haziran 1993)
Bunun çaresi elbette, ‘ekonominin iplerini’, bütünüy
le Çiller’in eline vermekti.
Yıllardır yazarım: ‘Sistem’, Türkiye’nin ‘kamu sek
törü öncülüğünde’ Keynes’ci diyebileceğimiz bir ‘karma
ekonomi’ modelini uygulamasından rahatsızdır, handiy
se kırk yıldır bu ‘ulusal ekonomi modelini’ kırmaya uğ
raşıyor; en liberal eğilimli, en ABD yandaşı Türk hükü
metlerinde bile, bu yapıyı değiştirmek konusunda, ara
dığı ‘siyasi kararlılığı’ bulamıyor. Dünya Bankası ve IMF
yöneticilerinin demek istedikleri bu, zaten Sedat Ergin
de, ‘işin evveliyatını’ özetlerken, aynı noktaya parmak
basmış, şöyle diyor:
" ... Çiller, Devlet Bakanı olduğu dönemde, Dünya
Bankası ile birçok kez m asaya oturm uş; ve her seferin
de, Thalvvitz de dahil olmak üzere m uhataplarından,
ekonom ide gerçekleştirilecek reform lar konusunda,
Türk hükümetinden ‘siyasi kararlılık’ beklendiği m esa
jını almıştı. Ancak, yine her seferinde, Çiller açısından,
banka karşısında bir ‘inandırıcılık sorunu’ söz konusu
olmuştu. Çünkü Çiller’in özelleştirme alanındaki sıcak
mesajlarının ‘siyasi iradeyi’ temsil etmediği, Dünya Ban
kası açısından bir sır değildi.” (Hürriyet, 19 Temmuz
1993)
Yâni kardeşim, Türkiye bir türlü ‘ipleri’ bütünüyle
‘Sistem’in emrine vermeye yanaşmamış! Tansu Çiller
2.59
Başbakan olunca, ne oluyor? ‘Siyasi kararlılık’ da, ‘siya
si irade’ de, onun kişiliğinde somutlaşıyor. En azından
‘Sistem’in, onun temsilcileri Dünya Bankası ve IMF’nin
düşündüğü ve beklediği budur.
Saklam ıyorlar ki! Söylemişler: “ İki kuruluşun, (IMF
ve Dünya Bankası) Başbakanlığa gelen Çiller’in, artık
elinde istediklerini yaptıracak gücü olduğunu, bu ne
denle ekonominin Batı piyasalarına daha da entegre ol
masına yol açacak adımların hızla atılabileceğini düşün
dükleri öğrenildi.” (Hürriyet, 15 Haziran 1993)
Vakit de kaybetmediler, ha! Dünya Bankası Başkan
Yardımcısı Thalvvitz, apar topar A n k ara’ya gelerek,
B aşbakan’a ‘ 120 sayfalık, gizli ve istikrar tedbirlerini
hemen uygulamasını isteyen’ raporu, bizzat sundu; ‘bü
rokratlara dağıtılmadığı bildirilen bu rapor’, Erdal Sağ
landın A nkara’dan verdiği habere göre, neredeyse bir
‘muhtıra’ niteliği taşıyor ve ‘çok sert uyarılar içeriyor’du.
(Hürriyet, 18 Temmuz 1993)
Ancak, önceki günkü görüşmenin kritik yönü,
Çiller’in Dünya Bankası heyetinin karşısına bu kez ‘ip
leri elinde tutan’ ve bankanın beklediği ‘siyasi kararlı
lığı’ taşıyan Başbakan olarak çıkmasıydı; nitekim Thal-
witz görüşm ede bu ‘kararlılığı görm ekten’ duyduğu
memnuniyeti dile getirdi ve Dünya B an k ası’nın, Çil
ler’in özelleştirme alanındaki planlarına destek çıkaca
ğı sözünü verdi.” (19 Temmuz 1993, Hürriyet)
O zam an soru şu: ‘İpler kimin elindedir, Başba-
kan ’ın mı, yoksa Dünya Bankası ile IMF’nin mi?
240
7
1 2 A ğ u sto s 1 9 9 3
241
kam uoyuna çok iyi anlatılması gerekir, ayrıca diğer ül
kelerin bu alanda gerçekleştirdiklerinden yararlanm a
nız yararınıza olur.” (Hürriyet, 19 Temmuz 1993)
Bu kadarla yetinmiyor Thahvitz, ‘D ünya Banka-
sı’nın Arjantin ve M eksika gibi ülkelerdeki özelleştirme
projelerinde görev almış uzmanlardan oluşan bir heye
tin Türkiye’ye gelm esini’ öneriyor, bir bakım a özelleş
tirmeyi ‘içerden’ denetleyecek, ‘akim ve ilmin yolu’ bir
olduğundan (!) Tansu Çiller de bunu hemen kabul edi
yor; ‘heyet şu günlerde gelmiş olacak, özelleştirmenin
altyapısını koordine eden Kam u Ortaklığı İdaresi ile
birlikte çalışacak’mış! Görüyor musunuz T ürkiye’yi
nasıl da ‘küreselleştiriyorlar’ ? Dillerinden düşürm edik
leri ‘değişim’ aslında neyi ifade ediyor? Türkiye ekono
misinin yapısal özelliğini bozmak istemeleri yetmiyor;
vaktiyle Dûyun-u Umumiye İdaresi’nin yaptığı gibi,
üstelik bize güvenmiyor, özelleştirmeyi de denetimleri
altına almayı deniyorlar.
Başbakan, Başkan Clinton’a o ilk telefon konuşm a
sında ne demişti? “ ABD’deki değişim arzusu, Türkiye’de
de yaşanıyor.” Ö zal’ın transform asyon, Çiller’in deği
şim dediği sürecin, ne anlam a geldiği bütün bu konuş
tuklarımızdan açıkça anlaşılıyor; sizce Türkiye böyle
bir değişimi gerçekten istiyor mu? İstiyorsa, kim dile ge
tirmiş bunu?
Türkiye Cumhuriyeti 1920’lerde harap, yoksul, ba
ğımsızlığım zor koruyabilm iş, yarı feodal bir tarım ül
kesiyle; Devlet-i Aliyye’den kopmuş Balkan ülkeleri bi
le ondan güçlü ve ilerde görünüyorlardı; hele yeni bir
atılım deneyen R usya, ‘dev adım larıyla’ gelişiyor.
Türkiye, ‘kamu öncülüğünde bir kalkınm a strateji
sini benimseyerek, karm a ekonomi modelini’ seçti; yet
miş yıl sonra, bu modelin Türkiye’yi getirdiği yer, uta
242
nılacak değil, övünülecek bir yerdir. Siz ne diyorsunuz,
günümüzde o B alkan ülkeleri, hâttâ eski Sovyet Cum
huriyeti, Türkiye’nin yanında azgelişmiş üçüncü dünya
ülkeleri gibi kalmışlardır. Bunu anlam ak için kitapları
karıştırmaya, istatistik araştırm aya hiç gerek yok; olay
çıplak gözle pekâlâ görülüyor; bu ülkeler yardımımıza
muhtaç haldedir, onlara kredi açıyoruz.
‘Modeli değiştirmek’ fikri, bu yüzdendir ki, asla Türk
halkından gelmez. Gelmedi de! T ürkiye’yi ‘değiştir
mek’ isteyenler, 2 0 ’li yıllardan beri ona bir türlü baş eğ
dirememişler onlar; onun kendi başına, kendi yöntem
leriyle hızla ve olabildiğine eski satvetine doğru gelişme
sinden rahatsızlık duyanlardır; onu, Osmanlı’nın son iki
yüz yılında olduğu gibi, ‘Sistendin denetimine sokm ak
isteyenlerdir.
H a, bir dakika! Uygulanan modelin ‘siyasi toplum a’
öncelik verip, ülkede imtiyazlı bir oligarşi yarattığı doğ
rudur, bundan şikâyetçiyiz, halk bunun bilincinde, sivil
leşme ve dem okratikleşme talebindedir, ama bu bizim
işimiz, bu başka, Türk ekonomisinin ‘Sistendin kontro
lünde bir ‘çevre ülkesi’ bağımlılığına sokulm ası başka!
Başka olduğu içindir ki, ülkenin iç dinamikleri kırk
yıldır Dünya Bankası ve iMF’nin ona içirmek istediği acı
ilaçları reddettiler, bildiklerini okudular; muhtemelen
yine aynı şeyler olacaktır, çünkü o acı ilaçları uysal uy
sal içen ülkelerle, ‘Türkiye Cumhuriyeti’ arasında çok
önemli bir fark var: o ülkeler, ne ‘cihanşümul bir im pa
ratorluk olabilmişlerdir, ne de ‘Sistem’e karşı ayaklanıp
bir halk kurtuluş savaşı vererek, yeni bir cumhuriyet ku
rabilmişlerdir.
Biz oralardan geliyoruz.
243
8
1 0 A ğ u sto s 1 9 9 3
244
işletme gibi ağır sanayilerde gelişme beklemek gerçek
çi değildir. Kaynaklar ihracata yönelik hafif sanayi dal
larına kaydırılmalıdır, ağır sanayiden gelişme beklenme
melidir.” {Diinya, 28 Ağustos 1978)
Daha açık nasıl söylesin? Dünya Bankası’nın ve IMF’
nin (‘Sistem’in) asıl amacı, Türkiye’nin ‘kamu öncülü
ğündeki sanayileşm e’ yoluyla ‘çağdaş uygarlık düzeyi
ne’ ulaşm ak hedefinden sapm asını sağlamaktır.
Gizlisi saklısı da pek kalmamıştır bunun, 70’li yıllar
da Executive Intelligence Review adlı Amerikan iş çev
releri dergisi, ‘hizmete özel’ gizli Türkiye R aporu’nda,
‘özelleştirme’nin neyi ve niçin am açladığını, açık açık
söylüyordu:
“ Türkiye’de KIT’ler genel anlamda sanayileşmeyi
yönlendirmektedirler, sayıları yüzün üzerindedir, eko
nomiye katkıları yaklaşık yüzde 10’dur, sanayi kesimin
de çalışanların yaklaşık yüzde 6’sı KİT’lerde istihdam
edilmektedir. Türk fabrikalarında üretilen malların ya
rısı bu kuruluşlardan gelir ve mevcut ağır sanayiin en
önemli kısmını da bu sektör oluşturur...”
“ ... Türk gelişme stratejisinin esası, çabuk bir kamu
sanayileşmesine dayanmaktadır, 1 9 5 0 ’den bu yana At-
lantik’çi Güçlcr’in (‘Sistem’in) Türkiye’nin, geleneksel
tarım ürünlerine dayanan bir gelişme stratejisini be
nimsemesi için çaba sarfettikleri veya hiç olmazsa sana
yileşmeyi em ek/yoğun alanlara kaydırıp yozlaştırmayı
gözettikleri an laşılm aktadır... ”
“ ... 1950’lerden beri Para Fonu (IMF) KIT’lerin özel
sektöre satılm ası için, çeşitli hükümetler nezdinde sü
rekli baskılarda bulunmuştur. Neden olarak Dünya
Bankası, KIT’lerin ‘ekonomik olm adıklarını’ ve ‘sosyal
hedeflerin galebe çaldığını’ ileriye sürmüştür.” [Batının
Deli Gömleği, 1981, s. 385-387)
245
1950 nere, 1993 nere? ‘Sistem ’ ancak kırk yıl son
ra, Türkiye’de ‘reçetelerini aynen uygulamaya talip’ bir
Başbakan bulabiliyor; bulur bulmaz da, KIT’lerin satıl
ması için, aynı gerekçelerle, hükümete ‘gizli’ bir ‘muh
tıra’ veriyor. İyi de, acaba gerekçeleri geçerli mi?
Bunun cevabını Prof. Korkut Boratav ‘dan alacağız,
demiş ki:
KIT’lerin etkin olmadığı ya da verimsiz olduğu
na ilişkin savların, hiçbir tutar yanı yoktur. Etkinlik ba
kımından KİT’lerin başarısı, şaşırtıcı derecede yüksektir.
Özellikle son yıllarda, daha da yükselmiştir. Bu para
doksal iddiayı şuna dayandırıyorum.
1987 sonrası KIT’lerde olağanüstü yatırım gerileme
si içinde geçti, istihdam artmadı, yatırım azaldı. Tarım,
sanayii, madencilik gibi sektörlerde, bugün artık, mev
cut sermaye stokunun yenilenme gereksinimi kadar bi
le yatırım yapılmıyor. Buna rağmen toplam hasılada
düşme olmadı. Temel kaynakları azaltan hasıla düşme
sin, bu bana göre bir iktisat mucizesidir.” (iktisat Der
gisi, Tem/Ağ. 1993, s. 19)
Açıkça görünmüyor mu, ‘Küçük H anım ’ın (tabii asıl
‘Sistem’in) amacı, üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek!
9
‘KÜÇÜK HANİM’ NERENİN ‘VATANDAŞI’?
14 Ağustos 1993
246
nan belgenin sahteliği kuşkusu uyandıracak, bir de ha
ber geçtiler. Hükümet Sözcüsü Aktuna, ABD’de ikamet
eden her yabancıya ‘vatandaş olma’ önerisi yapıldığını
öne sürdü, Çiller’e de yapılması olağanmış, iddia bu
olaydan kaynaklanıyormuş; oysa işin meraklısı ‘talebin’
ABD vatandaşlığına özenen yabancıdan gelmesinin usul
den olduğunu söylüyor. Basında çıkan yalanlayıcı ha
berse, belgedeki referanslarda zikredilen ABD kurulula
rından ikisinin, iddia edilen tarihte mevcut olmadığı yo
lundaydı; böylece belge de, iddia da asılsızdır, düzme
cedir denilmek isteniyor.
Doğrusu böyle olmasını ben de isterim, yalnız kafa
ma takılan bir nokta var, Perinçek o basın toplantısın
da ‘Çiller’in ABD vatandaşı olmak için doldurduğu baş
vuru formunun Türkçe çevirisinin devlet arşivlerinde de
bulunduğunu’ ileri sürmüştü; kendi hesabıma ben, bu
konuda ‘devlet’ten ‘resmi’ bir açıklam a yapmasını, yâ
ni böyle bir belgenin mevcut olmadığını ‘resmen’ beyan
etmesini bekledim; izleyebildiğim kadarıyla, ne açıkla
ma yapıldı, ne de yalanlam a; yâni bu; ‘Tansu Çiller
ABD vatandaşı olmak için 1970 tarihinde başvurmuştur,
başvuru formunun Türkçe çevirisi devlet arşivinde bu
lunm aktadır’ anlamına mı geliyor?
Niçin hiç kimse üzerinde durmadı dersiniz?
W ashington’m, bazı ecnebi politikacıları ABD vatan
daşlığına aldığı bilinir, bunların bazıları ülkelerine dön
müş, yüksek sorumluluk makamlarına gelmişlerdir; sö
zün gelişi Yunanistan’da PASOK lideri Papandreu böyle
birisiydi, başbakan da oldu; ayrıca şu anda Ermenis
tan’ın Dışişleri Bakanı da öyledir, Sırbistan’da B aşba
kan olm ak isteyen kişi, Pasifik ülkelerinde çoğu politi
kacılar... Pratikte, böyle ‘emsallerin’ var olm ası, hele
Tansu Çiller’in ‘Amerikalılar, İngilizlerle yakınlığı’ göz
247
önüne alınırsa, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perin-
çek’in iddialarına belli bir ciddiyet getiriyor.
Kaldı ki, başvuru formunun tarihi, numarası ve içer
diği bilgiler sergilenmekte, üstelik bunların ABD M ülte
ci Dairesi Özel Bilgi Merkezi Arşivi’nden alındığının al
tı çizilmektedir; diyelim ki, Türkiye Devlet Arşivi ola
yı sessizlikle geçiştirmek istiyor, acaba Washington ni
ye sustu? A nkara’daki ABD Büyükelçiliği, pekâlâ ABD
M ülteci D airesi’nden bilgi alarak, D oğu Perinçek’in
iddiasını ‘resmen’ yalanlayabilirdi. İzleyebildiğim kada
rıyla, böyle bir şey de olmadı; belki de dost bir ülkede,
aynı zam anda ABD vatandaşı olan birisinin Başkan ol
masını olağan sayıyorlar; Sovyetler de öyle saym azlar
mıydı, uydu ülkelerinin başbakanları aynı zam anda
Sovyet pasaportu sahibiydiler.
Tansu Çiller, oldum bittim ‘milliyetçi ve m uhafaza
k âr’ geçinen bir siyasi partinin genel başkanı oldu; ka
muoyunda edindiği itibarın sürekli olabilmesi için, ger
çekten bu konuda ciddi tekziplere ihtiyacı olacaktır;
çünkü başvuru formunda bulunduğu iddia edilen refe
rans ve bilgiler, bırakın Tansu Çiller’i, herhangi bir Türk
politikacısının siyasi hayatını başlamadan bitirecek ma
hiyet ve ciddiyettedir.
Başvuru formuna bakılırsa, Prof. Çiller’in ABD vatan
daşı olması ‘tezkiye eden’ ABD kurumlan arasında, baş
ta CIA olmak üzere, FBI Bilgi İşlemleri K aynaklan, ABD
Savunma Bakanlığı Milli Savunma Verileri, ABD Dışpo-
litika Prensipler ve U lusal Araştırm a Dairesi, U luslara
rası Para Fonu (IMF), Stratejik Planlama Dairesi vb bu
lunuyor. Nasıl, listeyi etkileyici bulmadınız mı? Arala
rında bazıları, başvuru tarihinde kurulmamış olsa bile,
ClA’nın, FBl’ın, iMF’nin tıkır tıkır işlediği kesin!
Tansu Çiller’in kişiliği, inanışları ve görüşleri hak
24 S
kında ise şunlar yazılmış: “ Dinleyen ve ketum. Uysal
görünüp dinler. Her türlü güç kaynağı ile diyalog kurar.
Değer ve sosyal bakım dan katkı getiren. İstek ve dav
ranış bakım ından hodbin (egoist). Sadakatli, inançlı,
ABD’yi her türlü şartta savunur ve menfaatini korur.”
(Hürriyet, 2 Temmuz 1993)
Türk halkının, Başbakan Prof. Ç iller’in Türkiye
Cumhuriyeti’ni ‘her türlü şartta savunup, çıkarlarını
koruyacağına’ inanması için, Doğu Perinçek’in iddia ve
belgesinin hem TC devleti hem ABD tarafından ‘Resmen’
ve kanıta dayanılarak yalanlanması gerekmez mi? Ay
rıca özel çıkarlarına dokunulduğu zam an ortalığı vel
veleye veren bazı gazeteler, özel t v kanalları, bazı mil
letvekilleri; T ürkiye’nin özel ve genel bütün çıkarları
nı ilgilendiren böyle önemli bir konuda niye dut yemiş
bülbül?
Yoksa ‘tencere dibin kara, benimki senden kara’ mı?
10
‘ANKARA’ HÜKÜMETİ Mİ, ‘İSTANBUL’ HÜKÜMETİ Mİ?
9 Eylül 1993
249
dediği ‘küreselleşm e/evcilleştirm e’ olduğu pek açık!
‘Sistem’ üçüncü ülkelerde, yumurtalarının hepsini, aynı
sepete koymaz; DYP delegesi, kendi sepetindeki yumur
tayı, başına seçmek konusunda, biraz ‘dolduruşa’ getiril
mişe benzer. Adı Doğruyol ama seçimi doğru mu? Çiller,
Ö zal’ın bıraktığı yerden işe başlayacak gibi görünür.
Farkında mısınız, ‘milliyetçiliği’ tarif ederken, onun teme
li olan ‘bağım sızlığı’ unuttu. Yoksa ben mi yanlış duy
dum? (Meydan, 27 H aziran 1993)
Üstlerine vardığımızdan mıdır nedir, şu ara ünlü ‘kar
şılıklı bağımlılık’ teorisini pek ağızlarına almıyorlar ama,
‘bağımsızlık’ lâfını da etmiyorlar; ‘Küçük H anım ’, yedi
sülalesinin ne kadar dindar olduğunu anlatmak için bin
dereden su getiriyor da, ‘bağımsızlık’ bahsinde dut yemiş
bülbül! Nasıl öyle olmasın, TC Merkez Bankası’nın Baş-
kanlığı’na, göz göre, ABD vatandaşı birisini m ünasip
görmüş; buna kediye ciğer emanet etmek denmez de, ne
denir? Bu ‘zihniyetin’ nasıl bir ‘zihniyet’ olduğunu anla
m ak için, var mısınız biraz geriye gidelim?
(M ütareke İstanbul’u. Düveli M uazzam a (‘Sistem’ )
Devlet-i Aliyye’yi haritadan silmeye, ‘Türkleri Avru
p a ’dan sürmeye’ karar vermiş: Anadolu yer yer işgal
ediliyor. İşte o günlerde, ‘D am at’ Ferit Paşa, bir gün ön
ce uzun uzun görüştüğü Padişah Vahdettin adına, İstan
bul’daki İngiliz Yüksek Komiseri’ni ziyaret ediyor; am a
cı ‘Devlet-i Aliyye’nin, İngiltere Devleti Fehimesine, ta
mamıyla boyun eğdiğini (total subm ission) beyan et
mek! Giriş konuşm asından sonra, ‘D am at’ Ferit Paşa
Osm anlı ‘sorununun nasıl çözüme bağlanm ası gerekti
ğini açıklayan’ gizli ve yazılı bir de tasarı sunmuş!
Son padişah Vahdettin’in ‘hain’ sayılabilmesi için,
sadece bu tasarı yeter; çünkü ’ 15 yıl boyunca, içerde
asayişi sağlam ak ve dışarıya karşı Osm anlı bağım sızlı
250
ğını (!) korum ak üzere, İngiltere’ye Devletin gerekli
gördüğü noktaların işgal etme hakkını’ tanıyor; fakat şu
anda bizi ilgilendiren, o utanç belgesindeki şu önerile
ri: ‘iç yönetimde İngiltere, Padişah’ın gerekli görülen ba
kanlıklara İngiliz m üsteşarlar atamasını, ‘dostluk icabı’
kabul edecektir. Bundan başka her vilayete 15 yıl sürey
le valilerin yanm a müsteşarlık da edecek olan İngiliz
başkonsolosluğu atanacaktı. Yerel seçimlerle, ıneb’usan
(milletvekili) seçimleri, İngiliz konsoloslarının denetimi
altında yapılacaktı. Başkentte olsun taşrada olsun (bu
raya dikkat) İngiltere, M aliye üzerinde denetim hakkı
na sahip olacaktı, vs, v s ...” (Sina Akşin, İstanbul Hü
kümetleri ve Milli Mücadele , 1976, s. 234-235)
Devlet-i Aliyye’nin padişahı, Halifei Ruyi Zemin,
koskoca Osmanlı ‘mülkünü’, ‘Sistem’in o zamanki lide
rine altın tepside sunuyor: ‘bağımlılığın’ ancak bu mer
tebesinde, bir ülke, bu kadar ‘küreselleşebilir; Maliye-
si’ni, Yönetimini ve Seçim Güvenliği’ni, ‘ecnebi’ bir ül
kenin ‘vatandaşlarına’ teslim edebilir.)
Tarihin hazin tecellisi, ‘Ankara H üküm eti’nin, yet
miş yıl sonra, o zam anki ‘İstanbul Hüküm eti’nin duru
muna düşmesi midir? ‘Küçük H anım ’, kendisinin ABD
vatandaşı olduğuna dair iddialar ‘resmen’ yalanlanm a
dan, bu defa devletin kilit görevlerinden birisine, ABD
vatandaşı olduğu kesin Bülent Gültekin’i uygun gör
mektedir.
Haber şu: “ ... ABD yurttaşı olduğu kesinlik kazanan
Gültckin’in ABD vatandaşı olarak yargıç huzurunda et
tiği yeminde, ‘kesinlikle ve bütünüyle herhangi bir ya
bancı prens, hükümdar devlet ya da hükümranlığa kar
şı sadakat ve bağlılığım dan tamamen feragat ediyor ve
vazgeçiyorum’ dediği hatırlatılıyor. Gültekiıı’in Merkez
Bankası Başkanı olabilm esi için de M emurin Yasası
251
uyarınca etmesi gereken yeminde şunları söylemesi ge
rekiyor: ‘Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorum
luluklarımı bilerek, bunları davranış halinde gösterece
ğime, namusum ve şerefin üzerine yemin ederim’. Bu du
rumda Gültekin’in bu iki yeminden hangisine sadık ka
lacağı merak konusu oluyor!” ( Cumhuriyet, 28 A ğus
tos 1993)
Tuhaf bir soru: Adam ‘Türkiye Cumhuriyeti’ne sadık
olsaydı’, ABD yurttaşı olup o yemini eder miydi? Beni
güldüren, bazı DYP ve SHP çevrelerinin, ‘Küçük Hanım’ın
kendisi ABD yurttaşı olmak şüphesi altında iken, başka
türlü davranması mümkün mü?
Ayıptır sorması: Cumhuriyet’in sorumluluğunu taşı
yanlar, şu ‘tam teslimiyet’ (‘total subm ission’ ) kavramı
üzerine kafa yorm akta, epeyce gecikmediler mi?
11
‘KÜÇÜK HANIM’IN ‘SEÇİMİ’?..
23 Kasım 1993
252
le de, Balkanlar’da, K afkasya’da, O rtadoğu’da ve Or-
taasya’da, kendi politikasını yürütmek zorundadır; oy
sa ‘Sistem,’ en çok da ABD, bu yöredeki ‘küresel’ çıkar
ları için, Türkiye’yi bir ‘Truva atı’ olarak kullanmak is
ter: Ankara yönetimlerinin 40 yıldır içinde bulunduğu
sıkıntılı durumun sebebi, bu çelişkidir.
‘Sistem’ ‘Doğu Bloku’nu çözmeyi, SSCB’yi dağıtm a
yı başardıktan sonra, -h âttâ bu ihtimal ufukta belirdi
ği sıralarda- Türkiye’ye ne türlü bir rol yakıştırdığını,
doğrudan doğruya değilse de dolaylı olarak belli etmiş
tir. Nasıl mı, bakın nasıl!
Eski cia’ci Rand C orporation ’ın en muteber ‘be-
yin’lerinden birisi, Graham Fuller, Ö zal’ın devr-i salta
natında geliştirilmek ve yaygınlaştırılmak istenilen ABD
tezlerini kısaca şöyle özetlemişti:
“ ... 1/ Bırakın Atatürk deyip durmayı, iyidir hoştur
am a, fikirleri eskimiştir, Türkiye onu eleştirmesini bil
meli, hâttâ onu aşmalıdır, bu da klâsik radikal lâiklik
politikasını terk etmeyi gerektirir. 2 / Türkiye, ılımlı lâ
ik, M üslümanlığı ve serbest piyasa ekonomisini benim
semiş bir ülke olur, dem okrasiyi de geliştirirse, onun
için ‘hayat’ Avrupa’da değil, A sya’da ve O rtadoğu’da
olacaktır: K afkasya, O rtadoğu, O rtaasya ülkelerine,
‘m odel’ olarak önerilebilir. 3 / Am a bu dem okrasinin
gerçek anlamda uygulanmasına, insan haklarına riaye
te bağlı olm ası ile m ü m kü n dü r...” ( Cumhuriyet, 28
Şubat 1990)
Bu ‘örtülü’ ifadenin Türkçe tercümesi şuydu: O rta
d oğu’daki Amerika karşıtı diktaları tasfiye edeceğiz,
onları ya evcilleştireceğiz (Hafız Esad) ya da yok edece
ğiz (Saddam Hüseyin); O rtadoğu’yu Türkiye’nin kont
rolündeki bir Kürdistan ile elde tutm ak, petrolü böyle
likle güven altına almak istiyoruz; Çekiç Güç bunun ön
253
cü karakolu olacaktır, Türkiye bu çözüm ü benimse
melidir, Kürdistan’ı federasyon olarak himayesine alır
sa, önünde O rtadoğu’da ve O rtaasya’da ‘yeni ufuklar’
açacağız.
Turgut Ö zal’ın, o bazılarının bayıldığı ünlü ‘vizyo
nu’ işte bu idi, ikide bir ‘üniter’ Türkiye ile dalga geç
mesi (Türk kimdir ki?). Kürt Federasyonu’nu gündeme
alm ası, ‘T una’dan Sarınehir’e ‘Türk dünyası’ hayali,
hâttâ Karadeniz Ekonomik işbirliği teşebbüsü, bu ‘pro
jeden’ kaynaklanıyordu; Kürt ‘kimliğini’ tanım ak, ‘si
yasal ve dem okratik çözüm ’ formülü, hep bunun için
de! İyi de bu ‘felsefe’, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş
felsefesine de, yaşayış felsefesine de ters geliyordu; ye
ni bir oluşum gerekiyordu ki, ‘transform asyon’ süreci
içinde, buna İkinci Cumhuriyet adı verilmişti: başba
kanlık sistemi, adem-i merkeziyet, yöresel özerklik vs.
İlginçtir, ‘model tutm adı,’ ‘uygulam a teşebbüsü’ tekle
di; o kadar ki Özal kendi kurduğu partiden bile dışlan
dı; Türkiye’nin iç dinam iği, yukardan indirilmek iste
nen bu türden çözümlere karşı çıkıyordu.
Tansu Çiller, tamamıyla ‘Sistem’in düşünce ve plan
larını benimsemiş olarak gelmişti; o da, harıl harıl ‘kü-
reselleşme’den, ‘özelleştirme’den ‘köklü bir dcğişim’den
söz ediyordu; o kadar ki, neredeyse Ö zal’ın ağzıyla ko
nuşm akta, onun terminolojisini kullanm aktaydı: D e
mokratik çözüm için, Güvenlik Kurulu’nu devre dışı bı
rakacak fikirler ortaya attı, yöresel özerklik için Bask
m odeli’ni öne sürdü, vs, v s...
Peki bugün orada mıdır?
Geçen gün demiştik ya, bir kere halk öfkelidir ve ka
rarlıdır; kamuoyu yoklam alarında, tercihini Çiller aley
hine gösteriyor; bu bir; ayrıca, Türkiye Cumhuriye
ti’nin bölgesel çıkarları, ‘Sistem’in çıkarları ile bir ve ay-
254
m değildir: Irak’la aramızı düzeltmemiz gerekir, uğradı
ğımız zarar telafi edilmelidir; Suriye, PKK’ya sahip çık
tıkça, onunla iyi ilişkiler gerçekleştirilmez; oysa ABD
Irak’ı bölmek niyetindedir, Suriye’de E sad ’ı evcilleştir
mekle meşgul! Çiller, sadece bu iki noktayı, ABD’de Clin-
ton’a çıtlatınca birden ‘kötü kişi’ olmuş, leyhinde yazı
lar çıkmaya başlamıştır.
Neticede Küçük Hanım da, ‘etinde duyarak’ T ürki
ye’nin çıkarları ile ‘Sistendin çıkarlarının uyuşm adığı
nı, tam tersine çatıştığını görmüş oluyor; şimdi radikal
bir tercih mecburiyetindedir; ya başlangıç çizgisinde
ısrarlı olacak, bu takdirde seçmenlerini kaybedecektir
(DYP, son sondajda, üçüncü parti, Refah onu geçiyor); ya
da Türk halkını kazanmak için, ulusal politikaları yeğ
leyecek, bu da arkasındaki ‘Sistem ’ desteğini yok ede
cektir.
Nasıl davranm ası gerektiğini, Demirel’e sormalıdır;
mumaileyh, aynı yoldan geçmiştir.
12
‘BALAYI’ BİTİYOR...
21 Ekim 1993
255
Oysa gidişat farklı, Eurobusiness dergisi, kibarca do
kunduruyor; demiş ki: Çiller’in kendisini ispatla
mak için fazla zamanı yoktu ve görevinin ilk birkaç ayı
bir politik balayı halinde geçiyordu, ne var ki Çiller ona
tanınan krediyi tüketmeye başladı. T ürkiye’nin doğu
su ve batısı arasındaki gelişmişlik farkı, terörizme neden
oluyor; buna Çiller’in en büyük cevabı ‘özelleştirme’
programıdır, oysa Çiller’in özelleştirme programını uy
gulam ası pek de kolay görünmüyor. (...) Bu programın
başarılı olabilm esi için Tansu Çiller’in halkı bunun
Türkiye için en iyi yol olduğuna inandırması şart, an
cak güçlü ve etkileyici tavrına rağmen, şu anda Çiller
halkın gönlündeki ve DYP’lilerin zihnindeki yerini kay
betmeye b aşlad ı.” {Eurobusiness, Eylül 1993)
Yanlış mı? ‘Özelleştirm e’nin ilk günlerindeki gibi
‘raylar üstünde kayıp gitm ediği’ bir gerçek; hem mev
zuattan, hem bürokrasiden; en önemlisi, kamuoyundan
ciddi tepkiler görmektedir, bunun elle tutulur kanıtı,
soNAR’ın yaptığı kamuoyu araştırması; sonuçlarına bir
göz atar mısınız:
“ ... Sonar’ın Türkiye genelini yansıtacak şekilde on
ilde yaptığı anket çalışm asından, ANAP yüzde 23 oy
oranıyla birinci parti olarak çıktı. DYP yüzde 19,5 (bir
ara 4 0 ’a çıkmıştı), SHP ise yüzde 16,3 oranıyla sıralama
da ikinci ve üçüncü olarak yer a ld ı...”
“ ... Birinci parti konum undaki DYP ise, Tansu Çil-
ler’e rağmen geriledi: buna Çiller’in verdiği sözleri icra
ata dönüştürememesinin en önemli rolü oynadığı belir
tild i...” ( Meydan , Tl Ekim 1993)
Acaba?
Ben bunun aksi varittir sanıyorum, Çiller’in verdiği
en önemli söz, ‘özelleştirme’ sözü halkın özelleştirme
gerçekleştirilemediği için değil, gerçekleşirse neler ola-
256
cağını anlam aya başladığı için Çiller’den -dolayısıyla
DYP’den- soğum aya başladığı söylenebilir; çünkü nere
sinden bakılırsa bakılsın, özelleştirme Türkiye’de ‘po
püler’ olam ıyor; halkın olaya sıcak bakm adığı, her ge
çen gün biraz daha meydana çıkıyor. Hem yalnız T ü r
kiye’de mi camın, Atina’dan verilen şu habere bir göz
atsanıza:
Yunanistan’da yeni iktidarı ‘özelleştirme’ prog
ramı belirledi. Yeni Dem okrasi Partisi Lideri M içota-
kis’in uygulam aya koyduğu özelleştirme program ı yü
zünden seçmenin güvenini kaybettiği ve yenildiği belir
tild i...”
“ ... PASOK lideri Papandreu’nun özelleştirmeye yö
nelttiği eleştiriler sayesinde oy oranım artırdığı ve üçün
cü kez iktidar olduğu ortaya çıktı. Papandreu sık sık
özelleştirme program ını gözden geçireceğini söyledi;
dış borç temin ederek, ücretleri artıracağına söz de ver
mişti. Seçim sonrasında yapılan kamuoyu yoklam asın
da Yunanlı seçmenin en çok cebini ilgilendiren konula
rı tartışarak oyunu kullandığı, bunun başında da iş gü
vencesini yitirme korkusunun geldiği görüldü. Seçme
nin kamu işletmelerinin özelleştirilmesini isteyen Miço-
takis’e tepki gösterdiği anlaşıldı...” (Hürriyet, 12 Ekim
1993)
‘Küçük H anım ’ın, DYP’nin alması muhtemel oy ora
nını birkaç ay içinde, paldır küldür düşürmesi; onun
içindir ki, ‘tam icraatını’ gerçekleştirmediği takdirde,
seçmenin başına gelecekleri görmeye başlamasıyla ilgili
dir denebilir. D ahası, özelleştirme’yi gerçekleştirebilirse,
Yunanistan’daki gibi, belki de ‘iktidara’ veda edecekler!
İşin tuhafı, ‘Küçük Hanım’ın tahminleri hilafına, ‘ulus
lararası finans piyasalarında’da, ‘kredisinin düşmesi’ :
1. U luslararası bir rating kuruluşu olan M oody ’s
257
T ürkiye’nin kredi notunu düşürebileceğini açıkladı.
( Reuter , 3 Ekim 1993)
2. Bunun üzerine, Türkiye’nin 200 milyon sterlin
lik tahvil ihracına aracılık edecek olan, S.G.Warburg, sa
tışı yeniden gözden geçirebileceğini duyurdu.
3. Ayrıca uluslararası finans piyasalarında referans
kabul edilen International Finance Review de, T ürki
ye’nin borçlanm a limitlerinin dolduğunu haber verdi.
(Hürriyet, 21 Ekim 1993)
Bunlar da, muhtemelen ondan beklediklerini gerçek
leştiremediği, ya da öyle kolay gerçekleştiremeyeceğini
anladıkları için; ‘Sistem ’in kuruluşları tarafından, ‘K ü
çük H anım ’a verilen ‘kırık’ notlar.
Bu durum karşısında, balayı devam ediyor diyebilir
misiniz?
13
‘NE TUHAF BİR SİSTEM!..’
28 Ekim 1993
258
dosyadır: 1/ D ünya Bankası, T ürkiye’ye 3 milyar do
lara yaklaşan ucuz kredi ayırmış, başka destekler de
vermeye hazır: Türkiye bundan yararlanamıyor; oysa
bir yandan D ünya Bankası’na eski borçlarını ödüyor,
bir yandan da dış piyasalardan pahalı kredi arıyor; bu
gidiş onu batıracaktır (!), Dünya Bankası’nın yardımla
rını asla, işi kolaylaşacak, bunun tek şartı var, neymiş o,
B an k a’nın onayladığı bir ‘istikrar program ını’ uygula
maya koymak, yâni onun denetimine girmek! 2/ IMF’ye
gelince, şu anda Türkiye onun denetimi altında değil,
dayattığı program da yok(!); sadece Ankara’nın hızlı
büyümeyi öngören kalkınma programına devam etme
sini uygun görmüyor, bundan vazgeçtiği anda IMF’den de
ek kaynak sağlayabilecek! Farkında mısınız, bir de utan
madan ‘reçete’ dayatmıyoruz diyorlar.
Ankara, ‘Sistem’in bu iki kuruluş aracılığıyla dayat
tığı yola tam girmemiş, enflasyon pahasına da olsa, hız
lı kalkınmada ısrarlı; ‘Sistem’ bu yüzden içine düştüğü
zorluklardan Türkiye’yi kurtarabilir, kredi hazır, ek kay
naklar alesta, tek şark Türkiye’nin yola gelmesi, onların
tavsiyelerine uyması, hızlı kalkınmadan vazgeçmesi; eh
‘Küçük H anım ’ buna itiraz etmiyor, iki kuruluş yetki
lileri ile konuştuktan sonra, W ashington’da ne demiş:
“ iMF’den Dünya B an k ası’ndan reçete meçete alm adık,
radikal önlemlere ihtiyaç olduğunu biliyoruz, yapılm a
sı gerekeni kendiliğimizden yapacağız” ; anlamı ne bu
nun, istikrar programının gönüllüsüyüz demek mi, doğ
rusu böyle demesine hiç şaşmadım, ‘mumaileyha’ ne de
olsa ‘iMF’nin kızıdır, ilk bakan olduğunda söyledikleri
ni unuttuk mu:
dış ekonom ik ilişkilerde muhatabımız olan IMF
ve Dünya Bankası görevlilerinin hepsi benim sınıf arka
daşlarım. Ben bugün telefon etsem, sekiz on tanesiyle
259
çok rahat konuşurum. Amerikalılar, İngilizler... Bunlar
la gayet iyi diyaloğumuz olacaktır. Hiç kuşkunuz olma
sın. R ahat olacağız.” ( Milliyet, 24 Kasım 1991)
Belli oluyor.
