You are on page 1of 280

TC

SELCUK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANA BİLİM DALI
TEFSİR BİLİM DALI

KUR’AN-I KERİM’DE DÜŞÜNMEYE YÖNELİK


KAVRAMLAR

Osman GÜLBE

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman
Doç. Dr. Fethi Ahmet POLAT

Konya–2009
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

BİLİMSEL ETİK SAYFASI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe


ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik
davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez
yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden
yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

Öğrencinin Adı Soyadı


                                                                                             
Osman GÜLBE  

I
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU

Osman GÜLBE tarafından hazırlanan “Kur’an-ı Kerim’de Düşünmeye Yönelik


Kavramlar” başlıklı bu çalışma 25/06/2009 tarihinde yapılan savunma sınavı
sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek
lisans tezi olarak kabul edilmiştir.

Doç. Dr. Fethi Ahmet POLAT Başkan

Prof. Dr. Yusuf IŞICIK Üye

Prof. Dr. M. Sait Şimşek Üye

II
ÖNSÖZ
Kur’an-ı Kerim’in tefsiri Hz. Peygamber (s.a.v.) ile başlamış, Hz. Peygamber
(s.a.v.) Kur’an’ın tamamını olmasa bile ayetlerin bir kısmını açıklamış, Kur’an’ı
kısmen tefsir etmiştir. Ashab ve tabiîn bu geleneği devam ettirmişler, tefsir ilminin
temellerini atmışlardır. Daha sonraki dönemlerde bu ilim sistemleşmiş, ilkeleri
belirlenmiş, Kur’an baştan sona tefsir edilmiştir.

Gerek Hz. Peygamber (s.a.v.)’den gelen rivayetler gerekse sahabe, tabiîn ve ilk
dönem müfessirlerin görüşleri çerçevesinde Kur’an’ın tefsiri çeşitli yöntemlerle
yapılmaya devam edilmiş, günümüze zengin bir tefsir mirası ulaşmıştır. Günümüzde
de Kur’an tefsiri çalışmaları farklı yöntemlerle bütün yoğunluğuyla devam
etmektedir. Bu yöntemlerden bir tanesi de günümüzde en sık başvurulan konu
eksenli Kur’an çalışmalarıdır. Bu yönteme “Konulu tefsir metodu” adı verilmektedir.

Akademik çalışmaların son derece yaygınlık kazanmasıyla, konu arayışları had


safhaya ulaşmış; bu noktada konulu tefsir yöntemi büyük bir boşluğu doldurmuştur.
Bu yöntemle spesifik (derinlemesine) Kur’an çalışmaları çok büyük aşamalar kat
etmiştir.

Konulu tefsir yönteminin kapsamına giren kavram tahliline dayalı Kur’an


çalışmaları da yine oldukça sık kullanılan bir yöntem olmuştur. Bu yöntem,
Kur’an’dan seçilen bir kavramın, ilk dönem müfessirlerinin de yaptıkları gibi,
gelişim süreci ve Kur’an’ın kazandırdığı yeni anlamlarla birlikte incelenmesine
dayanmaktadır.

Biz de bu yöntemleri esas alarak Kur’an-ı Kerim’de düşünme ile ilgili


“tefekkür”, “tezekkür”, “tedebbür”, “fıkhetme” ve “akletme” kavramlarının
incelenmesini uygun gördük. Kâinat kitabı üzerinde, Allah’ın kitabı Kur’an üzerinde
tefekkür, tedebbür ve tezekkür etmek, bu ayetler ve deliller üzerinde tefekkuh edip
bunları anlamaya çalışmak, aklımızı kullanıp doğru düşünmek oldukça önemli bir
konudur. Bu, elbette çok daha kapsamlı çalışmaları gerekli kılmaktadır.

Çalışmamızın girişinde konunun önemi ve amacından bahsettikten sonra kısaca


konulu tefsir yöntemi ve yararlandığımız kaynaklar üzerinde durduk. Birinci
bölümde “tefekkür”, “tezekkür” ve “tedebbür” kavramı ile ilgili ayetleri tahlil

III
etmeye çalıştık. Ayrıca bu bölümde kavramlar arası bir mukayese yaptık ve
incelemiş olduğumuz kavramların benzer ve farklı yönlerini ortaya koymaya çalıştık.
İkinci bölümde “tefekkuh” kavramı ile ilgili ayetleri, üçüncü bölümde de “teakkul”
kavramı ile ilgili ayetleri tahlil etmeye çalıştık. Sonuçta da konunun ve kavramların
genel bir değerlendirmesini yaptık.

İşlemiş olduğumuz kavramlar daha derinlemesine, müstakil çalışmalarla ele


alınıp incelenebilirdi. Ancak biz burada, sıralamış olduğumuz ana başlıklara bütüncül
bir yaklaşımı hedeflemiş bulunmaktayız. Bu sebeple, her kavramı incelerken
Kur’an’daki kullanımlarını ve genel yorumları serdetmekte, diğer kavramlarla
ilişkilerini de ortaya koymaya çalışmaktayız.

Konumuzun tespiti ve şekillenmesinde fikri desteğini esirgemeyen danışman


hocam Doç. Dr. Fethi Ahmet Polat’a, Prof. Dr. Yusuf Işıcık’a, Prof. Dr. M. Sait
Şimşek’e, kaynak temininde yardımını esirgemeyen değerli arkadaşım Mesut
Kaya’ya teşekkürlerimi arz ediyorum.

Osman GÜLBE

12.05. 2009

KARAMAN

IV
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Adı Soyadı Osman GÜLBE Numarası:


Öğrencinin

064244011007
Ana Bilim / Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı/
Bilim Dalı Tefsir Bilim Dalı
Danışmanı Doç. Dr. Fethi Ahmet POLAT
Tezin Adı Kur’an-ı Kerim’de Düşünmeye Yönelik Kavramlar

ÖZET
Günümüzde Kur’an tefsiri çalışmaları farklı yöntemlerle bütün yoğunluğuyla
devam etmektedir. Bu yöntemlerden bir tanesi de günümüzde en sık başvurulan konu
eksenli Kur’an çalışmalarıdır. Bu yöntem, Kur’an’dan seçilen bir kavramın, ilk
dönem müfessirlerinin de yaptıkları gibi, gelişim süreci ve Kur’an’ın kazandırdığı
yeni anlamlarla birlikte incelenmesine dayanmaktadır.

Biz de bu yöntemleri esas alarak Kur’an-ı Kerim’de “tefekkür”, “tezekkür”,


“tedebbür”, “tefekkuh” ve “teakkul” kavramlarının incelenmesini uygun gördük.
Kâinat kitabı âlem üzerinde, Allah’ın kitabı Kur’an üzerinde tefekkür, tedebbür ve
tezekkür etmek, bu ayetler ve deliller üzerinde tefekkuh etmek, aklımızı kullanıp
doğru düşünmek oldukça önemli bir konudur. Bu, elbette çok daha kapsamlı
çalışmaları gerekli kılmaktadır.

Çalışmamızın girişinde konunun önemi ve amacından bahsettikten sonra kısaca


konulu tefsir yöntemi ve yararlandığımız kaynaklar üzerinde durduk. Birinci
bölümde “tefekkür”, “tezekkür” ve “tedebbür” kavramı ile ilgili ayetleri tahlil
etmeye çalıştık. Ayrıca bu bölümde kavramlar arası bir mukayese yaptık ve
incelemiş olduğumuz kavramların benzer ve farklı yönlerini ortaya koymaya çalıştık.
İkinci bölümde “tefekkuh” kavramı ile ilgili ayetleri, üçüncü bölümde de “teakkul”
kavramı ile ilgili ayetleri tahlil etmeye çalıştık. Sonuçta da konunun ve kavramların
genel bir değerlendirmesini yaptık.

V
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Adı Soyadı Osman GÜLBE Numarası:


Öğrencinin

064244011007
Ana Bilim / Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı/
Bilim Dalı Tefsir Bilim Dalı
Danışmanı Doç. Dr. Fethi Ahmet POLAT
Tezin İngilizce Adı CONCEPTS IN THE KORAN THAT MAKES YOU
THINK

SUMMARY
At the present day the interpretation of the Koran is continuing at full capacity
with different methods. One of these methods is a subject to which at the present day
often is been applied to namely expressive Koran study. In this method a concept is
choosen from the Koran like the first period annotators and it is based on the
investigation of the development process togheter with the new meanings thanks to
the Koran.
In view of these methods we have found it apropriate to investigate the
following concepts: Tefekkür which means meditation; tezekkür which means to
talk about a problem; tedebbür which means to think about God’s orders and
interdictions; tefekkuh which means to do the study about the Islamic law that
profits from the main sources about religion and world acts, the fully laid down rules
and teakkul which means using your mind to learn usefull things while learning not
to pass the limits and to know the limits of one’s capacity.
To do tefekkür, tedebbür and tezekkür upon the universe book over the people
and Allah’s book namely the Koran, to do tefekkuh about the arguments and verses
of the Koran, to use our mind correctly is a very important subject. Naturally this
needs a more comprehensive study.
In the beginning of our work we have written about the the importance and the
aim and afterwards we have written shortly about the interpretation methods and the
advantages. In the first part we have tried to study the verses of the Koran concerning

VI
the following concepts: tezekkür, tefekkür and tedebbür. Besides in this part we
have done comparison between the concepts and with the concepts that we have
investigated we have tried to let see the similar and different ways. In the second part
we have tried to study the verses of the Koran concerning the concept tefekkuh and
in the third part about the concept teakkul. Briefly we have evaluated in general the
subject and the concepts.
Key words: Koran, Concepts, Tefekkür, Tezekkür, Tedebbür, Tefekkuh,
Teakkul.

VII
İÇİNDEKİLER
BİLİMSEL ETİK SAYFASI.........................................................................................I
YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU .............................................................. II
ÖNSÖZ ...................................................................................................................... III
ÖZET........................................................................................................................... V
SUMMARY ...............................................................................................................VI
İÇİNDEKİLER ....................................................................................................... VIII
KISALTMALAR .......................................................................................................XI
GİRİŞ ........................................................................................................................... 1
1. ARAŞTIRMANIN ÖNEMİ VE AMACI ............................................................ 1
2. ARAŞTIRMANIN METODU ............................................................................. 5
2.1. Konulu Tefsir Metodu................................................................................... 5
2.2. Kavramlar...................................................................................................... 7
2.3. Kaynaklar ...................................................................................................... 8
2.3.1. Lügatler .................................................................................................. 8
2.3.2. Istılah Sözlükleri .................................................................................... 8
2.3.3. Tefsirler .................................................................................................. 9

BİRİNCİ BÖLÜM.................................................................................................... 10
KUR’AN’DA TEFEKKÜR, TEZEKKÜR VE TEDEBBÜR KAVRAMLARI.. 10
A. TEFEKKÜR KAVRAMI ...................................................................................... 10
1. Lügat Anlamı ..................................................................................................... 10
2. Istılah Anlamı..................................................................................................... 10
3. Tefekkürle İlgili Ayetler .................................................................................... 11
3.1. Genel Anlamda Tefekküre Çağıran Ayetler ............................................... 12
3.1.1. Kevnî Ayetler Üzerinde Tefekküre Çağıran Ayetler ........................... 13
3.1.2. Nimetler Üzerinde Tefekküre Çağıran Ayetler.................................... 24
3.1.3. İlim Üzerinde Tefekküre Çağıran Ayetler ........................................... 36
3.2. Kur’an Üzerinde Düşünmeye Çağıran Ayetler ........................................... 41
3.2.1. Dolaylı Olarak Kur’an Üzerinde Tefekküre Çağıran Ayetler.............. 41
3.2.2. Doğrudan Kur’an Üzerinde Tefekküre Çağıran Ayetler...................... 47
B. TEZEKKÜR KAVRAMI ...................................................................................... 52
1. Lügat Anlamı ..................................................................................................... 52
2. Istılah Anlamı..................................................................................................... 53
3. Tezekkürle İlgili Ayetler .................................................................................... 54
3.1. Genel Anlamda Tezekküre Çağıran Ayetler ............................................... 55
3.1.1. İlim Üzerinde Tezekküre Çağıran Ayetler ........................................... 55
3.1.2. Allah’ın Yaratıcılığı Üzerinde Tezekküre Çağıran Ayetler ................. 62
3.1.3. İman Üzerinde Tezekküre Çağıran Ayetler ......................................... 67
3.1.4. Öğüt Manasında Kullanılan Tezekkür Ayetleri ................................... 72
3.2.Kur’an Bağlamında Zikredilen Tezekkür .................................................... 75
3.2.1. Dolaylı Olarak Kur’an Bağlamında Zikredilen Tezekkür ................... 75
3.2.2. Doğrudan Kur’an Bağlamında Zikredilen Tezekkür ........................... 79
C. TEDEBBÜR KAVRAMI ...................................................................................... 89
1. Lügat Anlamı ..................................................................................................... 89
2. Istılah Anlamı..................................................................................................... 91

VIII
3. Tedebbürle İlgili Ayetler.................................................................................... 91
3.1. Sarâhaten Kur’an’ın Zikredildiği Tedebbür Ayetleri.................................. 91
3.2. Farklı İfadelerle Kur’an’ı Tedebbür Etmeyi Anlatan Ayetler..................... 98
D. TEFEKKÜR, TEZEKKÜR VE TEDEBBÜR KAVRAMLARI ARASINDAKİ
MÜNASEBET ......................................................................................................... 106
1. Tefekkür ve Tedebbür Kavramlarının Farklılık ve Benzerlikleri .................... 106
2. Tezekkür Kavramının Tefekkür ve Tedebbürle Olan İlişkisi .......................... 108

İKİNCİ BÖLÜM .................................................................................................... 110


KUR’AN’DA TEFEKKUH KAVRAMI .............................................................. 110
TEFEKKUH KAVRAMI......................................................................................... 110
1. Lügat Anlamı ................................................................................................... 110
2. Istılah Anlamı................................................................................................... 111
3. Fıkhetmeyle İlgili Ayetler ................................................................................ 111
3.1. Genel Manada Fıkhetmeye Çağıran Ayetler............................................. 112
3.1.1. Peygamberlerin Çağrılarına Uymayıp Anlamamakta Israr Edenlerle
İlgili Hitaplar................................................................................................ 113
3.1.2. Dua Olarak Zikredilen Hitaplar ......................................................... 116
3.1.3. Allah’ın Lütfuna Ve Merhametine Nankörlük Edip Anlamamakta
Direnenlere Yönelik Hitaplar....................................................................... 120
3.1.4. Allah’ın Kudretiyle İlgili Olarak Zikredilen Hitaplar ........................ 121
3.1.5. Cehennemliklerin Tutum Ve Davranışları İle İlgili Zikredilen Hitaplar
...................................................................................................................... 123
3.1.6. İnkârcıların Mü’minlere Karşı Tutum Ve Davranışları İle İlgili
Zikredilen Hitaplar ....................................................................................... 126
3.1.7. Münafıkların Tutum Ve Davranışları İle İlgili Hitaplar .................... 130
3.2. Kur’an Bağlamında Fıkhetmeye Çağıran Ayetler..................................... 141
3.2.1. Allah’ın Yaratıcılığının Zikredildiği Ayetlerle İlgili Fıkh Etmeye
Yönelik Hitaplar........................................................................................... 141
3.2.2. Kur’an’ın Surelerine İnanmayıp Alay Edenlerle İlgili Hitaplar ........ 144
3.2.3. Allah’ın Ayetlerine İnanmayıp Sırt Çeviren Zalimlerle İlgili Fıkh
Etmeye Yönelik Hitaplar.............................................................................. 146
3.2.4. Kur’an’ı Dinleyip De İnanmayan Kâfirlerin Tutum Ve Davranışları İle
İlgili Fıkhetmeye Yönelik Hitaplar .............................................................. 147

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ................................................................................................ 152


KUR’AN’DA TEAKKUL KAVRAMI................................................................. 152
TEAKKUL KAVRAMI........................................................................................... 152
1. Lügat Anlamı ................................................................................................... 152
2. Istılah Anlamı................................................................................................... 153
3. Akletmeyle İlgili Ayetler ................................................................................. 153
3.1. Genel Anlamda Akletmeye Çağıran Ayetler ............................................ 154
3.1.1. Hakikati Bildikleri Halde Aklını Kullanmayanlara Yönelik Hitaplar 155
3.1.2. Kur’an’da İbret Olarak Zikredilen Olaylara Karşı İnanmayıp Aklını
Kullanmayanlara Yönelik Hitaplar .............................................................. 157
3.1.3. Münafıkların Tutum Ve Davranışları İle İlgili Akletmeye Yönelik
Hitaplar......................................................................................................... 159

IX
3.1.4. Ehli Kitapla İlgili Akletmeye Yönelik Hitaplar ................................. 164
3.1.5. Dünya Ve Ahiret İle İlgili Akletmeye Yönelik Hitaplar.................... 168
3.1.6. Peygamberlerin Vazifelerinden Dolayı Ücret Almamaları İle İlgili
Akletmeye Yönelik Hitaplar ........................................................................ 177
3.1.7. Allah’ı Bırakıp Putlara Tapan Müşriklerin Tutum Ve Davranışları İle
İlgili Akletmeye Yönelik Hitaplar ............................................................... 180
3.1.8. Allah’ın Yegâne Kudret Sahibi Olmasıyla İlgili Akletmeye Yönelik
Hitaplar......................................................................................................... 184
3.1.9. Allah’ın Tüm Mahlûkatın Rabbi Olmasıyla İlgili Akletmeye Yönelik
Hitaplar......................................................................................................... 187
3.1.10. Şeytanın Saptırmasına Karşı Akletmeye Yönelik Hitaplar.............. 189
3.1.11. Helak Olan Kavimlerin Başlarına Gelen Olaylarla İlgili Akletmeye
Yönelik Hitaplar........................................................................................... 191
3.1.12. Allah’ın Eşsiz Bir Yaratıcı Olmasıyla İlgili Akletmeye Yönelik
Hitaplar......................................................................................................... 195
3.1.13. Cehennemliklerin Akıbetleri İle İlgili Akletmeye Yönelik Hitaplar 204
3.1.14. Kur’an’da Anlatılan Misaller İle İlgili Akletmeye Yönelik Hitaplar
...................................................................................................................... 207
3.1.15. Kevnî Ayetler Üzerinde Akletmeye Yönelik Hitaplar..................... 209
3.1.16. İnkârcıların Tutum Ve Davranışları İle İlgili Akletmeye Yönelik
Hitaplar......................................................................................................... 217
3.1.17. Allah’ın İradesinin Genişliği İle İlgili Akletmeye Yönelik Hitaplar229
3.1.18. Allah’ın Varlığına Delalet Eden Deliller İle İlgili Akletmeye Yönelik
Hitaplar......................................................................................................... 234
3.2. Kur’an Ayetleri ile İlgili Akletmeye Çağıran Ayetler .................................. 236
3.2.1. Kur’an’ın Arapça İndirilmesi İle İlgili Akletmeye Çağıran Ayetler.. 236
3.2.2. Allah’ın İradesinin Genişliği İle İlgili Akletmeye Çağıran Ayetler... 240
3.2.3. İçerisinde Haramların Zikredildiği Ayetler İle İlgili Akletmeye Yönelik
Hitaplar......................................................................................................... 242
3.2.4. Kur’an’da Zikredilen Öğütler İle İlgili Akletmeye Çağıran Ayetler . 245
3.2.5. Allah’ın Mubah Kıldığı Şeylerle İlgili Akletmeye Çağıran Ayetler.. 254
3.2.6. Allah’ın Ölülere Tekrar Hayat Vermesiyle İlgili Akletmeye Çağıran
Ayetler.......................................................................................................... 259

SONUÇ .................................................................................................................... 261


BİBLİYOGRAFYA ................................................................................................. 264
ÖZGEÇMİŞ ............................................................................................................. 267

X
KISALTMALAR
a.s. : Aleyhisselâm
AOY : Ankara Okulu Yayınları
b. : İbn
bkz. : Bakınız
D. : Dağıtım
h. : Hicrî
Hz. : Hazreti
İFAV : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları
nşr. : Neşreden
r.a. : Radiyallahu anh
s. : Sayfa
s.a.v. : Sallalâhü aleyhi ve sellem
sd. : Sadeleştirenler
sy. : Sayı
thk. : Tahkik
trc. : Tercüme
ts. : Tarihsiz
v. : Vefat tarihi
vb. : Ve benzeri
vd. : Ve devamı
Y. : Yayınları
YL. : Yüksek lisans

XI
GİRİŞ

1. ARAŞTIRMANIN ÖNEMİ VE AMACI


Kur’an-ı Kerim, hidayet, rahmet ve müjde kitabıdır.1 Kur’an, insanı en doğru
yola götürmektedir.2 Allah, rızasına ulaşan doğru yolu onunla göstermiştir.3 Allah,
göndermiş olduğu Son Peygamber’i tüm insanlığa rahmet olarak gönderdiği gibi, ona
inzal ettiği kitabı da rahmet vesilesi kılmıştır. Hayatın kaynağı nasıl ki yağmur ve su
ise, Kur’an da dinî, manevî, içtimaî hayatın kaynağıdır. Kur’an, ahiret hayatında
müminlerin kavuşacakları mükâfatları ve nimetleri müjdelemektedir. Onların ebedi
olarak kalacakları cennet hayatını anlatmaktadır. Kur’an başlı başına bir müjde
kitabıdır.
Kur’an’ın hidayet, rahmet ve müjdelerinden istifade edebilmek elbette onu
okumakla mümkündür. Kur’an’ı okuyanların nail olacakları uhrevi mükâfatlar,
muhtelif hadislerde Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından beyan edilmiştir. Ancak söz
konusu hususlarda Kur’an’dan gerçek anlamda istifade etmek, onunla sürekli bir
hemhal olmayı gerekli kılmaktadır. Yani sürekli ve bilinçli bir okuyuşu gündeme
getirmektedir.
Bu okumanın en anlamlı gayesi de okunanı anlamak, verilmek istenen mesajı
kavramak, Kur’an’ın derin anlamlarına nüfuz edebilmektir. Okurken böyle bir gayeyi
gütmek, ilahi mesajın indiriliş amacını kavramak anlamına gelmektedir. Zira murad-ı
ilâhi insanlık için son kez Kur’an-ı Kerim’de varit olmuştur. Kur’an’ı anlamak,
Allah’ın kuldan yürümesini istediği yolu öğrenmek demektir.
Nihayet, Kur’an anlaşıldıktan, sırat-ı müstakim öğrenildikten sonra sıra,
Kur’an’la amel etmeye, Kur’an’la çizilen doğru yolu izlemeye gelmektedir. Daha
değişik ifadelerle söylersek, Kur’an’a uygun bir hayat sürmek, ona sarılmak, dini
konularda ve hayatın herhangi bir alanında karşılaşılan bir meselede Kur’an’a
yönelmek söz konusu olmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Kur’an’ın anlaşılmayan ayet ve konularını ashabına
açıklamış, onların anlayıp kavramalarını sağlamıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.)’in

1
Nahl 16/89.
2
İsrâ 17/9.
3
Mâide 5/15

1
bir diğer görevi de Kur’an’ı açıklamaktır.4 Sahabe de çoğu zaman anlayamadıkları
noktaları Hz. Peygamber (s.a.v.)’e veya kendi aralarında daha bilgili olanlara
sormuşlar, Kur’an’ı anlamaya, kendilerine kapalı gelen noktaları öğrenmeye aşırı
titizlik göstermişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’den öğrendiklerini ve kendi
anladıklarını sonraki nesle aktarmayı bir borç bilmişlerdir.
Allah Rasulü (s.a.v.), okuyup anlaşılmayan noktalarını açıklarken bir taraftan
da hem ahlâk hem amel olarak Kur’an’ı yaşamış, ondaki teorik meseleleri pratik
olarak hayata geçirmiştir. Kur’an’daki telmih yollu nice emir/nehiy, O’nun
uygulamalarıyla netlik kazanmıştır. Yani Hz. Peygamber (s.a.v.) okuyup anlattığı
konuları pratik olarak göstermekle vahyin insanlara ulaştırılmasında tam bir insicam
sağlamıştır. Ashap da tedrici olarak inen ayetlerle amel etmeye azami gayret
göstermişlerdir. Konumuza örnek olması açısından Ebû Abdurrahman es-Sülemî’den
gelen şu rivayeti zikredebiliriz: “Bize Osman b. Affan, Abdullah b. Mes’ûd (r.a.) gibi
sahâbîlerden Kur’an okutanlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den on ayet öğrendikleri
zaman, o ayetlerde verilen bilgileri öğrenip hayata geçirmeden başka ayetlere
geçmezlerdi. Derlerdi ki: “Biz Kur’an’ı hem ilim olarak hem de amel olarak
beraberce öğrendik.” İşte bu sebepten bir sure üzerinde uzun müddet kalırlardı.” 5
Bu hususta Furkan 25/30. ayetle ilgili olarak yapılan şu yorum da kayda
değerdir: “Kim Kur’an’ı okumazsa onu terk etmiştir. Kim Kur’an’ı okur fakat
anlamlarını tefekkür etmezse, Kur’an’ı terk etmiştir. Kim onu okur, anlamlarını
düşünür fakat onunla amel etmezse, o da Kur’an’ı terk etmiştir.”6
Bu noktadan bakıldığında Kur’an’la ilgili üç hususun çok önemli olduğu
görülmektedir: Kur’an’ı okumak, ayetleri üzerinde akledip düşünmek, tefekkür
etmek, anlamak ve anladıklarımızla amel etmek. Hatta denebilir ki Kur’an’ın
nüzulünden günümüze kadar, bütün ilimlerin nirengi noktaları bu hususlar olmuştur.
Tefsir ilmi, Kur’an’ın sağlıklı bir şekilde anlaşılması ve insanlara anlatılması için
oluşmuştur. Yine -kabaca söylersek- fıkıh ilmi Kur’an’la amel etme çerçevesinde
şekillenmiştir.
4
Nahl 16/44.
5
Şemsüddin Osman b. Kaymaz ez-Zehebî, Siyer-u A’lâmi’n-Nübelâ, Beyrut, 1981, I-XXV, IV, 271;
Takiyyüddin Ahmed İbn Teymiyye, Mukaddime fî Usûli’t- Tefsîr, (nşr: Muhubiddin el-Hatıb), 1399,
4. Baskı, s. 6.
6
Muhammed Ali es-Sâbûnî, et-Tibyân fî Ulûmi’l-Kur’ân, Âlemü’l-kütüb, Mekke, 1985, 1. Baskı, s.
10.

2
İşte bu noktada, Allah’ın kitabı Kur’an ayetleri üzerinde akledip düşünmek ve
kâinat kitabı âlem üzerindeki Allah’ın birliğine, kudretine, vs. delalet eden ayetler
üzerinde düşünmekle ilgili kavramların anlaşılması büyük önem arz etmektedir.
Kur’an’da, düşünmekle ilgili hangi kavramlar var ve bunlar nasıl işleniyor?
Kur’an’da tefekküre, tezekküre, tedebbüre, akledip düşünüp de anlamamıza çağıran
ayetler Kur’an’ın anlaşılmasına nasıl teşvik ediliyor? Bütün bu soruların cevaplarının
bulunması bu hususların daha kolay anlaşılması bakımından önemli olmaktadır.

Bir kitabın anlaşılması onun dilinin anlaşılmasıyla doğrudan alakalıdır. Dilde


de en büyük unsuru kelimeler ve kavramlar teşkil eder. İfade edilmek isteneni doğru
anlamak için kelimelerin ve kavramların dünyasına inmek gerekir. Kelimelerin ve
kavramların yerli yerinde kullanılmadığı ve kastedilen ifadelerin gerçek anlamda
anlaşılmadığı bir metinden doğru anlamlar çıkarmaktan söz etmek olanaksızdır.
Kelimeler ve kavramlar bizi anlama götüren anahtarlardır. Bu anahtarların doğru
kullanımı okuduğumuz metinde bize yeni kapılar aralayacak yeni ufuklar açacaktır.
Bu sebeple kelime ve kavramları anlamaya yönelik çalışmalar da ciddi bir önem arz
etmektedir.

Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında kelime ve kavramlar daha büyük bir önemi


haizdir. Çünkü Kur’an’ın lafzı başlı başına bir mucizeyi teşkil etmekte, Kur’an bu
yönüyle muarızlarına meydan okumaktadır. Kur’an’ın icazını, üslubunun yanında
kelime, kavram ve deyimsel ifadeleri insicamlı bir şekilde kullanımı teşkil
etmektedir. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’in tefsiri başlangıçta kelimelerin açıklanması
şeklinde ortaya çıkmış, daha sonra da kelime tahliline dayalı tefsir ekolleri,
“Ğarîbu’l-Kur’ân,” “Müfredatü’l- Kur’ân,” “Meâni’l Kur’ân” gibi ilim dalları ortaya
çıkmıştır. Yine Kur’an lafızlarının doğru anlaşılabilmesi için kelimeleri, kavramları
ve deyimsel ifadeleri doğuşu, gelişimi gibi bütün yönleriyle ele alan, etimolojilerini
inceden inceye tetkik eden çok kapsamlı “lügatler/sözlükler” vücuda getirilmiştir.
Hakeza Kur’an’daki kavramları, anlaşılmayan noktaları açıklayan müstakil tefsirler
yazılmış; hemen bütün tefsirlerde Kur’ânî kavramlar kelime anlamlarından
başlanarak etraflı bir şekilde izah edilmiştir. Hatta Ebu Hayyan, tefsiri “Kur’ân

3
lafızlarını, onların işaret ettiği anlamları, müfret ya da terkip oluşlarının hükümlerini
ve terkip halindeyken hamledilen anlamlarını ele alan bir ilim” olarak tarif etmiştir.”7

Kur’an-ı Kerim indiği ortamda konuşulmakta ve kullanılmakta olan dili en


orijinal bir biçimde kullanmış, bunun yanında kelimelere yeni anlamlar yüklemiştir.
En basit bir kelime Kur’an’ın kullanımıyla yepyeni bir renge bürünmüş, anlam
içeriği alabildiğine genişlemiş bazen eski kullanımlarını bile çağrıştırmaz olmuştur.
Ancak kelimenin kökenine inmek Kur’an’ın yeni anlamlar yüklediği bu kelimenin
mefhumunun daha ciddi anlaşılmasını sağlamaktadır. Salât, hac, savm, zekât, takva,
şirk, küfür, nifak vb. yüzlerce kelime burada örnek olarak zikredilebilir.
Biz de bu çalışmamızda Kur’an’da düşünmeye yönelik kavramları (tefekkür,
tezekkür, tedebbür, fıkıh, akıl) tespit etmeyi, bu kavramların etimolojik anlamlarına
inmeyi, Kur’an’daki kullanımlarını ve bu çerçevede elimize ulaşmış görüşleri
araştırmayı hedefledik. Düşündük ki bu kavramların hakiki manada anlaşılması;
Kur’an’ı anlama ve onunla amel etme konusunda bize farklı bir perspektif
kazandıracaktır.
Öte yandan kavramların Kur’an’daki kullanımlarını, tekrarlarını, bağlamlarını
göz önünde bulundurmak önemlidir. Bu sebeple, kavramları irdelemenin yanında,
bunların ayetlerdeki kullanımlarını tek tek incelemek bütüncül bir bakış açısını
ortaya koymaktadır. Kavramlar arasında karşılaştırmalar yapmak, birbirlerine benzer
ve birbirlerinden farklı olan noktaları incelemek, Kur’an’ın zengin anlam dünyasını
anlamak açısından kaçınılmazdır.
Ayetler çerçevesinde oluşan zengin tefsir birikiminden istifade etmek de,
kavramların daha güzel anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Özellikle klasik
tefsirlerde zikredilen rivayetler, ortaya konan görüşler konunun daha net
anlaşılmasında fevkalade ehemmiyet arz etmektedir. Dolayısıyla biz bu noktaları
esas alarak bu çalışmaya girişmiş bulunuyoruz.
Ele aldığımız başlıklarla ilgili Kur’an ilimleri ve tefsir kitaplarında kimi
konular altında muhtelif bilgiler verilmiştir ki bu bilgiler daha çok teknik bilgilerdir.
Bu kitaplar detaylı incelendiğinde elbette zengin bilgilere ulaşılabilecektir. Ancak
bizim ele aldığımız şekilde Kur’an’ın ayetleri üzerinde ve kâinat kitabı âlem üzerinde

7
Bkz: Muhammed Hüseyin ez-Zehebi, , et-Tefsir ve’l-Müfessirun, Beyrut, ts. I-III, I, 1.

4
akledip düşünmek, tefekkür etmek, Kur’an’ın ayetleri üzerinde tedebbür etmek gibi
konu bütünlüğüne sahip herhangi bir kitaba rastlamış değiliz. Kur’an’la ilgili
müstakil olarak yazılmış kitaplarda da kimi bilgiler olmakla beraber detaylı bir
çalışma göze çarpmamaktadır. Taramalarımız neticesinde bu manada bir teze de
rastlanmamış olup çalışmamıza yakın diyebileceğimiz ancak farklı bakış açıları ile
yapılmış bazı tezler tespit edilmiştir.8

2. ARAŞTIRMANIN METODU

2.1. Konulu Tefsir Metodu

Günümüzdeki tefsir bilim dalı çalışmalarında en sık başvurulan yöntemin konu


eksenli Kur’an çalışmaları olduğu görülmektedir. Bu yönteme “konulu tefsir
metodu” (et-tefsîru’l mevdûî) adı verilmektedir. ‘Konulu tefsir metodu’nun birçok
tarifi yapılmış, bu tariflerle metodun usul ve sınırları belirlenmeye çalışılmıştır. Bu
tariflerden birkaç tanesi şöyledir:

“Muayyen bir konuda ve Kur’an’ın çeşitli surelerinde zikredilen Kur’an


ayetlerini toplamak; imkân nispetinde bu ayetlerin nüzul sırasını göz önünde
bulundurarak onları konularına göre metotlu bir şekilde incelemek; ayetleri
bulundukları surede kendisinden önce ve sonraki ayetlerle ilişkisini araştırmak sonra
da benzer ayetlerle mütalaa etmektir.” 9

Bir başka tarifi ise şöyle yapılmıştır: “Kur’an’da işlenen konulardan herhangi
birine dair ayetleri bütüncül bir bakış açısıyla göz önünde bulundurarak, Kur’an’ın o
konudaki görüşünü ortaya koyma çabasıdır.”10

Bütün bu tariflerden de anlaşıldığı gibi konulu tefsir bir konunun ele alınıp
onunla ilgili bütün ayetlerin toplanması ve bütüncül olarak değerlendirilmesi
şeklinde olmaktadır. Konulu tefsir metodu çağımızda en fazla başvurulan
metotlardan biri haline gelmiştir. Özellikle günden güne artan ihtisaslaşma, yapılan
akademik çalışmalar böyle bir metodu gerekli kılmaktadır. Konulu tefsir metodu,

8
Ömer Öncel, Günümüzde Kur’an’ın Tümüyle Anlaşılıp Anlaşılamayacağı Problemi, YL. tezi, 2003;
Kur’an’ın Anlaşılmasında Dil Problemi, YL. Tezi, 2002 bunlar arasında zikredilebilir.
9
Muhammed Mahmud Hicazî, el-Vahdetu’l Mevduiyye fi’l-Kur’âni’l- Kerim, Mısır, 1970 s. 402–
403.
10
M. Sait Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, Esra Y. Konya, 1997, s.166.

5
Kur’an’ı kendi bütünlüğü içinde değerlendirmeyi sağlamakta, araştırmacının kişisel
fikirlerinin Kur’an’ın vermek isteği mesajı gölgelemesini de engellemektedir. Bu
konuda konulu tefsir sahasında ciddi çalışmaları olan Mustafa Müslim şunları
söylemektedir: “Bu asırda yaşayan Müslüman âlimler, hayatın değişik dallarına ait
problemle karşılaştıklarında veya psikoloji, sosyoloji, antropoloji, astronomi
biliminde yeni bir teori ile karşı karşıya geldiğinde Kur’an’da bu tip teorileri tartışıp
ona ilişkin Allah’ın hükmünü belirten nassları bulamamaktadır. Bu durumda
araştırmacı bu eğilimlere ilişkin Kur’an ve sünnetin yaklaşımlarını ve bakış açılarını
belirlemeye çalışır. Böylece Müslüman araştırmacıda Kur’an’ın bu alanlara ilişkin
temel gayelerine ait bir meleke oluşur. Sonra da bu problemlere Kur’ânî
perspektiften bakarak çözmeye çalışır veya teorileri ona göre değerlendirir.”11

Konulu tefsir metoduyla yapılan çalışmalar, “Kur’an’da İnsan”, Kur’an’da


Tarih”, “Kur’an’da Kadın”, “Kur’an’da Ahlak” ve benzeri çalışmalardır. Bu tür
çalışmalar araştırılan konuyla ilgili daha spesifik bilgiler elde etmemizi de
sağlamakta, Kur’an’ın anlaşılmasında daha sağlıklı sonuçları beraberinde
12
getirmektedir.

Bizim bu çalışmamız da genel hatlarıyla bir “konulu tefsir çalışması” olarak


değerlendirilebilir. Çünkü bu çalışmamızda, belirli bir konu tespit edilmiş, bu konu
ile ilgili kavram çalışması yapılmış, konu etrafındaki ayetler çıkartılıp bütüncül bir
yaklaşım sergilenmeye çalışılmıştır. Bu çalışmadaki en önemli gaye, Kur’an ayetleri
üzerinde, kâinattaki Allah’ın birliğine, yaratıcılığına, kudretine vs. delalet eden
ayetler üzerinde düşünmekle ilgili bütüncül bir bakış açısı yakalayabilmektir. Yani
Kur’an’da bu kavramlar nasıl işleniyor, Kur’an’da konunun çerçevesi nasıl çiziliyor,
bunları tespit etmektir. Bu sebeple çalışmamızda konulu tefsir yönteminden istifade
edilmeye çalışılmıştır.

Konulu tefsir yöntemi –örneklerde de verdiğimiz gibi- bir tarafıyla da kavram


çalışmalarından oluşmaktadır. Bu yönüyle de çalışmalarda kavram tahliline dayalı

11
Mustafa Müslim, Mebâhis fi’t-Tefsiri’l-Mevdûî, Dâru’l- Kalem, Beyrut, ts. s. 40.
12
Bu yöntemle yapılmış bazı çalışmalar için bkz: Adem Ergül, Kur’an ve Sünnette Kalbî Hayat,
İstanbul, 2000; Ömer Dumlu, Kur’an-ı Kerim’de Salah Meselesi, DİB Y., Ankara 1997; İsmail
Çalışkan, Kur’an’da Din Kavramı, AOY., Ankara 2002; Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı,
Rağbet Y., İstanbul, 2003.

6
“semantik yöntem”13 sıklıkla kullanılmaktadır. Gördüğümüz kadarıyla bu iki yöntem
iç içe bulunmaktadır. Bu sebeple çalışmamız da bir yönüyle kavram çalışması
olmaktadır. Zira tespit ettiğimiz her kavramın önce etimolojisine inilmiş, sonra
ayetler ve görüşler üzerinde durulmuştur.

Bu çalışmamızda bütüncül bir bakış açısı hedeflendiği için birden çok kavram
ele alınmış, bunun sonucu olarak kavram, ayetlere ışık tutacak şekilde irdelenmiştir.
Bu sebeple gereksiz ayrıntılardan uzak durulmaya çalışılmıştır.

2.2. Kavramlar

Çalışmamız üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, seminer


çalışmamızda ele aldığımız tefekkür, tezekkür ve tedebbür kavramlarını biraz daha
genişleterek ele aldık. Diğer bölümlerde de konumuzla ilgili tespit ettiğimiz
kavramlardan bir tanesini ele aldık ve bu kavramla ilgili ayetleri de kendi içinde
gruplandırmaya çalıştık. Kur’an’da düşünmeye yönelik beş kavram tespit edilmiştir:
“Tefekkür”, “tezekkür”, “tedebbür”, “fıkıh” ve “akıl”. Birinci bölümde “Tefekkür,
Tezekkür, Tedebbür” kavramları, ikinci bölümde “Tefekkuh” kavramı, üçüncü
bölümde ise “Teakkul” kavramı ele alınmıştır. Her bölümde, ele alınan kavramla
ilgili ayetler bir araya toplanmış, muhtevalarına göre gruplandırılmıştır.

Çalışmamız Kur’an-ı Kerim’de düşünme ile ilgili beş temel kavramı


içermektedir. Bu kavramlar, Kur’an’ın ayetleri üzerinde düşünüp Kur’an’ı daha iyi
anlamamız yönüyle, âlemdeki Allah’ın birliğine, yaratıcılığına, ilmine, kudretine,
merhametine, vs. delalet eden ayetler üzerinde düşünüp Allah’a olan inancımızın,
kulluğumuzun artması yönüyle tercih edilmiştir. Bu kavramların tercih edilmesindeki
bir başka etken de ayetlerde geçme sıklıkları sebebiyledir.

Konumuzla ilgili olarak tespit ettiğimiz kavramlardan doğrudan Kur’an’la ile


ilgili olanları olduğu gibi genel manada olanlar da vardır. Mesela Kur’an ayetleri
üzerinde tefekküre çağıran ayetler olduğu gibi âlemdeki yaratılmışlar üzerinde
tefekküre çağıran ayetler de vardır. Çalışmamızı yürütürken bu durum göz önünde

13
Semantik yöntemle ilgili bkz: Toshihiko Izutsu, Kur’an’da Allah Ve İnsan, trc. Süleyman Ateş,
İstanbul, ts, s.17; Mehmet Soysaldı, Kur’ân’ı Anlama Metodolojisi, Ankara, 2001, s.34–35; ayrıca
bkz. Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, s.155.

7
bulundurulmuş, Kur’an’la ilgili düşünmeye çağıran ayetler bir başlık altında, genel
olarak düşünmeye çağıran ayetler de başka bir başlık altında toplanmış, böylece konu
bütünlüğü sağlanmaya çalışılmıştır.

2.3. Kaynaklar

2.3.1. Lügatler
Çalışmamızda öncelikli olarak kavram, efradını câmi ağyarını mâni bir şekilde
ele alınmış, kavramın Arap dilindeki gelişim süreci, kullanımları ve Kur’an’la
birlikte kazanmış oldukları anlamlar üzerinde durulmaya çalışılmıştır. Bunlar
yapılırken de klasik lügatlerin belli başlılarından istifade edilmiştir. Müracaat edilen
lügatler şu şekilde sıralanabilir: Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn; İbn Manzûr,
Lisânü’l-Arab; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs; Râzî, Muhtâru’s-Sıhâh; Fîrûzâbâdî, el-
Kâmûsu’l- Muhît. Bu noktada daha çok İbn Manzûr’un, Lisânü’l-Arab’ından ve el-
İsfehânî’nin Müfredat’ından istifade edilmiştir. Ele alınan bazı kavramların çok geniş
bir anlam örgüsüne sahip oldukları görülmüştür. Buna “tezekkür” kavramı örnek
olarak verilebilir. Bu gibi kavramlarda tek tek bütün kullanımları vermekten ziyade
konunun anlaşılmasını sağlayacak noktalar üzerinde durmakla yetinilmiştir.

2.3.2. Istılah Sözlükleri

Konumuzla ilgili olarak tespit ettiğimiz kavramları klasik lügatlere müracaat


etmek suretiyle bu kavramların Arap dilindeki gelişim süreçlerini, kullanımlarını,
bugüne kadar yüklenen manaları ortaya koyduktan sonra bu kavramların ıstılah
olarak ne anlam ifade ettiklerini de ortaya koymaya çalıştık. Kavramların lügat
manaları olduğu gibi genellikle ıstılahi manaları da bulunmaktadır. Biz de
çalışmamızı yürütürken incelemiş olduğumuz kavramların ıstılahi manalarını da göz
önünde bulundurduk. Kavramların ıstılahi manalarını belirtirken klasik ıstılah
sözlüklerinden istifade ettik. Müracaat ettiğimiz ıstılah sözlükleri genel olarak Râğıb
el-İsfehânî, Müfredâtü Elfâzı’l-Kur’ân; el-Cürcânî, et-Târifât; Münâvî, Teârîf
adlı eserlerdir. Böylece incelemiş olduğumuz kavramların ıstılahî manalarını
belirtmeye, Kur’an’daki ilgili ayetlerde hangi manada kullanıldıklarını belirlemeye
çalıştık.

8
2.3.3. Tefsirler

Kavramların lügat ve ıstılahi manaları belirtildikten sonra Kur’an’daki


kullanımlarını görmek açısından, konu ile ilgi ayetler bir araya getirilmiştir. Ayetler
ortak bir başlık altında toplanmış, bu sebeple ayetler incelenirken nüzul
dönemlerinden ziyade konu göz önünde bulundurulmuştur. Ayetlerin orijinal
metinleri ve mealleri en başta verilmiş, meallerde daha çok Elmalılı’nın orijinal ve
sadeleştirilmiş meali tercih edilmiştir.

Ayetler ele alınırken mümkün mertebe, bunların sibak ve siyakı göz önünde
bulundurulmuştur. Ancak kimi ayetlerde sadece ayetin kendisi, çok kapsamlı olan
ayetlerde de konumuzla ilgili olan kısmı değerlendirilmiştir. Konu ile ilgili ayetler
tek tek ele alınmaya çalışılmıştır. Ayetlerle ilgili yorumlarda şu tefsirlere müracaat
edilmiştir: Taberî, Câmiu’l-Beyân; Zemahşerî, el-Keşşâf; Râzî, Tefsir-i Kebir;
Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm;
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, İbn
Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr. Muâsır tefsirlerden: Elmalılı’nın, Hak Dini Kur’an
Dili’nden; Muhammed Esed’in Kur’an Mesajı’ından yeri geldikçe istifade edilmiş;
ihtiyaç duyulan yerlerde diğer bazı tefsirlere de bakılmıştır.

9
BİRİNCİ BÖLÜM

KUR’AN’DA TEFEKKÜR, TEZEKKÜR VE TEDEBBÜR KAVRAMLARI

A. TEFEKKÜR KAVRAMI

1. Lügat Anlamı
“et-Tefekkür” (‫ )اﻟ ﱠﺘ َﻔﻜﱡﺮ‬kelimesi, “el-fikr” isminden gelmektedir.14 “el-Fekr” ve
“el-fikr”, zihnin bir şey üzerinde çalıştırılması, hareket ettirilmesidir. “el-Fikr”in
15
cem’isi “el-efkâr”dır. Tefekkür, teemmüldür. el-Fikr ve el-fikra ismi, el-fekr
mastarıdır. “Fekera” (‫) َﻓﻜَﺮ ﻓﻴﻪ‬, “efkera” (‫)أ ْﻓﻜَﺮ‬16 “fekkera” (‫ ) َﻓﻜﱠﺮ‬ve “tefekkera” (‫) َﺗ َﻔﻜﱠﺮ‬
hepsi de aynı anlamdadır.17 “Racülün fikîr” ve “feyker” (‫)رﺟﻞ ِﻓﻜﱢﻴﺮ‬, (‫ ) َﻓ ْﻴﻜَﺮ‬çok düşünen
kimse demektir.18 Sîbeveyh’in ifadesine göre tefekkür, ilim ve nazarı içine almaz.19
Kelimenin kökü ile ilgili lügatlerin zikrettiği bilgiler genel olarak bu şekildedir.”
el-Fikr kelimesi et-tefekkür kelimesinin ismidir. Bir başka ifadeyle tefekkür, “fekera”
fiilinden türemiştir. “Tefekkera” “Fekera” fiilinin diğer formlarıyla aynı anlamı ifade
etmektedir:

2. Istılah Anlamı
İsfehânî’nin (v.502/1108) “el-fikra” ismine verdiği anlam: “İlim için mâlûma
sarf edilen bir kuvvettir”20 şeklindedir. Müellif, tefekkürü ise şöyle tarif etmektedir:
“Tefekkür de işte bu kuvvetin, aklın kapasitesi/kabiliyeti nispetinde hareket
ettirilmesidir.”21

14
Ebû Abdurrahmân el-Halil b. Ahmed el-Ferâhîdî, Kitâbü’l-Ayn, ( thk. Mehdî el-Mahzûmî) Dâr-u
Mektebe-i Hilâl, ts. I-VIII, V, 358.
15
Ebu’l Fazl Cemâlüddin Muhammed b. Mükerrem İbn Manzûr el-İfrîkî el-Masrî, Lisânü’l-Arab,
Dâru’s-Sadr, Beyrût, ts. 1. Baskı, I-XV, V, 65; Muhammed b. Yakub Fîrûzâbâdî, el- Kâmûsü’l-Muhît,
ts., I, 558.
16
Fîrûzâbâdî, el-Kâmûs, I, 558.
17
Muhammed b. Ebu Bekir b. Abdulkâdir er-Râzî, Muhtâru’s-Sıhâh, (thk. Mahmut Hâtır) Mektebe-i
Lübnân, Beyrût, 1995, I, 517; Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, V, 358; Muhiddîn Ebû Feyz ez-Zebîdî,
Tâcü’l-Arûs fî Cevâhiri’l-Kâmûs, ts., I, 3358; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, V, 65.
18
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, V, 65; Fîrûzâbâdî, el-Kâmûs, I, 558;
19
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, V, 65
20
Ebu’l Kâsım Hüseyin b. Muhammed el-İsfehâni, Müfredâtü Elfâzı’l-Kur’an, I, 1131, ( ‫ﻗﻮة‬
‫اﳌﻌﻠﻮم‬ ‫)ﻣﻄﺮﻗﺔ ﻟﻠﻌﻠﻢ إﱃ‬.
21
İsfehânî, Müfredât, I, 1131, (‫) ﺟﻮﻻن ﺗﻠﻚ اﻟﻘﻮة ﲝﺴﺐ ﻧﻈﺮ اﻟﻌﻘﻞ‬

10
İsfehânî, tefekkürün mahiyeti ile ilgili de şu malumatı vermektedir: “Tefekkür
canlılar içinde sadece insana mahsustur. Tefekkür ancak sureti kalpte şekillenebilen
şeyler hakkında mümkündür. Bu sebeple hadisi şerifte: ‘Allah’ın nimetleri hakkında
düşünün, zatı hakkında değil’ buyurulmuştur.”22 Müellif bize şöyle bir bilgi de
vermektedir: “Edebiyatçılar “fikr”in “ferk”ten23 dönüşmüş olduğunu söylemişlerdir;
ne var ki fikr manalar hakkında kullanılır, bu da bir şeyin ovalanması(ferk),
hakikatine/özüne ulaşmak arzusuyla araştırılıp incelenmesidir.”24
Cürcânî (v.816/1413), tefekkürü tarif ederken şunları söylemektedir: “Tefekkür,
kalbin istenen şeyi kavramak için eşyanın manaları hakkındaki tasarrufudur.”25 Müellif
tefekkürün önemi ile ilgili de şunları söylemiştir: “Tefekkür, kalbin hayrını ve şerrini,
faydasını ve zararını kendisiyle gördüğü ışığıdır. Kendisinde tefekkür olmayan her
kalp karanlıklar içinde şaşkın bir vaziyettedir.”26
Tariflerden de anlaşıldığı gibi tefekkür, “zihnin bir şey üzerinde çalıştırılması”,
“aklın kapasitesi nispetinde hareketi”, “kalbin tasarrufu” gibi ifadelerle izah
edilmektedir. Tariflerde zihin (hâtır), akıl ve kalp kavramları birlikte
kullanılmaktadır. Tariflerde, kalp kavramı da akıl ve zihin anlamında kullanılmıştır,
anlamı çıkarılabileceği gibi,27 tefekkürün bu uzuvların beraber ürettikleri bir eylem
olduğu anlamı da çıkarılabilir. Dolayısıyla tefekkür mutlak manadaki düşünme
ameliyesini anlatan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayetlerde tefekkür
ameliyesinin aklı çalıştırmaya müsait mesellerden sonra- ya da aklî delillerden sonra-
zikredilmesi de buna işaret olmalıdır. Yani tefekkür bu meseller ve deliller
üzerindeki akli ameliyedir.

3. Tefekkürle İlgili Ayetler


Kur’an-ı Kerim’de tefekkür, fiil olarak on sekiz yerde geçmektedir. Bunlardan
on yedisi muzâri siygasında olup tefe’ul kalıbında, bir tanesi ise mazi olup tefîl

22
İsfehânî, Müfredât, I, 1131,
23
Buradaki “ferk” (‫“ ) ﻓﺮك‬ovmak”, “ovalamak” anlamında olmalıdır.
24
İsfehânî, Müfredât, I, 1131.
25
Seyyid Şerîf Ali b. Muhammed el-Cürcânî, et-Târifât, (thk: İbrâhim el-Ebyârî), Dâru’l-Kitâbi’l-
Arabî, Beyrut, h.1405. 1. Baskı, s. 88, ( ‫اﻟﺘﻔﻜﺮ ﺗﺼﺮف اﻟﻘﻠﺐ ﰲ ﻣﻌﺎﻧﻲ اﻷﺷﻴﺎء‬
‫) ﻟﺪرك اﳌﻄﻠﻮب‬
26
Cürcânî, et-Târifât, s. 88.
27
Kalp ve akıl arasındaki ilişki için bkz: Âdem Ergül, Kur’an ve Sünnet’te Kalbî Hayat, Altınoluk,
İstanbul, 2000, s. 103–111.

11
kalıbındadır. Bu ayetlerden on tanesi umumî olarak insanların dikkatlerini
kevnî/kozmik hakikatlere yönelten, ya da insanları bu hakikatleri düşünmeye çağıran
ayetlerdir. Buna örnek olarak şu ayet verilebilir: “Yeryüzünü enine boyuna yayıp
döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getiren ve yeryüzünde meyvelerin
hepsinden iki çift yapan O'dur. Sürekli olarak gece ile gündüzü birbirine dolamaktadır.
Düşünecek olan bir kavim için bunda muhakkak ki, ibretler vardır.”28 Bu ayetler
Kur’an üzerinde tefekkürü anlatan ayetler değil insanları kevnî/kozmik hakikatlere
yönelten, insanları bu hakikatleri düşünmeye davet eden ayetlerdir.
Genel olarak tefekküre çağıran bu on bir ayetin dışında geriye kalan diğer altı
ayet Kur’an’la alakalıdır. Bunlardan dördü doğrudan Kur’an’la ilgili olmasa da bir
yönüyle Kur’an ayetlerini tefekkürü ifade etmektedir. Diğer iki ayet doğrudan Kur’an
üzerinde tefekkür ile ilgili olduğu kanaatini taşıyoruz. Ayetleri incelerken bunu daha
yakından görmeye çalışacağız.

3.1. Genel Anlamda Tefekküre Çağıran Ayetler


Allah Teâlâ, Kuran’ı Kerim’de birçok ayette kullarını tefekküre, ibret almaya
çağırmaktadır. Ancak bu tefekküre davetin alanı yer yer değişmektedir. Bazı ayetlerde
Allah, kullarını yaratmış olduğu evren ve içerisindekiler hakkında tefekküre
çağırmaktadır. Böylece insanlar yaratıcının ne kadar güzel yarattığını görsünler,
kudretinin kemalini ve ilminin genişliği anlasınlar. Bazı ayetlerde de Allah, Kuran’ın
kendi katından indirilmiş, dosdoğru, hak bir kitap olduğunu insanlar anlasın diye
kullarını Kuran ve ayetleri üzerinde tefekküre, tedebbüre çağırmaktadır. Bizim aşağıda
inceleyeceğimiz ayetler, evren üzerinde, Allah’ın yaratmış olduğu mahlûkat üzerinde
ve kullarının faydası için yaratmış olduğu nimetler üzerinde tefekküre çağıran
ayetlerdir.

28
Ra’d 13/3.

12
3.1.1. Kevnî Ayetler Üzerinde Tefekküre Çağıran Ayetler
‫ﺖ َهﺬَا‬
َ ‫ﺧَﻠ ْﻘ‬
َ ‫ض َر ﱠﺑﻨَﺎ ﻣَﺎ‬
ِ ‫ت وَا ْﻟ َﺄ ْر‬
ِ ‫ﺴﻤَﺎوَا‬
‫ﻖ اﻟ ﱠ‬
ِ ‫ﺧ ْﻠ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ‬
َ ‫ﺟﻨُﻮ ِﺑ ِﻬ ْﻢ َو َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬
ُ ‫ﻋﻠَﻰ‬
َ ‫ن اﻟﱠﻠ َﻪ ِﻗﻴَﺎﻣًﺎ َو ُﻗﻌُﻮدًا َو‬
َ ‫ﻦ َﻳ ْﺬ ُآﺮُو‬
َ ‫اﱠﻟﺬِﻳ‬
‫ب اﻟﻨﱠﺎ ِر‬
َ ‫ﻋﺬَا‬
َ ‫ﻚ َﻓ ِﻘﻨَﺎ‬
َ ‫ﺳ ْﺒﺤَﺎ َﻧ‬
ُ ‫ﻃﻠًﺎ‬
ِ ‫ﺑَﺎ‬
a. Al-i İmran 3/191: “Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken
Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler ve şöyle derler.
“Rabbimiz, sen bunu boş yere yaratmadın. Seni teşbih ve tenzih ederiz, bizi
cehennem ateşinden koru.”
O aklıselim sahipleri, Allah’ı namazda, ayakta dururken, otururken, istirahat
sırasında, yanlan üstüne yatarken anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında ve
bunların, kendilerini yaratanın büyüklüğünü göstermesi hususunda düşünürler ve şöyle
derler: “Ey rabbimiz, sen bu yaratılanları boş yere ve eğlence olsun diye yaratmadın.
Elbette ki sen bunları çok önemli bir sebeple yarattın. Gökleri ve yeri, orda yaşayan
yaratıklarını, amellerine göre mükâfatlandırmak veya cezalandırmak için yarattın. Ey
rabbimiz biz seni, boş işler yapmaktan tezin ederiz. Sen bizi, cehennem ateşinden
koru.”29
Zemahşerî (v.538/1143), “Kulların göklerin ve yerin yaratılışı hakkında
düşünmeleri onları Rablerinin ne kadar büyük olduğuna, yaratıcının ne kadar büyük
bir iş yaptığı sonucuna götürür. Tefekkür kalpteki gafleti giderir. Nasıl ki bitkinin
büyümesi, yetişmesi için su gerekli ise kalb için de tefekkür gereklidir” demektedir.30
Fahruddîn Râzî (v.606/1209), Allah Teâlâ, rubûbiyyetini anlatan ulûhiyet, kudret
ve hikmetinin delilleri olan şeyleri zikredince, bunun peşi sıra ubudiyet(kulluk) ile
ilgili hususları zikretmiştir der ve ayeti şöyle tefsir eder: “Ubudiyet üç çeşittir. Kalb ile
tasdik, dil ile ikrar, azalarla amel ve ibadet. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, “Allah'ı
anarlar” buyruğu, dil ile yapılan kulluğa; “ayakta iken, otururken, yanlan üstünde
(yatar)ken” sözü azalarla yapılan kulluğa; “gökler ile yerin yaratılışı hakkında
inceden inceye düşünürler” buyruğu da kalbin, fikrin ve ruhun kulluğuna bir
işarettir. İnsan işte, ancak bunların toplamıdır. Dil, zikre; azalar şükre; kalp de

29
Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd b. Hâlid et-Taberî, Câmiu’l- Beyân an Te’vîl-i Âyi’l-
Kur’ân, ts., I-XII,VII, 476.
30
Ebu’l-Kâsım Muhammed b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî
Vücûhi’t-Te’vîl, ts,,I- VII, I, 362.

13
tefekküre daldığında, işte bu şekilde olan kul, her şeyi ile ubudiyete gark olmuş olur.31
Kurtubî (v.671/1273), (ِ‫ت وَا ْﻟ َﺄ ْرض‬
ِ ‫ﺴﻤَﺎوَا‬
‫ﻖ اﻟ ﱠ‬
ِ ‫ﺧ ْﻠ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ‬
َ ‫“ ) َو َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬Göklerin ve yerin
yaratılışını düşünürler” ifadesini şöyle tefsir etmektedir: “Bu yüce Allah’ın kudreti
ve yaratıkları hakkında, O’nun dört bir yana yaydığı ibretli hususlar üzerinde
düşünmektir. Ta ki bu, onların basiretini artırsın. Buradaki (‫ َ) َو َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬buyruğunun hal
olmak üzere atfedildiği de söylenmiştir. Düşünmek (fikre); kalbin bir şey hakkında
düşünüp durmasıdır. Tefekkür çokça düşünmek demektir. Aslında tefekkür, ibret
almak ve zihnin etraflı bir şekilde düşünceye dalmasıdır, yalnız mahlûkat üzerinde
olmalıdır”.32
İbn Kesir (v.774/1373), bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak “Allah mü’min
kullarını övmüştür, çünkü onlar ayakta iken, otururken, yanları üstünde yatarken
Allah’ı zikrederler. Bundan dolayı kötülük işleyen karşılığını alacak, güzel amel
işleyen de güzel bir şekilde mükâfatlandırılacaktır” der.33
Âlûsî (v.1270/1853) de bu ayette geçen tefekkürle ilgili olarak şöyle der:
“Tefekkür kalp ve ruh ile olur, bu durum ubudiyetin bir gereğidir. Ancak tefekkür
Allah’ın zatıyla ilgili değil, Allah’ın mahlûkatı ve fiilleri üzerinde olmalıdır.” Konuyla
ilgili olarak Abdullah b. Selam’ın rivayet ettiği bir de hadis-i şerif nakleder, “Allah’ın
zatı hakkında tefekkür etmeyiniz, mahlûkatı üzerinde tefekkür ediniz.”.34
“Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler”. Elmalılı’ya göre, “Bu ayet
yaratılışın tefekkürüne sevk ederken; hem tabiat ilimlerinin incelenmesini teşvik
ediyor, hem de bu araştırmada bulunanlara büyük bir ders vermektedir. Bu ders şu iki
noktada özetlenebilir: Birincisi, göklerde ve yerde var olan varlıklar içerisinde
birbirinden bazı değerlerle ayrılmış çeşitli konular etrafında toplanacak bilgileri ve
kaideleri, birbirinden ayrı ve müstakil birer yüksek ilim kabul etmeyip, bu bilgilerin
üst bir ilmi nizamda birleştiklerini unutmamak. İkincisi, çeşitli tabi sebeplerin
tesirleri altında kalmayıp olayları ve olayların nizamını, eşyanın tabiatı namına değil

31
Fahruddîn Muhammed b. er-Râzî, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, ts., I- XVII, V, 12.
32
Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, ts., I-XX, IV, 523–
526.
33
İbn Kesîr, Ebu’l Fidâ İsmâil b. Ömer ed-Dimeşkî, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, ts. I-IV, II, 186.
34
Ebu’l Fazl Muhammed el-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l- Azîm ve’s-Sebı’l-Mesânî, Dâru
İhyâü’t-Türasi’l-Arabî, Beyrut, ts. I-XXX, III, 366.

14
Allah’ın yüksek kudreti namına kaydetmek. Böylece ilahi sanatın eşsiz güzelliklerini,
göklerin ve yerin sırlarını ve ilahi hikmetleri düşünürler.35

Müfessirlerin de belirttiği gibi insanoğlu Cenâb-ı Allah’ın vermiş olduğu akıl


sayesinde göklerin ve yerin yaratılışını ve bu ikisi arasında yer alan mahlûkat üzerinde,
kâinattaki denge ve düzen üzerinde düşünmeli, bunların hikmetleri üzerinde kafa
yormalıdır. Kul böylece yüce yaratıcının ne kadar kudret sahibi olduğunu anlar ve
yaratıcısına karşı asla şirk koşmaz, bilakis daha fazla kulluk eder.

‫ﻦ ُﻳ ْﻐﺸِﻲ اﻟﱠﻠ ْﻴ َﻞ‬


ِ ‫ﻦ ا ْﺛ َﻨ ْﻴ‬
ِ ‫ﺟ ْﻴ‬
َ ‫ﺟ َﻌ َﻞ ﻓِﻴﻬَﺎ َز ْو‬
َ ‫ت‬
ِ ‫ﻦ ُآﻞﱢ اﻟ ﱠﺜ َﻤﺮَا‬
ْ ‫ﻲ َوَأ ْﻧﻬَﺎرًا َو ِﻣ‬
َ‫ﺳ‬
ِ ‫ﺟ َﻌ َﻞ ﻓِﻴﻬَﺎ َروَا‬
َ ‫ض َو‬
َ ‫َو ُه َﻮ اﱠﻟﺬِي َﻣ ﱠﺪ ا ْﻟ َﺄ ْر‬
َ ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬
‫ن‬ ٍ ‫ﻚ َﻟ َﺂﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫اﻟ ﱠﻨﻬَﺎ َر ِإ ﱠ‬
b. Ra’d 13/3: “Yeryüzünü döşeyen, orada sabit dağlar ve ırmaklar yaratan ve
her türlü mahsulden çift çift yetiştiren Allah’tır. O, geceyle gündüzü perdeler.
Şüphesiz ki bunda, düşünen bir kavim için nice deliller vardır.”
Bu ayette Allah yaratıcılığını ve kudretine işaret eden bazı delilleri zikretmiştir.
Yeryüzünü ve içerisinde kulların faydasına olan dağlar, ırmaklar ve çeşitli mahsüller
yarattığını belirtmektedir. Taberî bu ayeti şöyle değerlendirmektedir: “Yeryüzünü
enine boyuna döşeyen, onun sarsılmasını önlemek için sabit dağlar yaratan, orada
yaşayan canlılar için akarsular var eden Allah’tır. O, yeryüzündeki her türlü mahsulü,
siyah-beyaz, tatlı-acı, erkek-dişi şeklinde çift çift yaratan O’dur. Gecenin karanlığı ile
gündüzü, gündüzün ışığı ile de geceyi örter. Şüphesiz ki, Allah’ın yarattığı bu
şeylerde, düşünüp ibret alan bir topluluk için, Allah’ın kuvvet ve kudretini gösteren
alâmet ve deliller vardır. Allah bu ayette düşünen, tefekkür eden kimseler için ibret,
hüccet, delil olsun diye eşyayı yaratanın kudretinin büyüklüğüne ve Allah’ın
yaratmasındaki harikalığa dikkat çekmiştir. Böylece ibret alsınlar, ibadeti yaratılmışlar
için değil bizzat Allah için yapsınlar, Allah başka ilah olmadığını iyi bilsinler, putların
fayda veya zarar vermeye muktedir olmadıklarını anlasınlar diye Allah kullarını
tefekküre davet etmektedir.36
Allah semavî delilleri izah ederken, bunun peşinden de yerde bulunan delilleri

35
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim D. ,İstanbul, ts., I-X, II, 487.
36
Taberî, Câmiu’l-Beyân,XVI, 328-330; benzer görüşler için bkz:, Zemahşerî, Keşşâf, III, 230;
Nasırüddin Ebû Saîd Abdullah b. Ömer el- Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, ts. I- V, III,
210.

15
getirerek, yeri yayıp döşeyendir buyurmuştur. Fahruddîn Râzî Cenâb-ı Allah’ın yeri
yaratması ve onda bulunan haller ile istidlal etmenin, birkaç yönden olabileceğini
belirtir ve bunları şöyle sıralar: “Bir şeyin hacmi ve miktarı fazla olunca, o hacim ve
miktar sanki uzuyormuş gibi olur. Binaenaleyh ayetteki, (‫ض‬
َ ‫) َو ُه َﻮ اﱠﻟﺬِي َﻣ ﱠﺪ ا ْﻟ َﺄ ْر‬ifadesi,
Cenabı-ı Hakk’ın yere, bu belli miktarı, daha fazla ve daha eksik olmaksızın tahsis
etmiş olduğuna bir işaret olmuş olur. İkinci tür istidlal de, dağların halleri ile yapılacak
olan istidlaldir. Ayetteki (َ‫ﺳﻲ‬
ِ ‫ﺟ َﻌ َﻞ ﻓِﻴﻬَﺎ َروَا‬
َ ‫) َو‬, yani yerin üzerinde devamlı duran, oradan
hiç ayrılmayan dağlar ifadesi buna işarettir. Üçüncü nevi istidlal de, Cenâb-ı Hakk'ın
yarattığı çeşit çeşit bitkiler ile yapılan istidlaldir. Cenâb-ı Hakk buna da, meyvelerin
hepsinden, yine kendilerinin içinde (‫ﻦ‬
ِ ‫ﻦ ا ْﺛ َﻨ ْﻴ‬
ِ ‫ﺟ ْﻴ‬
َ ‫ﺟ َﻌ َﻞ ﻓِﻴﻬَﺎ َز ْو‬
َ ‫ت‬
ِ ‫ﻦ ُآﻞﱢ اﻟ ﱠﺜ َﻤﺮَا‬
ْ ‫ ) َو ِﻣ‬diye işaret
etmiştir. Bu ayetteki dördüncü tür istidlal de, gecenin ve gündüzün halleriyle istidlalde
bulunmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın (َ‫ ) ُﻳ ْﻐﺸِﻲ اﻟﱠﻠ ْﻴ َﻞ اﻟ ﱠﻨﻬَﺎر‬ifadesiyle de, buna işaret edilmektedir.
Bundan maksat ise, in’âm ve ihsanın ancak, gece ve gündüz ile bunların ardı ardına
gelmesi sayesinde kemale erdiğidir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, “Biz gece ayetini silip
(eşyayı) gösterici gündüz ayetini getirdik”37 buyurmaktadır. Yine Cenâb-ı Hakk’ın,
“Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi O bürüyüp örter”38 ayeti de bu
manadadır. Sonra, Cenâb-ı Hakk bu aydınlık delilleri ve ezici katî hükümleri
zikredince, “Bütün bunlarda iyi düşünecekler için elbette deliller vardır” buyurmuştur.
Allah, süflî âlemde bulunan delilleri zikretmiş olduğu yerlerde çoğu kez, bunun hemen
peşinden, “Bütün bunlarda iyi düşünecekler için elbette deliller vardır” ifadesini veya
mana cihetinden buna yakın olan ifadeleri getirmektedir. Bunun sebebi şudur:
filozoflar, süfli âlemde meydana gelen hadiseleri, yıldızların şekillerinde meydana
gelen farklı durumlara mal etmektedirler. Bu iddianın savuşturulması için delil
getirilmediği sürece, maksat da tamamlanmaz. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hakk
“Bütün bunlarda iyi düşünecekler için elbette deliller vardır” buyurmuştur. Böylece
sanki O, şöyle demektedir: "Tefekkür sahası henüz açıktır, mevcuttur. Binaenaleyh
bundan sonra, istidlalin tamamlanabilmesi için, tefekkür edip iyice düşünmek gerekir.”
şeklinde anlamamız gerekir.39
Kurtubî, ise ayeti şöyle tefsir etmektedir: “Bu ayeti kerime yeryüzünün küre gibi

37
İsrâ 17/12.
38
A’raf 7/54.
39
Râzî, Tefsir-i Kebir, IX, 137–140.

16
olduğunu iddia edenlerin kanaatleri ile yeryüzünün kapılarının yukarıdan aşağıya
doğru üzerine düştüğünü iddia edenlerin kanaatlerini reddetmektedir. İbnu’r-
Râvendî’nin iddiasına göre yer aşağı doğru yuvarlanır gibi olmakla birlikte; yerin
altında yukarı doğru yükselen rüzgarı andıran, yukarı doğru çıkan bir cisim de vardır.
O bakımdan yukardan aşağı düşen ile aşağıdan yukarı doğru çıkan hacim ve güç
itibariyle mutedil hale gelerek birbirleriyle uyum sağlamaktadırlar. Başkaları ise; yerin
birisi yukardan aşağı doğru düşen, diğeri ise aşağıdan yukarı doğru çıkan iki cisimden
meydana geldiğini iddia etmişlerdir. Böylelikle bu iki cisim arasında denge
kurulmaktadır. İşte yeryüzünün durmasının sebebi budur. Müslümanların ve Kitap
ehlinin kabul ettiği görüş, yeryüzünün durduğu, sakin olduğu ve uzanıp döşenmiş
olduğudur. Yeryüzünün hareketinin adeten meydana gelen zelzeleler ile ortaya çıktığı
şeklindedir.40 Allah ayrıca yeryüzü üzerinde akan ve yaratıklar için pek çok faydalar
taşıyan sular var etmiştir. O, meyvelerin hepsinden yine kendilerinin içinde ikişer
ikişer yaratmıştır. Burada (ِ‫ﻦ ا ْﺛ َﻨ ْﻴﻦ‬
ِ ‫ﺟ ْﻴ‬
َ ‫ ) َز ْو‬den kasıt iki çeşit sınıf demektir. el-Ferrâ der ki:
Burada “ikişer ikişer”den kasıt erkek ve dişidir. Ancak bu açıklama nassın hilafınadır.
Bir diğer görüşe göre “ikişer ikişer”den kasıt iki çeşit demektir. Tatlı-ekşi, yaş-kuru,
siyah-beyaz, küçük-büyük gibi. Muhakkak bunlarda iyi düşünenler için ayetler, delil
olacak belgeler ve alametler vardır.41
İbn Kesir, “Allah Teâlâ bu ayette süfli âlem için hükmediciliğini, hikmetini ve
kudretinin büyüklüğünü zikretmiştir. Yeryüzünü uzunlamasına ve genişlemesine
yaymış, üzerinde yüksek dağlar, akıp giden nehirler ve fışkıran su pınarları yaratmıştır.
Ayrıca çeşitli şekil ve renklerde bitki ve yiyecekler, kokular yaratmıştır. Allah’ın gece
ve gündüzü yaratmasında ve bunlar üzerinde, zaman, mekân üzerinde tasarruf
yetkisine sahip olmasında da büyük ibretler vardır. Allah’ın âlemdeki yaratıcılığını,
kudretini gösteren tüm alametler, deliller üzerinde düşünmek, tefekkür etmek Allah’ı
daha iyi tanımak ve O’na daha fazla kulluk etme açısından önemlidir” demektedir.42
Şevkânî (v.1250/1834), (‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬
ٍ ‫ﻚ َﻟ َﺂﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ )ِإ ﱠ‬ifadesiyle ilgili olarak şöyle

40
Burada merhum müfessirimiz Kurtubî, zannımızca kendi döneminde dile getirilen bir takım
görüşleri ele alıp bunları kendisine göre eleştirilere tabi tutmaktadır. Ancak şunu da belirtelim ki;
Müslümanlara bu hususta nispet ettiği görüşün, Müslümanlarca benimsenen tek görüş olmadığı da
bilinen bir husustur.
41
Kurtubî, el-Câmi’, IX, 425; benzer görüşler için bkz: Muhammed b. Ali eş- Şevkânî, Fethu’l-Kadîr
el-Câmi’ Beyne Fenniyyi’r-Rivâye ve’d-Dirâye min İlmi’t-Ttefsîr,ts., I-VIII, IV, 85.
42
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 431.

17
der: Allah’ın yeryüzünü yaymasında, üzerinde dağları sabitlemesinde, mahlûkatın
faydası için suları akıtmasında, yiyeceklerden, bitkilerden çeşit çeşit, çifter çifter
yaratmasında, aydınlığın ve karanlığın birbiri ile son bulmasında bakan, düşünen, ibret
alan kimseler için apaçık deliller vardır.43
Cenâb-ı Allah ayet-i kerimede dinleyicilerin gözlerini yaratmış olduğu evrene,
evrenin kapsamında yer alan güneşe, aya, geceye, gündüze, dağlara, nehirlere,
yeryüzünde birbirine komşu olan ve ağaçları aynı topraktan beslenen, aynı sudan içen;
buna rağmen ürünleri, meyveleri, tat ve lezzet bakımından farlılık gösteren ağaçlara,
tarlalara çeviriyor. Ardından yüce Allah’ın bu ayetleri, bu evrensel fenomenleri sağdu-
yu sahibi düşünme melekesini kaybetmemiş; iyi niyetli topluluklar için ayrıntılı
biçimde açıkladığı, bununla da Allah’ın varlığına, gücüne, hikmetine delalet eden göz
kamaştırıcı ayetleri görmelerini amaçlıyor. Böylece insanlar sadece Yüce Allah’ın
ibadet edilmeye lâyık olduğunu bilsinler, sırf O’na kulluk etmeye ilişkin davetin
haklılığını anlasınlar, bütün bunları boşuna yaratmamış olan yüce Allah’a inanmanın
bir zorunluluk olduğunu algılasınlar ve insanların bir gün mutlaka O’na dönüp
huzurunda hesaba çekileceklerinin kaçınılmaz olduğunun bilincine varsınlar. Ayette
ilk bakışta da anlaşıldığı gibi, aklını kullanan ve düşünen kimselere yönelik bir övgü
söz konusudur. Çünkü bu tür insanlar akılları, kavrayışları ve düşünüşleri sayesinde
yüce Allah’ın evrene egemen kıldığı yasalar sistemi üzerinde durup tefekküre dalarlar,
bu yasaların işleyişini, akıllara durgunluk veren düzenini anlamaya çalışırlar. Bu aynı
zamanda, özelde Kuran’ı dinleyenler, genelde de her zaman ve mekânda insanlığa
yönelik her türlü yöntem ve araçla evrensel yasalar sistemini incelemeye, anlamaya
ilişkin bir mesajdır.44

43
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, IV, 85.
44
İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, Ekin Y., İstanbul, 1998, I-VII, IV, 367–368.

18
‫ن َآﺜِﻴﺮًا‬
‫ﺟ ٍﻞ ُﻣﺴَﻤًّﻰ َوِإ ﱠ‬
َ ‫ﻖ َوَأ‬
‫ﺤﱢ‬
َ ‫ض َوﻣَﺎ َﺑ ْﻴ َﻨ ُﻬﻤَﺎ ِإﻟﱠﺎ ﺑِﺎ ْﻟ‬
َ ‫ت وَا ْﻟ َﺄ ْر‬
ِ ‫ﺴﻤَﺎوَا‬
‫ﻖ اﻟﱠﻠ ُﻪ اﻟ ﱠ‬
َ ‫ﺧ َﻠ‬
َ ‫ﺴ ِﻬ ْﻢ ﻣَﺎ‬
ِ ‫َأ َو َﻟ ْﻢ َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُوا ﻓِﻲ َأ ْﻧ ُﻔ‬
‫ن‬
َ ‫س ِﺑ ِﻠﻘَﺎ ِء َر ﱢﺑ ِﻬ ْﻢ َﻟﻜَﺎ ِﻓﺮُو‬
ِ ‫ﻦ اﻟﻨﱠﺎ‬
َ ‫ِﻣ‬
c. Rum 30/8: “Onlar kendi kendilerine hiç düşünmezler mi ki, Allah, gökleri,
yeri ve aralarındakileri ancak yerli yerince ve belli bir zaman için yarattı? Doğrusu
insanların çoğu, rablerinin huzuruna çıkmayı inkâr ederler.”
Önceki ayetlerde olduğu gibi bu ayette de Allah Teâlâ yaratıcılığına dikkat
çekmekte, gökleri, yeri ve bunlar arasındaki şeyleri boş yere yaratmadığını, her şeyi
yerli yerince yarattığını belirtmektedir. İnsanları da tüm bu yaratmış olduğu şeyler
üzerinde düşünmeye davet etmektedir. Allah ayette yaratmış olduğu şeyleri belli bir
süreye kadar yarattığını belirtmektedir. Demek ki tayin edilen bu süre dolunca
herkesin Allah’ın huzuruna varacağı belirtilmektedir. Durum böyle iken bir kısım
insanların Allah’ın huzuruna çıkmayı inkâr ettikleri belirtilmektedir. Taberî bu ayetle
ilgili olarak şunları söylemektedir: “Ey Muhammed, kavminden, öldükten sonra
dirilmeyi inkâr edenler, kendilerine bakıp, Allah’ın onları nasıl yarattığını, gökleri ve
yeri ve ikisinin arasında bulunanları, hakkı ayakta tutmak için ve belli bir vadeye kadar
yarattığını hiç düşünmezler mi? Bunları yapanın, kendilerini, öldükten sonra
diriltmeye kadir olduğunu anlamazlar mı? Ne var ki insanların çoğu, öldükten sonra
diriltilerek rablerinin huzuruna çıkacaklarını inkâr ederler.”45
Zemahşerî, tefekkürün nerede ve nasıl gerçekleştiğini zikrederek ayeti şöyle
tefsir etmektedir: “Tefekkür kalplerde olur. Onların kalbi ise tefekkür bakımından
boştur. Bu yüzden Allah onları kendileri hakkında, mahlûkat hakkında tefekküre
çağırmıştır. Allah yaratmış olduğu şeylerin hiç birini boş yere, sebepsiz yere, amaçsız
olarak, hikmetsiz olarak yaratmamış, bilakis yaratmış olduğu her bir şeyi bir başka
şeyle ilintili olarak, hak olarak, hikmetli olarak yaratmıştır. Tüm bu mahlûkata hesap
gününe, sevap ve ceza gününe kadar bir süre takdir etmiştir.”46
Fahruddîn Râzî ise ayeti şöyle tefsir etmektedir: “Cenâb-ı Hakk, “Onlar
kendileri hakkında düşünmezler mi?” buyurmuştur. Ardından, “Fakat insanların
ekserisi bilmezler”47 ayetinde bildirildiği üzere, Allah’ın va’dini ve va’dinden
caymayacağını inkâr ettikleri için, Allah'ı inkâr ve yine ahiretle ilgili olarak ise,

45
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XX, 77.
46
Zemahşerî, Keşşâf, V, 236.
47
Rum 30/6.

19
“Onlar, ahiretten tamamen gafildirler.”48 ayetinde bildirildiği üzere, inkâr sudur
edince, Cenâb-ı Hak, onların bu gafletlerinin ve bilmeyişlerinin kendileri ile ilgili
olduğunu beyan buyurmuştur. Şayet onlar o varlıkları ve nefisleri üzerinde iyice
tefekkür edecek olsalardı, Allah'ın birliğini anlar ve haşri tasdik ederlerdi.”49
Kurtubî, (ْ‫ﺴ ِﻬﻢ‬
ِ ‫“ )َأ َو َﻟ ْﻢ َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُوا ﻓِﻲ َأ ْﻧ ُﻔ‬Onlar kendileri hakkında düşünmezler mi?”
buyruğunda geçen “kendileri hakkında” anlamındaki ifade, “düşünce”nin üzerinde
cereyan edeceği bir zarftır, mef’ul değildir demektedir. Onlara göklerin, yerin ve
kendilerinin yaratılışı üzerinde düşüncelerini kullanmaları emredilmiştir ki; şanı yüce
Allah’ın gökleri ve başka şeyleri ancak hak ile yaratmış olduğunu bilsinler diye.50
Beydâvî (v.691/1292), “Onlar, kendilerine başkalarına göre daha yakındır. Bu
yüzden Allah (ْ‫ﺴ ِﻬﻢ‬
ِ ‫“ )َأ َو َﻟ ْﻢ َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُوا ﻓِﻲ َأ ْﻧ ُﻔ‬Onlar kendileri hakkında düşünmezler mi?”
buyurarak onları kendileri ile ilgili olarak tefekküre çağırmıştır der. Çünkü bakan
kimse için kişinin kendisi bir aynadır. O aynada mümkün varlıkların sırlarını, o
varlıkları ilk olarak yaratan ve sonra tekrar diriltecek olan yaratıcının kudretini
görür”.51
Ayet-i kerimede Allah Teâlâ yarattıkları şeyler üzerinde tefekkür etmeyi
tembihlemiştir. Bu tefekkür kişiyi Allah’ın varlığına, birliğine ve yaratıcılığındaki
eşsizliğine götürür. İbn Kesîr (‫ﺴ ِﻬ ْﻢ‬
ِ ‫“ )َأ َو َﻟ ْﻢ َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُوا ﻓِﻲ َأ ْﻧ ُﻔ‬Kendileri hakkında
düşünmediler mi?” ifadesini şöyle değerlendirmektedir: “Buradaki düşünme,
tedebbür, teemmül, Allah’ın yüce âlemde ve süfli âlemde yarattığı eşyalar üzerinde ve
bu ikisi arasındaki çeşitli mahlûklar üzerinde, farklı cinsler üzerinde yapılmalıdır.
Onlar bilirler ki Allah mahlûkatı boş yere yaratmamış bilakis hepsini hak olarak
yaratmıştır.52
Şevkânî, “Ayette onların yani imandan gafil olanların, kendilerine gelen şeyleri
tasdik etmeyenlerin tefekkür etme sebepleri belirtilmiştir. Şayet onlar kendileri
hakkında tefekkür ederlerse Allah’ın vahdaniyetini bilirler ve peygamberlerini tasdik
ederler” demektedir.53
Âlûsî, (‫ ) َأ َو َﻟ ْﻢ َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُوا‬ifadesinde ahiretten gafil olmakla birlikte dünyada görünen
48
Rum 30/7.
49
Râzî, Tefsir-i Kebir, XII, 207.
50
Kurtubî, el-Câmi’, XIII, 447.
51
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 479.
52
İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 305.
53
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 458.

20
şeyler üzerinde düşünmeyi ihmal edenleri ve inkâr edenleri yerme, kötüleme söz
konusudur demektedir. Ayrıca tefekkürün kişinin kalbindeki inandıkları ve gözüyle
gördükleriyle ilgili olarak yapılması gerektiği belirtilmektedir. İyi biliniz ki dünya bir
görüntüden ibarettir, bunlara iyice bakılmadığı takdirde kalplerde tefekkür meydana
gelmez. Allah Teâlâ göklerde, yerde ve bu ikisi arasındaki yarattıklarını başka bir
şeyle ilgili olarak, hak olarak yaratmıştır, hiçbir şeyi boş yere yaratmamıştır.54
Allah Teâlâ bu ayette kâfirleri, imandan yüz çevirenleri uyarmış bizlere de
mahlûkat üzerinde tefekkürü emretmiştir. Allah göklerde, yerde ve bu ikisi arasında
birçok varlık yaratmış ve bunların her birini belli bir amaca yönelik olarak, hikmetli
olarak yaratmıştır. Allah bizlere belli bir ömür tayin etmiştir. Bizlere düşen ömrümüzü
yaratılış gayemize uygun olarak sürdürmek, Allah ile buluşacağımız güne kendimizi
iyi bir şekilde hazırlamaktır. Bu da Allah’ı bilmekle, Kuran’ı ve kâinat kitabını okuyup
anlamakla, üzerinde tefekkür etmekle gerçekleşmektedir.

‫ن‬
َ ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬
ٍ ‫ﻚ َﻟ َﺂﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ﺟﻤِﻴﻌًﺎ ِﻣ ْﻨ ُﻪ ِإ ﱠ‬
َ ‫ض‬
ِ ‫ت َوﻣَﺎ ﻓِﻲ ا ْﻟ َﺄ ْر‬
ِ ‫ﺴﻤَﺎوَا‬
‫ﺨ َﺮ َﻟ ُﻜ ْﻢ ﻣَﺎ ﻓِﻲ اﻟ ﱠ‬
‫ﺳﱠ‬َ ‫َو‬
d. Casiye 45/13: “O, göklerde ve yerde bulunan her şeyi kendinden bir lütuf
olarak sizin hizmetinize vermiştir. Düşünen bir kavim için bunlarda, nice ibret ve
deliller vardır.”
Allah Teâlâ bu ayeti de kendisinin varlığına, yaratıcılığına, kudretine delil olarak
zikretmiştir. Allah göklerde, yerde ve bu ikisi arasındaki her şeyi kullarının faydası
için yarattığını ve onların hizmetine verdiğini belirtmekte ve biz kullarını bunlar
üzerinde düşünmeye davet etmektedir. Taberî bu ayeti, “Sizin için, gökte bulunan
güneş, ay ve yıldızlar gibi varlıkları ve yeryüzünde bulunan hayvan, bitki ve cansız
varlıkları yaratan ve hizmetinize veren ancak Allah’tır. Ey insanlar, şüphesiz ki bütün
bunlarda düşünüp ibret alan bir kavim için nice ibret ve deliller vardır. Siz sadece
bunları sizin emrinize sunan Allah’a kulluk edin ve ona şükredin” şeklinde tefsir
etmiştir.55 Zemahşerî Allah’ın yaratıcılığına ve kudretine işaret ederek ayeti şöyle
değerlendirir: “Allah, hikmet sahibi olmasının ve kudretinin bir gereği olarak kulları
için denizler içerisinde inciler, mercanlar, taze etler ve diğer bazı menfaatler
yaratmıştır. Bunun yanı sıra yerde ve gökte gerekli olan her şeyi yaratmış sonra da tüm

54
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XV, 332.
55
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXII, 65–66.

21
bunları mahlûkatın emrine vermiştir. Düşünen kimseler için birçok ibret olmakla
beraber, Allah’ın kudretine ve eşsiz oluşuna nice işaretler vardır”.56
Fahruddîn Râzî, “Eğer Allah, göklerin ve yerin kütlelerini şimdi bulundukları
yerde ve bu yörüngelerinde durdurmasaydı (yaratmamış olsaydı), bahsedilen bu
faydalar sağlanamazdı. Çünkü yeryüzünün, devamlı düşen yahut yükselen bir nesne
olması durumunda, o faydalar tahakkuk etmezdi. Yerin, altın, gümüş veya demirden
olması durumunda da yine bahsedilen istifade elde edilemezdi. Allah, bütün bu şeyleri
katından olarak, insanın emrine amade kılmıştır, yani, bunları kudret ve hikmetiyle var
edip, mahlûkatının emrine amade kılan Allah Teâlâ’dır” demektedir.57 Kurtubî’ye göre
Yüce Allah, kudretinin kemalini, kullarının üzerinde nimetinin eksiksizliğini söz
konusu etmekte ve neyi yaratmışsa, onların faydasına olmak üzere yarattığını
açıklamaktadır. İşte bu Yüce Allah’ın, kullarına tarafından bir ihsanı ve onları ni-
metlerle donatmasıdır.58
İbn Kesîr bu ayeti şöyle anlamaktadır: “Allah yıldızları, dağları, denizleri,
nehirleri, insanoğlunun faydasına olacak şeylerin hepsini kendi lütfundan ve
ihsanından vermiştir. Bunu yaparken de bu konuda onun ne bir yardımcısı ne de bir
ortağı vardır, insanın hizmetine verilen her bir şey Allah tarafındandır. Cenâb-ı Allah
“Size ulaşan bütün nimetler, Allah’tandır. Sonra bir zarara uğradığınızda yalnız ona
yalvarırsınız.”59 buyurarak kullarını her türlü nimetle nimetlendirenin ve kullarının
sığınabileceği tek kapının kendisi olduğunu belirtmiştir. Allah’ın, kullarını böyle
nimetlendirmesinde düşünen kimseler için büyük ibretler vardır”.60
Şevkânî bu ayetle ilgili olarak, “Allah kullarının faydasını düşünerek göklerde ve
yerde birçok şey yaratmış ve bunları kullarının emrine vermiştir. İnsanlar bununla
geçimlerin temin ederler, hayatlarını devam ettirirler. Göklerde kulları için
yarattıklarında bazıları güneş, ay, yıldızlar, yağmur, rüzgâr, bulut, vs. Yerde yaratmış
olduğu şeyleri de yine kulları için tarafından bir rahmet olarak yaratmıştır. İşte
Allah’ın yaratıp da kullarının emrine verdiği şeyler üzerinde düşünmek gerekir,
özellikle de mütefekkir kimselerin düşünmesi, kafa yorması gerekir. Âlemde

56
Zemahşerî, Keşşâf, VI, 276; benzer görüşler için bkz: Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, V, 180.
57
Râzî, Tefsir-i Kebir, XIV, 27.
58
Kurtubî, el-Câmi’, XVI, 13–14.
59
Nahl 16/53.
60
İbn Kesîr, Tefsîr, VII, 266.

22
yaratılmış şeyler üzerinde tefekkür etmek kişiyi tevhit inancına götürür” demektedir.61
Bu ve önceki ayette, kâinatın bazı kanunlarını ve insanlar için faydalarını
hatırlatma vardır. Derveze bununla ilgili olarak şöyle der: “Onlara denizleri boyun
eğdiren, onda gemileri yürüten Allah’tır. O’nun lutfunu istemek, rızkın sebeplerini
aramak insanların Allah’a şükretmelerini gerekli kılıyor. Ve yine O'nun lutfunu
istemeleri, faydalanmaları için yerlerde ve göklerdeki kanun ve güçleri onlara boyun
eğdirdi. Düşünen ve akledenler için bunda Allah'ın ihsan ve rahmeti vardır. Ayet-i
kerime Allah'ın gökleri ve yerleri Âdemoğlu için boyun eğdirdiğini açık ve kuvvetli
bir üslupla dile getirmektedir. Aynı zamanda insanları bu kâinat kanunları ve güçleri
üzerinde düşünmeye devam etmelerini, değişik alan ve işlerde onlardan faydalanmak
için Allah'ın onlara koyduğu gücü bilmelerini istemektedir.”62
Allah kullarının iyiliği ve faydalanmaları için göklerde, yerde ve yeraltında
olmak üzere birçok bitki, cisim, canlı ve cansız varlık yaratmış, âlemde bir denge,
düzen kurmuştur. Böylece kullarının geçimlerini temin etmelerini ve hayatlarını
kolaylaştırmalarını sağlamıştır. Eğer yaratmış olduğu şeylerin bir kısmının
fonksiyonunu değiştirse veya ortadan kaldırıverse tekrar yerine iade edecek başka bir
güç yoktur. İşte Allah’ın yaratmış olduğu şeyler üzerinde, âlemde kurmuş olduğu
denge hakkında düşünen kimseler için çok büyük ibretler vardır. Bunlar üzerinde
tefekkür eden kimseler için Allah’ın kudretinin kemaline, herhangi bir ortağının
olmadığına ve yarattıkları üzerindeki hükmediciliğine delalet eden birçok delil vardır.
Yukarıda ayrı ayrı değerlendirmeye çalıştığımız on bir ayette Cenâb-ı Allah,
yerleri, gökleri ve bu ikisi arasındakileri boş yere değil hak olarak yarattığını, hepsinin
belli bir amacının, görevinin olduğunu bizlere belirtti. Ayetlerde de gördüğümüz gibi
Allah bizlerden kendi zatı hakkında değil kudretinin, hikmetinin bir gereği olarak
yaratmış olduğu evren ve içindekiler hakkında tefekkür etmemizi, ibret almamızı,
kâinat kitabını iyi okumamızı ve anlamamızı bizden istemektedir. Bizler Allah’ın
yaratmış olduğu mahlûkat üzerinde, âlem üzerinde gereği gibi tefekkür ettiğimiz
zaman Allah’ın kudretinin kemalini, ilminin genişliğini, iradesinin büyüklüğünü,
kendisinden başka ilah olmadığını, evreni ve içindekileri yaratırken tek başına
yarattığını, herhangi bir ortağının olmadığını daha iyi anlayacağımıza ve tüm bunlara

61
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, VI, 438.
62
İzzet Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis, III, 418.

23
delalet eden birçok delili göreceğimize inanıyoruz.

3.1.2. Nimetler Üzerinde Tefekküre Çağıran Ayetler


‫ﻦ َﻧ ْﻔ ِﻌ ِﻬﻤَﺎ‬
ْ ‫س َوِإ ْﺛ ُﻤ ُﻬﻤَﺎ َأ ْآ َﺒ ُﺮ ِﻣ‬
ِ ‫ﺴ ِﺮ ُﻗ ْﻞ ﻓِﻴ ِﻬﻤَﺎ ِإ ْﺛ ٌﻢ َآﺒِﻴ ٌﺮ َو َﻣﻨَﺎ ِﻓ ُﻊ ﻟِﻠﻨﱠﺎ‬
ِ ‫ﺨ ْﻤ ِﺮ وَا ْﻟ َﻤ ْﻴ‬
َ ‫ﻦ ا ْﻟ‬
ِ‫ﻋ‬
َ ‫ﻚ‬
َ ‫ﺴ َﺄﻟُﻮ َﻧ‬
ْ ‫َﻳ‬
‫ن‬
َ ‫ت َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬
ِ ‫ﻦ اﻟﱠﻠ ُﻪ َﻟ ُﻜ ُﻢ ا ْﻟ َﺂﻳَﺎ‬
ُ ‫ﻚ ُﻳ َﺒﻴﱢ‬
َ ‫ن ُﻗ ِﻞ ا ْﻟ َﻌ ْﻔ َﻮ َآ َﺬ ِﻟ‬
َ ‫ﻚ ﻣَﺎذَا ُﻳ ْﻨ ِﻔﻘُﻮ‬
َ ‫ﺴ َﺄﻟُﻮ َﻧ‬
ْ ‫َو َﻳ‬
a. Bakara 2/219: “Ey Muhammed! Sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki:
"Onlarda büyük günah vardır. İnsanlar için (bazı dünyevi) faydaları da vardır
Ancak, günahları faydalarından çok büyüktür." Ve yine sana (Allah yolunda) ne
harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan fazla olanı." İşte Allah, ayetlerini
size böyle açıklar ki düşünesiniz.”
Ayet-i kerimede Hz Peygamber’e içki ve kumar ile ilgili sorulan soruya cevap
veriliyor. İçki ve kumarda insanlar için bazı dünyevi faydalar olmakla birlikte her
ikisinde de büyük günah vardır. Müfessir Taberî bu ayeti şöyle değerlendirir: İçki, onu
içenin aklını giderir. İşte bu, günahların en büyüğüdür. Kumar insanı meşgul ederek
Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoyar. Onu oynayanların arasına kin ve
düşmanlık sokar. İçki ticaretinden elde edilen kârlar ve içenlere geçici olarak sağladığı
sunî bir zevk, onun faydası olarak sayılabilir. Kumarda ise kazanan kimsenin kumar
parasını yorulmadan, kolaylıkla elde etmesi onun faydası olarak görülebilir. Ancak
içki ve kumarın zararları, zikredilen önemsiz menfaatlerin yanında çok daha büyüktür.
İçki insanı diğer varlıklardan ayıran ve onu üstün bir duruma getiren aklı giderir.
İçenler sarhoş olur, birbirlerine sataşır ve dövüşürler. Böylece aralarında kötülük
meydana gelir. Kumar oynayanların ise birbirlerine girdikleri ve aralarında çok büyük
husumetler meydana geldiği bir gerçektir. Ve yine sana, Ey Muhammed, mallarından
hangi şeyi Allah yolunda harcayacaklarını ve sadaka olarak vereceklerini soruyorlar.
Onlara de ki: “Fazla olanı verin.” O da ihtiyacınızdan ve ailenizin nafakasından fazla
olandır. (َ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬kısmını ise, Allah size, birliğini gösteren delilleri açıkladığı gibi,
koyduğu sınırları, farzları ve peygamberi Muhammed’e indirdiği diğer şeyleri de
açıklıyor ki dünya ve ahirete yönrelik vaadini, korkutmasını, mükafatını, cezasını
düşünesiniz ve geçici dünyanın yerine ebedi olan âhireti tercih edesiniz şeklinde
değerlendirmektedir. 63
(َ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬ile ilgili olarak Zemahşerî ve Beydâvî de “Ahkâm ve deliller

63
Taberî, Câmiu’l-Beyân, IV, 348–349.

24
hakkında düşünmektir” diye tefsir etmektedir.64 Cenâb-ı Allah’ın “Siz de böylece
dünya ve ahiret hususunda iyice düşünürsünüz.” ayeti ile ilgili olarak ünlü müfessir
Fahruddîn Râzî üç ayrı noktaya temas etmektedir. Bunlar;
a) Hasan-ı Basrî, ayette bir takdim ve tehir bulunduğunu, ayetin takdiri, “İşte
böylece Allah size, dünya ve ahiret hususunda ayetlerini iyice açıklar ki düşünesiniz”
şeklinde olduğunu söylemiştir.
b) “Allah size ayetlerini böylece açıklıyor ve içki ve kumardaki dünyevî
menfaatler ile uhrevi zararları öğretiyor. Bundan dolayı siz, dünya ve ahiret üzerinde
tefekkür ettiğinizde, mutlaka ahiretin dünyaya tercih edilmesinin gerektiğini
anlarsınız.”
c) Allah size, ahiretin hatırına mallarınızı hayır yollarına infak etmenizi; dünya
için infak etmemenizi öğretiyor. Böylece sizler gerek dünya gerek ahiret üzerinde
tefekkür edersiniz de, mutlaka ahiretin dünyaya tercih edilmesi gerektiğini anlarsınız.
Bu izahın ardından ünlü müfessir, ayet-i kerimede Hasan-ı Basrî’nin ifade ettiği
gibi takdim ve tehirin olmadığını, delil olmadan böyle bir şey söylemenin caiz
olmayacağını, ayeti zahiri manasına hamletmek gerektiğini belirtmektedir. Kurtubi de
benzer görüşü savunmaktadır.65
Şevkânî ayetin (َ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬kısmını “Dünya ve ahiret hakkında, dünyanın
geçiciliği ve faniliği hakkında düşünmek, ahirete yönelmektir diye tefsir etmiştir.66
Alûsî “Umulur ki düşünürsünüz” ifadesiyle ilgili olarak “Ayetler hakkında iyice
düşünmek, hükümleri istinbat etmek, ayetleri güzel bir şekilde beyan etmek gayesiyle
maslahatları ve faydaları düşünmektir” şeklinde tefsir etmektedir.67 İbn Âşur (v.1973)
ayette zikredilen tefekkürü şöyle açıklamaktadır: “Dünya ve ahiret hakkında düşünme
ile ilgilidir, beyan etmek değildir. Çünkü beyan sadece bu dünyadadır, tefekkür ise
dünya ve ahirette mevcuttur”68
“Ta ki akıl edesiniz, umulur ki tefekkür edersiniz, ta ki şükredesiniz, ta ki öğüt
alasınız, ta ki hidayet bulaşınız” buyrukları ile ilgili üç ayrı açıklama şekli
yapılmıştır:

64
Zemahşerî, Keşşâf, I, 251.
65
Râzî, Tefsir-i Kebir, III, 283; Kurtubi, el-Cami’, III, 51.
66
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I, 297.
67
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, II, 212.
68
Muhammed Tâhir İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, ts. I-XXX, II, 287.

25
1- Bu (َ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ‬kelimesi, asıl kullanılış amacına uygun olarak, umut ve beklenti
ifade eder. Umut ve beklenti insanlardandır. Onlara şöyle denilmiş gibidir: Sizler
bunu yapınız. Çünkü sizden beklenen ve umulan aklınızı kullanmanız, düşünmeniz,
öğüt almanız ve takva sahibi olmanızdır. Sibeveyh’in ve dil âlimlerinin ileri
gelenlerinin görüşü budur. Sibeveyh yüce Allah’ın: “İkiniz de Firavun’a gidin, çünkü
o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin. Olur ki öğüt alır yahut korkar.”69 buyruğu
hakkında şöyle demektedir. Bunun anlamı şudur: Sizler Firavun’un öğüt alacağını
umarak ve bekleyerek ona gidiniz. Ebu’l-Meali de bu görüşü tercih etmiştir.

2- Araplar bu edatı, “lam”(ile ve için) anlamında ve tereddütten uzak bir


manada kullanmışlardır. O vakit bu gibi buyrukların anlamı: Aklınızı kullanmanız
için, öğüt almanız için, takva sahibi olmanız için, şeklinde olur.
3- Bu edat, bir şeye maruz kalmak anlamında kullanılır. Şöyle denilmiş gibidir:
Akıl etmek yahut öğüt almak veya takva sahibi olmak ile karşı karşıya kalmak üzere,
(için) bunu yapınız. Buna göre yüce Allah’ın: “Ta ki sakınasınız” buyruğu şu anlama
gelir: Belki sizler Allahı’n size emrettiklerini kabul etmek suretiyle bunu kendiniz ile
cehennem arasında bir koruyucu haline getirirsiniz. Bu da bir kişiye hemen hakkını
ödeyerek karşılık verdiği takdirde: “Hakkı ile ondan korundu” denilmesi
kabilindendir. Sanki o kişinin karşılaştığı bu kişiye hakkını ödemesi suretiyle o kar-
şılaştığı kişinin hakkını ondan istemesine karşı kendisini korumuş gibi olur. Hz.
Ali’nin şu sözleri de bu türdendir: Yani, savaş kızıştığında biz peygamber ile
korunurduk. Düşmana karşı biz onunla kendimizi korurduk, demektir.70
Müfessirler, üzerinde düşünülecek olanın dünya ve ahiret olduğunu, fani olan
dünyadaki zararlı olan şeyleri iyi bilip bunlardan kaçınılması gerektiğini, ebedi olan
ahirete yönelmeyi belirtmişlerdir.

69
Taha 20/43–44.
70
Kurtubî, el-Câmi’, I, 489- 492; benzer görüşler için bkz. Râzî, Tefsir-i Kebir, I, 361- 362.

26
‫ت َوَأﺻَﺎ َﺑ ُﻪ‬
ِ ‫ﻦ ُآﻞﱢ اﻟ ﱠﺜ َﻤﺮَا‬
ْ ‫ﺤ ِﺘﻬَﺎ ا ْﻟ َﺄ ْﻧﻬَﺎ ُر َﻟ ُﻪ ﻓِﻴﻬَﺎ ِﻣ‬
ْ ‫ﻦ َﺗ‬
ْ ‫ﺠﺮِي ِﻣ‬
ْ ‫ب َﺗ‬
ٍ ‫ﻋﻨَﺎ‬
ْ ‫ﻦ َﻧﺨِﻴ ٍﻞ َوَأ‬
ْ ‫ﺟ ﱠﻨ ٌﺔ ِﻣ‬
َ ‫ن َﻟ ُﻪ‬
َ ‫ن َﺗﻜُﻮ‬
ْ ‫ﺣ ُﺪ ُآ ْﻢ َأ‬
َ ‫َأ َﻳ َﻮ ﱡد َأ‬
‫ن‬
َ ‫ت َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬
ِ ‫ﻦ اﻟﱠﻠ ُﻪ َﻟ ُﻜ ُﻢ ا ْﻟ َﺂﻳَﺎ‬
ُ ‫ﻚ ُﻳ َﺒﻴﱢ‬
َ ‫ﺖ َآ َﺬ ِﻟ‬
ْ ‫ﺣ َﺘ َﺮ َﻗ‬
ْ ‫ﻋﺼَﺎ ٌر ﻓِﻴ ِﻪ ﻧَﺎ ٌر ﻓَﺎ‬
ْ ‫ﺿ َﻌﻔَﺎ ُء َﻓ َﺄﺻَﺎ َﺑﻬَﺎ ِإ‬
ُ ‫ا ْﻟ ِﻜ َﺒ ُﺮ َو َﻟ ُﻪ ُذرﱢﻳﱠ ٌﺔ‬
b. Bakara 2/266: “Sizden herhangi biriniz ister mi ki, altından ırmaklar akan,
içinde her türlü meyvenin de bulunduğu üzüm ve hurma bahçesi olsun ve kendi
üzerine ihtiyarlık çökmüş olsun, ayrıca âciz, zayıf çocukları da bulunsun. Sonra da
bu bahçeye ateşli bir kasırga isabet etsin de yansın? İşte Allah size ayetlerini böyle
açıklar ki düşünesiniz.”
Bu ayet-i kerimeyi bir önceki ayetle değerlendirdiğimizde Allah Teâlâ, bu ayet-i
kerimeyi, Allah rızası için değil de insanların övgülerini kazanmak için, gösteriş olsun
diye mallarını harcayanlara bir misal olarak indirmiştir. Çünkü önceki ayette Cenâb-ı
Allah kendi rızası için malını harcayan kimsenin durumunu yüksek bir yerde güzel bir
bahçesi olan kimseye benzetiyor, buralar fazla yağış aldığı için ürün fazla olur. Nasıl
ki fazla yağış alan yerlerin ürünü bol ise Allah rızası için harcayan kimselerin sevabı
da boldur. Bu ayette ise durumu çok iyi zengin bir insanın her şeyini bir anda
kaybetmesini anlatıyor. Tüm emeğini, varlığını bahçesi için harcamış ancak tam
faydalanacağı sırada her şeyini kaybetmiştir. Müfessir Taberî, “Bu ayet-i kerime,
gösteriş yapmak için sadaka veren münafığın halini beyan etmektedir. Zira Allah Teâlâ
bundan önceki ayette, müminlere verdikleri sadakayı başa kakmamalarını ve sadaka
verdikleri kimseye eziyet etmemelerini emretmiştir. Bu ayette de verdiği sadakayı başa
kakan ve eziyet eden kimseye misal olarak gösteriş için mallarını harcayan münafığı
zikretmiştir. Münafık, verdiği sadakadan, âhirette mükâfat beklemediği için dünyada
yeteri kadar mükâfat görmezse, sadaka verdiği kişilerin başına kakar, onlara eziyet
eder” diye tefsir etmiştir. Ayetin (‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬kısmını ise “Allah infak edeceğiniz
zaman kendi yolunda ve nasıl infak edeceğinizi, helal-haramı ve nimetleri açıklamıştır.
İşte tüm bunlar üzerinde düşünmek, kafa yormak ve ibret almak gerekir” şeklinde
tefsir etmiştir.71
Müfessir Fahruddîn Râzî de, “Cenâb-ı Allah bu ayette çeşitli konularda terğıb ve
terhib açısından ayetlerini ve delaletlerini açıklamıştır ki üzerinde düşünesiniz”

71
Taberî, Câmiu’l-Beyân, V, 554.

27
şeklinde tefsir etmiştir.72 Beydâvî ayetin manasının temsili olduğunu, Allah’ın rızası
gözetilmeden yapılan amellerin sonunun boş olduğunu belirtir. Bundan dolayı Allah
Teâlâ ayetlerini iyice açıklamıştır ki kulları bunun üzerinde düşünsünler ve ibret
alsınlar şeklinde tefsir etmiştir.73
İman ile iyiliklerin karşılığı ve sevabı yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi
bahçeler(cennetler), bunun tersi ise yani imansızlık, samimiyetsizlik, Allahın rızasına
mani olma, başa kakma, eziyet gibi kötülükler de kıyamet günü ateşli bir kasırga
gibidir. İşte Allahu Teala dünya ve ahiret mutluluğumuz için bizlere ayetlerini
açıklamış üzerinde düşünmemizi istemiştir.
Ayette geçen (‫“ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬Umulur ki düşünürsünüz” ile ilgili olarak Âlûsî
şöyle der: “İbret içeren olaylar üzerinde düşünün ve gereği gibi amel edin. Çünkü
dünya fanidir ahiret ise bakidir, dünyada zühd bir hayat yaşayın ve Allah’ın vermiş
olduğu şeylerden infak edin, ahireti arzu edin, ahirette sizi üzecek olan şeyleri
yapmayın.74
Ayetin (‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬kısmını Elmalılı M. Hamdi Yazır şöyle tefsir etmektedir,
“Yani ibretler alasınız, güzel güzel benzetmelere yol bulasınız, bunların her birini
delil, düstur, asıl, büyük prensip edinip hikmet kuralları üzere düşününüz.
Durumunuzu, menfaatlerinizi bunlara vurarak her birine uygun önermeler bulup
neticeler alasınız ve sonuçlarla amel edip muratlara eresiniz. Çünkü fikir, belli işleri
tertip ile düzene koymakla bilinenden bilinmeyeni bulmaktır.75
Cenâb-ı Allah insanı gereksiz yere yaratmamıştır. “Ben cinleri ve insanları
bana kulluk etsinler diye yarattım.”76 Bizler diğer canlılardan farklı olarak akıllı birer
varlık olarak yaratılmışızdır. Bundan dolayı Allaha karşı, insanlara karşı, topluma
karşı bazı sorumluluklarımız vardır. İşte bu sorumluluklarımızı en iyi şekilde yerine
getirebilmemiz için Allahın bize göndermiş olduğu Kur’an’ı, kâinat kitabını en iyi
şekilde okumalı, anlamalı, üzeride kafa yormalı, ibret nazarıyla bakmalıyız ki dünya
ve ahiret mutluluğumuzu yakalayabilelim.

72
Râzî, Tefsir-i Kebir, III, 499.
73
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 297.
74
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, II, 357.
75
Elmalılı, Hak Dini, II, 196.
76
Zariyat 51/56.

28
‫ﻚ َﻟ َﺂ َﻳ ًﺔ ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ت ِإ ﱠ‬
ِ ‫ﻦ ُآﻞﱢ اﻟ ﱠﺜ َﻤﺮَا‬
ْ ‫ب َو ِﻣ‬
َ ‫ﻋﻨَﺎ‬
ْ ‫ن وَاﻟ ﱠﻨﺨِﻴ َﻞ وَا ْﻟ َﺄ‬
َ ‫ع وَاﻟ ﱠﺰ ْﻳﺘُﻮ‬
َ ‫ﺖ َﻟ ُﻜ ْﻢ ِﺑ ِﻪ اﻟ ﱠﺰ ْر‬
ُ ‫ُﻳ ْﻨ ِﺒ‬
c. Nahl 16/11: “Allah, semadan inen su ile, ekini, zeytini, hurmayı, üzümleri
ve bütün meyve çeşitlerini yetiştirir. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir topluluk için
büyük bir ibret vardır.”
Bu ayette Cenâb-ı Allah yeryüzünde kullarının faydalanması için çeşitli nimetler
yarattığını zikretmektedir ve hemen ardından da kullarını yaratmış olduğu bu nimetler
üzerinde ve yaratıcılığının, kudretinin büyüklüğüne işaret eden deliller üzerinde
tefekküre çağırmaktadır. Taberî bu ayetle ilgili olarak şöyle demektedir: “Gökten
indirilen su ile insanların, hayvanların, bitkilerin sulanmasında, selim akıl sahibi olan
ve düşünen bir toplum için Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren apaçık bir delil
vardır.77
Zemahşerî (‫ﻚ َﻟ َﺂ َﻳ ًﺔ ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫“ )ِإ ﱠ‬Şüphesiz ki bunda, düşünen bir
topluluk için büyük bir ibret vardır.” İfadesini şöyle değerlendirmektedir: “Ayette
zikredildiği gibi Allah Teâlâ gökten indirdiği su ile tabiatları birbirinden farklı çeşitli
bitkiler yaratmıştır. İşte bunlar üzerinde düşünenlere en güzel yaratıcının, tek hâkim
gücün Allah olduğu ortaya çıkmaktadır.78
Fahruddîn Râzî, “Yeryüzündeki maddelerin hayvanlardan sonra en kıymetlisi
bitkiler olup, .Allah Teâlâ da hakîm bir yaratıcının varlığına daha önce hayvanların
dikkate değer hallerini anlatarak delil getirince, bu ayette de, o hakîm yaratıcının
varlığına, bitkilerin enteresan halleri ile delil getirmiştir” demektedir.79
Kurtubî, yaratıkların farklılığına ve çeşitliliğine dikkat çekerek ayeti şöyle
değerlendirmektedir: “Hayvanların, ağaçların ve diğer yaratıkların şekil ve
görünümleri farklı farklıdır. (َ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟﻚ‬
‫“ )ِإ ﱠ‬Bunlarda” yani, bunların şekil ve çeşitlerinin
farklılığında (‫“ ) َﻟ َﺂ َﻳ ًﺔ ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬öğüt alan” ve bütün bu varlıkları müsahhar kılmasının
yüce Allah'ın vahdaniyetinin alametleri olduğunu, O'ndan başka hiçbir kimsenin
bunlara güç yetiremeyeceğini bilen bir topluluk için elbette bir “ayet” bir “ibret”
vardır.80 Âlûsî de benzer görüşleri zikrederek şöyle devam etmektedir: “Allah Teâlâ
tabiatları, özellikleri birbirinden farklı çok çeşitli bitkiler yaratmıştır ve bunlar su,
toprak ve hava ile bağlantılıdır. İşte bu gökleri ve yeri yaratan Allah’ın kemal sıfatını

77
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVII, 179.
78
Zemahşerî, Keşşâf, III, 338; benzer görüşler için bkz. Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 326.
79
Râzî, Tefsir-i Kebir, IX, 358.
80
Kurtubî, el-Câmi’, X, 135.

29
gösterir. Tüm bu bitkileri, suyu, toprağı, havayı gören kimsenin bunlar üzerinde
tefekküre, tedebbüre ihtiyacı vardır.81
İbn Kesir de suyun canlılar için ne kadar hayatî bir özelliğe sahip olduğunu
vurgulayarak ayeti şöyle tefsir etmektedir: “Allah Teâlâ vermiş olduğu su ile yerden
sınıfları, renkleri, tadları, kokuları, şekilleri farklı birçok bitki çıkarmaktadır.
“Şüphesiz ki bunda, düşünen bir topluluk için büyük bir ibret vardır.” Yani Allah’tan
başka ilah yoktur, ilahınız tek bir ilahtır demektedir82 ve görüşünü şu ayet-i kerime ile
desteklemektedir: “O şeyler mi hayırlıdır, yoksa gökleri ve yeri yaratan ve sizin için
gökten su indiren mi? Ki biz o su ile bir tek ağacını bile bitiremeyeceğiniz nice güzel
bahçeler yetiştirdik. Allah ile beraber başka bir ilah mı var? Hayır, fakat onlar, haktan
uzaklaşan bir kavimdir.”83
Ayetle ilgili değerlendirmeleri göz önünde bulundurduğumuz zaman, Allah
Teâlâ gökten indirdiği su ile insanların, hayvanların, bitkilerin tüm canlıların
hayatlarını devam ettirebilmelerini sağlamış, insanlar için de çok çeşitli nimetler
çıkarmıştır. İnsanoğlunun yapması gereken Cenâb-ı Allah’ın yeraltından ve
yerüstünden çıkarmış olduğu tüm bu rızıklar üzerinde düşünmesi, yaratıcısının ne
kadar güçlü olduğunu, kullarına karşı ne kadar merhametli olduğunu iyice kavraması
gerekir. Böyle davranan kul, Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük etmez, tek ilah
olarak Allah’ı bilir ve O’na karşı asla şirk koşmaz, eğer Allah Teâlâ bu nimetleri
kullarının elinden alacak olsa geri iade edecek başka bir gücün olmadığını anlar. İşte
bu, âlem üzerinde, Allah’ın vermiş olduğu nimetler üzerinde düşünme ile
gerçekleşmektedir.

