You are on page 1of 362

Judith Butler,

Ernesto Laclau, Slavoj Zizek

OLUMSALLIK,
HEGEMONYA, EVRENSELLİK

Solda Güncel Diyaloglar


[T fîl
m
lııl yayın
büyükparmakkapı sk.. no:3/5
beyoglu, İstanbul, türkiye
www.hilyayin.com
tel: (90) (212) 2300962
faks: (9ü) (212) 219 42 92
e-posta: ıxlitoro»>hılyayi n.com

olumsallık, hegemonya, evrensellik


ya/arlar: judith butler, ernesto laclatı. slavoj

kitabın özgün adı: conlingency. hegemony, universaHty


İngilizceden çeviren: ahmet fethi yıldırım
editör: bahadır vural
son okuma: kiirşad kızıltıığ

iç düzen & kapak tasarımı: fıkr(i)ala -ala(fıkirler)atölycsi


web: www.fikriala.net
baskı: umut matbaacılık
fatih cad. yüksek sk. no:! I merter/istanbul
tel: (212) 637 42 61

isbn: 978-975-7638-37-7
I. baskı, hil yayın, haziran 2009
<0veı vo 2000
€>hil yayın 20U5 (türkçe yayın içini

tx a K ıla p . v e t t o > \J > ıiK v m m t m h l : tu r J c j iim l.u i. k ıi/l» ııı ıf ı ın


y*}\n l u k U r u ı ı n v a lili» n r r t O 1« .m ) ı> n ı.ılt .V .ır*k
s c v r i l m i ^ ı r > 4 M r U ıı n . t.it.i{ 44fci l u m m . u u v ı t u l l a n s ı k U i ı r f j ı u ı ı n t a a u c ı y l a
k u l j r t i l x . i l . k ı s a ¿lııv sık u d » > ııtd j. m e t n i n l û ı k s c < o ¿ m i n i n h iç b ir
litVfaniM lı ll f a y ı n ı n i / ı ı i • ■ ı ı ı j k v a m < ı> £ flM ıb îiu ı/. l u l l . ı ı ı ı t ı m * / .

hil yayın
pandora yayın ve bilgisayar Itd. jti.nin yayın markasıdır.
OLUM SALLIK, H EG EM O N Y A ,
EVRENSELLİK
S o ld a G ü n c e l D iy a lo g lar

Ju d it h B u t lc r , E r n e s t o L a c la u ,
S la v o j Z iz e k

Tûrk^clr>tircn:

A h ın c t F e th i
İçin d ekiler

Giriş 7

Sorular 13

Evrenseli Yeniden Düzenlemek:


19
Hegemonya ve Biçimciliğin Sınırları
ludith liu tlcr

Kimlik ve Hegemonya:
Siyasal Mantıkların Oluşumunda Evrenselliğin Rolü 56
Ernesto Laclau
Sınıf Mücadelesi mi, Postmoderni/m mi?
Evet, Lülfen!
104
Sfovoj ¿¡¿ek
Çekişen Evrensellikler
lııc/ith liu tlcr 154

Yapı, Tarih ve Siyasal


Ernesto Laclau 204

Da Capo sen/a Fine


Slavoj ¿¡¿e k 237

Dinamik Sonuçlar
291
ludith Butler
Evrenselliği İnşa Etmek
311
Ernesto Ucl<w

Yeri Tutmak
340
Slavoj ¿.itek
Giriş

Üçümüz, hem düşüncelerimizin ortak güzergâhım saptamaya


hem farklı entelektüel bağlılıklarımızı üretken bir biçimde ortaya
koymaya çalışan bir kitap hazırlamak için birkaç yıldır görüşmek­
teydik. Kitabın başlangıcında yer alan üç soru listesini hazırlayarak
işe başladık. Bu yüzden önünüzde duran soıuıç. sohbetlerin, yazılı
değerlendirme ve görüş alışverişlerinin, Slavoj ¿Üek-Ernesto l.ac-
lau ilişkisi özelinde 1985e -Chaııtal Mouffc ile lirnesto Laclau’ıuın
Hegemonya vc Sosyalist Stratejiyi yayınladıkları yıla- kadar uzanan
bir işbirliğinin sonucunu temsil eder. Hegemonya ve Sosyalist Stra­
teji. aslında, bu diyalogun arka planını oluşturur; yalnızca Antonio
Gramscimıı hegemonya nosyonuna yeni bir yönelim saptadığı için
değil, aynı zamanda Marksizm içinde yapısalcılık sonrası kurama,
aııti-totaliter, r.ıdikal demokratik bir projenin formülasyonu için dil
sorununu özsel kabul eden kurama bir dönüşü temsil ettiği için de.
Bu kitapta farklı kuramsal merceklerle yeniden ele alınıp değer­
lendirilen muhakemeler o kitapta vardır ve o metne karşı kurulan,
aşuğıdaki yazılı düşünce alışverişlerinde örtük bir biçimde ele alı
nan muhakemeler de vardır. Kitaptaki bir muhakeme şu biçimi
aldı: Yeni toplumsal hareketler çoğu kez kiınlik-iddialarına daya
nırlar, ama ''kimliğin" kendisi hiçbir zaman tam oluşmaz; aslında,
özdeşleşme özdeşilğc/kimliğc indirgeuemediği için, aralarındaki
ölçüştürülcınezliği (incoınmcnsurabilily) ya da boşluğu göz önün­
de bulundurmak önemlidir. Bu demek değildir ki. kimliğin tam be-
M OLUMSALLIK, HEGEMONYA, KVRKNSEI.I.İK • BUTLER.tlttc K . LACLAU

lirlcnimc ulaşamaması söz konusu toplumsal hareketleri zayıflatır;


aksine, tamamlanmamışlık bizatihi hegemonya projesi bakımından
temeldir. Aslında hiçbir toplumsal hareket, kimliğin merkezindeki
olumsuzluğu önvarsayıp ona işlerlik kazandırmadan açık-uçlu, de
ıııokratik bir siyasal eklemlenme statüsüne sahip olamaz.
Bu başarısızlığı, olumsuzluğu, boşluğu ya da tamamlanmamışlığı
anlamaya çalışan kuramsal kategori, daha önceki çalışmada formü­
le edildiği şekliyle “antagonizma” kategorisiydi. Kendisini Gramsci
geleneği içinde konumlandırınaya devam eden Laclau, daha sonra,
aletlerini Derrida ve Lacan’dan Wittgensteina kadar uzanan bir en­
telektüel yelpazeden alarak "yerinden etme" kategorisini geliştirdi.
Oysa Z iie k , bıı konuyu ele almak için l.acaııcı kuramdan, özellikle
de “Gerçck'e başvurarak, hiç tereddüt etmeden yararlanır, ayrıca
Hegel'den de yararlanır ve Dcrridacı çerçeveden sakınmanın ne­
denlerini sunar. Butler’ın, öznenin söylemsel oluşumunda gerçek­
leşemez kalanı ele almak için, Foucault’yla ve biraz da Dcrridayla
birlikte, çalışmasında olumsuzlama olanaklarını vurgulayan farklı
bir Hegel’den yararlandığı söylenebilir.
“özne" sorununda aramızda anlamlı farklılıklar var ve bu. her
birimizin kimliğin nihai ve tam belirlenime erişme iddiasında ba­
şarısızlığını neyin meydana getirdiğini ya da koşıılladığını hesaba
katma girişiminde kendisini belli etmektedir. Bununla birlikte, şu
bir gerçek ki. hepimiz bu "başarısızlığa” demokratik çekişmenin bir
koşulu olarak değer vermekteyiz, özneyi tasavvur etme şekli konu­
sunda ayrılıyoruz -temel niteliğinde, kartezyen ohıp olmadığı; cin­
sel fark tarafından yapılandırılıp yapılaıulırılmadığı ve cinsel fark
tanımının hangi araçlarla sağlandığı konularında. Kimliğin başarı­
sızlığını her kimlik-oluşumunun yapısal ya da zorunlu bir özelliği
olarak anlayıp anlamama ve bu yapıyı ve zorunluluğu hesaba katma
şekli konusunda da ayrılıyoruz. Butler tarihe bağlı olarak değişen
bir özne-oluşumu anlatımından yanayken, ?,i?.ek kimliğin kurutu
olumsuzluğuyla ilgili iddialarını l.acan'ın çalışmasına. I.aclau ise.
« İK İŞ 9

kaiı bir Lacancı olmadan Lacancı Gerçekle birçok noktada buluşan


bir yaklaşıma dayandırır.
Hegemonya ve Sosyalist Stratejiye karşı -aslında siyasal kurama
yapısalcı ve yapısalcılık sonrası müdahalelere karşı- öne sürülen
savlardan biri de şudur: Ya evrensellik kavramını hesaba katamaz
ya da evrenselliğin temel olma statüsünü sorgulayarak gücünü aşın­
dırır. Bununla birlikte, her üçünüi/ de evrenselliğin durağan bir
varsayım olmadığını, a priori olarak verili olmadığını, aksine, belirli
tezahür tarzlarından birine indirgenemeyen bir süreç ya da durum
olarak anlaşılması gerektiğini savunuyoruz. Bazen vurgunun nasıl
yapılması gerektiği konusunda anlaşamadığımız halde, her siyasal
eklemlenmenin olumsuz koşulunun “evrensel" olduğunu (2izek),
yarışmacı sürecin birbırleriyle üretken ve önünde sonunda çözüm­
süz bir çatışmanın içine çekilen evrensellik biçimlerini belirlediğini
(Ladau) ya da evrensellik içinde reddedilenin yeniden yapım sü­
recinde kabul edildiği bir tercüme sürecinin var olduğunu (Butler)
varsayan evrensellik anlatımları sunuyoruz.
Bu arada, her birimiz evrenselliğin farklı ideolojik kullanımlarını
ele alıp değerlendiriyor, soruna hem tözsek hem prosedürel yak
taşımlara karşı uyarılarda bulunuyoruz. Böylece kendimizi (içsel
olarak zaten farklılaşmış), konuşma ediminin önkoşulu olarak ön­
ceden saptanmış bir evrenselliği, “ iıısan'ın rasyonel bir özelliğiyle
ilgili olduğu söylenen bir evrenselliği, evrenselliği bilinebilir ve ön­
görülebilir bir belirlenimle eşitleyen tözsel hır evrensellik kavrayı­
şını ve siyasal alanın rasyonel aktörler tarafından oluşturulduğunu
varsayan bir prosedür biçimini keşfetmeye ya da ortaya çıkarmaya
yönelik Haberınasçı çabadan farklılaştırıyoruz.
Bu denemelerin tamamında, stratejik hegemonya sorunu önem­
lidir: Siyasal alanın nasıl kurulduğu, siyasal alanın olabilirlik ve ek­
lemlenme/ifadelendirilme koşullarını araştıran bir siyasal alan yak
taşımından hangi olanakların çıktığı sorunu. Anlamlı bir biçimde,
l.aclau, Marksist kuramın sonunda siyasal dolayımı ve temsil ilişki-
n> O l u m s a m i k . h e g e m o n y a . e v r e n s e l l i k • b u t l e r . £ i 2 e k , l a c i . a u

Icriııi ortadan kaldıracak bir “evrensel sınıf” koyutundan, siyasalı


toplumsal bağın kurucusu yapan bir "hcgemonik" evrenselliğe ha­
reketini saptar. Bu yüzden, yaklaşımının yapısalcılık sonrası niteliği,
totalitarizm ve özellikle, ifadelendirdiği ve harekete geçirdiği tüm
toplumsal ilişkiler “olan" “ bilen" öncü özne mecazı eleştirisiyle ııyu
şur. I.aclau. Hegel'ı kapanma metalV/.iğiyle bütünleştirirken; £izck.
Hegel’i Gerçekle kaışı karşıya düşünülmeli ik kuramcısı olarak an­
lar ve Butler ise, herhangi bir toplumsallık anlatımında biçimcili
ğin zorunlu sınırlarını araştırmak için llcgel'den yararlanır. Laclaıı,
temsil sorununa, farkın indirgeneınezliğinde ısıar eden mantıksal
ve dilbilimsel bir yaklaşımın totalitarizm karşıtlığım berraklaştırır.
Z iick küresel sermayenin "postmodern" dil ve kültür çözülmesin
den dışlaııamadığını bize anımsatır ve iktidarın müstehcen yüzünü
ortaya dökmeye devam eder. Butler, yakın zamanın cinsel siyaseti
nin cinsel fark kuramına meydan okumasını değerlendirerek, yeni
toplumsal hareketlerin hegemonya sorununu nasıl yeniden ifade­
lendirdikleri sorusunu sorar ve emperyalizm karşılı bir çeviri kav
rayışı önerir.
Üçümüz dc, siyasal eklemlenmenin devamını sağlayan temsil sü
reçlerini, siyasal seferberliğin gerçekleşmesini sağlayan özdeşleşme
ve zorunlu başarısızlıkları- sorununu, olumsuzun üretken gücün
dc ısrar eden kuramsal çerçeveleri için ortaya çıktığı şekliyle gelecek
sorusunu anlamaya çalışan radikal demokrasi biçimlerine bağlıyız.
Entelektüelin soldaki yeri üzerine bilinçli olarak düşünmememize
karşın, bu metin belli bir yerleşme türü, felsefeyi, siyaset alanına ait
olan -uzlaşmaz bir biçimde- eleştirel bir soruşturma taı/.ı olarak
yeniden kalıba döken (ve geri getiren) bir yerleşme gibi etkili ola
bilir.
Tartışmalarımızın seyri içinde, birbirimizin yazılarından bolca
alıntılar yapıyoruz. Bu tür çapraz göndermeler, yazarın adının baş
harfleriyle belirtiliyor.
«İR İ* II

Bu kitap, Vcrso’da editörlük yapan Jane Hindle ve Sehastiaıı


Budgen’in sayladığı eşgüdümle 1999 baharında ve yazında yazıldı.
Onlara teşekkür etmeliyiz. Judith Butler, vazgeçilmez yardımından
ötürü Stuart Murraya da teşekkür ediyor.
/. /{.. E. L . S. Z.. Eylül 1999
Sorular

Bunlar, her yazarın diğerlerine sormak istediği sorulardır; bu ki-


(aplaki diyalogların temelini oluştururlar.

Judith Butler'in Soruları


1. öznenin oluşumuyla ilgili I.acancı görüşün hegemonya kav­
ramıyla bağdaşıp bağdaşmadığını daha kesin bir biçimde bilmek
isterdim. Tamamlanmamış özııe ya da engellenmiş özne kavramı­
nın çağırmanın belli bir tamamlanmamışlığını güvenceler görün­
düğünü anlıyorum, peki bunu her özne-oluşumunun koşulu ya
da yapısı olarak bir engel koyma yoluyla yapmaz mı? Hegemonya
için gereken özne-oluşumu, yapım halindeki özne, tam da yapısal
olarak durağan olmayan, siyaseten belirgin dışlamalarla oluştuğu
için mi tamamlanmamış kalır? Başka bir deyişle, özne-oluşumunun
tamamlanmamış kalması, gösterenler konusundaki demokratik çe­
kişme süreciyle ilişkili değil mi? Lacancı engele tarih-dışı başvuru,
hegemonyanın ortaya koyduğu stratejik sorunla bağdaştırılabilir
mi ya da her olası özne-oluşumuna yarı-aşkınsal bir sınırlama ola­
rak ya da siyasete kayıtsız olarak mı durur?
2. Çağdaş siyasal yaşam için yaşayabiliı bir eylem kuramını oluş­
turan nedir? Derridacı “ karar" kavramı, siyasal eyleyiciligin gerek­
tirdiği türden müzakereleri açıklamaya yeter mi? "Karar“ etik ya da
varoluşsal bir kategori midir; eğer öyleyse siyasal alanla nasıl ilişki-
leııdirmek gerekir?
H OLUM SALLIK. HKGKMONYA. FVRF.NSKLLİK . I« ' 11» K. I A< I AV

3. Toplumsal ve siyasal sürecin betimlenmesinde ve özne-


oluşumu betimlemesinde “ mantık” ın statüsü nedir? Sürekli olarak
a p o ria h rh sonuçlanan bir mantık, hegemonya projesine hasım
olan bir tür statü üretir mi (bu soru, birinci soruya ballanabilecek
bir sorudur)? Hu tür mantıklar, toplumsal pratikte vücut bulur mu?
M antıkla toplumsal pratik arasındaki ilişki nedir?
4. Psikanalitik özdeşleşme versiyonları ile siyasal özdeşleşme
biçim leri arasındaki ilişki nedir? Psikanaliz, siyasete kuranı temin
eder mi? Ve lı.ıngi psikanaliz?
5. Sanki tekilmiş gibi ‘‘metafizik özdeşlik mantığı"ndan söz et­
mek olanaklı mı?
6 .1'ertörmatif olarak bir ö/ne-komımunu varsaymak, ne anlama
gelir ve bu. hep basit midir?
7. Cinsel fark bir düğümlenme ise. bu. feminizmin bir çıkmaz
sokak olduğu anlamına mı gelir? Cinsel lark I.acancı anlamda
“gerçek'se. bu. hegemonya mücadelelerinde yeri olmadığı anlamına
mı gelir? Ya da cinsel fark, bu tür mücadelelerin yarı-aşkınsal sınırı
m ıdır ve dolayısıyla, tarihöncesi ya da tarihdışı olarak donup kalmış
m ıdır?
8. Yakın zamanda eleştirel kuramları rvrenselciliklere ve tarih-
selciliklere bölme çabası, nüanslı konumlar arasında ayrım yapma­
yı reddeden başarısız ve kör bir diyalektiğin parçası m ıdır? Bunun,
yeniden güç kazanan yapısöküm ve Lacancılık biçimlerinde Kant’ın
yeriyle bir ilgisi var m ıdır? I.acan’ı hegemonya düşüncesine yönelik
olarak heterodoks bir tarzda temellük etmeyi önleyen bir Lacancı
doksa var ını?
8a. Siyasal eğilimlerimizi tarif etmek bakımından hegemonyanın
yararlı bir kategori olduğu konusunda hâlâ hem fikir m iyiz? Bunu
açığa kavuşturmak iyi bir başlangıç olmaz mı?
9. Ciddi bir Hegel değerlendirmesi, biçim ile içerik ve yarı-
aşkınsal iddialar ile bunların doğruluğunu göstermek için başvuru
SORULAR 15

lan tarihsel örnekler arasındaki Kantçı karşıtlıkları yeniden düşün­


memi/c yol açar mı?
10. Kleştirel kuram cıların eleştirel otoritesi neye dayanır? Kendi
iddialarımı/, bir özeleştiriye tabi m idir vc retorik düzeyinde bu nasıl
ortaya çıkar?

Ernesto Laclau 'nun Soruları


1. Birçok çağdaş tartışmada evrcnsclcilik, çağdaş dünyada çoğa­
lan toplumsal aktörlerin çoğulluğuna karşıt gibi sunulur. Bununla
birlikte, bu tikelciliğe karşı evrensclcilik ilişkisi sorununda, iki ku­
tupla ilgili belli bir çok-anlamlılık vardır, örneğin, çokkültürlülük,
"evrensePe erişme hakkını yadsıyan tikclci bir mantığa indirgene­
bilir mi? Ayrıca: “ Çoğulculuk” kavramı -aynı toplumsal eyleyici­
nin çeşitli özne-konumlarım akla getirir . bütünleşik toplumsal/
kültürel topluluklara gönderme gerektiren, bununla birlikle, küre­
sel ulusal camiayla örtüşmeyen “çokkültürlülüğe” benzetilebilir mi?
ö te yandan, düşünülebilir tek evreııselcilik biçim inin ya da özevi bir
/eminle ilişkili olduğu doğru ımıdur?
2. Çağdaş toplumların giderek artan parçalanmasının birçok so­
nucundan biri de. her zaman özgiil toplulukları ele aldığımız ö l­
çüde bağlamlaştırılmış- cemaatçi değerlerin, herhangi bir bağlam*
«lan bağımsız geçerli sayılan hak (Örneğin, halkların ya da kültürel
azınlıkların kendi kaderini belirleme hakkı gibi) söylemleriyle ta­
mamlanmasıdır. Bu iki hareket evrensel haklar iddiası ile cemaatçi
özgüllük iddiası (inim de sonunda bağdaşabilir mi? Bağdaşmaz­
larsa. bu bağdaşmazlık, içinde yaşadığımız toplumlarda kamusal
mekânların oluşumu için zorunlu olan bir dil oyunları çoğulluğuna
ve müzakere çeşitliliğine alan açtığı için, olumlu değil midir?
.V Klasik özgürleşme kuramları, özgürleştirilecek toplumsal ey­
leyicinin önünde sonunda homojen olduğunu varsayardı -örneğin
Maıksizmde, proletaryanın küresel bir özgürleşmenin eyleyici­
16 OLUMSAI-LIK, HEGEMONYA. EVREN SELLİK • BUTLER, '/A'/MK. LACLAU

si olma koşulu, katışıksız insan özünün ifadesi haline geldiği için


savunacak lıiçhir tikel çıkarının olmamasıydı. Aynı şekilde, klasik
demokratik siyasetin kim i biçimlerinde -en açık örneği Jakobenlik
olurdu- halkın iradesinin b irliğ i, herhangi bir demokratik dönüşü­
mün önkoşuludur. Bugün ise, aksine, toplumsal talep çeşitliliğinden
yola çıkan (çoğul olarak) özgürleşme/erden söz etme ve demokratik
pratiği, bir toplumsal eyleyiciler çoğulluğu arasında müzakerelerle
sağlanmış konsensüsle özdeşleştirme eğilimindeyiz. I laııgi toplum­
sal eyleyicilik nosyonu, bu dönüşmüş yaklaşımla bağdaşır?
4. I legemonya kuramı, bir yandan, “evrensel’in hem olanaksız
hem zorunlu sonuç olarak her zaman, hiçbir şekilde ortadan kalk­
mayan bir tikellik bakiyesinin varlığını gerektiren- bir nesne oldu­
ğunu; diğer yandan iktidarla özgürleşme arasındaki ilişkinin bir
dışlama ilişkisi değil, aksine, karşılıklı çelişkili dcolsa- içerme iliş­
kisi olduğunu varsayar. Bu şekilde zihinde canlandırılan hegeınonik
ilişki, siyasal bağın kurucusu mudur? Ve öyleyse, iç gerilimlerinden
dolayı oynanması olanaksız olan stratejik oyunlar nelerdir?
5. Son otuz yılın en önemli kuramsal yaklaşım larının temelinde,
fa rk kategorisi şu ya da bu şekilde vardır. Delcuze ve (îuattari'deki
göçebe kimlikler, Foucault'daki m ikro iktidar fiziği, Derridaclaki
ayıran ı, l.acaıûlaki gösterenin mantığı, “ fark’ın kurucu niteliğini
ele alınanın alternatif yollarıdırlar. Bunlar birbirlcriylc bağdaşmaz
mı, eğer bağdaşmıyorlarsa, bu bağdaşmazlıklar nerededir? Siyasal
çözümleme bakımından verim liliklerini nasıl değerlendirebiliri/?
6. Aşkınsallık sorunu uzun bir süredir çağdaş kuramın peşini
bırakmamaktadır, örneğin, Oedipus ya da iğdişlik karmaşası gibi
psikanalitik kategorilerin statüsü nedir? Tarihsel ürünler midirler,
yoksa herhangi bir olası toplumun a priori koşulu mudurlar? Ne
radikal bir tarihselciliğin ne dc dört başı mamur bir aşkınsalcılığın
uygun yanıtlar getirdiğine dair bir duygu vardır ve iki ucun tuzak
çukurlarından kaçınan bir tür çözüm -yarı-nşkınstılcıUk kavramı
gibi- doğru kabul edilmiştir. Ne var ki, bu "yarı nın statüsü şimdiye
SORULAR 17

kadar yeterince araştırılmamıştır. Bu alanda kuramsal bir ilerleme­


nin önkoşulları nelerdir ve bunu tarihsel çözümleme bakımından
sonuçlan neler olur?

Slavoj Zizek'in Soruları


1. Gerçek ve tarihsellik: Lacancı Gerçek, simgesel sürecin nihai
temel taşı, sağlam göndermesi m idir; yoksa gerçeklik ile gerçek­
liğin simgeleşlirilmesi arasındaki boşluğu sürdüren ve bu yolla
tarihselleştirmeye-simgeleştirmeye yönelik olumsal süreci harekete
geçiren başarısızlık noktasını, tamamen tözsüz kendi asli sınırlılığı­
nı ını anlatır?
2. Eksik ve tekrar. Tekrar hareketi ilksel bir eksiğe mi dayanır;
yoksa ezeli, kurucu bir eksik, zorunlu olarak, tekrar sürecinin meta-,
fizik özdeşlik mantığına yeniden kaydedilmesini mi gerektirir?
3. özdeşleşm enin (özdeşlikten çıkm anın) toplum sal m antığı: Ö z­
deşlikten çıkma, zorunlu olarak, var olan düzenin yıkıcısı mıdır
ya da belli bir özdeşlikten çıkma tarzı, kendi simgesel özdeşliğine
yönelik “ bir mesafeyi sürdürme” taızı, toplumsal yaşama etkin ka­
tılımla tözdeş midir?
4. özne, öznelleştirm e, özne-konumları-. “ Özne," özııelleştirmenin,
çağırmanın, "sabit bir özne-konumu” nu performatif olarak varsay­
ma sürecinin sonucu mudur yoksa Lacancı "engellenmiş özne” kav­
ınım (ve Alm an idealist kendiyle ilişkili olumsuzluk kavramı), gele­
neksel kimlikçi-tözcii metafiziğe bir alternatif ortaya koyar mı?
5. Cinsel farkın staliisii: Yine, cinsel fark, bireylerin tekrarlı per­
im ınatif edinim le kazandıkları iki özne-koııumu olarak “erkek” ve
kadın ı mı anlatır yoksa cinsel fark Lacancı anlamda “gerçek”, yani
biı düğümlenme m idir -ki onu sabit özne-konumlarına çevirmeye
yönelik her girişim başarısız olur?
i>. I'allikgösteren. Lacan’d aki fallus kavramı, “ fallus-sözmerkezci"
midir, yani bir tür aşkınsal referans noktası olarak cinsellik alanı­
IS OLUMSALLIK. HEGF.MONYA. I VRKNSELLİK • BUTLER. LAC LAI-'

nı yapılandıran merkezi bir gösteren midir, yoksa Lacana göre, bir


gösteren olarak fallusun, öznenin eksiğine bir "protez" ck olması bir
şeyi değiştirir mi?
7. Evrensel ve tarih sellilik: bugün, lamesoncı “ Tarihselleştir!”
öğüdünü dinlemek yeterli olur mu? Sahte evrensellerin tarihselci
eleştirisinin sınırları nelerdir? Asli kuramsal nedenlerin yanı sıra
siyasal nedenlerle de, aynı anda hem olanaksız hem zorunlu olarak
paradoksal Evrensel nosyonunu sürdürmek çok daha fazla üretken
değil mi?
8. Hegel. Hegel sadece en iyi metafizikçi midir -kı post metafizik
zanıansallık-olumsallık-bitimlilik kompleksini öne sürmeye yöne­
lik her girişim, tanımı gereği anti-IIegelci olsun? Yoksa HcgcTc kar­
şı post-metafizik düşmanlık, tam da kendi kuramsal sınırlılığının
bir tür işareti midir -ve bu yüzden “ tüm-mantıkçıhğın" doksasına
uymayan "başka bir Hegel” i gün ışığına çıkarmaya mı odaklanıl-
m alıdır?'
9. la c a n ve yapısökiinı: l.atan'ı yapısökümcüler dizisinden biri
olarak tasavvur etmek doğru mudur ya da bir dizi özelliğin Latan ı
(özne olarak cogilo nosyonunu sürdüren vb.) yapısökümcü doksa
dan ayırt etmesi, iki alan arasındaki ölçüştüriılemezliğe mi işaret
eder?
10. Siyasal sorun: Tanınma mücadelelerine (büyük çoğunluğu
etnik, cinsel ya da yaşam tar/ı) ilişkin “ postmodern” çoğulluk kav
ramım kabul etmeli miyiz; yoksa yakın zamanda sağcı popülizmin
dirilişi, bizi “ postmodern” radikal siyasetin standart koordinatlarını
yeniden düşünmeye ve “ siyasal iktisat eleştirisi” geleneğini canlan
dırmaya zorluyor mu? Bütün bunlar, hegemonya ve bütünlük kav
ramlarını nasıl etkiler?

* İtim mantıkçılık: l:.vrcıulcki lu*r >eyin akla haglı bir yorııııiulukU gerçekleşildi
relisi. Tanım vc HcgoTın tüm-mantıkçı <»Mu£u uUli.iMiıın bir eleştiri*« i\iıı l»k/. I rede
ıiik C İkiler, Hcgd, Koulledge. New Ycırk. 2005, * 76 ve devamı |e.n.|.
Evrenseli Yeniden Sahnelemek:
Hegemonya ve Biçimciliğin Sınırları
Jud ith İk ille r

Krnesto Laclau, Slavoj 2izek vc ben, son yıllarda yapısalcılık son­


rası, hegemonyanın siyasal projesi ve psikanalizin statüsüyle ilgi­
li birçok kez görüştük. Bana göre hepimiz Sol bir siyasal projenin
kuramsal kenarlarında çalıştık ve eleştirel bir toplumsal kuram ve
hareket olarak Marksizınle çeşitli derecelerde devanı eden yakınlı
ğımız var. İlerici toplumsal kuramın kimi anahtar kavramları çalış
malarımızda yeni vc değişik ifadeler kazandı ve hepimiz, öznenin
statüsü ve oluşumuyla, bir özne kuramının demokrasi düşünüşü
bakımından içerimleriyle, bir hegemonya kuramı içinde "evrensel­
liğin" gelişimiyle ilgileniyoruz. Bana göre ayrıldığımız yer, öncelikle
ve her şeyden fazla olmak üzere, bir hegemonya değerlendirmesi
bağlamında özne kuramına yaklaşımlarımız ve özgııl kültürel ve
toplumsal eklemlenmelerle ilişkileri bakımından siyasal oluşumla -
ıın "mantıksal' ya da “ yapısal" çözümlemelerinin statüsüdür.
I’rnesto Laclau ile C.'haııtal Mouifeun Hegemonya ve Sosyalin
Straleji'dc (1985)1 tanıttıkları hegemonya görüşünden anladığım
şudur: Demokratik siyaset, kendi yoklukları üzerine temellenmiş
sıy.ısal topluluklara musallat olmak üzere geri dönen dışlamalarla
oluşur. Dışlananın geri dönüşü, bizzat demokrasinin temel öncülle
im in genişlemesini ve yeniden ifadelendirmesini dayattığı ölçüde,
bu tasallut siyasal olarak etkili olur. I.aclau ve 2i2ek’in daha sonra
l ı yazılarında öne sürdükleri bir iddia da şudur: Herhangi bir de-
20 OLUM SALLIK. HEGEM ONYA. EVREN SELLİK . BUTLER. 7i?£K. I.ACLAU

ıııokratik siyasal topluluğun ya <la aslında o siyasal topluluk için­


de herhangi bir tikel özne-konumunun oluşumu, zorunlu olarak
tamamlanmamıştır. Ne var ki, bu tamamlanmamışlığı anlamanın
değişik şekilleri vardır. Ben, özne-konumunun "tamamlanmamış-
lığım " şu şekilde anladım: ( I ) Herhangi bir tikel ifadelendirmenin
temsil ettiği ahaliyi tarif edememesi olarak; (2) her öznenin farklı
biçimde oluşması ve öznenin “ kurucu dışı” olarak üretilen şeyin
hiçbir zaman tamamen iç ya da içkin hale gelememesi olarak. Bu
son noktayı alıp, Laciau ve Moufte’un Althusser-bükünlü eseri ile
tüm dışsal ilişkilerin -en azından ideal durumda- içsel ilişkilere
dönüşebilir oldtığtı daha I legelci bir özne kuramı arasındaki temel
farkı saptıyorum.
Öznenin bu “ tam am lanm am ışlığınr açıklamanın başka bir yolu
da, Lacancı bir psikanalitik anlatıma başvurarak onun “ zorunlulu­
ğunu” saptamaktır, ¿i/ek, Lacancı “Gerçek"in bu “tamamlanma
mışlığın” başka bir adından başka bir şey olmadığını, toplumsal
ve tarihsel koşulları ne olursa olsun, her öznenin aynı sonuçsuzluk
koyutlamnsına tabi olduğunu öne sürdü -ve Laciau da bunu kıs­
men kabul etti. "E n g e lle var olmaya başlayan öznenin tarih öncesi,
kendisinin bir özne olarak deneyimine zorunlu olarak kapalıdır. Bu
yüzden, bu kurucu ve tanım layıcı sınır, özneyi, travmalı ortaya çıkış
koşullarından /orunlu ve tersinmez bir mesafede kurar.
Hem 2izek‘e, hem Ladau’ya, öznenin oluşumuyla ilgili Lacan-
cı görüşün hegemonya nosyonuyla bağdaşıp bağdaşmadığını daha
kesin bir biçimde bilmek istediğimi belirttim. Tamamlanmamış ya
da engellenmiş özne nosyonunun belli bir çağırma eksikliğini ke­
sinleştirir görünmesini anlıyorum: “ Bana ‘bu' diyebilirsiniz; ama
benim ne olduğum, beni yakalamaya yönelik böylesi her dilbilim
sel çabanın anlambilimsel menzilinden yakasını kurtarır.” ötekinin
seslenişinden bu yakayı kurtarış, her öznc-oluşumumın koşulu ve
yapısı olarak araya bir engelin konulmasıyla mı başarılır? I lege-
monyanın gerektirdiği özne-oluşumundaki tamamlanmamıştık,
yapım sürecindeki özneyi, yapısal ya da temel nitelikli dışlamalarla
EVREN SELİ YEN İD EN SAHNELEM EK 21

değil de sadece siyaseten belirgin dışlamalar aracılığıyla oluşturan


bir tamamlan manı işlik m ıdır? Hğer bu ayrım yanlış ise, yapısal vc
temel olan bu kurucu dışlamaları, siyaseten belirgin kabul ettiği­
mi/ dışlamalarla birlikte nasıl düşüneceğiz? Başka bir deyişle, özne*
oluşumun tamamlanınamışlığını, gösterenler konusundaki de­
mokratik çekişmeyle ilişkilendirmek gerekmez m i? Lacancı engele
larihdışı başvuru, hegemonyanın ortaya koyduğu stratejik sorunla
uzlaştırılabilir mi, yoksa tüm olası özne-oluşumlarına ve stratejilere
varı -aşkınsa! bir sınırlam a olarak, dolayısıyla koşulladığı söylenen
siyasal alana temelden kayıtsız olarak mı durur?
Eğer özne sınırıyla her zaman tıpa tıp aynı yerde karşılaşıyorsa,
0 zaman özne kendisini içinde bulduğu tarihe temelden dışsaldır:
Öznenin, sınırlarının, eklemlenebilirliğinin tarihsellisi yoktur. D a­
hası, her tarihsel mücadelenin statü bakımından yapısal olan kuru­
cu bir sınırı yerinden etmeye yönelik beyhude bir çabadan başka
bir şey olmadığı fikrini kabul edersek, tarihsel alan ile yapısal alan
arasında, tarihsel alanı muhalefet anlayışından dışlayan bir ayrıma
teslim olur muyuz?
Olası muhalefet biçim lerini ele aldığımızda, öznenin kurucu sı­
nırlarına yapısal yaklaşıma dair bu sorun önem kazanır. Fğer hege­
monya verili bir siyasal ufkun içinde ortaya çıkan tarihsel eklemleme
olanaklarını ifade ederse, o zaman onu tarihsel olarak düzeltilebilir
ve dönüştürülebilir bir alan olarak anlayıp anlamadığımız ya da bu
tmılüğü yapısal olarak tanım lanabilir sınırlarla vc dışlamalarla sağ­
lanan bir alan olarak verili olııp olmadığı anlamlı bir fark yaratır.
1lenı egemenlik hem muhalefet koşulları böyle bir ifadelendirme
alaııı tarafından sınırlanırsa, adalet, eşitlik ve evrensellik için ola-
sı ifadelendirme alanlarını genişletme olanağını, kısmen, bu alanı
/aman içinde değişime tabi olarak anlayıp anlamadığımız belirler.
I Icgcınonya anlayışım şudur: Hegemonyanın norm atif ve iyimser
uğrağı, liberalizmin temel koşullarını daha kapsayıcı, daha dinamik
ve daha somut hale getirerek demokratik olanakları genişletme ola­
naklarına dayanır. Böyle bir değişim olanağı, siyasal eklemlenme
22 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSF11.İK . BUTI İ R. M .I K. LACİ AU

alanı üzerindeki yapısal sınırlamaların kuramsal bir üstbelirleni-


mivlc olanaksızlaştırılırsa, o zaman hegemonyanın siyasal projesini
korumak için tarih ile yapı arasındaki ilişkiyi yeniden değerlendir­
memiz zorunlu olur. Başka konularda ne kadar farklı düşünüyor
olursak olalım, ¿izek, l.aclau ve benim radikal demokrasi projesi
konusunda ve (iram scici hegemonya nosyonunun umut vaat et­
meye devam ettiği konusunda hemfikir olduğumuza inanıyorum.
İktidarın siyasal alandaki işleyişini yalnızca, siyaset sorunlarının
denetimi için birbirleriyle çekişen ayrık bloklar üzerinden düşünen
bir görüşten farklı olarak, hegemonya, iktidarın toplumsal ilişkiler
le ilgili gündelik anlayışımızı biçimlendirme ve bu sessiz ve örtük
iktidar ilişkilerine rıza gösterme (ve onları yeniden üretme) şekil­
lerimizi uyumlulaştırma yollarını vurgular. İktidar değişmez ya da
durağan değildir, gündelik yaşam içinde çeşitli hassas durumlarda
yeniden oluşturulur; belirsiz sağduyu anlayışımızı oluşturur ve bir
kültürün geçerli episteıneleri olarak sıkı sıkıya yerleşir. Dahası, top­
lumsal dönüşüm yalnızca kitleleri bir dava uğruna harekete geçir
inekle değil, gündelik toplumsal ilişkilerin yeniden eklemlenmesiy­
le ve aykırı ya da yıkıcı pratiklerin açtığı yeni kavramsal ufuklarla
da gerçekleşir.
Bu bakımdan performatillik kuramı, hegemonya kuramından
çok uzak değildir: Her ikisi de. toplumsal dünyanın, toplumsal ey­
lemin çeşitli düzeylerinde iktidarla işbirlikçi bir ilişkiyle oluşmasını
-ve yeni toplumsal olanakların ortaya çıkmasını- vurgular.
Bu sorunlara iki farklı güzergahtan yaklaşmayı planlıyorum.
Birincisi. Tının Görüngübilim i’ndcki “ Terör" ve bunun evrensellik
koyııtlarıyla ilişkisine odaklanarak, kurucu dışlama sorununu l le-
gclci bir bakış açısından ele almak olacak. İkincisi, Laciau nuıı ge­
liştirdiği şekliyle evrensellik nosyonunun, kültürel çeviri üzerinden
yeniden sahnelenebileceğim göstermek olacak. Bu kitaptaki daha
sonraki yazılarımda, psikanaliz, toplumsal kuram ve hegemonya
projesi arasındaki ilişkiden ne anladığımı daha açık hale getirmeyi
umuyorum. Siyasal kcndiylc-özdcşleşmcnin sınırlarını düşünmek
EVRI.NSE11 YENİDEN SAIİNKLEM I.K 2.1

için psikanalizden alınan kimi şeyleri eleştirmeme karşın, bir son­


raki yazımda, hem psişik hem toplumsal boyutlarıyla özgürleştirici
projeleri anlamaya çalışan her proje için psikanalizin merkeziliğini
açıklığa kavuşturacağımı umuyorum.
Hvrensellik konusuna odaklanıyorum; çünkü yakın zamanlarda
toplumsal kuraın içinde en çok tartışılan konulardan biridir. Aslın­
da, yapısalcılık sonrası ve inşacı evrensellik anlatımlarının, siyasal
temsil alanı içindeki tüm vatandaş-özııelerin ortak yanının güçlü
bir tözsel ya da prosedüre! anlatımım sunamaması kaygısını birçok
kişi dillendirdi. İnsanların siyasal bakımdan uygun bulunabilecek
haııgi özelliklerinin tüm insanları kapsayacak şekilde yayılabilece­
ğini bilmek (arzu, dil. düşünme, bağımlılık) ve ardından olması
gereken bir siyasal düzenle ilgili normatif görüşlerini bu evrensel
betimlemeye dayandırmak isteyen bazı siyasal kuramcılar hâlâ var.
Seyla Benhabib, hem Kau'ls’ın hem Habermas ın, farklı yollarla, in ­
san doğası sorunundan uzak duran bir evrensellik anlatımı ile ev­
renselleşti! ilcbilirliği herhangi bir toplumsal vc siyasal programın
normatif iddialarını hakhlaştırınanm bir ölçütü olarak ortaya ko­
yan prosedürel bir yöntem lehindeki evrenselleştirilebilir özellik­
lerin töz.sel bir anlatımını sunduklarını bize gösterdi.*’ Prosedürel
yöntem insanların ııe olduğuyla ilgili tözsel iddialarda bulunmama
anlamına gelmesine karşın, örtük bir biçimde belli bir rasyonel
kapasiteye başvurur ve bu rasyonel kapasiteye, cvrcnsclleştirilebi-
lirlikle asli bir ilişki atfeder. "Ben" akıl yürüttüğümde kişiler üstü
olan bir rasyonelliğe katıldığıma dair Kantçı varsayım, benim akıl
yürütmemin, iddialarımın evrenselleştirilebilirliğini gerektirdiği
iddiasıyla sonuçlanır. Bu yüzden prosedürel yaklaşım böyle bir ras­
yonelliğin (»nceliğini varsayar, ayrıca siyaset alanındaki insan dav
r.ınışımn görünüşte rasyonel olmayan özelliklerinin kuşkulu niteli­
ğini de varsayar.
Bvrensellik sorunu, belki de en eleştirel biçimde, evrensellik öğ­
retisinin sömürgeciliğin ve emperyalizmin hizmetinde kullanılma­
sına dikkat çeken Sol söylemlerde ortaya çıktı. Elbette korkulan,
24 OLUMSALI IK. IIF.GF.MONYA. F.VRF.NSF.LlJK • BUTI.ER, 2l2EK. LACLAU

evrensel diye adlandırılan şeyin egemen kültürün «/el malı olması


ve “cvrcnscllcştirilebilirliğin" eınperval genişlemeden koparılama-
masıdır. Prosedürcü görüş, insan doğasıyla ilgili tözsel hiçbir iddi­
ada bulunmadığında ısrar ederek bu sorundan kaçınmaya çalışır,
ama iddiasında yalnızca rasyonelliğe dayanması bununla çelişir.
Prosedürcü çözümün uygulanabilirliği, kısmen biçimsel iddiaların
statüsüne ve aslında, siyasal iddialar hakkında bir karara varmanın
katışıksız biçimsel bir yönteminin saptanıp saptanamamağına bağ­
lıdır. Burada, esas olarak Hegcl bu tür biçim ciliklerin aslında gö­
ründükleri gibi biçimsel olup olmadıklarını sorguladığı için. Kantçı
biçimciliğin Hegelci eleştirisini yeniden ele almaya değer.
Felsefi Bilim ler Ansiklopedisinin birinci kısmı olan Küçük
M antık'ta (1830)’ Hegel, evrenselliği yeniden formüle etmeyi bi­
çim cilik eleştirisiyle ilişkileıulirir. “Ön Kavrayış” başlıklı bölümde
(19-83 paragraflar) evrenselliğin soyut düşünceyle özdeşleşmesini
tanıttığında, bizzat evrensellik nosyonunda birkaç düzeltme yapa­
rak yoluna devam eder. İlk önce düşüncenin ürününe, biçimine ve
niteliğine, hepsine birden, “evrensel" der ve böylece “evrensen de
“soyut"la eşdeğer sayar. Sonra, bunları birbirinden ayırıp tanımını
düzeltmeye geçer ve "düşünm e, bir etkinlik olarak, etkin evrensel­
d ir" ve bu etkinliğin ürünü, iş, “ortaya çıkan şey, kesinlikle evren­
seldir” der (par. 20). Böylece, eşzamanlı olarak hem tekil olduğunu
saptadığı, hem çeşitliliğinde ısrar ettiği bir evrensellik için üç farklı
ad önerir. Bu düzeltmeler kümesine, “ ben" zamiri aracılığıyla çalı
şan öznenin de evrensel olduğu, bu yüzden “ bcn"in bizzat evrensel­
liğin başka bir eşanlamlısından ve tarifinden başka bir şey olmadığı
fikrini de ekler.
Bu noktada, bir dizi düzeltmeyle sonuncuya ulaşıp ulaşmadığı­
mız, ya da eıı son takdim edilen bu tanımın başka bir tanıma yol
açıp açmayacağı belli değildir. Daha sonraki paragraflarda, sonun­
da Kantçı görüşü apaçık açıklamaya başlayınca, HegeTin Kantçı bir
ses barındırdığı belli olur: “ Kant o uygunsuz ifadeyi, Ben tüm tasa­
rımlarıma -ve duyumlarıma, arzularıma, eylemlerime vb. de- ‘eşlik
EVRENSELİ YENİDEN SAHNELEM EK 25

eder’ ifadesini kullanmıştı. ‘Ben,’ kendinde vc kendisi için evren


seldir ve orataklaşalık, evrenselliğin başka bir biçim idir -dışsal bir
biçim olmakla beraber" (par. 20). Hegcl'in burada “dışsal" biçim de­
mekle neyi kastettiğini sormak önemli görünüyor; çünkü az sonra
“ içsel" bir biçime başvuracakmış ve içsel biçim. Kant’ın önem ver­
mediği biçim olacakmış gibi görünüyor. Ne var ki. “ içsel biçinfin
anlamı yoldadır:

Böyle soyut bir biçimde alındığında “ Ben." kendisiyle katışıksız


ilişkidir; tasarımdan ve duyumdan, deneyimin, yeteneğin, doğa­
nın ve benzerlerinin her kendine ö/gülüğünden ve de her duru­
mundan soyutlama onda yapılır. Bu ölçüde "Ben," tamamen soyul
evrenselliğin varoluşudur, soyut olarak özgür olandır (par. 20).

Evrenselliğin "iç b içiın’inin ne oldıığıı nc biçimde kanıtlanırsa


kanıtlansın, kuşkusuz evrenselliğin somut biçimiyle de ilişkili ola­
caktır. Ardından I legel, evrensellik soyutlamasının gerektirdiği kişi
çatallaşmasına açıkça itiraz etmeye başlar: " ’Ben,’ özne olarak dü
füm nedirve ben. aynı zamanda tüm duyumlarımda, nosyonlarım­
da. durumlarımda vb. olduğum için, düşünce her yerde bulunur ve
tüm belirlenimlere (onların| kategorileri olarak siner“ (par. 20; kö­
şeli parantez içi bana ah). Evrensel “ Ben” i bu şekilde ortaya koymak,
özgül ve canlı olanın, tanımlanması için benlikten dışlanmasını ge-
ıektirir. Bu şekilde soyut biçiminde evrensellik, kişiyi, başkalarıyla
pekâlâ paylaşabildiği, ama “evrensellik” terimi için gerekli olan so­
yutlama düzeyine yükselmeyen niteliklerden koparmayı gerektirir.
Bu nedenle evrensel olan, her kişiye ilişkin olandır; ama her ki
iye ilişkin olan her şey değildir. Aslında, kavrayışların, bilinç du
Ilım ların ın , duyguların, özgül vc canlı olanın da her kişiye ilişkin
olduğunu söyleyebilirsek, evrensellik başlığına uymayan evrensel
l*ıı özelliği saptamış oluruz. Bu yüzden, soyut evrensellik koşulu,
bizzat evrenselliğin kendisinin ikili hale geldiği bir durum üretir:
İlkinde soyut. İkincisinde somuttur.
26 OKUMSAM IK . HEGEMONYA. EVREN SELLİK • UU1 I KK. 2l2EK. 1 A C I A U

Hegel bu çizgiyi am pirik vc ahlaki yargılar konusunda da sürdü­


rür vc evrenselin, düşüncenin bir özelliği olarak tasavvur edildiği
her seferinde, bilmeye çalıştığı dünyadan tanımı gereği nasıl ayrıl­
dığım gösterir. Düşünce, şeyleri bilmek ya da onlarla ilişkide nasıl
davranmak gerektiğim bilmek için gereksinim duyduğu kurallara
kendi içinde sahipmiş gibi anlaşılır. Şeylerin kendileri, bilgi soru
nuyla ilişkili değildirler ve düşünme, yalnızca soyut hale gelmekle
kalmaz, kendi kendine göndergeli de olur. Düşüncenin evrenselli
ği, özgürlüğü güvenceye aldığı ölçüde, özgürlük tüm dışsal etkinin
kesinlikle üzerinde ve karşısında tanımlanır. Hegel yine Kantçı tu­
tumu barındırır; yalnızca açıklama ilerledikçe ondan uzaklaştığım
belirginleştirmek için:

Düşünme dolaysızca özgürlüğü gerektirir; çünkü düşünme evren


selin etkinliğidir, bu nedenle soyut olan bir kendiyle- ilişk ilenmedir,
öznellik bakımından belirlenmeyen ve aynı zamanda ıferiği bakı­
mından yalnızca konunun ( kendisinde! ve belirlenimlerinde olan
bir kendiylc-varlıklır (par. 23).

Hegel daha sonra düşünce edimine özgü bu soyut özgürlük


kavrayışını belli bir kibirle denilebilir ki, "alçakgönüllülük" ve
"ılım lılık la karşı konulması gereken bir üstünlük iradesiyle- bü­
tünleştirmeye geçer. “ İçeriği bakımından” şunları yazar:

Düşünme ... konuyu dalmış olduğu (in die Sache vertieft isi] ölçü­
de ve biçimi bakımından öznenin tikel bir varlığı ya da eylemesi
olmayıp, lamı tamına bilincin kendisini soyut bir “Ben” olarak,
özelliklerin, durumların vc benzerlerinin tüm tikelliğinden JPıir
tikularitat| bağımsız olarak davranmasına ve yalnızca, tüm birey­
lerle özdeş olmasına elveren evrensel olanı yapmasına dayandığı
ölçüde sahicidir (par. 23).

I legel bu “evrensel eylem” in neye dayandığını açıklığa kavuştur­


maz, ama “öznenin edimi” olmadığını [n iclıt cin besonderes Sem
oder Tun des Subjekts\ ve böyle bir etlimin tersi gibi bir şey olduğu
mı öngörür. Hegel’in evrensel eylemi yalnızca muğlak bir biçimde
liV R I-N S Iil.l Y h N İD I N SA tlN F.LI'M F.K 27

etkindir: Olgulara ya da "konu ya dalar. "Kendim izi hu şekilde dav­


ranmaya değer saymak," diye yazıyor, “ tam da tikel kanılarımızdan
vc inançlarımızdan vazgeçmeye [fahrenzulossen] ve konunun bize
hâkim olmasına |in sicfı wnlten zu hissen| izin vermeye dayanır”
(par. 23).
Böylece I legel, tekbenci olduğunu ve insanların temel sokulgan
lığım yadsıdığını iddia ederek soyut evrensellik formülasyonuna
itiraz eder: "özgürlük tam da budur: kendi ötekisinde kemli evin­
de olmaktır, kendine güvenmek ve kendi kendinin belirleyicisi ol­
maktır ... Özgürlük (bu soyut anlamda) yalnızca benim için ben
olmayan bir ötekinin bulunmadığı yerde bulunur" (par. 24, Ek 2).
I legel’e göre bu, salt “ biçimsel" bir özgürlüktür. Özgürlüğün somut
hale gelmesi için, düşünce "konuya dalmasıdır. Sonradan, nesneye
hiçbir katkıda bulunulmadığını, yalnızca sergilediği içkin özellik­
lerin izi sürüldüğünü savunan ampirizm biçimlerine karşı uyarıda
bulunacaktır. I legel şu sonuca varacaktır: Yalnızca düşünen benlik,
temelde bilmeye çalıştığı şeyle ilişkili olmaz, aynı zamanda biçim ­
sel benlik de, “somut’ un üretilmesinin ve dışlanmasının biçimselin
imalatı için zorunlu bir ön koşul olduğu anlaşılır anlaşılmaz, “ bi­
çim ciliğini” kaybeder. Öte yandan somut, kendi başına “ele gelmez"
ve somutu bir bilgi nesnesi olarak insan zihnine gönderen biliş edi­
mini inkâr etmek de eşit ölçüde boşunadır.
I legel’in Kantçı biçimciliğe kısa eleştirisi, Hegel’in kendi felsefesi­
nin biçimci bir şema olarak açıklanıp açıklanamayacağını Zizek’iıı
yapmaya eğilimli olduğu bir şey- ve evrenselliğin kuramsal bir bi­
lim cilik üzerinden anlaşılıp anlaşılm ayacağını -¿izek, Laclau ve
benim yapmaya yaklaştığımız bir şey- ele aldığımızda bize yararı
olan birçok noktanın allım çizer. Birincisi, biçimciliğin kendili­
ğinden türeyen vc değişik biçimlerde somut durumlara uygulanan
va da özgül örneklerle açıklanan bir yöntem olmadığını görmek
■uıeınli görünüyor. Aksine, biçimciliğin kendisi bir soyutlama iîrii
midür ve bu soyutlama, somuttan ayrılmasını gerektirir; bu, bizzat
oyııtlamamn çalışmasında hu ayrılm anın izini ya da anımsatıcısmı
*K ÖLUMSAI.I.IK. HEGEMONYA. FVRIINSİİLLİK • 1)UTIXR, LAO.AU

icrk eden bir somuttur. Başka bir deyişle, soyutlama, kendisini so­
yutlama olarak oluşturmak için dışlamak zorunda olduğu bir şeyi
sergilemeden katı katiya soyut kalamaz.
Hegel. Kanfınkiler gibi öznel sayılan düşünce kategorilerinin
nesneli ürettiklerini “ ve nesnelin kalıcı antitezi” olduklarını (den
bleibenden Ccgcnsatz um Objektiven hoben] yazar (par. 25). Bu
yüzden soyutlamaya, kendisini farklılaştırmaya çalıştığı somutla-
ma, kesin bir biçimde bulaşır. İkincisi, somut bir örnekle soyut bir
noktayı açıklama olanağı, soyut ile somutun ayrılmasını gerektirir
-aslında, bu ikili karşıtlıkla tanımlanan episteınik bir alanın üre
timini gerektirir. Bizzat soyutun kendisi somuttan ayrılma ve onu
yadsımayla üretiliyor ve somut, soyulun zorunlu bulaşıklaşması
olarak soyuta yapışıp kalıyor vc böylccc biçimciliğin kendisi olarak
kalamamasını açığa vuruyorsa, demek ki, soyut temelde somuta ba­
ğımlıdır ve bir şekilde, daha sonra somutun, soyut bir biçimciliğin
açıklayıcı bir örneği olarak görünmesiyle sistematik olarak atlanan,
somut ötekidir.
Büyük Mantıkta* Hegel, suya girmeden, gerekli olanları öğrene­
rek yüzmeyi öğrenebileceğini sanan bir kişi örneğini verir. Bu kişi,
yüzmenin ancak suyun içine girilerek ve bizzat etkinliğin içinde
kulaç atma pratiğiyle öğrenildiğini kavramaz. Hegel. Rantçıyı ör­
tük bir biçimde, fiilen yüzmeden yüzmeyi öğrenmeye çalışan birine
benzetir ve bu kendine hâkim biliş modelini, bizzat etkinliğe teslim
olan bir modelle, bilmeye çalıştığı dünyaya teslim olan bir bilme bi­
çimiyle karşılaştırır. Hegel'e çoğu kez "hakimiyetin” filozofu denil­
mesine karşın, burada ve Nancymn Hegel'in “ huzursuzluğuyla
ilgili etkili kitabında- benliğin kendi dünyasına esrimeli eğilimi
nin, bilişsel hakimiyeti bozduğu görülebilir/ Hegel'in “ kendini
kaybetme*ye ve “ kendini teslim etme"ye ısrarlı göndermeleri, bilen
öznenin önceden verili bir dünyaya hazır kategoriler dayatan biri
olarak anlaşılm ayacağını yalnızca doğrular. Kategoriler, bilmeye
çalıştığı dünya tarafından şekillendirilir, aynı şekilde dünya da bu
kategorilerin ön eylemi olmadan bilinmez. Hegel kendi “evrensel­
EV R EN S ELİ Y U N İD E N S A H N E L E M E K ’9

lik" tanımını birkaç kez düzeltmekte ısrar ettiği gibi, dünyayı bizim
için elde edilebilir kılan kategorilerin, kolaylaştırdıkları dünyayla
karşılaştıkça sürekli yeniden oluştuklarını da nedeşlirir. Dünya ile
bir bilme karşılaşması içine girdiğimizde, aynı kalmayız ve bilişsel
kategorilerimiz de aynı kalmaz. I lem bilmekte olan özne, hem dün­
ya, bilgi edimiyle bozulur ve yeniden yapılır.
T ın iıı G öriingiibilim i'nd& ' “A kıl" başlıklı bölümde Hegel, evren­
selliğin öznel bir bilişsel kapasitenin bir özelliği olmadığını, karşı­
lıklı tanıma sorunuyla ilişkili olduğunu açıkça ortaya koyar. Dahası,
tanımanın kendisi göreneğe ya da Sittliıhkeit'u bağımlıdır: "Evren­
sel Tözde birey, bu varoluş biçim ine yalnızca genel olarak etkinliği
için değil, bir o kadar da o etkinliğin içeriği için sahiptir; yaptığı
şey, herkesin becerisi vc görenekse! pratiğidir” (par. 351). Tanıma,
içinde gerçekleştiği göreneksel pratiklerden ayrı olarak olanaklı de­
ğildir; bu yüzden hiçbir biçimsel tanıma koşulu yeterli olmaz. Aynı
şekilde, Hegel'in “evrensel Töz" dediği şey özünde göreneksel pratik
tarafından koşullandığı ölçüde, birey, o göreneği örnekler ve yeni­
den üretir. Hegel’in sözleriyle: “ birey ... kendi bireysel işinde, bilinç­
siz bir biçim de evrensel bir çalışma gerçekleştirir..." (agy.).
bu görüşün anlamı, evrenselliği kültürel normların aşımı ola­
rak saptama çabasının olanaksız göründüğüdür. Hegel göreneksel
pratiği, etik düzeni ve ulusu açıkça basit birlikler olarak anlaması­
na karşın, bundan, kültürleri kesen ya da kültürel olarak heterojen
uluslarda ortaya çıkan evrenselliğin bu nedenle bizzat kültürü aş­
mak zorunda olduğu sonucu çıkmaz. Aslında, eğer Hegel'in evren­
sellik nosyonunun melez kültür ve kararsız ulusal sınır koşullarında
iyi olduğu kanıtlanırsa, o zaman bu, kültürel çeviri çalışmasıyla bi­
çimlendirilen bir evrensellik haline gelmek zorundadır. Söz konusu
kültürlerin sınırlarım saptamak olanaklı olmaz, adeta bir kültürün
evrensellik nosyonu başka bir kültürünkine çevrilemez. Kültürler,
sınırlanmış kendilikler değildir; aslında, onların mübadele tarzları
kendi kimliklerinin kurucusudur.7 Evrenselliği, bu kurucu kültürel
çeviri edimi bunu daha sonraki belirlemelerimde berraklaştırınayı
«ı OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVREN SELİ JK . BUTI.ER. 2I2F.K. LACLAU

umuyorum- bakımından yeııiden düşünmeye başlarsak, o zaman


ne dilsel ya da bilişsel ortaklık varsayımı ne de Uim kültürel ufuk­
ların nihai kaynaşmasına dair telcolojık koyut. evrensel iddia için
olanaklı bir yol olur.
Evrenselliği siyasal bakımdan düşündüğümüzde, bu biçimcilik
eleştirisinin sonuçları nelerdir? I legel bakımından, felsefi söz da­
ğarcığının anahtar terim lerinin birçok kez tekrarlandığını vc nere
deyse dillendirildikten her seferinde farklı bir anlama ya da bir ön­
cekinin tersi anlama geldiklerini unutmamak önemlidir. Bu durum,
"evrensellik” ve “edim" gibi sözcükler için özellikle geçeri id ir, ama
“ bilinç" vc “özbilinç" için de gcçerlidir. Tinin G örüngübilim i'nde
"M utlak Özgürlük vc Terör” altbölüımi, bir bireyin devlet terörü
koşullarında yapabileceklerini ele alırken, önceki çalışma kavrayış­
larından yararlanır. Hegel, Fransız D cvrim i’ne bakarak bireyi, (a)
bir nesne üzerinde etki yaratmak konusunda yetersiz görür ve (b ) o
bireye kendi etkinliğine yönelik bir düşünüm önerir. Hegel’in daha
önce "Efendilik ve Kölelik" altböiümündcki çalışma tartışmasını
yöneten eylem normu buydu. Devlet terörü koşullarında hiçbir bi
rey çalışmaz, çünkü hiçbir birey kendi imzasını taşıyan bir nesneyi
dışsallaştıramaz: Bilinç, kendini dolayımla dışa vurma kapasitesini
kaybetmiştir ve “ hiçbir şeyin ipini koparıp, kendisine karşı duran
özgiir bir nesne olmasına izin vermez” (par. 588).
Birey, kendisine “evrensellik" ve “ mutlak özgürlük” diyen bir re­
jim altında çalışmasına ve yaşamasına karşın, mutlak özgürlüğün
evrensel işleyişinde kendini bulamaz. Aslında, bireyin bu mutlak
sistemde bir yer bulamaması (Kierkegaard’ın Hegel eleştirisini ha
her veren bir Terör eleştirisi) bu evrensellik nosyonunun sınırları­
nı açığa vurur ve dolayısıyla mutlaklık iddiasını yalanlar. Hegel’e
göre, bir eylemi icra etmek için, bireylcşıniş olmak gerekir; birey
olmaktan çıkm ış evrensel özgürlük iş göremez. Yapabileceği tek şey,
öfkesini, yıkım öfkesini boşaltmaktır. Bu yüzden, mutlak terör ko­
şullarında, fiili özbilinç evrensel özgürlüğün zıddı haline gelir ve
evrensel, koşullu olarak açığa vurulur, yani evrenselin sahte bir ev­
FV R EN SFII YF.NtPF.N SAHNB1.F.MFK II

rensel okluğu kanıtlanır. Bu koşullarda, özbilince ya da bireye yer


olmadığı için ve dolayıınlanmış kendini ifade normuna uyan hiçbir
eylem gerçekleştirilemeyeceği için, ortaya çıkan her türlü “çalışma”
köklü bir biçimde çirkin ve çirkinleştiricidir. Hegele göre, ortaya
çıkan tek iş bir anti-çalışma’d ır, kendini yıkmadır, hiçlikten gelen
hir hiçliktir. Ona göre, evrensel özgürlüğün tek çalışması ve eylemi,
bu nedenle ölümdür (par. 360).
Yalnızca birey hükümsüz ve dolayısıyla ölü olmakla kalmaz, aynı
zamanda bu ölümün hem birebir kelime anlamı, hem metafizik
anlamı vardır. Terör Döneminde bireylerin “ mutlak özgürlük” uğ­
runa kolayca öldürüldükleri, belgelenmiştir. Dahası, hayatta kalan
bireyler vardı, ama bunlar normatif anlamda “ birey” değildir. Ta­
nıma ve kendini çalışmayla dışsallaştırma gücünden yoksun olan
bu tür bireyler, tek edimleri kendilerini hükümsüzleştiren dünyayı
lüikümsüzlcştirmek olan hükümsüzlük haline gelirler. Şunu sorar­
sak: Bu nasıl bir özgürlüktür? Hegel’in verdiği yanıt şudur: "mutlak
biçimde özgür benliğin boş sözü’Uiir, “ tüm ölümlerin en soğuğu ve
en adisi dir, “ bir lahananın kafasını koparmak ya da bir yudum su
yutmaktan” daha anlamlı değildir (par. 590).
I legel, bir hizip kendisini evrenselmiş gibi gösterip, genel irade­
yi temsil ettiğini iddia ettiğimle olup bileni açıklıyor; burada genel
ııade, kendilerinden oluştuğu bireysel iradelerin yerine geçer ve as­
lında bireysel iradeler pahasına varolur. Bu yüzden yönetimin resmi
olarak temsil ettiği “ iradeye, temsil işlevinden dışlanan bir “ irade”
hayaleti musallat olur. Yönetim, leınsil alanından dışladığı iradele
ı m tüm kalıntılarım silerek evrensellik iddiasını sürekli kanıtlamak
/urunda olduğu paranoyak bir ekonomi temelinde kurulur. Iradcle-
111 esıııi olarak temsil edilmeyenler ya da tanınmayanlar “gerçek dışı
katışıksız bir irade” (par. 591) oluştururlar ve bu irade bilinmediği
isin, sürekli varsayımda kalır ve kuşku konusu olur. Görünüşle pa-
taııoyak bir nöbet sırasında, evrensellik kendi temelinden şiddetli
ayı ılınayı sergileyip sahneler. Mutlak özgürlük, imhanın kendi eseri
32 O LUM SALLIK. HEGEM ONYA. EV R EN SELLİK • BUTLF.R.2I2EK. LACLAU

olduğunu anlayan vc kendisine tutunan başkalığın tüm izlerini si­


lon (im ha eden) bu soyut özbilinç haline gelir.
Hegel'in açıklam asının bu evresinde, canlı bir biçim alan imha
edici bir evrensellik figürü. “ Efendilik vc Kölelik" altbölümünün
"Efendi”sinc paraleldir. İm hası onun için nesnelleşince, duygulu bir
varlık biçim ini alan bu ‘‘cvrensellik” in, ölüm ün terörünü hissettiği
söylenir: “ Ölüm ün terörü, oıuın bu olumsuz doğasının zihindeki
görüntüsüdür" (par. 592). Evrensellik hem kendisini olumsuz ve
dolayısıyla önceden olduğunu düşündüğü şeyin karşıtı olarak gö­
rür hem de bir uçtan diğerine katışıksız bir geçiş yapar ve kendisini
geçiş olarak -yani, özse! etkinliği olumsu/lama olan ve kendisi de
olumsu/lamaya tabi olan şey olarak bilmeye başlar.
Evrensellik, başlangıçta, tüm insanlar için kendiyle özdeş ola
m anlatmasına karşın, tüm insanları keıulı görüş alanı içinde ba
t ındırm ak istememesinin bir sonucu olarak bu kendiyle özdeşliği
kaybeder, bir resmi ve bir hayali evrensellik biçim inde yarılm ış ol­
makla kalmaz, parçalanıp, iradenin bölünmüş niteliğini vc bu ev­
rensellik versiyonunda asli olarak var olan süreksizlikleri yansıtan
bir zümre sistemine de dönüşür. Mülksü/.leştirilenler ya da genel
irade veya evrensel tarafından temsil edilmeyenler, kendi koşulları
içinde tanınabilir derecede insan düzeyine yükselmezler. Genel İra
denin dışındaki “ insan," genel iradenin imhasına tabidir; ama bu.
kendisinden anlam çıkarılabildi bir imha değildir: Bunun imha
cılığı, nihilizmdir. Hegel'in terim leriyle, “olum suzlarım ı, anlamsız
ölümdür, olum lu hiçbir şey içermeyen olumsuzun katışıksız terö­
rüdür...” (par. 594).
I legel, biçimsel evrensellik fikirlerinin nihilist sonuçlarını açık
ve net terim lerle betimler. Evrensellik tüm tikelliği kucaklayanla*
dığı vc aksine, tikelliğc temel bir düşmanlık üzerine kurulu olduğu
ölçüde, tam da kendisini kuran düşmanlık olmaya vc onu canlan
dırmaya devam eder. Evrensel, tikel, soımıt vc bireysel olan tarafın­
dan lekelenmemiş kaldığı ölçüde evrensel olabilir. Bu yüzden. Terör
EV R EN SELİ YEN İD EN SAH N ELEM EK Sİ

Dönemi tarafından dramatik bir biçimde sergilenen bireyin sürekli


ve anlamsız yok oluşunu gerektirir. Heğele göre bu soyut evrensel­
lik yalnızca bu yok oluşu gerektirmekle ve olıum uzlam ayı sahnele­
mekle kalmaz, aynı zamanda yok oluşa o kadar temelden bağım­
lıdır ki, bu yok oluş olmasa hiç olur. Diyebiliriz ki, yok olmaktaki
bu dolaysızlık olmasa, evrenselliğin kendisi yok olurdu. Am a her
şekilde, evrensellik, Hcgelci terimlerle, bizatihi kendisinin yok oluş
olduğu anlam ına gelen yok oluşu olmadan hiçtir. Bireysel yaşamın
geçiciliği, soyut evrenselliğin işleyişi için can alıcı olarak anlaşıldı
mı, evrenselliğin kendisi bu tür yaşamın tümünü kapsadığı söyle­
nen bir kavram olarak yok olur: "Bu yok olmuş dolaysızlık, bizzat
evrensel iradedir” (par. 594).
I legel, doğru vc her şeyi kapsayan bir evrensellik yönünde iler­
liyor gibi görünebilir, ama doğrusu bu değil. Aksine, sunduğu şey,
kurucu olumsu/lamalarından ayrılam ayan bir evrensellik görüşü­
dür. Terim in her şeyi kapsayan yörüngesi, zorunlu olarak, dayan­
dığı tikelliğin dışlanmasıyla çözülür. Dışlanm ış tikelliği, ilk önce o
tikelliği olumsu/lamadan evrenselliğin içine taşımanın hiçbir yolu
yoktur. Ve bu olumsuzlama, evrenselliğin kapsadığını iddia ettiği
şeyi yok etmeden ilerleyemediğini bir kez daha doğrular. Dahası,
tikelin evrensele asimilasyonu, evrenselliği kendi kendisi için bir
hayalet haline getiren bir iz, asim ilc edilemez bir hatırlatıcı bırakır.
Burada sunulan okuma. Hegel'in düşüncelerinin metninden ayrı
okunamayacağını varsayar. Başka bir deyişle, “evrensellik kuramTm
metninden koparıp, açık ve ayrık önerm eler biçiminde sunmak ola­
naksızdır; çünkü nosyon tekrarlayan bir metin stratejisiyle gelişti-
ı ılıı Evrensellik yalnızca zamanla düzeltmelere uğramakla kalmaz,
aynı zamanda ardışık düzeltmeler vc çözülmeler, evrenselin “oldıı-
r.ıı" >ey için özseldir. Koşacın önerme niteliğindeki anlam ının yeri­
ni, spekülatif anlam alm alıdır.
Bu şekilde zamansallaştırılmış bir evrensellik kavrayışının siyaset
bölgesiyle pek ilişkisi yok gibi görünebilir, ama durağan bir kavra-
VI OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK . BUTI.KK. ¿(¿E K . LACLAU

yışt» meydan okumayı barındıramayan, kendi kurucu dışlamalarına


yanıt vermek istemeyen bir kavrayışı sürdürmenin siyasal risklerini
ele alır.
Böylece burada I legel’in prosedürüyle ilgili bazı ön sonuçlara ge­
lebiliri/.: ( I ) Evrensellik, önemli anlam çoğalmalarına ve dönmele­
rine uğrayan ve kurucu “ uğraklarından herhangi birine indirgen­
meyen bir addır; (2) kaçınılmaz biçimde, karşı çıktığı tikel şeyin
izinin tasallutundan kurtulamaz ve bu (a) evrenselliğin hayaletsi bir
ikizleşmesi ve (b ) o tikel şeyin biz/at evrenselliğe yapışıp kalınası
biçimini alır; (3) evrenselliğin kültürel ifadelendirilmesiyle ilişki­
si aşılamazdır, yani herhangi bir kültürler üstü evrensel nosyonu,
aşacağım iddia ettiği kültürel normlar tarafından hayaletleştirilir vc
lekelenir; (4) hiçbir evrensellik nosyonu, bir tek “ kültür" nosyonu
içinde kolay kolay huzur bulamaz çünkü bizzat evrensellik kavra­
mı, bir mübadele ilişkisi vc bir çeviri görevi niteliğindeki bir kül­
tür anlayışını zorunlu kılar. Hegelci diyebileceğimi/, -ama Hegel'in
kendisinin kullanmadığı- terimlerle, ayrık ve tüm koşullardan so­
yutlanmış bir “ kültür" nosyonunu özünde kendisine öteki olarak,
başkalıkla tanımsal bir ilişki içinde görmek zorunlu olur.* Burada
kendisini başka b ir kültürün üzerinde ve ona karşı tanımlayan bir
kültüre işaret etmiyoruz; zira bu formiilasyon, “ kültür” nosyonunu
bir bülüncülük olarak korur. Aksine, kültür nosyonuna, tanımlayıcı
bir çeviri sorunuyla, önemli ölçüde kültürlcrarası çeviri (evrensellik
bu biçimi alm ıştır) sorunuyla bağlantılı bir sorun bağlamında yak­
laşmaya çalışıyoruz.
Muhakememin bu hassas anı, laclau ve Z iie k 'le farklılıklarım ın
en açık anlaşılabildiği yerdir. Açık bir farklılık şudur: Benim Hcgele
yaklaşımım, Hegel’in metninde anlamın nasıl üretildiğiyle ilgili bir
dizi edebi ve retoriksel varsayımdan yararlanır. Bu nedenle Hegel’i
biçimsel terimlerle yorumlama ya da 2 iiek’in yeri geldikçe yaptığı
gibi'* Hegel’i Kantçı biçimcilikle bağdaştırma çabasına karşı çıkı­
yorum. Hegel’in kendi metnini biçimsel bir şematizme indirgeme
EVRENSEM YENİDEN SAHNELEM EK İS

çabası, Hegel'in bu türden tüm biçimciliklere yönelttiği eleştirinin


aynısına, aynı başarısızlıklara tabi olacaktır.
Hegcl’den “Ö/ün MantığıMnı okuyan ?A ic k ,'° bir şey her ne olur­
sa olsun o şeyin ne “olduğunun” dışsal koşullar tarafından, yani
özgül yüklemlerini aldığı tarihsel ortaya çıkış koşullan tarafından
belirlendiğine dair Hcgelci paradoksu ele alır: “ B ir şeyi bileşenle­
rine ayırdıktan sonra, bu bileşenlerde, o çokluğu bir arada tutan ve
bu bileşenlerden benzersiz, kendiyle özdeş bir şey meydana getiren
birtakım özgiil ö/ellikler aramamız boşunadır” (s. 148). Ne var ki.
biı şeyin dışsal koşulları tarafından koşullandığının kabul edilmesi,
nesneye içsel tanımlayıcı özellik bulma çabasına engel olur, /'.izek’e
göre olan, “saf simgesel, totolojik (bir) jestin ... bu dışsal koşulla
rı. şeyin koşullan-bilcşenleri olarak vazetmesidir" (ngy.). Başka bir
deyişle, şeye dışsal olan koşullar, şeye içsel ve içkin olarak vazedilir.
I »ahası, dışsal ve keyfi koşullar, şeyin içkin vc zorunlu özellikleri ha­
line getirilirken, aynı zamanda o şey de, bu performatif tanımlama
edimiyle temellendirilir ve tekleştirilir. Zizek’in “ şeyin kendisine'
totolojik ‘dönüşü’" dediği şey budur (<!#>'.). Bu “vazetme” kuşkusu/
bir el çabukluğudur, ama kurucu ve zorunlu bir el çabukluğudur ve
¿izek'e göre bu, her benliğin evrensel özelliği biçimini alır.
¿i/ek, bu Hegelci uğrak ile keyfi bir göstergenin yalnızca gös-
terdiği şeye özsel gibi görünmekle kalmayıp, aynı zamanda o şeyi
kendisine göre düzenlediği Lacan’ın kapitone noktası dediği nokta
olan arasında bir paralellik kurarak açıklamasını sürdürür. Ken­
dine özgü mizah anlayışı ve cesaret gösterisiyle Zi*ek, bu lacancı
nosyonun, Spielbcrg'in Anvs'ıyla, hükümetin ve büyük işletmelerin
tecavüzleri, göç, siyasal istikrarsızlık gibi toplumsal mahiyetti “...
yüzer gezer, tutarsız korkulara ortak bir 'kap’ sağlayan” katil köpek-
k ı lığıyla kolayca örneklenebileceğin i öne sürer. Kapitone noktası ya
da kap," bu ele avuca sığmaz toplumsal anlamlar kümesini “ bağlar”
ve "şeyleştirir," “daha öteye yönelecek toplumsal anlam arayışını ön­
ler-’ (ag y.).
M> OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK . BUTLER. 7.I2EK. LACLAU

Bu açıklamada beni ilgilendiren şey, /.izck'ın ustaca saptadığı


performatif edimin biçimsel ve yer değiştirebilir niteliğidir. Dışsal
bir koşulu içkin gibi gösteren totolojik vazetme edimi, kapitone nok­
tası ile aynı şey midir ve popüler kültür kertesi, zaten doğruymuş­
çasına, örneklenmesine önsel olan bu biçimsel noktayı açıklamak
içiıı kullanılabilir mi? Hegel'in Kant a itirazı tam olarak şuydu: Bu
tür yapıları ilk önce tanımlayıp ardından bu tanımları örneklerine
uygulayanlayız; çünkü “ uygulama” anında, başka bir şey haline ge­
lirler. Kuramsal biçimcilik ile örneğe teknolojik yaklaşım arasındaki
bağ, burada alenileşir: Kuram, kendi örneklerine uygulanır ve He-
gdei terimlerle, kendi örneğiyle ilişkisi "dışsal" bir ilişkidir. Kuram
kendi kendine yeterliliği üzerinden ifadelendirilir; ardından, zaten
olmuş bitmiş bir hakikati aydınlatmaya döniik pedagojik amaçla
perde değiştirir.
Kurama teknolojik yaklaşıma ve kendi nesnesini dışarıda bıra­
kan teknoloji ile biçimcilik arasındaki bağa itirazlarım olmasına
karşın, esas kaygım keyfilik uğrağını okuma ve hatırlatıcı sorununa
yaklaşma şeklimizle ilgilidir. 2izck bize, örnekleri aşan bir kimlik
oluşturma işlevinin nasıl işlediğini görmek için çeşitli bağlamlarda
kullanabileceğimiz bir alet sunar. Bir dizi korku ve kaygı ortaya çı­
kar, bu korkulara ve kaygılara geriye dönük vc keyfi bir biçimde bir
ad yapıştırılır: Bu korku vc kaygı bohçası aniden bir tek şey haline
gelir ve bu şey. rahatsız eden her şeyin nedeni ya da zemini olarak
işlev görmeye başlar. Başlangıçta düzensiz bir toplumsal kaygı ala­
nı gibi görünen şey, belli bir performatif işlemle, saptanabilir bir
nedeni olan düzenli bir evrene dönüştürülür. Kuşkusuz bu formti
lasyonun büyük bir çözümleme gücü vardır ve zekice oluşu, kuş­
kusuz. ¿i/.ck’in yakıcı bir toplumsal eleştirmen unu kazanmasının
nedenidir.
Peki bu performatif işlemin yeri ve zamanı nedir? Tüm zaman­
larda ve yerlerde gerçekleşir mi? İnsan kültürünün, dilin, adın de­
ğişmez bir özelliği midir, yoksa modernlik içinde adcılığın gücüyle
mi sınırlıdır? Tüm bağlamlardan tüm nesnelere uyarlanabilir bir
EVRENSELİ YENİDEN SAHNELEMEK J7

araç olarak, kendi ortaya çıkış koşullarını reddeden kuramsal bir


feliş olarak çalışır.
?,İ2ek, bir nesneyi oluşturan, tanımlayan ve daha sonra bir neden
olarak canlandıran bu totolojik jestin hep müphem olduğunu söy­
ler. Adın boyun eğdirmeye çalıştığı olumsallık, tam olarak, şeyin
çözülüşünün hayaleti olarak geri döner. Bu olumsallık ile zorun
luluk isnadı arasındaki ilişki. Xi?.ek’e göre, diyalektiktir; çünkü bir
terim diğerine kolayca dönüşebilir. Dahası, edim, hem Kant’ta hem
Hegel’de bulunabilen bir edimdir. 1legcl için, “geriye dönük olarak
zorunluluğu tesis eden şey, yalnızca öznenin ‘iye nokta koyma” öz­
gür edimidir” (s. 150). '¿ile k devamla şunu öne sürer: “Aynı totolo
lik hareket, Kant'ın saf akıl çözümlemesinde de etkilidir: Nesnenin
temsilinde duyumların çokluğunun sentezi, algılanan görüngüsel
duyumların bilinmeyen alt-tabakalı olarak bir X ’in vazedilmesini
gerektirir" (<»£>'.)• Bu “ X ” vazedilir, ama kesinlikle içi boştur, içerik-
sızdir, birliği kuran vc Zizek’iıı Hegel’in ve Kant in çalışmalarında
eşit biçimde örneklenmiş bulduğu simgeleştirme edimini oluştu­
ran, “saf biçimsel bir çevirme ediıni"dir.
Bu simgeleştirme ediminin gerçekleşmesi için, nesneye (göste­
rilen) kullandığı ad (gösteren) aracılığıyla geriye dönük olarak zo­
runluluk veren belli bir dilsel vazetme işlevi zorunludur. Şöyle dü­
şünülebilir: Simgeleştirme edimi ürettiği birliği sürdüremeyeceğini
anladığında, bastırıp birleştirmeye çalıştığı toplumsal güçler, adın
evcilleştirici kaplamasını yarıp ortaya çıktığında, parçalanır. İlginç
bir biçimde 2izek, bu simgeleştirme ediminin toplumsal bozulu-
yım ı ele almaz, onıın yerine vazetme ediminin ürettiği “ fazlalık’a
odaklanır. Bir anlamın, bir tözün, biçimsel vazetme ediminin bir
anda ürettiği ve engellediği bir beklentisi vardır. Adın verdiği kim ­
limin içi boş olduğu anlaşılır ve bu içi boşluğun görülmesi, bu ad­
landırma sürecinin doğallaştırıcı sonuçları konusunda eleştirel bir
tutum üretir. Kral çıplaktır vc “ Yahudileri” ya da başka bir etnik
azınlığı bir dizi toplumsal kaygının nedeni olarak saptayan önyar­
gılı ve fobili mantıktan bir şekilde kurtuluruz. /Ctf.ek’e göre eleştirel
3* OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTLER. İSZf.K. LACLAU

uğrak, bu yapının parçalandığını görebildiğimiz zaman ve ad ara­


cılığıyla bir tek şeye yüklenen tözsel ve nedensel gücün ona keyfi
olarak atfedildiği açığa çıkınca belirir.
Benzer biçimde, egemenliğe bir muhalefet noktası bulduğumuzu
düşündüğümüz ve ardından bi/zal muhalefet noktasının egemenli­
ğin bir aracı olduğunu vc muhalefete katılmakla farkında olmadan
egemenliğin gücünü hayata geçirdiğimizi anladığımız zaman, bu
olur. Egemenlik, kesinlikle en etkin biçimde kendi “Öteki’si ola­
rak ortaya çıkar. Diyalektiğin çöküşü bize yeni bir bakış açısı verir;
çünkü egemenlik vc muhalefeti ayırt eden şemanın, egemenliğin
muhalefetten bir araç olarak yararlandığını bizden gizlediğini bize
gösterir.
Bu ve başka sayısız örnekle /'.i/ek, bize zorunluluk, olumsallık ve
muhalefetin gündelik yaşam içinde nasıl düşünüldüğünü yeniden
düşünmeyi gerektiren eleştirel bir bakış açısı verir. Peki, buradan
nereye gidilir? B ir aporianın, hatta kurucu bir aporianın dilsel per­
formans düzeyinde izahı, hegemonya karşıtı bir projenin işine yarar
mı? Sahte tözün vc sahte çelişkinin bu biçimsel ifşasının hegemonya
projesiyle ilişkisi nedir? Eğer bunlar hegemonyanın kullandığı kimi
hilelerse, toplumsal dünyayı olumsallığa karşı düzenleme yolları­
mızsa, o zaman kuşku götürmez bir biçimde içgörü oluşturmaya
da yararlar. Ama eğer bu tur değişmez yapılardan yeni bir şeylerin
nasıl çıkabileceğini göremiyorsak, bu, içinde yaşadığımız doğal tu
tunum yıkımından yeni toplumsal vc siyasal eklemlenmelerin nasıl
çıkarılabildiğmi görmemizi sağlar mı?
Dahası, burada dilin vazetme işlevi olarak anlaşılan performa-
tilliğiıı yapısal anlatımı ile kültürel anlatımı arasında da bir fark
vardır. Zizek, bu vazetmenin kendi zorunlu zemininin ve nedensel­
liğinin görüntüsünü nasıl yarattığını gösterir ve bu. benim Cinsiyet
Helasında ve başka yerlerde sunduğum toplumsal cinsiyetin per-
lörmatifliği anlatımından farklı değil." Orada toplumsal cinsiyet
performansının önsel bir tözsellik -çekirdek bir toplumsal cinsiyet-
li ben- yanılsaması yarattığını ve toplumsal cinsiyetin performatif
EVRENSELİ YENİDEN SAHNELEM EK 3V

ritüeliniıı sonuçlarını, bu önsel tözün zorunlu saçılmaları ya da ne


densel sonuçları olarak yorumladığını öne sürdüm. Ama Zi2ek dil­
sel vazetmenin yapısal özelliklerini yalıtıp, bu yapısal gerçeği göster­
mek için kültürel örnekler sunarken, ben daha çok perform at i fiiği
kültürel ritüel olarak, kültürel normların tekrarı olarak, anlamın
yapısal ve toplumsal boyutlarının sonuçta birbirinden aynlamadığı
beden habitusu olarak yeniden düşünmekle ilgileniyorum.
" Hegem onyacın -Antonio Gramsci’nin tanımladığı ve Chantal
Moufîe ile Krnesto I.aclau'nun Hegemonya ve Sosyalist Stratejide
geliştirdikleri şekliyle- yeni siyasal oluşumların dillendirilme ola­
sılığını devreye soktuğunu unutmamak önemli görünüyor. Zizek'iıı
bize sunduğu şey. siyaset içindeki her performatilliğc musallat olan
değişmez aporetik ve metalcptik' yapılarla ilgili bir içgöriidür. G e­
nelleştirilmiş lörınülasyon ile bu formülasyonun açıklayıcı örnekle­
rinin ölçüştürülemezliği, 2i/ek'iıı saptadığı tersine dönüşlerin bağ­
lamının, yapılarına dışsal olduğunu vazeder. Hegemonya, rızanın
eleştirel bir sorgulanmasını da gerektiriyordu ve bana öyle geliyor ki
/i/ek. iktidarın bizi kısıtlayan şeye rıza göstermeye bizi nasıl mec­
bur ettiğini ve bizzat özgürlük ya da direniş anlayışımızın nasıl gizli
bir egemenlik aracı olabildiğini bize göstererek bu geleneği sıirdü-
rıır. Ama, böyle bir diyalektik tersine dönmenin ya da açmazın öte
ine geçip yeni bir şeye nasıl ulaşılacağı bana pek açık görünmüyor,
/amandan vc mekândan bağımsız işleyen evirtmelerle, aporialarla
ve tersinmelerle sınırlı kalan bir toplumsal alan çözümlemesinden
yeııi bir şey nasıl üretilir? Bu tersine dönüşler, yapısal olarak ö/deş
tekrarlarından başka bir şey üretir mi?
Ne var ki, hegemonyanın başka bir boyutu, toplumsal alanın yeni
My.ısal eklemlenmeleriyle ilgili bir boyutu, I.aclau'nun yeni çalışma
m iii yapılandırır. Başka bir yerde öne sürdüğüm gibi,1' l-aclau’nun

' M< ı .»teptik(m culcpsis'icn): Zaten mecaz biçimiyle kullanılan bir sözcüğün ya da bir
•leyimin klu/.ılegipnccc •>£<■«olarak kullanımıyla ilgili |c.n.).
10 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • B U T U R . 2I2EK. LACLAU

çalışmasında, her özne-oluşumunun sınır-noktası olarak Gerçeği


vurgulayan Lacancı tezin, sunduğu toplumsal ve siyasal çözümle
meyle bağdaşıp bağdamadığı konusunda bazı kuşkularım var. Kuş­
kusuz. öznenin değişmez tamamlanmamışltğının, kendi kendini
temsilin sendeleyip başarısız olduğu nokta ya da toplumsal katego­
risinin kişilerin devingenliğini vc karmaşıklığım yakalayamaması
olarak düşünülen Gerçeğin belirlediği sınırlar bakımından anlaşı
lıp anlaşılmaması önemlidir (bkz. Penise Rilcy’in yeni çalışması” ).
Her neyse, benim buradaki ana kaygım bu değil. Laclaıı, siyasal
olarak yeni olana toplumsal konumlar bulmaya çalışan dinamik bir
hegemonya nosyonu sunuyor, ama tikel ve evrensel sorununu or­
taya koyma şeklini anlamakta güçlük çekiyorum. Bu yüzden, onun
bu sorunla ilgili son formülasyonlarına dönmeyi ve bu tartışmanın
sonuna doğru evrensellik ve hegemonya sorununu yeniden değer­
lendirmeyi öneriyorum.
Yayma hazırladığı Siyasal K im liklerin O luşum unda" Laciau,
yirm inci yüzyılın sonunda kimliklerin siyasallaşmasındaki “ ikili
harekete dikkat çeker:

Hem bııyük tarihsel aktörler, hem geçmişte bir bütün olarak top­
lum için anlamlı kararların alındığı merkezi kamusal mekânlar
gerilemektedir. Ama aynı zamanda, geniş toplumsal yaşam alan­
larının siyasallaşması, tikel kimliklerin çoğalmasına yol açan bir
siyasallaşma söz konusudur.

"Klasik çerçevelerden kaçan çok sayıda yeni öznenin ortaya


çıkışlının neden olduğu meydan okumalarla ilgilenen Laciau. bu ti-
kelliklcrin. öznenin evrensel iddialarının gerçek anlamda siyasetin
bir önkoşulu olduğu Aydınlanma şemasına yönelttikleri meydan
okumaya kala yorar.1'
Laclau'nun tikclciliğin şimdiki siyasal talepleriyle ilişki içinde en
güçlü evrensellik tartışması, Evrensellik, K im lik ve Özgiırleşme'de
( Em ancipalions, 1996)“ ortaya koyulur; Laciau orada, eşdeğer­
lik zincirinden, on yıl önce yayınlanan Hegemonya vc Sosyalist
EVRENSELİ YENİDEN SAHNELEM EK 41

Stratejide merkezi bir yer tutan bu kavramdan, bir evrensellik kav­


rayışı çıkarmaya çalışır. Evrensellik, K im lik vc özgürleşm ede Lac­
lau, hiçbir tikel kimliğin kendi kaderini belirleme çabasında hiç­
bir /amaıı tamamlanmış olmadığını göstermeye girişir. Tikel bir
kimlik, toplumsal cinsiyet. ırk ya da etııisite gibi özgül bir içeriğe
bağlı kim lik olarak anlaşılır. Tüm bu kimliklerin paylaştığı söylenen
yapısal özellik, kurucu bir tamamlanmamışlıktır. Tikel bir kimlik,
farklılaşan ilişkilerden oluşan açık bir sistem içindeki göreli konu­
mu nedeniyle bir kimlik olur. Haşka bir deyişle, bir kimlik, sınırsız
bir başka kim likler kümesinden farkıyla oluşur. Bu fark, l.aclau'nun
açıklamalarının seyri içinde, bir dışlam a ve/veya antagonizm a iliş­
kisi olarak saptanır, taclaunuıı buradaki başvuru noktası Hegcl'den
çok Saussure’d ıır ve bu. kimliğin vazedilmesini oluşturan (ve değiş­
mez bir biçimde sınırlayan) farkların nitelik olarak ikili olmadığı,
bütünlükten yoksun bir işleyiş alanına ait olduğu anlamına gelir.
Hegel'in felsefesinin mecazına ■ ‘bütünleştirici* diye karşı çıkılabi-
lır1 ve Lıclau'nıın bu tartışmada yapısalcılık sonrası bir Saussure
revizyonu sunduğu da söylenebilir; ama bütünlüğün statüsüyle ilgili
bu tür tartışmalar, önemli olmalarına karşın, bizi başka bir yöne gö­
türürler. Her neyse, bana göre, tüm tikel kimliklerin içinden çıktığı
farklılaşan ilişkiler alanının sınırsız olması gerektiği konusunda he­
pimi/ hemfikiriz. Dahası, her kimliğin "tamaınlanmaınışlığr, farklı
ortaya çıkışının doğrudan bir sonucudur; Hiçbir tikel kimlik, diğer
kimliklerin dışlanmasını varsayıp kararlaştırmadan ortaya çıkamaz
ve bu kurucu dışlama ya da antagonizma, her kim lik oluşumunun
ortak vc eşit koşuludur.
Evrenselliği kuramsallaştırmada, bu farka dayalı sınırsız tanım
lamalar alanının laclau için oynadığı rol ilginçleşir. Eşdeğerlik zin-
ı irine siyasal bir kategori olarak işlerlik kazandırılınca, tikel kim ­
liklerin, zorunlu olarak eksik bir belirlenim durumunu bu türden
diğer kimliklerle paylaştıklarını kabul etmeleri gerekir. Onları or-
i.ıya çıkaran esasında bir farklar kümesidir ve bu farklar kümesi,
siyasal toplumsallık alanının yapısal özelliklerini oluşturur. Eğer
42 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTLER. ZlZEK. LACLAU

bu türden herhangi bir tikel kimlik, diğer kimliklerin de özdeş bir


yapısal durum içinde olduklarım kabul etmeden kendi durumunu
evrenselleştirmeye çalışırsa, ortaya çıkan diğer kimliklerle bir itti­
faka ulaşamaz ve bizzat evrenselliğin anlamını vc yerini yanlış sap
lar. Tikelin evrenselleştirmesi, özgül hır içeriği küresel bir duruma
yükseltmeye, kendi yerel anlamından bir imparatorluk oluşturmaya
çalışır. Laclau'ya göre, evrenselliğe “ içi boş, ama siliııemez bir yer"
olarak rastlanır (s. f»8). Evrensellik, keşledilebilcn ve ifadcleııdirile-
bilcn a priori ya da varsayılmış bir durum değildir; ortak bir içeri­
ğin birleştireceği tüm tikelliklcrin eksiksiz bir listesine ulaşma ideali
değildir. Paradoksal bir biçimde, evrensellik vaadini oluşturan şey.
böyle bir ortak içeriğin yokluğudur:

Eğer evrenselin yeri boş hır yerse vc herhangi bir içerik tarafından
doldurulmuınusı için a pı iori hiçbir ııcdcn yoksa, eğer bu yeri dol­
duran güçler savundukları soımıt siyasetler ile bu siyasetlerin boş
yeri doldurma yeteneği arasında kurucu bir biçimde yarılmışsa,
kurumsallaşma derecesi bir ölçüde sarsılan ya da /ayıllayan her­
hangi bir toplumun siyasal dili de yarılır (s. 60).

Ihı şekilde Laclau. tüm siyasallaşmaların ortak koşulunu saptar;


ama bu, kesinlikle içeriği olan bir koşul değildir: Daha çok, herhangi
bir özgül içeriğin bir kimliği tam olarak oluşturamaması koşuludur;
yalnızca evrensel olarak uygun olmakla kalmayıp, bizzat evrenselli­
ğin “ içi boş ve siliııemez yeri" de olan bir zorunlu başarısızlık koşu
ludur. Herhangi bir siyasal oluşum bu yeri doldurmaya çalıştığı vc
dolduramadığını görduğii için, o siyasal oluşum içiıulc belli bir zo­
runlu gerilim ortaya çıkar, bununla birlikte, bu yeri dolduramama
kesinlikle evrenselliğin gelecek vaadidir, her siyasal eklemlenmenin
sınırsız ve koşulsuz bir özelliği olma statüsüdür.
Siyasal bir örgütlenmenin bu yeri doldurma olasılığını bir ideal
olarak vazetmesi kaçınılmaz olduğu gibi, bunu başaramaması da
eşit ölçüde kaçınılmazdır. Siyasetin “amacı” olarak bu başarısızlı­
ğın peşinden gidilemeyeceği için, bir değer -aslında hiçbir siyase-
EVRENSELİ YENİDEN SAHNELEMEK M

(in onsuz yapamadığı bir evrensellik değeri- üretir. Bu yüzden öyle


görünüyor ki, siyasetin amacı, bu başarısızlığı diğer siyasal hare­
ketlerle ittifakının yapısal bir kaynağı olarak barındırmak için, de­
ğişmeliymiş gibi görünür. “ Bir eşdeğerlik zincirinde tüm terimler
bakımından özdeş olan şey,

herhangi bir doğrudan temsil biçiminden yoksun olan ve kendisi


ni farklı terimlerin eşdeğerlisiyle ifade eden topluluğun katışıksız,
soyut, mevcut olmayan tamlığı olabilir... Kşdeğerliklcr zincirinin
açık kalması önemlidir: Aksi takdirde, kapanması, tikelliği içinde
saptanabilir fazladan bir farkın sonucu olabilirdi ve bir mevcudi-
yetsızlık olarak topluluğun tamlığıyla karşılaşmazdık (s. 57).

Unda Zerilli, Laclau’nun evrensel kavrayışını şu terimlerle açık­


lar: “ Bu evrensellik Tek değildir: Bireylerin başına geçtikleri, önce­
den var olan bir şey (öz ya da biçim) değildir, siyasal eylemin kırıl­
gan. değişken vc her zaman eksik başarısıdır; var olan bir şeyin kabı
değil, bir mcvcudiyetsizliğiıı yer tutucusudur.” 14 Zerilli, Laclau'nun
siyasal kuramındaki kimliğin utamamlaıımamışlığınm" Lacancı
Cierçeğe indirgcncıncycceğini Zizek’in izniyle ustaca gösterir ve
evrenselin, dilsel ya da psişik bir özne koşuluna dayandırılmaya­
cağım öne siırer. Dahası evrensel, tikeli aşan düzenleyici bir ideal,
ııtopik bir koyul olmayacak, her zaman “siyasal olarak eklemlenmiş
lark ilişkileri" olacaktır (s. 15). Laclau'nun “evrenselin bir tikele asa­
lakça bağlanması'* dediği şeyi vurgulayan Zerilli, evrensele yalnızca
tikeller zincirinin kendisinde rastlanacağını öne sürer.
Zerilli, savunmasının bir parçası olarak, devrim sonrası
I raıısadaki Fransız feminizmini incelediği eserinde Laclau'nun tu­
lumunun örtük bir yeniden formülasyonuııu sunan Joan Wallach
Sıott'u anar. Zerilli, Scott’un “evrensele dahil olmanın bir koşulu
••larak cinsel farkı' hem kabul etme, hem reddetme gereksiniminin
ı/ıııi sürdüğünü belirtir (s. 16). O nly Padoxes to Offer’d a Scott, on
sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda Fransız feministlerin fark-
ı m temelinde hak talebinde bulunmak, aynı zamanda taleplerinin
-M O I.UM SAI.IJK. HEGEMONYA. KVRENSF.U.İK • BUTLKR. ZlZl.K, I.ACl.AU

evrensel oy hakkının mantıksal bir uzantısı olduğunu da öne sür


inek sorunda kaldıklarını savunur. Cinsel farkı evrensellikle uzlaş­
tırmak, birçok taktiksel ve paradoksal biçim aldı; ama bu tutumlar,
sorunun uyumsuz formülasyonunun üstesinden pek gelemediler.
Cinsel farkı savunmak, tikelciliği savunmak anlamına gelebilirdi:
ama -cinsel fark tüm insanlığın temel statüsü kabul edilirse doğ­
rudan evrensele başvuru da olabilirdi. Z crilli. Scott'un Ladau’nun
formülasyonunun tersi, ama onu tamamlayan bir formülasyon sun­
duğunu sezinliyor. Laciau her tikel iddianın yapısal tamamlaııma-
mışlığının bir evrenselle ilişkili olduğunu gösterirken, Scott evren­
sel iddiayı tikelden koparmanın olanaklı olmadığını gösterir. Ben.
bu tartışmaya Scott’un bizzat “cinsel fark" teriminin bir siyasal bağ­
lamda tikeli, başka bir siyasal bağlamda evrenseli ifade edebildiğini
göstererek, tikel ile evrenselin bazen kesin sonuca bağlanamayan
örtüşmesini vurguladığını göstererek katılırdım. Scott'un eseri bana
aşağıdaki soruyu kışkırtıyormuş gibi görünüyor: Bir iddianın tikel
ya da evrensel olduğunu her zaman bilir miyiz ve siyasal bağlamın
belirlediği iddianın anlambilimi, tikel vc evrensel ayrım ını karar ve­
ricime/ kıldığında ne olur?
Yukarıdaki açıklamayla ilgili iki soru sormak istiyorum: Biri bizi
tekrar Hegele ve tikel ile evrensel arasındaki ilişkiye: diğeri daha
ileriye, yukarıda kısaca sözü edilen kültürel çeviri sorununa götü­
rür. Birincisi: Evrenseli hem tikeller arasındaki ilişkide, hem bu iliş­
kiden ayrılamaz bulmak tam olarak ne demektir? İkincisi: Siyasal
yaşamda evrensel, etkin vc işeyen bir kavram olacaksa, Laciau vc
Zerilli'nin incelediği tikeller arasındaki ilişki bir kültürel çeviri iliş­
kisi mi olmalı?
Birinci soru, kim liğin bu yapısal tamamlanmamıştık statüsünü
incelememizi gerektirir. Bu lamamlanmaınışlığı kesin kılan yapı­
sal düzey nedir? Ladau'nun muhakemesi Saussurecü dil modeline,
bunun yanı sıra benim ve Z iiek ’in çalışmalarını kuşku götürmez
bir biçimde etkileyen Bilginin A rk e o lo jis in d e Foucaultnun bunu
kendine mal ediş şekline dayanır. Her kimliğin bir farklılaşan ilişki
EVREN SELİ YENİDEN SAHNELEM EK 43

ler alanında vazedildiği fikri yeterince açıktır; ama eğer bu ilişkiler


toplumsal öncesiyse ya da toplumsalı koşullayaıı vc yapılandıran,
ama ondan ayrı olan yapısal bir farklılaşma düzeyini oluşturuyor­
larsa, evrenseli başka bir alana da yerleştirmiş oluruz: tüm dillerin
yapısal özelliklerine. İle r iki proje dilin kimi karakteristiklerinin
evrensel bir anlatımını geliştirdikleri düşünülürse, bu, konuşma
ediminin yapısal varsayımlarındaki evrenseli saptamaktan önemli
ölçüde farklı mıdır?
Böyle bir yaklaşım, biçimsel dil çözümlemesini, dilin kültürel ve
toplumsal sö/.diziminden ve anlambiliminden ayırır vc bu da, dil
ılr ilgili söylenenlerin tüm dil kullanıcılarıyla ilgili söylendiğini vc
dilin tikel toplumsal vc siyasal oluşumlarının, bizzat onunla ilgili
daha genelleştirilmiş ve bağlamsal olmayan bir hakikate ait durum­
lardan başka bir şey olmayacağını gösterir. Dahası, evrenselliği “ içi
boş" bir yer. özgül içerikler tarafından “doldurulan" bir yer olarak
tasavvur edersek ve siyasal anlamları, o boş yerin doldurulduğu içe­
rikler olarak anlarsak, o zaman siyasetin dile dışsallığını vazederiz
ve bu, I.aclau'nun savunduğu siyasal performatitlik kavramını si­
ler gibi görünür. Neden evrenselliği, içeriğini önceki vc sonraki bir
olayda arayan içi boş bir “ yer” olarak tasavvur edelim? Kendisine
kaynaklık eden içeriği inkâr ettiği ya da bastırdığı için mi içi boştur
vc ortaya çıkan biçimsel yapıda inkâr edilmişin izi nerededir?
I vrensellik iddiası her zaman verili bir sözdiziınindc, tanınabilir
m.ılıalde belli bir kültürel gelenekler kümesiyle gerçekleşir. Aslın-
d.ı. iddia, iddia olarak tanmmaksızın iddiada bulunulamaz. Peki,
bir iddia olarak tanınabilir olup olmamayı düzenleyen nedir? Açık
çıı. evrensellik iddiası için tanıtıcı bir retorik vc bu tür iddiaların
luııınmasında işin içine giren bir normlar kümesi vardır. Dahası,
neyin evrensellik iddiası olup olmaması gerektiği, kimin bu iddi-
.ıd.ı bulunabileceği ve bu iddianın hangi biçimi alması gerektiği
I onusunda uluslararası düzeyde bir kültürel konsensüs yoktur. Bu
vli/den, iddianın işe yaraması, konsensüsü zorlaması ve iddianın,
■lıll*'ildirdiği evrenselliği poerformatif olarak hayata geçirmesi için,
■16 OIAIM SAI.I.IK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK • M İTLER. ZlZEK. l a c i .a u

evrensel iddiaların anlamının ve gücünün ortaya çıktığı çeşitli re-


toriksel ve kııltürcl bağlamlara çevrilmesi gerekir. Yani, hiçbir ev­
rensellik iddiası kültürel bir normdan ayrı olarak gerçekleşmez ve
uluslararası alanı oluşturan birbirine rakip bir di'/i norm dikkate
alındığında, kültürel bir çeviriyi doğrudan gerektirmeyen hiçbir id­
diada bulunulamaz. Çeviri olmaksızın, bizatihi evrensellik kavramı,
ilke olarak geçilebilir olduğunu iddia ettiği dilsel sınırları geçemez.
Bu, başka bir şekilde de ifade edilebilir: Evrensellik iddiasının bir
.sınırı çevirisiz geçebilmesinin tek yolu, sömürgeci vc yayılmacı bir
mantıkla geçmesidir.
Yakın zamanda akademide yeniden canlanan Anglo-feminizm,
yerel kültürlerde geçerli normlara aldırmadan ve kültürel çeviri
işini üstlenmeden, kadınların koşulları ve haklarıyla ilgili evrensel
iddialarda bulunmanın önemini yeniden ifade etmeye çalıştı (O kin,
Nussbaum). Yerel kültürlerin uluslararası feminizmin karşısına çı­
kardığı sorunun üstesinden gelmeye yönelik bu çaba, kendi normla­
rının dar görüşlü niteliğinin farkında değildir vc feminizmin, yerel
İkinci ve Üçüncü Dünya kültürlerini imha edip ortadan kaldırarak
kendi uygarlık norm larını dayatan A BD ’nin sömürgeci amaçlarıy­
la tam bir suç ortaklığı içinde çalışmasını hesaba katmaz. Elbette,
çevirinin kendisi egemen değerleri madunların diline taşımanın
aracı haline gelince ve madunlar bunları kendi “ kurtuluş’larının
işaretleri olarak bilme ve anlama tehlikesini göze alınca, kendi başı­
na çeviri de sömürgeci yayılma mantığıyla tam suç ortaklığı içinde
çalışabilir.
Ama bu sınırlı bir sömürgecilik görüşüdür, sömürgeleş!irilenin,
fark edilir bir biçimde Avrupa-merkezci olan normlara göre bir
özne olarak ortaya çıktığını varsayan bir görüştür. Gayatri Chakra-
vorty Spivaka göre, *‘enternasyonalizm"in yaııı sıra “evrenselcilik"
de haklar konusuna odaklanan bir siyasete egemen olmaya başlıyor
ve böylece küresel sermayenin gücünü vc farklı sömürü biçim leri­
ni, madun halklar kuramının dışında bırakıyor. Spivak’ın sözleriyle,
Avrupa-mcrkczci özne kategorisiyle ifadelendirilemeycn yoksullaş­
EVREN SELİ YENİDEN SAHNELEM EK 47

tırılm ış yaşam biçimini düşünmek /orundayız. Spivaka göre, siya­


sal kendi kendini temsil anlatısının kendisi belli bir egemen Solcu­
luğun parçasıdır; ama bu, hegemonik direniş alanım oluşturan her
şeyi kapsamaz. “ Madun Konuşabilir mi?"dc Spivak şunları söyler:
Transız entelektüellerin [esas olarak Delcııze ve Foucault’ya işaret
ediyor] Avrupa'nın ötekisinin adsız öznesindeki ar/.uyıı ve iktidarı
hayal etmesi olanaksızdır" (s. 280).-'" Avrupa'nın madun ötekisinin
dışlanması, Avrupa'nın epistemik rejimlerinin üretimi bakımından
o kadar merkezidir ki, “ madun konuşamaz." Spivak bu iddiayla,
madunun kendi arzularını ifade etmediğini, siyasal ittifaklar kur­
madığım, kültürel ve siyasal bakımdan anlamlı sonuçlar yaratma­
dığını değil, egemen aracılık kavramsallaştırmaları içinde, madu­
nun aracılığının okunaksız kaldığım anlatmak ister. İş, bir şiddet
rejimini, madunu kendi üyesi olarak içerecek şekilde genişletmeye
kadar vardırılmaz: Madun, aslında orada zaten içeriluıiştir ve silin ­
mesinin şiddetini yaratan tam da bu içerilişiniıı araçlarıdır. Orada,
madunun yerinde tek bir “öteki" yoktur, homojenleştirilemeyen ya
ila homojenleştir ilmeleri, epistemik bir şiddetin sonucu olan bir
ılı/ı halk vardır. Birinci Dünya entelektüelleri, madunu “ temsil et­
mekten'' geri duramazlar; ama temsil işi kolay olma/; ö/ellikle de
bir çeviriyi gerektiren bir varoluşla ilgili olduğunda, zira çeviri her
/aıııan kendine mal etine riski taşır. Denemesinde Spivak, Birinci
Dünya entelektüellen adına kendi kendini sınırlayan bir kültürel
çeviri pratiğini hem tavsiye eder, hem hayata geçirir.
İlen i “ kabilesel olanı rom antikleştirıne'yi, hem sömürgeci “ak
lııı" .ıracı olan saydamlık hilesini reddeden Spivak kültürel çeviriyi,
bu siyasal sorumluluk kuramı ve pratiği olarak sunar.21 Feminist
öykülerini çevirdiği Mahasvveta Devi’ye. konuşan bir madun ola
rak işaret eder. Ama burada''konuşm a'nııı ne olduğunu bildiğimizi
ııım.ıınalıyız; zira bu öykülerle. Devi nin yazdıklarının eldeki söy­
lemlerin bir sentezinden çok, var olan tüm kolektiflik söylemlerinin
l«« skin kenarlarını gösteren, söylemler arasında “şiddetli bir mekik
dokuma“ olduğu ortaya çıkar. Çevirm enin amacının bu yazıyı,
48 OLUM SALLIK. HEGEM O N YA,EVREN SELLİK . BUTLER. ?J2 EK . LACLAU

Anglo-Avrupalı bir okur kitlesi için anlaşılabilir eyleyicilik biçim le­


rine sokmak olduğunu peşinen varsaymadan, bu lür bir dışlamanın
hareketliliğini okumayı bilmeden, hegemonyayı okuyabilir miyiz?
Bu anlamda, diyebiliriz ki. sömürgecilik sonrası çevirmenin göre­
vi, bir epistemenin kurucu şiddetinin anlatısallıktaki kopukluklar
aracılığıyla bilinebilmesi için, söylemlerin yakınsak olm ayışını be­
lirginleştirmektir.
Ç eviri, sömürgecilik karşıtı olanağa sahip olabilir; zira egemen
dilin ele alabildiği şeyin sınırlarını da açığa vurur. Egemen bir te­
rim. madun bir kültürün diline (deyimlerine, söylemsel ve kurum ­
sal normlarına) çevrilince, aynı kalması her zaman söz konusu
olmaz. Aslında, egemen terimin figürü, maduniyel bağlamında
taklit edilip yeniden kullanıldığında değişebilir. Bu yüzden, I lomi
Bhabha'nın gösterenin sömürge bağlamında yarılmasına yaptığı
vurgu, Hegelci d ili kullanmak gerekirse, efendinin, mimetik bir ik i­
lemeyle ele alınmakla öncelik ve özgünlük iddiasını bir miktar kay­
bettiği göstermeye çalışır. Mimesis, birinci terimin yerinden olması
sonucunu doğurabilir ya da terimin, herhangi bir öncelik ve sahici
anlam iddiasını zayıflatan bir dizi yer değiştirmeden başka bir şey
olmadığını açığa vurabilir. Elbette, bulaşıklaşmayan çeviri yoktur;
ama özgün olan, terimi farazi otoritesinden ayıran bir kendine mal
etme olmadan yer değiştiremez.
Evrensellik beyanının kültürel konumu vurgulanırsa, yalnızca
çevirinin risklerini varsaymayan etkili bir evrensellik nosyonunun
olamayacağı değil, bizzat evrensellik iddiasının, kültür içinde her­
hangi bir evrenselci iddianın biçimsel özelliklerini kültürel özellik­
lerinden ayırmayı olanaksızlaştıran çeşitli sentaktik düzenlemelere
bağlı olduğu da görülür. Evrenselliğin hem içeriği hem biçimi ol­
dukça tartışmalıdır vc seferberlik sahneleri dışında ifadelendirile-
mezler. Foucault’nun soykütüğü dilini kullanırsak, evrenselliğin bir
“oluşum" [E mM c/ium i»! ya da hasımların ortak bir mekâna ait olma­
dıklarını gösteren katışıksız bir mesafe," bir “ yok-yer" olduğunda
ısrar edebiliriz. “ Dolayısıyla, bir oluşumdan hiç kimse sorumlu
EVRENSELİ YENİDEN SAHNELEM EK 4V

değildir: H iç kimse bunla övünemez, çünkü her zaman çatlaklar­


da gerçekleşir.” ” Evrenselliğin bir "çekişme alanı” olduğunu savun­
mak, akademik bir kalıp haline geldi; ama bu çekişmenin anlamım
ve vaat ettiklerini değerlendirmek öyle olmadı.
Bir yanda -Laclau ve ¿ite k ’in çok iyi bildiği ve Etienne Balibar’ın
çok açık bir biçimde oraya koyduğu gibi2’- evrensellik, sömürgeci
ve ırkçı uygar "insan” anlayışlarını yaymak, belli insan topluluk­
larım insan alanından dışlamak ve kendisini sahte ve kuşkulu bir
kategori olarak üretmek için kullanıldı. Bu tür evrensellik fikirle­
rini eleştirmeye başladığımı/da, bazılarına -özellikle de Haber-
ıııasçılara- aklımızda başka bir evrensellik kavramıyla, sahiden
her şeyi kapsayacak bir kavramla çalışıyormuşuz gibi görünebilir.
I adau’nun ikna edici bir biçimde öne sürdüğü gibi, hiçbir evrensel­
lik kavramı hiçbir zaman her şeyi kapsayamaz ve tüm olası içerik­
leri kuşatabilseydi, yalnızca zaman kavramını kapatmakla kalmaz,
hizzal evrenselliğin siyasal etkisini de mahvederdi. F.vrensellik, açık
uçlu bir hegemonya mücadelesiyle bağlantılıdır.
O zaman, oy hakkından yoksun bir grup “evrensellik" iddiasında
bulunmaya, evrenselliğin kapsam alanına dahil edilmesi gerektiğini
İddia etmeye başlayınca, ne olur? Bu iddia daha geniş, daha teınel
İm evrensellik nosyonunu mu gerektirir ya da iddia performatif
midir ve '/.ifok'in terimleriyle, kendi ortaya çıkış koşullarına geriye
ılomık bir zorunluluk dayatan bir evrensellik nosyonu mu üretir?
Yoııı evrensellik her zaman doğruymuş gibi mi görünür? Bu son
lorınıilasyon, evrenselliğin önsel bir kavram olarak var olduğunu
ılı ğil, vazedilmiş olmanın bir sunucu olarak, her zaman öyleymiş
ııllcliğı kazandığını kabul eder. Ama burada dikkatli olmalıyız: Yeni
(’vıcıısellik biçim lerinin vazedilmesi, herkes için bu sonucu üret­
im-/ ve şıı andaki ulusal egemenlik ve grup haklarını genişletmenin
ulularıyla ilgili mücadelelerin çoğu, bu tür iddiaların performatif
•ımıslaım ın pek de birörnek olm adıklarını doğrular.
50 OLUM SALLIK, HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTLER. 2l2EK. LACLAU

Terimin geleneksel olarak dışladığı kişilerin evrensellik iddiaları,


çoğu kez belli bir perfornıatif çelişki türii üretir. Ama bu çelişki, I le-
gelci tarzda, kendi kendini iptal edici değildir; kavramın kendisinin
hayaletsi ikizleşmesini açığa vurur. Ve evrensellik iddiasının gerçek
yerinin ne olması gerektiği konusunda bir dizi uzlaşmaz spekülas
yonu harekete geçirir. Kim dile getirebilir? Nasıl dile getirilmeli­
dir? Bu soruların yanıtlarını bilmememiz, evrensellik sorununun
halledilmediğini doğrular. Başka bir yerde öne sürdüğüm gibi,'1'
evrenselin henüz geliştirilmemiş olduğunu öne sürmek, “ henüz
gerçekleşmemişin, bir evrensel anlayışına uygun olduğunda ısrar
etmektir: Evrensel tarafından “gerçekleştirilmemiş" kalan şey, esa­
sında evrenseli oluşturur. Evrensel; bir bakıma, tam da kapsamadık­
ları, ''k in iin yerini tutma yetkisi olmayan, ama yine dc kendisince
içeril meyi talep edenler onun siiregiden formülasyonuna meydan
okuduklarında, “ yok yer" olduğunu, temel zamansal kip olduğunu
ilan eder. Burada, içinden çıktıkları kültürel konumları bir şekil­
de aşan evrensellik norm larının dışlayıcı işlevi söz konusudur. Bu
normlar çoğu kez kültürleriistü ya da var olan kültürel görenekler
hakkında bir yargıya varmak için kullanılan biçimsel ölçütler gibi
görünmelerine karşın, bir soyutlama süreciyle görenek-sonrası
ilkeler gibi görünmeye başlayan kültürel göreneklerdir. O halde
görev, bu biçimsel evrensellik kavrayışlarını tekrar “ içeriklerinin
bulaşıklaştıraıı izine havale etmek, ideolojik kafa karışıklığım daha
da arttırdığı için biçim/içerik ayrımından uzak durmak, normların
anlamı vc kapsamıyla ilgili bu mücadelenin aldığı kültürel biçimi
hesaba katmaktır.
Birinin evrenselin himayesi altında konuşma hakkı yoksa, ama
yine de evrensel haklar iddiasında bulunarak konuşuyor ve bunu da
mücadelesinin tikelliğini koruyacak şekilde yapıyorsa, o zaman bu
biri, kolayca saçma ya da olanaksız denerek önemsenmeyebileceği
bir biçimde konuşmaktadır. "Lczbiyen ve gey insan hakları," hatta
“ kadınların insan hakları" sözlerini duyduğumuzda, tuhaf bir ev­
rensel vc tikel komşuluğuyla, ikisini ne sentezleyen, ne de ayrı tutan
EVRENSELİ YENİDEN SAHNELEM EK 51

bir komşulukla karşı karşıya kalırı/.. İsimler sıfat işlevi görür; birer
kimlik ve dilbilimsel “ töz" olmalarına karşın, birbirlerini niteleme
ve nitelenme ediıni içindedirler de. Açıkça, daha önce tanımlandığı
şekliyle “ insan" Iczbiycnleri, geyleri ve kadınlan kapsamına kolayca
alamadı ve şu andaki seferberlik, insanın, uluslararası hukukun ev­
rensel menziline sınırlar koyan “ iıısan'ın geleneksel sınırlamalarını
ortaya koymaya çalışıyor. Ama evrenselliğin bu geleneksel normla­
rının dışlayıcı niteliği, geleneksel anlamın gclenekdışılaştığı (ya da
yjıilış kullanılır hale geldiği) duruma girmek anlamına gelmesine
karşın, terimden daha fazla yararlanmaya engel değildir. Bu. daha
doğru bir evrensellik ölçütüne a priorı bir başvuru olanağına sahip
olduğumuz anlamına gelmez. Ama geleneksel vc dışlayıcı evrensel­
lik normlarının, tersten tekrarlarla, yeni bir talepler kümesini hare­
kete geçirirken aynı zamanda eski formülasyonun sınırlı ve dışlayı­
cı özelliklerini açığa vuran gelenekdışı evrensellik formülasyonları
üretebildiklerini gösterir.
Ih e Black A tla n tic le * “evrensellik" de dahil olmak üzere, mo­
dernliğin anahtar terimlerini toptan reddetmeye yol açan çağdaş
kuşkuculuk biçimleriyle tartışan Paul Gilroy, bu noktaya anlamlı bir
biçimde değinir. Bununla birlikle, Gilroy, I lahermas'ın “ modernlik
projesi’ nde köleliğin merkeziliğini hesaba katamadığını belirterek*
I labermas’lan da uzak durur. Gilroy göre, I iabermas'ın başarısızlı­
ğı. Kant'ı Hegel’e tercih etmesine bağlanabilir (!): “ Habermas, hem
Hcndiyi hem köleyi ilk önce özbilince, ardından hayal kırıklığına
K"iurdüğü, her ikisini doğru, iyi ve güzelin ortak bir kökene sahip
olmadıklarını anlama mutsuzluğuyla karşı karşıya kalmak zorunda
l>ıı.ık(ığı için, köleliğin modernleştirici bir güç olduğunu öne sürer
le ıı Hegel’in yolunu izlemez” (s. 50). Gilroy, bizzat modernlik te-
ı imlerinin bu terimlerden dışlananlar tarafından köklü bir biçimde
yeniden kendilerine mal edilebileceği fikrini kabul eder.
Modernliğin ana terimleri, lam da onlardan yararlanma yetkisi
I <inlilerine peşinen tanınmamış olanlar tarafından dile getirildik*
İt ıı için, yenilikçi bir yeniden kullanıma -bazıları “ yanlış kullanım"
52 O LU M SAU.IK.H EG EM O SYA.KVRBN SEI.u k • BUTLER. 212KK. LACLAU

diyebilir- tabidirler. Ortaya çıkan şey ise, bana göre ne yalım ca


evrensel, ne de yalnızca tikel olan bir tür siyasal iddiadır; aslın­
da, evrenselliğin belli kültürel formülasyonlarında asli olarak var
olan tikel çıkarlar açığa vurulur ve hiçbir evrensel, içinden çıktığı
ve içinde seyrettiği tikel bağlamların kendine bulaşmasından kur­
tulmaz. özgürleşmeye evrensel onay verilmesinde ısrar eden köle
ayaklanmaları, en azından ikili bir risk taşıyan bir söyleme borçla­
nırlar; Özgürleşen köle, kendisini, vatandaşlık öğretisinin hazırda
tuttuğu yeni bir tabiiyet tarzı içine salınmış bulabilir'6 ve bu öğreti,
kavramsal bakımdan, kendisinin olanaklı kıldığı özgürleşmcci id
dialar tarafından yarılm ış olabilir. Evrensel, onun hulaşılmışlığına
işaret edenler tarafından kullanıldığında neler olacağını kestirme­
nin hiçbir yolu yoktur; ama evrenselin temizlenip yeni bir biçim cili­
ğe sokulması, yarılmasını ve hayaletsi durumunu üreten diyalektiği
yeniden başlatmaktan başka bir şey yapmayacaktır.
Kurulu bir söyleme “ başvurmaya çalışmak," aynı zamanda “ yeni
bir iddiada bulunma" edimi olabilir ve bu zorunlu olarak eski bir
mantığı genişletmek ya da iddia sahibinin var olan bir rejimle kay­
naşmasını sağlayan bir mekanizmanın içine girmek değildir. Kuru­
lu söylem, ancak sürekli yeniden kurularak kurulu kalır; bu yüzden,
bizzat bunun gerektirdiği tekrar içinde kendini tehlikeye atar. Daha­
sı. önceki söylem, kesinlikle, söyleyemediği bir şeyi, söylemin şim­
dideki etkin uğrağıyla “ işlediğini" ve devamı bakımından bu güncel
kerteye temelde bağımlı olduğunu gösteren bir konuşma edimiyle
tekrarlanır. Bu yüzden, tekrarlayıcı konuşma edimi, kurulu söylemin
geçmişini, onun evrenselin parametrelerinin siyasetteki tanımlanışı
üzerindeki özel denetiminden yoksun bırakma olasılığını -zorun­
luluğunu olmasa da sunar. Bu siyasal pertormatiflik biçimi, kendi
iddiasını geriye dönük olarak mutlaklaştırmaz; meşruiyeti varsayı­
lan bir otoriteden yenilenme mekanizmasına kaydıran bir kültürel
normlar kümesini naklederek yeniden düzenler. Böyle bir kaydır- i
ma. söylemdeki meşruiyet hareketliliğini daha çift-değeri i kılar -ve
yeniden formüle edilmeye daha fazla açık hale getirir. Aslında, bu
BVRKNSF.Lİ YEN İD EN SAHNELEM EK »

lıir iddialar bizi zaten sahip olduğumuz bir bilgeliğe geri götürmez;
siyasal ilke norm ları üzerinde hak iddia ederken bilmeme duygu
ımızun ne kadar köklü olduğunu ve olması gerektiğini gösteren bir
dizi soruyu kışkırtır. O halde, hak nedir? Evrensellik ne olmalıdır?
Ilır “ insan" olmanın ne olduğunu nasıl anlarız? O nedenle mesele
l aciau. Z iie k ve benim kesinlikle kabul edebileceğimiz gibi- bu
sorulara yanıt vermek değil, bir açılım a izin vermek, soruları bes­
leyen siyasal bir söylemi kışkırtmak ve herhangi bir demokrasinin
kendi geleceğiyle ilgili ne kadar cahil olduğunu göstermektir. Ev*
tensellik kültürel bir dil dışında dile getirilemez; ama itadelendiril-
ıııesi, yeterli bir dilin bulunduğunu ima etmez. Yalnızca şu anlama
gelir: Adını andığımızda, sınırlarını zorlayabilmcınize rağmen ki
zorlamalıyız . dilimizden kaçmayız.

