You are on page 1of 5

Yorum Yaz

ykykultur.com.tr /dergi

Bir yazı deneyi: OuLiPo


Sayı: 89 / Aralık 2005

Bir Varoluş Biçimi Olarak Yazı ya da Franz ile Felice

Nedim Gürsel

Bir süredir karlı Berlin gecesinde –gecelerinde– neredeyse unutmaya başladığım T ürkçe
sözcüklerle boğuşurken, lambanın ışığında beyaz kâğıdın boşluğuna, uçumuna doğru çekilmeden –
düşmeden– önce Kaf ka’yı düşünüyorum. Onun yalnızlığını, kendini tümüyle edebiyata adamak,
adayabilmek için katlandığı acıları, dünyadan, aşklardan, yeryüzü nimetlerinin tümünden uzak durma
kararlılığını. Eğer yazmak her sözcükle biraz daha derine inmekse, sonu belirsiz bir kazıya başlayıp
kendini hırpalamaksa, “Yazılmamış Kitaplar Mezarlığı”nda söylediğim gibi derin ve karanlık bir
kuyudan çekip çıkarmaksa sözcükleri, cümlelerle gelen o benzersiz ve büyük yalnızlığı kimseyle, hiç
kimseyle paylaşmamaksa yazmak, Kaf ka’nın deyimiyle “salt edebiyattan ibaret” bir gölgeye, bir
varoluş biçimine dönüşmekse, bu içe kapanışın elbette bir bedeli olmalı. Benim, yalnızlığımı daha da
çoğaltan, derinleştiren, ikide bir “şeytanın iğvası”na uymama, onun peşine takılmama yol açan bu
karlı Berlin gecelerinde ödediğim bedel, Kaf ka’nınkinin yanında hiç kalır. Yine de, karım ve kızımdan
uzakta, bir bakıma bekârlık günlerime dönüş –ama geçici bir dönüş– olarak yaşadığım zamanları
“kârhaneme” kaydediyorum. Kaydederken de, ister istemez Kaf ka düşüyor aklıma. Onun yazma
konusundaki titizliğini, ödünsüz tavrını anımsıyor, yazarlara neden bekârlığı öğütlediğini daha iyi
anlıyorum. Ben de, çok şükür bekârım burada, bekâr sayılırım. Gece ne yatağımı paylaşan biri var,
ne sabah uyandığımda yanımda bir kadın buluyorum. Ne arayıp soran var, ne işime karışan. Ne de,
kaf amı karıştıran. Çünkü bazen, genellikle de bir aşkın başlangıcında, kaf a karışır, karışacaktır. O
zaman, sevilen, istenen, ama birlikteyken katlanamadığınız kadın, giderek bir saplantıya
dönüştükçe, yazının dünyasından uzaklaştırır sizi, teslim alır. Gecenin, edebiyatın, size özgü bir
dünya yaratma özgürlüğünün değil, bir tutkunun kölesi yapar.Yıllar önce T ürk Dili’nin mektup özel
sayısı için Kaf ka’nın Felice’ye yazdığı mektuplardan bir seçme önermiştim. Bu metinler annemin
çevirisiyle yayımlanmıştı. Orada Kaf ka’nın, nişanlısı Felice’e, yanına kalem kâğıt alıp bir lâmbayla
birlikte ıssız ve karanlık bir mahzene yerleşme hayalinden söz ettiğini anımsıyorum. “İnsan
yazarken,” diyordu uzaktaki sevgilisine, “hiçbir zaman yeterince yalnız olamaz. Çevreniz hiçbir
zaman yeterince sessiz değildir; gece tümüyle gece olmamıştır henüz”. Praglı yazarın telâş ve
saplantı içinde, ardarda Berlin’e gönderdiği buna benzer hayaller yumağı, o umutsuzluk çığlıkları,
yorgunluk ve uykusuzluğunu dile getiren yakınmaları, Blanchot’nun deyimiyle “yapıtın içine
meyvedeki çekirdek gibi” yerleşmesi, evlenmeyi düşlediği kadının şef katiyle değil sözcüklerin
yardımıyla yunup arınması, bir türlü uyum sağlayamadığı dış dünyadan, günlük yaşamın
tekdüzeliğinden, varoluşun sıkıntısından kurtulabilmek için edebiyata sığınması derinden etkilemişti
beni. Bu etkinin çok uzun sürdüğünü söyleyemem. Kaf ka’nın tersine hedonist bir yaşam tarzını
benimsediğim için olmalı, yazarken ne kadınlardan vaz geçebildim, ne de yeme içmeden. Yine de,
ender ama yoğun yazma dönemlerimde, hayatımdaki kadını yanımdan uzaklaştırabilmek için her
türlü çareye –kurnazlığa– başvurduğumu itiraf etmeliyim.Böyle giderse, geçmiş günlerin anılarıyla
yaşamaya devam edersem, bir çeşit “İtiraf lar Kitabı”na dönüşecek Berlin günlüğüm. Sözü Kaf ka ile
Felice’nin ilişkisine, yani kısacık ömrünü Prag’da tüketmiş, yapıtlarında –Bir Savaşın Tasviri hariç–
doğrudan yer almamakla birlikte hemen hemen yazdığı her satıra sinmiş bir kentin alternatif ini
oluşturan başka bir kente, Prag’dan sekiz yüz kilometre uzaktaki Berlin’e getirmek istiyorum.
