You are on page 1of 422

Genel Yayın: 679

Edebiyat Dizisi: 273


© Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Meşelik Sokağı 2/3 Beyoğlu 34433 İstanbul
www.iskulturyayinlari.com.tr

Kapak Tasarımı Birol Bayram


Düzelti Hakan Şenocak
Tasarım ne Uygulama Tipograf (0212) 249 01 01
Birinci Baskı Mart 1997, Bilgi Yayınevi
İkinci Baskı Ekim 2003, İş Bankası Kültür Yayınları
Üçiincii Baskı Kasım 2005, İstanbul

ISBN 975-458-445-1
OTM 11027302
Basımevine.fik Matbaası (0212) 551 55 87
Matbaacılar Sitesi 40 Güneşli 34212 İstanbul
TÜ RKİYE ^ BANKASI

Kültür Yayınları

hangi küreselleşme
Attilâ İlhan

Deneme
İÇİNDEKİLER

Önsöz yerine ............................................................................... 9

Dünyanın Tartıştığı
1. Dünyanın Tartıştığı ...................................................... 15
2. “ Kapitalizm, Kapitalizm’e Karşı!..” .......................... 17
3. Kitap Ne Diyor? ........................................................... 20
4. Pazar Sömürgeciliği .................................................... 22
5. ‘İhracat’ ya da ‘Ölüm’! ............................................... 25
6. Bu Nasıl ‘Dostluk’ ? ..................................................... 27
7. Elini Verme, Kolun Gider! ......................................... 30
8. ‘Avrupalılık, Öyle mi? .............................................. 33
9. İş Daha Zorlaşır! .......................................................... 35
10. Atatürk Çizgisi, İnönü Çizgisi... ................................ 38
11. ‘Yeni Dünya’ Eskidi mi? .............................................. 40
12. ‘Köşeyi Dönmek’ İsterken ........................................... 43
13. Hesap Ortada! .............................................................. 45
14. Uyaran Uyarana! ......................................................... 48
15. Kılavuzu Karga Olanın... ............................. 51
16. ‘Sistcm’in Bekçi Köpeği: ‘ imi” .................................. 53
17. ‘Bir Şarkıdır, Bu!..’ 56

‘Temel Stratejik A m aç’


1. ABD,‘Dünyanın Hâkimi’ ........................................... 65
2. ‘Temel Stratejik Amaç’ ............................................... 68
3. Adı, ‘Müttefik!..’ .......................................................... 70
4. Sütten Çıkmış Kaşık mı? ............................................. 73
5. Nerede Petrol Varsa....................................................... 76
6. Menderes’in Asla ‘Anlayamadığı’ .............................. 78
7. Nerde O Kabadayı? ..................................................... 81
8. ‘İdeolojiler Öldü’ mü? ................................................ 84
9. ‘İkili Savaş’ Tehlikesi ................................................. 87

5
10. ‘Destek’ m i,‘Köstek’ mi? ............ 90
11. Birileri, Bililerini Aldatmıyor mu? ......................... 92
12. Cumhuriyet, O ‘Rüya’yı Reddetmiştir!.. .................. 95
13. ‘Gümrük Birliği, ‘Rüya’ Değil, ‘Kâbus’ !.. ............. 98
14. ‘Dahili ve Harici Bedhahlar...’ ................................. 101
15. ‘Tahta At’ Uysal Değil ................................................. 104
16. Derviş’in ‘Fikri’ v e ‘Zikri’ .......... 107
17. ‘Hızlı Gelişen Stratejik Pazar’: Türkiye!...................... 110
18. Sınırlarımızdan‘Taşan’ Sermaye... ............................. 115
19. ‘Çok Kültürlülük’ M eraklısı.......................... 116
20. A m aç‘Ulusallığı’ Yok Etmek! .................................... 118

‘Küreselleşm e’
1. ‘Küreselleşme’ ............... 125
2. Sistem’in ‘Uslu Çocuğu’ Nasıl Olur? ......................... 127
3. ‘Küreselleşme’ m i,‘Kutuplaşma’ mı? ........................ 130
4. ‘Küreselleşme’nin Perde Arkası ................................ 133
5. ‘Küreselleşme’nin Gerçek Anlamı... ................... 136
6. ‘Ahtapotun Kolları’ ... ............................................. 1.38
7. ‘Küreselleşme’nin İçerdiği‘Kutuplaşma’ 141
8. ‘Küçülecek’ Olan H angi‘Devlet’ ? ........................... 144
9. ‘Özelleştirme’ Tekliyor! 146
10. ‘Küreselleşme’ Teklemiyor mu? 149
11. Biz, N e ‘Amerika’lar Gördük!...................................... 152
12. ‘Küreselleşme’, Külfetsiz‘Avanta’...................................155
13. ‘Küreselleşme’, ‘Freni Patlamış’ Tren mi?.. ............... 157
14. ‘Çağını Anlamak’ 159
15. ‘Rezilliğin’ Faturası ‘Lâikliğe’ Çıkarılıyor .............. 162

Kapı Bir Açıldı mı?


1. Hesaplar Ona Göre Yapılmalı ................................... 169
2. Gâzi’nin ‘Geçmişten’ Çıkardığı Ders!.. ...................... 172
3. Hoş geldin, Ohannes Paşa!.. ...................................... 175
4. “ ...Hiç İbret Alınsaydı, Tekerrür mü Ederdi?..” ...... 178
5. Hesap Hep Aynı Hesap!.. .................................... 181
6. Aynı İpte İki Cambaz!.................................................... 184
7. Batı’y ı ‘Telâşlandıran’ Nedir?.. .......................... 187
8. cıa ’ya, 19 Milyon Dolar, Niçin? ................................. 190
9. Yurtseverliğin Ekonomik Mantığı... .......................... 193
10. Gazi, ‘Meseleyi’ Nasıl Koymuştu?............................. 196
11. ‘Kapı’ Bir Açıldı mı?.. 199

6
12. Nereden Nereye? .......................................................... 202
13. ‘Tuzak’ Hep Aynı‘Tuzak’ !............................................ 205
14. ‘Uzman’ın Açıkladığı Gerçek... ............................... 207
15. ‘Aslan’ı ‘Kafes’te Tutmak!............................................. 211
16. ‘Liberalliğin’ Sonu, Sefalet!........................................... 213
17. ‘Kıskaç’ın İki Ucu... .................................................. 213

İpler Kimin Elinde?


1. Turgut Özal’ı ‘Yerine Koymak’: 1 ............................. 223
2. Turgut Özal’ı ‘Yerine Koymak’: 2 225
3. Turgut Özal’ı ‘Yerine Koymak’: 3 ............................. 228
4. Turgut Özal’ı ‘Yerine Koymak’: 4 232
5. Tansu Çiller’i n ‘Önlenemez’ Yükselişi! ..................... 235
6. ‘İpler’ Kimin Elinde? .............. 238
7. ‘Kiiçiik Hanım’ın ‘Acı İlacı’ ...................................... 241
8. ‘Küçük Hanım’ın Maksadı ........................................... 244
9. ‘Küçük Hanım’, Nerenin Vatandaşı? ......................... 246
10. ‘Ankara’ Hükümeti m i,‘İstanbul’ Hükümeti mi? 249
11. ‘Küçük Hanım’ın ‘Seçimi’ ? ....................................... 252
12. ‘Balayı’ Bitiyor ........................................................ 255
13. ‘Ne Tuhaf Bir Sistem!..’ ............................................... 258
14. ‘Küçük Hanım’ Kimi Kandırıyor? 261
15. Dünya Bankası ile ‘Danışıklı Dövüş’ .......................... 264
16. imi ’den Çözüm: ‘Ver Kurtul’! .................................. 267
17. ABD ile ‘Pekiştirilmiş Ortaklık!..’ ............................... 269
18. iMl’niıı ‘Başbakanı’ mı? .............................................. 272
19. ‘Küçük Hanım’ Yakmıyor, Ama................................... 275
20. ‘Küçük I lamın', Zor Durumda! ..... 278
21. USA D am galı‘Lider’, Türkiye’d e ‘Başarısız’ ............. 280

Nerede O Eski ‘D önekler’ ?..


1. Kazın Ayağı Öyle Değil! ............................................. 287
2. ‘Elmi Verirsin Kolun Gider!’ .................................... 290
3. Hani "Sınıf Mücadelesi’ Yoktu? .................................. 292
4. B u ‘Karanlık’ Tablo, Kimin Eseri? ............................. 295
5. Kim Engelliyor? ............................................................ 298
6. Erbabı Ne Diyor? ........................................................... 301
7. Aba Altından Sopa!........................................................ 304
8. Bir GAP Yapsınlar da Görelim!...................................... 306
9. ‘Beyaz Eil’miş!................................................................. 309
10. ‘Gâvurun öyunu’na Gelen Kim? ............................... 312

7
11. Kabahat Bizde m i,‘Gâvur’da mı? .............................. 315
12. Bu N asıl‘Değişim’? ..................................................... 318
13. ‘Batılı’ Olmayana, ‘Düşmanlık’ !................................... 321
14. Ömer Kâzım’lar ‘Nasıl Üretilir’?.................................. 324
15. Yurdu Aleyhine ‘Parmak Kaldırmak’ !......................... 327
16. Nerede Eski ‘Dönekler’?............................................... 330
17. ‘Dönekliğin’ Altyapısı .................................................. 333
18. ‘Dönek’ Lüks Bir ‘Tüketicidir’ ................................... 336
19. Uşakların ‘Şıklığı’ ........................................................... 339
20. Hayal Bu Ya!.................................................................. 341
21. ‘Meçhul’ imi 'linin ‘İtirafları ...................................... 344
22. Bu ‘Kemeri’ Sıkmak, Bitmez!........................................ 346
23. iMF’nin ‘Gerçek’ Yüzü... ............................................ 349
24. ‘Sınıf Mücadelesi’ Bitti mi?........................................... 352
25. ‘Bilgi’ Çağında ‘Sınıflar’................................................ 354
26. ‘68 Kuşağı’...................................................................... 356

KİT’ler K a lk ın m a n ın ‘K a le le r i’
1. KİT’ler Kalkınmanın Kaleleri ...................................... 361
2. KIT’lerin ‘Günahı’ Ne? ................................................. 364
3. Asıl Korktukları ........................................................... 366
4. Bakmayın Siz Onlara! ................................................. 369
5. ‘Kimin Malını Kime Satıyorlar?’ ................................ 371
6. ‘İstiklâl Savaşı’ Neyse.................................................... 374
7. Bu ‘Kazığı’ Yiyecek miyiz?............................................ 377
8. Hiç mi Utanmazlar? ..................................................... 379
9. Âlemin Enayisi Biz miyiz? .......................................... 382
10. IMF ile Kafalar Uymuyor! ........................................... 385
11. Adı ‘Özelleştirme’, Amacı Başka.................................. 387
12. ‘Özelleştirme’ye Tepki Yoğunlaşıyor! ........................ 390
13. ‘Özelleştirme’nin Asıl ‘Gerçeği’ .................................. 393
14. ‘Mucize’nin Sırrı ........................................................... 396
15. ‘İkili Çıkmaz’ ................................................................ 399
16. Liderler ‘Neden’ Değişiyor? ........................................ 402
17. ‘Akbabalara’ Açık D avet:‘Özelleştirme!’ .................. 405
18. ‘Sis Çam’ Gibi ............................................................... 408
19. Çocuk mu Kandırıyorlar? ........................................... 411
20. Az m ı‘Küreselleştirdiler’ Bizi?...................................... 413
21. KİT’ler Bir Ağızdan’ ........................................................ 416

8
‘ÖNSÖZ’YERİNE

‘Globaliter Devlet’ ne demek?


Kavramı ilk defa kullanıp, tarife çalışan İgnacio Ro-
manet, meseleyi şöyle takdim etmiş:
eskiden, insan haklarını hiçe sayan, örgütlü hiç­
bir muhalefete izin vermeyen; siyasi iktidarın, hüküm
sürdüğü toplumu başına buyruk yönettiği rejimler var­
dı ki, bunlara ‘totaliter rejimler’ deniyordu; yaşadığımız
yüzyılın sonlarına doğru, bu sistemlerin yerini, ‘globa­
liter’ diyebileceğimiz, başka tip bir totaliterlik olan re­
jimler alıyor; bunlar ‘globalleşme/küreselleşme’ ve ‘tek
düşünce’ dogm alarına yaslanıp, b aşk a hiçbir ekonomi
politikasına şans tanımıyorlar; yurttaşın sosyal hakla­
rını, ‘serbest rekabetin’ insafına bırakıp; hüküm sürdük­
leri toplum larda, bütün faaliyetlerini yönetimini finans
piyasalarına b ıra k ıy o r...” (Le Monde Diplomatiqne,
O cak 1997, s. 1)
Yâni, ‘kumarhane ekonomisi’ne!..
İşin püf noktası, ‘Sistem’e karşı, son ‘mukavemet yu­
vası’ gibi görünen ‘ulusal devlet’in işini bitirmek! Ulu­
sal devlet, ulusallığını kaybedip ‘küreselleşti’ mi, ne olu­
yor; ulusal ekonominin serpilip boy attığı ‘ulusal pazar’
da kayboluyor; ulusal ekonomisine yaslanmayan ‘ulu­
sal giiç’ olabilir mi? Olamaz! Peki ne olur? Bakınız ne
oluyormuş:
“ ... ‘küreselleşme’, ulus/devletinde iktidarın belli-

9
başlı temellerinden birini oluşturan ‘ulusal pazarı’ öl­
dürdü; onu ortadan kaldırıp, ulusal kapitalizmi sersem
ederek, kamu yönetiminin etkisini azalttı. Artık devlet­
ler, pazarlarının kapasitesini karşılayam ıyor; merkez
bankalarının rezerv hacimleri, spekülatörlerin vurucu
gücü karşısında gülünç derecede âciz kalıyor; artık dev­
letlerin, ne kendilerinin ne yurttaşlarının çıkarlarını
koruyabilecek çaresi var, ııc de piyasaların aleyhteki et­
kisini azaltabilecek, sermayelerin ürkütücü saldırısını
önleyebilecek çaresi! Yönetim sorum luları, ister iste­
mez, IMF gibi, Dünya Bankası gibi, OECD gibi uluslara­
rası kuruluşların önceden belirledikleri politikaları uy­
gulamayı kabul ediyorlar...” (Le Monde Diplomatiqı<e,
Ocak 1997, s. 1)
Bir anda, ipi kendi elleriyle boyunlarına geçiriyorlar;
elbette, bu ‘acı hap’ bir güzel ‘yaldızlanarak’ yutturulu­
yor: Türkiye, merkez sağ/merkez sol iktidarlar tarafın­
dan, neredeyse yarım yüzyıldır ‘serbest teşebbüs’ masa­
lı dinliyor; Ozal’dan bu tarafa, ‘özelleştirme’ ve ‘küresel­
leşme’ ninnisiyle uyutulmaktayız; farkında olmasak da,
çekip götürüldüğümüz yer, ‘globaliter devlet’ olmanın
kapısı; M üdafaa-i H ukuk Cum huriyeti’nin, böylelikle
bütün ekonomik ‘fetihlerini’ kötülıiyor, karalıyor, yok
pahasına elden çıkarıyorlar; kimin için, kimin yararına?
T ürkiye’nin mi? Hayır!
“ ... son çeyrek yüzyıl içinde, siyasi sorum lular mo-
naterizm’e, serbest ticaret’e, kitle halinde özelleştirme’ye
ve sermayenin serbest dolaşımına yeşil ışık yakıp, kamu­
nun müdahale hakkını kısıtlayarak, bazı çok önemli alan­
larda, meselâ yatırımda, istihdam da, sağlıkta, eğitimde,
kültürde, çevre sorunlarında karar verme hak ve yetki­
sini, kamu kesiminden alıp özel sektöre devrettiler; bu
yüzdendir ki, günümüzde, dünyanın en büyük iki yüz

10
ekonomisinin yarısından fazlası artık birer ülke değil,
birer şirk ettir...”
“ ... son çeyrek yüzyıl içinde ekonominin çokuluslu-
laşması, göz kamaştırıcı şekilde arttı, 70’li yıllarda çoku­
luslu şirket sayısı birkaç yüzü geçmez iken, bugün kırk
binin üzerindedir ve eğer yeryüzünün iki yüz bellibaşlı
teşebbüsünün iş hacmi gözden geçirilirse, elde edilecek
oranın, dünya ekonomik faaliyet hacminin dörtte biri­
ni aştığı görülür; oysa, bu iki yüz firma sadece 18 milyon
sekiz yüz bin işçi kullanmaktadır, bu rakam yeryüzün-
deki işçi sayısının ancak yüzde 0 .7 5 ’id ir ...” (Le Monde
Diplomatique, Ocak 1997, s. 1)
İşin acı tarafı odur ki, Ignacio Romanet’nin verdiği
rakamlar, ‘mal üreten, mal alıp satan, somut hizmetler
gören' ‘gerçek ekonomi’ alanına ait, ‘gerçek ekonomi’ye
oranla, finans ekonomisinin iş hacmi elli defa daha bü­
yük, hesaba o da karıştırılırsa çokuluslu şirketler karşı­
sında, ulusal devletin ağırlığı, handiyse hiçe indirgenmiş
oluyor.
Türkiye, 30’lu yıllardan itibaren ‘totaliterlik’ rüzgâ­
rına direnememiş, inkılâpçı cumhuriyetin otoriterliğin­
den, bir ‘tek parti’ totaliterliğine sürüklenmişti; 1950’ 1i
yıllardan bugüne kendimizi demokrasiye geçmiş olmak­
la avutuyoruz; oysa ‘özelleştirme’ masalına inanmış,
paldır küldür ‘globaliterliğe’ doğru sürüklenmektedir;
üstelik daha ‘sivil’, daha ‘demokrat’, daha ‘insan hakla­
rına dayalı’ bir düzene ‘dönüştüğünü’ zannederek!..
‘40 karanlığı’nda şair ne demişti, hadi gel de şimdi ha­
tırlama:
“ ... gün gibi âyân oldu içime, encamı fenadır bu gi­
dişatın !..”
Attilâ İlhan
Şubat 1997 (M açka/İst.)
Dünyanın tartıştığı
1

DÜNYANIN TARTIŞTIĞI...

12 Ekim 1991

Yok beyim yok, o yılları yaşamayanlar, kat’iyyen kes­


tiremez!
Şu şimdi herkesin ‘yedi derde deva’ bellediği ‘liberal
kapitalizm’ var ya, 30’lu yıllarda, neresinden baksan, ‘if­
lâs etmiş’ sayılıyordu: yoksa A vrupa’nın bilmem kaç
memleketinde, irili ufaklı ‘totaliterlikler’ niye türesin?
Ülkeler ikiye ayrılmıştı: bir yanda İngiltere, Fransa,
İsveç gibi ‘demokrasiler’; öbür yanda Almanya, İtalya,
s s c b , İspanya, Portekiz vb. ‘totaliter’ ülkeler; bunların
çoğu faşist, azı Stalin’ci komünistti ama, ‘liberal kapi­
talizm in’ de ‘piyasa ekonom isinin’ de ‘cenaze marşını’
pekâlâ bir ağızdan söylüyorlardı. Sağcısı olsun, solcu­
su olsun, ‘totaliterler’, merkeziyetçi güçlü bir devletin,
her şeyi -ama her şeyi-, denetimi altında tutmasını; ‘sağ­
lıklı’ gelişme yolunun ‘liberal demokrasi’den değil, ‘to-
taliterlik’ten geçtiğini savunuyordu.
Şimdi elbet gerekçelerini merak edersiniz...
Başta, altta kalanın canı çıksın felsefesi, o eleştiriliyor:
serbest pazar ekonomisi, güçlüye prim veren bir ‘sistem’;

15
güçlü daima daha güçleniyor, güçsüz daima daha yok­
sullaşıyor; yeryüzünde bir ülkeler azınlığı, her ülkede bir
aileler azınlığı, servetin çoğunu elinde tutmaktadır; üs­
telik piyasa ekonomilerinde yolsuzluk, rüşvet ve fuhuş al­
mış yürümüştü; ancak demirden bir disiplin, -Lenin’e
bakarsanız: kadife eldivenli demirden bir el- işleri yo­
luna koyabilir, hem özgürlüğü hem adaleti gerçekleşti-
rebilirdi.
Hem Komintern, hem Anti-Komintern Paktı (M ih­
ver), savaş öncesinde dünyaya birer ‘yeni nizam’ öner­
mişlerdi; neyin alternatifiydi bu yeni nizam, hiç kuşku­
suz ‘demokrasilerin’ savunmakta olduğu liberal kapita­
list ‘piyasa ekonom isinin’!
Sağcı totaliterlik savaşın hemen ertesinde, solcu tota­
literlikse, son on yılın içinde ‘çökertildi’; bu işi, 30’lu yıl­
larda ‘iflâs ettiği’ öne sürülen liberal kapitalizm yapmış
görünüyor; onun için de, günümüzde insanlık için, tek
ve gerçek kurtuluş; geri kalmış ülkeler içinse, tek ve ger­
çek kalkınma yolunun, o olduğu tekrarlanıp duruyor; iyi
de, 30’lu yıllarda insanlığı alternatif aramaya iten ‘ge­
rekçeler’, acaba tamamıyla ortadan kalktı mı?
Dünyada tartışılmakta olan şimdi bu!
Jacques Julliard, iki önemli noktanın altını çizmiş:
1/ Bir kere, eğer Avrupa’da sosyal dem okratla­
rın, Amerika’da Amerikan Solu’nun katkısı olmasaydı,
demokrasiler, totaliter diktatörlüklerin kesinlikle hak­
kından gelemezdi. Batılı gelişmiş endüstri ülkelerini,
‘m ünhasıran’ saf kapitalizmin ürünü gibi göstermek,
düpedüz sahtekârlıktır. Eğer onca zaaflarına ve adalet­
sizliklerine rağmen, bu ülkeler, eski D oğu Bloku ülke­
lerine birer model ya da birer vitrin oluşturuyorlarsa, bu
geniş ölçüde, o Batılı ülkelerde işçi sınıfının toplum sal,
sosyalist partilerinse siyasal aksiyonu sayesindedir.

16
2/ İkincisi, daha da ilginç: " ... sosyalizmin getirdi­
ği eleştiriler olm asa, kapitalist endüstriyel ‘sistem’, dün­
yanın dört önemli sorununu çözmek yeteneğinden yok­
sundur.
a/ Uluslararası para sisteminin bozukluğu, b / Üçün­
cü Dünya ülkelerinin ekonomik yönden geri kalmışlığı,
d şehir uygarlığının içine düştüğü ciddi bunalım: fuhuş,
alkolizm, uyuşturucu salgını, şiddet merakı vb. d/ çev­
re kirliliği ve doğanın ciddi şekilde tahrip edilmesi!
Yalnızca serbest teşebbüs hastaları, gözü dönmüş yan­
daşlar, tek başına pazar ekonomisinin bu sorunlara çö­
züm getirebileceğini iddia edebilirler.” (Le Nouvel O b­
servateur , 2 Ekim 1991)
Şimdi şapkamızı önümüze koyup, düşünmek zama­
nıdır: yoksa insanlık, topyekıın savaşlara, kanlı ihtilâl­
lere, akıl almaz diktatörlüklere rağmen, dönüp dolaşıp
kendini aynı yerde mi buluyor?
Kim, ‘liberal kapitalizm bu dört ana sorunu çözdü’
diyebilir ki?

“KAPİTALİZM, KAPİTALİZM’E KARŞI!..”

15 Ekim 1991

Gençliğimizde, hevesle ve hırsla, neler öğrenmemiştik!


Kari M arks'ın Das Kapital’inde anlattığı kapitalizm,
vahşi olduğu kadar yırtıcıdır da: Charles Dickens’ın o
dönem İngiltere’sinden aktardığı unutulmaz romanlar,
âdeta bunun kanıtı: on sekiz saat çalıştırılan kadınlar ve
çocuklar, yürekler acısı bir yoksulluk; iş çevrelerinde kı­

17
ran kırana rekabet, altta kalanın canı çıksın: herkes yük­
selebilmek için birbirinin kafasına basıyor.
Quartier Latin’deki Mahieu Kahvesi’nde, Fabian sos­
yalisti M iss Higgins, iri erkek elleriyle üstüne başına
dökülen sigara küllerini silkerek; bu ‘vahşi’ kapitalizmi,
zamanla sosyal demokrasinin ‘evcilleştirdiğini’ söyler­
di; işçilerin örgütlenmesi, ilerici aydınların ‘devreye gir­
mesi’, geçen yüzyıl boyunca üst üste patlak veren ihti­
lâller; hele en sonuncusu, yâni 1917 Sovyet Devrimi, o
vahşi ve yırtıcı kapitalizmin, kendine bir çekidüzen ver­
mesini zorunlu kılıyor.
Michel Albert’in, Kapitalizm, Kapitalizm’e Karşı ad­
lı eseri Fransa’da epeyce patırtı kopardı; tartışmaları iz­
lerken, acaba niye bunları hatırladım?
Ama, önce galiba yazarın dediğini özetlemek gere­
kiyor.
Ünlü yazar M ax G allo ’nun verdiği özet şöyle:
“ Hangi tip kapitalizmde yaşam ak istiyoruz? Michel
Albert neredeyse pedagojik bir açıklıkla bu soruyu soru­
yor ve bu sorunun acil bir cevap beklediğini ilave edi­
yor; zira, oldum olası piyasa yandaşı bu yazara göre, ar­
tık rakibin (alternatifin) kalmadığı şu sıralarda, kapita­
lizm yeniden tehlikeli olmaktadır. Ona göre Reagan ile
Thatcher’in ‘m uhafazakâr’ devrimiyle, komünizmle sa­
vaştan galip çıkan sistem, tehlikeli bir yola girmiştir: öy­
le bir kum arhane-ekonom isi meydana kondu ki, istik­
bal, anlık spekülasyonlara feda edilmektedir; bu ekono­
mi, toplum sal dokuyu (cohesion) tahrip ediyor, eşitsiz­
likleri ağırlaştırıyor, eğitim ve sağlık politikalarını tehdit
ediyor; hâttâ, dem okrasinin işleyişini (seçimlerde çe­
kimserlik arttığına göre) aksatıyor. Michel Albert, bu
neo-Amerikaıı modeline karşı; adına Rhénan (Alman)
M odeli dediği, sosyal bir piyasa ekonomisini, bir ‘insan

ıs
yüzlü kapitalizmi’ ona karşı çıkarıyor; yâni kapitalizmin,
Hıristiyan ahlâkı ve sosyal demokrasiyle bir bileşimi
demek olan ‘Sozialmarktvvirtschat’ı!..” (Le Nouvel O b­
servateur, 2 Ekim 1991, s. 24)
Başka bir yazar, Jacques Julliard, başka bir özet ve­
riyor:
Michel Albert, kapitalizm içinde iki büyük aile­
nin varlığını tefrik etmiş: bireysel başarı ve kısa vadeli
kâr esasına dayalı Anglosakson ailesi (modeli); uzun
vadeli projelere, toplumsal uzlaşmaya ve ‘iş yerine’ da­
yalı Alman ailesi (modeli); önceki aslında borsaya, İkin­
cisiyle bankalara dayanmaktadır; önceki sosyal himaye­
yi ve çıraklığı önemsemez; İkincisiyle bunları sistemine
temel saymaktadır; kısacası, Reagan kapitalizmi, kârdan
başka bir şey gözetmeyen bir makinedir; oysa Almanla­
rın sosyal piyasa ekonomisi, işlerini (teşebbüsü) bütün
toplumun temel hücresi yapıyor.” (Aynı dergi, s. 41)
Düşünüyorum da, eğer yaşıyorsa Miss Higgins bun­
ları okudukça, o uzun beygir dişleriyle kimbilir nasıl gül­
müştür: sosyalizmin alternatif olmaktan çıktığı an, ka­
pitalizm ‘evcilliğini’ unutarak, demek yeniden o vahşi ve
yırtıcı özelliğine dönüyor.
Ülkemizde hemen bütün partiler ‘piyasa ekonomi-
si’nden yana, hangisinin Reagan/Thatcher yandaşı ol­
duğunu kör gördü, sağır işitti; acaba ötekiler kimin tür­
küsünü çağırıyorlar? Sapır sapır yayımlanan onca fasar­
ya kitabın arasında, hayır sahibi bir yayıncı Michel Al-
bert’in Kapitalizm, Kapitalizm’e Karşı’sini çevirtip ya-
yımlasa da, soldan sağa sıradan sayıp hepsi liberal kesi­
len siyasetçilerimizin aslında nerede durduklarını açık­
ça görebilsek!
3

KİTAP NE DİYOR

24 Ekim 1991

Kitap ne diyor, bilin bakalım!


emperyalist ‘entegrasyon’, tekelci devlet kapita­
lizmine özgü bir zorunluluktur. Üretimin enternasyonal­
leşmesi ve sermayenin ulusaşırı (transnationale) biriki­
mi, sosyalizme karşı mücadele kaygısı, emperyalizmler
arasında yeni ilişkiler geliştirmiştir; öyle ki bu ilişkiler,
aynı zam anda hem ekonom ik temeli, hem de devletsel
üstyapıyı kapsar.” (s. 164)
Kapitalist ‘entegrasyonun’ iki ünlü örneği: Atlantik
Paktı ve NATO ile Avrupa Konseyi ve AT! Türkiye, her iki
örgütle de yakından ilgili, yıllardır Atlantik Paktı ve Av­
rupa Konseyi üyesi; NATO’ya dahil, AT’nin kapısında
bekliyor; bunca ‘entegrasyon’ heves ve çabasına rağmen,
yine de ‘Sistem’ T ürkiye’ye, -en azından- ters davran­
maktadır.
İki somut örneğini, şenlikli seçim kampanyası sırasın­
da yaşamadık mı? N ur Batur, A nkara’dan gazetesine
şunları yazdırıyordu:
“ ... seçimden sonra işbaşına gelecek hükümeti, ABD
ile AT ile ilişkilerinde son derece ciddi sorunlar bekliyor:
AT, Almanya’nın öncülüğünde, Türkiye’yi Kürtlcre özerk­
lik tanıması için baskı altına alm aya hazırlanıyor; Bush
Yönetimi ise, Kıbrıs sorununu çözmek için yeni hüküme­
te baskı yapacağı işaretlerini veriyor.” (Milliyet, 16 Ekim
1991)
İşaretler belli, Bonn Türkiye’ye ‘yeni bir silâh ambar­
gosundan’ söz etti, Washington bulsa, D enktaş’ı bir ka-

20
şık suda boğacak; ‘Yunanistan’ın, Ege’deki uluslarara­
sı suları kendi egemenlik alanı saym ası ve bu iddianın
NATO Başkumandanlık Karargâhı’nda ilk kez kabul gör­
mesi, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin Akdeniz ve Ege’deki
Caydırıcı Güç tatbikatından çekilmesine neden oluyor’
(.Milliyet, 15 Ekim 1991); diyeceksiniz ki, Allah Allah,
Türkiye, ‘entegrasyona’ dahil değil mi, bunlar ne biçim
dost ve müttefik?
Kitapta bunun cevabı da var, hem de çok açık:
belli sayıda eski sömürgelerin bağımsızlıklarını
elde etmeleriyle emperyalizmin nüfuz alanı daralm ak­
ta ve emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişkile­
ri de, emperyalist ülkelerle gerçek bir bağımsızlık elde
eden ülkeler arasındaki çelişkileri de, kızıştırmaktadır.
Bu açıdan ‘entegrasyon’, nüfuz alanlarının yeniden bö-
lüşülmesinin, yeni bir aracıdır. Entegrasyon biçimleri,
emperyalizmler arasındaki kuvvetler oranına bağlıdır.
Sermayenin eşitsiz gelişimi ve kuvvet oranlarındaki de­
ğişmelerle, bu entegrasyon biçimleri yeniden tartışma
konusu olurlar.” (s. 154-155)
SSCB’nin ‘ağırlığı’ Doğu Akdeniz’den, O rta ve Doğu
Avrupa’dan çekilince; ABD, Doğu Akdeniz’de, Birleşik
Almanya ise O rta ve Doğu Avrupa’daki, kendi ‘ağırlı­
ğını’ koymaya çabalıyor; bunun için de, ABD, NATO’yu;
Almanya ise AT’yi kullanıyor; çünkü Washington, eski
hesapların aksine, AT’den çok Sovyetler’le birlikte hare­
ket etmektedir; oysa Almanya Doğu Avrupa’da, -ö zel­
likle Balkanlar’d a - T ürkiye’nin nüfuz sahibi olması
ihtimalinden rahatsızdır. Bunu bizim hükümet yetkili­
leri de söylemiş, demişler ki:
“ ... iki Almanya birleştikten sonra, Bonn Balkan po­
litikasına büyük önem veriyor; Türkiye’yi bu bölgede ra­
kip olarak görüyor ve yıpratmaya çalışıyor; bunun için

21
de Kürtler’i kullanma çabasında, onları kışkırtıyor. (Mil­
liyet, 16 Ekim 1991)
Hay Allah, kitap bunları da öngörmemiş mi?
Bakın ne yazıyor: belirli bir entegrasyon biçimi
‘birleşm iş’ devletler arasında, daha sonra, çelişkilerin
gelişmesine engel olmaz; bu çelişkiler, ülkeler arasında­
ki mübadeleleri, anlaşmaları bozarlar ve daraltırlar; ulu­
sal politikalarını emperyalizmler arasındaki kuvvet oran­
larına bağlayan devletler arasındaki çekişme ve pazarlık­
ların nedeni de budur.” (s. 155)
Nasıl, pes değil mi? Elbette kitabı merak ettiniz, ha­
di söyleyeyim: Marksist Ekonomi Sözlüğü (evet, M ark­
sist), yazarlarıysa Bouvier, Ajam, İbarrolo, Pasquarel-
li; ‘Sosyal Yayınlar’, 1977’de yayımlanmış!
Sosyalizmin ‘modası geçmiş’, öyle mi? Hadi ordan!

PAZAR SÖMÜRGECİLİĞİ

26 Ekim 1991

Demirel, 12 Eylül’den sonra geçirdiğimiz on yılı, ‘kayıp’


sayıyor; ona göre yanlış ekonomik politikalar uygulan­
mış, Türkiye bu süre zarfında ‘yoksullaşmıştır.’
O ttaw a Üniversitesi’nden Profesör Michel Chossu-
dovsky’nin yazısı, başlığını görür görmez, acaba o yüz­
den mi dikkatimi çekti: Yeryüzünde Yoksulluğun Yaygın­
laşmasından Nasıl Kaçınmalı? Daha ilk paragraf, Demi-
rel’in Türkiye için söylediğini, Dünya için doğruluyor;
diyor ki meselâ:
1981-82 ekonom ik durgunluğu ve hammadde

22
fiyatlarının çöküşüyle başlayan 80’li on yıl (1980/1990)
yeryüzünün yoksullaştığı on yıl olmuştur. ‘Zeııginler’le
‘yoksullar’ arasındaki yaşama ve gelir farklılığı, daha ön­
ce asla görülmemiş bir düzeye ulaştı: Paris banliyösün­
deki ‘ortadirek’ bir ailenin kazancı, Güneydoğu A s­
y a’daki kırsal bir ailenin kazancının yüz mislidir; New-
Yorklu bir avukatın bir saatte kazandığını kazanabil­
mek için, Filipinli bir köylü iki yıl çalışmak zorundadır;
Amerikalılar her yıl ayaküstü atıştırmaya (fast-food) ve
süpermarketlere 30 milyar dolar harcıyorlar; bu yak­
laşık B an glad eş’in yıllık GSMH (G ayrisafi M illi Hası-
la )’nm iki katıdır.” (Le Monde Diplomatique, Ekim
1991, s. 4-5)
İşin en ilginç yanı nedir bilir misiniz? Chossudovsky’
nin bu yaygın yoksullaşmaya sebep olarak, Demirel’in
eski iktidarları döneminde başını epeyce derde sokan,
uluslararası mali örgütleri göstermesi; yâni U luslarara­
sı Para Fonu’nu (IMF) ve Dünya B ankası’m!
O zal’ın ağzından ‘istikrar’ lâfı düşmez, ANAP yöne­
timleri kelimenin ısrarla üzerine basar; o konuda da
Prof. Chossudovsky sözünü hiç sakınmamış, demiş ki
meselâ:
“ ... Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından önerilen
‘Yapısal İyileştirme Programları’ ve makro/ekonomik
‘istikrar tedbirleri’; yüzlerce milyon insanın hayatını et­
kileyen, güçlü bir model değiştirme aracıdır; yapısal de­
ğiştirme, yoksulluğun yeryüzüne yayılışını doğrudan et­
kiliyor; iMF’nin yaptığı ekonomik ‘cerrahlık’, gerçek ge­
lirlerin azalmasına ve ucuz işçiliğe (emeğe) dayanan bir
ihracat sisteminin güçlendirilmesine yaradı...”
Ne pahasına mı? Bakın ne pahasınaym ış: “ ... aynı
politika, aynı ‘açık kapı’, dar bütçe ve ‘özelleştirme’ po­
litikası; Doğu Avrupa’da ve Üçüncü D ünya’nın (Türki­

23
ye dahil) ‘borçlu’ yetmiş ülkesinde uygulanıyor. Bu ül­
keler, vergi ve para politikaları üzerindeki bütün dene­
timlerini, ekonomileri üzerindeki bütün egemenlikleri­
ni kaybediyorlar; Merkez Bankası ve M aliye Bakanlık­
ları ‘yeniden yapılanm ış’, çoğu devlet kurum lan lağve­
dilmiş, ekonomik bir vesayet tesis edilmiştir; öyle ki âde­
ta ‘sivil toplum ’a hesap vermek zorunda olmayan, bir
çeşit ‘paralel yönetim’, uluslararası örgütlerce oluşturul­
muştur; IMF’nin kurallarına başeğmeyen ülkelere gelin­
ce, onlar ‘kara liste’ye alınm ışlardır.” (Le Monde Dip­
lomatique, aynı yazı)
‘Sistem’in vaktiyle Türkiye yönetimine paraşütle in­
dirdiği Demirel, bu kurallara sonradan itaat etmediği
için, ‘kara listeye’ girmişti; on bir yıl sonra Türkiye’de,
bileğinin hakkıyla gündeme geliyor; iyi de, acaba ‘ka­
ra liste’den çıkmış mıdır?
Çünkü Profesör Chossudovsky’ye göre: “ ... borçlu
ülkelerin birçoğunda (Türkiye dahil) uygulanan, ‘yapı­
sal iyileştirme program ı’; güçlü çıkarlar, yâni Paris ve
Londra’daki ‘Zenginler Kulübü’ ve 7’ler adına işlemek­
te olan Dünya Bankası ve Para Fonu’nun doğrudan de­
netlediği bir m akro/ekonom ik politikanın, yeryüzünde
yayılmasına yaram aktadır; adına ‘pazar sömürgeciliği’
denilebilecek bu yeni ‘egemenlik altına alma biçimi’, halk­
ları ve hükümetleri, bu pazarın sinsi pazarlıklarına ve giz­
li oyunlarına alet etmektedir: tarihin hiçbir devrinde,
böylesi görülm em iş.” (Le Monde Diplomatique, aynı
yazı)
Evet, nasıl?

24
5

‘İHRACAT’YA D A ‘ÖLÜM’!

2 Kasım 1991

Akşam, dalmışım; televizyonda, ‘haberler’; bir ara ANAP


sözcüsünün söyledikleriyle, kendime geldim; diyor ki:
“ — ... sekiz yıllık iktidarımızda, biz, ekonomiden
mâliyeye, pek çok şeyi tamamiyle değiştirdik; yeni hü­
kümeti kuracak olanlar, bu değişikliklerin farkında bi­
le değildir; içine girince, işin üstesinden gelemeyecekler,
kaçacaklar...”
Kaçarlar mı kaçmazlar mı, orasını bilemem ama, ge­
çen sekiz yıl içinde, ANAP’ın gerçekten pek çok şeyi de­
ğiştirdiği doğrudur; doğrudur da, acaba o mu değiştir­
miştir, yoksa öyle uygun görülmüştür de, ondan mı de­
ğiştirilmiştir?
Daha önce sözünü ettiğimiz, O ttaw a Üniversitc-
si’nden Prof. Chossudovsky, Le M onde D iplom ati-
que’deki o ilginç yazısında, ikinci şıkkın daha doğru ol­
duğunu yazıyor. (Meydan, 26 Ekim 1991) Gerçekten de,
son on yıl içinde, gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda,
ünlü ‘ihracat patlaması’ dahil, pek çok şey, U luslarara­
sı Para Fonu’nun (IMF) ve Dünya B an k ası’nın reçetele­
ri (direktifleri) doğrultusunda değiştirilmiş!
Bir göz atmak istemez miydiniz?
dünyanın 1981/82 yıllarında yaşadığı ekonomik
durgunluğun, Üçüncü Dünya ekonomilerinin yeniden
düzenlenmesinde, yerlerinin ve oynayacakları rolün ta­
nımlanmasında, büyük katkısı oldu: her ülkede devle­
tin gücü azaltıldı, iç pazara yönelik ulusal endüstri tor­
pillendi, birçok teşebbüs iflasa sürüklendi. İç tüketimin

25
(ve hayat seviyesinin) baskısı, çalışma gücü (emek) fiya­
tının, yâni ücretlerin paralel bir baskısını içeriyor. Eko­
nomileri ıslah (düzeltme) politikalarının gerçek progra­
mı işte bu: Üçüncü Dünya ülkelerindeki, Doğu Avrupa
ülkelerindeki ücretlerin düşüklüğü, zengin ülkelerde­
ki faaliyetlerin yoksul ülkelere transferine yol açıyor.
O rtalam a olarak, Üçüncü Dünya ülkelerindeki gerçek
ücretler, Birleşik Am erika, Batı Avrupa ve Jap o n y a’da
ödenmekte olan ücretlerin, ancak otuzda biridir. Yoksul­
luğun yaygınlaştırılması program ı, ucuz el emeği üzeri­
ne kurulu ve ihracata yönelik dünya çapındaki bir ge­
lişmeyi başlatıyor; bu ucuz el emeği yığının büyüklüğü
hesaba katılırsa, üretim kapasitesinin muazzamlığı da
g ö rü lü r...”
“ ... peki, ya o yoksul halk yığınları? H a, onlar ken­
di ürettikleri m allara bir pazar oluşturmuyorlar. Talep,
OECD ülkelerinde yaşam akta olan, insanlığın ancak yüz­
de on beş kadarı sayılabilecek, bir kalabalıktan geliyor.
Öyle ki, böyle bir sistemde, ünlü Fransız ekonomisti Je-
an Baptiste Say’ın tanınmış kuralının aksine, talebi arz
dengelemiyor, durum tam tersid ir...”
Ya, ‘ihracat patlam ası’ ? O nerede, o nasıl planlanmış,
nasıl uygulanıyor? Prof. Chossudovsky’ye göre aynen
şöyle:
“ ... İhracat ya da Ölüm! Slogan işte bu: Artık, iç pa­
zar için üretim, ithal malların ikame endüstrisi vs. fikir­
leri, tamamiyle modası geçmiş fikirler sayılmaktadır. Ül­
keler, ellerindeki emeğin ucuzluğu ve bolluğundan kay­
naklanan, mukayeseli avantajlarına göre uzm anlaşm a­
lıymışlar; başarının anahtarı, ihracat patlam asınday­
mış! Öyle ki, U luslararası Para Fonu’nun (IMF) ve Dün­
ya B an kası’nın nezareti altında, yetmişten fazla ülkede
(Türkiye dahil) ‘gelenekselleşmemiş’ ihracatlar cesaret­

26
lendiriliyor; neticede, aralarında emeğin sudan ucuz ol­
duğu Doğu Avrupa ülkelerinin de katıldığı Üçüncü Dün­
ya ülkeleri, kendi aralarında am ansız bir rekabete sü­
rüklenmiş o lu y o rla r...”
“ ... çünkü hemen hepsi, aynı Avrupa ve Kuzey Ame­
rika pazarına mal satm ak istiyorlar, bunun için de zaten
düşmüş ham m adde fiyatlarına paralel olarak, satacak­
ları malların fiyatlarını da düşürmeleri icabediyor; hal­
buki aynı anda aynı m allar üzerinde pek çok ülkede
ihracatın cesaretlendirilmesi, ihracat fazlasına -yâni bir
kısım malın elde kalm asına- bu arada kârın azalmasına
yol açıyor. İşin paradoksu da zaten burada: borçlanm a­
ya karşı önerilmiş olan çözüm, yeni borçlanmaların se­
bebi oluyor: ihracat politikasının teşviki, mal fiyatları­
nın düşmesine yol açm akta; bunun tabii sonucu olarak
da, borçları ödemeye yarayacağı düşünülen gelirlerin
azalm asına!..” {Le Monde Diplomatique , Ekim 1991)
İhracat bize neye patlamış, meydanda değil mi? Bir
de borç niye bu kadar arttı diyoruz...

BU N A S IL ‘DOSTLUK’?

5 Kasım 1991

Farkında inisiniz, seçim sonrasındaki ‘manzara-i umu­


miye’ şudur:
1/ Açıkça görülüyor ki, ‘Sistem’, O rtadoğu’da, Bal-
kanlar’da ve O rta Avrupa’da, ‘Türklüğün yükselmesin­
den’ rahatsız; hele, her geçen gün ‘eşit hak’ talebinde bu­
lunması, iyice canım sıkıyor; A nkara’yı çifte baskı altı­

27
na alması, o yüzden; Sovyet tehdidinin ortadan kalkıp,
tam tersine M oskova’nın ‘uydulaşması’, işini kolaylaştı­
rıyor; gerçek şu ki, ABD ve İngiltere, O rtadoğu’da; Fran­
sa ve Almanya, Orta Avrupa ve Balkanlar ’da Türkiye’yi
kendisine ‘muhtemel’ rakip saymaktadır.
2/ M adrid’deki O rtadoğu K onferansın da, T ürki­
ye’nin devre dışı bırakılması kadar; Kıbrıs konusunda­
ki Amerikan ve İngiliz baskısı da; PKK ve Kürtler konu­
sundaki Fransız ve Alman (at ) baskısı da, gerçekte, bu
çerçeve içinde değerlendirilmelidir: özerklik isteyen Kor­
sikalIyı silâhla yola getiren Paris, Batı Trakya Türkünü
görmezden gelen Bonn, acaba neden ansızın insan hak­
ları şampiyonu kesiliyor? Neden ırkçı ve şoven nitelik­
ler gösteren bir terörizme sahip çıkıyor? İngiltere, Kıb­
rıs’a uyguladığı tedbirlerle, neden Ankara üzerindeki
baskısını çoğaltıyor?
Türk halkı, son haftalarda Kıbrıs üzerindeki baskının
artıp, PKK saldırılarının yoğunlaşmasının, tam da günde­
me Kıbrıs ve O rtadoğu sorunlarının getirildiği günlere
rastlamasındaki anlamın farkındadır.
A nkara’nın değerlendirmesi de öyle görünüyor.
Dışişleri Bakanı Giray, Kürt sorunuyla ilgili olarak
demiş ki:
Türkiye’nin Kürt sorunu var lâfı uydurmadır.
Bazı ülkeler Türkiye’deki Kürt kökenli yurttaşlarla te­
röristleri birbirine karıştırıyorlar, tümünün ayrılıkçı ol­
duğunu sanıyorlar, ya da öyle olsun istiyorlar, bu tam a­
men yalan ve maksatlıdır. (...) silâh çekene silâhla mu­
kabele edilir, ancak çeşitli ortamlarda bu durum Türki­
ye’nin aleyhine bir hava yaratm ak için kullanılıyor,
Türkiye’nin karnında sancı bulunsun diye düşünen b a­
zı dostlar v a r ...” (Milliyet, 26 Ekim 1991)
Nilüfer Yalçın, ayrıca A nkara’dan bir yetkilinin Kıb­

28
rıs’taki son gelişmelerle ilgili görüşlerini yansıtmış, on­
lar da şöyle:
“ İngiltere M ahkemesi bir yandan KKTC’ni tanımadı­
ğını öne sürerken, öte yandan Kuzey Kıbrıs kendi sö­
mürgesiymiş gibi bu devletin merkez bankasındaki ta­
sarruflarını dondurm ası, emsali görülmemiş bir diplo­
matik skandaldir. Bu skandalin Kıbrıs konusunda Rum­
ların istediği şekilde bir çözüm sağlam ak için T ürk ta­
rafının baskıya alındığı bir zam ana rastlam ası, herhal­
de bir tesadüf sayılamaz. Bunun ne amaç güttüğünü kör
olan bile görüyor.” (Milliyet, 27 Ekim 1991)
Elbette dikkat ettiniz; Dışişleri Bakanı böyle davra­
nanların bazı ‘dostlar’ olduğunu söylemiş; oysa Türk
halkı hanidir, böyle bir dostluğa ‘anlam veremez’ ol­
muştur.
Bunu seçim sonuçlarında da gördük.
Seçim ertesi, bazılarında iki büyük hayret: biri, na­
sıl oldu da SHP böyle yuvarlandı; İkincisi, nasıl oldu da
Refah böyle sıçradı? İkincisine bazı yabancı çevrelerde
bir korku ekleniyor: ‘irtica’ ülkeyi saracak mı? Daha kö­
tümserler, -bunlar Batı’nın eşeğine binmiş olanlardır-
‘İslâm radikalliğinin’ yakında T ürkiye’yi de İran’a çe­
vireceğini ileri sürebiliyor.
R efah’ın seçimlere parti olarak değil, grup olarak
katıldığını düşünen yok; T ürkeş’in ‘milliyetçi’ oylarını
çıkardınız mı, E rbakan’ın başarı yüzdesi, geleneksel ba­
şarı yüzdesini çok aşmasa da, ANAP’taki ‘yuppie alafran-
galığı’nın, Özal’a kaymış ‘mukaddesatçı’ oylarını ‘yuva­
ya döndürdüğü’ söylenebilir; yine de bana sorarsanız,
Refah grubunda seçim öncesi ve sonrasında kendini his­
settiren büyük heyecan ve canlılığın, önemli ve başka bir
nedeni vardı: Batı aleyhtarlığı ve öfkesi!
Basın yeterince dikkat etmez görünüyor; oysa epey­

29
dir Türk halkı, İkinci Dünya Savaşı ertesinden beri kat­
landığı onca özveriye rağmen ‘Sistem ’iıı ülkesine attığı
‘kazıkların’ bilincindedir; yurt içinde olsun, yurt dışın­
da olsun, aleyhimize çevrilen çoğu fırıldağın, ‘komünist
hainlerin’ işi olmadığını artık biliyor; dahası, Avrupa’nın
ve A m erika’nın, (‘Sistem ’in) Türkiye’ye reva gördüğü
muameleye katlanamıyor.
Refah da, bundan yararlanmadı mı, dersiniz?

ELİNİ VERME, KOLUN GİDER!

14 Kasım 1991

Nasıl da kaytarıyorlar, hayret!


Dünya Bankası, onun ve IMF’nin ‘reçetelerini’ sada­
katle uygulayan T ürkiye’de, işlerin neden yolunda git­
mediğini araştırmış; bir ekonomi dergisi eline geçirdi­
ği raporu yayımladı; buna göre, Dünya Bankası uzman­
larının saptadığı ‘olumsuz’ sonuçlar, şunlar: “ İstikrar­
sız büyüme, hızla artan iç ve dış borçlar, kamu açıkları,
yüksek enflasyon, özel sektör yatırımlarında gerileme ve
bozulan gelir d ağılım ı!” ; daha ne olsun, otur derdine
yan!
İnsan önce şaşırıyor: Allah Allah, nasıl olmuş da
Dünya Bankası, onun ve IMF’nin ‘reçetelerine’ bunca sa­
dık bir ülkenin, ‘başarısızlığını’ kabul edebilmiş? ‘Reçe­
telerinden’ kuşkulanmak olmaz mı bu? Hem 24 Ocak
kararlarını izleyen beş yıl içinde, ‘yüksek büyüme hızı
ve ihracat patlamasıyla’, öteki ülkelere örnek diye gös­
terdikleri ‘mucize ülke’ Türkiye değil miydi canım? Na-

30
sil oluyor da bu, ‘mucize ülke’, uzmanların saptadığı bu
ekonomik ‘perişanlığa’ düşebiliyor? Yoksa Dünya Ban-
kası’nın ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) ‘kalkınma
reçeteleri’, ünlü ‘yapısal ekonomik düzeltme (uyum)
programları’ işe yaramadı mı?
Hinoğlu hinlik, işte burada!
Rapor’da deniliyormuş ki: ilk günden itibaren,
iki kuruluş Türkiye konusunda çok yaygın çalıştılar; kar­
şılıklı fikir alışverişinde bulundular, birlikte karar aldı­
lar. Başlangıçtan itibaren IMF, genel olarak döviz kurla­
rı, parasal ve mali olanaklar gibi makro ekonomik ko­
nularda tavsiyelerde bulundu; diğer politikalarda iki ku­
ruluş birlikte karar verdi. 1985 yılında iMF’nin Türkiye’yi
denetleme görevi sona erdi. Eğer IMF Türkiye’de kalsay­
dı, gelişmeler belki başka bir seyir izleyebilirdi.” (Eko­
nomik Panorama, 3/10 Kasım 1991, s. 14-15)
Harward Üniversitesi’nden Dany Rodrigue daha da
öteye gidiyor, gidiyor ki: “ ... Türkiye bazı önemli alan­
larda alışılmışın dışında bir yol izledi; Dünya Banka-
sı’mn tavsiyelerinin aksine, ihracat sübvansiyonlarını
artırdı, bütçe dışı gümrük vergileri getirdi. Bunlara b a­
kınca T ürkiye’nin başarısının serbest ve dışa açık eko­
nomi uygulamalarından kaynaklandığı söylenemez (...)
Ö zal’ın gerçek anlam da liberal davrandığı bir alan var,
o da mali piyasalardır; O zal T ü rk iy e’nin kredibilite-
sinin, ancak ihracatın artırılmasıyla sağlanabileceğini
görmüştü ve Ö zal’ın yaptığı iş bu kadardır.” (Aynı der­
gi, s. 14)
Açıkçası diyorlar ki, biz 1985’ten sonra uygulamayı
Türklere bıraktık, onlar da ağızlarına yüzlerine bulaştır­
dılar; böylelikle Ö zal’ı ve ANAP’ı bir güzel harcadıktan
sonra, ellerini yıkayıp işin içinden çıkmış oluyorlar. Bu
madalyonun bir yüzü, ya ötekisi?

31
O ttaw a Ü niversitesinden Prof. C hossudovsky’nin
Dünya Bankası ve lMF’nin ünlü ‘yapısal ekonomik dü­
zeltme (uyum) programları’ hakkında neler düşündüğü­
nü (‘yoksulluğun yaygınlaşması ve iç ve dış borçların ka­
barması’) aktarmıştım; ister misiniz şimdi bir de İstan­
bul Üniversitesi İktisat Fakültesinden Prof. Dr. İzzettin
Önder ne demiş, ona bir göz atalım:
“ ... Dünya Bankası’nın bize 1980’lerin başında ver­
diği ve beş büyük sektörde atılım yapılmasını istediği
kredilere ilişkin projede sanayileşme yoktu; ağırlıklı ola­
rak, bankacılık kesiminin geliştirilmesi vardır; burada­
ki mantık da, B atin ın içinde bulunduğu krizi, kalkın­
makta olan ülkelerden kaynak aktararak karşılamaktır.
Türkiye ekonomisinden çok uluslararası finans çevre­
lerinin sıkıntısının giderilmesi amaçlanmıştır: sanayileş­
me filân yoktur, ticaretinizi açın diyor. (...) 1980 son­
rasında Dünya B an kası’nın kalkınm akta olan ülkeler­
den yaptığı borç ana para ve faiz transferleri, bu ülke­
lere sağladığı kredilerin üzerinde gerçekleşmiştir. Bu du­
rum Dünya Bankası raporlarında, ‘net kaynak transfe­
ri bizim lehimize gelişti’ biçiminde ifade edilmiştir.” (Ay­
nı dergi, s. 16)
“ ... Dünya Bankası, bence Türkiye örneğinde ger­
çekte işlevini yerine getirdi: Türkiye zaten buraya gele­
cekti. H âttâ Dünya Bankası bunu içteki güçlerle birlik­
te yerine getirdi, o kadar yerine getirdi ki Türkiye artık
bu iki kıskaçtan, yâni iç ve dış finans çevrelerinin sıkış­
tırdığı kıskaçtan, kısa sürede zaten çık am azd ı...” (Ay­
nı dergi, s. 16)
Ne demek lâzım? Vay benim köse sakalım mı?

32
8

‘AVRUPA’LILIK, ÖYLEM İ?

16 Kasım 1991

Telefonda diyor ki: NATO’nun R om a’daki zirvesi,


görüntüyü daha da netleştirdi: Varşova Paktı’nın dağıl­
ması üzerine, NATO, kendi ‘karşıtını’ âdeta içinden çıkar­
maktadır: BAB (Batı Avrupa Birliği) ne? Almanya (ve
Fransa’nın) AT üyelerini bölgede ayrı bir savunma itti­
fakı içinde toplamaya kalkışmaları ne? ABD ve İngilte­
re’nin buna karşı çıkması ne demek? Geçenlerde söyle­
diklerinizi hatırlıyorum d a ...”
Eksik olmasın! Ne mi demiştim, merak mı ettiniz?
SSCB’nin ‘ağırlığı’ Doğu Akdeniz’den, Orta ve Doğu
Avrupa’dan çekilince; ABD, Doğu Akdeniz’de, Birleşik
Almanya ise Orta ve Doğu Avrupa’da kendi ‘ağırlığını’
koymaya çabalıyor; bunun için de ABD NATO’yu, Alman­
ya ise AT’yi kullanıyor; çünkü Washington, eski hesap­
ların aksine AT’den çok Sovyetler’le birlikte hareket et­
mektedir; oysa Almanya, Doğu Avrupa’da -özellikle
Balkanlar’da- Türkiye’nin nüfuz sahibi olması ihtima­
linden rahatsızdır.” (Meydan , 24 Ekim 1991)
Görüşümü pekiştirmek için, bir kitaptan alıntı yapı­
yorum, o da şu: belirli bir entegrasyon biçimi, ‘bir-
leşmişbdevletler arasında, daha sonra çelişkilerin geliş­
mesine engel olmaz; bu çelişkiler, ülkeler arasındaki mü­
badeleleri, anlaşmaları bozarlar ve daraltırlar; ulusal po­
litikalarını emperyalizmler arasındaki kuvvet oranları­
nı bağlayan devletler arasındaki çekişme ve pazarlıkla­
rın nedeni budur.” (Marksist Ekonomi Süzliiğii, s. 155)
Tâki Berberakis’in Atina’dan geçtiği basın özeti, alın-

33
tının son cümlelerini, pek güzel doğruluyor; NATO Zirve-
si’ni yorumlayan Yunan gazeteleri diyormuş ki: Sov-
yetler artık düşm an değil, Türkiye’nin stratejik değeri
çok azalıyor; Ege’den geçen Sovyet savaş gemileri düş­
man sayılm ayacaksa, NATO da artık Ege’ye ilgi göster­
mez, Türkiye de NATO aracılığıyla Yunanistan’ı taviz ver­
meye zorlayam az.” ( Milliyet, 11 Kasım 1991)
Gördünüz mü, hesaplaşmalar başladı bile!
Mehmet Ali Birand, hanidir, başka bir ‘alarm’ veri­
yor: “ Türkiye Avrupa dışında kalma tehlikesi içinde!”
Brüksel’deki Türkiye/ AT İlişkileri Konferansından son­
ra, AT’nin Ankara’ya verdiği ‘mesajı’, şöyle özetlememiş
miydi?
“ Başvurunuzu yaptığınız gün ile bugünkü arasında
büyük farklar var. U luslararası tüm dengeler ve değer
yargıları değişti. O rtaya yeni ülkeler, yeni sorum luluk­
larımız çıktı. Ayrıca siz de bu değişikliklere aynı oran­
da ayak uyduramadınız; (onun için) 1/ İnsan hakları ile
ilgili kısıntıları ve ters uygulamaları değiştirin; 2 / Kürt
sorununu insan hakları ve dem okrasi çerçevesinde çö­
zümleyin; 3/ Kıbrıs sorununu çözün ve Yunanistan’la
ikili ilişkilerinizi düzenleyin; 4 / Ekonominizi sağlıklı bir
yapıya kavuşturun!” ( Milliyet, i Kasım 1991)
Dahası var, ‘dışarıda’ nasıl bir hava esiyor olmalı ki,
Türkiye’nin Bonn, M oskova, Cenevre, Atina, AT ve Was­
hington büyükelçileri; Avrupa Konseyi’ndeki ve AGİKte-
ki delegasyonları, A n k ara’yı ‘ciddi şekilde’ uyarmış;
insan hakları konusunda önemli değişiklikler yapılmaz­
sa, Kürt sorununda yöntem değişikliğine gidilmezse,
Türkiye Avrupa’nın dışında kalırmış! (Milliyet, 2 Kasım
199 1)
Külahıma anlatsınlar, sanki şimdiye kadar içindey­
di de!

44
Ülkemizin, insan haklarına saygılı olmasını, hep is­
teriz!
Yalnız, insan sorm adan edemiyor: Avrupa’nın insan
haklarına düşkünlüğü, ‘soğuk sav aş’ın hızlı yıllarında,
acaba neden bu kadar yoğun değildi? Neden 12 M art’lar-
da, 12 Eylüllerde, uzaktan öksürmekle yetiniyordu? As­
lan kesilmeleri için, ‘Sovyet tehdidinin’ ortadan kalkma­
sı mı gerekiyordu?
Varşova Paktı güçlü, üstelik Avrupa’nın yarısını içe­
rirken, Türkiye ‘B atı’lı, ‘üstelik ‘Avrupa’lı’; niye, çün­
kü ‘totaliter komünistlik’ belâsının karşısına çıkarılacak
asker lâzım, o da Türkiye’de bol, ne zaman ki M osko­
va onları ‘düşm ansız’ bırakır; birden Türkiye yine, es­
kiden nasıl görülüyorsa, öyle: bunlar Asya'lıdır, Cengiz
H an soyundandır, barbardırlar, herkesi keserler, cart
curt!
Bunun adı da Avrupa’lılık öyle mi?

9
İŞ DAHA ZORLAŞIR!

19 Kasım 1991

Türkiye bir posta katarıysa, son on yılı, başmakinist


Turgut Özal’ın yönetiminde, ABD’nin (Dünya Bankası
ve iMF’nin) döşediği raylar üzerinde ilerleyerek geçirmiş­
tir: Ankara ile Washington arasındaki ‘mutabakat’, iç
politikada olduğu kadar dış politikada da ‘tam’ görünü­
yordu. Seçim sonuçları, bu gidişi aksatacak; hele DYP-
SHP koalisyonu büsbütün bozabilir.
İki sebebi var: Pakdemirli, Türk/ABD İş Konseyi top­

35
lantısında, istediği kadar liderler dışında, ANAP’la
DYP’nin felsefelerinde önemli farklılıklar yoktur’ desin;
pekâlâ biliyoruz ki, ANAP gerçekte, kayıtsız şartsız bir
Reagan/Thatcher liberalliğini savunmuş (‘kumarhane
ekonomisi’) ve uygulamaya çalışmıştır; oysa AP döne­
minde Demirci, ‘kamu önceliğindeki bir sanayi kalkın­
m asına’ yandaş olduğu, Türkiye’ye mahsus ‘sosyal ada­
letçi bir liberallik’ denediği için, başına gelmedik kalma­
mıştır; aslında 24 O cak kararları, DemirePin o felsefe­
ye inancından çok, çaresizliğini ifade ediyordu; bu, bir!
İkincisi SHP’nin, belki de II. Enternasyonal yüzünden,
oldum olası ABD’ye değil, Avrupa’ya (AT’ye) oynaması!
Sovyetler’in totaliter sosyalistliğini terk etmesinden son­
ra, Avrupa sosyal demokrasisi Moskova ile özgürlükçü
sosyalist bir kader ortaklığına girecek yerde; belki M os­
kova’nın Washington’a ‘kayması’ sebebiyle, daha ‘Av­
rupa’m, daha isolationniste (infiratçı) bir politikaya
yöneldi; baksanıza, Mitterand'la Kohl arasından su
sızmıyor, SHP’nin de pek çok olaydaki davranışı (mese­
lâ Körfez Krizi’ndeki) o politikaya yattığını gösteriyor;
zaten klâsik CHP ‘ilericiliği, ‘çağdaşlığı’, ‘yuppie alafran­
galığı’ şeklinde değil, ‘seçkinci’ bir Avrupa’lılık olarak
algılanmaz mı?
O zaman ne oluyor? DYP, Michel Albert’in karşı kar­
şıya koyduğu iki ‘kapitalizmden’, daha çok ‘sosyal hi­
mayeyi’ önemseyen, Rhénan (Alman) kapitalizmini tem­
sil ediyor; oysa o kapitalizm, aynı yazara göre ‘Hıristi­
yan -DYP’de M üslüman- ahlâk ve sosyal demokrasiyle
bir bileşim’ anlamına gelir; eh sosyal demokrasi, yâni
SHP, üstelik koalisyon ortağı olarak için içine girerse, el­
bette 1990’lı yıllarda Türkiye katarı, yeni başmakinist
DemirePin yönetiminde makas değiştirecektir.
En azından, Washington olayı bu yönde değerlendi­

36
rebilir ki, bu da Demirel’in zaten zor olan işini daha da
zorlaştırır.
Acaba daha kolayı yok muydu?
Olmaz olur mu hiç? Üstelik bizzat Amerikalılar, se­
çim sonuçları belli olur olmaz, onun ne olduğunu açık­
ça ihsas ettiler. Sedat Ergin, Washington’dan gazetesine
şıı satırları yazmadı mı:
Amerikan iş çevrelerinin T ürkiye’deki hükü­
met değişikliğine bakışları konusunda iki önemli nok­
ta ortaya çıktı; bunlardan birincisi kurulacak koalisyo­
nun özellikle ekonomide karar alm ada etkili olup o la­
mayacağı konusunda görülen, soru işaretleri. (...) İkin­
cisi koalisyonun kom pozisyonuyla ilgili: şurası çok
açık: Amerikan iş çevrelerinde gözüken ve aslında Bush
yönetiminin çeşitli kademelerinde de paylaşılan belirgin
tercih, bir DYP/ANAP koalisyonu kurulması yönünde,
bu beklenti özel sohbetlerde de gizlenmiyor.” ( Hürriyet,
4 Kasım 1991)
Daha nasıl söylesinler? Ayrıca Washington, kendi
açısından haklı: Dcmirel’in önceki ‘icraatı’ onca ‘olum­
suz’; Dünya Bankası’nın ve iMF’nin ‘kara listesinde’ is­
mi var, yarın ne yapacağı belirsiz; yönetime ortak bir
ANAP, ANAP’ın kurucusu bir cıımhurbaşkanıyla, belki
de kontrol edilmesi bir ölçüde mümkündür; onun için,
DYP-ANAP ortaklığı tercihe şayandır.
Uzlaşmacı liberaller, meselâ son on yıllık ekonomik
uygulamaların ortaya çıkardığı ‘köşeyi dönmüş’ ticaret
burjuvazisi, Washington’la aynı görüşü paylaşıyor; on­
lara göre ANAP’la işbirliği, üstelik Demirel’in de işine ya­
rayacaktır; bu sayede hem iktidarını ABD’nin muhtemel
müdahalelerine karşı güvence altına almış olur, hem de
uluslararası ekonomik ilişkilerde ANAP’ın sağladığı im­
kân ve garantilerden yararlanır; ANAP’lı bir koalisyona

37
Dünya Bankası ve iMF’ııin daha başka türlü bakacağı
söylenemez mi?
Daha önce yeri düşmüştü de, Demirci'm işi zor de­
miştim ya; koalisyon SHP ile gerçekleşirse, aslında zorluk
katmerleniyor; çünkü kitap ne diyor, kapitalizm, kapi­
talizme karşı!

10
ATATÜRK ÇİZGİSİ, İNÖNÜ ÇİZGİSİ...

23 Kasım 1991

Turgut Ö zal’ın conformiste bir politikacı olmadığı, ke­


sin; bu defa, ‘Dünyadaki Yeni Dengeler ve Türkiye’ ko­
nusunda gençlerle konuşurken; önce ‘dış siyasette iki
çizgi izlendiğini, bunlardan birinin Atatürk diğcrininse
İnönü çizgisi olduğunu’ işaret etmiş; arkasından demiş ki:
“ ... Atatürk çizgisi, daha aktif bir çizgiydi; herkes
A tatürk’ten bahseder am a, T ürkiye’nin dış politikası
İnönü çizgisindedir. Bu çizgi kapalı, içine dönük, dış
dünyadaki gelişmelere kapalı bir çizgidir, bürokratiktir”
(H ü r r i y e t , 18 Kasım 1991)
Doğru söze ne denir, cumhuriyet tarihimizde gerçek­
ten, biri Atatürk’e öteki İnönü’ye ait iki ‘çizgi’ vardır ki;
üstelik, handiyse birbirine karşıt sayılabilecek bu ikilik,
‘münhasıran’ dış siyaset alanında da değildir.
İster misiniz, şöyle bir göz atalım?
M üdafaa-i Hukuk, hep biliyoruz, anti/emperyalist
bir kurtuluş cephesiyle; M ustafa Kemal, batılı emperya­
list güçlere çok açık bir şekilde tavır koymuş, açık ve se­
çik olarak demiştir ki:

3.S
İstiklâl-i tam, bizim bugün, deruhte ettiğimiz va­
zifenin rulı-u aslisidir; bu vazife, bütün millete ve tari­
he karşı deruhte edilmiştir. (...) İstiklâl-i tam denildiği
zam an, bittabi siyasi, mali, iktisadi, askeri, harsi ve illi,
her hususta istiklâl-i tam ve serbesti demektir. Bu say­
dıklarımın herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet, mil­
let ve memleketin mana-yı hakikisiyle bütün istiklâlden
mahrumiyeti dem ektir...” (Söylev ve Demeçleri, Ekim
1919)
Dahası M üdafaa-i Hukuk, yalnızca Türkiye’nin hak­
larını savunmuyordu; M ustafa Kemal davasının evren­
selliğini, neredeyse ‘Üçüncü Dünyacı’ diyebileceğimiz şu
sözleriyle ortaya koyuyor:
" ... Anadolu bu müdafaasıyla yalnız kendi hayatına
ait bir vazifeyi ifa etmiyor, belki bütün Şark’a mütevec­
cih hücumlara bir sed çekiyor. Efendiler, bu hücumlar
elbette kırılacaktır, bütün bu tasallutlar m utlaka niha­
yet bulacaktır.” (Söylev ve Demeçleri II, Ekim 1921)
İsmet İnönü’nün bütün hayatında, buna benzer söz­
ler söylediği, hemen hiç işitilmemiştir; o lıep dengeleri
kolladı, statuquo’yu korumayı iş edindi; buna rağmen
M ustafa Kemal Paşa, ölümünden bir yıl öncesine kadar,
Hatay Meselesi dolayısıyla Batı’yla kanlı bıçaklıydı; oy­
sa İnönü, Atatürk’ün ölümünden çok kısa bir süre son­
ra, İngiltere ve Fransa ile bilinen anlaşmayı imzalayarak,
T ürkiye’yi B atı’nın kıçına taktı.
Takış o takış!..
Aradaki fark, yalnız dış siyasette değildir demiştim;
kültür politikaları da çok farklıdır.
M üdafaa-i H ukuk öğretisinin kültür idrakini, M us­
tafa Kemal şöyle özetlemişti: “ ... milli terbiye progra­
mımızdan söz ederken, eski devrin hurafelerinden ve ev-
saf-ı fıtriyemizle hiç de münasebeti olmayan yabancı fi­

39
kirlerden, D oğu’dan Batı’dan gelen bütün tesirlerden
uzak, seciye-i milli ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür
kasdediyorum. (...) Çünkü lalettayin bir ecnebi kültürü,
şimdiye kadar izlenen yabancı kültürlerin tahrip edici ne­
ticelerini tekrar ettirebilir. Kültür zeminle (haraset-i fik­
riyle) mütenasiptir. O zemin milletin seciyesidir.” (Ulusal
Kültür Savaşı , s. 22)
İnönü ‘cumhuriyetinde’ tutum değişir: 1941 ’de İnö­
nü şunları yazmıştır: “ Eski Yunanlılardan beri, milletle­
rin sanat ve fikir hayatında meydana getirdikleri şaheser­
leri dilimize çevirmek, Türk milletinin kültüründe yer
tutmak ve hizmet etmek isteyenlere, en kıymetli vasıtayı
hazırlamaktır.” Aynı dönemde Çankaya’nın kültür da­
nışmanı Ataç şöyle diyor: “ ... biz görüyoruz eksiğimizi,
Yunanca öğrenemedik, Latince öğrenemedik, AvrupalI­
ların eğitiminden geçmedik; onun için ne denli uğraşsak,
Avrupalılar gibi olam ıyoruz.” (Aynı eser, s. 22)
Görülüyor ki, O zal’ın ‘tespiti’ doğru; ama bundan çı­
kardığı sonuçlar doğru mu, o bahs-i diğer.

11

‘YENİ DÜNYA’ ESKİDİ Mİ?

26 Kasım 1991

Özal’a göre ‘dünya hızla değişiyor’muş; ‘bu sür’atli de­


ğişime, insan aklı yetişmekte güçlük çekiyor’muş; Türki­
ye’nin ‘daha aktif, daha dışa açık bir dış politika’ izleme­
si zorunluluğu da, bundan doğuyorınuş; çünkü, ‘bu de­
ğişime uyulm azsa, Türkiye dünyadaki yerini kaybede-
bilir’miş; onun için, diyor ki:

40
‘tek kutupla’ kararsız dengeye karşı, Türkiye’nin
kendini ayarlaması gerek; burada muhatap ülke, ABD’d ir;
sanıyorum ABD, hem askeri, hem de teknolojik güç ba­
kımından, ağırlığını herkese hissettirecektir.” (Hürriyet,
18 Kasım 1991)
Turgut Ö zal’m ‘siyasi tercihleri’ biliniyor, ilginç olan
onları tekrarlam ası değil; ya ne, bunu ‘Atatürk çizgisi­
ne uygun, aktif bir dış politika’ adına yapması, bir; ‘ter­
cihleri’ üzerine oturttuğu gerekçenin (‘tek kutuplu dün­
y a’), Amerika’da bile tartışılır olm ası, iki!
Şöyle bir görelim!
Daha önce, M ustafa Kem al’in dış politikaya yakla­
şımı üzerine, birkaç lâf etmiştik; itiraz edilip, denebilir
ki: ‘o tavır M illi M ücadele dönemine aittir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin dış siyaseti, sonradan farklı oldu’; ha­
yır, Atatürk’ün sağlığı boyunca Türkiye dış siyasetinin
temeli Sovyet dostluğuydu, o kadar ki, basında Sovyet
aleyhtarı yazıların yayımlanması bile yasaklanmıştı; ay­
rıca M ustafa Kemal, Balkan Paktı’yla batısını, Saadâ-
bât Paktı’yla güneyini ve doğusunu güvece altına almış;
böylece, ‘ hissettirmeden’ O sm anlı’nın eski toprakları
üzerinde, dolaylı olarak söz sahibi olmuştu.
Atatürk’ün, Sovyetler Stalin karanlığına girmeye baş­
layınca endişelendiği doğrudur; üstelik M ussolini’yle
arası açıktı, Hitler’e de hiç güvenmiyordu; buna rağmen,
ölünceye kadar ‘tam bağım sız’ kaldı, B atı’yla ittifak
imzalamadı.
Gelelim, ‘tek kutuplu’ bir dünyada, ‘Am erika’nın
hem askeri, hem de teknolojik güç bakımından, ağırlığı­
nı herkese hissettirmesi’ne! Başkasını bilmem am a, B aş­
kan Bush’un bu ‘ağırlığını’ Washington’daki Institute of
Policy Studies’in eşbaşkanı Riclıard J. Barnct’e bile ‘his-
settirebilmiş’ gözükmüyor; baksanıza ne demiş adam:

41
soğuk savaşın zaferle bitmesi üzerine, SSCB çök­
tüğü için birçokları dedi ki, artık ‘tek kutuplu’ bir dün­
yada en büyük güç Birleşik Amerika’dır; oysa geçen ay­
lar, hiç değilse süper güçler için, siyasal amaçlara güç kul­
lanarak ulaşmanın, en az soğuk savaş dönemindeki ka­
dar sorun yarattığını gösterdi: bu amaçlar daha sınırlı ol­
sa bile!” (Le Monde Diplomatique , Kasım 1991, s. 8)
Richard J. Barnet örnek diye Körfez Savaşı’nı zikre­
diyor: Irak’taki Amerikan ‘zaferinden’ 9 ay sonra bile,
Washington iki ana hedefinin ikisine de erişememiştir:
Saddam yerinde duruyor, müttefiklere kafa tutmayı
sürdürüyor; Avrupa ve Jap on ya, ABD’ye ‘minnettarlık­
larını’ ona, dişe dokunur ekonomik ve siyasal avantaj­
lar sağlayarak göstermediler; oysa, içerde vaziyet hiç de
parlak görünmüyor:
80’li yıllardaki derin değişiklikler, borçların ço­
ğalm ası, her büyük Amerikan şehrinde, müzmin vergi
güçlüklerine sebep olm uştur; her beş çocuktan birisi,
yoksul; gittikçe daha çok kişi, ekonomik, sosyal hâttâ
fiziki güvenlik açısından, kendisini tehlikede hissediyor;
‘kazananlarda ‘kaybedenler’ arasındaki uçurum ise,
büyümüş! Öyle ki, öncelikler listesini yeniden düzenle­
mek; aslında, yeni dünya düzeni içersinde, Birleşik Dcv-
letler’in temel çıkarlarının neler olduğunun, yeniden ta­
rif edilmesi anlam ına geliyor; bu da, bu çıkarlar neler­
dir tartışm asından geçiy o r...” (Aynı gazete, s. 8)
Amerikalılar açısından olayın önemini kavrayabil­
mek için, Richard J. Barnet, çok önemli olduğunu söy­
lediği bir bankacının (Mr. Felix Rohatyn) ‘memleketin
geleceğinden umut kestiğini’ belirtmiş; çünkü bu zat,
son konuşmalarından birisinde, alışılanın aksine Birle­
şik Am erika’dan ‘eski dünya’ diye söz etmiş, ‘yeni dün­
ya’ da Avrupa’ymış tabii!

42
Özal haklı, dünya değişiyor; ‘o kadar hızlı değişiyor
ki, bazen insan aklı bu değişmeye yetişmekte güçlük çe­
kiyor’.

12

‘KÖŞEYİ DÖNMEK’ İSTERKEN...

17 Aralık 1991

M ax Gallo, Michel Albert’in Kapitalizm, Kapitaliznı’e


Karşı eserinden nasıl bahsediyordu, önce onu bir hatır­
layalım mı:
“ ... ona göre Reagan ve Thatcher’in ‘m uhafazakâr’
devrimiyle kominizmle savaştan galip çıkan ‘sistem’ teh­
likeli bir yola girmiştir: öyle bir ‘kumarhane-ekonomi-
si meydana gelmiştir ki, istikbal, anlık spekülasyonlara
feda edilmektedir; bu ekonomi toplumsal dokuyu (cohé­
sion) tahrip ediyor, eşitsizliklerini ağırlaştırıyor, eğitim ve
sağlık politikalarını tehdit ediyor, hâttâ demokrasinin iş­
leyişini (seçimlerde çekimserlik arttığına göre) aksatıyor.”
(Le Nouvel Observateur, 2 Ekim 1991, s. 24)
Arkasından da, aynı olayın altını Washington’daki
Instute of Policy Studies’den Richard J. Barnet nasıl çiz­
mişti, bir bakalım:
“ ... SO’li yıllardaki derin değişiklikler, borçların ço­
ğalm ası, her büyük Amerikan şehrinde, müzmin vergi
güçlüklerine sebep olm uştur; her beş çocuktan biri,
yoksul; gittikçe daha çok kişi, ekonomik, sosyal, hâttâ
fiziki güvenlik açısından kendisini tehlikede hissediyor;
‘kazananlarla’ ‘kaybedenler’ arasındaki uçurum ise, bü­
yüm üş!” (Le Monde Diplomatique , Kasım 1991, s. 8)

43
Bunları ‘sinek pislem edik’ bir yere yazmışım, onun
içindir ki ünlü ekonomist John Kenneth G albraith’in
söylediklerini okur okum az, hatırladım.
(İstanbul’da kar! Gel gör ki, sabahların bakir beyaz­
lığı, çok kısa sürede kirleniyor; az sonra, her taraf ça­
mur; acaba o yüzden mi Anadolu’da geçirdiğim o bem­
beyaz, -gizlice süt m avisi- kışları düşünüyorum? Buz
tutmuş karın göğe yansıyan aydınlığı, insana garip bir
iyimserlik aşılar; geniş nefesler almak ihtiyacını duyar­
sınız, alabildiğine koşm ak, çocuklar gibi kartopu oyna­
mak! İşin tuhafı, soğuk hissedilmez.
Erzincan G arnizonu’nda - 1 0 derecede, kaputsuz,
kışlık dahili üniformamla dolaşırdım: ağızlarında burun­
larında, duman salkım ları, kocaman köpekler, havlar­
dı; kargaların bitmek tükenmek bilmez çığlıkları; göz­
leri kam aştıran, uçsuz bucaksız, -ve lekesiz- beyazlık!
Galbraith’i ilk defa orada mı okumuştum yoksa? Yıl­
lardır izlerim Keynes’çi liberallerin, en ilginçlerinden bi­
risidir; lâfını ağzında gevelemez; Mali Reformun Kısa
Tarihi adlı son çalışmasında yine öyle yapmış, şöyle bir
göz atalım mı?)
İnsan, elinde olmaksızın şaşırıyor: Michel Albert,
‘R eagan/T hatcher’in kum arhane-ekonom isi’nden mi
söz etmişti; Galbraith, ‘dünyadaki finans dengesizlikle­
rinden kaygılandığını’ belirtirken, dünya ekonomisinin
bir kumarhane masasına dönüştüğünü söylüyor; çünkü:
çılgınca spekülasyon, özellikle ABD ekonomisini,
sürekli bir depresyona mahkûm etmiş’; geçmişteki
ekonomik krizleri unutan ve dâhi olduğuna inanan ye­
ni bir spekülatörler sınıfı doğm uş’ bu da, ‘dünya eko­
nomisini uçurumun kenarına getiriyorm uş’ !
Gazetenin verdiği haber, şöyle devam ediyor:
Galbraith, günümüzde spekülasyon odaklarının

44
bollaşmasının da insanlarda kolay para kazanma hırsı­
nı artırdığına dikkati çekerken ABD ekonomisinin ‘teme­
linden sağlıksız’ olduğunu öne sürdü. Özellikle, şirket­
ler arasında birleşme ve taşınmaz m allara yönelik çılgın
spekülasyonun, şimdilerde, ABD ekonomisi ve bir ölçü­
de dünya ekonomisi üzerinde çok ağır depresif sonuç­
lara yol açtığını kaydeden Amerikalı ekonomist: ‘B an­
kalar geçmişte o kadar akılsızca kredi açtılar ki, bugün
bilinçli bir şekilde borç verecek imkânları kalmadı, tam
bir fasit daireye girdiler’ yorumunu yaptı.” (Hürriyet, 10
Aralık 1991)
Lâfı daha fazla uzatmaya gerek var mı? Ülkemizde­
ki Amerikan papağanlarının aksine, ünlü iktisatçı John
Kenneth Galbraith de, ‘kestirmeden köşe dönmek’ eko­
nomisinin (o da ‘kumarhane ekonom isi’ demiş) Ameri­
ka için bile ‘çıkar bir yol’ olmadığım açıklamış!
Bilmem bizde kulak veren çıkar mı? ‘Amerikalıdır’
diye, belki bir dinleyen bulunur, ha?

13
HESAP ORTADA!..

19 Aralık 1991

Nasıl hatırlamazsınız? Hani, O ttaw a Üniversitesi’nden


Prof. Chossudovsky’nin Dünya Bankası ve U luslarara­
sı Para Fonu (IMF) üzerindeki görüşlerini tartışmıştık;
‘ekonomi uyum programlarını eleştiriyor ‘ihracat pat­
lamasının, ‘yoksulluğun yaygınlaşmasına’ neden oldu­
ğunu söylüyordu; diyordu ki:
“ ... Yoksulluğun yaygınlaştırılması program ı, ucuz

45
el emeği üzerine kurulu ve ihracata yönelik, dünya ça­
pındaki bir gelişmeyi başlatıyor. (...) Peki, ya o yoksul
halk yığınları? Onlar kendi ürettikleri mallara bir pazar
oluşturm uyorlar; talep, OECD ülkelerinde yaşam akta
olan, insanlığın ancak yüzde on beş kadarı sayılabilecek
bir kalabalıktan geliyor. (...) Neticede, aralarına eme­
ğin sudan ucuz olduğu Doğu Avrupa ülkelerinin de ka­
tıldığı Üçüncü Dünya ülkeleri, kendi aralarında am an­
sız bir rekabete sürüklenmiş oluyorlar. (...) H albuki
aynı m allar üzerinde pek çok ülkede ihracatın cesaret­
lendirilmesi ihracat fazlasına, bu arada kârın azalm ası­
na yol açıyor. İşin paradoksu da zaten burada: borçlan­
maya karşı önerilmiş çözüm, yeni borçlanmaların sebe­
bi oluyor.” (Le Monde Diplomcıtıque, Ekim 1991)
Hatırladınız mı? Şimdi bu saptamanın aydınlığında,
on yıldır Türkiye’nin uyguladığı ‘ekonomik uyum prog-
ramı’mn bilançosuna, eğilebilirsiniz!
“ İç borçlar: 1980 yılı sonunda Hazine’nin konsoli­
de bütçe uygulamalarından doğan iç borçları toplamı
72.2 milyar lira düzeyinde, KIT’lerin Merkez Bankası’na
olan borçları ve diğer kamu borçları ile birlikte, toplam
iç borç rakamı ise 1.4 trilyon lira (15.7 milyar dolar) dü­
zeyindeydi. 1991 yılına ilişkin son verilere göre ise ka­
mu kesiminin iç borç yükümlülüğü 144.5 trilyon liraya
ulaştı.
Dış borçlar: 1980 yılı sonunda Türkiye’nin dış borç­
ları toplamı 14 M ilyar 250 milyon dolar (yaklaşık 1.3
trilyon lira) düzeyindeydi. Bunun yaklaşık 12 milyar
dolarlık bölümü (1.1 trilyon lira) kamu kesimine aitti.
Geçen dönemde sürekli artan dış borçlar toplamı 1990
yılı sonunda 49 milyar 35 milyon dolara yükseldi. Bu yıl
çapraz kurlardaki dolar lehine gelişme sonunda T ürki­
ye’nin dolar üzerinden hesaplanan dış borç yükü hafif­

46
ledi. 30 H aziran verilerine göre toplam dış borçlar 43
milyar 752 milyon dolara indi. Bu rakamın yıl sonu iti­
bariyle 45/46 milyar dolar civarında gerçekleşeceği tah­
min ediliyor.
30 Haziran tarihi itibariyle kamu kesiminin dış borç­
ları toplam ı ise, M erkez Bankası hariç 27 milyar 660
milyon dolar, M erkez Bankası ile birlikte de 33 milyar
752 milyon dolar (yaklaşık 168 trilyon 760 milyar lira)
oldu. Ancak bu rakam lara girmeyen 3 milyar dolar ci­
varındaki askeri borçlar da dikkate alınırsa, toplam dış
borç yükümlülüğü 183.8 trilyon lirayı buluyor.” {Cum­
huriyet, 10 Aralık 1991)
Acaba buna ülkemizdeki Amerikan papağanları ne
buyurur?
Onların ne buyuracağını düşiinedurun, Dünya Ban­
kası buyuracağını buyurdu bile! Kaşla göz arasında, bir
‘acil önlem raporu’ hazırlamış, basında ‘istekleri’ şöy­
le özetleniyor:
“ Dünya Bankası ‘enflasyonla m ücadele’ için ‘feda­
kârlık yapmamız gerektiğini’ bildirdi. Türkiye’de yüksek
faizlerin üretimi düşürdüğünü de bildiren Dünya B an­
kası, banka faizlerinin inmesinin uygun olacağını ima
etti. Dünya B an kası’nın ‘acil önlem raporu’nda, hükü­
mete işçi çıkarmanın sinyalleri verilirken, ‘KİT’lerde is­
tihdamın azaltılm ası’ uyarısında bulunuldu. ‘KİT’lerin
özelleştirilmesi hükümetin ana politikası olm alı’ görü­
şünün savunulduğu ‘acil önlem rap oru ’nda, ‘kamu fi­
nansman açığının daraltılm ası’ da isten d i...”
“ ... Kam u açıklarının M erkez Bankası açıklarıyla
birlikte değerlendirilmesini isteyen Dünya Bankası eko­
nomik raporunun, aslında d yp / sh p koalisyonunun H ü­
kümet Program ıyla benzerlik taşıdığı, D ünya Banka-
sı’nın da koalisyon hükümetinin de ekonomiye bakış

4“
açısının aynı olduğu gö zlen d i...” (Meydan , 10 Aralık
1991)
Şimdi yandık mı Kerem’in arpa tarlası gibi! Gittikçe
anlaşılıyor, yönetimin ekonomiden sorumlu bakanı Tan­
su Çiller, bu işi ‘kıvırabileceğim’ savunurken, basına ni­
ye şu sözleri söylemişti:
“ ... dış ekonomik ilişkilerde m uhatabım ız olan IMF
ve Dünya Bankası görevlilerinin hepsi benim sınıf arka­
daşlarım . Ben bugün telefon etsem, sekiz on tanesiyle
çok rahat konuşurum. Amerikalılar, İngilizler, bunlarla
gayet iyi diyaloğumuz olacaktır. Hiç kuşkunuz olmasın,
rahat olacağız.” (Milliyet, 24 Kasım 1921)
Belli oluyor.

14
UYARAN UYARANA!

26 Aralık 1991

O ‘kumarhane ekonomisi’ ABD için de çıkar yol deme­


miş miydik? Bakın şimdi, şu işlere: Ekonom ik İşbirliği
ve Kalkınm a Örgütü (OECD), büyük sanayi ülkelerinin
ekonomik durumlarıyla ilgili bir rapor yayımlamış, ABD
için diyor ki:
“ ... Amerikan ekonomisinin 1992 yılındaki büyü­
me hızı, ancak yüzde 2.2 düzeyinde olabilir; ileri dönem­
lerde iyileşmeler kaydedilebilirse de, ekonomideki den­
geler her an değişebilecek ‘hassas’ bir yapıya sahiptir;
ABD’nin, 80’lerin başındakine benzer bir durgunluğa
sürüklenmemesi için önlemler alması gereklidir.” (Hür­
riyet, 20 Aralık 1991)

48
Şurada, Institute of Policy Studies’den Richard J.
B arnet’in, ünlü Amerikalı ekonomist John Kenneth
G albraith’in, aynı yoldaki görüşlerini tartışalı, kaç gün
oldu? Her ikisi de, Amerikan ekonomisinin ‘sağlıksız’ ol­
duğunda, birleşmiyorlar mıydı? Onların, ‘dünyanın tek
süper gücünde’, varolduğunu saptadıkları aksaklıkları,
OECD de doğrulamış işte; hem yalnız OECD mi canım,
Körfez Savaşı sırasında popülerliği yüzde 82 iken, son
zamanlarda yüzde 46’ya düşen Başkan Bush bile, çıka­
cağı Uzakdoğu gezisi öncesinde, diyor ki:
“ — ... evet, zor günler geçiriyoruz, işten çıkarmalar
var; Amerikan halkı harekete geçmemizi istiyor, istedik­
lerini elde edeceklerdir. Bundan böyle bir numaralı ön­
celik, ekonomiyi rayına oturtm ak!”
Demek rayından çıkmış!
Uzakdoğu yolculuğunun amacı, o pazarlara Ameri­
kan ihraç mallarını pazarlamak; otomobil, yedek par­
ça, bilgisayar, kâğıt, cam ve tarım ürünleri! Ne var ki
o daha yola çıkmadan, Güney Kore’nin Washington’da-
ki büyükelçisi, itirazı dayatmış, demiş ki: “— ... biz de
bu yıl 10 milyar dolar civarında ticaret açığı bekliyo­
ruz, ABD’nin baskılarına boyun eğecek durumda deği­
liz.”
Şimdi lütfen haberin arkasını okuyalım: “ ... ABD Mer­
kez Bankası Başkanı Alan Greenspan, ülke ekonomisi­
nin durgunluk döneminden geçmekte olduğunu açıklar­
ken, dünyanın en büyük otomotiv kuruluşu Amerikan
General M otors firması, önümüzdeki dört yıllık dönem
için, faaliyetlerinin bir bölümünü tasfiye etme kararı al­
dı; bu çerçevede 21 fabrikanın kapatılacağı, 74 bin ki­
şinin işten çıkarılacağı açıklandı. Bush’la birlikte U zak­
doğu gezisine çıkacak olan General M otors Başkanı Ro-
bert Stempel, daha küçük ölçekli Jap o n otom obil üre­

49
ticileriyle rekabet edebilmek için iş hacmini küçültmek­
ten başka çareleri olmadığını b ild ird i...”
“ ... 1950’lerden bu yana Amerikan ekonomisinin
nabzının göstergelerinden biri olarak kabul edilen Ge­
neral M o to rs’un bu yılın ilk dokuz aylık dönemindeki
zararının 2.2 milyar doları bulduğu belirtiliyor ve Japon
firmalarıyla rekabete giren otomotiv devinin, 1992’de-
ki zararının 7 milyar dolarlık rekor düzeye çıkması bek­
leniyor.” (Hürriyet, 20 Aralık 1991)
Nerede o Türkiye’ye kalkınma modeli olarak Güney
K ore’yi gösteren ‘Amerikan papağanları’ ? Nerede, tek
çıkış yolunun kıyasıya liberallik olduğunu bas bas ba­
ğıranlar?
(Farkında mısınız, gözü kapalı bir yandaşlık mera­
kımız var?
1930’lu yıllarda, Sovyetler’i ziyaret eden ‘başvekil’
İsmet Paşa, R uslar’ın o bürokratik, aşırı merkeziyetçi
Planlam a Ö rgütü’nü görüp, beğenmiş; bu da gözü ka­
palı bir planlı aşırı merkeziyetçi devlet kapitalizmine ge­
çişin başlangıcı olmuştur. O dönemlerde, bilenler bilir,
bu tavrı -sağcısı da, solcusu d a- öve öve bitiremezdi.
Son yıllarda ‘kumarhane liberalliği’ moda oldu, kim­
se işin eğrisine doğrusuna bakm ıyor; hemen herkes,
-sağcısı da, solcusu d a - gözü kapalı ‘özelleştirmeden’,
kıyasıya liberallikten dem vuruyor, hepsinin gönlünde
yatan ABD gibi olm ak! Oysa uluslararası, kuruluşlar­
dan ünlü ekonom istlere, ortaklıkta bir sürü uyarı; Al­
lah rızası için olsun, bunlara bir kulak veren çıkm aya­
cak mı?)
15

KILAVUZU KARGA OLANIN...

4 O cak 1992

(Birden, kış kıyamet: uçuşan kar kelebekleri, buz tutmuş


yollar, denizlerde fırtına! Her yıl böyle olacağını bildiği­
miz halde, neden her seferinde tedbirsiz yakalanırız? Bu
bizim kaderimiz midir? Aksayan bir şey var am a, ne?
Hay Allah, ekonomimiz de öyle yahu! 50’li yıllardan
beri, her gelen hükümet, bir ‘istikrar paketi’ açar; üste­
lik her defasında bunu Dünya B an kası’nın ve U luslara­
rası Para Fonu’nun (iMF’nin) ‘telkinleri’ üzerine yapar;
oysa, ne ekonomi istikrara kavuşur, ne de Dünya Ban­
kası ve IMF memnun olur: aksayan bir şey var ama, ne!)
Elbette, unutmadınız: bu iki kuruluşun, bir süre ön­
ce, Türkiye raporu basında açıklanmıştı; ‘istikrarsız bü­
yüme, hızla artan iç ve dış borçlar, kamu açıkları, yük­
sek enflasyon, özel sektör yatırım larında gerileme, bo­
zulan gelir dağılımı’ gibi, bir olumsuz sonuç saptıyor;
sonra da bunu, onların 1985’ten başlayarak Türkiye’den
ellerini eteklerini çekmelerine bağlıyordu: “ ... 1985 yı­
lında iMF’nin Türkiye’yi denetleme görevi sona erdi,
eğer IMF Türkiye’de kalsaydı, gelişmeler belki başka bir
seyir izleyebilirdi” ; ayrıca, “ ... Türkiye bazı önemli
alanlarda alışılmışın dışında bir yol izledi, Dünya Ban-
kası’nın tavsiyelerinin aksine, ihracat sübvansiyonları­
nı artırdı, bütçe dışı gümrük vergileri getirdi.” (Ekono­
mik Panorama , 3/10 Kasım 1991, s. 14-15)
Bir ay ya geçti ya geçmedi, D ünya Bankası’nm T ü r­
kiye için önerdiği ‘Acil Önlem R ap o ru ’nu okudunuz;
Meydan , raporu özetledikten sonra, diyordu ki: “ ... ka­

51
mu açıklarının, M erkez Bankası açıklarıyla birlikte de­
ğerlendirilmesini isteyen Dünya Bankası raporunun, as­
lında DYP/SHP koalisyonunun Hükümet Program ı’yla
benzerlik taşıdığı, Dünya Bankası’nın da, hükümetin de,
ekonomiye bakış açısının aynı olduğu gözlendi.” (Mey­
dan, 10 Aralık 1991)
Meğer iş o kadarla da kalmayacakmış!
Şimdi şu habere bir göz atar mısınız:
Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Tansu Çil­
ler, IMF ve Dünya Bankası ile bazı uluslararası banka ve
finans kuruluşlarına iletilen yeni Ekonom ik İstikrar
Program ı’nın, bu çevrelerde olumlu yankılar bulduğu­
nu, onlarca desteklendiğini belirtirken; Dünya Banka-
sı’nın programı ‘teyit’ için 6 veya 8 O cak’ta bir ‘Niyet
M ektubu’ göndereceğini söyledi. Dünya Bankası T ü r­
kiye M asası Şefi M ichael Wicyen ile Çiller arasındaki
görüşmelerde, program , tüm detaylarıyla anlatılırken,
önlemlere ilişkin ayrıntılı bilgi verildi. Dünya Banka-
sı’nın, Türkiye için üzerinde çalıştığı ekonomik istikrar
önerileri ile ‘çakışan’, yeni düzenleme hazırlıklarının,
banka yöneticilerini ‘memnun’ ve ‘mutlu’ ettiği öğrenil­
di. iMF’ye de iletilen yeni düzenleme paketine, bu kuru­
luşun da destek verdiği kaydedildi.” (Milliyet, 26 Ara­
lık 1991)
Zülfikar D oğan ’ın haberine bakılırsa, ‘ekonomik
paketle ilgili ayrıntıların hükümetin önüne gelmeden ve
Türkiye kamuoyuna açıklanmadan bu kuruluşlara ile­
tilmesi ve destek istenmesi, eleştiri konusu olmuş’, ko­
alisyon ortakları SHP ve DYP’nin bazı milletvekilleri, ‘halk­
tan bu aşamada gizlenen düzenlemelerin, öncelikle bu
iki kuruluşun ve uluslararası finans çevrelerinin onayına
sunulmasını eleştirmişler’; bu arada demişler ki: ‘— IMF
ve Dünya Bankası’na açıklanan önlemler halktan niye

52
gizlenir, anlam ak mümkün değil!’ (Milliyet, 26 Aralık
1991)
İlahi, anlamayacak ne var, daha önce aktardığımız,
Tansu Çiller’in o açık kalpli sözleri, ekonomideki ‘içli
dışlılığı’ zaten yeterince yansıtıyordu; onu da yeri gelmiş­
ken hatırlayalım mı: dış ekonomik ilişkilerde muha­
tabımız olan IMF ve Dünya Bankası görevlilerinin hep­
si benim sınıf arkadaşlarım ; bugün telefon etsem, sekiz
on tanesiyle çok rahat konuşurum. Amerikalılar, İngiliz-
ler, bunlarla gayet iyi diyaloğumuz olacaktır. Hiç kuşku­
nuz olmasın, rahat olacağız.” (Milliyet, 24 Kasım 1991)
Aman ne kadar rahatladık, anlatamam: onlar buyu­
ruyor, biz uyguluyoruz; ne demişler ‘kılavuzu karga ola­
nın, burnu boktan kurtulmaz.’

16
‘SİSTEM ’İN ‘BEKÇİ KÖPEĞİ’: ‘IMF’

6 Şubat 1992

Aşağı yukarı kırk yıldır, ‘hesaplı olmadıkları’, ‘ekonomi­


den çok sosyal amaçlı oldukları için, KIT’leri dağıtma­
mızı, elden çıkarmamızı öneren Dünya Bankası ve Ulus­
lararası Para Fonu (im f ), ‘kâğıt üzerinde’ Birleşmiş Mil-
letler’in bir yan kuruluşudur: ama, gerçekten acaba öy­
le midir? Cheryl Payer, o küçük ama fevkalâde yararlı
eserinde, çatır çatır, bunun aksini söylüyor:
“ ... Fon (IMF), kuruluşundan bu yana, en güçlü üye
olan ABD’nin etkisi altında kalmıştır. Bu etki önceleri da­
ha da yoğundu. 1956 yılına kadar, iMF’nin tüm önemli
kararları ABD Maliye Bakanlığı’nca alınıyor ve Fon gö-

53
revülerine kredi dilimlerinin çekilmesi konusunda gö­
rüşme yapm a yetkisi dahi verilm iyordu...”
“ ... yasa uyarınca ABD’li yönetim kurulu üyesi, oyu­
nu, kendi arzusuna göre değil de, Alil) M aliye Baka-
nt’nın vereceği talimat üzerine kullanır. Fon Merkezi’nin,
üst düzey Amerikan yetkililerinden bir telefon uzaklığın­
da, W ashington’da bulunm ası, Fon’uıı Amerikan is­
teklerine ne kadar duyarlı olduğunu kanıtlam aktadır.”
(Borç Tuzağı, s. 243-244, Nisan 1981, İst.)
İyi mi?
İşin ilginç yanı şu ki, sözünü sakınmadan söyleyen
Cheryl Payer de Amerikalı bir yazar, H anvard Üniver-
sitesi’nde öğretim üyesi, gazeteci; kitabında Alil) ile IMF
ilişkilerinin az bilinen bazı yönlerini de açıklıyor, bakın
nasıl:
“ ... günümüzde ABD dünyanın en borçlu ülkesidir.
Fon’un kaynaklarından Standby anlaşm aları ve diğer
yollarla yararlanm asına rağmen, aynı durumda olan
(İngiltere dahil) diğer küçük ülkelerin alm ak zorunda
olduğu türden önlemler alm ak zorunda bırakılm am ış­
tır. Susan Strangel’in açıkladığı gibi: ‘hiçbir zaman açık­
ça belirtilmemesine rağmen, Fon kaynakları, en fazla
ihtiyacı olanlara ya da kurallara en fazla uyanlara de­
ğil de, mali güçlükleri dünya para sistemini altüst etme
olasılığı en yüksek olan üyelere verilmektedir.” (Aynı
eser, s. 245)
Dahası da var: ” ... ABD’nin borç veren bir ülke ol­
m aktan çıkarak borçlu bir ülke durum una girdiği
1 9 5 0 ’lerdc ve 1960’larda, ABD ile Fon ilişkileri değişti;
bu dönemde, ABD ödemeler dengesi açıklarını kapat­
makta öncelikle IMF fonları kullanıldı. IMF, 1960 ve 1967
arasında Amerikan ödemeler dengesi açıklarının tam
yüzde onunu karşıladı.” (Aynı eser, s. 245)

54
Hal böyle olunca, ‘kılavuzu’ IMF olan ülkelerin, onun
önlemlerini aldıkları halde, yıllardır ‘burunlarının bok­
tan kurtulmamasını’ anlamak da, açıklamak da daha
kolaylaşıyor...
... çünkü: Fon’un, Fon üyesi ülkelerin tümünün
sağlıklı ödemeler dengelerine sahip olm alarım am açla­
dığını kabul edenler, Fon’u sağlıklı bir biçimde eleşti-
remezler. (Çünkü) Anlaşma Yasaları uyarınca Fon, ka­
pitalist sistemin düzgün işlemesini sağlam ak ve ulusla­
rarası ödemeler ve ticarete konulan kısıtlam alara kar­
şı olm akla yükümlüdür. Dışalım larını (ithalatını) ve
kâr transferlerini, ödemeler dengesi güçlükleri nedeniy­
le denetleyen bir ülkeye, Fon karşı çıkmak zorundadır.
Zengin ulusların denetlediği bir uluslararası para siste­
minin bekçiliğini yapan bir kuruluşun, aynı zam anda
yoksulları da korum asını beklem ek hayaldir. (Aynı
eser, s. 248)
Bizi de ‘yoksullar’ arasında saydığına göre, demek
cumhuriyet hükümetleri kırk yıldır bu ‘hayal’ ile avu­
nuyorlar; aynı ‘hayal’ ile M üdafaa-i H ukuk doktrininin
ekonomik uzantısı, ‘bağımsız kalkınma’ savaşının ka­
leleri olan KIT’leri ıslah edecekleri yerde, ‘ecnebi’ye peş­
keş çekiyorlar. Oysa Cheryl Payer’in önsözünde dediği
gibi:
“ ... IMF kuruluşundan başlayarak, uluslararası ve
teknik bir kuruluş görüntüsü altında, yoksul ülkeleri
emperyalizmin mali disiplini altına sokmanın aracı ola­
rak kullanmıştır. iMF’nin kuruluşundan sonra, bir ülke­
nin ‘bağımsız kalkınma’ çabalarının geleceğini, ülkenin
iMF’yle ilişkileri belirlemiştir.” (Aynı eser, s. 8)
17

‘BİR ŞARKIDIR, BU!..’

Düşünüyorum da, H aşan Tanrıkut’la o konuşmaları­


mız!..
5 0 ’li yıllar, Türkiye, garip bir çelişki içindedir: bir
yandan çoğulcu cumhuriyet sarhoşluğunu yaşıyor, yâ­
ni Milli Şef seçimle devrilmiş, iktidarda Bayar/M ende-
res İkilisinin (eski İş Bankası Grubu) DP’si; öte yandan,
Soğuk Sav aş’ın kâbus gibi çöken gerginliği! Biz, bu
gerginliğin kurbanları; Osmanbey’deki Suna Pastahane-
si’nde, camlardan gözyaşları gibi süzülen yağmur dam­
lalarına bakıp, ‘insanlığın kurtuluşu’ntı tartışmaktayız.
“ ... İnsanlık başından beri daha çok bilinç, daha çok
özgürlük diyerek gelişip ilerliyor: birinci kademede, ta­
biat tez, toplum anti/tez, medeniyet sentez; ikinci kade­
mede, toplum tez, birey anti/tez, demokrasi sentez! M o­
dern çağların tarihi, bireyin, başka bireylerin sultasın­
dan kurtulma mücadelesinin tarihidir: önce dinler (ki­
lise ve ruhban), sonra soylular (kral ve derebeyler), ni­
hayet ticaret ve sanayi burjuvazisi (tröst, kartel, oligo-
poller) bu ‘sultayı’ gerçekleştiriyor, onlardan kurtuluna-
cak! İlk merhaleye lâiklik, İkincisine dem okrasi, üçün-
cüsüne sosyalizm için mücadele demiyor m uyuz?”
H asan ’la mutabık kaldığımız sonuç, aşağı yukarı
buydu sanırım. Aydınlanma Çağı, (Rasyonalizm, onun
çocuğu Pozitivizm) bilim düşüncesini egemen kılarak lâ­
ikliği getirmiş; Ansiklopedistler ve Büyük Fransız Dev­
rimi, ‘soyluların’ defterini dürmüştü; sosyalizm, önce
sermayenin, sonra yönetim bürokrasisinin egemenliği­
ni kırarak, devleti küçültüp yok edecek; böylece ‘sivil
toplum’, kesinlikle gerçekleşmiş olacaktı.