Notlar

I I mcsıo Laciau vc Chantai Moufle. Hegemony and Socialist Strategy: Tinnm ii


h Radical Democratic Politics. Verso. I.ondra vc New York 19X5 {Hegemonya
w Soswilbt Strateji* çcv. M. l)o£an Şahiner, Ahmet Kardam. Bm kim Yay..
Istanbul. 1992; ikinci Kaskı: çcv. Ahmet Kardam. İletimim Y jy.%Istanbul, 200X)
' Sc via Iknhabib. Critique. Sorm . iuuf Utopia: A Stiui)' of the h'tmmkuiom o f
Critica/ Theory. Columbia University Press, New York. 19X6. *. 279-354
I !.leştin, Sorm ve Otopya. çcv. İsmet Tekerek, İletişim Yav., Istanbul, 2005).
1 <• W. F Hegel, 77fe Encyclopaedia l.ogic: Part / o f the Encyclopaedia o f
Philosophical Sciences with the Z usatzc. çcv. T. F. (kracts. W . A . Stichling vc H.
S Hans, Hackctt. Indianapolis. 1991 [Felsefi Bitimler Ansiklopedisi I: M miik
Kılımı, çev. A /j/ Yardımlı. Idea Yay., Istanbul, 2(KM).
I t i \V. I . Ilcg cl, Hegel's Science o f Logic. çcv. A. V M iller, Humanities Press.
New York. 1976.
' Ilk: Jean-Luc Nancy, L'Inquiétude du négatif Hachette. Pans. 1997.
6 <¿ W F. Ilcg cl, Heget.%Phenomenology o f Spirit, çcv. A . V. M iller, Oxford
University Press, Oxford. 1977 | Tinm Cörüngübilimi, çcv. A . Yardımlı. Idea
Y jy , Istanbul. 2004)
54 OLUMSALLIK. H LG EM O N YA. EVRENSELLİK • BUTLER. 2 l2E K . LACLAU

7. Bkz llonu Bhabha. The bnatton o f Culture, Roııtlcdgc. New York. 1996.
8. Tanımın bu noktası konutunda Bkz. Johannes I ahıan. Time tun! the Other llow
Anthnyyotogy Makes ils Ohteci. Columbia University Press. New York. 1983.
9. Bkz. Slavoj 2i2ek, Tarrying with the Negative: Kant. Hegel, am i the Critique o f
Ideology, Duke University Press, Durham, 1993.
10. agy.
11. Bkz. Judith Butler, Gemler TmuNe Feminism and tin' Subversion o f Identity,
Rout ledge. New York. 1990 [Cinsiyet Belaıı, çcv. Başak F.rtÛr, Metis Yay.,
Istanbul. 2008).
12 Bkz oriak yazarh diyalog "Uses of Fquality“dc Lmcsto Laclau ile Judith
Butler'm dûşüncc alışverişi, Diacritics 27.1. Bahar 1997.
13. Denise Riley. Tlte Ifbnh o f Selves: Identif* anon. Solidarity. Irony* Stanford
Univerxity Press. Stanford. 2000.
14. lvroesto Laclau. ed . The Making o f Political Identities. Verso, Londra ve New
York. 1994 [Siyasal Kimliklerin Olucumu, çcv. Ahmet Fethi, Sarmal Yayınları,
I995J.
15. Joan Wallach Scott. Only Paradoxes to Offer French Feminists and the Right o f
K1an{ Harvard University Prcss, C ambridge (M A .), 1 9 % ), Fransız Dcvnmindcki
feminist iddiaların ne kadar iki yönlü olduklarını vc her /amaıı iç tutarlılığa sahip
olmadıklarını gösterir: Hem kadınların lıakkırıyla ilgili o/gül bir iddiada, hem
kadınların kişi oluşlarıyla ilgili evrensel bir iddiada bulunulur. Aslında, bana
öyle geliyor kı. pek çok a/ınlık hakları mfkadclcsı aynı andı hem tıkclci. hem
evrensele i stratejiler kullanıp. Aydınlanmanın evrensellik nosyonlarıyla mutlak
bir ilişkiyi besleyen siyasal bir söylem üretiyor. Tikel ve evrensel iddiaların
bu paradoksal örtfışmesiylc ilgili güçlü bir formülasyon için hkz Paul Gilroy,
The Black Atlantic: Modernity am i DouMe Consciousness, Harvard University
Press, Cambridge (M A .) 1993.
16. Emesto Laclau. Enumcipatkmfs), Verso, Londra ve New York, 1996 [Evrensellik.
Kiıniık ve Özgürleşme, çcv. Lrluğrul Başer, Birikim Yay., İstanbul, 2003).
/ 7. Bkz. Judith Butler. Subjects o f Oestre: Hegelian Reflexions in Twentieth-Century
France ( 1987). Columbia University Press. New York. 1999, yeni Onsöz.
18. Linda M. Ci. Z cn lli. “ 1he Universahsm Which is Not One,** Diacritics 28.2, Yaz
1998: 15. Özellikle M r Naomi Schor eleştirisi.
19 M ichel I oucault. The Archaeology' o f Knon ledge The Discourse on Language,
çcv. Akin Sheridan. Pantheon Books. New York. 1972 \Bilginin Arkeolojisi. çev.
Veli Urhan. Birey Yayıncılık. Istanbul. 1999)
20. G ayatıi Chakravorty Spivak. “Can the Subaltern Speak?’*, Marxism and the
Interpretation o f Culture, ed. Cary Nelson ve Lawrence Cirossbcrg. University
oflllin4>is Press. Urtana. 1988 içiruSc.
21. Cîayatri Chakravorty Spivak. Mahasweta D evi’nin “ Imaginary Maps"inc
“Çevirmenin önsAzÛ" ve “ Sonsöz,” The Spivak Reader içiı>de. ed. Donna
Landry veCkrald Mac Lean, Koutlcdge. New York. 1996, s. 275.
EVREN SELİ YENİDEN SAHNELEM EK 5S

22. Michel Foucault."Nietzsche, Genealogy. History," İM/t^ua^e. Countcr-menutry,


Practice içinde, cd. IXmald F. Bouchard, Cornell University Press. Ithaca, 1977.
s. l50|**Nict/scbc. Soybilim , Tu\W \ Felsefe Sahnesi içinde, çcv. Işık ttrgûden.
Ayrıntı Yay.. Istanbul. 20(>4|.
23. foienne Balihar. “ Ambiguous Universality," Differences 7.1. Bahar 1995.
24. Bkz Juditli Duller. Excitable Speech: A Politic* o f the Per/omtative, Routledgc.
New York, 1997.
25 Paul Gilroy, agy.
26. Saidiya Hartman. Scenes o f Subjection. Oxford University Press. New York,
1998.
Kimlik ve Hegemonya:
Siyasal Mantıkların Oluşumunda Evrenselliğin Rolü
Ernosto Laclau

I. H egem onya: Bir adda ne vardır?

Juclillı Butlcr’ın 8a sorusunu çıkış noktam olarak alacağını: "Siya­


sal eğilimlerimizi tarif etmek bakımından hegemonyanın yararlı bir
kategori olduğu konusunda hâlâ hemfikir m iyiz?" Yanıtım kesin­
likle olumludur ve “ hegemonyanın yararlı bir kategoriden fazla bir
şey olduğunu eklemek isterim: Siyasal bir ilişkinin fiilen kurulduğu
alanı tanımlar. Bununla birlikte, bu iddiayı temellendirmek, hege-
monik bir mantıkta özgül olan şeye ışık tutmayı gerektirir. Bunu,
klasik hegemonik bir yaklaşımın siyasal kuramın temel kategorile­
rinde ortaya çıkardığı kavramsal kaymaları değerlendirerek yapma­
ya çalışacağım.
Marx’tan, hegemonyanın sıfır noktası sayılabilecek bir pasaj ak­
tararak başlayalım:

Almanya'da proletarya ancak yükselen sınai gelişmenin bir sonucu


olarak meydana geliyor. Zira doğal olarak meydana gelen yoksullar
değil, yapay olarak yoksullaştırilanlar, toplumun ağırlığı tarafından
mekanik olarak c/ilen insan kitleleri değil, toplumun, esas olarak
da orta tabakanın zorlu çözülmesinden doğan kitleler prolelaryayı
oluşturur... O zantaııa kadarki dünya düzeninin çözülüşünü ilan
etmekle proletarya, yalnızca kendi varoluşunun sırrını ifade edi­
yor: zira kendisi aslında o düzenin çözülüşüdür. Özel mülkiyetin
olunısuzlanmasım istemekle proletarya, toplumun proletarya ilke­
k im l ik v f . iif x ; i ;m o n y a 57

si haline getirdiği şeyi, kendisinin işbirliği olmaksızın, toplumun


olumsuz sonucu olarak kendisinde zaten içerilen şeyi bir toplum
ilkesi düzeyine yükseltir... Felsefe proletaryada kendi maddi silah­
larını bulduğu gibi, proletarya da felsefede kendi tinsel silahlarını
hıılur. Düşüncenin şimşeği masıım halk toprağına çarpınca, A l­
manların özgürleşip insanlara dönüşmesi gerçekleşir.1

Şimdi bu pasajı, ayın denemeden başka bir pasajla karşılaştıralım:

Kısmi, salt siyasal bir devrim hangi temele dayanır? Sivil toplumuıı
bir kesiminin özgürleşip genel egemenliğe ulaşmasına; belirli bir
sınıfın, kendi tikel durumu nedeniyle, toplumun genel özgürleş­
mesini üstlenmesine... liir ulusun devrimi ile sivil toplumun tikel
bir sınıfının özgürleşmesinin örtuşınesi için, bir tek zümrenin tüm
toplumun durumu olarak kaluıl edilmesi için, toplumun tüm ku­
surları tam tersine başka bir sınıfta toplanmalı, tikel bir zümreye
tiinı toplumun aleni suçu olarak bakılmalıdır ki, o alandan kur­
tuluş, genel öz-kurtuluş gibi görünsün. Bir zümrenin dört başı
mamur bir kurtuluş züınıesi olması için, başka bir zıımre onun
aksine aleni baskı zümresi olmalıdır.'

Ilıı iki pasajı karşılaştırırsak, oldukça belirgin birkaç farklılıkla


karşılaşırı/. Birinci durumda, özgürleşme “ toplumun zorlu çözül
meşinden” kaynaklanırken, İkincisinde sivil toplumun kısmi bir
kesiminin "genel egemenliğe” ulaşmasının bir sonucu olarak mey­
dana gelir. Yani ilkinde tüm tikellik çözülürken, İkincisinde tikellik-
len bir geçiş, evrenselleştirici sonuçların ortaya çıkışının koşuludur,
birinci durumun dayandığı sosyolojik teleolojik hipotezi biliyoruz:
kapitalist gelişmenin mantığı orta sınıfların ve köylülüğün prole­
terleşmesine yol açar; öyle ki, sonunda homojen bir proleter kit
le burjuvaziyle nihai hesaplaşmasında, nüfusun büyük çoğunlu
ğıı haline gelecektir. Yani -topluluğun evrenselliğini cisimleştiren
proletaryayla- ayrı bir kerte olarak devlet var olma nedenini yitirir
ve devletin sönümlenmesi, devlet/sivil toplum ayrım ının gereksiz
leşi iği bir topluluğun ortaya çıkışının kaçınılmaz sonucudur. İkinci
durumda ise, aksine, bu türden verili, dolaymışız bir evrensellik öne
5* OLUM SALLIK, HEGEM ONYA. EVREN SELLİK • B U T L E R .?J?J:K. LACLAU

sürülemez: Tikel olmaktan çıkmayan bir şey, kendi likel amaçlarını


topluluğun evrensel özgürleşme amaçlarıyla özdeşleştirme hakkını
göstermek zorundadır. Dahası, birinci durumda, sivil toplumun fi­
ili varlığı evrenselliği kendinde ve kendi için kavradığı için, iktidar
gereksizleşirken; ikinci durumda potansiyel evrenselleştirici sonuç,
baskıcı bir kesimin uzlaşmazca dışlanmasına bağlıdır -demek ki,
iktidar ve siyasal dolayım, herhangi bir evrensel özgürleşmeli kim ­
liğin ayrılmaz bir parçasıdır. Üçiıncüsü, birinci durumda kurtuluş
dolaymışız bir tamlığa, ne ise o olmak için kendisine dışsal herhangi
bir şey edinmeyen bir özün geri dönüşüne yol açar. İkinci durumda
ise, özgiirleşmcci söylemi oluşturmak için iki dolayıma gereksinim
vardır: Birincisi, tüm toplumun özgürleşmeli söyleminde, yükselen
egemen kesimin tikel çıkarlarının dönüşümü; İkincisi, tam da bu
dönüşümün koşulu olan baskıcı bir rejimin varlığı. Bu yüzden, bu
durumda, özgürleşme, bir bütün olarak topluluğa seslenen evrensel
bir söylem olasılığı, tüm tikclliklcrin çöküşüne değil, tikellikler ara­
sında paradoksal bir etkileşime bağlıdır.
Hlbette, M arxa göre yalnızca tam, dolayındı olmayan uzlaşma,
gerçek özgürleşmeyi oluşturur. Diğer seçenek, sınıflı bir toplumla
bağdaşan kısıni ya da sahte evrenselliktir. Tam kurtuluşa ve ev­
renselliğe ulaşmak, Marx'm temel varsayımının doğrulanmasına
bağlıdır: kapitalizm altında sınıfsal yapının yalınlaşmasına. Tikel -
cilik aleminin belirsizce uzamaması için sermayenin mantığının
o yönde hareket etmemesi yetcrlidir (görmüş olduğumuz gibi, ev­
renselleştirici sonuçlar çokluğuyla bağdaşmaz olmayan bir tikelci-
lik). Şimdi, özgürleşme ve evrenselleşme bu modelle sınırlı olsaydı,
muhakememizin mantığı bakımından iki sonuç bunu izlerdi. B i­
rincisi, siyasal dolayım, sönümlenmek bir yana, tam da toplumda
özgürleşmenin ve evrenselliğin koşulu haline gelirdi. Ne var ki, bu
dolayım, toplum içinde sınırlı bir tarihsel aktörün eylemlerinden
kaynaklandığı için, llegclci evrensel sınıf gibi, katışıksız ve ayrı bir
alana atfedilemez. Bu, kısmi ve pragıııatik bir evrenselliktir. İkin ci­
si, bizzat egemenlik olasılığı, sınırlı bir tarihsel aktörün kendi “ kıs­
K İM LİK V E HEGEMONYA 59

m i" kurtuluşunu bir bütün olarak toplumun kurtuluşuyla eşdeğer


olarak sunma yeteneğine bağımlı kılınır. Bu “ bütüncü" boyut, tem­
silini üstlenen tikeliiğe indirgeııemeyeceği için, bizzat olabilirliği,
düpedüz egemenlik aygıtları karşısında ideolojik temsiller alanının
özerkleşmesini gerektirir. M arx’m sözleriyle, düşünceler maddi güç
haline gelirler. Egemenlik siyasal itaat oluşturmayı gerektiriyorsa
da. bu itaat ancak her egemenliği istikrarsızlaşlıran evrenselleşme
süreçleriyle sağlanabilir. Bununla, özgürleşmeci siyasette “ hegemo-
n ik ' dönümü olanaklı kılan siyasal ve kuramsal durumun tüm bo­
yutlarını görmüş oluruz.
Gramsci’nin “ hegemonik” müdahalesinin, hem Marx’in, hem
I Icgel’in siyasal düşüncesine ilişkin olarak ortaya koyduğu kuram­
sal kaydırmaları ele alarak başlayalım. Gramsci’nin sivil toplum
kavrayışıyla ilgili klasik bir denemede Norberto Bobbio'nun ısrarla
belirttiği gibi: “ G ram scitle s iv il toplum yap ısal uğrağa d eğ il, üstyapı-
sal uğrağa aittir.’' } Gramsci’nin kendi terimleriyle:

Şimdilik yapabileceğimiz şey, iki büyük ustyapit.il “düzey”i sap­


tamaktır: “Sivil toplum” deııilebilen. genellikle 'özel’ denilen or
gamzınaların toplamı olan düzey ile "siyasal toplum” ya da "dev­
let” düzeyi. Bu iki düzey, bir yanda, egemen grubun tüm topluma
uyguladığı “hegemonya'nın işlevine, diğer yanda “devlet” ve “adli
yönetimle uygulanan 'doğrudan egemenlik’’ ya da komuta işlevi
ne karşılık gelir/

Sivil toplumun hegemonyasına Gramsci’nin verdiği tipik örnek,


ortaçağdaki kilisedir.
Hem Marx, hem Gramscı, Hegel’in aksine, devlet karşısında si­
vil topluma ayrıcalık tanır; ama M arx’in Hegel’i tersine çevirmesi,
ıi' lyapının altyapıya bağlı kılınmasını gerektirirken, Gramsci için
tersine dönme tamamen üstyapının içinde gerçekleşir. Gramsci’nin
ovil toplum kavramının açıkça Hegcl’den türetilmiş olması mese­
leyi daha da karışıklaştırır, ama yine de üstyapısal bir kavram sayı-
lıı Bobbio'ya göre bu, ancak Gramsci Hegel’in bir “gereksinmeler
60 OLUM SALLIK. HEGFMONVA. EVREN SELLİK • BUTLF.R, 2ÖF.K. I AC.LAU

sistemi” nosyonuna değil, sivil toplumun ilksel bir örgütlenme b i­


çim ini (korporasyon ve polis) gerektiren uğrağına işaret ediyorsa
olanaklıdır. Yani egemenlik (iktidar) olarak tasavvur edilen devlete
karşı sivil topluma ayrıcalık tanırken bile, Gramsci’d e örgütlenme­
ye -bir iradenin müdahalesine bağlı olan bir şeye- bir vurgu var­
dır. Bobbio’nun önem verdiği bu vurgudur. İşaret ettiği gibi. H a *
pishanc D efterlerind e ikinci terimin her zaman baş ve bağlı kılıcı
rol oynadığı üç ikili karşıtlık vardır -ekonomik uğrak/etik-siyasal
uğrak; zorunluluk/özgürlük; nesnel/öznel. Altyapı/üstyapı ikiliği,
Graınsci’nin ekonomizmc karşı polemiğinin ve partide kristalleşen
siyasal boyuta tanıdığı ayrıcalığın kaynağı olacaktı, ö te yanda, üst­
yapıdaki kurum/ideoloji ikiliği, madun sınıfların savaşı ilk önce si­
vil toplum düzeyinde kazanmak zorunda oldukları fikrine yol açar.
Gramsci'nin hegemonya kategorisine verdiği merkezilik buradan
kaynaklanır.
Gramsci'nin genellikle sivil toplumu egemenlik olarak tasavvur
edilen devletin karşısına koyduğuna kuşku yoktur. Öyleyse, şu pa­
sajlara ne demeli? “ Bu. ‘devlet le yalnızca yönetim aygıtını değil,
'hegemonyanın ya da sivil toplumun özel’ aygıtını da anlamak
gerektiğini göstermezse, neyi gösterir?"1"Siyasette yanlış, devletin
(bütünleşik anlamıyla: diktatörlük + hegemonya) gerçekte ne oldu­
ğunun yanlış anlaşılmasının bir sonucu olarak gerçekleşir.”* “ Devle
tin özgül çağların dilinde ve kültüründe ortaya çıktığı iki biçim, yani
sivil toplum ve siyasal toplum olarak" ortaya çıkışına işaret ettiği
“devletperestlik” çözümlemesini de ekleyebiliriz/ Sanırım , bu gö­
rünürdeki (belki de gerçek) metinsel tereddütleri daha kapsamlı bir
sorunun bağlamı içinde kazımak zorundayız: Bir “ kolektif irade" ne
ölçüde devlete ya da sivil topluma, siyaset öncesi alana ya da siyasal
alana aittir? Bobbio'nun iddiasını ele alalım: Gramsci’ye göre etik-
siyasal. zorunluluk bilinci olarak tasavvur edilen özgürlük uğrağı­
dır. Bu benzeştirme -Gramsci’ye atfedelim ya da etmeyelim- açıkça
acelecidir. Zorunluluk bilinci olarak özgürlük nosyonu, tarihin, ve­
rili maddi koşullar üzerinde olumsal ya da araçsal bir biçimde etkili
K İM LİK V E HEGEM ONYA 61

olabilecek etkin bir öznesini açıkça dışlayan Spinozacı-Hegelci bir


likirdir. Hegelci versiyonunda, kendi kaderini belirleme olarak öz­
gürlük düşüncesini kapsar ve bu da özne/nesne ayrım ının ortadan
kalkmasını, kendisine dışsal hiçbir şeyi olmayan ve herhangi bir şey
karşısında araçsal olarak işleyemeyen bir bütün tarafından zorunlu
belirlenimi gerektirir. Şim di, eğer Graınscici özne, kendi maddi ko­
şullarıyla olum sal bir ilişki içindeyse, buııu iki zorunlu sonuç izler:
1. Kendi buyruklarım zorunlu olarak dayatan bir nesnellik so­
runu artık yoktur: zira toplumsal aktörlerin olumsal müdahaleleri,
böyle bir yapısal nesnelliği kısmen belirler. Klimizde en fazla, top­
lumsal akışı kısmen istikrarlılaştiran bir “ tarihsel blok'un geçici
nesnelliği olabilir; bilinci, öznelliğimizi -siyasal ya da başka bütü­
nüyle kapsayan hiçbir “ zorunluluk” yoktur;
2. A yııı şekilde, “ tarihin etkin öznesi" tarafında yalnızca nihai
olumsallık buluyoruz. Am a o zaman da şu sorun ortaya çıkar: Hu
özne nerede ve nasıl oluşur? öznenin eylemlerini bu müdahalenin
olumsal niteliğiyle bağdaştıran oluşum yerleri ve mantıkları neler­
dir? Bobbio’nun gösterdiği gibi, bu hareketler şunları gerektirir: (a)
Parti (alışılm ış sosyolojik aıilanula değil, üstyapının yapıya önce­
liğinin başka bir adı olarak) uğrağının önceliğinin aktif inşası; (b)
hegemonya uğrağının önceliği (ideolojik olanın kurumsal olana üs­
tünlüğünün eşdeğeridir).
birleşen bu iki öncelik, “ tarihin etkin öznesi'niıı bir dizi oluşum
yeı ini dışlar. Birincisi, eğer hegemonya bir dizi evrenselleştirici so­
mu ıı gerektiriyorsa, bu oluşum yeri, Hegelci anlamda bir katışıksız
tıkı llik alemi olan.“geıeksinıneler sistemi" olamaz. İkincisi, bu olu-
>ıım yeri evrensel sınıf -etik-siyasal alan olarak devlet- alemi de
nl.ıınaz; çünkü bu evrenselleştirici etkilerin toplumun üzerine ya-
ılışı, söz konusu etkilerin tek bir alanda kalmasını engeller. Üçün-
* usu. aynı nedenlerle, sivil toplum sahiden ayrı bir kerte olarak olu­
muz; zira işlevleri devletin rolünün hem önüne geçer, hem onu
62 OI.UM SAU.IK. HEGKMONYA. EVRENSELLİK • BUTI.FR. ?.I?.FK. I.ACLAU

genişletir. Devlet, kendi kurumsal sınırlarını çok aşan bir işlevin adı
ya da hipostazı olurdu.
Herhalde, Gramsci'nin devlet/sivil toplum sınırları karşısında­
ki muğlaklıkları, Gramsci’nin düşüncesinden değil, daha çok top­
lumsal gerçekliğin kendisinden kaynaklanır. Eğer toplumun etik-
sivasal uğrağı olarak tanımlanan devlet bir topografya içinde bir
kerte oluşturmazsa, o zaman onu kamusal alanla özdeşleştirmek
olanaksızdır. Eğer özel örgütlenmeler alanı olarak tasavvur edi­
len sivil toplum etik siyasal etkilerin uzamıysa, kamusal bir kerte
olarak devletle ilişkisi bulanıklaşır. Nihayet, “altyapı” düzeyi, eğer
örgütlenme ilkelerinin kendisine diğer “düzeyler”den kaynaklanan
hegemonik etkiler bulaşmışsa, basitçe bu türden bir düzey olamaz.
Bu yüzden, temeli topogm jilere değil, m antıklara dayanan toplum­
salın anlaşılabilirliği utkuyla baş başa kalırız. Bu mantıklar, eninde
sonunda özdeş olan "parti" ve “ hegemonya" mantıklarıdır; zira ikisi
de, herhangi bir topografik konumlanmalar sistemine indirgene*
meyecek diyalektik olmayan ifadelendirmeleri gerektirir. Gramscici
kaygan terminoloji, mantık ile topografya arasındaki bu olanaksız
üst üste binmeyi yansıtır aynı zamanda gizlerken. Bu olanaksız ııst
üste binmenin son bir örneği, Gramsci’nin kurumsal aygıt karşı­
sında ideolojiye verdiği şaşırtıcı öncelikte bulunabilir. Bu öncelik,
Gramsci’nin hegemonyaya ulaşmada kurumsal örgütlenmeye ver­
diği önem karşısında uçup gitmez mi? Yalnızca görünürde. Hege­
monik evrenselleştirici sonuçlar toplumda tikel bir kesimden çıksa­
lar da. o ti keli iğin kendi çıkarları etrafında örgütlenmesine, zorunlu
olarak korporatif olan örgütlenmesine indirgenemezler. Tikel bir
toplumsal kesimin hegemonyası, başarısı bakımından, kendi amaç­
larını topluluğun evrensel amaçlarının gerçekleşmesi olarak sun­
masına bağlıysa, açıktır ki. bu özdeşleşme kurumsal bir egemenlik
sisteminin basit uzantısı değildir; aksine bu egemenliğin yayılması,
evrensellik ile tikelliğin eklemlenmesinin başarısını (yani hegemo­
nik bir zaferi) gerektirir. Toplumun etik-siyasal bir uzam olarak ya­
pılanmış olduğu ve bu uzamın olum sal eklemlenmeler gerektirdiği
KİMLİK VK HEGEMONYA 63

göz önünde tutulursa, ekonomik olanın (altyapı), gölge-görüngü


niteliğindeki düşünceler dünyasının izlediği birinci kurumsal dü­
zeyi (siyaset, kurumlar) belirlediği hiçbir model amacına ulaşma/.
Toplumsal bağı lemellendirmede entelektüel (= ideolojik) işlevin
ınerkeziliği, zorunlu olarak buradan çıkar.
Bu noktada, Gramsci niıı Hegel vc Marx’la ilgili yaptığı çeşitli
kaydırmalar tam olarak anlaşılabilir olur. Gramsci, Marx‘la birlikte
ve Hegel'c karşı, toplumsal çözümlemenin ağırlık merkezini devlet­
ten sivil topluma kaydırır -sivil toplumun üzerinde oluşan ayrı bir
alandan değil, sivil toplumdan doğan herhangi bir “evrensel sın ıfa .
Ama Hcgel'lc birlikte ve M arxa karşı da, bu evrensellik uğrağını
toplumun kendi özüyle bir uzlaşması olarak değil, siyasal bir uğ-
lak olarak tasavvur edecektir. Ne var ki, Gramsci’ye göre toplumun
ulaşabileceği tek evrensellik hegemonik bir evrenselliktir -tikelliğin
bulaştığı bir evrensellik. Bu yüzden bir yanda, etik-siyasal etkiler
alanını sivil topluma ait örgütlenmeler çokluğuna genişleterek He-
geki devletin ayrılığını zayıflatıyorsa, diğer yanda da bizzat bu ge­
nişleme. çok büyük ölçüde, sivil toplumun siyasal bir uzam olarak
oluşmasını gerektirir. Gramsci’nin metinlerinde, yukarıda işaret
i ttiğimiz devlet ile sivil toplum arasındaki sınırlarla ilgili tered­
dütlerin ve Megelci sivil toplum çözümlemesinde "korporasyon”
uğrağını vurgulamak zorunda kalmasının açıklaması budun Hege­
monya aygıtlarının inşası, kamusal ile özel arasındaki ayrımı aşmak
/.oı undaydı.
Şimdi, muhakememizin çeşitli tellerini bir araya getirmeye çalı-
ılım. Başlangıçta Manc’tan aktardığımız iki metin evrensel insan
■»/gürleşmesini ele alır, ama temelden farklı biçimlerde: İlkinde cv-
•cıısellik, toplumun kendi özüyle dolaysız uzlaşması anlamına gelir
«vıcnsel, herhangi bir dolayıma gereksinim duyulmadan ifade edi-
liı İkincisinde, evrense! özgürleşmenin tikel bir toplum kesiminin
■mı.ıçlarıyla geçici özdeşleşmesiyle evrensel özgürleşmeye ulaşılır
yani bu. oluşumu bakımından siyasal dolayıma vc temsil ilişkileri­
ni gerek duyan olum sal bir evrenselliktir. Bu ikinci özgürleşme gö-
64 OLUM SALLIK. HEGEMONYA, EVRENSELCİK • BUTLER, ZlZfcK. LACLAU

rüşiinün derinliği ve modern çağda tüm siyasete genelleştirilmesi,


Gramsci’nin başarısını oluşturur. Sonuç, görmüş olduğumuz gibi,
“ hegemonya" kategorisine merkezilik kazandıran kuramsal çerçe­
venin geliştirilmesi oldu. Şimdi, bir siyasal çözümleme aracı olarak
genelleşmesinin tarihsel koşullarım ve gerektirdiği yapısal boyutları
soruşturmalıyız.
Gramsci, olgun kapitalizmin toplumsal yapının giderek daha faz­
la homojenleşmesi yönünde ilerlemediğinin, aksine giderek daha
fazla toplumsal ve kurumsal karmaşıklığa doğru ilerlediğinin çok­
tan anlaşıldığı bir zamanda yazıyordu. “Örgütlü kapitalizm" nos­
yonu. Birinci Dünya Savaşından hemen önceki ve sonraki yıllarda
önerildi ve 1930'lardaki çöküşle birlikte bu eğilim güçlendi. Bu yeni
tarihsel koşullarda, herhangi bir “evrensel s ın ıfın , herhangi bir alt
yapının otomatik ve zorunlu hareketlerinin değil, zahmetli bir siya­
sal inşanın sonucu olacağı açıktı.
Yüzyılın başından beri Marksizınin geliştirdiği siyasal-entelektücl
seçenekler sistemi içine yerleştirirsek. Gramsci nin kurumsal yönü­
nün özgüllüğü, daha açık bir biçimde görülebilir. Gramsci’nin ele
aldığı sorunların en azından kısmen farkında olan iki düşünür ola­
rak Sorel ve Troçki yi alalım. Sorel, kapitalist gelişmenin ana eği­
lim lerinin Marksizınin öngördüğü yönde olmadığım, aksine, sivil
toplum içinde herhangi bir “evrensel s ın ıfın ortaya çıkışıyla bağ­
daşmayan bir toplumsal karmaşıklık ürettiğini fark etti. Sorcle göre,
proleter olanın şatlığını yapay araçlarla sürdürme zorunluluğunun
nedeni budur: Genel grev m itinin ana işlevi, işçi sınıfının ayrı
kim liğini korumaktı. Bu artan toplumsal karmaşıklık G ram sayi,
siyasal dolayım uğrağını genişletme gereksinimini öııc sürmeye
iterken, Sorel'in siyaseti toptan reddetmesine yol açtı. Marx için ol­
duğu kadar Sorel için de, gerçek özgürleşme tam barışık bir toplum
demekti; ama Marx’a göre özgürleşme, kapitalist gelişmenin nesnel
yasalarının sonucu, Sorcle göre ise, iradenin özerk bir müdahalesi­
nin sonucu olacaktı. Bu da, proleter kimliğin yalıtılmışlığım güç-
K İM L İK V E H EG EM O N YA 65

Icndim ıe eğiliminde olacağı için, herhangi bir hegeınonik eklem­


lenme ilke olarak dışlandı.
Froçki’de de benzer bir şey olur. Troçki'nin düşüncesi, küresel öz­
gül leşine ile bunun olası aracıları arasındaki ilişkinin istikrarsız ol
dıığunu kavramasıyla başlar: Rus burjuvazisi kendi demokratik dev-
rimini gerçekleştiremeyecek kadar zayıftır ve demokratik görevler,
proletaryanın önderliğinde yerine getirilmelidir -“sürekli devrim"
«lediği şey budur. G ram sa ye göre bu hegemonik aktarım karmaşık
bir kolektif iradenin inşa edilmesine yol açarken; Troçki ye göre ise,
işçi sınıfının kendi sınıfsal devrim in i gerçekleştirmesi için stratejik
bir vesileydi. Hegemonik görev, hegemonik aracının kim liğini et­
kilemez. Yaklaşımın bütünü, Leninist “sınıf ittifakları" kavrayışının
ötesine geçmez.
lam da bu iki noktada -Gram sci'nin Sorel ve Troçkiden ayrıldı­
ğı - bir hegemonya kuramını genişletme ve radikalleştirme olanağı
buluruz. Sorele karşı, kurtuluş mücadelesi eklemlenmeyi ve siyasal
dolayımı gerektirir; Troçki’ye karşı, demokratik görevlerin bir sınıf­
tan diğerine aktarılması yalnızca görevlerin doğasını değil, aracı­
ların (salt “sın ıf" aracıları olmaktan çıkan) kim liğini de değiştirir.
Siyasal bir boyut tüm toplumsal kim liğin kurucusu haline gelir ve
bu. devlet/sivil sınır çizgisini daha da bulanıklaştırır. Bu daha faz­
la bulanıklaşmayı, Gramsci’nin zamanında olduğundan çok daha
M irg in bir biçimde çağdaş toplumda görüyoruz. Kkonominin kiı-
r< elleşmesi, ulus-devletlerin işlevlerinin ve yetkilerinin azalması,
y.ııı-devlet nitelikli uluslararası örgütlenmelerin çoğalması her şey,
I rsinlikle basit bir kamusal/özel ayrım ı temelinde değil, hegemonik
mantık bakımından ele alınabilecek karmaşık karar alma süreçle-
rıne işaret ediyor. Eklenmesi gereken tek şey şudur: G ram sa, hem
O/nelerin, hem kurum lanıl görece istikrarlı oldukları bir dünyada
•İlenmiyordu -yani, pek çok kategorisi, bugünkü koşullara uyarla-
iı.ı. aklarsa, yeniden tanımlanıp radikalleştirilmelidirler.
Bu daha fazla geliştirme ve radikalleştirme, çok kesin bir işe gi­
rm e m iz i gerektirir: Hegemonik operasyonlarda söz konusu olan
66 OLUM SALLIK. HF.CiKMONYA, F.VRF.NSF.I.LİK . BUTLLR, *I*F.K. LACLAU

somut aracılarla ilgili salt sosyolojik ve betimleyici anlatımdan bi­


çimsel bir mantıklar çözümlemesine geçmek.* Kim likler karmaşık
bir biçimde eklemlenmiş iradeler olarak tasavvur edildikten sonra,
en iyi durumda geçici istikrar noktalarının adları olan sınıflar, etnik
gruplar ve benzeri adlandırmalarla bunlara işaret etmek bize fazla
bir şey kazandırmaz. Gerçekten önemli olan görev, oluşmalarının
ve dağılmalarının mantığını, ilişkilcndiklcri uzamların biçimsel be­
lirlenim lerini anlamaktır. Bu bölümün geri kalan kısm ını, bu bi­
çimsel belirlenimler sorununa ayıracağım.
Şim di, Marx’in siyasal özgürleşmeyle ilgili metnine dönüp, farklı
uğraklarının mantıksal yapısına bakalım. İlk önce, tikel bir grubun
amaçlarının tüm topluluğun özgürleşme amaçlarıyla özdeşleşme­
siyle karşı karşıyayız. Bu özdeşleşme nasıl olanaklı olur? Bileşenle­
rinden birinin amaçlarına sarılmak üzere kendi gerçek amaçlarını
bir yana bırakan topluluğun yabancılaşm a süreciyle mi uğraşıyo­
ruz? Yoksa, toplumun büyük çoğunluğunu kendi bayrağı altında
toplamayı başaran bir bileşenin demagojik manipülasyonuyla mı?
Asla. Bu özdeşleşmenin nedeni, bu tikel kesimin, "genel suç" olarak
algılanan bir zümreyi alaşağı edebilen kesim olmasıdır. Şimdi, “suç"
genel bir suçsa ve tikel bir kesim ya da kesimler kümesi bir bütün
olarak "halk” yerine- bu suçu devirebiliyorsa, bu, yalnızca “ halk”
kutbu içinde iktidar dağılımının özünde eşitsiz olduğu anlamına
gelebilir. M arx'tan yaptığımız ilk alıntıda içeriğin evrenselliği ile
biçimsel evrensellik, proletaryanın bünyesinde tam olarak üst üste
bindiği halde, sözde siyasal özgürleşmede içeriklerin tıkclciliği ile
bu içeriklerin tüm topluma yayılmış olmalarından kaynaklanan bi­
çimsel evrenselleşme arasında bir yanlına söz konusudur. Bu yarıl­
ma, görmüş olduğumuz gibi, suçu ortadan kaldırabilen gücün tikel-
liğiylc bir araya gelen suçun evrenselliğinin sonucudur. Bu şekilde,
hegemonik ilişkinin birinci boyutunu görüyoruz: İktidar eşitsizliği,
ilişkinin kurucusudur. Bunun, Hobbes'ın kuramı gibi bir kuramla
farkını kolayca görebiliriz. Hobbesa göre, doğa durumunda, iktidar
bireyler arasında eşit dağılmıştır ve herkes çatışan amaçlara yöne-
KİM İ IK VEH EGEM O NYA 67

linçe, toplum olanaksızlaşır. Bu yüzden, toplam gücü Leviathan'a


teslim eden sözleşme, uzlaşmaz iradeler arasında etkileşimi tüm­
den dışladığı için, özünde siyasal olmayan bir edimdir. Mutlak bir
iktidar, iktidar değildir. Aksine, başlangıçta eşitsiz bir iktidar da­
ğılımına sahipsek, toplumsal düzeni sağlama olanağı, toplam gücü
hükümdarın ellerine teslim etmekten değil, bizzat bu eşitsizlikten
kaynaklanabilir. Ne var ki. bu durumda, bir kesimin yönetme iddia­
sı. kendi tikel amaçlarını, topluluğun fiili işleyişiyle bağdaşan amaç­
lar olarak sunma yeteneğine dayanır -ki bu da hegemonik işleyişte
asıl olan şeydir.
Ne var ki, bu yetmez. Zira siyasal özgürleşmeyi gerçekleştiren gü
din hegemonyasının genel kabul görmesi yalnızca baskıcı bir rejimi
devirme yeteneğine dayansaydı. aldığı destek böyle bir devirme edi­
miyle sınırlı olurdu ve "ulusun devrim i" ile sivil toplumun tikel bir
sınıfının “özgürleşmesi" arasında bir örtüşme olmazdı. O halde, bu
ört üşmeyi meydana getiren nedir? Sanırım yanıt M arx’in şu iddia­
sındadır: “ Tikel bir zümreye tüm toplumun aleni suçu olarak bakıl­
malıdır. öyle ki. o alandan kurtuluş, genel öz-kurtuluş gibi görünür."
Bunun olması için, evrensellikle tikellik arasındaki ilişkide artan
l>ır karmaşıklığa işaret eden birçok kayma zorunlu olur. İlk olarak,
varlıksal açıdan konuşursak, bir egemenlik sistemi her zaman tikel
bir sistemdir; ama "tüm toplumun aleni suçu” olarak görülecekse,
ilkelliği de farklı ve onunla ölçüştürüleınez bir şeyin simgesi olarak
görülmelidir; toplumun kendisiyle örtüşmesiııi, tamlığına ulaşma­
mın önleyen engelin. Elbette, bu taınlığa karşılık gelecek bir kavram
yoktur ve sonuç olarak, onu engelleyen evrensel bir nesneye karşılık
HCİeıı bir kavram da yoktur; ama hiçbir kavramın karşılık gelmediği
olanaksız bir nesnenin, yine de bir adı olabilir: Bu adı, baskıcı re­
limin bu yüzden kısmen evrenselleşen- tikelliğinden ödünç alır.
İkinci olarak, genel bir suç varsa, genel bir kurban da olmalıdır. Ne
v.ıı ki toplum, bir tikelci gruplar ve talepler çoğulluğudur. Bu yüz-
drıı. belli bir küresel özgürleşin! öznesi, genel suçun kışkırttığı özne
vuı olacaksa, ancak bir talepler çoğulluğunun eşdeğerliğiyle siyasal
68 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTLER. ZlZEK, LAGLAU

oltmık inşa edilebilir. Sonuç olarak, bu tikcllikler de yarılmıştır: Kş-


değerlikleri yüzünden basitçe kendileri olarak kalmazlar, bir evren­
selleştirici etkiler alanı tam olarak Rousseau'nun genel iradesini
değil, onun pragmalik ve olumsal bir versiyonunu- oluştururlar.
Son olarak, "aleni suç"un kendisine karşı günah işlediği ve özgürleş­
menin varmaya çalıştığı toplumun tamlığına, o olanaksız nesneye
ne demeli? Açıkça herhangi bir doğrudan ifade biçiminden yoksun­
dur ve önceki iki durumda olduğu gibi, ancak tikelden geçiş yoluyla
temsil düzeyine çıkabilir. Bu tikel, şimdiki durumda, baskıcı rejimi
devirme yeteneğiyle siyasal kurtuluş yolunu açan kesimin amaçları
üzerinden verilidir -şunu da eklemeliyiz kı, bu süreçte amaçların
tikelliği salt tikellik olarak kalmaz: Temsil etmek için ortaya çıktı­
ğı eşdeğerlikler zinciri ona bulaşır. Bu şekilde, hegemonik ilişkinin
ikinci İK>yutuna işaret edebiliriz: Ancak evrensellik/tikellik karşıtlığı
aşılırsa, hegemonya yarılır; evrensellik yalnızca bir likellikte cisimleş-
miş olarak -ve o tikelliği bozarak- var olur, ama öle yandan hiçbir
tikellik evrenselleştirici sonuçların yuvası olmadan siyasallaşamaz.
Ne var ki, bu ikinci boyut bizi yeni bir soruna götüriır. Evrensel
ile tikel birbirlerini reddeder, ama yine de birbirlerini gerektirirler
se, hegemonik ilişkide asli olan şey, bir olanaksızın tem silidir. Tikel
amaçlar ile genel amaçların “örtüşmesi" gerçekleşecekse, toplumun
tamlığı ve onun bağıntılı olduğu bütıinscl “suç” zorunlu nesneler­
dir. Bununla birlikte, tikelden geçiş gerekliyse, bunun nedeni, ev­
renselin dolaysız bir biçimde temsil edilememesidir nesneye kar­
şılık gelen bir kavram yoktur. Yani, zorunluluğuna karşın nesne de
olanaksızdır. Zorunluluğu temsil düzeyine erişmeyi gerektiriyorsa,
olanaksızlığı, her zaman çarpık bir temsil olacağı -temsil araçları­
nın kurucu bir etki yaratacak biçimde yetersiz olacağı- anlamına
gelir.'* Bu temsil araçlarını zaten biliyoruz: Tikel olmaktan çıkmadan
bir evrensel temsil işlevi üstlenen tikcllikler llegemoıuk ilişkilerin
temelinde bu yatar.
Tikel kim liklerin kendilerinden başka bir şeyin temsilini üst
lenmesini sağlayan ilişkilerin varlıkbilimsel olanağı nedir? Hiçbir
K İM LİK VE HEGEMONYA 69

kavramca karşılanmayan bir şeyin (bir «esi olmayan bir o) yine de


bir ada sahip olabileceğini daha önce söyledik -bir evrensel temsil
işlevinin, bu anlamda, adlandırma düzeyiyle kavramsal olarak kav­
ranabildi düzey arasındaki boşluğu genişletmekten ibaret olduğu­
nu varsayarak. Bir bakıma, Derrida’nın Speech and Phenomena'da
I lusserl'deıı söz ederken tarif ettiği duruma eş bir durumdayız:
Anlam" ve "bilgi" üst üste binmez. Bu kurucu boşluğun bir sonucu
olarak şunları söyleyebiliriz: (1) Tikel bir kesimin temsil eder oldu­
ğu eşdeğerlikler zinciri ne kadar çok uzar ve amaçlan ne kadar kap­
samlı bir ozgiırlcşimin adı haline gelirse, o ad ile özgün tikel anlamı
arasındaki bağ o kadar gevşek olur vc içi boş bir gösteren statüsüne
0 kadar çok yaklaşır;"* (2) ne var ki. evrenselin tikelle bu toptan ör
(üşmesi eninde sonunda olanaksız olduğu için temsil araçlarının
kurucu yetersizliği nedeniyle- bir tikellik kalıntısı yok edilemez.
Bizzat adlandırma sürecinin kendisi, a priori kavramsal sınırlarla
kısıtlanmadığı için, fiilen adlandırılanı geriye dönük olarak belirle­
yecek olan -olumsal hegemonik eklemlenmelere bağlı olarak- bir
süreçtir. Yani, M arx‘ın siyasal özgürleşmesinden topyekim özgür­
leşmeye geçiş gerçekleşemez. Bu bize, hegemonik ilişkinin üçüncü
boyutunu gösterir: Evrensel ile tikeller arasındaki ölçüştüriilenıezliği
türdüriirken, tikellerin evrenselin temsilini üstlenmelerini olanaklı
kılını, içi taraflı bir inçimde boş gösterenlerin üretilmesini gerektirir.
Son olarak, daha önce vardığımız sonuçların doğal bir uzantısı
•l.ı "teınsir’in hegemonik ilişkinin kurucusu oluşudur. Tüm temsil­
lerin ortadan kaldırılması, topyekim özgürleşme nosyonuna eşlik
•deıı yanılsamadır. Ama topluluğun evrenselliğine ancak bir tikelin
dolayıınıyla ulaşılabildiği sürece, temsil ilişkisi kurucu olur. Biraz
on»e sözünü ettiğimiz ad ile kavram arasında da aynı diyalektikle
1arılaşırız. Temsil topyekûn olsaydı -temsil uğrağı, temsil edenler
Isnı tamamen saydam olsaydı- "kavranTın “ad” karşısında tartış­
ması/ bir önceliği olurdu (Saussurecü terimlerle: (îösterilen, göste­
rim i düzenini kendine tamamen bağlı kılardı). Ama bu durumda
.1. hegemonya söz konusu olmazdı; çünkü bunun gerekli koşula, içi
70 O I.UM SAU.IK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK • BUTLER. 2I2EK. LACLAU

taraflı bir biçimde boş gösterenlerin liretim i koşuluna ulaşılmazdı.


Hegemonyayı elde etmemiz için, bir grubun kendisine özgü kısmi
amaçlarının onları aşan bir evrenselliğin adı olarak işlemesine ge­
reksinimimiz var -bu, hegeınonik bağın müstear tarzdaki kurucu­
sudur. Am a ad (gösteren) kavrama (gösterilen), ikisinin arasındaki
ilişkide hiçbir kayma olmayacak şekilde bağlıysa, hegemoııik bir ye­
niden eklemlenmeye sahip olamayız. Kurucu parçaları arasındaki
her türlü mecazi hareketin ortadan kaldırıldığı topyekûn özgürleş­
miş ve saydam bir toplum düşüncesi, her türlü hegeınonik ilişkinin
(ve daha sonra göreceğimiz gibi, her türlü demokratik siyasetin de)
son bulmasını gerektirir. Burada “ hegemonyanın dördüncü boyu­
tuyla karşı karşıyayız: Yayıldığı alan, toplumsal bir ıliızen kıırm anm
koşulu olarak temsil ilişkilerinin genelleştiği alandır. Bu, çağdaş, kü­
reselleşmiş dünyamızda hegemoııik siyaset biçim inin genelleşme
eğiliminde olmasını açıklar: iktidar yapılarının merkezi olmaktan
çıkma eğilimi arttıkça, her merkeziyet, eyleyicilerinin kurucu bir
biçimde iist-bclirlenimli olmasını -yani, her zaman salt tikel kim ­
liklerinden fazla b ir şeyi temsil etmelerini gerektirir.
Toparlarsak, iki belirleme yapmak istiyorum. Birincisi: Tikel­
lik ile evrensellik arasında, varlıksal içerik ile varlıkbilimsel boyut
arasındaki bu karmaşık diyalektik bizzat toplumsal gerçekliği ya­
pılandırdığı ölçüde, toplumsal aracıların kim liğini de yapılandı­
rır. Daha sonra savunmaya çalışacağım gibi, öznenin kökenindeki
tamamlanmamıştık, yapıdaki tanıamlanmamışlığın ta kendisidir.
Yani yapı içinde yalnızca özne konumları yoktur, özne de bu ya­
pısal Imşlukları doldurma girişim i olarak oradadır. Salt kim liklerle
(özdeşliklerle] değil, daha çok kim liklenm eyle (özdeşleşmeyle) karşı
karşıya olmamızın nedeni budur. Ne var ki, özdeşleşme (kimliklen-
mcj gerekliyse, her kimliğin kalbinde temel bir muğlaklık olmalı.
Zizek’in ortaya attığı kimliksizleşme (özdeşlikten çıkma| sorununa
bu şekilde yaklaşıyorum.
Tarihselcilikle ilgili soruna gelince, benim bakışaçıınZizek’inkiyle
tamamen örtüşür. Radikal tarihsclciliğin keıulı kendini yenilgiye
K İM Ü K V E HEGEMONYA 71

uğralan bir girişim olduğunu düşünüyorum. Evrenselin tüm tikel


kim liklerin oluşumuna girme yollarım tanımaz. Kuramsal bir bakış
açısından, bizzat tikellik nosyonu, bütünlük nosyonunu gerektirir
(topyekûn ayrılm a bile, ayrılm anın kendilikler arasında bir ilişki
tipi olması gerçeğinden kaçamaz -monadlar. etkileşmemelerinin
bir koşulu olarak “önceden kurulu bir uyum u gerektirirler). Siya­
sal açıdan konuşursak, tikel aracı grupların -örneğin etnik, ulusal
y.ı da cinsel azınlıklar hakkı, ancak evrensel haklar olarak formü­
le edilebilir. B ir yandan hiçbir eyleyici, “ bütünlük" adına doğrudan
konuşma iddiasında bulunamazken, diğer yandan bütünlüğe yapı­
lan gönderme, hegemonik-söylemsel operasyonun özsel bir bileşe­
ni olarak kaldığında evrensele başvuru artık kaçınılmazdır. Evrensel
i\ ı boş bir yerdir, ancak tikel tarafından doldurulabilen, ama bizzat
boşluğu nedeniyle, toplumsal ilişkilerin yapılandırılm asında/sökül­
mesinde b ir dizi can alıcı sonuç iireten bir boşluktur. Bu anlamda
hem olanaksız, hem zorunlu bir nesnedir. Yakın zamandaki bir ça­
lışmasında Zizek, benim evrensellik sorununa yaklaşımımı olduk­
sa doğru bir biçimde tarif etti. Önce birinci evrensellik kavrayışına
evrenselin, t ¡kelliklere kayıtsız, olumlu ve tarafsız bir içeriğe sahip
olduğunu düşünen Kartezyen cogito-, sonra ikinci kavrayışa -ev­
renselin, tikel bir kimliğin çarpık ifadesi olduğunu savunan M ark­
sist kavrayışa- işaret ettikten sonra, ekler:

Bununla İmlikte, Ernesto l.aclau'nun ayrıntılı bir biçimde betim­


lediği üçüncü bir versiyon da vardır: Evrenselin içi boştur; ancak
laın da bu haliyle, onun dublörü gibi davranan olumsal, tikel bir
i\cıik tarafından zaten/her zaman doldurulmuştur, yani, üzerin
de hegemonya kurulmuştur -kısaca her Evrensel, tikel içeriklerin
hegemonya mücadelesinin alanıdır... Bu üçüncü versiyon ile ilki
.itasındaki fark, üçüncü versiyonun, Evrenselin fiilen tarafsız ve
bu haliyle tüm türlerine ortak olan hiçbir Evrensel içeriğe izin ver
memesidir... Evrenselin her olumlu içeriği, hegemonik mücadele
ııııı olumsal sonucudur -kendi başına evrenselin içi mutlak olarak
boşlur."
72 OLUM SALLIK. HEGEM ONYA. EV R EN SELLİK . B U T II K. 7J7.HK, LACLAU

Bununla birlikte, bu noktaya ulaştıktan sonra, kendine özgü bu


mantığı daha ayrıntılı bir biçimde ele almalıyı/; bu mantığa göre
bir nesne, bi/zat olanaksızlığıyla, temsil ilişkilerinin -gördüğümüz
gibi, hegemonik bağın olabilirlik koşuludur evrenselleşmesinde
sergilenen çeşitli sonuçlar üretir. Böyle bir hegemonik bağın var
lıkbilimsel yapısı nedir? Baştaki soru listemizin sürekli gönderme
yaptığı iki yazarı -Hegel ve bacan- değerlendirerek bu sorunu ele
almaya başlayacağız.

II. H egel
¿izek’in benim Hegel okumama yönelttiği bir itirazı ele alarak
başlayalım; zira bana gön.*, hegemonik ilişkiyi anlaşılır kılmaya aday
olan Hcgelci diyalektiğin sınırlılıklarını açıkça gösterir. 2izek şunu
öne sürüyor:

Laclau'nun fornıülasyonuna eklenecek tek şey. herhalde.


I Icgelcilik-karşHı hamlesinin çok ani oluşudur:

Burada Hcgelci anlamda ‘ belirli olumsu/laına'yla ilgilenmiyoruz:


Belirli olumsuzlama. somutun bdirgiıı olumluluğundan kaynak­
lanırken ve her zaman belirli olan içerikler arasında “dolanır'ken.
bizim olumsuzluk nosyonumuz her belirlenim in oluşumundaki
başarısızlığa dayanır (Emanapalion(s). s. 14).

Ama eğer o köıü şöhretli “ Hcgelci belirli oluınsu/lama,” tam da.


her tikel oluşumun Evrensel ile Tikel arasında bir boşluk gerek
tirmesini -ya da Hegelci dille, tikel bir oluşumun kendi (evrensel)
nosyonuyla asla örtOşmemcsini - ve bizzai bu boşluğun, diyalektik
çözülmeye neden olmasını amaçlıyorsa? '

Zizekdevlet örneğini verir: Olum lu fiili devletlerin kendi nosyon­


larına kusurlu bir biçimde yaklaşmaları değil, rasyonel bütünlük sı­
fatıyla devlet nosyonunun fiilileşcmemesi söz konusudur. “ Hegel’in
burada anlatmak istediği şey, kendi nosyonuna tam olarak uyacak
K İM IJK VF. IIHGEMONYA 73

devletin olanaksız olduğu değildir -olanaklıdır; asıl mesele, bunun


arlık bir devlet değil, dinsel bir topluluk olm asıdır.""
Zizek'e iki noktayı belirtmek istiyorum. Birincisi. Hegel'e göre
hiçbir tikel oluşumun, nosyonun kendisi içeriden yarılmış olduğu
için, kendi nosyonuyla asla örtüşmediğini ve kendi diyalektik çö­
zülmesine neden olduğunu öne sürmede tamamen haklıdır. Bun­
dan hiçbir zaman kuşku duymadım. İkincisi ise, bu çözülmenin d i­
yalektik örüntüsü, zorunlu geçişlerden yapılına bir örüııtü olmasını
gerektirir: Verdiği örneği ele alırsak, devletin kendi nosyonuyla ör-
tüşmemesinden dinsel bir topluluk çıkar, başka bir şey değil, önem ­
li soru şudur: Mutlak Tinin kendine ait olumlu bir içeriğe sahip o l­
madığını, tüm diyalektik geçişlerin ardışıklığından ibaret olduğunu,
evrensel ile tikel arasında nihai bir çakışma sağlamanın olanaksızlı­
ğını bütünüyle kabul edersek, bu geçişler olumsal mı, yoksa zorunlu
mudur? Zorunlularsa, tüm Hegelci projeyi (fiilen yaptığına karşıt
olarak), tüm mantıkçı olarak nitelendirmekten kaçmak zordur.
Bu bakış açısından, çok sayıda kanıt bulunabilir. Yalnızca birkaç
noktayı vurgulayacak olursam:
I Kant sonrası pek çok İdealist sistemde olduğu gibi, Hegel ön-
Ubulsüz bir felsefe hevesindedir. Yani kendinde şeyin irrasyonel
ve eninde sonunda çelişkili- uğrağı, ortadan kaldırılmalıdır. Da­
hası, Akıl, kendisinin temeli olacaksa, Hegelci kategoriler listesi,
Aristoteles'te ya da Kant'ta olduğu gibi, bir katalog olamaz -kate­
goriler, diı/eııli bir biçimde birbirlerinden çıkarsanınalıdırlar. Yani
tııın belirlenimler, m antıksal belirlenimler olacaktır. B ir şey irrasyo­
nelse bile, A kıl sistemi tarafından bu halinden kurtarılmalıdır.
2. Sistem, hiçbir ön-kabulc dayanmayacaksa, uygulandığı yön­
tem ve içerik birbirlerine dışsal olamazlar.

Ihı nedenle, Hegel'in yöntem anlatımı Mantık’ın başlangıcında de­


nil, sonunda gelebilir. “ Biçim i" yöntem olduğu söylenen Mutlak
Itlea. ancak en s»n noktada görünür: "Idea ... hazırda ve kendi
Kinde bulınak yerine kendi kendine verdiği kendi yasalarının ve
74 OLUMSALLIK. HEGEMONYA, EVREN SELLİK • BUTLF.R. 2l2EK. LACLAU

belirlenimlerinin kendi kentimi belirleyen bütünlüğü olarak ...


düşüncedir* (E: 19A).M

3. Tüm belirlenimlerin sistemi olarak Mutlak İdea, kapalı bi


bütünlüktür: Onun ötesine ilerlemek olanaksızdır. Bir kategoriden
diğerine diyalektik hareket her olumsallığı dışlar (Krug'un kalemiy­
le ilgili ünlü yorumlarda görüldüğü ıızerc, Hegel bu konuda tutarlı
olmaktan çok uzak olmasına karşın). Hegel'in tüm mantıkçılığının,
modern rasyonalizmin en yüksek noktası okluğu sonucuna var­
maktan kaçınmak zordur. Bu bize, hegemonik ilişkinin diyalektik
bir geçişe benzctilememesinin nedenini gösterir: Çünkü hegemonik
bağı kavramsal olarak idrak etmenin ön koşullarından biri -Tikel
ile KvrenseJ’in ölçüştürüiemezliği- diyalektik bir mantık tarafından
yerine getirilmesine karşın, diğeri -ikisinin arasındaki bağın olum­
sal niteliği- yerine gelmez.
Ne var ki, hikâye bundan ibaret değil. Zizek’in Hegel okuması­
nı iki nedenden ötürü basitçe göz ardı edemem. Birincisi, Hegel'in
metinlerinden çıkardığı pek çok şeyi kabul ediyorum. İkincisi, bu
metinlere, onlara dışsal bir dizi değerlendirme soktuğunu düşün­
müyorum. Açıkça metinlere uygundurlar. O halde, kendi payıma
düşen bu bariz çelişkiyi nasıl hallediyorum? I legel'in entelektüel
projesinin tüm-mantıkçı doğasıyla ilgili herhangi bir şeyi kabul et­
meye kesinlikle hazır değilim. Bununla birlikte, lafa değil işe bak­
malıyız. Modern rasyonalizmin en yüksek noktası olarak, Hegel,
A kıl için, aklın geçmişte kendisini için hiçbir zaman istemediği bir
rol istedi: Felsefi geleneğin gerçeğin içinde ayırt etliği varlıkbilim-
sel ayrım ların bütünlüğünü, kendi mantıksal geçişleri gereğince
yeniden düşünmek. Bu, ikili bir harekete yol açar: Bir yanda, eğer
Akıl tüm farklar alemi üzerinde hegemonya kurmuşsa, diğer yan­
da farklar alemi Akla bulaşmaktan kaçmama/. Bu yüzden birçok
diyalektik geçiş, sahte mantıksal geçiştir. On dokuzuncu yüzyıldan
beri, Hegel eleştirisi, Hegel’in birçok çıkarım ının görünüşteki ka­
bul edilebilirliklerini muhakemenin içine kaçak yollarla sokulan
gayri meşru ampirik varsayımlardan aldığım iddia etme biçimini
KlM l.lK V E HEGEMONYA 75

almıştır (örneğin TYendcleııburg). Schelling'ın Hegel eleştirisinin


.ma hattı buydu: Mfiniık'ındaki birçok tutarsız çıkarım dışında,
ön-kabulsüz felsefe projesinin tamamının kusurlu olduğunu gös­
termeye çalıştı; zira bu proje, mantığın yasalarını ve kavramlara
(doğuştan düşünceler olarak) rasyonalist bir yaklaşımı, cansız bir
nesnellik olarak “ Varlık"tan ve önceden kurulu bir aracı olarak d il­
ilen yola çıkan dogmatik bir metafizik gerçekçiliği kabul etmeden
işe bile başlayamaz.1’ Buna karşı Schelling, Felsefenin ön-kabulsüz
olamayacağını ve insan varoluşunun, kavramdan daha öncelikli
bir kalkış noktası olduğunu öne siirer. Fcuerbach, Kierkegaard ve
I ııgels -hepsi de Schelling’ın derslerine katıldı- bu temel eleştiriyi
kabul ettiler ve “akıl" karşısında “ varoluşa" öncelik veren kendi tikel
yaklaşımlarını geliştirdiler. Bir anlamda, Hegel'in, Platon'la başla­
yan metafizik geleneğin kapanışını temsil ettiği kabul edilmelidir.
Schelling'in “ pozitif felsefesi," çağdaş düşüncenin tamamının içine
gömüleceği yeni bir başlangıçtır.
Şimdi, diyalektikten ayrılırken, Schcllingci yola girmediğimi vur­
gulamak istiyorum. “Gerçekliğin toplumsal inşasınla ilgili olarak
benimsediğim “söylem” yaklaşımı, varoluş ile bilinç arasında keskin
bir ayrımı kabul etmemi önlüyor. Bununla birlikte, bu, kavramsal
olarak zorunlu bir geçişler sisteminin, saydamsız bir ampirizme yö­
nelik tek seçenek olduğuna inandığım anlamına gelmez. Saf kurgu­
sal diyalektiğin önündeki ana güçlük, bana göre, sıradan dilin d i­
yalektik geçişlerdeki rolüdür. Hegel'in M antık'ında bu sorunla başa
sıkmaya çalıştığı pasajın tamamını aktaralım:

IVIsetenin. resimse! düşünüş dünyasının işine yarayan gündelik


yaşam dilinden. Kavramın belirlenimlerine yakın gibi görünen ifa­
deleri seçme hakkı vardır. Gündelik yaşamdan seçilmiş bir sözcü­
ğün. gündelik yaşamda da. felsefenin ona karşılık kullandığı aynı
Kavramla ilişkili olduğunu kanıtlamak soz konusu olamaz; çünkü
gündelik yaşamın Kavramları yoktur, yalnızca resimse! düşünce­
leri ve genel fikirleri vardır vc genel bir fikir olan şevdeki Kavramı
tanımak. felsefenin kendisidir. Bu nedenle, felsefi belirlenimler
76 OLUM SALLIK, HEGEMONYA. EVREN SELLİK • BUTLER.212EK. I.ACI.AU

için kullanılan ifadelerinden yararlanırken, resimscl düşünüşün


bu ifadelerin ayrık anlamlarıyla ilgili m utlak bir fikre sahip olması
yeterli olmalıdır; bu ifadelerde, resimscl düşüncenin, karşılık ge-
len Kavramlarla daha yakından bağlantılı nüanslarının tanınması
da söz konusu olabilir.1*

Bu pasaj can alıcıdır; çünkü burada söz konusu olan sorun,


"resimse! diişünüş"ün diyalektik geçişlerdeki kesin rolüdür. Hğer
resimscl düşünceyle bütünleştirilen imgeler, tamamen onların dı­
şında oluşan kendiliklere verilen ilgisi/ adlarsa, o zaman adlar ta­
mamen keyfi vc mantıksal olarak yersiz olur; diğer yanda geçiş, -ati
geçişe kaydedilmeden önce- adın sezgisel anlamından türeyen bir
gerçeklik sanısına bağlıysa, bu durumda geçiş mantıksal bir geçiş
olamaz. Şimdi, diyalektik mantık biçim ile içeriği ayırmamanızı, fi­
ilen ad konulan içeriğin, kavramın bütünsel mantıksal hareketinin
ayrılmaz bir parçası olmasını gerektirir. Ama ad kendi anlamını o
mantıksal hareketten önce varolan bir dilden alıyorsa, o zaman ha­
reketin kendisi mantıksal bir çıkarımdan oldukça farklı bir şey olur:
B ir adın bir eğretileme olarak, bir akıl yürütme zincirinde açılan
bir aralığı doldurduğu mecazi bir hareket olur. O nedenle resim­
se! imge, Hegel'in iddia etliği gibi, Felsefenin tamamen açık hale
getirdiği bir belirlenimin muğlak ya da belirsiz bir versiyonu de­
ğildir; aksine bu haliyle muğlaklık ve belirsizlik, felsefi muhakeme­
nin kurucusudur. Diyalektik mantığın, genelleştirilmiş bir retorik
alanı olduğu sonucuna varmak zorundayız. Hegel'in metinlerinin
zenginliği, ön-kabulsüz bir çıkış noktasından kavramlar türetme
-her sayfada ihlal edilen bir kural- girişiminde değil, kavramların
geçişlerini düzenleyen örtük retorikte yatar. Sanırım, 2 i Çek’in bir­
çok siyasal girişimine itibar kazandıran da budıır. Bununla birlikte,
tüm-mantıkçılığm yerli yerinde durduğunu, retorikse! kaymaların
sonuçlarını sınırlayan bir deli gömleği gibi iş gördüğünü unutma­
malıyız.
Butler'ııı 9. sorusuna tepkimin nedeni de budur. Bira/, önce sun­
duğum nedenlerden ötürü, Hegelci bakış açısıyla, biçim ile içerik
K İM I İK VfcH K .K M O N Y A 77

.ırasında keskin bir ayrım sürdürülemez -birbirlerini dolayımlarlar.


Ama benimki gibi, hegemonik geçişlere retoriksel kaymalar bakı­
mından yaklaşan bir bakış açısında, kavramsal olarak biçimi içerik­
ten bağımsız olarak kavramak olanaksızdır (mantıksal nedenlerle
olmasa da). Yarı-aşkınsallıkla ilgili sorusuna gelince, bunun, daha
sonra döneceğini kendine ait sorunları vardır. Butlcr’a söylemek
istediğim tek şey şudur: Biçim/içerik karşıtlığı, yarı aşkııısallar ile
örnekler arasındaki karşıtlıkla aynı değildir. Çünkü bir örnek, bir
içerik değildir. Bir içerik, bir kavramın ayrılmaz bir parçasıdır; oysa
bir şevin bir örnek olması için, örneği olduğu şeye bir şev katma­
sı gerekmez ve yerine sonsuz sayıda başka örnek ikame edilebilir.
Ulusal gerilemeden Yahudiler sorumludur." “ Komünistler kitle
lor in çıkarlarını savunurlar" ya da "Ataerkil bir toplumda kadınlar
sömürülür" dersem, açıktır ki her üçü. örneklerin anlambilimsel
içeriği gramer kuralını dcğıştırıncksızin. bir cümlede özne ile yük­
lem uyumunun örnekleri olabilir. Hlbette. bir dizi söylemsel aygıtla,
iıkcl bir söylemde örnek gibi goriıncn bir şeyin kavramsal içeriği
bir şekilde belirlemesi her zaman olanaklıdır; ama bunu saptamak,
lıkel söylemsel durumların incelenmesini gerektirir.
toparlarsak: Hegelci diyalektik, bize, hegemonik bağın mantı­
ğını belirlemenin yalnızca kısmen yeterli varlıkbilimsel araçlarını
v. lir Siyasetin olumsal boyutu. Hegelci bir kalıp içinde düşünüle­
mez Bununla birlikte, Hegelden l-acana geçince, tamamen farklı
bir senaryoyla karşılaşırız.

III. Lacan

Daha başlamadan, "ortodoks Lacancı doksa” ile “ hegemonya


düşüncesi için locanı helerodoks kendine mal etine" arasıdaki
karşıtlığı, Butler’ın yaptığı gibi keskin terimlerle kurmayacağımı
ınvlcmcme izin verin. Kuramsal bir yaklaşımı kendine mal etınek.
"m.ıl edilen" yazarla özdeşleşme derecesine bağlı olarak az çok or-
lndoks «»lur. Ama ortodokslan, yeni bağlamların gerektirdiği gibi
78 OI.UM SAI IIK . HEGEM ONYA. E V R E N S E IIİK • BUT1.F.R.2I2EK. I.AC'.I-AU

ugeliştirıne"den aynı kategorilerin mekanik tekrarı ve filolojik ta­


kıntı anlaşılırsa, adına layık herhangi bir entelektüel müdahalenin
“ heterodoks" olacağı açıktır.
O halde: I leterodoks bir oyuna hakkıyla girelim. Judith Butler
esas olarak, (.açanın “engellenmiş Ö znelinin, hegemonik bir man­
tığın gerektirdiği stratejik hareketlere yapısal sınırlam alar dayatıp
dayatmadığı sorunuyla ilgilenir. Siyasete Lacancı bir yaklaşımın po­
tansiyel verim liliğiyle ilgili kuşkuculuğunun ö/ü. düzgün bir biçim ­
de ifade edilir: “ I-acancı engele tarih-dışı başvuru, hegemonyanın
ortaya koyduğu stratejik sorunla bağdaştırılabilir mi ya da tüm olası
özne-oluşumlarına yarı aşkınsal bir sınırlam a olarak bundan dolayı
da siyasete kayıtsız olarak durur m u?” (Soru 1). Şim di. ?Â/.ck, I.a-
cancı Gerçeğe, simgeselin "tamamen tözsüz asli sınırlılığı; gerçeklik
ile gerçekliğin simgeleştirilmesi arasındaki aralığı sürdüren ve bu
nedenle tarihselleştirme-simgeleştirmeye yönelik olumsal süreci
harekete geçiren başarısızlık noktası," (Soru 1) olarak işaret ettiğin­
de, benim Butlen n sorusuna yanıtım ı bir ölçüde ima eder.
Sorunu dikkatle ele alalım. Yarı-aşkınsal bir kategoriyi ( I ) “ her
olası özııe-oluşumuna yarı aşkınsal bir sınırlama” ve (2) “siyase­
te kayıtsız." kalan bir sınırlama olarak inşa etme, neyi içerir? Bana
göre, iki çelişkili koşulun işin içine sokulmasını içerir; çünkü “ sı­
nırlama,” yarı-aşkınsal bir sınırın sonucu olarak bazı siyasal kim ­
liklerin dışlanmasını ima eder gibi görünüyor. Ama, yarı-aşkınsal
sınırdan kaynaklanan şey siyasete bir kayıtsızlıksa, sınırın hiç de
sınır olmadığı -ve bunun doğal bir uzantısı olarak, böyle bir kayıt­
sızlığı aşmanın tek yolunun, tam da birinci koşulun zayıflatmaya
çalıştığı şey, bir tur olıım lıı aşkınsal zemin olduğu- sonucuna var­
mak gerekir. Bu çıkmaz sokağın ötesine geçmek için, belki de farklı
bir soru sormak gerekir: İşlevi lam temsilin nihai olanaksızlığını gös­
termekten ibaret olan bir engel, tem sil edilebilen bakımından bir sınır
mıdır, yoksa temsil (elbette başarısız bir temsil olarak) ilişkisini lıer
türlü sınırlam anın ötesine m i geçirir? İkincisi doğruysa, ya bir olum­
lu aşkın kategoriler sistemine ya da kendi olabilirlik koşullarından
K İM L İK V E HEGEM ONYA 79

luıbersiz yaşayan bir "somut a başvuruya dayandırilahilen herhangi


bir şeyden daha radikal b ir tarihselciliğeyol açardı. Görm üş olduğu­
mu/. gibi, hegemonya, temsil ilişkilerinin genelleşmesini gerektirir;
aına öyle bir şekilde ki, bizzat temsil süreci, temsil edilen kendiliği
geriye dönük olarak yaratır. Temsil edenin temsil edilen bakım ın­
dan saydamsızlığı, gösterilen karşısında gösterenin indirgenemez
özerkliği, toplumsalı ta temelinden yapılandıran ve göstereni ön­
ceden belirlenmiş hareketlerine razı edecek aşkın bir gösterilenin
gölge-görüngüscl ifadesi olmayan bir hegemonyanın koşuludur.
Gösterilen karşısında gösterenin bu “özgürleşmesi’si -hegemonya­
nın önkoşulu- (.acancı engelin ifade etmeye çalıştığı şeydir. Madal­
yonun diğer yüzü, olumsal sınır dayatmalar ya da kısmi sabitleme
ler bunlarsız, psikozlu bir evrende yaşardık “ kapitone noktası"
nosyonunun meydana getirdiği şeylerdir.17
temsil edilemezin temsili, içinde hegemonyanın inşa edildiği pa-
r.uloksun terim leridir -ya da daha önce kullaııdığıım/. terimlerle,
ayııı zamanda olanaksız ve zorunlu olan bir nesneyle uğraşıyoruz.
Ihı, simgeleştirmeye direnen Lacancı “gerçek” nosyonunun ala­
nından uzak değildir. Ama bu noktada. Butler bir itiraz yükseltir:
'Gerçeğin simgeleştir meye direndiğini iddia etmek, gerçek'i bir tür
dıieiıiş olarak simgeleştirmektir. İlk iddia (gerçek simgeleştirmeye
direnir) ancak ikinci iddia doğruysa (gerçek simgeleştirmeye dire­
tin b ir simgeleştirmedir) doğru olabilir; ama ikinci iddia doğruysa,
ılkı zorunlu olarak yani ıştır.“ '*
liutlcr muhakemesini Kussell paradoksu ( “ kendisinin üyesi ol-
ııı.ıyan sınıflar sınıfı, kendisinin bir üyesi m idir? vb.) terimleriyle
umar: ama bunu formüle etme şekli, oldukça kolay bir biçimde,
ı .mi m “ kendinde şey "inin standart İdealist eleştirisini akla getirir
(eğer kategoriler yalnızca görüngüler için geçerliyse, şeyin benim
duyumlarımın dışsal nedeni' olduğunu, ıvır olduğunu söyleyemem,
vb ). Simdi, eğer iddiası bu son tipte bir iddia olsaydı, toptan tem-
ml edilebilirliği, düşüncenin kendisine katışıksız saydamlığını sa-
' umudu ve bu durumda temsil edilemezlik, yalnızca radikal far­
«0 OLUMSALLIK, HEGEMONYA. EVRENSELLİK . BUTLER. 2l2BK. LACXAU

kında olmama dunımu olarak tasavvur edilebilirdi -ama özünde


farkında olmadığımı/ (yani, potansiyel olarak bile düşüncenin do
layımlamadığı) bir şeyin var olma olasılığını kabul etmek bile, tem­
sil edilebilirlik ile fiili gerçeklik arasındaki bağı koparırdı. Hegel'in
Encydopacdiada söylediği gibi:

Ancak içeriğin -tikelin, kendi başına olmadığını, başka bir şevden


türediğini ayırt ettiğimizde, sonluluğu ve yalan oluşu aydınlığa ka
vıışur. (...) Doğru olduğu savunulabilen tek içerik, başka bir şeyle
dolayımlanmayan. başka şeyler tarafından sınırlanmayan içeriktir
ya da başka türtii ifade edersek, kendisiyle dolayımlanan içeriktir:
burada dolayım ile kendine dolaysız gönderme örtüşür. (...) Soyut
düşünce (“düşünümse!" metafiziğin kullandığı bilimsel biçim) ve
soyut sezgi (dolaysız, bilginin kullandığı biçim) bir ve aynıdır.1'

Aına Butlcr herhalde toptan temsil edilebilirliği savunmuyor


-temsil alanı içinde herhangi bir "temsil edilemezdin aşılmasının,
farklı bir okumaya nasıl yol açabildiğim anlamak zor olsa da. Belki
de işaret etmek istediği şey, kesin anlamında bir çelişki değil, bir
paradokstur -bu durumda bir düşünce aporiasma işaret ederdi ve
biz de Russell'ın açmazına geri dönerdik. Soru şu olurdu: Mantıksal
olarak yanıt verilemez aporialar etrafında örgütlenmiş söylemsel
bir uzamla karşılaştığımızda ne yapabiliriz? Birçok şey yapabiliriz;
ama daha sonra söylemem gereken şeydeki merkeziliğinden ötü­
rü özellikle vurgulamam gereken bir şey var: Aporianın terimlerini
saptayan kategoriler arasında mecazi (retorikse!) bir hareket başla­
tabiliriz. Örnek olarak. Paul de Manın “ Pascal’ın İkna Alegorisfııde
“sıfır ”ın rolüyle ilgili çözümlemesini ele alalım .' Pascal, sonsuz
küçüklük ilkesine itirazla karşılaştı: Uzam ile sayı arasında bir ho­
mojenlik koyutu savunulucaksa. sayıdan yoksun olan birimlerden
(b ir) oluşan sayılarımız olduğu için, uzatılmayan parçalardan olu
şan bir uzantı tasavvur etmek olanaklı olurdu. Pascal’ın yanıtı iki
hareketten ibarettir: Bir yanda, sayıların düzenini uzamın düzenin­
den koparmaya çalıştı -bir in. çoğulluktan muaf olduğu için bir sayı
olmasa da, tekrarlanan çarpmayla, tüm diğer sayılar bir i kapsayan
K İM L İK V E HEGEM ONYA 81

birimlerden oluştuğu, elde edildiği için, yine de sayılar düzenine ail


olduğunu göstererek. Ama diğer yanda, sayı, /aınan ve devinim ara
sunla cşınantık bulunduğu savunulacaksa, sayı düzeninde "an'ın ya
da "dolaşım durması'nın da eşdeğerliği bulunmalıdır. Pascal bunu
Mİır'da bulur. B irle farkına gelince, sıfır, sayı düzeninden kökten
laikli bir yapıdadır; dahası, bir sayı düzeninin olması bakımından
olmazsa olmazdır. De M anın sözleriyle: "Sıfırsız bir olamaz, ama
sıfır her zaman bir bir, bir (bir)şey kılığında ortaya çıkar. Ad, sıfırın
mecazıdır. Sıfır fiilen adsız, Hinnommable* \adlandırılamaz\ oldu­
ğunda sıfıra her zammı bir [biri) denilir.*11 O halde şöyle bir duru­
mumuz var: (1) Sistemsel bir bütünlük, o bütünlük içinde temsil
edilebilir olan karşısında köklü bir biçimde heterojen olan bir şeye
başvurulmadan oluşturulanla/; (2) bu bir şey. eğer bir sistem ola-
«aksa, bir şekilde temsil edilmelidir; (3) ne var ki bu, sistem içinde
temsil edilebilir olmayan bir şeyin temsili -dahası, sistemi temsil et­
menin köklü olanaksızlığının temsili- olacağı için, bu temsil ancak
mecazı ikameyle gerçekleşebilir.
Butlenn muhakemesinin gerçekten gözden kaçırdığı nokta bu­
dun Kğer Gerçeğin temsili, simgeselin tamamen dışında bir şeyin
temsili olsaydı, temsil edilemez olarak temsil edilemezin temsili
•ıslında tam kapsama deınek olurdu -örneğin. Hegel'in “olumsan
kendi mantık sistemine dahil edebilmesinin yolu buydu. Ama eğer
temsil edilen şey, bu haliyle temsil sürecinin bir iç sınırıysa, içsel­
lik ile dışsallık arasındaki ilişki bozulur: Gerçek. Simgeselin kendi
ı.ımlığına ulaşmadaki başarısızlığının adı haline gelir. Gerçek, bu
ıinl.ıında. Simgeselin başarısızlığının geri donuk bir sonucu olur­
du Unun adı, hem içi boş bir yerin adı, hem. De M anın sözleriyle,
.«•I m/, "innommable " olan şeyi adlandırarak o yeri doldurma girişi­
mi olurdu. Yani sistem içinde o adııı varlığının, dikişleyici bir tro-
!<•" |mecaz) statüsü vardır. Bruce l-'ink, U canda “ iki farklı gerçek
dıı/eııi“ bulunduğunu gösterdi: "(D Son çözümlemede kendi var-
•nyıınıım/.dan başka bir şey olmayan, simgesel öncesi bir gerçek,
tıinı harften önceki bir gerçek (G l) ve (2) bizzat simgesel düzenin
82 O LU M SALIJK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK . BlIT LER .ÎlZ F.K . I.ACLAU

öğeleri arasındaki ilişkiler nedeniyle açmazların ve olanaksızlıkla­


rın nitelediği, yani simgesel tarafından yaratılan, harften sonraki bir
gerçek (G2)."“
Böylecc, hegemonik işleyişin nasıl hem anlamlandırmayı bozan
bir Gerçeğin varlığını, hem Gerçeğin mecaz ikamesiyle temsilini
gerektirdiğini görmeye başlayabiliriz. S/s ilişkisindeki engel (çubuk,
çizgi), gösteren önceliğinin önkoşuludur; bu olmaksızın, hegemo­
nik yer değiştirmeler tasavvur edilemez olurdu. Bununla birlikte,
hegemonik mantığın işleyişini anlamada büyfık öneme sahip olduk­
ları için vurgulamak istediğim iki boyut var. Birincisi. Saussureun
gösteren düzeni ile gösterilen düzeni arasında koyut olarak kabul
etliği cşbiçiınliliğin bozuluşuyla ilgilidir. Böyle bir eşbiçimliliğin,
Saussurecü dilbilim in köşe taşı olan bir ilkeyle, dilin töz değil, biçim
olduğu ilkesiyle bir çelişkiye yol açtığı çok çabuk anlaşıldı. Zira gös­
teren düzeni ile gösterilen düzeni arasında toptan bir eşbiçimlilik
olsaydı, katışıksız biçimsel terimlerle birini diğerinden ayırt etmek
olanaksız olurdu; öyle ki tek seçenek ya zorunlu olarak gösteren ve
gösterilen ayrım ının çökmesine (ve gösterge kategorisinin çözül­
mesine) yol açacak katı bir biçimciliği savunmak ya da (sessel ya da
kavramsal) tözleri kaçak yollarla dilbilim çözümlemelerine sokmak
-tutarsız bir biçimde- olurdu. Eşbiçim lilik ilkesinden ayrılıp iki
düzen -gösteren ve gösterilen- arasındaki farkı salt biçimsel terim­
lerle inşa eden Hjelmslev ve Kopenhag Okulu, belirleyici ilerlemeyi
bu noktada gerçekleştirdi. Bu değişiklik, psikanalitik bir bakış açı­
sından belirleyicidir; çünkü bilinçdışının, nihai bir anlam arayışın­
dan vazgeçme yollarını aramasına olanak verir. Lacanın sözleriyle,
psikanahtik süreç anlam la ilgili değil, hakikatle ilgilidir. Fink’ten
aldığım bir tek örnekten söz edelim: l-rcud'un "Sıçan Adam 'ı, “sö­
zel köprülerle, kısmen anlamlı çağrışımlarla -örneğin sıçan (rat)
= penis, zira sıçanlar frengi gibi hastalıkları yayarlar vb.-, ama kıs­
men de anlamla hiçbir ilgisi olmayan katışıksız sözel çağrışımlarla
-"Ratcn taksit demektir ve sıçanlar ile paranın eşitlenmesine yol
açar; Spıclratte kumarbaz demektir, ve kumarhaneye borç takan S ı­
K İM İ İK V E H EGEM O NYA 83

çan Adam ın bahası sıçan karmaşasına kapılmış olur"*'- bir “sıçan


karmaşası” inşa etti. Hegemonik çözümleme bakımından hakikati
anlamdan ayırmanın önemi, rasyonalist bir siyaset kavrayışının bizi
hapsettiği gösterilene bağımlılık durumundan kurtulmamıza ola­
nak tanımasıdır. Can alıcı olan, hegemonik süreci, yapıdaki boş yer­
lerin önceden olukmuş hegemonik güçlerce doldurulduğu bir süreç
olarak tasavvur etmek değildir/' I legemonik dikişleri gerçekleştiren
ilkelliklerin içi boş gösterenlere bulaşma süreci vardır, ama bu. bir
karşılıklı bulaşma sürecidir; her iki yönde de işler. Bu nedenle, belli
simgelerin siyasal etkinliğim anlama bakımından belirleyici olan
gösterenin özerkleşmesine yol açar. Bir örnek vermek gerekirse: Bu
özerkleşme olmasaydı, geçen on yılda eski Yugoslavya'daki yabancı
düşmanlığı patlamalarım anlamak olanaksız olurdu.
Ne var ki. bu, birincisinden bir ölçüde farklı bir yöne giden ikinci
l*ır noktayı vurgulamama yal açıyor. Lacancı çevrelerde, “gösterenin
maddiliği" denilen şeyi vurgulama eğiliminde olan belli muhake­
me biçimleri olmuştur. Şimdi, “ m addilikle, anlamlandırma süre­
cinin saydamlığım bozan engele işaret ediliyorsa (yukarıda sözünü
elliğimiz eşbiçiınlilik), bu fikre itiraz edilemez. Ama önemli olan,
bıı anlamda tasavvur edilen “ maddiliği," olduğu haliyle sessel tözle
birbirine karıştırmamaktır; çünkü o durumda, tözü çözümlemeye
yemden sokar vc yukarıda tartışılan Saussurecü tutarsız konuma
düşerdik.*' Yakın zamanda öne sürüldüğü gibi, gösterenin önceli­
ği ısrarla belirtilmelidir, ama gösterenlerin, gösterilenlerin ve gös­
tergelerin hepsinin gösteren olarak tasavvur edilmesi koşuluyla.'1
Sis .m karmaşası" örneğine geri dönersek: “ Sıçan'ııı “ penis'le iliş-
l ılendirilmesi gösterilenden bir geçişi gerektirirken, "tak sitle bıi-
iıiıılcştirilm enin salt sözel bir köprüyle gerçekleşmesi, kusursuz bir
ikine ıl ayrım ı oluşturur: Her iki durumda da, her öğenin (kavram
».d va da sessel) bir gösteren olarak işlev gördüğü -yani, içine ya-
ıldıp gösterenler sisteminin tamamına gönderme yaparak değer
l .ı/aııdığı bir yapısal konumlar sistemi tarafından belirlenen bir
.ml.ıın kayması vardır. Bu nokta, siyasal çözümleme bakımından
«4 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK • BUTI.ER.2l2EK.LACt.AU

önem lidir; çünkü hegemonya kuramım “evcilleştirm ece yönelik


kimi rasyonalist çabalar, gösterilen düzeyinde bir kalıntının, o ol­
masa hiçbir şey gösteremeyen sınırsız bir akışkanlık olacak şeye bir
çıpa noktası sağlandığını öne sürüyorlar. Ne var ki, sorun kendisini
bu terimlerle ortaya koymaz. Kuşkusuz, bazı ayrıcalıklı söylemsel
öğelerin oynadığı çıpa rolü -kapitone noktası ya da “ Baş-Göstereıı"
nosyonunun akla getirdiği budur- vardır; ama bu çıpalama işle­
vi, kavramsal tözün, söylemsel çeşitlenme süreçlerinin tümünde
varlığını sürdüren nihai bir kalıntısına dayanmaz. Bir örnek ver­
mek gerekirse: Kim i siyasal bağlamlarda -örneğin Güney Afrika-
“siyalnn, bütün bir söylemsel konumlar kümesini düzenleyen bir
Baş-Göstereıı olarak etkili olabilmesi, "siyah”») her türlü söylemsel
ifadelendirmeden bağımsız nihai bir gösterilene sahip olduğu anla­
mına gelmez. Gösterme işlevinin bir gösterme zincirindeki konu­
muna -Freudcu anlamda, kısmen "anlamlı” çağrışımlarla (“sıçan"
ve “ penis” örneğinde olduğu gibi) ve kısmen sözel köprülerle belir­
lenen bir konuma- bağlı olması anlamında, katışıksız bir gösteren
olarak işlev görür. Görece istikrarlı bu konumlar kümesi, “ hegemo­
nik bir oluşııın'u meydana getiren şeydir. Bu yüzden, 'gösterenin
maddiliğfnden. bu haliyle sessel tözü değil, dilbilimsel herhangi
bir öğenin -sessel ya da kavramsal- bir gösterilene doğrudan işaret
edememesini anlayacağız. Bu, değerin anlamlandırmaya önceliği ve
Lacan’ın gösterilenin gösterenin altına sürekli kayması dediği şey
demektir.
I.acancı kuram ile siyasete hegemonik yaklaşım arasında bir
alışverişi olanaklı ve verim li kılan nihai nokta şudur: 11er iki du­
rumda ila her türlü sabitlenmemişlik, mecazi kayma ve benzerleri,
tüm temsil süreçlerine fazladan bir görev yüklerken -bu süreçler
yalnızca belirli varlıksa! içeriği değil, genel olarak temsil edile­
bilirlik ilkesini de eşit ölçüde temsil etmek zorundadırlar-, aynı
zamanda bu ikili görev, giriştiği dikiş atma işini gerçekleştirmede
eninde sonunda başarısız olamayacağı için, radikal bir tarilısclci-
liğin temeli olan bir dizi sayısız ikamenin yolunu açan özgün bir
KİM I.İK V E HEGEMONYA 85

eksik etrafımla örgütlenir, /’.izek'in sorularında seçtiği örnekler, bu


konuyu aydınlatmaya çok uygundurlar. Kğer ilksel bir eksik, temsili
olanaksız/olanaklı kılıyorsa, hiçbir varlıksal içerik, temsil edilebilir­
liği temsil etmeye yönelik varlıkbilimsel işlevi tckellcştiremez (aynı
şekilde, göstermeye çalıştığım gibi,:r Hobbes'taki düzene koynuı iş­
levi. herhangi bir somut toplumsaI düzenin özel ayrıcalığı olamaz
-bu. Platonda olduğu gibi, iyi bir toplumun bir özelliği değil, ti­
kel varlıksal düzenlemelerle bağlantısı doğası gereği olumsal olan
varlıkbilimsel bir boyuttur). Bu yüzden, "tekrar sürecini özdeşliğin
metafizik mantığına yeniden kazıma"nm olanağı yoktur. Aynı ne­
denle. çağırma sürecinin “ birey“ i bir özne konumuna zincirleme­
sini önleyen “engellenmiş özne," diğer şeylerin yanı sıra, Butlenn
parodik performanslarını da olanaklı kılan bir belirlenemezlik alanı
açar. Aynı şey, Z iiek ’iıı inandırıcı bir biçimde gösterdiği gibi, tikel
cinsel rollerle değil, temsil alanına ancak mecazi kaymalarla/cisim -
leşmelerle girebilen gerçek/olaııaksız bir çekirdekle bağlantılı olan
cinsel farkın statüsü için de söylenebilir.(Hegem onya kuramı ba­
kımından bu, simgesel düzenin kapanmasını önleyen gerçek bir çe­
kirdek olarak “antagoııizma" nosyonuyla katı bir eşmantık (homo-
loji) temsil eder. Defalarca öne sürdüğümüz gibi, antagonizmalar
nesnel ilişkiler değil, her nesnelliğin sınırının gösterildiği noktadır.
Bununla en azından karşılaştırılabilir bir durum, Lacan’ın cinsel
ilişki diye bir şey yoktur iddiasında da söz konusudur.) Son olarak.
I açandaki “ faJlus" nosyonunun zorunlu fallus-sözmerkezci imalara
s.ılıi}* olmadığı konusunda Zizek'le tamamen hemfikir olduğumu
t-kleıııek islerim, [.açanın sonraki derslerinde, arzu göstereni ola-
ı.ık iaMuş'un yerini genel olarak "objet petit a " almıştır ve bu. teni­
mi alanının yapılandırılması üzerindeki tüm etkilerini incelemeyi
dıılıa da açık bir biçimde olanaklı kılar.
Butlenn siyaset ile psikanaliz arasındaki ilişkiyle ilgili sorusu*
n,ı değinerek bu bölümü bitirmek istiyorum. Şunu söyleyeyim:
Kuramsal bir müdahale, gerçeklen bir fark yarattığında, asla baş­
langıçtaki formülasyon alanıyla sınırlı değildir. Bilginin o zamana
»t. O LUM SALLIK, HEGEMONYA. I.VRI-.NSKI.I.IK . BUTLER. 2(2EK. LACLAU

kadar içinde hareket elliği varlıkbilimsel ufkun bir tür yeniden ya­
pılandırılmasını üretir. Allhusscr’in hoşuna giden kimi örnekler­
den söz edersek, l’latoncu felsefenin arkasında Yunan matematiği;
on yedinci yüzyıl rasyonalizmlerinin arkasında Galileormn doğayı
matematikleştirmesi vc Kaııtçılığın arkasında Newtoncu fizik var­
dır diyebiliriz. Aynı şekilde hâlâ Freud yüzyılında yaşadığımızı da
söyleyebiliriz ve ben, çağdaş felsefede verim li ve yeni olan pek çok
şeyin, büyük bir ölçüde, Freudun-bilinçdışım keşfiyle uyuşma ça­
bası olduğunu söyleyecek kadar ileri gidebilirim. Ne var ki, bu dö­
nüşüm, felsefi bir düşünceyle, ycııi bir bölgesel alanın kaynaşması
olarak değil, daha çok, sınırları içinde nesnellik alanının yeniden
değerlendirilmesini zorunlu kılan yeni bir aşkınsaI ufkun açılması
olarak -nesneler arasında düşünülebilir türden ilişkilerin varlıkbi-
liııısel düzeyde genişlemesi olarak- tasavvur edilmelidir. Örneğin,
bir nesnenin olanaksız vc aynı zamanda zorunlu olduğunu iddia
etmek neyi gerektirir? Böyle bir nesnenin, tüm temsil alanının ye­
niden yapılandırılmasındaki etkileri nelerdir? Bu bakış açısıyla ba­
kıldığında, Lacancı kuram, Freudcu buluşun çekirdeğinde bulunan
şeyin radikalleşmesi vc gelişimi sayılmalıdır. Ama bu açıdan dü­
şünüldüğünde, psikanaliz yalnız değildir: Bir bütün olarak çağdaş
düşünceyi kucaklayan daha geniş bir dönüşümün merkez üssüdür.
Şimdi tartışmamızın bu yanına geçmek istiyorum.

IV. Nesnellik ve retorik


Çalışmalarında 2izek, esas olarak yapısökümle özdeşleştirdiği
bir yapısalcılık sonrası alanının tamamen dışında bir l.acan imgesi
sunmaya çalıştı. Ona göre, iki gelenek arasındaki sınır, cogi/o’nun
l-acancı sürdürülmesi etrafında döner. Bu tez ne kadar geçcrlidir?
Un son kitabında-"' -hayran olduğum bir çalışma- Zizck, "Batı aka­
demisinde bir hayalet dolaşıyor" iddiasında bulunarak başlıyor ve
bu hayalet, “ Kartezyen özne hayaletinden başka bir şey değildir.m
Ne var ki, kendisini Kartezyen bir manifesto olarak ilan eden şeyin
K İM LİK VE HEÜHMON VA 87

l»ıı görkemli başlangıcından sonra, izleyen sayfada aşağıdaki sa­


tırları okuduğumuzda biraz şaşırırız: “ Elbette amaç, bu nosyonun
modern düşünceye egemen olduğu kılıkta cogito'ya (kendi kendi­
ne saydam düşünen özne) geri dönmek değil, unutulan ön yüzüne.
cogito'nun pasifleştirici saydam Kendi imgesinden çok uzak olan
aşırı, kabullenilmeyen çekirdeğine ışık tutmaktır.“ *1Şimdi, bunun.
Kartezyen olmanın en kendine özgıı şekli olduğu kabul edilmeli­
dir. Bu. biçimler kuramını kabul etmeyen birinin kendisine dört
dörtlük Platoncu demesine ya da bir Kantçı olduğunu yedi düvele
ilan etmesine benzer -kategorilerin, anlamanın aşkınsa! koşulu ol­
duklarım yadsıması koşuluyla. Açıktır ki, Descartcs, Zizek'in işaret
ettiği ön yüzle uyuşsaydı. entelektüel projesini son derece başarısız
sayardı. Kuramsal projelerinin içi boşaltılmadan. Zizek’in istediği
şekilde I.acan'ııı Descartcs ya da Hegel gibi filozoflarla ilişkilendiri
İçmeyeceği benim için nettir.
Bu yüzden, yirm inci yüzyıl entelektüel düşüncesinin efsanesiyle
İlgili farklı bir taslak sunmak istiyorum. Ana hatları şöyle olurdu:
Yüzyıl, üç dolaysızlık yanılsamasıyla, "kedinde şeylerde dolaysız
erişme olasılığı yanılsamasıyla başladı. Bu yanılsamalar göııderge,
görüngü ve göstergeydi ve bunlar üç geleneğin, analitik felsefe, gö-
rüngiibiliın ve yapısalcılık geleneklerinin başlangıç noktalarıydı.
<) /amandan beri, bu üç geleneğin tarihi belirgin bir biçimde ben­
zer olmuştur: Her üçünde de bir aşamada dolaysızlık yanılsama­
sı dağılır ve söylemsel dolayımın öncelikli ve kurucu hale geldiği
şu ya da bu düşünce biçiminin yolu açılır. VVittgenstein’m Felsefi
S<ınifiurnıalart'nd,\n sonra analitik felsefenin. Heidegger’in varoluş-
ıl analitiğinden sonra görüngübilimin ve yapısalcılık sonrası gös
lerge eleştirisinden sonra yapısalcılığın (ve bana göre Gramsciden
• mra Marksizmin) başına gelen budur. Bu tarihsel çerçeve içiıule,
dilsel göstergenin saydamlığının eleştirisinde en önemli uğraklar­
dın birinin Lacanın linguiserics’inde, daha önce işaret ettiğimiz
l.osierenin önceliği nosyonunda bulunacağı benim için gayet açık
in Bu yüzden Lacan bana göre yalnızca bir yapısalcılık sonrasının
88 OLUM SAI.I.IK, HEGEM ONYA, KVRENSF.I.I.İK • BUTl.KR.?.l2EK. I.ACI.AU

değil, aynı zamanda yapısalcılık sonrası bir kuram alanının ortaya


çıkışındaki iki can alıcı uğraktan biridir. Diğer uğrak, kararlaştın
lamaz yarı-altyapılar alanını uzattığını'2 vc dolayısıyla Lacan bakı­
mından “simgesel düzendeki büklümler” " olan şeyin alanını -bazı
bakımlardan Lacancılıkta rastlanandan daha keskin bir biçimde-
gcnişlettiğiııi gördüğüm yapısökümdiir.
Hakkıyla “çağdaş” diyebildiğimiz bir düşüncenin ortaya çıkışını
düzenleyen egemen kopuşu belirlemek için önerdiğim tarz, /.izek'in
önerdiğinden açıkça çok farklıdır ve bu farklı entelektüel bağlılık­
larımızı kısmen açıklar. Bununla birlikte bu, ¿¡Çek’in kendi ente­
lektüel sınırlarını çizerken kullandığı ölçütü bütünüyle reddettiğim
anlamına gelmez, ö lçü t geçerlidir; ama bu temelde, ¿izek’in yaptığı
şekilde baskın bir sınırın saptanabileceğini yadsıyorum. ?V/.ck’in
sınırı, -Lacancı kuramdaki- eşzamanlı olarak hem olanaksız, hem
zorunlu olan bir nesneye duyulan gereksinim öne sürülerek kuru­
lur. Nesnenin zorunluluğundan olabilirliğini çıkarsama -Zizek'in
sözcüklerini kullanırsak, diğer yüzünün, müstehcen yüzünün ka­
bul edilmemesi- modernliğin saydamlık mantığının iç sınırlaması
olurdu; oysa tersi hareket, olanaksızlığından yola çıkarak zorunlu­
luğunu yadsımak, postmodernliğin ve yapısalcılık sonrasının ayıbı
olurdu (bu az çok dayatılmış asimilasyon konusunda, mesela Der-
rida öyle kolayca suçlanamaz). Şimdi, iki yönü birden zorunluluk
ve olanaksızlık- öne sürme gereksinimi konusunda hemfikir olma­
mam zordur; çünkü bu. hegemonik mantığa yaklaşımımın köşe ta­
şıdır -bu yaklaşım, klasik siyasal kuramın “ hükümranlık,” “ tem sil”
“çıkar” gibi kategorilerinin düpedüz reddini değil, aksine bunları,
hegemonik eklemlevici mantığın ön-varsaydığı, ama sonunda asla
ulaşılamayan hedefler olarak tasavvur etmeyi gerektirir. Ben bir Ba-
udrillardcı değil, bir CJramsciciyim.
Bu ikili zorunluluk vc olanaksızlık koşulu, diğer şeylerin yanı
sıra, üç çabayı olanaklı kılar; ( I ) İki boyuttan her birinin diğerini
yıkm a mantığını anlamayı; (2) bu karşılıklı yıkıcılığın siyasal ve­
rim liliğine -yani, iki kutuptan birinin tek-taraflılaştınlmasıyla ula-
K İM LİK VI HEGF.MONYA X9

alabilenin ötesinde, toplumlarımızın işleyişini anlamayı olanaklı


kılan şeye- bakmayı; (3) bu kararlaştırılanla/. mantığın soykıitüğü-
ııün, siyasal ve felsefi geleneğimizin merkezi metinlerini zaten yık ­
makta oluşunun izini sürmeyi. Her zaman açık bir metinlerarasılık.
hegemonik mantıkların işlediği karar verilemez alandır. Ne var ki,
/'.i/ek kendi söylemini farklı bir entelektüel stratejiyle inşa etti: Z o ­
runluluk uğrağına ayrıcalık tanıdı ve bu temelde, Lacan’ı rasyonalist
Aydınlanma geleneğine konumlandıran ve böylece, aslında mensu*
bu olduğu yirm inci yüzyıl entelektüel devri m iyie bağlarını zayıfla­
tan bir soykütiiğü inşa etti. Ne var ki. olanaksızlık uğrağı Lacancı
metinlerde gerçekten etkili olduğu için -ve Zizck, bunu inkâr eden
son kişi olurdu- en görünür biçimde Hegel örneğinde,w pek meşru
görmediğim bir şekilde modernlik geleneğini Lacancılaştırınıştır.
/.orunluluk/olanaksızlık ilişkisinden kaynaklanan şeyin mantığı­
nı araştırmak yerine, bu çatalın bir kutbuna -bana göre- keyfi bir
biçimde ayrıcalık tanıma kararıyla karşılaşırız; diğer kutbun etki­
leri. bu ilk ayrıcalıkla başından itibaren.acımasızca sınırlandırılır.
Bunun, Zizekiıı siyasetle ilgili söylemi bakımından kimi sonuçları
vardır daha sonra göreceğimiz gibi. Bir kereliğine, Tüzek’in çok
hoşlandığı şakalardan birine kapılarak şöyle demek isterim: Ben, en
iyi stratejik olanaklarından yararlanarak iki eşliliğin muğlaklığını
kullanmaya çalışan bir entelektüel çift eşliyim; Zizek ise. pratikte
hiçbir zaman açıkça kabul edilmeyen metreslerine (yapısöküın) her
turlu ödünü veren -bu onun, öbür yüzü, müstehcen yüzüdür- ku-
t.ınula sağlam bir tek eşlidir (Lacancı).
Şimdi, bu sonucu akılda tutarak, toplumsal bilgiyle ilgili daha ge­
nel konulara geçebiliriz, önce, aşkınsalın statüsü sorununa değine­
lim. Aşkııısal boyutun kaçınılmaz olduğunu, ama bu aşkınsallığın,
tu ııniu tam anlamıyla, olanaksız olduğunu (yarı-aşkınsallardaıı söz
•iınemizin nedeni budur) savunuyorum.' Bu olanaksızlık neden?
Bu kere, tam aşkınsallık, ampirik olandan net bir ayırıcı sınırı ge­
rektirir ve böyle bir sınır yoktur. Kendisini aşan olabilirlik koşullan
olmayan bir nesne yoktur (kaçınılma/, aşkııısal ufuk budur); ama bu
V« OLUM SALLIK. HEGEM ONYA. EVREN SELLİK . HL'TI.I.R. ?İ?.E K . LACLAU

ufuk, kararlaştırılm az altyapılardan -tekrarlama, tamamlama, ye­


niden sıralama vb.- ibaret olduğu için, kararın ampirik uğrağı, aş-
kınsal ufukla karmaşık bir içsellikydışsallık ilişkisi içindedir. "Fark"
kategorisi, çağdaş düşüncede hatırı sayılır bir enflasyon sürecinden
geçti; ama birçok kullanım ı arasında ö/ellikle yararlı olduğunu
düşündüğüm bir tanesi var: Farkı, bir yapı karşısında son derece
heterojen kalırken o yapıyı kapatan şey olarak gören kullanım. Bu
nedenle, Butlcr’ın "metafizik özdeşlik mantığı’ nın tekilliği ya da
çoğulluğuyla ilgili sorusuna yanıtım şöyle olur: Birçok çeşitlemesi
olmakla birlikte, bu mantıkların hepsinde anlamın katı bir çekirde­
ği kalmıştır ve bu, farkın kurucu niteliğinin yadsınmasıdır, yapının
kendi iç kaynaklarıyla kapanma olasılığı iddiasıdır.
Şimdi, Butler'ın toplumsal mantıklar vc bunların toplumsal
pratiklerle ilişkileriyle ilgili sorularına geçebiliriz. İlk önce, top­
lumsal mantık nedir? Elbette, biçimsel mantıktan, hatta genel bir
diyalektik mantıktan söz etmiyoruz; “ akrabalık mantığı,H “ piyasa
mantığı" gibi ifadelerdeki örtük fikirden söz ediyoruz. Ben bunu,
seyreltilmiş bir nesneler sistemi olarak, bazı bileşimleri ve ikame­
leri olanaklı kılan vc bazılarını dışlayan bir gramer" ya da kurallar
demeti olarak nitelerdim. Bu, bizim kendi çalışmamızda "söylem"
dediğimiz,'* Lacancı kuramda “simgesel" denilen şeyle geniş ölçüde
örtüşen şeydir. Şim di, eğer simgesel, toplumsal yaşamda olan her
şey olsaydı, toplumsal mantıklar ile toplumsal pratikler tam olarak
üst üste binerdi. Ama biliyoruz ki. toplumsal pratiklerde, simgeselin
kurumsallaşmış performanslarla sahneye konmasından fazlası var­
dır. Bizim çözümlememizde, yukarıda işaret ettiğim gibi, toplum­
sal nesnelliğin parçası olmayan, kendi kendini oluşturma halindeki
nesnelliğin (simgeselin) sınırı olan aııtagonizma uğrağı vardır. Aıı-
tagoııizma çözümlememiz Lacancı kuramdan türemiş olmasa da.
Lacan’ın simgeleştirilmeye direnen nihai çekirdek olarak Gerçek
nosyonuyla büyük ölçüde örtüşebilir -Zizek’in erkence, kitabımı­
zın 1985’te yayımlanmasından hemen sonra çıkan Hegemonya vc
Sosyalist Stratcji'yk ilgili değerlendirmesinde algıladığı gibi.*7
K İM LİK V E HEGEMONYA 91

Bununla birlikte. Gerçeğin Simgeseli yıkması eldeki tek ham­


maddeyle gerçekleşmek zorundadır: Simgesel uzamı şekillendiren
laikli yapısal konumlanmalar. Bu yapısal konumlanmalar (ya da
ayrımlar) sisteminin, herhangi bir dilsel yapı gibi, yalnızca iki grup
o/niteliği vardır: Bileşim ve ikame ilişkileri -katı dilsel terimlerle,
sen1ağmatik ve paradigmatik ilişkiler. Daha geniş toplumsal çö-
/ııinleme bakımından bu, fark (farklı kurumsallaşmalar) mantık­
ları ile (toplumsal uzamın ikameler üzerinden ikiliklere ayrılması
temelinde antagonizmalar inşa eden) eşdeğerlik mantıkları arasın­
da sapladığımız ayrıma karşılık gelir.
Toplumsal pratiklerin katışıksız dilsel yanından Butler’ın özel­
likle ilgilendiği performatif boyutlarına geçtiğimizde ne olur? Bu
luınleyi yaptığımızda, kesin konuşmak gerekirse, dilselin dışında
olmayız; çünkü, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, dil töz değil, biçim
ise, bir durumda sözcüklerle, diğerinde eylemlerle uğraşıyor ol
ınaınız olgusu, ayrımsadık ilkesi sürdürüldüğü sürece birleşik bir
gramer içinde tutabileceğimiz bir şeydir. Ama perform alif boyut,
herhangi bir anlamlı eylemin, saf mantıkçı bir dil nosyonunun ka
ranlıkta bırakacağı bir yanını daha görünür kılmaya yardım eder:
Bir kuralın kurumsallaşmış bir performans yoluyla katı bir biçimde
uygulanması, sonuçta olanaksızdır. Bir kuralın uygulanması, za
leıı kendi yıkım ını gerektirir. Derrida'nın tekrarlama nosyonunu
düşünelim: Bir şey, tekrarlanabilir olması için kendisinden farklı
olmalıdır. Ya da Wiugenstein'ın bir kuralı uygulama kavrayışını:
Birinci kuralın nasıl uygulanacağını bilmem için ikinci bir kurala,
ikinci kuralın nasıl uygulanacağını bilmem için üçüncü bir kurala
gereksininim var; öyle ki. tek olası vargı, uygulama anının, bizzat
m u . ılın ayrılmaz bir parçası olması ve kuralı sürekli yerinden etme­

nin Hegemonya kuramı bakımından, kısmi kopukluklarla işleyen


İm sııreklilik nosyonunun önemi ortadadır.
Ama bu düşünüm, B u tlcn n toplumsal kurama potansiyel ola-
ıak en özgün katkılarından birini, “ parodik performans” nosyo­
nunu lanı olarak görünür kılar. Buller, kendi nosyonunu yalnızca
92 O LU M SA LI IK. H EG EM O N Y A . EV R E N S E L L İK • BU I I ER. 2 Ö EK . I.ACLAU

çok kcsiıı örneklere uyguladı ve kendi nosyonunu evrenselleştirme


yönünde yeterince ilerlemedi; ama benim onun metinlerini iyimser
okumama göre, böyle bir genelleştirme, eğer tam geliştirilirse, bize
toplumsal yaşamın yapılandırılmasıyla ilgili gerçekten önemli bir
şeyler anlatabilir. Benim muhakemem şöyle olurdu: Eğer parodik
bir performans, fiilen ortaya koyulan eylem ile uygulanan kural
arasında bir mesafe yaratmak demek ise ve kuralın uygulanma anı,
bizzat kuralın ayrılmaz bir parçasıysa, parodi her toplumsal eylem
bakımından kurucudur. Elbette “ parodi" sözcüğü kulağa hoş geli­
yor, ama önemli olan bu değildir. Fransız Devrim inin seyri için­
de Yunanlıların ve Rom alıların yaptığı gibi, evrensel boyutlu çok
trajik parodiler düşünülebilir. Fiili gerçeklikte, herhangi bir siyasal
eylemin -bir grev, bir seçim konuşması, ezilen bir grubun kendi
hakkını savunması- kurumsallaşmış pratikler kümesinin ufku için­
de sabitleşmiş belli bir anlamı, asıl anlamını bozan yeni kullanım ­
lara doğru kaydığı ölçfıde, parodik bir bileşeni vardır. Bu hareket,
kayma, kaydırılalım dayattığı zorunlu bir mantık tarafından düzen­
lenmediği ülçiide mecazidir, kaymayla oluşan kendilikler, içinden
çıktıkları kaymaların dışında gerçek bir anlama sahip olmadıkları
için kaydırm acasaldır.' Parodi demeyip, bir retorik uzamı olarak ör-
gütlcıım iş toplumsaldan söz etmeyi tercih etmemin nedeni budur
-yalnızca, parodi terim inin şaka çağrışımlarına dayalı yanlış anla­
malardan kaçınabildiğimiz için değil, parodi terimi toplumsal kim ­
liklerin kurucusu olabilen mecazları sınırladığı için de.
Simgesel düzeni bozan bu mecazi hareketin uzamının, öznenin
ortaya çıkış yeri olduğunu öne sürüyorum. New Reflections on the
Revolution o f O ur T ım cd a* Öznenin, yapının akrar verielmczliği
ile karar arasındaki uzaklık olduğunu savundum. Mecazi kaymayla
ortaya çıkan şey, kayan şey tarafından önceden haber verilseydi -ya

* Kaydırmaca (cataducM)»]: Bir ¿özün ya ıl.ı bir deyimin, retorik amaçlarla -genellikle
dilde belli bir sözcükle tanımlanmamı* bir varlığı, bir durumu anlatmak üzere* kasıtlı
olarak yanlış kullanımı |c.n|.
K İM LİK V E HEGEMONYA 93

ila kaymanın mantığım, a priori olarak saptanabilir bir norm yönel­


seydi- mecazi boyut toplumsalın kurucusu olamazdı (eski retorikte
olduğu gibi, sahici bir formülasyonla kolayca ikame edilebilir bir
ifade süsü olurdu). Ama mecazi hareket özünde kaydırmacasal ise,
kurucudur ve karar uğrağı, kendisine dışsal bir zemin ilkesini ta­
nımaz. Kierkcgaard’ın dediği gibi -aktaran Derrida: "Karar uğrağı,
delilik uğrağıdır.” Ben şunu da eklerdim (ama Derrida eklcmczdi):
Bu. özneleşmeden önceki özne uğrağıdır.
Bu nokta can alıcıdır; çünkü, her siyasal -ve nihayetinde toplum­
sal çözümlemenin dayandığını düşündüğüm temel aynını bize
gösterir. Kararı, biraz önce sunulan koşullarda düşünürsek, her ka­
rar içsel olarak yarılm ıştır: Bir yanda bu karardır (kesin bir varlıksal
içerik), ama diğer yanda herhangi bir karardır (yapısal olarak açık
olan şeye belli bir kapanma getirmeye yönelik varhkbilimsel işleve
sahiptir). Can alıcı nokta, varlıksal içeriğin varhkbilimsel işlevden
(üretilememesi, bu yüzden varlıksal içeriğin ancak varhkbilimsel iş
levin geçici bir cisimleşmesi olmasıdır. Toplumun taınlığı. ardışık
olumsal içeriklerin eğretilemeli kaymalarla canlandırmaya çalıştığı
olanaksız bir nesnedir. Hegemonya tam da bu demektir. Toplumda
olabildiği kadarıyla özgürlüğün kaynağıdır da: Toplumun “ tamlı-
gf gerçek” varlıksal biçimine -Platonda olduğu gibi iyi topluma
ulaşsa, böyle bir özgürlük olanaklı olmaz ve mecazi hareketin yerini
tam bir harfi harfindik alırdı.'9
İ lik üzerine kısa bir açıklamaya geçmenin yeridir. Aşağıdaki so­
lunun şu ya da bu versiyonuyla birkaç kez karşılaştım: Hegemonya
kokliı bir biçimde olumsal bir alanda alınan kararı gerektiriyorsa,
şu ya da bu şekilde karar vermenin gerekçeleri nelerdir? örneğin
/ı/ek şu gözlemde bulunur: “ l.aclau'nun hegemonya nosyonu,
her toplumsal gövdeyi birbirine yapıştıran ideolojik ‘çimentonun
mekanizmasını betimler; faşizmden liberal demokrasiye kadar tüm
olası toplumsal-siyasal düzenleri çözümleyebildi bir nosyondur;
diğer yanda l.aclau belirli bir siyasal seçeneği, ‘radikal demokrasiyi
savunur.” *' Bunun geçerli bir itiraz olduğunu düşünmüyorum. Bu
94 O I.UM SAM JK. HEGEMONYA. F.VRENSF.I I İK • BUTLF.R, 2l?.KK. I.ACLAU

itiraz, eninde sonunda Kantçı arı Akıl ile pratik Akıl ayrım ının tü­
revi olan betimleyici ile normatif arasında katı bir aynına dayanır.
Ama bu, kesinlikle aşınması gereken bir ayrımdır: Olgu ile değer
arasında böylesine kesin bir ayrılık yoktur. Değer-yönelimli pratik
bir etkinlik, söylemsel olarak “olgu" -ama ancak böyle bir etkinli­
ğin içinden olgu olarak çıkabilen olgular- olarak inşa edeceği so­
runlarla. kolaylıklarla, direnişlerle vc benzeri şeylerle karşılaşır. Bir
hegemonya kuramı, bu anlamda, dünyada olııp bitenlerin tarafsız
bir betimi değildir; ta başından itibaren, olabilirlik koşulu tam da
olgu olarak algılanan “olguları" düzenleyen normatif bir öğe olan
bir betimlemedir.
Bu söylendikten sonra, geriye, bu iki boyutun, tamamen ayrıla-
masalar bile, fiilen nasıl eklemlenmiş olabilecekleri sorunu kalıyor.
Marx'in her bir bireyin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişimi­
nin koşulu olduğu toplum koyutunu ele alalım. Bu etik bir postüla
mıdır, yoksa betimleyici bir ifade mi? Her ikisi olduğu açıktır; zira
bir yanda. Tarihin nihai, zorunlu hareketinin betimlenmesidir, d i­
ğer yanda özdeşleşmemiz istenen bir amaçtır, özgürlük kendi ken­
dini belirleme olarak tasavvur edilirse, özgürlük ile zorunluluk ara­
sındaki ayrım çöker. İki boyut arasındaki bağ o kadar yakındır ki.
eklemlenmeden söz etmemiz zordur. Bu nedenle, klasik Marksiz-
mi, her türlü etik bağlılıktan arınmış saf bir betimleyici bilim olarak
sunmak yanlıştır. A yrı bir etik muhakemesi yoktur; zira kabul ettiği
nesnel sürecin normatif bir boyutu zaten vardır. Ancak daha sonra,
tarihsel gelişimin zorunlu yasalarına inanç tartışma konusu olunca,
sosyalizme etik bir gerekçe gereksinimi yaşandı vc bu durum, Bern­
stein ve Avusturya Marksizmindc olduğu gibi, Kantçı ikiciliklere bir
geri dönüşe yol açtı.
O halde hegemonyaya ne demeli? Hegemonik bir yaklaşım, eti
uğrağının topluluğun evrensellik uğrağı, herhangi bir tikclciliğin
ötesinde evrenselin kendi kendine konuştuğu uğrak olduğunu tam
olarak kabul ederdi. Bununla birlikte, işin öbür yüzü var: Toplum
tikelliklerden ibarettir ve bu anlamda her evrensellik, kendisiyle
K İM LİK V E HEGEMONYA 95

ölçüştürülemez bir şeyde cisimleşmek zorundadır. Bu nokta çok


önemlidir: Toplumun tamhğının içi boş bir simge olarak tezahür
etliği kaçınılmaz etik uğraktan herhangi bir tikel normatif düzene
mantıksal hiçbir geçiş yoktur. Tikel normatif düzenlere etik bir yatı
tını vardır; aıııa kendinde ve kendisi için etik olan normatif bir dü­
zen yoktur. O nedenle -çağdaş bir etiğin gerçek sorunu, betimleyici
ile normatifin eklemlenmesi üzerine eski tarz tartışma değil, çok
daha temel bir sorun, evrenselliği -o uçucu tamlığı- geçici bir bi­
çimde clsimleştiren varlıksal hammadde olan betnuleyicifnorm atif
karına falar ile etik karm aşalar (toplumun temliğinin kendisini hem
olanaksız, hem zorunlu gibi gösterdiği delilik uğrağı olarak) ara­
sındaki ilişki sorunudur. Bu anlamda hegemonya, etik ile norm atif
arasındaki bu istikrarsız ilişkinin adıdır, değerliliğini başarısızlığın­
dan alan bu sonsuz yatırımlar sürecini ele alma tarzımızdır. Ken
dişine yatırım yapılan nesne, özünde elik bir nesnedir. Hatta daha
d.ı ileri gidiyorum: Tek etik nesnedir. (Sanırım, Emmanuel I.evinas,
etik ile ahlakı farklılaştırmasıyla, etik ile normatif arasındaki bu ay­
rımı biraz daha ileri götürdü. Bununla birlikte, etiğe bir tür içerik
kazandırmanın çekiciliğine direnmedi ve bu durum, yadsınamaz
.ıtıhmınm radikalizmini önemli ölçüde azalttı.) Bu yüzden, özgün
sorumuza geri dönersek. “ hegemonya”mn. etik ile normatifin (be-
tımleyiciyi de kapsar) ölçüştürülemezliğini her olası anlaşılabilirli
ğiıı utku olarak kabul etmeye yönelik etik karara dayanan kuramsal
l*ıı yaklaşım olduğunu söyleyebilirim. Bu ölçüştürülemezlik, söy
İfilder arasındaki eşitsizliğin, nesnesinin doğası tarafından dayatıl­
mayan vc dolayısıyla, olan ile olması gereken arasındaki (varlıkbilim
ile elik arasındaki) ilişkinin koşullarını yeniden tanımlayan yatırım
ıığıağının kaynağıdır: Her betimleme, her betimlemenin koşulu
olduğu halde herhangi bir .«ı/betimlemeyi olanaksız kılan bir tam-
lığııı varlığına (yokluğu aracılığıyla) dayandığı ölçüde, varlıkbilim
l>.»şl.ın sona etiktir. Bu değerlendirmelerle, tartışmanın koşullarını
ııornıatif/bctimleyici ayrımından, etik ile normatif düzenin ölçıış-
tınııleınezliğine dayanan bir ayrıma kavdırdıysak da bu ölçüştü-
«M. OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK • BUTLER. Zl?.EK. LACLAU

rüleınezliğin müzakere yolları hakkında fazla bir şey söylemedik.


A rtık siyaset konuşmaya başlamalıyız.