İster misiniz şimdi biraz da Prof. C hossudovsky’ye
kulak verelim; hele bakın Le Monde Diplomatique"de
ki bir başka yazısında, ‘Ekonomik Uyum Programı’ re
zilliğinin içyüzünü nasıl açıklıyor:
“ ... 80’li yılların başından beri, IMF ve Dünya B an
kası, yardım örgütleri ve bölgesel bankalarla elele vere
rek, gelişmekte olan ülkelere sermaye akışının tamamen
kurumasını engellemek amacıyla, o güne kadar ticari
bankaların ve özel yatırımcıların üstlendiği role dört el
le sarıldılar. G -7’nin resmi belagatına bakılırsa, yoksul
ülkelerin yardımına koşm ak gerekiyordu; am a çok kı
sa zam anda bu ‘yardım m andası’nın işlevinin finans
kesiminin çıkarlarını m askelem ekten ibaret olduğu
meydana çıktı. Sermaye kaçışını tersine çevirmek şöy
le dursun, bu sefer de IMF tıpkı bir iş takipçisi gibi ala
caklıların hizmetine koşm aya başladı. W ashington’da
bulunan finans çevreleri, yeni borçlar ve yapısal uyum
program ı yoluyla, A frika ve Latin Am erika’nın yoksul
ülkelerini kendilerine bağladılar..”
“ ... açıkçası alenen ‘fiktif’ bir para söz konusuydu,
çünkü yoksul ülkelere ‘bahşedilen’ yeni miktarlar, tah
silatları karşılam anın çok çok altındaydı; sonuçta yok
sulların kasasına yatırım ları geliştirecek, harcam aları
sağlayacak bir kuruş bile girmedi. U luslararası borçlar
artırılarak, ticari borçlar satın alınmış o ld u ...”
“ ... 1985 yıh, borçlu alacaklı ilişkilerinde yeni bir dö
nemin başlangıcı oldu: o zamana kadar büyük bankalar
ve resmi alacaklılar adına borçları finanse eden IMF,
kendi alacaklarını tahsil etmeye koyulunca, zengin ülke
260
lere kaynak aktarımı hızlandı. 1986/1990 yılları arasın
da, yalnızca IMF aracılığıyla 31,5 milyar dolar kaynak
aktarıldı; bu m iktar güney’den ve doğu’dan kuzey’e gi
den sermayenin yaklaşık yüzde 2 2 ’sine eşitti. Ne tuhaf
bir sistem, yoksul ülkeler Para Fonu’na destek oluyorlar.
Borçlu ülkeler, yalnızca kendilerine yapılan ‘yardımları’
ödemekle kalmıyor, bu ‘fiktif’ parayı ödeyebilmek için
sermaye sahiplerinin diktasına da boyun eğmek zorun
da kalıyorlar.” (İktisat dergisi, Ekim 1993, s. 19)
N asıl işin ‘mahiyeti’ anlaşılıyor mu?
Ö zal’ın başlatıp Çiller’in sürdürdüğü, ünlü ‘transfor-
masyon/değişim’ süreci, aslında Türkiye’yi ve ekonomi
sini -yalnız bunları m ı?- ‘Sistem’e teslim etme süreci,
kamuflajı da ‘küreselleşme’ filân fıstık! Fakat ülkenin ne
sağlam bir M üdafaa-i H u kuk’çu bünyesi varmış ki,
onca baskıya rağmen hâlâ yelkenlerini indirmemiş, hâ
lâ direniyor.
‘Küçük Hanım’, ne de olsa iMF’nin kızı, oradaki ve
Dünya Bankası’ndaki ‘sınıf arkadaşlarının önerilerini
uygularsa, ne yapmış olacak lütfen söyler misiniz?
14
‘KÜÇÜK HANIM’ KİMİ KANDIRIYOR?..
26 N isan 1994
261
Şu ‘ekonomik paket’!.. Bu ‘paket’e iMF’nin ve Dün
ya B an k ası’nm arka çıkması; hem yönetimin büyük
bir başarısıymış gibi takdim ediliyor; hem de, ‘dış etki
lerden arınmış olarak’, onların ‘kendiliklerinden’ aldık
ları bir kararmış gibi! Ülkenin çıkarları böylesini gerek
tirdiği için, bu önlem paketi hazırlanmış da; IMF ve Dün
ya Bankası da, çok yerinde ve doğru bulduğu için, son
radan ‘desteklemiş’!
Buna kargalar bile güler.
Sedat Ergin, daha 1992 Eylül’ünde gazetesine Was-
hington’dan geçtiği bir habere, hangi başlığı atmıştı bi
liyor musunuz? Aynen şunu: “ D ünya Bankası, iMF’yle
‘G ölge A nlaşm a’ Ö neriyor!”
H aberde Çiller’le görüşen Dünya Bankası Başkan
Yardımcısı Wilfred Thalw itz’in, Türk ekonomisinin gi
dişatından ne kadar kaygılı olduğunu söylediği belirti
liyor; çünkü ‘ ...ciddi bir istikrar programının uygulan
m am ası, Türkiye’nin aldığı kredilerin hacminin küçül
mesine yol açm ış’; bunu gidermek için de:
Dünya B an kası’nın ‘gönlünden geçen’ T ürki
ye’nin yeni bir stand-by düzenlemesi için Uluslararası
Para Fonu’na (IMF) gitmesidir. Türkiye IMF ile son stand
by anlaşm asını 1 9 8 5 ’te yapmış ve ardından, bütün tel
kinlere rağmen ekonomiyi IMF denetimine sokacak bir
düzenlemeye girmekten kaçınm ıştır...”
“ ... Dünya Bankası, Türk hükümetlerinin IMF ko
nusundaki alerjisini bildiği içindir ki, Türkiye’ye IMF ile
stand-by anlaşması yerine, ‘gölge anlaşm a/shadow ar
rangement’s modelini önermektedir. ‘Gölge anlaşma
lar’, iMF’nin son dönemde devreye soktuğu yeni bir de
netim modelidir. IMF bu tür anlaşmalarda denetim ro
lünü perde arkasından yürütmektedir.” ( Hürriyet, 24
Eylül 1992)
262
Ekonomik paketin ucu ne kadar eskilere uzanıyor,
buradan görülmüyor mu? Aynı haberden, aynı Başkan
Yardımcısı Thahvitz’in, ‘1989 yılında da ‘Türkiye’nin
iMF’ye gitmesi gerekir’ demiş olduğu; Çiller’e de ‘Hükü
metiniz iMF’den neden çekiniyor?’ diye sorduğu pek
güzel anlaşılmaktadır. Belki de ‘Küçük Hanım’ ekono
mik paketi sıkı sıkı sardıktan sonra ‘iMF’den çekinme
diğini’ kanıtlamak için soluğu Washington’da almıştı:
hatırlarsınız, daha ilk bakan olduğu sıralarda, IMF’de ve
Dünya Bankası’ndaki herkesle çok yakın ilişkileri oldu
ğunu söyleyerek övünmüştii.
‘D ostluklar’ semeresini veriyor, veriyor ya, o kadar
da kolay olmuyor! Gerçekte bugün yeni bir şeymiş gi
bi ortaya atılan istikrar paketi, daha 1993 yazında, ay
nı Thalvvitz’le Çiller arasındaki görüşmelerde; üstelik
D ünya B an k ası’nın 11903-TU koduyla yayım ladığı,
‘Türkiye: Son Gelişmeler ve 1993 Ekonom ik Programı’
başlıklı ve 13 Temmuz 1993 tarihli ‘gizli’ raporda öne
rilen önlemlere uygun olarak hazırlanmıştır; o rapor ve
Ç iller/T halw itz görüşmelerine ayrıca dokunacağım ;
şimdilik, biraz bellek tazeleyelim diye, IMF ile ilgili bir
hatırlatma yapm ak niyetindeyim.
ABD’de yayımlanan ciddi dış politika dergisi Foreign
Affairs'de ünlü Amerikalı dış politika yazarı Samuel
Huddington, IMF ile ilgili olarak nasıl bir değerlendirme
yapmıştı?
Aynen şöyle: “ ... Güvenlik Konseyi ya da iMF’de alı
nan ve Batı’nm çıkarlarını yansıtan kararlar, dışarıya
‘Dünya Toplum u’nun arzusu gibi takdim edilir; oysa
‘özgür dünya’ deyiminin yerine geçen ‘dünya toplu-
m u/w orld community’ deyimi, ABD ve diğer Batı ülke
lerinin çıkarlarına meşruluk kazandırm ak için d ir...”
“ ... IMF ve diğer uluslararası ekonomik kuruluşlar
263
aracılığıyla, Batı kendi ekonomik çıkarlarını yürütür, di
ğer ülkelere kendince uygun politikaları kabul ettirir.”
(Foreign Affairs, Eylül 1993)
Küçük Hanım , kimi kandırdığını sanıyor, Allah a ş
kına?
15
DÜNYA BANKASI İLE ‘DANIŞIKLI DÖVÜŞ’
28 N isan 1994
264
ya koym alısınız diyor; Çiller yönetimi de, Hikmet-i
H iıda, bir yıl dolm adan istenileni yerine getiriyor.
Bir de diyorlar ki, içimizden öyle geldi de, yaptık!
Dünya Bankası’nm raporundaki önerileriyle, ‘ekono
mik paket’in önlemleri, hık demiş birbirinin burnundan
düşmüş; ufacık bir karşılaştırma bile, bunu gözler önü
ne sermeye yeterli; hadi isterseniz, özetin özeti raporda
ki önerilere bir göz atıverelim:
“ 1/ 1989-1990 sonrasında enflasyonun üzerine çı
kan ücret artışlarının özellikle önlenmesi gerekir, ücret
lerde reel artışa engel olunmalıdır; meseleye sadece me
murlar açısından bakmamak, sendikalarla da uzlaşma
aranm alıdır...”
“ 2/ KİT açıklarının köktenci önlemlerle sona erdi-
rilmesinin zamanı gelmiştir; Kri ’1er mutlaka elden çıka
rılmalı, kapatılması gerekenler kapatılmalı, kimi bağ
lı kuruluşlarda tasfiyeye gidilmeli, kapsamlı özelleştir
me programlan başlatılmalıdır. KİT açıklarının yüzde
5 8 ’ini meydana getiren beş büyük Kir, kesinlikle kap
sam dışında bırakılmamalıdır. TEK, TMO, TCDD, PTT ve
TEKEL...”
“ 3/ Özellikle Kurumlar Vergisinde yeni bir yaklaşım
ortaya konulmalı, istisna ve muafiyetler tümüyle orta
dan kaldırılmalı, vergi idaresinin iyileştirilmesi yoluyla
tahsilat perform ansı artırılmalıdır.” (11908- tu kodlu,
13 Temmuz 1993 tarihli Dünya Bankası Raporu)
Şimdi elinizi kalbinize koyup öyle söyleyiniz, Çil-
ler’in ‘Biz kendiliğimizden düşündük’ dediği ekonomik
istikrar ‘paketindeki önlemlerin’ bu ‘telkinlerden’ bir
farkı var mı? Üstelik iş bu kadarla da kalmıyor, Dünya
Bankası Başkan Yardımcısı Thahvitz ile Başbakan Çiller,
1993 Temmuz’unda başbaşa verip bu ‘acı ilacı’ Türk hal
kına nasıl ‘yutturacaklarını’ planlamışlar, evet; bunu
265
ben kumrulardan duym adım , Sedat Ergin’in bu defa
A nkara’dan gazetesine geçtiği haberde var.
Bakın bakalım , Perşembe’nin gelişi Ç arşam ba’dan
belli miymiş?
Sedat Ergin aynen şunları yazmıştı: Thalvvitz/
Çiller buluşm asında, hükümetin özelleştirmeye ilişkin
‘oyun planı’ geniş şekilde gözden geçirildi; Çiller, ilk
aşam ada özelleştirme kapsamına sokulacak 14-15 dola
yında projenin altyapısının büyük ölçüde hazır oldukla
rını an lattı...”
“ ... Çiller’in, Dünya Bankası’na aktardığı stratejiye
göre, hükümet önümüzdeki beş ayda, söz konusu KIT'le
rin özelleştirilmesi ile ilgili teknik hazırlıkları tamamla
yacak ve bu konuda büyük bir kamuoyu oluşturma se
ferberliğine girişecek. Başbakan Çiller startı Ocak ayın
da (1994) vermeyi tasarlıyor...”
“ ...b u noktada Çiller’in önündeki kritik konu, Zon
guldak’taki Kömür İşletmeleri’ni, ilk aşam adaki özelleş
tirme paketinin içine sokup sokm am ak şeklinde beliri
yor; ancak yol açabileceği tepkiler dikkate alındığında
Çiller’in Zonguldak Projesini M art ayındaki yerel seçim
ler sonrasına bırakacağını tahmin etmek güç d eğ il...”
(Hürriyet, 19 Temmuz 1993)
Sedat Ergin’i kutlam ak lâzım, gazetecilik dediğin
böyle olur, dediklerinin tamamı çıktı. Şimdi siz ‘istikrar
paketi’ önlemlerini, ‘özelleştirme’deki ısrarı, Çiller ve
Dünya Bankası ilişkilerini; bir de, günlerdir irdelediği
miz, çokuluslu tekeller ve onların üçüncü ülkelerin eko
nomilerini ele geçirme teşebbüsleri ışığında, gözden ge
çiriniz; Türkiye’nin nasıl bir yağmayla karşı karşıya bı
rakıldığını herhalde daha açık göreceksiniz.
Hiç mi utanm azlar?
266
16
10 M ayıs 1994
267
dığı ‘çözümleri’ benimsemek; kısacası, K ıbrıs’ta Rum-
lara, G üneydoğu’da ise PKK’ya başeğmek!
Onlar buna ‘siyasi çözüm ’ diyor, Kuva-yı Milliye
Türkçesinde bunun adı, ‘teslimiyetçilik’tir.
N e kadar ilginç değil mi?
Türk ekonomisi birden anlaşılmaz ve açıklaması güç
bir ‘çıkmaza’ giriyor; uluslararası raiting kuruluşları,
birden ve inanılmayacak bir hızla Türkiye’nin kredi iti
barını iki paralık ediyorlar; zaten ilk günden beri IMF ve
Dünya Bankası ile flört halinde olan Çiller yönetimi
sonunda işi açık ilişkiye döküyor; IMF’nin ‘gri adamla
rı’ da oraya varır varmaz, başta ABD olmak üzere ‘Sis
tendin hanidir A nkara’ya ‘telkin ettiği’ politikaların,
ekonomik zorlukların sona erdirilmesi için en kestir
me, en makul yol olduğunu açıklıyorlar; rahata ermek
mi istiyorsun, Güneydoğu’yu da, Kıbrıs’ı da ‘ver kurtul!’
Şimdi gel de çok kısa süre önce buraya aktardığımız,
Samuel H uddington’ııt sözlerini hatırlama: ‘gri adam
lar’ o sözleri, a’dan z’ye doğrulamış oluyor:
Batı, IMF ve diğer uluslararası kuruluşlar aracı
lığıyla, kendi ekonomik çıkarlarını yürütür, diğer ülke
lere kendince uygun politikaları kabul ettirir...” (Fore-
ign Affairs, Eylül 1993)
Üstelik, bunu söyleyen bir Amerika’lı, o yetmezse, ay
nı konuda başka bir Amerika’lının yazmış olduğu kita
ba bir göz atabiliriz, Cheryl Payer de diyor ki:
“ ... Fon (IMF) kuruluşundan bu yana en güçlü üyesi
olan ABD’nin etkisi altında kalmıştır. Bu etki önceleri da
ha da yoğundu, 1956 yılına kadar IMF’nin bütün önem
li kararları ABD Maliye Bakanlığı’nca alınıyor ve Fon
görevlilerine kredi dilimlerinin çekilmesi konusunda
görüşme yetkisi bile verilmiyordu...”
“ ... ABD’li yönetim kurulu üyesi oyunu kendi arzu
268
suna göre değil, ABD Maliye Bakanı’nın vereceği talimat
uyarınca kullanır. IMF merkezinin W ashington’da ABD
yetkililerinden bir telefon uzaklığında olması. Fon’un
Am erika’nın isteklerine ne kadar duyarlı olduğunu ka
nıtlamaktadır.” (Cheryl Payer, Borç Tuzağı, s. 243-244,
Yalçın Yayınları, 1981)
Takke düştü, kel göründü mü?
(Bir de şu var: Türkiye’nin ulusal sorununun, ekono
mik çözüm için ‘terk edilmesini’ öneren IMF’nin ‘gri
adamları’, anlaşılan ABD’nin (‘Sistem’in) türküsünü ça
ğırıyorlar: iyi de, Çiller yönetiminin üzerine benzer bas
kılarla giden iş çevreleri, özel televizyonlar ve bazı basın
organları, acaba ‘kimin’ türküsünü çağırmış oluyorlar?
İyi düşünün iyi!)
17
ABD İLE ‘PEKİŞTİRİLMİŞ ORTAKLIK’!..
11 Şubat 1995
269
Washington, belki de bu yüzden yeni bir ilişki türü
icat etmiş, Sami Cohen, Milliyefte şöyle açıklıyor:
" ... Türkiye/ABD ilişkileri için bir süreden beri düşü
nülen yeni bir konsept var: buna, ‘Pekiştirilmiş O rtak
lık’ (Enhaneced Partnership) deniyor; bunun anlamı,
ilişkilerin eskiden olduğu gibi, sadece askeri ve strate
jik işbirliği ağırlıklı olmaması; beraberliğin ve işbirliği
nin daha geniş kapsam lı olması; buna çok yanlı ticari,
ekonom ik, teknolojik, kültürel ve tabii siyasal alanda
bir ortaklık anlayışının getirilm esidir...” (Milliyet, 30
O cak 1995)
Sizin bundan ne çıkardığınızı bilemem am a, benim
anladığım , evvelce ‘karşılıklı bağım lılık’ diye yutturul
mak istenilen ‘yeni m andacılık’ anlayışının, ‘kibarca’
ifade edilişidir: O kadar ‘ortak’ olacakm ışız ki, ticare
timizden kültürümüze, teknolojimizden siyasetimize,
kısaca her şeyimize burunlarını sokabileceklermiş!
Bana sorarsanız ‘pekiştirilmiş ortaklık’ num arası
nın, Türkiye’yi düpedüz ‘M uz Cumhuriyeti’ derekesi
ne indirmekten farkı yok!
Gel gör ki Washington ve Ankara, ‘çok istekli olm a
larına rağmen’, ‘pekiştirilmiş ortaklığa’ bir türlü geçemi-
yorlarmış; bunun kabahati de Türkiye’de, çünkü Ame
rikalılara göre Ankara gaf üstüne gaf yapıyormuş: insan
hakkı ihlalleri öyle bir seviyeye ulaşmış ki, Washing-
ton’da herkes bunu konuşuyormuş; Türkler bu işe bir
çekidüzen vermeliymiş; tabii Kürt sorunu, bunun başlı
ca nedeni gerçi ABD artık ‘siyasi çözüm ’ lâfını ortadan
kaldırmış ama, A nkara’nın çözüm yolunu beğenmediği
de besbelli; çünkü ne yapıp yapıp, ‘Kürtlerle diyaloğa gi
rilmesini’ arzu ediyormuş; yâni bunlar, eskiden masanın
üzerine sadece Kıbrıs sorununu koyarlardı, şimdi İn
san H akları, aramızdaki ikinci kara kedi oluyor.
270
Bu kadarla kalsa iyi, ‘pekiştirilmiş ortaklığa’ T ürki
ye ABD’yi ekonomik ve mali alanda da ‘hayal kırıklığı
na uğrattığı’ için de gidilemiyor; geçen yıl bu zamanlar,
Amerikalılar ‘Çiller Türkiye’sine umutla bakıyorlar’mış
ama ‘sevimli kadın başbakana besledikleri bütün sem
patiye rağmen’, ‘bugün Washington’da aynı havayı bul
mak mümkün değil’miş!
aynı insanlar, bu beklentilerin gerçekleşmemiş
olmasına üzülüyorlar; bazısı da, ‘Çiller konusunda düş
kırıklığına uğradıklarını’ açıkça söylüyorlar. (...) T ü r
kiye’yi iyi tanıyan ve yakından izleyen bir eski diploma
tın deyimiyle, ‘Çiller gene de ehven-i şer’, yâni ‘onun ik
tidarda kalm ası (en azından seçimlere kadar), şayan-ı
tercih’ ... Yeter ki k a lab ilsin !..” (Milliyet, 28 O cak
1995)
Halimizi görüyor musunuz? Adamlar ‘pekiştirilmiş
ortaklığa’ giremiyorlar, bunun için üzülüyorlar; çünkü
‘umutları’ saydıkları başbakan onların istediklerini bir
türlü kıvıramamış, yine de -en azından seçimlere kadar-
onun kalması iyi olurmuş, tabii bunu kıvırabilirse!
Vallahi, Washington Türkiye’ye başbakan seçip onun
neyi yapacağını belirtebildiğine göre, aradaki ‘ortaklık’
yeteri kadar -hâttâ biraz fazla- ‘pekiştirilmiş’ görünmü
yor mu?
İyi de acaba hayalleri niye kırılmış? Çiller beklenti
lerini yerine getirememiş de ondan, peki neleri bekliyor
larmış?
“ ... Çiller Hükümeti geçen yıl içinde siyasal alanda
demokratikleşme, insan hakları ve Kürt sorunu üzerin
de; dış politikada Kıbrıs konusunda, ekonomide ‘özel
leştirme’, enflasyonu frenleme ve daha çok ecnebi yatı
rım cezbetme konusunda cesur adım lar a ta c a k tı...”
Farkında mısınız insan bunları okurken, Çiller’in
271
koalisyon programını okurmuş gibi oluyor; bu da ‘se
vimli kadın başbakan’ın ikide bir ortaya attığı ‘ekono
mik milli mücadele’nin millilik derecesini ortaya çıkar
mıyor mu? Washington yine de -en azından seçimlere
kad ar- ‘Küçük Hanındın iktidarda kalmasından yana,
çünkü ‘ ... bunlar olm adı am a, olabileceği ümidi de
kaybolm adı’; Amerikalılara göre, ‘ ... bu koalisyon çö
zülürse, zayıf bir yönetim kurulursa, seçim havasına gi
rilirse, siyasal ve ekonomik reformlar (yâni onların is
tedikleri değişiklikler) bir süre daha askıda kalırm ış’ !
Şimdi anlaşılıyor mu B aşb ak an ’ın neden dolayı 1996
Genel Seçimleri’ne kadar hükümette kalm ak istediği?
Washington’da ona umut bağlamış bunca dostu var,
bu umutları boşa çıkarmak bize yakışır mı?
18
14 Şubat 1995
272
tecilerden Yalçın Çetin, bu konuda ne yazdı okudunuz
mu? Aynen şunları:
bu sözün bir şeylere dayanarak söylendiği belli.
Dayanak, IMF. (...) D avos’daki görüşmede IMF sürekli
olarak hükümetin ömrünü soruyor. IMF’ye yeni bir ni
yet mektubu veriliyor, yâni yeni bir istikrar programı,
1996 sonuna kadar sürecek bir program.” (Milliyet, 31
Ocak 1995)
Başka türlü söylersek, Washington ‘siyasi çevreleri
nin’ istekleriyle; ‘Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) ‘is
tekleri’, birbirinin tıpkısı; Prof. Çiller, ‘yapm adıklarını’
yapsın diye, en azından 1996 sonuna kadar yönetimde
kalmalı! İlahi, Prof. Çiller’in bundan farklı düşünmesi
mümkün mü? Elbette değil! Durumdan o kadar emin
görünüyor ki, IMF ile mutabık kalacakları yeni istikrar
programı ile kendi kaderini ayrı düşünemiyor.
“ ... 1996’dan önce seçim olmaz; eğer daha önce se
çim olursa, ekonomik program bütünüyle çöker, enflas
yon yüzde bin olur, dış krediler ve IMF bütünüyle kilit
lenir: ülke böyle bir şeyi iki ay kaldıram az ve bir daha
hiç bir dengeyi tutturmak mümkün olmaz. (...) Ekono
mi tam anlamıyla çöker.” (Milliyet, 31 Ocak 1995)
Ayıptır sorm ası, bu sözler biraz da şantaj kokm u
yor mu? Çünkü, demek istiyor ki: ‘ekonomi sayemde
dış kredilere ve IMF’ye bağlanmıştır, ‘Sistem ’ en azın
dan seçimlere kadar benim başta kalmamı istiyor; eğer
ben olm azsam , ‘Sistem ’in desteği kalkar, Türkiye de
b atar’.
İyi de, ‘Sistem’ onun sayesinde Türkiye’yi nasıl kur
taracak? Yine, ‘acı ilaç’ içirecekler, hiç şaşm az! Şu var
ki, içtiğimiz onca ‘acı ilac’ın bir faydasını göremedik;
her yeni istikrar paketinden sonra, işler büsbütün çık
maza girdi. D avos’da, Başbakanda konuşan ‘gri adam
27.3
lar’ bu defa ne istediler? Anlaşılıyor ki, artık açık açık
dayatıyor, şart empoze ediyorlar; yeni stand-by anlaş
masının ön hazırlıklarıyla ilgili haber, bunu gösteriyor:
uluslararası piyasalarda güven kazanm ak ve
ekonomideki çöküşe çözüm bulabilmek için, U luslara
rası Para Fonu (IMF) ile yeni bir stand-by anlaşm ası
imzalayacak olan hükümet, dış kredi kanallarını açmak
için, istenen sert önlemleri almaya hazırlanıyor...”
“ ... Türkiye’de bulunan IMF yetkilileri şu kesin ko
şulları ileri sürüyorlar: Resmi döviz kuruna dönüş. Kur
artış oranlarına sınır. Mevduata devlet güvencesinin, bir
milyarı aşmaması. Memur maaş artış oranlarının düşük
tutulması, KIT zamlarının bekletilmeden yapılması. Bü
yüme hedefinin 4 .8 ’den 1.9’a düşürülmesi. Enflasyon
hedefinin yüzde 4 2 .5 ’ten yüzde 70’e yükseltilmesi, yıl
sonu dolar hedefinin, 46 bin lira değil, 55 bin lira olma
s ı ...” (Cumhuriyet, 6 Şubat 1995)
Şu tabloya bir bakın, uygulamasının ne sonuç vere
ceğini kestirebilmek için fazla hayal gücüne ihtiyaç yok;
ekonomi büyümeyecek, zamlar birbirini izleyecek, dar
ve sabit gelirli sıkıntıya sokulacak, enflasyon yüzde
7 0 ’lerde seyredecek, vs, vs...
Tek kelimeyle, Prof. Çiller’in başbakanlıkta kalm a
sının ‘faturası’ bu, hayli de tuzlu! İnsan sormadan ede
miyor; acaba o devam etmeyip, yeni bir kişiyle yeni bir
hükümet denense, durum daha mı kötü olurdu?
Kimbilir, belki Demirel’in sıkça tekrarlamaya başla
dığı uyarı ve telkinlerini, bu perspektif içinde değerlen
dirmek, daha doğru olacaktır. Baksanıza Meclis Başka-
nı’na neler söylemiş: “ ... bu iş böyle yürümez, çözüm
M eclis’dedir. Memleketin hali perişan. H alk pazara çı
kamıyor. Bir kilo fasulye 70 bin lira. Enflasyon üç ra
kamlı tırmanıyor. Dahası Cum hurbaşkanı, dyp ’İİ mil
274
letvekillerine, el altından ‘ağırlıklarını koym aları’ için
haber gönderiyormuş! (Hürriyet, 6 Şubat 1995)
Merkez sağ/M erkez Sol yönetimlerinin Türkiye’yi
getirip içine soktuğu çıkmaz burası. Buradan nereye gö
türür, göreceğiz. Fakat asıl ilginç soru bence şu. Demi-
rel, Cumhurbaşkanlığı hevesine kapılmayıp, partisinin
ve hükümetin başında kalsaydı, acaba bu rezillik aynen
yaşanır mıydı?
19
‘KÜÇÜK HANIM’YAKINIYOR, AMA...
25 Şubat 1995
275
ri’nden, çıkarcıları savunan baskı gruplarının, en çok da
m edia’nın yönetim üzerinde kurmaya çalıştığı egemen
likten şikâyet ediyor; ona bakarsanız, bazı çevreleri sa
vunan gazeteler ve televizyon kanalları, gerçekleri işle
rine geldiği gibi çarpıtıyor, halkı aldatıyorm uş! D ah a
sı eşi de bu suçlam alara ve eleştirilere katıldı; açtı ağzı
nı, yumdu gözünü, neler söylemedi ki! Ona göre mcdia
‘bazı çıkar gruplarının kötü emellerine alet oluyor’muş;
‘yalanlar uydurup kam uoyunu aldatıyor’muş; zaten
‘bütün sermayeleri menfaat hırsıyla smırlı’ymış; ülke
mizde media, ‘menfaat hırsıyla yanıp tutuşan bir fela
ket korosu’ymuş!.. (Hürriyet, 16 Şubat 1995)
İyi de kardeşim, bunların yanıp yakıldıkları şey, as
lında hanidir öve öve bir hal oldukları liberalliğin ta
kendisi! Hem devleti ve devlet müdahalesini yok edece
ğiz, toplumun itici giıcü rekabet olacak diyorlar; hem
de toplum da böyle bir vahşi orm an kanunu hüküm
sürmeye başlayınca ağlıyorlar; senin rekabet dediğin ne
dir, çıkarların olanca şiddetiyle çarpışm ası değil mi,
yapılan da o: rakip, iletişimden ulaşıma, reklamcılıktan
gazeteciliğe televizyonculuğa kadar, her şeyi satın alıp
kullanarak, çıkarlarını savunuyor; davranışı, senin ye
re göğe koyamadığın liberalizmin içinde var; hem harıl
harıl özelleştirilmiş ve küreselleşmiş ‘yeni düzen’i savu
nur; hem de bu düzenin icaplarına uyan ‘menfaat grup
larını’ ve onların çığırtkanlığını yapan media organla
rım nasıl suçlarsın?
Liberal demokrasilerde oyun böyle oynanır: Birleşik
Am erika’da en muktedir başkanlardan birisinin ipliği
ni pazara kim çıkardı? İngiltere’de Fransa’da İtalya’da
‘menfaat grupları’nın çıkarlarını savunan gazeteler, Al
lahın günü rakiplerinin kirli çamaşırlarını ortaya d ök
müyorlar mı? Üstelik B aşbakan ’ın ve eşinin böyle ağır
276
suçladığı media, aslına bakılırsa, B aşb ak an ’a ve ekibi
ne ve o ekibin savunduğu itaat liberalizmine, başlangıç
tan beri hakettiğinden çok daha fazla kredi açmıştı;
uzun süre Ö zal’ın ‘veliahti ‘sarışın ve güzel Başbakan’
göklere çıkarıldı; o zaman iyiydi de, işler çorbaya çev
rilip halkın avazı ayyuka çıkınca, onları uyardığı için mi
kötü oldu?
İki üç kelime de ‘itaat liberalizmi’ için...
Liberallik, gelişmekte olan ülkelerin ekonomisi için
‘itaat liberalizmi’dir; çünkü o ülkenin ekonomisi, ‘Sis-
tem ’in -onun köpekleri olan Para Fonu (IMF) ve Dün
ya B ankası’nm - ‘güdümüne’ girm iştir; bu girişin iyi
bir sonuca ulaştığı asla görülmemiştir; bu yüzden, son
zam anlarda başı adamakıllı derde giren M eksika ile il
gili bir yazısına, Francis Pisani şu başlığı atmış: “ Finans
Çöküntüsü ve Siyasi İktidarsızlık/M eksika Modeline
Bağlanan Hayaller Bitti.”
Yazının sadece ilk cümlesi, işin mahiyetini açıklama
ya yetiyor: bunalımların en iyi kullanış biçimi şu
dur: her şey yolunda giderse, -yâni M eksikalılar için
her şey ters gitmeye b aşlarsa- bu, Wall Street’in, dok
san milyonluk M eksika pazarına, el koyma şansının
açılması demektir; doksan milyonluk bir pazara, dün
yanın büyüklük sıralamasında on üçüncü ekonomisine
ve dünya petrol rezervlerinin altıda b irin e...” (Le Mon
de Diplomatique , Şubat 1995, s. 6)
277
20
18 M ayıs 1996
278
Bence alttan alta işleyen, başka ve önemli sebepler
mevcut; bunun böylece olduğunu gösteren işaretler ise
yalnız ülkemizde değil, başka ülkelerde de göze çarpı
yor: Sizce Çiller’in yükselişi ve düşüşü, İtalya’daki Ber
lusconi olayından çok mu farklı?
Bence değil!
Soruna biraz yukarda bakar mısınız?
Soğuk Savaş ertesi Avrupa’sında, hemen hepsi aynı
türküyü çağıran birtakım yeni politikacılar türemişti;
ilklerden, en büyük uluslararası destek görenlerden bi
risi W alessa’ydi, bir başkası Yelisin, bir başkası Ozal,
bir başkası Berlusconi, vs. Bunlar ülkelerindeki sosyal
ve ekonomik düzeni beğenmeyip yeriyor, dünyada bü
yük bir ‘transform asyon’ yaşandığını, artık ‘küresel
leşme’ ve ‘özelleştirme’ çağının başladığını müjdeliyor
du; halka özgürlük ve zenginlik vaatleriyle yükselen bu
politikacılar, en büyük gücü ve desteği, kısa sürede el
koydukları m edia’dan alıyorlardı. Özal, devletin sorum
lusu iken, TRT’yi istediği şekle sokam ayınca, yasayı oğ
lu Ahmet Ö zal’ı kullanarak delmemiş miydi? Berlusco
ni, birkaç televizyon kanalına sahipti. Çiller’in aynı
media desteği için, çeşitli media kuruluşlarını nasıl ‘su
ladığını’ erbabı elbette biliyor.
Başka türlü söylersek: ‘Soğuk Savaş’ ertesinde, ‘Sis
tem’, ‘küreselleşme’ ve ‘özelleştirme’ stratejisini uygula
mak için, denetlemeyi tasarladığı her ülkede ‘değişimi’
öneren ve destekleyen yeni bir lider tipini piyasaya sun
muştur ki, bu lider m edia’daki nüfuzu ve görüntüsüy
le, ülkesinin temel ekonomik ve sosyal yapısını, ‘Sis
tendin arzusuna göre değiştirmekle -aslında bozm akla-
görevlidir. İlginç olan, bu liderlerin, çok kısa sürede
yıpranması, rüşvet, yolsuzluk, yetersizlik vb çıkm azla
ra düşüp, hemen hepsinin birkaç yıl içinde -Berlusco-
279
ni birkaç ay - iktidarı kaybetmesi. Çünkü yenilik, trans
form asyon, değişim vb etiketler altında dayattıkları
programlar, hem hiçbir şeyi düzeltmiyor, hem de halkı
eziyor, sosyal adaletsizliği yaydığı için de milletin hay
siyetine dokunuyor: Polonya’da, İtalya’da, bunlar ya
şanmıştır; her iki ülkede de iktidar solcuların eline geç
miştir. R usya’da Yeltsin sallanıyor, Z yuganof’un baş
kanlığı söz konusu! Türkiye’de Prof. Çiller’i de benzer
bir akıbet beklemektedir.
Öyleyse ‘Küçük Hanım’ın şaşaalı ve debdebeli yük
selişinden, bu hazin ve kederli düşüşe gelişi, sadece onun
politik yetersizliğinden kaynaklanmıyor; bu da bir yer
de küreselleşme’nin beklenmedik bir yan ürünü!
Yalnız bir nokta var!
Bir başka düzeyde ve boyutta da olsa, Yeni Demok
rasi H areketi’nin -aynen Çiller gibi- m angalda kül bı
rakmayan lideri Cem Boyner’in de, hemen hemen aynı
günlerde, Çiller’le aynı kaderi paylaşmasına ne dersiniz?
Galiba işin içine bir de eğitim, formasyon, hâttâ nesil
sorunu karışıyor ki, ayrıca tartışılması icabeden önem
li bir konu!
21
USA DAMGALI ‘LİDER’TÜRKİYE’DE ‘BAŞARISIZ’
23 M ayıs 1996
280
son döneminden itibaren, silâhın ve doların hâkim ol
duğu, garip bir şiddet, şehvet ve şöhret toplumuna dö
nüşmüştür.
O yükseliş döneminde, toplumsal sınıflar arasında
‘dikey geçiş’ kolaylıkla mümkün oluyordu; hiçbir şey
yerli yerine oturmamıştı, boş alan çok, imkân boldu;
yüzyılın başındaki milyarderler hep böyle ortaya çıkmış
lardır; sonuçta, bilinen gerçek odur ki, artık buna ne im
kân kalmıştır ne de fırsat, ABD toplumunda yöneten
seçkinlerle -ki hepsi zengindir-, yönetilen sıradan insan
lar -ki çoğu yoksuldur- vardır; öğretimden hukuka, ah
lâktan ekonomiye her şey bu düzene göre ayarlanmış
tır: Ülkeyi yönetmesi ihtimali olanlar, âdeta daha kolej
yıllarından bellidir; bu kesinlikle, zengin ve seçkin kim
selerden birisi olacaktır.
Aksine bir örnek gösterilemez.
ABD, ‘denetlediği’ ülkelerde de bu ‘modeli’ uygulamak
istiyor: 50’li yıllardan bu yana Cumhuriyet öğretiminin
rayından çıkarılması, ayrıcalıklı yeni seçkin aydınların
üretilmesi, ABD’de staj görmüş bir takım ‘prenslerin’
âdeta paraşütle önemli sorumluluk makamlarına indiril
mesi, v s... Hep bu uygulamanın aşam aları arasındadır.
Hatırlanacağı gibi ABD Ticaret Bakanlığı’nın ünlü rapo
runda, Türkiye ‘yükselen stratejik pazarlar arasında’
sayılırken, öncelikle ‘varlıklı seçkin ve Amerikan stan
dartlarına yatkın önemli bir kesimin varlığı’ gerekçe
gösterilmiştir.
Türkiye’de, yaşı itibarıyla çoğu ’68 kuşağı’ndan sa
yılabilecek, ‘liberal’ genç politikacı tipleri aynen ABD’de
olduğu gibi, ABD tipi kolejlerden, ABD tipi üniversiteler
den, bizzat ABD’deki stajlardan geçirilerek ‘varlıklı kesi
min zenginlerinden’ üretiliyor; eskiden olduğu gibi Ana
dolu hamurundan yoğrulmuyor.