Çünkü Prag’dan sonra Berlin’in de, yine doğrudan olmamakla birlikte, Kaf ka’nın yapıtını etkilediğini,
en azından yaşamındaki en önemli ilişkinin odağında yer aldığını düşünüyorum. Berlin çok az
görüştükleri –görüşebildikleri– bir “randevu mekânı” onlar için, ama çok sık, özellikle tanıştıktan
hemen sonra neredeyse her gün yazıştıklarını göz önünde tutarsak, (ilk üç ayda yüz, onu izleyen
sekiz ayda iki yüz mektup gönderiliyor Berlin’e) Kaf ka’nın gözünde sevdiği kadının yüzüyle örtüşen
bir yer aynı zamanda; çığ gibi gelen, Felice’in sakin yaşamını bombardımana tutan coşkulu
mektuplarının varış noktası. Bir hedef , diyeceğim, sonradan yaşamının son günlerini geçirmek üzere
başka bir kadınla (kendisinden en az yirmi yaş küçük Dora Diamant ile) yerleşeceği, ama nişanlısı
oradayken Prag’ı ve işini bırakıp yeni bir hayat kurmak istediği kent. Günlüğünde bir kez –yalnızca
bir kez, o da çekinerek– dile getiriyor bu gerçeği: “Berlin’i sevmemin tek nedeni F., onun çevresinde
oluşan, denetleyemediğim imgeler.” Berlin, Kaf ka için, beş yıl süren ve mutsuz bir ayrılıkla
noktalanan Felice saplantısının, yakınlarının söylediklerine bakılırsa hiçbir özelliği olmayan bu
kadına karşı duyduğu korku ve çekimin nesnesi. Evet, ne onunla ne de onsuz olmak istemediğiniz
sevgilinin, uzakta tuttuğunuz ama yitirmekten korktuğunuz kadının özlemi, onun hayali, salt
mektuplardan ibaret varlığı, sözcüklerde yaşayan, soluk alıp veren yanıltıcı varlığı, bir kentin
coğraf yasıyla örtüşebilir bazen. O coğraf yanın bir yazarın dünyasındaki izdüşümüne damgasını
vurabilir. Kaf ka’nın Prag’daki bekâr odasında, yalnızlığa ve yazıya gömüldüğü uzun, çok uzun
gecelerde –yalnız ve uykusuz gecelerde– Berlin “öteki kent” olma özelliğini taşıyor muydu?