56
‘İnsanlığın kurtuluşu’, başka türlü nasıl olur?
Paris serüvenim, sosyalizm tartışmalarını, ilk defa
doğru dürüst izlemeye yaramıştı; M arksizm ’in Bolşevik
yorumunu, hele onun Stalin ve takımı tarafından R us­
ya’da uygulanışını, sosyalizmin kendisi diye değil, belki
de ‘muhataralı’ bir ‘geçiş dönemi’ diye alıyorduk; çünkü
üretim araçlarını kamulaştırmak, onları halka değil, yö­
netici bürokrasiye (N om eklatura’ya) mal etmişti; ar-
tık/değer, bu yeni ‘sınıfı’ semirtiyor; bu da M arksizmin
ideallerinin aksine, ‘siyasi toplum’un (devletin) daha da
sertleşip katılaşm asına, büyüyüp güçlenmesine neden
oluyordu. Araç da, mekanizma da farklıydı ama, Hitler’le
Stalin, belâlı bir totaliterlikte buluşmuştu: o halde sosya­
lizm, mücadelesine, kaldığı yerden devam edecekti.
Kapitalist (liberal) demokrasiler, İkinci Dünya Sava­
şı sırasında da, sonrasında da, kendilerine ‘Hür D ünya’
adını vermişlerdi; bunun günümüz siyaset Türkçesine
çevirisi, lâik ve dem okratik ülkeler anlamını verir; yâ­
ni kiliseye (dine) ve soylulara karşı özgürlüğünü sağla­
mış, ‘hür’ bireylerin, ‘hür’ iradeleri ile (seçimlerle) yö­
netilen toplum lar! ‘H ür D ünya’ -ki aslında, kapitalist
‘Sistem’in kibar adıyla-nazi/faşist olsun, Stalin’ci komü­
nist olsun, totaliter yönetimleri; her türlü şiddeti kulla­
narak bireyleri koşullandırmakla suçluyor; oysa demok­
rasilerde herkesin, fikirlerinde olduğu kadar, davranış­
larında da özgür olduğunu savunarak övünüyordu. Üs­
tünkörü bakılırsa, alınacak izlenim buydu am a, gerçek
durum acaba öyle miydi?
‘Soğuk Savaş’ boyunca -başta Sovyetler olmak üze­
re- Doğu Bloku’nun karşı/propaganda servisleri, ‘aksi­
ni’ iddia etti durdu; diyorlardı ki, ‘dem okrasiler’, şekil
demokrasileriydi, egemenlik hukuken milletin, fiilen bur­
juvazinin elindeydi; bu da sermayenin toplumu yönlen-

57
dinmesi şeklinde görünüyor; aslında, kendini hür zanne­
den büyük bir çoğunluk, ‘mutlu bir azınlık’ tarafından
yönlendiriliyor, onun için çalışıyordu.
Öyle miydi değil miydi, çok tartışılmıştır; şimdi üs­
tünde durmayacağım, zira ‘totaliter’ toplumlarm dağıl­
masından sonra, yeryüzüne egemen olan ‘H ür D ünya’
ülkelerinde, bireyin, (dolayısıyla toplumun) çok daha
ciddi, hâttâ vahim yönlendirme ve koşullandırma teh­
ditleri (şartları) altında bulunduğu, ısrarla yazılmakta
ve söylenmektedir; başka türlü söylersek, liberal hür te­
şebbüs toplum larm da, gizli bir totaliterlik, alttan alta
hüküm sürüyor.
O rtaçağ Avrupa’sı Hıristiyanlığın emrindedir; kilise,
yalnız bireyleri değil, toplumları da ‘terbiyesi’ altına al­
mıştır: insanlar, birey değil, ‘kul’durlar; engizisyon, Tan­
rı adına kilise’nin insanları ne kadar baskı altına alıp,
‘yönlendirdiğinin, inkâr kabul etmez bir göstergesi de­
ğil mi? Kilise’nin bu ‘totaliterliği’ şundan da bellidir ki,
Avrupa’lılar, -A m erika, Asya, A frik a- nereye gitmiş
olurlarsa olsunlar; girdikleri her ülkeyi, mutlaka asıl ve
özgün kendi dinlerinden etmişler; halkının tamamını,
hiç değilse önemli bir kesimini Hıristiyanlaştırmışlardır;
onlar zam anla çekilse de, Hıristiyanlık kalır.
Müslümanlıkta durum nedir? Abbasi ve Emevi (Arap)
im paratorluklarında, benzerlik var: İslâmiyetin kilisesi
de, engizisyonu da yok am a, bunların girdikleri her ül­
keyi M üslüman ettikleri bir gerçek; buna mukabil, Sel­
çuklu ve Osnıanlı (Türk) imparatorluklarının, yaklaşı­
mı farklı: M üslüm anlık, sadece M üslüm an tebanın ha­
yatını yönlendiriyor; M üslüman olmayanlar, dinini kay­
betmiyor, o kadar kaybetmiyor ki im paratorluk dağıl­
dıktan sonra, eski B alkanlar’da Hıristiyan tek ülkenin
kalm am ası icabederdi.

5S
Gerçek şu ki, nüanslar da olsa, ‘Ümmet Toplum u’
bireyin (kul’un) din tarafından ‘yönlendirildiği’ bir top­
lumdu; o kadar ki, krallar ve padişahlar bile hüküm sü­
rerken, icraatını dine dayandırmak suretiyle meşru kı­
lıyorlardı. İnsanlığın, Büyük Fransız Devrimi ile başkal­
dırdığı, işte bu dogmatik yönlendirmeydi.
Millet, ümmet’in içinden çıkıyor, üstüne oturuyor:
klâsik toplumsal gelişme şemasında, tarih sahnesine
burjuvazi’nin (şehirlinin) projeksiyonu olarak gelmiştir.
Krallar, soylular ve kilise, şehirli tüccarı adamdan say­
mazdı; oysa bunlar, özellikle keşiflerden sonra zengin­
leşmişlerdi, hak ve hukuk eşitliği talebindeydiler; dev­
rimle hem soyluluğu tasfiye ettiler, hem kiliseyi etkisiz­
leştirdiler; bu da dem okrasi ve lâiklikle oldu; dem okra­
si, halkın egemenliğini getiriyor; lâiklik ise, dinin top­
lumsallıktan çıkarılıp, bireyselliğe indirgenmesini! Ulu­
sal demokratik devrimlerden sonra, gelişmiş ülkelerde
milliyet ve milliyetçilik ağır basıyor: özgürlük eşitlik kar­
deşlik esas alınır, bunlar hukuk düzeyinde kurumlaştı-
rılmıştır, bu da dinî eğitimin karşısına lâik eğitimi (lise­
ler ve üniversiteler) dikmiştir.
Avrupa’daki gelişme, XX. yüzyıla girerken, demokra­
tik ülkelerde halkın ‘yönlendirilmesini’, dört ana kuru­
ma bağlamış görünüyordu; başka bir deyişle, ‘kul’un
yerini alacak olan ‘yurttaş’ (citoyen) bunlar tarafından
‘yönlendiriliyordu’: 1/ Aile ortamı, 2 / Eğitim ve öğretim
kurumlan (liseler ve üniversiteler), 3 / Silâhlı kuvvetler
(kışla), 4 / Her şeye rağmen, kilise! Batılı yaşama düzeni
denince hemen akla gelen demokrasilerde, ‘yurttaşlar’ bu
dört kurum tarafından yetiştirilmişlerdir; bu dört kuru­
mun yerleştirdiği bir ‘fazilet’ ve ‘ahlâk’ düzeni içinde
yaşarlar; ne kadar hür oldukları iddia edilirse edilsin o
toplumlarda da insanlar bu vasıtalarla ‘yönlendirilirler’.

59
Ya Amerika? O rada da öyle mi?
Hiç sanmıyorum! O toplum, dogmatik bir ümmet
döneminden geçmedi, ya da ondan kaçtı; işin ilginç ya­
nı, Batı Avrupa’da anlaşılan manada, bir burjuva kültü­
rü de olmadı. Söz gelişi ABD, ne kadar püriten görünür­
se görünsün, başlangıçta iki güç tarafından yönlendiril­
mekteydi: Para ve Şiddet! Ne kadar inceltilmiş, ne kadar
yüceltilmiş olursa olsun, günümüzün Amerika’sında da,
insanları bu iki gücün ‘yönlendirdiğini’ görmek müm­
kündür: sadece, filmlerini ve tv dizilerini seyretmek kâ­
fi! Bu bakıma, ABD ile Batı Avrupa (AT), -hele SSCB d a­
ğıldıktan son ra- zaten bu yüzden tam uyuşamıyorlar;
ikinci Dünya Sav aşı’ndan önce de, Batı Avrupa’nın
Amerikalılarla ‘görgüsüz’ diye alay etmesi bundandı.
İş bu kadarla kalsa iyi. ‘Sistem’in, ‘küreselleşme’ ve
‘özelleştirme’ perdesi arkasında ortaya attığı, ünlü ‘de­
ğişim ’; aslında çok daha ince, çok daha sophistique
‘yönlendirme’ imkân ve yöntemlerini gündeme getiriyor
ki, uygulamaları -m aazallah- eski totaliter ülkelere rah­
met okutacaktır.
Pek de gecikmiş sayılmayız: Aldous Huxley’in, Yeni
Dünya adlı ünlü eseri, MEB Klâsikleri arasında yayımlan­
mıştı, demek 4 0 ’lı yıllar içinde okumuştuk: ‘totaliter-
lik’ten gözü yılmış başka yazarlar gibi (Orwel, M ann,
Adorno, Benjamin) Huxley de, insanların ‘yönlendiril­
mesini’ irdeliyordu; onun tasarladığı ‘gelecekte’, bebek­
ler, ceza ve mükâfatla ayarlanan Pavlof’cu refleksler ye­
rine, uykuları esnasında kulaklarına yapılan sürekli tel­
kinlerle ‘yönlendirilirler’; böylelikle, kişilik yapıları ne
olursa olsun, ‘düzenin koşullarına’ uymaları sağlanır.
İlk okuduğum da, ‘yeni dıinya’dan dehşete düştüğümü
itiraf etmeliyim.
‘Hür Dünya’ demokrasilerinin, insan haklarına say­

60
gılı, çoğulcu, demokratik ‘sivil toplum u’ elbette böyle
olm ayacaktı. Oysa ‘Sistem’in endüstri sonrası toplu-
munıııı verileri, bu iyimserliği kesinlikle doğrulamıyor:
evet, sık sık insan haklarından, fikir ve davranış özgür­
lüklerinden söz ediliyor; hâttâ ‘Sistem’ dışı ülkelerin, bu
nedenle suçlandığı da oluyor; fakat gelişmiş Batı de­
mokrasilerinin toplumu ve bireyleri ‘yönlendirmedikle­
rini’; onları, belirli amaç ve sonuçlar için ‘koşullandırma­
dıklarını’ söyleyebilmek, son derece müşkül! Şu farkla
ki ‘küreselleşme’ ve ‘liberalleşme’ perdesinin arkasına
gizlenerek gerçekleştirilen bu ‘yönlendirme’; eski ‘tota­
liter yönlendirme’nin aksine, son derece üstü kapalı, us­
turuplu, ince ve mahir yöntemlerle yürütülüyor.
Nasıl mı dediniz?
Ignacio R om aııct’ye bakarsanız (Le Monde Diplo-
matique , M ayıs 1994) iş daha bebek doğm adan başlı­
yor: genetiğin bugün ulaştığı gelişme merhalesinde, be­
beğin cinsiyetinden yeteneklerine kadar, pek çok şeyi ön­
ceden saptam ak; akıllı müdahalelerle çocuğun geleceği­
ni ‘yönlendirmek’ şimdiden mümkün; o kadar ki, iler­
de genetiğin sağlayacağı imkânların, belki de sipariş üs­
tüne insan üretmeyi sağlayabileceği düşünülüyor.
O kadarla kalıyor mu, hadi canım siz de: çocuk d a­
ha büyürken televizyonun -o tek gözlü canavarın- hük­
müne giriyor, dolayısıyla da reklam spotlarının: Fran­
sa ’da bir çocuk, 12 yaşma gelinceye kadar 100.000 (yüz
bin) reklam spotu seyrediyormuş; bizde belki biraz d a­
ha azdır ama, daha az etkili olduğu söylenemez. Reklam
çocuğa, hayatımızı üzerine kurduğumuz estetik ve mo­
ral dünya görüşümüzün dayandığı dört ana kavramı,
yâni güzel’i, iyi’yi, haklı’yı ve doğru’yu, olduğu ya da ol­
ması lâzım geldiği gibi değil, işine geldiği gibi aşılıyor.
Ya çizgi filmler? İstisnalar bir yana bırakılırsa, ço-

61
cuklara ‘basit, önyargılı, aşırı derecede şiddetle yüklü’
bir dünya sunm uyorlar mı? Amerikan çizgi filmlerin­
de, saat başına ortalam a 41 (kırk bir) şiddet eyleminin
düştüğü hesaplanmış! Amerikan Psikoloji Derneği’nin
bir raporuna göre, evinde ortalam a üç saat televizyon
seyreden bir çocuk, ilkokulu bitirinceye kadar 8.000
(sekiz bin) cinayete, en az 100.000 (yüz bin) şiddet ey­
lemine tanık oluyorm uş! (us News and World Report,
12 Temmuz 1993) Ya az buçuk yetişkinlerin ‘hastası ol­
dukları’, o video oyunları? Hani bir düğmeye basarak
gemiler batırıyor, uçaklar düşürüyor; karşım ıza çıkan
silâhlı adam ları, birer birer öldürebiliyorlar! Bir hesa­
ba göre 18 yaşındaki bir Am erika’lı kız, bu oyunlarla
4 0 0 .0 0 0 (dört yüz bin) kadar ‘rakibini’ yok etmiş!
Pennsylvania Ü niversitesi’nden, konunun uzmanı
Profesör George Grebner, küçük ekrandaki şiddet alış­
kanlığıyla ilgili olarak, diyor ki:
şiddet eylemlerinin üst üste tekrarlanması, seyir­
ciyi hem ürkek, hem kimseye güvenemez bir hale getiri­
yor; hem de yaşadığı çevredeki saldırıya uğramak kay­
gısını çoğaltıyor; çocuklar, ne kadar çok şiddet sahnesi
seyrederlerse, o kadar çok şiddete alışıyor, onu kabulle­
niyor, sonunda ondan zevk alıyorlar; o kadar ki artık
gerçekle sahteyi birbirinden ayıramaz bir duruma düşü­
yorlar.” (Le Monde Diplomatique, M ayıs 1994)
N asıl, iyi mi?
Bunlara, o kan revan içindeki reality show ’lan, şid-
det/şehvet/servet üçgeni içindeki çizgi romanları, habe­
ri sadece aynı üçgen içinde olursa ilginç sayan magazin
basınını eklerseniz; ‘çoğulcu, liberal’ toplum lardaki in­
sanların, çocukluklarından başlayarak, nasıl -hiç de ço­
ğulcu sayılmayacak- bir yoldan ‘yönlendirildiklerini’, el­
bette daha da açık ve seçik fark edersiniz.

t,2
‘Temel stratejik am aç.
1

ABD,‘DÜNYANIN HÂKİMİ’...

23 N isan 1992

Eğer Başkan Bush’un, 1992/93 Savunma Bütçesi’ni Kong­


reßen kazasız belâsız geçirmek kaygıları olmasaydı, o
iki ilginç rapor kamuoyuna açıklanır mıydı, orası şüp­
heli; ikisi de, SSCB’nin dağılışından sonra ABD’nin, dün­
yada ne türlü bir politika izlemesini tanımlıyor; birisi
Pentagon tarafından Ulusal Güvenlik Konseyi ve Baş-
kan’ın danışmanları, hâttâ bizzat Başkan’la müzakere
edilerek hazırlanmış olan, Wolfowitz Raporu bunların;
ötekiyse, yine Pentagon’un genelkurmay ileri gelenleriy­
le tartışarak hazırladığı, Jeremiah Raporu; önceki yak­
laşım 50 sayfa, sonraki 70; ilki The Neıv-York Times’la
duyurulmuş (8 M art 1992), İkincisi International He-
rald Tribnne’\e (18 Şubat 1991).
Bir süre, bu iki ilginç raporla oyalanmaya, ne der­
siniz?
F ran sa’da çıkan La Defense Nationale/Ulusal Sa­
vunma dergisinin direktörü, Paul M arie de la G orce’a,
-yâni işin uzmanına- göre ‘Körfez Savaşı’mn ışığında,
Birleşik Devletler’in soğuk savaş ertesindeki güvenliği ve

65
dış politikasının istikametleri hakkında, son derece önem­
li ve açıklayıcı belgeler’ bunlar; bakın neler diyor:
Wolfowitz R ap o ru ’nun daha ilk sayfaları bile,
amacın ne olduğu konusunda hiçbir kuşkuya yer bırak­
mıyor: Sovyetler Birliği’nin çöküşü ardından, Birleşik
Devletler’in ele geçirmiş olduğu tek süper güç olma im­
tiyazını ve statüsünü m uhafaza etmek! Bu hegemonya
(egemenlik), dünyanın neresinden gelirse gelsin, onu teh­
likeye düşürebilecek, yeni ve üstün (majeur) güç merkez­
leri oluşturm a teşebbüslerine karşı mutlaka korunm a­
lı; rapor, Amerikan dış politikasının, ‘muhtemel rakip­
lerin daha büyük roller oynamaya heveslenmekten cay­
dırılmasını’ amaç edinmesi gerektiğini açıklığa kavuştu­
ruyor; bunu sağlam ak için de, tek süper güç statüsü ‘ya­
pıcı bir davranış biçimi, ayrıca Birleşik Devletler’in üs­
tünlüğüne kafa tutabilecek herhangi bir millet ya da mil­
letler grubunu caydırm aya yeterli bir askeri güçle sür­
dürülm eliym iş! D ahası, AlM) ‘onun önderliğine karşı
çıkmasınlar, yerleşik ekonomik ve siyasal düzeni değiş­
tirmeye kalkışm asınlar diye, gelişmiş endüstri ülkeleri­
nin çıkarlarını da yeterince hesaba k atm aliy m ış!” {Le
Monde Diplomatique , Nisan 1992, s. 14)
Wolfowitz R aporu’na göre Birleşik Amerika’nın ‘he­
gemonyası’, iki şeyin gerçekleşmesine bağlı, ‘üstün (hük-
medici) askeri gücün’ varlığına, bir; o askeri gücün, tek
başına ya da başka ülkelerle ortaklaşa, gerektiği anda
ve yerde kullanılabilmesine, iki! Paul-M arie de la G or­
ce, Washington’m raporunu tahlil ederken, kendisini na­
sıl gezegenin tek hâkimi gibi gördüğünü, pek güzel an­
latıyor:
W olfowitz R ap o ru ’nun bütününden, Birleşik
Am erika’nın o m utlaka korunması gereken uluslarara­
sı üstünlüğü yok mu, onun temel aracı olarak askeri gü-

66
ce ayrıcalık tanımak konusundaki ısrarı meydana çıkı­
yor; bu husustaki aydınlatıcı bir paragrafta deniliyor ki
üstün (hükmcdici) askeri güç, ‘küresel olsun, bölgesel
olsun, daha büyük roller oynam aya heveslenen muhte­
mel rakipleri, bu heveslerinden caydırmak için elde bu­
lundurulmalıdır; ayrıca raporu düzenleyenler, Birleşik
Devletler’in egemenliğinin kabul edilmediği her yerde,
dikkate değer bir askeri güç bulundurulmasının olağa-
nüstü/hayati önemi üzerinde ısrarla d u ru yo rlar...”
“ ... aynı şekilde, bu askeri gücün nasıl kullanılaca­
ğına dair söyledikleri de çok aydınlatıcı; birçok yerde,
Irak’ta olduğu gibi, az ya da çok geniş bir koalisyon ola­
rak, ya da Birleşmiş Milletler çerçevesi içinde harekete
geçirilmesinin yararına işaret ediyorlar; am a Birleşik
Dcvletler’in hemen ve tek başına harekete geçmesinin ge­
rekeceği haller olabileceğini, bu gibi hallerde asla tered­
düt edilmemesi, aksine bu gibi hallere hazırlanılması zo­
runluluğuna işaret ediyorlar; yazdıklarına bakılırsa, en
önemli olan, ‘uluslararası dirlik ve düzenin, Birleşik Dev­
letler tarafından güvence altına alındığı’nın; bir de, ‘ani
müdahale gerektiren kriz anlarında, ya da ortaklaşa ha­
reket imkânları yaratılam azsa, Birleşik Devletler’in, tek
başına ve bağımsız olarak harekete geçebileceğinin an­
laşılm asıym ış!” (Le Monde Diplomatique, Nisan 1992,
s. 14).
Nasıl, takke düşmüş, kel görünmüş mü?

67
2

‘TEMEL STRATEJİK AMAÇ’...

25 Nisan 1992

Wolfowitz R aporu neyi saptamıştı? ABD’nin ‘dünyanın


tek süper gücü kalmak arzusunu’ mu? Bu amaçla, ‘müt­
tefikleri arasından çıksa bile, sivrilmek isteklisi ülke ya
da ülkeler grubunu, m utlaka bertaraf etmek niyetini’
mi? Bunun için gerekirse, ‘Birleşmiş Milletler’i kullana­
cağını’ mı? Onu kullanamazsa, ‘elinde bulunduracağı
büyük askeri gücüyle, meseleyi tek başına halledeceği­
ni’ mi? Elbette, bunların hepsini!
İş bu kadarla bitmiyor, rapor bu genel ve temel po­
litikayı hangi operasyon bölgesinde, nasıl uygulayaca­
ğını da tartışıyor; Paul M arie de la Gorce raporu tah­
lil ederken, şu noktanın altını önemle çizmiş:
“ ... rapora göre, Avrupa’daki ‘istikrarı’; ya Rusya’da
milliyetçiliğin dirilmesi, ya da R usya’nın SSCB’den ayrı­
larak bağımsızlığım ilân etmiş ülkeleri yeniden kendine
bağlam ası teşebbüsü bozabilir: U krayna’yı, Beyaz Rus­
ya’yı, belki daha da başkalarını! İşte burada, gelecek yıl­
lara deygin Amerikan dış politikasının hangi temel dü­
şünceye dayandığı m eydana çıkıyor: ne pahasına olur­
sa olsun, eski Sovyetler Birliği’nin dağınık halde kal­
masını korum ak; hâttâ gerekirse, bu dağılmayı hızlan­
dırma; hangi şartta olursa olsun, R usya’da, ya da R us­
ya’nın etrafında, güçlü bir süper devletin tekrar oluşma­
sını önlemek!
İşte burada, ABI) Genelkurmayı’nın hazırladığı, ikin­
ci rapor devreye girecektir: Jerem iah R aporu!
Amerikan kurmaylarını, gelecek dönemde Ameri-

68
k a ’nın karşı karşıya kalabileceği çatışm a senaryoların­
dan ikisi, Sovyetler Birliği’yle ilgili; birisi Irak’la, birisi
Kuzey Kore’yle, ya da ikisiyle birden; ayrıca Panama’yla
bir, Filipinler’le bir, Güney Amerika ve U zakdoğu’daki
adı zikredilmemiş iki ülkeyle birer çatışma senaryosu
hazırlanmış; ama Jeremiah R aporu, dönüyor dolaşıyor,
R usya’nın mevcut sınırlarının ötesine taşmasını öngö­
ren, çatışma senaryolarına geliyor; bu da G orbaçof’un
yanında görülmekle birlikte, Amerika’nın işin başından
beri, aslında Sovyetler Birliği’ni ‘dağıtm ak’ amacıyla ha­
reket ettiğini gösteriyor.
Bunu ben kafadan atmıyorum, uzmanın görüşü böy­
le; bakalım Paul M arie de la Gorce ne demiş?
" ... sözün ucu Rusya’ya dokundu mu, bir ara ulus­
lararası ilişkiler uzmanlarını karşı karşıya getirmiş olan,
ABD’nin eski SSCB’ne deygin politikalarının gerçek hede­
finin ne olduğu sorusu açıklığa kavuşuyor: Açıkça an­
laşılıyor ki, Körfez Savaşı sırasında desteğini sağlamak;
ya da, nükleer ve konvansiyonel silâhsızlanma anlaşma­
larını gerçekleştirip, uygulamasına geçebilmek niyetiy­
le, davranışını zaman zaman yumuşatmış olması bir
kenara bırakılırsa; ABD, açıkça SSCB’nin çöküşünü amaç­
lamıştır. Öyle ki Sovyetler’de merkezi bir iktidarın
mevcudiyeti, Birleşik Amerika’nın siyasal ve stratejik çı­
karları bakımından yararsız sayıldığı anda, SSCB’nin
dağılışı gündeme gelmiş; bunun ilk işaretleri, Amerika’lı
yetkililerin çoğunluğu tarafından fark edilir edilmez
de, temel stratejik amaç artık bu olmuş. Wolfowitz Ra-
poru’ndan aktardığımız bölümler, bunu açıkça gösteri­
yor; başka bölümler de yok değil, özellikle Rusya’dan
gelecek yeni bir tehdide karşı Doğu Avrupa ülkelerini
korumak için, ‘ittifakın’ bu konuda alacağı karar ne
olursa olsun, Amerika tarafından alınması gereken sa­

fi 9
vunm a önlemlerinden söz eden bölüm ler.” (Le Monde
Diplomatique, Nisan 1992, s. 14)
Uzun sözün kısası, ‘Dünyanın Hâkimi, Amerika’, bu
hâkimiyetini kesinlikle sürdürmeyi amaçlıyor, en büyük
tehlikeyi de hâlâ nükleer bir güç olan R usya’dan, Orta­
d oğu’dan, Güney Am erika’dan ve U zakdoğu’dan -yâ­
ni dünyanın her köşesinden- bekliyor; böyle bir tehdit,
o bölgelerde uç vermeyegörsün, müttefiklerinin (Itti-
fak ’ın) tavrı ve kararı ne yönde olursa olsun, ABD buna
kulak asmayacak, olanca gücüyle üstüne yürüyecektir.
İşin en şaşırtıcı, en ilginç yanı şu: Wolfowitz Raporu
da, Jerem iah R aporu da; Amerika’nın ‘müttefiklerini’
de, yeryüzünün muhtemel yeni güç merkezleri, yâni
Amerika’nın muhtemel rakipleri arasında zikretmiş; eh,
bu da konuşulmaya değer doğrusu!

ADI ‘MÜTTEFİK’!..

28 Nisan 1992

ABD için, yeryüzünde tek süper güç olarak kalmak


arzusu, münhasıran eski hasımlanna karşı değil, aynı za­
manda müttefiklerine karşı da geçerlidir; Wolfowitz Ra-
poru’nun en açık olduğu noktalardan birisi de budur, di­
yor ki: ‘Sadece Avrupalılarm katılacağı, bu yüzden de
NATO’nun istikrarını bozabilecek herhangi bir güvenlik
sisteminin oluşması teşebbüsüne engel olmalıyız’.” (Le
Monde Diplomatique, Nisan 1992, s. 15)
Paul M arie de la G orce’un bu tespiti, gerçekte Was-
hington’un, bir süredir Avrupa’da varlığı hissedilen, dü­

70
şünce ve davranışlara göstermiş olduğu tepkileri de açık­
lıyor. Meselâ hangilerine mi? Geçen Kasım’da R om a’da-
ki Atlantik Güçleri Konferansı’nda, Fransa, NATO’dan
bağımsız ve kesinlikle ‘Avrupalı’ bir savunma sistemi fik­
rini savunuyordu; Birleşik Amerika, böyle bir fikrin ke­
sinkes karşısına çıkmakla yetinmedi, İngiltere’yi de dü­
men suyunda sürükledi.
İngiltere, Avrupalılarm aralarında gerçekleştirildikle­
ri M aastricht zirvesinde de, sadece Avrupalılara mahsus
gelecekteki güvenlik politikası gündeme gelince, ben­
zer bir itiraz yapmamış mıydı; diyordu ki, ‘böyle bir po­
litika NATO üyesi bazı devletlerin, bu üyeliğin zorunlu
kıldığı bazı davranışlara saygılı olm akla kalmamalı; üs­
telik, NATO çerçevesinde kabul edilmiş, güvenlik ve sa­
vunma politikasıyla da uyum içinde olm alıdır’. Paris’te
Fransızca olarak yayımlanan La Defense Nationale/Ulu-
sal Savunma dergisinin direktörüne göre, bunun anla­
mı şudur:
başka türlü söylersek, Maastricht anlaşmaları
onaylanırsa, -hazırlığı esasen ertelenmiş olan- Avrupa
savunması, daha önce NATO askeri örgütü içinde karar­
laştırılmış her şeyle uyum içinde bulunmak zorunda
olacaktır: kısacası, NATO’nun askeri doktrini, doğrultu­
su ve stratejisinin gereklerine uygun olmadığı takdirde
Avrupa savunması diye bir şey olmayacaktır. İşlerin ge­
lecekte de böyle yürümesi için Wolfowitz Raporu, Avru­
pa’da dişe dokunur sayıda Amerikan askeri gücü bulun­
masının, ayrıca Batılı ittifak sistemi içinde sıkı ve sağlam
bir beraberliğin (cohésion) sürdürülmesinin, ‘hayati bir
önem’ taşıdığını belirtiyor.” (Le Monde Diplomatique ,
Nisan 1992, s. 15)
Yâni, o meşhur ‘karşılıklı bağımlılık’ palavrası yok
mu; ABD’nin Avrupalı ‘müttefikleri’ için de ‘tek taraflı’

71
işleyecek; Avrupa’nın savunması, Washington’in keyfi­
ne bağlı!
Hadi be, yalnız Avrupa savunması mı?
Savaş ertesinde kurulmuş kuvvetler dengesi, soğuk
sav aş’ın bitmesiyle allak bullak oldu; yeni yeni oluşan
dengeler içinde ABD’nin iki eski düşmanı, değişik ve
kaygı verici boyutlarda tekrar arzı endam ediyor: biri
Almanya bunların, öbürü Japonya! Wolfowitz Rapo-
ru’nun, onların durumunu da ele almaması düşünülebi­
lir mi? Elbette, hayır! Rapora bakılırsa, Washington’in
‘zaferiyle’ sonuçlanan ‘soğuk savaş’ın gözle az görülür
önemli sonuçlarından birisi de, Almanya ile Jap o n ­
ya’nın, Birleşik Amerika tarafından yönetilen, ortakla­
şa bir güvenlik sistemi içine yerleştirilmiş olm asıdır’.
İyi de, bu ‘ortaklaşa güvenlik sistemi’ her ikisi de ge­
lişmiş birer endüstri devi olan Almanya ve Japon ya’nın,
gerektiği takdirde birer nükleer güç haline dönüşmesi­
ne fırsat verecek mi? Hayır asla! Rapor, Avrupa’yla il­
gili olarak diyor ki, Birleşik Devletler Avrupa’dan, de­
nizde ve havada üslenmiş nükleer taktik silâhlarını çe­
kecektir, ama, yerden havaya nükleer taktik silâhlarını
geri çekmesi söz konusu bile edilemez. Uzakdoğu'da ise
Birleşik Amerika bazı kuvvetlerini azaltmayı tasarlasa
bile, ‘bölgede en önemli askeri güç statüsü içinde kal­
m alıym ış; sebebi de açıkça belirtiliyor: ‘ ... böylelikle
ABD bölgenin istikrar ve güvenliğinin sağlanmasına kat­
kıda bulunacak (...) ve bu sayede, stratejik bir boşluğun
meydana gelmesine, ya da bölgesel herhangi bir hege­
monyanın (meselâ Jap o n y a’nın) kurulmasına mani ola­
caktır” .
Her şey ne kadar açık ve ortada değil mi.
Paul M arie de la G orce, tahlilini böyle bağlamış:
“ Amaç, Birleşik Devletler’in, dünyadaki tek ve yalnız
süper güç kalmasını sağlamaktır; bu amaca ulaşmak için
kullanılan çareler, D oğu’da yeni bir süper gücün (Rus­
y a’nın) yeniden oluşmasını önlemek, ya da müttefikle­
rinin Am erika’nın üstünlüğüne olabilecek itirazlarını
karşılamak, ya da U zak-Doğu’da yeni ve büyük bir güç
merkezinin (Japon ya’nın) oluşmasını engellemek söz
konusu olursa, elbette değişebilir; am a amaç hiç değiş­
mez, Am erika’nın süper güç statüsünde yalnız kalm a­
sı; ve bunu sürekli kılmak için de, nereden gelirse gel­
sin, dünyanın herhangi bir yerindeki itiraza müdahale
imkân ve gücünün sürekli olarak elde tutulması! {Le
Monde Diplomatique , Nisan 1922, s. 15)

4
SÜTTEN ÇIKMIŞ KAŞIK MI?

31 Temmuz 1993

(1947 ilkbaharı, göğün mavisi birden yoğunlaştı, kaz-


tüyıı bulutlar uçuşuyor; Washington, Truman Doktri-
ni’nin Türkiye’ye de uygulanacağını açıklamış; T ürki­
ye’nin hâkimi M illi Şef bundan fazlasıyla memnun, o
kadar ki Amerikan halkına bir teşekkür mesajı gönder­
meyi ihmal etmiyor; ne demişti, merak etmez misiniz?
bu yardım, Türkiye’ye zaruri ve normal m üda­
faa malzemesinin bir kısmım temin suretiyle, harp neti­
cesinde düşmüş bulunduğumuz iktisadi güçlüklerin kıs­
men telafisinde de ferahlatıcı bir âmil olacaktır.” (23
Mayıs 1947)
Niye mi hatırladım? Çok alâkasız bir sebepten, şu
ara çıkarılan dergi isimleri dikkatimi çekiyor. Tomor-

73
row, Girls, Hello, vs.; yalnız dergi isimleri mi, dükkân­
lar, mağaza levhaları, hâttâ radyo ve televizyonlarda ya­
yın anonsları, alayı Amerikanca; eh, devlet okullarında
bile, öğretim Amerikanca yapılırsa, elbette böyle olur di­
yeceksiniz; haklısınız ya, bütün bunlar işte, o Trum an
Doktrini ile başlamıştır.
Özellikle genç kuşağın Amerikan hayranlığı, hasta­
lık mertebesindedir; ABD, sanki sütten çıkmış kaşık! Oy­
sa bunların, çok eski yıllara uzanan, son derece karan­
lık hesapları vardır, düşündüm ki onlara şöyle bir atma­
nın tam sırasıdır.)
Ünlü 14 ilke sahibi Başkan W ilson’i kim bilmez, iş­
te o, mutemet adamı Albay H ouse’a, 10 Ekim 1917’de
ne demiş bilir misiniz? “ Türkiye bütünüyle ortadan si-
linmeli ve ona uygulanacak işlem, Barış K onferansın a
bırakılm am alıdır.” Albay House itiraz ediyor: " ... eğer
böyle bir işlem uygulanacaksa, Türkiye’yi galip devlet­
ler arasında paylaştırm am ak; orada ırklara göre özerk
yönetimler kurulm alıdır.” Wilson bu tezi kabul etmiş,
hani masallarda ‘Kırk katır mı, kırk satır mı?’ diye so­
rulur ya, ona benzer bir seçenek!
6 Aralık 1917’de Senato Dış İlişkiler Komisyonu’nda,
ABD’nin Türkiye’ye savaş açması konuşuluyor. Dışişle­
ri Bakanı Lansing, komisyon üyelerine şunları söyle­
mektedir: “ ... bu sorunun ilkin temel olarak, bir sava­
şa başlam anın moral etkisi ve ikinci olarak da, T ürki­
ye ve Am erika’nın birbirlerini uğratabilecekleri dolay­
lı zararlar bakım ından göz önünde tutulması gerekir.
(...) Türkiye’nin Am erika’daki çıkarları hiçbir değer ta­
şımazken, Amerika’nın Türkiye’deki çıkarları pek çok­
tur. Başlıca kültür kuruluşları, milyonlarca dolar değe­
rindedir. Bu kuruluşlar ya kapatılacak, ya onlara el ko­
nulacaktır. Okullar yeni açılmış ve çalışmaktadır, birçok

74
T ürk de bunlara devam etmektedir, gerçekten değerli
bir nüfuzumuz kaybolacaktır.”
İnsanın dehşete düşmemesi mümkün mü?
Mütareke Dönemi’nde Türkiye’nin kurtuluşunu Ame­
rikan Mandası’nda görenlerin çoğu, işte Osmanlı ‘mül­
kündeki’ bu Amerikan okullarında eğitim görmüş aydın­
lardı: Amerika’yı ön hesapsız zanneden onlar! Oysa Al­
bay House, Başkan Wilson’ı, Müttefikler’in Türkiye üze­
rindeki ön hesaplarının neler olduğu hakkında da bilgi
sahibi kılmış; 20 Kasım 1917’de zamanın İngiltere Baş­
bakanı Lloyd George ile bir konuşma yapıyor, söyledik­
lerini Başkan Wilson’a ulaştırıyor; neler öğrenmiş oldu­
ğunu merak etmez misiniz?
İngilizlcr, Alm anya’nın A frika’daki söm ürgele­
rini ele geçirmek istiyorlar; ayrıca, İngiliz egemenliği al­
tında ‘bağım sız’ bir Arabistan ve ‘bağım sız’ bir Erm e­
nistan ile, Boğazlar’ın uluslararası bir yönetime bağlan­
masını! Filistin’e gelince, İngiliz ya da Amerikan yöne­
timi altında olarak, siyonistlere verilmeliymiş!..”
O dönemi kafanızda canlandırın, İngiltere yöneti­
minde kurulacak ‘bağımsız’ Arabistan ile ‘bağımsız’
Ermenistan, O sm anlı topraklarıdır, bu bir; Boğazlar,
O sm anlı’nın can damarıdır, bu iki; savaş sonrasında,
Sevres Anlaşması ile Müttefikler (Amerika dahil) bu ta­
sarıları uygulamaya geçirmeye fiilen çalışmışlardır, bu
üç; Filistin’in -bir savaş gecikmeyle- Amerikan yöne­
timinde olarak Yahudilere (Siyonistlere) verilmesi, es­
ki hesapların ne kadar gerçek ve ciddi olduğunu gös­
teriyor.
Fakat asıl, Albay H ouse’ın Başkan Wilson’a verdiği
M em orandum ’u incelemek lâzım.

75
5

NEREDE PETROL VARSA...

3 Ağustos 1993

(Evet, şu Memorandum!.. Ünlü 14 ilke’sini açıklama­


dan önce Başkan Wilson, Albay House başkanlığında
bir komisyondan, ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını
değerlendiren bir rapor istemiş; bu raporda, ‘istenen ve
geniş kapsamlı amaç olarak’, şu ana fikir ileriye sürü­
lüyor:
“ ... Türkiye’nin Orta Avrupa güçlerine (Almanya ve
Avusturya) bağlanm ası, bir ölçüye kadar, bu memleke­
tin çeşitli yollardan, biraz da baskı ve zor ile yola geti­
rilmesiyle elde edilmişti, izlenen ve istenilen geniş kap­
samlı amaç, Osmanlı İmparatorluğu’nu da içine alarak,
Orta Avrupa’yı güvenli hale getirmek, İstanbul’u ve Bo-
ğazlar’ı tarafsızlaştırıp, uluslararası bir yönetime bağla­
m ak ve Berlin/Bağdad eksenini, B atı’ya dost bir yöne­
tim altına almaktı. Bunu yapabilmesi, adalet ve insan­
lık bakımından da, Ermenistan’ın kendi kendisini yöne­
tebilmesi güveni sağlan m alıydı...”
M emorandum daha sonra, barış koşullarının tartış­
masına geçiyor; bu konuda, Türkiye için bazı düşünce­
ler ortaya atıyor; onlar da şunlar:
“ ... Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi altında bu­
lunan değişik ırkları, baskı ve kötü yönetimden kurtar­
mak zorunludur. Bu en azından Ermenistan’ın özerkliği­
nin ve Filistin, Suriye ve Arabistan’ın medeni milletler ta­
rafından korunmasını gerektirir...”
Bunun neden böyle olması gerektiğini anlamak için
de, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 31 Mayıs 191 9’da, bü-

76
tün elçilik ve konsolosluklarına gönderdiği ünlü genel­
gesinde şu satırlardan bulup çıkarmak mümkün:
petrol bulunan, bulunabilmesi imkânı olan her
yerde, oralardaki petrol kaynakları üzerindeki denetim
durumunu, gelişme umutlarını ve bu alanlardaki petrol
üretimine Amerika’nın karışma (katılma) olanaklarının
bildirilm esi...”
O tarihte öyleydi, sonra değil diyebilir miyiz? Hayır!)
Ocak 1988, Albay House başkanlığındaki komisyo­
nun Memorandum’undan 70 yıl sonra; başkanlığını
Savunma Bakan Yardımcıları’ndan Frek Ikle ve Albert
Wohlstetter’in yaptığı bir komisyon, zamanın Başkanı
Ronald Reagan’a bir rapor veriyor; işin tuhafı, bu rapor
da önceki gibi ‘Filistin, Suriye ile Arabistan’ın (yâni
Körfez’in) medeni milletler tarafından korunmasına’
dair tahminler ve öneriler içeriyor. ‘Medeni Milletler’,
söylemek gerekir mi, elbette başta ABD olmak üzere ‘Ba-
tı’lı ülkeler, yâni ‘Sistem’; korumanın açık nedeni Sovyet-
ler’in bölgeye inmesi ihtimali, gizli nedeni ise petrol!
Önce bizi çok ilgilendiren şu cümleye bir göz atar
mısınız? “ Türkiye, Basra Körfezi’ndeki çıkarlarımız ve
Akdeniz’deki M üttefik donanm alarının korunm asın­
da, kilit bir ülkedir.”
Peki raporun öngördüğü bazı ihtimal ve değerlendir­
meler? “ ... böyle bir hareket başarıya ulaşırsa, Sovyet-
ler, çok önemli ekonomik ve jeo/stratejik avantajlar
elde etmiş olurlar, Batı ittifakına darbe vurulur. (...) Ba-
tılılar’ın böyle bir saldırıyı karşılayabilme yeteneği, 5 0 ’li
yıllara oranla çok zayıflamış durumda; 30 yıl önce böy­
le bir harekâta, İngiltere ve ABD büyük bir güçle karşı­
lık verebilirdi...”
Bilindiği gibi bu ihtimal gerçekleşmemiş, Sovyetler
Körfez’deki petrole ‘saldıramadan, dağılmıştır; iyi de,

77
‘Sistemdin (ABD’nin) Körfez üzerindeki tutkusu, bunun
üzerine ortadan kalkmış mıdır? Ne münasebet! Ameri­
ka bu defa, aynı petrol bölgesinin, ona dost olmayan
köktendinci İslâm ülkelerinin, ya da anti/Amerikan O r­
tadoğu diktatörlüklerinin eline geçmesini bahane edi­
yor, bunun için savaş bile açıyor: Kuveyt/Irak olayı do­
layısıyla bölgenin yaşadıkları, gerçekte, W ashington’ın
taa yüzyılın başından beri tasarladıklarının uygulama­
ya konulmasıdır.
İşin acı tarafı neresi? ‘Sistem’ (ABD), petrolü önce
Türkler’in elinden almak için, Devlet-i Aliyye’nin parça­
lanmasını planlamış; bunu başarıyla uyguladıktan son­
ra, ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti’ni, bu defa, pet­
rol bölgesindeki kendi çıkarlarını korumak amacıyla
‘kullanmayı’ hesaplamıştır. Hâlâ aynı hesaplar içindedir,
hâlâ ‘... petrol bulunan, bulunabilmesi imkânı olan her
yerde, oralardaki petrol kaynakları üzerindeki denetim
durumunu, gelişme umutlarını ve bu alanlardaki petrol
üretimine Amerika’nın karışm ası olanaklarım ’ merak
ediyor; gerektiğinde de, işe el koyuyor.
‘Çekiç Güç’ olgusuna da, ‘Kuzey Irak Kürdistanı’ ol­
gusuna da, PKK olgusuna da, bir de bu açıdan bakmak
lâzım.

M ENDERES’İN A S L A ‘ANLAYAMADIĞI’

4 Eylül 1993

Hanidir yazar söylerim, ABD dünya pazarını büyük öl­


çüde ona daraltan, ‘sosyalist’ etiketli ‘totaliterlik’ (‘D o­

78
ğu Bloku’) ‘işini bitirdikten’ sonra; gözünü, Üçüncü
Dünya’daki ‘merkeziyetçi bürokrasi’ diktalarına dikmiş­
tir: görünüşte ‘demokrasi’ olmadıkları için onları eleş­
tirir, işin aslı başkadır fakat... Siyasal etiketleri ne olur­
sa olsun, bu ‘rejimlerin’ iki ana niteliği, anti/emperya-
list ve milliyetçi olmalarıdır; Küba da böyledir, Libya da
böyledir, Irak da böyledir: ekonomilerini ‘Sistem’e bağ­
lı kılmaz, ulusal pazarlarını uluslararası sermayeye aç­
mazlar! Az buz da direnmiyorlar, hani; Kuzey Kore, Vi­
etnam, Irak vs. ‘Sistem’in soğuk ya da sıcak savaş bas­
kısına rağmen, görüldüğü gibi hâlâ ‘kuyruğu dik tut­
maktadırlar’.
Sömürgecilik belâsından paçasını zor kurtarmış olan
ülkenin başat özelliği, özgürlüğüne ve bağımsızlığına
aşırı düşkünlüğüdür, onun içindir ki hemen hepsi an-
ti/emperyalisttir: İstiklâl Savaşı’ndan sonra Türkiye Cum-
huriyeti’nin de, olduğu gibi; Gazi’nin o müthiş sözlerini
unuttunuz mu, ‘Hürriyet ve İstiklâl benim karakterim­
dir’; bu tavır, elbet sözde kalmamış, iç ve dış politikada
somutlaşmıştır. Eskiler bilir, yeniler için söylüyorum:
Cumhuriyetin o ilk yıllarda, Türkiye’nin dış politikası,
‘Sovyet Dostluğu’ üzerine kurulmuştu: İngiltere ile M u­
sul, Fransa ile Hatay, İtalya ile Oniki Ada yüzünden,
aramız açıktı; ABD’nin ise lâfı bile edilmezdi; böyle bir po­
litikaya kimin ağzı ‘Batı yandaşı’ demeye varabilir?
Bu tespiti, ‘resmi ideolojinin’ ısrarla unutturmaya ça­
lıştığı, Gazi M ustafa Kemal’in bazı sözleriyle pekiştire­
lim; o, kendisine ‘Yeni Türkiye’nin ‘ecnebi düşmanlığın­
dan’ söz eden Fransız gazetecisi Maurice Pernot’ya, açık
açık şunları söylemiştir:
eğer ecnebi düşmanlığından, o kadar pahalı elde
edilen bir bağımsızlığa gölge düşürebilecek her şeyden
nefret etmek anlamı çıkarılırsa; evet, bizim ‘ecnebi düş-

79
m am ’ olduğumuz söylenebilir. (...) Henüz güvenimiz
yerinde değildir, evvelce Türkiye’deki ecnebi teşebbüs­
lerinin, ecnebi amaçlartntn içimizde uyandırdığı kaygı­
lar, bütünüyle ortadan kalkmış değildir.” (29 Ekim 1923,
Söylev ve Demeçleri, Cilt III, s. 66-70)
Bunun neden böyle olduğunu merak edenler, eğer
Osmanlı’nın nasıl ‘batırılmış olduğunu’ biliyorlarsa,
M ustafa Kemal’in Neue Freie Presse muhabirine, yine
aynı günlerde söylediklerine kulak vermelidir; demiştir
ki Gâzi:
“ ... Avrupa ile Türkiye birbirine karşı durumdadır.
Bizi aşağı olm aya mahkûm bir halk olarak tanımakla
yetinmemiş olan Batı, yıkılmamızı çabuklaştırmak için,
ne yapmak lâzımsa yapmıştır. Batı ve Doğu zihinlerinde,
birbirine karşıt iki ilke söz konusu ise, bunun en önem­
li kaynağını bulabilm ek için, Avrupa’ya b akm alı!” (27
Eylül 1923, Söylev ve Demeçler, Cilt III, s. 63-65)
Her şey yeterince açık görünmüyor mu? ‘Batı yıkıl­
mamızı çabuklaştırm ak için ne yapm ak lâzım sa yap­
mış,’ onun için de ‘ecnebi teşebbüslerinin, ecnebi amaç­
larının içimizde uyandırdığı kaygılar bütünüyle ortadan
kalkmış değil’; bu temel nedenle, Türkiye Cumhuriye­
ti 1938’e kadar (ilginç değil mi Kemal Paşa o yıl ölmüş­
tür) Batı’dan uzak durmuş, herhangi bir ittifak anlaşma­
sına girmemişti.
1938’den sonra, iki önemli nedenden tavır değişe­
cektir:
1/ Rejim gün geçtikçe ‘halkçılıktan’ uzaklaşıyor; bir
seçkinler diktasına, bir ‘totaliterleşmeye’ yozlaşmakta­
dır; ‘merkeziyetçi oligarşinin’ temelleri atılıyor. 2/ Sov-
yetler’de, Stalin’ci bürokrasi diktası, Lenin’i bir kenara
bırakmış, Büyük Rusya’cıların eski yayılmacı politika­
sına dönmüştür.

80
Bu yüzden Türkiye, Rusya ile anlaşam ayacak, İngil­
tere ve Fransa ile ünlü ittifakı imzalayacaktır; böylece,
Rusya’ya karşı B atı’nın ‘kanatları altına’ sığınmış görü­
nür; görünür deyişim amaçlı, çünkü Ankara aslında to­
taliterdir, demokrasiyi filân umursamaz; o yüzden de bü­
tün İkinci Dünya Savaşı boyunca Mihver ülkeleriyle,
-özellikle Almanya ile- Rusya’ya karşı işbirliği halinde­
dir; bir bakıma B atı’ya (‘Sistem’e) hâlâ giivenememek-
tedir.
Savaş ertesindeki ‘Demokrasiye Geçiş’ politikası­
nın, Milli Şefin ne biçim bir tezgâhı olduğunu tartışmış­
tık; 50 sonrası dem okrat iktidarları, ‘Soğuk Savaş’ta
M oskova korkusuyla Washington’a iyice teslim olduk­
ları zaman, sanıyorlardı ki ABD Türkiye’yi güçlü bir ül­
ke olmak yolunda hızla destekleyecektir; bu, şu anlama
gelmekteydi: İçerde Türkiye eski düzenini (gizli oligar­
şisini) koruyup ‘karma ekonomisi’ ile ‘kalkınmasını’
sürdürecek; dışarda ise, ABD’nin bütün isteklerini yeri­
ne getirecek! Öyle de yaptı fakat kesinlikle ABD’ye ya­
ranamadı, çünkü ‘sistem ’ yalnız dış politikada değil, iç
politikada da tam bir ‘teslimiyet’ istiyordu.
Adnan M enderes, bunun niye böyle olduğunu, asla
anlayamamıştır; tepkisini, hayatıyla ödedi denilebilir.

7
NEREDE O KABADAYI?

7 Eylül 1993

Hele Kore Savaşı’na ‘gözü kapalı’ katıldıktan sonra, Me-


deres’in kesinlikle anlayamadığı şey, ‘Sistendin (ABD’nin)

81
neden dolayı onun ‘içerde’ yürütmeye çalıştığı ‘görül­
memiş kalkınma hamlesi’ne destek vermediği idi; M en­
deres, cumhuriyetin bütün yöneticileri gibi, ulusal ama­
cın ‘çağdaş uygarlık seviyesini y akalam ak’ olduğuna
inanmıştır; karşı çıktığı CHP’ye göre elbette daha liberal­
di ama, onun liberalliği daha önce saflarında bulundu­
ğu Fethi Bcy’in ‘Serbest Fırkası’nın liberalliğinden öte­
ye geçmiyordu, yâni ‘milliyetçi’ idi.
Yalnız o mu, ekonomiyi ne kadar halk çoğunluğu
aleyhine, kendi lehine işletirse işletsin, merkeziyetçi cum­
huriyet oligarşisi de, bu manada ve bu düzeyde, ‘milli-
yetçi’dir; rejimin tek partiden çok partiye geçişi, kalkın­
ma stratejisini değiştirmez; o kadar değiştirmez ki,
1964’te Dünya Bankası ve IMF’nin icazetini alarak -tıp­
kı Çiller gibi- T ürkiye’nin Başbakanlığına ‘paraşütle
indirilmiş olan Demirel, iç dinamiklerin basıncıyla Bü­
yük T ürkiye’ idealine takılır; ünlü yedi büyük sınai kal­
kınma projesini, -B atı asla yüz vermediği için- Sovyet­
le rle kamu teşebbüsü olarak gerçekleştirir; böylelikle,
Sistem ’in ‘kara listesi’ndeki yerini alır.
‘Sistem ’ 1950’den bu yana, neredeyse yarım yüzyıl­
dır, Türk ekonomisini kayıtsız şartsız kendisine enteg­
re etmeye uğraşıyor, hâlâ bunu tam anlamıyla başarabil­
miş değil; bunda halk yığınlarının sessiz direnişi kadar,
şu iki faktörü görmemek yanlış olur:
‘Sistem’ aslında sinsi oligarşinin çıkarına işleyen ‘ka­
mu öncülüğündeki karma ekonomi düzeni’ni, ‘Sistem’in
çıkarına işleyecek bir vahşi liberal ekonomi düzenine çe­
virmek istiyor. Bu elbette kurulu düzenin işleyişinden
‘yararlanan’ ‘siyasi toplum’ kadar, onun uzantısı ve on­
dan beslenen sözde ‘sivil toplum’ kuruluşlarının da işi­
ne gelmez. Rejim’in ‘ürettiği’ özel sektör, her düzeyde
oligarşiyle ortakyaşam (symbiosis) halindedir; yâni bü­

82
rokrasi KİT’leri zarar ettirmek pahasına, birçok sanayi
hammaddesine ucuz fiyat koymasa, ‘yerli’ sanayici on­
ları ucuza alıp biraz işleyerek, anasının nikâhına sata­
maz; ayrıca, gümrük himayesi, teşvik vergi iadesi vs. de
onun lehine işler; oysa Türkiye’nin ulusal pazarını ‘ec-
nebi’ye açtık mı, elbette Osm anh’nm Kırım Savaşı erte­
sindeki yaşadıklarına benzer dramlar yaşanacak, ulusal
ekonomi çökecektir; yâni ‘küreselleşecek’tir.
İşte burada klâsik bürokraside mevcut, Atatürk dö­
neminden kalma refleksler devreye girer ki ikinci sebep
de budur: Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu tarihten bu
yana Batı’ya güvenememiştir, vaktiyle onun ‘yıkılmamız
için ne yapmak lâzımsa yapmış olduğunu’, ‘ecnebi teşeb­
büs ve amaçlarının içimize ne kaygılar saldığını’ unuta­
maz; ‘Sistem’ (Dünya Bankası ve IMF) ne derse desin,
ne kadar bastırırsa bastırsın, uygulamada ayağını sürür,
yorgunu yokuşa sürer, bildiğini okur.
Liberalleşmeden özelleştirmeye, ‘Sistendin dayattığı
değişikliklerin (transformasyon ya da değişim), handiy­
se yarım yüzyıldır gecikmesinden ‘hikmet’ işte budur;
‘Sistendin oligarşinin bu ekonomik direniş çekirdeğini
kırmak istemesi de, Irak’ı, Suriye’yi, Libya’yı niçin tam
teslim almak istiyorsa, işte ondan!
Türk aydının bu konuda neden diyalektik davranma­
sı gerektiği acaba açıkça görüldü mü?
‘Sistendin ülkemizde oluşmasını istediği ‘İkinci Cum­
huriyet’ (‘Sivil T oplum ’) belki merkezi oligarşinin gizli
totaliterliğini kıracak, sahte ‘sivil toplum ’ kuruluşlarını
tasfiye edip, sahicilerinin ortaya çıkmasını sağlayacaktır
ama, bunların hiçbirisi Türkiye için ve Türk olmaya­
caktır; ‘bağımsızlığımızdan’ ve ‘özgürlüğümüzden’ feda­
kârlık edeceğiz, ‘küreselleşecek’ yâni ABD’nin hegemon­
yası altına gireceğiz: böyle bir tavrın Mütareke dönemin­

83
deki ‘Amerikan M an dası’ taraftarlığından, ya da ‘İngi­
liz M uhipliğinden’ hiçbir farkı yoktur; am aç buraya
varmak idiyse M üdafaa-i Hukuk beyhude kurulmuş, İs­
tiklâl Savaşı boşuna yapılmıştır.
Tam tersine, yapılması gereken Türkiye’nin ‘hakla­
rını’ yine ‘Sistem’e karşı savunmak (M üdafaa-i Hukuk);
bunu yapabileceği ölçüde yönetime destek vermek; ama
Anadolu İhtilâli’nin ideallerini tamı tamına yerine geti­
rebilmek için, ‘bütün idarenin halkın eline verileceği’
gerçek ‘sivil toplum u’ kurmaktır. Bunun için ‘muhtaç
olduğumuz kuvvet,’ oligarşinin ‘Bangladeş’in yaşam a
düzeyine mahkûm ettiği’ otuz milyon yurttaşımızın bi­
leğinde ‘mevcuttur’; iş, bu muazzam toplumsal ve eko­
nomik potansiyel gücü, siyasal düzeyde örgütleyip hare­
kete geçirebilmekte, bakın o zaman her şey nasıl yolu­
na giriyor.
Var mı öyle bir kabadayı?

‘İDEOLOJİLER ÖLDÜ’ MÜ?..

27 Kasım 1993

(Söylemedi demeyin, biraz gırgır geçeceğim.)


SSCB’ııin en ‘saltanatlı’ dönemi, Brejnev dönemidir;
‘ideolojik tavır’ bu dönem de, nükleer güç ve Kızılor-
du desteğiyle, bütün dünyaya dayatılıyordu; neydi bu
‘ideoloji’, adına M arksizm/Leninizm denilen Stalin’ci
komünistlik ve bunun içerdiği güdümlü (devletçi) eko­
nomi!
O dönemde Leonid Brejnev’in Güvenlik Danışmanı,

84
M oskova Üniversitesi’ndeki bir konuşmasında, şöyle
bir şeyler deseydi, acaba nasıl değerlendirirdiniz?
en büyük askeri güç, en büyük ekonomi, en di­
namik çok uluslu toplum biziz; bizim liderliğimiz, dün­
yanın dört bir yanında istenmekte, ona saygı duyul­
maktadır. (...) ideallerimiz ve çıkarlarımız, yalnızca an­
gaje olmamızı değil, yönetmemizi de zorunlu kılıyor; ne
am açla mı, dünyada güdümlü (devletçi) ekonomiyi ve
komünizmi yayıp geliştirmek am acıyla! Çünkü bu bi­
zim güvenliğimizi ve çıkarlarımızı korur; çünkü bu, ay­
nı zam anda evrensel ve Sovyet olan değerlerin bir yan­
sım asıd ır...”
Değerlendirmemiz hiç kuşkusuz M oskova’nın ‘ide­
olojik bir savaş yürüttüğü’, ‘çıkarlarına uyan bir değer­
ler sistemini, dünyaya kabul ettirmek istediği yolunda
olacaktı; doğrusu da buydu, işin şaşılacak yanı Ruslar
da bunu saklamıyor, ideolojik bir tavır içinde oldukla­
rını açıkça söylüyorlardı.
Artık ideolojiler öldü deniyor, buna inanan safdiller
de var, bunu milleti uyutmak için savunan hinoğlu hin­
ler de; bu İkincilerin varlığına inanmayanlar mevcutsa,
şimdi diyeceklerim onların elbette huzurunu kaçıra­
caktır.
Neden mi, bakın neden!
Az önce Brejnev’in hayali Güvenlik Danışmam’mn
ağzına yakıştırdığım sözleri, Başkan Clinton’ın Ulusal
Güvenlik Danışmanı Mr. Anthony Lake, 21 Eylül 1993
günü, Johns-H opkins Üniversitesi’nde (W ashington,
DC) söylemiştir; şu farkla ki o söylevinde ‘komünizm’ ye­
rine ‘demokrasi’, ‘güdümlü (devletçi) ekonomi’ yerine
‘pazar ekonomisi’ deyimlerini kullanmıştır; yâni bir yan­
dan ‘ideolojiler öldü’ deniyor ama, ABD en hâlisinden
bir ideolojik tavır sergiliyor; bu ‘tavrı’ netliğe kavuştur­

85
mak için, şimdi ister istemez Anthony Lake’in sözlerini
gözden geçirelim:
en büyük askeri güç, en büyük ekonomi, en di­
namik çok uluslu toplum biziz; bizim liderliğimiz, dün­
yanın dört bir yanında istenmekte, ona saygı duyulmak­
ta d ır...”
“ ... artık ( a b d için) mevcut pazarları m uhafaza et­
mek söz konusu değildir; onları genişletmek ve pekiştir­
mek söz konusudur. (...) ideallerimiz ve çıkarlarımız,
yalnızca angaje olmamızı değil, yönetmemizi de zorun­
lu kılıyor. (Elbette) dünyada pazar ekonomisini ve de­
m okrasiyi yayıp geliştirmek amacıyla olacak bu! Çün­
kü bizim güvenliğimizi ve çıkarlarımızı bu korur, çün­
kü bu aynı zam anda evrensel ve Amerikan olan değer­
lerin bir yan sım asıd ır...”
" . . . güvenliğimizden sorumlu her kişi için, Birleşik
Devletler’in davranışının tekyanlı mı, çokyanlı mı ola­
cağını belirlemede bir tek kriter geçerli olacaktır: Ame­
rik a’nın çıkarları! Ç ıkarlarım ıza öylesi hizmet ettiği
zam an çokyanlı, amacımıza böylesi hizmet ettiği zaman
tekyanlı hareket etm eliyiz...” (Le Monde Diplomati­
que, Kasım 1993)
Ne buyrulur? İdeolojiler gerçekten ölmüş mü; yok­
sa, ideolojiler öldü demek, ABD’nin ‘ideolojisine’ uşak­
lık etmek mi? Herkes takkesini önüne koyup ciddi cid­
di düşünmelidir.
(W ashington’in takındığı tavır da, giriştiği hazırlık­
lar da açıkça ‘ideolojik, üstelik, bu tavrıyla ve hazırlık­
larıyla, demokrasinin ve pazar ekonomisinin ABD yoru­
munu, Avrupa Topluluğu’na ve yeryüzünün öteki ülke­
lerine, -cebren ve hile ile- dayatıyor; işin nerelere var­
dığım anlatabilmek için, GATT müzakerelerinin Avru­
pa’da, özellikle Fransa’da kopardığı fırtınaya bir göz at­

86
mak; sözgelişi, Le Monde Diplomatique’in son sayısın­
daki iki yazının sadece başlıklarını okumak yeter.
Anthony L ak e’in söylevini tartışan Jacqu es Decor-
noy’ııın yazısı, şu başlıkla verilmiş: “ Dünyanın Yöneti­
mi İçin Amerikan Saldırısı” ; M ichael K lare’ın yazısının
başlığı ise, şöyle: “ W ashington’daki Strateji U zm anla­
rı, Yeni Savaş Seferlerine H azırlanıyor” ; üstelik bu ya­
zının yazarı Klare bir Amerika’lı, çok da ilginç şeyler söy­
lemiş, onun söylediklerine de sıra gelecek elbet şimdilik
siz ‘ideolojilerin ölüp ölmediğini’ diişünedurun!
Bizde de çok meraklısı var da!)

9
‘İKİLİ SAVAŞ’TEHLİKESİ

30 Kasım 1993

‘Serbest Pazar Ekonomisi' de, ‘Demokrasi’ de, ABD için


neden bir ‘ideoloji’dir, Mr. Anthony Lake’in konuşma­
sını ele alarak, şöyle bir dokunmuştuk; iş o kadarla, o
düzeyde kalıyor mu, hayır; her süper güç gibi ABD de
kendi ‘ideolojisini’ yeryüzüne egemen kılmayı amaçlı­
yor; peki neyle yapacak bunu, barışçı diplomatik ilişki­
lerle mi, ne münasebet, ABD’nin muazzam silâhlı gücü
emre hazır.
‘İnsan hakları’ meraklısı Clinton Yönetimi, 1 Eylül
1993’te, o tarihte Genelkurmay Başkanı olan Gnl. Co-
lin Povvel’in ağzından, Pentagon’un bir ‘planını’ açıkla­
mıştı; Gnl. Powel o münasebetle demişti ki:
Sovyet İm paratorluğu’nun yerini, ondan çok
farklı şeyler almıştır; örneğin Kuzey Kore gibi, Irak gi­

87
bi, yöresel yapıdaki öteki tehlikeler gibi b elâlar...” Açık­
lanan plan, ABD silahlı gücü için ‘ ... aynı anda iki yöre­
sel güç ile savaşmayı, onları etkisiz hale getirmeyi görev
olarak’ öngörüyordu; zaten bir gün sonra Savunma B a­
kanı Les Aspin, ‘tehlikeleri’ somutlaştırmış, adını koy­
muştu: Kuzey Kore ve Irak!
İnsan hayret eder, bu kadar barış meraklısı geçinen
ABD, savaşmadan yapamıyor mu? Niye dünyanın öbür
ucundaki birtakım ülkelere, ‘serbest pazar ekonomisini’,
ya da ‘demokrasiyi’ ihraç etmek istiyor? Bunun vaktiy­
le sscB’nin ‘güdümlü ekonomi’yi ve ‘totaliter komü­
nizmi’ ihraç etmek istemesinden ne fark var?
Hampshire College profesörlerinden M ichael Klare,
bakalım sorunu nasıl ele almış:
“ ... SSCB çok tehdit olarak göründüğü sürece, Kong­
re üyeleri, ulusal servetin önemli bir kısmım askeri mas­
raflara ayırmayı kabul ettiler; fakat, bu tehlike yok olun­
ca, üyelerin çoğunluğu askeri m asraflarda önemli indi­
rimler yapılmasını istediler; Pentagon’un bu zihniyeti
yenebilmesi ancak yeni bir hasım (rakip, tehlike, tehdit)
ortaya koyması ile mümkündü; ‘Soğuk Savaş’ boyunca
ABD, Varşova Paktı ile savaşabilecek çok pahalı, yüksek
teknolojiye dayanan bir güvenlik ‘sistem ’i kurmuştu,
onu muhafaza edebilmek için, mevcut ya da mevcut ol­
duğu iddia edilen tehdidin, hiç değilse sscB’nin temsil et­
miş olduğu tehdide yakın bir tehdit olm ası gerekiyor­
d u ...” (Le Monde Diplomatique, Kasım 1993)
Türkçesi, ‘Sistem ’in ‘serbest piyasa ekonomisi’ ide­
olojisini dünyaya kabul ettirebilmek için, muazzam bir
askeri gücü ayakta tutmaya ihtiyacı var; buysa, Ameri­
ka Birleşik Devletleri vergi mükelleflerine, yılda iki yüz
yetmiş beş milyar dolara patlıyor; bu rakamın Kong-
re’den geçebilmesi için, üyeleri ABD’nin en az SSCB çapın­

88
da büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğuna ik­
na etmek lâzım.
İyi de, o çapta ve güçte bir tehdit ve tehlike var mı?
Prof. Michael Klare, yazısında bu soruya şöyle cevap
veriyor:
Üçüncü Dünya ülkelerinin bazılarında modern
silâhların var olduğu bir gerçektir, bunlar büyük ope­
rasyonlar yapabilecek güce de sahiptirler; dahası, ara­
larından bir düzine kadarı ufak çapta bir nükleer güç
imkânı edinmiş bulunmaktadır, bazılarının kimyasal si­
lâhları olduğu da bilinmektedir; ne var ki, bütün bun­
ların arasında, ABD’ye meydan okuyabilecek olan, - ‘ge­
lişm iş’ Kuzey ülkelerinin dışında (Avrupa, Japonya
vs)- Birleşik Devletlerde boy ölçüşebilecek sadece üç
ülke sayılabilir ki, bunlar da Çin H alk Cumhuriyeti,
H indistan ve İsrail’dir; ve bu üç ülkenin hiçbirisi, ‘te­
rörist’ bir ülke d eğ ild ir...” (Le Monde Diplomatique,
Kasım 1993)
Geriye kim kalıyor? Pentagon’un ‘planında’ adı ge­
çen ülkeler, yâni Küba, İran, Irak, Kuzey Kore, Pakistan,
Suriye, Vietnam vs. Klare’a göre, bunlar ciddi birer teh­
dit oluşturmaktan uzaktırlar, “ ... ve bu koşullar altın­
da Pentagon’un tasarladığı türden ikili savaş tehlikesi
basbayağı bir abartm adır.” ; yâni, bunlar küçük ülkeler,
o muazzam savaş aygıtına az gelirler, çaresizlikten Pen­
tagon aynı zamanda iki savaş teorisini icat ediyor, ama­
cı o süper savaş gücünü muhafaza edebilmek!
Niçin? Sakın ‘ideoloji ihracı’ ve ‘dünya egemenliği’
için olmasın?

89
10

‘DESTEK’ M İ,‘KÖSTEK’ M İ?

5 Şubat 1994

ABD T icaret Bakanı R on B row n’ın, T ü rkiy e’nin deva­


lüasyon kararından sonra, basına yaptığı açıklamayı
gördünüz mü? Görmeliydiniz, çünkü bir ibret belgesi;
‘mumaileyh’ diyor ki, ‘T ürkiye’nin sorunları var am a,
hangi ülkenin yok; ABD’nin de ciddi ekonom ik sorun­
ları var; biz T ü rk ekonom isinin geleceğini iyi görüyo­
ruz, onun içindir ki T ürkiye’yi, ilişkilerimizi geliştire­
ceğimiz on ülke arasında sayıyoruz; yakında, bu ilişki­
leri nasıl geliştireceğimiz konusunda yaptığım ız hazır­
lıkları öğreneceksiniz, özellikle yatırım , ihracat ve or­
tak projeler üzerinde duruyoruz.’ T ürkiye’de herkesin
ekonominin çöktüğünü sandığı sırada ‘büyük dost’tan
ne büyük destek! Eh, tabii parası değer kaybeden o de­
ğil ki!
ABD Ticaret Bakanı, neden dolayı Türk ekonomisi­
nin geleceğini ‘parlak’ gördüğünü de söylemiş, ona gö­
re ‘Türkiye’nin ekonomik tutumu doğrudur ve geçerli-
dir, çünkü dışa açılma (küreselleşme), özelleştirme, ser­
best pazar ilkeleri üzerine kurulmuştur; bu ilkeler için­
de kaldıkça, Amerika T ürkiye’yi destekleyecektir; ay­
nen, öteki dokuz ülkeyi destekleyeceği gibi. Elbette, o ül­
keleri merak ediyorsunuz, sayalım: Çin, Hindistan, Bre­
zilya, Arjantin, Güney Kore, M eksika, Endonezya, Po­
lonya, Güney A frika! Nasıl, beğendiniz mi? ( a t v , 28
Ocak 1994)
Meraklısının bildiği üzere, bu ülkeler; XXI. yüzyıl
içerisinde, dünyanın büyük ekonomileri arasına girece-

90
ği varsayılan ülkeler; tabii, Türkiye’nin de onların ara­
sında sayılması, onur verici, yüreklendirici bir olay!
Ron B row n’in söylediklerini, on gün kadar önce,
New-York Dış Politika D erneği’ndeki konuşmasında,
U lu slararası T icaretten Sorum lu M ü steşar Jeo ffrey
Garten da söylemişti; hem de, adı geçen on ülkeyi ay­
nen sıralayarak! Yalnız Jeoffrey Garten, alman bu ye­
ni kararı, eski ve yanlış bir uygulamadan geri dönüş
olarak gösteriyordu; diyesi oydu ki, Washington uzun­
ca bir süre ekonomik ilişkilerinde bazı siyasi öncelikler
tanımış, sözgelişi insan ve işçi haklarına riayet etmeyen,
ülkesinde baskıya başvuran ülkelere, epeyce uzak ve so­
ğuk durmuştu; oysa bunun sonucunda parsayı toplayan­
lar, Almanlar ve Japonlar olmuşlardı; bu iki ülke, bir­
çok yerde ABD’yi ikinci plana itmiş, birçok yerde ‘pazar
payını’ genişletmişti, (trt -1)
M üsteşarda B ak an ’ın sözleri birbirini tamamlıyor,
anlaşılıyor ki Washington eskisi kadar demokrasi hava­
risi rolünü benimsemeyecek, o da ekonomik çıkarları­
nı daha ön planda tutacak; çünkü insan ve işçi hakla­
rının, siyasi baskıya direnişin yerine koyduğu ilkeler;
öteden -geçen yüzyıldan- beri bildiğimiz ‘açık kapı’ po­
litikasının ilkeleri; şimdi adına ‘küreselleşm e’ diyorlar
ya, işte o; B ak an ’ın ağzından anlaşılan, hızlı gelişen on
büyük ülke ekonomilerini bu tertip üzerine ABD’ye aça­
caklar, ‘Sistem ’le bütünleştirecekler, ondan sonra sen
sağ ben selâmet!
Ama, nasıl?
Şimdi bakın, Bakan Don Brown ‘kartlarını’ saklamı­
yor, ‘oyunu açık’: Türkiye ile ilişkilerini nasıl geliştirece­
ğini söylemiş; ‘yatırım yapacak’mış, yâni Amerikan ser­
mayesi Türkiye pazarına yerleşecek; ayrıca ‘ihracatı ge­
liştirecekmiş’, bu da elbet, T ürkiye’nin A m erika’dan

91
-hem de pahalı D olar’la - ‘ithalatının’ artması anlamına
geliyor; bir de ‘ortak projeler’ lâfı var ki, ne tarafa çek­
sen o tarafa uzar; ama herhalde Türkiye, atom araştır­
malarını geliştirmeye kalkışırsa, Washington ona ne ka­
tılır, ne de izin verir; yâni daha ilk bakışta ‘geliştirilecek’
yeni ekonomik ilişkilerin T ürkiye’ye ne bakım dan ya­
rarlı olacağı pek görülemiyor.
Asıl önemlisi, ‘açık pazar’ ekonomisi ilkeleri çerçeve­
sinde, ABD’nin önümüzdeki yüzyıla damgalarını basma­
ları ihtimali yüksek olan ülkelere, endüstriyel ve ekono­
mik (bilgi) güç olarak girip yerleşmesi; böylece o ülkele­
rin ilerde Japonya gibi, Almanya gibi karşısına bağımsız
endüstriyel ve elektronik güç olarak çıkmalarını engelle­
mesidir; yüzeysel bakınca ABD’nin gelişmekte olan ülke­
lere yardımı ya da katkısı gibi görünen ‘proje’ ya da ‘pa­
ket’ gerçekte bir yandan bu ekonomileri denetlemeyi, öte
yandan hepsi büyük ve geniş olan bu ulusal pazarları, Al­
manya ve Jap on y a’ya kaptırmamayı öngörüyor.
Farkında mısınız, bizi süzme salak sanıyor bunlar!

11

BİRİLERİ, BİRİLERİNİ ALDATMIYOR MU?

14 M art 1995

Güm rük Birliği’ne girdik, eh, ‘dideler ruşen!’


Bir manada bu, ‘küreselleşme’nin ve ‘özelleştirme’nin
hem sebebi, hem sonucu: gümrüklerini açıyorsun, ‘kü­
reselleşmiş’ oluyorsun; ‘ecnebi’, yurduna daha kolay gi­
riyor, bu da ‘özelleştirme’nin daha kapsam lı olmasını
sağlıyor! Hiç değilse, koro halinde ‘beyin yıkayan’ me-

92
d ia’nın, halka telkin ettiği budur! Hiç kimse, Devlet-i
Aliyye’nin M uharrem Kararnam esi ile benzer bir serü­
ven yaşadığını hatırlamak istemiyor; Osmanlı pazarı ve
gümrükleri de, ecnebiye böyle açılmıştı; Osmanlı sana­
yii mahvoldu, devlet battı!
Gümrük Birliği’ne girmek, bir manada, davulu bi­
zim boynumuza asmak, tokmağı onların eline vermek;
hayati karar mekanizmalarının dışındayız, AT’nin aley­
hine saydığı hiçbir ‘ulusal’ kararı alıp uygulayamayaca­
ğız, gümrükler sıfırlanacak; belki de, 70’li yıllarda sol­
cu gençlerin icat ettiği tekerleme, gerçekleşecek: ‘Onlar
ortak, biz p a z a r!’ Çünkü uluslararası kapitalizmin,
SSCB’nin dağılmasından sonraki hedefi belli: ‘Sistem’in
denetimine direnen, ulusal ekonomileri kontrol altına
almak; böylece bağımsız ekonomik güç kalmayacak,
‘ucuzluk’ ve ‘kalite’ numarasıyla, ulusal devletin tam
bağımsızlığı, lâfta ‘karşılıklı’ gerçekte ise ‘tek taraflı’ ba­
ğımlılığa çevrilecek!
Bu adımı atmakla, birileri elbet tarihe geçmiş oluyor,
ama nasıl? ‘K o ca’ Reşit Paşa, ‘Keçecizade’ Fuat Paşa,
Sait Paşa, ‘D am at’ Ferit Paşa gibi olmasın?
Tam da açıklığa kavuşturulmayan gerekçe şu mudur?
‘Karma ekonomi’ Türkiye’yi ‘yiyen’ oligarşiyi yarat­
mıştır; KİT’ler iktidarların arpalığı olarak kalmaz, aynı
zamanda yerli sanayiin ucuza beslendiği memelerdir;
adı ulusal, aslında ulusal pazarı sömüren, kalitesiz ve
pahalı bir sanayi oluşmuştur; bürokrasiyle ortak yaşam
sürerek egemenliğini devam ettiriyor; bu da hem ‘kali­
teli ve ucuz’ mala, hem de ‘demokratik ve sivil’ toplu­
ma ulaşmamızı engeller; AT Güm rük Birliği’ne girersek
hem ecnebi rekabeti bu haksız saltanatı yakıp hayatı
ucuzlatacak, hem de sivil ve demokratik topluma geçiş
süreci hızlanacaktır.

93
Bu tespitte doğru taraf çok! Neredeyse yarım yüzyıl­
lık ‘dem okrasi’ye rağmen, ülkede ‘siyasi toplum ’ ege­
menliği, hem de ‘gizli’ bir oligarşi olarak sürüyor; ulu­
sal gelirin önemli kısmı bu mutlu azınlığa gitmektedir,
halkın yüzde ellisi Bangladeş yoksulluğu yaşıyor, de­
m okratikleşm e lâfta yürür, hâlâ tek parti döneminden
kalm a ‘totaliter’ yasalar geçerlidir; yâni bu sayede ger­
çek bir dem okratikleşme yasalarla engellenir; himaye­
ci sanayicilik, Türkiye’de birkaç aileyi (onları hep tanı­
yoruz) tek nesille yeryüzünün sayılı zenginleri arasına
sokm uştur; ara rejimlerle işçi sınıfına takılan çelmeler,
‘yerli’ sanayi için gerçekten dikensiz bir gül bahçesi ya­
ratmıştır - ki bu durum, uluslararası liberal burjuva de­
m okrasisinin standartlarından çok uzaktır.
Deniliyor ki - at ile bütünleşme, AT Gümrük Birli-
ği’ne katılma, T ürkiye’de bu durumu değiştirecektir.
Acaba?
Şimdi bakın, giriştiğimiz serüven, eşitler arasındaki
bir serüven değildir; zurna da zaten burada zırt diyor;
sorunu, propagandanın süsü püsü, liberal bülbüllerin
şakıması içinde değil de, gerçek bir iktisatçı kafasıyla ele
alırsak, ne görüyoruz? Bunu, hiç de devletçi mevletçi ol­
mayan, gerçekte çok liberal bir uzmanın, Erdoğan Al-
kin’in kaleminden okur musunuz efendim?
“ ... önümüzdeki on yıl içinde kişi başına gelir 3.500
dolara, satın alma gücü paritesine göre de en çok 5.000
dolara varabilecek. Avrupa’nın en fakir ülkeleri aynı he­
sapla 10.000 dolara yaklaşırken, Türkiye’nin bu kadar
geride kalm ası, ister istemez akla b aşk a sorular getiri­
yor: meselâ böyle bir gelir farkıyla, Zenginler Kulübü­
ne nasıl üye olu n acak?..”
“ ... şu mütevazı hedefe varabilm ek için Türkiye’nin
yılda ortalam a yüzde 6 büyümesi, yâni ‘dörtte bir’ ve­

94
rimlilik hesabıyla gelirinin yaklaşık yüzde 2 5 ’ini tasar­
ruf edip yatırım lara yönelmesi gerek iy o r...”
“ ... böyle iyimser bir tablo ile bile, kişi başına gelir
on yıl içinde 4.0 0 0 dolara, satın alm a gücü paritesine
göre de ancak 6.500 dolara v arab ilecek ...”
“ ... kişi başın a gelirin on yıl sonra 4 .0 0 0 yerine
5.000 dolara, satın alma gücü paritesine göre 8.000
dolara yaklaşm ası için ekonominin yaklaşık yılda yüz­
de 10 büyümesi gerekir; yâni başka bir deyişle, T ürk
halkı bugün ürettiğinin yüzde 7 5 ’ini tüketip ancak yüz­
de 2 5 ’ini tasarruf ederken, (...) neredeyse aç ve çıplak
dolaşm aya razı olup ürettiğinin yüzde 4 0 ’ını tüketme­
meye ve yatırım lara ayırmaya karar verecek. Ayrıca bu
muazzam yatırım faaliyetini köstekleyecek döviz, altya­
pı, enerji, dış politika, iç politika, insan ve zihniyet dar­
boğazları da olmayacak. Rüya gibi geliyor...” (Milliyet,
7 Mart 1995)
Evet, insana rüya gibi gelen bu tabloya rağmen, on
yıl sonunda yine de en fakir AT ülkesinin bugün on bin
dolar olan seviyesine yaklaşabilmiş olmayacağız. Sizce
birileri, birileriııi aldatmıyor mu? Erdoğan Alkin’in sor­
duğu soru hem haklı, hem gerçekçi: “ Böyle bir gelir far­
kıyla, Zenginler Kulübü’ne nasıl üye olun acak?”

12
CUMHURİYET, 0 ‘RÜYA’YI REDDETMİŞTİR!..

16 M art 1995

Doğrusu ya, o başlığı ‘atan’ genç gazeteciyi merak edi­


yorum: kendinden ne kadar emin! Güm rük Birliği’ne

95
geçişin getireceği sonuçları, madde madde sıraladığı lis­
tenin tepesine, şu kerameti kondurmuş: ‘Yüzyıllık R ü­
yayı Gerçek Kılan On N o k ta!..’ Bundan, Türkiye yüz­
yıldır Batı kapitalist ‘Sistemi’ne gümrüklerini açmak
hayali içindeymiş de, bunu nihayet başarabiliyormuş gi­
bi bir anlam çıkmıyor mu Allah aşkına! Bir başlık için­
de, bu kadar çok yanlışı biraraya getirebilmek, maksat­
lı değilse, epeyce yoğun bir cahillik başarısı sayılmalı!
En başında, Türklerin bu filmi -üstelik geçen yüzyıl
içinde- görmüş olduğunu ‘atlıyor’; dahası Anadolu Ih-
tilâli’nin tam da bu fikre karşı yapıldığını; onun teme­
lini oluşturan ‘M üdafa-i H ukuk D oktrini’ ile ‘savunu­
lan hakların’, kılı kılına, şimdi Güm rük Birliği’ne gire­
bilmek için feda edilenler olduğunu! Lausanne Konfe-
ransı’nda, Batıklar tarafından bize en büyük zorluklar­
dan birisi, ulusal gümrükleri çıkarımıza göre ayarlamak
istediğimiz zaman çıkarılmıştı, bu hakka nice sonra ka-
vuşabilmiştik!
Bu da Osm anlı’nın son döneminde, zaten gümrük fi­
lân kalmamış olduğunu, Düvel-i M uazzam a’nın (‘Sis­
tem’ ) Osm anlı pazarında istediği gibi cirit attığını gös­
termez mi? Gümrükleri ‘Sistem’e açmak, neden yüzyıl­
lık rüyamız imiş, anlayabilene aşkolsun! Osmanlı, 1838
Ticaret Anlaşm ası ile kapıları zaten açmıştı; Türkiye
Cumhuriyeti ise tam tersine, bu ‘hakkı’ bizzat kullana­
cağını ‘savaşarak’ kanıtladı; eğer Ankara tekrar ‘K oca’
Reşit Paşa teslimiyetçiliğine dönüyorsa, bu hiç de yüz
senelik bir rüya değildir; pek pek, sekiz on senelik bir rü­
yadır.
Diyeceksiniz ki iki tarih dönemi arasında ne ilgi var?
Tarih bilen ‘rüya’ meraklıları arasından, daha şimdiden,
‘hiçbir benzerlik olmadığı’ fetvasını verenler çıkıyor; ger­
çekte ise, iki anlaşma, maddelerine varıncaya kadar bir-

96
birine benziyor; fark gibi görünen nokta, o tarihte ‘Sis­
tem’ adına şartları İngiltere devlet-i fehimesi’nin ‘dayat­
m ası’, fakat bundan öteki Avrupa ülkelerinin de ‘yarar­
lanacağını’ belirtmesi; şimdi ise ‘Sistem ’in karşımıza
uluslararası tek bir örgüt (AT) halinde çıkmasıdır.
Benzerlik o mertebededir ki, insan dehşete düşüyor:
Başbakan Çiller -onun ‘borazanı’ olan m edia- Gümrük
Birliği’ne girişi Türkiye’nin ‘kurtuluşu ve yükselişi’ di­
ye selâm lamaktadır; ‘K oca’ Reşit Paşa da o ‘m ahut’ an­
laşmayı O sm anlı’ya ‘kalkınma yolunu açacak’ diye se-
lâmlamıştı; oysa zamanın İngiltere Dışişleri Bakam Lord
Palmerstone, anlaşmayı bir ‘capo d ’opera’ (ancak ope­
ralarda rastlanabilecek güzellikte bir şaheser) diye ad ­
landırıyor, yıllar sonra olayın irdelemesini yapan Yusuf
Kemal Bey ise, Reşit Paşa ve arkadaşları için şunları ya­
zıyordu: “ ...b u muahedenin, neticede, memleketin sa ­
nayiini belini doğrultam az bir hale getireceğini, devle­
tin başına Düyun-u Umumiye idaresi gibi bir belâyı mu­
sallat edeceğini elbette keşfedem iyorlardı.” (Harici Ti­
caret Siyaseti, ‘Tanzim at’, s. 314, 1940)
İyi de Devlet-i Aliyye zaten ‘kapitülasyonlarla Ba-
tı’ya teslim olmuştu; o devirde ithal malları ancak yüz­
de 3 gibi önemsiz bir gümrük resmi ödemekteydi, hât­
tâ bu, çeşitli sebeplerden yüzde l ’e inebiliyordu, ayrıca
Avrupalılar vergi ödem iyorlardı’ öyleyse, ‘açık k apı’
siyasetinde niçin diretiyorlardı? D oğan Avcıoğlu, ünlü
eserinde bunu şöyle anlatıyor:
“ ... bununla birlikte, O sm anlı’d a serbest ticarete
önemli kayıtlar getirilmişti. İç ticaret Osm anlı tebaası­
na aitti. Yabancı tüccar iç ticarete girip yerlilerle rekabet
edemezdi. Bir malın alım satımı, bir ruhsat karşılığında
belli kişilerin tekeline verilmişti. Üretici malını ruhsat
sahibi bu kişilere satm ak zorunda idi. Yedd-i vahit/te­

97
kel denilen bu usul yalnız hububat vb iç ürünlere değil,
ithal mallarına da uygulanm aktaydı. (...) bu tekel du­
rumu İngiliz tüccarlarını rahatsız ediyordu. Nitekim
Palmerstone, 30 Kasım 1833’de İstanbul’daki sefirine
yazdığı mektupta, ‘yedd-i vahit usulünü kaldırmaya ça­
lışın’ direktifini vermekteydi. (...) Bundan başka, iç ti­
caretten geniş ve çeşitli vergiler alınmaktaydı. Emtianın
bir şehirden ötekine nakli, ruhsat tezkeresi gerektir­
mekteydi. Şüphesiz kapitalist gelişme yoluna girmeye
niyetlenen bir Türkiye’nin, iç ticarete getiren bu pre/ka-
pitalist düzene özgü bütün bu kayıtları kaldırm ası lü­
zumluydu am a, güm rük duvarlarıyla ileri kapitalist ül­
kelerden kendi iç pazarını korum ak şartıyla. (Cumhu­
riyet bunu yapmıştır) oysa 1838 Anlaşması ile, dışa kar­
şı korum a tedbiri getirmeden içerdeki kayıtların kal­
dırılması, ülkeyi Avrupa’nın ‘açık pazarı’ y ap m ıştır...”
(Türkiye’nin Düzeni, s. 52, Aralık 1968, Birinci Basım)
Türkiye’nin gerekli ve zorunlu tedbirleri almadan,
paldır küldür Avrupa Güm rük Birliği’ııe girmesi, aynı
sonuçları verecek midir vermeyecek midir, bunu hep bir­
likte yaşayıp göreceğiz.
Şimdi isterseniz, iki anlaşmanın karşılaştırılmasına
geçebiliriz.

13
‘GÜMRÜK BİRLİĞİ’, ‘RÜYA’ DEĞİL, ‘KÂBUS’!..

18 M art 1995

(Bir ay oldu mu? Cengiz, İzmir’den gelmişti: ciddi bir


hukukçu, güvenilir bir avukat; önümüze, İstanbul’u İs­

98
tanbul yapan o buz mavisi Boğaz manzaralarından bi­
risini çekmiş, söyleşiyorduk; gündemimiz, Gümrük Bir­
liği; önemli bir noktaya parmak bastı:
Güm rük Birliği’ne girmek, yarım yırtık bir hü­
kümetin kendi başına yükleneceği bir sorumluluk ola­
maz; ülkenin geleceğini ipotek altına alıyor; bence kap­
samlı bir referandum yapılmalı, cevap halktan alınm a­
lıy d ı...”
Tespit de, değerlendirme de, bana çok yerinde görün­
müştü; burada bahsi size açmayı düşünüyordum, geçen
akşam tecrübeli bir politikacı (Korkut Özal) televiz­
yondaki tartışmada aynı şeyi söyledi; ona göre de bu iş
aceleye getirilmişti; değil halk, media ve siyasetçiler bi­
le, Gümrük Birliği’ne girmemizin bize neyi getirip neyi
götürdüğünü doğru dürüst bilmiyordu; oysa sorun, bü­
tün verileriyle kamuoyuna sunulmalı, enine boyuna tar­
tışıldıktan sonra, bir referandumla bağlanmalıydı.
Ne denir, aklın yolu bir!)
O genç ‘meslektaş’ ‘Yüzyıllık Rüyayı Gerçek Kılan
On N o k ta’yı gazetesinde şöyle özetlemiş:
a/ Tarım ürünleri hariç, Türkiye’de, AB’de ya da
üçüncü ülkelerde üretilen mallar, ‘serbestçe’ dolaşabile­
cek! (Yâni, bildiğimiz ‘açık kapı’ politikası.) b/ Gümrük
vergileri sıfırlanacak; Alî tekstil kısıtlamasını kaldıracak
ama Türkiye de anlaşmadan doğan yükümlülüklerini
yerine getirecek! (Yâni, iç pazarını AT’ye teslim edecek.)
d Beş yıi içinde Türkiye standardizasyon, ölçüm ve ka-
librajda, ABD mevzuatına uygun davranacak! (Yâni T ür­
kiye’de AT standardı işleyecek.) d/ Türkiye’nin öteki ül­
kelere uygulayacağı ithalat ve ihracat politikası, AB mev­
zuatına aykırı olmayacak! (Yâni Türkiye ulusal açıdan
istediği ülkeyle istediği ekonomik ilişkiye giremeyecek,
AT’nin çıkarına uygun davranacak.) e/ İşlenmiş tarım

99
ürünlerinde, karşılıklı ve üç aşam alı olarak gümrük sı­
fırlamasına gidilecek! (Yâni et süt sebze meyve hâttâ ta­
hıl konusunda, AT’nin T ü rk pazarım istilasına yeşil ışık
yakılacak.) f/ Türkiye devlet tekellerinin iki sene içinde
kaldırılması konusunda, Avrupa Birliği ile uyuma gire­
cek! (Yâni T ürk ekonomisinin yetmiş yılda ecnebiye
karşı yarattığı ‘ekonomik kaleler’ teslim edilecek.) g/ Ta­
raflar ithal m allara dolaylı ya da dolaysız olarak, milli
m allara uyguladıklarından fazla vergi koyam ayacak!
(Yâni, gümrükler dışında, yerli mallar, yabancı istilası­
na karşı, başka vergilerle de himaye edilemeyecek.) h/
Siyasi diyalog geliştirilecek ve iki taraf dış güvenlik ko­
nularını tartışm ak için biraraya gelecek! (Yâni, T ü rki­
ye’nin dış politikası da, dış güvenlik konuları da, AB’nin
denetimi altında yürütülecek.) N asıl iyi mi? (Hürriyet,
6 M art 1995)
Evet, ister inanın, ister inanmayın, meğer ‘yüz yıldır’
Türkiye bu ‘rüyayı’ görüyorm uş da, haberimiz yok­
muş! Erdoğan A lkin’ın hesabına göre, on yıl bütün ge­
lirimizin yüzde kırkını yatırıma ayırsak (nerede o gün­
ler?) bile, en yoksulunun güç seviyesine ulaşam ayacağı­
mız bir ekonomik ‘sistem ’e, kapılarım böylesine ardına
kadar açmak, T ürkiye’yi yeniden Avrupa’nın ‘gizli’ sö­
mürgesi haline getirir mi getirmez mi, hele bir düşünü­
nüz!..
... ama efendim, ‘dünyadaki ekonomik güç odakla­
rının dışında kalam azm ışız, içlerinden birisiyle bütün­
leşmemiz kaçınılmazmış, işte bu da onun ilk adımıymış,
ilerde Avrupa Birliği’nin ‘yıldızlarından’ birisi de T ü r­
kiye olacakm ış, ham hom şarolop !’ ..
1838 Osmanlı/Ingiltere Ticaret Anlaşm ası imzalan­
dıktan sonra, İngiltere’nin o zam anki Dışişleri Bakanı
Lord Palmerstone, ne demişti bilir misiniz? İstanbul’da-
ki büyükelçisine gönderdiği talim atta, Sultan’ın te­
baasının servet ve refahları artacak, sanayi önemli bir
gelişme gösterecek, bunu gereken kişilere an latın ız...”
diyordu. ‘K o ca’ Reşit Paşa ise, ölüm döşeğindeki Sul-
tan ’a, ‘serbest ticaret yoluyla hızlı sanayileşmenin zor
olmayacağını, bunun da açık kapı siyasetinin tehlikele­
rini önleyebileceğini’ anlatıyordu. (D. Avcıoğlu, Türki­
ye’nin Düzeni, s. 53, Birinci Basım, 1968). Farkındaysa­
nız, şimdi B aşbakan Prof. Çiller de hemen hemen aynı
şeyleri söylemektedir; oysa Devlet-i Aliyye’nin sonraki
akıbeti hepimizin malumu, önce sanayii çöktü, sonra da
kendisi!
Sahi 1838 A nlaşm ası’nın o tarihte Devlet-i Aliyye’yi
ihya edeceği iddia olunan maddelerini, AT Gümrük Bir­
liği maddeleriyle karşılaştıracaktır değil mi?
Zaten sıra oraya geldi.

14
‘DAHİLİ VE HARİCİ BEDHAHLAR...’

21 M art 1995

(Türk aydını, kendine acaba neden şu soruyu sormaz:


‘İngiliz de, Fransız da, Alman da batılıdır, aynı uygar­
lık içindedir de, neden İngiliz Fransız’a, Fransız Alman’a,
Alman İngiliz’e benzemez; ayrıca hepsi de batılı olduğu
halde, neden yüzyıllar boyunca savaşmış durmuşlardır?’
Soru akıllıca sorulsa cevap Türkiye’nin ‘çağdaşlaşm a­
sının’ batılıya benzemek sandığını ortaya koyacaktır;
oysa Avrupa Topluiuğu’nda birleşmeye çalışan batılı ül­
kelerin -bırakın derinlemesine irdelenmesini- televizyon

101
yayınlarını izlemek bile, bunların birbirlerinden ne ka­
dar ‘farklı’ olduklarını kavram aya yetecektir.
Türk aydını, ‘çağdaş’ olmanın aslında ‘farklı’ ve ‘öz­
gün’ olmayı içerdiğini anlamış olsa, 1838’de İngiliz/Os-
manlı Ticaret Anlaşmasını, günümüzde ise Avrupa Güm­
rük Birliği Anlaşması’nı gözü kapalı imzalar, ‘yuları böy-
lece Avrupa’lıya teslim eder’ miydi?)
Brüksel ‘fatihleri’ âdet üzere T ürkiye’ye ‘çağ atlatı­
yor’, henüz değişen bir şey olmadığı halde, yeni ‘bir dö­
nemin başladığını’ kemal-i iftiharla ilân ediyorlar. Aca­
ba? Güm rük Birliği’nden geçtim, Portekiz ve Yunanis­
tan, AB’nin tam içindedir; girmeden öncesine oranla bu
iki ülkede ‘daha iyi olan’ kaç şey sayabilirsiniz? Gittik­
çe daha çok AB büyüklerinin açık pazarı, ya da nüfuz
alanı haline geliyorlar.
1838 Ticaret Anlaşm ası’m imzaladıktan sonra, Dev-
let-i Aliyye’nin olduğu gibi. Fakat önce, şu ünlü Anlaş-
m a’nın maddelerine bir göz atmayalım mı? a/ 1838 An­
laşm ası, Dcvlet-i Aliyye’nin her yanında uygulanacak­
tır. (Yâni M ısır’ın kapitalist gelişmesinde stratejik rol
oynayan, dış ticaret tekeli yıkılacaktır.) b/ Bu Anlaşma
‘ilelebet mer’i ve muteber olacak ve Anlaşm a hükümle­
rinden öteki bütün ülkeler de yararlanacaktır. (Yâni,
imzalanan aynı tip anlaşmalarla ‘Sistendin tamamı -b u ­
günkü Avrupa T opluluğu- O sm anlı’ya hükmedecek­
tir.) d Kapitülasyonlar devam edecek, yeni anlaşmayla
tanınan yeni im kânlar eskilerine eklenecektir. (Yâni
bugün ne yapılıyorsa, o gün de yapılmıştır.) d/ Gerek iç
gerek dış ticaret amacıyla İngiliz (Siz Avrupa’lı anlayın)
tüccarlar, onların Osmanlı ortakları ve adamları (gayr-ı
müslim anlayın) memleketin her tarafında her çeşit em­
tiayı, bila istisna alıp satabilecektir. (Yâni ecnebi mallar
serbestçe dolaşacaktır.) e/ ‘Yedd-i vahit’ usülü ‘bilkülli-

102
ye terk ve iptal olacaktır’ . (Yâni Hayriye tüccarı hima­
yesiz kalacaktır.) f/ İngiliz (Avrupa’lı anlayın) tüccarlar,
ortakları ve adam ları, iç ticarette en imtiyazlı yerli tüc­
cardan fazla vergi ödemeyecektir. (Yâni, yeni Gümrük
Birliği A nlaşm asındaki g şıkkı, aşağı yukarı aynen söy­
lenmiş.) g/ İthalatta yalnız yüzde üç ithal resmi ödene­
cektir. (Yâni ecnebi bir tüccar Osm anlı ülkesinde sattı­
ğı m allar için yüzde 5 resim öderken, Osmanlı tüccarı
eyaletten eyalete nakledeceği emtia için yüzde 12 resim
ödeyecektir.) h/ Yabancı mallar, B o ğazlar’dan serbest­
çe geçecek, transit ve aktarma işlemleri hiçbir resme tâ­
bi olmayacaktır; ayrıca İngiliz tüccarı (Avrupa’lı) yalnız
kendi mallarını değil, dış ülkelerden gelmiş her malı Os-
manlı ülkesinin her tarafında, serbestçe alıp satabilecek­
tir. (Yâni, İngiliz’e öncelik tanınm akla birlikte, Devlet-
i Aliyye, geniş ve bakir bir pazar olarak, Avrupa kapi­
talizmine açılmaktadır.) (Doğan Avcıoğlıı, Türkiye’nin
Düzeni, s. 52, Birinci Basım, 1968)
Şimdi elinizi kalbinize koyup, öyle söyleyiniz: T ü r­
kiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin şimdi imzaladığı anlaş­
ma, bazı maddeleri bakımından, bundan daha iyi midir,
yoksa kötü müdür?
Anadolu İhtilâli’nin ruhu, yâni Kuva-yı Milliye R u­
hu dediğimiz ruh, ‘çağdaşlaşm a’nın ‘K o ca’ Reşit Paşa
kafasıyla olmayacağını, bunun için ‘ulusallaşm a’ gerek­
tiğini, ulusallaşmanın da neresinden bakarsanız bakınız,
ancak ‘tam bağım sızlıkla’ mümkün olduğunu anlayan
ruhtu.
Onun içindir ki, sözlerimi Gazi M ustafa Kemal’in bu
konudaki unutulmaz sözleriyle bağlayacağım ; “ ... tam
istiklâl denildiği zam an, tabii, siyasi, mali, iktisadi, ad­
li, askeri, kültürel v s... Her hususta tam bağımsızlık,
tanı serbestlik kasdedilmektedir. Bu saydıklarımın her­

103
hangi birinde istiklâlden mahrumiyet, millet ve memle­
ketin hakiki m anasıyla bütün istiklâlden mahrumiyeti
d em ektir...”
Ya Nutuk’un son kısmındaki şu sözlerine ne demeli?
“ ... birinci vazifen, T ürk istiklâlini, T ürk Cumhuri-
yeti’ni ilelebet m uhafaza ve m üdafaa etm ektir... M ev­
cudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu te­
mel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu
hâzineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bed­
hahların o lacak tır...”
Arkasını getirmeyi içim kaldırmıyor, zaten siz ne
dediğimi elbette biliyorsunuz. İşte tam oradayız.

15
‘TAHTA AT’ UYSAL DEĞİL

23 M art 1995

Dr. Philip R obins’i hatırladınız mı? Hani şu Turkey and


The Middle East/Türkiye ve Ortadoğu isimli kitabın
yazarı: bir süre önce aramızda söyleşirken (‘Aslanı Ka­
feste Tutmak’, Meydan , 21 Ocak 1995) onun Türkiye
üzerine söylediklerini aktarmıştım; ‘muhterem’ açık açık
diyor ki:
“ ... bence T ürkiye’nin önemi negatif bir güç olm a­
sı; yâni istenmeyen bir biçimde davrandığı takdirde or­
taya çıkabilecek sorunlar düşünülürse daha iyi ortaya
çıkabilir. Böyle bir şeyin olm ası hiç arzu edilmez am a,
eğer Türkiye tatminsiz, hırslı, düşmanca bir tutumu be­
nimseyecek olursa, pek çok sorun çıkarabilir. Kıbrıs so­
runu çözülemez. Yunanistan’la savaş çıkabilir. Balkan-

104
lan, örneğin Arnavutluk’la olan bağları aracılığıyla, da­
ha fazla karıştırabilir. Musul vilayetini talep edebilir. Er-
meni/Azeri çatışm asına İkinciler lehine müdahale ede­
bilir. Çeçen sorununa bile k a rışab ilir...”
Son günlerde yaşadığımız, ‘dış provokasyon’ başlı­
ğı altındaki üzücü olaylar; insanın aklına ister istemez,
‘Sistem ’ -am a özellikle ABD- açısından T ürkiye’nin
‘istenmeyen bir biçimde davrandığı’ ihtimalini getiri­
yor: T ürkiye’nin dinamikleri, bölgede birden değişen
stratejik durum, Prof. Çiller hükümetinin tavrını ve tu­
tumunu değiştirmiş; dahası, T ürkiye’nin ‘Sistem ’ için­
deki karşıtlıklarda, ABD yerine AB ve Jap o n y a ’ya mey­
letmesi yolunu açmıştır. W ashington bu konuda hoş­
nutsuzluğunu hanidir gizlemiyordu: Çiller bahsinde
‘büyük hayal kırıklıklarına uğramıştı, ona -besbelli he­
nüz bir alternatif bulamadıkları için- genel seçimlere
kadar ‘süre tanınmıştı’; ne var ki, bu ‘süre’nin daha
başında Çiller, Jap o n y a ile kredi anlaşması yaptı, yet­
mezmiş gibi AB ile Gümrük Birliği A nlaşm ası’na imza­
yı bastı.
Bunu onun yanma bırakırlar mıydı?
Elbette, hayra alamet değildi, olacağını da, ‘işin erba­
bı’ epeyce zaman önce açıkça söylemişti:
“ ... burada ABD ile Avrupa çatışıyor. Türkiye’nin ge­
nel politikası ABD istikametinde değil. Türkiye esas iti­
bariyle Ingiliz/Israil ekseni üzerinde kuruyor politika­
larını. (...) Bu yüzden, politik uzlaşm a olmadığı için,
mesele çatışmaya dönüşecektir. Bu yükselen tansiyonun
üzerine bir sürü terörist faaliyetler, huzursuzluklar otur­
tulabilir rahatlıkla. (...) muhtemelen işçi hareketleri
olacaktır. (...) memur hareketleri olabilir. Ve şehirlerde
rastgele teröre rastlayabiliriz. İşte herhangi bir köprü­
ye, bilmem nereye sabotajlar şeklinde hareketler olabi­

105
lir. Yâni bunlar beklenebilir, karışıklık o la r a k ...” (M a­
hir Kaynak, Cumhuriyet, 14 Şubat 1995)
Yâni ne gerçekleştirilen provokasyon beklenmedik
bir şey ne onun arkasında yatan gerekçe! Türkiye, onu
yarım yüzyıldır yöneten merkez sağ/m erkez sol yöne­
timlerin başına sardırdığı belâyı çekiyor: bu belâ, Mü-
dafaa-i Hukuk ve M isak-ı M illi’nin, lâik ve dem okra­
tik, anti/cmperyalist tavrının terk edilmesi, ‘komünizm­
le mücadele’ kisvesi altında ‘Sistem’in çıkarlarına, an­
gaje olma belâsıdır.
O zaman böyle işte, elini verirsin, kolun gider.
H atırlar mısınız bunlar işe 1960 yıllarında Ermeni-
ler’le başlam ışlardı: A sala terörizmi ki Daşnaksutyun
bağlantılı olduğu söyleniyordu, epeyce bir zam an T ü r­
kiye’nin dış itibarını sarsmıştı; ne var ki Türkiye Erme-
nileri arasında ‘taban ’ edinemiyor, o yüzden içerde is­
tenilen ‘tehdit edici istikrarsızlık’ sağlanam ıyordu.
Sonra öğrencilere bulaşıp, aktivist sol ve sağ öğren­
ci hareketlerini kullandılar; o sayede, iki ‘ara rejim’i ve
bu rejimlerin onlara sağladığı çıkarları zimmetlerine
geçirdiler. Nihayet, PKK ile, öğrencilerde de bulam adık­
ları ‘tab an ’a sahip bir istikrarsızlık faktörünü bulduk­
larını sandılar. İşin birkaç yıl sonra, Sünni/Alevi kışkır­
tıcılığına dökülmesi, o tecrübeden de istedikleri sonucu
alam adıklarını göstermez mi?
Türkiye’yi zaten öcü olarak görmeye hazır dış ülke­
lerde, arzu ettikleri olumsuz imaj yaratılsa da, T ürki­
ye’de halkın arasında geniş ölçüde bir T ürk/K ürt çatış­
ması yaratılam ıyordu; dahası, A nkara ağırlığını ko­
yunca, G üneydoğu’da bir ara gerçekleşir gibi görünen,
PKK/Kürt irtibatı da kesilmişti. İşte o zaman, Sünni/Ale­
vi kartını oynamayı uygun görüyorlar.
Neden? Çünkü Türkiye, O rtadoğu’da, Balkanlar’da,

106
K afkaslar’da ve O rtaasya’da, ABD’nin ona uygun gör­
düğü ‘tahta at’ rolünü, Washington’ın istediği -ve Tur-
gut Ö zal’da bulduğu- iştahla oynamamakta; alttan al­
ta, eskiden O sm anlı’nm nüfuz sahası olan bu coğrafya­
da, kendisine m ahsus bir ‘kutup’ oluşturmaktadır.

16

DERVİŞ’İN ‘FİKRİ’V E ‘ZİKRİ’...

25 M art 1995

Zaman nasıl da geçiyor, neredeyse yirmi yıl olmuş!