281
Bu uygulamanın iki çarpıcı örneğini, şu son beş yıl
içinde, hep birlikte görmedik mi? Tansu Çiller ve Cem
Boyner!
Neresinden bakılırsa bakılsın, bu iki genç aydın,
Amerikan standartlarına uygundu; eğitim ve öğretimle
rinden, davranışlarına ve sözlerine kadar her şeyleri, or
talama Türk politikacılarının ya da feodal ya da bürok
rat olan kriterlerine ters düşüyor; daha çok Özal döne
minin çıkardığı kalabalığa denk geliyordu; bu kalaba
lık göze görünen bazı sektörlerde -özellikle çeşitli me-
dia kuruluşlarında, bankalarda v s- etkileyici köşeleri
tuttuğu için de, her iki politikacının ‘lider’ olarak ‘pa-
zarlanm ası’ hiç de zor olmadı.
Sonraki ‘icraatında’, bırakın ülkeyi, doğru dürüst
bir üniversiteyi bile yönetebilecek yetenekte olmadığı
meydana çıkan Prof. Çiller, Türk ekonomisinin, - o da
lâf m ı?-Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘kurtarıcısı’ olarak su
nulmadı mı? Boyner’e gelince, ambalajı ve reklamı o ka
dar iyi örgütlenmişti ki, Ö zal’ın ölümü ve Çiller’in bo
calamasıyla ümitsizliğe düşmüş yuppie’ler için, ilaç gibi
geliyordu.
Acı olan neydi? Bu iki genç ve tecrübesiz politikacı
nın, ülkelerinin gerçeklerini görmeye çalışacak, ayakla
rını bir an önce yere basacak, Türk halkı için, Türk hal
kının çıkarlarına uygun politikalar üretecek yerde; hak
larında yazılan mübalağalı yazılara inanmaları, bu yüz
den de - o neslin huyundan mıdır, suyundan mıdır ne
d ir- hemen ‘havalanm aları’dır.
Demirel’den beri, ‘Amerikancı’ politikacılar, ülke
mizde iki sonuca gidiyorlar: Ya Süleyman Demirel gibi,
önceleri pekâlâ ‘M orrison’ Süleyman iken, ABD’nin ik
tidardan uzaklaştırılmasını isteyebileceği A nadolu’cu
tipler oluyorlar; ya da Tansu Çiller ve Cem Boyner gi
282
bi, birisi işin başındayken, öteki daha işe başlam adan
‘çuvallıyorlar’.
Bunda da hayret edilecek pek bir şey olmasa gerek.
Son yarım yüzyıl içinde siz hiç ABD’nin tuttuğu, o ‘ekol
den’ o ‘espriyle’ yetişmiş, ya da yetiştirilmiş politikacı
ların başarılı olduğunu gördünüz mü? Ben görmedim:
Çankayşek’ten, Yantiyö’ye, Şah Rıza Pehlevi’den, Gene
ral M arcos’a kadar, kim ülkesinde ‘Amerika’ standart
larına göre siyaset yapm aya kalktıysa, başarısız olmuş;
bırakın başarısızlığı, bir kısmı bunu hayatıyla ödemiştir.
Diyeceksiniz ki Turgut Ozal da öyle bir politikacıy
dı ama, bu akıbete uğramadı. Ecel imdadına yetişti de
ondan, çünkü biliyorsunuz o kadar ümitlerle kurduğu
Anavatan Partisi’ni fiilen elinden kaçırmıştı; öleceğine
yakın, yeni bir ‘transform asyon kadrosu’ kurmaya ça
balıyordu.
Oldum olası söylemez miydin: Türkiye’nin bünyesi,
‘ecnebi transplantasyonunu’ fena halde reddediyor.
283
Nerede o eski ‘dönekler’ ?..
1
5 M art 1992
287
ekonomisini’ ‘tek çıkar yol’ olarak önermemiş miydi,
hatırlasanıza! Oysa on yıllık uygulama, ‘tek çıkar yol’un
sonunda, yerli sanayicinin ulusal pazardan âdeta silin
mesine çıktığını gösterdi; meydan ‘ecnebi’ mallarıyla,
onları ülkede üreten ya da pazarlayan ‘kom prador’ or
taklarına kalıyordu; berikiler, Demirel’i ve partisini,
‘babalarının hayrına’ mı desteklediler sanırsınız?
Türk pazarı ‘ecnebi’ye açılınca, mallara hem kalite
geldi, hem fiyatları düştü iddiası, safsatadan ibarettir: bir
yandan ülkeyi kasıp kavuran on yıllık hızlı bir enflasyon
(pahalılıktan) yakınacak; onun yanı sıra, ne idiğü belir
siz Kore, Tayvan, Çin yapımı ithal mallarının, çürük ça
rıklığından yaka silkeceksiniz; bir yandan da, bazı ithal
mallarının fonu ve gümrük vergisi artırıldı diye, kalite
nin düşeceğini, fiyatların yükseleceğini iddia edeceksi
niz: adam a gülerler!
Hem düzen öyle bozuk bir düzendir ki, ne yaparsa
nız yapınız, kalite asla gereğince yükselmez; buna mu
kabil, fiyatlar m utlaka gerekli gereksiz yükselir: bunu
yaşadıklarım ızla biliyoruz.
Yıllardır yazarım , ülkemizde sanayi burjuvazisi (ti
caret burjuvazisi de) bürokrat oligarşisinin bir ‘uzan
tısıd ır. Cum huriyet iktidarları, burjuvazisiz bir de
mokrasi ve liberalizm olam ayacağından, ulusal sanayii
âdeta ‘kuvöz’de büyütmüşler, bilinmez ve görünmez
kimbilir hangi göbek bağlarıyla (iltimas, adam kayır
ma, rüşvet vs) onunla âdeta sym biosis (ortak yaşam a)
içinde olm uşlardır. Eğer ülkede klâsik gelişme şem a
sı yürüseydi, önce liberal (ticaret ve sanayi) burjuvazi
oluşacak, iktidar da onun içinden çıkacaktı; oysa O s
manlI’nın burjuvazisi bir kere gavr-ı M üslim , İkincisi
komprador, iiçüncüsü ‘işbirlikçi’; onun için de M üda-
faa-i H ukuk rejiminin işine yaram az, sepetleniyor; ik-
288
tidar, sivil ve asker aydınlarla bürokratlarındır, taşra
daysa eşrafın; rejime toplumsal (sınıfsal) mesnet bul
manın tek yolu, ulusal burjuvaziyi ‘yaratmak’, onlar da
bunu denemişlerdir; daha da ilginci, bunu başarabil
mek için, KIT’leri kullanmışlardır: günümüzdeki bü
yük işadamlarının, büyük yöneticilerin çoğu, KIT’lerden
yetişmedi mi?
Bu yüzdendir ki Türkiye’deki ‘karma ekonomi’ mo
deli, gerçekte kapalı, hâttâ autarcique bir ‘ayrıcalıklı
lar’ ekonomisine dönüşüyor: yönetim oligarşisiyle or
tak yaşama halindeki tüccar ve sanayici, çeşitli hima
yelerden yararlanarak, gemisini dağdan mı aşırıyor; be
ride salyalarını tutamayan ‘ecnebi’ sermaye onun ‘içer
deki’ adamları, karşıdan yalanıp duruyorlar. Elbette
buna, liberal ve demokratik bir ulusal ekonomi düze
ni demek mümkün değil, ne liberaldir, ne de demokra
tiktir, bürokrasiyle ‘bütünleşmiştir’, ayrıcalıklıdır, hât
tâ tekelcidir, en azından KIT’leri işlevsel hale getirip,
özel sektörü onlarla ‘terbiye etmek’, ‘yola getirmek’ lâ
zımdı; tam tersi yapıldı, KIT’ler, ayrıcalıklı bürokrasi
nin ve işadamlarının ayakları altına, basamak olarak
sunuldu.
İyi de, bu ‘avantacı’ ve ‘baskıcı’ bürokrat/sanayici
oligarşisinin ‘alternatifi’ nedir? Ulusal sınırları kaldır
mak, yerli sanayiciyi ‘terbiye edeceğim’ diye, ulusal pa
zarı topyekûn ‘ecnebi’ sermayeye teslim etmek mi?
Evet, hepimizi buna inandırmaya çalışıyorlar ama,
kazın ayağı hiç de öyle değil!
289
2
7 M art 1992
290
zamanki Türk/İngiliz anlaşmasının etkilerini incelerken,
şunları saptamış: diğer taraftan, eskiden Türkiye’de
yetişen ve yabancı memleketlerde büyük ünü olan Türk
endüstrisinin birçok kolu bugün mahvolmuştur. Bunlar
arasında pamuklu endüstrisi gelir ki, bugün tamamıyla
İngiliz endüstrisi tarafından sağlanmaktadır. Şam ’ın çe
lik bıçakları, K ıbrıs’ın şeker endüstrisi, İznik’in çini en
düstrisi, Tesclya’nın Türk kızılı iplik boya endüstrisi
hep yok olmuştur. Bütün bu endüstri kollarının bugün
bu topraklarda artık izi kalmamıştır.”
Bunlar 1853’tc yazılmış, anlaşmadan yirmi yıl kadar
sonra, gördünüz mü B atı’ya ‘açılışı’ Batıklar nasıl an
latıyor.
Peki ya bizimkiler?
Niyazi Berkes, Liitfi Tarihinden şu ilginç bölümü ak
tarır: “ ... o muahede ile tekel usulü kalktı ise de yerine
yabancı tekeli geldi. Osmanlı ülkesinde yabancılar hır
davatçılığa kadar girdiler. Devlet-i Aliyye’nin tebaasının
esnaflığı ve ticaretini, yabancılar, adım adım ellerine al
dılar. İç endüstri bütün mahvoldu. Avrupa emtiası revaç
bularak kalan param ız da Avrupa’ya çekip gitti.”
ibret gazetesinde, ‘Sanat ve Ticaretim iz’ başlıklı bir
yazıda ise, hâl-pür-melâlimiz, birkaç satırla şöyle çizil
miş: “ ... en sonunda esnafımız, tüccarımız, uşaklığa
kolculuğa dökülmekten başka çare bulamadılar. M il
yonlarca kapitale birkaç torba bakır beşlikle nasıl du
rulabilirdi? Yeni eğitimin uygulanışının özü diyebilece
ğimiz Avrupa fabrikalarına, kırık çürük birkaç edevat
la nasıl karşı konulabilirdi?”
Şimdi durumu toparlayalım : bir yandan, yabancı
sermayesini içeriye buyur etmişiz, o gelişmiş teknoloji
si ve hızlı yayılma gücüyle iç pazarımıza yerleşmiş, böy-
lece iyi kötü var olan endüstrimizi yıkıp, tüccarımızı pe-
291
rişan etmiş. Bir yandan, ekonomimiz ve mâliyemiz git
tikçe bozulduğundan, dış borçlanmalar yüksek faizler
le birbiri üstüne binerek, dengemizi altüst etmiş. Yaban
cı sermayenin ve yabancılardan alman borçların, Os-
manlıları çeyrek yüzyılda getirdiği yer, iflasın tam ken
disidir.
(Şu satırları tekrar yazarken, içime bir hüzün çöktü;
sebebi basit, farkına vardıysanız, ‘tekrar yazarken’ de
dim; çünkü, bu satırlar benim 1 Şubat 1979’da Dün
ya’da yazdığım bir yazıdan aktarılıyor; yazının başlığı
da hayli anlamlı: ‘Elini Verirsin, Kolun G ider!’
Şu hale bakın! Şöyle böyle aradan on üç yıl geçmiş,
hâlâ aynı yerdeyiz; şu farkla ki, o tarihte henüz ‘Sistem’
bastırıyor, fakat Türkiye’yi tam anlamıyla ‘teslim’ ala
mıyordu; oysa günümüzde, aşağı yukarı on yıllık bir
‘serbest pazar’, ‘dışa açık ekonom i’ uygulamasından
sonra, ‘haklarımızı savunm aya’ çalışıyoruz.
Çünkü, uygulamanın bizi getirdiği yer, parlak sayıl
maz; onu da göreceğiz.)
3
HANİ ‘SINIF MÜCADELESİ’YOKTU?
2 O cak 1993
292
“ — Toplum sal diyalektik, yalnızca feodallerle bur
juvalar, burjuvalarla işçiler arasında çelişme ya da ça
tışma şeklinde görünmez; bu sosyal sınıflar, koşullar ge
reği kendi içlerinde de, çelişebilir, çatışabilirler: meselâ
ticaret burjuvazisi ile sanayi burjuvazisi, sanayi prole
taryası ile tarım proletaryası, v s.”
‘Sistem’in Türkiye’deki ‘düdükleri’ M arksizm öldü
diye ötedursun; bir istifa, birkaç açıklama, o toplumsal
diyalektiğin ülkemizde nasıl da, şakır şakır işlediğini,
gözler önüne serdi: Türk burjuvazisi, kanatları arasın
da, ciddi çıkar çatışması yaşıyor; iş artık o hale gelmiş
ki, kırılan kol yen içinde kalamamıştır; TOBB ile TÜSİAD,
alenen, birbirlerine giriyorlar.
TOBB, daha tüccar, daha küçük ölçekli sermayenin
örgütü: deyim uygun düşerse, biraz daha ulusal, biraz
daha Anadolu; TÜSİAD ise, en büyük, en güçlü, ‘Sis-
tem’le en kaynaşmış sermaye kesiminin örgütü, daha
çok ‘alafranga’, yâni ‘kom prador’; ikisi arasındaki kar
şıtlığı, ilkinin başkanı ‘Yalım Erez, Yavuz D onat’a pek
güzel anlatmış, göz atmak istemez misiniz?
“ ... TOBB yedi yüz bin üyeyi temsil ediyor, her üye
beş kişilik bir aile demek olsa, bu örgütün tabam üç bu
çuk milyon kişidir; bu ‘taban’, ‘tepedekiler’den rahat
sız! ‘Tepedekiler’, hepi topu üç yüz aile, aynı hesapla
bin beş yüz kişi, TÜSİAD ise bunların kulübü!”
“ ... Devlet hesaba katılm azsa, T ürkiye’de sanayi
üretimi, bunların tekelindedir, sadece Koç ve Sabancı
gruplarının, dış bağlantı, ortaklık ve temsilcilikleri beş
yüzün üzerindedir, yâni ‘Sistem’Ie kaynaşm ışlardır...”
“ On sekiz bin kalem mal ithal ediliyor, sekiz yüzü
korunuyor, ellisinde ise çok yüksek korum a var, hele
bazılarında bu nispet yüzde 131’e çıkmaktadır, bundan
TÜSİAD’ın birkaç üyesi y ararlan ıyor...”
293
Neresinden bakılırsa bakılsın, TÜSİAD, bu üç
yüz aile, Türkiye’nin değişmez iktidarıdır; seçim önce
sinde liderler, ister liberal olsun, ister sosyal demokrat,
TÜSİAD’a gider, icazet alırlar.” (Milliyet, 24-25 Aralık
1991)
O dağdağalı 70’li yıllarda, bizim çocuklar ‘oligar-
şi’den söz edince, bazıları ağzından köpük saçarak, kar
şı çıkıyorlardı; oysa takke düştü, kel görünüyor: tek
parti diktasından bu yana oluşmuş ve gelişmiş bürokra
si ile, o bürokrasinin kanatları altında, onun ‘serasında’
yetiştirilmiş komprador burjuvazi, yâni 300 aile, Türki
ye’de gerçek iktidarın sahipleri, ayrıcalıklı bir oligarşi!
Üstelik bunun böyle olduğunu, şimdi, komünistler
değil, liberal burjuvazinin öteki kanadı söylüyor. Ne ha
ber?
Bu oligarşinin baskısından, işçi köylü hanidir el aman
demiştir ya, ‘komünistlik’ yaygaralarıyla, her defasında
bastırılmışlardır; gel gör ki, burjuvazinin öteki kanadı,
aynı baskıya artık dayanamıyor, sesini yükseltiyor; ara
larındaki ‘mücadele’ ne büyük bir keskinliğe ulaşmış ol
malı ki, TOBB Başkanı Erez, ayrıca iki önemli ‘ifşaatta’
bulunmaktan da çekinmemiş:
“ 1/ ... bazı büyük şirketler, işletme sermayelerini
vergiden m uaf olan hazine bonolarına yatırıyorlar, ta
bii ellerinde işletme sermayesi kalmıyor, hemen kendi
grup bankalarına gidiyorlar, kredi alıyorlar, kredinin fa
izini m asrafa yazıyorlar, tabii bu faiz maliyete yansıyor,
faturayı halk ödüyor, ama şirket iki yönlü kârın içinde,
buna iki katlı ekmek kadayıfı derler.”
“ 2 / ... yüzde 131’le korunan sanayi dalı var, KIT’ler
batarsa batsın diye kampanyalar açıyoruz, KİT’ler batar
lar mı acaba? B atacaksa, bu yüzde 131 ’le korunanlar
batsın !”
294
‘Sınıf mücadelesi’ yokmuş öyle mi? Neresi yok ulan,
kendi aralarında bile ‘sınıf mücadelesi’ yapıyorlar işte!
İşçisi köylüsü yapmaz mı?
28 Ağustos 1993
295
çi/köylü ittifakını gündeme getirmiştir; Anadolu İhtilâli,
her ne kadar ‘şûra’ gibi, ‘meclis’ gibi halk iktidar organ
larına itibar ederse de hâkimiyeti sosyal bir sınıfa değil,
‘millete’ verir, üstelik ‘kayıtsız ve şartsız olarak.’
5 0 ’li yıllarda, pratikte bunun ne anlama gelmiş ola
bileceğini merak etmiştim; Gazi M ustafa Kem al’in Söy
lev ve Demeçleri’ nde, anahtar tarifler aradım ; doğrusu
ya bulduklarım, umduklarımı aşıyor, aslında ‘özyöne
tim’ sinyalleri içeren bir ‘sivil toplum’ profili çiziyordu;
şimdi abarttığımı sanıyorsunuz öyle mi, o halde işte
size o sözlerden ikisi:
bizim görüşümüz -ki halkçılıktır- kuvvetin, kud
retin, hâkimiyetin (şimdi buraya dikkat) idarenin, doğ
rudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulun
durulmasıdır. (1920 /Söylev ve Demeçleri, s. 97-98). Bu
nu beğenmediyseniz, buyurun bir başkasını: teşki
lât baştan başa halk teşkilâtı olacaktır, umumi idareyi
halkın eline vereceğiz. (Buraya dikkat) Bu toplulukta
hak sahibi olmak, herkesin bir iş görmesi esasına daya
nacaktır, millet hak sahibi olmak için çalışacaktır.” (Va
kit, 10 Aralık 1922)
‘ Resmi ideoloji’nin ünlü ‘Atatürk İlkeleri’ arasında
asla zikretmediği bu ilkeler, 2 0 ’li yılların o heyecanlı
devrimciliğinin, halka ve onun gücüne inancını ifade
ediyor. Ne yazık ki bu inanç sürmemiş, Anadolu İhtilâ
li, 1930’lardan başlayarak, merkeziyetçi, totaliter bir
bürokrasi diktasına doğru, hızla yozlaşmıştır; bunda
ulusal dem okratik devrime sahip çıkacak ulusal burju
vazinin yokluğundan tutun da, o yıllarda dünyanın (sağ
da ve solda) koyu bir totaliterliğe kaymış olmasının da
elbet etkisi vardır; etkiler neler olursa olsun, hele M il
li Şef döneminde, askeri ve sivil amansız bir bürokrasi
devlete özdeşleşmiş; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra,
296
daha da kötü bir şey yaparak; basından sendikacılara,
üniversitelerden meslek odalarına ve esnaf cemiyetleri
ne, ‘sivil toplum’un bütün müesseselerini denetimi altın
da oluşturup, sözde ‘çoğulculuğu’, aslında ise o ‘imti
yazlı oligarşi’yi yaratmıştır.
Bunun sonucunu merak mı ettiniz, tablo şudur:
Türkiye’de yaşayan 60 milyon nüfus içinden, 7
milyon nüfus kişi başına 28 bin dolar yıllık gelir elde ede
biliyor; yâni İstanbul’dan Siirt’e, Samsun’dan Adana’ya
yurda dağılmış 7 milyon kişi, yaşam a standardı olarak,
DanimarkalInın hayat düzeyine ulaşmış. 13 milyon ki
şimiz ise, yılda 18 bin dolar düzeyine gelmiş ve onlar da
İspanya’nın ulaştığı yaşam çizgisini yakalamış! 10 milyo
numuz ise yılda 5 bin dolar gelir elde edebiliyor ve onlar
da Portekiz ve Yunanistan’ın hayat standardını tuttura-
biliyor. Bu toplam 30 milyon kişi ediyor...”
“ ... geriye kalıyor 30 milyon, Türkiye’nin diğer ya
rısı. Onlar da yılda 180 dolar gelirle yaşıyorlar ve an
cak Bangladeş’in ulaştığı hayat standardı ile yaşam ak
zorunda kalıyorlar. Bu yarı büyümüyor, gelişmiyor, sa
dece d ök ü lü yo r...” (Milliyet, 6 Temmuz 1993)
İşte çevresindekilere oranla, yetmiş yılda ‘başarı’ sa
yılabilecek olan ‘kapitalist’ Türkiye’nin, toplum düze
ni olarak, rejim olarak ‘çuvalladığı’ yer burası, zurna
burada zırt diyor; ‘imtiyazlı oligarşi’, ülkenin yarısını
bir eli balda bir eh yağda tutuyor, diğer yarısını ise sü
ründürüyor.
Bu açık adaletsizliği kim giderecek? “ Özelleştirme’
meraklısı azgın liberaller mi? Yoksa tatlı su sosyal de
mokratları mı? Geç efendim, aslında bu tablo onların
eseri, işleri ancak daha da kötüleştirebilirler, o kadar.
297
5
KİM ENGELLİYOR?
30 Ekim 1993
298
metiyle sanayiinin birbirinden ayrılamayacağını iddia
ediyor, bu bir miktar doğru olabilir...” (S a b a h , 17 Ekim
1993)
Yâni neymiş, Japon ‘mucizesi’ devletle sanayiin ortak
çalışmasıyla gerçekleşmiş; savaş ertesi perişanlığı içinde,
ağırlığı bakın nereye vermişler:
“ ...Ja p o n sanayiini reorganize edebilmek için bir
çok politikalar üretildi; savaş sonrası doğal kaynak
yoktu, döviz sıkıntısı vardı. Mi ri sınırlı kaynakları ba
zı sektörlere paylaştırdı. (Buraya dikkat) Çelik, kömür,
elektrik, elektronik firmaları ile bazı üretim firmaları
desteklendi. MİTİ’yle (yâni devlete) çalışacak firmaları
belirledik, çok düşük faizli krediler açtık, araştırma ve
geliştirmeyi destekledik, vergi indirimleri sağladık ama
bunları çok sıkı şartlara bağladık; ne kadar sanayi dalı
varsa MİTİ’nin o kadar bölümü vardır, çelik bölümü J a
ponya’nın çelik sanayii konusundaki politikalarını işa-
damlarıyla birlikte geliştirir. (...) Son olarak MİTİ 10’ar
yıllık kalkınma planı yapar ve bu plan Japonya’nın
planı o lu r...” ( S a b a h , 17 Ekim 1993)
Çok merak ediyorum, hangi şaşkın liberal çıkıp da
Jap on Modeli’nin, o vahşi ‘serbest teşebbüs’ düzeni ol
duğunu iddia edebilecek? Adamlar düpedüz planlı bir
ekonomi düzeni uygulayarak bu düzeyi yakalamışlar;
Türkiye’ye ısrarla önerilenin aksine, sanayie, özellikle
de çelik, kömür, elektrik, elektronik sanayiine ağırlık
vermişler; dahası teknoloji geliştirmek için, devlet/sana-
yi işbirliğine üniversiteleri de katmışlar, bunu da söylü
yor Takeshi İto:
“ ...Ja p o n teknolojisinin yüzde seksenini şirketler
geliştirebiliyor diyebiliriz, üniversiteler çok temel araş
tırm alara katkıda bulunuyorlar, bu temel araştırm ala
rın Jap on y a’nın gelişmesinde çok önemli rolü var. J a
299
pon hükümeti, üniversite/sanayi işbirliği için büyük
çaba sarfed iyo r...” {Sabah, 17 Ekim 1993)
Görüyor musunuz? ‘Sistem’in T ürkiye’ye dayattığı
‘m odel’, Jap on y a’da başarı sağlam ış modelin, tam kar
şıtı; halbuki, Türk ‘karm a ekonom i’ modeli az buçuk
rötuşla pekâlâ Jap on modeline yaklaştırılabilir; netice
itibariyle orada da sanayici/politikacı oligarşisi hü
küm sürüyor, burada da; orada da planlam a etkili ol
muş, burada da; o halde niye IMF ya da Dünya Banka
sı modeline uyacakm ışız, Jap on modelini uygularız
olur biter.
Takeshi İto’nun bu konuda söyledikleri, ‘Sistem’in
T ürkiye’ye önerdiği modelle asla kalkımlam ayacağı-
nın inkâr edilmez bir kanıtı sayılabilir, demiş ki İto:
Japon modeli doğrudan adapte edilemez, öğre
nilecek şeyler var am a dünya 5 0 /6 0 ’lı yıllardan çok
farklı; 30 yıl önce ABD, Japon kalkınmasını destekliyor
du (Çünkü Soğuk Savaş ve s s c b vardı) Bugün de kal
kınmak için çabalayan ülkeler var am a, ABD ve Avrupa
rakip istemediği için bunları engelliyor; o zamanlar J a
ponya iç pazarını koruyup, dışarıya ihracat yapabiliyor
du; bugün ABD gibi gelişmiş ülkeler, böyle bir şeyi kabul
etm ez!” (Sabah, 17 Ekim 1993)
Nerde o liberal bülbüller? Bunları söyleyen, ‘kızıl’
bir komünist değil, hem kapitalist, hem liberal, hem de
Jap on ; hadleri bütünse söylediklerine cevap versinler
bakalım ...
6
ERBABI NE DİYOR?
13 Kasım 1993
301
de büyüyüp serpiliyor; rüşvetle, partilere yaptığı bağış
larla, vaziyeti idare ediyor; al gülüm, ver gülüm!
Peki devlet gelirleri nasıl artırılacak? Reçete hiç şaş
maz, hep aynıdır, üstelik acıdır:
acı reçete zehir çıktı ve vatandaşı öldürecek acı
reçeteyi, KDV zam mıyla uygulamaya koyan Başbakan
Tansu Çiller, yakın gelecekte vatandaşa bugünleri dahi
aratacağa benziyor: Çiller, Em lak Vergisi artışı ve T ü
ketim Vergisi ile vatandaşa 55 trilyonluk yeni bir yük
bindirmeye hazırlanıyor. Başbakan Tansu Çiller baş
kanlığında yürütülen vergi reform tasarısı çalışmaların
da, açıkların kapatılm ası için vergi vermeyenlere değil,
zaten ağır vergi yükü altında ezilenlere biraz daha yük
lenilecek...” (Meydan , 2 Kasım 1993)
Bunun adı oligarşi değilse, ne?
Kuşkusuz unutmadınız, yine burada konuşmuştuk:
Türkiye’de yaşayan altmış milyon nüfusun yarısı, yılda
kişi başına 28 bin dolarla 5 bin dolar arasında gelir el
de edebiliyor; neresinden bakılsa bu insanların tuzu
kuru, küçümsenemeyecek bir hayat standardı tuttur
muşlar; buna mukabil nüfusun geri kalan yarısının yıl
lık gelirleri, Bangladeş seviyesindedir, yâni yılda 180
doları geçmiyor. (Milliyet, 6 Temmuz 1993)
Türkiye’de akla ve hakkaniyete uygun bir vergi refor
munun, ağırlığı, o ilk yarı üzerine yığması gerekmez
mi? Oysa uygulama tersine işliyor, az kazananlardan
çok, çok kazananlardan az (bazen de hiç) vergi alıyo
ruz; üstelik bol bol haktan hukuktan demokrasiden,
daha da beteri sosyal adaletten söz ediyoruz. Hele bir
bakın, iş sahipleri bin bir fırıldakla vergi yükümlülük
lerinden yakayı sıyırmakla kalmıyor, üstelik yatırım
yapmakta da adamakıllı nazlı davranıyorlar; ufacık bir
riske girdiklerini gördünüz mü? Asla girmezler! Y 111ar
302
dır onca teşvik tedbirine, yüreklendirmeye, kollamaya
rağmen, Doğu’ya ya da Güneydoğu’ya tek kuruşluk ya
tırım yaptılar mı? İlginçtir, Doğu ya da Güneydoğu kö
kenli holdingler bile, oralara yatırım yapmaktan kay
tarıyor.
Oysa ‘vahşi’ liberalizm çağında, Batı’lı sermaye dün
yaya yayılırken, özel şirketler, denizaşırı topraklara gö
zünü kırpmadan gitmiş; yerli halkla, ağır tabiat şartla
rıyla, çeşitli tropik hastalıklarla savaşmak pahasına,
yatırım yapmışlardır. Bizdeki oligarşi burjuvazisi, başın
dan beri bürokrasinin ona açtığı ‘serada’ büyümedi
mi, o seradan dışarıya adımını atmıyor; çıkarlarına ili
şildi mi vatan millet Sakarya diyerek kıyameti koparsa
da, iş ciddiye binince hem vergi yükümlülüğünden yan
çiziyor, hem de vatan toprağına sahip çıkmaktan!
Çünkü yatırım yapmak ne demek, o toprağa sahip
çıkmak demek! Yönetimler de, onların üstlerine gide
ceklerine, vergi yükünü halkın üzerine yıkıp, bunlara
kanat geriyorlar. Onun için Ecevit’in söylediklerine ka
tılmamak mümkün mü?
şimdi yiyecek, içecek gibi temel gereksinme
maddeleri ve ulaştırma hizmetleri üzerindeki KDV oran
larını insafsızca yükseltmekle, iktidar, hakça bir vergi
reformunun tam tersi yönden adım atmış oluyor. İkti
darın sosyaldemokratlık iddiasındaki kanadı da, bu
zulme gönüllü ortak oluyor. KDV’leri böylesine artırma
nın vergi kaçağını ve kayıplarını büsbütün artıracağı da
düşünülmüyor. Amaç, güya bölücü terörle mücadele
için kaynak sağlamakmış, fakat bölücü terör, ekonomik
terör ölçüsüne varan önlemlerle önlenemez...” (Mey
dan, 2 Kasım 1993)
303
7
24 Kasım 1994
304
tedbir almasının yetmeyeceğini, özel sektörün de enflas
yonu düşürme disiplinine uyması gerektiğini hatırlatı
yor; uymadığı için de ayıplıyor, zira diyor ki:
yürütmekte olduğumuz istikrar tedbirlerinde,
hükümetin olduğu kadar herkesin, özel sektörün de yü
kümlülükleri vardır; istikrar önlemleri sadece hüküme
te bırakılırsa, bu araba devrilir.” (Hürriyet, 11 Kasım
1994)
Hep söylemez miyim, ülkemizde -iktidarda kim
olursa olsun- yönetimlerle (bürokrasi ile) onların sera
da büyüttüğü burjuvazi çatışmaktadır diye, bu da onun
somut bir örneği: iş çevreleri niye koalisyon gitsin diye
çırpınıp duruyorlar, baksanıza aba altından sopa göste
riyorlar, onun için!
Aykon D oğan, o lâfları boşuna mı söyledi?
Gerçekte hükümet hanidir lâfı edildiği halde, TliMM’de
bir türlü gündeme alınmayan ünlü anti/kartel yasasını
çıkarmak niyetini izhar ediyor. Ne demek anti/kartel ya
sası? Gelişmiş liberal kapitalist ülkelerin hemen hepsin
de yürürlükte olan, bir tüketiciyi koruma yasası; piya
sada hâkimiyet kuran firmaların, istedikleri gibi at oy
natmalarını, haksız rekabeti, anlaşmalı ve haksız fiyat
artışlarını önleyip engelleyecek!.. Böyle bir yasanın çı
karılmasına, hele şu sıra, büyük ihtiyaç hissediliyor;
eğer özelleştirme gerçekleşir, KİT’ler şuna buna satılırsa,
Türk ekonomisinde karteller hem çoğalacak, hem de et
kileri artacak!
Çiller yönetimi özelleştirmeci, serbest teşebbüsten
yana, ‘çıplak’ liberal bir yönetim; böyle olduğu halde,
dayanışma içinde olması gereken iş çevrelerinden hem
rahatsız, hem de şikâyetçi, Türkiye’nin özel sektörü
anlaşılan öylesine obur ve aç ki, çıkarlarında en ufak bir
sınırlamaya tahammül edemiyor; iş çıkarlarına dayan-
305
dı mı, kimseleri dinlemiyor; Aykon D oğan bunun için
de, başka bir sopa daha çıkarabileceğini, ima etmiş, ha
beri lütfen okur musunuz:
Bakan D oğan, başta gıda maddeleri olmak üze
re, son aylarda fiyatları aşırı artan malların da incelen
diğini söyledi; bu konuda Çocuk Konfeksiyonunu örnek
gösteren Doğan, içerde fiyatlar arttıkça ithalatın art
masının kaçınılmaz olduğunu söyleyerek (...) ‘özel sek
töre şu açık mesajı veriyorum: 1995 yılında iç pazara
güvenmeyin’ ” dedi. ( Hürriyet, 14 Kasım 1994)
Yâni ne diyor? ‘Arzı artırmayıp yüksek zamlar yapa
mazsınız, çünkü bu hem halkı bitirir, hem enflasyonu
körükler; bunun yerine ihracata yönelip arzı artırm alı
sınız’ ! Oysa artık kendini güçlü, hâttâ hükümeti devi
rebilecek kadar güçlü hisseden; m edia’yı da geniş ölçü
de denetimi altında tutan özel sektörün bunlar umurun
da mı? Onun parolası, bilindiği üzere, tektir ve evren
sel: “ yarabbcııa, hep b a n a !”
Allah aşkına siz, Keynes’cilik, sosyal adalet kavramı,
sosyal dem okratlık, sosyalistlik, kom ünistlik... durup
dururken mi ortaya çıktı sanıyorsunuz? ‘Vahşi’ libe
ralliğin doymak bilmez iştahı yaratm ıştır onları, onun
eseridirler.
22 Kasım 1994
306
yok, radyo yok, gazetelerin tirajı düşük (yirmi bin filân),
sinemalar yaygınlaşmamış; buna rağmen cumhuriyet
yönetimi -belki de kazanılmış zaferin rüzgârıyla- genç
leri (yaşlıları da) aynı kalkınma bileşkesinde toplam a
yı başarmıştı. Her adım, her atılım, gerçekleştirilmiş her
proje yeni bir ‘zafer’ sayılıyor; büyük şehirlerden en üc
ra köylere, bu zaferin sarhoşluğu dalga dalga dağılıyor
du. Gazete başlıklarını hatırlıyorum: ‘Yerli M allar Ser
gisi Açıldı’, ‘Çubuk B arajı’nın İnşaatı İlerliyor’, ‘Alpul-
lu Şeker Fabrikası’nın Küşadı Y apılacak’, vs. Şimdi ne
kadar küçük ölçekli saydığımız bu cumhuriyet teşebbüs
leri, 3 0 ’lu yıllarda, öğrencisinden cumhurbaşkanına her
Türkün göğsünü kabartıyordu. Hiç unutmam: çikolata
ların içinden çıkan kartlarda, ya N azilli’de kurulan fab
rikanın, ya da Çubuk B arajı’nın fotoğrafı çıkardı.
Gariptir ama doğrudur: Milli Şef ‘cumhuriyetinde’
bu kalkınma hırsı ve heyecanı nedense, üstyapıya kaydı
rılmıştır; kaç kere rakamları verdim, 1938’den 1950’ye
Türkiye’nin kalkınma hızı düşmüş, milli geliri gerilemiş
tir; tabii bunda savaşın etkisi var ya, aynı savaş neden
se kültür ‘kalkınm ası’ yatırımlarına engel teşkil etmez;
başbakanlığı döneminde demiryolu, ecnebi şirketlerin
millileştirilmesi gibi politikaları uygulayan İsmet Paşa,
‘M illi Şef’ olunca, Yunan/Latin tabanlı yeni ve yaban
cı bir kültür kalkınmasına heves eder; bu 1950’deki De
m okrat Parti iktidarına kadar sürm üş, belki de dik-
ta ’nm sonunu hazırlamıştır.
Allah’ın bildiğini kuldan saklayacak mıyız? ‘G örül
memiş kalkınm a’ politikası, Bayar/M enderes İkilisi ta
rafından gündeme getirilip uygulam aya girişilmiş; işin
garibi, zamanın ‘ilerici’ kesimi tarafından ‘alaya alın
mıştı’. 1960 sonrasında, ‘kamu öncüllüğündeki hızlı sa
nayileşme’ politikasının sahibi aslında, O zal ya da Ç il
307
ler gibi, tam aksi bir ‘misyonla’ iktidara ‘indirilmiş’ olan
Süleyman Demirel’di; ‘Büyük Türkiye’, ‘yılda 20 mil
yon ton demir/çelik üretimi’, ‘milyarlarca kilovat/saat
enerji’ üretebilecek, ‘sanayileşmiş’ bir Türkiye olacak
tı. İktidarları boyunca Demirel, iki askeri müdahaleye
rağmen (elhak!) elinden gelini ardına koymadı: Çubuk
Barajı’nm yanında bahçe havuzu gibi kalacağı muazzam
barajlar, hem de kaç tanesi birden; büyük hidro/elekt-
rik santralleri, hem de kaç tanesi birden, onun çabala
rıyla gerçekleştirildi.
Doğrusu ya, ‘mühendis’ Demirel, kalkınmanın ne an
lama geldiğini, o tarihte ‘edebiyatçı’ Ecevit’ten, hâttâ ‘po
litikacı’ Demirel’den çok daha iyi bilmekteydi.
GAP Projesi hepimize işte o ‘Büyük Türkiye’ projek
siyonunun değeri ölçülemez bir yadigârıdır.
Evet, gereken hızla yapamadık, türlü çeşit sorun çık
tı; evet, projenin sosyal yanı ihmal edilmiş, yörede gerek
li hâttâ zorunlu toprak reformu yapılamamıştır; evet,
işin endüstriyel yanıyla yeterince ilgilenilmiyor, vs, vs; fa
kat ‘Sistem’in -b u arada sınır ülkelerinin- hoşnutsuzlu
ğuna, üstelik engellemesine rağmen, yine de adım adım
ilerlenmiş, taş üstüne taş konularak, U rfa Tüneli’nden
su nihayet Elarran’a akıtılmıştır. Engelleme dediysem
boşa konuşmuyorum: Türkiye böyle büyük kalkınma
teşebbüslerine kalkıştı mı, ‘müttefikleri’ o dakika ‘raki
bi’ kesilir; meşhur yedi büyük sanayi kompleksi proje
sine kalkıştığında, ne Alil) kredi vermeye yanaşmıştı, ne
de AT; ancak beğenmediğimiz Sovyet kredileriyle o te
sisleri yapabildi! GAP da böyle oldu: boşuna Türk işçi
si, Türk mühendisi, Türk sermayesinin eseri diye övün
müyoruz. GAP, A’dan Z ’ye cumhuriyetin eseri.