Taşıdığını varsayalım. Bu “öteki kent”, özlenen, arzulanan, öte yandan da dışlanan, uzakta tutulan,
birlikte bir ömür geçirmek vaatleriyle beş yıl –evet, tam beş yıl boyunca– oyalanan genç bir kadının
yaşadığı yer değildi yalnızca. Kendisiyle didişen, yazarak varolmayı seçen, yapıtını kurarken her
gece biraz daha derine, kendi dünyasının labirentlerine inen Kaf ka’nın uzaktaki sevgilisi, kendi
dünyasında yaşayan yazarın gerçek dünyayla mücadelesiydi. K’nın bir türlü ulaşamadığı, Felice’nin
uzaklığında simgeleşen Şato’ydu bir bakıma. Ya sürdürmek uzaklığı, kendi kabuğuna, yeraltındaki
yuvaya kapanıp yazmak, giderek yapıtın içine yerleşmek, ya da Berlin’deki nişanlıyla evlenip çoluk
çocuğa karışmak, herkes gibi olmak, gerçeğin bir parçasına dönüşmek. T hat is the question! Çok
sevdiği, dönüp yeniden okuduğu, her okuyuşunda başka anlamlar çıkardığı Flaubert “çocuğu olan
herkes gerçeğin bir parçasıdır” demiyor muydu? O da evlenmemiş, tümüyle edebiyata adamıştı
kendini. Kaf ka günlüğünde, Flaubert’in “Romanım zincire vurulduğum kaya. Dünyada olup bitenden
haberim bile yok” dediği bir mektubundan yola çıkarak kendini Madame Bovary’nin yazarıyla
karşılaştırıyor. Yalnız şu f arkla. O Flaubert gibi hiçbir zaman rahat değildir, endişe ve kararsızlık
içindedir. Berlin’deki sevgiliyle Prag’daki “yuvası” arasında uzun, çok uzun süre kesin bir seçim
yapamaz.Burada, karlı Berlin gecesinde bu düşüncelerle boğuşuyorsam, yoğun geçen bir cinsel
yaşamın ardından, kırk iki yaşında koca, kırk dört yaşında baba olduğum içindir. Artık, “gerçeğin bir
parçası” sayılırım. Ama burada, ailemden uzakta, tümüyle yazıya verebilirim kendimi, ilerleyen
gecede ilerlemeyen bir kitabın –çocukluk yıllarımı, dolayısıyla yakın aile çevremi– anlatan bir kitabın
rüzgârıyla sürüklenebilirim. Ama, pek öyle olmuyor. Gecenin çağrısına kapıldığımda lambamı yakıp
yazı masama oturacağıma dışarıya çıkıyorum. Dışarının, gerçek dünyanın içinde kadınlara doğru yol
almak, delikanlı yıllarımdan bu yana yakamı bırakmayan şehvetin kollarında (yollarında!) –“daha dün
annemizin kollarında uyurken/ çiçekli bahçemizin yollarında koşarken” mi diyorduk okullu olmaktan,
sınıf ları doldurmaktan gurur duyduğumuz o şarkıda?– kaybolmak için. Oysa “yuvamı yapıp bitirdim,
bir şeye de benzedi galiba, diye yazıyor Kaf ka bir öyküsünde, dışardan yalnız bir büyük delik
görünüyor, ama gerçekte bir yere çıktığı yok deliğin, daha bir kaç adım sonra kayalara tosluyor”. Az
ileride de şu satırlar var: “Ben evimin ta göbeğinde huzur içinde yaşarım, düşmanım da bu arada
herhangi bir yerden ağır ve sessiz toprağı oyar, bana yaklaşır.” Peki kimdi bu düşman? Sartre’ın
deyimiyle “bir cehennem” olan başkaları mı, Değişim’de alaya alıp kıyasıya eleştirdiği aile çevresi mi
yoksa? Ya da gerçekliğin parçası, belki de ta kendisi olanlar mı? Felice, dolayısıyla Berlin mi? Oraya
gitme, sevgiliyle buluşma hayalleri mi? Yalnızlığın karşı konulmaz çağrısına karşı birlikte varolmanın
dayanılmaz haf if liği mi? Bu sorulara yanıt bulmak için Franz ile Felice’nin öyküsüne dönmem
gerekiyor.