V. Siyaset ve evrensellik m üzakereleri


Eğer etik uğrağı, (kendisine yatırım yapılan nesnenin varlıksal
özelliklerinde, yatırım ın başka nesnelere değil de ona yönelmesi­
ni önceden belirleyen hiçbir şey olmaması anlamında) radikal bir
yatırım uğrağı ise, bundan iki önemli sonuç çıkar. Birincisi, bir
kararın, aslında yalnızca var olan norm atif bir çerçeve tarafından
önceden belirlenmeyen yanı etiktir. İkincisi, herhangi bir normatif
düzen, başlangıçtaki etik bir olayın tortul biçiminden başka bir şey
değildir. Karar koşullarını evrenselleştirme eğilimindeki, birbirine
taban tabana zıt iki yaklaşımı reddetmemin nedeni budur. Bu yak­
laşımlardan ilki, normatif bir içeriği etik uğrağa yeniden sokmaya
ve minimal düzeyde de olsa, kararı böyle bir içeriğe bağımlı kılmaya
çalışan evrensele i bir etiğin farklı değişkelerinden ibarettir (Rawls,
Habermas vb.). İkincisi, saf kararcılıktıı, a priori hiçbir sınırı olma­
dığı için sınırsız olduğu düşünülen özgün bir lıiikitnı olarak karar
nosyonudur. O halde, a priori olmayan bu sınırlar nelerdir? Yanıt
şudur: Belli bir toplumun norm atif çerçevesini oluşturan tortul pra­
tikler kümesi. Bu çerçeve, zorlu yeniden düzenlemeleri gerektiren
derin oynamalar yaşayabilir; ama asla topyekıııı bir yeniden kurma
edim ini gerektirecek ölçüde ortadan kaybolmaz. Toplumsal düzen­
de Lykurgos’lara yer yoktur.
Bu. değerlendirilmesi gereken diğer boyutlara götürür. Birincisi,
radikal etik yatırım bir yandan saf bir karar gibi görünse de, diğer
yandan kolektif olarak kabul edilmesi gerekir. Bu bakış açısına göre,
kendisine dışsal bir şeyin yazım yüzeyi olarak -bir eklemleme ilkesi
olarak işler. Bir örnek vermek gerekirse: Milcnyum cu vaiz Antonio
Consclhciro, on dokuzuncu yüzyılın sonunda Brezilya bozkırların­
da on yıllarca dolaşmış, ama çok fazla taraftar bulamamıştı. İmpa­
ratorluktan cumhuriyete geçişle ve bu geçişin neden olduğu -kırsal
K İM LİK V E HEGEM ONYA 97

alanlardaki geleneksel yaşamı çeşitli biçimlerde yerinden eden- yö­


netsel ve ekonomik birçok değişimle birlikte her şey değişti. Bir gün
( onselheiro, halkın vergi tahsildarlarına isyan ettiği bir köye git­
ti ve kehanet niteliğindeki söyleminin temel eşdeğeri haline gelen
sözleri söyledi: “ Cumhuriyet, Dcccal’d ıt* O andan itibaren vai/in
söylemi, her türlü kırsal hoşnutsuzluk biçimine bir yazım yüzeyi
sağladı ve birkaç yıl içinde hükümeti yenilgiye uğratacak kitlesel bir
ayaklanmanın başlangıç noktası oldu. Burada, yukarıda sözü edilen
ıkı boyutun eklemlenmesini görüyoruz: ( I ) İyi vc Kötü gösteren­
lerinin karşıt İmparatorluk/Cumhuriyet gösterenlerine dönüşümü,
her iki kategori çiftinde asli olarak var olan herhangi bir şey tarafın­
dan önceden belirlenmeyen bir şeydir -bu, olumsal bir eşdeğerlikli
ve bu anlamda radikal bir karardı. Halk, sıkıntılarını dile getiren
eldeki tek söylem olduğu için, onu kabul etti. (2 ) Ama bu söylem
kırsal kitlelerin sarsılmaz önemli inançlarıyla çalışsaydı, asla etkili
olmazdı. “ Kararcılık"la mesafeyi bu şekilde belirliyorum: Karar alan
o/ııe, yalnızca kısmen biı öznedir; aynı zamanda, seçenekler ufku
bakımından bir sınırlama gibi işleyen norm atif bir çerçeveyi dü­
zenleyen tortul pratiklerin bir zem inidir Ama bu zemin, varlığım
karar uğrağının bulaşmasıyla sürdürüyorsa, kararın zeminin bozul­
masıyla varlığını sürdürdüğünü de söyleyebilirim. Yani, toplulukçu
İmi normatif zeminin inşası (hiçbir şekilde salt etik değil, siyasal bir

İşlem olan), normatifin etiği sınırlamasıyla ve etiğin normatifi boz­


masıyla gerçekleşir. Bu. hegemonyanın neyle ilgili olduğunu ifade
etmenin başka bir yolu değil mi?
<) halde, yazım, önceleyici herhangi bir rasyonelliğe dayanmayan
luı yatırım demektir. Kurucudur. IVki karşı hamlenin, norm atif ti-
11 Ilık tarafından zaten/her zaman bulaşık bir yatırım ın da başından
IIİbaren etkili olduğu söylenemez m i? Zira yatırılması zorunlu olun
m\. inli tarihsel etkinlik kazanması için, yatırım nesnesini yıkar;
l'iı o kadar da, bu yıkım sürecinin gerçekleşmesi için ona gerek
•ım m duyar. Bu noktayı aydınlatmak için başka bir tarihsel örnek
'• lelıın : Sorel'in, "genel gıev” miti aracılığıyla tarihsel iradenin in-
96 OLUM SALLIK. HEGEM ONYA. EVREN SEI IIK . BUTLER, 2l?.KK. I ACIAU

şasi nosyonu." Bu m il, etik bir ilkenin tüm ayırt edici niteliklerine
sahiptir: lam bir mit gibi işlev görmesi için, herhangi bir tikel be­
lirlenimden yoksun bir nesne -içi boş bir gösteren- olması gerekir.
Ama içi boş olmak için de. olduğu haliyle boş oluşu göstermesi ge­
rekir; çıplaklığı tam da giysi yokluğuyla gösterebilen bir vücut gibi
olmalıdır.'1' Diyelim ki, tikel amaçlar için yapılan bir gösteriye, ücret
artışı için yapılan bir greve, çalışma koşullarının iyileştirilmesi için
yapılan bir fabrika işgaline katıldım. Tüm bu talepler, ulaşıldıktan
sonra harekete son verecek, tikel bedelleri amaçlayan talepler ola­
rak görülebilir. Ama farklı bir şekilde de görülebilirler: Taleplerin
amaçladığı şey, fiilen somut olarak saptanmış bedelleri değildir:
Bunlar, kendilerini açıkça aşan bir şeye (kısmi bir biçimde) ulaş­
manın olumsal vesilesidirlcr: Tam da olanaksızlığıyla tamamen etik
hale gelen olanaksız bir nesne olarak toplumun tamlığı. Etik boyut,
ardışık olaylar başından itibaren tikclliklerindeıı kopan bir şey ola­
rak görüldükleri ölçüde, bir ardışık olaylar zincirinde varlığım siır
düren şeydir. Yalnızca bir eylemi, kendisini aşan olanaksız bir taın-
lığın cisimleşmesi olarak yaşarsam, yatırım elik bir yatırım olur; öte
yandan da yatırım ın maddiliği yatırım edimi tarafından tam olarak
soğurulmaksa varlıksal ile varhkbilimsel arasındaki, yatırım (etik)
ile yatırım yapılan şey (norm atif düzen) arasındaki mesafe hiçbir
zaman doldurulmazsa- hegemonyamız ve siyasetimiz (ama bana
göre etiğimiz de) olabilir."
Şim di vardığımız ana sonuçları toparlayalım.
1. Topluluğun etik tözü -topyekûnleşme ya da evrenselleşme uğ
rağı- eşzamanlı olarak olanaksız ve zorunlu olan bir nesneyi temsil
eder. Olanaksız nesne olarak, herhangi bir norm atif düzenle ölçüş-
türülemezdir; zorunlu nesne olarak, ancak etik toz norm atif dü­
zenin bir biçimine yatırıldığı takdirde olanaklı olan temsil alanına
ulaşmak zorundadır.
2. Bu yatırım, yatırılan şey ile yatırım yapılan toplumsal normlar
arasında hiçbir iç bağlantı sergilemediği için, bizzat kararın keıı-
K İM LİK V E HEGEMONYA *»9

dişine dışsal a priori bir ilkeye dayanmayan bir eklemlenme edimi


olarak tasavvur edilen karar kategorisine dayanır.
i. Bu kararla oluşan özne saf özne olmadığı, her zaman tortul
pratiklerin kısmi sonucu olduğu için, kararı hiçbir zaman yoktan
varolmuş olmayacak, etik yatırım ın (onu adlandırmanın alternatif
şekilleri) olanaksız nesnesinin -varolan toplumsal normlar içinde
bir yerinden edilişi olacaktır.
1.1 ler karar içsel olarak yarılm ıştın Yerinden edilmiş bir durum
gerektirdiği için herhangi bir karardır; ama aynı zamanda bu karar­
dır. bu tikel varlıksal içeriktir. Bu, diizen kurma ile diizen, değiştirme
ile değişim, varlıkbilim sel ile varlıksa! -ancak birinci terimin İkinci­
sine yatırılmasıyla olumsal olarak eklemlenen karşıtlıklar arasın­
daki ayrımdır. Bu yatırım, gördüğümüz gibi kendi içinde etik bir
bileşeni olan ve hegemonya denilen işleyişin köşe taşıdır. Toplumsal
yasamın olgularının ve bu olguların dayandığı norm atif düzenlerin,
hegemonik bir yaklaşımla bağdaşan betimlenmesi, etiğin katı bir
normatif çekirdekle özdeşleştir ilmesinden yola çıkan ve topyekûn
kaıarcılığı koyutlayan yaklaşımlardan farklıdır.
5. Bu yüzden "karar olumsal ise. bu seçeneği farklı bir seçene­
ğe tercih etmenin gerekçeleri nelerdir?“ sorusu yersizdir. Kararlar,
bağlama bağlı topluluk düzenleri içindeki olumsal kaymalar ise, o
dıi/enlerin içinde yaşayan insanlara gerçeğe uygunluklarını gös-
Ierebilirler, ama herhangi b ir düzenin dışındaki saf zihinler olarak
l.ıvıvvur edilmiş kimselere gösteremezler. Normatif/bel önleyici
ıhı/enin bu radikal bağlamsallaştırılması, etik uğrağın işin içine
soktuğu radikal bağlaınsızlaştırına sayesinde olanaklı olmuştur.
Şimdi, çözümlememin doğal bir sonucunu, bu yazışmaların
ikim i ayağında sunmaya niyetlendiğim muhakeme bakımından
. .m alıcı olacak bir sonucu ifade etmek istiyorum. Etik uğrak özsel
nl.ıı.tk. topluluktaki içi boş gösterenlerin varlığına bağlıysa, etik bir
ı r amın olanaklı olması için topluluk, bu simgelerin sürekli üre­
tilmesini gerektirir. Üstelik, eğer topluluk demokratik bir topluluk
100 OLUM SALLIK. HEGEMONYA, EVRENSELLİK • BUTLER.Zl?KK. LACLAU

olacaksa, her şey, normatif düzenin tikelliği ile etik uğrağın evren­
selliği arasındaki eklemlenme uğrağını her zaman açık ve nihaye­
tinde kararlaştırılmamış tutma olanağı etrafında döner. Norm atif
düzenin etik uğrağı herhangi bir şekilde tam soğurması ya totaliter
birleşmeye ya da katışıksız tikelci kim liklerin çoğalmasıyla toplulu­
ğun çökmesine yol açabilir. (Bu. totaliter rüyanın atomcu versiyo­
nudur. Dinsel ya da etnik köktenciliklerin kültürel çeşitlilik hakkı
gereğince savunulması, ikisi arasındaki gizli bağı verir.) Tek demok­
ratik toplum, sürekli kendi temellerinin olumsallığını gösteren -bi
zim terimlerimizle, etik uğrak ile norm atif düzen arasındaki aralığı
sürekli açık tutan- toplumdur.
Bana göre, bu yüzyılın sonunda karşı karşıya olduğumuz ana
siyasal soru şudur: Toplumlarımızda evrenselin alınyazısı nedir?
Küresel özgiirleşmcci düşlerin hızla solup gittiği bir dünyada ti-
kelciliklerin -ya da bunların bağıntılısı olan otoriter tekleşmele­
rin çoğalması, tek seçenek midir? Ya da bugünün toplumlarının
dokusunu şekillendiren karmaşık farklar çokluğuyla bağdaşabildi
yeni özgürleşin) projelerini yeniden başlatma olasılığını düşünebilir
miyiz? Bu tartışmaya bir sonraki müdahalem bu sorulara odakla­
nacaktır.
K İM LİK VF. HF.OKMONYA l»l

Notlar

Karl Marx. “ Contribution to the Critique of llcg ci's Philosophy of Law.


Introduction.'* Karl Marx v c Fricdrich l.nj:cls. Collected M xks içinde, cilt 3,
L'iw tcikx A Wishard. Londra. 1975 içinde. *. IK6-I87; italikler fogflfi** {Krş.
Karl Marx. Ilegel'in Hukuk Felsefisinin Eleştirisi. çcv. Kctıan Somcr, Sol
Yayınları 1997. s. 208 |ç.n.|!
HKr.. s. 184-185 JKrş. Kenan Somcr. <ı>o*, s. 205 |ç.n .).}
Norberto lk»M>io. “ (»rarmci and the concept o f civil society,** Gramsei twtl
l/ijruw Thettry içinde, der. O ıaııta! MoulTc, Rout ledge, Londra, 1979, s. 30;
italikler ft/gûn.
Antonio (İram sei. SetctHom from the Prison Xotebouk\%der. ve çcv Qumtm
lloare vc (ieofTrcy Nowell Smith« Lawrence «& Wish art, Londra, 1971. s. 12.
agy.* s. 261
iijji .. s. 239
agy.. s. 268.
S«nmıt tarihsel süreçlerin inedenmesi bakımından biçimsel çö/ûmicmc vc
soyutlama çok önemlidir -yalnı/ca nesnenin kuramsal inşası, adına layık her
cıitelektUel pratiğin kofulu olduğu içiıı değil. bizzat toplumsal gerçekliğin kendisi
kendi işleyiş ilkelerini dil/enleyen soyutlamalar ürettiği için de. I)u yıl/den,
örneğin Marx. kapitalim toplııınl.ııııı fiili somut inleyişlerinin mcrkc/ınde meta
üretinıinııı bilimsel vc soyul >asalarının bulunduğunu gönlerdi. Aynı şekilde,
siyasal alanların yapılandırılmasını “ eşdeğerlik mantığı." “ fark mantığı" vc
"iç i hoş gösterenlerin üretimi'* gib« kategorilerle açıklamaya çalıştığımızda.
a>>ııil.ıın.ıl.ırı vılt analitik soyutlamalar değil, kimlik oluşumlarının ve siyas.il
eklemlenmelerin «Lıyandığı get^ck soyutlamalar olan kuramsal bir ufuk inşa
etmeye çalışıyoruz. Tlbcttc. toplumsal bilimler içinde ba/ı yaklaşımlarda yaygın
olan. somut ço/ümicmcsını salt olgusal vc ga/ctccilik anlatımlarıyla kanştııaıı
hır ampiri/m bunu anlama/. Hu yanlış kavrayışın o/ellikle kaba bir Omcği içiıı
biz Anna Mane Smith. Iau hm and Mottffe. The RadicalDcitH>craJic Imaginary.
Kouilcdgc, Londra vc New York, 1998.
Ilk:. Lrncslo l.aclau."Powerand Representation.**Fmath'iptıtuntfs) içinde. Verso.
I »mdra vc New York. I ‘>96. s. K4-I04 ('İk tid ar vc Temsil” , Evrensellik. Ktmhk
m Özgürleşme içinde, çev. Fıtıığrul Bafer. Birikim Yay.. İstanbul. 2003).
Hkz benim denemem "W h y l)o liınply Signıfiers Matter to Politics?" agx
iv inde. s. 54-46.
Slavoj /'ı/ek. The Tuklnh Subject The Aksetti Centre o f Political Ontology,
Verso. I.ondıa ve New York. 1999. s. 100-101 [Codtklanan Özne Pirittik
<hıtolojinin Yok Merkezi, çfcv, Şam il C an. Epos Yay., İstanbul, 2005. J
102 OLUM SALLIK. HEGEM ONYA. EVREN SELLİK • BU T LER .2I2EK. LACI.AU

12 agv.. ü . 176-177 {K rç. Şam il Can. s. 213 (ç.n .)J.


13. ag y.. s. 177; Malikler ö/gün.
14. Alan W hite. Absolute Knowledge 11ege! amt the PmbJc/rf o f Meta/th) w o , <)hio
l'n iv tm ity Press, Athens-OH vc Londra. 1983, s. 51.
15. I'lbettc bu sorunun arkasında. Hegel felsefesinin ııtelafi/.ik-tcolojik bir o g a ii
olarak im. yoksa aşkın bir ontoloji olarak mı kavranması gerekliğini belirleme
sonınu vardır. B u konuda tik: W hite. (çeşitli yerlerde) vc Klaus llariınann.
“ Ilegel: A Non-Meiaphysical V k w .” Heget A Collection o f C n ıia d Essays
içinde, der Alastair Maclntyre. Anchor, (iarden City, 1972.
16 t/cgı'lk Science o f Logic. çcv. A V. M iller. Humamttes Press International Inc..
Atlantic Hıghlands-NJ. 1993. s. 70X |Mantık Bilimi. vcv. A /i/ Yardım lı, id d i
Yay., IstanİMil. 2009J.
17. litt kommun çeşitli A n utlarıyla ilg ili berrak vc canlı hır tanışma için Hkz. Yanms
Stavrakakis. Lacan andtfk' Political. Routledge, Londra. 1999.
IS . Judıh Butler. Bodies t/mt Matter. Routledge. New York. 1993. s. 207.
/V //*• / oyu o f lieget, çcv. W. W allace, Oarcndon Press . Oxford, 1X92, S- 137
¡Kr>. Mantık B ilim i: Kelse fi Bilim ler Ansiklopedisi I, çcv. Azi/ Yardım lı, Idea
Yay.. İstanbul, 2004. s. 146.}.
20. Paul de Man. “ Pascal** Allcgory o f Persuasion." Aesthctic ttleofogy içinde.
Um versity o f Minnesota Press, Muıııcapolis ve Londra. 1 9 % , s. 51*69.
2 1 agy. s. 59.
22. Brucc l ink. TIh' Lkwuoh Subject. Priıtceton Uıtivcrsity Press, Princcton. 1995.
s. 27.
23. agy.. s. 22 .
24. G rarrad ite rin e literatürün çoğunda bu eğilim e rastlanır.
25. Lacan’ın bu konudaki tutumunun oldukça ikircikli ve dalgalı olduğu
söylenmelidir.
26. 25 Şubat l99X*dc llsscx Ünivcrsitcsi'nde **İdc<*loji ve Söylem Çöıûm lenıcsiM
seminerinde sunulan yayınlanmamış bir tebliğde t "O f Sıgniliets, Signifıcds and
Remainders o f P.ırtieularity İra n Sıgnıfying Divscntınaiion to Real Fix ily“ )
Ja?on (»lyson. bıı noktayı ikna edici bir biçimde açıkladı.
27. Hkz Eroesto I -ıclau. "Su b jectofPolilics Politicsof thc S u b jecC E*k*ncıjKition(s)
içiıuk*. s, 47-65.
2 X fc ic k . The rcklith Sutfect. bl 6 .
. V. ftie Jicklish SnbJcct.
30 ax v . s. I
31. agy.. s. 2.
32. Oem ıLıeı "altyapılardın sistematikleştirilmesi için hkz. Rodolphe Gasche. The
Tam o f ¡he Mimtr: Derrula athl the Philosoph)' ofRefkx'tton, Harvard University
Press. Cambr»dge-MA ve Londra, 19X6. Bolum İki.
33. Fink. TJhplAH'uniaH Suhject. s. 30-31.
34. Kesin olalım . 2i£ck*in Hegel metinleri fı/crinc çalınması lıer /aman ısgftrûlü
K İM LİK v ı m i :(; i : m o n y a 103

vc hesaba katılm aya delerdir. Yukarıda söylediğim gibi, benim anlaşmazlığım,


tüm-mantıkçılığın Hegel'in entelektüel projesinin büyük bir parçası olduğunu
ve Zilek*in işaret ettiği retoriksel hamlelerinin sonullarını sınırladığını
kavramadan, keııdi bulgularını lle g e rin entelektüel projesini şekillendiren lek
mantık olar.ık tasa\ vur edince ballar.
S i likz (»aseho, Fhc Tun o f th< Mtrntr.
St> likz. h m « !o la cla u . "Discourse.** A Com/ntnion u» Contemporary Political
Plnlosofyhy içinde, der. Robert A . Goodin vc Philip Pettit. Basil Blackw ell.
Oxford, 1993, s. 431-437.
37 Slavoj /¿Ack. "L a soci£t£ n'existe pat.” /. V lw . magazine ile ( %
amp Fremiien. 17
(K ı*. 1986), s. 33.
3K. tm ctfo Laclau. Sew Reflections on the Revolution o f Our Time. Verso, Londra
vc New York. I W O . s. 6O-6X.
39 Tam dit 'parodik performanslar" nosyonunun bir hegemonya kuraını için taşıdığı
potansiyelleri tam olarak takdir ettiğim içindir ki. Butlcr'ın bçızı sorularını
oldukça kafa karıştırıcı buluyorum Şöyle soruyor •‘Cinsel fark Lacancı
aıtlannla %,gerçck’*st, bu. Iıcgcmonya m ik.HİcIcIcıım k' yeri olmadığı anlamına
mı gelir?** lam da cinsel lark simgesel değil gerçek olduğu için, önsek 1 herhangi
bir simgesel konumlar örontüsünc /orunlu olar;ık hağlı olmadığı için, Butlcr'ın
isr.tr ettiği türden tarihteki varyasyona yol açıldığını vc lıcgcm oııik bir oyunun
olanaklı hele geldiğim savunabilirim. Aynı şey Butler'ın öteki somlarından
bazıları için de eeçcrlıdır: ’’Değişmez bir biçimde aporıalarla sonuçlanan bir
mantık, hegemonya projesine İnsim olan bir tür statü üretir m i?" Apocialar
olmasaydı, hegemonya olasılığı olmazdı; /İra lıcgcmonik varyasyonlara hasını
zorunlu bir mantık kendisini dayatırdı, tamamen rakipsiz, olurdu. Burada
başından beri işaret ettiğimi/ zorunluluk ile olanaksızlık arasında karşılıklı
olarak birbirini yıkan aynı ilişkiyle karşı karşıyıyız.
»•» / iz e k .. The TicAMı Subject, s. 174 ¡K rç. Slavoj ¿i£ ck , Gıdıklanan Özne, çcv.
Şam il Can. Epos Yay., İstanbul. 2003, s. 209 |ç.n .].).
41 Siw cl'le ilg ili bu mıılıakcmcyi çeşitli denemelerde sundum, özellikle
Ib c Death m d Resurrection o f the 'Fheory of Ideology.** Journal o f Political
Ideologies. 1.3 (1996). 201-220; T h e Politics ol Rhetoric.** 23 25 Nisan
1998'de California Üniversitesi*ndc gerçekleştirilen “ Culture and M ateriality”
konferansına sunulan tebliğ.
«* Sanat Tarihinde bu ayrım sıklıkla nn t Antik dönem heykelinde olduğu gibi,
giysiye gönderme yapmadın olduğu gibi temsil edilen vûcııt) ile çıpltik (geç
* htaçağ vc erken Rönesans'ın Kuzey resminde olduğu gibi, giysi yokluğunun
açıkça göründüğü) arasında yapılır.
M N o e l'le ilg ili kurduğum muhakeme, mistik söylemdeki temsil edilebilirlik
temsil edilemezlik arasındaki diyalektik için de yapılabilir. BAz. lîm csto Laclau.
‘On the Names o f (¡od ” içinde, der. Sue (¡oldıng. The Fıg/a Technologies of
( Uitenıcss. Koutledgc. Londra. 1997, s. 253-264.
Sınıf Mücadelesi mi, Postmodernizm mi?
Evet, Lütfen!
Slavoj Z iie k

D ünyanın küresel b ir pazar olarak gerçekleşm esi. büyük n»ali şir­


ketlerin bölünm em iş hüküm darlığı vb., bütün bunlar tartışm a gö­
türm ez bir gerçekliktir ve M arx’in çözüm lem esine özünde uyan
b ir gerçeklik. Soru ş ııd u r Bütün bunların arasında siyaset nereye
uyar? H angi tü r siyaset, serm ayenin talep ettikleri bakım ından
gerçekten heterojendir? -Günüm üzün sorusu budur.
M uin Rtidiou

Marx Kardeşlerin iinlii bir şakasında, Cîroucho standart “Çay


mı, kahve m i?" sorusunu “ F.vet, lütfen!” diyerek -seçiın yapmayı
reddederek yanıtlar. Bu denemenin temel düşüncesi, günümüzün
eleştirel kuramının bize dayatır göründüğü sahte seçime, ya “sınıf
mücadelesi" (zamanı geçmiş sınıf uzlaşmazlığı, meta üretimi so­
runsalı vb.) ya “postmodernizm” (dağınık çoklu kimlikler, radikal
olumsallık, indirgenemez bir keyifli mücadeleler çoğulluğu dünya­
sı) seçeneğine aynı şekilde yanıt verilmesi gerektiğidir. Burada en
azından pastamız da olabilir ve yiyebiliriz -nasıl?
Öncelikle, bu çabada her iki ortağıma yakınlığımı vurgulamak
isterim: Hem Judith Butler’ın. hem Ernesto laclau’nun çalışmasın
da. bıitünüyle onayladığım, olağanüstü derecede verimli bulduğum
merkezi birer nosyon (ya da daha doğrusu, aynı merkezi nosyonun
ıkı veçhesi) vardır. Judith Butlcr'ın çalışmasında bu nosyon, insan
arzusunun temel (lüfiinümselliği nosyonu' ile (daha sonra gelişti
rilmesine karşın, birincisinin devamı olan) “ tutkulu bağlılıklar,"
SIN IF MÜCADELESİ M I. POSTMODI.RNİZM Mİ» 105

kaçınılmaz ve aynı zamanda kabul edilemez olan travmalı saplan -


iıl.ır nosyonudur etkili kalmaları için, bastırılmaları zorunludur;
1-aclaudaki ise, elbette, simgesel/yapısal fark mantığından kokteıı
larklı anlagonizma nosyonu ile buna eşlik eden, /oriınlıı/olanaksı/
olarak evrenselliğin boş yerini doldurmaya yönelik hegemonik mü­
cadele nosyonudur. Hu yüzden her ikisinde de. aynı anda olanaksız
ve zorunlu, inkâr edilen ve kaçınılmaz olan bir terimle (evrensel­
lik. "tutkulu bağlılık*') uğraşıyoruz. Peki benim ikisinden farkım
nerede? Bunu tanımlamak göründüğünden daha zordur: Bunu ko
numlarımız arasında bir karşılaştırmayla doğrudan formüle etmeye
çalışmak, esas noktayı bir şekilde kaçırır.' En son kitabımda,' bu
(arkların izini sürmek için “ bilişsel bir harita" sunma göreviyle daha
ayrıntılı ilgilendim; bu yüzden, tekrardan kaçınmak için bu dene
ine. özgül bir konuya -evrensellik, tarihsellik ve Gerçek konustına-
iKİaklanarak o kilabı tamamlayan bir ek olarak tasavvur ediliyor.
(¿iriş niteliğinde bir uyarı daha: Butler ve Laclau ile diyalogumda,
■ıslında onların tutumlarına değil, onların da karşı çıkacağı tulum
l.n mm sulandırılmış popüler bir versiyonuna karşı çıktığım karşı
İddiasında bulunulabilir. Bu tür durumlarda, iki noktayı vurgulaya
r.ık suçu peşinen kabul ediyorum: Birincisi muhtemelen farkında
olduğumdan çok daha büyük ölçüde onlarla diyalogum ortak ön
kabullere dayanır, o yüzden eleştirel belirlemelerim, kauti konu
mumu açıklaştırmaya yönelik çaresiz çabalar olarak algılanmalıdır;
ıkincisi benim amacım eminim, üçümüzün de amacı- başkalarına
kaışı narsist puanlar kazanmak değil, -eski moda bir ifadeyi göze
ılırsak bizzat söz konusu olan Şeyle, yani günümüzün radikal si­
yasal düşünce ve pratiğin olanak(sızlık)larıyla mücadele etmektir.

I
I .Kİau nun hegemonya kavramıyla, evrensellik, tarihsel olumsal­
lı! ve olanaksız bir Gerçek sınırı arasındaki ilişkinin örnek bir mat-
ı ısım veren bir kavramla başlayayım burada, özgüllüğü çoğu kez
yy/ ardı edilen (ya da muğlak bir prolo-Gramscici genelliğe indir
106 OLUM SALLIK. HECbM ONYA.F.VRRNSEl.UK • BUTLER. ?.l2EK. I.ACI.AU

genen) ayrık bir kavramla ilgilendiğimiz unutulmamalıdır. Hege­


monya kavramının anahtar özelliği, toplumsal-içi farklar (toplumsal
uzam ıçiın kki Öğeler) ile toplumu toplum-olmayandan (kaos, aşırı
yozlaşma, tüm toplumsal bağların çözülmesi) ayıran sınır -toplum­
sal ile toplumsalın dışsallığı, toplumsal-olmamak arasındaki sınır,
ancak toplumsal uzamın öğeleri arasında bir fark kılığında kendi­
sini ifade edebilir arasındaki olumsal bağlantıda yatar. Başka bir
deyişle, radikal antagonizma ancak çarpık bir biçimde, sisteme içsel
tikel farklarla temsil edilebilir.' Ladau’nun belirttiği nokta şudur:
Dışsal farklar zaten/her zaman içseldirler de ve dahası, dışsalla iç- j
sel arasındaki bağ eninde sonunda olumsaldır, eyleyicilerin bizatihi
toplumsal Varlıklarına kazılı olmayan, siyasal hegemonya mücade­
lesinin sonucudur.
Marksizmin tarihinde, hegemonya kavramını tanımlayan gerili­
min en iyi örneği. Marksizmin küresel toplumsal dönüşüm konu­
sundaki evrensel görevini yerine getirmek için farklı olumsal grup­
lara (işçi sınıfından sömürgeleştirilmiş köylülere kadar; ayrıca bkz.
Sorel’in solcu sendikalizmden faşizme gidip gelmesi) başvurmak
zorunda kalan radikal devrimci eşdeğerlik mantığı (O nlara karşı
Biz, Gericiliğe karşı İlerleme, Zorbalığa karşı Özgürlük, Yozlaşma­
ya karşı Toplum) ile ilerici gündemi, uzlaşmalarla kademeli olarak
çözülecek bir dizi tikel toplumsal soruna indirgeme "rcvizyonizıni"
arasında gidip gelmesidir. Daha genel olarak, her parçası yerli ye­
rinde bir gövde olarak saf birleşik bir toplum vizyonu ile toplum
ve toplum-karşıtı güçler arasında antagonizma temelindeki ( “ halk,
halkın dostları ve düşmanları şeklinde bölünmüştür” ) radikal dev­
rim ci vizyon arasında askıda kalırız -ve I.aclau'ıuın da vurguladığı
gibi, bu her iki uç eninde sonunda çakışır: Saf birleşik vizyon, kendi
organik toplumsal gövde nosyonuna karşı çıkan güçleri saf dışsal- ı
lığa (Yahudi komplosu vb.) fırlatmak, dolayısıyla toplumsal gövde
ile dışsal yozlaşma gücü arasındaki köklü uzlaşmazlığı yeniden
hissettirmek zorundadır; radikal devrim ci pratik ise, evrenselliği
cisiınleştircn tikel bir öğeye (sın ıf) yaslanmak zorundadır (Mark- I
SIN IF MOCADF.LF.Sİ Mİ. POSTMODF.RNİZM M İ? 107

sisi proletaryadan Pol Pol’un köylülerine kadar). Bu açmazın tek


çözümü, onu olduğu gibi kabul etmek -tikel öğeler arasında sonu
gelmez bir mücadeleye, olanaksız bütünlüğün yerini alma mücade­
lesine mahkûm olduğumu/u kabul etmek- gibi görünüyor:

Hegemonya, tikel bir toplumsal kesimin, kendisiyle ölçüştürûle-


ıııcyen olanaksız bir hıiliinluğü temsil etmesi demekse, o zaman
hegemonik mantığın özgürce çalışmasını olanaklı kılmak için
mecazi ikameler uzamını tam görüıuiı kılmamız yeterlidir. Top­
lumun tamlığı ulaşılamaz ise, ona ulaşma çabaları da zorunlu ola­
rak başarısızlıkla sonuçlanacaktır; buna karşın olanaksız nesneyi
arama çabası içinde, çeşitli kısmi sorunların çözülmesi mümkün
olacaktır.'

Ne var ki. bana göre burada bir dı/.i soru ortaya çıkar. Bu çözüm,
olanaksız Tamlığa bir tür "düzenleyici Düşünce" olarak yaklaşma­
yı. Kantçı sonsuz, yaklaşma mantığını gerektirmez mi? Bu, "Başa­
rısı/. olacağımızı bilmemize karşın, arayışımızda ısrar etmeliyiz"
önerisindeki kiıük/mütcvckkil duruşu -ulaşmaya çabaladığı genel
Hedefin olanaksız olduğunu, nihai çabasının zorunlu olarak başa­
rısızlıkla sonuçlanacağını bilen, ama yine de bu genel I layalet gerek­
sinimini. tikel sorunları çözmeye girişme enerjisi için zorunlu bir
yeni olarak kabııl eden bir eyleyicinin duruşunu- gerektirmez mi?
Üstelik (ve bu ayııı sorunun başka bir yanıdır), bu seçenek -“ toplu­
mun tamlığr’na ulaşma ve “çeşitli kısmi sorunları" çözme seçeneği-
geıeğindcn çok sınırlı değil mi? Kn azından burada, kesinlikle Risk
toplumu kuramcılarının anladığı anlamda olmasa da, bir Üçüncü
Yol yok mu? "Demokratik buluş’un ortaya çıkışında olduğu gibi,
toplumun bizzat temel yapısal ilkesini değiştirmeye ne dersiniz? Fe­
odal monarşiden kapitalist demokrasiye geçiş, “ toplumun olanaksız
ı.ııulığfna ulaşamadığı halde, kesinlikle “çeşitli kısmi sorunları"
çözmekten fazlasını yaptı.
< > I.im bir karşı-muhakemc, radikal "demokratik buluş" kopuşun,
daha öııce iktidarın “ normal" işleyişi oniinde bir engel sayılan şeyin
10« Ol.UMSAl.l.lK. H M il M O N YA .I VKKNSHI.I İK . BUTI.I'R. £l?.KK. LACLAU

(iktidarın “boş ycr ’i. bu yer ile iktidarı fiilen kullanan arasındaki
aralık, iktidarın nihai belirleneıııezliği) artık iktidarın olumlu ko­
şulu haline gelmesi olgusuna dayandığıdır: Daha önce bir tehdit
olarak yaşanan şey (çok sayıda özne-aracı arasıda iktidar yerini
doldurma mücadelesi), meşru iktidar kullanım ının koşulu haline
gelir. Bu yüzden “demokratik buluşlun olağanüstü niteliği, Hegelci
terimlerle ifade edersek, iktidarın olumsallığının, yer olarak iktidar
ile o yer tutucu arasındaki aralığın artık "kendinde” değil, “ ken­
disi için” haline gelmesine, iktidara yansıdığı haliyle açıkça kabul
edilmesine dayanır.'’ Bunun anlamı pek iyi bilinen Derridacı te­
rimlerle ifade edersek- iktidarı kullanmanın olanaksızlığı koşulu,
olabilirliğinin koşulu haline gelir: Nasıl ki, iletişimdeki aksama bizi
sürekli konuşmaya mecbur ederse (söylemek istediklerimizi doğ­
rudan söyleycbilseydik, çok kısa sürede konuşmayı bırakıp sonsuza
kadar susardık), aynı şekilde iktidar kullanmanın nihai belirsizliği
ve sallantılılığı, demokratik bir iktidarla uğraştığımızın tek güven
cesidir.
Burada eklenmesi gereken ilk şey, bir ıliz i kopuşla uğraşıyor olma­
mızdır: Bizzat modernliğin tarihi içinde, “ birinci modernlik " kopu­
şu ("demokratik buluş": Fransız Devrim i, halk egemenliği, demok­
rasi, insan hakları fikrine geçiş...) ile Beck, Giddens ve diğerlerinin
“ ikinci modernlik" dedikleri (toplumun tam düşıinümselleşmesi)
kopuşu ayırt etmek gerekir. Dahası, zaten "birinci modernlik” i, po­
tansiyel "totaliter” sonucuyla "halk demokrasisi” (Genel İrade, Tek-
olarak-l iaik) ile devleti sivil toplumun "gece bekçisi” ne indirgeyen
liberal bireysel özgürlük nosyonu arasındaki asli gerilim nitelemez
mi?
Demek ki. demokratik toplumun kalabalık konfigürasyonlarıyla
uğraşıyoruz ve bu konfigürasyonlar, bir tür Hegelci “somut evren­
sellik” oluştururlar yani, yalnızca Demokrasi türünün farklı alt­
türleriyle değil, bizzat evrensel Demokrasi nosyonunu etkileyen
bir dizi kopuşla uğraşıyoruz: Bu alt-türler (erken Lockeçu liberal
demokrasi, “ totaliter" demokrasi ...) bizzat siyasal demokrasiye
SIN IF M ÜCADELESİ M İ. POSTMODEKNİZM M İ? 109

ilişkin evrensel nosyonun asli gerilim ini bir şekilde açıklar (“ vaze­
der.'' bu gerilim tarafından yaratılırlar). Dahası, bu gerilim yalnızca
Demokrasi nosyonu bakımından içsel/asli değildir; Demokrasinin
kendi Ötekisiyle ilişkilenıne şekliyle, yalnızca kendi siyasal Öteki­
siyle çeşitli kılıklarıyla Dcmokrasisizlik değil, öncelikle bizzat
siyasal demokrasi tanımının “siyasal değil“ diye dışlama eğilim in­
de olduğu şeylerle de (klasik liberalizmde ekonomi ve özel yaşam
vb.) tanımlanır. Siyasal ile Sivasal-olmayan arasına açık bir ayrım
çizgisi çekme, bazı alanları (ekonomi, özel mahremiyet, sanat ...)
siyaset-dışı" olarak vazetme hareketinin dörtdörtlük bir siyasal ha­
reket olduğu tezine tam olarak katılıyorum; ama tersine çevirmek­
ten tie kendimi alamıyorum: Ya en saf halindeki dörtdörtlük siyasal
hareket, tanı da Siyasalı Siyasal-olmayandan ayırma, bazı alanları
Siyasaldan dışlama hareketiyse?

II
I aelaunun Marksist özculükten (devrimci misyonu toplumsal
varlığına yazılı olan vc dolayısıyla “ nesnel" bilimsel çözümlemeyle
ayırt edilen evrensel sınıf olarak proletarya) bir toplumsal eyleyici
ile “görevi” arasındaki olumsal, mecazlı, metaforhı-düzdeğişmeceli
bağın “ postmodern" kabulüne uzanan anlatısına daha yakından
bakmama izin verin. Bir kez bu olumsallık kabul edildi mi, bir ey­
leyicinin toplumsal konumu ile siyasal mücadeledeki görevleri ara-
Miula doğrudan, “doğal" bir bağıntı, istisnaları -sözgelişi, 19(H) c i­
varında Rusyada burjuvazinin zayıf siyasal öznelliğinden ötürü, işçi
sınıfı burjuva demokratik devrim ini kendisi tamamlamak zorunda
kaldı...- ölçmeye yarayan bir gelişme normu bulunmadığını kabul
etınek zorunlu olur.* Benim buradaki ilk gözlemim, proletaryanın
l*n kik Tarihsel özne olduğu, ekonomik sınıf mücadelesine ayrıca­
lık lamyan (ve benzeri özelliklere sahip) “özcü” Marksizmden post
modern indirgenemez mücadeleler çoğulluğuna geçişe ilişkin bu
standart postmodern solcu anlatı fiili tarihsel bir süreci kuşku gö
110 OI.UMSAI.I IK. III C.FMONYA. EVREN SELLİK • BUTI .F.R.frZKK. LACLAU

türme/ bir biçimde tarif ettiği halde, savunucuları, kural olarak, bu


anlatının temelinde yatan teslimiyeti -kapitalizmi “ kasabadaki tek
oyun" olarak kabul etmeyi, var olan kapitalist liberal rejim in üste­
sinden gelmeye yönelik her türlü gerçek çabadan vazgeçmeyi- gör­
mezden gelirler.1' VVendy Brown’in sarih gözleminde bu nokta zaten
kesin bir biçimde saptanmıştı: "Çağdaş Amerikan kim lik siyaseti,
kapitalizmin yeniden doğallaştırm asıyla siyasal amacına kısmen
ulaşmış gibi görünüyor.” 1" O nedenle sorulması gereken can alıcı
soru şudur:

Basitçe “sosyalist alternatifin kavhı" ya da küresel düzende “ libe


ralizm in" gprünürdeki "zaferi” değil de, muhalefet siyasetinin bu­
günkü konfıgürasyonu bir kapitalizm eleştirisinin önünü ne ölçü­
de tıkar? Marksist toplumsal bütün eleştirisiyle ve Marksist toptan
dönüşüm vizyonuyla karşıtlık ivindeki kim lik siyaseti, karşısında
hak taleplerini yükselteceği var olan topluma ilişkin bir standar­
da. yalnızca kapitalizmi eleştiriden kurtarmakla kalmayıp, sim­
im gorünmc/liğini ve ifaile cdilmezliğinı tesadüfen değil, yaygın
bir biçimde- besleyen bir standarda nereye kadar ihtiyaç duyar?
Çokkültürcü "ırk. sınıf, toplumsal cinsiyet, cinsellik" mantrasıııda
sınıfın her zaman anılmasının, ama nadiren kuramsallaştırılması­
nın nedenine hiç rastlayabildik m i?"

Sınıfın "anılan, ama nadiren kuramsallaştırılan” bir kendili­


ğe indirgenmesi, çok kesin terimlerle betimlenebilir: İlk kez genç
Lukâcs’ın formüle ettiği “ Batı Marksi/mi mıı büyük vc kalıcı so­
nuçlarından biri, kapitalizmin sınıf-ve-meta yapısının salt tikel
ekonomi "alam 'yla sınırlı bir görüngü olmayıp, siyasetten sanat ve
dine kadar toplumsal bütünlüğü üst-belirleyen yapılanılm a ilke
olmasıdır. Kapitalizmin bu küresel boyutu, bugünün çokkültürcü
ilerici siyasetinde askıya alınır: Bu siyasetin “anti-kapitalizmi,” bu­
günün kapitalizminin cins ayrımcı/ırkçı baskıyı nasıl beslediği vb.
düzeyine indirgenir. Marx, "üretim” terim inin, üretim -bölüşüm-
miibadcle-tüketim dizisine iki kat kazınmış olduğunu iddia etmişti:
Ayın anda hem dizideki terimlerden biridir, hem tüm diziyi yapı­
S IN ll; M U C A D I I . I S İ M İ. l'()STM OI>I R N I / M M İ» III

landıran ilkedir. Dizinin terimlerinden biri olarak üretimde, üretim


(yapılandırıcı ilke olarak), M arx’ın Hegelci terimi kullanarak ifade
ettiği gibi, "kendisiyle, keıuli karşıt belirlenimi içinde karşılaşır."''
Aynı şey, post modern siyasal di/i, sımf-loplumsal cinsiyet-ırk ...
di/isi için de geçerlidir: Tikel mücadeleler di/isindeki terimlerden
biri olarak sınıfta, toplumsal bütünlüğü yapılandıran ilke olarak
sınıf “ kendisiyle, kendi karşıt belirlenimi içinde karşılaşır.” “ Post-
modern siyaset “ekonominin” bir tür "siyasallaşmasf'nı fiilen teşvik
ettiği kadarıyla, bu siyasallaşma, süper marketlerimizin sergilenen
mallar alanı içinde -fiili üretim sürecini (sebze ve meyvelerin göç­
men işçiler tarafından nasıl toplanıp paketlendiğini, üretimlerinde
ve teşhirlerinde başvurulan genetik ve diğer müdahaleleri) gözler­
den uzak tutan- bir sözde-üretim temaşasını ( “gıda kurulları'nın
huzurunda hazırlanan yemekler, müşterilerin gözleri önünde taze
sıkılan meyve suları vb.) bir tür taklit olarak sahnelemesine benze­
miyor m u?M Sahici bir solcu, şaşkın Yahudiye sorulan eski Freud-
çu sorunun yeni versiyonunu postmodern siyasetçilere sormalıdır:
Neden gerçekte ekonomiyi siyasallaştırmak gerektiğinde, ekono­
miyi siyasallaştırmak gerekir diyorsunuz?” 1’
Bu nedenle: Postmodern siyaset “ kapitalizm içinde egemenlik
sorunundan kuramsal bir geri çekilme yi gerektirdiği ölçüde,u bu-
rtitİti, sınıfsal çözümlemenin bu sessiz sedasız askıya alınmasında,
örnek bir ideolojik kayılırım mekanizması vakasıyla uğraşıyoruz:
Sınıl uzlaşmazlığı inkâr edilince, onun anahtar yapılandıncı rolü
.ışkıya alınınca, “diğer toplumsal fark işaretleri orantısız bir ağırlık
(.ılıyabilir duruma gelebilirler; aslında, açıkça siyasallaşmış işaret­
lemeye bağlanabilir acılara ek olarak, kapitalizmin ürettiği acıların
iııııı ağırlığını taşıyabilirler.” 1' Başka bir deyişle, postmodern kim ­
lik siyaseti söyleminin, cins ayrım cılığı, ırkçılık ve benzeri deli­
c ile r konusunda bir bakıma "aşırı" ısrarının nedeni bu kayınadır
bu “aşırılık,” bu öteki “ -izın'lerin, kapsamı kabul edilmeyen sınıf
mücadelesinden artan artı-yatırıını taşımak olmaları gerçeğinden
koynaklanır.1"
112 O LU M SA LLIK . HKCîEMONYA. I.VRFN SI I I.IK • HUTLfcR. ZtZEK. I.ACI.AU

Elbette, postmodernistler, benim sınıf mücadelesini "özselleştir­


mekte” olduğumu söyleyecekler: Bugünün toplumunda, bir dizi ti­
kel siyasal mücadele (ekonomik, insan hakları, ekoloji, ırkçılık, cins
ayrım cılığı, d insel...) vardır ve hiçbir mücadele “gerçek” mücadele,
diğer mücadelelerin anahtarı olduğunu iddia edemez... Laclau'nun
gelişimi (ilk atılım ı Politics and Ideology in M ancist 'Iheorydcn
[M arksist Kuram da Siyaset ve İdeoloji], ('hantal Mouffc ile birlik­
te yazdığı standart klasiği Hegemonya ve Sosyalist Stratejiye), ge­
nellikle, “özcülüğün son kalıntıları'ndan kurtulma süreci olarak
sunulur:19 İlk kitapta -klasik Marksist geleneğe uygun olarak- eko­
nomi (üretim ilişkileri ve ekonomik yasalar) hâlâ, o olmasa olumsal
kabul edilecek hegemonya mücadeleleri için bir tür “ varlıkbilimsel
demirleme noktası” işlevi görür (yani. Gram scici bir şekilde, hege­
monya mücadelesi, eninde sonunda, iki büyük sınıf arasında diğer
bir dizi "tarihsel görevi” ulusal kurtuluş, kültürel mücadele vb.-
işgal etme-hegemonya altına alma mücadelesidir); ancak ikinci ki­
tapta I.aclau. eski Marksist altyapı-üstyapı sorunsalından, yani "üst-
yapısal” hegemonya mücadelesinin ekonomik “altyapı daki nesnel
temeli sorunsalından vazgeçer -ekonominin kendisi zaten/her za­
man “siyasaldır, söylemsel bir siyasal mücadele, iktidar ve direniş
alanıdır (alanlardan biridir), "giderilemez açmazların ve aporiaların
ontoloji-öncesi karar verilem ezliğiniıı nüfuz ettiği bir alan dır/”
IIcgentonya kitabında Laclau ve Mouffe, demokrasi uğruna siyasal
mücadeleye açıkça ayrıcalık tanırlar -yani, Claudc Lefort'un tezini
kabul ederler: Modern siyasal tarihte anahtar uğrak “demokratik
buluş’tur ve diğer tüm mücadeleler, eninde sonunda, demokratik
buluş ilkesinin diğer alanlara, ırk (diğer ırklar neden eşit olma­
sın?). cinsiyet, din, ekonomi vd. alanlara “ uygulanm asıdır. Kısaca,
bir dizi tikel mücadeleyle uğraştığımızda, her zaman dizideki bir
mücadele gibi işlev görüyor gibi görünmesine karşın, fiilen dizinin
ufkunu oluşturan bir mücadele yok mudur? Hegemonya nosyonu- (
mın sonuçlarından biri de bu değil mi? Dolayısıyla, radikal çoğul
demokrasiyi “çoğul demokrasinin ve bunun doğurduğu özgürlük
SINIt- .MÜCADELESİ M İ.PO STM O D ERN İZM M l* 113

vc eşitlik mücadelelerinin derinleştirilip toplumun tum alanları­


na yayma vaadi-’ olarak tasavvur ettiğimi/ ölçüde.21 onu başka bir
yeni alan olarak ekonomiye de kolaylıkla yaymak olanaklı m ıdır?
Ilrosvn "M arksizm in siyasal kuram bakımından analitik bir değeri
varsa, o da, özgürlük sorununun, liberal söylemde örtük bir biçim ­
de 'siyaset dışı’ ilan edilen -yani doğallaştırılan- toplumsal ilişkilere
gömülü olduğundaki ısrarı değil m iydi" diye sorar." Bu vurguyla,
postmodern siyasetin ekonomiyi doğal olmaktan çıkarma/yeniden
siyasallaştırma gereğini kabul ettiğine ve am acının, M arx tarafın-
dan “ yapısökünui yapılmadan" bırakılm ış bir dizi başka alanı da
(cinsiyetler arasındaki ilişkiler, dil vb.) doğal olmaktan çıkarmak/
yeniden siyasallaştırmak okluğuna dair karşı-muhakemeyi kabul
etmek pek kolay olabilir. Postmodern siyasetin, daha önce “siyaset
dışı" ya da “özel' sayılan bir dizi alanı “ yeniden siyasallaştırma" me­
m e li vardır; ama aslında kapitalizmi yeniden siyasallaştırmadığı
gerçeği de yerli yerinde duruyor, zira bizzat içim le işlediği “siyasal“
nosyonu ve biçim i, ekonominin "depolitizasyonu"ııa dayanır. Post­
modern siyasal özneleşmeler çoğulluğu oyununu oynayacaksak,
usulen bazı soruları (bu haliyle kapitalizmin nasıl devrileceğiyle
ilgili, olduğu haliyle siyasal demokrasinin ve/veya demokratik dev­
letin kurucu sınırlarıyla ilg ili...) sormamamız gerekir. Bu vü/.den,
yine, Ladau'nun, Siyasalın özgül bir toplumsal alan değil, Toplum-
'.ılı temellendiren olumsal kararlar kümesi olduğuna dair karşı-
mııhakcmcsinc gelince, benim yanıtım şudur: Çok sayıda yeni si-
y.ısal öznelliğin postmodern ortaya çıkışı, bu gerçek radikal siyasal
edıııı düzeyine ulaşmaz.
Burada yapmaya soyunduğum şey. Hegelci “somut evrensellik”
deısini “ radikal dem okrasfye uygulamaktır: Aslında, l.aclaıı’nun
hegemonya nosyonu, özgül farkın bizzat cinsin kurucusu olan fark­
la üst üste bindiği. Ladau’nun hegemonyasında olduğu gibi, top­
lum ile toplumun dışsal sınırı, toplum olmama (toplumsal bağların
so/ıılinesi) arasındaki uzlaşmaz aralığın topluınsal-içi bir yapısal
l.ırk.ı aktarıldığı Hegelci “somut evrensellik* nosyonuna yakın­
İM O LU M SA LLIK. HF.CKMONYA, K V R EN SK LlJK . IH'TI.l'R. 7 A ?l.K . I.At.l.AU

dır. Ama Evrensel ile Tikel arasındaki, (.adaunun içi boş/olanak­


sız Evrenseli, onu hegemonyası alıma alan olumsal likel içerikten
sonsuza dek ayıran aralık nedeniyle reddettiği, adı çıkmış Hcgelci
"uzlaşm aya ne demeli?** Hegele daha yakından bakarsak, sonun­
da kendi kavramına tam olarak uyan tikel bir türe ulaştığımızda,
bizzat evrensel kavram ının başka bir kavram a dönüştüğünü görürüz
-bir cinsin her tikel tiirü kendi evrensel cinsine "uym adığı" ölçüde.
Devletin var olan hiçbir tarihsel şekli, Devlet kavramına tam olarak
uymaz -Devletten ("nesnel tin,” tarih) Dine ( “ Mutlak Tin” ) zorunlu
diyalektik geçiş, fiilen kentli kavramına uyan tek mevcut devletin,
kesinlikle artık bir devlet olmayan dinsel bir topluluk olmasını ge­
rektirir. Burada, tam anlamıyla diyalektik nitelik taşıyan, tarihsel­
lik olarak "soınut evrensellik" paradoksuyla karşılaşırız: Bir cins ile
alt türleri arasındaki ilişkide, bu alt-türlerden biri her zaman, cin­
sin evrensel özelliğini olumsuzlayan öğe olacaktır. Farklı ulusların
farklı futbolu vardır; Am erikalıların futbolu yoktur, zira “ beyzbol
onların futboludur." Bu, Hegel'in şu ünlü iddiasına benzer: Modern
insanlar sabahları dua etmezler, zira gazete okumak onların sabah
duasıdır. Aynı şekilde, dağılan sosyalizmde yazarların kulüpleri ve
başka kültürel kulüpler siyasal partiler gibi hareket ettiler. Belki de
sinema tarihindeki en iyi örnek, Western ile bilimkurgu uzay mace­
rası filmleri arasındaki ilişkidir: Bugün artık "esaslı" Wcstcrnlcrimiz
yok; çünkü uzay film leri onların yerini aldı, yani uzay film leri bugü­
nün Westernleridir. Bu nedenle. Western sınıflandırmasında, stan­
dart alt-türleri, bugünün Western yerine geçen Western-olmayanı
olarak uzay film leri alt-türüylc tamamlamalıyız. Burada can alıcı
olan, farklı cinslerin bu kesişmesi, iki evrenselin bu kısmi örtüşme-
sidir: Western ve uzay film i basitçe iki farklı tür değildir, kesişirler
yani, belli bir çağda uzay filmi, Westemin bir alt-tiirü olur (ya da
Western, uzay filminde “aşılm ış"tır)... Aynı şekilde, "kadın," inşa
nın alt-türlerinden biri olur; Heideggerci Daseinsaııalyse, görün-
gühiliınin alt türlerinden biri, önceki evrenselliği "aşan bir alt tür
olur; ve -tekrar bir "radikal demokrasfye dönersek aynı şekilde.
SIN IE M ÜCADELESİ M İ. POSTMODKRNİZM M İ? 115

ekonomi alanını fiilen siyasallaştırma anlamında “ radikal” olan "ra­


dikal demokrasi,” artık kesinlikle bir “(siyasal) demokrasi" otamaz.2'
(Klbette bu. Toplumun “olanaksız tam lığı'nın gerçekten fiilileşeceği
anlamına gelmez: Basitçe, olanaksızın sınırının başka bir düzeye ta­
şınacağı anlamına gelir.) Peki ya Siyasalın kendisi (radikal biçimde
olumsal hegemonya mücadelesi) de bizzat kendi nosyonu içinde
yanlımş/engellenmiş ise? Ancak olumsal doğasını köklü bir biçimde
bastırdığı" ölçüde, asgari bir 'doğallaşmaya'' uğradığı ölçüde etkili
olabiliyorsam Özcü ayartı indirgenemez ise: I liçbir zaman “ nosyonu
düzeyinde” Siyasalla, olumsallıklarını tanı olarak kabul eden siya­
sal eyleyicilerle uğraşmayız bu açmazdan, "stratejik özcü lük” gibi
nosyonlarla çıkma yolu, kesinlikle başarısızlığa mahkûmdur?
Bu nedenle benim varacağım sonuç, l-aclau’nun antagonizma
nosyonunda etkili olan olanaksızlığın ik ili olduğunu vurgulamaktır:
Radikal antagonizma” yalnızca Toplumun tamlığını yeterince tem
mİ etmenin/ifadelendirmenin olanaksız olduğu anlamına gelmez
daha radikal bir düzeyde, Toplumu tam varlıkbilim sel gerçekleş­
mesine ulaşmaktan alıkoyan bu uzlaşmazlığı/olumsuzluğu yeterince
temsil etmek/ifadelendirmek de olanaksızdır. Yani ideolojik fantezi,
kısıtçe Toplumun olanaksız tamlığı fantezisi değildir: Yalnızca 'Top­
lum olanaksız değildir, bizzat bu olanaksızlığın kendisi ideolojik bir
alanın içinde çarpık bir biçimde temsil edilir-pozitif hale getirilir
ideolojik fantezinin (sözgelişi, Yahudi komplosunun) rolü budurr*
Ilı/zat bu olanaksızlık olumlu bir öğede temsil edilince, asli olanak-
•>ı/lık dışsal bir engele dönüştürülür. “ İdeoloji," Toplumu tamlığma
ulaşmaktan alıkoyan olumsuzluğun fiilen var olmasını, Yahudi düş­
manı “ Yahudi komplosu" nosyonundaki Yahudiler gibi, toplumsal
yasamın ipleri elinde tutan büyük bir Öteki kılığında olumlu bir
• ırnlıışa sahip olmasını sağlayan garantinin adıdır aynı zamanda,
k ılıca , ideolojinin temel işlemi, hem ampirik bir engeli ebedi bir
koşula dönüştürmeye ilişkin tarihdışılaştırıcı jest (kadınlar. Siyah-
I n doğuştan madundurlar vb.), hem de bir alanın a priori kapa­
lılığım/olanaksızlığını ampirik bir engele dönüştürmeye dönük aksi
116 O LU M SA LLIK. H EG EM O N YA. EV R EN SELLİK • B U T L IR . 2l?.fcK. LAC I AU

yöndeki jesttir, I.aclau. başarılı devrimden sonra uzlaşma/ çelişki­


leri olmayan kendiliğinden saydam bir toplumun ortaya çıkacağı
fikrini ideolojik diye kınadığında, bu paradoksun farkındadır. Ne
var ki. devrim sonrası Toplumun tamlığını haklı olarak reddet­
mek. kapsamlı bir toplumsal dönüşüm projesinden vazgeçmemiz
ve çözülecek kısmi sorunlarla sınırlı kalmamı/, gerektiği sonucuna
varmayı haklı çıkarmaz: B ir “ mevcudiyet metafiziği" eleştirisinden,
ütopya karşıtı “ reformist" tedrici siyasete atlamak, meşru olmayan
bir kısa devredir.

III
Laclaunun olanaksız/zorunlu olarak evrensellik nosyonu gibi.
Butler'ın geliştirdiği evrensellik de, her evrenselliğe “sahte” diyen,
yani tikel bir içeriğe ayrıcalık tanırken, bir başkasını bastıran ya da
dışlayan standart tarihselci dedikoduculuktan çok daha İncelikli­
dir. Butler, evrenselliğin kaçınılmaz olduğunun farkındadır ve sa­
vunduğu görüş, her belirli tarihsel evrensellik figürünün, elbette
bir içermeler/dışlamalar kümesini gerektirdiği; ama evrenselliğin,
içermenin/dışlamanın sınırlarını, hegemonya uğrunda süregiden
ideolojik-siyasal mücadelenin bir parçası olarak yeniden müzake­
re etmek üzere, içermeleri/dışlamaları sorgulama uzamını açtığı ve
sürdürdüğüdür. Örneğin ağır basan “evrensel insan hakları” nosyo­
nu. bir dizi cinsel pratiğin ve yönelimin önünü keser -ya da onları
en azından ikincil bir konuma düşürür; insan hakları nosyonumu
zun bu “sapma” pratikleri de kapsayacak şekilde yeniden tanım­
lanıp genişletilmesi gerektiğinde ısrar etme oyununu, bu standart
liberal oyunu kabul etmek fazla basit kaçar standart liberal hü­
manizm. bu tür dışlamaların “ nötr" insan hakları evrenselliğindeki
ne ölçüde kurucusu olduklarını değerlendirmekte yetersiz, kalır; o
kadar ki, dışlananların “ insan haklarfna fiilen dahil edilmeleri, “ in
san haklarındaki “ insanlığın" ne anlama geldiğiyle ilgili fikrimizi
köklü bir biçimde yeniden oluşturur, hatta zayıflatırdı. Yine de, ev-
SIN IF M ÜCADELESİ M İ. I’O SI M ODERNlZM M İ? 117

rcnscl insan lı.ıklarına ilişkin hegemonik nosyonda sö/ konusu olan


içermeler ve dışlamalar sabit ve bu evrensellikle eş-tözlii değildir,
sürekli ideolojik-siyasal mücadelenin konusudur, yeniden müzake­
re edilebilen ve yeniden tanımlanabilen bir şeydir ve evrenselliğe
gönderme, bu lıir sorgulamaları vc yeniden müzakereleri harekete
geçiren bir araç işlevi görebilir ( “ Eğer evrensel insan hakları iddia­
sında bulunuyorsanız, neden biz [geyler. siyahlar...) de bunun bir
parçası değili/.?").
bu nedenle evrenselliğin gizli önyargılarını vc dışlayıcılığını
eleştirirken, bunu evrenselliğin açtığı alan içim le yaptığımızı asla
unutmamalıyız: Düzgün bir "sahte evrensellik" eleştirisi, onu, ev­
rensel öncesi tikelcilik bakış açısıyla tartışma konusu yapmaz; ev­
rensellikte asli olarak var olan gerilimi, Kierkergaard'ın “oluş ha­
linde evrensellik" dediği şeyin açık olumsuzluğu, bozucu gücü ile
yerleşik evrenselliğin sabit biçimi arasındaki gerilimi harekete gc-
çirir. Ya da - B u ıle n Hegelci terimlerle yorumlama şansım varsa-
bir yanda sabit içermeleri/dışlamaları olan ideolojik bir nosyunun
Ölü," “soyut" evrenselliği var, diğer yanda kendi "resmi” içeriğini
sıırekli sorgulama ve yeniden müzakere süreci olarak “canlı," “so­
mut" evrensellik var. Evrensellik, kesinlikle ve yalnızca, dayandığı
dışlamaları teınalaştırarak, sürekli sorgulayarak, yeniden müzakere
ederek, kaydırarak, yani kendi biçimi ile içeriği arasındaki boşluğu
varsayarak, kendisini tam da kendi nosyonunda tamamlanmamış
ı»l.ırak tasavvur ederek “ fiili"leşir. Butlcr'ın “perform atif çelişki'nin
sıyaseteıı belirgin kullanımına ilişkin nosyonunun demeye getirdiği
budur: Eğer egemen ideoloji, resmi olarak öne sürülen evrenselli
gıııi zayıflatmak yoluyla fiili söylemsel pratiği ve bu pratiğin da­
yandığı dışlamalar kümesi içinde- performatif olarak “aldatıyorsa,"
iletici siyaset, verili evrensellik adına, bu evrenselliğin (hegemonik
biçimiyle) dışladığı içeriği savunarak, performatif çelişkiyi kesin bir
biçimde açıkça uygulamalıdır.
Burada iki noktayı daha vurgulamak isterim:
IIX O LUM SALLIK. IIEG KM O N YA, F.VRF.NSI.LLİK . BUTI.F.K. 2l2EK. LACLAU

Dışlayıcı mantık, her zaman kendinde yeniden ikili lıalc gelmiş­


tir: Yalnızca madun öteki (eşcinseller, beyaz olmayan ırklar ...)
dışlanmaz/bastırılmaz, hegemonik evrenselliğin kendisi de, kendi­
sine ait inkâr edilen “ müstehcen" bir tikel içeriğe dayanır (sözgelişi,
kendisini yasal, hoşgörülü, Hıristiyan ... olarak meşrulaştıran ikti­
dar kullanımı, madunları şiddetle aşağılamayla ilgili açıkça inkâr
edilen bir dizi muzır ritıiele dayanırY). Daha genel olarak, burada,
ideolojik ki»diksizleşme pratiği demekten kendimizi alamadığımız
şeyle ilgileniyoruz. Yani öznelerine sağlam bir kim lik sağlayan, on­
ları ' toplumsal rolleri'yle sınırlayan standart ideoloji nosyonu et­
rafında dönülmelidir: Ya ideoloji, farklı -ama bir o kadar kesin ve
yapısal olarak zorunlu- bir düzeyde, bir sahte kimliksizleşme uzamı,
bu öznelerin toplumsal varoluşlarının fiili koordinatlarına doğru
sahte bir mesafe inşa ederek etkili oluyorsa?27 “ Ben hem bir (koca,
işçi, demokrat, gey...) Am erikalıyım , hem de tüm bu rollerin ve
maskelerin altında bir insanım, karmaşık benzersiz bir kişiliğim"
durumundan (burada, toplumsal yerimi belirleyen simgesel özel­
liğe olan mesafe, bu belirlenimin etkililiğini garanti eder), insanın
çok sayıda kimliğiyle oyun oynadığı daha karmaşık siberuzay duru­
muna kadar, bu kimliksizleşme mantığı fark edilmiyor mu? Bu ne­
denle, "yalnızca siberuzay oyunu" ifâdesinde etkili olan gize m leş­
tir me iki kattır: Sibcruzayda oynadığımız oyunların, sandığımızdan
daha ciddi olmalarının yanı sııa (bir özne, bir kurmaca, “ yalnızca
bir oyundur" kılığı altında, “gerçek" özneler arası temaslarında asla
kabul edemeyeceği simgesel kim liğinin -sadist, "sapık“ vb.- özel­
liklerini ifadelendirebilir ve sahneleyebilir, değil m i?), tersi de doğ­
rudur; yani çok sayıda, değişken kişiliklerle (özgürce inşa edilen
kim liklerle) oynama, varoluşumuzun tuzağa düştüğü toplumsal
uzamın sınırlamalarını karartma (ve dolayısıyla bi/i bu sınırlam a­
lardan sahte bir biçimde kurtarma) eğilimindedir. Başka bir örnek
vereyim: Chrisla VVolfun The Q ueslfor CJırista 7!si, 1960’larda De­
mokratik Alman Cumhuriyeti kamuoyunu neden o kadar çok etki­
ledi? Çünkü, ideolojik çağırmanın başarısızlığıyla -ya da en azın­
SIN IF MOCADF.I.F.Sİ MI. POSTMODFRNI7.M Mİ» 119

dan bocalamasıyla- ilgilidir, insanın kendisini toplumsal-ideolojik


kimliği içinde tanıyamamasıyla ilgilidir:

Atlı söylendiğinde, “Christa T.!” denildiğimle, k.ılkıp gider ve ken-


disinden l>ekleneni yapardı; adının söylendiğini duymanın ona
hakkında düşüneceği çok şey sunduğunu söyleyebildiği biri var
mıydı: Kast edilen gerçekten ben miyim? Yoksa yalnızca adını mı
kullanıldı? Öbür adlarla birlikte sayılıp, bir eşittir işaretinin öıuıne
hünerle eklenerek? Orda olmasaydım, kimse fark eder miydi?'*

VVoli'uıı romanın hemen başında belirttiği ve Johannes K.


Becher’ın alıntıladığı “ Bu kendine gelme nedir bu?"yla o kadar
güzel ifade edilen simgesel özdeşleşmeyi derinliğine araştırma,
"lîeıı bu ad m ıyım ?” jesti, en saf histerik kışkırtma değil mi? Bana
göre, böyle bir kendi kendini derinliğine araştırma tutumu, hiikinı
ideolojik rejimi etkili bir biçimde tehdit etmekten çok öte, eninde
sonunda o rejimi "yaşayabilir" kılan şeydir bu nedenle, onu kötü
leyen Batı Almanlar, Duvarın yıkılışından sonra, Christa YVolf’un
I >emokratik Alm an <Cumhuriyeti (D A C ) öznesinin öznel karmaşık­
lıklarını, içsel kuşkularını ve kararsızlıklarını ilade etmekle, aslında
ideal bir D AC öznesinin gerçekçi bir edebi eşdeğerim verdiğini ve
bu haliyle, siyasal uyumluluk sağlama görevinde. Komünist Dava
uğruna kendilerini feda eden ideal özneleri betimleyen propagan­
da edebiyatından çok daha başarılı olduğunu iddia ettiklerinde, bir
bakıma paradoksal bir biçimde haklıydılar/*
Kuramsal görev, hem oyunun gerektirdiği dışlamaların/kapsa-
ın.ıların tikel içeriğinin maskesini düşürmek, hem bizzat evrensel­
lik uzamının muammalı ortaya çıkışını açıklamaktır da. Dahası -ve
d.ılıa kesin bir biçimde- gerçek görev, topluınsal-simgesel uzamda
evrenselliğin çalışma tarzının mantığındaki köklü değişimleri araş
I ırmaktır: Örneğin, modern öncesi, modern ve bugünün "post mo
derıı" evrensellik nosyonu ve ideolojik pratiği, yalnızca evrensel
nosyonlarda içerilen/dışlanan tikel içerikler bakımından ayrılmaz­
lar bir bakıma, daha köklü bir düzeyde, bizzat temelde yatan ev-
120 OLUM SALLIK, HEGEMONYA. EVRENSELLİK . KÜTLER, 2J2EK. LACLAU

renscllik nosyonu, bu çağların her birinde farklı bir biçimde işlev


görür. Tanı anlam ıyla "evrensellik," bireylerin küresel toplumsal
yapıdaki tikel yerleri adına değil, dolaysız bir biçimde, “soyut” insan
olarak toplumsal düzene katıldıkları burjuva piyasa toplumunıın
kuruluşundan beri aynı anlama gel mer.
Tekrar evrensel insan hakları nosyonuna döneyim. Marksist
bulgusal okuma, insan haklan nosyonuna özgül burjuva ideolojik
dönüş getiren tikel içeriği inandırıcı bir biçimde gösterebilir: “ Ev­
rensel insan hakları, aslında, beyaz erkek mülk sahiplerinin piyasa­
da özgürce alışveriş yapma, işçileri ve kadınları sömürme, siyasal
egemenlik kurma ... hakkıdır.” Ne var ki, evrensel biçimi hegemon­
yasına alan tikel içeriğin saptanması, hikâyenin yalnızca yansıdır;
can alıcı diğer yarısı, evrenselliğin bizzat biçim inin ortaya çıkışıyla
ilgili çok daha zor bir soru sormaya dayanır: Bizzat soyut evren­
sellik nasıl vc hangi özgül tarihsel koşullarda “ (toplumsal) yaşamın
bir olgusu” haline geldi? Bireyler hangi koşullarda, evrensel insan
haklarının özneleri olduklarım deneyimlediler? Marx’ın "meta fe­
tişizmi” çözümlemesinin konusu budur: Meta mübadelesinin ağır
lıkta olduğu bir toplumda, bireyler kendileriyle ve karşılaştıkları
nesnelerle, soyut evrensel nosyonların olumsal cisimleşmeleriyle
ilişki kurar gibi ilişki kurarlar. Ne olduğum, somut toplumsal ya da
kültürel geçmişim, olumsal bir şey olarak yaşanır; çünkü eninde sol ■I
nunda beni tanımlayan şey, “soyul” evrensel düşünme ve/veya ça- J
lışma kapasitesidir. Ya da: Benim arzumu tatmin edebilen herhangi
bir nesne olumsal bir şey olarak dcneyim lcnır; çünkü benim arzum,
arzumu tatmin edebilen ama asla tam olarak değil- tikel nesneler
çokluğuna kayıtsız, “soyut” bir biçimsel kapasite olarak tasavvur edi­
lir. Ya da “ meslek" örneğini alalım: Modern meslek nosyonu, doğ­
rudan kendi toplumsal rolünün “ içine doğmamış'* bir birey olarak
yaşadığımı ima eder -benim ne olacağım, olumsal toplumsal ko­
şullar ile özgür tercihim arasındaki etkileşime bağlıdır; bu anlamda, j
bugünün bireyinin elektrikçilik, profesörlük ya da garsonluk mes­
leği vardır, oysa bir ortaçağ serimin mesleği gereği köylü olduğunu !
S IN IF MOCADFLF.Sİ M İ. POSTM ODHRNİZM M İ? 121

iddia etmek anlamsızdır. Yine burada da can alıcı nokta, belli özgül
toplumsal koşullarda (meta mübadelesi ve küresel bir piyasa ekono­
misi koşullarında) “soyutlamanın, fiili toplumsal yaşamın dolaysız
bir özelliği» somut bireylerin davranış tarzı ve kendi kaderleriyle ve
toplumsal çevreleriyle ilişki kurma yolu haline gelmesidir. Burada
Marx. Hegel’in şu içgörüsıinü paylaşır: Ancak bireyler varlıklarının
çekirdeğini tikel toplumsal durumlarıyla artık özdeşleştirmedikleri,
ancak bu durumdan ebediyen “ kopmuş" olarak yaşadıkları ölçü­
de evrensellik “ kendi için” haline gelir: Evrenselliğin somut, etkin
varoluşu, genel yapıda uygun bir yeri bulunmayan bireydir -veri­
li bir toplumsal yapıda Evrensellik, ancak o yapı içinde uygun bir
yerden yoksun olan bireylerde “ kendi için” evrensellik haline gelir.
Ihı yüzden soyut bir evrenselliğin görünüş tarzı, fiili varoluşa girişi,
önceki organik dengeyi alt üst etmeye yönelik son derece şiddetli
İmi hamledir.

Benim iddiam, Butler, hâkim ideolojik evrensel nosyonların içer­


melerini/dışlamalarını yeniden müzakere etmeye yönelik bitimsiz
»iyasal süreçten söz ettiğinde ya da Laclau, bitimsiz hegemonya
ıııücadelesi modelini önerdiğinde, bizzat bu modelin “evrensel” sta-
lıiMinün sorunlu olduğudur: İle r ideolojik-siyasal sürecin biçimsel
koordinatlarını mı veriyorlar, yoksa klasik Solun geri çekilmesin­
den sonra ortaya çıkan bugünün (“ postmodern” ) özgiil siyasal pra­
tikinin kavramsal yapısını mı ele alıyorlar?*1“ Postmodern” Solun
s<»k özgül bir tarihsel uğrağını kuramsal taştırdıkları öne sürülebilse
*!«'. (çoğu kez. açık formülasyonlarıııda) birincisini yapıyor gibi gö-
ılinüyorlar... (sözgelişi Laclau için, hegemonya mantığı, bir bakıma
,ıNık bir biçimde, toplumsal yaşamın bir tür Heideggerci varoluşsa!
Yapısı olarak ifade e d ilir)." Başka bir deyişle, benim için sorun, biz-
sal larihselciliğin nasıl tarihselleş!irildiğidir. "Özcü" Marksı/.mden
pusimodern olumsal siyasete geçiş (Laclauda) ya da cinsel özcülük-
I. olumsal toplumsal cinsiyet oluşumuna geçiş (Butlerda) ya da
hu mııek dalıa vermek gerekirse, Richard Rorty’d c metafızJkçiden
İnmişle geçiş basit bir epistemolojik ilerleme değil, kapitalist top-
122 OI.UM SAİ.I.IK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK • BUTLEK,2l2EK.LACLAU

lum uıı kendi doğasındaki küresel değişimin bir parçasıdır. Mesele


şöyle değil: Daha önceleri insanlar “aptal özcülerdi” ve doğallaş
tırılm ış cinselliğe inanıyorlardı; oysa şimdi, toplumsal cinsiyetle
rin performatif olarak hüküm kazandığım biliyorlar, özcülükten
olum sallık farkındalığına bu geçişi açıklayacak bir tür üst-aıılatıya
gereksinim var: lleideggerci Varlık çağları nosyonu ya da Fouca-
ultcu hâkim ¿pislem ede kayma nosyonu ya da standart sosyolojik
modernleşme nosyonu ya da bu geçişin kapitalizmin dinamiğine
uygun olduğunu söyleyen daha Marksist bir anlatım.

IV
Bu yüzden, yine Laclau'nun kuramsal tasavvurunda, hegemon
ya mantığının “ zamansız” varoluşsal a priorisi ile “özcii" geleneksel
Marksist sın ıf siyasetinden hegemonya mücadelesinin olumsallığı
iddiasına tedrici geçiş arasında paradigınatik Rantçı karşılıklı ba
ğım lılık çok önem lidir -tıpkı Kantçı aşkınsal a priorinin, Kant’ııı
insanlığın aydınlanmış olgunluğa doğru tedrici ilerleyişiyle ilgili
aııtropolojik-siyasal evrim ci anlatısına bağımlı olması gibi. Bu ev­
rime i anlatının rolü, kesinlikle, biçimsel evrensel çerçevenin (he­
gemonya m antığının) yukarıda sözü edilen muğlaklığını çözmektir
örtük bir biçimde şu soruyu yanıtlamaktır: Bu çerçeve gerçekten
tarihsel olmayan bir evrensel midir, yoksa Batılı geç kapitalizmin
özgül ideolojik-siyasal kümelenmesinin biçimsel yapısı m ıdır? Ev­
rim ci anlatı, evrensel çerçevenin nasıl “olduğu haliyle vazedildiği-
ni," ideolojik-siyasal yaşamın açıkça yapılandırıcı ilkesi haline gel
diğini anlatarak, bu iki seçeneğin arası bulur. Yine de soru varlığını
sürdürür: Bu evrim ci geçiş, yanılgıdan doğru içgörüye basit bir ge­
çiş m idir? M arx’ın zamanında “sınıf özcülüğü"nün elverişli olacağı,
günümüzün ise olumsallık iddiasına gereksinim duyacağı biçimde,
her duruş kendi çağma ını uygundur? Yoksa ikisini proto-HcgcİCi
bir şekilde birleştirmeli miyiz; yani özcıı “ yanlıştan" "doğru” r.ıdl
kal olumsallık içgörüsüne geçiş tarihsel olarak mı koşullanmıştır
SIN IF MÜCADKI.E5I M İ. PO STM O D IRNİZM M l? 123

(Marx'in zamanında "özcii yanılsama’* “ nesnel olarak zorunlıTydu,


ama çağımız olumsallık içgörüsiinü olanaklı kılıyor)? Bu proto-
I legelci çözüm, “evrcııserin kapsamını ya da hegemonya kavramı
mu “geçerliliğini", yakın zamanda ortaya çıkışının açıkça huğunun
özgül toplumsal kümelenmesiyle bağlantı olduğu olgusuyla birleş­
tirmemize olanak tanırdı: Tophıınsal-siyasal yaşam ve bu yaşamın
yapısı zateıı/her zaman hegemonya mücadelelerinin sonucu olma­
sına karşın, yine de ancak bugün, sahip olduğumuz özgül tarihsel
kümelenme içinde -yani küreselleşmiş olumsallığın “postmodern”
evreninde- siyasal süreçlerin köklen olunısal-hcgcmonik doğası,
' o/cü" yükten kurtulma, “ kendine gelmesi/dönme" olanağını niha­
yet bulur.
Ne var ki, bu çözüm en az iki neden ölürü sorunludur. Birin -
visi. Laclau bu çözümü, llegelci bir nosyona, siyasal mücadeleleri
koşullayan ve çıpalayaıı zorunlu tarihsel gelişme fikrine dayanıyor
diye muhtemelen reddederdi. İkincisi, bana göre, bugünün posl-
ınodcrn çoklu öznellikler siyaseti, tam laştırılm am ış, “doğallaşmış"
l>ıı ekonomik ilişkiler çerçevesini sessizce varsaydığı ölçüde, yete
ı ince siyasal değildir. ( ¡iderek artan biçimde, kapitalizme gönderme
yapmayı “özciilük” gerekçesiyle yasaklama eğiliminde olan postmo*
dorn siyasal kurama karşı, postınodern siyasal mücadelelerin ço­
ğulluğunun ve Sermayenin bütünselliğinin birbirinin karşıtı olma­
dığı. Sermayenin hegemonik kaymaların serbestçe sürüklenmesini
İm şekilde “sınırladığı" öıu- sürülm elidir günümüz kapitalizmi,
ıtcğişken-dağımk-olumsal-ironik vc iten zeri siyasal öznelliklerin or-
layti çıkışı için gerekli alanı ve arka planı sağlar. Kapitalizmin bir
yeısiz-yurtsuzlaştırma" gücü olduğunu vurguladığında bir şekilde
bu noktaya parmak basan Pclcuzc değil miydi? Marx'in kapitalizm­
le birlikte "katı olan her şey buharlaşıyor" tezini izlemiyor muydu?
Nihayet, Butler ve Laclauya gelirsek ana fikrim , her ikisi için de
tiynıdır: Belli bir tarihsel ufuk içindeki olumsallık/ikame edilebilir
lık ile bizzat bu ııjku temellendiren daha temel nitelikteki dışlamayı/
kışlan reddetmeyi daha açık bir biçimde ayırt etme gereksinimi.
124 O I.UM SAI I.IK. HliCI.M ONYA. F.VRCNSKI.I.İK . BU TLER, 7lP.HK. I.ACI.AU

Laclau "Toplumun tamlığı ulaşılamaz ise, ona ulaşma çabaları, bu


olanaksız nesneyi ararken, çeşitli kısmi sorunları çözebilmelerine
karşın, zorunlu olarak başarısızlıkla sonuçlanacaktır'' iddiasına bu­
lunduğunda, iki düzeyi, belli bir ufuk içinde hegemonya mücadelesi
ile bizzat bu utku besleyen daha temel dışlamayı birleştirm iyor mu
en azından potansiyel olarak? Ve Butler, l.acancı kurucu engel ya
da eksik nosyonuna karşı, “ yapım sürecindeki özne, tam da yapısal
olarak durağan olmayan, siyasetcıı belirgin dışlamalarla oluştuğu
için tamamlanmamıştır” iddiasında bulunduğunda, iki düzeyi, ve­
rili bir alan içinde (sözgelişi, günümüzün geç kapitalist toplumun*
da) sonu gelmez içerme/dışlama siyasal mücadelesi ile bizzat bu
alanı besleyen daha temel dışlamayı birleştirm iyor mu -en azından
potansiyel olarak?
Son olarak bu. Butlerm benimsediği yapısökümcü Lacan eleştiri­
sine. bacanın olumsuz aşkınsal bir jeste saplanıp kaldığı eleştirisine
daha doğrudan yaklaşmama olanak verir. Yani Kütler, l.acaıı’a göre
öznenin hiçbir zaman lam özdeşliğe ulaşmadığını, özne-oluşum
sürecinin her zaman tamamlanmamış, nihai başarısızlığa mahkûm
olduğunu kabul eder; eleştirisi, bacanın, öznenin tam gerçekleşme­
sini önleyen engeli aşkınsal önsel bir “engel e (“ simgesel iğdişliğiıı
engeline") dönüştürdüğüdür. Bu nedenle, tarihsel sürecin baştan
sona olumsal ve açık olduğunu kabul etmek yerine, onu temel, tarih-
dışı bir Kngcl ya da Yasak göstereninin altına yerleştirir. Bu nedenle,
Butler’ın eleştirisinin altında bacana kuramın, en azından hâkim
ortodoks biçimiyle, köklü tarihsel olumsallığı sınırladığı yatar;
Olumsal tarihsel sürece yakalanmayan yarı-aşkınsal bir a priorivi.
yarı -aşkınsal bir sınırlamayı uyandırarak tarihsel süreci destekler.
Bu yüzden l.acancı kuram, biçimsel bir önsel çerçeve ile bu çerçeve
içindeki olumsal değişken tarihsel örnekler arasındaki Kantçı ayrı­
ma yol açar. Bııtlcr, l.acancı “engellenmiş özne” nosyonunu anımsa­
tır: Bu nosyonun her çağrılma, özdeşleşme, özne-oluşum sürecinin
kurucu, zorunlu, kaçınılmaz tamamlanmamışlığını ve nihai başa­
rısızlığım ima ettiğini kabul etmekle birlikte, bacanın, engeli, her
SIN IF M ÜCADELESİ M İ. POSTMODERNİZM M İ? 125

siyasal mücadeleyi peşinen sınırlayan larih-dışı .1 priori bir Yasakla­


maya ya da Sınırlam a düzeyine yükselttiğini iddia eder...
Buna ilk ve otomatik tepkim şudur: Burada Butler’in kendisi,
sessizce bir proto-Kantçı biçim ve içerik ayrım ına yaslanıyor mu?
"Yapım sürecindeki özne’ nin, “...tam da yapısal olarak durağan
olmayan, siyaseteıı belirgin dışlamalarla oluştuğu için tamam
lanmamış" olduğunu iddia ettiği ölçüde, Butler’ın I.acan eleştirisi
I ucanın, eninde sonunda, dışlamanın biçim i (dışlamalar her za­
man olacaktır; dışlamanın bir biçimi, öznel kim liğin zorunlu ko­
fuludur...) ile dışlanan tikel, özgül bir içeriği birbirine karıştırdığı
olmaz mı? Butler, Lacan’a yeterince “ biçiınci” olmadığı için kızar:
I açanın “engePi, fazlasıyla açık bir biçimde tikel tarihsel içerikle
damgalıdır -gayri meşru bir kısa devreyle, yalnızca özgül, eninde
sonunda olumsal tarihsel koşullarda ortaya çıkan belli bir “engel 'i
(Ocdipus karmaşası, cinsel lark) yükseltip, yarı-aşkınsal bir a prio-
riye dönüştürür. Cinsel fark konusunda bu özellikle açıktır: Butler,
I açanın cinsel fark “gerçek”tir tezini, cinsel farkın hegemonik mü-
1 .ıdelelerde yeri olmayan ve müzakere edilemez bir çerçeve olarak

ıhillenmiş, tarih-dışı, donmuş bir karşıtlık olduğunu iddia etmek


olarak okur.
I açanın bu eleştirilişiniıı, Lacan'ın burada Hegele çok daha ya­
kın olan konumunun yanlış temsil edilmesiyle ilgili olduğunu öne
suıüyorum. yani can alıcı nokta şudur: Evrenselliği içinde biçim.
I*ıı göbek bağı gibi, her zaman tikel bir içeriğe bağlıdır yalnızca
hegemonya anlamında değil (evrenselliğin içi hiçbir zaman boş de­
ğildir; her zaman tikel bir içerikle boyalıdır), çok daha radikal bir
.ııılaıuda, evrenselliğin biçim inin radikal bir yerinden edilişle, daha
radikal bir olanaksızlık ya da “ ilkel bastırma yla ortaya çıkması
.»ulamında da. Nihai sorun, hangi tikel içeriğin içi boş evrenselliği
hegemonyasına alacağı (ve dolayısıyla, hegemonya mücadelesinde
dıger tikel içerikleri dışlayacağı) değildir; nihai soru, bizzat evren
.•İliğin içi boş biçim inin hegemonya uğruna “savaş alanı" olarak or-
tay.ı çıkması için, hangi özgül içeriğin dışlanması gerektiğidir? “ I)c-
12»' OLUMSA11IK. HEGEMONYA. KVRI.NSU I IK • BUTLIK,2l2EK. LACI AU

mokrasi” nosyonunu alalım: Elbette bu nosyonun içeriği önceden


belirlenmemiştir “demokrasi’ nin ne anlama geleceği, bu terimin
neyi kapsayıp, neyi dışlayacağı (yani, kadınların, geylerin. azınlıkla
rın, beyaz olmayan ırkların vc benzerlerinin ne ölçüde ve ne şekilde
içerildikleri/dışlandıklan). her zaman olumsal hegemonya müca­
delesinin sonucudur. Ne var ki. bu çok açık mücadele kendi nihai
göndergesi olarak sabit bir içeriği değil, içi boş gösteren (burada de­
mokrasi) tarafından sınırları belirtilen mücadele alanım gerektirir.
Elbette, demokratik hegemonya mücadelesinde, her konum diğeri­
ni “gerçek demokrat olm am akla suçlar: Tutucu liberale göre, sosyal
demokrat müdahalecilik zaten potansiyel olarak "totaliter d ir; bir
sosyal demokrata göre ise, geleneksel liberalin toplumsal dayanıl­
mayı ihm ali, demokratik değildir... Böylece her konum kendi içer­
me/dışlama mantığını dayatmaya çalışır ve bu dışlamaların hepsi
"yapısal olarak durağan değil, sivaseten belirgindirler"; bununla
birlikte, bizzat bu mücadelenin gerçekleşmesi için, mücadele alanı,
basitçe tarihsel-olumsal olmayan, bizzat tarihsellik alanım beslediği
için, hegemonya mücadelesinin bugünkü kümelenmesinde bir payı
olan daha temel bir dışlamayla ( ‘ilkel bastırma") kendisini kurma­
lıdır.
Cinsel fark durumunu alalım: Kaçanın cinsel fark “gerçek-
olanaksız dır iddiası, “cinsel ilişki diye bir şey yoktur" iddiasıyla ke­
sinlikle eşanlamlıdır. Lacan’a göre cinsel fark, sağlam bir “durağan"
simgesel karşıtlıklar ve içermeler/dışlamalar kümesi (eşcinselliği ve
diğer “sapkınlıklar'ı ikincil bir role havale eden heteroseksüel nor
m allik) değil, bir tıkanmanın, bir travmanın, açık bir sorunun, ken­
di simgeleştirilmesine yönelik her girişime direnen bir şeyin adıdır.
Cinsel farkın bir simgesel karşıtlık(lar) kümesine çevirisi başarısız
olmaya mahkûmdur ve “cinsel fark"m ne anlama gcleceğine dair he­
gemonik mücadelenin alanını açan da işte bu ' olanaksızlık"!ır. I n-
gellenen. hâlihazırdaki hegemonik rejimde dışlanan şey değildir.11
Bu yüzden, sonucu olumsal olan siyasal hegemonya mücadelesi
ile “ tarihsel olmayan” engel ya da olanaksızlık, birbirlcriyle bağın
SINIFM OCADFI.F.S! M İ. POSTMODKRNİZM M İ? 127

iılulırlar: Tam da daha önceki bir olanaksızlık uengel” i hegemonya


mücadelesinde söz konusu olan boşluğu sürdürdüğü için bir hege­
monya mücadelesi vardır. Bu nedenle Lacan, Rantçı biçimciliğin
(eğer bununla, kendi olumsal içeriğinin a priori koşulu olarak iş­
leyen gören biçimsel bir çerçevenin dayatılmağını anlıyorsak) kar­
şılıdır: Lacan bizi, içi boş evrensel biçimin kurucusu olan travmalı
biı içeriğin dışlanmasını teıııalaştırmaya zorlar. Tarihsel uzam,
daha köklü bir dışlamayla (ya da bacanın diyeceği gibi baştan red­
detmeyle) sürdürüldüğü ölçüde vardır. Demek ki, iki düzey ayırt
edilmelidir: Hangi tikel içeriğin için boş evrensel nosyonunu hege­
monyasına alacağı konusunda hegemoııik mücadele; ve Evrenseli
isi boşlaştıran ve böylccc bir hegemonya mücadelesi alanı haline
getiren daha köklü olanaksızlık.
Hu nedenle, Kantçılık eleştirisiyle ilgili yanıtım Butler ile
I aclau’nuıı gizli Rantçılar olduklarıdır.” Her ikisi de, kendi çerçe­
vesi içinde tam olumsallığa izin veren (hegemonya mücadelesinin
sonucunun ne olacağıyla ilgili hiçbir garanti yoktur; cinsiyet inşası
İçin bir son dayanak noktası yoktur...) soyut bir öncel biçimsel mo­
del (hegemonya modeli, toplumsal cinsiyet performatitliği mode­
li . >önerir; her ikisi de, “salıle bir bilimsizlik” mantığını işin içine
•<»k;«ı: Nihai çözüm yoktur, söz konusu olaıı yalnızca sonu gelmeyen
L ıı maşık kısmi kaymalar sürecidir. Ladau’nun hegemonya kuramı,
helh bir önsel biçimsel toplumsal uzam matrisi önermek anlamın
d .ı' biçimci” değil mi? I legemonik bir içi boş gösteren her zaman
ılıca k tır; yalnızca içeriği değişir... İşaret etmek istediğim nokta,
I .ıntçı biçim cilik ile radikal tarihsclciliğiıı aslında karşıt değil, aynı
madalyonun iki yüzü oldukları: Tarilıselciliğin her versiyonu, açık
< sonu gelmeyen olumsal içermeler/dışlaınalar, ikameler, yeniden
nııi/akcreler, kaymalar oyununun gerçekleştiği alanı tanımlayan
minimal hır “ tarih-dışı* biçimsel çerçeveye dayanır. Sahiden radikal
tarihsel olumsallık iddiası, bizzat tarihsel değişim alanı ile kendisi
um olanak(sızlık) koşulu olan travmalı “ tarih-dışı" çekirdeği ara-
nıd.ıkı diyalektik gerilimi kapsamalıdır. Burada uygun tarihsellik
I ’X OLUMSAM IK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK • B U l I EK. 2l2EK. LACLAU

ile tarihselcilik arasındaki farkla karşı karşıyayız: Tarihsellilik, ayni


temel olanak(sızlık) alanı içinde sonu olmayan ikameler oyunuy­
la uğraşır; uygun tarihsellik ise, bizzat bu olanağın (olanaksızlığın)
farklı yapısal ilkelerini teınalaştırır. Başka bir deyişle, tarihselci sonu
olmayan açık ikameler oyunu, tarih-dışı ideolojik kapanmanın biçi­
midir: Basil özcülük-olumsallık çiftine, bunların birinden diğerine
geçişe odaklanmakla, Toplumsalın genel yapılandırıcı ilkesinin de
ğişimi olarak somut larihsclliği karartır.
O halde, cinsel farkın bu “ tarih-dışı1' statüsünü nasıl tasavvur
etmeliyiz? Burada Claudc l.evi-Strauss'uıı “sıfır kurum” nosyo­
nuyla bir benzeşim kurmak belki yardımcı olabilir. Structum f
Atuhro[H>logyde Levi-Strauss’un, Büyük Göller Bölgesi kabilele­
rinden biri ol.ııı YVinnebago’larda binaların mekânsal yerleşimiyle
ilgili örnek çözümlemesine işaret ediyorum. Kabile iki alt-gruba
( “yarıya” ) ayrılmıştır, "yukarıdan gelenler" ile “aşağıdan gelenler”;
birisinden köyünün zemin planını (kulübelerin mekânsal yerle­
şim ini) bir kağıt parçasına ya da kumun üzerine çizmesini istedi’
ğımizde, o kişinin hangi alt-gruba mensup olduğuna bağlı olarak
tamamen farklı iki yanıt alırız. Her ikisi de köyü bir çember olarak
algılar; ama alt gruplardan birine göre, bu çemberin içinde, merkezi
evlerin yer aldığı ikinci bir çember vardır, bu yüzden ortak merkezli
ıkı çemberimiz olur: diğer alt-gruba göre ise. çember, açık bir hatla
ikiye bölünmüştür. Başka bir deyişle, birinci alt-grubıın bir üyesi
(buna “ tutucu-korporalist” diyelim ), köyün zemin planım, merkezi
tapınağın etrafına az çok simetrik yerleştirilmiş evlerden oluşan bir
halka olarak algılar; ikinci alt grubun üyesi (“devrimci-uzlaşmaza*')
ise, kendi köyünü, görünmez bir sınırın ayırdığı iki ayrı ev yığını
olarak algılar...'1 l.evi-Strauss, bu örneğin hiçbir şekilde bizi ayaı
tıp, toplumsal uzam algılamasının gözlemcinin grup üyeliğine bağlı
olduğunu savunan kültürel göreciliğc götürmemesi gerektiğini sa­
vunur: İki “göreli” algılama bölünme, toplumsal ilişkilerde toplulu
ğun istikrarlılaşıp uyumlu bir bütüne dönüşmesini önleyen sürekli
bir dengesizliğe -binaların nesnel, “ fiili” yerleşimine değil, köy sn
SIN IF M üCAPF.I.ESİ M İ. POST MODK R NİZM Ml> IW

kinlerinin simgeleştiremediği, açıklayamadığı, “ içselleştiremediğir


ııyıım sağlayamadığı travmalı bir çekirdeğe, temel bir uzlaşmazlı­
ğa -gizli bir göndermeyi ima eder. İki zemin planı algılaması, karşı
lıklı birbirini dışlayan iki çabadır; bıı travmalı antagonizınayla başa
çıkına, dengeli bir simgesel yapı dayatarak yaralarını sağaltma ça­
basıdır. Cinsel (arkla da durumun aynı olduğunu, “eril” ve “d iş in i!
I cvi-Strauss’un köyündeki iki ev kümelenmesine benzediğini ekle­
meye gerek var mı? “Gelişmiş" evrenimize aynı mantığın egemen
olmadığı yanılsamasını dağıtmak için, siyasal uzamımızın Sağ ve
Sol olarak bölündüğünü anımsatmak yeter: Bir Solcu ile bir Sağcı,
l.evı-Strauss'un köyündeki karşıt grupların üyeleri gibi davranırlar.
Yalnızca siyasal uzamda farklı yerler işgal etmezler; her biri, siya-
s.ıl uzamın yerleşimini farklı algılar -bir Solcu, asli olarak temel bir
«ıntagonizmayla bölünen bir alan olarak; bir Sağcı, bir Topluluğun
yalnızca dış müdahalelerle bozulan organik birliği olarak.
Ne var ki, Levi*Strauss, burada can alıcı bir noktaya daha de­
ğinir: İki alt-grup bir vc aynı kabileyi oluşturdukları, aynı köyde
yaşadıkları için, bu kimlik bir şekilde simgesel olarak kazınmalı­
dır kabilenin tüm simgesel ifadesi, tüm toplumsal kurumlan nötr
değil, temel vc kurucu uzlaşmaz yarılmayla iist-belirlenınişse, nasıl?
levı Strauss’ıın "sıfır-kurum” dediği şeyle, ünlü /miminin bir tür
muadili, anlamın varlığını yalnızca kendi yokluğunun karşıtı olarak
ortaya koyduğu için belirli bir anlamı olmayan içi boş gösterenle:
Ihı. olumlu, belirli bir işlevi olmayan özgül bir kurumdur -tek işle­
vi. toplumsal kurumun varlığım ve fiililiğini, yokluğuna, toplumsal
üıu'csi kaosa karşıt olarak haber vermeğe yönelik olumsuz işlevi­
dir kabilenin tüm üyelerinin kendi kendilerini oldukları gibi, aynı
I .ıhilcnin üyeleri olarak dcncyimlemelerini olanaklı kılan şey, bir
ıhı kuruma yapılan göndermedir. Hu sıfır-kurum, en saf biçiıniy-
lı ideoloji değil mi, yani toplumsal uzlaşmazlığın silindiği, içinde
toplumun tüm üyelerinin kendilerini tanıyabildiği her şeyi kucakla -
>.«ıı nötr bir uzam sağlamaya yönelik ideolojik işlevin doğrudan c i­
simleşmesi değil midir? Hegemonya mücadelesi, bu sıfır-kurumuıı
İJO O I.UM SAİ.UK. HEGEM ONYA. EVREN SELLİK • BUT1.FR. ZlZEK. I.ACLAU

nasıl üst-belirleneceği, tikel bir anlamla nasıl renkleneceğiyle ilgili


mücadele değil m idir?
Somut bir örnek vermek gerekirse: Modern ulus nosyonu, doğ­
rudan aile ya da geleneksel simgesel matrislere dayanan toplumsal
bağların çözülmesiyle, yani modernleşme saldırısıyla birlikte top
lutmal kurumlar giderek doğallaşmış geleneğe dalıa az dayanıp,
giderek daha fazla bir “sözleşme” konusu olarak deneyimlcndiğin-
de ortaya çıkan böyle bir sıfır-kurum değil m id ir?" Burada ulusal
kim liğin en azından minim al düzeyde "doğal” olarak, ‘kana ve top­
rağa” dayanan bir aidiyet olarak ve böylece gerçek toplumsal ku­
rululara (devlet, meslek kuruluşları...) “ yapay" aidiyete karşıt ola­
rak deneyimlenmesi, özellikle önem lidir: Modern öncesi kurumlar
“doğallaşmış” simgesel kendilikler olarak (tartışılamaz geleneklere
dayanan kurumlar olarak) işlev görürdü ve kurumlar, toplumsal ya­
pıntılar olarak tasavvur edildiği anda, nötr ortak zemin olarak işlev
görecek “doğallaşmış” bir sılir-kurum gereksinimi doğdu.
Tekrar cinsel farka dönersek, aynı sıfır-kurum mantığının yal­
nızca toplumun birliğine değil, toplumun uzlaşmaz yarılm asına de
uygulanabileceği varsayımım ortaya atma riskini göze alıyorum:
Ya cinsel fark, insanoğlu içinde toplumsal yarılm anın bir tiir sıfır•
kurum u, doğallaşmış minim al sıfıt-fark. belirli herhangi bir top­
lumsal fark işareti belirmeden önce bu farkın işaretini veren bir
yarılm a ise? O zaman yine hegemonya mücadelesi, bu sıfır-farkın,
diğer tikel toplumsal farklar tarafından nasıl üst-belirleneceğiyle il­
gili mücadeledir.
O halde her iki durumda da -cinsel farkla olduğu kadar ulusla d.
ilgili olarak- Megclci “ön-kabulleri vazetme” mantığına bağlı kal
mamız önem lidir: Ne ulus, ne de cinsel laik, kültür marifetiyle daha
sonra geliştirilen/*dolayımlanan” dolaysız/doğal ön-kabullerdir1*'
-her ikisi de. bizzat kültürel simgeleştirme süreci tarafından ön
kabul olarak atanmıştır (geriye dönük olarak vazedilmiştir).
SIN IF M ÜCADELESİ M l. POSTM ODERN)ZM Mİ» 131

V
Toparlamak için, Mladen D oların Althusscrci sorunsalı, öz­
nenin kurucusu olarak çağrılma sorunsalını eleştirel okumasına
Builer’ııı yönelttiği eleştiriyle uğraşayım ;" bu eleştiri, yapısöküm-
cıiliığüıı I .açanda kabul edileme/ bulduğu şeyin kusursuz bir özeti­
dir. Dolara göre, öznenin ortaya çıkışı, bireyin kendisini ideolojik
çağrılmada tanımasının doğrudan etkisi olarak tasavvur edilemez:
Özne, travmalı bir nesnesel kalıntının, “özncleştirilemeyen,” simge­
sel uzamla bütünleştirilemeyen bir aşırılığın bağıntısı olarak ortaya
çıkar. Buna bağlı olarak Dolar’ın temel tezi şudur: "Altluısser’e göre
A/ne, ideolojiyi işler kılandır; psikanalize göre, özne, ideolojinin
etkisi/ kaldığı yerde ortaya çıkar."** Kısaca, özne, çağrılmanın bir
»oııucu olarak ortaya çıkmaktan çok öte, çağırma bilinç eşiğinde
başarısız olduğu zaman ve başarısız olduğu ölçüde ortaya çıkar,
(.ağrılına sırasında özne kendisini asla tam olarak tanımaz: Ç a­
ğırmaya (çağırm anın sunduğu simgesel kim liğe) direnişi, öznedir.
ISİkanaliz terim leriyle, histerinin ilişkili olduğu şey, çağırmanın bu
etkisi/ kalışıdır; bu nedenle, hu haliyle özne, bir bakıma histeriktir.
Vanı histeri, simgesel kimliği, büyük ötekinin bana verdiği kimliği
un ekli sorgulama duruşu değilse nedir? “ Benim ne (bir anne, bir
oiospu. bir öğretmen ...) olduğunu söylüyorsunuz, ama gerçekte ol­
duğumu söylediğiniz şey m iyim ? Bende, beııi sizin söylediğiniz şey
yapan nedir?" Dolar, buradan ikili bir Althusser eleştirisine geçer:
Klrincisi, Althusser simgeleşmeye direnen bu nesnesel kalıntıyı/aşı
ıılığı hesaba katına/.; İkincisi. Althusser Devletin İdeolojik Aygıtla
tının (D İA ) “ maddi" statüsünde ısrar ederken, nihai Kurum olarak
»imgesel düzenin "ideal" statüsünü yanlış tanır.
İki yazıya verdiği karşılıkta Butler, Dolar ı Kartezyen idealizmle
»ıislar: M addiliği “ fiili” DİA’yla ve onların ritiiel pratikleriyle özdeş-
Irvliren Butler, direnen kalıntıyı ideal olarak, çağırma ritücllerinin
bu etkisine indirgenemeyen iç psişik gerçekliğin bir parçası olarak
İn hinler. (Burada Bııtler, D o lan ıl konumunu, kullanmadığı felsefi
İn imlere alelacele çevirm enin bedelini öder -örneğin oldukça şa­
ım o i u m s a i.u k . h e g e m o n y a , e v r e k s e i i ik . n ü n e r , ?.i£e k . l a c l a u

şırtıcı şu pasajında: “ D oların l.acan'ın Kartezyen mirasını, rııluın


katışıksız idealliğinde ısrarını açıkça savunması, maddeciliğe teolo­
jik direnişin örneğidir. Dolar ya da Lacan ruhun katışıksız ideal­
liğini nerede “açıkça savunur"?*) Sanki Dolar, maddi kalıntı olarak
Gerçekte ısrar etme kılığı altında, Althussere karşı, klasik İdealist
jesti, öznelliğin iç (kendi-) deneyiminin dışsal maddi pratiklerin ve/
veya rimellerin bir etkisine indirgemeyeceğinde ısrar etme jestini
tekrarhyonmış gibi: Son çözümlemede, l.acaınn gerçek olarak “ ob■
jet petit asın ın , maddi pratiklerin erişemediği bir ideal psişik nes­
nenin kod adı olduğu ortaya çıkar... Dahası, Butler, D oları bııyük
Ötekiyi idealleştirmekle, yani maddi D İA ve onların rilüelleı inden
maddi olmayan/ideal bir simgesel düzen nosyonuna (l.acancı) kay­
mayı onaylamakla da suçlar.
Bu son nosyon, büyük Ötekinin (gayri)nıaddiliği konusunda,
Doların tutumu tamamen maddecidir: İdeal bir yarı-Platonik “ bii
yük Ö teki'nin fiilen var olduğunu iddia etmez (bir Lacancı olarak
şunun farkındadır: it n y a pas de grand Aııtre (büyük öteki yok­
tur]); çağırmanın (çağ ın a tanımanın) gerçekleşmesi için, gerçek
toplumsal kurum lanıl (okullar, yasalar...) maddi pratiklerinin ve/
veya ritüellerinin yeterli olmadığını, öznenin, simgesel Kurumu,
ideal bir farklılıklar yapısını varsaymak zorunda olduğunu iddin
eder." Ego ideali olarak (ideal egoya karşıt olarak) "büyük Öteki’ nin
bu “ ideal” işlevi, edilginleşimlilik (interpassivityj. Ötekine aktarına
-etkinliğimi değil, bizzat edilgin deneyimimi- nosyonuyla da ayırt
edilebilir.0 Basketbol oynayamayıp, kendisini televizyon ekranında
izlediği ünlü bir oyuncuyla özdeşleştiren, kendisini onun yerinde
hayal eden, onun “ üzerinden” hareket eden, evde tek başına bir ek
ranın önünde otururken onun zaferlerinden hoşnutluk duyan ünlü
kötürüm delikanlıyı anımsayalım -bu gibi örnekler, tutucu kültür
eleştirisinde şöyle bir yakınmayla birlikte bolca vardır: Çağı m izdi
insanlar, doğrudan toplumsal etkinliklerle uğraşmak yerine, ek
randa gözlemlenen ideal egolarıyla, ötekiyle imgesel özdeşleşmeyle
doyuma ulaşan duygusuz tüketiciler (seks, spor vb. tüketicisi) ola
SIN IF M ÜCADELESİ M İ. POSTMODERNİ/.M M İ? 133

ı.ık kalmayı tercih ediyorlar. Nc var ki, locanın ideal egoya (im ­
gesel özdeşleşme noktası ya da figürü) karşıt olarak ego idealiyle
(simgesel özdeşleşme noktası) kastettiği tam tersidir: Basketbol
oyuncusunun kendisine ne demeli? Ya ötekinin bakışları altında
olduğunu düşündüğü, o bakış tarafından görüldüğünü gördüğü,
parlak oyununun o bakışı büyülediğini hayal ettiği ölçüde parlak
bir oyun çıkarabil i yorsa? Bu üçüncü bakış -kendimi ideal egom k ı­
lığımla sevilebilir gördüğüm nokta- ego idealidir, simgesel özdeş
İrsine noktamdır ve cdilginieşimlilik yapısıyla burada karşılaşırız:
Uğruna oyun oynamakta olduğum başka bir duygusuz bakışla öz­
deşleştiğim ölçüde, yani yapmakta olduğumun büyüleyiciliğinden
kaynaklanan edilgin deneyimi ötekine aktardığım, hareketlerimi
«imgesel ağa kaydeden bu Ötekiye göründüğümü hayal ettiğim öl­
çüde etkin olabilirim (basketbol sahasında parlayarak). Bu yüzden
edilginleşimlilik, basitçe ‘'etkileşimliliğin" asimetrik bir tersine çev­
rilişi değildir (yukarıda tarif edildiği gibi, başka biri (biriyle özdeş­
leşmemizi aracılığıyla etkin olma anlamında): Bakışın çiftlendiği,
sevimli görüldüğümü gördüğüm” "dönüşlü" bir yapı doğurur. (Bu
.itada, aynı anlamda teşhircilik -kendini Ötekinin bakışına açıııa-
lüntgenciliğin asimetrik bir tersi değil, iki alt türünü, gerçek teşhir
ı ılık ile röntgenciliği destekleyen ö/gün kümelenmedir: Röntgenci­
likle bile, yalnızca ben vc dikizlediğim nesne söz konusu değildir;
ıı«, ııncü bir göz zateıı/her /aman orada vardır: Nesneyi gördüğümü
l oren göz. O nedenle, Hegelci terimlerle ifade edersek, teşhircilik
kendisinin alt türüdür -iki türü vardır, “ karşıt bclirlcn in fiylc biz-
/.ıi teşhircilik ve röntgencilik.)
Ilımımla birlikte, Dolar “ kalıntı"dan söz ederken, bu kalıntı ideal
hııyfık Öteki değil, kesinlikle küçük ötekidir, simgesel idealleştirme-
ye dııeneıı "gırtlaktaki k em iklin Ya da -İçsel ile Dışsal arasındaki
k.ırşiilıkla ilgili olarak- Doların sözünü ettiği kalıntı (olfjetpelit a)
k« sinlikle içsel/ideal değil, tam kalbimdeki, özneyi merkezsizleşti-
tfiı, dış-mahrem, tamamen olumsal, yabancı bir bedendir. Kısaca,
Holar'ın sözünü ettiği kalıntı, dışsallığa karşıt ideal-gayri maddi-
134 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. BVRENSEI I.İK • BUTLER. 2l?.EK, I ACLAU

içsel bir nesne olmaktan çok uzaktır, içselleştirme/idealleştirme


hareketi içinde varlığını sürdüren ve “ iç" ile “dış”ı ayıran açık çiz
giyi bozan olumsal dışsalhğın kalıntısıdır. Bir bakıma basit Hegelci
terimlerle, objet petil a, simgeleştirme hareketinde asla “aşılamayan"
[au/gehoben] kalıntıdır. Bu yüzden bu kalıntı, dışsal maddiliğe iıı
dirgenemeyen “ iç-’ nesne olmamakla kalına/, -tam da. “ içselliğin"
ortasında dışsallığın indirgenemez izidir, aynı zamanda kendi ola­
bilirlik koşulu da olan olanaksızlık koşuludur (öznenin tam olu
şumunıı önleyen yabancı bir bedendir). Bu kalıntının “ maddiliği.“
simgeleşmeye direnen travm anın maddiliğidir. O halde, l.acan'ın
anlatmak istediğini gözden kaçırmamak için yapılması gereken şey,
“ maddilik” ile sözde “dışsal gcrçeklik"in eşdeğerliğini reddetmektir:
Elbette, objet pelit a. “dışsal gerçeklik” içinde bir nesne anlamında
“ maddi” değildir, psişik yaşamın “ ideal” alanı içindeki nüfuz edi
lemez/yoğun bir leke anlamında “ ınaddi'dir. Doğru maddecilik, i»;
psişik deneyimi “dışsal gerçeklikle gerçekleşen süreçlerin bir sonu­
cuna indirgeme işinden ibaret değildir -bıına ek olarak yapılma;.!
gereken, bizzat psişik yaşamın kalbindeki “ maddi" bir travmalı çe­
kirdeğin/kalıntının yalıtılmasıdır.
Butler’ın yanlış anlayışı, en köklü biçimde, ritüel ile inanç arasın­
daki ilişki konusunda ortaya çıkar. Althusser, Pascal'ın “ lııamyoı
muşsunuz gibi hareket edin, dua edin, diz çökün, inanç kendiliğin
den gelecektir" ifadesine işaret ederken, iç inancın dışsal toplumsal
etkileşime bağımlı olduğuna dair davranışçı bir iddiada bulunma'/,
('mertliği şey, geriye dönük “ kendi kendini yaratan" nedensellikle
ilgili, “dışsal" ritüelin kendi ideolojik temelini performatif olarak
üretmesiyle ilgili karışık bir dönüşlü mekanizmadır: Diz çökün,
inancınızdan ö lıirii diz çöktüğünüze -diz çökmenizin, iç inancını
zııı soııucu/ifadesi olduğuna- in a n a c a k s ın ız O nedenle: Dolaı,
öznenin diz. çöküp ritüele uyması için zaten inanması gerektiğini
ısrarla belirttiğinde, temel ideolojik kısır döngüye yakalanarak (»»/
neleşme sürecinin gerçekleşmesi için, özne zaten orada olm alıda)
Althusser’in esas noktasını gözden kaçırmaz mı? Butler, Dolat ın
SIN IF M ÜCADELESİ Mİ. POSTMODfeRNİZM M İ? 135

utançla ilgili belirlemesini sanki bu kısır döngüyü ima ediyormuş


gibi okurken, buna Wittgenstein’» bir göndermeyle karşı koyar:

Wittgenstein, "Konuşuru/, sözcükleri telaffuz ederiz ve aıuak


sonradan yaşamlarına ilişkin bir anlam ediniriz* der. Böyle bir
anlam beklentisi, “isi boş" bir ritüel olan konuşmayı yönetir ve
tckrarlanabilirliğıni garanti eder. Bu anlamda, ne diz çökmeden
önce inanmak, ne konuşmadan önce sözcüklerin anlamını bilmek
zorundayız. Aksine, her ikisi de. anlamın dillendirmede ve dillen­
dirme aracılısıyla geleceği “ inancıyla“ yapılır -anlama ilişkin bir
doyum garantisinin yönetmediği bir beklenti."*4

Peki, anlamın geriye dönük zamansallığına, gösteren zincirinin


döngüsel sonucu olarak gösterilene ilişkin Lacancı kavrayışın ana
lıkri. anlamın her zaman “sonradan" geldiği ve "zaten/her zaman
orada" kavrayışının gerçek imgesel yanılsama-yanlış tanıma oldu­
ğu değil m idir? Bir ritüel icra ettiğimizde orada olması gereken
inanç, kesinlikle “ içi boş" bir inançtır, hareketleri “ inanca dayana-
rak" icra ettiğimizde etkili olan inançtır -anlamın sonradan orta
ya çıkacağına bu inanç, bu güven, Lacan’ı izleyen Dolar’m sözünü
etliği ön-kabuldiir. (Kierkcgaard’ııı ısrarı, biz Hıristiyanların basit­
çe inanmadığımız, eninde sonunda yalnızsa inanmak için inandı­
ğımız konusundaki ısrarı da. iki inancı -“ inancıyla" simgesel bir
mirece girdiğimizde etkili olan “ içi boş" inanç ile bir Davaya lam
inanç- ebediyen ayıran bu boşluk akılda tutularak okunmalıdır.'0)
Bize diz çöktüren (ya da daha genel olarak simgesel bir sürece so­
kan) bu inanç edimi. Derrida'nın minimal bağlanmayı oluşturan
ilksel Evet!"len söz ederken kasdettiği şeydir; kaçanın Freudcu
lU jahungu simgesel düzenin ezeli kabulü olarak yorumladığında
kastettiği şeydir karşıtı Verncinung değil (çünkü Verncinung, sim­
gesel düzene zaten kaydedilmiş olan bir öğeyi yadsır), daha ilksel
olan Verwerfung'dur, katılımın reddidir. Kısaca, bu "ilksel Evet!”,
I vet" değil, “ Hayır" diyen öznelerin -simgesel sürece girmeyi ke­
m likle reddeden sözde psıkozlııların var olması gerçeğiyle olum
.11 / bir biçimde kanıtlanır.
I »6 OI.UMSAI I.1K. HEGEMONYA. EVRI NSEI.I.IK • HUTLER. ?.I?.EK. I ACt.AU

Tıim bu yanlış anlamaların altında, özne nosyonunu kavra­


yışımızdaki temel farklılık yatar. Dolar, Althusser’i "öznellik
boyutunu"4* (yani “öznenin yaşanmış ve imgesel dencyiını’ ni47) at
ladığı için eleştirmez; tam tersine, özneyi imgesel olarak, imgesel
tanıma/tanımamanın bir sonucu olarak tasavvur ettiği için eleştirir.
Kısaca, Althusser ve Derrida gibi farklı felsefecilerin sorduğu (ve
olumsuz yanıt verdikleri) soruya -özneleşıne hareketinden önce­
ki aralığa, açıklığa, Boşluğa "ö/ne" denebilir mi?- 1.acanın yanıtı
vurgulu “ Evet!” tir -Lacaııa göre özneleşmeden önceki özne, maddi
çağrılına pratiklerinden ve aygıtlarından önce gelen İdealist yarı-
Kartezyen özvarlık değil, bizzat yapının içinde, çağrılmadaki imge­
sel (yanlış) tanımanın doldurmaya çabaladığı aralıktır. Burada bu
özne nosyonunun, “engelli" simgesel yapı nosyonuyla, hiçbir /amaıı
tam siıngeleştirilemeyen bir olanaksızlığın uzlaşmaz yarılmasıyla
geçilen yapı nosyonuyla nasıl bağıntılı olduğu ila görülebilir.** K ı­
saca. özne ile başarısızlık arasındaki yakın bağlantı, “dışsal” maddi
toplumsal ritüllerin ve/veya pratiklerin öznenin en derindeki çekir
değine sonsuza dek ulaşamaması, onu yeterince temsil edememesi
-bir içselliğin. toplumsal pratiklerin dışsallığına indirgenemeyen
(Butler’m D oları okuduğu gibi) içsel bir nesnenin her zaman kalıntı
olarak kalması- olgusunda değil, biz/at "özne'nin simgeleşmenin«
kendi simgesel temsilinin başarısızlığından başka bir şey olmaması
olgusunda yatar -özne, bu başarısızlığın "ötesinde" hiçbir şeydir, bu
başarısızlıkla ortaya çıkar ve objet petit a, bu başarısızlığın bir olgu-
Iaşınası/cisimleşmesidir.