Şimdi dikkat isterim: ‘Özelleştirme’ esnafı ‘akbaba
ların’ fırsat buldukça yerdikleri, aleyhlerinde söyleme
30S
dik lâf bırakmadıkları KIT’ler var ya, yâni ‘Kam u İkti
sadi Teşebbüsleri’, bir manada GAP onların ne muazzam
projeksiyonlar yapabildiğini; onca engele çengele rağ
men, yine de nasıl gerçekleştirebildiğini kanıtlıyor; bak
mayın siz özel müteşebbislerin, konuştukları zaman
mangalda kül bırakmadıklarına; o yöreye, onca teşvike
avantaja şuna buna rağmen, değil Türkiye’yi yüceltecek
böyle devasa projeler önermek, alelâde kargo taşımacı
lığı bile yapamadıklarını biliyoruz; ama, gizli amaçlar
la gizli gizli zehirlenerek öldürülmüş ‘KİT’leşmeleri bu
lurlarsa, üstüne hücum ederler, o başka!
9
‘BEYAZ FİL’M İŞ L
15 Aralık 1994
309
sız ‘beyaz fil’leri beslemek derdinden kurtulursun! Sorun
ları tarih, sosyoloji ve siyasi iktisat açısından görmeye
alışmamış olanlar için, ilk bakışta gerçekten çekici bir fi
kirdir bu; onun ışığında, erken cumhuriyet döneminin on-
ca fedakârlık ederek, ‘yerli malı’ üretecek fabrikalar kur
mak istemesi de anlamsızlaşır; kıyamet gibi m asraf edip,
o demiryollarını yapması da: ne lüzumu vardı efendim?
Bu, ülkesine ‘pazar’, vatandaşına ‘müşteri’ diye b a
kan birisinin, değerlendirme tarzıdır; oysa üzerinde ya
şadığımız toprak, aynı zamanda ‘vatan’dır; onun üzerin
deki insanlar da ‘vatandaş’lar; ülkeni ‘vatan’ idraki için
de gördüğün anda değerlendirme tarzın değişecektir;
neden mi, hadi bakalım , nedenmiş!..
Demiryolları, hele yüzyılın ilk çeyreğinde, milli paza
rın oluşturulması açısından da mühimdi; oysa genç cum
huriyet onları inşa etmek gibi zorlu bir işe girerken, a s
lında, ilk dünya savaşında yaşadığı savunma sıkıntıların
dan hareket ediyordu: M ustafa Kemal Paşa da, İsmet
Paşa da, demiryolu yokluğundan gerekli cepheye gerek
li askeri zam anında gönderememişlerdi. İsmet Paşa,
bunu açıkça dile de getirmiştir:
harpten çok kararlı çıkmış olduğum uz, memle
ketin bütünlüğünü buna bağlı görmüş olduğumuz için,
işin peşini bırakm adık ve hakikaten dcmiryollarımızı
kendi mühendislerimizle, dışarıya borçlanm adan yap
tık.” (İ. İnönü, Hatıralar II, s. 261, 1992)
PETLAS, uçak lastikleri üreten o ‘beyaz fil’, şu ya da bu
sebepten (Kıbrıs ya da Yunanistan) Türkiye’nin am bar
go altına sokulacağı bir anda uçaklarımızın uçmasını
sağlayacak, ‘stratejik’ değerde bir üretim birimidir; ya
nılmıyorsam, 1974 sonrasında Kıbrıs çıkarmasının üs
tümüze yığdığı am bargo yüzünden, milli savunma sana
yimizi kurmak zorunluluk olarak hissedildiği için tasar
310
lanmıştır. Unuttunuz mu o kampanyaları: kendi uçağı
nı, kendin yap! Kendi donanmam kendin kur! vs. Niçin-
di sanırsınız?
Bugün Azerbaycan ya da Bosna/H ersek -ki her iki
si de ‘Sistem’in silâh am bargolarıyla boğm aya çalıştığı
ülkelerdir- bizim o tuzu kuru işadamının dudak büktü
ğü o ‘beyaz fil’lerden birkaçına sahip olabilmek için, ne
lerini vermezlerdi; çünkü kasaları dövizle dolu da olsa,
onlara Batı'lı ülkelerden hangisi uçak, füze, tank ya da
mühimmat satar? Allah muhafaza, böyle bir belâ bizim
başımıza gelirse, o anlı şanlı ‘müttefiklerimizin’, bize de
zırnık koklatm ayacakları, yaşanılanlardan belli değil
midir? Acaba ‘beyaz fil’lerimiz olm asa, uçak lastikleri
ni kimden alırdık?
Dahası var?
DİE’nin şu rakamlarına bir göz atar mısınız?
DİE’ne göre, T ürkiye’nin sanayi üretimi, 1 9 9 4 ’ün
ilk dokuz ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde
4.1 gerilemiş, son üç ayda ise gerileme hızlanarak 8.7’ye
yükselmiştir; tabii bu, özel sektörün sanayi üretimine de
yansıyor; bu kesimde, aynı süre zarfında gerileme yüz
de 11.3, imalat sanayiinde ise yüzde 17.1 olarak hesap
lanmış; başka bir deyişle, özel sektör, hani o konuştu
ğu zaman devlet iktisadi teşebbüslerine ‘beyaz fil’ diyen
özel müteşebbis, üretimi kesmiş, işçisine yol vermiş, iş
çi faizciliğe dönm üş. (Hürriyet, 3 Aralık 1994)
Halbuki, yaşam akta olduğumuz ağır bunalım a rağ
men, kamu sektörü yılın ilk dokuz ayında sanayi üre
timini yüzde 5.1 artırıp büyümüş; krizin ağırlaştığı son
üç ayda dahi, kamu sanayii sektörü yüzde 1.7’lik bir bü
yüme kaydetmiş. Anlamı ne bunun, özel teşebbüs hiçbir
sosyal sorumluluk duygusu taşımıyor; ülke onun için sa
dece bir ‘pazar’, m al alınıp satılan bir yer; önemli olan,
311
bilançoların kârla kapatılm ası, sermayenin büyümesi,
vesaire; işte o zam an, o beğenmeyip dudak büktükleri
‘beyaz fil’ler devreye giriyor, güçlerini ortaya koyup, ül
keyi ve insanını sırtlıyor.
İnsan biraz utanır.
10
‘GÂVURUN OYUNU’NA GELEN KİM?
17 Aralık 1994
312
verdiği Güney A frika’nın uluslararası finans çevrelerin
den bol miktarda kredi aldığını açıklıyor.
d) Olay T ürkiye’de elbet, çeşitli tepkilere yol aça
caktır. Yönetim çevreleri kendilerine haksızlık edildiği
ni ileri sürüyorlar; bu iki kuruluşun ‘Türkiye hakkmda-
ki bilgilerini, mahdut ve muayyen yerlerden aldıklarım’,
üstelik bu kuruluşların ‘gelir kaynaklarının şüpheli ol
duğunu’ söylüyorlar; hâttâ Başbakan, ‘Şimdi onların
kredi notu düştü’ diyor. Yönetime karşı olanlar ise, a s
lında ekonominin berbat yönetildiğini, bu işin ‘gâvur
oyunu’ diye geçiştirilemeyeceğini savunuyorlar.
Bu tür tartışmalarda, ulaşılan sonuç, nedense hep ay
nı: kamuoyunda kimileri, ‘Sistem’e ve onun ‘küreselleş
me’ ve ‘özelleştirme’ reçetelerine karşı, ciddi bir M üda-
faa-i Hukuk hassasiyeti içindedirler; kimileri ise, onla
rı ‘geçmişin dinozorları’ sayıyor, Türkiye’nin ‘küresel
leşip özelleştirilmesini’ savunarak; ötekileri Türkiye’nin
başarısızlığını ‘gâvur oyunu’na bağlam akla suçluyor;
daha da ilginci, bu ‘küreselleşme’ pazarlamacılarının,
şimdi garip bir öfkeyle karşı çıktıkları fikirleri, bir za
manlar hararetle desteklemiş olmaları!
Bunlardan genç bir yazar, rating kuruluşları olayını
tartışırken, ötekilere sataşm adan edememiş, yazısında
diyor ki:
Hiç kuşkunuz olmasın, Türkiye’nin başına ne
geliyorsa, hep bu yüzden, yâni ‘gâvur oyunu’ yüzünden
geliyor. (...) Bu gerçeği kafam ıza yerleştirirsek çok ra
hat ederiz, hiçbir kompleksimiz kalmaz, kendimize gü
venimiz artar; işler iyi gitmezse, başım ıza dertler açılır
sa, kendimize dönüp ‘acaba yanlış mı yaptım’ diye sor
mamıza da gerek kalm az. Hemen bizi o duruma düşü
ren ‘yabancı düşm anı’ buluruz ve bütün suçu ona yük
leyerek rahata kavuşuruz; böyle yapm azsak, sorum lu
313
ları içimizde aram aya kalkarsak, m aazallah birbirimi
ze düşeriz, birlik ve beraberliğimiz bozulur, bundan da
düşmanlarımız y ararlan ır...” (Milliyet, 4 Aralık 1994)
Elbette Türkiye’nin ‘yaınlış’ yapıp yapmadığına, son
kırk yılın yönetimlerinin içerden eleştirilip eleştirilme-
diğine de ilişiriz; fakat evvela, bu ilginç mantığı anlama
ya çalışalım: Türkiye, Türkiye’nin yönetimi bu kadar
berbat da, ‘yabancı düşm an’ sütten çıkmış kaşık mı?
Bunun, hiç de böyle olmadığını; Türkiye’nin, ‘Sistem’le
çatışan milli çıkarlarının, neler olduğunu; Türkiye’de
kimin, ne zam andan beri kimden yana olduğunu; baş
kası değil, ‘bizzat’ yukardaki iddiayı ortaya atan satır
ların genç yazarı, yıllar önce Cumhuriyet gazetesinde
ki yazılarında açıklamıştı.
N asıl mı, aynen şöyle:
“ ... Kurtuluş Savaşı’m izleyen dönemde, TBMM’ye ve
merkezi yönetime egemenlik olmak için mücadele ve
ren, başlıca iki grup vardır: çoğunlukla Kurtuluş Sava-
şı’nda rol almış aydın/bürokratlardan oluşan birinci
grup, güçlükle kazanılan siyasi bağım sızlığın ancak
ekonomik bağımsızlıkla tam am landığında kalıcı olabi
leceğine inanm aktadır” ; buna mukabil, “ ... yeni T ürk
devletinin bir an önce pre/kapitalist yapının egemenle
rine teslim edilerek, ‘kapitülasyon kompleksinden’ kur
tulm ası ve en geniş kapsam lı ödünleri vererek, kapita
list dünya ‘sistemi’ ile bütünleşmesi önerileri ise, B atı’lı
sermaye çevreleri, İzm ir/İstanbul ticaret burjuvazisi ve
bunların yönetici kadrolardaki yandaşlarının özlemi
olarak dikkati çekm ektedir...”
“ ... Denebilir ki, İzm ir/İstanbul ticaret burjuvazisi
nin başını çektiği gruplar, aydın/bürokrat kadrolarla gi
riştikleri iktidar m ücadelesinde üstün gelebilselerdi,
Türkiye daha 1920’lerde, kesinkes ‘emperyalizm’in dü
314
men suyuna girer, T ürk kapitalizminin bugün eriştiği
düzeyin temelini oluşturan ekonomik ve toplum sal alt
yapılar yıllarca gerçekleştirilemez, yapısal dönüşüm ve
toplum sal bilinçlenme süreci de bugün erişmiş olduğu
düzeyin çok gerisinde b ulu n urdu...”
Aslına bakarsanız Kuva-yı Milliye Ruhu, M üdafaa-i
Hukuk Mantığı budur ve doğrudur. M erakı mucip olan,
o tarihte ‘gâvurun oyunu’nu görüp de çatır çatır yazan
genç yazarı, bugün onu savunmaya götüren nedir? Aca
ba ‘Batılı sermaye çevreleri, İzmir/İstanbul ticaret bur
juvazisi ve bunların yönetici kadrolardaki yandaşları’
arasına katılmış olm ası mı? Yoksa -A llah m uhafaza-
‘gâvurun oyunu’ mu?
11
KABAHAT BİZDE Mİ, ‘GÂVUR’DA MI?
20 Aralık 1994
315
O gün bugün ülkemizde merkez sağ/m erkez sol ik
tidarların, gün geçtikçe Müdafaa-i Hukuk platformunu
terk ettikleri; ‘Sistem’in baskısı ve zoruyla ‘açık kapı’ si
yasetine sürüklendikleri, sürekli yazıldı ve eleştirildi; bu
süreçte, ‘Sistem’in ‘köpekleri’ IMF ve Dünya Bankası gi
bi sözde uluslararası -gerçekteyse A m erikan- kuruluş
ların, ne türlü ‘gâvur oyun’ları oynadıkları ‘gâvur oyu-
nu’nu yazan tarafından bile dile getirildi; hele O zal’dan
itibaren kantarın topunun iyice kaçırıldığını, neredey
se kabul etmeyen yok; yâni başarısızlığın temel nedeni,
o genç yazarın yıllar önce Cumhuriyette belirttiği gibi,
Istanbul/Izmir ticaret burjuvazisinin başım çektiği
grupların, giriştikleri iktidar mücadelesinde’ üstün gel
mesinde yatıyor; o yüzden de Türkiye ‘ 1920’lerde ke
sinkes girmediği emperyalizmin dümen suyuna’, bugün
sokulmuş bulunuyor; neticede, ‘erişmiş olduğu yapısal
dönüşüm ve toplum sal bilinçlenme sürecinin’ gerisine
sürükleniyor; işin en hazin tarafı orası ki, bu haltı yi
yenler arasında, İstanbul/Izmir burjuvazisinin b a
şını çektiği gruplar tarafından’ kazanılmış, eskiden bu
doğru ve gerçekçi tespiti yapabilen, yazarların da bulu
nabilmesi!.. Hazin ve vahim!
Şimdi tekrar o iki Amerikan rating kuruluşuna, bir
süre önce Türkiye’ye oynadıkları ‘gâvur oyunu’na dö
nebiliriz:
Açık ve gerçek olan şey şu: ‘Sistem’in iktidara para
şütle indirdiği (Hey Allahım, bu kaçıncısı?) Prof. Çiller,
ülkesindeki dinamikler elvermediğinden mi, kişiliğinin
özelliğinden mi, yoksa düpedüz beceriksizliğinden mi
nedense, ‘Sistem’i yeterince memnun edememektedir;
bunu zaten ‘ ... tstanbul/İzm ir burjuvazisinin başım
çektiği grupların’ hanidir gösterdiği tepkiden, ‘Ana/yol
iktidarı’ diye tutturmasından da anlamak mümkün; hât
316
tâ, genç kovboy Boyner’le başka bir alternatif yaratılma
ya da çalışılmaktadır.
Oysa ‘Küçük Hanım ’ın, en çok da terörizmle müca
dele alanında, Sistem’in hiç hoşlanmadığı ısrarları ve
başarıları mevcuttur; ve bunlar, onun kısa vadede ‘süp-
rülmesini’ imkânsız kılabilir; içerden de, dışardan da
ona zorluklar üretiliyor, o iki mahut ve malum kredi ku
ruluşunun rating düşürme numarası da, besbelli bunlar
dan birisi! Yoksa ‘Küçük Hanım ’m, Türkiye ekonomi
sini, yeniden IMF ve Dünya Bankası’nın güdümüne bağ
layabilmek için, elinden geleni ardına koymadığını her
kes bilmiyor mu? ‘İstikrar Tedbirleri’ paketini, onlar is
temeden onların istediği gibi hazırlayıp, uygulamaya da
geçirdi, gelgeldim , neresinden bakılırsa bakılsın, ülke
bir türlü ‘Sistem’in ona layık gördüğü ‘evcillik’ merte
besine indirgenemiyor; gizli, gittikçe daha açık, üstelik
toplumsal düzeyde bir direniş var; bunun için de her
alanda karşısına siyasi, iktisadi hâttâ kültürel güçlükler
biriktiriliyor; aslında Çiller’in yaşadığı ‘cehennem haya
tı’ ne yeni, ne de sadece ona mahsus; aynı azabı Mende
res, Zorlu ve Polatkan da çekti, dahası hayatıyla öde
di; Demirci (o da paraşütle inmişti) onca köylü kurnaz
lığına rağmen, en az iki kere darbeyle devrildi, tutuklan
dı, Zincirbozan’da çile doldurdu, vs, vs...
Oysa kabahat ne onlarda, ne de Çiller’de, bir türlü
‘tutsaklığı’ kabul etmeyen Türkiye’nin iç dinamiklerin
de, M üdafaa-i Hukuk doktrini ve Kuva-yı Milliye ru
hunda!
İşin en m atrak yanı, ‘gâvur oyunu’nun ‘haksız’ bir
oyun olduğunu, şüphelendikleri halde (bu söylediklerin
den anlaşılıyor) ne Çillcr’in, ne Yalım Erez’in, ne de Gö-
nensay’ın açıklayabilmesi, onlar sustular, Türkiye bir ke
re daha ‘gâvur oyununu’ gâvurlardan öğrendi.
317
Eğer ABD M erkez Bankası, Standard and Poor’s ile
M oody’s’in rating’lerinin güvenilirliğinden kuşkulandı
ğını açıklayan o raporu hazırlatm asaydı; Le Monde
gazetesi, ekonomi ekinde, ‘Rating D iktatörlüğü’ yazısı
nı yayımlamasaydı; dahası, tecrübeli bir Türk gazetecisi
(İzzet Sedes) meslektaşlarının dikkatsizliğine kapılm a
yıp, o yazıyı görmeseydi, Türkiye’de kimse olayın far
kına varmamıştı; dolayısıyla ‘başarısızlığı böyle bir ‘gâ
vur oyunu’na bağlayan yoktu.
Hem zaten başarısızlıkları ‘gâvurun oyununa’ b ağ
lamak kimin haddine düşmüş? Gerçekte Tanzim at’tan
bu tarafa, başım ıza ne belâ geldiyse onlardan, onların
adamlarından, onların kuruluşlarından geliyor; yanılıp
yakılıp karşılarına dikilip de bunu yüzlerine söyledin
mi, başına getirmedikleri belâ, etmedik hakaret bırak
mıyorlar. Şimdi bu görevi üstlenmiş görünen genç ya
zar, M üdafaa-i H ukuk doktrini, ayrıca ‘yükseklerde ge
çen, bir türlü eğilmeyen o mağrur b aş’ (M ustafa Kemal)
hakkında, ‘gâvur’un The Economist gazetesinde vak
tiyle neler yazdığını, hepimizden çok daha iyi bilir; zi
ra araştırm ayı bizzat yapm ış, yazıları Türkçeye bizzat
çevirmişti.
Vah bize!
12
BU NASIL‘DEĞİŞİM’?
21 Aralık 1994
318
diyorsun oğlum, diyalektiğin en temel yasalarından bi
risi, değişmektir; her şey değişir, değişmeyen tek şey, her
şeyin değiştiği gerçeğidir.” O yıllarda, bunun m übala
ğa mı olduğunu düşünmüşümdür; yaşadıkça, okuduk
ça, öğrendikçe, evrenin en inkâr edilemez yasalarından
birisi olduğunu anlayacaktım; gerçekten de, her şey de
ğişiyordu, aynı ırmağın aynı suyunda iki defa yıkanabil
mek mümkün değildi; her tez anti/tezini içeriyordu, o
da her ikisinden farklı bir senteze gebeydi, vs, v s...
Böyle bir kafanın ‘değişim i’ reddetmesi mümkün
mü? O yüzden Turgut Ozal, o meşhur ‘transform as
yon’ lâflarını etmeye başladığında, kulakları dikilmişti;
hele Türkiye’deki yönetimde sürüp giden gizli ‘oligar-
şi’niıı tasfiye edilip, ‘sivil topluma’ geçilmesi hevesi, ger
çekten ümit verici görünüyordu; elbette, son derece kı
sa sürdü bu illüzyon, çünkü Ozal ‘Sistcm ’in ‘Soğuk Sa
vaş’ sonrası stratejisini uygulamaya başlam ıştı; onun
‘transform asyon/değişim ’ dediği şeyin, Sovyetler’in da
ğılmasından sonra ‘Sistcm’in dünyaya en büyük yenilik
diye yutturmaya çalıştığı ‘küreselleşme’ ile ‘özelleştirme’
olduğu anlaşıldı; buysa hâlâ bağımsız kalabilm iş ülke
lerin ve ekonomilerinin, ‘Sistem’in denetimine alınm a
sını sağlayacaktı.
Köklü ve kökten bir ‘değişim’den çok, o ülkelerin
aleyhine, Sistcm ’in yöntem değiştirmesiydi bu, neden
derseniz, onu da tartışırız.)
Özal da, onu izleyen öteki politikacılar da, farkın
daysanız, dünya çapında bir ‘değişim’den dem vurmuş
lardır: yeni bir ‘çağ’a girilmiş, dünya ‘temelinden’ değiş
mekteymiş, Türkiye de ‘çağ atlam alı’, bu büyük ‘deği-
şim’e katılmalıymış, yoksa ‘uygar dünya’nın dışında ka
lırmış, estek köstek! Affedersiniz am a en ilkel bir m an
tık bile böyle toptancı bir yaklaşımı yadırgayabilir, ya
319
dırgamak da lâf mı, kuşkuyla karşılayabilir; nedenine
gelince, ‘değiştiği’ iddia edilen dünyaya şöyle bir göz ata
cak, o ‘değişimi’ her tarafta görmek isteyecektir; halbu
ki gördüğü, ya da göreceği nedir?
Bir kere ‘Sistem’de, ‘işleyişinde’ en ufak bir değişik
lik yok; ‘Sistem’ ülkelerine bakınca, ne toplumlarında
önemli bir fark görebiliyorsunuz, ne yönetim şekille
rinde, ne de ekonomilerinde: ABD, İngiltere, Almanya,
Fransa vs (7G) hâlâ kapitalist liberal birer demokrasidir
ler, hâlâ gezegenin dörtte üçü denetimleri altındadır;
çokuluslu şirketlerin saltanatı güçlenerek sürmektedir;
eskiden nasıl yaşıyorlarsa, yine öyle yaşıyorlar; velhasıl,
eski hamam eski tas! Hani ya, dünya büyük bir transfor
masyon içindeki, öyle olsa, bunun belirtilerini, bu ülke
lerde de görmemiz gerekmez miydi?
Şey pardon, görm esine görüyoruz, görüyoruz da,
‘değişim’ aslında onların kendi dışlarındaki dünyaya
söylediklerinde mevcut, evvelce ‘Hür Dünya’ oldukları
nı iddia eder, totaliter komünistliğe karşı bir arada olma
yı savunurlardı; öteki ülkelere böylelikle ‘sızdılar’; şim
diyse ‘değişimi’ savunuyorlar ve öneriyorlar; uygulama
da bu da ‘Sistem’in tam denetimine girmemiş ülkelerin
‘özelleştirilm esini’ ve ‘küreselleştirilm esini’ içeriyor;
başka bir deyişle, ‘değişim’ elbette var, ‘değişim’i isteyen
ve dayatan ‘Sistem’in ta kendisi; değişecek olan enayi
ler de öteki ülkeler; çünkü yeni oluşan şartlar altında,
ancak ‘özelleşir’ ve ‘küreselleşirlerse’, ‘Sistem’in tam
denetimi altına girmiş olacaklardır.
Siz buna ‘değişim ’ mi diyorsunuz Allah aşkına, bu
‘değişim’ filân değil; ‘Sistem’in eski Doğu Bloku ülkele
riyle, Üçüncü D ünya’nm azbuçuk gelişmiş ülkelerine el
koyabilmek için geliştirdiği ve uyguladığı yeni bir stra
teji, o kadar!
320
İyi de potansiyel bir ‘düşm an’ bulm adan, o ülkelere
nasıl kabul ettireceksin bu işi? Bunu bildikleri için de,
yavaş yavaş, ‘transformasyon dönemi’nin ‘düşmanları
nı’ netleştiriyorlar. M eraklısı hatırlayacaktır, daha ön
ce bu köşede Libya’nın, Irak’ın, Suriye’nin potansiyel
‘düşm an’ statülerinden söz edilmişti, onlara daha son
ra İran ve Sudan ilave edildi; şimdilerde, Bosna/Hersek,
Azerbaycan, son günlerde ise Çeçenistan devreye sokul
muş gibidir; KKTC öteden beri, listede!
Ne kadar ilginç, ‘küreselleşme’ ve ‘özelleştirme’ ile
somutlaşacak olan yeni ‘değişim’ dünyasının, karşısına
aldığı bütün ülkeler, şaşılacak şekilde Müslüman! D a
ha da garibi, İran ve Sudan hariç, bunlar köktendinci de
değil! O zaman insan ister istemez soruyor, ‘Sistemdin
gezegene dayatmak istediği ‘değişim’, gerçek bir ‘deği
şiklik’ mi, yoksa X X . yüzyılın sonunda, yeni Haçlı Se
ferleri mi?
Hele bir de insan haklarından dem vurmuyorlar mı,
adam cinifrit olur.
13
‘BATILI’ OLMAYANA ‘DÜŞMANLIK’!
24 Aralık 1994
321
“ ...b u grupların, B atı’nın çıkarlarına ve batıklara kar
şı şiddete başvuracakları, m uh akkak” imiş! D ahası,
“ ... bu gruplar, İslâm ülkelerinde olduğu kadar, Batılı
ülkelerde de, kamuoyunun demokrasiye güvenini sarsa
bilir” , bu da yetmezmiş gibi, “ Batı Avrupa’ya doğru ya
man bir mülteci ve göçmen dalgasını başlatabilir” miş!..
Öte yandan, Avrupa Parlamentosu, M üslüm anla
rın yaşadığı Güney Akdeniz’in gittikçe ciddileşen istik
rarsızlığını irdelerken, bunun ‘sorumluluğunu’ da kök
tenciliğin yayılmasına bağlıyor (1991); " ... Akdeniz’in
güneyinde ve güneydoğusunda, istikrarsızlığın ağırlaş
m asında, İslâm köktenciliğinin yayılması, Arap/İsrail
uyuşmazlığı, çeşitli grup ve milliyetlerin çatışması, birik
miş çevre sorunlarının etkisi, ekonomik bağımlılık, in
san haklarına ve dem okrasinin gelişmesine karşı siyasi
rejimlerin varlığı, nüfus patlam ası ve göç gibi sebepler
etkili olm u şlard ır...”
M ariono Aguirre böyle bir yaklaşımın, dönüp dola
şıp, B atı’nın ‘İslâm düşm anlığı’ doktrinini benimseme
sine yol açtığına parm ak basıyor; bunun ‘fikriyatının’
kimler tarafından, nasıl geliştirildiğini de örnekler vere
rek göstermiş; dünyadaki ‘değişim’in aslında nasıl bir
‘uygarlıklar savaşı’na dönüştürüldüğü de daha iyi anla
şılıyor. (Le Monde Diplomatique , Aralık 1994, s. 25)
Ünlü Doğubilimci Bernard Lewis, meğerse demiş ki:
“ ... öyle bir dönemle karşı karşıyayız ki, biçimler ve
davranışlar, sorunları ve politikaların seviyesini aştığı
kadar, onları önermiş olan hükümetlerin seviyesini de
aşıyor; böyle bir şeye ancak, ‘uygarlıkların çatışması’ di
yebiliriz.” {The Atlantic Monthly , Eylül 1990)
Prof. Samuel Huntington, o ünlü yazısında şunları
söylememiş miydi: “ ... benim düşünceme göre, gelece
ğin dünyasında uyuşmazlığın ana kaynağı ne ideolojik
.522
olacaktır ne de ekonomik; insanlığın parçalanm asının
ana kaynağı kültür olacaktır; devlet/millet, dünya işle
rinde en güçlü rolleri oynamayı sürdürecektir ama, kü
resel politikanın bellibaşlı uyuşmazlıkları farklı uygar
lıklara mensup gruplar arasında belirecektir” ; Samuel
Huntington, ‘uygarlık’ diye, ‘aynı kültürden en büyük
insan kalabalığına’ diyor; yazısında sekiz uygarlık say
mış, yâni ilerde çatışacak olanlar bunlar: “ Batı (Hıris
tiyanlık), Konfüçyüs, Jap on , İslâm, Hindu, Slav/Orto-
doks, Latin Amerika, bir de muhtemelen A frika!” (Fo
reign Affairs , M art 1993)
Aslında Batı U ygarlığı öteki ‘fark lı’ çoğu henüz
yoksul uygarlıkları, kendisi için ‘tehdit’ sayıyor; bu teh
ditleri henüz doğarken boğmanın çarelerini arıyor. Fran
cis Fukuyam a, sorduğu şu ünlü soruyla, bunu pek gü
zel bir formüle bağlam am ış mı? ... Eğer Irak’ın elinde
nükleer silâhlar olsaydı da, Scud füzelerini onlarla do
natıp atabilscydi, Körfez K rizi’nin sonu nereye varır
d ı?” (The Guardian , N isan 1991) Prof. Huntington’ın
bu soruya verdiği cevap, B atı’nın dışındaki uygarlıkla
rın nasıl davranm aları gerektiği konusunda, olağanüs
tü uyarıcıdır:
“ ... Konfüçyüs ve İslâm devletlerinin askeri güçleri
ni geliştirmeleri sınırlandırılmalı, Batı’nm askeri kapa
sitesinin düşürülmesi durdurulmalı; Doğu ve Güneydo
ğu A sya’da Batı’nm askeri üstünlüğü elde tutulmalıdır.
(...) Batı, Batılı olmayan bu uygarlıklara karşı çıkarla
rım koruyabilmek için, yeterli ekonomik ve askeri gücü
nü m uhafaza etmelidir.” (Foreign Affairs, M ayıs 1993)
M ariono Aguirre, Amerikalıların başını çektiği bu
felaket tellallığına karşı, sağduyu sahibi herkesin katı
lacağı şöyle bir düşünce geliştiriyor:
“ ... bunlar ne türlü paranoyak teori ve spekülasyon-
323
lardır ki, diyaloğa, işbirliğine, uluslararası düzenin iyi
leştirilmesine, halklar, ülkeler ve kültürler arasında uz
laşm a aranmasına heves edeceklerine; kışkırtıcılıklarıy
la, çatışm aya hazırlanmayı öneriyorlar...”
“ ... bunun ilk sonucu şudur; Batı, ‘batılı olmayan
farklı kültür’le, ‘rasyonel olmayan (irrasyonel) kültür’ü,
her geçen gün biraz daha birbirine karıştırmaya meyle
diyor. Sözün gelişi, Batı Avrupa Birliği M eclisi’nce ya
yımlanmış olan bir bildiride, şu sözler söylenebilmekte-
dir: ‘ ... Yeni nükleer tehditler, devlet başkanları rasyonel
olmayan (irrasyonel olan) bu yüzden de caydırıcılığa ku
lak asmayan Üçüncü Dünya ülkelerinden gelebilecektir;
çünkü bunlar, ‘soğuk savaş’ döneminde, ABD ve SSCB’nin
karşılıklı ilişkilerinde olduğu kadar mantıklı olamayabi-
lirler...” (Le Monde Diplomatique , Aralık 1994, s. 25)
Daha ne desin?
14
ÖMER KÂZIM’LAR ‘NASIL ÜRETİLİR’?..
20 N isan 1995
324
Doktora çalışması olarak Ömer Kâzım ’ı ve yaz
dıklarını inceleyen Durmuş Yılmaz, onun Milli M üca-
dele’ye hangi sebeplerden dolayı bu kadar karşı çıktı
ğını ve ‘Kem alistler’ dediği insanlardan niçin bu kadar
nefret ettiğini araştırırken, iki önemli noktanın altını
çizer:
‘Yazar, batı teknolojisinin yenilmezliğine, Batı mede
niyetinin üstünlüğüne inanmıştır. Anadolu’nun ve Türk
insanının uzun süren savaşlar sonunda gerçekten bit
tiğini düşünmüş ve yeni bir savaş başlatmanın intihar
olacağına inanmıştır.’
Ömer Kâzım, Türkleri Milli M ücadele’ye katılm a
maları için teşvik ederken, A nadolu’da kurtuluş ve ba
ğımsızlık savaşı verenleri de Avrupa’ya ihbar eder, kış
kırtır, ‘Bunlara hoşgörülü davranmayın, sonra pişman
olursunuz’ diye y a z a r...” (Milliyet, Nisan 1995)
Dursun Yılmaz ve Haşan Pulur, gerçekten çok ‘tipik’
bir ‘örnek’ bulmuş çıkarmışlardır. Neyin örneği mi?
‘Hıristiyan, beyaz ve Batı’lı’ emperyalizmin, geçen
yüzyıldan beri, dünyanın her tarafında ‘ürettiği’ ve ege
menliğini sürdürmek için ‘kullandığı’ işbirlikçi bir ‘ay
dın’ tipinin! Bunu ben söylemiyorum, J.M . Albertini
söylüyor; daha önceki söyleşilerimde, kitabı üzerinde
tartışmıştık, hatırlayacaksınız; ‘kültür emperyalizmi’nin
bu konuda nasıl ‘işlediğini’ gösterirken, diyor ki:
“ ... Kültürsüzleşme bir grubun, diğer bir kültürle
ilişkisi sonucu, kendi kültürünü değiştirmesi, hâttâ bü
tünüyle kaybetmesi olayıdır. Azgelişmiş ülkelerin şehir
ekonomileri, hayat biçimleri bakımından, ülkenin geri
kalan kısmına yabancıdırlar. Batıklar film, reklamcılık,
eğitim ve yabancıların varlığı yoluyla, şehir halkı üze
rinde egemenlik kurarlar. Şehir geniş ölçüde ‘kültürsüz-
leştirilmiş’ bir topluluktur...”
325
Sömürücü, yerli halkın, metropoldeki sömürgeci
halka benzemesi amacıyla, eski anlayış ve kuruluşlara,
yeni bir biçim vermeye çalışır. Ama yerlileri, aşağı bir dü
zeyde tutarak, tam bir benzerlikten kesinlikle kaçınır.
Bu politika iki temel ırkçı düşünce üzerinde kurulmuştur;
bu düşüncelere göre, 1/ Hiçbir insan için bir Avrupa’lı-
ya benzemekten daha güzel bir şey olmayacağı için, Af
rika, Asya ve Latin Amerika halkına, Batı uygarlığı ak
tarılmalıdır; 2/ Hiçbir uygarlık, Avrupa uygarlıklarından
üstün değildir. Bu arada yerlinin daima aşağılık bir var
lık olduğuna, asla düzelmeyeceğine inanılm aktadır...”
“ ... Ekonom ik ve politika egemenliğin ötesinde, sö
mürgecilik, üçüncü dünya halkının kişiliğini derinleme
sine hedef alan, geniş bir beyin yıkam a kalkışımı ol
maktadır. Sömürgeleşmiş ülke, sömürgeciyi taklit etme
sine inandırılmak istenmektedir. Sömürge halkının, sa
natı, felsefesi ve dini inkâr edilmekte, giderek bu halkın
kişiliği yok edilmektedir. Endüstri uygarlığı az gelişmiş
ülkelere, kendi değer ve karşı değerlerini de aktarm ak
ta d ır...”
“ ... Bu sosyo/kültürel darbe şüphesiz, üçüncü dün
ya ayaklanmasının niçin her şeyden önce ‘milliyetçi’
bir ayaklanma olduğunu açıklayan olgudur. Egemenlik
ve bağımsızlık haklarının aranması, şüphesiz bir kendi
kendini kanıtlama, kişiliğini yeniden yaratm a ve kendi
ne yeniden kimlik kazandırma çabalarını ifade e d e r...”
(.Azgelişmişliğin Mekanizması, s. 141-142, 1974)
Her şey ne kadar açık ve seçik değil mi?
Ömer Kâzım, geri kalmış Osmanlı mülkünde, ‘kül-
türsüzleştirilmiş’, daha doğrusu ‘m etropol kültürüne
kazanılm ış’ zavallı bir ‘Osm anlı’ aydınıdır; ‘Batılı, be
yaz ve Hıristiyan’ emperyalizmin ‘kültürüne’ ve ‘üs
tünlüğüne’ öylesine yürekten inanmıştır ki; ‘egemenlik
326
ve bağımsızlık haklarını arayan, kendini kanıtlama, ki
şiliğini yeniden yaratm a ve kendine yeniden kimlik k a
zandırma çabasında’ olan, A nadolu’daki Kemalist ha
reketten nefret etmektedir; onun için doğrusu, böyle bir
halk kurtuluş hareketini başlatm ak değil, aynen Dersa-
adet’teki öteki ‘işbirlikçi’ aydınlar gibi, ya ‘ecnebi bir
manda istemek’, ya da ‘ülkenin Batılı bir ülkeye on beş
yıllığına sömürge olarak verilmesine razı olmaktır.
Onun kendi milleti aleyhine istilacıya akıl vermesine
hiç şaşm am ak lâzım; bunlar, entelektüel ‘gurkhalar’dır
ki, kendi halklarına karşı ‘ecnebi’ bandıraları altına sığı
nır; kendi halkları aleyhine, onlara ‘parmak kaldırırlar.’
15
YURDU ALEYHİNE ‘PARMAK KALDIRMAK’!..
22 N isan 1995
327
egemenlik ve bağımsızlık haklarının aranması,
şüphesiz bir kendi kendini kanıtlama, kişiliğini yeniden
yaratm a ve kendine yeni bir kimlik kazandırm a çaba
larını ifade eder. Ne var ki Üçüncü Dünya ülkelerinde
bir sarsıntı olmuştur; bağımsızlık elde edildiği zam an
bile, özellikle kültürel alanda, sömürgecinin taklit edil
mesi süregelir...”
B atı’lı tüketim modellerinin yarattığı gösteriş
etkileriyle, reklamcılığın az çok bilinçli kurbanları olan;
ve endüstriyel toplum yararlarının, B atı’lı hayat biçim
leriyle karıştığı, bir uygarlığa kavuşm a tutkusu içinde
bulunan; Üçüncü Dünya’nın ayrıcalıklı (seçkin) azınlık
ları çoğunluk şım arık çocukların aşırılık ve gösterişçi
liğiyle, gönüllü olarak ‘Amerikan hayat biçimi’ni be
nim serler...”
“ ... gelecekteki kadroların, yabancı ülkelere yollan
malarına gelince, bu da söz konusu kadroların, ana va
tanlarında çözmeleri gereken sorunlarla uzlaşmayan bir
eğitimden geçmelerine yol açar. Yabancı ülkelerde yetiş
tirilme, çoğunlukla, yararlı olmaktan çok, zararlıdır.
Bu sakıncalar, gelecekteki yüksek elemanların, çeşitli
dış ülkelerde yetiştirilmesi halinde, daha da büyür. Eği
timin çeşitliliği, çoğunluk, eylemde anlaşma ve uzlaşma
yı engeller...” (Azgelişmişliğin Mekanizması, s. 143,
1974)
Çok merak ediyorum, şimdi aranızdan kim çıkıp
da, son elli yılda -yâni ‘Sistem’e angaje olduğumuzdan
beri- Albertini’nin işaretlediği bu vahim yanlışları, T ür
kiye’deki yönetimlerin yapmadığını iddia edebilecektir?