Kaf ka Felice’yle, Prag’daki tek yakın dostu Max Brod’un evinde tanışıyor. 13 Ağustos 1912’de. İlk
görüşte hizmetçi sanıp hiç ilgilenmediği bu genç kadına, günlüğünde “kemikli ve boşluk izlenimi
veren bir yüze sahip” dediği, “sert çeneli, sarışın ve çekicilikten yoksun” bulduğu Felice’e, neden
bilinmez, mektuplar yazmaya başlıyor, sanki ani bir kararla ona aşık oluyor. Salt mektuplarda
kalacak, sözcüklerle tutuşup alevlenecek bu uzak aşk, yazarlık arzusunu kamçılamış olmalı ki,
Felice ile tanıştıktan ve onun Berlin’e dönüşünden on gün sonra, bir gecede “Hüküm” adlı anlatısını
yazıp bitiriyor. Sonra... sonrası biraz tuhaf ve oldukça karışık. Beş yıl boyunca iki kez nişanlanıp
ayrılıyor Felice’den, ona yüzlerce mektup yazıyor. Hepi topu bir kaç kez birlikte olabiliyorlar, o da,
“duhul”ün belki de hiç gerçekleşmediği Marienbad ve Budapeşte günlerinde. Kaf ka’nın önceleri sık
sayılabilecek aralarla Berlin’e gidiş gelişlerinde aynı yatakta uyumuyorlar, Felice ailesinin evinde
kalıyor çünkü, yazar ise otelde. Ama Grünewald’a gidip, o zamanın romantik havasına uyurak bir
ağaç gövdesine adlarının ilk harf ini kazıyorlar, Tiergarten’de kol kola girip dolaşıyorlar. Felice’ye
Mektuplar ve Günlük’den çıkardığım sonuç şu: Kaf ka, Felice ile beş yıl süren f ırtınalı ilişkisi boyunca,
iki nişan töreni de dahil, tam yedi kez gelmiş Berlin’e. Peki ne yapmış burada, neler hissedip neler
yaşamış? Yazdıklarına ve yakın çevresinin tanıklığına bakılırsa çok az şey. Kaf ka’nın Dora Diamant
ile geçirdiği Berlin günleri hakkında daha f azla bilgi sahibiyiz, çünkü yazar ömrünün son altı ayını,
hiçbir yere kıpırdamadan geçiriyor bu kentte, oysa Felice ile nişanlıyken, giderek daha seyrek, o da
nişanlısını görmek ve onunla evlilik hayalleri kurmak, gerçekte ise evlenmemek için geliyor Berlin’e.
Yine de, Kaf ka’nın bu dönem süresince Berlin’de hem yaşamının en mutlu, hem de en kederli, belki
de en sıkıntılı günlerini geçirdiğini söyleyebilirim.Kaf ka 11 Şubat 1913 tarihinde, ilk Berlin
yolculuğunun dönüşünde “Hüküm” hakkındaki düşüncelerini yazarken, bu öyküde Brandenburg
yürüyüşünün anısının etkisinden söz ediyor, ama bu yürüyüş ve sonuçlarını açıklamıyor. İkinci Berlin
yolculuğunun aref esinde ise, oldukça anlamlı bir karabasanı not ediyor günlüğüne:“Nereden geldiği
belli olmayan bir kazık arkadan evli erkeğe girip yere yıkmış onu, delip geçmiş. Kolları iki yana
açılmış yerde yatarken, başı yukarda inleyip duruyor. Az sonra ayağa kalkmayı ve kısa bir süre için
de olsa dengede durmayı becerebiliyor. Aşağı yukarı kazığın geldiği yönü ve ona girdiğini
söylemekten başka anlatacak hiçbir şeyi yok. Bu anlatılanlar evli kadını yormaya başlıyor sonunda,
hele erkek her def asında yeni bir yönü gösterdikçe”.Boğazkesen’de, Venedikli kaptan Antonio
Rizzo’nun kazığa oturtuluşunu ayrıntılarıyla yazıp onun acı akibetinin sonuna, romanın yazarı Fatih
Haznedar’ın ağzından şu cümleyi eklemiş olmam bir rastlantı mıydı?“Tarihlerde, Rizzo’nun
gemisinin Boğazkesen’den açılan top ateşiyle batırılıp kendisinin kazığa oturtulduğundan başka bir
kayda rastlamamıştım. Onun boyunu bosunu, yakışıklılığını, tat düşkünlüğünü, giderek karakter
özelliklerini hayalimde kurarken beklenmedik bir biçimde noktalanan yaşamını da düşlemeye, bu
yaşamın bendeki izdüşümlerini araştırmaya çalıştım. Ama, Rizzo’ya giren kazığın acısını kendi
tenimde duyduğumu öne sürecek kadar değil.”Bu kazık konusunu evlilikle, daha doğrusu evliliğe
giden yolda karşılaşılan engel ve güçlüklerle karıştırmamak gerektiğini düşünüyorum. Ama, evli