VI
Nihayet “Gerçeğin yanıtı" olarak özne nosyonu, Butler'ın
Lacan’d a Gerçek ile Simgesel arasıdaki ilişkiye yönelttiği standart
eleştiriye karşılık vermeme olanak verir: Simgeleşmeye direnen şey
olarak Gerçek belirlenim inin kendisi simgesel bir belirlenimdir;
yani, bir şeyi Simgeselden dışlama, onu yasaklayıcı Sınırın (Kutsal,
Dokunulmaz gibi) ötesinde olarak vazetme hareketinin kendisi,
SIN IF MCCADF.LESİ MI. POSTMODF.RNİZM M İ? 137

dörtdörtlük simgesel bir harekettir (bir simgesel dışlanın hareketi­


dir)... Ne var ki. bıınıın aksine, l.acancı Gerçeğin, Simgesele ne ka­
tlar kesin biçimde içsel olduğunda ısrar edilmelidir: Simgeselin asli
sınırlılığından, tam olarak “ kendi olma“ olanak.M/hğmdan başka bir
>ey değildir. Zaten vurgulamış olduğumuz gibi, cinsel farkın Ger
Vcği. eril ve dişil “rolleri" tanımlayan sabit bir simgesel karşıtlıklar
kümesine sahip olduğumuz, bu nedenle bu iki yuvadan birine uy­
mayan tiiın öznelerin dışlamp/reddedilip "olanaksız Gerçek’e gön­
derildiği anlamına gelmez; bu farkı her simgeleştirme girişiminin
başarısız olduğu -cinsel farkın, bir simgesel karşıtlıklar kümesine
yeterli biçimde çevrilemeyeceği- anlamına gelir. Bu arada, bir yan­
lış anlamaya daha meydan vermemek için: Cinsel farkın bir cinsel
karşıtlıklar kümesine çevrilememesi olgusu, onun simgeleştirme­
nin pençesinin ötesinde önceden var olan dışsal bir tözsel Kendilik
anlamında "gerçek" olduğunu hiçbir şekilde ima etmez: Kesinlik­
le gerçek olarak cinsel fark, mutlak bir biçimde simgesele içseldir
Simgeselin asli başarısızlık noktasıdır.
Aslında, Laclau’nun antagonizma nosyonu, Gerçeği örnekleyebi­
lir Nasıl ki cinsel fark, kendini ancak simgesel karşıtlıklar tarafına
«i çmeye yönelik bir dizi (başarısız.) girişim kılığında ifade edebili­
yorsa, aynı şekilde (Toplumun kendisi ile Toplum&al-olınama ara­
sındaki) antagonizma da toplumsal yapıya içsel olan farklılıklara
dışsal değildir; zira zaten görmüş olduğumuz gibi, kendisini ancak
toplumsal uzamın öğeleri arasında bir fark kılığında (kendisini bir
l.ııka eşleyerek) ifadeleııdircbilir.'7Gerçek Simgesele doğrudan dış
.d olsaydı, o zaman Toplum kesinlikle var olurdu; çünkü bir şeyin
var olması için, dışsal sınırıyla tanımlanması gerekir ve Gerçek,
toplumun asli tutarlılığını garanti eden bu dışsallık olarak işlev
t'.oi imiş olurdu. (Yahudi düşmanlığının, Toplumsalın asli açınazım-
nlnııaksızlığmı-uzlaşmazlığım dışsal Yahudi figüründe “şeyleştir-
ıııe yoluyla yaptığı şey budur - Yahudi, toplumun var olmasının
nihai garantisidir. Katı sınıf mücadelesi konumundan faşist Yahudi
düşmanlığına geçiş esnasında olup biten, bir düşman figürünün
138 OLUM SALLIK, HEGEMONYA. EVRENSELLİK . BUTI.KR.2l2£K. I ACLAU

[burjuva/i. egemen sınıl") yerini başka bir düşman figürünün (Ya


luıdilerl alması değildir; Toplumu olanaksız yapan antagonizm.ı
mantığından, toplumun tutarlılığını garanti eden dış Düşman man­
tığına kaymadır.) Paradoks, bu nedenle, Butlcr’ın bir bakıma lıaklı
olmasıdır: Evet, Gerçek, aslında, Simgeselin dışsal sınırı değildiı,
Simgeselin asli Öğesidir/Simgesele içseldir; ama lam da bu nedenle
simgeleştirilemez. Başka bir deyişle, paradoks, dışsal olarak, Sim ­
geselden dışlanmış olarak Gerçeğin aslında simgesel bir belirlenim
olmasıdır -simgeleşmeden kaçan şev. kesinlikle, simgeselin aslı ba­
şarısızlık noktası olarak Gerçektir.*'
Tam da Gerçeğin Simgesele bu içselliğinden ötürü. Simgesel
aracılığıyla Gerçeğe dokunmak olanaklıdır -Lacan’ın psikanalitil
tedavi nosyonunun ana fikri budur; Lacancı psikaııalitik eylem -ta
nımı gereği olanaksız bir Gerçek boyutuna dokunan bir jest olarak
eylem- nosyonu bununla ilgilidir. Bu eylem nosyonu, verili bir alan
içindeki “çeşitli kısmi sorunları çözme" çabası ile bizzat bu alanın
yapılanılm a ilkesini devirmeye ilişkin daha radikal bir jest arasın
daki ayrımın arka planına karşı tasavvur edilmelidir. B ir eylem, ba
sitçe, “olanaklı” gibi görünen bir şeyin verili ulku içinde gerçekleş
mez olanaklı olan şeyin ana hatlarını yeniden tanımlar (bir eylem,
verili simgesel evren içinde, “olanaksız” gibi görünen şeyi başarır,
ama koşullarını da değiştirir ve böylece, kendi olabilirlik koşullarını
geriye döıüik olarak yaratır). Bu yüzden, bir karşıtımız tarafından
kabul edilemez bir şey yapmakla suçlandığımızda, o zamana kadaı
karşıt kişiyle paylaştığımız temel öncülü kabul ederek kendimizi s.ı
vıınınayı bıraktığımız zaman, bir eylem gerçekleşir; o zaman suçla
mayı tamamen kabul ederiz, yapılan şeyi kabul edilemez kılan alanı
değiştiririz suçlamaya yanıtımız “ Evet, tam da onu yapıyorum'
olduğunda bir eylem gerçekleşir.
Sinemada, Viicut D ilin d e nikah töreni sırasında Kevin Kline’ın
“ Evet” demek yerine “ Ben bir geyim” lafım ağzından kaçırması ve
böylece gev olduğunu açıkça kabul edip, yalnızca biz izleyicileri de
ğil kendisini de şaşırtması, buna örnektir.51 Yakın zamanın bir dı/i
SIN IF M ÜCADELESİ Mİ. POSTMODEKNİZM M İ? IW

(lit ari) filminde, aynı şaşırtıcı radikal jeste rastlarız. /Itz Tuzağı'nda,
kahraman (Keanu Reevcs), ortağının kafasına silah dayayan terörist
şantajcıyla karşı karşıya gelince, şantajcıyı değil kendi ortağını baca­
ğından vurıır -görünüşte anlamsız bu eylem, rehineyi serbest bıra­
kıl* kaçmaya başlayan şantajcıyı dehşete düşürür... l'idye'de, medya
kodamanı (M el Gibson) oğlunu kaçırıp iki milyon dolar isteyen fid­
yecilere yanıt vermek üzere televizyona çıktığında, oğlunu kaçıran­
lar hakkında bilgi getirenlere iki milyon dolar vereceğini söyleyerek
herkesi şaşırtır ve oğlunu derhal serbest bırakmazlarsa, tüm ola­
naklarını kullanarak sonuna kadar peşlerini bırakmayacağını ilan
eder. Bu radikal jest yalnızca fidyecileri afallatmaz hemen ardın­
dan, göze aldığı tehlikenin farkında olan Gibson neredeyse kendini
kaybeder... Ve son olarak, en önemli örnek: Olağan Şüphelilerin
geçmişe dönüş sahnesinde, gizemli Keyser Soeze (Kcvin Stacy) eve
gelip karısını ve kızını, rakip çetenin üyeleri tarafından kafalarına
silah dayanmış halde bulduğunda, karısına ve kızına ateş edip onla*
ıı öldürerek radikal harekete başvurmuş olur -bu eylem, ona rakip
çetenin üyelerinin peşine diişiip ailelerini, ebeveynlerini, arkadaşla*
mu acımasızca öldürme olanağı verir...
lîu üç hareketin ortak yanı, bir tercihe zorlanma durumundaki
o/nenin, bir şekilde kendine vurma, kendisi için en değerli olanı
vıırınaya yönelik “çılgınca,” olanaksız tercihi yapmasıdır. Bu eylem,
kendi üzerine dönen iktidarsız saldırganlık vakası olmaktan çok
ıı/aktır; aksine, öznenin kendisini içinde bulduğu durumun koor
diııatlarını değiştirir: Özne, düşmanın kendisini denetim altında
lulınak için kullandığı değerli nesneden kurtularak, özgür eylem
mekânı kazanır. “ Kendine vurma"ya yönelen radikal hareket, bu
ş<kilde öznellik bakımından kurucu olmuyor mu? Lacaıı 1979’da,
kendi agatnıa'sı, kendi örgülü, kendi kolektif yaşamının mekânı
I <olcfreudicnnede Paris i kapattığında, benzer bir "kendini vurma"
eylemi gerçekleştirmedi mi? Evet, ancak böyle bir “ kendi kendini
ok cime” eyleminin yeni bir başlangıca alan açacağının farkınday­
dı.
110 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. liVRKNSELt İK • B U U ER.2I2EK. LACLAU

Gerçek siyaset alanında. Inıgün Solun büyıık bir bölümü. Sağın


ideolojik şantajına boyun eğip, teınel öncüllerini (“sınırsız harca­
malarıyla refah devleti dönemi kapanmıştır" vb.) kabul eder -bu­
gün sosyal demokrasinin ünlü “ Üçüncü Yol'u eninde sonunda bu­
nunla ilgilidir. Bu koşullarda, “ radikal” kim i önlemlerle ilgili Sağcı
ajitasyona (“Olanaksızı istiyorsunuz; bu, felakete, daha fazla devlet
müdahalesine yol açar"...), biz bunu kastetmiyoruz, biz, eski sos­
yalistlerden değiliz, önerilen önlemler devlet bütçesini büyütecek,
devlet harcamalarını daha “ verimli” kılacak, yatırımları arttıracak
vb. diyerek değil, gür bir sesle "Evet, tam (la bunu istiyoruz!" diyerek
kendimizi savunmak, sahici bir eylem olurdu/'2Clinton'ın başkanlı­
ğı, Sağ ideolojik şantaja boyun eğen bugünkü (eski-) Solun Üçüncü
Yolunun örneği olmasına karşın, onun sağlık hizmetleri reformu
programı, en azından bugünkü koşullarda bir tür eylem anlamına
gelebilir; çünkü Büyük Devlet harcamalarını kısmaya ve yönetime
ilişkin hegemonik nosyonların reddine dayandınlabilir -bir bakı­
ma “olanaksızı yap'Ynış olur. Bunun başarısız olmasında şaşılacak
bir şey yok: Başarısızlığı -Clinton’ın başkanlığının, olumsuz da olsa,
belki de tek anlamlı olayı- ideolojik “özgür tercih” nosyonunun
maddi gücüne tanıklık eder. Yani güya “sıradan insanlardın büyük
çoğunluğuna reform programı yeterince tanılılmamasına karşın,
tıp lobisi (kötülüğüyle ünlü savunma lobisinden iki kat daha güç-
lüdür!), genel sağlık hizmetiyle (tıpla ilgili konularda) özgür tercih
ilkesinin tehdit edileceğine dair temel düşünceyi kamuoyuna dayat­
mayı başardı -bu tamamen uydurma “özgür tcrcih" göndermesine
karşı, “somut gerçeklerdin (Kanada’da, daha az özgür tercih bulun
madiği, ama sağlık hizmetlerinin daha ucuz ve daha verimli olduğu
vb.) sayılıp dökülmesi, etkisiz, kaldı.
öznenin (eyleyicinin) kimliğine gelince: Sahici bir eylemde yal­
nızca iç doğamı ifade etmem/fülileşlirmeın -daha çok, kendimi,
kimliğimin özünü yeniden tanımlarım. Butler'ın sıkça tekrarla­
nan örneğine, derin bir eşcinsel “ tutkulu bağlılığı" olan, ama bunu
açıkça kabul edemeyen, simgesel kimliğinin bir parçası yapamayan
SINIK M Ü C AD ELESİ Mİ. POSTMODF.RNİZM M İ? 141

özne örneğine başvuralım:'5Sahici bir cinsel eylemde özne, eşcinsel


"iııtkulu bağlılığıyla” ilişkisinin şeklini değiştirmek zorunda kalır­
dı yalnızca “ortaya çıkıp" kendisini gey olarak tanımlaması anla­
mında değil. Bir eylem, yalnızca, kimliğimizi kabul ve inkâr edi­
len parçalara ayıran sınırı inkâr edilen parçaya doğru biraz daha
kaydırmakla kalmaz; yalnızca inkâr edilen en derindeki “olanaksız”
l.mtezilcriınizi "olanaklı'' olarak kabul etmemizi sağlamakla kalmaz:
Varlığımızın inkâr edilen fantazmik temelinin koordinatlarını dö­
nüştürür. B ir eylem yalnızca bilinen simgesel kimliğimizin hatlarını
yeniden çizmekle kalmaz, onun belirtik simgesel dokusunun eksik
vc çarpıtılmış yanları aracılığıyla, bu kimliği besleyen hayali boyu­
tu, yaşayan özneye musallat olan diri hayaletleri, “ hatlar arası’ nda
aktarılan travmalı fantezilerin gizli tarihini de dönüştürür.
Şimdi, bu Lacancı eylem nosyonuna karşı öne sürülen muha­
kemeye de yanıt verebilirim: Eğer bir eylemi, yalnızca, ani ortaya
sıkışının kendi eyleyicisini şaşırtmasına/dönüştürmesine ve aynı
/umanda, kendi olabüirlik/olanaksızlık koşullarını geriye dönük
hiçimde değiştirmesine göre tanımlarsak, o zaman bir eylem dört­
dörtlük Nazizm olmaz mı? Hitlcr, liberal demokratik evrende "ka­
imi edilebilir" sayılanlar alanım tamamen değiştirerek “olanaksızı
sapmış” olmadı mı? Bir toplama kampında gardiyan olup Yahudi-
loıe irkence yapan saygın bir orta sınıf küçük burjuva, daha önceki
“nezih” varoluşunda olanaksız sayılan şeyi yapıp, sadistçe işken-
. »ve "tutkulu bağlılığım” itiraf etmedi mi? “ Fanteziden geçme” vc
l.ırklı bir düzeyde- toplumsal semptomları üreten kümelenmeyi
dönüştürme nosyonu burada can alıcı olur. Sahici bir eylem, altta
yatan fanteziye "toplumsal semptom” noktasından saldırarak, onu
ıiihatsız eder (Lacariın semptom nosyonunun icadını Marxa at
letliğini anımsayalım!). Temel toplumsal uzlaşmazlığı (toplumsal
çııiıyı içeriden bölen “sınıf mücadelesi” ) inkârıyla/kaydırmasıyla
toplumsal antagonizmalarm nedenini Yahudi figürüne yansıtması
ı .1 da bu figürde dışsallaştırmasıvla ve dolayısıyla, organik bir lüm-
İni olarak toplum nosyonunu, bu korporatist nosyonu yeniden öne
142 OM JM & ALLIK . H E G E M O N Y A . FVRliNSF.I I.İK . BU TLER . ?.I*F.K. I.ACLAU

sürmesiyle- sözde “ Nazi devrimi", toplumsal antagonizınayla karşı


karşıya gelmekten açıkça sakınır. “ Nazi devrimi,” bir sözde değişim
örneğidir; bir şey -gerçekten önemli olan değişmesin, dolayısıyla
şeyler temelde “ayııı kalsın" diye birçok şeyin değiştiği “ bir şey hep
siıregidiyordu"- azgın bir etkinlik örneğidir.
Kısaca, sahici bir eylem, rahatsız elliği hcgemonik simgesel
alan bakımından dışsal değildir: Bir eylem, yalnızca simgesel bir
alan bakımındım, ona bir müdahale olarak eylemdir. Yani simge­
sel bir alan her zaman ve tanımı gereği kendi başına “ merkezsiz
dir," merkezi bir boşluk/olanaksızlık etrafından yapılandırılmıştır
(sözgelişi, kişisel bir yaşam anlatısı, cninde sonunda bir travmayla
başa çıkmaya yönelik başarısız girişimlerden oluşan bir brikolajdır.
toplumsal bir yapılanma, eninde sonunda, kendi kurucu uzlaşmaz­
lığım kaydırmaya/karartmaya yönelik başarısız bir girişim dir); bir
eylem, hiçbir yerden değil, gizli, inkâr edilen yapılandım - 1 ilke olan
bu asli olanaksızlık, engel noktasından müdahale ettiği simgesel
alanı rahatsız eder. Kurucu boşluğa, başarısızlık noktasına -ya da
A laiıı Badiou'nun verili bir kümelenmenin "semptomal bükülme si
dediği şeye-4- müdahale eden bu sahici eylemin aksine, sahici ol­
mayan eylem, verili biı kümelenmenin tözsel tamlığı noktasına
(siyasal alanda: Irk. Doğru Din, U lu s...) gönderme yaparak ken­
dini meşrulaştırır: Bu kümelenmenin dengesini bozan “semptomal
biikülmc' nin son izlerini silmeyi amaçlar.
Yapının "semptomal bükülmesine müdahale etmek zorunda
olan eylem nosyonunun elle tutulur siyasal bir sonucu (ve tutu­
mumuzun “ekonomik özciılük’ü gerektirmediğinin bir kanıtı), heı
somut kümelenmede, insanın “ hakikaten durduğu" yeri kararlaştı­
ran çekişmenin hassas bir düğüm noktasının olmasıdır. Örneğin,
yakın zamanda Sırbistan'da sözde “demokratik m uhalcfcfin Mı-
loseviç rejimine karşı mücadelesinde, gerçekten hassas olan konu
Kosova'daki Arnavut çoğunluğa yönelik duruştur: “ Demokratik
mııhalefet” in büyük çoğunluğu, M iloseviç’in Arnavut karşıtı m illi­
yetçi gündemini koşulsuz destekler, hatta Miloseviç’i Batı’ya ödün
SIN IF M ÜCADELESİ M İ. POSTMODKRNİZM M İ? 143

vrrip Kosova’d aki Sırp ulusal çıkarlarına “ ihanet etmek"le suçlar.


Mıloscviç’in Sosyalist Partisinin 1996 kışında seçim sonuçları­
na hile karıştırmasına karşı başlatılan örgene! gösterilerinin seyri
içimle, olayları yakından izleyen ve Sırbistan’da dirilen demokratik
ıııluı öven Batı medyası, özel polis kuvvetlerine karşı “ Bi/.i tekmele­
mek yerine, Kosova’ya gidip Arnavutları defedin!” sloganını düzen
lı olarak haykıran göstericilerden pek söz etmedi. O nedenle, bana
Höre, bugünün Sırbistan’ında “Arnavut karşıtı m illiyetçiliğinin” ya
Miloscviç'in iktidar bloğunun ya muhalefetin üstüne yatabileceği
“ yüzergezer göstcrenlcr'dan biri olduğunu iddia etmek, hem ku-
ıaıma! olarak heın siyasal olarak yanlıştır: Bu onaylandığı anda,
demokratik eşdeğerlikler zincirine” ne kadar “ yeniden yazılırsa
yu/ılsın, o alan M iloscviç’in tanımladığı şekliyle kabul edilmiş,
ileyim uygunsa “ M iloscviç’in oyunu oynanmış” olur. Bugünün
Sırbistan'ında. sahici bir siyasal eylemin mutlak olmazsa olmazı,
kosova’daki Arnavut tehdidine ilişkin ideolojik-siyasal konumu ke­
sinlikle reddetmektir.
ISikanaliz. bir dizi “sahte cylem"in farkındadır: Psikotik-
p.ıranoyak şiddet eylemine geçme [passagc <i lactc], histerik dışa
vurma, takıntılı kendi kendini engelleme, çarpık kendi kendini
inaksallaştırma -bütün bu eylemler, yalnızca bazı dışsal standart­
lara göre yanlış değildir, içkin biçimde yanlıştırlar, çünkü ancak,
yeıiııi aldıkları, bastırdıkları vb. bir travmaya, inkâr edilen bir trav­
maya tepki olarak kavranabilirler. Söylemek islediğimiz, Yahudi
dıışmanı Nazi şiddeti, aynı şekilde “sahteydi: Bu büyük ölçekli az-
yııua etkinliğin parçalayıcı etkisi temelde “ yanlış yönlcndirilm iş’ti;
tıavmanın (toplumsal uzlaşmazlığın) gerçek çekirdeğiyle yüzlcşc-
liK-ıncyi açığa vuran bir tür devasa passagc d ia d e li. Bu yüzden
Yahudi düşmanı şiddetin, sözgelişi, yalnızca 'olgusal olarak yanlış”
lYalıudiler "aslında öyle değiller,” bizi sömürmüyor ve evrensel bir
komplo kurmuyorlar) vc/veya “ahlaksal olarak yanlış" (temel neza­
ket standartlarına göre kabul edilemez vb.) değil, eşzamanlı olarak
I» m episteıııolojik hem etik olan bir gayri sahihlik anlamında da
144 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTLER. ZlZEK. LACLAU

“ hakiki olmadığım" iddia ediyoruz; tıpkı cinsel saplantılarının red*


dedilmcsinc zorlanımlı savunma ritücllerinc başvurarak tepki gös­
teren bir takıntılının, gayri sahih bir biçimde hareket etmesi gibi.
Lacan. hastanın karısı başka erkeklerle gerçekten yatsa bile, hasta­
nın kıskançlığının patolojik bir durum olarak ele alınması gerekti
ğini iddia etmişti; benzer biçimde, zengin Yahudiler Alman işçileri
“gerçeklen" sömürmüş, kızlarını baştan çıkarmış, popüler basına
egemen olmuş vb. olsalar bile, yine de Yahudi düşmanlığı kesin hır
hiçimde "doğru olmayan", patolojik ideolojik bir durumdur -neden?
Bunu patolojik yapan şey, Yahudi figürüne yapılan ve inkâr edilen
öznel libidinal yatırım dır -toplumsal uzlaşmazlığın, Yahudi figürü­
ne “ yansıtılarak” kaydırılması-karartılmasıdır/
O halde, tekrar Lacancı eylem nosyonuna karşı öne sürülen mu
hakemeye dönersek: Bu ikinci özellik (bir jest, eylem sayılması için,
“ fanteziden geçmeli dir), yalnızca, birincisine (“olanaksızı yapına,"
kendi koşullarını geriye dönük olarak yeniden yazma) eklenecek ek
bir ölçüt değildir: İkinci ölçüt yerine getirilmezse, ilki de gerçek*
te yerilmez -yani, İlilen “olanaksızı yapamıyor, fanteziden Gerçeğe
doğru geçmiyoruz.
•« *

Bugünkü felsefi-siyasal sahnenin sorununu, en iyi (.eninin eski


sorusu ifade eder: “ Ne yapınalı?" -siyasal alanda, eylemin doğru
boyutunu nasıl yeniden hissettirmeliyiz? Bugün eyleme karşı dire
nişin ana biçimi. Almanya’da 1960’larm sonundan itibaren uygula
nan kötü ünlü Berufsverbot'a (devlet kurulularında çalışına yasağı)
benzeyen bir tür yazılı olamayan Denkverbot'tur (düşünme yasağı)
-var olan düzeni değiştirmeyi ciddi bir biçimde amaçlayan siyasal
projelerle uğraşmanın küçük bir işareti görülür görülmez, yanıl
hemen hazırdır: “ İyi ama, bu zorunlu olarak yeni bir Gulag’la sun
bulacaktır!” Günümüzün siyasal felsefesinde "etiğe dönüş,” Gülay,
ya da Holocaust dehşetlerini utanmazca istismar edip, bizi şantaj­
la her türlü ciddi radikal uğraştan vazgeçirmek için bir gulyabanl
SIN IF M ÜCADELESİ M İ. POSTMODF.RNİZM M İ’ HS

olarak kullanıyor. Bu şekilde, konforınist liberal hergeleler, mevcut


düzeni savunurken ikiyüzlü bir doyum bulabilirler: Yozlaşmanın,
sömürünün vb. olduğunu bilirler, ama bunları değiştirmeye yönelik
her girişim, Gulag ya da I iolocaust hayaletleri anımsatılarak, etik
açıdan tehlikeli ve kabul edileme/, diye lanetlenir...
ö yle görünüyor ki, eyleme karşı bu direniş, geniş bir (resmi ola-
lak) karşıt felsefi konumlar yelpazesi tarafından paylaşılıyor. Der
rı«la, Mabermas. Rorty ve Dennett gibi birbirinden farklı dört fel­
sefeci, pratik siyasal kararlarda olasılıkla aynı ortanın solu liberal
demokrat duruşu benimserdi; düşüncelerinden çıkarılacak siyasal
sonuçlara gelince, tutumları arasındaki fark pek önemli değildir.
I >iğer yanda, dolaysız sezgimiz, I leidegger ya da Badiou gibi bir fel­
sefecinin kesinlikle farklı bir duruş benimseyeceğini bize söyler. Bu
zekice gözlemi yapan Rorty, bundan şu sonucu çıkarır: Felsefi fark­
lılıklar, siyasal farklılıkları gerektirmez, üretmez ve onlara dayan­
mazlar -siyasal açıdan, önemli değildirler. Peki ya felsefi farklılıklar
siyasal bakımdan önemliyse ve dolayısıyla, felsefeciler arasındaki
bu siyasal uyum, felsefi duruşlarıyla ilgili can alıcı bir şey anlatı­
yorsa? Yapısökümcüler, pragmatistler, Habermasçılar ve bilişçiler
.ırasında gerçekleşen büyük tutkulu kamusal tartışmalara kar>ın,
bıı dizi felsefi öncülü paylaşıyorlarsa -aralarında itiraf edilmeyen
bit yakınlık varsa? Ya bugünün görevi, bu ortak öncüller alanından
kesin bir biçimde kopmaksa?
116 O LU MSA I I.1K. HFXÎIÎMONYA. F.VRF.NSI I.I.IK . BUTI.ER. 7.V/V.K. I ACI.AU

N otlar

1. I>aha kesin bır biçimde, ilk kit.ibi Subjects o f Desire'da (Columbia University
Press. New York. I*JX7) /alcı» bulunan. psikanalizde etkili olan clü>Oııüm%cl11!.
nosyonu (ar/uyu düzenlemenin düzenleme ar/usuna (Idnıncsi vb.) Alın.uı
Ideali/minde, o/elliktc de llcgel'de etkili olan düşiknüın^ellik nosyonuyla
ilişki lendimıc dfıştlrıcesı
2. İlk toıee. bugunim yapısftkiiıııctilûğûnUn çabasının tartışılmaz arka planı olarak
kabul ettiği tercih di/ileri sorgulanmalı (yapısrtkOmÛ yapılm alıdır): Farkın
aynılığa, tarihsel değişimin düzene, açıklıcın kapanmaya, canlı dinamikliğin
katı şemalara, /amansa! bitım lılığın ebediliğe ... tercih edilmesi. Bana g*We bu
teıeıhler. hiçbir >ckiltlc kamUı gerek gomıeyecek ölçüde apaçık değildirler.
J. Itkz. Slav oj /ıK*k. 77^ Ticklish Subject The Absent Centre *>fPolitical Ontoloji,
Londra ve New York: Verso 1999. özellikle bölflm 4 ve 5 |CtulıkUuuuı Özne:
Politik (httolojinin Yok Merkezi, çev. Şamil Can. lîpos 2005).
4 Bu hegemonya nosyonunun altında yatan sorunsalH e e le r dı/isi idinde olanaksız
Sıfırın yerini tutan Bir vb.) ilk kc/ formüle edenin. Jacques* A lain M iller
olduğunu behnmek gerekir 24 Şubat 1965*de Jacques Lacan'ın seminerinde
sunulan ve ilk ke/ Cahiers pour l'analyse I (1966) *7-49 yayınlanan “Suture"
haslıklı makalede
5 In iesto U icla u /T h c Politics of Rhetoric .“ “Culture and Materahty“ konferansına
sunulan tebliğ. California Üniversitesi, Davis, 2V25 Nisan I99X.
6. Bu değişme, modem toplumun düşünûmlû toplum olarak oltaya çıkıdını
niteleyen değinmeler dizisine benzer. Artık doğnıdan yaşam tar/ımı/ın “ içine
dogmayı/;“ bir “ mesleğimiz“ vardır, belli “ toplumsal rollerdi oynarı/ (bti«ln bu
terimler. iiKİirgeneıiKv bir olumsallığı, soyut insan özne ile onun tikel yaşam
tar/ı arasındaki aralığı anlatır); sanatta, belli sanatsal kuralları artık “ doğal“ diye
tanımlamayı/, seçmekte ö/gûr olduğumu/ vc tarihsel olarak ko>ullanını> bir
“ sanat üslupları“ çokluğunun farkına varırı/.
7 Francis Fukuyama'iun yarı unutulmuş tezini. ktta'sel liberal demokratik gelip
çatışıyla beliren Tarihin Sonuyla ilgili tc/ını alalım. Aleni seçim şöyle gibi
gorıknüyor: Ya Tarihin Sonuna, toplumsal hayatın rasyonel biçiminin ııtlıasci
bulunduğuna ilişkin stf/Cıın ona lie g e k i te/ kabul e«lilir, ya da nuıcodelclcıın
ve tarihsel olumsallığın devam etiği. Tarihin Sonundan çok u/ak olduğumu/
vurgulanır... Batıa göre. bu ıkı seçenekten hiçbiri gerçekten llegekri değil
Elbette, ulaşılmış u/laşıııa. ilke olarak kazanılmış savaş anlamında Tarihin Sonu
nosyonu reddedilmelidir; bununla birlikle, bugünün küresel laıpıtali.ıt liberal
demokratik düzeniyle. bu "küresel düşûnümsellik“ rejim iyle, şu ana kadarkı
tüm tarihle bir kopuşa ulaştık: tarih hır bakıma sonuna ulaştı; bir bakıma fiilen
SIN IF MÜCADKI.KSİ Mİ. I’OSTMODERNİZM Mİ? 147

larilı-sotır.tvi bir topluıııda yaşıyoruz. BOylcsiıa* küresel lebmiş tarilısclcilik vc


olumsallık. bu “ tarihin sonunun kesin ibaretleridir, Bu yüzden, bir bakıma,
bugün tarih sonuna gelmemiş olmasın;» karcın, bı/zat tarihsellik nosyonunun
öncekinden farklı bir biçimde işlev gördüğü dc söylenmelidir
h lUımııı tersi bir durıım, Marksist siyasetin tarihi bakımından daha da can alıcıdır:
Proletarya, “ öneeki“ sınılın, burjuva/iniıı tamamlamadan bıraktığı (demokratik)
görevi üstlendiği ¿aman değil, bizzat proletaryanın devrim ci görevi, “önceki“
sınıl sözgelişi. Çin'den Kamboçya’ya kadar uzanan dcvnm krdc olduğu gibi,
«!vMt(İ4>rtl0k "tüzser' sınılolarak. proletaryanın karşıtı olarak tüylüler taralından
üslcnildiği /amaıı.
9 Bugün siyasal Sağ ve Solun egemen biçim leri arasındaki karşıtlıkta, fiilen
gördüğümüz şey. Marco Kavelli'm n “ iki Sag" dediği şey deftil m i? Kargılık,
"popülist” Sag (kendisine “ Sag” diyen) ile “ tcknokraiık“ Sag (kendisine “ Yeni
Sol" diyen) arasındaki karşıtlık değil m i? Hııgünlın ironisi, popülizminden ötürü
Saju ı, geleneksel işçi sınıfının tondan ne kaldıysa) fiili ideolojik duruşunun
ılade edilmesine ilaha yakın olmasıdır.
10 Wendy Brown. States o f Injury* Princeton University Press. Princeton. 1995. s>.
60.
// s. 61
I ' Karl M aı.v Gniiu/ri\s<\ Penguin. I larmomls worth. 1972, s. [Gnındrisse, çev.
Sevan Nişanyun. I Ürik im Yay., İstanbul, 200X).
I t Daha genel bir düzeyde ve bu denemenin kapsamının epece dışında
simgesel mübadeleye katılmaya karşıt olarak {maddi) üretimin statüsü bugün
yeniden temalaştırıİmalıdır (I rcdric Jameson'ın meziyeti, bıı n o taya ısrarla
devinmesidir I k u le le r ve Badiou gibi birbiıinden farklı iki felsefeci için,
maddi üretim •sahici” Hakikat-Olay alanı değildir (siyaset, felsefe, sanat
.. gibi): yapısöküıncülcr; üretimin, söylemsel rejimin bir parçası olduğunu,
simgesel kültür alanının dışında olmadığını söyleyerek işe başlar, sonra onu
giımur/likten gelip kültüre odaklanırlar... Üretimin bu "bastııılm aM,” Üretim
alanının kendisinin içinde sanala imgesel “ yaran a" pbnlanu-programlama ile
•*nun giderek daha fa/la- l-nckmezya ya <b Brezilya'dan Ç in 'e kadar Üçüncü
Dünya tcrhaiKİerıııdekı uygulanışı, maddi gerçeklenmesi arasındaki işbölümü
kılığında yansım ıyor ııu ı? Hu bölünme bir yanda araştırma “ kampusları nda
ya da “soyııt** canı kaplı şirket kulelerinde gerçekleştirilen temiz “ süıtünmcsiz'*
planlama, diğer yanda, planlamacıların çogıı kez “çevresel maliyetler” vb.
kılığında hesaba kattıkları “ görünmez“ pis icra işi bugün giderek daha radikal
İmle gelmiştir iki taraf, cograh olarak hile birbirlerinden binlerce kilometreyle
ayrılmıştır.
ı I Hu salıte-üretıııı temaşası konusunda HL. Susan W illis, A Pnmcı fo r Daily i . f \
Kout 1edge. New York. 1991, s. 17-Vt\Giindi’hk Hayat Kılavuzu, çev. Aksu Bora*
\suman Emre, Aynntı Yay.. İstanbul. I993|.
\ Hu şekilde. Richard Korty’nin yakın zamanda “ radikal“ Kültürel Çalışmalar
148 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK • BUTLER, ?.I?.EK. LACLAU

dili/m inc yönelttiği saldın>a (Bkz Richard Rorty. Achieving Our Country,
Harvard University Press. Cambridgc-MA. 1998) yaklaşmıyor muyum?
Aramı/da fark var. ö y le görünüyor ki. Rorty, So !’un “ olanaksı/ı yapına**
(aranda, yani toplumsal yaşamın temci koordinatlarını dönüştürmeyi amaçlama
tarzında değil. siyasal sürecc A BD 'd e olduğu holiyk . I950*lerin vc I960*larm
ilerici Demokrat gündemini diriltme (seçimlere katılma. Kongre'ye baskı
yapm a...) tarzında katılmasını savunuyor Hu haliyle Rorty'm a (felsefi değil,
siyasal) Mpnıgmatizm*'i. si>asal sürece katılımı kabul edileme/ bir ödün sayan
“ radikal" Kültürel (, alışmalar duruşunun tamamlayıcı terskfir, Bunlar, aynı
açma/ın iki yanıdır
16. Brown. Skitex u f Injury. s. 14.
17. s. 60. Daha genci bir biçimde, siyasal “ç ın lık " ya da ‘ aşırı“ radikalı/m,
her zaman bir idcolojik-siyasal kayma görüngüsü olanık. kendi karşıtının,
bir sınırlamanın, "sonuna kadar gitme yi fiilen reddetmenin işareti olaraV
okunmalıdır. Jakobcnlerın radikal “lcri>r“ c başvurmaları, ekonomik dil/cnin
temellerini (O/el mülkiyet vb.) boşamamalarına tanıklık eden hır tür histerik
dışavurum dcfcil m iydi? Siyascten l>ogruluguıı sö/dc “ aşılık larr için de aynı
şey geçerli değil m i? Irkçılığın ve cins alım cılığ ın ın fiili ne<knlenni (ekonomik
vb ) altüst etmekten geri durmayı açığa vurmuyorlar nu?
IH. Sınıfın askıya alınmasının bir örneği de. Badiou'ııun fark ctti£ı gerçektir [Hh
A laiıı Ikıdıou. i (tbrege <iit mctapoliii*/iie9 Îd ılıo ns du Seuil. Paris. 1998. s. 136-
137) Bugünün eleştirel ve siyasal söyleminde, “ işçi" terimi sö/ dağarcığındın
çıkmıştır. ‘ göçmcnlcr*1c (göçmen işçiler* Fransa’da Cezayirliler. Almanya'da
Türkler. A B D ’de MeksikalIlar) ikame edilmiş vc/veya karartılmıştır Bu şekilde,
işçilerin sömürülmesine ilişkin stnfsa! sorunsal. ırkçılık, hoşgörüsü/lük m
benzerlerine ilişkin çokkültürcü sorunsala dönüştürülür ve çokkültuufl
liberallerin, göm enlerin etnik vb haklarına aşırı yatırımları, enerjisini
“ baslınlan’* sınıfsal boyuttan alır.
19. Jacob Torfing, New Theories o f Discourse. Blackwell. Ax ford. 1999, s. 36.
20. ag}\.. %. 38.
21. agy.. s. 304.
22. Brown. States o f Injury* s. 14.
23. Başka bir deyişle, "somut evrensellik“ her tanımın, eninde sonunda ilöngûu l,
tanımı veren öğeler arasında tanımlanacak leriıtıî kapsamak'tekrarlan^ »l
/«»ramlı olduğu anlamına gelir. Bu anlamda. tüm bü>ük ilerici maddeci
tanımlar döngüseldır; Lacan’ın gösteren 'U uım fıulan (“ bir gösteren, d l|ff J
tüm gösterenler /inciri bakımından ö/neyı temsil eden şeydir") devrimci ııı •t »
tanımına (“ insan, yeni bir insan üretmek ıçiıı c/ılmesı. tepilmesi. ti/cnı
acımasızca çalışılması gereken şeydir’’) kadar. Her ikisinde de “ sıradan” öflckn
(tarihin “ malzemesi“ olarak “ sıradan” insanlar, “ sıradan” gösterenler) ile ıstınu»
“ içi boş“ öğe (‘ tekli” Baş (»Gstcrcn. başlangıçta devrimci altüst oluşla olumlu hlı
içerik tanıfındaıı doldurulacak boş bir >er olan sosyalist “ Yeni İnsan” ) arasım) *kt
SIN IF M OCA DF.I.ESİ Ml. POSTMODERN İZM Ml? 119

gerilimle kar>ı kaı>ıyayı/. Sahici bir devrimde. bu Yem İnsanın rtnsel bir olumlu
belirlenimi yoktııı yani bir devrim, bugünün kofullarında ~yabaneılaşmı$‘*olan
vc devrimci Süreçle gerçeklenecek İnsanın ö/ûnc ilişkin olumlu bir ıuwy«Mila
meşrulaştırılma/: Ilır devrimin lek meşruiyeti olumsuzdur. Geçmişten kopma
iradesidir. Bu yüzden her ikisinde de dzifrc, bu iki dil/ey arasımla “ kaybolupgiden
aracı'dır; yani bir «ılt-tıimn kapsandığı. tıirvın bir öğesi sayıldığı bu bükülmüş/
kıvrılm ış totolojık yapı, lam d.ı öznelliğin yapısıdır. (“ İnsan” Emeğinde, devrimci
uzne Parti “ normal" yozlaşmış insanlar ile doğmaktı olan Yeni İnsan arasında
' kaybolup giden aracındır: “ Sıradan" insan dizisi için Yem İnsanı temsil eder.)
Bu haliyle somut evrensellik, simgesel reüuplicalto, •‘gerçek“ bir tt/dlik ile
onun simgesel ka/ınışı arasındaki minimal aralık nosyonuyla ilişkilidir. Zencin
bir adam ile yoksul bir adam arasındaki ilişkiyi ele alalım: Ret/ufilkalio ile
ilgilendiğimi/ anda, insan türünün ıkı alt türe, /enginlere ve yoksullara, parası
ulanlar ve olmayanlara ayrılabileceğim söylemek yetmez -“ parasız /engin
insanlar“ ve ‘paralı yoksullar' vardır demek, yani simgesel statüleri bakımından
“ /engin“ olarak tanımlanan, ama iflas edip servetlerini yitirmiş insanlar ve
simgesel statüleri bakımından ••yoksul” olarak tanımlanabilen, ama beklenmedik
bir biçimde köşeyi dfomûş insanlar vardır demek oldukça anlamlıdır, "/engin
insanlar” türü. pura7/ ve paravtt /enginlere ayrılabilir; yani “ /engin insanlar“
nosyonu, bir şekilde kendisini kendi türü olarak kapsar. Aynı şekilde, ataerkil
simgesel evrende “ kadınını basitle insanoğhuıuıı iki alt-tilründcıı hırı değil,
"penissiz insan" olduğu doğru değil m i? Daha kesin bir biçimde, bur.ıda fallu*
ile penis arasındaki ayrını da burada uygulanmalıdır, çıınkiı gösteren olarak
lallus. kesinlikle penisin simgesel n-diiplhatio'sudur. dolayısıyla bir şekilde (ve
Lacan*ın simgesel iğdişlik nosyonu budur). penisin varlığının kemlisi faitusun
wklıt$unn g/isterir -erkek ona t penis) sahiptir vc o (lallu s) değildir, oysa ona
:peııis) olmayan kadın, odur (tallus) Bu yik/den ığdişlıgııı erkek versiyonunda
û/ne, ilk etik' asla sahip ol/m n/ı$ı şeyi ka\ betk'r. oınlan tuahnmu/ur ( La can 'a güre.
insana sahip olmadığını tvrmek anlamına gelen a^kla kusursuz karşıtlık içimle).
Bu. I reud'uıı Petusneid nosyonunu kurtarmanın yolunu yollarından birini da
hı/c g(>stcrcbılır Ya bu talihsiz “ penis kıskançlığı” bir erkek kategorisi olarak
tasavvur edilse, bir erkeğin fiilen vıhıp olduğu penisin hiçbir /amaıı o. failus
olmadığı, bu konuda lıer zaman eksik kaldığı gerçeğini gösterse (ve bu aralık,
her zaman •'penisi gerçekten fallus” olan, gerçekten tam iktidarı cısimlcştircn en
az bir ha$ka erkeğin bulunduğuna ilişkin tipik erkek nosyıttiııııda kendini ifade
edebilir)?
Burada Olyn Daly'nitt "Ideology and its Paradoxes” başlıklı makalesinden
>aradandım ( The Jnurtuıl ol Political Idcologies'lc çakacak)
Bu mantığı. 77#«-Plague of Fantasies' in birinci bölümünde ayrıntısıyla açıklılım
<Verso. Londra ve New York, 1997).
Buı.ıda Peter Pfaller'dcn yararlandım; “ Der Lrnst der Arbeit ıst vom Spıel
gelemi.“ Work andCultunr, Ritler Vertag, Klageııfıııt. I99S içinde, s. 29-36.
150 OLUM SALLIK. HEGEMONYA» EVREN SELLİK • BUTLEK.2l2EK. LACLAÜ

2X. Christa Wolf. The Quest for Christa Farrnr. Straus & (iıru ııv. New York,
1970. s. 55.
2M. Tam simetrik bir biçimde. Sovyet cilcbiy.it eleştirmenleri. John Ic Carrt'nın
büyük casus romanlarının Soğuk Savaş mücadelesini töm moral muğlaklığıyla,
kuşku ve belirsizliklerle dolu. çoğu kez yapmaya zorlandığı manipülasyonl.ıı
karcısında dehşete kapılan Sm ılev gibi Batılı ajanları betimlemekle- inli
komünist batı demokrasisini, hırı Flem ing’m James Bond d im i tarzında katu
anti-komünıst casus filmlerinden çok daha g irift biçimde meşrulaştıran edebi
araçlar olduğuna ibaret ettiklerinde haklıydılar.
SO. Gentler Trouble'tn Biitler’ın **cn büyük hit’ i. Htyemonya ve Sosyalist
Strateji*niıı <Chantal M oulle ile birlikte ya/ilan) Laclau'nin ‘en büyük h ifi
olmasının nedeni de bııdur: Her iki kitap, kuramsal sahneye zamanında ve zekice
müdahaleler olmanın dışında, özgül bir siyasal pratikle özdeşleştirildi, o pratiğin
meşruiyet ve/veya esin kaynacı işlevi görd(ı derkler Trouble, queer siyasetim,
egemen kodları edimsel kaydırma pratiğine (kar>ı cins gihi giyinme vb.) verdiği
kim likçilik karşıtı yönle; Hegemonya. Standart Solcu ekonomik mücadelenin
egemenliğine karşıt olarak tikel ilerici mücadeleler dizisini (feminist, ırkçılık
karşıtı, ekolojik ...) "zincirleştirme“V»iylc. (Judith Butler. Gender Trouble.
Feminism and the Subversion o f Identity. Koutledge. New York. 1990; Ernesto
l.aclau vcChantal MoutTe. Hegemony and Socialist Strategy Towards u Rtkhcal
Denkfcratic Politics. Verso, Londra ve New York. 1985 [Hegemonya veSosyahxi
Strateji, çev. M IX>ğaıı Şalıincr. Ahmet Kardam, Birikim Yay., Ivlanhul. I*)4)?,
ikinci baskı: çev. Ahmet Kardam. İletişim Yay.. İstanbul. 200S | )
31 Aynı şekilde. Toplumun tatlılığının olanaksız fiilileşmesi ile kısmi soruAİanıt
pragmatık tarzda çözülmesi arasındaki karşıtlık, tarihsel olmayan bir önSel
olmaktan çok- kesin tarihsel bir uğrağın. “ büyük tarıhscl-idcolojik anlatıların
arızalanması" uğrağının ifadesi değil m ı?
32. Birantagonızma Gerçeğini simgesel bir karşıtlıktan (bir antagonizma (krçcğinı,
onun simgesel bir karşıtlığa çevirisinden) ayıran bu aralık, bu türden bor
çeviriyle ilgili olarak ortaya çıkan bir fazlalıkta açıkça görünür hale gelir
ftrneğin. sınıf uzlaşmazlığını, pozitif, var olan toplumsal gruplar olarak sim lin
karşıtlığına (işçi sınıfına karşı burjuvazi) çevirdiğimiz anda, vapis.il nedenlerle,
bu karşıtlığa •‘uymayan” üçüncü hır öğe. bir fazlalık (lümpenpnthrtarya vb.) her
z.ıman vardır Elbette, gerçek olarak cinsel farkta ılı dunım a>nıdır: Yani. ıkı
karşıt simgesel kim lik olarak “ e r ir ve “ dişil” in üzerinde bir “ sapık" aşırılıklar
fazlalığı her zaman vardır. Hatta, bir antagonizma (¡çiçeğinin simgcscl/yapı vıl
eklemlenmesinin her zaman bir üçleme olduğu bile söylenebilir; örneğin bu#ün
sınıf uzlaşmazlığı. toplumsal fark yapısı içinde, “ üst sın ıf’ (idari, siyasal \e
entelektüel elit), “orta s ın ır ve bütünleşmeyen “aşağı sınıf* (göçmen İKİfet,
evsizler ...) üçlülü gibi görünür.
33. En azından. “ Kantçılık“ taıı. Kantçılığm standart kavramşını anlıyorsak; buglitı
keşfedilmesi gereken boşka bir Kant. Lacan'ın Kant'ı vardır Bkz. Alcnkı
SIN IF M ÜCADELESİ M İ. I’O SI MODERN İZM M İ? ISI

/.upancic, E th ics o f the R e a l K ant. La can , Vcrso, Londra vc New York. 1999.
U Claude L<S ¡-Strauss. “ IX» Dual Organizations l\ ıs l? ," Structural Anthropology
(Ik u c Books, New York. 1963) içinde, s. 131-163;çizim ler s. 133-134’tc.
<> llkz RaMko Mocnik. “ Das 'Subjckt. dem unterstellt wird /u glauben’ und die
Nalımı uls cine Null-lnstitution." Denk-Prozcssc nach Althusser içııvdc. det*. II.
Ikvkc. Argument Verlavt. Hamburg. 1994.
W», liıı yanış algılamaya iki cvnmsı nosyon karşılık gdır: hım "yapay" toplumsal
bağların doğal temellerinden tedricen geliştiklerine ilişkin nosyon, doğrudan
etnik ya da k.uı bağı ilişkisi; toplumsal /uHünmc vc sömürünün tüm “ yapay"
İlim le rin in eninde sonumla doğal temellen: dayandığına vc tedricen oradan
selisliğine ilişkin nosyon, cinsiyetler arasındaki lark
» Hkz. Judith Butler, The Psychic Life o f Power' Iheories in Subjection, Stanford
University Press, Stanford-CA, 1997. s. 120*129 \ikiutarm Pst^tk Yaşamı:
Tabiyet Czerine Teoriler. yev. I atma Tütüncü. Ayrıntı Yay.. Istanbul. 2005].
Mladen Dolar*in "Beyond Interpellation**!. Qui Parle 6, no. 2 t Bahar Yaz
1993), 73-96'da yayınlandı. D obr'ınkinc ben/er üıcancı bir Althusser okuması
için Hkz Slavoj /iAck. The Sublime Object o f Ideology. Vcrso. Lomftra ve New
York. 19X9. bl. 2 ve 5 [İdeolojinin Yüce Nesimi, çev. Tuncay Birkan. Metis Yay.
İstanbul. 2002).
IX Dolar. “ Hcyoıul Interpellation.” s. 76.
39 Bullcr. Psychk Life o f Power. s. 127.
40. IX»lar*ııı U ean cıöxneileK arte/ycn(t^ /friw tnd akiilişkiyle ilgili lofimllavyonu
için Hkz. Mladen Dolar. "Cogıto as the Subject of the Unconscious* Cogito iwtl
the Unconscious içinde, der. Slavoj Zitek, Duke University Press. IXnham-NC.
1998.
•I I l.acanei “ büyük Öteki." yalnızca toplumsal etkileşimi düzenleyen açık simgesel
kuralları değil, yaz ılı olm ayan "rtclftk" karmadık kuralları da u-ûMenı Roger
Lbert’ııı The L ittle Book o f H ollyw o od C lic h e s'inden ( Virgin. Londra, I *>95) söz
etmek yeter. Bu kitap, dnlû “ meyve tablası” kuralından (etnik ya ila yakıncı bir
yerleşimde gerçekleşen bir kovalama sahnesinde, birmeyve tablası devrilir, öfkeli
seyyar satıcı caddenin ortasına kadar koçup. u/aklaşan kahramanın arabasının
arkacından yumruğunu sallar) daha incelikli -Teşekkür, aınn Teşekkür değil**
kuralına (ik i kişi dostça sohbet etmiştir; A odadan ayrılırken. B şunları söyler
(duraksamalı): "B o b (ya da A’nın adı neyse)?** A duraklar, döner vc MHvct7*
der. Sonra B “ teşekkürler** iler) ya da “ Kesekağıdı" kuralına (bir daha aşık
olmak istemeyen yaralı, kinik bir kadın, onun yalnızlık duvarını yıkmak isteyen
bir talip tarafından ı/lenir; kadın manava alışverişe gider, kesekağıtları aniden
yırtılır, sebze ve meyveler ya kadının içinde bulunduğu katışıklığı simgelemek
için vc/veya talip hem patatesleri ve elmalan hem kadının hayatının paftalarını
da toparlayabilsin diye- her yerv saçılır) kad.ır yüzlerce basmakalıbı ve zorunlu
sahneyi içerir. Yaşamlarımızın simgesel tözü olarak “ büyük Öteki** bodur:
Gerçekte eylemlerimizi düzenleyen yazılı olmayan kurallar kümesi. Bununla
152 OI.UMSA1.IJK. HEGEM ONYA. EVREN SELLİK . BU Tl F.R. ¿l2 EK . LACLAU

birlikle, simgesel Yasanın hayalcisi bütünleyicisi daha radikal hır şeyi amaçlar:
İ tkin kalmak için “ bastırılması” gereken müstehcen bir anlatı çekirdeğini.
42. Bu konuda M r. /ızck, The P la g ıtc o f Fan tasies, bölüm 3.
43. I solde Çitarim. İX r Althusser-Ejfckı kolokyumunda sunduğu "Dressur um!
Vcmcinung" b allıklı tebliğinde btı noktayı oldukça açık bir biçimde ortay*
koydu: Viyana, 17-20 Mart 1994
44. Butler. The P sy ch k L ife o f Po\\er. s. 124 ¡Kr> Judith Butler. İktidarın Psişik
Yaşamı: Tabiyct Üzerine Teoriler, çev. Fatma Tütüncü. Ayrıntı Yay.. İstanbul.
2005. #. 119 jç.n.J.).
45. Dahası, başka bir yerde göstermiş olduğum gibi (Slavoj ¿i2ek, T a rn in g w ilh
tİK N egath'e. Duke Univcrsity Press. Durtam-NC. 1993. bl. 4). -•’ideolojik
bir Davaya- inanç, her /aman aynı /amanda düştinümsel bir inançtır, minimal
"ö/nelcr-arasıltk" anlamında ikinci derecede bir inançtır. Hiçbir /aman dolaysız
bir inanç değildir, inanca inançtın “ Hâlâ komüni/mc m anıyorunr dediğimde,
sonuçta kastettiğim şudur: "Tek başıma olmadığıma, komünist düşüncenin hâlâ
canlı olduğuna, ona inanan insanlar lıâlû bulunduğuna inanıyorum ” Bu yüzden
inanç nosyonu, aslı olarak, "inanması beklenen bir özne.” inancına inandığım
başka bir özne nosyonunu gerektirir.
46 Butler. The Psvch ic L ife o f /tarar,. s. 120.
47. agy.. s. 122.
48. Bu ö/ne nosyonuyla ilg ili olarak hkz. ¿ü e k . Tarrying \%ith ih e Seg o tive. bölüm
I. Bu arada. D olar'uı Altluısser'c yönel İttiği (benim de yönelttiğim) LacaiKi
eleştiriye luırşı en tutarlı vc ustaca savunmayı Robert Plaller geliştirdi; ona
göre çağrılmada deneyimkrnen uzaklık, ideolojik yanlış tamına biçimidir
Çağırmanın hu görünüşteki başarısızlığı. kendilikle bağlantılı olarak ıcddedilışı
-benim, öznenin, varlığım ın en derin çekirdeğini "yalnızca kendisi” olmayan
bir şey olarak deneyimlcmcuı <ritÖdlerin vc aygıtların maddiliği), başarısının,
"özne etkisinin” gerçeklen meydana gelmesi olgusunun nihai kanıtıdır
Varlığım ın cn derin çekirdeğinin karşılığı ulaıı l.acancı terim o b jet /telif o
olduğu ölçüde, bu objet p e tit a xht\ gizli hâzinenin, aguh ruı'nın id eo lo jin in yü o
nesnesi ‘İçim de benden daha fazla bir şey.” dışsal simgesel belirlenimlerinden
lıcrhangı birine, yani benim başkalarına görv ne olduğuma ındirgenemcyecck
bir şey bulunduğu duygusu olduğunu iddia ctınck uygundur. Kişiliğim in akıl
sır ermez vc ifade edilemez "dcviııligi"nc ilişkin bu duygu, bankaları için ifade
ettiğim şeye bu "ıç uzaklık,” simgesel aygıta im gesel uzaklığın öm cklcykı
biçim i inidir*? İdeolojik cffct-sujcTı\\i\ can alıcı boyutu hudıır: Simgesel talimatla
doğrudan ö/dcşicşmcmdc değil (böyle bir doğrudan özdeşleşme. potansiyel
olarak psiko/iudur: beni "can lı bir kiş»” yc değil, “ basit mekanik bir ku kla'yı
dönüştürür). Benliğim in çekirdeğini çağrılına sürecinden öncc var olan bir şey
olarak, çağrılmadan önceki öznellik olarak deneyim İçmemde kendisini gösterir
Dörtdörtlük ideoloji karşıtı jest, bu nedenle, "öznel mahrumiyet** eylemidir;
bu eylemle içimdeki hâzineden vazgeçip* simgesel aygıtların dışsallığına
SIN IF M ÜCADELESİ M İ. POSTMODERNİZM M İ? 153

bağımlılığımı tam olarak kabııl cdcrıın yanı, dışsal çaCırma sürecinden önce
zaten var olan bir ö/nc deneyimimin. InK iM Iylc. bizatihi çağrılma sürecinin yol
açlığı geriye dönük bir yanlış tanıma olduğunu varsayarım. Hkz. Roberl Pfallcr,
~Negation and Its Rcluıbilitie*,", Coftfto and the Uncon\ci<nts\ der. z'.iAck
<)kıınııı laik etmiş olabileceği gıtn. benim bu denemedeki rnaııipiilalif stratejini»
ortaklarımı birbirine düşürmektir dostlar, bu şekilde maıııpüle edilmek için
değilse, ne ivin varlar*’ l.aclaıı'ya karşı deg cl'i savunmamda (s'aktınnadan)
liutler'n yaslanıyorum (B u tle r'ııı llcg ck i Mutlak Bilg iyi, Hcgcl karşıtlarının bu
nihai W/t* noıtv' ını bile savuııdnğtıııu unutmayalım: hkz. Bııtlcr. "Commcntary
im Joscplı Flay’s *Hegel. Dcrrida. aı>d Bataille's Laııghter," llegel and Hîs
Critici idinde, der. \Villiam Dcsmotıd. S U N Y Press. Albany-NY, 1989, s. 174-
178); Butler'ın eleştirisine karşı Lacuncı Gerçeği savunmak ivin de l.adau’nun
antagonizma nosyonuma yaslanıyorum.
I acaııeı co^nosccnti için, onun ‘•cinslendirme form üllerine işaret ettiğim
açıktır: Dışsal olarak Cterçek. im gesel evrenselliği lemellcndiıeıı istisnadır;
oysa katı Laca i k i anlamda Gerçek yaıu SimgescTe içsel olarak Simgeseli
ettediyen *tüm olmayan'* hale getiren uçucu. İnç tözsd olmayan bakansızlık
noktasıdır. Bu "cinslendirme form ülleri" için hkz. J.ıcqucs Lacan. Lc Scminaire.
liırv XX: Encorc. İd il ions dıı Seuil. Paris. 1975. bl V I. V II.
Bununla birlikte, film, çocuklarının öğretmeninin bir gev olması karşısında
dehşete duşen küçük kasaba topluluğunu, kolayca öğretmenle dayanışma
içimle hoşgörülü bir topluluğa çevirerek toplumsal ktçe dönüşür kasabalılar.
U jiKİereci ıncta lor ik evrenselleştirmenin alaycı bir taklidiyle lıcp birlikte ilan
ederler: “ Biz gcyız!"
Statüko kinikleri, •"devrimcileri" “ her şcyiıı olanaklı olduğuna." “ İter şeyin
değiştirilebileceğine" inanmakla suçladıklarında, aslında şunu kastediyorlar:
Aslımla h içb ir şey ahmaktı değil, aslında hiçbir şeyi değiştirenleyiz, çünkü esas
olarak olduğu haliyle dünyaya mahkûmuz.
Birçok kişi, eşcinsel ilişkiye girdi mi, dünyadaki ego olarak kim liği, sahip
olduğu tüm imgesel merkezler dağılacakmış gibi hisseder lişcinsel ilişkilere
girmektense ölmeyi yeğler. Bu insanlar için eşcinsellik, ö/nenin psıkotık
çözülme ihtimalim temsil eder. (Jodith Butler'ın Peter Osbom c'la stfylcyişisi.
I Critical Sense içinde, ser. Peter Osbomc, Routledge, Londra. 1966. \ 120
|/7e>/m / Ikikış, çcv. lilçin Gen. Dost Yay.. Ankara. 2000])
Hkz A laiıı Badiou. t. 'etnr ct I \ :u :ncmcnt%Ldıtions du Seuil, Paris, 19X8. s. 25.
Bu. Sahte Bellek Sendroımına benzemiyor m u? Burada sorıın olan yalnızca,
terapistin yol gösterici yardımıyla ortaya çıkarılan "anıların" çoğu kez uydurma
ve hayalı olduklarının açığu çıkması değildir -mesele, olgusal olarak do\}rıt
olsalar İnle (yanı. çocuğa bir ebeveyn ya da hır yakın akraba fiilen sarkıntılık
elm işolsa bile), "salıte" olma/atıdır, çünkü ö/ncnın. dışsal yaralayıcı koşulların
edilgin bir kurhanı olarak tarafsız konum üstlenmesine ı/in verirler, başına
gelenlere kendi libkUnal vatınmt meselesinin izlerini silerler.
Çekişen Evrensellikler
lu d ili) Butler

Ernesto l.adau vc Slavoj YAick ile birlikle kitabın bu bölümleri­


ni yazmadan önce kabul ettiğimiz protokole uygun olarak, kendi
yazdarımızı yazdığımız sırada diğer yazarların ilk yazılarını bilini
yorduk. ?,izck'in. cinsel farkın statüsü sorusunu sorduğunu tahmin
edip, bu ikinci denemenin önemlice bir kısmım bıı konuya ayır­
maya karar vermiştim. Am a onun denemesinde beni şaşırtan şey,
biçim cilik sorununda benimle yakınlaşmayıydı ve sanırım, ilk de
nemede ortaya serdiklerimin çoğu, belki de benim gizli bir biçimci
olduğuma ilişkin imasına zamanından önce verilm iş bir yanıt oluş­
turuyor. Benim bir tarilısclci de olduğuma ilişkin Hegelci üsluptaki
iması, işi daha da ilginçleştiriyor. Z iiekçi çizgide yazı yazan Lacancı
damarın, bana tarihselci diyen tek grup olduğuna inanıyorum vc
bu unvanın olası olmaması beni rahatlatıyor. Ne var ki, bana “ yapı-
sökümcü" etiketi de yapıştırılınca, meselelerin müzakeresi daha da
zorlaşıyor. “ Yapısökümcü” terimi, yapısükümlii eleştiri yapanlardan
hiç kimsenin kullanmadığı, değişken bir okuma pratiğini ideolojik
bir kimliğe dönüştüren bir terimdir (dikkat edin, hiç kimse Lacancı
eğilimde birini tarif etmek için hiç aşağılayıcı "Lacanisl" terimini
kullanmaz). Bu çeşitli etiketleri kabul etmek ya da reddetmek ya
da doğrusu, adlandırdıkları şeyin gerçekte ben olup olmadığımı
sormak- yerine, Zfâek'in gündeme getirdiği birçok ilginç noktaya
yanıt verirken, farklı bir yön izlemeye çalışacağım.'
ÇEKİŞEN EVREN SELLİKLER 155

Hegemonyanın izi
Verili bir evrensellik versiyonundan belli içeriklerin dışlanması­
nın. evrenselliğin içi boş vc biçimsel tarzda üretilmesinden nasıl so-
rumlu olduğuyla ilgili olarak, ikimizin farklı yollarla açıkladığımız
konuda Zizek’le hemfikir olduğumuzu sanıyorum. İkim izin de bu
noktayı Ilegel'den aldığımızı ve özgül dışlama mekanizmalarının,
deyim uygunsa, evrensellik düzeyinde biçim cilik sonucunu nasıl
ürettiğini anlamanın zorunlu olduğunu varsayıyorum. Aslında, de­
nemelerimiz, ¿'¡¿ek ile benim karşılıklı birbirimizi suçladığımız vc
l.aclau’nun ateşli bir biçimde savunduğu kasıtsız bir biçimcilikler
komedisi üretti. Benim tutumuma gelince, önceki yazımda öne sür­
düğüm gibi, evrenselliği niteleyen biçimciliğin, her zaman, bizzat
biçimciliği yalanlayan bir iz ya da kalıntı tarafından bir şekilde bo­
zulduğunu savunuyorum, ¿izek “ [N Jih ai soru, bizzat evrenselliğin
¡{i baş biçim inin hegemonya uğruna "savaş alanı“ olarak ortaya çık
ması için, hangi özgül içeriğin dışlanması gerektiğidir?” yazdığında
onunla kısmen hemfikir im. Aslında, bu "nihai” sorunun (yine de
herhalde kendi başına nihai olınaz) ötesinde başka bir sorular kü
meşinin olabileceğini öne sürerdim: Bu tür koşullar altında ortaya
çıkan içi boş evrensellik biçimi, onu oluşturan dışlamaların kanı
tını nasıl verir? Evrenselliğin tutarsızlıkları nasıl siyasal söylemde
ortaya çıkıp, bu söylemi hem sınırlayan hem harekete geçiren şeye
ilişkin kırılmaya uğramış bir bakış açısı sunar? Bu tür uğrakları bi­
çimsel evrenselliğin eklemlenmesinde okumak için, hangi siyasal
yorumsama biçimine gereksinim vardır?
Nc var ki, Zizek başka bir konunun üzerinde duruyor -bu amaç­
la kurnazca Wendy Browndan alıntı yaparak: Göz önüne serilen
evrensellik söylemiyle gerçekleşen hegemonya savaşı, kapitalizmin
onu olanaklı kılan “arka p la ııfn ı hesaba katmak konusunda yeter­
sizdir. Sınıfın Laclau için ağza alınamaz hale geldiğini öne süren
Zizek, Brovvn’la birlikte, siyasal alan içinde kim lik konumlarının
156 Oİ.UMSAI I.IK. HEGEMONYA. UVKENSKI.LİK • Bl/TI.EK. 212EK. LACI.AU

ifadelcndirilmcsinc ilişkin mücadelenin, istenmeyen bir sonuç ola­


rak kapitalizmi yeniden doğallaştırıp doğallaştırmadığını merak
eder. Aslında, Ztf.ek meramım anlatmak için mimari metaforlar
kullanarak, ikisi bacandan, biri Marx’tan alınmış üç farklı çözümle­
me “düzcy"i sunmaktadır. Hegemonya mücadelesi kapitalizm arka
planında gerçekleşir ve tarihsel olarak özgül bir ekonomik ilişki
ler kümesi olarak anlaşılan kapitalizm, hegemonya mücadelesinin
hem koşulu, hem tıkanmış arka planı olarak saptanır. Aynı şekilde,
bacanın bu çerçeveye nasıl yamandığını açıklarken şunları anlatır:

{ t]ki düzey ayırt edilmelidir: Hangi tikel içeriğin için boş evrensel
nosyonunu hegemonyasına alacağı konusunda hegeınonik müca­
dele: ve Evrenseli içi hoşlaştıran ve böylece bir hegemonya müca­
delesi alanı haline getiren daha köklü olanaksızlık.

Bu daha temel düzeyi açıklarken, “ larihsclciliğiıı her versiyonu,


açık ve sonu gelmeyen olumsal içermeler/dışlamalar, ikameler, ye­
niden müzakereler, kaymalar oyununun gerçekleştiği alanı tanım­
layan minimal bir ‘tarih dışı* biçimsel çerçeveye dayanır," der. Bu
ayrımda Örtük olan, tarihsclciliğin olumsallıkla ve tikellikle eşitlen­
mesidir. Özgül ve değişebilir mücadeleler tarihseldir, içinde etkili
oldukları çerçeve tarihsel değildir. Ama yine de, hegemonya kıs
men, daha önce önü kesilen anlaşılır siyasal oluşumlara izin ver­
mek için çerçeveye meydan okumaya dayanıyorsa vc gelecekle ilgili
vaadi, bizzat bu çerçevenin gözdem geçirilip düzeltilmesine bağlıy­
sa, o zaman bu çerçeveyi tarihselin dünyasından korumanın hiçbir
anlamı yoktur. Dahası, tarihseli söz konusu olumsal ve siyasal olu­
şumlar bakımından anlamlandırırsak, o zaman bizzat tarihselin an­
lamını pozitivizmin bir biçimiyle sınırlarız. Anlaşılabilirlik çerçeve­
sinin kendi tarihselliğine sahip olması, yalnızca çerçeveyi tarihsel
olarak yeniden düşünmemizi değil, tarihin anlamını pozitivizmin
vc teleolojinin ötesinde, siyasal bakımdan belirgin ve değişken bir
epistemeler kümesi nosyonu yönünde yeniden düşünmemizi de ge­
rektirir.
ÇEKİŞEN EV RKNSli LÜ KLER 157

Muhakemelerinin birinde £izck. paradoksal bir biçimde, hem


I aelau’nun hem de benim hegemonya sorununu yeterince tarih­
selleşti rmediğim izi, hegemonya mücadelesinin zorunlu arka planı
olarak kapitali/mi yeterince tcınalaştıramadığınuz için gizli biçimci
(hatla Kamçı) olduğumuzu öne sürüyor. Başka bir muhakemesin­
de, benim değerlendirmemde atlanan farklı bir aıka plan türüne
daha temel vc daha tarih dışı olan bir arkaplana, sonradan, ken­
disine göre özne olan kurucu eksik (ki bu eksik, hegemonik mü
caddenin olanaklılığmı koşullar) biçiminde betimleyeceği bir arka
plana- işaret ediyor, Zizek'in dediklerine bakarsak, bu mimarinin
lülen üç "düzey"i vardır. Yine, tartıştığı bağlama bağlı olarak, bu üç
düzeyden ikisi hegemonyanın öncelikli koşuluymuş gibi görünü­
yor: Biri, tarihselci olanı, kapitalizmdir; diğeri, biçimci olanı, eksik
olarak öznedir. Burada, bu iki öncelikli koşulu birbirleriyle ilişki
içinde nasıl anlamamız gerektiği konusunda bir fikir veren hiçbir
tartışma yoktur: Biri diğerinden daha öncelikli midir? Farklı tür­
den öncelikleri mi oluştururlar? Kapitalizmin eksik olarak özneyle
birlikte işleyerek, hegemonya mücadelesinin eş-koşıılları gibi bir
şey üretmesini nasıl anlamalıyız? Bunları çözümleme “düzeyleri”
olarak ayırt etmenin yeterli olmadığına inanıyorum; çünkü, örne
ğin, öznenin başından itibaren kapitalizmin belli genel özellikleri
tarafından yapılandırılıp yapılandırılmadığı ya da kapitalizmin bi-
liııçdışı ve hatta daha genelde psişik özne için belli kararsızlıklar
üretip üretmediği açık değildir. Gerçekten de, bir sermaye kuramı
ile bir psişe kuramı birlikte düşünülmediğinde, bunun, ilkin Lacan,
.ııdından Marx örtüsü altında gerçekleşen, paradigmalar arasında
parlakça gidip gelen, hepsinin gerekli olduğunu beyan eden, ama
hepsinin birlikte nasıl düşünülebileceğini -ya da yeniden düşünü­
lebileceğini- sormaya fırsat bulamayan entelektüel işbölümü bakı
ınından ne anlamı vardır?
Bu. luı meselelerin hiç birlikte görünmedikleri anlamına gel­
mez; zira bazen, toplumsal dünyadan, psişik süreci aydınlattığı
söylenen bir örnek alırız. Ama Lacan, Zizek’in kuranımda sermaye
158 O LU M SA U JK . HEGEMONYA. EV R EN SK IIİK . BUTt.ER.2l2l.K. I.AC.LAÜ

kuranımın sınırında ikide bir ortaya çıkar. Bu, en parlak biçimde,


İdeolojinin Yticc Nesnesinde Althusscr’le I.acan’ı birlikte okuyucun­
da görülür.* Öznelerin kurumsal devlet aygıtı tarafından çağrılışı,
bizatihi çağırmanın toplumsal parametrelerini aşan bir ‘'aşırılık,"
gerçeklik alanı içinde gerçekliğin koşullarına doğrudan soğurula-
mayan bir fazlalık vazedilecek ölçüde etkili olur. Burada bu aşırı­
lık çeşitli biçimlerde anlaşılabilir: Travmalıyı iyileştirmeye yönelik
başka bir çaba olarak, toplumsal gerçeklik alanına psişik bir sınır
koyma çabası olarak ya da ele geçirmek mümkün olmasa da- öz­
nede sözcüklerle anlatılamaz kalan şeyi, aynı anda öznenin koşulu
ve sınırı olan hilinçdışının anlatılamazlığmı gösterme çabası olarak.
Öyle görünüyor ki. yukarıda ¿iie k ’in öznenin “ kurucu eksiği’ ne
işaret ettiğinde çeşitli araçlarla yaklaştığı şey budur. “ Tarihelcilik"
dediği şeye direnişi, toplumsal iıışacdığm. bu temel eksiği belli top­
lumsal koşulların bir etkisi, onu her toplumsallığın nedeni ve zemi­
ni olarak anlayanların metalepsis yoluyla yanlış adlandırdıkları bir
etkisi kılabilecek yorumlarını reddetmeye dayanır. Bu yüzden, l>elli
bir psikanaliz türünün özne için “ temel' saydığı eksiğin, aslında,
bu eksiğin tarihsel olarak olumsal kökenini karartmanın bir yolu
olarak temel vc kurucu hale getirildiğini savunan her türlü eleştirel
görüşü ile reddeder.
Muhakemenin hatırına vc bu “ tartışm ayı biraz daha incelikli
kılmak için, “eleştirel" diye tarif ettiğim bu son tutumun, kesinlik­
le benim görüşüm olmadığını varsayalım. Ama savunduğum gö­
rüşle. psikanalizin her özne kuramında oynayacak önemli bir rolü
bulunduğunu Z iic k ve Lıclau ile birlikte kabul eden bir görüşle,
önemli yakınlıkları bulunduğunu da kabul edelim. Açıklaştırmayı
umduğum gibi, her öznenin baştan reddetme koşulunda ortaya çık­
tığı anlayışını kabul ediyorum, ama bu baştan reddetmelerin top­
lumsaldan önce olduklarına ya da anakronistik yapısalcı akrabalık
anlatımlarına başvurularak açıklanabildiklcrinc ilişkin kanıyı pay­
laşmıyorum. Bu tür baştan reddetmelerin, toplumsalın kurucu dış
lama ya da öncelcme uğrağı olarak toplumsala “ içsel- sayılabileceği
ÇEKİŞEN EVRF.NSfcl.LlKI.ER IW

konusunda l.acancı görüşle hemfikir olduğuma inanıyorum; anlaş


mazlık, iğdişlik ya da ensest tabusunun, bu çeşitli işlemleri anlatan
.k İ <»hıp olamayacağı ya da olması gerekip gerekmediği konusunda
«»itaya çıkar.
'/.t/ek çözümleme düzeylerini ayırt etmemizi önerir; bir düzeyin
yüzeysel olmasa ila yüzeye yakın gibi görünen bir düzeyin- belli
bir tarihsel ufuk içinde olumsallık ve ikame edilebilirlik bulduğunu
iddia eder (burada tarih en az iki anlam taşır: olumsallık vc için­
de göründüğü ona etkinliğini veren ufuk). £izek, açıkça Ladau ile
Moufl'e'un eşdeğerlik zincirine, çağdaş siyasal alan içinde yeni vc
olumsal kimlik-oluşumlan olasılığına ve her birinin, genişleyen bir
demokratik alanın hizmetinde ötekilere göndermeyle hak talebin­
de bulunma kapasitesine işaret ediyor. Diğer düzey “daha temel”
olduğunu iddia ettiği "bizzat bu ujku temellendiren ... (bir) dışla-
ına/baştan reddetmeletir. ‘İk i düzeyi, verili bir alan içindeki... sonu
gelmez içerme/dışlama siyasal mücadelesi ile bizzat bu alanı bes­
leyen daha temel dışlamayı birleşi i rme’ ye karşı Laclau'yu ve beni
uyarıyor. Bir yanda, tarihsel ufuk daha temel düzeyden, öznedeki
ya da öznenin travmalı eksikliğiyle ilişkili olan düzeyden farklı bir
düzeyde var gibi görünür. Diğer yanda, bu ikinci, daha temel olan
düzeyin, birincisinin hem zemini, hem sınırı olmasıyla ona bağlı
olduğu da ortadadır. Bu yüzden, ikinci düzey birincisine tam olarak
dışsal değildir; yani ayrılabilir “düzeyler” olarak tasavvur edilemez­
in /ira tarihsel ufuk, kuşkusuz, onun zeminidir, bu zemin vesile
olduğu ve "beslediği" ufuk içinde görünsün ya da görünmesin.
/.ı/ek. başka bir yerde, bu temel düzeyin, öznenin eksiğinin etki­
li olduğu düzeyin, toplumsal gerçekliğe dışsal olarak anlaşılmasına
ı ıirşı uyarıda bulunuyor: “ l.acancı Gerçek Simgesele ... kesin hi­
slinde içsel dir, /.¡zekin “düzeylerdin ya da “düzlemlerdin yol göste-
ıiı iliğine dayanarak önerdiği ilişkinin pek dayanaklı olmadığım ve
(•i//.at topografyanın, öne sürmek istediği karmaşık iddialar kümesi
l.ıı.ıfıııdan bozulduğunu görebiliyoruz. 2i£ek’in tutumunu açıkla
160 OLUM SALLIK, H EGIi MONYA. EVRUNSI.I.I.İK . BUTI.KR, 2l2EK. LACI.AU

manın bir yolu olarak sunduğu topografyalar, tutumu hakkıyla an


(aşıldığında, dağılır. Am a hu o kadar da önemli hir nokta değil.
Ne var ki, psişik ile toplumsal arasındaki ilişkiyi yeniden düşün
meye kalkışınca, hıı nokta daha büyük önem kazanır. Bu, her şeyden
önce, özııe oluşumunu travmalı bir başlangıçla açıklayan genelleş
tirilm iş kuramı ele aldığımızda önemli görünür. Kesin konuşmak
gerekirse, bu travma her toplumsal ve tarihsel gerçeklikten öncedlı
ve özne için anlaşılabilirlik ufkunu oluşturur. Bu travma, bireysel
özneler tarafından geriye dönük olarak çeşitli biçimlerde yorumlan
sa da. tüm öznelerin kurucusudur. Kavramsal olarak eksikle ilişki
lendirileıı bu travma, yeri geldiğinde, hem iğdişlik sahnesiyle, hem
ensesi tabusuyla ilişkilcndirilir. Bunlar, yapısalcı akrabalık anlatım
hırıyla iletilen terimlerdir ve burada, toplumsal gerçekliğin kurucu
kopuşunu oluşturan bir travmanın ve bir eksiğin sınırlarını belirle
me işlevi görmelerine karşın, kendileri çok özgül bir toplumsallık
kuramıyla, sıradan simgesel düzeni sıradan bir toplumsal sözleşme
kurmaya yönelik bir şey olarak anlayan bir kuramla çerçevelenir, Hu
yüzden. ?Aiek Enjoy Your SyıtıptomPda' insani toplumsal gerçeklisi
başlatan ve tanımlayan -olumsuz hir biçimde- eksikten söz eder­
ken. toplumsal gerçeklik için, heteroseksüel aileyi tüm insanlar için
tanımlayıcı toplumsal bağın kurucusu sayan kurgusal ve idealleşti
rilmiş akrabalık konumlarına dayanan bir toplumsallık varsayan,
kültüı ler-üstü bir yapı vazeder:

Oedipus Karmaşası, ensesi yasağı, simgesel iğdişlik. Babanın A d ı­


nın gelişi vb. nosyonlarının arkasındaki temel içgörü, belli bir
"kurbanlık durum.” “ parletrc." "dil varlığı" olarak insanın statü­
sünü tanımlamasıdır... “ (T]oplumsnllaşma’nın, öznenin simgesel
öncesi yaşamın “zevkten* tözfıyle simgesel düzenin karşılaşma­
sından doğuşunun psikaııalitik kuramı, istisna olması bir yana,
herkesin öyküsü olan ve bu haliyle de kurucu nitelikteki bir kur­
ban olma durumunun betimlenmesi değilse, nedir? Bu kurucu ni
lelik, 'toplumsal sözleşmc’ niı». öznenin simgesel topluluğa dahil
edilmesinin, bir zorlam alı tcrcih yapısına sahip olduğu anlamına
gelir... (s. 74).
ÇKKİŞKN EVREN SELLİKLER 161

^.ı/.ck’in değerlendirmesi, öznc-oluşunuınu banlatan kurbanlık


durumun altını çizmeye çalışır; ama tartışmasında simgesel top­
luluk ile toplumsal sözleşme arasında bir eşdeğerlik vazeder, hatta
toplumsal sözleşme, tırnak işaretleriyle ironileştirilir.1 Bir sonraki
sayfada, l.evi-Straussçu şemanın ilksel eksikle ilgili düşüncesine
uygunluğunun devam ettiğini açıkça ortaya koyar: "|Kladınlar,
.intak “aııııe şey” yasaklı olarak vazedildikten sonra bir mübadele
vc bölüşüm nesnesi haline gelir" (s. 75). Bu yüzden,-muhtemelen
erkek- özne için tercih, “ le pere ou pire"dir (ya baba ya daha kötü­
sü). Antigone’yle ilgili kitabımda daha genel terimlerle tartışmama
karşın, bu sayfalarda akrabalık kuramını ve simgeseli tartışma niye
tinde değilim. İlk travmaya ilişkin kuramsal koyulun, yapısalcı bir
akrabalık ve toplumsallık kuramı -antropolojinin vc sosyolojinin
oldukça kuşkuyla karşıladığı ve tüm dünyada yeni aile oluşumla­
rına uygunluğu azalan bir kuram- gerektirdiğine işaret etmek isti­
v a m ı. loucault. geç modern toplumsal biçimlerin akrabalık sis­
temleriyle tanımlanıp tanımlanmayacağını sorgulamakta haklıydı
vc antropolog David Schneider, akrabalığın, akrabalık örgütlenme­
sinin referans noktaları olarak kültürler-üstü bir heteroseksüellik
ve biyolojik üretim anlayışı elde etmeyi uman etnograflar tarafın­
dan yapay olarak nasıl inşa edildiğini tartışmaya yer bırakmaya-
>.ık şekilde göstermiştir/ Aynı şekilde, Pierre Clastres, toplumsal
Mi/leşmeyi ve toplumsal bağı tanımlamada akrabalık ilişkilerinin
çok sınırlı olarak işlediğini gösteren önemli bir inceleme külliya­
tı sunmuştur -Ziiek’in ilk eksiği kurumsallaştırmasını koşullayan
idealleştirilmiş akrabalık, simgesel topluluk ve toplumsal sözleşme
eşdeğerliğini tartışma konusu yapan incelemeler.
Hu nedenle, eğer ilk kopuş yalnızca toplumsallık ve simgesel dü
/enle ilgili çok tikel ve oldukça tartışmalı bir varsayım bağlamında
dıişünülebiliyorSa, bir ilk kopuşun toplumsal gerçekliği ve bizatihi
toplumsallık alanını başlattığını ve istikrarsızlaştırdığını söylemek
yetmez.
Ito OLUM SALLIK. HEGEMONYA. I EVRENSELLİK . BUTLER. ?.I?.EK. LA C M U

Anladığım kadarıyla bu sorun, ¿¡zek’in cinsel farka atfettiği


“ yarı-aşkınsal” statüyle ilgilidir. Eğer haklıysa, o /aman en temel
boyutuyla cinsel fark hegemonya mücadelesinin dışındadır; cinsel
farkın travmalı ve simgeleştir ileme/, statüsünün, anlamı konusun
da somut mücadelelere vesile olıUığunu büyük bir açıklıkla iddia
ederken bile. Anladığıma göre, diğer mücadeleler -örneğin “sın ıl"
vc "ulus"- temel ve travmalı bir fark ile somut, olumsal bir tarih
sel kimliği eşzamanlı olarak adlandırmadıkları için, cinsel fark he­
gemonya içindeki diğer mücadelelerden ayrılır. Hem “sın ıf” hem
“ ulus” simgeleştirilebilir ufkun alanı içinde bu daha temel eksik ve­
silesiyle ortaya çıkar; ama cinsel fark örneğinde olduğu gibi, kimse
bu temel eksiğe “sınıf" ya da “ ulus" demeye kalkmaz. Bu yüzden
cinscl fark, gösterenler zincirinde farklı bir konumu, hem zincire
vesile olan, hem zincirde bir halka olan bir konum işgal eder. Bu iki
anlam arasındaki kararsızlığı nasıl düşünmeliyiz vc aşkınsal olan,
zemini oluşturduğuna ve tarihsel denilen şeyin sürdürücii bir koşu­
luna vesile olduğuna göre, bu iki anlam her /aman ayrı mıdır?

Cinsel farkın ikizleşmesi


Kuşkusuz, böyle bir bakış açısıyla cinsel farka verilen önceliği
kabul eden feministler vardır; ama ben onlardan biri değilim. Bu
formıilasyon ilk bakışta cinsel farkı diğer tür farklardan daha temel
biçimde yansıtır ve ona, tarihsel anlamın ulkıı içinde aldığı somut
formülasyonlardan önemli ölçüde farklıymış gibi görünen -her
zaman kullanılan anlamıyla ya da "yarı ” ön nitelemesiyle aşkın
sal olan- yapısal bir statü verir. Cinsel farkın bu en temel düzeyde
yalnızca biçimsel (Shcpherdson*) ya da içi boş {'/.izek) olduğu iddia
edilince, evrensellik gibi görünürde biçimsel kavramlarda olduğu
gibi, kararsızlık içinde kalırız: Temelden mi biçimseldir, yoksa bi­
çimsel hale mi gelir, varsayımsal olarak aşkınsal tarzıyla biçimsel-
Icştirıneyi olanaklı kılan belli türden dışlamaların gerçekleştirilmesi
koşuluyla mı biçimsellcşiirmeye uygun hale gelir?
ÇEKİŞEN EVKh.NSfcl.UKI UR I6J

/izek'in simgesel diizcne atfettiği “ ideallik" alanlarının -simge-


Icşiirilebilirliği düzenleyen yapılar- psişik idealler olarak seyreltil­
miş olumsal normlar değil, aynı zamanda çözümlemenin yapısal
özellikleri de olduklarını kabul ettiğimizde, bu, önemli bir değerlen
dirmc haline gelir. Zizek'egöre cinsel fark (1) siıngeleştirilemezdir;
(2) ne olduğuna ilişkin birbiriyle çekişen yorum ların vesilesidir; (3)
idealin idcalliğinin cinsel farkın kendisinin özgün simgeleştirile
ınezliğini birlikte taşıdığı ideal koşullarda simgeleştirilebilirdir, Bu-
rada yine anlaşmazlık kaçınılmaz görünüyor. Herhangi bir toplum-
•.d lörmülasyonundan daha temel olan ideal bir büyük öteki ya da
ideal bir küçük ötekinin var olduğunu doğrulamak istiyor muyuz?
Ya »Lı cinsel farka ilişkin herhangi bir idealliğin. ıdcalliklcrini top­
lumsal öncesi ve tarif edilemez bir cinsel fark bakımından özsel gibi
gösteren ve etkin bir biçimde yeniden üretilen toplumsal normlar
taralından oluşturulup oluşturulmadığını sorgulamak isliyor mu­
yuz?
Klbctte, en ilerici Lacancı dostlarımın bile yanıtı, bu adlandırı­
lanla/, ama yine de adlandırdığımız cinsel farktan endişe etmemin
yeisiz olduğu; çünkü bunun içeriğinin olmadığı, safça biçimsel,
••onsuza dek içi boş olduğudur. Ben burada, Megel’in Kaııtçı biçim-
•iliklere karşı çok ikna edici bir biçimde öne sürdüğü noktalara işa-
ı el edebilirim: İçi boş ve biçimsel vapı, kesinlikle, içeriğin biçim ola-
lak yükselişinin tam anlamıyla başarılı olmamasıyla ortaya çıkar,
t üıısel farkın biçimsel yapısının baştan içeriksiz olduğunu, sonraki
vı önceki bir eylem tarafından içerikle “doldurulacağım” iddia et
ıııek yeterli değildir. Bu formülasyon hem biçim ile içerik arasında
tamamen dışsal bir ilişkiyi sürdürür, hem de reddettiği içeriğin ka
lıııtısından hiçbir zaman tam olarak kurtulamayan bir soyutlama
inecinin belli türden biçim cilikleri nasıl ürettiğini gösterebilen
«»Kumayı köstekler. Görünüşteki içi boşluğuyla bu ilk, toplumsal
••inesi cinsel farkın biçimsel niteliği, bütünüyle, belli bir idealleşti-
ı ılıniş ve zorunlu ikibiçim liliğin tutunmasını sağlayan şeyleşmeyle
başarılır. Biçimciliğin silınek zorunda olduğu, ama kendisine önsel
161 OLUMSALI IK. HEOKMONVA. KVRF.NSI.il 1K . M JTI KR. Zl/TK. LACLAU

olduğu için kuruluşunun göstergesi olan iz ya da kalıntı, çoğu kez.


b içim ciliğ in açığa çıkm ası için ipucu gibi işler. “ Kültürel an laşıla­
b ilirlik cinsel farkı gerektirir” ya da “cinsel farkı tanım ayan kültür
yoktur” gibi id diaların Lacancı söylem içinde dolaşıyor olm ası, üstü
kapalı olarak, bu aşkınsal dönüşü ateşleyen kısıtlayıcı norm atifliği,
tam da kendisini resmen cinsel farkın verili herhangi b ir toplum ­
sal işlem iyle lekelenm em iş ve ona önsel ilan ettiği için eleştiriden
kurtulan bir norm atifliği im a eder. 7.izek. “ |N )ih a i soru, bizzat ev
renselliğin iç i boş biçiminin hegemonya uğruna “savaş alan ı" olarak
ortaya çıkm ası için, hangi özgül içeriğin dışlanm ası gerektiğidir?"
diye yazabiliyorsa, kesinlikle şu soruyu da sorabilir: “ Cinsel farkın
iç i boş biçiminin hegemonya uğruna savaş alanı olarak ortaya çık ­
ması için hangi özgül içerik d ışlan m alıd ır?"
Elbette, saf spekülatif bir konum dan şu da sorulabilir: C insel far­
kın ilk ve nihai anlatılam azlığını kim vazeder ve böyle b ir vazetme
hangi am açlara ulaşır? Bu cn doğallanam az, kavram , doğrulaııabi
lirliğ in koşulu olarak sunulur ve eleştirisi/, b ir teolojik onaylam a ile
eleştirel b ir toplum sal soruşturm a arasında b ir tercihle karşı karşıya
kalırız: A n laşılab ilirliğ in tem el zem inine ilişkin bu betim lem eyi mi
kabul ediyoruz, yoksa böyle bir vazetm enin ne tür baştan reddet­
m elere ne pahasına ulaştığım sorm aya m ı başlıyoruz?
Bu tutum u kabul etseydik, ideal toplum sal cinsiyet iki
b içim liliğin e tam uym ayan cinsiyetli bedenler ortaya çıksa bile, cin
sel farkın aşkın bir statüye sahip olduğunu öne sürebilirdik. İdealin
yine de orada okluğunu, am a söz konusu -olum sal, tarihsel olarak
oluşmuş- bedenlerin ideale uym adıklarını ve uyum suzluklarının
idealle özsel ilişki olduğunu iddia ederek, cinsiyctleı -arasılığı açık
layabilirdik. C insel farkın can lı, biyolojik bedenlerle örneklenip ör
neklenınediği önem li olm azdı; çünkü farkların bu en çok kutsana-
m nın anlatılam azlığı ve sim geleştirilem ezliği, h içb ir örneğin doğru
olm am asına bağlı olurdu. Ya da transseksiielliği düşünm eye çalışır
ken, bu ideallik nedeniyle acı çeken ve bu inancın değişm ezliğini
dönüştürm eye çalışan yaşam lar karşısında cinsel farkın önceliğinde
Ç EK İŞEN I VRI.N SI.I.l İK İ ER 165

vc üstünlüğünde ısrar eden Catherine Millot'nun hastalıklaştırıcı


söylemini izleyebilirdik.* Ya da l-ransa'da yasal onaylı birliktelikleri
evli olmayan bireyleri de kapsayacak şekilde genişletmeye yönelik
çağdaş çabalarla ilgili olarak Sylviane Agacinski, Irène Ih è ry vc
I raııçoise Hérietier’in olağanüstü derecede geriletici siyasal iddia­
larını benimseyebilirdik.10 Agacinski‘vc göre, tam da hiçbir kültür
(o kültürün /emini, koşulu ve vesilesi olarak) cinsel fark varsayıl­
madan ortaya çıkamayacağı için, bu tür yasalara karşı çıkılmalıdır,
çünkü bizzat kültürün temel ön-kabulleriyle çatışır. Héritier, bu
konuda doğaya karşı çıkına çabalarının Psikotik sorunlar doğura-
ı ağını öne sürerek, Lcvi-Straussçu antropoloji perspektifinden aynı
yargıda bulunur." Cîerçekten de, bu sav o kadar başarılı savunuldu
kı sonunda Fransa Ulusal Meclisinde onaylanan yasa versiyonu,
geylcrin vc le/.biycnlerin evlatlık edinme haklarını açıkça redde­
diyor; doğaya ve kültüre aykırı bu tür koşullarda doğup büyüyen
çocukların psikoza gireceklerinden korkuluyor.
Héritier, l.évi-Strauss'un çalışmalarında her kültürel anlaşılabi­
lirliğin temelinde yatan “simgesel” nosyonunu andı. Jacques-Alain
Miller da kervana katılıp şunları yazdı: Kuşkusuz eşcinsellerin iliş­
kileri tanınmalıdır; ama evlilik benzeri yasal düzenlemelerin onları
da kapsayacak şekilde genişletilmesi olanaklı değildir, çünkü eşlerin
sadakati ilkesi “dişilin varlığı"yla sağlama alınır vc geylcrin, ilişkile
rinde bu can alıcı bağdan yoksun oldukları açıktır.”
Pekala denilebilir ki, cinsel fark öğretisinden yararlanan -bazı­
ları l.évi-Strauss'tan, bazıları I .açandan türetilen- bu çeşitli siyasal
tutumlar kuramın yersiz uygulanmasından kaynaklanırlar; cinsel
tark sahiden içi boş vc biçimsel bir fark olarak konulsaydı, bu farkın
verili herhangi bir toplumsal formülasyoııuyla özdeşleştirilemezdi.
Ama kavramsal düzeyde bile, aşkınsal ile toplumsalı ayrı tut
manın ne kadar zor olduğunu yukarıda gördük. Zira, cinscl farkın
kendisinin herhangi bir somut formülasyoııuyla ya da daha doğ-
ı usu “ içcriği’ ylc özdeşleşt iri Icmeyeceği iddia edilse bile, o formü
166 CH.UMSAI.I1K. HFC.FMONYA. I V R I N M İLLİK • » U n .l R./.I/F.K. t-ACLAU

lasyonların ya da içeriklerin herhangi birinden köklü bir biçimde


ayrılabileceğim iddia etmek de eşil ölçüde olanaksızdır. Burada,
terimin sallantılı statüsünün sonuçlarından bir şeyler görüyoruz.
Cinsel farkın, toplumsal ve simgeleştirilebilirin dışında bir "düzey"e
ait. (yarı-)aşkınsal olduğu farz edilir; ama eğer, cinsel farkın tarih­
sel ve toplumsal formülasyonlarının temelini oluşturuyor ve onları
besliyorsa, o zaman o formülasyonların koşulu ve tanımlarının bit
parçasıdır. Aslında, bu görüşü kabul edenlere göre, sim geleştirileli•
İn ligin simgclcştirilcmez koşuludur.
Oysa bana göre, verili herhangi bir cinsel fark lörmülasyonunun
aşkın olabilirlik koşulu olmak, aynı zamanda tüm bu formülasyon-
ların olmazsa olmazı olmaktır; bu koşul olmadan anlaşılabilir ola
mazlar. Aşkmsaldaıı önce kullanılan “ yarı-“, bu sonucun sertliğini
azaltmayı amaçlamaktadır; ama şu sorudan da kaçıyor: Aşkınsal
burada hangi anlamda kullanılıyor? Kaııtçı çizgiye göre, aşkınsal
şu anlama gelebilir; onsuz hiçbir şeyin görüncınediği koşul. Aın.ı
şu anlama da gelebilir: Verili herhangi bir nesnenin görünüşünün
düzenleyici ve kurucu koşulları, liu ikinci anlamda, koşul vesile
olduğu nesneye dışsal değil, onun kurucu koşuludur; gelişiminin
ve görünüşünün ilkesidir. Ihı yüzden aşkınsal. tem alaşunlabilir ola­
nın ortaya çıkışını kısıtlayan ölçüt koşulları sunar, Eğer bu aşkınsal
alanın bir tarihselliğe sahip olduğu düşünülınüyorsa -yani zaman
içinde değiştirilip düzcltilcbilcn değişen bir episteme olduğu düşü-
nülnüiyorsa- cinsiyet ve cinsel farka ilişkin daha radikal demok­
ratik bir formülasyon geliştirmeye çalışan bir hegemonya anlatımı
bakımından, nasıl bir vere sahip olabileceği benim için belli değil.
Eğer cinsel fark bu yarı-aşkınsal statüye sahipse, o zaman tüm so­
mut cinsel fark formülasyonları (ikinci derece cinsel fark biçimleri)
tekrar daha özgün formülasyona örtük bir biçimde işaret etmekle
kalmazlar, aynı zamanda bu teınalaştırılamaz normatif koşul tara
tından kısıtlanırlar da. Hu yüzden daha özgün anlamda cinsel lark.
anlaşılabilirliği baştan reddetmeyle ya da hastalıklılaştırmayla ya da
etkin siyasal güçsüzleştirme üzerine kuran kökten karşı çıkılama/
ÇEKİŞEN EVRENSELI.IK1.ER 167

l>ır ilke ya da ölçüt olarak etkili olur. Temalaştırılamadığı için eleşti­


rel sorgulamadan muaftır, ama yine de zorunlu ve özseldir: gerçek
ten de isabetli bir iktidar aracı. Eğer anlaşılabilirliğin bir "koşulu”
ise. anlaşılabilirliği tehdit eden, toplumsal tarihsel dünya içinde
olanaklı bir yaşam olasılığım tehdit eden belli biçimler olacaktır. Bu
yüzden cinsel l'aık yalnızca bir zemin işlevi görmez, kurumlaşması
ve onu zayıflatma girişimlerine (birkaçını anmak gerekirse, inler-
scksiicllik, transseksüellik, gey ve lezbiyen birlikteliklerine) karşı
korunması gereken tanımlayıcı bir koşul işlevi de görür.
Demek ki, entelektüeller, bizzat kültürün koşullarına aykırı ol
duğu gerekçesiyle normatif olmayan cinsel pratiklere karşı çıktık­
larında. Lacan'ın ya da simgesel düzenin zayıf biçimde kullanılması
sö/ konusu değildir. Tam da aşkınsal daha temel bir "düzey" olarak
kendi ayrı yerini tutmadığı ve tutamadığı için, tam da aşkınsal ze­
min olarak cinsel fark anlaşılabilirliğin ıılku içinde şekil almayıp,
bu ufku da yapılandırıp sınırlandırmak zorunda olduğu için, kültür
i«,iıule neyin anlaşılabilir bir alternatif sayılıp sayılmayacağını etkin
ve normatif biçimde kısıtlama işlevi görür. Bu yüzden, anlaşılabilir
kültürde ne tür cinsel düzenlemelere izin verilip verilmeyeceğini
önceden belirleyen bir kurama karşı önlem almak isteyenler, aşkın
s.ıl bir iddia olarak cinsel farka şiddetle karşı çıkmalıdırlar. Terimin
aşkınsal işlevi ile toplumsal işlevi arasındaki kaçınılmaz kararsızlık,
kural koyucu işlevini kaçınılmazlaştırır.

Baştan reddetmeler
Benim bu tutumla anlaşmazlığım açıktır; ama bu, psikanalizin
değerini ya da Lacancı okumanın kimi biçimlerini tartışma konu­
su yaptığım anlamına gelmez. İki toplumsal cinsiyetli bir ebeveyn
yapısını varsayan ve aileye eleştirel bakamayan Oedipus karmaşa­
sı kullanımlarını karşı çıktığım doğrudur. Eşcinsellik konusunda,
eşcinselliği okunaklı kılan ve neredeyse kaçınılmaz bir biçimde
168 OLUMSALLIK. HEGEMONYA, EVRENSELLİK . BU I I.ER, ?.l2EK. LACI.AU

hetcroscksüclliği çözüm olarak emreden tabu hesaba katılmadan,


ensest tabusunun düşünülmesine de karşıyım. Belli baştan reddet
meler olmadan hiçbir öznenin ortaya çıkmadığını bile kabul ede­
rim; ama bu kurucu baştan reddetmelerin, hatta travmaların, Levi*
Strauss'un ya da l.acan'ın bakış açılarıyla kusursuzca tarif edilebilen
evrensel bir yapıya sahip olduklarını reddediyorum. Aslında, 2izck
ile aramızdaki en ilginç farklılık, belki de ilk baştan reddetmenin
statüsü konusundadır. Ben bu baştan reddetmelerin ikinci derecede
toplumsal olmadıklarını, baştan reddetmenin değişik toplumsal ya­
sakların etkili olmalarının bir yolu olduğunu öne sürüyorum. I lem
nesneleri, onlar görünür görünmez yasaklar, hem dc arzunun ufku
içinde görimchilen vc görünen türden nesneleri peşinen kısıtlarlar.
Tam da kendimi bu ufkun hegemomk bir dönüşümüne adadığım
için, bu ufku tarihsel olarak değişebilir bir şema ya da episteme ola­
rak. kendi bağlamı içinde temsil edilemez olanın ortaya çıkısıyla
dönüşen bir ufuk, sınırlarında ve yiizey çatlaklarında ortaya çıkan
“olanaksız" figürlerin onun aşkmsalhğma meydan okumasıyla yö­
nünü yeniden belirlemek zorunda kalan bir ufuk olarak görmeye
devam ediyorum.
özdeşleşmenin vc özdeşleşme başarısızlıklarının hegemonya dü­
şüncesinde ııe kadar can alıcı olduğu ele alındığında da, psikanali­
zin değeri açıkça görülür. Bu konuda I.aclau ve /i/ek lc hemfikir
olduğumuza inanıyorum. İktidarın belli işlemleriyle ezilenlere, aynı
zamanda bu baskı aracılığıyla nasıl yatırım yapıldığını ve bizzat
kendi tanımlarının, onları düzenlemek, marjinalleştirmek ve kültü­
rel yaşam alanından silmek için kullanılan terimlere bağlı hale gel
diğiııi düşündüğümüzde, psikanalizin önemi ortaya çıkar. Bu, bazı
bakımlardan, öteden beri süregelen ezenle özdeşleşme sorunudur;
ama özdeşleşmelerin çoklu olabildiklerini, insanın bir tek sahne
içinde çeşitli konumlarla özdeşleşebildiğim ve hiçbir özdeşleşme­
nin kimliğe indirgenemediğini (bu konuda da I.aclau ve ?.izek’le
hemfikir olabileceğimize inanıyorum) düşündüğümüzde» farklı bir
yön alır. İnsanın kendi ezilmişliğine psişik yatırım ını anlamaya çalı-
ÇKKİŞFN KV KHNSKI.I.İKI F.R ir.«*

in birinin, ezilmişliğin o/ilcniıı zihninde üretildiği ya da psike'nin


ezilmişliğin nedeni olarak diğer koşulları gölgede bıraktığı sonucu­
nu varacağı korkusundan dolayı, insanın karşı çıktığı figürün konu­
muyla fiilen özdeşleşebileceğini öne sürmek, her zaman tuzaklarla
dolu bir alana girmektir. Gerçekten de bazen bu iki korku, bizi,
baskıcı toplumsal koşullarla, özellikle de. baskıcı özne tanımlarıyla
nasıl bir bağımız olabileceği sorusunu sormaktan bile alıkoyar.
Çıkarlarımıza açıkça aykırı durumlarda kalmamızın nedenini ve
kolektif çıkarlarımızı bilmenin ya da daha doğrusu anımsamanın­
d ı kadar zor olmasının nedenini belirlemek kolay değildir. Bununla
birlikte, bunu psikaııalitik bakış açısının yardımı olmadan belirle­
meye başlayamayacağınıız da açık görünüyor, bir azınlığı harekete
geçirip statükoyu reddetmesini sağlamaya çalışan biri bakımından
kendini korumaya ilişkin koşulların açıklığa kavuşturulması, bana
caıı alıcı görünüyor. Kafasında amaçlarla yola çıkan ve niyet ettikle-
ı iıniziıı dışında amaçlara ulaşan pek çok özne gibi, özellikle bizi ha-
lekete geçiren ve içten olmak gerekirse itiraf etmek istemediğimiz
özdeşleşmeler söz konusu olduğunda, açık seçik kendini anlamanın
sınırlarını anlamak zorunlu gibi görünür, özdeşleşme istikrarsız­
dır: Bilinçli olarak kaçınılan bir ideale yaklaşmaya ya da açıkça sa­
vunulan bir özdeşleşmeyi bilinçdışı düzeyinde reddetmeye yönelik
hiliııçdışı bir çaba söz konusu olabilir. Böylece bu. hangi nedenle
olursa olsun, kendi yatırımlarının bu bölgesini sorgulayamayanlar
ıçiıı bir felç durumu üretebilir. Bununla birlikte, kişinin salladığı
siyasal bayrak o kişiyi yönetmeliklerle evcileştirilme ya da sömürül­
me durumuna sokan bir özdeşleşmeye ve yatırıma mecbur ettiğin­
de, iş daha da karmaşıklaşır. Zira sorun, bir bireyin kendi psikesi
ve yatırımları hakkında ne düşündüğü değil (bu klinik psikanalizi
siyasetin son noktası haline getirirdi), verili bir siyasal alan içinde
ne tur özdeşleşmelerin olanaklı olduğunu, beslendiğini ve mecbur
kılındığını, o siyasal alan içinde bizzat özdeşleşme süreci sayesinde
belli istikrarsızlık biçimlerinin nasıl geliştiğini sorgulamaktır. Kğer
p.ırlak, yeni gey vatandaşın çağrılışı, orduya kabul edilme ve devle­
170 OLUMSALLIK. I I K i l MONYA. EVRENSELLİK • BUTLER.2tf.EK. LACLAU

tin himayesi altında evlilik yemini etme arzusunu gerektiriyorsa, o


zaman bizzat bu çağırmanın yol açtığı uyumsuzluk, aniden topar­
lanan bu kimliği parçalama olasılığını doğurur. Bu, kimliğin doğru
kabul edilen ve birbirine bağlı bir tutumlar kümesi şeklinde pıhtı­
laşmasına engel olur ve özdeşleşmenin başarısızlığını vurgulayarak,
larklı türden bir hegemonik oluşunum ortaya çıkmasına izin verir.
Ne var ki, bu ancak ideal durumda olur; zira bu uyumsuzlukla ilgi­
li yaygın bir anlayışın kök salıp, geylerin daha radikal bir gündem
doğrultusunda siyasallaşması biçimini almasının hiçbir garantisi
yoktur.
Bu anlamda, özdeşleşme bakımından siyasal olarak mevcut kate­
goriler hegemonya, uyumsuzluk ve yeniden eklemlenme oyununu
peşinen sınırlarlar. Mesele, basitçe bir psişe’niıı kendi ezilmişliğine
yatırım yapması değildir; bizzat özneyi siyaseten yaşayabilir duru­
ma getiren koşulların, özdeşleşmenin yörüngesini düzenlemesi ve
şansa bağlı olarak, kimliksizleştirici bir direnişin alanı haline gel­
mesidir. Bu forınülasyonun, buradaki yazar arkadaşlarımın genel­
likle savundukları bir görüşe oldukça yaklaştığına inanıyorum.
I-Yeud ile Foucault’nun kesişme noktasında, toplumsal iktidar
ile psişik gerçekliğin ikili işleyişini hesaba katan bir eylem küraını
sunmaya çalıştım. îk lith rın Psişik Yaşamı’nda1* kısmen ele alınan
bu projenin güdüleyicisi, ya mekanik olarak yeniden üretilen dav­
ranışçı bir davranış hareketine ya da kim lik tanımlayıcı pratiklerde
asli olarak var olan istikrarsızlıkların önemini takdir etmeyen sos
yolojik bir “ içselleştirme” nosyonuna dayandığı ölçüde. I'oucaııltcu
özne kuramının yetersizliğidir.

Normdaki fantezi
l-oucaultcu bir bakış açısından, özneyi düzenlemeye çalışan ikti
dar rejiminin, bunu özneye bir kendi kendini tanımlama ilkesi sağ
layarak gerçekleştirip gerçekleştirmediği bir sorundur. Eğer öyleyse
ÇEKİŞEN EVRENSFI LİK I ER 171

ve bu şekilde özneleşme tabi olmayla ¡(işkiliyse, o zaman, bunu ey-


leyiciliğin zemini olarak bir özııc nosyonunu akla getirecek biçimde
gerçekleştirmez; çünkü öznenin kendisi, eyleyiciligin amaçlarının
ve kapsamının ne olacağını peşinen sınırlayan iktidarın işlemle­
riyle üretilir. Ne var ki. bu içgörüden, hepimizin zaten/her zaman
tuzağa diişmüş durumda olduğumuz ve düzenlemeye ya da düzen­
lemenin aldığı tabiiyet biçimine hiçbir direniş noktası bulunmadı­
ğı sonucu çıkmaz. Bunun anlamı, özneyi eyleyıciliğin bir zemini
olarak kucaklamakla, düzenleyici iktidarın sonuçlarına karşı koy­
muş olacağımızı sanmamamız gerektiğidir. Burada psişik yaşamın
çözümlenmesi can alıcı olur; çünkü öznenin üzerinde etkili olup
arzularını üreten ve etkinliğini sınırlayan toplumsal normlar tek ta­
raflı çalışmazlar. Basitçe, verili bir biçimde dayatılmaz ve içselleşti-
rilmezler. Aslında hiçbir norm, fantezi harekete geçirilmeden ya da
daha özgül olarak, hem toplumsal hem psişik olan ideallere fantaz
ınatik bağlanma olmadan özne üzerinde etkili olamaz. Psikanaliz,
lam da insan toplumsal normların faııtazınatik boyutunu anlamayı
arzuladığı noktada Foucaultcu çözümlemeye girer. Yalnız, fanteziyi
bir düzeyde" gerçekleşen bir şey, toplumsal çağırmayı “ başka bir
düzeyde* gerçekleşen bir şey olarak anlamaya karşı uyarıda buluna­
yım. M im ari çağrışımları olan bu hamleler, iki süreç arasındaki kar­
şılıklı ilişki sorununa ya da daha doğrusu, toplumsal ııormalliğin,
sürekli etkinliğinin aracı vc kaynağı olan psişik gerçekliğin dışında
nasıl düşünülemez olduğu sorununa yanıt vermez. Normlar, hem
Bourdieunün öne sürdüğü gibi cisiıııleşir, hem de cisimleşmenin
kendisi, her zaman bilinçli olmayan, normalliği yinelenebilir bir
zaınansallığa tabi kılan bir yorumlama tarzıdır. Normlar durağan
kendilikler değildir; fantezinin sağladığı idealleştirmelerle sürdürü­
len varoluşun bütünleşik ve yorumlanmış özellikleridir.
Zizek, psişik yaşamın kalbinde, almaşıklı olarak ya maddi ya
ideal diye tarif ettiği “ travmalı bir çekirdek/kalıntTum varlığında
ısrar ettiği halde, işaret ettiği maddiliğin maddi ilişkilerle bir ilgi­
si yoktur. Bu travmalı çekirdek toplumsal ilişkilerden oluşmamış­
172 OLUMSA I.IJK . llF.lifcMONYA, EVREN SELİ İK . HUTI.I R. £l?KK. I ACI.AU

tır, ama maddilik mctatörlarına göre zihinde şekillendirilen, ama


kavramsallaştırılamaz olduğu ve bizzat kavramlaştırmanın da sını­
rı olarak işlev gördüğü için bu şekillenmeler dışında ne görünür,
ne anlaşılır olan toplumsallığın hir sınır no (tası olarak işlev görür.
Acaba, bu soruna NVittgcnsteincı bir yaklaşım bu konuları basitleş­
tirebilir mi? Toplumsallığı kavramsallaştırmanın ve verili herhangi
bir toplumsallık lörmülasyonunun bir sınırı olduğu ve deneyimin
çeşitli eşiklerinde ve tayflarında bu sınırla karşılaştığımı/ konusun­
da heınlıkir olabiliriz. Ama bu sınıra teknik bir ad, “ Gerçek” adını
vermeye ve öznenin bu başlan reddetmeyle oluştuğunu iddia etm e­
ye neden mecbur olalım ? Teknik bir terminoloji kullanmak, çöz
düğünden daha fazla sorun yaratır. Bir yanda, “Gerçek"in öznenin
kurucu sınırından başka bir anlama gelmediğini kabul etmemi/
gerekir; ama ote yandan, öznenin kurucu sınırına bu terminoloji
kullanılmadan işaret etme çabasını, asıl işleyişini anlayamama ola­
rak değerlendirmek niye? Görüngüleri anlamak için kategorileri mi
kullanıyoruz, yoksa "Babanın adına" kategorileri desteklemek için
görüngüleri sıraya ını diziyoruz? Aynı şekilde, sulandırılmış sim­
gesel nosyonunun norm atif akrabalıktan ayrılabileceğini kabul et­
meye çalışabiliriz, ama Baba ve l'allus'un yeriyle ilgili tüm bu lallar
niye? Tanımsal bir yargıyla, simgeselin insanı hiçbir tikel akrabalık
nosyonuna ya da daha genel olarak içi tamamen boş ve genelleş­
miş bir akrabalık kavrayışına kapatmadığı ilan edilebilir; ama o za-
m.ın, bu simgeseldeki "konum lar'ın her zaman idealleştirilmiş bir
heteroseksıiel ebeveynlik nosyonu etrafında dönmesinin nedenini
anlamak zordur. Tıpkı Jungcuların, herhangi bir toplumsal cinsi­
yetten biri, ilkenin taşıyıcısı olabildiği halde “dişil” teriminin neden
kullanıldığına doyurucu bir yanıt vermemeleri gibi. Lacaııcılar da
toplumsallığın içine işlemiş bu tür terimleri her türlü toplumsallık
tan bağışık tutacak ya da daha kötüsü, genel olarak toplumsallığın
toplumsal öncesi (yarı-)aşkınsal koşulu kılacak şekilde tanımlama­
ya kalkışırken, aynı zamanda ataerkil akrabalık konumlarının bü­
yük harlle yazılan “ Yasa” biçiminde yeniden dolaşıma sokulmasını
ÇEKİŞEN EVREN SELLİKLER 173

lı.ıklı göstermek konusunda sıkıntı çekerler. Arkadaşlarım Slavoj ve


lünesto'nun “ Fallus” teriminin fallus-sözmerkezcilikten tanımsal
olarak ayrılabileceğini iddia etmeleri, önünde saygıyla eğildiğim
l>ir terim yenilikçiliği başarısıdır. İfadelerinin retoriksel olarak ken­
di önermelerinin içeriğini çürütmesinden korkuyorum, ama daha
la/lasını söylemeyeyim.
Ego psikolojisinin bazı hâkim biçimlerince uzak durulan psi-
kanalitik koyııtu, «/nenin baştan reddetme temelinde var olduğu
koyulunu (I.aplanche) kabul ediyorum, ama bu baştan reddetmeyi
toplumsallığın yok oluş noktası olarak anlamıyorum. Bireyleşmenin
hilinçdışım. bir kalıntıyı üreten bir baştan reddetmeyi gerektirmesi
kaçınılmaz olabilir, ama bilinçdışmın toplumsal öncesi değil, dile
gelmez toplumsalın varlığını içinde $iirdürdiığu belli bir tarz olması
da eşit derecede kaçınılmaz görünüyor. Bilinçdışı. bilinçli, toplum­
sal yaşam alanında zorunlu bir boşluk oluşturan, toplumsal içerik
ten arınmış psişik bir gerçeklik değildir, liilinçdışı norm ların hem
normalleştiren, hem normalleştirmeyen biçimde kaydedildiği sürekli
bir psişik durumdur; norm ların koyutlanmış güçlenme, çözülme ve
sapma alanıdır; lıe r zaman bilinçli ya da kasıtlı olarak gerçekleşme­
yen özdeşleşmeler ve inkârlar aracılığıyla m al edilm elerinin öngörü-
İçmeyen yörüngesidir, özneyi kuran -ve istıkrarsızlaşiıran baştan
reddetmeler, neyin bir kişi olup olmayacağını sınırlayan, kişiyi hay­
vandan ayırma, iki cinsi ayırt etme, "kaçınılm az" bir lıeteroseksıiel-
lık ve ideal toplumsal cinsiyet morfolojileri yönünde özdeşleşmeler
yaratma eğiliminde olan ve aynı zamanda, ırksal, ulusal ya da sı
ıııfsal kimliklere bağlı olarak, karşı çıkmanın ya da taraf olmanın
çoğu kez güç olduğu inatçı özdeşleşmelere ve inkârlara malzeme de
üretebilen düzenleyici ideallerle, iktidar yörüngeleriyle eklemlenir.
Psikanaliz, özerklik etkisi üreten toplumsal iktidar biçimlerini
doğallaştırmaya istekli olmadıkça, alanın özerkliğini varsayan bir
psişik gerçeklik çözümlemesi yürütemez. İktidar, öznenin oluşumu
sırasında ve öznenin oluşumu olarak ortaya çıkar: Baştan reddet­
menin özne-üretme işlevini üretken iktidar dünyasından ayırmak.
171 O l.l'M SAl IIK . HEGEMONYA. EVRENSEM IK • 5UTI.HR. /Y/A K. I.ACI AU

toplumsal anlamların, bizatihi bilinçdışı psişik süreçlerin eyleminin


bir parçası olarak yorumlanmasını reddetmektir. Dahası, kendi ken­
dini tanımlamayı biliııçöncesi ve bilinçdışı düzeylerde düzenleyen
kişilik idealleri, çeşitli türden baştan reddetmelerle üretilmişlerse,
o zaman bu tür ideallerle ilişki içinde ortaya çıkan panik, dehşet,
travma, öfke, tutku ve arzıı. bunların toplumsal fornuilasyonları
na başvurulmadan anlaşılamazlar. Bu, iktidarın toplumsal biçim­
leri özneleri kendi basil sonuçları olarak üretirler demek değildir,
normların, psişik gerçekliği davranışçı çizgide içselleştirdiklerini
iddia etmek de değildir. Toplumsal normların değişik biçimlerde
psişik gerçeklik olarak yaşandığını vurgulamaktır; melankoli ya da
mania, paranoya ya da fetişizm gibi temel psişik durumların yal­
nızca belli toplumsal koşullarda özgül biçimler almakla kalmayıp,
aldıkları biçimler dışında temelde yatan bir özlerinin bulunmadığı­
nı da öne sürmektir. I’sişenin özgül olması, özerk olduğu anlamına
gelmez.
Toplumsal kınamayı davet edebilecek cinsel ilişkilere girme ihti­
mali çeşitli biçimlerde okunabilir, ama toplumsal normun fantezi­
deki işleyişini tartışma konusu yapmanın hiçbir yolu yoktur. flhet-
te, norm her zaman aynı şekilde işlemez: Cinsel pratik tam da va.ıt
ettiği aşağılanmadan ölürü arzulanabilir ve aşağılanma da kayıp hu
nesneyi, bir ebeveyn figürünü, ya da gerçekten de bir yasa figürü­
nü psişik olarak geri getirmeyi, cezalandırma sahnesi aracılığıyla
hır bağlantıyı geri getirmeyi vaat ettiği için (melankolinin çoğu, hu
kendi kendini ortadan kaldırma isteğine dayanır) istenebilir. Ya da
cinsel pratik, korkulan ya da inkâr edilen başka bir cinscl pratiğe
karşı bir savunma yerine geçtiği arzulanabilir; arzıı ve beklenen
aşağılanma dramının lamamı, daha acılı başka bir psişik sonuca
varmamak için yön değiştirme olarak iş görebilir. Bu vakaların her
birinde norm, fanteziyi yapılandırmak üzere işler; ama deyim uy­
gunsa, psişe tarafından değişik biçimlerde kullanıma da sokulur, lîıı
yüzden, norm fanteziyi yapılandırır, ama belirlemez; fantezi norm­
dan yararlanır, ama normu yaratmaz.
ÇK.KlŞIiN KV K KNSK 1.1.1K(.EK I7S

< iinse! pratiğin, sözün gelişi, anal giriş okluğu ve hu pratikle başı
hoş olmayan bir kişinin üreme bakımından bir erkek olduğu varsa­
yılma. o zaman birçok soru ortaya çıkabilir: Fantezi, bunu yapmak
mıdır yoksa kabul etmek mi ya da aynı anda hem yapıp hem kabul
elınek mi; fantezi aynı zamanda başka bir fantezinin, özünde ka­
imi edilemez bir saldırganlık bulunan ya da ensesi arzuyu içeren bir
fantezinin ikamesi olarak mı işler? Toplumsal norm fantezide hangi
lıgiırü üzerine alır; yoksa “ Bcn'in fantezinin sahne düzeninde ne­
rede olduğunun söylenmesini pek kolaylaştırmayan biçimde hem
.uzuyla hem yasayla mı özdeşleşilir? Birisi bu fanteziyle ilişkisinde
paranoya ve utanç yaşar, kendini dermansız, insan içine çıkamaz,
kimseyle etkileşime giremez bir durumda buluyorsa, bu tür bir ıstı
ı ıp için, yalnızca normun toplumsal gücünü değil, fantezinin psişik
yaşamına girip onu şekillendiren bu toplumsal gücün azgınlığını da
hesaba katan bir açıklamaya gereksinimimiz yok mudur? Burada
toplumsal normu çözümlemenin bir tarafına, fanteziyi diğer taralı­
na kaymak olanaklı olamaz; çünkü normun ınodııs opcraıulfsi fan­
tezidir ve bizatihi fantezinin sözdizimi, toplumsal normun sözlüğü
anlaşılmadan okunamaz. Norm, cinsel yaşama, norın ile cinsellik
ayrılabilirmiş gibi basitçe girmez: Norm cinselleştirilir ve cinselleş-
iırır; cinsellik, belirlenmese de. norm temelinde oluşur. Bu anlam
»la. beden, norm ve fantezi kuramlaştırmasına girmelidir; çünkü
!>cden, norm arzusunun şekil aldığı yerdir ve norm, arzuyu ve fan­
teziyi kemli doğallaştırılışının hizmetinde yetiştirir.
fantezide yer alan yasanın, büyük hai lle yazılan biçimiyle Yasa
olduğunu ve küçüğün görünüşünün, büyüğün işleyişinin işareti ol-
dıığunu iddia etmek, Lacancı bir baştan çıkmadır. Bu. psikanaliz
•inamının teolojik bir proje haline geldiği andır. Teolojinin kendi
yeri vardır ve göz ardı edilmemelidir; ama bir iman ikrarı olduğunu
ı ahul etmek herhalde önemlidir. Bu bilgi pratiğini yapılandıran diz
çökme duruşunu taklit edip tekrarladığımız ölçüde, onlara inanır
dıırııma gelebiliriz ve inancımız, bu mimetik pratiğin bir sonucu
haline gelir. 2izck'lc birlikte, ezeli bir inancın diz çökmelerimizi
176 OLUM SALLIK. Nl liEM O N YA, EVRİ MSELLİK . Bl.'TLEK. 2l?.l-K. LACLAU

önceden koşullandırdığını iddia edebiliri/; ama ben. bu teolojik


atılıma başlamak için zorunlu olan şeyin bizzat teoloji arzusu, he­
pimi/in paylaşmadığı bir arzu olduğunu öııe sürüyorum. Aslında,
hem kuram hem klinik pratik olarak psikanaliz bakımından daho
önemli gibi görünen şey, toplumsal norm lar psişe içiıulı çeşitli bi
çim ler alırken onların hangi dönüşümlere uğradıklarını, ne tür ıstı
rap biçimlerine yol açtıklarını, aynı zamanda rahatlamak için hangi
ipuçlarını verdiklerini görmektir.
Açıkça öznenin vücudunu bozmayı, halta yok etmeyi amaçlayan
kendi kendini sakatlamanın çeşitli biçim lerini ele alalım. Eğer özne
bir kadınsa ve bu kadın, babasını annesinden (ve annesini kendi­
sinden) ya da erkek kardeşini kız kardeşinden (ve ikisini kendisin
den) uzaklaştıran bir iğfalin sorumluluğunu kabul ederse, o zaman
sakatlama, suçunun ve kaybının kaynağı olarak anladığı bedeni yok
etmeye yönelik bir girişim işlevi görebilir. Ama bedeni yok etmeye
çalışmıyor da olabilir; vücudu yalnızca yaralamaya, herkesin göre
coği işaretler bırakmaya, dolayısıyla bir gösterge iletmeye, günah
çıkarm anın ve niyazda bulunmanın cismani eşdeğerini icra etmeye
çalışıyor olabilir. Yine de bu işaretler, hedeflenen kişiler için (muğ­
lak bir biçimde) okunamaz olabilirler; bu yüzden beden, iletmekle
yetersiz kaldığı göstergeler yayar ve eldeki "semptom." okunaksız
bir itirafa adanmış beden semptomudur. Bu sahneden alelacele
bir soyutlama yapıp, burada işleyen büyük Ö tekiyle ilgili bir şey,
tüm özneleri kapsayacak şekilde genelleştirilebilecek yarı-aşkınsal
ya da a priori bir şey bulunduğuna karar verirsek, bu örnekte ken­
dini gösteren oldukça karışık psişik ve toplumsal düğümlenmeden
sakınmanın bir yolunu bulımış oluruz. Sahnenin a priori koşulla­
rı düzeyinde genelleştirme çabası, sahnede etkili oldukları şekliyle
toplumsal normların gücünü önemsememe ya da değerini a/altııu
eğilimindeki bir tür evrenselleştirici iddiaya kestirme bir yoldur:
ensest tabusu, çekirdek aile, kadınların arzularının saldırgan far/
edilen sonuçlarını engellemede suçluluk duygusunun etkisi. s.ı
katlanmış göstergeler olarak kadın bedenleri ( Akrabalığın Temel
ÇEKİŞEN EVREN SELLİKLER 177

Yapılarında kadınların dolaşımdaki göstergelerle Levi-Straussçu


özdeşleşmelerinin farkında olunmadan sahnelenişi).
/.izek, kısmen. Lacan’ı saf kuranı dünyasından çıkararak, l.acan'ın
popüler kültür üzerinden nasıl anlaşılabileceğini ve popüler küllü-
riin de locanın kuramının sunulmasına nasıl hizmet edebildiğini
göstererek çağdaş eleştirel incelemelerde öne çıktı. 2izek'in çalış­
maları popüler kültürden ve çeşitli ideolojilerden zengin örneklerle
ve bunların karışık "şakalarıyla" doludur; ama bu örnekler, psişik
gerçekliğin çeşitli ilkelerini, toplumsal örnek ile psişik ilke ara
sındaki ilişkiye açıklık getirmeden aydınlatmaya yarar. Toplumsal
örnekler, psişik gerçekliğin yapılarına ilişkin içgörülere vesile o l­
malarına karşın, ama kendisinden önce gelen psişik bir gerçekliği
anlama bakımından, toplumsalın hir mercekten fazla bir şey olııp
olmadığını çıkaramıyoruz, örnekler, açıklayıcı örneğin açıklamaya
çalıştığı içerikten ayrılabilirliğini varsayan bir alegori tarzında işlev
görürler. Bu yüzden, bu ayrılık ilişkisi, daha önce gördüğümüz iki
düzeyli mimari mecazını özetleyerek tekrarlar. I;.ğer psişik ile top­
lumsal arasındaki bu lür bir ayrılığa Kartezyen dcnilmivorsa, bura­
da etkili olan ikiciliği tarif etmek için başka bir terim bulunmasın­
dan memnun olurum.
Bu uzun değerlendirme, daha geniş bir siyaset kavrayışı bakım ın­
dan psikanalizin yerine yiııe de açıklık getiremez. Zizek, kimliksiz-
Icşmcnin ideolojik çağrılmada nasıl işlediğini, çağırmanın kendi
nesnesini tanım layıcı işaretiyle birlikte yakalayamamasının, nesne
ııiıı anlamlarıyla ilgili bir çekişmenin koşulu olduğunu göstererek,
hegemonyanın kendisi bakımından temel bir dinamik başlatarak bu
projeye çok büyük katkıda bulunmuştur, özneye ona verilen adla
eşanlamlı kılan performatif bir yakalamayla buyurmaya yönelik
lu-r çabanın başarısızlığa mahkûm olduğu açık görünüyor. Neden
başarısızlığa mahkûm olduğu açık bir soru olarak kalıyor. İle r öz­
nenin hiçbir tekil adın yakalayamadığı bir karmaşıklığa sahip oldu­
ğunu söyleyebilir vc böylccc belirli bir adcılık biçim ini çürütebiliriz.
Ya da, adlandırma süreci ne kadar karışık vc değişik olursa olsun.
I7X O t.UM SALIJK, HF.GRMONYA.EVRKNSP.LI İK • BUTLER. 2t2F.K, LACI.AU

her öznede adlandınlamayan bir şey bulunduğunu söyleyebiliriz


(Zizek’in meramının bu olduğuna inanıyorum ). Ya da adı biraz
daha yakından, ne tür düzenleyici aygıtlar çalıştırdığı, tek başına
çalışıp çalışmadığı, "çalışmak” için her aralıkta başarısızlık olasılı­
ğını devreye sokan bir tekrarı gerektirip gerektirmediğini düşüne­
biliriz. Bununla birlikte, çağırmanın her zaman ad aracılığıyla etkili
olmadığını unutmamak önemlidir: Sessizlik siz kastediyor olabilir,
öznelere buyurmakta kullanılan söylemsel araç, yalnızca söylemin
içinde asimile olmaya direnen söylemi aşan bir şeyden ötürü değil,
söylem, onu kullananların niyet ettiğinden çok daha fazla amaca ve
etkiye sahip olduğu için de başarısız olur. Niyet edilmeyen sonuç­
ları olan bir araç olarak söylem, engellemeyi amaçladığı kimlikleri
olası kılabilir. Aslında, baştan reddetmenin ifadelendirilişi, onun
potansiyel çözülüşünün ilk uğrağıdır; zira söylemsel bir yörüngeye
yerleştirildiği, onu canlandıran niyetlerle bağı koptuğu anda ifade,
yeniden ifade edilmiş ve etkisizleştirilmiş olur.
Kültürel anlaşılabilirlik yerleşebilsin diye belli olasılıkların dış­
landığı baştan reddetme durumunda, baştan reddetmeye söylemsel
bir biçim vermek, istikrarsızlaşmasımn başlangıcı olabilir. Konuşu­
lamaz konuşur ya da konuşulabilir konuşulamazı sessizlikte konu­
şur; ama bu konuşma edimleri konuşmaya kaydedilir ve konuşma,
konuşulamaz tarafından kırılıp açılması sayesinde başka bir şey
haline gelir. Psikanaliz, amaçlanmayan anlamın söylemdeki etkinli
ğiııde ısrar ettiği ölçüde bu alana girer. Foııcault psikanalizle keııdl
yakınlığını görememiş olmasına karşın, niyetin tam olarak kont
rol etmediği söylemsel pratiklerin ürettiği “ istenmemiş sonuçlar"ın
kesintiye uğratıcı ve dönüştürücü etkiler doğurduğunu açıkça an
lamıştır. Bu anlamda psikanaliz, aslında siyasal pratik içinde v.ıı
olan olumsallığı ve riski anlamamıza yardım eder -bilinçli olarak
niyet edilen belli türden amaçlar, başka iktidar işlemleriyle bozulup
onaylamadığımız sonuçlar doğurabilirler (örneğin A B D ’d e pornog
rat'ı karşıtı feminist hareket, davasının sağcı Cumhuriyetçiler tara
fından sahiplenildiğiııi gordii vc feministlerin bazılarının -umuyo*
ÇEKİŞEN EVREN SEI I.İKI.BR I7V

m/ buna .anı sıkıldı). Öte yandan, düşman saldırıları paradoksal


bir biçimde karşı tarafın konumunu güçlendirebilir, özellikle geniş
kamuoyunun düşman taktiklerinin temsil ettiği aleni saldırganlık­
la özdeşleşme arzusu yoksa. Bu. amaçlarımızı belirleyip stratejiler
geliştirmememiz, oturup düşmanlarımızın kendi ayağına sıkmasını
beklememiz gerektiği anlamına gelmez. Elbette, kolektif temelde si­
yasal planlar geliştirip savunmalıyız. Ama bıı. iktidarla ilişkimizde,
uygulamaya konulan amaçların (yurttaş hakları hareketinin zafer­
leri) karşıtları (California'nm yurttaş hakları inisiyatifi) tarafından
sahiplenilip ctkisizlcştirilcbileceğim (pozitif ayrım cılığın katledil­
mesi) düşünemeyecek kadar saf olduğumuz anlamına gelmez.