Kimse edemez!
Türkiye, kendi eliyle, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu
‘delmiş’, ancak bir sömürgenin yapacağı gibi ‘milli eği
timde’ ecnebi dille öğretim uygulamış; m edia’sını nere-
328
deyse bütünüyle kültür emperyalizminin emrine ver
miş, üst yönetim kadrolarını ecnebi ülkelere göndere
rek, ‘ana vatanlarında çözmeleri gereken sorunlarla
uzlaşmayan bir eğitimden geçmelerine’ sebep olmuştur;
böyle bir ülkede, bağımsızlık ve egemenliğin kazanılma
sından yetmiş yıl sonra bile, sürü sepet Ömer Kâzım ’m
‘üremesine’; -üremek de lâf mı o zaman o ilk Ömer Kâ-
zını’ın saldırıp da deviremediği Gazi M ustafa Kem al’i
‘düşm an’ bellemesine- şaşılır mı?
Gerekçeleri, elbette hazır: ‘B atı’lı (Avrupa’lı) olmak
istiyorsa, Türkiye, B atı’lı (Avrupa’lı) standartlara göre
davranmalıymış! Alâ ve ranâ, yalnız meselâ Avrupa
Topluluğu, bizi ‘dar kapılardan’ geçirmeye zorlar du
rurken, niyet acaba sanıldığı kadar ‘halis’ midir? Sizi bu
konuda, iki ‘Avrupa’lı’nın tanıklığıyla başbaşa bırakma
yı düşünüyorum.
François Schlosser, ünlü Express dergisinde, vaktiy
le şunları yazmıştır: bu kızıl dehşetten kaçabilmek
için, NATO’nun ve Alm anya’nın yöneticileri düşünü
yorlardı ki, vakit geçmeden AET disiplini Akdeniz ülke
lerine empoze edilmelidir; üstelik, mevcut bunalıma rağ
men, bu yöneticiler, bunu yapabilecek olanakları bulun
duğuna da inanıyorlar...” (Nisan 1977)
İkinci tanık daha da önemli, hem bakan, hem de bir
zamanlar AET Kom isyonu’nda üyelik etmiş, adı Anto
nio Giolitti, dedikleri şunlar:
“ ... benim izlenimim odur ki, Ortakpazar’ın güçlü ül
keleri, durumu denetimleri altına alacaklarını, gelişmele
rin dizginlerini ellerinde tutabileceklerini düşünüyorlar.
Topluluğun zengin ülkelerinde çoğunluğu elinde tutan si
yasi güçlerde, Avrupa’nın dışında kalan kısımları üzerin
de, egemenlik (hegemonie) kurabileceklerinin bilincinde
olmaktan ileri gelen bir şişirme vardır kuşkusuz...”
329
O rtakpazar’daki zengin ülkelerin Akdeniz ülke
lerine kapıyı açmalarındaki nedenlerden biri de, herhal
de budur: onları denetleyebileceklerine, gelişmelerini
yönlendirebileceklerine kesinlikle inanıyorlar. Bu tak
dirde topluluğun siyasi birliği, güçlü ülkelerin liderliği
altında gerçekleşmiş o la c a k ...” (N isan 1977)
Her şey ne kadar açık: M ütareke’de Ömer Kâzım,
Türkiye’yi bölüp egemenliği altına almak isteyen Batı’lı
ülkelere, kendi ülkesi aleyhine ‘parm ak kaldırm ıştı’;
şimdiki Ömer K âzım ’lar da, aynı sebeplerden, aynı ni
yeti taşıyan Batı’lı ülkelere, kendi ülkeleri aleyhine ‘par
mak kaldırıyorlar.’
Bunun böyle olduğunu söyleyenler de, dikkat iste
rim, B atı’lı gözlemciler.
16
NEREDE 0 ESKİ ‘DÖNEKLER’?..
3 Haziran 1995
330
O Karanlıkta Biz adlı romanım için geçmişe ait bel
geleri, bilgileri ve hatıraları kurcalarken Türk Sosyalist
Hareketinin içindeki çatışma, ayrılma ve bölünmeleri
daha etraflı inceleyecek; bu arada ‘Spartakistler’ ve KUTV
nesli dahil, 40 Karanlığının sonlarına kadar kimin ne
sebepten ‘hareket’ten uzaklaştığını araştıracaktım. Ayrı-
lanlar (o zamanki tabirle mürted ve mülhid -Fransızca-
sı rencgat-, bugünkü tabirle ‘dönek’ ) yok değildir am a,
zannedildiği kadar çok da değildir. Çeşitli ‘tevkifat-
lar’dan geçmiş, Şevket Süreyya gibi, Vedat Nedim gibi,
‘Eczacı’ Vasıf gibi, Haşan Ali Ediz gibi ‘eski tüfekler’; bir
yerden sonra siyaseti bırakmış; kimisi işine gücüne dön
müş, kimisiyse Kemalizm’e kazanılmıştı.
Bunun bir adı da ‘Anadolu’ya kazanılm ak’tı: Şevket
Süreyya, o zamanki CHP yönetiminin Nâzım Hikm et’i
de A nadolu’ya ‘kazanm ak’ arzusunda olduğunu; bu
maksatla kendisinin şairle A nkara’da iki defa görüştü
ğünü, sanırım 6 0 ’lı yıllarda Yön dergisinde açıklam ış
tı. Tabii Nâzım bu teklifi reddetmiş. Yine de bu anlat
tıklarım, eski kuşağın ‘dönekleri’ ile yeni kuşağın ‘dö
nekleri’ arasında, sadece derece farkı olmadığını, ciddi
bir mahiyet farkı olduğunu meydana çıkarıyor.
Şimdi dilimin döndüğünce bunu açıklam aya çalışa
cağım.
Kadro dergisini hatırlayanınız var mı?
Şevket Süreyya, Yakup Kadri vb tarafından çıkarıl
mıştır. Nâzım ‘kadrocular’ için de zehir zemberek bir hi
civ kaleme almıştı, sosyalistler onları hep ‘dönek’ say
mışlardır; böyledir de, Kadro ’nun ve Şevket Süreyya’nın
o zamanki yayın platformu gözlendiğinde, acaba ne gö
rülür?
Kadro , sonradan Üçüncü D ünya tavrı sayılacak,
‘mazlum milletleri’ savunan, anti/emperyalist (ııeredey-
331
se G aliyef çi) bir tutum tutmuştur. Bırakın Kadro ’yu ve
Kadrocuları, M atbuat Umum M üdürü, Radyo M üdü
rü gibi devlet hizmetlerinde bulunmuş Vedat Nedim ve
benzerleri bile, anhası minhası, lâik ve demokratik, an-
ti/emperyalist Kemalizm’e ‘geçmiş’ oluyorlardı. Başka
türlü söylersek, ‘döneklikleri’ anti/emperyalist siyaset
ten, ‘mazlum milletleri’ savunm aktan, halkçı ve lâik
K em alistlik’ten ‘dönm ek’ değildi; onlar münhasıran
M oskova’daki Komintern’in (III. Enternasyonel) çizgi
sinden çıkıyorlar, Anadolu İhtilâli’nin anti/emperyalist
ve milliyetçi çizgisine giriyorlardı.
Sovyet İhtilâli ve Anadolu İhtilâli’nin her ikisinin
de, türlü ayrılıklarına rağmen, temelde Jacoben (aydın-
lanmacı) olduğunu kim inkâr edebilir?
Yoksa Lenin, M ustafa Kemal’i neden desteklesindi ki?
Güncel ‘döneklerimizin’ mahiyeti epeyce farklıdır.
En yaşlısı 68 kuşağından olan, devrimcilikleri şûra’cı
olm aktan çok ‘tetikçi’, M ao/C astro/G uevera ekolün
den ‘kopm a’ yeni ‘dönekler’; eskilerinden farklı ola
rak, açıkça emperyalizmin hizasında yer alıyor; garip
bir şekilde, eski tutumlarına karşı meselâ ulusal devle
ti, onun ulusal çıkarlarını savunacaklarına; ulusal dev
lete ve onun çıkarlarına karşı, emperyalist ‘Sistem’iıı ge
liştirip yaydığı ‘küreselleşme’ ve ‘özelleştirme’ tezleriy
le saldırıya geçiyorlar.
Bundan ne mi çıkıyor? Eski kuşak döneklerinin, fi
kir ve metot açısından, kendi içlerinde daha tutarlı, da
ha namuslu olduğu! Şevket Süreyya, V âlâ Nurettin, Ve
dat Nedim , H aşan Ali Ediz ve diğerleri, devletin tota
liter faşizan bir diktaya dönüştüğü dönemlerde bile, ha
tırladığım kadarıyla emperyalizme yaltaklanmamış, ona
‘yataklık’ etmemiş; ülkenin ulusal egemenliğini şuna bu
na peşkeş çekmemişlerdi.
332
M aşallah yeni ‘döneklerin’ en sevdiği şey bu! O ba
kımdan, daha çok mütareke yıllarının ‘mandacı’ takımı
nı andırıyorlar.
Yoksa ‘eskilerin’ günahını mı almışız?
17
‘DÖNEKLİĞİN’ALTYAPISI
6 Haziran 1995
.333
yalistleri, doktrin ağırlığı ‘sivil’ devrimcilerdir; onların
gözünde ‘ideoloji’, önce işçi sınıfının, fakat bütünüyle
halkın üzerinde som utlaştığı zam andır ki, bir ‘devrim
ortam ı’ oluşm uş demektir; bunlar şû ra’cı (Sovyet) ya
da kongre’ci ‘ilericilerdir’ ki, devrimi daim a aşağıdan
yukarıya tasarlam ışlardır; Sovyet İhtilâli’nden hemen
sonra, Lenin’le T roçkiy’in kendi sollarından (İşçi Op-
pozitsiya’sı) devrimci değil darbeci sayılm aları bun
lardandır.
Başka, daha açık bir ifadeyle, ‘devrim’ o kuşağın fik
rinde ‘askeri’, ‘silâhlı zora dayanan’ bir ‘emrivaki (ol
dubitti)’ değildi.
Andre M arty’yi bugün kim hatırlıyor? FKP’nin eski
leri bile, adını belki kaygıyla anmaktadır.
M arty yaman bir militan, çetin bir devrimciydi; N a
zi işgali altındaki F ran sa’da, FKP’nin silâhlı direnişini
o -ve D u clo s- örgütlem iş, o yönetmiştir. Gençler bil
mez, Fransız Direniş H areketi’nde de G aulle’cüler ka
dar, hâttâ onlardan kalabalık ve etkili bir FKP direni
şi vardı; Naziler (G estapo) asıl düşm an onları sayıyor,
yakaladıkları her militanı kurşuna diziyordu; o kadar
ki K u rtuluş’u m üteakip FKP’ye halk ‘Kurşuna D izi
lenlerin Partisi’ adını takm ıştı; partinin itibarı o lağ a
nüstü yüksekti, bütün seçimlerden en yüksek oranıyla
birinci parti olarak çıkıyor, fakat tek başına hükümet
kuram ıyordu.
İşte bu koşullar altında, iddiaya göre, Andre M arty,
o sırada hâlâ dağıtılmamış olan FKP Silâhlı Direniş Gü
cünü harekete geçirerek, Fransa’da iktidara el koyma
yı önermişti; halkın büyük oy desteğiyle, öteki partile
rin karşı koyamayacağını düşünmüş olmalıydı; dahası,
o yıllarda Doğu Avrupa ülkelerinde benzer gelişmeler
yaşanmaktaydı; ne var ki M arty’ııin önerisi reddedildi,
334
Komintern partilerinde âdet olduğu üzere, M arty önce
Politbüro’dan sonra Merkez Komitesi’nden alındı, son
ra bütün görevlerinden alındı; yanlış bilmiyorsam, par
tisinden de çıkarıldı.
O tarihte, şunları düşünmüşümdür: Carbonari ko
mitacılığı, N arodn aya Volya ya da Stirner terörizmi ve
Neçayevtsiy nihilisti iği ile Marksizm ilericiliği (sosyalist
lik) arasındaki en büyük fark, öncekilerin aydın azınlık
ların şiddete dayandırdığı ‘yukarıdan aşağıya’ hareket
ler olmasına m ukabil; sosyalizmin ‘sivil’, ‘aşağıdan yu
karıya’, şûra’cı ve meclis’ci -tek kelimeyle ‘katılım cı’-
bir halk hareketi olmasıdır.
Genç bir Türk aydını için, bunu anlayabilmek ger
çekten son derece önemlidir, iki sebepten:
1/ Önce Gazi ve arkadaşlarının, halkın desteği ve ka
tılımıyla (Kongre’ler, meclis vs) gerçekleştirdiği, ulusal
demokratik devrim’in asıl mahiyeti ile, 1935’ten başla
yarak dönüştürüldüğü totaliter, neredeyse faşist şekilde
arasındaki farkı anlayabilmek açısından!
Çünkü 1 9 6 0 ’lı yıllardan itibaren M üdafaa-i H u
k u k la ilgisi olm ayan, İnönü Cumhuriyeti’ni örnek al
mış, ‘tepeden inmeci’ Bonapartiste bir ‘darbecilik’, ile
rici bir ‘devrimcilik’ sayılabilecektir.
2/ Benzer bir gelişmenin sosyalist (M arksist) solda
yaşanm ası; yâni 68 kuşağı ve sonrasında, ‘devrimcilik’
modelinin, ‘sivil’ değil ‘askeri’, ‘aşağıdan yukarıya’ de
ğil ‘yukardan aşağıya’ yâni zorla iktidar olmak diye an
laşılm ası açısından!
Bu anlayış sosyalizm i, toplum sal ve kapsamlı bir
‘dönüşüm’, ‘sivil’ ve ‘katılımcı’ hâttâ ‘çoğulcu’ bir gele
cek tasarımı olm aktan çıkarıyor; yeni yeni ‘merkeziyet
çi bürokrasi diktalarına’ zemin hazırlıyordu.
Şimdi dikkat isterim: mevcut ve mebzul ‘döneklerin’
büyük ‘çoğunluğu’, bu iki ‘komitacı’ ilerici aydın tipin
den türememiş midir?
Acaba neden ?
18
8 Haziran 1995
336
lamasına dayalı bir sentez çabası değil; yüzeysel, siya
sal, belki de aktivist bir kendini öne çıkarma, bir yük
selme çabası!
Nasıl da kızmış, karşı çıkmışlardı! O çocukların bu
gün çoğu dönek; girdikleri tünelin ucundan bekledikle
ri aydınlığı -çabuk ve kolay- göremeyince, proletarya
ya veda ettiler, devrimi ve devrimciliği rafa kaldırdılar;
o zaman kendileri için istediklerini kabul etmedikleri
her şeye kavuştular: dolgun -üstelik ecnebi bankalarda-
döviz hesapları; m edia’da saygın bir şöhretleri, lüks ev,
yazlık ve arabaları, hâttâ tekneleri; her türden elektro
nik oyuncakları dahası cinsel çeşitlemeler, kumar ya da
uyuşturucu türünden lüksleri var.
Şevket Süreyya’nın Kadro dergisini bilmem görm üş
müydünüz? N âzım ’ın eli bastonlu, golf pantolonlu di
ye yerdiği Kadrocular jet sosyetenin tüketim çılgınlığı
na kapılmak hevesinde görünmez; tuhafı şudur ki An
kara’yla -en çok da İsmet Paşa ile- araları iyi sayılmaz;
nasıl iyi olsun ki Kadro ’nun projeksiyonu, emperya
lizmle ulusal kurtuluş mücadelesi üzerine oturtulmuş,
çok sonraları Üçüncü D ünya’cı adını alacak olan, diya
lektik bir projeksiyondur; Yakup Kadri, G azi’nin des
teğiyle bir süre daha direnebildiklerini, fakat H ükü
metken gelen baskılarla Kadro’nun neşriyatını tatil et
mek zorunda kaldıklarını yazacaktır.
Başka türlü söylersek, o kuşağın dönekleri kendile
ri için çok şey istemezler, ikbal peşinde görünmezler, he
le şöhret, hiç: Şevket Süreyya, meçhul bir bürokrattı;
Vedat Nedim, yıllar sonra bir bankaya danışman olun
ca tanındı; ‘eczacı’ Vasıf, H aşan Ali Ediz kimdir, bilen
azdır; hiçbirisinin debdebeli, tantanalı bir hayatları ol
mamıştır; en çok tanınmış olanları Vedat Nedim’in, ban
ka himayesinde yayımladığı dergi Hep Bu Topraktan
337
adını taşırdı, ya Küreselleşm ek’ten çok uzaktı; bu der
ginin ofisinde onunla yaptığım ilk ve son konuşmayı hiç
unutmam; adı henüz duyulmaya başlamış, toplumcu
bir genç şairdim; yılların Vedat N edim ’i, TKP’nin eski
Genel Sekreteri, benimle konuşurken eksikleniyordu.
Şimdi döneklerin, o arsızlıklarını ve küstahlıklarını
düşünürseniz; onu ve benzerlerini, farklı bir değerlen
dirmeye tâbi tutm am anız mümkün mü?
Özetin özeti şu mudur: eski sosyalistler doktrin ağır
lıklı fikir adam larıydılar; entelektüel besinlerini Jaures,
Kautsky, Plekhanof, R osa Luxem bourg, Sultan Galiyef,
Lenin, Troçkiy vb. mütefekkirlerinden almışlardı; aksi
yonu teoriyle birlikte, onun som ut olarak hayata inti
kal ettirilişi diye alırlardı; siyasi faaliyetten çekilmeleri,
gerçekte Komintern’in hizasından çekilmeleri anlamına
geliyordu, o yüzden genel dünya görüşlerini ve yaşam a
biçimlerini değiştirmemiştir.
68 sonrasının sosyalistleri, eylem, -üstelik silâhlı
eylem - ağırlıklı aksiyon adam larından etkilendiler;
özendikleri isimleri hele bir hatırlayınız: M aozedun,
Castro, Che ya da diğer bazıları için Nasır, Sekou Toure,
Saddam , vb! Herkes biliyor ki bu liderlerin fikriyatı d a
ha çok namluların fikriyatıdır; o da ancak yarı/sömür-
ge ya da sömürge durumundaki ülkelerde başarılı görü
nebilir.
N e Türkiye o ülkelerden birisiydi, ne de Türkiye’de
benzer eylemlere kalkışanlar, o çapta adamlar! Sırtların
da yumurta küfesi yoktu ya, ilk dörtyol ağzında, o ağır
lıktan kurtuldular: sen sağ, ben selâmet!
3 3 .S
19
UŞAKLARIN ‘ŞIKLIĞI’...
11 Ekim 1995
339
re kaydırıyorlar. Am erika’nın ‘Açınızı yoksulunuzu bi
ze gönderin!’ sloganı tarihe karışıyor; Am erika’nın ye
ni ekonomik yapısında, artık ‘fakirin’ getirisi kalmıyor;
gelişmiş ülkeler, bu işleri Üçüncü D ünya’daki fakirlere
yaptırıyorlar” . (Hürriyet, 22 Ekim 1995)
Tabii bu işi yaparken, ‘fakir’ ülkelerin ‘seçkin’ ve ‘ay
rıcalıklı’ zekâlarını, kendi ‘sistemlerine’ adapte edip, on
lara, öz ülkelerine karşı ‘Sistem’in çıkarlarını savunma
yı öğretmeyi de asla unutmayarak!
Bu tabloda, en çarpıcı, en dikkat edilmesi gereken, en
hassas nokta hangisidir?
‘Geri kalmış’, ya da ‘gelişmekte olan’ ülke statüsüne,
yeni ve göz boyayıcı bir anlam verilmiş olması!
‘Sistem’, bilgi ve iletişime ‘sahip’, üretimi bunlarla
kontrol etme aşam asına ulaşınca; onun için ‘sanayi top
lumu’ da, ‘sanayi sonrası toplumu’ da artık gerilerde kal
mış ‘aşam alar’dır; Zeynep Atikkan’ın bahsettiği ‘geri
ülkelere kaydırılan teknolojiler’, işte bu toplumları ‘ya
ratmış’ olan endüstriler; onların modası geçmiş oluyor;
hal böyle olunca, henüz sanayileşme çabasında olan bir
toplum için, gıda, tekstil, orman, turizm vb endüstrile
re sahip olabilmek, bir ‘kalkınma’ olarak görülebiliyor:
efendisinin eski elbiselerini giyen uşağın ‘şık’ görünme
si gibi bir şey bu!
Türkiye, işte tam da buradadır.
‘Sistem’in izin verdiği teknolojileri, ‘Sistem’in izin ver
diği sınırlar içinde, ‘Sistem’in izin verdiği oranda kulla
nabilmek; ilk bakışta yeni bir aşam aya ulaşmak gibi bir
duygu uyandırsa da, bu ciddi bir yanılsam adan (illusi-
on) ibarettir; lağar ve hantal sanayilere sahip olmak, bu
düzeyde dünya pazarına açılmak; bizi, bilgi ve iletişim
çağının ‘paryaları’ arasında olmaktan kurtarm az! Kur
tarmaz!
340
Eğer Türkiye’nin amacı, hâlâ Gazi M ustafa Kemal’in
dediği gibi, ‘çağdaş uygarlık düzeyini’ yakalam aksa,
-ki odur, o olmalı ve o kalm alıdır- o düzey günümüz
de ‘bilgi ve iletişim teknolojisi düzeyidir.
Sizce hangi siyasi partimiz, ülkeye, böyle bir kalkın
ma programı öneriyor?
20
HAYAL BU YA!..
26 Ekim 1995
341
vekili kalkmış, hayal bu ya, yine işi rakamlara dökerek,
işçilerinden 50 trilyonluk ücret artışım esirgeyen devle
tin, dışarda tefeci sermaye fırıldaklarıyla deveyi nasıl
havuduyla yuttuğunu anlatıyor:
T ürkiye’nin dış borcu 72 milyar dolar, oysa
ekonomistler T ürkiye’nin borçlu değil alacaklı olduğu
nu saptıyorlar; T ü rk iy e’den em peryalist merkezlere
akan para 100 milyar doların üstünde. T ürkiye’de şu
anda mevcut sıcak paranın tutarı 5 milyar dolar. Ser
best dolaşım imkânlarını kullanan tefeci sermaye, T ü r
kiye’nin faiz olanaklarından yararlanıyor; 250 trilyon
tutarındaki sıcak para, devlet tahvillerine yatırılıyor;
sonra dönüp dolar ve mark olarak Türkiye’yi terk edi
yor; am a 250 trilyon faiz kazancını elde etmiş olarak.
Emme basm a tulum ba, T ürkiye’nin kendi işçisinden
esirgediği parayı emperyalizme a k ıtıy o r...” (Aydınlık,
14 Ekim 1995)
Hayal bu ya dedim ya, hayal: Türkiye Büyük Millet
M eclisi’nde, bu som ut gerçekleri, dile getirecek tek bir
milletvekili yoktur; çünkü bu sayılar sosyalist Aydınlık
dergisinden alınmıştır, derginin organı olduğu İşçi Par
tisi, ne yazık ki M eclis’te temsil edilmemektedir.
Diyeceksiniz ki, bu onun kabahati!
Acaba?
Türkiye’de demokrasi, bilindiği gibi, 1946’da eli aya
ğı kesilip kuşa döndürülerek kabul edilmişti: en çok da,
soldan, sosyalist partilerden dehşet duyuluyor, o yönden
gelecek örgütlenme çabaları, daha başlarken tırpanlanı
yordu. Faşizan CHi> diktasının, savaş içindeki tutumu
zaten bu olmuştu am a, savaş ertesinde ‘Soğuk Savaş’ın
başlam ası, Türkiye’nin NATO’ya alınması, -dem okrasi
ye lâfzen geçilmiş de o lsa- aynı yasakçı politikanın de
vamını mümkün kılıyordu. Bir meraklısı çıksın da say
.342
sın, Türkiye’nin demokrasi tarihinde yasaklanan, kapa
tılan, yöneticileri tutuklanan, sürülen sosyalist partile
rin ve gazetelerin haddi hesabı yoktur.
O kadar böyledir ki bu, 1960 sonrasında gelişen ve
tabana yayılan Türkiye İşçi Partisi’ni yasadışı kılabilmek
için, kırk yıllık totaliter CHP birdenbire kendisinin ‘orta
nın solunda’ olduğunu keşfetmiş; Demokrat Parti ileri
gelenlerinin de yardımıyla, ne yapılıp yapılıp, sosyalist
milletvekillerinin M eclis’ten çıkarılmaları sağlanmıştır:
12 M art’m da, 12 Eylül’ün de, temel amacı -hangi bo
yadan olursa olsu n - sosyalistleri dağıtm ak, sindirmek,
ülkenin gerçeklerini halka duyurmalarını önlemekti.
Elhak başarılı da olm uşlardır: bırakın işçi örgütlenme
sinin kamu işletmeleriyle sınırlanmış olmasını, sendika
yöneticilerinin çoğunu evcilleştirmiş, sendikacılığı da,
asıl amacından saptırm ayı başarmışlardır.
IMF ve D ünya Bankası, T ürkiye’ye girdiğinden bu
yana, iki şeyin üzerinde ısrarla durur: tarımda destek
leme fiyatlarına son verilmesi, bir; işçilere zam yapılma
ması, iki! İç politika zorluklarıyla bu politikalara uyma
dığı için, birçok yönetimin başı yenmiş, ağzı yanmıştır.
İş sonunda, münhasıran sağcı ve sağa yakın ortanın so
lundaki partilerden mürekkep meclislerin oluşmasını
sağlam aya dayanm ıştı. O zal’dan yâni 12 Eylül son ra
sından beri tam da işte bunu yaşıyoruz. Göz göre göre,
milletin meclisinde, Türkiye’nin servetini emekleriyle ya
ratan işçilerin hakkını savunacak tek milletvekili çıkmı
yor; meraklısının bildiği, somut ekonomik gerçekler; ül
kedeki düzenin, nasıl bir avuç çıkarcıya yaradığı, bir tür
lü anlatılmıyor, anlatılamıyor.
Sonra, bu bir oligarşidir dediniz mi, bozuluyorlar.
Değilse nedir, dem okrasi mi?
343
21
19 Ekim 1995
344
dim, ‘dideler ruşen’, o muhterem zat Göngör M engi’ye
bakınız neler demiş:
Her şeyde bir hayır vardır, anlaşsalardı ne ola
cağı, M esut Y ılm az’ın ne yapacağı, sonraki açıklam a
larıyla meydana çıktı; bütün ekonomi birimlerini kont
rol altına alm ak isteyen ANAP, Türkiye’yi IMF’nin ‘b o
yunduruğundan’ kurtaracaktı; yâni Mesut Yılmaz istik
rar programını, iptal edecek, işçilere bütçenin kaldıra
mayacağı zam lar yapacak, sıcak para politikasını yeni
den canlandıracaktı.” (Sabah, 8 Ekim 1995)
Görüyor musunuz elinoğlu, IMF’yi liberal merkez
sağın tabii yandaşı zanneden ‘enayileri’ nasıl da eşekten
düşmüş karpuza çeviriyor? ANAP istediği kadar liberal,
istediği kadar merkez sağ, hâttâ düpedüz sağcı olsun;
eğer IMF’nin Türkiye’ye ‘dayattığı’ programı aynen uy
gulamazsa, tükaka; hele ‘ben Türkiye’de iktidarım, bü
tün ekonomi birimlerini kontrol altına almalıyım’ der
se, yandı; ona zırnık koklatmazlar, zira aslolan Türki
ye’deki iktidarın ‘bağımsızlığını’ ve ‘egemenlik hakları
nı’ özgürce kullanması değil, ‘Sistem’in köpeği iMF’ye
teslim olmasıdır; ‘mumaileyh’ bunu da açık seçik söyle
miş, diyor ki:
tarihimizde IMF ve Dünya Bankası’nm boyundu
ruğundan en çok faydalanan kişi ANAP’ın kurucusu Özal
olmuştur, hiçbir devlet adam ı 1980/85 yıllarında Özal
kadar IMF ve Dünya B ankası’m dinlememiş, teslim ol
mamıştır.” (Sabah, 8 Ekim 1995)
Peki, Türkiye’nin ‘bağımsızlığını’ ve ‘özgürlüğünü’
savunanlar başka şey mi söylüyorlardı? Biz açık açık
“ Özal Türkiye’yi ‘Sistem’e teslim etti” diyorduk; işte
şimdi kendileri ağızlarıyla itiraf ediyorlar, hem de bu işi
‘benzersiz’ bir şekilde yapmış!
Daha da müthişi ne?
345
IMF’nin ismi meçhul zat-ı muhteremince, tahmin edi
lebileceği gibi, ‘en az sakıncalı seçenek’ elbette Tansu
Çiller ama, ‘erken bir seçim iyi olmaz’mış, yönetim se
çimlere kadar IMF ile oluşturulan istikrar programını uy
gulamalıymış; zaten Çiller de bunun ‘farkında’ymış; iyi
güzel de, koalisyonun öteki ayağı kim olacak; IMF bu ko
nuda ne öneriyor?
kanaatim ce istikran sağlayacak ortaklık yine
DYI’/CHP ortaklığıdır. Çiller’in seçimden sonra, içinde
O zal hasreti ve IMF kompleksi olmayan, ekonomi bilen
değerli politikacıların bulunduğu CHP ile hükümet kur
ması, CHP ile yâni bir istikrar programı hazırlaması T ür
kiye’nin hayrına olur.” (Sabah, 8 Ekim 1995)
CHP’niıı uzun tarihi içinde, nihayet nerede olduğu,
kimlere hizmet ettiği, bundan daha açık olarak nasıl söy
lenebilir? Bu CHP, Gazi M ustafa Kem al’in Hey’et-i Tem-
siliye Reisliğini uhdesinde bulundurduğu M üdafaa-i
H ukuk Cemiyeti midir; yoksa İngiliz himayesine, o ol
mazsa Amerikan mandasına taraftar Hürriyet ve İtilaf
Fırkası mı?
22
21 Ekim 1995
346
dan taşıyor’; Kuzey Avrupa ve eski Doğu Bloku ülkele
rinin çoğundan, iyi bir durumdadır; gelecek yüzyılın en
büyük on ‘stratejik pazarından' birisi olacağı kesin; bu
bakımdan ‘küreselleştirilmesi ve özelleştirilmesi’ elzem!
Gel gör ki Başbakan ne kadar çırpınırsa çırpınsın, ülke
‘küreselleşme’ye de ayak sürüyor, ‘özelleştirmeye’ de!
Bu yıl sona erecek stand-by anlaşması zaten istenilen so
nucu vermiş olmayacaktı, bir de B ay kal’ın ‘garip’ ref
leksiyle, iyi kötü yürüyüp giden koalisyon bozuldu; aca
ba ne yapmalı, Türkiye/lMF A nlaşm ası, bir yıl daha
uzatılmalı mı?
IMF’nin Türkiye’nin ‘ekonomik performansını’ ince
lediği gizli toplantıda (18 Eylül) böyle bir karar alınmış,
ancak bu sayede ‘istenilen hedeflere’ varılabilecekmiş;
Başbakan Çiller de bu fikirdeymiş, durumu ‘ ... yorum
layan yetkililer, seçim öncesi IMF programının uygu
lanmasının hemen hemen imkânsız olduğunu belirte
rek, Çillcr’in 2 Şubat’ta sona erecek stand-by’ı seçime
kadar dondurup, yeniden iktidara gelmesi halinde, d a
ha sıkı biçimde kemer sıkmayı gerektirecek yeni IMF
programını uygulamaya koymayı planladığının anlaşıl
dığını’ söylemişler.’ (Hürriyet, 9 Ekim 1995)
İlahi! iMF’yle ‘kemer sıkm ak’ hiç biter mi? Biz bo
şuna mı yıllardır, bunlara ‘elini verirsen, kolun gider’
deriz?
IMF ve Dünya Bankası üzerine, ilginç bir eser yayım
lamış olan Cheryl Payer; ne hikmetse, bizim orta sağ/or-
ta sol politikacıların pek önemsediği bu kuruluşlar hak
kında, neler diyor biliyor musunuz? Üşenmezseniz, he
le bir göz atınız:
İkinci Dünya Savaşı sonunda kurulan IMF, kuru
luşundan başlayarak, uluslararası ve teknik bir kuruluş
görüntüsü altında, yoksul ülkeleri emperyalizmin m a
347
li d isip lin i a ltın a so k m a n ın a ra c ı o la r a k k u llan ılm ıştır.
iMF’n in k u ru lu şu n d a n so n r a , b ir ü lk en in b a ğ ım sız k a l
k ın m a ç a b a la rın ın g eleceğin i, ü lk en in IMF ile ilişkileri
b e lir le m iş tir ...”
" ... fon yetkilileri ve uzmanları para konusunda uz
m anlaşm ış iktisatçılardan oluşur. Bu iktisatçılar kendi
konularıyla ilgili olarak, diğer iktisatçıların dahi bu
konulardan çekinmelerine yol açan, giz dolu bir hava
yaratmışlardır. Kendilerini, doğru döviz kurunu ve uy
gun para arzını, birtakım karışık formüller uyarınca
saptam aya yetkili, yüksek düzeyde eğitilmiş teknisyen
ler olarak sunarlar. Yaptıkları işin politik önemini yad
sırlar; ya da yaptıkları işin, başka türlü yapılam ayaca
ğına kendilerini inandırmışlardır. Parasal konuların po
litik önemi olduğunu kabul eden, ya da bu konulan ka
muoyu önünde tartışan pek az IMF yetkilisi v ard ır...”
Halbuki, “ ... insanın yapısını nasıl iskelet belirlerse,
bir ülkenin politik yapısını da ekonomik durumu belir
ler. (...) Bir insanın, iskeletinin büyüklüğüne ve yapısı
na aykırı olarak büyümesi olanaksızdır. Bedenin iske
let yapısına uymak zorunda olması gibi, toplum da ba
zı ekonomik yasalara uymak zorundadır. Eğer bu yasa
ların kapitalist yorumcuları, bize sürekli olarak yalan
söylüyor ve var olan seçenekleri yadsıyorlarsa, gerçek
sorunların ve olası çözümlerin neler olduğunu anla
m ak, hepimiz için büyük önem taşımaktadır. Kemikle
ri dış baskılarla bozulan bir insanın, beden ve ruhunun
da hastalanm asına şaşm am alıd ır...”
“ ... IMF cinayetin gerçek suçlusu değil, ancak suçlu
ların kullandığı araçtır. Gerçek suçlular Üçüncü Dün-
ya’nın bağımsızlığına doğal olarak karşı çıkan ve bu ba
ğımsızlığı ezmek amacıyla gerekli kaynakları, genellik
le bir araya getirebilen uluslararası şirketler ve kapita-
348
üst ülke yönetim leridir...” (Borç Tuzağı, Cheryl Payer,
1981)
Cheryl Payer’in söyledikleri açısından bakınca, T ür
kiye ile IMF’nin ilişkileri, ne kadar ilginç görünüyor?
iMF’ye ve Dünya Bankası’na bulaştı bulaşalı, ‘kamu ön
cülüğünde hızlı bir sanayileşmeyle’ ve ‘karma ekonomi’
doktriniyle ‘kalkınmaya’ yönelmiş olan Türkiye; kurdu
ğu altyapıyı kendi elleriyle satıp savmaya, parasını har
vurup harman savurmaya yönlendirilmiştir! Bunun ne
yi amaçladığını anlayamamak için, insanın ya kör cahil
olması gerekir, ya da IMF’nin savunduğu tezlere, körü
körüne angaje!
Elli yıllık tarihinde, siz bana IMF ve Dünya Bankası
örgütlerine uyarak, ayağa kalkmış bir ülke gösterin, he
pinizi alnından öpeyim.
23
24 Ekim 1995
349
rim. Bunu söylerken, hangi ülkeyi göstereceklerini kes-
tirebiliyordum: M eksika!
Bildiğiniz gibi, M eksika yönetimi, IMF ve Dünya Ban
kası ona ne derse yaptı, tam işler yolunda gidiyor diye
sevindiği sırada, başına inanılmaz bir belâ m usallat ol
du, az kalsın tepetaklak gidiyordu; bunun, kendileri
için ne demek olduğunu gayet iyi bildiklerinden, bu iki
kuruluş alelacele M eksika’ya 8.3 milyar dolar destek
kredisi açtı. Diyeceksiniz ki, kurtardı işte; hayır, bunun
böyle olmadığını ben söylemeyeceğim, liberal bir gaze
temizin liberal ekonomi sayfasında yazan, ekonomi uz
manı söyleyecek:
adres M eksika, ama para kimin cebine akıyor?
Bu ülkedeki zengin azınlığın mal varlığı on yedi milyon
luk nüfusun servetinden fazla; yatırımlar yılda yüzde do
kuz büyüyor am a, işsizlik artıyor; tarım desteği kalkın
ca Z apatist (Z apata yandaşı) köylüler isyan ed iy o r...”
(Hürriyet, 10 Ekim 1995)
Yâni iMF’nin ülke filân kalkındırdığı yok, seçtiği ül
kelerde belirli bir azınlığı kalkındırıyor, sonra da onu
kullanıyor.
Bu size bir şey hatırlatmadı mı?
Geçen gün, ‘hızlı gelişen stratejik pazar, Türkiye’den
bahsetmiştik (Meydan , 28 Eylül 1995); ABD Ticaret B a
kanlığının iki yılda hazırlattığı rapora göre, yeryüzün
de on büyük pazar gelişiyordu, bunlardan birisi T ürki
ye’ydi, (gelişenler arasında M eksika da vardı); Washing
ton, Türkiye’yi şöyle değerlendirmişti: nüfusu büyü
yor, çok zengin bir üst sınıfı, gelişmekte olan bir orta sı
nıfı var, büyüme potansiyeline sahip, bölgesinde strate
jik önemi büyük! Buradan hareket ederek, deniliyor ki
ABD, ‘gerek zengin üst ve gelişmekte olan orta sınıfa d ö
nük olan tüketim malı ithalatını artırabilir, gerekse bü
yüyen ülkenin ihtiyaç duyacağı altyapı projelerinde rol
alabilir’.
İşte iMF’nin ve Dünya B ankası’nın M eksika’da yap
tığı da bu, ülkeyi kalkındırmıyor, kendisine yatırım ala
nı ve tüketim alanı arıyor, bunun için de uygulamaya
çalıştığı ‘sistem ’ aksadı mı, kesenin ağzını açıyor.
Malum, içimizde uyanık çok, şimdi biri çıkar der ki,
birbirine karıştırdınız galiba, M eksika’ya yardım eden
IMF’dir, Washington değil; oysa Türkiye’yi ‘hızlı gelişen
stratejik pazar’ addeden Washington! İlahi, siz bunlar
arasında fark mı var sanıyorsunuz, öyleyse B o rç T u z a
ğ ı’’m yazan Cheryl Payer’in şu sözlerine bir kulak verin:
Fon (IMF) kuruluşundan bu yana, en güçlü üye
si olan ABD’nin etkisi altında kalmıştır. Bu etki önceleri
daha da yoğundu. 1985 yılına kadar IMF’nin tüm önem
li kararlan, ABD Maliye Bakanlığı’nca alınıyor ve Fon
görevlilerine, kendi dilimlerinin çekilmesi konusunda
görüşme yapmak yetkisi dahi verilmiyordu.” (B o rç T u
z a ğ ı , Cheryl Payer, s. 243, 1986)
Nasılm ış efendim?
