Professional Documents
Culture Documents
Stefan Zweig
Kendileriyle Savaşanlar
Hölderlin - Kleist - Nietzsche
Almanca aslından çeviren:
Nafer Ermiş
MODERN KLASİKLER DİZİSİ
STEFAN ZWEIG
KENDİLERİYLE SAVAŞANLAR
HÖLDERLIN - KLEIST - NIETZSCHE
ÖZGÜN ADI
DER KAMPF MIT DEM DAEMON
HÖLDERLIN - KLEIST - NIETZSCHE
COPYRIGHT © WILLIAMS VERLAG AG, ZURIH, 1976
ÇEVİREN
NAFER ERMİŞ
© türkiye iş bankası kültür yayınları, 2011
EDİTÖR
ALİ ALKAN İNAL
görsel yönetmen
BİROL BAYRAM
DÜZELTİ
NEBİYE ÇAVUŞ
grafik tasarım ve uygulama
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI
I. baskı 1989, ANKARA
Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır.
Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında
gerek metin, gerek görsel malzeme yayınevinden izin alınmadan hiçbir yolla
çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz.
TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI
İstiklal Caddesi, Meşelik Sokak No: 2/4 Beyoğlu 34433 İstanbul
Tel. (0212) 252 39 91
Fax. (0212) 252 39 95
www.iskultur.com.tr
“Yaşamayı bilmeyenleri seviyorum,
isterse batan olsunlar,
zira onlar aşanlardır.”
Nietzsche
Profesör Dr. Sigmund Freud’a
İnsanın içine işleyen o zihne, o ilham verici
kurucuya
Giriş
Bir yeryüzü çocuğu ne kadar zor özgürleşirse,
İnsanlığımıza o kadar güçlü dokunur.
Salzburg 1925
HÖLDERLIN
Zira zor tanır
Ölümlü olan saf olanı.
“Empedokles’in Ölümü” I
Kutsal Koro
... gece oldu ve soğuk oldu
Yeryüzü ve çaresiz tüketti
Ruh kendini, göndermedi zamanında
O iyi tanrılar böyle gençleri,
İnsanlara, solan yaşamlarını canlandırmaya.
“Empedokles’in Ölümü”
“Hyperion”
Diotima/Hyperion
“Empedokles”
“Penthesilea”
Kovalanan
Sence ben bir bilmeceyim herhalde.
Dert etme kendine; Tanrı da bana öyle.
“Schroffenstein Ailesi”
Bir mektuptan
“Penthesilea”
Bir mektuptan
Bir mektuptan
Bir mektuptan
Aynı anda iki ayrı dünyada yaşar onun ruhu; biri hayal
gücünün en sıcak tropik kızgınlığıdır, diğeri ise analizin en
kuru, en soğuk nesnelliği; bu yüzden sanatı da ikiye
bölünmüştür ve her iki parça da fanatik bir şekilde farklı bir
aşırılığa yönelmiştir. Oyun yazarı Kleist’la öykü yazarı Kleist
genellikle bir tutulur ve sadece ellerini kavuşturmuş bir oyun
yazarı olarak görülür. Ama aslında bu iki sanat biçimi açık bir
karşıtlık oluştururlar ve onun içsel benliğinin her iki yöne
doğru aşırı uçlarına vardırılmış ikiliğini ifade ederler; oyun
yazarı Kleist kendini malzemesine dizginsizce verir, onu
damarlarının bütün sıcaklığıyla kızıştırır, anlatıcı Kleist ise
kendi katılımına tecavüz eder, kendini şiddetle geri iter,
tamamen dışarıda kalır, öyle ki anlatının içine tek bir soluğu
bile sızmaz. Oyunlarda kendi kendini gerer ve kızıştırır,
öykülerde ise diğerlerini, yani okurları germek ve kızıştırmak
ister, oyunda kendini öne atar, öykü de ise geri çeker. Her
ikisini de, taşmayı ve geride durmayı, sanatın olanaklarını son
raddesine kadar zorlayarak yapar: Bu yüzden onun oyunları
Alman tiyatrosunun en öznel, en taşkın, en volkanik
oyunlarıdır, öyküleri ise Alman anlatısının en kuru, en soğuk,
en sıkıştırılmış metinleridir. Her durumda aşırı uçta yer alır
Kleist’ın sanatı.