1978 Şubat’mda, o tarihte yazdığım Dünya gazetesin­
deki köşemde Onus Probanti/Kanıtın Ağırlığı adındaki
bir kitaptan söz etmiştim: Yazarı Yunanistan Stratejik
Araştırmalar Enstitüsü Başkanı Korgeneral Tagaris, İn­
gilizceye çevireni Georgios Vurnas, yayımlayan Chica­
go’da Armageddon Yayınevi! Bu kitapta, Atina’nın o ta­
rihteki özlemleri dile getiriliyor, meselâ şunlar:
“ ... Yunanlıların, Ermenilerin ve Kürtlerin, ünlü D o­
ğu Sorunu’nu (Şark Meselesi) yeniden, uluslararası alan­
da yoğun bir şekilde öne sürmeleri kaçınılmaz bir görev­
dir. Amaç, uzun süre içinde dahi olsa, T ürkiye’yi böl­
mek olmalıdır. Bu, Yunanlıların, Ermenilerin ve K ürt­
lerin hakkıdır. Tarihe adalet ve T ürk vahşetinin milyon­
larca kurbanının kanı, bu hakkın elde edilmesini gerek­
tirmektedir. (...) Söz konusu hakka dayanarak, Türk-
lerin yabancılardan zorla aldıkları topraklar üzerinde,
bir Ermenistan, bir Kürdistan ve Doğu T rakya’yı da içi­
ne alan bir Küçük Asya kurulm alıdır...” {Dünya, 19 Şu­
bat 1978)

107
Doğrusunu isterseniz, bu ciddi ve önemli belgeyi, ba­
na hatırlatan, İstanbul’da Alevi/Sünni olayları olduğu
günlerde, Kıbrıs Rum Kesim i’nde Rumların örgütlen­
dikleri ‘Küçük Asya H alkları Toplantısı’ oldu. ‘Şark
M eselesi’ni yeniden gündeme getirmek, Sevres Harita-
sı’nı ne yapıp yapıp uygulamaya koymak, aslına bakılır­
sa, 70’li yıllardan beri, ‘Sistem’ tarafından tartışma ko­
nusu yapılmaktadır.
Türkiye’nin gelişmesi ve istikrarı, bu yüzden, çivisin­
den çıkarılıyor; bu yüzden, iç denge bir türlü sürekli
olarak sağlanamıyor. Yunanistan’ın, el altından, T ürki­
ye aleyhindeki her ‘fesadı’ desteklediğinden kuşku yok!
Alevi/Sünni çatışm asında da, kendine göre bir rolü ola­
bilir; fakat, işin püf noktası Ankara’nın ‘Sistem’e (özel­
likle ABD’ye) gerektiği kadar uysal olm am asındadır; ni­
tekim, Doğu Perinçek’in açıkladığı bazı belgeler, işin bu
tarafını da açıklıkla ortaya koymaktadır.
Merkezi Washington’da bulunan M editerranean Af­
fairs (Akdeniz Olayları) Şirketi, yılda dört kere, M edi­
terranean Quarterly dergisini yayımlıyor; bu derginin,
1995 Kış sayısında O brad Kesiç diye biri, ‘ABD/Türki-
ye İlişkileri Yol Ayırımında’ başlıklı bir yazı yazmış,
diyormuş ki:
ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher’in 30
Eylül 1994 tarihinde Kürt politikasına ilişkin uyarısı,
A m erikan/T ürk ilişkilerini belirsizliğe ve soğukluğa
iten değişikliklerin işaretini verdi. Bu uyarı A nkara’nın
artık W ashington’dan gelen vaazlara karşı sabrının tü­
kenmekte olduğunu gösterm esi üzerine yapıldı. Böyle-
ce Am erikan/Türk ilişkileri yol ayırımına geldi. Çünkü
Türkiye, ABD’nin O rtadoğu, T ürk Cumhuriyetleri ve
Balkanlar’daki beklentilerine cevap vermedi. Böylece
ABD Türkiye ile ilişkilerini sorgulam aya başladı. Böyle-

108
ce Özal döneminde doruğa çıkan ABD/Türk ilişkileri
bunalıma gird i...”
Sebep neymiş, dergi onu da şu şekilde özetliyor:
“ ... 1/ Türkiye, Kuzey Irak’ta özerk bir Kürdistan
kurulmasına razı olm adığı gibi Kürtlerle olan sınırda­
ki önlemleri sıkılaştırdı ve Irak’a uyguladığı siyasal ve
ekonomik tecriti hafifleterek B ağd at’ın durumunu güç­
lendirme çabalarına yöneldi. Üstelik bu girişimini Fran­
sa, Rusya ve Arap ülkelerinin, Irak’a uygulanan am bar­
goyu yumuşatma çabalarıyla aynı zam ana denk düşür­
dü. Türkiye’nin bu durumu ABD Hükümetinde büyük
rahatsızlığa yol açtı. Dışişleri Bakanlığı M üsteşarı Peter
Tarnoff, ‘Washington’m duyduğu hoşnutsuzluğu bildir­
mek için A nkara’ya gö n d erild i...”
“ ... 2 / Türkiye, Türk Cumhuriyetlerinde ve Bal-
kanlar’da ABD ile işbirliği politikasını yürütmedi. T ür­
kiye’nin eski SSCB’de Türkçe konuşan Müslüman halk­
lar arasındaki önderlik girişiminin ABD’nin istediği yolda
gelişmemesi ABD’nin hoşnutsuzluğuna yol açtı...” ( C u m ­
h u riy e t , 17 M art 1995)
İş bu kadarla kalsa, iyi; dergide, bir de hükme varıl­
mış ki, bu hükümle handiyse yirmi yıl önce Yunan ge­
nerali Tagaris’in verdiği hüküm arasında, hemen hemen
hiçbir fark yok.
Lütfen okuyunuz, siz değerlendiriniz:
“ ... Amerikan istihbarat çevreleri, resmi olm ayan
değerlendirmelerinde, T ürkiye’nin ABD’nin dayattığı
yönde uzlaşm ası (Kürdistan’ı himaye kasdediliyor) ha­
linde Türkiye’nin parçalanacağını belirtiyorlar. Yine CJA
çevrelerine göre, Türkiye’yi parçalayacak etkenler şöy­
le sıralanıyor. 1/ Yeniden canlanan ve birleşen Kürt ha­
reketi, 2 / Ekonom ik durgunluk nedeniyle kitlelerin hu­
zursuzluğunun artm ası, 3 / İslamcı ve şeriatçı te p k i...”

109
Dönüp dolaşıp aynı yere gelmiyor muyuz? ‘Sistem’
-özellikle ABD- ‘Aslanı Kafesinde Tutm ak’ arzusunda­
dır, oysa Ankara bu uysallığı göstermiyor, o zaman da
ne oluyor, Mediterranean Quarterly dergisinin öngör­
düğü ihtimal:
ABD’nin sabrı taşabilir, yukardaki etkenler nede­
niyle Türkiye’nin istikrarsızlık durumu, daha da ağırla­
şabilir.”
D aha açık nasıl söylesin?

17
‘HIZLI GELİŞEN STRATEJİK PAZAR’: TÜRKİYE!..

28 Eylül 1995

ABD Ticaret Bakanlığı, yaz ortasında W ashington’da


uluslararası bir toplantı düzenliyor, bizzat Ticaret B a ­
kanı Ronald Brow n’in da hazır bulunduğu bu çalışm a­
dan, amaç, Birleşik Am erika’nın dışarı ile ticaretini na­
sıl artıralabileceğini araştırm ak!
Evet, ABD’nin iç pazarının genişliğine ve zenginliği­
ne güvenip, dış ilişkileri pek önemsemediği o dönem ge­
ride kaldı: iç pazarında bile, şiddetli bir Jap on ve Avru­
pa rekabetiyle karşılaşan Washington, hem içerde hem
dışarda, bu iki rakibine kaptırdığı ‘pazarları’ geri alma­
ya çalışmakla kalmıyor; yeni ve genişlemeye mütema­
yil başka pazarları ele geçirebilmek için stratejiler oluş­
turuyor.
Ticaret Bakanlığı’nın toplantısına üç yüz civarında
ABD’li iş adamı katılmış, ayrıca on başka ülkeden de
temsilciler çağrılmış; neden on yabancı ülke derseniz, bu

110
sorunun cevabı ABD Ticaret Bakanlığı’nın yeni strateji­
yi saptam ak için, önceden yaptırdığı iki yıllık kapsam ­
lı araştırm ada bulunuyor; bu çalışm aların sonunda
sür’atle gelişen on ülke saptanm ış ki, ABD işte bu hızla
genişleyen pazarları ele geçirmeyi, rakiplerinden önce
oralara yerleşmeyi planlıyor.
Bu on ülkeden birisi Türkiye’dir.
M uhalefet uğruna, pahalılığın canımıza okum asın­
dan, ortalam a yurttaş istediği kadar ülkede işlerin yo­
lunda gitmediğini düşünsün, ekonomik göstergeler öy­
le söylemiyor. Avrupa’da eski Doğu Bloku ülkelerine ve
Baltık ülkelerine oranla, Türkiye’nin nasıl çok daha
hızlı bir gelişme içinde olduğuna bir nebze dokunm uş­
tum; bu defa da, ABD Ticaret Bakanlığı’nın gerçekçi ol­
duğundan hiç şüphe etmediğim çalışmasından bahsede­
ceğim.
ABD olaya ‘kendi çıkarları açısından baktığını’ gizle­
memiş; Türkiye’yi, bu açıdan da olsa, şöyle değerlendir­
miş: a/ Hızlı büyüyen bir nüfus, 61 milyonluk bir pazar,
b/ Çok zengin bir üst sınıf ve gelişmekte olan bir orta sı­
nıf. d Bulunduğu bölgedeki stratejik konumu, d/ Büyü­
me potansiyeline sahip olması!
Buradan hareket edilerek, Am erika’nın gerek
zengin üst ve gelişmekte olan orta sınıfa dönük olarak
tüketim malı ithalatını artırabileceği, gerekse büyüyen
bir ülkenin ihtiyaç duyabileceği altyapı projelerinde rol
alabileceği belirtiliyor...”
İtirazınızı işitir gibiyim, peki ABD’li uzmanlar T ü rki­
ye ekonomisinin istikrarsızlığını, gelişmesinin inişli çı­
kışlı trendini, risk faktörünün yüksekliğini görm üyor­
lar mı? Görmez olurlar mı hiç, zaten raporun ve k ara­
rın önemi de orada; çünkü “ ... ABD Ticaret Bakanlığı,
bu istikrarın bozulabileceğini, ekonomik krizlerin yaşa­

111
nacağını, bir anlamda ‘eşyanın tabiatı’ olarak kabul edi­
yor ve bu sıkıntılara rağmen, bu pazarın gerek yatırım
gerekse ABD ihracatı açısından gelecek vaat eden cazip
bir pazar olduğu tespitini yapıyor.” (Milliyet, 16 Ağus­
tos 1995)
Kimbilir, belki böyle olması onların işine de geliyor;
baksanıza, Türkiye’nin dışında Çin, Endonezya, Güney
Kore, Hindistan, Güney Afrika, Brezilya, M eksika, Ar­
jantin ve Polonya’nın bulunduğu bu ülkeler grubuna, ne
ilginç bir ad takmışlar: “ Sür’atle gelişen stratejik pazar­
la r” .
ABD Türkiye’ye ‘babasının hayrına’ ilgi göstermiyor.
Dünya Ekonom ik Formu (wef) ve U luslararası Pa­
zar Piyasası Enstitüsü’nün (İMD) ortaklaşa hazırladığı
dünya ekonomisi raporunda, Türkiye, Ticaret B akan­
lığı raporundaki on ülkeden M eksika, Polonya ve G ü­
ney A frika’nın, ayrıca R usya ile M acaristan ’ın önüne
geçerek, 40. sırayı almıştır.
D ahası Fransız H aber Ajansı (AFP) dağıttığı bir yo­
rum habere, ‘Türkiye, Yeni E ldorado’ başlığını atıyor;
bu ülkenin yatırımcılar açısından bir cennet olduğunu be­
lirtiyor; nasıl böyle demesin ki, Avrupa Birliği 1995’in
ilk yedi ayında Türkiye’ye 1.3 milyar dolarlık yatırım
yapmış!
O zam an soru şudur: büyük ölçüde Türk halkının
dinamikliği ve çağdaşlaşm a hırsının eseri olan bu geliş­
meden, dışardaki yabancılarla, içerde onlarla çıkar bir­
liği içindeki ‘çok zengin üst sınıf’ mı yararlanacak, yok­
sa Türkiye halkı mı?

112
18

SINIRLARIMIZDAN ‘TAŞAN’ SERMAYE...

30 Eylül 1995

‘Dünyayı görmeye gitm ek!..’


Gezegenimizin kanla ve ateşle yoğrulduğu 4 0 ’lı yıl­
larda, Panait Istrati’nin bu sözü, beni ne kadar da etki­
lemişti! Yoksul bir Romen çocuğu olan İstrati, dünya­
yı gerçekten görmeye gitmiş, bütün Akdeniz havzasını
dolaştığı gibi, Fransa’da Fransızca eserler yazarak ün
yapmıştı.
O yıllarda ülkemizde bırakın dünyayı görmeye git­
meyi, A nadolu’da bile yerinden kımıldamaya kimsenin
hevesi yoktu; bazen o zahmetli, o sıkıntılı fakat heyecan
verici uzun tren yolculuklarımda, insanlarımızın neden
dolayı doğdukları toprağa bu kadar bağlı kaldıklarını
kendi kendime sormuşumdur. 1950 öncesinde, yaban­
cı ülkelere gitmek ne kelime, yurt içinde yer değiştirme­
yi bile ‘gurbete gitm ek’ diye alıyorduk.
Bunu iki şey değiştirdi: önce kara yollarıyla bölgele­
rin ve yörelerin birbirine bağlanması; sonra, bol miktar­
da ithal edilen tarım makineleriyle tarımın makineleş­
mesi! Makineli tarım geniş toprakta kârlı oluyordu, bu,
küçük toprak sahibi köylüyü topraksızlığa arkasından
işsizliğe itti; o da çareyi, kapağı büyük şehirlere atmak­
ta buldu: bu, düzensiz şehirleşmenin, daha doğrusu ge­
cekondulaşmanın başlangıcıdır. Aslında bu iki şey de
ABD’nin Türkiye’ye telkini ile olmuştu; yine onun telki­
niyle ağır sanayileşme geciktirildiği için, kırsaldan gelen
kalabalık işçileştirilemedi, işsiz ve lümpen bir kitle ha­
linde şehirleri istila etti.

113
Türk halkına Avrupa yolunun, yâni ‘Alman gurbe-
ti’nin açılması tam da bu tarihe rastlar; o yerinden kıpır­
damayan Türk köylüsü, ne yapsın, ekmeğinin peşinden
‘dünyayı görmeye gitti’.
Bugün geldiğimiz yer inanılacak gibi değildir, ama
doğrudur.
Almanya’da Türk holdingleri hatırı sayılır derecede
iş yapmaktadır; Alman bankalarında Türk mevduatı,
çok büyük miktarlara baliğ oluyor; onu bir kenara bı­
rakın, yurt içindeki dinamizm yerli sermayeyi sınırların
dışına taşırmaktadır: çeşitli sermaye gruplarının, ser­
maye ihraç ederek başka ülkelerde şirket ve fabrika ku­
rup işlettiklerini bilmeyen mi kaldı? Ülkemizde yayım­
lanan Ekonomist dergisinin bu konuda verdiği rakam­
ları gördünüz mü, hayli çarpıcı: T ürk müteşebbisleri,
46 ülkede 175 fabrika, 480 şirket kurm uş; yurt dışına
ihraç edilen sermaye, beş yılda üç misli artıp, bir mil­
yar dolara dayanm ış: hem de, nerelerde neler üretmek
için:
Işıklar Holding ABD’de iki tuğla fabrikası kurdu
ve renkli tuğla üretimini hızla sürdürüyor. Zeytinoğlu
Grubu, Tunus’ta konteynir, B ayraktar’lar ise otomobil
freni üretiyor. M ısır’da Tofaş otomobillerinin m ontajı­
nı yapan Koç Grubu, bu ülkede beyaz eşya üretimine
hazırlanıyor; böylece Tunus ve Cezayir’den sonra, M ı­
sır’da da beyaz eşya üretimine başlayacak. Kale Gru-
b u ’ndan Kaleporselen, M ısır’da porselen, elektrik izo­
latörleri fabrikası, MNG Holding ise klima tesislerine sa­
hip; M ısır’da ayrıca Fruko Tamek m eşrubat şişeleme,
Evyap ise sabun üretimine başlayacak. Baycan Ç in’de
sakız fabrikası kurarken, Çamlıca Singapur’da mavi bo­
ru üretimine geçecek; Polar ise Almanya’da paraşüt üre-

114
timi yapıyor. Pakpen’in de Bulgaristan’da plastik fab­
rikası bu lu n u y or...”
“ ...E fes biralarının üreticisi Anadolu Grubu da K a­
zakistan, Kırgızistan, Rusya ve R om anya’da Efes Pilsen
birasını üretecek. M ısır’dan sonra Sabancı’lar, Hindis­
tan’da sekiz milyon dolar yatırımla kord bezi fabrikası
kuruyorlar. D ahası Toprak Grubu İngiltere’de seramik
fabrikası kurm aya hazırlanıyor; Yaşar Holding ise Al­
m anya’da yoğurt üreterek Pınar’ı dünya m arkası yap­
mayı hedefliyor...” (Hürriyet, 17 Eylül 1995)
Bu tabloya, peki, gölge düşüren nedir?
Pek açık görüldüğü üzere Türk müteşebbislerinin dış
yatırımları, Sistem’in ülkemize müsaade ettiği sanayi
alanlarından ibaret kalıyor: Gıda Sanayii, Toprak Sana­
yii, Orman Sanayii vs. Gerçek sanayi yatırımı gibi gö­
rünen kalemler ise, zaten Türkiye’de de ecnebi lisansı ile
üretilen, dolayısıyla yabancıların da işin içinde olduğu
üretim alanları.
Anlaşılan bu da ‘küreselleşme’nin bir cilvesi; gelişmiş
ülkeler, ellerindeki yüksek teknolojiyle üretilen sanayi
malları için ülkemizi pazar olarak kullanacaklar; biz de,
taa 70 ’li yıllarda Dünya Bankası’nın açıkça söylediği gi­
bi O rtadoğu’nun ve çevre ülkelerinin bakkalı, kasabı,
manavı, şerbetçisi, yoğurtçusu olacağız.
Türkiye bununla yetinir mi? Ben hiç sanmıyorum:
halkın ulaştığı dinamizm o kadar yüksektir ki, kesinlik­
le ona çizilen sınırlar içinde kalmayacaktır. İlerde koku­
su çıkacak.

115
19

“ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK” MERAKLISI

1 Ağustos 1996

Amma da tuhafıma giderdi ha!


60’lı yılların ilk yılları, Paris. Tartışma gündeminde,
modern toplumun yarattığı tek tip ve umutsuz insan;
Sovyet uygulamasının, bu soruna m akbul, kabul edile­
bilir bir çözüm getirememiş olması, vs. Oysa, 27 M ayıs
Türkiye’sinden elime ulaşan gazete, dergi ve kitaplar ne­
yi gösteriyor? Ülkemin, B atı’lı toplum ların belki de
3 0 ’lu yıllarda yaşadığı sosyalizm tartışmalarını yaşadı­
ğını mı?
61 Anayasası, yarattığı hoşgörü ortamı, Marksizmin
gündeme gelmesini sağlam ış; harıl harıl T ürkiye’nin
“ yönü” tartışılıyor: Sovyet tipi bir sosyalist devrim mi,
yoksa silâhlı kuvvetlerin başrolü üstleneceği N asır tipi
bir Üçüncü Dünya sosyalizmi mi?
Paris’ten bakınca bu tartışma ne kadar da demode
görünüyordu! Çünkü sanayi uygarlığının ortaya çıkar­
dığını toplum, ister liberal kapitalist olsun, ister totali­
ter komünist, “ farklılığı” silen bir toplumdu; son dere­
ce merkezleşmiş sanayi üretimi, mal üretimindeki stan­
dartlaşmayı yurttaş üretimine de taşımıştı; en çok insa­
na en büyük mutluluğu getireceği sanılan sanayi üreti­
mi ilişkileri, neticede aşırı merkeziyetçi bürokrasi ege­
menliklerine dönüşmekteydi; H a SSCB’deki aşırı merke­
ziyetçi parti bürokrasisi toplumu, ha ABD’deki aşırı mer­
keziyetçi holding bürokrasileri toplumu!
Bana sorarsanız, son derece çarpıcı geçen o tartışma­
lardır ki, 68 H areketi’nin kısmen ABD’deki zenci ayak-

116
Ianmasının, M a o ’culuğun, Cinsel Devrim’in gündeme
gelmesine neden olmuşlardır.
Günümüzde sorun yeniden ele alınmıştır.
Alınmıştır da acaba tartışılan teknokrasinin ezdiği bi­
reylerin, özgürce ve özgün düzeyde kendilerini geliştir­
meleri, farklı sentezlere ulaşmaları sorunu mudur; yok­
sa işin içine başka amaçlar, istekler ve hesaplar mı ka­
rışmaktadır? Önce ne denildiğine bakalım.
Ne deniyor? M odern toplumda bireyler gittikçe tür­
deşleşiyor, birbirinin eşi oluyormuş; kültürel çeşitlilik
kayboluyor, yalnız fikirleri değil, zevkleri hâttâ d avra­
nış biçimleri bile kalıplaşmış bireyler ortaya çıkıyormuş.
Bu doğrultuda fikir üretenlerin birisi de K anada M cGill
Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Charles Tay­
lor, mumaileyh, ‘Sistem’in önüne çıkardığı bir ahlâk ve
siyaset bilimcisi, bazı eserleri, bu arada ‘Ç ok Kültürlü­
lük’ ve ‘M odernliğin Sıkıntısı’ dilimize de çevrilmiş!
Ona göre günümüzde gittikçe belirginleşen ve destek
gören çok kültürlülük aslında, modern dediğimiz aydın­
lanma toplumunun yarattığı standartlaşm aya bir tepki;
çünkü aydınlanmanın yarattığı toplum birimi, yâni mil­
let, sanıldığı gibi bireyleri değiştirip geliştirmemiş, ak­
sine birbirine benzetmiş; modernleşme ulusallaşm ayı
getirmiş, ulusal yurt, ulusal pazar, ulusal dil, ulusal
kültür derken, toplum daki insanlar âdeta tek kalıba
dökülmüşler, sanki bir cendere içine sokulm uşlar; mev­
cut mutsuzluğun nedeni de buymuş işte. (Nokta, 2 H a­
ziran 1996)
Peki ne yapm alı? Taylor’a göre post/modern devlet
bu mutsuzluğu görmeli ve gidermeli; zaten, Batı Avru-
p a ’lı ve Am erika’lı ülkeler görm üş, o yüzden de farklı­
lıkların ortaya çıkarılması ve sürdürülmesi özendiriliyor-
muş, çok kültürlülüğe hoşgörüyle bakılıyormuş; öyley­

117
se X X I. yüzyıl ulusallığın ya da ulusal kültürlerin ağır
bastığı bir yüzyıl olm ayacak, tam tersine, çok kültürlü­
lüğün yaşandığı ve yaygınlaştığı bir yüzyıl olacakm ış!
Aslında işin içindeki hınzırlık neredeyse sırıtıyor ya,
önce kafaya takılan soru başka: Modern toplumlarda
ulusallığın insanları belirli bir standarta götürdüğü doğ­
ru, doğru da bunun altında yatan aydınlanmacı ulusal­
lık kavramı mı, yoksa kitlesel seri üretim yapan sanayiin
toplum a yansıması mı? Eğer kabahat ulusallıkta olsay­
dı, aynı standartlaşma eğilimi SSCB gibi -üstelik çok kül­
türlü ve enternasyonalist- bir imparatorluğun toplumun-
da da görülür müydü?
Taylor, sanayileşme mekanizmasının sonucunu ay-
dınlanmacı ulusallığın üzerine yıkmak istiyor olmasın?
Öyle yapıyorsa neden yapıyor? Bunları konuşmayalım
mı?

20

AMAÇ ‘ULUSALLIĞI’YOK ETMEK!..

3 Ağustos 1996

Ne demiş, M cGill Üniversitesi’nden (Kanada) Profesör


Dr. Charles Taylor? “ ... milliyetçilik kavram ı, özünde
modern bir içerik taşım akta” ymış, “ ... millet kavramı,
demokrasiye geçilmesini sağlam ış” , “ ... im paratorluk­
lara egemen olan uluslar, modern ulus (millet) devletle­
rini ortaya çıkarm ış” lar!
Yanlış bir tespit mi bu, yooo, dosdoğru bir tespit! Av­
rupa’da klâsik burjuvazi yükselişinin ‘aşağı konağı’ ya
da ‘ilk aşaması’ budur: Feodal/ümmet toplumundan, li­

118
beral/millet toplumuna geçiş ulusal pazarı sağlıyor, yâ­
ni feodal beyliklerden ulusal sınırlara genişletiyor; ulusal
pazarda geçerli ortak bir ulusal dil oluşuyor; ulusal
pazarı, dışardan müdahalelere karşı korumak için, ulu­
sal yurt kavramı geçerli oluyor; ortak gelenek görenek
vs de ulusal kültürü yaratıyor. Bu gelişme süreci, ulusal
demokratik devrim dediğimiz süreç, ümmet’ten millet’e
geçiş, elbette, dini devletten ayırdığı için, lâikliği de be­
raberinde getiriyor.
X X . yüzyılın bütün demokrasileri bu süreci yaşadı­
lar; yüzyılın başlarından itibaren Türkiye’de kademe
kademe ilerleyerek, sonunda cumhuriyete, arkasından
da demokrasiye ulaştı; bunun anlamı nedir, şu mu: Et­
nik kökeni ne olursa olsun, yasalar karşısında eşit, öz­
gür ve bağımsız yurttaşlardan meydana gelmiş ortak bir
yurdu ve kültürü paylaşan, ortak bir tarih ve ekonom i­
nin sahibi, lâik ve demokratik bir ülke! Haliyle milliyet­
çi ama, milliyetçiliğinde ırkçılık yok, onunkisi yurt mil­
liyetçiliği, böyle olunca da emperyalizme karşı, yâni
başka ve güçlü devletlerin (ekonomilerin) ulusal sınır­
ları içindeki kendi hüküm ranlığını tartışm a konusu
yapmasını asla kabul edemez; çünkü ‘hâkimiyet veril­
mez, alınır’, o da böyle yapmış, ulusal demokratik dev-
rimini anti/em peryalist bir kurtuluş savaşıyla pekiştir­
miştir.
İşte şimdi ‘hoşgörü’ perdesi, ‘çok kültürlülük’ fırıl­
dağıyla önce sarsılmak sonra da dağıtılmak istenen bu
‘milli hâkimiyet’!..
Charles T aylor’a bakarsanız, çeşitliliğin arttığı,
farklılıkların geliştiği bir ortam da, bu kavram lara açık
ve çoğulcu bir anlayışın yerleşmesi gerekir; insanların
dilleri dinleri gibi hassas konularda sancıları varsa geri­
lim artar, farklılıklar ancak ortak noktalar bulunarak

119
giderilebilir, bu da yeni bir vatanseverlik kavramı yarat­
makla olur: Devlet hepimizin devleti olmalı, tarafsız kal­
malı, kimsenin devleti olm am alıdır” (Nokta, 2 Haziran
1996)
Çünkü neden, çok uluslu şirketler aşamasına erişmiş,
sosyalist bloku dağılm ış emperyalist ‘sistem ’in, günü­
müzde karşısına dikilen en rahatsız edici engel ‘ulusal-
lık’tır, dolayısıyla ‘ulusal devletler’dir; ulusal devletlerin
ortak yurdu, ortak ekonomiyi, ortak dili, ortak ulusal pa­
zarı, yabancının tasallutundan korumak istemesi; böy-
lece, hem tarihi kimliğini, hem bağımsızlığını, hem de
özgürlüğünü öne sürmesi, işleri karıştırıyor; ‘özelleştir­
me’, ‘küreselleşme’, ‘post/m odernizm ’ bu sebepten tek­
liyor. Halbuki ‘Sistem’ ulusal aydınları ‘hoşgörü’ bir de
‘çok kültürlülük’ dolabına sokabilirse, ulusal devletle­
rin içinde kullanabileceği yerli işbirlikçiler edinmiş ola­
caktır ki, bunun önemi büyük; hele Türkiye gibi Kema­
list mayası sağlam bir ülkede! Şundan ki bunlar ‘hoşgö-
rü’yü ya da ‘çok kültürlülüğü’ klâsik demokrasinin da­
ha geliştirilmesi, ya da yaygınlaştırılması gibi istemiyor;
‘ulusallığı’ ayakta tutan ortak değer sisteminin yıkılma­
sı için istiyor. İnanmayanlar, Yugoslavya’da olanlara bir
göz atabilir.
Nilüfer Göle konuyla ilgili önemli bir noktaya dikka­
ti çekmiş!
Charles Taylor’un ‘katkısını önemli saymakla birlik­
te’, şüpheye düşmüş olduğunu saklamıyor. Çünkü şu
soruyu sormaktan kendini alamamış:
ama önemli bir sorun var. Bugünkü demokratik
sistem içinde, klâsik anlam da vatandaşlık kavramı bire­
ye dayalı olan kimliklerinin tanınmasını isteyen hareket­
ler karşısında, nasıl genişleyebilir, nasıl derinleşebilir?
Yeni bir vatandaşlık kavram ı nasıl getirilebilir? Çünkü

120
çok kültürlülük tamamen bir göreceliğe vardığı zaman,
bizi birarada tutacak hiçbir şey kalmaz. Bizi o zaman ne
birarada tutacak?” (Nokta, 2 H aziran 1996)
İlahi Nilüfer Göle, herifin istediği zaten o değil mi?
Yâni, ‘bizi birarada tutacak, hiçbir şeyin kalm am ası!’
Çok bekler!

121
‘Küreselleşme
1

‘KÜRESELLEŞME’

30 N isan 1992

Hep ben tarif edecek değilim ya, Halûk Şahin o yazısın­


da ‘küreselleşme’yi bakın nasıl anlatmış:
dünyayı kendi imgesine göre bütünleştiren bü­
yük gücün ‘kapitalizm’ olduğunu biliyoruz. Bu ‘Sistem’in
genlerinde gittikçe büyümek, yayılmak, genişlemek var.
Bu büyümenin mantıksal hedefi tüm yer küreyi pazarı,
tüm insanlığı emekçisi ya da tüketicisi haline getirmek­
tir. ‘G loballeşm e’ dediğimiz olay, işte bu sürecin ilerle­
mesidir.” (Cumhuriyet, 28 Mart 1991)
Olayın öteki adı, ‘emperyalist entegrasyon’; ondan
nedense pek söz eden çıkmıyor; kitaba bakılırsa, o da
şöyle bir şey:
“ ... emperyalist entegrasyon, m onopolist devlet ka­
pitalizmine özgü bir zorunluluktur. Üretimin enternas­
yonalleşmesi ve sermayenin uluslararası birimini, sos­
yalist sisteme karşı mücadele kaygısı, emperyalizmler
arasında yeni ilişkiler gerektirmiştir; öyleyse bu ilişkiler,
aynı zam anda hem ekonomik temeli, hem de devletsel
üstyapıyı kapsarlar. M onopoller böylece, kitle üretimi

125
ölçeğine ve kârın savunulmasına bir çerçeve bulmuş olur­
lar; bunun sonucu sermayenin uluslaraşırı konsantras­
yonunu ve santralizasyonunu frenleyen engelleri kaldır­
ma, vergi, para vs. konularında devletlerin politikaları­
nı uyumlaştırma eğilimidir.” (Marksist Ekonomi Sözlü­
ğü, s. 154, 1977)
Yâni ister gelişmiş, ister gelişmemiş ülkeler düzeyin­
de olsun, ‘Sistem’in elinde değil, ‘yayılmacılık’, ya da ki­
bar adıyla ‘küreselleşme’ tohumunda var; geçen yüzyıl­
da bunu daha kaba, daha açık bir şekilde gerçekleştir­
memiş miydi; X IX . yy sonunda Japon ya hariç bütün
yeryüzü Sistem’in denetimine girmişti; bakmayın Devlet-
i Aliyye ile Iran’in bağımsız gibi görünmelerine, onlar da
gizli birer sömürgeydiler; başka türlü söylersek, ‘küresel­
leşme’ o zaman sömürgecilikti, yâni bayat bir numara!
Üstelik başka ‘küreselleşme’ tepkileri doğmuştur.
İlki elbette ‘Sistem’in içinden geliyordu. Sosyalist en-
ternasyonal’ler nedir, işçi sınıflarının tek örgütte birleş­
mesi, yâni küreselleşme teşebbüsleri değil mi? Komünist
M anifestosu 'nun ünlü sloganını bir hatırlayın hele,
“ Dünyanın bütün işçileri zincirlerinizden başka kaybe­
decek şeyimiz yoktur, birleşiniz!” Kari M arks, X X . yüz­
yılı enternasyonalleşmiş bir yüzyıl olarak selâmlıyordu,
yâni ‘küreselleşmiş’ bir yüzyıl, onca sömürgenin ulusal
kurtuluş hareketlerine uyanacağını, bağımsızlık savaşla­
rının gündeme geleceğini hesaplayamam ış demek!
Bildiğiniz gibi yüzyılımız (X X . yy) bir ‘milliyetçilik­
ler’ yüzyılı oldu, böyle olacağı, zaten daha yüzyılın baş­
langıcından iki önemli hareket tarafından, haber veril­
mişti: birisi Anadolu’daki M üdafaa-i H ukuk hareketiy­
di bunun, ötekiyse Sultan Galiyef’in ‘M azlum Milletler
Enternasyonali’ teşebbüsü! Sultan Galiyef diyor ki:
“ ... en gelişmiş olanını, İngiliz proleter sınıfını ele

126
alalım. İngiltere’de devrim zafer kazanacak olursa, bu
proletarya sömürgeleri ezmeye devam edecek ve bugün­
kü burjuva hükümetin politikasını izleyecektir; çünkü
sömürgeciliği sürdürmeye niyetlidir.” (Sultan Galiyefve
Sovyet Müslümanları, s. 82, 1981)
Daha sonra şöyle demiştir: “ ... SSCB formülüyle geliş­
mesini sürdüren eski Rusya, sonsuza dek ayakta kala­
maz. Sovyet R usya geçici bir olaydır. (Evet, aynen böy­
le demiş) Rus halkının öbür halklar üzerinde hegemon­
yası, zorunlu olarak, bu halklarının Rus halkı üzerinde­
ki hegemonyasıyla yer değiştirecektir.” (Aynı eser, s. 145)
Anadolu Hareketi, liberal küreselleşmeye, Galiyef H a­
reketi Stalinci komünist küreselleşmeye karşı çıkmışlardı.
‘Sistem’, X X . yy’ın sonlarına doğru, sosyalist türden
bir ‘küreselleşmenin’ hakkından gelmiştir; şimdi bizde-
ki Amerikan ‘papağanlarının’ dillerinden düşürmedik­
leri ‘küreselleşme’, G aliyef’in ve M ustafa K em al’in da­
ha o zaman va’zettiği Üçüncü Dünya ‘milliyetçilikleri­
nin’ devre dışı bırakılması; o ülkelerin de, ‘Sistem’in de­
netimine alınmasıdır. Bunu ‘insanlığın önündeki yeni
ufuklar’, ya da ‘toplumsal büyük bir gelişme’ sağlamak
için; insanın ya içinden pazarlıklı, gizli bir işbirlikçi; ya
da -hâşâ huzurdan- süzme salak olması lâzım!

‘SİSTEM ’İN ‘USLU ÇOCUĞU’ NASIL OLUNUR?..

22 Ekim 1992

Allah’ın Paris’i, yıl 1949, kış kıyamet! Quartier Latin’de


bir öğrenci kahvesindeyiz: Calvados kadehlerinden, giz­

127
lice elma; fincanlardan sıcak cafe creme buğulan. Savaş
ertesinin, yarısı komünist de Gaulle’cü iktidarı, bazı ka­
mulaştırmaları gerçekleştirdi ya, o tartışılıyor. Pierre’e
bakarsan, demiryolları, elektrik santralları, tamam; ağır
sanayi başta olmak üzere, başlıca sanayi dalları ile ulaş­
tırma, madenler vs de kamulaştırıldı mı, Fransa bayağı
‘sosyalist’ bir ülke olacak!
“— ... Yahu, diyorum, senin bu saydıklarının hepsi
Türkiye’de zaten kamu sektöründedir, şimdi bizim ora­
sı ‘sosyalist’ m i?”
Pierre’in suratında beliren şaşkınlık, hâlâ gözlerimin
önünden gitmez: liberal/burjuva ekonomisini, bütün se­
bep ve sonuçlarıyla yaşam am ış bir ülkede, hele ulusal
burjuvazi yok, ya da çerden çöptense, ‘devlet b ab a’nın
her şeyi yükleneceğini, nasıl kestirsin?
Bu anlattığım, DP muhalefetinin ‘gazozu bile devlet
yapıyor’ diye eleştirdiği ‘tek parti dönemi’: cumhuriye­
tin ilk yıllarındaki, anti/emperyalist ve halkçı (yâni Mü-
dafâa-i Flukuk’çu ve Kuva-yı M illiye’ci, dolayısıyla ya­
bancı sermayeye karşı ve millileştirme yanlısı) kamu
kalkınmacılığı, artık merkeziyetçi bir devlet kapitalizmi­
ne dönüşm üştür: bürokrasi, üretimi, servet dağılımı
(varlık vergisi) tam denetimi altında tutmakla kalmıyor,
artık değere de sahip çıkıyor; buysa, yönetime bağlı ti­
caret erbabı, evcilleştirilmiş aydınlar, imtiyazlı memur­
lar rejimi demektir.
Savaş yıllarında köylü, tarlasına ektiği tahılı, devlet­
ten izinsiz biçerse tutuklanırdı; oysa ‘devlet’ memurla­
rını, karaborsaya düşmüş malları ya bedava dağıtıp, ya
ucuza vererek kolluyor. Bunun bizdeki sonucu nedir bi­
lir misiniz? Halkın bir kesimi, hâlâ ‘köşeyi dönm eyi’
memur olm akla bir tutar: 1970’ 1i yıllarda, şehirde iş
arayan bir köylü, ona bulduğumuz özel sektördeki iş-

128
çiliği beğenmiyordu; keşke devlet kapısında bir hade­
melik bulmalıymış, ne de olsa ‘kravat takıyor’larmış!
‘Sistem’in kırk yıldır Türkiye’de kıramadığı ‘çetin ce­
viz’ işte bu merkeziyetçi bürokratlık, ‘kamu öncülü­
ğündeki kapitalist devletçilik’; o kafa! Bunlar klâsik bur­
juva liberalliğini istiyorlar, hep de istemişlerdir; fakat
tam anlamıyla ne M enderes’e, ne İnönü’ye, ne Demi-
rel’e, ne de Ecevit’e kabul ettirebilmişlerdir. 24 O cak, o
zamanki çaresizliğin, Türkiye’deki dönüm noktası idi,
yine güdük kaldı; tam uygulamaya, 80’li yıllarda geçil­
di: kamu malları satılacak, geliri dağıtılacak, estek kös­
tek! Gerçekte şan şeref, namus gibi feodal; dürüstlük,
dakiklik, kültürseverlik gibi bürokrat değerler, yerlerini
paldır küldür, liberal/burjuva değerlere bırakıyorlar; ne­
dir bunlar? Sermaye, kâr, faiz, temettü, vs. mi?
M emurluk, önemini gittikçe yitirecektir, aydınların
‘ekmek kapısı’ devlet olmaktan çıktı, üretim ve dağıtım
tekellerine, büyük holdinglere kapılanıp evcilleşiyorlar.
Köylü, kestirme yoldan tarım kapitalistine dönüşemez-
se, göçe mecbur; ya işçileşecek, ya esnaflaşacak! C um ­
huriyet T ürkiye’sinin, bir zam anlar ürettiği ve alıştığı,
memur zihniyetti yurttaş tipi, yerini ‘çıkarcı’ yurttaş/tü-
ketici tipine bıraktı, bırakıyor; adam dan sayılmak için,
artık hiçbir köylünün; hademeliğe hevesleneceğini san­
mıyorum.
Hakçası, ulusal demokratik devrimin, klâsik gelişme
şeması budur, ‘gelişmişler’de böyle işlemiş; çıkarcı bur­
juvazi, ticaret, pazarlam a, sanayileşme derken, ülkenin
gelişmesini sağlamıştır. Aksama, ‘azgelişmişlerin liberal­
liğe heveslenmesinde oluyor, çünkü bunlar ‘Sistem ’in
denetiminden çıkamıyorlar. O da seni sürekli ‘açık ka­
pı’ siyasetine zorluyor, kapıyı açtın mı da, hep gördüğü­
müz gibi, gelip ulusal pazarda da baş köşeye kuruluyor.

129
İstediği ‘Sistem’in genel planının, uygulamada, uysal bir
‘dişlisi’ olmandır; sanayileşme, güçlü devlet olma hayal­
leri değil! Haddini bil, ayağını ona göre denk al!
Aldın diyelim, nitekim aldık; ondurmaz am a, öldür­
mez de! Bakarsın en alâkasız ülkeler mallarına talip ol­
muş, eskiden ‘Sistem ’ istemedi diye, satış bağlantısını
yaptığın malların elinde kalırken, şimdi M alezya’dan,
Endonezya’dan siparişler geliyor ihracatta bir artış, bir
artış; kasanda bir D olar zenginliği, vs!
Güney Kore, Tayvan, H ong-Kong, önümüzdeki us­
lu çocuk örnekleri! Yalnız, bir dakika!.. Bunlardan hiç­
birinin geçmişinde, ne M üdafaa-i H ukuk vardır, ne de
Kuva-yı Milliye!

3
‘KÜRESELLEŞME’ Mİ ‘KUTUPLAŞMA’ MI?

13 M art 1993

Kimdi hatırlamıyorum, birisi demişti ki: “ Türkiye, dün­


yanın taşrasıdır” ; anlamı üstünde bir lâf, yâni yeryüzü­
nün yaşadığı değişme ve gelişmeleri, Türkiye en son fark
eder! Böyle bir tespite içerlememek elde değil, gel gör ki
etrafımızda gördüklerimiz, çokluk, dünyadaki gelişme­
lerin ülkemizde, bir taşra kasabasında olduğu gibi, geç
ve güç algılanmadığını, ayan beyan ortaya koyuyor.
Örnek, kolay: ‘ Küreselleşm e’, şu son zam anlarda
kimsenin dilinden düşmeyen, söz! Evveliyatı Başkan
Bush’un, ‘yeni dünya düzeninin başladığını’, ilân ettiği
2 Ağustos 1990’a kadar uzanır; yeni dünya düzeni niye
başlıyor, çünkü sosyalist etiketli ‘Doğu Bloku’ dağılmış­

130
tır, nükleer savaş tehlikesi ortadan kalkmıştır; artık, si­
yasi istikrarın ve hukuk üstünlüğünün geçerli olacağı bir
ortamda, ülkeler gittikçe birbirine yaklaşacak, yâni ‘kü-
reselleşecektir.’
Gerçekte tespit ne kapitalist ‘Sistem’m iç gerçeğine
uyuyor, ne de diyalektiğini yansıtıyordu; yansıttığı kuş­
kusuz, SSCB’nin dağılmasından sonra, ABD’nin ‘dünyanın
egemenliğine’ soyunması, ‘tek tabanca olmak ve kal­
mak’ arzusu idi. O kadar böyleydi ki bu, Paul M arie de
la Gorce konuyla ilgili olarak, geçen ilkbaharda, şu sa­
tırları yazabilmişti:
ABD için yeryüzünde tek süper güç kalmak arzu­
su, münhasıran eski hasımlarına karşı değil, aynı zaman­
da müttefiklerine karşı da geçerlidir. (Bu yüzden de)
NATO’nun istikrarını bozabilecek, sadece Avrupalılar’ııı
katılabileceği herhangi bir güvenlik sisteminin oluşma­
sı teşebbüsüne ABD’nin egemen olması öngörülmüştür.”
( L e M o n d e D i p l o m a t i q u e , Nisan 1992)
Fakat evdeki hesap çarşıya uymuyor, ülkemizdeki
‘papağanların’ da ağızlarına sakız ettikleri ‘küreselleş­
me’ daha şimdiden ‘delinmiştir’; üstelik siyasi iktisadın
diyalektik gelişme sürecini bilenler için, kapitalist ‘sis-
tem’de böyle bir sürecin yaşanmasında, şaşılacak bir şey
de yoktur.
Herkes ‘küreselleşme’den söz ediyor am a, süreç ar­
tık iki yerine üç kutuplu bir dünya düzenine göre işli­
yor; geçen yıl bunun böyle olacağına, şöyle işaret etmiş­
tim: savaş ertesinde kurulmuş kuvvetler dengesi, so­
ğuk savaşın bitmesiyle allak bullak oldu; yeni yeni olu­
şan dengeler içinde, ABD’nin iki eski düşmanı, değişik ve
kaygı verici boyutlarda tekrar arz-ı endam ediyor; biri
Almanya bunların, öbürü Japon ya!” (M e y d a n , 28 N i­
san 1992) Aradan geçen zaman, su altındaki rekabeti su

131
yüzüne çıkarmıştır, bunu geçen ay M illiyet'in bir habe­
rine attığı başlık, ne veciz bir şekilde özetlemişti: “K u ­
tuplaşma (polarizasyon), küreselleşmenin önüne geçi­
yor!”
Gerçekten de, son zamanlarda, ‘Sistendin kendi için­
de üç parçaya bölünmekte olduğu, hemen her yerde tar­
tışılıyor; o üç kutup şunlar:
1/ ABD, M eksika ve K anada’yı kapsayan bir ekono­
mik işbirliği hareketi başlamıştır; kısaltılmış adı NAFTA,
yâni Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşm asıdır; bu
hareketin zam anla yeni dünyada bir Amerikan Ortak
Pazarı’na dönüşeceğine muhakkak nazarıyla bakılıyor.
2/ AT/(Avrupa Topluluğu). Gerçekte Alm anya’nın
(kısmen de Fransa’nın) başını çektiği bu hareket, gün geç­
tikçe ayrı bir blok haline dönüştü; GATT görüşmelerin­
de ABD’ye, harıl harıl ‘posta koymakla’ kalmıyor; ken­
di başına NATO dışında bir Avrupa Savunma Gücü oluş­
turmayı örgütlüyor.
3/ U zakdoğu'da Japonya da, ABD’den kopuk bir dış
politika, bir ekonomi politikası izlemeye koyulmuştur;
‘M iyazava D oktrini’ adıyla anılan bu görüşe göre J a ­
ponya Doğu A sya’da (Pasifik’de) ekonomik gücünün
gerektirdiği siyasal sorumlulukları üstlenmelidir. Yük­
lenmeye başlamıştır da, nitekim Tie-nanmen katliamın­
dan sonra Ç in’e ABD’nin ve AT’nin koyduğu ambargo­
yu o hiçe saymış, ABD muhalefetine rağmen Vietnam’a
yardımı sürdürmüştür.
Bunlar, az buçuk dünyayı izleyen her gözün fark ede­
bileceği, ilginç gelişmeler; Türkiye’de ısrarla gündemde
tutulmak istenen ‘kürcselleşme’nin şimdiden çok tartı­
şılır hale geldiğini gösteriyor. Buna rağmen, kalem erba­
bımız, siyaset adamlarımız, ciddi ciddi, sınırların, nüfuz
bölgelerinin kalktığı ya da önemini kaybettiği, platonik

132
bir ‘küreselleşm e’ye inanıyorlarsa, bu, ‘taşralılık’ değil
de nedir?
H a, ‘küreselleşnıe’yi, ‘A m erikanlaşm ak’ yerine kul­
lanıyorlarsa, o başka!

4
‘KÜRESELLEŞME’NİN PERDE ARKASI

16 Nisan 1994

Diyeceklerim yanlışsa, lütfen düzeltir misiniz?


T ürkiye’de ‘küreselleşme’ deyimini, ilk defa Turgut
Ö zal kullanmıştır; nasıl ki, ‘özelleştirme’ ve ‘transfor­
m asyon’ deyimlerini de, ilk olarak, onun ağzından duy­
m uştuk; âdeta yaşadığım ızdan çok farklı, ‘güzel’ ve
‘güçlü’ bir dünyayı haber veriyor; bu dünyadaki yerini
zam anında alabilmesi için, Türkiye’yi de bir an önce
‘transform asyonu’ gerçekleştirmeye, onun için de -ne
kadar çabuk olursa o kadar iyi- bir ‘küreselleşmeye’ ça­
ğırıyordu; tabii, bu ‘küreselleşme’, ‘özelleştirme’ ile ba­
şarılacaktı.
Bu ‘yeniliklerin’, tam da 12 Eylül ‘ara rejimi’ ardın­
dan gelmesi, Turgut Ö zal’ın ‘sivil toplum ’ yandaşı ba­
bacan politikacı görüntüsüyle, Türkiye’de kemikleşmiş
oligarşinin (bürokrasi+burjuvazi) karşısına çıkması; de­
ğil yalnız liberal ‘sivillerden’, eski ve hızlı solculardan bi­
le ona ve savunduğu siyasi ve ekonomik platforma epey­
ce taraftar toplamıştı. Nitekim günümüzde, anlayan da
anlamayan da, ‘kürcsclleşme’den söz ediyor; bunu sağ­
lam ak için de ‘özelleştirmeyi’ şart koşuyor: efendim,
dünya esasen çok küçülmüş de, aşırı sanayileşme tabi­

133
atı tahrip ediyormuş da, teknolojinin ilerlemesi ‘küre-
selleşme’yi kaçınılmaz kılıyormuş da, estek köstek!
İyi hoş fakat -O zal dahil- bu işin savunucuları tara­
fından, ‘küresclleşm e’nin açık, gerçekçi ve anlaşılır bir
tarifinin yapıldığını hiç duydunuz mu? Mahiyeti neymiş,
bir anlatan çıktı mı? Hayır! Herkesin ağzında bir ‘kü­
reselleşme’ lâfıdır gidiyor, kimse de millete işin aslını as­
tarını doğru dürüst anlatmıyor.
Yo, yanlış söyledim: ‘büyük müteşebbislerin, ekolo­
ji peygamberlerinin, işveren filozoflarının türküsünü ça­
ğırdıkları o küresel köy’ şiirine kulak asmayan iki Ame­
rikalı yazar Richard Barnet ve John Cavannagh, soru­
nu bam başka bir yanından ele almış, o ‘birbirine yak-
laşmaksızın küçülen’ dünyamızı didik didik edip irde­
lemişler; anlayabildiğim kadarıyla, söyledikleri, hele
bizdeki aydınlar ve politikacılar için son derece önem­
li dersler içeriyor, acaba Türkçeye çevirip yayınlayan bir
hayır sahibi çıkar mı? Kitabın künyesi şu: Global Dre­
ams: Imperial Corporations and The New World Order,
Yayımlayan, Sim on&Schuster, New-York, 1994.
Ünlü The Guardian’’âan şimdi size aktaracağım şu
birkaç satır, işin mahiyeti hakkında galiba hayli açık bir
fikir verebiliyor: Tanzanya ile G oldm an Sachs ara­
sında ne fark vardır? Birincisi, yılda 2.2 milyar dolar ka­
zanan ve bu kazancını 25 milyonluk nüfusuna dağıtan
bir Afrika ülkesidir; İkincisi, yılda 2.6 milyar dolar ka­
zanan ve bu kazancını 161 (yüzaltmışbir) ortağına da­
ğıtan bir yatırım bankasıdır.” (The Guardian , 10 A ra­
lık 1993)
Hemen anlamış olabileceğiniz gibi ‘küreselleşme’yi
savunanlar; her biri bir ‘devlet’ çapında (Ford firması,
Norveç devletinden güçlü) gelişmiş, çokuluslu şirketler;
dünyanın dört bucağına dal budak salm ış, uluslar üstü

134
ve ülkeler üstü iktisadi organizm alar! Dünyada artık
bunların borusu ötüyor: hesapça, otuz beş bin kadarmış­
lar, belki biraz daha çok am a, etkili ve önemli olanları,
ilk iki yüze girenleri; elbette, bu ilk iki yüz çokuluslunun
sahipleri, aynı zam anda dünyanın sahipleri, onlar da
kimlermiş dersiniz?
beş ‘gelişm iş’ kapitalist ülke (Am erika Birleşik
Devletleri, Jap on ya, Fransa, Almanya ve İngiltere) ken­
di aralarında, en büyük 200 çokuluslu şirketin 1 7 2 ’si-
ne sahip bulunuyorlar; bu kadarı bile ülkeler arasında­
ki eşitsizlik derecesini yeterince g ö steriy o r...”
“ ... 8 0 ’li yıllarda görülen büyük ekonom ik dur­
gunluk bile, en büyük bu iki yüz çokuluslu şirketin b a ­
şarılarını etkileyemedi: yayılmacılık eğilimleri, 1 9 8 2 ’de
1 9 9 2 ’ye satış toplam larının 3 .0 0 0 m ilyar dolard an
5.900 milyar dolara yükselmesinden anlaşılıyor: GSMH
içindeki p ay lan da yüzde 2 4 .2 ’den yüzde 2 6 .8 ’e yük­
se lm iş...”
“ ... Artık ekonom ide liberalliği savunan bu yöneti­
ci sınıfın büyüme hırsını engelleyebilecek, ne toplum sal
bir güç var, ne de siyasi bir güç! O yüzden de, ‘pazarın
geliştirilmesi’ ya da ‘özelleştirme’ gibi paravanalar arka­
sında kamu mallarının yağmalanması sürüp gid iy o r...”
(Le Monde Diplomatique , M art 1994, s. 27)
Son cümleye dikkat isterim, bana Türkiye açısından
son derece önemli ve tehlikeli göründü de, ondan; ‘k a­
mu mallarının yağm alanm asından’ söz ediyor değil mi?

135
5

‘ÖZELLEŞTİRME’NİN GERÇEK ANLAMI...

19 N isan 1994

(Önce, Le Monde Diplomatique ’ den aktardığım parça­


daki o son -ve an ah tar- cümleyi hatırlayalım:
“ ... günümüzde, liberallik yandaşı bir yönetici sınıfın
bu büyüme hızını engelleyebilecek ne toplumsal bir güç
mevcut, ne de politik bir güç! O yüzden de, ‘pazarın ge­
liştirilmesi’ ya da ‘özelleştirme’ gibi paravanalar arkasın­
da, kamu mallarının yağmalanması sürüp gidiyor.”
Tekrar buraya döneceğiz ya, biraz bizim ‘kamu mal­
larından’ söz etsek iyi olacak.)
Çocukluğumda, sık sık, ‘büyüklerin’ iki vergiden ya­
kındığım işitir, bunun ne demeye geldiğini merak eder­
dim: ‘Buhran Vergisi’ ve ‘Muvazene Vergisi’; bugün de,
Çiller’iıı ekonomik paketinden benzer iki verginin çık­
tığım görünce, düşündüm , altmış yıl sonra T ürkiye’yi
yönetenler nasıl bir beceriksizlik etmişlerdi de, o yıllar­
da kapitalist ‘sistem ’in uluslararası bunalımdan etkile­
nerek koymak zorunda kaldığımız iki verginin benzeri­
ni hortlatmışlardı: ‘Denge Vergisi/muvazene’, ‘Aktif bil­
mem ne vergisi/buhran yâni bunalım ’ .
Hep söylerim, kim ne derse desin ‘kamu öncülüğün­
de sanayileşerek kalkınma’ stratejisi ve politikası, ülke­
mizi, yarım yüzyıl içinde yüzümüzü ağartacak bir yere
getirmiştir; o kadar getirmiştir ki Türkiye bugün R us­
ya gibi büyük komşularına kredi açabiliyor, uluslarara­
sı ihalelerde ağırlığını hissettiriyor, yurt dışında milyar­
larca dolarlık yatırım yapabiliyor, vs!.. Herkes de bili­
yor ki, Türkiye bu seviyeye KİT’lerine dayanarak gelmiş-

136
tir, ‘karma ekonomi’ modeliyle gelmiştir; bilinmeyen, ya
da bilindiği halde es geçilen bir nokta var, şimdi onu
söyleyeyim.
Türkiye, ‘kamu öncülüğündeki sanayileşme’ strate­
jisine ve politikasına, İstiklâl Savaşı’ndan sonra, pat
diye karar vermedi; o ilk yıllarda cumhuriyet yönetimi
‘serbest teşebbüsçü’dür: Gazi, İzmir I. İktisat Kongre­
sin d e, ünlü açış konuşmasını yaparken bunu açıkça
söyler: ülkenin iktisadi kalkınmasını işadamlarımızdan
beklediğini açıklar, dahası, kapitülasyonlar belâsını ba­
şımıza sarmamak şartıyla, -yâni devletin denetimi altın­
d a - ‘ecnebi sermayenin’ gelişmesine karşı olm adıkları­
nı da belirtmiştir. Ne var ki yıllar geçer, ‘serbest teşeb­
büs’ bir halt edemez; ‘ecnebi sermaye’, anti/emperyalist
‘Kem alist’ cumhuriyeti boykot etmiştir; en müthişi de
zaten, 1929/30 büyük ekonomik bunalımın başgöster-
mesi olmuştur.
İşte cumhuriyet yönetiminin biraz Sovyetler’den, bi­
raz öteki totaliter Avrupa ülkelerinden ilham alarak
gerçekleştirmeye başladığı Kamu İktisadi Teşekkülleri
bu zaruret altında dünyaya gelmiştir; Allah da biliyor
ki SO’li yılların sonlarına kadar tıkır tıkır işlemiş, üste­
lik, şimdi onlara türlü kötülüğü yakıştıran Türk özel
sektörüne endüstri, ticaret, kısacası, ciddi bir ekonomi
okulu görevini yapmıştır; ilk büyük özel teşebbüslerin
büyük yöneticileri, hemen hepsi, KIT’lerden transfer
edilmedi mi; o kadar kötü yönetiliyor idiyseler, şimdi
burnu kafdağındaki holding sahipleri, neden KİT yöne­
ticilerini kapışıyorlardı?
Yalnız bizimki gibi büyük bir ülkede, ‘kamu öncülü­
ğündeki başarılı bir kalkınma’ politikası, ‘Sistcm’in, onun
somut görüntüsü olan çokuluslu tekellerin kesinlikle işi­
ne gelmez; zira onların ‘önüne geçilmez yayılma’ ihtira­

137
sına, tehlikeli bir engel teşkil eder; o yüzden de ‘küresel­
leşme’ balonu ııçurulur, hemen ardından ‘büyük deği-
şim /transform asyon’ oyunu sahneye konur; o da, ‘özel­
leştirme’ operasyonuyla noktalanır.
Şimdi tekrar, başlangıca dönebiliriz.
Le Monde Diplomatique yazısına şöyle devam ediyor:
çokuluslu tekeller, ekonomi ve finans düzeninin
‘özelleştirme’ dalgasıyla dağıtılmasından yararlanarak,
yeni bir faaliyet sahası buluyorlar: 3 0 ’lu yılların büyük
ekonomik çöküntüsünde, çeşitli ülkelerde kamu sektö­
rünün (yâni devletin) ülkeyi kurtarm ak amacıyla ya sa­
tın aldığı, ya da bizzat inşa ettiği m uazzam kuruluşla­
rı ve işletmeleri ele geçirmek; bu, özel sermaye grupla­
rının saldıracağı yeni bir sınır oluşturuyor; bunu elekt­
rik, gaz, madenler, demiryolları, hava ulaşımı, telekomü­
nikasyon, bankalar ve sigorta şirketleri dahil: çokulus­
lu tekellerin (‘Sistendin) bunları ele geçirebilmesi, işçi
hareketlerinin zayıflam ış olm ası ve bu hareketlerin en
büyük fetihlerinden birisi olan sosyal devletin her yön­
den saldırıya uğraması yüzünden, daha da kolaylaşmak­
tadır.” (Le Monde Diplomatique, M art 1994)
Bu alıntının ışığında, Türkiye’de ‘özelleştirme’yi sa ­
vunmak, neyi savunm akm ış, açıkça görülm üyor mu?

‘AHTAPOTUN KOLLARI’...

21 N isan 1994

Sırası düştükçe işaret etmişimdir, ‘Soğuk Savaş’ dönemi,


‘Sistem ’e, dünya pazarlarının büyük bir kısmını kapat­

13S
mıştı. (Bkz. Meydan , 8 Nisan 1994) Bir yanda ‘Üçün­
cü Dünya’ ülkeleri vardı, öte yanda ‘Doğu Bloku’; ‘Sis­
tem’ yayılabilmek için, hem ‘Üçüncü D ünya’ ülkeleri­
nin anti/emperyalist tavrını kırmak zorundaydı, hem de
‘Doğu Bloku’nu dağıtmak!
‘Kamu öncülüğünde sanayileşerek, kalkınma’ strate­
jisi ve planı uygulanan -Türkiye gibi- üçüncü ülkelere,
çokuluslu tekellerin nasıl yaklaştığına şöyle bir göz at­
mıştık; bu ülkelerde ‘özelleştirme’ aslında emek emek
kurulmuş kamu işletmelerinin, tekeller çıkarına elden
çıkarılması anlamını taşıyor; şimdi de isterseniz eski
‘Doğu Bloku’ ülkelerine aynı ahtapotların nasıl yaklaş­
tığına bir göz atalım.
Galiba en iyisi, Frédéric Clairm ont ile John Cava-
nagh’m o gerçekçi saptaması ile işe başlamak! Diyorlar
ki:
başlamış olan yine ‘değişme’ süreci, en büyük iki
yüz çokuluslu şirketin bir türlü vazgeçemediği yayılma
(ele geçirme) hırslarını, bir m iktar tatmin edecek: çün­
kü Doğu Avrupa’daki eski sosyalist ekonomilerin par­
çalanm ası; ayrıca, Çin, Vietnam ve K ü b a’da hazırlan-
m akta olan büyük kapitalistleşm e hamlesi; başlıca ço­
kuluslu tekellerin, dünya pazarının ‘tam am ına’ ilk de­
fa girmesi imkânını sağlayacak! M eselâ Çin, onların ya­
tırımlarını kendine çeken bir kutup olm a açısından,
daha başlangıçta on altı bin (16.000) çokuluslu tekelin
ilgisini celbederek, Amerika Birleşik Dcvletleri’ni ve Al­
m anya’yı geride b ıra k tı...” (Le Monde Diplomatique ,
Mart 1994)
Başka türlü söylersek, ‘Sistem ’ ya da o ahtapotun
kolları sayabileceğimiz çokuluslu tekeller, eski ‘D oğu
B loku’ ülkelerini -bu arada bizzat SSCB’ye ait olanları
da- böyle böyle ‘küreselleştiriyor; o ülkeler bakımından

139
da ‘büyük değişimin’ yâni ‘transform asyon’un ne anla­
ma geldiğini, şu satırları okuyunca daha iyi anlıyoruz:
çokuluslu tekeller, sektör sektör, eski komünist
devletlerin üretim kapasitelerinin temelini ele geçiriyor­
lar. Polonya’da Nestle, 1994 O cak’ında, ülkenin ikinci
büyük çikolata firmasının kontrolünü elde etti: 1991’dey-
se, birinci büyük çikolata firmasını, zaten Pepsico elde
etmişti; bu da gösteriyor ki, şiddetli bir siyasi tepki gel­
mediği takdirde, D oğu Avrupa ülkelerinin devlet teşeb­
büslerinden en önemlilerinin ‘özelleştirilmesi’ önümüz­
deki beş yıl içinde hiç kuşkusuz tam am lanm ış olacak­
tır.” (Le Monde Diplomatique , M art 1994)
Siz bakmayın benim ‘özelleştirilmesi’ diye çevirdiği­
me, aslında gazete tekellerin yapacağı iş için ‘dénationa­
liser’ fiilini kullanmış; meraklısı bilir, gerçek anlamı o iş­
letmelerin milletin malı olm aktan çıkarılıp ‘ecnebiye’
devredilmesidir; şimdi elinizi kalbinize koyup söyleyin,
‘küreselleşme’nin gerçek mahiyetini, bu deyimden daha
açık ve seçik olarak, hangi deyim anlatabilir?
Peki, durum bu kadar mı kötü, bu ‘yayılmanın’ önün­
de duracak hiç mi engel yok?
Ufukta görünen en ciddi engellerden birisi, gittikçe
yoğunlaşan ve kabaran işsizlik! Çokuluslu tekellerin git­
tikçe geliştirdikleri teknoloji (otomatizm) üretimi bilgi­
sayara bağladıkça, aynı işi çok daha az işçi ile başarı­
yor, böylelikle maliyeti düşürüp kârı artırıyor; çokulus­
lu şirketler, girdikleri her ülkede, ele geçirdikleri her iş­
letmede, işe bir sürü işçiyi işten çıkararak başlıyorlar; bil­
mez değilsiniz ya, işsizlik sosyal dengeyi bozar, o da si­
yasi istikrarsızlığa sebep olur; Doğu Avrupa’daki eski
sosyalist ülkelerin hemen tamamında bu tablo görünü­
yor, işsizlik milleti perişan etmekte, ağır bir ekonomik
durgunluk hüküm sürmektedir; o kadar ki ahali, eski

140
sosyalist günlerini arıyor; bu da komünist partilere, ya
da onlardan türemiş yeni siyasi örgütlere iktidar yolla­
rım açıyor.
Türkiye’de de, hele Çiller ekonomiyi iMF’nin otoma­
tiğine bağladıktan sonra, oluk gibi işçi çıkarılacağına
muhakkak nazarıyla bakabiliriz; IMF ve Dünya B anka­
sı, zaten senelerdir, bunu önerip dururlar; hele ‘özelleş-
tirme’ler gerçekleştirilirse, bu daha da artacaktır; ne var
ki ülkemizde ne sosyalistler halk yığınlarına yeni ufuk­
lar vaat edebiliyor, ne de sosyal demokratlar; eğer kısa
zamanda toparlanıp birleşemezlerse sonunda parsayı yi­
ne Refah Partisi toplayacaktır.
Benden söylemesi!

‘KÜRESELLEŞME’NİN İÇERDİĞİ ‘KUTUPLAŞMA’

23 N isan 1994

‘Küreselleşme’nin önemli engellerinden birisi de, ‘Sis­


tendin iç çelişkileri; ‘dünya pazarı’, bütün genişliğiyle
önlerine açılınca, çokuluslu tekeller, aralarında aman­
sız bir rekabete giriyorlar; hem de ne kadar çok alan­
da birden: maliyetin düşürülmesi amacıyla, fabrikala­
rını emeğin bol ve ucuz olduğu ülkelere aktarmaktan,
üretim teknolojisinde robotlara başvurmaktan tutun
da; henüz el değmemiş pazarlara yerleşebilmek için, si­
yasi baskılara, hâttâ şantaj ve tehditlere kadar, akla ge­
len gelmeyen her şey ‘kullanılıyor’; çünkü Frederic Cla-
irmant ve John Cavanagh’ın altını çizdiği gibi;
“ ... bu en büyük 200 çokuluslu şirket, ne büyüklük-

141
lcri, ne finalisai yapıları açısından eşit; ne de stratejile­
ri aynı; üstelik içinde bulundukları durum da aralıksız
değişiyor. Son yirmi yılda finans spekülasyonlarının tür­
lü rezilliği arasında parçalanm ış, ya da başkaları tara­
fından yutulmuş olan bazıları; artık, keşfettiler; yâni, yo­
ğunlaşmış sermayenin gerçeklerini...”
“ ... 1982 ile 1992 arasında, ilk 2 0 0 ’e giren Ameri­
kan tekellerinin sayısı 8 0 ’den 6 0 ’a düşerken; Japon te­
kellerinin sayısı 3 5 ’den 5 4 ’e çıktı; zaten benzer bir al­
çalıp yükselme İngiltere ile Fransa ve Almanya arasında
da görülmekteydi: İngiltere’nin düşüşü, diğer iki ülke­
nin yükselişine denk g e ld i...”
“ ... en büyük 200 çokuluslu şirketten sekizinin, mer­
kezlerini İsviçre’ye taşıması da (on yıl önce yalnızca iki­
si oradaym ış) besbelli uluslararası pazarda İsviçre fi­
nans çevrelerinin gittikçe artan önemi kadar, aynı pa­
zarlarda İsviçre sermayesinin yüksek derecede yoğun­
laşmasından da ileri geliyordu...” (Le Monde Diploma­
tique , Mart 1994)
Bu tespitler, size göre de bir zamanlar işaret ettiğimiz
başka ve önemli bir gerçeğin doğrulanması anlamına
gelmiyor mu? Hani ne demiştik, ‘Sistem’ üçüncü ülkele­
re harıl harıl ‘küreselleşmeyi’, bunun için de, ‘transfor­
m asyonu’ ve ‘özelleştirmeyi’ önerirken, aslında kendi
içinde kutuplaşıyor: Amerika Birleşik Devletleri ve İn­
giltere geriliyorlar; buna mukabil, Jap on y a ve Alman­
ya yükseliyorlar.
Buna İkinci Dünya Savaşı mağluplarının intikamı bi­
le diyebiliriz.
Bu kutuplaşma bir çatışma getirmeyecek mi? Getir­
mesine getirir ama, bu yarın olacak iş değil; neden de­
ğil, çünkü henüz ele geçirebilecekleri bir hayli pazar, dü­
şürebilecekleri birçok ‘ekonomik kale’ var; dahası, ço­

142
kuluslu tekeller yeni coğrafya, teknoloji ya da ekonomi
fetihlerinde bulundukça, ellerindeki güç yoğunlaşm ası
da büyüyor.
özellikle bu General M otors, Ford ve Chrysler
gibi en önemli Amerikan otomotiv kuruluşlarının da
arasında bulunduğu, yönetimler (hükümetler) düzeyin­
deki ve çapındaki ilişkiler ve ödeneklerden en çok ya­
rarlanan, en büyük 50 çokuluslu şirket için geçerli; öy­
le ki, (elektronik, uzay ve havacılık, elektrik donatımı
ve benzer) bazı endüstri sektörlerinde, beş büyük şirket
dünya üretiminin yarısını gerçekleştiriyor; dünya paza­
rının genişlemesi, hâttâ bu yüzden, uluslararası tekelle­
rin kendi aralarında meselâ fiyatların seviyesini tespit
gibi konularda henüz m utabık kalabilm elerini sağlı­
yor; tabii, yabancı ülkelere doğrudan yatırım ları da en
büyük 200 çokuluslu firmanın büyümesinde itici bir
güç rolünü oynamayı sürdürmektedir: hesaplar ortada,
1983 ile 1992 arasında bu şirketler, üretimden dört
kere, dünya ticaretinden üç kere daha hızlı büyüdü­
le r ...” (Le Monde Diplomatique , M art 1994)
Ne var ki, bu ‘büyüme’, onların ‘altını oyacak’ so s­
yal çelişkileri de, hem içeriyor, hem geliştiriyor; çünkü:
“ ... son on yıl içinde, kârlarının hızla artmasına rağ­
men, dünya ölçüsündeki en büyük 500 çokuluslu şirket,
yılda ortalam a olarak 400.000 (dört yüz bin) kişiye yol
verdi. (...) üstelik işten çıkarılmış bir işçi için (özellik­
le yeni bir iş bulma ihtimali uzak olduğundan) böyle bir
durum bir felaket oluşturduğu halde; Wall Street’de
bu olay, bir sevinç kaynağı olabiliyor: nitekim X erox
firması 10.000 (on bin) işçisini işten çıkaracağını ilân et­
tiği gün, firmanın hisse senetleri borsada yüzde 9 civarın­
da değer kazanm ıştı...” (Le Monde Diplomatique, M art
1994)

143
İşte, ‘küreselleşm e’nin de, ‘özelleştirm e’nin de en
önemli engellerinden birisi, bu diyalektik karşıtlık olma­
yacak mı?
Hiç şaşm az!

‘KÜÇÜLECEK’ OLAN HANGİ ‘DEVLET’?..

25 M ayıs 1995

İlle rakam ları sıralam ak mı gerekir, meraklısı zaten bi­


liyor: kamuoyu araştırmalarında, halkın hangi kuruluş­
lara güvendiği sorulsa, alman cevap hemen daima ay­
nıdır: Türk halkı, Silâhlı Kuvvetler başta olmak üzere,
devlete ve devlet kuruluşlarına güvenir; güveninin dü­
şük olduğu miiesseselere gelince, bunlar -basın başta ol­
mak üzere- hemen daima özel kesime ait ‘sivil toplum ’
müesseseleridir. T ürkiye’de ülkenin geleceğini dem ok­
rasi çerçevesi içinde düşünen kim olursa olsun, bu temel
saptam ayı gözardı edebilir mi; ederse, söylediği sözün,
yaptığı yorumun, kıymet-i harbiyesi ne olur? Bir m ana­
da, boşa konuşm a olm az mı?
Ayrıca rejim liberalleştikçe, eğer gazeteler ve haber
kanalları sivil toplum kuruluşlarının -bürokrasiyi de
yozlaştırarak- çevirdikleri dolaplarla, yolsuzluk haber­
leriyle dolup taşarsa, halkın güveninin azalm ası şaşıla­
cak şey midir? Bazılarının zannettiği gibi, devlet ülke­
mizde ‘kerim’ değilse bile, milletin nazarında ‘Batı’nın,
Batıh’nm anladığından farklı bir görüntüye sahiptir; bu
görüntüyü, özelleştirilen her kamu kuruluşunun halka
hizmeti aksatıyor olm ası, daha da pekiştirecektir.

144
Devlet aslında, milletin örgütlenmiş şeklidir; bu ö r­
gütlenme belli bir toprak üzerinde (vatan) belirli hakla­
ra (bağımsızlık, egemenlik, özgürlük) sahip olm akla
gerçekleşiyor; bu da yüzyıllara dayalı ortak bir tarih, bir
çıkar ve kültür birliğiyle, bunların bilinciyle mümkün;
Türk milleti bunlara sahip olmasaydı, 1919’un o karan­
lık koşulları içinde ne M üdafaa-yı H ukuk’u örgütleye-
bilirdi, ne de M isak-ı M illi’yi tespit edip savunabilirdi;
sahip olduğu içindir ki başarabilmiş, yekpare bir toprak
parçası üzerinde, yeni bir devlet kurabilmiştir: Türkiye
Cumhuriyeti!
Hani bazıları devletin ‘küçültülmesinden’ , bunun
zorunluluğundan bahsediyorlar ya ‘küçültülecek’ olan
devlet, şu ya da bu toprak parçalarını başkalarına terk
ederek, elbette bu devlet değildir; böyle olm ası im kân­
sız, çünkü Türk milleti bu devleti, tam da böyle bir
paylaşılma ya da bölünmenin arifesinde, bunu kabul et­
meyeceğini kanıtlayarak tesis etmiştir; eğer millet dev­
letin küçülmesinden böyle çarpık bir değişikliği anlamış
olsaydı, ne İstiklâl Savaşı’na kalkışırdı, ne de Lausan-
ne A nlaşm ası’na gerek olurdu; o dönemin ‘güvercinle­
ri’ gibi Sevres A nlaşm ası’nı kabul ederdi, mesele de bi­
terdi: Sevres, T ürkiye’yi Orta A nadolu’daki birkaç vi­
layete indirgemişti, o kadar ‘küçültm üştü’ yâni!
O halde ‘küçülecek’ devlet hangisidir, ona bakalım :
besbelli, 1 9 3 5 ’ten itibaren ‘kemikleşen’, totaliter ve oli-
garşik ‘siyaset toplum ’: milletin ekonom ik, kültürel
hâttâ gündelik hayatına müdahaleci; edebiyatını, müzi­
ğini, tarihini vs. ‘resmileştiren’ bürokratik mekanizma!
Bu siyasi mekanizma, ki bürokrasi aygıtıyla somutlaşır,
elindeki im kânları kullanarak zam anla evcil bir burju­
vazi yaratmış, böylece onunla şekli demokrasiye rağmen
milletin üzerindeki egemen ‘oligarşi çekirdeğini’ koru­

145
muştur; T ürkiye’de devletin içinde, partilerarası ya da
partilerüstü olan bu ‘oligarşi’ hüküm sürer; bu da ‘siya­
si toplum’un ‘sivil toplum ’u hâlâ şekillendirmesi ve yön­
lendirmesidir ki, katılımcı bir demokrasiyle kesinlikle
bağdaşam az; zira iktidara hangi parti gelirse gelsin, diz­
ginler aynı oligarşinin (bürokrasi+burjuvazi) elinde kal­
maktadır.
Meselenin püf noktası galiba burada!
Türkiye’de dem okrasi mücadelesi, halk yığınlarının
iktidara ulaşması mücadelesidir; bu da iktidarın sivilleş­
mesi ve dem okratikleşm esi demektir; siyasi toplum ’un
yâni devlet’in, yâni seçkinci oligarşinin küçülmesi hât­
tâ tasfiyesi!
Bu başka, bu mücadeleyi yürütüyormuş gibi yapıp,
siyasi çözüm, insan hakları, demokratikleşme cart curt
diyerek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin üzerinde ku­
rulduğu ülkeyi küçültmeye kalkışmak başka! İkincisi, o
müthiş İstiklâl Mahkemeleri döneminde ağır bir cürüm
sayılırdı, adı da neydi bilir misiniz, ‘İhanet-i Vataniye’,
yâni ‘Vatana İhanet’ !
Peçetelerle havluları lütfen birbirine karıştırmayalım.

9
‘ÖZELLEŞTİRME’TEKLİYOR!..

6 Temmuz 1995

‘Özelleştirm e’ yürümüyor!
Yok canım, bunu bir m uhalif gayretkeşliğiyle ben
söylem iyorum ; açık açık değilse de, dolaylı olarak OİB
(Özelleştirme İdaresi Başkanlığı) açıklıyor.

146
Haberi ya okudunuz, ya ‘atladınız’, şöyle özetlene­
bilir: 1995 yılı için özelleştirme geliri, 5 milyar dolar ola­
rak tasarlanm ıştı; şimdi, Özelleştirme İdaresi, bu rak a­
mı neredeyse yarı yarıya indiriyor, 2.7 milyar yapıyor;
gerekçesi de küçümsenebilir bir gerekçe sayılmaz; aslın­
da bunlar yılın ilk altı ayında 2.5 milyar dolarlık bir ger­
çekleşme ummuşlar, oysa ilk altı ayın sonundaki hesap
dehşetli ürkütücü: ancak, söz konusu dönemde
gerçekleştirilen özelleştirme tutarı yalnızca 70 milyon
dolar, sağlanan net giriş ise 39 milyon dolar düzeyinde
kaldı” . (Evrensel, 14 Haziran 1995); evet, bu mertebe
umut kırıcı, sebepleri de şunlarmış: beklenmeyen ge­
lişmeler, iptal olguları ve uygulamada karşılaşılan diğer
so ru n lar...” (Milliyet, 14 Haziran 1995)
Ne demiştim, Türkiye özelleştirmeye direnmekte­
dir, besbelli daha da direnecek; yönetimin geleceğini
neredeyse buradan sağlayacağı paralara bağlamış olan
Prof. Çiller’in işi hiç de kolay olmayacak, gittikçe zor­
laşacaktır; çünkü direniş sanıldığı gibi münhasıran emek
kesiminden, yâni sendikalardan ve sosyalistlerden, ya
da bürokratlardan gelmiyor; daha önce de bir nebze
dokunduğum gibi, özelleştirme yerleşik oligarşinin eko­
nomi kanadını, yâni AP’nin besleyip büyüttüğü ‘baba’
holdingleri de tedirgin ediyor; nasıl etmesin ki, bu yol­
dan Türkiye pazarı üstündeki kontrollarını yitirecekler­
dir; ayrıca yıllar boyu onlara zararına olan ucuz ‘ara
malı’ üreten KIT’lerin özelleştirilmesi kârlarına kesat ge­
tirecektir.
Hani Prof. Çiller, sık sık ‘saadet zincirini kıracağız’
diyor, o ‘saadet zinciri’ işte bu zincir’: yâni Kam u İkti­
sadi Teşebbüsleri’nin amaçlarının aksine halk lehine
değil yerli büyük sermaye lehine çalıştırılması; o büyük
sermayenin özel -çoğu tekel konumundaki- teşebbüs­

147
lerinin, yerli küçük ve orta sermayeye ve yabancı serma­
yeye karşı himaye edilmesi! Aslında rakam lar da bunu
pek güzel aydınlatıyor:
tüm işletmeler içinde, küçük ve ortaların payı
ABD’de yüzde 97.2, Japonya’da yüzde 99.4, İngiltere’de
yüzde 96, Fransa’da yüzde 99, Güney Kore’de yüzde
98, Türkiye’de yüzde 9 9 ...”
“ ... şimdi geliyoruz, yine aynı ülkelerde, küçük ve or­
ta işletmelerin kredi pastasından aldıkları paylara: ABD’de
yüzde 43, Japonya’da yüzde 50, İngiltere’de yüzde 27,
Fransa’da yüzde 29, Güney Kore’de yüzde 47, Türki­
ye’de yüzde 4 ...” (Milliyet, 1 Haziran 1995)
Tabii yerli büyük sermaye de minnetini ifadede ku­
sur etmiyor; o da bal tutan siyasi iktidarın gizlice par­
mağını yalaması imkânını sağlıyor, gerektikçe ona ‘kol­
tuk’ çıkıyordu...
İşin tuhaflığım gördünüz mü? Liberal kapitalist ‘sis­
tem’, Türkiye’den beklediği ve belki de korktuğu dire­
nişi, geniş çapta ve örgütlü olarak, emekçi kesiminden
değil, işbirliği yapmayı umduğu büyük sermaye kesi­
minden görmektedir, çoğu ‘m ason’, gerçekte kozm opo­
lit ve alafranga olan yerli sanayiciler ve işadamları, İnö­
nü totaliterliği döneminde başlamış, Demirel dönemin­
de son şeklini almış o garip ve yüzeyden ‘Gardrop Ata­
türkçülüğüne’ sarılarak ‘milliyetçiliğe’ soyunuyorlar;
sözde Türk halkının çıkarlarını korum ak, gerçekteyse
‘malı kendi başlarına götürm ek’ için tekerleklerine taş
koyacak gibi görünen Çiller yönetimine sert çıkıyorlar.
Prof. Çiller’in, -muhtemele ABD’nin de- bu direnişi
kırmak için dayanmaya kalkışacağı sosyal kesim, elbet­
te işçi sınıfı ve onun tabii müttefiki olan yoksullar olma­
yacaktı; ya ne olacaktı, hanidir iktidarın kredi imkân­
larından mahrum bırakılan, küçük ve orta ölçekli mü­

148
teşebbisler, bir manada esnaf! Öyle de oluyor: Çiller yö­
netimi, bir yandan Halk Bankası ve başka yollardan kü­
çük ve ortaboy müteşebbisin kredi musluklarını kısma­
ya çabalıyor: öncekilerin, seçmen olarak da daha büyük
kalabalığı oluşturduklarını unutmadan!
Sonuç ne midir? 1995’in ilk altı ayında, Özelleştir­
me Idaresi’nin çizdiği tablo, Çiller yönetimi açısından
hiç de umut vermiyor; gittikçe çoğalıp yoğunlaşan emek
kesimi tepkisinin, gelecekteki kitlesel direnişi de hesaba
katılırsa, ‘beklenmeyen gelişmeler ve uygulamada karşı­
laşılan diğer sorunlar’ın o ölçüde artacağını kestirmek
zor olm asa gerektir.
‘Özelleştirme’ böyle tekliyor da, ‘küreselleşme’ yürü­
yor mu? O bahs-i diğer, ayrıca görüşürüz.

10

‘KÜRESELLEŞME’TEKLEMİYOR MU?..

8 Temmuz 1995

‘Küreselleşme’ ilkesi, neresinden baksanız, ‘Sistem’ için­


de ABD’nin ‘tek tabanca’ sayılması gerçeğine dayanıyor;
oysa, böyle bir gerçek artık yok! Artık yok deyişim bo­
şuna değil, zira çok uzun yıllar boyunca, böyle bir ger­
çek oldu: ikinci Dünya Savaşı boyunca Hitler’e, Soğuk
Savaş boyunca Stalin’e ve ardıllarına karşı, liberal kapi­
talist ‘sistem’in yürüttüğü mücadele, büyük ölçüde Bir­
leşik Amerika’nın sağladığı imkânlarla, onun liderliğin­
de yürütülmüştü.
Ergin Yıldızoğlu, bunu pek güzel özetlemiş, diyor ki:
IMF ve Dünya Bankası, İkinci Dünya Savaşı’nın he­

149
men arkasında, Avrupa’nın yeniden inşa edilmesi, geliş­
mekte olan ülkelerin B atı’ya entegrasyonu ve Breton
W oods anlaşm ası ile kurulan sabit kur sisteminin dü­
zenlenmesi gibi görevleri yerine getirmek üzere kurul­
dular. GATT anlaşması ise, dünya ekonomisinde, m alla­
rın ve sermayenin serbestçe dolaşm asının koşullarını
oluşturacaktı. Tüm bunlar, Soğuk Savaş ortam ında ve
ABD hegemonyası altında gerçekleşecekti; bu politik or­
tamı ise, esas olarak NATO ve Birleşmiş Milletler düzen­
liyordu” .
Başka bir deyişle, ‘Sistem’in tartışmasız lideri ABD idi;
siyaset düzeyinde Birleşmiş Milletler’e ve NATO’ya da o
egemendi; ekonomi düzeyindeki egemenliğini IMF, Dün­
ya Bankası ve GATT aracılığıyla yürütüyordu, oysa...
“ ... Soğuk Savaş’ın bitmesiyle bir nükleer savaş teh­
didi ortadan kalktı; böylece, Batı Bloku’nun nükleer sa­
vaş ve bir başka siyasi rejim tarafından tehdit altında
bulunduğu için, ulusal çıkarlarını bastırarak bir ABI) he­
gemonyası altında, birliği öne çıkarmasının koşulları
kalktı. Batı Bloku içindeki liderlik çekişmesi hızla suyun
yüzüne çıktı” . (Cumhuriyet, 12 Haziran 1995)
Washington’m yanlışı, Soğuk Savaş sonrası dünyasın­
da ‘Sistem’in çelişkilerinin ağır basabileceğini hesap-
layamayıp, ‘küreselleşme’ fikrine sarılması; bir de, bu
‘küreselleşme’nin ABD odağı etrafında oluşacağını san­
ması! Oysa ‘Sistem’ içindeki yeni ‘kutuplar’ çoktan or­
taya çıktı, ‘küreselleşmeyi’ de zaten bu oluşumlar ‘tor­
pilliyor’.
Bunun çarpıcı örnekleri var!
O kadar ki, bizzat Birleşik Amerika, kendi koyduğu
‘küreselleşme’ ilke ve kurallarına uymayabiliyor. Bilin­
diği üzere GATT, U ruguay görüşmelerinden sonra yeri­
ni Dünya Ticaret Ö rgütü’ne (WTO) terk etmişti; “ ...b u
örgütün ana amacı, ticaret uyuşmazlıklarında hakem ro­
lü oynam ak! Ö rgüt, tarafsız ticaret hukukçularından
bir heyet kuruyor ve heyet uyuşmazlıkta kimin haklı ki­
min haksız olduğuna karar veriyor; bu kararı verirken,
temel ölçüt ise, ‘serbest ticaret’ ilkeleri” ...
İşin ‘matrağı’ şu ki, ‘iç ve dış ticaret engellerinin kal­
dırılması için’ oluşturulmuş Dünya Ticaret Ö rgütü’nü
‘takmayan’ ülkelerin başında ABD geliyor: Japon ya ile
aralarında ihraç/ithal konusunda, önemli bir uyuşmaz­
lığın çıktığı malum. Japon sanayii, Birleşik Amerika pa­
zarında ‘ağırlığını’ koyunca, Washington böyle ‘küresel-
leştirilmesinden’ hiç de hoşlanmıyor, başlıyor ‘himaye
tedbirlerine’ başvurmaya, Japonların A m erika’ya ih­
racatını ‘engellemeye’; bunun üzerine Tokyo ne yapsın,
WTO’ya gidiyor ama, nafile; Washington Jap o n y a’dan
ithal edilecek lüks arabalara yüzde yüz gümrük vergi­
sini bindirmiş bile! Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?
Ayrıca...
“ ... a b d , başka konularda da kayıtsızlığını sürdürü­
yor, sözgelimi İran’a terörizme destek verdiği ve nükle­
er silâh üretimi girişiminde bulunduğu için ekonomik
ambargo uyguluyor. Türkiye’den gelen makarna ve iç ça­
maşıra kota koyuyor. IMF’nin tavsiyelerini dinlemiyor...”
{Evrensel, 14 Haziran 1995)
Yâni, ABD öteki ülkeleri uygulamaya zorladığı ‘küre­
selleşme’, kendi çıkarlarına dokunduğu zaman, ona ku­
lak asmıyor! İyi de o artık yeryüzünde ‘tek tabanca’ de­
ğil ki, dünya çok kutuplu, bu yüzden de her kutuptan
onun davranışına tepkiler gelmekte, bu da ‘küreselleş-
me’yi daha işi başında aksatmaktadır.
Meselâ Uzakdoğu ülkeleri, ABD’nin Jap on y a’ya dav­
ranışını hiç de hoş karşılamamış, tepki göstermiştir; Av­
rupa Birliği, İran’a ambargo konulması kararını onay­

151
lamamıştır; iş bu kadarla kalır mı, hiç sanmıyorum, ya­
kında besbelli ‘mukabil’ önlemler alınacak, bu ‘küresel-
leşme’nin ‘Sistem’in iç diyalektiğini, yâni kapitalizmin
iç çelişkilerini hesaba katmaksızın ortaya atılmış bir fi­
kir olduğunu gösterecektir.

11

BİZ, NE ‘AMERİKA’LAR GÖRDÜK!..

17 Şubat 1996

Düşünüyorum da, bence bu işe en çok, Washington


DC’deki, ‘orta vadede geleceği planlayan’ uzmanların
canı sıkılmıştır.
Yahu bu adamlar, handiyse yarım asırdır Türkiye
üzerindeki bütün tahminlerde ‘çuvallıyorlar’: M issouri
zırhlısının ziyaretinden, T ürkiye’nin Kore Savaşı’na
katılışından beri; kendi ölçülerine göre, orta çaplı bu
Doğu Akdeniz ülkesini, ‘hür dünyanın’ liberal bir üye­
si yapmaya uğraşıyorlar; iyi kötü, az yol da katetme-
diler hani, elde birtakım kazançları var ama, ülkenin
toplumsal ‘çekirdeği’ taş gibi direniyor. Ne iştir anla­
şılmaz!
Yooo, Allah için söylemeli; zar zor da olsa, prensip­
te ‘özelleştirme’yi ve ‘küreselleşme’yi yönetim kademe­
lerine benimsettiler; yalnız bu mu, öğretim ve eğitimin
‘ulusallığının’ canına okudular; KİT’leri usta taktikler­
le zarara sokup gözden düşürdüler; en önemlisi, her tür­
lü disipline karşı, kendi babasının ağırlığından ezildiği
için A tatürk’e söven, ‘yuppie’ aydınlar üretmeyi başar­
dılar; dahası bundan m edia’nın, yönetim’in gözde yer­

152
lerine oturttular. Sendikalizm, devre dışı bırakıldı, ko­
münizm yasak ve demode; sosyalizm, aşkla meşkle su­
landırılıyor; yâni şöyle bakarsan, az şey yapm am ışlar!
Gel gör ki, bütün bunlara rağmen O rtadoğu’daki bu
‘orta boy’ cumhuriyet, bir türlü tam istenilen kıvamda
bir ‘hür dünya’ ülkesi olmuyor. Olamıyor. Baksanıza, ne
Brezilya’ya benziyor, ne Tayvan’a, ne Güney Kore’ye,
ne de M eksika’ya! K afkaslar’da, Balkanlar’da kendi
başına birtakım ‘haltlar’ karıştırmaktadır. Kıbrıs’ta ödün
vermez, Yunanistan’ı sınırları içine hapsetmiş, Ortaas-
ya cumhuriyetlerinde cirit atıyor vs.
Washington DC’deki ‘orta vade gelecek planlayıcısı’
uzmanlar, basbayağı içerliyor bu ‘garip’ ülkeye!
Yalnız onlar mı? Hanidir, onların eşeğine binmiş, on­
ların türküsünü çağıran, O zal’cı takımının da suratı
bir karış, yüzlerinden düşen bin parça; neden, nedeni
var mı, bunlar sanıyorlardı ki bir kere başladı ya ‘trans­
form asyon/değişim ’ paldır küldür ilerleyecek, Türkiye
üç beş yılda, bir ‘Amerikan cennetine’ dönüşecek! Ne
münasebet, işler tersine döndü; gün geçtikçe kendi ken­
dilerine gelin güvey olduklarını, ülkede esamilerinin
okunmadığını fark edip, bozuluyor; ciddi ciddi ümitsiz­
liğe düşüyorlar.
Her iki kesimin de, yanılgıları ülkeyi tanımayışların-
da, tarihini bilmeyişlerinde; sorunu, bilgisayarda çöze­
bileceklerini sanışlarında!
Yahu kardeşim, Keçecizade Fuat P aşa’nın, ‘D am at’
Ferit Paşa’nın, hâttâ Celal B ayar’m yanında, Turgut
Ö zal’ın b.orusu öter mi? O Fuat Paşa ki, ‘İngiltere dev-
let-i fehimesi’ ile aramız bozulacağına, devletin bir ‘eya­
letini elden çıkarm aya’ hazırdı; o ‘D am at’ Ferit Paşa ki,
İstanbul’daki İngiltere Yüksek Kom iseri’nden sadece
iki şey talep ediyordu; ya İngiliz Himayesi, ya Amerikan
M andası. O Celal B ayar ki, iktidar olur olmaz, T ürki­
ye’nin kıza zam anda ‘küçük bir Amerika’ olacağını bu­
yurmuştu. Bunlar ‘ağırlığı’ Turgut Ö zal’m çok üstünde
devlet adam ları, öyle mi; tahmin ya da temennileri ne­
den gerçekleşmedi, insan bir düşünür!
Ayrıca, aynı savların sonucunda o tanzim at’çı, meş-
rutiyet’çi hâttâ cumhuriyet’çi demokrat aydınlar, anha-
sı minhası, acaba neden işin sonunda kendilerini ya
‘yüzellilikler’in listesinde, ya da Y assıada’daki Adalet
Divanı’nda buldular; bunun bir ‘hikmeti’ olmamalı mı?
Oysa basit, bunlar küçük fakat son derece önemli
bir noktayı unutuyor; unutmak da lâf mı, düpedüz ha­
fife alıyorlar.
O da şudur: Sistem’in (başta ABD) denetimi altına
alıp ‘evcilleştirilcbildiği’ ülkeler sıralam asında, Türkiye
yanlış yere konulmuş, bunu görmek lâzım: burası ne
Brezilya’dır, ne Güney Kore’dir, ne de Filipinler; bu say­
dıklarım doğru dürüst bağım sız geçmişleri, devlet gele­
nekleri olmayan, çoğu eski sömürge birtakım ülkeler;
T ürkiye’yi bunlarla nasıl bir tutarsınız?
Türklerin en az beş bin yıllık devlet geleneği var, ta­
rihin her döneminde bağımsız en az iki T ürk devleti ol­
muş (şu anda altı), üstelik bu devletler büyük coğrafya­
larda hüküm sürmüş; o bakım dan, T ürkiye’yi aslında
Çin gibi, Rusya gibi, Hindistan gibi ülkelerle bir tut­
m ak, onların arasında saym ak lâzım; o zam an sonuç
netleşir, bu ülkeler üçüncü dünya ülkesi niteliklerine
rağm en, ‘Sistem ’ tarafından ‘evcilleştiriliyorlar’ mı?
Hanidir deneniyor am a, sonuç sıfır; bu takdirde Türki­
ye için de, gelişmeler ne olursa olsun, sonuç sıfır olacak­
tır: nitekim, 1919’un o en ağır koşullarında bile, sonuç
sıfır olmuştur.
Hep söylemez miyim: ABD’nin bütün tarihi, bizim

154
son imparatorluğumuzun batış tarihi kadardır, yaklaşık
ikiyüz küsur yıl!
Biz ne A m erika’lar gördük: bu da geçer yahu!

12
‘KÜRESELLEŞME’, KÜLFETSİZ ‘AVANTA’...

7 M art 1996

Şimdi biliyorum, kimisi kızacak, kimisi şaşıracak: Kari


M arks, ünlü ‘M anifesto’sunda, ‘Bütün D ünya İşçileri
birleşiniz!’ sloganını patlattığı zaman, insanlığın günde­
mine ‘küreselleşm e’yi getirmişti: bilinen dört sosya-
list/komünist Enternasyonal’in, dördü de, sosyalizmi
‘küresel’ olarak düşünm üştür: ‘sosyalist devrim ’ bir
‘dünya devrimi’ olacaktı.
Çünkü, liberal kapitalizm de oyunu dünya çapında
oynuyordu: Açıkçası kapitalizm, sömürgeleşme/coloni-
alisme aşam asına geçtiği andan itibaren, zaten ‘küresel­
leşmişti’; başka türlü söylersek, emperyalizm, liberal
kapitalizmin ‘küreselleşmiş’ biçimidir; bir bakıma, X IX .
yüzyılda ‘batı’lı, beyaz ve Hıristiyan’ ülkeler, gezegenin
öteki ülkelerini sömürgeleri yaptıkları zam an, onlar
‘küreselleştirmiş’ olmaktaydı.
Dahası, Batı’da bir Liberal Enternasyonali de vardır;
bizden, bir zamanların ünlü gazetecisi Ahmet Emin Yal­
man üyesiydi sanırım, toplantılarını hiç kaçırmaz, g a ­
zetesi Vatan'&a ayrıntılarını uzun uzadıya anlatırdı: T ür­
kiye devletçilik politikasını bırakmalıymış da, serbest pa­
zar ekonomisine geçmeliymiş de, estek köstek...
Peki, değişen nedir?

155
Eski bir sinema seyircisi iseniz, hatırlayacaksınız: iki
savaş arası sinemalarında, denizaşırı ülkelerde geçen ‘aşk
ve m acera’ filmleri gösterilirdi: Güneş Asla Batmaz,
Hind Rüyası vs. Bunların alayı ‘söm ürgecilik’ filmleri­
dir: batı’lı şirketler, o ülkelerde ya kauçuk, kahve ya da
muz plantasyonu; ya maden işletmesi, ya demiryolu şe­
bekesi yapmıştır; ülkeyi, bunlarla bir güzel sömürür;
filmlerde bu işlerin başındaki ‘beyazlar’ daima ‘kahra­
m an’; ‘yerliler’ ise, eğer ‘beyaz adam ’a sadık ise ‘uşak’,
değilse ‘vahşi ve barbar’dır.
Biliyorsunuz, epeydir ‘klâsik’ sömürgeler, tarihe ka­
rıştı; hanidir ‘az gelişm iş’ ya da ‘gelişmekte olan ülke-
ler’den söz ediliyor; ilk bakışta değişiklik budur, yâni
‘söm ürge’ kalmadı ki, ‘söm ürgecilik’ olsun savunması­
nın, sahte dayanağı! Sahte çünkü yeryiizündeki ‘kutup­
laşm a’ aynen yerinde durmaktadır, sadece adı değişmiş­
tir: Sömürgeci/sömürge olmaktan çıkmış, gelişmiş/az
gelişmiş, ya da kuzey/güney haline dönüşmüştür.
Hal böyle olup da, SSCB devre dışı kalınca, ‘Sistem’ bu
defa sihirbaz şapkasından finans kapitali çıkarıyor, ne­
den, çünkü bu kapitalin kâr imkânları ‘sistem içi’ ülke­
lerde bir hayli daralmıştır; iyi mi, açık ve serbest piya­
sa ekonomisi ‘küreselleştirilir’, az gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkelere fon aktarılarak, sözde onların kalkınma­
sına katkıda bulunulur, bu arada esaslı kâr edilir.
Mekanizma nasıl mı işler, çok basit, çünkü süreci ya­
şıyoruz.
Bizde bu işin ‘sihirbazı’ Turgut O zal’dı.
Dünyaya açılmış, dış pazarla bütünleşmek vb numa­
ralarla, büyük ‘transform asyon/değişim ’ hareketini o
başlattı; ne yaptı yâni, ülkemizi ecnebi finans kapitali­
ne açtı, devletimiz sermaye giriş çıkışını denetlemeyi bı­
raktı, döviz kurlarının artış oranı da mümkün mertebe

156
düşük tutuldu. Ne oldu peki, böyle yapm akla? T ürki­
ye ‘Sistem’in içinde ‘gelişen piyasalardan’ birisi oldu; ec­
nebi finans kapital giriyor, Türk Lirası’na dönüşüp -en
çok da rant ekonom isine- yatırım yapıyor; kendi ülke­
sinde kalsaydı asla ulaşam ayacağı kârlara ulaşıp (yüz­
de kırk filân), bunları tekrar dövize çevirerek gidiyor:
bundan tatlı kâr mı olur?
Çünkü eskiden olduğu gibi plantasyon, fabrika, de­
miryolu şebekesi vs gibi ‘sabit yatırım lara’ gitmek kül­
feti yok; girdiğin ülkenin, ne üretimine katılıyorsun, ne
de iyi kötü istihdam yaratıyorsun! Kısacası ne taş atı­
yorsun, ne kolun yoruluyor: finans kapitalin rizikosu az,
seyyaliyeti yüksek, girişi ve çıkışı da hızlı!
Peki ya tahribatı? Sömürgecilik dönemine oranla,
daha az mı sanıyorsunuz? Ne münasebet!

13
‘KÜRESELLEŞME’, ‘FRENİ PATLAMIŞ’TREN Mİ?..

9 M art 1996

‘Küreselleşme’ tahribatının kültürel tarafını, artık çoluk


çocuk bile görebiliyor; on beş yılda, bırakın otel, tatil
köyü, mağaza vs isimlerini, Türkiye’de dergiler, gazete­
ler yabancı adlarla çıkar olmuştur; ilânlarda, duvar afiş­
lerinde İngilizceden geçilmiyor; Türk sineması, Türk ti­
yatrosu neredeyse devredışı, yayımlanan kitapların bü­
yük çoğunluğu yabancı dilden -en çok da İngilizceden-
çevrilmiş kitaplar! Neresinden bakılsa, Tanzimat sonra­
sının ‘monşerleri’, ‘monbeyleri’, günümüzde ya blucin-
li, ya eli Bond çantalı yuppie’ler şeklinde hortlamıştır.

157
Sorunun ağır ve vahim yanı yalnız bu mu? Hayır! ‘Ye­
ni Dünya Düzeni’, yâni ‘özelleştirme’ ve ‘küreselleşme’
ekonomi düzeyinde de son derece ciddi tahribata sebep
oluyor; bunu size ben anlatmayacağım, iki uzman -ü s­
telik İkincisi YDD’den yana- anlatacak; bu iki tanığa bi­
raz kulak verir misiniz lütfen?
İlki Doç. Dr. Gencay Şayian, tanıklığı şöyle:
“ ... dünya ölçeğindeki eşitsizliğe baktığınız zaman,
bu eşitsizlik çok büyük: insanların çok ufak bir bölümü
insan gibi yaşıyorsa, beşte dörtlük kısmı, goril gibi bi­
le yaşamını sürdüremiyor; o zaman pazar mekanizma­
sındaki eşitsizlik geometrik diziyle katlanarak ortaya çı­
k ıy o r...”
“ ... Dünya Bankası rakamlarına göre, 1978’de geliş­
miş ülkelerde kişi başına gelir ortalam ası 8.500/9.000
dolara yakın, gelişmekte olan ülkelerde bu rakam 1.500
dolar civarında. 1 9 9 0 ’larda gelişmişler için rakam 23
bin doları geçiyor, diğerlerinden ise 2.500 dolar civarın­
da kalıyor. İşte on yıllık ‘küreselleşme’ pratiğinin eşitsiz­
liği!” (Cumhuriyet, 26 Şubat 1996)
İkinci tanıklık, ünlü D avos toplantılarının ‘babası’
Klaus Schvvab ve yardımcısı, Claude Sm adja’nin tanık­
lığı, bunlara bakarsanız ‘küreselleşme, freni patlamış,
nereye gittiği belli olmayan bir trene benziyor’muş, di­
yorlar ki:
“ ... teknolojik gelişme, sanıldığı gibi yeni işler yarat­
m adı, işsizliği artırdı; ‘küreselleşme’nin rekabet orta­
mında, kazanan büyük kazandı am a, kaybeden büyük
kaybetti. Artık ilerde sağlanacak kazançlar uğruna, bu­
gün yapılacak fedakârlığın bir işe yaram ayacağına kim­
se inanmıyor. ‘Küreselleşm e’ işletme ile çalışanların çı­
karları arasında, doğrudan bağ kuruyor; eskiden işlet­
menin kâr etmesi iş güvencesi ve daha fazla m aaş anla­

158
mına geliyordu; ancak uluslararası rekabet yüzünden iş­
letmelerin kâr oranlarının artm ası ile işten çıkarm a
operasyonları aynı anda yapılır o ld u ...” ( Hürriyet, 23
Şubat 1996)
Ne kadar şaşırtıcı değil mi? Kendi ağızlarıyla söylü­
yorlar.
SSCB’nin dağıtılması ‘Sistem’i şımartmıştır, o kadar ki
benzer bir şımarıklık ve bencilliğin vaktiyle nelere sebep
olduğunu unutup, yeniden Keynes öncesine dönmeye
hevesleniyor:
Yeni Dünya Düzeni, ‘özelleştirme’ ve ‘küreselleşme’,
‘büyük transformasyon/değişim’ vs, hep bildiğimiz o es­
ki ‘vahşi kapitalizm in’ yeni vitrin süsleri, yeni cilası!
Huylu huyundan vazgeçmiyor am a, acaba neden ay­
nı sebeplerin aynı sonuçları doğuracağını unutuyor: çağ­
daş sosyalizmi dünyanın gündemine getiren ve güçlen­
diren de zaten bu ‘vahşet’ olmamış mıydı?

14
‘ÇAĞINI ANLAMAK’

14 M ayıs 1996

‘Çağını anlam ak’; bizim kuşak aydınları için, her şey bu


iki kelime ile başladı. O tarihte, sonuna kadar açılmış
gözleriyle her giden gemiye takılıp yağmurlu ufuklarda
kaybolan çocuklardık: İkinci Dünya Savaşı’nın çocuk­
ları! Savaş, idrakimizin boyutlarını aşıyordu, havadis
filmlerinin ve propaganda radyolarının aktardığı biçim­
de alıyorduk onu; bir taraf kendine ‘H ür D ünya’ adını
takmıştı, ‘dem okrasi’ için savaştığını söylüyordu; öbür

159
taraf ise, soyguncu, sömürücü ve kokuşm uş’ bu ‘Yahu­
di Düzenine’ karşı ‘yeni bir nizam’ getireceğini! ‘Ç ağı­
nı anlam ak’, acaba iki taraftan birisini seçmek demek
miydi?
Çok yıllar sonra, M ’ba, o saçlarını kazıtıp mısır sa­
pından piposunu tüttürerek Paris’te dolaşan, Afrika
milliyetçisi ve solcu Tıbbıye’li öğrenci kız, küfreder gi­
bi diyecekti ki: “ — ... o savaşta bir tarafın yandaşı ol­
m akla çağım anlamanın alâkası yok; gerçekte ikisi de
aynı taraftandırlar, daha önce de aynı sebepten kapış­
mışlardı, çünkü am açları dünyanın kendilerinin dışın­
da kalan kısmını paylaşm aktı!” ‘Liberal kapitalizm ’ ile
‘totaliter kapitalizm ’, yüzyılın ilk yarısında dünyayı, iki
kere kana boğm uşsa, ‘çağını anlam ak’ herhalde bu iki
taraftan birinin yandaşı olmak anlamına gelmeyecekti.
O halde?
Acaba yüzyılın anlamı; her ikisine karşı emeğin baş­
kaldırısı anlamına gelen sosyalizm midir? Orası da tar­
tışmalı, çünkü III. Enternasyonal ilk on yılı içinde Sov­
yet İm paratorluğu’na dönüşmüş, başka bir ‘totaliterlik’
dünyayı paylaşm ak için ‘liberal kapitalizm le kapışm a­
ya başlamıştır. Üç çeyrek yüzyıl ‘işçi sınıfını kurtar­
m ak’ propagandasıyla yaşayan ssCB’nin, nasıl oligarşik
bir sömürge imparatorluğu olduğunu artık kimse tartış­
mıyor bile; bu düzende güç ne işçilerdeydi, ne de halk­
ta; sadece seçkinlerdeydi (Nom enklatura), aslında on­
lara ‘ayrıcalıklılar’ denilmeliydi; yalnız R u sya’yı değil
bütün Doğu B loku’nu sömürüyorlardı.
‘H ür D ünya’ ya da ‘Dem okrasi Cephesi’, gezegenin
paylaşılması konusunda SSCB ile nükleer bir savaşı gö­
ze alamadı ama, neredeyse yarım yüzyıl süren ‘Soğuk
Savaş’, neticede öteki ‘totaliter sistem’in yâni Sovyet Im-
paratorluğu’nun dağılmasıyla sonuçlandı; peki, çağımı-

160
zın anlamı tek çıkar yolun liberal kapitalizm olduğuna,
yâni piyasa ekonomisine ve özelleştirmeye inanmak mıy­
dı? Besbelli o da değil, çünkü varılan sonuç, aslında çı­
kılan başlangıç noktasıdır; yâni Batılı, Hıristiyan ve
beyaz emperyalizm, gezegene egemen olmak istediği, bu
isteğini ‘cebren ve hile ile’ gerçekleştirmeye kalkıştığı
içindir ki, Birinci ve ikinci Dünya Savaşı ve Soğuk Sa­
vaş yaşanmıştı; Almanya, İtalya ve Japonya (yâni M ih­
ver Devletleri) de Sovyetler Birliği (yâni Doğu Bloku) de
onu engellemek, aslan payım elinden kapm ak için dev­
reye girmişlerdi; başaramadılar, başaramayınca gezegen
tümüyle ‘Sistendin egemenliğine geri dönmüş oldu.
Peki o ne anlam a geliyor?
X X . yüzyıl boyunca yaşadığımız onca belâ, eziyet, iş­
kence; birbirine zincirlenen işgaller, soykırımlar, sür­
günler vs; gerçekte ‘hür olm ak’ ya da ‘hürriyet yandaşı’
olmak iddiasındaki tarafın, aslında hiç de öyle olm adı­
ğını göstermiyor mu?
Gerçekten insanların, dolayısıyla toplum ların öz­
gürlüğünden yana olan bir güç, onların serbestçe geliş­
melerine, istedikleri yönetimi seçip istedikleri gibi yaşa­
malarına; birbiriyle ve o güçle ‘serbestçe rekabet etme­
lerine’ karışır mı? Elbette karışmaz, ‘Sistendin ruhu yâ­
ni liberallik bunu gerektirir çünkü; halbuki yüzyıl bo­
yunca gördüğümüz, halen de görmekte olduğumuz tab­
lo nedir: liberal sistem, ister kapitalist olsun, ister sos­
yalist, yeryüzünde kendisinden başka bir güç odağının
oluşm asına tahamm ül edemiyor; o başka güç biraz pa­
lazlanıp sağda solda borusunu öttürmeye başladı mı,
olanca heybeti ve kudretiyle üzerine çullanıp yerle bir
ediyor; ‘totaliter’ kapitalist Mihver ülkeleriyle, ‘totali­
ter’ komünist Doğu Bloku’nun başına gelen budur: şim­
di de Güney’in yâni çevre ülkelerinin, yâni açlar dünya­

161
sının başını çekecek gibi görünen İslâm ülkelerine kar­
şı, aynı ‘hasm ane’ tavır takınılmaktadır.
X X . yüzyılda ‘çağını anlam ak’, aslında liberal kapi­
talist sistendin gezegeni tek başına yemek için her tür­
lü çılgınlığa gözünü bile kırpmadan kalkışabileceğini
anlamak demek! Bu tespit hakikatle ‘küreselleşme’ kav­
ramının, siyasi iktisat açısından ifade ettiği manayı da
son derece berraklaştırıyor: ‘küreselleşme’ eşittir, o ‘Sis­
tendin egemenliğine girmek!