erkeğe nereden gelip girdiği belirsiz kazığın, yalnızca Kaf ka için değil, onun gibi kararsızlık
denizinde boğulan bir çok bekâr erkek için de benzer anlamlar taşıdığını söylemeliyim. Çoğu okurun
tiksinerek okuyacağını bile bile Boğazkesen’in o bölümünü yazarken, kazık işkencesini tüm
ayrıntılarıyla anlatırken, aklımda Ivo Andriç’in Drina Köprüsü’ndeki kazık sahnesi vardı, ama gerçekte
evlenme hayalleri kurarken beni yarı yolda, o şarkıdaki gibi “dipsiz kuyularda yalnız” bırakan kadının
anısıyla baş başaydım. Antonio Rizzo’ya giren kazık bu kadının yönünden geliyordu, Kaf ka’nın
yazdığı gibi her def asında başka bir yönü göstersem de.Kaf ka, yaşamının neredeyse tek saplantısı
haline gelen Felice’i görmek üzere Berlin’e gitmeden önce, günlüğünde ayrıntılarıyla yer alan bir düş
görüyor. Giderek karabasana dönüşen, yazarın ruh halini ve evlilikten (evlenmek, bir ev
edinmekten) nasıl endişe duyduğunu, korktuğunu, böyle bir olasılığın onu nasıl umutsuzluğa
sürüklediğini açıkça yansıtan bir düş. Bir sabah, kaldığı pansiyondan Felice’in evine doğru yola
çıkıyor. O zaman sevgilisi kentin doğusunda, ailesiyle birlikte Immanuelkirchstrasse’de
oturmaktadır, Berlin’in burjuva semti Charlottenburg’daki (Wilmerdorf erstrasse 73) geniş ve f erah
evlerine taşınmamışlardır henüz. Resmen nişanlanıp müstakbel yuvalarını hangi mobilyalarla
döşeyecekleri konusu da, yani daha sonradan aralarının açılmasına yol açacak bahanelerden en
“konf ormist” olanı da gündemde değildir. Ama yazar, düşünde, bir sürü sokaktan geçse de, Felice’in
evini bir türlü bulamaz. Ne var ki içi rahattır, tuhaf bir özgüven duygusuyla dolaşır durur oralarda.
Hatta “yaşlı ve kırmızı burunlu” bir polis memuruna adresi sorup ayrıntılarıyla not eder. Önce
metroya, sonra tramvaya binecektir. Aşağı yukarı yarım saatlik bir yoldur, ama polis memuru
kendisinin oraya “altı dakikada” ulaşabileceğini söyleyince hem şaşırır hem üzülür. Yanında sürekli
biri vardır, bir arkadaş ya da kendi gölgesi. Ama Felice’in evini bir türlü bulamaz, K’nın tüm çabalarına
karşın Şato’ya ulaşamaması gibi. Gerçekte oraya varıp evin (evliliğin) eşiğinden içeriye adımını
atmak idam sehpasına götürülmekten daha korkunç bir olasılıktır. Günlüğüne evlilik konusunda
yazdıklarını, örneğin “bir kadınla birleşmeyi, birlikte yaşama mutluğunun bedeli, hatta cezası” olarak
gördüğünü, annesiyle babasının yatağından tiksindiğini, edebiyatın dışında her şeyden, aile
ziyaretleriyle sohbetlerden, hatta edebiyat üzerine konuşmaktan bile sıkıldığını, ancak yalnızken –
mutlak bir yalnızlık içindeyken– kendisi olabildiğini göz önünde tutarsak, Kaf ka’nın Felice ile nasıl
bir körebe oyunu oynadığını, kedinin f areyle eğlendiği gibi onunla eğlendiğini, ne var ki bu tehlikeli
oyunun sonunda hem kendini hem de Felice’i mahvettiğini daha iyi anlarız.Kaf ka, Berlin’e üçüncü
kez gelişinde (8-9 Kasım 1913) Felice ile ancak birkaç saat birlikte olabilir. Cumartesi akşamı
21.30’da Anhalt garında trenden indiğinde kimse karşılamaz onu, ertesi gün de, 16.30’da Prag’a
dönmeden önce, sevgilisinden uzun süre haber bekler. Sonunda buluşup Tiergarten’de gezintiye
çıkarlar. Bu gezi sırasında ortak gelecekleri açısından önemli şeyler konuştukları, daha doğrusu
Felice’in bu oyundan bıkıp evlilik projesini gündemden çıkardığı anlaşılıyor. Bunun üzerine aracılara
başvuruyor Kaf ka, bir mektubunda yazdığı gibi, ne onunla olabiliyor ne de onsuz. İki çözüm
öngörüyor günlüğünde: “Evlilik ya da Berlin, ilki daha emin bir çözüm, ikincisi, şimdilik daha çekici.”