Öykülerinde kendi Ben’ini kapatır, kendi tutkularını bastırır
ya da daha çok onları başka bir raya kaydırır. Çünkü o fanatik
abartıcı yine bir ölçüsüzlük bulmuştur: Bu kendi Ben’ini (son
derece sanatsal) kapatma işini aşırılığa vardırır, nesnelliğin
aşırı ucuna dek sürer onu, sonuçta yine sanatın yeni bir
tehlikesiyle karşılaşır (tehlike onun doğasıdır). Alman
edebiyatı hiçbir zaman yine böylesine objektif, görünüşte
sakin bir bağlama, bu yedi öykü ve birkaç anekdottaki kadar
ustaca yazılmış bir nesnelliğe ulaşmamıştır: Belki de onların
bu görünüşteki hatasız bütünlüklerinde son bir çözücü unsur
eksiktir: Doğallık. Anlatıcılık da Kleist’ın zorunlu olarak
yaptığı bir şeydir; onu buna zorlayansa bu sefer çağlayan
tutkuları değil, katı iradesidir: İçinde bir parça bile anlatıcı
hevesi, rahat, kaygısız bir hikâye anlatma isteği, doğuştan
rahat bir konuşma yeteneği yoktur. Burada birinin acıdan
aldığı hazzı en ufak bir nefes titreşimiyle ele vermemek için
dudaklarını büyük bir güçle bastırdığı hissedilir, onlardaki
gerilimi yoğunlaştıran şeyse bu acıdan alınan hazdır; yine elin
kendini tutmak için hastalıklı bir zorlama içinde yanıp
tutuştuğu hissedilir, tıpkı kişinin dışarıda kalabilmek için
kendini tümüyle geride tutmaya çalışması gibi. Bu ebedi
geciktirmede, bu kendini tutmada ve gizlemede, okurun
hileyle, neredeyse kötülükle, somut olgulardan zekice
kurgulanmış bir labirent içine sürüklenmesinde gizemli,
sapıkça bir şehvet kendini ele verir; doğrudan vuruş,
cinselliğinde olduğu gibi anlatı sanatında da hep eksik
kalmıştır Kleist’ın. Bunu hissetmek için onun hikâyelerini,
örnek aldığı Cervantes’in “Örnek Alınacak Hikâyeler”i ile
karşılaştırmak yeterlidir, onların bir hafiflik içinde ifşa
edişini, gizleme ve gizemle kurnazca oynayışını, Kleist’ın
önemsiz bir şeyden bir aşırılık yaratan ve okurla adeta
dişlerini sıkarak konuşan o gergin, şişkin, heyecan yüklü
tekniği ile karşılaştırmak yeterlidir: Sıkışmış, aşırı gebe
ruhunda hiçbir melek yoktur, gökyüzü sürekli aşağı doğru
bastırır ve hiçbir müzik duyulmaz. Serin olmak ister buz gibi
olur, kısık sesle konuşmak ister dudakları kilitlenir, sıkı
anlatmak ister, Latince, üstü kapalı konuşmak ister ve dili
tutulur. Sürekli sağa ya da sola, devasa adımlarla abartıya
koşar Kleist. Almanca hiç bu kadar sertleştirilmemiştir, ama
hiçbir zaman da Kleist’ın anlatılarındaki kadar metal
soğukluğuna, demir matlığına da erişmemiştir: Onu
(Hölderlin, Novalis ve Goethe gibi) bir arpmışcasına değil, bir
silah gibi, bir pulluk gibi acımasız bir sertlikle kullanmıştır.
Sonra da bu katı, sert, metalsi dille –karşıtlıkların ebedi
fanatiği olarak– en sıcak, en sürükleyici, en kışkırtıcı konuları
anlatır; o soğuk, Protestan katılığındaki kuruluğu ve berraklığı
en fantastik, en imkânsız sorunlarla boğuşur. Konuyu yapay
bir bilmeceye dönüştürür, anlatının gerilimini hilekârlıkla bir
yumağa çevirir; sırf okuru korkutmaktan,
heyecanlandırmaktan, ürkütmekten ve son anda, tam
düşecekken o sert dizginleri aniden geri çekmekten aldığı
amansız ve kötücül zevk uğruna yapar bunu: Kleist’ın bir
anlatıcı olarak görünürdeki bu soğukluğunun altında yatan, o
herkesi kendi vatanına, yani şiddetli duyumsama haline,
dehşetin ve tehlikenin derinliklerine sürüklemekten aldığı bu
şeytani zevki hissetmeyen biri, aslında en derin tutkuların
dönüştürülmüş halinden başka bir şey olmayan bu tekniği bir
tür kendi kendine tecavüz etme fanatizmi olarak görebilir.