Siyasetin olabilirlik koşulları -ve dahası


Bıı tersine dönme olasılığı ve var olan iktidar kum ullarının eline
düşme korkusu, birçok eleştirel entelektüeli eylemci siyasete gir­
mekten alıkoymaktadır. Eleştirel incelemeye tabi tutulmak istenen
misyonları kabul etmek zorunda kalınacağından korkulmaktadır.
Soyleın, iktidarın daha geniş işleyiş tarzını yerelleştirme ve bula­
nıklaştırma eğiliminde olsa bile, eleştirel bir bakış açısının sorgu­
layacağı hümanizmin belli öncüllerini kabul etmeyi gerektirse bile,
“hak" nosyonu benimsenebilir mi? Demokratik oy hakkı taleple­
rinde merkezi bir öneme sahip olan “evrensellik” koyulu kabul edi
lohilır mi? Siyasal topluluğun kuruluşunu sorgulamak gerekirken,
"dahil edilme” talebi savunulabilir mi? Siyasal alanın örgütlenme
i,ıı/ı tartışına konusu yapılabilir mi ve böyle bir sorgulama, radikal
demokratik bir girişimde merkezi bir öneme sahip olan özdüşü*
ııiıın sürecinin bir parçası olarak kabul edilmiş m idir? ö te yandan,
«lı şiırel bir entelektüel eleştiriye tabi tuttuğu terimleri kullanabilir
mı, acilen gereksinim duyulan bağlamlarda kullanılm alarının ku-
ıulusallaştırma öncesi gücünü kabul edebilir mi?
I ntclcktücllcr olarak, siyasalın olabilirlik koşullarının tartışıldığı
bu sayfalarda ağırlıkta olan sorular ile bugünkü hegemonya müca-
1«) OLUM SALLIK. HEGEMONYA, EVREN SELLİK • BL'TLER. £l2EK. LA< I Al'

delcsini oluşturan mücadeleler arasında hareket edebilmek önemli


görünüyor: çeşitli yeni toplumsal hareketlerin gelişimi ve evrensel
leşmesi. koalisyon çabalarının ve özellikle kımlikçi siyaseti çapı
kesme eğiliminde olan ittifakların somut işleyiş tam . Hu çabaların
"tikel* ya da “ tarihsel bakımdan olumsal” olarak anlaşılıp bir tel
başlık altında toplanabileceğini düşünmek, sonra entelektüellerin,
mevcut siyaset oyununun dışında kaldığı farz edilen daha Icnıd
konulara yönelmeleri bir hata olur. Muhataplarımın böyle bir sus
işlediklerini öne sürmüyorum. I.aclau'nun çalışmaları, özellikle de
editörlüğünü yaptığı Siyasal Kim liklerin Oluşum u", bu sorunu açık
bir biçimde ele alır, ¿izek ile balkanlardaki siyasal durumun haşin ı
eleştirmenlerinden biri olarak ortaya çıkm ıştır ve daha yerel olar.il>.
Slovenyanın siyasal yaşamına çeşitli yollarla katılmaktadır. Üstelik,
öyle görünüyor kı, hepimizin az çok bağlı olduğu hegemonya no*
yonu, tam da bu toplumsal hareketler evrenselleştirici bir iddlftd •
bulunurken ve tam da tarihsel ufukta bizatihi demokratiklerim
vaadi olarak ortaya çıktıkları bir sırada toplumsal hareketleri «lıı
şüıımeyi gerekli kılar. Ama bu tür hareketlerin olabilirlik koşulla
rım saptamanın, onların içsel ve birbirleriyle örtüşeıı mantıklarına
demokrasi koşullarını sahiplenme ve bu sahiplenmenin bir sonucu
olarak bu koşulların kaderini yönlendirme tarzlarına bağlanmakla
aynı şey olmadığı uyarısında bulunmak isterim.
bazı yerlerde geniş bir cinsel azınlıklar yelpazesini kucaklayacak
şekilde genişleyen lczbiyen ve gey hareketi, son yıllarda var ol.m
normlara asiınile edilmek konusunda birçok sorunla karşılaşmışın
Bazıları A B D ordusuna alınmak için yaygara koparırken, bazıUft
bir ordu eleştirisi yapmaya ve orada bulunmanın değerini sorgu
lamaya çalıştı. Avm şekilde, Avrupa’nın bazı alanlarında (özellikli
Fransa vc Hollanda'da) vc A BD ’de bazı eylemciler evlilik kurumu
nu heteroseksüel olmayan çiftleri de kapsayacak şekilde genişlet
meye çalışırken, bazıları evlilik kurumuna karşı aktif bir eleştilı\ı
sürdürmekte, devletin tekeşli birliktelikleri tanımasının sonıındi
birçok cinscl azınlığın cinsel özgürlüğünü meşru olmaktan çıka* ip
ÇEKİŞEN EVRENSELLİKLER 181

çıkarmayacağını sorgulamaktadır. Anaakım liberal eylemcilerin


ulaşmaya çalıştıkları ilerlemelerin (orduya ve evliliğe kabul edilme),
lr/bıyenler ve geylcr bu hak ve yükümlülükler konusunda diğer va­
tandaşlarla eşit muamele talebinde bulundukları ölçüde demokra­
tının bir uzantısı vc hegemonik bir ilerleme olduğu, bu kurumlara
kubul edilme ihtimalinin, şu aııda hegemonyanın evrenselleştirme
vaadinin ta kendisini taşıdıklarının bir göstergesi olduğu söylene
bilirdi. Ama bu sağlıklı bir sonuç olmazdı; zira bazı lezbiyenlcr vc
peyler için bu tartışmalı hak ve yükümlülüklerin hayata geçirilmesi,
hokkalarını marjinalleştirmcyc ve hareketin süregelen amaçların­
dan olan cinsel özgürlük olanaklarının önünü tıkamaya yarayan
meşruiyet norm larını yerleştirir. Gey siyaseti için askcrlik-evlilik
amacının doğallaşması, bu kurululardan birini ya da diğerini düş­
man değilse bile lanetli gören kişileri de marjinalleştirir. Aslında,
her iki kuruma karşı çıkanlar, “demokrasinin gelişmesiyle birlikte”
hu kurumlar içinde temsil edilme biçimlerinin, en merkezi, siyasal
bağlanımlarının bir ihlali olduğunu görürler. O halde, bu oldukça
vat ışınalı durumda hegemonyanın işleyişini nasıl anlarız?
I ler şeyden önce, açıkça görünüyor ki. siyasal amaç, evlilik ya da
■-»kellik haklarının gey hareketinin evrenselleştirme vaadiyle, lez
hiyeıılerin ve geylerin evrensel kabul gören koyutlar bakımından
insan oldukları göstergesiyle özdeşleştirilmesine karşı seferber ol-
ıııaktır. Eğer evlilik ve askerlik, kuşkusuz olması gerekliği gibi, çe­
kişmeli alanlar olarak kalacaksa, bu ve diğer paralel konularda, ka­
musal cinsel mübadele alanlarının meşruiyeti ve yasallığı, kuşaklar
irası seks, evlilik dışı evlatlık, artan A ID S araştırmaları ve testleri ve
lı.msgender siyaset gibi konularda çekişmeye dayanan ilgili siyasal
hu kültürü sürdürmek can alıcı olacaktır. Mutün bunlar tartışmalı
konulardır; peki tartışma, çekişme nerede gerçekeşebilir? Ih c New

' lı.ııiM yiK İcr: Kim lim i, a lık lılık c ık c k ya ila L ıd ııı topluım al cinsiye! rolleriyle ik ir
•l m/ UçıımU* |ta£ıla>nı.ıyan. İm rolleri yönleriyle birleştiren ya ila hu roler ara­
lım la g id ip jçden ki$ı ve gruplar: lu rv tlc v v n genel tenm
182 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVKF.NSF.I.I IK • HUTI EK. ZlZF.K. I.ACI.AU ,

York Times, lezbiyenlerin vc geylerin Stonewall'dan* bu yana mu


cizevi bir şekilde ilerlediklerini duyurmakta gecikmiyor ve büyük j
bir hevesle "ortaya çıkan" belli başlı eğlence figürlerinden birçoğu I
yeni günün geldiğini müjdeliyor. Kn donanımlı gey hakları örgülü
Human Rights Campaign (İnsan Hakları Kampanyası), bayrağın
önünde yurtseverce hazır ol duruşuna geçiyor. Liberal siyasal kül
üiı iin, lezbiyenlerin ve geylerin var olan askerlik vc evlilik kurum
larıııa asimilasyonunu büyük bir başarı saymaya yönelik bunaltıcı
eğilimi dikkate alındığında, açık ve siyasal bakımdan verimli hıı
yorum çatışmasını canlı tutmak nasıl olanaklı olur?
Hıı. hegemonyanın olabilirlik koşullarını sormaktan ve bu koşul
lan Gerçeğin toplumsal öncesi alanına konumlandırmadan farklı
bir sorundur. Tüm hu somut mücadelelerin daha radikal bir şey! i
örneklediklerini ve görevimizin, bu radikallikle uğraşmak olduğu
mı söylemek işe yaramaz. Bu sorunu "kuıaın'ın karşısına “somut 'ıı
koymak için değil, şu soruyu sormak için ortaya atıyorum: Bu so
mut ivediliklerin gündeme getirdiği kuramsal sonunlar nelerdik
1legemonya için ideal olabilirlik koşullarıyla ilgili bir araştır maya ek
olarak, hegemonyanın etkinlik koşullarını, var olan koşullar altınd*
hegemonyanın nasıl gerçekleştirilebilir olduğunu da düşünmeliyi/
ve gerçekleşebiIirliği, totaliter vargılara direnecek şekilde yeniden
düşünmeliyiz. Demokratikleşmenin özünü oluşturan açık-uçlulufc,
evrenselin herhangi hıı tikel içerikle özdeşleştirileıneyeceğini vc hu
olçüştıirülemczliğin (bunun için Gerçeğe gereksinimimiz yoktur),
gelecekteki demokratik çekişme olanakları bakımından can aİM
olduğunu ima eder. Gerçekleşcbilirliğin yeni zeminlerinin duru
ııııınu sormak, durağan ya da teleolojik bir sonuç olarak siyasetin
“sonu"ııa ilişkin soru sormak değildir: Sanırım, hegemonya konu
sunda kesiştiğimiz nokta, her nihai gerçekleşme girişimini aşan bir
olabilirlik idealidir, yaşamsallığını şimdiki bir gerçeklikle çakışını

• 27 It-nıtmı/ 1%9'dı New York la polis ılc cvtı«wllt-r arasımla bir dizi >xlılctli s.m«
maya ııo<k n olan ayaklanmaya iyaret c.liliyoi. Ayaklanma eşcinsellerin ufcrakycri «Un
Stonewall tnn'in önünde bayatlığı ı<in t h i aılla anılıyor |ç.n.|.
ÇEKİŞEN EVRENSELLİKLER İM

masından alan bir olabilirlik idealidir. Bu çakışın amayı yaşamsal


kılan şey. yeni olabilirlik alanları açma ve dolayısıyla, bir ölüm duy­
gusunun siyasal düşünüşü tamamen kapatma tehlikesi söz konusu
olduğunda umut aşılama kapasitesidir.

Çeviri pratiğinde tikel ve evrensel


Btı ölçüştürülemez.liğe, tikel ile evrenselin mantıksal bağdaşa­
madığına ve hegemonik süreci kışkırtan sentezin mantıksal ola
hak-azlığının yararlarına odaklanan (¿ıclau'nun eserinde zarif bir
İfade ka/aııdırılır. I.aclau. Marx'ta hegemonya kavramının iki kay
ııaktan çıktığını anlatır: Biri, tikel bir sınıfın evrensel amaçlarla öz­
deşleşeceğini varsayar; diğeri, tikel bir sınıf ile o sınıfın evrenselci
(izlemlerinin ölçüştürülemcz.liğinin, açık uçlu bir demokratikleşme
*(ırvcine vesile olacağını varsayar. İkinci formülasyonu, Sorel. Troç-
M. Ilegel ve Gramsci’vle ilgili değerlendirmelerine kılavuzluk eder
vr >ıı iddialarla sonuçlanır:

I legem onık cvrenseUcftirici «m um lar toplum da tik ti bir kesim den


sıksalar da. o İlk e lliğ in kendi çıkarları etrafında örgütlenm esine,
zorunlu olarak korporatıf olan örgütlenm esine indirgenem ezler.
Tikel b ir toplum sal kesim in hegem onyası, başarısı bakım ından,
kendi am açların ı topluluğun evrensel am açlan ılın gerçekleşmesi
olarak sunm asına bağlıysa, acıktır k i. bu özdeşleşme kurum sal bir
egem enlik sistem inin basit uzantısı tleg iU liı; aksine İni egem enli­
ğin yayılm ası, evrensellik ile tik e lliğ iıı eklem lenm esinin başarısını
(yani hegem onik bir zaferi) gerektirir (F - L , s.62)

Yukarıdaki alıntı, zorunlu “eklemlenme"ııiıı sağlanmasında ente


lektucl işlevin merkeziliğine destek olarak sunulmasına karşın, ben
oıııı burada farklı bir sorunu gündeme getirmek için sunuyorum.
Hana göre, verili toplumsal kesimlerin ya da daha doğrusu verili
toplumsal hareketlerin, kendi amaçlarını genel toplumun amaçları
olarak dillendirmeden önce tikelci oldukları, bana göre açık değil.
İKİ O LU M SA LLIK , IIF.CİF.MONYA. K VRF.NSFILİK • H UTl.KK.2l2F.iC. I.ACLAU

Aslında toplumsal hareketler, diğer söylemsel evrensellik ifadeleriy­


le yalnızca aile benzerliği taşıyan evrensellik nosyonlarıyla etkinlik
gösteren topluluklarda oluşturabilirler. Bu durumlarda sorun, tike
li evrenselin temsilcisi olarak yorumlamak değil, birbiriyle çekişen
evrensellik nosyonları arasında bir karara varmaktır.
Klbette, evrenselliği sal mantıksal bir kategori -bununla, biçim
sel vc simgcleştirilcbilir bir formülasyonu olanaklı olan demek isli
yorum- olarak ele alırsak, o zaman biı birleriyle çekişen evrensellik
versiyonları olamaz. Yine de I.aclau, evrenselliğin ifadelendirilişinin
zaman içinde değiştiğini ve kısmen, evrensellik başlığı altında, ev­
rensellik ulkunun bir parçası olarak anlaşılmayan iddialar nedeniy
le değiştiğini herhalde kabul eder. liu tür iddialar evrenselleşmenin
olumsal sınırlarını açığa vurur ve tarihdışı bir evrensel kavramının,
neyin evrenselliğe ait olduğunun ya da olmadığının ölçüsü olama­
yacağını bize anımsatır. Laclau'nun Gramsc'ı anlatımına yürekten
katılıyorum: ''toplumun ulaşabileceği tek evrensellik lıcgcnıonik biı
evrenselliktir tikelliğiıı bulaştığı bir evrensellik" (K.L., s.63). Ama
I legel de bu formülasyona yürekten katılırdı, diyorum -ve bu kitap­
taki birinci denememde bunu gösterdiğimi umuyorum. Ama egoı
çeşitli hareketler tüm insanlar için evrensel doğru olan şey adın.ı
konuşuyor ve neyin iyi olduğuna ilişkin tözsel normatif konudfl
anlaşmazlık içinde olmanın yanı sıra, bu koyutlanmış evrensellik­
le ilişkilerini de anlambiliınsel olarak uyumsuz söylemler içinde
kavrıyorsa, o zaman çağdaş entelektüelin görevi, eleştirel bir çeviri
nosyonu kullanarak, evrensellik konusunda birbiriyle çekişen bu
iddialar arasında dolaşmanın yolunu bulmaktır.
Peki, siyasal alanın tikel, korporatist iddialarda bulunan toplum
sal kesimler arasında bölünmesi gerektiğini ve demokrat i kleşflıi'
sürecine kabul edilecek türden iddiaları şart koşan bir evrensellik
söylemini, sezgisel bir kalkış noktası olarak kabul etmek anlamlı
m ıdır? Çok yakın zamanda balkan savaşında, siyasal olarak biı
biriyle çekişen çok çeşitli biçimlerde etkili olan "hükümranlık"
nosyonunun, nasıl bir tek sözliıksel tanıma tabi tutulamayacağını
ÇEKİŞFN FVRENSKI UKI.IIR 18$

r,örebiliriz. Böyle bir tanıma tabi tutmak, Slobodan M iloscviç’in,


Mo.ım Choınsky’nin ve İtalyan öğrenci hareketinin NATO’ya karşı
başvurdukları biçimleriyle bu kategorinin siyasal önemini gözden
kaçırmak olurdu. Bu sözcülerden her biri "hükümranlık” nosyonu
ııu farklı şekilde kullandı; yine de bu nosyon Sol, müdahaleci vc
pasifıst kanatlara bölünürken, ateşli bir biçimde iş gördü. Aslında
yatışmanın bir kısmı, ulusların hükümranlığının yabancı güçlerin
ı.ıcizine karşı korunması gerektiğine dair uluslararası bir konsensüs
ile uluslararası topluluğun az çok kodlanmış belli uluslararası yü­
kümlülüklere dayanarak bazı canice adaletsizlik biçimlerine karşı
koyması gerektiğine dair başka bir uluslararası konsensüs arasında
bir çatışma olarak da anlaşılabilir. I ler ikisi de belli türden “evren­
sel’ iddialarda bulunur ve bir biriyle çekişen bu evrenselciliklcr ara­
sında bir karara varmanın kolay bir yolu yokmuş gibi görünür.
Tahminime göre Laclau, hegemonya bakımından önemli olanın,
bunların evrenselliğin ne olması gerektiğiyle ilgili tikel iddialar ol­
duklarını vc bu tikel iddiaların evrensellik statüsü kazanmak için
yuhalayacaklarını kabul etmek olduğunu söyleyebilir. O zaman bir
konsensüse nasıl ulaşılacağı ve hangisinin geçici olarak evrenselle
o/deşleşcceği önemli olacaktır. I.aclaıı bizatihi bu mücadeleyi nite­
lendiren evrenselleşme süreci ile çağdaş siyasal sahnede kavramsal
hakimiyet için mücadelc eden olumsal evrensellik versiyonları ara
m imbir ayrım da koyabilir. 'Tvrcnselleşmc” terimi bu çekişmenin
sürdüğü aktif süreç için, “evrensellik” terimi ise hegeınonik iddia
uğrunda çekişenler için kullanılırsa, birinci terim çekişenlerden
biıi olmaktan muaf olur ve tüm çekişmenin içinde gerçekleştiği bir
st ueve sağlar gibi görünür. Bununla birlikte, l.aclau ve ?,izek’le bir­
likte üzerinde hem fikir olduğumuz açık uçlu evrenselleşme nosyo­
nunun diğer evrenselleşme versiyonlarıyla I.aclaıı’nun ana hatları
m çizdiği Marksist kuramın diğer biçimlerinde vc liberal kuramda
l laberınas’ın, bütün çekişmelerin örtük bir biçimde ulaşmaya ça­
lılığ ı söylenen ideal konsensüsü oluşturan karşılıklılık ilkelerinde
ı.ışılanan kısıtlamasız konuşma edim inin evrenselleşmesine ilişkin
1X6 O I.IJM SA I.I IK. H E G E M O N Y A , EVRENSELLİK • B U T l.E R . /'.iZEK. LACLAU

norm atifgörüşü de dahil) rastlanan- taın olarak bağdaşmadığı açık


görünüyor. Bu yüzden, evrenselleşme sürecini adlandırmaya ve
yönlendirmeye yönelik kuramsal çaba bile çekişme konusu olacak
tır -elbette bu, böyle bir çabayı ortaya koymamanın ve olabildiğince
ikna edici bir biçimde kabul ettirmemenin nedeni olamaz.
l<aclaunun konumunda, tikel ile evrenselin ölçüştürülemezliği
m vurgulayan ikinci görüş, "(E|vrcnsel kurtuluşun tikel bir toplum
kesiminin amaçlarıyla geçici özdeşleşmesiyle evrensel kurtulu
şa ulaşılır (...) [0)luşum u bakımından siyasal dolayımı vc temsil
ilişkilerini gerektiren olumsal bir evrensellik" biçiminde dile gelıı
(K.L., s.63). Hu sonuncusu yalnızca entelektüelin dolayım kurucu
bağ rolünü /orunlu kılmakla kalmaz, bu rolü mantıksal çözümle­
me rolü olarak da niteler. Bira/, sonra mantıksal ilişkilerin statüsü
ne döneceği/,; ama önce, gerekli olduğu söylenen dolayım kurmaya
yönelik tikel görevi ele almak istiyorum. I Icgeınonya işleyecekse, tı
kelin, kendisinden başka bir şeyi temsil eder duruma gelmesi gere
kir. l.aclau denemesinde bu temsil sorununu açıklamaya başlarken.
Marksist çözümlemeden uzaklaşıp, gösteren ile gösterileni amaca
uygun bir biçimde ayırt ettikleri için görüııgübilime, yapısalcılığa
ve yapısalcılık sonrasına yönelir. Böylece, anlamlandırmayı düzen
leyen keyfi ilişki, hegemonyanın dayandığı olumsallıkla eşitlenir
Hu olumsallığı görünür duruma getirme, zorunlu olanı olumsal
olarak açığa vurma ve bu olumsallığın siyasal kullanımlarına ilişkin
hır içgöriiyü harekete geçirmeye yönelik entelektüel çaba, yapısal
bir dil çözümlemesi biçimini alır. Bazıları bu hareketin. Marksız
inin maddeci geleneğini bir dil soruşturması biçimine feda ettiğini
kuşkusuz öne sürecekse de, Laclau’ııun aıuacı, maddeciliğin, hege
monya sorununun ve siyasal alanın aldığı şeyleşmiş biçimlere güçlü
ve ikna edici direnişin ifadeleıulirilmesinin merkezinde bu temsil
sorununun yattığını göstermektir.
Burada Laclau'ının muhakemesinin çoğu, şu etkili varsayıma da
yanır: Taleplerinin evrenselleştirici sonuçlarını henü/. göstermemiş
olan verili toplumsal kesimler ve siyasal oluşumlar “tikeldir. Öyle
Ç EKİŞEN EV R EN SEL LİK L ER 187

görünüyor ki. siyasal alan daha baştan, likel olan direniş tarzları
ılc başarılı bir biçimde evrensellik iddiasında bulunanlar arasında
bölünmüştür. Evrensellik iddiasında bulunanlar tikellik statülerini
kaybetmezler; ama belli bir temsili ölçüştürülemezlik pratiğinin
içine girerler ve bu şekilde likel olan, evrenselle özdeşleşmeden ev-
ı önselin yerine geçer. Hu yüzden, loplumsal-siyasal alanın yalnızca
bir parçasını ya da kesimini oluşturan tikel, evrenseli temsil eder
duruma gelir; yani saymaca düzeyindeki demokratik bir bağlamda
siyasal alanı tanımlayan eşitlik ve adalet ilkelerinin olabilirliği, şim­
di. “ tikel” kesimin hedeflerinin gerçekleşmesine bağlı gibi görünü­
yor. Burada söz konusu olan, tikelin evrenselmiş gibi davranması,
evrensel adını gasbetmesi değildir; tikelin iddiaları evrenselin ufku
İçine dahil edilmedikçe, evrenselin tözsiiz sayılması söz konusu
dur.
Hu betimleme, siyasal hak hareketlerinin bazı temsil ikilem leri­
ne uyar, ama lam olarak ele alamadığı bazı siyasal temsil ikileni­
len de var. Örneğin, “evrensenn içi boş statüsünü kaybedip etnik
bakımdan sınırlayıcı bir topluluk ve vatandaşlık kavrayışım temsil
i tliği (İsrail) ya da belli akrabalık örgütlenmeleriyle (çekirdek, hete*
m»seksüel aile) ya da ırksal özdeşleşmelerle eşitlendiği durumlarda,
siyasallaşma, dışlanan ilkellikler adına değil, farklı bir evrensellik
tın ıı adına gerçekleşir. Aslında, bu alternatif evrensellik görüşleri,
başta tikel denilen siyasal direniş oluşumlarına gömülü olabilir ve
hasbelkader hegemonik kabul görenlerden daha az evrensel olma
v.ıbılirler. Hu nedenle demokratik mücadele, öncelikle, tikelin du­
rumu zorlayarak bütünün yerine geçer duruma geldiği ikna edici
İmi kapsamlama mücadelesi değildir. Sorun, tanımı gereği tikelin
evıeııselden dışlandığı ve bu dışlamanın, tikelin evrenselle ilişki­
de icra ettiği temsil ilişkisinin koşulu haline geldiği mantıksal bir
onm da değildir. Zira “tikel” fiilen tikelliğiyle incelense, rekabet
edcıı belli bir evrensellik versiyonu, bizatihi tikel hareketin asli bir
unsuru olabilir. Örneğin feminizm, kadınları yeni bir evrenselleş­
me kavrayışı içinde tasarlayan cinsel eşitlikçilik biçimlerini ima
188 OI.UM SAl.l.lk. HEGEM O NYA.EVRENSELLİK • BUTl.ER.212EK. 1.ACI.AU

eden bir evrensellik görüşünü savunuyor olabilir. Ya da ırksal eşitlik


mücadeleleri, gıiçlu bir çok-kültürlü topluluk kavrayışından kopa-
rılamaz bir evrensel hak kavrayışını başından itibaren içinde barın­
dırıyor olabilirler. Ya da cinsel vc toplumsal cinsiyet ayrımcılığına
karşı mücadeleler, cinsel azınlıkların içinde yaşadıkları kelepçeler­
den bazılarını kırmaya çalıştıklarında ve dolayısıyla, geleneksel aile
yapılarının sürdürdükleri meşruiyet kilidini sorgulayabildiklcrindc
bile, nitelik olarak evrensel olan yeni toplanma özgürlüğü ya da ör­
gütleme özgürlüğü nosyonlarını geliştiriyor olabilirler.
Bu yüzden, bu tür hareketler için sorun, tikel bir iddianın evren­
sel bir iddia ile nasıl ilişkileneceği, evrenselin nerede tikelden önce
geldiğinin tarz edileceği vc mantıksal bir ölçüştüriilcmezliğin iki
terim arasındaki ilişkiyi yönettiğinin nerede varsayılacağı olacak­
tır. Görünürdeki mantıksal bağdaşmazlıklarına karşın, örtüşen bir
toplumsal vc siyasal amaçlar kümesine ait olabilen rakip evrensellik
nosyonları arasında çeviri pratikleri kurmak da bir sorun olabilir.
Aslında, bana öyle geliyor ki, bugünkü Solun görevlerinden biri, var
olan hareketler arasında ortak bir temel arayıp bulmaktır, ama böy­
le bir temeli aşkmsal iddialara başvurmadan bulmaktır. Solun deği­
şik cepheleri arasında hangi tartışmalar ya da çeviri projeleri ortaya
çıkarsa çıksın, içi boş bir gösterenin başlığı altında hegemonya için
çekişecekleri, evrensellikle ilgili tikel vc tözse! iddiaların başka bir
evrensellik başlığı altında, olası anlamlarıyla ilgili sürüp giden tar­
tışmalardan başka bir şey göstermeyen, özgül bir içeriğe indirgene*
meyen, köklü bir biçimde içi boş bir evrensellik başlığı altında ger
pekleşeceği savunulabilir -ve çok büyük olasılıkla taclaıı da bunu
savunurdu. Peki, böyle bir evrensellik nosyonu, vazedildiği kadar
içi boş mudur? Ya da, içi boş olduğunu iddia eden özgül bir ev­
rensellik biçimi var m ıdır? Yine I legcl'in ruhuna bürünen 2izek’ten
alıntı yaparsak: "(N jih a i soru, bizzat evrenselliğin iç i bof biçiminin
hegemonya uğruna “savaş alanı" olarak ortaya çıkması için, hangi
özgül içeriğin dışlanması gerektiğidir.” Gerçeklen içi boş mudur,
yoksa dışlananın izini hayali bir biçimde, kendi biçimciliğinin içsel
ÇEKİŞEN' EVKKNSF.LI.IKI ER >«9

bir kopukluğu olarak taşır mı? Ladau bu kitaptaki ilk denemesinde


şunları yazdığında, bu görılşe destek vermektedir: "B ir hegemon­
ya kuramı, bu anlamda, dünyada olup bitenlerin tarafsız bir betimi
değildir; ta başından itibaren, olabilirlik koşulu tam da olgu olarak
algılanan "olguları" düzenleyen norm atif bir öğe olan bir betimle­
medir’’ (E .L , s......).
I.aclau ile Mouffe, Solun görevinin birbiriyle çekişen gruplar ara­
sında bir eşdeğerlik zinciri kurmak olduğunu savunurlar; böylecc
her bir grup, kendi olumsal ve tamamlanmamış eklemlenmesi saye­
sinde. yapısal olarak diğerine benzer ve bu yapısal olarak ortak “ek
sık”, ortak bir kurucu koşulun kabul edilmesinin temeli haline gelir.
Solda birbiriyle çekişen gruplardan her birinin, öncelikle, kimliğin
kurucusu olduğu söylenen eksik tarafından yapılandırıldığına iliş­
kin görüş, benim için açık değil: zira bu grupların tümünün kim lik
kavramı etrafında örgütlendiklerine ilişkin görüş de benim için açık
değil. Kimliğe dayalı bazı iddialar hareketin bir parçasını oluştursa
da, ırkçılığa karşı bir mücadelenin, kimliğe dayalı bir iddialar kü­
mesine dayanması zorunlu değildir. Aynı şekilde, homofobiye son
verme mücadelesi, kiınlikçi bir proje olmayabilir: Kimliklerden çok,
geniş bir cinsel pratikler yelpazesine dayanan iddialarda bulunan
bir proje olabilir. Bununla birlikte, örtüşen bir hedefler kümesinin
kabulünü temel alaıı azınlık topluluklar ve siyasal oluşumlar ara­
sında güçlü bir koalisyon, ulaşılması zor bir amaç olarak duruyor.
Örneğin ırkçılığa karşı mücadele ile homofobiye karşı mücadele;
devletlerin ekonomi üzerindeki haklarından yoksunlaştırılıp yağ­
malandıkları İkinci ve Üçüncü Dünyada, kendi kaderini egemen
biı tar/da belirleme iddiasında bulunmayı gerektiren IM F karşıtı
mücadele ile kendini yabancı düşmanlığının ve ülke içi ırkçılığın
şiddet içeren biçimlerinden ayırt etmeye çalışan m illiyetçilik karşıtı
hareketler arasında bir çeviri yapılabilir mi?
Bu tikel hareketlerin özünde, bir çeviri projesi bağlamında ifa-
deleııdirilmesi gereken evrensel iddialar vardır; ama hu çeviri, ege­
men bir söylemin söz konusu terimleri yeniden tarif etmediği bir
19« O LUM SALI IK. H EGEM O NYA. EV R EN SELLİK • BUTLER. 7 .Û İ.K . I.ACLAU

çeviri olmalıdır. Çevirinin hegemonya mücadelesinin hizmetinde


olması için, egemen söylem, “ yabancı” söz dağarcığını kendi söz
lüğüne kabul ederek değişmek zorundadır. Cinsel azınlıkların cin
sel haklarının elde edilmesi hareketinin evrenselleştirici sonuçlan,
evrenselliğin kendisinin yeniden düşünülmesini, terimin birbiriyle
çekişen anlambilimsel işleyişlerine ve bunların gösterdikleri yaşam
biçimlerine ayrılmasını ve birbiriyle çekişen bu terimleri, "birliği."
kendi tanımını akış haline tutan iç farklılıkları evcilleştirmeden sür
dürme kapasitesiyle ölçülecek büyük bir harekette bir araya getiı
meyi gerektirecektir, '¿izek'in aksine, siyasal bakımdan gereksinim
duyulan çeviri türlerinin çokkültürlülük biçimlerine etkin biçimde
bağlanmayı gerektirdiğine ve çokkültürlülük siyasetini tikellik siya
setine indirgemenin yanlış olduğuna inanıyorum. Çokkiiltürlülüğü
birbiriyle çekişen ve örtüşen bir evrenselcilikler hareketinin karar
(aştırılıp oluşturulmasının hizmetinde bir çeviri siyaseti olarak an
lamanın, dalıa iyi olduğuna inanıyorum.

Mantık pratiği, söylem siyaseti ve eşiği meşrulaştırmak


Entelektüelin bu tür hareketlerin çok uzağında olabileceğine
inanmamama rağmen, Angola Havisin çalışmalarında ve şahsında
modelin çağdaş dolaşımına saygı duysam da, Graınsci ııin “organik
entelektüel” nosyonuna geri dönebileceğimden emin değilim. Ama
bu konuda ondan yanayım: Entelektüelin rolünün, yeni toplumsal
hareketleri entelektüel soruşturmanın nesnesi olarak almak ve süz
konusu mantığın eldeki görüngülere uyup uymadığını görmek vize
re iddiaların kendisini fiilen araştırmadan, kendi iddia oluşturma
çalışmasının mantıksal özelliklerini bu hareketlerden türetmek
olduğunu düşünmüyorum. Bu tviı hareketlerin olabilirlik koşulla
rıyla ilgili iddialarda bulunup, hepsinin aynı şekilde oluştuklarını
göstermeye çalışır vc iddialarımızı bizzat dilin doğasına dayandırır*
sak. o zaman bu toplumsal hareketleri nesnemiz olarak almamıza
gerek kalmaz, çünkü kendimizi dil kuramıyla sınırlayabiliriz. Bu,
ÇKKİŞKN EVKKNSEI.I.lKI.i:R 191

yeni toplumsal hareketlerin temsil ikilem lerini anlamak bakımın­


dan dil kuramlarının önemli olmadığını söylemek değildir. Açıkça
önemlidirler. Ama ifadelendirme bakımından Solu düzenleyen tı-
kel meydan okumaların -tam da Solun “olabilirlik koşulları'nın-
vjpısalcı anlamlandırma koşullarının ortaya koyduğu temsile dair
daha genelleştirilmiş meydan okumayla tamı tamına aynı olduğunu
varsaymamak önemli görünüyor. Aksi halde, evrensel geçerli saydı­
ğımız ikilemlerin incelemeyi amaçladığımı/ö/nede gerçekten etkili
olup olmadıklarını görme zahmetine katlanmadan, siyasal yaşamın
olabilirlik koşulları hakkında atıp tutan üst-yorumcular haline ge­
liriz. Durumun a priori olarak böyle olması gerektiğini; yapısalcı­
lıktan bu yana dilin, Saussure ya da Husserl’in düşünebildiğinden
daha dinamik ve daha karmaşık bir görüngü olduğu anlaşıldığı için,
bunun genelleşmiş bir dil anlayışının sonucu olacağını iddia etmek
ise yaramaz. Bu yüzden ne genelleştirilmiş dil anlayışı, ne de onun,
olabilirlik koşulu sağladığı (kim i) nesnelerle ilişkisi doğru kabul
edilebilir.
Lıclau’nun kendi toplumsal ilişki çözümlemesinin “ mantıksal"
statüsünü tanımlama tarzını ele aldığımızda, bu konuda onunla
laı kımın açıklık kazanacağına inanıyorum. Şöyle yazıyor: "Elbette,
hiçimse! mantıktan, hatta genel bir diyalektik mantıktan söz etmi­
yoruz; 'akrabalık mantığı,’ ‘piyasa mantığı’ gibi ifadelerdeki örtük
lıkirden söz ediyoruz" (E .L , s.90). Sonra mantığın bu şekilde kulla­
nılmasını “seyreltilmiş bir nesneler sistemi olarak, bazı bileşimleri
ve ikameleri olanaklı kılan ve bazılarını dışlayan bir ‘gramer’ ya da
I mallar demeti olarak" niteler (E .L , s.90). Bu değerlendirmeyi, bu
mantığı “söylem” le ve “simgeserie eşanlamlı sayan bir dizi iddiay-
h sürdürür: “ Bu. bizim |I.aclau ile MoufFe’un; kendi çalışmamızda
'söylem' dediğimiz. Lacancı kuramda ‘simgesel’ denilen şeyle geniş
nişude örtüşen şeydir" (E L , s.90). Toplumsal pratiklerin simgeselin
Midelerine indirgcnemeyeceğini kabul eden l.aclaıı. yine de. uzlaş­
mazlığın sınırını Lacancı Gerçek nosyonuyla özdeşleştirmeye çalışır.
I dindiğim izlenim, mantık, gramer, söylem ve simgeseli bu şekilde
I*>2 O LU M SA LIIK . HEGEM ONYA. K V K IN S IM IIK . BUT1.F.R. 2J7.EK. LACI.AU

bir arava getirmenin, dil felsefesindeki, bunlar üzerine temellenen


muhakemeleri etkileyecek birçok meselenin atlanmasına neden ol
duğudur. örneğin, toplumsal bir pratiğin mantığını o pratiğe ill>
kin gramerle özdeşleştirmek sorunlu görünüyor; sadece gramerin,
YVittgenstein'uı işaret ettiği gibi, hiçbir saf mantıksal çözümlemenin
açığa çıkaramayacağı, kullanıma dayalı bir dizi anlam üretmeye yü
nelik işliyor oluşu nedeniyle bile. Aslında, erken VVittgcnstein’dan
geç Wittgcnstcina hareket, çoğu kez, mantıksal bir dil çözümle
meşinden uzaklaşıp kullanımın gramere yönelme olarak anlaşılır
Aynı şekilde, gramer nosyonu. I'oucault’nun geliştirdiği ve Lacluıı
ile Mouifeun Hegemonya ve Sosyalist Stratejide ayrıntılandırdıflı
söylem nosyonuyla tam olarak öı tüşmez. Bilginin Arkeolojisinııı
l-'oııcaultsuna göre bile, "bir söyleme." bir gramere ya da mantıj.ı
denilebileceği gibi, durağan bir bütünlük denilip demlemeyeceği
belli değildir.1' Dahası, bu metin de. söylemi, hem yapısalcı ilil an
latımının hem I^ıcancı simgeselin epeyce uzağına yerleştirir.
Foııcault, süreksizliğin ve kopukluğun önemini vurgular ve bir
aşkınsallık eleştirisi sunar (söylem çözümlemesine iktidar heniı/
tam girmemiş olmasına karşın). Kitabın sonunda, her dilin bir tek
kurucu koşula sahip olduğunun görülebileceğine inanan yapısal
cı bir eleştirmen ligiirü sunar. Bu varsayımsal yapısalcıya verdiği
ses, "(ierçek’ i dilin sınırı olarak sunan bir I.atananın sesine kolay
ca uyarlanabilir. Bu eleştirmen, "kurucu etkinliğe benzer bir şeye
atıfta bulunmayan ardışık dizilişiyle” söylem çözümlemesini kabul
edemeyeceğini belirtir vc tüm özgül söylemlerin yapılarım ve ölü
Haklılıklarını daha genelleşmiş bir dil kavrayışından, “ bildiğimi/
dilden |langııc], burada ve şimdi kullanmakta olduğumuz dilden,
bu kadar çok başka dili |langages] çözümlememizi olanaklı kılan
yapısal söylem olan, indirgenemez, savdığımız ... d ililen aldığını
öne sürer. Foucault, söylemin aşkınsallığım terk etme suçlamasına
karşı kendini savunurken, suçlamayı sakin bir biçimde kabul edcı

H aklısın ız: Söylem deki aşkınlığı yan lış an lad ım ... Konuşan özne­
ye gönderm eleri askıya aklıysam , bu, tiiın konuşan özneler lara-
ÇEKİŞEN EVR EN SELLİKLER 193

iından aynı şekilde uygulanabilen inşa yasalarını ya da b içim leri


keşfetm ek için değildi; lik el bir dönem de tüm in san ların paylaştığı
büyük evrensel söylem i d ile getirm ek de d e lild i. Aksine, am acım ,
ayııı söylem sel p ratik içinde insanların farklı nesnelerden söfcet­
m elerinin nasıl olan aklı olduğunu, faikların nelerden ibarel old u ­
ğunu gösterm ekti... Söylem çeşitliliğ i içinde öznenin işgal edebi
leceği konu m lan ve işlevleri tanım lam ak ... istedim .

Dolayısıyla. “ yapı”nın tarihsellisi ve süreksizliği, siyasalın kar­


maşık anlambilim alanını üretir. Evrensel bir dile başvuru yoktur;
lüııı söylemsel oluşumları vurgulayan bir tek eksiğe ya da bir tek
yapıya başvuru da yoktur. Bu anlamda, heterojenlikteki sürgünlü­
ğümü/, dönülmezdir.
Bitirirken, Laclau'nun ortaya attığı bir sorunu, “ siyasetin olum-
.ıl boyutunun, Hegelci bir kalıp içinde” (Ii.L., s.77) düşünülüp dü-
Hinülemeyecegi sorununu kısaca ele almak istiyorum. Sonra, hem
|x rlürmalilliğiıı parodi sorununa belli bir mesafeyle yeniden ku-
ı atıllaştırıldığını, hem de performatifliğin evrensellik söylemindeki
asımilasyoncu anlama karşı düşünülebileceğini ortaya koymak için,
peı lörmatif çelişki pratiğine döneceğim.
I aelau, Hegel’in siyaseti devlete havale ettiği, oysa üramsci'ııin
ıivıl toplum alanını, hegemonik yeniden eklemleme süreci bakı­
mından en can alıcı alan olarak saptadığına ilişkin ısrarında açık­
l ı haklıdır; ama Laclau'nun hesaba katmadığı, devlet kuramından
ı.mıamcn ayrı olarak, Hegel’dcn bir kültürel anlaşılabilirlik kura­
mı lü ret ilebileceğidir. Hem Tinin Görüngübilimi'nde, hem Hukuk
It İM-fai'ndc formüle edilen “ Sitllich k eif alanı, içinde öznenin or-
ı.ıv.ı sikip öz-bilincine vardığı kültürel ıılku -yani öznenin kendi
siyle ilişkisini hem oluşturan hem dolayımlayan bir kültür dünyası­
nı oluşturan ortak bir norm, görenek ve değerler kümesini anlatır,
lı.n ¡>u kuramın. Hegel'in toplumsal çözümlemesine ayrı bir "çekim
meıkezi" sunduğunu, değişebilir bir normlar kümesinin yalnızca
o/ııenin kendi kendini oluşturmasının koşullarım değil, herkes
mı öznenin kendisini anlamasını sağlayan şahıslık kavrayışlarını
19i O I.UM SAI.M K. 11F.CiHMONYA,EVR KNSELI.IK . BUTLER. ZlfcEK. I ACI.Al'

ila oluşturduğunu iına ettiğini öne sürebilirim. Bu normlar, “zorun


lu” biçim ler almazlar; zira hem zaman içinde birbirlerini izler, hem
de düzenli olarak yeniden ifadelendirilm elerini zorunlu kılan krizli
karşılaşmalarla ortaya çıkarlar. Olumsallığı düşünme, I Icgel’le ilişki
içinde olacaksa, bu Sitlliclık eil kuramı bağlamında olmalıdır. Çeşitli
tanıma biçim lerinin olması vc bizzat tanıma olanağının kolaylaştı
rıcı bir normun varlığına bağlı olması, toplumsal yaşamın olumsal
ve gelecek vaat eden bir özelliğidir ve meşruiyet mücadeleleri onsu/
olamaz.
Üstelik, Laclau Hegel’in tüm-mantıkçılığında ısrar etmesine kar
şın, bununla neyi anlatmak istediği ya da daha doğrusu bundan ne
çıklığı belli değildir. Örneğin Cörüngiibilbn, teleolojiye indirge
ne meye n bir zamansalhğa göre hareket eder. Bu metnin kapanışı,
tarihte Devletin gerçeklenmesi ya da İdea'nın tezahürü değildir.
Başlangıç olasılığı üzerine bir düşümündür; başlangıcı ve sonu ol
mayan, dolayısıyla teleolojiden can alıcı bir uzaklıkta bulunan bir
sonsuzluk kavrayışına yönelik bir jesttir. Aslında, Göriingübilim 'in
gösterdiklerini adlandırma sorunu, hegemonya tartışmaları bağla
mında ortaya yıktığı şekliyle ad sorunundan çok uzak değildir. Bu
metnin öznesi bir ad altında (bilinç, öz-bilinç, Tin, A k ıl) ortay.ı
çıkıp, kendi ortaya çıkış koşullarının tam olarak decğrlendirilmesi
için adının feda edilmesi gerektiğini keşfeder. Bu koşulların han
gi nihai biçimi alm aları gerektiği açık değildir; bu da demektir kı.
zamansallaşına süreci asla kapanmaz. Mcgcl’in çalışmalarında za
mansallaşmanın ideolojik kapanmanın hizmetinde olduğunu vaı
sayan bir okumaya 7.izek de karşı çıkar. Kojevc’nin kurduğu eleştiri
geleneğini izleyen /.izek. Hegel'i, nesnenin geriye dönük oluşturu
luşıına; başta görünen nesnenin kendi özüne kendi karşıtı halin
de sahip olduğunun vc bu yüzden de, kendi “ hakikat inin geriye
dönük oluşturulmasına bağlı olarak bir tersinmeye tabi olduğunun
anlaşıldığı uğrağa ilişkin bir zaman sorununun ortaya koyulması
olarak okur. Zizek’teki bu vurguyu takdir ediyorum; ama Hegelci
sorunsalın çözündürülüp bir aporiaya dönüştürülmesine karşı da
Ç EK İŞEN E V R E N S E L L İK L E R I9S

uyarıda bulunmak /.orundayım. Faşizme karşı çıktığım düşünen


hıı i. karşıtlığının özdeşleştirici kaynağının bizzat faşizm olduğunu,
hşiznıin özünde, önerdiği direniş türüne bağlı olduğunu görür. Bu
tur örneklerde, egemenlik ve direniş terimleri arasında geçerli olan
belli bir diyalektik bağımlılığın farkına varmamızı sağlayan bir şey
aydınlığa kavuşur; peki, bu diyalektik tersinmenin aydınlatıcılığı
yeterli mi? Bir hegemonya kuramı için yeterli m idir?
Hegelci bir öneride daha bulunmak, egemenlik ile direnişin bir­
birlerinin içine çöktükleri konfigürasyonıın, hem önceki konfıgıı-
r.ısycnun sınırlılıklarını hesaba katıp hem daha kapsamlı vc daha
•«-eleştirel bir siyaset de üreten çizgide yenilenmesi gerektiği öne­
risinde bulunmak gerekmez m i? “ Direniş" terimi başka bir biçim­
de. faşizmin kendisinden öncekileri tabi tuttuğu araçsal kullanım
ları aşan bir biçimde yenilenebilir m i? Faşizm, faşizmin amaçlarına
benzemeyi zorlaştıracak bir biçimde devrilebilir mi? Tarihsel koşul
ların belli ikili karşıtlık biçim leri ürettiğini kabul etmek, diyalektik
tersinmenin aporetik yapısının ötesine geçme olanağı bakımından
merkezi önemdedir. O halde, hangi koşullar altında siyasal alan,
(bazılarına) evrensel ile tikelin ölçüştürülemezliğiyle yapılandırıl
mış görünür? Kuşkusuz bu, M arx’ın da sorabileceği türden bir so­
ruydu; öte yandan reddetmediği Hegelci mirasın bir parçasıdır da.
Aynı şekilde, hangi koşullar altında hegeınonik alan farklı bir ilkeler
kümesine göre düzenlenir? Ya da daha özel olarak, direniş, neden
karşıtları tarafından kolayca sindirilecek bir biçimde ortaya çıkar?
Direnişi bu aporetik bağın dışında düşünebilmemiz için hangi ko-
v11 1yerine gelmelidir? Böyle yeni bir direniş konfigürasyonuna doğ­
ru hareket, direnişin daha önceki başarısızlıkları temelinde yem­
din düzenlendiği durumu anlatmak için yeni bir ad ortaya atmaya
benzer. Bu kez direnişin işe yarayacağının hiçbir güvencesi yoktur;
ama yalnızca kendi tarihselliğini hesaba katmakla kalmayıp, daha
« ikin bir strateji konusunda bahse girmeye de kalkışan yeni bir adla
\a da yeniden yazılan eski adla düzenlenen ve sürdürülen veni bir
koııligürasyon vardır. Hegelci işlemin açtığı geleceğin kaçınılmaz
196 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELİ IK • BUTLER. 2I2EK. LACLAU

başarı güvencesi yoktıır; ama Hcgcl’in /amanla ilgili ideolojik ol


mayan düşüncelerinin etrafında donduğu vc her iki muhatabımın
da dayandığı hegemonyanın açık uçlu geleceğiyle aynı tınıyı veren,
sonsuzlukla ilişkili bir gelecektir, açık bir gelecektir.
Hcgel'de, karşıtlıkların birbirlerini önvarsaydıklarının anlaşıldı
ğı alan, adlandırma pratiği, adla hiçbir şeyin ve her şeyin kastedil
dıği bir çiftc-anlamlıhk haline geldiğinde, krize giren bir alandır
Direnişin ne olduğu, faşizmin ne olduğu belli değildir; bu ç ifte
anlamlılığın anlaşılması bir krizin, bizzat siyasal alanın yeniden
düzenlenmesini gerektiren bir krizin gelişini hızlandırır. Buna b il
gisizlik krizi ya da geçişi denilebilir; ya yeni hır adlar dizinine ya da
eskinin kökten yeniden yazılmasına yol açan türden bir çöküş o la
rak anlaşılabilir. Buradaki risk, diyalektiğin, egemenlik terimlerini
muhalefetin her boyutunu kapsayacak şekilde genişletmek y ö n ü n d e
işleyebilmesidir. Bu. "T in i her farkı özdeşlikte birleştiren m o n o litil.
ve etçil Hegel mecazıdır. Ama tersine bir işleyiş de vardır - H c g c U lo
daha az fark edilen, ama kendi isyancı olanakları olan bir işleyiş. Bu.
egemen terimlerin epistemik krize girdiği, artık neyi göstereceğim,
neyi kapsayacağını ve muhalefetin, nerede yeni bir toplumsal v c si
yasal oluşum olasılığına zemin hazırlayarak egemenliğin birleştiril l
hareketini felce uğratacağını bilmediği senaryodur. Örneğin, Hukuk
i'elsefesi'ndc ulusal devletin, "die sittliche Wclt" de dahil toplumun
her kesimini koşullandırdığı anlaşılmasına karşın, devletin hukuk
aygıtının ancak fazladan bir kültürel değerler ve normlar ağına da
yanarak etkinlik ve meşruiyet kazandığı da bir olgu olarak g ö rü n ü r.
Bağımlılık her iki yönde de etkili olur ve denememi bitirirken pc
şiııc takılmak istediğim soru şudur: Devletin hukuksal boyutunun
kültürel biçime bağımlılığı, devlet hegemonyasının bizatihi kendisi
ne karşı koymak için nasıl harekete geçirilebilir?
Bu sorunun zorlayıcı örneklerinden birine, aynı cinsten insan­
ların yasal birlikteliği ya da evliliğiyle ilgili mevcut Avro-Amcrikaıı
tartışmalarda rastlanır. Bu önerilere karşı öne sürülen homofobil.
savlara karşı koymak önemlidir vc bu muhakemelerin. Fransa bağ
ÇEKİŞEN EVRENSELLİKLER 197

hımında lezbiyenlere ve gcylerc önemli yasal hakların verilmesini


nasıl engellediklerini yukarıda gösterdim. Ama en ivedi soru, şu
unda bunun lezbiyen ve gey hareketinin öncelikli hedefi olmasının
gerekli olup olmadığı, daha fazla demokratikleşmeye doğru radikal
İm adım mı, yoksa hareketin tözsel toplumsal adalet yönünde ça
Iışına iddiasını zayıflatan asimilasyoncu bir siyaset mi olduğudur.
Aııaakım gey siyasal hareketi, evlenme hakkı elde etmeye çalışır­
ken, var olan kurumun kapılarını aynı cinsten partnerlere açması­
nı. evliliğin yalnızca heteroscksucllcrle sınırlı olmamasını istedi. Bu
hamlenin evlilik kuruntunu daha eşitlikçi yapıp, temel hakları daha
fazla yurttaşa yayacağını, bu tür hakların evrenselleşme sürecinin
«nümdeki keyfi sınırların üstesinden geleceğini de öne sürdü. Alkış­
lamanın çekiciliğine kapılıp, bunun tikel bir hareketin evrenselleş­
in ıci etkilerinden bir şeyleri temsil ettiğini düşünebiliriz. Ama bu
Mratcjiye yönelik bir eleştirinin iddia etliklerini düşünelim: Evlilik
(ya da askerlik) kurumuna girme talebi, talebe konu olan kurumun
iktidarını genişletir vc bu iktidarı genişletirken, devlet tarafından
meşrulaştırılan mahrem ilişki biçimlen ile devlet tarafından meş-
rulaştırılmayanlar arasındaki ayrım ı daha da ağırlaştırır. Bu deş­
in i, evlatlık alma (Fransa’da ve A BD 'n iıı bazı yerlerinde) hakkı, bir
partnerin sağlık yardımından yararlanma hakkı, başka bir birey­
den miras alma hakkı, tıbbı karar hakkı ya da sevgilinin cesedini
hastaneden alma hakkı gibi belli hak ve yelki türlerinin evlilik sta-
iıısu kanıtlanarak elde edilebildiğini de iddia eder. Bunlar, evlilik
llatüsüniin hukuksal sonuçlarından yalnızca birkaçıdır; kültürel ve
ekonomik nitelikte başka meşrulaştırma türleri de vardır ve vergi
yasası da, evlilik statüsü kanıtlanarak kârlılığın daha kolay sağlana
bildiği bazı yolları öngörür. Bu yüzden evliliğe ulaşma yönündeki
haşarılı çabası, belli hak ve yetki türlerinin kullanılması için devlet
onaylı bir koşul olarak evlilik statüsünü güçlendirir; insanın cinsel
davranışının düzenlenmesinde devletin elini güçlendirir; meşru ve
meşru olmayan partnerlik ve akrabalık biçimleri arasındaki ayrı­
mı kuvvetlendirir. Dahası, cinselliği, cinsellik siyasallaşmasının çok
19» O LU M SA LLIK . H EG EM O N YA . EV R E N S E L L İK • B U T LER . 2l2EK. LACLAU

yoğun olduğu alanlardan, kamusal alandan vc piyasadan uzaklaştı


rarak yeniden özelleştirmeye çalışır.1'*
Demek ki. evlilikle sağlanan belli hak vc yetki türlerine kuruma
girme talebiyle ulaşma çabası, bu hak vc yetkilerin bizzat evlilik ku
ruım ıyla ilişkisini koparma seçeneğini düşünmez. Sorabiliriz: Hangi
özdeşleşme biçim i evlilik çabasını, hangisi oııuıı karşıtını harekete
geçirir vc bunlar kökten farklı m ıdır? Birinci durumda, lezbiyenlcı
ve geyler evlilik kuı umuyla özdeşleşme ve dolayısıyla bu kurumun
içini dolduran eşcinsel olmayan insanlarla ortak topluluk fırsatını
görürler. IVki kimlerle ittifaklarını bozarlar? Cinsel ilişkisiz kendi
başına yaşayan insanlarla, bekar annelerle ya da bekar babalarla,
boşanmış insanlarla, tür ya da statü bakımından evlilikle bağlantılı
olmayan ilişkiler içinde olan insanlarla, diğer lezbiycnlcrle, gcylcrlc
ve çoklu cinsel ilişkileri olan (güvensiz olduğu anlamına gelmez),
yaşamları tek eşli olmayan, karı-koca yuvasını (öncelikli) cinsellik
ve arzu mekânı olarak kabul etmeyen, yaşamları daha az gerçek ya
da daha az meşru sayılan transgender insanlarla, toplumsal ger
çekliğin daha gölgeli bölgelerinde oturanlarla ittifaklarını bozalar
Lezbiyenlerin/geylerin bu insanlarla ittifakı, evlilik başvurusuyla
bozulur. Evlenmeye çalışanlar yalnızca devletin liitfunu kazanan­
larla değil, bizatihi devletin kendisiyle de özdeşleşirler. Bu yüzden
evlenme talebi yalnızca devletin gücünü arttırmakla kalmaz, devle­
ti demokratikleşmenin zorunlu bulvarı olarak da kabul eder.
O halde, evlilik "h a k k fn ı heteroseksüel olmayanları da kaps
yacak şekilde genişletme talebi, başlangıçta, var olan hakları daha
evrenselleştirici bir yönde genişletmeye çalışan bir istek gibi görü­
nebilir; ama evrenselleştirici etkiler, devletin cinsel pratiği meşru
Ilıştırmasının sonuçları oldukları ölçüde, bu talep, meşru ve meşru
olmayan cinsel mübadele biçim leri arasındaki uçurumu genişletme
sonucunu doğurur. Aslında, meşrulaştıncı etkilerin radikal tarzda
demokratikleşmesinin tek olası yolu, evliliği, çeşitli türden yasal
hak vc yetkilerin önkoşulu olmaktan kurtarmak olabilir. Bu tür bir
hamle, egemen koşulu yürürlükten kaldırmanın, kültür ve sivil top
ÇEKİŞEN E V R E N SEII İK İ I K I9V

lııın düzeyinde çoklu biçimler olasılığını arttıran vc devlet merkezli


olmayan birliktelik biçimlerine dönmenin yolunu açabilir. Burada,
koşullarını içten çökertmek için egemen nornuı işgal etmenin zo­
runlu olduğunu savunan bir siyasal performatiflik görüşünü savun­
madığım açık olmalı. Bazen koşulları reddetmek, sönümlenmesine
İzin vermek, güçten düşürmek önemlidir. Bu örnekte, reddedilmesi
gereken, cinselliğin egemen koşulların ötesinde tekrarlanmasında
ısrar eden bir pcrformatiliiğin var olduğuna inanıyorum. Tckra-
ı.ı konu olan şey “evlilik" değil, cinselliktir, mahrem birliktelik ve
mübadele biçimleridir, bizzat devletin toplumsal temelidir. G ide­
rek artan sayıda çocuk evlilik dışı doğdukça, giderek artan sayıda
hane aile ııorım ınu yineleyemedikçe, gençlere, hastalara ve yaşlı­
lara bakan geniş akrabalık sistemleri geliştikçe, devletin toplumsal
temelinin, aileyle ilgili söylemin izin verdiğinden daha karışık ve
daha a/, birimsel olduğu anlaşılır. Pcrform atiliiğin bakış açısından,
»yleınin eninde sonunda sınırlılığını açığa vuracağı, insanın cinsel
yaşamını düzenleyen birçok pratikten yalnızca biri olduğunu ilan
edeceği umulur.
Bu siyasal ikileme, en önemli meselenin, belli tiinlen luık taleple-
mule bulunmak olduğunu öne sürerek işaret etmekteyim; ama bir
lı.ık talebinde bulunmanın ne olduğunu, talebin hangi biçimi aidi­
nin. her zaman sözlü olup olmadığını, nasıl icra edildiğini henüz
açıklamadım. Siyasal bir hak talebinin her zaman dilde ifadelen-
dirilınesi gerektiğini düşünmek yanlış olur; medya imgeleri, sözlü
konuşmaya kolayca çevrilemeyen iddialarda bulunur. Yaşam, her
turlıi yolla, sözlü olması zorunlu olmayan iddialarda bulunur. A BD
siyasetinde, başka yerlerde de eşdeğeri olan ve siyasal iddianın be­
densel boyutunu gösteren bir deyiş vardır. Bir teşviktir; "Gövdeni
lı.ıtt.ı sok." Buradaki hat genellikle polis hattı olarak, polis şidde­
ti te hlikesiyle karşılaşmadan geçemeyeceğiniz hat olarak anlaşılır.
Ama bu. aynı zamanda, bir tür zincir oluşturan ve kolektif gücün
lı/ikscl kuvvetini uygulayan insan bedenlerinin oluşturduğu hat-
tıı Bir yazar olarak insanın gövdesini hatta sokması kolay değildir;
200 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTLER.2l2EK. LACI.Al'

çünkü hal. genellikle yazılan satırdır, kendisinin varlık koşulu olan


gövdenin yalnızca dolaylı izini taşıyan bir çizgidir. Çeşitli türden
devlet aygıtlarınca yürürlüğe sokulan meşruiyet normlarının kırıl­
dığı. eşiksel toplumsal varoluşun askıya alınmış ontoloji koşulla­
rında ortaya çıktığı hat üstünde kalınmadan hegemonyayı yeniden
düşünme mücadelesi pek olanaklı değildir. Evrenselin herhangi blı
işlemine dahil edilmesi gerekenler, kendilerini yalnızca koşulların
dışında değil, bizatihi dış olarak da bulurlar; evrensel, onlarsız for­
müle edilemez; evrenselin ileri doğru yürüyüşünde yeri olmayan
ız, havaletsi kalıntı olarak yaşarlar. Bu. tikel olarak yaşamak bılr
değildir; zira tikel, hiç olmazsa, siyasalın alanı içinde oluşur. Bu.
konuşamaz vc konuşulmamış olarak, “ nüfus" denilen şeyin bula
mk arka planını oluşturanlar olarak yaşamaktır. Kendi adına bir id­
diada bulunmak, iddianın yapılabildiği dili konuşmayı ve iddianın
duyulabileceği şekilde konuşmayı ön varsayar. Gayatri Chakravorly
Spivak'ın öne sürdüğü gibi,'7 diller arasındaki bu ayrışıklık, genci
dil alanını yöneten iktidar koşuludur. Kim egemenin iktidarını yiı
rürlüğe sokmayan bir çeviriye olanak tanıyarak, konuşabilir olanla
konuşamaz olan arasındaki hattı ele geçiriyor? Durulacak başka bil
yer yok, ama orada da “ zemin” yok; yalnızca mülksüzleri ve konu­
şamayanları nirengi noktası olarak tutmak, iktidardan ve söylem
den, devletin siyasal söz dağarcığım ve statüsünü meşrulaştırıcı
etkilerin öncelikli aracı olarak yeniden doğallaştırmayacak şekilde
yararlanmaya çalışılırken ihtiyatla hareket etmek için bir hatırlatıcı
var. Siyasal okunaklılığa çok yaklaşan izden, başka bir evrensellik
çıkar: Özne olma ayrıcalığı verilmemiş, modus vivenıii’si dayatılmış
bir kaydırmaca olan ö/.ııe. Bu hayalcisi insan evrenselliğin hege-
ıııonik yeniden formüle edilişine girecekse, diller arası bir dil bu­
lunmalıdır. Bu bir üst-dil olmayacak, bütün dillere kaynaklık cdeıı
koşul da olmayacak. Bir tek bir yere ait olmayan, diller arasındaki
hareket olan ve son durağı bu hareketin içinde bulunan etkileşim vc
çeviri çabası olacaktır. Aslında görev, konuşamayanı konuşabilirlık
alanında, varolan egemenlik normları içinde barındırmak için .ısı-
Ç EKİŞEN EV R EN SELLİK LER 201

ınilc etmek değil, egemenliğin ö/gıivenini parçalamak, evrensellik


iddialarının ne kadar müphem olduğunu göstermek ve bu müp
lıemlikten, rejiminin parçalanışını, bizzat çeviri işiyle ortaya çıkan
alternatif evrensellik versiyonlarına açılımı izlemek olacaktır. Böyle
bir açılım, evrenseli ifadelendirmenin öncelikli aracı olarak devleti
ayrıcalıklı statüsünden kurtarmanın yanı sıra, biçimciliğin geride
bıraktığı insani izi. Sol olan kalıntıyı da ifadelendirmenin koşulu
olarak yeniden kuracaktır.

Notlar

I Itıı düşünce alışverişi, ûçtiım’i/tln yayımlanmış alışvcrışIcrımı/m devamıdır.


Üth /fes tluıt M atter (Routlcdgc. New York. 1993) kil.ıhımın “ Arguing with
the R c a P haslıklı MGm öndc /Ç ek'in L k o lojittin Yfa\- .Vcvkam ii dedirdim .
/h w tftcs 23.4 ( K ış I 99313-11 ’do. hem Emcsto L aclatfnun Emwu ipation(s)'mi.
hem Dmeilla ( omcH’in The Phihksoph} <•( tin- /.ıw//ini değerlendirdiğim
Tostmarxism and Poststractufulism” b allıklı bir deneme de yayınladım.
I nıcsto I acl.tıı ile. basılı biçimde «kr çıkan online dergi TRAW.aits.culUires.
media I . I ’de ( Yaz 1995)ortak bir değerlendirme yayınladık D u k t u k * 2?. I ‘de
de yayınlandı (İtaİm 1997),
Slavoj ¿ifcek, ideolojinin Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Hırkan. Metis 2002.
' slavnj Z iie k , Enjoy Ymtr Sym/Wim'.. Routlodge. New York vc Londra. 1992.
• İtana göre, "toplumsal s5zk?mc''nin tırnak içine alınarak alaya alınmasının
nedeni, ciııscl ilişkinin olmaması anlamında toplumsal sözleşmenin olmamasıdır
yani ilişkinin, temelde yalan bir eksik tarafından koşullandırılan vc kesintiye
ıt^ralılan biı llıntc/i olmasıdır.
202 O LUM SALLIK, H EGEM O NYA. EVREN SELI.İK . BlTILl-R. 2l2EK. LACLAU

5. Jııdıth Bııtkr. Antigottes Claim Kinship between h /e ami Death. Columbia


University Press. New York* 2002 |Antigone'nin Ukhast. çcv. Ahmet Gi^cik,
Kbalcı Yay.. İstanbul. 2007].
6. I>avid Schneider. A Critique o f the SunA o f Kinship* University o f Michigan
Press. Ann Arbor. 1984.
7. Bk/- Picitc Ckistres, Devlete Karşı Tophun, çcv. Mehmet Sert ve M. Nedim
Dcmirtaş. Ayrıntı. Istanbul. 1991.
8. Charles Shcpherdson. iltat Signs: Nature. CuIlitre. Psyckoonalysis, Routledj'ı*,
New Y<*k. 2000
9. Bk/. Catherine Milk>t. Horsexe: Essay on Thnasextudity, çcv. Kenneth I lyltou
Autonomedia, Brooklyn, 1990
10 Bk/. Svlvianc Agacinski. "Questions autour tie la filiation." le Forum, / »
Aeqw» (Temnuiz 1998), son kitabı Politique *ks sexes (Editions dti Sctul
Paris. \W ^C insiyetler Siyw eti. çev. İsmail Ycrguz, Dost Yay., Ankara. I99HJ)
üzerine bir söyleşi. Burada, ilişkileri "lopluınsaP değil. MözcP olduğu kııl
gcyleıv hiçbir “ sivil dayanışma" gösteriİnlemesi gerekliğini iddia etmenin yum
sıra, hcieroscksûclliğın “ ııne origıne mixie quı est naturelle, esi auvsi un
fondement culturcl el syniboliquc'" oluşturduğunu da iddia eder ts. 24). Irtıı*
Theıy. Fransa'da evli olmayan çiftlere sınırlı yasal haklar verilmesi için çal» ı
gösteren PA C S’a karşı dik* getirdiği pek çok açıklamasındabenzer bir ımıhakemv
yûrilttü. Bk/. Theıy, Couple, filiation et ¡nnente au/ounFlnıi ((3dile Jacob. Pan*,
I908K Hcnticr. hetcroscksûclliğin simgesel düzenle cş-ıızanımlı olduğunu, »mi
tikel cinsel lark oluşumunu temel almayan hiçbir kültürün oııaya çıkamadığını,
RAC'S vc benzeri vahaların kültürün temellerini yıkmaya çalıştıklarını Ottf
sürerek, belki de en cesur açıklamayı yaptı.
11. Cinsel farkın vc hctcroscksticl ebeveynlimin, kültürel olarak yaşayabilir Kim
akrabalık biçimleri için özse! olduğuna ilişkin görtişû için bk/. Françoû*
lleriticr, Masaıluı / Femmm: La pensee Jr la dijfetetıce (O dilc Jacob. Paıu
19 % i Ayrıca bk/ "Atıcuıtc societc n'admet de parente homoscxuellct<dcki
açıklamaları. I.a Croix (Kasım I9C>K>. Bu malzemenin bir kısmına ulaşmamı
sağlayan Ifric Fassin'e teşekkür ediyomm.
12. Bk/. Eric Laurent'in "Nonncs nouvelles de Thomoscxualitc’” başlıklı
denemesine M iller’ııı verdiği yanıt: "L'inconscicnt homosexual." La Cause
frem/ienne. m ite <A* /mxlkuuilyse. s. 37: Bana gore, eşcinsel ilişkilerde,
incelenen yasa maddelerine uygun olarak, isterlerse yasal tanınmayı haklı
çıkaracak uzun erimli duygusal bağlar vardır. Buna evlilik denilip dcnilmenıcsi.
başka bir sorundur. Bu bağlar, hcteroseksüel duygusal bağlarla tamı tamına aynı
modelde değildir özellikle, iki erkek arasındaki ilişki söz konusu olduğunda
bir sürü etken tarafından heteroseksöel çifte dayatılan erotik, cinsel sadakat
talebine rastlamayı/.
13. Judith Butler. İkikiarın Psişik Yaşamı Tabn e t Üzerine Teoriler, çcv. Fatma
Tütüncü, Ayrıntı. İstanbul, 21)05.
Ç EKİŞEN EV R EN SELLİK LER 203

M Fmcsto Laclau (der.), Sıvusat Kimliklerin Oluşuma, çev. Ahmet Fethi. Sarmul
Yayınevi, İstanbul, 1995.
I Foucault'nun gramer eleştirisi için bkz Michel Foucault, ti ilginin ArkcoltVisi,
çcv. Veli Uıban, Birey Yayıncılık, İstanbul. 1999,
l(» Bkz. Michael Warner, “ Normal and Normaller." (JLQ 5.2 (1999); ve Janet
llalley. "Recognition, Rights, Regulation, Normalization." yayımlanmamış
doktora tezi. Öntegin. New York'ta peylerin toplaır.ı yapına hakkının New
Yoık polisi tarafından ihlal edildiği Stonewall Aysıklannıalaunda, cinselliğin
kamusal alanda siyasallaşması kanıtlanmıştır. Cinsel azınlıklara karsı polis
şiddeti, A B I) de dahil birçok ülkede devam etmekledir. Ağustos I998\lc
Brezilya'da askeri polisler ıkı travesti seks işçisine işkciKic yaptı, aşağıladı
ve boydu. Meksika'da Nisan 1995 ile Mayıs I99H yılları arasımla 125 gcyin
öldüğü bildirilmiştir. Uluslararası Gey ve U zhiyen İnsan Haklan Komisyonu,
le/biycııleıc. peylere ve transgcndcı insanlara karşı uluslararası düzeyde devanı
eden binlerce kamusal şiddet biçiminin kaydını tutuyor, lahifclcrin Coyote ve
benzeri örgütlerle sendikalaşması« seks ik ile n için güvenli çalışma koşullanılın
savunulması bakımından can alıcı olmuştur. Cinsel mübadele ilişkileri evlilik ya
da yan-evlilik biçimleri dışında gerçekleşen cinsel azınlık toplulukları, evliliğin
gey hareketi içinde ile normatif bir ideal statüsü ka/anmasıvla. hostalıktaştınlma
ve marjinalleştirilme tehlikesiyle karşı karşıyıdırlar,
ı (kıyatri Clıakravorty Spıvak. "C an tlıc Subaltern Speak?“ Marxism amt //k*
Intcryrctahoii o f Ctıllıt/v içinde, ed. C ary Nelson ve Lawrvuce Grossbequ
I .diversity o f Illinois Press. Uftana, I9XX.
Yapı, Tarih ve Siyasal
Ernesto Laclau

İlk sorularımıza yanıl verirken benim yaklaşımımı ayrıntısıyla


çözümledikleri için Judilh Buller ve Slavoj ?Aick'e minnettarım
Eleştirilerinin birçoğunu kabul edeıneseın de, bcniın kendi sorun
salımın, belki de yeterince vurgulanmayan kimi yanlarım geliştir
memde son derece yararlı oldular. Ayrıca, düşünce alışverişimizin
-anlaşmazlıklarımızın bile- çağdaş düşüncede etkili olmasına kar­
şın. şimdiye katlar siyasal çözümlemede yer almamış olan kuramsal
bir söz dağarcığının terimleriyle siyaseti düşünmek için bir yer .is
mada d.ı yararlı olabileceğini düşünüyorum. Bu denemenin ilk ıkı
bölümünü. Butler’ın ve Zizek’in eleştirilerine yanıt vermeye ayır.»
cağım; son bölümde ise. bu düşünce alışverişine ilk müdahalemi bl
tirirken sorduğum sorulara bir ön yanıt vermeye yoğunlaşacağım.

Butler'a Yanıt
Butler’ın Lacancı Gerçeği hcgcmoııik mantıklar açıklamasıyla
birleştirmeye itirazlarını neden geçerli saymadığımı açıkladım. Btl
nıınla birlikte, o. yeni müdahalesinde muhakemesini genişletirken,
ben bu soruna geri dönüp, yanıtımı daha kapsamlı bir biçimde sıı
nacağım. Butler’ııı temel sorusu şöyle formüle ediliyor: “ Hegenıon
yanın gerektirdiği özne-oluşumunun tamamlanmamışlığı, yapını
sürecindeki ö/.nenin, tam da yapısal olarak durağan ya da temel ni­
teliğinde olmayan, siyaseten belirgin dışlamalarla oluştuğu için mı
eksik kaklığı bir tamamlanmamışlıktır? Eğer bu ayrım yanlış ise,
YAPI. TA RİH VK SİY A SA ! 205

yapısal ve temel olan bu kurucu dışlamaları, siyaseten belirgin kabul


ettiğimiz dışlamalarla birlikte nasıl düşüneceği/?... Lacancı engele
tarıhdışı başvuru, hegemonyanın ortaya koyduğu stratejik sorunla
uçlaştırılabilir mi. yoksa tüm olası özne-oluşumlarına ve stratejilere
yarı-aşkınsal bir sınırlama olarak, dolayısıyla koşulladığı söylenen
11 yasal alana temelden kayıtsız olarak ını durur?” (J.B., s.20 21)

Butler metin boyunca, bir yanda yapısal sınırlama alanı dediği


>eyle, diğer yanda "toplumsal," “ kültürel” ya da bağlama bağımlı de­
diği şey arasında bir dizi karşıtlık kurar. Bu ayrımları hakkıyla yo­
rumlamak zordur; çünkü Butler, “ toplumsaldan ya da “ kültürel'deıı
ne anladığını hiçbir zaman tanımlamaz -bunları, işaret etliği aleni
gerçeklikler sayar. Bununla birlikte, sanırım yanılmadan şöyle deni­
lebilir: Butler a göre ayrım, bir yanda a priori bir yarı-aşkınsal sınır
İle diğer yanda, tarihsel olarak olumsal olan ve o sınırın belirleni­
minden kaçan sal bağlama bağımlı yaşam kuralları ve biçimleri ala­
nı arasındadır. Buna üç itirazım var:
I. Butler, tüm metninin şiddetle ihtiyaç duyduğu bir soruyu, ken­
disine açıkça sormaz: Bağlama bağımlılığın ve tarihsclliğin koşulla­
rı nelerdir? Ya da -muhakemeyi daha aşkınsal bir tarzda biçimlen­
dirirsek bir nesne sahiden bağlama bağımlı ve tarihsel olması için
ıı.ısıl kurulmalıdır? Butler kendisine bu soruyu -nihayet, gerçekle
tarihselin varlıkbiliınsel kuruluşuyla ilgilidir sorsaydı, sanırım eşit
ttlçüde tatsız bulacağı iki seçenekle karşı karşıya kalırdı: Ya tarihsel-
llğiıı olumsal bir tarihsel inşa olduğunu dolayısıyla tarihsel olma
yan ve sonuç olarak aşkınsal olarak belirlenen toplumlar bulundu -
»•unu (t) zaman da Butler'ııı tüm projesi, kendisiyle çelişirdi) - iddia
etmek ya da bir tarihsellik ontolojisi ortaya koymak durumunda
t alırdı ve bunun bir sonucu olarak, çözümlemesine aşkınsal-yapısal
hoytılu yeniden sokmak zorunda kalırdı. Pratikte bunu yapmaktan
«.ıkınmaz. Bu yüzden, örneğin şunu iddia eder: "H içbir evrensellik
İddiası, kültürel bir normdan ayrı olarak gerçekleşmez ve uluslara
ıası alanı oluşturan birbirine rakip bir dizi norm dikkate alındığın-
d.ı. kültürel bir çeviriyi doğrudan gerektirmeyen hiçbir iddiada bu­
>06 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BU TI.EK .2l2 K K .IA C I.A l

lunulamaz” (|B, s.46). Buna. Butlcr'ın yöntemi izlenerek şu itirazda


bulunulabilir: “ Hiçbir evrensellik iddiası kültürel bir normdan ayrı
olarak gerçekleşmez" iddiası, yapısal bir sınır mıdır, yoksa bağlama
bağımlı bir iddia mıdır? Eğer bağlama bağımlı bir iddia ise, o z.ı
man evrenselliğin herhangi bir kültürel normdan ayrı ortaya çıktığı
toplumlar olasılığı doğar. Elbette, bu çizgide akıl yürütmek saçına
olur; ama saçmalığın nerede olduğunu belirlemek önemlidir. Saııı
rım, saçmalık, saf olumsuz hır koşulun bir hipostazla olumlu hır
koşula dönüştürülmesinde yatar. Tarihsel değişkenliğin sınırları
nın olumlu olarak belirlenebilen bir şeyde bulunacağını söylersem,
kendine ait varlıksa! bir belirlenimi olan aşkınsal bir sınır kurmuş
olurum. Ama olumsuz bir sınır -olumlu herhangi bir sınırın tam
olarak oluşmasını önleyen bir şey- konulmuştur dersem, hiçbir
varlıksal belirlenim söz konusu olmaz. Bu noktada söylenebilecek
tek şey, ikame edilmekte olan fiili içerikleri belirleyebilen biçimsel
hareket olmaksızın, biçimsel bir ikameler hareketinin gerçekleşti
ğidir. Şimdi bu, radikal bağlamsallaştırma ve tarihselliğin koşulu
değil midir? Ne var ki, bu durumda Butlcr'ın bağlama bağımlılığı,
Latanın Gerçeğine -tümüyle, simgeleştirilmeye direnen travmalı
bir çekirdeğe dayanan, herhangi bir varlıksal içeriği yüklenme zo
runluluğu olmadan varlıksal içerikleri ödünç alarak temsil düzeyi­
ne ulaşan- çok yaklaşır. Yalnız, Lacancı Gerçeğin, Butlenıı bağlam
ikamesinden bir üstünlüğü olduğunu eklemek isterim: Butlcr'ın
bağlam ik.ıınesi bir bağlamlar çokluğunu, saf betiınleyici ya da sı
ralı bir biçimde tanıtırken, I .açanın Gerçeği bağlam dönüşümünün
mantığına daha deı in girmemize olanak verir.
Bu nokta, hegemonya mantığı bakımından can alıcıdır. Butlenıı
muhakemesinin dayandığı el çabukluğunun bir hipostazdan ibaret
olduğunu söyledim: bu hipostazla saf olumsuz bir koşul olumlu bu
koşula çevrilir -ancak böyle bir bedelle, yapısal sınırın tarihsel ol­
madığı öne sürülebilir. Ama belki de, onunla Butler'ın giriştiğin­
den farklı bir oyun oynayacak olsak da, bu hipostazı alıkoyabiliri/,
Açıktır ki. olumsuz biraz olumlulaştırılmazsa, simgeleştirmenin
Y A PI.T A R İH VK SİYASAL 207

iyinde biraz Gerçek olmazsa, söylemsel herhangi bir etkisi -dolayı­


sıyla herhangi bir olası tarihsel etkisi- olmayan saf atıl bir olumsuz
koşulumuz olur. Olumsuzun bu olunılulaştırdması, lanı da siyase­
tin ve siyasal değişimin koşıılıı olan, benim, kasıtlı olarak içi boş
jtöslercnlerin üretimi dediğim şeydir. Bunlar, herhangi bir kesin
içerikle zorunlu bağı olmayan gösterenlerdir, bir tarihsel sınırla­
ma deneyiminin olumlu tersini adlandıran gösterenlerdir: Yaygın
haksızlık duygusuna karşı "adalet;" insanlar genelleşmiş bir top­
lumsal dağılmayla karşı karşıya kaldıklarında “düzen;" antisosyal
6/ çıkarın hâkim olduğu bir durumda “dayanışma" ve benzeri. Bu
terimler var olan bir sistemin olanaksız tamlığını akla getirdikleri
is in tamamen koşullanmış bir evrende koşullanmamışın adları­
dırlar- farklı uğraklarda çeşitli ve ayrı grupların toplumsal ya da
siyasal amaçlarıyla özdeşleştirilebilirler. Böylece, (a) sınırın, saf
olumsuz bir sınır olduğunu toplumun kendi kendini kurmasının
ııılıai olanaksızlığına işaret ettiğini; (b) toplumun, eninde sonun-
»l,ı mahrum kalacağı bir tamlığa ulaşmaya çalışırken, söylemsel bir
hlyiınde bu olmayan tamlığın adları olarak işlev gören içi boş gös-
ı.“renler ürettiğini; (c) tam da içi boş oldukları için, bu adların ken­
tli başlarına herhangi bir tikel toplumsal ya da siyasal amaca bağlı
olmadıklarını, bu yüzden de eninde sonunda olumsal ya da geçi
11 bağlanmalar oldukları anlaşılacak şeyler üreten bir hegemonya
ımu .iddesin in ortaya çıktığını savunuyoruz. Lacancı Gerçek, aslı
ihbarıyla hegcıuonik kaymaları düşünme girişimi olmamasına kar-
vm, onda hegemonik kaymalar kavrayışına aykırı bir şey gürmüyo-
ıııın. özellikle Butler'ın bir yapısal sınır nosyonunun bıı şekilde
tasarlanan- tarihsel değişkenlik nosyonuna aykırı olduğuna ilişkin
iddiasını da geçerli bulmuyorum. Tam da böyle bir yapısal sınır var
•>lduğu için, tarihsel değişkenlik olanaklı olur.
1. İkinci itirazım, Butler'ın soyut ile somut arasındaki ilişkiler so-
ıııııtınu ele alış tarzıyla ilişkilidir. Bu soruna uzun bir Hegel tartış
masıyla yaklaşır; konuyla ilgilenmeme karşın, burada yer nedeniyle
bu tartışmaya giremem. Bu yüzden, eleştirimi. Butler'ın Hegel çö­
2(M> OI.UM SAl 1.1K. HEGEM ONYA. EV R EN SELLİK • BU İ LER, ?.I?J-K. LACLAU

zümlemesinden çıkardığı sonuçların bazılarına yoğunlaştıracağını;


bu arada eleştirilerimin bir kısmının yalnızca Butler için değil, İle
gel için de geçerli olduğunu eklemeliyim. İki ana belirleme yapmak
istiyorum. Birincisi, Butlcr'ın tartışmasında tamamen farklı iki dil
oyununu, "b ir kuralı uygulama"yı ve “ bir örnek verm eyi birbirine
bağlamasıyla ilişkilidir. Bu sorunu ilk denememde zaten ele alınış­
tım; şimdi genişletmek istiyorum.
Bir kuralı uygulamak, bir tek uygulama olayında yoğunlaşmaya,
diğer tüm olayları soyutlamaya dayanır. Ama bir örnek vermek, taııı
tersidir; çeşitli tikel vakaları birbirlerinin eşdeğeri olarak Minmaktu
-bu, ancak çeşitli olayların bireysellikleri soyutlanarak başarılabilir.
İlk denememde, cümledeki isim ve fiil uyumunun örnekleri ola
rak üç cümle örnek verdim -biri faşist söylemden, İkincisi Marksist
söylemden ve üçıincüsü feminizmden. Elbette, örnekler bir ölçüde
kuralı oluştururlar; zira kuralı ihlal eden, ama o dili anadili olarak
konuşanlar tarafından meşru kabul edilen bir örnek verilebilseydi,
kuralın yanlış formüle edildiği sonucuna varmak zorunda kalır­
dık; ama cümlelerin ideolojik içeriği, telailuz durumları ve beıızeı
leri soyutlanmadan, dilbilgisel bir dil betimlemesi olanaksız oluı
Butler a yöneltmek istediğim ilk itiraz bııdur: Butlenıı söylemi, pek
farklılaşmamış hır bağlam kavramı içinde hareket eder ve toplum
daki yapısal belirlenim ile etkinliğin farklı düzeyleri arasında yete
riııce ayrım yapmaz.
Bu beni ikinci eleştirel belirlememe götürür. Aşağıdaki gibi ıd
diaları neden yersiz bulduğumu yeterince anlattım: “ Hğer özne her
zaman tıpa tıp aynı yerde sınırıyla karşılaşıyorsa, o zaman özne
kendisini içinde bulduğu tarihe temelden dışsaldır: Öznenin, simi
lamım, ifadelcııdirilcbilirliğinüı tarilıselliğı yoktur" (J.B.,s.21). liğcr
sınır, basitçe, herhangi bir olumlu içeriğin a priori hır aşkıtısal kt)
ruluşuııun olanaksızlığı demekse, bu sınırın nasıl tarihselliğin vaı
lıkbılimscl koşulundan farklı bir şey olabildiğini anlamak zordur
Aktarılan cümleyi izleyen cümlenin değeri kalır yanı vok: “ Dahası,
her tarihsel mücadelenin statü olarak yapısal olan kurucu bir sının
YAPI. TA RİH V E S İ YASA I. 209

yerinden cime beyhude çabasından başka bir şey olmadığı fikrini


kabul edersek, tarihsel alan ile yapısal alan arasında, tarihsel ala­
nı muhalefet anlayışından dışlayan bir ayrıma teslim olur m uyıız?"
(J.B., s.21). Bu cümledeki “ muhalefet ’in ne anlama geldiğini bilm i­
yorum, ama genel eğilimi yeterince açıktır: Eğer sınırlar yapısalsa,
siyasal iktidarsızlığa mahkumu/. Çıkarılacak sonucun tam tersi
olduğunu düşünüyorum: Yapısal sınır, herhangi a priori bir özün
oluşmasının olanaksızlığı olarak tasarlanırsa, siyasal-hegemonik
ifadelendirmelerin her zaman değişebilir olmasında bir umut ve
militanlık kaynağı bulabiliriz. Herhangi bir yapısal sınırın ortadan
kaldırılması muhakemeye toptan nihilizm i sokar; zira bugünkü ik ­
tidar yapılarının tarihsellisi ya da tarihsel olmayışı konusunda her­
hangi bir şey söyleyemezdik.
Butler’ın tutumuyla ilgili çektiğim güçlük şuradadır: “ Soyuf'u
yapısal a priori sınırlam ayla özdeşleştirmekle Butler, (a) herhan­
gi bir yapılaşma ilkesinden yoksun vc belirsiz olumsal değişkenliğe
.1 / çok eşdeğer olan ve (b ) bizzat soyutlamanın somut bir biçimde
üretilme olasılığına kendisini kapatan bir “somut" nosyonuna onay
verir. B ir örnek vermek gerekirse: Benim kim lik nosyonumu eleşti-
rirken şöyle yazar:
İler kimliğin farklı bir ilişkiler alanında vazedildiği fikri yete­
nine açıktır; ama eğer bu ilişkiler toplumsal (incesiyse ya da top­
lumsalı koşullayan vc yapılandıran, ama ondan ayrı olan yapısal bir
l.ırklılaşma düzeyini oluşturuyorlarsa, evrenseli başka bir alana da
yerleştirmiş oluruz: tüm dillerin yapısal özelliklerine. (...) Böyle bir
yaklaşım, biçimsel dil çözümlemesini dilin kültürel ve toplumsal
o/diziminden vc anlambiliıuindcn ayırır. (...) Dahası, evrenselliği
'Isi boş’ bir yer, özgül içerikler tarafından ‘doldurulan bir yer olarak
tasavvur edersek vc siyasal anlamları, o boş yerin doldurulduğu içe-
ııklcı olarak anlarsak, o zaman siyasetin dile dışsallığını vazederiz
v. I*u, Ladau’nun savunduğu siyasal performatiflik kavramını siler
gibi görünür. Evrenselliği neden içeriğini önceki ve sonraki bir olay-
d.ı I»ekleyen bir içi boş 'yer' olarak tasavvur edelim? İçinden çıktığı
210 OLUMSAM IK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTI KR.7J2EK. I.ACLAU

içeriği zaten inkâr etliği ya da bastırdığı için mi içi boştur vc ortay.ı


çıkan biçimsel yapıda inkâr edilmişin izi nerededir?" (J.B., s.45)
Butler'ın benim çalışmamla ilgili eleştirisinde can alıcı olan bu
pasaj, üç ayrı önerme türüne ayrılabilir: (a) dediklerimi yanlış if.ı
delendirenler; (b ) muhakememin can alıcı bir noktasını atlayanlaı
ve (c) birbirleriylc çelişen eleştirel iddialarda bulunanlar. Ne vat
ki, bu sınıflandırmayı biçimsel bir açıklama ilkesine dönüştürmek
yerine, Butler’ın muhakemesinin, okurun bu üç kategoriden birine
yerleştirmekte güçlük çekmeyeceği çeşitli parçalarını ele alacağım.
(i) Birincisi, Butlcr alışılmış savaş makinelerini “ kültürel" v
“ toplumsal” anlamlarını tanımlama yönünde en ufak bir girişim
de bulunmadan harekete geçirir; bundan ötürü neden söz ettiğim
anlamak olanaksızdır, ancak tahmin edebiliriz. Benim tahminime
göre, eğer "kültürel" ve “toplumsa!”!, bir yanda “evrensel." diğer
yanda “ yapısal" olan bir şeyin karşısına koyuyorsa, yapısal belirle
ilim lerin evrensel oldukları, toplumsal ve kültürel özgüllükle ölçüş
türülemez oldukları sonucuna varmak gerekir. Buradan hareketle
Butler’ın kuramsal çözümlemeye bağlı bakış açısıyla bir tür sosyo­
lojik nihilizmi savunduğu sonucuna varmak zor değil. Yüzeysel ba
kılsa, iddiaları, yapısal elki biçimlerini tarif eden herhangi bir top
lumsal kategorinin kullanılmasının, kültürel ve toplumsal özgüllü#'
ihanet olduğu anlamına gelirdi. Öyle olsaydı, kasabadaki tek oyıın
gazeteci betimleyiciliği olurdu. Klbette, niyetinin bu olmadığını,
yalnızca özcülüğe, öııselci yapısal belirlenim nosyonlarına karşı
çıktığını söyleyebilir. Ne var ki, bu durumda da iki soruyu yanıtla
ması gerekir: (1) Yapısal sınırlama ve belirlenim düzeylerine ilişkin
kendisinin daha farklılaşmış bir çözümleme yaklaşımına nerede
rastlanır? (2) Benim çalışmalarımda, tarih dışı a priori bir yapısal
belirlenim kuramını savunduğuma nerede rastlar? İkinci konuda
bir yanıt söz konusu olamaz. I fegemonya kuramı, toplumsal ve kıil
türel bakımdan özgül bağlamlardan kaynaklanan evrenselleştirici
sonuçlarla ilgili bir kuramdır. Birinci konuda yanıl, daha nüanslıdıı
•aslında, Butler yapısal belirlenim/kültürel özgüllük arasındaki katı
YAPI. TARIM V E SİYASAI 211

1.1ışı Ilığın ötesine geçebilseydi, bir yanıt olabilirdi. Adına layık her
toplumsal kuram, değişkenlikleri ve göreli ağırlıkları bakımından
Imalama özgü olan yapısal belirlenim biçimlerini yalıtmaya çalışır;
ıtnıa bununla birlikte, kavramlarını, toplumsal ve tarihsel karşılaş»
tırmalan olanaklı kılacak şekilde kurmaya da çalışır. Butlcr'ın en
iyi uğraklarında topluma yaklaşımı -hegemonya kuramıyla birkaç
takışma noktası bulunan (ki ben de aynı fikirdeyim ) performatif
liğc yenilikçi ve içgörtılü yaklaşımı- bu yolda ilerler. Bu konuda,
yalnızca Butlcr'ın silahlarını kendisine çevirmeden edemeyeceğimi
eklemek zorundayım: Performatiflik, farklı bağlamlarda çeşitli bi­
limlerde doldurulacak içi boş bir yer midir, yoksa bağlama bağımlı
mıdır, dolayısıyla performatif eylemlerin olmadığı toplumlar var
mıydı?
(ii) Butler’ın yukarıda aktarılan pasajından, dilin toplumsal ön-
u sı olduğunu şaşkınlıkla öğreniyoruz. Hangi anlamda toplumsal
ıincesi? Tanrının bir hediyesi m idir? Yoksa biyolojinin bir ürünü
müdür? Biraz iyi niyetle. Butlcr'ın bunu kastetmediğini öne sürebi­
liri/ aklından geçen şudur: Toplumsala atfettiği değişkenliğin ve
l.ııklılaşmamn kaleydoskopik ritmi nedeniyle, toplumsalı, belli bir
noktaya kadar kıiltıircl vc tarihsel farklılaşmaları aşan daha istik-
r.ırlı dil yapılarına çıpalaınakta zorlanır. Ama bu durumda, dilsel
kategorileri toplumsal çözümlemeye sokmamızın anlamını tam
nl.ırak kavramamış olur. Dah.ı önceki yazımda, Saussurccü mode­
lin Kopenhag ve Prag Okulları tarafından biçimselleştirilmesinin,
»lllscl kategorilerin sessel vc kavramsal tözlerle göbek bağım kopar­
mayı olanaklı kıldığını ve böylece genelleştirilmiş bir semiyolojinin
(Sııassure’ün savunduğu, ama kuramadığı, toplumda gösterenlerin
İşleyişini ele alan bir bilim ) yolunu açtığım öne sürmüştüm. Bu yüz
dm 1%0'larda Barthcs, gösteren/gösterilen, sentagma/paradigma
«yrıınları gibi dilsel kategorilerin, diğer toplumsal gramer düzeylc-
rıııde. beslenme kodu, moda sistemi, mobilya ve benzeri düzeylerde
n,ı ıl etkili olabildiklerini görmeye çalıştı. Elbette bugün, Bathes’in
•'l'ryıc ilcrisindeyiz; ama dilsel kategoriler kullanmayı, toplumsal
212 O LUM SA LLIK. HEGEM ONYA. EV R EN SELLİK • BUTLER. ?.I?.EK. I ACI.Al

örgütlenmenin çeşitli düzeylerini kapsayacak şekilde genelleştirme


olanağı, 1960'lardaki kadar geçerlidir. Birçoğumuz dilsel ve reto
riksel aygıtları, rasyonel tercih, yapısal işlevselcilik, sistem kuramı
gibi, piyasada bulunan alternatif yaklaşımlardan daha verim li bul­
duğumuz aygıtları, tam da bu anlamda siyaset incelemesine sokm.ı
ya çalıştık.
Şimdi, dilsel kategorileri genelleştirmenin, dilsel çözümlemenin
artan biçimciliğiyle ve klasik dilbilim in "maddi nesneleri" olan toz
lerden kopmasıyla olanaklı olduğu doğrudur. Ama bu, Butler’ın One
sürdüğü gibi, bu yaklaşımın, “ biçimsel dil çözümlemesini, dilin kül
türel ve toplumsal sözdiziminden ve anlaınbilinıindeıf ayırdığı an
lamına mı gelir? Fek değil. Bir anlığına Barthcsa geri dönersek: O.
dilsel kategorileri kendi farklı semiyoloji sistemlerine uygularken,
bu kategorileri etkin oldukları bağlamdan bağımsız olarak ken
tlivle aynı kalan biçimsel kendilikler olarak değil, bu bağlamların
bulaştığı ve kısmen bozulan kendilikler olarak ele alır. Bu yüzden,
genel olarak dilden moda sistemine ve benzerlerine geçtiğimizde,
gösteren gibi bir kategori kısmen değişmek zorundadır. Bu şekilde
somutun soyuta bulaşması, biçimsel kategoriler alemini, Butler'ın
kendi kendini içeren evreninden çok. YVittgensteincı anlamda bu
"aile benzerlikleri" dünyası haline getirir. Klbette, bir noktada .nl.
benzerlikleri çok fazla gevşekleşip önemsizlcşebilir ve bir paradıg
ma değişimi zorunlu hale gelebilir. İşte bu anlamda, dilin, içi bo»
gösterenler mantığına kaynaklık eden kimi biçimsel öznitelikleıı
ııiıı -yukarıda belirtilen geniş anlamda tasarlanan- siyasal süreç­
lerdi- merkezi işleyici olduğunu saptadığımız iç boşaltıcı mantıkları
anlamamızda yardımcı olup olmadıklarını kendimize sorduk. Anın
her durum incelemesinin biçimsel bir kurala mekânik şekilde uy­
madığı, biçimsel kurala bulaştığı ve onu kısmen bozduğu bizim için
açıktı. Yapısal bir yaklaşımı kendine özgü bir tarzda toplum incel«-
meşine sokan düşünürlerden hiçbiri -ne Barthes, ne Foucault, ne
I-acan ve (ateş altında olan ben olduğuma göre) ne de ben- Butler'ın
karikatüre benzeyen biçimci belirlenimciliğine uymaz. Kvremell
YAPI. TARİH VF. SİYASAI 213

"iıım dillerin yapısal özelliklerine” yerleştirenlere yaptığı gönder­


meye gelince, Buller’ın uzaktan ilgili bir örnek bulmak için zaman
İçinde geriye gidip, Port-Royal’ın Gram nıaire’inc ulaşmak zorunda
olduğunu öne sürüyorum.
3. Butler'ın soyut biçimcilik ile “ toplumsal” arasındaki dışlayıcı
İkiciliği, bizzat toplumsalın oluşumunu vc işleyişini anlamak bakı
ınından büyük önem taşıyan bir şeyin farkına varamamasına neden
olur: bizzat somutun hareketinin soyutu oluşturduğu süreçlerin.
(Yani somuttan önce gelen ya da somuttan ayrı biçimsel bir boyut
değil, bizzat somutun “ yöneldiği” bir şey olan bir “soyut.” İsterseniz,
«umut bir soyut.) Evrenselin yatağına, herhangi bir a priori nitelikli
Inçimci dünyada değil, bu somut soyutlarda rastlarız.
Bir çift örnek verelim. Kapitalizmde meta hareketi, metalann ti­
kel bireysel niteliklerine son vererek onları değer taşıyıcıları olarak
<>dcğer hale getirir. Burada, doğrudan toplumsal ilişkileri yapılan
«liran bir soyutlamayla karşı karşıyayız. Metaların biçimsel nitelik­
lin . a priori nitelikteki herhangi bir biçimcilik tarafından onlara
d.ıv.ıtılmaz; metalann somut etkileşimlerinden kaynaklanır. Şimdi
ile başka bir örnek verelim -insan hakları söylemi. İnsan olarak
İnsanların haklarını öne sürmek için, ırk, toplumsal cinsiyet, sta­
tü ve benzeri farklılıkları soyutlamak zorundayız. Yine burada da.
I artımlarda, yasalarda, uygulamalarda cisimlcştiklcri ölçüde somut
tarihsel sonuçlar üreten soyutlamalarla karşı karşıyayız.
İçi boş gösterenler mantığı dediğimiz şey, bu tip somut soyut­
la ya da evrenselle ilişkilidir. Gerçek sorun, Butler'ın sandığı gibi,
/.iman dışı, toplumsal öncesi bir yerde, tüm toplumların şu ya da
bu şekilde dolduracağı soyut bir “ içi boş olma” kategorisinin var
olup olmaması değildir; somut toplumların, bizatihi somutlukları­
nın asli özelliği olan hareketlerden ötürü, kasıtlı olarak içi boş olan
gösterenler üretme eğiliminde ohıp olmadıklarıdır. İtalya'da, Nazi
ı.f.aline karşı kurtuluş savaşı sırasında, Garibaldicilik ve Mazzini
. ilik simgeleri, giderek artan sayıda toplumsal talebin kayıt yüze
214 OLUMSAI-LIK, HEGEM O NYA. EVRENSELLİK . BUTLER. ?J2l.K. I.ACLAU

yi haline gderek, kendisini evrenselleştiren bir dil, genel eşdeğer


-Sorelci anlamda mit- işlevi gördüler. O nedenle, evrenselleşme
sürecinde bıı simgeler, giderek kurtulurla, adaletle, özerklikle vc
benzerleriyle özdeşleştiler. Kendi temsil alanlarına kaydettikleri
toplumsal taleplerin sayısı arttıkça, <>ölçüde içleri boşaldı; çünkü
toplumda yalnızca tikel çıkarları gittikçe daha az temsil edebildi
ler. Sonunda, toplumun olmayan tamlıgının, kendisinden yoksun
olunan şeyin gösterenleri haline geldiler. Gördüğümüz gibi, burada
soyut ile somut arasında karşılıklı bir bulaşma vardır; çünkü: (a) bu
içi boş evrensel temsil işlevini hangi gösterenlerin yerme getireceği,
toplumsal ya da tarihsel bağlama bağlıdır; (b) bu içi boşalma süre
cinin »/e Ölçiülegerçekleşeceği dc bağlama bağlıdır (kurumsallaşma
düzeyi yüksek bağlamlarda daha az, "organik kriz" bağlamlarında
daha fazla); (c) içi boş gösterenler mantığının, kendine ait bir soy
kütüğü vardır -biçimsel olabilirliğinin soyut bir biçimde belirlen?
bilmesine, tarihsel gerçekleşmesinin bu olabilirlikten türet ilemeyen
koşullara bağlı olmasına karşın.
Sanırım . Butlcr'ın. somut soyut ya da evrensel dediğim şeyin
farkında olmaması, muhakemesinin, soyut ile somutun eklem­
lenmesini (bulaşma değil, uzlaşma eklemlenmesi) llcgclci tarzda
kavramasının bir sonucudur. Sittlichkeit gibi bir nosyonla kalkışı
lan kusursuz dengenin, hegemonik mantık olasılığını dışladığını
düşünüyorum. Bununla birlikte. Butlcr'ın “somut soyut" sorununu
hesaba katmadığı iddiası, tamamen doğru değildir. Bu sorun, söyle­
minde. “ kültürel çeviriler" dediği şeyde bir şekilde vardır. Butlcr'ın
yaklaşımının, kendimi yakın hissettiğim ve kuramsal gerekçelen
dirmclcrimiz ne kadar farklı olursa olsun, siyasal konumlarımızın
birbirinden çok uzak olmadıklarını düşünmemi sağlayan boyutu
budur.
“ Kültürel çeviri," Butlcr’ın çözümlemesinde eksen niteliğinde bıı
rol oynar. Her şeyden öncc, llcgelci Sittlichkeit'in birleşik kaıak
terinden uzak durmasına olanak verir. Kendisinin dc iddia ettiği
gibi:
YAPI.TA RİH V E SİYASAL 215

I legel görenekse! pratiği, etik düzeni vc ulusu açıkça basil birlik­


ler olarak anlamasına kaı>ın. bundan, kültürlerde ortak olan ya
da kültürel olarak heterojen uluslarda ortaya çıkan evrenselliğin,
bu nedenle kültürün kendisini aşmak zorunda olduğu sonucu
çıkmaz. Aslında, eğer I legel'in evrensellik nosyonunun ınelcz kül­
tür ve kararsız ulusal sınıı koşullarında iyi olduğu kanıtlanırsa, o
zaman kültürel çeviri işiyle biçimlendirilen bir evrensellik haline
gelmek zorunda kalacaktır (J.B.. s.29).

Bunu çok inandırıcı buluyorum. Demek ki, evrensel -ya da so­


yut tarihsel özgüllük adına bir tarafa atılmamalı, özgül bir tarihsel
inşa sayılmalıdır. Bu, benim daha önce “somut soyut” dediğimle ne-
ıcdcyse kelimesi kelimesine örtüşür. Bu nedenledir ki, Butler’ın öne
sürdüğü gibi, “ hiçbir evrensellik nosyonu, bir tek 'kültür' nosyonu
içinde kolay kolay soluk alamaz, çünkü bizzat evrensellik kavramı,
bir mübadele ilişkisi olarak kültür anlayışını ve bir çeviri görevini
/orunlu kılar" (J.B., s.34).
İkincisi, Butler'ın açıkça gösterdiği gibi, evrenselin her zaman so­
mut bir durumdan çıkması, tikelliğin izlerinin evrensele her zaman
bulaşacağı anlamına gelir. Evrenselcilik savunusundan emperya­
list bir ideoloji olarak söz eder; ama aynı şey, karşıt bir göstergenin
e/ilenlerin- evrenselcilikleri için de söylenebilir. Bu bulaşma, her
/aman, tikelcilik ile evıenselciliğiıı birbirinden ayrılamaz oldukları
melezlerle sonuçlanır. Butler'ın ifadesiyle:

Ortaya çıkan şey ise ... ne yalnızca evrensel, ne de yalnızca tikel


olan bir tür siyasal iddiadır; aslında, evrenselliğin belli kültürel
lormülasyonlarmda aslı olarak var olan tikel çıkarlar, açığa vuru
lur ve hiçbir evrensel, içinden çıktığı vc içinde seyrettiği tikel bağ­
lamların kendisine bulaşmasından kurtulmaz (J.B., s.52).

Bundan daha fazla hemfikir olamam. Bu, benim kendi termino­


lojimdeki, “ Hegcmonik bir evrensellik olmayan hiçbir evrensellik
yoktur" ifadesiyle aynı anlamdadır.
>16 Ot.UMSAI.i l K. HEGEM O NYA, EV R EN SELLİK • KÜTLER, 2l?.EK. LACLAU

Peki, çeviri işleminin iç yapışma ne demeli? İlk önce, Butler’ın


yaklaşımımla ilgili özetinin en şaşırtıcı yanlarından birinin, benim
terminolojimde, “çeviri” nosyonuna özellikle yakın olan bir kav­
ramdan. “eşdeğerlik" kavramından söz etmemesi olduğunu söy­
lememe izin verin. Üstelik çalışmamdaki “ fark” nosyonunu, “dış­
lama” ya da “antagonizma” nosyonuyla özdeşleştirmektedir, ki bu
açıkça yanlıştır; zira bcniın yaklaşımımda siyasal mekânın uzlaş
mazcı yeniden düzenlenmesi eşdeğerlik kategorisiyle ilişkiliyken,
“fark” olumlu özdeşlik anlamına gelir. Toplumsalın kurucusu olan
mantıklarda iki tür işleyişi ayırt etmeye çalışmıştım: toplumsal yel­
pazenin içinde tikel konumlanmaları başlatan fark mantığı ve belli
bir tikelliği, sonsuz sayıda başka tikelliklerlc ikame edilebilirliği te­
melinde “evrenselleştiren” eşdeğerlik mantığı -bu ayrım dilbilimde«
birleşme ve ikame ilişkileri arasındaki ya da sentagmatik ve panı
digınalik kutuplar arasındaki ayrıma karşılık gelir, örneğin, popü­
list bir söylemde toplumsal mekân, iki sentagınatik konum etrafın
da İkililerine eğilimindedir ve kim likler topluluğu, kendi aralarında
eşdeğerliğe dayanan bir ikame ilişkisi kurarak ayrıınsal niteliklerini
zayıflatırlar; oysa kurumsal bir söylem, ayrımsal-sentagmatik ko­
numlan çoğaltır ve dolayısıyla, belli bir toplumsal oluşum içinde
olanaklı olan eşdeğerliğe dayanan hareketleri azaltır.
Şimdi. Butler'ın “çeviri” dediği şeyin iç yapısı ile benim “eşde­
ğerlik” dediğim şeyin gerçekten de çok yakın olduklarını düşünü­
yorum. Ona göre çeviri, l>elli bir içeriğe, onun özgün dillendirme
bağlamı dışında olan, o içeriğin kendi anlamını aldığı dillendirme
konumlarını çoğaltarak kendisini evrenselleştiren bir şey eklenerek
yersizyurtsuzlaştırılması demektir. İnsan eşitliği adına kadınların
haklarını talep eden feminist bir söylem, tamı tamına bunu yapir
Butler, Joaıı Wallach Scott ile Paul Gilroydan, bu bakımdan özel­
likle açık olan iki örnek verir. İşte, benim anladığım anlamda bit
eşdeğerlik ilişkisi de tam olarak bu rolü oynar. Eşdeğerlik, özdeşlik
demek değildir -eşdeğer terimlerin ayrıınsal niteliğinin hâlâ etkili
olduğu, salt “eşitliğe" karşıt biçimde, eşdeğerliğe kendi özgül özellik
YAPI.TARİH V E SİYASAI

lerini veren bir ilişkidir. Bu, eşdeğerlik uğrağının bir şekilde orada
olııp, adı evrensellik olan kendi sonucunu üretmesini de gerektirir.
Evrenselliğe vermeye hazır olduğum tek statü, bir eşdeğerlik işlemi­
nin çökeltisi olma statüsüdür; yani “evrensellik'" asla bağımsız bir
kendilik değildir, tikellikler arasında her zaman bitimli ve tersine
çevrilebilir bir ilişkiye karşılık gelen “adlar" kümesidir. “ Eşdeğerlik”
terimini “çeviri” terimine tercih ediyorsam, bunun nedeni, “çeviri"
teriminin (etimolojik translatio anlamında alınmadıkça), bir teri
min başka bir terimle loptan ikame edilme olasılığının teleolojik
nüansını alıkoymasıdır. “ Tnuluttore. tradillore 'y k ilgili her şeyi bil­
memize karşın, bu. başlangıçta niyet edilenin başarısızlığının -iste­
nirse buna kaçınılmaz denebilir- kabulüdür. “ Eşdeğerlik" terimi bu
muğlaklığı ortaya koymaz: Farkı özdeşliğe çökertme eğilimindeki
bir işlemle uğraşmadığımız, başından itibaren açıktır.
Her neyse, ister eşdeğerlik olsun, ister çeviri, Butlerla birlik
te entelektüel ve siyasal bakımdan benzer bir şeyi amaçladığımızı
düşünüyorum. Metnim in ciddi ölçüde yanlış okunması olarak gör
düğüm durumla ilgili eleştirel belirlemelerime karşın, aynı alanda
düşünmekte ve savaşmakta olduğumuz duygusundan da kurtula­
mıyorum. Bu altbölümü Butlara iki soruyla bitirmek istiyorum:
( I ) Bulaşık bir evrensellik nosyonunu kabul etmek ile soyut ve so-
mut arasında kusursuz bulaşılmamış- bir uyum ima eden Hegel
ci soyut-sonuıt diyalektiğiyle kaynaşmak arasında belli bir çelişki
kendisinin benim metinlerimi okumasına da tercüme edilmiş
yok mudur? (2) Somut her zaman soyuta bulaşıyorsa, kendisine
evrensel .süsü veren bir tikelin. Jakobcn Terörle sınırlanabilen özel
ve uç bir durum olmaktan çok. herhangi bir toplumsal yaşamın bir
özelliği haline gelmesi, dolayısıyla uzlaşmazlığın, bizim her zaman
■.ıvunmuş olduğumuz, gibi, toplumsalın ortadan kaldırılamaz bir
özelliği olması söz konusu değil midir?
218 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. E V R E N SE L lJK • BUTLER. ZlZBK. LACLAU

2i2ek'e Yanıt
İlk önce, £i£ek’in denemesinde bana yöneltilen özel itirazları ele
alacağını; sonra, aynı metinde geçen “ postmoderııizme karşı sınıl
mücadelesi“ alternatifiyle ilgili daha genel soruna geçeceğim, ön
çelikle, ılı,' tip itirazı ele alacağım: (1) toplumun kuruluşundaki zo
runlıı başarısızlık ile Kant'ın Düzenleyici Düşünce nosyonu arasın­
daki ilişkiyle bağlantılı olanlar; (2) Siyasalın zorunlu koşulu olarak
doğallaştırmayla vc antagonizma nosyonunda asli olarak var olan
çifte olanaksızlıkla bağlantılı olanlar; (3) bizzat tarihselciliği tarih
¿elleştirme olanağıyla bağlantılı olanlar.
1. Birinci itiraza kolayca yanıt verilebilir ve aslında, /.izck’ın
böyle bir itirazda bulunmasına da oldukça şaşırdım. Mesele, bu
yandan, sonsuz yaklaşma nosyonunda asli olarak var olan tevekkül
sorunuyla, diğer yandan, bu sonsuz, ilerleme sürecinde çözülebilen
sorunların kısmi doğasıyla ilgilidir, /.izek soruyor:

Bu çözüm, olanaksız Tamlığa bir tür "düzenleyici Düşünce" olarak


yaklaşmayı. Kantçı sonsuz yaklaşma mantıcını gerektirmez mi?
Bu, “ Başarısız olacağımızı bilmemize karşın, arayışımızda ısrar
etmeliyiz" kinik/mütevekkil duruşu -ulaşmaya çabaladığı genel
Hedefin olanaksız olduğunu, nihai çabasının zorunlu olarak ba­
şarısızlıkla sonuçlanacağını bilen, ama yine de bu genel I layalet
gereksinimini, tikel sorunları çözmeye girişme enerjisi için zorun­
lu bir yem olarak kabul etlen bir aracının duruşunu- gerektirmez
mi? (S.Z., s. )
Geçmişte, Zizek bundan daha fa/lazım bilirdi, örneğin, beniııı
yaklaşımım üzerine, Kantçı “coşkulu tevekkül” nosyonu -kendisi
nin de çok iyi bildiği gibi, kinizmin zerresini içermez- bağlamında
yazmıştı. Muhakemenin iki yanını ele alalım: ulaşılmaz -Düzen
leyici Düşünce vc çözülecek sorunların kısmi doğası. Kantçılığı
dayanan bir yaklaşım ile benim yaklaşımım arasındaki fark, bana
göre ruhsal yatırımların nesnesi sürekli olarak değişirken, Kant.ı
YAPI. TA RİH VF. SİYASAL 219

göre Düzenleyici Düşüncenin içeriğinin, la en başından verili ol­


masıdır. Hu yüzden, ulaşılamaz nihai amaçlarla ilgili herhangi bit
kinizmin ortaya çıkabileceği, doğrusal birikim li bir süreç yoktur.
I lili mücadelelere giren tarihsel aktörler için, hiçbir şekilde kinik
tevekkül söz konusu olmaz: İçinde yaşadıkları ve savaştıkları ıılku
kuran yalnızca fiili amaçlarıdır. Nihai tamlığııı ulaşılamaz olduğu
ııu söylemek, hiçbir şekilde, kaderci bir tutumu ya da tevekkülü
savunmak değildir; bu. insanlara şunu söylemektir: Uğruna savaş
tığınız şey. var olan her şeydir; fiili mücadeleniz, onu önceleyen bir
zorunluluk tarafından sınırlanmamıştır. Çözülecek sorunların kıs
ııu karakterine gelince, iki boyutu ayırt ederken dikkatli olmalıyız:
bir yandan, fiilen çözülen şeyin "varlıksa!" içeriği; diğer yanda, bu
sözüm meydana getirilirken yapılan "varlıkbilim scl" yatırım, bu
anlamda, sorunların kısmi doğası, onları teker teker ele alıp, yö­
netsel bir biçimde ilgilenmek anlamına gelmez -Marx'ın da benim­
sediği Saint-Siınoncıı vecizede olduğu gibi: insanları yönetmekten
peylerin yönetimine-; bir yerde, toplumun tamlık özlemini cisim*
leştiren içerik ile kendine ait bir içeriği olmayan bu tamlık arasında
her zaman bir mesafe olacağı anlamına gelir. 1989’dan sonra Doğu
Avrupa’da insanlar piyasanın erdemleriyle coşup harekete geçtikle-
riııde ya da sosyalistler üretim araçlarını toplumsallaştırmaktan söz
i ttiklerinde, bu dönüşümleri ekonomik yönetim sorunlarını çöz­
menin kısmi yolları olarak değil, insanın küresel özgürleşmesi için
il.iv olarak düşünüyorlardı -bu anlamda, kısmi tarihsel başarılara,
bu başarıları çok aşan simgesel bir önem yüklüyorlardı. Yalnızca bu
.«ulamda sağlanan değişimin farklılaşan, somut kısmi karakteri ile
hegemonyanın ve siyasetin onlar olmadan kavranamayacağı daha
kapsamlı simgecilik ve beklentiler arasındaki kapanamaz mesafeyi
vurgulamak için- “çeşitli kısmi sorunlardın çözümünden söz et­
lim. Okurun da görebileceği gibi, bunun tamlığııı içeriği başından
ıiıb.ıreıı verili olduğu için, somuta yüklü yatırımı gerektirmeyen
I >ıızcnleyici Düşünceyle ya da -sorunların çözümünde gerekli olan
lıcgeınonik yatırım olmadan yürütülebildiği için- kısmi sorunların
22« O LUM SALLIK. HEGEM ONYA. EVREN SELLİK • BUTLER. ZlZEK. LACLAU

yönelimiyle fazla l>ir ilgisi yoktur. Bu yüzden, benim siyasetim ılc


Z iiek gibi benim dc eleştirdiğim Üçüncü Yol kuramcıları arasında
hiçbir ilişki yoktur.
2. 2izek şöyle yazıyor:

devrin» sonrası Toplumun tamlığını haklı olarak reddetmek |be-


nim n-dd<rimem|. kapsamlı bir toplumsal dönüşüm projesinden
vazgeçmemiz ve çözülecek kısmi sorunlarla sınırlı kalmamız ge­
rektiği sonucuna varmayı haklı çıkarmaz: Bir "mevcudiyet me­
tafiziği" eleştirisinden, ütopya karşılı "reformist" tedrici siyasete
atlamak, meşru olmayan bir kısa devredir (S.Z.. s. 116).

Bu kısa devrenin meşru olmadığına tamamen katılıyorum; yal­


nızca. bu sıçramayı yapan tek kişinin 2ızek olduğunu eklemek
isterin». Burada temel bir ayrım yapmalıyız: Toplumsal ve siyasal
talepler -her birinin diğerlerini zorunlu olarak gerektirmemesi an­
lamında ayrıktırlar demek, bir şeydir; bu taleplerin, siyasal olarak,
ancak teker teker ele alınacakları tedrici bir süreçte karşılanabilece­
ğini söylemek tamamen başka bir şeydir, örneğin, çok sayıda top­
lumsal talep arasında bir eşdeğerlik ilişkisi kurulsa, bu taleplerden
herhangi birinin karşılanması, sonuçları, salt tedriciliğin tasarlaya­
bileceği herhangi bir şeyden çok daha fazla sistemsel olacak daha
küresel bir toplumsal hayalin inşasına bağlı olur. “ Tedricilik," .ıs­
lında, ütopyaların ilkidir; toplumsal sorunları siyasal olmayan bit
tarzda ele alabilen nötr bir yönetim merkezinin var olduğu inancı.
Toplıımlarımızın yirm inci yüzyıldaki büyük dönüşümlerini düşü­
nürsek, tüm durumlarda bu “ kısmi” reformların, daha küresel top­
lumsal hayallerdeki ciddi değişimlerle olanaklı olduğunu anları/
-New Deal’ı, refah devletini ve daha yakın yıllarda “ahlaki çoğun­
luk" ve "yeni-liberalizm” söylemlerini düşünün; ama bana göre, Kus
Devrimi gibi sonuçları kesinlikle daha küresel ve sistemik süreçle*
için de, çok farklı bir şey söylenemez.
£izek’in konumundaki zorluk -daha sonra tekrar döneceğim
bir nokta- siyasete küresel yaklaşımdan ne anladığım hiçbir zaman
Y A P I. T A R IM V F S İY A S A I 221

.ıçıkça tanımlamamasıdır. liir ufkun içindeki kısmi çözümleri, ge­


liri olarak ufuktaki değişimlerin karşısına koyar. Bir ufkun ne ol­
duğu ve kuruluş mantığı hakkında hemfikir olmamız koşuluyla,
İni formülasyona karşı da değilim. Toplumsalın bir zemini midir?
Itır ayrık mücadeleler çoğulluğunu bütünleştiren imgesel bir inşa
mıdır? Z iie k hu konularda yeterince açık değildir ve sınıf indirge
Hiççiliğinin ideal örneği genç I.ukâcs gibi bir yazara yaptığı gönder­
me. olası yanlış anlamaları gidermeye pek yetmez. Bu daha genel
I onulara biraz sonra geri döneceğim. Bu noktada Zizek’in aşağıda-
I I görüşlerine neden katılmadığımı açıklamak istiyorum: Siyasal,
“arıcak olumsal doğasını kokliı bir biçimde 'bastırdığı' ölçiidc, asgari
hır 'doğallaşmaya uğradığı ölçüde etkili olabiliyor. (...) Toplumu tanı
ı arlıkbilim scl gerçekleşmesine ulaşmaktan alıkoyan bu uzlaşmazlığı/
olumsuzluğu yeterince temsil etmek/ifadelendirmek de olanaksızdır'*
is s.l 15). Zizek’in ideolojik fantezinin rolüyle ilgili çözümleme-
\ine ve "bizzat bu olanaksızlık olumlu hir öğede temsil edilince, asli
olanaksızlık dışsal bir engele dönüştürülür” (S.Z., s.l 15) şeklindeki
yargısına karşı değilim. Bununla birlikte, iki noktaya itiraz cdiyo-
ı »mı: (a) olanaksızlık ile dışsal nesne arasındaki ilişkinin katıksızca
keyli hir ilişki olmasına; (b) hu olanaksızlığın kendisinin, ancak ka­
tıksızca keyfi bir yansıtmayla temsil edilebilmesine. İlk noktada, hir
olayın toplumun tamlığını meydana getirme yeteneği ile bir dizi kıs­
mı sorunu çözme yeteneği arasındaki mesafenin hiçbir zaman yete-
ı ince kapatılm adığını, kısmi sorunları çözme yeteneğinin Yahudi
örneğinin gösterdiği gibi- keyfi hir tercihin sonucu olmadığım öne
mı uyoruın. Çarlık ve apartheid rejimi birçok demokratik reformun
«imindeki fiili engellerdi, asli bir olanaksızlığı olumlulaştıran keyfi
hedefler değildi. Aynı zamanda asli hir olanaksızlığı olumlulaştır-
ııuları gerçeği, bu rejimleri deviren söylemlere, ufuk boyutlarını
\alt birer eklenti niteliğindeki kısmi reformların ötesinde, o re-
lorııılar arasında gerçek bir iist-bcliricnim meydana getiren- veren
y ulir. Ama -psikanalizin terimleriyle ifadeedersek- hir itkinin hir
222 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. KVRF.NSK1XİK • BUTI.ER. ?.t?.FK. LACI-AU

nesneyle bağının /orunlu olmaması, o nesnenin önemsiz olduğu ya


da ilkinin yönelişinin tamamen keyfi olduğu anlamına gelme/.
İkinci konuya, Zizek’in asgari bir doğallaştırma ve genel olarak
olanaksızlığı temsil etmenin olanaksızlığıyla ilgili iddiasına gelince,
yanıtım koşullara bağlıdır. Bir anlamda ona tamamen katılıyorum.
İle n i olanaksız hem zorunlu olan bir nesnenin, ancak ondan farklı
bir şey taralından temsil edilerek açığa vurulabileceğini çalışma
lam ınla sürekli vurguladım. “ Doğallaşma” nosyonunun kapsadığı
yalnızca buysa, hiçbir itirazım olmaz. Ama korkarım ki, 2izek için,
dinsel topluluk. Batı ve benzeri örneklerin gösterdiği gibi, başka
bir şey söz konusudur. Zira, Z iick 'in tarif ettiği sonsuz ikameler
oyununda, bir olasılık atlanır: olanaksızlığın, olanaksızlığı aşmaya
çalışan bir dizi ikameye yol açmak yerine, olduğu haliyle olanak­
sızlığın olumlu bir değer olarak simgeleştirilmesine yol açması. Bu
nokta önemlidir: Olumlulaştırma kaçınılmaz olmasına karşın, bu
olumlulaştırmanın, olduğu haliyle olanaksızlığı bizi onun ötesine
götürme yanılsamasıyla gizlemek yerine simgeleştirmesini önleyen
hiçbir şey yoktur. Kuşkusuz bu işlem bir doğallaşma öğesini alıko-
yar; çünkü adsız olan bir şeye Pascal sıfırı gibi bir ad vermek,
hiçbir şekilde kendilik olmayan bir şeyden bir kendilik yaratmaktır;
ama bu asgari doğallaşma, “olanaksız” ı olumlu bir ayrım sal içerikle
eşitlemeyi gerektiren doğallaşmadan farklıdır. Bu zayıflamış doğal­
laşma tipinin olanaklıhğı, kendi açıklığının kurumsallaşmasını ve
bu anlamda kendi nihai olanaksızlığıyla özdeşleşme yasağını gerek
tiren demokratik siyaset bakımından önemlidir.
3. Z iie k soruyor:

Benim iddiam, Butlcr. hâkim ideolojik evrensel nosyonların içer­


melerini/dışlamalarını yeniden müzakere etmeye yönelik bitimsiz
siyasal süreçten söz ettiğinde ya da l.aclau, bitimsiz hegemonya
mücadelesi modelini önerdiğinde, bizzat bu modelin “evrensel"
statüsünün sorunlu olduğudur: İler ideolojik siyasal surecin bi­
çimsel koordinatlarını mı veriyorlar, yoksa klasik Solun geri çe­
kilmesinden sonra ortaya çıkan bugünün (“postmodern") özgıll
YAPI. TARİH VF. SİYASAL 22 3

siyasal pratiğinin kavramsal yapısını mı ele alıyorlar? (...) (çoğu


kez, açık fornııılasyonlarında) birincisini yapıyor gibi görünüyor
hır (S.Z., s.121).