Siz iyisi mi, Enis Berberoğlu’nun ‘IMF’nin Ö bür Y ü
zü, Evrensel Yoksulluk’ başlıklı yazısında aktardığı ra
kamlara bir göz atm, biz söylesek ne sosyalistliğimiz ka
lırdı, ne devletçiliğimiz:
“ ...v e bugün borçlu Üçüncü Dünya ülkelerinde tam
1.369 bebek açlıktan ölecek. (...) Dünya Bankası, ge
çen 50 yılda 300 milyar dolar kredi açtı. Jap o n y a ’daki
hızlı trenden, H indistan’a katarakt operasyonlarında
uzman kliniğe k adar 6.000 projeyi destekledi. Bu kre
dilerden yüzde 3 7 ’sini yâni 111 milyar doları batırdı.
(...) Dünya B an k ası’nın milyarlarca doları insanı pas
geçti, dev barajlarda, otoyollarda dondu kaldı. Taş top
rak karın doyurmaz ki! İhracata dönük, yabancı ve yer
li ı
li sermaye ittifakı, b ab a mirası orta ve küçük işletmele
ri batırdı, 2.5 milyon kişi işini kaybetti. Dünya nüfusu
nun beşte dördü cahil kaldı. (...) G an a’daki çiftçilerin
yüzde 9 5 ’i aç, N ik aragu a’da 11 yaşında çocuklar köle
niyetine çalıştırılıyor. Filipinler’de anneler, kızlarını, J a
ponya’ya fahişe olarak satıyor.” (Hürriyet, Ekim 1995)
‘İşte bizim yönetimlerimizin, en çok da Ozal ve Çil
ler hükümetlerinin, bir sözünü iki etmediği IMF ve Dün
ya B ankası’nın gerçek yüzü...
24
SINIF MÜCADELESİ BİTTİ Mİ?..
7 Kasım 1995
352
nü yanılıyordu: tarih Gazi M ustafa K em al’e hak ver
miştir, nitekim Komintern de onu desteklemişti.
M arks, ‘sınıf mücadelesini’ Avrupa ölçüsünde koy
muş, gezegen ölçüsünde koyduğunu zannetmişti; bu as
lında onun, sömürgeler gerçeğini yeterince ciddiye alma
dığını gösterir. X X . yüzyıl, sandığı gibi proleter dünya
devrimi yüzyılı olmadı, sömürgelerin ‘kurtuluş savaşla
rı’ yüzyılı oldu: bir bakım a, Sovyet, Çin, Vietnam, K ü
ba vb ‘sosyalist’ devrimler bile, gerçekte sömürge ya da
yarı/söm ürge halk kurtuluş hareketlerinin, sosyalist
kadrolarca yönetilmesi, anlamına gelir. ‘Bağımsızlığın’
kalıp, azgelişmiş ülke ‘sosyalistliklerinin’ zamanla dağıl
ması ya da yıkılması, buradan bakılınca anlamlı ve çok
düşündürücüdür.
‘Soğuk Savaş’ın bitmesi, o bitmeden başlamış bir
başka ‘sınıf m ücadelesi’nin, bütün heybetiyle gündeme
çıkmasını sağladı: gelişmiş ‘kuzey’ ile, azgelişmiş, ‘gü
ney’ arasındaki mücadele! Ne kadar ilginç! Bu mücade
le, gerçekte Galiyef’in Sömürge Enternasyonali önerisin
deki gerekçelere de, Gazi M ustafa K em al’in Milli Mü-
cadele’yi üzerine oturttuğu siyasi ve sosyal platform a
da, eldiven gibi uymaktadır.
Sınıf mücadelesi bitti ha? Ne münasebet! Gezegen
ölçüsünde yaşanıyor; sonuçları da, elbet gezegen ölçü
sünde olacaktır.
M ütareke’de İstanbul’u allak bullak eden ünlü tram
vay grevlerini, ‘İştirak’çi Hilmi Bey’in ‘İştirakiyun Fır
k ası’ örgütlemişti: Osm anlı sosyalisti bir parti! Amele
nin o yoğunlukta greve çıkmasındaki önemli etken, sa
kın gözaıdı edilmemeli: İstanbul Tramvay Şirketi, son
radan cumhuriyet’in satın alacağı bir ecnebi şirketiydi;
ecnebiler o sırada ‘yurdun bütün kalelerini zaptetmiş,
bütün tersanelerine girm işlerdi” , ‘ülkeyi yöneten ‘bed
353
hahlar’ ise maalesef onlarla ‘işbirliği’ halindeydi; başka
bir deyişle, grevlerin muhtevası yalnız sosyal değildi, ay
nı zam anda ve şiddetle anti/emperyalistti.
Türk işçi sınıfı, şu iki perspektifi gözden asla kaybet
memelidir: Tram vay amelesinin grevindeki anti/em-
peryalist niteliği, bir! Bugün ‘küreselleşme’ ve ‘özelleş
tirme’ fırıldağıyla, sınıf mücadelesinin, ister istemez,
gezegen ölçüsüne aktarıldığı, iki! Hele sosyalist aydın
larımız, bu değerlendirmeyi doğru dürüst yapam azlar
sa, o ezeli izzetinefis savaşlarından asla kurtulam aya
caklardır; çünkü ‘bilgi toplum u’ sınıf mücadelesini or
tadan kaldırmıyor, gezegen ölçüsünde sürdürüyor.
25
‘BİLGİ’ ÇAĞINDA ‘SINIFLAR’...
9 Kasım 1995
354
lektik çatışma konusu! N asıl mı, bakın nasıl: ‘bilgi ça
ğı’ demek, gerçekte ‘üretimi’ -ve elbette araçlarını d a -
bilgi ve iletişim teknolojisinin denetlediği çağ demek;
başka bir deyişle, kimler o kapsam lı ve karm aşık bilgi
ve iletişim ağının sahibiyse, egemen onlar olacak, onlar
‘egemen sınıfı’ oluşturacaklar; bu bilgi ve iletişim ağma
sahip olam ayanlarsa öncekilerin ‘kullandığı’ ve tabii
‘söm ürdüğü’ sınıf, ya da ‘sınıflar’.
Diyalektik böyle işliyor, böyle işleyeceğinin işaretle
ri günümüzde bu yeni toplum modeline en yakın görü
nen, ABD toplum unda var.
ABD öğretim ve eğitim sistemi, ‘ayrıcalıklı seçkinleri’
bilgi ve iletişimin ‘efendileri’ olarak yetiştirmek amacıy
la programlanmıştır; daha ileri gidip denilebilir ki, ABD,
denetimi altında tuttuğu ülkelerin eğitim ve öğretimine
de bu seçkinci modeli kabul ettirmek, oralarda yetişti
rilecek ‘seçkinleri’ de bağrına basıp, gezegenin yeni yö
netiminde görevlendirmek niyetindedir.
Prof. O ktay Sinanoğlu, ABD öğretim sistemini anla
tırken ne diyordu hatırlar mısınız? “ ...halkın yüzde
onunun gittiği okullar, niteliği yüksek yerler; tabii bun
lar çok pahalı, dönemi 25 bin dolar civarında; son de
rece lüks binaları, çok da iyi öğretmenleri var. Ayırım
üniversitede de devam ediyor; binlerce üniversite var
am a içlerinde bazıları -Yale, H arw ard gibi- çok özel
üniversiteler. Özel okullardan çıkanlar, para aristokra
sisi diyebileceğim kesimin çocukları, bu üniversitelere
gidiyor, çok pahalı üniversitelerdir bunlar; diğer okul
lardan çıkanlar da, yâni yüzde 90, diğer üniversitelere
gidiyor; bunlar da paralı ama, az bir para: yâni sınıf ay
rımı var.” (Aydınlık, 3 Haziran 1995)
İşte planlanan amacın gerçekleştirilmesini sağlaya
cak uygulama budur: bilgiye ve iletişime, yetiştirilen bu
355
seçkin ayrıcalıklılar ‘sınıfı sahip olacaktır’; onlar elbet
te ‘egemen sınıf’tır; geri kalanlar ise, kullanılan ve ‘sö
m ürülen’ kara kalabalık!
Buradaki ‘kara’ sıfatı, acı bir istihzayla, ‘Amerika rü-
yası’nın o en irkiltici gerçeğini yansıtmış oluyor: çünkü
‘halk olm aya’ itilenlerin büyük çoğunluğu, Amerikalı
zenciler. ‘Sistem’ onları bilgi ve iletişim çağının efendi
liğine layık göremiyor; işte geçenlerde, bir milyonu aş
kın Amerikalı zenci -ki bunlar ‘M üslüm an’dır- bu du
rumu protesto etmek amacıyla yürüdü.
Bu yürüyüşle, bir anlam da, geleceğin ‘sınıf mücade
lesinin startı verilmiş sayılamaz mı?
26
‘68 KUŞAĞI’...
21 M ayıs 1996
356
zendeki çarpıklığı düzeltmek, insanca ve halkça bir dü
zen kurmak amacıyla yola çıkanların, ‘kendileri için bir
şey istememesi’ esastır; kalkışılan iş, girişilecek eylem,
‘insanlar’ içindir, bu yolda ölümü göze almış olanların,
kişisel bir beklentisi yoktur ve olamaz: ne mal, ne mülk,
ne servet! Hâttâ gelecek o iyi günlerde, ne bir mevki, ne
bir mansıp!
‘68 Kuşağı’ adı verilen neslin gençleri de, en azından
önemli bir kısmı, aynı espriyle harekete geçmişlerdi;
bu yüzden, hayatını kaybetmek ihtimaliyle karşı karşı
ya kalan ‘Deniz Gezm iş’in -h esaba arkadaşlarını da
dahil ederek- ‘Biz kendimiz için bir şey istememiştik’
dediği, tarihe yazılmıştır; o bu sözleri telaffuz ederken
sosyalist aydınların şerefli geleneğini sürdürmüş oluyor
du, fakat...
Evet, m aalesef bu işin acı bir fakatı var...
‘68 K uşağı’nın ‘devrimcileri’ Paris’te, M ünih’te, M i
lano’da ya da İstanbul’da, Ankara’da, barikatların arka
sında Enternasyonal söylerken, yüzyılın yeni sosyalist
ümitleri rolündeydiler ama; sonraki davranışları, içlerin
den çoğunun, ‘kendileri için bir şeyler istediğini’ açıkça
ortaya koymuştur: Ne Cohn-Bendit, ne Tarıq Ali, ne de
ötekiler (bizden özellikle isim vermek istemiyorum) baş
langıç çizgisini koruyabilmiştir; pek çoğu uğruna ölebi
leceğim iddia ettikleri idealleri bir çırpıda unutup; nice
leri mal ya da mülk, ya da servet, ya da mevki ve man
sıp için, kolaylıkla ‘karşı tarafa’ geçebilmişlerdir.
Evet biliyorum, böyle bir gözlem bütün bir kuşağı
töhmet altında bırakan kesin bir tespit olarak ileri sü
rülemez, sürülemez am a, o kuşağın feda-yı nefs ve feda
kârlık bahsinde, 3 0 ’lu yılların gençliğinden çok geriler
de kaldıkları da ‘bittecrübe sabittir’ : Günümüzde mün
hasıran reklamcılık, pazarlam acılık, iletişim sektörün
357
de bile, bu tezi kanıtlayacak sürü sepet isim bulmak, sı
ralam ak mümkündür.
İşin ilginç yanı sosyalist solda pek çarpıcı şekilde gö
rülen bu olgunun, yalnızca ona ait olmaması! Gerçekten
de ‘68 K uşağı’ eylemci takımından nice ‘akıncılar’ın,
nice ‘ülkücüler’in de, aslında ‘kendileri için bir şeyler is
tedikleri’ sonradan davranışlarıyla meydana çıkmıştır:
Onlardan da hayli zengin işadamı, yeni zengin, hâttâ
m afioso sayabiliriz. İnsan ister istemez çalışan toplum
katmanlarına yaslanmayan iddialı siyasi görüşlerin, ‘tı
kandığı’ yada ‘kilitlendiği’ anda, yandaşları tarafından
başka ‘serüvenler’, daha doğrusu birtakım ‘ileri kaçışlar’
için terk edildiğini düşünüyor; çünkü am aç bilinç altın
daki öteki ‘isteğe’ ulaşm aktadır, ama burada, ama baş
ka yerde!
Bu kadar lâf, aynı kuşaktan liberal aydınların da
çok fire verdiğini söylemek için; öbürlerinin aksine ‘Sis-
tem’in daha başlangıçtan ‘desteğini’ kazanmış, bu kısmı
özenle yetiştirilip toplumun ilerdeki lider ya da yöneti
cisi olmasına gayret sarfetmiş bu ‘aydınlar’ın; imkân ve
güç sahibi olur olmaz, ‘küreselleşeceklerine’, biraz faz
lasıyla ‘özelleşip’, ‘Yarabbena, hep b an a!’ felsefesine uy
dukları, hep beraber yaşadığımız bir gerçek!
Bunun en güzel örneği, galiba Prof. Dr. Tansu Çiller!
İktidara âdeta paraşütle indirilmiş olan bu genç kuşak
lideri, bulunduğu yerde ‘Sistem’in ondan beklediği yerle
ri gerçekleştirecek, ona verilen planlan uygulayacak yer
de; garip, üstelik hayli mübalağalı şekilde kendi ‘istekle
rine’ kavuşmaya çalışmadı mı? Açıkça anlaşılmış oldu ki,
o da ‘Sistem’i filân umursamıyormuş, onun da ‘kendisi
için istediği bir şeyler -hâttâ galiba çok şeyler- varmış’;
işi gücü bırakıp, onları elde etmeye çalıştı.
Bu ‘68 K uşağı’ bir bakıma talihsiz bir kuşak!
358
‘KIT’ler
kalkınmanın ‘kaleleri’
1
30 O cak 1992
.361
kemizin kaderine hükmeden siyaset oligarşisinin, bu dev
kuruluşları ‘arpalık’ olarak kullanması, aleyhlerine ya
ratılmak istenen havaya son derece yardımcı oluyor.
‘Özelleştirme’nin yine çok güncelleştiği şu günlerde, is
tedim ki olayı ‘Sistem ’in kendi içinde nasıl gördüğünü
ele alalım, nasıl değerlendirdiğini gözden geçirelim.
7 0 ’li yılların ikinci yarısında, ‘Am erika’da dar bir
yönetim ve iş çevresi içinde izlenebilen Executive Intel
ligence Review adlı haftalık dergi, Türkiye ekonomisi
üzerine ‘Hizmete Ö zel’ gizli bir rapor hazırlamıştı; işte
bu raporda, hiç de yanlış sayam ayacağım ız önemli tes
pitler ve teşhisler var, meselâ diyor ki: Türk geliş
me stratejisinin esası, çabuk bir kamu sanayileşmesine
dayanmaktadır. 1950’den bu yana, Atlantik’çi Güçlerin
(‘Sistem’ anlayın) T ürkiye’nin geleneksel tarım ürünle
rine dayanan bir gelişme stratejisini benimsemesi için
çab a sarfettikleri; veya, hiç olm azsa sanayileşm eyi
emek/yoğun anlara kaydırıp yozlaştırmayı gözettikleri
anlaşılm aktadır. Türkiye ise, kamu öncülüğünde bir
ağır sanayie yönelmek ve bu şekilde yoksulluk ve geri
kalmışlıktan kurtulm ak için ısrar etmiştir.”
Bu tespit ve teşhise, hangimiz çıkıp da yanlış diyebi
lir, olayı yıllardır yaşıyoruz bre!
O dönemde de yaşam ışız, rapor, olayı şöyle sergi
liyor:
" ... aylardan beri T ü rk Hükümeti, Para Fonu’nun
(IMF) ‘kemerleri sıkm a’ önerilerine dayanmıştır. 1977’de
Türkiye’yi ziyaret eden Dünya Bankası heyetine, (M a
liye Bakanı) Ergenekon sert davranmış ve kendisi oturu
ma katılmayarak, Dünya Bankası yetkililerini yardımcı
larıyla görüşmek zorunda bırakmıştır. (...) Türkler’in bu
sert tutumu üzerine Dünya Bankası derhal ‘misilleme’
uygulamasına girişerek, Türkiye’ye tüm kredileri kesmiş
362
ve New-York bankaları da derhal aynı şekilde bir dav
ranışta bulunm uştur...”
“ ... bir N ew -York banka kaynağına göre, gerek Er-
genekon ve gerekse aynı sıralarda ABD’yi ziyaret et
mekte olan bir T ü rk İşadam ları heyeti, Am erika’nın,
sorunları hep Kıbrıs konusuna bağlanm asını ve Ameri
kan bankalarına borçların ödenebilmeleri için, sanayi
leşmeden vazgeçmenin gerektiğini duyunca çok kız
m ışlard ır...”
“ ... Demirel’in on yıl önce Dünya Bankası ve iMF’nin
politikalarını uygulam ak üzere işbaşına getirilişine rağ
men, sorun, Türkiye içinde büyük siyasi önem taşım ak
tadır. İster Demirel, isterse muhalefet lideri Ecevit olsun,
A nkara’daki bürokrasiyi ve Türk kamuoyunu, sınai ge
lişmeyi durduracak bir uygulamaya zorlam akta güçlük
çekeceklerdir’. Sınai gelişme modern Türkiye’nin temel
ilkelerinden biridir.” (Batı’nın Deli Gömleği, s. 384-
385, 1981, İst.)
Hâlâ öyle mi dersiniz? 80’li yıllar içinde Türkiye öy
le bir beyin yıkama operasyonundan geçirildi ki, artık
ak saçla kara saç iyice birbirine karıştı: kimse Kamu İk
tisadi Teşekkülleri’nin, doğrudan doğruya, M üdafaa-i
H ukuk doktrini çerçevesi içinde, tasarlanıp kurulduk
larım hatırlamak istemiyor; gerçekte, KİT’leri karalayan
ların çoğu, onları bizzat batağa saplayanlarla, onların
hınk deyicileridir.
Sözüm daha bitmedi.
363
2
2 Şubat 1992
364
yileşmeyi öngörmektedir. (...) Birinci ve İkinci Beş Yıl
lık Plan dönemlerinde, tüm yatırımların yüzde 3 1 .1 ’i ve
3 7 .1 ’i sanayi sektörüne yapılmıştı. Bu oranlar, planlar
da öngörülmüş hedeflerin çok üzerine çıkmıştır. Üçün
cü Beş Yıllık Plan döneminde de yatırımların yüzde
4 5 .4 ’ü sanayi sektörü için öngörülmüştür. İlk iki plan
da yatırımların daha fazla özel sektöre ağırlık tanıdığı
ileri sürülebilirken, Üçüncü ve yakın bir gelecekte açık
lanacak olan Dördüncü Beş Yıllık Plan’da yatırım ağır
lığının büyük ölçüde Kamu Sektörü’ne yöneldiği görül
m ektedir...” {Batının Deli Gömleği, s. 385, 386, 1982).
Acaba ilginizi çekecek mi? 24 O cak Kararları da, 12
Eylül macerası da, işte tam bu ‘hesapların’ arkasından,
onların ‘üzerine’ gelmiştir.
Executive Intelligence Revieıv’ü n ‘Hizmete Ö zel’
Türkiye Raporu dikkatle okunduğu zaman, bu ‘gelişin’
nedenleri çok daha iyi anlaşılabiliyor; çünkü bakın, ne
demişler:
“ ... Para Fonu’nun (IMF), hafif sanayie yönelme tav
siyelerine ve çağrılarına rağm en, Üçüncü Beş Yıllık
Plan, ara ve yatırım malları sanayiine yönelmiş ve bu
nun için de ileri bir teknolojinin gerekli olduğu belirtil
miştir. Bu plandaki önemli sanayi projelerinin -k i bun
lar 200 adet kad ard ır- tümünün Kam u Sektörü’nde
olduğu görülmektedir. Bu 200 proje içinde İskenderun
ve Ereğli Çelik üretim tesislerinin genişletilmesi, otom o
tiv ve buna bağlı vites kutusu ve şanzıman gibi ara
mallarının yeni üretim üniteleri v a rd ır...”
" ... ayrıca, bunlara ek olarak, üç yeni projenin da
ha harekete g e çirild iği ve örneğin Eylül 1 9 7 6 ’da
Türk/İtalyan işbirliğine dayanan K arakaya B arajı’nın
yapımına başlandığı, bundan kısa bir süre sonra da
Rom anya tarafından finanse edilen bir petrol rafineri
365
sinin de inşaatına başladığı bilinmektedir. (...) Üçüncü
büyük proje ise, T ürk/Japon işbirliğince Sivas’ta kuru
lacak olan Dem ir/Çelik tesisleridir...”
“ ...b u projeler Türkiye’nin sanayileşme hedeflerinin
ne olduğunu açıkça göstermektedir. Para Fonu’nun (IMF)
karşı çıkmasına rağmen, Üçüncü Beş Yıllık Plan’da sa
nayi üretiminin yüzde 11.2’lik bir artışı öngörülmüştü,
1973 yılında bu hedef aşılarak yüzde 12.8’lik bir üretim
artışı kaydedilmiştir ve ilh ...”
Farkında mısınız, KIT’lerin ‘günahlarını’ saya saya
bitiremiyor, ‘Flizmete Özel’ rapor; işin aslını ararsanız,
bu ‘günahlar’ Türkiye’nin ‘sevapları’, çünkü güçlü ve
büyük Türkiye’nin habercileri; zaten onları çileden çıka
ran da, bu!
Yooo, daha bitmedi!
3
ASIL KORKTUKLARI...
4 Şubat 1992
366
lardır; çarkın tersine dönmeye başlam asını, üstelik bu
nun tek kurtuluş yolu olarak alkışlanmasını, yürekleri
ne nasıl sindirsinler?
Hele Executive Intelligence Review’ü ‘Hizmete Özel’
Türkiye R ap o ru ’ndaki şu satırlar, akıllardan bir türlü
çıkm ıyorsa...)
“ ... 1950’lerden beri Para Fonu (IMF), KIT’lerin özel
sektöre (tabii, ecnebi sermayeye de) satılması için, çeşit
li hükümetler nezdinde, sürekli baskılarda bulunmuştur.
Neden olarak, Dünya Bankası KIT’lerin ‘ekonomik ol
madıklarını’ ve ‘sosyal hedeflerinin galebe çaldığını’ ile
ri sürm üştür...”
“ ... şu sırada sanayi, gayrisafi milli hasılanın yüzde
18’ini ve çalışan nüfusun yüzde 15’ini oluşturmaktadır.
Plan hedeflerine göreyse 1995 yılında sanayi gayrisafi
milli hasılanın yüzde 4 0 ’ım ve çalışan nüfusun yüzde
5 2 ’sini olu ştu racaktır...”
“ ... demir ve çelik en fazla önem verilen sektördür.
Üç adet tesis halen faaliyet göstermektedir. Bunlar es
ki Karabük tesisleri, Ereğli ve Sovyetler tarafından ya
pılmış ve yeni açılmış olan İskenderun tesisleridir. Ja-
ponlar tarafından imal edilecek Sivas tesisleri, dördün
cü olarak devreye girecektir...” (12 Eylül’den sonra,
‘devreye’ asla girmedi, yerine beş yıldızlı oteller devre
ye gidiyor)
“ ... Üçüncü Beş Yıllık Plan’da, Türklerin çelik üretim
kapasitelerini artırm ak arzusunda oldukları, çok kesin
bir biçimde belli olmaktadır. Çünkü Plan hedefleri bu
sektörde, şimdikinden üç kat daha fazla yatırımda bu
lunulmasını öngörmektedir. Amerika Birleşik Devletle
ri, Türkiye’nin çelik sanayiini genişletmesinden hoşnut
olmadığını belirtmişken, Sovyetler Birliği bu sanayiin ku
rulabilmesi için Türklere yardımcı o lm aktad ır...”
367
bunların dışında, iki çelik tesisi daha etüt halin
de bulunmaktadır. Enerji Bakanı Selâhattin Kılıç, yap
tığı bir konuşm ada, önümüzdeki beş yıl içinde T ürki
ye’nin çelik üretiminin 20 milyon tona varacağını söy
lemiştir. İtalya’nın 60 milyon, Alm anya’nın 60 milyon,
Jap o n y a’nın 110 milyon, ABD’nin 120 milyon ve Sov-
yetler’in 135 milyon yıllık çelik ürettikleri göz önünde
bulundurulacak olursa, Türkiye’nin yakın bir gelecek
te, İtalya ve Alm anya ile bu sanayi dalında boy ölçüş
meye kalkışacağı anlaşılmaktadır.” (Batının Deli Göm
leği, s. 388/289, 1981)
Onların, yâni IMF ile Dünya Bankası’nın, yâni ABD’nin,
yâni Sistem ’in, kabul ve tahammül edemediği de, işte
budur!
M üdafaa-i H ukuk doktrininin sonucu ve amacı,
‘muassır medeniyet seviyesine ulaşmak’tı; nasıl olacak
bu, turizm işletmeciliği, sütçülük, manavcılık, kasaplık
yaparak mı, elbette hayır; ‘çağdaş uygarlık düzeyi’ en
düstridir, endüstri sonrasıdır, bilgi toplumudur; T ürki
ye önce endüstride o düzeyi yakalayacak, bu arada bil
gi toplumuna geçişi hazırlayacaktır; bunun için gerek
li imkânlara da, tarih birikimine de, gerekli siyasi ira
deye de sahiptir.
İşte kafaları bunu almıyor: Nevv-York’lu ‘üst düzey
bir bankacı’ aynı dergiye, aynı münasebetle ne demiş:
“ — ... Türkler çok gururludur, bir türlü o kahrolası ge
lişme program larından vazgeçm iyorlar” . O yıllarda,
Yunanlı bir diplomat, aynı bankacıya demiş ki: “ Demi-
rel, Para Fonu’nun emirlerini yerine getirmiyor, ancak
ordunun yönetimi ele almasıyla Para Fonu’nun istediği
ekonomik tedbirler alınabilir” ; eh, bu filmi 12 Eylül’den
itibaren, milletçe, yaşadık; ama insan merak ediyor, aca
ba Demirel için, bugün de, aynı şey söylenebilir mi?
368
4
8 Şubat 1992
369
‘Dünyaya açılmalı’ derler, aslında bu ‘ulusal pazarın’
ecnebiye ‘açılması’ anlamına gelir; ‘ecnebi’ kendi paza
rını ‘dünyaya açm az’, hele sana hiç açmaz! Bağımsızlı
ğın modası geçti, dönem artık ‘karşılıklı bağımlılık’ dö
nemidir derler, o da başka bir yutturmacadır; sonuçta
sen A’dan Z ’ye ‘Sistem ’e bağımlı olursun; ‘Sistem’ hiç
bir şekilde sana bağımlı olmaz! Almanya ya da ABD’nin,
Türkiye’ye gerçekten bağımlı olduğu bir alan göstere
bilir misiniz bana?
Hele o ‘küreselleşm e’ palavrası yok mu, ona bayılı
yorum; artık dünya değişmiş, her şey tek tek ülkeler dü
zeyinde değil, gezegen düzeyinde düşünülüyor, ele alı-
nıyormuş; hiçbir şey (insan hakları, çevre vs) ulusal sı
nırlar içinde kalam azm ış; sevsinler, öyleyse o yaman
‘küreselleşme’ niye ‘Sistem’in Afrika, Asya ve Güney
Amerika’daki milyonlarca açı beslemesini, kendi refahı
nı onlarla paylaşmasını içermiyor? Niye en az üç yüz yıl
dır, gezegeni sömürerek biriktirdikleri serveti, ‘küresel
leştirip’, yoksul ülkelere dağıtmıyorlar?
Bir yerde demiştim ki, KIT’ler Türk kalkınmasının
kaleleridir, ‘düşürmeye’ çalıştıkları bu kalelerdir; iMF’nin
ya da Dünya B ankası’nın ‘hesaplı’ bulmadıkları KİT’ler,
gerçekte onları ürkütüyor; hesaplı olmayabilirler, çünkü
demokratik ve katılımcı bir espriyle kurulmamış, öyle
yönetilmemişlerdir; ilkeleri ne kadar doğruysa, ilkenin
uygulaması, o kadar yanlış!
Türkiye’ye demokrasi ‘sivil toplum’un eseri değil,
‘siyasi toplum’un uzantısıdır! Gelişmişler de ‘sivil top
lumu’ yapan sendikalardan, meslek kuruluşlarından,
basından, siyasi partilere kadar her şey, ülkemizde ‘yu
kardan aşağıya’ yönetimlerce örgütlenmiş; bu yüzden
de, sürekli olarak Türkiye’deki siyasi oligarşinin dene
timinde kalmıştır: KİT’ler elbette buna istisna teşkil etmi
370
yor: gerçekte ‘sivil toplum ’un denetleyebileceği, özerk,
katılımcı, özyönetimci kuruluşlar mı olmalıydılar; tam
tersine, her dönemde iktidardaki siyasi partilerin ‘arpa
lıkları’ durumuna düşürülmüşlerdir; bu da onların ran-
tabilitelerini kaybetmelerine, ağırlaşmalarına, lağarlaş-
malarına neden olmuştur.
Türkiye ‘sivilleştikçe’, mutlaka KİT’leri de ‘sivilleşe
cek’; onlar için de, piyasa gerçeklerine ve gereklerine uy
masını bilen, yönetim ve denetim modelleri bulunabile
cektir. Bunu yapmayıp da ‘Sistem’ böylesini buyuruyor
diye, KİT’leri ‘ecnebiye’ peşkeş çekmek; ülkenin savun
ma tesislerini yabancılara satmakla birdir.
İşte bu kadar.
27 Şubat 1992
371
Demir Çelik İşletmeleri Genel M üdürü Dr. Sencer
İm er’in nasıl ‘tavır koyduğunu’ görüp, neler söylediği
ni okuyunca; elimde olm ayarak, her haliyle, ‘eski top
rak’ yaşlıca zatın dediklerini hatırladım.
“ ... kime ne şekilde açılacak, nasıl satılacak bunlar?
Bence önce çalışanlara, sonra halka sorm ak gerekir:
hâttâ ben bu konuda referanduma başvurulm ası gere
kir diye düşünüyorum. Hepsinde halkın parası var bun
ların !” (2000’e Doğru dergisi, 16 Şubat 1992)
Haksız diyebilir misiniz?
Dr. Scncer im er’in dikkate değer söyleşisi üzerinde
ayrıca duracağımı sanıyorum, ama önce Ecz. Hüsnü
Akıncı’nın (Adapazarı) mektubuna bir göz atalım; o da
KİT’ler konusunda hassas ve dertli diyor ki:
“ ... uzunca bir zam andan beri herkes, başkalarının
dediğini tartışıyor. Başkalarından, Türkiye’nin yararı
na bir öneri çıkm ayacağı kesin olm asına rağmen, kim
se bunun farkında değildir. Aslında devlet, Kir’lere yük
tür; bu sebeple bir canavar yaratılmıştır; bunu da kim
se, gerektiği biçimde tartışm ıyor...”
“ ... iddia ediyorum: en bozuk KÎT’in yönetimini ba
na versinler; eğer, tahmin edilemeyecek kadar kısa sü
rede, o KIT’i verimli bir hale getiremezsem, kapısına be
ni assınlar; böyle bir yaklaşım bize işin doğrusunu bul
durur.” (31 Ocak 1992)
Hüsnü Akıncı m ektubunda, altını çizdiği o ‘başka
ları ve niyetleri’ üzerinde de durmuş, o konuda diyor ki:
“ ... daha 1986’da Avrupa ve Amerika, Türkiye’nin
kalkınmasında lâzım olan kredilerde kısıntılara gitmiş
lerdi. Bunun üzerine Demirel 1967’de daha önce sürdü
rülen temasları geliştirerek, Rusya ile geniş bir ekonomik
ve teknik işbirliği anlaşm ası yapmıştı. (...) Anti-komü-
nist bir Başbakan’ın komünist Rusya ve diğer ‘demirper-
372
de’ gerisi ülkelerle anlaşm alar yapm ası karşısında, - b a
zı kişilerin zihinlerinde- ister istemez şüpheler beliri
yordu. Demirci bu endişelere gerek olmadığına, 3 Ocak
1976 tarihli beyanatıyla açık açık cevap verm işti...”
Hüsnü Akıncı, Demirel’in o beyanatını da aynen ak
tarmış: “ ... Ingiltere’si, Amerika’sı, Fransa’sı, Sovyet
lerle tam işbirliği halindeyken, Türkiye neden tek kapı
ya dayanacak? Çek Başbakanı gelecek yakında, ondan
elektrik santralleri alacağım; yararım neyse, onu yapa
cağım. Sadece Amerika, sadece Dünya Bankası veya
Avrupa Kalkınma Bankası mı? Hayır! Kısıtlı verdikleriy
le yetinmek neden? Yakında Jap on lar gelecek, heyet
le... Bir Demir Çelik fabrikası da onlarla konuşacağım.
Nereden bulursam oradan alacağım elbette.”
‘Sistem’in ‘Büyük Türkiye’ projeksiyonu yüzünden,
Demirel’i alaşağı etmek için, elinden geleni ardına koy
madığı malum. Şimdi sorulacak soru şu: Demirel, vak
tiyle R uslar’a yaptırdığı fabrikaları, Am erikalılar’a mı
satacak?
Hazindir.
Bir başka uzman, Prof. Bilsay Kuruç, Taner Kışla-
lı’yla söyleşisinde KİT’lere değinmiş, onun söyledikleri de
son derece ilginç, şimdilik sadece birkaç noktasını ak
tarmakla yetineceğim:
“ ... eğer dünyada hakikaten teknolojiye ve işbilgisi-
ne erişmek istiyorsak, yeni KIT’ler kurabilme olanağım
elimizde tutmamız lâzım. Fransa bile, iki ay önce, Si
emens modeliyle yeni KİT kurmaya başladı; Fransa’nın,
ki AT üyesidir, yeni KİT’ler kurmasının nedeni, Avrupa
ve dünya çapındaki ileri teknolojiyle rekabet edebil
mektir. Dünyada teknoloji ilerlediği ve büyük ölçekli iş
letmelere gerekli olduğu sürece, KIT’lerin varoluş gerek
çesi ortadan kalkmaz.” ( Cumhuriyet, 10 Şubat 1992)
373
Oysa biz ne yapmışız? Şunun bunun telkiniyle KIT’le
rimizi önce zarara geçirmiş; sonra da en kârlılarından
başlayarak (çimento fabrikaları) ‘ecnebi’ye satmaya baş
lamışız.
Bu iş burada bitmez, arkadaş!
‘İSTİKLÂLSAVAŞI’ NEYSE...
29 Şubat 1992
374
karşılaşılacak olan yük 19 milyar dolar olacak deniyor.
Bu dehşet senaryosu çok ayrıntılı bir rapora dayanıyor.
Son 10 yılda bütün devlet hesapları IMF ve Dünya Ban-
k ası’na açıldığı için, rapor özellikle KİT’lerin 1 9 8 5 ’ten
bu yana olan durumunu inceliyor; oysa KIT’ler 1985’ten
bu yana bozuldular. ( Cumhuriyet, 10 Şubat 1992)
Mevlid’in ‘firaklı yeri” zaten burası: ‘Sistem’ 1950’den
itibaren KIT’lere ‘takmış’; 24 Ocak kararlarından itibaren
de, ya bu kuruluşlar ‘arpalığa dönüştürülmüş’, ya da
-onların iddia edip durduğu gibi- ‘ekonomik olmamala
rı’ sağlanmış; şimdi de, ‘işte sizi batırıyorlar’ diye bütün
KIT’leri iki yılda ‘yok etmeyi’ planlamışlar...
Atıyor muyum, hadi canım, hele işin uzmanına bir
kulak verin...
Prof. Bilsay Kuruç’a göre, gelişme şöyle olmuştur:
“ ... 1975’e kadar KİT sistemi ileri teknolojiyi ve top
lum sal hizmet amacını, kârlılıkla bağdaştırm ış bir sis
temdir. Z ararlar 1 9 7 5 ’ten sonra başladı, 8 5 ’ten sonra
da bugünkü noktaya gelindi. (...) Tabii, esas olarak,
kötü yönetimden: finansman tabloları gösteriyor ki,
âdeta bir ‘batırm a’ çizgisi izlendi ANAP iktidarı tarafın
dan, yönetim kurulları işin ehli olmayan insanlarla dol
duruldu, KİT’lerin sağlığa kavuşturulması gibi bir am aç
ise zaten gözetilmedi. Kârlılıkları özel sektörünkinin
yarısına kadar düştü; am a Dünya Bankası raporunun
önerdiği yıldırım harekâtı, bence ekonomiye büyük bir
istikrarsızlık getirir; böyle bir baskıyla karşı karşıya
olan hükümetin, çok önemli bir araştırm a yaptırm ası
lâzım .” ( Cumhuriyet, 10 Şubat 1992)
Bir başka uzman, D em ir/Ç elik İşletmeleri Genel
M üdürü Dr. Sencer İmer, Dünya Bankası ve IMF’nin ‘te
lâşına’ ne gibi âmillerin tesir edebileceğine de değinmiş,
diyor ki:
375
“•... buraları kapatıp, kendi stratejik düşüncelerine
göre etkisiz hale getirmek isteyenler de olabilir; çünkü
dünyada politik savaşın yanı sıra ekonomik savaş da sü
rüyor. Türkiye 1980’de 2.5 milyon ton çelik üretiyordu
ve dünyada 33. sıradaydı; şimdi 10 milyon ton çelik üre
timi yapıyor ve 18. sırada, biraz daha çalışsak ilk 10’a
gireceğiz. ‘Türkiye’nin dünyadaki çelik payı artıyor, ne
yapabiliriz, nasıl kontrol edebiliriz’ diye düşünen ülke
ler vardır.” (2000’e Doğru, 16 Şubat 1992, s. 20)
Yalnız üretmekle de kalmamışız ki, Dem ir/Çelik İş
letmeleri, önceleri 50 milyon dolar civarındaki ihraca
tını, ‘aynı kadro, aynı düzen, aynı üretim personeliyle’,
1 9 9 1 ’de 200 milyon dolar seviyesine çıkarmış!
Affedilir ‘suç’ mu?
Dr. Sencer İmer, altını ayrıca çiziyor: “ Yaptığımız
mücadeleyi, A tatürk’ün İstiklâl Savaşı sırasında yaptı
ğı mücadeleden farklı görm üyorum; çünkü politikada
bağımsızlık için verilmiş İstiklâl Savaşı neyse, ekonomik
bağım sızlık için verilen savaş da aynısıdır.” (2 0 0 0 ’e
Doğru, 16 Şubat 1992, s. 19)
Atatürk demiş ya, hadi bir de onun ne dediğine göz
atalım; 16 M art 1 9 2 3 ’te, A dana’da çiftçilerle konuşur
ken, söylemiş:
“ ... vatanımızı yoksulluğa, memleketi yıkıntıya sü
rükleyen çeşitli sebepler içinde, en kuvvetlisi ve en önem
lisi, ekonomik bağım sızlıktan yoksunluğumuzdur. (...)