15
‘REZİLLİĞİN’ FATURASI ‘LÂİKLİĞE’ ÇIKARILIYOR...

16 M ayıs 1996

O ‘alafran ga’ genç kız, ‘başörtülü’ akranlarını birer


‘öcü’ gibi görüyordu; onların sözünü ederken, yüzünde
tiksindirici bir böcek görmüşlerin ifadesi beliriyor; he­
le iş politikaya dökülüp de, gelecek bir seçimin ortaya
çıkaracağı bir Refah Partisi iktidarı olasılığı gündeme
gelince, gözleri dehşetle açılıyor: “ — I lerhalde İran’dan
farkımız kalm az, başka bir ülkeye göç etmek zorunda
kalırız!” Benzer düşünceler, surda bıırda hepimiz rast­
lıyoruz; rastlıyoruz da, neden dolayı Türkiye’de önem­
li bir kalabalığın gittikçe daha büyük bir ağırlıkla Re­
fah Partisi’ne doğru kaydığını düşünm üyoruz; oysa
meselenin kilidi burada!
Türkiye hep aynı Türkiye’dir; yâni halk aynı halk,
bu insanlar çok yakın zam anlara kadar neden oylarım
merkez sağ/m erkez sol partilere yığıyorlardı da, gittik­
çe İslamcı sağa doğru meylediyorlar? Bu sorunun ceva­

162
bı, öyle sanıyorum ki, ülkemizin son on beş yıldır içine
iyice yuvarlandığı, ‘tüketim toplum u’ çılgınlığında sak­
lı! Türkiye, karm a ekonomi döneminde, yatırıma, do­
layısıyla üretime ve üretimi çoğaltm aya, bunu dışarıya
satm aya önem veren bir ülkeydi; herkes, tüketmeyi de­
ğil, üretmeyi, ya da biriktirmeyi tercih ediyordu; konfor
arzusu yok değildi am a, bu arzu, bütün hesapların dı­
şındaki bir çılgınlık haline gelmemişti.
Oysa on yıldır, bu böyledir; böyle olmasından da,
Ö zal’dan itibaren bütün yönetimlerin, o yönetimlerin
etkisiyle gittikçe yozlaşan m edia’nın son derece büyük
etkisi vardır; sadece özel televizyonların eğlence, sohbet,
gerçeğin içinden programlarını izlemek bile, halka sü­
rekli olarak, kolay para, kolay şöhret yollarının nasıl
açıldığını; daha da kötüsü, paraya ve şöhrete ulaşm ak
için, her yolun geçerli olduğunun nasıl telkin edildiği­
ni gösterir.
Meselenin can alıcı noktası buradadır.
Dar ve mahdut gelirli ailelerde, özellikle annelere, aşı­
rı bir para ve şöhret hırsı, âdeta görüntülerle enjekte edi­
liyor; o kadar ki, nasıl olsa her çare mübah kafasına ya­
tan anneler, kendi elleriyle çocuklarını, kızlarını, oğul­
larını, -ilerde hepsinde ciddi ruhsal sorunlar yaratabi­
lecek- bazı yarışmalara sokmak için götürüyorlar; ‘m a­
rifetli foklar’ gibi teşhir edilmelerinden üzülecekleri yer­
de, iftihar duyuyorlar; hele bir de başarılı oldular mı, ke­
yiflerinden yanlarına varılmıyor.
Güzel sunucuların, ünlü mankenlerin, bazı pop yıl­
dızı ve sahne sanatçılarının, yine özel televizyonlarda,
‘hayatları ve aşkları’ kimseyi ilgilendirmeyecek ayrıntı­
larıyla anlatılıyor; kimi bırakmış da, kiminle geziyor­
muş; esrar yerine nasıl kokaini tercih etmeye başlamış;
karısını seviyormuş am a, filânca şarkıcıyla da uzatm a­

163
lı bir aşk yaşıyormuş, estek köstek! Bunlara, ekran ga­
zeteciliğinde sansasyona çok önem atfeden bazı prog­
ramların açıkladığı yolsuzlukları da eklemelisiniz; dün
değil, önceki gün değil, yıllardan beri bu programlarda,
üstelik ülkenin yönetimi kendisine teslim edilmiş olan­
ların bu emanete nasıl ihanet ettiklerini seyredip duru­
yoruz; göz göre göre, emniyeti suiistimal etmiş olanlar,
hırsızlığı sabit rüşvetçiler ve bürokratlar, adaletin elin­
den sıyrılıyor; yabancı bankalardaki paralarıyla başka
ülkelerde, -nedense özellikle Am erika’d a- keyif içinde
yaşıyorlar.
Uzatmak gerekir mi? Bazı özetler aktardığım bu tab­
lo, gündelik hayatı içinde, ortalama bir televizyon seyir­
cisinin artık kanıksadığı bir tablodur; doğrusu ya, hiç
de imrenilecek bir görüntü sayılamaz! Şimdi sıkı durun:
Türkiye’yi, bu hepimizin yakındığı duruma, kimler ge­
tirmiştir? Lütfen bu soruya inandırıcı bir cevap verir mi­
siniz? Hepimiz biliyoruz ki, bu sorunun iki cevabı yok­
tur; Türkiye, 1980 darbesinden sonra, kendisine liberal
muhafazakâr diyen, fakat lâikliği de kimseye vermeyen
Ö zal’cı kadrolar ve onu izleyenler tarafından bu rezil­
liğe itilmiştir.
Başka türlü söylersek, ülkemizin içinde yüzdüğü ba­
yağılığın, yolsuzluğun, köşe dönücülüğün faturası, ne­
ticede lâik yönetimlere çıkarılmaktadır. Çünkü bütün bu
curcunayı yaşayan ve hepimize yaşatan siyasi kadrolar,
aynı zamanda, lâikliğin de şampiyonu geçinmektedirler.
Peki böyle bir çelişkiyi, Islâmcı m uhafazakârların istis­
m ar etmeyeceklerini mi sanırsınız?
Ustalıkla yaptıkları odur.
Refah’ı oy kazanm aya, acayip alafrangalık ve lâik­
lik anlayışlarıyla, kendilerinin ittiğini o ‘alafranga’ genç
kız da, o genç kız gibi kendilerini ‘gelişm iş’ ve ‘ilerici’

164
zanneden şaşkınlar da, anlamalıdırlar. Çünkü ne lâiklik,
kuralsız bir başıboşluk demektir, ne de alafrangalık, her
dakika gözümüze sokulan o yarı arabesk yarı lümpen
sosyete!

165
‘ Kapı3bir açıldı mı?..
1

H ESAPLAR ONA GÖR E YAPI LMALI

1 Haziran 1993

Çoğum uz sanır ki Hitler Alm anya’sı, İkinci Dünya Sa-


vaşı’nı Naziler ‘ırkçı ve faşist’ olduğundan çıkarmıştır,
oysa asıl savaş sebebi Almanya’nın da ‘kapitalist’ olm a­
sıdır; bunun ne anlama geldiğini kavrayabilmek, ancak
30’lu yılların dünyasını bilmekle mümkün: nasıl bir dün­
yaydı dersiniz?
Liberal kapitalizm, 1929 buhranı ile çıkmaza girmiş­
ti, ‘serbest teşebbüs’ün esamesi okunmuyordu; en güç
sayıldığı ülkede (ABD) bile, Roosewelt mücadeleci New
Deal programıyla başkanlığa seçilmişti; ‘liberallik’, sa­
dece İngiltere’de ve Fransa’da -o da diken üstünde- ya­
şayabiliyor; İtalya ve Almanya, öteki ülkelere yeni ve
totaliter bir kapitalizm düzeni öneriyordu. İki blok ara­
sındaki çatışma, aynen ilk dünya savaşındaki gibi, çıkar
çatışm asından çıktı; sebebini anlam ası da, kolay: geci­
kerek sanayileşmiş, o yüzden de dünyadan yeterince ‘pa­
zar’ kapam am ış Almanya, İtalya ve Japon ya, yeni ‘ha­
yat sahaları’ (siz pazar ya da sömürge anlayın) istiyor:
İngiltere ve Fransa ise buna karşı çıkıyordu; çıkıyordu

169
da, ne yapabiliyordu, hiç: Japonya, Kore ve Çin’e sal­
dırmıştı; İtalya, H abeşistan’ı, Almanya ise çevresinde­
ki ülkeleri ilhak ediyordu: Avusturya’yı, Ç ekoslovak­
ya’yı vs.
Savaş, totaliter kapitalizmin tasfiyesi ile sonuçlandı;
‘H ür D ünya’ -yâni liberal kapitalizm - zaferi kazan­
mıştı am a, acaba bu çıkar çatışmalarının sonu mu de­
mekti? ‘Sovyet Bloku’ ve ‘Soğuk Savaş’ var oldukça öy­
le gibi görünmüştür, zira artık Jap on y a, Almanya ve
İtalya’nın da dahil olduğu ‘Hür Dünya’ yeryüzü pazar­
larını, Sovyet egemenliğinden kurtarm ak peşindeydi;
bunun için de, harıl harıl, sscB’yi dağıtmaya uğraşıyor­
du. Bildiğiniz üzere, sonunda muratlarına kavuştular, o
zaman da anlaşıldı ki ‘Hür D ünya’nın bünyesinde, ay­
nen savaş öncesinde olduğu gibi, ciddi çıkar çatışm ala­
rı sürmektedir.
Niye bu ‘girizgâh’ ? Üzerine ‘bölgesel güç’ etiketi ya­
pıştırılan ülkemiz, elinde olarak olmayarak, bu çalışma­
nın içine sürükleniyor da ondan! T ürkiye’ye ‘bölgesel
güç’lıığü yakıştıran Washington'dır, niye yakıştırıyor?
O rtadoğu, O rtaasya ve K afkaslar’la Karadeniz Bölge-
si’nde, Amerika’nın çıkarlarını, Türkiye üzerinden (onun
aracılığıyla) korum ak için; başka bir deyişle, ssCB’nin
dağılm asıyla ‘boşalan’ pazarlara AT’nin, en çok da Al­
m anya’nın çöreklenmesini önlemek amacıyla! Oysa Al­
manlar, bütün savaş ertesi siyasetlerini, önce birleş­
mek, sonra ‘D oğu ’ya açılm ak’ üzerine kurm uşlardı;
Doğu Bloku’nun dağılmasıyla, Doğu Avrupa pazarları­
nın üzerine oturup tam Asya içlerine sarkmayı düşün­
dükleri sırada, karşılarına Türkiye çıkm akta (ya da çı­
k arılm a k tad ır; üstelik tek başına da değil! A lm an­
ya’dan bakınca, Karadeniz Ekonomik işbirliği teşebbü­
sü de, Türk O rtak Pazarı teşebbüsü de, hâttâ O rtado­

170
ğu Akarsuları Ekonom ik İşbirliği teşebbüsü de, T ü rki­
ye’nin -biraz da ABD hesabına- başını çektiği, Alm an­
ya’yı -tabii, AT’yi de- köstekleyici örgütlenmeler olarak
meydana çıkıyor.
Alın size, bu saptam ayı doğrulayan bir Berlin h a­
beri:
kısa vadede sorunlar ön planda görünse bile, or­
ta ve uzun vadede Alm anya’yı D oğu ’da çok parlak bir
gelecek bekliyordu; ekonomik refahı ihracata dayalı
Almanya, Doğu Avrupa ve O rtaasya’da açılan pazar­
dan çok faydalanacaktı” ; ne var ki, Alm anya’nın
uzandığı bölgelerle, Türkiye’nin kendine yeni olanak­
lar beklediği bölgeler büyük ölçüde örtüşüyor ve bu iki
ülkeyi rekabete sürüklüyor” ; bu yüzden de, bir
yetkilinin belirttiği gibi, ‘Türkiye’nin bölgesel güç hali­
ne gelmesi, A lm anya’nın çıkarına değil’; Alman yetki­
liler, Türkiye’nin dem okratik, istikrarlı ve ekonomik
açıdan sorunsuz hale gelişinden başka bir şey istemedik­
lerini vurguluyorlar.” (Cumhuriyet, 4 Mayıs 1993)
Haberin başlığı zaten her şeyi özetlemiş: “ Alm an­
y a’nın Çıkarları Türkiye ile Ç atışıyor” .
Ozal aslında, savaş ertesinde Almanya’nın yaptığını
denemişti: ABD himayesi altında, ekonomik güç haline
dönüşmek! Sovyet Bloku’nun varlığı, Soğuk Savaş’ın
sürmesi, Almanya ve Japonya için formülü uygulanabi­
lir kılmıştı am a, artık iş değişti: Türkiye kendi başına
yapm aya kalkışsa da, ABD şemsiyesi altında denese de,
Almanya (AT) karşısına çıkacaktır. Hesaplar ona göre
yapılmalı, hâttâ R usya’nın ‘pirelendiği’ unutulmamalı;
çünkü bir zaman sonra bunlar, birlikte üzerine yüklenip
Washington’ı ‘barbar’ Türkler’in her zaman olduğu gi­
bi, yine ‘yayılm acı’ olduklarına inandırabilirler.
Hele, ortada fol yok yumurta yokken bazı politika­

171
cı ve yazarlarımız, ‘A driyatik’ten ‘Çin Denizi’ne kadar
yayılan Türk dünyasından’ böyle atıp tutmayı sürdü­
rürlerse!..

GAZİ’NİN ‘GEÇMİŞTEN ÇIKARDIĞI ‘DERS’!..

1 Eylül 1994

Gazi, radikal bir ‘jakoben’di: anti/emperyalist, lâik ve


demokratik bir ‘siyasi sentez’ önermiş ve uygulamaya
başlamıştır; öneri, hayallere ve heveslere değil, etraflı
bir ‘durum m uhakem csi’ne, daha da önemlisi Osman-
lı ile Düvel-i M uazzam a (Sistem) arasındaki ilişkilerin,
gerçekçi ve isabetli bir tahliline dayanıyordu; bu itibar­
la, şu ara bazı akl-ı evvellerin dediği gibi, onun ‘sade­
ce ileriye baktığını, bizim de onun gibi yapıp, 1923 şart­
larına bakmaktan vazgeçmemiz gerektiğini’ ileriye sür­
mek son derece yanlış; yalnız yanlış da değil, üstelik va­
him ve tehlikelidir.
M ustafa Kemal, 1923’ten sonra neler yapılabileceği­
ni tartışırken; 1923’ten çok önce ‘Sistem’in Osm anlı’yı
nasıl kıskıvrak bağlam ış olduğunu bakınız nasıl sapta­
mıştı:
“ ... sırf şahane bir armağan olarak ecnebilere bağış­
lanmış olan ve özel bir lütuf diye ülkedeki gayrimüslim
azınlıklara verilmiş olan her şey, kazanılmış (müktesep)
hak sayıldı. Yabancılar yalnız bu hakları korumakla ye­
tinmediler, her gün onları biraz daha çoğaltmak için ça­
reler aradılar ve buldular, içerdeki azınlıklar, korum a­
yı becerdikleri iç örgütlerine dayanarak, dış güçlerin sü­
rekli özendirmesine, kışkırtmasına ve yardımına sığınıp,
devletin ve asli unsurun ortadan kaldırılması ile, siya­
si bir varlığa kavuşm ak için çalışm aktan geri durmadı­
lar. Yabancılar, bir taraftan içerdeki azınlıkları kışkır­
tıyorlardı, diğer taraftan da kendileri müdahale ediyor­
lar ve her müdahalede yine devlet ve milletin aleyhine
olmak üzere, yeni yeni birtakım ayrıcalıklar, haklar el­
de ediyorlardı...”
G azi’nin 1 9 2 3 ’te yaptığı bu ‘geriye dönük’ tahlil,
yalnız ‘yeni ‘Türkiye’nin ‘gelecek’te nelerden kaçınm a­
sı gerektiğini vurgulam akla kalmıyor; hazindir am a,
1950’lerden itibaren ülkenin hangi yollardan aynı kısır-
döngü içine düştüğünü gösteriyor. M ustafa Kemal, bu
tahlilini şu istikamette sürdürür ve ‘Sistem’le bu yolda­
ki ‘karşılıklı bağımlılık’ ilişkilerinin, Devlet-i Aliyye’yi
nasıl bir uçuruma ittiğini gözler önüne sermiş olur.
“ ... böyle yönetim ve egemenlikten vazgeçen bir
milletin akıbeti elbette felakettir, elbette musibettir. (...)
Osm anlı Devleti gerçekte ve fiilen bağımsızlıktan yok­
sun bir duruma getirilmişti. Öyle ya, bir devlet ki ken­
di tebaasına saldığı vergiyi yabancılara salam az, güm ­
rük işlerindeki resimlerini memleketin ihtiyaçlarına gö­
re düzenlemekten uzaktır; ve bir devlet ki, yabancılar
üzerinde yargılam a hakkını uygulamaz; böyle bir dev­
lete, elbette ‘bağım sız’ denilemez...
“ ... devletin ve milletin hayatma yapılan müdahaleler
yalnız bu kadar da değildi, daha fazlaydı; doğrudan doğ­
ruya milletin hayati ihtiyaçlarından olan, meselâ demir­
yolu yapmak için, fabrika yapmak için, devlet serbest de­
ğildi. M utlaka müdahale vardı. Şu halde hayatını sağla­
ması yasaklanmış olan bir devlet bağımsız olabilir mi?
Arzettiğim gibi devlet gerçekte istiklâlini çoktan kaybet­
mişti ve Osmanlı ülkesi ecnebilerin sömürgesinden baş­

173
ka bir şey değildi ve Osmanlı halkı içindeki Türk mille­
ti de tamamıyla tutsak bir duruma getirilm işti...”
Bu kadar mı, hayır! Gazi, genç Türkiye Cumhuriye-
ti’nin ‘geleceğini’ tartışırken, Devlct-i Aliyye’nin Dü-
vel-i M uazzam a (Sistem) ile ekonomik ilişkilerinin ma­
nası, mahiyeti ve tabiatı üzerinde ısrarla durmuş; ne an­
lama geldiklerini göstermeye önem vermişti. 1923 Şu-
bat’ında, kelimesi kelimesine diyor ki:
" ... geçmişte, özellikle Tanzimat döneminden sonra,
ecnebi sermayesi, memlekette ‘müstesna’ bir yere sahip
oldu. Ve bilimsel anlamda denilebilir ki, devlet ve hükü­
met, ecnebi sermayesinin jandarm alığından başka bir
şey y ap m am ıştır...”
Gazi bu fevkalâde mühim saptamayı yaptıktan son­
ra, gözlerini ‘geleceğe’ çeviriyor; ‘yeni’ Türkiye’nin ‘uf­
kunu’ tayin ediyor:
“ ... artık her medeni devlet gibi, ‘yeni’ Türkiye de
bunu kabul edemez. Burası esir ülkesi yapılam az.”
Şimdi ‘meraklısı’ için, birkaç soru: 1/ 1950’den son­
ra ‘yeni’ Türkiye’nin içine sokulduğu koşullar, G azi’nin
‘geçm iş’ tahlilindeki koşullara mı benziyor, yoksa ‘ge­
lecek’ saptam asına mı? 2/ Bazılarının 1923 şartlarına
bakm ak istemeyişi acaba nedendir: 1923’te onları ‘ra­
hatsız’ eden nedir? G azi’nin ve ‘Yeni’ Türkiye’nin ba­
ğımsızlık tutkusu mu? 3/ yeni merkez sol partileri, es­
ki CHP’nin ardılları, bu tarife layık olabilmek için, aca­
ba neden M üdafaa-i H ukuk’un ve H alk Fırkası’nın si­
yasi platformuna sahip çıkmıyor da, ‘Sistem’in telkin­
lerine’ kulak veriyorlar?
Bu soruların cevapları, Gazi M ustafa Kem al’e mi,
yoksa İngiliz ‘muhibbi’ ‘D am at’ Ferid Paşa’ya mı yakın
olduğunuzu gösterecektir.
Tabii, başkalarının da!

174
3

HOŞGELDİN, OHANNES PAŞA!..

29 Kasım 1994

Kaderde, bugünleri de görmek varmış!


Alamet-i farika Türk bayrağı sloganı ‘Türkiye Türk-
lerindir’ olan bir gazetede, genç bir gazeteci, ‘ekonomik
misak-ı milliye son ’ diyerek, şenlik yapıyor: ‘Gümrük
Birliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuş yıllarının te­
mel ideolojisi olan ‘yerli malı T ü rk ’ün malı, her Türk
onu kullanm alı’ şeklindeki kapalı ekonomi zihniyetini
yıkacak’mış; ‘yâni artık sadece Türkiye’de üretilen mal­
lara mahkûm olm ayacak’mışız, şimdi ‘m ahkûm ’mu-
şuz, ‘çünkü yerli malı bir ürün ile yabancısını tam ola­
rak karşılaştırm ak imkânına sahip değil’mişiz; ‘yaban­
cı malın üzerindeki gümrük vergisi ve fonlar, onun fi­
yatını daha pahalı hale getirdiği için, yerli malı ürünün
fiyat avantajı doğuyor’muş; ‘oysa ekonominin devleti,
milli sınırları ve misak-ı millisi yok’muş! (Hürriyet, 17
Kasım 1994)
M isak-ı Milli iiç düzeyde tasarlanm ıştı: a/ M aarif
düzeyinde, Tevhid-i Tedrisat Kanunu (yâni öğretimde
birlik, demokratik lâik fakat ulusal yâni Türkçe öğre­
tim). b/ Ekonomi düzeyinde Sa’y M isak-ı Millisi (yâni
ülkeyi açık pazara çevirmiş emperyalizme karşı ulusal
ekonomi, kamu öncülüğünde sanayileşerek hızlı kalkın­
ma). d Önceki ikisinin de üzerinde yükseldiği, Türkiye
Cumhuriyeti’nin temeli olan M isak-ı Milli (yâni, tam
bağımsızlık, tam hürriyet; Türk süngülerinin çizdiği sı­
nırların değişmezliği!). İşte ‘özelleştirilmiş’ ve ‘küresel­
leşmiş’, ‘değişimden yana’ bazı genç aydınlarımız, buıı-

175
lardan vazgeçmeyi öneriyorlar. Hazindir ama gerçektir,
Gazi, cumhuriyeti bu aydınlara emanet etmişti!
Şimdi bakın, M isak-ı Milli yıllarında, zamanın ‘kü­
reselleşmiş’ gazetecilerinden birisi, Refii Cevad Bey, 2
Şubat 1920 tarihli Alemdar gazetesinde, ‘Yeni Bir Yav­
ru D aha: M isak-ı M illi’ başlıklı yazısında ne demişti:
" ... Aman Allahım, söylenmesi ne güç, ne çirkin, ne
gayr-ı milli bir kelime! Osmanlılık devrinden kalma ba­
ba yadigarı ahbap M anukyan K um panyasının bir ak­
törü vardır: Hacı M isak. Bu tam lam a bana onu hatır­
latıyor.” Aynı Refii Cevad Bey, o yıllarda Türkiye’nin
geleceği için şu çözümü öneriyordu: bizim için iki
şık kalıyor, ya İngiltere’ye dost elini uzatacağız; ve ya­
hut, bir müşterek m anda tarzında kontrolü kabul ede­
ceğiz, bunun hangisini tercih edelim, mesele b u ra d a ...”
(Alemdar, 2 Eylül 1919)
Fark ettiğiniz gibi, M isak-ı Milli ile alay eden Refii
Cevad Bey’in ‘programında’ ne bağımsızlık vardır, ne de
özgürlük! Onun içindir ki, kurtuluştan sonra, ünlü ‘yü-
zellilikler’ arasına dahil edilmiş, yurtdışına çıkarılmıştı.
İşin tuhafı, Devlet-i Aliyye’yi batma noktasına geti­
ren, şimdi ‘değişim’ meraklısı gençlerin sunduğu ve sa­
vunduğu ‘açık kapı’ politikasıdır; en azından ben, bunu
yirmi yıldır yazıp duruyorum; alın size kanıtı:
“ ... Hüseyin Avni Bey yazıyor: 1881’de, Mekteb-i
Mülkiye-i Şâhâne’de İlm-i Servet-i M ilel (iktisat) hoca­
sı bulunan Sakız’lı Ohannes Paşa, ne dermiş bilir misi­
niz? ‘Yerli sanayinin himaye usulleriyle gelişmesine taraf­
tar olmadığını” ! Zira, ‘her ne kadar, yüksek gümrük re­
simlerinin devlet hâzinesine bir menfaat getirmesi’ ger­
çek ise de, ‘himaye sistemi gerçek ticareti önlemekte’ imiş,
halbuki ‘zamanın ithalat ve ihracat rejimi makul bir re­
jim ’ im iş!..”

176
Sakız’lı Ohannes Paşa’nın beğendiği ve vazgeçe­
mediği ‘ihracat ve ithalat sistemi’ O sm anlı’yı pençeleri
arasına almış olan emperyalist ekonomi sistemi idi,
‘açık kapı’ politikasıyla ‘mülkün’ içine sızmışlar, lonca
sistemini ve esnaf ocaklarını duman ederek, ekonominin
belini kırmışlardı. Örnek mi, yine Hüseyin Avni Bey’den:
1800 ve 1820 yıllarında İstanbul’da kumaş esnafı­
nın 2.750 ve kemahçı (havsız kadife) esnafının da 350
tezgâhı vardı. Bütün bu tezgâhlarda 5.0 0 0 ’den fazla in­
san çalışıyordu. 1868 yılında, yerli sanayiin ıslahı için
hazırlanan bir inceleme raporunda, bu kumaş tezgâh­
larından ancak 25 (evet, sadece yirmi beş) tane kaldığı
esefle kaydedilmektedir. Bu raporun yazıldığı devrede,
Avrupa sanayiinin dokuma eşyası bol bol ve ucuza güm­
rük kapılarından giriyor ve yerli imalathaneleri tazyik
ediyordu. Zam anla bu imalathaneler kapanıyor, bunla­
rın yerine Avrupa malı satan m ağazalar açılıyordu...
(H. Avni Şanda, Yarı Müstemleke Oluş Tarihi, Gözlem
Yayınları.)”
“ ... Üç bin küsur tezgâhın 2 5 ’e indiği yıl, 1868,
Ohannes Paşa ‘mevcut ithalat ve ihracat rejimini’ 1881’de
bile öve öve bitiremiyor; oysa ülkenin nasıl battığını ya­
şamış, onu böyle konuşturan nedir? ‘Azınlıklar’dan olu­
şu mu? Sanmam! Avrupa kültürüne fazla inanması, bu
kültürün emperyalist bir kültür olduğunu fark edeme­
yip, çağdaşlaştığını sanarak memleketini tutsak etme­
si!..” (Dünya, 16 Aralık 1977)
Ne buyurulur, bu yazıda ‘hamaset edebiyatı’ var mı­
dır? Yoktur elbet, ne var ki, Ohannes Paşa’nın fikirle­
rinde ‘habaset’ vardır; çünkü Devlet-i Aliyye-i Şâhâne’yi
‘hamasî yazılar’ değil, tarihin ve siyasi iktisatın ger­
çekleri batırmıştır; üstelik, bunun böyle olduğunu, böy­

177
le de olacağını M isak-ı Milli’yi ‘bizzat’ hazırlayıp örgüt­
leyen Gazi M ustafa Kemal Paşa da açıkça söylemiştir.

4
HİÇ İBRET ALINSAYDI, TEKERRÜR MÜ EDERDİ?..’

1 Aralık 1994

O zam anları kim hatırlıyor? Osmanlı Gümrükleri, ka­


pitülasyonlar nedeniyle, zaten eli kolu bağlanm ış bir
haldeydi: düşünebiliyor musunuz, ithal malları sadece
yüzde üç gümrük resmi ödüyorlar, bu yüzde üçün kar­
şılığı Türk parası olarak belli senelerde tespit edildiğin­
den; ayrıca, anlaşm aların im zalandıkları tarihlerden
önce, önemli fiyat artışları olduğundan, aslında yaban­
cıların ödediği gümrük resmi yüzde bire, bir buçuğa dü­
şüyordu. ‘Sistem’e (o zaman lideri İngiltere) bu da yet­
mez, 1838 Antlaşm asıyla Devlet-i Aliyye’yi ‘küresel­
leştirir’; antlaşm a ‘ilelebet mer’i ve muteber’dir, ‘hü­
kümlerinden öteki Avrupa ülkeleri de yararlanacaktır’
en önemlisi, Hayriye (Osmanlı), tüccarını koruyan, ec­
nebi aleyhindeki hükümler kaldırılmış (yedd-i vahit
usulü); İngiltere Dışişleri Arşivi’ndeki bir belgeye göre,
şöyle yürekler acısı bir durum ortaya çıkmıştı:
Şimdi Belçika’lı bir tüccar, Osm anlı ülkesinde
sattığı m allar için yüzde 5 resim veriyor; bir Osmanlı
tüccarı ise, yabancı ülkelere ihraç edeceği, hâttâ Osman-
lı eyaletlerinin veya beyliklerinin birinden öbürüne ta­
şıyacağı emtia için, yüzde 12 resim ödemekle yükümlü
tu tuluyor...” (D. Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, s. 52,
1968)

178
Yusuf Kemal Bey, antlaşmayı imzalayan K oca Reşit
Paşa ve arkadaşları için, aynen şunları yazmıştır: Bu
antlaşmanın neticede memleketin sanayiini belini doğ-
rultamaz bir hale getireceğini, devletin başına Düyun-u
Umumiye idaresi gibi bir belâ musallat edeceğini, elbet­
te keşfedem iyorlardı...” (Harici Ticaret Siyaseti, Tanzi­
mat, s. 319, 1940)
Devlet-i Aliyye’nin o zamanın Gümrük Birliği’ne
sokulmasına karşı çıkan bu yazılar, sizce ‘ham asi’ yazı­
lar mıdır?
Ya G azi’nin durum değerlendirmesi? O, ‘memleketin
gümrüklerinin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesine engel
olunmasını, sömürge durumuna düşmekle’ bir tutm ak­
tadır; 1922 M art’ında M cclis’i açarken demiştir ki:
Tanzim at’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa
rekabetine karşı kendini m üdafaa edemeyen iktisadiya­
tımızı bir iktisadi kapitülasyon zinciriyle bağladı. Teş­
kilât ve ferdi kıymet nokta-i nazarından, iktisat sahasın­
da bizden çok kuvvetli olanlar, memleketimizde bir de
fazla olarak, imtiyazlı mevkide bulunuyorlardı. Temet­
tü vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutu­
yorlardı. İstedikleri zam an istedikleri eşyayı, istedikle­
ri şartlar altında memleketimize sokuyorlardı. Bütün ik­
tisat dallarımıza bu sayede mutlak hâkim olmuşlardı.
Efendiler, bize karşı yapılan rekabet hakikaten çok
gayr-ı meşru, hakikatten çok kahir idi. Rakiplerimiz bu
suretle, gelişmeye elverişli sanayimizi de mahvettiler. Zi­
raatımızı rahnedar eylediler. Gelişme ve iktisadi ve mali
olgunlaşmamızın önüne geçtiler...” (Söylev ve Demeçle­
ri I, s. 220, Î945)
Bu kadar mı, hayır! Gazi aynı konuya, İzmir İktisat
Kongresi’ni açış nutkunda da dönmüştür, demiştir ki:
" ... Osmanlı Devleti, hakikatte ve fiilen, istiklâlden

179
yoksun bir hale getirilmişti. Filhakika bir devlet ki ken­
di tebaasına koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz. Güm­
rük muamelelerini ve resimlerini, memleketin ve mille­
tin ihtiyacına göre düzenlemesi yasaklanmıştır. Ve bir
devlet ki, fazla olarak ecnebiler üzerinde hakk-ı kaza­
sını (yargı) tatbikten mahrumdur. Böyle bir devlete elbet­
te bağımsız denilemez.” (Söylev ve Demeçler II, s. 104,
1952)
İşin en çarpıcı yanı, hiç de ‘hamasi’ sayılamayacak bu
esasları, M ustafa Kem al’in tam da, o artık ‘son bulma­
sından’ dolayı âdeta bayram yapılan M isak-ı Milli üze­
rine oturtmuş olmasıdır; aynı konuşmasında, diyor ki:
“ ... efendiler, milletimiz kesin ve gerçek kurtuluşa
ulaşabilmesi için iki umdeye dayanmanın farz ve şart
olduğunu anladı. O temellerden birincisi M isak-ı Mil-
li’nin ifade ettiği ruh ve manadır. İkincisi Anayasamızın
saptadığı değiştirilemez hakikatlerdir. Biliyorsunuz ki
M isak-ı M illi, milletin tam bağımsızlığını sağlayan ve
bunu sağlayabilm ek için ekonomik gelişmesine engel
olan bütün sebebleri, bir daha ve kesinlikle dönüşü ol­
m amak üzere ortadan kaldıran bir d ü sturd ur...” (Söy­
lev ve Demeçleri II, s. 106, 1952)
Ve alamet-i farika Türk bayrağı, sloganı ‘Türkiye
Türklerindir’ olan gazetedeki cumhuriyet çocuğu yazar,
‘M isak-ı M illi’ye Son’ diye bayram yapabiliyor.
Oysa bakın ABD Ticaret Bakanı Ronald H. Brown,
Ja k a r ta ’daki A sya/P asifik Ekonom ik İşbirliği Foru-
m u’nda ne demiş:
“ ... Dünya ticaretinde, GATT Uruguay Round T ica­
ret A nlaşm ası’nm yürürlüğe girmesiyle birlikte, önü­
müzdeki yirmi yılda meydana gelebilecek toplam geniş­
lemenin dörtte üçü, önem sırasına göre Çin, Güney K o­
re, Endonezya, Elindistan, Türkiye, Güney Afrika, Po-

ıso
lonya, Arjantin, Brezilya ve M eksika’da gerçekleşecek­
tir; ve 2000 yılına kadar, bu on büyük ‘pazar’a toplam
ABD ihracatı, Avrupa ve Jap o n y a ’ya yönelik ihracatı
aşacaktır. ABD yönetiminin dış ve güvenlik politikası da,
ticaret diplomasisinin bu geleceğe dönük projeksiyon­
larını hesaba katacak şekilde biçim lendirilecektir.”
[Milliyet, 17 Kasım 1994)
Adamın salyaları şimdiden akıyor, siz ‘küreselleşiyo­
ruz, özelleşiyoruz’ diye sevinedurun!

5
HESAP, HEP AYNI HESAP!..

11 Nisan 1995

(İyi de, bunları böyle birden ayağa kaldıran nedir? Ne­


den daha dün NATO’daki ‘aslan müttefikleri’ olan, Av­
rupa Topluluğu’na adaylığı öngörülen Türkiye’ye kar­
şı, böyle bir ağızdan atıp tutmaya başladılar? Bu telâ­
şın altında, sahiden ‘insan hakları’na olan saygıları mı
yatıyor? Gerçekten Kuzey Irak’taki Kürtlerin ‘kesildiği­
ne’ mi inanıyorlar? Vs, vs...
Ben size bir şey söyleyeyim mi? Olayı zaman içine
yerleştirip, tarih gözüyle değerlendirmezseniz, koyaca­
ğınız teşhir alsa doğru olamaz. Öyle bakıp öyle değer­
lendirebilmek demek de, bölgenin tarihini Osm anh’nm
batış yıllarından itibaren iyi bilmeyi gerektirir; çünkü,
kim ne derse desin, bugün Kuzey Irak coğrafyası diye
ele alınıp, orada yaşayan Kürtlerin kaderi diye günde­
me getirilmek istenilen sorun, taa Sykes/Picot Anlaşma­
sı ile Osmanlı’yı nasıl paylaşacaklarını karara bağlayan

ısı
Düvel-i M uazzam a’nın (‘Sistem’) ‘M ezopotam ya Pet­
rolleri’ konusundan başka bir şey değildir.
Vaktiyle soruna eğilmiştim, o yüzden bazı noktala­
rı size hatırlatmayı deneyeceğim.)
... M ustafa Kem al’in Sam sun’a çıkışından, tam 12
gün sonra, 31 M ayıs 1919’da, ABD Dışişleri Bakanlığı,
yeryüzündeki bütün elçilik ve konsolosluklarına bir
genelge gönderip, neyi istiyordu biliyor musunuz?
“ ... Petrol bulunan, bulunabilmesi olanağı olan her
yerde, oralardaki petrol kaynakları üzerindeki denetim
durum unun, gelişme umutlarının ve bu alanlardaki
petrol üretimine Amerika’nın katılabilme olanaklarının
bildirilm esini...” (Laurence Evans, Türkiye'nin Payla­
şılması , s. 293)
Sebep? Basit: savaş içinde uzmanlar bir araştırma
yapm ış, Birleşik Am erika’daki petrol rezervlerinin ye­
tersizliğini ortaya koymuştu. Amerika denizaşırı petrol
yataklarına aşırı ilgi gösteriyordu. En başta da, yenilgi
dolayısıyla paylaşılacak Osm anlı İm paratorluğu’nun
eski topraklarından M ezopotam ya’dakilere! İşe bak
ki, 3 M ayıs 1920’de Standart Oil of New Jersey Petrol
Şirketi’nden, Bedford adında biri, San Rem o’daki Fran­
sız delegelerinden, 27 N isan’da Fransa ile İngiltere ara­
sında, adı geçen topraklardaki petrolün paylaşılması
konusunda yapılmış bir anlaşmanın metnini ele geçirir,
ele geçirmekle kalmaz bunu Amerikan Elçiliği kanalıy­
la Washington’a bildirir. Washington küplere biner.
Ne, M ezopotam ya Petrolleri’nin İngilizlerce deneti­
mini kabul konusunda gösterdiği uysallık karşılığı ola­
rak, Fransa petrolün dörtte birini alacak, ya da petrol
özel örgütlerce işletilirse bu pay yüzde yirmi beşe mi çı­
karılacakmış? Ne, bu bölgede özel örgütlerce işletilecek
olan petroller devamlı olarak İngiliz denetimi altında mı

182
bulunacakm ış? Olur muymuş hiç? Artık O rtadoğu’da
Amerikan haklarının vakit geçirilmeden korunm asına
girişilmesi zorunluluğu belirmiş imiş!..
Açın Laurence Evans’ın kitabı (‘Türkiye’nin Payla­
şılması, 1914/1924’, Milliyet Yayınları, 1972) Washing­
ton ile Londra arasında, o yıllarda sürdürülen çıkar
kavgasını, hızlı bir nota alıp verme savaşı olarak izle­
yin! O ara, kasap kâr derdinde, koyun can! Biz Anado­
lu’yu olsun kurtaralım diye ‘kıırtuluş’u örgütlemeye
uğraşıyoruz; onlar harıl harıl, im paratorluğun toprak­
larını nasıl paylaşacaklarını tartışıyorlar. Sanırız ki bu
paylaşma, sadece İngilizlerle Fransızlar, İtalyanlarla Yu­
nanlılar arasındadır, sanmakla kalmaz, aldanırız: İstan­
bul’da T ürkiye’nin kurtarılmasını ‘bütün olarak Ame­
rikan mandasına geçmek’te gören aydınlar türer. M an­
da num arasını, Am erika’nın savaşa karışm adığı ülke­
lerde söz sahibi olmak için uydurduğu bir hile olduğu­
nu fark edememişlerdir. Hele o zam anki Amerikan po­
litikasının (şimdiki farklı mı sanki?) çıkar hesaplarına,
hem de domuzuna çıkar hesaplarına dayanacağını dü­
şünemezler.
Oysa, Laurence Evans açık açık yazıyor:
“ ... Türkiye ile yapılacak barış, genellikle Doğu So-
ruııu’na verilecek biçim söz konusu oldu mu, Ameri­
k a’nın üzerinde durduğu çıkar savunması, başlıca ‘açık
kapı’ ilkesinin korunması, kendisinin Osmanlı İm para­
torluğu toprakları üzerindeki hak ve ayrıcalıklarının de­
vamını sağlam aktı. Bu toprakların T ürk yönetiminde
kalması, bağımsızlığını kazanmış olması, ya da başka bir
devletin yönetimine geçmiş bulunması, bu amacın elde
edilmesine engel olm am alıydı...” (Aynı eser)
Okuyup geldiğiniz satırlar, bu köşenin yazarı tarafın­
dan, Dünya gazetesinde yazılmıştı: (Amerikan O rtado­

183
ğu Politikasının Kökeni, 29 Ocak 1979) Evans’ın son
sözlerinin, son kısmı, bugün Kuzey Irak adıyla geçen
M ezopotam ya Petrolleri üzerindeki Amerikan ‘emelle­
ri’ hususunda son derece uyarıcı esaslar içermektedir;
farkındasınız değil mi ne diyor, ‘o topraklar, ister Türk
yönetiminde kalsın, ister bağımsızlığını kazanmış olsun,
isterse başka bir devletin yönetimine geçmiş olsun’ fark
etmiyor; ABD, oralardaki ‘hak ve ayrıcalıklarının deva­
mını sağlam ak’ kararındadır.
Hâlâ aynı karardadır, politikasını anlayabilmek için
olaya bu perspektif içinden bakmak lâzımdır.

AYNI İPTE İKİ CAMBAZ!..

13 Nisan 1995

Belki -bir m an ad a- Irak’ın başına gelenler de, ‘M ezo­


potam ya Petrolleri’ yüzünden geliyor.
ABD, daha Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, ‘ister
Türk yönetiminde kalsın, ister bağımsızlığını kazan­
mış olsun, ister başka bir devletin yönetimine geçmiş ol­
sun,’ ‘bu topraklar üzerindeki hak ve ayrıcalıklarının de­
vam ım sağlam ak’ kararını vermişti. (Laurence Evans,
Türkiye’nin Paylaşılması)
O ‘toprakların’ epeydir Irak’ın elinde olması, elbet­
te Washington’ın kırk yıllık planını değiştirmesini ge­
rektirmiyor; Bağdat Yönetimi’nin uğradığı gazabın se­
bebi, münhasıran Kuveyt’le olan uyuşmazlığı değildi,
bizatihi ‘o toprakları’ elinde bulundurmasıydı; bu, onu,
-özellikle SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun dağıtılmasından

184
sonra- ABD’nin en önemli hedeflerinden birisi haline ge­
tiriyordu. Bu bir.
İkincisi, -ve daha az ilginç olm ayanı- sorulacak şu
sorunun cevabında yatıyor: Acaba aynı M ezopotam ya,
aynı sebepler yüzünden, Düvel-i M uazzam a’dan başka
devletlerin de iştahını kabartmış mıydı, kabartm am ış
mıydı? Bendeniz, sorunun önemini daha 7 0 ’li yıllarda
fark etmiş, bazı uyarıcı yazılar kaleme almıştım; o ya­
zıların birisinde, M ezopotam ya’nın ve bittabi petrolle­
rinin öteki talibi olarak hangi devletin görüldüğüne de
dikkati çekmişim, hem de tarih perspektifi içinde!
Lütfen, bir göz atar mısınız?
“ ... ünlü London Times gazetesi, 28 Ekim 1898 ta­
rihli bir yazısında ne demektedir, merak eder misiniz?
bundan on yıl önce Türk ticaret ve mâliyesi üze­
rinde Fransız ve İngilizler âdeta bir tekel kurmuşlardı;
bugün ise İstanbul’daki en faal kişiler Alman sanayici
ve tüccarlarıdır. Yüzlerce Alman tüccar ve işadamı T ür­
kiye’yi baştan başa dolaşarak mallarına piyasa aram ak­
ta, bu am açla yerli halkın isteklerini incelem ektedir...’
Aynı yıllarda, Alman basınının sloganı neydi bilir misi­
niz: ‘Yeni D ünya’ ya (yâni Amerika’ya) değil, M ezopo­
tamya’ya (yâni Türkiye’ye). Dr. Ernest Jackh şunları di­
yordu: ‘O rada, Türkiye’de Anadolu ve M ezopotam ya
var. Anadolu doğan güneş ülkesi, M ezopotam ya ise
eski bir cennet.’
Alman yazarı Lothar Rathmann konuyla ilgili bir in­
celemesinde, o zamanki Alman yaklaşımını şöyle açık­
lamaktadır:
‘... Osmanlı İmparatorluğumun Asya toprakları, Al­
man emperyalizminin ‘güneşteki yerini’ almak için ver­
diği kavgada, en önemli yayılma planı olacaktı. Yakın­
doğu politikası, Alman emperyalizminin izlediği sömür­

185
ge politikasının tipik bir örneğiydi. Alman tekelleri açı­
sından gittikçe daha çok önem taşıyan bir sömürü olan
Türkiye’de Alman emperyalizmi büyük ölçüde ‘dolay­
lı söm ürü’ yöntemlerine başvurdu. Burada izlenen yön­
tem, Bağdat Demiryolları Stratejisi adıyla biliniyordu.
Bu stratejiyle Alman emperyalizmi, Osmanlı İmparator-
luğu’nun bütün önemli yerlerini elde edecekti...’
Evet, kafanızda kıvrılan soru işaretini görüyorum ;
peki nasıl?
Rathmann cevabını şöyle veriyor:
‘ ... etkin bir Alman sermaye grubu ilk ağızda asker
çizmesine ve Almanların yerleştirilmesi konusunda ya­
pılan, uygulama imkânı olmayan planlara değil, ‘barış­
çı yayılm a’ gibi daha incelmiş, daha yum uşak yöntem­
lere başvurarak bu istilacı politikasını gerçekleştirmek
istedi. Bu grup Deutsche B ank’ın ve Krupp-Konzern’in
yönetimi altında bulunuyordu...’ (Lothar Rathmann,
Alman Emperyalizminin Türkiye'ye Girişi, 1 9 76).”
Okuyageldiğiniz satırları, Dünya gazetesindeki kö­
şem de, ‘B arışçı Y ayılm a’ başlığı altın d a, 20 Ekim
1977’de yayımlamışım. O günden bugüne gelişen olay­
lar M ezopotam ya Petrolleri üzerindeki öteki gücün Al­
manya (Avrupa) olduğunu yeterince göstermedi mi der­
siniz?
Şimdi birisi çıkar diyebilir ki, Ankara, AT’ye karşı
ABD’nin kartını oynayabilir. Öyle yapar gibi de görünü­
yor. Gel gör ki, Washington’ın Türkiye ve Türkler hak­
kında neler düşündüğü, daha o yıllarda İstanbul’daki
ABD Büyükelçisi ünlü Amiral Bristol’ün ağzından, ay­
nen şöyle ifade edilmişti:
“ ... T ürkiye’de hizmet gördüğüm yıllar boyunca,
ihtiyar Osmanlı İm paratorluğu’nda yaşayan bütün ırk­
lar ve milletler üzerinde, eski T ürk yönetiminin kaldı-

186
nlm ası gereğini daim a en büyük güç ve şiddetle savun­
d u m ...”
“ ... Türkler de hem kendilerini, hem de başkalarım
yönetmekte yeteneksizdirler. Türk yönetiminin herhan­
gi bir bölgede kurulması cinayet olacaktır. ABD böyle bir
eyleme katılırsa, aynı işe karışan devletler kadar cina­
yete ortak olacaktır. Öteki uluslar Türkiye’yi eski du­
rumuna getirmek isterler de, Amerika buna ses çıkar­
m azsa, suçlu sayılacaktır...
Siz diplom asi nezaketinin ve uluslararası politika
cam bazlığının gerektirdiği ‘kıvırtm aların’ gerisinde,
Washington’ın Amiral BristoPun o tarihte hayli kaba bir
şekilde ifade ettiği bu düşünceye katılmadığından emin
misiniz?
Değilseniz, Kuzey Irak müdahalesine onun ve öteki
tarafın takındığı tavrı, bu çerçeve içinde değerlendiriniz.
Çok daha gerçekçi olacaktır.

BATI’YI ‘TELÂŞLANDIRAN’ NEDİR?..

15 N isan 1995

İşin püf noktası, yoksa şu mudur?


Dcvlet-i Aliyye, ilk Dünya Savaşı’na Düvel-i M uaz-
zam a’dan birisi olarak girmişti; hanidir çatırdıyor, iç ve
dış buhranlarla sarsılıyor, (biraz bugünkü Rusya’ya ben­
ziyordu), yine de dünyanın ‘büyük’ beş altı ülkesinden
birisi sayılıyordu: Almanya tarafından, öteki iki büyük
devletinden biriydi; fakat aynı savaştan, Avusturya/M a­

187
caristan İmparatorluğu gibi ‘yok’ edilerek; daha doğru­
su, ‘yok edilmek’ tehdidi altında çıkmıştır.
Anadolu İhtilâli, yâni M iidafaa-i H ukuk ve M isak-ı
Milli, bir kere ‘Sistem’in Sevres Anlaşması’yla uygulama­
ya koyduğu, bu ‘yok edilme’ tasarısına karşı, ‘var olm a’
inanç ve azmidir ya; G azi’nin bu ‘ihtilâl’e gösterdiği di­
yalektik hedef, yâni ‘muassır medeniyet seviyesine ulaş­
m ak’ hedefi, gerçekte Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortado­
ğu’nun vasat bir ülkesi olmak gibi bir ‘sıradanlığı’ değil,
Osmanlı’nın kaybettiği ‘büyük devlet’ statüsünü kazan­
mak amacını içermektedir: ‘çağdaş uygarlık düzeyi’ni
kimler temsil ediyor? Elbette, adına ‘dünya devleti’ de­
diğimiz ‘büyük’ devletler; Gazi işte Türkiye Cumhuriye-
ti’ne o düzeyi yakalam ak hedefini verirken, aslında bu
‘büyük devletler’den birisi olmak amacını belirliyordu.
Gelişme, başlangıç yıllarında, bundan farklı olmamış­
tır ki!
Erken cumhuriyet döneminin, kamu öncülüğünde
hızlı sanayileşme, yurdun demir ağlarla örülmesi milli
bir tarih ve kültür politikasının tespiti, bunun eğitim ve
öğretim yoluyla halka indirilmesi gibi önemli hamlele­
ri de; dış politika alanında Sovyet dostluğu, Batı’ya uzak
durma (İngiltere ile M usul, İtalya ile Oniki Ada, Fran­
sa ile Hatay uyuşmazlıkları) buna mukabil Balkan An­
tantı ve Saadabat Paktı ile çevre güvenliğinin garantiye
alınması, başka türlü izah edilemez.
Türkiye’nin, ‘B atı’mn Deli G öm leği’ne sokulduğu
tarihten bu yana, içine düşürüldüğü bunalımların, çal­
kantı ve sarsıntıların temelinde; devletin bu temel am a­
cı ve felsefesi, bu am aç ve felsefenin, ‘Sistem’in onu uy­
gun gördüğü çapa ve role de, hesaplarına da uym am a­
sı yatmaktadır.
Batı Ö nasya’da kurulup B alkan lar’], K afk aslar’ı,

188
Doğu Akdeniz’i ve Ege’yi, bunlar yetmezmiş gibi O r­
tadoğu’yu kontrol eden, O rtaasya’ya el uzatacak olan
Türk, üstelik Müslüman bir gücü (Devlet-i Aliyye-i Os-
maniyan böyle bir güçtü) tasfiye edebilmek için yüzyıl­
larca uğraşmıştı; aynı bölgede, hele SSCB’nin dağılmasın­
dan sonra, benzer bir gücün meydana çıkmasına seyir­
ci kalabilir mi? Kalamaz. Kalamıyor da! Gerçekte R us­
ya’nın, ABD’nin, AT’nin, aynen Sykes/Picot Anlaşması
döneminde olduğu gibi, ‘ortak çıkarı’, Türkiye’nin bü­
yümeden parçalanmasındadır; bunda ihtilaf yok, ihti­
laf ‘Sistem’in içindeki ‘kutııplaşmalar’dan, her ‘kutu-
bun’ (ABD’nin, AT’nin ‘Alm anya’nın’, R usya’nın ve J a ­
ponya’nın) özel çıkarlarının, birbiriyle çatışmasından
doğuyor.
Türkiye’nin ‘büyüklüğünü’ kabul ettirebilmesi, muh­
temeldir ki, adı dost ve müttefik olan ‘hasımlarınm’,
arasındaki bu çelişki ve çatışmaları, çıkarına kullanabil­
mesiyle mümkün.
Kuzey Irak teşebbüsü böyle bir teşebbüs olamaz mı?
Sorunu, O rtadoğu perspektifi içinde değerlendir­
mek şart!
Bölgede sorun bitiyor mu? Bitmiyor! Filistin sorunu
var, Suriye sorunu var, Kıbrıs sorunu var, petrol şeyhlik­
leri sorunu var, PKK sorunu var, var oğlu var. Gerçek şu
ki, Birinci Dünya Savaşı sonunda, bölgeyi sözde O s­
manlI’dan kurtaran Batı, geçen üç çeyrek yüzyıl içinde,
orada ne barışı ve güvenliği sağlayabilmiş, ne hakça bir
düzen kurabilmiş, ne de bölge halklarının gelişme ve re­
fahına yardımcı olabilmiştir. M ünhasıran petrol bölge­
sini elinde tutmak istiyor, zaten Osmanlı’yı batırmasının,
bölgeyi ondan koparmasının da amacı buydu.
Gel gör ki oıtca belâya, takılan onca çelmeye, - d a ­
hili harici bedhahlara, dalalet ve hıyanet içindeki bazı

189
yönetici ve yönetimlere rağmen, Türkiye Cumhuriyeti
X X . yüzyıl biterken, hiç de ‘Sistem’in ona uygun gördü­
ğü yerde ve rolde görünmüyor: ‘çağdaş uygarlık düze­
yine ulaşm ak’ saplantısı sürmektedir; Boğazlar’ı, Ege’yi,
D oğu K aradeniz’i dolaysız ‘kontrol ediyor’; Balkanlar
ve Kafkaslar üzerinde yeniden nüfuz sahibi olacağa ben­
zer; dahası, O rtaasya yolu açılmıştır, Kazakistan petro­
lü A nadolu’ya akacaktır. Bütün bunlar yetmezmiş gibi,
besbelli onu istikrarsızlığa itmek için dışardan tahrik
edilmiş olan PKK olayı da, son Kuzey Irak müdahalesiy­
le birdenbire görülmüştür ki, A nkara’ya Kuzey Irak’ı
-tabii oradaki petrol bölgesini de- kontrol etmek fırsa­
tına dönüşmektedir. Katlanam adıkları, işte bu!
İşte o ‘dost ve müttefik’ (!) B atı’lı ülkelerin, suçlula­
rın telâşı içinde, bir ağızdan ‘oradan hemen çıkınız’ di­
ye bağırmalarının altında bu yatıyor. Türkiye’nin önü­
ne, onun için kazılan kuyuyu, kazananlara karşı kullan­
mak fırsatı çıkmıştır.
Kullanabilecek midir, o bahs-i diğer.

CIA’YA, 19 MİLYON DOLAR! NİÇİN?..

25 Nisan 1995

Hani diyorlar, her şey uluslararası diplom asi nezaketi


içinde hallediliyormuş da, bazı muhayyelesi geniş yazar­
lar ‘kom plo teorileri’ üretiyormuş değil mi? Şebnem
Şenyener’in gazetesine geçtiği Washington haberini oku­
yunca, aklıma bu geldi, güldüm. H aber ilginç, ama es­
ki ‘kulağı kesikler’ için hiç de şaşırtıcı değil:

19ü
Amerikan Merkezi İstihbarat Örgütü (cia), Ame­
rikan Kongresi’nden, İran ve Irak’taki rejim karşıtı fa­
aliyetler için, toplam 19 milyon dolar (812 milyar lira)
istedi. Amerikan yönetimi, bu paranın 15 milyon dola­
rının (640 milyar lira) Irak’da, 4 milyon dolarının (171
milyar lira) İran’da harcanmasını ö n g ö rd ü ...”
N asıl, iyi mi? ABD, Ortadoğu petrolünün denetimi­
ni hayati saymaktadır, bunu görüşm üştük; oysa, haber­
de de belirtildiğine göre:
“ ... siyasi gözlemciler, İran devrimi üzerinden 16
yıl, Körfez Savaşı üzerinden 4 yıl geçtiği halde, Ame­
rikan Yönetiminin bu ülkeler üzerinde istediği şekilde
bir kontrol mekanizmasını tüm çabalara rağmen oluş-
turam am asına dikkat çekiy orlar...” (Sabah, 14 Nisan
1995)
Ne demek bu? ABD’nin, SSCB’nin dağılmasından son­
ra ‘soğuk savaş’ ilân ettiği iki cephenin iki önemli ülke­
si karşısında, başarısızlığa uğraması demek! Radikal İs­
lamcı İran da, anti/emperyalist Irak da ABD’ye meydan
okuyor; iş GIA’nın, milyonlarca dolar harcayıp, o ülke­
lerde yapacağı kışkırtmalara, çevireceği fırıldaklara -tek
kelime ile: komplo teorilerine- kalmıştır, onlardan me­
det umuluyor.
Buna inanmayan ‘safdillerin’ kulakları çınlasın!
O rtadoğu’da ABD’nin ‘Soğuk Savaş’ ilân ettiği ülke­
lerin direnişi sürüyor da, bölgede, ABD’nin ‘kaleleri’ es­
kisi kadar sağlam mı? Kaleler, belli; Suudi Arabistan, İs­
rail, Türkiye ve M ısır! İsrail, Filistin sorunu içinde de­
belenmektedir, çözüm lâftadır; M ısır’ın başı radikal din­
cilerle, dertte; Suudi Arabistan ise, ‘o eski iyi günlerden’
hayli uzak, çünkü:
“ ... petrol fiyatlarının düşmesine ek olarak, hesapsız
harcanan paralar, büyük savurganlıklar, dış harcamala­


rın iiçte birine ulaşan silâh altınları, Suudi Arabistan’ın
bir dönem gözleri kamaştıran zenginliğini kurutmuş.
Riyad, yabancı mali kuruluşlardan kredi alıyor, IMF’nin
reçetesi uyarınca, kemerleri sıkma politikası uygulu­
yor. Kral Fahd, geçen yıl kamu harcamalarında yüzde
20, bu yıl da yüzde 6 oranında kısıtlama yaptı, bir di­
zi sübvansiyonu kaldırdı. H alk artık benzin, su, elekt­
rik, telefon, hava yolculuğu için daha fazla para ödüyor.
AHD’ye endeksli savunma giderlerinde ise hiçbir azalma
yok. ABD’den Suudi ordusunun ihtiyacından çok daha
fazla gelişmiş silâh alınılan devam ediyor...”
" ... ekonomik kriz kitlelerde huzursuzluğu artırır­
ken, köktendinci akımların güçlenmesine de yol açmış
durumda. Kraliyet ailesi ile altı bine yakın prensin su gi­
bi para harcamaları, saraylardaki ve yabancı ülkelerde­
ki seyahat alemleri, köktendinciler tarafından sert bir
biçimde eleştiriliyor, ülkeyi yöneten prenslerin Batı et­
kisinde kaldıkları, ülkeye ihanet ettikleri öne sürülüyor.
Liberal muhalefet ise dem okrasi istiy o r...” ( Cumhuri­
yet, 7 Nisan 1995)
İşte asıl, O rtadoğu’daki bu genel tablodur ki, ABD
için Türkiye’yi de, ‘Kürt kartını’ da önemli kılıyor: böl­
ge, ABD için güvenilir bir istikbal vaat etmemektedir; is­
ter İslâmcı, ister milliyetçi radikaller duruma egemen ol­
sun, bu ülkelerde ABD için (Avrupa için de) gelecek par­
lak sayılamaz; ancak T ürkiye’yle, ya da T ürkiye’ye
rağmen bir Kürdistaıı oluşturulabilirse, M ezopotam ya
Petrolleri Batı için güvence altına alınmış olacaktır.
ABD, bu konuda, sakalla bıyık arasında kalmıştır:
Türkiye’yi kaybetmek istemiyor, oysa Kürdistan ısrarı,
Ankara’yı istemese de gittikçe anti/emperyalist bir tavra
götürecektir; Irak bahsinde, daha şimdiden Türki-
ye/Iran/Suriye ‘cephesi’ oluşmuştur; Kuzey Irak’ın ‘dal-

192
galanmaya’ bırakılması, PKK’ya yaradığından, Türkiye
oraya ağırlığını koyacak, bu da bölgede ABD’den bağım­
sız bir Türk nüfuzunun yayılmasına yol açacaktır.
Pek muhtemeldir ki Çiller Washington’daki pazarlık­
ta, bu notlar üzerinde çeşitlemeler yapsın! Çünkü bu ih­
timal bir kozdur, öteki büyük koz ise elbette G ap ve Ba-
kü/Yumurtalık boru hattının gerçekleşmesiyle, T ürki­
ye’nin bölgesel güç olmaktan çıkıp, Dünya Devleti sta­
tüsüne yükselmesidir.
İşte o zam an, ne yapsınlar? Gelsin CIA! Gelsin, ‘işle­
ri yoluna sokacak, komplo teorileri, darbe planları!..’

9
YURTSEVERLİĞİN EKONOMİK MANTIĞI

8 Kasım 1994

Erken Cumhuriyet döneminde, Türkiye’nin ekonom i­


de ‘özelleştirme’ye ya da ‘küresclleşme’ye nasıl baktığı­
na elbet geleceğiz ya; önce B aşbakan’ın bu yoldaki ‘ic­
raatının’ üstüne oturduğu bir yanlışa, daha doğrusu o
önemli çelişkiye bir dokunalım; meraklısı hatırlaya­
caktır, bir süre önce ‘Küçük H anım ’ın İkili Ç ıkm a­
zından söz etmiştim (17 M ayıs 1994, Meydan ), demiş­
tim ki, ekonomik düzeyde ‘küreselleşme’ ve ‘özelleştir-
me’yi uygulayıp ‘Sistem ’e entegre olm aya çalışırken;
güneydoğu sorununda ‘siyasi çözüm’ü reddederek, ona
ters düşüyor; bu durumun onu, ‘Sistem’le makro ilişki­
lerinde zorlam ası beklenir; gel gör ki, iki ayrı yöndeki
bu karşıt tutumu, Başbakan Çiller’i yalnız dışarda de­
ğil, yalın ekonomi mantığı çerçevesi içinde, yurtta da

193
kendi kendisiyle çelişkiye düşürmekte, davranışlarım sa­
vunulması müşkül bir yere koymaktadır.
Hadi bir bakalım .
Hep biliyoruz, Çiller’in Güneydoğu sorunundaki
tavrı kısa sürede değişerek netleşmiş; ne şekilde olursa
olsun, Türkiye’nin ‘tek çakıl taşının bile, feda edileme­
yeceğini’ ileri sürmeye başlamıştır; açıkça ifade edilmiş
olm asa da bu tavır, M isak-ı M illi’nin 1. M addesinin
gündeme alınıp savunulması demektir ki, cumhuriyetin
temelidir.
İyi de, bir ülke topraklarını niye savunur, niçin d os­
ta düşmana karşı onların kendisine ‘aidiyetini’ icab-ı
halinde çarpışarak kanıtlayacağını ilân eder? Vatan’ın,
daha yaygın deyimiyle toprağın, bir devlet -ve o millet-
için ifade ettiği anlam nedir? Elbette önce, tarihi bir an­
lamı var; bu anlam beraber yaşanmış yüzyıllarda olu­
şup gelişiyor; am a toprağın asıl anlamı onun ekonomik
düzeydeki değeri; hele insanlığın, hayvancılık ve tarım­
la geçindiği devirlerde; toprak, m er’a (otlak), tarım
arazisi (tarla) olarak, başta gelen üretim vasıtası; daha­
sı da var, toprağın üstündeki akarsu ve ormanlardan,
altındaki madenlerden de,üretimde yarar sağlanıyor;
onun içindir ki ülke topraklarmı savunurken, sadece ‘ta­
rihini’ savunmuyor, aynı zamanda ‘hayat sahasını’, hât­
tâ bir bakım a ‘geleceğini’ savunmuş oluyor.
Onun için Sevres A nlaşm ası’yla ‘Sistem ’ (Düvel-i
M uazzama) Türkiye’nin topraklarını, ona buna peşkeş
çekerek, ‘küreselleştirme’ye kalkışınca, Türk halkı kıyam
etmiş, M isak-ı M illi’yi kabul ederek, hem vatan’ın ken­
disine aidiyetini ve bölünmezliğini (1. M adde) hem de
tam bağımsızlığını (6. M adde) ilân etmiştir. Prof. Çiller,
Güneydoğu’da başka bir devlet oluşturulması teşebbüs­
lerine karşı çıkarken, o toprakların ‘ulusal’ kalmasını sa­

194
vunmuş oluyor; bir manada üretim vasıtası ve imkânı
olarak toprağın, ormanların ve madenlerin ‘ulusallığını’
savunuyor; işte bu noktada iktisadi devlet teşekkülleri­
nin ‘özelleştirilmesini’ ve hele ‘küreselleştirilmesini’ iste­
mekle, bunu savunmakla, dahası uygulamaya kalkış­
makla, kendi kendisiyle adamakıllı çelişmiş oluyor.
Nedeni de açık!
Türkiye Cumhuriyeti ilk merhalede nasıl vatan top­
raklarının (tarlanın, bağın, ormanın ve madenin) ‘küre­
selleştirilip’ ona buna peşkeş çekilmesini önlediyse; ikin­
ci merhalede, aynı espriyle o toprakların üzerinde Os-
manlı zamanında ‘küreselleştirilip’ el konulmuş üretim
vasıta ve imkânlarını ‘ulusallaştırmak’ yolunu tutmuştur:
Mustafa Kemal, ülkedeki ecnebi şirketleri birer birer satın
alır, ulusallaştırır; o kadarla da iktifa etmez, modern za­
manların üretim vasıtaları fabrikalar olduğundan Türk
özel sermayesi bunları gerçekleştiremediğinden, halkın
parasıyla bu modern üretim vasıtalarını da örgütleyip
kurar, ulusal düzeyde yaygınlaştırır; böylece, Türkiye’yi
bugünkü iktisadi gücüne kavuşturan, cumhuriyetin eko­
nomi kaleleri KİT’ler meydana çıkmış olur.
Buradan bakıldı mı, KİT’lerin ‘özelleştirilmesi’ ve
‘küreselleştirilmesi’ne Güneydoğu’daki ya da yurdun
herhangi bir yerindeki -bizatihi üretim vasıtası olan -
topraklarm ‘özelleştirilmesi’ ya da ‘küreselleştirilmesi’
arasında fark yoktur; ‘Sistem’, kendi içinde tutarlı oldu­
ğundan, KİT’lerin özelleştirilmesi ve küreselleştirilmesi
bahsinde, hangi güdü ve mantıkla hareket ediyorsa;
besbelli Güneydoğu’daki hareketi kışkırttığı ve iş olaya
dönüşünce ‘Siyasi Çözüm ’ istediği zam an da, aynı ‘ak­
baba’ mantığı ile hareket ediyor; buna karşılık Prof. Çil-
ler’in tutumu ve mantığı çelişkilidir: Güneydoğu konu­
sunda ulusallığı ve bölünmezliği savunan bir mantık;

195
ekonominin ulusallığı ve bölünmezliğini de savunmak;
bunun tabii sonucu olarak da, bu ekonominin kaleleri
olan KIT’lere sahip çıkmak zorundadır. Yurtseverliğin ta­
bii mantığı bunu gerektirir, onları milletlerarası ‘akba­
balara’ peşkeş çekmeyi değil!
Biliyor musunuz, bu ülke iki yüz elli yıldır ne çekiyor­
sa, bu tutarsız, bu idare-i maslahatçı politikalardan ve
politikacılardan çekiyor.

10
GAZİ, ‘MESELEYİ’ NASIL KOYMUŞTU?..

10 Kasım 1994

Erken Cumhuriyet döneminde, Türkiye’nin ekonomik


‘tavrının’ ne olduğunu anlayabilmenin en iyi yolu, hiç
kuşkusuz, o dönemde ‘Sistem’in (Düvel-i M uazzama’nın)
iktisadi çıkarlarının sözcüsü sayılabilecek olan The Eco-
nom isf in neler yazdığına bir göz atmaktır. Bakınız ne­
ler demiş:
“ ... kapitülasyonlar rejiminin tarihe karışm asıyla
birlikte, Türkiye ile iş yapan yabancı tüccar, kendisini
yepyeni koşullarla karşı karşıya bulmuştur. Bu yeni
koşulların en önemlilerinden biri de, geçmişte ticaret
alanında etkisiz görülen yerli halkın bir kesiminin, gi­
derek yabancı tüccarla rekabet edecek duruma gelme­
sidir. Bu yeni koşullar altında geçen iki yıla bakm ak ve
mali iktisadi politikasını uygulam akta ısrarlı bir çaba
gösteren H üküm et’in başarı ya da başarısızlığını; ve
sürekli artm akta olan yerli rekabet karşısında durum­
larını korum ak için enerjik bir mücadele vermekte olan

196
yabancıların çabalarını değerlendirmek ilginç olacaktır.
Hemen belirtelim ki tecrübe, teşebbüs ve işadam lığı
yönlerinden, yabancıların çok gerisinde kalan yerli tüc­
car, armatör ya da banker, ‘Türkiye Türklerindir’ ilke­
si uyarınca çıkartılan yasa ve düzenlemeler sayesinde,
yabancılarla rekabet eder duruma geçm ektedir...” (The
Economist, 7 Ağustos 1929)
Aslında tek kelime eklemeye gerek yok ama, sanırım,
Gazi döneminde cumhuriyet hükümetinin, ‘içerde’ mil­
li tüccarı yüreklendirdiği, bu bakımdan belki ‘özelleştir­
meye’ yolu açtığı; buna mukabil, ecnebi tüccara olan
tavrıyla hiç de ‘küreselleşmeyi’ benimsemek niyetinde
görünmediği söylenebilir.
Bu, ‘Atatürkçü’ geçinen, aynı zam anda, küreselleş­
meyi savunan yöneticilerin dikkatine arzolunur.
Daha da önemlisi, Gazi M ustafa Kem al’in meseleyi
nasıl koyduğu değil midir? ‘Tam Bağımsızlık’ ilkesinden
hareket eden Gazi, önce ‘Sistem’ (Düvel-i M uazzam a)
hakkında, şu kesin yargıyı veriyor:
“ ... bizi aşağı olm aya mahkûm bir halk olarak ta­
nımakla yetinmemiş olan Batı, yıkılmamızı çabuklaştır­
m ak için ne yapm ak lâzım sa yapmıştır. Batı ve Doğu
zihinlerinde birbirine karşıt iki ilke söz konusu ise, bu­
nun en önemli kaynağını bulm ak için Avrupa’ya bak­
malı. İşte Avrupa’da aralıksız mücadele ettiğimiz zihni­
yet budur.”
Yalnız bu kadar mı, hayır: “ ... geçmişte, özellikle
Tanzimat döneminden sonra, ecnebi sermayesi memle­
kette müstesna bir yere sahip oldu. Ve bilimsel anlam ­
da denilebilir ki, devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin
jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Artık her
uygar devlet gibi, yeni Türkiye de bunu kabul edemez.
Burası esir ülkesi yapılamaz. (Şubat 1923)

197
Yine 1923’te Devlet-i Aliyye’nin nasıl ‘küreselleştiril­
m iş’ olduğunu şöyle anlatıyor:
Osmanlı Devleti, gerçekte ve fiilen bağımsızlık­
tan yoksun bir durum a getirilmişti. Öyle ya, bir devlet
ki kendi uyruklarına saldığı vergiyi yabancılara sala-
maz. Gümrük işlemlerini ve resimlerini, memleketin ih­
tiyacına göre düzenlemekten uzaktır. Ve bir devlet ki ya­
bancılar üzerinde yargılama hakkını uygulayamaz. Böy­
le bir devlete elbette bağımsız denilemez. (...) Arzetti-
ğim gibi gerçekte devlet istiklâlini çoktan kaybetmişti ve
Osm anlı ülkesi ecnebilerin bir sömürgesinden başka
bir şey d eğildi...”
Kurtuluştan sonra da, ‘ecnebi’ sermayesine, ‘ecnebi’
teşebbüslerine karşı kuşku ve kaygısının geçmediğini, şu
sözlerle anlatmıştı:
“ ... Size açıkça söyledim, sonuna kadar açık sözlü
olacağım . Henüz güvenimiz yerinde değildir, evvelce
T ürkiye’deki ecnebi teşebbüslerinin, ecnebi am açları­
nın içimizde uyandırdığı kaygılar, bütünüyle ortadan
kalkmış değildir. Eğer bazen ihtiyatlı hareket ediyorsak,
aşırı derecede kuşkulu davranıyorsak, bize çok paha­
lıya mal olan özgürlüğümüzü kaybetm ek korkumuz-
d an d ır...”
O günden bugüne, ‘Sistem’ ve onun ‘özelleştirme’ ve
‘küreselleştirme’ anlayışında, ne değişti ki; cumhuriyet
hükümetleri artık, devletin kurucusunun bir türlü için­
den atam adığı, kaygı ve kuşkulardan arınmış görünü­
yorlar.
Cumhuriyet o yüzden, ‘kamu öncülüğünde hızlı sa­
nayileşme’ parolasını benimsemiş, uygulamasına geç­
mişti; bunu Prof. Beşir Ham itoğulları şöyle anlatıyor:
“ ... dış borca, yabancı sermaye başvurmadan, ulusal
kaynakları tümüyle harekete geçirerek, emperyalizmin

198
sızmasına izin vermeden, ekonomik bağımsızlığı sağla­
yabilmek için devletçilik gerekm iştir...”
“ ... Atatürk devletçiliği, dış düşm anlara karşı, ‘hat­
tı m üdafaa yoktur, sathı m üdafaa vardır. Bu satıh bü­
tün vatandır’ stratejisine dayanılarak verilmiş mücade­
lenin iktisadi hayata uygulanmasıdır; çünkü savunulan
ve gerçekleştirilmek istenen hedefler kişi, grup ya da sı­
nıf, sektör ya da bölge hedefleri değildir; bütün bileşik­
leriyle ekonominin tümünün hedefleridir.” (Atatürk Sem-
pozyumu/Konuşmalar Bildiriler, Ankara 1994, s. 594-
595)
Ne dersiniz, yoksa ‘artık savunulan hedefler, bütün
bileşikleriyle ekonominin tümünün hedefleri’ olmaktan
çıktı mı? Artık ‘kişi, grup ya da sınıf’ hedefleri mi?

11

‘KAPI’ BİR AÇILDI MI?..

16 Temmuz 1994

Liberal bülbüller ne diyor? Liberallik, çağımızın en güç­


lü ekonomilerini, bulundukları gelişmişlik mertebesine
çıkaran, sistem değil midir? ABD, İngiltere, Fransa, Al­
m anya ve Japon ya, liberal ekonomi politikaları uygu­
layarak, bugün içinde bulundukları refah düzeyine ulaş­
madılar mı? O halde bu hakkı Türkiye’ye niye tanımı­
yorsun?
Elhak, Batı’nın liberallikle güçlendiği doğrudur, doğ­
rudur da, mide bulandırıcı birkaç noktayı, gözden uzak
tutmamak şart! O ülkelerin alayı sömürgeci/emperya-
list ülkeler; zaten B atı’nın gelişmesi keşifler’den, yâni

199
denizaşırı toprakların yağm alanm asından sonra hızla­
nıyor; X X . yüzyıla varıldığında, o liberal ülkeler, yeryü­
zünün neredeyse tamamına el koymuş, sömürgelerinde­
ki bütün servetleri, metropollerine taşım ışlardı. Günü­
müzde liberalliğe heveslenen irili ufaklı ülkeler, böyle
bir ‘katkıdan’ kesinlikle yararlanamıyorlar. Bu bir!
İkincisi, daha da önemli: liberal ekonomi düzeniyle
çağ atlamış büyük devletler, o süreç içindeyken, öteki ül­
keleri denetleyen bir ‘sistem’ mevcut değildi; yâni kim­
se kimseye, ‘size kalkınma planından önce yol ve liman
lâzım’; ya da ‘biz tek şey isteriz, o da açık kapı’ demi­
yor; istediğini yerine getirmediğin takdirde, çeşitli dü­
menlerle düpedüz ekonomik am bargo uygulayamıyor!
Artık öyle mi, Dünya Bankası’ndan azar işitirsin; KİT’le-
ri özelleştirmekte geciktin diye, atıp tutm aları da c a ­
bası!
Liberal bülbüllere sormak lâzım: böyle bir çerçeve
içinde, gerçekten ‘milli’ bir sanayii özel sektör ne dere­
ceye kadar gerçekleştirebilir? İşin içine ‘ecnebiyi’ katar­
san, ortaya çıkacak model, ne dereceye kadar ‘milli’ sa­
yılabilir? ‘Artık o günler geçti, dünya ‘açık kapı’ döne­
mini yaşıyor diyorlarsa; o süper güçler, niye kotalarla,
ithal kısıtlamalarıyla uğraşıyorlar; çoğu yabancı m alla­
rına, kapılarını, ardına kadar açmıyorlar?
1980’lerden bu yana, her yönetim altını çize çize
belirtiyor: kamu sektörü sanayi yatırımı yapm ayacak,
tek istisna ‘kalkınmada öncelikli yöreler’, onların dışın­
da kamu sektörünün faaliyet sahası, altyapı yâni ener­
ji, su, yol vs! Ülkenin kalkınması yâni sanayileşmesi özel
sektörün işi; oysa liberallik esas olunca ‘Sistem’le bü­
tünleşiliyor, bu da ‘himayeden vazgeçilmek’ anlamına
gelir; dış rekabet serbest, ancak finansmanlarını öz kay­
naklarında bulacaklar, kısacası, D adaloğlu’nun ünlü
koşmasındaki gibi, ‘ölen ölür, kalan sağlar bizimdir,’
öyle de oluyor.
(15 Haziran 1947. İç politika İnönü/Bayar çekişme­
si; dış politikada Türkiye, ABD yörüngesine giriyor. Ül­
kemize gelen ilk ABD ekonomi heyetlerinden bir yetki­
li, açık açık diyor ki: “ — Her şeyden, her türlü kalkın­
ma planından önce, Türkiye’ye yol ve liman lâzım ol­
duğuna inanm ak icabeder.”
Mektebi Mülkiyei Şâhâne’de İlmi Serveti Milel (ikti­
sat) hocası bir Sakız’lı Ohannes Paşa vardı, bilmem bi­
lir misiniz? Hüseyin Avni Bey yazıyor, 188'1’de dermiş ki,
‘yerli’ sanayi himaye usulleriyle gelişemez, her ne kadar
gümrük resimleri devlet hâzinesine menfaat getirirse de,
himaye serbest ticarete engel olur; halbuki zamanın ithal
ve ihraç rejimi makul bir rejimdir; ‘o makul ithal ve ih­
raç rejimi sayesinde’ 1800’lerde sayısı 3.0 0 0 ’i geçen do­
kuma tezgâhımız, 1868’de 35’e düşmüş imiş; 1881’de
konuştuğuna göre Sakız’lı Ohannes Paşa’nın bunu da
bilmesi lâzım, neden böyle olduğunu da! ‘Açık kapı’ si­
yaseti yüzünden, İngiliz Manchester dokumaları, Os-
manlı pazarını istila edip, yerli dokumacılığı çökertiyor.
Cumhuriyet’in ilânından sonra ki, o heyecanlı yıllar.
Amerikan Yakındoğu Ticaret Odası, Amerikan Dışişle­
ri Bakanlığı’na bir raporunda diyor ki: Yakındo­
ğu’da Amerikan çıkarlarının gelişme olanağı, sınırsız gi­
bidir. Bu bölge, özel Amerikan teşebbüslerine açık bir
alandır.” Amerikan Ticaret Odası Başkanı, oraları ziya­
rete gelmiş Türk milletvekili Fuat Bey’e daha da açık
konuşmuştur: “ ... Türkiye ile ticari ilişkilerimizi geliş­
tirirken, oraya sermayemizi götürürken, tek bir şey is­
tiyoruz: öpen door/açık kapı.” )
Türkiye, ‘Sistendin bu baskısına, yetmiş yıl direnmiş­
tir. İşte nihayet ‘kapıları açtık’ .

201
Sanayiciler ağlıyormuş, KİT’ler haraç mezat satılıyor­
muş, ne gam! Gönüller şen olsun!

12
NEREDEN NEREYE?

19 Temmuz 1994

Yine ortalıkta, ihracat telâşı! Ekonomiyi düze çıkarma­


nın çaresi, ihracatı artırmaktan geçiyor; oysa ihracatçı­
lar, türlü zorluklarla karşı karşıyadır; ülkenin, iyi kötü
işleyen üretim ekonomisinden, rant ekonomisine kaydı­
rılması, o alanda da dengeleri bozdu. Oysa bilir misiniz,
Türkiye bu merhaleye, nerelerden geçerek geldi?
Genç Türkiye Cumhuriyeti, M ustafa Kem al’in ‘kül­
tür devrimi’, ile hayli çağdaş bir üstyapıya kavuşmuş gö­
rünür; oysa, iktisat alanındaki manzara, tipik geri kal­
mış ülke m anzarası: yıllar boyunca T ürkiye’nin ihraç
malları nelerdi, düşünsenize: tütün, pam uk, üzüm, in­
cir, yapağı! Hele şükür, sömürgeden dönme o Güney
Amerika ya da Afrika ‘cumhuriyetleri’ gibi, (ya kahve,
ya muz, ya kakao, ya şeker kamışı) ‘tek ürünlü olm ak’
felaketine uğramadık; yine de meselâ, pamuğun Anado­
lu’da Deutsche B an k’ın başlatıp geliştirdiği bir Alman
projesi olduğunu hangimiz bilirdi? Lother Rachmann,
işte açık söylüyor:
bu tür girişimlerin başında Deutsche B an k’ın
hazırladığı büyük Konya Ovası sulam a projesi geliyor­
du. Deutsche Bank yöneticilerinin bu yatırımdan güt­
tükleri amaç, B ağdat Demiryolu’nun geçtiği bu bölge­
yi, sun’i sulam ayla Alman dokuma sanayiinin pam uk

202
ambarı yapm aktı. Deutsche Bank, daha Konya vilaye­
tindeki sulam a çalışmalarına yeni başladığı sırada, bu
tür başka bir proje ile, Adana ovası sulam a projesi ile
u ğraşıy ordu ...”
Yalnız pam uk mu canım? O sm anlı’nın ‘G âvur’ İz­
mir’inde, bölge ürünlerinin ihraç tekelini eline geçirmiş,
sürü sepet ecnebi kumpanyası cirit atmıyor muydu?
Tütün mü demiştik, akla hemen üç Amerikan şirketi ge­
liyor: 1/ Glenn Tobacco Co. 2 / Garry Tobacco Co. 3/
The American Tobacco C o ... Ayrıca, yağlı bıyıkları sal­
kım saçak kaçakçıları, kolu nişanlı kolcularıyla, anlı
şanlı Reji İdaresi: Regie Cointeresse de l’Empire Otto-
man: daha ne demiştik, incir mi: İngiliz ağırlıklı, ünlü
The Smyrna Fig Packer Ltd.
Bütün bunlar neyi gösteriyor?
Ülkede sefalet paçadan akıyor ya, beterin beteri var;
az buçuk ürettiğimizi de, ‘ecnebiye’ pazarlamayı bece­
remiyoruz; o kadar böyledir ki bu, cumhuriyetin ilk yıl­
larındaki çabalar, ihracatı çeşitlendirmekten çok, ‘ulu­
sallaştırm ak’ çabalarıdır; evet, ‘ulu sallaştırm ak’; ne
yapsak da, ürettiğimiz tarım ürünlerini, ‘kefereye’ ken­
di tüccarımız vasıtasıyla satabilsek diye uğraşıyoruz.
Gazi M ustafa Kemal, daha 1923 M art’ının 18’inde,
T arsus’lu çiftçilerle konuşurken, bunu açıkça beyan et­
miştir:
“ ... sonra mahsulleri ‘yalnız’ memleket içinde yalnız
kendi ihtiyacınızı karşılam ak için çalışmıyorsunuz. İh­
tiyacınızdan fazla mahsulleri harice sevk ve onları altı­
na çevireceksiniz. Bunu yapabilm ek için tüccarlara ih­
tiyacınız vardır. Eğer tüccarlar bizden olm azsa, milli
servetin ehemmiyetli bir kısmı, şimdiye kadar olduğu
gibi, yine yabancılarda kalacaktır. Onun için milli tica­
retimizi yükseltmeye mecbursunuz. Bütün bu basit fa­

203
kat hayati hakikatleri bilerek, bilmeyenlere de yolu ile,
ya da zor ile anlatarak, gayemize yürüyeceğiz. Hepiniz
pek güzel anlamışsınızdır ki, bizi o gayeye varmaktan
meneden iki kuvvet vardır. Biri harici düşmanlardır.
Bunlar bizi sömürge haline koymak için ilerlememizi is­
temeyenlerdir. Fakat çiftçi arkadaşlar, muhterem baba­
lar, bizim için bunlardan daha muzır, daha muhik bir sı­
nıf daha vardır: o da içimizden çıkması muhtemel olan
hainlerdir...”
Demek ki Türkiye, o beğenmediğimiz ‘geleneksel’
tarım ürünlerini, ‘ulusal’ ihracatçı birlikleriyle dışarıya
satmayı başardığı zam an, aslında ayağındaki azgeliş­
mişlik zincirlerinden birini kırmıştı.
Günümüzde öyle mi? Türkiye başta ABD ve Jap on ­
ya olmak üzere, gelişmiş Batı ülkelerine, çelik dahil yüz­
lerce çeşit sanayi malı satıyor. İhraç mallarımızın topla­
mı, üç bin kalemi geçmiş; üstelik tarım ürünlerinin ih­
racatımız içindeki payı, düştükçe düşmektedir; şöyle
bir bakarsan, ihracatın ağırlığını, sanayi mamülleri oluş­
turmaya başlamış, hesapta olmayan müteahhitlik hiz­
metleri ihracatı cabası! Ne iyi, ne iyi, ne iyi!
İyi de, içimde yine bir ukde kalıyor: yedi düvele, üs­
telik sanayi ağırlıklı bunca ihracatı başarabildiğimize
göre, köşeyi çoktan dönmüş olmamız gerekmez miydi?
Oysa ihracatçının yüzünden düşen bir parça oluyor,
sanayicinin kafası bozuk; sebebi belli, işler istenildiği gi­
bi yolunda gitmiyor. Neden acaba? Gazi’nin taa 1925’te
sözünü ettiği, ‘bizi sömürge yapmak için, ilerlememizi is­
temeyen harici düşm anlar’; bir de, onlarla işbirliği ha­
lindeki ‘içimizden çıkm ası muhtemel hainler’ olmasın?
Benden sorm ası!..

204
13

‘TUZAK’, HEPAYNI ‘TUZAK’!..

4 Ağustos 1994

Tuzak, aslında ‘Sistem’in göz koyduğu üçüncü ülkele­


re kurulur am a, ‘Sistem’ ülkeleri aralarında kapıştılar
mı, birbirlerine de uygularlar; sözgelişi III. Reich (N a­
zi Alm anya’sı) Belçika’yı Flamanları kullanarak böl­
müştü; Fransa’da Brötonlar için özerk cumhuriyet ilân
etti; buna m ukabil, A lm anya’daki M usevi azınlığı
kam plarda, gaz odalarında imha ediyordu; Flamanlar,
Brötonlar için ‘insan hakları’ savunucusu geçiniyor;
gerçekte amacı, Belçika’yı ve Fransa’yı yıkmak, ele ge­
çirmek; ‘insan hakları’ bahane; öyle olmasa, milyonlar­
ca Yahudi’yi, -yalnız onları mı, liberalleri, sosyalistle­
ri, komünistleri, hâttâ eşcinselleri- gözünü kırpmadan
katledebilir miydi?
Onlar faşistti diyeceksiniz, peki ya Fransızlar? İnsan
hakları savunuculuğunu kimseye verirler mi? Soğuk
Savaş Avrupa’sı, M acaristan ve Polonya olaylarıyla çal-
kalandığı zam an, ‘özgürlükçü’ M acar ve Polonyalılara
Fransa sahip çıkmıştır; sahiden ‘insan haklarına’ saygı­
lı olduğu için mi, hadi canım, güldürmeyin beni: Ceza­
yir’i kana bulayışına ne diyelim? Dili, dini, kültürü ve
tarihi farklı, toprağı ayrı bir ülkeyi (Cezayir’i) Fransa
ulusal coğrafyasına katmış, vilayet statüsüne sokmuştu;
Cezayirliler, sömürgeciye karşı kurtuluş hareketine kal­
kışınca, o ‘insan hakları savunucusu’ Fransa orada - a y ­
rıca aynı sebepten Vietnam’d a- yapmadık rezalet bırak­
madı.
Yâni ‘bunlar’, karşınıza ‘insan hakları’ diye geldiler

205
mi, samimiyetlerine asla inanmayacaksın; hinoğlu hin­
dirler, gizli m akaslan vardır.
Bizim ağzımız bu yüzden az mı yandı? Osmanlı’nın
‘fetret devri’, ‘Sistem’in bu ‘tuzağı’ içinde geçer. Gevşek,
hayli hoşgörülü Osmanlı düzeninde, yüzyıllardır yaşayıp
giden bir halka ve oturduğu yere göz koyar, onu -en
çok da kiliseyi kullanarak- kışkırtırlar; işi, kandırabildik-
leri kadannı silâhlandınp dağa çıkarmaya kadar vardınr-
lar; o ki Devlet-i Aliyye meşru müdafaa insiyakıyla, bu
‘asi kullarının üzerine varır’, Düvel-i M uazzama (yâni Sis­
tem) ‘insan hakları’ kalkanını kullanarak derhal devreye
girer: ahaliyi kışkırtan, silâhlandıran da, onlardır; Os-
manlı, devlet adına layık her devletin yapacağına teves­
sül edince, onu ‘suçlu’ sayan da, onlar! Sonunda iş ulus­
lararası sorun haline dönüştürülür, bir konferansta karar
bağlanır; maksat hasıl olmuş, Osm anlı’dan bir eyalet
daha ‘istiklâline’ sözde kavuşarak, gerçekte ‘Sistem’in
bölgedeki ajaıı/devletlerinden birisi haline gelmiştir.
Şimdi Allah’ları var, ‘tuzağı’ daima iyi kurmuş, iyi iş­
letmişlerdir: Eflak, Boğdan, Sırbistan ve Karadağ, M o­
ra ve Tuna eyaletleri; nihayet Bağdat ve Şam vilayetle­
ri, bütünüyle Arabistan, aynı ‘num ara’ ile Osm anlı’dan
koparıldı; kalan son parça (Anadolu) ise Sevres Anlaş­
ması ile halledilecekti; o da sözüm ona Ege ve Doğu Ka­
radeniz’deki Rum lar’ın, Güneydoğu’daki Kürtlerin ve
D oğu’daki Ermeniler’in ‘insan haklarını’ korumak, on­
ları Türklerin zulmünden kurtarmak için yapılacaktı. Ne
yazık ki Devlet-i Aliyye, bu ‘tuzağa’ sonuncu kere de
düşmüş, Sevres A nlaşm ası’m imzalamıştı.
Gazi M ustafa Kemal düşmedi.
Sovyet tehdidi kalkalı, Türkiye’ye kurulan ‘tuzak’
aynı ‘tuzak’; kuranlar, ‘Sistem’in aynı ülkeleri, bahane­
leri de aynı; uygulamaları, çok benziyor.

206
Ermeniler’le başladılar, Kürtler’le devam ediyorlar;
Yandırabildikleri kadarını’ eskiden olduğu gibi kışkır­
tıyor, örgütlüyor, silâhlandırıyorlar; Türkiye meşru mü­
dafaaya geçince, ellerinde insan hakları yaftaları ile
onun karşısına dikiliyorlar. Sanki II. Dünya Savaşı’nda
otuz milyon insanın canına kıyanlar, koca koca şehir­
leri bir bom bardım anla yok edenler, nükleer silâhları
icat edenler ve kullananlar, onlar değil; sanki bugün de
Som ali’de, R uan da’da, Bosna/H ersek’de, K arad ağ’da,
A fganistan’da ‘insan hakları’nın ayaklar altına alın­
masına, onlar göz yummuyor!
Türkiye Cumhuriyeti, sonradan bazı yöneticileri he­
defi şaşırsa da, M üdafaa-i Hukuk, M isak-ı Milli ve Ku-
va-yı Milliye ‘kaidesi’ üzerinde yükselmiştir: yurt, tarih
ve kültür, kısacası millet bilincine sahip Anadolu halkı­
nın, o şaşmaz sağduyusunun eseri olan bu ‘demir üçgen’,
daha o zaman bu ‘oyunu’ bozmuş, bu ‘tuzağı’ parçala­
mıştır.
Şimdi mi düşecek?

14

‘UZMAN’IN AÇIKLADIĞI GERÇEK...

19 O cak 1995

(Rivayet odur ki, Çağlayangil M oskov a’da K ruşçof’la


iki ülke arasındaki ilişkileri yumuşatmak gereğini konu­
şurken, SSCB’nin o zamanki ‘tek adamı’ ona şöyle demiş:
“ — Türkiye niye o kadar çok asker besliyor? Bu eğer,
öteki komşuları içinse fazla, Sovyctler’e karşı ise, az!” ;
o yıllar ‘Soğuk Savaş’ın hızlı yılları, Türkiye kuzeyden

207
her an istila bekliyor, bu yüzden de, bütün gücüyle NATO
eğer Türkiye kuzeyden bir taarruza uğrarsa, derhal mu­
kabele edecektir; bunu yapacak olması da, Ruslar üze­
rinde cidden caydırıcı bir tesir uyandırmaktadır.
Buna rağmen, 60’lı yılların ortalarına doğru, Anka­
ra da intibaha gelmiştir, Washington’ın ‘Soğuk Savaş’a
rağmen, el altından Ruslarla pazarlıkta bulunduğunu
anlamış, ABD ve NATO’nun öteki Avrupa’lı devletleri,
Sovyetler ve öteki Varşova Paktı ülkeleri ile böyle do­
laylı uzlaşmalara giderken, neden dolayı kendisinin ıs­
rarla ‘şahinlikte’ direnmesi gerektiğini anlayamadığın­
dan, nihayet bazı yumuşama yolları aramaya başlamış­
tı; bunun sonuçları da çok geçmeden alınmış, Demirel,
ünlü yedi büyük endüstri kompleksi projesini, kendi
müttefiklerinden zırnık alamadığı zaman, Sovyet kredi­
leri ile gerçekleştirebilmişti.
Gerçek yine de şudur ki, Ankara, içerde de, dışarda
da ‘komünizm tehdidi’ni, bildiğimiz gizli oligarşinin
(bürokrasi+burjuvazi) egemenliğini sürdürebilmek için
olanca gücüyle kullanmış, ülkemizde her an bir Sovyet
saldırısı olacakmış gibi yaşanmıştır; o dönemde, ‘Sis-
tem ’in de pekiştirdiği bu korku, T ürkiye’de, her türlü
serbest eleştirinin ihanetle bir tutulmasına yol açıyor,
söz gelişi, NATO’nun Türkiye’ye yararı konusunda soru
işaretleri üreten sosyalist sol, kestirmeden ‘vatan ihane­
ti’ ile suçlanıyordu.
Gençler pek bilmez diye, bir kalem, o ortamı çizmek
istedim.)
Başkaları da yazmıştır ya, kendi hesabıma ben, 70’li
yıllar boyunca, meselenin üzerinde ısrarla durduğumu;
Yeni O rtam 'da , Dünya'da, Yem Ulus'ta bir sürü yazı
yayımladığımı hatırlıyorum. Dilimin döndüğünce anlat­
maya çalıştığım şuydu: ‘Sistem’, Türkiye’yi bir kere ken­

208
di içine aldıktan sonra, onun çıkarlarını değil, onu ken­
di çıkarları için kullanm ayı düşünm ektedir; Sovyet-
ler’in O rtadoğu’ya -Süveyş’e ve petrol bölgesine- sark­
masını engellemek için, Türkiye ve silâhlı gücü, M osko­
va için pekâlâ caydırıcı bir engeldir, ‘Sistem ’ de bu en­
gelden yararlanm ayı hesaplamıştır. F ak at...
“ ... farz-ı muhal, Sovyetler Birliği Türkiye’ye saldı­
racak olsa, NATO güvencesi o tom atik işlem eyecek,
NATO’nun Batılı müttefikleri Türkiye için hiç de savaşa
girmeyeceklerdir. Bu düşüncem, şu temele dayanıyordu:
NATO’nun nükleer savunma stratejisi, başlangıç yılla­
rında -yâni ABD nükleer enerji konusunda, Sovyetler’in
önünde iken- ‘topyekûn mukabele’ stratejisi idi; anladı­
ğımız dile çevirirsek, bu, Sovyetler nerede saldırıya ge­
çerse geçsin, NATO tarafından nükleer güçle karşılana­
caktı. Ne var ki Sovyetler nükleer enerji konusunda ol­
sun, uzay teknolojisinde olsun, ABD’yi yakalayıp, sonra
da geçince, NATO topyekûn mukabele stratejisini terk et­
ti, onun yerine esnek mukabele stratejisi diye bir strate­
ji uygulamayı kabul etti; buna göre, NATO, eğer Varşo­
va Paktı tarafından bir saldırıya uğrarsa, durumun ica-
bettirdiği güçle ve yoğunlukla mukabelede bulunacaktı.
Diyorum ki ben, bu aslında NATO’nun çekirdek ül­
keleri (Sistem’i) korumak için, NATO’nun ‘kanat ülkele­
rini’, bu arada tabii N orveç’i ve T ürkiye’yi -hâttâ bel­
ki de Yunanistan’ı- feda etmek anlamına geliyor. Baş­
ka türlü söylersek, eğer SSCB Türkiye’ye saldıracak olur­
sa, evvelce tasarladığı gibi nükleer silâhlar R usya’ya
karşı kullanılm ayacak, bir manada Türkiye kendi ka­
deriyle başbaşa bırakılmış olacaktı. Hal böyle olunca
da, Türkiye’nin NATO’da kalmasının, Sovyetler’le bu
yüzden dargın durmasının, daha da kötüsü Sovyet nük­
leer silâhlarının tehdidini sürekli üzerinde taşımasının

209
anlamı yoktu; Türkiye en azından F ran sa’nın yaptığı­
nı yapmalı, NATO’nun hiç olmazsa askeri kanadından
çekilmelidir.
O zamanlar ‘Soğuk Savaş’ın hmk deyicisi politikacı­
lar ve yazarlar, bu düşünceleri ‘M oskova Ajanlığı’ ola­
rak değerlendiriyor, NATO’nun Türkiye’yi her ahval ve
şeraitte koruyacağından emin görünüyorlardı.
Dr. Philips R obins, İngiltere Kraliyet U luslararası
İlişkiler Enstitüsü araştırmacılarından birisi, Türkiye
uzmanı, Turkey and the Middle East (Türkiye ve Orta­
doğu,, 1991) adlı kitabın da yazarı; Şahin Alpay muma­
ileyhle konuşmuş, Türkiye/Rusya ilişkileri konusun­
da, bakınız hazret ne diyor:
“ — ... R u sya’da G orbaçof iktidara gelinceye ka­
dar, Türkiye’nin ve B atı’nm görüşü aynıydı. SSCB hepi­
miz için bir tehditti. Coğrafi nedenlerle İngiltere’ye na­
zaran Türkiye için tehdit belki daha büyüktü am a, Al­
manya için durum farklı değildi. (Şimdi lütfen şuraya
dikkat) SSCB T ürkiye’yi işgale kalkışsaydı, NATO’nun
Türkiye’yi kurtarm ak için savaşa gireceği söylenemez­
di; ama Batı ile SSCB arasındaki ilişkiler çok kötüler­
d i...” (Milliyet, 9 O cak 1995)
Gördünüz mü, yıllar sonra Türkiye uzmanı baklayı
ağzından nasıl çıkarıyor, eğer NATO, Türkiye M osk o ­
va’nın saldırısına uğrarsa savaşa girmeyecektiyse, aca­
ba Ankara neden yıllar boyunca NATO’nun sadık uşağı
ve dalkavuğu oldu? Neden bu gerçeği o zaman görüp
yazanlara, neredeyse vatan haini muamelesi edildi?
Ayrıca, Türkiye uzmanı Dr. Philips R obins’in ağzın­
dan çıkardığı bakla yalnız bu değil, diğerini de görüşe­
ceğiz.

210
15

‘ASLAN’I ‘KAFESTE TUTMAK!..

21 O cak 1995

Yıllar önce, A n kara’da Le Monde muhabiri Nobleco-


urt ile söyleşirken demiştim ki:
“ ... İngiltere, Fransa, Rusya vb eski im paratorlukla­
rın, bağımsızlığını kazanm ış eski toprakları üzerindeki
ekonomik ve kültürel ‘öncelik hakları’ nasıl tartışmasız
kabul ediliyorsa; T ürkiye’nin, bağımsız ülke olmuş es­
ki Osmanlı toprakları üzerindeki ekonomik ve kültürel
‘öncelik hakları’ öyle kabul edilmelidir; oysa ‘Sistem’,
sözgelişi İngiltere’nin Kenya’da, Fransa’nın Senegal’de
bu öncelik haklarında yararlanm asına ses çıkarmıyor
da; Türkiye Balkanlar’da ya da O rtadoğu’da benzer bir
öncelik hakkı talebinde bulunursa, onu ‘yayılm acılıkla
suçluyor; bu, açık bir haksızlıktır..”
“ ... Haksızlıktır çünkü, Türkiye’nin sınırlarını Mi-
sak-ı Milli tayin etmiştir, bu sınırların içinde ne Balkan
ülkeleri vardır, ne de Arap ülkeleri; hiçbir Cumhuriyet
Hükümeti, hiçbir zam an, eski Osm anlı topraklan üze­
rinde hâkimiyet iddiasında bulunm am ıştır; am a bu,
ekonomik ve kültürel öncelik hakları olduğu gerçeğini
ortadan kaldırm az; şundan ki o ülkelerle, o ülkelerin
halklarıyla hem ortak kültür, hem soydaşlık, hem de or­
tak çıkar ilişkileri vardır; Batı (‘Sistem ’) Devlet-i Aliy-
ye’yi hem O rtadoğu pazarını ele geçirmek, hem de pet­
rol bölgesine sahip olmak için dağıttığından; gittikçe ge­
lişen ve güçlenen T ürkiye’nin bölgesindeki ‘öncelik
haklarını’ yayılmacılık olarak nitelendiriyor; oysa bu
eğer böyleyse Fransa, Almanya, Rusya, ABD, Japon ya

211
vs, bu türden ‘öncelik haklarını’ çatır çatır kullandık­
ları öteki ülkelerde, ‘yayılmacılık’ yapmış olmuyorlar
m ı?..”
Noblecourt, mantığının doğru olduğunu kabul et­
miş, ‘— Söyledikleriniz meşru fakat tehlikelidir’ demiş­
ti; sebebi basit, ‘Sistem’in Türkiye’yi onlarca yıldır içine
hapsettiği dar ‘kafes’te, tutmak istediğini, ekonomik ve
kültürel ‘öncelik hakları’ndan geçtim, parmağını kımıl­
datmasına izin vermeyeceğini kestirebiliyordu. Gariptir
ama o tarihte N oblecourt’un sezip de söyleyemedikleri­
ni, bugün Türkiye uzmanı İngiliz Dr. Philip Robins, -d o ­
laylı da olsa- söylemiş; dediklerine bir göz atar mıyız?
Diyor ki Dr. R obins: Bence T ürkiye’nin önemi
negatif bir güç olması; yâni istenmeyen bir biçimde dav­
randığı takdirde ortaya çıkabilecek sorunlar düşünülür­
se daha iyi ortaya çık arab ilir...”
“ ... Böyle bir şeyin olması hiç arzu edilmez am a,
eğer Türkiye tatminsiz, hırslı, düşmanca bir tutumu be­
nimseyecek olursa, pek çok sorun çıkabilir. Kıbrıs soru­
nu çözülemez. Yunanistan’la savaş çıkabilir. Balkanla­
rı, örneğin A rnavutluk’la olan bağları aracılığıyla, da­
ha fazla karıştırabilir. Musul vilayetini talep edebilir. Er­
meni/Azeri çatışm asına, İkinciler lehine müdahale ede­
bilir. Çeçen sorununa bile k arışab ilir...”
Sizce ‘uzman’ın söylediklerinden ne anlam çıkıyor?
Bir kere şu: Batı (‘Sistem’) için Türkiye, ancak içine ka­
patılmış olduğu k afes’te uslu oturursa pozitif roldedir;
onların ‘istikrar’dan anladığı bu! Öyle yapmaz da tarih­
ten gelen ilgi ve ilişkilere dayanarak, bölgedeki öncelik
haklarının peşine düşerse, birden negatif bir rol oyna­
maya soyunmuş sayılıyor; çünkü İngiliz Türkiye ‘uzma-
nı’nm, Türkiye’nin ‘tatminsiz, hırslı ve düşm anca bir
tutum benimsemesi’ diye adlandırdığı bütün ihtimaller;

212
aslında Türkiye’nin ulusal çıkarlarını korumak ve savu­
nabilmek için, çok yakından takip etmek mecburiyetin­
de olduğu konular ve sorunlardır.
Gerek Ege Denizi’nde ve Kıbrıs'ta, gerek Balkanlar’da,
gerek O rtadoğu’da, gerekse K afk aslar’da, Türkiye’nin
içine tıkıldığı ‘kafes’ten çıkmasını pek çok bekleyen ol­
duğu gibi; Türk halkının da aynı beklenti içinde oldu­
ğu ayan beyan görülmekte; ‘evcil’ yönetimler, ‘kafes’te
kalarak iktidarı nasıl ellerinde tutabileceklerini kestire-
mediklerinden, pot üstüne pot kırmaktadırlar.
Siz Refah Partisi’nin ‘yükselişinde’, halka, ‘kafes’te-
ki ‘aslanı’ çıkarabileceği ümidini telkin etmesinin, hiç
mi rolü yok sanıyorsunuz?

16

‘LİBERALLİĞİN SONU, SEFALET!..’

23 Şubat 1995

Liberal bülbüllerin en sevdiği şarkı, bilmez değilsiniz ya,


Sovyet sisteminin çöküşüyle birlikte, yeryüzünde ‘yeni
b ir d ü zen ’ k u ru lacağ ı şa rk ısıd ır; büyük bir d eğ i­
şim / transform asyon yaşanacak, bunun itici gücünü de
‘küreselleşme’ ve ‘özelleştirme’ oluşturacaktır; aynen
öyle diyorlar, o kadar da değil hem, dahası var: beş al­
tı yıl önce, Fukuyam a diye bir adam çıkıyor, The Nati­
onal Interest dergisinden, üç aşağı beş yukarı hükümet
sistemi olarak liberal demokrasinin dünyanın ulaşabi­
leceği en iyi sonuç olduğunu yazıyordu, diyordu ki, bu
bir anlam da tarihin sonudur, insan ideolojik gelişmesi­
ni liberal dem okrasi ile noktalıyor.