Ben şahsen onun öykülerini hiçbir zaman hafif bir dehşet
duymadan okuyamam, ama örneğin nesnellikten duyulan bir
dehşet değildir bu (Locarno Dilencisi’nde ya da Hayatın
Karanlık Yüzü’ndeki diğer hikâyelerde), tersine susarak,
aldatıcı bir sakinlik içinde kendini şiirlerindeki coşkudan ve
Penthesilea’daki çığlıklardan daha korkunç belli eden o
sıkışmış, şeytani iradenin gerilimli titreşiminden duyulan bir
ürpertidir. Kleist’ın iyi olmayan bütün yanları, bütün gizli ve
sinsi yönleri bu sıkışmış geri çekilmede kendini ele verir,
çünkü sükûnet, kendine hâkim olma ve ustalık onun varlık
özüne terstir: Disiplinsizlik, sanatçının bu en yüce büyüsü
orada, onun varlığının karşı doğasının, o dizginlenmiş
sükûnetin bir yasaya dönüşmek istediği noktada başarısızlığa
uğrayacaktır.
Ama hayır: İradesi, şeytani bir güce sahip olan o düzyazı
iradesi ne kadar çok şeyi zorlamıştır, dilin damarlarına kanı
nasıl da çelik gibi sert basmıştır bu öykülerde! Bu ustalığın en
güçlü hissedildiği yerler rastlantısız, hedefsiz parçalardır,
herhangi bir sanat kaygısı gütmeden, sadece ona ayrılan bir
gazete sütununu doldurmak için yazdığı küçük anekdotlar ve
haberlerdir. Yirmi satırlık polis haberini, Yedi Yıl
Savaşları’ndan bir süvari anekdotunu o esnek iradesiyle ebedi
bir biçime dönüştürür; anlatının nesnelliğini neredeyse sihirle
şeffaf hale getiren o dökme cam gövdesinde tek bir hava
kabarcığı kadar bile psikoloji yoktur. Daha uzun öykülerde
nesnellik çabası belirgin şekilde fark edilir. Kleist’ın
karıştırmaya ve burgulamaya olan o klasik tutkusu, o şiddetli
yoğunlaşma, gizemle oynama arzusu onları yapay olmaktan
çok heyecan verici hale getirir, sözde soğukluklarından başka
hiçbir sıcaklıkları yoktur, öyle ki Markiz O. (Montaigne’in
sekiz satırlık anekdotu) sürükleyici bir maskaralık, Locarno
Dilencisi ürpertici bir kabus etkisi yaratır. Bu rüyaların
kışkırtıcı, acıtıcı ve yine de aceleci yanları, bu kahramanlar
onun bilinçli olarak kuru anlatım üslubu nedeniyle içsel
bakışın önünde hiç de hayali olmayan bir biçimde
belirdiklerinde, yani belirsiz ya da gölgeli değil de aynı anda
hem dünyevi hem de hayaletimsi doğasallıklarıyla birlikte
görsel bir akılda kalıcılıkla belirdiklerinde daha da hissedilir
olur. Onun iradesinin bütün şeytaniliği burada (aydınlık
döneminde de bir keresinde olduğu gibi) kuru bir üsluba
dönüşmüştür, kurudur ama bir aşırılığa tırmandırılmıştır:
Adeta varlığının tam tersi görünür hale gelir, abartmamanın
abartısı, ölçüsüz bir ölçülülük ortaya çıkar. Bilindiği üzere
Stendhal da soğuk, görüntüsüz, duygusallıktan uzak bir
anlatıma meyilliydi ve bunu geliştirmek için her gün medeni
kanun kitabını okurdu; aynı şekilde Kleist da bir kronoloji
üslubu benimsemiştir: Ama Stendhal sadece bir tekniğe
ulaşırken, Kleist, o güdüsel şair, bir tutkusuz olma tutkusuna
kapılır, ölçüsüz bir gerilim bu şekilde kendinden çıkıp okura
geçecektir. Ama ondaki “çok fazla” her zaman hissedilir,
çünkü bu onun varlığından kaçınılmaz olarak doğar: Bu
yüzden öykülerinin en güçlüsü kendi varlığını, motifini sanata
dönüştüren Michael Kohlhaas’tır, o abartı sevdalısının,
Kleist’ın, en şiddetli güçlerini abartı yoluyla yok oluşa, açık
sözlülüğü dik başlılığa, hakkaniyetli olmayı hak iddia etmeye
sürükleyen bu adamın yarattığı en harika, en anlamlı karakter
budur ve farkında olmadan, elinden gelenin en iyisini yaparak
en tehlikeli olanı yaratan, iradenin fanatizmiyle yola ve
hedefe atılan yaratıcısının imgesi olmuştur. Disiplinde de,
kendini geride tutmada da tıpkı sefahatte ve taşkınlıktaki gibi
şeytani bir ölçüsüzlük içindedir Kleist.