81
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, X, 113.
82
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 561.
83
Neml 27/60.

30
‫س‬
ِ ‫ﺷﻔَﺎ ٌء ﻟِﻠﻨﱠﺎ‬
ِ ‫ﻒ َأ ْﻟﻮَا ُﻧ ُﻪ ﻓِﻴ ِﻪ‬
ٌ ‫ﺨ َﺘ ِﻠ‬
ْ ‫ب ُﻣ‬
ٌ ‫ﺷﺮَا‬
َ ‫ﻦ ُﺑﻄُﻮ ِﻧﻬَﺎ‬
ْ ‫ج ِﻣ‬
ُ ‫ﺨ ُﺮ‬
ْ ‫ﻚ ُذُﻟﻠًﺎ َﻳ‬
ِ ‫ﺳ ُﺒ َﻞ َر ﱢﺑ‬
ُ ‫ﺳُﻠﻜِﻲ‬
ْ ‫ت ﻓَﺎ‬
ِ ‫ﻦ ُآﻞﱢ اﻟ ﱠﺜ َﻤﺮَا‬
ْ ‫ُﺛﻢﱠ ُآﻠِﻲ ِﻣ‬
‫ن‬
َ ‫ﻚ َﻟ َﺂ َﻳ ًﺔ ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ِإ ﱠ‬
d. Nahl 16/69: “(Rabbin, arıya, dağlarda, ağaçlarda ve yapılan kovanlarda
yuva edin,) Sonra her çeşit mahsulden ye, Rabbinin sana kolaylaştırmış olduğu
yollardan git, diye ilham etti. Arıların karınlarından, içinde insanlar için şifa
bulunan, çeşitli renklerde şerbet çıkar. Şüphesiz ki bunda düşünen bir millet için
büyük ibret vardır.”
Allah Teâlâ arıya hayatını kolaylaştıracak ve insanlara faydalı olacak şekilde
ilham etmiş ve ilhamını yerine getirecek kabiliyette yaratmıştır. Taberî bu ayette şu
ifade edilmektedir der: “Ey arı, sen, dağların bir kısmında, ağaçların bazılarında ve
insanların yaptıkları asmalarda kendine yuva edin. Onlarda kendine kovan yap. Bütün
meyvelerden ye. Rabbinin sana boyun eğdirdiği dağlardan, taşlardan, nehirlerden,
vadilerden geç git. Arının karnından beyaz, sarı, kırmızımsı renklerde bal çıkar. Bu
balda, insanların hastalıkları için şifa vardır. Şüphesiz ki arının davranışlarında
düşünen bir topluluk için Allahın yüceliğini gösteren deliller vardır.84 Fahruddîn Râzî,
Allah bu ayeti yaratıcılığının eşsiz olduğuna ve kendisinin tek ilah olduğuna delil
olarak zikretmiştir der ve ayeti şöyle tefsir etmektedir. “Allah Teâlâ, bu âlemin, hür ve
irade sahibi, kadir bir ilahı bulunduğuna, kesin bir delil ve çok net bir hüccet olarak,
hayvanlardan süt çıkarmasını, hurma ve üzümden içecek şeyler ve güzel rızıklar
çıkarmasını zikretmektedir. Arıdan bal çıkarışı da bu hususun ispatı için son derece
parlak bir burhan ve kesin bir delil olmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak ayeti ( ‫ﻚ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ِإ ﱠ‬
‫ن‬
َ ‫“ ) َﻟ َﺂ َﻳ ًﺔ ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬işte bunda tefekkür edecek kimseler için, elbette bir ayet vardır”
buyurarak bitirmiştir. Bil ki bu ifadedeki (ً‫“ ) َﻟ َﺂ َﻳﺔ‬ayet” sözünü şu hususlarla izah
edebiliriz:
i) Bu, arıya, altıgen petekler yapma ve benzeri halleri gibi ince ve sırlı bilgilerin
verilmesidir.
ii) Bu, arının ağaçlardan ve yapraklardan, o balımsı çiçekleri bulup yemesidir.
iii) Bu, Allah Teâlâ’nın o faydalı zerrecikleri hava boşluğunda yaratıp, sonra
onları ağaçların ve yaprakların uçlarına atması ve onları dağıttıktan sonra, arıya onları
toplamasını emretmesidir. Bütün bunlar, âlemin ilahının, mahlûkatı terbiye etmeyi,

84
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVII, 251

31
hikmet ve maslahatları gözetmeye bina ettiğine delalet eden dikkate şayan şeylerdir.85
Kurtubî, Allah’ın evreni ve içindekileri yaratmasında çok fazla ibretler olduğu
gibi bu ayette anlatılanlarda da ibretler vardır ve ayeti şöyle tefsir eder: “Arı üzerinde
dikkatle düşünmek ve onun bu hayret verici durumları üzerinde inceden inceye
tefekkür etmek, bu ibretin bir parçasıdır. Bünyesinin zayıflığına rağmen ona bu
incelikli sanatı ilham edenin, farklı durumlarında maharetli bir şekilde çeşitli yollara
başvurma ilhamını verenin kesin olarak yüce Allah olduğuna kesinlikle inanılır. Diğer
taraftan arı, ekşi, acı, tatlı, tuzlu ve hatta zararlı otlardan bile yemektedir. Şanı yüce
Allah ise bunları tatlı ve şifalı bir bal halinde yaratmaktadır. İşte bunda da O'nun yüce
kudretine bir delil vardır.86
Beydâvî, “Arının özellikleri hakkında, gerçekleştirmiş olduğu harika fiiller
üzerinde ayette zikredilen ince bilgiler ışığında tedebbür etmek gerekir. Tedebbür kat’i
bir ilimdir, ancak arıya ilham eden, hükmeden, kudret sahibi yaratıcı üzerinde değil,
arı ve onun taşıdığı şey üzerinde tedebbür etmek gerekir” demektedir.87 Âlûsî de ayetle
ilgi olarak benzer görüşleri zikrederek arının yaratılışındaki hikmete ve bunun
üzerindeki tefekkürün gerekliliğine dikkat çekmiştir.88
İbn Kesîr, arının yaratılışında büyük hikmetler olduğunu söyler ve ayeti şöyle
değerlendirir: bal yapmasında, yol bulmasında düşünenler için büyük ibretler vardır.
Yukarıda zikredilen ayet Allah Teâlâ’nın büyük kudret sahibi olduğuna, her şeye
hükmettiğine, her şeyi en iyi bildiğine, çok kerîm ve merhametli olduğuna açık bir
şekilde delalet etmektedir.89
Şevkânî, arının durumu ile ilgili olarak ayette zikredilenler hakkında aklıselim
olanlar Allah’ın yaratıcılığı hakkında düşünürler ve buna göre amel ederler. Allah’ın
mahlûkatı ne kadar da acayiptir, güzeldir. İşte arının durumu yaratıklar içerisinde en
güzel ve farklı olanlarından, en ince ve hikmetli yaratılanlardandır.90
Allah Teâlâ yukarıda zikredilen ayette arı balında bizim için şifa olduğunu ifade
ediyor. İsra suresinde de “Biz Kuran’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için

85
Râzî, Tefsir-i Kebir, IX, 426.
86
Kurtubî, el-Câmi’, X, 217.
87
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 357.
88
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, X, 233.
89
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 585.
90
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, IV, 239.

32
şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını arttırır.”91 buyurarak Kuran’ı
Kerim’in şifa olduğunu belirtiyor. Böylece Allah(cc); bize iki türlü şifa indirmiştir biri
tabii şifadır. Yiyecekler ve içeceklerin kullanım şekillerinin anlatımıyla olan şifa,
eczacıların yaptığı ilaçlar gibi. Bir de toplumsal hastalıklara, hukuki hastalıkları bazen
de ruhsal hastalıklara şifa olmak üzere Kuran’ı indirmiştir.92
Allah Teâlâ Kuran’ı Kerim’de, yaratmış olduğu şeylerin hepsinin yapılarının,
özelliklerinin, görevlerinin ve hikmetlerinin farklı farklı olduğuna dikkat çekerek
bizlere bu ayette arı örneğini sunmuştur. Arı da birtakım hikmetler olduğunu, insanlar
için, bazı hastalıklar için balın şifa olduğu belirtilmiştir. Düşünen insanlar için bu,
yaratıcının ne kadar eşsiz olduğuna bir delildir.

‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم‬
ٍ ‫ﻚ َﻟ َﺂﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ﺣ َﻤ ًﺔ ِإ ﱠ‬
ْ ‫ﺟ َﻌ َﻞ َﺑ ْﻴ َﻨ ُﻜ ْﻢ َﻣ َﻮ ﱠد ًة َو َر‬
َ ‫ﺴ ُﻜﻨُﻮا ِإ َﻟ ْﻴﻬَﺎ َو‬
ْ ‫ﺴ ُﻜ ْﻢ َأ ْزوَاﺟًﺎ ِﻟ َﺘ‬
ِ ‫ﻦ َأ ْﻧ ُﻔ‬
ْ ‫ﻖ َﻟ ُﻜ ْﻢ ِﻣ‬
َ ‫ﺧ َﻠ‬
َ ‫ن‬
ْ ‫ﻦ َﺁﻳَﺎ ِﺗ ِﻪ َأ‬
ْ ‫َو ِﻣ‬
‫ن‬
َ ‫َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬
e. Rum 30/21: “Size, kendi cinsinizden, kendileriyle ısınıp kaynaşacağınız
eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koyması onun varlığını gösteren
delillerindendir. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir kavim için nice ibretler vardır.”
Allah Teâlâ kendi varlığını, yaratıcılığını, kudretini gösteren delillerden birini de
bu ayette zikretmiştir ki o da insanlar için kendi cinslerinden eşler yaratması ve bu
eşler arasında sevgi, muhabbet, merhamet oluşturmasıdır. Taberî bu ayeti şöyle
değerlendirmektedir: “Allah’ın, sizler için, kendileriyle birlikte yaşamanız için kendi
cinsinizden olan eşler yaratması ve aranıza hısımlık ve akrabalık yoluyla sevgi ve
merhamet duygularını yerleştirmesi, Allahın varlığını, birliğini, kuvvetini ve kudretini
gösteren delillerdendir. Şüphesiz ki Allah’ın bunları böyle yaratmasında, Allah’ın
delillerini düşünen bir kavim için birçok öğüt ve ibret vardır. Onlar işte bunları
düşünerek, Allah’tan başka hiçbir ilah bulunmadığını, hiçbir şeyin Allah’ı aciz bı-
rakamayacağını ve Allahın her şeye kadir olduğunu anlamış olurlar.”93 Zemahşerî,
Allah’ın eşler arasında yaratmış olduğu sevgi ve muhabbetle, yakınlıkla ilgili olarak
şöyle demektedir: “Eşler arasında meydana gelen sevgi ve merhamet Allah’tandır,

91
İsra 17/82.
92
Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Y., İstanbul, ts., I-VIII, IV, 365–366.
93
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XX, 86.

33
aralarındaki ayrılık ise şeytandandır.”94
Fahruddîn Râzî, insanın yaratılışındaki hikmeti ve insan neslinin nasıl devam
ettiğini belirterek ayeti şöyle değerlendirmektedir: “Cenabı-ı Hak, insanı yarattığını
beyan edince, insanı yaratıp ve o insan da, senelerce uzun süre kalan varlıklardan
olmayınca, onun türünü de, şahıslar ile sürdürmüştür. İnsanı birbirlerinden üreyecek
şekilde var ettiğini; birisinin yokluğu, mamur olan şeyde onarılmaz bir gedik meydana
getirmesin diye, baba öldüğünde, yerine oğlunun geçtiğini bildirmek suretiyle beyan
etmiştir. Allah Teâlâ’nın eşleri yaratmasında ve aralarında sevgi ve muhabbeti
meydana getirmesinde düşünenler için birçok ibretler vardır. Mesela insanı anne ve
babasından yaratmasında düşünen bir kimse için yaratıcının kudretinin kemaline,
iradesinin büyüklüğüne ve ilminin genişliğine delalet vardır. Çocuğun anne karnından
çıkmasında da düşünenler için ibretler vardır. Allah’tan başkası tarafından kadın
helake sürüklendiğinde anne ile birlikte çocuk da helak olmaktadır. İşte tüm bunlarda
düşünenler için büyük ibretler ve yaratıcının kudretini gösteren deliller vardır.95
(‫ﺴ ُﻜﻨُﻮا ِإ َﻟ ْﻴﻬَﺎ‬
ْ ‫ﺴ ُﻜ ْﻢ َأ ْزوَاﺟًﺎ ِﻟ َﺘ‬
ِ ‫ﻦ َأ ْﻧ ُﻔ‬
ْ ‫ﻖ َﻟ ُﻜ ْﻢ ِﻣ‬
َ ‫ﺧ َﻠ‬
َ ‫ن‬
ْ ‫ﻦ َﺁﻳَﺎ ِﺗ ِﻪ َأ‬
ْ ‫“ ) َو ِﻣ‬Size, kendi cinsinizden,
kendileriyle ısınıp kaynaşacağınız eşler yaratması da O’nun varlığını gösteren
delillerindendir.” Kurtubî, bu buyruktaki (ْ‫ﺴ ُﻜﻢ‬
ِ ‫ﻦ َأ ْﻧ ُﻔ‬
ْ ‫ ) ِﻣ‬ifadesinin, erkeklerin
nutfelerinden ve sizin türünüzden anlamındadır der. (ً‫ﺣ َﻤﺔ‬
ْ ‫ﺟ َﻌ َﻞ َﺑ ْﻴ َﻨ ُﻜ ْﻢ َﻣ َﻮ ﱠد ًة َو َر‬
َ ‫“) َو‬aranıza
sevgi ve merhamet koyması” buyruğundaki sevgiden kasıt cima, rahmetten kasıt
evlattır. Sevgi ve merhametin, kalplerinin birbirlerine karşı şefkatli olması demek
olduğu da söylenmiştir. Bu anlamda bir açıklama İbn Abbas’tan da rivayet edilmiştir.
Buna göre o şöyle demektedir: “Muhabbetten kasıt kocanın hanımını sevmesidir,
merhametten kasıt ise ona bir kötülük isabet eder korkusunu duyması ve ona karşı
şefkatli olmasıdır.” Denildiğine göre erkeğin aslı yerdendir. O bakımdan onda yerin
kuvveti vardır. Onda hilkatinin kendisinden başladığı ferci vardır. Bundan dolayı
sükûn duymaya ihtiyacı vardır. İşte kadın da erkeğe sükûn vermek için yaratılmıştır.
Yüce Allah’ın da: “Sizi topraktan yaratmış olması da... O'nun ayetlerindendir.”96
buyurduğu gibi, “Sizin için nefislerinizden kendileri ile sükun bulacağınız eşler

94
Zemahşerî, Keşşâf, V, 243.
95
Râzî, Tefsir-i Kebir, XII, 225.
96
Rum 30/20.

34
yaratmış olması da O’nun âyetlerindendir.”97 buyurmaktadır. Buna göre erkeğin, kadın
ile ilk beraberliği ve onunla sükûn bulması kendisindeki galeyanın kuvvetinin
dinmesidir. Çünkü ferç harekete geçtiği takdirde, sulpteki su ona doğru gelir. İşte o,
kadın ile sükûn bulur ve onun vasıtası ile heyecanından kurtulur. Bundan dolayı
kadının erkeğin kendisini çağıracağı her vakitte, bu isteğini ona cömertçe icabet etmesi
görevidir. Eğer bu hususta ona engel olacaksa, kadın zalimlik etmiş olur ve pek büyük
bir vebal altında kalır.98 Bundan dolayı Cenâb-ı Allah (َ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬
ٍ ‫ﻚ َﻟ َﺂﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫)ِإ ﱠ‬
“Şüphesiz ki bunda, düşünen bir kavim için nice ibretler vardır.” buyurarak
kullarını yaratılış üzerinde tefekküre ve yaratılışın hikmetlerini kavramaya
çağırmaktadır.
Allah Teâlâ insanoğluna eşler olsun, aralarında sevgi ve kaynaşma olsun diye
kendi cinsinden kadınları yaratmıştır. İbn Kesîr bu ayeti bir başka ayetle destekleyerek
“Sizi bir tek insandan yaratan ve onunla gönlü huzura kavuşsun diye eşini de
kendisinden var eden, Allah'tır”99 şöyle değerlendirir: “Ayette kastedilen, Hz.
Havva’yı Allah Hz. Âdem’in sol yanından yaratmıştır. Eğer Hz. Âdem’in tamamından
yaratsaydı o zaman erkek olurdu. Allah sadece insanlar için değil cinler ve hayvanlar
için de eşler yaratmıştır, böylece birbirleriyle yakınlaşsınlar, aralarında sevgi ve
muhabbet meydana gelsin diye. Şayet eşler birbiriyle aynı cinsten olmasalardı o zaman
aralarında sevgi yerine nefret meydana gelirdi. İşte Allah Teâlâ kullarına kendi
cinslerinden eşler yaratmak suretiyle rahmetini tamamlamıştır. Düşünenler için elbette
tüm bu olanlarda çok büyük ibretler, çok fazla dersler vardır.100
Şevkânî ayetle ilgili olarak, “Allah Teâlâ insanoğluna kendi cinsinden eşler
yaratmış ve aralarında sevgi, merhamet meydana getirmiştir. Önceden birbirlerini
tanımayan eşler bir araya gelmeleri sonucu aralarında büyük bir yakınlık meydana
gelmiştir. Allah’ın böyle yapması büyük bir iştir ve kudretinin büyüklüğüne delalettir.
Ayette zikredilen deliller üzerinde tefekkür edenler kendileri birçok şey hâsıl olur,
ancak tüm bu delillerden gafil olanlar ise sanki hayvanlar gibidirler” demektedir.101
Âlûsî, “Allah’ın ilk insanı topraktan yaratmasında, insanlar için kendilerinden
97
Rum 30/21.
98
Kurtubî, el-Câmi’, XIII, 458–465.
99
Araf 7/189.
100
İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 309; benzer görüşler için bkz: Râzî, Tefsir-i Kebir, XII, 225; Beydâvî,
Envâru’t-Tenzîl, IV, 481–482; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 464.
101
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 464.

35
eşler yaratmasında ve aralarına sevgi, merhamet ilga etmesinde Allah’ın kudretine bir
işaret vardır, künhüne varılamayacak kadar büyük ibretler vardır. Allah’ın eşleri
yaratmasındaki hikmet mücerret olarak sadece şehvet değildir, bilakis gökleri ve yeri
yaratan Allah’ın bilinmesinde, O’na kulluk edilmesinde fikir üreten çeşitli
mütefekkirlerin bekasını ve neslin çoğalmasını da buna bağlamıştır” demektedir.102
Cenâb-ı Allah kullarına olan merhametinden dolayı insanlara, kendi cinslerinden
eşler yaratmış, daha önceden birbirlerini hiç tanımayan insanları bir araya getirmiş,
aralarında sevgi ve merhamet oluşturmuş, çocuklar meydana getirmiş, dünyada
hayatlarını devam ettirirken birbirlerine yardımcı olmalarını sağlamıştır. Böylece
neslin devamını sağlamıştır. Bunlar üzerinde tefekkür eden kimse Allah’ın kudretinin
kemalini, iradesinin büyüklüğünü ve ilminin genişliğini açık bir şekilde görecektir.

3.1.3. İlim Üzerinde Tefekküre Çağıran Ayetler


‫ﺚ َأ ْو‬
ْ ‫ﻋ َﻠ ْﻴ ِﻪ َﻳ ْﻠ َﻬ‬
َ ‫ﺤ ِﻤ ْﻞ‬
ْ ‫ن َﺗ‬
ْ ‫ﺐ ِإ‬
ِ ‫ض وَا ﱠﺗ َﺒ َﻊ َهﻮَا ُﻩ َﻓ َﻤ َﺜُﻠ ُﻪ َآ َﻤ َﺜ ِﻞ ا ْﻟ َﻜ ْﻠ‬
ِ ‫َﻰ ا ْﻟ َﺄ ْر‬
‫ِﻟ‬‫ﺧ َﻠ َﺪ إ‬
ْ ‫ﺷ ْﺌﻨَﺎ َﻟ َﺮ َﻓ ْﻌﻨَﺎ ُﻩ ِﺑﻬَﺎ َو َﻟ ِﻜ ﱠﻨ ُﻪ َأ‬
ِ ‫َو َﻟ ْﻮ‬
‫ن‬
َ ‫ﺺ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬
َ ‫ﺼ‬
َ ‫ﺺ ا ْﻟ َﻘ‬
ِ ‫ﺼ‬
ُ ‫ﻦ َآ ﱠﺬﺑُﻮا ِﺑ َﺂﻳَﺎ ِﺗﻨَﺎ ﻓَﺎ ْﻗ‬
َ ‫ﻚ َﻣ َﺜ ُﻞ ا ْﻟ َﻘ ْﻮ ِم اﱠﻟﺬِﻳ‬
َ ‫ﺚ َذ ِﻟ‬
ْ ‫َﺗ ْﺘ ُﺮ ْآ ُﻪ َﻳ ْﻠ َﻬ‬
a. A’raf 7/176: “Eğer dileseydik onu âyetlerimizle yüceltirdik. Fakat o, ebedî
kalacakmış gibi dünyaya sarıldı. Ve arzularına uydu. Onun hali şu köpeğin du-
rumuna benzer ki, üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da
dilini sarkıtıp solur. Ayetlerimizi yalanlayan kavmin sıfatı işte budur. Ey
Muhammed, bu kıssayı anlat. Gerekir ki düşünürler.”
Taberî, ayette kıssası anlatılan kişinin Bel’am olduğunu söyler. Bel’am’ın
uyarılıp uyarılmaması kendisini etkilemediğinden, dilini sarkıtıp devamlı olarak
soluyan, üzerine gidilip gidilmemesiyle etkilenmeyen köpeğe benzetildiğini
söylemenin daha isabetli olacağını bildirmiştir. Ayet-i kerimede ( ‫ﻦ َآ ﱠﺬﺑُﻮا‬
َ ‫ﻚ َﻣ َﺜ ُﻞ ا ْﻟ َﻘ ْﻮ ِم اﱠﻟﺬِﻳ‬
َ ‫َذ ِﻟ‬
‫“ ) ِﺑ َﺂﻳَﺎ ِﺗﻨَﺎ‬Ayetlerimizi yalanlayan kavmin misali işte budur.” Ey Muhammed, bu
kıssayı anlat, gerekir ki düşünürler buyrulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: “Ey
Muhammed, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz halde onlardan sıyrılıp çıkan kimse için
zikrettiğimiz bu örnek delillerimizi ve alametlerimizi yalanlayan kavimlerin örneğidir.
Ey Muhammed, kendisine ayet verdiğimiz bu kişinin kıssasını ve bu surede geçen
diğer ümmetlerin kıssalarını, neticede ne şekilde cezalandırıldıklarını insanlara anlat ki
onların bu kıssalarını düşünsünler, öğüt alsınlar, bana itaate yönelsinler ve onların
102
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XV, 348.

36
uğradıkları akıbete düşmesinler.”103 Kurtubi de benzer görüşü savunmakla birlikte
ayette anlatılan misal ile ilgili olarak şöyle der: “Bu misal, kendisine Kur'ân verildiği
halde gereğince amel etmeyen herkes hakkında umumidir.”104
Zemahşerî de (َ‫ﺺ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬
َ ‫ﺼ‬
َ ‫ﺺ ا ْﻟ َﻘ‬
ِ ‫ﺼ‬
ُ ‫ )ﻓَﺎ ْﻗ‬ifadesiyle ilgili olarak şöyle der:
“Onun (Bel’am) durumuna düşmekten sakınsınlar, eğer onun gittiği yoldan giderlerse,
onun davranışına benzer davranışlarda bulunurlarsa akıbetleri onun ki gibi olur. Onlar
biliyorlar ki Sen (Ey Muhammed) onun (Bel’am) bilgisini anlattın ve imanları arttı,
ayetlerimizi yalanlayan o bir kısım Yahudiler hakkında delilleri arttı.105
Fahruddîn Râzî İbn Abbas (r.a.)’dan şu görüşü nakleder: “Cenâb-ı Allah bu
beyanı ile kendilerini hidayete sevk eden ve Allah’a itaate davet edecek bir hidayetçiyi
bekleyip duran Mekkelileri kastetmiştir. Sonra onlara doğruluğunda ve dininde şüphe
etmedikleri birisi gelmiş ama onlar onu yalanlamışlardır. Binaenaleyh ayetteki bu
teşbih (benzetme), Mekkeliler ile üzerine varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi
haline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpek arasında olmuş olur. Çünkü o
Mekkeliler kendi başlarınayken de hidayete ermedikleri gibi, peygamber geldiğinde de
hidayete ermemişlerdir. Böylece onlar, tıpkı her halükârda soluyan o köpek gibi,
devamlı surette sapıklık üzere devam etmişlerdir. Daha sonra Allah Teâlâ, ( ‫ﺺ‬
ِ ‫ﺼ‬
ُ ‫ﻓَﺎ ْﻗ‬
‫ن‬
َ ‫ﺺ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬
َ ‫ﺼ‬
َ ‫“ )ا ْﻟ َﻘ‬Artık sen kıssaları anlat, belki iyice düşünürler.” Yani, “İnkâr
edip, peygamberlerini yalanlayan milletlerin kıssalarını anlat. Belki bundan ibret
alırlar” buyurmuştur.106
Beydâvî, ayet-i kerimede Allah’ın kendisine ilim verdiği ve Allah katında
iyilerden yazılacağı sırada hevasına uyup dünyada ebedi kalacağını zanneden, böylece
kötü sıfatlarla anılan bir kimsenin durumu anlatılmaktadır der. Ayette her türlü kötü,
çirkin hal ve hareket köpeğe benzetilmiştir. Ayette zikredilen kıssa Yahudiler ile
ilgilidir. Hz. Musa Bel’am’ı davet ettiği zaman Bel’am köpek gibi dilini göğsüne
doğru çıkarmış ve daveti kulak ardı etmiştir. İşte ayetlerimizi yalanlayan,
büyüklenenlerin durumu böyledir. Düşünüp tüm bu olanlardan ibret alınız ki aynı
duruma düşmeyiniz.107

103
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIII, 274.
104
Kurtubî, el-Câmi’, 7/514–517.
105
Zemahşerî, Keşşâf, II, 311.
106
Râzî, Tefsir-i Kebir, VII, 300–301.
107
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, II, 336; Zemahşerî, Keşşâf, II, 311.

37
İbn Kesir (َ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬ifadesini şöyle tefsir etmektedir: “Onlar, Allah’ın
ayetlerini yalanlayan, hevasına uyan, Allah’ın elçisinin uyarılarını dikkate almayan
kimse(ler)in durumuna düşmekten sakınırlar, Hz. Peygamber’in Allah’ın elçisi
olduğunu kendi oğullarını tanıdıkları gibi bilirler. Bundan dolayı Hz. Peygamber’e tabi
olurlar, Allah’a itaatten uzaklaşan kavimlerin başlarına gelenlerden ibret alırlar.108
Şevkânî, (‫ﻦ َآ ﱠﺬﺑُﻮا ِﺑ َﺂﻳَﺎ ِﺗﻨَﺎ‬
َ ‫ﻚ َﻣ َﺜ ُﻞ ا ْﻟ َﻘ ْﻮ ِم اﱠﻟﺬِﻳ‬
َ ‫ ) َذِﻟ‬ifadesinde belirtilen Allah’ın ayetlerini
yalanlayanlar, Yahudilerden bir grup kötü niyetli insandır demektedir. Bunlar Allah’ın
ayetlerini biliyorlar ve tanıyorlardı, ancak ayetleri tahrif ettiler, değiştirdiler. Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in sıfatını gizlediler ve onun peygamberliğini yalanladılar. ( ‫ﺺ‬
ِ ‫ﺼ‬
ُ ‫ﻓَﺎ ْﻗ‬
‫ن‬
َ ‫ﺺ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬
َ ‫ﺼ‬
َ ‫“ )ا ْﻟ َﻘ‬Bu kıssayı anlat umulur ki düşünürler.” Ayette zikredilen
adamın sıfatını anlat. Umulur ki bilirler, düşünürler, sapmaktan, sapıklıktan kaçınırlar
ve doğru yola yönelirler.109
Allah Teâlâ bu ayette bizlere bir kıssa anlatıyor ve diyor ki, eğer
ayetlerimizden yüz çevirip dünyada heva ve heveslerinize uyarsanız, dünyadaki geçici
güzellikler gönlünüzde taht kurarsa akıbetiniz hiç de iyi olmaz, ahiretiniz bedbaht olur.
Sizler tüm anlatılanlar hakkında düşünün, ibret alın, dünyanın geçici zevklerine
aldanmayın, heva ve heveslerinize uymayın. Böylece dünya ve ahiret saadetine
erişesiniz.

‫ﺧ َﺮى‬
ْ ‫ﺳ ُﻞ ا ْﻟُﺄ‬
ِ ‫ت َو ُﻳ ْﺮ‬
َ ‫ﻋ َﻠ ْﻴﻬَﺎ ا ْﻟ َﻤ ْﻮ‬
َ ‫ﻚ اﱠﻟﺘِﻲ َﻗﻀَﻰ‬
ُ‫ﺴ‬
ِ ‫ﺖ ﻓِﻲ َﻣﻨَﺎ ِﻣﻬَﺎ َﻓ ُﻴ ْﻤ‬
ْ ‫ﻦ َﻣ ْﻮ ِﺗﻬَﺎ وَاﱠﻟﺘِﻲ َﻟ ْﻢ َﺗ ُﻤ‬
َ ‫ﺲ ﺣِﻴ‬
َ ‫اﻟﱠﻠ ُﻪ َﻳ َﺘ َﻮﻓﱠﻰ ا ْﻟ َﺄ ْﻧ ُﻔ‬
‫ن‬
َ ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬
ٍ ‫ﻚ َﻟ َﺂﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ﺟ ٍﻞ ُﻣﺴَﻤًّﻰ ِإ ﱠ‬
َ ‫ِإﻟَﻰ َأ‬
b. Zümer 39/42: “Allah, ölüm anında canları alır. Ölmeyenin de uykuda
canını alır. Üzerine ölüm hükmettiğini alıkoyar, diğerini ise belirlenmiş bir vakte
kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünebilen bir millet için belgeler, öğütler ve
ibretler vardır.”
Allah Teâlâ bu ayet-i kerimede, İlahiliğin sadece kendisine ait olduğunu, bunun
delilinin ise öldürme ve öldürtmenin onun tarafından gerçekleştirildiğini beyan
etmiştir. Allah yaratan, yaşatan ve öldürendir. Taberî bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak
şöyle demektedir: “Canlıların eceli gelince Allah onları öldürür. Sağ olanlar da uyku
uyurken ölmüş gibi olurlar. Uyku uyuyanların bir kısmının eceli gelmişse uyku anında

108
İbn Kesîr, Tefsîr, III, 512.
109
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 120.

38
alınan ruhlarını tekrar vücutlarına iade etmez. Böylece uykularından uyanamayıp
ölürler. Uyku uyuyanların henüz eceli gelmemişse Allah onların ruhlarını tekrar
vücutlarına iade eder. Onlar da uyanıp hayatlarına, ecelleri gelinceye kadar devam
ederler. Allah bir kısım insanları uykularında canlarını aldığı gibi bazılarını da belli bir
süreye kadar yaşatmak için uykuları sona erince ruhlarını tekrar geri iade eder. Bunlar
üzerinde tefekkür ve tedebbür eden kimseler için büyük ibretler olduğu gibi Allah’ın
yarattıklarından dilediğini isterse yaşatacağı isterse de öldüreceği ortaya
çıkmaktadır.110
Allah ölüm anlarında canları almaktadır. Bazen de kişi uyku halindeyken onun
ölümüne hükmeder, belli vakte kadar yaşatmak istediğini de uyanınca tekrar hayata
döndürür. Zemahşerî uyuyanlarla ölüler arasında teşbih vardır demektedir. Ayette
geçen (َ‫ﻋ َﻠ ْﻴﻬَﺎ ا ْﻟ َﻤ ْﻮت‬
َ ‫ﻚ اﱠﻟﺘِﻲ َﻗﻀَﻰ‬
ُ‫ﺴ‬
ِ ‫“ ) َﻓ ُﻴ ْﻤ‬Üzerine ölüm hükmettiğini alıkoyar” lafzı hakiki
manada kullanılmıştır, yani tekrar hayata döndürülmez demektir. Allah Teâlâ’nın
öldürmesinde, uyutmasında, bir kısım canları tutup bir kısmını belli bir süreye kadar
yaşatmasında tefekkür eden kimseler için büyük ibretler vardır. Düşüncelerini bu
konulara daldıranlar gerekli ibreti, dersi alırlar.111
Fahruddîn Râzî, insandaki ruhun önemine, tesirine dikkat çekerek ve ölüm ile
uykunun benzer şeyler olduğunu zikrederek ayeti şöyle tefsir etmektedir: “İnsanî
ruhlar, ruhanî, aydınlatıcı cevherler demektir. Ruh, bedenin tamamıyla alâka
kurduğunda, onun ışığı-tesiri bütün uzuvlarda ortaya çıkar ki buna hayat denir. Ölüm
esnasında bu cevherin bütün ilgi ve münasebeti, bedenin içinden ve dışından kesilir,
buna da ölüm denir. Ama uyurken, ruhun tesir ve ışığı, bazı bakımlardan, bedenin
zahirinden kesilir, ama bedenin içinden kesilmez. Böylece ölüm ve uykunun aynı cins
şeyler olduğu görülür. Ama ölüm, tam olarak alakayı kesmek, uyku ise bazı
bakımlardan ve eksik olarak(kısmen) alakayı kesmektir. Böylesi acaib(enteresan) bir
idare, ancak kadîr, alîm ve hakîm bir zattan olur. İşte ayetteki, ( ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم‬
ٍ ‫ﻚ َﻟ َﺂﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ِإ ﱠ‬
‫ن‬
َ ‫“ ) َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬Şüphesiz ki bunda düşünebilen bir millet için belgeler, öğütler ve ibretler
vardır.” ifadesi ile anlatılmak istenen budur. Bununla şu mana da murad edilmiş
olabilir: Deliller, insana gerekli olanın, işte böylesi bir kudret ve hikmete sahip olan bir

110
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXI, 299.
111
Zemahşerî, Keşşâf, VI, 69.

39
ilaha ibadet edilmesine, şuursuz ve idraksiz birtakım cansız varlıklar olan putlara
ibadet edilmemesine delalet etmektedir.”112
Kurtubî’ye göre ayet-i kerimede yüce Allah'ın kudretinin büyüklüğüne ve
ulûhiyette tek ve eşsiz olduğuna, O’nun dilediğini yaptığına, hayat verip öldürdüğüne
ve bütün bunlara O’ndan başka hiçbir kimsenin güç yetirmediğine dikkat çe-
kilmiştir.113 Beydâvî, “Allah’ın bedenle ruh arasındaki ilişkiyi kesmesi ya zahiren olur
ya da batınen olur. Eğer batınen olursa bu gerçek ölümdür, ruh bedenden tamamen
ayrılır geri iade edilmez; zahiren olursa bu uyku hakinde olur, uyanınca belli bir vakte
kadar Allah o kimsenin ruhunu geri iade eder. Bundan dolayı Allah’ın öldürmesinde,
diriltmesinde ve yaşatmasında tefekkür edenler için çeşitli ibretler, büyük hikmetler
vardır” demektedir.114
İbn Kesîr yukarıdaki ayeti destekleyen iki farklı ayeti zikreder, “Geceleyin sizi
öldüren, gündüzün de işlerinizi bilen; sonra belirlenmiş eceliniz tamamlansın diye
gündüzün sizi dirilten O’dur. Sonra dönüşünüz yine O’nadır. Sonunda O,
yaptıklarınızı size haber verecektir.”115 “Kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf
sahibidir. Size koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz
(görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler”116 ve ayeti şöyle
değerlendirir: “Allah Teâlâ bu ayetlerde birisi büyük diğeri küçük olmak üzere iki
ölümden bahsetmektedir. Allah öldükleri zaman ölülerin canını alır, uyudukları zaman
canlıların canını alır ve Allah’ın dilediği yerde bunlar birbirleriyle tanışırlar, uykudan
uyanınca Allah onların ruhlarını iade eder. İşte bunda düşünenler için büyük ibretler
vardır”.117
Şevkânî ve Âlûsî de bu ayetle ilgili olarak benzer görüşleri paylaşarak ayeti
şöyle tefsir ederler: “Allah’ın yarattıklarından dilediğinin canını almasında, dilediğini
yaşatmasında, geceleyin öldürüp sabah tekrar diriltmesinde birçok ibret vardır.
Bedenlerle ruh arasındaki ilişkinin keyfiyeti hakkında, ölüm anında ruhun bedenden
çıkıp gitmesi hakkında, uykudayken ruhunu alıp uyandığında belli bir vakte kadar
ruhunu geri iade etmesinin keyfiyeti hakkında tefekkür eden kimseler için Allah’ın
112
Râzî, Tefsir-i Kebir, XIII, 267.
113
Kurtubî, el-Câmi’, XV, 184–186.
114
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, V, 112.
115
En’am 6/60
116
En’am 6/61.
117
İbn Kesîr, Tefsîr, VII, 102.

40
kudretinin ve hikmetinin kemaline, rahmetinin genişliğine birçok delalet vardır.”118
Kuran’ı Kerimde Allah’ın yaratıcılığına119, kudretine120, ilmine121 işaret eden
birçok ayet-i kerime olduğu gibi kâinat kitabında da birçok delil, alamet vardır.
Yukarıdaki ayette de zikredildiği gibi Allah, yarattıkları içerisinden dilediği zaman
dilediğinin canını alma gücüne sahiptir, dilerse de yaşatmaktadır. Allah’ın bu
kudretine mani olacak başka bir güç yoktur. Bizlere düşen sürekli devam eden
Allah’ın bu yaratması üzerinde iyice tefekkür etmek, Allah’ın büyüklüğünü, kudretini
iyice kavramaktır. Böylece Allah’a olan kulluk görevimizi en iyi şekilde yerine
getirmektir.

3.2. Kur’an Üzerinde Düşünmeye Çağıran Ayetler

3.2.1. Dolaylı Olarak Kur’an Üzerinde Tefekküre Çağıran Ayetler


‫ن َأ ﱠﺗ ِﺒ ُﻊ ِإ ﱠﻻ ﻣَﺎ ﻳُﻮﺣَﻰ ِإ َﻟ ﱠ‬
‫ﻲ ُﻗ ْﻞ َه ْﻞ‬ ْ ‫ﻚ ِإ‬
ٌ ‫ﺐ وَﻻ َأﻗُﻮ ُل َﻟ ُﻜ ْﻢ ِإﻧﱢﻲ َﻣ َﻠ‬
َ ‫ﻋ َﻠ ُﻢ ا ْﻟ َﻐ ْﻴ‬
ْ ‫ﻦ اﻟّﻠ ِﻪ وَﻻ َأ‬
ُ ‫ﺧﺰَﺁ ِﺋ‬
َ ‫ﻗُﻞ ﱠﻻ َأﻗُﻮ ُل َﻟ ُﻜ ْﻢ ﻋِﻨﺪِي‬
‫ن‬
َ ‫ﻼ َﺗ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬
َ ‫ﻋﻤَﻰ وَا ْﻟ َﺒﺼِﻴ ُﺮ َأ َﻓ‬
ْ ‫ﺴ َﺘﻮِي ا َﻷ‬
ْ ‫َﻳ‬
a. En’am 6/50: “De ki: “Size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır,
demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben
sadece bana vahyolunana uyuyorum.” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Hiç
düşünmez misiniz?”
Ayette Hz. Peygamber (s.a.v.)’in nübüvvetine iman etmeyen inkârcılara, yine
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in diliyle cevap verilmektedir. Daha pek çok ayette değinildiği
gibi burada vahiy gerçeğine bir kez daha vurgu yapılıyor. Ve bu hakikate bir teşbih
getiriliyor: “Kör ile gören bir olur mu?”
Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey Muhammed, onlara de ki: ‘Hakkı görmeyen
kimse gören gibi olur mu?’ Âmâ hakkın delillerine karşı kör olan ve bunlara uymayan
kimsedir. Gören kimse ise, Allah’ın ayetlerine ve delillerine iman eden, bunlara uyan
ve ışığıyla aydınlanan kimsedir. “Hiç düşünmez misiniz?” Allah bunu Allah’ın
ayetlerini yalanlayan kimseler için söylemektedir. “Ey kavim, benim size hüccet

118
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, VI, 291; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XVII, 483.
119
Bakara 2/28,29; Âl-i İmrân 3/47; Mâide 5/17.
120
Bakara 2/20, 106, 109, 148,259,284; Âl-i İmrân 3/26, 29; Nisâ 4/133,149; Mâide 5/17, 19.
121
En’am 6/3, 59; Hûd 11/5; Ra’d 13/8–10; Lokman 31/23,34.

41
olarak getirdiğim şeyleri düşünmez misiniz? Hâlbuki söylediğim şeylerin doğruluğunu
siz de biliyorsunuz”122
Taberî’nin buradaki “Tefekkür etmez misiniz” ifadesini Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in getirmiş olduğu deliller üzerinde düşünmek şeklinde anladığı görülmektedir.
Zaten Hz. Peygamber (s.a.v.)’in vahye tâbi olduğu zikredilmişti; dolayısıyla onun
hüccet olarak getirdiği şeyler yine vahiydir, Kur’an ayetleridir, denebilir. Bir önceki
ayette de Allah’ın ayetlerini yalanlayan kimselerden bahsedilmişti. Dolayısıyla
buradaki âmâ kişilerin ayetleri yalanlayanlar, üzerinde düşünülecek olan da Allah’ın
ayetleri olduğu söylenebilir. Bir sonraki ayette de şöyle buyrulmuştur: “Rablerinin
huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur’an’la) uyar. Onlar için Allah'tan
başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarlar.”123 Hz.
Peygamber (s.a.v.)’e onları Kur’an’la uyarması emredilmektedir.124 Netice itibariyle
burada Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hüccet olarak verilen ve üzerinde düşünülecek olan
Kur’an olmalıdır.
Zemahşerî ve Beydâvî ayetin “Tefekkür etmez misiniz” kısmını: “Âmâlar gibi
dalâlete düşenlerden olmayın. Bilin/belleyin ki ben, bana yakışmayan şerre davet
etmem, bana düşen bana vahyolunan şeye tâbi olmaktır”125 şeklinde tefsir ederler.
Anladığımız kadarıyla üzerinde düşünülmesi ve zorunlu olarak varılması gereken
noktalar Hz. Peygamber (s.a.v.)’in diliyle ifade edilen şeylerdir.
Fahruddîn Râzî bu ayetle ilgili olarak birkaç mesele zikretmektedir. Bunlar:
Ayetteki, (ِ‫ﻦ اﻟّﻠﻪ‬
ُ ‫ﺧﺰَﺁ ِﺋ‬
َ ‫“ )ﻗُﻞ ﱠﻻ َأ ُﻗﻮ ُل َﻟ ُﻜ ْﻢ ﻋِﻨﺪِي‬Size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır,
demiyorum” ifadesinin anlattığı husus. Bil ki kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e,
“Eğer sen, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, O’ndan bize dünyanın
fayda ve iyiliklerini çokça verip saadet kapılarını açmasını iste” dediler. Allah da,
onlara de ki: size, Allah'ın hazinelerinin yanımda olduğunu söylemiyorum. O, mülkü
dilediğine verir. O, dilediğini aziz, dilediğini zelil kılar. Bütün hayırlar, benim elimde
değil, O’nun elindedir buyurmuştur. İkinci mesele ayetteki, (َ‫ﻋ َﻠ ُﻢ ا ْﻟ َﻐ ْﻴﺐ‬
ْ ‫“ )وَﻻ َأ‬Gaybı da
bilmiyorum.” cümlesinin anlattığı husus. Bu, “Kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e,
“Eğer, Allah’ın bir peygamberi isen, faydalı olan şeyleri elde edip, zararlı olan şeyleri
122
Taberî, Câmiu’l-Beyân, V, 197.
123
En’am 6/51.
124
Ayetteki ‫ ﺑﻪ‬zamirinin Kur’an oluşu ile ilgili bkz: İbn Kesîr, Tefsîr, II, 181.
125
Zemahşerî, Keşşaf, I, 359; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 410.

42
savuşturmaya hazır olalım diye, meydana gelecek fayda ve zararları bize şimdiden
haber vermelisin” dediler de, Cenâb-ı Allah, “Ben gaybı bilmem. O halde benden,
böyle bir şeyi nasıl istersiniz” de” buyurmuştur. Netice olarak diyebiliriz ki: “O
kâfirler, birinci merhalede Hz. Peygamber (s.a.v.)’den çok mal istemişler; ikinci
merhalede de, gaybları (istikbali) öğrenmek suretiyle, menfaatleri elde edip, zararlı
şeyleri savuşturabilmek için, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, gaypları kendilerine
bildirmesini istemişlerdir. Üçüncü mesele ayetteki (ٌ‫“ )وَﻻ َأﻗُﻮ ُل َﻟ ُﻜ ْﻢ ِإﻧﱢﻲ َﻣ َﻠﻚ‬Ve size, ben
bir meleğim de demiyorum.” sözünün anlattığı husustur.“O kâfirler, şu nasıl
peygamber? (Bizim gibi) yemek yiyor, çarşılarda yürüyor evleniyor ve insanların içine
karışıyor”126 diyorlardı. Buna karşı Cenâb-ı Hakk da, “Onlara, “Ben bir melek
değilim” de” buyurdu.127 Yine müfessire göre (‫ن َأ ﱠﺗ ِﺒ ُﻊ ِإ ﱠﻻ ﻣَﺎ ﻳُﻮﺣَﻰ ِإ َﻟﻲﱠ‬
ْ ‫“)ِإ‬Ben sadece bana
vahyolunana uyuyorum” buyruğunun zahiri, Hz. Peygamber’in, ancak vahiy ile
hareket ettiğine delâlet eder ki bu da, şu iki hükme işaret etmektedir: Bu ayet, Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in, kendiliğinden hiçbir hüküm vermediğine ve içtihat etmediğine;
aksine, bütün hükümlerin vahiyden sâdır olduğuna delâlet eder. Bu husus, “O kendi
arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir”128
ayetleriyle de kuvvet kazanır. İkinci husus kıyası kabul etmeyenler şöyle demişlerdir:
İşte bu ayet ile Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sadece kendisine inen vahiy ile amel ettiği
sabit olmuş olur. Sonra Cenâb-ı Hakk bunu, (‫ﻋﻤَﻰ وَا ْﻟ َﺒﺼِﻴ ُﺮ‬
ْ ‫ﺴ َﺘﻮِي ا َﻷ‬
ْ ‫“ ) ُﻗ ْﻞ َه ْﻞ َﻳ‬De ki: “Kör
ile gören bir olur mu?” ifadesiyle de te’kid etmiştir. Bu böyledir, zira vahiyden
başkasıyla amel etmek, kör kimsenin ameli gibi; vahiyle amel etmek ise, gören
kimsenin ameli gibi olur. Daha sonra “Hiç düşünmez misiniz?” buyrulmuştur ki
bundan murad, aklı olan kimsenin bu iki şey arasındaki farkı bilmesi ve bunu
bilmekten gafil olmaması gerektiğine bir dikkat çekme ve tembihtir.129
Kurtubî ve Şevkânî üzerinde düşünülecek olanın söz konusu mesel olduğunu
söylemişlerdir: “Bu ikisinin, kör ile görenin eşit olmadığını düşünmez misiniz?”130
Ancak şunu söyleyelim ki bu meselin üzerinde düşünmek son tahlilde; Allah’ın
ayetlerini yalanlayıp üzerinde düşünmeyen ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Kuran’la

126
Furkan 25/7.
127
Râzî, Tefsir-i Kebir, VI, 293.
128
Necm 53/3–4.
129
Râzî, Tefsir-i Kebir, VI, 294.
130
Kurtubî, el-Câmi’, VI, 393; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, II, 171.

43
yaptığı inzara kulak asmayan kimselerle bunlara iman eden ve O’nun çağrısına uyan
kimselerin eşit olmadığı sonucuna götürmektedir. Dolayısıyla müfessirlerin beyanı
aynı hakikatin farklı ifadeleri olmaktadır.

‫ﻦ‬
ٌ ‫ن ُه َﻮ ِإ ﱠﻻ َﻧﺬِﻳ ٌﺮ ﱡﻣﺒِﻴ‬
ْ ‫ﺟ ﱠﻨ ٍﺔ ِإ‬
ِ ‫ﺣ ِﺒﻬِﻢ ﻣِﻦ‬
ِ ‫َأ َو َﻟ ْﻢ َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُوا ﻣَﺎ ِﺑﺼَﺎ‬
b. A’râf 7/184: “Onlar hiç düşünmediler mi? Arkadaşlarında herhangi bir
cinnet yoktur; O, açık bir uyarıcıdan başka biri değildir.”
Katâde’den gelen rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v.), Safa Tepesi’ne çıkar,
Mekkeliler’i aşiret aşiret, “Ey Falanoğulları, Ey Falanoğulları!” diye Allah’ın azabına
karşı ikaz ederdi. İçlerinden biri, “Bu arkadaşınız cinlendi, akşamdan sabaha kadar
bağırıyor” dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.131
Kurtubî ayetin tefsiriyle ilgili olarak: “Muhammed (s.a.v.)’in getirmiş olduğu
şeyler hakkında hiç düşünmediler mi?” demiştir. O, bu yorumuyla inkârcıların Hz.
Peygamber (s.a.v.)’i delilikle yaftalamadan önce O’nun getirmiş olduğu ayetleri
düşünmeleri gerektiğine işaret etmektedir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.)’i bu şekilde
davranmaya sevk eden, almış olduğu vahiy ve bunları tebliğ emridir.
Müfessir daha sonra: “(‫ )أوﻟﻢ ﻳﺘﻔﻜﺮوا‬ifadesindeki ‘yetefekkerû’da durmak
güzeldir.” yorumunu yapmıştır. Böylelikle üzerinde düşünülecek şeyin Kur’an olduğu
teyit edilmektedir.
Aynı kanaati Şevkânî de paylaşmakta olup: “Bu soruda istifhâm-ı inkârî vardır,
Onlar Resûlullah’ın durumunu, onun getirmiş olduğu şeyleri ve arkadaşlarında bir
delilik olmadığını düşünmezler mi?” diyerek söz konusu görüşü genişletmektedir.
‘Yetefekkerû’da durmak güzel vakıflardandır, dedikten sonra: “O apaçık bir
uyarıcıdır” ifadesinin, “Arkadaşınızda herhangi bir delilik yoktur” kısmını açıkladığını
söylemektedir.132
Bu ayetle inkârcıların: “Ey üzerine zikir (Kur’an) indirilen sen bir
mecnunsun”133 sözünün reddedildiği söylenmiştir.134 İbn Kesîr ayrıca ayetin şu ayetle
aynı anlamda olduğunu söylemektedir: “De ki: ‘Size sadece bir tek nasihat edeceğim.
Şöyle ki: Allah için ikişer, üçer ve teker teker kalkarsınız, sonra da iyi düşünürsünüz.’

131
Taberî, Câmiu’l-Beyân, VI, 134; İbn Kesîr, Tefsîr, II, 358; Zemahşerî, Keşşaf, I, 439.
132
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, II, 395.
133
Hicr 15/6.
134
Kurtubî, el-Câmi’, VI, 393; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, II, 395.

44
Arkadaşınızda (peygamberde) delilikten eser yoktur. O, yalnız şiddetli bir azabın
önünde, sizi sakındıracak bir peygamberdir.”135
Fahruddîn Râzî, Hz. Peygamber(a.s.)’de herhangi bir deliliğin olmadığı üzerinde
düşünülmesi gerektiğini söyleyerek ayetle ilgili şu değerlendirmeyi yapar: “Cenâb-ı
Hak, ayetlerinden yüz çevirip delil ve beyyinelerini iyice düşünmekten gafil olan
kimseleri alabildiğince tehdid etmiştir. Tekrar onların kafalarındaki şüphelere cevap
vermeye yönelerek, (ٍ‫ﺟ ﱠﻨﺔ‬
ِ ‫ﺣ ِﺒﻬِﻢ ﻣِﻦ‬
ِ ‫“ )َأ َوَﻟ ْﻢ َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُوا ﻣَﺎ ِﺑﺼَﺎ‬Onlar hiç düşünmediler mi?
Arkadaşlarında herhangi bir cinnet yoktur; buyurmuştur. Tefekkür (düşünme),
manaları kalb ile aramaktır. Çünkü kalbin düşünmesi, “nazar”, “akletme”, “teemmül”
ve “tedebbür” diye ifade edilir. Göz ile görmek, bir şeyin görülüp bilinmesi için belli
bir hal olup, bu halin meydana gelmesi için de, görülecek o şeyi görmek maksadıyla,
gözbebeğini görülecek şeye doğru çevirme gibi bir mukaddimesi vardır. Aynı şekilde
kalb ile görmenin (basiretin) de bir şeyin bilinip anlaşılması için belli bir hal olup,
bunun da, o bilinme ve anlaşılmayı sağlayabilmek için, aklın gözbebeğini etrafa
çevirme gibi bir mukaddimesi vardır. İşte buna da “aklın nazarı (bakışı) ve fikri
(düşünmesi)” denir. O halde ayetteki, “Onlar hiç düşünmediler mi? ifadesi, eşyayı
olduğu gibi, tam, mükemmel ve doğru olarak bilip tanımak için, fikri, teemmülü,
tedebbürü ve iyice düşünmeyi emirdir. Ayetin lafzında bir hazif vardır ve takdiri,
“Onlar düşünüp de anlamadılar mı ki arkadaşları Muhammed’de delilikten hiç bir eser
yoktur” şeklindedir.136
Âlûsî de Hz. Peygamber (s.a.v.)’de herhangi bir deliliğin olmadığı üzerinde
düşünmeleri gerektiği görüşünü zikrettikten sonra, Tabersî’nin (v.548/1153) ( ‫أوﻟﻢ‬
‫ )ﻳﺘﻔﻜﺮوا‬ile sözün tamam olduğunu, ifadenin: “Yalanlıyorsunuz da O’nun sözleri ve
davranışları hakkında düşünmüyor musunuz?” anlamında olduğunu nakletmektedir.137
Zikrettiğimiz müfessirler bu ayette düşünülmesi gereken hususun Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in getirmiş olduğu vahiy olduğu görüşünü benimsemiş gibidirler.
Biz de, inkârcıların Hz. Peygamber (s.a.v.)’i cinnetle itham etmiş olmalarının yegâne
sebebi O’na vahyin gelmesidir, düşüncesinden hareketle düşünmeleri gereken hususun
Kur’an olduğu kanaatini taşıyoruz.

135
Sebe 34/46; İbn Kesîr, Tefsîr, II, 358.
136
Râzî, Tefsir-i Kebir, VII, 319.
137
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IX, 128.

45
Ancak şunu da ifade edelim ki, Taberî, Fahruddîn Râzî, İbn Kesîr gibi
müfessirler böyle bir yoruma gitmemişler, düşünülmesi gerekenin Hz. Peygamber
(s.a.v.)’de herhangi bir cinnetin olmadığı görüşünü benimsemişlerdir.138

‫ن‬
َ ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬
ِ ‫ﻚ ُﻧ َﻔﺼﱢ ُﻞ اﻵﻳَﺎ‬
َ ‫… َآ َﺬ ِﻟ‬
c. Yunus 10/24: “Dünya hayatının misali şöyledir: Gökten indirdiğimiz su ile
insanların ve hayvanların yediği bitkiler birbirine karışmıştır. Nihayet yeryüzü
süslerini takınıp süslendiği ve sahipleri kendilerini ona gücü yeter sandıkları bir
sırada, geceleyin veya gündüzün, ona emrimiz gelivermiştir, ansızın ona öyle bir
tırpan atıvermişiz de sanki bir gün önce orada hiçbir şenlik yokmuş gibi oluvermiştir.
Düşünen bir kavim için ayetlerimizi işte böyle açıklarız.”
Ayette dünya hayatıyla ilgili bir mesel anlatılmakta, meselin sonunda da insanlar
tefekküre davet edilmektedir. Ayetin ilk verdiği intiba umumî olarak tefekküre sevk
eden ayetlerden biri olduğu yönündedir. Ancak, “Düşünen bir kavim için
ayetlerimizi işte böyle açıklarız.” ifadesi, buradaki ayetlerin Kur’an ayetleri olup
olmadığının araştırılmasını gerekli kılmaktadır.
İbn Kesîr buradaki ayetleri, hüccetler ve deliler olarak tefsir etmektedir. Sonra da
bu hüccet ve delillerin düşünülüp ibret alınması gerektiğini söylemektedir.139
Müfessirin sonraki açıklamalarından buradaki ayetleri ibretler olarak yorumladığı
anlaşılmaktadır. Şevkânî de bu düşünmenin ayette anlatılan mesel üzerinde olması
gerektiğini söylemiştir.140
Kurtubî ayeti, “Allah’ın ayetleri üzerinde düşünen bir kavim için” şeklinde tefsir
etmektedir.141 Bu beyanından Kur’an ayetlerini kast etmiş olmalıdır. Âlûsî de söz
konusu ayetlerin Kur’ânî ayetler olduğunu; bu ayetlerin dünya hayatının hallerine
işaret eden bu nevi ayet-i kerimeleri açıklayıp beyan ettiğini söylemektedir: “İşte
ayetlerimizi, manalarını tefekkür eden ve bunların hakikatleri üzerinde duran bir

138
Taberî, Câmiu’l-Beyân, VI, 134; Râzî, Tefsir-i Kebir, VII, 319; İbn Kesîr, Tefsîr, II, 358.
139
İbn Kesîr, Tefsîr, II, 543.
140
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 92.
141
Kurtubî, el-Câmi’, VI, 393, VIII, 295.

46
toplum için böylece izah ediyoruz.”142 Ancak müfessir, ayetlerle meseli anlatma
esnasında verilen ibretlerin kastedilmiş olabileceğine de işaret etmektedir.143
Bu ayette geçen (َ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬
ِ ‫ﻚ ُﻧ َﻔﺼﱢ ُﻞ اﻵﻳَﺎ‬
َ ‫“ ) َآ َﺬ ِﻟ‬Düşünen bir kavim için
ayetlerimizi işte böyle açıklarız.” ifadesindeki düşünmek, tefekkür etmek hakkında
müfessirlerin ikiye ayrıldığını görmekteyiz. İbn Kesir ve Şevkânî, ayetlerden kasıt
ibretler, deliller ve ayette zikredilen mesel olduğunu zikrederler. Kurtubî ve Âlûsî de
söz konusu ayetlerin Kur’an ayetleri üzerinde düşünmek olduğunu belirtmişlerdir. Biz
de doğrudan olmasa da dolaylı olarak Kuran ayetleri üzerinde düşünülmesi gerektiğine
inanıyoruz.

3.2.2. Doğrudan Kur’an Üzerinde Tefekküre Çağıran Ayetler


‫س ﻣَﺎ ُﻧ ﱢﺰ َل ِإ َﻟ ْﻴ ِﻬ ْﻢ َو َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُون‬
ِ ‫ﻦ ﻟِﻠﻨﱠﺎ‬
َ ‫ت وَاﻟ ﱡﺰ ُﺑ ِﺮ َوأَﻧ َﺰ ْﻟﻨَﺎ ِإ َﻟ ْﻴﻜَﺎﻟ ﱢﺬ ْآ َﺮ ِﻟ ُﺘ َﺒ ﱢﻴ‬
ِ ‫ﺑِﺎ ْﻟ َﺒ ﱢﻴﻨَﺎ‬
a. Nahl 15/44: “Biz o peygamberleri mucizelerle ve kitaplarla gönderdik. Ey
Peygamberim! Sana da Zikr’i (Kur'ân'ı) indirdik ki, insanlara indirileni
açıklayasın. Belki onlar da düşünürler.”
Bu ayete peygamberlerden, mucizelerinden ve onlara verilen kitaplardan
bahsedilerek başlanmaktadır. Bu girizgâhla konu, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e Kur’an’ın
indirilmiş olmasına –ve onun mucizesinin Kur’an oluşuna- sonra da onun Kur’an’ı
insanlara açıklama (tebyîn) görevine getirilmiştir. Burada “Muhatapların üzerinde
düşüneceği konu nedir?” sorusu akla gelmektedir. Ayetin muhtevasından bunun Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in getirmekte ve açıklamakta olduğu Kur’an olduğu
anlaşılmaktadır. Ayetteki (ْ‫“ )ﻣَﺎ ُﻧ ﱢﺰ َل ِإ َﻟ ْﻴ ِﻬﻢ‬onlara indirileni” kısmı da buna işaret
etmelidir. Yani Hz. Peygamber (s.a.v.)’e Kur’an indirilirken asıl olarak bunlar insanlar
için ve onların tefekkür edip anlamaları için indirilmiştir. Yine Kur’an değil de “Zikir”
isminin geçmiş olması da bunu göstermektedir. Yani insanlar kendilerine indirilen ve
Peygamber (s.a.v.) tarafından açıklanan kitabı tefekkür edecekler bunun sonucunda da
onu bir zikir, bir öğüt olarak telakki edeceklerdir.
Nitekim Taberî ayetin: (َ‫“ ) َوأَﻧ َﺰ ْﻟﻨَﺎ ِإ َﻟ ْﻴﻜَﺎﻟ ﱢﺬ ْآﺮ‬Sana da Kur'ân'ı indirdik…” kısmını,
“Ey Muhammed sana da bu Kur’ân’ı insanlara bir hatırlatma (tezkîran) ve bir nasihat
olarak indirdik” şeklinde tefsir eder. (‫س ﻣَﺎ ُﻧ ﱢﺰ َل ِإ َﻟ ْﻴ ِﻬ ْﻢ‬
ِ ‫ﻦ ﻟِﻠﻨﱠﺎ‬
َ ‫“ ) ِﻟ ُﺘ َﺒ ﱢﻴ‬İnsanlara vahyedileni

142
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XI, 102.
143
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XI, 102.

47
açıklayasın…” kısmına : “Kur’an’dan onlara indirilmiş olanı onlara tarif edesin”144,
(‫“ )وﻟﻌﻠﻬﻢ ﻳﺘﻔﻜﺮون‬Belki onlar da düşünürler.” kısmına da “Onun -yani sana indirmiş
olduğumuz şeyin- üzerinde düşünmeleri, öğüt ve ibret almaları için”145 anlamını verir.
Müfessir, “Belki onlar da düşünürler.” ifadesi ile ilgi olarak Mücahid’den de: “Belki
itaat ederler” görüşünü nakleder.146
Zemahşerî’nin ayeti tefsiri ise şöyledir: “Kitab”a “zikir” tabir olunmuştur; çünkü
o, bir nasihat ve gafiller için bir tembihtir. “Onlara indirileni açıklayasın…” onlara
Zikir’de Allah’ın emrettiklerini, yasakladıklarını, va’d ve vaîd olarak indirmiş
olduklarını açıklayasın. (‫ )وﻟﻌﻠﻬﻢ ﻳﺘﻔﻜﺮون‬ile de Allah, onun tembihlerine kulak verip
alaka göstermeyi ve teemmül etmeyi irade etmiştir.147
Fahruddîn Râzî, “Ey Peygamberim! Sana da Zikr’i (Kur'ân'ı) indirdik ki,
insanlara indirileni açıklayasın.” İfadesiyle ilgili olarak birkaç mesele
zikretmektedir: Birici mesele, bu sözün zahiri, ayette bahsedilen “zikr”in, Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in izahına muhtaç olduğunu ifade etmektedir. Beyana muhtaç olan
şey ise, “mücmel”dir. O halde bu ayetin zahiri, Kur’an’ın tamamının mücmel olmasını
iktiza eder. İşte bu husustan dolayı bazıları, “Her ne zaman Kur’an ile hadis arasında
bir tearuz olursa, hadisin öne alınması (ona uyulması) gerekir. Çünkü Kur’an,
mücmeldir. Bunun delili ise, bu ayettir demişlerdir. Buna şu şekilde cevap verilir:
Kur’an’ın bir kısmı muhkem, bir kısmı müteşâbihtir. Muhkem olanın, “mübeyyen”
olması gerekir. Böylece, Kur’an’ın tamamının mücmel olmadığı, aksine onda mücmel
olan bazı ayetlerin bulunduğu sabit olmuş olur. O halde, “insanlara indirileni
açıklayasın.” ifadesi, “mücmel olanları...” manasına hamledilir. İkinci mesele bu
ayetin zahiri, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, Allah Teâlâ’nın, mükelleflere indirdiği her
şeyi beyan edici olmasını gerektirir. İşte bu noktada, kıyası kabul etmeyenler şöyle
demişlerdir: “Şayet kıyas hüccet olsaydı, mükellefin, o hükmü kıyas yoluyla da
anlayıp beyan etmesi ihtimali bulunduğu için, Hz. Peygamber’e, Allah Teâlâ’nın,
mükelleflere indirdiği her şeyi beyan etmesi vacip olmazdı. Bu ayet, bütün
mükellefiyet ve hükümleri beyan edenin Hz. Peygamber (s.a.v.) olduğuna delalet

144
‫ﻟﺘﻌﺮﻓﻬﻢ ﻣﺎ أﻧﺰل إﻟﻴﻬﻢ ﻣﻦ ذﻟﻚ‬.
145
‫ أي ﲟﺎ أﻧﺰﻟﻨﺎ إﻟﻴﻚ‬: ‫وﻟﻴﺘﺬآﺮوا ﻓﻴﻪ وﻳﻌﺘﱪوا ﺑﻪ‬.
146
Taberî, Câmiu’l-Beyân, VII, 588.
147
Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 656.

48
edince, kıyasın bir hüccet olmadığını anlamış oluyoruz. Buna şu şekilde cevap
verilebilir: Hz. Peygamber (s.a.v.), kıyasın bir hüccet olduğunu beyan edip, kim de
hüküm ve mükellefiyetleri ortaya koyma, izah etme hususunda kıyasa başvurursa, bu,
aslında, Hz. Peygamber(s.a.v.)'in beyanına başvurma olmuş olur.148
Kurtubî de ayeti: “Onlara bu kitapta hüküm, mükâfat ve ceza olarak indirmiş
odluklarımızı, söz ve fiillerinle açılayasın diye…” şeklinde tefsir eder; (‫)وﻟﻌﻠﻬﻢ ﻳﺘﻔﻜﺮون‬
ifadesinden sonra da “öğüt alırlar” cümlesini zikreder.149 Beydâvî de bu ibare ile:
“O’nun (Zikr’in) üzerinde teemmül etmeleri ve onun hakikatlerine dikkat kesilmeleri
irade edilmiştir” der.150
Âlûsî, ayetin (‫ ) ﻟﺘﺒﻴﻦ ﻟﻠﻨﺎس‬kısmının (‫ )وﻟﻌﻠﻬﻢ ﻳﺘﻔﻜﺮون‬ile bağlantısını şu şekilde
kurmaktadır: “Tebyîn, söylenmek isteneni tasrih, işaret edileni irşattan daha geniştir;
tebyîn kıyas, nassın işareti, delaleti; akide, hakikat ve ilâhi sırlar gibi ondan (kitaptan)
istinbat edilen şeyleri de kapsar. Herhâlde Allah’ın (‫ )وﻟﻌﻠﻬﻢ ﻳﺘﻔﻜﺮون‬kavlinde de buna
işaret vardır. Yani Allah, kullarından düşünmelerini, böylelikle de (Kur’an’ın) içindeki
hakikatlere, ibretlere dikkat kesilmelerini, önceki milletleri azaba sürükleyen şeylerden
de kaçınmalarını talep etmektedir.”151 Müfessir, daha sonra Mutezili düşünceye sahip
bir müfessirin: “(‫ )وﻟﻌﻠﻬﻢ ﻳﺘﻔﻜﺮون‬kavlinde Onun üzerinde düşünmeleri ve Hakk’ı
öğrenmeleri irade edilmiştir. Ve burada Cebriye’nin söylediğinin aksine Allah’ın
bütün insanlardan marifete götüren tefekkür ve nazara sahip olmalarını irade ettiğine
delâlet vardır.” Görüşünü nakleder ve bu görüşü şöyle değerlendirir: “Biz ise burada
irade değil talep olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca bütün herkes değil bir kısım insanlar,
belki de insanların ekserisi kastedilmiştir, denilmiştir.”152
Öyle anlaşılıyor ki müfessir, (‫ )ﻟﻌﻠﻬﻢ‬ifadesine yapılan yorumunu tenkit etmekte;
bu ifadeden kesin ve bütün insanları kapsayan bir beklenti(irade) anlaşılamayacağını
söylemektedir. Bir başka ifadeyle, Mutezile’nin ayetten nazar ve istidlâlin vücubunu
çıkarmaya çalışmasını reddetmekte, ayetten bunun çıkarılamayacağını beyan
etmektedir. Bize göre de ayete böyle bir anlam verilirken mezhep taassubuna
gidilmiştir. Ayetten müstakil ve mutlak bir tefekkür değil, Kur’an’ın manalarının ve

148
Râzî, Tefsir-i Kebir, IX, 394.
149
Kurtubî, el-Câmi’, X, 98.
150
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 399.
151
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIV, 150.
152
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIV, 150.

49
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in beyanlarının tefekkürü ve bunun nihai planda götürdüğü
itaat anlaşılmaktadır.
Nitekim İbn Âşûr, ayetin (‫ )وﻟﻌﻠﻬﻢ ﻳﺘﻔﻜﺮون‬kısmında şunları söylemektedir:
“Burada Kur’an’ın indiriliş hikmetlerinden olan diğer bir hikmet daha vardır: insanları
Kur’an üzerinde tefekküre hazırlamak ve onların Allah’ın rızasına yaklaştırıcı şeyleri
teemmül etmelerini sağlamak. (‫’) ﻟﺘﺒﻴﻦ ﻟﻠﻨﺎس‬in tefsirinde birinci yön; insanların
Kur’an’ın manalarını kendi kendilerine tefekkür etmeleri ve faydalarını anlamalarıdır.
İkinci yön ise, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in beyanını düşünmeleri, anlayışları ile onu
kavramalarıdır.”153

‫س َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ‬
ِ ‫ﻀ ِﺮ ُﺑﻬَﺎ ﻟِﻠﻨﱠﺎ‬
ْ ‫ﻚ ا ْﻟ َﺄ ْﻣﺜَﺎ ُل َﻧ‬
َ ‫ﺸ َﻴ ِﺔ اﻟﱠﻠ ِﻪ َو ِﺗ ْﻠ‬
ْ ‫ﺧ‬
َ ‫ﻦ‬
ْ ‫ﺼ ﱢﺪﻋًﺎ ﱢﻣ‬
َ ‫ﺷﻌًﺎ ﱡﻣ َﺘ‬
ِ ‫ﺟ َﺒ ٍﻞ ﱠﻟ َﺮَأ ْﻳ َﺘ ُﻪ ﺧَﺎ‬
َ ‫ﻋﻠَﻰ‬
َ ‫ن‬
َ ‫َﻟ ْﻮ أَﻧ َﺰ ْﻟﻨَﺎ َهﺬَا ا ْﻟ ُﻘﺮْﺁ‬
‫ن‬
َ ‫َﻳ َﺘ َﻔ ﱠﻜﺮُو‬
b. Haşr 59/21: “Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın korkusundan
onu baş eğmiş, parça, parça olmuş görürdün. Bu misalleri düşünsünler diye
insanlara veriyoruz.”
Bu ayet de doğrudan Kur’an’dan bahsetmekte ve diğer ayetler gibi son kısmında
tefekkürden söz edilmektedir.
Ayet genel olarak şöyle tefsir edilmiştir: “Biz bu Kur’an’ı bir dağa, taşa
indirseydik, Ey Muhammed onu korkmuş, sağlamlığına ve salâbetine rağmen, Allah
korkusundan, O’nun Kur’an’a tazim etme farzını yerine getiremeyeceği endişesinden
boyun eğmiş, parça parça olmuş görürdün.154
Allah Kur’an’ın şanını tazim etmek, kadrinin yüceliğini açıklamak, Kur’an’dan
dolayı kalplerin huşu duyması, içindeki ceza ve mükâfatları dinleme esnasında parça
parça olması gerektiğini anlatmak için böyle buyurmuştur. Dağ, vakarına ve sertliğine
rağmen şayet bu Kur’ân’ı anlasaydı ve muhtevasını tedebbür etseydi, huşu duyar ve
Allah korkusundan paramparça olurdu; ey insanlar sizin kalplerinizin yumuşamaması,
Allah tarafından onun şanını anladığınız ve kitabını tefekkür ettiğiniz halde huşu
duymayıp paramparça olmamanız size yakışır mı?155

153
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, I, 2355.
154
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XII, 51.
155
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 439.

50
Ayetin tefsiri ile ilgili İbn Abbas’tan şu görüş nakledilmiştir: “Ben Kur’ân’ı bir
dağa indirseydim, o da onu yüklenseydi, onun ağırlığından ve Allah korkusundan
boyun eğer, parçalanırdı; dolayısıyla Allah insanlara, Kur’an’ı indirdiği zaman yoğun
bir huşu ile ve boyun eğerek tutmalarını emretmektedir.156
Zemahşerî’nin yorumu kısmen farklılık arz etmektedir : “Ayette temsil ve
faraziye kabilinden bir anlatım vardır. Bu şu ayetteki anlatıma benzemektedir: “Biz
emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik…”157 Allah’ın (‫)وﺗﻠﻚ اﻷﻣﺜﺎل ﻧﻀﺮﺑﻬﺎ ﻟﻠﻨﺎس‬
sözünden maksat, insanın Kur’an tilâveti ve yürek titretici ayetlerini tefekkürü
esnasında kalbinin sertliğini ve haşyetinin azlığını kınamaktır.”158 Burada temsil
olduğu görüşü yukarıda zikretmiş olduğumuz görüşlerden çok da farklı olmasa
gerektir, zira her iki görüşte de anlatılmak istenen Kur’an’ın yüceliği ve ona karşı
insanların nasıl bir tutum içinde olmaları gerektiğidir.
Fahruddîn Râzî ise ayeti şöyle değerlendirmektedir: “Eğer dağa, size verildiği
gibi bir akıl verilip, sonra da üzerine Kur'ân indirilseydi, o baş eğer, boyun eğer ve
Allah korkusundan parça parça olurdu.” Ayetteki, “Bu misalleri düşünsünler diye
insanlara veriyoruz.” ifadesinin zikredilmesinden murad, bu kâfirlerin kalblerinin
katılığına ve karakterlerinin sertlik ve kabalığına işaret etmektir.159
Kurtubî de ayetin tefsirinde: “Kur’an’ın nasihatlerini teemmül etmesi sebebiyle
dağın paramparça olduğunu görürdün; bu da anlatmaktadır ki Kur’ân’ı tedebbürü terk
etmenin hiçbir mazereti yoktur…”160 demiştir.
Müfessirlerin görüşlerinden de anlaşılmaktadır ki, ayet bütünüyle insanları
Kur’an hakkında tefekkür ve üzerinde tedebbür etmeye sevk etmektedir. Kur’an’ın
azametinin ve kadrinin bilinip takdir edilebilmesi, elbette onun gerçek manada
anlaşılıp manalarının inceden inceye tefekkür edilmesi ile mümkündür. Allah’ın
ayetleri üzerinde düşünülmeden, murâd-ı ilâhi anlaşılmadan Allah korkusundan huşu
duymak mümkün gözükmemektedir. Özellikle Kurtubî’nin ortaya koymuş olduğu
görüş, ayeti daha net anlamamızı sağlar gibidir: “Kur’ân’ı tedebbürü terk etmenin
hiçbir mazereti yoktur…”
156
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XII, 51; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 439.
157
Ahzâb 33/72.
158
Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 1244; benzer yorumlar için bkz: Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 323; Âlûsî,
Rûhu’l-Meânî, XXVIII, 61; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 291.
159
Râzî, Tefsir-i Kebir, XV, 312.
160
Kurtubî, el-Câmi’, X, 98.

51
B. TEZEKKÜR KAVRAMI

1. Lügat Anlamı
Tezekkür, Kur’an’da sıkça kullanılan bir kavram olan “zikir” kelimesinden
gelmektedir. Bu bakımdan lügatler bu bahsi teferruatlı bir biçimde ele almışlar,
konuyu enine boyuna işlemişlerdir. Burada bütün bu izahları zikretmek konuyu
haddinden fazla uzatmak olacaktır. Biz burada tezekkür kelimesine kadar gelen
safhaları muhtasar olarak izah edecek, kısaca kelimemizin ifade ettiği manaları
vermeye çalışacağız.
(‫ ) اﻟ ﱢﺬآْﺮ‬Bir şeyi hatırlamak suretiyle hıfzetmektir. Bu kelime aynı zamanda dilde
cereyan eden şeydir. Kelime (‫ ) َذآَﺮ‬ze-ke-ra fiilinden gelmekte olup muzârisi (ُ‫) َﻳ ْﺬ ُآﺮ‬
mastarı ise (ً‫’) ِذآْﺮا‬dir.161 İsfehâni zikri şöyle tarif etmiştir: “Bazen bu kelime ile kişinin
hâli, durumu kast edilir ki bu hâl ile kişi elde ettiği bilgiyi hıfzetme imkânı bulur; bu,
hıfz gibidir ancak bilginin korunması bakımından hıfz denilmiştir; zikir ise sürekli
zihne getirmek, zihinde canlı tutmak bakımındandır. Bazen de kalbe gelen şey, yahut
söz için söylenir. Bundan dolayı zikir ikidir denilmiştir: Kalp ile zikir, lisan ile zikir.
Şu ayette hem kalp ile hem de lisan ile yapılan zikirden bahsedilir: “Allah’ı, atalarınızı
andığınız gibi hatta daha fazla anın…”162
“Zikr”in şan, şeref anlamında olduğu da söylenmiş, bunun mecazen övgü
anlamına geldiği ifade edilmiştir. Bundan hareketle ayete “Sâd; şan, şeref, övgü dolu
Kur’an’a (zi’z zikr) andolsun”163 anlamı verilmiştir.164 Yine: “O senin ve kavmin için
bir zikirdir.”165 ayetine “Kur’an senin için ve onlar için bir şereftir”, “Senin zikrini
yükselttik”166 ayetine de: “Senin şerefini yükselttik” anlamları verilmiştir.
“Zikr”e Allah için kılınan namaz, ona edilen dua, ona yapılan övgü anlamı
verilmiş; Allah için yapılan itaat, şükür, tesbih, Kur’an tilâveti gibi ibadetleri kapsar
mahiyette kullanılmıştır.
“Zikir”, peygamberlere dinlerinin tafsilâtını bildirmek için indirilen kitaplara
isim olarak kullanılmış; hususiyetle Kur’an-ı Kerim’e, “zikir” denmiştir. Nitekim

161
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, IV, 308; Bkz: Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, II, 58.
162
Bakara 2/200; İsfehânî, Müfredât, I, 510.
163
Sâd 38/1.
164
Er-Râzî, Muhtâr, I, 226.
165
Zuhruf 43/44.
166
İnşirâh 94/4.

52
ayette: “Muhakkak zikri biz indirdik biz, onu koruyacak olan da biziz.”167
buyurulmuştur.168
Görüldüğü gibi, zikir kavramının kapsamı oldukça geniştir. Kelime olarak,
hıfzetmek, dil ve kalp ile hatırlamak anlamındaki zikir; mecazi olarak şeref, övgü gibi
anlamlarda kullanılmıştır. Kelime Kur’an’da hem ibadet ve taatler için kullanılmış
hem de bizzat “Kitab”a isim olmuştur. İşte tezekkür de bu isimden türemiş, gerek
Allah’ın delillerine götüren hususları, gerekse bizzat Kur’an’ı tefekkür için sıklıkla
kullanılmıştır.
Allah Teâla: (‫“ )واذآﺮوا ﻣﺎ ﻓﻴﻪ‬Onun içindekileri zikredin…”169 buyurmuştur. Ebu
İshak ayetin anlamını: (‫“ )ا ْد ُرﺳُﻮا ﻣﺎ ﻓﻴﻪ‬Onun içindekileri müzakere yapın, mütalaa
edin…” şeklinde vermiştir. (َ‫) َﺗ َﺬ ﱠآﺮ‬, (‫ )ا ﱠذآَﺮ‬ve (َ‫) ا ﱠد َآﺮ‬170 fiilleri de bu anlamdadır. 171
Dolayısıyla “tezekkür” ders olarak mütalaa etmek, müzakere yapmak anlamlarını
içermektedir.

2. Istılah Anlamı
(‫ ) اﻟ ﱠﺘ َﺬآﱡﺮ‬Unuttuğun bir şeyi hatırlamandır: “Unuttuktan sonra hatırladım.” “Onu
dilimle ve kalbimle andım” dersin. Bu, “Kendi kendime tezekkür ettim, bir başkasına
zikrettim” demektir. Ayette: (‫“ ) وا ﱠد َآ َﺮ ﺑﻌﺪ ُأﻣﱠﺔ‬Bir müddet sonra hatırladı”172
buyrulmuştur. Anlamı “Unuttuktan sonra hatırladı” demektir. Meselâ denir ki: ( ‫وﻣﺎ زال‬
‫“ ) ذﻟﻚ ﻣﻨﻲ ﻋﻠﻰ ِذ ْآ ٍﺮ و ُذآْﺮ‬Onun bende hâla hatırası var.” Bu tezekkür anlamındadır. Ferrâ,
“zikir dilin ile dışarıya izhar ettiğin, “zükür” ise kalbinle yaptığındır” demiştir.173 Bu
nakillerden hareketle, “tezekkür”ün unutulan bir şeyi hatırlamak; bir şeyi kalben ve dil
ile hatırda tutmak, hatırasını canlı tutmak anlamlarında olduğu söylenebilir. Nitekim
şâir: (‫ ﻓﻬﺎج اﻟﺘّﺬآﱡ ُﺮ ﻗﻠﺒ ًﺎ ﻋﻤﻴﺪا‬... ‫ﻚ ﻣﺎ ﻟﻦ َﻳﻌُﻮدا‬
َ‫ﺴ‬
َ ‫ت ﻧَﻔ‬
َ ‫“ )أأذآﺮ‬Asla dönmeyecek olanı kendine
hatırlattın mı?/Hatıralar dalgalandı zaten anmaya hazır kalpte” demiştir.174

167
Hicr 15/9.
168
Zebîdî, Tâc, I, 2864; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, IV, 308; Bkz: Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, II,
58.
169
Bakara 2/63.
170
Kelimenin iftiâl babından olup önce (‫َﺮ‬ ‫َآ‬
‫ْد‬‫ ) اذ‬olmuş, sonra da “zel” harfi dâla katılarak

‫َﺮ‬ ‫ﱠآ‬‫ ) اد‬olmuştur. (‫َﺮ‬‫ﱠآ‬‫’)اذ‬da ise tam tersi söz konusudur.
171
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, IV, 308.
172
Yûsuf 12/45.
173
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, IV, 308.
174
Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, II, 58.

53
(‫ )اﻟ ﱢﺬ ْآﺮَى‬Ferrâ’ya göre “zikir” manasında olabileceği gibi, “tezekkür” manasında
da olabilir. Ayette: “Sen öğüt ver, muhakkak tezekkür müminlere fayda verir.”175
buyurulmuştur.176 Bu kelimenin manasında “kendi dışında o şeyi zikretti” anlamı da
vardır. Burada “tezekkür”e çift yönlü bir anlam verilmiş gibidir. Birincisi kişinin
başka birine hatırlatması, öğüt vermesidir. İkincisi ise, kişinin kendi kendine
hatırlaması, ders, öğüt almasıdır. Şu ayetin bu anlamda olduğu söylenmiştir: ( ‫ﻓ َﺄﻧﱠﻰ َﻟﻬُﻢ‬
‫)ِإذَا ﺟﺎءَﺗﻬُﻢ ِذآْﺮاهُﻢ‬. Ayetin anlamı şöyledir: “Kıyamet günü geldiğinde onların tezekkür
etmeleri ve öğüt almaları nasıl olur.”177 Bu, kıyametin korkularını gördükleri zaman
düşünüp ibret almaları bir fayda vermez, demektir.178
“et-Tezekkür” Halil b. Ahmed’in ifadesiyle: “Geçip giden şeyin talep
edilmesidir.”179 Bu tariften de anlaşılan, insanın kaybettiği bir şeyin geri gelmesini
arzu etmesi tezekkürdür.
Münâvi (v.1031/1622), “et-tezkîr” kelimesini: “Unutulup giden bir şeyi geri
getirmek için akli kuvvetin hareket ettirilmesidir, “et-tezkira” ise üzerinde tezekkür
edilen şeydir, delalet olarak daha geneldir; tezkîr, vaazdır, demiştir.180 Bu tariften
hareketle, kelimenin lâzimî (geçişsiz/nesnesiz) anlamını düşünürsek tezekkür: Kişinin
kendine hatırlatılandan hareketle, akli kuvvetini harekete geçirmesi ve öğüt alması
olmaktadır. Ayetler incelenirken kavramın anlamının daha net ortaya çıkacağını
düşünmekteyiz.

3. Tezekkürle İlgili Ayetler


Yukarıda değindiğimiz gibi, tezekkür fiil olarak Kur’an’da sıklıkla
kullanılmaktadır. Bu kullanımları üç başlık altında toplamak mümkündür. Birincisi
mutlak anlamdaki kullanımlardır ki bunlarla insanın aklını kullanması, düşünmesi,
ibret alması, körü körüne hareket etmemesi hedeflenmektedir. “Hiç düşünmez
misiniz?”181 “Allah insanlara böyle temsiller yapar ki kavrayıp düşünsünler.”182 vb.

175
Zâriyât 51/55.
176
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, IV, 308; Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, II, 58.
177
Muhammed 47/18.
178
Zebîdî, Tâc, I, 2865.
179
‫ ;ﻃﻠﺐ ﻣﺎ ﻗﺪ ﻓﺎت‬Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, II, 58.
180
Muhammed Abdurraûf el-Münâvî, et-Tevkîf alâ Mehemmâti’t-Taârîf, Dâru’l-Fikri’l-Muâsır,
Beyrût, h. 1410, I, 168.
181
Sâffât 37/155.
182
Nahl 14/25.

54
ifadelerle insanların kâinattaki kimi hakikatleri ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in tebliğ
etmiş olduğu hikmetleri, öğretileri mütalaa etmeleri, bunlar üzerinde kafa yormaları
istenmektedir.183 İkincisi ise Allah ve Rasûlünün davet ettiği hakikatler üzerinde
düşünüp ibret almak; insanların kendilerine hatırlatılan hakikatleri dinleyip kabul
etmeleri ile ilgili olan ayetlerdir. Üçüncüsü de doğrudan Kur’an üzerinde düşünmek,
Allah’ın ayetlerini anlayıp öğüt almakla ilgili olan ayetlerdir. Elbette bunlar çoğu
zaman birbirinde mündemiç olarak işlenmiştir. Ancak yine de böyle bir tasnif
anlamayı kolaylaştıracaktır.

3.1. Genel Anlamda Tezekküre Çağıran Ayetler

3.1.1. İlim Üzerinde Tezekküre Çağıran Ayetler


‫ب‬
ِ ‫ﺧ ْﻴﺮًا َآﺜِﻴﺮًا َوﻣَﺎ َﻳﺬﱠآﱠ ُﺮ ِإﻟﱠﺎ أُوﻟُﻮ ا ْﻟ َﺄ ْﻟﺒَﺎ‬
َ ‫ﻲ‬
َ ‫ﺤ ْﻜ َﻤ َﺔ َﻓ َﻘ ْﺪ أُو ِﺗ‬
ِ ‫ت ا ْﻟ‬
َ ‫ﻦ ُﻳ ْﺆ‬
ْ ‫ﻦ َﻳﺸَﺎ ُء َو َﻣ‬
ْ ‫ﺤ ْﻜ َﻤ َﺔ َﻣ‬
ِ ‫ُﻳ ْﺆﺗِﻲ ا ْﻟ‬
a. Bakara 2/269: “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verilirse ona
çok hayır verilmiş olur. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır.”
Allah, hikmeti yani anlayışı, sözünde isabetli olmayı, işi yerli yerince yapmayı
kullarından dilediğine verir. Kime de hikmet verirse, yani kime de anlayışı, söz ve
davranışlarında isabetli olma kabiliyetini verirse şüphesiz ki o kimseye çokça hayır
verilmiş olur. Taberî ayette zikredilen hikmetten neyin kastedildiği hususunda
müfessirlerden farklı görüşler zikretmiştir: Abdullah b. Abbas, Katade, Ebu’l-Âliye ve

183
Bu ayetlerden bazıları şöyle sıralanabilir: “Bakara 2/269: “Dilediğine hikmet verir, hikmet verilene
ise çok bir hayır verilmiş demektir ve bunu ancak temiz akıllılar anlar.” A’râf 7/26: “Ey
Âdemoğulları! Bakın size çirkin yerlerinizi örtecek libas indirdik, hıl'at indirdik, fakat takva libası, o
hepsinden hayırlı, bu işte Allah’ın ayetlerinden, gerektir ki düşünür ibret alırlar.” Ra’d 13/19: “Şimdi
Rabbinden sana indirilenin hakikaten hakk olduğunu bilir kimse âmâ olan gibi olur mu? Fakat onu
ancak akıl ve vicdanı temiz olanlar idrâk eder.” İbrahim 14/25: “Yemişlerini rabbinin izniyle her dem
verir ve Allah insanlara böyle temsiller yapar ki kavrayıp düşünsünler.” Furkân 25/50: “Andolsun ki
onu aralarında, düşünsünler ve ibret alsınlar diye evirip çevirmekteyiz. Yine de insanların çoğu
dayatmakta ve nankörlükten başkasına yanaşmamaktadır.” Zümer 39/9: “Yoksa o, gece saatlerinde
kalkan, secdeye kapanıp, ayakta durarak daima vazifesini yapan, ahireti hesaba katan ve Rabbinin
rahmetini uman kimse gibi olur mu? De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Ancak temiz
akıllı olanlar anlar. Mümin 40/13: “Size ayetlerini gösteren, sizin için gökten bir rızık indiren O'dur.
Fakat ancak gönül veren anlar.” Abese 80/4: “Veya öğüt belleyecek de o öğüt kendine fâide
verecek.” Âlâ 87/10: “Saygısı olan öğüt alacaktır.”

55
Mücahid’den nakledilen bir görüşe göre bu ayette zikredilen “Hikmet”ten maksat,
Kur’an’dır ve Kur’an’ı anlamaktır. Bu hususta Abdullah b. Abbas’ın şunları söylediği
rivayet edilmektedir. Ayetteki “Hikmet”ten maksat, Kur’an’ın nâsihini, mensuhunu
muhkemini, müteşabihini, mukaddemini, muahharını, helalini, haramını ve misallerini
anlamak ve bilmektir. Mücahitten nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen
Hikmetten maksat, sözde ve işte isabetli olmaktır. Taberî “Aslında hikmetten maksat,
davranışlarda isabetli olmaktır. Davranışlarında isabetli olan, bilinmesi icap edeni
bilendir, Allah’tan korkandır. Fakihtir, âlimdir. Peygamberler de böyledir. Bu itibarla
hikmeti, isabetli olma anlamında almak, bu görüşlerin hepsini kapsamaktadır”
184
demektedir. Zemahşerî ayette zikredilen hikmetten kasıt ilim ve onunla ameldir der.
“Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır” ifadesiyle ilgili olarak ise önceki ayetlerde
infaktan bahsedildiği için o ayetlerle münasebet kurarak “infak manasındaki ayetlerin
içermiş olduğu şeyleri, amelleri, davranışları teşvik murad edilmiştir.”185
Fahruddîn Râzî, önceki ayetle münasebet kurarak ayeti şöyle değerlendirir:
“Cenâb-ı Hakk, bir önceki ayette şeytanın fakirlikle korkutup, insanlara kötülüğü
öğütlediğini, kendisinin ise mağfiret ve fazlı ilâhisini va’adettiğini bildirince, Rahman
Allah’ın va’adini, şeytanın va’adine (korkutmasına) tercih etmeyi gerektiren şeye
dikkat çekmiştir. Hikmet ve akıl, Rahman’ın va’adini tercih eder. Dünyevi lezzetleri
elde etmeyi ve hayal ile vehmin hükümlerine tâbi olmayı emrettiği için, şeytanın
va’adini ise şehvet ve nefs tercih eder. Hikmetin ve aklın hükümlerinin, hataya
düşmekten ve haktan sapmaktan uzak, dosdoğru hükümler; hissin, şehvetin ve nefsin
hükümlerinin ise, insanı belâ ve sıkıntıya düşüren hükümler olduğunda hiç şüphe
yoktur. Binaenaleyh aklın ve hikmetin hükümleri, kabule daha lâyıktır.”186 (ُ‫) َوﻣَﺎ َﻳﺬﱠآﱠﺮ‬
ifadesiyle ilgili olarak Beydâvî şöyle der: “Ayette anlatılan şeylerden faydalanan,
bunlar üzerinde düşünen kimselerdir. Çünkü tefekkür tezekkür demektir. Tefekkür
eden, tezekkür eden bir kimse Allah’ın kalbine vermiş olduğu ilimle düşünür, ibret alır
ve bunlarla amel eder. (ِ‫ )ِإﻟﱠﺎ أُوﻟُﻮ ا ْﻟ َﺄ ْﻟﺒَﺎب‬ifadesiyle ilgili tefsiri ise şöyledir: “ Bunlar

184
Taberî, Câmiu’l-Beyân, V, 580; Râzî, Tefsir-i Kebir, IV, 7; İbn Kesîr, Tefsîr, I, 700; Şevkânî,
Fethu’l-Kadîr, I, 396; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, II, 361.
185
Zemahşerî, Keşşaf, I, 238, Ebu’l Berakât en-Nesefî, Medârikut -Tenzil ve Hakâikut-Te’vîl, ts. I- IV,
I, 136.
186
Râzî, Tefsir-i Kebir, IV, 7.

56
hevasına uymayan, vehim ve şüphelerden uzak selim akıl sahipleridir.”187
Nesefî (v.710/1310), ayette zikredilen hikmetle ilgili olarak şöyle demektedir:
“Allah, Kur’an’ı, sünneti, faydalı ilmi ve bu ilimle amel etmeyi, bilgisinin pratiğini
uygulamasını dilediği kimselere verir. Allah katında “hakîm”, ilmiyle amel eden, yani
bildiklerini pratiğe dönüştüren kimse demektir. Hikmet (faydalı ilim) kime verilirse,
ona dünya ve ahiret hayrı verilmiş demektir. (ِ‫“ ) َوﻣَﺎ َﻳﺬﱠآﱠ ُﺮ ِإﻟﱠﺎ أُوﻟُﻮ ا ْﻟ َﺄ ْﻟﺒَﺎب‬Bundan ancak
akıl sahipleri ibret alır” Allah’ın ortaya koyduğu şeylerden ders alacak olanlar
doğrusu ancak selim akıl sahibi olanlardır, sağduyulu kimselerdir. Ya da ilimleriyle
gerektiği şekilde amel edenlerdir. Bundan maksat ise, ayetlerde ele alınan Allah
yolundaki infak ve harcama konusuna teşvikte bulunmak, onlara bu gerçeği telkin
etmektir.188 (ِ‫“ ) َوﻣَﺎ َﻳﺬﱠآﱠ ُﺮ ِإﻟﱠﺎ أُوﻟُﻮ ا ْﻟ َﺄ ْﻟﺒَﺎب‬Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır” ifadesini
İbn Kesir şöyle değerlendirmektedir: “Yapılan nasihatten faydalanan ve bunlar
üzerinde iyice düşünen, sözün manasını, hitabı anlamak için kafa yoran ve aklını
kullanan kimseler ibret alırlar demektir.”189
Allah Teâlâ kullarından dilediğine Kur’an’ı ve onun bilgisini, faydalı ilmi ve
bununla amel etmeyi, sözünde, işinde isabetli davranma kabiliyetini bahşetmiştir.
Allah kime böyle bir ilim verirse, sözünde, davranışlarında isabetli olma kabiliyeti
vermişse ayetin ifadesiyle böyle bir kimseye çok şey verilmiş demektir ki bunu da
ancak aklıselim olanlar, sağduyulu düşünenler ve Allah’ın ortaya koymuş olduğu
şeyler üzerinde düşünen, ibret alan kimseler anlayabilirler.

‫ب‬
ِ ‫ﻋﻤَﻰ ِإ ﱠﻧﻤَﺎ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآ ُﺮ أُوﻟُﻮ ا ْﻟ َﺄ ْﻟﺒَﺎ‬
ْ ‫ﻦ ُه َﻮ َأ‬
ْ ‫ﻖ َآ َﻤ‬
‫ﺤﱡ‬
َ ‫ﻚ ا ْﻟ‬
َ ‫ﻦ َر ﱢﺑ‬
ْ ‫ﻚ ِﻣ‬
َ ‫ﻦ َﻳ ْﻌ َﻠ ُﻢ َأ ﱠﻧﻤَﺎ ُأ ْﻧ ِﺰ َل ِإ َﻟ ْﻴ‬
ْ ‫َأ َﻓ َﻤ‬
b. Ra’d 13/19: “Ey Peygamber, râbbin tarafından sana indirilenin gerçek
olduğunu bilenle, doğruyu görmeyen kör, bir olur mu? Bunu ancak akıl sahipleri
idarek ederler.”
Allah Teâlâ bu ayette gören kimselerle görmeyenleri mukayese etmiştir. Ancak
buradaki görme maddi anlamda bir görme değil, manevi anlamda yani hakikati görme
anlamındadır. Allah’ın Hz. Peygamber’e indirmiş olduğu şeyleri bilip, inanan ve
yaşayan kimse ile tüm bunları inkâr eden kimsenin durumunun aynı olmadığı

187
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 300; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, II, 362.
188
Nesefî, Medârikut –Tenzil, I, 136.
189
İbn Kesîr, Tefsîr, I, 701.

57
belirtilmektedir. Allah bu ayete göre inkârcı bir kimseyi kör olarak nitelendirmektedir.
Taberî ayeti şöyle değerlendirmektedir: “Ayet-i kerimede, hakkı idrak edenlerin,
gerçekten gözleri görenler oldukları, hakkı idrak edemeyenlerin ise, maddi olarak
gözleri görse de, manevî bakımdan kör oldukları beyan edilmektedir. Zira hakkı
görmeyen kimse ebedi hayatı kaybetmiş ve uçuruma yuvarlanmış bir kördür. Bundan
daha kötü bir şaşkınlık olabilir mi?190 Taberî görüşünü şu ayetle de desteklemektedir:
“Onlar hiç yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı? Bari bu yolla düşünecek kalplere ve
işitecek kulaklara sahip olsalar. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz ama göğüslerdeki
kalpler körelir.” Zemahşerî “Bunu ancak akıl sahipleri idrak ederler.” İfadesini
“Onlar akıllarına hükmedileni amel ederler, düşünürler ve ibret alırlar”191 diye tefsir
etmektedir. Müfessir ayetin tefsirine şöyle devam eder: “Kişiye darbı mesel
anlatıldıktan sonra içindeki şüpheyi tamamen yok etmek için ayette “fâ” nın başına
inkarî hemze getirilmiştir, bu insanın içindeki şüpheleri yok etmek için kullanılmıştır.
Bilen kimse kendisine ilim ulaştıktan sonra ona icabet eden, görmeyen, davete
uymayan, cahilin davranışlarından yüz çeviren kimsedir.192
Fahruddîn Râzî, bu daha önce bahsi geçen, şu darbı mesele bir işarettir der: “Bir
şeyi bilen, gören kimse gibidir; onu bilmeyen cahil ise, âdeta kör kimse gibidir.”
Bunların ise, biri diğerine benzemez. Çünkü kör kimse, kılavuzu olmadan yürümeye
başlayınca, onun bir çukura veya öleceği bir yere düşeceği, yolu üzerinde bulunan
faydalı eşyalara çarpıp kıracağı aşikârdır. Gören kimse ise, ölmekten ve kırıp
dökmekten emindir. Allah Teâlâ sonra da, (ِ‫“ )ِإ ﱠﻧﻤَﺎ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآ ُﺮ أُوﻟُﻮ ا ْﻟ َﺄ ْﻟﺒَﺎب‬Bunu ancak akıl
sahipleri idrak ederler.” buyurmuştur. Bu, “O misallerden ancak, her şeyin manasını
araştıran, her kabuğun içindeki özü alan ve her sözün zahirinden, onun özüne ve asıl
manasına intikal edebilen akıl sahipleri istifade eder” demektir.193
Kurtubî’ye göre bu ayet Yüce Allah’ın mü’min ve kâfire verdiği bir örnektir,
rivayete göre bu ayet-i kerime Hamza b. Abdu’l-Muttalib (r.a.) ile Ebu Cehil –Allah’ın
laneti üzerine olsun- hakkında inmiştir. Körlükten kasıt, kalp körlüğüdür. Dini bilip
tanımayan kimse, kalbi kör bir kimsedir.194 İbn Kesir ise ayette zikredilen gören ile

190
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVI, 418.
191
. ‫ ﻓﻨﻈﺮوا واﺳﺘﺒﺼﺮوا‬، ‫أي اﻟﺬﻳﻦ ﻋﻤﻠﻮا ﻋﻠﻰ ﻗﻀﻴﺎت ﻋﻘﻮﳍﻢ‬
192
Zemahşerî, Keşşaf, III, 244; benzer görüşleriçin bkz: Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 224.
193
Râzî, Tefsir-i Kebir, IX, 169.
194
Kurtubî, el-Câmi’, IX, 464.

58
görmeyen arasında şöyle bir ayırım yapar: “İnsanlardan öyle kimseler vardır ki Hz.
Peygamber’e indirilenleri bilir, inanır, şüphe duymaz ve muhalefet etmez, bilakis hak
olduğunu tasdik eder. İşte böyle bir kimse ile âmâ aynı değildir. Çünkü o, hayra
yönelmez ve onu anlamaz, anlasa bile uymak istemez, hak olan şeyleri tasdik etmez ve
onlara tabi olmaz. Şu ayet de yukarıdaki ayet gibidir: “Cehennem ehliyle cennet ehli
195
bir olmaz. Cennet ehli isteklerine erişenlerdir.” Müfessir (‫ب‬
ِ ‫)ِإ ﱠﻧﻤَﺎ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآ ُﺮ أُوﻟُﻮ ا ْﻟ َﺄ ْﻟﺒَﺎ‬
ifadesiyle ilgili olarak da şöyle der: “Anlayışı bozulmamış selim akıl sahipleri
aklederler, düşünürler ve ibret alırlar.196
Âlûsî de ayetle ilgili olarak şöyle değerlendirme yapmaktadır: “Allah’ın
Kur’an’dan indirmiş olduğu şeyleri bilen ve kullarına gökten su indirmesi,
menfaatlerine olan şeyleri yaratması gibi tüm bunlara inanan ve tasdik eden bir kimse
ile bu hakikatleri idrak edemeyen, Allah’ın kudretini takdir edemeyen ve cahilliğin
karanlığında yüzen, sapıklığın içinde kaybolan ve anlatılan darbı meselleri düşünüp
ibret almayan bir kimse aynı değildir. Hakikatlerden yüz çeviren ve bunları görmezden
gelen bir kimseyi Allah’ın kör diye ifade etmesi böyle bir kimsenin durumunun ne
kadar kötü olduğunu göstermek içindir.”197
Hakkın ışığını gören, kalbi bu ışıkla aydınlanan, dolayısıyla gideceği yolu bilen
ve peygambere inen mesajın Allah’tan geldiğine kesinlikle iman eden kimse ile kalbi
ve basireti körelmiş bir kimse elbette bir olmaz. Bunu ancak sağduyu sahipleri
düşünebilir, ancak onlar gerekli mesajları çıkarabilir.

195
Haşr 59/20.
196
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 450.
197
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IX, 250.

59
‫ﻦ‬
َ ‫ﺴ َﺘﻮِي اﱠﻟﺬِﻳ‬
ْ ‫ﺣ َﻤ َﺔ َر ﱢﺑ ِﻪ ُﻗ ْﻞ َه ْﻞ َﻳ‬
ْ ‫ﺧ َﺮ َة َو َﻳ ْﺮﺟُﻮ َر‬
ِ ‫ﺤ َﺬ ُر اﻵ‬
ْ ‫ﺟﺪًا َوﻗَﺎ ِﺋﻤًﺎ َﻳ‬
ِ ‫ﺖ ﺁﻧَﺎ َء اﻟﱠﻠ ْﻴ ِﻞ ﺳَﺎ‬
ٌ ‫ﻦ ُه َﻮ ﻗَﺎ ِﻧ‬
ْ ‫َأ ْم َﻣ‬
‫ب‬
ِ ‫ن ِإ ﱠﻧﻤَﺎ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآ ُﺮ أُوﻟُﻮ اﻷ ْﻟﺒَﺎ‬
َ ‫ﻦ ﻻ َﻳ ْﻌ َﻠﻤُﻮ‬
َ ‫ن وَاﱠﻟﺬِﻳ‬
َ ‫َﻳ ْﻌ َﻠﻤُﻮ‬
c. Zümer 39/9: “(Kâfir mi hayırlıdır?) “Yoksa gecenin saatlerini, secde ederek,
kıyamda durarak ibadetle geçiren, âhiretten korkup da rabbinin rahmetini uman
mı? Ey Muhammed, sen onlara şöyle de: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Ancak akıl sahipleri düşünür.”
Bu ayet-i kerimenin başı farklı kıraatlerle okunduğu için farklı şekillerde izah
edilmiştir. Bu izahlardan biri, mealde verildiği gibidir. Başka bir izah şekli de şöyledir:
“Ey kâfir, sen cehennemliklerdensin. Gece saatlerinde secde ederek ve kıyamda
durarak ibadet eden kişi ise cennetliktir.” Başka bir izah şekli de şöyledir: “Gece
saatlerinde secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden âhiret azabından korkan ve
rabbinin rahmetini uman kimse, insanları Allahın yolundan saptırmak için ona ortak
koşan kimse gibi olur mu?”198 Taberî (ٌ‫ ) ُه َﻮ ﻗَﺎ ِﻧﺖ‬ifadesiyle ilgili İbn Ömer ve İbn
Abbas’tan rivayette bulunarak bu, itaat eden kimse demektir der. ( ‫ ) ﺁﻧَﺎ َء اﻟﱠﻠ ْﻴ ِﻞ‬yani
gecenin başında, ortasında ya da sonundaki birkaç saattir diye tefsir etmiştir. ‫ﺟﺪًا‬
ِ ‫) ﺳَﺎ‬
( ‫ َوﻗَﺎ ِﺋﻤًﺎ‬ifadesi, kişinin bazen secde halinde bazen de ayakta iken Allah’a itaat edip
yalvarması, dua etmesi demektir. (َ‫ﻦ ﻻ َﻳ ْﻌ َﻠﻤُﻮن‬
َ ‫ن وَاﱠﻟﺬِﻳ‬
َ ‫ﻦ َﻳ ْﻌ َﻠﻤُﻮ‬
َ ‫ﺴ َﺘﻮِي اﱠﻟﺬِﻳ‬
ْ ‫“ ) ُﻗ ْﻞ َه ْﻞ َﻳ‬Hiç
bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” ifadesini şöyle izah eder: “Hiç, rablerine itaat
ettikleri takdirde sevap kazanacaklarını ve ona karşı geldikleri takdirde günahkâr
olacaklarını bilenlerle hiç bir şey bilmeyen, yaptığı amellerden hayır ve şer ümit
etmeyenler bir olur mu? Elbette ki bunlar bir değildir. (ِ‫ )ِإ ﱠﻧﻤَﺎ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآ ُﺮ أُوﻟُﻮ اﻷ ْﻟﺒَﺎب‬ifadesini
ise, “Fakat bunu ancak akıl sahibi olanlar düşünüp anlarlar, cahiller, aklı noksan
olanlar böyle bir farkı idrak edemezler” şeklinde tefsir etmiştir.199
(‫ن‬
َ ‫ﻦ ﻻ َﻳ ْﻌ َﻠﻤُﻮ‬
َ ‫ن وَاﱠﻟﺬِﻳ‬
َ ‫ﻦ َﻳ ْﻌ َﻠﻤُﻮ‬
َ ‫ﺴ َﺘﻮِي اﱠﻟﺬِﻳ‬
ْ ‫“ ) ُﻗ ْﻞ َه ْﻞ َﻳ‬Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?” ifadesini Zemahşerî şöyle değerlendirmektedir: “Allah’a yönelen, O’na itaat
eden, O’nun rahmetini uman bir kimse Allah’ı inkâr eden, O’nun rahmetinden ümit
kesen bir kimse elbette aynı değildir, Kanit olan kâfir olandan daha faziletlidir. Kanit,
Allah’a gereği gibi itaat eden kimse demektir. Âlim kimse Allah’ı bilip tanıyan, O’na

198
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXI, 266.
199
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXI, 267- 269.

60
gereği gibi kulluk eden, cahil ise Allah’tan yüz çeviren asi kimse demektir. Bu yüzden
âlim bir kimse ile cahil bir kişi aynı değildir.200
Fahruddîn Râzî de ayetin baş kısmının farklı kıraatlerini şöyle izah eder: Nafî,
İbn Kesir ve Hamza, bu ifadeyi şeddesiz mim ile (‫ ;) ﺁﻣﻦ‬geriye kalanlar da, şedde ile
(ْ‫ )َأ ﱠﻣﻦ‬diye okumuşlardır. Şeddesiz okunması halinde bunun iki izah şekli vardır:
Birincisi, buradaki elif, istifham elifi olup, men’in başına gelmiştir, cevap mahzuf olup
takdiri, “Şöyle şöyle olan, böyle olmayan gibi midir? şeklindedir. İkincisi (ْ‫’)َأ ْم َﻣﻦ‬deki
elifin nida elifi olmasıdır. Buna göre sanki “Ey cennet ehlinden olan itaatkâr kimse!”
denilmiştir. (ْ‫ )َأ ﱠﻣﻦ‬şeklinde şeddeli okunmasına gelince, Ferrâ şöyle demiştir: “İfadenin
aslı, (ْ‫ )َأ ْم َﻣﻦ‬şeklinde olup, mîm mîm’e idğâm edilmiştir.” Buna göre buradaki em edatı,
senin “Zeyd mi daha faziletlidir, yoksa Amr mı?” sözündeki em edatı gibi olmuş
olur.201
Kurtubî ayette zikredilen (ٌ‫ ) ُه َﻮ ﻗَﺎ ِﻧﺖ‬ifadesini şu şekilde açıklamaktadır: Birincisi,
bundan kasıt itaatkâr kimsedir, bu açıklamayı İbn Mesud yapmıştır. İkincisi,
namazında huşu duyan kimsedir, bu açıklamayı İbn Şihab yapmıştır. Üçüncüsü
namazında kıyamda duran kimse demektir, bu açıklamayı Yahya b. Sellam yapmıştır.
Dördüncüsü, Rabbine dua eden kimsedir. İbn Mesud’un açıklaması bütün bunları
toplamaktadır der. Müfessire göre bilenler, bildiklerinden istifade edenler ve gereğince
amel edenlerdir. Bildiğinden faydalanmayan ve gereğince amel etmeyen bir kimse,
bilmeyen kişi konumundadır. Ancak özlü akıl sahipleri yani müminlerden akıl sahibi
olan kimseler öğüt alır.202 İbn Kesir göre ayette Allah’a inanıp itaat eden bir kimse ile
O’na şirk koşan bir değildir denilmektedir Allah yolunda olan bir kimse ile Allah
yolundan alıkoyan bir kimse elbette bir değildir aralarında fark vardır, ayette bilenlerle
bilmeyenlerin eşit olmadığı da bu yüzdendir. Bu farkı da temiz akıl sahibi kimseler
bilirler, idrak ederler.203
Âlûsî ayetten kasıt şudur der: “Allah’a gereği gibi itaat ediyor musun, kabule
daha yakın olan gecenin belli saatlerinde Allah’a ibadet ediyor musun, gizli ve açık her
durumda riyadan uzak duruyor musun, secde halinde ve ayakta sıkça Allah’ı anıyor
musun, ahiretin çetin azabından korkuyor musun, Allah’ın rahmetinden ümit ediyor

200
Zemahşerî, Keşşaf, VI, 49; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, V, 105.
201
Râzî, Tefsir-i Kebir, XIII, 233; benzer görüşler için bkz. Kurtubî, el-Câmi’, XV, 145- 148.
202
Kurtubî, el-Câmi’, XV, 150.
203
İbn Kesîr, Tefsîr, VII, 88- 89.

61
musun? İşte tüm bunları bilenle bilmeyip yüz çeviren elbette bir değildir. Bu apaçık
beyanlardan ancak kafasında hiçbir şüphe olmayan temiz akıl sahipleri düşünüp ibret
alırlar.204
Ayet-i kerimede inkârcıların durumu ile Allah’a itaat edip gereği gibi amel eden
müminlerin durumu karşılaştırılmıştır. Müfessirlerin de belirttiği gibi bu iki ayrı
vasıftaki insanları Allah katındaki durumlarının eşit olmadığı belirtilmektedir. Bu
ayette Allah bizlere kendisine nasıl ibadet etmemiz gerektiğini, azabından korkmamız
gerektiğini, rahmetinden hiçbir zaman ümit kesmememiz gerektiğini belirtmektedir.
İşte böyle davranan ile davranmayanlar bir değildir. Bunu da ancak akıl sahibi olup
düşünen, Allah’ın nimetlerini hatırlayıp şükreden kimseler fark ederler.

3.1.2. Allah’ın Yaratıcılığı Üzerinde Tezekküre Çağıran Ayetler


‫ت اﻟﱠﻠ ِﻪ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ‬
ِ ‫ﻦ َﺁﻳَﺎ‬
ْ ‫ﻚ ِﻣ‬
َ ‫ﺧ ْﻴ ٌﺮ َذ ِﻟ‬
َ ‫ﻚ‬
َ ‫س اﻟ ﱠﺘ ْﻘﻮَى َذ ِﻟ‬
ُ ‫ﺳ ْﻮ َﺁ ِﺗ ُﻜ ْﻢ َو ِرﻳﺸًﺎ َو ِﻟﺒَﺎ‬
َ ‫ﻋ َﻠ ْﻴ ُﻜ ْﻢ ِﻟﺒَﺎﺳًﺎ ُﻳﻮَارِي‬
َ ‫ﻳَﺎ َﺑﻨِﻲ َﺁ َد َم َﻗ ْﺪ َأ ْﻧ َﺰ ْﻟﻨَﺎ‬
‫ن‬
َ ‫َﻳ ﱠﺬ ﱠآﺮُو‬
a. A’raf 7/26: “Ey Âdemoğulları, sizin için, avret yerinizi öretecek elbise ve
ziynet eşyası yarattık. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bu, Allah’ın
delillerindendir. Gerekir ki ibret alırlar.”
Cenâb-ı Allah bu ayette size, avret yerlerinizi örtecek elbiseler, sıkıntısız ve ge-
nişçe yaşamınızı sağlayacak mallar verdik, Allah’ın yasaklarından kaçınıp, emirlerine
itaat ederek takvaya bürünmeniz, sizin için, avret mahallinizi örten elbiselerden daha
hayırlıdır demektedir. Bu elbise ve mallar, Allah’ın, varlığını gösteren delillerindendir.
İnsanlar gerekir ki bu anlatılanlardan ibret alır, batılı bırakıp hakka yönelirler.
Taberî ayet-i kerimede, insanların, avret mahallerini örtmeleri için, Allah
Teâlâ’nın, kullarına elbise nimetini lütfettiği zikredilmektedir der. Cahiliye döne-
minde, Araplardan bir kısım insanlar, Kâbeyi tavaf ederken, her zaman giydikleri
elbiselerini çıkarıp çıplak olarak tavaf yaparlardı. Ayet-i kerime böyle yapanları
uyararak, avret mahallerin örtmeleri için kendilerine elbiseler verdiğini beyan
etmektedir. Ayet-i kerimede geçen ve “Zinet eşyası” şeklinde tercüme edilen (‫) َورِﻳﺸًﺎ‬
kelimesi, Abdullah b. Abbas, Mücahid, Süddi, Urve b. Zübeyr ve Dehhak’tan
nakledilen bir görüşe göre “mal” demektir. Buna göre, ayetin bu bölümünün manası:
“Sizin için elbiseler ve mal var ettik.” demektir. Taberî ayette zikredilen (‫س اﻟ ﱠﺘ ْﻘﻮَى‬
ُ ‫) َو ِﻟﺒَﺎ‬

204
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XVII, 433- 435.