213
Ülkemizde, ÖzaPdan bu yana, Hayek’tir, Friedman’dır,
Fukuyam a’dır, bir sürü neo/liberal, aslında hemen hep­
si ‘Sistem’in (en başta da ABD’nin) çıkarlarını gözetecek
tezler ileriye sürdükleri halde, sanki yeryüzünü kurta­
racak adamlarmış gibi takdim edilmiştir; iş o kadarla
kalsa iyi, ortaya atılan tezler, Türkiye dahil birçok ül­
kede uygulamaya geçiriliyor, böylece yeryüzünün ‘yeni
düzen’ içinde, mutlu ve müreffeh yaşayacağı iddia edi­
liyor.
Acaba kazın ayağı öyle mi?
Üzerinden çok geçmedi, eski Doğu Bloku ülkelerin­
deki özelleştirme, dolayısıyla küreselleşme uygulamala­
rının, bu ülkeleri nasıl bir ‘yoksulluk patlam ası’ ile kar­
şı karşıya bıraktığını irdelemiştik. ( Meydan , 8 Aralık
1994) Wall Street journ al'e bakarsanız, bunalım mün­
hasıran eski Doğu Bloku ülkelerinde hüküm sürmüyor;
dünya ekonomisi bu yeni havaya uyup küreselleştikçe,
yaygınlaşıyor: 1987’de borsa krizi yaşandı, 1992/1993
yılları para krizleriyle geçti; 1 9 9 4 ’te gelişmiş ülkelerde
borç krizi başladı, tahvil piyasaları çöktü; gelişmekte
olan ülkelerden sermaye kaçma eğilimi başgösterdi; bu
yıl ise, M eksika, değişim /transform asyon sürecindeki
ülkelerden birisi, yam an bir mali bunalım a girdi; daha
da önemlisi, benzer bunalımların, birbirine bulaşarak,
Arjantin, Brezilya, Filipinler, Tayland, Hindistan, Pakis­
tan, M acaristan ve Ç in ’i etkilemesi bekleniyorm uş!
(Wall Street journal , 31 O cak 1995) Bilmem haberin
tadına vardınız mı? Burada adı geçen ülkelerden çoğu,
‘yeni düzen’e uyum sağlam aya çalışan ülkeler; başları
değişim /transform asyon, yüzünden belâya giriyor.
Lokmanın büyüğünü en sona sakladım : Prof. Çiller
sayesinde biliyorsunuz, Turgut Ö zal’ın başlattığı deği­
şim /transform asyon, T ürkiye’de sürüyor. Vaat edilen

214
ucuz ve müreffeh Türkiye’nin çok uzağında olmamız
yetmiyormuş gibi, her geçen yıl, durum biraz daha kö­
tüleşmektedir. 1994 yılında Türkiye’nin yoksullaşma
oranı yüzde 5 olarak verilmişti, şimdi anlaşılıyormuş ki,
bu rakam yüzde 5 değil, yüzde 6 ’dır; iktisatçıların de­
ğerlendirmesi ise şöyle: yüzde 150’lik enflasyona
karşılık, yüzde 6 ’lık bir küçülme yaşanmış oluyor, bu­
nun üzerine bir de yüzde 2 oranındaki nüfus artışını ek­
lemek lâzım; tablo gün gibi ortada: bu, halkın refah se­
viyesinin, kişi başına düşen milli gelirin, kısacası fakir­
leşmenin had safhaya ulaştığım gösteriyor.” ( Hürriyet,
16 Şubat 1994)
Şu hali görüyor musunuz? Eski D oğu Bloku ülkele­
ri perişan, gelişmekte olan ülkeler perişan, Türkiye pe­
rişan! Neymiş ‘özelleştirme’ ve ‘küreselleşme’ gerçekleş-
tiriliyorm uş! Ama işin asıl m atrağı, bizzat Fukuya-
m a’nın Birleşik Am erika’daki aşırı liberal (yoksa vah­
şi liberal mi demek lâzım) gelişmeden ürkmüş olması,
mümaileyh New Perspectives Quarterly'de bir yazı yaz­
mış, merdiveni yeniden icat ediyor.
Fukuyam a’ya göre, insanlığın bulabileceği en mü­
kemmel ideoloji olan liberallik, meğerse, ‘ekonomik de­
ğişmenin basıncıyla, toplumlarda birlik ve bütünlük sağ­
layan bağları koparıp dağıtıyor’muş; buysa çok önem­
li bir tehlike’ymiş; çünkü, ‘toplumun bu bereketli doku­
su, yerini sadece bireyler arasındaki akitlere, yâni iş
ilişkilerine bırakırsa, Amerika çok ciddi sorunlarla kar-
şılaşabilir’miş! D ahası da var, Fukuyam a liberalliğin,
‘bir zam anlar aile ve din ile bir arada tutulan toplum-
ların manevi bütünlüğünü, gün geçtikçe daha çok d a­
ğıttığını’ belirtiyor, tedbir istiyor. ( Cumhuriyet, 6 Şubat
1995)
Dedim ya, merdiveni yeniden icat ediyor, üstelik

215
onu da yanlış yapıyorlar: İnsanlar, liberalliğini bütün ih­
tişam ve sefaletiyle yaşadılar, onun nasıl toplum sal de­
ğerleri unufak ettiğini, insan yığınlarını yoksulluğa sü­
rüklediğini, ayrıcalıklı ve gözü doymaz bir toplumsa!
kast yarattığını gördüler; X IX. yüzyılın, sadece aklı ba­
şında romanlarını okumak bile, insana bunu anlatmaya
yeter. Rasyonalizmin, öteki ucunda geliştirilmiş olan
sosyalizm, daha o zaman, liberalliğin dağıttığı toplumu
ve toplum sal değerleri ‘yukarda’ tutabilmek, insanlara,
insanlığa yakışır bir toplum modeli verebilmek için mey­
dana çıktı. Eğer, ‘küreselleşme’ ve ‘Özelleştirme’ ile, ‘top-
lumların manevi bütünlüğü dağıtılıyorsa’; onu sağla­
manın yolu, elbette din gibi, aile gibi, eski müessesele-
re dönmek değil; onlara da yeni anlamlar verecek olan,
ekonom ik ve toplum sal dinamikleri yerli yerine ko­
yup, değerlendirebilmektir.
Eski Doğu Bloku ülkelerinde, yoksulluğun cendere­
sine giren halklar, bunu çoktan anladı, her seçimde oy­
larıyla da gösteriyorlar.

17
‘KISKAÇ’IN İKİ UCU...

30 M ayıs 1995

Meydan'da o haberin başlığı aynen şöyleydi: “ ABD, T ür­


kiye’ye Özel Önem Veriyor.” Haberde, önce ABD D ışiş­
leri Bakanlığı Sözcüsü Nicholas Burns’ün, yabancı ba­
sın mensuplarına söyledikleri yer alıyordu, demiş ki
Burns: “ ... Türkiye ile ilişkilerimiz özel bir önem taşı­
maktadır. Güneydoğu Avrupa ve O rtadoğu’daki sorun-

216
lara baktığım ızda, bu ülkenin önemini özellikle belirt­
mek istiyorum .”
Ayrıca, New-York’taki Dışilişkiler Konseyi’nde konu­
şan ABD Savunma Bakanı William Perry de, şunları de­
miş: Türkiye’nin sadece bulunduğu bölge açısından
değil, dünya güvenliği açısından da çok önemli rol üst­
lendiği söylenebilir. Türkiye O rtadoğu’da her zaman
hayati bir rol oynamıştır ve oynamaya devam etmekte­
dir. Türkiye’nin etkilediği bölgeler Avrupa, Asya ve O r­
tadoğu’dan A frika’ya uzanır. Türkiye dinsel açıdan ol­
duğu kadar, güvenlik açısından da kesişme noktasında­
dır. Türkiye bir ayağı O rtadoğu’da bulunan tek NATO
ülkesidir...” (Meydan , 20 Mayıs 1995)
Washington’taki bu ‘resmi’ ağızların söylediklerini
yerli yerine koyup değerlendirebilmek için, ABD’li gaze­
teci T hom as Friedm an’ın daha önce yayımladığı ‘T ü r­
kiye K âbusu’ başlıklı yazıyı hatırlatmakta yarar var; di­
yordu ki Friedman o yazısında: “ ... Soğuk Savaş sıra­
sında Türkiye NATO ittifakının güneydoğu ucu idi. T ü r­
kiye bugün Sovyet İmparatorluğumun yıkıntılarından
doğan yeni bir bölgesel sistemin merkez üssüdür. Bura­
sının adı Avrasya’dır ve Balkanlar’dan, K afkasya’yı ge­
çerek O rtaasya’nın yeni devletlerine uzanır... Z ayıf bir
Türkiye bu bölgenin karışıklıklarıyla tüketilecek ve on­
ları Avrupa’ya yayacaktır. Güçlü bir Türkiye ise, Ba-
tı’ya bağlı o larak (İran’mkilere karşı koyacak olan)
esasta demokratik, ılımlı İslâm’a ve dünya ekonomisiy­
le entegrasyona dayalı değerini Azerbaycan’dan K aza­
kistan’a kadar yayacaktır.” (New-York Times, 17 M a ­
yıs 1995)
Tadına vardınız sanırım, Friedman yazısında tarifi­
ni çok açık yapmıştır: ‘Batı’ya bağlı, İran’a karşı, ılım­
lı İslâm ve küreselleşmiş’ bir Türkiye’den söz ediyor. Sa­

217
vunma Bakam Perry’nin konuşmasının başlığı ise, aynen
şudur: “ ABD’nin O rtadoğu’daki çıkarlarının korunm a­
sı.” Dünyanın en geri zekâlı gazetecisi bile, bunlardan,
elbette şu anlamı çıkarmayı becerir: ‘ABD’nin O rtado­
ğu’daki çıkarları için, Türkiye’nin bölgedeki öteki ülke­
lerde görülen radikal milliyetçi ve radikal İslâmcı tavır­
lara itibar etmeyip, o ülkelerle uzlaşmayıp, demokratik,
ılımlı Müslüman, üstelik küreselleşmiş yâni çokuluslu
tekellerin emrine girmiş olması gereklidir.
ABD’nin gayet açık olarak koyduğu bu plan, Anka­
ra’yı gerçekten rahatsız ediyor, bunu Demirel’in birbiri­
ni izleyen demeçlerinden anlamak mümkün; o ilk ‘Batı
Sevres istiyor’ çıkışından sonra Cumhurbaşkanı gidera­
yak Ankara’da İngilizce yayımlanan Turkish Daily News
gazetesine verdiği demeçte çok daha ileri gitmiş. Avru­
pa Konseyi’nin 26 Nisan tarihli tavsiye kararının 6 ve
12. maddelerini ele alarak şunları söylemiştir:
“ ... bu terörle mücadelenizi haklı buluyoruz am a,
bir siyasi çözüm bulun diyor. Siyasi çözüm nedir, söy­
le dediğimiz vakit, bakın ne diyor. Avrupa Konseyi Ge­
nel Sekreteri 24 O cak 1995 günü bu odada bana şun­
ları söylüyor. T ürkiye’nin üniter devlet yapısının terö­
rün kaynağı olabileceğini, askeri önlemleri olayın bütü­
nüyle çözümü için yeterli görmediğini, Kürtler’e Avru­
pa Konseyi’nin geliştirdiği azınlık haklarının tanınma­
sının bu huzursuzluğu ortadan kaldırabileceğini söylü­
yor. Ve diyor ki, Kürtlere azınlık hakları tanınması ko­
nusunda kam uoyunda tartışma başlatılm asını yararlı
görüyoruz. Şimdi beyler ben size bir şey söyleyeyim, bu
Sevres’den de ileridir. Sevres tartışması b u d u r...” (Yeni-
yiizytl, 22 M ayıs 1995)
Elbette farkındasınız, burada söz konusu olan Avru­
pa Konseyi, daha kapsamlı bakılırsa Avrupa Toplulu­

218
ğu, Demirel’in karşı çıktığı da bu; gel gör ki, Avrupa’ya
karşı direnişini, ABD’ye dayanarak sürdürebilmesi de,
Washington’ın T ürkiye’ye öteden beri biçtiği rol d ola­
yısıyla mümkün değil; yâni ABD ile A nkara’yı ‘ABD’nin
çıkarlarına uygun olarak, ılımlı M üslüman, küreselleş­
miş, insan h akların a saygılı, dolayısıyla ‘siyasi çö-
züm’den yana bir ülke olarak görm ek istiyor. Kısacası,
Türkiye yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal! Savaş
ertesinde, merkez sağ/merkez sol yönetimlerin T ürki­
ye’ye uzun boylu düşünüp taşınm adan benimsettikleri
Batı yandaşlığı, önünde sonunda bizi bu çıkmaza geti­
rip bırakmıştır.
Çıkmazın Demirel’in yaptığı bir spekülasyon, ya da
onun bir vehmi olduğunu ileri sürmek mümkün görün­
müyor; çünkü Çiller yönetimi ekonomide B atı’ya b a­
ğımlı süreci ne kadar benimsemiş görünse de, devletin
geleceği konusunda, Cum hurbaşkam ’nın koyduğu tav­
ra ne karşı çıkıyor, ne de iddialarını yalanlıyor; tam ter­
sine, Başbakan savunma söz konusu olduğunda bir ‘şa­
hin’ tavrı içindedir.
Peki ne yapmalı? Gazi, M ütareke’nin o karanlık kö­
tümserliği içinde, kendisine ne yapabiliriz diye soranla­
ra, Katm a Istasyonu’nda ne demişti hatırlar mısınız?
“ — Celâdet gösteriniz!..”

219
ipler kimin elinde?..
1

TURGUT ÖZAL’I ‘YERİNE KOYMAK’: 1

24 N isan 1993

Bizim nesil, yâni 2 0 ’liler, ‘izzet-ü-ikbâl ile’ yavaş yavaş


‘bâb-ı hüküm etten’ çekiliyor; size şaşırtıcı gelebilir,
Turgut Ozal benden iki yaş küçüktü, o da çoğumuz gi­
bi ‘sabit ve dar gelirli’ bir memur ailesinin ‘cumhuriyet
çocuğu’; üniversiteyi, aynı karanlık 4 0 ’lı yıllarda oku­
muş olmalıyız. T ürkiye’nin kaderinde, önemli bir rol
oynadığı doğrudur, bu konuda ihtilâf yok, ‘cümlenin
m aksudu bir anm a rivayet m uhtelif’; herkes ‘merhu­
m u’, bir başka açıdan, kendine göre değerlendiriyor;
ben de, enine boyuna tartışalım diye düşündüm , âde­
tim üzere, güncelliğin çalkantısı, biraz yatışsın diye bek­
ledim.
Turgut Ö zal’ın ‘tarihteki yerine konm ası’, her şey­
den önce, cumhuriyet toplumunu ‘doğru’ değerlendir­
mekle mümkün, bunda yanıldınız mı, onu visionnaire
bir peygamber de sayabilirsiniz ülkenin düzenini bozan
bir ‘vatan haini’ de! Ö zal’ın ‘zuhurunda’ Türkiye nere­
deydi, hele bir düşünün! Bu köşede yayımladığım, ikin­
ci söyleşimin başlığı bile, size bu hususta açık bir fikir

223
verecektir; acaba, hatırlayabildiniz mi, 1991 ’in Tem-
m uz’uydu, Meydan ’ da henüz yazmaya başlamıştım.
Başlık şudur: “ Totaliterlikten Sabıkalı D em okrasi!” ,
hele okumanızı rica edeceğim şu satırlar, durumu büs­
bütün aydınlatacak:
Cumhuriyetin ilk nesilleri, (bütün 2 0 ’liler), ‘to­
taliter’ büyütülmüştür. 30’lu yıllarda ilkokuldaydılar. O
yıllar M ussolini, Hitler ve Stalin’in dışarda, ‘Milli Şef’
İnönü’nün içerde, egemen olduğu yıllar, Anti/empcrya-
list, halkçı, hâttâ katılımcı (şûrâ’cı) M üdafaa-i Hukuk,
tek parti diktasının resmi ideolojisine dönüşüyor: inkı­
lâp halktan koparılmış, halkın tepesindeki ‘seçkinci bü­
rokrat’ bir oligarşinin, iktidar gerekçesi haline getiril­
miştir: İktidarı savunm ak, devrimi savunm ak sayılı­
yor; aynen R usya’daki gibi, ‘muhalifler’ akla ziyan bir
yasaklar lâbirentinde m ahvediliyorlar...” (Meydan , 30
Temmuz 1991)
Şunu asla unutmamalıyız, Türkiye Cumhuriyeti 50’ 1i
yıllara kadar (30’lu yıllarda başlamıştı) faşizan ‘totali­
ter’ bir devletti; adı cumhuriyet de olsa, asla dem okra­
si değil! D ahası, ‘Milli Şef iç ve dış konjonktürün bas­
kısıyla çoğulcu dem okrasiye yönelirken, faşizan yöne­
timin mevzuatını hemen hiç değiştirmemişti; ‘çok par­
tiye’, ‘tek parti’nin yasaları ve zihniyetiyle geçildi’. O
yüzden de, ‘devr-i dil-ârâ-yı’ dem okrasi, durumu değiş­
tirmemiştir; ‘aşırı akım lar’ teranesini kırk yıldır dinle­
riz; ‘farklı’, ters, hâttâ aykırı görüşlerin varlığı ve yaşa­
yabilirliği, demokrasinin gerçekçiliğine kanıt sayılacak
yerde, aşırı ve tehlikeli sayılmıştır.’
Başka bir deyişle, çok partili de olsa Türkiye, 1950’
den sonra da, son derece merkeziyetçi, son derece çıka­
rına düşkün, gizlice totaliter bir oligarşinin; (Grams-
ci’nin deyimiyle, ‘siyasi topluırı’un) elindeydi; ‘Sistem’,

224
Sovyetler’le arasındaki ‘Soğuk Savaş’ yüzünden, onun
bu ‘totaliterlikten sabıkalı dem okrasisine’ kerhen kat­
landı; asla kabullenemedi, çünkü onun çevre ülkeler,
onların demokrasileri ve ekonomik rejimleri hakkında,
kendine m ahsus fikirleri vardı.
Türkiye, ‘Sistem ’e dahil olurken (NATO, OECD, vb)
düşünüyordu ki, komünizme karşı O rtad oğu ’da bir
sed ve kale olacağı için, ‘Sistem’ onun kendisini kendi
bildiği gibi yönetmesine, kendi bildiği gibi kalkındırma­
sına yardımcı olacaktır; ‘Sistem’ ise, sanıyordu ki, T ü r­
kiye ‘hür dünya’, ya da ‘dem okrasi’ cephesini seçtiği
için, ‘Sistem’in siyasi ve ekonomik standartlarını kabul
edecektir ve uygulayacaktır.
İki taraf da fena halde yanılıyordu, bence Turgut
Ö zal bu iki taraflı yanılgının ortaya çıkardığı bir lider
oldu.
Nasıl mı? Göreceğiz.

TURGUT ÖZAL’I ‘YERİNE KOYMAK’: 2

29 N isan 1993

Menderes de, Demirel de, sanmışlardır ki, ‘Sistemde it­


tifak, daha çok dış politikayı ilgilendirir, iç politikada
serbest olacaklardır; bu bakımdan, Kore Savaşı’ndan iti­
baren, Türk dış politikası tamamıyla Batı çerçevesi için­
de, daha çok Amerikan bir eğilim gösterir; oysa ‘Sistem’
bununla yetinmemiştir.
İlk DP yönetiminin sloganını hatırlayınız: ‘Görülme­
miş K alkınm a!’ Bayar, Türkiye’nin kısa zamanda ‘Kü­

225
çük bir A m erika’ olacağını söylüyordu. M enderes yö­
netimi, gerçekten de toplum a bir dinamizm kazandır­
mış, geleneksel doku değişmeye başlamıştır. Gel gör
ki, değişmenin yönü ve mahiyeti bahsinde, Amerikan
yandaşı M enderes yönetimiyle, ‘Sistem ’ arasında ciddi
görüş farkları vardı. Baker Raporu’ndan (1951) başla­
yarak, ister Dünya Bankası’ndan, ister IMF’den gelsin,
‘Sistem’in ‘gri adam ları’, ısrarla aynı reçeteyi Türk Dev­
let adam larının önüne koyacaklardır. Hepimiz artık
ezberledik.
Türkiye, kamu öncülüğünde ve kamu bankaları­
na yaslanarak endüstrileşmek hevesinden vazgeçmelidir.
Karma ekonomiyi bırakmalı, KIT’leri tezclden özelleştir-
melidir. Ülke, çeşitli kısıtlamalardan arındırılmalı, ulusal
pazar yabancı sermayeye açılmalıdır. Ayrıca planlı bir
ekonomi anlayışıyla ağır endüstri çabaları yerine, yol, su,
elektrik, liman, havaalanı gibi ‘altyapı’ yatırımlarına
önem verilirse, doğru olur. Ülkenin büyük tarım ve tu­
rizm potansiyeli, ciddi şekilde ele alınıp değerlendirilirse,
Türkiy e’nin, bölgesinde en güçlü ekonomiye sahip, en
güçlü olmaması için sebep yoktur, böylelikle ihracatı ar­
tar, dövizi bollaşır, ödemeler dengesi sağlanır, vs v s...”
Son kırk yıldır bu ‘temcit pilavı’ ısıtılıp ısıtılıp, T ü r­
kiye’deki yönetimlerin sakalına dayatılm ıştır; gariptir
am a, hepsi sağcı, hepsi Amerikan yandaşı, hepsi aıı-
ti/komünist olduğu halde, o yönetimlerin hiçbirisi ‘Sis­
tem’in dayattığı bu kalkınma modelini (!), Türkiye için
bu istikbal vision’unu kabul etmeye yanaşm am ıştır;
hepsi bazı değişiklikler yaptılar, ufak tefek rötuşlarla ye­
tindiler, karm a ekonomi modeli aynen kaldı.
Neden?
Biri duygusal, öteki ekonomik, iki nedeni olduğunu
sanıyorum.

226
Cumhuriyet hükümetleri, uygulam ada M üdafaa-i
H ukuk’un anti/emperyalist tavrını, halkçılığını ve katı­
lımcılığını terk etmiş de olsalar; Anadolu İhtilâli’nin te­
mel ilkesinden, ‘Türkiye’yi m uassır medeniyet seviyesi­
ne yükseltmek’ amacından vazgeçemiyorlardı: böyle bir
seviyeyi tutturabilmenin yolu da, ülkemiz gibi özel teşeb­
büsün korkak, aşırı avantacı, üstelik devlet paraziti ol­
duğu bir toplum da, kamu öncülüğündeki bir ağır san a­
yileşmeden geçiyordu. Bayar bunun başını, daha A ta­
türk zamanında çekmiş, Menderes sonradan destek ol­
muştu; Demirel’in en büyük rüyası, hâlâ ‘Büyük T ürki­
ye’dir, Erbakan’ın ‘ağır sanayi hamlesini’ unutmayalım.
Böyle bir siyasi kadroyu, tarımsal besin sanayii, tekstil,
turizm vb şeyler çerçevesi içinde tutmak kolay değildir,
kolay da olm adı; M enderes’in Dünya Bankası Başka-
m ’m koyduğunu biliyoruz; Demirel’in yıldızı da, ‘Sis-
tem’in adamlarıyla tam anlamıyla asla barışmamıştır.
İkinci neden (asıl neden) ekonomikti: ‘Siyasi Toplum ’
(merkeziyetçi bürokrasi diktası) ülkede yarattığı gizli
oligarşiyle önemli ve etkili bir çıkar mekanizması kur­
muştu: Asker ve sivil yüksek bürokratlar, politikacılar,
onların kolladığı ve kayırdığı seçkin aydınlarla işadam ­
ları, yâni yeni burjuvazi, al gülüm ver gülüm, ülkeyi yö­
netiyorlardı, bal tutan parm ağını yalıyordu. T ü rk i­
ye’nin dışa açılması, yabancı rekabetini kabul etmesi bu
çıkar düzenini altüst edecek, sanayii himaye numarasıy­
la deveyi havuduyla yutmanın çaresi kalm ayacaktı;
başka türlü söylersek, ‘Sistem’ (yabancı sermaye) başın­
dan beri hangi nedenlerden, Türkiye ulusal pazarına
girmek istiyorsa; ulusal pazarı, tekellerine almış olanlar;
aynı sebepten, ona bu kapıyı açm ak istemiyorlardı.
Bu iki neden, son kırk yıldır yaşadığım ız bin bir se­
rüvenin, uğradığımız nice belânın, asıl nedeni olmuştur.

227
Türkiye, kırk yıldır, iki iskemle arasına oturmuş bir
adam a benzer: Harıl harıl demokrasi, insan hakları, hür
dünya, serbest teşebbüs lâfları ediyor; uluslararası plat­
form larda o ‘cephede’ görünüyor; buna mukabil ‘Sis-
tem’in ‘küreselleşme’ baskısına hınzırca direniyor, dev­
let kapitalizminin yarattığı gizli ve totaliter oligarşi el­
de ettiği ayrıcalıkları bırakmaya yanaşmıyordu.
Bence geçtiğimiz anarşi ve terörizm dönemlerinin
de, askeri müdahalelerin de, altında bu gerçek yatm ak­
tadır. ‘Sistem’, eninde sonunda, A nkara’nın önüne bir
ikilemi getirip koymuştu: 1/ Ya yalnız dışarda değil içer­
de de, ‘Sistem’in standartlarına uyacak, pazarını açacak,
liberalliği onun anladığı şekilde uygulayacaksın; 2/ Ya
da, milliyetçi bürokrasi diktası özelliklerini koruyan
öteki ‘Üçüncü D ünya’ ülkeleri gibi (Irak, Suriye, Libya,
Küba, vb) açıkça karşımızda olacaksın!
Turgut Özal, bu ikilemden kurtulmadıkça T ürki­
ye’nin siyasi ve ekonomik istikrara kavuşamayacağını
görmüş, durumu ‘açık ve seçik’ bir netliğe kavuşturmuş­
tur. N asıl mı, göreceğiz?

3
TURGUT ÖZAL’I ‘YERİNE KOYMAK’: 3

1 M ayıs 1993

En çok söylenen, üzerine basılan şudur: “ Turgut Özal,


gerçek bir ‘reform cu’, hâttâ bir ‘devrimci’dir: T ürki­
ye’de, değeri ilerde daha iyi anlaşılacak, büyük değişik­
likler yapmıştır.”
Peki, ne yapmıştır? Ö zal’ın ANAP iktidarı olur olmaz

228
açıkladığı, 80’li yıllar boyunca uyguladığı ‘reform p a­
keti’; aslında Dünya Bankası ve IMF’nin, otuz yıldır An­
kara’ya kabul ettirmeye uğraştığı ‘reform ları’ içermek­
tedir; dahası ‘Sistem ’ bu ‘reformları’, yalnız A nkara’ya
da önermez, gelişmesini denetlemek niyetinde olduğu,
bütün üçüncü ülkelere ‘dayatm aktadır’; aynı ‘reform ­
lar’, Brezilya’ya, Arjantin’e, ‘Şili’ye, Güney Kore’ye ve
Taiwan’a da önerilmiş, bir kısmında uygulanmıştır. Bu­
radan bakarsanız, Turgut Ö zal’ın Türkiye için ortaya
attığı gelecek projeksiyonu, kendisine mahsus, orijinal
bir projeksiyon gibi görünmüyor; yaptığı, zaten mevcut
bir ‘reform paketi’nin kabulüdür.
Zaten Ö zal’ın ‘orijinalliği’ de burada: Menderes ve
Demirel’in aksine, o, hem ‘Sistem’in içinde kalıp, hem
işleri eski minval üzerine sürdürmenin mümkün olam a­
yacağını görm üştür; nasıl ‘biraz gebe’ olunam azsa, ay­
nı onun gibi, ‘biraz liberal’ olunamazdı; o halde T ürki­
ye, dış politikada olduğu kadar iç politikada da kapıla­
rını ‘dışa açmalı’ ‘Sistem’in istediği değişiklikleri gerçek-
leştirmeliydi. Onun yaptığı da budur! Hiç kuşkusuz
bunu, halis niyetlerle, Türkiye’nin iyiliği için yapmıştır.
Galiba savaşın ertesinde yenik A lm anya’nın ve Ja p o n ­
y a’nın, Al?l) şemsiyesi altında başardığı türden bir kal­
kınma hayali kuruyordu; bunun için de, -hele o yıllar­
d a - handiyse çılgınlık gibi görünen, monetarist liberal
politikaları uygulam ak gerekiyordu.
Neden çılgınlık, derseniz, bu politikalar artık ke­
mikleşmiş oligarşik düzenin (‘siyasi toplum ’uıı), haya­
ti çıkarlarını tehlikeye düşürebilirdi de, ondan!
Gizlice totaliter, sık sık -vatan, millet ve Atatürk ede­
biyatı ile- ülkeye dehşet salan bir oligarşi nasıl yola ge­
tirilecekti? Hele ‘sivil toplum’un mayasını oluşturup, sa­
vaşını verecek toplum sal kesimler; yâni sendikalar, b a­

229
sın, işverenler ve aydınlar, zaten o oligarşiye mensup,
onun tarafından ‘serada’ yetiştirilmiş, evcilleştirilerek
büyütülm üşse!.. T ürkiye’de dem okrasiyi askıya alan
‘ara rejimlerin’ baş destekçileri, hatırlarsanız, işçi konfe­
derasyonları, basın, iş çevreleri ve aydınların çok önem­
li bir kısmı olmuştur; işin vahim tarafı, -özellikle aydın­
lar ve işçiler- bu desteği, ‘ilericilik’ adına vermişlerdir.
Turgut Özal ANAP hareketini, boşuna mı dört ana si­
yasal akımın ‘pişm anlarına’ dayanarak örgütlemeye
kalkıştı? Oligarşiyi etkisizleştirmenin yolu, toplumu
‘sivilleştirmekten’ geçiyordu; oligarşinin kadrolarıyla,
-ki, haksız ve yersiz olarak bunlara ‘Kemalist’ denilmiş­
tir,- bunu gerçekleştirmek mümkün değildi, o da ne yap­
sın, ‘m arjinalleri’ arıyordu. 80’li yıllarda, hele bir ara
Turgut Özal, T ürkiye’nin özlemini çektiği demokratik
sivilleşmenin öncüsü gibi görünmüştür. Ne yazık ki
onun görüş ufku, ‘Sistem ’in koyduğu ‘görüş ufku’nun
sınırlarını aşam ıyor; sivilleşmeyi, ülkenin kaderine sa­
hip çıkacak ‘yurttaş’ yetiştirmek, insan haklarına saygı­
lı bir düzen kurup, bunların örgütlenmesini sağlam ak
yerine; üstelik, daha çok ‘ecnebi’ mallarına talip olacak,
‘tüketici’ yetiştirmek sanıyordu.
Zaten çok uzun olm ayan bir süre boyunca, yeni
yerli burjuvazinin bir kesimi, onu bu yüzden destekle­
mişti; ‘yurttaş’ tehlikeli, kafası çalışan, ‘dünyanın kaç
köşe olduğunu’ anlam ış bireydir; hem hakkını arar,
hem hesap sorar; oysa ‘Sistem’in aradığı, ‘mesele çıkar­
m ayacak’, onun verdiği ile yetinecek ‘tüketici’ tipi! Bu
tipi Özal ve ‘reform ları’ sayesinde tanımış olduk; yup-
pie’ler önde gelenleridir, çeşitli toplum sal kesimlerden,
hayatını tüketmek üzerine kurmuş, ‘köşe dönücü’ bir
sürü örnek gösterilebilir. Ne var ki, gizli oligarşi kısa za­
manda vaziyetin vehametini kavram ış, ‘piyasayı’ ecne­

230
bi mallarının ele geçirmeye başladığını fark edince, oli­
garşinin holdingleri ve işveren kuruluşları başta olmak
üzere, çeşitli mekanizmalar Ozal aleyhine çalışmaya baş­
lamıştır.
Eğer Ç an kaya'ya sığınm asaydı, M esut Y ılm az’m
kaybettiği seçimi, elbette o kaybedecekti.
Ö zal’ın ülkeyi ‘Sistemde entegre etmesi, bu yüzden
de gizli oligarşi (‘siyasi toplum ’ ) ile uğraşm ak zorunda
kalm ası, bazı aydınlarım ızın kafasını karıştırm ıştır;
oligarşiyle gizli açık zaten mücadeleye girmiş, insan
haklarına dayalı dem okratik bir toplum yandaşı olan
bu aydınlar, Ö zal’ın gerçekte ‘Sistemdin dayattığı re­
formları yaptığını ya görmediler, ya da görmek isteme­
diler; bu yüzden de, yapılanı ‘transform asyon’, yapanı
da, M ustafa K em al’den sonra, en büyük devrimci ilân
ettiler.
Dehşet verici olan budur: M ustafa Kemal, ‘Düvel-i
M uazzam a’ya, yâni İngiltere’ye, F ran sa’ya, İtalya’ya,
Jap o n y a ’ya, ABD’ye, yâni 7 G ’ye, kısacası ‘Sistemde ka­
fa tutmuş bir halk hareketinin lideridir; neyi gerçekleş­
tirmişse, onlara karşı, onlara rağmen gerçekleştirmiştir.
Turgut Ozal ise, ‘Sistemdin Türkiye’ye biçtiği elbiseleri
benimsemiş, harıl harıl giydirmeye çalışm ış; onun bi­
linçlendirerek yarattığı ‘yurttaşları’, bilinçlerinden bo­
şaltıp, ‘tüketiciye’ yozlaştırmıştır. Bu eylemleriyle M us­
tafa K em al’den çok, tarihimizdeki başka birilerini ha­
tırlatıyor.
Kimleri mi, göreceğiz.

231
4

TURGUT ÖZAL’I ‘YERİNE KOYMAK’: 4

4 M ayıs 1993

Gençler ne bilsin, ‘alafrangalığı’ cumhuriyetle başlamış


sanıyor; oysa, kelimenin kendisi bile, ‘Osm anlı’dan kal­
madır: Osm anlı’nın alafrangalığı, ‘Tanzim at alafranga­
lığı’; cumhuriyet ‘alafrangalığından’ büyük farkı ne, İkin­
cisinin lâik ve dem okratik olması!
Lâik ve dem okrat görünse de, Turgut Özal, ve ‘Tan­
zimat alafrangasıydı; temsil ettiği ‘devlet adam ı’ tipi,
cumhuriyet politikacılarına -E rbakan’a bile- benzemez;
daha ziyade, tanzimat sonrasının devlet adamlarını an­
dırıyor; biraz Abdülaziz, biraz Abdürreşat, vs. Siyaset uf­
ku da, gerçekte, onların siyaset ufkuna benzer.
M ahm ut Nedim P aşa’nm, halk arasındaki adını bi­
lir miydiniz? N edim of’du; Sadrazam Sait Paşa’nm adıy­
sa, ‘İngiliz’ Sait Paşa! Neden olduğu meydanda, bunlar
Devlet-i Aliyye’ye güvenmez, ‘mülkün’ varlığını ve ge­
lişmesini, ancak, Düvel-i M uazzama’dan birisinin -İngil­
tere, Fransa, Alm anya, R u sya- ‘himayesinde’ sürdüre­
bileceğine inanırlar.
İş o mertebeye varır ki, meselâ Sadrazam Keçeci Fu­
at Paşa, vasiyetnamesi’ne şu satırları yazabilir: ben-
denizce B âbıâli’yi (devleti) İngiltere’nin dostluğundan
mahrum görmektense, birkaç vilayetimizi elden çıkmış
görm ek daha iyidir” (1869, The Levant Herald). Bir
başka Tanzim at Sadrazam ı Ali Paşa da, vasiyetname-
si’nde, kelimesi kelimesine şunları yazıyor: Avrupa
ile aram ızda daha sağlam bağlar yaratm alıydık, onun
m addi çıkarlarıyla bizimkiler aynı olmalıydı. (...) M a-

232
dem ki Avrupa topluluğu içindeydik, Avrupa ülkelerinin
isteklerine cevap vermeliydik.” (La Revue de Paris, 1910)
Gerçi Türkiye Cumhuriyeti’ni NATO’ya (‘Sistem’e)
tutsak eden, ondan önceki ‘sağcı’ iktidarlardır, ama ‘on­
ların isteklerine cevap vermemiz gerektiğine’ inanan, bu
istekleri mümkün mertebe yerine getiren Turgut Ozal
olmuştur. T ürkiye’yi, özellikle ABD’nin şemsiyesi altın­
da tutmak istiyordu; o kadar böyleydi ki bu, Türkiye’ye
egemen gizli oligarşiyle mücadelesini; bir yerden son­
ra, bilerek ya da bilmeyerek, rayından çıkarmış; Müda-
faa-i Hukuk’un, M isak-ı Milli’nin, yâni devletin kuru­
luş felsefesine ait temel ilkelerin, tartışmasına kaydır­
mıştı.
O temel ilkelerin başında, Gazi M ustafa Kem al’in şu
önemli sözleri gelir: “ Hangi istiklâl vardır ki, yabancı­
ların nasihatlarıyla, yabancıların planlarıyla yükselebil­
sin?” (6 M art 1992) Oysa Turgut Özal, bağımsızlıksan
değil, ‘karşılıklı bağım lılık’tan söz ediyor; T ü rk ’ün
Türklüğünden kuşkulandığını söylüyor; K ıbrıs’ta ya
da Ege’de bazı ödünler verilebileceğini ima ediyor; Gü-
neydoğu’ımızda bir Kürdistan Federasyonu’na yeşil ışık
yakabiliyordu. Bırakın M ustafa K em al’i, İnönü sonra­
sı dönemlerinde bile, ne bir başkan böyle bir şey söyle­
yebilmiştir, ne de bir cumhurbaşkanı! Bu tür konuşm a­
ları, ancak -yukarda örneklerini verdiğim - Tanzimat
paşaları yapabilirlerdi: ‘Avrupa’nın istediğini yerine ge­
tirmek’, ‘bozuşacağım ıza birkaç vilayeti gözden çıkar­
m ak’ falan filân!
Zaten Turgut Ö zal’ııı cesareti, ‘tabuları yıkması’ da,
bu çerçeve içinde ele alınırsa doğru olur; o, ‘Sistem’e
karşı değil, Türkiye’de devletin merkezinde yuvalanmış
‘seçkinci bürokrat’ oligarşiye karşı ‘cesurdu’; ama gidiş
geliş, lâik ve demokratik ‘bağımsız’ cumhuriyetin temel

233
ilkelerini ‘tab u ’ gibi göstermeye başlam ıştı. D aha da
tehlikelisi, tasarladığı ‘büyük transform asyon’ T ü rki­
ye’yi gerçek büyük devlet rayından çıkarıp, ‘Sistem ’in
denetiminde ‘bölgesel truva atı’ konumuna sokuyor; ül­
ke, ‘ecnebinin’ açık pazarı haline dönüştükten başka,
bunun faturası işçilere, köylülere, memurlara -k ısa ca ­
sı yoksullara- çıkarılıyordu.
Türkiye’de siyasi cesaret sahibi olm ak, sırtını ‘Sis-
tem’e verip onun isteklerini ülkeye kabul ettirmeye çalış­
mak mıdır; yoksa, ülkenin Düvel-i M uazzam a’ya (‘Sis-
tem’e) karşı kanı pahasına elde ettiklerini, onun yeni ta­
leplerine karşı savunmak mıdır? Ö zal’ın tarihten alaca­
ğı not, bu sorunun cevabına bağlı!
Bunca çabasına rağm en, işin acı yanı şudur ki, Tur­
gut Ozal, ne palasını salladığı ‘Sistem’e yaranabil iniştir:
ne de bu işi yapm ak için etrafında topladığı, kadrolara!
Cenaze törenine, Avrupa Topluluğu ülkelerinin ve Bir­
leşik Amerika’nın gösterdiği, hesaplı ve maksatlı alâka­
sızlık ve kayıtsızlık ilkinin kanıtıysa; ülke içinde çok gü­
vendiği, önemli sorumluluk mevkilerine getirdiği ‘prens­
lerinden’ pek çoğunun, onu ya yarı yolda terk etmiş, ya
açıkça eleştirmiş, ya da ona karşı çıkmış olm ası, İkinci­
sinin kanıtı.
Avrupa Topluluğu ülkeleri, onu A m erika’nın ‘ad a­
mı’, gibi gördüler; O ysa Clinton, Bush’un ‘adam ı’ gibi
görüyordu; ‘prenslerine’ gelince, onlar seçimi kim kaza­
nırsa, onun prensi olmayı yeğliyorlardı.
Kimbilir belki de, hataları ve sevaplarıyla ‘Prezidan’
M alatyalı Turgut Paşa, zamanını şaşırmış bir Tanzimat
sadrazamıydı; ‘Vakit geldi, vade erdi/ömrün kadehi dol­
du’, o da ‘İngiliz’ Sait Paşa’ların, Keçeci Fuat Paşa’ların,
M ahm ut Nedim ve Ali P aşa’ların yanma gitti.

234
5

TANSU ÇİLLER’İN ‘ÖNLENEMEZ’YÜKSELİŞİ!

5 Ağustos 1993

Am açlan bellidir, hiç değişmemiştir.


Geçen yıl Sedat Ergin, gazetesine Washington’dan
şöyle yazmıştı: Dünya Bankası’nm ‘gönlünden ge­
çen’, Türkiye’nin yeni bir stand-by düzenlemesi için,
Uluslararası Para Fonu’na (IMF) gitmesidir. Türkiye,
IMF ile son stand-by anlaşmasını 1985 yılında yapmış ve
ardından, bütün telkinlere rağmen, ekonomiyi iMF’nin
denetimine sokacak bir düzenlemeye gitmekten kaçın­
mıştır. (...) Dünya Bankası, Türk hükümetlerinin IMF
alerjisini bildiği içindir ki, Türkiye’ye, IMF ile ‘gölge an­
laşma’ (shadow arrengments) modelini önermektedir.”
Gölge anlaşm a da neymiş derseniz, o da şu: “ ... göl­
ge anlaşmalar, IMF’nin son dönemde devreye soktuğu
bir denetim modelidir. IMF bu tür anlaşmalarda denetim
rolünü perde arkasından yürütmektedir.” (Hürriyet,
24 Eylül 1992)
Demek ki, 1 9 8 5 ’ten bu yana Türk ekonomisinin de­
netimini elinden kaçıran Dünya Bankası ve IMF, bu de­
netimi yeniden ele geçirmek niyetindedir; o kadar böy-
ledir ki bu, işi açıkça yapam ayacağını kestirebildiği
için, denetimini gizli tutacak ‘gölge anlaşm alar’ öner­
mektedir.
Bunları sinek pislemedik bir yere yazınız.
Prof. Tansu Çiller, Demirel kabinesinde Devlet Baka­
nı olur olmaz, ne demişti hatırlar mısınız? Hatırlatayım:
“ ... dış ekonomik ilişkilerde muhatabımız olan Dünya
Bankası ve IMF görevlilerinin hepsi benim sınıf arkadaş-

235
larım. Ben bugün telefon etsem sekiz on tanesiyle rahat
konuşurum. Amerikalılar, İngilizlcr... Bunlarla gayet iyi
diyalogumuz olacaktır. Hiç kuşkunuz olmasın, rahat
olacağız.” (Milliyet, 24 Kasını 1991)
Yâni, Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir, o
kadar bellidir ki, Çiller’in başbakanlığının kesinleştiği
günlerde, Serdar Turgut, gazetesine şunları yazıyordu:
“ ... IMF ve Dünya B ankası yöneticileri, Tansu Çiller’in
başbakan seçilmesini, güzel bir haber olarak nitelediler.”
(Milliyet, 15 Haziran 1993). Besbelli, bekliyorlardı da;
yalnız o mu, başkaları da bekliyordu; çünkü daha sade­
ce Devlet Bakanı olduğu tarihte, bakınız Frankfurter
Algemeine Zeitung nasıl bir kehanette bulunmuştu:
“ ... DYP’ye girdikten hemen sonra, çoğu kişi onun
politikada hızla sivrilebileceğini varsaymıştı. Tansu Çil­
ler’in günün birinde Parti Genel Başkanı olarak Demi-
rel’in yerini alm ası ve hâttâ Türkiye’nin ilk kadın b aş­
bakanı olması da m üm kün.”
Alman gazetesinin ‘kehaneti’ hepimizin bildiği gibi,
çok kısa sürede gerçekleşti; acaba onu Allah mı söylet-
mişti, yoksa bazı bildikleri mi vardı? Turan Yavuz’un,
Washington’dan Tansu Çiller hakkında yazdıklarına
bakılırsa, galiba İkincisi doğru.
Neler mi yazıyor, kısaca şunları:
“ ... 1983 yılından itibaren, A nkara’daki Alil) Bü-
yükelçiliği’nden, Washington’daki AHİ) Dışişleri Bakan­
lığ ın a gönderilen, T ürk ekonomisi ile ilgili kriptoların
içindeki bilgilerin büyük bir bölümünden Tansu Çiller
sorumluydu. Çiller, 1980’li yılların ortalarında AHİ) Bü­
yükelçiliğinde Ekonom i M üşaviri olarak görev yapan
Elizabeth Sheldon’ın en yakın arkadaşlarından biriydi.
Güvenilir kaynakların verdiği bilgilere göre, Sheldon,
ABD Dışişleri Bakanlığı çevrelerinde, T ü rk ekonomisi

236
konusunda, ‘olum suz’ raporlar yazm akla tanınmış bir
diplomattı; aynı kaynaklara göre, Shcldon’ın yazdığı
tüm olumsuz raporların kaynağı Tansu Çiller’d i_”
ikinci Çiller hikâyesi, 1986 yılında ABD D ışişle­
ri Bakanlığı’nın INR olarak bilinen ‘Intelligence and
Analysis’ yâni Dışişleri İstihbarat ve Analizler Dairesi ile
ilgili. Öğrenildiğine göre, daha sonraları ABD’nin A nka­
ra Büyükelçisi olan M orton Abram ovitz’in başkanı ol­
duğu daire, 1 9 8 6 ’da Çiller’i Dışişleri Bakanlığı’na d a­
vet ederek, Türkiye ile ilgili bir değerlendirme yap m a­
sını istedi. Edinilen bilgilere göre Çiller, Türk ekonom i­
si dış politikası ve özellikle iç politika konusunda genel
ve zaman zaman ayrıntılı değerlendirmeler yaptı. (Mil­
liyet, 19 Haziran 1993)
Aynı habere göre, daha sonra Çiller görüşme isteği­
nin Abramosvitz’den geldiğini basına duyurmuş, buysa
Abram owitz’in öfkesine neden olmuş, çevresindekilere
‘görüşme isteğinin kendisinden değil, Tansu Ç iller’den
geldiğini belirtmiş’; yâni Prof. Çiller, ABD Dışişleri İstih­
barat D airesi’ne kendi isteğiyle bilgi veriyor.
Başkan Clinton’ın, Prof. Çiller Başbakan olur olmaz,
onu telefonla arayarak, ne dediğini hatırlıyor m usu­
nuz? “ Kutlarım, sayın Başbakan, sizi hayranlıkla izliyo­
ruz.” Haklıdır! ‘Soğuk Savaş’ döneminde, A n kara’d a­
ki Sovyet Büyükelçiliği ve M oskova’daki Sovyet D ışiş­
leri Bakanlığı İstihbarat Dairesi ile, bu kadar içli dışlı
bir Türk profesörü; Türkiye Cumhuriyeti’nde Başbakan
olsa, hiç kuşkusuz Leonid Brejnef de aynı ‘hayranlığı’
gösterirdi.

237
6

‘İPLER’ KİMİN ELİNDE?..

7 A ğ u sto s 1 9 9 3

Demiştik ki, am aç bellidir, hiç değişmemiştir: T ürki­


ye’nin ekonomisini, ‘Sistem’in denetimi altına almak!
Dünya Bankası bu işi, açtığı ‘yapısal uyum (program)
kredileri’ ile yapıyor. T ürkiye’nin, eskiden, yılda orta­
lama bir milyar dolar uyum kredisi aldığı malûm, oysa
en son 1988’de 400 milyon dolarlık bir finans sektörü
uyum kredisi almış, sonra da Dünya Bankası ile posta­
yı kesmişiz. Neden? Çünkü böyle bir istekte bulunuldu
mu, banka kredileri, ‘ekonominin makro düzeydeki den­
gelerini ilgilendiren sorunların çözülmesi, bu çerçevede
ciddi bir istikrar programının uygulanması’ şartına bağ­
lıyor; oysa bu ülkenin Uluslararası Para Fonu’nun (IMF)
kapısını çalm ası, onunla bir ‘istikrar program ı’ üzerin­
de anlaşm asıyla mümkün; kısacası, ekonomiyi ‘makro
düzeyde kontrol altına alabilirlerse’ kredi var, alam az­
larsa kredi yok! Türkiye beş yıldır istememiş, bu anlam­
da Türkiye ekonomisi üzerinde ‘Sistem ’in denetimi iş­
lemiyor, ya da eksik işliyor. Amaçları, bu sorunu hallet­
mek!
Prof. Çiller, T ürkiye’nin ‘düze çıkması için’ (!) alın­
ması gereken önlemler konusunda, Dünya Bankası ve
IMF ile mutabakat halindedir. Serdar Turgut, Washing-
ton’daıı gazetesine yazdığı haberde diyor ki: “ IMF B aş­
kanı M ichael Cam dessus ile Dünya Bankası Başkanı
Lowies Preston’ın, Tansu Çiller ekonomiden sorumlu
devlet bakanı atandığında, yakın çevrelerine: ‘— Serbest
piyasa ekonomisine gerçekten inanan profesörün, Türk

238
ekonomisinin yeniden yapılanmasında, önemli işler b a­
şaracağına inandıklarını’ söyledikleri biliniyor” , fakat
ona çok ümit bağlayan Dünya Bankası ve IMF yö­
netimlerinin, hükümet içindeki bazı çekişmeler nedeniy­
le, Çiller’in bir süre sonra istediklerini tam yapam az ha­
le geldiğini gördükleri ve bu konuda T ürk bürokratla­
rına hayal kırıklıklarını ilettikleri belirtiliyor.” (Hürri­
yet, 15 Haziran 1993)
Bunun çaresi elbette, ‘ekonominin iplerini’, bütünüy­
le Çiller’in eline vermekti.
Yıllardır yazarım: ‘Sistem’, Türkiye’nin ‘kamu sek­
törü öncülüğünde’ Keynes’ci diyebileceğimiz bir ‘karma
ekonomi’ modelini uygulamasından rahatsızdır, handiy­
se kırk yıldır bu ‘ulusal ekonomi modelini’ kırmaya uğ­
raşıyor; en liberal eğilimli, en ABD yandaşı Türk hükü­
metlerinde bile, bu yapıyı değiştirmek konusunda, ara­
dığı ‘siyasi kararlılığı’ bulamıyor. Dünya Bankası ve IMF
yöneticilerinin demek istedikleri bu, zaten Sedat Ergin
de, ‘işin evveliyatını’ özetlerken, aynı noktaya parmak
basmış, şöyle diyor:
" ... Çiller, Devlet Bakanı olduğu dönemde, Dünya
Bankası ile birçok kez m asaya oturm uş; ve her seferin­
de, Thalvvitz de dahil olmak üzere m uhataplarından,
ekonom ide gerçekleştirilecek reform lar konusunda,
Türk hükümetinden ‘siyasi kararlılık’ beklendiği m esa­
jını almıştı. Ancak, yine her seferinde, Çiller açısından,
banka karşısında bir ‘inandırıcılık sorunu’ söz konusu
olmuştu. Çünkü Çiller’in özelleştirme alanındaki sıcak
mesajlarının ‘siyasi iradeyi’ temsil etmediği, Dünya Ban­
kası açısından bir sır değildi.” (Hürriyet, 19 Temmuz
1993)
Yâni kardeşim, Türkiye bir türlü ‘ipleri’ bütünüyle
‘Sistem’in emrine vermeye yanaşmamış! Tansu Çiller

2.59
Başbakan olunca, ne oluyor? ‘Siyasi kararlılık’ da, ‘siya­
si irade’ de, onun kişiliğinde somutlaşıyor. En azından
‘Sistem’in, onun temsilcileri Dünya Bankası ve IMF’nin
düşündüğü ve beklediği budur.
Saklam ıyorlar ki! Söylemişler: “ İki kuruluşun, (IMF
ve Dünya Bankası) Başbakanlığa gelen Çiller’in, artık
elinde istediklerini yaptıracak gücü olduğunu, bu ne­
denle ekonominin Batı piyasalarına daha da entegre ol­
masına yol açacak adımların hızla atılabileceğini düşün­
dükleri öğrenildi.” (Hürriyet, 15 Haziran 1993)
Vakit de kaybetmediler, ha! Dünya Bankası Başkan
Yardımcısı Thalvvitz, apar topar A n k ara’ya gelerek,
B aşbakan’a ‘ 120 sayfalık, gizli ve istikrar tedbirlerini
hemen uygulamasını isteyen’ raporu, bizzat sundu; ‘bü­
rokratlara dağıtılmadığı bildirilen bu rapor’, Erdal Sağ­
landın A nkara’dan verdiği habere göre, neredeyse bir
‘muhtıra’ niteliği taşıyor ve ‘çok sert uyarılar içeriyor’du.
(Hürriyet, 18 Temmuz 1993)
Ancak, önceki günkü görüşmenin kritik yönü,
Çiller’in Dünya Bankası heyetinin karşısına bu kez ‘ip­
leri elinde tutan’ ve bankanın beklediği ‘siyasi kararlı­
lığı’ taşıyan Başbakan olarak çıkmasıydı; nitekim Thal-
witz görüşm ede bu ‘kararlılığı görm ekten’ duyduğu
memnuniyeti dile getirdi ve Dünya B an k ası’nın, Çil­
ler’in özelleştirme alanındaki planlarına destek çıkaca­
ğı sözünü verdi.” (19 Temmuz 1993, Hürriyet)
O zam an soru şu: ‘İpler kimin elindedir, Başba-
kan ’ın mı, yoksa Dünya Bankası ile IMF’nin mi?

240
7

‘KÜÇÜK HANIM’IN ‘ACI İLACI’

1 2 A ğ u sto s 1 9 9 3

Am açlan birdir, hiç değişmemiştir.


Prof. Çiller, Başbakanlık görevinde daha ‘bism il­
lah’ demeden, Dünya Bankası’nm Avrupa’dan sorum ­
lu Başkan Yardımcısı Wilfred Thalwitz, A nkara’ya ni­
çin damlıyor? Çiller’e bakarsanız, görüşmeler sırasında
‘banka ile güven tazelemişler’, ‘önemli olan T ürk hal­
kının ve devletinin ne istediğiymiş, banka istediği için
değil, biz istediğimiz için bu program ların arkasında
olacakm ışız’; ayrıca, ‘banka ile aram ızda, bu konuda
belli bir m utabakat olduğunu söyleyebilir’miş! ( Hürri­
yet, 19 Temmuz 1993)
Hepimizi biraz enayi yerine koym uyorlar mı? Dün­
ya Bankası ve iMF’nin yıllardır ne yapmamızı istediği
malum, istediklerinin ‘aynen’ yerine getirilmediği de
malum; şimdi bir Başbakan çıkıyor, ‘Türkiye, kendisi
için bu talepleri yerine getirecek’miş diyor, Allah aşkı­
na buna kim inanır? Erdal Sağlam ’a göre, ‘Dünya Ban­
kası açıkça söylemese bile istikrar tedbiri istiyorm uş
(1 8 Temmuz 1993, Hürriyet)-, ‘özelleştirme konusunda,
üzerinde mutabık kalm an ‘oyun planı’, aslında kimin
neyi istediğini açıkça gösterm ektedir’, onun içindir ki
biraz irdeleyelim diyorum.
Thalw itz’in, yâni B anka’nın, yâni ‘Sistem’in, Çil-
İcr’e telkini şudur: “ ... kapsamlı bir özelleştirmeye gi­
derken, bunun çok iyi hazırlanması gerekir. Bunu baş­
latm ak kadar nasıl başlatacağınız ve hangisinden b aş­
latacağınız da önemlidir. Aynı şekilde özelleştirmenin

241
kam uoyuna çok iyi anlatılması gerekir, ayrıca diğer ül­
kelerin bu alanda gerçekleştirdiklerinden yararlanm a­
nız yararınıza olur.” (Hürriyet, 19 Temmuz 1993)
Bu kadarla yetinmiyor Thahvitz, ‘D ünya Banka-
sı’nın Arjantin ve M eksika gibi ülkelerdeki özelleştirme
projelerinde görev almış uzmanlardan oluşan bir heye­
tin Türkiye’ye gelm esini’ öneriyor, bir bakım a özelleş­
tirmeyi ‘içerden’ denetleyecek, ‘akim ve ilmin yolu’ bir
olduğundan (!) Tansu Çiller de bunu hemen kabul edi­
yor; ‘heyet şu günlerde gelmiş olacak, özelleştirmenin
altyapısını koordine eden Kam u Ortaklığı İdaresi ile
birlikte çalışacak’mış! Görüyor musunuz T ürkiye’yi
nasıl da ‘küreselleştiriyorlar’ ? Dillerinden düşürm edik­
leri ‘değişim’ aslında neyi ifade ediyor? Türkiye ekono­
misinin yapısal özelliğini bozmak istemeleri yetmiyor;
vaktiyle Dûyun-u Umumiye İdaresi’nin yaptığı gibi,
üstelik bize güvenmiyor, özelleştirmeyi de denetimleri
altına almayı deniyorlar.
Başbakan, Başkan Clinton’a o ilk telefon konuşm a­
sında ne demişti? “ ABD’deki değişim arzusu, Türkiye’de
de yaşanıyor.” Ö zal’ın transform asyon, Çiller’in deği­
şim dediği sürecin, ne anlam a geldiği bütün bu konuş­
tuklarımızdan açıkça anlaşılıyor; sizce Türkiye böyle
bir değişimi gerçekten istiyor mu? İstiyorsa, kim dile ge­
tirmiş bunu?
Türkiye Cumhuriyeti 1920’lerde harap, yoksul, ba­
ğımsızlığım zor koruyabilm iş, yarı feodal bir tarım ül­
kesiyle; Devlet-i Aliyye’den kopmuş Balkan ülkeleri bi­
le ondan güçlü ve ilerde görünüyorlardı; hele yeni bir
atılım deneyen R usya, ‘dev adım larıyla’ gelişiyor.
Türkiye, ‘kamu öncülüğünde bir kalkınm a strateji­
sini benimseyerek, karm a ekonomi modelini’ seçti; yet­
miş yıl sonra, bu modelin Türkiye’yi getirdiği yer, uta­

242
nılacak değil, övünülecek bir yerdir. Siz ne diyorsunuz,
günümüzde o B alkan ülkeleri, hâttâ eski Sovyet Cum ­
huriyeti, Türkiye’nin yanında azgelişmiş üçüncü dünya
ülkeleri gibi kalmışlardır. Bunu anlam ak için kitapları
karıştırmaya, istatistik araştırm aya hiç gerek yok; olay
çıplak gözle pekâlâ görülüyor; bu ülkeler yardımımıza
muhtaç haldedir, onlara kredi açıyoruz.
‘Modeli değiştirmek’ fikri, bu yüzdendir ki, asla Türk
halkından gelmez. Gelmedi de! T ürkiye’yi ‘değiştir­
mek’ isteyenler, 2 0 ’li yıllardan beri ona bir türlü baş eğ­
dirememişler onlar; onun kendi başına, kendi yöntem­
leriyle hızla ve olabildiğine eski satvetine doğru gelişme­
sinden rahatsızlık duyanlardır; onu, Osmanlı’nın son iki
yüz yılında olduğu gibi, ‘Sistendin denetimine sokm ak
isteyenlerdir.
H a, bir dakika! Uygulanan modelin ‘siyasi toplum a’
öncelik verip, ülkede imtiyazlı bir oligarşi yarattığı doğ­
rudur, bundan şikâyetçiyiz, halk bunun bilincinde, sivil­
leşme ve dem okratikleşme talebindedir, ama bu bizim
işimiz, bu başka, Türk ekonomisinin ‘Sistendin kontro­
lünde bir ‘çevre ülkesi’ bağımlılığına sokulm ası başka!
Başka olduğu içindir ki, ülkenin iç dinamikleri kırk
yıldır Dünya Bankası ve iMF’nin ona içirmek istediği acı
ilaçları reddettiler, bildiklerini okudular; muhtemelen
yine aynı şeyler olacaktır, çünkü o acı ilaçları uysal uy­
sal içen ülkelerle, ‘Türkiye Cumhuriyeti’ arasında çok
önemli bir fark var: o ülkeler, ne ‘cihanşümul bir im pa­
ratorluk olabilmişlerdir, ne de ‘Sistem’e karşı ayaklanıp
bir halk kurtuluş savaşı vererek, yeni bir cumhuriyet ku­
rabilmişlerdir.
Biz oralardan geliyoruz.

243
8

‘KÜÇÜK HANIM’IN MAKSADI

1 0 A ğ u sto s 1 9 9 3

Amaçları bellidir, hiç değişmemiştir. Bunu niye tekrar­


layıp duruyorum, lâf olsun diye mi? Hayır, hakikatin ta
kendisidir de, ondan!
Dünya Bankası Başkan Yardımcısı, Çiller Başbakan
olur olmaz A nkara’ya damlıyor; kendisinden, ‘istikrar
tedbirleri almasını’, ‘özelleştirmeye gitmesini’ istiyor.
Şimdi bakın, daha Haziran 1951’de, Demokrat Parti ik­
tidarı oluştuktan hemen sonra, Dünya Bankası’nın Cum­
hurbaşkanı Celal B ay ar’a verdiği ilk raporda, aynen şu
satırlar yer alıyordu:
“ ... Türkiye’de, ekonomide dengesizlik vardır, bu­
nun nedeni de tarımı ihmal etme pahasına, endüstriye
önem verilmesinden, devletçilik ilkesinin kamu girişim­
leri dolayısıyla, hükümetin omuzlarına çok ağır bir yük
yüklenmesinden, özel teşebbüsün cesaretinin kırılmasın­
dan doğm aktadır.” (Dünya, 1 Eylül 1978)
Dünya Bankası, yâni kırk yıl önce de, aynı şarkıyı
söylüyordu. Kırk yıl boyunca söylemeyi sürdürmüş, ba­
ğımsız gelişme özellikleri gösteren ‘karma’ Türk ekono­
misini, ‘Sistem’iıı denetimi altına almaya çalışmıştır. Söz­
gelişi, Ecevit iktidarı döneminde, Dünya Bankası namı­
na Kemal Derviş bir ‘Türkiye Raporu’ hazırlamıştı, o ra­
porda diyordu ki:
“ ... Türkiye’nin sanayileşme stratejisinde değişik­
lik yapm ak gerekmektedir; bu ölçüde büyük bir dış ti­
caret açığıyla, sanayileşme sorununu çözmek olanaksız­
dır. Onun için kim ya, temel makine ve im alat, maden

244
işletme gibi ağır sanayilerde gelişme beklemek gerçek­
çi değildir. Kaynaklar ihracata yönelik hafif sanayi dal­
larına kaydırılmalıdır, ağır sanayiden gelişme beklenme­
melidir.” {Diinya, 28 Ağustos 1978)
Daha açık nasıl söylesin? Dünya Bankası’nın ve IMF’
nin (‘Sistem’in) asıl amacı, Türkiye’nin ‘kamu öncülü­
ğündeki sanayileşm e’ yoluyla ‘çağdaş uygarlık düzeyi­
ne’ ulaşm ak hedefinden sapm asını sağlamaktır.
Gizlisi saklısı da pek kalmamıştır bunun, 70’li yıllar­
da Executive Intelligence Review adlı Amerikan iş çev­
releri dergisi, ‘hizmete özel’ gizli Türkiye R aporu’nda,
‘özelleştirme’nin neyi ve niçin am açladığını, açık açık
söylüyordu:
“ Türkiye’de KIT’ler genel anlamda sanayileşmeyi
yönlendirmektedirler, sayıları yüzün üzerindedir, eko­
nomiye katkıları yaklaşık yüzde 10’dur, sanayi kesimin­
de çalışanların yaklaşık yüzde 6’sı KİT’lerde istihdam
edilmektedir. Türk fabrikalarında üretilen malların ya­
rısı bu kuruluşlardan gelir ve mevcut ağır sanayiin en
önemli kısmını da bu sektör oluşturur...”
“ ... Türk gelişme stratejisinin esası, çabuk bir kamu
sanayileşmesine dayanmaktadır, 1 9 5 0 ’den bu yana At-
lantik’çi Güçlcr’in (‘Sistem’in) Türkiye’nin, geleneksel
tarım ürünlerine dayanan bir gelişme stratejisini be­
nimsemesi için çaba sarfettikleri veya hiç olmazsa sana­
yileşmeyi em ek/yoğun alanlara kaydırıp yozlaştırmayı
gözettikleri an laşılm aktadır... ”
“ ... 1950’lerden beri Para Fonu (IMF) KIT’lerin özel
sektöre satılm ası için, çeşitli hükümetler nezdinde sü­
rekli baskılarda bulunmuştur. Neden olarak Dünya
Bankası, KIT’lerin ‘ekonomik olm adıklarını’ ve ‘sosyal
hedeflerin galebe çaldığını’ ileriye sürmüştür.” [Batının
Deli Gömleği, 1981, s. 385-387)

245
1950 nere, 1993 nere? ‘Sistem ’ ancak kırk yıl son­
ra, Türkiye’de ‘reçetelerini aynen uygulamaya talip’ bir
Başbakan bulabiliyor; bulur bulmaz da, KIT’lerin satıl­
ması için, aynı gerekçelerle, hükümete ‘gizli’ bir ‘muh­
tıra’ veriyor. İyi de, acaba gerekçeleri geçerli mi?
Bunun cevabını Prof. Korkut Boratav ‘dan alacağız,
demiş ki:
KIT’lerin etkin olmadığı ya da verimsiz olduğu­
na ilişkin savların, hiçbir tutar yanı yoktur. Etkinlik ba­
kımından KİT’lerin başarısı, şaşırtıcı derecede yüksektir.
Özellikle son yıllarda, daha da yükselmiştir. Bu para­
doksal iddiayı şuna dayandırıyorum.
1987 sonrası KIT’lerde olağanüstü yatırım gerileme­
si içinde geçti, istihdam artmadı, yatırım azaldı. Tarım,
sanayii, madencilik gibi sektörlerde, bugün artık, mev­
cut sermaye stokunun yenilenme gereksinimi kadar bi­
le yatırım yapılmıyor. Buna rağmen toplam hasılada
düşme olmadı. Temel kaynakları azaltan hasıla düşme­
sin, bu bana göre bir iktisat mucizesidir.” (iktisat Der­
gisi, Tem/Ağ. 1993, s. 19)
Açıkça görünmüyor mu, ‘Küçük H anım ’ın (tabii asıl
‘Sistem’in) amacı, üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek!

9
‘KÜÇÜK HANİM’ NERENİN ‘VATANDAŞI’?

14 Ağustos 1993

Bana göre iddia ağır, hâttâ vahimdi; tekzip, aynı ağır­


lıkta olm adı; ciddiye almıyormuş gibi bir yalanlama
ile geçiştirmek istediler; yanlış hatırlamıyorsam, açıkla­

246
nan belgenin sahteliği kuşkusu uyandıracak, bir de ha­
ber geçtiler. Hükümet Sözcüsü Aktuna, ABD’de ikamet
eden her yabancıya ‘vatandaş olma’ önerisi yapıldığını
öne sürdü, Çiller’e de yapılması olağanmış, iddia bu
olaydan kaynaklanıyormuş; oysa işin meraklısı ‘talebin’
ABD vatandaşlığına özenen yabancıdan gelmesinin usul­
den olduğunu söylüyor. Basında çıkan yalanlayıcı ha­
berse, belgedeki referanslarda zikredilen ABD kurulula­
rından ikisinin, iddia edilen tarihte mevcut olmadığı yo­
lundaydı; böylece belge de, iddia da asılsızdır, düzme­
cedir denilmek isteniyor.
Doğrusu böyle olmasını ben de isterim, yalnız kafa­
ma takılan bir nokta var, Perinçek o basın toplantısın­
da ‘Çiller’in ABD vatandaşı olmak için doldurduğu baş­
vuru formunun Türkçe çevirisinin devlet arşivlerinde de
bulunduğunu’ ileri sürmüştü; kendi hesabıma ben, bu
konuda ‘devlet’ten ‘resmi’ bir açıklam a yapmasını, yâ­
ni böyle bir belgenin mevcut olmadığını ‘resmen’ beyan
etmesini bekledim; izleyebildiğim kadarıyla, ne açıkla­
ma yapıldı, ne de yalanlam a; yâni bu; ‘Tansu Çiller
ABD vatandaşı olmak için 1970 tarihinde başvurmuştur,
başvuru formunun Türkçe çevirisi devlet arşivinde bu­
lunm aktadır’ anlamına mı geliyor?
Niçin hiç kimse üzerinde durmadı dersiniz?
W ashington’m, bazı ecnebi politikacıları ABD vatan­
daşlığına aldığı bilinir, bunların bazıları ülkelerine dön­
müş, yüksek sorumluluk makamlarına gelmişlerdir; sö­
zün gelişi Yunanistan’da PASOK lideri Papandreu böyle
birisiydi, başbakan da oldu; ayrıca şu anda Ermenis­
tan’ın Dışişleri Bakanı da öyledir, Sırbistan’da B aşba­
kan olm ak isteyen kişi, Pasifik ülkelerinde çoğu politi­
kacılar... Pratikte, böyle ‘emsallerin’ var olm ası, hele
Tansu Çiller’in ‘Amerikalılar, İngilizlerle yakınlığı’ göz

247
önüne alınırsa, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perin-
çek’in iddialarına belli bir ciddiyet getiriyor.
Kaldı ki, başvuru formunun tarihi, numarası ve içer­
diği bilgiler sergilenmekte, üstelik bunların ABD M ülte­
ci Dairesi Özel Bilgi Merkezi Arşivi’nden alındığının al­
tı çizilmektedir; diyelim ki, Türkiye Devlet Arşivi ola­
yı sessizlikle geçiştirmek istiyor, acaba Washington ni­
ye sustu? A nkara’daki ABD Büyükelçiliği, pekâlâ ABD
M ülteci D airesi’nden bilgi alarak, D oğu Perinçek’in
iddiasını ‘resmen’ yalanlayabilirdi. İzleyebildiğim kada­
rıyla, böyle bir şey de olmadı; belki de dost bir ülkede,
aynı zam anda ABD vatandaşı olan birisinin Başkan ol­
masını olağan sayıyorlar; Sovyetler de öyle saym azlar
mıydı, uydu ülkelerinin başbakanları aynı zam anda
Sovyet pasaportu sahibiydiler.
Tansu Çiller, oldum bittim ‘milliyetçi ve m uhafaza­
k âr’ geçinen bir siyasi partinin genel başkanı oldu; ka­
muoyunda edindiği itibarın sürekli olabilmesi için, ger­
çekten bu konuda ciddi tekziplere ihtiyacı olacaktır;
çünkü başvuru formunda bulunduğu iddia edilen refe­
rans ve bilgiler, bırakın Tansu Çiller’i, herhangi bir Türk
politikacısının siyasi hayatını başlamadan bitirecek ma­
hiyet ve ciddiyettedir.
Başvuru formuna bakılırsa, Prof. Çiller’in ABD vatan­
daşı olması ‘tezkiye eden’ ABD kurumlan arasında, baş­
ta CIA olmak üzere, FBI Bilgi İşlemleri K aynaklan, ABD
Savunma Bakanlığı Milli Savunma Verileri, ABD Dışpo-
litika Prensipler ve U lusal Araştırm a Dairesi, U luslara­
rası Para Fonu (IMF), Stratejik Planlama Dairesi vb bu­
lunuyor. Nasıl, listeyi etkileyici bulmadınız mı? Arala­
rında bazıları, başvuru tarihinde kurulmamış olsa bile,
ClA’nın, FBl’ın, iMF’nin tıkır tıkır işlediği kesin!
Tansu Çiller’in kişiliği, inanışları ve görüşleri hak­

24 S
kında ise şunlar yazılmış: “ Dinleyen ve ketum. Uysal
görünüp dinler. Her türlü güç kaynağı ile diyalog kurar.
Değer ve sosyal bakım dan katkı getiren. İstek ve dav­
ranış bakım ından hodbin (egoist). Sadakatli, inançlı,
ABD’yi her türlü şartta savunur ve menfaatini korur.”
(Hürriyet, 2 Temmuz 1993)
Türk halkının, Başbakan Prof. Ç iller’in Türkiye
Cumhuriyeti’ni ‘her türlü şartta savunup, çıkarlarını
koruyacağına’ inanması için, Doğu Perinçek’in iddia ve
belgesinin hem TC devleti hem ABD tarafından ‘Resmen’
ve kanıta dayanılarak yalanlanması gerekmez mi? Ay­
rıca özel çıkarlarına dokunulduğu zam an ortalığı vel­
veleye veren bazı gazeteler, özel t v kanalları, bazı mil­
letvekilleri; T ürkiye’nin özel ve genel bütün çıkarları­
nı ilgilendiren böyle önemli bir konuda niye dut yemiş
bülbül?
Yoksa ‘tencere dibin kara, benimki senden kara’ mı?

10
‘ANKARA’ HÜKÜMETİ Mİ, ‘İSTANBUL’ HÜKÜMETİ Mİ?

9 Eylül 1993

Önce bir hatırlatm a! Küçük H anım ’m DYi’ Genel Baş­


kanlığına getirildiği günlerde, ‘meraklısı için düşündü­
ğüm not’ aklınızda mı? Aynen şöyle demiştim:
“ Prof. Çiller’in DYP’ye Başkan seçilmesi, partisinde­
ki ‘değişme’ özlemine bağlanıyor: Çiller’in Amerikan
‘alafrangalığından’, yapmaya heveslendiklerinden; seçil­
mesine, en çok IMF ve Dünya B ankası’nın sevinmesin­
den; bu ‘değişmenin’, gerçekte Ö zal’m ‘transform asyon’

249
dediği ‘küreselleşm e/evcilleştirm e’ olduğu pek açık!
‘Sistem’ üçüncü ülkelerde, yumurtalarının hepsini, aynı
sepete koymaz; DYP delegesi, kendi sepetindeki yumur­
tayı, başına seçmek konusunda, biraz ‘dolduruşa’ getiril­
mişe benzer. Adı Doğruyol ama seçimi doğru mu? Çiller,
Ö zal’ın bıraktığı yerden işe başlayacak gibi görünür.
Farkında mısınız, ‘milliyetçiliği’ tarif ederken, onun teme­
li olan ‘bağım sızlığı’ unuttu. Yoksa ben mi yanlış duy­
dum? (Meydan, 27 H aziran 1993)
Üstlerine vardığımızdan mıdır nedir, şu ara ünlü ‘kar­
şılıklı bağımlılık’ teorisini pek ağızlarına almıyorlar ama,
‘bağımsızlık’ lâfını da etmiyorlar; ‘Küçük H anım ’, yedi
sülalesinin ne kadar dindar olduğunu anlatmak için bin
dereden su getiriyor da, ‘bağımsızlık’ bahsinde dut yemiş
bülbül! Nasıl öyle olmasın, TC Merkez Bankası’nın Baş-
kanlığı’na, göz göre, ABD vatandaşı birisini m ünasip
görmüş; buna kediye ciğer emanet etmek denmez de, ne
denir? Bu ‘zihniyetin’ nasıl bir ‘zihniyet’ olduğunu anla­
m ak için, var mısınız biraz geriye gidelim?
(M ütareke İstanbul’u. Düveli M uazzam a (‘Sistem’ )
Devlet-i Aliyye’yi haritadan silmeye, ‘Türkleri Avru­
p a ’dan sürmeye’ karar vermiş: Anadolu yer yer işgal
ediliyor. İşte o günlerde, ‘D am at’ Ferit Paşa, bir gün ön­
ce uzun uzun görüştüğü Padişah Vahdettin adına, İstan­
bul’daki İngiliz Yüksek Komiseri’ni ziyaret ediyor; am a­
cı ‘Devlet-i Aliyye’nin, İngiltere Devleti Fehimesine, ta­
mamıyla boyun eğdiğini (total subm ission) beyan et­
mek! Giriş konuşm asından sonra, ‘D am at’ Ferit Paşa
Osm anlı ‘sorununun nasıl çözüme bağlanm ası gerekti­
ğini açıklayan’ gizli ve yazılı bir de tasarı sunmuş!
Son padişah Vahdettin’in ‘hain’ sayılabilmesi için,
sadece bu tasarı yeter; çünkü ’ 15 yıl boyunca, içerde
asayişi sağlam ak ve dışarıya karşı Osm anlı bağım sızlı­

250
ğını (!) korum ak üzere, İngiltere’ye Devletin gerekli
gördüğü noktaların işgal etme hakkını’ tanıyor; fakat şu
anda bizi ilgilendiren, o utanç belgesindeki şu önerile­
ri: ‘iç yönetimde İngiltere, Padişah’ın gerekli görülen ba­
kanlıklara İngiliz m üsteşarlar atamasını, ‘dostluk icabı’
kabul edecektir. Bundan başka her vilayete 15 yıl sürey­
le valilerin yanm a müsteşarlık da edecek olan İngiliz
başkonsolosluğu atanacaktı. Yerel seçimlerle, ıneb’usan
(milletvekili) seçimleri, İngiliz konsoloslarının denetimi
altında yapılacaktı. Başkentte olsun taşrada olsun (bu­
raya dikkat) İngiltere, M aliye üzerinde denetim hakkı­
na sahip olacaktı, vs, v s ...” (Sina Akşin, İstanbul Hü­
kümetleri ve Milli Mücadele , 1976, s. 234-235)
Devlet-i Aliyye’nin padişahı, Halifei Ruyi Zemin,
koskoca Osmanlı ‘mülkünü’, ‘Sistem’in o zamanki lide­
rine altın tepside sunuyor: ‘bağımlılığın’ ancak bu mer­
tebesinde, bir ülke, bu kadar ‘küreselleşebilir; Maliye-
si’ni, Yönetimini ve Seçim Güvenliği’ni, ‘ecnebi’ bir ül­
kenin ‘vatandaşlarına’ teslim edebilir.)
Tarihin hazin tecellisi, ‘Ankara H üküm eti’nin, yet­
miş yıl sonra, o zam anki ‘İstanbul Hüküm eti’nin duru­
muna düşmesi midir? ‘Küçük H anım ’, kendisinin ABD
vatandaşı olduğuna dair iddialar ‘resmen’ yalanlanm a­
dan, bu defa devletin kilit görevlerinden birisine, ABD
vatandaşı olduğu kesin Bülent Gültekin’i uygun gör­
mektedir.
Haber şu: “ ... ABD yurttaşı olduğu kesinlik kazanan
Gültckin’in ABD vatandaşı olarak yargıç huzurunda et­
tiği yeminde, ‘kesinlikle ve bütünüyle herhangi bir ya­
bancı prens, hükümdar devlet ya da hükümranlığa kar­
şı sadakat ve bağlılığım dan tamamen feragat ediyor ve
vazgeçiyorum’ dediği hatırlatılıyor. Gültekiıı’in Merkez
Bankası Başkanı olabilm esi için de M emurin Yasası

251
uyarınca etmesi gereken yeminde şunları söylemesi ge­
rekiyor: ‘Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorum­
luluklarımı bilerek, bunları davranış halinde gösterece­
ğime, namusum ve şerefin üzerine yemin ederim’. Bu du­
rumda Gültekin’in bu iki yeminden hangisine sadık ka­
lacağı merak konusu oluyor!” ( Cumhuriyet, 28 A ğus­
tos 1993)
Tuhaf bir soru: Adam ‘Türkiye Cumhuriyeti’ne sadık
olsaydı’, ABD yurttaşı olup o yemini eder miydi? Beni
güldüren, bazı DYP ve SHP çevrelerinin, ‘Küçük Hanım’ın
kendisi ABD yurttaşı olmak şüphesi altında iken, başka
türlü davranması mümkün mü?
Ayıptır sorması: Cumhuriyet’in sorumluluğunu taşı­
yanlar, şu ‘tam teslimiyet’ (‘total subm ission’ ) kavramı
üzerine kafa yorm akta, epeyce gecikmediler mi?

11
‘KÜÇÜK HANIM’IN ‘SEÇİMİ’?..

23 Kasım 1993

Hele böyle günlerde... yağmurun sararmış yaprakları in­


dirdiği, su tozlarının bir duman halinde Boğaz’ın üzerin­
de yığıldığı, bulut alacası sonbahar günlerinde, bezgin­
lik insanı boğuyor: ne kadar çok gerçeği, ne kadar çok
yıldır tekrarlayıp duruyoruz.
Türkiye’nin ulusal çıkarları ile ‘Sistcm’in ‘küresel’ çı­
karlarının birbiriyle asla uyuşmadığım ve uyuşm ayaca­
ğını, ilk defa ne zaman yazmıştım: yirmi beş yıl önce mi?
Belki de, otuz yıl! Türkiye, Osmanlı geçmişi dolayısıy­
la da, jeo/politik konumunun dayattığı strateji sebebiy­

252
le de, Balkanlar’da, K afkasya’da, O rtadoğu’da ve Or-
taasya’da, kendi politikasını yürütmek zorundadır; oy­
sa ‘Sistem,’ en çok da ABD, bu yöredeki ‘küresel’ çıkar­
ları için, Türkiye’yi bir ‘Truva atı’ olarak kullanmak is­
ter: Ankara yönetimlerinin 40 yıldır içinde bulunduğu
sıkıntılı durumun sebebi, bu çelişkidir.
‘Sistem’ ‘Doğu Bloku’nu çözmeyi, SSCB’yi dağıtm a­
yı başardıktan sonra, -h âttâ bu ihtimal ufukta belirdi­
ği sıralarda- Türkiye’ye ne türlü bir rol yakıştırdığını,
doğrudan doğruya değilse de dolaylı olarak belli etmiş­
tir. Nasıl mı, bakın nasıl!
Eski cia’ci Rand C orporation ’ın en muteber ‘be-
yin’lerinden birisi, Graham Fuller, Ö zal’ın devr-i salta­
natında geliştirilmek ve yaygınlaştırılmak istenilen ABD
tezlerini kısaca şöyle özetlemişti:
“ ... 1/ Bırakın Atatürk deyip durmayı, iyidir hoştur
am a, fikirleri eskimiştir, Türkiye onu eleştirmesini bil­
meli, hâttâ onu aşmalıdır, bu da klâsik radikal lâiklik
politikasını terk etmeyi gerektirir. 2 / Türkiye, ılımlı lâ­
ik, M üslümanlığı ve serbest piyasa ekonomisini benim­
semiş bir ülke olur, dem okrasiyi de geliştirirse, onun
için ‘hayat’ Avrupa’da değil, A sya’da ve O rtadoğu’da
olacaktır: K afkasya, O rtadoğu, O rtaasya ülkelerine,
‘m odel’ olarak önerilebilir. 3 / Am a bu dem okrasinin
gerçek anlamda uygulanmasına, insan haklarına riaye­
te bağlı olm ası ile m ü m kü n dü r...” ( Cumhuriyet, 28
Şubat 1990)
Bu ‘örtülü’ ifadenin Türkçe tercümesi şuydu: O rta­
d oğu’daki Amerika karşıtı diktaları tasfiye edeceğiz,
onları ya evcilleştireceğiz (Hafız Esad) ya da yok edece­
ğiz (Saddam Hüseyin); O rtadoğu’yu Türkiye’nin kont­
rolündeki bir Kürdistan ile elde tutm ak, petrolü böyle­
likle güven altına almak istiyoruz; Çekiç Güç bunun ön­

253
cü karakolu olacaktır, Türkiye bu çözüm ü benimse­
melidir, Kürdistan’ı federasyon olarak himayesine alır­
sa, önünde O rtadoğu’da ve O rtaasya’da ‘yeni ufuklar’
açacağız.
Turgut Ö zal’ın, o bazılarının bayıldığı ünlü ‘vizyo­
nu’ işte bu idi, ikide bir ‘üniter’ Türkiye ile dalga geç­
mesi (Türk kimdir ki?). Kürt Federasyonu’nu gündeme
alm ası, ‘T una’dan Sarınehir’e ‘Türk dünyası’ hayali,
hâttâ Karadeniz Ekonomik işbirliği teşebbüsü, bu ‘pro­
jeden’ kaynaklanıyordu; Kürt ‘kimliğini’ tanım ak, ‘si­
yasal ve dem okratik çözüm ’ formülü, hep bunun için­
de! İyi de bu ‘felsefe’, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş
felsefesine de, yaşayış felsefesine de ters geliyordu; ye­
ni bir oluşum gerekiyordu ki, ‘transform asyon’ süreci
içinde, buna İkinci Cumhuriyet adı verilmişti: başba­
kanlık sistemi, adem-i merkeziyet, yöresel özerklik vs.
İlginçtir, ‘model tutm adı,’ ‘uygulam a teşebbüsü’ tekle­
di; o kadar ki Özal kendi kurduğu partiden bile dışlan­
dı; Türkiye’nin iç dinam iği, yukardan indirilmek iste­
nen bu türden çözümlere karşı çıkıyordu.
Tansu Çiller, tamamıyla ‘Sistem’in düşünce ve plan­
larını benimsemiş olarak gelmişti; o da, harıl harıl ‘kü-
reselleşme’den, ‘özelleştirme’den ‘köklü bir dcğişim’den
söz ediyordu; o kadar ki, neredeyse Ö zal’ın ağzıyla ko­
nuşm akta, onun terminolojisini kullanm aktaydı: D e­
mokratik çözüm için, Güvenlik Kurulu’nu devre dışı bı­
rakacak fikirler ortaya attı, yöresel özerklik için Bask
m odeli’ni öne sürdü, vs, v s...
Peki bugün orada mıdır?
Geçen gün demiştik ya, bir kere halk öfkelidir ve ka­
rarlıdır; kamuoyu yoklam alarında, tercihini Çiller aley­
hine gösteriyor; bu bir; ayrıca, Türkiye Cumhuriye­
ti’nin bölgesel çıkarları, ‘Sistem’in çıkarları ile bir ve ay-

254
m değildir: Irak’la aramızı düzeltmemiz gerekir, uğradı­
ğımız zarar telafi edilmelidir; Suriye, PKK’ya sahip çık­
tıkça, onunla iyi ilişkiler gerçekleştirilmez; oysa ABD
Irak’ı bölmek niyetindedir, Suriye’de E sad ’ı evcilleştir­
mekle meşgul! Çiller, sadece bu iki noktayı, ABD’de Clin-
ton’a çıtlatınca birden ‘kötü kişi’ olmuş, leyhinde yazı­
lar çıkmaya başlamıştır.
Neticede Küçük Hanım da, ‘etinde duyarak’ T ürki­
ye’nin çıkarları ile ‘Sistendin çıkarlarının uyuşm adığı­
nı, tam tersine çatıştığını görmüş oluyor; şimdi radikal
bir tercih mecburiyetindedir; ya başlangıç çizgisinde
ısrarlı olacak, bu takdirde seçmenlerini kaybedecektir
(DYP, son sondajda, üçüncü parti, Refah onu geçiyor); ya
da Türk halkını kazanmak için, ulusal politikaları yeğ­
leyecek, bu da arkasındaki ‘Sistem ’ desteğini yok ede­
cektir.
Nasıl davranm ası gerektiğini, Demirel’e sormalıdır;
mumaileyh, aynı yoldan geçmiştir.

12
‘BALAYI’ BİTİYOR...

21 Ekim 1993

Gerçekten ‘balayı’ bitiyor, ‘Küçük Hanım ’ bunun ya far­


kında değil, ya da öyle görünmeyi yeğliyor. Geçen ayın
sonuna doğru, Em irgan’da Sarı K öşk’te ne demişti, ‘B a ­
kanlar Kanunu’ndaki son değişiklikleri, uluslararası fi-
nans piyasaları pek beğenmiş’miş ‘o yüzden, Türkiye’nin
kredi alabilirliği en üst düzeye çıkacak’mış, vs. (25 Ey­
lül 1993)

255
Oysa gidişat farklı, Eurobusiness dergisi, kibarca do­
kunduruyor; demiş ki: Çiller’in kendisini ispatla­
mak için fazla zamanı yoktu ve görevinin ilk birkaç ayı
bir politik balayı halinde geçiyordu, ne var ki Çiller ona
tanınan krediyi tüketmeye başladı. T ürkiye’nin doğu­
su ve batısı arasındaki gelişmişlik farkı, terörizme neden
oluyor; buna Çiller’in en büyük cevabı ‘özelleştirme’
programıdır, oysa Çiller’in özelleştirme programını uy­
gulam ası pek de kolay görünmüyor. (...) Bu programın
başarılı olabilm esi için Tansu Çiller’in halkı bunun
Türkiye için en iyi yol olduğuna inandırması şart, an­
cak güçlü ve etkileyici tavrına rağmen, şu anda Çiller
halkın gönlündeki ve DYP’lilerin zihnindeki yerini kay­
betmeye b aşlad ı.” {Eurobusiness, Eylül 1993)
Yanlış mı? ‘Özelleştirm e’nin ilk günlerindeki gibi
‘raylar üstünde kayıp gitm ediği’ bir gerçek; hem mev­
zuattan, hem bürokrasiden; en önemlisi, kamuoyundan
ciddi tepkiler görmektedir, bunun elle tutulur kanıtı,
soNAR’ın yaptığı kamuoyu araştırması; sonuçlarına bir
göz atar mısınız:
“ ... Sonar’ın Türkiye genelini yansıtacak şekilde on
ilde yaptığı anket çalışm asından, ANAP yüzde 23 oy
oranıyla birinci parti olarak çıktı. DYP yüzde 19,5 (bir
ara 4 0 ’a çıkmıştı), SHP ise yüzde 16,3 oranıyla sıralama­
da ikinci ve üçüncü olarak yer a ld ı...”
“ ... Birinci parti konum undaki DYP ise, Tansu Çil-
ler’e rağmen geriledi: buna Çiller’in verdiği sözleri icra­
ata dönüştürememesinin en önemli rolü oynadığı belir­
tild i...” ( Meydan , Tl Ekim 1993)
Acaba?
Ben bunun aksi varittir sanıyorum, Çiller’in verdiği
en önemli söz, ‘özelleştirme’ sözü halkın özelleştirme
gerçekleştirilemediği için değil, gerçekleşirse neler ola-

256
cağını anlam aya başladığı için Çiller’den -dolayısıyla
DYP’den- soğum aya başladığı söylenebilir; çünkü nere­
sinden bakılırsa bakılsın, özelleştirme Türkiye’de ‘po­
püler’ olam ıyor; halkın olaya sıcak bakm adığı, her ge­
çen gün biraz daha meydana çıkıyor. Hem yalnız T ü r­
kiye’de mi camın, Atina’dan verilen şu habere bir göz
atsanıza:
Yunanistan’da yeni iktidarı ‘özelleştirme’ prog­
ramı belirledi. Yeni Dem okrasi Partisi Lideri M içota-
kis’in uygulam aya koyduğu özelleştirme program ı yü­
zünden seçmenin güvenini kaybettiği ve yenildiği belir­
tild i...”
“ ... PASOK lideri Papandreu’nun özelleştirmeye yö­
nelttiği eleştiriler sayesinde oy oranım artırdığı ve üçün­
cü kez iktidar olduğu ortaya çıktı. Papandreu sık sık
özelleştirme program ını gözden geçireceğini söyledi;
dış borç temin ederek, ücretleri artıracağına söz de ver­
mişti. Seçim sonrasında yapılan kamuoyu yoklam asın­
da Yunanlı seçmenin en çok cebini ilgilendiren konula­
rı tartışarak oyunu kullandığı, bunun başında da iş gü­
vencesini yitirme korkusunun geldiği görüldü. Seçme­
nin kamu işletmelerinin özelleştirilmesini isteyen Miço-
takis’e tepki gösterdiği anlaşıldı...” (Hürriyet, 12 Ekim
1993)
‘Küçük H anım ’ın, DYP’nin alması muhtemel oy ora­
nını birkaç ay içinde, paldır küldür düşürmesi; onun
içindir ki, ‘tam icraatını’ gerçekleştirmediği takdirde,
seçmenin başına gelecekleri görmeye başlamasıyla ilgili­
dir denebilir. D ahası, özelleştirme’yi gerçekleştirebilirse,
Yunanistan’daki gibi, belki de ‘iktidara’ veda edecekler!
İşin tuhafı, ‘Küçük Hanım’ın tahminleri hilafına, ‘ulus­
lararası finans piyasalarında’da, ‘kredisinin düşmesi’ :
1. U luslararası bir rating kuruluşu olan M oody ’s

257
T ürkiye’nin kredi notunu düşürebileceğini açıkladı.
( Reuter , 3 Ekim 1993)
2. Bunun üzerine, Türkiye’nin 200 milyon sterlin­
lik tahvil ihracına aracılık edecek olan, S.G.Warburg, sa­
tışı yeniden gözden geçirebileceğini duyurdu.
3. Ayrıca uluslararası finans piyasalarında referans
kabul edilen International Finance Review de, T ürki­
ye’nin borçlanm a limitlerinin dolduğunu haber verdi.
(Hürriyet, 21 Ekim 1993)
Bunlar da, muhtemelen ondan beklediklerini gerçek­
leştiremediği, ya da öyle kolay gerçekleştiremeyeceğini
anladıkları için; ‘Sistem ’in kuruluşları tarafından, ‘K ü­
çük H anım ’a verilen ‘kırık’ notlar.
Bu durum karşısında, balayı devam ediyor diyebilir
misiniz?

13
‘NE TUHAF BİR SİSTEM!..’

28 Ekim 1993

Türkiye hanidir ‘Sistem ’e tutsak edilmek isteniyor: da­


ha 70’li yıllarda, bunun ‘Batı’nın deli gömleğini’ giymek
anlamına geldiğini yazmıştım, kitabı okuyanlar bilir; ne
yapıp yapıp, T ürkiye’nin kalkınmasını denetlemeye,
istedikleri gibi yönlendirmeye çabalıyorlar; Türkiye, iç
dinamiklerinin, tabii tarihten gelen birikiminin de des­
teği ve tepkisiyle, bir türlü tam am ıyla başeğiyor; son
kırk yıldır, ülke ve halk olarak yaşadığımız ‘serencam’ın
özeti budur.
Çiller’in önüne W ashington’da açılan dosya, aynı

258
dosyadır: 1/ D ünya Bankası, T ürkiye’ye 3 milyar do­
lara yaklaşan ucuz kredi ayırmış, başka destekler de
vermeye hazır: Türkiye bundan yararlanamıyor; oysa
bir yandan D ünya Bankası’na eski borçlarını ödüyor,
bir yandan da dış piyasalardan pahalı kredi arıyor; bu
gidiş onu batıracaktır (!), Dünya Bankası’nın yardımla­
rını asla, işi kolaylaşacak, bunun tek şartı var, neymiş o,
B an k a’nın onayladığı bir ‘istikrar program ını’ uygula­
maya koymak, yâni onun denetimine girmek! 2/ IMF’ye
gelince, şu anda Türkiye onun denetimi altında değil,
dayattığı program da yok(!); sadece Ankara’nın hızlı
büyümeyi öngören kalkınma programına devam etme­
sini uygun görmüyor, bundan vazgeçtiği anda IMF’den de
ek kaynak sağlayabilecek! Farkında mısınız, bir de utan­
madan ‘reçete’ dayatmıyoruz diyorlar.
Ankara, ‘Sistem’in bu iki kuruluş aracılığıyla dayat­
tığı yola tam girmemiş, enflasyon pahasına da olsa, hız­
lı kalkınmada ısrarlı; ‘Sistem’ bu yüzden içine düştüğü
zorluklardan Türkiye’yi kurtarabilir, kredi hazır, ek kay­
naklar alesta, tek şark Türkiye’nin yola gelmesi, onların
tavsiyelerine uyması, hızlı kalkınmadan vazgeçmesi; eh
‘Küçük H anım ’ buna itiraz etmiyor, iki kuruluş yetki­
lileri ile konuştuktan sonra, W ashington’da ne demiş:
“ iMF’den Dünya B an k ası’ndan reçete meçete alm adık,
radikal önlemlere ihtiyaç olduğunu biliyoruz, yapılm a­
sı gerekeni kendiliğimizden yapacağız” ; anlamı ne bu­
nun, istikrar programının gönüllüsüyüz demek mi, doğ­
rusu böyle demesine hiç şaşmadım, ‘mumaileyha’ ne de
olsa ‘iMF’nin kızıdır, ilk bakan olduğunda söyledikleri­
ni unuttuk mu:
dış ekonom ik ilişkilerde muhatabımız olan IMF
ve Dünya Bankası görevlilerinin hepsi benim sınıf arka­
daşlarım. Ben bugün telefon etsem, sekiz on tanesiyle

259
çok rahat konuşurum. Amerikalılar, İngilizler... Bunlar­
la gayet iyi diyaloğumuz olacaktır. Hiç kuşkunuz olma­
sın. R ahat olacağız.” ( Milliyet, 24 Kasım 1991)
Belli oluyor.
İster misiniz şimdi biraz da Prof. C hossudovsky’ye
kulak verelim; hele bakın Le Monde Diplomatique"de­
ki bir başka yazısında, ‘Ekonomik Uyum Programı’ re­
zilliğinin içyüzünü nasıl açıklıyor:
“ ... 80’li yılların başından beri, IMF ve Dünya B an­
kası, yardım örgütleri ve bölgesel bankalarla elele vere­
rek, gelişmekte olan ülkelere sermaye akışının tamamen
kurumasını engellemek amacıyla, o güne kadar ticari
bankaların ve özel yatırımcıların üstlendiği role dört el­
le sarıldılar. G -7’nin resmi belagatına bakılırsa, yoksul
ülkelerin yardımına koşm ak gerekiyordu; am a çok kı­
sa zam anda bu ‘yardım m andası’nın işlevinin finans
kesiminin çıkarlarını m askelem ekten ibaret olduğu
meydana çıktı. Sermaye kaçışını tersine çevirmek şöy­
le dursun, bu sefer de IMF tıpkı bir iş takipçisi gibi ala­
caklıların hizmetine koşm aya başladı. W ashington’da
bulunan finans çevreleri, yeni borçlar ve yapısal uyum
program ı yoluyla, A frika ve Latin Am erika’nın yoksul
ülkelerini kendilerine bağladılar..”
“ ... açıkçası alenen ‘fiktif’ bir para söz konusuydu,
çünkü yoksul ülkelere ‘bahşedilen’ yeni miktarlar, tah­
silatları karşılam anın çok çok altındaydı; sonuçta yok­
sulların kasasına yatırım ları geliştirecek, harcam aları
sağlayacak bir kuruş bile girmedi. U luslararası borçlar
artırılarak, ticari borçlar satın alınmış o ld u ...”
“ ... 1985 yıh, borçlu alacaklı ilişkilerinde yeni bir dö­
nemin başlangıcı oldu: o zamana kadar büyük bankalar
ve resmi alacaklılar adına borçları finanse eden IMF,
kendi alacaklarını tahsil etmeye koyulunca, zengin ülke­

260
lere kaynak aktarımı hızlandı. 1986/1990 yılları arasın­
da, yalnızca IMF aracılığıyla 31,5 milyar dolar kaynak
aktarıldı; bu m iktar güney’den ve doğu’dan kuzey’e gi­
den sermayenin yaklaşık yüzde 2 2 ’sine eşitti. Ne tuhaf
bir sistem, yoksul ülkeler Para Fonu’na destek oluyorlar.
Borçlu ülkeler, yalnızca kendilerine yapılan ‘yardımları’
ödemekle kalmıyor, bu ‘fiktif’ parayı ödeyebilmek için
sermaye sahiplerinin diktasına da boyun eğmek zorun­
da kalıyorlar.” (İktisat dergisi, Ekim 1993, s. 19)
N asıl işin ‘mahiyeti’ anlaşılıyor mu?
Ö zal’ın başlatıp Çiller’in sürdürdüğü, ünlü ‘transfor-
masyon/değişim’ süreci, aslında Türkiye’yi ve ekonomi­
sini -yalnız bunları m ı?- ‘Sistem’e teslim etme süreci,
kamuflajı da ‘küreselleşme’ filân fıstık! Fakat ülkenin ne
sağlam bir M üdafaa-i H u kuk’çu bünyesi varmış ki,
onca baskıya rağmen hâlâ yelkenlerini indirmemiş, hâ­
lâ direniyor.
‘Küçük Hanım’, ne de olsa iMF’nin kızı, oradaki ve
Dünya Bankası’ndaki ‘sınıf arkadaşlarının önerilerini
uygularsa, ne yapmış olacak lütfen söyler misiniz?

14
‘KÜÇÜK HANIM’ KİMİ KANDIRIYOR?..

26 N isan 1994

Yahu nedir, bunlar bu milleti süzme salak mı sanıyorlar?


Kimsenin kafasının çalışm adığından emin görünüyor­
lar: yâni onlar, zemin ve zam ana göre, ağızlarına gele­
ni söyleyecekler; halk da doğru mu eğri midir araştır­
m adan, onlara inanacak?

261
Şu ‘ekonomik paket’!.. Bu ‘paket’e iMF’nin ve Dün­
ya B an k ası’nm arka çıkması; hem yönetimin büyük
bir başarısıymış gibi takdim ediliyor; hem de, ‘dış etki­
lerden arınmış olarak’, onların ‘kendiliklerinden’ aldık­
ları bir kararmış gibi! Ülkenin çıkarları böylesini gerek­
tirdiği için, bu önlem paketi hazırlanmış da; IMF ve Dün­
ya Bankası da, çok yerinde ve doğru bulduğu için, son­
radan ‘desteklemiş’!
Buna kargalar bile güler.
Sedat Ergin, daha 1992 Eylül’ünde gazetesine Was-
hington’dan geçtiği bir habere, hangi başlığı atmıştı bi­
liyor musunuz? Aynen şunu: “ D ünya Bankası, iMF’yle
‘G ölge A nlaşm a’ Ö neriyor!”
H aberde Çiller’le görüşen Dünya Bankası Başkan
Yardımcısı Wilfred Thalw itz’in, Türk ekonomisinin gi­
dişatından ne kadar kaygılı olduğunu söylediği belirti­
liyor; çünkü ‘ ...ciddi bir istikrar programının uygulan­
m am ası, Türkiye’nin aldığı kredilerin hacminin küçül­
mesine yol açm ış’; bunu gidermek için de:
Dünya B an kası’nın ‘gönlünden geçen’ T ürki­
ye’nin yeni bir stand-by düzenlemesi için Uluslararası
Para Fonu’na (IMF) gitmesidir. Türkiye IMF ile son stand­
by anlaşm asını 1 9 8 5 ’te yapmış ve ardından, bütün tel­
kinlere rağmen ekonomiyi IMF denetimine sokacak bir
düzenlemeye girmekten kaçınm ıştır...”
“ ... Dünya Bankası, Türk hükümetlerinin IMF ko­
nusundaki alerjisini bildiği içindir ki, Türkiye’ye IMF ile
stand-by anlaşması yerine, ‘gölge anlaşm a/shadow ar­
rangement’s modelini önermektedir. ‘Gölge anlaşma­
lar’, iMF’nin son dönemde devreye soktuğu yeni bir de­
netim modelidir. IMF bu tür anlaşmalarda denetim ro­
lünü perde arkasından yürütmektedir.” ( Hürriyet, 24
Eylül 1992)

262
Ekonomik paketin ucu ne kadar eskilere uzanıyor,
buradan görülmüyor mu? Aynı haberden, aynı Başkan
Yardımcısı Thahvitz’in, ‘1989 yılında da ‘Türkiye’nin
iMF’ye gitmesi gerekir’ demiş olduğu; Çiller’e de ‘Hükü­
metiniz iMF’den neden çekiniyor?’ diye sorduğu pek
güzel anlaşılmaktadır. Belki de ‘Küçük Hanım’ ekono­
mik paketi sıkı sıkı sardıktan sonra ‘iMF’den çekinme­
diğini’ kanıtlamak için soluğu Washington’da almıştı:
hatırlarsınız, daha ilk bakan olduğu sıralarda, IMF’de ve
Dünya Bankası’ndaki herkesle çok yakın ilişkileri oldu­
ğunu söyleyerek övünmüştii.
‘D ostluklar’ semeresini veriyor, veriyor ya, o kadar
da kolay olmuyor! Gerçekte bugün yeni bir şeymiş gi­
bi ortaya atılan istikrar paketi, daha 1993 yazında, ay­
nı Thalvvitz’le Çiller arasındaki görüşmelerde; üstelik
D ünya B an k ası’nın 11903-TU koduyla yayım ladığı,
‘Türkiye: Son Gelişmeler ve 1993 Ekonom ik Programı’
başlıklı ve 13 Temmuz 1993 tarihli ‘gizli’ raporda öne­
rilen önlemlere uygun olarak hazırlanmıştır; o rapor ve
Ç iller/T halw itz görüşmelerine ayrıca dokunacağım ;
şimdilik, biraz bellek tazeleyelim diye, IMF ile ilgili bir
hatırlatma yapm ak niyetindeyim.
ABD’de yayımlanan ciddi dış politika dergisi Foreign
Affairs'de ünlü Amerikalı dış politika yazarı Samuel
Huddington, IMF ile ilgili olarak nasıl bir değerlendirme
yapmıştı?
Aynen şöyle: “ ... Güvenlik Konseyi ya da iMF’de alı­
nan ve Batı’nm çıkarlarını yansıtan kararlar, dışarıya
‘Dünya Toplum u’nun arzusu gibi takdim edilir; oysa
‘özgür dünya’ deyiminin yerine geçen ‘dünya toplu-
m u/w orld community’ deyimi, ABD ve diğer Batı ülke­
lerinin çıkarlarına meşruluk kazandırm ak için d ir...”
“ ... IMF ve diğer uluslararası ekonomik kuruluşlar

263
aracılığıyla, Batı kendi ekonomik çıkarlarını yürütür, di­
ğer ülkelere kendince uygun politikaları kabul ettirir.”
(Foreign Affairs, Eylül 1993)
Küçük Hanım , kimi kandırdığını sanıyor, Allah a ş­
kına?

15
DÜNYA BANKASI İLE ‘DANIŞIKLI DÖVÜŞ’

28 N isan 1994

Doğrusu bu ya, ‘önlemler paketi’nin Temmuz 1993 için­


de D ünya B an k ası’nın telkiniyle bir esasa bağlandığı
açıkça görülüyor.
11903- tu kodlu, 119 sayfalık ‘gizli’ raporun tarihi
13 Temmuz 1993; Başbakan Tansu Çiler’e, ekonomiden
sorumlu bakanlara ve birçok bürokrata gönderilmiş;
Dünya Bankası tarafından, Türkiye’de bir an önce alın­
ması gereken önlemleri belirtiyor; özellikle de ‘ücret ar­
tışlarının frenlenmesi, KIT’lerin özelleştirilmesi sorunu­
nun radikal bir biçimde çözülmesi, bir de vergide yeni
yaklaşımların ortaya konulması’ isteniyor. ( Cumhuriyet,
25 Ağustos 1993)
D aha da ilginci, (ekonomik paket’in ‘en geç bir yıl
içinde uygulanması zorunluluğunun’ ortaya atılmış ol­
ması; Dünya Bankası’nın raporunda deniliyor ki: bu
önlemlerin alınması ve başlatılm ası için ise, bir yıldan
fazla süre kalmamıştır. Çözümler ertelenemez.” ( Cum­
huriyet., 25 A ğustos 1993)
Kısacası, Dünya Bankası ‘gizli’ raporunda, ‘ekono­
mik önlemler paketini’ bir yıl içinde çıkarıp, uygulama­

264
ya koym alısınız diyor; Çiller yönetimi de, Hikmet-i
H iıda, bir yıl dolm adan istenileni yerine getiriyor.
Bir de diyorlar ki, içimizden öyle geldi de, yaptık!
Dünya Bankası’nm raporundaki önerileriyle, ‘ekono­
mik paket’in önlemleri, hık demiş birbirinin burnundan
düşmüş; ufacık bir karşılaştırma bile, bunu gözler önü­
ne sermeye yeterli; hadi isterseniz, özetin özeti raporda­
ki önerilere bir göz atıverelim:
“ 1/ 1989-1990 sonrasında enflasyonun üzerine çı­
kan ücret artışlarının özellikle önlenmesi gerekir, ücret­
lerde reel artışa engel olunmalıdır; meseleye sadece me­
murlar açısından bakmamak, sendikalarla da uzlaşma
aranm alıdır...”
“ 2/ KİT açıklarının köktenci önlemlerle sona erdi-
rilmesinin zamanı gelmiştir; Kri ’1er mutlaka elden çıka­
rılmalı, kapatılması gerekenler kapatılmalı, kimi bağ­
lı kuruluşlarda tasfiyeye gidilmeli, kapsamlı özelleştir­
me programlan başlatılmalıdır. KİT açıklarının yüzde
5 8 ’ini meydana getiren beş büyük Kir, kesinlikle kap­
sam dışında bırakılmamalıdır. TEK, TMO, TCDD, PTT ve
TEKEL...”
“ 3/ Özellikle Kurumlar Vergisinde yeni bir yaklaşım
ortaya konulmalı, istisna ve muafiyetler tümüyle orta­
dan kaldırılmalı, vergi idaresinin iyileştirilmesi yoluyla
tahsilat perform ansı artırılmalıdır.” (11908- tu kodlu,
13 Temmuz 1993 tarihli Dünya Bankası Raporu)
Şimdi elinizi kalbinize koyup öyle söyleyiniz, Çil-
ler’in ‘Biz kendiliğimizden düşündük’ dediği ekonomik
istikrar ‘paketindeki önlemlerin’ bu ‘telkinlerden’ bir
farkı var mı? Üstelik iş bu kadarla da kalmıyor, Dünya
Bankası Başkan Yardımcısı Thahvitz ile Başbakan Çiller,
1993 Temmuz’unda başbaşa verip bu ‘acı ilacı’ Türk hal­
kına nasıl ‘yutturacaklarını’ planlamışlar, evet; bunu

265
ben kumrulardan duym adım , Sedat Ergin’in bu defa
A nkara’dan gazetesine geçtiği haberde var.
Bakın bakalım , Perşembe’nin gelişi Ç arşam ba’dan
belli miymiş?
Sedat Ergin aynen şunları yazmıştı: Thalvvitz/
Çiller buluşm asında, hükümetin özelleştirmeye ilişkin
‘oyun planı’ geniş şekilde gözden geçirildi; Çiller, ilk
aşam ada özelleştirme kapsamına sokulacak 14-15 dola­
yında projenin altyapısının büyük ölçüde hazır oldukla­
rını an lattı...”
“ ... Çiller’in, Dünya Bankası’na aktardığı stratejiye
göre, hükümet önümüzdeki beş ayda, söz konusu KIT'le­
rin özelleştirilmesi ile ilgili teknik hazırlıkları tamamla­
yacak ve bu konuda büyük bir kamuoyu oluşturma se­
ferberliğine girişecek. Başbakan Çiller startı Ocak ayın­
da (1994) vermeyi tasarlıyor...”
“ ...b u noktada Çiller’in önündeki kritik konu, Zon­
guldak’taki Kömür İşletmeleri’ni, ilk aşam adaki özelleş­
tirme paketinin içine sokup sokm am ak şeklinde beliri­
yor; ancak yol açabileceği tepkiler dikkate alındığında
Çiller’in Zonguldak Projesini M art ayındaki yerel seçim­
ler sonrasına bırakacağını tahmin etmek güç d eğ il...”
(Hürriyet, 19 Temmuz 1993)
Sedat Ergin’i kutlam ak lâzım, gazetecilik dediğin
böyle olur, dediklerinin tamamı çıktı. Şimdi siz ‘istikrar
paketi’ önlemlerini, ‘özelleştirme’deki ısrarı, Çiller ve
Dünya Bankası ilişkilerini; bir de, günlerdir irdelediği­
miz, çokuluslu tekeller ve onların üçüncü ülkelerin eko­
nomilerini ele geçirme teşebbüsleri ışığında, gözden ge­
çiriniz; Türkiye’nin nasıl bir yağmayla karşı karşıya bı­
rakıldığını herhalde daha açık göreceksiniz.
Hiç mi utanm azlar?