(¡ördüğümüz gibi, /.i/ek'in muhakemesi, Butlcr'ın aşkınsa! sı­


nırlar vc tarihselcilikle ilgili muhakemesi özerine bir çeşitlemedir;
.ıın.ı işin tuhafı, Butlcr’ın eleştirisi Zizek'e ve bana yönelikken, /'.izek
aynı itirazı bana vc Butlere karşı form ıılc ediyor. Bu kulübe katılıp,
bıı kez ¿izek’e ve Bııtlera aynı eleştiriyi kendim getirmekten uzak
ılınacağım. Yanıtlarımın pek çoğu, Butlere verdiğim yanıtta bulu­
nabilir; ama Zifcek’in kendi muhakemesini ifade etme tarzıyla ilgi
lı hır iki şey söyleyeyim. Birincisi, (oldukça sorunlu bir biçimde,
I icideggerci toplumsal yaşamın varoluşsal yapısını altına soktuğu)
ı>kınsal bir analitik ile belirli bir tarihsel koşulun betimlenişi ara­
tın a koyduğu keskin ayrım ı kabul etmiyorum. Kuramsal bir çer-
seve olarak " hegemonya,'" aynı anda her ikisidir, bununla birlikte
hiçbiri dc değildir. Birinci anlamda, çağdaş dünyada özellikle göze
s„trpan bazı süreçlerin betimlenmesidir. N’e var ki, yalnızca bu ol
t iydi, "hcgenıonya”nın belli bir lür’ün dijferentia specifıca'sı olarak
heliınlenmesıni olanaklı kılan başka bir kuramötesi çerçeveye ge­
rek olurdu. Ama böyle bir kuramötesi çerçeve yok. Yalnızca çağdaş
toplumlarda genelleşmiş bir hegemonik siyaset biçimi vardır; ama
İm nedenle geçmişi soruşturup, aynı süreçlerin bugün tam olarak
t;üriiniir olan gelişmemiş biçimlerine rastlayabiliriz ve gerçekleş­
memişlerse. meselelerin neden farklı olduklarını anlayabiliriz. Öte
yandan, bu farklar şimdinin özgüllüğünü daha da görünür kılar.
Örneğin bııgtın bazı süreçleri ‘‘gelir dağılım ı" olarak betimleyen bir
i alegorimiz var -Antik Dünyada olmayan bir kategori. Bu nedenle,
I .ki Dünyada gelir dağılımı olmadığını söylemek anlamlı olur mu?
Asıktır ki, olmaz. Ama gelir dağılımı, şimdi sahip olduklarımızdan
l.ııklı mekanizmalarla gerçekleşirdi -yine de kcıuli kategori siste­
mimizin terimleriyle tarif edebildiğimiz mekanizmalar; z.ira gelir
darılım ı" nosyonuna, ancak alternatif gelir dağılımı biçimleri ta-
22 i OLUM SALLIK. HEGEM ONYA, EV R EN SELLİK . BUTLER. ?J2l:K. LACLAU

rihscl olarak olanaklı olunca tam olarak kullanılabilen bu nosyon»


şimdi tam olarak sahibiz.
önem li olan, “ tarih dışı aşkmsalcılık/radikal tarihselcilik" ara
sıııdaki sahte seçimden kopmaktır. Bu sahte bir seçimdir; çünkü,
iki terim birbirini gerektirir ve sonunda tamı tamına aynı şeyi öne
sürer. Radikal tarihselciliği öne sürersem, zorunlu olarak tarih-üstü
olması gereken çağsal farkları tanımlayan bir tür üst-söylem gerek
li olur. Katı aşkınsalcılığı öne sürersem, ancak tarihselci terimlerle
kavranabildi ampirik bir değişkenliğin olumsallığını kabul etmek
zorunda kalırım. Ancak kendi kategori sistemimin olumsallığını ve
tarihselliğini tam olarak kabul eder, ama kavramsal olarak tarihsel
değişkenliğinin anlamını kavrama çabasından vazgeçersem, bu köt
kuyudan çıkmanın bir yolunu bulmaya başlayabilirim. Açıkçası, bu
çözüm aşkınsalcılık/tarihsclcilik ikiliğini bastırmaz; ama en azın
dan belli bir esneklik getirir ve bu ikilik içinde oynanması olanaklı
dil oyunlarını çoğaltır. Bu koşullar altında işleyen bilginin bir adı
vardır: Sonluluk.
Şimdi, Zizek’in bu fikir alışverişinde değindiği daha genel siyasal
konuları tartışalım. Söylemi, sınıf mücadelesi ile postmodernizm
arasında kurduğu keskin karşıtlık -birincisi, üretim ilişkileri ve
daha genel olarak kapitalizmle; İkincisi çağdaş tanınma siyasetinin
çeşitli biçimleriyle ilgili- etrafında yapılanır. Zizck'in “ Hvet, l ütfen!"
başlığına karşın, birincinin akıllıca olmayan bir terki olduğunu dit
şüııdüğü İkincisini şiddetle eleştirir. Yanıtımı iki temel tez etrafında
düzenleyeceğim: Birincisi, iki mücadele tipinin Zizck'in inandığı
kadar farklı olmadıklarını düşünüyorum; İkincisi, Zifcek, söylemi
ni, büyük ölçüde kesin anlamdan yoksun fetişler olan kendiliklcı
-sınıf, sınıf mücadelesi, kapitalizm- etrafında yapılandırır. Hu
mınla birlikte, başlamadan önce. Ziiek'in toplumsal mücadelelerin
bugünkü durumuyla ve daha genel olarak, çağdaş dünyada Solun
kendi sorumluluklarını tasarlama şekliyle ilgili gerçek kaygılarını
paylaştığımı belirtmek istiyorum. Sorun-odaklı siyasetin yaygın
¡aşmasına, daha kapsamlı stratejik bakış açılarının terk edilmesinin
Y A P I.T A R İH V ESİY A SA I. 22f.

r>lık ettiği ve bu terk etmenin, sistemin egemen mantığının bilinç­


sizce bir kabulünü gerektirdiği konusunda onunla hemfıkirim. Bu­
nunla birlikte. Solu bugünkü açmazından çıkarmak için önerdiği
sö/iımlerin, temelden kusurlu olduklarını düşünüyorum.
Sınıf mücadelesi ile ¿izek’in postmodern kim lik siyaseti dediği
yey arasındaki 2 i¿ekçi karşıtlıkla başlayalım. Özlerinde farklı mı­
dırlar? I ler şey. sınıf mücadelesini nasıl tasavvur ettiğimize bağlıdır.
Sınıf mücadelesinin temelindeki esas antagonizma nereye konum­
landırılır? Ne w Rejlections on Ihe Revolution o f Our Tbne'âa sınıf uz­
laşmazlığının, kapitalist üretim ilişkilerine içkin olmadığını, bu iliş-
I' iler ile bu ilişkilerin dışındaki işçinin kimliği arasında yer aldığını
rtne surdum. Çeşitli boyutlar dikkatli bir biçimde ayırt edilmelidir,
birincisi, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki -uzlaşmaz ol­
mayan bir çelişki olduğunu savunduğum-çelişkiyi, -çelişkisiz bir
antagonizma olan- sınıf mücadelesinden ayırt etmeliyiz. Öyleyse,
tınıl* mücadelesine yoğunlaşırsak, antagonizma nereye konumlan­
dırılır? Kesinlikle üretim ilişkilerinin içine değil. Kapitalistler artı-
değer i işçilerden elde ederler; ama hem sermaye, hem emek, kapi­
talizmin mantığı söz konusu olduğu ölçüde, gerçek kişiler olarak
değil, ekonomik kategoriler olarak düşünülmelidir. O nedenle, sınıf
uzlaşmazlığının üretim ilişkilerinin asli özelliği olduğunu savuna
»aksak, soyut “sermaye” vc “ücretli emek" kategorilerinden, ikisi
«ırasındaki uzlaşmazlığın mantıksal olarak (üretilebileceğini kanıt­
lamamız gerekir -ve bunu kanıtlamak olanaksızdır. Artı-değerin
işçiden çıkarılması gerçeğinden, mantıksal olarak işçinin buna
dımıeceği sonucu çıkmaz. Bu yüzden, bir antagonizma olacaksa,
bıınıın kaynağı kapitalist üretim ilişkilerine içsel olamaz; işçinin bu
ilişkilerin dışında olduğu bir noktada, bu ilişkiler tarafından tehdit
rdıleıı hir öğede aranmalıdır; belli hir düzeyin altında ücretle işçi­
nin düzgün bir yaşam sürememesi gerçeğinde vb. Şimdi, hir aşırı
•.umuru durumuyla karşılaşmadığımız sürece, işçinin kapitalizme
I aışı tutumu, tamamen kim liğinin nasıl oluştuğuna bağlı olacaktır
ısy.ılıstlerin çok önceden, sendika hareketindeki reformist eği­
226 O LUM SA LLIK. HEGEMONYA, EV R EN SELLİK . BUTLER. ?.I?.F.K. I.ACI.AU

timlerle karşılaştıklarında öğrendikleri gibi. İşçi taleplerinde, aslı


olarak anti-kapitalist bir şey yoktur.
Bu taleplerin ekonomiye daha yakın oldukları için diğer grup
ların taleplerinden Öncelikli olduklarım, dolayısıyla kapitalist siv
temin işleyişinin kalbini oluşturduklarını söyleyebilir miyiz? Hu
muhakeme dc öncekinden öteye gitmez. Marksistler, kapitalizmin
bir dünya sistemi olduğunu, emperyalist bir zincir olarak yapılan
dıgım, bu yüzden sistemin bir noktasındaki krizlerin başka birçok
noktada kaymalar yarattığım uzun süredir biliyorlar. Yani kapitaİN
mantık birçok sektörü tehdit eder ve bundan kaynaklanan ant.ı
gonizmalann ille de üretim ilişkilerindeki tikel konumlanmalarla
ilişkili olması gerekmez. Sonuç olarak, sınıf mücadelesi nosyonu,
anti-kapitalist mücadelelere giren eyleyicilerin kimliğini açıklama
da tümden yetersizdir. Eski moda bir kavrayışın, toplumun farazi
bir genel proleterleşmesinde, kapitalizmin gelecekteki engelinin oı
taya çıkışını gören bir kavrayışın kalıntısıdır.
“ Birleşik ve eşitsiz gelişme” nosyonu, çağdaş dünyada devrim« I
eyleyiciler olarak karmaşık, ortodoks olmayan siyasal kimliklerin
ortaya çıkışına zaten işaret etmişti ve küreselleşme görüngüsü, bıı
eğilimi hızlandırdı. Bu yüzden, ¿izek'in sın ıf mücadelesi ve kimlik
siyaseti ikiliğine yanıtım şudur: Sın ıf mücadelesi, kim lik siyaseti
nin yalnızca bir türüdür, içinde yaşadığımız dünyada giderek dillin
önemsiz hale gelen bir türü.
Peki, farklı grupların özgül taleplerinin egemen sistem tarafın
dan birer birer yutulabildiğini ve bu şekilde sistemin pekişmesini
yardımcı olduklarını savunan çok-kültürciilük eleştirisine ne do
meli? Çok doğrudur; ama aynı şey işçilerin taleplerinde de olın.t/
ını? Bir sistem madun grupların taleplerini -Gramscici bir i faile
kullanırsak- “dönüştürücü" bir biçimde emebildiği sürece, sağlıklı
olur. Can alıcı nokta şudur: Bir sistemin içinde, sistem karşıtı mücfl
delcde a priori bir ayrıcalığı olan hiçbir özgül konum yoktur. Geıırl
olarak çok-kültürcü mücadelelerin, kendi başlarına işçi sınıfından
YAPI.TARH I V E SİYASAL 227

«İnha devrimci bir ö/ne oluşturduklarını düşünmüyorum. Ama bu.


onların taleplerine karşı çıkmama da yol açmaz. İlke olarak kapi
t.ıli/m içinde karşılanabilen sendikal talepleri desteklediğim gibi,
çok kültürlü grupların ve diğer sorun-odaklı grupların taleplerini
ile, kapitalist egemenliğin sonunu ilan edip etmediklerine bakma­
dan desteklerim. ?.izek’i endişelendiren şev, daha herhangi bir kii
it sel üzgürleşmeci söylemle bağlantılı olmayan tikelciliklerin çoğal­
masının yalnızca statükonun korunmasına yol açmakla kalmayıp,
S.ıga çok daha kuvvetli bir kayışa da yol açabilmesidir -ve kaygısını
paylaşıyorum. Bu meşru bir tasadır; ama buna yanıt vermenin yolu,
çağdaş dünyada belirgin bir anlamı olmayan bir kendiliği -sınıf
mücadelesi- yaşama döndürmek değildir.
I;azla önemi bulunmayan bu genel ikiliğin dışında, 2iiek, kesin
l'ir anlamı olmayan ya da /".¡/ekin düşüncesinin ana eğilimi oldu
(•unu düşündüğüm şeye aykırı anlamları olan bir dizi kategoriyi
»ovlem i ne soktuğu için de eleştirilebilir. Bu terimlerin çok büyük
çoğunluğu Marksist gelenekten gelir ve Zi2ek bunları eleştirel o l­
mayan bir biçimde kullanır. Açıkça ifade edilen Marksizmine kar­
tın, kullandığı kategorilerden birçoğunun geliştirildiği, kaydırıldığı
>.i ila -tek kelimeyle ifade etmek gerekirse- yapısökümünün yapıl­
dığı Marksizmin entelektüel tarihine dikkat etmemesini, oldukça
• ışırttcı buluyorum. 2izek’in tüm Marksist kavramları, örnekleri
ve tartışmaları ya bizzat Marx'm metinlerinden, ya da Rus Dev­
imlinden alınır. Gramsciye, hele Tıoçki’ye ve bildiğim kadarıyla,
<,>ığdaş sosyalizmin dikkatini çeken birçok konunun ilk kez tartışıl­
dığı Avıısturya-Marksi/.mine hiçbir gönderme yoktur. Birkaç örnek
vereyim.

İdeoloji
/i/ek şöyle yazıyor:

İ şemen ideoloji, etkili olmak için, M>nüirülen/cgcnıenlik altında


olan «.oğunluğıın kendi otantik özlemlerini tanıyabildiği bir dizi
özelliği birleştirmek zorundadır. Kısaca, her hegemoııik evrensel
228 O LU M SA LLIK . H EG EM O N YA . E V R E N S E L L İK • BU TLER, 2l2EK, I.ACI.AU I

lik en az iki tikel içeriği birleştirmek zorundadır: “otantik“ popüler


içerik ve bııımn, egemenlik ve sömürü ilişkileri tarafından "çarpı- ■
tılm ıj" hali.

Bu. bir I^ıcancıdan gelen en şaşırtıcı ifadedir; zira, hegemon­


ya kuramı bir yana, Frenden bilinçdışı keşfiyle hiç bağdaşmayan
l.ukacs işi "sahte bilinç” kabul edilirse anlaşılabilir. Çünkü egemen
ve sömürücü gruplar, popüler içeriği, en devrim ci sosyalist söylem
den daha fazla çarpıtmazlar; yalnızca bunu farklı bir biçimde ifa­
delendirirler. Bir ifadelendirmenin diğerine tercih edilmesi, birinin
ideolojik olarak “doğru” olduğu, diğerinin “çarpıtma" diye bir taraftı
atılabileceği anlamına gelmez, ö y le olsaydı, hegemonya mücadelesi
başlamadan kazanılırdı.

S ır tı/

Bu noktaya zaten değindim. Yalnızca şunu ekleyeyim: ¿¡¿e k , “sı­


nıfsal çözümlemenin bu sessiz sedasız askıya alınm asından, bir tüı
“ inkâr" olarak söz eder. Bu konuda yorum yapmak zordur; çünkü
bu konuda /'.izek'in sınıflara yaptığı gönderme, çağdaş toplundan
anlamak bakımından sınıf kategorisinin merkeziliğini açıklamaya
yönelik en ufak bir çaba harcamadan peş peşe sıralanan dogma* i
tik iddialardır. İnsan sınıf nosyonunun 2 iid c’in çözümlemesine,
çok-kültürcü şeytanlara karşı iyi adam rolünü oynaması için dem
ex m aduna olarak sokulduğu duygusuna kapılmadan cdcmiyoı
/.izek’in metninden çıkan “sınıfların" tek özelliği, sınıflar bir şekilde
sistem düzeyinde oluşup mücadele ederken, diğer tüm mücadele]6«
rin ve kim liklerin sistem içi olmalarıdır. Bunun nedeni çözümlen
mez ve bu, altyapı/üstyapı modelinin kaba bir versiyonu devreye
sokulmadan savunulması çok zor bir tutum olurdu. Zizek’in eninde
sonunda yaptığının bu olduğunu düşünüyorum ve söyleminin >i
zofrence, oldukça gelişkin Lacancı bir çözümleme ile yapısöküıım
yetersiz yapılmış geleneksel bir Marksizm arasında bölünmüş o l­
masının yeni bir örneğidir.
YA PI,TA RİH VK SİYASAL 229

Kapitalizm
'/.i/.ek açıkça anti-kapitalist bir duruş benimser ve poMmoder­
ni/m savunucularının “ kural olarak, postmodernizmiıı temelinde
yatan teslimiyeti -kapitalizmi ‘kasabadaki tek oyun' olarak kabul et­
meyi. var olan kapitalist liberal rejimin üstesinden gelmeye yönelik
her türlü gerçek çabadan vazgeçmeyi- görmezden geldiklerf’ni id­
dia eder (S.Z., s.l 10). Bu tür iddiaların zor yanı, kesinlikle hiçbir şey
İfade etmemeleridir. Marx m kapitalist rejimin üstesinden gelmekle
ne kastettiğini anlıyorum; çünkü defalarca açıklamıştır. Aynı ne­
denle Lenin ya da Troçki nin ne kastettiklerini dc anlıyorum. Ama
?.i/ek’iıı çalışmasında bu ifadenin hiçbir anlamı yoktur -kimseye
bildirmek istemediği gizli bir stratejik planı yoksa. Proletarya d ik­
tatörlüğünü mii dayatmak istediğini düşünmeliyiz? Yoksa üretim
araçlarını toplumsallaştırıp piyasa mekanizmalarını ortadan kaldır­
mak ını istemektedir? Kendine özgü bu amaçlara ulaşmak için be­
nimsediği siyasal strateji nedir? Ortaya koyduğu alternatif toplum
modeli nedir? Bu soruları en azından yanıtlamaya başlamadıkça,
¿ı/ek'in anti-kapitalizmi içi boş bir sözdür.
Ama belki de Zi/ek’in kafasında daha makul bir şey vardır: Ör-
ncğiıt, egemen olan yeni-liberal ekonomik modelin üstesinden gel­
me ve ekonomide devlet düzenlemesine ve demokratik denetime
geçme, böylece küreselleşmenin en kötü sonuçlarından kaçınma.
Anti-kapitalizmden kastettiği buysa, kesinlikle onunla lıem fıkirim ;
ama eleştirisini yönelttiği “ postınodernistler'ın çok büyük çoğun­
luğu da bu fikirdedir. Esas olarak kültürel olan bir solun, refah dev­
leti modeli dağıldığından beri, ekonomik konulara yeterince önem
vermediği kesinlikle doğrudur. Bu önemi vermeye başlamak için,
<>notuz, yılda kapitalizmde meydana gelen yapısal değişiklikleri ve
bunun toplumsal sonuçlarını hesaba katmak gerekir; köylülüğün
yok oluşu, işçi sınıfının sayısında çok büyük azalma ve Marksist
%mıf çözümlemesinin dayandığından oldukça farklı bir toplumsal
tabakalaşmanın ortaya çıkışı, bu sonuçlardan bazılarıdır.
2J0 O LUM SALLIK. HEGEM ONYA, KVRKNSELI.İK • BUTl.l K. 2l2EK. 1.ACI.AU

Sonuç olarak, '/.izek’in siyasal düşüncesinin, "birleşik ve eşitsiz


gelişiınMin acısını çektiğini düşünüyorum, I.acaııcı araçlarıyla, içgo-
rüsüyle birlikte, çağdaş toplum lardaki ideolojik süreçlerin anlaşıl
masında önem li ölçüde ilerleme kaydetmesine olanak verirken, katı
siyasal düşüncesi aynı lıızla ilerlemedi ve çok geleneksel kategorilere
saplanıp kalıyor. A ıııa bu eşitsizlik, entelektüel çalışmanın yasasıdır.
Yirm inci yüzyılın büyük buluşması hiçbir zaman gerçekleşmedi di
yen merhum M ichel Pechcux’yü unutmuyorum: Orient Kxprcsste
Fütüristlerin döşediği bir vagonda Saussurcü “değer" nosyonunu
tartışan Freud ile Lcnin.

Özgürleşim diyalektiği
Bu son altbölümde toplu mu muzda evrenselin kaderiyle ilgili
bazı sorulan yanıtlamaya çalışacağını. Butler, 2izek ve ben, lıepi
miz, salt tikelcilikte boğulmayan, evrensel bir boyutu canlı tutan
bir özgürleşme söylemi geliştirmekle ilgileniyoruz. Ne var ki, hım.»
biraz farklı yollarla ulaşıyoruz: Zizek, toplumsal ilişkileri “ bütün
leştirecek" vc kendinde ve kendisi için evrensel olacak sistenıik hır
düzey belirlemeye çalışırken; Butler ile ben. tikellikler arasında bil
etkileşim biçim inin sonucu olacak bir evrensellik nosyonu gcliştiı
me eğilinıiıuleyiz -Butlcr’ın “ kültürel çeviriler” nosyonu ile benim
“eşdeğerlik" nosyonumun kaynağı budur. Aşağıda, daha önceki
denememde tartıştığım hegemonyanın dört boyutunu bir referans
çerçevesi gibi kullanarak, “eşdeğerlik” kategorisinin “özgürleşim“
bakımından sonuçlarını genişletmeye çalışacağım:
1) İktidar eşitsizliği, kurucudur.
2) Ancak evrensellik/tikellik ikilem i aşılırsa, hegemonya vardıı,
evrensellik, bir tikellikte cisimleşirse ve onu bozarsa- var oluı,
ama öte yandan, hiçbir tikellik, aynı zamanda evrenselleştirici etki
lerin yeri haline gelmeden siyasallaşamaz.
YAPI. TA RİH V E Sİ YASAL 231

*) Hegemonya, evrensel ile tikeller arasında ölçüştürülemezli-


t,ı sürdürürken, tikelin evrenseli temsil etmesini olanaklı kılan içi
n/elliklc boş kalan gösterenlerin üretim ini gerektirir.
•1) Hegemonyanın yayıldığı alan, toplumsal düzenin kuruluşu­
nun koşulu olarak temsil ilişkilerinin genelleştiği alandır.
I. Bu ilk boyut, evrenselliğin tikelliğe bağım lılığını vurgular.
Nedenleri açıktır. M arx’ın siyasal özgürleşme m odelini anımsaya­
lım. Tikel bir grubun kendi am açlarını genel topluluğun amaçları
olarak sunma koşulu, genel suç olarak algılanan başka bir kesimin
varlığıydı. Bu, evrenselci özgürleşme projesinde asli olarak var olan
bil inci iktidar boyutudur: Evrenselliğin koşulu, köklü bir dışlamayı
gerektirir. Bununla birlikte, başka bir iktidar boyutu vardır: B ir gru­
bun evrensel temsil işlevini üstlenme yeteneği, bu rolü üstlenmek
İçin diğer gruplardan daha iyi bir konumda olmasını gerektirir;
çünkü çeşitli organizmalar ve toplumsal aktörler arasında iktidar
i'fit siz. dağılmıştır. İktidarın bu iki boyutu -eşitsizlik ve dışlama-
evrcnsclliğin tikelliğe bağım lılığım gerektirir: Saf evrensellik olarak
•ikili olan bir evrensellik yoktur; yalnızca, bir eşdeğerlik zincirinin
merkezi bir tikelci çekirdek etrafında genişlemesiyle yaratılan göre­
li evrenselleşme vardır. Gram scici "m evzi savaşı” nosyonu, tam da
httıııı ifade eder: Korporatif bir sınıftan hegemonik bir sınıfa geçiş,
hegemonik kesimin kurucusu olan tikel amaçlardan vazgeçmeyi
değil, toplumun diğer madun kesim leriyle kurdukları eşdeğerlik
ilişkisi temelinde hu amaçların evrenselleştirilmesini gerektirir.
Y.ıni iktidar, özgürleşmenin koşuludur -hegemonik bir merkezin
rlralında yeni bir iktidar yaratmadan, bir toplumsal güçler kümesi­
ni özgürleştirmenin hiçbir yolu yoktur.
Ne var ki, bu apaçık bir güçlük yaratır: Tersi doğru değil mi, öz-
j'iuleşim, iktidarın ortadan kaldırılm asını gerektirmez mi? Ancak
iupyckûn ve tikelliklere bağımlı olmayan bir evrenselliğe ulaşan
lılı özgürleşme -M arx’ın “ insanın" özgürleşimi örneğinde olduğu
ı ıhı tasarlıyorsak. Ama yukarıda tartışılan nedenlerden ölürü bu
232 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. E V R E N S E IIIK . BUTLER. ZlZKK. LACLAU

id şjıittM iııT î, K U u a ı ı ıı ı u K z u ıu ııu .ı D iu ııg ıııııu /. K a ^ ıııııa u ıııı a ııi|M iııs

bir kusur olmadığını, bütünüyle barışa ermiş bir insan özünü temsil
eden evrensellikten daha yüce bir insan ideali gerektirdiğini savu­
nuyorum; çünkü tam barışık hır toplum, saydam bir toplum, kendi
kendini belirleme anlamında tamamen özgür olutdu, ama o/gıırlü* I
gün bu tam gerçekleşmesi, muhalefet olasılığım ortadan kaldırdı*
ğı için, özgürlüğün ölümüne eşdeğer olurdu. Toplumsal bölünme,
antagonizma ve bunun zorunlu sonucu -iktidar tikelliği ortadan
kaldırmayan bir özgurlugün gerçek koşullarıdır.
Şimdi, bugünkü topluınların özgürleşme potansiyelini bu biriıu I
boyutun bakış açısıyla değerlendirirsek, karışık duygularla seyretti
ğimiz siyasal bir manzara buluruz. Bir yanda, geçmişle olduğundan
daha geniş eşdeğerlik zincirleri potansiyeli -ama yalnızca potan- ]
siyel—ve dolayısıyla daha demokratik toplumlar olasılığı yaratan,
sorun-odaklı, çok kültürcü ve tikelci taleplerin artışıyla karşı karşı-
yayız. Bu, Butler ile benim özellikle duyarlı olduğumuz bir boyuttur
I>iğcr yanda ise, geçmişin büyük özgürleşme anlatılarının keskin hu
gerileme içinde oldukları ve bu gerilemenin bir sonucu olarak, eş­
değerlik işlevi görebilecek evrenselleştirici söylemlerin kolayca bu­
lunmadığı bir zamanda yaşıyoruz. Z iick 'iıı tamamen haklı olarak
bizi uyardığı tehlike budur: Tikekilikler saf ilkelcilik olarak kalıyor
ve bu şekilde egemen sistem tarafından emiliyor. Bugün gördüğüm
kadarıyla, Solun ana görevi, eşdeğerlik halkalarının kurulmasını
olanaklı kılacak evrensellik öğesini sağlayan diller kurmaktır.
2. Hegemonyanın birinci boyutu evrenselin tikele bağımlı olııid
uğrağını vurguluyorsa, bu ikinci boyut da. siyasetin var olman
bakımından zorunlu olan evrenselleştirici etkileri vurgular. Yine
Z iic k’iıı saf tikelciliğin tehlikeleriyle ilgili uyarısını ele alalım. Bıı
talep ne kadar tikelleştirilirse, sistem içinde karşılanması ve sistemi«
bütünleştirilmesi o kadar kolaydır: ama bıı talep başka çeşitli talep
lerin eşdeğeri ise, hiçbir kısmi zafer, sürüp gidcıı mevzi savaşında
bir olaydan başka bir şey sayılmaz. Arjaııtinde öğrenci hareketin
YA Pl. TA R İH V H Sİ YASA I. 23*

deki eylemli yıllarım ı anımsıyorum; öğrenci kitlesi içinde Sağ ile


Sol .ırasındaki bölünme, somut taleplere (kütüphanenin açık kalma
ı.ıatleri, kantin fiyatları vb.) yönelik tutumlar bakımından apaçık
hale geldi. Bazılarına göre, dolaysız amaçlarına ulaşan bir hareket­
lenme orada bitmeliydi: daha militan olanlarımıza göıe ise, sorun
hareketlenmenin nasıl sürekli tutulacağıydı ve bu, tarihsel amaçla­
rımız -sistemin karşılayamayacağını bildiğimiz amaçlar- olduğu
mİrece olanaklıydı. Bir anlamda en kötü düşmanlarımız, ortaya
koyduğumuz sorunlara somut çözümler sunan üniversite yöneti­
mleriydi -bu çözümlen önemsemediğimiz anlamında değil, bizim
İçin önemli olan şeyin, bu kısmi zaferleri, daha kapsamlı amaçlara
doğru sürüp giden bir mevzi savaşında bölümler olarak görmemiz
.ınlamında.
Asli mesele, belli bir talep, özne konumu, kim lik ve benzeri ba­
kımından siyasallaşmanın, kendisinden başka bir şey olmak, kendi
tikelliğini, bir eşdeğerlikler zincirinde onu aşan ve bu şekilde evren­
selleştiren bir halka ya da uğrak olarak yaşamak anlamına gelmesi­
dir. Fransa'daki gıda ayaklanmaları, Ortaçağdan beri olagelen ben-
m bir modele uygun gerçekleşmişti; ama yerel tikelciliklerini kırıp,
daha cvrenselci philosophes söyleminde bir halka olunca, sistem
değiştiren bir güç haline geldiler. "Sın ıf mücadelesi” kategorisiyle
temel anlaşmazlığım budur: Mücadele ve antagoniznıa uğrağını
hır grubun kısmi kimliğine bağlama eğilimindedir; oysa herhan­
gi bir anlamlı mücadele kısmi kimliği aşıp, karmaşık bir biçimde
eklemlenmiş bir “ kolektif irade" haline gelir. Bu anlamda, sahiden
My.ısal olan bir seferberlik, esas olarak işçiler tarafından yürütıilse
hile, yalnızca bir “ işçi sınıfı mücaddcsi” değildir. Burada yine, çağı
ıııı/ın temel siyasal ikilemiyle karşılaşırız: Yeni toplumsal aktörlerin
yoğalması, daha güçlü kolektif iradelerin ortaya çıkmasını olanaklı
\ılacak eşdeğerlik zincirlerinin genişlemesine mi yol açacak; yoksa
ılı tikelcilik içinde eriyip, sistemin onları bütünleştirmesini ve ba­
ğımlı kılmasını mı kolaylaştıracak?
231 O L U M SA LLIK *H EG EM O N Y A .EV R EN SELLİK . B U T LER .?.I?JİK . LAGLAU

3. Peki, yeni kolektif iradelerin ortaya çıkmasını olanaklı kılaca


eşdeğerlik söylemlerinin yapısı hakkında ne demeli? Kğer eşdeğer
lik zincirleri geniş bir somut talepler yelpazesini kucaklayacak k.ı
dar genişler ve böylece, herhangi birinin özgüllüğümle eşdeğerlik
zeminine rastlanamazsa, açıktır ki, ortaya çıkacak kolektif irade,
bağlanma noktasını toplumsal hayal düzeyinde bulur ve bu toplum
sal hayalin özü, içi boş gösterenler dediğimiz şeydir. Bir söylemi \.ı
hiden evrenselleştiren, bir talep çoğulluğunun yazım yüzeyi haline
getiren, bu çıpalama noktalarının içi boş niteliğidir. Bir özgürleş
me söylemi birçok ayrık talebin bir araya toplanmasını gerektirdi
¿in e göre, çıpalayıcı terimleri içi boş kalan bir söylemdeki haris,
gerçek bir özgürleşim yoktur diyebiliriz. Terimin somut anlamı ik­
onunla bütünleşen eşdeğer anlamlar kümesi arasında bir mevtle
olduğu için, terimin kesin bir anlama sahip olmaması zorunlu ile
ğildir. Halk Cephesi bir siyasal güçler ittifakını ifade ediyordu; ama
1930’lar l-'ransasının siyasal ikliminde, fiili siyasal gerçekliğini çok
aşan geniş bir toplumsal umut çeşitliliği yarattı.
Bana göre, içi boş gösterenler etrafında örgütlenen bu toplumsal
hayallerin toplumsal bakımdan ulaşılabilir evrenselleşmenin sınırı
m temsil ettiğine işaret etmek önemlidir. Görmüş olduğumuz gibi,
tikellikler arasındaki bir eşdeğerlikle ortaya çıkan dışında, bir ev­
rensellik yoktur ve bu tür cşdcğcrliklcr her zaman olumsal ve bağl.ı
ma bağımlıdırlar. Bu sınırın ötesine atılan her adım, zorunlu olarak
tarihsel bir teleolojiye düşer ve bunun sonucunda da, bir ufuk sayıl
ması gereken evrensellik, bir zemin haline gelir. I ler şeyden önce
bu ufukların kullandığı yazım yüzeylerinin işlevini vurgulamak is
tiyorum. Genelleşmiş toplumsal değişim dili haline geldikten son
ra, her yeni talep, bu ufukların kuşattığı eşdeğerlik zincirinde bir
halka olarak kurulur. Bu anlamda, toplumdaki iktidar ilişkilerinin
yerinden edilmesinde güçlü araçlar haline gelirler. Öte yandan, ge
rilemclcri, o ufkun sağladığı siyasal dilde kendilerini giderek daim
az tanır hale gelen toplumsal talepleri kucaklama yeteneklerinin
azalmasıyla ilişkilidir.
YAPI. TA R İH V E SİYA SA L 23»

Bu bakış açısına göre, Solun krizi, geleneksel olarak söylemini


yapılandıran iki ufkun -komünizmin vc Batı'da refah dcvlctinin-
l '-ıilemesinin bir sonucu olarak görülebilir. 1970lerin başından
l»t*ri Sağ hegemoniktir: Örneğin, neoliberalizm ve ahlaki çoğunluk,
,ııı.ı yazıın ve temsil yüzeyi oldu. Sağın hegemoııik becerisi, sosyal
demokrat partilerin bile Sağın öncüllerini, yeni ve karşı konulamaz
hlr "sağduyu” olarak kabul etme eğiliminde olmalarından da belli­
lin. Kendi toplumsal hayallerinin parçalandığını gören ve genişle­
me gücü olmayan Sol, kendi payına, salı özgül davaları savunmaya
geri çekilme eğiliminde olmuştur. Ama bu salt savunmacı stratejiye
yalanabilecek bir hegemonya yoktur. Gelecek yıllarda ana muhare­
be alanı bu olmalıdır. Dobra dobra söyleyelim: Yeni bir toplumsal
ı.ıhayyül inşa edilmeden, Sol dirilemez.
I Son olarak, temsil. Rousseaunun temsil eleştirisinden, işçile-
ıın kurtuluşunun kendi eserleri olacağına ilişkin Marksist iddiaya
Kadar, özgürleşmeci söylemler temsil düşüncesine epeyce kuşkuyla
bakmışlardır. Ne var ki, temsil olmadan hegemonya olmaz. Tikel
biı kesim topluluğun evrensel amaçlarım cisimleştirmek zorunday­
dı. temsil, özünde hegemonik bağa içkilidir. Peki, temsil gerçekten
ıkıııci en iyi durum mudur; toplumun tamlığı dolaysızca verili ol­
madığı, çaba harcanarak bir dolayımlar sistemiyle inşa edilmek zo
ı tında olduğu için mi boyun eğmemiz gereken bir şeydir?
Burada, “ iktidar eşitsizliği” ile ilgili öne sürdüğümüze benzer bir
muhakeme öne sürebiliriz. Öncelikle, neden bir temsil ilişkisi zo­
runludur? Başka çalışmalarda öne sürdüğüm gibi, belli bir nokta
dan sonra, karar sürecinde maddi olarak yer almayan kimselerin çı-
k,ularını etkileyen kararlar alınacağı için. Yine öne sürdüğüm gibi,
temsil her zaman temsil edilenden temsil edene ve temsil edenden
ı, nısil edilene doğru ikili bir harekettir -temsil edenden temsil edi­
lene hareket, bir evrenselleşme sürecinin ortaya çıkışını görmemi­
ze de olanak verir, örneğin, parlamentodaki bir temsilcinin görevi
yalnızca, temsil ettiği kişilerin isteklerini aktarmaktan ibaret değil
■lıı; diğer üyeleri inandıran yeni bir söylem geliştirmek zorundadır
2*6 Oİ.UMSAI.I.IK. HEGEM ONYA.EVRENSELLİK • BUTLER, ZlZBK. LACLAU

-örneğin, kcııdi seçim çevresindeki insanların çıkarlarının nlns.ıl


çıkarlarla bağdaştığını öne sürerek. Bu şekilde, bu çıkarları daha ev
reııscl bir söylemin içine kaydeder ve söylemi, seçim çevresindeki
insanların söylemi de olduğu ölçüde, onlar da kendi deneyimlerini
evrenselleştirebilirlcr. Böylece, temsil ilişkisi evrenselleşmenin bir
aracı haline gelir ve evrenselleşme özgürleşmenin önkoşulu oldu
ğıı için, bu temsil ilişkisi özgürleşmenin bir yolu haline de gelehıllı
Küreselleşen bir dünyada var olan karşılıklı bağlantılılık koşulların
da, evrenselliğe ancak temsil ilişkileriyle ulaşılabilir.
Bu bölümde, bir hegemonya mantığının "iktidar," “ temsil" ve “ tçi
boşluk” gibi kategorilerle oynamayı olanaklı kıldığı bazı dil oyunlu
rina işaret etmeye çalıştım. Ama açıkçası, çok daha fazla oyun olu
naklidir. Bu dil oyunlarını geliştirmeyi ve böylece siyasal imgele
genişletmeyi, siyasal kuramın ana görevi olarak görüyorum. Cir
şişeden çıkmasına -bu kez siyasal olarak- yardım etmeliyiz.
Da Capo senza Fine’
Slavoj ¿¡¿ek

(¡illes Delcu/.c, sineına tarihinde büyük önem taşıyan imge-


devinimden imge-zamana geçişi açıklamaya çalışırken, "gerçek
larih*e, II. Dünya Savaşının travmatik etkisine (İtalyan yeni ger­
çekçiliğinden Amerikan kara filmine kadar hissedilen) görünüşte
mıil ve gaddar bir göndermede bulunur. Bu gönderme, Dcleuzeun
genel ant i-Kartezyen hamlesiyle tutarlıdır: Bir düşünce kendi asli
ilkeleriyle kendiliğinden, kendisinden başlamaz -bizi düşünmeye
kışkırtan şey, kendisini gaddarca bize dayatan, yerleşik düşünme
teklimizi sarsan dışsal bir Gerçekle travmatik bir karşılaşmadır. Bu
İmliyle, doğru bir düşünce her zaman merkezsizdir: İnsan kendili-
i;mdcıı düşünmez, düşünmeye zorlanır.
Bu Deleuzecü muhakeme, Butler ile Laclaunun tartışmamızagi-
ıiş yazılarını okuduktan sonra aklıma gelen ilk çağrışımdı: Benim
içııı. en azından müdahalelerinin sahici etkisi, bana kendimden
duyduğum hoşnutluğu sarsan şiddetli bir karşılaşma gibi gelme­
linden kaynaklanıyor -eleştirilerine katılmamaya devam ettiğim
halde, tutumumu yeni bir biçimde yeniden formüle etmek zorun­
daydım. O nedenle, müdahalelerine tepkimin iki uç arasında boca-
I,imasına şaşmamak gerek: Bana ya açığa kavuşturulması gereken
I'ıi'.ıi bir yanlış anlaşılma varmış ya da tutumlarımız arasında, orta
m ıı olmayan köklü bir uyuşmazlık varmış gibi göründü. Kısaca bu

• I »« <lapo veıua Fine: Müzikte, bir paryanın ba>tan çalınm asını ifade eden *da capo"
u timine gönderme yapan ballık. "Sonsuzu kadar baştan al" anlam ına geliyor (e.n.|.
238 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. F.VRI.NSEl IİK . BUTI.ER. M . İ K . LACI.AU

bocalama, farklılıklarım ı/ içinde bir Gerçekle uğraştığımı/ı gösteri


yor: Üçümüzü birbirinden ayıran gediği, yansız bir biçimde tanım
lamak olanaksızdır -vam farklı oluş şeklimizin formüle edilmesi,
zaten “ taraf tutma"yı gerektiriyor. Dolayısıyla, bu ikinci müdahale
deki ana kaygım, fark lılık ları tekrarlam aya yönelik olanaksız göre- ]
vin en azından bir kısmım tamamlamak olacaktır.

Bııtler: tarihselcilik ve gerçek


Bana öyle geliyor ki, Butler'ın ve Laclau’nun çalışmalarıma yö- '
ııelik birkaç eleştirisi ya ilk yazımda (elbette o noktada, diğer iki
katılım cının bilmediği) ya da üçüncü yazar tarafından yanıtlandı
-burada kafamda, Butler’ın tarih dışı yarı-aşkınsal bir engel olarak
Lacancı Gerçeğe karşı standart muhakemesi var: Bu eleştiri, benim
ve Laclau’nun ilk yazılarında ayrıntısıyla ele alınıyor: I.aclau'nun,
benim de altına imzamı atacağım aşağıdaki pasajına bakın:

Butler'ın muhakemesinin gerçekten gözden kaçırdığı nokta bu-


dur: Hğer Gerçeğin temsili, simgeselin tamamen dışında bir şeyin
temsili olsaydı, temsil edilemez olarak temsil edilemezin temsili
aslında tam kapsama demek olurdu. (...) Ama eğer temsil edilen
şey. bıı haliyle temsil sürecinin bir iç sınırıysa, içsellik ile dışsallık
arasındaki ilişki bozulur: Gerçek. Simgeselin kendi tatlılığına ulaş­
madaki başarısızlığının adı haline gelir (E .L , s.)

Bu yüzden, tarih dışı bir Gerçek engeli ile baştan sona olumsal
bir tarihsellik arasındaki karşıtlık sahte bir karşıtlıktır: Tarihsellik
mekânını ayakta tutan, tam da simgeleştirme sürecinin içsel sınırı
olarak “tarih dışı"engeldir. Bana göre, temel yanlış anlama da budur
I.aclau’nun terim leriyle, Butler uzlaşmazlığı (ki olanaksız-gerçektln
sistematik bir biçimde (simgesel) fark/karşıtlık olarak (yanlış) okun
örneğin, gerçek olarak (simgeleştirmeye kesinlikle direnen şey ola
rak) Lacancı cinsel farkı, iki cinslen her birinin (heteroseksıiel)
kim liğini tanımlayan sağlam, değişmez simgesel karşıtlıklar kümesi
D A S A I'O S E N Z A F IN E 239

olarak yorumlar.1 Hu diyalogdaki ilk müdahalesinde, bu yanlış an­


lama aşağıdaki pasajda açıkça görülür:

Tikel bir kimlik, farklılaşan ilişkilerden oluşan açık bir sistem için­
deki göreli konumu nedeniyle bir kimlik olur. Başka bir deyişle, bir
kimlik, sınırsız bir başka kimlikler kümesinden farkıyla oluşur. Bu
fark. Laclau'ınııı açıklamalarının seyri içinde, bir dışlama vc/vcya
(Uitagonizma ilişkisi olarak saplanır. I.aclau'nun buradaki başvuru
noktası Hegel’den çok Saussure'dür. |H|er kimliğin “tamamlanma­
mış! ığı", farklı ortaya sıkışının doğrudan bir sonucudur: Hiçbir ti­
kel kimlik, diğer kimliklerin dışlanmasını varsayıp kararlaştırma­
dan ortaya çıkamaz ve bu kurucu dışlama ya da antagonizma. her
kimlik oluşumunun ortak ve eşit koşuludur.. (J.B.. s.21)

Bana göre, bu iddianın aksine, uzlaşmazlığın kesinlikle, özdeşli­


si/kimliği (bir gösterenin özdeşliğini/kimliğini) bir farklar demeti
olarak ortaya koyan Saussurecü fark ilişkisi olmadığı öne sürülme
lulir: Ladau'nun çok kesin terimlerle ifade ettiği gibi, Saussurecü
farkta gözden kaçırılan şey, içsel ve dışsal farkın ’“düşünsel" örtüşme-
tidir, örneğin, kadını erkekten ayıran fark, kadını eşzamanlı olarak
içeriden “engellediği," (erkeğe karşıtlığın, kadının kim liğini tanım­
ladığı saf bir fark ilişkisine karşı! olarak) tam öz-kimliğe ulaşmasını
«inlediği ölçüde “ uzlaşmazdır. Başka bir deyişle, antagonizma nos­
yonu bir tür üst-farkı gerektirir: İki uzlaşmaz kutup, onları ayıran
l.ııkı tanımlama ya da algılama şekilleri bakımından birbirinden
ayrılırlar (bir Solcu için, onu bir Sağcıdan ayıran aralık, Sağcının
bakış açısından algılanan aralıkla aynı değildir). Ya da başka bir
şekilde ifade etmek gerekirse- içsel ve dışsal farkın örtüşmesi, gös­
terenlerin farklılaşma alanında, basitçe kendi başına anlamın yeri­
ni tutmasından dolayı (belirli) bir anlamı olmayan en az bir tane
V.<»sterilensiz gösterendin var olduğu anlamına gelir -ve I.adau nun
hegemonya” nosyonu, bütünüyle, başarılı hegemonya durumunda
bıı gösterenin gösterilenindeki boşluğun, “ kendi başına” anlamın
yerine geçme işlevi görmeye başlayan olumsal bir tikel/belirli an­
lamla doldurulduğu süreci tarifeden
2>10 O L U M S A L L IK .H E G E M O N Y A ,E V R E N S E L İİK Buikr. |jclau

Bu yanlış okumanın sonuçları kapsamlıdır: Bir uzlaşmazlığın


gerçeğini simgesel fark(lar)la birbirine karıştırırsak, o zaman ampl-
rist bir sorunsala geri döneriz -sanırım, Butler'ın aşağıdaki pasajdu
tehlikeli ölçüde yakınlaştığı bir şeye:

Kuşkusuz, öznenin değişmez tamamlannıamışlıgınm. kendi ken­


dini temsilin sendeleyip başarısız olduğu nokta ya da toplumsal
kategorisinin kişilerin devingenliğini ve karmaşıklığını yakalaya­
maması olarak düşünülen Gerçeğin belirlediği sınırlar bakımın­
dan anlaşılıp anlaşılmaması önemlidir.

Buna, kesinlikle önem lidir yanıtını vermekten kendimi alamıyo*


rum: Yapısal tamamlanmamışlığı “ toplumsal kategorisinin kişilerin
devingenliğini ve karmaşıklığını yakalayam am asına indirgemek,
oıııı, ideolojik kategorilerin toplumsal gerçekliğin karmaşıklığını
yakalayamayacak kadar sabit olduklarına ve hiçbir zaman yaka­
layamayacaklarına ilişkin am pirin sorunsala indirgemektir -yaııl
gerçekliğin sonsuz zenginliği ile gerçekliği kavramaya çalışma araç
larımız olan kategorilerin soyut yoksulluğu arasındaki ampirist kar
şıtlığa yaslanmaktır. Dahası, Butler “ (e]vrensellik iddiası her zaman
verili bir sözdiziminde, tanınabilir mahalde belli bir kültürel gele
nekler kümesiyle gerçekleşir" (J.B., s.45) dediğinde aynı ampirini
sorunsala kur yapmış olmaz mı? Elbette bu iddianın sonucu, özgiıı •
leştirici bir evrensellik nosyonu için çevirinin (verili sözdizimiylr
bir kültürel bağlamdan diğerine) can alıcı olmasıdır:

Çeviri olmaksızın, bizatihi evrensellik kavramı, ilke olarak geçile­


bilir olduğunu iddia ettiği dilsel sınırları geçemez. (...) Evrensellik
iddiasının bir sınırı çevirisiz geçebilmesinin tek yolu, sömürgeci
ve yayılmacı bir mantıkla geçmektir (J.B., s.-16).

Bu iddialara karşı, evrensellik kavram ının, söylenenin aksine, lırt


tikel kültürün hiçbir zaman ve a priori nedenlerden ölürü kesinlikle
basitçe tikel olmamasının, "iddia ettiği dilsel sınırları kendi içirulr
zaten/her zaman geçmiş" olmasının sonucu olarak ortaya çıktığını
belirtmeden edemeyeceğim. Kısaca, Butler çevirisiz bir evrensel­
DA C A PO SF.NZA F IN E 211

li^ııı olmadığını vurgularken, ben de bugün tersini vurgulamanın


•jn alıcı olduğunu iddia etmeye kapılıyorum: Çevirisiz bir tikellik
wktur. Yani “ ya Batılı ııısan haklarının evrensel diye doğrudan da­
yat ılınası, ya sabırlı çeviri işi" biçimindeki ikilem cninde sonunda
uhtedir: Çeviri işi, zaten/lıer zaman başlamıştır, dilsel sınırlar, za-
len/lıer zaman geçilm iştir yani her tikel kim lik iddiası zaten/her
/.ıınaıı evrenselliğe inkâr edilmiş bir göndermeyi gerektirir. Ya da
I ddau'nun terim leriyle ifade edersek: ''Evrensel," bir dizi tikel ken­
diliğin arasında tarafsız bağ ya da ortak kordon olmadan önce, tike­
lin kendi (öz ) kim liğine ulaşm asını sonsuza dek önleyen bir aralığın
adıdır.
Butler’ın evrensellik nosyonunda bir vurgu kayması daha var
evrensellik ile dışlama arasındaki ilişkiyle ilgili, daha doğrudan
görülebilir siyasal sonuçları olan bir kayma. Bııtlcr, “ soyutlama,
kendisini soyutlama olarak oluşturmak için dışlamak zorunda ol­
duğu bir şeyi sergilemeden katı katiya soyut kalamaz” iddiasında
bulunduğunda ( J.B.. s.28), bu dışlamayı, aşağıdaki alıntıda da açık­
ça görüldüğü gibi, var olan iktidar ilişkilerinde ezilenlerin (ayrıca­
lıksızların) dışlanması olarak tasarlar.

V|önctimin resmi olarak temsil ettiği “ irade"ye, temsil işlevin­


den dışlanan bir “ irade" musallat olur. Yönetim, temsil alanından
dışladığı iradelerin tüm kalıntılarını .silerek evrensellik iddiasını
sürekli kanıtlamak zorunda olduğu paranoyak bir ekonomi teme­
linde kurulur (J.B., s.31).

Burada da, tersini vurgulamanın çok önemli olduğunu düşü­


nüyorum: Evrenselliğin dışladığı şey, öncelikle statüsü düşürülen,
kısıtlanan ayrıcalıksız öteki değil, kendisinin daimi kurucu jestidir
ıks.ı inkâr edildiği halde, yine de var olan iktidar yapısının nihai
dt steği olan yazılmamış, ikrar edilmemiş kurallar ve pratikler kii-
ııh sidir. Kamusal iktidar yapısına, kendi inkâr edilmiş müstehcen
lıkel alt yüzü, kendi kamusal kuralını ihlal eden tikel pratikler -kı-
ı.ı« a. kendi 'asli ilılalciliği” musallat olur.
212 OI.UM SAI.UK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK Builer. İ H A . LacLtu

Manlıattanda bomba patlatıp insan öldüren Müslüman terörist


lere bir yanıt olarak çekilen gerilim türündeki The Siege filminde,
(Bruce W illis’in oynadığı) sağcı bir A B D generali, New Yorka bu
olağanüstü hâl dayatır: Tanklar sokağa iner, savaşabilir yaştaki tüm
Arap erkekler stadyumlara doldurulup yalıtılır ve benzeri. Sonuııd.ı
iyi F B I ajanı (elbette Denzel Washington in oynadığı) çılgın geneı.ılı
yener; ana muhakemesi bu tür terörist yöntemlerin kötü olduğuduı
köktenci şiddetle bu şekilde savaşırsak, askeri bir zafer kazans.il>
bile, aslında bir bakıma düşman savaşı kazanmış olur; çünkü v.»
vunmakta olduğumu/ şeyi (demokrasi) kaybederiz... Bu filmin
sahteliği, ilk önce iyi bir liberalin zihninde beslediği ve “ mahremi
yetinin" derinliklerinde gizlice hoşlandığı tüm pis fantezileri can
(andırması, sonra bu tür prosedürleri sıkı sıkıya mahkûm ederek
bizi bunlardan hoşlanmaktan kurtarmasıdır -bir şekilde, pastamı/ı
alıp yememize izin verilir: İyi liberal vicdanımızı korurken, ırk^ı
fantezi kurmakla meşgul olmak. Bu anlamda, the Siege, hoşgörülü
liberalin fantazmik “aslı ıhlalciliğini” sahneler. Bu "asli ihlalcillk*
nosyonundan çıkardığım siyasal sonuç şudur: İktidarın, ona ayrı
calıklı direniş biçim inin bir özdeşsizleşme/kimsizlikleşme siyaseti
ni gerektireceği biçimde özdeşleşme/kimliklcnmc kipinde işledi#!
(insan, iktidarın çağırmasıyla kendini tanıyarak, iktidarın bize d.ı
yattığı simgesel mekânı üstlenerek iktidarın öznesi olur) düşünce
si terk edilmelidir. İktidar işleyecekse, asgari bir kimliksizleşınr .1
priori bir zorunluluktur -hem ampirist anlamıyla (yani “ iktidarın,
alaın bütünselleştirme çabasında hiçbir zaman tam olarak başaıılı
olamayacağı” vb.) hem çok daha köklü bir anlamda: İktidar, anı .tl
bir kendinden uzaklaşma biçimiyle, kendi kamusal normlarıyla s*>
tışma içinde olan inkâr edilmiş müstehcen kural ve pratiklere dayu
narak kendini yeniden üretebilir.
Bir yanlış anlaşılmadan sakınmak için: Butlerın bu asli ihlale!
lik mantığına çok yaklaştığının farkındayım -bana göre, iktidarın
gizli desteği olarak inkâr edilmiş “tutkulu bağlılıklar" nosyonu,
eninde sonunda bununla ilgilidir. Bu can alıcı noktayı, Marth.ı
DA C A W ) SEN ZA FIN K 1-13

Nıısshaunûın 7he New Republic teki Butler eleştirisiyle açıklama­


ma izin verin.• ’ Nussbauma göre, Butler, İktidarı eninde sonunda
ü/nenin müdahalesine kapalı, her şeyi kucaklayan ve her şeye gücü
yrteıı bir yapı olarak tasarlar: İktidar yapısını köklü bir biçimde de­
ğiştirmeye yönelik her örgütlü bireysel ya da kolektif girişim başa-
MM/lığa mahkûmdur; peşinen İktidar ağına yakalanır, bu yüzden
hır öznenin yapabileceği tek şey, sapkın marjinal erotikleştirme
oyunları oynamaktır... Burada Nussbauın, Butlcr'ın ana konusunu
tümüyle gö/deıı kaçırır: İktidar yapısını etkili bir biçimde zayıfla-
Mmayıp ya da dönüştüremeyip sapkın erotikleştirme oyunlarına
kavuran, özne değildir -kendisini yeniden üretmek için, müsteh-
ıcn erotikleştirmeye ve faııtazmik yatırıma başvurmak zorunda
knlan, bizzat iktidar aygıtının kendisidir. Cinselliği kontrol etmeye
yarayan iktidar-mekânizmaların inkâr edilmiş erotikleştirilmesi, bu
mekanizmaların özneyi gerçekten “ kavramasının, özne tarafından
kıbul edilmesinin ya da “ içselleştirilmesi',nin tek yoludur. Bu yüz-
den Butler’in meselesi, iktidarın “sapık" cinselleş!irilmesi/erotik-
1«stirilmesinin, inkâr edilmiş müstehcen alt yüzü olarak zaten var
olmasıdır ve biraz basitleştirilmiş terimlerle ifade edersek- yaza-
>ııı siyasal müdahalelerinin amacı, öznelerin, bu erotikleştirmenin
ürerlerindeki tahakkümünü zayıflatmalarım olanaklı kılacak stra­
tejiler geliştirmektir.
<) halde, farkımız ne? Bu anahtar meseleye, Butler’ın başka bir
•ıııahtar eleştirisiyle yaklaşayım: Yalnızca ideolojinin paradoksal
mekanizmalarını, ideolojik bir yapılanmanın kendini yeniden üret­
in.•şeklini ( kapitone noktasının, “asli ihlalciliğin” etkisini niteleıuli-
ırn tersine dönme), bu mekanizmaların nasıl "rahatsız” edilebile-
cğıııi (yeniden gösterme, yerinden etme, kendisine karşı çevirme)
>ı\ııntılandırmadan betimlediğimi söylüyor:

I4ck. iktidarın bizi kısıtlayan şeye rıza göstermeye hi/i nasıl mec­
bur ettiğini ve bizzat özgürlük ya da direniş anlayışımızın nasıl
gizli bir egemenlik aracı olabildiğini bize gösterir. Ama, böyle bir
•lıyalcktik tersine dönmenin ya da açmazın ötesine geçip yeni bir
241 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK . BUTI.ER. ?J2KK. LACLAU

şeye nasıl ulaşılacağı bana pek açık görünmüyor. Zamandan ve


mekândan bağımsı/ işleyen tersinmelerle, aporialarla ve tersine
dönmelerle sınırlı kalan bir toplumsal alan çözümlemesinden yeni
bir şey nasıl üretilir (J.B., s.39).

İktidarın Psişik Yaşannnda Butler, aynı noktaya Lacan'la ilgili


olarak değinir:

|l.acancı| İmgesel (direnişi, simgesel yasanın etkinliğini bozar,


ama yasanın yeniden formûlasyonunu sağlayarak ya da talep ede­
rek yasaya geri dönemez. Bu anlamda, psişik direniş sonuçları
bakımından yasayı bozar, ama yasayı ya da sonuçlarını yeniden
yönlendiremez. Dolayısıyla direniş, karşı koyduğu yasayı değiştir
me gücünden tamamen yoksun bir alana yerleşir. Sonuçta psişik
direniş, yasanın kendi öncesiyle, simgesel biçimde devamlılığını
varsayar ve bu anlamda onun statükosuna katkıda bulunur. Böyle
bir bakışta, direniş yenilgiye ebediyen ınahkûm görünür.
Buna karşılık i-'oucault, direnişi, tam da karşı koyduğu söylenen
iktidarın sonucu olarak formüle eder. (...) Foucault ya göre sim- 1
gesel, kendi yıkımının olabilirliğini üretir ve bu yıkımlar, simgesel
çağırmaların beklenmeyen sonuçlarıdır.1

Buna üç yanıtım var. Birincisi, yorumlama düzeyinde i:oucaulı


bu meselede çok daha muğlaktır: Direnişin iktidara içkiııliğiyle ıl
gili tezi, her direnişin, karşı çıktığı iktidarın oyununa peşinen ya
kalandığım iddia etmek olarak da okunabilir. İkincisi, benim "asi
ihlalcilik" nosyonum, bu temanın başka bir varyasyonunu (direniş
karşı çıktığı şeyi yeniden üretir) çalmaz, aksine iktidar yapısını
daha da kırılgan kılar: İktidar kendi “asli ihlalciliği'ne yaslandığı
ölçüde -en azından bazen - görünürdeki iktidar söylemiyle -bu aslı
müstehcen alt-yüzünü görmezden gelerek ve bu söylemin (kamusal)
ifadesini, sanki gerçekten açıkça söylediklerini ve (vaat ettiklerim)
kastediyormuşçasına doğru kabul ederek- aşırı özdeşleşme, pürü/
süz işleyişini rahatsız etmenin en etkili yolu olabilir. Dördüncüm
ve en önemlisi, Lacan, özneyi sürekli yenilgiye mahkûm bir direni
şe razı etmek bir yana. Butler'ıııkinden çok daha radikal bir öznel
DA CAPO SKNZA FINF. 245

müdahaleye i/in verir: Lacancı “eylem” nosyonu, özneye kimliğini


veren simgesel koordinattan yerinden etmeyi ya da yeniden anlam­
landırmayı değil, var olan simgesel düzenin evrensel yapılandırın
ilkesini köklü bir biçimde dönüştürmeyi amaçlar. Ya da -daha
psikanalitik terimlerle ifade edersek - I.acancı eylem, “ temel fan­
teziyi katetme" boyutuyla, Butlera göre, yeniden anlamlandırma
sürecinin kaçınılmaz arka planını oluşturan “ tutkulu bağlılıklar"!
köklü bir biçimde rahatsı/ etmeyi amaçlar. Bu yüzden, Butlcr, tam
tarihselleştirme anlamında daha "radikal* olmak bir yana, aslında,
lühai ifadesini “ Psikanalizde D ilin ve Konuşmanın Alanı ve İşlevi"
(1953) üzerine Roma Raporunda bulan 1950'ler başının kaçanına
çok yakındır -toplumsal gerçekliği sürekli geriye dönük tarihsel-
leştirmenin ya da yeniden simgeselleşt irmenin kaçanına; doğru­
dan ulaşılabilir bir “ ham" gerçekliğin olmadığını, “gerçeklik” olarak
algıladığımız şeyin, içinden çıktığı simgesel doku tarafından üst-
belirlendiğini döne döne vurgulayan l.acana.
Söz konusu satırlar boyunca kaçan, Freudçıı “e vre le ri (oral,
•inal. fallik...) libidinal evrimde biyolojik olarak belirlenmiş evre­
ler olarak değil, çocuğun kendi aile ağı içindeki konumunun di
y.ılektik öznelleşmesinin farklı tarzları olarak yeniden yazar: Söz­
gelişi. anal evrede önemli olan, genel olarak dışkılaına işlevi değil,
bunun gerektirdiği öznel duruştur (Ö tekinin bu işi düzgün yapma
isteğine uyma, kendi karşı koyuşunu ve/veya öz-denetiıniııi ortaya
koyma...). Burada can alıcı olan, bu radikal ve sınırsız yeniden an
lıimlaııdırma Lacan’mın, aynı zamanda, öznenin simgesel düzenle
bütünleşmesinin tartışmasız ufku olarak baba Yasasının (Babanın
Adı) Lacan’ı olmasıdır. Dolayısıyla, bu erken “sınırsız yeniden an
tamlandırma I-acanY’ndan daha sonraki “Gerçeğin LacanY'ııa geçiş,
i ısıllanmamış yeniden anlamlandırma oyunundan, simgeleştirme
küretinin tarih dışı bir sınırını öne sürmeye geçiş değildir: Sim ­
geleştirme sürecinin o priori ufku olarak iş görme iddiasındaki tüm
¡imgesel kümelerin nihai olum sallığını, kırılganlığım (ve dolayısıyla
246 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. F.VRRNSI:.IX İK . BUTI.ER. 2I2EK. LACI.AU

değişebilirliğini) açığa çıkaran tanı da olanaksız olarak Gerçek not


yontma odaklanırdır.
I,ucanın odağı Gerçeğe kaydırmasının, babalık işlevinin (ve bi/
zat Ocdipus karmaşasının merkezi yerinin) değersizleşt irilmesiyle
-baba otoritesinin, eninde sonunda bir düzenbazlık, tutarsız/v.n
olmayan “ büyük Öteki’ yi geçici olarak ıslikraı Ulaştırmamıza ve
koordine etmemize izin veren olası “sinthonTlardan' biri olduğu
fikriyle sıkı sıkıya bağıntılı olmasına şaşmamak gerek. Bu yüz
den bacanın taribsellcştirmenin/yeniden anlamlandırmanın "tarilı
dışı” sınırını ortaya çıkarmasındaki asıl nokta, bu sınırı uysal bil
biçimde kabul etmek zorunda olmamız değil, bu sınırın her tarih mİ
biçimlenmesinin olumsal ve bu haliyle de radikal bir incelemeye
açık olmasıdır. Dolayısıyla, Butler’a temel yanıtını -kuşkusuz, (mı
zamanlardaki tartışmalara katılanlar için paradoksal olacaktır- şu
dur: bacanın tarih dışı bir engele yapışıp kalması ve benzeri im­
seleler üzerine tartışmalarda, daha kiiklü hır düzeyde, yeterine
tarihselei olmayan Butler’ın kendisidir, öznenin müdahalesini, «>/
netliğin sınırı/koşulu olarak varlığını ısrarla sürdüren temel “ tutku
lu bağlılıkın çoklu yeniden anlamlandırmalarıyla/kaydırmalarıyla
sınırlandıran Butler'dır. Dolayısıyla, Butler’ın yukarıda aktarılan
kuramsal sorusundaki diziye ek yapmadan edemiyorum: “ Evirtim
lerle, aporialarla, tersinmelerle ve performatif kaydırm alarla ya ıhı
yeniden anlam landırm alarla sınırlı kalan bir toplumsal alan çözüm
leınesinden yeni bir şey nasıl üretilir?”4
Butler'ın burada iddia ettiği şey konusunda kesin bir fikir edlıı
inek çok önemlidir: Ona göre, ideolojik evrensellik (çağırmanın
mekânı) kendisini yeniden üretmek ve üstünlüğünü sürdürmek
için, özne tarafından tekrarlı üstlenilmesine yaslanmak zorunda ol
duğuna göre, bu tekrar yalnızca aynı buyruğun pasifçe üstlenilmcM
olmakla kalmaz, yeniden oluşum, yeniden anlamlandırma, kaydır
ma alanım da açar benim kimliğimi önceden belirleyen “simgesi I
#Sinthom: Lacanın. boş bir merkezetrafında dönen gösterenler kümesi Kin kullandı
£ı (erim; bir ~$intlıo«n~dâanlamın nesne! temeli yoktur |ç.n.|.
DA CAPO SfcNZA I1NI- 247

lo/."ü yeniden anlamlandırmak/kaydırmak olanaklıdır, ama toplan


fitlen geçirmek olanaklı değildir; çünkü lopyekun çıkış, simgesel
kimliğimin psikotik kaybını gerektirirdi. Bu yeniden anlamlandır­
ın,ı. bir uç örnek olarak aşağılayıcı çağrılmalarda bile etkili olabilir:
İteni belirliyorlar, onlardan kurtulamıyorum, onlar simgesel varlı­
ğımın/kimliğimin koşulu; onları toptan reddetmek, psikoza neden
olur; ama onları yeniden anlamlandırabilir/kaydırabilirim, alaycı
l.ır/da üstlenebilirim: “ Yeniden anlamlandırma olanakları, özne
oluşumu -ve yeniden oluşumu- bakımından zorunlu olan tabiiyete
tutkulu bağlılığı yeniden biçim lendirir ve bozar.” '
Amacım, böyle bir yeniden anlamlandırma pratiğinin, hege­
monya için ideolojik mücadelede çok etkili olabileceğini yadsımak
değildir -'Ihe A'-J-V/mn başarısı, bunun kusursuz bir örneği değil
inidir? Bu dizide, bildik yaratık tehdidi ve istilası formülü farklı bir
bağlamda “ yeniden anlamlandırılır,” yeniden kurulur. Bu tehdidin
İçeriği, tüm olası mitlerin ve folklorların (Doğu Avrupah vampirler
den ve kurt-adamlardan Navajo hayalet canavarlarına kadar) yarı
ansiklopedik "çokkültıırcü” bir bileşimini sunar; bütün bu hayalet
İn in göründüğü ortam, daha da dikkat çekicidir: büyük çoğunluğu
ABD’nin kuzeyindeki (kuşkusuz, ekonomik nedenlerden ötürü dış
mekânların çoğunun Kanada'da çekilmiş olmasından dolayı) ha­
rabe varoşlar, yarı terk edilmiş kır evleri ya da kimsesiz ormanlar
tehdit altındakiler öncelikle. Yerli Amerikalılardan ve yasadışı l.a-
llııo göçmenlerden kentlerimizdeki evsizlere ve esrarkeşlere kadar,
toplumlunuzun dışlanmışlarıdır. Dahası, hükümetin kendisi de sis­
tematik olarak, yaratıklarla muğlak bir biçimde işbirliği yapan gizli
Örgütlerin sızdığı, onların varlığını inkâr eden, uğursuz, bir şebeke
olarak sunulur...
Itununla birlikte, bu yeniden adlandırma sürecinin bir sınırı
vardır ve bu sınırın l.acancı adı, elbette, kesin bir şekilde Gerçek-
tu 15u Gerçek, dilde nasıl işler? “ Pretendingfdc J. L Austin, kabalık
taslamanın nasıl kabalaşabildiğinin güzel bir örneğini verir:* Sert
davranış standartları olan insanlarla birlikte olduğum zaman, kaba­
218 OLUMSAM IK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK • B U T U R . fclfcEK, I ACI.AU

lık taslarım ve toplumsal şakanın hır parçası olarak müstehcen dil


kullanmaya ya da müstehcen içeriğe gönderme yapmaya başlarını
Kabalık taslayışım, kaba olacaktır -taslamak ile olmak arasındaki
ayrım ın bu çöküşü, konuşmamın bir Gerçeğe dokunduğunun alcın
işaretidir. Yani taslama ile olma (daha doğrusu gerçekten yapın.»)
arasındaki mesafe, hangi üiı konuşma edimlerinde çöker? İnsanın
kendi varlığının Gerçeğindeki ötekiyi amaçlayan konuşma edimle­
rinde: Nefret içeren konuşmalar, saldırgan aşağılama ve benzeri. Bu
tür durumlarda, şaka ya da ironi görüntüsüyle konuşmayı kılıllaııu,
incitici bir etki yaratmasını önleyemez -mesafenin bu tür simgeKİ
işaretlerinin etkinliği askıya alındığında, Gerçeğe dokunuruz.
Anlatmak istediğin», siyasal-ideolojik yeniden anlamlandırmayı
hegemonya mücadelesi bakımından tasarladığımız ölçüde, yeniden
anlamlandırmaya bir sınır koyan bugünün Gerçeğinin. Serınayo
olduğudur: Kısıtlanmamış hegemonya mücadelesinde hep aynı
kalan, “ hep kendi yerine dönen” Sermayenin pürüzsüz işleyişidir.
I.aclau ile Butler’ın eski “özcü” Marksizmi eleştirirken bir öncüllci
kümesini sessizce kabul etmeleri, bunu göstermiyor mu? Kapitalist
piyasa ekonomisinin ve liberal-demokratik siyasal rejimin esaslaıı
m asla sorgulamazlar; tamamen fa rk lı bir ckonomik-siyasal rejini
olasılığım asla tasavvur etmezler. Bu şekilde, "postınodern” Solun
bu soruları terk etmesine tamamen katılırlar, önerdikleri tüm deği­
şiklikler, hu ekonomik-siyasal rejimin ¡(inde kalan değişikliklerdir

Laclau: diyalektik ve olumsallık


Aramızdaki -bir yanda ben, diğer yanda Butler ve Laclau- bıı
siyasal anlaşmazlığın felsefi yanının, “özcülük” nosyonuna y<»
nelik farklı tutumlarımızda ifadesini bulduğunu düşünüyorum
Butler ile Laclau, bütünüyle özcülıik/olumsallık karşıtlığına yask»
ııırlar; ikisi de “ ilerleme"yî (eğer bu terim hâlâ savunulabiliyors.il
“özcülük'ten giderek daha radikal hale gelen olumsallık iddiasıııu
D A C A PO SK N Z A HİNİ 2V)

tedrici geçiş olarak tasarlıyor. Oysa ben, “özcülük” nosyonunu,


topyekıın akışkanlığa direnişin öç farklı düzeyini özetlemeye eği­
limli olduğu ölçüde sorunlu buluyorum: imgesel “öz” (aralıksız de­
ğişim akışı boyunca varlığını sürdüren sağlam biçim. Geştalt); Bir
l.feıuli-Gösteren (değişen anlamlandırmalara kap işlevi gören içi
boş gösteren: hepimiz, “demokrasimden yanayız, bu terimin içeriği,
hegemonya mücadelelerinin sonucu olarak değişmesine karşın) ve
Gerçeğin güçten düşürücü Aynılığı (siıngeleştirilmesine direnen ve
bu haliyle çok tekrarlı simgeleştirme sürecini tetikleyeıı travma).
Hinler in Lacan eleştirisi, “özcülük" terim inin nasıl sonraki düze­
yin önceki düzeye indirgenmesi anlamına getirildiğinin örneği de­
ğil midir? ünce, Gerçeğin Aynılığı, “sabit” bir simgesel belirlenime
indirgenir (Butler'ın, gerçek olarak cinsel fark, sağlam bir lıctero-
M-ksücl norm atif simgesel belirlenim kümesine eşittir savunusu);
m»nra simgeselin kendisi, imgesele indirgenir (I.acancı “simgesel' in
eninde sonunda pıhtılaşmış, “şeyleşmiş,” imgesel akıştan başka bir
>cy olmadığı tezi).
lîıı yüzden, “özcülüğün” sorunu, bu eleştirel tanımlamanın, stan­
dart felsefi ret prosedürünün ölümcül zayıflığını paylaşmasıdır. Bu
prosedürde ilk adım, reddedilecek alanı bütünleştirmeye yönelik
olumsuz jesttir; bu alanı, daha sonra karşısına olumlu seçenek ko­
yulacak tek ve ayrık alan olarak tanımlamaktır -sorulacak soru, za­
yıflat ılmaya çalışılan 1üm u eleştirel tarzda bütünleştirmenin gizli
sınırlılığıyla ilgilidir. Kaııtçı etikte sorunlu olan şey, tek başına bi­
çimciliği değildir; Kanfın, Özerk biçimsel ahlak Yasasını öne sür­
meden önce, etiğin diğer temellerini olumsal ve eninde sonunda
ampirik nitelikli bir İyi nosyonuyla ilişkilendirerek, “ patolojik* ol
dukları gerekçesiyle reddetmek zorunda kalmasıdır sorunlu olan
■ v daha önceki tüm etiğin, hazzımıza hizmet eden, patolojik, ya
lan ı İyi nosyonuna indirgenmesidir... (Buna karşı, Kant'ın hakikati
olarak Sade, insanın iyiliğine aykırı çalışan, bu kendini-engellemede
doyum bulan, patolojik-olumsal bir tutumun paradoksal olabilirli­
ğini ortaya koyar -Freudçu ölüm dürtüsündeki esas nokta, yararcı
2S0 OLUM SALLIK. HEGEM ONYA. EVREN SELLİK . BUTLKR. 2J 2EK, LACLAU

egoizm kuralının "patolojik” gerekçelerle askıya alınabilmesi değil


mi?)
Aynı şekilde, bilinçli öznenin saf öz-etkilenimi/öz-mcvcudiyeil
olarak Musserl'in öznelliği, Derrida’nın “ mevcudiyet metafiziğimle
sessizce bâkiın değil mi; bu yüzden Derrida “ mevcudiyet
ınctafiz.iği” ndcn söz. ederken, her zaman özünde Husscrlci kendisi-
için bulunan özneye işaret etmez, mi? Felsefi karşıtlıkları süpürme
nin sorunu (bana ve olasılıkla öncellerime karşı tüm ötekiler), diğeı
tüm seçeneklerin bir ve aynı genel etiket altında sorunlu bütünleşti
rilınesinde yatar -bıı şekilde bütünleştirilen çokluk, her zaman tikel
türlerinden biri tarafından gizlice "hegemonya altına alınır” ; ayın
şekilde, Derridacı "mevcudiyet metafiziği” nosyonu da. Musserl ta
rafından gizlice hegemonya altına alınır, öyle ki. Derrida Platonu Ve
tüm diğerlerini I hısserl kanalıyla okur. Bana göre, aynı şey eleştir« !
“özcülük” nosyonu için de ges'crlidir. Kapitalizm örneğini ele al,»
lıın: Küresel kapitalizmi, "Sermayenin mantığTm eleştirenlere karji
Laclau. kapitalizmin, temelde yatan ortak bir Mantığa itaat eden
homojen bir Bütünlük değil, olumsal bir tarihsel kümelenmenin
sonucu olarak birleşen heterojen özelliklerin tutarsız bir bileşimi
olduğunu savunur.
Benim buna yanıtım, olumsallığın zorunluluğa dönüşünün 11«
gelci mantığına işaret etmektir: Elbette, kapitalizm tarihsel koşullu
rın olumsal bir bileşiminden doğdu: elbette, “ yeniden anlamlandı
olabilen.” yeniden hegemonya altına alınabilen, kapitalist olmayan
bir bağlama kazınabilen bir dizi görüngü (siyasal demokrasi, insan
haklarına ilgi vb.) doğurdu. Bununla birlikte, kapitalizm geriye do
nük bir biçimde “ kendi varsayımlarını vazetti” ve kendi olumsal/
dışsal koşullarını, temel bir kavramsal matristen (meta mübadele
si ediminde söz konusu olan “çelişki” vb.) üretilebilen ve her şeyi
kuşatan bir mantık şeklinde yeniden yazdı, lam diyalektik bir
zünılemede, bir bütünlüğün “zorunluluğu." onun olumsal köken»
ne ve bileşenlerinin heterojen doğasına engel olmaz -bunlar, daha
sonra diyalektik bütünlüğün ortaya çıkışıyla vazedilen, geriye do
D A C A P O S I.N Z A H N I 251

ııük l>ir biçimde bütünleştirilen varsayım larıdır. Dahası bana göre,


laclau'nun eleştirisi, Laclau ve Moııffe'un mütemadiyen bir tekillik
vurgusuyla işaret ettikleri “ radikal demokrasi” nosyonuna daha uy­
gun olurdu: Bu nosyon, bir di/i heterojen görüngüyü kapsama/ mı
ve gelişmiş ülkelerdeki feminist, ekolojik ve benzeri mücadeleden,
yeni-liberal Yeni Dünya Düzenine Üçüncü Dünyanın direnişine
kadar uzanan bu görüngülerin aynı türe ait olduklarını iddia etmek
koruıılu olma/ mı?
O zaman Ladau’dan farkımı nereye yerleştiriyorum? Burada,
yazının başında sözü edilen “salt terminolojik yanlış anlamalar"
ile köklü bağdaşmadık” arasındaki salınım, daha da güçlüdür.
önce, l-aclau'nun, benim Kartezyen cogito'yu savunduğumla ilgili
eleştirel sözlerinde olduğu gibi, salt terminolojik ya da olgusal yan­
lış anlamalarla ilgili gibi görünen bazı noktaları ele alalım. Benim
“cojff/onun, pasifleştirici saydam kendi imgesinden çok uzak olan
aşırı, kabul edilmeyen çekirdeğine, unutulan ön yüzüne” yaptığım
gönderme konusunda Laclau, benim "biçim ler kuramını kabul et­
meyen birinin kendisine dört dörtlük Platoncu demesi” gibi (E .l„,
sH7). cogitoyu Kartezyen içeriğinden yoksun bıraktığımı ve mo­
dernlik geleneğini Lacanlaştırdığımı iddia ediyor. Bu eleştiriye ilk
yanıtım, tutumumun hiçbir şekilde göründüğü kadar "uçuk" olma*
•lığıdır: Kartezyen araştırmalar içinde, bir aralığın bizzat cogito yu
m>cogitans'ldu ayırdığını; kendiliğinden anlaşılır “düşünen töz"üıı
!»<•' cogitans] ikincil olduğunu, cogi/o nu n kurucu jesti olan belli bir
uçurumu ya da aşırılığı zaten kararttığım gösteren uzun bir gele­
nek vardır Cogito ve Deliliğin T aıih fn d e cogito’yu oluşturan bu
.ı>ııı delilik uğrağım vurgulayan Derrida değil iniydi?7 Bu yüzden
I .ulau, Kierkegaard’ııı karar nosyonuna onaylayıcı bir biçimde işa-
•■I ettiğinde ( “ Kierkegaard'm dediği gibi -aktaran Derrida: ‘karar
uğrağı, delilik uğrağıdır.' Ben şunu da eklerim [ama Derrida ekle
ine/di): Bu, özneleşmeden önceki özne uğrağıdır” |E.L.,s. |),ben de
onayını tamamen kabul ettiğim halde- ısrarla bu “delilik uğrağı,"
252 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSE11IK . BUTI.RR, 2(2EK. I.ACLAU

ancak “ içi boş," “ tözse! olmayan" Kartezyen ö/.neniıı açtığı mekânın


içinde kavramsallaştırılabilir derim.
Dahası, bizzat demokrasinin -Claude Lefort un “demokratik
icat’’’* dediği şeyin- ancak Kartezyen mekân içinde ortaya çıkabl
leccğini iddia ediyorum. “Soyut” Kartezyen cogı/o’nun demokratik
mirası, en iyi. kadınların kamusal ve siyasal alanda daha belirgin
bir rol üstlenmesine yönelik sözde “ feminist* muhakemede fark
edilir: Rolleri daha belirgin olm alıdır; çünkü, doğal ya da tarihsel
nedenlerle ağırlıklı duruşları daha az bireyci, daha rekabetçi, dah.ı
az egemenlik-yönclimli ve daha işbirlikçi, daha merhametlidir...
Buradaki Kartezyen demokrasi dersi, im anın böyle bir tartışmanın
terim lerini kabul ettiği anıta, yenilgiye zaten razı olur ve demokra
si öncesi “liyakat" ilkesini de kabul edeceğidir. Olumlu psikolojik
kadın özelliklerinden ötürü değil, basit demokratik-eşitlikçi ilke
(Balibar’ııı egalibate dediği şey)’ nedeniyle kamusal yaşamda daha
fazla kadın olm alıdır; özgül özelliklerinden ötürü değil, yalnı zı
nii/usun yarısını oluşturdukları için kadınların kamusal yaşamda
daha belirgin bir rol hakkı vardır.
Kant’ın nasıl okunması gerektiği sorununu bir tarafa bırakarak
(standart akademik Kant imgesinin tamamen sildiği bir Kant boyu
tu olduğunu da düşünüyorum10), l^ıclau ile aramda, daha muğlak
ve sorunlu bir biçimde de olsa, basit bir terminolojik ve/veya olgu
sal yanlış anlamaya dayanıyor gibi görünen başka bir farklılığa ge
çeliııı. Bu fark. Laclau’nuıı, benim Hegel okumamda llegel’in tüm
mantıkçılığını, yani Hcgel’in felsefesinin, bir konumdan diğerine
geçiş her zaman tanımı gereği zorunlu olduğu için, olumsallığı köklıı
bir biçimde azaltan kapalı bir sistem oluşturduğu gerçeğini hesaba
katmadığıma ilişkin eleştirisinde açık bir biçimde fark edilir:

Mutlak Tiııin kendine ait olumlu bir içeriğe sahip olmadığını, tüm
diyalektik geçişlerin ardışıklığından ibaret olduğunu, evrensd ile
lıkel arasında nihai bir çakışma sağlamanın olanaksızlığım bütü­
nüyle kabul edersek, bu geçişler olumsal mı. yoksa zorunlu mu* r
DA GAPO SENZA FIN'K 2SJ

«lur? Zorunlularsa, tüm Hegelciprojeyi (İnlen yaptığına karşıt ola­


rak), tün)-mantıkçı olarak nitelendirmekten kaçmak zordur (E.l_.
S.73).

Bana göre Ladau’nun muhalefeti çok acemicedir ve Hegelci d i­


yalektiğin anahtar özeliğini gözden kaçırır; Hegel’in “ varsayımla­
rı vazetme“ dediği şeyin nihai sırrı, olumsallığın geriye döniik bir
biçimde zorunluluğa “aşılm asının -başlangıçta olumsal bir olayın,
tarihsel tekrar yoluyla, “ töz değişimine" uğrayıp bir zorunluluk ifa
ili şine dönüşmesinin- sırrıdır: Kısaca, kendi kendini yaşatan öz-
ürgııtlenme yoluyla, kaostan düzenin çıkmasının sırrıdır." Burada
I legel, T reud la" okunmalıdır: Freud’da da olumsal bir özellik (söz­
gelişi, travmalı bir cinsel karşılaşma) yükselip bir "zorunluluk'a,
yani yapılandırıcı ilkeye, öznenin tüm yaşamının etrafında döndü­
ğü merkezi referans noktasına dönüşür.
I aclau’nun benim Hegel okumama yönelik eleştirisinin ikinci
yönü, benim temel diyalektik ilkesiyle Hegelci proje ile HegePin
ililen başardığı şey arasındaki mesafeyi yeterince hesaba katma­
mamla ilgilidir: Hegel'in kuramsal pnıliği, çoğu zaman “ resmi"
o/ anlayışından farklıdır yaptığı şeylerde çoğu kez, (inkâr edilen)
hitabete, olumsal mecazlara ve benzerlerine yaslanır. Buna şu ya
nıtı vermek istiyorum: Laclau’nıın sözünü ettiği çatlak, başlan sona
muğlak olan temel Hegelci projenin bizzat kendisinde zaten fark edi­
bi Basitçe, Hegel’in en aşırı “söz-merkezci” nosyonu gibi görünen
vden, yani bütünlük nosyonundan söz açalım: Bu nosyonun, gc
ıı>I l>iı özne için ulaşılabilir bütün bir dolayımı değil, tam tersini
anlattığı unutulmamalıdır; bunun en iyi örneği de Güzel Ruh diya
(ektiğidir: “ Bütünselliğin en safına, özne, hakkında hüküm verdiği
>«vden muaf bir yargıç konumunu (Batılı kültür emperyalizmini
•leşi i ren çok-kültürcünün. köktenci ülkelerdeki etnik şiddet karşı­
tında dehşete kapılan Batılı pasifist liberalin konumunu) üstlendi­
ğinde, olumsuz nitelikli sahtelik ve çöküntü deneyiminde karşılaşılır
burada "bütünsellik” mesajı basittir: "Hayır, reddettiğini iddia etti-
i'iıı sistemin parçasıstn; saflık, kandırmanın en haince biçim idir”...
251 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTLER. 2l2EK. I.AGI.AI'

Bu yüzden, “ bütünlük"; Evrensel Özneyle bağıntılı olma bir yana,


başarısızlığın, insanın müdahale ettiği duruma kendisini de dahil
etmeyi unutmasının bedeli olan olumsuz bir şok içinde gerçeklen
deneyimlenir ve "fiilen var olur." Dahası, burada basit bir Hegel’I
yanlış okuma olayıyla uğraşmadığımızı düşünüyorum: l.aclau’nun
tam anlamıyla Hegelci nitelikteki zorunhıluk-olumsallık diyalekti
ğiııi, temelde yatan "daha derin” bir Zorunluluğun dışsal/ampirik
görünüş tarzı olarak basitleştirilmiş standart olumsallık nosyonuna
indirgeme eğiliminde «'’ması, kuramsal yapısındaki içsel bir tutar
sizliği, betimleyici ile normatif arasındaki ilişkide bir tutarsızlığı
gösterir -işte l.aclau’nun bu konudaki eleştirime verdiği yanıt:

Aşağıdaki sorunun şu ya da bu versiyonuyla birkaç kez karşı­


laştım: Hegemonya köklü bir biçimde olumsal bir alanda alınan
kararı gerektiriyorsa, şıı va da bu şekilde karar vermenin gerek­
çeleri nelerdir? Örneğin 7\ick şu gözlemde bulunur: "Lıclau'nuıı
hegemonya nosyonu, her toplumsal gövdeyi birbirine yapıştıran
ideolojik 'çimentonun mekanizması m betimler; faşizmden liberal
demokrasiye kadar tüm olası toplumsal-siyasal düzenleri çözüm-
leyebilen bir nosyondur; diğer yanda Laclau belirli bir siyasal seçe­
neği, ‘radikal demokrasiyi savunur.1’ Buıuın geçerli bir itiraz oldu­
ğunu düşünmüyorum. Eninde sonunda Kantçı arı Akıl ile pratik
Akıl ayrımının türevi olan betimleyici ile normatif arasında katı
bir ayrıma dayanır. Ama bu, kesinlikle aşınması gereken bir ay­
rımdır: Olgu ile değer arasında böyleşine kesin bir ayrılık yoktur.
Dcger-yönelimli pratik bir etkinlik, söylemsel bir biçimde “olgu"
-ama ancak böyle bir etkinliğin içinden olgu olarak çıkabilen ol­
gular olarak inşa edeceği sorunlarla, kolaylıklarla, direnişlerle ve
benzeri şeylerle karşılaşır (E .L , s.93-94)

Burada iki düzeyin birbirine karıştırıldığım düşünüyorum


Ladau’nun betimleyici ile normatif arasındaki katı ayrıma kar
şt çıkışını tamamen destekliyorum -aslında, ben de benzer bil
örneğe, Nazilerin müdahale ettikleri toplumsal durumla ilgili
“ hetiınlemc” lcrinin (yozlaşma, Yahudi komplosu, değer krizi
zaten önerdikleri pratik "çözüm'e dayandığına işaret ediyorum.
DA CAPO SF.N/.A FIN E 255

Hegel ce'de, hem Marx'in dediği gibi “ insanlar kendi tarihlerini ken­
tlileri yaparlar, ama keyifleri istediği gibi yapmazlar; kendi seçtik­
leri koşullar altında değil, doğrudan bulunan, verili ve geçmişten
aktarılan koşullar altında yaparlar;” " hem de bu koşulların ya da
*vursayımlar‘,ın kendileri, aynı zamanda, onlara müdahale ettiği­
miz pratik bağlam tarafından zaten/her zaman Vazedilmiştir." Bu
.1 ulumda, I.aclau’nun şu görüşüne katılıyorum: “ '{K larar olumsal
ise, bu seçeneği farklı bir seçeneğe tercih etmenin gerekçeleri ne­
lerdir?’ sorusu yersizdir” (F..L, s.99): B ir kararın nihai "nesnel" gc-
rekçeleri yoktur; çünkü bu gerekçeler, bir kararın ulkuıulaıı geriye
dönük olarak zaten/her zaman inşa edilmiştir. (Ben burada genel­
likle din örneğini kullanırım: İnsan Hıristiyanlığın doğruluğuna
İnanınca Hıristiyan olmaz; insan ancak Hıristiyan olunca, H ıristi­
yanlığın hangi anlamda doğru olduğunu gerçekten anlayabilir.) Bu­
nunla birlikte benim görüşüm, Laclaunun hegemonya kuramının
ki mlisinin, faşist popülizm (Laclau nun gözde örneklerinden biri)
ile dahil, her ideolojik oluşumu açıklamanın nötr kavramsal aleti
olarak işlev gördüğü ölçüde, betinıleyici ile norm atif arasında yan­
ıltılmamış bir aralığa dayandığıdır. Elbette I.aclaıı burada, evrensel
hegemonya kuramının öyle basitçe yansız olmadığı; çünkü zaten
pratik “ radikal demokrasi” duruşunu gerektirdiği yanıtım verecek-
iır; yine, ben de şu yanıtı verirdim: Evrensel “ hegemonya” nosyonu­
nun, tikel bir etik-siyasal tercihle özgül olarak hangi doğal yoldan
llişkilendiğini görmüyorum. Ve -ilk yazımda da söylediğim gibi-
mirim bu muğlaklığın nedeni, I.aclau'nun (ve Butler’ın) kuramsal
tasavvurunda bizatihi tarihselcilik/olumsallık iddiasının tarihselliği
torununun çözülmemiş olmasıdır.

Tarihselciliğe karşı
Somut eleştirilere bu kadar yanıt yeter. Şimdi, diyalogumuz sı
tasında ortaya çıkan daha genel bir iki noktaya odaklanmama izin
venn. Birincisi, Kanla (yani her olası olumsal içeriğe tarih dışı bir
256 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EV R EN SH LİK • BUTLER. 7.\7.Y.K. LACI.AU

çerçeve sağlayan Kantçı biçimsel a priori temasına) karşı radikal


tarihselcilik (radikal olumsallığı öne sürme anlamında) konıısıı
Yapısökümcülük çoğu kez tarihselcilikle örtüşme olarak algılandığı
için (evrensel bir nosyonun yapısökümiinü yapmak, diğer şeylerin
yanı sıra, söz konusu nosyonun, aslında, bir dizi dışlama ve/veya
istisnayla onun evrenselliğini niteleyen özgül bir tarihsel bağlama
dayandığını göstermek demektir), katı yapısökümcii duruşu, bugü­
nün Kültürel Çalışmalarına egemen olan tarihselci duruştan ayırt
etmek çok önemlidir. Kültürel Çalışmalar, kural olarak, tarihsek ı
güreciliğe özgü bilişsel askıya alma duruşunu gerektirir: örneğin.
Kültürel Çalışmalardaki sinema kuramcıları, “sinematik algının
doğası nedir?" gibi temel soruları artık sormuyorlar; bu tür soru
lan. belli nosyonların, tarihsel bakımdan özgül iktidar ilişkilerinin
sonucu olarak ortaya çıkına koşulları üzerine tarihselci düşünceye
indirgeme eğilimindedirler. Başka bir deyişle, değerlendirilen bu
kuramın asli “doğruluk-değeri“ sorununun tarihselci terk edilişiyle
uğraşıyoruz: Tipik bir Kültürel Çalışmalar kuramcısı felsefi ya d.ı
psikaııalitik bir tasavvuru ele alınca, çözümlemesi, yalnızca söz ko
nusu tasavvurun gizli ataerkil. Avrupa-merkezci, kiııdikçi ve ben
zeri “önyargılarım” ortaya çıkarmaya odaklanır; naif ama yine dc
zorunlu soruları bile sormadan: Tamam, ama evrenin yapısı nediı'
İnsan psikesi “gerçekten" nasıl çalışır? Kültürel Çalışmalarda bu tur
sorular ciddiye bile alınmaz; zira Kültürel Çalışmalar -tipik bir reto
rik hamlesiyle- sözgelişi, doğru bilim ile bilim öncesi mitoloji arası
na açık bir ayrını çizgisi çekme girişim ini, Ötekiyi “ henüz bilimsel
olmayan" olarak değersizieştirmeye yönelik dışlayıcı stratejiyle koıı
di hegemonyasını dayatan Avrupa-merkezci prosedürün bir parçan
diye kınar... Bu şekilde, asıl bilimi, modern öncesi “ bilgeliği” \e
diğer bilgi biçimlerini, asli doğruluk değerleri bakımından değil,
topluınsal-siyasal statüleri ve etkileri bakımından değerlendirilen
farklı söylemsel oluşumlar olarak düzenler ve çözümleriz (böylco
yerel bir “ bütüncü” bilgelik, modern egemenlik biçimlerinden so
rumlu “ mekanikçi" Batı biliminden çok daha fazla “ ilerici” sayıl.ı
DA CAPOSENZA FIN E 257

bilil’). Böyle bir tarihselci gürecilik prosedürünün sorunu, gerçeklik


ve insan bilgisinin doğası üzerine bir dizi sessiz (tcmalaştırılmamış)
vaılıkbilimsel ve epistemolojik varsayıma yaslanmaya devam etme­
sidir: Sıklıkla, bilginin yalnızca iktidarı (yeniden) üretmeye yöne­
lik karmaşık bir söylemsel stratejiler kümesine gömülü değil, aynı
/umanda bu küme tarafından üretildiğine ilişkin proto-Nietzsched
hır nosyona.
Peki bu, kültürel tarihselci güreciliğin tek seçeneğinin ya naif am­
pirizm ya eski moda metafizik H ŞK (İ ler Şey Kuram ı) olduğu an-
l.ımına mı gelir? Burada en yetkin haliyle bile yapısöküm, çok daha
incelikli bir tutumu gerektirir. Derrida’nın “ Beyaz. M itiolojule çok
İkna edici bir biçimde öne sürdüğü gibi, “ Tum kavramlar metafor
dur,” hiçbir saf epistemolojik kesik yoktur demek yetmez; çünkü so­
yut kavramları gündelik metaforlara bağlayan göbek bağı, indirge­
nemezdir. Birincisi, mesele, tüm kavramların metafor olması değil,
bizzat bir kavram ile bir metafor arasındaki farkın, her zaman asgari
düzeyde metaforik olması, bir metafora dayanmasıdır. Karşıt sonuç
daha da önemlidir: B ir kavramın bir metaforlar demetine indirgen­
mesi. kavram ile metafor arasındaki farkın örtük bir felsefi (kavraın-
iıil) belirlenimine -yani zayıflatmaya çalıştığı karşıtlığa dayanmak
/Altındadır.1 Böylece ebediyen bir kısır döngüye yakalanırız: Doğ-
rudur, gündelik yaşam dünyasına ait tutumların ve nosyonların kl­
onlamalarından özgür felsefi bir duruş benimsemek olanaksızdır;
ne var ki, olanaksız da olsa, bu felsefi duruş aynı zamanda kaçınıl-
m a:dır. (Derrida, on varlık kipine dayanan Aristotelesçi ontolojinin
Yııııaıı gramerinin bir etkisi/ifadesi olduğuna ilişkin tarihselci tezle
ilgili olarak aynı noktanın üzerinde durur: Sorun şu ki, ontolojinin
ı vaılıkbilim sel kategorilerin) gramerin b ir etkisine indirgenmesi, gra­
mı ı ile varlıkbilim sel kavram lar arasında, zaten metafizik-Yunan
olaıı belli bir ilişki nosyonunu varsayar.'*)
Bu hassas Derridacı duruşu her zaman akılda tutmalıyız; D erri­
da hu duruş nedeniyle, naif gerçekçilik ve dolaysız felsefi temelcilik
tuzaklarından uzak durur: Deneyimlerimize "felsefi bir temel” ola-
25* OLUM SALLIK. IIM İKM ONYA.F.VIUNSF.I.LİK • BUTLF.R. Z l?FK . İ ACLAU

Haksızdır, yine de zorunludur -algıladığımı/, anladığımı/, ifadelen


dirdiğimiz şey, bir ön anlayış ufku tarafından üst-belirlenmesiııe
karşın, bu ufkun kendisi cninde sonunda niifu/ edileme/ olarak ka
lir. Demek ki. Dcrrida felsefi söylemin kendisinin olabilirlik koşul
hırını arayan bir tür ııst-aşkınsalcıdır -bıı kesin noktayı, Derrida’nın
felsefi söylemi içeriden zayıflattığını gözden kaçırırsak, “ yapısökü
mü” naiftarihselci görececiliğe indirgeriz. Derrida’nın buradaki k<»
nunuı, Foucaulfnun tersidir. Foucault, kendi kuramının çerçeve-1
içinde olabilirliği açıklanmayan bir konumdan konuştuğu yolunda
ki eleştiriye şu neşeli yanıtı yapıştırmıştır: "Bu tür sorular beni ilgi
lendirmez: Bunlar, öznenin kimliğini inşa eden dosyalarıyla polis
söylemine ait sorulardır!"
Başka bir deyişle, öyle görünüyor ki, yapısökümün nihai dci
si. varhkbihmsel sorunun sonsuza dek ertelenemeyeceğidir. Yanı
Derrida'da semptomatik olan. onun, bir yanda "Şeyler gerçeklr
nasıldırlar?" sorusunu peşinen kınayan ve filozof B’niıı filozof A’yi
okumasındaki tutarsızlıklar üzerine iiçüncü-düzey yapısöküıncu
yorumlarla kendini sınırlayan hipcr-özdüşünümlü yaklaşım İle
diğer yanda ayıranı vc kadim izin tüm canlı şeylerin yapısını nn
sil tanımladıklarına ve bu haliyle hayvan doğasında nasıl etkili ol
duklarına ilişkin doğrudan “ varlıkbilim scl" iddialar arasında gidip
gelmesidir. Burada bu iki düzeyin paradoksal iç bağlantısı gözden
kaçırılmamalıdır: Niyet etliğimiz nesneyi doğrudan kavramamı/ı
sonsuza dek önleyen özellik (merke/siz bir ötekinin, kavrayışımızı
her zaman saptırması, "dolayımlaması"), bizi evrenin temel proto
varlıkbilimsel yapısına bağlayan özelliktir...
Bu yüzden Yapısökümcülük iki yasağı gerektirir: "N ail ” ampirin
yaklaşımı (önce söz konusu malzemeyi dikkatle inceleyelim, sonu
bununla ilgili hipotezleri genelleştirelim) ve evrenin kökeni ve ya
pısıyla ilgili tarihsel olmayan genel metafizik tezleri yasaklar. Yakın
zamanda yapısökümcü Kültürel Çalışmalara bilişçi tepkinin bu ıl ı
yasağı nasıl ihlal etliğine dikkat çekmek ilginç olur. Bilişçilik, htı
yanda, araştırma nesnesine kapsamlı bir kuramsal arka plan olma
DA CAPO SEW/A U S E 259

dan yaklaşmaya ve onu böyle incelemeye yönelik ampirik tazeliği


geri yetirir (kapsamlı bir Özne ve İdeoloji kuramına sahip olmak
/.orunda kalmadan en azından bir film ya da film grubu incelene­
bilir...). ö te yandan, yakın zamanda kuantum fiziğini popülerlcş-
lirenlcrin ve diğer Üçüncü Kültür savunucularının yükselişi, en te­
mci metafizik soruların (evrenin kökeni ve farazi sonu nedir vb.)
şiddetli ve saldırganca bir yeniden devreye sokuluşu değilse, neye
işaret eder? Stephen Hawking gibi insanların açık amacı, H ŞK ’nın
l*ır versiyonudur: Evrenim izin yapısının, bir tişörtün üzerine ba­
sılıp giyilebilen temel bir formülünü (ya da bir insan için, nesnel
olarak ne olduğumu tanımlayan genomu) bulma çabası. Bu yüz­
den. Üçüncü Kültür savunucuları, Kültürel Çalışmaların doğrudan
' varlıkbiliınsel" sorular sormaya getirdiği katı yasakla açık karşıtlık
İçinde, en temel metafizik konulara (gerçekliğin nihai bileşenleri;
evrenin başı ve sonu; bilincin doğası; yaşamın ortaya çıkış şekli vb.)
korkusuzca yaklaşıyorlar Megelciliğin ölümüyle birlikte ölen eski
İm düş. metafizik ile bilimin geniş bir sentezi düşü, sağın bilimsel
Içgurülere dayanan her şeyin kapsamlı bir kuramının yapılabileceği
düşü yeniden canlanıyorm uşgibi...
l aikli bir düzeyde, asıl yapısöküıncülüğe özgü olan bıı karşı
lıklı döngüsel içerim, siyaset felsefesinde de görülebilir. Hannah
Areıult,1' iktidar, otorite ve şiddet arasındaki ince ayrım ları ifade
h ndirdi: Asıl İktidar, ne siyasal-olmayan otorite tarafından (siyasal
dayanağı olmayan bir otoriteye dayanan bir kumandanın emriyle:
oıdu, kilise, okul) yönetilen örgütlerde, ne de şiddetin doğrudan
hükümranlığı (terör) durumunda iş başındadır. Bununla birlikte,
burada, siyasal iktidar ile siyasal öncesi şiddet arasındaki ilişkinin,
in karşılıklı içerme ilişkisi olduğunda ısrar etmek çok önemlidir:
( iürünüşte “siyasal olmayan" her şiddet ilişkisinin kökünde (siyasal)
iktidar zaten/her zaman vardır; ama aynı zamanda şiddetin kendisi
de. iktidarın zorunlu tamamlayıcısıdır. Yani ordudaki, kilisedeki,
.ıilcdeki ve “siyasal olmayan” diğer toplumsal biçimlerdeki doğru-
d.ııı bağımlılık ilişkisinin ve kabul edilmiş şiddetin, kendi içinde.
260 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BU FLEK. ?.I?.LK. LACLAU

belli bir etik-siyasili mücadele ve kararın “şcyleşmesi" olduğu doğ


rudur -eleştirel bir çözümlemenin işi. tüm bu “siyasal olmayan" ,
ya da "siyasal öncesi" ilişkileri besleyen gizli siyasal süreci ortay«
çıkarmak olmalıdır. İnsan toplumunda siyasal, birleştirici yapılan-
dinci ilkedir; bu yüzden, kısmi bir içeriğin “siyasal olmayan” olarak
larafsızlaştırılması. bütünüyle yetkin bir siyasal harekettir. Ama aynı
zamanda, belli bir siyasal olmayan şiddet aşırılığı, iktidarın zorun
lu tamamlayıcısıdır: İktidar her zaman müstehcen bir şiddet leke­
sine yaslanmak zorundadır -yani siyasal alan hiçbir zaman “saf"
değildir, her zaman "siyasal öncesi" şiddete bir şekilde yaslanmayı
gerektirir.
Bu iki içerim arasındaki ilişki asim etriktir, ilk içerim tarzı (her
şiddet siyasaldır, siyasal bir karara dayanır), toplumsal gerçekliğin
bütünsel simgesel iist belirlenimini gösterir (hiçbir zaman sıfır dü­
zeyde saf şiddete ulaşmayız; şiddet, her zaman, belirgin bir biçim* j
de simgesel iktidar ilişkisiyle dolayımlıdır); ikinci ima tarzı ise, her
simgesel yapıdaki Gerçek fazlasını gösterir. Aynı şekilde, iki yapı»
sökümcii yasaklama/içerim, simetrik de değildir: Kavramsal arktı
planı geride bırakamamannz (Kavramsalın her yapısökümünde.
kavram ile metafor arasında bir karşıtlık nosyonuna yaslanmamız)
indirgenemez simgesel üst-belirlenimi gösterirken, tüm kavramla
rın mctaforlara dayalı kalmaları, bir Gerçeğin indirgenemez fazla­
lığım gösterir.
Yapısökümcülüğü tanımlayan bu ikili yasaklama, onun Kantçı
aşkmsal felsefi kökeninin apaçık tanığıdır (yanlış anlaşılmadan sa­
kınmak için, burada hır eleştiri olarak anılmıyor): Aynı ikili yasak I
(bir yanda, gerçekliğin aşkınsal oluşturulması nosyonu, gerçekli^
doğrudan naif anıpirist bir yaklaşımın kaybolmasını gerektirir; di­
ğer yanda, metafizik yasağını, yani Tüm evrenin numenal yapısını
veren, her şeyi kapsayan dünya görüşü yasağı). Kant’ııı felsefi dcv*l
riminin ayırt edici özelliği değil mi? Başka bir deyişle, unutulma-1
malıdır ki, Kant, (aşkmsal) Öznenin kurucu gücüne bir inancı iiadc
etmenin çok ötesinde, aşkmsal boyut nosyonunu, insan varoluşu-1
DA C A PO SF.NZA FINE 261

nun temel ve çözülemez düğümüne yanıt vermek için öne sürer: Bir
İnsan, karşı konulmaz bir dürtüyle kapsamlı bir hakikat, evrensel ve
zorunlu bir biliş nosyonuna doğru çabalar, yine de bu biliş sonsu
/.ı dek erişilmez kalacaktır. Bu nedenle Kant, "aşkınsa! yanılsama"
nosyonuyla, "hayaletlerin" yapısal zorunluluğuna ilişkin bir kuru­
nun ana hatlarını örtük bir biçimde çizen ilk filozoftu: "Hayaletler"
(genel olarak “ölmemiş” kendilikler), insanlık durumunun kuru­
msu olan zorunluluk ile olanaksızlık arasındaki aralığı doldurmak
ıçiıı inşa edilen görüntülerdir.1*

'Somut evrensellik"
Kütlerin bana yönelik eleştirisiyle, benim soyut/bağlamsız bir
matris ya da bir ideoloji/egemenlik mantığı sunduğuma ve somut
vakaları, yalnızca bu biçimsel matrisin örnekleri ve/veya resimleri
olarak kullandığıma ilişkin eleştirisiyle ilgili daha temel bir açıkla­
maya ihtiyaç var -iddiasına göre, bunu yapmakla, evrensel biçimsel
matris ile bu matrisin olumsal tarihsel içeriği/örnekleri arasındaki
llcgclcilik öncesi aralığı öne sürerek, IfcgeTi gizlice Kantlaftırıyor-
ınufunı. Bu bizi zor bir felsefi konuyla, evrensellik ile tikellik arasın­
daki gerçek diyalektik ilişki konusuyla -Hegelci “somut evrensellik"
nosyonuyla karşı karşıya getirir. Hcgd, Althusser'in “ istenmeyen
kısışı" olmasına karşın, bana göre Hegelci “somut evrensellik"
Althusser’in üst-hclirlcnimli bir bütünlüğün eklemlenmesi dediği
>«*>•*•tekinsizce yakındır. Herhalde bu sorunla başa çıkmanın en uy
Itıın yolu, son birkaç yılda hak etmediği ölçüde modanın dışında
kalan dikiş nosyonudur.
lemel yanlış anlamayı dağıtmakla başlamalıyız: Dikiş, ürün do­
ğallaştırılmış organik bir bütün gibi görünsün diye üretim sürecinin
l/leı inin, aralıklarının, mekanizmalarının silinmesi düşüncesini ifa-
de etmez. Bir ilk yaklaşım olarak, dikiş, farklı düzeyler arasında ya­
pısal bakımdan zorunlu kısa devre olarak tanımlanabilir. O yüzden,
262 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK • B U T l . K R . L A C L A U

dikiş farklı düzeyler -sinema incelemelerinde, asli biçimsel üslup


çözümlemesi, anlatı çözümlemesi, stüdyo yapımcılığı sisteminin
ekonomik koşullarını araştırma ve benzeri- arasında kaba ayrımın
üstesinden gelmeyi gerektirir. Bununla birlikte, dikiş, bıı durum dı
şında, çok üretken ve ilginç olan yeni tarihselci araştırmadan, b.ı/ı
ünlü üslup yeniliklerine yol açan olumsal tikel koşullar kümesinin
araştırılmasından ayırt edilmelidir: Çoğu kez. böyle bir yenilik, si
nema üretiminin ekonomik sınırlamalarıyla ilgili çok yaygın bir a*,
mazı çözmek için yaratıcı bir buluş olarak gerçekleşmiştir.
Sinema incelemelerinde ilk akla gelen. Val l.e\vton'm korku İlim
terindeki üslup devrim idir: Col People ve Seventh VYc/mı’inin ev
reni, sözgelişi Frankenstein ya da D ractıla nın evreniyle karşılaştı
rıldığında farklı bir gezegene aittir -ve bildiğimiz gibi, Lewton'm
gündelik gerçeklikte Kötülüğün varlığını asla doğrudan gösterme
yip, yalnızca karanlık gölgeler ya da garip sesler kılığında ima etnır
prosedürünü, B yapımların mali sınırlılıkları teşvik etmiştir.17Aynı
şekilde, operada İkinci Dünya Savaşı sonrasının en büyük devrimi,
1950’lerin başında gösterişli sahne kostümlerinin yerine çıplak bıı
sahne ve yalnızca sahte-Yunan (ünikleri giymiş şarkıcılar geçiren,
güçlü ışıkla ana efektlere ulaşan Bayrcuth devrim i, malı krizin ko
şııllandırdığı yaratıcı bir çözümdü: Bayreuth, İlilen peş parasızdı, bil
yüzden zengin sahneye ve kostümlere gücü yetmiyordu: şans esen,
büyük bir elektrik şirketi, güçlü projektörler sundu... Ne var ki, hu
tür açıklamalar, içgöriılü ve ilginç olmalarına karşın, üslup prose
dürterinin asli evrim i nosyonunu, yani sanatsal üslupların özrık
gelişimine ilişkin bilindik biçimci anlatıyı zayıflatmazlar (ya da eski
moda terimi kullanırsak “ yapısını sökmezler’’) -bu dış koşullar is
mantığı etkilemez; tıpkı, bir bilim insanı bana tutkulu aşkıma aslın
da sinirsel ya da bivo kimyasal süreçlerin neden olduğunu söylese,
bıı bilginin benim tutkulu (öz-)deııcyimimi zayıflatmayacağı ya ila
etkilemeyeceği gibi. Bir adım daha ileri gidip, sinema görüngüsü­
nün farklı düzeyleri arasındaki kapsamlı karşılıklılığı (bildik klasik
Hollywood nosyonunun Amerikan bireyciliği ideolojisini, doğru
DA CAPO SF.NZA HİNE 20J

sal anlatı bitişini, çeki m/ters çekim prosedürünü vb. akla getirmesi
Kibi. belli bir anlatı yapısının nasıl belli bir ideolojik varsayımlar kü­
mesine dayandığım ve en iyi ifadesini, montaj, çekim çerçevesi gibi
belirli bir biçimsel prosedürler kümesinde bulduğunu) ayırt etmeye
çalışsak bile, dikiş düzeyine ulaşmayız.
O halde, hâlâ gözden kaçan nedir? Burada diyalektik düşü-
ııüınscllik nosyonu yardımcı olabilir: I.aclau'nun terimleriyle ifade
edersek, “dikiş” dışsal farkın her zaman içsel bir fark olduğu, bir
görüngü alanının dışsal sınırlılığının, asli olanaksızlığının tam
olarak kendisi olması için, bu alanın içine yansıdığı anlamına gc
lıı felsefeden acıklı bir örnek alırsak: I-ticnne Balibar, iyi bilinen
lu jik sonuçlarıyla zihinsel çöküşünden hemen önceki yıllarda yaz­
dığı son kuramsal yazılarında Althusserin, daha önceki “standart”
önermelerini nasıl sistematik olarak yıkmaya çalıştığını inandırıcı
bir biçimde gösterdi -bu yazıları, bir tür felsefi ölüm dürtüsü, daha
önceki (epistemolojik kopuş gibi) başarıları silme, bozma iradesi
beslemiştir.1'1Ne var ki, bu “ kendi kendini silme iradesi’ ni kişisel
hır patolojinin -sonunda çıkış yolunu eşine yönelen saldırıda bulan
yıkıcı nöbetin talihsiz kuramsal sonuçları bakımından açıklarsak,
./«/ noktayı gözden kaçırırız: Biyografik olgular düzeyinde bu, doğ­
ru olabilir, ama bunu, bizzat Althusserin felsefi tasavvurunda zaten
ı> başında olan asli bir gerilimi serbest bırakan dışsal bir şok ola-
ıak yorumlamayı başaramazsak, dışsal nedenselliğin hiçbir önemi
olmaz. Başka bir deyişle. Althusserin kendi kendini yıkıcı nöbeti,
eninde sonunda bizzat felsefesi bakımından açıklanmalıdır...
Bu kesin anlamında dikişin, kendi üretim sürecinin ınerkezsiz
Iderini başarıyla silen yamlsamalı öz-kapalı bütünlüğün tam tersi
olduğunu görebiliyoruz: Dikiş şu demektir: Böyle bir öz-kapahlık a
l*ı un i olarak olanaksızdır, dışlanmış dışsallık her zaman geride izini
hııakır ya da standart Freudçu terimlerle ifade edersek, (görüngü
sel öz'-deneyim sahnesinden bakıldığında) bastırılanın geri dönü-
şıı olmadan bastırma olmaz. Daha kesini, öz-kapahlık sonucunu
mel inek için, diziye aşırı bir öğe eklenmelidir; bu öğe, diziye ait ol-
2M O I.UM SAI.IJK. HEGEMONYA. KVKKNSM.t.lK . KUTI.HR.2l7.KK. I.ACI AU

matlığı, sınıflama sistemlerindeki “dolgu malzemesi“ gibi bir istisna


olarak, aslında yalnızca olumsuz bir kap. cinsin asli ilkesinden ha
reketle ifadelendirilmiş ama türe uymayan her şeyi (Marksizmdekl
“Asya tipi üretim tarzı” ) içeren bir kap olmasına karşın kendisine
bir cinsin türlerinden biri süsü veren bir kategori olarak öne çıktığı
ölçüde, diziyi “diker”
Sinemaya gelince, yine bu demektir ki, farklı düzeyler basil
çe ayırt edilip sözgelişi anlatı çizgisi çekim/karşı çekim, şaryo ve
vinç çekimleri gibi biçimsel prosedürlerden ayırt edilerek sonra
bunların arasında yapısal karşılıklılıklar kurulamaz, yani belli ah
lalı tarzlarının nasıl belli biçimsel prosedürleri gerektirdiği ya d.ı
en azından bu prosedürlere ayrıcalık tanıdığı- bcliıicncmez. Ancak
benzersiz bir kısa devreyle, belli bir biçimsel prosedürü, içeriğin
(anlatı) belli bir boyutunun ifade edicisi olarak değil, içeriğin açık
anlatı çizgisinden dışlanan parçasının işaretçisi/habercisi olarak ta
şarladığımızda dikiş düzeyine ulaşırız; bu yüzden, tüm anlatı içe
riğini yeniden inşa etmek istiyorsak, bu haliyle açık anlatı içeriğinin
ötesine ulaşmamız ve içeriğin "bastırılan'' boyutunun dublörü gibi
davranan biçimsel özellikleri de kapsamamız gerekir.
Melodram çözümlemelerinden bilinen bir örneği alalım: Doğrıı
dan anlatı çizgisinde kendini ifade edemeyen duygusal fazlalık, çıklj
kapısını, gülünç derecede duygusal eşlik müziğinde ya da başka bi
çimsel özelliklerde bulur. Claudc Berri’nin Jetin de Florette'si ile Ma
no» dcsSources'unun,dayandıkları özgün film i (ve Marcel Pagııol'un
sonradan yazdığı aynı adlı romanı) uyarlama tarzları kusursuz bit
örnektir. Pagnol’un özgün filmi, insanların hareket tarzlarının eski,
yarı-pagan dinsel örüntülere uygun olduğu “otantik” Fransız taş
ralı topluluk yaşamının izlerini alıkoyarkcn; Berri'nin filmleri, bu
modern öncesi kapalı topluluğun ruhunu yakalamayı başaramaz
Bununla birlikte, beklenmedik bir biçimde Pagnol’un evreninin asil
önvüzii eylemin teatralliği ile iroııik uzaklık ve komiklik öğesidir
oysa Berri'nin filmleri, daha “gerçekçi" çekilmelerine karşın, katicıI
(müzikal ana m otif Verdinin La Forza del destino’mma dayanır) vc
DA CAI'O SF.N'/A liN t 265

histerikliği gülünçlük sınırına ulaşan (yağmur tarlasının üzerinden


geçerken, çaresiz Jean'ın ağlayıp gökyüzünü azarladığı sahne gibi)
melodramatik bir aşırılığı vurgular.14 Bu yüzden paradoksal bir bi­
çimde. kapalı ritüelii modern öncesi topluluk, teatral komedi ve iro­
ni ortaya koyarken; modern "gerçekçi” yorum, işin içine Kader’i ve
melodramatik aşırılığı sokar... Bu bakımdan. Berrinin film leri, I.ars
von Irier’in Dalgalan Aşmak’ıinin tersidir: Her ikisinde de. biçim ile
içerik arasındaki gerilimi söz konusu ediyoruz; ne var ki. Dalgalan
Aşmak'ta fazlalık, içeriğe yerleştirilir (ve belli belirsiz sözde-belgesel
biçim, aşırı içeriği açığa vurur); Berri’de ise biçimdeki fazlalık, içe
rikleki kusuru, saf klasik kader trajedisini bugün gerçekleştirmenin
olanaksızlığım karartır ve böylece inandırır.
Kurada nihai felsefi örnek, nesnel boyuta karşı öznel boyut örne
ğidir: nesnel sosyo-ekonomik ya da fizyolojik mekanizmalara karşı
öznel algı -farkındalık- etkinliği. Diyalektik bir kuram ikili bir kısa
devreyle araya girer: Nesnellik, öznel bir artı-jeste dayanır; öznellik
i'biı’t petit a’ya, öznenin kontrpuanı olan paradoksal nesneye daya­
nır. façanın, lorusa ve iç ile dış arasındaki ilişkinin tersine çevril­
diği Moebius şeridi benzeri yapılara sürekli gönderme yapmaktaki
.ımacı budur: öznelliğin minimal yapısını kavramak istiyorsak, iç
öznel deneyim ile dış nesnel gerçeklik arasındaki açık karşıtlık ye­
terli değildir -her iki tarafta birer fazlalık vardır. Bir yanda, Kanl ın
aşkınsal idealizm dersini kabul etmeliyiz: Nesnel gerçeklik, birbirine
karışmış izlenimler çokluğundan, öznenin aşkınsa! eyleminin mü­
dahalesiyle ortaya çıkar. Kant, öznel izlenimler çokluğu ile nesnel
gerçeklik ayrım ını inkâr etmez; tam da bu ayrımın aşkınsal oluşu­
num öznel bir jestinin müdahalesinden kaynaklandığını savunur.
Aynı şekilde, Laca m n “ Efendi-Gösteren” i, “ nesnel” simgesel yapıyı
Miıdürcn "öznel” anlamlandırma özelliğidir: Bu öznel fazlalığı nes-
ııel simgesel düzenden soyutlarsak, bu düzenin nesnelliği dağılır.
Öle yandan, l.acancı objet petit a, Hfendi-Gösleren’in tam tersidir:
nesnel düzeni sürdüren öznel tamamlayıcı ek değil, öznesiz nesnel
tlıı/ene karşıtlığıyla öznelliği sürdüren nesnel tamamlayıcı ek: objet
*66 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK . BUTU.R. 2l?.EK. LACLAU

pelit a, "gırtlaktaki kemiktir," gerçeklik resmimizi sonsuza dek bu­


landıran rahatsız edici lekedir -kendisi yüzünden, öznenin “ nesnel
gerçeklik'e asla ulaşamayacağı nesnedir.*
Hu bizi bir sonraki özelliğe, evrensellik ve onun istisnası konusunu
götürür. Ilegel'in ve büyük vaka incelemelerinde Freud’un uygula
dığı gerçek diyalektik prosedür, en iyi şekilde, tikellik ara düzeyinin
atlandığı tekilden evrensele doğrudan bir sıçrama olarak tarif etli
lebilir:

Klinik vaka diyalektiğimle psikanaliz, (ekil ile evrenselin tikelden


geçmeksizin örlüşlüğü bir alandır. Belki bazı Hegelci uğraklar ha­
riç, bıı, felsefede yaygın olan bir dıırunı değildir.11

Freud bir kapalı yer korkusu vakasını ele aldığında, her zaman,
bu korkunun temelinde yatan tekil bir travmalı deneyim aramayu
koyulur: genel olarak kapalı mekânlar korkusu, b ir .... deneyimine
dayanır. Burada Freud’un prosedürü, Jungcu arketip arayışından
ayırt edilmelidir: Temel, paradigma niteliğinde evrensel travmalı
bir deneyim (anne rahmine kapatılma dehşeti gibi) değil, tamamcı»
olumsal, dışsal bir biçimde kapalı bir mekânla bağlantılı tekil bir de
neyimdir -ya özne kapalı b ir mekânda (başka yerde de gerçekleme
bilecek) travmalı bir sahneye tanık olmuşsa? Karşıt durum daha da
“ büyüleyici"dir; Freud, kendi vaka çözümlemelerinde kural olarak,
tikel bir vakayı (Kurt Adam ya da “dövülen çocuk" fantezisi vakası
gibi) yakından açımlamaktan fantezinin "aslında" (mazoşizm vb.)
ne olduğuna ilişkin evrensel bir iddiaya doğrudan bir atlayış yaptı.
Elbette, ampirist bilişçilik bakış açısından, böyle bir kısa devıe,
hemen bir sürü eleştirel soruya yol açar: Freud, sahiden temsil eduı
bir örnek seçtiğinden nasıl emin olabilir? Bu vakayı başka, faiklı
vakaların temsil edici bir örneğiyle en azından karşılaştırmamı/
ve böylece söz konusu kavramın evrenselliğini doğrulamamız ge
rekınez mi? Diyalektik karşı muhakeme bövlcsine dikkatli ampirik
bir genellemenin, bizi doğru bir evrenselliğe asla götürmeyeceği
dir neden? Çünkü belli bir evrenselliğin tüm tikel örnekleri, kendi
I)A ı A PO SE N Z A FINK 267

evrenselliklerine yönelik aynı ilişkiyi barındırm azlar. Bunların her


hir i özgül bir hiçimde bu evrensellikle mücadele eder, onu yerinden
eder vb.; büyük diyalektik çözümleme sanatı, evrenselliği "kendi
başına” formüle etmemize olanak veren istisnai tekil vakayı seçip
ayırabilmemizden ibarettir.” Nasıl ki Marx insanlığın tarihsel ge­
lişiminin evrense) mantığını, aşırı (dengesiz) üretim sistemi olarak
kapitalizm çözümlemesine dayanarak ifadelendirdiyse (M arx için
k.ıpitalizm, bizzat "norm al" durumu sürekli yerinden edilme olan
olumsal bir ucube oluşumdur, bir tür "tarihsel hilkat garibesi’dir,
kısır bir sürekli yayılma süper ego döngüsüne yakalanmış bir top-
l.ıımal sistemdir -ama tam da bu haliyle, daha önceki tüm "norm al"
tarihin “ hakikati'dir), Freud da, Ocdipus’un zaten krizde olduğu is­
tisnai bir zamanda yaşadığı için, baba Yasasıyla özdeşleşme yoluyla
toplumsallaşmanın Ocdipal tarzının evrensel mantığını formüle
edebildi."
Bu nedenle diyalektiğin temel kuralı şudur: Bize evrensel bir tü­
rün alt türlerinin basit bir dökümü verildiğinde, her zaman dizinin
istisnasını aramalıyız. Özgül bir vaka ile kapsayıcı genellemelerin
bu gerçek diyalektik karışımına karşı (bir “ kara" melodramdan bir
sahnenin ayrıntılı çözümlenip, ataerkil düzende kadın öznelliği ve
bakışı üzerine doğrudan genel sonuçların çıkarılması gibi), bugü­
nün bilişçi anti-diyalektikçileri, açık kuramsal sınıflandırmalarda
ve dikkatli ampirik araştırmaya dayalı tedrici genellemelerde ısrar
e»lerler. Kültür ler-üstü (evrim mirasımızın ve insanın psişik yapısı­
nın parçası olan) evrensel özellikleri, tikel kültürlere ve dönemlere
o/gii özelliklerden ayırt ederler -yani doğal ya da öteki kültürler
üstü evrensel özelliklerden yerelleşmiş bağlamlara dayanan daha
■»/gül karakteristiklere yükselen basit bir piramide uygun çalışırlar,
burada temel diyalektik karşı muhakeme, bizatihi küllürler-üstii
evrenseller ile kültüre özgü özellikler arasındaki ilişkinin, tarih dışı
biı değişmez olmadığı, tarihsel olarak üst-bclirlenimli olduğudur:
Kultürler-üstü bir Evrensel nosyonu, farklı kültürlerde farklı an­
lamlara gelir. Farklı kültürleri karşılaştırma ve ortak özelliklerini
268 OLUM SAI.UK. IIIX>KMONYA. EVRENSEI I.İK • BUTI.ER. ZlZEK. LACI AU

yalıtma ya da saptama prosedürü asla yansız bir prosedür değildir,


özgül bir bakış açısını on gerektirir sözgelişi, tüm kültürlerin, öz­
nel imgelem ile gerçeklik ve var oldukları şekliyle şeyler arasında bir
tür lark olduğunu kabul ettikleri iddia edilebilir; yine de bu iddia,
farklı kültürlerde “ nesnel gerçeklik’ uı ne anlama geldiği sorusun­
dan kaçınır. Bir Avrupalı “ hayaletler gerçekten yoktur” dediğinde,
bir yerli Amerikalı da hayaletlerle iletişim kurduğunu, bıı nedenle
gerçekten varolduklarını söylese, “gerçekten" her ikisi için aynı şeyi
mi ifade eder? Bizim "gerçekten var olma” nosyonumuz (“ dir” ile
“ meli ' Varlık ile Değerler vb. arasındaki karşıtlığa dayanan) mo­
dernliğe özgü değil mi?