Aslında çözümsüzlük üreten bir kısır döngüde Berlin’e gidip gelmeleri sürdürecek, son ve kesin
ayrılığa, yani 1917 yılına dek bu git-gel içinde hem kendini, hem sevdiği kadının sabrını bitirip
tüketecektir. Ayrıldıklarında, yüzlerce (Felice’in kaybolan mektuplarını da sayarsak belki binlerce)
sayf alık mektuplaşmanın dışında, Berlin’de yaşadığı boğuntulu günlerin anısı kalacaktır. Bir de,
uykusuz ve yorgun gecelerin, kendini bunca hırpalamanın sonunda gelen ölümcül hastalık.Onları
1914 yılının sonbaharında, Tiergarten’de yapraklarını döken ağaçların altında kol kola yürürken
hayal edebiliyorum. Savaşın eli kulağında ama, “muztarip” sevgililerin dünya umurlarında değil. Varsa
yoksa kendi mutlulukları. Daha doğrusu mutsuzlukları, birbirlerine çektirdikleri acılar. Evlenelim mi,
yoksa böyle sürüp gitsin mi ilişkimiz, Prag’a yerleşirsek evimizi nasıl döşeyelim, Berlin’de karar
kılarsak Franz yeni bir iş bulabilir mi? Odasına kapanıp, gece lambasının ışığında yazabilir mi?
Filistin’e mi gitmeli yoksa, neden olmasın, ilk karşılaşmalarında Franz, f azla inanmasa da, böyle bir
öneride bulunmamış mıydı? Yürüyorlar. Yazın gelmesine, milyonlarca insanın f elâketi olacak Büyük
Savaş’ın patlak vermesine pek az kalmış ama ne gam! Franz günlüğüne “Almanya Rusya’ya savaş
ilân etti. Öğleden sonra yüzme havuzuna gittim” diye yazmamış henüz. Evet, görünürde parka
gelen diğer sevgililerden f arklı değiller. Franz, üzerinden çıkarmadığı hep aynı giysinin içinde –ince,
uzun bacaklarına uygun ütülü, dar paçalı pantolon, gri kostüm, siyah yağmurluk, kolalı, beyaz yakalı
gömlek ve siyah kravat– üşüyor gibi, Felice başında geniş kenarlı, kocaman şapkasıyla biraz
düşünceli. Franz’ın başında da, gür ve siyah saçlarını örten f ötr şapkası var. O da siyah. Tepeden
tırnağa, yarasa gibi siyahlara bürünmüş bir karanlık adamla sonbahar yapraklarının hüznünü
taşıyan nişanlısı kol kola yürüyorlar. Derken bir tartışma çıkıyor aralarında. Kaf ka’nın dönüşte
günlüğüne yazdıklarına bakılırsa, Felice adımlarını hızlandırıp arayı açıyor, Franz ise peşinden koşup
onu yakalamaya çalışıyor, alçalmaya, yalvarıp köpekleşmeye hazır, evlilik önerisine olumlu yanıt
vermesini istiyor, ısrarla, bunun hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bilse de. “Evet de ne olur, diye
haykırıyor, bana duyduğun sevgi evlenmemiz için yeterli değil biliyorum, ama ben ikimiz için de
seviyorum seni. Değişeceğim, söz. Yeni bir adam olacağım.” Felice’in kendisini artık eskisi kadar
sevmediğini biliyor, onu kazanmak, sonra da yadsımak için her yola başvuruyor. Ve aradan çok
geçmeden, yine Berlin’de, 1 Haziran günü, ailelerin katıldığı sade ve son derece sıkıcı bir törenle
nişanlanıyorlar. Ne var ki, pek f azla mutluluk vadetmese de bu başlangıçla değil, bir yargılamaya
dönüşen, Kaf ka’yı bir mahkemenin karşındaymışcasına suçluluk duygusuyla titreten bir ayrılıkla
sonuçlanıyor bu girişim. Prag’a dönüşünde günlüğüne şunları yazıyor Kaf ka:“Berlin’den döndüm. Bir
cani gibi elim kolum bağlanmıştı. Bir köşede, önümde nöbet tutan jandarmalarla gerçek zincirlerle
bağlanmış olarak töreni izleseydim, kendimi bundan daha kötü hissetmezdim.” Bu durum, edebiyat