266
16

IMF’DEN ‘ÇÖZÜM’: ‘VER KURTUL!’

10 M ayıs 1994

Yalanlanmadığına göre, o haberi doğru kabul etmemiz


gerekiyor. Bilmem gözünüze ilişti mi? iMF’nin ‘gri adam­
ları’, Ankara’da yaptıkları ilk temas ve tetkiklerden son­
ra, dillerinin altındaki baklayı çıkarıvermişler, haber şu:
Ankara’da son bir haftadır 5 Nisan kararları ve
hükümetin açıkladığı bütçe rakamlarını inceleyen Dün­
ya Bankası ve U luslararası Para Fonu (IMF) uzmanları­
nın, en çok Güneydoğu ve K ıbrıs’a yapılan yardım lar
üzerinde durduğu bild irildi...”
“ ... Türkiye’nin bugünkü sıkıntılarının altında, ya­
manması güç bütçe açığının yattığına dikkat çeken Dün­
ya Bankası uzmanları, hazırladıkları raporda, şu gö ­
rüşleri dile getirdi:
“ ... — Siz bütçe açığınızı kapam ak ve koymak sıkın­
tısını gidermek için, uluslararası piyasalara çıkıyorsu­
nuz; oysa çözüm elinizin altında: son bir yıl içinde G ü­
neydoğu Anadolu harcam alarınız 160 trilyona ulaş­
mış. Diğer taraftan Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti’ne her yıl
1.5 milyar dolar (yaklaşık 52,5 trilyon lira) yardım ya­
pıyorsunuz. Bu ikisinin toplamı 210 trilyonu aşıyor, gö­
rünen bütçe açığınız da aşağı yukarı bu kad ar!” (Özcan
Ercan, Milliyet, 3 M ayıs 1994)
Arif olan zaten anladı ya, ‘gri adam ların’ Türkiye’ye
sunduğu ‘pratik çözüm ’ son derece basit: eğer Güney­
doğu ve Kıbrıs ‘m asrafı’ olm asa, işleri yoluna koymuş
olacağız; öyleyse çare nedir, K ıbrıs’ta da, Güneydo-
ğu’da da B atı’nm (‘Sistendin) hanidir sakalımıza daya-

267
dığı ‘çözümleri’ benimsemek; kısacası, K ıbrıs’ta Rum-
lara, G üneydoğu’da ise PKK’ya başeğmek!
Onlar buna ‘siyasi çözüm ’ diyor, Kuva-yı Milliye
Türkçesinde bunun adı, ‘teslimiyetçilik’tir.
N e kadar ilginç değil mi?
Türk ekonomisi birden anlaşılmaz ve açıklaması güç
bir ‘çıkmaza’ giriyor; uluslararası raiting kuruluşları,
birden ve inanılmayacak bir hızla Türkiye’nin kredi iti­
barını iki paralık ediyorlar; zaten ilk günden beri IMF ve
Dünya Bankası ile flört halinde olan Çiller yönetimi
sonunda işi açık ilişkiye döküyor; IMF’nin ‘gri adamla­
rı’ da oraya varır varmaz, başta ABD olmak üzere ‘Sis­
tendin hanidir A nkara’ya ‘telkin ettiği’ politikaların,
ekonomik zorlukların sona erdirilmesi için en kestir­
me, en makul yol olduğunu açıklıyorlar; rahata ermek
mi istiyorsun, Güneydoğu’yu da, Kıbrıs’ı da ‘ver kurtul!’
Şimdi gel de çok kısa süre önce buraya aktardığımız,
Samuel H uddington’ııt sözlerini hatırlama: ‘gri adam­
lar’ o sözleri, a’dan z’ye doğrulamış oluyor:
Batı, IMF ve diğer uluslararası kuruluşlar aracı­
lığıyla, kendi ekonomik çıkarlarını yürütür, diğer ülke­
lere kendince uygun politikaları kabul ettirir...” (Fore-
ign Affairs, Eylül 1993)
Üstelik, bunu söyleyen bir Amerika’lı, o yetmezse, ay­
nı konuda başka bir Amerika’lının yazmış olduğu kita­
ba bir göz atabiliriz, Cheryl Payer de diyor ki:
“ ... Fon (IMF) kuruluşundan bu yana en güçlü üyesi
olan ABD’nin etkisi altında kalmıştır. Bu etki önceleri da­
ha da yoğundu, 1956 yılına kadar IMF’nin bütün önem­
li kararları ABD Maliye Bakanlığı’nca alınıyor ve Fon
görevlilerine kredi dilimlerinin çekilmesi konusunda
görüşme yetkisi bile verilmiyordu...”
“ ... ABD’li yönetim kurulu üyesi oyunu kendi arzu­

268
suna göre değil, ABD Maliye Bakanı’nın vereceği talimat
uyarınca kullanır. IMF merkezinin W ashington’da ABD
yetkililerinden bir telefon uzaklığında olması. Fon’un
Am erika’nın isteklerine ne kadar duyarlı olduğunu ka­
nıtlamaktadır.” (Cheryl Payer, Borç Tuzağı, s. 243-244,
Yalçın Yayınları, 1981)
Takke düştü, kel göründü mü?
(Bir de şu var: Türkiye’nin ulusal sorununun, ekono­
mik çözüm için ‘terk edilmesini’ öneren IMF’nin ‘gri
adamları’, anlaşılan ABD’nin (‘Sistem’in) türküsünü ça­
ğırıyorlar: iyi de, Çiller yönetiminin üzerine benzer bas­
kılarla giden iş çevreleri, özel televizyonlar ve bazı basın
organları, acaba ‘kimin’ türküsünü çağırmış oluyorlar?
İyi düşünün iyi!)

17
ABD İLE ‘PEKİŞTİRİLMİŞ ORTAKLIK’!..

11 Şubat 1995

Turgut Özal’ın ‘devr-i saltanatında’ o deyim pek tutul­


muştu; ‘küreselleşme’ yandaşı hızlı O zal’cıların, dilin­
den düşmüyordu: efendim artık ulusal sınırların bir
anlamı kalmamış da, ülkeler ‘karşılıklı bağımlılık’ ilke­
sine uygun yaşamak zorundaymış da, estek köstek! Şu
ara eskisi kadar ısrar edemiyorlar, nedenini bulmak
zor değil: Türkiye ile ABD gibi bir süper güç arasında­
ki ‘karşılıklı bağımlılığın ne anlama geleceği meydanda:
Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığı! Doğrusu ya, ABD’nin
Türkiye’ye ne türden bir bağımlılık duyacağını, kamu­
oyuna anlatabilmek bir hayli zor.

269
Washington, belki de bu yüzden yeni bir ilişki türü
icat etmiş, Sami Cohen, Milliyefte şöyle açıklıyor:
" ... Türkiye/ABD ilişkileri için bir süreden beri düşü­
nülen yeni bir konsept var: buna, ‘Pekiştirilmiş O rtak­
lık’ (Enhaneced Partnership) deniyor; bunun anlamı,
ilişkilerin eskiden olduğu gibi, sadece askeri ve strate­
jik işbirliği ağırlıklı olmaması; beraberliğin ve işbirliği­
nin daha geniş kapsam lı olması; buna çok yanlı ticari,
ekonom ik, teknolojik, kültürel ve tabii siyasal alanda
bir ortaklık anlayışının getirilm esidir...” (Milliyet, 30
O cak 1995)
Sizin bundan ne çıkardığınızı bilemem am a, benim
anladığım , evvelce ‘karşılıklı bağım lılık’ diye yutturul­
mak istenilen ‘yeni m andacılık’ anlayışının, ‘kibarca’
ifade edilişidir: O kadar ‘ortak’ olacakm ışız ki, ticare­
timizden kültürümüze, teknolojimizden siyasetimize,
kısaca her şeyimize burunlarını sokabileceklermiş!
Bana sorarsanız ‘pekiştirilmiş ortaklık’ num arası­
nın, Türkiye’yi düpedüz ‘M uz Cumhuriyeti’ derekesi­
ne indirmekten farkı yok!
Gel gör ki Washington ve Ankara, ‘çok istekli olm a­
larına rağmen’, ‘pekiştirilmiş ortaklığa’ bir türlü geçemi-
yorlarmış; bunun kabahati de Türkiye’de, çünkü Ame­
rikalılara göre Ankara gaf üstüne gaf yapıyormuş: insan
hakkı ihlalleri öyle bir seviyeye ulaşmış ki, Washing-
ton’da herkes bunu konuşuyormuş; Türkler bu işe bir
çekidüzen vermeliymiş; tabii Kürt sorunu, bunun başlı­
ca nedeni gerçi ABD artık ‘siyasi çözüm ’ lâfını ortadan
kaldırmış ama, A nkara’nın çözüm yolunu beğenmediği
de besbelli; çünkü ne yapıp yapıp, ‘Kürtlerle diyaloğa gi­
rilmesini’ arzu ediyormuş; yâni bunlar, eskiden masanın
üzerine sadece Kıbrıs sorununu koyarlardı, şimdi İn­
san H akları, aramızdaki ikinci kara kedi oluyor.

270
Bu kadarla kalsa iyi, ‘pekiştirilmiş ortaklığa’ T ürki­
ye ABD’yi ekonomik ve mali alanda da ‘hayal kırıklığı­
na uğrattığı’ için de gidilemiyor; geçen yıl bu zamanlar,
Amerikalılar ‘Çiller Türkiye’sine umutla bakıyorlar’mış
ama ‘sevimli kadın başbakana besledikleri bütün sem­
patiye rağmen’, ‘bugün Washington’da aynı havayı bul­
mak mümkün değil’miş!
aynı insanlar, bu beklentilerin gerçekleşmemiş
olmasına üzülüyorlar; bazısı da, ‘Çiller konusunda düş
kırıklığına uğradıklarını’ açıkça söylüyorlar. (...) T ü r­
kiye’yi iyi tanıyan ve yakından izleyen bir eski diploma­
tın deyimiyle, ‘Çiller gene de ehven-i şer’, yâni ‘onun ik­
tidarda kalm ası (en azından seçimlere kadar), şayan-ı
tercih’ ... Yeter ki k a lab ilsin !..” (Milliyet, 28 O cak
1995)
Halimizi görüyor musunuz? Adamlar ‘pekiştirilmiş
ortaklığa’ giremiyorlar, bunun için üzülüyorlar; çünkü
‘umutları’ saydıkları başbakan onların istediklerini bir
türlü kıvıramamış, yine de -en azından seçimlere kadar-
onun kalması iyi olurmuş, tabii bunu kıvırabilirse!
Vallahi, Washington Türkiye’ye başbakan seçip onun
neyi yapacağını belirtebildiğine göre, aradaki ‘ortaklık’
yeteri kadar -hâttâ biraz fazla- ‘pekiştirilmiş’ görünmü­
yor mu?
İyi de acaba hayalleri niye kırılmış? Çiller beklenti­
lerini yerine getirememiş de ondan, peki neleri bekliyor­
larmış?
“ ... Çiller Hükümeti geçen yıl içinde siyasal alanda
demokratikleşme, insan hakları ve Kürt sorunu üzerin­
de; dış politikada Kıbrıs konusunda, ekonomide ‘özel­
leştirme’, enflasyonu frenleme ve daha çok ecnebi yatı­
rım cezbetme konusunda cesur adım lar a ta c a k tı...”
Farkında mısınız insan bunları okurken, Çiller’in

271
koalisyon programını okurmuş gibi oluyor; bu da ‘se­
vimli kadın başbakan’ın ikide bir ortaya attığı ‘ekono­
mik milli mücadele’nin millilik derecesini ortaya çıkar­
mıyor mu? Washington yine de -en azından seçimlere
kad ar- ‘Küçük Hanındın iktidarda kalmasından yana,
çünkü ‘ ... bunlar olm adı am a, olabileceği ümidi de
kaybolm adı’; Amerikalılara göre, ‘ ... bu koalisyon çö­
zülürse, zayıf bir yönetim kurulursa, seçim havasına gi­
rilirse, siyasal ve ekonomik reformlar (yâni onların is­
tedikleri değişiklikler) bir süre daha askıda kalırm ış’ !
Şimdi anlaşılıyor mu B aşb ak an ’ın neden dolayı 1996
Genel Seçimleri’ne kadar hükümette kalm ak istediği?
Washington’da ona umut bağlamış bunca dostu var,
bu umutları boşa çıkarmak bize yakışır mı?

18

IMF’NİN ‘BAŞBAKANI’ MI?..

14 Şubat 1995

Koalisyon ortağı ‘tatlısu solcularının’ içine düştükleri


bunalım yüzünden, çeşitli felaket senaryosu üretenlere,
Başbakan Tansu Çiller, ısrarla ne diyor? ben ortak
olarak kendime nasıl olsa birini bulacağım , Türkiye’yi
düzlüğe çıkardıktan sonra, 1996’da seçime gideceğim” ;
ayrıca muhalefete de taşını atmadan edemiyor: yok
ordu gelirmiş, yok bilmem ne yönelişler varmış, acayip
şeyler ortaya koyarak siyaset yapanlar, ne muhalefette
ne iktidarda başarılı olur” ; son sözü hiç değişmedi:
bu işi benden başkası yap am az!”
D avos yolculuğunda Prof. Çiller’in yanındaki gaze­

272
tecilerden Yalçın Çetin, bu konuda ne yazdı okudunuz
mu? Aynen şunları:
bu sözün bir şeylere dayanarak söylendiği belli.
Dayanak, IMF. (...) D avos’daki görüşmede IMF sürekli
olarak hükümetin ömrünü soruyor. IMF’ye yeni bir ni­
yet mektubu veriliyor, yâni yeni bir istikrar programı,
1996 sonuna kadar sürecek bir program.” (Milliyet, 31
Ocak 1995)
Başka türlü söylersek, Washington ‘siyasi çevreleri­
nin’ istekleriyle; ‘Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) ‘is­
tekleri’, birbirinin tıpkısı; Prof. Çiller, ‘yapm adıklarını’
yapsın diye, en azından 1996 sonuna kadar yönetimde
kalmalı! İlahi, Prof. Çiller’in bundan farklı düşünmesi
mümkün mü? Elbette değil! Durumdan o kadar emin
görünüyor ki, IMF ile mutabık kalacakları yeni istikrar
programı ile kendi kaderini ayrı düşünemiyor.
“ ... 1996’dan önce seçim olmaz; eğer daha önce se­
çim olursa, ekonomik program bütünüyle çöker, enflas­
yon yüzde bin olur, dış krediler ve IMF bütünüyle kilit­
lenir: ülke böyle bir şeyi iki ay kaldıram az ve bir daha
hiç bir dengeyi tutturmak mümkün olmaz. (...) Ekono­
mi tam anlamıyla çöker.” (Milliyet, 31 Ocak 1995)
Ayıptır sorm ası, bu sözler biraz da şantaj kokm u­
yor mu? Çünkü, demek istiyor ki: ‘ekonomi sayemde
dış kredilere ve IMF’ye bağlanmıştır, ‘Sistem ’ en azın­
dan seçimlere kadar benim başta kalmamı istiyor; eğer
ben olm azsam , ‘Sistem ’in desteği kalkar, Türkiye de
b atar’.
İyi de, ‘Sistem’ onun sayesinde Türkiye’yi nasıl kur­
taracak? Yine, ‘acı ilaç’ içirecekler, hiç şaşm az! Şu var
ki, içtiğimiz onca ‘acı ilac’ın bir faydasını göremedik;
her yeni istikrar paketinden sonra, işler büsbütün çık­
maza girdi. D avos’da, Başbakanda konuşan ‘gri adam ­

27.3
lar’ bu defa ne istediler? Anlaşılıyor ki, artık açık açık
dayatıyor, şart empoze ediyorlar; yeni stand-by anlaş­
masının ön hazırlıklarıyla ilgili haber, bunu gösteriyor:
uluslararası piyasalarda güven kazanm ak ve
ekonomideki çöküşe çözüm bulabilmek için, U luslara­
rası Para Fonu (IMF) ile yeni bir stand-by anlaşm ası
imzalayacak olan hükümet, dış kredi kanallarını açmak
için, istenen sert önlemleri almaya hazırlanıyor...”
“ ... Türkiye’de bulunan IMF yetkilileri şu kesin ko­
şulları ileri sürüyorlar: Resmi döviz kuruna dönüş. Kur
artış oranlarına sınır. Mevduata devlet güvencesinin, bir
milyarı aşmaması. Memur maaş artış oranlarının düşük
tutulması, KIT zamlarının bekletilmeden yapılması. Bü­
yüme hedefinin 4 .8 ’den 1.9’a düşürülmesi. Enflasyon
hedefinin yüzde 4 2 .5 ’ten yüzde 70’e yükseltilmesi, yıl
sonu dolar hedefinin, 46 bin lira değil, 55 bin lira olma­
s ı ...” (Cumhuriyet, 6 Şubat 1995)
Şu tabloya bir bakın, uygulamasının ne sonuç vere­
ceğini kestirebilmek için fazla hayal gücüne ihtiyaç yok;
ekonomi büyümeyecek, zamlar birbirini izleyecek, dar
ve sabit gelirli sıkıntıya sokulacak, enflasyon yüzde
7 0 ’lerde seyredecek, vs, vs...
Tek kelimeyle, Prof. Çiller’in başbakanlıkta kalm a­
sının ‘faturası’ bu, hayli de tuzlu! İnsan sormadan ede­
miyor; acaba o devam etmeyip, yeni bir kişiyle yeni bir
hükümet denense, durum daha mı kötü olurdu?
Kimbilir, belki Demirel’in sıkça tekrarlamaya başla­
dığı uyarı ve telkinlerini, bu perspektif içinde değerlen­
dirmek, daha doğru olacaktır. Baksanıza Meclis Başka-
nı’na neler söylemiş: “ ... bu iş böyle yürümez, çözüm
M eclis’dedir. Memleketin hali perişan. H alk pazara çı­
kamıyor. Bir kilo fasulye 70 bin lira. Enflasyon üç ra­
kamlı tırmanıyor. Dahası Cum hurbaşkanı, dyp ’İİ mil­

274
letvekillerine, el altından ‘ağırlıklarını koym aları’ için
haber gönderiyormuş! (Hürriyet, 6 Şubat 1995)
Merkez sağ/M erkez Sol yönetimlerinin Türkiye’yi
getirip içine soktuğu çıkmaz burası. Buradan nereye gö­
türür, göreceğiz. Fakat asıl ilginç soru bence şu. Demi-
rel, Cumhurbaşkanlığı hevesine kapılmayıp, partisinin
ve hükümetin başında kalsaydı, acaba bu rezillik aynen
yaşanır mıydı?

19
‘KÜÇÜK HANIM’YAKINIYOR, AMA...

25 Şubat 1995

Ünlü fıkradır, Fukuyam a’nın liberalliğin toplumları da­


ğıtmasından yakınışı, bana onu hatırlattı: karla peynir
ekmek yemeyi, Nasreddin H oca icat etmiş, yiyince ken­
disi de beğenmemiş! Bunlar da o hesap, daha X IX .
yüzyılda ne büyük bir belâ olduğu meydana çıkmış li­
beralliği; X X . yüzyılın sonlarında, -yanlış bir sosyalist­
lik uygulaması olan ‘totaliter’ SSCB’nin yıkılmasını fır­
sat bilerek- tekrar ‘muteber’ ilân ettiler; yalnız ‘mute­
ber’ değil, insanlığın bulabileceği rejimlerin en iyisi, en so­
nuncusu; ne var ki, on on beş yıllık deneme yetti, Nasred­
din H oca’nın karla peynir ekmek yemeyi beğenmediği
gibi, bunlar da önerdiklerinin matah bir şey olmadığı­
nı fark etmeye başladılar.
Neyse, geç olsun da, güç olmasın!
Bunların arasında, B aşbakan Çiller’in bulunduğu,
dikkatinizi çekti mi? Üzerine fazla gidildiği zaman, ‘ser­
maye sahiplerinin Türkiye’de oluşturduğu saadet zinci­

275
ri’nden, çıkarcıları savunan baskı gruplarının, en çok da
m edia’nın yönetim üzerinde kurmaya çalıştığı egemen­
likten şikâyet ediyor; ona bakarsanız, bazı çevreleri sa ­
vunan gazeteler ve televizyon kanalları, gerçekleri işle­
rine geldiği gibi çarpıtıyor, halkı aldatıyorm uş! D ah a­
sı eşi de bu suçlam alara ve eleştirilere katıldı; açtı ağzı­
nı, yumdu gözünü, neler söylemedi ki! Ona göre mcdia
‘bazı çıkar gruplarının kötü emellerine alet oluyor’muş;
‘yalanlar uydurup kam uoyunu aldatıyor’muş; zaten
‘bütün sermayeleri menfaat hırsıyla smırlı’ymış; ülke­
mizde media, ‘menfaat hırsıyla yanıp tutuşan bir fela­
ket korosu’ymuş!.. (Hürriyet, 16 Şubat 1995)
İyi de kardeşim, bunların yanıp yakıldıkları şey, as­
lında hanidir öve öve bir hal oldukları liberalliğin ta
kendisi! Hem devleti ve devlet müdahalesini yok edece­
ğiz, toplumun itici giıcü rekabet olacak diyorlar; hem
de toplum da böyle bir vahşi orm an kanunu hüküm
sürmeye başlayınca ağlıyorlar; senin rekabet dediğin ne­
dir, çıkarların olanca şiddetiyle çarpışm ası değil mi,
yapılan da o: rakip, iletişimden ulaşıma, reklamcılıktan
gazeteciliğe televizyonculuğa kadar, her şeyi satın alıp
kullanarak, çıkarlarını savunuyor; davranışı, senin ye­
re göğe koyamadığın liberalizmin içinde var; hem harıl
harıl özelleştirilmiş ve küreselleşmiş ‘yeni düzen’i savu­
nur; hem de bu düzenin icaplarına uyan ‘menfaat grup­
larını’ ve onların çığırtkanlığını yapan media organla­
rım nasıl suçlarsın?
Liberal demokrasilerde oyun böyle oynanır: Birleşik
Am erika’da en muktedir başkanlardan birisinin ipliği­
ni pazara kim çıkardı? İngiltere’de Fransa’da İtalya’da
‘menfaat grupları’nın çıkarlarını savunan gazeteler, Al­
lahın günü rakiplerinin kirli çamaşırlarını ortaya d ök­
müyorlar mı? Üstelik B aşbakan ’ın ve eşinin böyle ağır

276
suçladığı media, aslına bakılırsa, B aşb ak an ’a ve ekibi­
ne ve o ekibin savunduğu itaat liberalizmine, başlangıç­
tan beri hakettiğinden çok daha fazla kredi açmıştı;
uzun süre Ö zal’ın ‘veliahti ‘sarışın ve güzel Başbakan’
göklere çıkarıldı; o zaman iyiydi de, işler çorbaya çev­
rilip halkın avazı ayyuka çıkınca, onları uyardığı için mi
kötü oldu?
İki üç kelime de ‘itaat liberalizmi’ için...
Liberallik, gelişmekte olan ülkelerin ekonomisi için
‘itaat liberalizmi’dir; çünkü o ülkenin ekonomisi, ‘Sis-
tem ’in -onun köpekleri olan Para Fonu (IMF) ve Dün­
ya B ankası’nm - ‘güdümüne’ girm iştir; bu girişin iyi
bir sonuca ulaştığı asla görülmemiştir; bu yüzden, son
zam anlarda başı adamakıllı derde giren M eksika ile il­
gili bir yazısına, Francis Pisani şu başlığı atmış: “ Finans
Çöküntüsü ve Siyasi İktidarsızlık/M eksika Modeline
Bağlanan Hayaller Bitti.”
Yazının sadece ilk cümlesi, işin mahiyetini açıklama­
ya yetiyor: bunalımların en iyi kullanış biçimi şu­
dur: her şey yolunda giderse, -yâni M eksikalılar için
her şey ters gitmeye b aşlarsa- bu, Wall Street’in, dok­
san milyonluk M eksika pazarına, el koyma şansının
açılması demektir; doksan milyonluk bir pazara, dün­
yanın büyüklük sıralamasında on üçüncü ekonomisine
ve dünya petrol rezervlerinin altıda b irin e...” (Le Mon­
de Diplomatique , Şubat 1995, s. 6)

277
20

‘KÜÇÜK HANIM’ ZOR DURUMDA!..

18 M ayıs 1996

‘Küçük H anım ’ın başı dertten kurtulmuyor.


ANAP ile RP koalisyonunu önleyip, Anayol koalisyo­
nunu başardı diye bayram edenlerin, sevinçleri kursak­
larında kaldı; görünüş odur ki, Prof. Çiller, son derece
usturuplu planlanmış bir ‘girdap’a kapılmıştır; çırpına
çırpına ‘Yüce D ivan’a doğru gitmektedir: nöbetleşe
başbakanlık önerisinin bir tuzak olduğu, gün geçtikçe
daha açık anlaşılıyor. Yılmaz’ın Başbakanlığı süresinde
‘ipliği iyice pazara çıkarılacak’ bir Çiller’in, sıra kendi­
sine geldiği zaman, başbakanlığı ancak rüyasında göre­
bileceği; kimbilir, belki DYP Genel B aşk an lığın ı bile
kaybedebileceği açık!
Böylece paraşütle indiği iktidarda, ‘beyaz bir sayfa
açtık’ diye işe başlayan Prof. Çiller’in, birkaç yıl sonun­
da arkasında bıraktığı ‘kirli sayfalar’, siyasi kariyerine
son verecek gibi görünüyor: genç siyasetçiler kuşağın­
dan birisi için, öngörülebilecek fakat iyice talihsiz bir
akıbet!
Diyeceksiniz ki ‘Küçük Hanım ’ın bugün geldiği yeri,
yanlış değerlendirmeleri, bol keseden atm aları, derin
bilgi boşlukları ve ülkesinden çok ‘Sistem’in işine yara­
yan kararları ile, kendisi bizzat hazırladı; o bakımdan,
‘kendi düşen ağlamaz’! Doğrudur: kaşla göz arasında ik­
tidara âdeta konmuş olan Prof. Çiller kadar işinin ehli
olmayan bir başbakan, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde
görülmemiştir; ama bu kadar kısa sürede ‘tüketen’ şey,
münhasıran ‘tecrübesizliği’ midir, onu pek sanmıyorum.

278
Bence alttan alta işleyen, başka ve önemli sebepler
mevcut; bunun böylece olduğunu gösteren işaretler ise
yalnız ülkemizde değil, başka ülkelerde de göze çarpı­
yor: Sizce Çiller’in yükselişi ve düşüşü, İtalya’daki Ber­
lusconi olayından çok mu farklı?
Bence değil!
Soruna biraz yukarda bakar mısınız?
Soğuk Savaş ertesi Avrupa’sında, hemen hepsi aynı
türküyü çağıran birtakım yeni politikacılar türemişti;
ilklerden, en büyük uluslararası destek görenlerden bi­
risi W alessa’ydi, bir başkası Yelisin, bir başkası Ozal,
bir başkası Berlusconi, vs. Bunlar ülkelerindeki sosyal
ve ekonomik düzeni beğenmeyip yeriyor, dünyada bü­
yük bir ‘transform asyon’ yaşandığını, artık ‘küresel­
leşme’ ve ‘özelleştirme’ çağının başladığını müjdeliyor­
du; halka özgürlük ve zenginlik vaatleriyle yükselen bu
politikacılar, en büyük gücü ve desteği, kısa sürede el
koydukları m edia’dan alıyorlardı. Özal, devletin sorum­
lusu iken, TRT’yi istediği şekle sokam ayınca, yasayı oğ­
lu Ahmet Ö zal’ı kullanarak delmemiş miydi? Berlusco­
ni, birkaç televizyon kanalına sahipti. Çiller’in aynı
media desteği için, çeşitli media kuruluşlarını nasıl ‘su­
ladığını’ erbabı elbette biliyor.
Başka türlü söylersek: ‘Soğuk Savaş’ ertesinde, ‘Sis­
tem’, ‘küreselleşme’ ve ‘özelleştirme’ stratejisini uygula­
mak için, denetlemeyi tasarladığı her ülkede ‘değişimi’
öneren ve destekleyen yeni bir lider tipini piyasaya sun­
muştur ki, bu lider m edia’daki nüfuzu ve görüntüsüy­
le, ülkesinin temel ekonomik ve sosyal yapısını, ‘Sis­
tendin arzusuna göre değiştirmekle -aslında bozm akla-
görevlidir. İlginç olan, bu liderlerin, çok kısa sürede
yıpranması, rüşvet, yolsuzluk, yetersizlik vb çıkm azla­
ra düşüp, hemen hepsinin birkaç yıl içinde -Berlusco-

279
ni birkaç ay - iktidarı kaybetmesi. Çünkü yenilik, trans­
form asyon, değişim vb etiketler altında dayattıkları
programlar, hem hiçbir şeyi düzeltmiyor, hem de halkı
eziyor, sosyal adaletsizliği yaydığı için de milletin hay­
siyetine dokunuyor: Polonya’da, İtalya’da, bunlar ya­
şanmıştır; her iki ülkede de iktidar solcuların eline geç­
miştir. R usya’da Yeltsin sallanıyor, Z yuganof’un baş­
kanlığı söz konusu! Türkiye’de Prof. Çiller’i de benzer
bir akıbet beklemektedir.
Öyleyse ‘Küçük Hanım’ın şaşaalı ve debdebeli yük­
selişinden, bu hazin ve kederli düşüşe gelişi, sadece onun
politik yetersizliğinden kaynaklanmıyor; bu da bir yer­
de küreselleşme’nin beklenmedik bir yan ürünü!
Yalnız bir nokta var!
Bir başka düzeyde ve boyutta da olsa, Yeni Demok­
rasi H areketi’nin -aynen Çiller gibi- m angalda kül bı­
rakmayan lideri Cem Boyner’in de, hemen hemen aynı
günlerde, Çiller’le aynı kaderi paylaşmasına ne dersiniz?
Galiba işin içine bir de eğitim, formasyon, hâttâ nesil
sorunu karışıyor ki, ayrıca tartışılması icabeden önem­
li bir konu!

21
USA DAMGALI ‘LİDER’TÜRKİYE’DE ‘BAŞARISIZ’

23 M ayıs 1996

Birleşik A m erika’da klâsik burjuvazi yoktur, çünkü o


toplum klâsik gelişme şemasını izlemedi: İşe sömürge
olarak başlam ış, sonradan aristokratlık taslayan B o s­
ton centilmenlerinin yönetimine geçmiş; Andrew Jak-

280
son döneminden itibaren, silâhın ve doların hâkim ol­
duğu, garip bir şiddet, şehvet ve şöhret toplumuna dö­
nüşmüştür.
O yükseliş döneminde, toplumsal sınıflar arasında
‘dikey geçiş’ kolaylıkla mümkün oluyordu; hiçbir şey
yerli yerine oturmamıştı, boş alan çok, imkân boldu;
yüzyılın başındaki milyarderler hep böyle ortaya çıkmış­
lardır; sonuçta, bilinen gerçek odur ki, artık buna ne im­
kân kalmıştır ne de fırsat, ABD toplumunda yöneten
seçkinlerle -ki hepsi zengindir-, yönetilen sıradan insan­
lar -ki çoğu yoksuldur- vardır; öğretimden hukuka, ah­
lâktan ekonomiye her şey bu düzene göre ayarlanmış­
tır: Ülkeyi yönetmesi ihtimali olanlar, âdeta daha kolej
yıllarından bellidir; bu kesinlikle, zengin ve seçkin kim­
selerden birisi olacaktır.
Aksine bir örnek gösterilemez.
ABD, ‘denetlediği’ ülkelerde de bu ‘modeli’ uygulamak
istiyor: 50’li yıllardan bu yana Cumhuriyet öğretiminin
rayından çıkarılması, ayrıcalıklı yeni seçkin aydınların
üretilmesi, ABD’de staj görmüş bir takım ‘prenslerin’
âdeta paraşütle önemli sorumluluk makamlarına indiril­
mesi, v s... Hep bu uygulamanın aşam aları arasındadır.
Hatırlanacağı gibi ABD Ticaret Bakanlığı’nın ünlü rapo­
runda, Türkiye ‘yükselen stratejik pazarlar arasında’
sayılırken, öncelikle ‘varlıklı seçkin ve Amerikan stan­
dartlarına yatkın önemli bir kesimin varlığı’ gerekçe
gösterilmiştir.
Türkiye’de, yaşı itibarıyla çoğu ’68 kuşağı’ndan sa­
yılabilecek, ‘liberal’ genç politikacı tipleri aynen ABD’de
olduğu gibi, ABD tipi kolejlerden, ABD tipi üniversiteler­
den, bizzat ABD’deki stajlardan geçirilerek ‘varlıklı kesi­
min zenginlerinden’ üretiliyor; eskiden olduğu gibi Ana­
dolu hamurundan yoğrulmuyor.

281
Bu uygulamanın iki çarpıcı örneğini, şu son beş yıl
içinde, hep birlikte görmedik mi? Tansu Çiller ve Cem
Boyner!
Neresinden bakılırsa bakılsın, bu iki genç aydın,
Amerikan standartlarına uygundu; eğitim ve öğretimle­
rinden, davranışlarına ve sözlerine kadar her şeyleri, or­
talama Türk politikacılarının ya da feodal ya da bürok­
rat olan kriterlerine ters düşüyor; daha çok Özal döne­
minin çıkardığı kalabalığa denk geliyordu; bu kalaba­
lık göze görünen bazı sektörlerde -özellikle çeşitli me-
dia kuruluşlarında, bankalarda v s- etkileyici köşeleri
tuttuğu için de, her iki politikacının ‘lider’ olarak ‘pa-
zarlanm ası’ hiç de zor olmadı.
Sonraki ‘icraatında’, bırakın ülkeyi, doğru dürüst
bir üniversiteyi bile yönetebilecek yetenekte olmadığı
meydana çıkan Prof. Çiller, Türk ekonomisinin, - o da
lâf m ı?-Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘kurtarıcısı’ olarak su­
nulmadı mı? Boyner’e gelince, ambalajı ve reklamı o ka­
dar iyi örgütlenmişti ki, Ö zal’ın ölümü ve Çiller’in bo­
calamasıyla ümitsizliğe düşmüş yuppie’ler için, ilaç gibi
geliyordu.
Acı olan neydi? Bu iki genç ve tecrübesiz politikacı­
nın, ülkelerinin gerçeklerini görmeye çalışacak, ayakla­
rını bir an önce yere basacak, Türk halkı için, Türk hal­
kının çıkarlarına uygun politikalar üretecek yerde; hak­
larında yazılan mübalağalı yazılara inanmaları, bu yüz­
den de - o neslin huyundan mıdır, suyundan mıdır ne­
d ir- hemen ‘havalanm aları’dır.
Demirel’den beri, ‘Amerikancı’ politikacılar, ülke­
mizde iki sonuca gidiyorlar: Ya Süleyman Demirel gibi,
önceleri pekâlâ ‘M orrison’ Süleyman iken, ABD’nin ik­
tidardan uzaklaştırılmasını isteyebileceği A nadolu’cu
tipler oluyorlar; ya da Tansu Çiller ve Cem Boyner gi­

282
bi, birisi işin başındayken, öteki daha işe başlam adan
‘çuvallıyorlar’.
Bunda da hayret edilecek pek bir şey olmasa gerek.
Son yarım yüzyıl içinde siz hiç ABD’nin tuttuğu, o ‘ekol­
den’ o ‘espriyle’ yetişmiş, ya da yetiştirilmiş politikacı­
ların başarılı olduğunu gördünüz mü? Ben görmedim:
Çankayşek’ten, Yantiyö’ye, Şah Rıza Pehlevi’den, Gene­
ral M arcos’a kadar, kim ülkesinde ‘Amerika’ standart­
larına göre siyaset yapm aya kalktıysa, başarısız olmuş;
bırakın başarısızlığı, bir kısmı bunu hayatıyla ödemiştir.
Diyeceksiniz ki Turgut Ozal da öyle bir politikacıy­
dı ama, bu akıbete uğramadı. Ecel imdadına yetişti de
ondan, çünkü biliyorsunuz o kadar ümitlerle kurduğu
Anavatan Partisi’ni fiilen elinden kaçırmıştı; öleceğine
yakın, yeni bir ‘transform asyon kadrosu’ kurmaya ça­
balıyordu.
Oldum olası söylemez miydin: Türkiye’nin bünyesi,
‘ecnebi transplantasyonunu’ fena halde reddediyor.

283
Nerede o eski ‘dönekler’ ?..
1

KAZIN AYAĞI ÖYLE DEĞİL!

5 M art 1992

(Okudum mu, gülüyorum. Neye mi gülüyorum, bakın


neye: İktidar ithalat rejiminde değişiklikler yaptı, sek­
sen kadar malın fon ve gümrük vergilerini artırmadı mı;
ortalıkta bir telâş, vay efendim, ne yapıyormuş bunlar;
‘diyet olsun’ diye, yoksa bazı yerli sanayicilerin, çıkar­
larını mı koruyorlarm ış; bu işin sonunda, ‘ecnebi’ m al­
ları pahalılaşacak, yerli mallarımız ise -rekabetsiz ka­
lacağı için- kalitelerini kaybedecekmiş!
Beni güldüren şurası: iktidar, bazı yerli sanayi firma­
larını koruyor, korumuyor, o ayrı bahis; iyi de, bu va­
veylayı koparanlar, bilerek bilmeyerek, ‘ecnebi’ firma­
ların çıkarlarını korumuş, -korum ak da lâf mı, üstelik
savunm uş- olmuyorlar mı?)
Aslında bu savaş, 24 O cak kararlarından itibaren,
yerli sanayi burjuvazisi aleyhine ‘semirtilen’, kom pra­
dor ticaret burjuvazisinin savaşı; bizim açıkgöz işa­
damları tam liberal, ‘açık kapı’ politikasının, kendile­
rine çok yarayacağını sanıyorlardı; 12 Eylül öncesi
TÜSİAD gazetelere çarşaf çarşaf ilân verip, ‘açık pazar

287
ekonomisini’ ‘tek çıkar yol’ olarak önermemiş miydi,
hatırlasanıza! Oysa on yıllık uygulama, ‘tek çıkar yol’un
sonunda, yerli sanayicinin ulusal pazardan âdeta silin­
mesine çıktığını gösterdi; meydan ‘ecnebi’ mallarıyla,
onları ülkede üreten ya da pazarlayan ‘kom prador’ or­
taklarına kalıyordu; berikiler, Demirel’i ve partisini,
‘babalarının hayrına’ mı desteklediler sanırsınız?
Türk pazarı ‘ecnebi’ye açılınca, mallara hem kalite
geldi, hem fiyatları düştü iddiası, safsatadan ibarettir: bir
yandan ülkeyi kasıp kavuran on yıllık hızlı bir enflasyon
(pahalılıktan) yakınacak; onun yanı sıra, ne idiğü belir­
siz Kore, Tayvan, Çin yapımı ithal mallarının, çürük ça­
rıklığından yaka silkeceksiniz; bir yandan da, bazı ithal
mallarının fonu ve gümrük vergisi artırıldı diye, kalite­
nin düşeceğini, fiyatların yükseleceğini iddia edeceksi­
niz: adam a gülerler!
Hem düzen öyle bozuk bir düzendir ki, ne yaparsa­
nız yapınız, kalite asla gereğince yükselmez; buna mu­
kabil, fiyatlar m utlaka gerekli gereksiz yükselir: bunu
yaşadıklarım ızla biliyoruz.
Yıllardır yazarım , ülkemizde sanayi burjuvazisi (ti­
caret burjuvazisi de) bürokrat oligarşisinin bir ‘uzan­
tısıd ır. Cum huriyet iktidarları, burjuvazisiz bir de­
mokrasi ve liberalizm olam ayacağından, ulusal sanayii
âdeta ‘kuvöz’de büyütmüşler, bilinmez ve görünmez
kimbilir hangi göbek bağlarıyla (iltimas, adam kayır­
ma, rüşvet vs) onunla âdeta sym biosis (ortak yaşam a)
içinde olm uşlardır. Eğer ülkede klâsik gelişme şem a­
sı yürüseydi, önce liberal (ticaret ve sanayi) burjuvazi
oluşacak, iktidar da onun içinden çıkacaktı; oysa O s­
manlI’nın burjuvazisi bir kere gavr-ı M üslim , İkincisi
komprador, iiçüncüsü ‘işbirlikçi’; onun için de M üda-
faa-i H ukuk rejiminin işine yaram az, sepetleniyor; ik-

288
tidar, sivil ve asker aydınlarla bürokratlarındır, taşra­
daysa eşrafın; rejime toplumsal (sınıfsal) mesnet bul­
manın tek yolu, ulusal burjuvaziyi ‘yaratmak’, onlar da
bunu denemişlerdir; daha da ilginci, bunu başarabil­
mek için, KIT’leri kullanmışlardır: günümüzdeki bü­
yük işadamlarının, büyük yöneticilerin çoğu, KIT’lerden
yetişmedi mi?
Bu yüzdendir ki Türkiye’deki ‘karma ekonomi’ mo­
deli, gerçekte kapalı, hâttâ autarcique bir ‘ayrıcalıklı­
lar’ ekonomisine dönüşüyor: yönetim oligarşisiyle or­
tak yaşama halindeki tüccar ve sanayici, çeşitli hima­
yelerden yararlanarak, gemisini dağdan mı aşırıyor; be­
ride salyalarını tutamayan ‘ecnebi’ sermaye onun ‘içer­
deki’ adamları, karşıdan yalanıp duruyorlar. Elbette
buna, liberal ve demokratik bir ulusal ekonomi düze­
ni demek mümkün değil, ne liberaldir, ne de demokra­
tiktir, bürokrasiyle ‘bütünleşmiştir’, ayrıcalıklıdır, hât­
tâ tekelcidir, en azından KIT’leri işlevsel hale getirip,
özel sektörü onlarla ‘terbiye etmek’, ‘yola getirmek’ lâ­
zımdı; tam tersi yapıldı, KIT’ler, ayrıcalıklı bürokrasi­
nin ve işadamlarının ayakları altına, basamak olarak
sunuldu.
İyi de, bu ‘avantacı’ ve ‘baskıcı’ bürokrat/sanayici
oligarşisinin ‘alternatifi’ nedir? Ulusal sınırları kaldır­
mak, yerli sanayiciyi ‘terbiye edeceğim’ diye, ulusal pa­
zarı topyekûn ‘ecnebi’ sermayeye teslim etmek mi?
Evet, hepimizi buna inandırmaya çalışıyorlar ama,
kazın ayağı hiç de öyle değil!

289
2

“ELİNİ VERİRSİN, KOLUN GİDER!”

7 M art 1992

(Ne demiştik: ‘avantacı’ ve ‘baskıcı’, bürokrat/sanayici


oligarşisinin ‘alternatifi’; ulusal pazarı topyekûn ‘ec­
nebi’ sermayeye teslim etmek diyorlar; bizi buna inan­
dırmaya çalışıyorlar ama, kazın ayağı öyle değil! Biz
bunu, yakın tarihimizden biliyoruz.)
Osm anlı’nın yıkılışını kolaylaştıran ekonomik çözü­
lüşün kökeninde, İngiltere ile yapılan 1838 Ticaret An-
laşm ası’nın bulunduğunu, işin uzmanları sık sık söyle­
miştir. Bu anlaşma, Osm anlı ekonomisini yabancılara
teslim ediyordu. Şimdi de benim söylememin hiçbir an­
lamı yok ama 1835’te, anlaşmanın imzalanmasından üç
yıl önce T ürkiye’ye askeri uzman olarak gelen Von
M oltke şunları yazıyordu: Ticaret, yabancı m alla­
rın yerli hammaddelerle değiştirilmesinden ibaret. Türk,
hammaddesini kendi yurdunun yetiştirdiği bir okka iş­
lenmiş kum aşa karşılık, on okka ham iplik veriyor.
(...) Başkentin yakınında uçsuz bucaksız yerler Lıomboş
durur, hükümet O sed a’dan buğday alır. Topraklar, or­
manlar, sular olduğu gibi duruyor. Türkiye’nin bütün
ticaretinin, kendi yasalarının himayesi altında yaşaya­
rak, bu devletin içinde bir sürü devlet yaratan yabancı­
ların elinde olm ası bundan. Türkiye hammaddelerini
yabancı ülkelere sattığı halde, elde ettiği para ile yaban­
cı endüstri ürünlerini ödeyip alamıyor. Para kurunun
durumu, paranın değerini düşürmek gibi hazin önlem­
lere bundan ötürü başvuruluyor.”
Edward Michelsen adındaki bir İngiliz yazarı da, o

290
zamanki Türk/İngiliz anlaşmasının etkilerini incelerken,
şunları saptamış: diğer taraftan, eskiden Türkiye’de
yetişen ve yabancı memleketlerde büyük ünü olan Türk
endüstrisinin birçok kolu bugün mahvolmuştur. Bunlar
arasında pamuklu endüstrisi gelir ki, bugün tamamıyla
İngiliz endüstrisi tarafından sağlanmaktadır. Şam ’ın çe­
lik bıçakları, K ıbrıs’ın şeker endüstrisi, İznik’in çini en­
düstrisi, Tesclya’nın Türk kızılı iplik boya endüstrisi
hep yok olmuştur. Bütün bu endüstri kollarının bugün
bu topraklarda artık izi kalmamıştır.”
Bunlar 1853’tc yazılmış, anlaşmadan yirmi yıl kadar
sonra, gördünüz mü B atı’ya ‘açılışı’ Batıklar nasıl an­
latıyor.
Peki ya bizimkiler?
Niyazi Berkes, Liitfi Tarihinden şu ilginç bölümü ak­
tarır: “ ... o muahede ile tekel usulü kalktı ise de yerine
yabancı tekeli geldi. Osmanlı ülkesinde yabancılar hır­
davatçılığa kadar girdiler. Devlet-i Aliyye’nin tebaasının
esnaflığı ve ticaretini, yabancılar, adım adım ellerine al­
dılar. İç endüstri bütün mahvoldu. Avrupa emtiası revaç
bularak kalan param ız da Avrupa’ya çekip gitti.”
ibret gazetesinde, ‘Sanat ve Ticaretim iz’ başlıklı bir
yazıda ise, hâl-pür-melâlimiz, birkaç satırla şöyle çizil­
miş: “ ... en sonunda esnafımız, tüccarımız, uşaklığa
kolculuğa dökülmekten başka çare bulamadılar. M il­
yonlarca kapitale birkaç torba bakır beşlikle nasıl du­
rulabilirdi? Yeni eğitimin uygulanışının özü diyebilece­
ğimiz Avrupa fabrikalarına, kırık çürük birkaç edevat­
la nasıl karşı konulabilirdi?”
Şimdi durumu toparlayalım : bir yandan, yabancı
sermayesini içeriye buyur etmişiz, o gelişmiş teknoloji­
si ve hızlı yayılma gücüyle iç pazarımıza yerleşmiş, böy-
lece iyi kötü var olan endüstrimizi yıkıp, tüccarımızı pe-

291
rişan etmiş. Bir yandan, ekonomimiz ve mâliyemiz git­
tikçe bozulduğundan, dış borçlanmalar yüksek faizler­
le birbiri üstüne binerek, dengemizi altüst etmiş. Yaban­
cı sermayenin ve yabancılardan alman borçların, Os-
manlıları çeyrek yüzyılda getirdiği yer, iflasın tam ken­
disidir.
(Şu satırları tekrar yazarken, içime bir hüzün çöktü;
sebebi basit, farkına vardıysanız, ‘tekrar yazarken’ de­
dim; çünkü, bu satırlar benim 1 Şubat 1979’da Dün­
ya’da yazdığım bir yazıdan aktarılıyor; yazının başlığı
da hayli anlamlı: ‘Elini Verirsin, Kolun G ider!’
Şu hale bakın! Şöyle böyle aradan on üç yıl geçmiş,
hâlâ aynı yerdeyiz; şu farkla ki, o tarihte henüz ‘Sistem’
bastırıyor, fakat Türkiye’yi tam anlamıyla ‘teslim’ ala­
mıyordu; oysa günümüzde, aşağı yukarı on yıllık bir
‘serbest pazar’, ‘dışa açık ekonom i’ uygulamasından
sonra, ‘haklarımızı savunm aya’ çalışıyoruz.
Çünkü, uygulamanın bizi getirdiği yer, parlak sayıl­
maz; onu da göreceğiz.)

3
HANİ ‘SINIF MÜCADELESİ’YOKTU?

2 O cak 1993

O günleri unutmak mümkün mü? Paris’te kış kıyamet,


1950 kışı; FKP’li birkaç öğrenci, Quartier kahvelerinde,
‘sınıf mücadelesi’ni tartışıyoruz; henüz ‘klâsikleri’ oku­
mamışım, en ilginç bulduğum saptamalardan birisi, sık
sık ‘sol sapmayla’ suçlanılan Dom inique’nin söyledik­
leri:

292
“ — Toplum sal diyalektik, yalnızca feodallerle bur­
juvalar, burjuvalarla işçiler arasında çelişme ya da ça­
tışma şeklinde görünmez; bu sosyal sınıflar, koşullar ge­
reği kendi içlerinde de, çelişebilir, çatışabilirler: meselâ
ticaret burjuvazisi ile sanayi burjuvazisi, sanayi prole­
taryası ile tarım proletaryası, v s.”
‘Sistem’in Türkiye’deki ‘düdükleri’ M arksizm öldü
diye ötedursun; bir istifa, birkaç açıklama, o toplumsal
diyalektiğin ülkemizde nasıl da, şakır şakır işlediğini,
gözler önüne serdi: Türk burjuvazisi, kanatları arasın­
da, ciddi çıkar çatışması yaşıyor; iş artık o hale gelmiş
ki, kırılan kol yen içinde kalamamıştır; TOBB ile TÜSİAD,
alenen, birbirlerine giriyorlar.
TOBB, daha tüccar, daha küçük ölçekli sermayenin
örgütü: deyim uygun düşerse, biraz daha ulusal, biraz
daha Anadolu; TÜSİAD ise, en büyük, en güçlü, ‘Sis-
tem’le en kaynaşmış sermaye kesiminin örgütü, daha
çok ‘alafranga’, yâni ‘kom prador’; ikisi arasındaki kar­
şıtlığı, ilkinin başkanı ‘Yalım Erez, Yavuz D onat’a pek
güzel anlatmış, göz atmak istemez misiniz?
“ ... TOBB yedi yüz bin üyeyi temsil ediyor, her üye
beş kişilik bir aile demek olsa, bu örgütün tabam üç bu­
çuk milyon kişidir; bu ‘taban’, ‘tepedekiler’den rahat­
sız! ‘Tepedekiler’, hepi topu üç yüz aile, aynı hesapla
bin beş yüz kişi, TÜSİAD ise bunların kulübü!”
“ ... Devlet hesaba katılm azsa, T ürkiye’de sanayi
üretimi, bunların tekelindedir, sadece Koç ve Sabancı
gruplarının, dış bağlantı, ortaklık ve temsilcilikleri beş
yüzün üzerindedir, yâni ‘Sistem’Ie kaynaşm ışlardır...”
“ On sekiz bin kalem mal ithal ediliyor, sekiz yüzü
korunuyor, ellisinde ise çok yüksek korum a var, hele
bazılarında bu nispet yüzde 131’e çıkmaktadır, bundan
TÜSİAD’ın birkaç üyesi y ararlan ıyor...”

293
Neresinden bakılırsa bakılsın, TÜSİAD, bu üç
yüz aile, Türkiye’nin değişmez iktidarıdır; seçim önce­
sinde liderler, ister liberal olsun, ister sosyal demokrat,
TÜSİAD’a gider, icazet alırlar.” (Milliyet, 24-25 Aralık
1991)
O dağdağalı 70’li yıllarda, bizim çocuklar ‘oligar-
şi’den söz edince, bazıları ağzından köpük saçarak, kar­
şı çıkıyorlardı; oysa takke düştü, kel görünüyor: tek
parti diktasından bu yana oluşmuş ve gelişmiş bürokra­
si ile, o bürokrasinin kanatları altında, onun ‘serasında’
yetiştirilmiş komprador burjuvazi, yâni 300 aile, Türki­
ye’de gerçek iktidarın sahipleri, ayrıcalıklı bir oligarşi!
Üstelik bunun böyle olduğunu, şimdi, komünistler
değil, liberal burjuvazinin öteki kanadı söylüyor. Ne ha­
ber?
Bu oligarşinin baskısından, işçi köylü hanidir el aman
demiştir ya, ‘komünistlik’ yaygaralarıyla, her defasında
bastırılmışlardır; gel gör ki, burjuvazinin öteki kanadı,
aynı baskıya artık dayanamıyor, sesini yükseltiyor; ara­
larındaki ‘mücadele’ ne büyük bir keskinliğe ulaşmış ol­
malı ki, TOBB Başkanı Erez, ayrıca iki önemli ‘ifşaatta’
bulunmaktan da çekinmemiş:
“ 1/ ... bazı büyük şirketler, işletme sermayelerini
vergiden m uaf olan hazine bonolarına yatırıyorlar, ta­
bii ellerinde işletme sermayesi kalmıyor, hemen kendi
grup bankalarına gidiyorlar, kredi alıyorlar, kredinin fa­
izini m asrafa yazıyorlar, tabii bu faiz maliyete yansıyor,
faturayı halk ödüyor, ama şirket iki yönlü kârın içinde,
buna iki katlı ekmek kadayıfı derler.”
“ 2 / ... yüzde 131’le korunan sanayi dalı var, KIT’ler
batarsa batsın diye kampanyalar açıyoruz, KİT’ler batar­
lar mı acaba? B atacaksa, bu yüzde 131 ’le korunanlar
batsın !”

294
‘Sınıf mücadelesi’ yokmuş öyle mi? Neresi yok ulan,
kendi aralarında bile ‘sınıf mücadelesi’ yapıyorlar işte!
İşçisi köylüsü yapmaz mı?

BU ‘KARANLIK’TABLO KİMİN ESERİ?

28 Ağustos 1993

(O söyleşimde demişim ki: Uygulanan modelin ‘si­


yasi toplum ’a öncelik verip, ülkede imtiyazlı bir oligar­
şi yarattığı doğrudur, bundan şikâyetçiyiz, halk bunun
bilincinde, sivilleşme ve demokratikleşme talebindedir,
am a bu bizim işimiz, bu başka, T ü rk ekonomisinin
‘Sistem’in kontrolünde bir çevre ülkesi bağımlılığına
sokulm ası b a şk a !” (Meydan, 12 Ağustos 1993)
Sağdan soldan telefon edenler oldu, ‘oligarşi’, hele
‘imtiyazlı oligarşi’ olgusuna açıklık getirmemi istiyorlar;
şaşmadım desem yalan, yüksek bürokrasinin çeşitli ka­
demelerinde üst üste patlayan ‘yolsuzluklar’, gerçekte
‘imtiyazı’ da, ‘oligarşi’yi de elle tutulacak bir somutluk­
la açıklamaktadır; yine de ucundan kıyısından sorunu
tarihsel/toplumsal boyutu içine oturtarak irdelemek,
yararlı olabilir.)
20’li yıllar, korku, heyecan ve umut yılları!
İki ‘ihtilâl’, gezegenin siyasi çehresini değiştirmeye
aday görünüyor: ‘Anadolu İhtilâli’ ve ‘Bolşevik İhtilâli’ !
İkisi de prensipte ‘mazlum milletler’, yâni emperyalizme
karşı üçüncü halkların bağımsızlığını savunurlar; bağım­
sız olanlarda ise, halkın yönetimi eline almasını! Bolşe­
vik İhtilâli sorunu sınıfsal koymuş, burjuvaziye karşı iş­

295
çi/köylü ittifakını gündeme getirmiştir; Anadolu İhtilâli,
her ne kadar ‘şûra’ gibi, ‘meclis’ gibi halk iktidar organ­
larına itibar ederse de hâkimiyeti sosyal bir sınıfa değil,
‘millete’ verir, üstelik ‘kayıtsız ve şartsız olarak.’
5 0 ’li yıllarda, pratikte bunun ne anlama gelmiş ola­
bileceğini merak etmiştim; Gazi M ustafa Kem al’in Söy­
lev ve Demeçleri’ nde, anahtar tarifler aradım ; doğrusu
ya bulduklarım, umduklarımı aşıyor, aslında ‘özyöne­
tim’ sinyalleri içeren bir ‘sivil toplum’ profili çiziyordu;
şimdi abarttığımı sanıyorsunuz öyle mi, o halde işte
size o sözlerden ikisi:
bizim görüşümüz -ki halkçılıktır- kuvvetin, kud­
retin, hâkimiyetin (şimdi buraya dikkat) idarenin, doğ­
rudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulun­
durulmasıdır. (1920 /Söylev ve Demeçleri, s. 97-98). Bu­
nu beğenmediyseniz, buyurun bir başkasını: teşki­
lât baştan başa halk teşkilâtı olacaktır, umumi idareyi
halkın eline vereceğiz. (Buraya dikkat) Bu toplulukta
hak sahibi olmak, herkesin bir iş görmesi esasına daya­
nacaktır, millet hak sahibi olmak için çalışacaktır.” (Va­
kit, 10 Aralık 1922)
‘ Resmi ideoloji’nin ünlü ‘Atatürk İlkeleri’ arasında
asla zikretmediği bu ilkeler, 2 0 ’li yılların o heyecanlı
devrimciliğinin, halka ve onun gücüne inancını ifade
ediyor. Ne yazık ki bu inanç sürmemiş, Anadolu İhtilâ­
li, 1930’lardan başlayarak, merkeziyetçi, totaliter bir
bürokrasi diktasına doğru, hızla yozlaşmıştır; bunda
ulusal dem okratik devrime sahip çıkacak ulusal burju­
vazinin yokluğundan tutun da, o yıllarda dünyanın (sağ­
da ve solda) koyu bir totaliterliğe kaymış olmasının da
elbet etkisi vardır; etkiler neler olursa olsun, hele M il­
li Şef döneminde, askeri ve sivil amansız bir bürokrasi
devlete özdeşleşmiş; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra,

296
daha da kötü bir şey yaparak; basından sendikacılara,
üniversitelerden meslek odalarına ve esnaf cemiyetleri­
ne, ‘sivil toplum’un bütün müesseselerini denetimi altın­
da oluşturup, sözde ‘çoğulculuğu’, aslında ise o ‘imti­
yazlı oligarşi’yi yaratmıştır.
Bunun sonucunu merak mı ettiniz, tablo şudur:
Türkiye’de yaşayan 60 milyon nüfus içinden, 7
milyon nüfus kişi başına 28 bin dolar yıllık gelir elde ede­
biliyor; yâni İstanbul’dan Siirt’e, Samsun’dan Adana’ya
yurda dağılmış 7 milyon kişi, yaşam a standardı olarak,
DanimarkalInın hayat düzeyine ulaşmış. 13 milyon ki­
şimiz ise, yılda 18 bin dolar düzeyine gelmiş ve onlar da
İspanya’nın ulaştığı yaşam çizgisini yakalamış! 10 milyo­
numuz ise yılda 5 bin dolar gelir elde edebiliyor ve onlar
da Portekiz ve Yunanistan’ın hayat standardını tuttura-
biliyor. Bu toplam 30 milyon kişi ediyor...”
“ ... geriye kalıyor 30 milyon, Türkiye’nin diğer ya­
rısı. Onlar da yılda 180 dolar gelirle yaşıyorlar ve an­
cak Bangladeş’in ulaştığı hayat standardı ile yaşam ak
zorunda kalıyorlar. Bu yarı büyümüyor, gelişmiyor, sa­
dece d ök ü lü yo r...” (Milliyet, 6 Temmuz 1993)
İşte çevresindekilere oranla, yetmiş yılda ‘başarı’ sa­
yılabilecek olan ‘kapitalist’ Türkiye’nin, toplum düze­
ni olarak, rejim olarak ‘çuvalladığı’ yer burası, zurna
burada zırt diyor; ‘imtiyazlı oligarşi’, ülkenin yarısını
bir eli balda bir eh yağda tutuyor, diğer yarısını ise sü­
ründürüyor.
Bu açık adaletsizliği kim giderecek? “ Özelleştirme’
meraklısı azgın liberaller mi? Yoksa tatlı su sosyal de­
mokratları mı? Geç efendim, aslında bu tablo onların
eseri, işleri ancak daha da kötüleştirebilirler, o kadar.

297
5

KİM ENGELLİYOR?

30 Ekim 1993

En güçlü 'Pasifik Kaplanı’, herkesin bildiği gibi, Jap o n ­


ya; otuz yıl önce B atı’nın ‘sanayi maymunu’ diye taklit­
çiliğiyle alay ettiği Japon teknolojisi, bugün ABD’ye de,
AT’ye de kök söktürüyor; B atı’lı olmayan her ülke için,
Japonlar’ın ulaştığı gelişmişlik düzeyi, varılmak istenen
yüce bir hayal!
İyi de Japonya bu işi nasıl yaptı, ‘mucize’nin sırrı,
‘Sistem’in gelişmekte olan ülkelere dayattığı ‘vahşi’ li­
berallik mi, ‘serbest’ kapitalizm mi? Erbabı elbet Japon
‘mucizesi’nin, sıkı bir devlet/sanayici işbirliğine, ciddi
bir planlamaya dayandığını biliyor: Orada MİTİ adıyla
bilinen Uluslararası Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, bu mu­
cizenin babası; işe bakın ki MİTİ’ye bağlı Teknolojik
Araştırmalar ve Enformasyon Dairesi’niıı başkan yar­
dımcısı Takeshi Ito geçenlerde ülkemize gelmişti, söyle­
diklerinden hele şu sıralarda alacağımız ders pek çok,
birkaçının altını çizeceğim.
Bizde ‘devlet ekonomiden elini çeksin’ diye ötüşen li­
beral bülbüllere, önce Ito’dan yaman bir tokat; ‘Jap o n ­
ya’da devletle sanayi iç içe mi’ sorusuna verdiği cevap
aynen şudur:
Jap on hükümeti güçlüydü, sanayi şirketlerini
etkisi altında tutup yönlendiriyordu; hükümetin güçlü
olması, sıkı işbirliğini mümkün kıldı. İyi bir beraberlik­
le, Jap o n y a’nın kalkınm ası başarılı; fakat son yıllarda
sanayi çok güçlendi, bağım sızlaşm aya başladı, gene de
hükümet sanayi ilişkileri çok iyi; Amerika Japon hükü­

298
metiyle sanayiinin birbirinden ayrılamayacağını iddia
ediyor, bu bir miktar doğru olabilir...” (S a b a h , 17 Ekim
1993)
Yâni neymiş, Japon ‘mucizesi’ devletle sanayiin ortak
çalışmasıyla gerçekleşmiş; savaş ertesi perişanlığı içinde,
ağırlığı bakın nereye vermişler:
“ ...Ja p o n sanayiini reorganize edebilmek için bir­
çok politikalar üretildi; savaş sonrası doğal kaynak
yoktu, döviz sıkıntısı vardı. Mi ri sınırlı kaynakları ba­
zı sektörlere paylaştırdı. (Buraya dikkat) Çelik, kömür,
elektrik, elektronik firmaları ile bazı üretim firmaları
desteklendi. MİTİ’yle (yâni devlete) çalışacak firmaları
belirledik, çok düşük faizli krediler açtık, araştırma ve
geliştirmeyi destekledik, vergi indirimleri sağladık ama
bunları çok sıkı şartlara bağladık; ne kadar sanayi dalı
varsa MİTİ’nin o kadar bölümü vardır, çelik bölümü J a ­
ponya’nın çelik sanayii konusundaki politikalarını işa-
damlarıyla birlikte geliştirir. (...) Son olarak MİTİ 10’ar
yıllık kalkınma planı yapar ve bu plan Japonya’nın
planı o lu r...” ( S a b a h , 17 Ekim 1993)
Çok merak ediyorum, hangi şaşkın liberal çıkıp da
Jap on Modeli’nin, o vahşi ‘serbest teşebbüs’ düzeni ol­
duğunu iddia edebilecek? Adamlar düpedüz planlı bir
ekonomi düzeni uygulayarak bu düzeyi yakalamışlar;
Türkiye’ye ısrarla önerilenin aksine, sanayie, özellikle
de çelik, kömür, elektrik, elektronik sanayiine ağırlık
vermişler; dahası teknoloji geliştirmek için, devlet/sana-
yi işbirliğine üniversiteleri de katmışlar, bunu da söylü­
yor Takeshi İto:
“ ...Ja p o n teknolojisinin yüzde seksenini şirketler
geliştirebiliyor diyebiliriz, üniversiteler çok temel araş­
tırm alara katkıda bulunuyorlar, bu temel araştırm ala­
rın Jap on y a’nın gelişmesinde çok önemli rolü var. J a ­

299
pon hükümeti, üniversite/sanayi işbirliği için büyük
çaba sarfed iyo r...” {Sabah, 17 Ekim 1993)
Görüyor musunuz? ‘Sistem’in T ürkiye’ye dayattığı
‘m odel’, Jap on y a’da başarı sağlam ış modelin, tam kar­
şıtı; halbuki, Türk ‘karm a ekonom i’ modeli az buçuk
rötuşla pekâlâ Jap on modeline yaklaştırılabilir; netice
itibariyle orada da sanayici/politikacı oligarşisi hü­
küm sürüyor, burada da; orada da planlam a etkili ol­
muş, burada da; o halde niye IMF ya da Dünya Banka­
sı modeline uyacakm ışız, Jap on modelini uygularız
olur biter.
Takeshi İto’nun bu konuda söyledikleri, ‘Sistem’in
T ürkiye’ye önerdiği modelle asla kalkımlam ayacağı-
nın inkâr edilmez bir kanıtı sayılabilir, demiş ki İto:
Japon modeli doğrudan adapte edilemez, öğre­
nilecek şeyler var am a dünya 5 0 /6 0 ’lı yıllardan çok
farklı; 30 yıl önce ABD, Japon kalkınmasını destekliyor­
du (Çünkü Soğuk Savaş ve s s c b vardı) Bugün de kal­
kınmak için çabalayan ülkeler var am a, ABD ve Avrupa
rakip istemediği için bunları engelliyor; o zamanlar J a ­
ponya iç pazarını koruyup, dışarıya ihracat yapabiliyor­
du; bugün ABD gibi gelişmiş ülkeler, böyle bir şeyi kabul
etm ez!” (Sabah, 17 Ekim 1993)
Nerde o liberal bülbüller? Bunları söyleyen, ‘kızıl’
bir komünist değil, hem kapitalist, hem liberal, hem de
Jap on ; hadleri bütünse söylediklerine cevap versinler
bakalım ...
6

ERBABI NE DİYOR?

13 Kasım 1993

Siz Sezai Bey’i tanır mısınız? Ben tanımam, İstanbul


Defterdarı’ymış, sözünü sakınmadığı için görevinde
on dört ay kalabilmiş; ‘başhesap uzmanlığına’ alınarak,
aslında cezalandırılıyor; yine de susmaya pek niyeti
yok, baksanıza neler demiş! Söyledikleri, hele vergi yü­
künün halkın sırtına yüklendiği bugünlerde, doğrusu
ibret verici; otuz yıllık Maliyeci Sezai O naral’a göre:
az kazananlardan az, çok kazananlardan çok
vergi alabilmek için, bir kere servet beyam ’m getirme­
niz lâzım. Bunun getirilmemesi için hükümetlere baskı
var. (...) D aha Bütçe Komisyonu’nda geçmiyor. Sebebi­
ni de bana değil, politikacılara so ru n ...”
“ ... geçici çözümlerle bir yere varılamayacağını her­
kes biliyor, yapılm ası gereken aslında yeni mükellefler
yaratm ak. (...) Çünkü çok büyük bir ‘kara ekonom i’
var Türkiye’de, hiç vergilendirilmeyen büyük bir kesim
var, burada da politik durumlar söz konusu ta b ii...”
“ ... İstanbul’da 485 bin Gelir, 70 bin Kurumlar Ver­
gisi mükellefi var, ama bunların yüzde 2 5 ’i faaliyetleri­
ni sürekli vergi daireleri dışında tutuyor, mükellefiyet­
lerini bir vergi dairesinden öbür vergi dairesine aktara­
rak vergiden k açıy o r...” (Aktüel, 4 Kasım 1993)
İşin erbabı böyle görüyor, dedikleri hanidir altını
çizip durduğum o gerçeği doğrulamaktadır; ülkemizde
özel sektörle yönetim, yâni politikacılar ve bürokratlar,
ortak yaşam/symbiosis halinde yaşamaktadırlar; o ka­
ra ekonomi, yönetiminin görmezlikten gelmesi sayesin-

301
de büyüyüp serpiliyor; rüşvetle, partilere yaptığı bağış­
larla, vaziyeti idare ediyor; al gülüm, ver gülüm!
Peki devlet gelirleri nasıl artırılacak? Reçete hiç şaş­
maz, hep aynıdır, üstelik acıdır:
acı reçete zehir çıktı ve vatandaşı öldürecek acı
reçeteyi, KDV zam mıyla uygulamaya koyan Başbakan
Tansu Çiller, yakın gelecekte vatandaşa bugünleri dahi
aratacağa benziyor: Çiller, Em lak Vergisi artışı ve T ü ­
ketim Vergisi ile vatandaşa 55 trilyonluk yeni bir yük
bindirmeye hazırlanıyor. Başbakan Tansu Çiller baş­
kanlığında yürütülen vergi reform tasarısı çalışmaların­
da, açıkların kapatılm ası için vergi vermeyenlere değil,
zaten ağır vergi yükü altında ezilenlere biraz daha yük­
lenilecek...” (Meydan , 2 Kasım 1993)
Bunun adı oligarşi değilse, ne?
Kuşkusuz unutmadınız, yine burada konuşmuştuk:
Türkiye’de yaşayan altmış milyon nüfusun yarısı, yılda
kişi başına 28 bin dolarla 5 bin dolar arasında gelir el­
de edebiliyor; neresinden bakılsa bu insanların tuzu
kuru, küçümsenemeyecek bir hayat standardı tuttur­
muşlar; buna mukabil nüfusun geri kalan yarısının yıl­
lık gelirleri, Bangladeş seviyesindedir, yâni yılda 180
doları geçmiyor. (Milliyet, 6 Temmuz 1993)
Türkiye’de akla ve hakkaniyete uygun bir vergi refor­
munun, ağırlığı, o ilk yarı üzerine yığması gerekmez
mi? Oysa uygulama tersine işliyor, az kazananlardan
çok, çok kazananlardan az (bazen de hiç) vergi alıyo­
ruz; üstelik bol bol haktan hukuktan demokrasiden,
daha da beteri sosyal adaletten söz ediyoruz. Hele bir
bakın, iş sahipleri bin bir fırıldakla vergi yükümlülük­
lerinden yakayı sıyırmakla kalmıyor, üstelik yatırım
yapmakta da adamakıllı nazlı davranıyorlar; ufacık bir
riske girdiklerini gördünüz mü? Asla girmezler! Y 111ar­

302
dır onca teşvik tedbirine, yüreklendirmeye, kollamaya
rağmen, Doğu’ya ya da Güneydoğu’ya tek kuruşluk ya­
tırım yaptılar mı? İlginçtir, Doğu ya da Güneydoğu kö­
kenli holdingler bile, oralara yatırım yapmaktan kay­
tarıyor.
Oysa ‘vahşi’ liberalizm çağında, Batı’lı sermaye dün­
yaya yayılırken, özel şirketler, denizaşırı topraklara gö­
zünü kırpmadan gitmiş; yerli halkla, ağır tabiat şartla­
rıyla, çeşitli tropik hastalıklarla savaşmak pahasına,
yatırım yapmışlardır. Bizdeki oligarşi burjuvazisi, başın­
dan beri bürokrasinin ona açtığı ‘serada’ büyümedi
mi, o seradan dışarıya adımını atmıyor; çıkarlarına ili­
şildi mi vatan millet Sakarya diyerek kıyameti koparsa
da, iş ciddiye binince hem vergi yükümlülüğünden yan
çiziyor, hem de vatan toprağına sahip çıkmaktan!
Çünkü yatırım yapmak ne demek, o toprağa sahip
çıkmak demek! Yönetimler de, onların üstlerine gide­
ceklerine, vergi yükünü halkın üzerine yıkıp, bunlara
kanat geriyorlar. Onun için Ecevit’in söylediklerine ka­
tılmamak mümkün mü?
şimdi yiyecek, içecek gibi temel gereksinme
maddeleri ve ulaştırma hizmetleri üzerindeki KDV oran­
larını insafsızca yükseltmekle, iktidar, hakça bir vergi
reformunun tam tersi yönden adım atmış oluyor. İkti­
darın sosyaldemokratlık iddiasındaki kanadı da, bu
zulme gönüllü ortak oluyor. KDV’leri böylesine artırma­
nın vergi kaçağını ve kayıplarını büsbütün artıracağı da
düşünülmüyor. Amaç, güya bölücü terörle mücadele
için kaynak sağlamakmış, fakat bölücü terör, ekonomik
terör ölçüsüne varan önlemlerle önlenemez...” (Mey­
dan, 2 Kasım 1993)

303
7

ABA ALTINDAN SOPA!..

24 Kasım 1994

Sizce, özel sektörü de, ülkede her şeyin özelleştirme saye­


sinde güllük gülistanlık olacağını savunanları da, söyle­
diği şu imalı sözlerle tedirgin eden, hangi ‘dinozor’ sol-'
cu yazar olabilir?
“ ... bugün, Türkiye’nin çeşitli yerlerinde, aynı sektör­
de faaliyet gösteren 30-40 firma, aynı anda, aynı oranda
fiyat artırmaktadır. Bu nasıl izah edilebilir? Tüm firma­
ların girdikleri, amortismanları aynı mıdır ki, zam artı­
rımı aynı olm akta ve fiyat artırımı zam anlaması da ay­
nı anda olmaktadır? Bu soruların cevabını nasıl verebi­
lirler?..”
Arif olan çoktan anladı ya, konuşan özel sektörü
yersiz, zamansız ve anlaşmalı zam yapmakla suçluyor;
ne anlama gelir bu, özel sektörün, Türk ekonomisinin
geleceğine, ‘istikrar tedbirlerine’; ‘enflasyonu düşürme
çabalarına’ boş verip; kartel kurarak, vurgun vurmaya
çalıştığı anlamına mı? ‘Özelleştirme’ iyi hoş da, böyle
pis bir huyu var, kamu sektörü devre dışına çıkarılıp
meydan ona kaldı mı, -hele de piyasayı kontrol edebi­
lecek güce eriştiyse- fiyatları halkın ve ekonominin çı­
karlarına göre ayarlamıyor, kendi özel çıkarlarına gö­
re ayarlıyor; bu da elbet tüketicinin, yâni halkın ezilme­
sine neden oluyor.
O sözleri söyleyen ne solcu bir yazar, ne yüksek bir
KİT sorumlusu, ne de sendikacı; bunları Çiller kabine­
sindeki Devlet Bakanı Aykon D oğan söylemiş, bir an­
lamda enflasyonu düşürmek için sadece hükümetin

304
tedbir almasının yetmeyeceğini, özel sektörün de enflas­
yonu düşürme disiplinine uyması gerektiğini hatırlatı­
yor; uymadığı için de ayıplıyor, zira diyor ki:
yürütmekte olduğumuz istikrar tedbirlerinde,
hükümetin olduğu kadar herkesin, özel sektörün de yü­
kümlülükleri vardır; istikrar önlemleri sadece hüküme­
te bırakılırsa, bu araba devrilir.” (Hürriyet, 11 Kasım
1994)
Hep söylemez miyim, ülkemizde -iktidarda kim
olursa olsun- yönetimlerle (bürokrasi ile) onların sera­
da büyüttüğü burjuvazi çatışmaktadır diye, bu da onun
somut bir örneği: iş çevreleri niye koalisyon gitsin diye
çırpınıp duruyorlar, baksanıza aba altından sopa göste­
riyorlar, onun için!
Aykon D oğan, o lâfları boşuna mı söyledi?
Gerçekte hükümet hanidir lâfı edildiği halde, TliMM’de
bir türlü gündeme alınmayan ünlü anti/kartel yasasını
çıkarmak niyetini izhar ediyor. Ne demek anti/kartel ya­
sası? Gelişmiş liberal kapitalist ülkelerin hemen hepsin­
de yürürlükte olan, bir tüketiciyi koruma yasası; piya­
sada hâkimiyet kuran firmaların, istedikleri gibi at oy­
natmalarını, haksız rekabeti, anlaşmalı ve haksız fiyat
artışlarını önleyip engelleyecek!.. Böyle bir yasanın çı­
karılmasına, hele şu sıra, büyük ihtiyaç hissediliyor;
eğer özelleştirme gerçekleşir, KİT’ler şuna buna satılırsa,
Türk ekonomisinde karteller hem çoğalacak, hem de et­
kileri artacak!
Çiller yönetimi özelleştirmeci, serbest teşebbüsten
yana, ‘çıplak’ liberal bir yönetim; böyle olduğu halde,
dayanışma içinde olması gereken iş çevrelerinden hem
rahatsız, hem de şikâyetçi, Türkiye’nin özel sektörü
anlaşılan öylesine obur ve aç ki, çıkarlarında en ufak bir
sınırlamaya tahammül edemiyor; iş çıkarlarına dayan-

305
dı mı, kimseleri dinlemiyor; Aykon D oğan bunun için
de, başka bir sopa daha çıkarabileceğini, ima etmiş, ha­
beri lütfen okur musunuz:
Bakan D oğan, başta gıda maddeleri olmak üze­
re, son aylarda fiyatları aşırı artan malların da incelen­
diğini söyledi; bu konuda Çocuk Konfeksiyonunu örnek
gösteren Doğan, içerde fiyatlar arttıkça ithalatın art­
masının kaçınılmaz olduğunu söyleyerek (...) ‘özel sek­
töre şu açık mesajı veriyorum: 1995 yılında iç pazara
güvenmeyin’ ” dedi. ( Hürriyet, 14 Kasım 1994)
Yâni ne diyor? ‘Arzı artırmayıp yüksek zamlar yapa­
mazsınız, çünkü bu hem halkı bitirir, hem enflasyonu
körükler; bunun yerine ihracata yönelip arzı artırm alı­
sınız’ ! Oysa artık kendini güçlü, hâttâ hükümeti devi­
rebilecek kadar güçlü hisseden; m edia’yı da geniş ölçü­
de denetimi altında tutan özel sektörün bunlar umurun­
da mı? Onun parolası, bilindiği üzere, tektir ve evren­
sel: “ yarabbcııa, hep b a n a !”
Allah aşkına siz, Keynes’cilik, sosyal adalet kavramı,
sosyal dem okratlık, sosyalistlik, kom ünistlik... durup
dururken mi ortaya çıktı sanıyorsunuz? ‘Vahşi’ libe­
ralliğin doymak bilmez iştahı yaratm ıştır onları, onun
eseridirler.

BİR GAP YAPSINLAR DA GÖRELİM!..

22 Kasım 1994

Cumhuriyetin ilk nesilleri, o devrim heyecanıyla büyü­


müştür. Zam anın m edia’sı cılız ve etkisizdi: televizyon

306
yok, radyo yok, gazetelerin tirajı düşük (yirmi bin filân),
sinemalar yaygınlaşmamış; buna rağmen cumhuriyet
yönetimi -belki de kazanılmış zaferin rüzgârıyla- genç­
leri (yaşlıları da) aynı kalkınma bileşkesinde toplam a­
yı başarmıştı. Her adım, her atılım, gerçekleştirilmiş her
proje yeni bir ‘zafer’ sayılıyor; büyük şehirlerden en üc­
ra köylere, bu zaferin sarhoşluğu dalga dalga dağılıyor­
du. Gazete başlıklarını hatırlıyorum: ‘Yerli M allar Ser­
gisi Açıldı’, ‘Çubuk B arajı’nın İnşaatı İlerliyor’, ‘Alpul-
lu Şeker Fabrikası’nın Küşadı Y apılacak’, vs. Şimdi ne
kadar küçük ölçekli saydığımız bu cumhuriyet teşebbüs­
leri, 3 0 ’lu yıllarda, öğrencisinden cumhurbaşkanına her
Türkün göğsünü kabartıyordu. Hiç unutmam: çikolata­
ların içinden çıkan kartlarda, ya N azilli’de kurulan fab­
rikanın, ya da Çubuk B arajı’nın fotoğrafı çıkardı.
Gariptir ama doğrudur: Milli Şef ‘cumhuriyetinde’
bu kalkınma hırsı ve heyecanı nedense, üstyapıya kaydı­
rılmıştır; kaç kere rakamları verdim, 1938’den 1950’ye
Türkiye’nin kalkınma hızı düşmüş, milli geliri gerilemiş­
tir; tabii bunda savaşın etkisi var ya, aynı savaş neden­
se kültür ‘kalkınm ası’ yatırımlarına engel teşkil etmez;
başbakanlığı döneminde demiryolu, ecnebi şirketlerin
millileştirilmesi gibi politikaları uygulayan İsmet Paşa,
‘M illi Şef’ olunca, Yunan/Latin tabanlı yeni ve yaban­
cı bir kültür kalkınmasına heves eder; bu 1950’deki De­
m okrat Parti iktidarına kadar sürm üş, belki de dik-
ta ’nm sonunu hazırlamıştır.
Allah’ın bildiğini kuldan saklayacak mıyız? ‘G örül­
memiş kalkınm a’ politikası, Bayar/M enderes İkilisi ta­
rafından gündeme getirilip uygulam aya girişilmiş; işin
garibi, zamanın ‘ilerici’ kesimi tarafından ‘alaya alın­
mıştı’. 1960 sonrasında, ‘kamu öncüllüğündeki hızlı sa­
nayileşme’ politikasının sahibi aslında, O zal ya da Ç il­

307
ler gibi, tam aksi bir ‘misyonla’ iktidara ‘indirilmiş’ olan
Süleyman Demirel’di; ‘Büyük Türkiye’, ‘yılda 20 mil­
yon ton demir/çelik üretimi’, ‘milyarlarca kilovat/saat
enerji’ üretebilecek, ‘sanayileşmiş’ bir Türkiye olacak­
tı. İktidarları boyunca Demirel, iki askeri müdahaleye
rağmen (elhak!) elinden gelini ardına koymadı: Çubuk
Barajı’nm yanında bahçe havuzu gibi kalacağı muazzam
barajlar, hem de kaç tanesi birden; büyük hidro/elekt-
rik santralleri, hem de kaç tanesi birden, onun çabala­
rıyla gerçekleştirildi.
Doğrusu ya, ‘mühendis’ Demirel, kalkınmanın ne an­
lama geldiğini, o tarihte ‘edebiyatçı’ Ecevit’ten, hâttâ ‘po­
litikacı’ Demirel’den çok daha iyi bilmekteydi.
GAP Projesi hepimize işte o ‘Büyük Türkiye’ projek­
siyonunun değeri ölçülemez bir yadigârıdır.
Evet, gereken hızla yapamadık, türlü çeşit sorun çık­
tı; evet, projenin sosyal yanı ihmal edilmiş, yörede gerek­
li hâttâ zorunlu toprak reformu yapılamamıştır; evet,
işin endüstriyel yanıyla yeterince ilgilenilmiyor, vs, vs; fa­
kat ‘Sistem’in -b u arada sınır ülkelerinin- hoşnutsuzlu­
ğuna, üstelik engellemesine rağmen, yine de adım adım
ilerlenmiş, taş üstüne taş konularak, U rfa Tüneli’nden
su nihayet Elarran’a akıtılmıştır. Engelleme dediysem
boşa konuşmuyorum: Türkiye böyle büyük kalkınma
teşebbüslerine kalkıştı mı, ‘müttefikleri’ o dakika ‘raki­
bi’ kesilir; meşhur yedi büyük sanayi kompleksi proje­
sine kalkıştığında, ne Alil) kredi vermeye yanaşmıştı, ne
de AT; ancak beğenmediğimiz Sovyet kredileriyle o te­
sisleri yapabildi! GAP da böyle oldu: boşuna Türk işçi­
si, Türk mühendisi, Türk sermayesinin eseri diye övün­
müyoruz. GAP, A’dan Z ’ye cumhuriyetin eseri.
Şimdi dikkat isterim: ‘Özelleştirme’ esnafı ‘akbaba­
ların’ fırsat buldukça yerdikleri, aleyhlerinde söyleme­

30S
dik lâf bırakmadıkları KIT’ler var ya, yâni ‘Kam u İkti­
sadi Teşebbüsleri’, bir manada GAP onların ne muazzam
projeksiyonlar yapabildiğini; onca engele çengele rağ­
men, yine de nasıl gerçekleştirebildiğini kanıtlıyor; bak­
mayın siz özel müteşebbislerin, konuştukları zaman
mangalda kül bırakmadıklarına; o yöreye, onca teşvike
avantaja şuna buna rağmen, değil Türkiye’yi yüceltecek
böyle devasa projeler önermek, alelâde kargo taşımacı­
lığı bile yapamadıklarını biliyoruz; ama, gizli amaçlar­
la gizli gizli zehirlenerek öldürülmüş ‘KİT’leşmeleri bu­
lurlarsa, üstüne hücum ederler, o başka!

9
‘BEYAZ FİL’M İŞ L

15 Aralık 1994

Ünlü bir işadamı, ekrandaki bir iktisat programı içinde


belirdi; günün modası o ya, devletçiliği yeriyor; onun
fikrince bazı KIT’lere yapılan milyarlık, hâttâ trilyon­
luk yatırımlarla, milletin parası çarçur edilmiş; onlara,
lüks masraf anlamına ‘beyaz fil’ diyor; çoğu gereksizmiş
bu tesislerin, örnek de veriyor, meselâ uçak lastiği üret­
mek için kurulan PETLAS ne işe yararmış ki, onca para
sarfetmeye gerek yokmuş, ihtiyacın olan uçak lastikle­
rini ithal edermişsin, olur bitermiş!
Son on yılda özenle yaygınlaştırılmış bir düşünce tar­
zı, bu, geri teknolojiyle fabrika kuruyor, ürünü pahalıya
mal ediyor, üstelik aynı kaliteyi tutturamıyorsun; tesis
kurmak şart mı yahu, sözün parana geçer, getirtirsin dı­
şardan, tepe tepe kullanırsın, böylelikle birtakım anlam­

309
sız ‘beyaz fil’leri beslemek derdinden kurtulursun! Sorun­
ları tarih, sosyoloji ve siyasi iktisat açısından görmeye
alışmamış olanlar için, ilk bakışta gerçekten çekici bir fi­
kirdir bu; onun ışığında, erken cumhuriyet döneminin on-
ca fedakârlık ederek, ‘yerli malı’ üretecek fabrikalar kur­
mak istemesi de anlamsızlaşır; kıyamet gibi m asraf edip,
o demiryollarını yapması da: ne lüzumu vardı efendim?
Bu, ülkesine ‘pazar’, vatandaşına ‘müşteri’ diye b a­
kan birisinin, değerlendirme tarzıdır; oysa üzerinde ya­
şadığımız toprak, aynı zamanda ‘vatan’dır; onun üzerin­
deki insanlar da ‘vatandaş’lar; ülkeni ‘vatan’ idraki için­
de gördüğün anda değerlendirme tarzın değişecektir;
neden mi, hadi bakalım , nedenmiş!..
Demiryolları, hele yüzyılın ilk çeyreğinde, milli paza­
rın oluşturulması açısından da mühimdi; oysa genç cum­
huriyet onları inşa etmek gibi zorlu bir işe girerken, a s­
lında, ilk dünya savaşında yaşadığı savunma sıkıntıların­
dan hareket ediyordu: M ustafa Kemal Paşa da, İsmet
Paşa da, demiryolu yokluğundan gerekli cepheye gerek­
li askeri zam anında gönderememişlerdi. İsmet Paşa,
bunu açıkça dile de getirmiştir:
harpten çok kararlı çıkmış olduğum uz, memle­
ketin bütünlüğünü buna bağlı görmüş olduğumuz için,
işin peşini bırakm adık ve hakikaten dcmiryollarımızı
kendi mühendislerimizle, dışarıya borçlanm adan yap­
tık.” (İ. İnönü, Hatıralar II, s. 261, 1992)
PETLAS, uçak lastikleri üreten o ‘beyaz fil’, şu ya da bu
sebepten (Kıbrıs ya da Yunanistan) Türkiye’nin am bar­
go altına sokulacağı bir anda uçaklarımızın uçmasını
sağlayacak, ‘stratejik’ değerde bir üretim birimidir; ya­
nılmıyorsam, 1974 sonrasında Kıbrıs çıkarmasının üs­
tümüze yığdığı am bargo yüzünden, milli savunma sana­
yimizi kurmak zorunluluk olarak hissedildiği için tasar­

310
lanmıştır. Unuttunuz mu o kampanyaları: kendi uçağı­
nı, kendin yap! Kendi donanmam kendin kur! vs. Niçin-
di sanırsınız?
Bugün Azerbaycan ya da Bosna/H ersek -ki her iki­
si de ‘Sistem’in silâh am bargolarıyla boğm aya çalıştığı
ülkelerdir- bizim o tuzu kuru işadamının dudak büktü­
ğü o ‘beyaz fil’lerden birkaçına sahip olabilmek için, ne­
lerini vermezlerdi; çünkü kasaları dövizle dolu da olsa,
onlara Batı'lı ülkelerden hangisi uçak, füze, tank ya da
mühimmat satar? Allah muhafaza, böyle bir belâ bizim
başımıza gelirse, o anlı şanlı ‘müttefiklerimizin’, bize de
zırnık koklatm ayacakları, yaşanılanlardan belli değil
midir? Acaba ‘beyaz fil’lerimiz olm asa, uçak lastikleri­
ni kimden alırdık?
Dahası var?
DİE’nin şu rakamlarına bir göz atar mısınız?
DİE’ne göre, T ürkiye’nin sanayi üretimi, 1 9 9 4 ’ün
ilk dokuz ayında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde
4.1 gerilemiş, son üç ayda ise gerileme hızlanarak 8.7’ye
yükselmiştir; tabii bu, özel sektörün sanayi üretimine de
yansıyor; bu kesimde, aynı süre zarfında gerileme yüz­
de 11.3, imalat sanayiinde ise yüzde 17.1 olarak hesap­
lanmış; başka bir deyişle, özel sektör, hani o konuştu­
ğu zaman devlet iktisadi teşebbüslerine ‘beyaz fil’ diyen
özel müteşebbis, üretimi kesmiş, işçisine yol vermiş, iş­
çi faizciliğe dönm üş. (Hürriyet, 3 Aralık 1994)
Halbuki, yaşam akta olduğumuz ağır bunalım a rağ­
men, kamu sektörü yılın ilk dokuz ayında sanayi üre­
timini yüzde 5.1 artırıp büyümüş; krizin ağırlaştığı son
üç ayda dahi, kamu sanayii sektörü yüzde 1.7’lik bir bü­
yüme kaydetmiş. Anlamı ne bunun, özel teşebbüs hiçbir
sosyal sorumluluk duygusu taşımıyor; ülke onun için sa­
dece bir ‘pazar’, m al alınıp satılan bir yer; önemli olan,

311
bilançoların kârla kapatılm ası, sermayenin büyümesi,
vesaire; işte o zam an, o beğenmeyip dudak büktükleri
‘beyaz fil’ler devreye giriyor, güçlerini ortaya koyup, ül­
keyi ve insanını sırtlıyor.
İnsan biraz utanır.

10
‘GÂVURUN OYUNU’NA GELEN KİM?

17 Aralık 1994

İsterseniz önce, kirşiz çapaksız, ‘çıplak’ olayı saptayalım:


a) Am erika’nın, ülkelerin ekonomik durumlarına
göre kredi notu veren, iki önemli rating kuruluşu (‘Stan­
dard and Poor’s’ ve ‘M oody’s) geçen Ocak ayından baş­
layarak para krizine giren Türkiye’nin notunu, üst üs­
te, -hem de bir seçim öncesinde- kırarak, Türkiye’nin
kredi imkânlarını daraltmıştı.
b) Bu arad a, ABD M erkez B a n k a sı’nın, R ichard
Cantor ve Frank Packer’ adlı iki iktisatçıya hazırlattığı,
kapsamlı bir rapor meydana çıkıyor. Başlığı ‘Kredi N o ­
tu Endüstrisi’ olan bu rapor, başta yukardaki iki kuru­
luş olmak üzere, birkaç rating kuruluşunun ipliğini pa­
zara çıkarıyor: bunların verdikleri kredi notları, hata­
lı, hâttâ m aksatlı olabilirmiş!
c) Ünlü Fransız gazetesi Le Monde’un ekonomi ekin­
de, bu haber, ‘Rating Diktatörleri’ başlıklı bir yazıya ko­
nu oluşturmasın mı? Al başına belâyı! Le Monde, bu iki
kuruluşun Türkiye’nin kredi notunu düşürmesinin, An­
kara’yı müşkül duruma düşürdüğünü belirtip, kredi bul­
makta zora soktuğunu; oysa aynı kuruluşların iyi not

312
verdiği Güney A frika’nın uluslararası finans çevrelerin­
den bol miktarda kredi aldığını açıklıyor.
d) Olay T ürkiye’de elbet, çeşitli tepkilere yol aça­
caktır. Yönetim çevreleri kendilerine haksızlık edildiği­
ni ileri sürüyorlar; bu iki kuruluşun ‘Türkiye hakkmda-
ki bilgilerini, mahdut ve muayyen yerlerden aldıklarım’,
üstelik bu kuruluşların ‘gelir kaynaklarının şüpheli ol­
duğunu’ söylüyorlar; hâttâ Başbakan, ‘Şimdi onların
kredi notu düştü’ diyor. Yönetime karşı olanlar ise, a s­
lında ekonominin berbat yönetildiğini, bu işin ‘gâvur
oyunu’ diye geçiştirilemeyeceğini savunuyorlar.
Bu tür tartışmalarda, ulaşılan sonuç, nedense hep ay­
nı: kamuoyunda kimileri, ‘Sistem’e ve onun ‘küreselleş­
me’ ve ‘özelleştirme’ reçetelerine karşı, ciddi bir M üda-
faa-i Hukuk hassasiyeti içindedirler; kimileri ise, onla­
rı ‘geçmişin dinozorları’ sayıyor, Türkiye’nin ‘küresel­
leşip özelleştirilmesini’ savunarak; ötekileri Türkiye’nin
başarısızlığını ‘gâvur oyunu’na bağlam akla suçluyor;
daha da ilginci, bu ‘küreselleşme’ pazarlamacılarının,
şimdi garip bir öfkeyle karşı çıktıkları fikirleri, bir za­
manlar hararetle desteklemiş olmaları!
Bunlardan genç bir yazar, rating kuruluşları olayını
tartışırken, ötekilere sataşm adan edememiş, yazısında
diyor ki:
Hiç kuşkunuz olmasın, Türkiye’nin başına ne
geliyorsa, hep bu yüzden, yâni ‘gâvur oyunu’ yüzünden
geliyor. (...) Bu gerçeği kafam ıza yerleştirirsek çok ra­
hat ederiz, hiçbir kompleksimiz kalmaz, kendimize gü­
venimiz artar; işler iyi gitmezse, başım ıza dertler açılır­
sa, kendimize dönüp ‘acaba yanlış mı yaptım’ diye sor­
mamıza da gerek kalm az. Hemen bizi o duruma düşü­
ren ‘yabancı düşm anı’ buluruz ve bütün suçu ona yük­
leyerek rahata kavuşuruz; böyle yapm azsak, sorum lu­

313
ları içimizde aram aya kalkarsak, m aazallah birbirimi­
ze düşeriz, birlik ve beraberliğimiz bozulur, bundan da
düşmanlarımız y ararlan ır...” (Milliyet, 4 Aralık 1994)
Elbette Türkiye’nin ‘yaınlış’ yapıp yapmadığına, son
kırk yılın yönetimlerinin içerden eleştirilip eleştirilme-
diğine de ilişiriz; fakat evvela, bu ilginç mantığı anlama­
ya çalışalım: Türkiye, Türkiye’nin yönetimi bu kadar
berbat da, ‘yabancı düşm an’ sütten çıkmış kaşık mı?
Bunun, hiç de böyle olmadığını; Türkiye’nin, ‘Sistem’le
çatışan milli çıkarlarının, neler olduğunu; Türkiye’de
kimin, ne zam andan beri kimden yana olduğunu; baş­
kası değil, ‘bizzat’ yukardaki iddiayı ortaya atan satır­
ların genç yazarı, yıllar önce Cumhuriyet gazetesinde­
ki yazılarında açıklamıştı.
N asıl mı, aynen şöyle:
“ ... Kurtuluş Savaşı’m izleyen dönemde, TBMM’ye ve
merkezi yönetime egemenlik olmak için mücadele ve­
ren, başlıca iki grup vardır: çoğunlukla Kurtuluş Sava-
şı’nda rol almış aydın/bürokratlardan oluşan birinci
grup, güçlükle kazanılan siyasi bağım sızlığın ancak
ekonomik bağımsızlıkla tam am landığında kalıcı olabi­
leceğine inanm aktadır” ; buna mukabil, “ ... yeni T ürk
devletinin bir an önce pre/kapitalist yapının egemenle­
rine teslim edilerek, ‘kapitülasyon kompleksinden’ kur­
tulm ası ve en geniş kapsam lı ödünleri vererek, kapita­
list dünya ‘sistemi’ ile bütünleşmesi önerileri ise, B atı’lı
sermaye çevreleri, İzm ir/İstanbul ticaret burjuvazisi ve
bunların yönetici kadrolardaki yandaşlarının özlemi
olarak dikkati çekm ektedir...”
“ ... Denebilir ki, İzm ir/İstanbul ticaret burjuvazisi­
nin başını çektiği gruplar, aydın/bürokrat kadrolarla gi­
riştikleri iktidar m ücadelesinde üstün gelebilselerdi,
Türkiye daha 1920’lerde, kesinkes ‘emperyalizm’in dü­

314
men suyuna girer, T ürk kapitalizminin bugün eriştiği
düzeyin temelini oluşturan ekonomik ve toplum sal alt­
yapılar yıllarca gerçekleştirilemez, yapısal dönüşüm ve
toplum sal bilinçlenme süreci de bugün erişmiş olduğu
düzeyin çok gerisinde b ulu n urdu...”
Aslına bakarsanız Kuva-yı Milliye Ruhu, M üdafaa-i
Hukuk Mantığı budur ve doğrudur. M erakı mucip olan,
o tarihte ‘gâvurun oyunu’nu görüp de çatır çatır yazan
genç yazarı, bugün onu savunmaya götüren nedir? Aca­
ba ‘Batılı sermaye çevreleri, İzmir/İstanbul ticaret bur­
juvazisi ve bunların yönetici kadrolardaki yandaşları’
arasına katılmış olm ası mı? Yoksa -A llah m uhafaza-
‘gâvurun oyunu’ mu?

11
KABAHAT BİZDE Mİ, ‘GÂVUR’DA MI?

20 Aralık 1994

Kurtuluş Savaşı’ndan gelen, M üdafaa-i Hukuk direnişi­


nin kırılıp, Türkiye’nin ‘evcilleştirilmesi’ operasyonu, sa­
vaşın hemen ertesinde başlamıştı: anti/emperyalist Kuva-
yı Milliye ruhuna, daha o zaman sahip çıkan sosyalist sol,
‘gidişatın’ kötü olduğunu açıkça belirtmiş; o ‘ruhu’ çok­
tan gömmüş ‘totaliter’ CHP diktası tarafından da, onun
yerine geçen adı liberal DP diktası tarafından da, ısrarla la­
netlenip, başına bin türlü dert açılmıştı: Tan gazetesinin,
Sertel’lerin, Mehmet Ali Aybar’ın gazetesi Zincirli Hiir-
riyef 'm başına gelenler; Türkiye Emekçi Partisi’nin, T ür­
kiye Sosyalist Partisi’nin, daha sonra Türkiye İşçi Parti­
si’nin kapatılması, yöneticilerinin tutuklanması, vs!

315
O gün bugün ülkemizde merkez sağ/m erkez sol ik­
tidarların, gün geçtikçe Müdafaa-i Hukuk platformunu
terk ettikleri; ‘Sistem’in baskısı ve zoruyla ‘açık kapı’ si­
yasetine sürüklendikleri, sürekli yazıldı ve eleştirildi; bu
süreçte, ‘Sistem’in ‘köpekleri’ IMF ve Dünya Bankası gi­
bi sözde uluslararası -gerçekteyse A m erikan- kuruluş­
ların, ne türlü ‘gâvur oyun’ları oynadıkları ‘gâvur oyu-
nu’nu yazan tarafından bile dile getirildi; hele O zal’dan
itibaren kantarın topunun iyice kaçırıldığını, neredey­
se kabul etmeyen yok; yâni başarısızlığın temel nedeni,
o genç yazarın yıllar önce Cumhuriyette belirttiği gibi,
Istanbul/Izmir ticaret burjuvazisinin başım çektiği
grupların, giriştikleri iktidar mücadelesinde’ üstün gel­
mesinde yatıyor; o yüzden de Türkiye ‘ 1920’lerde ke­
sinkes girmediği emperyalizmin dümen suyuna’, bugün
sokulmuş bulunuyor; neticede, ‘erişmiş olduğu yapısal
dönüşüm ve toplum sal bilinçlenme sürecinin’ gerisine
sürükleniyor; işin en hazin tarafı orası ki, bu haltı yi­
yenler arasında, İstanbul/Izmir burjuvazisinin b a­
şını çektiği gruplar tarafından’ kazanılmış, eskiden bu
doğru ve gerçekçi tespiti yapabilen, yazarların da bulu­
nabilmesi!.. Hazin ve vahim!
Şimdi tekrar o iki Amerikan rating kuruluşuna, bir
süre önce Türkiye’ye oynadıkları ‘gâvur oyunu’na dö­
nebiliriz:
Açık ve gerçek olan şey şu: ‘Sistem’in iktidara para­
şütle indirdiği (Hey Allahım, bu kaçıncısı?) Prof. Çiller,
ülkesindeki dinamikler elvermediğinden mi, kişiliğinin
özelliğinden mi, yoksa düpedüz beceriksizliğinden mi
nedense, ‘Sistem’i yeterince memnun edememektedir;
bunu zaten ‘ ... tstanbul/İzm ir burjuvazisinin başım
çektiği grupların’ hanidir gösterdiği tepkiden, ‘Ana/yol
iktidarı’ diye tutturmasından da anlamak mümkün; hât­

316
tâ, genç kovboy Boyner’le başka bir alternatif yaratılma­
ya da çalışılmaktadır.
Oysa ‘Küçük Hanım ’ın, en çok da terörizmle müca­
dele alanında, Sistem’in hiç hoşlanmadığı ısrarları ve
başarıları mevcuttur; ve bunlar, onun kısa vadede ‘süp-
rülmesini’ imkânsız kılabilir; içerden de, dışardan da
ona zorluklar üretiliyor, o iki mahut ve malum kredi ku­
ruluşunun rating düşürme numarası da, besbelli bunlar­
dan birisi! Yoksa ‘Küçük Hanım ’m, Türkiye ekonomi­
sini, yeniden IMF ve Dünya Bankası’nın güdümüne bağ­
layabilmek için, elinden geleni ardına koymadığını her­
kes bilmiyor mu? ‘İstikrar Tedbirleri’ paketini, onlar is­
temeden onların istediği gibi hazırlayıp, uygulamaya da
geçirdi, gelgeldim , neresinden bakılırsa bakılsın, ülke
bir türlü ‘Sistem’in ona layık gördüğü ‘evcillik’ merte­
besine indirgenemiyor; gizli, gittikçe daha açık, üstelik
toplumsal düzeyde bir direniş var; bunun için de her
alanda karşısına siyasi, iktisadi hâttâ kültürel güçlükler
biriktiriliyor; aslında Çiller’in yaşadığı ‘cehennem haya­
tı’ ne yeni, ne de sadece ona mahsus; aynı azabı Mende­
res, Zorlu ve Polatkan da çekti, dahası hayatıyla öde­
di; Demirci (o da paraşütle inmişti) onca köylü kurnaz­
lığına rağmen, en az iki kere darbeyle devrildi, tutuklan­
dı, Zincirbozan’da çile doldurdu, vs, vs...
Oysa kabahat ne onlarda, ne de Çiller’de, bir türlü
‘tutsaklığı’ kabul etmeyen Türkiye’nin iç dinamiklerin­
de, M üdafaa-i Hukuk doktrini ve Kuva-yı Milliye ru­
hunda!
İşin en m atrak yanı, ‘gâvur oyunu’nun ‘haksız’ bir
oyun olduğunu, şüphelendikleri halde (bu söylediklerin­
den anlaşılıyor) ne Çillcr’in, ne Yalım Erez’in, ne de Gö-
nensay’ın açıklayabilmesi, onlar sustular, Türkiye bir ke­
re daha ‘gâvur oyununu’ gâvurlardan öğrendi.

317
Eğer ABD M erkez Bankası, Standard and Poor’s ile
M oody’s’in rating’lerinin güvenilirliğinden kuşkulandı­
ğını açıklayan o raporu hazırlatm asaydı; Le Monde
gazetesi, ekonomi ekinde, ‘Rating D iktatörlüğü’ yazısı­
nı yayımlamasaydı; dahası, tecrübeli bir Türk gazetecisi
(İzzet Sedes) meslektaşlarının dikkatsizliğine kapılm a­
yıp, o yazıyı görmeseydi, Türkiye’de kimse olayın far­
kına varmamıştı; dolayısıyla ‘başarısızlığı böyle bir ‘gâ­
vur oyunu’na bağlayan yoktu.
Hem zaten başarısızlıkları ‘gâvurun oyununa’ b ağ­
lamak kimin haddine düşmüş? Gerçekte Tanzim at’tan
bu tarafa, başım ıza ne belâ geldiyse onlardan, onların
adamlarından, onların kuruluşlarından geliyor; yanılıp
yakılıp karşılarına dikilip de bunu yüzlerine söyledin
mi, başına getirmedikleri belâ, etmedik hakaret bırak­
mıyorlar. Şimdi bu görevi üstlenmiş görünen genç ya­
zar, M üdafaa-i H ukuk doktrini, ayrıca ‘yükseklerde ge­
çen, bir türlü eğilmeyen o mağrur b aş’ (M ustafa Kemal)
hakkında, ‘gâvur’un The Economist gazetesinde vak­
tiyle neler yazdığını, hepimizden çok daha iyi bilir; zi­
ra araştırm ayı bizzat yapm ış, yazıları Türkçeye bizzat
çevirmişti.
Vah bize!

12
BU NASIL‘DEĞİŞİM’?

21 Aralık 1994

(Kırağı Sokağı’ndaki evinde H aşan Tanrıkut, hüzünlü


mavi gözlerinde gizli pırıltılarla derdi ki: “ — ... sen ne

318
diyorsun oğlum, diyalektiğin en temel yasalarından bi­
risi, değişmektir; her şey değişir, değişmeyen tek şey, her
şeyin değiştiği gerçeğidir.” O yıllarda, bunun m übala­
ğa mı olduğunu düşünmüşümdür; yaşadıkça, okuduk­
ça, öğrendikçe, evrenin en inkâr edilemez yasalarından
birisi olduğunu anlayacaktım; gerçekten de, her şey de­
ğişiyordu, aynı ırmağın aynı suyunda iki defa yıkanabil­
mek mümkün değildi; her tez anti/tezini içeriyordu, o
da her ikisinden farklı bir senteze gebeydi, vs, v s...
Böyle bir kafanın ‘değişim i’ reddetmesi mümkün
mü? O yüzden Turgut Ozal, o meşhur ‘transform as­
yon’ lâflarını etmeye başladığında, kulakları dikilmişti;
hele Türkiye’deki yönetimde sürüp giden gizli ‘oligar-
şi’niıı tasfiye edilip, ‘sivil topluma’ geçilmesi hevesi, ger­
çekten ümit verici görünüyordu; elbette, son derece kı­
sa sürdü bu illüzyon, çünkü Ozal ‘Sistcm ’in ‘Soğuk Sa­
vaş’ sonrası stratejisini uygulamaya başlam ıştı; onun
‘transform asyon/değişim ’ dediği şeyin, Sovyetler’in da­
ğılmasından sonra ‘Sistcm’in dünyaya en büyük yenilik
diye yutturmaya çalıştığı ‘küreselleşme’ ile ‘özelleştirme’
olduğu anlaşıldı; buysa hâlâ bağımsız kalabilm iş ülke­
lerin ve ekonomilerinin, ‘Sistem’in denetimine alınm a­
sını sağlayacaktı.
Köklü ve kökten bir ‘değişim’den çok, o ülkelerin
aleyhine, Sistcm ’in yöntem değiştirmesiydi bu, neden
derseniz, onu da tartışırız.)
Özal da, onu izleyen öteki politikacılar da, farkın­
daysanız, dünya çapında bir ‘değişim’den dem vurmuş­
lardır: yeni bir ‘çağ’a girilmiş, dünya ‘temelinden’ değiş­
mekteymiş, Türkiye de ‘çağ atlam alı’, bu büyük ‘deği-
şim’e katılmalıymış, yoksa ‘uygar dünya’nın dışında ka­
lırmış, estek köstek! Affedersiniz am a en ilkel bir m an­
tık bile böyle toptancı bir yaklaşımı yadırgayabilir, ya­

319
dırgamak da lâf mı, kuşkuyla karşılayabilir; nedenine
gelince, ‘değiştiği’ iddia edilen dünyaya şöyle bir göz ata­
cak, o ‘değişimi’ her tarafta görmek isteyecektir; halbu­
ki gördüğü, ya da göreceği nedir?
Bir kere ‘Sistem’de, ‘işleyişinde’ en ufak bir değişik­
lik yok; ‘Sistem’ ülkelerine bakınca, ne toplumlarında
önemli bir fark görebiliyorsunuz, ne yönetim şekille­
rinde, ne de ekonomilerinde: ABD, İngiltere, Almanya,
Fransa vs (7G) hâlâ kapitalist liberal birer demokrasidir­
ler, hâlâ gezegenin dörtte üçü denetimleri altındadır;
çokuluslu şirketlerin saltanatı güçlenerek sürmektedir;
eskiden nasıl yaşıyorlarsa, yine öyle yaşıyorlar; velhasıl,
eski hamam eski tas! Hani ya, dünya büyük bir transfor­
masyon içindeki, öyle olsa, bunun belirtilerini, bu ülke­
lerde de görmemiz gerekmez miydi?
Şey pardon, görm esine görüyoruz, görüyoruz da,
‘değişim’ aslında onların kendi dışlarındaki dünyaya
söylediklerinde mevcut, evvelce ‘Hür Dünya’ oldukları­
nı iddia eder, totaliter komünistliğe karşı bir arada olma­
yı savunurlardı; öteki ülkelere böylelikle ‘sızdılar’; şim ­
diyse ‘değişimi’ savunuyorlar ve öneriyorlar; uygulama­
da bu da ‘Sistem’in tam denetimine girmemiş ülkelerin
‘özelleştirilm esini’ ve ‘küreselleştirilm esini’ içeriyor;
başka bir deyişle, ‘değişim’ elbette var, ‘değişim’i isteyen
ve dayatan ‘Sistem’in ta kendisi; değişecek olan enayi­
ler de öteki ülkeler; çünkü yeni oluşan şartlar altında,
ancak ‘özelleşir’ ve ‘küreselleşirlerse’, ‘Sistem’in tam
denetimi altına girmiş olacaklardır.
Siz buna ‘değişim ’ mi diyorsunuz Allah aşkına, bu
‘değişim’ filân değil; ‘Sistem’in eski Doğu Bloku ülkele­
riyle, Üçüncü D ünya’nm azbuçuk gelişmiş ülkelerine el
koyabilmek için geliştirdiği ve uyguladığı yeni bir stra­
teji, o kadar!