62
“takva elbisesi”nden neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmiştir: Katade
ve İbn-i Cüreyce göre burada zikredilen “takva elbisesi”nden maksat “iman”dır.
Mabed el-Cüheniye göre “hayâ ve edep”tir. Abdullah b. Abbas’tan nakledilen bir
görüşe göre “salih amel”dir. Abdullah b. Abbas’tan nakledilen diğer bir görüşe ve Hz.
Osman’a göre “güzel kıyafet”tir. Urve b. Zübeyr’e göre “Allah korkusu”dur. İbn
Zeyde göre ise “Avret mahallini örtmektir”. Zira Allah’tan korkan, avret mahallini
örter ve böylece takva elbisesini giymiş olur. Müfessirlerin, takva elbisesi hakkında
beyan ettikleri görüşleri Taberî şöyle değerlendirir: “Onlardan doğru olanı, takva
elbisesinden maksadın, nefislerin ve kalplerin, Allah korkusunu hissetmeleri ve bunun
icabı olarak ta emirlerini tutup yasaklarından kaçınmalarıdır. Takva elbisesi bu manada
alındığı takdirde, iman da, salih ameli de hayâyı da, Allah korkusunu da ve güzel
kıyafetli olmayı da ifade etmiş olur.205
Allah Teâlâ, nefislerin ve kalplerin, kendisinden korkmalarını, kişinin üzerine
giydiği bir elbiseye benzetmiştir. Zira insan kendisini maddi tehlikelere karşı elbise ile
koruduğu gibi manevi tehlikelere karşı da Allah korkusunu hissetmeyle korur.
Zemahşerî de (ِ‫ت اﻟﱠﻠﻪ‬
ِ ‫ﻦ َﺁﻳَﺎ‬
ْ ‫ﻚ ِﻣ‬
َ ‫“ ) َذ ِﻟ‬Bu, Allah’ın ayetlerindendir.” İfadesiyle ilgili olarak
bu ayet Allah’ın kullarına olan lütuf ve rahmetinin bir delilidir.206 (َ‫) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ ﱠﺬ ﱠآﺮُون‬
“Gerekir ki ibret alırlar.” Yani insanlar Allah’ın nimetinin büyüklüğünü bilsinler,
anlasınlar. Bu ayet avret yerlerinin açılmaması ve bu mahallin bir şekilde örtülmesi,
Allah’ın örtünme ve giyinme adına yaratmış olduğu nimetleri izhar etmek ile ilgili
olarak varit olmuştur. Avret yerlerinin açılmaması, tesettüre riayet takva bakımından
da önemlidir.207
Fahruddîn Râzî, (َ‫ت اﻟﱠﻠ ِﻪ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ ﱠﺬ ﱠآﺮُون‬
ِ ‫ﻦ َﺁﻳَﺎ‬
ْ ‫ﻚ ِﻣ‬
َ ‫“ ) َذ ِﻟ‬İşte bu, Allah’ın delillerindendir.
Gerekir ki ibret alırlar.” İfadesiyle ilgili olarak şöyle der: “Onlara bu elbiseyi
indirmek, Allah’ın, kullarına olan fazlu rahmetini gösteren ayetlerdendir. Umulur ki
onlar, bunu düşünür de böylece bundaki nimetin büyüklüğünü anlarlar.208 Kurtubî’ye
göre bu ayet-i kerime, avreti örtmenin vücubuna delildir. Çünkü yüce Allah, “Avret
yerlerinizi örtecek” diye buyurmaktadır. Böylelikle şanı yüce Allah, Âdemoğlunun

205
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XII, 365–370; Zemahşerî, Keşşaf, II, 219; Râzî, Tefsir-i Kebir, VII, 68;
Kurtubî, el-Câmi’, VII, 310; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 400; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VI, 147.
206
‫ﻳﻌﲏ إﻧﺰال اﻟﻠﺒﺎس‬
207
Zemahşerî, Keşşaf, II, 219.
208
Râzî, Tefsir-i Kebir, VII, 69.

63
zürriyetine avretlerini örtecek şeyleri yaratmış olduğunu beyan etmekte ve tesettürün
emir olunduğuna delâlet etmektedir. “Takva elbisesi” ile ilgili olarak ise bu, Allah’a
karşı duyulan haşyettir, takva elbisesi, Allah’ın emir ve yasakları hususunda Allah’a
karşı takvalı olma duygusunu hissetmektir der. (‫ت اﻟﱠﻠ ِﻪ‬
ِ ‫ﻦ َﺁﻳَﺎ‬
ْ ‫ﻚ ِﻣ‬
َ ‫“ ) َذ ِﻟ‬Bu, Allah’ın
ayetlerindendir.” Burada zikredilen ayetlerden maksat Allah’ın yaratıcı olduğuna
delil teşkil eden hususlardır.209 İbn Kesir, Allah bu ayette kulları için elbiseler, süsler,
eşyalar yaratmak suretiyle kullarını nimetlendirmiştir der. (ْ‫ﺳ ْﻮ َﺁ ِﺗ ُﻜﻢ‬
َ ‫ ) ُﻳﻮَارِي‬ifadesi avret
yerlerinin örtülmesini belirtmektedir. Allah ayette önce zaruri olarak örtülecek yerlerin
örtülmesini emretmiş sonrada (‫ ) َورِﻳﺸًﺎ‬ifadesini zikretmiştir. Bu ifade örtünmedeki
mükemmeliyeti ve ziyadeliği ifade eder.210
(‫ﻋ َﻠ ْﻴ ُﻜ ْﻢ ِﻟﺒَﺎﺳًﺎ‬
َ ‫ ) َﻗ ْﺪ َأ ْﻧ َﺰ ْﻟﻨَﺎ‬ifadesiyle ilgili olarak Âlûsî şöyle der: “Allah gökten indirmiş
olduğu yağmur ile yeryüzünde pamuk bitirmiş ve bununla da insanların elbiseler
yapmasını sağlamıştır. Cubbâî’nin rivayetini zikrederek Hz. Âdem ve Hz. Havva
cennetten yeryüzüne indirildiğinde vücutları cennet yaprakları ile örtülüydü. Ancak
sıcaktan dolayı Hz. Âdem rahatsız oldu da Cebrail (a.s.) pamuk getirmiştir. “Bu,
Allah’ın ayetlerindendir. Gerekir ki ibret alırlar.” Allah’ın kulları için üzerlerini
örtecek elbiseler yaratmasında büyük hikmetler vardır. Allah’ın bu ve buna benzer
nimetleri yaratması kullarına olan rahmetinin, lütfunun bir delilidir. İşte tüm bu
nimetler üzerinde akıl sahibi olanlar düşünürler, ibret alırlar ve kötülük yapmaktan,
kabahat işlemekten sakınırlar.
Müfessirlerin bu ayetle ilgili değerlendirmeleri genel olarak avret yerlerinin
örtünmesi ile ilgilidir. Ayette Allah örtünme nimetini zikretmiştir. Çünkü Allah’ın
kullarına olan nimetleri farklı farklıdır. Allah’ın örtünmeyi emretmesi ve bununla ilgili
olarak giyilecek şeyleri yaratması Allah’ın kullarına olan merhametinin, ihsanın bir
göstergesidir. İşte Allah Teâlâ bu ayette de nimetini hatırlatarak kullarını bunlar
üzerinde düşünmeye, tezekkür etmeye, ibret almaya çağırmakta, en güzel şekilde
giyinip Allah’ın emir ve yasaklarına riayet ederek

209
Kurtubî, el-Câmi’, VII, 310.
210
İbn Kesîr, Tefsîr, III, 399- 400.

64
‫ﺐ‬
ُ ‫ﻦ ُﻳﻨِﻴ‬
ْ ‫ﺴﻤَﺎ ِء ِر ْزﻗًﺎ َوﻣَﺎ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآ ُﺮ ِإﻟﱠﺎ َﻣ‬
‫ﻦ اﻟ ﱠ‬
َ ‫ُه َﻮ اﱠﻟﺬِي ُﻳﺮِﻳ ُﻜ ْﻢ َﺁﻳَﺎ ِﺗ ِﻪ َو ُﻳ َﻨﺰﱢ ُل َﻟ ُﻜ ْﻢ ِﻣ‬
b. Mü’min 40/13: “Size delillerini gösteren, size gökten rızık indiren O’dur.
Bunlardan ancak Allah’a yönelen ibret alır.”
Allah kâinatta kendi varlığına delalet eden birçok delil, işaret yaratmıştır. Bu
ayette de Cenâb-ı Allah yarattığı delilleri kullarına gösterdiğini, kulları için gökten
rızık indirdiğini beyan etmektedir. Taberî bu ayeti şöyle değerlendirmektedir: “Ey
insanlar, size bildiğiniz ve hak olduğunun delillerini gönderen ancak Allah’tır.
Gökten yağmur yağdırıp yerden bitkiler bitirerek sizin rızkınızı veren de O’dur.
Fakat Allah’ın birliğini gösteren bu delillerden ancak ona yönelen ve ona itaat eden
kimseler ibret alır. Kâfirlerin bunlardan öğüt alma nasipleri yoktur.211
Zemahşerî (ُ‫ﻦ ُﻳﻨِﻴﺐ‬
ْ ‫ ) َوﻣَﺎ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآ ُﺮ ِإﻟﱠﺎ َﻣ‬ifadesini şöyle değerlendirmektedir: “Allah’ın
kâinatta yaratıp da kullarına göstermiş olduğu deliller hakkında ancak şirkten tevbe
edip Allah’a yönelen kimse düşünür, tefekkür eder ve ibret alır. Çünkü şirk
içerisindeki bir kimse için Allah’ın nimetlerini hatırlamaya, bunlar üzerinde
düşünmeye ve ibret almaya her hangi bir yol yoktur.212
Fahruddîn Râzî ayette zikredilen Allah’ın göstermiş olduğu deliller ile gökten
indirdiği rızıklar arasında bir benzetme yaparak ayeti şöyle tefsir etmektedir: “Allah
(ِ‫“ ) ُه َﻮ اﱠﻟﺬِي ُﻳﺮِﻳ ُﻜ ْﻢ َﺁﻳَﺎ ِﺗﻪ‬O, delillerini size göstermekte…” buyurmuştur. Bil ki, en
mühim olan şey, dinlerin ve bedenlerin faydasına olan şeyi görüp gözetmektir.
Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk, kulların dinlerinin faydasına olan şeyi, beyyinelerini ve
ayetlerini açıklamak suretiyle; bedenlerinin faydasına olan şeyi de, rızıklarını gökten
indirmek suretiyle görüp gözetmiştir. Dinlere göre, ayet ve delillerin konumu;
bedenlere göre rızıkların konumu gibidir. O halde ayetler dinlerin hayatiyeti; rızıklar
da, bedenlerin hayatiyeti için vazgeçilmezdir. Bu iki şey tahakkuk ettiği an, nimet
verme işi, en mükemmel ve tam bir biçimde tahakkuk etmiş olur.” ( ‫ﻦ‬
ْ ‫َوﻣَﺎ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآ ُﺮ ِإﻟﱠﺎ َﻣ‬
ُ ‫“ ) ُﻳﻨِﻴ‬Bunlardan ancak Allah’a yönelen ibret alır.” İfadesindeki Allah’a yönelen
‫ﺐ‬
kimseyi müfessir, şirk içerisinde olan bir kimsenin tövbe ederek iman etmesi ve
Allah’a yönelmesi olarak tefsir eder. Dolayısıyla müfessire göre şirkten tövbe ile
imana dönecek olan kimseden başkası, ibret alamaz. Bu, “Allah’ın birliğinin
delillerine vakıf olmak, adeta, akılda kesinleşmiş ve yerleşmiş bir hakikattir. Ama ne

211
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXI, 362.
212
Zemahşerî, Keşşaf, VI, 98.

65
var ki, şirki benimsemek ve Allah’tan başkasına ibadet etmekle meşgul olmak da, o
nurların tecelli etmesine bir engel gibidirler. Kul, bunlardan yüz çevirip, kendini
tamamıyla Allah’a verdiğinde, perdeler ve örtüler kalkar, böylece de, tam bir
kurtuluş elde edilmiş olur” manasındadır.213
Kurtubî’ye göre Allah’ın kullarına gösterdiği deliller, tevhit ve kudretinin
delilleridir. Yüce Allah bu buyruğunda ayetleri açıkça göstermeyi ve rızkı indirmeyi
bir arada zikretmiş bulunmaktadır. Çünkü ayetlerle din ayakta durur, rızık ile de
beden ayakta durur. Burada sözü edilen ayetler gökler, yerler, onlarda bulunanlar,
ikisi arasında bulunan güneş, ay, yıldızlar, rüzgârlar, bulutlar, buharlar, nehirler,
pınarlar, dağlar, ağaçlar ve helak olmuş toplumların bıraktıkları izlerdir. Buna
rağmen bu ayetlerden ancak yüce Allah’a itaate dönenler öğüt alır ve Allah’ı tevhit
eder.214
İbn Kesir de (ِ‫ ) ُه َﻮ اﱠﻟﺬِي ُﻳﺮِﻳ ُﻜ ْﻢ َﺁﻳَﺎ ِﺗﻪ‬yani Allah kudretini yarattıklarına gösterir215,
(‫ﺴﻤَﺎ ِء ِر ْزﻗًﺎ‬
‫ﻦ اﻟ ﱠ‬
َ ‫ ) َو ُﻳ َﻨﺰﱢ ُل َﻟ ُﻜ ْﻢ ِﻣ‬Allah gökten yağmur indirerek yeryüzünde çeşitli bitki ve
meyveleri bitirir, böylece kullarını rızıklandırır, (ُ‫ ) َوﻣَﺎ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآﺮ‬Allah’ın yaratıcılığının
kudretine delalet eden tüm yaratılmış şeyler üzerinde düşünür, tefekkür eder ve ibret
ْ ‫ )ِإﻟﱠﺎ َﻣ‬böylece Allah’ı görür ve ona yönelir216 diyerek ayeti tefsir
alır, (ُ‫ﻦ ُﻳﻨِﻴﺐ‬
etmektedir.217
Şevkânî de ayette zikredilen delillerden maksat Allah’ın birliğini gösteren
deliller, gökten indirilen rızık ise yağmurdur. Çünkü yağmur tüm rızıkların sebebidir.
Allah’ın birliğine, sözünün doğruluğuna, tehdidine delalet eden bu apaçık deliller
üzerinde ancak Allah’a itaat edip yönelen, ayetleri üzerinde düşünüp onlardan
istifade eden kimseler tezekkür ederler, ibret alırlar.218
Âlûsî (ُ‫ﻦ ُﻳﻨِﻴﺐ‬
ْ ‫ ) َوﻣَﺎ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآ ُﺮ ِإﻟﱠﺎ َﻣ‬ifadesiyle ilgili olarak şöyle der: “Ayette zikredilen
Allah’ın delilleri aynı aklın merkezi gibidirler. Ancak hevasına uyan kimseler bu
delillerden gafildirler. Allah’ın delillerini ve yaratıcılığını inkâr etmekten vazgeçip
Allah’a yönelen ve delilleri üzerinde düşünen kimse, işte bunlar düşünüp ibret alırlar,

213
Râzî, Tefsir-i Kebir, XIII, 311; benzer görüşler için bkz. Kurtubî, el-Câmi’, XV, 240- 242.
214
Kurtubî, el-Câmi’, XV, 242- 245.
215
‫ ﻳﻈﻬﺮ ﻗﺪرﺗﻪ ﳋﻠﻘﻪ‬:‫أي‬
216
‫ ﻋﺰ وﺟﻞ‬،‫ ﻣﻦ هﻮ ﺑﺼﲑ ﻣﻨﻴﺐ إﱃ اﷲ‬:‫أي‬
217
İbn Kesîr, Tefsîr, VII, 134.
218
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, VI, 314; benzer görüşler için bkz. Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XVIII, 60.

66
tezekkür ederler. Allah’a yönelmeyen bir kimse O’nun delilleri üzerinde tezekkür
etmekten uzaktır.219
Ayet-i kerimede Cenâb-ı Hakk tek yaratıcı olduğunu ve buna delalet eden
birçok delili yaratıp gösterdiğini, kulları için çok çeşitli rızıklar yarattığını
belirtmektedir. Bunun ardından bizlerden de yaratmış olduğu rızıkları hatırlayıp
bunlar üzerinde düşünmemizi, tezekkür etmemizi, sadece kendisine yönelmemizi
istemektedir.

3.1.3. İman Üzerinde Tezekküre Çağıran Ayetler


‫ن‬
َ ‫س َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآﺮُو‬
ِ ‫ب اﻟﱠﻠ ُﻪ ا ْﻟ َﺄ ْﻣﺜَﺎ َل ﻟِﻠﻨﱠﺎ‬
ُ ‫ﻀ ِﺮ‬
ْ ‫ن َر ﱢﺑﻬَﺎ َو َﻳ‬
ِ ‫ﻦ ِﺑ ِﺈ ْذ‬
ٍ ‫ُﺗ ْﺆﺗِﻲ ُأ ُآ َﻠ َﻬﺎ ُآﻞﱠ ﺣِﻴ‬
a. İbrahim 14/25: “O ağaç, rabbinin izniyle her zaman meyvelerini verir.
Allah insanlara misaller veriyor ki öğüt alsınlar.”
Cenâb-ı Allah bu ayette bir ağaçtan bahsetmekte ve bunun ne olduğunu bir
önceki ayette zikretmektedir: “Ey Peygamber, Allah’ın, güzle bir sözü, kökü sabit,
dalları göğe doğru yükselen güzel bir ağaca benzettiğini görmez misin?”220 Allah
Teâlâ bu ayet-i kerimede, Müminin kalbinde karar kılan kelime-i tevhidi, yani,
“Lailahe İllallah” sözünü, güzel bir ağaca benzetiyor. Nasıl ki güzel bir ağaç, köklerini
yere salıp sağlamlaşır ve dallarını göğe doğru yükseltirse, Müminin kalbindeki kelime-
i tevhid de öylece orada karar kılar. Ve o müminden salih ameller meydana gelir. Ve
bu ameller, en yüksek makamlarda dosyalanıp saklanır.221 (‫ن َر ﱢﺑﻬَﺎ‬
ِ ‫ﻦ ِﺑ ِﺈ ْذ‬
ٍ ‫) ُﺗ ْﺆﺗِﻲ ُأ ُآ َﻠﻬَﺎ ُآﻞﱠ ﺣِﻴ‬
ifadesini Taberî şöyle değerlendirir: “Güzel bir ağaç, nasıl ki her zaman rabbinin
izniyle meyvelerini verir ve insanlar için faydalı olur, mümin kişi de işte böyledir.
Bütün amelleriyle hem kendisine hem de çevresindekilere faydalı olur. Onun amelleri
adeta faydalı meyveler gibidir. (َ‫س َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآﺮُون‬
ِ ‫ب اﻟﱠﻠ ُﻪ ا ْﻟ َﺄ ْﻣﺜَﺎ َل ﻟِﻠﻨﱠﺎ‬
ُ ‫ﻀ ِﺮ‬
ْ ‫ ) َو َﻳ‬yani Allah kullarına
birçok misaller vermektedir ki kulları bunlar üzerinde düşünsünler, tezekkür etsinler,
ibret alsınlar, küfre düşmekten sakınsınlar ve imana yönelsinler.222
Zemahşerî ayeti şöyle tahlil etmektedir:(ٍ ‫ ) ُﺗ ْﺆﺗِﻰ ُأ ُآ َﻠﻬَﺎ ُآﻞﱠ ﺣِﻴﻦ‬Yani o ağaç her vakit
meyvesini verir, Allah da onu her zaman meyvelendirir. (‫ن َر ّﺑﻬَﺎ‬
ِ ‫ ) ِﺑ ِﺈ ْذ‬Allah o meyvenin

219
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XVIII, 60.
220
İbrahim 14/24.
221
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVI, 567; Râzî, Tefsir-i Kebir, IX, 245.
222
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVI, 567.

67
yaratmasını ve sürekli meydana getirmesini kolaylaştırmıştır.223 (َ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآﺮُون‬ayetin
bu kısmında Allah çokça düşünmeyi, tezekkür etmeyi ve manaları tasavvur etmeyi
belirtmektedir.224
Fahruddîn Râzî, “O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvelerini verir”
ifadesinden murad şudur der: Bahsedilen ağaç, bu sıfatla yani her zaman meyvelerini
verme sıfatıyla muttasıftır. Bu sıfat da, onun meyvelerinin daima ve her zaman mevcut
olması, meyveleri bazen bulunan bazen bulunmayan diğer ağaçlar gibi olmamasıdır.
Kesin olarak bilinir ki, böyle bir ağacı elde etme arzusu son derece büyük olur. Akıllı
olan bir kimsenin onu elde etme ve ona sahip olma imkânını bulduğunda, ondan gafil
olması ve onu elde etme hususunda gevşeklik göstermesi mümkün değildir. Allah
Teâlâ daha sonra “Allah insanlara misaller veriyor ki öğüt alsınlar.” buyurmuştur.
Yani bu darbı meselde, daha çok anlatma, daha çok hatırlatma ve ibret verme ve
manaları daha iyi ortaya koyma bulunmaktadır demektir. Zira sırf aklî konuları, his,
hayal ve vehim anlayamaz. Binaenaleyh, bu konulara mahsûsât âleminden benzer olan
şeyler zikredildiğinde, his, hayal ve vehim, bu çekişmeyi terk eder, makul ile mahsus
olan birbirine mutabık olur, böylece de tam bir anlayış meydana gelir, bu şekilde de
matluba ulaşılmış olur.225
Kurtubî bu ayetle ilgili olarak müfessirlerin şu görüşlerine yer vermektedir: İbn
Abbas der ki: Hoş sözden kasıt, lâ ilahe İllallah’tır. Güzel bir ağaçtan kasıt ise
mümindir. Mücahid ve İbn Cüreyc derler ki: Hoş sözden kasıt iman’dır.226 Enes
yoluyla gelen hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
“İmanın misali kökü sağlam bir ağaca benzer. İman bu ağacın kökleridir, namaz onun
gövdesidir. Zekât gövdeden ayrılan kollarıdır, oruç onun dallarıdır. Allah uğrunda
sıkıntılara katlanmak onun filizleridir, güzel ahlâk onun yapraklarıdır. Allah’ın
haramlarından uzak durmaksa onun meyvesidir.” Bütün ağaçlar her yıl bir defa mahsul
verdiklerine göre Yüce Allah’ın: (ٍ‫“ ) ُﺗ ْﺆﺗِﻲ ُأ ُآ َﻠﻬَﺎ ُآﻞﱠ ﺣِﻴﻦ‬Her zaman meyvelerini verir”
buyruğu aynı zamanda (ٍ‫’)ﺣِﻴﻦ‬nin hükmüne dair açıklamayı da ihtiva etmektedir der.227
İbn Kesir de Katâde, Said b. Cübeyr ve İkrime’den gelen şu görüşe yer vermektedir:

223
‫ﺑﺘﻴﺴﲑ ﺧﺎﻟﻘﻬﺎ وﺗﻜﻮﻳﻨﻪ‬
224
Zemahşerî, Keşşaf, III, 281; benzer görüşleriçin bkz: Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 261.
225
Râzî, Tefsir-i Kebir, IX, 242- 245.
226
Kurtubî, el-Câmi’, IX, 547–548; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 491.
227
Kurtubî, el-Câmi’, IX, 547–548.

68
“Ayette zikredilen durum müminlerle ilgilidir. Çünkü konuştuğu zaman onun sözü
güzeldir, ameli salihtir, mümin sanki hurma ağacı gibidir ki sabah, akşam, her zaman
ve her vakitte ameli salih işleyerek sürekli yükselmektedir.”228
Âlûsî bir önceki ayette Allah güzel bir kelimeyi güzel bir ağaca benzetmiştir
diyerek ayetle ilgili şu değerlendirmeyi yapar: “Selef âlimlerinin ekserisi bu ağacın
hurma ağacı olduğunu söylemektedirler. Ayette zikredilen güzel kelimeden maksat la
ilahe illallah sözüdür. Müfessir ayette zikredilen benzetme ile ilgili olarak şöyle der:
“Müminlerin kalbinde sağlam bir şekilde yer alan iman ağacın aslı, gövdesidir. Bir de
bu ağacın dalları vardır ki kul bunun üzerine sâlih amellerden, temiz fiillerden bina
ederek göğe doğru yükselir. Allah da böyle kullarına sevabından bolca verir ve ondan
razı olur.” (َ‫س َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآﺮُون‬
ِ ‫ب اﷲ اﻻﻣﺜﺎل ﻟِﻠﻨﱠﺎ‬
ُ ‫ﻀ ِﺮ‬
ْ ‫ ) َو َﻳ‬ifadesinde Allah’ın zikretmiş olduğu bu
mesellerde düşünmeyi, tezekkür etmeyi artırma, hatırlama söz konusudur. Akli
manaları mahsusat suretiyle tasavvur etmek his ve hayal arasında kişiyi yükseltir.229
Ayeti sibakıyla değerlendirdiğimiz zaman anlıyoruz ki Allah imanı, tevhidi
sürekli meyve veren güzel bir ağaca benzetmektedir. Nasıl ki sürekli meyve veren bir
ağaç insanlara meyveleri ile faydalı oluyorsa mümin bir kimse de ilmi ve ameli
gayretleriyle, güzel ahlakı ve davranışlarıyla, sâlih amelleriyle çevresindeki insanlara
faydalı olur. Kul böyle davranmak suretiyle manevi olarak hem temizlenmekte hem de
yükselmektedir. Allah Teâlâ bu darbı meselleri boş yere değil, kullarım bunlar
üzerinde düşünsünler, tezekkür etsinler ve güzel bir insan, iyi bir mümin olsunlar diye
anlatmaktadır.

‫س ِإﻟﱠﺎ ُآﻔُﻮرًا‬
ِ ‫ﺻ ﱠﺮ ْﻓﻨَﺎ ُﻩ َﺑ ْﻴ َﻨ ُﻬ ْﻢ ِﻟ َﻴﺬﱠآﱠﺮُوا َﻓ َﺄﺑَﻰ َأ ْآ َﺜ ُﺮ اﻟﻨﱠﺎ‬
َ ‫َو َﻟ َﻘ ْﺪ‬
b. Furkan 25/50: “Yemin olsun ki, düşünüp ibret almaları için biz bu delilleri
çeşitli şekillerde açıkladık. Buna rağmen birçok insan iman etmemekte ısrar ettiler.”
Taberî ayeti şu şekilde izah etmektedir: “Biz, gökten indirdiğimiz tertemiz suyu
kullarımız arasında taksim ettik ki nimetlerimizi düşünüp ibret alsınlar ve onlara karşı
şükretsinler. Ne var ki insanların çoğu nankörlük ettiler, bu nimetlere karşı şükürde
bulunmadılar. Taberî’nin naklettiği bir kısım müfessirler ise şöyle izah etmişlerdir
“Biz yağmuru bölgeler arasında dolaştırdık. Bazen bir bölgeye bazen da başka bir

228
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 491.
229
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IX, 358.

69
bölgeye yağdırdık ki düşünüp ibret alsınlar, kudretimizin büyüklüğünü ölçsünler ve
yağmurun yağmadığı yerlerde, insanlar yaptıkları günahlardan vazgeçsinler. Fakat
insanların çoğu inkârlarında ısrar ettiler. Şu veya bu yıldızın etkisiyle yağmur yağdığı-
nı iddia ettiler.230
Zemahşerî, bu ayette kulların tefekkür edip düşünmeleri için, ibret almaları için
Allah’ın bulutları yaratması ve yağmur indirmesini hatırlatma söz konusudur
demektedir. Böylece insanlar nimetlerin hakikatini bilsinler, anlasınlar ve rablerine
şükretsinler. (‫ )ﻓﺄﺑﻰ‬yani onların çoğu küfranı nimet içindedirler, Allah’ın nimetlerini
inkâr etmekteler ve onları azımsamaktadırlar. Ayette Allah, biz değişik vakitlerde
farklı yerlerde yağmur yağdırmaktayız demekte ancak bazı insanlar şu yıldız ile
yağmuru biz yağdırdık diyerek Allah’a nankörlük etmektedirler. Allah’ın kullarına
olan merhametini ve yaratmış olduğu nimetleri hatırlamamaktadırlar.231
Fahruddîn Râzî, (ُ‫ﺻ ﱠﺮ ْﻓﻨَﺎﻩ‬
َ ‫ ) َو َﻟ َﻘ ْﺪ‬ifadesindeki “hu” zamiri önceki ayette belirtilen
“yağmura” racidir demektedir. Böylece Allah, tefekkür etsinler Yaratıcının varlığına
istidlal etsinler diye, bulutların yaratılışından ve yağmurların yağdırılmasından
bahsetmiştir. (‫“ ) ِﻟ َﻴ ﱠﺬ ﱠآﺮُو‬düşünüp ibret almaları için” ifadesi Cenâb-ı Hakk’ın, her
insanın tefekkür edip, ibret almasını istediğini gösterir. Eğer Allah insanların kâfir
olmasını ve haktan yüz çevirmelerini murad etmiş olsaydı, o zaman bu ifade, yerli
yerinde olmamış olurdu. Bu ise “Allah kâfirin küfrünü irade etmiştir” diyenlerin
görüşünü iptal eder. Ayetteki, (‫س ِإﻟﱠﺎ ُآﻔُﻮرًا‬
ِ ‫“ ) َﻓ َﺄﺑَﻰ َأ ْآ َﺜ ُﺮ اﻟﻨﱠﺎ‬Buna rağmen birçok insan
iman etmemekte ısrar ettiler.” ifadesi ile “Onlar Cenâb-ı Hakk’ın bu nimetleri
üzerinde tefekkür etmedikleri, bunlarla, yaratıcının varlığına, kudretine, ihsanına
istidlalde bulunmadıkları ve nankörlük ettikleri o nimetleri bile bile inkâra kalkıştılar”
manası kastedilmiştir. Ayetteki (‫ ) ُآﻔُﻮرًا‬kelimesi ile “küfür” (inkâr) manası kastedildiği
de söylenmiştir. Zira onların bu küfürleri, “Falanca yıldızın batması, falanca yıldızın
doğması sayesinde yağmurumuz yağar” demelerinden ötürüdür. Çünkü nimetin, nimet
verenden kaynaklandığını inkâr edip, böyle nimetleri yıldızlara ve feleklere mal eden
herkes kâfir olur. Kim, bu şeyleri gerektirme ve yaratma hususunda, felekleri ve
yıldızlan başlı başına sebep ve müessir sayarsa, onun kâfir olacağında şüphe yoktur.
Fakat “Hak Teala, felekleri ve yıldızları böylesi hadiselerin meydana gelmesini

230
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 279; benzer görüşler için bkz. Kurtubî, el-Câmi’, XII, 583- 585.
231
Zemahşerî, Keşşaf, IV, 468; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 284.

70
gerektirecek özellik ve sıfatta yaratmıştır” diyen kimselerin hataları, belki de küfür
derecesine varmaz.232
Kurtubî (ُ‫ﺻ ﱠﺮ ْﻓﻨَﺎﻩ‬
َ ) ifadesini “evirip çevirmek” şeklinde tefsir etmiştir. Andolsun ki
Biz, onu yani Kur’an-ı Kerim’i onların arasında öğüt alsınlar diye evirip çevirdik.
Burada zamir ile Kur’an’dan söz edilmesi surenin baş taraflarında yüce Allah’ın “Hak
ile batılı ayıranı (Furkan’ı) âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna indiren (Allah) ne yüce,
ne mübarektir”233 buyruğu; “Andolsun ki bana geldikten sonra beni Zikirden o
saptırdı.” ile “Ya Rab! Gerçekten benim kavmim bu Kur’an’ı terk etti.”234 buy-
ruklarında ondan söz edilmiş olmasından dolayıdır. “Buna rağmen birçok insan
iman etmemekte ısrar ettiler.” Yani Onu inkâr ettiler, onu yalanladılar. (ُ‫ﺻ ﱠﺮ ْﻓﻨَﺎﻩ‬
َ )
ifadesinde sözü edilenin yağmur olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İbn Abbas’tan riva-
yet edilmiştir. İbn Mes’ud da şöyle demiştir: Bir senenin yağmuru diğerininkinden
fazla değildir. Ancak yüce Allah, onu dilediği şekilde evirip çevirir. Bir tarafta yağan
fazla miktar, diğerlerinden eksiltilmiş demektir. İşte “evirip çevirme”nin (tasrifin)
anlamı budur. Kurtubî’nin naklettiği bir diğer açıklamaya göre, onun evirilip
çevrilmesi içmek, sulamak, onunla ekin yetiştirmek, taharet almak, bostanları sulamak,
yıkamak ve benzeri yollarla çeşitli şekillerle ondan faydalanmaktır. Hamza ve el-Kisâî
(‫“ ) ِﻟ َﻴﺬﱠآﱠﺮُوا‬Öğüt alsınlar diye” buyruğunu “Hatırlasınlar diye” şeklinde, “zel” harfi
şeddesiz olarak “zikirden” gelmiş bir kip olarak okumuşlardır. Diğerleri ise
tezekkür’den türemiş ve şeddeli olarak okumuşlardır. Yani yüce Allah’ın nimetlerini
hatırlasınlar ve bu nimetleri ihsan eden kimseye ortak koşmanın caiz olmadığını
bilsinler demektir. Tezekkür de mana itibariyle zikre (hatırlamaya) yakındır. Şu kadar
var ki, tezekkür kalpten uzak kalan şeyler hakkında kullanılır, O bakımdan kalp, ha-
tırlamakta bir çeşit çabaya ihtiyaç duyar.235
İbn Kesir İbn Mes’ud ve İbn Abbas’ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Hiçbir
sene yok ki diğer senelerden daha fazla yağmurlu geçsin, fakat Allah yağmuru dilediği
şekilde evirip çevirir, yağdırır dedi ve (‫س إِﻻ ُآﻔُﻮرًا‬
ِ ‫ﺻ ﱠﺮ ْﻓﻨَﺎ ُﻩ َﺑ ْﻴ َﻨ ُﻬ ْﻢ ِﻟ َﻴﺬﱠآﱠﺮُوا َﻓ َﺄﺑَﻰ َأ ْآ َﺜ ُﺮ اﻟﻨﱠﺎ‬
َ ‫) َو َﻟ َﻘ ْﺪ‬
ayetini okudu”. Yani Allah ölü olan toprağı nasıl canlandırıyorsa ölüleri, ufalanmış

232
Râzî, Tefsir-i Kebir, XI, 438; benzer görüşler için bkz. Kurtubî, el-Câmi’, XII, 583- 585; Şevkânî,
Fethu’l-Kadîr, V, 284; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIV, 115.
233
Furkan 25/1.
234
Furkan 25/.
235
Kurtubî, el-Câmi’, XII, 583- 585; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 284.

71
kemikleri de diriltmeye kadir olduğunu düşünsünler ve hatırlasınlar ya da günahları
sebebiyle Allah onlardan yağmuru nasıl engelliyor bir baksınlar.236 Âlûsî, ayette
zikredilen (‫ﺻ ﱠﺮ ْﻓﻨَﺎ ُﻩ َﺑ ْﻴ َﻨ ُﻬ ْﻢ ِﻟ َﻴﺬﱠآﱠﺮُوا‬
َ ) ifadesini şöyle değerlendirir: “Allah farklı beldelerde,
değişik zamanlarda ve farklı sıfatlarda yani bol, az ve çisindi şeklinde yağmur
yağdırmaktadır. Allah kullarına bu nimetini hatırlattıktan sonra düşünsünler, Allah’ın
nimetlerini hatırlasınlar ve (‫س ِإﻟﱠﺎ ُآﻔُﻮرًا‬
ِ ‫ ) َﻓ َﺄﺑَﻰ َأ ْآ َﺜ ُﺮ اﻟﻨﱠﺎ‬ifadesindeki kimselerin durumuna
düşmesinler buyurmaktadır.237
Değerlendirmiş olduğumuz ayetin bir öncesinde Allah Teâlâ rahmetinin bir
müjdesi olarak rüzgâr göndermekte, gökten yağmur indirmek suretiyle kullarını
nimetlendirmekte, ölü toprağı canlandırmaktadır. Müfessirlerin de beyan ettikleri gibi
Allah’ın gökten indirmiş olduğu yağmuru kullarının durumuna göre farklı yerlerde ve
zamanlarda değişik sıfatlarda indirmektedir. Bizlere düşen Allah’ın ihsan ettiği
nimetlerin kadrini bilmek, gereği gibi şükrünü eda etmek, küfranı nimet içerisinde
bulunmamaktır. Allah’ın nimetleri üzerinde düşünmek, onları hatırlamak Allah’a olan
şükrümüzü arttıracaktır.

3.1.4. Öğüt Manasında Kullanılan Tezekkür Ayetleri


‫َأ ْو َﻳﺬﱠآﱠ ُﺮ َﻓ َﺘ ْﻨ َﻔ َﻌ ُﻪ اﻟ ﱢﺬ ْآﺮَى‬
a. Abese 80/4: “(Sana ne bildirdi? Belki o temizlenecekti) Yahut öğüt alacaktı
ve bu öğüt ona fayda verecekti.”
Bu ayetin ve önceki ayetlerin Abdullah İbn Ümmü Mektûm hakkında nazil
olduğu rivayet edilmektedir. Hz. Âişe (r.a.)’nın rivayet ettiğine göre İbn Ümmü
Mektûm Hz. Peygamber’e gelerek Ya Rasulullah bana Allah’ın sana öğrettiklerinden
anlat dedi. Bu sırada Hz. Peygamber’in yanında müşriklerin ileri gelenleri vardı ve
onlara bir şeyler anlatıyordu. Bu yüzden Rasulullah ondan yüz çevirdi ve yanındaki
diğer insanlara yöneldi. Bunun üzerine yukarıda ayetler nazil olmuştur. Hz.
Peygamber bu ayetler nazil olunca İbn Ümmü Mektûm’a yöneldi ve ihtiyacın nedir,
bir şey mi istiyorsun diyerek onunla konuştu.238 Taberî ( ‫ ) َأ ْو َﻳﺬﱠآﱠ ُﺮ َﻓ َﺘ ْﻨ َﻔ َﻌ ُﻪ اﻟ ﱢﺬ ْآﺮَى‬demek
(‫ )أو ﻳﺘﺬآﱠﺮ ﻓﺘﻨﻔﻌﻪ اﻟﺬآﺮى‬demektir. Yani kendisine öğüt verilen, nasihat edilen kimse
bunlar üzerinde düşünür, bunlardan ibret alır, öğrenmiş olduğu şeyler kendisine
236
İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 116; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIV, 115.
237
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIV, 115.
238
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXIV, 217; Zemahşerî, Keşşaf, VII, 233; Râzî, Tefsir-i Kebir, XVI, 352.

72
fayda verir ve kendisini Allah’a daha fazla yaklaştırır, Allah’a daha fazla kulluk
etmeye yöneltir.239
Zemahşerî, (ُ‫ )َأ ْو َﻳﺬﱠآﱠﺮ‬ifadesi öğüt almak, ibret almak240 demektir der. Hz.
Peygamber’in öğüdü, nasihati o kimse için faydalı olurdu ve o kimse için bazı itaat
konularında bir lütuf olurdu demektedir.241
Fahruddîn Râzî de ayeti şöyle tefsir eder: “ Sana o âmânın halini, ne bildirdi?
Belki de o, senin telkinlerinle cehaletten ve günahtan arınacaktı. Yahut da yaptığın
öğütten nasibini alacak, böylece öğüdün, ona fayda verecek ve bu öğüt onun için bazı
taatlar konusunda bir lütuf olacaktı. Velhasıl belki de onun senden alacağı o bilgi,
uygun olmayan bir kısım şeylerden, yani cehalet ve günahtan onu temizleyecek veya
uygun olan bazı şeylerle, yani taatla meşgul olmasını sağlayacaktı.242
İbn Kesir ayeti, “Belki de yapılan öğütten, nasihatten ibret alacaktı ve
haramlardan yüz çevirecekti” diye tefsir etmiştir.243
Ayet-i kerime sibakıyla birlikte değerlendirildiğinde Canabı Allah’ın Hz.
Peygamber’i uyarması söz konusudur. Ayette yapılacak öğüt ve nasihatin kimin için
faydalı olacağını ancak Allah’ın bilebileceği belirtilmektedir. Dolayısıyla bize
anlatılmak istenen böyle durumlarda hiç kimseyi ayırt etmeden herkese eşit
yaklaşmamız gerektiği, sonucun kimin faydasına olacağını ancak Allah’ın
bilebileceği beyan edilmektedir.

‫ﺨﺸَﻰ‬
ْ ‫ﻦ َﻳ‬
ْ ‫ﺳ َﻴﺬﱠآﱠ ُﺮ َﻣ‬
َ
b. A’la 87/10: “Allah'tan korkan öğüt alacaktır”
Cenâb-ı Hakk bu ayet-i kerimede kendisinden korkan kimselerin yapılan öğüt
ve nasihatlerden istifade edeceklerini, bunlar üzerinde tezekkür edip gereği gibi ibret
alacaklarını, haramlardan sakınıp Allah’a daha fazla yöneleceklerini beyan
etmektedir. Taberî (‫ﺨﺸَﻰ‬ ْ ‫ﺳ َﻴ ﱠﺬ ﱠآ ُﺮ َﻣ‬
ْ ‫ﻦ َﻳ‬ َ ) ayetini “Ya Muhammed sana emrettiklerimi en
güzel şekilde öğüt ve nasihat olarak anlat ki Allah’tan korkan kimseler bu öğüt ve
nasihatlerle düşünüp tezekkür edip ibret alırlar ve Allah’ın azabından korkarlar” diye

239
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXIV, 219.
240
‫أو ﻳﺘﻌﻆ‬
241
Zemahşerî, Keşşaf, VII, 233; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, V, 370; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXII, 169.
242
Râzî, Tefsir-i Kebir, XVI, 354.
243
İbn Kesîr, Tefsîr, VIII, 319.

73
tefsir etmiştir.244
Zemahşerî, (‫ﺳ َﻴ ﱠﺬآﱠﺮ‬
َ ) kişi düşünmeye, tezekküre yönelir ve ondan faydalanır, ( ‫ﻦ‬
ْ ‫َﻣ‬
‫ﺨﺸَﻰ‬
ْ ‫ ) َﻳ‬Allah’tan ve akıbetinin kötü olmasından korkar, bu yüzden nazar ve tefekkür
eder ki bu, kendisini hakka tabi olmaya, doğru yola götürür diye tefsir etmektedir.245
Allah Teâlâ, bir önceki ayette de belirttiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v.)’i, bütün
dünya ve ahiret işlerini kolaylaştırmak suretiyle, kemale erdirince, ona, bütün halkı
Hakk’a davet etmesini emretmiştir. Çünkü insanın kemali, Allah Teâlâ’nın ahlakıyla
ahlaklanmasında ve bunun mükemmel bir şekilde olmasında yatmaktadır.
Binaenaleyh Hz. Muhammed (s.a.v.), “Seni en kolay olana muvaffak edeceğiz”246
ayetinin gereği olarak, tam ve mükemmel bir insan olunca, kendisini Hak Teâlâ'nın
“O halde öğüt ver”247 ayetinin bir gereği olarak, en iyi şekilde öğüt vermekle
emrolunmuştur. Çünkü hatırlatıp, öğüt verme, noksan ve kusurlu olanları kusursuz
hale getirmeyi; cahilleri de, hidayete (ilme) sevk etmeyi gerektirir.248
Beydâvî, (‫ﺨﺸَﻰ‬
ْ ‫ﻦ َﻳ‬
ْ ‫ﺳ َﻴﺬﱠآﱠ ُﺮ َﻣ‬
َ ) ayetini “Allahtan korkan kimseler ibret alacaklar ve
bunlardan faydalanacaklar, bunlar üzerinde teemmül edecekler ve hakikati bilip
öğreneceklerdir” şeklinde tefsir etmiştir.249 İbn Kesir de ayeti “Ya Muhammed
kalbinde Allah korkusu olan kimse kendisine tebliğ edilenden ibret alacak ve Allah
ile karşılaşacağını bilecektir” diye tefsir etmiştir.250 Âlûsî de “Allah’tan gereği gibi
korkan kimseler Hz. Peygamber’in uyarılarından, öğüt ve nasihatlerinden ibret alırlar
ve bu durum onların Allah’a olan korkularını, saygılarını daha da arttırır, kendilerine
hatırlatılan durumlar üzerinde tefekkür ederler, bunların hakikati üzerinde dururlar ve
iman ederler” şeklinde tefsir etmiştir.251
Ayet-i kerimede geçen (‫ﺳ َﻴ ﱠﺬآﱠﺮ‬
َ ) ifadesini müfessirler genel olarak ilk planda
“öğüt ve ibret almak” manasında tefsir etmişler, ikinci planda ise “öğüt ve nasihatler
üzerinde gereği gibi tefekkür ve tezekkür etmek” manasında değerlendirmişlerdir.
Böylece kul kendisine yapılan uyarılar, öğüt ve nasihatler üzerinde tezekkür etmeli,

244
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXIV, 372.
245
Zemahşerî, Keşşaf, VII, 277.
246
A’la 87/8.
247
A’la 87/9.
248
Râzî, Tefsir-i Kebir, XVI, 467.
249
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, V, 392.
250
İbn Kesîr, Tefsîr, VIII, 380.
251
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXII, 371.

74
Allah’ın kendisi üzerindeki nimetlerini hatırlamalı, tüm bunların şükrünü eda
edebilmek için Allah’a daha fazla yönelmelidir.
Yukarıda değerlendirmiş olduğumuz tezekkürle ilgili ayetler genel anlamda
tezekkürü içermektedir. Bu ayetler kâinattaki hakikatler üzerinde, Allah’ın varlığına,
birliğine, kudretine, yarattıkları üzerindeki hükmediciliğine delalet eden deliller
üzerinde, Allah’ın kulları için gökte, yerde ve yeraltında var ettiği nimetler üzerinde,
inanan insan ile inanmayan kâfirin bir olmayacağı üzerinde, Allah’a gereği gibi
kulluk edenle günahkâr bir kimsenin bir olmayacağı üzerinde düşünmeye, aklı
kullanmaya ve ibret almaya çağırmaktadır.

3.2.Kur’an Bağlamında Zikredilen Tezekkür

3.2.1. Dolaylı Olarak Kur’an Bağlamında Zikredilen Tezekkür


‫ن‬
َ ‫س َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآﺮُو‬
ِ ‫ﻦ ﺁﻳَﺎ ِﺗ ِﻪ ﻟِﻠﻨﱠﺎ‬
ُ ‫ﺠ ﱠﻨ ِﺔ وَا ْﻟ َﻤ ْﻐ ِﻔ َﺮ ِة ِﺑ ِﺈ ْذ ِﻧ ِﻪ َو ُﻳ َﺒﻴﱢ‬
َ ‫ﻋ َﻮ ِإﻟَﻰ ا ْﻟ‬
ُ ‫ن ِإﻟَﻰ اﻟﻨﱠﺎ ِر َواﻟّﻠ ُﻪ َﻳ ْﺪ‬
َ ‫ﻚ َﻳ ْﺪﻋُﻮ‬
َ ‫أُوﻟَـ ِﺌ‬...
a. Bakara 2/221: “Onlar, sizi ateşe davet ederler; Allah ise kendi izniyle
cennete ve mağfirete davet ediyor; insanlara, hatırda tutmaları için ayetlerini iyice
açıklıyor.”
Bu ayet müminlerin müşrik kadınlar ve müşrik erkeklerle evlenmelerine cevaz
vermeyen ayetin son kısmıdır. Hüküm bildiren bu ayetin sonunda Allah, insanlara
ayetlerini açıklamakta olduğundan bahsetmekte; onlardan bu ayetleri düşünüp
hatırda tutmalarını, öğüt ve ibret almalarını talep etmektedir.
Buradaki ayetlerden maksat Allah’ın Kitabında Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
diliyle indirmiş olduğu hüccet ve delilleridir. Bunları kullarının düşünüp ibret
almaları için indirmektedir.252
Daha önceki ayetin fâsılası “yetefekkerûn” ile verilmiş, Allah’ın ayetlerinin
beyanının bir sonucu olarak müminlerden tefekkür etmeleri beklenmişti. Bu ayetin
fâsılası da “yetezekkerûn” ile verilmiştir. Dolayısıyla tefekkürden sonra tezekkürün
gelmesinde tam bir uygunluk söz konusu olmuştur. Müminler önce tefekkür edecek,
akli melekelerini harekete geçirecekler, sonra da bunun neticesinde hem bu ayetleri,

252
Taberî, Câmiu’l-Beyân, II, 388.

75
hüccet ve delilleri zihinlerinde canlı tutacaklar, hem de öğüt alacaklar, fiilen bunlarla
amel edeceklerdir.253

‫ﻼ ﻣﱠﺎ َﺗ َﺬ ﱠآﺮُون‬
ً ‫ا ﱠﺗ ِﺒﻌُﻮا ﻣَﺎ أُﻧ ِﺰ َل ِإ َﻟ ْﻴﻜُﻢ ﻣﱢﻦ رﱠﺑﱢ ُﻜ ْﻢ َو َﻻ َﺗ ﱠﺘ ِﺒﻌُﻮا ﻣِﻦ دُو ِﻧ ِﻪ َأ ْو ِﻟﻴَﺎء َﻗﻠِﻴ‬
b. A’raf 7/3: “Rabbinizden size indirilene ittiba edin, onsuz bir takım velilere
ittiba etmeyin, siz pek az düşünüyorsunuz.”
Ayetin sibakında şu ayet vardır: “Bu, kendisiyle uyarasın diye ve
mü'minlere bir ihtar olmak üzere sana indirilen bir kitaptır; sakın bundan
dolayı yüreğinde bir sıkıntı olmasın!” Ayette ihtar olarak tercüme edilen kelime
(‫’)اﻟ ﱢﺬ ْآﺮَى‬dır. Bunun “tezekkür” anlamında olduğunu ifade etmiştik. Taberî, “Bu kitabı
sana indirdik ki onunla uyarasın, müminler de onunla tezekkür etsinler” anlamını
vermiştir.254 Dolayısıyla “ Hz. Peygamber (s.a.v.)’e kitabın indirilme gayesi,
müminlerin düşünüp öğüt almaları” olarak zikredilmektedir.
Elmalılı’nın ayetin (‫ ) ذآﺮى ﻟﻠﻤﺆﻣﻨﻴﻦ‬kısmını “müminlere ihtar” diye tercüme
etmesi ele aldığımız ayetle bağlantı kurmasından dolayıdır. Ona göre: “Rabbinizden
size indirilene ittiba edin…” hitabı müminlere yönelik olup, Hz. Peygamber
(s.a.v.)’e indirilene ittiba edecek olanlar müminlerdir.
Taberî ise buradaki hitabın inkârcı müşrikler, hatta bütün insanlar olduğu
düşüncesindedir. Ayrıca o, buradaki hitabın: “Ey nebi, kadınları boşadığınız zaman”
hitabındaki gibi bütün ümmeti kapsadığı görüşünün kabul edilemez olduğunu
söylemektedir.255 Ayetin (‫ “ ) ﻗﻠﻴﻼ ﻣﺎ ﺗﺬآﺮون‬siz pek az düşünüyorsunuz.” kısmı bu
görüşe göre öğüt ve ibret almayan, hakikatten yüz çeviren bütün insanları kapsamış
olmaktadır.
Ayetin bu kısmı ile ilgili acaba bir önceki ayetle de bağlantı kurup ayetin
müminlere hitap ettiğini de düşünerek “Kur’an’ müminler için öğüt ve ibret
kaynağıdır, onunla tezekkür ederler; hâlbuki onlar Kur’an’ı ne kadar az
düşünüyorlar!” şeklinde söylenebilir mi? Doğrudan olmasa da peş peşe iki ayette
kullanılan, “zikrâ” ve “tezekkür” ibareleri arasında böyle bir münasebet olmalıdır.

253
Bkz: Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, II, 120.
254
Bkz: Taberî, Câmiu’l-Beyân, V/426.
255
Taberî, Câmiu’l-Beyân, V/426.

76
‫ﻈ ُﻜ ْﻢ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ‬
ُ ‫ﻲ َﻳ ِﻌ‬
ِ ‫ﺤﺸَﺎء وَا ْﻟﻤُﻨ َﻜ ِﺮ وَا ْﻟ َﺒ ْﻐ‬
ْ ‫ﻦ ا ْﻟ َﻔ‬
ِ‫ﻋ‬
َ ‫ن َوإِﻳﺘَﺎء ذِي ا ْﻟ ُﻘ ْﺮﺑَﻰ َو َﻳ ْﻨﻬَﻰ‬
ِ ‫ﺣﺴَﺎ‬
ْ ‫ن اﻟّﻠ َﻪ َﻳ ْﺄ ُﻣ ُﺮ ﺑِﺎ ْﻟ َﻌ ْﺪ ِل وَا ِﻹ‬
‫ِإ ﱠ‬
‫ن‬
َ ‫َﺗ َﺬ ﱠآﺮُو‬
c. Nahl 16/90: “Haberiniz olsun ki Allah, size adaleti, iyi davranmayı ve
yakınlara yardımda bulunmayı emrediyor; hayasızlığı, fenalığı ve azgınlığı
yasaklıyor; dinleyip anlayıp tutasınız diye size öğüt veriyor.”
Allah söz konusu emir ve yasakları, kitabı Kur’an-ı Kerim’de bildirmektedir.
Yine vermiş olduğu va’z u nasihatleri Hz. Peygamber (s.a.v.)’e vahyetme yoluyla
bildirmektedir. Dolayısıyla Allah, vahyetmiş olduğu bu emir ve yasakların anlaşılıp
öğüt alınmasını talep etmektedir.
İbn Mes’ûd’dan gelen bir rivayete göre bu ayet Kur’an’ın en kapsamlı
ayetidir.256 Aynı şekilde Ömer b. Abdülaziz de: “Kur’an’da bu ayetten başka bir ayet
olmasa idi, her şeyi açıklamak ve hidayet olarak bu ayet kâfi gelirdi.” demiştir.257
Bu rivayetler göz önünde bulundurularak söylenirse, sadece bu ayeti anlayıp
tezekkür etmek bile Kur’an’ı anlamak bakımından büyük önem arz etmektedir.

‫ﺣ َﻤ ًﺔ ﻟﱠ َﻌﻠﱠ ُﻬ ْﻢ‬
ْ ‫س َو ُهﺪًى َو َر‬
ِ ‫ن اﻷُوﻟَﻰ َﺑﺼَﺎ ِﺋ َﺮ ﻟِﻠﻨﱠﺎ‬
َ ‫ب ﻣِﻦ َﺑ ْﻌ ِﺪ ﻣَﺎ َأ ْه َﻠ ْﻜﻨَﺎ ا ْﻟ ُﻘﺮُو‬
َ ‫َو َﻟ َﻘ ْﺪ ﺁ َﺗ ْﻴﻨَﺎ ﻣُﻮﺳَﻰ ا ْﻟ ِﻜﺘَﺎ‬
‫ن‬
َ ‫َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآﺮُو‬
d. Kasas 28/43: “Andolsun ki, Biz Musa'ya o kitabı, ilk nesilleri helak
ettikten sonra, insanların vicdanlarını aydınlatacak görüşler ve bir hidayet ve
rahmet olmak üzere verdik; belki düşünür, ibret alırlar.”
Allah, Kur’ân’dan önce, hidayet ve rahmet olmak üzere Tevrat’ı indirmiştir. Bu
kitabın bağlılarından onu anlayıp, hidayet ve rahmet özelliğinden istifade etmelerini,
onu hatırda tutup öğüt almalarını talep etmişti. Daha başka ayetlerde ifade edildiği
gibi, onlardan bazı gruplar bu kitabı bir kenara attılar, diğer bazıları ise onu tahrif
ettiler. Yani bu sorumluluğu tam yerine getiremediler. Anlam şöyle de olabilir: Biz
daha önce Tevrat’ı indirmiştik, bu gün de Kur’an’ı indiriyoruz; o halde Tevrat’a
bağlı olduklarını iddia edenler bunu düşünüp kendilerine hisse çıkarmalıdırlar.
O günün müminleri nasıl ki Tevrat’ı okuyup anlama, onunla tezekkür edip
ameli salih işleme mesuliyetini taşıyor idiyseler258; Kur’an’ın hak katından olduğuna

256
İbn Kesîr, II/276.
257
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXIV, 220.
258
Bkz: İbn Kesîr, Tefsîr, III, 519.

77
inananlar da aynı şeylerle mesul olmalıdırlar. Nitekim surenin devamında, hem
Kur’an’ın ilahi kaynaklı olduğuna vurgu yapılmış hem de onların bu mesuliyetine
temas edilmiştir.

‫ﻚ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ‬
َ ‫ﻚ ِﻟﺘُﻨ ِﺬ َر َﻗﻮْﻣ ًﺎ ﻣﱠﺎ َأﺗَﺎهُﻢ ﻣﱢﻦ ﱠﻧﺬِﻳ ٍﺮ ﻣﱢﻦ َﻗ ْﺒ ِﻠ‬
َ ‫ﺣ َﻤ ًﺔ ﻣﱢﻦ ﱠر ﱢﺑ‬
ْ ‫ﺐ اﻟﻄﱡﻮ ِر ِإ ْذ ﻧَﺎ َد ْﻳﻨَﺎ َو َﻟﻜِﻦ ﱠر‬
ِ ‫ﺖ ِﺑﺠَﺎ ِﻧ‬
َ ‫َوﻣَﺎ آُﻨ‬
‫ن‬
َ ‫َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآﺮُو‬
e. Kasas 28/46: “Hem biz o nidayı yaptığımız vakit sen Tûrun canibinde de
değildin ve lâkin rabbinden bir rahmet olarak gönderildin ki senden evvel
kendilerine bir nezîr gelmemiş olan bir kavmi inzâr edesin gerek ki tezekkür
edeler.”
Bu ayet kendisinden önceki birkaç ayette işlenen konuyu vurgular mahiyette
tekrar edilmiştir. Bu Kur’an’ı sana biz vahyettik ve seni onlara bir resul olarak
gönderdik. Sen bütün bunların hiç birine şahit olmadın, bu haberleri sana Allah
veriyor ve bunu sana ve kullara bir rahmet olarak yapıyor.259
Artık kendilerine uzun bir süredir –İsmâil (a.s.)’dan sonra, ya da İsâ (a.s.)’dan
sonra-260 peygamber gelmemiş bu toplumun yapması gereken de, Allah Resûlünün
getirmiş olduğu şeyi düşünüp ibret almaları ve onunla doğru yolu bulmaları
olacaktır.
Bu ayetlerden sonra diğer bir ayetle ısrarla tezekkür konusuna vurgu yapılmış,
onların düşünüp ibret almaları için haddinden fazla söz sarf edildiği ifade edilmiştir.

‫ن‬
َ ‫ﺻ ْﻠﻨَﺎ َﻟ ُﻬ ُﻢ ا ْﻟ َﻘ ْﻮ َل َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآﺮُو‬
‫َو َﻟ َﻘ ْﺪ َو ﱠ‬
f. Kasas 28/51: “Andolsun ki, iyi düşünsünler diye, onlar hakkında sözü
uladık da uladık.”
Burada “sözü ulamak” deyiminin aslı, “ipi birbirine ulamak”tır. Allah, gerek
inkârcıların gerekse Ehl-i Kitab’ın imana gelmesi için geçmiş milletlerin ve onlara
gönderilen peygamberlerin haberlerini, insanların onları yalanlamaları sonucu maruz
kaldıkları felaketleri defalarca anlatmıştır. İşte bu durum, “sözü birbirine ulamak”

259
İbn Kesîr, Tefsîr, III, 519.
260
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 295.

78
deyimiyle anlatılmıştır. Onlar ibret alıp yanlış tutumlarından vazgeçsinler diye bu
Kur’an’da bu haberler tafsilâtlarıyla verilmiş, açık açık işlenmiştir.261
Ayet şöyle de anlaşılmıştır: “Biz Kur’an’ı bir birini destekler mâhiyette
indirdik: Mükâfatlar, cezalar, kıssalar, ibretler, nasihatler, vaazlar… Bunları,
tezekkür edip, kurtuluşa ersinler beklentisi ile yaptık.”262
Müfessirler burada muhteva olarak Kur’an’dan söz edildiğine kâil olmuşlardır.
Acaba “el-kavl” kelimesine doğrudan “Kur’an” anlamı verilemez miydi? Nitekim:
“Ya hâlâ o kelâmı tedebbür etmezler mi? Yoksa onlara evvelki atalarına
gelmemiş bir şey mi geldi?” 263 ayetindeki “el-kavl” kelimesi Kur’an olarak
anlaşılmıştı.264 Bir başka husus da bu ayetten hemen sonra gelen: “Bundan önce kitap
verdiklerimiz ona iman ediyorlar.” ayetindeki (‫ ) ﺑﻪ‬zamirinin de Kur’an’a işaret
ettiği ifade edilmektedir. Dolayısıyla buradaki sözle Kur’an’ın kast edilmiş
olduğunu, tezekküre konu olan hususun da Kur’an olduğunu söyleyebiliriz. Bununla
ilgili şöyle bir görüş de nakledilmiştir: “Onlar putlara ibadeti bırakırlar da Kur’an’la
öğüt alırlar.”265

3.2.2. Doğrudan Kur’an Bağlamında Zikredilen Tezekkür


‫ﻦ ﻓﻲ‬
َ ‫ت َﻓ َﺄﻣﱠﺎ اﱠﻟﺬِﻳ‬
ٌ ‫ﺧ ُﺮ ُﻣ َﺘﺸَﺎ ِﺑﻬَﺎ‬
َ ‫ب َوُأ‬
ِ ‫ت ُهﻦﱠ ُأمﱡ ا ْﻟ ِﻜﺘَﺎ‬
ٌ ‫ﺤ َﻜﻤَﺎ‬
ْ ‫ت ﱡﻣ‬
ٌ ‫ب ِﻣ ْﻨ ُﻪ ﺁﻳَﺎ‬
َ ‫ﻚ ا ْﻟ ِﻜﺘَﺎ‬
َ ‫ﻋ َﻠ ْﻴ‬
َ ‫ي أَﻧ َﺰ َل‬
َ ‫ُه َﻮ اﱠﻟ ِﺬ‬
‫ن ﻓِﻲ‬
َ ‫ﺳﺨُﻮ‬
ِ ‫ن ﻣَﺎ َﺗﺸَﺎ َﺑ َﻪ ِﻣ ْﻨ ُﻪ ا ْﺑ ِﺘﻐَﺎء ا ْﻟ ِﻔ ْﺘ َﻨ ِﺔ وَا ْﺑ ِﺘﻐَﺎء َﺗ ْﺄوِﻳ ِﻠ ِﻪ َوﻣَﺎ َﻳ ْﻌ َﻠ ُﻢ َﺗ ْﺄوِﻳ َﻠ ُﻪ ِإ ﱠﻻ اﻟّﻠ ُﻪ وَاﻟﺮﱠا‬
َ ‫ُﻗﻠُﻮ ِﺑ ِﻬ ْﻢ َز ْﻳ ٌﻎ َﻓ َﻴ ﱠﺘ ِﺒﻌُﻮ‬
‫ب‬
ِ ‫ﻦ ﻋِﻨ ِﺪ َر ﱢﺑﻨَﺎ َوﻣَﺎ َﻳﺬﱠآﱠ ُﺮ ِإ ﱠﻻ ُأ ْوﻟُﻮ ْا اﻷ ْﻟﺒَﺎ‬
ْ ‫ن ﺁ َﻣﻨﱠﺎ ِﺑ ِﻪ ُآ ﱞﻞ ﱢﻣ‬
َ ‫ا ْﻟ ِﻌ ْﻠ ِﻢ َﻳﻘُﻮﻟُﻮ‬
a. Âl-i İmrân 3/7: “Sana bu muazzam kitabı indiren O'dur. O'nun bir kısmı
anlamları kesin olup kitabın temelini oluşturan ayetlerdir. Diğer bir kısmı da
anlamları müteşâbih olanlardır. Ama kalplerinde bir yamukluk bulunanlar fitne
aramak ve keyiflerince yorumlamak için sadece anlamı müteşâbihlerin ardına
düşerler. Hâlbuki onun gerçek yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş

261
Taberî, Câmiu’l-Beyân, X, 85.
262
Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 936; Kurtubî, El-Câmi’ XIII, 262; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 297; Âlûsî,
Rûhu’l-Meânî, XX, 94.
263
Mü’minûn 23/68.
264
Bkz: Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 820; Kurtubî, el-Câmi’, XVII, 126; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 705.
265
Kurtubî, el-Câmi’’ XIII, 262; Ayetle ilgili: İbn Abbas’tan: “Onlar Muhammed (s.a.)’i düşünürler
ve ona iman ederler” görüşü ile “Düşünüp ibret alın da öncekilerin uğradığı hışma uğramayın”
şeklinde bir görüş de rivayet edilmiştir. Yine (‫ ) ﺑﻪ‬zamiri ile Hz. Peygamber (s.a)’in ifade olunduğu
da söylenmiştir.

79
olanlar da: "İnandık, hepsi Rabbimizdendir." derler. Bunları derin kavrayış
sahipleri dışında kimse anlamaz.”
Bu ayet-i kerimede Kur’an ilimlerinin üzerinde çokça durduğu, muhkem ve
müteşabih konusu işlenmektedir. Bir başka deyişle muhkem ve müteşabih
konusunun kaynağı bu ayettir. Kur’an’daki ayetlerden bir kısmı muhkemdir; bu
ayetler apaçıktır, delaletleri katidir, herhangi bir kapalılık yoktur. Diğer bir kısım
ayetlerin, müteşâbihlerin ise delaleti kesin değildir. Kalplerinde sapkınlık ve hakktan
batıla sapmak, kendi fikirleri doğrultusunda Kur’an’ı anlamak isteyenler, bu ayetlere
tutunurlar. Muhkem ayetler, delaletinde katilik olmayan ayetlerin irca edileceği asıl
ayetlerdir. Müteşabihlerin anlamlarının kim tarafından bilineceği üzerinde ise ihtilaf
edilmiştir.
Bir görüşe göre bunların tevil ve tefsirini sadece Allah bilir. Diğer bir görüşe
göre ise ilimde derinleşen kimseler de bilebilirler. Birinci görüşe göre ilimde otorite
olanlar: “Muhkem olsun müteşabih olsun hepsi haktır, doğrudur, birbirlerini
destekler, bir birlerine şehadet eder mahiyettedirler; çünkü bunlar Allah katındandır,
Allah’tan gelen bir şeyde ihtilaf ve zıtlık olması zaten düşünülemez.” diyerek iman
ederler. Nitekim ayette: “Hâlâ bu Kur’ân’ı anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o
Allah’tan başkası tarafından olsa idi elbette içinde birçok ahenksizlikler
bulacaklardı.”266 buyurulmuştur. İşte bundan dolayı: “Bunları derin kavrayış
sahipleri dışında kimse anlamaz.”267
İbn Kesîr ayetin son kısmını: “Ayetlerin manalarını usulüne göre ancak akl-ı
selîm ve doğru anlayış sahipleri düşünüp akıl yürütüp anlayabilirler.” şeklinde
anlamaktadır.268 (‫“)ﻟﺐ‬Lüb” bir şeyin özü demektir, bundan dolayı akla bu ad
verilmiştir. (‫“) أوﻟﻮا‬ülü” kelimesi ise (‫“) ذو‬zü” kelimesinin cemisidir. Dolayısıyla
anlam akıl sahipleri şeklinde olmaktadır.269 Âlûsi bu kimselerin aklının hidayet
nuruyla aydınlandığını, heva ve heves kabuğundan kurtulduğunu beyan
etmektedir.270

266
Nisâ 4/82.
267
Konunun tafsîlatı için bkz: İbn Kesîr, Tefsîr, I, 460.
268
İbn Kesîr, Tefsîr, I, 460.
269
Kurtubî, el-Câmi’, IX, 12.
270
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, III, 92.

80
Zemahşerî’nin kanaatine göre ayetin son kısmında zihinlerini yoğunlaştıran,
güzel tefsirler yapan “ilimde otorite olanlar” methedilmektedir. Hatta müfessir
ayetin: “Bunları derin kavrayış sahipleri dışında kimse anlamaz” kısmının “Onlar
şöyle derler” diyen ilimde otorite kimselerin sözü olduğunun söylenebileceğini, bu
durumda cümlenin hal olacağını söyler.271
Görüldüğü gibi ayetin son kısmında akl-ı selim sahibi, derin kavrayış sahibi
kimselerin Kur’an’ın manalarını doğru bir şekilde düşünüp kavramaya çalışacakları
ifade edilmektedir.

‫ن‬
َ ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ﱠﺬ ﱠآﺮُو‬
ِ ‫ﺼ ْﻠﻨَﺎ اﻵﻳَﺎ‬
‫ﺴ َﺘﻘِﻴﻤ ًﺎ َﻗ ْﺪ َﻓ ﱠ‬
ْ ‫ﻚ ُﻣ‬
َ ‫ط َر ﱢﺑ‬
ُ ‫ﺻﺮَا‬
ِ ‫َوهَـﺬَا‬
b. En’âm 6/126: “İşte bu şaşmaz (çizgi), Rabbinin yoludur. Gerçekten bu
mesajlarımızı, onlardan ders almak isteyen insanlara açık şekilde anlatıyoruz.”
Ayette, bu surede ve diğer surelerde Hz. Peygamber (s.a.v.)’e açıklanmış olan
şeylerin, Allah’ın dosdoğru yolu olduğu ortaya konmuştur. Bu surelerde beyan
edilenlerin Allah’ın razı olduğu yolu ve dini olduğu; bu dinde herhangi bir çelişkinin
olmadığı; bunun hakikatine ve doğruluğuna dair delillerin de açıklanmış olduğu
anlatılmıştır.
Taberî buradaki ayetlerin, bu dinin doğruluğuna delalet eden Allah’ın
hüccetleri ve ibretleri olduğunu, temyiz ve anlayış sahibi kimselerin bunlardan ders
alması gerektiğini söylemektedir.272
Ayetin tefsiri ile ilgili İbn Kesîr: “Allah bu Kur’an’ı vahyetmek suretiyle Hz.
Muhammed (s.a.v.)’e dini teşri kılmıştır. Kur’an hadis-i şerifte geçtiği üzere sırat-ı
müstakimdir, Allah’ın kopmaz ipidir.273 Allah, anlayış ve kavrayış sahibi kimseler
için ayetleri tavzih, tebyîn ve tefsir etmiştir.274 demektedir. Müfessirin sırat
kelimesinden Kur’an’ı, âyâtten de Kur’an ayetlerini anladığı anlaşılmaktadır.
Dolayısıyla bu ayetler, bunları düşünüp anlayacak, kavrayıp ders alacak kimseler için
açıklanmıştır. Âlûsî ve Şevkânî de bu kimselerin, ayetlerin muhtevâları üzerinde
tezekkür, mânalarını tefehhüm ettiklerine işaret etmektedir.275

271
Zemahşrî, el-Keşşâf, I, 166; ayrıca bkz: Esed, Kur’an Mesajı, I, 88.
272
Taberî, Câmiü’l-Beyân, V, 341.
273
Tirmizî, Fedâilü’l-Kur'ân, 14.
274
İbn Kesîr, Tefsîr, II, 236.
275
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VIII, 23; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, II, 233.

81
Ayetin devamındaki müjdeler de bu kimseler için olmaktadır: İşte girişmiş
oldukları bu işten dolayı, bu anlayış ve kavrayış sahibi kimseler için
dâru’sselâm/cennet olacak ve Allah onlara yakın bulunacaktır.276

‫س َو ِﻟﻴُﻨ َﺬرُو ْا‬


ِ ‫غ ﻟﱢﻠﻨﱠﺎ‬
ٌ‫ﻼ‬
َ ‫ب هَـﺬَا َﺑ‬
ِ ‫ﺣ ٌﺪ َو ِﻟ َﻴ ﱠﺬ ﱠآ َﺮ ُأ ْوﻟُﻮ ْا ا َﻷ ْﻟﺒَﺎ‬
ِ ‫ِﺑ ِﻪ َو ِﻟ َﻴ ْﻌ َﻠﻤُﻮ ْا َأ ﱠﻧﻤَﺎ ُه َﻮ ِإﻟَـ ٌﻪ وَا‬
c. İbrâhim 14/52: “İşte bu, insanlara açık bir tebliğdir; hem bununla
uyarılsınlar hem O'nun ancak bir tek ilah olduğunu bilsinler hem de akıl sahipleri
düşünüp ibret alsınlar!”
Hemen bütün müfessirler ayetteki (‫ ) ﺑﻼغ ﻟﻠﻨﺎس‬ifadesinin “Kur’an” olduğunu
ifade etmişlerdir.277 Peygamberine indirdiği bu Kur’an ile Allah insanları azabından
sakındırmış, kendinin bir tek ilah olduğunun delillerini ortaya koymuş, akıl sahibi
kimselerin de bunları tefekkür edip nasihat almalarını irade etmiştir.
Fahruddîn Râzî, (‫س‬
ِ ‫غ ﻟﱢﻠﻨﱠﺎ‬
ٌ‫ﻼ‬َ ‫ )ﻩَـﺬَا َﺑ‬ifadesini “İşte bu, insanlara yapılan bir öğüttür,
yani bu öğüt ve va’z-u nasihat, insanlara tebliğ edilmiştir, bu, öğüt olarak yeter
demektir. Müfessir (‫ )هَـﺬَا‬zamirinin Kur’an’ın tamamına bir işaret olduğu ileri
sürüldüğü gibi, bunun tam aksine bu sureye işaret olduğu da söylenmiştir der. Cenâb-
ı Hakk’ın (ْ‫“ ) ِﺑ ِﻪ َوِﻟﻴُﻨ َﺬرُوا‬bununla uyarılsınlar” buyruğuna gelince bu, hazfedilmiş
olan bir kelimeye atfedilmiş olup, kelamın takdiri “Nasihat alsınlar ve onunla da,
tehlikelerden sakındırılsınlar” şeklindedir. İnsan, bu korkutma ve sakındırmaları
(inzarları) işittiği zaman, korkuları artar, düşünmeye, tefekkür etmeye başlar.
Böylece tevhid ve nübüvvet bilgisine ulaşır, sâlih amellerle meşgul olur. Daha sonra
Cenâb-ı Hakk, “O'nun ancak bir tek ilah olduğunu bilsinler hem de akıl
sahipleri düşünüp ibret alsınlar!” buyurmuştur. Bu ayet, insanın fazilet ve
üstünlüğünün ancak aklı sebebiyle olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı
Hakk, sırf akıl sahiplerine ibret ve nasihat vermek için bu kitapları indirip,
peygamberler gönderdiğini beyan etmiştir. Eğer akıl sahiplerinin büyük bir şerefi ve
yüce bir mevkii bulunmasaydı durum böyle olmazdı.278

276
Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 377; ayrıca bkz: Esed, Kur’an Mesajı, I, 253.
277
Taberî, Câmiü’l-Beyân, VII, 487; İbn Kesîr, Tefsîr, II, 729 vd.
278
Râzî, Tefsir-i Kebir, IX, 274- 275.

82
Kurtubî ve Şevkânî’nin ifadesine göre ayetteki her üç lâm harfi de: “İşte biz
Kur’an’ı bunun için indirdik” anlamını taşımaktadır.279 Yani ayette Kur’an’ın
indirilişin üç gayesinden ve hikmetinden söz edilmiştir280: Bunlar, insanların nasihat
almaları, Allah’ın bir tek olduğunun delillerini bilmeleri ve kavrama melekesi
olanların düşünüp anlamalarıdır.

‫ن ِﻟ َﻴ ﱠﺬ ﱠآﺮُو ْا َوﻣَﺎ َﻳ ِﺰﻳ ُﺪ ُه ْﻢ ِإ ﱠﻻ ُﻧﻔُﻮرًا‬


ِ ‫ﺻ ﱠﺮ ْﻓﻨَﺎ ﻓِﻲ هَـﺬَا ا ْﻟ ُﻘﺮْﺁ‬
َ ‫َو َﻟ َﻘ ْﺪ‬
d. İsrâ 17/41: “Biz (hüccet ve delillerimizi) Kur'an’da türlü şekillerle ifade
ettik ki düşünüp ders alsınlar; halbuki bu, onların ancak nefretini artırıyor.”
Bu ayette de Allah, kendi delil ve ibretlerini Kur’an’da farklı şekil, üslup, misal
ve ifadelerle anlattığını beyan etmektedir. Bununla insanlardan, hassaten
inkârcılardan beklenen bu ayet ve delilleri anlamaları, hatırda tutup öğüt ve ders
almaları, üzerinde bulundukları hatalı yolun farkına varmaları, cahillikten
vazgeçmeleridir. Ne var ki onlar ders alıp kendilerine gelen ayetleri düşünmek bir
tarafa, haktan gitgide daha da uzaklaşmaktadırlar.281
(‫ )وﻟﻘﺪ ﺻﺮﻓﻨﺎ‬ibaresi “beyan ettik” şeklinde anlaşıldığı gibi “tekrar ettik” şeklinde
de anlaşılmaktadır. Buradaki (‫ )ﻓِﻲ‬harfinin zâid olup ayetin : “Biz bu Kur’an’ı
açıkladık” anlamına geldiği söylenmiştir. (‫ ) ﻟﻴﺬآﺮوا‬ibaresi ise iki şekilde okunmuştur:
Birincisi şeddesiz olarak “liyezkürû” şeklindeki okuyuştur ki bu, Yahya, A’meş,
Hamze ve Kisâî’nin okuyuşudur. Bunun anlamı: “Onun içindekileri hatırlayın”
şeklinde olur. Diğerleri ise “liyezzekkerû” şeklinde şeddeli olarak okumuşlardır. Bu,
Ebû Ubeyd’in tercihi olup, şu ayette olduğu gibi “liyetezekkerû” “tefekkür edip öğüt
alırlar” anlamını içermektedir: “Andolsun ki, iyi düşünsünler diye, onlar
hakkında sözü uladık da uladık.” 282
Ayet yukarıdaki gibi Allah’ın hüccet ve dillerinin farklı ifade tarzlarıyla
açıklandığı şeklinde anlaşıldığı gibi, daha özel anlamda, kızların Allah’a izafe
edilmesinin batıl oluşu ile ilgili delillerin defalarca tekrar edilmesi şeklinde de

279
Kurtubî, el-Câmi’, IX, 328; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 170.
280
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 358.
281
Taberî, Câmiü’l-Beyân, VIII, 83.
282
Kasas 28/51; Kurtubî, el-Câmi’, X, 231.

83
anlaşılmıştır. Dolayısıyla: “Biz bu manada çok söz söyledik” denilmiş olmaktadır.283
Ayete bu anlamın verilmesi bir önceki ayetle bağlantı kurulması yönüyledir.
Her iki durumda da Allah’ın Kur’an’da -buna Kur’an’la denebileceği de
söylenmiştir284- tekrar takrar ortaya koymuş olduğu delillerle öğüt ve ibret alınması,
bunlarla gönüllerin itminan bulması amaçlanmış olmaktadır.

‫ن‬
َ ‫ت ﻟﱠ َﻌﻠﱠ ُﻜ ْﻢ َﺗ َﺬ ﱠآﺮُو‬
ٍ ‫ت َﺑ ﱢﻴﻨَﺎ‬
ٍ ‫ﺿﻨَﺎهَﺎ َوأَﻧ َﺰ ْﻟﻨَﺎ ﻓِﻴﻬَﺎ ﺁﻳَﺎ‬
ْ ‫ﺳُﻮ َر ٌة أَﻧ َﺰ ْﻟﻨَﺎهَﺎ َو َﻓ َﺮ‬
e. Nûr 24/1: “Bir sûre ki indirdik ve farz kıldık hem içinde açık açık âyetler
indirdik gerek ki beller tutarsınız.”
Burada “bir sûre” diye ifade edilen sûrenin kendisidir. Bu girişten sonra gelen
(‫ ) ﻓﺮﺿﻨﺎهﺎ‬ibaresi iki şekilde anlaşılmıştır. Mücahid ve Katade’nin görüşü: “Biz bu
surede helali ve haramı, emirleri, yasakları ve hadleri açıkladık” şeklindedir. Diğer
görüş ise: “Bu surenin içindeki hükümleri size farz kıldık” şeklindedir.285 Nitekim
Buhârî (v. 256/859), kim bunu şeddesiz olarak okursa şöyle demiş olur: “Bunları size
ve sizden sonrakilere farz kıldık” açıklamasını yapmıştır.286
Ayetin (‫ )وأﻧﺰﻟﻨﺎ ﻓﻴﻬﺎ ﺁﻳﺎت ﺑﻴﻨﺎت‬kısmı ise şöyle anlaşılmıştır: Bu surede, teemmül
edip bunların Allah katından olduğunda fikir yürütmek isteyen kimseler için, Hakk’a
delalet eden kesin deliller indirdik. Bu deliller, böyle kimseleri Hakk’a ve sıratı
müstakime ulaştıracaktır.287
(‫ ) ﺗﺬآﺮون‬ibaresi de kef’in şeddeli ve şeddesiz hali ile yine iki şekilde
okunmuştur. Halil’in ve Sîbeveyh’in kanaatine göre (‫ ) ﺗﺬآﺮون‬müptedadır. Haberi ise
(‫ )ﻓﻴﻤﺎ ﻓﺮض ﻋﻠﻴﻜﻢ‬şeklinde olup mahzuftur. Dolayısıyla anlam: “Size farz kılınmış olan
şeyler üzerinde düşünür, ders alırsınız.” şeklinde olmaktadır.288
Bu surede genel itibariyle hadler, emir ve yasaklar, helaller ve haramların
anlatıldığı göz önünde tutulursa, öncelikle bu hükümlerin hıfzedilip öğrenilmesi, ders
olarak mütalaa edilmesi sonra da ders alınıp hatırda tutulması gerekliliği
anlaşılmaktadır. Yukarıda izah ettiğimiz gibi (‫ ) ﺗﺬآﺮون‬fiilinin iki türlü okunuşu bu
anlamları verebilmemizi sağlamaktadır.
283
Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 684.
284
Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 684.
285
Taberî, Câmiü’l-Beyân, IX, 255.
286
İbn Kesîr, Tefsîr, III, 348.
287
Taberî, Câmiü’l-Beyân, IX, 255.
288
Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 826.

84
‫ك ِﻟ َﻴﺪﱠﺑﱠﺮُوا ﺁﻳَﺎ ِﺗ ِﻪ َو ِﻟ َﻴ َﺘ َﺬ ﱠآ َﺮ أُوﻟُﻮا‬
ٌ ‫ﻚ ُﻣﺒَﺎ َر‬
َ ‫ب أَﻧ َﺰ ْﻟﻨَﺎ ُﻩ ِإ َﻟ ْﻴ‬
ٌ ‫ب ِآﺘَﺎ‬
ِ ‫ا َﻷ ْﻟﺒَﺎ‬
f. Sâd 38/29: “Bu çok mübarek kitabı, sana, derin kavrayış sahipleri
ayetlerini düşünsünler ve ibret alsınlar diye indirdik.”
Ayetin baş kısmını tedebbür kavramını ele aldığımız bölümde değerlendirdik.
Burada sadece tezekkürle ilgili kısım üzerinde duracağız.
Taberî ayetin bu kısmını açıklarken, Kur’an’da bunun benzeri ayetlerin
varlığına işaret etmekte; Allah’ın kullarına bu ayetlerde zikredilen misallerle ibret,
verilen vaazlarla öğüt almayı emrettiğini ve onları teşvik ettiğini söylemektedir.
Müfessirin işaret ettiği diğer bir nokta da öğüt almak için önce anlamanın gerekli
olduğu hususudur: “Söylenilenleri anlamayan ve sözün insanı götürdüğü
yeri(tevilini) düşünmeyen kimseye, anlayışı ve bilgisi olmayan bir şeyde öğüt alması
istenmiş olur ki bu da muhal bir şeydir. Kişi anlayacak, fıkh edecek, sonra onun
üzerinde tedebbür edecek ki ondan öğüt alsın.”289
Bu ayette İbrahim 14/52’de olduğu gibi kitabın indiriliş gayesinin tedebbür ve
tezekkür yani ayetlerin etraflıca düşünülüp ders ve öğüt alınması olduğu
açıklanmaktadır. İbrahim 14/52, Âl-i İmrân 3/7 vb. ayetlerde olduğu gibi bu ayette
de ancak akıl, iz’an ve derin kavrayış sahibi kimselerin böyle bir girişimde
bulunacakları ifade olunmaktadır. Âlûsi’nin işaret ettiği gibi bu kimselerin aklı
hidayet nuruyla aydınlanmış, heva ve heves kabuğundan kurtulmuştur.290 Bununla
beraber bütün şüphelerden sıyrılıp arınmış, sahip oldukları bilgilerden dolayı
kendilerinde tam bir temkin hali oluşmuştur.291

‫ن‬
َ ‫ن ﻣِﻦ ُآﻞﱢ َﻣ َﺜ ٍﻞ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآﺮُو‬
ِ ‫س ﻓِﻲ َهﺬَا ا ْﻟ ُﻘﺮْﺁ‬
ِ ‫ﺿ َﺮ ْﺑﻨَﺎ ﻟِﻠﻨﱠﺎ‬
َ ‫َو َﻟ َﻘ ْﺪ‬
g. Zümer 39/27: “İşte biz bu Kur’an’da üzerinde düşünsünler diye
insanların önüne her türlü örnek olayı koyduk.”
Bu ayette Kur’an’ın muhtevasıyla ilgili oldukça kapsamlı bir ifade kullanılmış,
her türlü meselin, örnek vakıanın Kur’an’da anlatıldığı açıklanmıştır. Malumdur ki

289
Taberî, Câmiü’l-Beyân, I, 60.
290
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, III, 92.
291
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXIII, 189.

85
insanlar somut şeyleri örnekler yoluyla daha kolay anlayabilmektedir.292 İşte bu
sebeple Kur’an’da sıkça meseller kullanılmış ve böyle bir yöntemin takip edildiği
sıklıkla ifade dilmiştir. Mesela bir başka ayette: “Bu misalleri insanlar düşünsünler
diye veriyoruz”293 buyurulmuştur.
Bu mesellerle kastedilen nelerdir? Öncelikli olarak geçmiş milletlerden inkâr
edip Peygamberler tarafından inzar edilen toplumların haberleridir, denilmiştir.294
Kur’an’ın üçte birinin kıssalardan oluştuğu hesaba katılırsa böyle bir izah anlamlı
olmaktadır. Zira kıssalar anlatılırken esas hedef söz konusu kıssa anlatılmadan önce
bahsedilen konunun daha güzel anlaşılmasını sağlamaktır.
Bir başka görüşe göre “Düşünen bir kimsenin dini işleri ile ilgili muhtaç
olduğu bütün şeylerdir.”295 Bu oldukça kapsamlı tutulmuş bir yorum gibi
gözükmektedir. Bu yorum ayetin: “Biz kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık”
ayetiyle birlikte düşünülmüş olmasından kaynaklanmaktadır. Böyle bir yorumla
sanki Kur’an’daki ahkam konuları da dahil bütün anlatım tarzları mesellerin içine
katılmıştır. Oysa misal kelimesiyle daha çok tefekküre, aklı çalıştırmaya, insan
ufkunu açmaya ve bunun neticesinde ders almaya konu olabilecek şeyler kastedilmiş
olmaktadır. Ra’d suresindeki “Hak ve Batıl”, Nur suresindeki “Nur”, Nahl
suresindeki “Köle ile Hür Adam”, İbrahim suresindeki “Kelime Tayyibe ve Kelime
Habîse” vb. ile ilgili sıkça anlatılan mesel ve teşbihler de göz önünde bulundurulursa
bu durum daha sağlıklı anlaşılacaktır.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kur’an beş vecih üzerine
nazil olmuştur; helal, haram, muhkem, müteşabih ve emsal. Helallerle amel edin,
haramlardan kaçının, muhkeme uyun, müteşabihe iman edin, mesellerden de ibret
alın.”296 Dolayısıyla ayetle de uyumlu olarak Kur’an’da zikredilen mesellerin

292
Mesellerden pek çok şekilde istifade edileceği söylenmiştir: Bunlar öğüt vermek, teşvik etmek,
sakındırmak.. şeklinde sıralanabilir. Zemahşerî de: “Kur’an’daki bu mesellerin insanları, manaları
keşfetmeye, kapalı kısımları somutlaştırmaya… götürdüğünü söylemektedir. Ayrıntı için bkz: Zerkeşî,
el-Bürhân, I, 486 vd;ayrıca Halil Çiçek, Kur’an Meselleri başlığı altında konuyu etraflıca işlemiştir,
bkz: 20. Asırda Kur’an İlimleri Çalışmaları, Timaş Y., İstanbul 1996, s.66-74.
293
el-Haşr 59/21.
294
Taberî, Câmiü’l-Beyân, X, 630.
295
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 65; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXIII, 261; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, IV,
655.
296
Ebû Bekr Ahmed b. El-Huseyn el-Beyhakî, Şa’bü’l imân, Dâru’l-Mektebetü’l-İlmiyye, Beyrut, h.
1410, 1. Baskı, I-VII, II, 427.

86
düşünülüp ders alınması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Hadiste kıssaların
zikredilmemesi, mesellerin içine bunların da girdiğini göstermektedir.
Bütün bu anlatımların neticesinde insanlardan beklenen bu olaylar ve
anlatımlar, benzetimler üzerinde düşünüp ibret almaları ve bunları hatırda
tutmalarıdır. Ne var ki bir başka ayette bu misallerin bütün insanlara verildiği ancak
sadece âlim/bilen kimselerin akıl erdirecekleri anlatılmıştır.297

‫ن‬
َ ‫ﻚ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ َﺘ َﺬ ﱠآﺮُو‬
َ ‫ﺴ ْﺮﻧَﺎ ُﻩ ِﺑِﻠﺴَﺎ ِﻧ‬
‫َﻓ ِﺈ ﱠﻧﻤَﺎ َﻳ ﱠ‬
h. Duhân 44/58: “Böylece (ey Peygamber) biz bu (ilâhi kelamı) senin kendi
dilinde kolay anlaşılır kıldık, insanlar düşünüp ondan ders alsınlar.”
Ayetteki (‫ )ﻩ‬zamiri Kur’an’a dönmektedir.298 (‫ )ﺑﻠﺴﺎﻧﻚ‬ile de Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in dili olan, fasih, apaçık, kâmil manadaki Arapça kastedilmiş,299 kavmine
onu kolayca anlatabilesin diye anlaşılmıştır.300 Nitekim diğer bir ayette: “Biz bu
(ilâhi kelamı) senin kendi dilinde kolay anlaşılır kıldık ki onunla Muttakileri
müjdeleyip inkârcı kavmi de inzar edesin.” buyurulmuştur.
Buradaki kolaylaştırmayı Kur’an’ın kıraatine hamleden müfessirler vardır. Bu
tefsire göre anlam “Biz Kur’an’ın okunmasını kolaylaştırdık” şeklinde
olmaktadır.301 Mutlak olarak “Kolaylaştırdık” “Kolay, açık ve anlaşılır kıldık”
anlamını tercih edenler de olmuştur.302 Dolayısıyla ikinci yoruma göre Kur’an’ın
hem kıraati hem de anlaşılması kolaylaştırılmış olmaktadır.
(‫ )ﻟﻌﻠﻬﻢ ﻳﺘﺬآﺮون‬ibaresi ise bu ayetin bağlamında: “Onu anlamaya çalışıp
öğrensinler”303 “Onu anlarlar ve düşünmedikleri şeyleri onunla düşünüp öğüt
alırlar”304 “Onu anlarlar, öğüt alır ve mucibince amel ederler”305 şeklinde tefsir
edilmiştir.
Bu ve bu ayetin bir nazîri olan aşağıdaki ayetlerde Kur’an’ın “kolay
anlaşılırlık” yönüne dikkat çekilmiştir. Daha önce herkesin kapasitesi nispetinde

297
Ankebût 29/43.
298
Taberî, Câmiü’l-Beyân, XI, 59.
299
İbn Kesîr, Tefsîr, III, 188.
300
Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 1864.
301
Taberî, Câmiü’l-Beyân, XI, 59; Kurtubî, el-Câmi’, XVI, 135.
302
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 186; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 1864.
303
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 186.
304
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 166.
305
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXIII, 137.

87
Kur’an’ı anlayabileceğine, her kültür seviyesindeki insanın Kur’an’dan alabileceği
bir şeyler olduğuna işaret etmiştik. Bu ayetler de teyit etmektedir ki, başta Kur’an’ın
dilini konuşan insanlar olmak üzere, farklı dilleri konuşan bütün insanlar Kur’an’ı
seviyeleri ölçüsünde anlayabileceklerdir. Kur’an cihanşümul bir kitap olduğuna göre
bu kolaylaştırma ilkesinin ona inanan bütün müminleri kapsaması gereklidir.

‫ن ﻟِﻠ ﱢﺬ ْآ ِﺮ َﻓ َﻬ ْﻞ ﻣِﻦ ُﻣ ﱠﺪ ِآ ٍﺮ‬


َ ‫ﺴ ْﺮﻧَﺎ ا ْﻟ ُﻘﺮْﺁ‬
‫َو َﻟ َﻘ ْﺪ َﻳ ﱠ‬
ı. Kamer 54/17,22,32,40: “Andolsun ki, Kur'an'ı düşünmek için
kolaylaştırdık; fakat düşünen mi var?”
Bu ifadeler, aynı surede dört kez tekrar edilmektedir. Yukarıdaki ayetten farklı
olarak burada “zikir” için kolaylaştırıldığı sınırlandırması(takyidi) vardır.
İsfehânî’nin zikir kelimesine verdiği anlamı göz önünde bulundurursak Kur’an:
1)Hıfzedilmek için, 2)Hıfzedilen şeylerin zihinde sürekli canlı tutulması için, 3)Kalp
ve dil ile hatırlanmak için kolaylaştırmıştır.306
İbn Kesîr insanlardan öğüt almak isteyen kimseler için Kur’an’ın lafzen ve
mânen kolaylaştırıldığını söylemiştir.307 Demek ki Kur’an’ın lafız olarak ezberlenip
hatırda tutulması kolay olduğu gibi; mana olarak da anlaşılması ve hatırda tutulup
ders alınması kolaylaştırılmıştır. Bundan dolayı tezekkür ve ders almak için
kolaylaştırılmıştır, şeklinde bir yorum da yapılmıştır.308
Arapça’da (‫“ )اﻟﻤﺘﺬآﺮ( )اﻟﻤﺪآﺮ‬tezekkür eden kimse” anlamındadır; aynı manada
(‫ )ﻣﺬآﺮ‬kelimesi de kullanılmaktadır.309 Ne var ki Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu
kelimeyi sahabeye (‫ )ﻣﺪآﺮ‬şeklinde okuttuğuna dair rivayetler vardır.310 Kelimenin
iftial kalıbından (‫ ) ﻣﺬﺗﻜﺮ‬şeklinde olduğuna dair görüşler de vardır. Cümlenin ( ‫ﻓﻬﻞ ﻣﻦ‬
‫ )ﻣﺪآﺮ‬şeklinde istifham yoluyla gelmiş olması muhatapların anlamaya çağırmak
gayesine yöneliktir. 311
Ayetlerin aynı ifadelerle dört kez tekrar etmiş olması, Kur’an’ı hıfz edip
hatırda tutmanın yanında; anlamak, ders almak için tefekkür etmenin ne kadar

306
İsfehânî, Müfredât, I, 510.
307
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 337.
308
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXVII, 84.
309
Taberî, Câmiü’l-Beyân, XI, 554.
310
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 337.
311
Kurtubî, el-Câmi’, XVII, 118; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I, 266.

88
önemli olduğunu göstermektedir. Özellikle ifadelerin soru şeklinde gelmiş olması,
Kur’an’ı anlamak için açık ve net bir çağrı niteliğini taşımaktadır.

C. TEDEBBÜR KAVRAMI

1. Lügat Anlamı
Lügatlerde “de-bi-ra” maddesi geniş bir şekilde ele alınmış, oldukça kapsamlı
izahlar yapılmıştır. Biz burada tedebbür kelimesinin etimolojisini göstermek
maksadıyla bu izahları özetlemeye çalışacağız.
“et-Tedebbür”, kelimesi asıl olarak “ed-dübür” (‫ )اﻟ ﱡﺪﺑُﺮ‬veya “ed-dübr” (‫)اﻟ ﱡﺪﺑْﺮ‬
isminden gelmektedir. Dübür, bir şeyin ön kısmının tersidir. Yani önün zıddıdır.
Kelimenin çoğulu ise “edbâr” (‫) َأدْﺑﺎر‬dır. 312 Husûsi uzuvlar da kinaye olarak bu
kelime ile adlandırılmıştır.313 Savaştaki topluluk için: (‫“ ) َوﻟﱡﻮهٌﻢ اﻟ ﱡﺪﺑُﺮ‬Onlara arkalarını
dönüp kaçtılar” denir. 314 Nitekim ayette de: (‫“ )وﻣﻦ ﻳﻮﻟﻬﻢ ﻳﻮﻣﺌﺬ دﺑﺮﻩ‬Her kim böyle bir
günde onlara arkasını dönerse…”315 buyurulmuştur. Yine (‫ )وأدﺑﺎر اﻟﺴﺠﻮد‬namazların
sonları316 ve (‫ )وإدﺑﺎر اﻟﻨﺠﻮم‬en sona kalan yıldız,317 demektir.
(ُ‫“ ) اﻟﺪا ِﺑﺮ‬Tâbi olan” demek olup ( ‫ ) َدﺑَﺮ َﻳ ْﺪ ُﺑ ُﺮ َدﺑْﺮًا‬fiilinden gelir. Bu da (‫) َﺗ ِﺒ َﻊ ا َﻷﺛَﺮ‬
“peşi sıra gitti” demektir. (‫“ ) ﻓﻘﻄﻊ داﺑﺮ اﻟﻘﻮم اﻟﺬﻳﻦ ﻇﻠﻤﻮا‬Zâlim kavmin en son ferdinin
kökü de kurutuldu” demektir.318 Aslında bu fiil “deve geri kaldı” (‫) َد ِﺑ َﺮ اﻟﺒﻌﻴﺮ‬
anlamındadır. Adamın devesi geri kaldığı zaman (‫ )َأ ْد َﺑ َﺮ اﻟﺮﺟﻞ‬denir.319
(‫ )أدﺑﺮ‬ise “yüz çevirdi ve kaçtı” demektir. Ayette de: (‫ ) واﻟﻠﻴ ِﻞ إذا َأ ْدﺑَﺮ‬geçmiştir ki
anlamı, gitmek için gerilemektir; günü takip etti, anlamı da verilmiştir. 320 (‫)اﻟﺘﺪﺑﻴﺮ‬
ise “işlerin arkasını düşünmek” demektir. Nitekim (‫“ )ﻓﺎﻟﻤﺪﺑﺮات أﻣﺮا‬işleri düzene koyan
321
müvekkil melekler” demektir. İbn Manzûr ise “tedbîr”i, “işin dönüp varacağı
akıbeti görmektir” şeklinde tarif etmiştir. Aslında tedbir, kişinin kendi ölümünden

312
Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, VIII, 31; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, IV, 268.
313
İsfehânî, Müfredât, I, 455.
314
Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, 8, 31.
315
Enfâl 8/16.
316
Kâf 50/40.
317
Tûr 52/49.
318
Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, 8, 31; İsfehânî, Müfredât, I, 455; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, IV,
268.
319
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, IV, 268.
320
Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, 8, 31; İsfehânî, Müfredât, I, 455; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, IV,
268.
321
Nâziât 79/5.

89
sonra kölesinin hür kalmasını va’detmesidir ki bu kişiye “müdebber” (‫ ) ُﻣ َﺪﺑﱠﺮ‬denir. Bu
vaad: ölümümden sonra hürsün, şeklinde yapılır. (‫ )اﻟ ﱠﺘ َﺪﺑﱡﺮ‬ise “o iş hakkında
düşünmektir”. Mesela, falanca işin önünü arkasını bilemedi, denir. Veya falanca işin
önünü ve arkasını düşünseydi işin yöntemini bulurdu, denir. İşte tedbir kişinin işini
tedebbür etmesi ve önünü arakasını düşünmesidir.322 Nitekim ( ‫ن َﻳ َﺘ َﺪ ﱠﺑ ُﺮ أﻋﺠﺎ َز أﻣﻮ ٍر ﻗﺪ‬
ٌ ‫ﻓﻼ‬
‫ﺖ ﺻﺪورهﺎ‬
ْ ‫ ) َوﱠﻟ‬falanca işin önünü arkasını düşünür işlerini ona göre idare eder,
denilmiştir.323 Tedbir, tedebbür gibi, işin akıbetini hesap etmektir.324
Tedebbür, tefekkürdür; yani üçüncü bir marifetin kazanılması için iki marifeti
tahsil etmektir, denilmiştir. (‫ﻋﺮَف اﻷَﻣ َﺮ َﺗ َﺪﺑﱡﺮا‬
َ ) “Düşüne düşüne işi sonunda öğrendi” de
denilmiştir. Nitekim Cerir misal olarak şu deyimi zikretmiştir: ( ‫ﺸ ﱠﺮ ﺣﺘﱠﻰ‬
‫وﻻ َﺗ ﱠﺘﻘُﻮن اﻟ ﱠ‬
‫ وﻻ َﺗ ْﻌﺮِﻓﻮن اﻷَﻣ َﺮ إ ﱠﻻ َﺗ َﺪ ﱡﺑﺮَا‬... ‫“ ) ُﻳﺼِﻴ َﺒ ُﻜ ْﻢ‬Başınıza gelmedikçe kötülükten sakınmazsınız, işi de
üzerinde uzun uzadıya kafa yormadıkça anlamazsınız.”325
Görüldüğü gibi kelime “ed-dübür” kelimesinden gelmektedir. Bu kelimenin
fiili olan de-bi-ra devenin geride kalmasını ifade eder. Bu kelimeden pek çok kelime
türetilmiştir. Bunların farklı örnekleri ayet-i kerimelerde varit olmuştur. Bunlardan
biri de “tedbîr”dir ki bu da işin arkasını, dönüp varacağı yeri hesap etmektir.
Tedebbür de tedbir gibi olup işin arka planını düşünmek demektir. Tefa’ül kalıbının
“tekellüf” ifade ettiği, bir işin uzun bir zaman zarfında ve zorlamak/emek vermek
sureti ile yapıldığı düşünülürse; tedebbürde olayların arka planını düşünmede yoğun
bir zihni mesai harcandığı söylenebilir. Zebîdî’nin: “Üçüncü bir marifetin
kazanılması için iki marifeti tahsil etmektir, denilmiştir” nakli bu sürece işaret ediyor
olmalıdır.

322
er-Râzî, Muhtâr, I, 218; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, IV, 268.
323
Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, 8, 33.
324
Fîrûzâbâdî, el-Kâmûs, I, 499; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I, 2813.
325
Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I, 2813.

90
2. Istılah Anlamı
Cürcânî, tedebbürü şöyle tarif etmektedir: “İşlerin âkıbetleri hakkında akıl
yürütmektir (nazar). Tefekküre yakın bir kavramdır, ne var ki tefekkür kalbin nazarla
delil üzerindeki tasarrufu; tedebbür ise kalbin nazar ile âkıbetler hakkındaki
tasarrufudur.”326
Demek ki tedebbür, kalbin bir ameli olup işlerin varıp dayanacağı yere göre
yönelişidir. Yalnız bu düşünüşün içinde nazar, akıl yürütme de vardır; bu akıl
yürütme deliller üzerinde değil, işlerin sonuçları üzerindedir. “Kalbin bu
tasarrufunun Kur’an üzerinde gerçekleşmesi nasıl olur?” sorusunun cevabını
ayetlerle vermeye çalışacağız. Ancak önce şu tanımı da vermek yerinde olacaktır:
“Tedebbürün mânâsı: ayetin manasını ve onun neticesinde terettüp eden şeyi
teemmül ve tefekkür etmektir; bu bir akide konusu ise imân etmek, bir hükümse
amel etmek, bir ikaz ise öğüt almak, bir kıssa ise ibret almaktır.” 327

3. Tedebbürle İlgili Ayetler


Tedebbür, Kur’an’ın dört ayetinde fiil formuyla geçmektedir. Bu kullanımların
hepsi de muzârî siygasıyla gelmektedir. Bunlardan ikisinden hemen sonra sarâhaten
“el-Kur’an” ismi zikredilmiştir. Birinden sonra “el-kavl” (bu söz), diğerinden sonra
ise “(Kitâb’ın) ayetleri” zikredilmiş, böylelikle üzerinde düşünmeye konu olan şey
ifade edilmiştir.

3.1. Sarâhaten Kur’an’ın Zikredildiği Tedebbür Ayetleri


ْ ‫ﺧ ِﺘﻼَﻓ ًﺎ َآﺜِﻴﺮًا‬
ْ ‫ﺟﺪُوا ﻓِﻴ ِﻪ ا‬
َ ‫ﻏ ْﻴ ِﺮ اﻟّﻠ ِﻪ َﻟ َﻮ‬
َ ‫ﻦ ﻋِﻨ ِﺪ‬
ْ ‫ن ِﻣ‬
َ ‫ن َو َﻟ ْﻮ آَﺎ‬
َ ‫ن ا ْﻟ ُﻘﺮْﺁ‬
َ ‫ﻼ َﻳ َﺘ َﺪ ﱠﺑﺮُو‬
َ ‫َأ َﻓ‬
a. Nisâ 4/82: “Hâlâ Kur'an’ı tedebbür etmezler mi (bu Kur’ân’ı anlamaya
çalışmazlar mı?328) Eğer o Allah’tan başkası tarafından olsa idi elbette içinde
birçok ahenksizlikler bulacaklardı.”
Ayette açıkça Kur’an üzerinde düşünmeye çağrı yapılmakta, Kur’ân’ın
menşeine bir kez daha vurgu yapılmaktadır. “Kur’ân ilâhi menşelidir, bunun en açık

326
( ‫ﻋﺒﺎرة ﻋﻦ اﻟﻨﻈﺮ ﰲ ﻋﻮاﻗﺐ اﻷﻣﻮر وهﻮ ﻗﺮﻳﺐ ﻣﻦ اﻟﺘﻔﻜﺮ إﻻ أن‬
‫اﻟﺘﻔﻜﺮ ﺗﺼﺮف اﻟﻘﻠﺐ ﺑﺎﻟﻨﻈﺮ ﰲ اﻟﺪﻟﻴﻞ واﻟﺘﺪﺑﺮ ﺗﺼﺮﻓﻪ ﺑﺎﻟﻨﻈﺮ ﰲ‬
‫)اﻟﻌﻮاﻗﺐ‬, Cürcânî, et-Târifât, I, 76; Münâvî, Teârîf, I, 167.
327
Itır, Keyfe Teteveccehü, s. 42.
328
Esed, Kur’an Mesajı, I, 156.

91
kanıtı da onda hiçbir çelişki ve tutarsızlığın olmadığıdır” konusu burada bir kez daha
vurgulanmıştır. Muhatabın bu sözün doğruluğunu tespit etmesi için tutacağı yol da,
elbette Kur’ân’ı derinlemesine ve akl-ı selimle inceleyip araştırması, üzerinde
düşünmesi olacaktır. Bu ayette Kur’an’ın Allah katından Hz. Peygamber (s.a.v.)’e
inzâl edildiğine iman etmeyen kimseler anlatılmaktadır. Onların bu konuda şüphe
içinde oldukları bir önceki ayette de zaten anlatılmaktadır.
Taberî, ayetin tefsirinde buna şöyle işaret etmektedir: “Ey Muhammed, o
inkarcılar (mübeyyitûn)329 kendilerine söylemiş olduğun şeylerden başka, Allah’ın
kitabını düşünmezler mi330 ve bilmezler mi ki Allah’ın onlar üzerinde hücceti,
onların sana itaati ve de sözüne tabi olmalarıdır. Bir de onlara getirmiş olduğun şey
Rableri katındandır; manalarında bir ahenksizlik, hükümlerinde bir tutarsızlık yoktur
ve bunlar birbirini destekler mahiyettedir. Şimdi bu kitap Allah’tan başka birinden
gelseydi elbette hükümlerinde tutarsızlık, manalarında zıtlıklar bulunur, çelişkiler
ortaya çıkardı.”331 Nitekim Katade’den şu rivayet gelmiştir: “Allah’ın sözünde ihtilaf
vaki olmaz, onda batıl da bulunmaz; ancak insanların sözünde ihtilaf vakidir.”332
Fahruddîn Râzî de bu ayet, Hz. Muhammed (a.s.)’in nübüvvetine Kur’an’ın bir
delilidir diyerek ayeti şöyle değerlendirmektedir: “Allah Teâlâ bu ayette,
münafıkların, çeşitli hile ve tuzaklarını ve bütün bunları, Hz. Muhammed’in
peygamberlik iddiasında haklı ve doğru olduğuna inanmadıklarını; bilakis O’nun,
yalancı bir müfteri olduğuna inandıkları için yapmış olduklarını belirtmiştir. Onlara,
Hz. Muhammed’in nübüvvetinin sıhhatine delalet eden deliller hakkında
düşünmelerini ve tefekkür etmelerini emrederek, “Onlar hâlâ Kur’ân’ı gereği gibi
düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından olsaydı, elbet içinde
birbirini tatmayan birçok şey bulurlardı” buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hakk,
Kur’an’ı, Hz. Muhammed’in nübüvvetinin doğruluğuna delil getirmiştir.333

329
Dahhâk’tan gelen bir rivayette bunların münafıklar olduğu söylenmiştir, bkz: Kurtubî, el-Câmi’, X,
270
330
‫ أﻓﻼ ﻳﺘﺪﺑﺮ اﳌﺒﻴﺘﻮن ﻏﲑ اﻟﺬي ﺗﻘﻮل ﳍﻢ ﻳﺎ ﳏﻤﺪ آﺘﺎب اﷲ‬, Taberî,
Câmiu’l-Beyân,IV, 182; Âlûsî, ‫أﻓﻼ ﻳﺘﺪﺑﺮون اﻟﻘﺮﺁن‬, buradaki fa’nın atıf olduğunu,
“Şayet münafıklar Allah’ın kendilerine şahit olduğundan şüphe içindelerse Kur’an’ı düşünmeleri
gerektiğine işaret ettiğini” söylemektedir; Rûhu’l-Meânî,V, 92.
331
Taberî, Câmiu’l-Beyân, IV, 182; Benzer yorumlar için bkz: Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 268, Âlûsî,
Rûhu’l-Meânî, V, 92.
332
Taberî, Câmiu’l-Beyân, IV, 182.
333
Râzî, Tefsir-i Kebir, V, 300.

92
İbn Kesîr, Kur’an’ın Hz. Peygamber (s.a.v.)’e inzal edilmesine inanmayıp
şüphe içinde olanları kasdederek: “Allah onlara Kur’an’ı tedebbür etmeyi
emretmekte; Kur’an’ın muhkem manalarını ve belîğ lafızlarını tefehhüm etmekten
yüz çevirmeyi de yasaklamaktadır” demektedir.334 Müfessir bu izahıyla iki şeye
işaret etmektedir: Birincisi, Kur’an’ı tefekkür ve anlama çabası muhkem olan
manalarda söz konusudur. Acaba onun bu sözünden müteşâbihler üzerinde tefekkür
edilmez, gibi bir anlam da çıkarılabilir mi? Bunun cevabını bilmek için müfessirin
ayetin tefsiriyle ilgi şu görüşünü de nakletmeliyiz: “Nitekim Allah, ‘İlimde
derinleşenler”’den bahsederek onların: “Biz ona iman ettik, hepsi Rabbimiz’in
katındandır”335 yani muhkem olsun müteşabih olsun hepsi haktır, dediklerine işaret
eder. Bundan dolayı onlar, müteşabihini muhkemine irca ederler ve doğruyu
bulurlar; kalplerinde sapkınlık bulunanlar ise onun muhkemini müteşabihine irca
ederler ve sapıtırlar.”336 Dolayısıyla müfessir müteşabih ayetlerin delaletinin
muhkemler çerçevesinde düşünülmesi ve anlamaya çalışılması gerektiğini söylemiş
olmaktadır.337 O halde Kur’an’la ilgili üzerinde düşünülecek şeylerin muhkem
tanımına giren şeyler olduğunu söyleyebiliriz. Muhkem ayetlerin ihtiva etmiş olduğu
konular ise: Kur’an’ın helaller ve haramları, hükümleri, hadleri ve ferâizi; kıssaları,
meselleri, hikmetleri ve nasihatleri olarak özetlenebilir. Yani ayette Kur’an
okuyucusunun, Kur’an’ı okurken onun helal haram, hüküm vb. konularını hem
öğrenmek maksadıyla anlamaya çalışmasına hem de vaz’ ediliş hikmetleri üzerinde
düşünmesine işaret edilmiş olmalıdır. Kıssalar, meseller, mükafâtlar, cezalar,
kıyamet, ahiret tasvirleri, Allah’ın kâinattaki delilleri ve kudretinin tezahürleri vb.
konuları anlatan ayetleri de tefekkür edip ibretler çıkarması amaçlanmış olmalıdır.
Nitekim Dahhâk’tan ayetin (‫ ) أﻓﻼ ﻳﺘﺪﺑﺮون اﻟﻘﺮﺁن‬kısmı ile ilgili (‫“ )ﻳﺘﺪﺑﺮون‬teemmül
ederler” (‫“ )اﻟﻨﻈﺮ ﻓﻴﻪ‬Kur’an üzerinde aklın bilinenlerden bilinmeyenlere hareket
etmesi” şeklinde bir rivayet gelmiştir.338 Dolayısıyla okuyucu Kur’an’da
bildirilenlerden hareketle bilinmeyenlere ulaşmış, manaların ve vakıaların akıbeti
üzerine kafa yormuş olmaktadır.
334
İbn Kesîr, Tefsîr, I, 703. Zemahşerî de bu iki husus üzerinde durmuştur: nazmı, belâgatı- ki bunlar
Kur’an’ın lafızları ile ilgilidir- ve manaları. Bkz: el-Keşşâf, I, 268.
335
Âl-i İmrân 3/7.
336
İbn Kesîr, Tefsîr, I, 703.
337
Ayırca bkz: İbn Kesîr, Tefsîr, I, 460.
338
Taberî, Câmiu’l-Beyân, IV, 182.

93
Müfessirin işaret ettiği ikinci nokta ise Kur’ân’ın beliğ lafızları üzerinde
düşünmektir. Bu daha geniş bir birikimi gerektirmekte olup Arapça’ya tam olarak
vakıf olmakla gerçekleştirilebilecek bir hadisedir. Yani Kur’an üzerinde bu türden
girişilecek bir düşünme, entelektüel bir tefekkür faaliyeti olacaktır. Nazarda etraflı
bir tefekkür ve akıl yürütmenin olduğunu düşünürsek bunun üst seviyede bir olay
olduğu sonucuna varabiliriz.
Burada Kur’an üzerinde düşünmenin mahiyeti üzerinde de durmalıyız. Tedbîr
ve tedebbürün birbirine yakın manada olduklarını söylemiştik. Tedbir: “İnsanın işini
düzenlerken o işin akıbetinin onu nereye götüreceğini görmesi”339 idi. Bu tariften
hareketle, Kur’an okuyucusunun ayetlerin manalarının kendini nereye götüreceğini
hesap etmesidir. Bu, ayetlerin okuyucuyu sonuç itibariyle ne söylediğine/kast edilen
manaya götürmesi olabileceği gibi, söz konusu ayetlerde haber verilenlerin insanı
götüreceği akıbet de olabilir. İşte tedebbür de işlerin arka planı hakkında nazar (akıl
yürütmedir.) Tedebbürü’l-Kur’ân ise manalarını tefekkür etmek ve Kur’an’ın
muhtevasını basiretle teemmül etmektir.340 Kur’an okurken – Cürcâni’nin ifadesi ile
söylersek- kalbin/aklın düşünme mekanizmasını çalıştırarak hem manaların
derûnunu, arka planını hem de insanı götüreceği âkıbeti tasavvur etmesidir.
Öte yandan tedebbürün forum olarak tefe’ul kalıbından geldiğini bunun ise
tedricilik bildirdiğini, düşünme olayının zaman ve gayret istediğini ifade etmiştik.
İşte bu noktada Kur’an üzerinde düşünmek, bir başka ifade ile Kur’an’ı anlamaya
çalışmak yoğun bir mesâi ve entelektüel çaba gerektirmektedir. “İlmi mes’ele
mes’ele öğrendim” örneğinden de hareket edersek, Kur’an üzerinde tedebbürün
tedrici olarak yürütülmesi sonucunu da çıkarabiliriz. Nitekim Şevkânî mana üzerinde
ciddiyetle durulmadan (vukûf), tedebbürün tasavvur edilemeyeceğini ifade
etmiştir.341
Tedebbürün mahiyeti ile ilgili şöyle de söylenmiştir: “Okuyucu kalbini
okuduğu şeylerin manasını anlamakla meşgul eder. Her kelimenin, cümlenin ve

339
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, IV, 268; Kurtubî, el-Câmi’, X, 270; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I, 741.
340
Bkz: Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 268.
341
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 678.