Hegelci bir kavram olarak kam


Elbette bugünün bilişsel anlambilimi. ortak özelliklerin saptan­
ması yoluyla cinslere göre sınıflandırma, basit ampirik genelleme
mantığını artık savunmuyor; daha çok, türleri anlatan terimlerin,
bir türün tüm üyelerini birleştiren apaçık bir özellik olmaksızın,
çapraşık aile benzerliklerinin bir tür “ ışınsal” yapısını sergilediğini
vurguluyor (“sezgisel olarak" kanı olarak algıladığımız tüm filmleri
kapsayacak bir kara film tanımı geliştirmenin güçlüklerini anını
sayın). Ne var ki, yetkin bir diyalektik evrensel nosyonu henüz bu
anlama gelmez. Bu peşin bükümlü tarihsclci anlatımın sınırlılığı
m göstermek için, tarihsclciliğin sinema kuramında en iyi örneği,
Mare Vernet'ııin bizatihi kara film (film ııo ir) kavramını reddi üze­
rinden bir alıştırma yapalım.-'4
Ayrıntılı bir çözümlemede Vernet, kara filmin genel tanımı
m oluşturan ana özelliklerin tümünün ( “dışavurumcu” ışık-gölge
ve eğri kamera açılan, sert polisiyenin paranoyak evreni, fem m t
faialc'd i cisimleşen. kozmik bir metafizik özellik düzeyine yüksel
tilıniş yozlaşma vb.) ve bunlara ilişkin açıklamanın (İkin ci Dünya
Savaşı nın toplumsal etkisinin, ataerkil fallik rejime yönelttiği telullt
DA C A PI) SKNZA FIN E 26V

vb.) sahte olduklarını gösterir. Vernel’nin kara film le ilgili yaptığı,


ı.d ili yazımında merhum François Furet’nin Fransız Devrim i konu
sumla yaptıklarına benzer: Bir Olayı, bir Olmayana, karmaşık so­
mut tarihsel duruma ilişkin bir dizi yanlış tanım a)! gerektiren sahte
bir hipostaza dönüştürür. Kara film, Hollywood sineması tarihinin
bir kategorisi değildir; İkinci Dünya Savaşından hemen sonra yal­
nızca Fransada ve Fransız bakışma göre, bu bakışın tüm sımriılıkla-
1 1 ve yanlış tanımalarıyla (daha önce 1lollywood’da olup bitenlerden

habersizlik, savaştan sonra Fransa’daki ideolojik durumun gerilimi


vb.) birlikte ortaya çıkabilen sinema eleştirisinin ve tarihinin bir ka­
tegorisidir.
Bu açıklama. (Anglo-Saxon kara film çözümlemesinin standart
kuramsal temeli işlevi gören) yapısalcılık sonrası yapısökümcülü-
l.ıın, kanı filmin Vcrnet bakımından durumuyla aynı statüye sahip
olduğunu düşündüğümüzde doruğuna ulaşır: Nasıl ki, kara film
I ransız bakış tarafından Fransız bakış için icat edilmiş olduğundan
ötürü. Amerikan kara filmi (kendi başına, Amerika’d a) var değilse,
yapısalcılık sonrası yapısökümcülüğün de, tüm kurucu sınırlılıkla­
rıyla Amerikan akademik bakışı tarafından Amerikan akademik
bakış için Amerika'da icat edilmiş olmasından ötürü, (kendi başına,
Fransa'da) varolm adığı vurgulanmalıdır. “ Yapısalcılık sonrasfndaki
(postslructuralism) post öneki, terimin katı Hegelci anlamında dü
şiinümscl bir belirlenimdir: Kendi nesnesinin -Fransız entelektüel
yöneliminde .değişim, kopuş- özelliğini anlatır gibi görünmesine
karşın, aslında onu algılayan öznenin bakışına bir göndermeyi kap­
sar: “ post.” Amerikan (ya da Alm an) bakış algıladıktan sonra Fran­
sız kuramında olup biten şeyleri anlatırken, “ yapısalcılık” kısaca,
yabancı bakış fark etmeden önceki, '’kendinde" Fransız kuramım
anlatır. “ Yapısalcılık sonrası," yabancı bakış tarafından fark edildiği
andan sonraki yapısalcılıktır.
Kısaca, ‘'yapısalcılık sonrası yapısökümciilük" gibi bir kendilik
derimin kendisi Fransa’da kullanılmaz), yalnızca Fransa’d aki felse-
lı sahnenin ayrıntılarının farkında olmayan bir bakış için var olur:
270 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK . BU iLLR.ftZl-K. I.ACI.AU

Bu bakış. Fransa'da aynı ¿pistim e"in parçası olarak algılanan ya/aı


ları (Dcrrida. Deleuze, Foucault, I.yotard...) bir araya getirir, tıpkı
kara film kavramının “ kendinde” var olmayan bir birliği vazetmi şi
gibi. Ve nasıl ki. Amerikan bireyci anti-kombo popülizm ideolojik
geleneğinden habersiz Fransız bakış, kara kahramanın kahraman
ca kinik-kötümser kaderci duruşunu, varoluşçu gözlüklerle bakıp,
toplumsal bakımdan eleştirel bir tutum olarak yanlış algıladıys.ı,
Amerikan algısı da Fransız yazarları radikal kültürel eleştiri alanını
kaydetti ve böylece onlara. Fransa'da pek de var olmayan feminist
ve benzeri bir eleştia-1 toplumsal duruş atfetti/ Nasıl ki kara film.
Amerikan sinemasının bir kategorisi değil, öncelikle Fransız sincnı.ı
eleştirisinin ve (daha sonra) sinema tarihi yazımının kategorisiyse,
"yapsıalcılık sonrası yapısökıimcülük" de Fransız felsefesinin bir k.»
tegorisi değil, öncelikle Fransız yazarlara ilişkin Amerikan (yanlış)
alımlamasının bir kategorisidir. Bu yüzden, yapısökümcü kuramın
(sinema kuramının) paradigmatik örneği ve konusu olan şeyi, kaı.ı
filmdeki /enimefaln le'ın , ataerkil “ fallik düzen"e yöneltilen tehdide
ikircikli erkek tepkisini simgeleme tarzına ilişkin feminist bir çö­
zümlemeyi okuduğumuzda, aslında var olmayan bir sinema türünü
çözümleyen varolmayan kuramsal bir konumumuz olur...
Peki, veri düzeyinde Vernet’nin haklı olduğunu kabul etsek bile,
böyle bir sonuç gerçeklen kaçınılmaz mıdır? Vernet standart karıl
kuramını epeyce zayıflatmasına karşın (örneğin, kara evrenin, “ lal
lik rejim”e yönelik/emmefataleda cisimleşen tehdide paranoyak cr
kek tepkisinin yerine geçtiğine ilişkin oldukça kaba kavrayış), kara
nosyonunun gizemli etkinliği ve direnci, muamma olarak duruyor:
Vernet olgular düzeyinde ne kadar haklıysa, bu “aldatıcı” kara ııos
yonunun, on yıllardır imgelemimize musallat olan bu nosyonun
olağanüstü gücü ve uzun ömürlülüğü, o kadar çok muammalı ve
açıklanamaz oluyor. Ya kara filin, yine de katı Hegelci anlamda hu
kavramsa: tarihsel koşullar, ortamlar ve tepkiler bakımından basitçe
açıklanamayan, i/ah edilemeyen, ama kendine ait bir dinamik seı
gileyeı» yapılandırıcı bir ilke gibi hareket eden bir şeyse -kara tilın
IM CAFO SKN ZA l'IN'R 271

gerçek hir kavramdır, birçok öğeyi Althusscr'in eklemleme vliyeceği


şeyde birleştiren benzersiz bir evren vizyonudur.3* Bu yüzden, kara
nosyonunun kara filmlerin ampirik çokluğuna uymadığını tespit
ellikten sonra, bu nosyonu reddetmek yerine, ünlü Hegclci "Cîer-
çckliğe bu kadar kötülük yeter!” yanıtını göze almalıyız daha açık
olmak gerekirse, evrensel bir nosyon ile onun gerçekliği arasındaki
diyalektikle meşgul olmalıyı/,; bu diyalektikte, ikisi arasındaki ara­
lık hem gerçekliğin, hem nosyonun eşzamanlı dönüşümünü hare­
kele geçirir, (¡crçek filmler hiçbir zaman kendi nosyonlarına uyma­
dıkları için sürekli değişirler ve bu değişim, bizzat nosyonu, onları
tarlan standardı fark edilmez bir biçimde dönüştürür: Sert polisi
ye dedektifinin kara’İsından (Hamınett-Chandler formülü) “ zulme
uğrayan masum seyirci”nin Avmı'sına (Cornell \Voolrich formülü),
oradan da "suça bulaştırılmış saf enayi nin karasım (James Cain
formülü) geçeriz vb.
Buradaki duıum, bir şekilde Hıristiyanlığın durumuna ben
/er: Elbette, Hıristiyanlığın neredeyse tüm öğeleri l.ut Golü
liva/m alarında zaten vardı; temel Hıristiyan nosyonların çok
bııyük çoğunluğu, Stephen |ay Gould'un “eksaptasyonlar" dediği
vakalardır;'” bir nosyonun özgün etkisini yanlış algılayan ve çar­
pılan geriye dönük yeniden yazım vakalarıdır vb.; ama yine de, bu.
Hıristiyanlık Olayını açıklamaya yetmez. Bu nedenle kura kavra­
mı. yalnızca film çözümlemesi bakımından değil, daha önceki kla­
sik sanat eserlerine geriye dönük yeni bir ışık tutmamıza yardımcı
olan bir alet olarak da son derece verimlidir; bu yolla, Marx’in eski
dıışünccsini (insanın anatomisi maymunun anatomisinin anahta-
ııd ır) örtük bir biçimde uygulayan Elisabeth Bronfen, nihai kara
opera olarak YVagner’in Tristan'ma yeni bir ışık tutmak için kant
cvıenin koordinatlarını kullanır.'' Kara'm n VVagner’in operalarını
geriye dönük “okuma'mıza nasıl olanak verdiğinin bir örneği de,

I \ n im e t b iy o lo jid e , o t lu n u u y u m g frite rm e s ü re c i K in d e b e lli b ir iş le v o lu ştu racak


ı •, m ule e v rile n o rg a n ik b ir ö ğ e n in , çe şitli n e d e n le rle ta > k a b ir i^lev g o ııııc y e lu tl.ıy a-
. «I b ib im d e geîl>n ıesi (e,n.|.
¿72 OLUMSALLIK, HEGEMONYA, EVRENSELLİK • BUTLER, ¿ifcEK. I ACLAl

Wagner in geriye dönük uzun monologlarıdır, sabırsız izleyicinin


nihai dehşetidir -bu uzun anlatılar, örneklerle açıklamak için hırtı
bir geri dönüşü gerektirmez mi?
Ne var ki, zaten ima etmiş olduğumuz gibi. Wagner belki kartı
bir besteci olmaktan çok, Hitchcock'un zamanından önceki bir te­
zahürüdür: Yüzücündeki' zil, nihai MacGulfın’d ir; aynı zamanda,
Die W alkürciùn 1. Perdesinin tamamı, karmaşık bakış alışverişiyle
Hitchcock'un .Vo/onons'undaki büyük parti sahnesine gerçek biı
Wagnerci karşılık oluşturan uzun orkestra geçişi çok daha ilginçtir:"
Üç dakikalık sözsüz, üç özne (aşık çift Sieglinde ile Siegmund ve or
tak düşmanları, Sieglindenin zalim kocası Hunding) ve dördüncü
öğe, nesne, sahnenin ortasını işgal eden devasa bir kütüğe saplan­
mış büyülü kılıç Nothung arasındaki karmaşık bir bakış alışverişini*
eşlik eden ve düzenleyen orkestra müziği. Yiiziik'i\ı yüzüncü yılın
da Bayreuth’da sahneleyen (1975-79) Patrice Chéreau bu oldukça
stalik sahneyi sahneleme sorununu, üçüncü, rahatsız edici öğenin
rolü bir oyuncudan diğerine geçiyormuş gibi (önce Siegmund.
sonra Hunding), ortalıkta dolaşıp yer değiştiren (önce Hunding.
Siegmund ile Sieglinde arasında, sonra Sieglinde, Siegmund’un ta­
rafına geçer ve ikisi Hunding’in karşısına dikilir vb.) üç karakterin
karışık, bazen neredeyse gülünç balesiyle çözdü. Bu zarif balenin
-Chaplin’in Şehir Işıkları'ındaki ünlü boks sahnesini, iki boksör (İl­
hakçın arasındaki oyunu bize anımsatıyor- tiyatro sahnesinde öz­
nel çekimlerin olanaklı olmamasını umutsuzca telafi etmeye <;;ılı>-
tığını iddia etmek istiyorum: Bu üç dakikalık sahne, Noterions tak!
parti sahnesi gibi, senkronize genel çekim, nesnel yakın çekim vc
öznel çekimlerle filme alınabilseydi, Wagner’in müziği, uygun goı
sel dengini bulmuş olurdu -Michel Ghion’un dediği gibi, “sinemayı
geriye dönük olarak kendilerini düzeltmeye çağırıyor gibi görün
dükleri” için,;v bugünden bakıldığında bir tür tamamlanmış gelecek

* Wagner’in NiMtmgfarm tigü operası kastediliyor (e.n.|.


•* NoioriouuTürkiye’de Arktan da Ostiin adıyla gösterildi. Özgün adıyla çevirisi artsın -
dak» bııyük faik nedeniyle ana inçtin içinde filme özguıı adıyla yer veriyoruz |e.n.|),4
DA CAPO SENZA FIN E 273

:anuuı kipiyle okunması gereken bir YVagnerci sahne örneği. Bu yo


rııın prosedürü, teleolojinin tam tersidir: Teleoloji, alt evrenin üst
evrenin tohumlarını nüve halinde içinde barındırdığı doğrusal bir
evrim mantığına yaslanır; öyle ki, evrim, temelde yalan özsel bir
potansiyelin açığa çıkmasıdır. Burada ise alt (daha doğrusu önceki)
evre, kendisi varlıkbilimsel olarak “tamamlanmamış”, anlamsız bir
izler kümesi ve dolayısıyla daha sonraki yeniden temellüklere açık
olduğu ölçüde, ancak geriye dönük olarak okunabilir olur.
Bu nedenle, yanlış tanımacı iki yabancı Bakışı, dolambaçlı
bakış açıları kendi nesnelerinin (kara film, "yapısalcılık sonra­
sı yapısükümciılük") kurucusu olan iki bakışı “sahte görüntüler
dıam ası'nın'" iki örneği olarak tanımlamadan edemiyoruz: Erkek
ve/veya kadın kahraman, ya cinsel davranışları üzerinden ya bir
suçtan ötürü uzlaşmacı bir duruma sokulur ve/veva sokulurlar; ey­
lemleri, şeyleri yanlış gören, masum davranışlarında yasadışı ima­
lar okuyan bir karakter tarafından gözlemlenir; elbette, sonunda
bu yanlış anlama ortaya çıkar ve kahraman, kötü bir şey yapmak­
tan kurtulur. Ne var ki, önemli olan, bu sahte görüntü oyunuyla,
uımürlenmiş bir düşüncenin ifadelendiribnesine izin verilmesidir.
l/leyici, kahramanın yasak arzuları canlandırdığını, ama cezadan
kurtulduğunu hayal edebilir; çünkü sahte görüntüye karşın, bir şey
olmadığını bilir: Masumdurlar. Masum göstergeleri ya da rastlantı
l.ırı yanlış okuyan gözleyiçinin çarpık imgelemi, izleyicinin “ zevkle
s.ıpkın bakışının" dublörüdür:*1Lacan hakikatin, bir yapıntı yapısı
okluğunu iddia ettiğinde aklında bu vardı -asıl hakikatin askıya
.ılınması, libidinal hakikatin ifadeleııdirilmesinin yolunu açar. Bu
dıırum, Ted TetzlafF’in 'llıe Window vında çok güzel gösterilir; bir
çocuk bir suça gerçekten tanık olur, ama kimse ona inanmaz, hatta
ebeveynleri çocuğu, haklarında yaydığı sahte söylentilerden ötürü
suçlulardan özür dilemeye zorlar..."
Bununla birlikte, Lillian Heilman m iki kez filme çekilen (her ikı-
sıni de yöneten W illiam W yler) oyunu Ih e Children's Ilo ıtr, bu "sahte
görüntüler dramasfnm belki de en açık, neredeyse laboratuar-tipi
274 OLUMSALLIK, HEC.FMONYA. EVRENSELLİK • BUTLER.2l2EK. LACLAU

örneğidir. Bilindiği gibi, ilk versiyon ( These Vıree |1936|). büyük


Goldwynizmlerden birine vesile oldu: Yapımcı Sam Goldwyn, İd
min lezbiyenler arasında geçtiği konusunda uyarılınca, söylenene
göre şıı yanıtı vermiş: "'lamam, lezbiyenleri Amerikalılara çeviri
riz!” Sonuçta, öykünün etrafında döndüğü sözde lezbiyen ilişki,
standart bir heteroseksüel ilişkiye dönüştürülmüş. Film, iki arkada}
tarafından, sert ve baskıcı Martha ile yerel doktora aşık olan sıcak
ve sevecen Karen tarafından yönetilen lüks bir özel kız okulunda
geçer. Küçük yaramaz öğrenci Mary Tilford, Martha tarafından
bir yanlışından ötürü kınanınca, büyükannesine, bir gece geç va­
kit Joe ile Martha'yı (nişanlısı Kareni değil) öğrenci yatakhanesinin
yanındaki bir yatak odasında “ kırıştırırken” gördüğünü anlatarak
misillemede bulunur. Özellikle M arynin gözünü korkuttuğu zayii
kız Kosalic de bu yalanı destekledikten sonra, büyükanne ona iıı.ı
mr, bu yüzden M ary’yi okuldan alır ve diğer velilere de kızlarını
okuldan almalarını önerir. Hakikat sonunda ortaya çıkar ama olan
olmuştur: Okul kapanır, Joe hastanedeki işini kaybeder ve Karen il»'
Martha arasındaki dostluk bile. Karen de Martha ile Joedan kuşku
landığını söyledikten sonra son bulur. Joe ülkeden ayrılıp Viyana'y*
gider, daha sonra Karen de ona katılır... İkinci versiyon (1961) oyu
nun aslına sadık bir yorumudur: M ary misillemede bulunduğund.ı,
büyükannesine Martha ile Kareni öpüşürken, kucaklaşırken ve lı
sıldaşırken gördüğünü söyleyerek, gördüklerini tam olarak anlaın.ı
dığını, "doğal olmayan” bir şey olabileceğini ima eder. Tüm veliler
çocuklarını okuldan aldıktan ve iki kadın büyük binada baş ba,.ı
kaldıktan sonra. Martha. Kareni kardeş sevgisinden öte sevdiğini
anlar -hissettiği suçluluğu taşıyamaz ve kendini asar. M arynin y.ı
lanı sonunda ortaya çıkar, ama artık çok geçtir: Son sahnede K.»
ren, Martha’nın cenazesinden ayrılır ve M arynin büyükannesinin,
Joe’nıın ve M arynin yalanına kanan diğer kasabalıların önünden
gururla yürüyerek geçer...
öykü, yalanıyla farkında olmadan yetişkinin bilinçdışı arzusunu
gerçekleştiren kötü gözctlcyicinin (M ary) etrafında döner: Elbette
OA CAPOSENZA I;1NE 275

paradoks, M ary’nin suçlamasından önce Martha’nın kendi lezbiyeıı


özlemlerinin farkında olmamasıdır -ancak bıı dışsal suçlama, onu,
kendisinin inkâr edilmiş bir parçasının farkına vardırır. “ Sahte gö­
mülüler draması” kendi hakikatini böyle gerçekleştirir; Kötü gözet -
leyicinin “ zevkle sapkın bakışı” yanlış yere suçlanan öznenin bastı­
rılmış boyutunu dışsallaştırır. İlginç olan, ikinci versiyonda sansür
çarpılması düzeltilmesine karşın, birinci versiyonun 1961’deki
yeniden yapımdan çok üstün sayılmasıdır; esas olarak bastırılmış
erotizmle dolu olduğu için: M artlıa ile Joe arasındaki değil, Martha
ile Karen arasındaki erotizm -kızın suçlaması, Martha ile Joc ara­
sındaki sözde aşk ilişkisiyle ilgili olmasına karşın, Martha, Joedan
çok daha tutkulu bir şekilde Karene bağlanır... Bu nedenle “sahte
görüntüler dram asfnın anahtarı, azın çokla örtüşmesidir. Bir yan­
da, standart sansür prosedürü, (yasak) olayı (cinayeti, cinsel edimi)
doğrudan göstermemektir, ama tanıkta yansıtılır; diğer yanda bu
»ksık, fantazmik yansıtmalarla doldurulması gereken bir mekân
açar yani olup bitenleri fiilen görmeyen bakışın açıkça daha azmi
değil, daha fazlasını görmesi olanaklıdır.
Aynı şekilde, kara (ya da bu bakımdan “ yapısalcılık sonrası yapı-
sökümcülük” ) nosyonu, sınırlı bir yabancı bakış açısından kaynak­
lanmasına karşın, kendi nesnesinde, doğrudan işin içinde olanla-
ıa görünmeyen bir potansiyeli kavrar. Hakikat ve sahteliğin nihai
diyalektik paradoksu budur: Bazen, kendi sınırlı bakış açısından
İm durumu yanlış okuyan sapkın bakış, bizzat bu sınırlılık sayesin­
de. gözlemlenen kümenin "bastırılmış” potansiyelini kavrayabilir.
Doğrudur; genellikle kara olarak tanımlanan yapımları yakın bir
laıihsel çözümlemeye tabi tutsak, bizzat kara İllin kavramı tutarlı­
lığım yitirir ve dağılır; yine de, paradoksal bir biçimde Hakikatin,
ayrıntılı tarihsel bilgide değil, ¿tiranın hayalcisi (sahte) görüntüsü
düzeyinde olduğunda ısrar etmeliyiz. Bu kara kavramının etkililiği,
bugün Latly in the Lake ten kısa bir sahneyi, “Ama neden öldürdü?
' >nıı sevmiyor muydu?” sorusuna dedektifin doğrudan “ Bu, öldür
276 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK • BUTLER. 2l2EK. l.AÇLAU

mck için yeterli bir nedendir" yanıtını verdiği diyalogu hemen kuru
olarak tanımlamamıza olanak verınesindedir.
Dahası, bazen dışsal yanlış algılama, yanlış algılanan “özgün"
üzerinde verim li bir etki yaratır, onu kendi “ bastırılmış” hakikati­
nin farkına varmaya zorlar (Fransız kan t nosyonu, yanlış algılama
nın sonucu olmasına karşın, Amerikan film yapımcılığını kesinlikle
güçlü bir biçimde etkilemiştir). Am erikalıların Derrida alımlaması,
dışsal yanlış algılamanın verim liliğinin muhteşem bir örneği değil
mi? Bu durum, açıkça bir yanlış algılama olmasına karşın, biz/ut
Derrida üzerinde geriye dönük verim li bir etki yaratıp onu, etik
siyasal konularla daha doğrudan yüzleşmeye zorlamadı mı? Amc
rikalıların Derrida alımlaması, bu anlamda bir tür ecza, “özgün'
Derridayı tamamlayan bir ek özgünü çarpıtan ama aynı zaman d.ı
canlı tutan zehirli bir sahte-leke- değil m iydi? Kısaca, eserlerinden
Amerikan yanlış algılamasını çıkarsaydık, Derrida bu kadar “canlı'*
olur muydu?

Yabancılaşmadan ayrılmaya
Bu “somut evrensellik” açıklamasından sonra, sonunda Butlcr'in
Kantçı biçimcilik eleştirine, yani Lacaıûn simgesel düzeni, öznenin
müdahale alanını önceden belirleyen tarih dışı bir sabit kuralluı
sistemi olarak dondurduğuna, bu yüzden öznenin a priori olarak
simgesel düzene direnemediğine ya ila onu köklü olarak değiş
tiremediğine ilişkin fikrine yanıt verebilirim. O halde, “ merkez
siz” simgesel düzen olarak l acancı “ büyük Öteki” nedir? Negerin
doğa felsefesinden görünüşte tuhaf bir tanım (bitkinin, bağırsak
ları vücudunun dışında bir hayvan olarak tanım lanışı"), öznenin
“ merkezsizleşmesi'nin neyle ilgili olduğunun belki de en özlü taıı
fidir. JB
Buna, yine Du- Walküre üzerinden yaklaşalım. Die Walkürt/at
yüce tanrı Wotan, kutsal evlilik bağına (karısı Frickanın savundu
DACAPOSF.N/.A PINK 277

ğu) saygısı ile özgür aşkın gücüne (sevgili asi kızı Brönnhilde’nin
savunduğu) hayranlığı arasında kalmıştır; cesur Siegmund. zalim
llunding’in karısı güzel Sieglinde ile birlikte kaçtıktan sonra, bir
düelloda Munding’le karşılaşmak zorunda kalınca, Brünnhilde,
VVolan’ın açık emrini (Siegmund’un öldürülmesine izin verme) ih­
lal etler. Brünnhilde itaatsizliğini savunurken, Sicgınunda yardım
d meye çalışmakla, aslında W otanin inkâr edilen gerçek iradesini
yerine getirdiğini iddia eder -Brünnhilde, bir bakıma, VVotanın bu
"bastırılmış” parçasından, l-ricka’nın baskısına boyun eğmeye ka­
rar verince vazgeçmek zorunda kaldığı bir parçasından başka bir
şev değildir... lungcu bir okumayla, Fricka ile Brünnhilde’nin (ve
SVotan’ın etrafını saran diğer küçük tanrıların), yalnızca, YVotanın
kişiliğinin farklı libidinal bileşenlerini dışsallaştırdıkları iddia edi
lebi lir: Düzenli aile yaşamının savunucusu olarak Fricka, VVotanın
süper egosunu temsil ederken; tutkulu özgür aşk savunusuyla
Itrünnhilde, onun özgür aşk tutkusunu temsil eder.
Ne var ki, Lacan için, Fricka ile Briınnhilde'in, Wotan’in
psike'sinin farklı bileşenlerini “dışsallaştırdıklarını' söylemek za­
ten çok ileri gitmektir: öznenin merkezsizleşmesi özgün ve kuru
cııdur; “ Ben" la başından beri “ kendimin dışında’yıın, dışsal bile­
şenlerin bir (trikotajıyım Wotan, Fricka'da kendi süper egosunu
"yansıtm akla kalmaz, Fricka onun süper egosudur, tıpkı Megel’in
toprağa gömülü kökleriyle bir bitkinin, bağırsakları kendi vücudu­
nun dışında bir hayvan olduğunu iddia etmesi gibi. O halde eğer
bir bitki, bağırsakları kendisine dışsal bir hayvan ise ve dolayısıyla
bir hayvan, kökleri kendi içinde bir bitki ise, o zaman bir insan biyo­
lojik olarak bir hayvandır, ama tinsel olarak sağlam köklere muhtaç
bir bitkidir- simgesel düzen, hayvan insanın kendi Beni dışındaki
hır tür tinsel bağırsağı değil m i? Varlığımın tinsel Tözü, tinsel gıda­
mı aldığım kök, benim dışımda, merkezsiz simgesel düzene gömülü
değil mi? İnsanın tinsel olarak, kökü dışsal bir tözde olan bir hayvan
olarak kalması gerçeği, Yeni Çağ’m olanaksız düşünü, insanı, kendi
dışında tözsel köke ihtiyaç duymadan tinsel mekânda özgürce yü­
27* OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVRFN SELÜ K . BUTLER. Ztf.EK. I.ACLAU

zen gerçek bir tinsel hayvana dönüştürmeye yönelik olanaksız düşıı


açıklar.
O halde merkezsizlcşme nedir? W oody Alleıı, M ia l arrow'dnn
ayrıldıktan sonra gazetecilerin karşısına çıktığı birkaç durumda,
"gerçek yaşam'da, tamı tamına film lerindeki nevrolik ve güvensiz
erkek karakterler gibi davrandı. Bıı yüzden “ filmlerine kendisi
ni koyduğu.” filmlerindeki baş erkek karakterlerin, yarı gizlenmiş
öz-betimlemeler olduğu sonucuna mı varmalıyız? Hayır -çıkarıl
ması gereken sonuç tam tersidir: “ Gerçek yaşam'da Woody Alleıı,
film lerinde geliştirdiği belli bir modelle özdeşleşip, onu kopya elti
yani en sal biçimde sanatta ifade edilen simgesel örüütüleri taklit
eden, “gerçek yaşam’'dır. Ne var ki. “ büyük ö teki“ basitçe merkez.«/
simgesel "töz” değildir: daha da can alıcı özellik, bu “ töz'un, sırası
gelince, “ bilmesi beklenen özne.” (sonsuza dek bölünmüş, histerik)
öznenin Ötekisi, Bilgi alanının tutarlılığının garantisi olarak tcknıı
öznelleştirilmesi, yaşanmasıdır. Bu haliyle, “ bilmesi beklenen özne.”
çoğu kez somut bir bireyde; yalnızca Tanrıda (Descartes’lan Hob­
bes ve Nevvtoıı’a ve oradan da Minstein’a kadar büyük Öteki ol ara I.
Tanrının paradoksal işlevi, Doğanın maddeci mekanizmasını ga
rant i etmektir Tanrı, doğanın “zar atmamasının.” kendi yasalarına
uymasının nihai garantisidir) değil, yarı-ampirik bir figürde bile ci
simleşıniştir; Heidcggcr'in şu ünlü pasajını anımsayalım:

Geçenlerde Berlin Üniversitesinde tiers vermek için ıkiııcı bir da­


vet aldım. Bunun özerine Freiburg'dan ayrılıp kulübeye «¿ekildim.
Dağların, ormanın ve tarlaların söylediklerini dinledim ve eski bir
dostumu, 75 yaşında bir çiftçiyi görmeye gittim. Berlin’e çağrıldı­
ğımı gazeteden okumuş. Ne diyordu? Yavaş yavaş berrak gözleri­
nin emin bakışlarını üzerine sabitledi ve ağzını sıkı sıkıya kapalı
tutarak, sadık elini düşünceli bir biçimde omzuma koydu. I latifçe
başım salladı. Bu, kesinlikle hayır demekti.*4

Burada her şeyimiz var: Bilmesi beklenen özne olarak, “dağlıı


rın ve ormanın” fısıltısının bir uzantısı olan ve zor fark edilen bir
hareketiyle kesin yanıtı veren bozulmamış/deneyimli yaşlı çiftçi...!
DA CAPO SKNZA FIN E 279

Farklı bir düzeyde, sahici bir işçi sınıfı mensubunun yargısına bir
gönderme, Marksizm-l.enini/.min bazı versiyonlarında aynı rolü
oynamadı mı? Bugiin bile, çok kültürcü “siyaseten doğru” söyle­
min. ayrıcalıklı bir öteki figürüne (Afrika kökenli Amerikalı, gey
...) aynı “ bilmesi gerekeıı'in otantik duruşunu atfettiği doğru değil
mi?
Büyük Ötekinin yarı-ampirik cisimleşmesi, farz olunan bu bil­
giden yoksun olsa bile, insanın konuştuğu ve büyülemeye çalıştığı
ideal Tanık konumuna yükselmiş bir kişidir -James Bond film leri­
nin çoğunun tuhaf bir özelliğinde, büyük Ö tekinin bu işlevi fark
edilmiyor mu? Büyük Suçlu, Bond’u yakaladıktan sonra, Bond'u
hemen öldürmek yerine sağ bırakır; hatta biraz sonra yapmayı
planladığı büyük darbeyi açıklayarak, girişim inin ipuçlarını verir.
I Ibctte, operasyonun açıklanacağı bir Tanık ihtiyacı, Büyük Suçluya
pahalıya mal olur: Bu erteleme Bönda, düşmanında zayıf bir nokta
saptama ve son dakikada (hatta bazen son saniyede) darbeyi indir­
me şansı verir.
Aktarım noktası olarak bu büyük öteki, psikanalitik yorum
nosyonunun tanımında merkezi önemdedir. Freudun Düşlerin
Yonıınu’na giriş örneği. Irm anın iğne düşüyle ilgili kendi düşünün
okunmasıdır bu rüyanın nihai anlamı nedir? Freud’un kendisi
ıfıya-düşünceye, Irma’ııın tedavisinin başarısızlığıyla ilgili kendi
sorumluluğunu silmeye yönelik “ yüzeysel” (tamamen bilinçli) di-
leğine odaklanır; Lacancı terimlerle, bu dilek açıkça İmgesel dünya­
sına aittir. Dahası Freud, bu rüyadaki Gerçekle ilgili bazı imalarda
d.ı bulunur: Rüyanın bilinçdışı arzusu, rüyada görülen üç kadına da
sahip olmak isteyen "ilksel baba” olarak bizzat Freudun arzusudur,
s. »im ar /fdc façan, saf simgesel bir okuma önerir: Bu rüyanın ni
ha i anlamı, bir anlam ın var olduğu, anlamın varlığını ve tutarlılığını
garanti eden bir formülün (rüyadaki trim etilaınin) var olduğudur.3*
Ne var ki. yakın zamanda yayınlanan bazı belgeler,^ bu rüyanın
gerçek odağının, Fliess’i -o sırada Freudun yakın arkadaşı ve onun
içııı "bilmesi beklenen özne" olan yardımcısı- sorumluluktan ve
280 OLUM SALLIK. 1IKGKMONYA. KVRF.NSRI IİK • BUT1.F.K. 2l2liK , LAC.I.AU

suçlulukları kurtarmaya dönük oklarım sa! arzu olduğunu açıkça


saptıyorlar: Irma'nın burun ameliyatını yüzüne gözüne bulaştıran
Miess’li ve rüyanın arzusu, rüya göreni ( l;reud'un kendisini) değil,
rüya görenin büyük ötekisini aklamaktır, yani aktarımsal Ötekinin
tıbbi başarısızlıktan sorumlu olm adığını, bilgisiz olmadığını göster­
mektir.
Demek ki. simgesel düzen olarak l.acancı büyük öteki, kemli
siyle aradaki dışsal mesafenin olanaklı olmadığı Hakikatin nihai
garantörüdür: Aldattığım ız zaman bile ve kesinlikle başarılı bir şe­
kilde aldatmak için, büyük ötekiye güven vardır. Simgesel güven
fiilen kaybolunca, özne radikal bir kuşkucunun tutumunu benim­
ser -Stanley Cavell'in işaret ettiği gibi, kuşkucu, kendi büyük ö te ­
kisinin. bilgi iddiaları ile bu iddiaların bilenin müdahalesi olmadan
gerçekleşeceği şekilde, yani bilenin bildiği eseri özümsemesinin
askıya alındığı bir durumda, iddiaların üzerine çökeceği nesneler
arasında bağ kurmasını ister. Kuşkucunun lam olarak kabul edeceği
bilgi, bir tür olanaksız/gerçek bilgidir, simgesel akdin Ötekisine hiç
bir bağlanımı, hiçbir öznel konumu gerektirmeyen bir bilgidir, bile­
ni olmayan bilgidir. ‘ Başka bir deyişle, kuşkucu, büyük Öteki boyu­
tunu, simgesel akit ve bağlanım boyutunu, bilenin zaten/her zaman
içinde kaldığı ve dünyayla ilişkilenm eınizin arka planını sağlayan
ve dolayısıyla, dünya olarak deneyimlediğimiz şey, bağlanımlı bir
eyleyici olarak benim somut deneyimime zaten/her zaman gömıi
lü olduğu için, bir şekilde bu dünyayı oluşturan alanı askıya alır.
Kuşkucu, sözlerimin fiilen bu dünyadaki nesnelere işaret ettiğinin
“ k a n ıtın ı ister, yine de öncelikle büyük Ötekiyi, bu göndermeyi
düzenleyen ve olası kanıtlar m antığını peşinen temellendirdiği içııı
“ kanıtlanamayan” simgesel akdin ufkunu askıya alır.’*
“ Büyük Ö tekfn in bu boyutu, simgesel düzende öznenin kurucu
yabancılaşm ası boyutudur: Büyük ö teki, ipleri elinde tutar; özııc
konuşmaz, simgesel yapı tarafından “ konuşulur.” Kısaca, bu “ büyül*
öteki,” toplumsal Tözün adıdır, öznenin kendi edim lerinin sonuç­
larına hiçbir zaman hâkim olmamasına neden olan -etkinliğinin
D A C A P O S F .N Z A P IN I .»SI

nihai sonucunun her zaman amaçladığından ya da öngördüğünden


başka bir şey olmasına neden olan- şeyin adıdır.w Bununla birlikte
burada, Sem inar X F in analılar bölümlerinde Lacan’ın yabancılaş­
mayı izleyen ve bir anlamda yabancılaşmanın kontrpuanı olan iş­
lemi, ayrılm a işlemini tarif etmeye çalıştığını belirtmek önemlidir:
Büyük Ötekideki yabancılaşmayı, büyük öteki den ayrılm a izler. A y­
rılma, özne, büyük Ötekinin ne kadar kendi içinde tutarsız, safsa
nal, "engellenmiş,” Şeyden yoksun olduğunu kavrayınca gerçekleşir
ve fantezi, öznenin değil. Ötekinin eksikliğini giderme girişim idir:
büyük ötekinin tutarlılığını (yeniden) oluşturma girişim i. Bu ne­
denle, fantezi ile paranoya kopmaz bir biçimde birbirine bağlıdır:
İ n temel biçim iyle paranoya, “ Ötekinin Ötekisi ne, açık toplumsal
dokunun Ötekisinin arkasına gizlenmiş, toplumsal yaşamın önce-
den görülmeyen (bize öyleymiş gibi görünen) sonuçlarını prog­
ramlayan ve böylece tutarlılığını garanti eden başka bir Ötekiye
inançtır: Piyasa kaosunun, ahlaki bozulmanın ve benzeri şeylerin
altında, Yahudi komplosunun bilinçli stratejisi vardır... Bu parano­
yak duruş, bugün gündelik yaşamlarımızın dijitalleşmesiyle birlikte
ilaha da arttı: Bütün (toplumsal) varoluşumuz, bilgisayar ağının bü­
yük Ötekisinde dışsallaşınca-maddileşince, dijital kim liğim izi silen
ve böylece bizi olnıayan-kişilere dönüştürerek toplumsal varoluştan
yoksun bırakan kötü bir programcı hayal etmek kolaydır.
Herhalde, yabancılaşmadan ayrılmaya kayışın nihai edebi örne­
ği. Kalkanın yazılarında yer alır. B ir yanda Kalkanın evreni, aşı-
ıı yabancılaşma evrenidir: Özne, mekanizması, sanki nedenlerle
sonuçları birbirine bağlayan zincir kopmuş gibi, tamamen “ irras­
yonel” bir biçimde çalışan nüfuz edilemez bir Ötekiyle karşılaşır
öznenin bu Ötekiye (Mahkeme, Şato bürokrasisi) yönelik benim*
■.eyebildiği tek duruş, iktidarsız büyülenme duruşudur. Kalkanın
evreninin, herhangi bir somut içerikten ve kendisini suçlu olarak
.ılgılayan öznenin ediminden bağımsız evrensel-biçimsel suçluluk
<vıeııi olması boşuna değil. Yine de, paradigmatik Kafkavari öykü-
mın son dönüşü. D ava''dan Kanun Kapısıyla ilgili mesel, böyle bir
¿Ki Ol.UMSA 11.1K. HKCKMONYA. I VRLN SLLLİK • BUT U R . 2l2F.K. I.ACLAU

öz algılamada sahte olanı gösterir: kendisini sahneye dahil edeme­


yen. yani I lııkıık temaşasının masum bir seyircisi olmadığını (zira
“ Kapı onun için oradaydı") hesaba kalamayan özneyi. Diyalektik
paradoks şudur: Biiyük ötekinin büyüleyici temaşasından özne
ııin dışlanması, büyük Ötekiyi, a priori bir suçluluk üreten ve her
şeye gücü yeten aşkınsal bir eyleyicilik konumuna yükselttiği için,
gözlemlenen sahneye içerilme, öznenin büyük Ötekiden ayrılm ayı
başarmasına -kendi öznel konumunu, büyük Ötekinin tutarsızlığı-
nın/iktidarsızlığının/cksikliğinin bağıntısı olarak yaşamasına- ola­
nak verir: Ayrılmayla özne, büyük Ötekiyle ilişkili eksiğinin, biza­
tihi büyük ö tekiyi etkileyen bir eksik olduğunu deneyimler (ya ila,
yine Hegel’in ölümsüz ibrmülasyonunu aktarırsak, ayrılmayla, Kskl
M ısırlıların anlaşılmaz sırrının, zaleıı bizzat M ısırlılar için de sır «I
duklarıııı deneyimlerim).
Ayrılmaya bu gönderme, bir eleştiriye karşılık vermeme olanak
verir: bu eleştiriye göre, Lacanda. bugünkü narsisist dağılmayla
tehdit edilen “güçlü” simgesel düzene/yasağa gizli bir özlem vardın
Lıcan gerçekten de, son kilitlenmenin tek çözümü olarak, temel hır
simgesel yasağm/Yasanın yeniden öne sürülmesini mi düşünüyor?
Toplumsal yaşamın postmodern küresel psikotikleştiı ilmesinin tek
alternatifi gerçekten bu mudur? I l>4()'ların ve 1950’lerin Lacan’ının,
böyle bir tutucu kültür eleştirisinden öğeler barındırdığı doğrudurı
ne var ki. 1960 lardan itibaren değişmeyen çabası, bu çerçevenin
dışına çıkmaktır, baba otoritesinin düzenbazlığım açığa vurınaktıı
(Sahte/yasa dışı kökeni bilinse bile İktidara itaat edilmesi gerektiği
ne ilişkin Pascalcı kinik çözümü de reddeder). Dahası, ayrılmaya bu
gönderme, Bullera yanıt vermemize de olanak verir. Butlera gön-
l acancı büyük Öteki, simgesel düzen, her direniş sonsuza dek ye
nilgiye mahkûm olduğu için öznenin müdahalesiyle zayıflat ilama
yan bir tür Kantçı a priori oluşturur: özne büyiik Ötekiye yönelik
bir yabancılaşma ilişkisi kabul ettiği ölçüde, büyük öteki saldır ıl.«
ınazdır; oysa ayrılma, böyle bir müdahalenin yolunu açar.
DA CAPO SEN ZA KİNE 283

Duygu bakımından yabancılaşma ile ayrılma arasındaki fark,


suçluluk ile kaygı arasındaki farka eşittir: özne, suçluluğu büyük
Ötekinin önünde yaşar; kaygı ise. bizzat Ötekinin yoksun, ikti­
darsız olduğunun bir göstergesidir -kısaca, suçluluk, kaygıyı mas­
keler. Bu nedenle, psikanalizde suçluluk, eninde sonunda ahlatan
karşıtı olan suçsuzluktan geri kalmayan- bir kategoridir. Sarsıcı
ve açıkça "haksız" niteliğine karşın, siyasal dava kurbanlarıyla il­
gili paradigınatik Stalinist belirlemenin bile (“ Ne kadar çok suçsuz
olduklarını ilan ederlerse, o kadar çok suçludurlar!” ) bu nedenle
eser miktarda bir doğruluğu vardır: I laksız yere “ vatan haini” ola­
rak mahkûm edilen eski Parti kadroları, elbette açıkça suçlandıkları
suçlardan olmasa da, bir şekilde suçluydular -gerçek suçlulukları,
biı tür üst «suçluluktu; yani onları reddeden sistemin yaratılması­
na katılmalarında yatıyordu, bu yüzden en azından bir düzeyde,
mahkûmiyetleri, kendi mesajlarını tersine çevrilıniş-doğru biçi­
minde sistemden almaları demekti. Suçlulukları, Partinin (kurban
edilmelerini gerektiren) daha büyük tarihsel çıkarlarından çok
önemsiz bireysel kaderlerini düşündükleri anlamına gelen suçsuz­
luk iddialarmdaydı -onları suçlu yapan şey, inatçı suçsuzluk id­
dialarının altında yatan bu soyut bireysellik biçimiydi. Bu yüzden
lııhaf bir zorunlu tercihe yakalanmışlardı: Suçlu olduklarını kabul
etseler, suçluydular; suçsuzluklarında ısrar etseler, bir şekilde daha
s«»k suçluydular. Diğer yanda, göstermelik Stalinist yargılamalarda
suçlananlar örneği, açıkça, suçluluk ile kaygı arasındaki gerilimi
açıkça ifade eder: Parti liderlerinin, “ büyük ö tek in in varolmadı­
ğım", Komünizme İlerlemenin Tarihsel Zorunluluğunun tutarsız
hır faııtazmik sahtelik olduğunu kabul etmek zorunda kalmak ko­
nusundaki dayanılmaz kaygıdan sakınmak için, sanıkların suçluluk
itiraflarına ihtiyaçları vardı.
Sözlerimi iist-belirlcycn merkezsiz simgesel yerin nihai adı Fre
ııdçu “ bilinçdışı" olduğu ölçüde, belki bilincin bir tür rehabilitas­
yonunu bile göze almak isteyebilirim: Eğer psikanalizde suçluluk
«ninde sonunda bilinçdışı ise (hem öznenin kendi suçluluğunun
2M OLUM SALLIK, HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTI.ER. 2I2EK. LACLAU

farkımla olmaması, hem de suçluluk baskısını yaşarken, neyin suç­


lusu olduğunun farkında olmaması anlam ında) o zaman suçlulu­
ğun kontrpuanı kaygıyı bilinçlilikle ilişkilendirıııek gerekmez mi?
Ililiııçliliğin statüsü, göründüğünden çok daha muammalıdır: M ar­
jinal ve geçici niteliği ne kadar çok vurgulanırsa, soru kendisini o
kadar çok bize dayatır: O zaman bilinç nedir? Öz-farkmdalık nc
anlama gelir? bacan işlevini ne kadar kötülerse, o, o kadar gizemli
hale gelir.
Freud’un bilinçdışının ölümü tanımadığına ilişkin nosyonu bil
anahtar verebilir: Ya en radikal biçim iyle "bilinçlilik,” sonluluğuıı
ve ölümlülüğün fark itidal ığıysa? O yüzden Badlou (ölüm lülük far«
kmdalığmı, insanların hayvani boyutuna indirgeyen) burada yanı­
lıyor: Sonlulukta ve ölümlülükte hayvani bir şey yoktur -yalnızca
“ bilinçli” varlıklar fiilen sonlu ve ölümlüdürler, yani yalnızca onlar
‘‘doğalarından ötürü* sonluluklarıyla ilişki kurarlar. İnsanın kendi
ölümlülüğünün farkındalığı, öz-farkındalığın birçok boyutundan
biri değildir, öz-farkındalığın sıfır-dıızeyidir: Kant’ın her nesne bi
linçinin öz-bilinci gerektirdiği nosyonuna bir benzetmeyle, her far
kındalık. insanın kendi ölümlülüğünün ve sonluluğunun örtük bıı
(öz ) farkındalığım gerektirir. Sonra bu farkındalık, öznenin keıull
ölümlülüğüne biliııçdışı inançsızlığıyla inkâr edilir; öyle ki, temel
"çok iyi biliyorum , am a..." modeli, belki de bizzat öz-farkında)ık
modelidir: "ölüm lü olduğumu çok iyi biliyorum , ama yine de ...
(kabul etmiyorum; biliııçdışı bir biçimde ölümsüzlüğüme inanıyo
rum, çünkü kendi ölümümü kafamda canlandıramam)."40
Psikiyatrın alışılmış yakınması şudur: Hasta çoğu kez travmalı
bir olguyu saf entelektüel bir düzeyde kabul ederken, duygusal ola
rak reddetmeye devanı eder, bu olgu yokmuş gibi davranır ve ha
reket eder. Peki ya böyle bir aralık, benim (öz*) bilincim in yalnızcı»
ikincil çarpılması değil, kurucusuysa? Ya bilinçlilik. tam duygusal
etkisi askıya alman bir olgunun farkında olmanı demekse? Sonuç
olarak da, ya biliııçdışı inancımın, temel fantezimin (Butler’ın teri­
m ini kullanırsak, “ ilksel bağlılıkım ın) yerini hiçbir zaman bilinçli
DA CAK> SKN/.A FIN E 285

olarak “tam kabullenemiyorsam"? Freuda göre, kaygı, enseste iliş­


kin jouissance sahnesinin ilksel bastırılmasına işaret eden 'evrensel
duygulanım“ olduğu ölçüde, hilinçlilik fiilen kaygıya eşittir. Bu yüz­
den, Butler aşağıdaki retoriksel soruyu sorduğunda, onun buradaki
üstü kapalı olarak ifade bulan duruşunu destekliyorum:

Neden evrenselliği, içeriğini önceki vc sonraki bir olayda arayan


içi boş bir “yer” olarak tasavvur edelim? İçinden çıktığı içeriği za­
ten inkâr ettiği ya da bastırdığı için mi içi boştur ve ortaya çık.ın
biçimsel yapıda inkâr edilmişin izi nerededir? (I.B., s.45)

Benim yanıtım (psikanalizde başka bir anlamı olan “ inkâr” te­


rim inin uygunsuz kullanılmasına itiraz etmek dışında) şudur:
I açanın, das Ding in (simgesel öncesi ensestle ilişkili Gerçek Şeyin)
"ilksel bastırılması,” tam olarak, evrenselliği içi boş bir yer olarak
yaratan şeydir; “ortaya çıkan biçimsel yapıda inkâr edilmişin izi,"
I acaıı'ın objet petit a.jouissance’tn simgesel düzen içindeki kalıntısı
dediği şeydir. Bu ilksel bastırma zorunluluğu, evrenselin içi boş ye­
rini açan Gerçeğin dışlanması ile daha sonra farklı tikel içeriklerin
bu boş veri işgal etine hegemonik mücadelelerini birbirinden ayırt
etmemizin nedenini gösterir. Hatta burada Butler’ı kendisine kar-
■ı okumaya bile kalkıyorum -sözgelişi, Laclau’yu sempatik özetle­
mesine karşı: “ Siyasal bir örgütlenmenin bu yeri (evrenselin içi boş
yerini) doldurma olasılığını bir ideal olarak vazetmesi kaçınılmaz
olduğu gibi, bunu başaramaması da eşit Ölçüde kaçınılmazdır” (J.B.,
v 12) Sonsuza değin yaklaşılan ideal mantığının onaylanmasında,
lıeın Butler’ın, hem Laclau'nun K a n lılığ ın ı görüyorum.
Sanırım , burada, I labermasçı evrensel iletişimsel a priori de da­
hil. tüm versiyonlarıyla, ampirik “ patolojik" koşulların çarpıttığı
evrensel a priori çerçeveye ilişkin Kantçı tutuma karşı öne sürülen
temel Hegelci içgörüyü savunmak can alıcıdır: Evrensel biçimsel
bir ölçüt vazedip, ardından, olumsal ampirik çarpıtmalar nedeniyle
gerçekliğin hiçbir zaman o düzeye yükselmeyeceğini kabul etmek
vt lmez. Mesele şudur: Bu evrensel çerçevenin kendisi nasıl, hangi
286 OLUM SALLIK. IIEGİİM O NYA. KVRKNStLLİK . BUTt.ER. 2l2EK. I ACI Al»

şiddetli dışlama/bastırma işlemiyle ortaya çıkar? Hegemonya nos


yomı bakımından bu. içi boş evrensel gösteren ile onun boşluğunu
doldurmaya çalışan tikel gösterenler arasındaki aralığı ortaya koy
manın yetmeyeceği anlamına gelir -sorulması gereken yine şudur:
Bu boşluğun kendisi nasıl, hangi dışlama işlemiyle ortaya çıkar?
I.acan için bu ön kayıp (Freudun "ilksel bastırma" dediği das
D ingin kaybı) belirli bir nesnenin kaybı (sözgelişi, aynı cinsten
libidinal partnerin ayıplanması) değildir, paradoksal olarak kayıp
nesneden önce gelen kayıptır; bu nedenle. Şeyin yerine yükselen
( Latan ın yücelme tam ını) her olumlu nesne bir şekilde kayba vücut
verir. Bu, şu anlama gelir: Yerine olanaksızlık engeli geçen I.acan
cı Gerçek, öncelikle özneden değil, bizzat büyük Ötekiden, özııey
le karşı karşıya gelen ve öznenin gömüldüğü topluınsal-simgesel
“ töz."den geçer. Başka bir deyişle, Gerçek engeli, öznenin müdahale
alanını peşinen sınırlayan bir tür kapatmanın işareti olmak bir yana.
J.acanm, öznenin nihai ve radikal özgürlüğünün ürkütücü uçuru­
munu; mekânı, ötekinin tutarsızlığı ve eksikliğiyle ayakta tutulan
özgürlüğü ortaya koymasının yoludur. Bu yüzden, Laclaunun atıl
yaptığı Kierkegaard'la bitirirsek: öznenin kararının varlıkbilimSel
örtüsü niteliğindeki, nihai garanti veren bir büyük öteki olmadığı
ölçüde, "karar uğrağı, delilik uğrağıdır.”
DA CAPO SF..N/A FIN E 2#7

Notlar

I Butler'la aramızdaki farkı Özetlemenin cii in i yolu. herhalde, iki kitabının


|( 'm siyet H elası vc Bodies that M utter -önem Ta>ıyun Bedenler) K ılıfın d a k i
sözcüklerin sırasını değiştirmek islediğimi vurgulamak olur: Jbpluuuuıl cin siye!
{cin sel furkj önem tuşu/iği için, beden sorunu vardır kuşkusu/, cinsel fark
hiyolojinin bir olcusu delildir, toplumsal hır inşa da delildir daha çok. bedenin
pi*ırû/s4Jz ı>lcyt^ıvn bozan travmalı hır kopuzu anlam. Bum ı travmalı y ıp n ı şey,
heteroscksOel normun şiddetle davaiılınası değil, biyolojik vlkudun kültürel
"{öz dftnû$Omrtne"nc uğramasının şiddetidir, s.259
.' Bkz. Martha Nussbauın. ‘T h e Prolessor o f Parody." Tin New Republic. 22
ŞuKat 1999. s. 13-IX.
Judith Butler, The Psychic Life o f Power: Theories in Subjection. Stanford. CA:
Stanford University Press 1997. s. 98*9 ¡Kr>. Judith Butler. İktidarın Psişik
Yaşamı: In hiyet Özerine Teoriler, çev. I atma KıttlncU. Ayrıntı Yay.. İstanbul,
2005. s. 95-96 (ç.n.|.}
ı Iiti noktanın daha ayrıntılı bir değerlendirmesi için bkz Slavey 2ızek. Tln‘
Ticklish Subject: The Absent Centre o f Politicul Ontology. Londra ve N w Yort:
Verso 1999. lUMQm 5 [Cukklanun özne: Politik Ontolojinin Yok Merkezi. v^v
Şamil Can. l:po$ Y ay. İstanbul. 20C>1|
5. Butler. The Psychic Life o f Power; s. 105 ¡Krç. Judith llııtler. İktidarın Psişik
Yapısı: Tabiyct Üzerine Teoriler, s. 101 ¡.
(» Bkz. John I.. Austin, "Pretending.*' Philoxo/thical Pap ers ivinde. Oxford
Univcnty Press. Oxford. 1979.
7. Bk/. Jacques Derrida. Speech and Phenom ena. Northwestern University Press.
I'vanston, 1973.
X Bkz. Claude Lefort. The P o litic a l Farms o f M odem So ciety, M IT Press.
Cambridge-M A . 1986.
*> Bkz. I’tienne Bahhar. Riu t\ Notion, Class, Verso. Londra vc New York. 1995
(Irk. Ulus. Sınıf çev. Nazlı Ökten. Metis Yayınlan. 1993).
III. K an fın bu dıgeı yanıyla ilgili bk/. Alenka /upancic. Ethics o f the Rcut Kant.
Verso. Londra vc New York. 1999
It 7he Sublime Object o f Ideology ( Verso. Londra ve New York. 1989 [İdeolojinin
Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Hırkan. Metis. İstanbul. 2002)) ve Far They Know Not
H’ltal Tiny />*>‘da <Verso, Londra vc New York. 1991), olumsallığın zorunluluğa
bu diyalektik tersine donûşûniı dılıa ayrıntılı ele aklım
I ? Karl Marx. *The Eighteenth Bnın u ire o f l ouıs Bonaparte" Karl Marx ve
l-ricdrich Lngcls, ('ollatcd Hbrks içinde, Lawrence Ac Wishard. Londra. 1955.
m OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSF.I I.İK . BUTLfcK, 2l2kK. LACLAli

cilt 2, s. 103 ¡Krş. K. Marx. F. Engcb. Siyasi Yazılar. çev. Alım cı Fethi, Ilıt
Yayın, İstanbul. 2004, s. K0 (ç n J.}
13 Bkz. Jacques Dcrrida. “ La mythologie blanche.** Po rtiq u e 5 (1971) içinde. %,
1-52.
14. lik/ Jacques Dcrrida. "L e supplément de la copule," Sitttyes tle lu pholoxophk\
éditions de Minuit. Paris, I *>72 içinde.
15. Bkz. Ilannah Arendt. O n Violence* llarcoun Brace. N e* York. 1970 {Ş k /â i
Ü zerine , çev. Bülent Pckcr. İktişım Yayınevi 1997», bölüm 2.
16. Bu noktanın daha ayrıntısı için bk/ Slavoj 2 ıJck. Tarrym # \%iıh i /k -\cg ath \
Duke Univcr>ily Press, Dnrham-NC. 1993, bölüm 3.
17. Bu prosedür. k**ku fılm leriyle -The h o fH in l M an 'dc küçük kı/ın öldürülme
sahnesi gibi sınırlı değildir. Wcstemkrde de etkilidir: Lewton’m son yapımı
AfH Khe D rum s'(a (1951), Kızılderililer, bir kiliseye sıkışmış bir gmp beyti/1
kuşatır -sahneyi içeriden hiç görmeyiz, eylem içeride gerçekledir, yalnızca -mı
sıra dar bir pencereden biı K ı/ıldcrili gözümüze ilişir. yalnızca batırıp çağıran
baskıncıları duyarı/.
IS .Bk/. Élienne Balıbar. É c rits ffourA Ithu sser. Éditions la Découverte. Pans. 1991.
s. 7X (A lthusscr İt, m Yazılar, çev. H ülya Tufan. İletimim Y ayınevi. 1991 ).
19. Bk/. Plıil Powrie. Frene h Ciném a m the I9 # lls. Clatvndon Press, Oxlbfd» I9 ? n
s. 50 61
20. Öznel ile nesnelin bu sarmal yer değişiminin nihai örneği. elbette, bakışın
kendisidir Lacancı bakı> nosyonunun can alıcı noktası, (kene ile nesne arasında! »
ilişkinin tersine dönmesini gerektirmesidir. Lacan'ın F o u r Fundam etıUil
( 'oficeptx o f Psyvho . I nah s ıs ‘te (Tav ¿stock, Londra, 1979) ilinle ettiği gibi. gö*
ile bakış arasında bir çatışkı vardır bokış nesneden yanadır, görülebilir olanın
alanında resmin kendisinin izleyenin fotoğrafını çektiği kör noktanın yeril»!
alır. O nedenle, aniı-l acaııcı bılışçı sinema kuramcılarının “ kayıp hukış’*tan *A i
edip, Lacancı Bakışın, i/leyieı deneyiminin fiiliyatında rastlanmayan mitik bit
kemlilik olmasından yakınmalarına şaşmamak gerek.
Aynı şekilde, yayımlanmamış “ Antıgone. thc Guardian o f Crimınal Bcıng'"inde
Joan C'opjec. kısmı nesnelerin (bakış, ses. meme .. .> proto-aşkınsal statüsünü
öne sürer: Bunlar organ ben¿erlerinin “ olabilirlik ko>tıll.ıır dırbr. Bakış. gö/ün
olabilirlik koşuludur, yanı diinyada bir şey görmemizin (hır X gî»züıuü/dcıı kaçıp
"bakışa döndüğü** Ölçüde bir şeyi görürüz); ses. bir şeyi duymamızın olabilirlik
koşuludur vc benzeri. Bu kısmı oh jet />eiii o 'lar. ne özneldirler, ne de nesnel,
çünkü ıkı boyut arasındaki kısa devreyi cisimle>tınrler Öznelliği sürdüren
nesnel "gırtlaktaki kemik’* olarak işlev görürler.
21. François Kcgnault, C onfihvncts t l esthétique lacanietıae* Agalma. Paris, 1997,
s. 6.
22. Örneğin, ikilenm e temasıyla ilgili olarak, standart yapısökümcü kiiresclleşmedm,
yani bu terimin yassılaştırılmasıyla her şeyin. B ir'in esrarengiz ikilenmesinin
hır örneği haline getirilmesinden (kadın. erkeğin ikilenmesidir, yazı sesin
DA CAPO SEMZA FIN E 2#9

ikilenmesidir ....) nc patasına olursa olsun u/ak dıırıılmalı vc ikilenme


sorunsalımın Romantizminîv/gûl bir tarihsel ıı£ru£ına(l: I.A . HotVmann. Fdgar
Allan Poe) dayandığımla »rar edilmelidir
'V Paul Theroux. The G rvat R ailw ay B a z a a r (Penguin. Ilarmondsworth, 1975)
bir bölümünü, 1974 'teki, barış antlaşmasından vc A lil) ordusunun vek ilmesinden
sonraki, komünistlerin /aferinden önceki Vietnam'a ayırır. Bu ara-zamanda.
birkaç yüz A lil) uskerı resmi ve yasal olarak var olmayan asker kaçaGı olarak
Vietnam'da kalınıdır; VietnamlI kanlarıyla birlikle gecekondularda yaşamakta,
kaçakçılık yapmakta ya da başka suçlar işlemektedirler... liu ganp b ireysel
figürler. I970*lerin başında Vietnam'ın kürese/ toplumsal durumunun sunumu
için uygun bir başlangıç noktasıdırlan Onlardan hoşlarsak. Vietnam loplumunun
karmaşık hÜtÛnlü^OnU tedrici olarak açığa çıkarabiliri/.
21. Bkz. Marc Ve met. "F ilm AVw> on the Edge o f Doom.” Shades o f h a ir içimle.
Joan Copjec (der.). Verso. Londra ve New York. 1993.
2S. lipık olarak. Fransız "yapısalcılık sonrası“ yazarlara, çoğu kez, Frankfurt
Okulunun temsilcileriyle birlikte, “ eleştirel kuı.m fm parçası etiketi yapıştırılır
Fransa'da akla gelmeyecek hır sınıflandırma.
Bkz. Louis Altluısser, "İ.'objet du Capital,** l.ouıs Althusser, Etienne Balıbar ve
Roger fcstablet, L ire le C ap ito l içinde, cilt II. François Maspero. Pans. 1965
tK o fntnli Okutnak. çev. Işık I rguden. Ilta k ı Yayınlan. İstanbul, 2007)

*. Bkz. Stephen Jay (io ıı İd vv Richard Lewonttn. "The Spandrels o f San Mareo
•ınd ü k PangkuRMon Paradigm.** Proceeding* o f the Roy a l Society, cilt 11205
( 1979K«. 581-98.
2X Ilk/. Lhsabcth Bronfen, °N o ir NVagncr.” Sex n atb n içinde, Renata Salecl (der),
Duke University Press. Durham-NC, 2000.
2l> Michcl Chion, L i trim iifite an cinertia . Fayard, Paris, 1995, s. 256.
in Bu nosyonla iluili olarak bkz. Maitha Woflenstein ve Natlian Leites, M ovies A
Psychological Study', I lie I ree Press. Glenoe. 1950.
\I Richard Maltby, “ ’A B rie f Romantic Interlude': Dick and Jane goto 3.1/2Seconds
>fthe Classic Hollywood Cinem a," Post-Theory' içinde. David Bordwell ve Noel
Carroll (der.). University o f Wisconsin Press. Madison. 1996. s. 455
Burada ele aldığımı/ şey, fantezinin ve cinsıyetlcşmenın üreteci olarak yamuk
(•aktjoı yapısıdıı (bk/. (adık/om uı ö z n e'n in 5 bttlümO), Bu yapı, görme
edimindeki ha//ın genel temelini verir: Ö/ncllı£in temel yapısını, bu hissi/
hfıytilfı ve yamuk bakış nitelemescydi. perdeye bakmaktan h;ı/ alan sinema
ı/leyicısı olmazdı.
M İlk/. Ct W. I Hegel. Enzyklo/rtidie d er p hilosojflıischen Missem luı/fen. F‘di.\
Meiner Verlag. Hamburg. 1959. par. 348.
'I Martin Heidegger, "W h y We Remain in the Provinces** (7 Mart 1934). aktaran
Berel Lang. H eidegger 3rSilen ce . Cornell University Press. Ithaca. 1996, s. 31.
•* Ilk/., The Sem inar ofJact/ncs Lacan. Book I I The Eg o in Freu d % Theory and in
the Technique o f Psychoanalysis . Norton. New York. 1991, bölUm 14.
290 OLUMSALLIK, HEGEMONYA. EVRENSELLİK . BUTLER. 2l2EK. LACLAU

36. Bkz. Lisa Appıgnanesı vc John l-orıcstcr. Frvu d s Women. Cambridge University
Press. Cambridge. 1995.
37. Stanley Cavcll, The Claim o f Reaton, Oxford University Press. New York. 1979,
s. 351-2.
38. Burada kuşkucunun tutumunun hangi anlamda aslen uu/ist^e olduğu d i
görülebilir: kendi Ötekisinin iddialarının tutarsızlığını göstermekten zevk alaıı
kuşkucu, öznelliğin bölünmüş doğasını Ötekinin û/crine kaydırır -lıer zammı
Ötekinin tutarsı/Jıklan ortaya çıkar.
39. Yilt.ı Halbcrstam ve Judith Levcutbal'ın küçük hır kitabı, Sm all M ira ç la :
Extraord in ary Coincidence from Everyd ay I.i/e (Adams Media Corporation,
llolhrook. 1997). büyük ötekinin bu boyutunun rastlantıların altındaki •‘derin*'
anlam bugünün popüler ideokyisinde harekete geçirilmesinin kusursuz bu
örneğini verir. Kitap şu tip öykülerden oluşuyor: B ir toplama kampında küçük
bir oğlan, dikenli tellerin arasından oradan geçen bir kızı gonır. Özlem dolu o
bakışı fark eden kız. ertesi gün yine oradan geçer ve oğlana hır elma alar. Bu
böyle birkaç gün tekrarlanır. Savaştan sonra. I957'dc, toplama kampından sağ
kurluları ve şimdi haşarılı hır yönetici olan oğlan. tanımadığı bîriyle buluşur
(icçm ıştcnyic ilgili konuşurken. Alman kökenli olan kadın, bir toplama
kampında elma attığı genç bir çocuğu hatırladığını anlatır buluştuğu kişi, onu
savaştan kurtaran kişidir! Heınen evlenirler ve mutlu hır yaşam sürerler... Bu tür
r.KvlIaııtıların Yüce (¡üçten bir mesaj getirdiği utancı, büyük Öteki varsayımının
sıfır*noktasıdır.
40 Merkeksizleşme meselesi basitçe, inancımızın ebediyen ertelenmesi, ycı
değiştirmesi, hiçbir zaman kemli başına gerçekIcşmemcsi değildir, aksine*
lurtıılam iHİığnpırz h ır m anita, giderek daha güçlü btr biçimde geri donen vc
sonunda kendim, hadım bir liderin emrine itaat ederek kendim öldürmeye ha/ır
hır bibimde hissettiren bir inançla uğraşmamı/dır. Bu yOzdeıt, ın.uıç gfrçeAUt
olanaksız (sonsuza dek erieleıımış/yenndcn edilmiş) ve ayın /amanda zorunlu,
kaçatılmaz. Bu aşırı inanç, ö/cllıktc "postmodern" niteliğiyle, kemli doğamızdan
gelen ihlal biçimimizdir Görüntünün aksine, «özde kinik ve düşünümtel olan
devrimizde, gerçek hır ateist olmak her zanıaııkinden daha zordur.
Dinamik Sonuçlar
ludıih Butler

Bu kitap belli bir riski göze alıyor; çünkü iki projeden hangisini
gerçekleştirmeye çalıştığı belli değildir. Bir yandan, birbirine ya­
kın bağlılıkları »lan ba/.ı kuram pratisyenlerinin, siyasal dünyanın
statüsü konusunda birlikte düşünmelerine; diğer yandan, her bir
pratisyenin diğerlerinin eleştirilerine karşı kendi konumunu sa­
vunmasına, kendi eleştirilerini sunmasına, kendi konumunu ayırt
etmesine vesile olmaktadır. Bu gerilimi çözmenin kolay bir yolu yok
gibi görünüyor; o yüzden belki de ilginç soru şu olur: Metnin ortaya
koyduğu kararsızlık, özellikle verimli bir kararsızlık mıdır? Verimli
olup olmadığım nasıl bileceğiz?
Böyle bir görüş alışverişinin açık bir yararı, yalnızca radikal de­
mokratik bir projede kuramın statüsü sorununu gündeme getirme­
si değil, bizzat "kuram' ın yekpare bir terim olmadığını öne sürmesi­
dir. Evrenselliğin, olumsallığın ve hegemonyanın statüsü bir şekilde
kenarda dururken, çabalarımız eleştirilere bire bir yanıtla sınırlı
kalsaydı, sanırım, çok kötü olurdu.
Bana göre, ister siyasal, ister kuramsal, ister hem kuramsal, hem
siyasal olarak düşünülsün, bir radikalizm anlayışı, kendi girişiminin
varsayımlarının soruşturulmasını gerektirir. Kuram durumunda,
l>«ı radikal soruşturma, kuramın bazen aldığı aşkınsa! biçimi kendi
ıı<snesi olarak almalıdır. Varsayımlara ilişkin soru sormanın, bili
nebilir nesneler alanının oluşmasını sağlayan genelleşmiş olanak-
lılık koşullarım sorgulayarak, zorunlu olarak aşkınsa! bir etkinliğin
içine girmek olduğu düşünülebilir. Ama bana öyle geliyor ki, bu
**2 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. RVRI.NSH I.IK • BUTLER. fctf.EK. LACLAU

varsayım hile sorgulanmalıdır ve hu sorunun biçimi, verili olduğu


gibi kabul edilmemelidir. Şimdiye kadar birçok kez söylenmiş olsa
da, tekrarlamakta yarar var: Bir etkinlik biçimini ya da kavramsal
bir alanı sorgulamak onu yasaklamak ya da sansürlemck değildir;
oluşumunu sorgulamak için olağan yürüyüşünü sorgulama süre­
since askıya almaktır. Bana göre bu, Husserl'in cpochc nosyonunda
rastlanan Kant'ın görüngübilimsel çevriya/.ısıydı ve Dcrrida’nm “bil
kavramı sökiıme alma" prosedürüne önemli bir arka plan sağladı.
Daha yakın zamanın olumlaytct yapısöküm biçimlerinin ruhuyla
yalnızca şunu eklerim: Bir kavram sökiıme alınabilir ve aynı zaman­
da yürütülebilir; örneğin, “evrensellik” kavramını sorgulamaya ve
kullanmaya devam etmemek için hiçbir neden yoktur. Bununla bir
likte, terimin eleştirel sorgulanmasının daha etkin bir kullanımını
koşullandıracağına ilişkin bir umut var; özellikle de. son yıllarda
söınürge-sonrast. feminist ve kültürel çalışmalarda tekrarlanan ya
pay formülasyonlarınm eleştirisi dikkate alındığında.
Radikal soruşturmaya bağlılık, siyasetin kurama ara vermeyi gc
rektirdiği biı uğrağın olmaması demektir; zira öyle bir uğrakta, si
yaset belli Öncülleri soruşturma dışı olarak vazederdi -aslında ora
da, dogmatik olanı, kemli olabilirlik koşulu olarak aktif bir biçimde
kucaklardı. Bu, böyle bir siyasetin, ileri doğru hareketinin koşulu
olarak, paradoksal bir biçimde kendini felç etmekte ısrar edip, eleş­
tirel olma iddiasını feda ettiği bir uğrak olurdu.
Açıkçası, siyasal felç korkusu, belli eylemci çevrelerde kuram
düşmanlığını teşvik eden şeydir. Paradoksal bir biçimde, bu tür tu
tumlar, eylem düzeyinde felç olasılığından sakınmak için eleştiri I
düşünümün felcini isterler. Başka bir deyişle, kuramın gcciktirki
etkilerinden korkanlar yapmakta oldukları şeyi, ne tür söylemkı
kullandıklarım çok fazla düşünmezler; zira yaptıkları şeyi çok fa l­
la düşünürlerse artık o işi yapamayacaklarından korkarlar. Bu tur
durumlarda, korkulan, düşünntenin sonunun olmaması, sonsuz bir
dönme hareketiyle sürekli kendine dolanması ve sınırsız düşünme- ]
nin. paradigmatik siyasal jest olan eylemin önünü kesmesi m id ir
D İNAM İK SONUÇLAR »1

Eğer korkulan huysa, bu korku, öyle görünüyor ki, eleştirel düşü


nümün siyasal eylemden önce geldiği -eleştirel düşünümün, siyasal
eylemin planım belirlediği ve siyasal eylemin, eleştirel düşünümün
saptadığı plana uygun hareket ettiği- inancına dayanıyor. Başka bir
deyişle, bu durumda siyasal eylem, düşünmenin zaten olup bittiğim
eylemin düşünme değil, düşünmeme olduğunu, düşünme geçmiş
haline gelince gerçekleşen bir şey olduğunu- varsayar.
Aristoteles’in bize kadar ulaşan en eski yazılarında bile,
plıronesis’in hem kuramsal, hem pratik bilgelik biçimlerini içerdi­
ğinde ısrar eder (bkz. Protreptikos ve Eudemos'a Elik ). Nikomakltosa
I tik'ie, kuramsal bilgelik olarak anlaşılan sophia ile pratik bilgelik
olarak anlaşılan phronesis'i. bütiınsel bir “entelektüel erdem’* nos-
voltunda birleştiklerinde bile, birbirinden ayırt eder. Metnin VI.
Kitap’ında, düşünce ile eylemi ayırır, ama bu. yalnızca bir bakış açı­
sından doğru gibi görünüyor. Şöyle yazıyor: "Dedikleri gibi, kafa
yormayı izleyen eylem çabuk olmalı, ama kafa yorma yavaş olmalı."1
Aristoteles bu bağlamda bilmenin birçok yolunu inceler, örneğin
aynesisi (başkasının dediklerini anlama) gnome'dan (sağduyu ya
da içgörü) ayırt eder ve kuramsal bilgeliğin pratik bilgelikle aynı
olmadığı sonucuna varır: Kuramsal bilgelik mutluluk üretir, pra
nk bilgelik erdem üretir. Hıdeme “doğru akıl yol gösterdiği” ya da
daha doğrusu erdem “doğru akılla birleştiği" ölçüde (s. 171), ayrıl
ınaz bir biçimde pratik bilgelikle ilgilidir. Ayrıca ona göre açıktır
ki. pratik bilgeliğin tüm yanları, doğru eylem olarak tezahür etmez;
bazıları, “ ruhumuzun bir parçasının erdemi’ yle ilişkilidir (s. 172).
Yiııe de pratik bilgeliğin, "eylem üzerinde önemli bir etkisi" vardır;
stınkü onsuz doğru bir tercih yapmak olanaksızdır. Aslında, pratik
bilgelikten kopuk bir tercih ya da eylem, tanımı gereği, erdemden
yoksundur.
Aristoteles’in anladığı anlamda “erdeın," eylemin amacının ne
olması gerektiğini belirler; pratik bilgelik ise, yargımızı ve eylemi­
mizi doğru olanı yapmaya yönlendirir. Eylem, kendisini koşullayan
bilgiden ayrılmaz, o bilgiden oluşur ve bilginin tavır olarak harekete
29-1 OLUM SALLIK. HKGEMONYA. F.VRKNSF.I.LİK . BU T LFJL2l2 tK . LACLAU

geçirilişidir. Aslında, Aristoteles'in ahlaki kafa yorma pratiğini ge­


liştiren kişiye atfettiği "habitus,” bilginin eylem anında cisiınleştiği-
ni ima eder.
Aristoteles, "kuramsal bilgeliğin" pratik bilgelik tarafından dıi
/önlenmediğini iddia ettiğinde, hem her bilgelik biçiminin farklı
amaçlar güttüğünü (kuramsal bilgelik için mutluluk; pratik bilge
lik için erdem) hem de kuramsal bilgeliğin pratik bilgelikten belli
bir özerkliği olması gerektiğini de anlatmak ister. Kuramsal bilge
lik, gerçekliğin temel ilkelerinin doğru bilgisini aradığı ve şeylerin
bilim ini "gerçekte oldukları gibi" oluşturduğu ölçüde, metafizik
düşünüm pratiğine girer. Bu yüzden Aristoteles nettir: “ Kuramsal
bilgelik, siyasetle aynı değildir" (s. 156). Anaksagoras ve 'Ihalesgihı
filozofların pratik bilgelikten çok kuramsal bilgeliği ele almalarının
nedenini açıklarken, şunu iddia eder: “ Neyin yararlarına olduğunu
bilmiyorlar ... olağanüstü, harika, zor ve insanüstü şeyler biliyor­
lar;” ama bilgilerine, “aradıkları iyi, insani olmadığı için yararsız
denilir (s. 157). Pratik bilgelik, “ kafa yorma"yla ayırt edilirken, ku­
ramsal bilgelik bu nitelikten yoksundur. Eyleme ya da aslında, ey
lemle ulaşılabilir herhangi bir iyiye yöneltilmemiştir.
burada ne tür bilginin peşinde olduğumuz sorusunu ortaya at
mak için konu dışına çıkıp, Aristoteles'le ilgili bu girişi yapıyorum
Erncsto Eaclau ile Chaııtal Mouflc. bu kitabın yayınlanacağı Verso
dizisine “phronesis" adım koydular ve bu durum, bu başlık altında
verilecek çalışmaların örtük amaçlarının eylem olacağını gösteıiı
Aristoteles’in bizi belli bir muğlaklıkla baş başa bıraktığını belirt
mek önemli görünüyor: Pratik bilgelik nosyonuyla, onsuz doğru
siyasal eylemin olanaklı olmadığı bir bilgi türünü tanıtır. Ama en
telektüel bilgeliğiyle, belli bir entelektüel soruşturma türünü, kal.ı
yormaya ve eyleme örtük ya da açık gönderme yapılarak düşünceyi-
dayatılacak kısıtlamalardan korur. Burada ne tür bir soruşturma
öneriyoruz? Bizim kendi yazılanınız, kendi kararsızlığını çağdaş
terimlerle yeniden geliştirerek bu güçlüğe yakalanmıyor mu? Belki
“olağanüstü, harika, zor ve insanüstü şeyler" biliyoruz ve bunlar ila
D İN A M İK SONUÇLAR 2VS

sonuçla yararsızlar? Dahası, acaba kuramın siyaset için değeri ko­


nusunda yargıya varmak için kullanılacak standart, “ yarar" mıdır?
"Dünyayı Felsefileştirme"2 tezinin önsözünde Marx, bir saf dü
şünce alanı olarak felsefe ile somut ve fiilileşmiş dünya arasındaki
ayrımın, semptomatik olarak, modern dünya koşullarının ürettiği
bir bölünme olarak okunması gerektiğini belirtir. Bir miktar naif
coşkuyla, bu bölünmeye karşı yazılar ya/ar; çöküşünü hem psiko­
lojik bir zorunluluk, hem siyasal bir başarı olarak ilan eder: “ Ku­
ramsal zihnin, kendi başına özgürleştikten sonra pratik enerjiye dö­
nüşmesi felsefi bir yasadır... felsefe pratiğinin kendisi kuramsaldır"
(s. 9). Felsefenin en “ kuramsal" yanlarıyla bile bir pratik olduğunu
ve hu pratiğin kuramsal olduğunu ısrarla belirtmekle Marx, aynı
anda kuramı eylem alanına çevirir ve eylemi, bilginin cisimleşmesi
alışılmış biçim i- olarak yeniden biçimlendirir. Bu erken döneni
y.r/ısııula “eleştiri" ve “düşünüm" nosyonlarını özgülleştiren Marx,
felsefenin kendini gerçekleştirmeye, dünyayı kendi düşüncesine
uygun hale getirmeye çalıştığını açıklar ve “gerçekleşmesi ayııı za­
manda kaybolmasıdır" der (s. 10). Zira felsefe için kendini gerçek
leştirmek, felsefenin kendi idealliğini kaybetmesi olur ve bu kayıp,
bizatihi felsefenin ölümünü oluşturur. Dolayısıyla felsefe için kendi
amaçlarım gerçekleştirmek, felsefe olarak kendini ortadan kaldır­
mak olur. Felsefenin karşı çıktığı, bir yandan gerçekleşmişin gerçek
leşmemiş karşısında durması gibi, felsefenin üzerinde ve karşısında
duran “dünya"dır. Diğer yanda, bizzat bu “dünya,” henüz gerçekleş­
memiş biçimiyle felsefedir. Felsefenin varmaya çabaladığı, gerçek
lesıneye belli bir mesafede kalan bir gerçekleşmedir, diyebiliriz. Bu
mesafe, bizatihi eleştirelliğin koşuludur, diişünümlii ve eleştirel bir
.ılıştırma olarak kurama zemin sağlayan bir ölçüştürülemezliktir.
Marx m önerdiği ve düşüncenin, bir düşünce olarak bağımsı/
statüsünü kaybettiği anda dünya olarak gerçekleştiği yolundaki
ııstıı kapalı teleolojik görüşü kabul etmek zor görünmesine karşın,
burada Marx'm düşünündü bilinç için tarif ettiği konum ikilenme­
sini unutmamak önemli görünüyor: “ Bu bireysel öz-bilinçler her
2V6 OLUM SALLIK.HEGEM ONYA.EVRENSELLİK • BUTLER.2 j 2EK. I.ACI AU

/aman çift uçlıı bir lalcp »«ışırlar, biri dünyaya karşı, diğeri biz/at
felsefeye karşı dönmüş iki uç.” Devam ediyor: “ Bizzat şeyde kendi
başına tersine çevrilmiş bir ilişki gibi görünen şey, bu öz. bilinçlerde
ikili bir ilişki gibi, birbiriyle çelişen bir talep ve bir eylem gibi görü­
nür“ (s. 10; italikler bana ait). Verildiği içindeki dünyaya eleştirel
mesafede durmak için bir felsefe talebi, olanaklının uzantısı olarak
veriliyi reddetmek için eleştirellik talebi vardır. Yine de dünyayı fel­
sefenin verdiği düşünceye göre yeniden yapmak, felsefenin, gerçek­
leşmesiyle eşzamanlı olan çözülmesini gerektirir.
Ne var ki, çağdaş durumumuz daha da karışıktır; çünkü bizzat
"gerçekleşmedin değeri krize girmiştir, örneğin, Marx’ın radikal
eşitlik ya da eşitlikçi servet dağılımı idealini gerçekleştirme çağrı­
sı. bazı Marksist devletler tarafından, yalnızca devleti merkezi bir
düzenleme ve denetim kuruluşu olarak pekiştirmekle kalmayan,
demokrasinin temel ilkelerini de budayan türden ekonomik plan­
ları dayatmanın gerekçesi yapıldı. Hylem çağrısı, ideali gerçekleştir
ine dürtüsü olarak anlaşılabilir. Bu yüzden, günümüz için radikal
demokratik bir kuramı geri kazanma ya da yeniden geliştirme ça­
bası, bizatihi “gerçekleştirmeyle eleştirel bir ilişkiyi talep eder: Bıı
tür idealler, eğer gerçekleşecekse, nasıl gerçekleştirilmelidir? Hangi
araçlarla, hangi bedellerle? Bu idealler, her türlü uygulama aracını
haklı kılar mı? Marksizm. Hegel'in yazıları bağlamında düşündü­
ğümüz Terör paradoksuyla ne ölçüde karşılaşmıştır: Kavramın uy
gulanması ya da “gerçekleşmedi belli bir şiddet dayatmasını kapsar
mı, hatta gerektirir mı? Dahası, gelecek anlayışımıza ve demokrasi
nin kendisi bakımından öz,sel olan, "kapanması ölümü, gerçekleş
inesi -yine Marx‘ı anarsak kaybolması olacak açık uçlu bir sürrs
olarak anlaşılan geleceğe ne olur?
Bu yüzden, öyle görünüyor ki, geleceğe ait olan, teleoloji tanı
fından kısıtlanmadan kalan ve herhangi bir "gerçeklcşmesfyle ol
çüştürülebilir olmayan bir demokrasi kavrayışına bağlılık, farklı bir
talebi, gerçekleşmeyi sürekli erteleyen bir talebi gerektirir. Paradok
sal bir biçimde ama Ladau ve Mouife’un Hegemonya ve Sosyalim
DİNAM İK SONUÇLAN 297

.S/rn/t’/ısinin başlattığı ve bu sayfalarda geliştirilen hegemonya nos­


yonu bakımından anlamlı bir biçimde demokrasi, tam da. gerçek­
leşmeye direnciyle güvenceye alınır.
Şimdi bu, öz-tammlı bir eylemcinin bu sayfaları okumaktan vaz­
geçtiği an olabilir; ama bu içgörünün, aslında, her eylemcilik prati­
ğinin parçası olduğunu düşünüyorum. Bu son formiilasyon, amaç
lara ulaşıldığı anlar ya da olaylar ya da kurumsal vesileler olmadığı
anlamına gelme/; hangi amaçlara ulaşılmış olursa olsun, demok­
rasinin kendisinin ulaşılmadan kaldığı -tikel politika ve yasama
zaferlerinin demokrasi pratiğini tüketmediği, sürekli bir biçimde
ulaşılamaz kalmanın bu pratik bakımından özscl olduğu- anlamı­
na gelir, Gerçekleşemezliğe verilen hu değer, siyasal duyarlılıklarım
kısmen yapısalcılık sonrası kaynaklarından alan birçok çağdaş dü­
şünürde bulunabilir ve ben. ayrı bir demede bununla ilgili eleştirel
sorularımı sordum.' Bunun, bu kitaptaki muhataplarını dışında,
Drucilla Cornell, Homi Bhabha, Jacques Dcrrida, Gayatri Chakra-
vorty Spivak, W illiam Connolly ve Jean-Luc Nancy tarafından çe­
şitli biçimlerde öne sürüldüğü görülebilir.
Bir değer olarak “gerçekleşemez!ik” in belli bir siyasal kötümser
lik biçimini ifade edip pekiştirebildiğini öne sürmeme karşın, şimdi
larldı bir konuya değinmek için buna geri dönüyorum. Anladığım
kadarıyla, demokrasinin idealliğini, tam yada nihai gerçekleşmeye
direncini korumanın nedeni, demokrasinin çözülmesini önlemek­
tir. Yine de, Ladau, '¿iie k ve benim bu en temel noktalarda hemfi­
kir olduğumuza inansam da, bu idcalliğin nasıl anlaşılması, han­
gi dille ya da mantıkla kavramsallaştırılması gerektiği konusunda
ayrılıyoruz. Dahası, "eleştirel" bir entelektüel işlevi görmenin taşı­
dığı anlam, felsefenin idealliği ile dünyanın fiililiği arasında değil
Marx’in yapacağı gibi- idealin idealliği ile o idealin her hangi bir
gerçekleşme tarzının verililiği arasında belli bir mesafeyi korumayı
gerektirir.
Bana göre, bu ölçüşiürülemezliğin hiçbir a priori anlatımı yeterli
olmaz; çünkü anlamaya yönelik bir hareket noktası olarak a priori,
2VS OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTLER. ?.l?.EK. LACLAU

kuraın inşasında dogmatik bir uğrak işlevi görmeyecekse, köklü ti


tiz incelemeye tabi tutulmalıdır. Bu, bir çözümlemeye devanı etmek
için belli nosyonları peşinen doğru kabul etmeye istekli olmadığını
anlamına gelmez. Ama deyim uygunsa, sökümdekı “a priori" kulla
mlsa bile, artıkepistemolojik bir temel işlevi görmez. Tekrarlanabilir
bir figür, dilsel bir alıntı, terimin temci kullanımını söylemin içinde
dolaşan bir mecaz kabul edeıı bir alıntı gibi çalışır. Aslında, bu tür
tartışmalarda her sözcüğü tırnak içine alan bir hiper-eleştirelliği
önermem. Aksine: B ir okuma bağlamında, «»/ellikle de egemen bir
söylem içinde yasak bölge haline gelmişlerse, kullanıma sokulduk
larında nasıl çalıştıklarını görmek için de olsa, belli gösterenlerin
çözümlemenin belli bir uğrağında veıililik statüsü kazanmalarına
bazen izin vermek Önemli görünüyor. Gösterenin kullanım anınd.ı
pıhtılaşmasına izin verme isteği, bu aynı göstereni yasak bölgede
tutmakla aynı değildir. Benim çözümlememde “ toplumsal," kesin
likle böyle bir terimdir. Terimi kullanmayı kabul etmem, onu bir
“ verili" olarak kabul ettiğim anlamına gelmez, öneminde ısrar et­
mek anlamına gelir, ö yle görünüyor ki. l.aclau, iş başında uyuya
kaldığımı düşünüyor; ama hâlâ uyanık olduğum konusunda oku
ruma güvence veriyorum! Bir alan olarak “ toplumsal" ıı bir tariln
(bkz. Poovcy) ve süriıp giden anlaşmazlıkları vardır; özellikle de.
örneğin toplumsal kuram ile sosyoloji arasında, toplumsal ile kül­
türel arasında (bkz. Yanagisako) ve toplumsal ile yapısal arasınd.ı
(bk/. Clastres) var olan gcrilimlerde.1Terimde ısrar etmek, toplum
sal nedenselliklere temel statü atfeden bir sosyolojicilikle meşgul
olmak değildir. Aksine, burada, aşılmış bir geçmişten bir şeyi şiındı
gösterir gibi göründüğü için terimde ısrar ediyorum. Siyasal ek­
lemlenmenin ıı priori yapılarının biçiınci anlatımı, “ toplumsal”! y.ı
kendi tarih öncesi olarak öne çıkarma, ya da ifadelendirdiği toplum
sal öncesi yapının kıssası ve örneği olarak kullanma cğiliınindcdiı
Aslında, biçimciliğin, bizzat biçimci kuram içinde toplumsalın ey
zamanlı dışlanması vc bağıınlılaştırılması nedeniyle “ toplumsal 'ın
geri dönüşünü kışkırttığı öne sürülebilir/ Benim terimi kullanırken
DİNAM İK SONUÇ! AR 299

onu bir verili ya da “saf göndergesel bir biçimde" d e almak suçunu


işlemem söz konusu değildir; bizzat terimin kendisinin, “ verili’ yle
eşanlamlı hale gelmiş olması, yapısalcılık sonrası içinde eleştirel ilgi
gerektiren bir sözlük alışkanlığı söz konusudur.
“ Toplumsal" kategorisi, bir pratik olarak bir dil kavrayışını, ikti
darla ilişki içinde bir dil kavrayışını ve dolayısıyla bir söylem kura­
mını yeniden devreye sokar. Ayrıca, hangi bastırmaların ve dışla
maların biçimciliği olanaklı kıldığım sorarak (Marx'ın çok hevesle
sorduğu bir soru), dilsel çözümlemenin biçimci boyutuyla eleştirel
bir ilişkiye izin verir. I)ahası, cisimleşme konusunda, habitus olarak
cisimleştiği (Bourdieu)6 ölçüde bilginin, onsuz siyasal eklemlenme
çözümlemesinin yapılamadığı bir performatillik alanını temsil etti­
ğini öne süren bir bakış açısı sunar. Gerçekten de, toplumsal cinsiyet
siyasetini anlamaya ilgi gösterilse, toplumsal normların cisimleşnıiş
periörmatilliği, siyasal çekişmenin merkezi alanlarından biri olarak
ortaya çıkar. Bu, toplumsala ilişkin oturmuş ve değişmez bir görüş
değildir; ama saf biçimci nitelikteki hiçbir içi boş gösteren anlatım ı­
nın yeterli terimlerle ele alamayacağı, siyasal bakımdan çekişmeli
bir dizi çözümleme alanını temsil eder.
Dahası, Wittgcnstein’ın önerdiği görüşü, “m antıklın kullandığı
ımz dilde mimetik olarak yeniden üretilmediği -sıralı dünya resmi­
nin mantıksal olarak gramere karşılık gelmediği, aksine gramerin
mantığı harekete geçirdiği- görüşünü kabul edersek, dilsel pratik­
lerle mantıksal ilişkilere geri dönmek zorunlu olur. Bu yüzden, Lac-
lau benim tutumumla ilgili mantıksal olarak çelişkili bir şey sap-
tayabilse bile, incelenmemiş mantıksal ilişkiler alanı içinde kalıp,
mantığı dilsel pratiklerden ayırır ve böylece aramızdaki ayrılığın
temel terimleriyle uğraşamaz.
Laclau’nun benim eleştirimi uzun uzadıya çürütmeye çalışması­
na karşın, bire bir karşılık vermemenin en iyisi olduğunu düşünü­
yorum. Eleştirim i bir "savaş makinesi'nin parçası olarak tarif etme­
sinin, bana, cisimleştirmek istemediğim bir saldırganlık atfettiğini
300 OLUMSALLIK. HEGEM ONYA,EVRENSELLİK • UUTUjR, ZlZEK. LACl.AU

düşünüyorum ve sonuç olarak, muhakeme yoluyla ürettiği şeylerin


çoğunun, berrak muhakemeden çok bir savaş taktiği olduğunu dü­
şünüyorum. örneğin, “olumsu/lamayı olumlulaştırına”da bir değer
görmediğimi iddia etmek anlaınsı/dır. toplumsal ve söylemsel alan
içinde konuşulamaz ve temsil edilemezin yeriyle ilgili görüşüm,
bunu çürütür. Dilin toplumsal öncesi olduğunu da hiçbir zaman
iddia etmedim. Bir bağlamı neyin oluşturduğunu çözümlemenin
önemli ve zorunlu bir soru olduğu iddiasına da kesinlikle katılıyo­
rum. Bağlamların “verili" olduklarını düşünmüyorum ve on yıldan
fazla bir süredir çalışmalarımda buna karşı çıkıyorum. Bu yüzden,
felsefi olarak sağlam olmaktan çok coşku ifade eden eleştirilere ya­
nıt veremezsem, umarım bağışlanırım.
Bununla birlikle, aramızda, hegemonik yeniden eklemlenme
dinamizmini nasıl kavramak gerektiğiyle ilgili önemli hır tartışına
olduğunda ısrar etmeyi umuyorum. Açıkça 'toplumsal "m değersiz*
leştirilmesiııdcn endişe ediyorum ve siyasette her birimizin temsil
ettiği dilsel dönüın noktası, biçimci bir hale gelirse, VVitgenstein'ın
Felsefi Soruşturmalar'ıııdan önceki yanlışları tekrarlayacağımızı
düşünüyorum. Örneğin, sorulması gereken temel sorulardan biri­
nin. “somut toplumların, bizatihi somutluklarının asli özelliği olan
hareketlerden ötürü, kasıtlı olarak içi boş olan gösterenler üretme
eğiliminde olup olmadıkları" (E .L , s.213) sorusu olduğunu kabul
ediyorum; ama bu “ içi boş olma durumunun" en iyi biçimde na­
sıl düşünüleceği konusunda Laclau ile aynı görüşte değiliz. Ona
göre hu. bir gösterge kuramından türetilebilen genelleşmiş bir “ isi
boşluk tur. Göstergenin çözümleme birimi olması gerektiğinden
hiç emin değilim ve göstergenin, söylemsel pratiklerde yeniden
konumlandırılmasının gerekli olup olmadığını soruyorum. Daha­
sı, olumsuzu farklı anlıyorum ve llegele geri dönüp, olumsuzluğu
tarihsellik sorununun bir parçası olarak düşünüyorum.
İlk yazımdaki düşüncem, bu tiir biçimciliği tartışma konusu
yapmak için llegele yaslanmaktı; ama ¿iz.ek, llegel’in, kuramın te­
rimleri içinde tam olarak kavranamayan “ bir şey'iıı bizzat kuram
Dİ NAMIK SON U Ç U K 301

laştırmayı nasıl teşvik ettiğini gösterdiğini söylüyor ve hu harekete


geçirici "X"e işaret etmenin yolu olarak “Gerçck"i öneriyor. Bu yüz­
den görüşü bende bir ikilem yaratıyor; çünkü ortak işimize Hegel’i
en iyi biçimde nasıl dahil edeceğimiz açık değildir, '/.i/.ck için Hegel'e
dönüşün, şimdi aşkınsallık extinıilt figürüyle kendi yapısı içinde
köklü bir aralığa ya da çatlağa işaret ederken bile, kapsamı bakımın­
dan aşkınsal nitelikteki bir düşüıüimsellik kuramı sunması ilginç
bir ironidir. Bu yüzden '¿izek'in kuramında iş başında olanın gele­
neksel aşkınsallık olmadığını fark etmek önemli görünüyor. Kğer
biçimcilik, kendi yapısı içindeki bir aralık ya da çatlak tarafından
bozuluyorsa, bu. varlığı tarafından çatlatılan şeyle ilişki içinde kalan
bir aralık ya da çatlak mıdır? Başka bir deyişle, tamı tamına olum-
stızladığı şey tarafından tanımlanan belirli bir olumsuzlama inidir?
Yoksa -sanırım ¿izek'in de ısrar edeceği gibi- alanı içinde oluşan
her nesnenin koşulunu ve kurucu “ ilke’sini oluşturan şey, belirsiz
bir olumsuzlama, olumsuzlaınanın özgün gücü miidiir? Bana göre
Gerçek öğretisinin gerektirdiği gibi, bu olumsuzluğu belirsiz diye
okumak, onu belirli diye okumaktan çok farklıdır. Belirli diye oku­
mak, belli konuşamazlık türlerinin konuştukları söylemleri neden
ve nasıl yapılandırdıklarını sormamıza izin verir. Muhataplarımın
bıınu "ekonomik mevki'ye özyiı bir yorum saymalarından korku
yorum; ama söylemin tikel bir işleminin sistematik olmayan koşulu
olarak baştan reddedilmiş ve konuşulamaz olanı sorgulayabilmek
önemli görünüyor. Bu. özellikle, biçimselleştirilemeyen pratiklere
dayandıklarını kabul etmeyen biçimsel söylemler için doğrudur.
Ama siyasal hegemonya projesi, belki de. zamanla değişmiştir.
I.adau'nun “ yeni toplumsal hareketler" dediği şeye ilişkin radikal bir
soruşturmanın nasıl yürütüleceğini merak ediyorum ve bu görevi,
siyasal eklemlenmenin a priori koşullarının aşkınsal (tüm zaman­
ları ve mekânları kesen) çözümlemesiyle özdeşleştirmek istemem.
Toplumsal hareketleri okumak bana hâlâ oldukça zor görünüyor;
lıangi yorum pratiği zorunludur, özellikle bu hareketler ne zaman
tartışma götürmez bir biçimde yeni olamazlar, ortak bir yapıyı pay­
302 OLUM SALLIK. HEGEMONYA, EVREN SELLİK • KÜTLER.2l2EK. I.ACI.AU

laşıp paylaşmadıkları ne zaman tartışma konusu olur ve orlak bir


yapı ya da ortak kurucu koşul nasıl bilinebilir? Bu ortak koşul, eğer
görünürse, görüş alanına hangi hâkim noktadan girer ve söz ko­
nusu yorum nesnesini çerçevelemede ve oluşturmada hâkim nokta
hangi rolü oynar? ö yle görünüyor ki, tüm özdeşleşme süreçlerinin
kalbindeki bir "eksiğin" tüm kim lik projelerinin ortak koşulunu mu
oluşturduğu (dolayısıyla tüm “ yeni” toplumsal hareketlerin, kim lik
hareketleri olarak okunup okunamayacağını), yoksa "eksiği" bu tür
hareketlere onların tcmelci olmayan koşulu olarak atfeden yorum
pratiğinin m i bu hareketlerin oluşumunun ortak koşulu olduğu be­
lirlenmeye çalışıldığında, bu can alıcı bir soru haline gelir. Bu soru­
nun kendisi, görünüşe göre toplumsal hareketleri okumayı hedef­
leyen kendisinden kaçınılamayan görevin yorum boyutunu açığa
vurur. Eksiği hareketin kendisine atfeden kuram, atfedilen eksiğin
koşulu haline gelir; o zaman, neyin kuramın performatif işlevine
ait olduğuna ve neyin deyim uygunsa bizzat nesneye ait olduğuna
karar vermek zorunlu olur.
Burada bana öyle görünüyor ki, kuramcı, betimlemeye kaynaklık
eden konumlanmayla ilgili belli bir düşünümsel soruşturmaya gir­
melidir. Zira tüm yeni toplumsal hareketlerin bizzat özdeşleşmenin
koşulu olan bir eksik tarafından yapılandırıldığını iddia edersek,
bu iddiada bulunmak için bazı gerekçeler sunmak zorundayız. Bir
“eksiğin”, geleneksel ampirik çözümlemelerde belirecek bir tarzda
görünmemesi ve görünemeyenin görüntü alanını nasıl yapılandır
dığını değerlendirmek için belli bir biçimde eğitilmiş olmak zorun­
luluğu bu işi özellikle zorlaştırır. Dahası, “ yapı" çıplak gözle görül
mediği için, değişkenlerin olabildiğince sabitlendiği koşullarda bile,
kendinden emin vazetme dışında bir şey gerçekleşmek zorundadır
Yapı iddiası, alışılmış anlamda çıkarımsa! da görünmez. 11er şeyden
önce, I-aclau ve Mouffc’un Hegemonya ve Sosyalist Stratejide izle
dikleri yol. toplumsal hareketleri özgüllükleri içinde çözümlemek
vc sonra da, ön bir ampirik inceleme temelinde bazı ortak öğeler
türetmek değildi. Aynı şekilde (hatta daha katı biçimde) /.izek'iıı
DİNAM İK SONUÇLAR J03

prosedürü, belli çağdaş siyasal oluşumların, sözcelerin, sloganların


ve iddiaların, örnekledikleri kerteyi aşan bir mantık bakımından
nasıl aydınlatıcı olduklarını göstermektir. Tikel siyasal kerte, siyaset
bakımından a priori ya da daha doğrusu, siyasal alanın aşkınsal ko­
şulunu oluşturan bir yapıyı yansıtır. 1leın I^aclau hem ?.tfek için (ve
Chantal Mouffc'un en azından başlardaki bilimsel çalışmaları için)
kuramın tek işlevinin, siyasal eklemlenmenin a priori koşullarının
.ına hatlarını çizmek olduğuna inanıyorum. Bu nedenle, bu amaçla
Kanta başvurulmasını sorguladığım halde, doğru başlangıç nokta­
sının sonsal olduğunu iddia etmiyorum. Bana göre, Kaııtçı alterna­
tiflerin, buradaki tartışmayı çerçevelemesi gerekmiyor.*
Bu çözümlemelerin ampirik olanın vcrililiğiyle başlamış olma­
ları gerektiğini öne sürmüyorum; çünkü her ampirik betimleme
çabasının kuramsal olarak sınırları çizilmiş bir alanda gerçekleştiği
vc genel olarak ampirik çözümlemenin, bir soruşturma alanı ola­
rak kendi oluşumunun ikna edici bir açıklamasını sunamayacağı
konusunda onlarla aynı görüşteyim. Bu anlamda, kuramın, tam da
soruşturma nesnesinin tanımlandığı vc sınırlarının belirlendiği dü­
zeyde işlediğini ve bir yorum alanı içinde verili deyim uygunsa,
kendi görünüşünün ve okunabilirliğinin koşulu olarak kurama ve­
rili- olmayan nesnenin verililiğinin söz konusu olmadığını kabul
ediyorum. Aslında benim buradaki görevim, hegemonya çözümle
meşinin ya am pirik bir betimlemeyle, ya aşkınsal bir betimlemeyle
haşladığı sonucuna varırsak, bu tartışmanın törınülasyonunun te­
melden yanlış olacağını öne sürmektir. Tartışmayı bu şekilde kutup­
laştırmak hem gereksiz hem sınırlayıcıdır ve en önemlisi, kuramın,
her iki seçeneği de kesinlikle reddedecek şekilde eleştirel kullanım ı­
nı dışlayan bir ikilik üretebilir. Aslında, a priorinin sürekli a poste-
riorinin karşısına konulduğu tartışma durumunu, kavramsal alanın
baştan reddedilişiyle. yavan ikili karşıtlıklarla sınırlanmasıyla ilgili
hır şeyler gösteren bir semptom, yeni bir açılıma hazır bir semptom
olarak okuyabiliriz.
m OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • KUTl.KK.2l2EK.LACI.AU

Hu sorun, Zizek'in ikinci ya/ısında. Gerçek kategorisinin redde


dilmesinin zorunlu olarak ampirizmle sonuçlanacağına ilişkin kay­
gısını dillendirdiğinde tekrar ortaya çıkar. Tarih dışı bir simgesel
anlatımını tarihselleştirilmiş hır söylem nosyonunun karşısına koy­
manın. ¿¡zekin ve l.aclau’nun tutumlarına haksızlık etmek olduğu­
nu kabul ediyorum; ama bu karşıtlığı zayıflatmanın yolunun, tarih
dışını tarihselin içsel koşulu olarak vazetmek olduğuna inanmıyo­
rum. 2izek şöyle yazıyor: “ Tarih dışı bir Gerçek engeli ile baştan
sona olumsal bir tarihsellik arasındaki karşıtlık sahte bir karşıtlıktır:
Tarihsellik mekânını ayakta tutan, tam da simgeleştirme surecinin iç­
sel sının olarak “ıtarih dışı"engeldir" (S./., s.238). Her halde, bir ta­
rihsellik “ mekânı" ifadesini düz anlamıyla almamam gerekiyor; ama
zamansallığı ifade etmek için seçilen ifadenin, zamansallığı içeren
ve yadsıyan bir ifade olması çarpıcı görünüyor. Dahası, öyle görü­
nüyor ki, karşıtlığın üstesinden gelinmiyor, her tarihsclleşmenin iç
sel (değişmez) özelliği olarak atanıyor. Hu yüzden, bu görüşe göre,
her tarihselliğin merkezinde ya da çekirdeğinde tarih dışı vardır.
Zizek, kurduğumu düşündüğü bir dizi karşıtlığın iki diyalektik
evirtim ini daha sunuyor ve öyle görünüyor ki. ikisini de ele alına
ya değer; çünkü ortaya çıkacak olan şey, tutumlarımızın birbirine
uzaklığı ve yakınlığı olabilir. İlk önce şunu iddia ediyor: “ ¡Ejvrensel
lik kavramı, her tikel kültürün hiçbir zaman ve a priori nedenlerden
otürii kesinlikle tikel olmamasının, kendi içinde zaten/her zaman
'iddia ettiği dilsel sınırları geçmiş' olmasının sonucu olarak ortaya çı­
kar" (S.Z., s.240). Şu anlamda bu önermeyi kabul ederim: Herhan­
gi bir tikel kültür için öz-kimlik yoktur ve kültürel özerklik adiyi.»
diğer kültürlerden çitle ayrılan her kültür, başka yerde değilse bil*-
sınırında gerçekleşen kültür geçişleriyle kısmen bozulur. Evet, her
tikel kültür zaten/her zaman sınırı geçip başka bir kültürün alanına
girmiştir ve bizzat bu geçiş, her tikel kültür kavrayışı bakımından
özseldir (her tikel kültürün yıkıcısıdır). Bu formülasyomı evrensel
terimlerle (“ her kültür...") ifade etmekten memnun olmama kaı
şın, evrenselliğin a priori nedenlerle güvencede olduğundan pek
DİNAM İK SONUÇLAR 305

emin değilim. Fiilen aldıkları biçimler çözümlenmeden önce, her


kültürel özerklik projesinin parçası olarak gerçekleşen çeviriler ve
kirlenmelerle ilgili hiçbir şey saptananla/.. Aslında antropolojik en­
dişem şudur: A priori düzeyde bu tür iddialarda bulunulabiliyorsa
(o düzeye kim ulaşır ve o düzeyi tarif etme iddiasında olanın oto­
ritesini oluşturan nedir?), çözümleme, süreç içinde kültürel çeviri
okumalarını gereksizleştirir. Ne oldukları konusunda bir şey bil­
memize gerek yok; çünkü, görünüşte daha “altyapısal" bir düzey­
de onları zaten belirlemişiz. Herhangi bir özgül pratiği çözümleme
karşısında bu altyapı düzeyine öncelik vermekle, her türlü kültürel
çözümleme karşısında belli bir felsefi bakışa (M arx'ınki değil) da
ayrıcalık veririz.
Anladığım kadarıyla Zi/.ek'iıı formülasyonuııun ikinci sorunu,
siyasal bir görev olarak çevirinin normatif gücünü kurutmasıdır.
Çeviri. Z iic k 'in ifadesiyle, “ zaten/her zaman” gerçekleşiyorsa, bu.
herhangi bir siyasal önerinin gerçekleşmesinin ve emperyalist ol­
mayan koşullarda gerçekleşmesinin gereksiz olduğu anlamına gel­
mez mi? Zaten/her zaman alanını siyasal başarı alanının karşısına
koymak başka bir sahte karşıtlık olabilir, ama öyleyse, iki bakış açı
sını birlikte düşünebilmemiz gerekir. Başka bir deyişle, kültürel saflık
kurtulamayacağı bir bulaşmayla peşinen bozulduğuna güre, açık bir
kültürel karışma siyaseti üretmek için, bu karışma siyasal am açlar­
la nasıl harekete geçirilebilir? Benim inancıma göre, bu tartışmada
ortaya çıkan biçim cilik ile tarihselcilik arasındaki açık karşıtlıklar,
hu tur sorular, bizi kuramın değerini feda etmeden eylem çizgisini
belirleme sorununa geri götüren sorular sormaya başlayabilirsek,
daha yararlı olurlar.
Aynı şekilde. Zizek ikimizi iktidar konusunda da farklılaştırır.
İktidara odaklanan evrensellik formülasyonunu, evrensellik terim­
leriyle temsil edilmeden kalanların dışlanmasına dayalı olarak ele
aldığımı iddia ediyor. Buna Evrenselliğin "ötekisinin, “ kendisinin
daimi kurucu jesti“ (S.Z., s.241) olduğunu öne sürerek karşı çıkı­
yor. Birkaç paragraf sonra, buna açıklık getiriyor: “ İktidar ancak
J06 OI.UMSAI.I.IK. HEGEMONYA. EVRENSEM.İK . BUTLF.R. ZlZBK. LACLAU

bir kendinden uzaklaşma biçimiyle, kendi kaınnsnl normlarıyla


çalışma içinde olan inkâr edilmiş müstehcen kural ve pratiklere
dayanarak kendini yeniden üretebilir” (S.Z., s.242). Burada Zizek.
ortaya serdiği diyalektik evirtimin kapalı, olumsuz bir diyalektik­
le son bulduğu o paradigıııatik uğraklardan birini sunar. Müsteh­
cene karşı gibi görünen iktidarın kendisi, esas olarak müstehcene
dayanandır vc nihayetinde müstehcendir. Anladığını kadarıyla bu
karşı tutumun sorunu şudur: Temsil alanı içinde temsil edilmeyen
sorununa dönmez ve bu yüzden yanıtı, bu ciddi siyasal sorunun
onu ilgilendirmediği görüntüsü üretir. İkincisi, önerdiği diyalektik
versiyonu, çok zorlayıcı vc kısmen doğru olduğu halde, hiçbir ge­
leceğe kapı açmayan, kapalı kalan bir diyalektik kullanımı, iktidar
kimliğini karşıtını kucaklayacak şekilde genişleten, ama o kimliği
patlatıp yeni bir şeye dönüştürmeyen bir evirtim mantığı içinde
kalır. Anlamlı bir biçimde, daha sonra, “ karşı çıktığı[m] iktidarın
oyununa (...) yakalandığı'nu iddia ettiğinde, böyle bir suç ortak
lığının beniın için eyleyicilığin yıkımından çok koşulu olduğunu
düşünmez.
Hem Zizek, hem Laclau siyasal strateji olarak yemden anlamlan­
dırmanın sınırlarına işaret ediyor ve yeniden anlamlandırmanın
tek siyasal strateji olamayacağını iddia etmenin kesinlikle doğru
oluğunu düşünüyorum. İşe bakın ki, böyle bir iddiada hiç bulun­
madığıma inanıyorum! Ama Zizek’in hem Ladau’ya hem bana ser
/.enişi şudur: “ Yeniden anlamlandırmaya bir sınır koyan bugünün
Gerçeği, Sermayedir* (S.Z., s.248). Sanırım bu, "Gerçek” nosyonu
nu kullanmanın kendine özgü bir yoludur; elbette, “ Sermayenin
l.aclau ile benim kullandığımız söylemler içinde konuşulamaz hale
geldiğini iddia etmiyorsa. Ama eğer “ Serm ayenin söylemlerimizin
sınırını temsil ettiğini söylüyorsa, o zaman -burada “ mantıksal“ m
teliği bağışlayın- benim söylemi yapılandıran ıncvcudiyetsizJiklerlr
ilgili kuramımı, bu mevcudiyelsizliklerin bizzat söylemle ilişki içııı
de tanımlandıklarını ve her kertede, her tarihselleştirilmiş alanı bi/e
veren tarih dışı bir “engeT’den türetilemez olduklarını onaylıyor. Nr
DİNAM İK SONUÇLAR Î07

var ki, Butlercı “Gerçek” kullanımını bir tarafa bırakan Zi/ek, iyi bir
noktaya değinir: Bu sayfalarda bir piyasa ekonomisi eleştirisi bulun­
madığına. Ama kendisi ile böyle bir eleştiride bulunma/. Neden?
Bana göre çalışmalarımız, daha radikal bir biçimde yeniden yapı
lundırılmış bir dünya, şu anda olduğundan çok daha radikal biçim­
lerde tasarlanan ekonomik eşitliğe ve siyasal özgürlüğe sahip olacak
bir dünya arzusu tarafından güdiılenmektedir. Ama inanıyorum ki,
bize sorulması gereken soru yerli yerinde duruyor: Siyaset alanıyla
ilgili felsefi yorum ile siyasal yaşamın yeniden tasarlanması arasında
çevirileri nasıl yapacağız? Bu, kuşkusuz, biçimcilik ile tarihselcilik
arasındaki, görünüşte a priori ile a posteriori arasındaki karşıtlığı
üretken ve dinamik kılacak türden bir sorudur. Şöyle bir yanıt ve­
rilebilir: Herhangi bir ekonomik eşitlik nosyonu daha genelleşmiş
bir eşitlik anlayışına dayanacaktır ve bu. bu tür bir çalışmayla sor­
gulanan şeyin parçasıdır. Ya da köklü bir biçimde dönüştürülmüş
bir ekonomik ilişkiler geleceğine ilişkin herhangi bir nosyonun, bir
geleceklik (futurity) nosyonuna dayanacağı ve gelecekliğin, burada
ilgilenilen şeyin parçası olduğu yanıtı verilebilir. Ama bu tür ya­
nıtlar. sorulan sorunun yanıtının yalnızca bir parçasıdır. Ekono­
mik eşitlik olunca eşitlik nosyonuna ne olur? Ekonomik bir gelecek
olunca, gelecek nosyonuna ne olur? Ekoııomik'i basitçe, olanaklılık
koşulları a priori bir düzeyde düşiinülcbilen tikel alan olarak "dev­
reye sokma'Ynalıyr/.. Belki de bizzat ekonomik alanı soykütükscl
bakımdan yeniden düşünmek gerekir. Örneğin, antropolojideki ya­
pısalcı mirasların ekonomik'i kültürelden ayırmalarını, bu alanların
ayrılmasının bizatihi sermayenin bir eseri olduğunu iddia edenlere
karşı yeniden düşünmek gerekir.
/.iiek'in tarihseldi iğe karşı duruşunu izlemek benim için her za­
man kolay değil: bunun nedeni, belki de, terimin dolaşımının, için­
de çalıştığım akademik ortamda özgül anlamlara, herhalde onun
konumundan bakıldığında aynı olmayan anlamlara sahip olması­
dır. Ziiek. yapısökıimü, tarihselciliği ve Kültürel Çalışmaları aynı
safta görür -A BD ’de Lynne Chcncy ve Roger Kimball gibi tutucu
m OI.UM SAİ.UK. HF.GKMONYA, e v re n s e i.u k • IU.'TLER.2l2EK. la c i.a u

entelektüellerin adet edindikleri bir hareket. Bu girişimler üzerin­


den ve onlara karşı, felsefenin değerini yeniden hissettirir. Yapısö-
küm, tarihselcilik ve Kültürel Çalışmalar pratiklerini, çeşitli kül
türel biçimlerin üretildiği olumsal üretim koşullarını açığa vurma
projesine adanmış sayar ve üretimin soykütüğünün araştırılmasını,
daha temel bir araştırmanın, biçimin doğruluk-değeri ve ontolo­
jisini araştırmanın yerine geçen ya da daha doğrusu onu silen bir
araştırma olarak anlar. Bu ayrım ı kabul edeceğimden ya da Ztfck’in
betimlemeye çalıştığı akademik düzene uygun olduğundan emin
değilim. Zizek, “ Hiper-özdüşünümlü yaklaşımın (...) 'Şeyler ger
çekte nasıldırlar?* sorusunu peşinen kınadığım" yazar (S.Z., s.258)
ve bu kayba hayıflanıp, evrenin yapısıyla ilgili bir şeyler anlamaya
bağlılığının devam ettiğini ilan eder.
Şeylerin nasıl olduklarının “ hakikatini" bir şekilde sunmak ge­
rekiyorsa -gerçekten, hakikat bir sunumun dışında asla görün­
müyorsa- o zaman, öyle görünüyor ki, hakikati, onu olanaklı k ı­
lan retoriksellikten ayırmanın bir yolu yoktur. Aslında bu, hiçbir
yerde Zizck’in kendi çalışmasında olduğundan daha açık biçimde
gösterilemez. Savlamaların, formüllerin, anekdotların, diyalektik
gösterimlerin kullanım ını düşünün. Bunlar, doğruluk-değeri reto­
rik söylevden ayrılabilir olan bir hakikati ileten “ekstra" süsler de­
ğildir. Retorik de. açığa vurduğunu iddia ettiği hakikati inşa eder
ve Z iie k ’iıı söyleminin bu metaleptik işlevi, en çok. açılmadan kal
dığında, temsilin “saydamlığı” en dramatik biçimde üretildiğinde
etkili olur. Bu iddiada bulunmak, hakikat yoktur ya da hakikat bir
aldatmacadır ya da retoriksel bir numaranın etkisidir demek değil
dir; yalnızca neyin doğru olduğunu söylemek ya da anlamak için
esas olarak dile bağımlı olduğumuzu vc söylenenin (ya da bir çok
durumda temsil edilenin) doğruluğunun, söylenişten ayrılamaz ol
duğuııu söylemektir. Zizek yapısöküınü, sanki soruşturduğu kav
ramlar yapısökümleri nedeniyle konuşulamaz olmuşlar gibi, bu
yöntemin görünür yasakları ışığında tanımlar. Burada öyle görü­
nüyor ki, Derrida, Spivak ve Agamben tarafından farklı biçimlet
DİNAM İK SONUÇLAR WW

dc geliştirilen ve şimdi yaygın biçimde dolaşımda olan “ohımlayıcı


yapısökünVTı görmezden geliyor. Belli kavramların ortaya çıktığı
söylem koşulları vardır ve bunların bağlamları kesen yinelenme
kapasiteleri, olumlayıcı bir yeniden yazmanın koşuludur. Dolayı­
sıyla sorabiliriz: Görünürde hümanizm karşıtı bir kuramda “ insan"
ne anlama gelebilir? Aslında sorabiliriz ve sormalıyız: Hümani/ın
sonrasında insan ne anlama gelebilir? Ve kuşkusuz Derrida hakikat
sorusunu sormaktan vazgeçmezdi, söz konusu hakikatin ne olduğu
onu ortaya çıkaran sorudan ayrılamaz olsa da. Bu hakikat yoktur
demek değildir; yalnızca hakikat ne olursa olsun, bir şekilde, belki
ses düşümüyle ya da suskunlukla, ama kesinlikle okunması gereken
bir şey olarak sunulacak demektir.
Aynı şekilde, siyasallaşmanın a priori koşullarını ikna edici bi­
çimde sunma çabası, daha öncc hizmetinde olduklarından farklı bir
iddiada bulunan ikna tarzlarına dayanacaktır. Bu yapı tarif ediliyor,
bu yapının hakikat olduğu öne sürülüyor, şeylerin gerçekteki olma
biçimi olduğu ilan ediliyor, işleyişi örneklerle gösteriliyor, filin, şaka
ve tarihsel anekdot okumalarında geliştiriliyor. Bu türden retoriksel
araçlarla sunulan hakikat, bizzat araç tarafından bulaşık hale geti­
rilir; bu yüzden aslında saydam bir hakikat olarak görünmez ve dil
de, onu ileten boş bir kap olınaz. Dil yalnızca ilettiği hakikati inşa
etmekle kalmaz, niyet edilenden farklı bir hakikati de iletir ve bu,
dille ilgili, dilin siyasetteki aşılaınazlığıyla ilgili bir hakikattir.
310 O LUM SALLIK. HHGHMONYA. EVREN SELLİK . BUTI.ER. 2l2EK. LACLAU

Notlar
1. Aristoteles, Nicomachcan Ethics. çev. M anin Ostwald. Indianapolis. IN : Babbs-
M errill 1962. s. 162. [Nikomakhos'a Etik . çev. S ail'd Babtir, liilgesu Yay.,
Ankara. 2007|
2. Marx-Engeb Reader, cd. Robert Tuckcr. New York: Norton 197X içinde, s.
9-11.
3. Bk/. Jm liili linder. “ Poststnıcturalism ;ınd Posim anKm ." Diacritks 23.4 (K ış
1993). 3-11.
4 lik/.. M ary Poovey. A History o f the S h tlem Fact: Prvblents o f Knowledge in
the Sciences o f Wealth and Society, University o f Chicago Press. Chicago 1998;
Sylvia Junko Yanngisako. TrantfomUng the Past: Tradition and Kinship Among
Japanese Americans, Stanford University Press. Stanford. 1985. s 1-26; Pierre
Clastrcs, Society' Agonist ıhı' State, çev. Robert Murlcy. New York /one Books
19X7 [Dexlete Karşı Toplum. çev. Mehmet Sert. M Nedim Demırtoş. Aynnlı
Yayınlan 19911.
5. Bu sorunun başlangıcı, l.cvi-Strauss'un ensesi tabusu tartılmasında görülebilir,
Dem da'nın “ Süuclurc. Sign, and Play in the Discourse of Ihc Human Science«’*
la (Writing and Difference içinde. çev. Alan Bass, University o f Chicago Press
Chicago. 1978. s. 27X-94 (İnsan Bilim lerinin Söyleminde Yapı. (iiKtcr\»c vc
O yun", Toplumbilim Dcrrida Û /el Sayısı, sayı: 6. İstanbul. 1996)) ele aldığı
bir muhakeme. L<Svı-Strauss. ensesi tabusunun ne kültürel öncesi, ne kültürel
olduğunu, dû/enli olarak kültürel öncesini kültürele dönûşlürvn bir mekâni/mayı
anlam lını Öne sürer, linsest tabusu "yapısal" olduğu tavikle, kültürel öncesi hır
/amana ya da mekâna kolayca yerleş iri İçmese de. bildirdiği olumsal kültürel ya
da toplumsal örgütlenmelerin parçasıdır.
6. Piene Bourdicu. The Ia > kh o f Practice, çe\. Richard Nice. Stanford. Stanford
University Press. 1990.
7. Bk/ Charles Taylor. “To Follow a Rule .. .** Bourdien: A Critical Ranter içinde,
cd. Richard Shustcrman. Basil Blackw ell. Londra. I W . s. 2‘>-44.
X. özgürlüğün eleştirel sorgulanmasında Kantçı çözümlemeye önemli bir yer
görüyorum ve açıkça aldaki ya/ı tan ndan çok. Critique o f Judg^menC'mSc
en yararlı biçimde açıklandığını dft$ûnüyurum. B u ^ k lıd c Kant*ın ö/gûrlGk
kuramına yakınlığım ı bana gösterdiği için D nıcilla C orncll'c borçluyum, lik/
Drucılla Cornell. "Response to Brenkman.*' Critical Inquiry, 25.1 (Ciû/ 1*W9).
Evrenselliği İnşa Etmek
Ernesto Laclau

Bu kitaptaki görüş alışverişimizin şaşırtıcı bir özelliği, önemli


örtüşınelerin farkına varılmasını önlemeyen- bazı ciddi anlaşmaz­
lıklara karşın, genel düzeyde konumlarımızı ayıran sabit bir sınırın
ortaya çıkmamış olmasıdır. Bunun nedeni ne anlaşmazlıkların, ne
örtüşınelerin aramızda bir ittifakı olanaklı kılacak biçimde tutarlı
bir anlama ulaşmasıdır. Lacancı kuramın savunulmasında kendi­
mi Bııtlcra karşı Z iie k ’in yanında, yapısÖkümün savunulmasında
¿izek'e karşı Butler’ın yanında buldum; Butler ile Zizek de Hegel’in
savunulmasında bana karşı yan yana durdular. Paradoksal bir bi
çimde, ittifak oluşumundaki bu açmazın, diyalogumuzun ana ba­
şarılarından biri olduğunu söylüyorum -yalnızca, bugünün ente­
lektüel iklim inde, farklı görüşler savunan insanlar arasında saygılı
düşünce alışverişi pratiğinin, en hafif biçim iyle söylemek gerekirse,
nesli tehlikede bir tür olduğu için değil, aynı zamanda bireysel an­
laşmazlıklara karşın ortak bir alan ya da sorunsal inşa etmek, dog­
matik bir biçimde birleşik bir “ortodoks” söylem inşa etmekten çok
daha büyük bir başarı olduğu için de.
Bu üçüncü ve son müdahaleyi, önceki iki denememde tanıttığım
bazı kuramsal kategorileri açmaya ayırmak istiyorum; dolavısıv
la, bu kategorilerin kim i asli boyutları daha ayrıntılı araştırılıyor.
Bunu yapma sürecinde, iki muhatabımdan farklılıklarım ı daha faz
la kesinleştirebilecek ve bazı durumlarda, onların çözümlemeleri­
ni kendi kuramsal çerçevemle kısmen bütünleştirebileceğim. Ama
»12 OLUMSALLIK. HEGEM O NYA.EVRENSELLİK • BU TLER.2I2F.K. LACLAU

bundan öncc, ikinci müdahalelerinde bana yönelttikleri bazı yeni


eleştirileri yorumlamak istiyorum.