320
İyi de potansiyel bir ‘düşm an’ bulm adan, o ülkelere
nasıl kabul ettireceksin bu işi? Bunu bildikleri için de,
yavaş yavaş, ‘transformasyon dönemi’nin ‘düşmanları­
nı’ netleştiriyorlar. M eraklısı hatırlayacaktır, daha ön­
ce bu köşede Libya’nın, Irak’ın, Suriye’nin potansiyel
‘düşm an’ statülerinden söz edilmişti, onlara daha son­
ra İran ve Sudan ilave edildi; şimdilerde, Bosna/Hersek,
Azerbaycan, son günlerde ise Çeçenistan devreye sokul­
muş gibidir; KKTC öteden beri, listede!
Ne kadar ilginç, ‘küreselleşme’ ve ‘özelleştirme’ ile
somutlaşacak olan yeni ‘değişim’ dünyasının, karşısına
aldığı bütün ülkeler, şaşılacak şekilde Müslüman! D a­
ha da garibi, İran ve Sudan hariç, bunlar köktendinci de
değil! O zaman insan ister istemez soruyor, ‘Sistemdin
gezegene dayatmak istediği ‘değişim’, gerçek bir ‘deği­
şiklik’ mi, yoksa X X . yüzyılın sonunda, yeni Haçlı Se­
ferleri mi?
Hele bir de insan haklarından dem vurmuyorlar mı,
adam cinifrit olur.

13
‘BATILI’ OLMAYANA ‘DÜŞMANLIK’!

24 Aralık 1994

Türkiye lâik M üslüm an, NATO’nun tek Müslüman üye­


si; acaba, Kuzey Atlantik Konseyi’nin o raporunda (2
M ayıs 1994) tespit ettiği gerçeğe katılıyor mu? M üslü­
manlık, NATO ülkeleri için bir ‘tehdit teşkil ediyor’muş,
çünkü: “... İslâmcı hareketler, özellikle radikal olanla­
rı, batılı değerlere karşı düşmanca davranıyorlar”mış;

321
“ ...b u grupların, B atı’nın çıkarlarına ve batıklara kar­
şı şiddete başvuracakları, m uh akkak” imiş! D ahası,
“ ... bu gruplar, İslâm ülkelerinde olduğu kadar, Batılı
ülkelerde de, kamuoyunun demokrasiye güvenini sarsa­
bilir” , bu da yetmezmiş gibi, “ Batı Avrupa’ya doğru ya­
man bir mülteci ve göçmen dalgasını başlatabilir” miş!..
Öte yandan, Avrupa Parlamentosu, M üslüm anla­
rın yaşadığı Güney Akdeniz’in gittikçe ciddileşen istik­
rarsızlığını irdelerken, bunun ‘sorumluluğunu’ da kök­
tenciliğin yayılmasına bağlıyor (1991); " ... Akdeniz’in
güneyinde ve güneydoğusunda, istikrarsızlığın ağırlaş­
m asında, İslâm köktenciliğinin yayılması, Arap/İsrail
uyuşmazlığı, çeşitli grup ve milliyetlerin çatışması, birik­
miş çevre sorunlarının etkisi, ekonomik bağımlılık, in­
san haklarına ve dem okrasinin gelişmesine karşı siyasi
rejimlerin varlığı, nüfus patlam ası ve göç gibi sebepler
etkili olm u şlard ır...”
M ariono Aguirre böyle bir yaklaşımın, dönüp dola­
şıp, B atı’nın ‘İslâm düşm anlığı’ doktrinini benimseme­
sine yol açtığına parm ak basıyor; bunun ‘fikriyatının’
kimler tarafından, nasıl geliştirildiğini de örnekler vere­
rek göstermiş; dünyadaki ‘değişim’in aslında nasıl bir
‘uygarlıklar savaşı’na dönüştürüldüğü de daha iyi anla­
şılıyor. (Le Monde Diplomatique , Aralık 1994, s. 25)
Ünlü Doğubilimci Bernard Lewis, meğerse demiş ki:
“ ... öyle bir dönemle karşı karşıyayız ki, biçimler ve
davranışlar, sorunları ve politikaların seviyesini aştığı
kadar, onları önermiş olan hükümetlerin seviyesini de
aşıyor; böyle bir şeye ancak, ‘uygarlıkların çatışması’ di­
yebiliriz.” {The Atlantic Monthly , Eylül 1990)
Prof. Samuel Huntington, o ünlü yazısında şunları
söylememiş miydi: “ ... benim düşünceme göre, gelece­
ğin dünyasında uyuşmazlığın ana kaynağı ne ideolojik

.522
olacaktır ne de ekonomik; insanlığın parçalanm asının
ana kaynağı kültür olacaktır; devlet/millet, dünya işle­
rinde en güçlü rolleri oynamayı sürdürecektir ama, kü­
resel politikanın bellibaşlı uyuşmazlıkları farklı uygar­
lıklara mensup gruplar arasında belirecektir” ; Samuel
Huntington, ‘uygarlık’ diye, ‘aynı kültürden en büyük
insan kalabalığına’ diyor; yazısında sekiz uygarlık say­
mış, yâni ilerde çatışacak olanlar bunlar: “ Batı (Hıris­
tiyanlık), Konfüçyüs, Jap on , İslâm, Hindu, Slav/Orto-
doks, Latin Amerika, bir de muhtemelen A frika!” (Fo­
reign Affairs , M art 1993)
Aslında Batı U ygarlığı öteki ‘fark lı’ çoğu henüz
yoksul uygarlıkları, kendisi için ‘tehdit’ sayıyor; bu teh­
ditleri henüz doğarken boğmanın çarelerini arıyor. Fran­
cis Fukuyam a, sorduğu şu ünlü soruyla, bunu pek gü­
zel bir formüle bağlam am ış mı? ... Eğer Irak’ın elinde
nükleer silâhlar olsaydı da, Scud füzelerini onlarla do­
natıp atabilscydi, Körfez K rizi’nin sonu nereye varır­
d ı?” (The Guardian , N isan 1991) Prof. Huntington’ın
bu soruya verdiği cevap, B atı’nın dışındaki uygarlıkla­
rın nasıl davranm aları gerektiği konusunda, olağanüs­
tü uyarıcıdır:
“ ... Konfüçyüs ve İslâm devletlerinin askeri güçleri­
ni geliştirmeleri sınırlandırılmalı, Batı’nm askeri kapa­
sitesinin düşürülmesi durdurulmalı; Doğu ve Güneydo­
ğu A sya’da Batı’nm askeri üstünlüğü elde tutulmalıdır.
(...) Batı, Batılı olmayan bu uygarlıklara karşı çıkarla­
rım koruyabilmek için, yeterli ekonomik ve askeri gücü­
nü m uhafaza etmelidir.” (Foreign Affairs, M ayıs 1993)
M ariono Aguirre, Amerikalıların başını çektiği bu
felaket tellallığına karşı, sağduyu sahibi herkesin katı­
lacağı şöyle bir düşünce geliştiriyor:
“ ... bunlar ne türlü paranoyak teori ve spekülasyon-

323
lardır ki, diyaloğa, işbirliğine, uluslararası düzenin iyi­
leştirilmesine, halklar, ülkeler ve kültürler arasında uz­
laşm a aranmasına heves edeceklerine; kışkırtıcılıklarıy­
la, çatışm aya hazırlanmayı öneriyorlar...”
“ ... bunun ilk sonucu şudur; Batı, ‘batılı olmayan
farklı kültür’le, ‘rasyonel olmayan (irrasyonel) kültür’ü,
her geçen gün biraz daha birbirine karıştırmaya meyle­
diyor. Sözün gelişi, Batı Avrupa Birliği M eclisi’nce ya­
yımlanmış olan bir bildiride, şu sözler söylenebilmekte-
dir: ‘ ... Yeni nükleer tehditler, devlet başkanları rasyonel
olmayan (irrasyonel olan) bu yüzden de caydırıcılığa ku­
lak asmayan Üçüncü Dünya ülkelerinden gelebilecektir;
çünkü bunlar, ‘soğuk savaş’ döneminde, ABD ve SSCB’nin
karşılıklı ilişkilerinde olduğu kadar mantıklı olamayabi-
lirler...” (Le Monde Diplomatique , Aralık 1994, s. 25)
Daha ne desin?

14
ÖMER KÂZIM’LAR ‘NASIL ÜRETİLİR’?..

20 N isan 1995

Refik-i azizim H aşan Pulur, geçen gün köşesinde bir ki­


taptan ve onun yazarından söz etti; o da, Dr. Dursun
Y ılm az’ı doktora çalışm asından tanımış; kitabın adı
Aventure Kemaliste/Kemalist Macera , yazarı Ömer K â­
zım, yayın tarihi 1921! Kitabın özelliği şu ki, Milli Mü-
cadele’nin o en civcivli günlerinde, Ömer Kâzım namın­
daki bu ‘bedhah’, A nadolu’daki harekete kin kusuyor!
En iyisi galiba, H aşan Pulur’un bir paragrafını aktar­
mak olacak, lütfen bir göz atar mısınız:

324
Doktora çalışması olarak Ömer Kâzım ’ı ve yaz­
dıklarını inceleyen Durmuş Yılmaz, onun Milli M üca-
dele’ye hangi sebeplerden dolayı bu kadar karşı çıktı­
ğını ve ‘Kem alistler’ dediği insanlardan niçin bu kadar
nefret ettiğini araştırırken, iki önemli noktanın altını
çizer:
‘Yazar, batı teknolojisinin yenilmezliğine, Batı mede­
niyetinin üstünlüğüne inanmıştır. Anadolu’nun ve Türk
insanının uzun süren savaşlar sonunda gerçekten bit­
tiğini düşünmüş ve yeni bir savaş başlatmanın intihar
olacağına inanmıştır.’
Ömer Kâzım, Türkleri Milli M ücadele’ye katılm a­
maları için teşvik ederken, A nadolu’da kurtuluş ve ba­
ğımsızlık savaşı verenleri de Avrupa’ya ihbar eder, kış­
kırtır, ‘Bunlara hoşgörülü davranmayın, sonra pişman
olursunuz’ diye y a z a r...” (Milliyet, Nisan 1995)
Dursun Yılmaz ve Haşan Pulur, gerçekten çok ‘tipik’
bir ‘örnek’ bulmuş çıkarmışlardır. Neyin örneği mi?
‘Hıristiyan, beyaz ve Batı’lı’ emperyalizmin, geçen
yüzyıldan beri, dünyanın her tarafında ‘ürettiği’ ve ege­
menliğini sürdürmek için ‘kullandığı’ işbirlikçi bir ‘ay­
dın’ tipinin! Bunu ben söylemiyorum, J.M . Albertini
söylüyor; daha önceki söyleşilerimde, kitabı üzerinde
tartışmıştık, hatırlayacaksınız; ‘kültür emperyalizmi’nin
bu konuda nasıl ‘işlediğini’ gösterirken, diyor ki:
“ ... Kültürsüzleşme bir grubun, diğer bir kültürle
ilişkisi sonucu, kendi kültürünü değiştirmesi, hâttâ bü­
tünüyle kaybetmesi olayıdır. Azgelişmiş ülkelerin şehir
ekonomileri, hayat biçimleri bakımından, ülkenin geri
kalan kısmına yabancıdırlar. Batıklar film, reklamcılık,
eğitim ve yabancıların varlığı yoluyla, şehir halkı üze­
rinde egemenlik kurarlar. Şehir geniş ölçüde ‘kültürsüz-
leştirilmiş’ bir topluluktur...”

325
Sömürücü, yerli halkın, metropoldeki sömürgeci
halka benzemesi amacıyla, eski anlayış ve kuruluşlara,
yeni bir biçim vermeye çalışır. Ama yerlileri, aşağı bir dü­
zeyde tutarak, tam bir benzerlikten kesinlikle kaçınır.
Bu politika iki temel ırkçı düşünce üzerinde kurulmuştur;
bu düşüncelere göre, 1/ Hiçbir insan için bir Avrupa’lı-
ya benzemekten daha güzel bir şey olmayacağı için, Af­
rika, Asya ve Latin Amerika halkına, Batı uygarlığı ak­
tarılmalıdır; 2/ Hiçbir uygarlık, Avrupa uygarlıklarından
üstün değildir. Bu arada yerlinin daima aşağılık bir var­
lık olduğuna, asla düzelmeyeceğine inanılm aktadır...”
“ ... Ekonom ik ve politika egemenliğin ötesinde, sö­
mürgecilik, üçüncü dünya halkının kişiliğini derinleme­
sine hedef alan, geniş bir beyin yıkam a kalkışımı ol­
maktadır. Sömürgeleşmiş ülke, sömürgeciyi taklit etme­
sine inandırılmak istenmektedir. Sömürge halkının, sa­
natı, felsefesi ve dini inkâr edilmekte, giderek bu halkın
kişiliği yok edilmektedir. Endüstri uygarlığı az gelişmiş
ülkelere, kendi değer ve karşı değerlerini de aktarm ak­
ta d ır...”
“ ... Bu sosyo/kültürel darbe şüphesiz, üçüncü dün­
ya ayaklanmasının niçin her şeyden önce ‘milliyetçi’
bir ayaklanma olduğunu açıklayan olgudur. Egemenlik
ve bağımsızlık haklarının aranması, şüphesiz bir kendi
kendini kanıtlama, kişiliğini yeniden yaratm a ve kendi­
ne yeniden kimlik kazandırma çabalarını ifade e d e r...”
(.Azgelişmişliğin Mekanizması, s. 141-142, 1974)
Her şey ne kadar açık ve seçik değil mi?
Ömer Kâzım, geri kalmış Osmanlı mülkünde, ‘kül-
türsüzleştirilmiş’, daha doğrusu ‘m etropol kültürüne
kazanılm ış’ zavallı bir ‘Osm anlı’ aydınıdır; ‘Batılı, be­
yaz ve Hıristiyan’ emperyalizmin ‘kültürüne’ ve ‘üs­
tünlüğüne’ öylesine yürekten inanmıştır ki; ‘egemenlik

326
ve bağımsızlık haklarını arayan, kendini kanıtlama, ki­
şiliğini yeniden yaratm a ve kendine yeniden kimlik k a­
zandırma çabasında’ olan, A nadolu’daki Kemalist ha­
reketten nefret etmektedir; onun için doğrusu, böyle bir
halk kurtuluş hareketini başlatm ak değil, aynen Dersa-
adet’teki öteki ‘işbirlikçi’ aydınlar gibi, ya ‘ecnebi bir
manda istemek’, ya da ‘ülkenin Batılı bir ülkeye on beş
yıllığına sömürge olarak verilmesine razı olmaktır.
Onun kendi milleti aleyhine istilacıya akıl vermesine
hiç şaşm am ak lâzım; bunlar, entelektüel ‘gurkhalar’dır
ki, kendi halklarına karşı ‘ecnebi’ bandıraları altına sığı­
nır; kendi halkları aleyhine, onlara ‘parmak kaldırırlar.’

15
YURDU ALEYHİNE ‘PARMAK KALDIRMAK’!..

22 N isan 1995

‘Hıristiyan, beyaz ve B atı’lı bir devlet, çevre ülkelerden


(Üçüncü D ünya’dan) bir ülkeyi ‘küreselleştirir’ -yâni
gizli sömürgesi haline dönüştürür-se; kültür baskısıyla,
yerli ‘aydınlar’dan istediği kadar Ömer Kâzım üretebi­
lir; ve onlara, ‘medeniyet’ adına, öz ülkelerinin çıkarla­
rını değil, kendisinin çıkarlarını savundurtabilir. İyi de
‘... Üçüncü Dünya’nınbu ‘küreselleşme’ye tepkisi bu ne­
denden ‘milliyetçi’ bir tepki olduğu halde, nasıl oluyor
da, ‘bağımsızlığım’ ve ‘özgürlüğünü’ kazanmış bazı çev­
re ülkelerinde, hâlâ Ömer Kâzım ’lar yetişebiliyor?
Bu soru Türkiye için de can alıcı bir soru, onun için
J.M . Albertini’niıı ona verdiği cevaba özel bir önem at­
fetmemiz gerekiyor:

327
egemenlik ve bağımsızlık haklarının aranması,
şüphesiz bir kendi kendini kanıtlama, kişiliğini yeniden
yaratm a ve kendine yeni bir kimlik kazandırm a çaba­
larını ifade eder. Ne var ki Üçüncü Dünya ülkelerinde
bir sarsıntı olmuştur; bağımsızlık elde edildiği zam an
bile, özellikle kültürel alanda, sömürgecinin taklit edil­
mesi süregelir...”
B atı’lı tüketim modellerinin yarattığı gösteriş
etkileriyle, reklamcılığın az çok bilinçli kurbanları olan;
ve endüstriyel toplum yararlarının, B atı’lı hayat biçim­
leriyle karıştığı, bir uygarlığa kavuşm a tutkusu içinde
bulunan; Üçüncü Dünya’nın ayrıcalıklı (seçkin) azınlık­
ları çoğunluk şım arık çocukların aşırılık ve gösterişçi­
liğiyle, gönüllü olarak ‘Amerikan hayat biçimi’ni be­
nim serler...”
“ ... gelecekteki kadroların, yabancı ülkelere yollan­
malarına gelince, bu da söz konusu kadroların, ana va­
tanlarında çözmeleri gereken sorunlarla uzlaşmayan bir
eğitimden geçmelerine yol açar. Yabancı ülkelerde yetiş­
tirilme, çoğunlukla, yararlı olmaktan çok, zararlıdır.
Bu sakıncalar, gelecekteki yüksek elemanların, çeşitli
dış ülkelerde yetiştirilmesi halinde, daha da büyür. Eği­
timin çeşitliliği, çoğunluk, eylemde anlaşma ve uzlaşma­
yı engeller...” (Azgelişmişliğin Mekanizması, s. 143,
1974)
Çok merak ediyorum, şimdi aranızdan kim çıkıp
da, son elli yılda -yâni ‘Sistem’e angaje olduğumuzdan
beri- Albertini’nin işaretlediği bu vahim yanlışları, T ür­
kiye’deki yönetimlerin yapmadığını iddia edebilecektir?
Kimse edemez!
Türkiye, kendi eliyle, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu
‘delmiş’, ancak bir sömürgenin yapacağı gibi ‘milli eği­
timde’ ecnebi dille öğretim uygulamış; m edia’sını nere-

328
deyse bütünüyle kültür emperyalizminin emrine ver­
miş, üst yönetim kadrolarını ecnebi ülkelere göndere­
rek, ‘ana vatanlarında çözmeleri gereken sorunlarla
uzlaşmayan bir eğitimden geçmelerine’ sebep olmuştur;
böyle bir ülkede, bağımsızlık ve egemenliğin kazanılma­
sından yetmiş yıl sonra bile, sürü sepet Ömer Kâzım ’m
‘üremesine’; -üremek de lâf mı o zaman o ilk Ömer Kâ-
zını’ın saldırıp da deviremediği Gazi M ustafa Kem al’i
‘düşm an’ bellemesine- şaşılır mı?
Gerekçeleri, elbette hazır: ‘B atı’lı (Avrupa’lı) olmak
istiyorsa, Türkiye, B atı’lı (Avrupa’lı) standartlara göre
davranmalıymış! Alâ ve ranâ, yalnız meselâ Avrupa
Topluluğu, bizi ‘dar kapılardan’ geçirmeye zorlar du­
rurken, niyet acaba sanıldığı kadar ‘halis’ midir? Sizi bu
konuda, iki ‘Avrupa’lı’nın tanıklığıyla başbaşa bırakma­
yı düşünüyorum.
François Schlosser, ünlü Express dergisinde, vaktiy­
le şunları yazmıştır: bu kızıl dehşetten kaçabilmek
için, NATO’nun ve Alm anya’nın yöneticileri düşünü­
yorlardı ki, vakit geçmeden AET disiplini Akdeniz ülke­
lerine empoze edilmelidir; üstelik, mevcut bunalıma rağ­
men, bu yöneticiler, bunu yapabilecek olanakları bulun­
duğuna da inanıyorlar...” (Nisan 1977)
İkinci tanık daha da önemli, hem bakan, hem de bir
zamanlar AET Kom isyonu’nda üyelik etmiş, adı Anto­
nio Giolitti, dedikleri şunlar:
“ ... benim izlenimim odur ki, Ortakpazar’ın güçlü ül­
keleri, durumu denetimleri altına alacaklarını, gelişmele­
rin dizginlerini ellerinde tutabileceklerini düşünüyorlar.
Topluluğun zengin ülkelerinde çoğunluğu elinde tutan si­
yasi güçlerde, Avrupa’nın dışında kalan kısımları üzerin­
de, egemenlik (hegemonie) kurabileceklerinin bilincinde
olmaktan ileri gelen bir şişirme vardır kuşkusuz...”

329
O rtakpazar’daki zengin ülkelerin Akdeniz ülke­
lerine kapıyı açmalarındaki nedenlerden biri de, herhal­
de budur: onları denetleyebileceklerine, gelişmelerini
yönlendirebileceklerine kesinlikle inanıyorlar. Bu tak­
dirde topluluğun siyasi birliği, güçlü ülkelerin liderliği
altında gerçekleşmiş o la c a k ...” (N isan 1977)
Her şey ne kadar açık: M ütareke’de Ömer Kâzım,
Türkiye’yi bölüp egemenliği altına almak isteyen Batı’lı
ülkelere, kendi ülkesi aleyhine ‘parm ak kaldırm ıştı’;
şimdiki Ömer K âzım ’lar da, aynı sebeplerden, aynı ni­
yeti taşıyan Batı’lı ülkelere, kendi ülkeleri aleyhine ‘par­
mak kaldırıyorlar.’
Bunun böyle olduğunu söyleyenler de, dikkat iste­
rim, B atı’lı gözlemciler.

16
NEREDE 0 ESKİ ‘DÖNEKLER’?..

3 Haziran 1995

Biz, N âzım ’ın hicivlerini (yergi) ezbere bilirdik.


Peyaıni Safa için yazdığı, ünlü ‘Bir Provokatör Üze­
rine Hiciv Denemeleri’ şiirinin, birçok bölümleri, hâlâ
aklımdadır: " ... sen çıkmadın karşım a / çıkardılar se­
ni / kara kıllı elleriyle tutup enseni / ayaklarını yerden
bir karış kaldırdılar / sonra birdenbire / bırakıp yere se­
ni pantolonumun paçasına saldırdılar!” Nâzım , yanıl­
mıyorsam, ‘d avadan’ uzaklaşan her arkadaşı için (Ya-
kup Kadri, Vâlâ Nurettin, vs) birer hiciv yayımlamış,
bu şiirlerini bilahare Portreler adındaki kitabında top­
lamıştı.

330
O Karanlıkta Biz adlı romanım için geçmişe ait bel­
geleri, bilgileri ve hatıraları kurcalarken Türk Sosyalist
Hareketinin içindeki çatışma, ayrılma ve bölünmeleri
daha etraflı inceleyecek; bu arada ‘Spartakistler’ ve KUTV
nesli dahil, 40 Karanlığının sonlarına kadar kimin ne
sebepten ‘hareket’ten uzaklaştığını araştıracaktım. Ayrı-
lanlar (o zamanki tabirle mürted ve mülhid -Fransızca-
sı rencgat-, bugünkü tabirle ‘dönek’ ) yok değildir am a,
zannedildiği kadar çok da değildir. Çeşitli ‘tevkifat-
lar’dan geçmiş, Şevket Süreyya gibi, Vedat Nedim gibi,
‘Eczacı’ Vasıf gibi, Haşan Ali Ediz gibi ‘eski tüfekler’; bir
yerden sonra siyaseti bırakmış; kimisi işine gücüne dön­
müş, kimisiyse Kemalizm’e kazanılmıştı.
Bunun bir adı da ‘Anadolu’ya kazanılm ak’tı: Şevket
Süreyya, o zamanki CHP yönetiminin Nâzım Hikm et’i
de A nadolu’ya ‘kazanm ak’ arzusunda olduğunu; bu
maksatla kendisinin şairle A nkara’da iki defa görüştü­
ğünü, sanırım 6 0 ’lı yıllarda Yön dergisinde açıklam ış­
tı. Tabii Nâzım bu teklifi reddetmiş. Yine de bu anlat­
tıklarım, eski kuşağın ‘dönekleri’ ile yeni kuşağın ‘dö­
nekleri’ arasında, sadece derece farkı olmadığını, ciddi
bir mahiyet farkı olduğunu meydana çıkarıyor.
Şimdi dilimin döndüğünce bunu açıklam aya çalışa­
cağım.
Kadro dergisini hatırlayanınız var mı?
Şevket Süreyya, Yakup Kadri vb tarafından çıkarıl­
mıştır. Nâzım ‘kadrocular’ için de zehir zemberek bir hi­
civ kaleme almıştı, sosyalistler onları hep ‘dönek’ say­
mışlardır; böyledir de, Kadro ’nun ve Şevket Süreyya’nın
o zamanki yayın platformu gözlendiğinde, acaba ne gö ­
rülür?
Kadro , sonradan Üçüncü D ünya tavrı sayılacak,
‘mazlum milletleri’ savunan, anti/emperyalist (ııeredey-

331
se G aliyef çi) bir tutum tutmuştur. Bırakın Kadro ’yu ve
Kadrocuları, M atbuat Umum M üdürü, Radyo M üdü­
rü gibi devlet hizmetlerinde bulunmuş Vedat Nedim ve
benzerleri bile, anhası minhası, lâik ve demokratik, an-
ti/emperyalist Kemalizm’e ‘geçmiş’ oluyorlardı. Başka
türlü söylersek, ‘döneklikleri’ anti/emperyalist siyaset­
ten, ‘mazlum milletleri’ savunm aktan, halkçı ve lâik
K em alistlik’ten ‘dönm ek’ değildi; onlar münhasıran
M oskova’daki Komintern’in (III. Enternasyonel) çizgi­
sinden çıkıyorlar, Anadolu İhtilâli’nin anti/emperyalist
ve milliyetçi çizgisine giriyorlardı.
Sovyet İhtilâli ve Anadolu İhtilâli’nin her ikisinin
de, türlü ayrılıklarına rağmen, temelde Jacoben (aydın-
lanmacı) olduğunu kim inkâr edebilir?
Yoksa Lenin, M ustafa Kemal’i neden desteklesindi ki?
Güncel ‘döneklerimizin’ mahiyeti epeyce farklıdır.
En yaşlısı 68 kuşağından olan, devrimcilikleri şûra’cı
olm aktan çok ‘tetikçi’, M ao/C astro/G uevera ekolün­
den ‘kopm a’ yeni ‘dönekler’; eskilerinden farklı ola­
rak, açıkça emperyalizmin hizasında yer alıyor; garip
bir şekilde, eski tutumlarına karşı meselâ ulusal devle­
ti, onun ulusal çıkarlarını savunacaklarına; ulusal dev­
lete ve onun çıkarlarına karşı, emperyalist ‘Sistem’iıı ge­
liştirip yaydığı ‘küreselleşme’ ve ‘özelleştirme’ tezleriy­
le saldırıya geçiyorlar.
Bundan ne mi çıkıyor? Eski kuşak döneklerinin, fi­
kir ve metot açısından, kendi içlerinde daha tutarlı, da­
ha namuslu olduğu! Şevket Süreyya, V âlâ Nurettin, Ve­
dat Nedim , H aşan Ali Ediz ve diğerleri, devletin tota­
liter faşizan bir diktaya dönüştüğü dönemlerde bile, ha­
tırladığım kadarıyla emperyalizme yaltaklanmamış, ona
‘yataklık’ etmemiş; ülkenin ulusal egemenliğini şuna bu­
na peşkeş çekmemişlerdi.

332
M aşallah yeni ‘döneklerin’ en sevdiği şey bu! O ba­
kımdan, daha çok mütareke yıllarının ‘mandacı’ takımı­
nı andırıyorlar.
Yoksa ‘eskilerin’ günahını mı almışız?

17
‘DÖNEKLİĞİN’ALTYAPISI

6 Haziran 1995

Doğru veya yanlış, bizim ömrümüz ‘devrimcilik tartış­


maları ile geçmiştir. Düşünüyorum da, 2 0 ’li 30’lu yıllar,
dünyanın sağda ve solda ‘devrim’ hummasıyla sarsıldı­
ğı yıllar: Birinci Dünya Savaşı’ndan ‘nurtopu ihtilâller’
doğuyor; başta elbet! Anadolu İhtilâli, Sovyet İhtilâli,
Çin (Kanton) İhtilâli, M acar İhtilâli; ama o kadar mı,
İtalya’da A lm anya’da İspanya’da, faşizm birer ihtilâl
şeklinde görünmedi mi? O yıllarda ‘çağını kavram aya’
çalışan her genç, istese de istemese de, hayatı bir devrim
çerçevesinden değerlendiriyordu.
Türk gençleri, bir kere ‘radikal bir ulusal dem okra­
tik devrim’in devrimcileriydi ya, anti/emperyalist ben­
zerlikleri dolayısıyla, çoğu, Sosyal D evrim i’nden de
-dolayısıyla M arksizm ’den- etkileniyordu; ayrıca fa ­
şizm öncesi, ilk savaş sonrası Avrupa, M arksizm ’in
cirit attığı bir kıt’aydı; Fransız sosyalist/kom ünist cep­
hesi, Alman sosyal dem okratları, bu arada spartakis-
ler, ‘ilerici’ Türk aydınlarını etkilemiştir: TKP’nin önem­
li adlarından bir kısmı Spartakist, öteki kısmı KUTV kö­
kenliydi.
Neyi anlatm aya çabalıyorum? Şunu: 40 kuşağı sos-

.333
yalistleri, doktrin ağırlığı ‘sivil’ devrimcilerdir; onların
gözünde ‘ideoloji’, önce işçi sınıfının, fakat bütünüyle
halkın üzerinde som utlaştığı zam andır ki, bir ‘devrim
ortam ı’ oluşm uş demektir; bunlar şû ra’cı (Sovyet) ya
da kongre’ci ‘ilericilerdir’ ki, devrimi daim a aşağıdan
yukarıya tasarlam ışlardır; Sovyet İhtilâli’nden hemen
sonra, Lenin’le T roçkiy’in kendi sollarından (İşçi Op-
pozitsiya’sı) devrimci değil darbeci sayılm aları bun­
lardandır.
Başka, daha açık bir ifadeyle, ‘devrim’ o kuşağın fik­
rinde ‘askeri’, ‘silâhlı zora dayanan’ bir ‘emrivaki (ol­
dubitti)’ değildi.
Andre M arty’yi bugün kim hatırlıyor? FKP’nin eski­
leri bile, adını belki kaygıyla anmaktadır.
M arty yaman bir militan, çetin bir devrimciydi; N a ­
zi işgali altındaki F ran sa’da, FKP’nin silâhlı direnişini
o -ve D u clo s- örgütlem iş, o yönetmiştir. Gençler bil­
mez, Fransız Direniş H areketi’nde de G aulle’cüler ka­
dar, hâttâ onlardan kalabalık ve etkili bir FKP direni­
şi vardı; Naziler (G estapo) asıl düşm an onları sayıyor,
yakaladıkları her militanı kurşuna diziyordu; o kadar
ki K u rtuluş’u m üteakip FKP’ye halk ‘Kurşuna D izi­
lenlerin Partisi’ adını takm ıştı; partinin itibarı o lağ a­
nüstü yüksekti, bütün seçimlerden en yüksek oranıyla
birinci parti olarak çıkıyor, fakat tek başına hükümet
kuram ıyordu.
İşte bu koşullar altında, iddiaya göre, Andre M arty,
o sırada hâlâ dağıtılmamış olan FKP Silâhlı Direniş Gü­
cünü harekete geçirerek, Fransa’da iktidara el koyma­
yı önermişti; halkın büyük oy desteğiyle, öteki partile­
rin karşı koyamayacağını düşünmüş olmalıydı; dahası,
o yıllarda Doğu Avrupa ülkelerinde benzer gelişmeler
yaşanmaktaydı; ne var ki M arty’ııin önerisi reddedildi,

334
Komintern partilerinde âdet olduğu üzere, M arty önce
Politbüro’dan sonra Merkez Komitesi’nden alındı, son­
ra bütün görevlerinden alındı; yanlış bilmiyorsam, par­
tisinden de çıkarıldı.
O tarihte, şunları düşünmüşümdür: Carbonari ko­
mitacılığı, N arodn aya Volya ya da Stirner terörizmi ve
Neçayevtsiy nihilisti iği ile Marksizm ilericiliği (sosyalist­
lik) arasındaki en büyük fark, öncekilerin aydın azınlık­
ların şiddete dayandırdığı ‘yukarıdan aşağıya’ hareket­
ler olmasına m ukabil; sosyalizmin ‘sivil’, ‘aşağıdan yu­
karıya’, şûra’cı ve meclis’ci -tek kelimeyle ‘katılım cı’-
bir halk hareketi olmasıdır.
Genç bir Türk aydını için, bunu anlayabilmek ger­
çekten son derece önemlidir, iki sebepten:
1/ Önce Gazi ve arkadaşlarının, halkın desteği ve ka­
tılımıyla (Kongre’ler, meclis vs) gerçekleştirdiği, ulusal
demokratik devrim’in asıl mahiyeti ile, 1935’ten başla­
yarak dönüştürüldüğü totaliter, neredeyse faşist şekilde
arasındaki farkı anlayabilmek açısından!
Çünkü 1 9 6 0 ’lı yıllardan itibaren M üdafaa-i H u ­
k u k la ilgisi olm ayan, İnönü Cumhuriyeti’ni örnek al­
mış, ‘tepeden inmeci’ Bonapartiste bir ‘darbecilik’, ile­
rici bir ‘devrimcilik’ sayılabilecektir.
2/ Benzer bir gelişmenin sosyalist (M arksist) solda
yaşanm ası; yâni 68 kuşağı ve sonrasında, ‘devrimcilik’
modelinin, ‘sivil’ değil ‘askeri’, ‘aşağıdan yukarıya’ de­
ğil ‘yukardan aşağıya’ yâni zorla iktidar olmak diye an­
laşılm ası açısından!
Bu anlayış sosyalizm i, toplum sal ve kapsamlı bir
‘dönüşüm’, ‘sivil’ ve ‘katılımcı’ hâttâ ‘çoğulcu’ bir gele­
cek tasarımı olm aktan çıkarıyor; yeni yeni ‘merkeziyet­
çi bürokrasi diktalarına’ zemin hazırlıyordu.
Şimdi dikkat isterim: mevcut ve mebzul ‘döneklerin’
büyük ‘çoğunluğu’, bu iki ‘komitacı’ ilerici aydın tipin­
den türememiş midir?
Acaba neden ?

18

‘DÖNEK’ LÜKS BİR ‘TÜKETİCİ’DİR...

8 Haziran 1995

O yıllarda, Yeni O rtam ’Az yazıyorum: Cumhuriyetim


biraz daha ‘solunda’ görülen, bir gazete; bir söyleşim­
de ‘devrimci’ gençlerin bir niteliğine dikkati çekecek ol­
dum, çok içerlediler; mektupla, telefonla, bizzat gelerek
itiraz ettiler; neydi peki yaptığım tespit?
Şöyle bakarsan, demiştim, bu ‘devrimci’ gençler ateş
parçası; toplum sallık dedin mi, m angalda kül bırakmı­
yorlar ama, gösterilerde patlattıkları sloganlar bir yana,
gerçek hayatta bireysel değerleri daha da kötüsü tüke­
tim standartlarını önemsiyor, benimsiyorlar! Ne de­
mekti bu? Oğlumuz devrimci, gel gör ki tüketim toplu-
munun standartlarına göre bir hayat yaşam ayı tasarla­
mış; en iyi blue-jean’i giymek, en son model müzik se­
tine sahip olm ak, en gözde yazlığa tatile gitmek önde
gelen arzuları arasındadır; kimbilir, belki de devrimci­
liği, gerçekte kendisi için istediği şeyleri, en çabuk ve
kestirme olarak elde etmek yolu sanıyor; zira sosyalizm
‘tasarım ı’ kapsam lı bir hayat tasarımı, kendisi için ta­
lebi olmayan bir yaşam a şekli değil; diyalektik metot­
la, onun uygulamasıyla ilgisi yok, koşulları, koşulların
sentezini araştırm ıyor; ortalıktaki sloganlara takılmış,
sürüklenmektedir; davranışı, doktrine, metoduna, uygu­

336
lamasına dayalı bir sentez çabası değil; yüzeysel, siya­
sal, belki de aktivist bir kendini öne çıkarma, bir yük­
selme çabası!
Nasıl da kızmış, karşı çıkmışlardı! O çocukların bu­
gün çoğu dönek; girdikleri tünelin ucundan bekledikle­
ri aydınlığı -çabuk ve kolay- göremeyince, proletarya­
ya veda ettiler, devrimi ve devrimciliği rafa kaldırdılar;
o zaman kendileri için istediklerini kabul etmedikleri
her şeye kavuştular: dolgun -üstelik ecnebi bankalarda-
döviz hesapları; m edia’da saygın bir şöhretleri, lüks ev,
yazlık ve arabaları, hâttâ tekneleri; her türden elektro­
nik oyuncakları dahası cinsel çeşitlemeler, kumar ya da
uyuşturucu türünden lüksleri var.
Şevket Süreyya’nın Kadro dergisini bilmem görm üş
müydünüz? N âzım ’ın eli bastonlu, golf pantolonlu di­
ye yerdiği Kadrocular jet sosyetenin tüketim çılgınlığı­
na kapılmak hevesinde görünmez; tuhafı şudur ki An­
kara’yla -en çok da İsmet Paşa ile- araları iyi sayılmaz;
nasıl iyi olsun ki Kadro ’nun projeksiyonu, emperya­
lizmle ulusal kurtuluş mücadelesi üzerine oturtulmuş,
çok sonraları Üçüncü D ünya’cı adını alacak olan, diya­
lektik bir projeksiyondur; Yakup Kadri, G azi’nin des­
teğiyle bir süre daha direnebildiklerini, fakat H ükü­
metken gelen baskılarla Kadro’nun neşriyatını tatil et­
mek zorunda kaldıklarını yazacaktır.
Başka türlü söylersek, o kuşağın dönekleri kendile­
ri için çok şey istemezler, ikbal peşinde görünmezler, he­
le şöhret, hiç: Şevket Süreyya, meçhul bir bürokrattı;
Vedat Nedim, yıllar sonra bir bankaya danışman olun­
ca tanındı; ‘eczacı’ Vasıf, H aşan Ali Ediz kimdir, bilen
azdır; hiçbirisinin debdebeli, tantanalı bir hayatları ol­
mamıştır; en çok tanınmış olanları Vedat Nedim’in, ban­
ka himayesinde yayımladığı dergi Hep Bu Topraktan

337
adını taşırdı, ya Küreselleşm ek’ten çok uzaktı; bu der­
ginin ofisinde onunla yaptığım ilk ve son konuşmayı hiç
unutmam; adı henüz duyulmaya başlamış, toplumcu
bir genç şairdim; yılların Vedat N edim ’i, TKP’nin eski
Genel Sekreteri, benimle konuşurken eksikleniyordu.
Şimdi döneklerin, o arsızlıklarını ve küstahlıklarını
düşünürseniz; onu ve benzerlerini, farklı bir değerlen­
dirmeye tâbi tutm am anız mümkün mü?
Özetin özeti şu mudur: eski sosyalistler doktrin ağır­
lıklı fikir adam larıydılar; entelektüel besinlerini Jaures,
Kautsky, Plekhanof, R osa Luxem bourg, Sultan Galiyef,
Lenin, Troçkiy vb. mütefekkirlerinden almışlardı; aksi­
yonu teoriyle birlikte, onun som ut olarak hayata inti­
kal ettirilişi diye alırlardı; siyasi faaliyetten çekilmeleri,
gerçekte Komintern’in hizasından çekilmeleri anlamına
geliyordu, o yüzden genel dünya görüşlerini ve yaşam a
biçimlerini değiştirmemiştir.
68 sonrasının sosyalistleri, eylem, -üstelik silâhlı
eylem - ağırlıklı aksiyon adam larından etkilendiler;
özendikleri isimleri hele bir hatırlayınız: M aozedun,
Castro, Che ya da diğer bazıları için Nasır, Sekou Toure,
Saddam , vb! Herkes biliyor ki bu liderlerin fikriyatı d a­
ha çok namluların fikriyatıdır; o da ancak yarı/sömür-
ge ya da sömürge durumundaki ülkelerde başarılı görü­
nebilir.
N e Türkiye o ülkelerden birisiydi, ne de Türkiye’de
benzer eylemlere kalkışanlar, o çapta adamlar! Sırtların­
da yumurta küfesi yoktu ya, ilk dörtyol ağzında, o ağır­
lıktan kurtuldular: sen sağ, ben selâmet!

3 3 .S
19

UŞAKLARIN ‘ŞIKLIĞI’...

11 Ekim 1995

‘Bilgi toplumu’nda ‘sınıf mücadelesi’nden söz etmek, as­


lına bakarsanız, gezegenimizin geleceğini tartışma gün­
demine almak!
Çünkü, ABD’nin kendi ülkesi çerçevesinde oluşturdu­
ğu diyalektik çatışma, gün günden, dünya ölçüsünde
oluşmaktadır: bir uçta, bilgi ve iletişim teknolojisinin
‘efendisi’ gelişmiş (Kuzey) ülkeleri; öteki uçta, daha doğ­
ru dürüst ‘sanayi toplumu’ bile olmamış; ya da yarı ya­
rıya olmuş, gelişmekte olan (Güney) ülkeleri!
Görünüş odur ki, ‘gelişmişler’ aralarında örgütleni­
yor; çeşitli uluslararası kuruluşları, amaçlan doğrultu­
sunda kullanmayı ayarlıyorlar; Birleşmiş M illetler’in,
BM’ye bağlı kuruluşların, NATO’nun, Alî’nin, ‘Zenginler
K ulübü’nün, ne işe yaradıkları gün geçtikçe daha açık
seçik anlaşılıyor: yardım, yeniden yapılanma, istikrar
tedbirleri, kalkınma projeleri gibi etiketlerin altında,
‘öteki’ ülkelerin önceden belirlenmiş bir gelişmişlik sı­
nırını aşmaması sağlanmak isteniyor; ‘Kuzey’in dayat­
tığı uluslararası bir işbirliği mantığı var, amacı gezege­
ni, bilgi ve iletişimin ‘efendisi’ Kuzey ülkelerinin kont­
rolü altında tutmak; bunun 90’lı yıllarda nasıl geliştiği­
ni Zeynep Atikkan şöyle özetlemiş:
“ ... Amerikan şirketlerinin üretkenliği artıyor. Şir­
ketler bilgisayar teknolojisi ile yeniden yapılanırken,
‘beyaz yakalılar’ işlerini kaybetmeye başlıyorlar. Bilgi­
sayar teknolojisi yeni endüstri dalları ortaya çıkarıyor.
Gelişmiş ekonomiler, eski endüstrileri hızla geri ülkele­

339
re kaydırıyorlar. Am erika’nın ‘Açınızı yoksulunuzu bi­
ze gönderin!’ sloganı tarihe karışıyor; Am erika’nın ye­
ni ekonomik yapısında, artık ‘fakirin’ getirisi kalmıyor;
gelişmiş ülkeler, bu işleri Üçüncü D ünya’daki fakirlere
yaptırıyorlar” . (Hürriyet, 22 Ekim 1995)
Tabii bu işi yaparken, ‘fakir’ ülkelerin ‘seçkin’ ve ‘ay­
rıcalıklı’ zekâlarını, kendi ‘sistemlerine’ adapte edip, on­
lara, öz ülkelerine karşı ‘Sistem’in çıkarlarını savunma­
yı öğretmeyi de asla unutmayarak!
Bu tabloda, en çarpıcı, en dikkat edilmesi gereken, en
hassas nokta hangisidir?
‘Geri kalmış’, ya da ‘gelişmekte olan’ ülke statüsüne,
yeni ve göz boyayıcı bir anlam verilmiş olması!
‘Sistem’, bilgi ve iletişime ‘sahip’, üretimi bunlarla
kontrol etme aşam asına ulaşınca; onun için ‘sanayi top­
lumu’ da, ‘sanayi sonrası toplumu’ da artık gerilerde kal­
mış ‘aşam alar’dır; Zeynep Atikkan’ın bahsettiği ‘geri
ülkelere kaydırılan teknolojiler’, işte bu toplumları ‘ya­
ratmış’ olan endüstriler; onların modası geçmiş oluyor;
hal böyle olunca, henüz sanayileşme çabasında olan bir
toplum için, gıda, tekstil, orman, turizm vb endüstrile­
re sahip olabilmek, bir ‘kalkınma’ olarak görülebiliyor:
efendisinin eski elbiselerini giyen uşağın ‘şık’ görünme­
si gibi bir şey bu!
Türkiye, işte tam da buradadır.
‘Sistem’in izin verdiği teknolojileri, ‘Sistem’in izin ver­
diği sınırlar içinde, ‘Sistem’in izin verdiği oranda kulla­
nabilmek; ilk bakışta yeni bir aşam aya ulaşmak gibi bir
duygu uyandırsa da, bu ciddi bir yanılsam adan (illusi-
on) ibarettir; lağar ve hantal sanayilere sahip olmak, bu
düzeyde dünya pazarına açılmak; bizi, bilgi ve iletişim
çağının ‘paryaları’ arasında olmaktan kurtarm az! Kur­
tarmaz!

340
Eğer Türkiye’nin amacı, hâlâ Gazi M ustafa Kemal’in
dediği gibi, ‘çağdaş uygarlık düzeyini’ yakalam aksa,
-ki odur, o olmalı ve o kalm alıdır- o düzey günümüz­
de ‘bilgi ve iletişim teknolojisi düzeyidir.
Sizce hangi siyasi partimiz, ülkeye, böyle bir kalkın­
ma programı öneriyor?

20

HAYAL BU YA!..

26 Ekim 1995

Hayal bu ya, milletvekilinin birisi kalkmış, Meclis kür­


süsünde, işi rakam lara dökerek, greve giden işçilerin
haklarını savunuyor; diyor ki meselâ:
“ ... T ürkiye’nin Temmuz 1995 itibariyle iç borcu
1 katrilyon 200 trilyon lira; Türkiye’nin 1996 yılı büt­
çesinin 2.7 katrilyon lira civarında olacağı hesaplan­
m akta. Devlet 1995 yılı sonuna kadar, iç borçlara 600
trilyon lira faiz ödeyecek. Yâni işçisine, 50 trilyonluk
işçi ücret artışı yapam ayan devlet, kupon kesip faiz
toplayan, bir avuçluk finans sektörüne, sadece bir gün­
de 1 trilyon 640 milyar lira faiz ödüyor. Ayda 50 tril­
yon lira!..
“ ... 1995 yılında iç borçların 1 katrilyon 200 tril­
yon olacağı tahmin ediliyordu. Bu rakam a, şu anda, yâ­
ni Ekim 1995 itibariyle ulaşılmış bulunuyor. DPT yetki­
lileri, 1995 yılı içinde borçların 1.5 katrilyon olacağını
hesaplıyorlar. Faiz oranı ise yüzde 100, yâni devlet 1996
yılında 1.5 katrilyon civarında faiz ödeyecek!..”
İşin dış ekonomi tarafıyla ilgilenen bir başka millet-

341
vekili kalkmış, hayal bu ya, yine işi rakamlara dökerek,
işçilerinden 50 trilyonluk ücret artışım esirgeyen devle­
tin, dışarda tefeci sermaye fırıldaklarıyla deveyi nasıl
havuduyla yuttuğunu anlatıyor:
T ürkiye’nin dış borcu 72 milyar dolar, oysa
ekonomistler T ürkiye’nin borçlu değil alacaklı olduğu­
nu saptıyorlar; T ü rk iy e’den em peryalist merkezlere
akan para 100 milyar doların üstünde. T ürkiye’de şu
anda mevcut sıcak paranın tutarı 5 milyar dolar. Ser­
best dolaşım imkânlarını kullanan tefeci sermaye, T ü r­
kiye’nin faiz olanaklarından yararlanıyor; 250 trilyon
tutarındaki sıcak para, devlet tahvillerine yatırılıyor;
sonra dönüp dolar ve mark olarak Türkiye’yi terk edi­
yor; am a 250 trilyon faiz kazancını elde etmiş olarak.
Emme basm a tulum ba, T ürkiye’nin kendi işçisinden
esirgediği parayı emperyalizme a k ıtıy o r...” (Aydınlık,
14 Ekim 1995)
Hayal bu ya dedim ya, hayal: Türkiye Büyük Millet
M eclisi’nde, bu som ut gerçekleri, dile getirecek tek bir
milletvekili yoktur; çünkü bu sayılar sosyalist Aydınlık
dergisinden alınmıştır, derginin organı olduğu İşçi Par­
tisi, ne yazık ki M eclis’te temsil edilmemektedir.
Diyeceksiniz ki, bu onun kabahati!
Acaba?
Türkiye’de demokrasi, bilindiği gibi, 1946’da eli aya­
ğı kesilip kuşa döndürülerek kabul edilmişti: en çok da,
soldan, sosyalist partilerden dehşet duyuluyor, o yönden
gelecek örgütlenme çabaları, daha başlarken tırpanlanı­
yordu. Faşizan CHi> diktasının, savaş içindeki tutumu
zaten bu olmuştu am a, savaş ertesinde ‘Soğuk Savaş’ın
başlam ası, Türkiye’nin NATO’ya alınması, -dem okrasi­
ye lâfzen geçilmiş de o lsa- aynı yasakçı politikanın de­
vamını mümkün kılıyordu. Bir meraklısı çıksın da say­

.342
sın, Türkiye’nin demokrasi tarihinde yasaklanan, kapa­
tılan, yöneticileri tutuklanan, sürülen sosyalist partile­
rin ve gazetelerin haddi hesabı yoktur.
O kadar böyledir ki bu, 1960 sonrasında gelişen ve
tabana yayılan Türkiye İşçi Partisi’ni yasadışı kılabilmek
için, kırk yıllık totaliter CHP birdenbire kendisinin ‘orta­
nın solunda’ olduğunu keşfetmiş; Demokrat Parti ileri
gelenlerinin de yardımıyla, ne yapılıp yapılıp, sosyalist
milletvekillerinin M eclis’ten çıkarılmaları sağlanmıştır:
12 M art’m da, 12 Eylül’ün de, temel amacı -hangi bo­
yadan olursa olsu n - sosyalistleri dağıtm ak, sindirmek,
ülkenin gerçeklerini halka duyurmalarını önlemekti.
Elhak başarılı da olm uşlardır: bırakın işçi örgütlenme­
sinin kamu işletmeleriyle sınırlanmış olmasını, sendika
yöneticilerinin çoğunu evcilleştirmiş, sendikacılığı da,
asıl amacından saptırm ayı başarmışlardır.
IMF ve D ünya Bankası, T ürkiye’ye girdiğinden bu
yana, iki şeyin üzerinde ısrarla durur: tarımda destek­
leme fiyatlarına son verilmesi, bir; işçilere zam yapılma­
ması, iki! İç politika zorluklarıyla bu politikalara uyma­
dığı için, birçok yönetimin başı yenmiş, ağzı yanmıştır.
İş sonunda, münhasıran sağcı ve sağa yakın ortanın so ­
lundaki partilerden mürekkep meclislerin oluşmasını
sağlam aya dayanm ıştı. O zal’dan yâni 12 Eylül son ra­
sından beri tam da işte bunu yaşıyoruz. Göz göre göre,
milletin meclisinde, Türkiye’nin servetini emekleriyle ya­
ratan işçilerin hakkını savunacak tek milletvekili çıkmı­
yor; meraklısının bildiği, somut ekonomik gerçekler; ül­
kedeki düzenin, nasıl bir avuç çıkarcıya yaradığı, bir tür­
lü anlatılmıyor, anlatılamıyor.
Sonra, bu bir oligarşidir dediniz mi, bozuluyorlar.
Değilse nedir, dem okrasi mi?

343
21

‘MEÇHUL’ IMF’LİNİN ‘İTİRAF’LARI

19 Ekim 1995

(Aşk olsun adam a, dobra dobra konuşmuş, eteğindeki


taşı dökm üş; böylece ülkemizde pek çok yurtsever ay­
dının yıllardır savunduğu gerçeğin ne kadar doğru ve
yerinde olduğu meydana çıkmış! Efendim o zat-ı muh­
teremin adı meçhul, sözlerini aktaran Göngör Mengi,
sadece ‘iMF’de önemli görevler üstlenmiş olduğunu fa­
kat adını açıklayamayacağını’ yazıyor; çok da merak et­
tim hani, niye açıklayam ıyor acaba, adamın söyledik­
leri sır değil ki, neredeyse kırk yıldır yazıp söylüyoruz;
meraklısı, sadece fakirin Batı’nm Deli Gömleği adlı ki­
tabına şöyle bir göz atabilir, orada bunları beyaz üstün­
de siyah yazılı görecektir.)
Seçimlerden sonra, ülkenin koalisyonla yönetileceği
belli olunca, hem bizim iş çevreleri, hem de IMF ve Dün­
ya Bankası -unutmuş olamazsınız- Ana/Yol formü­
lünde birleşmişlerdi; bu formül gerçekleşemeyince çok
üzüldüler, zavallı SHP’yi (CHP) ‘solcu’ sanıyor, Türkiye
ekonomisini istedikleri gibi ‘küreselleştirip özelleştire-
meyeceklerini’ düşünüyorlardı.
Yıllarca sonra CHP Baykal refleksiyle o koalisyonu
bozunca, IMF’nin neredeyse ‘insiyaki’ olarak Ana/Yol
formülüne dönmek istemesi gerekmez ve beklenmez
mi? Türkiye’de, -b aşta Çiller- herkes buna inanmış ol­
malı ki, ilk teşebbüs bu istikamette oldu, bilinen sebep­
lerden dolayı da sonuç vermedi; insan ister istemez IMF
buna üzülmüştür, diye düşünüyor öyle mi? Yok efen­

344
dim, ‘dideler ruşen’, o muhterem zat Göngör M engi’ye
bakınız neler demiş:
Her şeyde bir hayır vardır, anlaşsalardı ne ola­
cağı, M esut Y ılm az’ın ne yapacağı, sonraki açıklam a­
larıyla meydana çıktı; bütün ekonomi birimlerini kont­
rol altına alm ak isteyen ANAP, Türkiye’yi IMF’nin ‘b o ­
yunduruğundan’ kurtaracaktı; yâni Mesut Yılmaz istik­
rar programını, iptal edecek, işçilere bütçenin kaldıra­
mayacağı zam lar yapacak, sıcak para politikasını yeni­
den canlandıracaktı.” (Sabah, 8 Ekim 1995)
Görüyor musunuz elinoğlu, IMF’yi liberal merkez
sağın tabii yandaşı zanneden ‘enayileri’ nasıl da eşekten
düşmüş karpuza çeviriyor? ANAP istediği kadar liberal,
istediği kadar merkez sağ, hâttâ düpedüz sağcı olsun;
eğer IMF’nin Türkiye’ye ‘dayattığı’ programı aynen uy­
gulamazsa, tükaka; hele ‘ben Türkiye’de iktidarım, bü­
tün ekonomi birimlerini kontrol altına almalıyım’ der­
se, yandı; ona zırnık koklatmazlar, zira aslolan Türki­
ye’deki iktidarın ‘bağımsızlığını’ ve ‘egemenlik hakları­
nı’ özgürce kullanması değil, ‘Sistem’in köpeği iMF’ye
teslim olmasıdır; ‘mumaileyh’ bunu da açık seçik söyle­
miş, diyor ki:
tarihimizde IMF ve Dünya Bankası’nm boyundu­
ruğundan en çok faydalanan kişi ANAP’ın kurucusu Özal
olmuştur, hiçbir devlet adam ı 1980/85 yıllarında Özal
kadar IMF ve Dünya B ankası’m dinlememiş, teslim ol­
mamıştır.” (Sabah, 8 Ekim 1995)
Peki, Türkiye’nin ‘bağımsızlığını’ ve ‘özgürlüğünü’
savunanlar başka şey mi söylüyorlardı? Biz açık açık
“ Özal Türkiye’yi ‘Sistem’e teslim etti” diyorduk; işte
şimdi kendileri ağızlarıyla itiraf ediyorlar, hem de bu işi
‘benzersiz’ bir şekilde yapmış!
Daha da müthişi ne?

345
IMF’nin ismi meçhul zat-ı muhteremince, tahmin edi­
lebileceği gibi, ‘en az sakıncalı seçenek’ elbette Tansu
Çiller ama, ‘erken bir seçim iyi olmaz’mış, yönetim se­
çimlere kadar IMF ile oluşturulan istikrar programını uy­
gulamalıymış; zaten Çiller de bunun ‘farkında’ymış; iyi
güzel de, koalisyonun öteki ayağı kim olacak; IMF bu ko­
nuda ne öneriyor?
kanaatim ce istikran sağlayacak ortaklık yine
DYI’/CHP ortaklığıdır. Çiller’in seçimden sonra, içinde
O zal hasreti ve IMF kompleksi olmayan, ekonomi bilen
değerli politikacıların bulunduğu CHP ile hükümet kur­
ması, CHP ile yâni bir istikrar programı hazırlaması T ür­
kiye’nin hayrına olur.” (Sabah, 8 Ekim 1995)
CHP’niıı uzun tarihi içinde, nihayet nerede olduğu,
kimlere hizmet ettiği, bundan daha açık olarak nasıl söy­
lenebilir? Bu CHP, Gazi M ustafa Kem al’in Hey’et-i Tem-
siliye Reisliğini uhdesinde bulundurduğu M üdafaa-i
H ukuk Cemiyeti midir; yoksa İngiliz himayesine, o ol­
mazsa Amerikan mandasına taraftar Hürriyet ve İtilaf
Fırkası mı?

22

BU ‘KEMERİ’ SIKMAK, BİTMEZ!..

21 Ekim 1995

IMF ve Dünya Bankası, Türkiye’deki ‘gidişat’tan şikâyet­


çi; gerçi Başbakan Çiller ‘en az sakıncalı seçenek’, bir de­
diklerini iki etmemeye çalışıyor am a, bu ‘garip’ ülkeyi
kontrol altında tutabilmek, çok zor: bakıyorsun, inanıl­
maz miktarda döviz biriktirmiş, ‘sermayesi sınırların­

346
dan taşıyor’; Kuzey Avrupa ve eski Doğu Bloku ülkele­
rinin çoğundan, iyi bir durumdadır; gelecek yüzyılın en
büyük on ‘stratejik pazarından' birisi olacağı kesin; bu
bakımdan ‘küreselleştirilmesi ve özelleştirilmesi’ elzem!
Gel gör ki Başbakan ne kadar çırpınırsa çırpınsın, ülke
‘küreselleşme’ye de ayak sürüyor, ‘özelleştirmeye’ de!
Bu yıl sona erecek stand-by anlaşması zaten istenilen so­
nucu vermiş olmayacaktı, bir de B ay kal’ın ‘garip’ ref­
leksiyle, iyi kötü yürüyüp giden koalisyon bozuldu; aca­
ba ne yapmalı, Türkiye/lMF A nlaşm ası, bir yıl daha
uzatılmalı mı?
IMF’nin Türkiye’nin ‘ekonomik performansını’ ince­
lediği gizli toplantıda (18 Eylül) böyle bir karar alınmış,
ancak bu sayede ‘istenilen hedeflere’ varılabilecekmiş;
Başbakan Çiller de bu fikirdeymiş, durumu ‘ ... yorum­
layan yetkililer, seçim öncesi IMF programının uygu­
lanmasının hemen hemen imkânsız olduğunu belirte­
rek, Çillcr’in 2 Şubat’ta sona erecek stand-by’ı seçime
kadar dondurup, yeniden iktidara gelmesi halinde, d a­
ha sıkı biçimde kemer sıkmayı gerektirecek yeni IMF
programını uygulamaya koymayı planladığının anlaşıl­
dığını’ söylemişler.’ (Hürriyet, 9 Ekim 1995)
İlahi! iMF’yle ‘kemer sıkm ak’ hiç biter mi? Biz bo­
şuna mı yıllardır, bunlara ‘elini verirsen, kolun gider’
deriz?
IMF ve Dünya Bankası üzerine, ilginç bir eser yayım­
lamış olan Cheryl Payer; ne hikmetse, bizim orta sağ/or-
ta sol politikacıların pek önemsediği bu kuruluşlar hak­
kında, neler diyor biliyor musunuz? Üşenmezseniz, he­
le bir göz atınız:
İkinci Dünya Savaşı sonunda kurulan IMF, kuru­
luşundan başlayarak, uluslararası ve teknik bir kuruluş
görüntüsü altında, yoksul ülkeleri emperyalizmin m a­

347
li d isip lin i a ltın a so k m a n ın a ra c ı o la r a k k u llan ılm ıştır.
iMF’n in k u ru lu şu n d a n so n r a , b ir ü lk en in b a ğ ım sız k a l­
k ın m a ç a b a la rın ın g eleceğin i, ü lk en in IMF ile ilişkileri
b e lir le m iş tir ...”
" ... fon yetkilileri ve uzmanları para konusunda uz­
m anlaşm ış iktisatçılardan oluşur. Bu iktisatçılar kendi
konularıyla ilgili olarak, diğer iktisatçıların dahi bu
konulardan çekinmelerine yol açan, giz dolu bir hava
yaratmışlardır. Kendilerini, doğru döviz kurunu ve uy­
gun para arzını, birtakım karışık formüller uyarınca
saptam aya yetkili, yüksek düzeyde eğitilmiş teknisyen­
ler olarak sunarlar. Yaptıkları işin politik önemini yad­
sırlar; ya da yaptıkları işin, başka türlü yapılam ayaca­
ğına kendilerini inandırmışlardır. Parasal konuların po­
litik önemi olduğunu kabul eden, ya da bu konulan ka­
muoyu önünde tartışan pek az IMF yetkilisi v ard ır...”
Halbuki, “ ... insanın yapısını nasıl iskelet belirlerse,
bir ülkenin politik yapısını da ekonomik durumu belir­
ler. (...) Bir insanın, iskeletinin büyüklüğüne ve yapısı­
na aykırı olarak büyümesi olanaksızdır. Bedenin iske­
let yapısına uymak zorunda olması gibi, toplum da ba­
zı ekonomik yasalara uymak zorundadır. Eğer bu yasa­
ların kapitalist yorumcuları, bize sürekli olarak yalan
söylüyor ve var olan seçenekleri yadsıyorlarsa, gerçek
sorunların ve olası çözümlerin neler olduğunu anla­
m ak, hepimiz için büyük önem taşımaktadır. Kemikle­
ri dış baskılarla bozulan bir insanın, beden ve ruhunun
da hastalanm asına şaşm am alıd ır...”
“ ... IMF cinayetin gerçek suçlusu değil, ancak suçlu­
ların kullandığı araçtır. Gerçek suçlular Üçüncü Dün-
ya’nın bağımsızlığına doğal olarak karşı çıkan ve bu ba­
ğımsızlığı ezmek amacıyla gerekli kaynakları, genellik­
le bir araya getirebilen uluslararası şirketler ve kapita-

348
üst ülke yönetim leridir...” (Borç Tuzağı, Cheryl Payer,
1981)
Cheryl Payer’in söyledikleri açısından bakınca, T ür­
kiye ile IMF’nin ilişkileri, ne kadar ilginç görünüyor?
iMF’ye ve Dünya Bankası’na bulaştı bulaşalı, ‘kamu ön­
cülüğünde hızlı bir sanayileşmeyle’ ve ‘karma ekonomi’
doktriniyle ‘kalkınmaya’ yönelmiş olan Türkiye; kurdu­
ğu altyapıyı kendi elleriyle satıp savmaya, parasını har
vurup harman savurmaya yönlendirilmiştir! Bunun ne­
yi amaçladığını anlayamamak için, insanın ya kör cahil
olması gerekir, ya da IMF’nin savunduğu tezlere, körü
körüne angaje!
Elli yıllık tarihinde, siz bana IMF ve Dünya Bankası
örgütlerine uyarak, ayağa kalkmış bir ülke gösterin, he­
pinizi alnından öpeyim.

23

IMF’ NİN ‘GERÇEK’ YÜZÜ...

24 Ekim 1995

IMF’nin ‘gerçek yüzü...


Söz iMF’den ve Dünya Bankası’ndan açılmıştı değil
mi?
Elbette bir sebebi var, geçenlerde bu iki ‘uluslarara­
sı’ kuruluş, 50. ortak genel kurul toplantılarını yaptılar;
yıllardan beri, ülkemiz de yakasını bir türlü bu iki ör­
gütün elinden kurtaramıyor; üstelik onların denetimin­
de olmamız Türkiye’nin kurtuluşu gibi takdim ediliyor.
Geçen gün kafam bozuldu, dedim ki, iMF’nin adam etti­
ği bir tek ülke gösterebilir misiniz bana, alnınızdan öpe-

349
rim. Bunu söylerken, hangi ülkeyi göstereceklerini kes-
tirebiliyordum: M eksika!
Bildiğiniz gibi, M eksika yönetimi, IMF ve Dünya Ban­
kası ona ne derse yaptı, tam işler yolunda gidiyor diye
sevindiği sırada, başına inanılmaz bir belâ m usallat ol­
du, az kalsın tepetaklak gidiyordu; bunun, kendileri
için ne demek olduğunu gayet iyi bildiklerinden, bu iki
kuruluş alelacele M eksika’ya 8.3 milyar dolar destek
kredisi açtı. Diyeceksiniz ki, kurtardı işte; hayır, bunun
böyle olmadığını ben söylemeyeceğim, liberal bir gaze­
temizin liberal ekonomi sayfasında yazan, ekonomi uz­
manı söyleyecek:
adres M eksika, ama para kimin cebine akıyor?
Bu ülkedeki zengin azınlığın mal varlığı on yedi milyon­
luk nüfusun servetinden fazla; yatırımlar yılda yüzde do­
kuz büyüyor am a, işsizlik artıyor; tarım desteği kalkın­
ca Z apatist (Z apata yandaşı) köylüler isyan ed iy o r...”
(Hürriyet, 10 Ekim 1995)
Yâni iMF’nin ülke filân kalkındırdığı yok, seçtiği ül­
kelerde belirli bir azınlığı kalkındırıyor, sonra da onu
kullanıyor.
Bu size bir şey hatırlatmadı mı?
Geçen gün, ‘hızlı gelişen stratejik pazar, Türkiye’den
bahsetmiştik (Meydan , 28 Eylül 1995); ABD Ticaret B a­
kanlığının iki yılda hazırlattığı rapora göre, yeryüzün­
de on büyük pazar gelişiyordu, bunlardan birisi T ürki­
ye’ydi, (gelişenler arasında M eksika da vardı); Washing­
ton, Türkiye’yi şöyle değerlendirmişti: nüfusu büyü­
yor, çok zengin bir üst sınıfı, gelişmekte olan bir orta sı­
nıfı var, büyüme potansiyeline sahip, bölgesinde strate­
jik önemi büyük! Buradan hareket ederek, deniliyor ki
ABD, ‘gerek zengin üst ve gelişmekte olan orta sınıfa d ö ­
nük olan tüketim malı ithalatını artırabilir, gerekse bü­
yüyen ülkenin ihtiyaç duyacağı altyapı projelerinde rol
alabilir’.
İşte iMF’nin ve Dünya B ankası’nın M eksika’da yap­
tığı da bu, ülkeyi kalkındırmıyor, kendisine yatırım ala­
nı ve tüketim alanı arıyor, bunun için de uygulamaya
çalıştığı ‘sistem ’ aksadı mı, kesenin ağzını açıyor.
Malum, içimizde uyanık çok, şimdi biri çıkar der ki,
birbirine karıştırdınız galiba, M eksika’ya yardım eden
IMF’dir, Washington değil; oysa Türkiye’yi ‘hızlı gelişen
stratejik pazar’ addeden Washington! İlahi, siz bunlar
arasında fark mı var sanıyorsunuz, öyleyse B o rç T u z a ­
ğ ı’’m yazan Cheryl Payer’in şu sözlerine bir kulak verin:
Fon (IMF) kuruluşundan bu yana, en güçlü üye­
si olan ABD’nin etkisi altında kalmıştır. Bu etki önceleri
daha da yoğundu. 1985 yılına kadar IMF’nin tüm önem­
li kararlan, ABD Maliye Bakanlığı’nca alınıyor ve Fon
görevlilerine, kendi dilimlerinin çekilmesi konusunda
görüşme yapmak yetkisi dahi verilmiyordu.” (B o rç T u­
z a ğ ı , Cheryl Payer, s. 243, 1986)
Nasılm ış efendim?
Siz iyisi mi, Enis Berberoğlu’nun ‘IMF’nin Ö bür Y ü­
zü, Evrensel Yoksulluk’ başlıklı yazısında aktardığı ra­
kamlara bir göz atm, biz söylesek ne sosyalistliğimiz ka­
lırdı, ne devletçiliğimiz:
“ ...v e bugün borçlu Üçüncü Dünya ülkelerinde tam
1.369 bebek açlıktan ölecek. (...) Dünya Bankası, ge­
çen 50 yılda 300 milyar dolar kredi açtı. Jap o n y a ’daki
hızlı trenden, H indistan’a katarakt operasyonlarında
uzman kliniğe k adar 6.000 projeyi destekledi. Bu kre­
dilerden yüzde 3 7 ’sini yâni 111 milyar doları batırdı.
(...) Dünya B an k ası’nın milyarlarca doları insanı pas
geçti, dev barajlarda, otoyollarda dondu kaldı. Taş top­
rak karın doyurmaz ki! İhracata dönük, yabancı ve yer­

li ı
li sermaye ittifakı, b ab a mirası orta ve küçük işletmele­
ri batırdı, 2.5 milyon kişi işini kaybetti. Dünya nüfusu­
nun beşte dördü cahil kaldı. (...) G an a’daki çiftçilerin
yüzde 9 5 ’i aç, N ik aragu a’da 11 yaşında çocuklar köle
niyetine çalıştırılıyor. Filipinler’de anneler, kızlarını, J a ­
ponya’ya fahişe olarak satıyor.” (Hürriyet, Ekim 1995)
‘İşte bizim yönetimlerimizin, en çok da Ozal ve Çil­
ler hükümetlerinin, bir sözünü iki etmediği IMF ve Dün­
ya B ankası’nın gerçek yüzü...

24
SINIF MÜCADELESİ BİTTİ Mİ?..

7 Kasım 1995

Gençler bilir mi acaba? M ütareke’de sosyalist lider Dr.


Şefik Hüsnü, ‘işçilerin daha ziyade işgal altındaki böl­
gelerde bulunduğu’ gerekçesiyle, İstanbul’da partisinin
başında kalmış, A nadolu’ya ‘geçmemişti’.
Halide Edip ise, hatıralarında, G azi’nin A nkara’da
bir süre Ç an kaya’ya çekilip, ‘sosyalizm i incelediğini’
söyler; ona göre G azi sonunda fikrini şöyle açıklamış:
“ ...b u fikir amele sınıfına istinad eden bir fikir, biz­
de amele azdır; ayrıca ameleyi istismar eden daha ziya­
de ecnebidir; aynı ecnebi bütün milleti istismar ediyor;
binaenaleyh, biz millet olarak amele (proleter) sayılırız;
evvela ecnebiyi içimizden atmak, hür ve müstakil olmak
zaruridir” .
Bu çok açık anti/emperyalist tavır -k i, Sultan Gali-
yef’inkine çok yakın, Üçüncü D ünya’cı bir tavırdı- o
zamanki diyalektiğin doğru senteziydi; Dr. Şefik Hüs-

352
nü yanılıyordu: tarih Gazi M ustafa K em al’e hak ver­
miştir, nitekim Komintern de onu desteklemişti.
M arks, ‘sınıf mücadelesini’ Avrupa ölçüsünde koy­
muş, gezegen ölçüsünde koyduğunu zannetmişti; bu as­
lında onun, sömürgeler gerçeğini yeterince ciddiye alma­
dığını gösterir. X X . yüzyıl, sandığı gibi proleter dünya
devrimi yüzyılı olmadı, sömürgelerin ‘kurtuluş savaşla­
rı’ yüzyılı oldu: bir bakım a, Sovyet, Çin, Vietnam, K ü­
ba vb ‘sosyalist’ devrimler bile, gerçekte sömürge ya da
yarı/söm ürge halk kurtuluş hareketlerinin, sosyalist
kadrolarca yönetilmesi, anlamına gelir. ‘Bağımsızlığın’
kalıp, azgelişmiş ülke ‘sosyalistliklerinin’ zamanla dağıl­
ması ya da yıkılması, buradan bakılınca anlamlı ve çok
düşündürücüdür.
‘Soğuk Savaş’ın bitmesi, o bitmeden başlamış bir
başka ‘sınıf m ücadelesi’nin, bütün heybetiyle gündeme
çıkmasını sağladı: gelişmiş ‘kuzey’ ile, azgelişmiş, ‘gü­
ney’ arasındaki mücadele! Ne kadar ilginç! Bu mücade­
le, gerçekte Galiyef’in Sömürge Enternasyonali önerisin­
deki gerekçelere de, Gazi M ustafa K em al’in Milli Mü-
cadele’yi üzerine oturttuğu siyasi ve sosyal platform a
da, eldiven gibi uymaktadır.
Sınıf mücadelesi bitti ha? Ne münasebet! Gezegen
ölçüsünde yaşanıyor; sonuçları da, elbet gezegen ölçü­
sünde olacaktır.
M ütareke’de İstanbul’u allak bullak eden ünlü tram ­
vay grevlerini, ‘İştirak’çi Hilmi Bey’in ‘İştirakiyun Fır­
k ası’ örgütlemişti: Osm anlı sosyalisti bir parti! Amele­
nin o yoğunlukta greve çıkmasındaki önemli etken, sa­
kın gözaıdı edilmemeli: İstanbul Tramvay Şirketi, son­
radan cumhuriyet’in satın alacağı bir ecnebi şirketiydi;
ecnebiler o sırada ‘yurdun bütün kalelerini zaptetmiş,
bütün tersanelerine girm işlerdi” , ‘ülkeyi yöneten ‘bed­

353
hahlar’ ise maalesef onlarla ‘işbirliği’ halindeydi; başka
bir deyişle, grevlerin muhtevası yalnız sosyal değildi, ay­
nı zam anda ve şiddetle anti/emperyalistti.
Türk işçi sınıfı, şu iki perspektifi gözden asla kaybet­
memelidir: Tram vay amelesinin grevindeki anti/em-
peryalist niteliği, bir! Bugün ‘küreselleşme’ ve ‘özelleş­
tirme’ fırıldağıyla, sınıf mücadelesinin, ister istemez,
gezegen ölçüsüne aktarıldığı, iki! Hele sosyalist aydın­
larımız, bu değerlendirmeyi doğru dürüst yapam azlar­
sa, o ezeli izzetinefis savaşlarından asla kurtulam aya­
caklardır; çünkü ‘bilgi toplum u’ sınıf mücadelesini or­
tadan kaldırmıyor, gezegen ölçüsünde sürdürüyor.

25
‘BİLGİ’ ÇAĞINDA ‘SINIFLAR’...

9 Kasım 1995

‘Bilgi toplum u’, ağırlığını bilgisayar ve iletişim ağının


çektiği toplum; artık teknoloji ‘uzay teknoloji’sidir; ‘ge­
netik’ mühendisliği, yâni canlıların genleriyle oynayarak
onları değiştirmek, istenilen çeşit ve vasıfta canlı üret­
mek gündemdedir; daha da önemlisi, cyborg üretiminin
ufukta görünmesi: cyborg’lar birtakım insan yapımı ‘in-
sansılar’dır ki (hümanoid) geleceğin teknolojisi onları
muhtemelen işçi ya da asker olarak kullanacak! İşçi Sı­
nıfının ortadan kalkacağı, bu yüzden ‘sınıf mücadele-
si’nin anlamsızlaştığı iddiası buradan yayılıyor.
Oysa geleceğin toplum unda ‘insansılar’ın insanlarla
ilişkilerinin doğuracağı ciddi sorunlar bir yana, ‘bilgi
toplum u’nda, bilginin ‘mülkiyeti’ başlıbaşına bir diya­

354
lektik çatışma konusu! N asıl mı, bakın nasıl: ‘bilgi ça­
ğı’ demek, gerçekte ‘üretimi’ -ve elbette araçlarını d a -
bilgi ve iletişim teknolojisinin denetlediği çağ demek;
başka bir deyişle, kimler o kapsam lı ve karm aşık bilgi
ve iletişim ağının sahibiyse, egemen onlar olacak, onlar
‘egemen sınıfı’ oluşturacaklar; bu bilgi ve iletişim ağma
sahip olam ayanlarsa öncekilerin ‘kullandığı’ ve tabii
‘söm ürdüğü’ sınıf, ya da ‘sınıflar’.
Diyalektik böyle işliyor, böyle işleyeceğinin işaretle­
ri günümüzde bu yeni toplum modeline en yakın görü­
nen, ABD toplum unda var.
ABD öğretim ve eğitim sistemi, ‘ayrıcalıklı seçkinleri’
bilgi ve iletişimin ‘efendileri’ olarak yetiştirmek amacıy­
la programlanmıştır; daha ileri gidip denilebilir ki, ABD,
denetimi altında tuttuğu ülkelerin eğitim ve öğretimine
de bu seçkinci modeli kabul ettirmek, oralarda yetişti­
rilecek ‘seçkinleri’ de bağrına basıp, gezegenin yeni yö­
netiminde görevlendirmek niyetindedir.
Prof. O ktay Sinanoğlu, ABD öğretim sistemini anla­
tırken ne diyordu hatırlar mısınız? “ ...halkın yüzde
onunun gittiği okullar, niteliği yüksek yerler; tabii bun­
lar çok pahalı, dönemi 25 bin dolar civarında; son de­
rece lüks binaları, çok da iyi öğretmenleri var. Ayırım
üniversitede de devam ediyor; binlerce üniversite var
am a içlerinde bazıları -Yale, H arw ard gibi- çok özel
üniversiteler. Özel okullardan çıkanlar, para aristokra­
sisi diyebileceğim kesimin çocukları, bu üniversitelere
gidiyor, çok pahalı üniversitelerdir bunlar; diğer okul­
lardan çıkanlar da, yâni yüzde 90, diğer üniversitelere
gidiyor; bunlar da paralı ama, az bir para: yâni sınıf ay­
rımı var.” (Aydınlık, 3 Haziran 1995)
İşte planlanan amacın gerçekleştirilmesini sağlaya­
cak uygulama budur: bilgiye ve iletişime, yetiştirilen bu

355
seçkin ayrıcalıklılar ‘sınıfı sahip olacaktır’; onlar elbet­
te ‘egemen sınıf’tır; geri kalanlar ise, kullanılan ve ‘sö­
m ürülen’ kara kalabalık!
Buradaki ‘kara’ sıfatı, acı bir istihzayla, ‘Amerika rü-
yası’nın o en irkiltici gerçeğini yansıtmış oluyor: çünkü
‘halk olm aya’ itilenlerin büyük çoğunluğu, Amerikalı
zenciler. ‘Sistem’ onları bilgi ve iletişim çağının efendi­
liğine layık göremiyor; işte geçenlerde, bir milyonu aş­
kın Amerikalı zenci -ki bunlar ‘M üslüm an’dır- bu du­
rumu protesto etmek amacıyla yürüdü.
Bu yürüyüşle, bir anlam da, geleceğin ‘sınıf mücade­
lesinin startı verilmiş sayılamaz mı?

26

‘68 KUŞAĞI’...

21 M ayıs 1996

Yoksa Hemingvvay’de mi okumuştum?


İspanya İç Savaşı’nda, eskiler bilecektir, Franco’ya ve
onunla gelecek faşizme karşı savaşm ak için, dünyanın
dört bucağından cumhuriyetçiler, demokratlar ve komü­
nistler ‘gönüllü’ olarak gelmiş: ‘Brigade Internationa-
le/U luslararası T ugay’da ‘bilfiil’ vuruşmuşlardı; bunla­
rın birçoğu cephede öldü, İspanyol toprağına gömüldü;
cenaze törenlerinde silâh arkadaşlarının söylediği ‘efsa­
nevi’ bir söz vardır ki unutulmaz, unutulamaz; nesiller
boyunca da, unutturm amak için elimizden geleni yap­
malıyız:
“ O kendisi için bir şey istem iyordu!” .
X X . yüzyılın ilk yarısından bu yana, toplumsal dü-

356
zendeki çarpıklığı düzeltmek, insanca ve halkça bir dü­
zen kurmak amacıyla yola çıkanların, ‘kendileri için bir
şey istememesi’ esastır; kalkışılan iş, girişilecek eylem,
‘insanlar’ içindir, bu yolda ölümü göze almış olanların,
kişisel bir beklentisi yoktur ve olamaz: ne mal, ne mülk,
ne servet! Hâttâ gelecek o iyi günlerde, ne bir mevki, ne
bir mansıp!
‘68 Kuşağı’ adı verilen neslin gençleri de, en azından
önemli bir kısmı, aynı espriyle harekete geçmişlerdi;
bu yüzden, hayatını kaybetmek ihtimaliyle karşı karşı­
ya kalan ‘Deniz Gezm iş’in -h esaba arkadaşlarını da
dahil ederek- ‘Biz kendimiz için bir şey istememiştik’
dediği, tarihe yazılmıştır; o bu sözleri telaffuz ederken
sosyalist aydınların şerefli geleneğini sürdürmüş oluyor­
du, fakat...
Evet, m aalesef bu işin acı bir fakatı var...
‘68 K uşağı’nın ‘devrimcileri’ Paris’te, M ünih’te, M i­
lano’da ya da İstanbul’da, Ankara’da, barikatların arka­
sında Enternasyonal söylerken, yüzyılın yeni sosyalist
ümitleri rolündeydiler ama; sonraki davranışları, içlerin­
den çoğunun, ‘kendileri için bir şeyler istediğini’ açıkça
ortaya koymuştur: Ne Cohn-Bendit, ne Tarıq Ali, ne de
ötekiler (bizden özellikle isim vermek istemiyorum) baş­
langıç çizgisini koruyabilmiştir; pek çoğu uğruna ölebi­
leceğim iddia ettikleri idealleri bir çırpıda unutup; nice­
leri mal ya da mülk, ya da servet, ya da mevki ve man­
sıp için, kolaylıkla ‘karşı tarafa’ geçebilmişlerdir.
Evet biliyorum, böyle bir gözlem bütün bir kuşağı
töhmet altında bırakan kesin bir tespit olarak ileri sü­
rülemez, sürülemez am a, o kuşağın feda-yı nefs ve feda­
kârlık bahsinde, 3 0 ’lu yılların gençliğinden çok geriler­
de kaldıkları da ‘bittecrübe sabittir’ : Günümüzde mün­
hasıran reklamcılık, pazarlam acılık, iletişim sektörün­

357
de bile, bu tezi kanıtlayacak sürü sepet isim bulmak, sı­
ralam ak mümkündür.
İşin ilginç yanı sosyalist solda pek çarpıcı şekilde gö­
rülen bu olgunun, yalnızca ona ait olmaması! Gerçekten
de ‘68 K uşağı’ eylemci takımından nice ‘akıncılar’ın,
nice ‘ülkücüler’in de, aslında ‘kendileri için bir şeyler is­
tedikleri’ sonradan davranışlarıyla meydana çıkmıştır:
Onlardan da hayli zengin işadamı, yeni zengin, hâttâ
m afioso sayabiliriz. İnsan ister istemez çalışan toplum
katmanlarına yaslanmayan iddialı siyasi görüşlerin, ‘tı­
kandığı’ yada ‘kilitlendiği’ anda, yandaşları tarafından
başka ‘serüvenler’, daha doğrusu birtakım ‘ileri kaçışlar’
için terk edildiğini düşünüyor; çünkü am aç bilinç altın­
daki öteki ‘isteğe’ ulaşm aktadır, ama burada, ama baş­
ka yerde!
Bu kadar lâf, aynı kuşaktan liberal aydınların da
çok fire verdiğini söylemek için; öbürlerinin aksine ‘Sis-
tem’in daha başlangıçtan ‘desteğini’ kazanmış, bu kısmı
özenle yetiştirilip toplumun ilerdeki lider ya da yöneti­
cisi olmasına gayret sarfetmiş bu ‘aydınlar’ın; imkân ve
güç sahibi olur olmaz, ‘küreselleşeceklerine’, biraz faz­
lasıyla ‘özelleşip’, ‘Yarabbena, hep b an a!’ felsefesine uy­
dukları, hep beraber yaşadığımız bir gerçek!
Bunun en güzel örneği, galiba Prof. Dr. Tansu Çiller!
İktidara âdeta paraşütle indirilmiş olan bu genç kuşak
lideri, bulunduğu yerde ‘Sistem’in ondan beklediği yerle­
ri gerçekleştirecek, ona verilen planlan uygulayacak yer­
de; garip, üstelik hayli mübalağalı şekilde kendi ‘istekle­
rine’ kavuşmaya çalışmadı mı? Açıkça anlaşılmış oldu ki,
o da ‘Sistem’i filân umursamıyormuş, onun da ‘kendisi
için istediği bir şeyler -hâttâ galiba çok şeyler- varmış’;
işi gücü bırakıp, onları elde etmeye çalıştı.
Bu ‘68 K uşağı’ bir bakıma talihsiz bir kuşak!

358
‘KIT’ler
kalkınmanın ‘kaleleri’
1

KİT’LER, KALKINMANIN KALELERİ...

30 O cak 1992

(H avada kalın pus, gizlice linyit kokuyor; Dolmabah-


çe’nin ulu ağaçlan, Osmanlı bir dalgınlığın içindedir; sis
düdükleri belli belirsiz duyuluyor. Niye kızgınım? Sağ­
duyunun paldır küldür çiğnenmesine mi? Kulaktan dol­
ma propaganda lâflarının, yeryüzünün en son ve en şaş­
maz ‘gerçekleri’ diye savunulm asına mı, son kuşak
gençliğin sosyalizmi bile o pasif ‘çiçek çocuğu’, o mis­
kin hippy davranışlarıyla sergilemesine mi?
Belki hepsine, en çok da şu KIT’ler meselesine!)
Bu mesele yeni değil, neredeyse kırk yıldır KIT’lere
atıp tutarlar; ‘Sistem’, ne hikmetse, Türkiye’nin ‘kurtu­
luşunu’ (!) KIT’lerin dağıtılmasına bağlamıştır: onları el­
den çıkaracaksınız, oh ne rahat! Yıllar geçtikçe en sol­
cu, en toplumcu geçinenler arasında bile, bu türden bir
‘papağanlığın’ yaygınlaştığını görmekteyiz. Kendi hesa­
bıma, KIT’lerin ‘prensibini’, her zam an savundum, ‘uy­
gulam asını’ eleştirdim; hâlâ aynı fikirdeyim: KIT’ler,
Türk kalkınmasının ‘kaleleri’; ‘Sistendin Türkiye’yi tes­
lim alması, ancak onların ‘düşürülmesi’ ile mümkün! Ül-

.361
kemizin kaderine hükmeden siyaset oligarşisinin, bu dev
kuruluşları ‘arpalık’ olarak kullanması, aleyhlerine ya­
ratılmak istenen havaya son derece yardımcı oluyor.
‘Özelleştirme’nin yine çok güncelleştiği şu günlerde, is­
tedim ki olayı ‘Sistem ’in kendi içinde nasıl gördüğünü
ele alalım, nasıl değerlendirdiğini gözden geçirelim.
7 0 ’li yılların ikinci yarısında, ‘Am erika’da dar bir
yönetim ve iş çevresi içinde izlenebilen Executive Intel­
ligence Review adlı haftalık dergi, Türkiye ekonomisi
üzerine ‘Hizmete Ö zel’ gizli bir rapor hazırlamıştı; işte
bu raporda, hiç de yanlış sayam ayacağım ız önemli tes­
pitler ve teşhisler var, meselâ diyor ki: Türk geliş­
me stratejisinin esası, çabuk bir kamu sanayileşmesine
dayanmaktadır. 1950’den bu yana, Atlantik’çi Güçlerin
(‘Sistem’ anlayın) T ürkiye’nin geleneksel tarım ürünle­
rine dayanan bir gelişme stratejisini benimsemesi için
çab a sarfettikleri; veya, hiç olm azsa sanayileşm eyi
emek/yoğun anlara kaydırıp yozlaştırmayı gözettikleri
anlaşılm aktadır. Türkiye ise, kamu öncülüğünde bir
ağır sanayie yönelmek ve bu şekilde yoksulluk ve geri
kalmışlıktan kurtulm ak için ısrar etmiştir.”
Bu tespit ve teşhise, hangimiz çıkıp da yanlış diyebi­
lir, olayı yıllardır yaşıyoruz bre!
O dönemde de yaşam ışız, rapor, olayı şöyle sergi­
liyor:
" ... aylardan beri T ü rk Hükümeti, Para Fonu’nun
(IMF) ‘kemerleri sıkm a’ önerilerine dayanmıştır. 1977’de
Türkiye’yi ziyaret eden Dünya Bankası heyetine, (M a­
liye Bakanı) Ergenekon sert davranmış ve kendisi oturu­
ma katılmayarak, Dünya Bankası yetkililerini yardımcı­
larıyla görüşmek zorunda bırakmıştır. (...) Türkler’in bu
sert tutumu üzerine Dünya Bankası derhal ‘misilleme’
uygulamasına girişerek, Türkiye’ye tüm kredileri kesmiş

362
ve New-York bankaları da derhal aynı şekilde bir dav­
ranışta bulunm uştur...”
“ ... bir N ew -York banka kaynağına göre, gerek Er-
genekon ve gerekse aynı sıralarda ABD’yi ziyaret et­
mekte olan bir T ü rk İşadam ları heyeti, Am erika’nın,
sorunları hep Kıbrıs konusuna bağlanm asını ve Ameri­
kan bankalarına borçların ödenebilmeleri için, sanayi­
leşmeden vazgeçmenin gerektiğini duyunca çok kız­
m ışlard ır...”
“ ... Demirel’in on yıl önce Dünya Bankası ve iMF’nin
politikalarını uygulam ak üzere işbaşına getirilişine rağ­
men, sorun, Türkiye içinde büyük siyasi önem taşım ak­
tadır. İster Demirel, isterse muhalefet lideri Ecevit olsun,
A nkara’daki bürokrasiyi ve Türk kamuoyunu, sınai ge­
lişmeyi durduracak bir uygulamaya zorlam akta güçlük
çekeceklerdir’. Sınai gelişme modern Türkiye’nin temel
ilkelerinden biridir.” (Batı’nın Deli Gömleği, s. 384-
385, 1981, İst.)
Hâlâ öyle mi dersiniz? 80’li yıllar içinde Türkiye öy­
le bir beyin yıkama operasyonundan geçirildi ki, artık
ak saçla kara saç iyice birbirine karıştı: kimse Kamu İk­
tisadi Teşekkülleri’nin, doğrudan doğruya, M üdafaa-i
H ukuk doktrini çerçevesi içinde, tasarlanıp kurulduk­
larım hatırlamak istemiyor; gerçekte, KİT’leri karalayan­
ların çoğu, onları bizzat batağa saplayanlarla, onların
hınk deyicileridir.
Sözüm daha bitmedi.

363
2

KİT’LER İN ‘GÜNAHI’ NE?

2 Şubat 1992

(Beyoğlu’ııda o yağmur ki, yağmura benzemez: yukar­


dan biraz is biraz kurum biraz gözyaşı bir şeyler dökü­
lür: buğulu vitrin camlarım yalayan, arsız ve hınzır, bir
ayaz; yıldırıcı bir ısrarla varlıklarını sürdüren, seyyar sa­
tıcılar; eski levanten Beyoğlu’ndan geride kalmış bir
bunak hezeyanı, o zavallı tramvay! Hem yürüyor, hem
T ürkiye’ye ‘Bunlar sizi batırıyor, çabuk dağılın!’ tavsi­
yesinde bulundukları KIT’leri, kendi aralarında nasıl
değerlendirdiklerini düşünüyorum.)
Am erika’da ‘dar bir yönetim ve iş çevresi’ içinde iz­
lenebilen Executive Intelligence Review adlı haftalık der­
gi, 1997’de yayımladığı ‘Hizmete Özel’ Türkiye Rapo-
ru’nda KIT’lerimiz için demiştir ki:
Türkiye’de KIT’ler, genel anlamda sanayileşme­
yi yönlendirmektedirler. Sayıları 100’ün üzerindedir,
ekonomiye katkıları yaklaşık yüzde 10’dur; sanayi ke­
siminde çalışanların yüzde 6 ’sı KIT’lerde istihdam edil­
mektedir; Türk fabrikalarında üretilen malların yarısı
bu kuruluşlardan gelir ve mevcut ağır sanayiin en
önemli kısmını da bu sektör oluşturmaktadır: devlet
sektörü tam anlamıyla çeliği, petrol rafinerilerini, elekt­
riği, gübreyi, kâğıdı, demiryollarını, hava ve deniz yol­
larını, ulaştırmayı bir tekel halinde elinde bulundur­
makta; bunun yanı sıra, tekstil, kömür, çimento, şeker,
kimya sanayii ve makine imalatının da büyük kısmına
hâkim durum dadır...”
“... Türkiye’nin 5 Yıllık Planlan bu türden bir sana­

364
yileşmeyi öngörmektedir. (...) Birinci ve İkinci Beş Yıl­
lık Plan dönemlerinde, tüm yatırımların yüzde 3 1 .1 ’i ve
3 7 .1 ’i sanayi sektörüne yapılmıştı. Bu oranlar, planlar­
da öngörülmüş hedeflerin çok üzerine çıkmıştır. Üçün­
cü Beş Yıllık Plan döneminde de yatırımların yüzde
4 5 .4 ’ü sanayi sektörü için öngörülmüştür. İlk iki plan­
da yatırımların daha fazla özel sektöre ağırlık tanıdığı
ileri sürülebilirken, Üçüncü ve yakın bir gelecekte açık­
lanacak olan Dördüncü Beş Yıllık Plan’da yatırım ağır­
lığının büyük ölçüde Kamu Sektörü’ne yöneldiği görül­
m ektedir...” {Batının Deli Gömleği, s. 385, 386, 1982).
Acaba ilginizi çekecek mi? 24 O cak Kararları da, 12
Eylül macerası da, işte tam bu ‘hesapların’ arkasından,
onların ‘üzerine’ gelmiştir.
Executive Intelligence Revieıv’ü n ‘Hizmete Ö zel’
Türkiye Raporu dikkatle okunduğu zaman, bu ‘gelişin’
nedenleri çok daha iyi anlaşılabiliyor; çünkü bakın, ne
demişler:
“ ... Para Fonu’nun (IMF), hafif sanayie yönelme tav­
siyelerine ve çağrılarına rağm en, Üçüncü Beş Yıllık
Plan, ara ve yatırım malları sanayiine yönelmiş ve bu­
nun için de ileri bir teknolojinin gerekli olduğu belirtil­
miştir. Bu plandaki önemli sanayi projelerinin -k i bun­
lar 200 adet kad ard ır- tümünün Kam u Sektörü’nde
olduğu görülmektedir. Bu 200 proje içinde İskenderun
ve Ereğli Çelik üretim tesislerinin genişletilmesi, otom o­
tiv ve buna bağlı vites kutusu ve şanzıman gibi ara
mallarının yeni üretim üniteleri v a rd ır...”
" ... ayrıca, bunlara ek olarak, üç yeni projenin da­
ha harekete g e çirild iği ve örneğin Eylül 1 9 7 6 ’da
Türk/İtalyan işbirliğine dayanan K arakaya B arajı’nın
yapımına başlandığı, bundan kısa bir süre sonra da
Rom anya tarafından finanse edilen bir petrol rafineri­

365
sinin de inşaatına başladığı bilinmektedir. (...) Üçüncü
büyük proje ise, T ürk/Japon işbirliğince Sivas’ta kuru­
lacak olan Dem ir/Çelik tesisleridir...”
“ ...b u projeler Türkiye’nin sanayileşme hedeflerinin
ne olduğunu açıkça göstermektedir. Para Fonu’nun (IMF)
karşı çıkmasına rağmen, Üçüncü Beş Yıllık Plan’da sa­
nayi üretiminin yüzde 11.2’lik bir artışı öngörülmüştü,
1973 yılında bu hedef aşılarak yüzde 12.8’lik bir üretim
artışı kaydedilmiştir ve ilh ...”
Farkında mısınız, KIT’lerin ‘günahlarını’ saya saya
bitiremiyor, ‘Flizmete Özel’ rapor; işin aslını ararsanız,
bu ‘günahlar’ Türkiye’nin ‘sevapları’, çünkü güçlü ve
büyük Türkiye’nin habercileri; zaten onları çileden çıka­
ran da, bu!
Yooo, daha bitmedi!

3
ASIL KORKTUKLARI...

4 Şubat 1992

(Televizyonda bir haber, önemli bir kuruluştaki kamu


hisseleri, Fransızlara satılmış; ‘Amerikan papağanla­
rın ın etekleri zil çalıyor; aman ne iyi olm uş canım,
böylece ‘özelleştirme’ hız kazanıyormuş, vs, vs! M üda-
faa-i H ukuk bilinciyle büyümüş ‘cumhuriyet’ kuşakla­
rına, bu türden haberler, ne yaman tokatlardır bilir mi­
siniz? O kuşaklar ki Osmanh’dan ‘müdevver’ ecnebi fir­
malarının, nasıl ‘ulusallaştırıldıklarını’ görm üş; ‘kamu
öncülüğündeki kalkınmanın’, ‘muassır medeniyet sevi­
yesine’ ulaşm akta gerçek ve tek yol olduğuna inanmış­

366
lardır; çarkın tersine dönmeye başlam asını, üstelik bu­
nun tek kurtuluş yolu olarak alkışlanmasını, yürekleri­
ne nasıl sindirsinler?
Hele Executive Intelligence Review’ü ‘Hizmete Özel’
Türkiye R ap o ru ’ndaki şu satırlar, akıllardan bir türlü
çıkm ıyorsa...)
“ ... 1950’lerden beri Para Fonu (IMF), KIT’lerin özel
sektöre (tabii, ecnebi sermayeye de) satılması için, çeşit­
li hükümetler nezdinde, sürekli baskılarda bulunmuştur.
Neden olarak, Dünya Bankası KIT’lerin ‘ekonomik ol­
madıklarını’ ve ‘sosyal hedeflerinin galebe çaldığını’ ile­
ri sürm üştür...”
“ ... şu sırada sanayi, gayrisafi milli hasılanın yüzde
18’ini ve çalışan nüfusun yüzde 15’ini oluşturmaktadır.
Plan hedeflerine göreyse 1995 yılında sanayi gayrisafi
milli hasılanın yüzde 4 0 ’ım ve çalışan nüfusun yüzde
5 2 ’sini olu ştu racaktır...”
“ ... demir ve çelik en fazla önem verilen sektördür.
Üç adet tesis halen faaliyet göstermektedir. Bunlar es­
ki Karabük tesisleri, Ereğli ve Sovyetler tarafından ya­
pılmış ve yeni açılmış olan İskenderun tesisleridir. Ja-
ponlar tarafından imal edilecek Sivas tesisleri, dördün­
cü olarak devreye girecektir...” (12 Eylül’den sonra,
‘devreye’ asla girmedi, yerine beş yıldızlı oteller devre­
ye gidiyor)
“ ... Üçüncü Beş Yıllık Plan’da, Türklerin çelik üretim
kapasitelerini artırm ak arzusunda oldukları, çok kesin
bir biçimde belli olmaktadır. Çünkü Plan hedefleri bu
sektörde, şimdikinden üç kat daha fazla yatırımda bu­
lunulmasını öngörmektedir. Amerika Birleşik Devletle­
ri, Türkiye’nin çelik sanayiini genişletmesinden hoşnut
olmadığını belirtmişken, Sovyetler Birliği bu sanayiin ku­
rulabilmesi için Türklere yardımcı o lm aktad ır...”

367
bunların dışında, iki çelik tesisi daha etüt halin­
de bulunmaktadır. Enerji Bakanı Selâhattin Kılıç, yap­
tığı bir konuşm ada, önümüzdeki beş yıl içinde T ürki­
ye’nin çelik üretiminin 20 milyon tona varacağını söy­
lemiştir. İtalya’nın 60 milyon, Alm anya’nın 60 milyon,
Jap o n y a’nın 110 milyon, ABD’nin 120 milyon ve Sov-
yetler’in 135 milyon yıllık çelik ürettikleri göz önünde
bulundurulacak olursa, Türkiye’nin yakın bir gelecek­
te, İtalya ve Alm anya ile bu sanayi dalında boy ölçüş­
meye kalkışacağı anlaşılmaktadır.” (Batının Deli Göm­
leği, s. 388/289, 1981)
Onların, yâni IMF ile Dünya Bankası’nın, yâni ABD’nin,
yâni Sistem ’in, kabul ve tahammül edemediği de, işte
budur!
M üdafaa-i H ukuk doktrininin sonucu ve amacı,
‘muassır medeniyet seviyesine ulaşmak’tı; nasıl olacak
bu, turizm işletmeciliği, sütçülük, manavcılık, kasaplık
yaparak mı, elbette hayır; ‘çağdaş uygarlık düzeyi’ en­
düstridir, endüstri sonrasıdır, bilgi toplumudur; T ürki­
ye önce endüstride o düzeyi yakalayacak, bu arada bil­
gi toplumuna geçişi hazırlayacaktır; bunun için gerek­
li imkânlara da, tarih birikimine de, gerekli siyasi ira­
deye de sahiptir.
İşte kafaları bunu almıyor: Nevv-York’lu ‘üst düzey
bir bankacı’ aynı dergiye, aynı münasebetle ne demiş:
“ — ... Türkler çok gururludur, bir türlü o kahrolası ge­
lişme program larından vazgeçm iyorlar” . O yıllarda,
Yunanlı bir diplomat, aynı bankacıya demiş ki: “ Demi-
rel, Para Fonu’nun emirlerini yerine getirmiyor, ancak
ordunun yönetimi ele almasıyla Para Fonu’nun istediği
ekonomik tedbirler alınabilir” ; eh, bu filmi 12 Eylül’den
itibaren, milletçe, yaşadık; ama insan merak ediyor, aca­
ba Demirel için, bugün de, aynı şey söylenebilir mi?

368
4

BAKMAYIN SİZ ONLAR!

8 Şubat 1992

Hatırlatmak gerekir mi, M ustafa Kemal Paşa, ünlü İz­


mir İktisat Kongresi’nde, Türkiyeli işadamlarını, mem­
leketin kalkınması için, liberal bir iktisat anlayışı ve çer­
çevesi içinde, göreve çağırmıştı. Cumhuriyet’in bu ilk
‘liberal kalkınm a’ teşebbüsünden, olumlu sonuç alına­
mamıştır; nasıl alınabilir ki, A nkara anti/emperyalist
bir tavır koymuştu, ülkedeki ‘yabancı sermayesini’ tas­
fiye ediyor, ‘ecnebi’ şirketleri ‘kam ulaştırıyordu’; yer­
li işadam larım ızdaysa ‘yeterli sermaye ve iş tecrübesi’
yoktu.
Kamu öncülüğünde bir kalkınma fikri, ‘Başvekil’ İs­
met P aşa’nm bir Sovyetler Birliği ziyaretinden sonra
doğup şekillenmiştir: beş yıllık planların tartışılıp düzen­
lenmesi ve uygulanm ası, ondan sonra gerçekleşiyor:
adına kısaca ‘devletçilik’ denilmiştir, önce CHP’nin, son­
ra A nayasa’mn ünlü ‘altıok’undan birisi!
O uygulamayla nelerin başarılmış olduğu Executive
Intelligence Revieıv'ün ‘Hizmete Özel’ Türkiye Raporu
pek güzel özetlemiş; dahası, nelerin ‘hedeflendiği’, nele­
rin başarılmaya niyetli olunduğu da! Anti/emperyalist,
yâni ‘Sistem’in dışındaki bir ülkenin, başka türlü kalkı­
nabilmesi ne mümkün? Türkiye, ‘ecnebiyi’ işe karıştırma­
dan bunu denemiş, istediği sonucu alamadığı için ‘kamu
öncülüğüne’ yönelmiştir, bu bir; ‘ecnebiyi’ işe karıştırdı­
ğı anda, kalkınmasının nasıl ‘torpillendiğini’ son kırk yıl­
lık serüven sırasında, açıkça görmüştür, bu iki!
Bakmayın siz onlara!

369
‘Dünyaya açılmalı’ derler, aslında bu ‘ulusal pazarın’
ecnebiye ‘açılması’ anlamına gelir; ‘ecnebi’ kendi paza­
rını ‘dünyaya açm az’, hele sana hiç açmaz! Bağımsızlı­
ğın modası geçti, dönem artık ‘karşılıklı bağımlılık’ dö­
nemidir derler, o da başka bir yutturmacadır; sonuçta
sen A’dan Z ’ye ‘Sistem ’e bağımlı olursun; ‘Sistem’ hiç­
bir şekilde sana bağımlı olmaz! Almanya ya da ABD’nin,
Türkiye’ye gerçekten bağımlı olduğu bir alan göstere­
bilir misiniz bana?
Hele o ‘küreselleşm e’ palavrası yok mu, ona bayılı­
yorum; artık dünya değişmiş, her şey tek tek ülkeler dü­
zeyinde değil, gezegen düzeyinde düşünülüyor, ele alı-
nıyormuş; hiçbir şey (insan hakları, çevre vs) ulusal sı­
nırlar içinde kalam azm ış; sevsinler, öyleyse o yaman
‘küreselleşme’ niye ‘Sistem’in Afrika, Asya ve Güney
Amerika’daki milyonlarca açı beslemesini, kendi refahı­
nı onlarla paylaşmasını içermiyor? Niye en az üç yüz yıl­
dır, gezegeni sömürerek biriktirdikleri serveti, ‘küresel­
leştirip’, yoksul ülkelere dağıtmıyorlar?
Bir yerde demiştim ki, KIT’ler Türk kalkınmasının
kaleleridir, ‘düşürmeye’ çalıştıkları bu kalelerdir; iMF’nin
ya da Dünya B ankası’nın ‘hesaplı’ bulmadıkları KİT’ler,
gerçekte onları ürkütüyor; hesaplı olmayabilirler, çünkü
demokratik ve katılımcı bir espriyle kurulmamış, öyle
yönetilmemişlerdir; ilkeleri ne kadar doğruysa, ilkenin
uygulaması, o kadar yanlış!
Türkiye’ye demokrasi ‘sivil toplum’un eseri değil,
‘siyasi toplum’un uzantısıdır! Gelişmişler de ‘sivil top­
lumu’ yapan sendikalardan, meslek kuruluşlarından,
basından, siyasi partilere kadar her şey, ülkemizde ‘yu­
kardan aşağıya’ yönetimlerce örgütlenmiş; bu yüzden
de, sürekli olarak Türkiye’deki siyasi oligarşinin dene­
timinde kalmıştır: KİT’ler elbette buna istisna teşkil etmi­

370
yor: gerçekte ‘sivil toplum ’un denetleyebileceği, özerk,
katılımcı, özyönetimci kuruluşlar mı olmalıydılar; tam
tersine, her dönemde iktidardaki siyasi partilerin ‘arpa­
lıkları’ durumuna düşürülmüşlerdir; bu da onların ran-
tabilitelerini kaybetmelerine, ağırlaşmalarına, lağarlaş-
malarına neden olmuştur.
Türkiye ‘sivilleştikçe’, mutlaka KİT’leri de ‘sivilleşe­
cek’; onlar için de, piyasa gerçeklerine ve gereklerine uy­
masını bilen, yönetim ve denetim modelleri bulunabile­
cektir. Bunu yapmayıp da ‘Sistem’ böylesini buyuruyor
diye, KİT’leri ‘ecnebiye’ peşkeş çekmek; ülkenin savun­
ma tesislerini yabancılara satmakla birdir.
İşte bu kadar.