94
ayetin manasını bilir; bunları teemmül eder, Kur’ân’ı indirenin huzurunda
bulunduğunun şuurunda olur. Allah’a tutunur, ondan korkar.”342
Kurtubî bu ve (aşağıda ele alacağımız) Muhammed Suresi 47/24. ayetin
Kur’an’ın manalarını anlamak için, üzerinde tedbir’in/tedebbürün vâcip olduğuna
delalet ettiğini söylemektedir.343 Şevkânî buna ilaveten şunları söylemektedir: “Zira
onlar hakkını vererek Kur’an’ı düşünürlerse; ayetlerin birbirini desteklediğini,
herhangi bir ihtilaf olmadığını, manalarının doğru, açıklamalarının kuvvetli,
belâgâtının da en üst derecede olduğunu görürler.”344
Netice itibariyle Hz. Peygamber (s.a.v.)’in getirmiş olduğundan şüphe içinde
olanlar ve hatta Kur’ân’ın O’nun sözü olduğu iddiasında olanlar (ki bunlar sadece
Kur’an’ın nâzil olduğu dönemdeki inkarcıların değil, daha sonraki zamanların
inkarcılarının da yaptığı bir suçlamadır345) Kur’an üzerinde derinlemesine
düşünmelidirler. Bu ayette buna açık bir davet vardır. Davetten de öte
düşünmemelerini yadırgama vardır (istifhâm-ı inkârî).346 Şayet bu bir insan sözü
olsaydı; Kur’an’ın nazmında, belâğatında kusurlar, manalarında, hükümlerinde,
verdiği gaybi haberlerde çelişkiler ve tutarsızlıklar olurdu. Halbuki Kur’an hakkı
verilerek okunur, ayetler üzerinde nazarda bulunulur ve tam olarak anlaşılmaya
çalışılırsa onun bütün bunlarda kusursuz ve eşsiz olduğu görülür.

‫ب َأ ْﻗﻔَﺎُﻟﻬَﺎ‬
ٍ ‫ﻋﻠَﻰ ُﻗﻠُﻮ‬
َ ‫ن ا ْﻟ ُﻘﺮْﺁن َأ ْم‬
َ ‫َأﻓَﻼ َﻳ َﺘ َﺪ ﱠﺑﺮُو‬
b. Muhammed 47/24: “Öyle olmasa Kur’an’ı bir tedebbür etmezler mi?
Yoksa kalbler üzerinde üst üste kilitleri mi var?”
Bu ayetin başında da Nisâ 3/81. ayetin ilk kısmı aynıyla tekrar edilmekte, yine
istifhâm-ı inkârî yoluyla Kur’an’ı anlamaya çalışmaya çağrıda bulunulmakta, bu
gayrete soyunmayanlar kınanmaktadır.347Ancak diğer ayetten farklı olarak ayetin
devamında farklı bir noktaya dikkat çekilmektedir: “Yoksa onların kalplerinde

342
Itır, Keyfe Teteveccehü, s. 45.
343
Kurtubî, el-Câmi’, X, 270. Müfessir ayrıca bu ayete göre “Hz. Peygamber (s.a.v.)’den gelen
rivayetlerin Kur’an tefsiri için yeterli olduğu, Arap dilinin ifade ettiği anlamlarla tefsirin
yapılamayacağı düşüncesini” reddetmekte, bu ayette nazar ve istidlâle, taklidin batıl olduğuna, kıyasın
varlığına işaret olduğunu söylemektedir.
344
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I, 741.
345
Esed, Kur’an Mesajı, I, 156.
346
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I, 741.
347
Bkz: Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXV, 74.

95
kilitler mi var?” Daha başka ayetlerde: “Onların kalpleri vardır, onunla anlamazlar”
348
, “Muhakkak bunda kalbi olan kimseler için bir öğüt vardır”, “Onların aklettikleri
kalpleri olsun” gibi ayetlerle kavrama melekesinin kalple olduğu ifade edilmişti.
Cürcânî ve kadim âlimler bu noktadan hareket etmiş olmalılar ki tefekkür ve
tedebbürün kalp işi, kalbin tasavvuru olduğunu söylemişlerdir. İşte bu ayette,
anlamaya, kavramaya tefekküre mâni olan kalpler üzerindeki kilitlerden söz
edilmektedir.
Ayetin sibâkında, münafıklardan bahsedilmekte, çarpık anlayışlarından dolayı
Allah’ın onları hakikate karşı sağır ve kör yaptığı ifade edilmektedir. Nitekim Taberî
ayetin tefsirinde şunları söylemektedir: “O münafıklar; Allah’ın, Peygamberi
Muhammed (s.a.v.)’e indirmiş olduğu Kur’an ayetlerindeki tavsiyelerini
düşünmezler mi? O kitapta onlara açıklamış olduğu hüccetleri tefekkür etmezler mi?
Böyle yapmış olsalardı, o tavsiye ve hüccetlerle şuan yapmakta oldukları yanlışları
fark edebilirlerdi. Yoksa Allah onların kalplerine kilitler koydu da Kitap’ta indirmiş
olduğu tavsiye ve ibretleri anlamıyorlar mı?”349 Müfessir bu görüşünü Katâde’den
naklettiği bir görüşle de teyit etmektedir: “İnsanlar bu Kur’an’ı tedebbür etseler ve
onun üzerinde kafa yorsalardı; Allah’a yemin olsun ki, Kur’an’ın onları Allah’a
isyan ve masiyetten alıkoyduğunu görürlerdi. Ne var ki onlar onun müteşabihini
aldılar da helak oldular.”350
Beydâvî de buna şöyle işaret etmiştir: “Onlar Kur’an’ı ve Kur’an’daki caydırıcı
tavsiyeleri inceleyip araştırırlar; böylelikle günaha cesaret edemezler. Yoksa
kalplerde kilitler var da oraya öğütlerin ulaşmasına mâni olmakta, herhangi bir
inkişaf yapmamakta mıdır?”351
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir gün bu ayeti (‫)أﻓﻼ ﻳﺘﺪﺑﺮون اﻟﻘﺮﺁن أم ﻋﻠﻰ ﻗﻠﻮب أﻗﻔﺎﻟﻬﺎ‬
okudu. Yemenli bir genç dedi ki: “(‫) ﺑﻞ ﻋﻠﻴﻬﺎ أﻗﻔﺎﻟﻬﺎ ﺣﺘﻰ ﻳﻜﻮن اﷲ ﻋﺰوﺟﻞ ﻳﻔﺘﺤﻬﺎ أو ﻳﻔﺮﺟﻬﺎ‬
Evet, evet; Allah o kalpleri açıp genişlik verene kadar, onlar üzerinde kilitler vardır.”
dedi.352 Dolayısıyla (‫ )أم‬harfine (‫ )ﺑﻞ‬anlamı verilmiş; “Evet kalpler üzerinde kilitler
vardır, onlar mühürlenmiştir, Kur’an’ın anlamlarından hiçbir şey tam olarak oraya
348
A’râf 7/179.
349
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI, 321.
350
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI, 321.
351
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, II, 194.
352
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI, 321; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 299; farklı ifadelerle Kurtubî, el-Câmi’,
XVI; 209.

96
girmez” denilmiştir.353 Mukâtil, demiştir ki: “Kalpler mühürlenmiştir; bu, Hakk’ın
marifetine kalplerin kapatılmış olmasından müsteârdır. Kilitlerin kalplere izafeti de
kalpler üzerindeki kilitlerin, kapılar üzerindekiler mesabesinde olmasına işarettir.
Dolayısıyla ayetin anlamı onların kalplerine ne iman girer, ne de küfür ve şirk çıkar;
zira Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Buradaki kalp sahipleri de (müminlerden
bir tâife olan münafık) muhataplardır.354
Öyle anlaşılıyor ki, bu ayetle de bu karakterdeki insanlar, Kur’an’ı düşünüp
anlamakla Allah’a Rasûlüne ve hakiki müminlere karşı yanlış bir tutum içinde
olduklarının farkına varacaklardır. Zira daha farklı ayetlerde o güne kadar, bu
insanların portreleri ve yanlış tutumları dile getirilmişti. Ancak onlar bu denli bir
tefekkür ve kavramadan uzak görünmektedirler.
Şunu da belirtelim ki, ayeti sadece bu çerçevede değerlendirmek ayetin
anlamını sınırlandırmak olacaktır, oysa ayet bize daha geniş bir perspektif
sunmaktadır. Kimi zaman Kur’an’a karşı kayıtsızlıkları ve kalplerinin katılaşmasıyla,
Kur’an’a inanan insanlar da bu ayetin şümûlüne girebilmektedir. Nitekim bu
kapsama işaret etmek üzere Kurtubî şunu söylemiştir: “Allah ayette (‫) ﻋﻠﻰ ﻗﻠﻮب‬
“kalpler üzerinde” buyurmuştur; şayet (‫“ ) ﻋﻠﻰ ﻗﻠﻮﺑﻬﻢ‬onların kalpleri üzerinde”
buyursaydı, bu cümledeki anlam onların dışındakini kapsamayacaktı; işte ( ‫أم ﻋﻠﻰ‬
‫ )ﻗﻠﻮب‬ile hem onlar hem de bu sıfatı taşıyan bütün insanlar kastedilmiş olmaktadır.355
Demek istediğimiz; anlama, kavrama melekesini yitirmiş, idraki zayıflamış ve
kalpleri günahlarla paslanmış ve de Kur’an’ı anlamaya çalışmayı terk etmiş
Müslümanlar da bu ayetteki kınamanın (tevbîh356) kapsamına giriyor olmalıdırlar.357
Ayrıca yine Kurtubî’nin önceki ayetin tefsirinde bu iki ayetten hareketle işaret ettiği,

353
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 299.
354
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 55; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXV; 74; Kurtubî, el-Câmi’, XVI; 209.
355
Kurtubî, el-Câmi’, XVI; 209.
356
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXV, 74.
357
Ayetin kalp merkezli yapılan bir yorumu şöyledir: “…İnsanın idrak ve anlama merkezi olan kalb,
olumsuz hal ve davranışlar sebebiyle, paslanıp hastalanınca hakikati gereği gibi kavrayamayacaktır.
“Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı? Yoksa kalpler üzerinde kilitler mi var?” ayeti, Kur’an’ın
anlaşılmasında kalb selametinin önemini vurgulamaktadır. Çünkü günahlarla kararmış, paslanmış ve
hasta olmuş kalpler Kur’an mesajını gereği gibi anlayamayacaklardır. “O (Kur’an)a tertemiz
olanlardan başkası dokunamaz (muttali olamaz)(el-Vâkıa 56/79) ayetinin, şirkten, günahtan her türlü
pislikten arınmış kimselerin ona yaklaşabileceği tarzında da yorumlanması, konumuz açısından dikkat
çekicidir. Bu itibarla inkar ve şirk karanlığında kalan inançsızlar, Kur’an’ı anlayamayacakları gibi
gönlü günahlarla kararmış olanlar da onu gereği gibi kavrayamayacaklardır. Hulâsa Kur’an yaşanarak
anlaşılabilecektir.” Teferruat için Bkz: Ergül, Kalbî Hayat, s. 401–403.

97
Kur’an üzerinde düşünmenin, onu anlamaya çalışmanın vacip oluşu burada tekrar
gündeme getirilmelidir. Aşağıda ele alacağımız Sâd 38/29. ayet de bu gerçeği daha
sarih bir biçimde ifade etmektedir.

3.2. Farklı İfadelerle Kur’an’ı Tedebbür Etmeyi Anlatan Ayetler


‫ﻦ‬
َ ‫َأ َﻓ َﻠ ْﻢ َﻳﺪﱠﺑﱠﺮُوا ا ْﻟ َﻘ ْﻮ َل َأ ْم ﺟَﺎءهُﻢ ﻣَﺎ َﻟ ْﻢ َﻳﺄْت ﺁﺑَﺎء ُه ُﻢ ا َﻷ ﱠوﻟِﻴ‬
a. Mü’minûn 23/68: “Hâlâ o kelâmı tedebbür etmezler mi? Yoksa onlara
atalarına gelmemiş bir şey mi geldi?”
Bu ayetin sibâk ve siyâkında açık bir şekilde inkârcılardan bahsedilmiş, Kur’an
kendilerine ulaştırıldığı halde, yüz çeviren kimselerin kıyamet günü yaşadıkları
haller tasvir edilmiştir: “Karşınızda âyetlerim okunuyordu da siz ardınıza
dönüyordunuz. Ona kafa tutarak gece lakırdıları ile hezeyanlar ediyordunuz.”358 İşte
bu ayetlerden sonra yine gaip (üçüncü şahıs) siygasına geçilerek inkarcılar mevzu
bahis edilir ve bu sözü düşünüp anlamaya çalışmadıkları için kınanırlar. Ayetin
devamında inkarcıların düşünüp akıl erdirecekleri kelamın Kur’an olduğu; onlara
atalarına indirilmeyen bir kelam indirildiği, dolayısıyla bunu yadırgayıp ondan
kaçmamaları gerektiği ifade edilir.
Müfessirler, ayetteki (‫“ )اﻟﻘﻮل‬el-kavl” ifadesinin Kur’ân olduğunu söylemişler;
(‫ )أم‬harfine de yukarıdaki ayette olduğu gibi (‫ ) ﺑﻞ‬anlamı vermişlerdir; bu da “Evet,
onlara atlarına gelmeyen bir şey gelmiştir” anlamındadır. Hemze, istifhâm-ı inkârî, fa
ise atıf içindir. Yani yapacaklarını yaptılar ve Kur’an’ı düşünmediler, demektir.359
Kurtubî’ye göre Kur’an burada Kelâm olarak adlandırılmıştır, çünkü onlar bu
Kelâm’a muhatap olmuşlardır.360 (Yani Kur’an’ın nüzulünün canlı şahitleri, kimi
zaman doğrudan ayetlerin muhatabı olmuşlardır. Bir başka ifadeyle bu ifade tarzı,
Kur’an’ın hitap/diyalog oluşuna işarettir.) Ayet, (‫ )أﻓﻼ ﻳﺘﺪﺑﺮون اﻟﻘﺮﺁن‬ayetleriyle aynı
anlamdadır.361
Ayet genel olarak şöyle anlaşılmıştır: “Bu müşrikler, Allah’ın indirmiş
olduğunu ve kelamını düşünmediler ve de onun içindeki ibretleri ve Allah’ın
kendilerine karşı orada ortaya koyduğu hüccetleri öğrenmediler mi? Halbuki onlara

358
el-Mü’minûn 23/66–67.
359
Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 820; Kurtubî, el-Câmi’, XVII, 126; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 705.
360
Kurtubî, el-Câmi’, XVII, 126.
361
Kurtubî, el-Câmi’, XVII, 126; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 705.

98
daha önceki seleflerine gelmeyen bir şey gelmiştir, onlar da buna karşı gururlu
davranmakta ve yüz çevirmektedirler. Allah onların Kur’ân’ı anlamamalarını,
düşünmemelerini ve ondan yüz çevirmelerini yadırgamaktadır.”362
Zemahşerî ayeti şöyle anlamıştır: “Onlar Kur’an’ın apaçık bir hak olduğunu
bilmek, onu ve getirdiklerini tasdik etmek için bu Kur’an’ı tedebbür etmezler mi?
Evet, işte onlara atalarına gelmeyen bir şey gelmiştir, şu ayette beyan edildiği gibi:
“Babaları uyarılmayan bir toplumu uyarman için…”363 İşte bunun için onu inkar
ediyor ve ondan uzak duruyorlar. Yahut onun ayetlerini ve onlardan önce kendilerine
indirileni yalanlayanların kıssalarını tedebbür esnasında korkmaları için Kur’an’ı
tedebbür etmelidirler. Yoksa onlar; Allah’tan korktuklarından, ona, kitaplarına,
peygamberlerine iman ve itaatlerinden dolayı başlarına azap gelmeyen ataları gibi
güvende midirler? Onların ataları İsmâil (a.s.) onun soyundan gelen Adnan ve
Kahtan’ın soyundan gelenlerdir.”364
Müfessir ayete iki anlam vermiştir. Birincisi onlar Kur’an’ı düşünüp
anlamalıdırlar; zira onlara atalarına gelmeyen bir kitap gelmiştir. İkinci anlam da
onlar Kur’an’ı ve önceki milletlerden tekzip eden kavimlerin kıssalarını okumalı,
düşünüp anlamaya çalışmalıdırlar; atalarımıza azap gelmemiştir diye kendilerini
azaptan güvende hissetmemelidirler. Çünkü İsmail (a.s.) ve onun soyundan gelenler
Allah’tan korkan kimselerdi. Nitekim İbn Abbas da buna: “Yoksa onlara azaptan bir
emân mı geldi, işte babalarına gelmeyen şey azaptır; o halde bu gururdan
vazgeçsinler.”365 diyerek işaret etmektedir.
Fahruddîn Râzî ayetle ilgili olarak iki şeye dikkat çekmektedir. Birincisi:
İnkârcıların, Kur’ân’ın varlığının delili hususunda düşünmemeleri ki bu, Cenâb-ı
Hakk’ın, “Yoksa Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı?”366 ayetinden anlaşılan husustur.
Böylece Cenâb-ı Hakk, Kur’ân adı verilen o sözün onlara malum olduğunu ve
onların, Kur’ân’ın, fesahat bakımından Arapların kelâmından farklı olduğunu,
tutarsızlıktan ve çelişkiden daima uzak olduğunu belirtmiştir. Kur’ân’ın, Yaratıcıyı
tanımayı ve bir bilmeyi gerektiren şeylere dikkat çekmesi açısından, bu hususta

362
Taberî, Câmiu’l-Beyân, IX, 233; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 334.
363
Yâsîn 36/6.
364
Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 820
365
Kurtubî, el-Câmi’, XVII, 126.
366
Muhammed 47/24.

99
onların düşünme imkânları bulunduğunu; o halde batılı bırakıp hakka dönmeleri için,
bu hususta düşünmemelerinin manasızlığını beyan buyurmuştur. İkincisi:
İnkârcıların, peygamberlerin gelişinin, âdetin hilâfına bir iş olduğuna inanmalarıdır
ki bu da, Cenâb-ı Hakk’ın, “Yoksa kendilerine, evvelki babalarına gelmemiş olan
birşey mi geldi?” ayetinden anlaşılan husustur. Bu böyledir, zira onlar, ümmetlere
peygamberlerin ardarda geldiğini, onlara mucizeler gösterdiklerini ve ümmetlerin bir
kısmının yalanlamaları sebebiyle helak olduklarını biliyorlardı. Binaenaleyh bu
durum onları, tasdikte bulunmaya çağırmaz, mı?367
Şevkânî ise ayete şu yorumu getirmiştir: “Allah onların küfre sapmalarının dört
sebebi olduğunu beyan etmiştir: Birincisi, Kur’an’ı düşünmemeleridir. Çünkü onlar
onun manalarını düşünselerdi onlara bu kitabın hak olduğu zahir olacak, ona ve
içindekilere iman edeceklerdi. İkincisi ise, onlara atalarına gelmeyen bir kitap
gelmiştir, bu da onların Kur’an’ı inkarlarına sebep olmuştur.368 Üçüncü ve dördüncü
sebepler ise diğer ayetlerle ilgilidir: “Yoksa peygamberlerini tanımadılar mı da onun
için inkâr ediyorlar? Yoksa onda bir Cinnet var, mı diyorlar? Hayır, o onlara hakk ile
geldi fakat ekserisi hakkı hoşlanmıyorlar.” 369
Bu ayette de görülmektedir ki inkarcıların Kur’an’a karşı önyargılı
davranışları, Kur’an’ı anlamaya çabalamamaları onları hakikate ulaşmaktan ve onu
kabule yanaşmaktan alıkoymaktadır. Özellikle o çağın inkarcılarında, evvelki
atalarının böyle bir kelâma muhatap olmamış olmaları saplantısı Kur’an’ı ve Hz.
Peygamber (s.a.v.)’i kabul etmemelerinde etkili olmaktadır.370 Onlar bu saplantıdan
Kur’an’ı anlayıp üzerinde düşünmekle kurtulabilirlerdi; bugünün inkarcıları da yine
aynı yöntemle, Allah’ın kelâmını anlayıp üzerinde inceden inceye düşünmekle,
Kur’an hakkındaki önyargı ve saplantılarından kurtulabileceklerdir.

367
Râzî, Tefsir-i Kebir, XI, 196.
368
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 705.
369
Mü’minûn 23/69–70.
370
Burada şu farklı yorumu da zikretmeliyiz: Esed, ayete şu meâli vermiş: “Peki onlar (Allah’ın bu)
sözünü anlamaya hiç çalışmadılar mı? Yahut geçip gitmiş atalarına hiç gelmeyen bir şey mi geldi
onlara?” ve ayetle ilgili şu notu düşmüştür: “Kur’an’ın insanoğluna daha önce de vahyedilen
mesajların devamından başka bir şey olmadığını ima eden bir ifade. Kur’an Mesajı, II, 697,698.
Müellif, bu yorumuyla: Allah kelamını ilk kez indiriyor değildir, daha önce de indirmiştir, dolayısıyla
yadırganacak bir durum yoktur, demek istemektedir.

100
‫ب‬
ِ ‫ك ِﻟ َﻴ ﱠﺪ ﱠﺑﺮُوا ﺁﻳَﺎ ِﺗ ِﻪ َو ِﻟ َﻴ َﺘ َﺬ ﱠآ َﺮ أُوﻟُﻮا ا َﻷ ْﻟﺒَﺎ‬
ٌ ‫ﻚ ُﻣﺒَﺎ َر‬
َ ‫ب أَﻧ َﺰ ْﻟﻨَﺎ ُﻩ ِإ َﻟ ْﻴ‬
ٌ ‫ِآﺘَﺎ‬
b. Sâd 38/29: “Bu çok mübarek kitabı sana, özü temizler ayetlerini
düşünsünler ve ibret alsınlar diye indirdik.”
Sâd suresinin ilk ayeti Kur’an-ı Kerim’den söz ederek başlar: “Sad, Bu öğütle
dolu Kur’an’a bak!” Yer yer bu anlatım devam eder: “O Kur’an aramızdan ona
mı indirilmiş? Doğrusu onlar benim Kur’an’ımdan bir şüphe içindeler; doğrusu
henüz azabımı tatmadılar.371 Ayetin bağlamında mümin/muttakiler, kafir ve
mücrimler anlatılmıştır: “Yoksa iman edip de salih amel işleyenleri Biz o
yeryüzündeki bozguncular gibi yapar mıyız? Yoksa o takva sahiplerini, azgın
günahkarlar gibi yapar mıyız?”372 Daha sonra da konu ile ilgili, ele alacağımız
ayet gelmiştir. Bu ayette yukarıdaki üç ayetten farklı olarak, kınama (tevbîh) yoluyla
yapılan bir anlatım değil, yönlendirici/teşvik edici bir anlatım tercih edilmiştir. Yâni
ayetle ideal bir amel ortaya konmuş ve Kur’an’ın Hz. Peygamber (s.a.v.)’e indiriliş
gayesinin bu olduğu bildirilmiştir. O ideal davranış da Kur’an’ı tedebbür etmek
bunun sonucunda da öğüt almaktır. Bu da ayetin bağlamında ifade edilen
muttakilerin yapacağı bir ameldir.
Taberî’nin ifadesine göre kıraat âlimleri ayetin (‫ ) ﻟﻴﺪﺑﺮوا‬kısmının okunuşunda
ihtilaf etmişlerdir. Ancak çoğunluk bunu “yâ” ile yâni “liyeddebberû” şeklinde
okumuştur. Bu okunuşla anlam: “Seni kendilerine göndermiş olduğumuz kimseler bu
Kur’an’ı düşünsünler diye…” şeklinde olmaktadır. Ebu Cafer ve Asım (Kurtubî,
Şeybe ismini de zikreder ve bunun Hz. Ali (r.a.)’ın kıraati olduğunu373, Âlûsi ise
Kisâî ismini zikredip, Hz. Ali’nin aslı üzere “liyetedebberû” şeklinde okuduğunu
söyler374) “tâ” ile yâni “litedebberû” okumuşlardır, (aslı “litetedebberû”dur, te’nin
biri kolay okumak için atılmıştır375). Bu kıraatle de anlam: “Sen ve sana tâbi olanlar,
(ümmetin âlimleri376), Kur’an’ı düşünün diye…” olmuştur.377 Müfessir bu farklılığı
şöyle değerlendirmektedir: “Bizim kanaatimize göre her iki okuyuş da doğrudur,

371
Sâd 38/8.
372
Sâd 38/28.
373
Kurtubî, el-Câmi’, XV, 119.
374
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl I, 45; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXIII, 189.
375
Kurtubî, el-Câmi’, XV, 119.
376
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXIII, 189.
377
Taberî, Câmiu’l-Beyân, X, 576.

101
şöyle ki: Her iki kıraat de meşhur ve sahihtir, dolayısıyla okuyucu hangisiyle okursa
isabet etmiştir.”378
Kurtubî, (‫ )ﻟﻴﺘﺪﺑﺮوا( )ﻟﻴﺪﺑﺮوا‬demektir, “yetedebberû”daki “te” harfi “dâl” harfine
kalb edilmiştir, şeklindeki izâhından sonra şunları söylemektedir: “Bunda Kur’an’ın
mânalarını bilmenin vacip oluşuna, Kur’an’ı en güzel okuma şeklinin tertil oluşuna,
tedebbürün de ancak böyle bir okuyuşla sahih olacağına delil vardır.379
Ayetin tefsiriyle ilgili Hasan-ı Basrî’den gelen bir başka rivayet şöyledir:
“Sınırları çiğnenirken, harflerini hıfzetmekle Kur’an tedebbür edilmiş olmaz; biri
çıkar der ki: ‘Kur’an’ın hepsini okuyup hatmettim.’ Halbuki Kur’an onun ne
ahlakında ne de amelinde görülür.”380 Aynı rivayet Zemahşerî’de şu şekildedir: “Bu
Kur’an’ı, tefsir bilgisi olmayan köleler ve çocuklar okumuşlardır; harflerini
ezberlemişler ama hadlerini çiğnemişlerdir. Sonra da içlerinden biri çıkıp: ‘Şu
Kur’an’ı baştan sona hatmettim, bir harf bile atlamadım,’ der. Vallahi o hepsini
atlamıştır, çünkü Kur’an’ın onun üzerinde ne ahlak ne de amel bakımından hiçbir
eseri yoktur. Vallahi Kur’an’ı hadlerini zayi ederken, harflerini hıfzetmek değildir.381
Kurtubî tefsîrinin mukaddimesinde şunları söylemiş, sonra da bu ayeti
zikretmiştir: “Allah’ın kitabını hıfzeden kimselere, Kur’an’ı hakkıyla tilavet etmek,
mâna ve mefhumlarının hakikatlerini tedebbür etmek, ilgi çekici noktalarını anlamak,
anlaşılmayan lafızlarını da açıklamak vaciptir.”382
Zemahşerî, (ِ‫ )ِﻟ َﻴﺪﱠﺑﱠﺮُوا ﺁﻳَﺎ ِﺗﻪ‬tedebbüru’l-âyâtı şöyle açıklamıştır: “Ayetler üzerinde
tefekkür etmek, ayetin zahirinin düşündürdüğü sahih tefsirleri ve güzel manaları
teemmül etmektir; zira her kim sadece okuduğunun zahiriyle yetinirse, o kısır
kalacaktır; bu tıpkı sağılacak sütü olup da sağmayan, kısrağı olup da yavrulatmayan
kimseye benzer.383 Müfessirin verdiği anlama yakın başka anlamlar da verilmiştir:
“Kur’an’ı sana, kâinatın ve teşrîin sırlarını anlatan ayetleri üzerinde düşünsünler;
ayetlerin zâhirinin düşündürdüğü üstün, çıkarım yapılabilecek mânâları ve makbul,
sahih tefsirleri öğrensinler ve tabi olsunlar, diye indirdik.”384

378
Taberî, Câmiu’l-Beyân, X, 576.
379
Kurtubî, el-Câmi’, XV, 119.
380
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 43.
381
Zemahşerî, el-Keşşâf, 1088.
382
Kurtubî, el-Câmi’, I, 27.
383
Zemahşerî, el-Keşşâf, 1088.
384
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXIII, 189; Ayrıca bkz: Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 45.

102
Suyûtî (v.911/1505), kıraat esnasında tedebbürün ehemmiyetini şöyle
açıklamıştır: “Kıraatte tedebbür ve tefehhüm yolunu tutmak; en yüce gaye, en önemli
arzudur. Zira böyle bir okuyuş gönüllere inşirah, kalplere aydınlık verir. Nitekim
Allah: “Bu çok mübarek kitabı sana, özü temizler ayetlerini düşünsünler ve ibret
alsınlar diye indirdik.” “Bu Kur’an’ı inceden inceye düşünmezler mi?” buyurmuştur.
Tedebbürün niteliği okuyucunun kalbini, okuduğu lafızların manasını tefekkür
etmekle meşgul etmesi, böylelikle her ayetin manasını öğrenmesi, emirleri ve
yasakları teemmül etmesi ve bunlara itikat etmesidir. Eğer geçmişte bir kusuru
olduğunu görmüşse bunun için istiğfar etmesi, rahmet ayetine geldiği zaman
ferahlaması, azap ayetine geldiği zaman Allah’a sığınması, Allah’ı tenzih etmesi, ona
dua etmesi ve yakarmasıdır.385
Müfessirlerin ifade ettiği görüşleri şöyle değerlendirmek mümkündür: ayet
birinci kıraate göre anlaşılırsa umûmi bir mâna ifade etmiş ve tüm insanları kapsam
alanına almış olur. Dolayısıyla ayet diğer üç ayetle hemen hemen aynı anlamı
içermiş olur.
Diğer kıraate göre anlarsak daha özel anlamda Hz. Peygamber (s.a.v.) ve
ümmetin Kur’an üzerindeki tefekkürü anlaşılır. Müfessirler de tefsirlerini genelde
buna göre yapmışlardır. Mesela Hasan-ı Basrî’nin görüşünü değerlendirirsek; onun
bu sözleriyle Müslüman toplumda yaşanan bir durumu tenkit ettiğini görürüz. Ayetin
tefsiriyle ilgili Hasan-ı Basrî’den gelen diğer bir görüş de şöyledir: “Andolsun ki,
sizden öncekiler Kur’ân okumaya başladılar mı, bu tilâvetleri sabaha kadar sürerdi.
Sabah olunca, bu halleri onların simalarından okunurdu. Fakat bugün sizden biriniz
386
Kur'ân-ı Kerîm okuyor, ancak okuduğu kelam hançeresinden aşağı inmiyor.”
“Sizden öncekiler” sözüyle sahâbeyi, “bu okuyuşları sabaha kadar sürerdi” sözüyle
de onların tertîl ve tedebbürle okumalarını kastetmiş olmalıdır. Bu görüşüyle onun,
toplumdaki her ferdin Kur’an okurken anlama ve tedebbür etme sorumluluğu
bulunduğunu anlatmak istediği anlaşılmaktadır. Tabii işaret ettiği diğer bir nokta da
Kur’an’ın hayata geçirişiyle ilgilidir.

385
Süyûtî, el-İtkân fî Ulûmi’l Kur’an, I, 283.
386
Abdurrahman b. Ali b. Muhammed İbnü’l Cevzî, Hasan-ı Basrî, (trc. Mustafa Kaya), Erkam Y.,
1992, s. 79.

103
Dikkat çeken bir nokta da Kurtubî’nin diğer ayetlerde de geçtiği üzere,
Kur’an’ın manalarını bilmenin ve tedebbür etmenin vacip oluşundan bahsetmesidir.
Taberî ve diğerleri de doğrudan vâcip ifadesini kullanmamışlarsa da buna yakın
şeyler söylemişlerdir. “Sen ve sana tâbi olanlar, Kur’an’ı düşünün diye bu kitabı
indirdik” izahında olduğu gibi. Acaba bu vücup ümmetin bütün fertlerini mi
bağlamaktadır? Mesela Müslüman olan ve farklı dilleri konuşan her millet böyle bir
şeyle sorumlu mudurlar? Evet, sorumludurlar, cevabı verilse bile bunun pratikte ne
kadar karşılığı vardır.
Elbette bu tartışılabilecek geniş bir konudur. Ancak biz ayetlerden ve
görüşlerden yola çıkarak şu kısa değerlendirmeyi yapabiliriz. Allah Kur’an’ın
indiriliş gayesini, anlamak, tefekkür etmek ve öğüt almak olarak beyan etmiştir. Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in uygulamalarında bunun pek çok örneğini görmek
mümkündür.387 Suyûtî’nin ifadeleri ile söylersek: Kıraatte tedebbür ve tefehhüm
yolunu tutmak; en yüce gaye (el-maksûdü’l a’zam), en önemli arzudur (el-matlûbü’l
ehem). O halde her Müslüman fert kapasitesi, anlayışı, bilgi ve kültür seviyesine göre
ilâhi mesajı anlama gayretinde olmalıdır. Her seviyedeki insanın ondan anlayacak,
öğrenecek ve ibret/öğüt alacağı bir şeyleri vardır. Kâinat ve yaratılışla ilgili ayetler,
iman esaslarının, kıyamet tasvirlerinin, ahiret hallerinin, cennet ve cehennemin
anlatıldığı ayetler; önceki toplumların haberleri, peygamberlerin mücadeleleri; belli
başlı hükümler, emirler ve yasaklar, üzerinde düşünülebilecek ve öğüt alınabilecek
konulardır. Nitekim ayette: “Biz Kur’an’ı kolaylaştırdık, yok mu öğüt alan?”388
buyurulmuştur. Farklı dillerden olan Müslümanlar bunu öncelikle bu dili öğrenmek
yoluyla gerçekleştirebileceklerdir. Buna imkan bulamayanlar ise kendi dillerindeki
Kur’an meal ve tefsirleriyle bunu yapabileceklerdir. Nitekim Müslüman olan
milletlerin hemen hepsinin dilinde bu tür çalışmalar tarihten günümüze kadar yapıla
gelmiştir.389
Bu söylediğimiz asgari düzeyde yapılabilecek bir çalışmadır. Kur’an’ı
anlamak, üzerinde tam manasıyla düşünüp istinbatta bulunmak, elbette ihtisası
gerekli kılan bir husustur. İşte “litedebberû” şeklindeki kıraate: “Sen ve ümmetin

387
Bkz: Suyûtî, el-İtkân, I, 283–285.
388
Kamer 54/17, 22, 32, 40.
389
Bu çalışmalar için bkz: Hamidullah, Kur’anı Kerîm Tarihi, (trc: Salih Tuğ), İFAV, İstanbul 2000, s.
102-212; Aziz Kur’an, (trc: Abdülaziz Hatip- Mahmut Kanık), Beyan Y., İstanbul 2000, s.78-142.

104
âlimleri”390 anlamının verilmesi bu bakımdan anlamlı olmuştur. “İlimde rüsuh
sahipleri…”391 ayetinde ve: “elbette bunların istinbata kadir olanları onu anlar
bilirlerdi”392 ayetinde de buna işaret olmalıdır. Nitekim Cassâs (v.370/980) ayetin
tefsiriyle ilgili olarak: “Allah bizi bu ayetle Kur’an üzerinde tefekküre teşvik
etmekte, istinbat ve tedebbüre yüreklendirmektedir (harrazanâ). Hükümlerini derk
etme konusunda öne geçmemiz; istinbata kadir olan, ileri görüşlü âlimlerden
olmamız için ibret almayı emretmektedir.” demektedir.393 Çünkü mütehassıs âlimler,
ayetlerin zahirinin ötesine geçecekler, sahih tefsirler yapıp üstün manalar
çıkaracaklar, yine bunları ümmetin idrakine sunacaklardır. Kur’an-ı Kerim’de
belağat seviyesi yüksek, müciz/mücmel kabilinden pek çok ayet vardır. Kimi zaman
bu mücmel ayetleri açıklayan, mutlak anlamları sınırlandıran ayetler vardır. Yine
inceden inceye izah edilmesi gerekli olan hükümler, İslam toplumunun yaşadığı
vasata ve şartlara göre değişebilecek konular vardır. Bu ve benzeri hususlar ümmete
sahasında otorite âlimler tarafından açıklanıp anlatılacaktır.
Bu konuyu Zerkeşî’nin (v.794/1392) ümmetle ilgili bir tasnifiyle bitirmek
istiyoruz. Her ne kadar farklı bir tasnif olsa da, ümmetin fertleri arasında Kur’an’ın
okunması, tefekkür edilmesi ve değişik haller yaşanması gibi hususları izah etmesi
bakımından önem arz etmektedir. “Tedebbürle Kur’an tilavetinin üç makamı olduğu
söylenmiştir:
Birincisi: Okuyucunun Mütekellim’in (Allah’ın) sıfatlarını kelamında
müşahede etmesi, hitabının manalarını bilmesi, ona kelamı vasıtasıyla nazar
etmesidir… Çünkü her kelime bir ismi, bir sıfatı, bir hükmü, bir dileği, bir fiili
anlatır. Çünkü kelam sıfatlardan bahseder, o sıfatların sahibine/mevsufa işaret
ederler. İşte bu, müminlerden arif olanların makamıdır... Arif kimse bütün anlayışını
mütekellime tahsis etmiş, bütün fikrini onda yoğunlaştırmış, mütekellimi müşahede
ile müsteğrak olmuştur. Nitekim Câfer-i Sâdık: “Allah kullarına kelamı ile tecelli
etmiştir, ama gören nerde!” demiştir. Ebu Abdullah Kuraşî de der ki: “Kalpler
kirlerden arınmış olsaydı insanlar, Kur’an okumaya doyamazlardı.”

390
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXIII, 189.
391
Âli İmrân 3/7.
392
Nisâ 4/83.
393
Ebu Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî el-Cassâs, Ahkâmü’l Kur’ân,(thk: Muhammed es-Sâdık el-
Gamhâvî) Dâru’t-türâsi’l-Arabî, Beyrut, h. 1405, I-V, IV, 34.

105
İkincisi: Okuyucunun kalbi ile müşahede etmesi, sanki Allah sözleriyle onunla
konuşuyor ve ona verdiği nimetler ve ihsanlarla sevgisini belli ediyor gibi olmasıdır.
Bu da hayâ ve tazim makamıdır. Onun hali de dinlemek ve anlamaktır. Bu da
mukarrabin olan herkesin makamıdır.
Üçüncüsü de okuyucunun Rabbine yakarmasıdır. İşte bu da isteme ve ona
tutunma makamıdır. Onun hali de talep hali olup, ashâb-ı yemin makamı, yani bütün
muttakilerin makamıdır.”394

D. TEFEKKÜR, TEZEKKÜR VE TEDEBBÜR KAVRAMLARI


ARASINDAKİ MÜNASEBET

1. Tefekkür ve Tedebbür Kavramlarının Farklılık ve Benzerlikleri


“Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.” gibi ifadeler
Kur’an’da sıklıkla kullanılmaktadır. Bu ifade tarzı özellikle kozmik ayetlerin farklı
üsluplarla tasvirinden sonra zikredilir, ardından da insanlar akli hususiyetlerini
kullanmaya davet edilirler. Tekrar hatırlatmak gerekirse, İsfehâni tefekkür için: “İlim
için mâlûma sarf edilen kuvvetin, aklın kapasitesi/kabiliyeti nispetinde hareket
ettirilmesidir”395 tarifini yapmıştı. Dolayısıyla tefekkür mutlak manadaki düşünme
ameliyesini anlatan bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayetlerde tefekkür
ameliyesinin aklı çalıştırmaya müsait mesellerden sonra- ya da aklî delillerden sonra-
zikredilmesi de buna işaret olmalıdır. Yani tefekkür bu meseller ve deliller
üzerindeki akli ameliyedir.
Tedebbürde ise bu tür bir düşünme, akıl yürütme ameliyesinin yanında, insanın
olayın akıbetini, insanı alıp götüreceği yeri hesap etmesi de söz konusudur. Nitekim
Cürcâni tefekkürü, kalbin istenen şeyi kavramak için eşyanın manaları hakkındaki
tasarrufu, olarak tarif etmekteydi. Öbür taraftan tedebbürü, işlerin akıbetleri hakkında
akıl yürütmektir (nazar), şeklinde tanımlamaktaydı. Bu tariflerden sonra müellif
tefekkürle tadebbür arasında şu nüansa işaret etmekteydi: “Tedebbür, tefekküre yakın
bir kavramdır, ne var ki tefekkür kalbin nazarla delil üzerindeki tasarrufu; tedebbür
ise kalbin nazar ile akıbetler hakkındaki tasarrufudur.”396

394
Zerkeşi, el-Bürhân, I, 452, 453.
395
İsfehânî, Müfredât, I, 1131.
396
Cürcânî, et-Târifât, I, 76; Münâvî, et-Taârîf, I, 167.

106
Diyebiliriz ki tedebbür, tefekkürden daha kapsamlıdır. Tefekkürü de içine
almakla beraber, olayların ve ayetlerin kişiyi götüreceği sonucu görmek söz
konusudur. Nureddin Itır’ın şu tarifi bu nüansı açıklaması bakımından dikkat
çekicidir: “Tedebbür, ayetin manasını ve bunun neticesinde terettüp eden şeyi
teemmül ve tefekkür etmektir; bu bir akide konusu ise iman etmek, bir hükümse
amel etmek, bir ikaz ise öğüt almak, bir kıssa ise ibret almaktır.” 397
Bir başka açıdan tedebbür, tefekkürden daha özel bir kullanıma sahip olmuş,
Kur’an ayetleri üzerinde düşünmek için tefekkürden daha ziyade tedebbür
kullanılmıştır. “Onlar Kur’an üzerinde tedebbür etmezler mi?” ayetlerinden mülhem
olarak olmalı ki, “tedebbürü’l Kur’an” , “tedebbürü’l ayât” kullanımları daha
yaygındır. Nitekim Zemahşerî bu ifadeyi kullanmakta ve tarifini şöyle yapmaktadır:
“Tedebbüru’l âyât: “Ayetler üzerinde tefekkür etmek, ayetin zahirinin çağrıştırdığı
sahih tefsirleri ve güzel manaları teemmül etmektir; zira her kim sadece okuduğunun
zahiriyle yetinirse, o kısır kalacaktır.”398 Böyle bir kullanımın diğer bir sebebi de
tefekkürde ilim ve nazarın olmaması,399 tedebbürde ise ilim ve nazarın bulunması da
olabilir. Yani Kur’an hakkında ihatalı bir düşünüş, belli bir ilmî seviyeye ulaşmış
olmayı gerekli kılmaktadır.
Ancak şunu da söylemeliyiz ki kimi zaman bu nüanslar göz önünde
bulundurulmaksızın, tefekkür, teemmül ve tedebbür kelimeleri birbirlerinin
müteradifi olarak da kullanılmaktadır. Buna bir örnek zikretmek gerekirse Kurtubî,
Haşr 59/21. ayetindeki: “Biz bu misalleri veriyoruz ki insanlar tefekkür etsinler”
ayetinin tefsirinde: “Kur’an’ın nasihatlerini teemmül etmesi sebebiyle dağın
paramparça olduğunu görürdün; bu da anlatmaktadır ki Kur’ân’ı tedebbürü terk
etmenin hiçbir mazereti yoktur…”400 demiştir. Burada müfessir, ayette tefekkür
olarak zikredilen ameliyeyi teemmül ve Kur’an’ın tedebbürü olarak ifade etmiştir.
Yani tefekkür, teemmül ve tedebbür kelimelerini birbirinin yerine kullanmıştır.

397
Itır, Keyfe Teteveccehü, s. 42.
398
Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 1088.
399
Sîbeveyh’in ifadesine göre tefekkür, ilim ve nazarı içine almaz; bkz: İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab,
V, 65.
400
Kurtubî, el-Câmi’, X, 98.

107
2. Tezekkür Kavramının Tefekkür ve Tedebbürle Olan İlişkisi
Tezekkürün, kişinin kendine hatırlatılandan hareketle, akli kuvvetini harekete
geçirmesi, kendine hatırlatılanı hatırında tutması ve nasihat olarak verilen şeylerden
öğüt, ders, ibret alması olduğunu izah etmiştik.
Görüldüğü gibi tezekkürde tefekkür gibi öncelikli olarak aklın harekete
geçirilmesi söz konusudur. Bir başka deyişle tezekkür, tefekkür hatta tedebbürle
başlamaktadır. Burada aklın harekete geçirilmesinde bir başkasının
tezkiri/hatırlatması işin içine girmiş olması vakıayı değiştirmemektedir. Muhatap
hatırda tutma ve ders alma ameliyesinden önce kapasitesi nispetinde aklını
çalıştırmakta, kendine söylenenleri fikr ve idrak etmektedir. Daha da ilerde,
zikredilen şeylerin kendini nereye, hangi akıbete götüreceğini kavramaktadır. Daha
sonra da bunları hatırında tutmakta ve kendine ders olarak almaktadır. Tabiî hadise
bununla da kalmamakta, devreye amel girmektedir. Yani anlaşılıp ders alınan
şeylerle amel etme zorunluluğu ortaya çıkmaktadır. Zira hatırda tutup ders almanın
mantıki sonucu, öğrenilen şeylerle amel edilmesidir.
Meselâ Nahl 16/90. ayetinde emirler ve yasaklar bildirilmiş, ayetin sonunda da:
“ve size öğüt veriyor ki, tezekkür edersiniz.” cümlesi zikredilmiştir. Yukarıdaki
sürece göre söylersek, buradaki emirler öncelikle muhatap tarafından tefekkür ve
tedebbür edilecek, yani anlaşılacak, muhatabın zihnine yerleşecektir. Ayette açıkça:
“Allah size öğüt veriyor” ifadesi fehvasınca artık öğüt almak, bunun mantıki bir
sonucu olarak da bu emir ve yasaklara uymak gündeme gelecektir.
Nitekim Âlûsî, Nur suresi 24/1. ayetle ilgili olarak söylenmiş olan: “Hükümler
tezekkür edilmeksizin bilinemez”401 sözünü güzel bir söz olarak görmekte, bu söze
karşılık olarak söylenebilecek olan: “Tezekkürden gaye, bu ayetlerin mucibince amel
ederek, haramlardan kaçınmaktır” görüşünü de zikretmektedir.402 Bu görüşlerden
hareketle, hükümlerin anlaşılıp öğrenilebilmesi için tefekkür ve tedebbürü de içine

401
‫ ;ﻓﺈن اﻷﺣﻜﺎم ﱂ ﺗﻜﻦ ﻣﻌﻠﻮﻣﺔ ﺣﱴ ﻳﺘﺬآﺮوﻬﻧﺎ‬bu ifade şu bağlamda söylenmiştir:
“Allah teâla surenin başında çeşitli hüküm ve hadleri zikretmiş, sonunda da tevhidin delilleri üzerinde
durmuştur. Allah’ın: ( ‫ ) ﻓﺮﺿﻨﺎهﺎ‬sözü, açık hükümlere; (‫وأﻧﺰﻟﻨﺎ ﻓﻴﻬﺎ ﺁﻳﺎت ﺑﻴﻨﺎت‬
) sözü de, Allah’ın birliğinin açık delillerine işaret eder. (‫ ) ﻟﻌﻠﻜﻢ ﺗﺬآﺮون‬sözü de teyid eder ki:
“Hükümler tezekkür edilmeksizin bilinemez.” Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XVIII, 76.
402
Âlûsî, Rûhu’l-Meâni, XVIII, 76.

108
alan bir tezekkürün gerekli olduğu söylenebileceği gibi; bu tezekkürün hükümlerle
amel etmeye götürdüğü de söylenebilir.
Kurtubî konuyu biraz daha açarak şunları söylemektedir: “Tezekkürün
neticesinde dünyevi bütün kaygılardan kurtulmak, uhrevi amellere yönelmek,
dünyaya itibar etmemek, Mevlâ’nın razı olacağı amellere tutunmak, kalbi
yumuşatmak, huşu duymak icap etmektedir.”403
Daha önce Taberî’nin zikrettiği gibi,404 bir şeyden ders alınabilmesi için önce
onun tedebbür edilmesi, çok iyi anlaşılması gereklidir. Tam olarak anlaşılamayan,
nereye götüreceği tam olarak kavranamayan bir nasihatten, ders alınması; bir emir ve
nehyin tutulması elbette mümkün değildir. Dolayısıyla önce tefekkür ve tedebbürden,
sonra da tezekkürden bahsetmek durumundayız.
Bir başka açıdan, şu değerlendirmeyi de yapabiliriz: Tezekkürde:“Şimdi
Rabbinden sana indirilenin hakikaten hakk olduğunu bilen kimse, âmâ olan gibi olur
mu? Fakat onu ancak akıl ve vicdanı temiz olanlar idrak eder.”405 ayetinde olduğu
gibi, Allah’ın tevhid, nübüvvet, ahiret delilleri; ahkama dair şeyleri düşünme, fikir
yürütme söz konusudur. Tedebbürde:“Bu çok mübarek kitabı sana, özü temiz olanlar
ayetlerini düşünsünler ve ibret alsınlar diye indirdik.”406 ayetinde olduğu gibi, Kur’an
ayetleri üzerinde düşünme, kavrayıp anlama vardır. Tefekkürde ise:“Allah, sizin için,
o su ile ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve her çeşit meyveleri bitirir. Şüphesiz ki
bunda düşünecek bir topluluk için büyük bir ibret vardır.”407 ayetinde olduğu gibi
Allah’ın kudret ve azametine delalet eden ayetler üzerinde düşünme, akıl yürütme
vardır.

403
Kurtubî, el-Câmi’’, XX, 157.
404
Taberî, Câmiü’l-Beyân, I, 60.
405
Ra’d 13/19.
406
Sâd 38/29.
407
Nahl 16/11.

109
İKİNCİ BÖLÜM

KUR’AN’DA TEFEKKUH KAVRAMI

TEFEKKUH KAVRAMI

1. Lügat Anlamı
“Fıkıh”, dinde bir ilimdir. Bir adam fıkhettiğinde, ilim öğrendiğinde “fakîh”
oldu denilir. “El- fıkhu” (ُ‫)اﻟ ِﻔ ْﻘﻪ‬, “fegıhe, yefgahu, fıghen” den gelir. Bir kimse bir şeyi
anladığında onu fıkhetti denilir. “Efgahe”, açıklamak (beyyene lehü); “tefeggahe” ise
fıkıh öğrenmek ( teallümü’l-fıkhi) demektir.408 El- fıkhu (‫)اﻟ ِﻔ ْﻘ ُﻪ‬, “Bir şeyi öğrenmek,
onu anlamak demektir”409, “Yıldız deyince nasıl ki Sürayya yıldızı anlaşılıyorsa,
diğer ilimlere göre şerefi, fazileti ve efendi olması sebebiyle de ilim denilince
“ilmü’d-dîn” (fıkıh) akla gelmektedir. Bir kimse bir şeyi öğrendiğinde “fegıhe”, bir
şeyi öğrettiğinde tefeggahehü ya da efgahtehü denilir. fegıhtü demek, bir şeyi
anladım ve onu inceden inceye kavradım demektir. El-fıkhu (ُ‫)اﻟ ِﻔ ْﻘﻪ‬, “Keskin zekâ,
anlayış ve yetkinlik demektir.”410 Fıkıh, bir şeyi bilmek, onu öğrenmek, anlamak
demektir. Dini ilimlerde bir şeyi araştıran kimseye “fâgahahü” denilir.411 El- fıkhu
(ُ‫ )اﻟ ِﻔ ْﻘﻪ‬demek “el- fehmü” (‫ )اﻟ َﻔﻬْﻢ‬demektir.412 Fıkh, şâhit (var olan) bir bilgiden
hareketle ğâib (olmayan) bir bilgiye ulaşmaktır.413 Yani, gaibin şahide delaleti
demektir. Bu yönüyle ilimden daha özeldir.414 Fıkıh, konuşanın sözünden maksadın
anlaşılmasından ibarettir.415
Fıkıh kelimesi ile ilgili lügatlerin zikrettiği bilgiler genel olarak bu şekildedir.
Bir şeyi bilmek, öğrenmek, onu anlamak, keskin zekâ, anlayış ve yetkinlik demektir.
Gaibin şahide delaleti ve maksadın anlaşılması demektir.

408
Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, I, 250.
409
‫ُ ﻟﻪ‬
‫ُ اﻟﻌﻠﻢ ﺑﺎﻟﺸﻲء واﻟﻔﻬﻢ‬
‫ْﻪ‬‫ِﻘ‬
‫اﻟﻔ‬
410
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XIII, 522; Fîrûzâbâdî, el-Kâmûs, III, 384.
411
Fîrûzâbâdî, el-Kâmûs, III, 384; er-Râzî, Muhtâr, I, 242.
412
er-Râzî, Muhtâr, I, 242.
413
‫اﻟﻔﻘﻪ؟ اﻟﺘﻮﺻﻞ إﱄ‬
414
İsfehânî, Müfredât, I, 642.
415
Cürcânî, et-Târifât, I, 216, ( ‫اﻟﻔﻘﻪ هﻮ ﰲ اﻟﻠﻐﺔ ﻋﺒﺎرة ﻋﻦ ﻓﻬﻢ ﻏﺮض‬
‫) اﳌﺘﻜﻠﻢ ﻣﻦ آﻼﻣﻪ‬

110
2. Istılah Anlamı
Allah Teâlâ’nın “dini tefekkuh etmeleri için”416 ifadesinde buyurduğu gibi dini
tefekkuh etmek demek dinde âlim olmak demektir. Bir kimse dinde fakîh oldu
demek o konuda bir şeyleri anladı, öğrendi demektir. Hz. Peygamber (s.a.v.) İbn
Abbas için şöyle dua etmiştir: “Allahım! Onu dinde âlim eyle ve ona te’vili öğret.”
Burada zikredilen (‫ )اﻟﺘﺄْوﻳﻞ و َﻓ ﱢﻘﻬْﻪ ﻓﻲ‬ifadesi, ona te’vilini anlat, öğret demektir.417
İsfehânî, fıkıh kavramına ıstılahî olarak, “Şer’î hükümlerdeki ilimdir”der. Yani
şer’î hükümlerde var olan bir bilgiden hareket ederek bilinmeyen bir bilgiye
ulaşmaya fıkıh denilir demektedir.418 Cürcânî de, “Fıkıh, hükümle ilgili olan gizli
mana üzerinde isabet etmek ve bilgi sahibi olmak demektir. Fıkıh, içtihat ve rey ile
elde edilen bir ilimdir. Bu konuda nazar ve derin düşünmeye ihtiyaç duyar. Bu
sebeple Allah’ın fakîh olarak isimlendirilmesi doğru değildir, çünkü O’na hiçbir şey
gizli kalmaz” demektedir.419
Fıkıh, zamanla bir ilmin adı olmuştur. Âlimler, fıkıh ilmine ilmüd’din de
demişlerdir. Fıkıh ilmi, diğer ilimlere göre en şerefli ve en faziletli ilimdir, ilimlerin
efendisidir demişlerdir. Lügat âlimleri Fıkıh kavramına ıstılahî olarak, dinde derin
bilgi sahibi olmak, şer’i hükümlerde bilinenden hareketle bilinmeyen bir bilgiye
ulaşmak, gizli mana üzerinde isabet etmek ve bilgi sahibi olmak gibi manalar
vermişlerdir.

3. Fıkhetmeyle İlgili Ayetler


Fıkıh kavramı, Kur’an-ı Kerim’de yirmi farklı ayette çeşitli siğgalarda
zikredilmiş olup bunlardan bir kısmı genel manada fıkhetmeye, düşünmeye,
anlamaya çağıran ayetlerdir. Buna örnek olarak şu ayeti verebiliriz: “Yedi gök, yer ve
onlarda bulunan varlıklar Allah’ı tesbih ve tenzih ederler. Aslında hiçbir şey yoktur
ki hamd ile Allah’ı tesbih etmesin. Ne var ki siz onların tesbih etmesini anlamazsınız.
Şüphesiz ki Allah, çok yumuşak davranan ve çok affedendir.”420 Bir kısım ayetler de

416
Tevbe 9/122: “…kimide din ve şeriat ilimlerini iyice öğrenmeleri ve kavimleri savaştan dönüp
kendilerine geldikleri zaman onları uyarmaları için gitmeyip kalmalıdırlar...”
417
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XIII, 522, (‫َﻪ‬
‫ْوﻳﻠ‬
‫ﺗﺄ‬ ‫ْﻪ‬
‫ﱢﻤ‬ ‫)ﻓ‬
‫َﻬ‬
418
İsfehânî, Müfredât, I, 642.
419
Cürcânî, et-Târifât, I, 216.
420
İsra 17/44.

111
Kur’an’ı fıkhetmeyle ilgilidir. “Onlardan seni (okuduğun Kur’an’ı) dinleyenler de
vardır. Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne örtüler,
kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü mucizeyi görseler bile yine de ona
inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde “Bu Kur’an eskilerin masallarından
başka bir şey değildir” diyerek seninle tartışırlar.”421 Bu ve diğer Kur’an
bağlamında zikredilen fıkhetmeyle ilgili ayetlerde münafıkların Kur’an’a
yaklaşımları, inkârcıların Kur’an’a bakışları ve bu insanların Kur’an’ı niçin
anlayamadıkları anlatılmaktadır. Biz tezimizde fıkıh kavramı ile ilgili ayetleri genel
manada fıkhetmeye çağıran ayetler ve Kur’an bağlamında fıkhetmeye çağıran ayetler
olmak üzere iki kısma ayırdık. Her kısımla ilgili ayetleri de muhtevalarına göre
gruplandırmaya çalıştık. Böylece konu bütünlüğü oluşturmayı hedefledik. Ayetleri
incelerken bunu daha yakından görmeye çalışacağız.

3.1. Genel Manada Fıkhetmeye Çağıran Ayetler


Genel manada fıkhetmeyle ilgili ayetlerde Kur’an’ın ayetleri üzerinde fıkhetme
değil de genel bir portre çizilmektedir. Bizim bu grupta inceleyeceğimiz ayetlerde
daha çok münafıkların tutum ve davranışları ile ilgili, inkârcıların inananlara karşı
tutum ve davranışları ile ilgili, cehennemlikler ile ilgili, peygamberlerin davetlerine
uymayan kimselerin halleri ile ilgili, Allah’ın lütfuna, merhametine nankörlük edip
inanmamakta ısrar edenlerle ilgili, fıkhetme istenilmektedir. Aynı zamanda bu
vasıfların saydığımız kimselerin doğru yolu, hakikatı, Allah’ın yaratıcılığını,
büyüklüğünü gereği gibi anlayamadıkları, kavrayamadıkları belirtilmektedir. Bunun
yanında Allah’ın evrende her şeye güç yetirmesi ve hâkim olması ile ilgili, tüm
mahlûkatın Allah’ı tesbih ettiği ile ilgili fıkhetmekten de bahsedilmektedir.

421
En’am 6/25.

112
3.1.1. Peygamberlerin Çağrılarına Uymayıp Anlamamakta Israr Edenlerle
İlgili Hitaplar

‫ﻋ َﻠ ْﻴﻨَﺎ‬
َ ‫ﺖ‬
َ ‫ك َوﻣَﺎ َأ ْﻧ‬
َ ‫ﺟ ْﻤﻨَﺎ‬
َ ‫ﻚ َﻟ َﺮ‬
َ‫ﻄ‬
ُ ‫ﺿﻌِﻴﻔًﺎ َو َﻟ ْﻮﻟَﺎ َر ْه‬
َ ‫ك ﻓِﻴﻨَﺎ‬
َ ‫ﺐ ﻣَﺎ َﻧ ْﻔ َﻘ ُﻪ َآﺜِﻴﺮًا ِﻣﻤﱠﺎ َﺗﻘُﻮ ُل َوِإﻧﱠﺎ َﻟ َﻨﺮَا‬
ُ ‫ﺷ َﻌ ْﻴ‬
ُ ‫ﻗَﺎﻟُﻮا ﻳَﺎ‬
‫ِﺑ َﻌﺰِﻳ ٍﺰ‬
a. Hud 11/91: “Bunun üzerine kavmi şöyle dedi: "Ey Şuayb, söylediklerinin
çoğunu anlamıyoruz. Şüphesiz seni aramızda çok zayıf bir kimse olarak
görüyoruz. Eğer kabilen olmadaydı, seni taşlayarak öldürürdük. Esasen bizim
aramızda bir itibarın da yoktur.””
Şuayb (a.s.)’in nasihatleri üzerine kavmi ona şöyle demiştir: “Ey Şuayb,
söylediklerinin çoğunun gerçek mahiyetini anlamıyoruz. Sen bizim içimizde pek
zayıf birisin. Eğer kabilen olmasa seni taşlayarak öldürürdük. Aslında bizce sen, pek
değerli bir kimse de değilsin. Görülüyor ki Şuayb (a.s.)’ın kavmi, akıllarını kullanıp
Rabbleri tarafından kendilerine gelen emirleri düşünme ve kabul etme yerine kaba
güce başvurarak Şuayb (a.s.)’ı tehdit etmekte, kavminden çekindikleri için de
zorbalıklarını ileri götürememektedirler. Bu sebeple Şuayb (a.s.) onları tekrar
uyarmakta ve kavminin gücünün hiçbir zaman Allah’ın gücünden üstün
olamayacağını açıklamaktadır. Taberî ayetin (ُ‫ﺐ ﻣَﺎ َﻧ ْﻔ َﻘ ُﻪ َآﺜِﻴﺮًا ِﻣﻤﱠﺎ َﺗﻘُﻮل‬
ُ ‫ﺷ َﻌ ْﻴ‬
ُ ‫ )ﻳَﺎ‬kısmını,
“Söylediklerinin ve bize haber verdiğin şeylerin çoğunun hakikatini bilmiyoruz”422
şeklinde değerlendirerek ayette zikredilen fıkhın bir şeyin hakikatini bilmek
olduğunu vurgulamıştır. Zemahşerî de (ُ‫ )ﻣَﺎ َﻧ ْﻔ َﻘﻪ‬ifadesini (‫“ )ﻣﺎ ﻧﻔﻬﻢ‬Anlamıyoruz”
şeklinde tefsir etmiştir.423
Hz. Şuayb’e kavminin biz seni anlamıyoruz demesi ile ilgili Fahruddîn Râzî üç
durumdan bahseder. Birincisi: “Biz senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz"
demektir. Çünkü onlar, Şuayb (a.s.)’ın sözlerinden hiç hoşlanmadıkları için, sözlerini
anlamak maksadıyla dinlemiyorlardı. Bu tıpkı, “Onların kalpleri üzerine Kur’an’ı
iyice anlamalarına engel olan bir örtü koyarız”424 ayetinde beyan edilen husus
gibidir. İkincisi, Onlar onun sözünü kafaları ile anladılar, ama ona bir değer
vermediler. Dolayısıyla onlar, değer vermediklerini beyan etmek için böyle

422
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XV, 457.
423
Zemahşerî, Keşşaf, III, 116; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 119;
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 346.
424
İsra 17/46.

113
söylediler. Bu tıpkı bir kimsenin, arkadaşının sözüne değer vermediğinde, “Senin
söylediğini anlamıyorum” demesi gibidir. Üçüncüsü Hz. Şuayb (a.s.)’in ileri sürdüğü
bu deliller, tevhid, nübüvvet ve âhiretin varlığı ile haksızlığın ve hırsızlığın
bırakılması gerektiği hususunda onları ikna etmektir. Binaenaleyh onların
“Anlamıyoruz” sözleri, “Biz iddialarına dair getirdiğin delillerin doğru olup
olmadığını bilemiyoruz” demektir.425
Kurtubî ayette zikredilen (ُ‫ﺐ ﻣَﺎ َﻧ ْﻔ َﻘ ُﻪ َآﺜِﻴﺮًا ِﻣﻤﱠﺎ َﺗﻘُﻮل‬
ُ ‫ﺷ َﻌ ْﻴ‬
ُ ‫ )ﻳَﺎ‬kısmı, “Çünkü sen bizi
öldükten sonra diriliş, amellerden dolayı hesaba çekilmek gibi gayb olan bir takım
hususları kabul etmeye çağırıyorsun ve alışkın olmadığımız şeylerle bize öğüt
veriyorsun”426 şeklinde değerlendirmiştir. Şevkânî de ayet-i kerime ile ilgili benzer
bir değerlendirme yapmaktadır: “Sen bize bizim bilmediğimiz, tanımadığımız ölüm,
tekrar diriliş gibi gaybî işlerden, haberlerden bahsediyorsun, bizler bunu
anlamıyoruz. Yani şuan yaşadığımız, müşahede ettiğimiz olayları anladığımız gibi
anlamıyoruz.” Müfessir ayette bahsedilen kavmin fıkhetmemelerinin mecazi değil
hakiki olduğunu da söylemektedir.427
Ayet-i kerimede açık bir şekilde Şuayb (a.s.)’ın kavmine bir şeyler
söylediğinden bahsedilmektedir. Genelde peygamberlerin başına gelen olay Şuayb
(a.s.)’ın da başına gelmiş, nasihatlerine, uyarılarına karşı kavmi zorbalıkla,
anlayamamakla kendisine karşı çıkmışlardır. Ayette zikredilen fıkhetme kavramı
müfessirlerinde belirttiği gibi anlayamamak, akıl edememek, düşünememek
manasında kullanılmıştır.

‫ن َﻗﻮْﻻ‬
َ ‫ن َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
َ ‫ﻦ دُو ِﻧ ِﻬﻤَﺎ َﻗ ْﻮﻣًﺎ ﻻ َﻳﻜَﺎدُو‬
ْ ‫ﺟ َﺪ ِﻣ‬
َ ‫ﻦ َو‬
ِ ‫ﺴ ﱠﺪ ْﻳ‬
‫ﻦ اﻟ ﱠ‬
َ ‫ﺣﺘﱠﻰ ِإذَا َﺑ َﻠ َﻎ َﺑ ْﻴ‬
َ
b. Kehf 18/93: “(Gide gide) set yaptığı iki dağın arasına varınca, söyleneni
hemen hemen hiç anlamayan bir kavme rastladı.”
Ayet-i kerimeyi sonraki ayetle428 değerlendirdiğimizde mana daha da netlik
kazanmaktadır. Taberî, “Ayet-i kerimede zikredilen iki set’den maksadın, karşılıklı
iki dağ olduğu, aralarında da boğaz gibi bir geçit bulunduğu rivayet edilmektedir.
425
Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 460.
426
Kurtubî, el-Câmi’, IX, 140.
427
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 477.
428
Kehf 18/94: “Ey Zülkarneyn Ye’cüc ve Me’cüc denilen varlıklar yeryüzünde bozgunculuk
çıkarıyorlar ve orayı fesada veriyorlar. Sen, bizimle onların arasına bir set yapıp onların şerrinden bizi
korumuş olsan da biz de sana onun karşılığında bir vergi versek olur mu?”

114
Ye’cüc ve Me’cüc’ün o boğazı aşarak orada bozgunculuk çıkardıkları bu sebeple de
oradaki kavmin Zülkarneyn (a.s.)’den bu iki dağın arasını kapatacak bir set
yapmasını istedikleri açıklanmaktadır. Ayet-i kerimede (‫ن َﻗﻮْﻻ‬
َ ‫ن َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
َ ‫) َﻗ ْﻮﻣًﺎ ﻻ َﻳﻜَﺎدُو‬
“Söyleneni hemen hemen hiç anlamayacak bir kavim” ifadesi zikredilmektedir.
Başka bir kıraat şekline dayanarak bu ifade: “Hemen hemen hiç söz anlatamayacak
bir kavim” şeklinde de izah edilmiştir. Her iki kıraatte de mana birbiriyle uyumludur.
Ya dillerinden veya konuşmalarından olacak ki kavmin söz anlamadığı/anlatamadığı
belirtilmektedir.”429 Ayrıca müfessire göre Ye’cüc ve Me’cüc’ün kimler oldukları ve
kimin soyundan geldikleri hususundaki rivayetler pek zayıftır. Ancak Ye’cüc ve
Me’cüc’ün, geçmişte yaşamış iki kavmin ismi olduğu ve bunların asılları ve
nesepleri belirsiz bir kavim oldukları beyan edilmekte, bunların önlerine çekilen ve
mahiyetini kesin olarak bilemediğimiz seddi aşarak ortaya çıkışlarının kıyamet
alâmetlerinden olduğu çeşitli Hadis-i şeriflerde zikredilmektedir.430
Zemahşerî, ayette zikredilen (‫ﻦ دُو ِﻧ ِﻬﻤَﺎ َﻗ ْﻮﻣًﺎ‬
ْ ‫ﺟ َﺪ ِﻣ‬
َ ‫ ) َو‬ifadesindeki kavmin Türkler
olduğunu söyler. (‫ن َﻗﻮْﻻ‬
َ ‫ن َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
َ ‫ )ﻻ َﻳﻜَﺎدُو‬ifadesini ise şöyle değerlendirir: “Onlar ancak
güçlükle, zorlukla, işaretle anlıyorlar, bu kavmin sözlerini duyan kimse de ne
anlayabilir ne de açıklayabilir. Çünkü bu kavmin dili yabancıdır, ne olduğu
meçhuldür.”431 Aynı ifadeyi İbn Kesîr de “Onların sözleri/dilleri ve soyları yabancı
olduğu için anlamakta zorlanan bir kavimdi” şeklinde değerlendirmiştir.432
Fahruddîn Râzî de ayette zikredilen sedle ilgili şöyle der: “Zülkarneyn (a.s.)’ın
yaptığı sed kuzeydedir. Bunların, Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki iki dağ
olduğu söylenmiştir. Yine bu yerin, topraklarının sona erdiği yerde olduğu da
söylenmiştir.”433 (‫ن َﻗﻮْﻻ‬
َ ‫ن َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
َ ‫“ ) َﻗ ْﻮﻣًﺎ ﻻ َﻳﻜَﺎدُو‬Söyleneni hemen hemen hiç
anlamayacak bir kavim” ifadesiyle ilgili Râzî şöyle değerlendirme yapar: “Daha
sonra Allah Teâlâ, “Onlar dediler ki: “Zülkarneyn, doğrusu, Ye’cüc ve Me’cüc,
yeryüzünde feset çıkarıyorlar” buyurmuştur. Buna tavsif ettiği bu kavmin sözlerini
Zülkarneyn (a.s.) nasıl anlamıştır? Denilirse, şöyle cevap verilir: “Bu fiilin
müsbetinden menfi, menfisinden müsbet mana anlaşılır. Buna göre ayetteki ( ‫َﻗ ْﻮﻣًﺎ ﻻ‬

429
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVIII, 102, 103; Râzî, Tefsir-i Kebir, X, 250.
430
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVIII, 103.
431
Zemahşerî, Keşşaf, IV, 49; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XI, 405.
432
İbn Kesîr, Tefsîr, V, 195.
433
Râzî, Tefsir-i Kebir, X, 250; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 18.

115
‫ن َﻗﻮْﻻ‬
َ ‫ن َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
َ ‫ ) َﻳﻜَﺎدُو‬ifadesi onların hiçbir şey anlamadıklarını değil zorlukla
anlayabildiklerine delâlet eder. İkincisi bu fiil, “yaklaşma” (ola yazma) manasınadır.
Buna göre, ayetteki o ifade “onlar bilemezler, anlamaya yaklaşmazlar,” demektir. Bu
görüşe göre ayette şöyle bir takdir yapmak gerekir: “Onlar sözü, ancak işaret ve
benzeri şeylerin yardımı ile güçlükle anlarlar.”434 Aynı ifadeyi Beydâvî de
“Dillerinin yabancılığı ve anlayışlarının azlığı sebebiyle” şeklinde
değerlendirmiştir.435
Âlûsî, ayette belirtilen kavmin anlamamasını şu şekilde beyan eder: “Onların
dillerinin ve soylarının yabancı olmasından, kendi lügatlerinin dışındaki lügatlere
uygun anlayışlarının az olmasından dolayı anlayamamaktadırlar. Şayet anlayışları
fazla olsaydı kastedilen sözü karineler ile anlayıp öğrenirlerdi.”436
Ayet-i kerimede Zülkarneyn (a.s.)’ın bir kavimle karşılaşmasından ve bu
kavmin anlamamasından bahsedilmektedir. Ancak müfessirlerin de beyan ettiği
üzere kavmin anlamaması, inançlarından, Allah’a olan isyanlarından dolayı değil dil
ve anlayışlarının farklı olması sebebiyledir.

3.1.2. Dua Olarak Zikredilen Hitaplar


‫َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮا َﻗ ْﻮﻟِﻲ‬
a. Tâha 20/28: “Ki insanlar sözümü anlasınlar.”
Ayet-i kerime, siyak ve sibakıyla ele alınıp değerlendirildiği zaman kimlerden
bahsettiği ve ne anlatılmak istendiği daha iyi anlaşılmaktadır. Hz. Musa, kendisine
Peygamberlik verileceğini öğrenince Allah Teâlâ’ya şöyle dua etmektedir: “Ey
rabbim, sen bana genişlik ver ki bana gönderdiğin vahyi iyi anlayayım ve kendimde,
Firavun’a karşı konuşma cesareti hissedeyim. Sen bana, vermiş olduğun
Peygamberlik vazifesini hakkıyla yapmamı kolaylaştır. Sen, dilimdeki bağı
(kekemeliği) çöz ki rahat rahat konuşma imkânı bulayım. Ve insanlar ben anlasınlar.
Sen, ailemden birini, özellikle kardeşim Harun’u bana yardımcı kıl. Beni onunla
güçlendir. Onu da, bana verdiğin Peygamberlik vazifesinde bana ortak kıl ki seni
çokça tesbih edelim ve çokça analım. Şüphesiz ki sen bizi çok iyi görüyorsun. Bizim
hiçbir işimiz senden gizli değildir. Müfessir Taberî, ayette zikredilen fıkfetme
434
Râzî, Tefsir-i Kebir, X, 250.
435
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 18.
436
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XI, 405.

116
kavramını anlamak manasında değerlendirmiş, “Ya rabbi, onlara hitap ettiğim ve
onlarla konuştuğum zaman beni anlasınlar” şeklinde ayeti tefsir etmiştir.437
Bir önceki ayetle birlikte konumuzu ele aldığımızda ayet-i kerime daha iyi
anlaşılmaktadır. Hz. Musa rabbine “Ey Rabbim! Dilimin bağını çöz ki sözümü iyi
anlasınlar”438 diye dua etmektedir. Fahruddîn Râzî, ayette zikredilen lisandaki bağla
ilgili olarak iki görüşe yer vermektedir. Birincisi bu bağ, Cenâb-ı Hakk’ın onun
lisanında yaratmış olduğu bir bağdır. Bunun için o, Allah’tan, bunu kaldırmasını
istemiştir. İkincisi, Hz. Musa, çocuk iken, Firavun’un sakalını tutup onu yoldu.
Firavun da, onu öldürmeyi kafasına koyarak, “Elinde mülkümün ve kudretimin zail
olacağı kimse budur” dedi. Bunun üzerin Asiye: “O, akledemeyen bir çocuktur.
Bunun emaresi ise, senin ona hurma ve ateşi yaklaştırmanda” dedi. Sonra da, bu iki
şey onun önüne konuldu; o, ateşi aldı ve ağzına koydu.439
Kurtubî, fıkıh, Arap dilinde anlamak ve kavramak demektir der. Ayeti “Benim
kendilerine söyleyeceklerimi bilsinler ve iyice kavrasınlar.” diye tefsir etmiştir.440
Beydâvî, tebliğin güzel bir şekilde yapılmasında, yerine getirilmesinde dili, ağzı iyi
kullanmanın önemi büyüktür der. 441
İbn Âşûr, ayette zikredilen fıkıh kavramı ile ilgili olarak “el-fıkhu, el fehmu
demektir” diyerek fıkhetmeyi anlamak manasında değerlendirmiştir.442
Değerlendirmiş olduğumuz ayette fıkıh kavramı; anlamak, kavramak
manasında olup müfessirlerin görüş ve açıklamaları da bu yöndedir.

‫ﺤ ُﻬ ْﻢ‬
َ ‫ﺴﺒِﻴ‬
ْ ‫ن َﺗ‬
َ ‫ﻦ ﻟَﺎ َﺗ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
ْ ‫ﺤ ْﻤ ِﺪ ِﻩ َو َﻟ ِﻜ‬
َ ‫ﺢ ِﺑ‬
ُ ‫ﺴﺒﱢ‬
َ ‫ﻲ ٍء ِإﻟﱠﺎ ُﻳ‬
ْ ‫ﺷ‬
َ ‫ﻦ‬
ْ ‫ن ِﻣ‬
ْ ‫ﻦ َوِإ‬
‫ﻦ ﻓِﻴ ِﻬ ﱠ‬
ْ ‫ض َو َﻣ‬
ُ ‫ت اﻟﺴﱠ ْﺒ ُﻊ وَا ْﻟ َﺄ ْر‬
ُ ‫ﺴ َﻤﻮَا‬
‫ﺢ َﻟ ُﻪ اﻟ ﱠ‬
ُ ‫ﺴﺒﱢ‬
َ ‫ُﺗ‬
‫ﻏﻔُﻮرًا‬
َ ‫ﺣﻠِﻴﻤًﺎ‬
َ ‫ن‬
َ ‫ِإﻧﱠ ُﻪ آَﺎ‬
b. İsra 17/44: “Yedi gök, yer ve onlarda bulunan varlıklar Allah’ı tesbih ve
tenzih ederler. Aslında hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah’ı tesbih etmesin. Ne var
ki siz onların tesbih etmesini anlamazsınız. Şüphesiz ki Allah, çok yumuşak
davranan ve çok affedendir.”
Ayet-i kerimede göklerde, yerde ve bu ikisi arasında yaratılan, var olan her bir
437
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVIII, 300.
438
Taha 20/27–28.
439
Râzî, Tefsir-i Kebir, X, 400.
440
Kurtubî, el-Câmi’, XI, 336.
441
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 106.
442
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, IX, 40.

117
şeyin yaratanını tesbih ettiği bildirilmektedir. Bir kısım âlimler burada, Allah’ı tesbih
eden bütün varlıklardan maksadın, ruh sahibi varlıklar olduklarını söylemişler,
diğerleri ise canlı veya cansız bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiklerini
söylemişlerdir. Bütün mevcudatın kendi lisanlarıyla ve kendi halleriyle Allah’ı tesbih
ettikleri gibi hayvanlar da kendi lisanlarıyla Allah’ı tesbih ederler. Her bir varlığın
yaratılışı, lisanı diğerinden farklı olduğu için biri diğerinin tesbihini anlamaz.443
Zemahşerî de ayeti şöyle değerlendirmektedir: “Her bir şey Allah’ı tesbih etmektedir
ifadesinden maksat hal lisanı ile tesbih eder demektir ki bu da yaratıcıya, onun
kudretine ve hikmetine delalet eder ve kendisine caiz olmayan şirk vb. şeylerden
Allah’ı tenzih etmiş olur. Burada hitap müşrikleredir. Çünkü onlara göklerin ve yerin
yaratıcısı sorulduğunda Allah derler ancak Allah’ın yanında başka ilahları da ikrar
ederlerdi. Onlar gerçek manada düşünmediler ve ikrar etmediler. Halbuki sağlıklı
yapılan bir düşünmenin, tefekkürün neticesi onların iddia ettiklerinin tersine kişiyi
yüce yaratıcıya götürür.”444
Fahruddîn Râzî ayette belirtilen “Aslında hiçbir şey yoktur ki hamd ile
Allah’ı tesbih etmesin.” İfadesi ile ilgili iki meseleden bahsetmektedir. Birincisi,
canlı olan mükellef Allah’ı iki şekilde tesbih eder. İlki sözlü olan tesbih, sübhanallah
demesi gibi. Diğeri ise mükellefin çeşitli hallerinin, Allah’ın birliğine, münezzeh
olduğuna ve izzetine delalet etmesi ile olur. Fakat hayvanlar gibi mükellef olmayan
canlılar ile cemadat (taş-toprak) gibi cansız varlıklar, Allah’ı ancak ikinci şekilde
tesbih ederler. Çünkü birinci şekilde tesbih, ancak anlamak, bilmek ve konuşmakla
mümkündür. Bunlar ise, cansızlar için düşünülemez. Müfessir (ْ‫ﺤ ُﻬﻢ‬
َ ‫ﺴﺒِﻴ‬
ْ ‫ن َﺗ‬
َ ‫ﻦ ﻟَﺎ َﺗ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
ْ ‫) َو َﻟ ِﻜ‬
“Ne var ki siz onların tesbih etmesini anlamazsınız.” İfadesini ise şöyle
değerlendirir: “Bu, bütün bu varlıkların tesbihinin, biz insanlar tarafından
anlaşılmadığını göstermektedir. Hâlbuki bunların, Allah’ın kudret ve hikmetine
delalet ettikleri malumdur. Malum olan, malum olmayandan başkadır. Böylece bu,
onların Allah’ı tesbih ettiklerine, ama onların tesbihlerinin bizlerce
anlaşılamayacağına delâlet eder. Dolayısıyla bu ayette bahsedilen tesbihin, o
varlıkların Allah’ın kudret ve hikmetine delâlet etmesinden başka bir şey olması

443
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVII, 456.
444
Zemahşerî, Keşşaf, III, 451; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 425.

118
gerekir.”445
Beydâvî, (‫ﻏﻔُﻮرًا‬
َ ‫ﺣﻠِﻴﻤًﺎ‬
َ ‫ن‬
َ ‫ ) ِإﻧﱠ ُﻪ آَﺎ‬ifadesi ile ilgili olarak şöyle değerlendirme
yapmaktadır: “Allah sizin gaflet içerisinde bulunmanıza ve şirkinize karşılık
cezalandırma hususunda aceleci değildir, tövbe eden kimseler için ise çok
bağışlayıcıdır.”446
İbn Kesîr de ayette zikredilen tesbihi ve fıkhetmeyi şöyle değerlendirmektedir:
“Göklerde, yerde ve bunlardaki mahluklar müşriklerin söylemlerine karşılık Allah’ı
tekbir ve ta’zim ederler. Allah’ın vahdaniyetine, rububiyetine ve ilahlığına şahadet
ederler.” Müfessir, hayvanların, bitkilerin, cansız varlıkların kendi dillerinde Allah’ı
tesbih ettiklerini ancak lügatları farklı olduğu için insanların bu varlıkların
tesbihlerini anlayamayacaklarını söylemektedir.447
Âlûsî, (ْ‫ﺤ ُﻬﻢ‬
َ ‫ﺴﺒِﻴ‬
ْ ‫ن َﺗ‬
َ ‫ﻦ ﻟَﺎ َﺗ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
ْ ‫“ ) َو َﻟ ِﻜ‬Ne var ki siz onların tesbih etmesini
anlamazsınız.” İfadesinin akıllı varlıklar üzerine bina edildiğini, bunun da müşrikler
ve kâfirlere delalet ettiğini, insanların tamamına umum bir ifade olmadığını
belirtmektedir.448
Değerlendirmiş olduğumuz ayet-i kerimede belirtildiği gibi Cenâb-ı Allah
göklerde, yerde ve bu ikisi arasında canlı-cansız, akıllı-akılsız çok çeşitli varlıklar
yaratmıştır. İnsanoğlu selim bir akıl ile âlemdeki kevnî ayetler üzerinde düşündüğü
zaman yaratıcının varlığına, birliğine, kudretine delalet eden birçok delil
görmektedir. Ayette her bir canlının kendi lisanı ile Allah’ı tesbih ettiği
belirtilmektedir. Ayette zikredilen fıkhetme kavramı da Kur’an bağlamında değil
genel manada anlama, düşünme manasında kullanılmıştır.

445
Râzî, Tefsir-i Kebir, X, 63.
446
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 425.
447
İbn Kesîr, Tefsîr, V, 79.
448
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, X, 468.

119
3.1.3. Allah’ın Lütfuna Ve Merhametine Nankörlük Edip Anlamamakta
Direnenlere Yönelik Hitaplar

‫ن‬
ْ ‫ﻋ ْﻨ ِﺪ اﻟﱠﻠ ِﻪ َوِإ‬
ِ ‫ﻦ‬
ْ ‫ﺴ َﻨ ٌﺔ َﻳﻘُﻮﻟُﻮا َه ِﺬ ِﻩ ِﻣ‬
َ ‫ﺣ‬
َ ‫ﺼ ْﺒ ُﻬ ْﻢ‬
ِ ‫ن ُﺗ‬
ْ ‫ﺸ ﱠﻴ َﺪ ٍة َوِإ‬
َ ‫ج ُﻣ‬
ٍ ‫ت َو َﻟ ْﻮ ُآ ْﻨ ُﺘ ْﻢ ﻓِﻲ ُﺑﺮُو‬
ُ ‫َأ ْﻳ َﻨﻤَﺎ َﺗﻜُﻮﻧُﻮا ُﻳ ْﺪ ِر ُآ ُﻜ ُﻢ ا ْﻟ َﻤ ْﻮ‬
‫ﺣﺪِﻳﺜًﺎ‬
َ ‫ن‬
َ ‫ن َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
َ ‫ﻋ ْﻨ ِﺪ اﻟﱠﻠ ِﻪ َﻓﻤَﺎ ِل َه ُﺆ َﻟﺎ ِء ا ْﻟ َﻘ ْﻮ ِم ﻟَﺎ َﻳﻜَﺎدُو‬
ِ ‫ﻦ‬
ْ ‫ك ُﻗ ْﻞ ُآ ﱞﻞ ِﻣ‬
َ ‫ﻋ ْﻨ ِﺪ‬
ِ ‫ﻦ‬
ْ ‫ﺳ ﱢﻴ َﺌ ٌﺔ َﻳﻘُﻮﻟُﻮا َه ِﺬ ِﻩ ِﻣ‬
َ ‫ﺼ ْﺒ ُﻬ ْﻢ‬
ِ ‫ُﺗ‬
a. Nisa 4/78: “Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar; sarp ve sağlam
kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa “Bu Allah’tan” derler,
başlarına bir kötülük gelince de “Bu senden” derler. “Hepsi Allah’tandır” de.
Böyle iken o kavme ne oluyor da hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?”
Ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah, ölümün herkesi yakalayacağını,
nerede olursa olsun her insanın ölümle karşı karşıya geleceğini haber vermektedir.
Ayrıca iyilik ve kötülüğün, hayır ve şerrin Allah’tan geldiği, O’nun takdiri ile
gerçekleştiği haber verilmektedir.
Taberî, “Ey insanlar nerede olursanız olun, sağlam yapılmış kalelere sığınsanız
bile ölüm sizi yakalayacaktır. O halde savaşta ölmekten, ölüm korkusuyla düşmanın
karşısına çıkmaktan çekinmeyin. Münafıklar; ganimet, zafer bolluk gibi bir iyilik
isabet etliğinde onlar “Bu Allah tarafındandır, O’nun takdiri iledir derler. Fakat
bunların başına mağlup olma, acı çekme gibi bir kötülük geldiğinde de Ey
Muhammed! Bu sendendir. Senin tedbirsizliğinden ve kıt görüşlü oluşundandır
derler. Ey Muhammed deki: “Bolluk olsun kıtlık olsun, zafer olsun, hezimet olsun
her şey Allah tarafındandır. O halde ne oluyor bu topluluğa da neredeyse söz
anlamaz oluyorlar? Her şeyin, Allah’ın takdiriyle olduğunu ve onun kudreti altında
olduğunu idrak etmeye yanaşmıyorlar”449 diye tefsir etmiştir. Ayette zikredilen ( ‫ﻟَﺎ‬
‫ﺣﺪِﻳﺜًﺎ‬
َ ‫ن‬
َ ‫ن َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
َ ‫“ ) َﻳﻜَﺎدُو‬Böyle iken o kavme ne oluyor da hiçbir sözü anlamaya
yanaşmıyorlar?” ifadesini ise “Kendilerine haber verilen şeylerin hakikatini
bilmiyorlar”450 şeklinde tefsir etmiştir. Fahruddîn Râzî de bu ifade ile ilgili olarak
şöyle demektedir: “Aklî delil, Allah’tan başka her şeyin, Allah’a dayandığına delalet
ettiği için bu, adeta onların bu kadar net ve açık olmasına rağmen, bu sözün
doğruluğunu anlayamamalarına taaccüb etme yerine geçer.” Diyerek ayette

449
Taberî, Câmiu’l-Beyân, VIII, 557; Zemahşerî, Keşşaf, I, 435; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 474;
Kurtubî, el-Câmi’, V, 332-333.
450
Taberî, Câmiu’l-Beyân, VIII, 557.

120
zikredilen fıkhetme kavramını anlamak, kavramak manasında değerlendirmiştir.451
Zemahşerî, her şeyi yaratan, yeryüzüne yayan ve öldüren odur, her şey
O’ndandır diyerek yaratan ve öldürenin kendisi olduğunu Allah Teâlâ bu ayette
vurgulamış, bunun doğruluğunu ve hikmetini belirtmiştir demektedir. Ayette
zikredilen fıkıh kavramını anlamak, bilmek manasında değerlendirmiştir.452
Beydâvî, ayette geçen fıkıh kavramını şöyle tefsir eder: “Onlar (münafıklar)
kendilerine anlatılanlardan ibret almazlar mı?453 Şayet onlar Kur’an’ı anlasalardı,
manası üzerinde tedebbür etselerdi her şeyin Allah’tan olduğunu bilirlerdi.”454 Âlûsî
de ayette geçen fıkıh kavramını anlamak manasında değerlendirmiş, ayette vurgu
yapılan kavmin Yahudi ve Hıristiyanlar olduğunu söyleyerek bu kimselerin
kendilerine Kur’an’dan anlatılanları anlamıyorlar mı? Diye ayeti tefsir etmiştir.455
Bu ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah, güç ve kudretinin her şeyi kuşattığını, hiçbir
şeyin kendisine karşı koyamayacağına vurgu yapmıştır. Ayrıca iyilik ve kötülüğün,
hayır ve şerrin Allah’tan olduğu belirtilmiştir. Tüm bu beyana karşılık bazı insanların
Allah’ın kudretinin her şeyi ve her yeri kuşattığını, yegâne yaratıcının Allah
olduğunu anlayamadıkları görülmektedir.

3.1.4. Allah’ın Kudretiyle İlgili Olarak Zikredilen Hitaplar


‫ﻀ ُﻜ ْﻢ‬ َ ‫ﺷ َﻴﻌًﺎ َو ُﻳﺬِﻳ‬
َ ‫ﻖ َﺑ ْﻌ‬ ِ ‫ﺴ ُﻜ ْﻢ‬
َ ‫ﺟ ِﻠ ُﻜ ْﻢ َأ ْو َﻳ ْﻠ ِﺒ‬
ُ ‫ﺖ َأ ْر‬
ِ ‫ﺤ‬
ْ ‫ﻦ َﺗ‬
ْ ‫ﻦ َﻓ ْﻮ ِﻗ ُﻜ ْﻢ َأ ْو ِﻣ‬
ْ ‫ﻋﺬَاﺑًﺎ ِﻣ‬
َ ‫ﻋ َﻠ ْﻴ ُﻜ ْﻢ‬
َ ‫ﺚ‬
َ ‫ن َﻳ ْﺒ َﻌ‬
ْ ‫ﻋﻠَﻰ َأ‬
َ ‫ُﻗ ْﻞ ُه َﻮ ا ْﻟﻘَﺎ ِد ُر‬
‫ن‬
َ ‫ت َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
ِ ‫ف ا ْﻟ َﺂﻳَﺎ‬
ُ ‫ﺼﺮﱢ‬
َ ‫ﻒ ُﻧ‬
َ ‫ﻈ ْﺮ َآ ْﻴ‬
ُ ‫ﺾ ا ْﻧ‬
ٍ ‫س َﺑ ْﻌ‬
َ ‫َﺑ ْﺄ‬
a. En’am 6/65: “De ki: “Üstünüzden yahut ayaklarınızın altından size azap
göndermeye veya sizi parçalara bölüp bir kısmınızın kötülüğünü diğer bir
kısmınıza tattırmaya kadir olan O’dur. Bak, ayetleri iyice anlasınlar diye nasıl
açıklıyoruz?”
Ayette Allah’a ortak koşanların ve onun nimetlerine karşı nankörlük
edenlerin üzerlerine taş yağdırma veya yağmur yağdırarak tufan meydana getirme
azabı gibi yahut ayaklarının altından yeri yarıp onları oraya geçirme veya zelzele
meydana getirip bulundukları yerleri başlarına yıkma azabı gibi azaptan

451
Râzî, Tefsir-i Kebir, V, 292.
452
Zemahşerî, Keşşaf, I, 435; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 474.
453
‫ﻳﻮﻋﻈﻮن ﺑﻪ‬
454
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 474.
455
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IV, 144.

121
bahsedilmektedir. Ayrıca onları birbirlerine düşürüp çeşitli fırka ve hiziplere ayırarak
bir kısmını diğerlerine musallat edip onları birbirlerine öldürtme azabı gibi azapları
vermeye kadir olan Allah’tır denilmektedir. Ayetin sonunda da peygamberimizin
şahsında tüm kullara, bak biz, Allah’ın ayet ve delillerini anlayıp düşünmeleri için
ayetlerimizi nasıl açıklıyoruz diye seslenilmektedir. Allah Teâlâ, diğer ayet-i
kerimelerde de, gökten insanların üzerine gelebilecek azaba dikkati çekerek
buyuruyor ki: “Gökte olanların, Allah’ın emriyle sizi yerin dibine
geçirmeyeceğinden emin misiniz? O vakit bir de bakarsınız ki yeryüzü şiddetle
sarsılıp çalkalanıyor.”456 “Gökte olanların, Allahın emriyle, başınıza taş
yağdırmayacağından emin misiniz? O vakit uyarmanın ne olduğunu bileceksiniz.”457
Taberî, müfessirler Allah Teâlâ’nın bu ayet-i kerimede, insanların, üstlerinden
ve ayaklarının altından gönderebileceğini beyan ettiği azaplardan ne gibi azaplar
kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir der. “Ebu Malik, Said b. Cübeyr ve
Süddi’den nakledilen bir görüşe göre üstten gönderileceği bildirilen azaptan maksat,
taş yağdırma veya yağmur yağdırarak tufan meydana getirme azaplarıdır. Ayakların
altından gönderileceği beyan edilen azaptan maksat ise yerin yarılarak insanların, o
yerin içine geçirilmeleridir. Abdullah b. Abbas’tan nakledilen diğer görüşe göre,
burada üstten gönderilebileceği beyan edilen azaptan maksat, kötü idarecilerdir.
Ayakların altından gönderilecek azaptan maksat ise, kötü hizmetçilerdir.” Taberî, bu
görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, zira ayetin manasına bu görüşün
daha uygun olduğunu söylemiştir.458
Fahruddîn Râzî’ye göre ayetin zahiri, Allah’ın bu ayetleri ancak iyice anlayan
ve kavrayan kimseler için türlü türlü açıkladığına delâlet eder. Ama ayetlerden yüz
çevirip inat eden kimseye gelince, Cenâb-ı Hakk bu ayetleri böyle kimseler için
açıklamış değildir.459 Kurtubî, Yüce Allah’ın:(َ‫ت َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬
ِ ‫ف ا ْﻟ َﺂﻳَﺎ‬
ُ ‫ﺼﺮﱢ‬
َ ‫ﻒ ُﻧ‬
َ ‫ﻈ ْﺮ َآ ْﻴ‬
ُ ‫“ )ا ْﻧ‬Bak,
ayetleri iyice anlasınlar diye nasıl açıklıyoruz?” buyruğu ile izledikleri şirk ve
masiyetlerin batıl olduğunu iyice anlamaları için kendilerine belge ve delilleri ne

456
Mülk 67/16.
457
Mülk 67/17.
458
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI, 416- 418; Zemahşerî, Keşşaf, II, 132; Râzî, Tefsir-i Kebir, VI, 321;
Kurtubî, el-Câmi’, VII, 45–49; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 275.
459
Râzî, Tefsir-i Kebir, VI, 322.

122
şekilde açıkladığımıza bir bak, demektir diye tefsir etmiştir.460
Şevkânî ayet-i kerimeyi değerlendirirken, Yüce Allah’ın her şeye kadir
olduğunu, insanları sıkıntılardan kurtardığı gibi çeşitli şekillerde azaplandırmaya da
muktedir olduğunu söyler. Ayette zikredilen (ْ‫ﻦ َﻓ ْﻮ ِﻗ ُﻜﻢ‬
ْ ‫ﻋﺬَاﺑًﺎ ِﻣ‬
َ ) “Üstünüzden size azap
göndermeye” ifadesiyle kötü idareciler, (ْ‫ﺟ ِﻠ ُﻜﻢ‬
ُ ‫ﺖ َأ ْر‬
ِ ‫ﺤ‬
ْ ‫ﻦ َﺗ‬
ْ ‫“ )َأ ْو ِﻣ‬Ayaklarınızın altından
size azap göndermeye” ifadesiyle de kötü hizmetçiler kastedilmiştir der. ( ‫َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ‬
‫ن‬
َ ‫“ ) َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬Umulur ki iyice anlarlar” ifadesini ise “Biz kendilerine gerçeği, doğru
yolu çeşitli şekillerde açıkladık, hakikati gösterdik, anlayıp da doğru yola dönerler”
şeklinde izah etmiştir.461 Âlûsî de ayet-i kerimeyi, “Allah Teâlâ farklı sözlerle, farklı
şekillerle, ayetlerini, ikrar etmiş, va’d ve vaîdle delillerini açıklamıştır” şeklinde
tefsir etmiştir.462
Ayetin hemen başında Yüce Allah kadir ismini zikrederek her şeye güç
yetirebilen olduğunu vurgulamıştır. Cenâb-ı Allah insanların maddi ve manevi
sıkıntılarını giderdiği gibi azan, nankörlük eden, Allah’ın birliğini inkâr eden
kimseleri de elbette cezalandırmaya güç yetirendir. Allah, Kur’an’da ayetlerini,
delillerini, önceki kavimlerin başına gelenleri anlatarak kullarını ilahi kelamı, kevnî
ayetleri anlamaya ve bunlardan ibret almaya çağırmaktadır.

3.1.5. Cehennemliklerin Tutum Ve Davranışları İle İlgili Zikredilen


Hitaplar
‫ن ِﺑﻬَﺎ َو َﻟ ُﻬ ْﻢ‬
َ ‫ﺼﺮُو‬
ِ ‫ﻦ ﻟَﺎ ُﻳ ْﺒ‬
ٌ ‫ﻋ ُﻴ‬
ْ ‫ن ِﺑﻬَﺎ َو َﻟ ُﻬ ْﻢ َأ‬
َ ‫ب ﻟَﺎ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
ٌ ‫ﺲ َﻟ ُﻬ ْﻢ ُﻗﻠُﻮ‬
ِ ‫ﻦ وَا ْﻟ ِﺈ ْﻧ‬
‫ﺠﱢ‬
ِ ‫ﻦ ا ْﻟ‬
َ ‫ﺠ َﻬ ﱠﻨ َﻢ َآﺜِﻴﺮًا ِﻣ‬
َ ‫َو َﻟ َﻘ ْﺪ َذ َر ْأﻧَﺎ ِﻟ‬
‫ن‬
َ ‫ﻚ ُه ُﻢ ا ْﻟﻐَﺎ ِﻓﻠُﻮ‬
َ ‫ﺿ ﱡﻞ أُو َﻟ ِﺌ‬
َ ‫ﻚ آَﺎ ْﻟ َﺄ ْﻧﻌَﺎ ِم َﺑ ْﻞ ُه ْﻢ َأ‬
َ ‫ن ِﺑﻬَﺎ أُو َﻟ ِﺌ‬
َ ‫ﺴ َﻤﻌُﻮ‬
ْ ‫ن ﻟَﺎ َﻳ‬
ٌ ‫َﺁذَا‬
a. A’raf 7/179: “Yemin olsun ki biz, cinlerden ve insanlardan bir çoğunu
cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır ama onunla gerçeği anlamazlar.
Gözleri vardır ama onlarla hakkı görmezler. Kulakları vardır ama onunla hakkı
işitmezler. İşte onlar, hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar,
gafillerin ta kendileridir.”
Allah Teâlâ bu ayet-i kerimede, biz cin ve insanlardan birçoğunun cehenneme
girecek amel işleyeceklerini bilerek onları cehennem için yarattık demektedir.
Onların cehennemlik oluş sebepleri, kalplerinin, Allah’ın varlığını ve birliğini

460
Kurtubî, el-Câmi’, VII, 45–49; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 277.
461
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, II, 426,427.
462
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, V, 367.

123
gösteren ve Peygam-berlerinin hak olduğunu beyan eden delilleri anlamak
istememeleri, onların bu delillerden yüz çevirmeleri, gözleriyle bu delillere
bakmamak ve kulaklarıyla da bunları dinlemek istememeleridir.
Taberî ayetin tefsiri ile ilgili olarak, “Allah Teâlâ bu ayette birçok cin ve insanı,
cehennem için yarattığını beyan etmektedir. Bunlar Allah’ın kâfir olacaklarını bildiği
kimselerdir. Allah Teâlâ bunların, kalplerinin anlamaz, gözlerinin görmez ve
kulaklarının işitmez olduklarını beyan etmektedir. Aslında bunlar, maddî olarak,
anlamayan, görmeyen ve işitmeyenler değil, dünya ve ahiretlerinde kendilerine
faydalı olacak şeyleri idrak etmeyen, görmeyen ve anlamayan kimselerdir. Zira bu
duyu organları maddi şeylerin gerçeğini idrak etmek için bir vasıta olduğu gibi,
manevî şeylerin bilinmesi ve hidayete erişilmesi için de birer vasıtadırlar. Bunlar
duyu organlarını sadece madde için kullananlardır. Ayet-i kerimenin de ifade
buyurduğu gibi, insanlık mertebesine ulaşamayıp hayvanlık derecesinde kalan
kimselerdir. İşte cehennem için yaratılan bu insanlar, kendisine konuşulanı
anlamayan, hayrı ve şerri ayırt edemeyen hayvanlar gibidirler. Hatta batıla uymada
bu hayvanlardan daha da alt derecededirler. Zira hayvanların, iyiyi kötüden ayırt
eden, hayrı şerden seçen, akılları olmadığı halde onlar yine de kendilerine zarar
veren şeylerden kaçınır, faydalı olan şeylere yaklaşmaya çalışırlar. Bu kâfirler ise
uzun vadede kendileri için zararlı olan şeylere yaklaşır, faydalı olan şeylerden
kaçınırlar.”demektedir.463
Zemahşerî ayette cehennem için yaratılan insan ve cinlerle ilgili şöyle
değerlendirme yapar: “Onlar Allah’ın yaratmış olduğu şeylere ibret nazarıyla
bakmazlar, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğu zaman tedebbür maksadıyla
dinlemezler. Bu yüzden onlar kalbleri anlamayan, gerçeği kavrayamayan, gözleri
hakikati görmeyen ve kulakları duymayan kimseler gibidirler. Onlar ancak cehennem
ehlinin fiillerini işlerler.”464
Fahruddîn Râzî, (‫ن ِﺑﻬَﺎ‬
َ ‫ﺴ َﻤﻌُﻮ‬
ْ ‫ن ﻟَﺎ َﻳ‬
ٌ ‫ن ِﺑﻬَﺎ َو َﻟ ُﻬ ْﻢ َﺁذَا‬
َ ‫ﺼﺮُو‬
ِ ‫ﻦ ﻟَﺎ ُﻳ ْﺒ‬
ٌ ‫ﻋ ُﻴ‬
ْ ‫ن ِﺑﻬَﺎ َو َﻟ ُﻬ ْﻢ َأ‬
َ ‫ب ﻟَﺎ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
ٌ ‫) َﻟ ُﻬ ْﻢ ُﻗﻠُﻮ‬
“Onların kalpleri vardır ama onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır ama
onlarla hakkı görmezler. Kulakları vardır ama onunla hakkı işitmezler.”
İfadesiyle ilgili iki mesele zikretmektedir. Birincisi: “Şüphesiz kâfirlerin, dünya ile

463
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIII, 278; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 513, 514.
464
Zemahşerî, Keşşaf, II, 314; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, II, 339.

124
ilgili iyi şeyleri-hayırları anlayıp bildikleri kalpleri (akılları) vardır. Yine şüphesiz
onların, görülebilecek şeyleri görebildikleri gözleri ve duyulacak şeyleri
duyabildikleri kulakları vardır. Binaenaleyh bu ayette kastedilenlerin, “dinî
hususlarda” diye kayıtlanması gerekir. Bunlar da onların, dinî meseleleri kalpleri
(akılları) ile anlamamaları, görmemeleri ve duymamalarıdır. Onların kalpleri, gözleri
ve kulakları, buna uygun olmadığı halde, Allah Teâlâ’nın onları, dini yaşamakla
mükellef tutmuş olduğu sabit olur. Bu ise, bir şeyi emrettiği halde, aynı zamanda o
şeyden men etmek ve alıkoymak demektir ki elde edilmek istenen netice de budur.
İkincisi: “Onların kalpleri vardır ama onunla gerçeği anlamazlar.” ifadesinin,
ilmin (bilmenin) mahallinin kalp olduğuna delildir. Çünkü Allah Teâlâ burada,
zemmetme (kınama) sadedinde, onların kalplerinde anlayış ve idrak olmadığını
bildirmiştir.”465
Kurtubî ayetin tefsiri ile ilgili, “Yüce Allah, adaletinin gereği olarak
cehenneme gidecek bir takım insanlar yaratmış olduğunu haber vermekte, sonra da
onların niteliklerini belirterek: “Onların kalpleri vardır fakat bunlarla
anlamazlar” diye buyurmaktadır. Yani onlar, hiçbir şey anlamayan kimseler
ayarındadırlar. Çünkü onlar, kalplerinden yararlanmamaktadırlar, Akıllarıyla ne bir
sevabı kavramakta, ne de cezadan korkmaktadırlar.” Demektedir.466 Beydâvî de ( ‫َﻟ ُﻬ ْﻢ‬
‫ن‬
َ ‫ب ﻟَﺎ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
ٌ ‫“ ) ُﻗﻠُﻮ‬Onların kalpleri vardır ama onunla gerçeği anlamazlar.”
İfadesiyle ilgili, “Onlar hakkı bilmeye, O’nun delilleri hakkında düşünmeye
gönüllerini açmazlar, kalplerini daldırmazlar” demektedir.467
Âlûsî, “Luğavi olarak el-fıkhu el fehmu demektir. Ayette zikredilen fıkhetme
fiili, kalbi var ancak onunla bir şey anlamayan, bir şeyleri anlamaya yönelik ameleri
olmayan manasında kullanılmıştır” der.468
Yüce Allah, ayette zikredilen cehennemliklerin durumu ile biz kullarını
uyarmaktadır. Şöyle ki Allah’ın varlığına, birliğine, yaratıcılığına, kudretine delalet
eden ayetlere ibret nazarıyla bakmamızı, hakikate kulak verip gereği gibi amel
etmemizi, yaratılış gayemize uygun hareket etmemizi aksi takdirde insan olmaktan
çıkacağımızı haber vermektedir. Ayette zikredilen fıkhetme kavramı da anlama,

465
Râzî, Tefsir-i Kebir, VII, 306–308.
466
Kurtubî, el-Câmi’, VII, 519.
467
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, II, 339.
468
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VI, 447.

125
hakikati kavrama manasında değerlendirilmiştir.

3.1.6. İnkârcıların Mü’minlere Karşı Tutum Ve Davranışları İle İlgili


Zikredilen Hitaplar
‫ن‬
َ ‫ﻚ ِﺑ َﺄ ﱠﻧ ُﻬ ْﻢ َﻗ ْﻮ ٌم ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
َ ‫ﻦ اﻟﱠﻠ ِﻪ َذ ِﻟ‬
َ ‫ﺻﺪُو ِر ِه ْﻢ ِﻣ‬
ُ ‫ﺷ ﱡﺪ َر ْه َﺒ ًﺔ ﻓِﻲ‬
َ ‫ﻷ ْﻧ ُﺘ ْﻢ َأ‬
a. Haşr 59/13: “Ey müminler, onların yüreklerine oturan korkunuz, Allah
korkusundan daha şiddetlidir, bu da onların, hakkı anlamayan bir kavim ol-
malarındandır.”
Ayeti siyak ve sibakıyla değerlendirdiğimizde kimlerden bahsedildiği daha iyi
anlaşılmaktadır. Ayette bir kısım insanların Allah’tan ziyade müminlerden daha fazla
korktukları anlatılmaktadır. Önceki ayetlerde bu kimselerin münafıklar ve Yahudiler
olduğu belirtilmektedir.469
Ayeti bağlamı ile birlikte değerlendiren Taberî burada zikredilen
“Münafıklardan” maksat, Abdullah b. Übey b. Selul ve arkadaşlarıdır. “Kitap
Ehli”nden maksat, ise Medine’den kovulan Nadr oğulları Yahudileridir. Hz.
Peygamber’in bu Yahudileri kuşatması sırasında münafıklar bunlara adam
göndererek yerlerinden ayrılmamalarını, müstahkem mevkilerinde kalmalarını, onları
kimseye teslim etmeyeceklerini, savaşırlarsa onlarla beraber savaşacaklarını,
Medine’den çıkarılırsa onlarla beraber çıkıp gideceklerini söylemişlerdir. Bu vaadleri
bekleyen Yahudiler, münafıklardan hiçbir destek görmemişlerdir. Allah bunların
kalplerine korku salmış ve develerinin götürebileceği kadar mal alıp şehri terk etmek
istemişler, Hz. Peygamber de onlara bu şarta müsaade vermiştir. Ey müminler, Nadr
oğulları Yahudilerinin sinesinde sizin korkunuz Allah’ın korkusundan daha
şiddetlidir. Zira bu kavim, Allah’ın azametini anlamayan bir topluluktur. Bu nedenle
Allah’a karşı gelmeyi hafif görür, onun azabından çok, sizin onları
cezalandırmanızdan korkarlar. Bu Yahudiler ve münafıklar sizinle karşı karşıya gelip
savaşmaya da cesaret edemezler” demektedir.470

469
“Görmez misin o münafıkları ki kitap ehlinden inkâr eden kardeşlerine şöyle derler: “Yemin olsun
ki eğer yurdunuzdan çıkarılırsanız elbette ki sizinle beraber biz de çıkarız. Sizin aleyhinizde hiçbir
kimseye asla itaat etmeyiz. Savaşa tutulursanız mutlaka size yardım ederiz.” Allah, onları yalancı
olduklarına şahitlik eder. Yemin olsun ki eğer kitap ehli olanlar yurtlarından çıkarılsalar, münafıklar
onlarla beraber çıkmazlar. Eğer bir savaşa tutuşsalar onlara yardım etmezler. Yardım etseler bile
mutlaka geri dönüp kaçarlar. Sonra onlar yardım görmemiş olur.” Haşr 59/11–12.
470
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXIII, 290–292; İbn Kesîr, Tefsîr, VIII, 74.

126
Ayet-i kerimede belirtildiği üzere Yahudi ve münafıkların müminlerden çok
fazla korkmalarının sebebini Fahruddîn Râzî şöyle değerlendirir: “Allah Teâlâ
onların kalplerine korku düşürmüştür. Böylece Allah müminlere nusret ve zafer nasip
ettiğini vurgulamak istemiştir.”471 Müfessir ayrıca (َ‫ﻚ ِﺑ َﺄ ﱠﻧ ُﻬ ْﻢ َﻗ ْﻮ ٌم ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬
َ ‫“ ) َذ ِﻟ‬Bu da
onların, hakkı anlamayan bir kavim olmalarındandır.” İfadesiyle ilgili,
“Allah’tan gereği gibi korkmadıkları için, haşyet duymadıkları için Allah’ın
azametini, yüceliğini anlayamamışlardır” demektedir.472
Şevkânî, Yahudi ve münafıkların ayette belirtildiği üzere müminlerden
korkmalarının sebebini şöyle değerlendirir: “Onların hakikati anlayamamaları,
düşünememeleri sebebiyle korku ile vasıflandırılmışlardır. Şayet onlar anlasalardı,
düşünselerdi, kendilerini koruyanın Allah olduğun u ve kendisinden korkulmaya
daha layık olduğunu bilirlerdi.”473 İbn Âşûr da, “Şayet onlar korkunç olarak
gördükleri Davetçiye tâbi olsalardı gözlerinden o korku giderdi ve Allah’tan gereği
korkarlardı. Onların Allah’tan gereği gibi korkmamalarının sebebi anlayış, kavrayış
azlığından dolayıdır” demektedir.474
Müfessirlerin de beyan ettiği üzere münafıkların ve inkarcıların müminlerden
korkmalarının sebebi sadece günlerini kurtarma amacında olduklarından dolayıdır.
Bu yüzden müminlerle iyi geçinmek isterler. Bir de Allah’ın azametini, kudretini
iyice kavrayamadıklarından dolayı Allah’a olan korkuları azdır. Bu ayette de
fıkhetme kavramı genel manada anlamak ve kavramak manasında kullanılmıştır.

‫ﻦ ِﻣ ْﻨ ُﻜ ْﻢ‬
ْ ‫ن َﻳ ُﻜ‬
ْ ‫ﻦ َوِإ‬
ِ ‫ن َﻳ ْﻐ ِﻠﺒُﻮا ﻣِﺎ َﺋ َﺘ ْﻴ‬
َ ‫ن ﺻَﺎ ِﺑﺮُو‬
َ ‫ﺸﺮُو‬
ْ ‫ﻋ‬
ِ ‫ﻦ ِﻣ ْﻨ ُﻜ ْﻢ‬
ْ ‫ن َﻳ ُﻜ‬
ْ ‫ﻋﻠَﻰ ا ْﻟ ِﻘﺘَﺎ ِل ِإ‬
َ ‫ﻦ‬
َ ‫ض ا ْﻟ ُﻤ ْﺆ ِﻣﻨِﻴ‬
ِ ‫ﺣ ﱢﺮ‬
َ ‫ﻲ‬
‫ﻳَﺎ َأ ﱡﻳﻬَﺎ اﻟ ﱠﻨ ِﺒ ﱡ‬
‫ن‬
َ ‫ﻦ َآ َﻔﺮُوا ِﺑ َﺄ ﱠﻧ ُﻬ ْﻢ َﻗ ْﻮ ٌم ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
َ ‫ﻦ اﱠﻟﺬِﻳ‬
َ ‫ﻣِﺎ َﺋ ٌﺔ َﻳ ْﻐ ِﻠﺒُﻮا َأ ْﻟﻔًﺎ ِﻣ‬
b. Enfal 8/65: “Ey Peygamber, müminleri savaşa teşvik et. Eğer içinizden
sabırlı yirmi kişi çıkarsa iki yüz kişiye galip gelir. Eğer sizden yüz kişi olsa,
kâfirlerden bin kişiye galip gelir. Çünkü onlar, anlamayan bir kavimdir.”
Ayet-i kerimede Hz. Peygamber’den müminleri savaşa teşvik etmesi
istenmektedir. İkinci olarak da müminlerdeki cihat arzusu ve bunun sonucunda elde
edecekleri sevaptan dolayı sayıca az olsalar bile, imkânları yetersiz olsa bile savaşa

471
Râzî, Tefsir-i Kebir, XV, 302, 303.
472
Râzî, Tefsir-i Kebir, XV, 304; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, V, 284.
473
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, VII, 193.
474
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XV, 5.