Devletler şimdiye k adar bize şu veya bu meselelerde
gösterişli müsaadelerde bulunuyorlar gibi görünüyorlar;
lâkin ekonom ik tutsaklıkla bizi felce uğratıyorlardı.
(...) Bu tutsaklığa katlanan mevki sahibi kimseler mem
nundu, çünkü görünüşte büyük bir bağım sızlık sağla
mışlardı; fakat gerçekte milleti manen miskinlik çuku
runa atmışlardır. Bunlar ekonomik mahkûmiyeti anla
376
mayan bahtsız hayvanlardı...” (Söylev ve Demeçleri cilt
II, s. 120, 1952)
7
BU ‘KAZIĞI’YİYECEK MİYİZ?..
3 M art 1992
377
Neler olmuş neler!
Yüksek M ühendis Şükrü Er demiş ki: 1 9 2 7 ’de
Türkiye’de ilk otomobil ve kamyon fabrikasının kurul
duğunu kaç T ürk vatandaşı bilir? Şimdi ben 1930 yılın
da 4.000 işçiyle faaliyete geçen bu fabrikada, günde 55
binek otomobili ve 10-15 kamyon imal ediliyordu de
sem, kaç kişi ciddiyetle inanır?..”
“ ... vaktiyle uçak fabrikası kurduk, 150 uçak mü
hendisi yetiştirdik, o günün tekniğine uyan uçaklar
imal ettik, H ollanda’ya bile sattık. Ardına kulp takmak
ta mahir aşağılayıcı kitlenin hışmı ile bu fabrikalar ka
pılarını k a p a ttı...” (Dünya, 21/22 Aralık 1978)
Prof. Dr. Bilsay Kuruç diyor ki: “ ... T ürk H ava K u
rumu uçak imal ederdi. 1947’lerde Türkiye D anim ar
ka’ya sekizer kişilik yolcu uçakları sattı. Uçak yapm a işi
1 9 5 0 ’de MKE’ye geçti. ‘U ğur’ tipi eğitim uçakları Milli
Savunma için yapılırdı; bunların m otor gövdesi dışında
her şeyi, dizaynı filân MKE’de yapılırdı. Son parti olarak
65 uçaktan dört tanesi Ü rdün’e verildi ve uçarak gitti
ler, ama Amerikan yardımı başlayınca bu üretim durdu
ru ld u ...”
“ ... 1961’de Eskişehir Dizel lokomotif motorları fab
rikasında yapılan ‘Devrim’ tipi otomobil de ilginç bir ör
nektir.” (Cumhuriyet, 10 Şubat 1992)
‘Devrim’ serüveniyle ilgili olarak, Şükrü Er o za
man neler açıklamıştı bilir misiniz? Diyordu ki:
“ ... ‘devrim’ prototip olm asına rağmen, başarılı ve
övünülecek bir eserdir. Bu otomobillerden biri 20 bin,
diğeri 15 bin kilometre civarında yol yapmıştır. (...) 900
bin liraya 4 otom obil ile 7 adet m otor ve bunların ya
pımı için gerekli projeler, kalıplar ve takım lar imal edil
miş ve hazırlanmıştır. (...) Devrim otomobillerinin, de
neylere göre, o günlerin Jap on yapımı otomobillerden,
378
Çek yapımı Skoda’dan daha iyi vasıfta olduğu saptan
mıştır.” (Dünya, 22 Aralık 1978)
Herifçioğlu seni ulusal otomotiv sanayiinden caydı
rıyor, otomotiv pazarına kendi firmalarıyla (onları bi
liyorsunuz) gelip kurulmak için; ulusal uçak sanayiin
den caydırıyor, eskimiş teknolojisini en modernidir, en
yamanıdır diye sana ‘kaktırm ak’ için; bu ‘tezgâhı’, göz
göre göre, ‘yiyecek’ miyiz?
Hele B atı’lıların kendi KİT’lerini ‘özelleştirmeyi’, ya
da ‘ecnebiye satm ayı’, hiç de düşünmediklerini biliyor
sak!
Dr. Sencer İmer açıklıyor: “ ... Size Batı’dan örnekler
vereyim, çok çarpıcıdır: İtalya’da İLVA, yılda 12 milyon
ton çelik üretir, yüzde yüz devlet sermayesiyle çalışır ve
İtalya M arksist bir ülke değildir. F ran sa’da 22 milyon
ton çelik üreten tesis, yüzde yüz devlet sermayesindedir.
Avusturya’da voste , 4-5 milyon ton demir/çelik üretir,
gene devletindir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu, neden
Türkiye’de olam ıyor?” (2000’e Doğru, 16 Şubat 1992)
Türkiye’yi ‘çağdaş uygarlık düzeyi’nden uzak tut
mak istiyorlar da ondan!
HİÇ Mİ UTANMAZLAR?
10 M art 1992
379
nomik bağımsızlığımız’ üzerine titremesinin de, gerek
çesi budur.
Son on yıldır Türkiye Cumhuriyeti, ‘Sistem’in baskı
sına boyun eğerek ‘dışa açıldı’; başka deyişle, Dünya
Bankası ve U luslararası Para Fonu’nun (IMF) aracılığıy
la, ‘Sistem’in ulusal ekonomi üzerindeki denetimini ka
bul etti; bazılarını dinlerseniz, bu sayede ‘işleri fena hal
de yoluna koymuşuz’, ‘felaket kalkınıyormuşuz’; ‘karşı
lıklı bağımlılık’ prensibi Türkiye’ye refah yollarını açı
yorm uş’.
Bu tabii işin palavrası! Çıplak gerçeğin ne olduğunu,
iki ayrı gazetede aynı gün çıkan taptaze iki haber, açık
ve seçik gösteriyor; neymiş o gerçek, görmek istemez
misiniz?)
Zülfikar D oğan, A nkara’dan yazıyor:
resmi gazetede sessiz sedasız yayımlanan ve dik
katlerden kaçan bir kredi anlaşm asıyla Türkiye Elekt
rik Kurumu (tek ), 300 milyon dolar karşılığı ‘özerkleş-
me-özelleştirme ve yeniden yapılanm aya’ tâbi tutulur
ken, anlaşm a koşulları ile TEK’te ‘Düyun-u Umumiye’
dönemi b a şla d ı...”
“ ... görüşmeleri iki yıldan bu yana süren, ancak özel
likle elektrik tarifelerinin belirlenmesi konusunda Dün
ya Bankası’nın koyduğu hükme DPT tarafından karşı çı
kılması nedeniyle imzalanamayan kredi sözleşmesi; M e
sut Yılmaz hükümeti tarafından, erken seçimler öncesin
de imzalandı. Demirel başkanlığında kurulan koalis
yon hükümeti ise, Yılmaz hükümetinin yaptığı bu em-
rivâkiyi ocak ayında onaylam ak zorunda kaldı...
“ ... anlaşma hükümleri dikkatle incelendiğinde, T ür
kiye Cumhuriyeti devletinin garantörlüğünde, borçlu
TEK bir Düyun-u Umumiye dönemine girerken; elektrik
satış fiyatından yönetimine, yararlanacağı müşavirlere,
380
kuracağı bilgisayar sistemine, borçlarını ödeme yüküm
lülüklerine, çalıştıracağı personele kadar, tümüyle Dün
ya B an kası’nın ‘emir ve kum andasına’ soku luy or...”
“ ... anlaşmanın en can alıcı m addesi ise, elektriğin
fiyatlandırılmasıyla ilgili olanı: Dünya Bankası bu mad
dede TEK’e doğrudan elektrik fiyatını empoze ederken,
bu fiyatın tüm vergiler, zorunlu kesintiler hariç olmak
üzere, kilovat saat başına ABD para birimi olarak 6 sent
eşdeğerinde tutulm ası sağlanacak biçimde belirlenme
sini şart koşuyor.” (Milliyet, 29 Şubat 1992)
Bu varan bir...
... varan ikiyse, Neşe Düzel’in duyurduğu şu ilginç
haber:
“ ... Türkiye ile Fransa arasında bir otom obil krizi’
patlam ak üzere. (...) Kavga, 20 yıldan beri Türkiye’de
‘sulh’ içinde yaşayan Fransız R enault ile T ürk O yak
arasında ortaya çıktı. (...) O yak’la 20 yıllık lisans an
laşm ası bu yıl başında biten Fransız Renault iki aydır
T ü rk ortağıyla m asaya oturup yeni bir anlaşm a im za
lam adı...
“ ... 1971’den beri Türkiye’de O yak ve Yapı Kredi
Bankası’yla ortak, B u rsa’da O yak/R enault fabrikasın
da Renault otomobillerini üreten Fransız Renault, oto
mobillerinin satışına bugüne kadar karışmıyordu; çün
kü otomobillerin pazarlam asını yapan Renault M ais’in
yüzde yüzü O rdu’nun şirketi O yak’a aitti; oysa ‘kârlı’
olan otomobil üretmek değil, onu satm ak ve satış son
rası servis hizmetlerini vermekti. Ne var ki 1980’den ön
ceki Yabancı Sermaye Kanunu, yabancı şirketlerin sa
dece üretimde yâni fabrikada ortak olmalarını kabul
ediyor; pazarlam a şirketinde hisse sahibi olm alarına
izin verm iyordu...”
“ ... Renault, lisans anlaşması dolar dolmaz, yasa de
381
ğişikliğiyle açılan bu yolda dikleniyor, işte şimdi. Hazi-
ne’de anlatılanlara bakılırsa, hem de öyle dikleniyor ki
O yak’la hiçbir uzlaşmaya yanaşmıyor. (...) Çünkü Fran
sız Renault fabrikaya hâkim. (...) Fabrikadaki Türkle-
rin anlattıklarına göre, Türkiye’deki Renault, Paris’te
ki merkezinin emriyle, son zam anlarda hızla Fransızlaş-
tırılıyor; yâni biraz kaba am a açık bir deyişle Oyak, Re-
nault’dan kovuluyor. (...) Kısacası Renault fabrikasın
da bundan böyle Fransızların ‘patron’, Türklerin de ‘iş
çi’ olm ası isteniyor.” (Hürriyet, 29 Şubat 1992)
Flani nerede o ‘açık pazar’ papağanları, halkın beyni
ni yıkayan ‘Reagan/Thatcher’ liberalleri’; kör kör parma
ğım gözüne bu gerçekleri nasıl savunacak, nasıl örtbas
edecekler?
Bir de kalkmış ‘bağımlılık karşılıklı’ diyorlar, hiç mi
utanmazlar?
9
ÂLEMİN ENAYİSİ BİZ MİYİZ?
20 M ayıs 1993
382
ko p aracağı kıyam eti düşünebiliyor m usunuz? ‘Vay
efendim bu müdahaleciliktir, kapalı ekonomidir, serbest
rekabet ruhuna ve uygulamasına aykırıdır; Türkiye ye
ni dünya düzeninde yerini almak istiyorsa, açık ekono
miyi kısıtlam asız uygulamalı, müdahaleciliği bırakm a
lıdır, estek köstek!
‘Sistem’in ülkemizdeki ‘papağanları’ sanıyor ki, eğer
büyük B atı’lı ülkeler bu konuda dayatıyorlarsa, bu on
ların samimi düşüncesidir; birbirleriyle ve dünyanın öte
ki ülkeleriyle yaptıkları ticarette, T ürkiye’ye ‘dayattık
ları’ kurallara hilafsız uyarlar.
Öyle miymiş, değil miymiş, bir bakalım.
Bilmeyen yok, ABD’nin dış ticaret dengesi fena halde
bozuk, yaklaşık 100 milyar dolarlık bir ‘açık’ bekliyor
lar; Clinton Yönetimi, monetarist eğilimli Bush Yöne-
tim i’nin bıraktığı ‘molozu’ temizlemek zorunda, bu
nun için de ‘Sistem’in öteki ülkeleriyle takışıp duruyor:
1/ Bir AT firması olan Airbus, Amerikan havayolu
şirketleriyle, -kendi lehine onların aleyhine- bir anlaşma
yapacak olmuş; Washington itirazı basıyor, itirazı Air-
bus’un AT yönetimlerinden ‘destek alm asına’; bir anlam
da ‘bu serbest rekabete uymaz’ demeye getiriyor; ne var
ki, AT ülkelerinin cevabı yenilir yutulur cinsten değil, de
mişler ki: Amerikan Boeing firması da, ‘hükümet deste
ğiyle güçlenmişti, bu destekten halen de yararlanmakta
dır’, ABD sus pus! Yâni, ‘tencere dibin kara, seninki ben
den kara’; üçüncü ülkelere karşı, harıl harıl devlet hima
yesinden vazgeçilmesini dayatan ‘Sistem’in ülkeleri, iş
kendi ekonomilerine gelince aslan kesiliyor, takır takır,
devlet müdahalesi yapıyor, firmalarını koruyorlar.
2/ AT yılbaşında yeni bir düzenleme yapmış, buna
göre topluluk firm aları, topluluk ülkelerinde hükümet
ihalelerine eşit koşullarla girebilecekler; AT üyesi olm a
383
yan ülkelerin şirketleri bu ihalelere girebilmek için, a/ en
az yüzde üç daha düşük teklif vermek, b/ satacakları
ürünlerin imalinde en az yüzde 50 AT malı kullanmak
zorundalar! Tabii Washington buna da ateş püskürüyor,
zira ABD firmaları, bu yüzden, AT yetkilileri, Am erika
lılara kibarca neyi hatırlatıyorlar dersiniz? ABD’nin uy
gulam akta olduğu, ‘ABD Malı AP yasasını! Buna göre
A m erika’daki ihalelere girecek ecnebi şirketler, Ameri
kan firmalarına oranla yüzde 6 ile yüzde 50 arasında
daha düşük teklif getirmekle yükümlü tutuluyor. Yâni,
durum yine aynı, ‘serbest ticaret’ şampiyonu ABD ile AT,
kendi aralarında bile ticareti serbest yapmıyor, işe dev
leti karıştırıyor; böylece ‘talkını âleme verip, salkımı
kendileri yutuyorlar’.
M urat Arın, olayı şöyle özetlemiş: Sam Amca
dev boyutlara varan ticaret açığını kapatm ak için, her
çareye başvuruyor. Amerikan hükümeti, Japon ya ile
olan dış ticaret açığını kapatm ak için ‘kumandalı dış ti
caret’ istiyor. (...) Bill Clinton seçildikten sonra, ABD/Ja-
ponya, ABD/AT ticaret savaşları birden kızıştı. (...) Dış
pazarların Amerikan mallarına daha fazla açılmasını is
teyen Clinton hükümeti, istekleri yerine getirilmezse,
karşı önlem olarak korum acılığa başvurm akla tehdit
ediyor.” ( Cumhuriyet, 28 N isan, 1993)
K ıssadan çıkan hisse nedir? H anidir üstüne basa
basa belirtmeye çalıştığım gibi, ‘küreselleşme’ lâftan
ibarettir, gelişmekte olan ülkelere ‘tuzaktır’; kapitaliz
min diyalektiği yeryüzünde daha ziyade yeni bir ‘kutup
laşm ayı’ getiriyor, bu bir! ‘Sistem’in, ekonomisini denet
lemek istediği ülkelere, ‘vazgeçilemez’, ‘mükemmellerin
mükemmelidir’ diye dayattığı, ‘serbest ticaret ve açık
ekonomi modelini’, çıkarları söz konusu olduğu an, en
başta kendisi uygulamıyor, bu da iki!
384
O zaman sorulacak soru da şu: ‘Âlemin enayisi biz
miyiz?’
10
IMF İLE KAFALAR UYMUYOR!..
22 M ayıs 1993
385
tileri kıracak bir formüldür. Borç yönetiminin merkezi
haline getirileceği ve M erkez B ankası’nm daha ağır
lıklı katkısının sağlanacağı bir yöntemle hem faizler
geriletilebilir, hem kam u kesiminin borçlanm a gereği
aşağılara çekilebilir. Bütçede harcam alar/gelirler faslı
nın yeniden gözden geçirilmesi ve KIT’lerin küçültülme
si gerekmektedir. Kurum lar ve gelir vergilerinde kökten
reform, vergi tabanının yaygınlaştırılması ve istisnala
ra son verilmesi kaçınılmazdır. Özellikle personel har
cam aları, teşvikler ve fonların bütçe dışı kullanılm ala
rına kısıtlam alar getirilmesi bir zorunluluktur.”
Raporda KİT’ler üzerinde özellikle durulmuş, yapılan
tavsiyeler, daha önce Dünya Bankası tarafından yapı
lanların aynı: “ ... kuruluşların parçalanm ası, bir bölü
münün yok edilmesi, aşırı istihdama çözüm olarak er
ken emeklilik sistem inin başlatılm ası, KİT’lere bütçe
transferlerinin durdurulm ası, v s ...”
Rapor uygulanırsa sonucunun ne olacağı da açıkla
nıyor: " ... bu uygulamanın ilk iki yılında büyüme dura
caktır, ama üçüncü yılında enflasyon tek haneli rakam
lara dönüşür, yatırım hamlesi de yeniden başlar.” ( Cum
huriyet, 10 N isan 1993)
Bu defa ilginç olan, artık herkesin ezbere bildiği IMF
‘reçetelerine’, Hazine ve Devlet Planlama Teşkilâtı uz
manlarının verdiği cevaplardı. Özellikle 7 0 ’ 1i yıllarda
yarı özür diler, yarı yaltaklanırlar, ‘gemi karaya oturdu
ğu için kabahati üstlenir’, ne diyeceklerini bilemezlerdi;
artık öyle yapmıyorlar, IMF ‘reçeteleriyle’ Türkiye’nin
ekonomik tasarılarının birbirine uymadığım açıkça söy
lüyorlar, demişler ki meselâ:
“... bugün, Türkiye ekonomisinin en büyük sorunu
nun, yüksek seyreden kronik enflasyon olduğu herkes
çe malum; iktisat teorilerinde ve uygulamalarda, enflas
yonla mücadelenin yönetimi bellidir, istikrar uygulama
larıdır bunlar, yâni bu raporda ortaya konulan görüş
ler ve öneriler iMF’nin mucizevi formülleri değil, herkes
çe bilinen reçeteler...”
“ ... yatırımları kısacaksınız, harcamaları geriye çeke
ceksiniz, ücretleri çok sıkı ayarlayacaksınız, radikal ver
gi uygulam alarına başvuracaksınız. Peki o zam an ne
olacak? Bu programın sonunda enflasyon düşecek am a,
ilk yıllarda büyüme negatif seyredecek. Türkiye’nin bu
günkü atmosferi, bu türden tedbirlere izin verir mi? İş
sizlik acaba o zam an hangi rakamları bulur? Hükümet
kam uoyunda acaba puanını artırır mı? Yoksa geriler
mi? 1994 m ahalli seçimleri arifesinde, acaba hükümet
böyle acı reçeteleri gündeme getirme yoluna gider m i?”
(Cumhuriyet, Tl N isan 1993)
Her şey nasıl da açıkça görülüyor! ‘Sistem’in T ü rki
ye’ye ‘uygula’ diye önerdiği paketin esprisi, gerçekte, se-
çimci dem okrasinin mantığına ters düşüyor. Hele ikti
dardaki yönetimler, halka refahı ve sürekli büyümeyi
vaat etmişlerse! Bu, bir m anada 27 M ayıs ve 12 Eylül
‘müdahalelerinin’ mantığını açıkladığı gibi; 24 O cak
Kararları’nın ve ANAP olgusunun, neden dolayı 12 Eylül
ortamında geliştirilip uygulandığını da izah eder.
11
ADI ‘ÖZELLEŞTİRME’, AMACI BAŞKA...
27 M ayıs 1993
îS7
özel sektöre satılm ası için, çeşitli hükümler nezdinde,
sürekli baskılarda bulunmuştur. Neden olarak Dünya
Bankası KİT’lerin ekonomik olmadıklarını ve sosyal he
deflerinin galebe çaldığını ileri sürm üştür.” (Executive
Intelligence Review, 1983)
b / “ ... Dünya B an kası’nın henüz açıklanmayan iki
ciltlik bir KİT raporu var, iki ay önce çıkmış olan bu ra
poru ben okudum, bir tür yıldırım harekâtı ile iki yıl
da KİT sistemini yok etmeyi öngörüyor. Bazıları satıla
cak, satılma şansı olm ayanlar kapatılacak.” (Prof. Bil-
say Kuruç, Cumhuriyet, 10 Şubat 1992)
d “ ... 27 Şubat 1993 tarihli IMF Türkiye Rapo-
ru’nda KIT’ler üzerinde özellikle durulmuş; bu konuda
daha önce Dünya Bankası’nın yaptığı öneriler tekrar
lanmıştır: Kuruluşların parçalanması, bir kısmının yok
edilmesi, aşırı istihdama çözüm olarak erken emeklilik
sisteminin başlatılması, KIT’lere bütçe transferlerinin
durdurulması, v s...” (Cumhuriyet, 10 Nisan 1993)
‘Sistem’in bekçi köpeği IMF, aslında buldog cinsinden
olsa gerek, onlar gibi bir kere dişlerine geçirdi mi, ke
sinlikle bırakmıyor; ‘Türkiye’deki kamu öncülüğünde
‘kalkınma modelini’ dağıtmayı kafaya koymuş ya, bu
nun için önce KIT’leri (yâni o modelin kalelerini) orta
dan kaldırması lâzım; aşağı yukarı kırk yıldır gelmiş
geçmiş bütün iktidarlara aynı telkini yapıyor, aynı ge
rekçeleri ileri sürüyor, bunlar zarar eder, ekonominin
sırtında kamburdurlar, estek köstek...
Acaba gerçekten öyle mi? 22 fabrikasından 15’i ‘özel
leştirilerek’ satılm ış olan ÇİTOSAN (Çimento Sanayii)
Genel M üdürü N evzat Öngören, hiç de öyle düşünmü
yor; söyledikleri, birer ibret; diyor ki meselâ:
“ ... 1970 başından 1992 Aralık sonuna kadar ‘kam
burdur satılsın’ denilen ÇİTOSAN, devletten ne almış,
388
devlete ne vermiş, hesap ettik: 23 yılda devletten dört
trilyon 409 milyar lira almış; buna mukabil kurumlar
vergisi, istihsal ve katmadeğer vergisi, resim ve harçlar,
çalışanların vergisi, devlet bankalarına ödediği faizler
olarak, toplam 47.5 trilyon lira devlete vermişiz, yâni al
dığımızın yaklaşık on k a tı...”
“ ... 1970’den 1992 sonuna kadar yarattığımız kay
naklarla dokuz fabrikayı sıfırdan kurmuşuz, üç fabrika
da tevsii yapmışız; bunlardan İskenderun Çimento 61
milyon, Lâdik 57.4 milyon, Şanlıurfa 57.6 milyon, D e
nizli 70 milyon dolara satılmış; A dana, Konya, Bolu,
Ünye ve M ardin çimento fabrikalarına da, yüzde 3 5 ’in
altında olmamak üzere iştirak etmişiz; sonuçta ‘özelleş
tirme’, çimento fabrikalarının satışına d ön ü şm ü ş...”
“ ... işin tuhafı, devlete yük olanlar yine devlete kalı
yor, devlete kaynak yaratanlar gidiyor, özelleştirme an
layışı bu, kâr edenin vergisini ben ödüyorum, zarar ede
nin zararı bana k a lıy o r...” (Milliyet, 30 Nisan 1993)
Takke düştü kel göründü mü?
Nevzat Özgüven ayrıca şöyle bir tespit yapmış:
“ ... bu rakamları KIT’lerin büyük bir çoğunluğu için
çıkartırsak sanırım aynı tabloyla karşılaşırız!”
Söyledikleri bana daha önce başka bir KİT Genel
M üdürü’nün söylediklerini hatırlatıyor; eminim merak
lısı unutmamıştır, Demir/Çelik İşletmeleri Genel M üdü
rü Dr. Sencer İmer, neler demişti:
“ ... buraları kapatıp, kendi stratejik düşüncelerine
göre, etkisiz hale getirmek isteyenler olabilir, çünkü
dünyada politik savaşın yanısıra ekonomik savaş da sü
rüyor. Türkiye 1980’de 2.5 milyon ton çelik üretiyordu
ve dünyada 33. sıradaydı; şimdi 10 milyon ton çelik üre
tiyor ve 18. sırada, biraz daha çalışırsak ilk 10’a gire
ceğiz. ‘Türkiye’nin dünyadaki çelik payı artıyor, ne ya
389
pabiliriz, nasıl kontrol edebiliriz’ diye düşünen ülkeler
vardır.”
Özelleştirme ‘tezgâhı’, ‘Sistem’in gelişmekte olan ül
keleri denetimi altında tutmak teşebbüsü; güçlü ekono
mik kaleleri içerden düşürecek, ulusal ekonomiyi ulus
lararası ‘Sistem’e bağımlı kılacak, am aç bu; bu yüz
dendir ki ÇİTOSAN Genel M üdürü’niin tavrı, daha önce,
Dem ir/Çelik İşletmeleri Genel M üdü rü’nün koyduğu
tavrı pekiştiriyor, ne demişti o, hatırlamıyor musunuz?
yaptığımız mücadeleyi, Atatürk’ün İstiklâl Sava
şı sırasında yaptığı mücadeleden farklı görm üyorum,
çünkü politikada bağımsızlık için verilmiş İstiklâl Sava
şı neyse, ekonomik bağımsızlık için verilen savaş da ay
nısıdır.” (2000’e Doğru , 16 Şubat 1992)
Bu tavır, M üdafaa-i H ukuk tavrıdır!
12
‘ÖZELLEŞTİRMECE TEPKİ YOĞUNLAŞIYOR!
24 Ağustos 1993
390
bir milyar dolarlık (11.5 trilyon T L) bir kaynak ayırdı
ğım b ild ird i...”
“ ... işten çıkarma programının ve istihdamın azaltıl
masının KIT’lerde, zaman geçirilmeden yürürlüğe konul
masını isteyen Dünya Bankası’nm iki yılda vermeyi
planladığı bir milyar dolarlık kıdem tazminatı parası
için, ilk yıl KIT’lerden 25 bin işçinin, ikinci yıl ise 18 bin
işçinin çıkarılmasını öngördüğü kaydediliyor...” (Mil
liyet, 9 Ağustos 1993)
N asıl, beğendiniz mi? Şimdi soru şu: Eğer Türkiye,
40 bin işçiye istihdam imkânı yaratacak yeni bir pet-
ro/kimya ya da demir/çelik kompleksi yapımına kalkış-
savdı da, Dünya Bankası’ndan 11.5 trilyon T L kredi is
teseydi, alabilecek miydi? Asla! Bunu elbet biliyoruz, o
halde, 40 bin işçiyi işsiz bırakacak bu telâşın sebebi ne
dir?
Yoksa T ürkiye’deki ‘intibah’ mı?
Gerçekten de, ‘özelleştirme’ ciddiyete binince, ülke
nin her kesiminden tepkiler yükselmeye başladı. Demek
Türkiye sanıldığı kadar, ‘hâb-ı gaflet’ içinde değilmiş!
M eselâ, TÜRK/İŞ gibi hayli kokmaz bulaşmaz olduğu bi
linen bir işçi konfederasyonu, geçen gün genel başkanı
Bayram M eral’in ağzından ne diyordu:
“ ... KIT’ler bugüne kadar, siyasilerin arpalığı oldu
ğundan dolayı zarar etmiştir: sahipsiz olduğundan, bir
yılda üç-dört yönetici değiştirdiğinden zarar ettirilmiş
tir; özerk bir yapıya kavuşturulur, takviye edilirse, dev
let müdahalesinden kurtulursa, KİT’lerin zarar edeceği
ni düşünmüyoruz. KIT’ler zarar etmiyor, zarar ettirili
yor.” (Cumhuriyet, 9 Ağustos 1993)
Diyeceksiniz ki, canım o kam u sektöründe çalışan
yüzbinlerce işçinin lideri, üyelerinden en az kırk bini to
pun ağzında, elbette öyle konuşacak; iyi de Vehbi Koç
391
gibi bir patronlar patronunun söylediklerine, ne buyru
lur? Onun Türk özel sektörünü yapanlardan birisi, bel
ki de birincisi olduğunu bilmeyen yok; o da bir yazısın
da KİT’lerin zarar edişini, açıkça ekonomi dışı nedenle
re bağlam ış, diyor ki:
“ 1/ İktidarlar sık değişiyor, KİT yöneticilerini sık sık
değiştirdiklerinden, zarar ediliyor; 2/ Siyasi iktidarlar,
KİT kadrolarını ‘şişiriyorlar’, zarar ondan doğuyor. 3/
KIT’lerde alış satış şartları, fiyatlar, personel ücretleri ve
yatırım kararlarında piyasa şartlarından ziyade, siyasi
tercih ve baskılar rol oynadığından, verimlilik kavramı
ortadan kalkıyor. 4/ Toplu sözleşmelerde, siyasi iktidar
ların politik baskıları zarara yol açan zamlara neden
oluyor.” ( M i l l i y e t , 19 Temmuz 1993)
Tamamıyla karşıt kutuplarda olan iki lider, eğer bu
konuda aynı fikirde birleşiyorlarsa, bu herhalde Türki
ye’de bir ‘intibah’ın ifadesidir; KIT’ler zarar ediyor de
mek kolay, açıkça görülüyor ki, işçi de, işveren de KIT’le
rin zarar etmeye yönlendirildiğinde mutabıktır.
Dahası var.
Sosyalist Birlik Partisi yayımladığı bildirgede, ilginç
değil mi, aynı önemli noktanın altını çizmiş:
“ ... KİT’lerin, z o ru n lu cari h a rc a m a la rı ve y a tırım la
rı için, ço k y ü k sek faizlerle, özel ve yerli y ab an cı b a n k a
lard a n b o rçlan m a y a zorlan d ık ları; aşırı y ü k sek faizlerin,
h ü k ü m et d irek tifleriyle y a p tırılan h a rc a m a la rın , son 6-
7 y ıld a KİT z a ra rla rın ın ço ğu n u o lu ştu rd u ğ u ve b u ne
denlerle b ir b ü tü n h alin d e b u g ü n k a m u açık ların ın ne
deni o la r a k KİT z a ra rla rın ın g ö ste rilm e si, gerçeğe a y k ı
rı b ir ça rp ıtm a d ır. ”
Örnek de verilmiş, en çok zarar eden KİT’lerden
T oprak M ahsulleri O fisi, köylüden ürünü hükümetçe
belirlenen fiyatlardan almaya, bunun finansmanı için
392
de, uluslararası finans çevrelerinden borçlanm aya zor
lanmış!
hükümetlerin zorlaması ile yatırılan, KIT’lerin
üretim faaliyeti sonucu olmayan faiz ödemeleri çıkarıl
dığında, KIT’lerin çoğunun verimli çalıştığı ve zarar et
mediği, rakamlarla ortadadır. Dünya Bankası’nın orta
ya attığı, KIT’lerde 1/3 personel fazlalığı olduğu iddiası
ciddi hiçbir araştırmaya dayanmayan, aşırı bir abart
m adır...” (SBP Bülteni, Temmuz 1993, sayı 11)
Ülkenin önde gelen nice iktisatçısının da katıldığı bu
ciddi iddialar ‘özelleştirme’ meraklısı zevât-i kirâm’dan,
elbette, aynı ciddiyetle cevaplar beklemektedir. Üstelik
iş bu kadarla da kalmıyor, özelleştirmenin uygulandığı
ülkelerle ilgili önemli kuşkular da var.
13
‘ÖZELLEŞTİRME’NİN ASIL ‘GERÇEĞİ’
26 Ağustos 1993
394
ekonomiye müdahalesi, özel kesime desteği ve sermaye
birikimine katkısı, oldukça önemli düzeydedir.” ( C u m
h u r i y e t , 8 A ğustos 1993)
Bu bir gerçek, buna rağmen ‘yeni sağ’ dünyanın he
men her tarafındaki kamu iktisadi teşekküllerini, ‘eko
nomiye yük oldukları’, gerekçesiyle ‘özelleştirmek’ isti
yor; yönetimi ele geçirebildiği ülkelerde, bu tasarısını
uyguluyor da! H atırlasanıza, (Arjantin, M eksika) ‘uz
m anlar’ göndereceğini bildirmemiş miydi?
İyi de ‘özelleştirme’nin gerçekleştirildiği ülkelerde,
acaba um dukları sonuçları alabilmişler midir?
TMMOB ‘Özelleştirme R aporu’ üç önemli ülkedeki
uygulamaların sonuçlarını şöyle özetlemektedir, bir gö
relim isterseniz:
“ İngiltere: Özelleştirilen KİT’ler gerçek değerlerinin
epeyce altında satılmıştır; yaygın işçi çıkarmalarının gö
rüldüğü biliniyor, bu rakam 1987 yılı itibariyle 600.000’e
ulaşmıştı; dahası, ‘özelleştirilen’ kuruluşlarda, sendikalaş
ma ve ücretler geriliyor.”
“ Fransa: ‘Özelleştirme’ sonrasında, hisse senetleri
önemli ölçüde düşmüştür; çalışanlara ayrılan yüzde on
luk pay, satılamamıştır; istihdam daralmış, ücretler düş
müş; yönetime katılma, temsil edilme ve sendikalara
danışılma mekanizmaları ortadan kalkmıştır.”
“ Arjantin: ‘Özelleştirmeler’ sonucunda, kamu malla
rı düşük fiyatlarla uluslararası sermayeye devredilmiş,
üretilen mal ve hizmetlerin kalitesi düşmüş, fiyatlar yük
selmiş, işsizlik artmış, sendikalar zayıflamıştır.” ( C u m
h u r i y e t , 8 Ağustos 1993)
Nasıl beğendiniz mi? Bize gönderecekleri uzmanlar
Arjantin’den geleceğine göre, sonuçların orada alınan
sonuçlara benzeyeceği anlaşılıyor. Asıl önemlisi belki de,
‘kamu mallarının düşük fiyatlarla uluslararası sermaye
395
ye devredilişi’ sırasında, bal tutan ‘kimlerin’, hangi par
maklarını ‘ne kadar yalayacakları’ ? Çünkü ‘irtikâp ve ir
tişa’, liberal kapitalizmin tahtında müstetir bulunmakta
dır’ yâni içinde saklıdır, olmazsa olmaz bir unsuru!
O kadar böyledir ki bu, ‘küresel’ liberal kapitalist
ekonomiyle temas halinde olan ulusal kamu ekonomi
lerinin ‘temas noktaları’ (kişiler, kuruluşlar vs) çok geç
meden, aynı hastalığa yakalanıyor. Örnekleri sayılama
yacak kadar çok!
14
‘MUCİZE’NİN SIRRI
25 Eylül 1993
396
Liberal kapitalist ekonomik ‘Sistem’in düzenini ve iş
leyişini bilenler için, bu saptam alarda şaşılacak bir yan
yok; iç çelişkilerin gelişmesi öyledir ki, zaman zaman,
‘Sistem’in bütününü durgunluğa kilitler, zaman zaman
da bunalıma sokar; bunlar; kısa veya uzun vadeli olabi
lir; şimdi görülen odur ki ‘zenginlerin’ ekonomik ‘gidi
şatı’, bizdeki şakşakçıların yaldızlamaya çalıştığı kadar
‘pırıl pırıl’ değil.
Bu bir.
Şimdi madalyonun öteki yüzünü çevirebilir miyim?
U luslararası Finans Kurumu (ifc ) tarafından yayım
lanan 1993 yılı raporu, Türkiye’nin durumunu nasıl de
ğerlendirmiş, acaba, haberiniz oldu mu? Bakın nasıl:
Türkiye’nin ödemeler dengesi, genel olarak, cesa
ret verici bir görünüm arzetti ve ekonomi ılımlı bir hız
la büyümeye devam etti.” ( Cumhuriyet, 13 Eylül 1993)
R apor’un ‘ılımlı’ diye nitelendirdiği büyüme, aslın
da bütün tahminleri altüst eden bir büyüme; onu bildi
ren haberin başlığı ise, aynen şöyle: “ Büyüme Flızında
Çin’i Yakaladık” . Nasıl mı yakalamışız, şöyle: “ ... T ü r
kiye, ekonomik büyümede tüm dünyanın gıpta ile bak
tığı Çin’i yakaladı. Yılın ilk altı ayında, ekonomi yüz
de 9.7 oranında büyüme kaydetti. Böylece milyarlık nü
fusu ve yüzde 1 0 ’luk büyüme hızıyla dünyanın yeni
gözdesi olan Ç in ’i yakalam ış olduk. Türkiye’nin gayri
safi milli hasılası yılın ikinci üç aylık döneminde (Ni-
san/Haziran) yüzde 12.9 oranında büyüdü, 1993’ün bi
rinci üç aylık döneminde ise, yüzde 5 .8 ’lik büyüme hı
zı kaydedilmişti. Böylece ilk altı aylık ortalam a büyü
me hızı yüzde 9 .7 ’ye ulaştı.” (Milliyet, 1 Eylül 1993)
Şimdi bakın, Türkiye geçtiğimiz on yıllar içinde de,
benzer perform ance’lar gösterdiği için, buna hiç şaşm ı
yorum; Türk halkının dinamizmine, Türk ekonomisinin
397
kim ne derse desin, tıkır tıkır işlediğine inanıyorum; ne
de olsa iktisatçı değilim, bu işlerden anlayan Osm an
U lagay ’ın değerlendirmesini de onun için aktaraca
ğım, demiş ki:
Türkiye’de tüketiciden sanayiciye ve tüccara uza
nan bir zincir içinde insanlar kamu açığına, yükselen fa
ize, enflasyona, teröre, iç ve dış politik çalkantılara al
dırm adan, tüketmeye, üretmeye, yatırım yapm aya de
vam etmiş ve yüzde 1 2 .9 ’luk kalkınm a hızını yakala
mış. ‘M ucize’nin sırrı, T ürk insanının, T ürk girişimci
sinin kayda kuyda sığmayan ve artık devletin caydırı
cılığını da aşan dinamizmi g a lib a !” (Milliyet, 7 Eylül
1993)
Bu iki.
‘Devletin caydırıcılığı’ bahsinde, aynı fikirde olduğu
muzu sanmıyorum. KIT’lerdeki açığın ekonomiye verdi
ği rahatsızlık, son on yılın marifetidir; ayrıca, o 12.9’luk
kalkınma hızında onların hiç mi payı yok? Fakat asıl ba
na ilginç gelen, aynı günlerde, uzun süredir A nkara’da
bulunan Dünya Bankası heyetinin, B aşb ak an ’a verdiği
‘gizli’ muhtıra!
“ ... Dünya Bankası raporunda ‘m uhtıra’ niteliğinde
bir dizi ekonomik öneri yer alırken, Dünya Bankası’nın
inceleme heyeti başkanı Ira Liebcrm an’ın Çiller’in kur
maylarına, ‘Özelleştirme ile ilgili çok lâf ediyorsunuz
ama, bir türlü somut projelerle işi hızlandırmıyorsunuz’
dediği öğrenildi. (...) R aporda, Çiller’in Z on guldak’ı
K urtarm a Projesi için ‘rasyonel değil’ yorumu yapıldı.