tarihçileriyle Kaf ka uzmanlarının “Askanisher Hof Mahkemesi” diye adlandırdıkları, Franz ile Felice’in
ilk ayrılıklarıyla sonuçlanacak yedinci Berlin yolculuğunun da nedeni oluyor.Temmuz başında
günlüğüne “Çok yorgunum”, 5 Temmuz’da da “Bunca acıyı çekmek ve çektirmek” cümlelerinden
başka bir şey yazmayan Kaf ka, 12 Temmuz 1914’de arkadaşı Ernst Weiss’in eşliğinde Askanischer
Hof ’ta, bugün yerinde yeller esen Königgratzer Strasse 21 numaradaki o beş katlı, soğuk taş
yapıda, Felice ile buluşuyor. Bir aşk buluşması değil bu, Franz’ın yargılandığı bir duruşmanın ilk
celsesi. Felice’in yanında en küçük kızkardeşi Erna ve yakın arkadaşı, Franz ile aralarını bulmaya
çalışan Grete Bloch var. Franz, gizliden Grete Bloch’u da seviyor, hatta Elias Canetti’nin
yazdıklarına bakılırsa, bu gizli aşktan dolayı suçluluk duygusu içinde çırpınıyor. Her neyse, Dava’yı
yazmadan önce, Berlin’de bir başka dava sonucunda, istediği, nicedir beklediği özgürlüğe mahkûm
ediliyor. Artık, ikinci nişan törenine dek, mutlak yalnızlığına kavuşmuş, deyim yerindeyse “muradına
ermiş”tir. Öğleden sonra Felice’in anne ve babasını ziyaret edip izin istiyor, iki kez yüzme
havuzunda yorgunluğunu yenmeye, direnme gücünü yeniden kazanmayan çabalıyor, akşam
Felice’in kız kardeşi Erna Bauer ile, Stralau köprüsünün üzerindeki Belvédère lokantasında, nehir
gemilerine bakarak, bir kadeh şarabın eşliğinde yemek yiyor. Güya Felice’den kesin ayrılıyor ama, bir
bakıma, aileyle ilişkisini sürdürüyor. Ertesi gün, Berlin’den ayrılmadan önce “Beni kötü anımsamayın”
diye bir telgraf gönderiyor Bauer’lere. Kendini idam sehpasında sıkıcı bir nutuk atan hatibe
benzetiyor. İşte Kaf ka’nın kaleminden o “meşum” günün izlenimleri:“Otelde duruşma. At arabasıyla
dönüş. F.’nin yüzü. Elleriyle saçlarını düzeltirken esneyişi. Birden uzun zamandır sakladığı, ölçüp
biçtiği, aleyhimdeki sözleri tartarak söylemeye başlıyor. Mlle Bl. ile dönüş. Oteldeki odam, karşı
duvardan vuran sıcak. Bir kemer oluşturmadan önce pencereyi kuşatan yan duvarlardan da sıcak
vuruyor. Ayrıca öğleden sonra güneşi. Garson canlı hareketleriyle, Doğudan gelmiş bir yahudi gibi.
Avludan makine gürültüsüne benzer sesler geliyor. Kötü kokular da var. Ve bir pire. Ezip ezmemeye
bir türlü karar veremiyorum.”Ertesi gün, Unter den Linden’de bir kahvenin terasında yalnız başına
oturduktan sonra, Askanischer Hof ’un bahçesinde akşam yemeği boyunca, onu izleyen meraklı
bakışlardan çekinerek, ham bir şef taliyle mücadele ediyor. Şef taliyi bıçakla kesmeyi başaramayınca
uzun süre, neredeyse on kez, Fliegende Blatter gazetesinin sayf alarını karıştırıyor. Şef taliyi
dişlemekten de geri kalmıyor bu arada.Kaf ka’nın Berlin serüveni üzerine, şimdilik yazabileceklerim
bundan ibaret. Onun bu kente gelip yerleştiği günleri de anlatmak isterim elbet. Dora Diamant ile
kart bir bekâr gibi değil, uysal bir evli yazar gibi oturduğu evleri gidip gördükten, Berlin’de Kaf ka’nın
izini sürerken kendi hayaletimle karşılaşıp hesaplaştıktan sonra. Evet, bütün bunlardan ve beni
bekleyen yalnızlık gecelerinden sonra.

Kapat

Mesaj :

You might also like