127
karşı çok cesaretli oldukları ve zafer elde ettikleri belirtilmektedir.
Taberî, “Ayet-i kerime, bir müminin, on kâfire bedel olacağını bildirmekte, se-
bep olarak ta, kâfirlerin, savaşırken herhangi bir sevap elde etme inancından yoksun
olmalarını göstermekte bu nedenle savaşta metanetli olmayacaklarına, dünyalıklarını
kaybedecekleri korkusuyla savaşta korkak davranacaklarına dikkat çekilmektedir.”475
Şeklinde ayeti tefsir etmektedir.
Fahruddîn Râzî, (‫ﻦ‬
ِ ‫ن َﻳ ْﻐ ِﻠﺒُﻮا ﻣِﺎ َﺋ َﺘ ْﻴ‬
َ ‫ن ﺻَﺎ ِﺑﺮُو‬
َ ‫ﺸﺮُو‬
ْ ‫ﻋ‬
ِ ‫ﻦ ِﻣ ْﻨ ُﻜ ْﻢ‬
ْ ‫ن َﻳ ُﻜ‬
ْ ‫“ )ِإ‬Eğer içinizden sabırlı
yirmi kişi çıkarsa iki yüz kişiye galip gelir.” İfadesini şöyle izah eder: “Cenâb-ı
Hakk, bu ayet ile (yani bu haber cümlesi ile) bir durumu haber vermek istemeyip,
aksine böyle yapmayı emretmek istemiştir. Cenâb-ı Hakk sanki bu ifade ile. “Sizden
yirmi kişi bulunursa, onlar savaşta sabr-u sebat gösterip gayretli davransınlar.
Böylece de iki yüz kişiyi yensinler” demek istemiştir. Allah Teâlâ, bu galip gelişteki
sebebi de (‫ن‬
َ ‫“ ) ِﺑ َﺄ ﱠﻧ ُﻬ ْﻢ َﻗ ْﻮ ٌم ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬Çünkü onlar, anlamayan bir kavimdir.” Buyurarak
beyan etmiştir. Râzî bu ifade ile ilgili iki izah yapmaktadır. Birincisi: “Allah’a ve
ahiret gününe inanmayan kimselere göre, sonsuz saadet ve sevinç, bu dünya
hayatındakinden ibarettir. Böyle düşünen kimse, hiç şüphesiz dünya hayatı
hususunda son derece cimri olur ve dünya hayatının zeval bulmasını istemez. Ama
bu dünya hayatında bir saadetin olmadığına, gerçek saadetin ve mutluluğun ahiret
yurdunda olacağına inanan kimse, bu dünya hayatına aldırış etmez, ona iltifat etmez
ve ona zerre kadar değer vermez. Böylece de cihada çok sağlam bir kalp ve kesin bir
irade ile yönelmiş olur. Durum her ne zaman böyle olsa, bu şekildeki bir tek mümin,
önceki inançtaki pek çok kimseye mukavemet edebilir. İkincisi: Kâfirler sadece
kendi kuvvet ve saltanatlarına güvenirler. Müslümanlar ise, yalvarıp yakararak,
Rablerinin yardımını dilerler. Kim böyle olursa, yardım ve muzafferiyet ona daha
layık ve uygundur.”476
İbn Kesîr, “Her bir mümin, düşman saflarından on kişiye karşı koymaktadır.
Ancak bu emir bir sonraki ayette neshedilmiştir der. İbn Abbas, “Şimdi ise Allah,
yükünüzü hafifletti. Çünkü içinizde zaaf bulunduğunu biliyordu. Bundan böyle
İçinizden sabırlı yüz kişi çıksa, ikiyüz kişiye galip gelir. Eğer sizden bin kişi olsa,

475
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 50, 51; Zemahşerî, Keşşaf, II, 383.
476
Râzî, Tefsir-i Kebir, VII, 429, 430; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, II, 408.

128
Allah’ın izniyle iki bin kişiye galip gelir. Allah, sabredenlerle beraberdir.”477 Ayeti
nazil olunca Allah Müslümanların yükünü hafifletti. Ancak, Allah Teâlâ, karşı
konacak düşman sayısını eksilttiği nisbette müminlerin sabrını da eksiltti”
demektedir.478
Şevkânî, (َ‫“ ) ِﺑ َﺄ ﱠﻧ ُﻬ ْﻢ َﻗ ْﻮ ٌم ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬Çünkü onlar, anlamayan bir kavimdir.”
İfadesini, “Onlar cahillikleri, inançsızlıkları ve fıkhetmeyişleri sebebiyle, basiretsizce
savaşmalarından dolayı mağlup olmaktadırlar” şeklinde değerlendirmektedir.479
Âlûsî, (ِ‫ن َﻳ ْﻐ ِﻠﺒُﻮا ﻣِﺎ َﺋ َﺘ ْﻴﻦ‬
َ ‫ن ﺻَﺎ ِﺑﺮُو‬
َ ‫ﺸﺮُو‬
ْ ‫ﻋ‬
ِ ‫ﻦ ِﻣ ْﻨ ُﻜ ْﻢ‬
ْ ‫ن َﻳ ُﻜ‬
ْ ‫“ )ِإ‬Eğer içinizden sabırlı yirmi kişi
çıkarsa iki yüz kişiye galip gelir.” İfadesi emir manasında şarttır der. Allah, şayet
sabrederseniz, Allah’ın yardımı ve desteği ile galip gelirsiniz diye Müslümanları
uyarmaktadır. Müfessir, (َ‫“ ) ِﺑ َﺄ ﱠﻧ ُﻬ ْﻢ َﻗ ْﻮ ٌم ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬Çünkü onlar, anlamayan bir
kavimdir.” İfadesini de şöyle değerlendirir: “Onlar Allah’a ve ahirete inanmayan bir
kavimdir. Allah’ın emrine uyarak, O’nun ismini yüceltmek, O’nun rızasını kazanmak
maksadıyla savaşmazlar. Onlar ancak heva ve heveslerine uyarak, şeytana tabi olarak
savaşırlar. Bunun sonucunda da kahır ve perişan olurlar.”480
Allah Teâlâ, bu ayette, Peygamberimizin şahsında tüm Müslümanları
uyarmaktadır. Savaştığınız zaman Allah’ın rızasını gözeterek bütün gayretinizle
savaşırsanız, sabırlı olursanız, Allah’ın yardımı ile kendinizden sayıca ve imkânca
daha güçlü ordulara galip gelebilirsiniz demektedir. Tüm bunları müşriklerin
Müslümanlar karşısında bizzat yaşamasına rağmen, sayıları fazla olduğu halde
mağlup olmalarına rağmen Allah’a ve O’nun yardımına, ahiret gününe inanmadıkları
belirtilmektedir.

477
Enfal 8/66.
478
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 87.
479
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 204.
480
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VII, 130.

129
3.1.7. Münafıkların Tutum Ve Davranışları İle İlgili Hitaplar
‫ن‬
َ ‫ﻋﻠَﻰ ُﻗﻠُﻮ ِﺑ ِﻬ ْﻢ َﻓ ُﻬ ْﻢ ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
َ ‫ﻄ ِﺒ َﻊ‬
ُ ‫ﻚ ِﺑ َﺄ ﱠﻧ ُﻬ ْﻢ ﺁ َﻣﻨُﻮا ُﺛﻢﱠ َآ َﻔﺮُوا َﻓ‬
َ ‫َذ ِﻟ‬
a. Münafikun 63/3: “Bunun sebebi şudur: Onlar iman ettiler sonra kâfir
oldular. Böylece kalpleri mühürlendi, anlamaz oldular.”
Ayet-i kerimede önce iman edip de sonra bu imanlarından vaz geçip küfre
dönen kimselerden bahsedilmektedir. Bu davranışlarından dolayı da Allah bu
kimselerin anlama, bilme, kavrama melekelerini yani kalplerini mühürlemiştir.
Taberî ayette zikredilen münafıklar ile ilgili şöyle değerlendirme yapar:
“Onlar daha önce iman edip Allah’ın Resulünü tasdik etmelerine rağmen daha sonra
şüpheye düştüler. Ve peygamberleri yalanlamaya kalkıştılar. Böylece kâfir oldular.
Allah da onların kalplerini inkâr mührü ile mühürledi. Artık onlar hakkı batıldan
seçemez hale geldiler. Dilleriyle “La ilahe illallah Muhammedün Resulüllah”
dedikleri halde kalpleriyle bunu inkâr ettiler.481
Zemahşerî ayetle ilgili şu üç izahı yapmaktadır. Birincisi, ayetteki “iman
ettiler” ifadesi, “Kelime-i şehadet getirdiler ve İslâm’a giren kimselerin yaptığını
yaptılar”, “ama sonra kâfir oldular”, yani daha sonra küfürleri ortaya çıktı demektir.
İkincisi, bu ifade, müminlerin yanında iman ettiklerini söylediler, “ama sonra kâfir
oldular”, yani İslâm'la alay etmek için, reislerinin yanında kâfir olduklarını ortaya
koydular demektir. Bu manaya göre ayet, tıpkı, “İman edenlerle karşılaştıkları
zaman “İman ettik” derler. Şeytanlarıyla baş başa kalınca da “Şüphesiz biz sizinle
beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz.” derler.482 ayeti gibidir. Üçüncüsü, bu ifade
ile onlardan zımmî olanlar kastedilmiştir.483
Fahruddîn Râzî (َ‫ ) َﻓ ُﻬ ْﻢ ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬ifadesini, “Onlar düşünmezler ve zahirî (açık)
delillerden yararlanmazlar” diye değerlendirmektedir. İbn Abbas (r.a.), ayetteki
(َ‫ﻄ ِﺒﻊ‬
ُ ‫ ) َﻓ‬ifadesini, “hatm” (mühürleme) manası verirken, Mukâtil, “Onların kalplerine
küfür damgası basıldı. Dolayısıyla onlar Kur’an’ı ve Hz. Muhammed (s.a.s)’in
doğruluğunu anlamazlar” manasını vermiştir. Buna, “Onlar, kendilerinin hak üzere
olduklarını sanıyorlardı, ama Allah Teâlâ, onların, kalplerine böylesi bir mührün

481
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXIII, 394, 395.
482
Bakara 2/14.
483
Zemahşerî, Keşşaf, VII, 63; Râzî, Tefsir-i Kebir, XV, 356; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXI, 22.

130
basıldığını anlamadıklarını haber vermiştir” şeklinde de mana verilmiştir.484 Kurtubî,
“Bu ayet ile yüce Allah, münafığın kâfir olduğunu bildirmektedir. Yani onlar
dilleriyle ikrar etmekle birlikte, kalpleriyle kâfir olmuşlardır” demektedir.485 İbn
Kesîr de, “Onlar imandan küfre dönmeleri ve dalaleti hidayet ile değiştirmeleri
sebebiyle münafık diye takdir edilmişlerdir. “Böylece kalpleri mühürlendi,
anlamaz oldular.” İfadesi de onların kalplerine hidayet ulaşmaz demektir” der.486
Âlûsî de ayetin tefsiri ile ilgili şöyle değerlendirme yapar: “Onlar, kalpleri
mühürlendiği için küfür üzere ölürler ve imanın hakikatini, aslını kavrayamazlar.”487
Münafıklar, Allah ile Hz. Peygamber ile ve müminlerle alay ettikleri için,
günlerini kurtarmak adına kendi çıkarları için inanmış gibi görünüp kâfirlerle dost
oldukları için Allah onların kalplerini mühürlemiş, gönüllerini hidayete kapamıştır.
Böylece hakkı, doğruyu kavrayamayacak hale gelmişlerdir.

‫ﻦ‬
‫ض َو َﻟ ِﻜ ﱠ‬
ِ ‫ت وَاﻷ ْر‬
ِ ‫ﺴﻤَﺎوَا‬
‫ﻦ اﻟ ﱠ‬
ُ ‫ﺧﺰَا ِﺋ‬
َ ‫ﺣﺘﱠﻰ َﻳ ْﻨ َﻔﻀﱡﻮا َو ِﻟﱠﻠ ِﻪ‬
َ ‫ﻋ ْﻨ َﺪ َرﺳُﻮ ِل اﻟﱠﻠ ِﻪ‬
ِ ‫ﻦ‬
ْ ‫ﻋﻠَﻰ َﻣ‬
َ ‫ن ﻻ ُﺗ ْﻨ ِﻔﻘُﻮا‬
َ ‫ﻦ َﻳﻘُﻮﻟُﻮ‬
َ ‫ُه ُﻢ اﱠﻟﺬِﻳ‬
‫ن‬
َ ‫ﻦ ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
َ ‫ا ْﻟ ُﻤﻨَﺎ ِﻓﻘِﻴ‬
b. Münafikun 63/7: “Onlar: “Resulullah’ın beraberinde bulunan müminlere
bir şey vermeyin de etrafından dağılıp gitsinler.” diyenlerdir. Hâlbuki göklerin ve
yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münafıklar (bu gerçeği) anlamazlar.”
Münafıklar inanmış gibi görünüp Müslümanların iyi bir durumda olmasını
istemeyen, Müslümanların ilerlemesini, zafer kazanmalarını çekemeyen ancak
menfaatleri icabı açıktan inananlara baş kaldıramayan ikiyüzlü kimselerdir. Ayet-i
kerimede münafıkların Müslümanların maddi olarak kötü duruma düşmelerini
istediği, böylece birlik beraberliği sağlayamayıp oluşumun dağılmasını istedikleri
görülmektedir.
Taberî ayette belirtilen münafıkların tutum ve davranışları ile ilgili şöyle
demektedir: “Münafıklar o kimselerdir ki kendi arkadaşlarına şöyle derler:
“Resulullah’ın yanında bulunan ve hicret eden sahabelerine mallarınızı harcayarak
ona yardımda bulunmayın ki etrafındakiler dağılıp gitsinler. Hâlbuki göklerin ve

484
Râzî, Tefsir-i Kebir, XV, 356.
485
Kurtubî, el-Câmi’, XVII, 371.
486
İbn Kesîr, Tefsîr, VIII, 126.
487
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXI, 22.

131
yerin hazineleri sadece Allah’a aittir. Hiçbir kimse, Allah’ın dilemesi olmadıkça bir
şeyi başkasına veremez. Fakat münafıklar bunun böyle olduğunu anlamazlar ve bu
sebeple bu tür sözleri söylerler.”488
Fahruddîn Râzî, bu ayette Allah Teâlâ, münafıkların kötü sözlerini haber
vererek, onların şöyle şöyle diyenler olduklarını bildirmiştir. (‫ﺣﺘﱠﻰ َﻳ ْﻨ َﻔﻀﱡﻮا‬
َ ) ifadesi
dağılıp gitsinler demektir.489 Cenâb-ı Hakk, “Hâlbuki göklerin ve yerin hazineleri
Allah'ındır” buyurmuştur. Mukâtil bu ifadeye, “Rızıkların, bitkilerin ve yağmurların
anahtarları (kaynakları) Allah’ındır” manasını vermiştir ki bu, “Rezzak olan
Allah’tır” demektir. Bu tıpkı, “De ki; Sizi gökten ve yerden rızıklandıran
kimdir?..”490 Ayeti gibidir. Me’ânî âlimleri, “Allah’ın hazineleri” tabirine, “Allah’ın
makdûratı” (kadir olduğu şeyler) manasını vermişlerdir. Çünkü çıkarmayı istediği
her şey, bu makdurât içine dâhildir. Hak Teala’nın, (َ‫ﻦ ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬
َ ‫ﻦ ا ْﻟ ُﻤﻨَﺎ ِﻓﻘِﻴ‬
‫“ ) َو َﻟ ِﻜ ﱠ‬Fakat o
münafıklar anlamazlar” ifadesi, “O münafıklar bir şeyin olmasını istediğinde,
Allah’ın işinin, o şey için “ol” demesi olduğunu; o şeyin de hemen olacağını
bilemezler” demektir.491 Kurtubî de münafıkların anlamamasını şöyle değerlendirir:
“Allah bir işi murad etti mi Allah’ın o işi kolaylaştıracağını münafıklar “iyi
bilmezler.”492 Beydâvî, münafıkların Hz. Peygamber’in yanındaki kimselere
mallarınızı harcamayın diye seslendiği kimselerin ensar olduğunu, Hz. Peygamber’in
yanındaki kimselerin de muhacirlerden fakir kimseler olduğunu söylemektedir.
Münafıkların anlamamasını da cahilliklerinden kaynaklandığını belirtmektedir.493
Şevkânî, (َ‫ﻦ ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬
َ ‫ﻦ ا ْﻟ ُﻤﻨَﺎ ِﻓﻘِﻴ‬
‫“ ) َو َﻟ ِﻜ ﱠ‬Fakat o münafıklar anlamazlar” ifadesini,
“Rızkın Allah’ın elinde olduğunu, dilediğine verdiğini, dilediğinden de aldığını
ancak bunu münafıkların anlayamadıklarını”494, Âlûsî de, “Onlar Allah’ı ve O’nun
işlerini gereği bilmedikleri için anlamıyorlar. Bu yüzden kâfirlerin konuşmaları gibi
söz söylüyorlar” şeklinde değerlendirmiştir.495

488
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXIII, 401; Kurtubî, el-Câmi’, XVII, 377.
489
‫ﱡﻮا‬
ْ ‫َﻀ‬‫َﻨﻔ‬ ‫ﻳ‬: Bu ifade, yiyecekleri bittiğinde kavim için kullanılır. Ayet “Böylece yiyecek şeyleri
kalmasın...” şeklinde de okunmuştur.
490
Yunus 10/31.
491
Râzî, Tefsir-i Kebir, XV, 359; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, VII, 227.
492
Kurtubî, el-Câmi’, XVII, 377.
493
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, V, 296.
494
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, VII, 227.
495
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XXI, 29.

132
Münafıklar, Hz. Peygamber’e ve ona inananlara ekonomik ambargo
uygulayarak, onları çeşitli sıkıntılara, zorluklara uğratarak dinlerinden döneceklerini,
Hz. Muhammed’i terk edeceklerini sanıyorlardı. Bunu yaparlarken de Allah’ın
kudretini, merhametini, Rezzak oluşunu anlayamıyorlardı. Hâlbuki Yüce Allah,
münafıkların ne düşündüklerini, ne planladıklarını çok iyi biliyor, Resulunu,
kendisine inananları yalnız bırakacak, onları imkânsızlığa terk edecek değildi.

‫ﺳﺒِﻴ ِﻞ اﻟﱠﻠ ِﻪ َوﻗَﺎﻟُﻮا‬


َ ‫ﺴ ِﻬ ْﻢ ﻓِﻲ‬
ِ ‫ﺠﺎ ِهﺪُوا ِﺑ َﺄ ْﻣﻮَا ِﻟ ِﻬ ْﻢ َوَأ ْﻧ ُﻔ‬
َ ‫ن ُﻳ‬
ْ ‫ف َرﺳُﻮ ِل اﻟﱠﻠ ِﻪ َو َآ ِﺮهُﻮا َأ‬
َ ‫ن ِﺑ َﻤ ْﻘ َﻌ ِﺪ ِه ْﻢ ﺧِﻼ‬
َ ‫ﺨﱠﻠﻔُﻮ‬
َ ‫ح ا ْﻟ ُﻤ‬
َ ‫َﻓ ِﺮ‬
‫ن‬ َ ‫ﺟ َﻬ ﱠﻨ َﻢ َأ‬
َ ‫ﺷ ﱡﺪ ﺣَﺮًّا َﻟ ْﻮ آَﺎﻧُﻮا َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬ َ ‫ﺤ ﱢﺮ ُﻗ ْﻞ ﻧَﺎ ُر‬
َ ‫ﻻ َﺗ ْﻨ ِﻔﺮُوا ﻓِﻲ ا ْﻟ‬
b. Tevbe 9/81: “Cihaddan geri kalanlar, Allah’ın Resulüne muhalefet
ederek oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad
etmek hoşlarına gitmedi. “Bu sıcakta savaşa çıkmayın.” dediler. De ki: “Ce-
hennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir.” keşke bilseydiler.”
Ayet-i kerimede Hz. Peygamber’e muhalefet etmenin, fiziki şartların
olumsuzluğundan dolayı Allah yolunda cihaddan geri kalmanın ne kadar kötü olduğu
vurgulanmakta ve bununla cehennem ateşi arasında bir kıyas yapılmaktadır.
Taberî, “Bu ayet-i kerime, Tebük Seferi’nde, Resulullah’a katılmayıp geri
kalan ve bu hallerine sevinen münafıkların durumunu anlatmaktadır. Sıcak sebebiyle
savaşa gitmek istemeyen bu münafıkların, cehennemde yanacakları, cehennem
ateşinin ise bu sıcaklardan çok daha şiddetli olduğu beyan edilmektedir. Tebük
Seferi, yaz aylarının en sıcak günlerine isabet etmişti. Münafıklar, havanın çok sıcak
oluşunu bahane ederek “Bu sıcakta savaşa çıkmayın.” diyerek diğer insanları da bu
seferden alıkoymaya çalışmışlardı. İşte bu sözü söyleyen münafıklar için buyruluyor
ki: “De ki: Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir.” Yani, bu dünya sıcağını
bahane ederek savaşa gitmeyenler, çok daha şiddetli olan cehennem ateşine
atılacaklardır. (َ‫“ ) َﻟ ْﻮ آَﺎﻧُﻮا َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬Keşke bilselerdi” Münafıklar, Allah’ı ve O’nun
öğütlerini keşke anlasalardı, ayetleri üzerinde tedebbür etselerdi. Fakat onlar, Allah’ı
gereği gibi anlamadılar ve kötülüğü daha az, eziyeti daha hafif olan sıcaktan kaçıp
kendilerini daha büyük bir ateşe attılar” diye izah etmiştir.496
Zemahşerî, (َ‫ﺨﱠﻠﻔُﻮن‬
َ ‫)ا ْﻟ ُﻤ‬ “Geride kalanlar” ifadesi Tebük Seferi’nde,

496
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 399.

133
münafıklardan bazılarının Hz. Peygamber’den izin isteyip de savaşa katılmayıp
Medine’de kalan kimseler demektir. (َ‫ﺷ ﱡﺪ ﺣَﺮًّا َﻟ ْﻮ آَﺎﻧُﻮا َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬
َ ‫ﺟ َﻬ ﱠﻨ َﻢ َأ‬
َ ‫“ ) ُﻗ ْﻞ ﻧَﺎ ُر‬De ki: “Ce-
hennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir.” keşke bilseydiler.” İfadesinde de
onların ne kadar cahil olduğu düşünülmektedir. Çünkü bir kimse kendisini bir saatlik
bir meşakkatten, sıkıntıdan korursa bu hareketiyle kendisini daha büyük bir
meşakkatten, sıkıntıdan kurtarmış olur, münafıklar keşke bunu bilebilselerdi der ve
müfessir şu şiiri nakleder: “Uzun çağların bir sürur ve neşesi ki, kendisinden sonra,
kötülüğü dağlar misali olan bir günle karşılaştın. Peki, bitiminin hemen arkasında
uzun çağların kötülükleri bulunan bir saatlik mutlulukla karşılaşman hakkında ya ne
düşünürsün?497
İbn Kesîr, ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah, Resulullah ve ashabıyla birlikte
Tebük Seferi’ne katılmayıp Medine’de kalan münafıkları zemmetmiştir der.
Sıcaklıkların çok şiddetli olduğu, gölgelerin ve meyvelerin çok güzel olduğu bir
zamanda sefere mi çıkılır diyerek birbirlerine sefere çıkmayın demişlerdir. Allah
Teâlâ da (َ‫ﺷ ﱡﺪ ﺣَﺮًّا َﻟ ْﻮ آَﺎﻧُﻮا َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬
َ ‫ﺟ َﻬ ﱠﻨ َﻢ َأ‬
َ ‫ ) ُﻗ ْﻞ ﻧَﺎ ُر‬De ki: “Cehennem ateşinin sıcaklığı daha
şiddetlidir.” keşke bilseydiler.” Buyurarak münafıkları uyarmış, muhalefetiniz
sebebiyle cehennem ateşine konulacaksınız, onun ateşi şu an içinde bulunduğunuz
sıcaklığın ateşinden çok daha fazladır demiştir. Şayet onlar Resulullah ile birlikte
sıcağa rağmen Allah yolunda sefere çıkmaları gerektiğini düşünüp anlasalardı
cehennem ateşinden korunmuş olurlardı.”498
Şevkânî, münafıkları Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla cihattan alıkoyan
şeyin imanlarının ve ihlâslarının olmamasıdır der. Bunun da sebebi içlerinde bulunan
nifaktan dolayıdır. (‫ن‬
َ ‫ﺷ ﱡﺪ ﺣَﺮًّا َﻟ ْﻮ آَﺎﻧُﻮا َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
َ ‫ﺟ َﻬ ﱠﻨ َﻢ َأ‬
َ ‫“ ) ُﻗ ْﻞ ﻧَﺎ ُر‬De ki: “Cehennem ateşinin
sıcaklığı daha şiddetlidir.” keşke bilseydiler.” Müfessire göre Cenâb-ı Allah bu
ayette “Ey Münafıklar! Sizler bu kolay olan sıcaktan (seferden) ve içerisine girip de
ebedi kalacağınız, sıcaklığı da çok şiddetli olan cehennem ateşinden nasıl kaçarsınız.
Sizler ancak kısa süreli olan kolay bir sıcaklıktan (seferden) kaçıyorsunuz. Böyle
yaparak kendinizi ebedi olan büyük bir ateşin içerisine atıyorsunuz.”499
İbn Âşûr, (َ‫“ )َﻟ ْﻮ آَﺎﻧُﻮا َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬Keşke bilselerdi” ifadesini şöyle değerlendirir:

497
Zemahşerî, Keşşaf, II, 454; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 292; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VII, 314, 315.
498
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 189- 191.
499
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 293.

134
“Bu münafıklarla ilgili bir tamamlama cümlesidir. Cahillikleri yani doğruyu
anlayamamaları ve düşüncesizlikleri sebebiyle Allah onları uyarmıştır. Onlar
kendilerine yapılan öğüt ve nasihatleri anlayamadılar da sıcaklığı çok şiddetli olan
cehennem ateşinden korkmadılar, sonunda varacakları cehennemi
500
kavrayamadılar.”
Kur’an’ın ifadesiyle iman henüz münafıkların kalbine yerleşmediği için
münafıklar inanmış gibi görünmüşler fakat inananları hep yarı yolda bırakmışlardır.
En zor zamanlarında Hz. Peygamber’i ve ashabını yalnız bırakmışlardır. Bu ayette de
belirtildiği üzere türlü bahaneler üreterek Rasulullah ile birlikte sefere çıkmaktan
kaçınmışlardır. Allah bunları sıkıntısı, sıcaklığı çok fazla olan cehennem ateşiyle
uyarmıştır.

‫ن‬
َ ‫ﻋﻠَﻰ ُﻗﻠُﻮ ِﺑ ِﻬ ْﻢ َﻓ ُﻬ ْﻢ ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
َ ‫ﻃ ِﺒ َﻊ‬
ُ ‫ﻒ َو‬
ِ ‫ﺨﻮَا ِﻟ‬
َ ‫ن َﻳﻜُﻮﻧُﻮا َﻣ َﻊ ا ْﻟ‬
ْ ‫َرﺿُﻮا ِﺑ َﺄ‬
c. Tevbe 9/87: “Savaştan geri kalanlarla beraber olmayı kendilerine ya-
kıştırdılar. Onların kalpleri mühürlenmiştir. Onlar anlayamazlar.”
Hz. Peygamber ve ashabı yaz mevsiminin sıcağına ve daha birçok olumsuz
şarta rağmen Tebük Seferi’ne çıkmaya karar verince bu durum münafıklara ağır
geldi, o güzel gölgeleri, meyveleri bırakıp da savaşmak nefislerine zor geldi. Bundan
dolayı türlü bahaneler üreterek Peygamberimizden izin istediler ve Medine’de
kaldılar.
Taberî, “Münafıklar, savaşa gitmeyip evlerinde kalan kadınlar, hastalar ve
acizlerle beraber olmaya razı oldular. Allah, bunların kalplerini mühürlemiştir.
Bunlar Allanın öğütlerini anlayıp ondan ibret almazlar” şeklinde değerlendirmiştir.501
Fahruddîn Râzî, Cenâb-ı Hakk (ْ‫ﻋﻠَﻰ ُﻗﻠُﻮ ِﺑ ِﻬﻢ‬
َ ‫ﻃ ِﺒ َﻊ‬
ُ ‫“ ) َو‬Onların kalpleri
mühürlenmiştir.” buyurmuştur. Bize göre “tab ve hatm”, imanın tahakkuk etmesine
mani olan ve küfrü gerektiren kuvvetli bir sebebin bulunması demektir. Zira herhangi
bir fiilin sebepsiz olarak meydana gelmesi muhal olunca, küfür için kuvvetli ve derin
bir sebep bulununca, kalp, âdeta küfür üzere mühürlenmiş gibi olur. Hasan-ı Basrî
şöyle demiştir: “Tab, kalbin, küfre meyletmek hususunda sanki iman etmeye karşı

500
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, VI, 350.
501
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 412, 413; Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 116; Kurtubî, el-Câmi’, VIII,
349- 350; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VII, 325.

135
ölmüş bir hale, bir noktaya varıp ulaşması demektir.”502
Zemahşerî, (َ‫“ ) َﻓ ُﻬ ْﻢ ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬Onlar anlayamazlar.” İfadesini, “Onlar cihat
hakkında zafer elde edip mutlu olmayı ve sefere katılmayıp şehirde kaldıkları
takdirde karşılaşacakları sıkıntı ve helaki anlayamadılar”503, Fahruddîn Râzî, “Onlar,
504
Allah’ın cihadı emretmesindeki hikmetinin sırlarını anlayamazlar” , İbn Kesîr,
“Onlar cihat konusunda eğer yaptıkları takdirde kendilerine fayda sağlayacak olan
şeyi ve kaçındıkları takdirde kendilerine zarar getirecek olan şeyi bilip
anlayamadılar”505, Âlûsî de aynı ifadeyi, “Onlar dünyada da ahirette de kendilerine
fayda ve zarar verecek olan şeyleri anlayamazlar”506 şeklinde izah etmiştir.
Bu ayette de Cenâb-ı Allah münafıkları davranışlarından dolayı zemmetmiştir.
Müfessirlerinde beyan ettiği üzere münafıklar, davranışlarında imandan daha çok
küfre meylettikleri için Allah da onların kalplerini mühürlemiştir. Artık onların
kalpleri imana ve bunun gereğini yapmaya karşı ölü gibi bir hale gelmiştir. Bu
sebeple de gerçek manada fayda ve zararlarına olan şeyi anlayamaz bir duruma
düşmüşlerdir.

‫ﻦ‬
ْ ‫ن ُﻳ َﺒﺪﱢﻟُﻮا آَﻼ َم اﻟﱠﻠ ِﻪ ُﻗ ْﻞ َﻟ‬
ْ ‫ن َأ‬
َ ‫ﺧﺬُوهَﺎ َذرُوﻧَﺎ َﻧ ﱠﺘ ِﺒ ْﻌ ُﻜ ْﻢ ُﻳﺮِﻳﺪُو‬
ُ ‫ﻄ َﻠ ْﻘ ُﺘ ْﻢ ِإﻟَﻰ َﻣﻐَﺎ ِﻧ َﻢ ِﻟ َﺘ ْﺄ‬
َ ‫ن ِإذَا ا ْﻧ‬
َ ‫ﺨﱠﻠﻔُﻮ‬
َ ‫ﺳ َﻴﻘُﻮ ُل ا ْﻟ ُﻤ‬
َ
‫ن إِﻻ َﻗﻠِﻴﻼ‬
َ ‫ﺴﺪُو َﻧﻨَﺎ َﺑ ْﻞ آَﺎﻧُﻮا ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
ُ‫ﺤ‬ْ ‫ن َﺑ ْﻞ َﺗ‬
َ ‫ﺴ َﻴﻘُﻮﻟُﻮ‬ ْ ‫َﺗ ﱠﺘ ِﺒﻌُﻮﻧَﺎ َآ َﺬ ِﻟ ُﻜ ْﻢ ﻗَﺎ َل اﻟﱠﻠ ُﻪ ِﻣ‬
َ ‫ﻦ َﻗ ْﺒ ُﻞ َﻓ‬
d. Fetih 48/15: “Geri bırakılanlar ganimetler almak üzere gittiğinizde:
"Bırakınız bizi de peşinizden gelelim" diyecekler. Allah'ın sözünü değiştirmek
isterler. De ki: "Sizler asla peşimizden gelemezsiniz. Allah daha önceden böyle
buyurmuştur." Onlar: "Hayır, siz bizleri kıskanıyorsunuz" diyecekler. Bilakis
onlar pek az bir şey dışında anlamazlar.”
Ayet-i kerimede münafıklardan bahsedilmektedir. Savaş zamanı
Müslümanlarla birlikte savaşa katılmak istemeyen münafıklar ganimet paylaşımına
gelince Müslümanlarla birlikte hareket etmek istemektedirler.
Taberî, (‫ﺧﺬُوهَﺎ َذرُوﻧَﺎ َﻧ ﱠﺘ ِﺒ ْﻌ ُﻜ ْﻢ‬ َ ‫ن ِإذَا ا ْﻧ‬
ُ ‫ﻄ َﻠ ْﻘ ُﺘ ْﻢ ِإﻟَﻰ َﻣﻐَﺎ ِﻧ َﻢ ِﻟ َﺘ ْﺄ‬ َ ‫ﺨﱠﻠﻔُﻮ‬
َ ‫ﺳ َﻴﻘُﻮ ُل ا ْﻟ ُﻤ‬
َ ) “Geri bırakılanlar
ganimetler almak üzere gittiğinizde: "Bırakınız bizi de peşinizden gelelim"

502
Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 116.
503
Zemahşerî, Keşşaf, II, 458.
504
Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 116.
505
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 197.
506
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VII, 325.

136
diyecekler. İfadesinde sözü edilen ganimetler, Hayber ganimetleridir, der. Çünkü
Yüce Allah Hudeybiye’ye katılanlara Hayber’in fethedileceği ve oranın -(Hayber’de)
hazır bulunsun, bulunmasın- sadece onlara has olduğu vaadinde bulunmuştu. ( ‫ن‬
َ ‫ُﻳﺮِﻳﺪُو‬
‫ن ُﻳ َﺒﺪﱢﻟُﻮا آَﻼ َم اﻟﱠﻠ ِﻪ‬
ْ ‫“ )َأ‬Allah'ın sözünü değiştirmek isterler.” Onlar yüce Allah’ın Hu-
deybiye’ye katılanlara vermiş olduğu vaadini değiştirmek istiyorlar. Çünkü Yüce
Allah Hayber’den alınacak ganimetleri onlara Mekke’nin fethinin bedeli olarak tayin
etmişti. Çünkü Hudeybiye’den sulh yaparak geri dönmüşlerdi. Bu açıklamayı
Mücahid ve Katade yapmıştır. Taberî bu açıklamayı tercih etmiş olup tevil bilginleri
genel olarak bu görüşü benimsemişlerdir.507
(ُ‫ﻦ َﻗ ْﺒﻞ‬
ْ ‫ﻦ َﺗ ﱠﺘ ِﺒﻌُﻮﻧَﺎ َآ َﺬ ِﻟ ُﻜ ْﻢ ﻗَﺎ َل اﻟﱠﻠ ُﻪ ِﻣ‬
ْ ‫“ ) ُﻗ ْﻞ َﻟ‬De ki: "Sizler asla peşimizden gelemezsiniz.
Allah daha önceden böyle buyurmuştur." Hudeybiye’den dönüşümüzden önce
Hayber’den alınacak ganimetler, sadece Hudeybiye’de hazır bulunacaklar içindir,
diye buyurmuştur. (‫ﺴﺪُو َﻧﻨَﺎ‬
ُ‫ﺤ‬ْ ‫َﺗ‬ ‫َﺑ ْﻞ‬ ‫ن‬
َ ‫ﺴ َﻴﻘُﻮﻟُﻮ‬
َ ‫) َﻓ‬ “Onlar: "Hayır, siz bizleri
kıskanıyorsunuz" diyecekler. Denildiğine göre Resûlullah (sav) şöyle buyurdu:
“Eğer sizler çıkmak istiyorsanız, ben size engel olmam. Şu kadar var ki size
ganimetten pay yoktur.” Onlar, Bu bir kıskançlıktır, dediler. Bunun üzerine
Müslümanlar şöyle dedi: Yüce Allah Hudeybiye’de sizin neler söyleyeceklerinizi
bize haber vermişti. O da yüce Allah’ın, “Onlar hayır, siz bizleri kıskanıyorsunuz,
diyecekler” buyruğudur. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: (‫ن إِﻻ َﻗﻠِﻴﻼ‬
َ ‫) َﺑ ْﻞ آَﺎﻧُﻮا ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
“Bilakis onlar pek az bir şey dışında anlamazlar.” Yani onlar ancak dünya işini
bilirler. Din işinden ancak çok az bir şey anlayabilirler, bu da savaşı terk etmektir”,
diye de açıklanmıştır.508 Aynı ifadeyi Zemahşerî, “Onlar, çok az anlarlar. Onların
düşünceleri dünya işleri ile ilgilidir, dini şeyleri düşünmezler” der ve arkasından
“Dünya hayatından görünen kısmı bilirler. Fakat âhiretten yana gafil olanların ta
kendileridir onlar”509 ayetini zikreder.510 İbn Âşûr da “Allah, Hudeybiye’ye
katılanlara ganimetleri tahsis ederek onları bir nevi ödüllendirmiş, katılmayıp da
geride kalanları ibret olması için cezalandırmıştır. Çünkü onlar, Hudeybiye’ye
katılmanın, savaşa katılmanın sebebini, hikmetini anlayamadılar. Allah,

507
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXII, 215; Zemahşerî, Keşşaf, VI, 348; Râzî, Tefsir-i Kebir, XIV, 141;
Kurtubî, el-Câmi’, XVI, 180- 182; İbn Kesîr, Tefsîr, VII, 337; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIX, 200.
508
Kurtubî, el-Câmi’, XVI, 180- 182; İbn Kesîr, Tefsîr, VII, 338.
509
Rum 30/7.
510
Zemahşerî, Keşşaf, VI, 348; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, VI, 495; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIX, 201.

137
imansızlıkları sebebiyle, Müslüman olmalarına rağmen islamın kurallarına ve
düzenine bilgisiz ve ilgisiz kalmaları sebebiyle onlardan anlama yetisini almıştır”
şeklinde değerlendirmiştir.511
Hz. Peygamber ashabıyla birlikte umre için Mekke’ye yola çıktıkları zaman
bazı olumsuzluklar yaşanır ve Mekkeliler ile Hudeybiye görüşmesi yaparlar. Hz.
Peygamber ve ashabı o sene umre yapamadan geri dönerler. Müfessirlerin de
belirttiğine göre Hz. Peygamber ve ashabı Hudeybiye’den dönerken Allah, Hayber’in
fethini ve ganimetlerinin de Hudeybiye Ehli’ne tahsis edildiğini müjdelemiştir.
Ayette de Hudeybiye Ehli’nin ganimet alacağı, bu görüşmeye katılmayıp da geride
kalanların bundan mahrum olacağı haber verilmektedir.

‫ﻦ َو ِﻟ ُﻴ ْﻨ ِﺬرُوا َﻗ ْﻮ َﻣ ُﻬ ْﻢ‬
ِ ‫ﻦ ُآﻞﱢ ِﻓ ْﺮ َﻗ ٍﺔ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ ﻃَﺎ ِﺋ َﻔ ٌﺔ ِﻟ َﻴ َﺘ َﻔ ﱠﻘﻬُﻮا ﻓِﻲ اﻟﺪﱢﻳ‬
ْ ‫ن ِﻟ َﻴ ْﻨ ِﻔﺮُوا آَﺎ ﱠﻓ ًﺔ َﻓ َﻠﻮْﻻ َﻧ َﻔ َﺮ ِﻣ‬
َ ‫ن ا ْﻟ ُﻤ ْﺆ ِﻣﻨُﻮ‬
َ ‫َوﻣَﺎ آَﺎ‬
‫ن‬
َ ‫ﺤ َﺬرُو‬
ْ ‫ﺟﻌُﻮا ِإ َﻟ ْﻴ ِﻬ ْﻢ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻬ ْﻢ َﻳ‬
َ ‫ِإذَا َر‬
d. Tevbe 9/122: “Bununla beraber müminlerin hepsinin topyekun (savaş
zamanı) savaşa çıkmaları doğru değildir. O halde onların arasında her gruptan
yalnız birer zümre savaşa gitmeli, kimide din ve şeriat ilimlerini iyice öğrenmeleri
ve kavimleri savaştan dönüp kendilerine geldikleri zaman onları uyarmaları için
gitmeyip kalmalıdırlar. Olur ki bu suretle müminler aykırı hareketlerden
kaçınırlar.”
Cenâb-ı Allah bu ayette inananları topyekûn savaşa çıkmamaları hususunda
uyarmakta, savaşa çıkan kimselerin ve savaşa katılmayıp geride kalan kimselerin
nitelikleri ile onların nasıl davranmaları gerektiği hususunda bilgiler vermektedir.
Taberî ’ye göre bu ayetin izahı şöyledir: “Bütün müminlerin savaşa çıkıp
Resulullah’ı Medine’de yalnız başına bırakmaları onlara yakışmaz. Onların her
topluluğundan bir cemaatin cihada çıkıp, Allah’ın, kendilerine göstermiş olduğu
zafer vasıtasıyla dini öğrenmeleri ve geri dönüp geldiklerinde cihada katılmayan
münafık ve kâfirleri, Allanın azabıyla korkutmaları daha uygun olmaz mı? Böylece
uyarılanlar, Allah’ın azabından korkarlar ve imana gelmiş olurlar.” Bu görüşü tercih
eden Taberî, özetle şöyle diyor: “Bu görüş tercihe şayandır. Çünkü cihada çıkanlar,
Allah’ın, kendilerine nasip edeceği zafer sayesinde İslâm dininin birçok sır ve

511
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XIII, 468.

138
hikmetlerini öğrenmiş olacaklar ve savaştan sonra geri döndüklerinde,
kavimlerinden, henüz iman etmemiş olan müşrikleri ve iman ettiklerini iddia eden
münafıkları uyaracaklar, savaşta mağlup ettikleri müşriklerin düştükleri akıbete
onların da düşeceklerini bildireceklerdir. Böylece kendilerine tebliğ edilenler,
bunların uyarılarından korkarak Allah ve Peygambere iman edeceklerdir.” Taberî
devamla diyor ki: “Ayette, her topluluktan bir cemaatin ayrılıp gitmesi manasına
gelen “nefere” kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime tek başına kullanıldığında
“cihada çıkma” ve “savaş yapma” manasına gelir. O halde burada, dini öğrenecek
olanlar geride kalanlar değil cihada çıkanlardır. Eğer “Dini, cihada çıkmayanların
değil de çıkanların öğrenecekleri manasını nasıl çıkarıyorsun?” denecek olursa derim
ki: “Aksi takdirde cihada çıkmayanlar, cihada çıkanları uyarmış olacaklardır. Cihada
çıkanlar günah mı işlediler ki, geride kalanlar onları uyarsın? Mutlaka uyarılmak
gerekiyorsa, cihad edenlerin, cihad etmeyenleri uyarması gerekir. Kaldı ki burada,
uyarılacak olanlardan maksat, Allaha iman etmeyenlerdir. Bunları, cihad edenler
uyaracaktır.”512
Fahruddîn Râzî, ayetin tefsiri ile ilgili müfessir Taberî’nin görüşlerine yer
verdiği gibi başka ihtimallerden de söz etmektedir. Birincisi, Medine de kalan
kimselerin, dini öğrenen kimseler olmasıdır der. Şu sebeple ki onlar, devamlı Hz.
Peygamber’in hizmetinde bulunup vahyi ve ayetlerin nüzulünü müşahede edip, her
ne zaman bir mükellefiyet ve yeni bir hüküm geldiğinde, onu öğrenip iyice
bellerlerdi. Binaenaleyh, savaşa giden kısım onlara dönüp başvurduğunda,
Medine’de kalan bu kısım, öğrendikleri mükellefiyet ve hükümleri onlara tebliğ
ederek bildiriyordu. İşte bu izaha göre ayette bir takdir yapmak gerekir. Buna göre
ayetin takdiri, “Onlardan bir kısmının savaşa katılması; bir kısmının da. Medine’de
kalarak dini iyice öğrenip, kavimlerine, yani savaşa katılanlar, savaştan döndükten
sonra kendilerine başvurduğunda, onlara o hükümleri bildirmeleri gerekmez miydi?
Böylece de savaştan dönenler, o yeni hükümleri öğrenince, Allah’a isyan etmekten
sakınmış olurlar” şeklinde olur.513
Bu ayette zikredilen lafızlarından tefsir edilmesi gerekenlerden birisi de (‫) َﻓ َﻠﻮْﻻ‬
lev lâ kelimesidir. Bu kelime, fiilin başına geldiği zaman, hellâ edatı gibi, teşvik

512
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 572- 574.
513
Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 181; Kurtubî, el-Câmi’, VIII, 451- 453; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 236.

139
manasını ifade eder ki, olmalı, olmalı değil miydi? Gibi. Lev lâ edatının, hellâ
manasını taşıması yerindedir. Zira hellâ da, iki kelimeden meydana gelmiş olup,
bunlardan birisi istifham ve arz (sunma) edatı olan hel, diğeri de inkâr ve cahd
manasını ifade eden lâ’dır. Bunlardan yani hellâ, lev lâ edatlarından maksat terğib ve
teşviktir. O halde Cenâb-ı Hakk’ın buyruğunun manası, “Onlar bunu yapmalı değil
miydi?” şeklinde olmuş olur. Ayrıca Müfessir Râzî’ye göre bu ayet, haber-i vahidin
bir hüccet olduğunu benimseyenler için, güçlü bir delildir. Müfessire göre her üç kişi
bir fırkadır. Allah Teâlâ her fırkadan bir kısmının çıkmasını vacip kılmıştır. Üçten
çıkan ya iki olur ya da bir kişidir. Binaenaleyh (savaşa çıkan) “taife’nin, ya iki veya
bir olması gerekir. Daha sonra Allah Teâlâ, onların haberlerine göre amel etmeyi
vacip kılmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın “Onları uyarmaları için” ifadesi, onların
haber vermelerinden ibarettir. O’nun, “Olur ki, kaçınırlar” buyruğu ise, onların
kavimlerine, onların haberlerine göre amel etmelerini vacip kılmayı ifade eder. Bu da
bir veya iki kişinin haberinin, şeriatta bir delil olmasını iktiza eder” demektedir.514
Şevkânî, bu ayetle ilgili iki farklı görüş ortaya koymaktadır. Birincisi: “Bir
grup âlim, bu ayetin cihatla ilgili hüküm içerdiğini belirtmektedir. Çünkü Rasülüllah
ordusuyla birlikte sefere çıkınca Medine boş kalıyordu. Allah bunun doğru
olamadığını, topyekûn sefere çıkıp şehri terk etmenin yanlış olduğunu haber vermiş
ve her gruptan bir kısım insanın şehirde kalmasını emretmiştir der. İkinci grup âlim
ise bu ayetin cihatla ilgili olmadığını, burada ilim tahsil etmek için, dinde
derinleşmek maksadıyla sefere çıkılabileceği belirtilmiştir derler. Çünkü iki türlü
sefer vardır. Bunlar cihat için ve ilim tahsil elde etmek için yapılan seferlerdir. Eğer
bir kimse yaşadığı bölgede ilim elde etme imkânı bulamıyorsa veya aradığı ilim
başka yerde varsa oraya sefer edebilir. Müfessir (‫ ) ِﻟ َﻴ َﺘ َﻔ ﱠﻘﻬُﻮا‬ifadesindeki zamirin sefere
katılmayıp da ilim tahsil eden kimselere döner demektedir.515
Müfessirlerin bu ayetin tefsiri ile ilgili ikiye ayrıldığını görmekteyiz. Taberî,
ayette ilim tahsil edecek olanların sefere katılanlar olduğunu söyler. Çünkü savaş
esnasında mucizevî birçok olaya şahit olduklarını, düşman ordusu sayıca kalabalık
olmasına rağmen Müslümanların müşrikleri ne hale getirdiklerini görmekteler, zafer
elde etmenin hikmet ve sırlarına şahit olmaktalar. Tüm bu şahit oldukları durumları

514
Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 182, 183; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, II, 494.
515
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 335.

140
seferden dönünce münafıklara, müşriklere anlatacaklar, onlarda hata etmekten, günah
işlemekten sakınacaklar demektedir. Râzî’de bu görüşü zikretmekle birlikte diğer
müfessirlerin görüşleri doğrultusunda beyanda bulunur. Bu müfessirlere göre
tefekkuh edecek olanların sefere katılanlar değil Hz. Peygamberle birlikte geride
kalıp yeni bildirilen hükümleri, mükellefiyetleri öğrenip seferden dönenlere bunları
bildirmeleridir ki sefere katılanlar döndükleri zaman hata etmesinler, günah
işlemekten sakınsınlar.

3.2. Kur’an Bağlamında Fıkhetmeye Çağıran Ayetler


Bu kısımdaki fıkhetmeyle ile ilgili ayetler Kur’an bağlamında zikredilmiştir.
Bu ayetlerde daha çok münafıkların Kur’an’a olan yaklaşımlarından, inkârcıların
Kur’an’la ilgili düşüncelerinden, onların vasıflarından, karakterlerinden,
uydurmalarından bahsedilmekte ve bu insanların hangi davranışlarından dolayı
Kur’an-ı Kerim’i anlayamadıkları belirtilmektedir. Bunun yanında Allah’ın yoktan
var etmesinden ve O’nun her şeye kadir oluşundan da bahsedilmektedir.

3.2.1. Allah’ın Yaratıcılığının Zikredildiği Ayetlerle İlgili Fıkh Etmeye


Yönelik Hitaplar

‫ن‬
َ ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
ِ ‫ﺼ ْﻠﻨَﺎ اﻵﻳَﺎ‬
‫ع َﻗ ْﺪ َﻓ ﱠ‬
ٌ ‫ﺴ َﺘ ْﻮ َد‬
ْ ‫ﺴ َﺘ َﻘ ﱞﺮ َو ُﻣ‬
ْ ‫ﺣ َﺪ ٍة َﻓ ُﻤ‬
ِ ‫ﺲ وَا‬
ٍ ‫ﻦ َﻧ ْﻔ‬
ْ ‫ﺸ َﺄ ُآ ْﻢ ِﻣ‬
َ ‫َو ُه َﻮ اﱠﻟﺬِي َأ ْﻧ‬
a. En’am 6/98: “Sizi bir tek candan yaratan O’dur. Sizin için karar kılınan
ve emanet olarak kalınan yerler vardır. Anlayan bir kavim için, ayetleri geniş bir
şekilde açıkladık.”
Ayet-i kerimede Allah, insanoğlunu tek bir candan yarattığını, insanlar için
karar kılınan ve emanet olarak kalınan yerler var ettiğini belirtmektedir. Allah Teâlâ
tüm bunları anlatırken yaratmasının ne kadar güzel olduğunu ve kullarına ne kadar
merhametli olduğunu da vurgulamaktadır.
Taberî, ayeti şöyle değerlendirmektedir: “Sizi, tek bir can olan Âdemin
sulbünden meydana getiren Allah’tır. Sizin için, ana rahmi, yeryüzü, kabir ve ahiret
gibi karar kılacağınız yerler olduğu gibi, atalarınızın sulbü ve geçici dünya gibi
emanet olarak kalacağınız yerler de vardır. Şüphesiz ki biz, ayetlerimizi ve
delillerimizi, bunları anlayıp ibret alan bir topluluk için geniş bir şekilde

141
açıkladık.”516
Müfessirler, ayet-i kerimede geçen ve “karar kılınan yer” diye tercüme edilen
(‫ﺴ َﺘ َﻘﺮﱞ‬
ْ ‫ ) َﻓ ُﻤ‬kelimesiyle, “Emanet olarak kalınan yer” diye tercüme edilen (ٌ‫ﺴ َﺘ ْﻮ َدع‬
ْ ‫) َو ُﻣ‬
kelimesinden neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Abdullah
b. Mes’ud, İbrahim en-Nehai ve Muksem’e göre, “Karar kılınan yer”den maksat,
annelerin rahimleridir. “Emanet olarak kalınan yer”den maksat ise kabirdir. Allah,
insanları, annelerinin rahminde karar kıldırmış, kabirlerinde de dirilinceye kadar
emanet olarak bekletmiştir. Said b. Cübeyr ve Abdullah b. Abbas’tan nakledilen
diğer bir görüşe göre “Karar kılınan yer”den maksat, annelerin karınları, yeryüzü ve
yerin içi”dir. “Emanet olarak kalınan yer”den maksat ise babaların sulpleridir.
Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Abdullah b. Mes’ud’dan nakledilen diğer bir görüşe
göre “Karar kılınan yer”den maksat, yeryüzü ve dünyadır. “Emanet edilen yer”den
maksat ise, Allah’ın huzurudur, ahirettir. Hasan-ı Basrî’ye göre ise, “Karar kılınan
yer”den maksat, kabir, “Emanet olarak kalınan yer”den maksat ise dünyadır. Çünkü
dünyada bulunan kimse, kabirde bulunan kardeşine kavuşmak üzere dünyada emanet
olarak durmaktadır. Taberî, bu hususta doğru olan söz şudur der: “Allah Teâlâ bu
ayette, insanları tek bir nefisten yarattığını ve onların, karar kılman ve emanet olarak
kalınan yerlerde kaldıklarını, genel bir şekilde zikretmiştir. İnsanların bir kısmı, ana
rahminde karar kılmakta, diğerleri babalarının sulbünde emanet olarak
durmaktadırlar. Diğer bir kısmı, yeryüzünde veya yerin içinde karar kılmış halde,
başka bir kısım insanlar ise, babalarının sulbünde emanet olarak bulunmaktadırlar.
Bir kısım insanlar da, kabirde karar kılmış halde, bazıları da yeryüzünde emanet
olarak bulunmaktadırlar. Bu itibarla, her karar kılınan yer ve emanet olarak kalınan
yer, ayetin genel ifadesinde dâhildir.”517 Zemahşerî’ye göre karar kılınan yer
annelerin rahmi, emanet olarak kalınan yer babaların sulpleridir. Ya da karar kılınan
yer yeryüzü, emanet olarak kalınan yer de onun altıdır.518
Fahruddîn Râzî, ayette zikredilen fıkhetme kavramını şöyle izah etmektedir:
“Cenâb-ı Hakk’ın, (َ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬
ِ ‫ﺼ ْﻠﻨَﺎ اﻵﻳَﺎ‬
‫“ ) َﻗ ْﺪ َﻓ ﱠ‬Anlayan bir kavim için, ayetleri geniş
bir şekilde açıkladık.” ifadesinin zahiri, Allah Teâlâ’nın fiillerini bir maksat ve

516
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI, 562; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 305.
517
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI, 562- 571; Râzî, Tefsir-i Kebir, VI, 395- 396; Kurtubî, el-Câmi’, VII,
101- 102; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 305- 306; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, V, 450.
518
Zemahşerî, Keşşaf, II, 148.

142
hikmete binaen yaptığını göstermektedir. Bu ayet, Cenâb-ı Hakk’ın, bütün insanlarda
iyi ve ince anlama kabiliyeti ve imanı murad edip onların hiçbirinin kâfir olmasını
dilemediğine delâlet eder. Cenâb-ı Hakk sanki şöyle demek istemiştir: “Ben bu
beyan ve açıklamayı, bilen, iyi ve ince anlayan ve iyice anlayıp kavrayan kimseler
için iyiden iyiye açıkladım, tafsil ettim. Bu kimseler ise, başkaları değil,
müminlerdir.” “Fıkıh” kelimesi, iyice anlamayı, kuvvetli zekâ ve anlayışı ifade ettiği
için, Cenâb-ı Hakk burada bu kökten olan yefkahûn kelimesini kullanmıştır.”519
Kurtubî de aynı ifadeyi, “Biz ayetleri iyice anlayan bir topluluk için uzun uzadıya
açıkladık, beyan ettik ve geniş geniş ifadelerle anlattık, demektir”520, İbn Kesîrde
“Allah’ın kelamını ve onun manasını anlarlar ve düşünürler” diye tefsir etmiştir.521
Âlûsî, ayetin son kısmını bir önceki ayetin sonuyla irtibatlandırarak şöyle
değerlendirir: “Allah Teâlâ, “Karanın ve denizin karanlıklarında, kendileriyle doğru
yolu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratan O’dur. Şüphesiz Biz, bilen bir topluluk
için ayetleri geniş geniş açıkladık.”522 Ayetinde yıldızları yaratmasının ardından
(َ‫“ ) َﻳ ْﻌ َﻠﻤُﻮن‬bilen bir topluluk” ifadesini zikretti. İnsanı yaratmasının ardından da
(َ‫“ ) َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬anlayan bir topluluk” ifadesini zikretmiştir. İnsanoğlu tek bir candan
yaratıldığı halde onun halleri, vasıfları farklı şekillerde yaratılmıştır. Ayette fıkhetme
kavramının zikredilmesinde düşünme, duruma uygun ince düşünüş istenmektedir.
Fıkhetme ile bilme kavramları mana olarak aynıdır. Burada Allah’ın ayetlerini
tedebbür etmeyenler ve mahlûkatından ibret almayanlar kastedilmiştir. Önceki ayette
belirtilen yıldızlar, hariçte yaratılan varlıklar olup bakmak suretiyle ve biraz da
düşünmeyle kendisindeki ilahi hikmetler anlaşılabilir. İnsanoğlu ise tek bir nefisten
yaratılmış olup farklı evrelerden, aşamalardan geçerek dünyaya gelmektedir.
Dolayısıyla insanın yaratılışı ile ilgili ince ince düşünmeye ihtiyaç vardır.”523
Ayet-i kerimede Allah, insanı nasıl yarattığını beyan etmektedir. Müfessirlerin
de genel olarak belirttiği üzere Allah insanoğlu için ana rahmi, yeryüzü, kabir, ahiret
gibi karar kılacağı yerler ile geçici dünya nimetleri gibi bazı şeyleri emanet olarak
yaratmıştır. Ayrıca ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah, ayetlerini açıkladığını belirtmekte

519
Râzî, Tefsir-i Kebir, VI, 396- 397.
520
Kurtubî, el-Câmi’, VII, 102.
521
İbn Kesîr, Tefsîr, III, 306.
522
En’am 6/97.
523
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, V, 451.

143
ve kullarını bu ayetleri üzerinde derin derin düşünmeye ve anlamaya çağırmaktadır.

3.2.2. Kur’an’ın Surelerine İnanmayıp Alay Edenlerle İlgili Hitaplar


‫ف اﻟﱠﻠ ُﻪ ُﻗﻠُﻮ َﺑ ُﻬ ْﻢ ِﺑ َﺄ ﱠﻧ ُﻬ ْﻢ َﻗ ْﻮ ٌم‬
َ ‫ﺻ َﺮ‬
َ ‫ﺼ َﺮ ُﻓﻮا‬
َ ‫ﺣ ٍﺪ ُﺛﻢﱠ ا ْﻧ‬
َ ‫ﻦ َأ‬
ْ ‫ﺾ َه ْﻞ َﻳﺮَا ُآ ْﻢ ِﻣ‬
ٍ ‫ﻀ ُﻬ ْﻢ ِإﻟَﻰ َﺑ ْﻌ‬
ُ ‫ﻈ َﺮ َﺑ ْﻌ‬
َ ‫ﺖ ﺳُﻮ َر ٌة َﻧ‬
ْ ‫َوِإذَا ﻣَﺎ أُﻧﺰ َﻟ‬
‫ن‬
َ ‫ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ‬
a. Tevbe 9/127: “Onlar, bir sure indiğinde birbirlerinin yüzüne bakarlar. Ve:
“Sizi birisi görüyor mu?” derler. Sonra oradan uzaklaşırlar. Allah da onların
kalplerini haktan uzaklaştırır. Çünkü onlar, anlamaz bir kavimdir.”
Ayet-i kerimede Yüce Allah münafıkları vasfetmektedir. Onların nasıl ikiyüzlü
olduğunu ve gerçekleri anlamaktan ne kadar uzak oldukların belirtmektedir. Taberî
ayeti şöyle izah etmektedir: “Münafıklar, peygamberin meclisinde bulunurken,
ayıplarını açıklayan bir sure indirildiğinde, birbirlerinin yüzlerine işaretleşerek
bakarlar. Ve “Sizi, aleyhinde bulunduğunuz Müslümanlardan herhangi biri gördü
mü? Kur’an onu da haber verir.” derler. Sonra da kalkıp Peygamberin meclisinden
ayrılıp sureyi dinlemeden giderler. Allah, bunların kalplerini, hayrı kabul etmekten
uzaklaştırmıştır. Çünkü bunlar, münafıklıklarından ve böbürlenmelerinden dolayı,
Allahın öğütlerini anlamayan bir kavimdir.”524 Zemahşerî, münafıkların gerçeği
anlamayıp da Allah’ın kalplerini hayırdan çevirmesini, onların iyice düşünüp
anlamamalarından dolayı olduğunu söylememektedir.525
Kurtubî, ayette belirtilen münafıkların tutumları şöyle izah etmektedir: “On-
ların bu tutumları Hz. Peygamber’in peygamberliği konusundaki cehaletlerinden ve
Yüce Allah’ın, onu gaybından dilediği şeylere muttali kıldığından
habersizliklerinden dolayıdır.” Müfessir, (‫ﺼ َﺮﻓُﻮا‬
َ ‫“ ) ُﺛﻢﱠ ا ْﻧ‬Sonra sıvışıp giderler.”
İfadesini, “Yani onlar, hidayet yolundan uzaklaşır, ayrılır giderler. Çünkü onlara,
gizledikleri sırları açıklanıp, başkalarının bilmediği işleri kendilerine bildirilecek
olursa, kaçınılmaz olarak hayrete düşer, ne yapacaklarını bilmezler; durup
düşünürler. Şayet doğruyu anlayacak olurlarsa işte o vakit iman ettikleri
zannolunabilir. Çünkü onların küfür üzere karar verdikleri ve ondan kendilerini
kurtaramadıkları vakit, adeta sağlıklı düşünme ve hidayet bulma ihtimallerinin
bulunduğu o halden yüz çevirmiş gibi olurlar. Peygamber (sav)’in kıraatini, okuduğu

524
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIV, 582; Zemahşerî, Keşşaf, II, 490; Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 189.
525
Zemahşerî, Keşşaf, II, 490.

144
şeyler üzerinde dikkatle düşünen, Allah’ın ayetleri hakkında ibretle tefekkür eden
kimselerin işiteceği şekilde işitmemiş olurlar” şeklinde değerlendirmektedir.526
Müfessir Râzî de aynı ifadeyle, “Bizzat vahyin indiği yerden ve Kur’an’ı
dinlemekten kaçmaları kasdedilebileceği gibi, yerlerinde dursalar dahi, onlar
Kur’an’ı dinlemeden onu tenkide geçtiler” manası da kastedilmiş olabilir der.527
(َ‫“ ) ِﺑ َﺄ ﱠﻧ ُﻬ ْﻢ َﻗ ْﻮ ٌم ﻻ َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮن‬Çünkü onlar, anlamaz bir kavimdir.” İfadesini, İbn
Kesîr, “Onlar, Allah’ın kelamını anlamayı istemezler ve anlamak için
yönelmezler”528, Şevkânî, “Allah kalpleri çeviren ve değiştirendir. Allah,
münafıkların kalplerini hayırdan, hidayetten uzaklaştırmıştır. Onlar gerçekleri iyice
düşünmedikleri için ve temiz gönüllü olmadıkları için Allah’ın kelamını
dinlememekte ve anlamamaktadırlar”529, Âlûsî, “Onlar, anlayışlarının kötülüğünden
ya da tedebbür etmeyişlerinden dolayı gerçeği anlamaktadırlar. Onlar gafil
insanlardır”530, İbn Âşûr da aynı ifadeyi, “Onlar Allah’ın ayetlerini, delillerini iyice
tedebbür etmedikleri için, hidayeti tam olarak kabullenmedikleri için anlamayan bir
topluluk olmuşlardır”531 şeklinde tefsir etmiştir.
Ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah’ın, münafıkları yapıp ettiklerinden dolayı
haktan ve hayırdan uzaklaştırdığı bildirilmektedir. Münafıkların Müslümanlar
aleyhindeki konuşmaları, tuzakları, Hz. Peygamber’e bildirildiği belirtilmektedir.
Onlar tam olarak Hz. Peygamber’in peygamberliğine inanmadıkları için, Allah’ın
onu dilediği gaybî şeylere muttali kıldığından habersiz oldukları için gerçekleri
anlayamayan bir kavim oldukları belirtilmektedir.

526
Kurtubî, el-Câmi’, VIII, 459- 460.
527
Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 189.
528
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 241.
529
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 337- 338.
530
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VII, 409.
531
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, VI, 412.

145
3.2.3. Allah’ın Ayetlerine İnanmayıp Sırt Çeviren Zalimlerle İlgili Fıkh
Etmeye Yönelik Hitaplar

‫ن‬
ْ ‫ﻋﻠَﻰ ُﻗﻠُﻮ ِﺑ ِﻬ ْﻢ َأ ِآ ﱠﻨ ًﺔ َأ‬
َ ‫ﺟ َﻌ ْﻠﻨَﺎ‬
َ ‫ﺖ َﻳﺪَا ُﻩ ِإﻧﱠﺎ‬
ْ ‫ﻲ ﻣَﺎ َﻗ ﱠﺪ َﻣ‬
َ‫ﺴ‬
ِ ‫ﻋ ْﻨﻬَﺎ َو َﻧ‬
َ ‫ض‬
َ ‫ﻋ َﺮ‬
ْ ‫ت َر ﱢﺑ ِﻪ َﻓ َﺄ‬
ِ ‫ﻦ ُذ ﱢآ َﺮ ﺑِﺂﻳَﺎ‬
ْ ‫ﻇ َﻠ ُﻢ ِﻣ ﱠﻤ‬
ْ ‫ﻦ َأ‬
ْ ‫َو َﻣ‬
‫ﻦ َﻳ ْﻬ َﺘﺪُوا ِإذًا َأ َﺑﺪًا‬
ْ ‫ﻋ ُﻬ ْﻢ ِإﻟَﻰ ا ْﻟ ُﻬﺪَى َﻓ َﻠ‬
ُ ‫ن َﺗ ْﺪ‬
ْ ‫َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ ُﻩ َوﻓِﻲ ﺁذَا ِﻧ ِﻬ ْﻢ َو ْﻗﺮًا َوِإ‬
a. Kehf 18/57: “Rabbinin ayetleri kendisine hatırlatılmışken onlardan yüz
çeviren ve daha önce yaptıklarını unutandan daha zalim kim olabilir? Biz onların
kalplerine, anlamalarına engel perdeler gerdik ve kulaklarına ağırlık verdik. Ey
Muhammed, sen onları ne kadar hidayete çağırsan da onlar asla hidayete
ermezler.”
Allah Teâlâ bu ayet-i kerimede, göndermiş olduğu emir ve yasaklar kendisine
anlatıldığı halde ondan yüz çevirenden ve işlediği kötü amelleri, günahları ve
inkârları unutandan daha zalim hiçbir kimsenin olamayacağını beyan ediyor ve bu tür
insanların kalplerinin perdelendiğini, kulaklarının tıkandığını ve böylece, hakka
çağrılsalar bile asla hidayete eremeyeceklerini açıklıyor. Böylece müminin üzerine
düşen tebliğ görevini yapmasına rağmen, insanların iman etmemelerinden dolayı
hayal kırıklığına uğramamasını tavsiye ediyor.532 Zemahşerî, ayet-i kerimede
zikredilen Allah’ın ayetlerinden ve onların fıkhetmemelerinden ne kastedildiğini
şöyle izah etmektedir: “Allah’ın ayetlerinden maksat Kur’an’dır. (ُ‫ن َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮﻩ‬
ْ ‫)َأ‬
ifadesindeki zamir ise Kur’an’a dönmektedir.”533
Fahruddîn Râzî, Allah’ın ayetlerinden, uyarılarından yüz çeviren kimselerin
zalim olarak nitelendirilmesini şöyle izah etmektedir: “Bu, “Kendisine Allah’ın
ayetleri, açıklamaları ve delilleri geldiği halde onları kabul etmeyen ve de elinin
takdim ettiği (yaptığı) şeyleri unutan kimsenin durumundan daha büyük bir zulüm
yoktur demektir. Yani o kimse ilâhi delil ve beyyineler üzerinde düşünüp, ibret
almaktan yüz çevirmesinin yanı sıra, yaptığı kötü amelleri ve batıl inançlarını da
unutmuştur” demektir. Ayette bahsedilen “unutma” ile insanın üzerinde bulunduğu
küfrünü sürdürüp, ayetlere kulak asmaması kastedilmiştir demektedir.534 Aynı
ifadeyi Kurtubî, “Rabbinin ayetleri ile kendisine öğüt verildiği halde bunları
önemsemeyen ve bunları kabul etmeyerek yüz çeviren kimseden daha zalim kimse
532
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVIII, 51- 52.
533
Zemahşerî, Keşşaf, IV, 28; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XI, 292.
534
Râzî, Tefsir-i Kebir, X, 225.

146
olmaz, demektir” diye tefsir etmiştir. Aynı müfessir, (ُ‫ﺖ َﻳﺪَاﻩ‬
ْ ‫ﻲ ﻣَﺎ َﻗ ﱠﺪ َﻣ‬
َ‫ﺴ‬
ِ ‫“ ) َو َﻧ‬İki elinin
önden gönderdiğini unutan” ifadesi, “Küfür ve masiyetlerini terk edip bunlardan
tevbe etmeyen demektir. Burada “nisyan (unutmak)” terk etmek anlamındadır.
Anlamın, kendisi için önden neler gönderip ne tür bir azabı hak ettiğini unutan
şeklinde olduğu da söylenmiştir, her iki mana da birbirine yakındır” demektedir. ( ‫ِإﻧﱠﺎ‬
‫ﻋﻠَﻰ ُﻗﻠُﻮ ِﺑ ِﻬ ْﻢ‬
َ ‫ﺟ َﻌ ْﻠﻨَﺎ‬
َ ‫ن َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ ُﻩ َوﻓِﻲ ﺁذَا ِﻧ ِﻬ ْﻢ َو ْﻗﺮًا‬
ْ ‫“ )َأ ِآ ﱠﻨ ًﺔ َأ‬Gerçekten, Biz onların kalpleri
üstüne onu iyice anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da bir ağırlık
koyduk” ifadesi müfessire göre, “Küfürleri sebebiyle biz onlara böyle yaptık, yani
imanın kalplerine ve kulaklarına girmesine biz engel olduk” demektir.535 İbn Kesîr’e
göre ayette zikredilen, onların anlamalarına engel olunan şey, Kur’an ve beyan’dır.536
Ayet-i kerimede Yüce Allah, inkârcıların içinde bulundukları durumu ve
akıbetlerini belirtmektedir. İnkârcıların, birçok hata ve kusurlarının, günahlarının
bulunmasına rağmen kendilerine gelen kitap ve peygamberi yalanladıkları ve
bunlardan yüz çevirdikleri belirtilmektedir. Allah da bunları yaptıklarından dolayı
cezalandırmış, Kur’an’ı anlamalarına mani olmak için kalplerini hayra, hakikate
kapatmıştır.

3.2.4. Kur’an’ı Dinleyip De İnanmayan Kâfirlerin Tutum Ve Davranışları


İle İlgili Fıkhetmeye Yönelik Hitaplar

‫ن َﻳ َﺮوْا ُآﻞﱠ َﺁ َﻳ ٍﺔ ﻟَﺎ ُﻳ ْﺆ ِﻣﻨُﻮا‬ ْ ‫ﻋﻠَﻰ ُﻗﻠُﻮ ِﺑ ِﻬ ْﻢ َأ ِآ ﱠﻨ ًﺔ َأ‬


ْ ‫ن َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ ُﻩ َوﻓِﻲ َﺁذَا ِﻧ ِﻬ ْﻢ َو ْﻗﺮًا َوِإ‬ َ ‫ﺟ َﻌ ْﻠﻨَﺎ‬
َ ‫ﻚ َو‬
َ ‫ﺴ َﺘ ِﻤ ُﻊ ِإ َﻟ ْﻴ‬
ْ ‫ﻦ َﻳ‬
ْ ‫َو ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻣ‬
‫ﻦ‬
َ ‫ن َهﺬَا ِإﻟﱠﺎ َأﺳَﺎﻃِﻴ ُﺮ ا ْﻟ َﺄ ﱠوﻟِﻴ‬
ْ ‫ﻦ َآ َﻔﺮُوا ِإ‬
َ ‫ﻚ َﻳﻘُﻮ ُل اﱠﻟﺬِﻳ‬
َ ‫ك ُﻳﺠَﺎ ِدﻟُﻮ َﻧ‬
َ ‫ﺣﺘﱠﻰ ِإ َذا ﺟَﺎءُو‬
َ ‫ِﺑﻬَﺎ‬
a. En’am 6/25: “Onlardan seni dinleyen de vardır. Biz onların kalplerine,
anlamalarına engel olan perdeler gerdik. Ve kulaklarına ağırlık verdik. Onlar,
bütün delilleri görseler bile onlara iman etmezler. Hatta sana geldiklerinde seninle
mücadele ederler. Ve inkâr edenler: “Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey
değildir.” derler.”
Ayet-i kerimede inkârcıların Hz. Peygamber’e gelip onun okumuş olduğu
Kur’an’ı ve onun davetini dinledikleri belirtilmekte, ancak Allah, yaptıklarından
dolayı bunların kalplerini hakikati anlamaya elverişsiz hale getirdiği için Kur’an’ı ve
Allah’ın diğer delillerini anlayamaz bir durumda oldukları vurgulanmaktadır.

535
Kurtubî, el-Câmi’, XI, 53.
536
İbn Kesîr, Tefsîr, V, 173.

147
Taberî, ayette belirtilen inkârcıların hallerini şöyle değerlendirmektedir: “Ey
Muhammed, kavminden, putlara taparak onları Allah’a denk tutanlardan bazıları,
senin yanına gelip senden Kur’an’ı ve senin davetini dinlerler. Fakat onlar, senin ne
söylediğini anlamazlar. Sadece sesini ve okumanı işitirler. Çünkü Allah, onların
kalplerini perdelemiş ve kulaklarına, işitmelerine engel olan bir ağırlık koymuştur.
Hatta onlar, Allah’ın birliğini ve senin peygamberliğinin doğruluğunu gösteren bir
alâmet ve mucizeyi görseler dahi yine onlara iman etmezler. Senin yanına
geldiklerinde hakta da batılda da seninle tartışırlar. Senden duydukları ikna edici
ayetlere: “Bu ancak, öncekilerin masallarıdır, başka bir şey değildir” derler.”537
Zemahşerî, (‫ﻦ‬
َ ‫ن َهﺬَا ِإﻟﱠﺎ َأﺳَﺎﻃِﻴ ُﺮ ا ْﻟ َﺄ ﱠوﻟِﻴ‬
ْ ‫ﻦ َآ َﻔﺮُوا ِإ‬
َ ‫ﻚ َﻳﻘُﻮ ُل اﱠﻟﺬِﻳ‬
َ ‫ك ُﻳﺠَﺎ ِدﻟُﻮ َﻧ‬
َ ‫ )ِإذَا ﺟَﺎءُو‬ifadesindeki
inkârcıların mücadelelerini şöyle değerlendirir: “Onlar Allah’ın ayetlerini ve Hz.
Peygamber’in peygamberliğini inkâr ederek, Kur’an’ın en doğru ve en güzel söz
olmasına rağmen Allah’ın kelamını masal, efsane şeklinde nitelendirmişlerdir. Bunu
yaparken de maksatları, “Onlar hem (başkalarını) ona uymaktan alıkoyar, hem
kendileri de ondan uzaklaşırlar. Bu şekilde ancak kendilerini helak ediyorlar. Ama
işin farkında değillerdir.”538 İfadesinde belirtildiği üzere insanları, Allah’a ve
peygambere iman etmekten alıkoymak, insanları saptırmak istemeleridir.”539
Kurtubî’ye göre, “İçlerinden seni dinleyenler vardır” buyruğunda ( ‫ﺴ َﺘ ِﻤ ُﻊ‬
ْ ‫) َﻳ‬
fiilinin tekil gelmesine rağmen, Mekke müşriklerinin kâfirleri kastedilmektedir.
Müfessire göre (ْ‫ن َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ ُﻩ َوﻓِﻲ َﺁذَا ِﻧ ِﻬﻢ‬
ْ ‫ﻋﻠَﻰ ُﻗﻠُﻮ ِﺑ ِﻬ ْﻢ َأ ِآ ﱠﻨ ًﺔ َأ‬
َ ‫ﺟ َﻌ ْﻠﻨَﺎ‬
َ ‫ ) َو‬ifadesi de şu demektir: “Biz
bunu, küfürlerinin bir cezası olmak üzere onlara böyle yaptık. Yoksa bunun anlamı,
onlar işitmezler ve anlamazlar şeklinde değildir. Ama işittiklerinden faydalanamayan
kimseler oldukları ve hakka boyun eğmedikleri için, hiç işitmeyen ve anlamayan
kimseler durumunda olmuşlardır. (ُ‫ن َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮﻩ‬
ْ ‫ )َأ‬ifadesi, onu kavrayamasınlar diye, Onu
anlamaları istenmediğinden yahut onu anlayamasınlar diye, anlamındadır. “Onlar
her ayeti görseler yine de onlara iman etmezler.” İfadesinde ise Yüce Allah, on-
ların inatlarını haber vermektedir. Çünkü onlar, ayın yarılmış olduğunu gör-
düklerinde; bu bir büyüdür, dediler. Yüce Allah da herhangi bir delile dayanmaksızın
onların mucizeleri reddedişlerini bildirmektedir. Yüce Allah’ın, “Hatta sana

537
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI, 305- 308; Zemahşerî, Keşşaf, II, 104; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 247.
538
En’am 6/26
539
Zemahşerî, Keşşaf, II, 104.

148
gelseler, seninle mücadele ederler.” Buyruğundaki onların mücadele etmeleri,
“Kendi öldürdüğünüz hayvanların etlerini yersiniz, Fakat Allah’ın öldürdüklerini
yemezsiniz” şeklindeki sözleridir. Bu açıklamayı müfessir, İbn Abbas’tan
nakletmiştir.540
Beydâvî ayette geçen fıkhetme kavramını, “Onların anlayışlarının kötülüğü
sebebiyle Allah onların kalplerinin üzerini örtmüş, kulaklarını dinlemekten men
etmiş, onlar da anlayamaz hale gelmişlerdir” şeklinde değerlendirmiştir.541 Aynı
ifadeyi Şevkânî, “Onların Kur’an’ı yanlış anlamalarından dolayı Allah, kalplerinin
üzerini örtmüş, böylece anlamamalarını sağlamıştır”542 şeklinde; Âlûsî de, “Ayet-i
kerimede onların aleyhlerine delalet eden Kur’an’dan dinlemiş oldukları şeylerden
anladıklarının keraheti vurgulanmaktadır. Kalpleri hakikati anlamaya, kulakları da
hakikati duymaya men edildiği için Kur’an’ı anlayamamaktadırlar” şeklinde tefsir
etmiştir.543
Müfessirlerin de belirttiği üzere ayet-i kerimede inkârcı müşriklerin Hz.
Peygamber’in okumuş olduğu Kur’an’ı dinledikleri fakat kendi aleyhlerine delalet
ettiği için anlamadıkları belirtilmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, inkârcı
davranışlarından dolayı, yapıp ettiklerinden dolayı onları hayırdan, hidayetten
uzaklaştırmış, kalplerini hakikati anlamaya kapatmış, böylece Kur’an’ı anlayamaz
hale gelmişlerdir. Ayette zikredilen fıkhetme kavramını müfessirler anlamak,
kavramak manasında tefsir etmişler, inkârcı müşriklerin Kur’an’ı anlamadıklarını,
Allah’ın ayetlerini kavrayamadıklarını söylemişlerdir.

‫ﻋﻠَﻰ‬
َ ‫ﺣ َﺪ ُﻩ َوﱠﻟﻮْا‬
ْ ‫ن َو‬
ِ ‫ﻚ ﻓِﻲ ا ْﻟ ُﻘﺮْﺁ‬
َ ‫ت َر ﱠﺑ‬
َ ‫ن َﻳ ْﻔ َﻘﻬُﻮ ُﻩ َوﻓِﻲ ﺁذَا ِﻧ ِﻬ ْﻢ َو ْﻗﺮًا َوِإذَا َذ َآ ْﺮ‬
ْ ‫ﻋﻠَﻰ ُﻗﻠُﻮ ِﺑ ِﻬ ْﻢ َأ ِآ ﱠﻨ ًﺔ َأ‬
َ ‫ﺟ َﻌ ْﻠﻨَﺎ‬
َ ‫َو‬
‫َأ ْدﺑَﺎ ِر ِه ْﻢ ُﻧﻔُﻮرًا‬
b. İsra 17/46: “Biz, onların kalplerine, anlamalarını engelleyen perdeler
gerdik ve kulaklarına ağırlık verdik. Sen Kur’an’da Rabbini bir tek olarak andığın
zaman, arkalarını çevirip kaçarlar.”
Bir önceki değerlendirmiş olduğumuz ayet-i kerimede Allah (cc.),
inkârcıların kalplerinin üzerine bir perde gerdiğini, kulaklarına da bir ağırlık

540
Kurtubî, el-Câmi’, VI, 558- 560.
541
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, II, 143.
542
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, II, 400.
543
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, V, 279.

149
koyduğunu, böylece onların Kur’an’ı anlayamaz hale geldiklerini belirtmişti. Cenâb-ı
Allah bu ayette de aynı ifadeleri zikretmiştir. Hz. Peygamber, Kur’an okurken
Rabbinin ismini andığı vakit onu dinleyen kâfirlerin arkalarını dönüp kaçtığı
belirtilmektedir.
Taberî, ayette belirtilen inkârcıların arkalarını dönüp kaçmalarını şu şekilde
izah etmektedir: “Resulullah (s.a.v.) Kur’an-ı Kerim’i okurken “La ilahe İllallah”
deyince çevresinde bulunan müşrikler, Allah’ın bir olduğu ifadesini duymayı
gururlarına yediremiyorlar ve oradan uzaklaşıyorlardı.” Taberî, bir kısım müfessir de
Kur’an okunurken oradan kaçan varlıkların, şeytanların olduğunu söylemişlerdir,
demektedir.544
Zemahşerî, “Biz, onların kalplerine, anlamalarını engelleyen perdeler
gerdik.” İfadesi, anlamaktan men edilmiş manasındadır der. Sanki bu ifadeyle, biz
onların anlamalarını, kavramalarını men ettik denilmiştir.545 Beydâvî de aynı ifadeyi,
“Onlar hakkı idrak etmemişler ve kabule yanaşmamışlardır. Ayette onların
anlayışlarının kötülüğü vurgulanmaktadır. Kur’an’ın hem lafzı hem de manası
mucizedir. Onlar, anlamaktan ve işitmekten men edildikleri için, Kur’an’ın manasını
anlayamadıkları gibi lafzını da idrak edememişlerdir” şeklinde izah etmiştir.546 İbn
Kesîr’e göre ise bu ifade, “Kur’an’ı anlamamaları için kalplerine perde gerilmiştir”
demektir.547
Fahruddîn Râzî, ayette zikredilen inkârcıların anlayamamalarını şöyle izah
etmektedir: “Onların, akıllı, duyan ve anlayan kimseler olduğu malûmdur.
Binaenaleyh biz, bu ifadeden muradın, onların iman etmekten ve esrarına vakıf
olamayacakları, incelik ve hakikatlerini anlayamayacakları bir biçimde, Kur’an’ı
dinlemekten men edilmiş olduklarını anlıyoruz.”548 Aynı müfessir, Cenâb-ı Hakk’ın
( ‫ﻋﻠَﻰ‬
َ ‫ﺣ َﺪ ُﻩ َوﱠﻟﻮْا‬
ْ ‫ن َو‬
ِ ‫ﻚ ﻓِﻲ ا ْﻟ ُﻘﺮْﺁ‬
َ ‫ت َر ﱠﺑ‬
َ ‫َوِإذَا َذ َآ ْﺮ‬ ‫“ )َأ ْدﺑَﺎ ِر ِه ْﻢ ُﻧﻔُﻮرًا‬Sen, Kur’an’da Rabbini bir tek
olarak andığın vakit, onlar ürkek ürkek arkalarını çevirirler” ifadesiyle şu
murad edilmiştir der: “Müşrikler Kur’an’ı dinlerken iki hal üzere bulunuyorlardı.
Çünkü onlar Kur’an’dan, içinde Allah’tan bahsedilmeyen ayetleri dinlediklerinde

544
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVII, 458; İbn Kesîr, Tefsîr, V, 82.
545
Zemahşerî, Keşşaf, III, 452.
546
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 427.
547
İbn Kesîr, Tefsîr, V, 82.
548
Râzî, Tefsir-i Kebir, X, 66.

150
şaşakalıyorlar ve ondan hiçbir şey anlamıyorlardı. Ama içinde Allah’ın zikredildiği
ve Allah’a şirk koşmanın kınandığı bir ayet dinlediklerinde, onlar ürkek ürkek
arkalarını çeviriyorlar ve orayı terk ediyorlardı.”549
Şevkânî, ayette belirtilen inkârcıların fıkhedemeyişlerini şöyle
değerlendirmektedir: “Ayette onların anlayışlarının kötülüğü ya da anlamadıkları
belirtilmektedir. Bunun da manası, onlar Allah’ın emirlerini, nehiyleri, hükümlerini,
manalarını anlamıyorlar demektir. Çünkü müşrikler, Allah’ın isminin zikredildiği
gibi kendi ilahlarının da isminin zikredilmesini istiyorlardı. Ancak kendi ilahları
zikredilmeyip de Allah’ın adını duydukları vakit hemen o meclisi terk edip
kaçıyorlardı. Allah da onları kalpleri ile hakikati anlamalarını, kulakları ile
duymalarını men etmiştir.”550
Hem müşriklerin hem de münafıkların Kur’an’ı anlayamadıkları, hakikati
kavrayamadıkları belirtilmektedir. Çünkü Allah, anlamamaları için kalplerinin
üzerine perdeler germiş, hakikati duymamaları için de kulaklarına ağırlık koymuştur.
Ancak onların anlamamaları ve duymamaları dünyevi işlerle ilgili değil dini işlerle
ilgilidir. Onlar dünyevi işlerini önemseyen, akıllı, anlayan ve duyan insanlardır.
Fakat onlar Allah’a ve ahiret gününe inanmadıkları için, Kur’an’ın ayetleri üzerinde
düşünmedikleri için, Kur’an’ın esrarını anlayamadıkları için Allah onları haktan ve
hakikatten uzaklaştırmış kalplerini mühürlemiştir.

549
Râzî, Tefsir-i Kebir, X, 67.
550
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, IV, 315.

151
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

KUR’AN’DA TEAKKUL KAVRAMI

TEAKKUL KAVRAMI

1. Lügat Anlamı
“Akl”, cahilliğin zıddıdır551, bunağın veya çocuğun aklı erip idrak ettiğinde
“akale’l ma’tühü ve’s sabiyyü” denir.552 “Akale”, “bağlamak”; “ikâl” ise “bağ”
demektir, bir kimse deveyi bağladığında “akaltü’l be’ira aklen, şedettü yedehü bi’l
ikâli”denir.553 Âkıl demek, nefsini alıkoyan ve heveslerinden engelleyen demektir.
Bu aslında Arapların: “Dili tutuldu, konuşamadı”554 sözünden alınmıştır. Akıl,
sahibini kötülüklere düşmekten habsettiği, alıkoyduğu için akıl diye
isimlendirilmiştir. “Akl”ın bir diğer manası da “anlamak”tır. Bir kimse bir şeyi
“fehmettiğinde”, anladığında onu “akletti” denir.555 “El-aklu”, “el- ilmü” demektir,
bir şeyin sıfatlarını, iyi ve kötü yönlerini kemal ve noksan yönlerini, hayır veya şer
oluşunu bilmek demektir ya da zihinde toplanan manalarla iyi ve kötüyü ayırt
etmemizi sağlayan bir kuvvet demektir.556 “El-aklu”, engel olma, kontrol altınta
tutma, yasaklama, tutma557 demektir, hastalığın, ağrının karnı tutmasına da “akûl”
denir. Diyet de “akl” diye isimlendirilmiştir, katilin kan sahibine diyetini vermesine
“akal” denmiştir.558 Bir başka görüşe göre “el-aklu”, ahmaklığın zıddıdır, tedebbürle
ilgili olarak bedende bulunan mücerred bir cevherdir.559 “Akl” kelimesinin kökü,
tutmak (imsâk) ve sıkıca tutunmak (imtisâk) demektir. Devenin ayağından
bağlanması (Akli’l-beîri bi’l-ıkâl), hastalığın karna yapışması (Akli’d-devâi el-
betna), kadının saçını bağlaması (akaleti’l-mer’etü şa’rahâ) bu kelime ile ifade edilir.

551
‫ْﻞ‬
‫َﻬ‬‫ ﻧﻘﻴﺾ اﳉ‬: ‫ْﻞ‬
‫َﻘ‬‫اﻟﻌ‬
552
Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, I, 159.
553
Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, I, 159; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XI, 458.
554
‫ِﻊ اﻟﻜﻼم‬
َ ‫ُﻨ‬‫َ وﻣ‬
‫ِﺲ‬‫ُﺒ‬
‫ِذا ﺣ‬
‫ُﻪ إ‬
‫ِﺴﺎﻧ‬
‫ِﻞ ﻟ‬
‫ُﻘ‬‫ْﺘ‬
‫َ ﻣﻦ ﻗﻮﳍﻢ ﻗﺪ اﻋ‬
‫ِﺬ‬‫ُﺧ‬
‫أ‬
555
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XI, 458; Fîrûzâbâdî, el-Kâmûs, III, 135; er-Râzî, Muhtâr, I, 213.
556
Fîrûzâbâdî, el-Kâmûs, III, 135; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I, 7339.
557
‫َﻰ‬
‫ﱠﻬ‬‫ْﺮ واﻟﻨ‬
‫ِﺠ‬‫اﳊ‬
558
er-Râzî, Muhtâr, I, 212- 213; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I, 7339.
559
Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I, 7339.

152
Akıl kelimesinin aslı, fidye olarak verilen devenin kan sahibinin avlusunda tutulması,
kanın akışının durdurulması olduğu da söylenmiştir.560
Akıl kelimesi ile ilgili lügat âlimlerinin görüşleri genel olarak bu şekildedir. Bir
şeyi bağlamak, tutmak, tutunmak, engellemek, mani olmak, idrak etmek, anlamak,
bilmek manalarına gelmektedir.

2. Istılah Anlamı
Kur’an terminolojisinde “akıl”, bilgi edinmeye yarayan bir güç ve bu güç ile
elde edilen bilgi şeklinde tarif edilmiştir.561 Akıl demek, nefsini alıkoyan ve
heveslerinden engelleyen demektir562. İsfehânî aklı şöyle tarif etmiştir: “Akıl, ilmi
kabule hazır olan kuvvete denir. İnsan, ilim elde ederken bu kuvvetten istifade ettiği
için ilim de akıl diye isimlendirilmiştir.”563 Akıl, insanlara zaruri ve nazarî ilimleri
öğreten ruhani bir nurdur564, bir kimsenin, kendisiyle zaruri ilimleri temeyyüz ettiği,
öğrendiği şeydir565. Cürcânî de aklı şöyle tarif etmiştir: “Akıl, sahiplerini doğru
yoldan sapmaktan alıkoyan şeydir.”566
Akıl, insanın her çeşit faaliyetinde doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli
çirkinden ayıran bir güçtür. Bu nedenle akıl, ahlakî, siyasi ve estetik değerleri
belirlemede en önemli fonksiyona sahiptir.

3. Akletmeyle İlgili Ayetler


Kur’an-ı Kerim’e göre insanı insan yapan, onun her türlü fiillerine anlam
kazandıran ve ilahi emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına
girmesini sağlayan akıldır. Kur’an’da akıl kavramı biri geçmiş, diğerleri geniş zaman
kipinde olmak üzere kırk dokuz yerde geçmektedir. Bu ayetlerin bir kısmı genel
manada akledip düşünmekten yani kâinat kitabı olan âlemdeki Allah’ın varlığına
delalet eden kevnî ayetler üzerinde akledip düşünmekten bahsetmekte, bir kısım
ayetler de Allah’ın kelamı olan Kur’an ayetleri üzerinde akledip düşünmekten
bahsetmektedir. İster genel manada olsun ister Kur’an ayetleri üzerinde akletme
560
İsfehânî, Müfredât, I, 578; Cürcânî, et-Târifât, I, 197.
561
İsfehânî, Müfredât, I, 578.
562
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XI, 458.
563
İsfehânî, Müfredât, I, 578; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I, 7339.
564
Fîrûzâbâdî, el-Kâmûs, III, 135
565
Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I, 7339.
566
Cürcânî, et-Târifât, I, 197.

153
olsun sonuç itibariyle Cenâb-ı Allah bu ayetlerde, akletmenin yani aklı kullanarak
doğru düşünmenin öneminden bahsetmiştir. Biz de konunun daha iyi anlaşılması için
akletmeyle ilgili ayetleri genel manada akletmeye çağıran ayetler ve Kur’an ayetleri
üzerinde akletmeye çağıran ayetler diye gruplandırdık. Böylece konu bütünlüğü
oluşturmaya çalıştık.

3.1. Genel Anlamda Akletmeye Çağıran Ayetler


Genel manada aklı kullanıp doğru düşünmeye çağıran ayetler, daha çok
kâinattaki Allah’ın varlığına, birliğine, yüce kudretine, evrene olan hâkimiyetine,
mülküne delalet eden deliller hakkında, geçmiş kavimlerin akıbetlerine delalet eden
deliller hakkında, münafıkların tutum ve davranışlarını sergileyen, dünyanın
geçiciliğini ahiretin ebediliğini vurgulayan deliller üzerinde düşünmeye çağıran
ayetlerdir. “Size korku ve ümit vermek için şimşeği göstermesi, gökten su indirip
onunla ölümünden sonra yeryüzüne hayat vermesi, onun varlığını gösteren
delillerindendir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir kavim için nice ibretler
vardır.”567 “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün
değişmesinde, insanların faydasına olan şeylerle denizde yüzen gemilerde, Allah’ın,
gökten su indirip onunla, yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, yeryüzünde her
türlü canlıyı yaymasında, rüzgârı ve yerle gök arasında emre hazır olan bulutları
çeşitli yönlere çevirmesinde, aklını kullanan bir topluluk için çeşitli ibretler
vardır.”568 “Şüphesiz sizler sabah akşam onların memleketlerinden geçiyorsunuz.
Hiç düşünmez misiniz?”569 “Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey
değildir, ahiret yurdu ise Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz
mısınız?”570

567
Rum 30/24.
568
Bakara 2/164.
569
Saffat 37/137- 138.
570
En’am 6/32.

154
3.1.1. Hakikati Bildikleri Halde Aklını Kullanmayanlara Yönelik Hitaplar

‫ن‬
َ ‫ب َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ن ا ْﻟ ِﻜﺘَﺎ‬
َ ‫ﺴ ُﻜ ْﻢ َوَأ ْﻧ ُﺘ ْﻢ َﺗ ْﺘﻠُﻮ‬
َ ‫ن َأ ْﻧ ُﻔ‬
َ ‫ﺴ ْﻮ‬
َ ‫س ﺑِﺎ ْﻟ ِﺒ ﱢﺮ َو َﺗ ْﻨ‬
َ ‫ن اﻟﻨﱠﺎ‬
َ ‫َأ َﺗ ْﺄ ُﻣﺮُو‬
a. Bakara 2/44: “İnsanlara iyiliği emrediyor da kendi nefsinizi unutuyor
musunuz? Oysa siz, kitabı da okuyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz?”
Allah Teâlâ bu ayette, siz, insanlara, Allah’a itaati emrediyor da kendiniz ona
isyan mı ediyorsunuz, Allah’a itaat hususunda kendinizi bırakıyor musunuz?
İnsanlara emrettiğiniz şeyleri kendi nefislerinize de emretseniz ya, hiç düşünmez
misiniz? Bu şekilde davranışınızın çirkinliğini anlamıyor musunuz? Demektedir.
Başkalarına tebliğ edip söyledikleri halde, tebliğ ettikleri emirleri bizzat yerine
getirmeyenler için diğer bir ayette de şöyle buyruluyor: “Ey iman edenler,
yapmayacağınız şeyi niye söylüyorsunuz?” 571
Taberî, ayet-i kerimenin hitap ettiği kimselerin, başkalarına yapmalarını
emredip de kendileri için unuttukları iyilikten maksadın ne olduğu, müfessirler
tarafından farklı şekillerde izah edilmiştir der ve müfessirlerin şu görüşlerine yer
vermektedir: Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbas’ın bu ayeti şöyle izah ettiğini söyle-
miştir: “Ey Yahudiler, sizler, insanların, elinizde bulunan Tevrat’ı ve onun beyan
ettiği Peygamberliği yalanlamalarına karşı çıkıyorsunuz. Hâlbuki kendiniz onda
bulunan, Peygamberimi tasdik etme ahdimi inkâr ediyor, bana verdiğiniz sözü
bozuyorsunuz. Ve kitabımdan, bildiğiniz şeyleri inkâr ediyorsunuz.” Dehhak ise
Abdullah b. Abbas’ın, bu ayeti şöyle izah ettiğini söylemiştir. “Siz, insanlara,
Muhammed’in dinine girmelerini, namaz kılmalarını ve benzeri şeyleri emrediyor
fakat kendinizi unutuyorsunuz.” Süddi, Katade ve İbn Cüreyc ise bu ayeti şöyle izah
etmişlerdir: “Ey kitap ehli olanlar ve münafıklar, siz, insanlara, Allah’a itaat
etmelerini, ondan korkmalarını ve oruç tutup namaz kılmalarını emrediyor fakat
kendiniz bunları yapmıyorsunuz.” Taberî’ye göre bu görüşler, birbirlerine yakın
görüşlerdir. Hepsi de ayetin hitap ettiği insanların, Allah’ın razı olacağı şeyleri,
diğerlerine emredip kendilerinin bunlara uymadıklarını ifade etmişlerdir.572
Zemahşerî de ayette iyiliği emredip de kendilerinin buna uymadığı, iyilik
yapma noktasında kendilerini unutan kimselerden bahsedilmektedir der. Müfessire

571
Saff 61/2.
572
Taberî, Câmiu’l-Beyân, I, 7- 9; Râzî, Tefsir-i Kebir, II,71; İbn Kesîr, Tefsîr, I, 246.

155
göre (َ‫“ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” ifadesi büyük bir yerme ifade
etmektedir. Bunun manası, kendi aleyhinize ellerinizle yapmış olduğunuz şeylerin
kabahatini hiç düşünmüyor musunuz, bu hatalarınızdan vazgeçip günahlarınızdan
kurtulmayı hiç düşünmüyor musunuz demektir. Müfessir, “Yuh olsun size ve
Allah’tan başka taptıklarınıza! Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?”573 ayetini kendi
açıklamasını destekler mahiyette zikretmiştir.574
Fahruddîn Râzî, (َ‫ن اﻟﻨﱠﺎس‬
َ ‫ )َأ َﺗ ْﺄ ُﻣﺮُو‬nin başındaki hemze, takrir ve taaccüb için olup
yahudi âlimlerinin durumlarını, başlarına kakmayı ve buna hayreti ifade etmekle
beraber, anlatmak gayesine matuftur demektedir. “Birr”, bütün hayırlı, iyi işlere
şamil olan bir isimdir. Ana-babaya itaat manasına olan “birr’ul-valideyn” tabiri ile,
Allah’ın razı olduğu amel manasına olan “amel-i mebrur” tabiri bu köktendir.575
Beydâvî, Yüce Allah’ın: (َ‫“ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”ifadesini
şöyle izah etmektedir: “Sizler yapmış olduğunuz şeylerin kabahatini, hatasını hiç
düşünmüyor musunuz? Düşünüp de aklınız sizi yapmış olduğunuz şeylerden ve onun
kötü akıbetinden men etmiyor mu, engellemiyor mu?”576 Kurtubî de ayeti şöyle
değerlendirmektedir: “Yüce Allah’ın: “Hâlbuki Kitab’ı da okuyup durursunuz”
buyruğu, anlayan için çok büyük bir azar ihtiva etmektedir. “Kitab’ı da okuyup
durursunuz” buyruğu Tevrat’ı da okursunuz demektir. Aynı şekilde onların
davranışlarının benzerini yapan da onlar gibi olur. Müfessir, Akl kelimesi
engellemek anlamındadır der. Yüce Allah’ın: (َ‫“ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬Hâlâ akıllanmayacak
mısınız?” buyruğu, sizler hala kendinizi, sizi bu derece alçaltan böyle bir durumu
işlemekten engellemeyecek misiniz, demektir.577 Aynı ifadeyi Âlûsî de şöyle
değerlendirmiştir: “Düşünüp de aklınız sizleri, yapmış olduğunuz kötü işlerden ve
kötü sonuçlarından men etmiyor mu? Tevrat’ta okumuş olduğunuz halde, bildiğiniz
halde muhalefet edip şer’an yapmış olduğunuz kabahatleri, hataları niçin
düşünmüyor sunuz?”578
İbn Âşûr, ayette zikredilen akletme kavramını şöyle değerlendirir: “Onlar
Tevrat’ı okurlar, emir ve nehiylerinin üzerinde tefekkür etmeden geçip giderler.
573
Enbiya 21/67.
574
Zemahşerî, Keşşaf, I, 86.
575
Râzî, Tefsir-i Kebir, II,71; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 81.
576
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 81.
577
Kurtubî, el-Câmi’, II, 57- 58.
578
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, I, 298.

156
Onlar tefekkürü ihmal ettikleri için ve sürekli bir gaflet içerisinde olduklarından
dolayı akledemezler, düşünemezler.”579
Gerçekleri bildiği halde insanlara iyi olanı, faydalı olanı emredip de kendi
nefislerinde bunları uygulamayan kimseleri, kendini unutan kimseleri Allah Teâlâ bu
ayette uyarmakta, niçin aklınızı kullanıp da bu kötü duruma düşmekten, bu hataları
yapmaktan kendinizi engellemiyorsunuz diyerek adeta azarlamaktadır.

3.1.2. Kur’an’da İbret Olarak Zikredilen Olaylara Karşı İnanmayıp


Aklını Kullanmayanlara Yönelik Hitaplar

‫ن‬
َ ‫ﺤﻴِﻲ اﻟﱠﻠ ُﻪ ا ْﻟ َﻤ ْﻮﺗَﻰ َو ُﻳﺮِﻳ ُﻜ ْﻢ َﺁﻳَﺎ ِﺗ ِﻪ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ْ ‫ﻚ ُﻳ‬
َ ‫ﻀﻬَﺎ َآ َﺬ ِﻟ‬
ِ ‫ﺿ ِﺮﺑُﻮ ُﻩ ِﺑ َﺒ ْﻌ‬
ْ ‫َﻓ ُﻘ ْﻠﻨَﺎ ا‬
a. Bakara 2/73: “Kesilen sığırın bir parçasıyla o ölüye vurun dedik. İşte
Allah ölüleri böyle diriltir ve düşünesiniz diye delillerini size gösterir.”
Ayetin bağlamında Cenâb-ı Allah, öldürülen bir kimsenin katilini ortaya
çıkarmak için Hz. Musa (a.s.)’ın kavmine bir sığır kesmelerini emretmiştir. Allah,
dirilip kendini kimin öldürdüğünü söylesin diye o sığırın bir parçasıyla o ölüye vurun
demiş, onlar da vurmuşlardır. Böylece Allah o ölüyü diriltmiş ve dirilen ölü,
kendisini kimin öldürdüğünü söylemiştir. Allah bu ölüyü, dünya hayatında nasıl
dirilttiyse ölümden sonra ahiret hayatında diğer ölüleri de öyle diriltecektir. O halde
ey akıl sahipleri bundan ibret alın denilmektedir.
Taberî, müfessirler, öldürülen kişiye sığırın hangi parçasıyla vurulduğu husu-
sunda farklı görüşler zikretmişlerdir der ve şu görüşlere yer verir: “Mücahid, İkrime
ve Katade, öldürülen kişiye, kesilen sığırın bacağıyla vurulduğunu, bunun üzerine
öldürülen kişi dirilerek kendisini kimin öldürdüğünü söylediğini ve tekrar öldüğünü
söylemişlerdir. Süddi ise ölüye, sığırın iki omuzu arasındaki bir parçayla
vurduklarını, bunun üzerine öldürülen kişi dirilerek kendisini kimin öldürdüğünü
söylediğini ve tekrar öldüğünü söylemişlerdir. Taberî, sığırdan bir parça ile ölüye
vurulduğunu bu parçanın hangi parça olduğuna dair ise bir delil bulunmadığını, bu
itibarla sığırın herhangi bir parçasıyla vurulmuş olabileceğini, özellikle bir parça ile
vurulduğunu söylemenin bir delile dayanmadığını söylemiştir. Allah Teâlâ bu
parçayı açıkça zikretmediğinden bunu bilmenin herhangi bir fayda sağlamayacağını
beyan etmiştir. Müfessir (‫ن‬
َ ‫“ ) َو ُﻳﺮِﻳ ُﻜ ْﻢ َﺁﻳَﺎ ِﺗ ِﻪ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬düşünesiniz diye delillerini size

579
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, I, 274.

157
gösterir.” İfadesini ise şöyle değerlendirir: “Ey Muhammed’i yalanlayan kâfirler,
Allah size, kendi birliğine ve Peygamberinin doğru söylediğine dair delillerini işte
böyle gösterir ki, Allah’ın kudretini ve Muhammed’in doğru söylediğini düşünüp de
iman edesiniz.”580
Zemahşerî, ayet-i kerimede Allah, kıyamet günü tüm ölüleri dirilteceğini haber
vermektedir der. Ayette zikredilen (َ‫“ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬umulur ki düşünüp akıl
erdirirsiniz” ifadesini ise şöyle değerlendirir: “Aklınızı kullanırsınız da bunun
gereği gibi amellerde bulunursunuz.”581
Kurtubî, “İşte Allah ölüleri böyle diriltir.” İfadesini, “Bu kişiyi ölümünden
sonra nasıl dirilttiyse, işte ölen herkesi Allah Teâlâ böylece diriltecektir” şeklinde
tefsir etmektedir. Müfessire göre akıl, bir şeyden alıkonmak anlamındadır. Koruyucu
kalelere de “me’âkil (tekili ma’kil)” adı verilir. Müfessir, (َ‫) َو ُﻳﺮِﻳ ُﻜ ْﻢ َﺁﻳَﺎ ِﺗ ِﻪ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
“düşünesiniz diye delillerini size gösterir.” İfadesini, “akıl erdiresiniz diye, O’na
isyan etmekten uzak olasınız diye, Allah, size ayetlerini, alametlerini ve kudretini
gösterir” şeklinde izah etmiştir.582 Beydâvî’ye göre aynı ifade, “Allah’ın kudretinin
kemaline delildir. Tek bir nefsi diriltmeye kadir olanın, tüm canlıları da diriltmeye
kadir olduğunu bilmemiz için ve aklımızı tam olarak kullanıp gereği gibi amel
etmemiz için Allah bizlerden düşünmemizi, aklımızı kullanmamızı istemektedir.”583
Âlûsî de ayette zikredilen akletme kavramını şöyle izah etmektedir: “Ölümden
sonraki hayatı, dirilişi, mahşeri düşünmeniz için, bir de tek bir nefsi diriltmeye kadir
olanın tüm nefisleri diriltmeye kadir olduğunu, bunu yapması için de ihtisasa gerek
duymadığını belirtmekte ve tüm bunları akledip düşünmemizi istemektedir.”584
Değerlendirmiş olduğumuz ayette Yüce Allah, Hz. Musa (a.s.) zamanında
meydana gelen bir olayı anlatmakta ve bizlere de ölen bir kimseyi nasıl dirilttiğini,
bunu yapmaya nasıl kadir olduğunu göstermektedir. Ölümden sonraki hayatı, ahireti
inkâr eden inkârcıların durumuna düşmememiz için Allah bizlerden aklımızı
kullanmamızı, düşünmemizi istemekte, kâinat kitabındaki ve Kur’an’daki ayetleri iyi
okumamızı ve iyi görmemizi vurgulamaktadır.
580
Taberî, Câmiu’l-Beyân, II, 229- 233; İbn Kesîr, Tefsîr, I, 302- 303.
581
Zemahşerî, Keşşaf, I, 101.
582
Kurtubî, el-Câmi’, II, 175.
583
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 111; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I, 122.
584
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, I, 367.

158
3.1.3. Münafıkların Tutum Ve Davranışları İle İlgili Akletmeye Yönelik
Hitaplar

‫ﻋ َﻘﻠُﻮ ُﻩ َو ُه ْﻢ‬
َ ‫ﻦ َﺑ ْﻌ ِﺪ ﻣَﺎ‬
ْ ‫ﺤ ﱢﺮﻓُﻮ َﻧ ُﻪ ِﻣ‬
َ ‫ن َآﻠَﺎ َم اﻟﱠﻠ ِﻪ ُﺛﻢﱠ ُﻳ‬
َ ‫ﺴ َﻤﻌُﻮ‬
ْ ‫ﻖ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻳ‬
ٌ ‫ن َﻓﺮِﻳ‬
َ ‫ن ُﻳ ْﺆ ِﻣﻨُﻮا َﻟ ُﻜ ْﻢ َو َﻗ ْﺪ آَﺎ‬
ْ ‫ن َأ‬
َ ‫ﻄ َﻤﻌُﻮ‬
ْ ‫َأ َﻓ َﺘ‬
‫ن‬
َ ‫َﻳ ْﻌ َﻠﻤُﻮ‬
a. Bakara 2/75: “Onların, size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa
onlardan bir cemaat, Allah’ın kelamını dinleyip iyice anladıktan sonra onu bile
bile tahrif ediyorlardı.”
Ayet-i kerimede Cenâb-ı Hakk müminlere, Yahudilerin iman etmeyeceklerini,
müminlerin boş yere umutlanmamaları gerektiğini söylemektedir. Taberî, ayette
belirtilen Yahudilerin durumunu şöyle değerlendirmektedir: “Ey Müminler,
Yahudilerin size ve Peygamberiniz Muhammed’in getirdiklerine inanacaklarını mı
umuyorsunuz? Oysa onlardan bir cemaat, Tevrat’ta Allah’ın kelamını okuyorlar, onu
dinleyip anladıktan sonra da onu bozuyor, ne demek olduğunu anladıkları halde
manasını değiştiriyorlardı. Bunu yaparken de haklı olmadıklarını ve yalancı
olduklarını biliyorlardı. Bu ayet-i kerimeye göre, müminler, geçmişteki Yahudilerin
devamı olan soylarının Hz. Muhammed (s.a.v.)in getirmiş olduğu hakka, nura ve
hidayete iman etmelerini beklememelidirler.585
(ِ‫ن َآﻠَﺎ َم اﻟﱠﻠﻪ‬
َ ‫ﺴ َﻤﻌُﻮ‬
ْ ‫ﻖ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻳ‬
ٌ ‫ن َﻓﺮِﻳ‬
َ ‫ ) َو َﻗ ْﺪ آَﺎ‬ifadesi, Muhammed b. İshak ve Rebi’ b.
Enes’e göre İsrailoğullarının, Allah’ın kelamını dinlemeleri Tur dağında Hz. Musa
ile beraberken olmuştur. Onlar bu kelamı dinledikten sonra geri dönmüş ve
Musa’nın, Allah’ın emirlerini İsrailoğullarına tebliğ etmesi üzerine, onunla birlikte
ilahi emirleri dinleyen yetmiş kişi Hz. Musa’yı yalanlamış ve Allah’ın emirlerini
tahrif etmişlerdir. Mücahid, Süddi ve İbn Zeyd’e göre ise bu dinleme, Hahamların
Tevrat’ı okuyup dinlemeleridir. Onlar bu kitabı dinledikten sonra onda bulunan helali
haram, haramı da helal saymışlardır. Taberî: “İsrailoğullarından bir gurup, Allah’ın
kelamını dinleyip” ifadesini gözönünde bulundurarak birinci görüşü tercih etmiştir.
Zira Tevrat’ı bütün İsrailoğullarının dinlediği muhakkaktır. İsrailoğullaırndan özel
bir gurup ise Hz. Musa ile birlikte, Allah Teâlâ’nın konuşmasını dinlemişlerdir. İşte
bunlar bizzat kendileri Allah Teâlâ’dan duydukları şeyleri tahrif etmeye ve Musa’ya
karşı çıkmaya girişmişlerdir ki Allah Teâlâ bunları örnek göstererek Muhammed

585
Taberî, Câmiu’l-Beyân, II, 244- 245.

159
ümmetinin, İsrailoğullarının iman edeceklerini beklemelerinin isabetli olup
olmadığını beyan etmiştir.586 (‫ن َآﻠَﺎ َم اﻟﱠﻠ ِﻪ‬
َ ‫ﺴ َﻤﻌُﻮ‬
ْ ‫ﻖ ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻳ‬
ٌ ‫ن َﻓﺮِﻳ‬
َ ‫ ) َو َﻗ ْﺪ آَﺎ‬ifadesinde belirtilen
Allah’ın kelamını dinleyen gurubu, Zemahşerî, “Yahudilerin Tevrat’ı okuyup
oradaki Allah’ın kelamını bilmeleri” şeklinde değerlendirmiştir.587 Fahruddîn Râzî de
bu gurubun, Hz. Musa (a.s.) zamanında bulunan kimseler olmadığını, Hz. Peygamber
zamanındaki Yahudilerin kasdedildiğini, iman etmeleri için arzu duyulan kimselerin
de Hz. Peygamber (s.a.s) zamanındaki yahudiler olduğunu söylemektedir.588 Âlûsî de
aynı ifade ile ilgili, Yahudilerin Tevrat’ta gerçekleri görüp bildikleri halde kötü
amaçları uğruna te’vil yoluna gittiklerini söylemektedir.589
Cenâb-ı Hakk’ın, (َ‫ﻋ َﻘﻠُﻮ ُﻩ َو ُه ْﻢ َﻳ ْﻌ َﻠﻤُﻮن‬
َ ‫ﻦ َﺑ ْﻌ ِﺪ ﻣَﺎ‬
ْ ‫ ) ِﻣ‬ifadesine gelince, Zemahşerî’ye
göre, “Yahudiler, Tevrat’ı okuyup gerçekleri iyice anladıktan ve akılları ile zabt
altına aldıktan sonra, içlerinde hiçbir şüphe kalmadığı halde bile bile yalanlamışlar
ve iftiracı olmuşlardır.”590 Râzî’ye göre ise bu ifadeden maksat, “Onların o sözün
doğruluğunu ve onların uydurdukları şeyin bozukluğunu bildikleri halde, bu hususa,
inâd ederek, kasıtlı olarak yönelmeleridir.591 Kurtubî’ye göre bu ifade ile Yahudiler
azarlanmaktadırlar. Yani, bu yahudilerin atalarının geçmişte öyle kötü işleri ve
inatları olmuştur ki, işte bunlar da aynı yolu izleyip gidiyorlar. Bu ifade aynı şekilde
hakkı bilip de buna rağfnen ona karşı inatlaşan bir kimsenin, doğru yoldan uzak
olduğunu göstermektedir.592
Ayet-i kerime ile ilgili yapılan açıklamalara baktığımızda Hz. Peygamber
zamanında yaşayan Müslümanların civarlarındaki Yahudilerin de Allah’a, Hz.
Muhammed (s.a.v.)’ın peygamberliğine iman etmelerini umduklarını, arzu ettiklerini
görmekteyiz. Cenâb-ı Hakk da bu ayetle birlikte Müslümanları uyarmış, Yahudilerin
iman etmeyeceklerini bildirmiş, onların ve geçmişte atalarının gerçekleri bildikleri,
hakikati anladıkları halde Allah’ın kelamını kendi amaçlarına göre tahrif ettiklerini
haber vermiştir.

586
Taberî, Câmiu’l-Beyân, II, 245- 248.
587
Zemahşerî, Keşşaf, I, 104.
588
Râzî, Tefsir-i Kebir, II, 164; Kurtubî, el-Câmi’, II, 180- 181.
589
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, I, 373.
590
Zemahşerî, Keşşaf, I, 104; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, I, 374.
591
Râzî, Tefsir-i Kebir, II, 166.
592
Kurtubî, el-Câmi’, II, 182.