‘KİMİN MALINI KİME SATIYORLAR?’

27 Şubat 1992

Farkında mısınız, KIT’lerin ‘özelleştirilmesine’, yâni ya­


bancılar dahil, birilerine satılmasına karşı ‘tavır koyan­
lar’ çoğalıyor.
Geçen gün kar kıyamet, camları buğulu bir otobüs­
te, tıklım tıklım gidiyoruz; yollar tıkalı, trafik akmıyor;
can sıkıntısından mı nedir, yolcular aralarında muhab­
bete başlamış; bu arada, yaşlıca, gözlüklü bir zat, yanı-
başındaki yuppie kılıklı gençten biriyle, -nereden nere­
ye- KIT’lerin satılması konusuna dalmışlar; kulak misa­
firi oldum. KİT’leri savunan yaşlıca zat, sinirlendi mi ne,
bir ara sesini yükseltti: “ — Sen ne diyorsun oğlum, bun­
ları millet yaptı, kimin malını kime satıyorlar?”

371
Demir Çelik İşletmeleri Genel M üdürü Dr. Sencer
İm er’in nasıl ‘tavır koyduğunu’ görüp, neler söylediği­
ni okuyunca; elimde olm ayarak, her haliyle, ‘eski top­
rak’ yaşlıca zatın dediklerini hatırladım.
“ ... kime ne şekilde açılacak, nasıl satılacak bunlar?
Bence önce çalışanlara, sonra halka sorm ak gerekir:
hâttâ ben bu konuda referanduma başvurulm ası gere­
kir diye düşünüyorum. Hepsinde halkın parası var bun­
ların !” (2000’e Doğru dergisi, 16 Şubat 1992)
Haksız diyebilir misiniz?
Dr. Scncer im er’in dikkate değer söyleşisi üzerinde
ayrıca duracağımı sanıyorum, ama önce Ecz. Hüsnü
Akıncı’nın (Adapazarı) mektubuna bir göz atalım; o da
KİT’ler konusunda hassas ve dertli diyor ki:
“ ... uzunca bir zam andan beri herkes, başkalarının
dediğini tartışıyor. Başkalarından, Türkiye’nin yararı­
na bir öneri çıkm ayacağı kesin olm asına rağmen, kim ­
se bunun farkında değildir. Aslında devlet, Kir’lere yük­
tür; bu sebeple bir canavar yaratılmıştır; bunu da kim­
se, gerektiği biçimde tartışm ıyor...”
“ ... iddia ediyorum: en bozuk KÎT’in yönetimini ba­
na versinler; eğer, tahmin edilemeyecek kadar kısa sü­
rede, o KIT’i verimli bir hale getiremezsem, kapısına be­
ni assınlar; böyle bir yaklaşım bize işin doğrusunu bul­
durur.” (31 Ocak 1992)
Hüsnü Akıncı m ektubunda, altını çizdiği o ‘başka­
ları ve niyetleri’ üzerinde de durmuş, o konuda diyor ki:
“ ... daha 1986’da Avrupa ve Amerika, Türkiye’nin
kalkınmasında lâzım olan kredilerde kısıntılara gitmiş­
lerdi. Bunun üzerine Demirel 1967’de daha önce sürdü­
rülen temasları geliştirerek, Rusya ile geniş bir ekonomik
ve teknik işbirliği anlaşm ası yapmıştı. (...) Anti-komü-
nist bir Başbakan’ın komünist Rusya ve diğer ‘demirper-

372
de’ gerisi ülkelerle anlaşm alar yapm ası karşısında, - b a ­
zı kişilerin zihinlerinde- ister istemez şüpheler beliri­
yordu. Demirci bu endişelere gerek olmadığına, 3 Ocak
1976 tarihli beyanatıyla açık açık cevap verm işti...”
Hüsnü Akıncı, Demirel’in o beyanatını da aynen ak­
tarmış: “ ... Ingiltere’si, Amerika’sı, Fransa’sı, Sovyet­
lerle tam işbirliği halindeyken, Türkiye neden tek kapı­
ya dayanacak? Çek Başbakanı gelecek yakında, ondan
elektrik santralleri alacağım; yararım neyse, onu yapa­
cağım. Sadece Amerika, sadece Dünya Bankası veya
Avrupa Kalkınma Bankası mı? Hayır! Kısıtlı verdikleriy­
le yetinmek neden? Yakında Jap on lar gelecek, heyet­
le... Bir Demir Çelik fabrikası da onlarla konuşacağım.
Nereden bulursam oradan alacağım elbette.”
‘Sistem’in ‘Büyük Türkiye’ projeksiyonu yüzünden,
Demirel’i alaşağı etmek için, elinden geleni ardına koy­
madığı malum. Şimdi sorulacak soru şu: Demirel, vak­
tiyle R uslar’a yaptırdığı fabrikaları, Am erikalılar’a mı
satacak?
Hazindir.
Bir başka uzman, Prof. Bilsay Kuruç, Taner Kışla-
lı’yla söyleşisinde KİT’lere değinmiş, onun söyledikleri de
son derece ilginç, şimdilik sadece birkaç noktasını ak­
tarmakla yetineceğim:
“ ... eğer dünyada hakikaten teknolojiye ve işbilgisi-
ne erişmek istiyorsak, yeni KIT’ler kurabilme olanağım
elimizde tutmamız lâzım. Fransa bile, iki ay önce, Si­
emens modeliyle yeni KİT kurmaya başladı; Fransa’nın,
ki AT üyesidir, yeni KİT’ler kurmasının nedeni, Avrupa
ve dünya çapındaki ileri teknolojiyle rekabet edebil­
mektir. Dünyada teknoloji ilerlediği ve büyük ölçekli iş­
letmelere gerekli olduğu sürece, KIT’lerin varoluş gerek­
çesi ortadan kalkmaz.” ( Cumhuriyet, 10 Şubat 1992)

373
Oysa biz ne yapmışız? Şunun bunun telkiniyle KIT’le­
rimizi önce zarara geçirmiş; sonra da en kârlılarından
başlayarak (çimento fabrikaları) ‘ecnebi’ye satmaya baş­
lamışız.
Bu iş burada bitmez, arkadaş!

‘İSTİKLÂLSAVAŞI’ NEYSE...

29 Şubat 1992

Konuşalı kaç gün oldu, mutlaka hatırlayacaksınız; Ame­


rika’da ancak dar bir yönetim ve iş çevresi içinde izle­
nebilen Executive Intelligence Revieıv'ün ‘Hizmete
Özel’ Türkiye R ap oru’nda, KİT’lerden söz edilirken de­
nilmiş ki:
“ ... 1 9 5 0 ’lerden beri Para fonu (imf ), KIT’lerin özel
sektöre satılması için çeşitli hükümetler nezdinde sürek­
li baskılarda bulunmuştur. Neden olarak Dünya Ban­
kası KİT’lerin ‘ekonomik olmadıklarını’ ve ‘sosyal hedef­
lerinin galebe çaldığını’ ileri sürm üştür.” (Batı’tun De­
li Gömleği, s. 388, 1981)
Prof. Bilsay Kuruç, o ‘baskıların’ son zamanlarda ne
mertebeye vardığım, Taner Kışlalı’ya şöyle anlatmış:
“ ... Dünya Bankası’mn henüz açıklanmayan, iki cilt­
lik bir KİT raporu var. İki ay önce çıkmış olan o rapo­
ru ben okudum. Bir tür ‘yıldırım harekâtı’ ile, iki yılda
KİT sistemini yok etmeyi öngörüyor. Bazıları satılacak;
PTT, TEK, DDY gibi birkaçına da şimdilik kerhen katla­
nılacak. Bu gerçekleşirse Türkiye iki yılda 7 milyar do­
larlık bir yüke katlanmış olacak; eğer bu yapılm azsa,

374
karşılaşılacak olan yük 19 milyar dolar olacak deniyor.
Bu dehşet senaryosu çok ayrıntılı bir rapora dayanıyor.
Son 10 yılda bütün devlet hesapları IMF ve Dünya Ban-
k ası’na açıldığı için, rapor özellikle KİT’lerin 1 9 8 5 ’ten
bu yana olan durumunu inceliyor; oysa KIT’ler 1985’ten
bu yana bozuldular. ( Cumhuriyet, 10 Şubat 1992)
Mevlid’in ‘firaklı yeri” zaten burası: ‘Sistem’ 1950’den
itibaren KIT’lere ‘takmış’; 24 Ocak kararlarından itibaren
de, ya bu kuruluşlar ‘arpalığa dönüştürülmüş’, ya da
-onların iddia edip durduğu gibi- ‘ekonomik olmamala­
rı’ sağlanmış; şimdi de, ‘işte sizi batırıyorlar’ diye bütün
KIT’leri iki yılda ‘yok etmeyi’ planlamışlar...
Atıyor muyum, hadi canım, hele işin uzmanına bir
kulak verin...
Prof. Bilsay Kuruç’a göre, gelişme şöyle olmuştur:
“ ... 1975’e kadar KİT sistemi ileri teknolojiyi ve top­
lum sal hizmet amacını, kârlılıkla bağdaştırm ış bir sis­
temdir. Z ararlar 1 9 7 5 ’ten sonra başladı, 8 5 ’ten sonra
da bugünkü noktaya gelindi. (...) Tabii, esas olarak,
kötü yönetimden: finansman tabloları gösteriyor ki,
âdeta bir ‘batırm a’ çizgisi izlendi ANAP iktidarı tarafın­
dan, yönetim kurulları işin ehli olmayan insanlarla dol­
duruldu, KİT’lerin sağlığa kavuşturulması gibi bir am aç
ise zaten gözetilmedi. Kârlılıkları özel sektörünkinin
yarısına kadar düştü; am a Dünya Bankası raporunun
önerdiği yıldırım harekâtı, bence ekonomiye büyük bir
istikrarsızlık getirir; böyle bir baskıyla karşı karşıya
olan hükümetin, çok önemli bir araştırm a yaptırm ası
lâzım .” ( Cumhuriyet, 10 Şubat 1992)
Bir başka uzman, D em ir/Ç elik İşletmeleri Genel
M üdürü Dr. Sencer İmer, Dünya Bankası ve IMF’nin ‘te­
lâşına’ ne gibi âmillerin tesir edebileceğine de değinmiş,
diyor ki:

375
“•... buraları kapatıp, kendi stratejik düşüncelerine
göre etkisiz hale getirmek isteyenler de olabilir; çünkü
dünyada politik savaşın yanı sıra ekonomik savaş da sü­
rüyor. Türkiye 1980’de 2.5 milyon ton çelik üretiyordu
ve dünyada 33. sıradaydı; şimdi 10 milyon ton çelik üre­
timi yapıyor ve 18. sırada, biraz daha çalışsak ilk 10’a
gireceğiz. ‘Türkiye’nin dünyadaki çelik payı artıyor, ne
yapabiliriz, nasıl kontrol edebiliriz’ diye düşünen ülke­
ler vardır.” (2000’e Doğru, 16 Şubat 1992, s. 20)
Yalnız üretmekle de kalmamışız ki, Dem ir/Çelik İş­
letmeleri, önceleri 50 milyon dolar civarındaki ihraca­
tını, ‘aynı kadro, aynı düzen, aynı üretim personeliyle’,
1 9 9 1 ’de 200 milyon dolar seviyesine çıkarmış!
Affedilir ‘suç’ mu?
Dr. Sencer İmer, altını ayrıca çiziyor: “ Yaptığımız
mücadeleyi, A tatürk’ün İstiklâl Savaşı sırasında yaptı­
ğı mücadeleden farklı görm üyorum; çünkü politikada
bağımsızlık için verilmiş İstiklâl Savaşı neyse, ekonomik
bağım sızlık için verilen savaş da aynısıdır.” (2 0 0 0 ’e
Doğru, 16 Şubat 1992, s. 19)
Atatürk demiş ya, hadi bir de onun ne dediğine göz
atalım; 16 M art 1 9 2 3 ’te, A dana’da çiftçilerle konuşur­
ken, söylemiş:
“ ... vatanımızı yoksulluğa, memleketi yıkıntıya sü­
rükleyen çeşitli sebepler içinde, en kuvvetlisi ve en önem­
lisi, ekonomik bağım sızlıktan yoksunluğumuzdur. (...)
Devletler şimdiye k adar bize şu veya bu meselelerde
gösterişli müsaadelerde bulunuyorlar gibi görünüyorlar;
lâkin ekonom ik tutsaklıkla bizi felce uğratıyorlardı.
(...) Bu tutsaklığa katlanan mevki sahibi kimseler mem­
nundu, çünkü görünüşte büyük bir bağım sızlık sağla­
mışlardı; fakat gerçekte milleti manen miskinlik çuku­
runa atmışlardır. Bunlar ekonomik mahkûmiyeti anla­

376
mayan bahtsız hayvanlardı...” (Söylev ve Demeçleri cilt
II, s. 120, 1952)

7
BU ‘KAZIĞI’YİYECEK MİYİZ?..

3 M art 1992

“ ... düşünün, A tatürk 1925’te M eclis’te karar alıyor,


Karabük kurulsun diye; Karabük 13 yıl sonra gerçek­
leşebiliyor, 1938’de kuruluyor; çünkü kurdurmuyorlar,
Türkiye’nin demir/çelik sanayiini kurmasını istemiyor­
lar. Karabük, malzemeleri katır sırtlarında taşınarak
kurulmuş bir tesistir” . (Dr. Sencer İmer, 2 0 0 0 ’e Doğru,
16 Şubat 1992)
O ‘kurdurm uyorlar’ lâfı var ya, yıllar önce M akine
Mühendisleri O dası Başkanı Şükrü Er, bunun ne kadar
doğru olduğunu, bir örnekle açıklamıştı, diyordu ki:
“ ... 1953 yılında dünya ekonomi krizini yenmek için
toplanan milletlerarası ekonomi kongresinde, Alman
temsilcisi Dr. Posse şöyle demişti: ‘— Türkiye gibi zira­
at memleketleri de sanayileşmek isterlerse, milletlerara­
sı ekonominin ahengi elbette bozulur, binaenaleyh T ü r­
kiye hammadde hazırlayan geri bir memleket olarak
kalmaya mahkûm edilmelidir.’ (Dünya, 22 Aralık 1978)
Nasıl ‘mahkûm edilir’ ? Hiç kuşkusuz, ‘kamu öncülü­
ğünde sanayileşmesi’ torpillenerek; bu amaçla gerçekleş­
tirdiği ekonomi kaleleri KİT’ler, birer birer ‘düşürüle­
rek!’ Nasıl torpillendiklerinin, nasıl düşürüldüklerinin de
‘evveliyatı’ var, işin uzmanları sözlerini sakınmıyor, açık­
lıyorlar.

377
Neler olmuş neler!
Yüksek M ühendis Şükrü Er demiş ki: 1 9 2 7 ’de
Türkiye’de ilk otomobil ve kamyon fabrikasının kurul­
duğunu kaç T ürk vatandaşı bilir? Şimdi ben 1930 yılın­
da 4.000 işçiyle faaliyete geçen bu fabrikada, günde 55
binek otomobili ve 10-15 kamyon imal ediliyordu de­
sem, kaç kişi ciddiyetle inanır?..”
“ ... vaktiyle uçak fabrikası kurduk, 150 uçak mü­
hendisi yetiştirdik, o günün tekniğine uyan uçaklar
imal ettik, H ollanda’ya bile sattık. Ardına kulp takmak­
ta mahir aşağılayıcı kitlenin hışmı ile bu fabrikalar ka­
pılarını k a p a ttı...” (Dünya, 21/22 Aralık 1978)
Prof. Dr. Bilsay Kuruç diyor ki: “ ... T ürk H ava K u­
rumu uçak imal ederdi. 1947’lerde Türkiye D anim ar­
ka’ya sekizer kişilik yolcu uçakları sattı. Uçak yapm a işi
1 9 5 0 ’de MKE’ye geçti. ‘U ğur’ tipi eğitim uçakları Milli
Savunma için yapılırdı; bunların m otor gövdesi dışında
her şeyi, dizaynı filân MKE’de yapılırdı. Son parti olarak
65 uçaktan dört tanesi Ü rdün’e verildi ve uçarak gitti­
ler, ama Amerikan yardımı başlayınca bu üretim durdu­
ru ld u ...”
“ ... 1961’de Eskişehir Dizel lokomotif motorları fab­
rikasında yapılan ‘Devrim’ tipi otomobil de ilginç bir ör­
nektir.” (Cumhuriyet, 10 Şubat 1992)
‘Devrim’ serüveniyle ilgili olarak, Şükrü Er o za­
man neler açıklamıştı bilir misiniz? Diyordu ki:
“ ... ‘devrim’ prototip olm asına rağmen, başarılı ve
övünülecek bir eserdir. Bu otomobillerden biri 20 bin,
diğeri 15 bin kilometre civarında yol yapmıştır. (...) 900
bin liraya 4 otom obil ile 7 adet m otor ve bunların ya­
pımı için gerekli projeler, kalıplar ve takım lar imal edil­
miş ve hazırlanmıştır. (...) Devrim otomobillerinin, de­
neylere göre, o günlerin Jap on yapımı otomobillerden,

378
Çek yapımı Skoda’dan daha iyi vasıfta olduğu saptan­
mıştır.” (Dünya, 22 Aralık 1978)
Herifçioğlu seni ulusal otomotiv sanayiinden caydı­
rıyor, otomotiv pazarına kendi firmalarıyla (onları bi­
liyorsunuz) gelip kurulmak için; ulusal uçak sanayiin­
den caydırıyor, eskimiş teknolojisini en modernidir, en
yamanıdır diye sana ‘kaktırm ak’ için; bu ‘tezgâhı’, göz
göre göre, ‘yiyecek’ miyiz?
Hele B atı’lıların kendi KİT’lerini ‘özelleştirmeyi’, ya
da ‘ecnebiye satm ayı’, hiç de düşünmediklerini biliyor­
sak!
Dr. Sencer İmer açıklıyor: “ ... Size Batı’dan örnekler
vereyim, çok çarpıcıdır: İtalya’da İLVA, yılda 12 milyon
ton çelik üretir, yüzde yüz devlet sermayesiyle çalışır ve
İtalya M arksist bir ülke değildir. F ran sa’da 22 milyon
ton çelik üreten tesis, yüzde yüz devlet sermayesindedir.
Avusturya’da voste , 4-5 milyon ton demir/çelik üretir,
gene devletindir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu, neden
Türkiye’de olam ıyor?” (2000’e Doğru, 16 Şubat 1992)
Türkiye’yi ‘çağdaş uygarlık düzeyi’nden uzak tut­
mak istiyorlar da ondan!

HİÇ Mİ UTANMAZLAR?

10 M art 1992

(Devlet-i Aliyye’nin Tanzim at sonrası, ‘açık kapı’ siya­


setinin, yâni ekonomide serbestliğin; koca bir im para­
torluğu, nasıl batırdığının tarihidir; M üdafaa-i Hu-
kuk’un, ‘ecnebi sermayesine’ aşırı duyarlığının da, ‘eko­

379
nomik bağımsızlığımız’ üzerine titremesinin de, gerek­
çesi budur.
Son on yıldır Türkiye Cumhuriyeti, ‘Sistem’in baskı­
sına boyun eğerek ‘dışa açıldı’; başka deyişle, Dünya
Bankası ve U luslararası Para Fonu’nun (IMF) aracılığıy­
la, ‘Sistem’in ulusal ekonomi üzerindeki denetimini ka­
bul etti; bazılarını dinlerseniz, bu sayede ‘işleri fena hal­
de yoluna koymuşuz’, ‘felaket kalkınıyormuşuz’; ‘karşı­
lıklı bağımlılık’ prensibi Türkiye’ye refah yollarını açı­
yorm uş’.
Bu tabii işin palavrası! Çıplak gerçeğin ne olduğunu,
iki ayrı gazetede aynı gün çıkan taptaze iki haber, açık
ve seçik gösteriyor; neymiş o gerçek, görmek istemez
misiniz?)
Zülfikar D oğan, A nkara’dan yazıyor:
resmi gazetede sessiz sedasız yayımlanan ve dik­
katlerden kaçan bir kredi anlaşm asıyla Türkiye Elekt­
rik Kurumu (tek ), 300 milyon dolar karşılığı ‘özerkleş-
me-özelleştirme ve yeniden yapılanm aya’ tâbi tutulur­
ken, anlaşm a koşulları ile TEK’te ‘Düyun-u Umumiye’
dönemi b a şla d ı...”
“ ... görüşmeleri iki yıldan bu yana süren, ancak özel­
likle elektrik tarifelerinin belirlenmesi konusunda Dün­
ya Bankası’nın koyduğu hükme DPT tarafından karşı çı­
kılması nedeniyle imzalanamayan kredi sözleşmesi; M e­
sut Yılmaz hükümeti tarafından, erken seçimler öncesin­
de imzalandı. Demirel başkanlığında kurulan koalis­
yon hükümeti ise, Yılmaz hükümetinin yaptığı bu em-
rivâkiyi ocak ayında onaylam ak zorunda kaldı...
“ ... anlaşma hükümleri dikkatle incelendiğinde, T ür­
kiye Cumhuriyeti devletinin garantörlüğünde, borçlu
TEK bir Düyun-u Umumiye dönemine girerken; elektrik
satış fiyatından yönetimine, yararlanacağı müşavirlere,

380
kuracağı bilgisayar sistemine, borçlarını ödeme yüküm­
lülüklerine, çalıştıracağı personele kadar, tümüyle Dün­
ya B an kası’nın ‘emir ve kum andasına’ soku luy or...”
“ ... anlaşmanın en can alıcı m addesi ise, elektriğin
fiyatlandırılmasıyla ilgili olanı: Dünya Bankası bu mad­
dede TEK’e doğrudan elektrik fiyatını empoze ederken,
bu fiyatın tüm vergiler, zorunlu kesintiler hariç olmak
üzere, kilovat saat başına ABD para birimi olarak 6 sent
eşdeğerinde tutulm ası sağlanacak biçimde belirlenme­
sini şart koşuyor.” (Milliyet, 29 Şubat 1992)
Bu varan bir...
... varan ikiyse, Neşe Düzel’in duyurduğu şu ilginç
haber:
“ ... Türkiye ile Fransa arasında bir otom obil krizi’
patlam ak üzere. (...) Kavga, 20 yıldan beri Türkiye’de
‘sulh’ içinde yaşayan Fransız R enault ile T ürk O yak
arasında ortaya çıktı. (...) O yak’la 20 yıllık lisans an­
laşm ası bu yıl başında biten Fransız Renault iki aydır
T ü rk ortağıyla m asaya oturup yeni bir anlaşm a im za­
lam adı...
“ ... 1971’den beri Türkiye’de O yak ve Yapı Kredi
Bankası’yla ortak, B u rsa’da O yak/R enault fabrikasın­
da Renault otomobillerini üreten Fransız Renault, oto­
mobillerinin satışına bugüne kadar karışmıyordu; çün­
kü otomobillerin pazarlam asını yapan Renault M ais’in
yüzde yüzü O rdu’nun şirketi O yak’a aitti; oysa ‘kârlı’
olan otomobil üretmek değil, onu satm ak ve satış son­
rası servis hizmetlerini vermekti. Ne var ki 1980’den ön­
ceki Yabancı Sermaye Kanunu, yabancı şirketlerin sa­
dece üretimde yâni fabrikada ortak olmalarını kabul
ediyor; pazarlam a şirketinde hisse sahibi olm alarına
izin verm iyordu...”
“ ... Renault, lisans anlaşması dolar dolmaz, yasa de­

381
ğişikliğiyle açılan bu yolda dikleniyor, işte şimdi. Hazi-
ne’de anlatılanlara bakılırsa, hem de öyle dikleniyor ki
O yak’la hiçbir uzlaşmaya yanaşmıyor. (...) Çünkü Fran­
sız Renault fabrikaya hâkim. (...) Fabrikadaki Türkle-
rin anlattıklarına göre, Türkiye’deki Renault, Paris’te­
ki merkezinin emriyle, son zam anlarda hızla Fransızlaş-
tırılıyor; yâni biraz kaba am a açık bir deyişle Oyak, Re-
nault’dan kovuluyor. (...) Kısacası Renault fabrikasın­
da bundan böyle Fransızların ‘patron’, Türklerin de ‘iş­
çi’ olm ası isteniyor.” (Hürriyet, 29 Şubat 1992)
Flani nerede o ‘açık pazar’ papağanları, halkın beyni­
ni yıkayan ‘Reagan/Thatcher’ liberalleri’; kör kör parma­
ğım gözüne bu gerçekleri nasıl savunacak, nasıl örtbas
edecekler?
Bir de kalkmış ‘bağımlılık karşılıklı’ diyorlar, hiç mi
utanmazlar?

9
ÂLEMİN ENAYİSİ BİZ MİYİZ?

20 M ayıs 1993

Biraz enayi yerine konulm uş olmuyor muyuz?


Şöyle diyelim, Türkiye’nin gittikçe vahimleşen bir ti­
caret açığı var; Ankara, dengeyi sağlam ak istiyor; bu
maksatla gerek başka pazarlara girebilmek, gerekse ya­
bancıların kendi pazarına girmesini kısıtlamak için, ön­
leyici tedbirler araştırıyor; ne yapacak, başkalarının koy­
duğu ticaret sınırlamalarına karşı çıkarken, kendisi ya­
bancı malların ithaline vs kısıtlamalar getirecek, öyle mi?
Böyle bir davranışın, ‘Sistem’in ekonomi ortamında

382
ko p aracağı kıyam eti düşünebiliyor m usunuz? ‘Vay
efendim bu müdahaleciliktir, kapalı ekonomidir, serbest
rekabet ruhuna ve uygulamasına aykırıdır; Türkiye ye­
ni dünya düzeninde yerini almak istiyorsa, açık ekono­
miyi kısıtlam asız uygulamalı, müdahaleciliği bırakm a­
lıdır, estek köstek!
‘Sistem’in ülkemizdeki ‘papağanları’ sanıyor ki, eğer
büyük B atı’lı ülkeler bu konuda dayatıyorlarsa, bu on­
ların samimi düşüncesidir; birbirleriyle ve dünyanın öte­
ki ülkeleriyle yaptıkları ticarette, T ürkiye’ye ‘dayattık­
ları’ kurallara hilafsız uyarlar.
Öyle miymiş, değil miymiş, bir bakalım.
Bilmeyen yok, ABD’nin dış ticaret dengesi fena halde
bozuk, yaklaşık 100 milyar dolarlık bir ‘açık’ bekliyor­
lar; Clinton Yönetimi, monetarist eğilimli Bush Yöne-
tim i’nin bıraktığı ‘molozu’ temizlemek zorunda, bu­
nun için de ‘Sistem’in öteki ülkeleriyle takışıp duruyor:
1/ Bir AT firması olan Airbus, Amerikan havayolu
şirketleriyle, -kendi lehine onların aleyhine- bir anlaşma
yapacak olmuş; Washington itirazı basıyor, itirazı Air-
bus’un AT yönetimlerinden ‘destek alm asına’; bir anlam­
da ‘bu serbest rekabete uymaz’ demeye getiriyor; ne var
ki, AT ülkelerinin cevabı yenilir yutulur cinsten değil, de­
mişler ki: Amerikan Boeing firması da, ‘hükümet deste­
ğiyle güçlenmişti, bu destekten halen de yararlanmakta­
dır’, ABD sus pus! Yâni, ‘tencere dibin kara, seninki ben­
den kara’; üçüncü ülkelere karşı, harıl harıl devlet hima­
yesinden vazgeçilmesini dayatan ‘Sistem’in ülkeleri, iş
kendi ekonomilerine gelince aslan kesiliyor, takır takır,
devlet müdahalesi yapıyor, firmalarını koruyorlar.
2/ AT yılbaşında yeni bir düzenleme yapmış, buna
göre topluluk firm aları, topluluk ülkelerinde hükümet
ihalelerine eşit koşullarla girebilecekler; AT üyesi olm a­

383
yan ülkelerin şirketleri bu ihalelere girebilmek için, a/ en
az yüzde üç daha düşük teklif vermek, b/ satacakları
ürünlerin imalinde en az yüzde 50 AT malı kullanmak
zorundalar! Tabii Washington buna da ateş püskürüyor,
zira ABD firmaları, bu yüzden, AT yetkilileri, Am erika­
lılara kibarca neyi hatırlatıyorlar dersiniz? ABD’nin uy­
gulam akta olduğu, ‘ABD Malı AP yasasını! Buna göre
A m erika’daki ihalelere girecek ecnebi şirketler, Ameri­
kan firmalarına oranla yüzde 6 ile yüzde 50 arasında
daha düşük teklif getirmekle yükümlü tutuluyor. Yâni,
durum yine aynı, ‘serbest ticaret’ şampiyonu ABD ile AT,
kendi aralarında bile ticareti serbest yapmıyor, işe dev­
leti karıştırıyor; böylece ‘talkını âleme verip, salkımı
kendileri yutuyorlar’.
M urat Arın, olayı şöyle özetlemiş: Sam Amca
dev boyutlara varan ticaret açığını kapatm ak için, her
çareye başvuruyor. Amerikan hükümeti, Japon ya ile
olan dış ticaret açığını kapatm ak için ‘kumandalı dış ti­
caret’ istiyor. (...) Bill Clinton seçildikten sonra, ABD/Ja-
ponya, ABD/AT ticaret savaşları birden kızıştı. (...) Dış
pazarların Amerikan mallarına daha fazla açılmasını is­
teyen Clinton hükümeti, istekleri yerine getirilmezse,
karşı önlem olarak korum acılığa başvurm akla tehdit
ediyor.” ( Cumhuriyet, 28 N isan, 1993)
K ıssadan çıkan hisse nedir? H anidir üstüne basa
basa belirtmeye çalıştığım gibi, ‘küreselleşme’ lâftan
ibarettir, gelişmekte olan ülkelere ‘tuzaktır’; kapitaliz­
min diyalektiği yeryüzünde daha ziyade yeni bir ‘kutup­
laşm ayı’ getiriyor, bu bir! ‘Sistem’in, ekonomisini denet­
lemek istediği ülkelere, ‘vazgeçilemez’, ‘mükemmellerin
mükemmelidir’ diye dayattığı, ‘serbest ticaret ve açık
ekonomi modelini’, çıkarları söz konusu olduğu an, en
başta kendisi uygulamıyor, bu da iki!

384
O zaman sorulacak soru da şu: ‘Âlemin enayisi biz
miyiz?’

10
IMF İLE KAFALAR UYMUYOR!..

22 M ayıs 1993

Eskiden olsa, ne kadar önemsenir; önerileri üzerinde, al


takke ver külah, ne çok tartışılırdı; oysa bu defa, çoğu
gazeteler ‘haber’ bile saymadı, sayanlar da iç sayfaların­
da, en fazla çift sütunla geçiştirdiler; aslında bu bile,
Türkiye’de epeyce bir şeylerin değişmiş olduğunu, ‘köp­
rülerin altında epeyce suyun aktığını’ gösteriyor.
IMF’nin senelik ‘Türkiye R aporu’ndan söz etmekte­
yim: ‘Yürütme direktörlerinden’ Van Houten başkanlı­
ğındaki altı kişilik heyetin, Türkiye’de gerçekleştirdiği
‘konsültasyon’ görüşmelerinden sonra hazırladığı, yirmi
sayfalık ‘gizli’ rapor, tarihi 27 Şubat 1993. Türkiye’nin
geçirdiği son yılı, ‘Sistem’in gözüyle değerlendiriyor, âde­
ti üzere, işleri yoluna koyabilsin diye Türkiye’ye, üç yıl­
lık bir ‘istikrar program ı’ uygulamasını öneriyor; diyor
ki, ancak ‘tavizsiz uygulanacak bu öneri paketi sayesin­
de, enflasyon, tek haneli rakamlara indirilebilirmiş!’
Şu ‘rap ora’ bir göz atalım mı?
Yıllardır aynı plağı çalm aktan nasıl usanm azlar,
hayret; meselâ demişler ki:
“... Türkiye artık kısa vadeli çözümlerden kaçınma­
lıdır, yıllık bazda değil, iyi dizayn edilmiş orta vadeli bir
paketle sorunlar büyük ölçüde kontrol altına alınabilir.
Paketin başlatılması, aynı zamanda enflasyonist beklen­

385
tileri kıracak bir formüldür. Borç yönetiminin merkezi
haline getirileceği ve M erkez B ankası’nm daha ağır­
lıklı katkısının sağlanacağı bir yöntemle hem faizler
geriletilebilir, hem kam u kesiminin borçlanm a gereği
aşağılara çekilebilir. Bütçede harcam alar/gelirler faslı­
nın yeniden gözden geçirilmesi ve KIT’lerin küçültülme­
si gerekmektedir. Kurum lar ve gelir vergilerinde kökten
reform, vergi tabanının yaygınlaştırılması ve istisnala­
ra son verilmesi kaçınılmazdır. Özellikle personel har­
cam aları, teşvikler ve fonların bütçe dışı kullanılm ala­
rına kısıtlam alar getirilmesi bir zorunluluktur.”
Raporda KİT’ler üzerinde özellikle durulmuş, yapılan
tavsiyeler, daha önce Dünya Bankası tarafından yapı­
lanların aynı: “ ... kuruluşların parçalanm ası, bir bölü­
münün yok edilmesi, aşırı istihdama çözüm olarak er­
ken emeklilik sistem inin başlatılm ası, KİT’lere bütçe
transferlerinin durdurulm ası, v s ...”
Rapor uygulanırsa sonucunun ne olacağı da açıkla­
nıyor: " ... bu uygulamanın ilk iki yılında büyüme dura­
caktır, ama üçüncü yılında enflasyon tek haneli rakam ­
lara dönüşür, yatırım hamlesi de yeniden başlar.” ( Cum­
huriyet, 10 N isan 1993)
Bu defa ilginç olan, artık herkesin ezbere bildiği IMF
‘reçetelerine’, Hazine ve Devlet Planlama Teşkilâtı uz­
manlarının verdiği cevaplardı. Özellikle 7 0 ’ 1i yıllarda
yarı özür diler, yarı yaltaklanırlar, ‘gemi karaya oturdu­
ğu için kabahati üstlenir’, ne diyeceklerini bilemezlerdi;
artık öyle yapmıyorlar, IMF ‘reçeteleriyle’ Türkiye’nin
ekonomik tasarılarının birbirine uymadığım açıkça söy­
lüyorlar, demişler ki meselâ:
“... bugün, Türkiye ekonomisinin en büyük sorunu­
nun, yüksek seyreden kronik enflasyon olduğu herkes­
çe malum; iktisat teorilerinde ve uygulamalarda, enflas­
yonla mücadelenin yönetimi bellidir, istikrar uygulama­
larıdır bunlar, yâni bu raporda ortaya konulan görüş­
ler ve öneriler iMF’nin mucizevi formülleri değil, herkes­
çe bilinen reçeteler...”
“ ... yatırımları kısacaksınız, harcamaları geriye çeke­
ceksiniz, ücretleri çok sıkı ayarlayacaksınız, radikal ver­
gi uygulam alarına başvuracaksınız. Peki o zam an ne
olacak? Bu programın sonunda enflasyon düşecek am a,
ilk yıllarda büyüme negatif seyredecek. Türkiye’nin bu­
günkü atmosferi, bu türden tedbirlere izin verir mi? İş­
sizlik acaba o zam an hangi rakamları bulur? Hükümet
kam uoyunda acaba puanını artırır mı? Yoksa geriler
mi? 1994 m ahalli seçimleri arifesinde, acaba hükümet
böyle acı reçeteleri gündeme getirme yoluna gider m i?”
(Cumhuriyet, Tl N isan 1993)
Her şey nasıl da açıkça görülüyor! ‘Sistem’in T ü rki­
ye’ye ‘uygula’ diye önerdiği paketin esprisi, gerçekte, se-
çimci dem okrasinin mantığına ters düşüyor. Hele ikti­
dardaki yönetimler, halka refahı ve sürekli büyümeyi
vaat etmişlerse! Bu, bir m anada 27 M ayıs ve 12 Eylül
‘müdahalelerinin’ mantığını açıkladığı gibi; 24 O cak
Kararları’nın ve ANAP olgusunun, neden dolayı 12 Eylül
ortamında geliştirilip uygulandığını da izah eder.

11
ADI ‘ÖZELLEŞTİRME’, AMACI BAŞKA...

27 M ayıs 1993

Nasıl bir ‘fikr-i sab it’tir, Önce onu saptayalım :


a/ “... 1950’lerden beri Para Fonu (imf ) KIT’lerin

îS7
özel sektöre satılm ası için, çeşitli hükümler nezdinde,
sürekli baskılarda bulunmuştur. Neden olarak Dünya
Bankası KİT’lerin ekonomik olmadıklarını ve sosyal he­
deflerinin galebe çaldığını ileri sürm üştür.” (Executive
Intelligence Review, 1983)
b / “ ... Dünya B an kası’nın henüz açıklanmayan iki
ciltlik bir KİT raporu var, iki ay önce çıkmış olan bu ra­
poru ben okudum, bir tür yıldırım harekâtı ile iki yıl­
da KİT sistemini yok etmeyi öngörüyor. Bazıları satıla­
cak, satılma şansı olm ayanlar kapatılacak.” (Prof. Bil-
say Kuruç, Cumhuriyet, 10 Şubat 1992)
d “ ... 27 Şubat 1993 tarihli IMF Türkiye Rapo-
ru’nda KIT’ler üzerinde özellikle durulmuş; bu konuda
daha önce Dünya Bankası’nın yaptığı öneriler tekrar­
lanmıştır: Kuruluşların parçalanması, bir kısmının yok
edilmesi, aşırı istihdama çözüm olarak erken emeklilik
sisteminin başlatılması, KIT’lere bütçe transferlerinin
durdurulması, v s...” (Cumhuriyet, 10 Nisan 1993)
‘Sistem’in bekçi köpeği IMF, aslında buldog cinsinden
olsa gerek, onlar gibi bir kere dişlerine geçirdi mi, ke­
sinlikle bırakmıyor; ‘Türkiye’deki kamu öncülüğünde
‘kalkınma modelini’ dağıtmayı kafaya koymuş ya, bu­
nun için önce KIT’leri (yâni o modelin kalelerini) orta­
dan kaldırması lâzım; aşağı yukarı kırk yıldır gelmiş
geçmiş bütün iktidarlara aynı telkini yapıyor, aynı ge­
rekçeleri ileri sürüyor, bunlar zarar eder, ekonominin
sırtında kamburdurlar, estek köstek...
Acaba gerçekten öyle mi? 22 fabrikasından 15’i ‘özel­
leştirilerek’ satılm ış olan ÇİTOSAN (Çimento Sanayii)
Genel M üdürü N evzat Öngören, hiç de öyle düşünmü­
yor; söyledikleri, birer ibret; diyor ki meselâ:
“ ... 1970 başından 1992 Aralık sonuna kadar ‘kam ­
burdur satılsın’ denilen ÇİTOSAN, devletten ne almış,

388
devlete ne vermiş, hesap ettik: 23 yılda devletten dört
trilyon 409 milyar lira almış; buna mukabil kurumlar
vergisi, istihsal ve katmadeğer vergisi, resim ve harçlar,
çalışanların vergisi, devlet bankalarına ödediği faizler
olarak, toplam 47.5 trilyon lira devlete vermişiz, yâni al­
dığımızın yaklaşık on k a tı...”
“ ... 1970’den 1992 sonuna kadar yarattığımız kay­
naklarla dokuz fabrikayı sıfırdan kurmuşuz, üç fabrika­
da tevsii yapmışız; bunlardan İskenderun Çimento 61
milyon, Lâdik 57.4 milyon, Şanlıurfa 57.6 milyon, D e­
nizli 70 milyon dolara satılmış; A dana, Konya, Bolu,
Ünye ve M ardin çimento fabrikalarına da, yüzde 3 5 ’in
altında olmamak üzere iştirak etmişiz; sonuçta ‘özelleş­
tirme’, çimento fabrikalarının satışına d ön ü şm ü ş...”
“ ... işin tuhafı, devlete yük olanlar yine devlete kalı­
yor, devlete kaynak yaratanlar gidiyor, özelleştirme an­
layışı bu, kâr edenin vergisini ben ödüyorum, zarar ede­
nin zararı bana k a lıy o r...” (Milliyet, 30 Nisan 1993)
Takke düştü kel göründü mü?
Nevzat Özgüven ayrıca şöyle bir tespit yapmış:
“ ... bu rakamları KIT’lerin büyük bir çoğunluğu için
çıkartırsak sanırım aynı tabloyla karşılaşırız!”
Söyledikleri bana daha önce başka bir KİT Genel
M üdürü’nün söylediklerini hatırlatıyor; eminim merak­
lısı unutmamıştır, Demir/Çelik İşletmeleri Genel M üdü­
rü Dr. Sencer İmer, neler demişti:
“ ... buraları kapatıp, kendi stratejik düşüncelerine
göre, etkisiz hale getirmek isteyenler olabilir, çünkü
dünyada politik savaşın yanısıra ekonomik savaş da sü­
rüyor. Türkiye 1980’de 2.5 milyon ton çelik üretiyordu
ve dünyada 33. sıradaydı; şimdi 10 milyon ton çelik üre­
tiyor ve 18. sırada, biraz daha çalışırsak ilk 10’a gire­
ceğiz. ‘Türkiye’nin dünyadaki çelik payı artıyor, ne ya­

389
pabiliriz, nasıl kontrol edebiliriz’ diye düşünen ülkeler
vardır.”
Özelleştirme ‘tezgâhı’, ‘Sistem’in gelişmekte olan ül­
keleri denetimi altında tutmak teşebbüsü; güçlü ekono­
mik kaleleri içerden düşürecek, ulusal ekonomiyi ulus­
lararası ‘Sistem’e bağımlı kılacak, am aç bu; bu yüz­
dendir ki ÇİTOSAN Genel M üdürü’niin tavrı, daha önce,
Dem ir/Çelik İşletmeleri Genel M üdü rü’nün koyduğu
tavrı pekiştiriyor, ne demişti o, hatırlamıyor musunuz?
yaptığımız mücadeleyi, Atatürk’ün İstiklâl Sava­
şı sırasında yaptığı mücadeleden farklı görm üyorum,
çünkü politikada bağımsızlık için verilmiş İstiklâl Sava­
şı neyse, ekonomik bağımsızlık için verilen savaş da ay­
nısıdır.” (2000’e Doğru , 16 Şubat 1992)
Bu tavır, M üdafaa-i H ukuk tavrıdır!

12
‘ÖZELLEŞTİRMECE TEPKİ YOĞUNLAŞIYOR!

24 Ağustos 1993

Vay efendim, bu ne telâş?


Dünya Bankası, bir aylık başbakanın işini kolaylaş­
tırabilmek için, kesenin ağzını açıvermiş, evet: T ürki­
ye’ye bir milyar dolar (Tl .5 trilyon TL) kredi veriyormuş!
Breli breh breh, acaba bu ani cömertlik niye? Siz en iyi­
si Zülfikar D oğan ’ın haberini okuyunuz:
“ ... hükümetten ‘özelleştirme’ programını ve KIT’le­
rin tasfiyesini hızlandırmasını isteyen Dünya Bankası,
özelleştirme nedeniyle işten çıkartılacak işçilerin kıdem
tazminatlarının karşılanm ası için T ürk H üküm eti’ne

390
bir milyar dolarlık (11.5 trilyon T L) bir kaynak ayırdı­
ğım b ild ird i...”
“ ... işten çıkarma programının ve istihdamın azaltıl­
masının KIT’lerde, zaman geçirilmeden yürürlüğe konul­
masını isteyen Dünya Bankası’nm iki yılda vermeyi
planladığı bir milyar dolarlık kıdem tazminatı parası
için, ilk yıl KIT’lerden 25 bin işçinin, ikinci yıl ise 18 bin
işçinin çıkarılmasını öngördüğü kaydediliyor...” (Mil­
liyet, 9 Ağustos 1993)
N asıl, beğendiniz mi? Şimdi soru şu: Eğer Türkiye,
40 bin işçiye istihdam imkânı yaratacak yeni bir pet-
ro/kimya ya da demir/çelik kompleksi yapımına kalkış-
savdı da, Dünya Bankası’ndan 11.5 trilyon T L kredi is­
teseydi, alabilecek miydi? Asla! Bunu elbet biliyoruz, o
halde, 40 bin işçiyi işsiz bırakacak bu telâşın sebebi ne­
dir?
Yoksa T ürkiye’deki ‘intibah’ mı?
Gerçekten de, ‘özelleştirme’ ciddiyete binince, ülke­
nin her kesiminden tepkiler yükselmeye başladı. Demek
Türkiye sanıldığı kadar, ‘hâb-ı gaflet’ içinde değilmiş!
M eselâ, TÜRK/İŞ gibi hayli kokmaz bulaşmaz olduğu bi­
linen bir işçi konfederasyonu, geçen gün genel başkanı
Bayram M eral’in ağzından ne diyordu:
“ ... KIT’ler bugüne kadar, siyasilerin arpalığı oldu­
ğundan dolayı zarar etmiştir: sahipsiz olduğundan, bir
yılda üç-dört yönetici değiştirdiğinden zarar ettirilmiş­
tir; özerk bir yapıya kavuşturulur, takviye edilirse, dev­
let müdahalesinden kurtulursa, KİT’lerin zarar edeceği­
ni düşünmüyoruz. KIT’ler zarar etmiyor, zarar ettirili­
yor.” (Cumhuriyet, 9 Ağustos 1993)
Diyeceksiniz ki, canım o kam u sektöründe çalışan
yüzbinlerce işçinin lideri, üyelerinden en az kırk bini to­
pun ağzında, elbette öyle konuşacak; iyi de Vehbi Koç

391
gibi bir patronlar patronunun söylediklerine, ne buyru­
lur? Onun Türk özel sektörünü yapanlardan birisi, bel­
ki de birincisi olduğunu bilmeyen yok; o da bir yazısın­
da KİT’lerin zarar edişini, açıkça ekonomi dışı nedenle­
re bağlam ış, diyor ki:
“ 1/ İktidarlar sık değişiyor, KİT yöneticilerini sık sık
değiştirdiklerinden, zarar ediliyor; 2/ Siyasi iktidarlar,
KİT kadrolarını ‘şişiriyorlar’, zarar ondan doğuyor. 3/
KIT’lerde alış satış şartları, fiyatlar, personel ücretleri ve
yatırım kararlarında piyasa şartlarından ziyade, siyasi
tercih ve baskılar rol oynadığından, verimlilik kavramı
ortadan kalkıyor. 4/ Toplu sözleşmelerde, siyasi iktidar­
ların politik baskıları zarara yol açan zamlara neden
oluyor.” ( M i l l i y e t , 19 Temmuz 1993)
Tamamıyla karşıt kutuplarda olan iki lider, eğer bu
konuda aynı fikirde birleşiyorlarsa, bu herhalde Türki­
ye’de bir ‘intibah’ın ifadesidir; KIT’ler zarar ediyor de­
mek kolay, açıkça görülüyor ki, işçi de, işveren de KIT’le­
rin zarar etmeye yönlendirildiğinde mutabıktır.
Dahası var.
Sosyalist Birlik Partisi yayımladığı bildirgede, ilginç
değil mi, aynı önemli noktanın altını çizmiş:
“ ... KİT’lerin, z o ru n lu cari h a rc a m a la rı ve y a tırım la ­
rı için, ço k y ü k sek faizlerle, özel ve yerli y ab an cı b a n k a ­
lard a n b o rçlan m a y a zorlan d ık ları; aşırı y ü k sek faizlerin,
h ü k ü m et d irek tifleriyle y a p tırılan h a rc a m a la rın , son 6-
7 y ıld a KİT z a ra rla rın ın ço ğu n u o lu ştu rd u ğ u ve b u ne­
denlerle b ir b ü tü n h alin d e b u g ü n k a m u açık ların ın ne­
deni o la r a k KİT z a ra rla rın ın g ö ste rilm e si, gerçeğe a y k ı­
rı b ir ça rp ıtm a d ır. ”
Örnek de verilmiş, en çok zarar eden KİT’lerden
T oprak M ahsulleri O fisi, köylüden ürünü hükümetçe
belirlenen fiyatlardan almaya, bunun finansmanı için

392
de, uluslararası finans çevrelerinden borçlanm aya zor­
lanmış!
hükümetlerin zorlaması ile yatırılan, KIT’lerin
üretim faaliyeti sonucu olmayan faiz ödemeleri çıkarıl­
dığında, KIT’lerin çoğunun verimli çalıştığı ve zarar et­
mediği, rakamlarla ortadadır. Dünya Bankası’nın orta­
ya attığı, KIT’lerde 1/3 personel fazlalığı olduğu iddiası
ciddi hiçbir araştırmaya dayanmayan, aşırı bir abart­
m adır...” (SBP Bülteni, Temmuz 1993, sayı 11)
Ülkenin önde gelen nice iktisatçısının da katıldığı bu
ciddi iddialar ‘özelleştirme’ meraklısı zevât-i kirâm’dan,
elbette, aynı ciddiyetle cevaplar beklemektedir. Üstelik
iş bu kadarla da kalmıyor, özelleştirmenin uygulandığı
ülkelerle ilgili önemli kuşkular da var.

13
‘ÖZELLEŞTİRME’NİN ASIL ‘GERÇEĞİ’

26 Ağustos 1993

(Yaşadığımızın farkında mısınız, tam bir rezalet panayı­


rı! Vurdukça da tozuyor: yolsuzluklar zincirine, hepimi­
zi utanca ve kedere boğan bir hızla, birbirinden müthiş
yeni halkalar eklenmiştir; kimin elinin, kimin cebinde ol­
duğu, açıklığa kavuşamıyor.
Kimin eli kimin cebinde mi, dedim; işe bak yahu,
çağrışımların bir sorunu: 1945-50 arasında, o yaşıma
göre son derece kapsamlı ve ‘sosyal’ bir roman tasarla­
mıştım; üç cilt olacaktı; adını sonradan -başım a iş açar
korkusuyla- değiştirdim am a, neydi biliyor musunuz:
“ Herkesin Eli Ötekinin Cebinde!” Çiçeği burnunda sol­
cu bir yazarın, liberal kapitalist ekonomi düzenine ver­
diği ad buydu; A llah’ın bildiğini kuldan ne saklam ak,
o görüşüm değişmemiştir; sonuncu rezalet dahil, son
otuz kırk yılın olayları, o saptamanın gerçekliğini çok­
tan kanıtladı!
Proudhon daha yaşadığı dönemde ‘M ülkiyet hırsız­
lıktır’ demişti; yalnız mülkiyet mi, bireydeki başarı dür­
tüsü, mal mülk ve servet ihtirasına dönüşünce, en kes­
tirme yoldan, her şey hırsızlığa vesile oluşturuyor: mev­
ki, mansıp, şöhret, siyaset, uluslararası ilişkiler vs! Bu­
radan bakınca, bir de dev KIT’lerin ‘özelleştirilmesi’ gi­
bi büyük operasyonların, ulusal ve uluslararası düzey­
de yol açacağı vurgunları tasarlayınız, insanı dehşete
düşürüyor değil mi?
Oysa yumurta kapıdadır.)
Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB)
tarafından özelleştirme konusunda yayımlanan raporu
gördünüz mü? Türkiye’nin her şeyini ‘satarak’ kurtula­
cağını iddia eden m edia’ları hiç de doğrulamıyor; rapo­
ra göre, -ki besbelli doğrudur- 1974 petrol şokuy­
la büyük bir yoğunluğa ulaşan ekonom ik kriz, bütün
dünyada ‘yeni sağ’ın büyük bir atağa geçmesine olanak
tanımıştır; ‘yeni sa ğ ’, yapısal sorunların aşılm ası için
devletin ekonomiye müdahalesinin azaltılm asını, eko­
nom ideki payının küçültülm esini, bunları sağlam ak
için de özelleştirmeye gidilmesini ö n gö rm ü ştü r...”
Bu kadarla kalmıyor am a, rapor diyor ki: “ ... libe­
ral devlet ekonomiye en az müdahale eden devlettir te­
zi, gerçeği tam yansıtmamaktadır. Bugün kapitalist ‘Sis-
tem’in düzenlenmesinde, temel araç ve anahtar, devlet
müdahaleciliği ve kamu kesimi olmaktadır. Örneğin dün­
yanın en büyük 500 işletmesinin finansm anına, ulusal
devletler katılm aktadır. Kapitalist ‘Sistem ’de devletin

394
ekonomiye müdahalesi, özel kesime desteği ve sermaye
birikimine katkısı, oldukça önemli düzeydedir.” ( C u m ­
h u r i y e t , 8 A ğustos 1993)
Bu bir gerçek, buna rağmen ‘yeni sağ’ dünyanın he­
men her tarafındaki kamu iktisadi teşekküllerini, ‘eko­
nomiye yük oldukları’, gerekçesiyle ‘özelleştirmek’ isti­
yor; yönetimi ele geçirebildiği ülkelerde, bu tasarısını
uyguluyor da! H atırlasanıza, (Arjantin, M eksika) ‘uz­
m anlar’ göndereceğini bildirmemiş miydi?
İyi de ‘özelleştirme’nin gerçekleştirildiği ülkelerde,
acaba um dukları sonuçları alabilmişler midir?
TMMOB ‘Özelleştirme R aporu’ üç önemli ülkedeki
uygulamaların sonuçlarını şöyle özetlemektedir, bir gö ­
relim isterseniz:
“ İngiltere: Özelleştirilen KİT’ler gerçek değerlerinin
epeyce altında satılmıştır; yaygın işçi çıkarmalarının gö­
rüldüğü biliniyor, bu rakam 1987 yılı itibariyle 600.000’e
ulaşmıştı; dahası, ‘özelleştirilen’ kuruluşlarda, sendikalaş­
ma ve ücretler geriliyor.”
“ Fransa: ‘Özelleştirme’ sonrasında, hisse senetleri
önemli ölçüde düşmüştür; çalışanlara ayrılan yüzde on­
luk pay, satılamamıştır; istihdam daralmış, ücretler düş­
müş; yönetime katılma, temsil edilme ve sendikalara
danışılma mekanizmaları ortadan kalkmıştır.”
“ Arjantin: ‘Özelleştirmeler’ sonucunda, kamu malla­
rı düşük fiyatlarla uluslararası sermayeye devredilmiş,
üretilen mal ve hizmetlerin kalitesi düşmüş, fiyatlar yük­
selmiş, işsizlik artmış, sendikalar zayıflamıştır.” ( C u m ­
h u r i y e t , 8 Ağustos 1993)
Nasıl beğendiniz mi? Bize gönderecekleri uzmanlar
Arjantin’den geleceğine göre, sonuçların orada alınan
sonuçlara benzeyeceği anlaşılıyor. Asıl önemlisi belki de,
‘kamu mallarının düşük fiyatlarla uluslararası sermaye­

395
ye devredilişi’ sırasında, bal tutan ‘kimlerin’, hangi par­
maklarını ‘ne kadar yalayacakları’ ? Çünkü ‘irtikâp ve ir­
tişa’, liberal kapitalizmin tahtında müstetir bulunmakta­
dır’ yâni içinde saklıdır, olmazsa olmaz bir unsuru!
O kadar böyledir ki bu, ‘küresel’ liberal kapitalist
ekonomiyle temas halinde olan ulusal kamu ekonomi­
lerinin ‘temas noktaları’ (kişiler, kuruluşlar vs) çok geç­
meden, aynı hastalığa yakalanıyor. Örnekleri sayılama­
yacak kadar çok!

14
‘MUCİZE’NİN SIRRI

25 Eylül 1993

‘Paris’ten Anadolu Ajansı’nın aktardığı bilgi, Cumhuri­


yette, şu başlıkla çıkmıştı: “ OECD’den, Japonya ve Av­
rupalI Üyelere Kötü Haberler Var/Büyüme Hızları Kü­
çülüyor!”
Osm an Ulagay da, Milliyetteki köşesinde, aynı sap­
tamayı yapmıştı; diyordu ki: dünyanın önde gelen
ekonomilerinin bunaldığı, Jap o n y a’da ve Avrupa’nın
birçok ülkesinde, eski büyüme hızlarının gündeme gel­
diği bir d ö n em ...” ( Milliyet, 7 Eylül 1993)
OECD Ekonomi Bölümü Direktörü, Şigehara, Paris’te­
ki toplantıda, ABD ekonomisinin de fazla parlak bir du­
rumda olmadığını, açık açık söylemiş: “ ... Amerikan
ekonomisi de, şöyle böyle, OECD’nin projeksiyonları
doğrultusunda gelişme gösterirken, Japon ekonomisinin
daha da kötüye gideceğini belirtmek gerekir.” ( Cumhu­
riyet, 13 Eylül 1993)

396
Liberal kapitalist ekonomik ‘Sistem’in düzenini ve iş­
leyişini bilenler için, bu saptam alarda şaşılacak bir yan
yok; iç çelişkilerin gelişmesi öyledir ki, zaman zaman,
‘Sistem’in bütününü durgunluğa kilitler, zaman zaman
da bunalıma sokar; bunlar; kısa veya uzun vadeli olabi­
lir; şimdi görülen odur ki ‘zenginlerin’ ekonomik ‘gidi­
şatı’, bizdeki şakşakçıların yaldızlamaya çalıştığı kadar
‘pırıl pırıl’ değil.
Bu bir.
Şimdi madalyonun öteki yüzünü çevirebilir miyim?
U luslararası Finans Kurumu (ifc ) tarafından yayım­
lanan 1993 yılı raporu, Türkiye’nin durumunu nasıl de­
ğerlendirmiş, acaba, haberiniz oldu mu? Bakın nasıl:
Türkiye’nin ödemeler dengesi, genel olarak, cesa­
ret verici bir görünüm arzetti ve ekonomi ılımlı bir hız­
la büyümeye devam etti.” ( Cumhuriyet, 13 Eylül 1993)
R apor’un ‘ılımlı’ diye nitelendirdiği büyüme, aslın­
da bütün tahminleri altüst eden bir büyüme; onu bildi­
ren haberin başlığı ise, aynen şöyle: “ Büyüme Flızında
Çin’i Yakaladık” . Nasıl mı yakalamışız, şöyle: “ ... T ü r­
kiye, ekonomik büyümede tüm dünyanın gıpta ile bak­
tığı Çin’i yakaladı. Yılın ilk altı ayında, ekonomi yüz­
de 9.7 oranında büyüme kaydetti. Böylece milyarlık nü­
fusu ve yüzde 1 0 ’luk büyüme hızıyla dünyanın yeni
gözdesi olan Ç in ’i yakalam ış olduk. Türkiye’nin gayri
safi milli hasılası yılın ikinci üç aylık döneminde (Ni-
san/Haziran) yüzde 12.9 oranında büyüdü, 1993’ün bi­
rinci üç aylık döneminde ise, yüzde 5 .8 ’lik büyüme hı­
zı kaydedilmişti. Böylece ilk altı aylık ortalam a büyü­
me hızı yüzde 9 .7 ’ye ulaştı.” (Milliyet, 1 Eylül 1993)
Şimdi bakın, Türkiye geçtiğimiz on yıllar içinde de,
benzer perform ance’lar gösterdiği için, buna hiç şaşm ı­
yorum; Türk halkının dinamizmine, Türk ekonomisinin

397
kim ne derse desin, tıkır tıkır işlediğine inanıyorum; ne
de olsa iktisatçı değilim, bu işlerden anlayan Osm an
U lagay ’ın değerlendirmesini de onun için aktaraca­
ğım, demiş ki:
Türkiye’de tüketiciden sanayiciye ve tüccara uza­
nan bir zincir içinde insanlar kamu açığına, yükselen fa­
ize, enflasyona, teröre, iç ve dış politik çalkantılara al­
dırm adan, tüketmeye, üretmeye, yatırım yapm aya de­
vam etmiş ve yüzde 1 2 .9 ’luk kalkınm a hızını yakala­
mış. ‘M ucize’nin sırrı, T ürk insanının, T ürk girişimci­
sinin kayda kuyda sığmayan ve artık devletin caydırı­
cılığını da aşan dinamizmi g a lib a !” (Milliyet, 7 Eylül
1993)
Bu iki.
‘Devletin caydırıcılığı’ bahsinde, aynı fikirde olduğu­
muzu sanmıyorum. KIT’lerdeki açığın ekonomiye verdi­
ği rahatsızlık, son on yılın marifetidir; ayrıca, o 12.9’luk
kalkınma hızında onların hiç mi payı yok? Fakat asıl ba­
na ilginç gelen, aynı günlerde, uzun süredir A nkara’da
bulunan Dünya Bankası heyetinin, B aşb ak an ’a verdiği
‘gizli’ muhtıra!
“ ... Dünya Bankası raporunda ‘m uhtıra’ niteliğinde
bir dizi ekonomik öneri yer alırken, Dünya Bankası’nın
inceleme heyeti başkanı Ira Liebcrm an’ın Çiller’in kur­
maylarına, ‘Özelleştirme ile ilgili çok lâf ediyorsunuz
ama, bir türlü somut projelerle işi hızlandırmıyorsunuz’
dediği öğrenildi. (...) R aporda, Çiller’in Z on guldak’ı
K urtarm a Projesi için ‘rasyonel değil’ yorumu yapıldı.
PTT’nin özelleştirilmesinin de 1995’e sarkacağını savu­
nan Dünya Bankası, KİT’lerin yeniden yapılandırılması
ve tasfiyesinde geç kahnmaması gerektiğini kayd etti...”
(Sabah, 13 Eylül 1993)
R apor, berm utad ‘acı reçete’nin uygulanm asını,

.398
KÎT’lerden adamakıllı işçi çıkarılmasını; ilginçtir, T ürki­
ye’nin demir/çelik üreten üç büyük kompleksinin de
(Karabük, Erdemir, İsdemir) ya kapatılm asını, ya satıl­
masını vb şeyleri öneriyor. Rapora bakarsan ‘batmışız’,
oysa haberler ‘Sistem’in teklediğini, oysa Çin gibi, T ü r­
kiye gibi, ekonomileri ‘Sistem’in hâlâ dışında işleyen ül­
kelerin, yüzde lO’uıı üzerinde kalkınma hızları sağladı­
ğını gösteriyor. Adam a sorm azlar mı, bu ne iştir?
Bu da üç.

15
‘İKİLİ ÇIKMAZ’...

17 M ayıs 1994

Kim ne derse desin, halk ‘özelleştirmeye’ direniyor; han­


gi düzeyde, kim kam uoyu araştırm ası yaparsa yapsın,
çoğunluk daim a ‘özelleştirmeye’ karşı! Yalnız ‘özelleş­
tirmeye’ mi, M isak-ı Milli sınırları ile ‘oynanmasına’ da
karşı! Üstelik artık halkımız, o Soğuk Savaş dönemin­
deki gibi, B atı’yı ‘dost ve müttefik’ gibi de görm üyor;
Somali, Bosna/H ersek, K arab ağ’da olup bitenler, T ü r­
kiye’nin ‘Kuva-yı M illiye’ci reflekslerini ayağa kaldırdı;
kiminle konuşursanız konuşunuz, B atı’ya ‘tavır koyu­
yor’ . Zaten son seçimlerin sonuçları da, halkın gittikçe
daha çok, daha da yoğun olarak, anti/emperyalist (yâ­
ni M üdafaa-i H u kuk’çıı) bir platform da, üniter (yâni
M isak-ı M illi’ye uygun) bir T ürkiye’den yana ağırlığı­
nı koyduğunu göstermişti.
Yanılmıyorsam, Tansu Çiller’in içine düştüğü ‘ikili
çıkm az’ da, bu durum dan kaynaklanıyor: o, ‘Sistem’in

399
DYP sepetindeki yumurtasıydı; ilk günden itibaren ‘küre-
selleşme’nın, ‘özelleştirnıe’nin öncüsü gibi konuştu, öy­
le davrandı; ne var ki, başbakanlığından başlayarak,
askerlerin önüne getirdiği Güneydoğu çözümü önerisi­
ni, gözünü kırpmadan kabul etti; böylece o yörede, hız­
la gelişen ve sonuca giden, bir hareket başladı; besbelli,
uzun süredir bu yolda bir kararlılık bekleyen halk, bu
tutumu beğendi; bu sayede de, Çiller son seçimlerdeki oy
yüzdesini tutturabildi; ülkede ve M eclis’te, hâttâ parti­
sinin içinde, durumunu pekiştirdi.
Birinci çıkmaz işte burada: Güneydoğu’da ‘kesin çö­
zümde yandaş çıkması, gerçekte onun B atı’yla ters düş­
mesine neden oluyor; çünkü ‘Sistem’, gizlemek için ne
yaparsa yapsın, Misak-ı Milli sınırları üzerinde birtakım
hesaplar yapmaktadır; Çiller’in bu hesapları hiçe saydık­
tan başka bir de büyük ‘düşman’ ilân edilmiş Irak’la iliş­
kilerini geliştirmek sürecine girmeye kalkışması, barda­
ğı taşıran damla oluyor; o yüzden de, ülkenin içinde ve
partisinde Çiller’in durumunu pekiştirmiş olan ‘icraatı’
onun ‘dışardaki’ kredisini düşürüyor; uzun vadede, içer­
deki ‘uzantıların’ da, ona karşı bunu kullanmasına yol
açıyor.
Özetlersek, ‘ikinci vatanı’, Çiller’in ‘birinci vatam’nı
ve onun çıkarlarını ciddiye alm asına katlanam am ak-
tadır.
Çiller’in ‘ikinci vatam’nı (ABD) yumuşatmak için bul­
duğu çare, zaten onun hanidir önerip de Türkiye’ye ka­
bul ettiremediği şeyler; yâni Dünya Bankası ve IMF’yle
mutabakat, ‘küreselleşme’nin hızla gerçekleştirilmesi;
Türkiye’nin yetmiş yıllık ekonomi müktesebatının, ha­
raç mezat satılması, vs! Çiller ‘durumunu’ kurtarmak
için, sunduğu ‘acı paketi’ Türkiye’yi ‘kurtaracak’ sihir­
li bir formülmüş gibi pazarlıyor; böylece IMF’nin ve

400
Dünya Bankası’nm (dolayısıyla ‘Sistem’in) gözüne gire­
ceğini sanıyor; yetki yasasından sonra, malı mülkü satıp
savarsa, mesele kapanacak!
Çiller’in ikinci çıkmazı da, iş burada; Türkiye’de
halk ‘özelleştirme’ye karşı! İşin ilginç yanı, sureta taraf­
tar görünenler de -aslın d a- karşı! Bunların kimler ol­
duğunu tabii anlamadınız; ülkeye hanidir egemen olan
oligarşi -yâni bürokrasi + burjuvazi-; neden karşı, çün­
kü onlar, Türkiye’yi ‘tek başına yemeyi’ tercih ediyor­
lar; zaten ‘ecnebi’yi işe karıştırmak istemedikleri içindir
ki, ‘Sistem’in onca ısrarına rağmen, yıllardır ‘özelleştir-
me’de ayak sürüyorlar. Halkın karşı çıkması, yurt ve ta­
rih bilinciyle ilgili; cumhuriyeti, onun bağımsızlığını ve
ekonomik kalelerini savunmak istiyor. Çiller Yönetimi,
M isak-ı M illi’nin üniter devlet yapısını savunduğu za­
man, Çiller’e destek oluyor da; M üdafaa-i H ukuk’un
anti/emperyalist tavrını bırakıp, ‘D am at’ Ferit Paşa gi­
bi hareket etmeye başlayınca, ona karşı çıkıyor.
Çiller, gerçekten, ikili çıkmaz içinde; yukarı tükürse
bıyık, aşağı tükürse sakal! Çünkü öteki politikacılar gi­
bi, idare-i maslahatçı da değil, bir şeyler yapmak istiyor;
oysa yapmaya kalkıştığı iki önemli şey, birbiriyle taban
tabana karşıt, çünkü Türk halkı, şaşm az sağduyusu
ile, gizli tarih ve yurt bilinciyle, ekonomide ‘Sistem’e ba­
ğımlı, siyasette özgür ve bağımsız olunam ayacağını bi­
liyor.
İki satır da ‘liberal bülbüller’ için!
Vırt zırt, zamanların değiştiğini, Kurtuluş Savaşı ‘nos­
taljisi ile bir yere varılamayacağını ileri sürüp duruyor­
lar; gerçekte Prof. Çiller de işe başlarken, kuşkusuz on­
lar gibi düşünmekteydi; fakat T ürkiye’nin iç dinamiği,
‘Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki stratejik hesaplar, pe­
kâlâ gösteriyor ki, hem M ustafa Kem al, hem ‘D am at’

401
Ferit Paşa olmak, mümkün değildir. Ya biri olacaksınız,
ya öbürü!
İşte o kadar!

16
LİDERLER ‘NEDEN’ DEĞİŞİYOR?

24 Eylül 1994

(Önce işin şakası: Nazlı, aslında Özal’cı -bunu ABD’den


yana dememek için yazıyorum- Ilıca (Çeşme) plajında
şundan bundan söz ederken, lâf elde olmaksızın, ‘Sis­
tem ’in dünyada ve bölgemizde çevirdiği fırıldaklara ge­
liyor; dilimin döndüğünce, bunları aktarmaya çabalıyo­
rum; o da sorunu, -bizdeki birçok gafil gibi- ‘demokra­
tik haklar’, ‘insan hakları’, ‘siyasi çözüm’ vs. çerçevesin­
den koymayı tercih ediyor. Ankara ve İstanbul’da, baş­
langıçta hararetli Çiller’i destekleyenlerin bir kısmı, ‘Kü­
çük Hanım’ın başka politikalara saptığım gördüklerin­
den beri, adını işittiler mi burun kıvırıyorlar ya, o da kı­
vırıyor; Hele M ümtaz Soysal’ın Ehşişleri’ne getirilmiş ol­
ması, basbayağı gözünde bir ‘skandal’!
Söyleşi nerelere kaydıysa, ben bir ara, TRT/2’de ya­
yımlanan CIA belgeselinde, İran Şah’ının bu örgütten na­
sıl para aldığının açıklandığını, Şah’ın, Şah’a benzer
birçok politikacının ‘Sistem’ tarafından nasıl kullanıl­
dığını anlatıyordum; Nazlı -aklı başka yerde, biraz da
ümitsiz- sözümü keserek, ne dese beğenirsiniz, aynen
şunları:
“ ... ABD, destekliyor da ne oluyor sanki: Çankaysek’i
de, Van Thieu’yü de, Ziya-ül H ak’ı da, İran Şahı’nı da,

402
ABD destekliyordu; hepsi devrilip gittiler, bir manada
harcandılar; buna mukabil, ABD’nin yıllardır açıkça düş­
man ilân ettiği M uam m er Kaddafi, Saddam Hüseyin,
İran’daki M ollalar yerlerinde duruyor; kimbilir, belki de
Amerika’dan yana olmak, çok da akıllılık değil!)
Şimdi bunu neden anlattım diye, kendi kendinize
soruyorsunuz.
Bilmem, ilkbaharda yazdığım o yazıyı hatırlayacak
mısınız, başlığı ‘Küçük Hanım ’ın İkili Çıkm azı’ idi (17
M ayıs 1994), özet olarak da, Tansu Çiller’in tamamıy­
la Ö zal’cı politikalarla iktidara geldiğini, fakat yurt
gerçekleriyle karşılaştıkça, yavaş yavaş, bu politikalar­
dan uzaklaşmak zorunda kaldığını işliyordu: Güneydo-
ğu ’da ‘siyasi çözüm ’ü rafa kaldırmıştı; Irak’ta ABD’den
farklı düşünüyordu, Kıbrıs ve Ege sorunlarında da öy­
le; buna mukabil, ekonomide IMF ve Dünya Bankası
çizgisini korumaya gayret ediyor, bu da onu ikili bir çık­
maz içine sokuyordu.
İlkbahardan sonbahara, köprülerin altından çok su­
lar aktı; Prof. Çiller, ‘özelleştirme’nin dışındaki hemen
her konuda, ‘Sistcm ’in telkin ettiği politikalardan hay­
li uzaklaşmıştır; bu uzaklaşma, hele son zamanlarda öy­
le elle tutulur bir hale gelmiştir ki, onu Ö zal’ın ve
O zal’cı politikacıların ardılı olarak gören, ‘liberal’ kö­
şe yazarları, köşelerinde endişe izharına başlamışlardır.
M eselâ mi? Bakın Mehmet Barlas ne diyor:
" ... bu da bizim kaderimiz. O rtaya ‘liberal’, ‘serbest
pazarcı ekonom i’ diye çıkıp, ‘dem okratikleşm e’, ‘kent­
leşme’, ‘modernleşme’ gibi ilkelerle, ‘değişim ’i temsil
ederek iktidara gelenler, sonunda köy/kentlere sığını­
yorlar. (...) Nedense bu kadrolar, hem de Amerikan Ko­
leji mezunu bu kadrolar, nihai çözümün tarım nüfusu­
nu asgariye indirm ek olduğunu görem iyorlar. (...)

403
KIT’leri özelleştiremezken, tarım sübvansiyonlarını kal­
dıramazken, sosyal güvenlik sisteminde reform yapa­
mazken, gidip Güneydoğu’nun kırsal alanında yarı -
KİT örgütlenmelere heves ediyorlar. Bir genel seçim ol­
sa da, bu ‘çiftlik partileri’ ufuksuz liderlerin sultasından
kurtarsak. Tek çıkış yolu, bu galiba!” (Sabah, 10 Eylül
1994)
Mehmet B arlas’ın yaşı müsaittir, ‘ortaya liberal, ser­
best teşebbüsçü’ diye çıkan çok lider gördü; bir kısmı
gerçekten ‘Am erikan Koleji m ezunu’ idiler, iktidara
geldikten sonra, -ne hikmetse- hiçbiri dediklerini yapa­
madı; bazıları seçimlerle, bazıları darbelerle, iktidardan
uzaklaştırıldılar; tekrar ‘genel seçimler’ yapıldı, Türki­
ye’yi ‘ufuksuz liderlerin sultasından’ kurtaracağı sanıl­
dı bu seçimlerin; gel gör ki, Mehmet B arlas’ın ümitle­
ri hilafına, -ne hikmetse- hiçbiri iktidara geçince ‘ufuk
sahibi’ olam adı; acaba neden böyle oldu? Neden hep
böyle oluyor? Neden m edia’nm, çeşitli sermaye örgüt­
lerinin, belki uluslararası cereyanların, allayıp pullayıp
piyasaya sürdükleri politikacılar, seçimle iktidara gel­
dikten sonra, evvelce papağan gibi tekrarladıkları ‘ger­
çekleri’ unutuyorlar?
Bayar/M enderes İkilisi, özel sektörcünün hası, has
Amerikan’cı olarak iktidar olmuşlardı; Türkiye’yi K ü­
çük Amerika yapacaklarını söylüyorlardı; kısa sürede,
‘Sistem” le de, ‘Sistem ’in köpekleri Dünya Bankası ve
IMF ile de ‘takıştılar’, akıbetleri malum! Süleyman De-
mirel, Adalet Partisi’nin ve iktidarın üzerine âdeta pa­
raşütle indirildi, o kadar Amerikan’cı sayılıyordu ki,
ona ‘M orrison Süleyman’ deniyordu -diyenler arasın­
da Barlas da vardı- gel gör ki bir süre sonra, o da ‘bü­
yük’ Türkiye’den, sanayileşmeden dem vurmaya başla­
dı; onun başına da, pişmiş tavuğun başına gelmedik iş­

404
ler geldi; şimdi de ‘Küçük H anım ’ aynı çemberden ge­
çiyor, o da ‘yatırım lar’dan, ‘bölünmez’ ve ‘büyük’ T ür­
kiye’den söz ediyor...
Mehmet B arlas’a bir önerim var, bir de şöyle dü­
şünmeyi denesin: ‘Amerikan Koleji mezunu’, üstelik
ABD’de mal mülk sahibi olsalar da, kendisine umut bağ­
layan ‘serbest teşebbüsçü’ liderler, Türkiye’nin gerçek­
leri ile karşı karşıya gelince, o gerçeklerin dinam iği
içinde, değişiyor olmasınlar?
Bağımsız bir ülkenin sorumluluğunu taşımak, hariç­
ten gazel okum aya benzemez.

17
‘AKBABALARA’ AÇIK DAVET: ‘ÖZELLEŞTİRME!’

5 Kasım 1994

Hani o, dedikoduyu büyük haber, şuna buna kamış koy­


mayı şaşırtıcı gazetecilik zanneden, özel televizyon haber
merkezleri var ya, geçen akşam içlerinden birisi -etek­
leri zil çalarak- duyuruyor: ‘ülkeyi kurtaracak özelleş­
tirme yasası, komisyona takılmadan M eclis’e indirilmiş;
şu tesadüfe bakın ki, aynı gün Alm anya’da, Doğu Al­
m anya’dan kalm a bin bilmemkaç devlet işletmesinin
özelleştirme sonuçları açıklanmış, açıkça görülüyor-
nıuş ki o Alman Ki r ’lerinin satışlarından tonlarca dolar
kazanılmış. Alman devleti de üstündeki yüklerden kur­
tulup ferahlam ış!’ Kıssadan hisse ne derseniz, o mey­
danda: eğer aklı varsa Türkiye de böyle yapar, yılan hi­
kâyesine dönen ‘özelleştirme’yi bir ayak önce çözümle­
yip bitirir.

40.5
Böyle bir habercilik anlayışının, ‘beyin yıkama ope­
rasyonu’ olmaktan kurtulabilmesi, ancak neyle kabildir
elbette bilirsiniz; şu anda eski Doğu Alman halkının na­
sıl acı bir ‘o eski iyi günler’ nostaljisiyle kıvrandığını da
duyurmakla! Şurada kaç gün oluyor, bir yabancı tele­
vizyonun o yörede yaptığı röportajda (Tv5) mikrofon
hangi Doğu Almana uzatılırsa aynı cevap alınıyordu:
‘Eskiden paramız vardı, mal bulamıyorduk; şimdi vit­
rinler mal dolu, paramız yok: işsizlik belimizi büküyor!’
Tabii, dürüstlük, son Alman genel seçimlerinde kom ü­
nistlerin oylarını umulmadık ve beklenmedik şekilde ar­
tırdıklarını da eklemeyi gerektirirdi.
‘Ozelleştirme’nin, eski Doğu Alman kamu tesisleri­
ni ucuza kapatan milli ve milletlerarası ‘akbabaları’
çok mutlu ettiğine şüphe yok; acaba, işlerini ve gelecek
güvencelerini kaybetm iş; ‘vahşi’ piyasa ekonomisinin,
yırtıcı pençelerine teslim edilmiş, halk da, ayıtı derece­
de mutlu mu?
Gözünüzden kaçmış olamaz: başta bu işin ‘papazı’
Ozal olmak üzere, bütün ‘özelleştirme’ esnafı, asla ve
kat’a, tek başına ‘özelleştirme’ sözü etmezler; onu he­
men, ‘küreselleşme’ (globalleşme) sözü takip eder; daha
ince fikirli olanlar, Çiller gibi, özelleştirme sayesinde
‘Türk ekonomisinin de dünya ekonomisiyle bütünleşmiş
olacağına’ işaret ederler; aslında pusuda bekleyen milli
ve milletlerarası ‘ak b ab alara’ açık davettir bu; Türk
halkının tam -bu arada elbette ekonom ik- bağımsızlığı­
nı elde etmek ve korumak amacıyla, kuruş kuruş, emek
emek tesis ettiği kuruluşları satışa arzettik, kap kapanın
elinde kalacak, tez olun, çabuk davranın!
Bunlar ‘özelleştirme’yi ‘küreselleşme’den ayrı düşü­
nemez ve sunamazlar, çünkü ‘Sistem’in genel stratejisi
budur; amaç çokuluslu devlerin, eski Doğu Bloku iilke-

406
İcrindeki ve Üçüncü D ünya’daki milliyetçi ekonomile­
rin ellerinde bulunan kamu işletmelerine konmasıdır;
bunun ‘Sistcm’e yararı belli, çevre ülkelerinde bağımsız
ekonomik güç merkezleri bırakılmış olm ayacak, karşı­
lıklı -gerçekte tek taraflı- bağımlılık numarasıyla bütün
‘öteki’ ülkeler de ‘Sistem’in sıkı denetimi altına alına­
cak! Bunun böyle olduğunu siz de biliyorsunuz, Frédé­
ric Clairmont ile John Cavanagh’ın bu yöndeki araştır­
masından önemli parçaları, ilkbaharda bu köşeye ak ­
tarmıştım; galiba hatırlatmak hiç de fena olmayacak, ne
diyorlardı bakalım :
çokuluslu tekeller, sektör sektör, eski komünist
devletlerin üretim kapasitelerinin temellerini ellerine
geçiriyorlar. (...) Doğu Avrupa ülkelerinin devlet te­
şebbüslerinden en önemlilerin ‘özelleştirilm esi’ önü­
müzdeki beş yıl içinde kuşkusuz tamamlanm ış olacak­
tır ...”
Türkiye’yi ilgilendiren yer ise şurası: “ ... çokuluslu
tekeller, ekonomi ve finans düzeninin ‘özelleştirme’ dal­
gasıyla dağıtılm asından yararlanarak yeni bir faaliyet
sahası buluyorlar: 3 0 ’lu yılların büyük ekonomik çö­
küntüsünde, çeşitli ülkelerde -bu arada Türkiye’de-
kaıııu sektörünün (yâni devletin) ülkeyi kurtarm ak
amacıyla satın aldığı ya da inşa ettiği muazzam kuruluş­
ları ve işletmeleri ele geçirmek! Bu, özel sermaye grup­
larının saldıracağı yeni bir sınır oluşturuyor; buna elekt­
rik, gaz, madenler, demiryolları, hava ulaşımı, teleko­
münikasyon, bankalar ve sigorta şirketleri dahil! Çoku­
luslu tekellerin (‘Sistem ’in) bunları ele geçirebilmesi,
işçi hareketlerinin zayıflamış olm ası ve bu hareketin
en büyük başarılarından biri olan sosyal devletin her
yönden saldırıya uğraması yüzünden, daha da kolaylaş­
m aktadır.” (Le Monde Diplomatique , M art 1994)

407
Ne buyurulur? Şu son paragraf rahmetli Ö zal’ın,
‘devletli’ Çiller’in (yeni veliaht Boyner’in) ülkeye öner­
diği ‘ekonomik program ın’ ta kendisi değil mi?
‘Özelleştirme’yle ‘küreselleşme’yi içiçe ve yanyana
benimsediniz mi, ortaya çıkan ‘model’, gerçekte yüzyı­
lın başında ‘Sistem’in gezegenin her yanında uyguladı­
ğı ‘m anda, dominyon, protektora, ya da gizli sömürge­
cilik’ modellerinin, zamanımızın koşullarına uyarlanmış
biçimidir.
Bu saptamayı netleştirmek için ‘erken’ cumhuriyet
dönemimize bir göz atmamız; Gazi M ustafa Kem al’in
neden dolayı, nasıl ve hangi anlamda ‘devletçilik’ten ya­
na çıktığını araştırmamız gerek.

18
‘SİS ÇANI’ GİBİ...

10 Aralık 1994

İşaret çoktu, birbiri ardınca geliyordu.


Ünlü The Wall Street Journal, Ö zal’ın her Amerika
seyahatinde uğram adan edemediği gazete, bir süre ön­
ce, Türkiye/ABD ilişkilerinin ‘gerginleştiğine’ dikkati
çekiyor; buna sebep olarak, ‘Türkiye’nin ABD’den ba­
ğımsızlığını istemesini’ gösteriyordu; bu ‘isteği’, ‘Türki­
ye’nin saldırgan ve bağım sız Dışişleri Bakanı M ümtaz
Soysal’a bağlamıştı. M eğerse o, ‘Türkiye’nin ABD’nin
güdümünde olmadığını kanıtlamak için, iki ülke arasın­
daki gerilimi tırm andırıyor’muş! (4 Kasım 1994)
Yalnız o kadar mı, ne münasebet! Washington, ba­
şından beri Soysal’dan şikâyetçiydi. Nitekim, ABD Kong-

■ 10 s
re üyeleri için referans niteliği taşıyan bir ‘Türkiye Ra-
poru’nda, O rtadoğu uzmanı C arol M igdalovitz, onu
anlatırken diyordu ki: T ürk Dışişleri Bakanlığı’nın
Batı yandaşı pragm atik politikalarına ters düşen ve
kom plo teorilerine inanan birisi’dir; ‘Başbakan Tansu
Çiller’in ve T ürk Genelkurmayı’nın Soysal’a ne kadar
hareket serbestisi tanıyacağı ise bilinm iyor.” (Milliyet,
8 Kasım 1994)
Genelkurmayı bilmeyiz am a, B aşbakan Tansu Çil­
ler’in Soysal’a tanıdığı ‘hareket serbestisinin’ sınırları,
Soysal’ın istifası ile belli oldu: bakanlığının m üsteşar­
lığına istediği adam ı tayin etmesine izin verilmiyordu;
yâni, ‘hareket serbestisi’nin sınırları bu kadar daraltıl­
mıştı.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım!
Washington Mümtaz Soysal’ın Dışişleri Bakanı olma­
sını asla istememiş, üstelik bunu saklamamıştı: ilk ko­
alisyon kabinesinde (1991) bunu açıkça engellemiş; Çil­
ler kabinesini kurarken de, onu aynı konuda hassasiyet­
le uyarmıştı. (Haziran 1993)
ABD Yönetiminin Türkiye M asası’ndan bir yetkili
demişti ki: “Soysal, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını koru­
muyor ve politikalarına zarar verecektir. Ayrıca ABD
bugüne kadar T ü rk hükümetlerine bazı konuları dikte
ettirebilecek güçteydi. Soysal gibi politikacılar ise,
ABD’ninkilerinden önce, Türkiye’nin çıkarlarını düşünü­
yor.” (Milliyet, 26 Temmuz 1994)
Aslında Ankara, Soysal’ı o m akama getirmekle, bel­
ki biraz da W ashington’m (genel olarak B atı’lıların)
davranışlarına tepkisini belli etmek niyetindeydi; çün­
kü Sovyetler’in ve Yugoslavya’nın dağılm asından son­
ra, Balkanlar’da, O rtadoğu’da, K afkasya’da ve Ortaas-
ya’da, Türkiye’nin -onların taşeronu gibi değil de- ba­

409
ğımsız bir güç olarak meydana çıkm ası, B atı’da herke­
si rahatsız etmiş; istedikleri kadar aynı ittifak içinde gö­
rünsünler, Batıklarla Türkiye’nin çıkarlarının, bu böl­
gelerde aynı olmadığı, hâttâ karşıt olduğu anlaşılmıştı;
hele Irak, Kıbrıs ve Yunanistan politikalarında, karşılık­
lı kesindi. Elbette keyfiyet kişilik ve prensip sahibi bir
Dışişleri Bakanı ile W ashington’a ve öteki ‘B atı’lı baş­
kentlere çok daha iyi hissettirilebilirdi. Öyle olmadı mı?
Soysal, gittiği her uluslararası toplantıda, Türkiye’nin
bölgedeki çıkarlarını korudu, öyle konuştu. Bunun böy­
le devam etmesi de gerekiyordu am a, bunun için Soy-
sal’ın dahil olduğu koalisyonun da aynı fikir selabetine,
aynı kararlılığa, aynı milli çıkarları korum a kıskançlı­
ğına sahip olması icab ediyordu.
Sahip midir, siz onu düşünedurun; ‘hareket serbesti-
sinin sınırları’ gittikçe daraltılan Soysal, Türkiye’nin çı­
karlarına ve kendi prensiplerine aykırı hareket etmek­
tense çekilmeyi tercih etti; ne var ki kısa süren Dışişle­
ri Bakanlığı, ciddiyetsizliğin paçadan aktığı siyasi haya­
tımızda, sis çanı gibi doğru istikameti gösteren bir işa­
ret oldu: Soysal’da sonraki (tabii önceki) Dışişleri Ba-
kanları’nın Washington’a göstereceği ‘uysallıklar’, bun­
dan sonra, Türk halkı tarafından Türkiye’nin ‘aleyhine’
davranışlar olarak değerlendirilecektir.
Az şey mi bu?
(En azından bir kriter oluştu, daha doğrusu yirmi yıl
kadar önce Niyazi Berkes’in tespit ettiği o kriterin, tepe­
den tırnağa doğru olduğu kanıtlanmış oldu. Ne demiş­
ti Berkes:
bizde batıcılıkla anlaşılan şey, T ürk evrimini
çağdaş uygarlığa uygun yönde geliştirmektir; halbuki
Avrupa’da ve A m erika’da batılılaşm a ve batıcılık Batı
diplom asisine boyun eğme anlam ına gelir. Bu yüzden

410
onlara göre Kem alist devir Batı aleyhtarlığı, M enderes
devri ise Batıcılık devridir. Batı diplom asisinden b a ­
ğımsız bir batıcılık, Batı dilinde Batı düşmanı kötü bir
milliyetçilik dem ektir...
M üm taz Soysal’ın yapm aya çalıştığı neydi sanıyor­
sunuz? ‘Batı diplomasisinden bağımsız bir batıcılık’ de­
ğil mi?)

19
ÇOCUK MU KANDIRIYORLAR?

11 Ocak 1996

Ezberlemeyen kaldı mı?


Liberal ‘bülbüller’, ‘lMF’nin en sadık başkanı’ Ö zal’ın
Türkiye’de başlattığı, ünlü ‘transform asyon’ (rahmetli
öyle derdi, Çiller ‘değişim ’ diyor) program ını, iki keli­
meye sığdırıyorlar: ‘küreselleşme’ ve ‘özelleştirme’ !
Gerçekte program , bir sacayağına oturuyor, yâni
üçüncü bir ‘ayağı’ daha var, o da ‘post/m odernizm ’ dü­
meni ama, daha çok edebiyat ve sanat çevrelerini ilgilen­
dirdiği, o çevreleri ise ülkemizde kimse iplemediği için,
adı pek ortada dolaşmıyor; varsa yoksa ‘küreselleşme’ ve
‘özelleştirme’.
Liberaller ‘bülbül’, bülbül de bir kuş olduğuna göre,
beyinleri de besbelli öyle çalışıyor; çünkü bu iki kavra­
mın, birçok ülke, bu arada Türkiye için ne yaman bir
mantıksızlık içerdiğini göremiyorlar. Kimbilir, belki de
görüyorlardır da, görmezden gelmeyi yeğliyorlardır.
Kendi bilecekleri iş, ister misiniz biz olayı asıl diyalek­
tiğine oturtuverdim ?

411
Kullandıkları gerekçe nedir, hele bir düşünün!
Türkiye’de üretilen sanayi mamulleri, hem pahalıdır
hem de çürük; dahası modası geçmiş teknoloji ürünü;
adı sanayiciye çıkmış bazı ‘baba’ holdingler, devletin hi­
mayesine ve teşvikine sığınarak, koca pazarı parselleyip,
‘malı götürmekte’; ciddi ve yaratıcı bir rekabet olm adı­
ğı için de gelişmeye boş verip; ‘durumu idare etmekte­
dir’. ‘Küreselleşme’, işte buna son verecektir.
Nasıl mı, gayet basit: gümrükleri sıfırladın mı, geliş­
miş ülkelerin ileri teknoloji ürünü sanayi malları, paza­
rımıza eşit şartlarla girecek; iyi mal kötüsünü kovaca­
ğından, bizim özel sektörümüz de ürettiği malı o kali­
teye, üretimini o teknolojiye yükseltmek, fiyatını o fiya­
ta indirmek zorunda kalacaktır. Kısacası ‘küreselleşme’
ülkemizde özel sektörü ‘terbiye edecektir’; bu bakımdan
işi uzatmanın âlemi yok, küreselleştirirsin, olur biter!
İyi de, bir sorun var: ‘transform asyon’uıı öteki aya­
ğı ‘özelleşdrme’yi de bize ‘kaktırm aya’ çabalayan aynı
liberal ‘bülbüller’ şu karşıtlığı nasıl göremezler? Kamu
işletmeleri yönetilemiyormuş, zarar ediyorm uş diye,
halkın trilyonluk tesislerini özel sektöre devretmemizi
isterken; nasıl oluyor da bu tesisleri alacak ve işletecek
olan özel sektörün ‘teknolojisi geri, malı kalitesiz ve pa­
halı üreten, o yüzden de terbiyeye m uhtaç’ o kötü sek­
tör olduğunu hesaba katmıyorlar? Bir özel sektör ki,
onca teşvik ve himayeye rağmen, belini bir türlü doğrul-
tamamış olduğunu, kendin söylüyorsun; kamu kesimi­
nin bunca emek ve çabayla yarattığı muazzartı kuruluş­
ları nasıl devredersin? Devredecek olsan, hangi gücüy­
le alacak, hangi yeteneğiyle yönetecek, hangi ileri tek­
nolojiyi kullanacak?
Sanırım mantıksızlığın boyutları belli oluyor.
Aslına bakarsanız...

412
‘Sistem’, üçüncü ülkelerin sanayi varlığına ve potan­
siyeline el koymayı kararlaştırmıştır, öyle de yapıyor, es­
ki Doğu Bloku ülkelerinde ‘özelleştirme’nin gerçek am a­
cının, nasıl ‘küresclleşme’yi sağlamak olduğunu daha iyi
görebiliyorsunuz: bizdeki kadar bile gelişmiş bir özel
sektörü bulunmayan oralarda, her birisi kolay kolay
kurulamayacak olan muazzam kamu işletmeleri, kaşla
göz arasında, çokuluslu şirketlerin eline geçiyor, böyle-
ce ‘küresellcşiyor’lar.
Bizde öyle olmuyor diyebilir misiniz? Peki, çimento
sanayii bugün neticede kimin kontrolü altındadır, T ü r­
kiye’nin mi, Fransız çimento sanayiinin mi? ‘Değişim ’
programının, gelişmekte olan bağımsız ülkeler için, cid­
di ‘değişiklik’ getireceği doğru; ekonomileri önce yeter­
siz ve yeteneksiz özel sektöre; sonra o sektörün ‘terbi­
ye edilmesi için’ sınırlar açılıp yurda sokulan ‘Sistem’in
çokuluslu şirketlerine devredilecektir: ‘değişim’, bağım­
sızlıktan sömürgeleşmeye doğru bir değişim; zaten adı­
na kibar kibar ‘ karşılıklı bağımlılık’ da demiyorlar mı?
Onlar ‘bağlıyor’, ‘bağlanan’ da biz oluyoruz.

20

AZ MI ‘KÜRESELLEŞTİRDİLER’ BİZİ?..

13 O cak 1996

Öyle tatlı tatlı anlatıyorlar, öyle sütlü sütlü meliyorlar


ki, bilen bilmeyen ‘küreselleşme’yi, gelişmekte olan ül­
kelere yeni ve geniş gelişme ufukları açan bir şey zanne­
diyor; oysa, ‘küreselleştin’ mi, aslında ‘Sistem’in ‘paza­
rı’ oluyorsun; başka türlü söylersek, ‘Sistem’ gezegenin

413
öteki ülkelerini ekonomik denetimi altına almanın adı­
nı, kibarlık olsun diye, ‘küreselleşme’ koymuş!
Buradan baktın mı, Türkiye’nin ‘küreselleşmesi’ da­
ha 5 0 Ti yıllarda başlam ış demektir: hani o ABD Ordu
Pazarı PX’lerden çıkarılıp, İstanbul, İzmir ve Ankara’nın
‘kibarlarına1el altından pazarlanan Kent, Salem, Camel
sigaraları; viskiler ve kadın jüponları yok mu, işte on­
lar bu işin başlangıcı. O güne değin kendi tütününden
başka tütün bilmeyen ve içmeyen Türk halkına, ilk de­
fa Amerikan Virginia tütününün özel harmanı içirildi; o
zam an, yâni kırk yıl önce münhasıran varlıklı ve snob
bir çevrede kullanılan o tütün, gittikçe dallanıp budak­
lanarak ülkeyi saran, sonunda Türkiye’nin kendi tütü­
nünü ikinci sınıf bir ürün haline düşüren bir belâ oldu.
Kim bilmiyor: artık Türk tütünü yerine, o tütünü eki­
yor; Türk sigarası yerine, bizzat Tekel’in kendi aleyhi­
ne ithal ettiği Amerikan sigarasını içiyoruz.
Bu örnek, pek açık ve pek güzel, bir ‘küreselleşme’
örneği sayılabilir; çünkü ABD aynı numarayı, kendine
mahsus özel sigaraları ve tütün harmanları olan İngil­
tere gibi, Fransa gibi ülkelerde de yapm ış, oraların tir­
yakilerini de ‘küreselleştirm iş’tir.
‘Küreselleşme’nin ülkemizde neredeyse yarım yüz­
yıldır hüküm sürdüğü doğru, buna bir başka örnek de,
öğretim ve eğitim alanından verilebilir. Eskiden Türki­
ye’de öğretim ve eğitim tekti, bu da Tcvhid-i Tedrisat
Kanunu ile gerçekleştirilmişti, o kanun Anadolu İhtilâ-
li’nin temel direklerinden birisi, lâik ve demokratik lise­
yi temel öğretim kurumu yapıyor, o liseler de lâik ve de­
mokratik yurttaş yetiştiriyor.
Oysa 50’lerden itibaren, öyle mi? Önce ‘İngilizce öğ­
retim veren kolejler’ özel olarak örgütleniyor, kolejler
moda haline dönüştürülünce, devletin kendisi İngilizce

414
öğretime geçerek, Anadolu Liseleri’nde kafası Ameri­
kanca işleyen yeni bir tür öğrenci yetiştiriyor, bu yet­
mezmiş gibi, İngilizce eğitim yapan üniversiteler açılı­
yor. Eğer bugün konuşurken yarı yarıya İngilizce kulla­
nan ‘aydınlarımız’ varsa, bunu yıllardır süren bu ‘küre­
selleşme’ sürecine borçlu değil miyiz?
O kadarla kalsa, yine iyi: bir yandan da, radyo ve te­
levizyon aracılığıyla, yaşama tarzı ve dünya idraki ‘kü-
reselleştirilmiştir’. Hele bir düşünün, Türkiye kaç yıldır
H ollyw ood istilası altındadır? Beyaz perdede olsun,
küçük ekranda olsun, Amerikan sinemasının ürünleri,
dolayısıyla standart ve zevkleri o kadar uzun zamandır
egemendirler ki, yetişmiş son birkaç kuşak için, iyi bir
film demek Amerikan filmi demektir; iyi bir diziyi an­
cak Amerikalılar çeker, o yüzden de Türk filmleri T ü r­
kiye’deki sinemalarda kendilerine gösterim hakkı tanı­
yacak bir iki yürekli sinemacı bulurlarsa, kendilerini
bahtiyar saym aktadırlar; çünkü T ürkiye’deki ekranlar
da, sinemalar da, çoktan ‘kiireselleştirilmiştir.’
Kendi başınıza biraz düşünün, kimbilir ‘küreselleş-
tirildiğimiz’ daha ne sahalar bulacaksınız.
Öyleyse ‘değişim’ programının ‘küreselleşme’nin bun­
ca üstüne basm ası neden? Baksanıza, zaten sürüp gidi­
yorm uş...
Yukardan beri konuştuklarımız, aslında ‘zemini’ ha­
zırlayan bir faaliyet; o kıvama gelmiş olmalı ki, asıl
büyük ‘küreselleşme’ hamlesine geçiliyor; bu da, zevk­
leri, kültürü, alışkanlıkları ve tercihleri -kısacası, üstya­
pısı- iyice ayarlanmış kesimlere, ülkenin ekonomik ve
siyasi olarak ‘küreselleştirilmesini’ önermek ve kabul et­
tirmek aşam asıdır; şimdi orada olduğum uz belli, çün­
kü bu süreci benimsememiz gerektiğini yabancılar de­
ğil, açıktan açığa parti liderlerimiz, hükümet başkanla-

415
rımız bize söylüyorlar, üstelik bunun ‘Türkiye’nin gele­
ceği’ olduğunu ilân edip, onlara oy vermemizi istiyorlar.
İyi de, bütün M üdafaa-i Hukuk program ı, hakların
küreselleştirilmeye karşı savunulması değil miydi? Çün­
kü neticede ‘Sistem’ yâni İtilaf Devletleri, A nadolu’yu
bu türden bir geniş pazar olarak aralarında paylaşm ış­
lardı, ‘manda ve himaye taraftarı’ Osmanlı aydınları da
buna alkış tutuyorlardı: istirdat’tan sonra, kimisini ni­
ye linç ettik, niye yüzlercesini yurt dışına sürdük: ‘kü­
reselleştiler’ diye mi?

21
KİT’LER ‘BİR AĞIZDAN’...

1 Şubat 1996

O konu nerede konuşulsa, hüküm değişmiyor: özel tv


kanalları, birbirinden farksız, âdeta aynı program şab­
lonunu uyguluyorlar; o şablon bir üçgen, bir köşesinde
eski gazino programı var, bir köşesinde ‘Yeşilçam sine­
m ası’, üçüncü köşesinde ise ‘m agazin/dedikodu’ basını!
Üçü, her konuda belki değişik dozlarda am a mutlaka
bir araya getirilmiş, böylece TV kanalları ve program la­
rının toplamı ‘sabunköpüğüne’ -pem be diziye- dönüş­
müştür; seyretmek keçiboynuzu yemekten farksız, ha­
ni demezler mi, bir tutam bal için bir çeki odun çiğni­
yorsun diye, işte o hesap!
Geçen akşam bu sıkıntıyla kanaldan kanala atlıyo­
rum, birine takıldım; tartışma program larından birisi,
birileri sıralara boy boy oturm uş, tartışmayı yöneten
ayakta, söyleşiyorlar. Takılışım şundan, çağrılmış olaıı-

416
ların tamamı, şu ara kaderleri gündemde olan KIT’lerin
genel müdürleri, konu ise ‘ö z e lle ştirm e ’; insan, asıl so­
rumlu ve yetkililerin neler dediğini merak etmez mi; he­
le benim gibi KIT’lerin tarihimizde oynadığı role, önemi­
ne ve işlevine inanan birisi; elbette oturdum, sonuna ka­
dar izledim.
Bir yandan da düşünüyorum; yahu nedir, bu kuru­
luşları hanidir tefe koyup çalıyoruz, aleyhlerine söylen­
medik söz kalmadı; iyi de acaba onlar ne yapıyor, hal­
leri nicedir, sorumluları ne diyor, merak edilmez mi?
Media kuruluşlarımız ne kadar tek yanlı ve tek yönlü
işliyor olmalı ki, sorunu ne bir televizyon kanalı merak
etti, ne bir gazete! Bu itibarla programı ‘akıl eden’
TGRT’yi, tartışmayı düzenleyen ‘İş Bankası’ programı­
nı tebrik etmek lâzım; yine de böyle -belki daha da kap­
sam lı- bir tartışmayı, kendisi gerçekte bir KİT olan
TRT’nin tertiplemesi, çok daha yerinde ve yararlı olur­
du diye düşünüyorum.
O tartışmadan edindiğim izlenimler, sizi şaşırtacak!
KİT genel müdürleri, iktidarın onları çoktan gözden
çıkardığını bildikleri için mi nedir, hayli ‘temkinli’ konu­
şuyorlardı ama, hepsi işini bilir, konusuna hâkim kişiler­
di; suçlayarak değil, kibar kibar, KİT zararların ın tem el
n eden lerin i ü ç g r u p ta to p la d ıla r (1 / siy asi m ü d a h ale ,
2/ p e rso n e l fa z la lığ ı, 3/ p iy a sa y a u y u m d a gecikm e, y â ­
ni b ü ro k rasi) ki, hepsi KIT’lerin kendi bünyesinden değil,
‘ siy asi o to rite n in ’ o n ları ku llan ış biçim in d en d oğu y or.
Meselâ hemen hepsi, personel fazlasıyla ağırlaşmış,
peki personeli kim yığıyor, KİT’in yönetimi mi, hayır, si­
yasi partiler; ayıklanmasını önleyen kim, yine onlar.
Hangi genel müdür söz alsa, daha işin başında iki üç
bin işçisini emekli ettiğini söylüyor, bu onları rahatlat­
mış, işin ilginç yanı işleri aksatmamış, daha da yoluna

417
koymuş! Hiçbirisi ‘battık’, ‘artık biz iflah olmayız’ deme­
di; tam tersine, bazıları mevcut zararı kapattıklarını, ya
da kapatmak üzere olduklarını; diğer bazıları da, açıkça
kâr ettiklerini söylediler; hem de ne kâr, öyle ufak tefek
rakamlarla ifade edilir cinsten değil!
Kimbilir belki de bu çaba KIT’lerin daha kolay satı-
labilmesini sağlamak içindir, öyle ya zarar eden bir ku­
ruluşu kim almak ister, ama başka bir gerçeği de kanıt­
lamıyor mu: KIT’lerimiz, kafası rasyonel, işini bilir, he­
saplı bir işletmeciliğe kavuşturulursa, Türkiye’nin üre­
tim kaleleri olmak özelliklerini pekâlâ sürdürürler.
TAKSAN A.ş. bildiğimiz gibi takım tezgâhları (torna,
planya vs) üretiyor; onun genel müdürü, ilginç bir açık­
lama yaptı.
Zamanında Batı vermediği için, firma, Doğu Alman
ve Çekoslovak -yâni Doğu Bloku- teknolojisi ile kurul­
muş, teknoloji bugün eski, onlar da yenilemek istemiş­
ler, başka ülkelerde olduğu gibi bilgisayarlı takım tez­
gâhları yapmayı tasarlamışlar; yabancıya başvurm u­
yorlar, lisans onları ecnebiye tutsak ediyor; hazır ‘özel­
leştirme’ m oda, en iyisi özel sektöre başvurm ak, onlar­
la işbirliği yapmak! Özel sektör onlara yüz vermiyor; fa­
ize yatırım dururken, üretimle kim uğraşacak, değil mi
efendim?
Onlar yılmamış ama, on onbeş kişilik bir beyin takı­
mı, işin üstesinden gelmiş; artık bilgisayarlı takım tez­
gâhları üretiyorlarmış, hem de ürettikleri hiç de ‘Japon-
larınkinden aşağı değilmiş’, yurt içinde satmakla kalmı­
yorlar, ihracata geçmişler; genel müdürün fikrince, yeni
teknoloji üretme sürecinde, özel sektör henüz KİT’lerin
yerini alabilecek bilinçte ve çapta görünmüyor. Ona
hak vermemek elde mi?
Sanıldığının aksine, ben KİT genel müdürlerini diri ve

418
azimli gördüm, öyle sakin fakat kesin bir tavırla konu­
şuyorlardı ki, bıraksanız maksatlı ve beceriksiz yöne­
timlerin yok pahasına çarçur ettiği, ona buna sattığı bu
millet kuruluşlarını, kısa sürede adam edecek, tarihle­
rine yakışır bir düzeye yükseltecek gibi görünüyorlar.
“Türkiye, 3 0 ’lu yıllardan
itibaren ‘totaliterlik’ rüzgârına
direnememiş, inkılâpçı
cumhuriyetin otoriterliğinden,
bir ‘tek parti’ totaliterliğine
sürüklenmişti; 1950 ’li yıllardan
bugüne kendimizi demokrasiye
geçmiş olmakla avutuyoruz;
oysa ‘gidişat’ hiç de öyle
görünmüyor. Türkiye, bu defa
m ' ^
‘küreselleşme’ ve ‘özelleştirme’ 1...
masalına inanmış, paldır küldür Attilâ ilhan 15 Haziran 1925’te Menemen'de
doğdu. Türkiye’nin en üretken yazarlarından
‘globaliterliğe’ doğru
olan ilhan’ın genç yaşlarında başladığı
sürüklenmektedir; üstelik düşünme ve yazma serüveni 10 Ekim 2005’te
daha ‘sivil,’ daha ‘demokrat,’ ölümsüzlüğe göçene kadar sürdü.
Bazı yapıtları şunlardır:
daha ‘insan haklarına dayalı’ bir
Şiir: Sisler Bulvarı; Yağmur Kaçağı;
düzene ‘dönüştüğünü’ Ben San a Mecburum; Yasak Sevişmek;

zannederek!.. Elde Var Hüzün; Kimi Sevsem Şensin.


Roman: Sokaktaki Adam; Zenciler Birbirine
‘40 karanlığı’nda şair ne demişti, Benzemez; Kurtlar Sofrası; Bıçağın Ucu;
hadi gel de şimdi hatırlama: Yaraya Tuz Basmak; Fena Halde Leman;
Dersaadette Sabah Ezanları; Haco
“ ... gün gibi âyân oldu içime,
Hanım Vay; Allah'ın Süngüleri.
encâmı fenadır bu gidişâtın!..” Gezi, deneme ve eleştiri: Abbas Yolcu;
Hangi Sol; Hangi Batı; Faşizmin Ayak Sesleri;
Hangi Seks; Hangi Sağ; Gerçekçilik Savaşı;
- Attilâ İlhan
Hangi Atatürk; Batı'nın Deli Gömleği;
ikinci Yeni Savaşı; Sağım Solum Sobe;
Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler; Ulusal b
Savaşı; Dönek Bereketi.

T*

K D V dahil fiyatı H -
:
Ş if.
i

16YTL
16 0 00 00 0 TL

You might also like