PTT’nin özelleştirilmesinin de 1995’e sarkacağını savu
nan Dünya Bankası, KİT’lerin yeniden yapılandırılması
ve tasfiyesinde geç kahnmaması gerektiğini kayd etti...”
(Sabah, 13 Eylül 1993)
R apor, berm utad ‘acı reçete’nin uygulanm asını,
.398
KÎT’lerden adamakıllı işçi çıkarılmasını; ilginçtir, T ürki
ye’nin demir/çelik üreten üç büyük kompleksinin de
(Karabük, Erdemir, İsdemir) ya kapatılm asını, ya satıl
masını vb şeyleri öneriyor. Rapora bakarsan ‘batmışız’,
oysa haberler ‘Sistem’in teklediğini, oysa Çin gibi, T ü r
kiye gibi, ekonomileri ‘Sistem’in hâlâ dışında işleyen ül
kelerin, yüzde lO’uıı üzerinde kalkınma hızları sağladı
ğını gösteriyor. Adam a sorm azlar mı, bu ne iştir?
Bu da üç.
15
‘İKİLİ ÇIKMAZ’...
17 M ayıs 1994
399
DYP sepetindeki yumurtasıydı; ilk günden itibaren ‘küre-
selleşme’nın, ‘özelleştirnıe’nin öncüsü gibi konuştu, öy
le davrandı; ne var ki, başbakanlığından başlayarak,
askerlerin önüne getirdiği Güneydoğu çözümü önerisi
ni, gözünü kırpmadan kabul etti; böylece o yörede, hız
la gelişen ve sonuca giden, bir hareket başladı; besbelli,
uzun süredir bu yolda bir kararlılık bekleyen halk, bu
tutumu beğendi; bu sayede de, Çiller son seçimlerdeki oy
yüzdesini tutturabildi; ülkede ve M eclis’te, hâttâ parti
sinin içinde, durumunu pekiştirdi.
Birinci çıkmaz işte burada: Güneydoğu’da ‘kesin çö
zümde yandaş çıkması, gerçekte onun B atı’yla ters düş
mesine neden oluyor; çünkü ‘Sistem’, gizlemek için ne
yaparsa yapsın, Misak-ı Milli sınırları üzerinde birtakım
hesaplar yapmaktadır; Çiller’in bu hesapları hiçe saydık
tan başka bir de büyük ‘düşman’ ilân edilmiş Irak’la iliş
kilerini geliştirmek sürecine girmeye kalkışması, barda
ğı taşıran damla oluyor; o yüzden de, ülkenin içinde ve
partisinde Çiller’in durumunu pekiştirmiş olan ‘icraatı’
onun ‘dışardaki’ kredisini düşürüyor; uzun vadede, içer
deki ‘uzantıların’ da, ona karşı bunu kullanmasına yol
açıyor.
Özetlersek, ‘ikinci vatanı’, Çiller’in ‘birinci vatam’nı
ve onun çıkarlarını ciddiye alm asına katlanam am ak-
tadır.
Çiller’in ‘ikinci vatam’nı (ABD) yumuşatmak için bul
duğu çare, zaten onun hanidir önerip de Türkiye’ye ka
bul ettiremediği şeyler; yâni Dünya Bankası ve IMF’yle
mutabakat, ‘küreselleşme’nin hızla gerçekleştirilmesi;
Türkiye’nin yetmiş yıllık ekonomi müktesebatının, ha
raç mezat satılması, vs! Çiller ‘durumunu’ kurtarmak
için, sunduğu ‘acı paketi’ Türkiye’yi ‘kurtaracak’ sihir
li bir formülmüş gibi pazarlıyor; böylece IMF’nin ve
400
Dünya Bankası’nm (dolayısıyla ‘Sistem’in) gözüne gire
ceğini sanıyor; yetki yasasından sonra, malı mülkü satıp
savarsa, mesele kapanacak!
Çiller’in ikinci çıkmazı da, iş burada; Türkiye’de
halk ‘özelleştirme’ye karşı! İşin ilginç yanı, sureta taraf
tar görünenler de -aslın d a- karşı! Bunların kimler ol
duğunu tabii anlamadınız; ülkeye hanidir egemen olan
oligarşi -yâni bürokrasi + burjuvazi-; neden karşı, çün
kü onlar, Türkiye’yi ‘tek başına yemeyi’ tercih ediyor
lar; zaten ‘ecnebi’yi işe karıştırmak istemedikleri içindir
ki, ‘Sistem’in onca ısrarına rağmen, yıllardır ‘özelleştir-
me’de ayak sürüyorlar. Halkın karşı çıkması, yurt ve ta
rih bilinciyle ilgili; cumhuriyeti, onun bağımsızlığını ve
ekonomik kalelerini savunmak istiyor. Çiller Yönetimi,
M isak-ı M illi’nin üniter devlet yapısını savunduğu za
man, Çiller’e destek oluyor da; M üdafaa-i H ukuk’un
anti/emperyalist tavrını bırakıp, ‘D am at’ Ferit Paşa gi
bi hareket etmeye başlayınca, ona karşı çıkıyor.
Çiller, gerçekten, ikili çıkmaz içinde; yukarı tükürse
bıyık, aşağı tükürse sakal! Çünkü öteki politikacılar gi
bi, idare-i maslahatçı da değil, bir şeyler yapmak istiyor;
oysa yapmaya kalkıştığı iki önemli şey, birbiriyle taban
tabana karşıt, çünkü Türk halkı, şaşm az sağduyusu
ile, gizli tarih ve yurt bilinciyle, ekonomide ‘Sistem’e ba
ğımlı, siyasette özgür ve bağımsız olunam ayacağını bi
liyor.
İki satır da ‘liberal bülbüller’ için!
Vırt zırt, zamanların değiştiğini, Kurtuluş Savaşı ‘nos
taljisi ile bir yere varılamayacağını ileri sürüp duruyor
lar; gerçekte Prof. Çiller de işe başlarken, kuşkusuz on
lar gibi düşünmekteydi; fakat T ürkiye’nin iç dinamiği,
‘Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki stratejik hesaplar, pe
kâlâ gösteriyor ki, hem M ustafa Kem al, hem ‘D am at’
401
Ferit Paşa olmak, mümkün değildir. Ya biri olacaksınız,
ya öbürü!
İşte o kadar!
16
LİDERLER ‘NEDEN’ DEĞİŞİYOR?
24 Eylül 1994
402
ABD destekliyordu; hepsi devrilip gittiler, bir manada
harcandılar; buna mukabil, ABD’nin yıllardır açıkça düş
man ilân ettiği M uam m er Kaddafi, Saddam Hüseyin,
İran’daki M ollalar yerlerinde duruyor; kimbilir, belki de
Amerika’dan yana olmak, çok da akıllılık değil!)
Şimdi bunu neden anlattım diye, kendi kendinize
soruyorsunuz.
Bilmem, ilkbaharda yazdığım o yazıyı hatırlayacak
mısınız, başlığı ‘Küçük Hanım ’ın İkili Çıkm azı’ idi (17
M ayıs 1994), özet olarak da, Tansu Çiller’in tamamıy
la Ö zal’cı politikalarla iktidara geldiğini, fakat yurt
gerçekleriyle karşılaştıkça, yavaş yavaş, bu politikalar
dan uzaklaşmak zorunda kaldığını işliyordu: Güneydo-
ğu ’da ‘siyasi çözüm ’ü rafa kaldırmıştı; Irak’ta ABD’den
farklı düşünüyordu, Kıbrıs ve Ege sorunlarında da öy
le; buna mukabil, ekonomide IMF ve Dünya Bankası
çizgisini korumaya gayret ediyor, bu da onu ikili bir çık
maz içine sokuyordu.
İlkbahardan sonbahara, köprülerin altından çok su
lar aktı; Prof. Çiller, ‘özelleştirme’nin dışındaki hemen
her konuda, ‘Sistcm ’in telkin ettiği politikalardan hay
li uzaklaşmıştır; bu uzaklaşma, hele son zamanlarda öy
le elle tutulur bir hale gelmiştir ki, onu Ö zal’ın ve
O zal’cı politikacıların ardılı olarak gören, ‘liberal’ kö
şe yazarları, köşelerinde endişe izharına başlamışlardır.
M eselâ mi? Bakın Mehmet Barlas ne diyor:
" ... bu da bizim kaderimiz. O rtaya ‘liberal’, ‘serbest
pazarcı ekonom i’ diye çıkıp, ‘dem okratikleşm e’, ‘kent
leşme’, ‘modernleşme’ gibi ilkelerle, ‘değişim ’i temsil
ederek iktidara gelenler, sonunda köy/kentlere sığını
yorlar. (...) Nedense bu kadrolar, hem de Amerikan Ko
leji mezunu bu kadrolar, nihai çözümün tarım nüfusu
nu asgariye indirm ek olduğunu görem iyorlar. (...)
403
KIT’leri özelleştiremezken, tarım sübvansiyonlarını kal
dıramazken, sosyal güvenlik sisteminde reform yapa
mazken, gidip Güneydoğu’nun kırsal alanında yarı -
KİT örgütlenmelere heves ediyorlar. Bir genel seçim ol
sa da, bu ‘çiftlik partileri’ ufuksuz liderlerin sultasından
kurtarsak. Tek çıkış yolu, bu galiba!” (Sabah, 10 Eylül
1994)
Mehmet B arlas’ın yaşı müsaittir, ‘ortaya liberal, ser
best teşebbüsçü’ diye çıkan çok lider gördü; bir kısmı
gerçekten ‘Am erikan Koleji m ezunu’ idiler, iktidara
geldikten sonra, -ne hikmetse- hiçbiri dediklerini yapa
madı; bazıları seçimlerle, bazıları darbelerle, iktidardan
uzaklaştırıldılar; tekrar ‘genel seçimler’ yapıldı, Türki
ye’yi ‘ufuksuz liderlerin sultasından’ kurtaracağı sanıl
dı bu seçimlerin; gel gör ki, Mehmet B arlas’ın ümitle
ri hilafına, -ne hikmetse- hiçbiri iktidara geçince ‘ufuk
sahibi’ olam adı; acaba neden böyle oldu? Neden hep
böyle oluyor? Neden m edia’nm, çeşitli sermaye örgüt
lerinin, belki uluslararası cereyanların, allayıp pullayıp
piyasaya sürdükleri politikacılar, seçimle iktidara gel
dikten sonra, evvelce papağan gibi tekrarladıkları ‘ger
çekleri’ unutuyorlar?
Bayar/M enderes İkilisi, özel sektörcünün hası, has
Amerikan’cı olarak iktidar olmuşlardı; Türkiye’yi K ü
çük Amerika yapacaklarını söylüyorlardı; kısa sürede,
‘Sistem” le de, ‘Sistem ’in köpekleri Dünya Bankası ve
IMF ile de ‘takıştılar’, akıbetleri malum! Süleyman De-
mirel, Adalet Partisi’nin ve iktidarın üzerine âdeta pa
raşütle indirildi, o kadar Amerikan’cı sayılıyordu ki,
ona ‘M orrison Süleyman’ deniyordu -diyenler arasın
da Barlas da vardı- gel gör ki bir süre sonra, o da ‘bü
yük’ Türkiye’den, sanayileşmeden dem vurmaya başla
dı; onun başına da, pişmiş tavuğun başına gelmedik iş
404
ler geldi; şimdi de ‘Küçük H anım ’ aynı çemberden ge
çiyor, o da ‘yatırım lar’dan, ‘bölünmez’ ve ‘büyük’ T ür
kiye’den söz ediyor...
Mehmet B arlas’a bir önerim var, bir de şöyle dü
şünmeyi denesin: ‘Amerikan Koleji mezunu’, üstelik
ABD’de mal mülk sahibi olsalar da, kendisine umut bağ
layan ‘serbest teşebbüsçü’ liderler, Türkiye’nin gerçek
leri ile karşı karşıya gelince, o gerçeklerin dinam iği
içinde, değişiyor olmasınlar?
Bağımsız bir ülkenin sorumluluğunu taşımak, hariç
ten gazel okum aya benzemez.
17
‘AKBABALARA’ AÇIK DAVET: ‘ÖZELLEŞTİRME!’
5 Kasım 1994
40.5
Böyle bir habercilik anlayışının, ‘beyin yıkama ope
rasyonu’ olmaktan kurtulabilmesi, ancak neyle kabildir
elbette bilirsiniz; şu anda eski Doğu Alman halkının na
sıl acı bir ‘o eski iyi günler’ nostaljisiyle kıvrandığını da
duyurmakla! Şurada kaç gün oluyor, bir yabancı tele
vizyonun o yörede yaptığı röportajda (Tv5) mikrofon
hangi Doğu Almana uzatılırsa aynı cevap alınıyordu:
‘Eskiden paramız vardı, mal bulamıyorduk; şimdi vit
rinler mal dolu, paramız yok: işsizlik belimizi büküyor!’
Tabii, dürüstlük, son Alman genel seçimlerinde kom ü
nistlerin oylarını umulmadık ve beklenmedik şekilde ar
tırdıklarını da eklemeyi gerektirirdi.
‘Ozelleştirme’nin, eski Doğu Alman kamu tesisleri
ni ucuza kapatan milli ve milletlerarası ‘akbabaları’
çok mutlu ettiğine şüphe yok; acaba, işlerini ve gelecek
güvencelerini kaybetm iş; ‘vahşi’ piyasa ekonomisinin,
yırtıcı pençelerine teslim edilmiş, halk da, ayıtı derece
de mutlu mu?
Gözünüzden kaçmış olamaz: başta bu işin ‘papazı’
Ozal olmak üzere, bütün ‘özelleştirme’ esnafı, asla ve
kat’a, tek başına ‘özelleştirme’ sözü etmezler; onu he
men, ‘küreselleşme’ (globalleşme) sözü takip eder; daha
ince fikirli olanlar, Çiller gibi, özelleştirme sayesinde
‘Türk ekonomisinin de dünya ekonomisiyle bütünleşmiş
olacağına’ işaret ederler; aslında pusuda bekleyen milli
ve milletlerarası ‘ak b ab alara’ açık davettir bu; Türk
halkının tam -bu arada elbette ekonom ik- bağımsızlığı
nı elde etmek ve korumak amacıyla, kuruş kuruş, emek
emek tesis ettiği kuruluşları satışa arzettik, kap kapanın
elinde kalacak, tez olun, çabuk davranın!
Bunlar ‘özelleştirme’yi ‘küreselleşme’den ayrı düşü
nemez ve sunamazlar, çünkü ‘Sistem’in genel stratejisi
budur; amaç çokuluslu devlerin, eski Doğu Bloku iilke-
406
İcrindeki ve Üçüncü D ünya’daki milliyetçi ekonomile
rin ellerinde bulunan kamu işletmelerine konmasıdır;
bunun ‘Sistcm’e yararı belli, çevre ülkelerinde bağımsız
ekonomik güç merkezleri bırakılmış olm ayacak, karşı
lıklı -gerçekte tek taraflı- bağımlılık numarasıyla bütün
‘öteki’ ülkeler de ‘Sistem’in sıkı denetimi altına alına
cak! Bunun böyle olduğunu siz de biliyorsunuz, Frédé
ric Clairmont ile John Cavanagh’ın bu yöndeki araştır
masından önemli parçaları, ilkbaharda bu köşeye ak
tarmıştım; galiba hatırlatmak hiç de fena olmayacak, ne
diyorlardı bakalım :
çokuluslu tekeller, sektör sektör, eski komünist
devletlerin üretim kapasitelerinin temellerini ellerine
geçiriyorlar. (...) Doğu Avrupa ülkelerinin devlet te
şebbüslerinden en önemlilerin ‘özelleştirilm esi’ önü
müzdeki beş yıl içinde kuşkusuz tamamlanm ış olacak
tır ...”
Türkiye’yi ilgilendiren yer ise şurası: “ ... çokuluslu
tekeller, ekonomi ve finans düzeninin ‘özelleştirme’ dal
gasıyla dağıtılm asından yararlanarak yeni bir faaliyet
sahası buluyorlar: 3 0 ’lu yılların büyük ekonomik çö
küntüsünde, çeşitli ülkelerde -bu arada Türkiye’de-
kaıııu sektörünün (yâni devletin) ülkeyi kurtarm ak
amacıyla satın aldığı ya da inşa ettiği muazzam kuruluş
ları ve işletmeleri ele geçirmek! Bu, özel sermaye grup
larının saldıracağı yeni bir sınır oluşturuyor; buna elekt
rik, gaz, madenler, demiryolları, hava ulaşımı, teleko
münikasyon, bankalar ve sigorta şirketleri dahil! Çoku
luslu tekellerin (‘Sistem ’in) bunları ele geçirebilmesi,
işçi hareketlerinin zayıflamış olm ası ve bu hareketin
en büyük başarılarından biri olan sosyal devletin her
yönden saldırıya uğraması yüzünden, daha da kolaylaş
m aktadır.” (Le Monde Diplomatique , M art 1994)
407
Ne buyurulur? Şu son paragraf rahmetli Ö zal’ın,
‘devletli’ Çiller’in (yeni veliaht Boyner’in) ülkeye öner
diği ‘ekonomik program ın’ ta kendisi değil mi?
‘Özelleştirme’yle ‘küreselleşme’yi içiçe ve yanyana
benimsediniz mi, ortaya çıkan ‘model’, gerçekte yüzyı
lın başında ‘Sistem’in gezegenin her yanında uyguladı
ğı ‘m anda, dominyon, protektora, ya da gizli sömürge
cilik’ modellerinin, zamanımızın koşullarına uyarlanmış
biçimidir.
Bu saptamayı netleştirmek için ‘erken’ cumhuriyet
dönemimize bir göz atmamız; Gazi M ustafa Kem al’in
neden dolayı, nasıl ve hangi anlamda ‘devletçilik’ten ya
na çıktığını araştırmamız gerek.
18
‘SİS ÇANI’ GİBİ...
10 Aralık 1994
■ 10 s
re üyeleri için referans niteliği taşıyan bir ‘Türkiye Ra-
poru’nda, O rtadoğu uzmanı C arol M igdalovitz, onu
anlatırken diyordu ki: T ürk Dışişleri Bakanlığı’nın
Batı yandaşı pragm atik politikalarına ters düşen ve
kom plo teorilerine inanan birisi’dir; ‘Başbakan Tansu
Çiller’in ve T ürk Genelkurmayı’nın Soysal’a ne kadar
hareket serbestisi tanıyacağı ise bilinm iyor.” (Milliyet,
8 Kasım 1994)
Genelkurmayı bilmeyiz am a, B aşbakan Tansu Çil
ler’in Soysal’a tanıdığı ‘hareket serbestisinin’ sınırları,
Soysal’ın istifası ile belli oldu: bakanlığının m üsteşar
lığına istediği adam ı tayin etmesine izin verilmiyordu;
yâni, ‘hareket serbestisi’nin sınırları bu kadar daraltıl
mıştı.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım!
Washington Mümtaz Soysal’ın Dışişleri Bakanı olma
sını asla istememiş, üstelik bunu saklamamıştı: ilk ko
alisyon kabinesinde (1991) bunu açıkça engellemiş; Çil
ler kabinesini kurarken de, onu aynı konuda hassasiyet
le uyarmıştı. (Haziran 1993)
ABD Yönetiminin Türkiye M asası’ndan bir yetkili
demişti ki: “Soysal, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını koru
muyor ve politikalarına zarar verecektir. Ayrıca ABD
bugüne kadar T ü rk hükümetlerine bazı konuları dikte
ettirebilecek güçteydi. Soysal gibi politikacılar ise,
ABD’ninkilerinden önce, Türkiye’nin çıkarlarını düşünü
yor.” (Milliyet, 26 Temmuz 1994)
Aslında Ankara, Soysal’ı o m akama getirmekle, bel
ki biraz da W ashington’m (genel olarak B atı’lıların)
davranışlarına tepkisini belli etmek niyetindeydi; çün
kü Sovyetler’in ve Yugoslavya’nın dağılm asından son
ra, Balkanlar’da, O rtadoğu’da, K afkasya’da ve Ortaas-
ya’da, Türkiye’nin -onların taşeronu gibi değil de- ba
409
ğımsız bir güç olarak meydana çıkm ası, B atı’da herke
si rahatsız etmiş; istedikleri kadar aynı ittifak içinde gö
rünsünler, Batıklarla Türkiye’nin çıkarlarının, bu böl
gelerde aynı olmadığı, hâttâ karşıt olduğu anlaşılmıştı;
hele Irak, Kıbrıs ve Yunanistan politikalarında, karşılık
lı kesindi. Elbette keyfiyet kişilik ve prensip sahibi bir
Dışişleri Bakanı ile W ashington’a ve öteki ‘B atı’lı baş
kentlere çok daha iyi hissettirilebilirdi. Öyle olmadı mı?
Soysal, gittiği her uluslararası toplantıda, Türkiye’nin
bölgedeki çıkarlarını korudu, öyle konuştu. Bunun böy
le devam etmesi de gerekiyordu am a, bunun için Soy-
sal’ın dahil olduğu koalisyonun da aynı fikir selabetine,
aynı kararlılığa, aynı milli çıkarları korum a kıskançlı
ğına sahip olması icab ediyordu.
Sahip midir, siz onu düşünedurun; ‘hareket serbesti-
sinin sınırları’ gittikçe daraltılan Soysal, Türkiye’nin çı
karlarına ve kendi prensiplerine aykırı hareket etmek
tense çekilmeyi tercih etti; ne var ki kısa süren Dışişle
ri Bakanlığı, ciddiyetsizliğin paçadan aktığı siyasi haya
tımızda, sis çanı gibi doğru istikameti gösteren bir işa
ret oldu: Soysal’da sonraki (tabii önceki) Dışişleri Ba-
kanları’nın Washington’a göstereceği ‘uysallıklar’, bun
dan sonra, Türk halkı tarafından Türkiye’nin ‘aleyhine’
davranışlar olarak değerlendirilecektir.
Az şey mi bu?
(En azından bir kriter oluştu, daha doğrusu yirmi yıl
kadar önce Niyazi Berkes’in tespit ettiği o kriterin, tepe
den tırnağa doğru olduğu kanıtlanmış oldu. Ne demiş
ti Berkes:
bizde batıcılıkla anlaşılan şey, T ürk evrimini
çağdaş uygarlığa uygun yönde geliştirmektir; halbuki
Avrupa’da ve A m erika’da batılılaşm a ve batıcılık Batı
diplom asisine boyun eğme anlam ına gelir. Bu yüzden
410
onlara göre Kem alist devir Batı aleyhtarlığı, M enderes
devri ise Batıcılık devridir. Batı diplom asisinden b a
ğımsız bir batıcılık, Batı dilinde Batı düşmanı kötü bir
milliyetçilik dem ektir...
M üm taz Soysal’ın yapm aya çalıştığı neydi sanıyor
sunuz? ‘Batı diplomasisinden bağımsız bir batıcılık’ de
ğil mi?)
19
ÇOCUK MU KANDIRIYORLAR?
11 Ocak 1996
411
Kullandıkları gerekçe nedir, hele bir düşünün!
Türkiye’de üretilen sanayi mamulleri, hem pahalıdır
hem de çürük; dahası modası geçmiş teknoloji ürünü;
adı sanayiciye çıkmış bazı ‘baba’ holdingler, devletin hi
mayesine ve teşvikine sığınarak, koca pazarı parselleyip,
‘malı götürmekte’; ciddi ve yaratıcı bir rekabet olm adı
ğı için de gelişmeye boş verip; ‘durumu idare etmekte
dir’. ‘Küreselleşme’, işte buna son verecektir.
Nasıl mı, gayet basit: gümrükleri sıfırladın mı, geliş
miş ülkelerin ileri teknoloji ürünü sanayi malları, paza
rımıza eşit şartlarla girecek; iyi mal kötüsünü kovaca
ğından, bizim özel sektörümüz de ürettiği malı o kali
teye, üretimini o teknolojiye yükseltmek, fiyatını o fiya
ta indirmek zorunda kalacaktır. Kısacası ‘küreselleşme’
ülkemizde özel sektörü ‘terbiye edecektir’; bu bakımdan
işi uzatmanın âlemi yok, küreselleştirirsin, olur biter!
İyi de, bir sorun var: ‘transform asyon’uıı öteki aya
ğı ‘özelleşdrme’yi de bize ‘kaktırm aya’ çabalayan aynı
liberal ‘bülbüller’ şu karşıtlığı nasıl göremezler? Kamu
işletmeleri yönetilemiyormuş, zarar ediyorm uş diye,
halkın trilyonluk tesislerini özel sektöre devretmemizi
isterken; nasıl oluyor da bu tesisleri alacak ve işletecek
olan özel sektörün ‘teknolojisi geri, malı kalitesiz ve pa
halı üreten, o yüzden de terbiyeye m uhtaç’ o kötü sek
tör olduğunu hesaba katmıyorlar? Bir özel sektör ki,
onca teşvik ve himayeye rağmen, belini bir türlü doğrul-
tamamış olduğunu, kendin söylüyorsun; kamu kesimi
nin bunca emek ve çabayla yarattığı muazzartı kuruluş
ları nasıl devredersin? Devredecek olsan, hangi gücüy
le alacak, hangi yeteneğiyle yönetecek, hangi ileri tek
nolojiyi kullanacak?
Sanırım mantıksızlığın boyutları belli oluyor.
Aslına bakarsanız...
412
‘Sistem’, üçüncü ülkelerin sanayi varlığına ve potan
siyeline el koymayı kararlaştırmıştır, öyle de yapıyor, es
ki Doğu Bloku ülkelerinde ‘özelleştirme’nin gerçek am a
cının, nasıl ‘küresclleşme’yi sağlamak olduğunu daha iyi
görebiliyorsunuz: bizdeki kadar bile gelişmiş bir özel
sektörü bulunmayan oralarda, her birisi kolay kolay
kurulamayacak olan muazzam kamu işletmeleri, kaşla
göz arasında, çokuluslu şirketlerin eline geçiyor, böyle-
ce ‘küresellcşiyor’lar.
Bizde öyle olmuyor diyebilir misiniz? Peki, çimento
sanayii bugün neticede kimin kontrolü altındadır, T ü r
kiye’nin mi, Fransız çimento sanayiinin mi? ‘Değişim ’
programının, gelişmekte olan bağımsız ülkeler için, cid
di ‘değişiklik’ getireceği doğru; ekonomileri önce yeter
siz ve yeteneksiz özel sektöre; sonra o sektörün ‘terbi
ye edilmesi için’ sınırlar açılıp yurda sokulan ‘Sistem’in
çokuluslu şirketlerine devredilecektir: ‘değişim’, bağım
sızlıktan sömürgeleşmeye doğru bir değişim; zaten adı
na kibar kibar ‘ karşılıklı bağımlılık’ da demiyorlar mı?
Onlar ‘bağlıyor’, ‘bağlanan’ da biz oluyoruz.
20
AZ MI ‘KÜRESELLEŞTİRDİLER’ BİZİ?..
13 O cak 1996
413
öteki ülkelerini ekonomik denetimi altına almanın adı
nı, kibarlık olsun diye, ‘küreselleşme’ koymuş!
Buradan baktın mı, Türkiye’nin ‘küreselleşmesi’ da
ha 5 0 Ti yıllarda başlam ış demektir: hani o ABD Ordu
Pazarı PX’lerden çıkarılıp, İstanbul, İzmir ve Ankara’nın
‘kibarlarına1el altından pazarlanan Kent, Salem, Camel
sigaraları; viskiler ve kadın jüponları yok mu, işte on
lar bu işin başlangıcı. O güne değin kendi tütününden
başka tütün bilmeyen ve içmeyen Türk halkına, ilk de
fa Amerikan Virginia tütününün özel harmanı içirildi; o
zam an, yâni kırk yıl önce münhasıran varlıklı ve snob
bir çevrede kullanılan o tütün, gittikçe dallanıp budak
lanarak ülkeyi saran, sonunda Türkiye’nin kendi tütü
nünü ikinci sınıf bir ürün haline düşüren bir belâ oldu.
Kim bilmiyor: artık Türk tütünü yerine, o tütünü eki
yor; Türk sigarası yerine, bizzat Tekel’in kendi aleyhi
ne ithal ettiği Amerikan sigarasını içiyoruz.
Bu örnek, pek açık ve pek güzel, bir ‘küreselleşme’
örneği sayılabilir; çünkü ABD aynı numarayı, kendine
mahsus özel sigaraları ve tütün harmanları olan İngil
tere gibi, Fransa gibi ülkelerde de yapm ış, oraların tir
yakilerini de ‘küreselleştirm iş’tir.
‘Küreselleşme’nin ülkemizde neredeyse yarım yüz
yıldır hüküm sürdüğü doğru, buna bir başka örnek de,
öğretim ve eğitim alanından verilebilir. Eskiden Türki
ye’de öğretim ve eğitim tekti, bu da Tcvhid-i Tedrisat
Kanunu ile gerçekleştirilmişti, o kanun Anadolu İhtilâ-
li’nin temel direklerinden birisi, lâik ve demokratik lise
yi temel öğretim kurumu yapıyor, o liseler de lâik ve de
mokratik yurttaş yetiştiriyor.
Oysa 50’lerden itibaren, öyle mi? Önce ‘İngilizce öğ
retim veren kolejler’ özel olarak örgütleniyor, kolejler
moda haline dönüştürülünce, devletin kendisi İngilizce
414
öğretime geçerek, Anadolu Liseleri’nde kafası Ameri
kanca işleyen yeni bir tür öğrenci yetiştiriyor, bu yet
mezmiş gibi, İngilizce eğitim yapan üniversiteler açılı
yor. Eğer bugün konuşurken yarı yarıya İngilizce kulla
nan ‘aydınlarımız’ varsa, bunu yıllardır süren bu ‘küre
selleşme’ sürecine borçlu değil miyiz?
O kadarla kalsa, yine iyi: bir yandan da, radyo ve te
levizyon aracılığıyla, yaşama tarzı ve dünya idraki ‘kü-
reselleştirilmiştir’. Hele bir düşünün, Türkiye kaç yıldır
H ollyw ood istilası altındadır? Beyaz perdede olsun,
küçük ekranda olsun, Amerikan sinemasının ürünleri,
dolayısıyla standart ve zevkleri o kadar uzun zamandır
egemendirler ki, yetişmiş son birkaç kuşak için, iyi bir
film demek Amerikan filmi demektir; iyi bir diziyi an
cak Amerikalılar çeker, o yüzden de Türk filmleri T ü r
kiye’deki sinemalarda kendilerine gösterim hakkı tanı
yacak bir iki yürekli sinemacı bulurlarsa, kendilerini
bahtiyar saym aktadırlar; çünkü T ürkiye’deki ekranlar
da, sinemalar da, çoktan ‘kiireselleştirilmiştir.’
Kendi başınıza biraz düşünün, kimbilir ‘küreselleş-
tirildiğimiz’ daha ne sahalar bulacaksınız.
Öyleyse ‘değişim’ programının ‘küreselleşme’nin bun
ca üstüne basm ası neden? Baksanıza, zaten sürüp gidi
yorm uş...
Yukardan beri konuştuklarımız, aslında ‘zemini’ ha
zırlayan bir faaliyet; o kıvama gelmiş olmalı ki, asıl
büyük ‘küreselleşme’ hamlesine geçiliyor; bu da, zevk
leri, kültürü, alışkanlıkları ve tercihleri -kısacası, üstya
pısı- iyice ayarlanmış kesimlere, ülkenin ekonomik ve
siyasi olarak ‘küreselleştirilmesini’ önermek ve kabul et
tirmek aşam asıdır; şimdi orada olduğum uz belli, çün
kü bu süreci benimsememiz gerektiğini yabancılar de
ğil, açıktan açığa parti liderlerimiz, hükümet başkanla-
415
rımız bize söylüyorlar, üstelik bunun ‘Türkiye’nin gele
ceği’ olduğunu ilân edip, onlara oy vermemizi istiyorlar.
İyi de, bütün M üdafaa-i Hukuk program ı, hakların
küreselleştirilmeye karşı savunulması değil miydi? Çün
kü neticede ‘Sistem’ yâni İtilaf Devletleri, A nadolu’yu
bu türden bir geniş pazar olarak aralarında paylaşm ış
lardı, ‘manda ve himaye taraftarı’ Osmanlı aydınları da
buna alkış tutuyorlardı: istirdat’tan sonra, kimisini ni
ye linç ettik, niye yüzlercesini yurt dışına sürdük: ‘kü
reselleştiler’ diye mi?
21
KİT’LER ‘BİR AĞIZDAN’...
1 Şubat 1996
416
ların tamamı, şu ara kaderleri gündemde olan KIT’lerin
genel müdürleri, konu ise ‘ö z e lle ştirm e ’; insan, asıl so
rumlu ve yetkililerin neler dediğini merak etmez mi; he
le benim gibi KIT’lerin tarihimizde oynadığı role, önemi
ne ve işlevine inanan birisi; elbette oturdum, sonuna ka
dar izledim.
Bir yandan da düşünüyorum; yahu nedir, bu kuru
luşları hanidir tefe koyup çalıyoruz, aleyhlerine söylen
medik söz kalmadı; iyi de acaba onlar ne yapıyor, hal
leri nicedir, sorumluları ne diyor, merak edilmez mi?
Media kuruluşlarımız ne kadar tek yanlı ve tek yönlü
işliyor olmalı ki, sorunu ne bir televizyon kanalı merak
etti, ne bir gazete! Bu itibarla programı ‘akıl eden’
TGRT’yi, tartışmayı düzenleyen ‘İş Bankası’ programı
nı tebrik etmek lâzım; yine de böyle -belki daha da kap
sam lı- bir tartışmayı, kendisi gerçekte bir KİT olan
TRT’nin tertiplemesi, çok daha yerinde ve yararlı olur
du diye düşünüyorum.
O tartışmadan edindiğim izlenimler, sizi şaşırtacak!
KİT genel müdürleri, iktidarın onları çoktan gözden
çıkardığını bildikleri için mi nedir, hayli ‘temkinli’ konu
şuyorlardı ama, hepsi işini bilir, konusuna hâkim kişiler
di; suçlayarak değil, kibar kibar, KİT zararların ın tem el
n eden lerin i ü ç g r u p ta to p la d ıla r (1 / siy asi m ü d a h ale ,
2/ p e rso n e l fa z la lığ ı, 3/ p iy a sa y a u y u m d a gecikm e, y â
ni b ü ro k rasi) ki, hepsi KIT’lerin kendi bünyesinden değil,
‘ siy asi o to rite n in ’ o n ları ku llan ış biçim in d en d oğu y or.
Meselâ hemen hepsi, personel fazlasıyla ağırlaşmış,
peki personeli kim yığıyor, KİT’in yönetimi mi, hayır, si
yasi partiler; ayıklanmasını önleyen kim, yine onlar.
Hangi genel müdür söz alsa, daha işin başında iki üç
bin işçisini emekli ettiğini söylüyor, bu onları rahatlat
mış, işin ilginç yanı işleri aksatmamış, daha da yoluna
417
koymuş! Hiçbirisi ‘battık’, ‘artık biz iflah olmayız’ deme
di; tam tersine, bazıları mevcut zararı kapattıklarını, ya
da kapatmak üzere olduklarını; diğer bazıları da, açıkça
kâr ettiklerini söylediler; hem de ne kâr, öyle ufak tefek
rakamlarla ifade edilir cinsten değil!
Kimbilir belki de bu çaba KIT’lerin daha kolay satı-
labilmesini sağlamak içindir, öyle ya zarar eden bir ku
ruluşu kim almak ister, ama başka bir gerçeği de kanıt
lamıyor mu: KIT’lerimiz, kafası rasyonel, işini bilir, he
saplı bir işletmeciliğe kavuşturulursa, Türkiye’nin üre
tim kaleleri olmak özelliklerini pekâlâ sürdürürler.
TAKSAN A.ş. bildiğimiz gibi takım tezgâhları (torna,
planya vs) üretiyor; onun genel müdürü, ilginç bir açık
lama yaptı.
Zamanında Batı vermediği için, firma, Doğu Alman
ve Çekoslovak -yâni Doğu Bloku- teknolojisi ile kurul
muş, teknoloji bugün eski, onlar da yenilemek istemiş
ler, başka ülkelerde olduğu gibi bilgisayarlı takım tez
gâhları yapmayı tasarlamışlar; yabancıya başvurm u
yorlar, lisans onları ecnebiye tutsak ediyor; hazır ‘özel
leştirme’ m oda, en iyisi özel sektöre başvurm ak, onlar
la işbirliği yapmak! Özel sektör onlara yüz vermiyor; fa
ize yatırım dururken, üretimle kim uğraşacak, değil mi
efendim?
Onlar yılmamış ama, on onbeş kişilik bir beyin takı
mı, işin üstesinden gelmiş; artık bilgisayarlı takım tez
gâhları üretiyorlarmış, hem de ürettikleri hiç de ‘Japon-
larınkinden aşağı değilmiş’, yurt içinde satmakla kalmı
yorlar, ihracata geçmişler; genel müdürün fikrince, yeni
teknoloji üretme sürecinde, özel sektör henüz KİT’lerin
yerini alabilecek bilinçte ve çapta görünmüyor. Ona
hak vermemek elde mi?
Sanıldığının aksine, ben KİT genel müdürlerini diri ve
418
azimli gördüm, öyle sakin fakat kesin bir tavırla konu
şuyorlardı ki, bıraksanız maksatlı ve beceriksiz yöne
timlerin yok pahasına çarçur ettiği, ona buna sattığı bu
millet kuruluşlarını, kısa sürede adam edecek, tarihle
rine yakışır bir düzeye yükseltecek gibi görünüyorlar.
“Türkiye, 3 0 ’lu yıllardan
itibaren ‘totaliterlik’ rüzgârına
direnememiş, inkılâpçı
cumhuriyetin otoriterliğinden,
bir ‘tek parti’ totaliterliğine
sürüklenmişti; 1950 ’li yıllardan
bugüne kendimizi demokrasiye
geçmiş olmakla avutuyoruz;
oysa ‘gidişat’ hiç de öyle
görünmüyor. Türkiye, bu defa
m ' ^
‘küreselleşme’ ve ‘özelleştirme’ 1...
masalına inanmış, paldır küldür Attilâ ilhan 15 Haziran 1925’te Menemen'de
doğdu. Türkiye’nin en üretken yazarlarından
‘globaliterliğe’ doğru
olan ilhan’ın genç yaşlarında başladığı
sürüklenmektedir; üstelik düşünme ve yazma serüveni 10 Ekim 2005’te
daha ‘sivil,’ daha ‘demokrat,’ ölümsüzlüğe göçene kadar sürdü.
Bazı yapıtları şunlardır:
daha ‘insan haklarına dayalı’ bir
Şiir: Sisler Bulvarı; Yağmur Kaçağı;
düzene ‘dönüştüğünü’ Ben San a Mecburum; Yasak Sevişmek;
T*
K D V dahil fiyatı H -
:
Ş if.
i
16YTL
16 0 00 00 0 TL