160
‫ﻋ َﻠ ْﻴ ُﻜ ْﻢ‬
َ ‫ﺢ اﻟﱠﻠ ُﻪ‬
َ ‫ﺤ ﱢﺪﺛُﻮ َﻧ ُﻬ ْﻢ ِﺑﻤَﺎ َﻓ َﺘ‬
َ ‫ﺾ ﻗَﺎﻟُﻮا َأ ُﺗ‬
ٍ ‫ﻀ ُﻬ ْﻢ ِإﻟَﻰ َﺑ ْﻌ‬
ُ ‫ﺧﻠَﺎ َﺑ ْﻌ‬
َ ‫ﻦ َﺁ َﻣﻨُﻮا ﻗَﺎﻟُﻮا َﺁ َﻣﻨﱠﺎ َوِإذَا‬
َ ‫َوِإذَا َﻟﻘُﻮا اﱠﻟﺬِﻳ‬
‫ن‬
َ ‫ﻋ ْﻨ َﺪ َر ﱢﺑ ُﻜ ْﻢ َأ َﻓﻠَﺎ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ِ ‫ِﻟ ُﻴﺤَﺎﺟﱡﻮ ُآ ْﻢ ِﺑ ِﻪ‬
b. Bakara 2/76: “İman edenlerle karşılaştıkları zaman “İman ettik” derler.
Birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman da “Allah’ın size açıkladıklarını, rabbinizin
katında aleyhinize delil olarak kullansınlar diye mi onlara söylüyorsunuz? Hiç
düşünmüyor musunuz?” derler.”
Taberî, ayetin tefsiri ile ilgili şöyle demektedir: “Yahudiler, müminleri
gördükleri zaman, münafıkça hareket ederek “Muhammed’i ve onun, Allah’tan
getirdiği şeyleri tasdik ettik.” derler. Birbirleriyle yalnız başlarına kaldıklarında ise
bir kısmı diğer bir kısmına der ki: “Muhammed’in sıfatlarıyla ilgili olarak, Allah’ın
size kitabında bildirdiği şeyleri onlara haber veriyor ve onun Peygamberliğini tasdik
mi ediyorsunuz? Rabbinizin huzurunda bunları size karşı delil göstersinler diye mi
konuşuyorsunuz? Ey kavim, iyice düşünüp aklınızı neden kullanmıyorsunuz?”593
Ayet-i kerimede geçen ve “Allah'ın size açıkladığı” şeklinde tercüme edilen
( ‫ﺟﻮ ُآ ْﻢ‬
‫ﻋ َﻠ ْﻴ ُﻜ ْﻢ ِﻟ ُﻴﺤَﺎ ﱡ‬
َ ‫ﺢ اﻟﱠﻠ ُﻪ‬
َ ‫ ) ِﺑﻤَﺎ َﻓ َﺘ‬ifadesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah
edilmiştir. Dehhak’ın Abdullah b. Abbas’tan naklettiğine göre Allah Teâlâ’nın
Yahudilere açıkladığı şeylerden maksat, Allah’ın Tevrat’ta onlara emrettiği şeylerdir.
Bazı Yahudiler, müminleri gördüklerinde “Biz, arkadaşınız Muhammed’e iman
ettik.” diyorlardı. Kendi aralarında başbaşa kaldıklarında ise “Allah’ın size, Mu-
hammed’e iman etmeniz gerektiğini bildirdiğini niçin Müslümanlara söylüyor da
rabbiniz katında onların, aleyhinize şahitlik etmelerini sağlıyorsunuz? Hiç
düşünmüyor musunuz?” diyorlardı. “İman ettik” diyen Yahudiler de “Biz onlarla
alay ediyoruz.” diyorlardı. Ebul Âliye’ye, Kadade’ye ve Abdullah b. Abbas’tan
nakledilen başka bir görüşe göre Allah Teâlâ’nın, Yahudilere açıkladığı şeylerden
maksat, Tevrat’ta zikredilen, Hz. Muhammed’in sıfatlarıdır. Bir kısım Yahudiler, Hz.
Muhammed’in hak Peygamber olduğunu ve onun sıfatlarının Tevrat’ta zikredildiğini
müminlere söylüyorlardı. Yahudilerle bir araya geldiklerinde diğer Yahudiler onları
hesaba çekiyorlar ve “Allah’ın Tevrat’ta size açıkladığı Muhammed’in sıfatlarını
niçin Müslümanlara anlatıyorsunuz? Böylece onlar, Allah katında bu sözlerinizi
aleyhinize delil olarak kullanacaklardır. Hâlbuki Allah sizden, sıfatları belirtilen

593
Taberî, Câmiu’l-Beyân, II, 249; Zemahşerî, Keşşaf, I, 104; Râzî, Tefsir-i Kebir, II, 168; Beydâvî,
Envâru’t-Tenzîl, I, 114.

161
böyle bir Peygambere iman etmenize dair söz almıştır. Mücahid’e göre ise Allah’ın,
Yahudilere açıkladığı şey onların geçmişteki atalarının maymunlara ve domuzlara
dönüştürülmeleridir. Resulullah, Kureyza oğullarının kalelerini kuşatma altına
aldığında onlara “Ey maymunların, domuzların kardeşleri, ey tağuta tapanlar,” diye
seslenmiş bunun üzerine Yahudiler, bizim böyle olduğumuzu Muhammed’e kim
bildirdi? Bu mutlaka içinizden biri tarafından söylendi. Siz, Allah’ın size açıkladığı
şeyleri onlara açıklıyorsunuz, sizin aleyhinize onların elinde delil oluyor, dediler.
Süddi’ye göre ise Allah’ın Yahudilere açıkladığı şeylerden maksat, onların geçmişte
uğratıldıkları azaplardır. Yahudilerden bir kısmı Müslüman olmuş, o esnada,
geçmişte uğratıldıkları azapları müminlere anlatmışlardır. Daha sonra ise münafık
olmuşlar, bu sebeple diğer Yahudiler onları, müminlere anlattıkları şeylerden dolayı
kınamışlardır. Allahın sizi uğrattığı azapları müslümanlara anlatıyorsunuz da sizin
aleyhinize, onların elinde delil oluyor, yapmayın bunu, demişlerdir. Taberî bu
görüşlerden, Hz. Muhammed’in hak Peygamber olarak gönderildğini söylemenin
kastedildiğini beyan eden görüşün, tercihe şayan olduğunu zira ayetin başında
Resulullah’a ve müminlere “Biz iman ettik.” ifadesinin bulunduğunu ayetin
devamında da aynı ifadeden dolayı, kâfir liderleri tarafından hesaba çekildiklerini
söylemenin ayetin insicamı ve birliği bakımından daha doğru olacağını söylemiştir.
Buna göre Yahudiler “İman ettik” diyen ve Hz. Muhammed’in sıfatlarının Tevrat’ta
zikredildiğini beyan eden diğer Yahudileri hesaba çekmişlerdir. Tevrat’ta yazılı olan
bu tür şeyleri söyledikleri takdirde Allah katında aleyhlerine delil olacağını
bildirmişlerdir.594
Cenâb-ı Hakk’ın, (َ‫“ )َأ َﻓﻠَﺎ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬Bunu anlamıyor musunuz?” ifadesine gelince,
Fahruddîn Râzî, bunda birkaç vecih bulunduğunu söylemektedir:
a) Bu hitâb mü’minlere râcidir. Cenâb-ı Hakk, sanki söyle demiştir. “Onların
iman etmelerini ummanızı gerektirecek bir durum olmadığına dair, onların vasıfları
hakkında zikretmiş olduğum şeyleri anlamıyor musunuz?” Bu Hasan-ı Basrî ‘nin
görüşüdür.
b) Bu hitap yahudilere râcidir. Buna göre sanki onlar birbirleriyle başbaşa kal-
dıkları zaman, şöyle demişlerdir: “Siz müslümanlara, vebali ve sorumluluğu size ait

594
Taberî, Câmiu’l-Beyân, II, 250- 253; İbn Kesîr, Tefsîr, I, 309.

162
olacak şeyleri söylüyor ve böylece söylediklerinizle aleyhinize hüccet getirmiş
oluyorsunuz? Bunun, şu anda içinde bulunduğunuz duruma uymadığını anlamıyor
musunuz?” Müfessire göre bu izah şekli daha açıktır; çünkü bu açıklama onlar
hakkındaki sözün bir devamı mahiyetindedir; binaenaleyh, sözü yahudilerden
başkasına hamletmenin gereği yoktur.595
(َ‫“ )َأ َﻓﻠَﺎ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬Bunu anlamıyor musunuz?” ifadesini müfessir Kurtubî de şöyle
izah etmektedir: “Bunun yahudi âlimlerinin kendilerine tabi olanlara söyledikleri
sözler cümlesinden olduğu söylendiği gibi yüce Allah’ın mü’minlere yönelik bir
hitabı olduğu da söylenmiştir. Yani durumları bu iken İsrailoğullarının iman
etmeyeceklerine dair akıl erdiremiyor musunuz?”596 Aynı ifadeyi Şevkânî, şöyle
değerlendirir: “Kendi aranızdaki konuşmalarınızdan dolayı, Müslümanlara söylemiş
olduğunuz haberlerden dolayı başınıza gelecek zararları hiç düşünmüyor musunuz?”
Müfessirin açıklamalarına baktığımız zaman hitabın Yahudilere yönelik olduğu
görülmektedir.597 İbn Âşûr da, “Bu, Yahudilerin kendi kavimleri için söylemiş
oldukları sözlerin devamı şeklindedir. Bu yüzden bu hitabın Müslümanlara yönelik
olduğunu söylemek doğru olmaz” demiştir.598
Ayet-i kerimede Yahudilerin münafıkça yapmış oldukları davranışlarından
bahsedilmektedir. Müslümanlarla karşılaştıkları vakit Hz. Peygamber’e inandıklarını
söyledikleri ancak aralarında ise niye böyle davrandıklarını, Tevrat’ta Hz.
Peygamberle ile ilgili okumuş oldukları gerçekleri niçin Müslümanlara söylediklerini
dile getirerek birbirlerine kızdıkları, daha dikkatli davranarak, akıllıca hareket ederek
kendi aleyhlerine olan bir şeyi Müslümanlara söylememeleri gerektiği
belirtilmektedir.

595
Râzî, Tefsir-i Kebir, II, 169.
596
Kurtubî, el-Câmi’, II, 185.
597
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I, 125.
598
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, I, 356.

163
3.1.4. Ehli Kitapla İlgili Akletmeye Yönelik Hitaplar
‫ن‬
َ ‫ﻦ َﺑ ْﻌ ِﺪ ِﻩ َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ْ ‫ﺖ اﻟ ﱠﺘ ْﻮرَا ُة وَاﻹ ْﻧﺠِﻴ ُﻞ إِﻻ ِﻣ‬
ِ ‫ن ﻓِﻲ ِإ ْﺑﺮَاهِﻴ َﻢ َوﻣَﺎ ُأ ْﻧ ِﺰ َﻟ‬
َ ‫ب ِﻟ َﻢ ُﺗﺤَﺎﺟﱡﻮ‬
ِ ‫ﻳَﺎ َأ ْه َﻞ ا ْﻟ ِﻜﺘَﺎ‬
a. Al-i İmran 3/65: “Ey kitap ehli, İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz?
Hâlbuki Tevrat da İncil de ondan sonra indirilmiştir. Hiç aklınızı kullanmaz
mısınız?”
Ayet-i kerimede Ehli kitabın Hz. İbrahim hakkında tartıştıkları, Tevrat’ ve
incilin onun peygamberliğinden sonra nazil olduğu belirtilmektedir.
Taberî, hitabın İncil ve Tevrat’a tabi olan ehli kitaba olduğunu belirterek,
Rahman olan Allahın dostu İbrahim hakkında niçin tartışıyor, aranızda mücadeleye
girişiyorsunuz demektedir. Müfessir, (َ‫َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ ‫)َأﻓَﻼ‬ ifadesini ise şöyle
değerlendirmektedir: “Her biriniz, İbrahim’in, kendi dinine mensup olduğunu iddia
ediyorsunuz. Hâlbuki Tevrat’ da İncil de ancak İbrahim’in vefatından sonra
idirilmiştir. O halde nasıl olur da İbrahim, sizin dininizden olur? Bu sözünüzün
yanlış olduğunu düşünmez misiniz?”599
Abdullah b. Abbas ve Katade bu ayet-i kerimenin, Hz. İbrahim hakkında
tartışan ve her birinin, İbrahim’in kendi dininden olduğunu iddia eden Yahudi ve
Hristiyahlar hakkında nazil olduğunu zikretmişlerdir. Bu hususta Abdullah b. Abbas
diyor ki: “Necran Hristiyanları ile Yahudi Hahamları, Resulullahın yanında bir araya
geldiler ve tartıştılar. Yahudi Hahamları “İbrahim ancak Yahudidir.” Hristiyanlar da:
“İbrahim ancak Hristiyandır.” dediler, İşte bunun üzerine Allah Teâlâ bu ayet-i
kerimeyi indirdi ve her iki guruba da, Hz. İbrahim’in, onların dininden olmadığını
bildirdi.600
Zemahşerî, Yahudilerden bir gurubun, Hıristiyanlardan da bir gurubun Hz.
İbrahim’in kendi dinlerinden olduğunu söylemişler ve Hz. Peygamber’in yanında
bununla ilgili tartıştıklarını söylemektedir. Hâlbuki Hz. Musa (a.s.) ile Hz. İbrahim
(a.s.) arasında bin yıl olduğu, Hz. İsa (a.s.) ile Hz. İbrahim (a.s.) arasında da iki bin
yıl olduğu söylenmektedir. Bu kadar zaman farkı olmasına rağmen nasıl olur da Hz.
İbrahim (a.s.) onların dininden olabilir.601 Müfessir, (َ‫ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesini ise iyice
akledip düşünsünler de yapmış oldukları bu tartışmaya benzer bir tartışmaya bir daha
599
Taberî, Câmiu’l-Beyân, VI, 489- 490.
600
Taberî, Câmiu’l-Beyân, VI, 490; Kurtubî, el-Câmi’, IV, 236; İbn Kesîr, Tefsîr, II, 57.
601
Zemahşerî, Keşşaf, I, 285; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 357.

164
kalkışmasınlar,602 şeklinde tefsir etmiş, Kurtubî ise, “Sizin delilinizin çürüklüğünü,
sözlerinizin de tutarsızlığını aklınızla kavrayamıyor musunuz?” şeklinde tefsir
etmiştir.603 Aynı ifadeyi İbn Kesîr de, “Yahudiler nasıl olur da Hz. İbrahim Yahudi
idi diyebilir. Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Musa (a.s.) ya Tevrat’ indirilmeden önce
yaşamıştır. O, hıristiyanda değildir. Çünkü Hıristiyanlar Hz. İbrahim (a.s.)’ın
zamanından daha sonra yaşamışlardır. Durum böyle olduğu halde niçin aklınızı
kullanıp düşünmüyorsunuz”604 şeklinde; Âlûsî de “Sözlerinizin batıl olduğunu,
iddianızın asılsız olduğunu hiç akledip düşünmüyor musunuz, ya da sözlerinizi hiç
düşünmeden mi söylüyorsunuz? Onların bu şekilde iddiada bulunmaları yani Hz.
İbrahim’i kendi dinlerinden saymaları, onların bu konuda ne kadar cahil olduklarını,
düşüncesiz olduklarını göstermektedir” şeklinde izah etmiştir.605
Müfessirlerin de beyan ettiği üzere Yahudi ve Hıristiyanlar, Hz. İbrahim’in
kendi dinlerinden olduğunu söyleyerek bir tartışma başlatmışlardır. Ayetin
zahirinden de anlaşıldığı gibi Tevrat’ ve İncil, Hz. İbrahim (a.s.)’dan daha sonra nazil
olmuştur. Bu da onun Yahudi ve Hıristiyan olmadığını göstermektedir. Durum böyle
olduğu halde onlar sözlerinin tutarsızlığını, iddialarının asılsızlığını akıllarıyla
düşünüp kavrayamamışlardır.

‫ن‬
َ ‫ﻚ ِﺑ َﺄ ﱠﻧ ُﻬ ْﻢ َﻗ ْﻮ ٌم ﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ﺨﺬُوهَﺎ ُه ُﺰوًا َو َﻟ ِﻌﺒًﺎ َذ ِﻟ‬
َ ‫َوِإذَا ﻧَﺎ َد ْﻳ ُﺘ ْﻢ ِإﻟَﻰ اﻟﺼﱠﻼ ِة ا ﱠﺗ‬
b. Maide 5/58: “Birbirinizi namaza çağırdığınız zaman, (onlar) onu bir
eğlence ve bir oyun edinirler. Bu, kendilerinin hakikaten akıllarını kullanmayan
bir kavim olmalarındandır.”
Cenâb-ı Allah, bir önceki ayette kâfirlerin, müslümanların dinini oyun ve
eğlence edindiklerinden bahsedince, bu ayette de, onların bu dini oyun ve eğlence
edinmelerinin bir şeklini zikrederek, “Birbirinizi namaza çağırdığınız zaman,
onlar onu, bir eğlence ve bir oyun edinirler” buyurmuştur.
Taberî, ayette belirtilen inkârcıların mü’minlerle nasıl alay ettikleri şöyle
tefsir etmektedir: “Müezzin ezan okuyarak haydi mü’minler namaza diye çağırınca
bu çağrıyla, davetle, müşriklerden, Hıristiyanlardan, Yahudilerden olan kâfirler alay

602
Zemahşerî, Keşşaf, I, 285.
603
Kurtubî, el-Câmi’, IV, 236.
604
İbn Kesîr, Tefsîr, II, 57.
605
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, III, 83.

165
etmeye, eğlenmeye başlıyorlardı. Böyle yapmaları, onların bu durumu
akledemeyişlerinden dolayıdır.”606
Zemahşerî, (‫ﺨﺬُوهَﺎ‬
َ ‫ )ا ﱠﺗ‬ifadesindeki zamirin namaza ya da davet yapan müezzine
ait olduğunu söylemektedir. Rivayet olunduğuna göre, hıristiyanlardan bir kişi,
Medine’de müezzinin, “Şehadet ederim ki, Muhammed Allah’ın Rasulüdür” dediğini
işittiğinde, yalan söyleyen ateşte yansın dermiş. Kendisi uykuda iken bir kıvılcım
evine düşmüş, evini yakmış ve evi ile birlikte o kâfiri de yakmıştır” demektedir.607
Fahruddîn Râzî, “Âlimler, bu ayetin, ezanın sırf rüya ile değil, Kur’an’ın
nassı ile de sabit olduğunu gösterdiğini söylemişlerdir” demektedir. Müfessir,
ayetteki (‫ ) ُه ُﺰوًا َو َﻟ ِﻌﺒًﺎ‬ifadesini, “eğlence ve oyun kelimeleri, iki ayrı şeydir. Çünkü
müslümanlar namaza kalktıklarında, münafıklar, bizim yaptığımız bu amelleri,
Müslümanlarla alay ve istihza etmek için yapıyoruz. Çünkü onlar, biz böyle
olmadığımız halde, kendi dinlerinde olduğumuzu sanıyorlar diyorlardı. Münafıklar
bunda ne dinî, ne dünyevî bir fayda ve menfaatin olmadığına inandıkları için, bu, bir
oyundur derlerdi” şeklinde tefsir etmiştir.608
Kurtubî de ayetin tefsiri ile ilgili, “Müezzin ezan okuyup da müslümanlar
namaz kılmak için kalktıklarında yahudiler, kalktılar kalkmaz olasıcalar derler ve
müslümanlar rükû ve secde yaptıklarında gülüp, ezan hakkında da şöyle derlerdi:
“Andolsun sen, geçmiş ümmetler arasında benzerini işitmediğimiz bir şeyi uydurdun.
Bu şekilde kervancıların bağırıp çağırması gibi bağırıp çağırmayı nerden çıkardın?
Bu ne kadar çirkin bir ses ve ne kadar kötü bir iştir” dediklerini rivayet etmektedir.609
Ayet-i kerimede belirtilen inkârcıların ibadetlerin en büyüğü olan namazı ve
çağrıların en güzeli olan ezanı anlayamayıp da bunların hakikatini akledemeyişlerini
Taberî, şöyle izah etmiştir: “Onların namaz için yapılan davetle eğlenmeleri, alay
etmeleri onların rablerini tanımamalarındandır. Mü’minlerin namaz için yapılan
davete icabet etmelerini, kendilerinin bu davetle ilgili alay etmelerini
akledemeyişlerinden dolayıdır. Keşke onlar, akıllarını kullanıp dini kendileri gibi
alay ve eğlence konusu yapanların akıbetlerini düşünselerdi.”610 Aynı ifadeyi

606
Taberî, Câmiu’l-Beyân, X, 432.
607
Zemahşerî, Keşşaf, II, 40.
608
Râzî, Tefsir-i Kebir, VI, 96.
609
Kurtubî, el-Câmi’, VI, 293.
610
Taberî, Câmiu’l-Beyân, X, 432.

166
Zemahşerî, “Sefihlerin ve cahillerin fiilleri olan oyun ve eğlence içerisinde
olmalarından dolayı akledemezler. Sanki onların akılları yok gibidir” şeklinde tefsir
etmiştir.611
Fahruddîn Râzî, ehli kitaptan ve müşriklerden olan kâfirlerin
akledemeyişlerini şöyle tefsir etmektedir: “Eğer onların akılları tam olsaydı, yaratan
ve nimet verene ta’zim etmenin, O’na son derece hizmetin oyun ve eğlence
olamayacağını, aksine kulların en güzel amelleri ve en şerefli fiilleri olduğunu
bilirlerdi. İşte bundan ötürü bazı bilge kimseler, “Hareketlerin en şereflisi namaz,
hareketsizliklerin en faydalısı da oruçtur”612 demişlerdir.”613 Kurtubî bu ifadeyi,
“Onlar, kendilerini çirkin işlerden alıkoyacak aklı bulunmayan kimseler
614
ayarındadırlar şeklinde; Beydâvî de, “Bu ayet namaz için ezanın meşru olduğuna
delildir. Sefih kimse hakikate uyma konusunda cahil kimse gibi davranır, aklı onu
hakikate uymaktan men eder”615 tefsir etmiştir.
Allah’a ibadeti oyun ve eğlence sanan inkârcıların akledemeyişlerini İbn
Kesîr, “Bu, ezanı duyduğunda sırtını dönen şeytana uyan kimselerin sıfatlarıdır”616
şeklinde; Âlûsî, “Sefih, akılsız kimseler cahillere uyarlar ve hakikatle alay ederler,
gerçekleri akledip düşünemezler. Keşke onlar akledip düşünselerdi de büyük hatalar
işlemekten kaçınsalardı”617 şeklinde tefsir etmiştir.
Ayet-i kerimede Allah’ın zatıyla ilgili, O’na yapılan ibadetlerle ilgili alay
edenler, bunu eğlence konusu yapıp küçümseyenler yerilmekte, azarlanmakta ve
mü’minlerin böyle kimselerle dostluk kurmamaları belirtilmektedir. Kur’an’da
belirtildiği gibi ibadetlerin en büyüğü olan namazdan yüz çeviren ve onunla alay
eden kimselerin akılsız, düşünemeyen sefih kimseler olduğu vurgulanmakta, bu tür
insanların durumuna düşmemek için aklımızı iyi kullanıp ibadetlerin hiç birini
küçümsemememiz gerektiği belirtilmektedir

611
Zemahşerî, Keşşaf, II, 40.
612
‫ وأﻧﻔﻊ اﻟﺴﻜﻨﺎت اﻟﺼﻴﺎم‬، ‫أﺷﺮف اﳊﺮآﺎت اﻟﺼﻼة‬
613
Râzî, Tefsir-i Kebir, VI, 96.
614
Kurtubî, el-Câmi’, VI, 305.
615
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 88- 89.
616
İbn Kesîr, Tefsîr, III, 140.
617
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, V, 37.

167
3.1.5. Dünya Ve Ahiret İle İlgili Akletmeye Yönelik Hitaplar
‫ن‬
َ ‫ن َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ﻦ َﻳ ﱠﺘﻘُﻮ‬
َ ‫ﺧ ْﻴ ٌﺮ ِﻟﱠﻠﺬِﻳ‬
َ ‫ﺧ َﺮ ُة‬
ِ ‫ﺐ َو َﻟ ْﻬ ٌﻮ َوﻟَﻠﺪﱠا ُر اﻵ‬
ٌ ‫ﺤﻴَﺎ ُة اﻟ ﱡﺪ ْﻧﻴَﺎ إِﻻ َﻟ ِﻌ‬
َ ‫َوﻣَﺎ ا ْﻟ‬
a. En’am 6/32: “Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir,
ahiret yurdu ise Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısı-
nız?”
Ayet-i kerimede dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden başka bir şey
olmadığı, kısa bir süre içinde gelip geçtiği belirtilmektedir. Sakın kendinizi ona
kaptırmayın, çünkü ona al-dananlar, sonunda pişman olurlar denilmektedir. Ahiret
yurdu ise Allah’tan korkup o hayata hazırlık yapanlar için daha hayırlıdır, hiç aklınızı
kullanmaz mısınız? İfadesiyle de dünyanın fani ahiretin ise baki olduğu belirtilmekte,
aklımızı iyi kullanıp dünyanın geçici süslerine aldanmadan ahiretimizi kazanmamız
istenmektedir.
Taberî ’ye göre bu ayet-i kerime, “Hayat ancak dünya hayatıdır. Biz tekrar
diriltilecek değiliz”618 diyen kâfirlere cevap vermekte ve bu dünya hayatının
geçiciliğine dikkat çekmektedir. Başka bir ayet-i kerimede de dünya hayatı şöyle
tasvir edilmektedir: “Bilin ki dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs,
aranızda bir övünme vesilesi, mal ve evlatların çoğalmasından ibarettir. Bu bir
yağmura benzer ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider, sonra o bitki kurumaya
yüz tutar. Bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş. Daha sonra çerçöp haline gelir.
Ahirette ise şiddetli bir azap, ya da Allah’ın bağışlaması ve rızası vardır. Dünya
hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka birşey değildir.”619 Müfessir ( ‫ﺧ ْﻴ ٌﺮ‬
َ ‫ﺧ َﺮ ُة‬
ِ ‫َوﻟَﻠﺪﱠا ُر اﻵ‬
‫ن‬
َ ‫ن َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ﻦ َﻳ ﱠﺘﻘُﻮ‬
َ ‫ ) ِﻟﱠﻠﺬِﻳ‬ifadesiyle de itaat edip salih amellerde bulunun. Ahiret hayatı
için kalıcı olan, kişinin kendisine faydalı olan, sevincini sürekli devam ettiren salih
ameller işleyin denilmektedir. Kâfirler, ölümden sonraki hayat için kendilerine
verilen haberlerin hakikatini düşünüp de anlayamadılar. Dünyanın oyun ve
eğlencesini görüp ona aldandılar ve helak olup gittiler.620 Kurtubî de ayette belirtilen
ahiret yurdundan maksadın, “bekası dolayısıyla cennettir, ona ahiret denilmesi ise,
bizden tehir edilmesi, yani sonraya kalmasıdır. Dünyaya bu ismin verilmesi ise bize

618
Maide 5/29
619
Hadid 57/20.
620
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI, 329- 330.

168
denî (yakın) oluşundan dolayıdır” demektedir.621
Zemahşerî, “Dünya ile ilgili amellerde bulunmak, oyun ve eğlenceyle,
kendisine fayda vermeyen boş işlerle meşgul olmak demektir. Ahiret ile ilgili yapılan
ameller ise kişinin kendisine büyük faydalar sağlar” demektedir. Müfessir, “( ‫ﻦ‬
َ ‫ِﻟﱠﻠﺬِﻳ‬
‫ن‬
َ ‫ ) َﻳ ﱠﺘﻘُﻮ‬ifadesi müttakilerin amellerinin oyun ve eğlence, boş işler olmadığına delildir”
demektedir.622
Fahruddîn Râzî, (ُ‫ﺐ َو َﻟ ْﻬ ٌﻮ‬
ٌ ‫ﺤﻴَﺎ ُة اﻟ ﱡﺪ ْﻧﻴَﺎ إِﻻ َﻟ ِﻌ‬
َ ‫ ) َوﻣَﺎ ا ْﻟ‬ifadesinin tefsiri ile ilgili şu iki
görüşü zikretmiştir:
1) Buradaki hayattan kastedilen, kâfirin hayatıdır. İbn Abbas şöyle demektedir:
“Allah bu ayette şirk ve nifak ehlinin hayatını kastetmiştir. Bunların hayatının bu
şekilde tavsif edilmesinin sebebi şudur: Mü’minin yaşayışında salih ameller
mevcuttur. Bu yüzden onun hayatı bir oyun ve oyalanma olamaz.”
2) Bu ayet, mü’min ve kâfirin hayatı hakkında umumî bir ifadedir. Bundan
murad, bu hayatta elde edilen lezzetler ile bu hayatta elde edilmek istenen güzel ve
hoş şeylerdir. Cenâb-ı Hakk, dünya hayatını bir oyun ve oyalanma diye
adlandırmıştır; çünkü insan, oyun ve eğlence ile meşgul olurken, ondan lezzet afır.
Sonra bu lezzet aldığı şeyler sona erip bitince, bunlardan geriye sadece bir nedamet
ve pişmanlık kalır. İşte bu dünya hayatı da böyledir. Bu da sona erdiğinde, geriye
sadece bir tahassür ve nedamet kalır. Müfessir, (َ‫ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesini kıraat alimlerinin
“ya” ve “ta” olmak üzere iki türlü okuduklarını zikretmektedir. “yâ” ile okuyana
göre bu ifadenin manası “ittika eden kimseler, ahiret yurdunun kendileri için bu
dünyadan daha hayırlı olduğunu düşünüp, sayesinde üstün derecelere ve ebedî
nimetlere ulaşacakları şeyleri yapmıyorlar mı? Onlar kendilerini bu gibi şeylere
ulaştıracak işlerde gevşeklik göstermesinler!” şeklindedir. Bu fiili “tâ” ile okuyanlara
göre ifadenin manası, “Onlara de ki: “Ey muhataplar, siz bunun daha hayırlı
olduğunu düşünemiyor musunuz?”623 Kurtubî de aynı ifadeyle ilgili kıraat
farklılıklarını zikrederek akletmeyi şöyle izah etmektedir: “Yani, durumun böyle
olduğunu akledip de dünyaya karşı zahidane hareket etmeyecekler mi?”624 Beydâvî
de ayetteki akletme kavramını, “Onlar bu iki durumdan yani dünya ve ahiret

621
Kurtubî, el-Câmi’, VI, 573.
622
Zemahşerî, Keşşaf, II, 108.
623
Râzî, Tefsir-i Kebir, VI, 265- 267.
624
Kurtubî, el-Câmi’, VI, 575.

169
hayatından hangisinin daha hayırlı olduğunu akledip düşünmezler mi” şeklinde izah
etmiştir.625
İbn Kesîr, “Cenâb-ı Hakk bu ayette, kendisi ile karşılaşacağı günü yalanlayan
ve hüsrana uğrayan kimselerin durumunu, onların amellerinin boşa çıkacağını,
yapmış oldukları kötü fiillerden dolayı ne kadar da üzüleceklerini haber vermiştir”
demektedir.626
Âlûsî ayetin tefsiri ile ilgili, “Allah Teâlâ, bu ayette, insanların kendisine
küfür ve isyan etmemeleri için, boş işlerden, faydasız şeylerden sakınmaları için ne
diye akledip düşünmüyorsunuz, tefekkür etmiyorsunuz diyerek bizleri temmül
etmeye, iyice düşünmeye teşvik etmiştir” demektedir.627
Ayetin zahirinden de anlaşılacağı üzere Cenâb-ı Allah bu ayette dünya
hayatının oyun, eğlence ve oyalanmadan ibaret olduğunu, bu yüzden dünyanın
geçici zevklerine, güzelliklerine aldanmamamız gerektiğini belirtmiştir. Bunu
yaparken de dünyayı tamamen bir kenara atmanın da yanlış olduğu başka ayetlerde
belirtilmiştir. Burada bize anlatılmak istenen ahiret hayatının dünya hayatı gibi geçici
olmadığı, sürekli ve daha hayırlı olduğudur. Sürekli ve daha hayırlı, güzel bir şey
varken geçici olan bir şeyle iştigal etmenin de abes olduğu vurgulanmaktadır. Ayette
dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında bir karşılaştırma yapılmış ve bizlerden de iyi
düşünüp akıllıca hareket edip ahirete yönelmemiz istenmiştir.

‫ن‬
َ ‫ﺧ ْﻴ ٌﺮ َوَأ ْﺑﻘَﻰ َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ﻋ ْﻨ َﺪ اﻟﱠﻠ ِﻪ‬
ِ ‫ﺤﻴَﺎ ِة اﻟ ﱡﺪ ْﻧﻴَﺎ َوزِﻳ َﻨ ُﺘﻬَﺎ َوﻣَﺎ‬
َ ‫ع ا ْﻟ‬
ُ ‫ﻲ ٍء َﻓ َﻤﺘَﺎ‬
ْ ‫ﺷ‬
َ ‫ﻦ‬
ْ ‫َوﻣَﺎ أُوﺗِﻴ ُﺘ ْﻢ ِﻣ‬
b. Kasas 28/60: “Size verilen her şey, dünya hayatının geçici malı ve
süsüdür. Allah nezdindekiler ise daha hayırlı ve daha devamlıdır. Hiç dükşünmez
misiniz?”
Ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah’ın dünyada kullarına vermiş olduğu mal,
mülk, evlat, makam-mevki gibi güzellik ve imkân adına ne varsa tüm bunların geçici
olduğu, ahiretteki nimetlere, güzelliklere karşı değersiz olduğu vurgulanmaktadır.
Taberî, “Ey insanlar, size verilen mal ve evlat gibi şeyler, kendileriyle rızkınızı
temin ettiğiniz dünya geçimliği ve dünyanın süsüdür. Allah katında bunların size

625
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, II, 145.
626
İbn Kesîr, Tefsîr, III, 249.
627
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, V, 294.

170
hiçbir faydası yoktur. Allah’ın, kendisine itaat edenlere vaadettiği sevap ve cennet
gibi nimetler ise sizin için daha hayırlı ve daha devamlıdır. Zira onların artık sonu
yoktur. Bütün bunlardan sonra aklınızı kullanıp da hayır ve şerri seçemiyor
musunuz? Sizin için daha hayırlı olanı daha kötü olana tercih etmiyor musunuz?”
şeklinde ayeti tefsir etmiştir.628
Zemahşerî de ayetin tefsiri ile ilgili İbn Abbas’ın şu rivayetini zikretmektedir:
“Allah dünyayı yaratmıştır ve dünya ehlini mü’min, münafık ve kâfir olmak üzere üç
sınıf kılmıştır. Mü’min kimse dünyada kendisi için azık hazırlar, münafık ise
dünyanın süsüne değer verir, kâfir ise dünyadan yararlanmayı ister.”629
Ayetin bağlamında dünyaya dalıp da Allah’ı ve ahireti unutan kavimlerden ve
onların helak oluşlarından bahsedilmektedir. Bu ayetle birlikte Cenâb-ı Hakk, bunun
büyük bir hata olduğunu, Allah’ın yanında olan şeyin ise, daha hayırlı ve daha
devamlı olduğunu beyan buyurmuştur. Fahruddîn Râzî’ye göre daha hayırlı olması
şu iki şeyden dolayıdır: Birincisi, ahiretteki faydalar daha büyüktür. İkincisi, bu
faydalar, her türlü şaibe ve kusurlardan arınmıştır. Dünya menfaatleri ise, zarar ve
sıkıntılarla iç içedir, hatta sıkıntı tarafı daha çoktur. Ahiretteki menfaatlerin baki
olmasına gelince, bu, o nimetlerin ardı arası kesilmeden devam etmesidir. Dünya
menfaatleri ise, sonludur. Böylece, dünya menfaatlerini ebedîleştirmek maksadıyla
ahiret menfaatlerini terketmenin büyük bir cehalet olduğu ortaya çıkmış olur. Allah
Teâlâ, buna dikkat çekerek “Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” buyurmuştur. Yani,
“Dünya menfaatlerini ahiret menfaatlerine tercih etmeyen, sanki aklın ölçüleri dışına
çıkmış olur” demektir.630
Müfessir Kurtubî de (‫ن‬
َ ‫ﺧ ْﻴ ٌﺮ َوَأ ْﺑﻘَﻰ َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ﻋ ْﻨ َﺪ اﻟﱠﻠ ِﻪ‬
ِ ‫ ) َوﻣَﺎ‬ifadesiyle Cenâb-ı Hakk,
âhiret yurdunu yani cenneti kastetmektedir. Hâlâ kalıcı olanın fani olandan daha
üstün olduğunu düşünmez misiniz? Buyurmuştur. Müfessir, “düşünmez misiniz?”
anlamındaki (َ‫ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬buyruğunu “ya” ve “ta” okumuşlardır demektedir. Yüce
Allah’ın: “Size verilen her şey” buyruğu dolayısıyla tercih edilen okuyuş da “ta”
iledir.631
İbn Kesîr, ayette zikredilen (َ‫ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesini şöyle tefsir etmektedir:

628
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 604.
629
Zemahşerî, Keşşaf, V, 163.
630
Râzî, Tefsir-i Kebir, XII, 101.
631
Kurtubî, el-Câmi’, XIII, 333- 336.

171
“Dünyayı ahiretin önüne alan, ahirete karşı dünyayı tercih eden kimse hiç aklını
kullanmaz mı?”632 Âlûsî de aynı ifadeyi, “Durum apaçık ortada iken yani dünyanın
ve zinetlerinin geçiciliği, ahretin ve oradaki hayatın ebediliği ortada iken ne diye
böule yapmıyor sunuz, bunları tefekkür etmiyor sunuz? Üstelik daha aşağı olanı daha
hayırlı olanla değiştiriyorsunuz ve dünyada elinizdeki değerli olan şeylerin
kaybolmasından korkuyorsunuz. Sizler hiç düşünmezmisiniz?” şeklinde633, İbn Âşûr
da “Ayette muhatapların akledemeyişleri belirtilmekte ve böyle kimseler
yerilmektedir. Çünkü onlar akıllarını kullanarak kötü olanı daha iyi olanla
değiştirmemişler; iyi olana, hidayete yönelmemişler, bunlardan hangisi daha
önemlidir diye sormuşlardır” şeklinde tefsir etmiştir.634
Bu ayette de Cenâb-ı Allah, dünyanın ve süslerinin geçici olduğunu, bunlarla
oyalanılmaması gerektiğini; ahiretin, cennetin ve oradaki nimetlerin ise daha hayırlı
ve devamlı olduğunu vurgulamaktadır. Ancak şunu da unutmamalıyız ki ahiretimizin
güzel olması dünyamızın da güzel olmasına bağlıdır. Aklımızı iyi kullanıp dünyanın
geçici zevkleriyle oyalanmayıp Allah’ın bizden istediği bir dünya hayatı yaşarsak o
zaman ayette belirtilen ebedi nimetlere, güzelliklere ulaşırız.

‫ن‬
َ ‫ن َأ َﻓﻠَﺎ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ﻦ َﻳ ﱠﺘﻘُﻮ‬
َ ‫ﺧ ْﻴ ٌﺮ ِﻟﱠﻠﺬِﻳ‬
َ ‫ﺧ َﺮ ُة‬
ِ ‫…وَاﻟﺪﱠا ُر ا ْﻟ َﺂ‬
c. A’raf 7/169: “Nihayet onların ardından, yerlerine kötüler gelip kitaba
vâris oldular. Onlar, şu dünyanın geçici menfaatini alırlar. Ve: “İlerde affolunu-
ruz.” derler. Aynı menfaatla karşılaştıkları zaman onu yine alırlar. Allah hakkında
gerçek dışında başka bir şey söylemeyeceklerine dair Tevrat’ta kendilerinden söz
alınmamış mıydı? Ve orada olanları okumamış mıydılar? Allah’tan korkanlar için
ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?”
Müfessir Taberî, ayetin açıklaması ile ilgili şöyle bilgi vermektedir:
“Hikâyeleri anlatılan İsrailoğullarının, bu nesillerden sonra, kendilerinde hayır
bulunmayan bir nesil geldiği, bunların Tevrat’a mirasçı oldukları, fakat Tevrat’la
amel etmeyi bıraktıkları bildirilmektedir. Onlar geçici dünya menfaatlarını ahirete
tercih eder olmuşlardır. Rüşvetler alıp Tevrat’ın hükümlerini tatbik etmiyorlar sonra

632
İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 249.
633
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XV, 165.
634
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, X, 419.

172
da, “Allah, günahlarımızı ilerde affeder” demişlerdir. Bununla beraber yeni bir
menfaat bulunca yine haramları helal saymışlardır. Hâlbuki İsrailoğullarından, Allah
hakkında, gerçeğin dışında birşey söylemeyeceklerine dair Tevrat’ta ahit alınmıştır.
Onlar da Tevrat’ı iyice okumuşlar, fakat Tevrat’la amel etmeyi bırakmışlar,
kendilerine verilen emanete ihanet etmişler ve Allah’a verdikleri sözü bozmuşlardır.
Allah Teâlâ işte bunları uyararak buyuruyor ki: “Allah’tan korkanlar için ahiret
yurdu bu dünyanın geçici metaından daha hayırlıdır. Hiç aklınızı kullanmaz
mısınız?635
Zemahşerî, ayet-i kerimede belirtilen “sonradan gelenlerin” Hz. Peygamber
zamanındaki Tevrat’ı okuyan Yahudiler olduklarını zikretmektedir. Ayette de
belirtildiği gibi müfessir bunların dünyaya düşkün olduklarını, dünyayı ve ondan
sürekli faydalanmayı istediklerini belirtmektedir. Onların dünyalık elde etmek için
rahat bir şekilde günah işlediklerini ve Allah nasıl olsa bağışlar diyerek de bu
davranışlarına devam ettiklerini ve kesin bir tevbeye yanaşmadıklarını
zikretmektedir. Ayette zikredilen (َ‫ )َأ َﻓﻠَﺎ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesinin ise “ya” ve “ta” ile iki farklı
kıraatte okunduğunu, Allah’tan korkup sakınan kimseler için ahiretin daha hayırlı
olduğunu ancak Yahudilerin bunu düşünüp anlayamadıklarını ifade etmektedir.636
Fahruddîn Râzî, ayette belirtilen Yahudilerin durumunu ve akletmeyişlerini
şöyle izah etmektedir: “Allah Teâlâ, onların yaptıkları işin kötülüğünü açıklayarak
“Allah’a karşı hakdan başkasını söylemeyeceklerine dair, kendilerinden o
kitabın (Tevrat’ın) misakı alınmamış mıydı?” buyurmuştur. Bu ifadeden muradın,
Hak Teala’nın, onları rüşvet almak için Tevrat’ı tahrif etmekten ve şer’i kanunları
değiştirmekten men ettiği manası olduğu söylendiği gibi, onların bu günahta
ısrarlarına rağmen, “Bu günahımız ileride bağışlanır” demiş olmalarının, asılsız bir
söz olduğunu bildirmesi manası olduğu da söylenmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Allah,
“Hâlbuki onlar o kitapta olanları okuyup öğrenmişlerdi.” Yani onlar, onu
okuyup öğrenmiş oldukları için, kendilerinden alınmış olan o misakı (sözü)
hatırlarlar buyurmuş ve bundan sonra da “Hâlbuki ahiret yurdu, o adî ve değersiz
rüşveti almaktan sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak

635
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIII, 211.
636
Zemahşerî, Keşşaf, II, 307.

173
mısınız?” demiştir.637
Kurtubî, “Ayet-i kerimede öncekiler övülmüş, sonrakiler ise yerilmiştir
demektedir. Müfessirler, “kitaba da mirasçı oldular” ifadesiyle kastedilenlerin
yahudiler olduklarını söylemişlerdir. Bunlar, Allah’ın kitabına mirasçı olup onu
okudular, başkalarına öğrettiler. Ancak, onu okuyup öğrenmelerine rağmen hükmüne
muhalefet edip haram kıldığı şeyleri de işlediler. O bakımdan bu buyruk, onlar için
bir azar ve bir sitem anlamındadır. Yüce Allah, onların ileri derecedeki hırsları ve
düşkünlükleri sebebiyle dünya metaından kendilerine arz olunan şeyleri aldıklarını
haber vermekte ve “bize ileride mağfiret olunur diyorlar” deyip tevbe
etmediklerini bildirmektedir. Bu buyruk, onların tevbe etmeyen kimseler
olduklarının delilidir. Bu ayet-i kerimede rüşvet almaya ve haram kazanç yollarına
işaret edilmektedir.”638 Beydâvî de ayette belirtilen dünya ve ahireti, bununla ilgili
akletmeyi şöyle izah eder: “Daha hayırlı olan ahiret yurdunu iyi anlayıp bilsinler de
bize yakın olan içinde bulunduğumuz dünya ile akıbetlerini ve orada elde edecekleri
nimetleri değiştirmesinler.”639
İbn Kesîr de ayette belirtilen ahiret yurdunun daha hayırlı olmasını ve bazı
insanların bunu niçin akledemediklerini şöyle izah etmektedir: “Takva sahiplerinin
ahiret yurduna yönelmelerinden dolayı Allah onların sevaplarının bolluğundan ve
kötü akıbete uğramamaları için koruduğundan bahsetnektedir. Çünkü bu insanlar
nefislerini terk etmişler ve Rablerine itaata yönelmişlerdir. Ancak bu durumu
düşünüp anlayamayanlar dünyanın geçici menfaatlarine dalıp gitmişler, sefih ve zelil
kimseler olmuşlardır.”640
Şevkânî, ayette zikredilen (َ‫ )َأ َﻓﻠَﺎ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesini şöyle değerlendirmiştir:
“Ahiret yurdunun daha hayırlı olmasından dolayı onun eserlerinin ve menfaatlerinin
elde edilmesi gerektiği vurgulandıktan sonra Allah’tan korkmamız, sakınmamız ve
O’na isyandan kaçınmamız istenmiştir, bunları bilmemiz ve anlamamız gerektiği
vurgulandıktan sonra tüm bunların kadrini kıymetini bilmeyenler yerilmiş ve
azarlanmışlardır.”641 İbn Âşûr da bu ayetin, ahiretin daha hayırlı olduğunu

637
Râzî, Tefsir-i Kebir, VII, 287.
638
Kurtubî, el-Câmi’, VII, 498- 501.
639
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, II, 334.
640
İbn Kesîr, Tefsîr, III, 499.
641
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 113.

174
akledemeyip de dünyanın geçici menfaatlerini tercih eden kimseler hakkında nazil
olduğunu söylemiştir. Onların ahireti bırakıp da dünyanın menfaatlerine
yönelmelerinin kötülüğünü vurgulamak için (َ‫ )َأ َﻓﻠَﺎ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesindeki istifham,
istifhamı inkari’dir.”642
Değerlendirmiş olduğumuz ayet-i kerimede ataları hak üzere, doğru yolda
olmalarına rağmen bu kimselerin dünyaya çok fazla önem verdikleri, dünyalık
menfaat elde etmek için bile çok rahat günah işledikleri vurgulanmaktadır. Demek ki
insanoğlu kendisi tamamen dünyaya kaptırdığı zaman günahlarının kendisine hafif,
çok küçük göründüğü, şeytanın da kendisini Allah’ın affediciliği ile kandırdığı ortaya
çıkmaktadır. Ayet-i kerimede bahsedilen kimseler bu duruma düşmüşlerdir. Cenâb-ı
Allah da ahiretin daha hayırlı olduğunu, dünyadaki güzelliklerin geçici olduğunu,
bunlarla oyalanılmaması gerektiğini vurguladıktan sonra bunları iyi bilip
anlamamızı, düşünmemizi istemiştir.

‫ن‬
َ ‫ﻦ ا ﱠﺗ َﻘﻮْا َأ َﻓﻠَﺎ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ﺧ ْﻴ ٌﺮ ِﻟﱠﻠﺬِﻳ‬ ِ ‫… َو َﻟﺪَا ُر ا ْﻟ َﺂ‬
َ ‫ﺧ َﺮ ِة‬
d. Yusuf 12/109: “Ey Muhammed, biz, senden önce de şehirler halkından
ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekleri Peygamber olarak gönderdik. Onlar,
yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden önce geçmiş kavimlerin akıbetlerinin ne olduğuna
bakmazlar mı? Allah’tan korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hiç
düşünmez misiniz?”
Müfessir Taberî’ye göre âlimlerin çoğunluğu bu ve benzeri ayetlerin
delaletiyle, peygamberlerin, sadece erkeklerden görevlendirilidiğini söylemişlerdir.
Azınlıkta kalan bir kısım âlimler ise, Hz.İbrahim’in hanımı Sare’nin, Hz. Musa’nın
annesi ve Hz. Meryem’in peygamber olduklarını söylemişler şu ayetleri de bu
hususta delil olarak zirketmişlerdir: “O sırada İbrahim’in hanımı ayaktaydı ve güldü.
Biz ona İshak’ı ve İshak’ın ardından da Yakub’u müjdeledik.”643 “Biz Musanın
annesine şöyle ilham ettik: “Çocuğu emzir, başına birşey gelmesinden korkunca da,
onu hemen sandığa koyup Nil nehrine bırak. Sakın korkma, mahzun da olma, biz onu
sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız.”644 “Melekler de şöyle

642
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, VI, 3- 4.
643
Hud 11/71.
644
Kasas 28/7.

175
demişti: “Ey Meryem, şüphesiz ki Allah seni seçti ve tertemiz kıldı. Ve seni, âlemlerin
kadınlarına üstün kıldı.”645 Taberî ve İbn Kesir, çoğunluğun görüşünü benimsemiş
ve kendilerine göre ilave deliller zikretmişlerdir.646
Fahruddîn Râzî de ayette zikredilen peygamberlerin erkeklerden
gönderilmesini şöyle tefsir etmektedir: “Hz. Muhammed (s.a.s)’in peygamberliğini
kabul etmeyenlerin ileri sürdükleri şüphelerden birisi de şudur: “Eğer Allah Teâlâ
peygamber göndermek istese idi, melek gönderirdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı
Allah, “Senden evvel gönderdiklerimiz, ancak senin gibi şehirler halkından,
kendilerine vahyettiğimiz adamlardı” buyurmuştur. Allah Teâlâ, bu söz ile “Bütün
peygamberler böyle gönderilmiş olduğuna göre, nasıl oluyor da onlar, Ey
Muhammed senin peygamberliğin hakkında böyle bir şüpheye düşüyorlar” demek
istemiştir.”647 Kurtubî de aynı ifadeyi şöyle tefsir etmiştir: “Bu ifade, “Ona bir melek
indirilmeli değil miydi?”648 ayetinde belirtilen kimselerin görüşlerini reddetmektedir.
Yani biz senden önce -aralarında kadın, cin ya da melek bulunmayan- erkeklere
risalet ve peygamberlik vermişizdir.”649
Yüce Allah, insanları uyarmaları için birçok peygamber gönderdiğini, buna
rağmen bazı kavimlerin peygamberlerini yalanlamalarından dolayı helake, çok kötü
akıbetlere uğradıklarını beyan etmiştir. Helake uğrayan bu kavimlerin
peygamberlerini yalanladıklarını ve ahiret hayatını önemsemediklerini belirtmiştir.
Bundan dolayı Cenâb-ı Allah bizlere, ahiretin daha hayırlı olduğunu hatırlatmış ve
bu durumu iyi düşünmeye, aklımızı iyi kullanmaya çağırmıştır. Müfessir Taberî, ( ‫َأﻓَﻼ‬
‫ن‬
َ ‫ ) َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬ifadesini şöyle tefsir etmiştir: “Bu müşrikler Allah’ı, kendilerine söylemiş
olduğumuz ve haber verdiğimiz şeylerin hakikatini, kâfirlerin akıbetlerinin ne kadar
da kötü olduğunu hiç akledip düşünmüyorlar mı?650 Beydâvî de aynı ifadeyi, “Ahiret
hayatının, oradaki durumun daha hayırlı olduğunu bilmeleri için onlar akıllarını
kullansınlar” şeklinde tefsir ederek ifadeyi “ya” ile okumuş, Nafi’, İbn Amir ve
Asım’ın “ta” ile okuduğunu belirtmiştir.651 Âlûsî de aynı ifadeyi, “Ahiret hayatının

645
Al-i İmran 3/42.
646
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVI, 293; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 422- 423.
647
Râzî, Tefsir-i Kebir, IX, 128.
648
En’am 6/8
649
Kurtubî, el-Câmi’, IX, 413- 415.
650
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVI, 295.
651
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 206.

176
daha hayırlı olduğunu bilmeniz için akıllarınızı kullanınız ve muttaki olmanız için de
ahirete tevessül ediniz” şeklinde tefsir etmiş ve ifadeyi “ta” ile okumuştur.652
Yüce Allah bu ayette, peygamberlerden yüz çeviren, dünyanın geçici
güzelliklerine aldanan ve ahireti unutan kavimlerin akıbetlerinin ne kadar kötü
olduğunu belirtmiş; Allah’a inanıp günah işlemekten sakınan kimseler için ahiretin
ve oradaki hayatın daha hayırlı olduğunu vurgulamıştır. Ahiret hayatının dünya
hayatından çok çok hayırlı olduğunu anlayabilmemiz için de Allah bizleri aklımızı
kullanmaya, tefekkür etmeye çağırmaktadır.

3.1.6. Peygamberlerin Vazifelerinden Dolayı Ücret Almamaları İle İlgili


Akletmeye Yönelik Hitaplar

‫ن‬
َ ‫ﻄ َﺮﻧِﻲ َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ﻋﻠَﻰ اﱠﻟﺬِي َﻓ‬
َ ‫ي إِﻻ‬
َ ‫ﺟ ِﺮ‬
ْ ‫ن َأ‬
ْ ‫ﺟﺮًا ِإ‬
ْ ‫ﻋ َﻠ ْﻴ ِﻪ َأ‬
َ ‫ﺳ َﺄُﻟ ُﻜ ْﻢ‬
ْ ‫ﻳَﺎ َﻗ ْﻮ ِم ﻻ َأ‬
a. Hud 11/51: “Ey kavmim, davetime karşılık sizden bir ücret istemiyorum.
Benim mükâfaatım, ancak beni yaratan Allah’a aittir. Hiç aklınızı kullanmaz
mısınız?”
Başka ayetlerde de belirtildiği gibi her Peygamber, ümmetine, Allah’ın
emirlerini tebliğ ederken, hiçbir ücret istemediğini de söylemiş ve yaptığı tebliğ
çalışması karşılığında hiçbir şey almamıştır. Zira onların bu çalışmalarının karşılığı,
ahirette Allah Teâlâ tarafından kendilerine verileceği bildirilmiştir.
Müfessir Taberî, ayeti şöyle izah etmektedir: “Hud Peygamber, kavmi olan
Ad’a şöyle demişti: “Ey kavmim, davetime karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum.
Benim mükâfaatım ancak beni yaratan Allah’a aittir.” Müfessir, (َ‫“ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬Hiç
düşünmüyor musunuz?” ifadesini ise, “Şayet ben, size öğüt vermekten başka bir
maksat gütmüş olsaydım, yaptığım davete karşılık, sizlerden bir kısım dünya
menfaatlari elde etmeye çalışırdım” şeklinde tefsir etmiştir.653
Zemahşerî, ayette zikredilen Hud (a.s.)’ın daveti ile ilgili şöyle demektedir:
“Hiçbir peygamber yoktur ki kavmi tarafından kendisine iftiracı, menfaatcı
denilmesin. Buna rağmen peygamberlerin görevi, nasihat etmek, tebliğ etmektir.
Nasihatte ise herhangi bir çıkar, menfaat elde etme kaygısı, hissi yoktur. (َ‫)َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
“Hiç düşünmüyor musunuz?” yani nasihat ederken kim Allah’tan başka birinden

652
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IX, 153.
653
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XV, 357.

177
ücret, menfaat istemezse, yaptığının karşılığını sadece Allah’tan beklerse bu
davetcinin ücreti, yaptığı işin karşılığı ahiret sevabıdır.”654
Fahruddîn Râzî, “Allah’a davet etme işi, bir karşılık bekleme, dünyalık bir
menfaat elde etme niyeti taşımaz ise kalblerdeki tesiri de o nisbette etkili olur. Daha
sonra Hûd (a.s.), “Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” demiştir. Yani, “Benim, sizleri
putlara ibadet etmekten men etmemin doğru ve isabetli olduğunu anlamıyor
musunuz? Zira bu men edişimin doğruluğu, adeta, ilk anda akla gelecek olan şeyler
arasında bulunmaktadır” demektedir.655
Kurtubî’ye göre “Beni yaratan” anlamındaki “fıtrat” kökünden gelen kelime,
beni ilkin yaratan, yoktan var eden demektir. Çünkü fıtrat, yoktan var etmek
anlamındadır. (َ‫)َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ “Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” ifadesi ise,
peygamberleri yalanladıkları için Nuh (a.s.) kavminin başlarından geçenleri
düşünerek aklınızı başınıza almayacak mısınız? Demektir.656 Beydâvî de tüm
peygamberlerin tebliğ görevini yaparken kavimleri tarafından töhmet altında
bırakıldıklarını, ancak onların hiçbir menfaat beklemeden görevlerine devam
ettiklerini söylemektedir. Müfessir (َ‫“ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”
ifadesini ise “Akıllarınızı kullanmıyor musunuz, batıl olandan gerçek olanı, hatalı
olandan doğru olanı bilemiyor musunuz?” şeklinde tefsir etmiştir.657 İbn Kesîr de
aynı ifadeyi şöyle izah etmiştir: “Dünyada ve ahirette sizi ıslah etmeye, doğruya kim
çağırırsa o kimse ücretsizdir. Yani kim nasihatte, tebliğde bulunursa bu kimse
Allah’tan başka birinden bir ücret istemez, ona yaptığı işin sevabı ulaşır.”658
Âlûsî ise (َ‫“ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” ifadesini şöyle tefsir
etmektedir: “Nasihat eden, tebliğde bulunan davetçi kimselerin Allah’tan
başkasından herhangi bir ücret almadıklarını akledemiyor musunuz, siz bu durumdan
gafil misiniz?”659
Bu ayet-i kerimede Hud (a.s.)’dan bahsedilmekle birlikte Kur’an-ı Kerim’de
diğer peygamberlerin de yapmış oldukları tebliğden dolayı herhangi bir ücret
almadıkları, yaptıklarının karşılığını sadece Allah’tan bekledikleri belirtilmektedir.
654
Zemahşerî, Keşşaf, III, 95.
655
Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 423- 424.
656
Kurtubî, el-Câmi’, IX, 81.
657
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 98; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VIII, 275.
658
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 329.
659
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VIII, 275.

178
Müfessirlerin beyan ettikleri gibi eğer tebliğ vazifesinin içine menfaat, ücret girerse
hem yapılan işin tesiri olmaz hem de çok fazla eleştiriye, laf söze maruz kalınır.

179
3.1.7. Allah’ı Bırakıp Putlara Tapan Müşriklerin Tutum Ve Davranışları
İle İlgili Akletmeye Yönelik Hitaplar

‫ن‬
َ ‫ن اﻟﱠﻠ ِﻪ َأ َﻓﻠَﺎ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ِ ‫ﻦ دُو‬
ْ ‫ن ِﻣ‬
َ ‫ُأفﱟ َﻟ ُﻜ ْﻢ َو ِﻟﻤَﺎ َﺗ ْﻌ ُﺒﺪُو‬
a. Enbiya 21/67: “(Hz. İbrahim) Yuh olsun size ve Allah’tan başka
taptıklarınıza! Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?” dedi.”
Ayetin bağlamında İbrahim (a.s.)’ın puta tapan kavminden ve onların
gerçekleri görüp akledemeyişlerinden bahsedilmektedir. Bu ayette de Cenâb-ı Allah,
kendisine şirk koşanları, puta tapanları yermiş, akıllarını kullanıp, düşünüp de tek
olan Allah’a inanmaya çağırmıştır.
Taberî, ayette belirtilen putperestlerin durumunu veHz. İbrahim’in onların
uyarmasını şöyle tefsir etmektedir: “Hz. İbrahim, kavmine seslenerek: “Ey kavim,
size herhangi bir menfaat sağlamayan ve herhangi bir zarar veremeyen şeylere mi
tapıyorsunuz? Hâlbuki sizler, onların, kendilerini bile koruyamadıklarını ve
konuşmaktan da aciz olduklarını çok iyi biliyorsunuz. Bu putlara tapmaktan
utanmıyor musunuz? Sizlere de Allah’ı bırakıp tapmış olduğunuz putlara da yuh
olsun! Yaptıklarınızın ne kadar çirkin olduğunu hiç düşünmez misiniz?”660
Zemahşerî, ayette zikredilen (‫ )ُأفﱟ‬kelimesini şöyle izah etmektedir: “Üff”
kelimesi, söylendiğinde, söyleyenin canının sıkıldığını ortaya koyan bir sestir. Hz.
İbrahim (a.s.)’in, onların bütün mazeretleri kapanıp, hakkın apaçık ortaya çıkışından
ve böylece batılın yıkılışından sonra hala, putlara ibadet etmelerini gördüğü için canı
sıkıldı da, bunlardan dolayı, “üff (yuh)” dedi.661
Fahruddîn Râzî de İbrahim (a.s.)’in kavmine yuh diye kızmasını şu şekilde
tefsir etmektedir: “Hz. İbrahim’in, onlar onun görüşünün (sözlerinin) doğruluğunu
anladıkları için yuh demiş olması muhtemel olduğu gibi, akletmeseler bile, delilleri
ortaya apaçık çıktığı için yuh demiş olması da muhtemeldir. Onun, “hâla bu putlara
mı tapacaksınız?”662 ve “Akletmiyor musunuz?” ifadelerinden ötürü bu görüş
doğruya daha yakındır.”663
Kurtubî ise ayeti şöyle tefsir etmiştir: “İbrahim (a.s.), onların hezeyanlarını

660
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVIII, 464.
661
Zemahşerî, Keşşaf, IV, 242.
662
Enbiya 21/66
663
Râzî, Tefsir-i Kebir, XI, 36.

180
sona erdirmek, uydurdukları yalanlara karşı onları susturmak üzere dedi ki: “Yuh
size ve sizin Allah’tan başka taptıklarınıza! Yazıklar olsun sizlere, siz gerçekten
kokuşmuşsunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”664 Beydâvî de aynı
ifadeyi “Yaptıklarınızın kötülüğünü hala akletmiyor musunuz? şeklinde;665 İbn Kesîr,
“İçerisinde bulunduğunuz sapıklığı, küfrü, yanlışları hiç tedebbür etmiyor musunuz?
Bunlar ancak facir, zalim ve cahil kimselerin özellikleridir”666 şeklinde; Şevkânî,
“Yapmış olduğunuz şeylerin ne kadar da kötü olduğunu bilmiyor musunuz? Bunları
hiç tefekkür etmiyor musunuz? Sizin aklınız yok mu?”667 Şeklinde; İbn Âşûr da
“Tüm deliller onlara galip gelmesine rağmen kendilerini helaktan kurtaramadılar. Bu,
batıl olanın batılın içinde iyice kaybolup da gerçeklere kızıp sapmasına delildir.”668
Ayet-i kerimede her ne kadar İbrahim (a.s.)’ın kavminden ve onların
akledemeyişlerinden bahsedilse de tüm puta tapan kimselerin ve onların
akıbetlerinden de bahsedilmektedir. Allah Teâlâ bu ayette, tüm uyarılara rağmen
Allah’a şirk koşan, puta tapan kimseleri akıllarını kullanmamaları ve gerçekleri
düşünmemeleri sebebiyle kızmış ve azarlamıştır.

‫ن‬
َ ‫ﺷ ْﻴﺌًﺎ وَﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ن‬
َ ‫ﺷ َﻔﻌَﺎ َء ُﻗ ْﻞ َأ َو َﻟ ْﻮ آَﺎﻧُﻮا ﻻ َﻳ ْﻤ ِﻠﻜُﻮ‬
ُ ‫ن اﻟﱠﻠ ِﻪ‬
ِ ‫ﻦ دُو‬
ْ ‫ﺨﺬُوا ِﻣ‬
َ ‫َأ ِم ا ﱠﺗ‬
b. Zümer 39/43: “Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? (Ey
Muhammed), Sen onlara şöyle de: “Hiçbir şeye sahip olmayan ve düşünmeyen
şeyler olsalarda mı?” (Onları şefaatçılar edineceksiniz?)”
Ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah, kendilerini yaratan ve yaşatan Allah’a
kulluğu bırakıp da hiçbir fayda sağlamayan putlara tapan müşrikleri uyarmakta,
sadece Allah’a kulluk etmeye çağırmaktadır.
Müşriklerin, putları şefaatçı edinmelerini Taberî şöyle tefsir etmektedir:
“Yoksa Allah’a ortak koşan müşrikler, Allah’ın dışında putlarını kendileri için
şefaatçi mi edindiler? Onların Allah nezdinde kendilerine şefaatçi mi olacaklarını
sandılar? Ey Muhammed (s.a.v.), sen onlara de ki: “Şefaatçi edindiğiniz o ilahlarınız
sizin için herhangi bir menfaat veya zarar sağlayamayacak ve herhangi bir şeyi

664
Kurtubî, el-Câmi’, XI, 512.
665
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 208.
666
İbn Kesîr, Tefsîr, V, 351.
667
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 65.
668
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, IX, 182.

181
düşünemeyecek olsalar da mı yine onları şefaatçi kabul edeceksiniz?” Sen onlara de
ki: “Eğer bunun için o putlara tapıyorsanız onları bırakın. Zira bütün şefaatler sadece
Allah’a aittir. O halde yalnızca Allah’a kulluk edin ve ilahlığın ona ait olduğunu
kabul edin.”669
Zemahşerî, Allah’ın izin verdiği kimseler hariç hiç kimse Allah katında şefaat
edemez demektedir. Çünkü Allah, şefaata kendisinin malik olduğunu
belirtmektedir670. İki şart dışında hiç kimse şefaata güç yetiremez. Bunlar, kişinin
kendisine razı olduğu bir kimsenin şefaat etmesi ve şefaat etmesi için kendisine izin
verilmesi. Ancak müşriklerin tapmış oldukları putların bu sıfatlara asla sahip
olmadığı belirtilmektedir.671
Fahruddîn Râzî de kâfirlerin, “Biz bunların zarar ve fayda veren ilahlar
olduğuna inandığımız için bu putlara tapmıyoruz. Biz ancak bunlara, Allah katında
mukarreb (yakın) bazı kimselerin heykelleri oldukları için ibadet ediyoruz, biz
bunlara, o büyük kimselerin, Allah katında bizim şefaatçilerimiz olmaları için ibadet
ediyoruz” demelerinden dolayı Allah bu ayetle onlara cevap vermiştir demektedir. O
kâfirler, bu şefaati ya bu putlardan yahut da putların, heykelleri olduğunu
söyledikleri o âlim ve zahid kimselerden beklemektedirler. Hâlbuki putlar
cansızdırlar, hiçbir şeye güç yetiremezler, şefaat de edemezler. Putların heykelleri
olan âlim ve zahid kimseler de şefaat edemezler. Çünkü kıyamet günü hiç kimse, hiç
bir şeye sahip olamaz ve Allah’ın izni olmaksızın o şefaate de kadir değildir.
Böylece, gerçek şefaatçi, o şefaatin yapılmasına müsaade edecek olan Allah
Teâlâ’dır.672
Kurtubî, (‫ﺷ َﻔﻌَﺎ َء‬
ُ ‫ن اﻟﱠﻠ ِﻪ‬
ِ ‫ﻦ ُدو‬
ْ ‫ﺨﺬُوا ِﻣ‬
َ ‫“ )َأ ِم ا ﱠﺗ‬Yoksa onlar Allah’tan başka şefaatçiler
mi edindiler?” ifadesini, “Aksine onlar Allah’tan başka putları şefaatçi edindiler”
şeklinde tefsir etmekte, ayrıca ifadede olumsuzluk edatını ihtiva eden bir anlam da
vardır demektedir. Yani, “Muhakkak bunda iyice düşünen bir topluluk için ayetler
vardır”673 ayetini onlar düşünmediler, bunun yerine kendi putlarını şefaatçiler
edindiler. Müfessir, (‫ﺷ ْﻴﺌًﺎ‬
َ ‫ن‬
َ ‫ ) ُﻗ ْﻞ َأ َو َﻟ ْﻮ آَﺎﻧُﻮا ﻻ َﻳ ْﻤ ِﻠﻜُﻮ‬ifadesini de “Yani ey Muhammed onla-
669
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXI, 299- 300.
670
Zümer 39/44: “De ki, bütün şefaat Allah’ındır. Göklerle yerin mülkü yalnız O’nundur. Sonra O’na
döndürülürsünüz.”
671
Zemahşerî, Keşşaf, VI, 70.
672
Râzî, Tefsir-i Kebir, XIII, 267.
673
Zümer 39/42.

182
ra de ki, bunlar şefaat namına hiçbir şeye sahib olamasalar” ve (َ‫ )وَﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬yani cansız
oldukları için akıl erdirmeseler de mi yine onları şefaatçi edineceksiniz? Müfessir,
bu, inkâr anlamını ihtiva eden bir sorudur demektedir.674 Beydâvî de putların şefaat
edebileceğine dair bir sıfata sahip olmadıklarını, onların cansız olduğunu, hiçbir şeye
güç yetiremediğini ve hiçbir şeyi bilmediğini söylemektedir.675
Putların hiçbir şeye sahip olmamasını ve hiçbir şeyi düşünememelerini İbn
Kesîr şöyle tefsir etmektedir: “Müşriklerin Allah’ın dışında şefaatçı edindikleri
putları hiçbir şeye sahip değildir. Akılları da yoktur, bundan dolayı düşünemezler,
kulakları yoktur duyamazlar, gözleri yoktur göremezler. Onların bu durumu
hayvanların halinden daha kötüdür.”676 Aynı ifadeyi Âlûsî, “Ayetin takdiri onlar
şefaat edemezler, herhangi bir şeye malik değillerdir, akılları da yoktur akledip
düşünemezler demektir. Netice itibariyle onlar şefaat edemezler, çünkü cansızdırlar,
hiçbir şeye güç yetiremezler ve hiçbir şeyi bilemezler”677 şeklinde; İbn Âşûr da,
“Allah Teâlâ bu ayette rasülullaha putların hiçbir şeye malik olmadığını ve hiçbir
şeyi bilmediğini söyleyerek müşriklerin iddialarını boşa çıkarmakta, putların asla
şefaat edemeyeceklerini belirtmektedir”678
Allah Teâlâ bu ayette müşriklerin şefaatçı olarak kabül ettikleri putlarının asla
şefaat edemeyeceklerini, onların hiçbir şeye sahip olmadığını ve hiçbir şeyi
bilmediklerini, şefaata Allah’ın malik olduğunu belirtmektedir. Bu ayet, bizlerin de
sadece Allah’a kulluk edip O’ndan yardım istememiz gerektiğine ışık tutmaktadır.

674
Kurtubî, el-Câmi’, XV, 186- 187.
675
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, V, 112.
676
İbn Kesîr, Tefsîr, VII, 102.
677
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XVII, 484.
678
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XII, 356.

183
3.1.8. Allah’ın Yegâne Kudret Sahibi Olmasıyla İlgili Akletmeye Yönelik
Hitaplar

‫ن‬
َ ‫ف اﻟﱠﻠ ْﻴ ِﻞ وَاﻟ ﱠﻨﻬَﺎ ِر َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ُ ‫ﺧﺘِﻼ‬
ْ ‫ﺖ َو َﻟ ُﻪ ا‬
ُ ‫ﺤﻴِﻲ َو ُﻳﻤِﻴ‬
ْ ‫َو ُه َﻮ اﱠﻟﺬِي ُﻳ‬
a. Mü’minun 23/80: “Hayat veren de öldüren de O’dur. Gece ve
gündüzün değişmesi, O’nun emriyledir. Hiç düşünmez misiniz?”
Ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah’ın tüm mahlûkatı yaratmaya, yaşatmaya
dilediği zamanda da öldürmeye kadir olduğu belirtilmiştir. Ayrıca gece ile gündüzün
hiç aksamadan yer değiştirmesi, güneş, ay ve yıldızların hareketi gibi kâinatta
meydana gelen olayların da yegâne failinin Allah olduğu belirtilmiştir. Allah Teâlâ
bunları anlatmak suretiyle kullarını yegâne kudret sahibi olan Allah hakkında
düşünmeye, tefekkür etmeye çağırmaktadır.
Taberî ayeti şöyle tefsir etmiştir: “Yeryüzünde sizi yaratan Allah’tır. Ya-
rattıklarına can veren ve vadeleri geldiğinde onları öldüren de ancak Allah’tır.
Geceyi ve gündüzü değiştiren de O’dur. O halde Ey insanlar, hiç düşünmez misiniz
ki varlıkları yoktan yaratan Allah, onları diriltmeye elbette ki kadirdir.”679
Yüce Allah bu ayette ve bağlamında kullarına olan nimetlerinin büyüklüğünü
beyan buyurmuştur. Fahruddîn Râzî de bu nimetleri şöyle izah etmiştir: ( ‫ﺤﻴِﻲ‬
ْ ‫َو ُه َﻮ اﱠﻟﺬِي ُﻳ‬
‫ﺖ‬
ُ ‫“ ) َو ُﻳﻤِﻴ‬Hayat veren de öldüren de O’dur.” İfadesinde anlatılan hayat nimetidir.
Ancak hayat nimeti en büyük nimetlerden olsa da sona ericidir. Hak Teala bu nimeti
verse bile bundan esas maksad, ahiret yurduna geçiştir. Ayetteki, ( ‫ف اﻟﱠﻠ ْﻴ ِﻞ‬
ُ ‫ﺧﺘِﻼ‬
ْ ‫َو َﻟ ُﻪ ا‬
‫“ )وَاﻟ ﱠﻨﻬَﺎ ِر‬Gece ve gündüzün değişmesi, O’nun emriyledir.” ifadesi ile anlatılan
nimetin ise nasıl bir nimet olduğu malumdur. Daha sonra Allah Teâlâ, bütün bu
hususlara ibret nazarıyla bakmamaktan sakındırarak, (َ‫“ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬Hala aklınızı
kullanmayacak mısınız?” buyurmuştur. Çünkü bu ifade, zecr ve tehdide delâlet
eder.”680
Ayette belirtilen gece ile gündüzün yer değiştirmesini Zemahşerî şöyle
açıklamıştır: “Bu, kendine has bir durumdur ve sahibi de Allah’tır. Allah’tan başka
hiç kimsenin de bunun üzerinde tasarruf etmeye gücü yetmez.”681 Kurtubî de aynı
ifadeyi şöyle tefsir etmiştir: “Yani onları değişen halleriyle yaratan O’dur”. Bir diğer
679
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 62.
680
Râzî, Tefsir-i Kebir, XI, 200.
681
Zemahşerî, Keşşaf, IV, 360.

184
açıklama şöyledir: “Gece ile gündüzün değişip durmaları, birinin eksilip diğerinin
artmasıdır.” Bunların değişikliği karanlık ve aydınlık bakımındandır, diye de
açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre bu ifadeden maksat, geceden sonra
gündüzün gündüzden sonra gecenin gelmesinin tekrarlanıp durmasıdır. Bir diğer
ihtimal de şöyledir: “Onlarda geçen mutluluk, bedbahtlık, sapıklık ve hidayettir.”682
Cenâb-ı Allah, yaratanın, yaşatanın, öldürenin kendisi olduğunu beyan ettikten
sonra kudreti üzerinde, kâinata olan hâkimiyeti üzerinde tefekkür etmeye
çağırmaktadır. Ayetin sonunda zikredilen (َ‫ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬Hiç düşünmez misiniz?”
ifadesini Taberî şöyle tefsir etmiştir: “Ey insanlar, yaratma, yaşatma, öldürme gibi
fiilleri hiç yokken ilk defa yaratan Allah’ı, yok olduktan sonra ölüleri tekrar
diriltmesine kimsenin mani olamayışını, bir şeyi yaratmasını ve yarattıktan sonra onu
yok etmesini akletmez misiniz?683 Aynı ifadeyi Kurtubî, “O’nun kudretinin özünü,
rububiyetini, vahdaniyetini, O’nun yarattıklarından ortağının bulunmasının
imkânsızlığını, öldükten sonra tekrar diriltmeye kadir olduğunu aklınızla kavramaz
mısınız?”684 şeklinde; Beydâvî, “Hayat verme, öldürme gibi zikretmiş olduğumuz
şeyler hakkında teemmül etmek, nazar etmek suretiyle akıllarınızı kullanmaz
mısınız? Bizim kudretimiz mümkünatın tamamını kapsar, içine alır. Öldükten sonra
tekrar dirilme de bunlardandır”685 şeklinde; İbn Kesîr, “Sizin her şeyi bilen yüce olan
Allah’a delalet eden akıllarınız yok mu? O Allah ki dilerse her şeyi alçaltan veya
yüceltendir”686 şeklinde; Şevkânî, “Allah’ın ne kadar da kudret sahibi olduğunu hiç
düşünmez misiniz?”687 şeklinde; İbn Âşûr da, “Bu ayet, ilahın tek oluşuna ve
öldükten sonra dirilmeye delildir. Bu hitap ile kasdedilenler müşriklerdir. Onlar
Allah’a ortak koştular ve bu delillere rağmen doğru yolu bulamadılar. Bu delilleri
inkâr etmelerinden dolayı akılsızlar olarak nitelendirilmişlerdir”688 şeklinde tefsir
etmiştir.
Yüce Allah bu ayette yaratmaya, yaşatmaya, öldürmeye ve öldükten sonra
tekrar diriltmeye de kadir olduğunu, kudretinin üzerinde başka bir kudret

682
Kurtubî, el-Câmi’, XII, 229- 231.
683
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 62.
684
Kurtubî, el-Câmi’, XII, 231.
685
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 348.
686
İbn Kesîr, Tefsîr, V, 488.
687
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 171.
688
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, IX, 399.

185
bulunmadığını belirtmiştir. Müşriklerin öldükten sonra tekrar dirileceklerine
inanmayıp atalarına tabi olmalarından dolayı Allah bu delilleri zikretmiş, bunlar
üzerinde tefekkür etmeye çağırmış, aklımızı kullanıp müşriklerin düştükleri hataya
düşmememizi vurgulamıştır.

‫ح‬
ِ ‫ﻒ اﻟ ﱢﺮﻳَﺎ‬
ِ ‫ﺼﺮِﻳ‬
ْ ‫ض َﺑ ْﻌ َﺪ َﻣ ْﻮ ِﺗﻬَﺎ َو َﺗ‬
َ ‫ﺣﻴَﺎ ِﺑ ِﻪ اﻷ ْر‬
ْ ‫ق َﻓ َﺄ‬
ٍ ‫ﻦ ِر ْز‬
ْ ‫ﺴﻤَﺎ ِء ِﻣ‬
‫ﻦ اﻟ ﱠ‬
َ ‫ف اﻟﱠﻠ ْﻴ ِﻞ وَاﻟ ﱠﻨﻬَﺎ ِر َوﻣَﺎ أَﻧﺰ َل اﻟﱠﻠ ُﻪ ِﻣ‬
ِ ‫ﺧﺘِﻼ‬
ْ ‫وَا‬
‫ن‬
َ ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ٌ ‫ﺁﻳَﺎ‬
b. Câsiye 45/5: “Gece ile gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten indirdiği
yağmurla kuru toprağı ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgarları yönlen-
dirmesinde aklını kullanan bir topluluk için nice deliller vardır.”
Ey insanlar, şüphesiz ki, kendilerinden yağmur inen yedi göklerde ve
kendisinden mahlukatın var edildiği yeryüzünde, rablerinin delillerini düşünüp
onlardan Öğüt alan müminler için birçok delil ve ibretler vardır.
Ey insanlar, gece ile gündüzün değişmesinde, bunların birbirlerini taki-
betmelerinde ve Allahın, azıklarınızı sebep kıldığı ve gökten indirdiği yağmurda,
kuruyup adeta ölü hale geldikten sonra yağmurla yeryüzünü diriltmesinde Allahın,
doğudan, batıdan, kuzeyden güneyden çeşitli rahmet ve azap rüzgarları estirmesinde
Allahın delillerini düşünen bir kavim için nice delil ve ibretler vardır.
Allah Teâlâ bu âyet-i kerimelerde, kullarını nimetlerini düşünmeye ve yüce
kudretini tefekküre sevketmektedir. O, gökleri ve yeri yaratmış onlarda melekler,
cinler, insanlar, yürüyen hayvanlar ve uçan kuşlar var etmiştir. Yeryüzünde, akan
sular ve denizler ve bunların içinde çeşitli varlıklar yaratmıştır. Geceyi ve gündüzü,
karanlığı ile Örten ve ışığı ile aydınlatan iki vasıta kılmıştır. Ayrıca, gökten indirdiği
yağmurlarla, yeryüzünde yaşayan canlıların çeşitli gıda maddelerini yaratmış ve
yeryüzünde estirdiği rüzgarlarla rahmetini her tarafa yaymış, bitkilerin
beslenmelerini sağlamış ve hikmetini bilmediğimiz daha nice şeyleri
gerçekleştirmiştir. Bütün bunlar Allah’ın kudretinin büyüklüğüne delil değil midir?

186
3.1.9. Allah’ın Tüm Mahlûkatın Rabbi Olmasıyla İlgili Akletmeye Yönelik
Hitaplar

‫ن‬
َ ‫ن ُآ ْﻨ ُﺘ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ْ ‫ب َوﻣَﺎ َﺑ ْﻴ َﻨ ُﻬﻤَﺎ ِإ‬
ِ ‫ق وَا ْﻟ َﻤ ْﻐ ِﺮ‬
ِ ‫ﺸ ِﺮ‬
ْ ‫ب ا ْﻟ َﻤ‬
‫ﻗَﺎ َل َر ﱡ‬
a. Şuara 26/28: “(Hz. Musa): “O, doğunun, batının ve aralarında bulunan
şeylerin de Rabbi’dir. Eğer düşünürseniz bunu bilirsiniz” dedi.”
Bu ayetin bağlamında Musa (a.s.)’ın firavun ve kavmi ile olan tebliğ
mücadelesi anlatılmaktadır. Firanun’un, kendisini ilah olarak tanıtmasına karşılık Hz.
Musa da Allah’ın her şeyi yaratan ve her şeye güç yetiren olduğunu belirtmiş ve
kavmini tek olan Allah’a iman etmeye çağırmıştır.
Taberî, ayeti şöyle tefsir etmiştir: “Musa (a.s.), Firavun’a dedi ki: “Benim, size
kulluk etmeye davet ettiğim Rabb, Firavun gibi belli bir ülkeye hâkim olan aciz bir
kul değil, doğunun, batının ve onların aralarında bulunan şeylerin Rabbi’dir. Şayet
sizler, söyleneni idrak eden ve gerçekleri anlayan bir topluluksanız bunun böyle
olduğunu bilmelisiniz. Zira Firavun’un, doğunun ve batının rabbi olmadığı açıkça
ortadadır.”689
Fahruddîn Râzî, Hz. Musa (a.s.), “Eğer aklınızı kullanıyorsanız”, ifadesi ile
sanki şöyle demek istemiştir der: “Eğer gerçekten akıllı isen, “Âlemlerin Rabbi
(dediğin) nedir?”690 diye sorduğun sorunun cevabının ancak söylediğim şekilde
olabileceğini anlarsın. Çünkü benden o şeyin hakikat ve mahiyetini bizzat kendisi ile
tarif etmemi istiyorsun. Hâlbuki bir şeyin kendisini, yine kendisi veya parçalarıyla
tarif etmenin mümkün olmadığı sabittir. Bu yüzden geriye, onun hakikatini eserleri
ile tarif etmem kalır. Ben de onun hakikat ve mahiyetini eserleri ve levazımı
(ayrılmaz sıfatları) ile tarif ettim. Aklı olan herkesin bu sorunun, verdiğim cevaptan
başka cevabı olmayacağını anlayacağı sabit olur.”691 Kurtubî de aynı ifadeyi şöyle
tefsir etmektedir: “Musa (a.s.), onun soru sormaktan maksadının hakkında soru
sorduğu zatı bilmek olduğunu da bilmişti. Bundan dolayı o da bu gün Rabbi tanımak
için izlenmesi gereken yol ne ise o şekilde cevap verdi. Ancak Firavun delil getirmek
suretiyle karşı koyamayınca, bu sefer üstünlük taslamak ve zorbalık yapmak yoluna
başvurdu, Musa (a.s.)’ı hapse atmakla tehdit etti. Bu ilahın seni peygamber olarak
689
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 344- 345.
690
Şuara 26/23.
691
Râzî, Tefsir-i Kebir, XI, 471.

187
gönderdiğine dair delilin nedir demedi. Çünkü o takdirde kendisinden başka bir
ilâhın varlığını itiraf etmiş olacaktı.”692
Beydâvî, Allah’ın doğunun ve batının Rabbi olmasını şöyle izah etmektedir:
“Görmektesiniz ki Allah her gün güneşi doğudan getirmekte ve onu hareket ettirerek
batıya ulaştırmaktadır ve kâinattaki tüm işleri bir nizama koymuştur. Şayet sizin
aklınız olsa bilirsiniz ki tüm bunların karşısında verecek bir cevabınız olmaz ve
Allah’ı hiç kimsenin nehyedemeyeceğini bilirsiniz.”693 İbn Kesîr ise aynı ifadeyi
şöyle tefsir etmektedir: “Allah, güneşi, ayı, yıldızları doğudan doğurur batıdan da
batırmaktadır. Bunları bu şekilde yürütmeye kadir olmakla birlikte bu nizamı
sabitlemiştir. Eğer Firavun gerçekten sizin rabbiniz, ilahınız ise o zaman bu işin
aksini yapsın. Yani güneşi, ayı, yıldızları batıdan doğursun doğudan batırsın. Bunu
yapamayacağı zannı firavun’da galip gelince kendi lehinde kullanacağı delilleri bitti,
kuvveti kesildi. Ancak bu seferde Musa (a.s.)’ı hapse atmakla tehtit etti.”694
Âlûsî de (‫ن‬
َ ‫ن ُآ ْﻨ ُﺘ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ْ ‫ )ِإ‬ifadesini şöyle açıklamıştır: “Firavun’a verilen birinci
cevapta göklerin ve yerin rabbinin Allah olduğu söylenmiş, bu ayette verilen ikinci
cevapta ise daha sarih bir ifade kullanılmıştır. Bu bir irşattır, doğru yola iletme
çabasıdır. Eğer her hangi bir şeyi düşünebilen akıllı kimseler iseniz bilirsiniz ki bu
durum, söylediğim gibi, işaret edildiği gibi onlar, akıllarını kullanmaya, akıl dairesi
içinde düşünmeye çağrılmışlar, onlar ise Musa (a.s.)’ı cinlenmiş, delirmiş biri olarak
görmüşlerdir.”695
Ayet-i kerimede doğunun da batının da, göklerin ve yerin de rabbinin Allah
olduğu, Allah’ın tek bir ilah olduğu, kâinattaki düzenin, hareketin sahibi ve
yaratıcısı olduğu belirtilmiştir. Ayrıca ayetin bağlamında Hz. Musa’nın azgın
firavuna yaptığı tebliğ ve davet metodu anlatılmaktadır. Bu ayet, bağlamıyla birlikte
bizlere Allah’ın tek ilah oluşu, O’nun kudreti, evrene olan hâkimiyeti, yaratıcılığı
nasıl ispatlanır onu göstermektedir.

692
Kurtubî, el-Câmi’, XIII, 22- 27.
693
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 414.
694
İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 139.
695
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIV, 190.

188
3.1.10. Şeytanın Saptırmasına Karşı Akletmeye Yönelik Hitaplar

‫ن‬
َ ‫ﺟﺒِﻼ َآﺜِﻴﺮًا َأ َﻓ َﻠ ْﻢ َﺗﻜُﻮﻧُﻮا َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ِ ‫ﺿ ﱠﻞ ِﻣ ْﻨ ُﻜ ْﻢ‬
َ ‫َو َﻟ َﻘ ْﺪ َأ‬
a. Yasin 36/62: “Şüphesiz ki şeytan sizden birçok nesilleri doğru yoldan
saptırmıştı. Hiç düşünmüyor musunuz?”
Cenâb-ı Allah ayetin bağlamında, kâfirlerin kıyamet günü mü’minlerden
ayrılacaklarını, mü’minler cennete girerken kâfirlerin cehenneme girdiklerini haber
vermekte, bunun da sebebinin dünyada şeytana uymalarından dolayı olduğunu
söylemektedir. Bu yüzden Allah Teâlâ aklınızı kullanın da kâfirleri kandıran şeytan
sizleri de kandırmasın demektedir.
Taberî, ayetle ilgili şöyle izahta bulunmaktadır: “Kıyamet günü Allah, kâfirlere
seslenerek şeytan birçok nesli hak yoldan çıkardı ve bana kulluk etmekten, bana
itaattan uzaklaştırdı, sizi putlara taptırdı demektedir.” Müfessir (‫ن‬
َ ‫)َأ َﻓ َﻠ ْﻢ َﺗﻜُﻮﻧُﻮا َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ifadesini de şöyle tefsir etmektedir: “Ey müşrikler, Allah’ı bırakıp da başkalarına
taparak şeytana itaat ettiğiniz zaman bunun size hiç yakışmayacağını hiç
düşünmediniz mi? Benim de sizin de düşmanınız olan şeytana itaatin kötülüğünü
idrak etmediniz mi?”696
Zemahşerî, bu ayette yer alan (‫ﺟﺒِﻼ‬
ِ ) cibill kelimesinin farklı kıraatlerini
zikretmektedir. Bunlar, “Lâm’ın şeddeli olmasıyla birlikte, cim ve bâ’nın kesresiyle
cibillen; Lâm’ın şeddeli olmasıyla birlikte, cim ve bâ’nın dammesiyle cubullen;
Lâm’da şedde olmaksızın, cim ve bâ’nın kesresiyle cibilen; yine lâm’da şedde
olmaksızın, cim ve bâ’nın dammesiyle cubulen; Lâm’da şedde olmaksızın, cim’in
dammesi, bâ’nın da sükûnuyla cublen ve Lâm’da şedde olmaksızın, bâ’nın sükûnu,
cim’in kesresiyle ciblen.” Müfessir bu ifadelerin hepsinin yaratılış manasında
olduğunu söylemektedir.697
Ayette açık bir şekilde şeytanın insanlardan birçoğunu saptırdığı
belirtilmektedir. Bu saptırma işinin nasıl olduğunu Fahruddîn Râzî şöyle izah
etmektedir: “Saptırma, maksattan döndürmek ve ondan alıkoymaktır. O halde bu
demektir ki şeytan, kimilerine, Allah’a ibadet etmeyi bırakmasını, kimilerine de,
Allah’dan başkasına ibadet etmesini emretmektedir. Dolayısıyla bu, bir

696
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XX, 543; İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 585.
697
Zemahşerî, Keşşaf, V, 443; Râzî, Tefsir-i Kebir, XIII, 78; Kurtubî, el-Câmi’, XIV, 436.

189
“döndürme”dir. Şeytan, o kimseyi Allah’a ibadetten döndürmeye kadir olamazsa,
ona, Allah’ın dışında kalan liderlik, makam, mevki vs. gibi şeylerden dolayı Allah’a
ibadet etmesini emreder ki, bu da “alıkoyma”dır. Bu da, netice itibariyle,
“döndürme”ye götürür. Çünkü kişinin maksadı şayet hâsıl olursa, böylece Allah’ı
bırakmış da, başkalarına yönelmiş olur ki, bunun akabinde de Allah’tan döndürme
meydana gelir.”698 Kurtubî de aynı ifadeyi şöyle tefsir etmektedir: “Andolsun ki o
sizden pekçok kimseyi saptırdı, pekçok insanı azdırdı. Bu açıklamayı Mücahid
yapmıştır. Katade pekçok toplulukları, el-Kelbî pekçok ümmeti diye açıklamıştır,
sonuç itibariyle anlamları birdir.” Müfessir (َ‫ )َأ َﻓ َﻠ ْﻢ َﺗﻜُﻮﻧُﻮا َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesini ise, “Niçin
şeytanın sizin düşmanınız olduğunu kavramıyor, Allah’a itaat etmenin gerekli
olduğunu bilmiyorsunuz?” şeklinde tefsir etmiştir.699
Ayette aklını kullanamayan kimselerin şeytanın tuzağına düştüğü ve böylece
doğru yoldan saptıkları belirtilmektedir. Beydâvî de bu ifadeyi şöyle tefsir
etmektedir: “Bu ayet, aklını bu dünya için kullanan ya da gereği gibi düşünemeyen
kimseler için şeytanın düşman oluşunu ortaya koymakta, insanları nasıl saptırdığını
açıklamaktadır.”700
Âlûsî de ayette belirtilen, şeytanın aldatmasına karşı aklını kullanayan
kimseleri şöyle değerlendirmektedir: “Sizler, şeytanın saptırdığı kimselerin
akıbetlerinin eserlerine şahit olmuyor musunuz? Onları nasıl saptırdığını hiç
düşünmüyor musunuz? Sizler bu anlatılanların aslını düşünmezseniz va’dedilen elim
azapla karşı karşıya kalırsınız.”701 İbn Âşûr da aynı ifadeyi, “Burada akledemeyen
kimselerden dolayı istifhami inkarî vardır. Yani, kendisiyle insanları helake uğratan
şeytanın aldatmalarına karşı keskin zekâlı davranıp akledemiyorlar mı, idrak
edemiyorlar mı? Şeklinde tefsir etmiştir.702
Ayetin zahirinden ve bağlamından kolayca anlaşıldığı gibi Cenâb-ı Allah, biz
kullarını şeytanın aldatmasına ve saptırmasına karşı uyarmaktadır. Şeytanın doğru
yoldan döndürmesine ve Allah’a ibadetten alıkoymasına aldanıp da helak olan
kâfirlerin akıbetlerini zikrederek bu duruma düşmememizi, bu uyarıları iyi düşünüp

698
Râzî, Tefsir-i Kebir, XIII, 78.
699
Kurtubî, el-Câmi’, XIV, 436.
700
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, V, 59.
701
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XVII, 16.
702
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XII, 59.

190
idrak edip doğru yoldan sapmamamızı, Allah’a itaatten ayrılmamamızı istemektedir.

3.1.11. Helak Olan Kavimlerin Başlarına Gelen Olaylarla İlgili Akletmeye


Yönelik Hitaplar

‫ن‬
َ ‫ﻦ َوﺑِﺎﻟﱠﻠ ْﻴ ِﻞ َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ﺼ ِﺒﺤِﻴ‬
ْ ‫ﻋ َﻠ ْﻴ ِﻬ ْﻢ ُﻣ‬
َ ‫ن‬
َ ‫َوِإ ﱠﻧ ُﻜ ْﻢ َﻟ َﺘ ُﻤﺮﱡو‬
a. Saffat 37/137-138: “Şüphesiz sizler sabah akşam onların
memleketlerinden geçiyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz?
Ayetin bağlamında Lut (a.s.)’ın peygamberliğinden, kavminden ve kavminin
helak oluşundan bahsedilmektedir. Bu ayette de Cenâb-ı Allah Hz. Peygamber
dönemindeki müşrikleri uyarmakta, Allah’ın emirlerine karşı gelen, O’na ortak koşan
önceki kavimlerin nasılda kötü bir akıbete uğradıklarını anlatarak müşriklere
akıllarını kullanarak Allah’a iman etmeye, O’na ortak koşmamaya çağırmaktadır.
Taberî ayeti şöyle tefsir etmiştir: “Ey Kureyş müşrikleri, şüphesiz ki sizler
Şam’a gidip gelirken, sabah akşam Lut kavminin diyarından geçiyorsunuz. Siz
bunları hiç düşünmüyorsunuz? Allah’ın emirlerine karşı gelenlerin bu türlü azaplara
uğratıldıklarını anlamıyor musunuz?”703
Ayette ve bağlamında bahsedilen Lut (a.s.)’ın kıssası ile ilgili Fahruddîn Râzî
de şöyle izahta bulunmaktadır: “Allah Teâlâ bunu müşrik Araplar ibret alsınlar diye
zikretmiştir. Çünkü Lut (a.s.)’ın kavminden kâfir olanlar helak olmuş, mü’minler
kurtulmuştu. Hak Teala, (ِ‫ﻦ َوﺑِﺎﻟﱠﻠ ْﻴﻞ‬
َ ‫ﺼ ِﺒﺤِﻴ‬
ْ ‫ﻋ َﻠ ْﻴ ِﻬ ْﻢ ُﻣ‬
َ ‫ن‬
َ ‫“ ) َوِإ ﱠﻧ ُﻜ ْﻢ َﻟ َﺘ ُﻤﺮﱡو‬Şüphesiz sizler sabah
akşam onların memleketlerinden geçiyorsunuz” buyurarak, müşriklerin dikkatini
çekmiştir. Çünkü onlar Şam’a yolculuk yaparlardı. Yolculuk yapan ise, genelde ya
gece, ya gündüzün ilk vakitlerinde yolculuk yapar. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hakk,
bu iki vakti özellikle zikretmiştir.”704 Aynı ifade ile ilgili Kurtubî de şöyle
demektedir: “Bu ayet, Araplara hitab etmektedir. Yani siz onların evlerinin, onlar-
dan geriye kalan eserlerin yakınından sabah vakti geçip gidiyorsunuz. Geceleyin de
aynı şekilde onların yakınından geçmektesiniz.”705
Lut (a.s.)’ın kıssası tamamlandıktan sonra ayet, (‫“ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬Hâlâ
akıllanmayacak mısınız?” ifadesiyle sona ermektedir. Bu ifadeyi Zemahşerî, “Yani

703
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXI, 105; Zemahşerî, Keşşaf, V, 485.
704
Râzî, Tefsir-i Kebir, XIII, 148; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, V, 79.
705
Kurtubî, el-Câmi’, XIV, 549.

191
sizde bu anlatılanlardan ibret alabilecek akıl yok mu?706 şeklinde; Fahruddîn Râzî de,
“İbret alabileceğiniz, kullanabileceğiniz bir aklınız yok mu?”707 Şeklinde; Kurtubî
de, “İbret almayacak ve düşünmeyecek misiniz?”708 şeklinde tefsir etmiştir. Aynı
ifadeyi İbn Kesîr, “Allah Teâlâ onları nasıl yerin dibine geçirdi, bundan ibret almıyor
musunuz? Kâfirleri ve onların kıssalarını bilmiyor musunuz?”709 şeklinde; Âlûsî de,
“Ey Mekkeliler, sizler Lut (a.s.)’ın helak olan kavmine şahit olmuyor musunuz,
onların durumundan ibret alıp da akletmiyor musunuz? Onlara isabet eden şeyin
benzerinin size de isabet etmesinden korkmuyor musunuz?”710
Hz. Peygamber döneminde ticaret sebebiyle Şam’a gidip gelen Mekkeli
müşriklerin Lut (a.s.)’ın kavminin yaşadığı bölge olan mekândan geçerken Allah
tarafından kendileri uyarılmıştır. Lut kavminin, peygamberlerine muhalefet etmek ve
Allah’ın emirlerine karşı gelmek suretiyle akıbetlerinin çok kötü olduğu belirtilmiş,
sizler de peygamberinize muhalefet ederseniz, Allah’a ortak koşarsanız akıbetiniz
onlar gibi olur denilmiştir. Hitap Mekkeli müşriklere olmakla birlikte yüce Allah,
bizleri de uyarmakta, helak olan bu tür kavimlerin durumuna düşmememiz için,
aklımızı iyi kullanmamamızı ve bunlardan ibret almamızı istemektedir.

‫ن‬
َ ‫َو َﻟ َﻘ ْﺪ َﺗ َﺮ ْآﻨَﺎ ِﻣ ْﻨﻬَﺎ ﺁ َﻳ ًﺔ َﺑ ﱢﻴ َﻨ ًﺔ ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
b. Ankebut 29/35: “Şüphesiz ki biz, aklını kullanan bir kavim için, helak
ettiğimiz ülkelerden geriye apaçık bir ibret bıraktık.”
Allah Teâlâ bu ayette helak olan kavimlerden bahsetmekte, onların düşmüş
olduğu hataya bizim de düşmememiz için ibret verici şeyler var ettiğini belirtmekte
ve bunlar üzerinde de bizleri düşünmeye çağırmaktadır.
Taberî, ayeti şöyle tefsir etmektedir: “Bize (âsi gelip nankörlük) yapanları biz
de Allah’ın delillerini akleden, O’nun uyarılarını tefekkür eden kimseler için apaçık
bir ayet, ibret ve uyarı vesilesi kıldık ve öylece bıraktık. Bana göre bu apaçık ayet,
onların günahlarının çokluğunu, şiddetini ve onların malumatını anlatmaktadır.”711

706
Zemahşerî, Keşşaf, V, 485.
707
Râzî, Tefsir-i Kebir, XIII, 148; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, V, 79.
708
Kurtubî, el-Câmi’, XIV, 549.
709
İbn Kesîr, Tefsîr, VII, 38.
710
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XVII, 234.
711
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XX, 33.

192
Zemahşerî, ayette belirtilen delilin, ibretin onların harabe olan evlerinden
geriye kalan eserler olduğunu söylemekte, bunun yanında taşlar, yeryüzündeki siyah
su, onların yapmış olduğu şeylerin haberi şeklinde söylenildiğini de
zikretmektedir.712
Fahruddîn Râzî ayeti, bağlamıyla irtibatlandırarak şöyle tefsir etmektedir:
“Ayetteki (‫ ) ِﻣ ْﻨﻬَﺎ‬ifadesi, “o beldeden” demektir. Çünkü o belde, malûm bir beldedir.
Orada, siyah bir su vardır. Ve bu belde, Kudüs’le Kerk arasında bulunur. Cenâb-ı
Hakk, Hz. Nûh (a.s.) ve İbrahim (a.s.) hakkında, ayetini, mucizesini, onları
kurtarmak ile izhar etmiştir. Çünkü Allah, “Biz onu da, gemi arkadaşlarını da
selâmete erdirmiş ve bunu, âlemlere bir ibret yapmışızdır”713 ve “Allah da onu
ateşten kurtardı. Şüphe yok ki bunda, iman edecek zümreler için her halde ibretler
vardır”714 buyurmuştur. Bu ayette ise, helak etmeyi, bir ayet, bir ibret kılmıştır.
Ancak burada Lût (a.s.)’un kurtarılışı, müşahede edilebilecek maddî bir şey ile
olmamıştır. Onun kavminin helakinin eseri ise, o şehirde, gözle görülecek bir
haldedir. Böylece Cenâb-ı Hakk, burada ayetin, ibretin geriye kalan o durum
olduğunu belirtmiştir ki, bu ayette geriye kalan, o belde; orada ise, o gemidir.”
Müfessir ayrıca şöyle bir inceliğe de dikkat çekmektedir ki Allah Teâlâ’nın
kudretinin nişanesi, o kurtarma ve imha etmede mevcuttur. Böylece Cenâb-ı Hakk,
her konu için, bir ibret ve ayetten bahsetmiş, rahmetinin eseri olduğu için, kurtarma
ile ilgili ayetleri başa almış, gazabının eseri olduğu için de yok etme ayetlerini sona
bırakmıştır.715
Kurtubî de ayetle ilgili müfessirlerin şu görüşlerine yer vermiştir: “Katade
dedi ki, bu apaçık ibret verici şeyler geriye bırakılan taşlardır, Ebu’l Âliye de böyle
demiştir. Bir görüşe göre, bu ümmetten bir topluluk bu taşlar ile recm ederler. İbn
Abbas dedi ki, bu belgeler, ibret verici şeyler onların harab olmuş meskenlerinden
geriye kalanlardır. Mücahid dedi ki, buradaki ibretlik durum yer üzerindeki siyah
sudur.” Müfessir, bütün bunların hepsi kalmış bulunuyor. O halde açıklamalar
arasında herhangi bir çelişki yoktur demektedir.716

712
Zemahşerî, Keşşaf, V, 208; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 471.
713
Ankebut 29/15.
714
Ankebut 29/24.
715
Râzî, Tefsir-i Kebir, XII, 162- 163.
716
Kurtubî, el-Câmi’, XII, 398- 399; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 441.

193
Ayetin sonunda zikredilen (َ‫ ) ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesine gelince Beydâvî bu ifadeyi,
“onlar, ayette zikredilen ibretlik, bakılıp düşünülmesi gereken durumlar hakkında
akıllarını kullanırlar”717 şeklinde; İbn Kesîr, “Şüphesiz sizler sabah akşam onların
memleketlerinden geçiyorsunuz. Hiç düşünmez misiniz?718 ayetiyle açıklamakta,
Şevkânî, “Özellikle akleden kimseler ifadesi zikredilmiştir. Çünkü akleden kimse o
ibret verici eserleri gördüğünde onlardan ibret alır ve bunları en iyi şekilde anlar”719
şeklinde; Âlûsî de “Bu ibretlik durum hakkında aklını kullanan kimseler için çok
büyük ibret alınması gereken şeyler vardır. Ayrıca bu ayet, livata ve onun kötülüğüne
de delalet etmektedir, livata icma ile büyük günahtır”720 şeklinde tefsir etmiştir.
Müfessirlerin belirttiğine göre ayet-i kerime Lut (a.s.)’ın kavminin helak
oluşundan bahsetmekte, Cenâb-ı Allah’ın bu helak olan kavimden geriye birçok ibret
verici, düşündürücü deliller bıraktığını belirtmektetir. Bu deliller, onların nasıl azgın
bir kavim olduğunu, günahta nasıl da ısrarcı olduklarını ve aşırı gittiklerini, uyarılara
hiç kulak vermediklerini göstermektedir. Cenâb-ı Allah, böyle helak olan kavimleri
ve onların ibretlik durumlarını zikrederek bizleri uyarmakta ve bunlar üzerinde
düşünmeye, aklımızı kullanmaya çağırmaktadır.

717
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 471.
718
Saffat 37/137- 138.
719
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 441.
720
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XV, 274.

194
3.1.12. Allah’ın Eşsiz Bir Yaratıcı Olmasıyla İlgili Akletmeye Yönelik
Hitaplar

‫ﺷﻴُﻮﺧًﺎ‬
ُ ‫ﺷﺪﱠ ُآ ْﻢ ُﺛﻢﱠ ِﻟ َﺘﻜُﻮﻧُﻮا‬
ُ ‫ﻃﻔْﻼ ُﺛﻢﱠ ِﻟ َﺘ ْﺒُﻠﻐُﻮا َأ‬
ِ ‫ﺟ ُﻜ ْﻢ‬
ُ ‫ﺨ ِﺮ‬
ْ ‫ﻋ َﻠ َﻘ ٍﺔ ُﺛﻢﱠ ُﻳ‬
َ ‫ﻦ‬
ْ ‫ﻄ َﻔ ٍﺔ ُﺛﻢﱠ ِﻣ‬
ْ ‫ﻦ ُﻧ‬
ْ ‫ب ُﺛﻢﱠ ِﻣ‬
ٍ ‫ﻦ ُﺗﺮَا‬
ْ ‫ﺧ َﻠ َﻘ ُﻜ ْﻢ ِﻣ‬
َ ‫ُه َﻮ اﱠﻟﺬِي‬
‫ن‬
َ ‫ﻦ َﻗ ْﺒ ُﻞ َو ِﻟ َﺘ ْﺒُﻠﻐُﻮا َأﺟَﻼ ُﻣﺴَﻤًّﻰ َو َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ْ ‫ﻦ ُﻳ َﺘ َﻮﻓﱠﻰ ِﻣ‬
ْ ‫َو ِﻣ ْﻨ ُﻜ ْﻢ َﻣ‬
a. Ğafir (Mü’min) 40/67: “Sizi topraktan sonra nutfeden sonra kan
pıhtısından yaratan sonra sizi bir çocuk olarak dünyaya getiren sonra büyüyüp en
güçlü çağınıza eresiniz, daha sonra da ihtiyarlayasınız diye sizi yaşatan O’dur.
İçinizden bir kısmınız, daha önceden vefat ettirilmektedir, bu şekilde yaratılmanız,
Allah’ın takdir ettiği belli bir vakte yetişmeniz ve onun bundaki hikmetlerini
düşünmeniz içindir.”
Yüce Allah bu ayette insanı nasıl yarattığını ve yaratılış safhalarını
zikretmektedir. Ayetin bağlamında Allah’a ortak koşan müşriklere Cenâb-ı Allah,
kendisinden başka ilah olmadığını, atalarını ve tüm kâinatı kendisinin yarattığını
hatırlatmakta ve bununla ilgili delilleri zikretmektedir.
Taberî, ayette insanın yaratılışının zikredilmesini şöyle açıklamaktadır: “Allah
Teâlâ bu ayette Resulullaha, müşriklere Allah’ın bir olduğunu gösteren delilleri
beyan etmesini emretmekte ve buyurmaktadır ki: “Ey Muhammed, kavminin
müşriklerine de ki: “Ben, âlemlerin rabbi olan Allah’a boyun eğmekle emrolundum.
Zira o sizin atanız Âdem’i topraktan yarattı, sonra sizi bir damla sudan daha sonra da
bir kan pıhtısından var etti. Sonra sizleri annenizin karnından, küçük bir bebek olarak
dünyaya getirdi. Sonra sizin hayatınızı devam ettirdi ki büyüyüp en güçlü çağınıza
eresiniz, sonra da ihtiyarlayasınız. İçinizden bazılarınız daha önceden, annesinin
düşük yapmasıyla veya küçük yaşta yahut gençlik çağında ya da olgunlaştığında
ihtiyarlamadan evvel vefat ettirilir. Biz bunları böyle yaparız ki siz belli bir süreyi
doldurasınız ve bu yapılanları düşünüp de ibret alasınız. 721
Zemahşerî’ye göre Allah’ın, kullarını yaratıp da belirli bir vakte kadar
bırakması, yaşatması; çocukluk, yetişkinlik, ihtiyarlık gibi evreleri yaşamaları
içindir. Belirli bir vakitten kasıt ise ölüm vaktidir. Müfessir, ayette zikredilen (‫ﺷﻴُﻮﺧًﺎ‬
ُ )
ifadesinin “Şîhan” şeklinde “şın” harfinin kesralı olarak okunduğunu zikretmiştir.722

721
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXI, 412; İbn Kesîr, Tefsîr, VII, 156- 157.
722
Zemahşerî, Keşşaf, VI, 134.

195
Fahruddîn Râzî’ye göre ayet-i kerimede Allah Teâlâ, insan ömrünün şu üç
mertebesine dikkat çekmiştir. Bunlar, çocukluğu, erginlik çağı ve ihtiyarlık
dönemidir. Bu, akla uygun, güzel ve doğru bir sıralamadır. Çünkü insan, ömrünün ilk
çağlarında büyümeye, gelişmeye, gürleşmeye başlar. Buna tufûliyyet (çocukluk) çağı
denir. İkinci merhale insanın gelişme çağına, zayıflık namına hiçbirşeyin yer
almadığı yaşının en mükemmel çağına ulaşmasıdır ki işte bu mertebe, (ْ‫ﺷﺪﱠ ُآﻢ‬
ُ ‫) ُﺛﻢﱠ ِﻟ َﺘ ْﺒُﻠﻐُﻮا َأ‬
“sonra büyüyüp en güçlü çağınıza eresiniz” ifadesiyle anlatılmaktadır. Üçüncü
merhale de, insanın, geriye sayması, acizlik-noksanfık eserlerinin başgöstermesidir.
Bu da ayette, (‫ﺷﻴُﻮﺧًﺎ‬
ُ ‫“ ) ُﺛﻢﱠ ِﻟ َﺘﻜُﻮﻧُﻮا‬daha sonra da ihtiyarlayasınız diye sizi yaşatan
O’dur.” cümlesi ile kastedilmiştir. Bu taksimatı iyice kavradığında, ömrün
derecelerinin esasta bu üçden fazla olmadığını anlamış olursun.”723
Kurtubî de Allah’ın, yarattığı kullarının hayatlarına nasıl son verdiğini şöyle
izah etmektedir: “(ُ‫ﻦ َﻗ ْﺒﻞ‬
ْ ‫ﻦ ُﻳ َﺘ َﻮﻓﱠﻰ ِﻣ‬
ْ ‫“ ) َو ِﻣ ْﻨ ُﻜ ْﻢ َﻣ‬İçinizden bir kısmınız, daha önceden
vefat ettirilmektedir” buyruğu hakkında Mücahid şöyle demiştir, yani yaşlanmadan
önceveya düşük olması halinde bu hallerden geçmeden önce ölür, demektir. ( ‫َو ِﻟ َﺘ ْﺒُﻠﻐُﻮا‬
‫“ )َأﺟَﻼ ُﻣﺴَﻤًّﻰ‬Allah’ın takdir ettiği belli bir vakte yetişmeniz” buyruğu hakkında da
Mücahid, Ölüm herkes içindir demiştir. Bu ifadedeki “lam”, lam-ı akıbet (sonuçta
ulaşılacak hali bildirmek için)dir.”724
(َ‫“ ) َو َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬Ve aklınızı kullanmanız için” ifadesini Taberî, “Biz bunları
böyle yaparız ki yani en güzel şekilde yaratır ve yaşatırız ki siz belli bir süreyi
doldurasınız ve bu yapılanları düşünüp de ibret alasınız”725 şeklinde; Zemahşerî,
“Umulurki bundaki yani insanın yaratılışındaki ibretleri ve delilleri düşünürsünüz”726
şeklinde tefsir etmiştir. Fahruddîn Râzî de aynı ifadeyi, “Bu enteresan durumlardaki
çeşitli delilleri ve ibretleri düşünesiniz”727 şeklinde; Kurtubî de “Bunu aklınızla
kavrayarak O’ndan başka hiçbir ilah olmadığını bilirsiniz”728 diye tefsir etmişlerdir.
İbn Kesîr, konumuzla ilgili akletme kavramını, “Öldükten sonra tekrar
dirilmeyi tezekkür etmez misiniz?”729 şeklinde; Âlûsî de, “Bu, yaratılış safhasındaki

723
Râzî, Tefsir-i Kebir, XIII, 355.
724
Kurtubî, el-Câmi’, XV, 289- 290.
725
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXI, 412.
726
Zemahşerî, Keşşaf, VI, 134.
727
Râzî, Tefsir-i Kebir, XIII, 355; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, V, 134.
728
Kurtubî, el-Câmi’, XV, 290.
729
İbn Kesîr, Tefsîr, VII, 156- 157.

196
evreleri ve dünyaya geldikten sonra yaşam boyunca geçirilen evreleri, bundaki
hikmetleri ve ibretleri düşünmeleri içindir. Rabbiniz sizleri nasıl yaşatıp öldürdüyse
tekrar dirileceğinizi umulur ki düşünürsünüz”730 şeklinde; İbn Âşûr da, “Allah Teâlâ
bu ifade ile yaratılışı ve bu eşsiz harikulade yaratılışın hikmetlerini, illetlerini
akletmemizi istemektedir”731 şeklinde tefsir etmiştir.
Cenâb-ı Allah bu ayette ilk insanın topraktan yaratıldığını, insanoğlununda
topraktan gıdalanarak yaratıldığını, beslendiğini belirtmiş; insan hayatının ergeç
sonlu olduğunu, ilk defa yaratanın onu öldürüp tekrar diriltmeye kadir olduğunu
vurgulamıştır. Cenâb-ı Hakk bunları zikrettikten sonra kullarını bu yaratılışın,
ölümün ve tekrar dirilmenin hikmetleri üzerinde aklımızı kullanmaya, tefekkür
etmeye çağırmaktadır. Zaten ayetin zahirinde de düşünesiniz diye yarattım, yaşattım
ve öldürdüm denilmektedir.

‫ن‬
َ ‫ﻚ ﻵ َﻳ ًﺔ ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ﺴﻨًﺎ ِإ ﱠ‬
َ ‫ﺣ‬
َ ‫ﺳ َﻜﺮًا َو ِر ْزﻗًﺎ‬
َ ‫ن ِﻣ ْﻨ ُﻪ‬
َ ‫ﺨﺬُو‬
ِ ‫ب َﺗ ﱠﺘ‬
ِ ‫ﻋﻨَﺎ‬
ْ ‫ت اﻟ ﱠﻨﺨِﻴ ِﻞ وَاﻷ‬
ِ ‫ﻦ َﺛ َﻤﺮَا‬
ْ ‫َو ِﻣ‬
b. Nahl 16/67: “Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden, sarhoş
edici içkiler ve güzel rızıklar edinirsiniz. Şüphesiz ki bunda, aklını kullanan bir
millet için büyük ibret vardır.”
Taberî, ayet-i kerimede zikredilen “Sarhoş edici içkiler” diye tercüme edilen
(‫ﺳ َﻜﺮًا‬
َ ) kelimesinin ne manaya geldiği hakkında müfessirlerin farklı görüşlerine yer
vermiştir. Bazılarına göre (‫ﺳ َﻜﺮًا‬
َ ) manası, mealde zikredildiği gibi “Sarhoş edici
içkidir.” Bunlara göre bu ayeti celile, “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal
okları şeytanın pis işlerindendir. Artık bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz.
Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak, sizi Allah’ı
anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?”732 ayetleriyle
neshedilmiştir. Zira bu ayetlerde içki tamamen yasak edilmiştir. Diğer bir kısım
âlimler ise (‫ﺳ َﻜﺮًا‬
َ ) kelimesinin, “Sarhoş etmeyen meşrubat” manasına geldiğini
söylemişler ve ayeti şöyle izah etmişlerdir: “Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve
üzümlerden şerbet, şıra ve güzel rızık elde edersiniz. Şüphesiz ki bunda, aklını
kullanan bir millet için büyük ibret vardır.” Bu görüşte olanlara göre ayet-i

730
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XVIII, 127.
731
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XII, 477.
732
Maide 5/90- 91.