Bu karışım, daha önce de söylediğim gibi, en mükemmel
şekliyle niyetsizlik içinde, adeta sanatsal niyeti olmadan
yazdığı o küçük anekdotlarda ve sonra da tuhaf bir insanın o
muazzam anlatımlarında ortaya çıkar: Mektuplarında. Hiçbir
Alman şair kendini Kleist’tan geriye kalan o bir avuç
mektuptaki kadar dünyaya açmamıştır. Bana öyle geliyor ki
Goethe’nin ve Schiller’in psikolojik belgeleri bunlarla
karşılaştırılamaz bile, çünkü Kleist’ın hakikiliği, bilinçsizce
kaleme alınanlardan, klasiklerin daima estetik kaygılar
taşıyan itiraflarından çok daha cesurca, çok daha kontrolsüz,
derinden ve dizginsizdirler. Kleist genel doğasına uygun
olarak itirafta da aşırılığa kaçmıştır, kendine karşı sergilediği
acımasız doğramaya bir de gizemli bir haz tonu katar, gerçeğe
karşı sadece sevgi değil, aynı zamanda bir tür şehvet de duyar
ve her zaman en derin acıda bile harika bir esrime yaşar.
Hiçbir şey bu kalbin çığlığından daha keskin değildir, ama
yine de vurulmuş bir yırtıcı kuşun o ürpertici sesi gibi sonsuz
bir yükseklikten geliyordur sanki ve hiçbir şey sitemli
yalnızlığının kahramanca coşkusundan daha olağanüstü
değildir. Zehirlenen ve kardeşlerinden uzakta, zihnin adasında
tek başına tanrılarla savaşan Philoktetes’in acısını duyduğunu
sanır insan, o nasıl kendini bilmenin acısıyla elbiselerini yırtıp
üzerinden attıysa, Kleist da karşımızda çırılçıplaktır, ama
utanmaz biri gibi çıplak değil, son savaştan az önce kurtulan
kan revan içinde biri gibi, alev alev yanan biri gibi çıplaktır.
Bunun içinde dünyeviliğin son derinliğinden gelen çığlıklar
vardır, parçalanan tanrının ya da eziyet çeken bir hayvanın
çığlıkları vardır, ayrıca korkunç bir ayıklığın sözleri vardır,
gözlerimizi kamaştıracak kadar parlak bir iç ışığın sözleri.
Hiçbir eserine mektuplarına olduğu kadar kendini
katamamıştır Kleist, hiçbir eseri onun kuruluk ve taşkınlıktan,
esrime ve akılcılıktan, disiplin ve tutkudan, Prusyalılık ve
dünyalılıktan oluşan ikili doğasını onlar kadar
yansıtamamıştır. Belki de o kaybolan elyazmalarında,
“Ruhumun Hikâyesi”inde bütün bu alevler ve şimşekler tek
bir ışık halinde birleşmişlerdi; ama bu eser, kesinlikle “şiir ve
hakikat” arasında bir uzlaşma olmayan, tersine bizzat
gerçekliğin fanatizmi olan bu metin kayıptır. Her zaman
olduğu gibi burada da kader onun konuşmasına ket vurmuş ve
içindeki “dile getirilemeyen insana” sırlarını ele vermeyi
yasaklamıştır ki biz onu asla o son yalnızlığı içinde değil,
sadece içindeki şeytanın gölgesinde görebilelim.
Son Bağlantı
Zira her şeyi yener adalet duygusu.
“Schroffenstein Ailesi”
“Penthesilea”
“Schroffenstein Ailesi”