197
kerime mensuh değildir. Taberî de bu şekilde izahta bulunmakta ve bu görüşü
benimsemektedir. Müfessir, “Görüldüğü gibi ayet-i kerimede, çeşitli meyvelerden
elde edilen suların bize rızık olarak verildiği ifade edilmekte ve aklını kullanan
insanlar için bunda, Allah’ın varlığını, birliğini, kudret ve kuvvetini gösteren deliller
bulunduğu beyan edilmektedir” demektedir.733
Allah Teâlâ bir önceki ayette hayvanlardan olan nimetlerini saymakta, bu
ayette de bitkilerden olan nimetlerini saymaktadır. Buna göre eğer, içki haramdır,
Cenâb-ı Hakk nasıl onu nimetler sadedinde zikretmiştir? diyenlere Fahruddîn Râzî
şöyle cevap vermektedir: “Bu sure, mekkî’dir. İçkinin haram kılınışı ise, Mâide
suresinde gelmiştir, o da medenîdir. Dolayısıyla bu ayetin nüzulü, henüz içki haram
değilken olmuştur.” Müfessire göre (‫ﺳ َﻜﺮًا‬
َ ) “nebîz” demektir. Nebîz ise, hurma,
üzüm veya kuru üzümün, üçte ikisi kayboluncaya (uçuncaya) kadar kaynatılıp, sonra
da ekşimesi için bırakıldığındaki haline denir. Bu, sarhoşluk verecek bir hale
gelinceye kadar, İmam Ebu Hanîfe’ye göre helâldir. Ebu Hanîfe, bu hususta, bu ayeti
delil getirerek şöyle der: “Ayet, “seker”in helâl olduğuna delalet eder. Çünkü Allah
Teâlâ onu, nimetleri ve lütufları arasında zikretmiştir.” Cenâb-ı Allah, ( ‫ﻚ ﻵ َﻳ ًﺔ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ِإ ﱠ‬
‫ن‬
َ ‫“ ) ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬işte bunda, aklını kullanacak bir kavim için, hiç şüphesiz bir delil
vardır” buyurmuştur ki bu, aklı olan herkes, bütün bu hallere, yani hayvanlardan ve
bitkilerden olan nimetlere ancak Allah Teâlâ’nın kadir olabileceğini açıkça bilir ve
böylece bunların varlığından, hâkim ve kâdir bir ilahın varlığına istidlal eder
demektir.734
Kurtubî, İbn Abbas’ın, “Habeşliler sirkeye “seker” derler.” Sözünden
hareketle (‫ﺳ َﻜﺮًا‬
َ ) kelimesinin sirke yahut da tatlı meyve suyu anlamını kabul ederek
neshin söz konusu olmadığını, bu durumda ayet-i kerimenin muhkem olduğunu
belirtir. Ancak cumhurun kanaatine göre seker, şarap (içki) demektir. İbn Mes’ud,
İbn Ömer, Ebu Rezin, el-Hasen, Mücahid, İbn Ebi Leyla, el-Kelbî hep bu
görüştedirler. Bunlar sözbirliği halinde şöyle derler: “Seker, yüce Allah’ın, bu iki
ağacın meyvelerinden haram kıldığı (içecek) şeylerdir. Dilciler de böyle demişlerdir.
Seker, içkinin ve sarhoşluk veren herşeyin adıdır, derler. Buna dair de şu beyiti delil
gösterirler: “Onlar ayıkken ne kötüdürler; topluluk halinde içki içerlerse de ne

733
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVII, 240- 247.
734
Râzî, Tefsir-i Kebir, IX, 421- 422.

198
kötüdürler? Müzzâ (sarhoşluk veren bir çeşit nebiz) ile seker (içki) onlarda etki ettiği
vakit.”735
Beydâvî ayet-i kerime ile ilgili, “Şayet bu ayet içki (hamr) kılınmadan önce
nazil olmuşsa o zaman bu, içkinin kerahetine delalet eder” demektedir. Müfessir,
(‫ﺳ َﻜﺮًا‬
َ ) kelimesine nebîz de denildiğini ve bunun da bir çeşit yiyecek olduğunu
zikretmektedir.736
İbn Kesîr, ayetin, Allah’ın içkiyi haram kılmadan önce şer’an içkinin mübah
olduğuna, sekrin ister üzümden ister hurmadan olsun aynı olduğuna delalet ettiğini
söylemektedir. Müfessir, İbn Abbas’ın, “sekr, meyvesinden dolayı haram olan
şeydir. Rızkı hasen, meyvesinden dolayı helel olan şeydir.” Başka bir rivayette ise,
“sekr, haramdır, rızkı hasen helaldir.” Sözünü naklederek, hurma ve kuru üzümün,
balın sularının helal olduğunu bunda bir beis olmadığını söylemektedir. Müfessir, ( ‫ن‬
‫ِإ ﱠ‬
‫ن‬
َ ‫ﻚ ﻵ َﻳ ًﺔ ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ )ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬ifadesini de, “Allah burada aklı zikretmiştir. Akıl ise insandaki
en şerefli şeydir. Bunun için Allah, bu ümmete insanın aklını yok eden sarhoşluk
verici içecekleri haram kılmıştır” şeklinde tefsir etmiştir.737
Âlûsî, ayetin akletmeyle ilgili sona erdirilmesini şöyle değerlendirmektedir:
“Düşünen, teemmül eden eden, aklını kullanan kimseler için ayetlerde birçok ibretler
vardır. “Sizin için hayvanlarda ibretler vardır”738 ayetinde olduğu gibi. Ayetin
akletmeyle sona ermesi bu ancak akıl sahibi kimseler için muteberdir. Bu ayet, sekr’e
(içkiye) bir sınır koyma ise ayetin bu şekilde sonlandırılması da bu ifadeyi
güçlendirmektedir.”739
Ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah, çeşitli meyveleri, güzel rızıkları kullarına
nimet olarak verdiğini, kullarını hayvanlarla beslediği gibi bitkilerle de
nimetlendirdiğini belirtmekte ve bunlardaki ibretleri düşünmeye, anlamaya
çağırmaktadır. Bu ayette müfessirlerin en çok üzerinde durduğu konu, (‫ﺳ َﻜﺮًا‬
َ )
kelimesinin haram kılınan içkiden olup olmadığıdır. Bazı müfessirlere göre bu,
sarhoş eden içkidir fakat içkiyi yasaklayan ayetle nesh olmuştur. Bazılarına göre ise
bu, sarhoş etmeyen meşrubat manasındadır. Ağırlıklı olan, çoğunluğun kabül ettiği

735
Kurtubî, el-Câmi’, X, 201- 208.
736
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 356.
737
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 581.
738
Nahl 16/66.
739
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, X, 225.

199
görüş de budur.

‫ﺤ ْﻤ ُﺪ ِﻟﱠﻠ ِﻪ َﺑ ْﻞ‬
َ ‫ﻦ َﺑ ْﻌ ِﺪ َﻣ ْﻮ ِﺗﻬَﺎ َﻟ َﻴﻘُﻮُﻟﻦﱠ اﻟﱠﻠ ُﻪ ُﻗ ِﻞ ا ْﻟ‬
ْ ‫ض ِﻣ‬
َ ‫ﺣﻴَﺎ ِﺑ ِﻪ اﻷ ْر‬
ْ ‫ﺴﻤَﺎ ِء ﻣَﺎ ًء َﻓ َﺄ‬
‫ﻦ اﻟ ﱠ‬
َ ‫ﻦ ﻧﺰ َل ِﻣ‬
ْ ‫ﺳ َﺄ ْﻟ َﺘ ُﻬ ْﻢ َﻣ‬
َ ‫ﻦ‬
ْ ‫َو َﻟ ِﺌ‬
‫ن‬
َ ‫َأ ْآ َﺜ ُﺮ ُه ْﻢ ﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
c. Ankebut 29/63: “Yemin olsun ki eğer onlara gökten su indirip onunla
yeryüzüne öldükten sonra tekrar hayat veren kimdir? diye sorsan mutlaka Al-
lah’tır derler. Sen de Allah’a hamd olsun de. Fakat onların çoğu yine de akıllarını
kullanıp düşünmezler.”
Ayetin bağlamında Cenâb-ı Allah, gökleri ve yeri yaratanın kendisi olduğunu,
kullarını rızıklandırdığını belirtmekte, bu ayette de gökten su indirerek yeryüzüne
hayat verdiğini zikrederek müşrikleri tek olan Allah’a iman etmeye ve Ona ortak
koşmamaya çağırmaktadır.
Taberî, ayeti şöyle tefsir etmektedir: “Allah’a ortak koşan müşrikler, O’nun,
herşeyin yaratıcısı olduğunu, rızıkları O’nun verdiğini, göklerden yağmur indirip
onunla yeryüzünde çeşitli bitkileri kendisinin bitirdiğini kabul etmekte fakat bununla
beraber Allah’a yardımcı olurlar inancıyla bir kısım putları ve benzeri şeyleri ona
ortak koşmaktadırlar.” Müfessir (‫ن‬
َ ‫ ) َﺑ ْﻞ َأ ْآ َﺜ ُﺮ ُه ْﻢ ﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬ifadesini de, “Allah’a ortak koşan
müşrikler, dinlerinin kendilerine emretmiş olduğu şeylerden kendileri için fayda ve
zarar olan şeyleri akletmezler, cahillikleri sebebiyle Allah’tan başka tapmış oldukları
putların kendilerini Allah’a yaklaştıracaklarını sanırlar. Hâlbuki onlar helak
edicidirler ve cehennemde ebedi kalmaya sebep olurlar” şeklinde tefsir etmiştir.740
Ayette belirtilen müşriklerin itirafını ve Hz peygamberin hamd etmesini
Zemahşerî şöyle tefsir etmektedir: “müşriklerin, nimet verenin ve yaratanın Allah
olduğunu ikrar etmelerinden dolayı Hz. Peygamber hamd etmek istemiştir. Bu ayet
müşriklerin aleyhinde bir hüccet olduğu halde onlar nimeteleri Allah’a nisbet
etmişler, kulluğu ise putlara yapmışlardır. Onlar, tevhidin gerçek olduğuna, şirkin ise
batıl olduğuna delalet eden delilleri akledip düşünememişlerdir.”741
Cenâb-ı Hakk’ın, (َ‫ﺤ ْﻤ ُﺪ ِﻟﱠﻠ ِﻪ َﺑ ْﻞ َأ ْآ َﺜ ُﺮ ُه ْﻢ ﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
َ ‫“ ) ُﻗ ِﻞ ا ْﻟ‬De ki hamd Allah’a
mahsustur fakat onların çoğu aklını kullanıp düşünmezler” ifadesini Fahruddîn
Râzî şöyle tefsir etmektedir: “Bu ifade söz esnasında söylenen bir cümlei

740
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XX, 59; İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 294.
741
Zemahşerî, Keşşaf, V, 227.

200
itiraziyyedir. Cenâb-ı Hakk sanki “Allah, onunla yeri, ölümünün ardından
canlandırdı. Ama onların çoğu aklını kullanmazlar” demiş, işte bu sözün arasında da,
nimeti hatırlatmak için, “Hamd Allah’a mahsustur” cümlesine yer vermiştir. İkinci
olarak, bu ifadenin de cümlei itiraziyye değil, diğer ifadelerle birlikte zikredilmiş bir
kelam olmasıdır. Çünkü onlar, bu nimetlerin Allah’tan olduğunu biliyor, itiraf
ediyor, ama bildikleriyle amel etmiyorlar. Sen ise, Ey Muhammed (s.a.v.), biliyor ve
bildiğinle amel ediyorsun. Seni tasdik edenler de böyledir O halde, “Allah’a hamd
olsun de. Üçüncü olarak bununla şu kasdedilmiştir ki onlar, bütün bunların, Allah’tan
olduğunu söylüyor, ama bunun yanısıra da Allah’tan başkasının ulûhiyyetini iddia
ediyorlar. Böylece onların sözlerinin çelişkisi ve tuttuktarı yolun tutarsızlığı ortaya
çıkmış oluyor. O halde sen, onların çelişkilerinin ortaya çıkmasından dolayı, “Hamd,
Allah’a mahsustur” de. Çünkü onların ekserisi, bu çelişkiyi ya da bu çelişkinin
yanlışlığını akledemiyorlar.”742
Aynı ifadeyi Kurtubî de şöyle tefsir etmiştir: “Allah’a, kudretine dair
açıklamış olduğu apaçık delil ve belgeler dolayısıyla hamdolsun de. Fakat onların
çoğu akıl etmezler, bu deliller üzerinde gereği gibi düşünmezler. Onların bunu (yani
nimet verenin Allah olduğunu) ikrar etmesi dolayısıyla “Allah’a hamdolsun de” diye
açıklandığı gibi suyu indirip yeryüzünü canlandırdığı için “Allah’a hamdolsun
de”diye de açıklanmıştır.”743
Beydâvî de, “Ayet-i kerimede müşriklerin itirafı belirtilmektedir, onlar tüm
mümkün varlıkların aslının, furusunun ve sırlarının Allah tarafından var edildiğini
söylerler sonra da Allah’ın mahlûkundan bazılarını O’na şirk koşmaktadırlar. Onların
çoğu aklını kullanıp düşünmemekte, hem her şeyi ilk defa yaratanın Allah olduğunu
söylüyorlar hem de putları Allah’a ortak koşmaktadırlar. Böyle davranarak ikrar
ettikleri şeyde tenakuza düşmektedirler”744 şeklinde tefsir etmiştir.
(َ‫ ) َﺑ ْﻞ َأ ْآ َﺜ ُﺮ ُه ْﻢ ﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesini Şevkânî, “Bu ifadeyle Allah müşrikleri
zemmetmiştir. Allah, müşriklerin itiraflarından ve küfürde ısrar edip bununla ilgili
bir delil ortaya koyamadıklarından dolayı rasülüne hamd etmeyi emretmekte;
Allah’ın, rasülü ile birlikte hakkı ortaya koymasını ve kendi aleyhlerinde delil

742
Râzî, Tefsir-i Kebir, XII, 196.
743
Kurtubî, el-Câmi’, XIII, 427.
744
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 475.

201
getirmesini akledememektedirler”745 şeklinde tefsir etmiştir. Aynı ifadeyi Âlûsî,
“Müşrikler, yapmış odukları itirafları ve şirkin batıl tevhidin gerçek olduğuna delalet
eden delilleri akledip düşünememektedirler, ya da onlar hiçbir şeyi akledemiyor da
söylemiş oldukları sözün gereğini yapmıyorlar ve Allah’a ortak koşuyorlar”746
şeklinde; İbn Âşûr da, “Allah Teâlâ bu ifadeyle müşrikleri zemmetmetedir. Çünkü
onlar kendilerinin uyanmasını sağlayacak delilleri Cenâb-ı Allah zikrettiği halde
bunlar üzerinde düşünmememişlerdir. Onlar akletmeyen kimseler gibidir, çünkü bu
apaçık deliller akıl sahibi bir kimsenin neticeye sıkıca tutunup, kavrayıp bunlar
üzerinde düşünmesini gerektirir”747 şeklinde tefsir etmiştir.
Ayeti bağlamıyla birlikte ele aldığımızda Cenâb-ı Allah’ın, her şeyi yaratanın,
yaşatanın, öldüren ve diriltenin Allah olduğunu müşriklere itiraf ettirdiğini fakat
onların hakikat apaçık ortada iken putlara taptığını görmekteyiz. Allah Teâlâ bu
ayette, Allah’ın bir olduğuna, tevhid inancının gerçek olduğuna ve şirkin batıl
olduğuna delalet eden delilleri akledip düşünmedikleri için müşriklerin çoğu
akletmeyen kimselerdir diyerek onları yermektedir.
‫ن‬
َ ‫ﻖ َأﻓَﻼ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ِ ‫ﺨ ْﻠ‬
َ ‫ﺴ ُﻪ ﻓِﻲ ا ْﻟ‬
ْ ‫ﻦ ُﻧ َﻌﻤﱢ ْﺮ ُﻩ ُﻧ َﻨﻜﱢ‬
ْ ‫َو َﻣ‬
d. Yasin 36/68: “Biz kimi uzun ömürlü kılarsak, yaratılışını tersine çeviririz.
Hiç düşünmezler mi?”
Ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah, yaratıcılığına ve kudretine vurgu yapmakta,
kullarından dilediğinin ömrünü uzattığını, dilediğinin ömrünü ise kısa tuttuğunu
haber vermektedir. Şayet Cenâb-ı Allah, kulun ömrünü uzatırsa yani ihtiyarlattığında
hem bedenen hem de zihnen zayıfladığını, acizleştiğini, gençliğindeki güç ve
kuvvetinin kalmadığını, çocuklaştığını belirtmektedir.
Taberî, (ِ‫ﺨ ْﻠﻖ‬
َ ‫ﺴ ُﻪ ﻓِﻲ ا ْﻟ‬
ْ ‫ﻦ ُﻧ َﻌﻤﱢ ْﺮ ُﻩ ُﻧ َﻨﻜﱢ‬
ْ ‫ ) َو َﻣ‬ifadesini şöyle tefsir etmiştir: “Kimi uzun
ömürlü kılarsak onun yaratılışını önceki haline çeviririz. İhtiyar halinde adeta bir
çocuğa dönüşür. Böylece bildiği şeyleri de unutmuş olur.”748 Zemahşerî de aynı
ifadeyi, “Bu, onu önceden yarattığımızın aksine çeviririz demektir. Çünkü onu
önceden yarattığımızda cesedi zayıftı, akletme ve bilmesi yoktu. Sonra biz onu
büyüttük, halden hale geçirdik, derece derece ilerlettik ve en yetkin noktaya ulaştı,

745
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 453.
746
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XV, 312.
747
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XI, 27.
748
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XX, 548- 549.

202
kuvvetinde kâmilleşti, lehine ve aleyhine olan şeyleri akleder ve bilir oldu. Sonunda
biz onu yaratılışının tersine çevirdik ve eksiltmeye başladık da çocuk haline döndü,
cesedi zayıfladı, aklı ve bilgisi azaldı”749 şeklinde tefsir etmiştir.
Kâfirlerin, bizim dünyada geçirdiğimiz süre, gayet azdır. Şayet sen bize,
bizim istediğimiz kadar ömür vermiş olsaydın, bizden herhangi bir kusurun sudur
ettiğini göremezdin demelerine karşı Cenâb-ı Hakk da bu hususu, “Size, iyice
düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edebileceği kadar ömür vermedik
mi?”750 ayetinde belirtmiştir. Fahruddîn Râzî, bu durumu ve ömrün uzatılmasını
şöyle izah etmiştir: “Sonra da sizler, üzerinizden geçen zamanın, sizin acziyyetinizi
ve zayıflığınızı arttırdığını anladınız. Dolayısıyla da, bu tanınmış olan süreyi de zayi
ettiniz. Şayet biz size, bundan daha fazla ömür vermiş olsaydık, o zaman bundan
sonra da, kötürümlük, iş yapamama zamanı çatıp gelirdi. Hâlbuki fırsat elde iken tam
zamanında görevini yapmayan kimse, bu görevini, kötürümlük zamanında, iş işten
geçtikten sonra yapamaz.”751
Kurtubî, ayet-i kerimede zikredilen ömrün uzatılması ile ilgili müfessirlerin
şu görüşlerine yer vermiştir: “Katade dedi ki, yani o çocukluk halini andıran yaşlılık
haline döner. Süfyan da, kişi seksen yaşına ulaştı mı, artık bedeni değişir ve gücü
zayıflar demiştir.” Müfessir şairin şu sözüne de yer vermiştir: “Kim uzunca yaşarsa,
günler eskitir onun yeniliğini, Onun en güvendiği iki şey olan işitmesi ve görmesi
ona ihanet eder.” Müfessire göre uzun ömür, gençliğin yerine yaşlılığı, gücün yerine
zayıflığı, fazlalığın yerine eksikliği getirir.752
İbn Kesîr de ayet-i kerimeyi, “Sizi güçsüz olarak yaratan sonra güçsüzlüğün
ardından kuvvet veren sonra kuvvetin arkasından tekrar güçsüzlük ve ihtiyarlık veren
Allah’tır. O, dilediğini yaratır. O, herşeyi çok iyi bilendir, herşeye gücü yetiren-
dir”753 ifadesiyle destekleyerek ademoğlunun ömrü uzadığında kuvvetten zayıflığa,
dinçlikten acizliğe düştüğünü belirtmektedir. Dolayısıyla bu ayetten muradın bu
dünyanın geçici bir dünya olduğu ve sürekli kalınacak bir yer olmadığı

749
Zemahşerî, Keşşaf, V, 446.
750
Fatır 35/37.
751
Râzî, Tefsir-i Kebir, XIII, 84.
752
Kurtubî, el-Câmi’, XIV, 440- 442.
753
Rum 30/54.

203
anlaşılmaktadır.754
Ayetin sonunda zikredilen (َ‫ )َأﻓَﻼ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesine gelince Taberî bu ifadeyi, “Bu
müşrikler, Allah’ın dilediğini yapma gücünde olduğunu, yaratmış olduğu şeyler
üzerinde tasarrufa sahip olup onları gözetlediğini, dilediğini küçüklükten büyüklüğe
ulaştırdığını, bazısını da büyüklükten sonra iyice ihtiyarlık anında da yaratılışının
başına çevirdiğini hiç düşünmezler mi?”755 şeklinde tefsir etmiştir. Kurtubî de, “Artık
size bütün bunları yapanın ölümden sonra sizi diriltmeye kadir olduğu hususunda
akıl erdirmiyor musunuz” şeklinde tefsir etmiş, ifadenin “ya” ve “ta” ile
okunduğunu belirtmiştir.756 İbn Kesîr, “Ahiret yurdu için yaratıldıklarını bilmeleri
için Allah’ın kendilerini ilk defa yaratmasında, sonra gençlik ve ihtiyarlık haline
dönüştürmesinde akıllarını kullanıp da hiç tefekkür etmiyorlar mı?”757 şeklinde;
Âlûsî, “Onlar, ömürleri uzadığında yaratılışlarının değiştiğini, değişeceğini
görmüyorlar mı? Tüm bunlara kâdir olanın kim olduğunu akletmiyorlar mı? Onları
halden hale dönüştüren ve öldürenin kudretini hiç düşünmüyorlar mı?”758 şeklinde;
İbn Âşûr da, “Ayette belirtilen ibret ve delilleri akletmede ve bunların manalarını
anlamada onlar hürdürler”759 şeklinde tefsir etmiştir.
Yüce Allah, ayet-i kerimede kullarına vermiş olduğu ömrü en iyi şekilde
değerlendirmelerini istemektedir. Ayet-i kerimede insanın ömrü uzadıkça
yaratılışının başına döneceğinden yani çocuklaşacağından bahsedilmektedir.
İnsanoğlu yapması gerekenleri zamanında yapmalı, ihtiyarlık anına bırakmamalıdır.
Ayetin de ışık tuttuğu gibi kişi ihtiyarlayınca bedenen ve zihnen zayıflar, acizleşir ve
görevini yerine getiremez olur.

3.1.13. Cehennemliklerin Akıbetleri İle İlgili Akletmeye Yönelik Hitaplar

‫ﺴ ِﻌﻴ ِﺮ‬
‫ب اﻟ ﱠ‬
ِ ‫ﺻﺤَﺎ‬
ْ ‫ﺴ َﻤ ُﻊ َأ ْو َﻧ ْﻌ ِﻘ ُﻞ ﻣَﺎ ُآﻨﱠﺎ ﻓِﻲ َأ‬
ْ ‫َوﻗَﺎﻟُﻮا َﻟ ْﻮ ُآﻨﱠﺎ َﻧ‬
a. Mülk 67/10: “Eğer dinlesek veya düşünseydik, alev alev yanan
cehennemin ehlinden olmazdık.” derler.”
Bu ayette belirtildiği gibi Kur’an-ı Kerim’in başka ayetlerinde de dünyada iken
754
İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 588.
755
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XX, 548- 549.
756
Kurtubî, el-Câmi’, XIV, 440- 442.
757
İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 588.
758
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XVII, 26.
759
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XII, 64.

204
rablerini inkâr eden kâfirlere cehennem azabı olduğu zikredilmektedir. Cehennem
varılacak ne kötü bir yerdir denilmektedir.
Kâfirlerin cehennemde içinde bulundukları durumlarını Taberî şöyle tefsir
etmektedir: “Kâfirler ahirette cehenneme atılırken onun kaynadığını ve uğultu
çıkardığını işiteceklerdir. Cehennem kâfirlere karşı o derece öfkelenecek ki nerdeyse
öfkesinden kendi kendini parçalayacaktır. Cehenneme her topluluk atıldığında
cehennemin zebanileri onlara: “Sizler dünyada iken sizi bu azaba uğrayacağınıza dair
hiçbir uyarıcı gelmedi mi?” diyecekler, onlar da itirafın kendilerine fayda vermediği
bir yerde: “Evet bize uyarıcı gelmişti fakat biz onu yalanladık ve o uyarıcıya dedik
ki: “Allah, kendi katından bir şey indirmedi. Siz, haktan uzak büyük bir sapıklık
içindesiniz.” dediler. Yine onlar: “Eğer bizler uyarıcıyı dinleyip bizi davet ettiği
şeyleri akıl edecek olsaydık bizler, alev alev yanan bir cehennem ehlinden olmazdık”
dediler.760
Zemahşerî, “Bu ifade, hakka yönelen kimselerin işitmesi gibi işitin, teemmül
eden bir akıl ile onu akledin demektir. Burada işitme ve akletme birlikte
zikredilmiştir. Bu, mükellefiyetin işitmeye ve akletmeye dayalı olduğuna delildir”
demektedir.761
Cehennemliklerin günahlarını itiraf etmelerini ve hakikati akledemeyişlerini
Fahruddîn Râzî şöyle tefsir etmektedir: “Bu, “şayet biz, bu uyarıyı, hakkı arayan ve
onun hakkında gerçek manada düşünüp tefekkür eden kimsenin dinleyicisi gibi
arayıp da dinleseydik, biz, cayır cayır yanan ateş ehlinden olmazdık” demezdik.
Cenâb-ı Hakk’ın, mükellefiyetin, “sem’î (nakli) ve aklî” delillere varıp
dayanmasından dolayı, bu ayette hem naklî hem de aklî delilleri birlikte beyan ettiği
de ileri sürülmüştür.762
Kurtubî de cehennemliklerin pişmanlıklarını şöyle tefsir etmiştir: “İbn Abbas
dedi ki: Eğer hidayete kulak veren yahut onu akleden kimseler olsaydık yahut bizler
belleyip düşünenlerin işittiği gibi işitmiş olsaydık; ya da düşünüp (iyiyi kötüden)
ayırt edebilenler gibi akıl edebilseydik cehennemlikler arasında olmazdık.” Müfessir,

760
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXIII, 510.
761
Zemahşerî, Keşşaf, VII, 103.
762
Râzî, Tefsir-i Kebir, XV, 409.

205
bu ayet kâfire akıllarını kullanmak diye bir şey verilmediğini göstermektedir
demektedir.763
İbn Kesîr de cehennemliklerde hidayet dinleyişinin ve hidayet tefekkürünün
olmadığını şu şekilde izah etmiştir: “Şayet bizim kendisinden faydalanabileceğimiz
bir aklımız olsaydı ya da hakikat olarak Allah’ın indirmiş olduğu şeyleri
işitebilseydik şu an içinde bulunduğumuz durumda olmazdık, Allah’a küfretmez ve
O’na karşı büyüklenmezdik. Fakat bizim kendisiyle Resulullahın getirdiklerini
anlayabilecek güzel bir anlayışımız ve onlara uyma noktasında bize yol gösterecek
bir aklımız olmadı.”764
Şevkânî, kafirlerin içinde bulundukları durumları, onların pişmanlıklarını şöyle
tefsir etmektedir: “Keşke biz resulün bize olan hitabını dinleseydik, bunları
akletseydik şimdi cehennem ehlinden olmazdık, cehennemin yakıcı azabına maruz
kalanların cümlesinden olmazdık.”765 İbn Âşûr da aynı durumu şöyle izah
etmektedir: “Bu ifade onların dünyada akledemeyişlerinin ve işitemeyişlerinin
delilidir. Onlar özel bir dinleme ve özel bir düşünme istiyorlardı. Onların
işitemeyişleri Cenâb-ı Allah’ın şu ayetinde belirttiği gibi, “Kâfirler birbirlerine, “Bu
Kur’an’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Belki bu yolla galip gelirsiniz”
dediler.”766 Resulün davetinden yüz çevirmeleri ve ona itiraz etmelerinden dolayıdır.
Onların akledemeyişleri ise resulün ayetleri hakkında, onların doğru olduklarını
gösteren deliller hakkında ve kendisine çağrıldıkları şey hakkında tedebbürü terk
ettiklerinden dolayıdır.”767
Ayette ve bağlamında, kâfirlerin akıbetleri ve onların cehennemin o yakıcı
azabıyla karşılaştıkları vakit içinde bulundukları pişmanlıkları, itirafları
anlatılmaktadır. Kâfirler o gün orada Allah’ın huzurunda, dünyada iken kendilerine
hakikat bildirildiği halde bunu işitmediklerini ve bunun önemini düşünüp akledip de
anlayamadıklarını söylemektedirler. Cenâb-ı Allah bu ayette kâfirlerin akıbetlerini
zikrederek kullarını uyarmakta, sizlerde hakikate kulak vermez ve gerçek olanı doğru
olanı akledip anlamazsanız sizin de akıbetiniz kâfirlerinki gibi olur demektedir.

763
Kurtubî, el-Câmi’, XVII, 509.
764
İbn Kesîr, Tefsîr, VIII, 178.
765
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, VII, 265.
766
Fussılet 41/26.
767
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XV, 209.

206
3.1.14. Kur’an’da Anlatılan Misaller İle İlgili Akletmeye Yönelik Hitaplar
‫ن‬
َ ‫س َوﻣَﺎ َﻳ ْﻌ ِﻘُﻠﻬَﺎ إِﻻ ا ْﻟﻌَﺎ ِﻟﻤُﻮ‬
ِ ‫ﻀ ِﺮ ُﺑﻬَﺎ ﻟِﻠﻨﱠﺎ‬
ْ ‫ﻚ اﻷ ْﻣﺜَﺎ ُل َﻧ‬
َ ‫َو ِﺗ ْﻠ‬
a. Ankebut 29/43: “Biz bu misalleri insanlara açıklıyoruz. Bunları ancak
âlimler anlar.”
Taberî ayetin tefsiri ile ilgili şöyle izahta bulunmaktadır: “Allah Teâlâ Kur’an-ı
Kerim’de sivrisinek ve örümcek gibi bir kısım varlıkları misal olarak zikredince
Kureyş’in beyinsizleri bu ayetleri alaya alıyorlardı. Allah Teâlâ bu ayet-i kerimede,
Kur’an-ı Kerim’de zikrettiğini ancak ilmin derinliklerine inen âlimlerin
anlayabileceklerini beyan etmiş ve cahillerin bunları anlamamasının Kur’an’ın bir
eksikliği değil kendilerinin kusuru olduğunu ortaya koymuştur.”768
Zemahşerî, Kur’an’da anlatılan misallere karşı müşriklerin tavırlarını şöyle
beyan etmektedir: “Kureyş’in sefih ve cahilleri, Muhammad’in Rabbi ne diye
sivrisinek, örümcek gibi şeyleri misal veriyor diye eğlenip gülüyorlardı.”769 Aynı
ifadeyi Fahruddîn Râzî de şöyle tefsir etmektedir: “Onlara şöyle denilebilir:
Teşbihler, insanlar için yapılır. Eğer sizler hayvanlar gibi olsaydınız, içinde
bulunduğunuz durumdan nefret etmenizi gerektiren anlayışlar o mesellerden gelirdi.
Çünkü teşbihler, insanların kalbine, tıpkı deliller gibi tesir eder.”770
Kurtubî, (ِ‫ﻀ ِﺮ ُﺑﻬَﺎ ﻟِﻠﻨﱠﺎس‬
ْ ‫ﻚ اﻷ ْﻣﺜَﺎ ُل َﻧ‬
َ ‫“ ) َو ِﺗ ْﻠ‬Biz bu misalleri insanlara açıklıyoruz.”
İfadesini, “Yani biz, bu misali ve bundan başka “Şüphesiz ki Allah, sivrisineği ve
ondan daha üstününü misal vermekten çekinmez.”771, “Allah Teâlâ’yı bırakıp da
ibadet ettiğniz putların hepsi bir yere toplansa bir sinek bile halk edemezler”772
ayetlerinde ve başka ayetlerde zikredilen misalleri, biz bunları insanlara veriyoruz,
açıklıyoruz” şeklinde tefsir etmiştir.773
Zemahşerî, ayette zikredilen (َ‫ ) َوﻣَﺎ َﻳ ْﻌ ِﻘُﻠﻬَﺎ إِﻻ ا ْﻟﻌَﺎ ِﻟﻤُﻮن‬ifadesini, “Bu misallerin
doğruluğunu, güzelliğini ve faydasını ancak âlimler bilir. Çünkü bu misaller ve
teşbihler, kapalı olan manaları ortaya çıkaran, çeşitli anlayışları ifade eden
metodlardandır” şeklinde tefsir etmiştir. Müfessir, peygamberimizin bu ayeti
okuduktan sonra âlimi şöyle tarif ettiğini zikretmektedir: “Âlim kişi Allah’tan

768
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XX, 39- 40.
769
Zemahşerî, Keşşaf, V, 213.
770
Râzî, Tefsir-i Kebir, XII, 172.
771
Bakara 2/26.
772
Hacc 22/73.
773
Kurtubî, el-Câmi’, XIII, 404.

207
gelenleri aklıyla kavrayarak, O’na itaat ile amel eden, O’nu gazab-landıran şeylerden
de kaçınan kişidir.”774
Aynı ifadeyi Fahruddîn Râzî, “Bu mesellerin gerçeğini, hakikatin böyle
olduğunu, ondan başkasına ibadetin yanlış olduğunu bilenler bilir. Burada şöyle
hikmetli bir mana daha vardır ki o da doğuştan (fıtri) olan bir ilmi her insan bilebilir.
Ama fikrî olan, tefekküre dayanan ince ilmi (bilgileri) ise, ancak âlim olan bilir. Zira
insana, açık bir konu arzedildiğinde, idrak edilecek şey açık, idrak eden de akıllı
olduğu için, o onu olduğu gibi doğru olarak anlar. O, bunun için, daha önce birtakım
şeyleri bilmeye muhtaç değildir. Ama dakîk, tefekkürî ilim ise, kendinden önce
birtakım bilgilerin olmasına ihtiyaç hissettirir. Binaenaleyh bunları anlamak için,
kişinin âlim olması gerekir. “Bunları ancak âlimler anlar” ifadesi, “Allah insanlara
bir darb-ı mesel (teşbih) getirdi. O teşbihin hakikatini ve ifade etmek istediği herşeyi
ancak âlim olanlar anlayabilir”775 şeklinde tefsir ederken Kurtubî, “Onlara âlimler-
den, Allah’ı bilenlerden başkası akıl erdiremez, kavrayamaz”776 şeklinde; İbn Kesîr,
“Bu misalleri ancak ilimde derinleşmiş, Rasih kimseler anlayabilirler ve tedebbür
edebilirler”777 şeklinde; Âlûsî de, “Bu misallerin, teşbihlerin güzelliğini ve faydasına
uyulması gerektiğini ancak ilimde derinleşen ve eşya hakkında gerekli olan şeyi
tedebbür eden kimseler anlayabilirler”778 şeklinde tefsir etmiştir.
Cenâb-ı Allah, yüce kitabında bazı misaller vererek yaratıcılığını, kudretinin
kemalini ve tek ilah oluşunu belirtmektedir. Ancak müşrikler bunu anlayamamışlar
ve alay konusu yapmışlardır. Allah Teâlâ bu misali verirken müşriklerin tapmakta
oldukları putların hepsinin bir sineği bile yaratamayacağını göstermektedir. Bu
misallerin hikmetini, niçin zikredildiğini ancak Allah’a inanan gönlü temiz, aklı
temiz insanların anlayabileceğini vurgulamaktadır.

774
Zemahşerî, Keşşaf, V, 213: َ
‫ِ واﺟﺘﻨﺐ‬
‫ِﻪ‬‫َﺘ‬
‫َ ﺑﻄﺎﻋ‬
‫ِ ﻓﻌﻤﻞ‬
‫ﱠﻪ‬‫ِ اﻟﻠ‬
‫َ ﻋﻦ‬
‫ْ ﻋﻘﻞ‬
‫َﻦ‬
‫ُ ﻣ‬
‫اﻟﻌﺎﱂ‬
‫ ;ﺳﺨﻄﻪ‬Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XV, 284.
ِ
775
Râzî, Tefsir-i Kebir, XII, 172; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 472.
776
Kurtubî, el-Câmi’, XIII, 404.
777
İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 279.
778
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XV, 284.

208
3.1.15. Kevnî Ayetler Üzerinde Akletmeye Yönelik Hitaplar
‫س‬
َ ‫ﺤ ِﺮ ِﺑﻤَﺎ َﻳ ْﻨ َﻔ ُﻊ اﻟﻨﱠﺎ‬
ْ ‫ﺠﺮِي ﻓِﻲ ا ْﻟ َﺒ‬
ْ ‫ﻚ اﱠﻟﺘِﻲ َﺗ‬
ِ ‫ف اﻟﱠﻠ ْﻴ ِﻞ وَاﻟ ﱠﻨﻬَﺎ ِر َوا ْﻟ ُﻔ ْﻠ‬
ِ ‫ﺧ ِﺘﻠَﺎ‬
ْ ‫ض وَا‬
ِ ‫ت وَا ْﻟ َﺄ ْر‬
ِ ‫ﺴﻤَﺎوَا‬
‫ﻖ اﻟ ﱠ‬
ِ ‫ﺧ ْﻠ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ‬
‫ِإ ﱠ‬
‫ح‬
ِ ‫ﻒ اﻟ ﱢﺮﻳَﺎ‬
ِ ‫ﺼﺮِﻳ‬
ْ ‫ﻦ ُآﻞﱢ دَا ﱠﺑ ٍﺔ َو َﺗ‬
ْ ‫ﺚ ﻓِﻴﻬَﺎ ِﻣ‬
‫ض َﺑ ْﻌ َﺪ َﻣ ْﻮ ِﺗﻬَﺎ َو َﺑ ﱠ‬
َ ‫ﺣﻴَﺎ ِﺑ ِﻪ ا ْﻟ َﺄ ْر‬
ْ ‫ﻦ ﻣَﺎ ٍء َﻓ َﺄ‬
ْ ‫ﺴﻤَﺎ ِء ِﻣ‬
‫ﻦ اﻟ ﱠ‬
َ ‫َوﻣَﺎ َأ ْﻧ َﺰ َل اﻟﱠﻠ ُﻪ ِﻣ‬
‫ن‬
َ ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ٍ ‫ض َﻟ َﺂﻳَﺎ‬
ِ ‫ﺴﻤَﺎ ِء وَا ْﻟ َﺄ ْر‬
‫ﻦ اﻟ ﱠ‬
َ ‫ﺨ ِﺮ َﺑ ْﻴ‬
‫ﺴﱠ‬َ ‫ب ا ْﻟ ُﻤ‬
ِ ‫ﺴﺤَﺎ‬
‫وَاﻟ ﱠ‬
a. Bakara 2/164: “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve
gündüzün değişmesinde, insanların faydasına olan şeylerle denizde yüzen
gemilerde, Allah’ın, gökten su indirip onunla, yeryüzünü ölümünden sonra
diriltmesinde, yeryüzünde her türlü canlıyı yaymasında, rüzgârı ve yerle gök ara-
sında emre hazır olan bulutları çeşitli yönlere çevirmesinde, aklını kullanan bir
topluluk için çeşitli ibretler vardır.”
Ayet-i kerimede zahiren belirtildiği gibi göklerin ve yerin yoktan var
edilmesinde, birbirinin zıddı olan gece ve gündüzün birbirlerini takib etmelerinde,
gece gidince gündüzün, gündüz gidince de gecenin gelmesinde, insanlığın faydasına
olan şeylerle denizlerde yüzen ağır yüklü gemilerde aklını kullanan kimseler için
birçok delil ve ibretler vardır. Ayrıca yeryüzü kuraklaştıktan sonra, Allah’ın, gökten
yağmur indirip onunla insanlar için yiyecek, hayvanlar için de yem olmak üzere
yerden bitkiler çıkarmasında, insan ve hayvanlardan her canlıyı yeryüzünde muhtelif
yerlere dağıtmasında da çeşitli deliller vardır. Rüzgârı ve hayat kaynağı olan
yağmuru taşıyan bulutları, çeşitli yönlere sevketmesinde de düşünen ve anlayan
kimseler için Allah’ın birliğine, O’nun tek bir ilah oluşuna, O’nun eşsiz yaratıcılığına
delalet eden nice deliller vardır.
Taberî, “Allah Teâlâ bu ayette insanlara, ilahlarının, tapmış oldukları put ve
tağutlar değil, kendilerine bu nimetleri veren Allah olduğunu haber vermekte ve her
türlü ibadet ve taata ancak kendisinin layık olduğunu beyan etmektedir.” Müfessir
ayetin nüzul sebebiyle ilgili de şöyle bir açıklama yapmaktadır: “Allah Teâlâ bu
ayet-i kerimeyle kullarını, birliğine ve ilahlıkta tek oluşuna dair uyarmıştır, ayetin
asıl nüzul sebebi budur. Atâ’nın da dediği gibi bu ayet, Resulullah’a müşriklere karşı
bir delil de olabilir. Said b. Cübeyr ve Ebudderda’nın dediği gibi, müşriklerin
Resulullah’tan istedikleri bir mucizenin yerine inmiş de olabilir.”779
Müfessir, (َ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
ٍ ‫ ) َﻟ َﺂﻳَﺎ‬ifadesinde geçen “âyât” lafzını, her şeyi yaratan,

779
Taberî, Câmiu’l-Beyân, III, 270.

209
yoktan var edenin tek bir ilah olduğuna delalet eden deliller, alametler manasında
olduğunu söylemektedir. Akletme kavramını ise “ayet-i kerimede zikredilen
delillerde bütün bunlarda, aklını kullananlar ve Allah’ın birliğini gösteren delilleri
anlayanlar için, bunları yaratanın tek bir ilah olduğuna dair alâmet ve deliller
vardır780 şeklinde tefsir etmiştir. Aynı ifadeyi Zemahşerî de, “Ayet-i kerimede
zikredilen delillere gözleri bakarlar ve akılları ile düşünüp bunlardan ibret alırlar.
Çünkü bu kevnî ayetler, büyük kudret ve hikmet sahibi olan yüce Allah’a delalet
etmektedir” şeklinde tefsir etmiştir. Müfessir ayrıca, Peygamber (s.a.v.)’in, “Bu ayet-
i kerimeyi okuyup da onu ağzından dışarı fırlatanın vay haline!”781 diye buyurduğu
rivayet edilmiştir demektedir.782
Ayet-i kerimede belirtilen deliller ve bunlar üzerinde düşünmeyle ilgili Kurtubî
de ayeti geniş bir şekilde tefsir etmiştir. Müfessir ayette belirtilen delilleri şöyle izah
etmektedir: “Yüce Allah, bütün bu hususları, “Hepinizin ilahı tek bir ilahtır”783
buyruğunun akabinde sözkonusu etmiştir ki, bunlarla bu ayet-i kerimeden önce
sözünü ettiği yüce Allah’ın vahdaniyyetine, rahmetine ve yaratıklarına olan şefkatine
dair verdiği haberin doğruluğunu ortaya koymuştur. Peygamber (s.a.v.)’in, “Bu ayet-
i kerimeyi okuyup da onu ağzından dışarı fırlatanın vay haline!” diye buyurduğu
rivayet edilmiştir. Yani üzerinde tefekkür etmeyip gereken ibreti çıkarmayanın vay
haline! Denilmiştir. Diğer taraftan yüce Allah, bu ayet-i kerimede bizlere
vahdaniyyetinden söz ederken sadece haber vermekle yetinmiyor, bununla birlikte
Kur’an-ı Kerim’deki pek çok ayet-i kerimede aklımızı kullanıp düşünmemizi, ibretle
bunlar üzerinde aklımızı kullanmamızı da emretmektedir. Yüce Peygamberine şöyle
buyurmuştur: “De ki: Göklerde ve yerde neler var, bir bakın.”784 Burada kendilerine
hitab edilmesi istenen kâfirlerdir. Çünkü yüce Allah, “(Fakat) o ayetler ve
korkutmalar, iman etmeyecek bir kavim için ne fayda verir ki?”785 Diye
buyurulmaktadır. Yüce Allah bir başka ayette de şöyle buyurmaktadır: “Onlar
göklerin ve yerin melekûtuna... bakıp düşünmezler mi?”786 “Melekût” ile kastedilen,

780
Taberî, Câmiu’l-Beyân, III, 276- 277.
781
‫ّ ﲠﺎ‬
‫وﻳﻞ ﳌﻦ ﻗﺮأ هﺬﻩ اﻵﻳﺔ ﻓﻤﺞ‬
782
Zemahşerî, Keşşaf, I, 151; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 200.
783
Bakara 2/163.
784
Yunus 10/101.
785
Yunus 10/101.
786
A’raf 7/185.

210
ayetlerdir, belgelerdir. Bir başka yerde de: “Kendi nefislerinizde de nice ayetler
vardır görmez misiniz?”787 diye buyurmaktadır. Yüce Allah buyuruyor ki, onlar,
bütün bunlara tefekkür ve ibretle, düşünme yoluyla bakmazlar mı ki, bunların
hadislere (sonradan olan değişikliklere) ve değişimlere maruz kalmasını, sonradan
yaratıldıklarının delili olarak görsünler ve ihdas edilen (var edilen, yaratılan) birşeyin
mutlaka kendisini yapan bir yapıcıya ihtiyacı olduğunu, bu yapıcının hikmeti sonsuz,
âlim, kadir, mürid, semi’, basîr ve mütekellim olduğunun delili olarak görsünler.”788
(َ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
ٍ ‫“ ) َﻟ َﺂﻳَﺎ‬aklını kullanan bir topluluk için çeşitli ibretler vardır.”
Kevnî ayetler üzerinde düşünmenin insana neler kazandıracağını İbn Kesîr şöyle izah
etmektedir: “Ayet-i kerimede belirtilen bu apaçık deliller yüce Allah’ın
vahdaniyetine delalet eder. Bu deliller üzerinde tefekkür eden kimse Allah’ın tek ilah
oluşunu, her şeyin ilahının ve her şeyi yaratanın Allah olduğunu bilir.”789 Aynı
ifadeyi Şevkânî, “Allah Teâlâ vahdaniyetine delalet eden delilleri zikretmekten geri
kalmamıştır. Yüce Allah bu apaçık faydalı delilleri zikretmekle beraber kudretinin
yüceliğini ve yaratıcılığının eşsizliğini de haber vermiştir”790 şeklinde; Âlûsî de
(ٍ‫ ) َﻟ َﺂﻳَﺎت‬ifadesi, “inne” nin ismidir ve büyük, çokça delil demektir der. Bu deliller,
Allah’ın kudretinin büyüklüğüne, O’nun hikmetli oluşuna, rahmetinin genişliğine ve
ilahlığın sadece kendine has olduğuna delalet eder. (َ‫ ) ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesindeki aklın,
kendi semeresi olan tefekkürden mecazdır, tefekkür edenler için çeşitli ibretler vardır
demektir”791 diye tefsir etmiştir. İbn Âşûr da aynı ifadeyle ilgili olarak, “Cenâb-ı
Allah her ne zaman yerlerin ve göklerin yaratılmasını zikretse “âyât” lafzına atıfta
bulunmaktadır. Bu ayet, Allah’ın varlığına delil getirmek isteyenlere apaçık bir
delildir” demektedir.792
Değerlendirmiş olduğumuz ayet-i kerimede yüce Allah, gökler ve yer başta
olmak üzere tüm mahlûkatı en güzel şekilde yarattığına, kâinata olan hâkimiyetine,
tek ilah oluşuna, kullarına olan merhametine, ölüleri nasıl dirilttiğine, kudretinin
yüceliğine vurgu yapmakta ve akıl sahiplerini bunlar üzerinde tefekkür etmeye
çağırmaktadır. Böylece kullarının, kendisinin tek ilah oluşunu anlamalarını, putlara
787
Zâriyat 51/21.
788
Kurtubî, el-Câmi’, II, 436- 439.
789
İbn Kesîr, Tefsîr, I, 475- 476.
790
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I, 213.
791
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, II, 86.
792
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, II, 75.

211
tapmaktan vazgeçip sadece kendine kulluk etmelerini istemektedir.
‫ن‬
َ ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ٍ ‫ﻚ ﻵﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ت ِﺑ َﺄ ْﻣ ِﺮ ِﻩ ِإ ﱠ‬
ٌ ‫ﺨﺮَا‬
‫ﺴﱠ‬َ ‫ﺲ وَا ْﻟ َﻘ َﻤ َﺮ وَاﻟ ﱡﻨﺠُﻮ ُم ُﻣ‬
َ ‫ﺸ ْﻤ‬
‫ﺨ َﺮ َﻟ ُﻜ ُﻢ اﻟﱠﻠ ْﻴ َﻞ وَاﻟ ﱠﻨﻬَﺎ َر وَاﻟ ﱠ‬
‫ﺳﱠ‬َ ‫َو‬
b. Nahl 16/12: “Allah, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı hizmetinize âmâde
kılmıştır. Yıldızlar da Allah’ın emrine boyun eğmişlerdir. Şüphesiz ki bunda, aklını
kullanan bir topluluk için nice ibretler vardır.”
Cenâb-ı Allah bu ayet-i kerimede, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı kullarının
hizmetine sunduğunu belirtmekte, kullarının en iyi şekilde bunlardan faydalanmaları
için bu gezegenleri ve diğer mahlûkatı yarattığını zikretmektedir. Bu ayete ışık tutan,
tefsir eden başka bir ayette de yüce Allah, gündüzü kullarının çalışıp rızık temin
etmeleri için, geceyi de günün yorgunluğunu giderip istirahat etmeleri için yarattığını
beyan etmektedir.
Taberî ayeti şöyle tefsir etmiştir: “Allah Teâlâ yarattığı çeşitli gezegenleri,
insanın faydalanmasına tahsis ettiğini, gündüzü rızık temini için, geceyi istirahat için
yarattığını, güneşi ve ayı zamanın vakitlerini, ayları, seneleri belirlemek ve huzurlu
bir şekilde yaşamı devam ettirebilmek için yarattığını, yıldızları da karada ve denizde
insanların kendileriyle yol ve yön bulmaları için yarattığını beyan etmektedir.”793
Zemahşerî, ayette zikredilen geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı şöyle
değerlendirmektedir: “Allah geceyi insanların sükûn bulmaları için, gündüzü
Allah’ın lütfunu arayıp kazanmak için, güneşin ve ayın hareketinden de senelerin
sayılarını ve hesabı bilmeleri için, yıldızları da yollarını bulabilmeleri için
yaratmıştır. Allah bunları yaratıp da kullarının hizmetine vermek suretiyle kullarını
faydalandırmıştır.”794
Fahruddîn Râzî, yeryüzündeki tabiî olayların bazı yıldızlara, gezegenlere bağlı
olduğunu söyleyenlere bu ayetle karşılık vermekte ve şöyle demektedir: “Eğer biz,
yeryüzündeki tabiî olayların bazı yıldızlarla ilgili hareketlere varıp dayandığını,
onlardan dolayı olduğunu söylesek bile, o felekî ve kevkebî hareketlerin başka felek
ve yıldızlara nisbet edilmesi mümkün değildir. Aksi halde teselsül gerekir. Teselsül
ise imkânsızdır. Öyleyse bu hareketleri yaratanın ve idare edenin Allah Teâlâ olması
gerekir. Yeryüzündeki hadise ve hareketler, feleki hareketlere varıp dayandığında,
feleki hareketlerin de Allah’ın yaratması, takdiri ve var etmesi ile olduğu sabit

793
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVII, 179.
794
Zemahşerî, Keşşaf, III, 339.

212
olunca, bu, bütün herşeyin Allah'dan olduğunu, O'nun yaratması ve var etmesi ile
olduğunu itiraf etmek olur. İşte Cenâb-ı Hakk’ın, ( ‫ﺲ وَا ْﻟ َﻘ َﻤ َﺮ‬
َ ‫ﺸ ْﻤ‬
‫ﺨ َﺮ َﻟ ُﻜ ُﻢ اﻟﱠﻠ ْﻴ َﻞ وَاﻟ ﱠﻨﻬَﺎ َر وَاﻟ ﱠ‬
‫ﺳﱠ‬َ ‫َو‬
‫“ )وَاﻟ ﱡﻨﺠُﻮ ُم‬O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize musahhar kıldı”
ayetinden kastedilen budur”795
Kurtubî de, (َ‫ﺨ َﺮ َﻟ ُﻜ ُﻢ اﻟﱠﻠ ْﻴ َﻞ وَاﻟ ﱠﻨﻬَﺎر‬
‫ﺳﱠ‬َ ‫ ) َو‬ifadesi, “Geceyi ve gündüzü sizin için sükûn
bulasınız ve lütfundan arayasınız diye yaratmış olması O’nun rahmetindendir”796
ifadesine benzemektedir der. Müfessire göre Cenâb-ı Allah, geceyi sükûn için,
gündüzü çalışmak için, güneşi ve ayı vakitlerin bilinmesi, meyvelerin, ekinlerin
olgunlaşması için, yıldızları da karanlıklarda da yol bulmak için yaratmıştır.797
İbn Kesîr, “Allah’ın, birbiri ardınca gelen gece ve gündüzü yaratıp kullarının
hizmetine vermesinde, güneşi ve ayı döndürmesinde, karanlıkta kalanlara ışık ve nur
olarak yarattığı yıldızların semada sabit bir yörüngede akıp gitmesinde Allah’ın
ayetinin büyüklüğüne, zatının yüceliğine delil vardır ve Allah bu ayetle kullarını
uyarmaktadır. Bunların hepsi Allah’ın yaratmış olduğu bir felekte, yörüngede
mukadder bir hareketle hareket eder, artmada olmaz, azalmada olmaz” şeklinde ayeti
tefsir etmiştir.798
(َ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
ٍ ‫ﻚ ﻵﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫“ )ِإ ﱠ‬Bunların herbirinde aklını kullanacak bir
zümre için elbette ayetler vardır” ifadesini, Taberî, “Allah’ın mahlûkatı yaratıp da
kullarının istifadesine sunmasında şüphesiz Allah’ın delillerini anlayan ve bunları
kendileri için yapılan bir tenbih olduğunu akleden kimseler için apaçık deliller
vardır”799 şeklinde; Zemahşerî, “Ayette akletme zikredilmiştir. Çünkü zikredilen bu
yüce eserler, deliller Allah’ın kudretine ve yaratıcılığına apacık bir şekilde delalet
etmekte, O’nun büyüklüğüne ve azametine şahitlik etmektedir”800 şeklinde tefsir
etmiştir. Aynı ifadeyi Fahruddîn Râzî, “Cenâb-ı Hakk bu ayeti ( ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم‬
ٍ ‫ﻚ ﻵﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ِإ ﱠ‬
‫ن‬
َ ‫ ) َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬buyurarak sona erdirmiştir. Bu, aklı olan herkes, teselsülün batıl olduğunu,
işin sonunda mutlaka, herşeye kadir, nûr ve irade sahibi bir faile varıp dayandığını
anlar demektir”801 şeklinde; Kurtubî, “Allah’tan, onların dikkatlerini çektiği ve

795
Râzî, Tefsir-i Kebir, IX, 359.
796
Kasas 28/73.
797
Kurtubî, el-Câmi’, X, 133- 134.
798
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 561.
799
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVII, 179- 180.
800
Zemahşerî, Keşşaf, III, 339.
801
Râzî, Tefsir-i Kebir, IX, 359.

213
kendilerini muvaffak kıldığı şeye dair gelmiş pekçok ayetler vardır, demektir”802
şeklinde tefsir etmiştir. İbn Kesîr de, “Allah’ın kudretine, yaratıcılığına, ilahlığının
büyüklüğüne delalet eden birçok delil vardır. Bunları akleden kimseler, Allah’ın
huccetlerini anlarlar”803 şeklinde tefsir etmiştir.
Şevkânî, ayette zikredilen akletme kavramını, “Allah’ın kullarının hizmetine
vermiş olduğu şeyle hakkında aklını kullanıp düşünen kimseler, yaratıcının varlığını,
O’nun eşsiz oluşunu ve ortağının olmadığını akledip bilirler. Çünkü ayette zikredilen
deliller yaratıcının kudretine apaçık işaret etmektedir” şeklinde tefsir etmiştir.804
Allah’ın gece ve gündüzü yaratıp peşi sıra getirmesinde, güneşi ve ayı belli bir
yörüngede döndürmesinde, geceleri karanlıkta kalanların yön bulmalarını sağlamak
için yıldızları yaratmasında aklıselim kimseler için Allah’ın varlığına, tek oluşuna,
yaratıcılığına, kudretine, herhangi bir ortağının olmadığına delalet eden birçok delil
vardır. Allah Teâlâ kullarının hizmetine vermek için yaratmış olduğu bu nimetleri
hatırlatarak bizleri kâinattaki Allah’ın delilleri üzerinde aklımızı kullanmaya,
tefekkür etmeye çağırmakta, böylece yüce yaratıcımızı daha iyi tanımamızı
istemektedir.

‫ﺣ ٍﺪ‬
ِ ‫ﺴﻘَﻰ ِﺑﻤَﺎ ٍء وَا‬
ْ ‫ن ُﻳ‬
ٍ ‫ﺻ ْﻨﻮَا‬
ِ ‫ﻏ ْﻴ ُﺮ‬
َ ‫ن َو‬
ٌ ‫ﺻ ْﻨﻮَا‬
ِ ‫ع َو َﻧﺨِﻴ ٌﻞ‬
ٌ ‫ب َو َز ْر‬
ٍ ‫ﻋﻨَﺎ‬
ْ ‫ﻦ َأ‬
ْ ‫ت ِﻣ‬
ٌ ‫ﺟﻨﱠﺎ‬
َ ‫ت َو‬
ٌ ‫ﻄ ٌﻊ ُﻣ َﺘﺠَﺎ ِورَا‬
َ ‫ض ِﻗ‬
ِ ‫َوﻓِﻲ اﻷ ْر‬
‫ن‬
َ ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ٍ ‫ﻚ ﻵﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ﺾ ﻓِﻲ اﻷ ُآ ِﻞ ِإ ﱠ‬
ٍ ‫ﻋﻠَﻰ َﺑ ْﻌ‬
َ ‫ﻀﻬَﺎ‬
َ ‫َو ُﻧ َﻔﻀﱢ ُﻞ َﺑ ْﻌ‬
c. Ra’d 13/4: “Yeryüzünde birbirine komşu birçok toprak parçaları, üzüm
bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurma ağaçları vardır. Onlar, aynı su ile
sulanırlar. Bununla beraber biz onların mahsullerini birbirinden üstün kılarız.
Şüphesiz ki bunda, aklını kullanan bir kavim için nice ibretter vardır.”
Ayet-i kerimede birbirinden farklı toprak çeşitlerinden, meyve ve sebzelerden
bahsedilmekte, bunların aynı özelliğe sahip su ile sulanmasına karşılık bu ürünlerin
birbirinden farklı olduğu belirtilmektetir. Bu da Cenâb-ı Allah’ın ne kadar eşsiz ve
kudret sahibi bir yaratıcı olduğunu göstermektedir.
Taberî, ayette belirtilen farklı toprak parçalarını ve bitkilerin mhsüllerinin
birbirinden farklı oluşunu şöyle tefsir etmektedir: “Yeryüzünde birbirine komşu nice

802
Kurtubî, el-Câmi’, X, 133- 134.
803
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 561.
804
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, IV, 207.

214
topraklar vardır ki, birbirlerinden farklıdır. Bazıları verimli bazıları çoraktır.
Bazılarının rengi kırmızı, bazılarının ki boz, diğerleri karadır. Bazıları dağlık,
diğerleri ovadır. Bazıları kumsal, diğerleri balçıktır. Bütün bunlar, kendilerini farklı
şekilde meydana getiren büyük bir kudret sahibinin bulunduğunu gösterir. Yine
yeryüzünde çeşitli üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalar vardır. Bunlar,
aynı su ile sulandıkları halde, kendilerinden meydana gelen mahsullerin, tatları,
kokuları, renkleri ve şekilleri birbirinden farklıdır. Bu farlılıklar da yine yaratıcının
yüceliğini göstermektedir. Şüphesiz ki bütün bunlarda, aklını kullanan bir topluluk
için bir delil ve ibret vardır.”805
Zemahşerî, farklı cinslerin ve farklı çeşitlerin aynı toprakta ve aynı su ile
sulanarak mahsül vermesinin Allah’ın kâdir ve mürîd oluşuna, fiillerini
gerçekleştirirken ne kadar da eşsiz olduğuna delil olduğunu söylemektedir.806
Fahruddîn Râzî, bu ayetten maksadın, bu âlemdeki hadiselerin, güneş ve
yıldızların birbirleriyle olan münasebetleri sebebiyle meydana gelmesinin caiz
olamayacağına dair delil teşkil etmesidir ve şöyle izah eder: “Yeryüzünde, karakter
ve mahiyet bakımından farklı farklı olan kara parçaları bulunmaktadır. Bunlar,
birbirine komşudurlar. Güneşin ve diğer yıldızların bu toprak parçaları üzerindeki
tesiri aynı seviyede olduğu halde onların farklı farklı sıfatlara sahip olmalarının, âlim
ve kadir olan Allah’ın takdiri ile olduğuna delâlet eder. Müfessir, aynı şartlarda
yetişen bitkilerdeki farklılığı da şöyle izah etmektedir: “Bazı gül çeşitleri içinde
öyleleri vardır ki, iki yüzünden birisi son derece kırmızı, ikinci yüzü ise, aynı şekilde
o da son derece narin ve yumuşak olduğu halde, son derece siyahtır. Burada, güneşin
tesiri, diğerlerine değil de bu birinci yüze ulaşmıştır denilmesi imkânsızdır. Bu da
kesin olarak delâlet eder ki, bütün bunlar bir Fâili Muhtar’ın yönetmesiyle
olmaktadır; yoksa yıldızların birbirleriyle olan münasebetleri sebebiyle değildir. İşte,
Cenâb-ı Hakk’ın (ِ‫ﺾ ﻓِﻲ اﻷ ُآﻞ‬
ٍ ‫ﻋﻠَﻰ َﺑ ْﻌ‬
َ ‫ﻀﻬَﺎ‬
َ ‫ﺣ ٍﺪ َو ُﻧ َﻔﻀﱢ ُﻞ َﺑ ْﻌ‬
ِ ‫ﺴﻘَﻰ ِﺑﻤَﺎ ٍء وَا‬
ْ ‫“ ) ُﻳ‬Onlar, aynı su ile
sulanırlar. Bununla beraber biz onların mahsullerini birbirinden üstün kılarız”
buyruğundan kasdettiği şey budur.” Müfessir, (َ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
ٍ ‫ﻚ ﻵﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫“ )ِإ ﱠ‬Şüphesiz ki
bunda, aklını kullanan bir kavim için nice ibretter vardır.” İfadesini de şöyle
tefsir etmiştir: “Cenâb-ı Hakk’ın bu ayette zikretmiş olduğu delili reddedebilecek hiç

805
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVI, 330- 345.
806
Zemahşerî, Keşşaf, III, 231.

215
bir şey yoktur ancak belki, süfli âlemdeki bu hâdiseler, muhakkak ki, herhangi bir
müessire bağlı olmaksızın meydana gelmiştir denilebilir. Bu ise, aklın olgunluğuyla
uyuşmayan bir şeydir. Çünkü hâdis olan varlığın bir muhdis’e muhtaç olduğunun
bilinmesi zarurî bir ilim olunca, böyle bir ilmin olmaması da, aklın kemal ve
olgunluğunu zedeleyici olur, ona yakışmaz.”807
Aynı yerde ve aynı şartlarda yetişen bitkilerin farklı mahsüller vermesini
Kurtubî, “Bu, şanı yüce Allah’ın vahdaniyetine ve samediyetinin azametine en açık
bir delildir. O’nu tanıyamayıp yoldan sapanların yol göstericisidir. Ayet-i kerime,
bütün bunların, ancak O’nun meşiet ve iradesi ile olduğuna, O’nun kudretiyle
meydana geldiğine dikkat çekmektedir. İşte bu da bütün bunların tabiat kanunları so-
nucu meydana geldiğini söyleyenlerin görüşünün batıl olduğuna en açık bir delildir.
Zira bu eğer su ve topraktan dolayı böyle olsaydı ve bütün bunları yapan tabiat
olsaydı, hiçbir şekilde böyle bir farklılık meydana gelmezdi” şeklinde tefsir etmiştir.
Müfessir, (َ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
ٍ ‫ﻚ ﻵﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ )ِإ ﱠ‬ifadesini de, “Yüce Allah’ın buyruklarını anlayıp
kavrayacak kalbe sahip olan kimseler için alâmetler vardır” şeklinde tefsir etmiştir.808
Beydâvî de ayetin Allah’ın kudretine ve O’nun ortağının olmadığına delil
olduğunu söyleyerek şöyle izahatta bulunmaktadır: “Allah Teâlâ fiillerini
gerçekleştirirken yegâne kudret sahibidir. Şayet böyle olmasaydı, yaratma işini
kendine has kılmasaydı, yeryüzünü, tabiatı ve gerekli olan şeyleri yaratmada ortağı
olsaydı böyle olmazdı, ayette belirtilen Allah’ın eşsiz yeratıcılığı gerçekleşmezdi.”809
İbn Kesîr de ayet-i kerimede zikredilen şeylere bakıp bunlar üzerinde düşünen
kimseler için Allah’ın fâili muhtar olduğuna delalet eden birçok delil olduğunu
söylemektedir. Allah Teâlâ kudretiyle eşya arasında dilediğini yok etmekte,
dilediğini de yaratmaktadır. Bunun için ayette, akleden kimseler için birçok delil,
ibret vardır denilmiştir.810
Âlûsî ayeti, “Allah’ın toprağı farklı kısımlara ayırmasında ve zikretmiş
olduğu diğer durumlarda, Allah’ın bir toprak parçasından farklı renk, şekil, tad ve
kokularda meyveler yaratmasında aklını kullanan kimseler için birçok delil vardır”

807
Râzî, Tefsir-i Kebir, IX, 141- 142.
808
Kurtubî, el-Câmi’, IX, 428- 429.
809
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 211.
810
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 432.

216
şeklinde tefsir etmiştir.811 İbn Âşûr da bu ayetin, Allah’ın ilahlığında tek oluşuna,
eşsiz oluşuna delat ettiğini söylemektedir. Allah Teâlâ bu ayetle akleden, düşünen
kimselere ayette belirtildiği gibi ne kadar da eşsiz yarattığını vasfetmektedir.812
Allah Teâlâ bu ayetle yaratıcılığını, tek oluşunu, kâinata olan hâkimiyetini
vurgulamıştır. Farklı özelliklerdeki topraklarda şekli, rengi, tadı ve kokusu farklı
mahsülleri yaratması, Allah’ın ne kadar da büyük kudret sahibi olduğunu gösterir.
Allah’ın toprak parçasını da verimli, verimsiz, dağlık, taşlık, ova şeklinde yaratması
da yaratıcılığının yüceliğini gösterir. Bunun için yüce Allah kullarını, yaratmış
olduğu nimetler üzerinde, varlığına, birliğine delalet eden kâinattaki kevnî ayetler
üzerinde düşünmeye, akletmeye çağırmaktadır.

3.1.16. İnkârcıların Tutum Ve Davranışları İle İlgili Akletmeye Yönelik


Hitaplar

‫ﺷ ْﻴﺌًﺎ وَﻻ‬
َ ‫ن‬
َ ‫ن ﺁﺑَﺎ ُؤ ُه ْﻢ ﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ﻋ َﻠ ْﻴ ِﻪ ﺁﺑَﺎ َءﻧَﺎ َأ َو َﻟ ْﻮ آَﺎ‬
َ ‫َوِإذَا ﻗِﻴ َﻞ َﻟ ُﻬ ُﻢ ا ﱠﺗ ِﺒﻌُﻮا ﻣَﺎ َأ ْﻧ َﺰ َل اﻟﱠﻠ ُﻪ ﻗَﺎﻟُﻮا َﺑ ْﻞ َﻧ ﱠﺘ ِﺒ ُﻊ ﻣَﺎ َأ ْﻟ َﻔ ْﻴﻨَﺎ‬
‫ن‬
َ ‫َﻳ ْﻬ َﺘﺪُو‬
a. Bakara 2/170: “(O müşriklere): Allah’ın indirdiğine tabi olun
denildiğinde, hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tabi oluruz derler.
Şayet ataları, hiçbir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamıyorlarsa da mı?”
Bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında Abdullah b. Abbas’ın şunları
söylediği rivayet edilmektedir: “Resulullah (s.a.v.) ehli kitaptan Yahudileri İslama
davet etti. Onlara İslam’ı övdü ve onları Allah’ın azabından sakındırdı. Bunun
üzerine Râfi’ b. Harise ve Mâlik b. Avf şöyle dediler: “Bilakis biz atalarımız
üzerinde bulduğumuz dine tâbi oluruz. Çünkü onlar daha iyi biliyorlardı ve onlar
bizden daha hayırlı idiler.” İşte bunun üzerine Allah Teâlâ bu ayet-i kerimeyi
indirdi.”813
Ayet-i kerimede kâfirlere yapılan uyarıyı ve kâfirlerin buna karşı tavırlarını
Taberî şöyle tefsir etmektedir: “O kâfirlere, Allah’ın, kitabında, resulüne indirdiği
şeye tabi olun, O’nun helal kıldığını helal kabul edin, haram kıldığını haram kabul
edin denildiğinde biz, haram ve helal mevzuunda, atalarımızı üzerinde bulduğumuz
şeye tabi oluruz derler. Onlar, Allah’ın dini ve farzları hakkında hiç bir şey bilmeyen
811
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, IX, 199.
812
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, VII, 336.
813
Taberî, Câmiu’l-Beyân, III, 305.

217
ve doğru yolu da bulamayan kâfir atalarına mı uyacaklar? Onlara nasıl tâbi oluyor da
rablerinin emrettiği şeyi terk ediyorlar? Bu cahillere ancak iyiyi kötüden seçme
yeteneği bulunmayan kişiler tabi olurlar.”814
Zemahşerî, “Allah Teâlâ bu hitapla doğru yoldan sapmış kimselere nida
etmektedir. Çünkü onlar kendileri sapmakla kalmamış, kendilerine uyan mukallidleri
de saptırmışlardır. Sanki bu ayette Allah, ey akıl sahipleri, bakın bu ahmaklar ne
diyor diye akıl sahiplerini uyarmaktadır” demektedir.815
Fahruddîn Râzî, ayete şöyle mana vermiştir: “Allah Teâlâ onlara, indirmiş
olduğu açık delillere uymalarını emretmiş, onlar ise, biz buna tâbi olmayız,
ecdadımıza tâbi oluruz demişlerdir. İşte bundan ötürü de sanki onlar, delile taklid ile
karşı koymuşlardır. Cenâb-ı Hakk da onlara, “Onların ataları hiçbirşeyi
anlamayan ve doğruyu bulamamış (kimseler) olsalarda mı (tâbi olacaklar)!”
diyerek cevab vermiştir.”816 Kurtubî de, “Bazıları bu ayet-i kerimeyi taklidi yermek
için ele alırlar. Çünkü burada yüce Allah batılda atalarına tabi olduklarından, küfür
ve masiyette onların izinden gittiklerinden dolayı kâfirleri yermektedir. Bu ayet-i
kerimeyi batılda taklid aleyhine delil kullanmak doğrudur. Hak üzere taklid ise dinin
asıllarından bir asıldır. Müslümanların sığınaklarından bir sığınaktır. Gerekli
incelemeyi yapma imkânına sahip olmayan, bilgi edinmekte kusurlu olan bir
müslüman buna sığınır” demektedir.817
Cenâb-ı Hakk’ın (‫ﺷ ْﻴﺌًﺎ‬
َ ‫ن‬
َ ‫“ )ﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬Hiçbirşeyi anlamayan” ifadesini Zemahşerî,
“Onların ataları din adına hiçbir şeyi bilmeseler de, anlamasalar da onlar yine de
atalarına tabi mi oluyorlar? (َ‫ )وَﻻ َﻳ ْﻬ َﺘﺪُون‬ifadesini ise, “Onlar dosdoğru yolu
bulamıyorlar mı, doğru yola ulaşamıyorlar mı?”818 şeklinde; Fahruddîn Râzî, ( ‫ﻻ‬
‫ﺷ ْﻴﺌًﺎ‬
َ ‫ن‬
َ ‫ ) َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬ifadesini, “Bundan maksat, onların din namına hiçbir şey bilmedikleridir”
şeklinde, (َ‫ )وَﻻ َﻳ ْﻬ َﺘﺪُون‬ifadesini ise, “Bundan maksat da, onların o dinin nasıl elde
edileceği bilgisine ulaşamamış olmalarıdır” şeklinde tefsir etmiştir.819 Kurtubî de
aynı ifadeyi şöyle açıklamıştır: “İfadenin (ْ‫ن ﺁﺑَﺎ ُؤ ُهﻢ‬
َ ‫ )َأ َو َﻟ ْﻮ آَﺎ‬başındaki elif, soru edatıdır.
Ondan sonra gelen vâv harfinin üstün gelmesi ise atıf vâv’ı oluşundandır. Burada
814
Taberî, Câmiu’l-Beyân, III, 307- 308.
815
Zemahşerî, Keşşaf, I, 154.
816
Râzî, Tefsir-i Kebir, III, 17- 18.
817
Kurtubî, el-Câmi’, II, 449.
818
Zemahşerî, Keşşaf, I, 154.
819
Râzî, Tefsir-i Kebir, III, 17- 18.

218
cümlenin cümleye atıf edilmesi sözkonusudur. Çünkü atalarına uyan kimselerin, akıl
erdiremeseler dahi biz yine de atalarımıza uyarız, deyip onların yollarına bağlı
kalmaları, tutarsızlığın, bozukluğun en ileri derecesidir. İşte bu şekilde onlara
yöneltilen soru ile bağlılıklarının mahiyeti onlara söyletilmiş (takrir edilmiş)
olmaktadır. Çünkü atalarının durumu gerçekten de böyledir.”820 Aynı ifadeyi
Beydâvî de şöyle tefsir etmiştir: “Onların ataları dini konularda hiçbir şeyi
anlamayan, bilmeyen, tefekkür etmeyen, doğru yola ulaşmamış ve ona tabi olmamış
kimseler de olsa yine de tabi mi olacaklar? Bu ifade, içtihat etmeye, düşünmeye
kudreti olan kimselerin taklitten men edildiğine dair bir delildir.”821
İbn Kesîr, (‫ن‬
َ ‫ﺷ ْﻴﺌًﺎ وَﻻ َﻳ ْﻬ َﺘﺪُو‬
َ ‫ن‬
َ ‫ )ﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬ifadesini, “Kafir müşriklerin körü körüne
uydukları günah batağına saplanan atalarının, anlama ve anlayıştan, hidayetten
nasipleri yoktur”822 şeklinde; Âlûsî, “Onların ataları dini konularda cahil, tefekkür
etmeyen, doğru yolu bulamamış ve hakka tabi olmamış kimselerdir”823 şeklinde; İbn
Âşûr da aynı ifadeyi, “Bu ifade, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tabi
oluruz sözüne karşı bir cevaptır. Çünkü Cenâb-ı Allah, onlara bu durumu anlatarak
onların sözünü reddetmiştir, ifadenin başındaki hemzeden kasdedilen budur”824
şeklinde tefsir etmiştir.
Yüce Allah, atalarını veya bir kısım insanları yanlış yapsalar dahi körü körüne
taklid eden, onlara uyan kimseleri bu ayet ile uyarmaktadır. Allah Teâlâ insanı en
güzel şekilde yaratmış ve ona başka hiçbir mahlûka vermediği akıl nimetini
vermiştir. İşte Allah’ın vermiş olduğu bu akıl ile hakikati düşünmeliyiz,
araştırmalıyız. Tembellik edip de yanlış insanları, yanlış yolları kendimize rehber
edinmemeliyiz. Cenâb-ı Allah’ın göndermiş olduğu kutsal kitabı ve kâinat kitabını en
güzel şekilde okumalı, anlamalı ve Allah’a karşı, insanlara karşı hata etmekten
kaçınmalıyız.

820
Kurtubî, el-Câmi’, II, 448- 449.
821
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 206.
822
İbn Kesîr, Tefsîr, I, 480.
823
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, II, 96.
824
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, II, 91.

219
‫ن‬
َ ‫ﻲ َﻓ ُﻬ ْﻢ ﻟَﺎ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ٌ ‫ﻋ ْﻤ‬
ُ ‫ﺻ ﱞﻢ ُﺑ ْﻜ ٌﻢ‬
ُ ‫ﺴ َﻤ ُﻊ ِإﻟﱠﺎ ُدﻋَﺎ ًء َو ِﻧﺪَا ًء‬
ْ ‫ﻖ ِﺑﻤَﺎ ﻟَﺎ َﻳ‬
ُ ‫ﻦ َآ َﻔﺮُوا َآ َﻤ َﺜ ِﻞ اﱠﻟﺬِي َﻳ ْﻨ ِﻌ‬
َ ‫َو َﻣ َﺜ ُﻞ اﱠﻟﺬِﻳ‬
b. Bakara 2/171: “Kâfirlerin durumu, ancak çobanın bağırıp çağırmasını
duyabilen ve manasını anlamayan hayvanların durumu gibidir. Bu kâfirler, sağır,
dilsiz ve kördürler. Bu yüzden hakkı idrak edemezler.”
Ayet-i kerimede Allah’ın birliğine ve ona itaat etmeye çağrılmayı kötü karşı-
lamaları ve anlayışlarının kıt oluşu bakımından kâfirlerin durumu, sesleri duyan fakat
o seslerin ne manaya geldiğini anlamayan hayvanların durumu gibidir denilmektedir.
Bu kâfirler sağırdırlar hakkı duymazlar, dilsizdirler hakkı söylemezler, kördürler
doğru yolu göremezler denilerek de kâfirler aşağılanmışlardır.
Taberî, bu ayeti İbn Abbas’ın, “Hidayeti duymaz, onu görmez ve onu
düşünmezler” şeklinde izah ettiğini nakletmektedir. Ayrıca, müfessirlerin bu ayet-i
kerimeyi iki şekilde izah ettiklerini zikretmektedir. İkrime, Abdullah b. Abbas,
Mücahid, Katade, Rebi’ b. Enes, Atâ ve Süddî’ye göre bu ayet-i kerimenin izahı
şöyledir: “Kâfirlere öğütte bulunan kimse çobana, kâfirler ise çobanın seslendiği
hayvanlara benzerler. Nasılki bu hayvanlar, sadece çobanın sesini duyup bir şey
anlamazlarsa kâfirler de kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan kimsenin sadece
sesini duyar fakat ne demek istediğini anlamazlar. Kendilerine okunan Allah’ın
ayetlerini kabul etme istidadı göstermezler. Abdullah b. Abbas, bu kâfirlerin âdeta
develer, merkepler ve koyunlar gibi olduklarını söylemiştir. İbn Zeyd ise, “Bir şey
işitmeyen ve bir şey anlamayan putlara seslenen ve onlara tapan kâfirlerin durumu,
cansız varlıklara karşı bağırıp çağıran ve sesinin yankısından başka bir şey işitmeyen
kimsenin durumuna benzer. Nasılki cansız varlıklara konuşan kimse onlardan hiçbir
fayda görmezse, kâfirler de o putlardan hiçbir fayda görmezler. Taberî, ayette hakka
davet edenin çobana, kâfirlerin de hayvana benzetildiğini söyleyen görüşün tercihe
şayan olduğunu söylemiş buna delil olarak da ayet-i kerimenin Yahudiler hakkında
indiğini, Yahudilerin de putlara tapmadıklarından dolayı onların çobana
benzetilmesinin doğru olmayacağını göstermiştir.”825
Zemahşerî, ayette belirtilen kâfirlerin durumunu şöyle tefsir etmektedir:
“Kâfirler kendilerine seslenilen hayvanlara benzetilmiştir. Onları imana çağıran
davetçinin durumu da çobanın ancak bağırıp çağırmasını duyan fakat ne dediğini

825
Taberî, Câmiu’l-Beyân, III, 308- 313; Kurtubî, el-Câmi’, II, 452- 453.

220
anlamayan hayvanlara seslenen çobana benzer.” Müfessire göre, (ُ‫ ) َﻳ ْﻨ ِﻌﻖ‬Haykırmak
(naîk) ifadesi, “Koyunları gütme ve onlara seslenmek demektir. Koyunlarını güdüp
seslenen çoban hakkında kullanılır. el-Ahtal da şöyle demektedir: “Ey Cerir, sen
koyunlarına seslen, çünkü senin nefsin sana bu düzlük geniş arazide cahilliği
sevdirmiştir”demektedir.826
Fahruddîn Râzî de ayette belirtilen kâfirlerin durumunu bağlamıyla
irtibatlandırarak şöyle tefsir eder: “Kâfirler, Allah’ın indirdiğine tâbi olmaya ça-
ğrıldıkları zaman, tefekkür ve istidlali bir kenara bırakıp, kendilerini iyice taklide
verip de onların dediklerini bir önceki ayette zikredince, onların içinde bulundukları
duruma dikkat çekmek, Allah’ın dediklerine kulak vermemek ve dinî meselelere
ilgilerinin azlığı sebebiyle düşmüş olduklarına dinleyenlerin dikkatini çekmek için
Allah Teâlâ bu misali getirmiş, böylece onları bu hususta tıpkı “hayvanlar” gibi
kabul etmiştir. Bu gibi meseller, dinleyen kimsenin kâfirlerin durumu hakkındaki bil-
gilerini arttırır, bunu dinlediği zaman, kâfirler onun gözünde küçülür. Çünkü Cenâb-ı
Hakk kâfirleri adeta hayvanlar gibi kabul etmiştir. Bu da, bu hususu dinleyen
kimseleri, taklid hususunda onun yoluna girme gibi hususlarda son derece men edici
olmuş olur.”827
Kurtubî de ayeti, “Yüce Allah, kâfirlere öğüt veren ve onlara davette bulunan
Muhammed (s.a.v.)’i, bağırıp çağırmaktan başka hiçbir şey duymayan ve ne
söylendiğini anlayamayan deve ve koyunlara seslenen çobanın durumuna
benzetmektedir” şeklinde tefsir etmiştir. Müfessir ayette zikredilen (ً‫)ِإﻟﱠﺎ ُدﻋَﺎ ًء َو ِﻧﺪَاء‬
ifadesiyle ilgili de, “Nida uzakta olana, dua ise yakında olana seslenmek demektir.
Bundan dolayı uzaklara sesleniş olduğundan dolayı ezana “namaz için nida” adı
verilmiştir. Bu kelimenin asıl söylenişi nida şeklinde olmakla birlikte bazen “nüdâ”
şeklinde de söylenebilir828 demektedir.
(َ‫ ) َﻓ ُﻬ ْﻢ ﻟَﺎ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesini İbn Kesîr, “Onlar yani kafirler, hak ve hakikat adına
hiçbir şeyi akledemezler ve anlayamazlar”829 şeklinde; Şevkânî, “kafire hayrı, iyiyi
emretsen, şerden de nehyetsen ve ona vaz’ü nasihatte bulunsan o bunların hiçbirini

826
Zemahşerî, Keşşaf, I, 154.
827
Râzî, Tefsir-i Kebir, III, 19.
828
Kurtubî, el-Câmi’, II, 452- 453.
829
İbn Kesîr, Tefsîr, I, 480.

221
akletmez, sanki seni duymuyormuş gibi bir durumdadır”830 şeklinde; Âlûsî, “Kafirler
görme, duyma ve akletme-düşünme hislerini kaybettiklerinden dolayı hiçbir şeyi
idrak edemezler. Bu yüzden kim hissiyatı kaybetmişse ilmi kaybetmiştir denilir”831
şeklinde; İbn Âşûr da aynı ifadeyi, “Şayet zamir müşriklere dönerse o zaman ifade,
sizler teemmül ederseniz o müşriklerin akledemediklerini görürsünüz. Çünkü onlar
hayvanlar gibidirler, sağırlar ve körler gibidirler. Eğer zamir putlara dönerse o zaman
ifade puta tapan müşrikleri uyarma şeklinde anlaşılır ve putların hiçbir şeyi
anlamadığı, duymadığı ve görmediği belirtilmiş olur”832 şeklinde tefsir etmiştir.
Ayet-i kerimede Hz. Peygamber’in davetine karşı kâfirlerin tutum ve
davranışları, hiçbir şeyi anlamayan, idrak edemeyen hayvanların durumuna
benzetilmiştir. Cenâb-ı Allah, kâfirlerin hakikati idrak edemediklerini, hakkı
göremediklerini ve duyamadıklarını zikrederek bizleri uyarmakta, Hz. Peygamber’in
çağrısına, Kur’an’ın çağrısına karşı kayıtsız kalmamamız gerektiğini belirtmektedir.

‫ب‬
َ ‫ﻋﻠَﻰ اﻟﱠﻠ ِﻪ ا ْﻟ َﻜ ِﺬ‬
َ ‫ن‬
َ ‫ﻦ َآ َﻔﺮُوا َﻳ ْﻔ َﺘﺮُو‬
َ ‫ﻦ اﱠﻟﺬِﻳ‬
‫ﻦ َﺑﺤِﻴ َﺮ ٍة َوﻟَﺎ ﺳَﺎ ِﺋ َﺒ ٍﺔ َوﻟَﺎ َوﺻِﻴ َﻠ ٍﺔ َوﻟَﺎ ﺣَﺎ ٍم َو َﻟ ِﻜ ﱠ‬
ْ ‫ﺟ َﻌ َﻞ اﻟﱠﻠ ُﻪ ِﻣ‬
َ ‫ﻣَﺎ‬
‫ن‬
َ ‫َوَأ ْآ َﺜ ُﺮ ُه ْﻢ ﻟَﺎ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
c. Maide 5/103: “Allah bahire, sâibe, vasîle ve hâm (diye bazı hayvanların
işaretlenip kullanımdan alıkonması) ile ilgili bir buyruk koymamıştır. Fakat
inkârcılar kendi uydurdukları yalanları Allah’a yakıştırmaya çalışıyorlar, onların
çoğu akıllarını kullanmıyorlar.”
Taberî, ayette belirtilen inkârcıların iftiralarını şöyle tefsir etmektedir: “Ey
kâfirler, Cenâb-ı Allah bahira, sâibe, vâsile ve hâm diye belirttiğiniz şeyleri haram
kılmamıştır. Kendileriniz bunları haram kılarak Allah’a iftira ettiniz. Allah Teâlâ bu
ayette müşrik kâfirlerin akledemeyişlerini vasfetmektedir. Kendilerinin söylemiş
oldukları şeylerin bizzat gerçek olduğunu sanıyorlar ve vermiş oldukları haberler
hakkında da kendilerini doğru kimseler olarak görüyorlardı fakat Allah, onların
yalancı olduklarını bu ayetle haber vermektedir. Onların birçoğu, müşriklerin haram
kıldıkları şeylerin niçin haram oluşunu akledip düşünemediler ve bu batıl şeyi yalan

830
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, I, 218.
831
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, II, 97.
832
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, II, 97.

222
söyleyerek Allah’a izafe ettiler.”833
Fahruddîn Râzî, inkârcı müşriklerin mükellef tutulmadıkları halde kendilerine
bazı şeyleri yasaklamalarını şöyle tefsir etmektedir: “Cenâb-ı Hakk, insanları,
mükellef tutulmadıkları şeyleri araştırmaktan, iltizam etme mecburiyetinde
olmadıkları şeyleri, kendilerine lüzumlu görmekten onları men etmiştir. Kâfirler,
yararlanmaya fazlasıyla muhtaç oldukları hayvanlardan istifade etmeyi kendilerine
haram kılınca, Cenâb-ı Hakk, bunun yanlış ve batıl olduğunu belirtmiştir.” Müfessir,
(َ‫ﺟ َﻌﻞ‬
َ ) fiilinin hükmetmek, yaratmak ve kılmak manalarına geldiğini söyler ve ( ‫ﺟ َﻌ َﻞ‬
َ ‫ﻣَﺎ‬
‫ )اﻟﱠﻠ ُﻪ‬ifadesinin, “Allah buna hükmetmedi, bunu meşru kılmadı ve bunu emretmedi”
şeklinde anlaşılacağını söylemektedir.834
Kurtubî, ayette geçen bahira, sâibe, vasıle ve hâm isimleriyle ilgili bazı
nakillerde bulunmaktadır. “ (ٍ‫ ) َﺑﺤِﻴ َﺮة‬Bahire, tağutlar (putlar) için sütü alıkonulan
hayvan demektir. İnsanlardan hiç kimse bu gibi hayvanları sağmamaktadır. Sâibe ise,
ilahları adına serbest bıraktıkları davarlardır. İbn İshâk der ki, Bahîra, Sâibe diye
bilinen dişi devenin dişi yavrusudur. (‫ )ﺳَﺎ ِﺋ َﺒ ٍﺔ‬Sâibe ise, arada erkek yavrulamaksızın
ardı arkasına on dişi yavrulayan devedir. Böyle bir devenin sırtına binilmez, tüyü
koparılmaz ve sütü -misafir dışında- içilmezdi. İşte bundan sonra yine dişi yavrusu
olursa, o yavrunun da kulağı yarılır, annesi ile birlikte serbest bırakılır, sırtına
binilmez, tüyü alınmaz, misafir müstesna kimse onun sütünü içmezdi. İbn Uzeyz der
ki, (ٍ‫ ) َوﺻِﻴ َﻠﺔ‬vesîle koyundan olur, koyun yedi defa yavruladı mı yavrularına
bakarlardı. Eğer yedincisi erkek ise kesilir ve erkeklerle kadınlar müştereken ondan
yerlerdi. Eğer dişi ise, diğer koyunlar arasına katılırdı. Şayet yedinci doğumu erkek
ve dişi birlikte (ikiz) ise, bu dişi yavru erkek kardeşine yetişti derler ve bu durumu
dolayısıyla kesilmezdi. Ancak, bu dişi yavrunun eti kadınlara haram olduğu gibi,
yine o dişi yavrunun sütü de kadınlara haram olurdu. Bu iki yavrudan birisi ölecek
olursa, o yavruyu erkekler ve kadınlar da müştereken yerlerdi. (ٍ‫ )ﺣَﺎم‬Hâm ise, yav-
rusunun sırtına binilecek hale gelen erkek devedir.”835
Zemahşerî, (َ‫ ) َوَأ ْآ َﺜ ُﺮ ُه ْﻢ ﻟَﺎ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesini, “Onlar yasaklamanın, haram kılma
işinin Allah’a ait olduğunu düşünemediler ve bunu Allah’a nisbet etmediler de O’na

833
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XI, 116- 136.
834
Râzî, Tefsir-i Kebir, VI, 176.
835
Kurtubî, el-Câmi’, VI, 456- 459.

223
iftira ettiler. Bu yalancı, iftiracı müşrikler ancak atalarını taklit ederler”836 şeklinde;
Fahruddîn Râzî aynı ifadeyle ilgili İbn Abbas (r.a.)’ın şu sözünü nakletmektedir:
“Yüce Allah, bu ifadeyle Amr İbn Lühay ve arkadaşlarını kastetmiştir ki onlar
Allah’a “bu hayvanları Allah haram kıldı” diye iftira ediyorlardı.” Buna göre bunun
manası, onların reisleri, Allah’a yalan isnâd ediyordu. Fakat bu reislere uyan avam
halkın çoğunun aklı ermiyordu. Dolayısıyla onlar, reislerinden alarak bu yalanları
Allah’a isnad ediyorlardı”837 şeklinde; Beydâvî de, “Onlar haram olanı helal, mubah
olanı da haram saymalarını, nehyedilenleri emretmeyi, tüm bunların kötülüğünü
akledip düşünemediler. Onlar ancak atalarını taklit ederler. “Onlara, “Allah’ın
indirdiğine ve o peygambere gelin” denildiği zaman, “Atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şeyler bize yeter” dediler. Ataları hiç bir şey bilmiyor ve hidayete
ermemiş olsalar da mı onlara uyacaklar?”838 ayetinde belirtildiği gibi atalarına olan
bağlılıkları kendilerini akledip düşünmekten ve hakikate uymaktan
alıkoymaktadır”839 şeklinde tefsir etmiştir.
Yalan yere Allah’a iftira eden müşriklerin akledemeyişlerini İbn Kesîr de
şöyle tefsir etmektedir: “Allah’ın meşru kılmadığı ve katında kurban olarak
nitelemediği bu şeyleri müşrikler Allah’a iftira ederek yaptıklarını meşru görmüşler
ve bunlarla Allah’a yaklaşacaklarını sanmışlardır. Bu yaptıklarında onlar için bir
kazanç yoktur bilakis azap vardır.”840 Şevkânî de aynı ifadeyi, “Yüce Allah bu ayette
onların yalan yere Allah’a iftira ettiklerini, akledemediklerini belirtmekte, onların
akıllarını ve ne kadar da zayıf olduklarını, yapmış oldukları fiilleri de ahmaklıkları
sebebiyle yaptıklarını göstermektedir”841 şeklinde açıklamıştır. İbn Âşûr da, “Bu
ifade ile Yüce Allah, onların çoğunun anlayışlarının olmadığını göstermekte,
içlerinden çok azının da insanlara süslü gösterilen sapıklığa uymadıklarını
belirtmektedir”842şeklinde tefsir etmiştir.
Cenâb-ı Allah bu ayette atalarına körü körüne bağlanan yalancı müşriklerin

836
Zemahşerî, Keşşaf, II, 75.
837
Râzî, Tefsir-i Kebir, VI, 177.
838
Maide 5/104.
839
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, II, 119.
840
İbn Kesîr, Tefsîr, III, 211.
841
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, II, 367.
842
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, IV, 320.

224
kendi nefislerine uyarak, Allah’ın mubah saydığı bazı şeyleri yasakladıklarını ve
bunu da Allah’ın emrettiğini söyleyerek hem kendilerine uyan insanları
saptırdıklarını hem de Allah’a iftira ettiklerini belirtmektedir. Onların çoğunun
hakikati akledip düşünmediklerini, atalarını taklit ettiklerini beyam etmekte, içlerinde
az da olsa doğru yoldan sapmamış, hakkı akleden düşünen kimselerin olduğunu da
haber vermektedir.

‫ن‬
َ ‫ﻦ ﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ﺼ ﱡﻢ ا ْﻟ ُﺒ ْﻜ ُﻢ اﱠﻟﺬِﻳ‬
‫ﻋ ْﻨ َﺪ اﻟﱠﻠ ِﻪ اﻟ ﱡ‬
ِ ‫ب‬
‫ﺷ ﱠﺮ اﻟ ﱠﺪوَا ﱢ‬
َ ‫ن‬
‫ِإ ﱠ‬
d. Enfal 8/22: “Şüphesiz ki Allah katında yeryüzünde yürüyen canlıların en
kötüsü, akıllarını kullanmayan sağır ve dilsizlerdir.”
Ayetin bağlamında yüce Allah, kullarını Allah’a ve rasülüne itaate
çağırmakta, bu çağrıdan yüz çeviren inkârcıların durumuna düşmemek için de
uyarmaktadır. Allah Teâlâ bu ayette de yapmış olduğu davete karşı ilgisiz kalan,
bunları dinlemeyen ve konuşmayan kimseleri sağır vedilsiz olarak nitelendrmekte,
bunları canlıların en kötüsü olarak beyan etmektedir.
Canlıların en kötüsü olarak zikredilen, sağır ve dilsiz kimseler olarak yerilen
inkârcıların durumunu ve akledemeyişlerini Taberî şöyle tefsir etmiştir: “Şüphesiz ki,
Allah’ın yaratıklarından yeryüzünde kımıldayanların Allah nezdinde en kötüsü,
hakkı işitip öğüt almamak için, onu konuşmamak için sağır kesilen, Allah’ın emir ve
yasaklarını idrak edemeyen kimselerdir.” Abdullah b. Abbas’a göre bu ayet-i kerime,
Abdüddar oğulları hakkında nazil olmuştur. Bunlar “Biz, Muhammed’in getirdiği
şeylere karşı sağır ve dilsiziz” diyorlardı. Ayet-i kerimede işte bunlar kınanmaktadır.
Onların, yeryüzünde hareket eden, merkep, köpek, domuz gibi hayvanlardan bile
kötü oldukları bildirilmektedir. Zira bu çeşit hayvanlar, idrak kabiliyetinden yoksun
oldukları için mazurdurlar. Fakat kâfirler, idrak sahibi oldukları halde gerçekler
karşısında kör ve sağır gibidirler. İşte bu sebeple hayvanlardan daha aşağıdırlar.
Muhammed b. İshak’a göre ise bu ayetle münafıklar kastedilmiştir. Taberî, bundan
önceki ayetlerin de Mekke müşriklerinden bahsetmeleri sebebiyle bu ayetin de,
Abdullah b. Abbas’ın dediği gibi, müşrikleri kastettiğini söylemenin daha isabetli
olacağını söylemiştir.843

843
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIII, 459- 461.

225
Zemahşerî, ayette canlıların en kötüsü diye belirtilen (‫ﺷ ﱠﺮ اﻟ ﱠﺪوَابﱢ‬
َ ‫ن‬
‫ )ِإ ﱠ‬ifadesini,
“Onlar hakikate karşı sağır davranmaları ve hakikati akletmeyişleri sebebiyle
yeryüzünde hareket eden canlıların en kötüsüdür” şeklinde tefsir etmiştir.844
Fahruddîn Râzî, âlimler, ayette geçen (‫ )اﻟ ﱠﺪوَابﱢ‬kelimesi hakkında ihtilaf
etmişlerdir ve şu görüşlere yer verir: “Cehaletleri ve söylenen şeylerden
faydalanmaktan uzak olmaları sebebiyle Allah o müşrikleri hayvanlara benzetmiştir.
İşte bundan ötürü Allah onları (‫ﺼﻢﱡ‬
‫“)اﻟ ﱡ‬sağırlar”, (ُ‫“ )ا ْﻟ ُﺒ ْﻜﻢ‬dilsizler” ve (َ‫)ﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
“akıllarını kullanamayanlar” diye tavsif etmiştir denilmiştir. Yine onlar
“devâb”dandır. Çünkü “devâb”, yeryüzünde hareket eden her canlının ismidir. Allah
Teâlâ bu kelimeyi, bir benzetme sadedinde kullanmamış, aksine Allah onları
zemmetmek üslubuyla, kendilerine uygun bir vasıfla nitelendirmiştir. Nitekim sözü
anlamayan kimseler hakkında, onları zemmetmek için, “O, bir gölgedir, bir ceseddir
ve bir harabedir”845 denilmektedir.846 Beydâvî de aynı ifadeyi, “Onlar hakka karşı
sağır davranmaları ve bunlar üzerinde akledip düşünüp hakikati konuşmadıkları için
canlıların en kötüsü olarak nitelendirilmişlerdir. Allah onları canlılardan bir canlı
olarak kılmış, yapıp ettiklerinden dolayı insan olarak yaratılmalarından kaynaklanan
seçkinliklerini iptal için canlıların en kötüsü kılmıştır” şeklinde tefsir etmiştir.847
İbn Kesîr, kafirlerin akledemeyişlerini ve bunun neticesini şöyle izah etmiştir:
“Tüm canlılar Allah’a itaat eder, etmekle mükelleftir. Kâfirler de bu canlılar
içerisinde yer almaktadır. Allah tüm yarattıklarını kendisine kulluk için yaratmıştır
fakat kâfirler bunu inkâr etmişlerdir. Bunun neticesinde de Allah onları “Kâfirlerin
durumu, ancak çobanın bağırıp çağırmasını duyabilen ve manasını anlamayan
hayvanların durumu gibidir. Bu kâfirler, sağır, dilsiz ve kördürler. Bu yüzden hakkı
idrak edemezler.”848 Ayetinde belirttiği gibi hayvanlara benzetmiştir.”849
Âlûsî, “Bu ayet kâfirlerin durumunun kötülüğünün kemalini göstermektedir.
Sağır ve dilsiz bir kimse şayet aklederse birçok şeyi anlar ve anladıklarını da
başkalarına anlatır, isteyen kimselere rehberlik eder, doğru yolu gösterir. Ancak bir
kimsenin aklı yoksa akledemiyorsa o zaman kötü bir duruma, şer amaçlara ulaşır. Bu
844
Zemahşerî, Keşşaf, II, 351.
845
‫هﻮ ﺷﺒﺢ وﺟﺴﺪ وﻃﻠﻞ‬
846
Râzî, Tefsir-i Kebir, VII, 384.
847
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, II, 378.
848
Bakara 2/171.
849
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 34.

226
ayet-i kerimede de kâfirlerin canlıların en şerlisi olduğu belirtilmiştir” demektedir.850
İbn Âşûr da, “Bu ayette Allah, işitmedikleri halde işittik diyen inkârcıları sağır ve
dilsiz hayvanlara benzetmiştir. Hayvanlar idraki zayıf yaratıklardır. Sağırların
durumu da idraki yok olan kimselere benzer, dilsizler de bunlar gibidir. Bir kimsede
kendisini ve sahibini tanımaya yarayan idrak olmazsa anlayamaz ve anlatamaz.
Burada hayvanların sağır ve dilsiz olmaları haber verilmiştir ki bu hakiki manadadır.
Üçüncü bir haber ise onların akledemez olmalarıdır ki bu teşbihtir, mecazi
anlamdadır” şeklinde tefsir etmiştir.851
Kâfirler, Allah’ın davetine iyice kulak verip bunlar üzerinde düşünmedikleri
için, hakikati konuşmadıkları için Allah onları sağır ve dilsiz olarak nitelendirmiş,
onları yaratıkların en şerlisi, en kötüsü olarak zikretmiştir. Yüce Allah bu ayetle
mü’minleri de kâfirler gibi olmayın, Allah’ın ve peygamberin çağrısına iyi kulak
verin, yaratıkların en şereflisi iken en şerlisi olmayın şeklinde uyarmaktadır.

‫ﺳﺒِﻴﻼ‬
َ ‫ﺿ ﱡﻞ‬
َ ‫ن ُه ْﻢ إِﻻ آَﺎﻷ ْﻧﻌَﺎ ِم َﺑ ْﻞ ُه ْﻢ َأ‬
ْ ‫ن ِإ‬
َ ‫ن َأ ْو َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ﺴ َﻤﻌُﻮ‬
ْ ‫ن َأ ْآ َﺜ َﺮ ُه ْﻢ َﻳ‬
‫ﺐ َأ ﱠ‬
ُ ‫ﺴ‬
َ ‫ﺤ‬
ْ ‫َأ ْم َﺗ‬
e. Furkan 25/44: “Yoksa sen onların çoklarının işittiklerini veya
düşündüklerini mi sanırsın? Onlar ancak hayvan gibidirler. Hatta tuttukları yol
bakımından hayvandan da aşağıdırlar.”
Ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah, Hz. Peygamber’i dinleyip de iman etmeyen
müşrikleri tutumlarından dolayı hayvana benzetmekte, onların iman etmeyeceklerine
dair Hz. Peygamber’i de uyarmaktadır.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in çağrısına kulak vermeyip hakikati anlamayan
inkârcıların durumunu Taberî şöyle tefsir etmektedir: “Ey Muhammed, şehvani
arzularına taparak onu kendisine ilah edinen kimseyi görmez misin? Bu haliyle onu
sen mi himaye edeceksin? Onun vekili sen mi olacaksın? Yoksa sen, bunların
çoğunun, kendilerine okunan ayetleri işittiklerini ve Allah’ı gösteren delilleri
düşündüklerini mi sanırsın? Hayır, bunlar, düşünmeyen, idrak etmeyen, hayvanlar
gibidirler. Hatta tuttukları yol bakımından hayvanlardan da sapıktırlar. Zira
hayvanlar otlaklarını bilirler, sahiplerine boyun eğerler. Bu kâfirler ise rablerine itaat

850
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VII, 50.
851
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, VI, 112.

227
etmezler, kendilerine verdiği nimetlere şükretmezler. Bilakis nankörlük ederler.”852
Zemahşerî, inkârcıların hakikati iyice duymak için kulaklarını hakikate
vermemeleri ve hakikati tedebbür etmek için akıllarını kullanmamaları sebebiyle
gaflet ve dalalet içerisinde kaldıklarını, bu yönleri sebebiyle hayvanlara
benzetildiklerini söylemektedir.853
Kâfirlerin hayvana benzetilmelerini, hayvandan daha aşağı olarak
nitelendirilmelerini Fahruddîn Râzî şöyle tefsir etmektedir: “Hayvanlar, sahibine,
kendisine yem verene, onu bakıp gözetene itaat eder, kendisine iyi davrananı kötü
davranandan ayırt eder, kendisine faydalı olanı arar, zarar verenden kaçar. Bunlar ise,
Rablerine itaat etmezler, O’nun kendilerine olan ihsanı ile kendilerinin düşmanı olan
şeytanın kötülüğünü birbirinden ayırt etmezler, faydaların en büyüğü olan sevabı
talep etmezler, zararların en büyüğü olan ikâbtan da kaçınmazlar. Bir başka sebep de
hayvanlarda ilmin olmayışı kimseye zarar vermez. Müşriklerin cehaletine
gelince, bu büyük bir zarar kaynağıdır. Çünkü onlar, insanları Allah’ın yolundan
saptırıyorlar, Allah’ın yolunu eğri göstermek istiyorlar. Durum böyle olunca,
kâfirlerin dalâletleri, bu hayvanlarınkinden daha şiddetli ve daha büyük olmuş olur.”
Müfessir, (َ‫ن َأ ْو َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
َ ‫ﺴ َﻤﻌُﻮ‬
ْ ‫ ) َﻳ‬ifadesini de şöyle tefsir etmektedir: “Akıl, mükellef
tutulmanın şartlarındandır. Bundan maksad “onlar akledemiyorlar” manası olmayıp
aksine “Onlar bu akıldan yararlanamıyorlar” şeklindedir. Bu, bir kimsenin, bir şeyi
tanımayan, bilmeyen bir başkasına, “Sen ancak kör ve sağırsın” demesine benzer.”854
Kurtubî, (َ‫ن َأ ْو َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
َ ‫ﺴ َﻤﻌُﻮ‬
ْ ‫ن َأ ْآ َﺜ َﺮ ُه ْﻢ َﻳ‬
‫ﺐ َأ ﱠ‬
ُ ‫ﺴ‬
َ ‫ﺤ‬
ْ ‫“ )َأ ْم َﺗ‬Sen onların çoğunu dinler ve
akıl erdirirler mi sanırsın?” ifadesinde “Onların hepsi” denilmemiştir der. Çünkü
aralarından iman edecek kimselerin olacağı Cenâb-ı Allah tarafından bilinmiştir.
Yüce Allah, bu özellikleri dolayısıyla onları yermiş bulunmaktadır. “Sen onların
çoğunu dinler mi sanırsın” ifadesiyle, Onların kabul etmek maksadıyla Hz.
Peygamber’e kulak verip yahutta onun söyledikleri üzerinde tefekkür edip, onu
akılları ile kavramayan kimseler olduğu, “akıl erdirirler mi sanırsın?” ifadesiyle de
onların akletmeyen ve işitmeyen varlıklar konumunda olduğu belirtilmektedir.855
İbn Kesîr, kafirlerin durumunun hayvanlardan daha kötü olmasının sebebini

852
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 274.
853
Zemahşerî, Keşşaf, IV, 463.
854
Râzî, Tefsir-i Kebir, XI, 426.
855
Kurtubî, el-Câmi’, XII, 556.

228
şöyle tefsir etmektedir: “Hayvanlar kendilerinin niçin yaratıldıklarını, kimin için
yaratıldıklarını aklederler. İnkârcılar ise sadece Allah’a kulluk için ve O’na ortak
koşmamak için yaratıldıkları halde onlar kendi aleyhlerinde delil olmasına ve
kendilerine peygamber gönderilmesine rağmen Allah’tan başkasına tapmışlar ve
O’na ortak koşmuşlardır.”856
Şevkânî de ayeti şöyle tefsir etmektedir: “Ey Muhammed, sen onların
çoğunun senin kendilerine okumuş olduğun Kur’an’ın ayetlerini ve yapmış olduğun
nasihatleri işittiklerini ve bunların manalarını aklettiklerini mi sanıyorsun. Onların
anladıklarını düşünerek onlara daha fazla itina gösteriyor ve onların iman etmelerini
umuyorsun. Bu böyle değildir. Onlar, hiçbir şeyi işitmeyen ve akletmeyen kimselerin
durumundadır.”857
Kur’an-ı Kerim’in başka ayetlerinde de belirtildiği gibi Hz. Peygamber,
büyük bir gayretle çevresindeki insanları, puta tapan kâfirleri Allah’a iman etmeye
çağırmaktadır. Bu ayette de Cenâb-ı Allah, kâfirlerin çoğunun hakikati
işitmediklerini ve akletmediklerini, bu nedenle de iman etmeyeceklerini Hz.
Peygamber’e haber vermektedir. Onlar, hakikati işitmedikleri ve akletmedikleri için
hiçbir şeyi işitmeyen ve akletmeyen hayvanlara benzetilmişlerdir.

3.1.17. Allah’ın İradesinin Genişliği İle İlgili Akletmeye Yönelik Hitaplar

‫ن‬
َ ‫ﺼ ﱠﻢ َو َﻟ ْﻮ آَﺎﻧُﻮا ﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
‫ﺴ ِﻤ ُﻊ اﻟ ﱡ‬
ْ ‫ﺖ ُﺗ‬
َ ‫ﻚ َأ َﻓ َﺄ ْﻧ‬
َ ‫ن ِإ َﻟ ْﻴ‬
َ ‫ﺴ َﺘ ِﻤﻌُﻮ‬
ْ ‫ﻦ َﻳ‬
ْ ‫َو ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻣ‬
a. Yunus 10/42: “Onlardan bir kısmı seni dinler. Hiç sen, sağırlara
işittirebilir misin? Hele sağırlıkları yanında bir de akıllarını kullanmazlarsa?”
Cenâb-ı Allah bu ayette Hz. Peygamber’e, inkârcı müşriklerden bazılarının
kendisini dinlediklerini fakat ne kadar uğraşırsa uğraşsın Allah dilemedikçe onların
iman etmeyeceklerini, doğru yolu bulamayacaklarını haber vermektedir.
Hz. Peygamber’i dinleyip de iman etmeyen müşriklerin durumunu Taberî
şöyle tefsir etmektedir: “Ey Muhammed, bu müşriklerden bazıları, okuduğun
Kur’an’ı, senin güzel sözlerini, kalblere ve bedenlere şifa olan hadislerini dinlerler.
Bu, onların doğru yola gelmeleri için kâfidir. Fakat onları doğru yola getirmek senin
elinde değildir, Allah’ın iznine bağlıdır. Çünkü sen, manen sağır olanlara, sözlerini

856
İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 113.
857
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 279.

229
işittiremezsin. İşte onlar bu sebeple iman edemezler.” Müfessire göre bu ayet-i
kerime, insanların, kendi istekleriyle kimseyi hidayete erdiremeyeceklerini,
hidayetin, Allah’ın elinde olduğunu, tebliğden netice alınmadığı takdirde tebliğde
bulunanın üzülmemesi gerektiğini ve hakkı söylemekten de geri durması icabettiğini
ifade etmektedir.858
Zemahşerî, ayette belirtilen (َ‫ )َأ َﻓ َﺄ ْﻧﺖ‬ifadesini, “Bu ifade kâfirlere hakikati
duyurmaya ve onları hidayete erdirmeye hiç kimsenin güç yetiremeyeceğine delildir.
Bu durum Allah’tan başkasının sağırlara ve körlere işittiremeyeceği ve
gördüremeyeceğine benzer” şeklinde tefsir etmiştir.859
Fahruddîn Râzî, kâfirlerin hakikate karşı sağır olmalarını ve iman
etmemelerini şöyle izah etmektedir: “Allah Teâlâ bu ayette iman etmeyenleri ikiye
ayırmıştır. Bunlar, Peygambere son derece buğuz ve düşmanlık içinde olup, O’nun
dinini kabulden nefret edenler ve böyle olmayanlardır. Bu sebeble Cenâb-ı Hakk
birinci kısmı bu ayette şöylece beyan etmektedir: “Bu sözden hiçbir zaman istifade
edemedikleri için, adeta bir sağır gibi senin sözüne kulak verenler vardır.” Çünkü
insan, bir başkasından fazlasıyla nefret edince, onun gönlü devamlı nefret ettiği
kimsenin sözünün kusurlarını aramaya yönelik olur ve onun sözünün güzel taraflarını
hiç görmez. Kulaktaki duyma ağırlığı, sesin anlaşılmasına mani olan bir şeydir. İşte
tıpkı bunun gibi, ileri derecedeki nefret de, o sözün güzelliklerini anlamaya adeta
manidir.”860
Kurtubî, Yüce Allah’ın (َ‫ن ِإ َﻟ ْﻴﻚ‬
َ ‫ﺴ َﺘ ِﻤﻌُﻮ‬
ْ ‫ﻦ َﻳ‬
ْ ‫“ ) َو ِﻣ ْﻨ ُﻬ ْﻢ َﻣ‬Onlardan sana kulak
verenler de vardır” ifadesini, “Zahiren sana kulak veriyor görünenler vardır.
Hâlbuki onların kalpleri yüce Peygamberin söylediği haktan ve okuduğu Kur’an-ı
Kerim’den hiçbir şey anlamamaktadır. Bundan dolayı ( ‫ﺼ ﱠﻢ َو َﻟ ْﻮ آَﺎﻧُﻮا ﻻ‬
‫ﺴ ِﻤ ُﻊ اﻟ ﱡ‬
ْ ‫ﺖ ُﺗ‬
َ ‫َأ َﻓ َﺄ ْﻧ‬
‫ن‬
َ ‫“ ) َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬Fakat sağırlara üstelik akıl da erdiremiyorlarsa sen mi duyuracaksın”
diye buyurmaktadır. Yani böylelerine sen duyaramazsın demektir.” Müfessire göre
bu buyruk, zahiri itibariyle soru ise de nefiy anlamı vardır. Böylelikle kalpleri
mühürlendiği için onları sağırlar gibi değerlendirmiştir. Yani sen, yüce Allah’ın,
hidayeti dinlemekten yana sağır bıraktığı kimseleri doğru yola iletemezsin. Allah,

858
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XV, 95; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 270.
859
Zemahşerî, Keşşaf, III, 21.
860
Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 288.

230
kendi tevfiki ve hidayeti olmaksızın hiç bir kimsenin imana muvaffak olamayacağını
haber vermektedir.861 İbn Kesîr de bu ayetin, Hz. Peygamber’in hakikate karşı sağır
olanlara hakikati işittiremeyeceğine ve onları hidayete erdiremeyeceğine, tüm
bunların ancak Allah’ın dilemesine bağlı olduğuna delil teşkil ettiğini
862
söylemektedir.
Şevkânî, kâfirlerin hakiki manada duyamayışlarını şöyle izah etmektedir:
“Kâfirler Hz. Peygamber’in okumuş olduğu Kur’an’ı ve söylemiş olduğu sözleri
zahirde işitiyorlar ve biliyorlar fakat hakikatte işitmiyorlardı. Bu da işitileni amel
etmeye ve kabül etmeye yarayan duyma eserinin olmayışından dolayıdır. Sağırlık
duymaya manidir. Bu yüzden Hz. Peygamber’e, nasıl oluyor da duymaktan men
edildikleri halde sen onlara duyurmaya çalışıyorsun denilmiştir.”863 İbn Âşûr da bu
ayette Hz. Peygamber’i dinledikleri halde hakikate karşı sağır davranan kâfirlerin
yerildiğini söylemektedir. Onların akledemeyen sağır kimseler olarak zikredilmesi de
içinde bulundukları duruma uygun düşmüştür. Onlar, işitmiş oldukları hakikatten
tesirlenmeyi kendilerine haram kılmışlardır. Bu yüzden burada belirtilen
akledemeyen sağırlarla gerçek sağırlar mecazi anlamda duymama bakımından
müsavidir.864
Ayetin zahirinden anlaşılacağı üzere müşriklerden bazılarının Hz.
Peygamber’in okumuş olduğu Kur’an’ı ve O’nun nasihatlerini işittikleri
belirtilmektedir. Onlar, buna rağmen Allah’ın varlığına ve birliğine, dini islama iman
etmeyince Peygamberimiz (s.a.v.)’in azimle onları hidayete erdirmeye çalıştığı
anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Allah da hidayetin ancak kendi dilemesi ile gerçekleştiğini
haber vermektedir.

861
Kurtubî, el-Câmi’, VIII, 532- 533.
862
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 270.
863
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 379.
864
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, VI, 490.

231
‫ن‬
َ ‫ﻦ ﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ﻋﻠَﻰ اﱠﻟﺬِﻳ‬
َ ‫ﺲ‬
َ ‫ﺟ‬
ْ ‫ﺠ َﻌ ُﻞ اﻟ ﱢﺮ‬
ْ ‫ن اﻟﱠﻠ ِﻪ َو َﻳ‬
ِ ‫ﻦ إِﻻ ِﺑ ِﺈ ْذ‬
َ ‫ن ُﺗ ْﺆ ِﻣ‬
ْ ‫ﺲ َأ‬
ٍ ‫ن ِﻟ َﻨ ْﻔ‬
َ ‫َوﻣَﺎ آَﺎ‬
b. Yunus 10/100: “Allah’ın izni olmadıkça hiçbir nefis iman edemez. Allah,
aklını kullanmayanlara murdarlığı verir.”
Ayet-i kerimede insanların doğru yola ermesinin, hidayete ulaşmasının, iman
etmesinin Allah’ın iznine bağlı olduğu, O’nun dilemesi ile bunların gerçekleştiği
haber verilmektedir. Taberî, “Allah izin vermedikçe hiçbir kimse iman edemez. O
halde ey Muhammed, kâfirlerin hidayete kavuşması için kendini zorlama. Sen onlara
Allah’ın vaîdini bildir ve Rabbini en güzel şekilde tanıt. Onların hidayete ermesi
yaratıcılarının eliyledir. Allah, kendi birliğini ve peygamberinin hak olduğunu
gösteren delilleri düşünüp öğüt almayan kimseleri gazabına ve azabına uğratır.”
“Murdarlık” diye tercüme edilen (َ‫ﺟﺲ‬
ْ ‫ )اﻟ ﱢﺮ‬kelimesini Taberî, Allah’ın azabı ve
gazabı şeklinde ele almış ve ayeti ona göre izah etmiştir. Abdullah b. Abbas’ın da bu
görüşte olduğunu beyan etmiştir.865
Zemahşerî, ayette belirtilen izin ve ricsi şöyle tefsir etmiştir: “Allah Teâlâ bu
ayette izin ile ricsi mukayese etmiş, karşılaştırmıştır. (َ‫ﺟﺲ‬
ْ ‫ )اﻟ ﱢﺮ‬ifadesi hızlân yani
aşırılık demektir. Yüce Allah, küfürde ısrar edip akledemeyen kimseleri yüce
kitabında sağırlar, körler, dilsizler diye nitelendirmiştir. Bu ayette de akledemeyen
kimseleri, rics diye isimlendirdiği azaba bırakacağını haber vermekte, bu azabın da
sebebinin hızlân yani aşırılık olduğunu vurgulamaktadır.”866
Fahruddîn Râzî, ayette belirtilen (ِ‫ن اﻟﱠﻠﻪ‬
ِ ‫ )إِﻻ ِﺑ ِﺈ ْذ‬ifadesini şöyle izah etmektedir:
“İzin, bir fiil hususundaki mutlak (kayıtsız-şartsız) oluştan ve o fiilin yapılmasına
müsadeden ibarettir. Bu ayetin açık manası, bu izin tahakkuk etmeksizin, kulun
imana yönelemiyeceğine delâlet eder.” Müfessir (َ‫ﺟﺲ‬
ْ ‫ )اﻟ ﱢﺮ‬kelimesini de, “Allah Teâlâ
önceki ayette imanın ancak kendi iradesi ve yaratmasıyla meydana geldiğini
belirtince, bu ayette “rics”in de kendi yaratması ve var etmesiyle meydana geldiğini
bildirmiştir. İmanın mukabili olarak zikredilen bu “rics”, küfürden başka birşey
değildir. Dolayısıyla bu ayetin, küfrün ve imanın Allah’ın yaratmasıyla olduğuna
delâlet ettiği sabit olmuş olur” şeklinde tefsir etmiştir.867 Kurtubî de (َ‫ﺟﺲ‬
ْ ‫)اﻟ ﱢﺮ‬
kelimesinin azap demek olduğunu söylemekte, “ra” harfi esreli de okunur, ötreli

865
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XV, 213- 214.
866
Zemahşerî, Keşşaf, III, 56; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 59.
867
Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 352- 354.

232
(rucs) de okunur demektedir. Müfessir ayrıca ayetin başındaki (‫ )ﻣَﺎ‬edatının nefiy
edatı olduğunu, böylece ayetin manasının “Allah’ın kazası, kaderi, meşîet ve iradesi
olmaksızın hiç bir kimse iman edemez” şeklinde olduğunu söylemektedir. ( ‫ﻦ ﻻ‬
َ ‫ﻋﻠَﻰ اﱠﻟﺬِﻳ‬
َ
‫ن‬
َ ‫“ ) َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬Akıl etmeyenlerin” ifadesini de, “Yüce Allah’ın emir ve yasaklarına akıl
erdirmeyenlerin üzerine azabı bırakır” şeklinde tefsir etmiştir.868

Beydâvî, bir kimsenin iman etmesinin, hidayete ermesinin Allah’ın iradesine,


lütfuna ve tevfikine bağlı olduğunu söyler ve Cenâb-ı Allah’ın bu ayette, Hz.
Peygamber’in kendisini zorlarcasına tebliğde bulunmasından ötürü uyardığını
belirtmektedir. Müfessir (َ‫ﻦ ﻻ َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
َ ‫ﻋﻠَﻰ اﱠﻟﺬِﻳ‬
َ ) ifadesini de, “Onlar Allah’ın ayetleri ve
delilleri üzerinde düşünerek akıllarını kullanmazlar ya da Allah onların kalbini
mühürlediği için O’nun delillerini, hükümlerini akletmezler”869 şeklinde; aynı ifadeyi
İbn Kesîr de, “Sapan kimseyi saptırmada, hidayete eren kimseyi de hidayete
erdirmede tüm bunlarda Allah’ın âdil oluşunu, O’nun göstermiş olduğu delilleri onlar
akletmezler”870 şeklinde tefsir etmiştir.

Âlûsî, iman etmenin, hidayete ermenin Allah’ın iznine, iradesine, O’nun


dilemesine bağlı olduğunu söylemektedir. Mefessir, “Bir şey hakkındaki izin, onu
caiz kılanın ve ruhsat verenin kendisi olduğunu belirtir” demektedir. Müfessir ayette
geçen ricsin azap olduğunu, Allah’ın delillerini ayetlerini düşünmeyip aklını
kullanmayan kimselerin bu azaba uğrayacağını söylemektedir.871

Ayet-i kerimede yüce Allah’ın iradesine, O’nun mutlak hâkimiyetine vurgu


yapılmaktadır. Ayetten, bir kimsenin iman etmesi, doğru yolu bulması veya sapması
Allah’ın iradesiyle, O’nun izni ile gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Ancak akledemeyen
kimselerin azaba uğratılacağından da bahsedilmesi bize gösteriyor ki kişi, Allah’ın
vermiş olduğu akılla Allah’ın kevnî ve kitabî ayetlerini düşünecek, anlayacak ve
Allah’a, O’nun dinine iman etmeyi murad edecek.

868
Kurtubî, el-Câmi’, VIII, 593.
869
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 59.
870
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 298.
871
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VIII, 128.

233
3.1.18. Allah’ın Varlığına Delalet Eden Deliller İle İlgili Akletmeye
Yönelik Hitaplar

‫ﻚ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ض َﺑ ْﻌ َﺪ َﻣ ْﻮ ِﺗﻬَﺎ ِإ ﱠ‬
َ ‫ﺤﻴِﻲ ِﺑ ِﻪ اﻷ ْر‬
ْ ‫ﺴﻤَﺎ ِء ﻣَﺎ ًء َﻓ ُﻴ‬
‫ﻦ اﻟ ﱠ‬
َ ‫ﻃ َﻤﻌًﺎ َوﻳُﻨﺰ ُل ِﻣ‬
َ ‫ﺧ ْﻮﻓًﺎ َو‬
َ ‫ق‬
َ ‫ﻦ ﺁﻳَﺎ ِﺗ ِﻪ ُﻳﺮِﻳ ُﻜ ُﻢ ا ْﻟ َﺒ ْﺮ‬
ْ ‫َو ِﻣ‬
‫ن‬
َ ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ٍ ‫ﻵﻳَﺎ‬
a. Rum 30/24: “Size korku ve ümit vermek için şimşeği göstermesi, gökten su
indirip onunla ölümünden sonra yeryüzüne hayat vermesi, onun varlığını gösteren
delillerindendir. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir kavim için nice ibretler
vardır.”
Allah Teâlâ bu ayet-i kerimede, varlığını, birliğini, kuvvet ve kudretini
gösteren delillerden iki tanesini zikretmiştir. Bunlardan biri şimşek diğeri ise
yağmurdur. Şimşek hem korku hem de ümit veren bir vasıta olarak zikredilmiştir.
Şimşeğin korku ve ümit olmasını (‫ﻃ َﻤﻌًﺎ‬
َ ‫ﺧ ْﻮﻓًﺎ َو‬
َ ‫ق‬
َ ‫ )ا ْﻟ َﺒ ْﺮ‬Taberî şöyle tefsir
etmektedir: “İnsan yolcu iken şimşeği görünce yağmur yağacağından ve zorluk
çekeceğinden korkar ve evinde iken şimşeği görünce de yağmur yağıp ekin ve
bitkileri sulayacağını ümit eder. Bu itibarla şimşek hem korku hem de ümit kaynağı
olur.”872 Müfessir, ayet-i kerimede zikredilen yağmuru (‫ﺴﻤَﺎ ِء ﻣَﺎ ًء‬
‫ﻦ اﻟ ﱠ‬
َ ‫ ) َوﻳُﻨﺰ ُل ِﻣ‬ise şöyle
tefsir etmektedir: “Yeryüzü kuruyup âdeta ölü hale geldikten sonra Allah Teâlâ
gökten yağmur yağdırarak yeryüzünü sular ve orayı âdeta diri hale getirir.”
Müfessire göre (َ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
ٍ ‫ﻚ ﻵﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ )ِإ ﱠ‬ifadesi de, “Allah Teâlâ’nın zikretmiş
olduğu bu delilleri akledip düşünen kimseler için deliller ve alınacak ibretler
vardır”873 demektir.
Fahruddîn Râzî, ayetin sonunda zikredilen Cenâb-ı Hakk’ın ( ‫ت‬
ٍ ‫ﻚ ﻵﻳَﺎ‬
َ ‫ن ﻓِﻲ َذ ِﻟ‬
‫ِإ ﱠ‬
‫ن‬
َ ‫“ ) ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬Aklını kullanacak bir topluluk için nice ibretler vardır” ifadesini
şöyle tefsir etmektedir: “Çocuğun babadan meydana gelişi, değişikliğin çok nadir
olduğu, hep aynen sürüp giden normal bir şey olduğundan dolayı insanların aklına,
bu işin tabiatı icabı olduğu fikri gelebilir. Çünkü devamlı olan bu durum, değişik
olana göre, tabiî sayılmaya daha müsaittir. Ancak ne var ki şimşeğin çakması,
yağmurun yağması, değişmeyen ve hep aynı kalan şey değildir. Çünkü bu iş bir
mıntıkada meydana gelirken, başka mıntıkada olmaz, bir vakitte olurken, başka bir

872
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XX, 87- 88; Zemahşerî, Keşşaf, V, 246; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV,
482.
873
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XX, 87- 88.

234
vakitte olmaz. Bazen kuvvetli, bazen da zayıf olur. Bu durum, aklen, bir yaratıcının
varlığına daha fazla delâlet eder. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk bunun, tam düşünmeseler
bile, aklı olan kimseler için bir ayet olduğunu beyan etmiştir.”874 Aynı ifadeyi
Beydâvî, “Yüce yaratıcı, kudretinin ve hikmetinin kemalini göstermek için şimşeği
ve yağmuru yarattığını, bunların keyfiyeti ve sebepleri hakkında aklını kullanan
kimseler için birçok ibretler, varlığına delalet eden deliller var etmiştir”875 şeklinde
tefsir etmiştir.
İbn Kesîr, yağmurun yağmasıyla bitkilerin canlanmasını, öldükten sonra
tekrar dirilmeye benzeterek ayeti şöyle tefsir etmektedir: “Ayette zikredildiği gibi
bitkilerin kuruyup da yok olduktan sonra yağan yağmurla tekrar canlanmasında, çeşit
çeşit, çifter çifter bitkilerin meydana gelmesinde öldükten sonra tekrar dirilmeye ve
kıyamete delalet eden apaçık deliller, ibretler vardır.”876
Allah Teâlâ’nın varlığına delalet eden delilleri zikrettikten sonra bunlar
üzerinde akletmeye çağırmasının neye delalet ettiğini Şevkânî, “Allah Teâlâ’nın
kuruyan, yok olan bitkileri yağmurla tekrar canlandırması, akıldan nasibi olan
kimseler bunun yüce yaratıcının kudretine delalet eden apaçık bir ayet olduğunu
bilir”877 şeklinde tefsir etmiştir. İbn Âşûr da, “Bu ve bağlamındaki ayetler, yeryüzü
kuruyup yok olduktan sonra Allah’ın yağmuru indirmesi ve şimşeği yaratmasında
büyük inceliklerin olduğunu göstermektedir. Allah’ın yaratmasındaki güzelliğe ve
dengeye delalet eden hüküm ve delilleri anlamada küfürden ve kötü niyetten uzak
aklıselim sahibi kimselerin bu ayetlerden faydalanmaları gerekir”878 şeklinde tefsir
etmiştir.
Cenâb-ı Allah, varlığına, birliğine, yaratıcılığına ve öldükten sonra tekrar
diriltmeye kadir olduğuna delalet eden delillerden şimşek ve yağmuru bu ayette
zikretmiştir. Yüce Allah, yeryüzündeki bitkilerin susuzluktan ya da mevsimden
dolayı kuruduktan sonra yağmurla tekrar canlanmasını zikrederek insanların da
öldükten sonra aynı bu kuruyup yok olan bitkilerin dirildiği gibi dirileceğini haber
vermektedir. Ayetin sonunda da aklıselim sahibi kimseleri aklını kullanıp düşünmeye

874
Râzî, Tefsir-i Kebir, XII, 229.
875
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 482; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XV, 352.
876
İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 310.
877
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 465.
878
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XI, 62.

235
çağırarak da yaratıcılığındaki ve kudretindeki delilleri ve hikmetleri anlamamızı
istemektedir.

3.2. Kur’an Ayetleri ile İlgili Akletmeye Çağıran Ayetler


Bu grupta ele alıp değerlendirdiğimiz ayetler, Kur’an ayetleri üzerinde aklı
kullanıp doğru düşünmeye çağıran ayetlerdir. Bu ayetlerin muhtevasına baktığımızda
da Kur’an’ın Arapça indirilmesi ile ilgili, içerisinde haramların zikredildiği ayetlerle
ilgili, Kur’an’da zikredilen öğütlerle ilgili, Allah’ın mübah kıldığı şeylerden
bahseden ayetlerle ilgili akledip düşünmeye çağrı yapıldığını görmekteyiz.

3.2.1. Kur’an’ın Arapça İndirilmesi İle İlgili Akletmeye Çağıran Ayetler

‫ن‬
َ ‫ﻋ َﺮﺑِﻴًّﺎ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ِإﻧﱠﺎ أَﻧﺰ ْﻟﻨَﺎ ُﻩ ُﻗﺮْﺁﻧًﺎ‬
a. Yusuf 12/2: “Şüphesiz ki biz, bu kitabı, okuyup anlamanız için Arapça bir
Kur’an olarak indirdik.”
Ayet-i kerimede Kur’an’ın Arap dili ile nazil olduğu belirtilmekte ve okunup
anlaşılması istenmektedir. Taberî, Kur’an’ın Arapça nazil oluşunu şöyle tefsir
etmektedir: “Cenâb-ı Allah, apaçık Kur’an’ Araplara Arapça olarak indirmiştir.
Çünkü onların dilleri ve konuşmaları Arapça idi. Bu sebeple Allah, (َ‫) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
buyurmuştur, yani biz Kur’an’ı onlara Arapça olarak kendi lisanlarında indirdik ki
onu en iyi şekilde akledip düşünsünler ve fıkhedip kavrasınlar.”879
Zemahşerî, bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili şu rivayeti nakletmektedir:
“Yahudi âlimlerinin, müşriklerin ileri gelenlerine şöyle dedikleri rivayet edilmiştir:
“Hz. Muhammed’e, Yakup (a.s.)’ın ailesinin Şam’dan Mısır’a niçin gittiklerini ve
Yusuf kıssasını sorun.” İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, bu ayetleri indirdi ve
burada kendisinin, onlar bu ayeti anlayıp bilgi elde etsinler diye, bu kıssayı Arapça
alarak anlattığını bildirdi. Buna göre ayetin takdiri şöyledir: “Biz, içinde Yusuf
kıssasının bulunduğu bu kitabı, Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” Müfessir,
Kur’an’ın, bir kısmına da “Kur’an” denilebilir, çünkü Kur’an cins ismi olup,
Kur’an’ın tamamını da, bir kısmını da gösterebilen bir isimdir, demektedir.880

879
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XV, 551.
880
Zemahşerî, Keşşaf, III, 139; Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 492; Kurtubî, el-Câmi’, IX, 184- 185;
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 128.

236
Fahruddîn Râzî, Cübbâî’nin, Kur’an’ın mahlûk olduğuna bu ayeti şu
hususlardan dolayı delil getirdiğini zikretmektedir. Birincisi, ayetteki, (ُ‫)ِإﻧﱠﺎ أَﻧﺰ ْﻟﻨَﺎﻩ‬
tabiri, onun mahlûk olduğuna delâlet eder. Çünkü kadîm olan bir varlığın, inzâli
mümkün olmadığı gibi, bir halden, bir hale değiştirilmesi de caiz değildir. İkincisi,
Allah Teâlâ, Kur’an’ı (‫ﻋ َﺮﺑِﻴًّﺎ‬
َ ) diye tavsif etmiştir. Hâlbuki kadîm olan Arapça, Farsça
diye nitelenemez. Üçüncüsü, Allah Teâlâ, (‫ﻋ َﺮﺑِﻴًّﺎ‬
َ ‫“ )ِإﻧﱠﺎ أَﻧﺰ ْﻟﻨَﺎ ُﻩ ُﻗﺮْﺁﻧًﺎ‬Biz onu, Arapça bir
Kur’an olarak indirdik” buyurunca, bu O’nun Kur’an’ı Arapça dışında başka dilde
indirebileceğini gösterir. Bu ise, Kur’an’ın hadis olduğuna delâlet eder.” Bu
izahlarının hepsine müfessir şöyle cevap vermektedir: “Bu ayet, harflerden,
kelimelerden, lafızlardan ve cümlelerden meydana gelen mürekkep varlığın muhdes
olduğuna delâlet eder, bu hususta münakaşa yok. Bizim Kur’an için kadîm olduğunu
söylediğimiz husus başka bir şeydir, dolayısıyla bu istidlal düşer.”881
Kurtubî de (‫ﻋ َﺮﺑِﻴًّﺎ‬
َ ‫ )ِإﻧﱠﺎ أَﻧﺰ ْﻟﻨَﺎ ُﻩ ُﻗﺮْﺁﻧًﺎ‬ifadesini, “Yani bu Kur’an-ı Kerim, ey Araplar
sizin dilinizle gayet anlaşılır ve açık seçik bir şekilde okunmaktadır” şeklinde tefsir
etmiş; (َ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬buyruğunun da, “onun manalarını bilesiniz, içindeki buyrukları da
kavrayasınız”, demek olduğunu belirtmektedir. Müfessir bu ifadenin, “onu iyice
düşünmeniz umulur”, şeklinde anlaşıldığını da zikretmektedir. Buradaki şüphe ve
tereddüt anlamı ne Kitab, ne de yüce Allah ile ilgilidir; onlar ile ilgilidir,
demektedir.882 Beydâvî de (َ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesini, “Kur’an’ın manalarını kuşatmanız
ve anlamanız için onu sizin dilinizde indirdik. Böylece Kur’an hakkında aklınızı
kullanıp düşünürsünüz de onun kıssalarını anlarsınız”883 şeklinde tefsir etmiştir.
İbn Kesîr de Kur’an’ın mükemmeliğini vurgulayarak ayeti şöyle tefsir
etmektedir: “Arapça, fasih, açık ifadeli, geniş ve mânâyı en güzel şekilde aktaran bir
dildir. Bu sebeple gökten indirilen kitapların en mükemmeli olan Kur’an-ı Kerim,
dillerin en mükemmeli olan Arapça ile peygamberlerin en büyüğü olan Hz.
Muhammed (s.a.v.)’e, Meleklerin en üstün olanı Cebrail aleyhisselam vasatısayla,
yeryüzünün en mukaddes toprağı olan Mekke ve Medine’de, ayların en mübareki
olan Ramazan ayında indirilmiştir. Bu sebeple Kur’an her yönden mükemmel olan

881
Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 492.
882
Kurtubî, el-Câmi’, IX, 184- 185.
883
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, III, 128.

237
ilahi bir kitaptır. Kur’anın beyan ettiği kıssalar da kıssaların en güzelidir.”884
Ayet-i kerimede Kur’an’ın akledilip düşünülmesi için indirildiği
belirtilmektedir. (َ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesini Âlûsî, “Kur’an’daki güzellikleri kuşatmanız ve
onun manalarını anlamanız için, onun beşer üstü bir güç tarafından indirildiğini
bilmeniz için umulur ki akledip düşünürsünüz”885 şeklinde; İbn Âşûr da, “Kur’an’ın
lafzını ve manasını öğrenmeniz için, onun ihtiva ettiği şeyleri akledip düşünmeniz
için size (Araplara) kendi lisanınızla nazil olmuştur”886 şeklinde tefsir etmiştir.
Kur’an’ın ilk muhatapları arap olduğu ve Arap lisanını konuştukları için,
Cenâb-ı Allah’da kelamının en güzel şekilde anlaşılmasını istediğinden dolayı
Kur’an’ı, ilk muhataplarının dilinde indirmiştir. Bizler, her nekadar dilimiz Arapça
olmasa da Kur’an’a inanan ve onun muhatapları olan kimseleriz. Dolayısıyla Cenâb-ı
Allah, bizlerden de Kur’an’ın ayetleri üzerinde akledip düşünmemizi, bu mesajları en
iyi şekilde anlamamızı istemektedir.

‫ن‬
َ ‫ﻋ َﺮﺑِﻴًّﺎ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
َ ‫ﺟ َﻌ ْﻠﻨَﺎ ُﻩ ُﻗﺮْﺁﻧًﺎ‬
َ ‫ِإﻧﱠﺎ‬
b. Zuhruf 43/3: “Biz onu, düşünüp anlayasınız diye Arapça bir Kur’an
olarak indirdik.”
Bu ayette de Cenâb-ı Allah, Kur’an’ı akledilip düşünülmesi için indirdiğini ve
Arapça olarak indirdiğini belirtmektedir. Taberî ayeti şöyle tefsir etmiştir:
“Muhammed (s.a.v.)’e indirdiğimiz ve hükümleri açık olan kitaba yemin olsun ki,
biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ki sizler onun manalarını düşünüp öğüt
alasınız. Ey Muhammed’i yalanlayan Kureyş müşrikleri, şayet biz onu, Arapça
dışında bir lisanla indirecek olsaydık o zaman da biz Arabız onu nasıl anlayalım,
derdiniz.”887
Zemahşerî de ayette Kur’an’ın başka bir dille değil Arapça olarak nazil
olduğuna dikkat çekildiğini söylemekte, (َ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesi ile de arabın akletmesi
irade edilmiştir demektedir.888
Ayetteki (ْ‫“ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜﻢ‬umulur ki” kelimesini Fahruddîn Râzî şöyle tefsir etmiştir:

884
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 365- 366.
885
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VIII, 423.
886
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, VII, 222.
887
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXI, 562.
888
Zemahşerî, Keşşaf, VI, 216.

238
“Bu ifade, temenni ve ümit ifade eder. Bu ise, işlerin neticesinin nereye varıp
dayanacağını bilen bir zata uygun düşmez. Bu yüzden bununla burada, “için, diye”
manası kastedilmiştir, yani, “Biz onu, manasını akledesiniz, muhtevasını
kavrayasınız diye, Arapça bir Kur’an olarak indirdik” demektir.” Müfessir,
ayetteki, (‫ن‬
َ ‫) َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬ “(Kur’an’ı) anlayasınız diye” ifadesinin de Kur’an’ın
anlaşılacağına; bazısı anlaşılır, bazısı anlaşılamaz diyenlerin aksine, Kur’an’da
kapalı, ne manaya olduğu anlaşılmayan ayetlerin bulunmadığına delâlet ettiğini
söylemektedir.889
Kurtubî de ayeti şöyle tahlil etmektedir: (ُ‫ﺟ َﻌ ْﻠﻨَﺎﻩ‬
َ ‫ )ِإﻧﱠﺎ‬buyruğu, ona böyle isim
verdik, onu böyle nitelendirdik, demektir. (‫ﻋ َﺮﺑِﻴًّﺎ‬
َ ) ifadesi, onu Arap dili ile indirdik,
demektir. Çünkü her bir peygamberin kitabı kendi kavminin diliyle indirilmiştir. Bu
açıklamayı Süfyan es-Sevrî ve başkaları yapmıştır. (َ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesi ise, hüküm ve
manalarını kavrayasınız diye, demektir. Bu açıklamaya göre bu özellik sadece
Araplara ait olur, acemler için bu söz konusu olmaz. İbn Zeyd ise, “belki iyice
düşünürsünüz, anlamındadır” demiştir. Bu açıklamaya göre ise bu Araplara da, Arap
olmayanlara da umumi bir hitab olur.890
Cenâb-ı Allah, Kur’an’ı Arapça olarak indirdiğini belirttikten sonra onun
hakkında aklımızı kullanıp düşünmemizi istemektedir. (‫ن‬
َ ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬ifadesini İbn
Kesîr, “Kur’an’ı tedebbür edersiniz ve onu anlarsınız”891 şeklinde; Şevkânî,
“Kur’an’ın manalarını akledip düşünmeniz ve onu anlamanız için Kur’an’ı Arapça
olarak indirdik”892 şeklinde; Âlûsî, “Kur’an’ı anlamanız ve ondaki yüksek manaları,
düşünülmesi gereken incelikleri kuşatmanız için, Kur’an’ın beşer üstü bir güç
tarafından indirilmesinin yanı sıra onun kapsadığı şeyler üzerinde durmanız için”893
şeklinde tefsir etmiştir. İbn Âşûr da aynı ifadeyi, “el- aklu, el- fehmü demektir. Bu
ifadeden maksat, Kur’an hakkında, onun beyanı ve fesahati hakkında tedebbürü
ihmal edenlere bir uyarıdır. Bu uyarının da manası, biz size Kur’an’ın anlaşılmasını
kolaylaştırdık, umulur ki akledip düşünürsünüz demektir”894 şeklinde tefsir etmiştir.
Ayetin zahirinden açıkça anlaşıldığı gibi Cenâb-ı Allah, Kur’an’ı Arapça
889
Râzî, Tefsir-i Kebir, XIII, 458.
890
Kurtubî, el-Câmi’, XV, 457- 458; İbn Kesîr, Tefsîr, VII, 218.
891
İbn Kesîr, Tefsîr, VII, 218.
892
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, VI, 394.
893
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XVIII, 319.
894
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XIII, 174.

239
olarak indirdiğini belirtmekte, biz kullarını da Kur’an’ı ayetleri hakkında, muhtevası
hakkında aklımızı kullanıp düşünmeye çağırmaktadır.

3.2.2. Allah’ın İradesinin Genişliği İle İlgili Akletmeye Çağıran Ayetler

‫ن‬
َ ‫ﻦ َﻗ ْﺒ ِﻠ ِﻪ َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ْ ‫ﻋ ُﻤﺮًا ِﻣ‬
ُ ‫ﺖ ﻓِﻴ ُﻜ ْﻢ‬
ُ ‫ﻋ َﻠ ْﻴ ُﻜ ْﻢ وَﻻ َأ ْدرَا ُآ ْﻢ ِﺑ ِﻪ َﻓ َﻘ ْﺪ َﻟ ِﺒ ْﺜ‬
َ ‫ُﻗ ْﻞ َﻟ ْﻮ ﺷَﺎ َء اﻟﱠﻠ ُﻪ ﻣَﺎ َﺗ َﻠ ْﻮ ُﺗ ُﻪ‬
a. Yunus 10/16: “(Ey Muhammed) de ki, eğer Allah dileseydi Kur’an’ı size
okumazdım. Allah da onu size bildirmezdi. Ben, o Kur’an gelmeden önce yıllarca
aranızda bulundum. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız?”
Ayet-i kerime, peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in, hak peygamber
olduğunu beyan etmektedir. Zira o, müşriklerin arasında kırk yıl yaşamıştır.
Hayatının bu bölümünde davranışlarıyla, aklı ve güvenirliliği ile hep seçkin bir
şahsiyet olarak tanınmıştır. Kırk yaşından sonra, böyle mümtaz bir şahsiyetin,
kendiliğinden kitap uydurup ve bunu, Allah tarafından gönderildiğini söylemesi
mümkün değildir. Bunun böyle olduğunu iddia etmek akıl işi değildir.
Hz. Peygamber’in hak peygamber olduğunu belirten bu ayeti, Taberî şöyle
tefsir etmektedir: “Ey Muhammed (s.a.v.), onlara de ki, eğer Allah dileseydi ben size
bu Kur’an’ı okumazdım. O da size bunu bildirmiş olmazdı. Ben, bana vahiy
gelmeden önce kırk yıl sizin içinizde kaldım. O süre içinde böyle bir iddiada
bulundum mu? Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz? Şayet ben böyle bir şeyi
uyduracak olsaydım bunu daha önce yapardım.”895
Zemahşerî, bu ayetin Hz. Peygamber’in Kur’an tilavetinin ancak Allah’ın
dilemesi ve yaratması ile olduğuna delalet ettiğini söylemektedir. Çünkü o, ömründe
bir saat bile bir âlim görmemiş, ondan bir şey duymamış, bir şey öğrenmemiş,
memleketinde âlimler yetişip de kendilerine fasih bir şeyler okumamış. Bu yüzden
Hz. Peygamber ümmî bir kişi olarak yetişmiştir. (َ‫ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesi ise, “Şayet siz
aklınızı kullanıp düşünürseniz Kur’an’ın Allah katından gelen ve bir benzeri
olmayan bir kitap olduğunu bilirsiniz” demektir. Müfessire göre bu ifade müşriklerin
Hz. Peygamber’e Kur’an’ı kendisi uydurdu demelerine karşı bir cevaptır.896
Fahruddîn Râzî, Hz. Peygamber’in risaletten önceki hayatı davasına delildir

895
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XV, 41; İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 253.
896
Zemahşerî, Keşşaf, III, 2; Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 247; Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 354- 355.

240
diyerek ayetle ilgili şu açıklamaları yapmaktadır: “Müşrikler, Hz. Peygamber
(s.a.v.)’i Kur’an’ı Allah katından bir vahiy yoluyla almayıp, kendisinin uydurması
olmasıyla itham etmişlerdir. İşte bu sebeple, Hz. Peygamber (s.a.v.) de Allah
Teâlâ’nın ayette bahsettiği gibi, böyle bir vehmin yanlışlığını ortaya koymuştur.
Kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’i doğumundan o âna kadar, görüp tanımışlardı.
Onlar, onun hallerini, durumunu, hiçbir kitap okumamış olduğunu, herhangi bir
hocanın talebesi olmadığını ve hiç kimseden bir şey öğrenmediğini biliyorlardı.
Peygamber (s.a.v.) daha sonra, bu minval üzere geçen kırk yıldan sonra, usûl ilminin
en değerli kurallarını, ahkâm ilminin inceliklerini, ahlâk ilminin latifelerini ve
geçmiş milletlerin kıssalarının sırlarını ihtiva eden bu yüce kitabı getirmiştir. Bu
kitaba, âlimler, fesahat ve belagat sahibi edipler muâraza edememişler, benzerini
yapamamışlardır. Dolayısıyla aklıselim sahibi olan herkes, böyle bir şeyin ancak
Allah’tan gelen bir vahiy ile olabileceğini bilir.” Müfessir, ayetteki (َ‫“ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬Siz
hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?” ifadesini de, “Böylesi büyük ve kıymetli bir
kitabın, öğrenim görmemiş, talebe olmamış, hiçbir kitap okumamış ve ilmî
tartışmalarda bulunmamış bir kimsenin eliyle gelmesi, bunun ancak bir vahiy ve
inzal yoluyla olacağını zarurî olarak bildirir, gösterir. Zarurî olarak bilinen şeyleri
kabul etmemek ise, aklın sağlığına zarar verir”897 şeklinde tefsir etmiştir.
Kurtubî, ayette zikredilen (ِ‫ﻋ َﻠ ْﻴ ُﻜ ْﻢ وَﻻ َأ ْدرَا ُآ ْﻢ ِﺑﻪ‬
َ ‫ ) ُﻗ ْﻞ َﻟ ْﻮ ﺷَﺎ َء اﻟﱠﻠ ُﻪ ﻣَﺎ َﺗ َﻠ ْﻮ ُﺗ ُﻪ‬ifadesini şöyle
tefsir etmektedir: “Yani, Allah dileseydi beni size peygamber göndermez, ben de size
Kur’an’ı okumazdım. Allah da Kur’an’ı size bildirmez ve onun haberini size
vermezdi.” (ِ‫ﻦ َﻗ ْﺒ ِﻠﻪ‬
ْ ‫ﻋ ُﻤﺮًا ِﻣ‬
ُ ‫ﺖ ﻓِﻴ ُﻜ ْﻢ‬
ُ ‫ ) َﻓ َﻘ ْﺪ َﻟ ِﺒ ْﺜ‬ifadesini, “Yani, Kur’an gelmeden önce aranızda
bir süre yaşadım. Bu da kırk yıllık bir süredir. Siz benim doğru sözlü ve emin bir
kimse olduğumu biliyorsunuz. Okuyup yazmadığımı da biliyorsunuz. Bundan sonra
ben sizlere mucizeler getirdim” şeklinde, (َ‫ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesini de, “Bunun benim
tarafımdan değil de ancak Allah’tan geldiğini aklınızla kavramayacak mısınız?”898
şeklinde tefsir etmiştir.
İbn Kesîr bu ayetin, Hz. Peygamber’in peygamberliğinin hak olduğuna;
O’nun, Kur’an’ı Allah’ın iradesi ve izniyle getirdiğine, müşriklerin dedikleri gibi
kendisinin uydurmadığına delil olduğunu söylemektedir. Müfessir, (َ‫)َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬

897
Râzî, Tefsir-i Kebir, VIII, 247.
898
Kurtubî, el-Câmi’, VIII,493- 494.

241
ifadesini de şöyle tefsir etmiştir: “Sizin hakkı batıldan ayırabilecek ve hakkı
bilebilecek akıllarınız yok mu?”899
Her bir şeyin ancak Allah’ın dilemesi ve yaratması ile gerçekleştiğini,
Kur’an’ın da Allah’ın dilemesi ve yaratması ile indirildiğini gösteren bu ayet,
Allah’ın iradesinin ne kadar geniş olduğuna dair bizleri düşünmeye çağırmaktadır.
(َ‫ )َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬ifadesini Şevkânî, “Uzun yıllar aranızda yaşamış, doğruluğu ve
güvenirliliği ile bildiğiniz bir kimsenin yalan söylemeyeceğini aklınız size
söylemiyor mu?900, İbn Âşûr da aynı ifadeyi, “Bu ifade müşriklerin akletmelerini
istemektedir. Çünkü onlar Kur’an’ı Hz. Peygamber’in uydurduğunu iddia ederek
hakikati idrak edememektedirler. Bir şeyi anlayıp idrak etmede birinci basamak
akledip düşünmektir”901 şeklinde tefsir etmiştir.
İnsan, aklını doğru kullanıp doğru düşünmediği zaman apaçık gerçeklere ters
düşmektedir. Müşrikler Hz. Peygamber’i çok iyi tanıdıkları halde, onun yalan
söylemeyeceğini bildikleri halde akılları doğru kullanmadıkları ve doğru
düşünmedikleri için onun getirmiş olduğu Kur’an’ı kabullenmek istememişler ve
onun uydurma olduğunu söylemişlerdir. İşte bu ayet-i kerime Hz. Peygamber’in
peygamberliğinin ve getirmiş olduğu Kur’an’ın hak olduğunu, tüm bunların Allah’ın
dilemesi ile gerçekleştiğini belirtmektedir.

3.2.3. İçerisinde Haramların Zikredildiği Ayetler İle İlgili Akletmeye


Yönelik Hitaplar

‫ن‬
َ ‫… َذ ِﻟ ُﻜ ْﻢ َوﺻﱠﺎ ُآ ْﻢ ِﺑ ِﻪ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
a. En’am 6/151: “De ki, gelin size rabbinizin haram kıldıklarını okuyayım.
Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya iyilik yapın, fakirlikten dolayı
çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız. Hayâsızlıkların
açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Allah’ın, öldürülmesini haram kıldığı bir
cana, haklı bir sebep olmadıkça sakın kıymayın. Allah, aklınızı kullanasınız diye
size bunları emretti.”
Ayet-i kerime, Allah’ın haram kıldığı ve ayrıca yapılmasını emrettiği beş
hususu belirtmektedir. Bunlar, Allah’a şirk koşmamak, ana-babaya iyilik etmek,
899
İbn Kesîr, Tefsîr, IV, 253.
900
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, III, 355.
901
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, VI, 448.

242
fakirlikten dolayı çocukları öldürmemek, fuhşiyatın her türlüsünden kaçınmak ve
haksız yere adam öldürmemektir. Aklımız kullanıp düşündüğümüz zaman bu
emirlerin her iki dünyamız için çok önemli olduğu anlaşılmaktadır.
Ayette zikredilen beş hususu Taberî şöyle tefsir etmektedir: “Ey Muhammed,
Allah’ın, kendilerine vermiş olduğu rızıklardan bir kısmını haram sayan, çocuklarını
öldüren ve Allah’a eşler koşan şu müşriklere de ki, gelin, rabbinizin size gerçekten
haram kıldığı şeyleri bildireyim. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne ve babaya
iyi davranın, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de çocuklarınızı da
biz rızıklandırırız. Hayâsızlıkların açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Kısası hak
etme, dinden çıkma, evli iken zina etme gibi, ölümü hak etme halleri müstesna,
Allah’ın, öldürülmesini haram kıldığı kişiyi öldürmeyin.”902 Müfessir, ( ‫َذ ِﻟ ُﻜ ْﻢ َوﺻﱠﺎ ُآ ْﻢ ِﺑ ِﻪ‬
‫ن‬
َ ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬ifadesini de şöyle tefsir etmektedir: “Allah, bu ayette belirtilen hususları
size emretmiştir ki bunları akledip düşünesiniz ve gereğince amel edesiniz”903
Ayetin başında zikredilen (‫“ )ﺗﻌﺎل‬gel, haydi” ifadesini Zemahşerî şöyle
açıklamıştır: “Bu ifade, husûs manada bir kelime iken, umûmî manada kullanılır hale
gelen kelimelerden olmuştur, Bunun aslı, yukarıda bulunan birisinin, aşağıda
bulunan birisine, yukarı gel, demesine dayanır. Daha sonra bu kelime çok
kullanılarak, her şey hakkında kullanılan umûmî bir kelime olmuştur.”904
Ayette belirtilen beş hususu Fahruddîn Râzî de şöyle tefsir etmektedir:
“Birincisi, “O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın” ifadesinde belirtilen şirkin
yasaklanmasıdır. Çünkü müşrikler, putları Allah’ın ortakları olarak kabul
etmektedirler. İkincisi, “Anaya babaya iyilik edin” buyruğunun anlattığı husustur.
Cenâb-ı Hakk, bu ayette ikinci olarak, bu mükellefiyeti zikretmiştir. Çünkü insan
üzerindeki nimet çeşitlerinin en büyüğü Allah’ın nimetidir. Bunun peşinden anne-
babanın verdiği nimetler gelir. Çünkü insanın var olmasındaki hakiki müessir Allah
Teâlâ’dır. Zahirde ise anne ve babadır. Hem sonra ana-babanın insan üzerindeki
nimeti de gerçekten büyüktür. Bu nimet terbiye, şefkat, küçük iken insanı yok
olmaktan ve helakten koruma ve benzeri iyiliklerdir. Üçüncüsü, “Fakirlik en-
dişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin, sizi de onları da rızıklandıran biziz” buy-

902
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XII, 215- 220; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 359- 363.
903
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XII, 221.
904
Zemahşerî, Keşşaf, II, 189; Kurtubî, el-Câmi’, VII, 226.

243
ruğunun anlattığı husustur. Buna göre Cenâb-ı Allah, ana-baba haklarına riayetten
sonra, çocukların haklarına riayeti vacip kılmıştır. Bu ifade, fakirlik korkusu ile
çocuklarınızı öldürmeyin, demektir. Bundan maksat, kız çocuklarını diri diri toprağa
gömmeyi yasaklamaktır. Dördüncüsü, “Kötülüklerin açığına da gizlisine de
yaklaşmayın” buyruğunun anlattığı husustur. İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir:
“Cahiliyye Arapları, alenî olarak zina yapmaktan çekiniyorlar, ama bunu gizlice
yapıyorlardı. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ ister gizli, ister açık olsun, her türlü
zinayı yasaklamıştır. Evlâ olan, bu nehyi, belli bir çeşit günaha tahsis etmemektir.
Beşincisi, “Allah’ın, öldürülmesini haram kıldığı bir cana, haklı bir sebep
olmadıkça sakın kıymayın” buyruğunun anlattığı husustur. Allah Teâlâ, “cana
kıyma”dan istisna yapmak istemiştir. Hâlbuki böyle bir istisna, her günahta
yapılamaz. Ayetteki “haklı bir sebep olmadıkça” kaydı, haram kılınmış olan bir canı,
bazen ondan sâdır olan bir günah sebebi ile öldürmek bir hak ve yerinde bir iş olur,
manasındadır. Sonra Allah Teâlâ, bunun peşinden (َ‫) َذ ِﻟ ُﻜ ْﻢ َوﺻﱠﺎ ُآ ْﻢ ِﺑ ِﻪ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
buyurmuştur. Yani, “Bu teklif ve emirlerin, dinî ve dünyevî faydalarını düşünüp
akledesiniz diye” demektir.905
Ayette zikredilen “Anaya babaya iyilik edin” buyruğunda geçen ana-babaya
iyilik ifadesini Kurtubî, şöyle tefsir etmiştir: “onlara iyi davranmak, onları korumak,
onlara gereken ihtimamı göstermek, emirlerini yerine getirmek, köle iseler kölelikten
kurtarmak, onlara karşı zorbalık taslamayı terk etmektir.” Yüce Allah’ın,
“Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın” buyruğu, bütün kötülük ve
hayâsızlık çeşitlerini yani masiyetleri, kalbin ilâhî emre muhalefeti kararlaştırdığı
şeyleri yapmayı yasaklamak demektir. Açık ve gizli tabiri, hakkında kullanıldığı
şeylerin bütün kısımlarını kapsamına almaktadırlar. Cenâb-ı Allah, (ْ‫“ ) َذ ِﻟ ُﻜ ْﻢ َوﺻﱠﺎ ُآﻢ‬işte
bunlar” buyruğu ile haram kılınan bu şeylere işaret etmiştir.906
İbn Kesîr, Abdullah b. Mes’ud’un bu ayet hakkında şöyle dediğini
nakletmektedir: “Kim, Allah’ın Resulünün, üzerinde mühürü bulunan vasiyetini
görmek isterse şu üç ayeti okusun. Bu ayetler, En’am suresinin yüz elli bir, yüz elli
iki ve yüz elli üçüncü ayetleridir.” Müfessir, ayetin sonunda zikredilen ( ‫َذ ِﻟ ُﻜ ْﻢ َوﺻﱠﺎ ُآ ْﻢ ِﺑ ِﻪ‬
‫ن‬
َ ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬ifadesini, “Allah’ın emir ve nehiylerini akledip düşünürsünüz diye size

905
Râzî, Tefsir-i Kebir, VII, 16- 18.
906
Kurtubî, el-Câmi’, VII, 226- 228.

244
bunlar emredilmiştir” şeklinde tefsir etmiştir.907 Ayette zikredilen akledip düşünme
kavramını Âlûsî de, “aklınızı kullanıp iyi düşünürsünüz de nefislerinizi ayette
zikredilen haramları işlemekten alıkoyarsınız”908, İbn Âşûr da, “bu ifade, akıl sahibi
olanların akledip düşünmelerini istemektedir. Çünkü ayette zikredilen haramların bir
kısmında yakınlık vardır, bunu akıl kavrayıp çözer”909 şeklinde tefsir etmiştir.
Bu ayet-i kerime, Yüce Allah’ın peygamberine, bütün insanları Allah’ın
haram kıldığı şeylere dair okuyacağı buyrukları dinlemeye davet etmesi için bir
emirdir. Ondan sonra gelecek olan ilim adamlarının da aynı şekilde insanlara
tebliğde bulunmaları ve onlara, Allah’ın neyi haram, neyi helâl kıldığını açıklamaları
gerekmektedir. Cenâb-ı Allah bu ayette bazı haramları zikretmiştir. Bunun ardından
da bu emir ve yasaklar hakkında aklımızı doğru kullanıp, düşünüp gereğince amel
etmemizi istemektedir.

3.2.4. Kur’an’da Zikredilen Öğütler İle İlgili Akletmeye Çağıran Ayetler

‫ن‬
َ ‫َﻟ َﻘ ْﺪ أَﻧﺰ ْﻟﻨَﺎ ِإ َﻟ ْﻴ ُﻜ ْﻢ ِآﺘَﺎﺑًﺎ ﻓِﻴ ِﻪ ِذ ْآ ُﺮ ُآ ْﻢ َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
a. Enbiya 21/10: “Şüphesiz biz size, sizi şereflendirip yücelten bir kitap
indirdik. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”
Ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah, biz kullarına bir kitap indirdiğinden
bahsetmekte, bu kitabın yani Kur’an’ın içermiş olduğu şeyleri iyi düşünüp
akletmemizi istemektedir. Ayette zikredilen (ْ‫ )ﻓِﻴ ِﻪ ِذ ْآ ُﺮ ُآﻢ‬ifadesine müfessirler, söz,
zikir, vasiyet, şeref gibi manalar vermişlerdir. Taberî, bunlardan şeref manasını daha
uygun olduğunu, çünkü Kur’an, kendisine tabi olanın ve kendisiyle amel edenin
şerefini artırır diyerek ayeti şöyle tefsir etmiştir: “Şüphesiz ki biz size, içinde bulunan
hükümleriyle sizi şereflendirecek, size öğüt verecek ve sizin doğru olduğunuzu
ortaya koyacak Kuran’ı indirdik. Hiç bu Kur’an’ı düşünmez misiniz?”910
Zemahşerî, ayette zikredilen (ْ‫ )ﻓِﻴ ِﻪ ِذ ْآ ُﺮ ُآﻢ‬ifadesinin şeref ve vasiyet manasında
olduğunu söylemiş, bunun yanında güzel ahlak, ahde vefa, emanete riayet, cömertlik

907
İbn Kesîr, Tefsîr, III, 359- 363.
908
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, VI, 69.
909
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, V, 188.
910
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XVIII, 416; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 206; Kurtubî, el-Câmi’, XI, 465- 466;
İbn Kesîr, Tefsîr, V, 334.

245
ve buna benzer manalara da geldiğini söylemiştir.911 Beydâvî de benzer manaları
zikrederek böyle bir Kur’an hakkında akledip de buna inanmaz mısınız?912 Şeklinde
tefsir etmiştir.
Fahruddîn Râzî de (ْ‫ )ﻓِﻴ ِﻪ ِذ ْآ ُﺮ ُآﻢ‬ifadesinin şu üç manaya geldiğini söylemektedir.
Birincisi, bu ifade, zikriniz, şerefiniz, vasiyetiniz, sizin için olan tavsiyeler ondadır,
demektir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, “O, (Kur’an) senin ve kavmin için bir zikirdir”913
buyurmuştur. İkincisi, bu ifade, bunda, helal olmayandan sakınmanız, yapılması
gerekli olan şeye arzu duymanız için, size bir va’z-u nasihat vardır, demektir.
Üçüncüsü, bundan maksat şudur: Bu Kur’an’da, kendisine tutunduğunuzda, cenneti
elde edebilmeniz için, dininizin, yani dinen gerekli olan ve olmayan şeylerin zikri
vardır, demektir. Bütün bu manalar ihtimal dâhilindedir. Allah Teâlâ’nın, (َ‫)َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
“Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” hitabı, Kur’an’ı düşünmeye, Kur’an üzerinde
tefekküre teşvik gibidir. Çünkü o müşrikler, Kur’an’a gafil idiler. Bir şeye
alabildiğine dalmak, gafletin ayrılmaz özelliği, düşünüp tefekkür etmek ise, o dalışı
savuşturup bertaraf eden bir şeydir. İnsanın kendinden zararı defetmesi, yapılması
gerekli şeylerdendir. Bu yüzden kim tefekkür ve tedebbürde bulunmazsa, sanki aklın
sınırları dışına çıkmış gibi olur.914
Müşrikler, Hz. Peygamber’in peygamberliği ve Kur’an hakkında asılsız
sözler söyleyince Cenâb-ı Allah da bu yaptıklarından vazgeçip konu üzerinde
düşünmeleri anlamını ihtiva eden bir soru ile onların dikkatlerini çekmiş, “Hiç akıl
etmez misiniz?” diye buyurmuştur. Bu ifade şöyle de açıklanmıştır: “Bu kitapta
sizin yani dininizin emirleri, şeriatınızın hükümleri, sonunda karşı karşıya
kalacağınız mükâfat ve cezanın söz konusu edildiği bir kitap indirilmiştir. Siz sözü
edilen bütün bu hususlar üzerinde akıl edip düşünmeyecek misiniz?”915 (َ‫)َأﻓَﻼ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
ifadesini Şevkânî de, “bu ayette belirtilen durumla ilgili aklınızı kullanıp
düşünmüyor musunuz? Kur’an’da zikredilmiş olan şeylerle ilgili akletmiyor
musunuz?”916, Âlûsî, “Bu ifade, Kur’an hakkında tedebbür etmeye teşviktir.

911
Zemahşerî, Keşşaf, IV, 206; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 173.
912
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 173.
913
Zuhruf 43/44.
914
Râzî, Tefsir-i Kebir, X, 496- 497.
915
Kurtubî, el-Câmi’, XI, 465- 466.
916
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 45.

246
Öğütlerle, emir ve yasaklarla ilgili iki kat tedebbür etmek gerekir”917 şeklinde tefsir
etmiştir.
Cenâb-ı Allah, kullarına olan merhametinden dolayı onlara peygamberler ve
kitaplar göndermiştir. Bu kitaplarda kullarının dünyada ve ahirette mutlu olmalarını
sağlayacak emirler ve yasaklar koymuştur. Bu ayette de Allah, Kur’an’ı
indirdiğinden bahsetmekte, Kur’an’a uyup onunla amel eden kimselerin şerefinin
artacağını, her iki dünyada da mutlu olacağını vurgulamakta, bizleri de Kur’an’da
zikredilenler hakkında akledip düşünmeye çağırmaktadır.

‫ن‬
َ ‫ﻦ اﻟﱠﻠ ُﻪ َﻟ ُﻜ ْﻢ ﺁﻳَﺎ ِﺗ ِﻪ َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ُ ‫ﻚ ُﻳ َﺒﻴﱢ‬
َ ‫َآ َﺬ ِﻟ‬
b. Bakara 2/242: “Allah, ayetlerini size düşünesiniz diye böylece açıklıyor.”
Ayetin bağlamında her boşanan kadının, örfe göre elbise, giyim kuşam ve
iyilikle istifade edilecek şeylerde hakkı olduğu belirtilmektedir. İslam hukukunda
boşanan kadınlara verilmesi gereken eşyaya “mut’a” denir. Mut’anın, boşanan her
kadına mı yoksa belli şartlar altında boşanan kadınlara mı verileceği hususunda
âlimler farklı görüşler zikretmişlerdir. Said b. Cübeyr ve Zührî’ye göre her boşanan
kadına mut’a vermek gerekmektedir. Atâ ve Mücahid’e göre bu ayette, kendilerine
mut’a verileceği beyan edilen kadınlar, kendileriyle zifafa girildikten sonra boşanan
kadınlardır. İbn Zeyd’e göre ise, burada kendilerine mut’a verilmesi emredilen ka-
dınlar, boşanan bütün kadınlardır.918
Taberî, bu ayet-i kerimede zikredilen mut’anın, boşanan her kadına verilmesi
gereken mut’a olduğunu söyleyen görüşün doğru olduğunu söylemektedir. Yani her
boşanan kadının mut’a alma hakkı vardır.919 Zemahşerî de boşanan her kadının bu
mut’ayı alması gerektiğini belirtmekte, kadının tek başına yalnız olması, birleşme
olmasa bile onun bu mut’ayı almasını icap ettirir demektedir.920
Allah Teâlâ, boşanan kadınların haklarını beyan ettikten sonra kullarını bu
hükümlerle ilgili akledip düşünmeye çağırmaktadır. Taberî, bu ayeti şöyle tefsir
etmiştir: “Allah size, hükümlerini bildirdiği, birbirinize karşı olan vazifelerinizi

917
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XII, 334.
918
Taberî, Câmiu’l-Beyân, V, 262- 264; Zemahşerî, Keşşaf, I, 214; Râzî, Tefsir-i Kebir, III, 393; İbn
Kesîr, Tefsîr, I, 660.
919
Taberî, Câmiu’l-Beyân, V, 264.
920
Zemahşerî, Keşşaf, I, 214; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 274.

247
açıkladığı gibi Peygamberine indirdiği ayetlerde diğer hükümleri de açıklıyor ki,
koymuş okluğu hudutları tanıyasınız, dininiz ve dünyanız için doğru ve faydalı olanı
bilesiniz.”921 Beydâvî de, “Bu ayet, daha önce geçen talak ve iddetle ilgili hükümlere
işaret etmektedir. Allah Teâlâ, dünyada ve ahirette kullarına ihtiyaç olan hükümleri
ve delilleri açıklamıştır ki bunlar hakkında aklınızı kullanıp düşününüz de en iyi
şekilde anlayınız demiştir”922 şeklinde tefsir etmiştir.
İbn Kesîr, ayette beyan edilen delilleri ve bunlarla ilgili akletmeyi şöyle tefsir
etmiştir: “Allah Teâlâ, helallerine, haramlarına, farzlarına, hudutlarına, beyan ettiği
emir ve nehiylerine dair delillerini açıklamıştır ve bunları ihtiyaç anında bile terk
etmememizi istemiştir. Tüm bu delilleri tedebbür etmemizi ve anlamamızı
istemiştir.”923 Âlûsî de aynı ifadeyi, “Bu ayet, daha önce geçen hükümlere, apaçık
beyanlara işaret etmektedir. Allah, dünyada ve ahirette ihtiyaç duyduğunuz şeylere
delalet eden ayetlerini beyan etmiştir. Umulur ki doğru düşünüp aklınızı tam kullanıp
da bunları anlarsınız”924, İbn Âşûr da, “Allah, şeriate delalet eden delillerini apaçık
beyan etmiştir”925 şeklinde tefsir etmiştir.
Allah Teâlâ bu ayette, ayetlerini beyan ettiğini zikretmiş, bunlar üzerinde
aklımızı kullanıp gereğince amel etmemizi istemiştir. Ayeti bağlamıyla birlikte
düşündüğümüzde Cenâb-ı Allah, boşanmış kadınların hakkını korumakta, onların zor
durumda kalmamaları ve kötü yola düşmemeleri için kocalarına imkânları ölçüsünde
boşamış oldukları kadınları için bir miktar mal vermelerini emretmiştir. Bunun
ardından Cenâb-ı Allah, dünyada ve ahirette ihtiyaç duyduğumuz şeylerle ilgili
hükümlerini beyan ettiğini belirtmiş, bizleri bunlar hakkında tedebbür etmeye
anlamaya çağırmıştır.

921
Taberî, Câmiu’l-Beyân, V, 264.
922
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 274.
923
İbn Kesîr, Tefsîr, I, 660.
924
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, II, 279.
925
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, II, 393.

248
‫ﺳﻮَا ٌء‬
َ ‫ﺷ َﺮآَﺎ َء ﻓِﻲ ﻣَﺎ َر َز ْﻗﻨَﺎ ُآ ْﻢ َﻓ َﺄ ْﻧ ُﺘ ْﻢ ﻓِﻴ ِﻪ‬
ُ ‫ﻦ‬
ْ ‫ﺖ َأ ْﻳﻤَﺎ ُﻧ ُﻜ ْﻢ ِﻣ‬
ْ ‫ﻦ ﻣَﺎ َﻣ َﻠ َﻜ‬
ْ ‫ﺴ ُﻜ ْﻢ َه ْﻞ َﻟ ُﻜ ْﻢ ِﻣ‬
ِ ‫ﻦ َأ ْﻧ ُﻔ‬
ْ ‫ب َﻟ ُﻜ ْﻢ َﻣﺜَﻼ ِﻣ‬
َ ‫ﺿ َﺮ‬
َ
‫ن‬
َ ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ِ ‫ﻚ ُﻧ َﻔﺼﱢ ُﻞ اﻵﻳَﺎ‬
َ ‫ﺴ ُﻜ ْﻢ َآ َﺬ ِﻟ‬
َ ‫َﺗﺨَﺎﻓُﻮ َﻧ ُﻬ ْﻢ َآﺨِﻴ َﻔ ِﺘ ُﻜ ْﻢ َأ ْﻧ ُﻔ‬
c. Rum 30/28: “Allah size bizzat kendinizden misal verdi. Hiç sizler, sahip
olduğunuz kölelerin size verdiğimiz rızıklarda ortaklarınız olup, sizinle eşit paya
sahip olmalarına razı olur, birbirinizden çekindiğiniz gibi onlardan da çekinir
misiniz? (O halde nasıl olur da, yarattıklarını Allah’a ortak koşarsınız?) İşte biz,
aklını kullanabilen bir kavim için ayetleri böyle açıklarız.”
Allah Teâlâ bu ayette kendisine şirk koşulmasını asla kabul etmediğini
belirterek müşriklerin şirki anlayacağı şekilde kendilerinden örnek vermek suretiyle
bu yaptıklarından vazgeçmelerini ve Allah’ı birlemelerini istemektedir.
Ayette zikredilen misali Taberî, şöyle tefsir etmiştir: “Ey Allah’a ortak koşan
müşrikler, rabbiniz size bizzat kendinizden misal vermektedir. Hiç sizler, bizim size
verdiğimiz rızıklarda dahi bir kısım kölelerinizin sizin ortaklarınız olmasını, size
verilen mallarda sizinle tam olarak eşit olmalarını ve siz hür kişilerin birbirinizden
çekindiğiniz gibi o kölelerinizi de kendinize denk kabul edip onlardan çekinir hale
gelmeye razı olur musunuz? Sizler hepiniz benim kulum olduğunuz ve size verilen
rızıklar da benim tarafımdan verildiği halde siz, mal ve şerefte kölelerinizle denk
olmayı kabul etmezken, benim yarattığım varlıkların benim ortaklarım olduklarını
nasıl iddia ediyorsunuz?”926
Fahruddîn Râzî, Allah Teâlâ kendisinin birliğini bir misal ile açıklamıştır
diyerek ayette zikredilen misali şöyle açıklamaktadır: “Bir kimsenin, kölesi, nasıl
malında ona ortak yapılmadığına, efendilere verilen kredi ve itibar onlara
verilmeyeceğine göre, Allah’ın kulları ve mahlûkları nasıl Allah’ın ortağı olabilir ve
nasıl onlar için, kendilerine tapılmayı gerektirecek, Allah’ın ululuğuna denk bir
ululukları bulunabilir? Allah Teâlâ, bununla başkasına ibadet etmenin hiç bir makul
tarafı olmadığını beyan etmiştir. Çünkü başka hiçbir varlık Allah’a ortak olmaya
elverişli olmadığı gibi onların ne gerçek hâkimiyetleri ve ne de mülkleri vardır.”927
Kurtubî, ayet-i kerimenin Kureyş kâfirleri hakkında indiğini nakletmektedir.
Çünkü onlar telbiye getirdiklerinde: “Buyur, rabbimiz buyur. Senin birisi dışında,
hiçbir ortağın yoktur ki, o da senindir.” demektedirler. Katade demiştir ki: “Bu, yüce

926
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XX, 95; Zemahşerî, Keşşaf, V, 249; İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 312- 313.
927
Râzî, Tefsir-i Kebir, XII, 233.

249
Allah’ın müşriklere dair vermiş olduğu bir misaldir. Yani sizden herhangi bir kimse
sahip olduğu kölesinin malında da, canında da tıpkı kendisi gibi olmasını kabul ede-
bilir mi? Buna razı olur mu? Siz kendiniz için buna razı olmadığınıza göre, yüce
Allah’a nasıl olur da ortaklar koşuyorsunuz?” İlim adamlarından bazıları şöyle
demiştir: “Bu ayet-i kerime insanların birbirlerine ihtiyacı oldukları için kendi
aralarındaki ortaklığa, buna karşılık yüce Allah’a ortak koşmanın söz konusu
olmayacağına dair açık bir delildir.”928
Cenâb-ı Allah, delillerini beyan ettiğini zikredince ardından bu deliller
üzerinde aklımızı kullanıp düşünmeye çağırmaktadır. Taberî, ( ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم‬
ِ ‫ﻚ ُﻧ َﻔﺼﱢ ُﻞ اﻵﻳَﺎ‬
َ ‫َآ َﺬ ِﻟ‬
‫ن‬
َ ‫ ) َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬ifadesini şöyle tefsir etmiştir: “Dilediğimizi yaratmaya, dilediğimizi
öldürmeye, dilediğimizi öldükten sonra tekrar diriltmeye kadir olduğumuzu gösteren
delillerimizi beyan ettik. Kulları ancak her şeyin sahibi bir olan Allah’ın ıslah
edebileceğini gösterdik. Bu duymuş olduğunuz hükümleri tedebbür edin, akledip
düşünün de bunlardan ibret alın.”929 Aynı ifadeyi Zemahşerî, “Allah Teâlâ, burada
olduğu gibi ayetlerini beyan etmiş, temsil getirerek birçok manayı ortaya koymuş ve
açıklamıştır. Görmüyor musun Allah şirki nasıl da tasvir etti”930, Fahruddîn Râzî de,
“Biz ayetlerimizi, inanan akıllı kimseler için, deliller, kesin burhanlar, meseller ve
ikna edici sözlerle açıklıyoruz, yani, bu iş bundan sonra ancak aklı olmayanlar için
gizli kalır”931 şeklinde tefsir etmiştir. Bir başka müfessire göre bu ifade şunu ifade
etmektedir: “Bu meseleyi yani Allah’ın bir oluşunu, O’nun ortağının olmadığını
bellemek bir ilim talep eden kimse için fıkha dair mükemmel bir kitabı ezberlemiş
olmaktan daha önemlidir. Çünkü bütün bedenî ibadetlerin sahih olması ancak kalpte
bu meselenin sahih olarak bilinmesi ile mümkündür. Bunu iyi düşünüp anlamamız
gerekmektedir.”932 Beydâvî de, “Bu misalleri tedebbür etme noktasında aklınızı
kullanmıyor musunuz”933 şeklinde tefsir etmiştir.
İbn Kesîr, Allah Teâlâ müşrikleri bu ayetle uyarmış, onların ortaklarından,
şirklerinden uzak olduğunu belirtmiştir, demektedir.”934 Ayette zikredilen ( ‫ﻚ ُﻧ َﻔﺼﱢ ُﻞ‬
َ ‫َآ َﺬ ِﻟ‬

928
Kurtubî, el-Câmi’, XIII, 469- 470.
929
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XX, 96.
930
Zemahşerî, Keşşaf, V, 249; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 483.
931
Râzî, Tefsir-i Kebir, XII, 233.
932
Kurtubî, el-Câmi’, XIII, 470.
933
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 483.
934
İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 313.

250
‫ن‬
َ ‫ت ِﻟ َﻘ ْﻮ ٍم َﻳ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ِ ‫ )اﻵﻳَﺎ‬ifadesini Şevkânî, “Allah’ın tenzîlî ve tekvînî ayetleri hakkında
aklını kullanıp tefekkür ve tedebbür edenler bunlardan gereği gibi faydalanırlar”935,
Âlûsî de, “Bu ifade, misalleri tedebbür edin, bunlar hakkında aklınızı kullanın
demektir. Mutlak manada tedebbür, akletme umum ifade eder. Her bir ayetin
tafsilatının umum ifade etmesiyle birlikte Allah Teâlâ bu ayeti müşriklere tahsis
etmiştir ki onlar bu misallerden faydalansın diye”936 şeklinde tefsir etmiştir.
Allah Teâlâ bu ayetteki misalle, kendisine şirk koşanları uyarmış, nasıl ki
insanlar kendi mal ve mülklerinde, hâkimiyetlerinde bir başkasıyla bu imkân ve
nimetleri paylaşmak istemezlerse Allah Teâlâ da mülkünde, hâkimiyetinde tektir,
O’nun herhangi bir ortağı yoktur. Cenâb-ı Allah, varlığına, birliğine, eşi ve
benzerinin olmadığına delalet eden tenzîlî ve kevnî ayetlerini beyan etmiştir. Biz
kullarını da aklımızı doğru kullanıp doğru düşünmeye, bu delillerden ibret almaya ve
kendisine gereği gibi kulluk etmeye çağırmaktadır.

‫ﻦ‬
ْ ‫ت ا ْﻟ َﺒ ْﻐﻀَﺎ ُء ِﻣ‬
ِ ‫ﻋ ِﻨ ﱡﺘ ْﻢ َﻗ ْﺪ َﺑ َﺪ‬
َ ‫ﺧﺒَﺎﻻ َودﱡوا ﻣَﺎ‬
َ ‫ﻦ دُو ِﻧ ُﻜ ْﻢ ﻻ َﻳ ْﺄﻟُﻮ َﻧ ُﻜ ْﻢ‬
ْ ‫ﺨﺬُوا ِﺑﻄَﺎ َﻧ ًﺔ ِﻣ‬
ِ ‫ﻦ ﺁ َﻣﻨُﻮا ﻻ َﺗ ﱠﺘ‬
َ ‫ﻳَﺎ َأ ﱡﻳﻬَﺎ اﱠﻟﺬِﻳ‬
‫ن‬
َ ‫ن ُآ ْﻨ ُﺘ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ْ ‫ت ِإ‬
ِ ‫ﺻﺪُو ُر ُه ْﻢ َأ ْآ َﺒ ُﺮ َﻗ ْﺪ َﺑ ﱠﻴﻨﱠﺎ َﻟ ُﻜ ُﻢ اﻵﻳَﺎ‬
ُ ‫ﺨﻔِﻲ‬
ْ ‫َأ ْﻓﻮَا ِه ِﻬ ْﻢ َوﻣَﺎ ُﺗ‬
d. Âl-i İmran 3/118: “Ey iman edenler, sizden olmayanları yakın dost
edinmeyin. Onlar size, fenalık yapmaktan geri durmazlar. Sizin, sıkıntıya
düşmenizi isterler. Kinleri ağızlarından dökülür. Sinelerinin gizlediği ise daha
büyüktür. Eğer sizler, Allah’ın emir ve yasaklarını, öğüt ve uyarılarını düşünen
insanlarsanız, biz size öğüt ve ibret alacağınız ayetlerimizi açıkladık.”
Bu ayette Allah Teâlâ müminlere, kâfirlerden dostlar ve samimi arkadaşlar
edinip Müslümanların sırlarını onlara aktarmalarını yasaklıyor ve kâfirlerin,
müminleri aldatıcı hainler ve küstahlar olduklarını bildiriyor ki, Müslümanlar kendi
kanaatlerince faydalı görseler dahi kâfirlerle dostluk kurmaktan uzaklaşsınlar.
Bu hususta başka ayetlerde de şöyle buyruluyor: “Kendilerine kitaptan bir pay
verilenleri görmüyor musun? Onlar sapıklığı satın alıyor ve sizin de doğru yoldan
sapmanızı istiyorlar.”937 “Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin.
Onlar, birbirinin dostudur. Sizden kim, onları dost edinirse, şüphesiz ki onlardan

935
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, V, 469.
936
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XV, 359.
937
Nisa 4/44.

251
olur. Muhakkak ki Allah, zalim kavmi hidayete erdirmez.”938
Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katade, Rebi’ b. Enes, Süddi, İbn-i Cüreyc ve
İbn-i Zeyd’e göre bu ayet-i kerime, müminlere, münafıkları yakın dost edin-
memelerini emretmektedir. Zira Müslümanlardan bazıları, islam gelmeden önce
Yahudi ve münafıklarla olan dostluklarını sürdürmek istemişler ve onlarla içli dışlı
olmaya devam etmişlerdir. Allah Teâlâ, bu ayeti indirerek müminlerin, Yahudi ve
münafıkları yakın dost edinmelerini yasaklamıştır.939
Taberî, bu ayette zikredilenlerden maksat, sadece münafıklar değil,
Müslümanların Medine’de, çevrelerinde bulunan ve İslama karşı kinleriyle tanınan
Yahudilerdir demektedir. Zira müminlere karşı açıkça savaşan müşrikler, müminler
tarafından dost edinilmiyorlar, sadece müminlerle anlaşma yapıp onlara dost
görünmeye çalışan Yahudileri dost ediniyorlardı. Bu nedenle ayet, müminleri, onları
yakın dost edinmekten men etmiştir.940
Allah Teâlâ mü’minleri, kâfirleri sırdaş edinmekten men edince bu
yasaklamanın sebeplerini Fahruddîn Râzî şöyle açıklamıştır: “Birincisi, Cenâb-ı
Hakk’ın, “Onlar size kötülük yapmakta hiç kusur etmezler” buyruğudur. Yani
onlar, sizi zarara sokmak ve sizin işlerinizi bozmak hususunda olanca gayretlerini
sarf ederler demektir. İkincisi, Cenâb-ı Hakk’ın, “Size sıkıntı verecek şeyleri arzu
ederler” ayetidir. Yani, onlar, gerek dininiz, gerekse dünyanız hususunda sizi çok
zarara sokmayı arzularlar demektir. Üçüncüsü, Allah Teâlâ’nın, “Buğuzları
ağızlarından taşmış, dışa vurmuştur” ifadesidir. Yani en şiddetli kin manasınadır,
en büyük zarar kelimesine nazaran, zarar kelimesi nasıl ise bu da aynıdır. Sonra
Cenâb-ı Hakk, “Göğüslerinde gizledikleri ise, daha büyüktür” buyurmuştur. Yani,
münafığın dilinde tezahür eden kin ve buğuz alâmetleri onun kalbinde yer eden
nefretten; yine onun lisanında zuhur eden kin alâmetleri, onun kalbinde bulunan
kindarlıktan daha azdır, demektir.”941
Kâfir ve sapıkları sırdaş edinmenin yasaklanmasını Kurtubî şöyle tefsir
etmiştir: “Yüce Allah, bu ayet-i kerimeyle, müminlere, kâfirlerden, Yahudilerden ve
nevalarının arkasından giden sapık fırkalardan olanları içli dışlı kimseler, yakın

938
Maide 5/51.
939
Taberî, Câmiu’l-Beyân, VII, 141- 143.
940
Taberî, Câmiu’l-Beyân, VII, 140.
941
Râzî, Tefsir-i Kebir, IV, 360- 361.

252
kimseler edinmeyi, görüşlerini almayı ve işlerini görmeyi yasaklamaktadır.
Denildiğine göre, senin itikat ve dinine muhalif olan hiçbir kimse ile karşılıklı
konuşmaman gerekir.” Müfessir, kafirlerin Müslümanlara olan kin ve buğzunu da
şöyle tefsir etmektedir: “Allah’ın, diller bir kenara özellikle ağızları söz konusu
etmesi, gelişigüzel konuşmalarında bile bunu ortaya attıklarına işaret içindir. Onlar,
öfkesi gözlerinden belli olan ve bunu gizlemeye çalışan bir kimseden daha da ileri
derecededirler.”942
Allah, kâfirlerin Müslümanlara olan duygu ve niyetlerini beyan edip bunlar
hakkında akletmemizi istemesini, yani (َ‫ن ُآ ْﻨ ُﺘ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
ْ ‫ت ِإ‬
ِ ‫ ) َﻗ ْﺪ َﺑ ﱠﻴﻨﱠﺎ َﻟ ُﻜ ُﻢ اﻵﻳَﺎ‬ifadesini Taberî,
“Allah Teâlâ, kendileriyle dostluk kurmanızı yasakladığı Yahudilerin durumunu,
bunlarla ilgili ayetlerini, ibretlerini beyan edip açıkladı. Allah’ın bu öğütlerini, emir
ve nehiylerini Akledip düşünürsünüz de onların bu durumlarından ders alırsınız ve
faydanıza olan durumları bilirsiniz”943 şeklinde tefsir etmiştir. Zemahşerî de bu
ifadeyi, “Allah Teâlâ dinde ihlaslı olmanın gerekliliğine delalet eden delillerini
açıklamıştır. Bu ayetle Allah, dostlarını dost, düşmanlarını düşman edinmemizi
belirtmiştir”944 şeklinde tefsir etmiştir. Fahruddîn Râzî şöyle tefsir etmektedir:
“Cenâb-ı Hakk, mü’minlere, bu sırları ortaya koyup izhar etmesini, onlara olan
nimetlerinden birisi olduğunu beyân buyurarak, Eğer düşünürseniz, yani akıl,
anlayış ve dirayet ehlindenseniz, biz size ayetlerimizi açıkladık, demiştir. Bundan
maksat, insanları bu ayeti düşünme ve bu delilleri tefekkür etme hususunda aklı
kullanmaya teşvik etmektir.945 Aynı ifadeyi Âlûsî, “Allah Teâlâ, Allah’a ve onun
rasülüne düşmanlık edenleri dost edinmeyi yasaklayan ayetlerini izhar etmiştir. Dost
ve düşmanı birbirinden ayırt edecek delilleri de Allah ortaya koymuştur. Eğer akıl
sahibi kimselerseniz fayda veren Allah’ın öğütlerini akledip düşünün de dost ve
düşmanın hangisinin daha faziletli olduğunu bilin”946, İbn Âşûr da, “Allah Teâlâ,
kafirlerle kurulan her türlü dostluğun kötü olduğuna dair delillerini açıklamış, ayet-i
kerimede bilme ya da fıkhetme kavramını değil de akletme kavramını kullanmıştır.

942
Kurtubî, el-Câmi’, IV, 339- 341.
943
Taberî, Câmiu’l-Beyân, VII, 148.
944
Zemahşerî, Keşşaf, I, 315.
945
Râzî, Tefsir-i Kebir, IV, 361.
946
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, III, 187.

253
Çünkü akletme, bilme ve fıkhetmeye göre daha geniştir”947 şeklinde tefsir etmiştir.
Allah Teâlâ bu ayette Müslümanlarla aynı dini ve inancı paylaşmayan
kâfirlerin, münafıkların kısaca Müslümanlardan olmayan herkesin islama ve
Müslümanlara olan duygu ve düşüncelerini, kin ve buğuzlarını belirtmiş, bununla
ilgili delilleri zikretmiştir. Allah Teâlâ Müslümanları kendilerinden olmayan
kimselerle yakın dostluk kurmayı, içli-dışlı olmayı, sır vermeyi bu ayetle yasaklamış,
bunun sebeplerini de zikretmiştir. Biz kullarını da kâfirlerin, münafıkların hakkında
akledip düşünmeye, bu öğütlerden ibret almaya çağırmıştır.

3.2.5. Allah’ın Mubah Kıldığı Şeylerle İlgili Akletmeye Çağıran Ayetler

‫ن‬
َ ‫ت َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ِ ‫ﻦ اﻟﱠﻠ ُﻪ َﻟ ُﻜ ُﻢ اﻵﻳَﺎ‬
ُ ‫ﻚ ُﻳ َﺒﻴﱢ‬
َ ‫… َآ َﺬ ِﻟ‬
a. Nur 24/61: “Kör için bir güçlük yoktur, topal için bir güçlük yoktur, hasta
için bir güçlük yoktur. Sizin de kendi evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya
annelerinizin evlerinde veya erkek kardeşlerinizin evlerinde veya kız
kardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde
veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya anahtarları emanet
edilip tasarrufunuza verilen evlerde veya dostlarınızın evlerinde yemek yemenizde
de bir günah yoktur. Evlere girdiğiniz zaman, kendinize selam verin. Bu, Allah
nezdinde mübarek ve temiz bir selamlaşmadır. Aklınızı kullanasınız diye Allah,
ayetleri size işte böyle açıklıyor.”
Müfessirler bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında farklı görüşler
zikretmişlerdir. Abdullah b.Abbas ve Dehhak’tan nakledilen bir görüşe göre bu ayet-
i kerime, Müslümanların, kör, topal, hasta ve sakatlarla beraber yemek yemesine izin
vermek için nazil olmuştur. Zira Müslümanlar, bu çeşit insanlarla beraber yemek
yedikleri takdirde Allah’ın, “Ey iman edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla
yemeyin”948 ayetiyle yasaklamış olduğu bir işi yapmış olacaklarından korkarak bu
gibi insanlarla yemek yemiyorlardı. Çünkü kör, topal ve hastaların, sıhhatliler kadar
yemek yiyememeleri sebebiyle onların haklarını yemiş olabileceklerinden
korkuyorlardı. Bunun üzerine bu ayet nâzil oldu ve bu gibi kimselerle yemek ye-

947
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, III, 197.
948
Nisa 4/29.

254
menin bir mahzuru olmadığı beyan edildi.949
Mücahid’e göre ise bu ayet, kör, topal ve hastaların, kendilerini yemeğe davet
eden kişilerin ya da onların yakınlarının evlerinde yemek yemelerinde mahzur
olmadığını beyan etmektedir. Zira ashabı kiram, bu gibi sakat insanları davet
ediyorlar, kendi evlerinde yemek bulunmayınca da onları alıp baba, anne ve diğer
yakınlarının evlerine götürüyorlardı. Kendilerine yemek ikram edilmek istenen bu
sakat insanlar ise, ev sahiplerinin gönülsüz olabileceklerini düşünerek bu tür
davetleri kabulden sakınıyorlardı. İşte bu ayet-i kerime nazil oldu ve bunda bir
mahzur olmadığını beyan etti.950
Zührî’nin, Ubeydullah b.Abdullah’tan naklettiği bir görüşe göre ise, ayet-i
kerime, körlerin, topalların ve hastaların, cihada çıkan ve evlerini bunlara teslim eden
mücahitlerin evlerinde yemek yemelerinin bir mahzuru olmadığını beyan etmek için
nazil olmuştur. Zira bu gibi sakat insanlar, gazilerin evlerinde yemek yemekten
çekiniyorlar ve onlar burada yokken biz onların evlerinde nasıl yemek yeriz,
diyorlardı. İşte ayet-i kerime buna izin verdi.951 Taberî de bu görüşü tercih etmekte
ve ayete şöyle mana vermektedir: “Kör’e, topal’a ve sizlere, kendi evlerinizde,
babalarınızın evlerinde ve zikredilen diğer akraba ve dostlarınızın evlerinde yemek
yemenizde bir günah yoktur. Onlar size izin verdiği takdirde, evde bulunup
bulunmamalarında bir fark yoktur.”952
İbn Zeyd’e göre ise bu ayet, baş tarafı, kör, topal ve hastaların, cihada
gitmemelerinde bir mahzur olmadığını beyan etmektedir. Diğer bölümü ise, evlerin,
kapılarının bulunmadığı bir zamanda, kişilerin, izin istemeden, ayette zikredilen
akrabalarının evlerinde yemek yiyebileceklerine izin vermiştir. Daha sonra evlere
kapılar takıldı ve kişinin, akrabalarının evlerinde yemek yemesi, ev sahibinin izin
vermesine kaldı.953
Ayet-i kerimede geçen, “Anahtarları emanet edilip tasarrufunuza verilen
evlerde” ifadesinden neyin kastedildiği hakkında da farklı izahlar yapılmıştır.
Abdullah b.Abbas’tan nakledilen bir görüşe göre buradaki, evlerin anahtarları
949
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 219; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIV, 12.
950
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 220; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 427; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 389;
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIV, 12.
951
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 220; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 427.
952
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 222; Râzî, Tefsir-i Kebir, XI, 374.
953
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 221; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 427.

255
kendilerine emanet edilen kimlerden maksat, kişinin, evini veya arazisini, kendisine
teslim ettiği vekili veya kayyumudur. Bu gibi kimselerin, kendilerini vekil edenlerin
evlerinde bulunan şeylerden ve bahçelerin meyvelerinden yemelerinde bir mahzur
yoktur.954
Dehhak, Katade ve Mücahid’e göre ise burada, kendilerine evlerin anahtarları
emanet edilen kimselerden maksat, bizzat evin sahipleridir.955
Ayet-i kerimenin, “Birlikte veya ayrı ayrı yemenizde de mahzur yoktur”
ifadesi hakkında da farklı izahlar yapılmıştır. Abdullah b.Abbas’tan nakledilen bir
görüşe göre bu ayet inmeden önce zenginler, fakirlerin hakkını yerler korkusuyla
onlarla beraber yemek yemezlermiş. Biz zenginiz, siz fakirsiniz sizin yemeğinizden
nasıl yiyelim, derlermiş. Ayet-i kerime nazil olmuş ve zenginle fakirin beraber
yemek yemelerinin mahzuru olmadığını beyan etmiştir.956
Bazı müfessirlere göre ise bu ayet-i kerime, birlikte yemek yemeyi âdet
haline getirip yalnız yemeyen bir kısım insanların âdetlerini ortadan kaldırma
hükmünü getirmektedir. Çünkü Araplardan bazıları, beraber hiç yemek yemezlerken,
diğer bir kısmı da hiç ayrı yemezlermiş. Ayet-i kerime işte bu hususlara işaret
etmekte, insanların bir arada veya ayrı ayrı yemek yemelerinin mahzurlu olmadığını
beyan etmektedir. Taberî ise bu ayetin, bütün bu görüşleri kapsadığını söylemekte-
dir.957
Ayet-i kerimede, “Evlerinize girdiğiniz zaman kendinize selam verin”
buyrulmaktadır. Buradaki “Kendinize” ifadesinden maksat, kendi evinize girdiğiniz
zaman aile efradınıza selam verin veya camilere girdiğinizde orada bulunanlara
selam verin, demektir. Yahut Müslümanlardan herhangi birinin evine girdiğinizde
selam verin, demektir. Taberî bu görüşü tercih etmiştir. Yahut bu ifadeden maksat,
evlere girdiğiniz zaman orada kimse bulunmazsa kendi kendinize selam verin,
demektir.958 Zemahşerî de bu ifadenin, sizinle aynı dinden olan ya da akrabalarınızın

954
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 221; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 427; Râzî, Tefsir-i Kebir, XI, 376;
Kurtubî, el-Câmi’, XII, 484- 485; İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 86.
955
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 221- 222; Kurtubî, el-Câmi’, XII, 484- 485.
956
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 223; Râzî, Tefsir-i Kebir, XI, 376; Kurtubî, el-Câmi’, XII, 487; İbn
Kesîr, Tefsîr, VI, 86.
957
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 223- 224; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 428; Kurtubî, el-Câmi’, XII, 487;
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 390; İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 86.
958
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 225- 227; Zemahşerî, Keşşaf, IV, 428; Râzî, Tefsir-i Kebir, XI, 377;
Kurtubî, el-Câmi’, XII, 489- 491; İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 87.

256
evine girdiğinizde oradakilere selam verin manasında olduğunu söylemekte, çünkü
selam, Müslümanlar için Allah’tan esenlik, selamet, iyi bir hayat istemektir
demektedir.959
Fahruddîn Râzî, âlimlerin, kör, topal ve hasta hakkında şu izahları yaptıklarını
zikretmektedir. Birincisi, sağlıklı olanlar kör olanlarla birlikte yemek yemiyorlardı.
Çünkü o, yemeğin güzelini görüp alamıyordu. Topal ile de, o oturamadığı için, bir de
başkaları iki lokma yerken, o ancak bir lokma yiyebildiği için, birlikte yemek
istemiyorlardı. Hasta da böyledir. Çünkü o da, sağlam insan gibi yiyemez. İkincisi,
körler, topallar ve hastalar, sağlam kişilerle yemeyi ve içmeyi terk etmişlerdir.
Körler, biz, hiçbir şey göremiyoruz, bu sebeple de çoğu kez, yiyeceklerin iyisini alıp,
kötüsünü başkalarına bırakıyoruz derken; topal ve hasta olanlar da, biz, hastaya ârız
olan bazı hallerden ötürü, yiyecekleri, sağlıklı kişilerin yiyeceklerini bozmaktan,
onları tiksindirmekten korkuyoruz diyorlardı. İşte bütün bu sebeplerden ötürü bunlar,
sağlam kimselerle yeyip içmekten kaçınıyorlardı. Bu düşünceler iki taraflı olarak söz
konusu olduğu için, Allah Teâlâ, bu hususta onlar için mutlak bir ifade
kullanmıştır.960
Kurtubî de ayette zikredilen âmâ kimselerin durumunu şöyle tefsir
etmektedir: “Ayetin zahiri ve şeriatın emri şunu göstermektedir ki, böylelerinden
mecburiyetten yapamadıkları fakat niyetleri o işi en kâmil manada yapmak olduğu
halde, mazeretleri sebebiyle daha eksiğini yapmak durumunda kaldıkları bütün
hususlarda sorumluluk ve veballeri kaldırılmıştır.” Müfessir, ayette belirtilen
akrabaların evlerinde yeme ve içmeyle ilgili şöyle demektedir: “Onların bu hususta
izinlerinin olması halinde yeme ve içme söz konusudur. Bazı âlimler ise ister izin
versinler, ister izin vermesinler kişi yiyebilir demişlerdir. Çünkü aralarındaki
akrabalık onlar tarafından verilen bir izin demektir. İbnü’l-Arabî dedi ki, Yüce Allah,
bizlere eğer yemek çok ve insanlara ikram edilen bir durumda ise, izin almaksızın
nesep cihetiyle akrabalardan yemek yemeyi mubah kılmıştır. Şayet bu yemek
alıkonulmuş ve bir yerlerde saklanmış ise, onu almak onlara caiz değildir.
Alıkonulup saklananlara kadar uzanmaları caiz olmaz. Aynı şekilde yenilmeyen
şeylere el uzatmaları da isterse alıkonulup saklanan bir şey olmasa dahi, onların izni

959
Zemahşerî, Keşşaf, IV, 428; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 390.
960
Râzî, Tefsir-i Kebir, XI, 374.

257
alınmadıkça ona el uzatılmaz. Müfessirin nakletmiş olduğu şu şiir de Arapların adet
haline getirdikleri yemek kültürünü yansıtmaktadır: “Sen bir yemek yaptın mı onu
benimle yiyecek birisini ara, çünkü ben tek başıma yemek yemem.”961 Bu yüzden bu
ayet-i kerime, yemek yeme sünnetini açıklamak üzere nazil oldu diyenler de
olmuştur.962
Cenâb-ı Allah, ayet-i kerimede bazı hükümleri beyan edince bunlar üzerinde
akledip düşünmeye çağırmıştır. (‫ن‬
َ ‫ت َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
ِ ‫ﻦ اﻟﱠﻠ ُﻪ َﻟ ُﻜ ُﻢ اﻵﻳَﺎ‬
ُ ‫ﻚ ُﻳ َﺒﻴﱢ‬
َ ‫ ) َآ َﺬِﻟ‬ifadesini Taberî
şöyle tefsir etmiştir: “Allah Teâlâ, dininizle ilgili bazı malumatları sizin için
açıklamıştır. Ayrıca bu ayette bazı şeyleri helal kıldığı gibi bir kimsenin huzuruna
nasıl girileceğini de tarif etmiştir. Allah, emirlerini, nehiylerini ve edeplerini aklımızı
kullanıp düşünüp de anlamamızı istemiştir.”963 Fahruddîn Râzî de, “Allah, ayetlerini,
yasalarını, anlayasınız yani Allah’ın emir ve yasaklarını fehmedip kavrayasınız diye
böylece beyan eder” şeklinde tefsir etmiştir.964 Kurtubî, “ (َ‫ ) َآ َﺬ ِﻟﻚ‬buyruğundaki “kef”
teşbih edatıdır, sözü geçen bu sünnetlere işarettir. Yani Allah, sizlere bu hususlarda
dininizin sünnetlerini açıkladığı gibi, dininizde sizin için gerekli olan diğer hususları
da böylece açıklar”965 şeklinde; Beydâvî, “İşlerde hakkı ve hayrı akledip
düşünürsünüz”966, İbn Kesîr, “Allah Teâlâ bu surede şeriate dair hükümlerini
açıklamış, kulları için ayetlerini apaçık beyan ettiğini hatırlatarak kullarını bunlar
hakkında tedebbür etmeye, akledip düşünmeye çağırmıştır”967 şeklinde; Âlûsî,
“Allah Teâlâ hükümlerini, kolaylıklarını açıklamıştır ki bunların gereğince amel
ediniz ve iki dünya saadetini kazanınız diye”968, İbn Âşûr da, “Allah, hükümlerini
içeren ayetlerini beyan etmiştir. Bu ifadeyle sizden işlerinizin kemali noktasında
bilmenizi ve fehmetmenizi istemiştir”969 şeklinde tefsir etmiştir.
Allah Teâlâ değerlendirmiş olduğumuz ayette, kör, topal ve hastalar için bazı
kolaylıklar getirmiş, onların toplum içerisinde rahat hareket edebilmeleri için

961
‫ً ﻓﺈﻧﻲ ﻟﺴﺖ ﺁآﻠﻪ‬
‫ أآﻴﻼ‬... ‫إذا ﻣﺎ ﺻﻨﻌﺖ اﻟﺰاد ﻓﺎﻟﺘﻤﺴﻲ ﻟﻪ‬
‫وﺣﺪي‬
962
Kurtubî, el-Câmi’, XII, 489- 491.
963
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XIX, 227- 228.
964
Râzî, Tefsir-i Kebir, XI, 377.
965
Kurtubî, el-Câmi’, XII, 491.
966
Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, IV, 390.
967
İbn Kesîr, Tefsîr, VI, 88.
968
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XIV, 19.
969
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, X, 36.

258
hayatlarını kolaylaştırıcı hükümler koymuştur. Bunun yanında akrabaların birbiriyle
olan münasebetlerinden bahsetmiş, birbirlerinin evlerinde yeme ve içme ile ilgili
hükümler koymuş, bunun adabını belirtmiştir. Evlere girdiğimiz zaman da ev halkına
Allah’ın adını anarak güzel bir selamla selem vermemizi zikretmiş, bu selam ile o
mekânın bereketleneceğine vurgu yapmıştır. Cenâb-ı Allah tüm bu hükümleri beyan
edince iki dünya saadetini kazanabilmemiz için biz kullarını bu hükümler üzerinde
aklımızı kullanıp düşünmeye, bunları anlamaya ve gereğince amel etmeye
çağırmıştır.

3.2.6. Allah’ın Ölülere Tekrar Hayat Vermesiyle İlgili Akletmeye Çağıran


Ayetler

َ ‫ت َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮ‬
‫ن‬ ِ ‫ض َﺑ ْﻌ َﺪ َﻣ ْﻮ ِﺗﻬَﺎ َﻗ ْﺪ َﺑ ﱠﻴﻨﱠﺎ َﻟ ُﻜ ُﻢ اﻵﻳَﺎ‬
َ ‫ﺤﻴِﻲ اﻷ ْر‬
ْ ‫ن اﻟﱠﻠ َﻪ ُﻳ‬
‫ﻋ َﻠﻤُﻮا َأ ﱠ‬
ْ‫ا‬
a. Hadid 57/17: “Bilin ki, ölümünden sonra toprağı dirilten Allah’tır. Biz bu
ayetleri düşünesiniz diye açıkladık.”
Ayet-i kerimede Cenâb-ı Allah, yeryüzü kuruyup adeta öldükten sonra onu
yağmurla tekrar canlandırdığını, dirilttiğini zikrederek ölüleri de böyle dirilmeye,
doğru yoldan sapan kimseleri tekrar hidayete erdirmeye, islama ve Müslümanlara
karşı katılaşan kalpleri tekrar yumuşatmaya kadir olduğunu vurgulamaktadır. Taberî
bu ayeti şöyle tefsir etmiştir: “Ey insanlar, yeryüzü kuruyup ölü hale geldikten sonra
ona hayat verip çeşitli bitkileri bitiren ancak Allah’tır. Biz, sapıklıkta olan ve bu
halleriyle ölülere benzeyen insanlara da hidayet nurunu verir ve onları imanla
diriltiriz. Biz size, ayet ve delilleri açıkladık ki akıl edesiniz.”970
Zemahşerî de bu ayetin bir temsil olduğunu söyler ve Allah, nasıl yağmurla
yeryüzünü diriltiyorsa zikirle de kalpleri diriltir demektedir.971
Fahruddîn Râzî, bu ifade hakkında şu iki izahın yapılabileceğini
söylemektedir: “Bu ifade, bir temsildir. Buna göre mana, “Kalplerinin katılaşması
sebebiyle ölmüş olan o kalplerin, Allah’ın zikrine devam etmesi, tıpkı Allah’ın ölmüş
yeri yağmur ile diriltmesi gibi, huşuun sağladığı hayat ve diriliğin, o kalplere yeniden
dönmesine bir sebeptir. İkincisi, (‫ض َﺑ ْﻌ َﺪ َﻣ ْﻮ ِﺗﻬَﺎ‬
َ ‫ﺤﻴِﻲ اﻷ ْر‬
ْ ‫ ) ُﻳ‬ifadesinden, ölülerin
diriltilmesi kastedilmiştir. Böylece Cenâb-ı Hakk bunu, huşu ve haşyete teşvik

970
Taberî, Câmiu’l-Beyân, XXIII, 189- 190.
971
Zemahşerî, Keşşaf, VI, 497; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, V, 269.

259
etmek, kalpleri katılaşmaktan alıkoymak için zikretmiştir.”972 Aynı ifadeyi Kurtubî
de şöyle tefsir etmiştir: “Kâfirin kalbi küfür ve dalalet ile ölmüşken, imana iletmek
suretiyle diriltir. Ayet şöyle de açıklanmıştır: “İşte yüce Allah böylelikle ölmüş
ümmetleri diriltir ve kalbi saygı ile yumuşayıp boyun eğenler ile kalpleri katı olanları
birbirinden ayırt eder.” Müfessire göre (‫ن‬
َ ‫ ) َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘُﻠﻮ‬ifadesi de, “Yani ölümünden
sonra Allah’ın yeryüzünü canlandırması O’nun kudretine ve ölüleri diriltici olduğuna
bir delildir”973 demektir.
İbn Kesîr, bu ayetin katılaşmış kalplerin yumuşayacağına, sapıttıktan sonra
doğru hidayete erebileceğine bir delil olduğunu söylemektedir. Nasıl ki Cenâb-ı
Allah, ölmüş, kurumuş yeryüzünü yağmurla diriltiyorsa Kur’an burhanıyla ve diğer
delillerle dilediği kimse için katılaşmış kalpleri yumuşatmaya, doğru yolda sapan
kimseyi hidayete erdirmeye kadirdir, demektedir.974
Allah Teâlâ temsil olarak delilini zikredince bu deliller üzerinde akledip
düşünmeye çağırmaktadır. Şevkânî (َ‫ت َﻟ َﻌﱠﻠ ُﻜ ْﻢ َﺗ ْﻌ ِﻘﻠُﻮن‬
ِ ‫ ) َﻗ ْﺪ َﺑ ﱠﻴﻨﱠﺎ َﻟ ُﻜ ُﻢ اﻵﻳَﺎ‬ifadesini, “Kur’an’ın
içermiş olduğu öğütleri akledip düşünürsünüz de bunların gereğince amel
edersiniz”975 şeklinde; Âlûsî, “Cenâb-ı Allah, bu ayette delillerini beyan etmiştir ki
bunları akledip düşünelim ve gereğince amel edelim, sonunda da iki dünya saadetini
kazanalım diye”976 şeklinde tefsir etmiştir. Aynı ifadeyi İbn Âşûr da, “bu ifade reca’
ve ta’lil bildirir, yani onu anlayıp kavramanız için delillerimizi, ayetlerimizi beyan
ettik. Beyan, Kur’an’ı anlamada bir illettir”977 şeklinde tefsir etmiştir.
Allah Teâlâ birçok ayette varlığına, birliğine, kudretine delalet eden delilleri
zikrederek bizleri bunlar üzerinde akledip doğru düşünmeye çağırmaktadır. Bu ayette
de Allah, kurumuş, adeta ölmüş olan yeryüzündeki bitkileri tekrar canlandırdığını
zikrederek her şeye kadir olduğunu, dilediğini yaptığını göstermektedir. Ayette
yeryüzünü tekrar dirilttiğini temsil getirerek ölüleri ve ölen kalpleri de tekrar
diriltmeye kadir olduğunu vurgulamakta ve bizleri bunlar üzerinde doğru düşünmeye
ve gereğince amel etmeye çağırmaktadır.

972
Râzî, Tefsir-i Kebir, XV, 230.
973
Kurtubî, el-Câmi’, XVII, 93- 95.
974
İbn Kesîr, Tefsîr, VIII, 21.
975
Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, VII, 154.
976
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XX, 329.
977
İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, XIV, 404.

260
SONUÇ
Âlemdeki Allah’ın varlığına, tek oluşuna, kudretinin büyüklüğüne, ilminin
genişliğine, vs. delalet eden kevnî ayetler üzerinde, Kur’an’ın ayetleri üzerinde
düşünme konusu, Kur’an’ı anlama ve onu hayata geçirme bakımından önem arz
etmektedir. Kur’an-ı Kerim’i anlama konusu en baştan beri Müslümanları meşgul
etmiştir. Bu girişimde Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde oluşan anlayışın yanında,
Kur’an’ın bu konudaki teşvikleri de etkili olmuş olmalıdır. Görebildiğimiz kadarıyla
Kur’an’da salt bir anlamanın ötesinde, Kur’an’ın derinlemesine anlaşılması talebi
vardır. Zira tefekkür, tezekkür, tedebbür, akl ve fıkh kavramları bu işin entelektüel
bir faaliyet olduğunu ortaya koymaktadır. Kur’an’ı anlamak, kapsamlı ve derinlikli
bir çalışmayı gerekli kılmaktadır.
Tefekkür, zihnin bir şey üzerinde çalıştırılması, aklın kapasitesi nispetinde
hareketi, kalbin tasarrufu gibi ifadelerle izah edilmektedir. Tefekkür kavramı mutlak
manadaki düşünme eylemlerini ifade eden bir kavramdır. Ayetlerde tefekkür
ameliyesinin aklı çalıştırmaya müsait mesellerden sonra- ya da aklî delillerden sonra-
zikredilmesi de buna işaret olmalıdır. Yani tefekkür bu meseller ve deliller
üzerindeki akli ameliyedir. Bu kavramla ilgili Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetlerin
büyük bir kısmı kevnî ayetler üzerinde tefekküre çağırmakta, bir kısım ayetler de
Kur’an ayetleri üzerinde tefekküre çağırmaktadır. Ancak yapılması istenilen
tefekkürün kimi zaman kevnî ayetlerden Kur’an ayetlerine yöneltilmesi, Kur’an’ın
zengin anlam dünyasına nazar atfetmekten uzak durulmaması gerekliliğini de ortaya
koymaktadır. Tedebbürde ise bu tür bir düşünme, akıl yürütme ameliyesinin yanında,
insanın olayın akıbetini, insanı alıp götüreceği yeri hesap etmesi de söz konusudur.
Dolayısıyla tedebbür, tefekkürden daha kapsamlıdır. Tefekkürü de içine almakla
beraber, olayların ve ayetlerin kişiyi götüreceği sonucu görmek söz konusudur.
Tezekkür kavramı; düşünmek, hatırda tutmak, öğüt almak, söyleneni tutmak
anlamlarını içermektedir. Tezekkür; Kur’an’ın anlaşılması, hatırda tutulması, emir ve
nehiyleriyle amel edilmesi ve hayat biçimi olarak özümsenmesi noktasında çok
ihatalı bir kavramdır. Müminler önce tefekkür edecek, akli melekelerini harekete
geçirecekler, bunun neticesinde de hem bu ayetleri, hüccet ve delilleri zihinlerinde
canlı tutacaklar, hem de öğüt alacaklar, fiilen bunlarla amel edeceklerdir. Bir şeyden

261
ders alınabilmesi için önce onun tedebbür edilmesi, çok iyi anlaşılması gereklidir.
Tam olarak anlaşılamayan, nereye götüreceği tam olarak kavranamayan bir
nasihatten, ders alınması; bir emir ve nehyin tutulması elbette mümkün değildir.
Dolayısıyla önce tefekkür ve tedebbürden, sonra da tezekkürden bahsetmek
durumundayız.
Tedebbür, ayetlerin varıp dayanacağı anlamları, bunun sonucunda da
olayların akıbetinin ne olacağının inceden inceye düşünülmesidir. Tedebbür
kavramının, Kur’an’ı anlamaya çalışma gerekliliğinin en keskin biçimde ifade
edildiği kavram olduğu söylenebilir. Tedebbür, tefekkür ve tezekkür kavramlarına
göre az sayıda kullanılmaktadır; ancak bu kullanımlar meselenin vuzuha kavuşması
için kifayet etmiştir. Kur’an’la alakalı en sarsıcı soru yine bu kavramla
sorulmaktadır: “Hâlâ Kur'an’ı tedebbür etmezler mi (bu Kur’ân’ı anlamaya
çalışmazlar mı?)978, “Onlar niçin Kur’an’ı derin derin düşünmezler? Yoksa
kalpler(inde) kilitler mi var?979 Bu soru cümleleriyle anlıyoruz ki Kur’an’ı
anlamaya çalışmamak, Kur’an’ın ayetleri üzerinde düşünmemek, böyle bir gayretten
yoksun olmak yadırganmakta hatta kınanmaktadır.
Tefekkuh, bir şeyi derinlemesine bilmek, öğrenmek, anlamak, açıklamak gibi
manalara gelmektedir. Şer’î hükümlerde var olan bir bilgiden hareket ederek
bilinmeyen bir bilgiye ulaşmak demektir. Kur’an-ı Kerim’de tefekkuhla ilgili ayetler
daha çok anlamak ve kavramak manasında kullanılmıştır. Bu kavramla ilgili
ayetlerin bir kısmı genel manada fıkhedip anlamaya yönelik ayetlerdir. Bu ayetlerde
peygamberlerin çağrılarına kulak vermeyen geçmiş kavimlerle ilgili, inkârcıların ve
münafıkların tutum ve davranışları ile ilgili durumlara delalet eden deliller üzerinde
fıkhetme istenilmektedir. Bu kavramla ilgili bazı ayetler de Kur’an’ın ayetleri
üzerinde fıkhedip anlamaya ve düşünmeye yöneliktir. Bu ayetlerde de Kur’an’ın ayet
ve sureleri hakkında, Kur’an’ı dinleyip de iman etmeyen inkârcılar hakkında,
Allah’ın yaratıcılığını anlatan ayetler hakkında fıkhedip anlama istenmektedir.
Teakkul, tutmak, tutunmak, bağlamak, engel olmak, engellemek demektir.
Âlimler bu kavramı, bilgi edinmeye yarayan bir güç ve bu güç ile elde edilen
bilgidir; sahiplerini doğru yoldan sapmaktan alıkoyan şeydir; insanlara zaruri ve

978
Nisa 4/82.
979
Muhammed 47/24.

262
nazarî ilimleri öğreten ruhani bir nurdur, şeklinde tarif etmişlerdir. Bu kavramla ilgili
ayetlerin bir kısmı genel manada aklı doğru kullanıp düşünmekten bahsetmektedir.
Bu gruptaki ayetlerde Kur’an’ın ibret olarak zikrettiği geçmiş kavimler hakkında,
münafıkların ve müşriklerin tutum ve davranışları hakkında, kâinatta Allah’ın
yaratıcılığına ve kudretine delalet eden deliller hakkında, kevnî ayetler hakkında aklı
doğru kullanıp doğru düşünme istenmektedir. Kur’an bağlamında zikredilen
akletmeyle ilgili ayetler de Kur’an’ın Arapça olarak indirilmesi hakkında, içerisinde
haramların ve mübah şeylerin zikredildiği ayetler hakkında akledip düşünme, aklı
doğru kullanma istenmektedir.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, ele aldığımız kavramların her biri diğerini
bütünler niteliktedir. Yani her bir kavram aklı harekete geçirip, doğru düşünmekle
ilgilidir. Ancak bu kavramlarla ilgili ayetleri genel olarak değerlendirdiğimiz zaman
aralarında küçük farklılıklar olduğu görülmektedir. Yani diyebiliriz ki tefekkür
mutlak manada bir düşünme, özellikle kevnî ayetler yapılan bir düşünme hareketi;
tezekkür, geçmiş kavimlerden, onların yaşamlarından, akıbetlerinden ders alabilmek
için geçmişe doğru yapılan bir düşünme hareketi; tedebbür, olayların gidişatını,
karşılaşacağımız sonuçları bilebilmemiz için geleceğe yönelik bir düşünme
hareketidir. Teakkul, aklı, düşünceyi duyguların esaretinden kurtarıp doğru
düşünmek demektir. Tefekkuh ise tefekkürle teakkulun birleşimidir, yani akılla,
düşünceyle, tefekkürün ve muhakemenin birleşimidir. Kavramlar bütün olarak
düşünüldüğü zaman anlamlı bir mozaik oluşturmaktadırlar. Kur’an-ı Kerim’de
düşünmekle ilgili zikredilen tefekkür, tezekkür, tedebbür, tefekkuh ve teakkul
kavramlarının Kur’an’ı anlamaya yönelik kavramlar olduğunu söyleyebiliriz. Zaten
Kur’an’da bu kavramlarla anlatılmak istenen de ayetler üzerinde düşünüp kafa
yormak suretiyle Kur’an’ı en iyi şekilde anlamaya çalışmaktır. İlahi Kelam’a
muhatap olan ve inananların ondan hakiki anlamda istifade edebilmeleri, bu mozaiğe
bütün olarak bakabilmeleri ile mümkün gözükmektedir. Kur’an’daki kavramların
birbirini tesanüt eder mahiyetteki mesajları bizi bu sonuca götürmektedir.

263
BİBLİYOGRAFYA
Âlûsî, Ebu’l Fazl Muhammed (1270/1853), Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’l-
Kur’âni’l-Azîm ve’s-Sebı’l -Mesânî, Dâru İhyâi’t-Türasi’l-Arabî, Beyrut, ts., I-XXX.
Beydâvî, Nasırüddin Ebû Saîd Abdullah b. Ömer (691/1292), Envâru’t-Tenzîl
ve Esrâru’t-Te’vîl, (CD: el-Mektebetü’ş-Şâmile, ikinci sürüm, ts.)
Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed b. El-Huseyn (458/1055), Şa’bü’l-Îmân, Dâru’l-
Mektebeti’l-İlmiyye, Beyrut, h. 1410, 1. Baskı, I-VII.
Cassâs, Ebu Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî (370/980), Ahkâmü’l-Kur’ân, (thk:
Muhammed es-Sâdık Gamhâvî) Dâru’t Türâsi’l Arabî, Beyrut, h. 1405, I-V.
Cürcânî, Ali b. Muhammed b. Ali (816/1413), et-Târifât, (thk: İbrâhim el-
Ebyârî), Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, h.1405. 1. Baskı.
Çanga, Mahmud, Kur’an-ı Kerim Lügati, Timaş, İstanbul, 1994.
Çiçek, Halil, 20. Asırda Kur’an İlimleri Çalışmaları, Timaş, İstanbul, 1996.
Ebû Dâvud, Süleymen b. el-Eş’as (275/888), Sünen-i Ebî Dâvûd, (nşr:
Bedreddin Çetiner) Çağrı, İstanbul, 1992, I-V.
Derveze, İzzet, et-Tefsiru’l-Hadis, Ekin, İstanbul, 1998, I-VII.
Ergül, Âdem, Kur’an ve Sünnet’te Kalbî Hayat, Altınoluk, İstanbul, 2000.
Esed, Muhammed (v.1992), Kur’an Mesajı, trc. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk,
İşaret, 1999, I-III.
________________, Sahîh-i Buhârî -İslâm’ın İlk Yılları-, trc. Mustafa
Armağan, İşaret, 2001.
Fîrûzâbâdî, Muhammed b. Yakub, el- Kâmûsü’l Muhît, ts., (CD: el-
Mektebetü’ş-şâmile, ikinci sürüm, ts.).
Halil b. Ahmed, Ebû Abdurrahmân el-Ferâhîdî, Kitâbü’l-Ayn, ( thk. Mehdî el-
Mahzûmî) Dâru Mektebeti’l-Hilâl, ts., I-VIII.
Hamidullah, Muhammad (v.2002), İslam Peygamberi, (trc. Salih Tuğ),
Ankara, 2003, I-II.
____________________, Aziz Kur’an, (trc: Abdülaziz Hatip- Mahmut Kanık),
Beyan, İstanbul, 2000.
____________________, Kur’anı Kerîm Tarihi, (trc: Salih Tuğ), İFAV,
İstanbul, 2000.

264
Hicazî, Muhammed Mahmud, el-Vahdetu’l-Mevduiyye fi’l-Kur’âni’l-Kerim,
Mısır, 1970.
Itır, Nureddin, Ulûmu’l-Kur’ân, Matbaatü’s Sabâh, 6. Baskı, Dımeşk, 1997.
__________________, Keyfe Teteveccehü ilâ’l-Ulûm ve’l-Kur’ani’l-Kerîm
Masdarühâ, Dâru’r-Ru’ye, Dimeşk, 2001.
İbn Âşûr, Muhammed Tâhir, et- Tahrîr ve’t-Tenvîr, ts. I-XXX. (CD: el-
Mektebetü’ş-Şâmile, İkinci sürüm, ts.)
İbn Kesîr, Ebu’l Fidâ İsmâil b. Ömer ed-Dimeşkî (774/1373), Tefsîru’l-
Kur’âni’l-Azîm, ts., I-IV. (CD: el-Mektebetü’ş-Şâmile, İkinci sürüm, ts.)
_________________, el- Bidâye ve’n-Nihâye, Mektebetü’l-Meârif, Beyrût, ts.,
I-XIV.
İbn Manzûr, Ebu’l Fazl Cemâlüddin Muhammed b. Mükerrem el-İfrîkî el-
Masrî (711/1311), Lisânü’l Arab, Dâru’s-Sadr, Beyrût, ts. 1. baskı, I-XV.
İbnü’l-Cevzî, Abdurrahman b. Ali b. Muhammed, Zâdü’l-Mesîr fî İlmi’t-
Tefsîr, el-Mektebetü’l-İslâmî, Beyrut, h. 1404, 3. Baskı, I-IX.
_________________, Hasan-ı Basrî, (trc. Mustafa Kaya) Erkam, İstanbul,
1992.
Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed (671/1273), el-Câmi li
Ahkâmi’l-Kur’ân, I-XX. (CD: el-Mektebetü’ş-Şâmile, İlk sürüm, ts.)
Münâvî, Muhammed Abdurraûf (1031/1622), et-Tevkîf alâ Mehemmâti’t-
Taârîf, Dâru’l-Fikri’l-Muâsır, Beyrût, h. 1410, 1. Baskı.
Müslim, Mustafa, Mebâhis fi’t-Tefsiri’l-Mevdûî, Dâru’l- Kalem, Beyrut, ts.
Nesâi, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şuayb (303/915), Sünenü’n-Nesâî, (nşr:
Bedreddin Çetiner) Çağrı, İstanbul, 1992, I-V.
Nesefî, Ebu’l Berakât (710/1310), Medârikut -Tenzil ve Hakâikut-Te’vîl, ts., I-
IV. (CD: el-Mektebetü’ş-Şâmile, İkinci sürüm, ts.)
Râğıb el-İsfehâni, Ebu’l Kâsım Hüseyin b. Muhammed, Müfredât-ü Elfâzı’l-
Kur’an, (CD: el-Mektebetü’ş Şâmile, İlk sürüm, ts.)
Râzî, Fahreddin Muahmmed b.Ömer, Tefsîr-i Kebîr (Mefâtîhu’l-Ğayb), (trc.
Komisyon: Suat Yıldırım, Lütfü Cebeci, Sadık Kılıç, C. Sadık Doğru), Akçağ,
Ankara, 1990.

265
Râzî, Muhammed b. Ebu Bekir b. Abdulkâdir, Muhtâru’s-Sıhâh, (thk.
Mahmut Hâtır) Mektebe-i Lübnân, Beyrût, 1995.
Sâbûnî, M. Ali, Safvetü’t-Tefâsir, Dâru’l Fikr, Beyrut, 2000, I-III.
_________________, et-Tibyân fî Ulûmi’l-Kur'ân, Âlemü’l Kütüb, Mekke
1985, 1. Baskı.
Suyûtî, Abdurrahman b. el- Kemâl Celâlüddin (911/1505), el- İtkân fî Ulûmi’l-
Kur’ân, ts., I-II. (CD: el-Mektebetü’ş-Şâmile, İlk sürüm, ts.)
Şevkânî, Muhammed b. Ali (v. 1250/1234), Fethu’l-Kadîr el-Câmi Beyne
Fenniyyi’r-Rivâye ve’d-Dirâye min İlmi’t- Tefsîr, ts. I-V. (CD: el-Mektebetü’ş-
Şâmile, İkinci sürüm, ts.)
Şimşek, M. Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, Esra, Konya, 1997.
Taberî, Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd b. Hâlid (310/923), Câmiu’l-
Beyân an Te’v’il-i Âyi’l-Kur’ân, ts., I-XII. (CD: el-Mektebetü’ş-Şâmile, İkinci
sürüm, ts.)
Tirmizi, Ebu İsa Muhammed b. İsa b. Sevra (279/892), Sünenü’t-Tirmizî, (nşr:
Bedreddin Çetiner), Çağrı, İstanbul, 1992, I-V.
Toptaş, Mahmut, Kur’an-ı Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş, İstanbul, ts., I-VIII.
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi (1361/1942), Hak Dini Kur’an Dili,
(Sadeleştirenler: İsmail Karaçam, Emin Işık, Nusrettin Bolelli, Abdullah Yücel),
Azim, İstanbul, ts.
Zebîdî, Muhibbü’d Dîn Ebû Feyz, Tâcü’l-Arûs fî Cevâhiri’l-Kâmûs, ts., (CD:
el-Mektebetü’ş Şâmile, İkinci sürüm, ts.)
Zehebî, Şemsüddin Osman b. Kaymaz (748/1347), Siyer u A’lâmi’n-Nübelâ,
Beyrut, 1981, I-XXV.
Zehebi, Muhammed Hüseyin, et-Tefsir ve’l-Müfessirûn, Beyrut, ts. I-III.
Zemahşerî, Ebu’l Kâsım Muhammed b. Ömer (538/1143), el-Keşşâf an
Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vücûhi’t-Te’vîl, (CD: el-Mektebetü’ş-Şâmile,
İkinci sürüm, ts.)
Zerkeşî, Ebu Abdullah Muhammed b. Bahadır b. Abdullah (794/1392), el-
Bürhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, (thk: Muhammed Ebu’l Fazl İbrâhim), Dâru’l-Ma’rife,
Beyrut, h.1391, I-IV.

266
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

ÖZGEÇMİŞ

Adı Soyadı: Osman GÜLBE


Doğum Yeri: Mut
Doğum Tarihi: 20. 08. 1982
Medeni Durumu: Evli
Öğrenim Durumu
Derece Okulun Adı Program Yer Yıl
İlköğretim Yapıntı Köyü İlko. İlkokul Yapıntı Köyü, 1993
Mut/Mersin
Ortaöğretim Mut İHL Ortaokul Mut 1999
Lise Karaman İHL Lise Karaman 2002
Lisans Selçuk Üniversitesi İlahiyat Konya 2006
Yüksek Lisans Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Konya 2009
Enstitüsü/Temel
İslam
Bilimleri/Tefsir
Becerileri:
İlgi Alanları: Kitap okumak, araştırma yapmak, gezmek…
İş Deneyimi: Din görevlisi, beş yıldır çalışıyor.
Aldığı Ödüller: Mesleği ile ilgili hafızlık yarışması il birinciliği, bölge birinciliği, Türkiye
finali dördüncülüğü.
Hakkımda bilgi Doç. Dr. Fethi Ahmet Polat, Prof. Dr. Yusuf Işıcık
almak için
önerebileceğim
şahıslar:
Tel: 0505 873 66 33/0535 843 51 01.
E-Posta: osmangulbe@hotmail.com
Adres Çeltek mah. 497. sok. no: 8. KARAMAN
İş: Karaman İl Müftülüğü

267

You might also like