Farkları ifade etmek


I.açandaki Gerçek sorunuyla ilgili duruşumu, önceki iki müda­
halemde açıkladım ve ekleyeceğin fazla bir şey yok. Butler, ilk de­
nememde muhakemesine yönelttiğim itirazlara aslında yanıt ver­
meyip. yalnızca ilk tutumunu yeniden ifade ettiği için, daha fazla
tartışmaya gerek olduğunu sanmıyorum. Anlaşmadığımızı kabul
etmeliyiz. Bununla birlikte, ikinci denemesinin başka boyutları var
vc ben o boyutlara dayanarak bu meselenin peşinden biraz daha
ilerlemek istiyorum.

/. M antık, gramer, söylem ve simgesel


Butler, baştan anlaşıldığı üzere, kendi yazısını benim ikinci ya­
zımı okumadan yazdı; o yazımda, onun yeni denemesinde günde­
me getirdiği birkaç konuyu açıklamıştım. Yine de, muhakemesinin
farklı evrelerine bire bir yanıt vermeme izin verin.
(a ) Mantık. Butler şöyle yazıyor.

Lıclau'nun kcııdi toplumsal ilişki çözümlemesinin “mantıksal"


statüsünü tanımlama tarzını ele aldığımızda, hu konuda oıuınla
farkımın açıklık kazanacağına inanıyorum. Şöyle yazıyor: "Hlbctte,
biçimsel mantıktan, hatta genel bir diyalektik mantıktan söz etm i­
yoruz; ‘akrabalık mantığı.’ ‘piyasa mantığı' gibi ifadelerdeki ortıik
fikirden söz. ediyoruz' (...) Kdindiğiın izlenim, mantık, gramer,
söylem ve simgeseli bu şekilde hir araya getirmenin, dil felsefe­
sindeki. bunlar üzerine temellenen muhakemeleri etkileyecek bir­
çok meselenin atlanmasına neden olduğudur. Örneğin, toplumsal
bir pratiğin mantığını o pratiğe ilişkin gramerle özdeşleştirmek
sorunlu görıiııüyor: sadece gramerin, VVittgensteiıı'ın işaret etti­
ği gihi. hiçbir sal mantıksal çözümlemenin açığa çıkaramayaca­
ğı, kullanıma dayalı bir dizi anlam üretmeye yönelik işliyor oluşu
EVRENSFJ I.IOI İNŞA ETM EK 313

nedeniyle bile. Aslında, erkeıı Witlgenstein'dan geç VViltgenstcina


harekel, <,oğu kez, mantıksal bir dil çözümlemesinden uzaklaşıp
kullanımın gramere yönelme olarak anlaşılır.

Bu pasajda Wittgensteina yapılan gönderme yersizdir. Dahası:


Benim metnimden aktardığı pasaj dikkatli bir biçimde okunarak
Butler’ın muhakemesi çürütülebilir. Wittgenstein ilk çalışmaların­
da “ m antıksan söz ederken, Frege ve Kussell'ın gerçekleştirdiği gibi
önermelerin mantıksal çözümlenmesini anlatmak istiyordu yani
olası bir dilin mantıksal temelleriyle, daha sonra vazgeçtiği bir pro
jeyle ilgileniyordu. Şimdi, benim metnimin saptamaya çalıştığı sınır
çizgisi tam da budur: Olası her dilin temellerini saptayacak genel
bir mantık düşüncesini önemsemez: aksine, mantıkların bağlam -
bağımlı olduklarında ısrar eder -içine girilen dil oyununa bağımlı
piyasa, akrabalık ve benzeri. YVittgenstem’ın Felsefi Soru f i urmatarda
kesin bir biçimde öne sürdüğü gibi:

Zamansal ve mekânsal dil görüngüsünden söz ediyoruz, zamansal


olmayan, mekânsal olmayan bir fanteziden değil... Ama. oyunun
kurallarını ifade ederken, fiziksel özelliklerini betimlerken değil,
satrançtaki taşlardan so/ eder gibi dilden söz ederiz. "Bir sözcük
gerçekte nedir?" sorusu. "Satrançta bir laş nedir?” sorusuna ben
zer.1

F.vet, satrançtaki oyun kurallarına, ben satranç oynamanın man


tığı diyorum. O tikel dil oyununa saf içseldirler ve herhangi bir a
priori temele dayanmazlar. Siyasal terimlerle ifade edersek, her he
gemonik oluşumun, onun içinde oynanması olası olan dil oyunları
toplamından başka bir şey olmayan kendi iç mantığı vardır.
(b ) Gramerler, m antıklar ve söylem
Bununla birlikte, Butler’ııı benim metnimi yanlış okuması, ona
gorc benim belli belirsiz kullandığım dört terim (mantık, gramer,
söylem ve simgesel) arasındaki ayrım ı daha da kesinleştirmeme
olanak veriyor. İlk önce, bana ait olmayan, Lacancı bir terim olan
ve benim tarafımdan kullanılması, "kültürel bir çeviriden başka bir
314 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK . BUTLER. 7.I2EK. LACLAU

anlama gelmeyen “sim gesen bir larafa bırakalım. "Gram cndcn, ti­
kel bir “dil oyunıTnu düzenleyen kurallar kümesini (VVittgenstein’ın
örneğinde satranç oynamanın ne olduğunu tanımlayan kurallar
kümesini) anlıyorum. “ Mantık"tan da. o kurallar sisteminin fiili
işleyişini olanaklı kılan kendilikler arası ilişkiler tipini anlıyorum.
Gramer yalnızca tikel bir dil oyununun kurallarının ne olduğunu
bildirirken, mantık farklı bir soruya yanıt verir: Bu kuralları olanak­
lı kılmak için kendilikler nasıl olm alı? Örneğin “ yansıtma" ve “ içe
atma” gibi psikanaliz kategorileri, mantığı, fiziksel ya da biyolojik
dünyada etkili olanlardan farklı olan süreçleri varsayar. Kuramsal
biyolojiyle ilgili yazılarında François Jacob, “canlıların mantıgrndan
söz ederken, “ mantık" terimini, tamı tamına benim kullandığım
anlamda kullanıyor. Başka bir şekilde ifade edersek: "Gram er” her
zaman varlıksaldır; "mantık” ise varlıkbiliınseldir. Ya “söylem"?
Butlcr'ın çok iyi bildiği gibi -bu. üzerinde ısrarla durduğu vc benim
de ısrarına katıldığım bir konudur- tikel dil oyunlarını düzenleyen
kurallar, kuralların uygulanma sürecinde etkili olan toplumsal ey­
lemleri tüketmez. Kurallar uygulanırken bükülürler ya da dönüştü­
rülürler. Derridacı “ yineleme" nosyonu, YVittgensteincı “ bir kuralı
uygulama" nosyonu -hatta Butlcr’ın "parodik performanslar" nos­
yonu- bu bükıilme ya da dönüşme olanağını varsayar. Bu olanak
olmasaydı, hegemonik kaymalar olanaksız olurdu. Bizim "söylem"
dediğimiz şey, kurallar toplamı ile bu kuralları uygulayan/çarpıtan/
bozan eylemlerdir ve tikel dil oyunlarına değil, çok sayıda dil oyunu
arasındaki etkileşime/eklemlenmeye -YVittgenstein’ın “ yaşam biçi­
mi” dediği şey- işaret ederken, “söylemsel bir oluşum "dan söz edi­
yoruz. Görebildiğimiz gibi, bir gramerden beklenen iç tutarlık ile
söylemsel bir oluşumdan beklenen iç tutadık farklıdır. Bir kurallar
sistemi, ideal olarak, sistematik olma eğilimindedir. Bıı sistematik
idealin ulaşılamaz olması -zira Lacancı dilde “simgesel düzende
ki büklümler” dediğimiz şey her zaman olacaktır düzenleyici bir
düşünce olarak sistematiklik idealinin bir gramerde tam olarak et­
kili olmasını dışlamaz. Söylemsel bir oluşumda bu sistematiklik.
EVREN SELLİĞİ İNŞA ETM EK 315

düzenleyici bir düşünce olarak bile yoktur; çünkü kuralları bozan


ve çelişkili yönlere büken hcgemonik ycniden-eklemlcnmcleri ve
antagonizmalan kendi içine almak zorundadır. Söylemsel bir olu­
şumun sahip olabileceği tutarlık, ancak hcgemonik bir tutarlıktır ve
aslında, hegcmoııik mantıklar söylemsel oluşumlar düzeyinde tam
etkili olurlar.
(c) Foucault
Butler şöyle yazıyor: "Gram er nosyonu, Foucault'nun geliştirdiği
ve I.aclau ile Mouffe'uıı Hegemonya vc Sosyalist Stratejide aynntı-
landırdığı söylem nosyonuyla tam olarak ört üşmez" (J.B., s. 192).
Bu, olgusal bir yanlıştır. Mouffc ile benim o kitapta geliştirdiği
m iz “ söylem” nosyonu, Foucault’nun sunduğundan çok farklıdır
Foucault'nunki, söylemsel ile söylemsel olmayan arasındaki, biziın
reddettiğimiz bir ayrıma dayanır- ve bu nedenle Foucault’yu açık­
ça eleştirdik. Dahası, Foucault’nun çalışması benim yaklaşımımı
çok sınırlı etkilemiştir ve yalnızca çok sınırlı bir yakınlık duyarım.
Butler’ın “ bir söyleme,’ bir gramere ya da mantığa denilebileceği
gibi, durağan bir bütünlük denilip den ilemeyeceği belli değildir”
(J.B., s. 192) belirlemesine gelince, ona tamamen katılıyorum -sa­
nırını, yukarıdaki paragrafta takdim ettiğim ayrımlar, bu konudaki
tutumu yeterince açıklıyor. Son olarak Butler kesin bir biçimde şunu
öne sürer: Foucault için “ tüm söylemsel oluşumları vurgulayan bir
lek eksiğe ya da bir tek yapıya başvuru da yoktur. Bu anlamda, hete
rojenlikteki sürgünlüğümüz, dönülmezdir" (J.B., s.193).
Foucault’nun tutumunun uygun bir betimlemesi olsun ya da
olmasın, bu son ifadeyi bazı koşullar olmadan kabul edemem.
Butler'ın kaçanın tutumuyla ilgili yorumunu bir tarafa bırakalım.
Tüm sorun, bu “ heterojenlikteki sürgünü kafamızda nasıl canlan­
dıracağımız etrafında dönüyor. Eğer bu, bakış açımızın “süper-sert
bir aşkııısallığa" sahip olmadığı ve sııb spccıc aeternitatis' yasa koya­
mayacağı demekse, buna tüyeceğim bir şey olmaz. Ama Butler için

Sonsuzluğun bakış acısından |c.n.|.


316 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTLER. 2l£EK, I.ACLAU

farklı bir anlamı olduğundan kuşkulanıyorum; yani geçici geçerli­


liği belli bir kültürel bağlamın ötesine uzanan herhangi bir ilkeyi
ya da kuralı saptamanın olanaklı olmadığı. Eğer kastettiği buysa,
"sürgün"le ilgili ifadenin yanlış olduğunu düşünüyorum -çünkü,
her şeyden önce, ne Foucault, ne Bııtler. aslında ne de adına la­
yık herhangi bir kuramcı, tikel bir bağlam için geçerli olanlardan
daha geniş bazı kategoriler olmadan çalışamaz. l-'oucault. Bilginin
Arkeolojisinde nesnelerden, telalfuz kipliklerinden, kavramlardan,
stratejilerden ve benzerlerinden söz ederken, açıkça, bu kategori
lerin geçerlilik alanını tikel bir kültürel bağlamla sınırlamıyor. Sa­
nırım burada, bir yanda konuşmacının telaffuz konumunun olum­
sallığı ve bağlam bağımlılığı ile diğer yanda, kendi kategorilerine
atfettiği uygulanabilirlik kapsamı (pekâlâ “evrensel” de olabilen bir
kapsam) birbirine karıştırılıyor. Ama, önceki denememde öne sür­
düğüm nedenlerden ötürü, önermelerin geçerlilik kapsamının bu
kadar keskin bağlamsallaştıı ılınası. Butler için kendi kendini bal­
talayıcı olur; çünkü bu durumda bağlamları saptamak zorunda ka­
lırdı; aşkınsal a priori geçerliliği olmak zorunda olan bağlam-üstü
bir söylemle yapabileceği bir şey. Tarihselcilik için seçenek açıktır:
Ya telaffuz yerini tarihselleştiririz -ki, önermelere atfedilen evren­
sellik” derecesi hakkında bir şey söylemez- ya da bu dereceyle ilgi­
li yasa koyarız -ancak telaffuz konumunun aşkınsallaştırılmasıyla
yapılabilen bir şey. Sanırım, benim tarihselciliğim Butler'ınkinden
daha tutarlıdır.

2. Entelektüeller
Butler, olumsal evrenselliğin siyasal dolayımı ve temsil ilişkile­
rini kurucu bir biçimde gerektirdiği konusunda benden alıntı yap­
tıktan sonra, "bu sonuncusu yalnızca entelektüelin dolayım kurucu
bağ rolünü zorunlu kılmakla kalmaz, bu rolü mantıksal çözümleme
rolü olarak da niteler" «ler. Sonra da ekler:

Entelektüelin bu tür hareketlerin çok uzağında olabilcccğinc inan­


mamama rağmen. Angda Davis’in çalışmalarında vc şahsında
rVRENSF.ll.l61 İNŞA ETMEK 317

modelin çağdaş dolaşımına saygı duysam da, Gramsci’nin “or


ganik entelektüel" nosyonuna geri dönebileceğimden emin deği­
lim. Ama bu konuda ondan yanayım: Entelektüelin rolünün, yeni
toplumsal hareketleri entelektüel soruşturmanın nesnesi olarak
almak ve söz konu.su mantığın eldeki görüngülere uyup uymadı
ğım görmek üzere iddiaların kendisini Hilen araştırmadan, kendi
iddia-oluşturına çalışmasının mantıksal özelliklerini bu hareket­
lerden türetmek olduğunu düşünmüyorum (J.B.,8.190).

Bu pasaj yalnızca tutumumun şaşırtıcı ölçüde yanlış anlaşıldığını


göstermekle kalmıyor, Butler’ın(iram sci'deki“organikeiUelektüerin
anlamını da aslında kavramadığını da gösteriyor.
Gramsci'yle başlayalım. Gramsci için “organik entelektüel,” kav­
ramların mantıklı çözümleyicisinden başka bir şey değildi. Bir
grubun hegemonya inşasında özsel bileşen olarak ifadelendirme/
eklemleme pratiğiyle uğraşan biriydi -sendika örgütçüleri, farklı
türden teknisyenler, gazeteciler ve diğerleri. Gramsci’ye göre or­
ganik entelektüellerdi ve onları geleneksel "büyük" entelektüel­
lerin karşısına koyuyordu. Entelektüellerin statüsü sorunu İkinci
Enternasyonalde, (izcilikle Avusturya Marksizmiııde çok tartışıl­
mıştı; Adlcr, bu konuda Kautsky’nin sosyolojiciliğiııden kopan ve
bir ölçüde Grarnsci'nin habercisi olan tutumlar ortaya koyan Sos­
yalizm ve Entelektüeller adlı bir kitap yazdı. Ele aldıkları sorun
çoğunlukla şuydu: Sosyalizm işçi sınıfından kendiliğinden ortaya
çıkmıyordu; sosyalist entelektüeller tarafından işçi sınıfına tanıtıl­
malıydı (M arx’ı anımsayın: Felsefe, proletaryada maddi silahları­
nı, proletarya da felsefede tinsel silahlarını bulur). Ana kuramsal
güçlük şuydu: Pek çok sosyalist entelektüel küçük burjuvaziden
geldiği göz önüne alındığında, bir sınıf (işçi sınıfı) bakış açısı nasıl
korunur? Entelektüeller sorunu, aslında, Marksist kuramsallaştır­
ma içinde sınıf itıdirgcmcciliğinin sınırlarını bulduğu ilk sorundu
m illiyetçilikle birlikte. Ne var ki, durum o kadar dramatik değildi;
çünkü pek çok Marksist, devrimci öznenin oluşumunun, kapitalist
gelişmenin acımasız yasalarının sonucu olacağını ummaktaydı ve
M# OIAJMSA1.1.1K. HF.GI MONYA. F.VRF.NSFi.l.lK • BUTLER. ?lZ l K. I.ACLAU

dolayısıyla entelektüel/ideolojik dolayım, ihmal edilebilir olmasa


da, olası etkileri oldukça sınırlı bir dolayım olarak düşünüldü. Ama
Gramsci için durum tamamen farklıydı. Ona göre, hegemonik ko
lektif bir iradenin inşası, herhangi bir altyapısal hareket yasasının
zorunlu sonucu olmayan siyasal inisiyatiflere bağlıdır. Bu anlamda,
olumsal siyasal inşanın kapsamı biiyiik ölçüde genişledi. Sonuç ola
rak bu. bir yanda, hegemonya inşasında entelektüel işlevin rolünü
arttırdı; diğer yanda bu işlevi, entelektüelin geleneksel olarak özdeş
leştiği grupla ya da kastla sınırlandırmanın olanaksızlığına yol açtı.
Itu genişlemiş entelektüel kavrayışına dediğim gibi, şimdi sendika
örgütçülerini, teknisyenleri, gazetecileri ve diğerlerini kapsıyordu;
bugün bunlara, sosyal hizmet uzmanlarını, film yapımcılarını, bi
linç yükseltme gruplarını da kolayca ekleyebiliriz- Gramsci “orga
ııik entelektüeller" dedi.
Siyasal dolayımı ve temsil ilişkilerini gerektiren olumsal bir ev
tensellik derken, aklımda, hegemonya inşasında entelektüel role
ilişkin bu genişlemiş nosyon vardı. Elbette, bu entelektüel dolayım
rolünün mantıksal çözümleme rolü olduğunu, bu kadar gülünç bir
şeyi hiçbir zaman yazmadım. Arkadaşım ludith'i, çalışmalarımda,
böyle bir saçmalığa uzaktan da olsa yaklaşan bir tek cümle bulmaya
davet ediyorum. Bir felsefeci olarak siyasal rolümü kafamda nasıl
canlandırdığım, farklı bir konudur. Bu alandaki yaklaşımımı “ kav
ramları mantıklı çözümleme” olarak nitelendirmek de -ki, beni bir
tür mantıksal pozitiviste dönüştürecek bir yanlış temsil olurdu;
ama çalışmalarımda, iktidar ilişkilerini meşrulaştırmak için, olum
sal bir biçimde eklemlenen toplumsal ilişkilerin “doğallaştırılması
m" sağlayan retoriksel vc söylemsel aygıtları geniş bir biçimde ele
aldığım doğrudur. Bu iş, analitik felsefi gelenekteki salt mantıksal
kavram çözümlemesinden çok uzaktır ve bunun entelektüel ve si
yasal yerindeliğini savunmaya hazırım. Halta sormak isterim: Bu,
Judith Butlenn entelektüel projesinin de merkezi bir bileşeni değil
midir?
EVRENSELLİĞİ İNŞA ETMEK 319

Bııtlcr, benim yaklaşımımla ilgili, yorumlamak istediğim başka


noktalara da değinir; ama bu noktalar onıın yanlış anlamalarından
kaynaklanmadıkları ve bunları oldukça yerinde ve ilginç -ve evren­
sellik ile tikellik arasındaki ilişkiyle ilgili modelimle kolayca bütün
leştirilebilir- bulduğum için, daha sonra ele alacağım.
Şimdi Zizek’in eleştiri noktalarına geçiyorum.

/. Ufuklar üzerine
Zizek okurun dikkatim şuna çeker:

l.a tlau ile İk ille r in eski *özcii" M arksizm i eleştirilerinde b ir ö n ­


cü ller küm esini sessizce k.ıbııl etm eleri, bunu gösterm iyor nuı?
Kapitalist piyasa ekonom isinin ve liberal-dem okratik siyasal reji­
m in esaslarını asla sorgulam azlar; tam am en farklı b ir ekonom ik
siyasal rejim olasılığım atla tasavvur etm ezler. Bu şekilde, ‘ post-
m odem " Solun bu sorulan terk etm esine ta/nanıeıı katılırlar:
Ö n erd ikleri tüm değişiklikler, bu ekonom ik siyasal rejim in ıçııule
d eğişikliklerd ir (S./.., s.248).

Okur, bıı deffrimci pasajın yansıttığı nail' kendini beğenmişliğe


güldüğüm için beni bağışlamalıdır. Zira, eğer Butler ile ben “tama-
menfarklı bir ekonomik-siyasal rejiın olasılığını” tasavvur etmiyor­
sak, Zizck de etmiyor. Önceki denemesinde '¿izek bize kapitalizmi
devirmek istediğini söylemişti; şimdi de, liberal demokratik rejim­
lerden de kurtulmak islediğini bize bildiriyor -yerine tamamen
farklı bir rejim geçecek, ama o rejim hakkında bize bir şey anlatma
nezaketini de göstermiyor. Hakkında yalnızca tahminde bulunula­
bilir. Aslında, Zizek, kapitalist toplum ve Bay Ovvcn’ın paralelkenar­
ları dışında, üçüncü bir topluınsal-siyasal düzenleme tipim biliyor:
liskiden yaşadığı Doğu Avrupanın komünist bürokratik rejimleri.
Aklındaki bu mudur? Liberal demokrasinin yerine tek partili bir
sistemi geçirmek, güçleı ayrılığını zayıflatmak, basın sansürünü
dayatmak mı istiyor? Zizek, Slovcnya’da liberal bir partiye üyedir
ve komünizmden sonraki ilk seçimlerde o partinin başkan adayıy­
dı. Sloven seçmenlere amacının liberal demokrasiyi -1980’lerde
J20 OLUMSAI.MK.HBCEMONYA.HVRENSEI.UK • BUTLER. ZlfcKK. LACLAU

Z iiek ’in de aktif olarak katıldığı liberalleşme kampanyalarından


sonra yavaş yavaş ve sancılı kurulan bir rejimi ortadan kaldırmak
olduğunu anlattı mı? Kğer kafasındaki tamamen farklı bir şeyse, ne
olduğunu bize söyleme entelektüel ve siyasal görevi vardır. Mitler ve
Mussolini de liberal demokratik siyasal rejimleri ortadan kaldırıp,
yerlerine “ tamamen farklı” rejimler geçirdiler. Ancak bu açıklama
yapılırsa, siyasetten söz etmeye başlayıp, teolojik alanı terk edebili­
riz. Bu olmadan, Zizek'iıı neden söz ettiğini bile bilemeyiz -ve bu
görüş alışverişi ilerledikçe. Ziiek’in kendisinin de bilmediğinden
kuşkulanıyorum.
Bütün bunlar beni-bu diyaloga başladığımızda benim için belli
olmayan şu sonuca yaklaştırıyor: Ziiek'in düşüncesi, sahiden siya­
sal bir düşünüm etrafında örgüllenmemiştir; daha çok. örneklerini
siyasal-ideolojik alandan alan psikanalitik bir söylemdir. Bu anlam­
da, Zizek'le ilgili olarak, söyleminde “örnekler, açıklayıcı örneğin
aydınlatmaya çalıştığı içerikten ayrılabilirliğini varsayan bir alegori
tarzında işlev görürler" (J.B., s.) diyen Butler a katılıyorum. Bunu
yapma sürecinde ¿izek’in, siyasal-ideolojik alanın yapılanmasına
ışık tutan -ve psikanalizin siyasal düşünce bakımından verim lili­
ğini gösteren- binlerce içgörülü belirlemede bulunduğu kesinlikle
doğrudur: ama bu, stratejik bir düşünüme odaklanması gereken
siyasal bir bakış açısı geliştirmekten çok uzaktır. Butler’la siyaset
tartışabilirim, çünkü gerçek dünyadan, insanların fiili mücadelele­
rinde karşılaştıkları stratejik sorunlardan söz ediyor; ama Ziiek’le
siyaset tartışmaya başlamak bile olanaklı değil. Ondan alınan tek
şey, hiçbir anlamı olmayan kapitalizmi devirme ya da liberal de­
mokrasiyi ortadan kaldırma emirleridir. Dahası, Marksist kategori
leri ele alma tarzı, o kategorileri, kabul edilmesi durumunda solun
gündemini elli yıl geriye götürecek olan yarı-metafizik bir ufka ka­
zımaktan ibarettir. Birkaç örnek vereyim.
(a) Zizek yazıyor:

Laclau, kapitalizm in, tem elde yatan ortak b iı M antığa itaat eden
hom ojen bir Bütünlük değil, olum sal b ir tarihsel küm elenm enin
EVRENSELLİĞİ İNŞA ETMEK 321

sonucu olarak bir birleşen heterojen özelliklerin tutarsız bir bileşi­


mi olduğunu savunur.
Benim buna yanıtım, olumsallığın zorunluluğa dönüşünün He-
gelci mantığına işaret etmektir: (...) |K|apitallzm geriye dönük bir
bibimde “kendi varsayımlarını vazetti" ve kendi olumsal/dışsal ko­
şullarını, temel biı kavramsal matristen (meta mübadelesi edimin­
de söz konusu olaıı 'Çelişki' vb.) üretilebilen ve her şeyi kuşatan
bir mantık şeklinde yeniden yazdı. Tam diyalektik bir çözümle­
mede. bir bütünlüğün “zorunluluğu." onun olumsal kökenine ve
bileşenlerinin heterojen doğasına engel olmaz -kınlar, daha sonra
diyalektik bütünlüğün ortaya çıkışıyla vazedilen, geriye dönük bir
biçimde bütünleştirilen mrsayınılurtdtr (S.Z.. s.250).

Hegel buyuruyor. Tamam, hukuksal pratiğe göre, davalı suçu ka


bul edince davacıdan kanıt istenmez. Bize '¿izek söylüyor: (i) Kapi­
talist ekonominin ulaşabileceği bütünleşme derecesi, çeşitli siyasal,
ekonomik ve ideolojik boyutları ifadelendiren hegemonik bir iıışa
ııııı sonucu değil, “ temel bir kavramsal matristen" türeyen mantık­
sal sonuçları açan, kendi kendini üreten ekonomik bir süreçtir; (ii)
sonuç olarak, hegemonik mantıklar toplumsalın kurucusu değildir,
geriye dönük dc olsa- kendi kendini temellendiren bir kapitalist
çerçeve içinde gerçekleşen ikinci dereceden süreçlerdir. Bu şekilde,
Marksist ve sosyalist iktisadın son elli-altmış yılda ulaşmaya çalış­
tığı her şey -emek değer kuramının Sraffacı eleştirisinden, serma­
ye birikiminde emek süreci çözümlemesine, sermaye birikiminde
devletin rolü araştırmalarına, düzenleme okuluna kadar- on doku­
zuncu yüzyılın kendi üzerine kapanan ekonomik mekûıı mitine bir
geri dönüşle, bir kalemde silinir -daha doğrusu tamamen göz ardı
edilir. Evrendeki her şev için geçerli farz edilen llcgelci bir a pı iori
ilkeye dayanılarak.
(b) ?Aiek'c göre kapitalizm, her zaman geri dönen şey olduğu
için bugünkü toplumlarııı Gerçeğidir, lacancı Gerçeğin ne oldu­
ğunu benim kadar o da biliyor; bu nedenle, kapitalizmin Lacaııcı
Gerçek ohmiıiyacağının da farkında olması gerekir. Lacanct Gerçek
\22 OLUMSALLIK. HEGKMONYA. F.VRENSF.I I.IK • BU fLBR. 2ÜJ&K. LACLAU

simgeleştirmeye direnen şeydir vc yalnızca bozucu sonuçlarıy­


la kendini gösterir. Ama bir kurumlar, pratikler ve benzeri şeyler
kümesi olarak kapitalizm, ancak simgesel düzenin parçası olduğu
ölçüde çalışabilir. Üstüne üstlük. -Zizek’in düşündüğü gibi- kapi­
talizmin teınel bir kavramsal matristen çıkan kendi kendini üretici
bir çerçeve olduğunu düşünürsek -kavramsal olarak- tam olarak
kavranabilir ve dolayısıyla deliksiz bir simgesel bütünlük olmak zo­
rundadır. (Kapitalizmin, berbaııgi bir simgesel, bozucu -dolayısıyla
Gerçek- alan gibi, diğer alanlar üzerinde sonuçlar doğurabilmesi,
bu haliyle onun Gerçek olduğu anlamına gelmez.) Ama 2.ifcek’in de
bildiği gibi, deliksiz simgesel bütünlükler yoktur. Bu durumda, ge­
nel olarak kapitalizm. Gerçek tarafından yerinden edilir ve olumsal
hcgemonik yeniden bütünleştirmelere açık olur. O halde kapita­
lizm, fundametıtum inconcussuni, içinde hegemonya mücadelele­
rinin gerçekleştiği çerçeve olamaz; çünkü bir bütünlük olarak ken­
disi, kısmi hcgemonik dengelerin sonucudur. Bu yüzden bütünlük
hiçbir zaman içsel olarak üret ilemez; zira giderilemez bir dış, içe öz-
sel olarak bulaşacaktır. Demek ki. Ilegelci olumsallığın zorunlulu­
ğa geriye dönük dönüşü, hegemonik bir yeniden bütünleştirmenin
mantığım düşünmek için tamamen yetersiz bir kavramsal alettir.
(Bu, Zi/ek'in Lacancıhğını Hegelciliğiyle birleştirmeye çalıştığı her
seferinde gerçekleşen kısa devrenin iyi bir örneğidir.)
Buraya kadarolan muhakemeyi Özetleyelim. Başlangıçta, ¿izek'in
solun daha küresel bir bakış açısına duyduğu ihtiyaçla ilgili ısrarın­
dan yakındım. Z ile k gibi ben de, sol için, sarkacın sorun odaklı
bir siyaset ve saf savunmacı mücadeleler yönüne çok kaydığım,
daha kapsamlı değişim perspektifleri üzerinde stratejik düşünme­
yi bıraktığım düşünüyorum. Ama tartışmamız ilerledikçe, Zizek’in
siyasetine duyduğum sempatinin, büyük ölçüde bir hayal ürünü ol­
duğunu anladım. Ana anlaşmazlık konuları şövledir:
Zizek, bir mücadelenin küresellik ya da evrensellik derecesinin,
toplumsal yapıdaki yerine bağlı olduğunu düşünüyor: “ Sınıf mü

* h ı ı u U m c n m m in c o n c u s s u m : Sa& U m lo ııırl. k.t(ı te m e l |c .n .) .


KVRFNSEUJCI İNŞA ETMEK ili

caddesi" olarak tasavvur edilen bazı mücadeleler -özellikle de iş­


çilerin mücadelesi-, kapitalist sistemin ‘‘kök“ ünde gerçekleştikleri
için, sonuçları bakımından, kendiliğinden vc eğilimse! olarak daha
“evrensel" olurlar; amaçları bakımından daha "kültürel” olan müca­
deleler ise -çokkültürcü mücadeleler gibi- tikclciliğc daha fazla eği­
limli olurlar ve dolayısıyla mevcut egemenlik sistemiyle daha kolay
bütünleşirler. Buna göre bu yapay bir ayrımdır. F.vrenselci siyasal
sonuçların ayrıcalıklı odağı olma garantisini kendi içinde taşıyan
hiçbir mücadele yoktur. İşçilerin talepleri -daha yüksek ücret, daha
kısa çalışma süresi, daha iyi çalışına koşulları vc benzeri- uygun
koşullar altında diğer grupların talepleri kadar kolayca sistemle bii
tünleştirilebilir. öte yandan, kapitalizmin küreselleşmesi göz önüne
alınırsa, doğrudan kapitalist üretim ilişkilerinin parçası olmayan
grupların başını çektiği sistem karşıtı hareketler temelinde yerinden
etmeler gerçekleşebilir. Bu yüzden, Zifrek bakımından 'sın ıf müca­
delesi" ile “postmodernizm” dediği şey arasındaki ayrım temel bir
ayrımdır, ben ise bu ayrımı bulanıklaştırma eğilimindeyim.
Zizek, altyapı/üstyapı modelinin yeni bir versiyonu içinde hare­
ket eder. Kapitalizmin dışsal etkiler tarafından rahatsız edilmeden
kendi mantığına uygun yol aldığı temel bir düzey ve hcgcınonik ek­
lemlenmelerin gerçekleştiği daha yüzeysel bir düzey vardır; “altyapı”
bir çerçeve olarak çalışır, kitlesel eylemle tarihsel olarak ulaşılabilir
olana bir tür a priori sınır koyar. Bana göre ise, çerçevenin kendisi,
olumsal hegemonik eklemlemelerden kaynaklanır; dolayısıyla, onu
oluşturan öğeler arasındaki ilişkiler özünde istikrarsızdır ve tarihsel
olumsal müdahalelerle sıirekli yer değiştirirler.
Altyapı/üstyapı eğretilemesi etrafında dönen mecazlar. 2i¿ek'in
siyasal seçenekler görüşünü şekillendirir. Bu yüzden sistemi de
ğiştirme mücadeleleri ile sistem içi mücadeleleri ayırt eder. Bu te­
rimlerle ortaya konan bu ayrımın, geçerli bir ayrım olduğunu dü
şünmüyorıım. Can alıcı soru şudur: Sistem nasıl sistematiktir? Bu
Msteınatikliği iç kaynaklı gelişim yasalarının sonucu olarak tasav­
vur edersek olumsallığın geriye dönük olarak zorunluluğa dönü-
324 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTI.ER.2I2EK. I.AGLAU

şiimünde olduğu gibi- tek seçenek, bu yasaların ya sistemin kendi


kendini yıkmasına (İkinci Enternasyonalde sistemin mekanik çö­
küşüyle ilgili tartışmaları anımsayalım) ya da sistemin dışarıdan yı­
kılmasına yol açmasıdır. Ama eğer sistematiklik hegemonik bir inşa
olarak görülürse, tarihsel değişim, öğeler -bir kısmı sisteme dışsal,
bir kısmı içsel- arasındaki ilişkilerde bir kayma olarak tasavvur edi­
lebilir. Şöyle sorular sorulabilir: Üretim sürecinin yüksek derecede
toplumsal denetimiyle bağdaşabilir bir piyasa ekonomisini sürdür­
mek nasıl olanaklı olur? Demokratik denetimin etkili olabilmesi ve
bozulup, her şeye gücü yeten bir bürokrasi dıı/enine dönüşmemesi
için, hangi liberal demokratik kurumlanıl yeniden yapılandırılma­
sı zorunludur? Verili bir toplumda var olan toplumsal ve kültürel
çoğulculukla bağdaşabilir kapsamlı siyasal sonuçları olanaklı kıl­
mak için, demokratikleşme nasıl tasavvur edilmelidir? Bu sorular,
(îram scici mevzi savaşı stratejisi içinde düşünülebilir: ama ¿¡¿e k ’in
doğrudan kapitalizmi devirmek ve liberal demokrasiyi ortadan kal­
dırmak içiıı mücadele önerisinde, yalnızca bir siyasal dingincilik vc
kısırlık tarifi görebiliyorum.

2. Betim leyici / norm atifayrım ı


Burada kendimi, Zizek’le büyük ölçüde hemfikir buluyorum.
"B ir kararın nihai ‘nesnel’ gerekçeleri yoktur; çünkü bu gerekçeler,
bir karar utkundan geriye dönük olarak zaten/her zaman inşa edil­
miştir“ (S.Z., s.255) savını ancak onaylayabilirim. Ve ikinci deıu*
meşinin sonunda, muhakemesi incelikle düzenlenmiş bir bölümde ı
Zizek -“ [ö|zneniıı kararının varlıkbilimsel örtüsü niteliğindeki, ııl- j
lıai garanti veren bir büyük Öteki olmadığı” sonucuna varmak Ü2 e
re- gösteriyor ki, "(ylerine olanaksızlık engeli geçen Lacancı (¡er-
çek. öncelikle özneden değil, bizzat büyük Ötekiden, özneyle karşı
karşıya gelen ve öznenin gömüldüğü toplumsal-siıııgcsel 'tö/.'dnı
geçer’’ (S.Z.. s.2H6). Bütün bunlar, daha önce belirttiğim gibi olduk<1
ça iyi muhakeme edilmiştir ve saf betimlemenin olabilirliğini SOÎ
gulamak için yeni nedenler sunar. Ama lam da bu konuda Zizek'lr
bu kadar aynı görüşte olduğum için. beni, hegemonya kuramı "hflf
KYRI NSI ! I If.l İNŞA ETMEK M

ideolojik oluşumu açıklamanın nötr kavramsal aleti olarak işlev


gördüğü ölçüde, betinıleyici ile norm atif arasında yansıtılmamış bir
aralığa dayan inakla" (S./... s.255) suçlamasını bira/ tutarsız, bulu­
yorum. 7.izek’i doğru anlıyorsam, bir kuramın saf betimleyici ol
maması gerektiğini öne sürmüyor: Saf betimleyici bir kuramın ola­
naksız olduğunu savunuyor. Ama o zaman da. fiilen olanaksız olan
bir şeyi yapmakla suçlayamaz -elbette, eğer ben olanaklı olduğunu
öne sürmemişsem (ki öne sürmedim); bu durumda da eleştirisi, be­
timlemelerimin gi/Ji normatif zeminini açığa çıkarma biçimini al
malıydı. Burada, Butler'ın bir eleştirisiyle ilgili olarak yukarıda yap­
tığım benzer bir muhakemeyi tekrarlıyorum: Her şekilde olguları
inşa edecek ve betimlemeler içerecek normatif bir duruşun pek çok
durum için genelleştirilebilir soyut kategoriler geliştirmemesi için
hiçbir neden yoktur. Betimlemelerin pratik-normatif köklerinin,
onlardan türetilebilir kategorilerin evrensellik derecesini sınırlaya­
cağı basitçe, buradan çıkarılabilecek bir sonuç değildir.
Bu konuda. Hegemonya ve Sosyalist Stratejinin başlığının da
gösterdiği gibi, strateji üzerine bir düşünüm olarak tasavvur edil­
diğini söyleyebilirim. Kitap, kapitalist sistemin Marx'm ongörüle
rine aykırı gelişmeleri karşısında, klasik Marksist stratejinin İkinci
Kniernasyonal’de karşılaştığı engellere ilişkin bir değerlendirmeyle
başlar. Yeni bir kavram olarak “ hegemonya” bu engellere bir yanıt
ve değişmiş bir tarihsel alanda sosyalist inisiyatifi canlandırma gi­
rimimi olarak sunulur. “ Radikal demokrasi" de aynı şekilde tasavvur
edilmelidir: Çağdaş toplumların yeni tarihsel koşullarında hegemo-
nik stratejiyi yeniden düşünen siyasal bir projenin tarifi olarak. F.I
bette, insan kendi projesini hegemonya açısından tasavvur edince,
kategoriyi daha genel bir anlamda, farklı toplumsal kesimlerin ve
tarihsel dönemlerin pratiklerine uygulanabilir olarak da kullanma-
ya başlayabilir -aynı şekilde “ üretim tar/ı" gibi bir kategori ancak
modem kapitalist üretim koşullarında ortaya çıkabildi, ama biı
kez çıktıktan sonra, terimin kullanımını kapitalizmden çok farklı
toplumsal oluşumları da kapsayacak şekilde genişletmenin önün
.126 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSEI.UK • BUTLER. 2I2EK. LACLAU

de hiçbir mantıksal engel yoktur. Yanlış olan, Zizek’iıı yaptığı gibi,


insanın nötr bir genellik düzeyinden işe başladığını, sonra o düzey­
den kendi siyasal tercihlerini çıkarsamak zorunda olduğunu dü­
şünmektir -elbette olanaksız olacak bir çıkarsama. Aynı nedenle.
Gıdıklanan öznede diğer kuramcılara -Badiou, Hal ibar. Foucault.
Ranciere- yönelttiği benzer eleştirilerin de eşit derecede kötü tasav­
vur edildiğini düşünüyorum.
Hununla birlikte, benim çalışmama meşru bir biçimde yöneltile­
bilecek farklı bir eleştiri var: Klasik Marksi/mden “ hegemonya”ya ve
hegemonyadan “radikal demokrasice geçişte, betimleyici/normatif
projenin muhataplarında bir genişleme gerçekleşir ve dolayısıyla,
normatif muhakeme alanı da buna uygun biçimde genişlemelidir
-oysa çalışmamda bu son genişleme yeterince ele alınmaz. Başka
bir deyişle, yeni durumu ele alan siyasal bir proje formüle edilirken,
betimleyici boyut normatif boyuttan daha hızlı ilerlemiş. Hunun ge­
çerli bir eleştiri olduğunu düşünüyorum ve gelecekteki çalışmalarda
iki boyut arasında doğru bir denge kurma niyetindeyim. Ama bu.
Zizek’in formüle ettiğinden çok farklı bir eleştiridir.

3. Hegel, yeniden
Bu konunun üzerinde çok uzun durmayacağım; çünkü söy­
leyeceklerimin çoğunu birinci yazımda söyledim. “Olumsallığın
zorunluluğa geriye dönük dönüşümümle ilgili olarak, hegemonik
mantıkların işleyişini yakalamak için bu hareketin neden yetersiz
olduğunu açıkladım. Zizek’in “ Ladaunun sözünü etliği çatlak, baş
tan sona muğlak olan temel llegetci projenin bizzat kendisinde zateıı
fark edilir" iddiasına gelince, ilk denememde. Hegelde aklın ikili bir
harekete yakalandığını öne sürdüğümde söylediklerimden farklı bir
şey söyleyip söylemediğini bilmiyorum: I legel’de akıl bir yanda tüm
farklar dünyasını kendine boyun eğdirtmeye çalışırken, diğer yanda
farklar dünyası aklın işini bozarak tepki gösterir. Aslında. Ziiek’iıı
Güzel Ruh diyalektiğine iyi seçilmiş göndermesi, benim kafamda
olanın kusursuz bir örneğidir. Onunla anlaşamadığım nokta, bu
muğlaklığı bu iki hareketi tek taraflı hale getirerek dönüştürmesi
EVRENSELLİĞİ İNŞA ETMEK 327

dir; ayrıca Hegd’in projesini açıkladığı her seferinde, her zaman,


değişmez hir biçimde tüm-manlıkçı yanın ağır basmasını yeterin­
ce hesaba katmamasıdır.2 Aktarılabilecek yüzlerce örnek arasında
yalnızca. Ansiklopedide, M antık'ın birinci bölümünde Felsefenin
görevlerinin tanımlanmasından söz etmek yeter.’
Aynı şey Butler için de geçcrlidir. İkinci yazısında. Sittlichkeit
dünyasının, devlet nosyonuyla karşıtlık içinde tamamen olumsal
çeşitlemeler tarafından yönetilen bir dünya sayılması gerektiğini
öne sürer. Ona iki saptamayla seslenmek isterim. Birincisi. Hegel-
ci metine şiddet uygulamadan, Sittlichkeit alanını devlet alanından
ayıramaz: Birbirlerine zorunlu diyalektik bağlarla zincirlidirler.
İkincisi, iddia ettiği gibi Hegde göre "Bu normların iSitt/ichkeit'm
normlarının], ‘zorunlu' biçimler almadıkları; zira zaman içinde bit
birlerini izlemedikleri, diizenli olarak yeniden ifadelcndirilmclerini
zorunlu kılan krizli karşılaşmalarla ortaya çıktıkları” (J.B., s. 194)
doğru ise. kültürlerin birbirlerini izlemeleri, “ Dünya Tarihlinde
lam olarak kavranabilir zorunlu bir diyalektik tarafından yönetilir.
Zizek’inkiler gibi. Butlcr'ın Hegelci kategoriler etrafında oynadığı
dil oyunlarına da, oynarken Hegd'in ötesine açıkça geçtiği sürece
itiraz etmiyorum.

Sınıfların yapısökümü
Evrensellik ile tikellik arasındaki, hegcınoııik mantıklarla bağda
şabilır eklemlenmeyi betimlemeye geçmenin zamanıdır. Ne var ki.
bunu yapmak için ilk önce, “sınıf" kategorisini ve bunun, birçok
çağdaş söylemin alışılmış pratiğindeki sunuluş tarzını ele almak is­
tiyorum. “Sınıf*' terimiyle çok sık oynanan iki dil oyununa işaret
edeceğim.
I. ilki kategoriyi yeni toplumsal hareketlerle bağlantılı kimlikler
çoğalmasıyla bağdaşabilir kılarken, onu yitirmemeye çalışır. Burada
.ılışılmış pratik, “sınıf"ı sıralaınalı zincirdeki fazladan bir halkaya
dönüştürmektir. Bu yüzden, yem kimlikler ve onların ö/.gül taleple
m OLUMSALLIK. HKCKMONYA.KVKI NSHI.I.İK . ItUTLhK.ZtftKK. I.AU.AU

ri tartışılırken, çok sık olarak şöyle bir sıralamayla karşılaşırız: “ ırk,


toplumsal cinsiyet, etnisitc ve sınıl " -burada “ ve” genellikle, sanki
"eski dostu unutmayın'" der gibi, bir ses tonuyla vurgulanır. Bu, ko­
nuşmacıyı tatmin eder; çıınkıı yeni kim likleri savunma ihtiyacı ile
tamamen terk etmek istemediği belli bir nihai Marksi/m arasında
köşeli bir çember bulduğunu düşünür. Bu konuşmacı, dillendirdiği
şeyin, Marksist sınıf kuramıyla bağdaşmadığını kavrama/. Marksist
"sın ıf“ nosyonu, sıralamalı hır kim likler zincirine dahil edilemez;
çünkü, tüm kim liklerin etrafında oluştuğu eklemleyici çekirdek ol­
duğu farz edilir. Bu eklemleme işlevi kaybolunca ve sınıllar, kim lik­
ler çoğulluğunu kucaklayan bir /incirin parçası olunca, "sınıflar” ne
anlama gelir? Servet farklılıkları ııu? Meslek kategorileri mi? I;arklı
coğrafi alanlara güre grup aidiyeti mi? bilinemez. “ Sın ıf" terimi,
sıralamalı bir zincirin parçası olmakla, kesin bir yeni anlam kazan­
madan eklemleme rolünü kaybetmiştir, bir “ yüzen gösterenin sta­
tüsüne yaklaşan bir şeyle uğraşıyoruz.
2. Sınıflara (bu durumda işçi sınıfına) ilişkin ikinci strateji, ge
nellikle “genişlemiş işçi sınıfı kavrayışı" denilen şeyi savunmaktan
ibarettir. Ünlü bir Amerikalı sosyologla bir konuşmamızı anımsıyo­
rum; bana, bugün keııdi işinde çalışanların sayısının on dokuzuncu
yüzyıldakiııden a/ olduğu ve nüfusun çok büyük çoğunluğu ücret/
maaş aldığı için. Marx’ııı toplumun giderek proleterleşmesiyle ilgili
tezinin doğrulandığını söyledi, benim açık soruma “ Bu durumda,
si/e göre, banka müdürleri işçi sınıfı üyesi m idirler?"- şu yanıtı ver­
di: "Hayır, ücret belli bir düzeyden yüksek olmamalıdır.” Peş peşe
benzer sorulara, her seferinde daha betimsel sosyolojik ö/ellikler
ekleyerek yanıt verdi. Sonunda, düzgün bir yanıt veremediği iki
soru sordum: (a) Bu betimsel özellik kümelerinin, "fiilen var olan"
bazı toplumsal eyleyicilerde bir araya geldiklerini nereden biliyor
sunuz? (b ) “ İşçi sımlV’ııın robot resmine karşılık gelen ampirik ey­
leyicilere işaret edebilsem/, bile, bugün işçi sınıfının 0 11 dokuzuncu
yü/yıld.ıkindcn küçük olduğunu gösteren bir sürü ölçüt yok mu?
(¡örebileceğimiz gibi, “genişlemiş bir işçi sınıfı" nosyonunu anlamlı
EVRENSELLİĞİ İNŞA ETM EK .'W

kılmak için gerekli ölçütlerin saptanması, bizatihi nosyonun kendi­


sini /.ayıdalıyor.
Sözünü ettiğimiz iki söylemsel stratejinin iki ayırta özelliğini
değerlendirmeliyiz. Birincisi, her ikisinde de “sın ıf" nosyonu, sez.
gisel içeriğini kaybetmiştir. Klasik Marksist “sın ıf" kavramı, verdiği
gerçeklik hissini, iki düzey arasında karşılıklılık kurmasından alı
yordu: kapitalist toplumun eğilimlerinin ve onlardan kaynaklanan
toplumsal eyleyicilerin biçimsel yapısal çözümlenmesi ile bu eyleyi­
cilerin sezgisel özdeşleşmesi. Herkes, işçilerin, köylülerin, burjuva­
zinin kim olduğunu biliyordu. En azından Marksistler, “evrensel bir
sınıf” olmanın işçi sınıfı için ne anlama geldiğini biliyorlardı. Ama
tam da “genişlemiş işçi sınıfı kavrayışfnın kimlerin işçi olduğunu
tartışıyor oluşu, sezgisel düzeyin artık yapısal çözümlemeye karşılık
gelmediği anlamına gelir. Daha kötüsü: Genişlemiş işçi sınıfı kavra­
yışı doğru olsa bile -ki doğru değil- bundan "sınıf siyasetimle ilgili
bir sonuç çıkarmak olanaklı olmaz; çünkü tanımlanabilir bir gruba
karşılık gelmeyen sanal bir işçi sınıfından söz ediyor. Birinci strateji
için de aynısı: Somut eyleyicilerin kimliği, karşılıklı bağlantıları dü­
şünülmeyen özelliklerin bir sıralamasıyla veriliyorsa, sınıf siyaseti­
nin ne olabileceğini bilemeyiz.
Bu beni, yukarıda tartışılan iki söylemsel stratejinin ikinci ve en
önemli özelliğine götürüyor. Klasik Marksist sınıf kuramının yeter­
sizlikleri ne olursa olsun, bir eklemleme kuramı olmaktan hiçbir za
man vazgeçmediğini kabul etmek gerekir. Kaba Marksi/ınin en naif
biçimlerinde bile, toplumsal eyleyicilerin farklı özelliklerini farklı iç
etkinlik ve eklemleme düzeylerine atfetme girişimi her zaman vardı:
aliyapı/iistyapı aynını, ekonoınik/siyasal/ideolojik üçlemesi ve ben
zeri. Farklı ve giderek daha özerk içerikleri eski çerçevelerin-sınıf,
kapitalizm ve benzeri- deli gömleği içinde tutmanın olanaksızlığı,
ilk anda, eski eklemleyici kendiliklerin geçerliliğini korurken, daha
karmaşık ve daha incelikli eklemleme mekanizmalarına yol açtı. Bu
yüzden 1%0'larda ve 1970’lerde Aliluısserci Okul, son kertede be­
lirleme. egemen rol, göreli özerklik, üst-belirleniın gibi kategorileri
330 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK • BUTLER. ?.I?.EK. LACLAU

devreye soktu. Ne var ki. bu, sürecin sonu değildi. Eski çerçevele­
rin dağılmasında son aşamanın, bira/, önce sözünü ettiklerimize
benzer sıralamalı stratejilerde bulunacağım duşünüyorum: Bir tür
fanta/.mik rolle eski ekicmicyıcı kendilikleri korurken, eklemleyi-
ci mantıklardan umudu keserler. (Teker teker sıralamak, sıralanan
kendilikler arasında bir bağlantı kurmak değildir. Daha önceki bir
eklcmleyici kendiliği bir sıralamaya dahil etmek, onu anlamdan
yoksun bırakmanın bir yoludur. Biri de Zizck'inkidiı: Gürültülü
bir biçimde sınıf mücadelesi ilkesini ilan ederken, geçerlilik koşul­
larıyla ilgili bir şey söylememek.) Bir bakıma, Kric Aııerbach'ın. Ci-
ccrocu klasik dilin dü/eııli yapısının dağılmasıyla ilgili söyledikleri­
ne* benzer bir durumdayız: Koma düzeninin gerilemesiyle birlikte,
eski kurumsal ayrımlar, giderek kaotikleşen toplumsal gerçeklik
üzerinde hegemonya kuramadılar. Böylece klasik Latince'nin zen­
gin bağımlı yapılarının yerini, arlık bağlantılarıyla birlikte düşünü-
lemeyen bir gerçekliğin parçalarını birbirine ekleyen sıralam alı bir
bağlaçlı anlatı (vc ... ve ... ve) aldı/'
Bununla birlikte, bu sıralamalı stratejileri basitçe yanlış diye bir
tarafa atmak hata olur. Onları, çağdaş toplumlarda eski çerçeve
nosyonların uygunluğunu aşındıran süreçleri ele almaya yönelik ilk
söylemsel girişimler olarak görmek gerekir. Bu süreçler arasında en
görünür olandan söz etmeme izin verin.'1 İlk Önce, son otuz kırk
yılda, ileri kapitalist dünyada işçi sınıfının hem mutlak sayı bakı
mından, hem yapısal örgütlenmesi bakımından gerilemesi. İç bö­
lünmeleri, genelleşmiş bir kitle kültürüne -diğer şeylerin yanı sıra
bir gençlik kültürüne- katılımı, Fordist dönemin ayırt edici özelliği
olan ayrı bir işçi sınıfı kim liğini -örneğin Avrupa'da, proleter bir
kültürün ıııerke/i olan, büyük sanayi kentlerinin kızıl kuşaklarında
örgütlenmişti- ciddi ölçüde aşındırmıştır. Buna işçilerin ulusallık
-göçmen işçiler ve benzeri- bakımından bölünmelerini de ekle­
meliyim. Marksizınin dayandığı “sın ıf” nosyonunu giderek daha
fazla tartışma konusu yapan işsizlik düzeylerinden de söz edilme­
lidir. Marksizıııe göre belli bir işsizlik düzeyi, kapitalist birikim için
EVRENSELLİĞİ İNŞA ETM EK J3t

gerekli kâr düzeyinin yeniden oluşması için sınai yedek orduya


iluiyaç duyulduğu ölçüde, kapitalizm için işlevseldi. Ama işsizlik
düzeyi belli bir noktanın ötesine geçerse, kapitalizm için işlevsel ol
maktan çıkar' ve işsizlerin kim liğini bir ,<ım/kimliği olarak tartışma
konusu yapar. Yalnızca işsizlerin kim liğini de değil: İşi olanlar da,
kim liklerini, temelde yatan ve hem işsizlik hem istihdam dönem­
lerini düzenleyen mekanizmayla ilişki içinde düşünemezler. O nla­
ra göre istihdam, yalnızca kendi kendini düzenleyen ekonomik bir
mekanizmanın sonucu değil, siyasal bir konudur. Bu yüzden yapısal
işsizlikten kaynaklanan kimlikler, hegeıııonik inşalara ve yeniden
eklemlenmelere açıktırlar. Toplumlarıımzdaki diğer yapısal deği
şiklikler için de aynı şey söylenebilir: Köylülüğün, hem Marx'ın dü
şündiiğü gibi proleter bir kitleyle bütünleşmesiyle hem de insanlık
tarihinde ilk kez kentsel nüfus ile kırsal nüfus arasındaki dengeyi
değiştiren tarımsal işletmelerin gelişmesiyle sonuçlanan yok oluşu;
öğrencileri yine tarihte ilk kez- toplumsal yapının elle tutulur bir
parçası, siyaset söz konusu olduğu ölçüde hesaba katılması gereken
bir parçası haline getiren yüksek eğitim patlaması; toplumsal cinsi­
yet ilişkilerinde çok önemli bir dönüşümün sarsıntı merkezi olan,
tam sonuçlarım daha yeni görmeye başladığımız kadınların emek
pazarına girişi.
“ Sın ıf" çözümlemesi söz konusu olduğu ölçüde, merkezi sorun
şudur: Marksizmc göre bir sınıfın birliği, ayrı bir kim lik oluşturacak
şekilde sistematik olarak birbirine bağlı ve toplumsal eyleyicinin
üretim ilişkilerindeki yeri tarafından verili bir çekirdeğe dayanan
bir özne konumları kümesi olarak tasavvur edilmelidir. Eğer (a)
özne konumları sisteınatikliklerini kaybedip, toplumsal eyleyici­
nin kimliğim pekiştirmek yerine merkezsizleştirmeye başlarsa; (b)
farklı kiıııliksel mantıklar sınıfsal sınırları aşıp, sınıfsal konumlarla
çakışmayan kim likler oluşturma eğiliminde olursa; (c) üretim süre­
cindeki yer, toplumsal eyleyicilerin bütünsel kim liklerinin tanım­
lanmasında merkeziliğini kaybederse, yukarıdaki kavrayış tehdit
altında demektir. Asıl mesele, bu eğilimlerin geç kapitalizm dünya-
332 Ol.UMSAl I IK. IIKGF.M ONYA. İ.VUI NSF.IJ İK . BUTI ER.2J2KK. LA O AU

sıııda daha fazla mı öne çıktığı. yoksa sınıfsal kimlikleri pekiştiren


karşı-eğilimlcrin mi egemen olduğudur? Soruyu yanıtlamanın pek
gereği yoktur. Dünyamızda tam sınıfsal kimliklerin kalıntıları hâlâ
vardır -bir maden ocağında, geri bir köylü bölgesinde; ama gelişi­
min ana çizgisi, karşıt yönde işliyor.
Zi/ek'in “postmodernizm” dediği düşünce çizgilerine doğruy­
muş havasını veren, bu eğilimle ilgili genelleşmiş İarkıııdalıktır. bu­
nunla birlikte, sınıfsal kimliklerin çözülüşü ve klasik bütünleştirme
biçimlerinin dağılmasıyla ilgili farkındalığı, “eklemleme” kategori­
sini modası geçmiş hale getiren fiili bir öğeler saçılması iddiasına
dönüştürmüş olması, postmoderıı yaklaşımın başarısızlığıdır. Kı*
saca, klasik bütünleyici söylemlerin epistemolojik başarısızlığını,
toplumsal dünyamızda olup bitenlerin varlıkbiliınscl bir koşuluna
dönüştürmüştür. Bu, yine, Zizek’le farkımı açıklıyor. İkimiz de, ay­
rık kim likleri ve talepleri sıralama düzeyinde kalmayan eklenılcyici
bir söylem ihtiyacını öne sürüyoruz; ama Zizek, postmodernizmde
bir tür yanlış sapına görür ve eklenılcyici, bütünleyici bir boyut ara­
yışında, “sınıf mücadelesi” gibi geleneksel Marksist nosyonlara geri
döner bu nosyonları zayıflatan nesnel tarihsel eğilimlerin bir çö
/(imlemesine bile girişmeden. Ben ise, postmodernizmin meydan
okumasını kabul ediyorum ve postmodern söylemin gün ışığına
çıkardığı tikelci eğilimlere tam olarak saygı duyarken, eklem leyi*
ci mantıklar nosyonunu korumaya çalışıyorum. Bu nasıl olanaklı
olur? Bu denemenin bir sonraki ve son bölümünde ele almak iste
diğiın son konu budur.

Kolektif iradeler ve toplumsal bütünlükler


İşimizde başarılı olacaksak, eklemleyici mantıkları, tikellikler ala­
nına dışsal bir şeye dayandırmanıaya dikkat etmeliyiz. Tikelliklerin
iç mantığının dışında işleyen bir eklemleme olmalıdır. Öte yandan,
bu haliyle tikelin ortaya çıkışı, özerk, kendi kendini tetikleyen bir
hareketten kaynaklananla/, eklenılcyici mantığın açtığı iç olanak-
F.VRENSEI.1 İĞİ İNŞA ETMEK W

İardan biri olarak tasavvur edilmelidir. Başka terimlerle ifade eder­


sek: Gvrenselcilik (eklemlenmiş bütünlük uğrağı) ve tikelcilik iki
karşıt nosyon değildir, bir an satranç oynama metaforuna dönersek,
hegemonik, eklemleyici bir bütünlüğü şekillendiren iki farklı ham­
le (“evrenselleştirici" ve “ tikelleştirici") olarak tasavvur edilmelidir.
O yüzden, burada bütünlüğün, içinde hegemonik pratiklerin etkili
olduğu bir çerçeve olarak tasavvur edilmesine yeri yoktur: Çerçeve­
nin kendisi, hegemonik pratiklerle oluşturulmak zorundadır. Ve bu
tür pratikler, eklemleyici mantıkların yuvasıdır. Peki, eklemleyici
bir mantık nedir? Bunu açıklamak için, bir sonraki adımda daha
karmaşık olacak basitleştirilmiş bir şema sunacağım.
I. Çıkış noktamız olarak. Rosa Lııxcmburg'un esinlediği. Hege
monya ve Sosyalin Stratejinin başlangıcında tartıştığımız bir kolek­
tif iradenin oluşumunu örnek alalım:
(a) Bir aşırı baskı durumunda örneğin Çar rejimi işçiler, daha
yüksek ücret talebiyle bir greve başlarlar. Talep tikel bir taleptir, ama
o baskıcı rejim bağlamında, sistem karşıtı bir etkinlik olarak görü
Iccektir. Bu yüzden bu talebin anlamı, ta başından itibaren, kendi
tikelliği ile daha evrensel bir boyut arasında bölünecektir.
(b) Diğer kesimlerde farklı talepler uğruna mücadeleyi -eğitim
kurtımlarında disiplinin gevşetilmesi için öğrencilerin; basın öz­
gürlüğü için liberal politikacıların ve benzeri- potansiyel olarak
daha evrensel bu boyut esinleyebilir. Bu taleplerin her biri, kendi
tikelliği içinde, diğerleriyle ilişkisizdir; onları birleştiren şey, sistem
karşıtı bir anlam taşıdıkları ölçüde kendi aralarında bir eşdeğerlik
zinciri oluşturmalarıdır. Baskıcı rejimi toplumun geri kalanından
ayıran bir sınırın varlığı, taleplerin eşdeğerlikler üzerinden evren­
selleşmesinin koşuludur (Marx'ın sözleriyle, bir toplumsal kesim,
bir bütün olarak toplumun amaçları bakımından genel bir “suç" ha­
line gelmelidir).
(c) Ne var ki. eşdeğerlikler zinciri ne kadar çok uzarsa, bir bütün
olarak zinciri temsil eden genel bir eşdeğer ihtiyacı o kadar çok olur.
Ne var ki. temsil araçları yalnızca var olan İlkelliklerdir. Bu yüzden
.O l OLUM SALLIK. HEGEM ONYA. EVREN SELLİK • BUTLF.R. ZI2LK, LACI-AU

içlerinden biri, bir bütıin olarak zincirin temsilini üstlenmelidir. Bu,


kesin hegemonik hamledir: Mir tekilliğin gövdesi, bir evrensel tem­
sil işlevi üstlenir.
Bu ilişkiler kümesini aşağıdaki şekille ifade edebiliriz:

I)

0 0 = 0= 0
n, D2 D, I) ,

Bu şekilde T, Çarlığı (örneğimizdeki) temsil eder; yatay çizgi,


baskıcı rejimi toplumun geri kalan kısmından ayıran sınırı gösterir;
1)1 .... 1)4 daireleri tikel talepleri ifade eder, her daire talebin tikel­
liğini temsil eden alttaki bir yarım daire ile onun sistem karşıtı an­
lamım temsil eden, eşdeğerlik ilişkilerini olanaklı kılan üstteki bir
yarım daire olarak bölünmüştür. Son olarak D İ, eşdeğer dairelerin
üzerinde genel eşdeğerin yerine geçer (eşdeğerli zincirin parçasıdır,
ama onun üzerindedir de).
Bu şemaya bir olasılık daha eklemeliyiz: Baskıcı rejimin hegemo­
nik bir işleme girişip, m uhalif taleplerden bazılarım dönüştürücü
bir biçimde (Gram sci’nin terim ini kullanırsak) soğurmaya kalkış­
ına olasılığım. Bu şekilde, kendisini toplumun geri kalan kısm ın­
dan ayıran sınırı istikrarsızlaştırabilir. Bunu yapmanın yolu, tikel
bir talep ile o talebin diğer taleplerle eşdeğerlik ilişkisi arasındaki
bağı koparmaktır. Eğer eşdeğerlik mantığı, tüm talepleri tikcllik-
leriııi aşan bir anlamın taşıyıcıları kılarak evrenselleştirse, dönüş­
türücü operasyon da. eşdeğerlik potansiyellerini tarafsızlaştırarak
EVREN SELLİĞ İ İNŞA ETM EK 3JS

talepleri tikelleştirir. Eşdeğerlik mantığının tam tersi olan bu ikinci


mantık, benim fark mantığı dediğin şeydir. (B u arada, bu. Ztfek’i
kaygılandıran bir olasılıktır: Yeni hareketlerin taleplerinin, dönüş­
türücü bir biçimde sistemle bütünleştirilebilecek ve daha evrensel,
özgürleştirici bir anlamın taşıyıcıları olmaktan çıkabilecek kadar
özgül olm aları.)
Buraya kadar yapılan tüm değerlendirmeler, biziın için evren­
selliğin neden içi boş bir gösterenin evrenselliği olduğunu açıkça
gösterir: Çünkü, tek olası evrensellik, bir eşdeğerlik zinciriyle inşa
edilen evrenselliktir. Bu zincir ııe kadar uzun tutulursa, zincirin gc
ııel eşdeğeri herhangi bir tikel anlama o kadar az bağlı olar olur.
Bununla birlikte bu evrensellik ne biçimseldir ne de soyut; çünkü
genel eşdeğerin eğilimsel olarak içi boş olma niteliğinin koşulu,
tikellikler arasındaki bir eşdeğerlik zincirinin giderek uzamasıdır.
Sonuç olarak, içi boş oluş, somutu ön gerektirir. Hem genel eşdeğer
aynı zamanda (temsilcisi olarak) zincirin üzerinde ve içinde olacağı
için hem zincir bazı eşdeğerlikleri kapsarken, bazılarını kapsama
yacağı için, eşdeğerlik mantıklarıyla ulaşılabilen evrensellik, her
zaman tikelliğin bulaştığı bir evrensellik olacaktır. Kesin konuşmak
gerekirse, sahiden içi boş bir gösteren yoktur, yalnızca eğilimsel ola­
rak içi boş gösteren vardır.
Bu değerlendirmelerle, uç hegemonik işlem belirledik: eşdeğerlik
mantığı; bunun doğal sonucu, bir tikelliğin evrensel temsil işlevini
üstlenmesi; eşdeğerlik zincirinin halkalarını ayıran fark mantığı. Bu
üç mantığa, eklemleme mantıkları diyorum. Şimdi, bu modeli daha
karmaşıklaştıran bazı boyutlardan söz etmeliyim -yalnızca söz et­
meye yer var.
II. önceki çözümlemem, baskıcı bir iktidarı toplumun geri kalan
kısmından ayıran açık bir sınırın varlığını öngörüyordu -dönüştü­
rücü stratejilerin bu sınırı bulanıklaştırdığını ya da istikrarsızlaş-
tırdığmı ima etmeme karşın. Yine de, açıktır ki. sınırı olmayan ve
rahatsız edilmemiş bir eşdeğerlik zinciri yoktur. Peki, sınırların bu­
İ36 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTLEK. 2I2EK. LACLAU

lanıklaşması daha genelleşirse ne olur? Bu hangi koşullarda olur?


Dönüştürücü işlemin, bir eşdeğerlik zincirini koparmaya dayanan
tikelleştirici bir mantıktan ibaret olduğundan daha önec söz ettim.
Ne var ki, bu, gerçeğin yalnızca yarısıdır; diğer yarısı da tikelleş­
tirilen öğenin, sal biçimde tikel kalamaması, farklı bir eşdeğerlik
ler kümesine (egemen güçlerin kim liğini oluşturan) girmesidir. Bu
yüzden, kesin konuşmak gerekirse, evrensellik uğrağı hiçbir zaman
tamamen yok değildir. Butler bunu çok giizel ifade eder:

” |ElvrcnselMin içi boş statüsünü kaybedip etnik bakımdan sınırla


yıcı bir topluluk vc vatandaşlık kavrayışını temsil ettiği (İsıa il) ya
da belli akrabalık örgütlen meleriyle (çekirdek, heteroseksüei aile)
ya da ırksal özdeşleşmelerle eşitlendiği durumlarda, siyasallaşma,
dışlanan ilkellikler adına değil, farklı bir evrensellik türü adına
gerçekleşir. (J.B., s. 187)

Bu. tamamen doğrudur. I liçbir saf tikellik siyaseti yoktur. En ti-


kelci talep bile, oıuı aşan bir şey bağlamında ortaya koyulur. Bunun­
la birlikte, evrensellik uğrağı çeşitli söylemlerde farklı inşa edileceği
için, va farklı evrensellik kavrayışları arasında bir mücadele olur ya
da eşdeğerlik mantığının o kavrayışları da kapsayacak şekilde ge
nişlemesi söz konusu olur; böylece daha geniş bir eşdeğerlik man­
tığı kurulur -yine de bir tikellik kalıntısının her zaman silinmeden
kalacağının da farkında olmamız gerekir. (M utlak içi boş bir gös­
terenimiz olabilseydi, "evrensellik* kendi hakiki ve nihai gövdesini
bulurdu vc siyasal anlamlar inşa etmenin bir yolu olarak hegemon­
ya. gereksiz olurdu. “ Tümüyle içi boşluk" vc “ tümüyle doluluk” as­
lında taıııı tamına aynı şeyi ifade eder.) Eşdeğerlik zincirleri, farklı
eşdeğerlik zincirleriyle anlamlar ve kim likler inşa eden diğer he­
gemonik müdahalelerle her zurnan altüst edilirler, kesintiye uğratı­
lırlar. Örneğin, “ kadın” teriminin anlamı, feminist bir söylemde ve
ahlaki çoğunluk söyleminde, farklı eşdeğerlik zincirlerinin parçası
olur. Ayııı söylemsel mekânda çok sayıda stratejinin işleyişinin bir
sonucu olarak çekişmeli kimi gösterenlere iliştirilen anlamda öz-
scl bir sabitlcnmemişlik vardır. Bozulmamış bir eşdeğerlik zincirini
HVKKNSF.LLKj I İNŞA ETMEK 337

birleştiren genel eşdeğere içi boş gösteren dediysem, içi boş oluşu,
birbirlerini kesintiye uğratan söylemler çoğulluğunun ortaya çıkar­
dığı sabitlenmemişlikten kaynaklanan eşdeğere de yiizen gösteren
diyeceğim. Pratikte her iki süreç birbirini üst-beliricr; ama arala­
rındaki analitik ayrımı korumak önemlidir. Demek ki, görebildiğim
kadarıyla, toplumsal ve siyasal söylemlerde evrenselliklerin ve tikel
İlklerin iç içe geçişi konusunda Butler’la aynı görüşteyiz.
Çağdaş siyaset bağlamında solun görevleriyle ilgili kısa bir notla
bitirmek istiyorum. Siyasal sınırlar yaratmadan siyaset olmaz; öte
yandan tam da kurtarılması gereken toplumsal kendilikleri siyasal
eylem aracılığıyla inşa etmek zorunluluğu varken. (Marksist söyle­
min “sınıflan" gibi) istikrarlı kendiliklere dayanma olanağı yoksa
bu tür sınırlar yaratmak zordur. Çağımızın siyasal meydan oku­
ması budur. Bize musallat olan siyasetten vazgeçme ayartmalarıyla
karşılaştırırsak, ana çizgileri daha belirgin olur: çatışmasız toplum
adına toplumsal bölünmeyi ve antagonizmaları ortadan kaldır­
mak -Üçüncü Yol. radikal merkez (eşi benzeri bulunmayan Tony
Blair’in öne sürdüğü gibi sağ ya da sol ekonomik politikalar yok­
tur. yalnızca iyi ekonomik politikalar vardır); bugünün hcgemonik
güç dengesini değiştirmekle ilgili her türlü stratejik düşünceyi bir
tarafa bırakarak, yalnızca savunmacı bir siyasete sığınmak: siyasal
mücadeleyi tamamen terk edip, dünyada fiilen olup bitenlerle fazla
bağlantısı olmayan içi boş metafizik önermeler haline gelmiş eski
Marksist formülleri tekrarlamaya devam etmek.
Son on yılların çoğalan (¡kelliklerinden, onlara karşı değil, on­
lardan inşa edilmiş geniş bir evrensel söylem yaratamazsa, solun
geleceği yoktur. Evrenselliğin bir boyutu, tikel talepleri ve sorun-
yönelimli bir siyaseti örgütleyen söylemlerde zaten etkili oluyor;
ama bu. örtük ve gelişmemiş, kendisini toplumun geniş kesimleri­
nin imgelemini harekete geçirebilir bir simgeler kümesi olarak öne
remeyen bir evrenselliktir, önümüzdeki görev, evrensellik tohum­
larını yaymaktır; böylcce tam bir toplumsal tahayyüle sahip olabilir,
son otuz yıldır dünya siyasetinin hcgemonik utku olan yeni-liberal
338 O LUM SALLIK. HEGEM ONYA. EVREN SELLİK • KÜTLER.2l2EK. l.ACI AU

konsensüsle yarışabiliriz. Kuşkusu/, bu, zor bir görevdir; ama en


azından bu görevi bütünüyle formüle edebiliriz. Bunu gerçekleştir
inek, bir ilk muharebeyi kazanmış olmak demektir.
EVREN SELLİĞ İ İNŞA ETMHK *39

Notlar

Ludwig Wittgenstein, Plulosoftfucat Imxrstigatiom. Basil Blackw ell. Oxford.


I9 8 Î. 108. s. 47 {Kr$. Ludwig Wittgenstein. Felsefi Soruşturmalar, çev. Haluk
Barışanı, Metis Yay.. İstanbul, 2007, par. 108. Ayrıc.ı bkz IX*ni/ Kanıt çevirisi,
Totem Yayıncılık. İstanbul, 2006. par. 108.}.
Butler, ~tflm-mantıkçılık~tan neyi anladığımdan emin olmadığını stfylttyoı
Terim i Hegel literatüründeki alışılm ış anlam ıyla kullanıyorum yani Cmkabulleri
olmayan bir felsefe projesi, s. 307
The Logic o f Hegel, The EncyelopaetRu o f Philosophical Sciences'lîn çev.
W illiam W allace,Clarendon Press. Oxford, 1892, bl. I, "Introduction." s. 3-29.
I:rich Aucrbach, \1 tmesis: The Representation o f Reality in Western Uttcrature.
Princeton University Press, Princeton. 1968, bl. 3*4.
İşçi sınıfının m erkezilisi nosyonunu ne pahasına olursa olsun korumak için
bunca entelektüel çırpınışın nedeni sorulabilir. Nedenin esas olarak duygusal
olduğunu keşfetmek için eğitim li bir psikanalizci olmaya gerek yok; çünkü
kurtarıcı fi/nc olarak işçi sınıfı nosyomı. solun siyasal tahayyülüne derin bir kttk
salmıştır
Bkz. bu değişimlerin güzel bir betimlemesi olarak Erie Hobsbawm, Age o f
Extremes: The Short History o f the Twentieth Century9, 19J4 -1991%Abacus.
Londra, 1996, bl. 10 [Ktsa 20. Yüzyıl 1914.1991: A ftn h k h r Çağı, çev. Yavuz
Alt »¿an, Everest Yayınları. Istanbul. 2006).
Bu iddia. 1960'larda Arjantinli sosyolog José Nun tarafından one sürüldü.
Yeri Tutmak
Slavoj Zi/ck

Butler: Gerçek ve huzursuzlukları


Tartışmamızdaki nihai çekişme nesnesi, herhalde, (Lacancı) Ger­
çeğin statüsüdür bu yüzden, sorunun çekirdeği olarak algıladığım
şeyi yineleyerek başlayayım. Bııtlcr uı eleştirisi, (hipostazlaşlırılmış,
proto-aşkınsak tarihsel öncesi ve toplumsal öncesi) “simgesel dü­
zen,” yani '‘büyük Öteki" ile olumsal toplumsal-simgesel mücadele­
ler alanı olarak “toplum” arasındaki karşıtlığa dayanır: Laclauya ve­
bana yönelttiği eleştirilerin tümü, bu matrise indirgenebilir: tarihsel
olarak olumsal bazı oluşumları (bizzat Eksik da olsa) hipostazlaştı-
lıp, proto aşkınsal, toplumsal öncesi biçimsel bir a prioriye dönüş­
türdüğümüz eleştirisine, örneğin ben “ insani toplumsal gerçekliği
başlatan ve tanımlayan -olumsuz bir biçimde- eksikten“' söz eder­
ken. iddiaya göre "toplumsal gerçeklik için, heteroseksiiel aileyi tüm
insanlar için tanımlayıcı toplumsal bağın kurucusu sayan kurgusal
ve idealleştirilmiş akrabalık konumlarına dayanan bir toplumsallığı
varsayan kültürler- üstü bir yapıyı” ( J.B., s. 160) vazediyorum. Açma­
zı bu terimlerle formüle edersek, o zaman elbette,

anlaşm azlık kaçınılm az görünüyor H erhangi bir toplumsal lor


m ul.ısyonuıul.ın daha temel olan ideal b ir büyiık O tckı ya da ideal
bir küçük ötekinin var olduğunu doğrulam ak istiyor muyuz? Y .ı da
cinsel farka ilişkin herhangi bir idcallığin. idealliklcrim toplum ­
sal öncesi vc ta rif edilem ez bir cinsel fark bakım ından özsel gibi
gösteren ve etkin bir biçim de yeniden üretilen toplumsal norm lar
tarafından oluşturulup oluşturulm adığım sorgulamak istiyor mu
yuz? ().lk , s.163)
YEKİ TUTMAK 341

Ne var ki, bu eleştirel akıl yürütme çizgisi, eğer (¡.ucancı) Ger­


çek tarihsel öncesi a priori bir simgesel norma sessizce indirgenirse
işe yarar: aşağıdaki formülasyonda da açıkça görüldüğü gibi: “ (T|
opluımal öncesi cinsel farkın biçimsel niteliği, bütünüyle, belli bir
idealleştirilmiş ve zorunlu ikibiçimliliğin tutunmasını sağlayım şey-
leşmcylc başarılır” (J.B., s. 163). O halde, cinsel fark ideal bir yer­
leşik norma yükseltilirse -cinscl yaşamın tüm somut çeşitlemeleri
“ bu temalaştırılamaz normatif koşul tarafından kısıtlanırlarsa (J.B.,
s. 166) Butler'ın vardığı sonuç elbette kaçınılmazdır: “ (Alulaşılabi­
lir kültürde ne tür cinsel düzenlemelere izin verilip verilmeyeceğini
önceden belirleyen bir kurauuı karşı önleııı almak isteyenler, aşkın-
sal bir iddia olarak cinsel farka şiddetle karşı çıkmalıdırlar.'* (J.B.,
s. 167). But lor, bacanın il n'y a pas de rapport sr.vı/e/'inin', her “ fii­
li" cinsel ilişkinin her zaman başarısızlıkla lekeli olduğu anlamına
geldiğinin elbette farkındadır; ne var ki. bu başarısızlığı, olumsal
tarihsel cinsel yaşam gerçekliğinin simgesel normu tam olarak fiili­
leştirememesi olarak yorumlar. Dolayısıyla l.acancılara göre, “ ideal
toplumsal cinsiyet iki-biçimliliğme tam uymayan cinsiyetli beden
ler ortaya çıksa bile, cinsel farkın aşkın bir statüye sahip okluğunu"
iddia edebiliyor. Bu şekilde ben, “ İdealin yine de oıada olduğunu,
ama söz konusu -olumsal, tarihsel olarak oluşmuş bedenlerin
ideale uymadıklarını ve uyumsuzluklarının idealle özsel ilişki ol­
duğunu iddia ederek, cinsiyetler-arasılığı açıklayabilir"ınişim. (JB,
s. 167).
bacanın il n'y a pas de rapport sexueFiy\e amaçladığı şeye yaklaş
mak için, yukarıdaki alıntıda yer alan -sa bilenin yerine -tığı için
geçirilerek işe başlamak gerektiğini söylemek istiyorum: "İdeal top­
lumsal cinsiyet iki-biçimliliğine tam uymayan cinsiyetli bedenler
ortaya çıktığı için, cinscl fark aşkın bir statüye sahiptir.” Yani gerçek/
olanaksız olarak cinsel fark, gerçekliğin asla ulaşamadığı öı tük bir
simgesel norm olarak hizmet etmek bir yana, kesinlikle böyle bir

■II n'y a p » dc rapport wxud |l:r.|. Clnsd ilfcjki yoktur.


542 OLUM SALLIK, HF.CFMONYA. FVRF.NSELLİK . BUTLF.R, ?.I?.FK. I.ACLAU

normun olmaması anlamına gelir: Cinsel fark, her cinsel fark “ bi


çim selleştirınesiniıf tökezleyip üzerine kapaklandığı “olanaksızlık
kayası'dır. Butler’ın "çekişen evrenselliklerden söz. ettiği anlamda,
çekişen cinsel fark simgeselleflirmelerindcn/normlaşlırmalarından
da söz edilebilir. Cinsel farkın "biçimsel" olduğu söylenebilirse, ke­
sinlikle tuhaf bir biçimdir esas sonucu, onu yakalamaya kalkışan
her evrensel biçimi zayıflatmak olan bir biçim. Evrensel ile tikel
arasındaki, aşkınsal ile olumsal/patolojik arasındaki karşıtlığa işa­
ret etmekte ısrar edilirse, o zaman cinsel farkın, bizzat evrensellik­
ten daha evrensel olan tikelin paradoksu olduğu da söylenmelidir
-olumsal bir fark, normatif idealliği her zaman bir şekilde raydan
çıkaran, dengesini bozan "patolojik“ alanın (terim in Kantçı anla­
mında) bölünmez bir kalıntısı. Bu nedenle, norm atif olmaktan çok
uzak olan cinsel fark, terimin en köklü anlamında patolojiktir. Si­
metrik akrabalık konumlarının tüm simgesel kurgularının boşu
boşuna silmeye çalıştıkları olumsal lekedir. Cinsel düzenlemeler
çeşitliliğini peşinen sınırlamaktan çok ötede olan cinsel farkın G er­
çeği, bu düzenlemelerin olumsal çoğalmalarım harekete geçiren
travmalı nedendir.'
Bu Gerçek nosyonu, Butler'ın. I.acan’ın "büyük ö te k iV ı hipostaz
haline getirip bir tür tarihsel öncesi aşkınsal a prioriye dönüştürdü­
ğü eleştirisini yanıtlamama da olanak verir: Lacan’ın, üzerine basa
bas;» “ biiyük öteki yoktur [it riy a pas da gram! Autre |” derken, kas­
tettiği kesinlikle şudur: Tarihsel olumsallıklardan bağışık a priori
bir biçimsel yapısal şema yoktur -yalnızca olumsal, kırılgan, tutar­
sız kümelenmeler vardır. (Üstelik, simgesel baba otoritesine dört elle
sarılmak bir yana. “ Baba-nın-adı" Lacan için, bu yapısal tutarsızlığı
gizleyen bir taklittir, bir ılıf görünümdür.) Başka bir deyişle. Gerçe­
ğin Simgesele içkin olduğu iddiası, "biiyük ö teki yoktur” iddiası­
na eşittir: Lacancı Gerçek, simgeselin her idealliğine bulaşan, onu
olumsallaştıran ve tutarsızlaştıran o travmalı "gırtlaktaki kcmik"tir.
Bu nedenle, tarihselliğe karşıt olmaktan çok uzak olan Gerçek, biza­
tihi, "tarih dışı" zemini, tarıhselliğin a priorisidir (burada tamamıy­
YERİ TUTMAK 343

la Laclau ile aynı görüşteyim). Tüm topolojinin, Butlcr'ın Gerçeği


ve "büyük Öteki’ yi tarihsel öncesi a prioıi olarak betimlemesinden
I.açan m tasavvurundaki fiili işleyişlerine dek nasıl değiştiğini gö­
rebiliriz: Eleştirel portresinde Butler, hiçbir zaman taın olarak fi­
ilileşmemesine, tam olarak dayatılması tarihin olumsallıklarına
bağlı olarak önlenmesine karşın, bir norm olarak varlığım inatla
sürdüren ideal bir "büyük öteki’ yi betimler; Lacan’ın tasavvuru ise.
travmalı bir “ tikel mutlak.” simgeselleşmeye direnen bir çekirdek
ile boşu boşuna onu simgeselleştirıneye/normalleştirmeye çalışan
(Butler’ın uygun terimini kullanırsak) “çekişen evrensellikler” ara­
sındaki gerilime merkezlenir.3
Simgesel a priori Biçim ile tarih/toplumsallık arasındaki ara­
lık. I.acana son derece yabancıdır -yani Lacan’ın işlettiği “ ikilik,"
a priori biçim/norın. simgesel Düzen ve bunun kusurlu tarihsel
gerçekleşmesi ikiliği değildir: Butler için olduğu gibi l.acan için
de, olumsal, kısmi, tutarsız simgesel pratikler dışında hiçbir şey
yoktur, nihai tutarlılıklarını garanti eden bir “ biiyük öteki" yok­
tur. Ne var ki. Butlcr'ın ve tarihsclcilerin aksine Ilıcan, tarihselliği
farklı bir biçimde temellendirir; “ toplum’ un simgesel şemalardan
basit ampirik fazlalığına değil, (burada laclau. Butler’ı eleştirmekte
haklıdır: Butler'ın “simgesele karşıt olarak topluın/tarih nosyonu,
gerçekliğin varlıkbilimscl olarak açıklanmamış olumlu bir zengin­
liğine doğrudan ampirist bir göndermedir), bizzat simgesel sürecin
içindeki dirençli çekirdeğe dayandırır. Bu yüzden l^cancı Gerçek,
kavramsallaştırmanın nötr sınırı bakımından teknik bir teriın de­
ğildir -burada, gerçek olarak travma ile toplumsal-simgesel tarih­
sel pratikler alanı arasındaki ilişki konusunda olabildiğince kesin
olmak gerekir: Gerçek ne toplumsal öncesidir, ne de toplumsal bir
sonuçtur- mesele. Toplumsalın, travmalı bir Gerçeğin dışlanmasıy­
la oluşturulmuş olmasıdır. "Toplumsalın dışında" olan, olumlu bir a
priori simgesel biçim/norm değildir, yalnızca onun olumsuz kuru­
cu jestidir/
>44 OLUM SAM .IK.HEGEM ONYA.EVRENSELLİK • BUTLER.2CtEK,LACLAU

Sonuç olarak. Butler benim sözde tutarsızlıklarımı eleştirirken,


kendi indirgemeci Lıcaıı okumasının sonuçlarına takılır: I.acana
klasik karşıtlıklar (olumsal içeriğe karşı aşkınsal biçim; maddiye
karşı ideal) şel»ekesiııi dayatır; sonra, nesne direnince ve elbette bu
şemaya uymayınca, bunu, eleştirilen kuramın tutarsızlığı olarak
okur (örneğin, ben nerede Gerçeği "almaşıklı olarak ya maddi ya
ideal diye tarif” (J.B., s. 171) ediyorum?) Aynı şekilde. Butler. birbi­
rine bağlı iki terim arasındaki gerilim olgusunu, çoğu kez o iki te­
rimin kavramsal ayrımlarına karşı muhakeme olarak kullanır, ö r ­
neğin, Butler'ın *[T)oplumsal normu çözümlemenin bir tarafına,
fanteziyi diğer tarafına koymak olanaklı olmazdı; çünkü normun
modııs öpenindi’si fantezidir ve bizatihi fantezinin sözdizimi, top
lıımsal normun sözlüğü anlaşılmadan okunamaz” (J.B.. s. 175) iddi­
asına katılıyorum; ama aynı zamanda, iki düzey arasındaki biçimsel
ayrımın korunmasında ısrar ediyorum: Toplumsal norm (simgesel
kurallar kümesi), fantezilerle sürdürülür, ancak bu fantezi desteğiy­
le etkili olabilir; ama onu sürdüren fantezi yine de inkâr edilmelidir,
kamusal alandan dışlanmalıdır. Ilannah Arendtin "Kötülüğün ba­
yağılığı” nosyonunu bu düzeyde sorunlu buluyorum: Biraz kabaca
Lacancaya çevirirsek, Arendt in iddiası, Nazi icracı-öznenin (F.ich-
mann gibi) gösterenin saf bir öznesi, herhangi bir tutkulu canavar­
lıktan yoksun, herhangi bir dahli olmayan anonim bir bürokratik
icracı olduğuydu. Benim karşı tezim ise şudur: Kendine özgü fan*
tazmik yatırımı olmayan saf bir gösteren öznesi olarak işlev gör­
mekten çok uzak olan Nazi özne, müstehcen fantazmik senaryolar­
da eklemlenen tutkulu canavarlığa yaslanıyordu; bununla birlikte,
bu senaryolar öznel olarak onun kişisel öz-deneyiminin parçası gibi
doğrudan üstlenilmedi -“nesnel” Nazi ideolojik devlet aygıtında ve
işleyişinde dışsallaştırıldılar, maddileştirildiler.1
Butlerl benden ayıran kııramsal-siyasal uzaklığı belirlemenin en
iyi yolu, herhalde, benim tartışmamıza en güçlü ve siyasal bakımdan
en bağlanıınlı katkısı saydığım şey aracılığıyla belirlemektir: Gey
evliliklerini yasal olarak tanıma talebiyle ilgili muhakemesi. Böyle
VKRİ TUTM AK 341

bir tanımanın avantajlarını kabul ederken (gey çiftler, “düzgün" evli


çiftlerin salıip olduğu tüm haklara sahip olurlar; evlilik kurumuyla
bütünleşirler, böylece “dıi/.'‘ çiftlerle eşit kabul edilirler vb.), bu ta
lebi onaylamanın tuzaklarına odaklanır: Bunu yapmakla geyler, ya
sal evlilik biçimine dahil edilmeyenlerle (evli olmayan ebeveynler,
tekeşli olmayan özneler vb.) ittifaklarını bozarlar (ya da Laclau nun
terimleriyle ifade edersek, eşdeğerlik zincirinden çıkarlar); dahası,
özel yaşamı düzenleme hakkına katkıda bulunarak devlet aygıtları­
nı güçlendirirler. Paradoksal sonuç, statüleri yasal olanlar ile gölgeli
bir varoluş yaşayanlar arasındaki aralığın genişlemesidir: Dışlanmış
kalanlar, daha da dışlanmış olurlar. Butlcr’ın karşı önerisi şudur:
Hak sahibi olma (miras, ebeveynlik vb. hakkı) koşulu olarak yasal
evlilik biçimini desteklemek yerine, bu hakları evlilik biçiminden
koparmak, evlilik biçiminden bağımsız hale getirmek için mücadele
edilmelidir.
Burada değineceğin ilk genel nokta şudur: Yakın zaman Fran­
sız siyaset felsefesinde geliştirilen siyasal evrensellik nosyonuna
(Ranciere, Balibar. Badiou) bağlı olarak, küresel düzen alanının d ı­
şında hayalet bir yaşam sürmeye mahkûm edilen, arka planda bu­
lanıklaşmış, sözü edilmeyen, “ nüfusun” biçimsiz kitlesi içinde kay
bolan, kendilerine ait doğru düzgün bir yerleri bile olmayanların
gölgeli varoluşunu, Butlerdan biraz farklı algılıyorum. Bu gölgeli
varoluşun, lam da siyasal evrensellik alanı olduğunu iddia etmek is
tiyorum: Siyasette evrensellik, "yerinden çıkmış," doğru düzgün bir
yeri olmayan böyle bir eyleyici kendisini, küresel düzende bir yeri
olanlara karşı evrenselliğin doğrudan cisimleşmesi olarak vazedin­
ce. kesin bir biçimde öne sürülür. Bu jest, aynı zamanda öznelleşme
hareketidir; çünkü “özne," tanımı gereği, ''töz"olm ayan bir kendiliği
anlatır: yerinden olmuş bir kendiliği. Bütün içinde kendi yerinden
yoksun kalan bir kendiliği.
Elbette, Buller'ın siyasal amaçlarını tam olarak destekliyorum;
ama benim ana kaygım, devlet iktidarını Foııcaultcu tarzda tasav­
vur etmesi, devlet iktidarım bir kontrol ve düzenleme, kapsama ve
W6 OI.UM SAI.UK. HEGEMONYA. EVREN SELLİK • BUTLER. 2I2EK. LACLAU

dışlama aracı olarak tasavvur etmesiyle ilgilidir; o /aman iktidara


direnişin yeri, resmi iktidar ağından dışlanan ya da yarı-dışlanan,
gölgeli bir hayalet yarı-varoluş sürdüren, toplumsal mekân içinde
doğru dürüst bir yeri olmayan, simgesel kim liklerini öne çıkarm a­
ları önlenenlerin marjinal alanları olur. Dolayısıyla Butler, özgür­
leşme mücadelesini öncelikle bu marjinal eyleyicilerin, sivil toplum
içinde gerçekleşen düzenleyici devlet mekanizmalarına karşı dire­
nişine yerleştirir. Peki, benim bu çerçeveyle sorunum nedir? Butler,
bizatihi devlet iktidarının içeriden bölünme ve kendi müstehcen ha­
yalet alt yüzüne yaslanm a şeklini değerlendirme dışı bırakır: Ka­
musal devlet aygıtları, her zaman, gölge ikizleriyle, kamusal olarak
inkâr edilen bir ritücllcr ağıyla, yazılmamış kurallarla, kuruınlarla,
pratiklerle vb. tamamlanır. Bugün, hayalet bir yarı-varoluş sürdü­
ren ve kamusal olarak “görünmeyen” eyleyiciler dizisinin, diğerle­
rinin yanı sıra, yasadışı beyaz ustıinlükçü toplulukları (Montana’da
köktenci Hıristiyan dirilişçiler, neo-Naziler, Ku Klux Klan kalıntıla­
rı vb.) da kapsadığım unutmamalıyız. O yüzden sorun, hegemonik
simgesel rejim tarafından dışlananların hayalet yarı-varoluşlarıııı
sürdüren marjinaller değildir; sorun, bizzat bu rejimin, varlığını
sürdürmek için, statüsü hayali, inkâr edilmiş, kamusal alandan dış­
lanmış olan bütün bir mekanizmalar dizisine yaslanmak zorunda
olmasıdır. Bugün devlet ile sivil toplum arasındaki karşıtlık bile
başlan sona ikirciklidir: Ahlaki Çoğunluk'un kendisini, liberal dev­
letin "ilerici" düzenleyici müdahalelerine karşı yerel sivil toplumun
direnişi olarak sunmasına (aslında öyle de Örgütlenmiştir) şaşma­
mak gerekir.
Butler, Hegel'in “somut evrensellik” nosyonunun yıkıcı potansi­
yelinin farkında olmasına karşın, şu iddiada bulunmak istiyorum:
Foucaııllcıi iktidar nosyonunu kabul etmesinin, Butlcr'ııı "somut
evrensellik" nosyonunun iktidar nosyonu bakımından sonuçlarını
tam olarak geliştiremeınesini ve “ resmi" evrensellik ile hayalet alt
yüzü arasındaki bölünmeyi, müstehcen tamamlayıcısı olarak hege­
monik iktidar söyleminin içine açıkça yerleştirenlemeşin i açıkladı*
YERİ TU l'MAK 347

ğını iddia edebilirim. Butler, çalışmam hakkında eleştirel bir tarzda


şunu soruyor:

|C |in sel fark, gösterenler /.incirinde farklı b ir konum u, lıom zin


cire vesile olan , hem zin cird e b ir halka olan b ir konum işgal eder.
B u ik i anlam arasındaki kararsızlığı nasıl d ü şü n m eliyiz ve aşkınsal
olan , zem in i oluşturduğuna ve tarih sel d enilen şeyin sürdürücu
b ir ko fu lu n a vesile old uğ u na göre, bu ık ı anlam h er zam an ayrı
m ıd ır? (J.B ., s.162)

Bu paradoksu tamamen kabul ediyorum: Bu, diyalektiğin teınel


yapısal paradoksudur ve “ bu iki anlam arasındaki kararsızlığı nasıl
düşüneceğimizi" gösteren kavm nı, uzun süre önce Hegel tarafın­
dan önerildi ve daha sonra Marx tarafından uygulandı; bu, I IcgtTin
Büyük M antık'ln özdeşlik üzerine alt-bölümde tanıttığı “ karşıt
belirlenim [gegensätzliche Bestimmungj” kavramıdır. Diyalektik
sürecin seyri içinde, evrensel cins "karşıt belirlenimi içinde," yani
türlerinden biri olarak kendisiyle karşılaşır (Hegel içiıı, paradoksal
bir biçimde her cinsin iki türe -kendisi vc genel olarak Türe- sa­
hip olmasının nedeni hııdıır). Marx bu kavrama iki kez işaret eder:
önceGrundrisse'nin G irişinde, üretimin, bölüşümün,mübadelenin
ve tüketimin eklemlenmiş bütünlüğünde üretimin ikili yapısal ro­
lünü vurgularken (üretim eşzamanlı olarak hem kapsayıcı evrensel
öğe. bu bütünlüğün yapılandırıcı ilkesidir, hem de tikel öğelerinden
biridir); sonra Kapitalde, çok sayıda Sermaye türü arasında, evren­
sel Sermaye cinsi, tikel sermayelere karşıt olarak genel Sermayenin
dolaysız cisimleşmesi olan mali sermayede “ kendisiyle karşılaşır”
derken. Bana göre Hegel’in bu kavramla yaptığı şey, Laclaunun uz­
laşmaz ilişki nosyonuyla yaptığına benzer: Her ikisinde de anahtar
özellik, dışsal farkın (bizzat cinsin kurucusu) içsel farkla (cinsin
türleri arasındaki) ortüşmesidir. Aynı noktayı belirtmenin başka bir
yolu da, Marx m ünlü ısrarıdır -yine G rundrissen!girişinde:

Butun toplum b içim lerin d e b ir tek ö/.giıl ü retim tılrü va rd ır ve bu


tu r geri kalan lara egem endir, iliş k ile ri öteki iliş k ile rin d ü zeyin i ve
.M8 OLUM SALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK . BUTL1K. ?j£KK. I A C I A U

e tk isin i tayin eder. Bütün öteki ren kleri yıkayan v c ilk ellik le rim
d eğiştiren b ir ışık kaynağıdır. K en d isin in için d e m addileşen her
va rlığ ın özgül a ğ ırlığ ın ı belirleyen tikel b ir e terd ir.'

Evrenselliğin, içeriğinin parçası taralından bu ust belirlenimi, ev­


rensel ile tikel arasındaki bu kısa devre. Hegelci “somut evrensellık 'in
anahtar özelliğidir ve "çekişen evrensellikler" nosyonunda bu “so­
mut evrensellik” mirasını da amaçladığını düşündüğüm Butler'la
tamamen aynı görüşteyim: İle r tikel konumun, kendisini ifadelen­
dirmek için, kemli evrensellik tarzını (örtük ya da açık) hissettirmesi
gerektirdiğinde ısrar ederken, benim kendi çalışmalarımda sürekli
belirtmeye çalıştığım bir noktayı geliştirir.
Dinler örneğini alalını: Din cinsinin, çok sayıda türe ( “ ilkel”
animizm, pagan çoktanrıcılık, sonra Musevilik, Hıristiyanlık ve
Müslümanlık olarak ayrılan tcktanrıcılık ...) ayrıldığını söylemek
yetmez; önemli olan bu tikel türlerden lıer birinin, ilinin *'aslında*
ne olduğunu ilişkin kendi evrensel nosyonunu ve diğer dinlere ilişkin
kendi görüşünü (onlardan nasıl farklı olduğunu) içermesidir. Hıris­
tiyanlık, Musevilikten ve Müslümanlıktan basitçe farklı değildir;
onun ulku içinde, onu diğer iki "Kitap dini”nden ayıran fark, diğer
ikisi için kabul edilemez bir biçimde ortaya çıkar. Başka bir deyiş­
le. bir Hıristiyan ile bir Müslüman tartışırken, basit bir anlaşmazlık
içinde değildirler -bizzat anlaşmazlıkları konusunda da anlaşamaz­
lar: dinleri arasındaki farkın ne olduğu konusunda. (Sürekli öne
sürmeye çalıştığım gibi, değişkenler gereğince uyarlandığında aynı
şey. sağ ile sol arasındaki siyasal fark için de geçcrlidir: Sağ ile sol
basitçe anlaşmazlık içinde değildir -sağ ile sol arasındaki siyasal
karşıtlık, sağdan ya da soldan algılanan farklı bir görüşle ortaya ç ı­
kar.) Hcgcl'in "somut evrensellik” ! budur. Her tikellik kendi evren­
selliğini, kendi Bütün nosyonunu ve bütün içindeki rolünü içerdiği
için, bu tikel konumlar arasında arabuluculuk yapacak “ nötr” bir
evrensellik yoktur. Bu yüzden Hegelci “diyalektik gelişim," tikel bir
içeriğin evrenselliğin içine yayılması değildir; bir tikellikteıı diğe­
rine geçişte, her ikisini kapsayan evrenselliğin de değiştiği süreçtir:
YER İ TUTM AK

"Somut evrensellik,” kesinlikle evrenselliğin bu "iç yaşaın'ım, bu ge­


çiş sürecini anlatır; bu geçiş sürecinde, süreci kapsamayı amaçlayan
evrensellik sürece yakalanır, dönüşümlere teslim olur.

Laclau: sınıf, hegemonya ve bulaşıklaşmış evrensel


Bu mesele, beni Ladau’ya taşıyor: Bana göre, Ladau’nun tüm
eleştirel belirlemeleri, benim gizli Kaııtçılık dediğim tutumuna. He-
gelci "somut evrensellik” mirasını reddetınesinedayanır. Bu yüzden,
Laclau nun karşı-muhakemesiyle işe başlayayım: Kantçı düzenleyi­
ci Düşünce, peşinen verili olan belirli bir olumlu içeriği gerektirir;
oysa hegemonya için açık mücadele, böyle bir içerik gerektirmez...
Kantçı düzenleyici düşüncenin cninde sonunda. Aklın tam gerçek­
leşmesine ilişkin saf biçimsel bir nosyona da işaret etmesi dışında,
l^ıclau'nuıı esas "Kantçı" boyutunun, siyasal bir uğraşın olanaksız
Hedefine ilişkin coşku ile dalıa mütevazı gerçekleşebilir içeriği ara­
sındaki kapatılamaz aralığı kabul etmesinde yattığını öne sürmek
istiyorum. Laclau, Doğu Avrupa'da sosyalizmin çöküşü örneğini
hatırlatır: Harekete katılaıılarm birçoğu tarafından yüce coşku anı
olarak, genel nitelikli, her derde deva bir vaat olarak, özgürlüğü ve
toplumsal dayanışmayı gerçekleştirecek bir olay olarak yaşandı;
ama sonuçları çok daha mütevazıdır milliyetçi özlemlerin yükseli­
şi bir yana, tüm açmazlarıyla kapitalist demokrasi. Böyle bir aralığı
siyasal uğraşının nihai utku olarak kabul edersek, böyle bir uğraşı
konusunda bizi bir tercihle baş başa bırakmaz mı? Ya çabamızın
zorunlu nihai başarısızlığına gözlerimizi kapatmalıyız -naifliğegeri
dönüp, kendimizi coşkunun kollarına bırakalım- ya sonucun hayal
kırıklığı olacağını bildiğimiz halde oyuna katılarak kinik bir duruş
benimsemeliyiz/' Ladaunun Kant«, ılığı, en saf biçimiyle, özgürleş­
me ile iktidar arasındaki ilişkiyi ele aldığında, ortaya çıkar. İktidar,
özgürleşme projesine içkinse, bu. tam özgürleşmenin iktidarın or­
tadan kaldırılmasını gerektirdiği düşüncesiyle çelişmez mi, eleştiri­
sine yanıt verirken, şunu savunur:
3S0 OLUMSALLIK, HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTLER. 217.EK.LACLAU

özgürleşim e iktid ar bulaşm asının, katlanm ak zorunda olduğu­


muz kaçın ılab ilir am p irik bir kusur olm ad ığını, bütünüyle barışa
erm iş bir insan özfınü tem sil eden evrensellikten daha yüce bir
insan ideali gerektirdiğini savunuyorum ; çünkü tam bandık bir
toplum , saydam bir toplum , kendi kendim belirlem e anlam ında
tam am en iizgür olurdu, am a özgürlüğün bu tam gerçekleşmesi,
muhalefet olasılığı ortadan kald ırıld ığ ı için , o/gürltiğün ölüm üne
eşdeğer olurdu. Toplum sal bölünm e, antagonizm a ve bunun zo­
runlu sonucu -iktidar tikelliği ortadan kaldırm ayan bir özgürlü­
ğün gerçek koşullarıdır. (E .L . s.232)

laclau şöyle akıl yürütür: Siyasal uğraşımızın nihai amacına, lam


özgürleşmeye, asla ulaşılmayacak; özgürleşiine, sonsuza dek iktidar
bulaşmış olacak; ne var ki, bu bulaşmanın nedeni, yalnızca kusurlu
toplumsal gerçekliğimizin tam özgürleşmeye izin vermemesi değil­
dir -yani yalnızca ideal ile kusurlu gerçeklik arasındaki aralıkla uğ­
raşmıyoruz. özgürleşmiş toplumun tanı gerçekleşmesi, özgürlüğün
ölümü, özgür öznel bir müdahaleye açık olmayan kapalı bir saydam
toplumsal mekânın kurulması demek olurdu -insan özgürlüğünün
sınırı, aynı zamanda, onun olumlu koşuludur... Beııim iddiam, bu
akıl yürütmenin, Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisinde insanın bilişsel
kapasitelerinin zorunlu sınırıyla ilgili muhakemesini neredeyse
kelimesi kelimesine yeniden ürettiğidir: Sonsuz bilgeliğiyle Tanrı,
bizi özgür sorumlu eyleyiciler yapmak için bilişsel kapasitelerimizi
sınırlamıştır; çünkü numenal alana doğrudan ulaşsavdık, özgür ol­
mazdık, kör otomatlara dönüşürdük. Demek ki, Kant için insanın
kusuru, özgürlüğün olumlu koşuludur. Buradaki gizli ima, Kaııt'ın
"Yapabilirsin, çünkü yapmalısın!” deyişinin tersidir, paradoksal
"yapamazsın, çünkü yapmamalısın!” mantığıdır Tam özgurleşime
ulaşamazsınız, çünkü ulaşmamalısınız, çünkü bu özgürlüğün sonu
demek olur! Kendi hegemonya kuramının tarihsel statüsünü açık­
lamadığına ilişkin eleştirime Laclaunun verdiği yanıtta da benzer
bir çıkmaz buluyorum. Temelde L'iclau’nun, Butler’ın mutlak tarih­
sellik vc bağlam-bağımlılık iddiasıyla ilgili eleştirel belirlemelerine
katılıyorum: Butler bağlam-bagımlılığııı vc tarihselliğitı koşulları
sorusundan sakınır -bu soruyu açıkça sorsaydı:
YERİ TUTMAK 151

eşit ölçüde lalsız bulacağı ik i seçenekle karşı karşıya kalırdı: Ya ta


rıhselliğin olum sal bir tarihsel inşa olduğunu -dolayısıyla tarihsel
olm ayan ve sonuç olarak aşkınsa! olarak belirlenen toplum lar bu-
lıınduğunu (...)- iddia etm ek ya da bir tarihsellik ontolojisi ortaya
koym ak durum unda kalıtd ı ve bunun bir sonucu olarak, çözüm le­
mesine aşkınsal-yapısal boyutu yem den sokm ak zorunda kalırdı.
(K .L.. s.205)

Bu eleştirinin aynısının Laclau için de geçerli olduğunu iddia


etmek istiyorum -işte, hegemonya kuramının statüsünü açıklama­
dığına ilişkin eleştirime (bugünün özgül olumsal tarihsel kümelen­
mesine ilişkin bir kuram mıdıı ; Marx’m zamanında “sınıf ö/cültiğü”
yeterliydi de. bugün mü olumsallığın tam bir savlamasına ihtiyacı­
mız. var; yoksa tarihselliğin aşkınsal bir a priorisini betimleyen bir
kuram mıdır?) yanıtı:

Yalnızca çağdaş topluınlarda genellenmiş bir lıegeınonik siyaset


biçim i va rd ır; am a bu nedenle geçm işi soruşturup, aynı süreçlerin
hugıın tam olarak görünür olan gelişm em iş biçim lerine rastlayabi­
liriz. ve gerçekleşm em işlerse, m eselelerin neden farklı old ukl.ııım
anlayabiliriz (E .L ., s.223).

Bu çözümde sorunlu bulduğum şey. bu tartışmaya ilk müdaha­


lemde eleştirel olarak anımsattığım sözde-Hegelci evrimci bakış
açısını örtük bir biçimde onaylamasıdır: Toplumsal-siyas.il yaşam
ve bu yaşamın yapısı zaten/her zaman hegemonya mücadeleleri­
nin sonucu olmasına karşın, ancak bugün, huğunun özgül tarih­
sel kümelenmesinde -küreselleşmiş olumsallığın “postmodern”
evreninde- siyasal süreçlerin köklü oluınsal-hegemonik doğasının
sonunda “ kendine gelmesine/dönmesine," “özcü” yükten kurtul
masına izin verilir... Başka bir deyişle, gerçek soru şudur: Çağdaş
topluınlarda “ lıegeınonik siyaset biçiminin bu geııelleşme’siııin taııı
statiısiı nedir? Kendi başına olumsal bir olay, hegemonik mücade­
lelerin sonucu mudur, yoksa lıegeınonik siyaset biçimi tarafından
belirlenmeyen, temelde yatan tarihsel bir mantığın sonucu mudur?
Benim buradaki yanıtım şudur: “ I legemonik siyaset biçiminin ge­
nelleşmesi," belli bir topluımal-ckonomik sürece bağımlıdır: “ Yurt
352 OLUM SALLIK. HECRMONYA. EV R K N SH LIK . BUTLER. 2t2KK. LACLAU

suzlaştırına” dinamiğiyle çağdaş küresel kapitalizm, “özcü” siyase­


tin ve yeni siyasal öznellikler çoğalmasının koşullarım yaratmıştır.
Yine, meramımı tam açıklamak için: Anlatmak istediğim, ekono­
minin (Sermayenin mantığı) hegemonik mücadeleyi bir şekilde
“sınırlayan” bir tür “özcü çapa” olduğu değildir -aksine, hegemonik
mücadelenin olumlu koşuludur; “genelleşmiş hegemonya"nın geli­
şebileceği arka planı yaratır.*
“ Sın ıf mücadelesi” ile kim lik siyaseti arasındaki ilişkiyi bu çizgi­
de ele almak istiyorum. Laclau burada iki noktaya değinir, birincisi:
“sın ıf uzlaşmazlığı, kapitalist üretim ilişkilerine içkin” değildir, “ bu
ilişkiler ile bu ilişkilerin dışındaki işçinin kimliği arasında" yer alır
(F..L, s.225); ekonomik kategorilerin salt cisimleşmesi olarak değil,
bireyler olarak işçiler, kültürel ya da başka nedenlerle durum ları­
nı “ haksızlık” olarak yaşadıklarında ve direndiklerinde sınıf uzlaş­
mazlığı ortaya çıkar. Dahası, işçiler direndiklerinde ve direnseler
bile, talepleri aslen anti-kapitalist değildir; kapitalist sistem içinde
karşılanabilen kısmi reformist hedefleri de amaçlayabilirler. Aslın­
da, "sın ıf mücadelesi, kim lik siyasetinin yalnızca bir türüdür, için
de yaşadığımız dünyada giderek daha fazla önemsizleşen bir türü"
(K .L , s.226) işçilerin konumu, sistem karşıtı mücadelede onlara
herhangi bir a priori ayrıcalık vermez.'*
Birinci konuda, Ladaunun nesnelcilik karşıtı duruşunu yalnızca
onaylamakla yetinmiyorum; üretimin “ nesnel” koşulları ile “öznel”
mücadele ve direnişi karşı karşıya koyarken, nesnelciliğe gereğin­
den fazla ödün verdiğini bile düşünüyorum. “ Nesnel” üretim iliş­
kileri. bu ilişkilere yakalanan bireylerin direnişini gerektircbilen ya
da gerektirmeyen üretim ilişkileri yoktur: Mücadelenin ve direnişin
yokluğu -ilişkide olan her iki tarafın, ilişkileri direnişsiz kabul etme
olgusu- zaten mücadele de bir tarafın zaferinin işaretidir. Unutul­
mamalıdır ki. ara sıra bazı "nesnelci” fornuilasyonlara karşın, birey­
lerin cisimleşmiş ekonomik kategorilere indirgenmesi, Marx için,
yalın bir olgu değil, “şeyleşme” sürecinin sonucudur, yani kapita­
lizme içkin ideolojik “gizcmleştirme’ nin bir boyutudur. Laclau'nun
YF.Rİ TUTM AK 3S3

sınıf mücadelesinin “ kim lik siyasetinin yalnızca bir türü, içinde


yaşadığımı/, dünyada giderek daha fazla önemsizleşen bir türü” ol­
duğuna ilişkin ikinci belirlemesine gelince, buna zaten sözü edilen
“ karşıt belirlenim” paradoksuyla, zincirin kendi ufkunu sürdüren
parçası paradoksuyla karşılık vermek gerekir: Sın ıf uzlaşmazlığı,
kuşkusuz bir dizi toplumsal antagonizmadaıı biri olarak görünür;
ama bu antagonizma aynı zamanda "geri kalanlara egemendir, iliş­
kileri öteki ilişkilerin düzeyini vc etkisini tayin eder. Bütün öteki
renkleri yıkayan ve tikelliklerini değiştiren bir ışık kaynağıdır.” Bu­
radaki örneğim, yine, yeni siyasal öznelliklerin çoğalmasıdır: “Sı­
n ıf m ücadclcsfni ikincil bir role itmiş gibi görünen bu çoğalma,
bugünün küresel kapitalizmi, söylendiğine göre “sanayi sonrası”
toplumun gelişi bağlamında “sınıf mücadelesi nin sonucudur. Daha
genel bağlamda, burada Laclau ile anlaşmazlık noktam, hegemonya
mücadelesine giren tüm öğelerin ilke olarak eşit olduklarını benim
kabul etmememdir: Mücadeleler (ekonomik, siyasal, feminist, eko­
lojik, etnik vb.) dizisinde, zincirin parçasıyken, zincirin ufkunu giz­
lice üst-belirleyen bir mücadele her zaman vardır.'10Tikelin evren­
sele bu bulaşması, hegemonya (yani hangi tikel içeriğin söz konusu
evrensellik üzerinde hegemonya kuracağı) mücadelesinden “daha
güçlü’dür: Bir sürü tikel içeriğin üzerinde hegemonya mücadelesi
yürüttüğü alanı yapılandırır. Burada Butler’la aynı görüşteyim: So­
run, yalnızca hangi tikel içeriğin içi boş evrensellik yerini hegemon­
yasına alacağı değildir sorun, aynı zamanda ve her şeyden önce, bu
içi boş yerin ilk önce ortaya çıkması için hangi gizli ayrıcalıkların ve
kapsamaların/dışlamaların gerçekleşmek zorunda olduğudur.

Gerçekçi ol, olanaksızı iste!


Bu. beni nihayet Büyük Sorun kapitalizme getiriyor. İşte, post
modern siyaset savunucularının kapitalizmi “ kasabadaki tek oyun"
olarak kabul ettiklerine ve var olan liberal-kapitalist rejimi devir­
3H OLUMSALLIK. HEÎ.KMONYA, F.VRRNSEI I.İK . BU FLER. ?.l2l:K. I AC1-AU

meye yönelik her girişimi kınadıklarına ilişkin iddiama, Ladau’nun


yanıtı:

Ihı tür İddiaların zorluğu, kesinlikle lıisbir şey il.ulc elmcmelerı


dir. ... |£izek| Proletarya diktatörlüğünü mü dayatmak istiyor?
Yoküi üretim araçlarını toplumsallaştırıp piyasa mekanizmalarını
ortadan kaldııııuk mı istiyor? Kendine özgü bu amaçlara ulaşmak
için benimsediği siyasal strateji nettir? ... lUı soruları en azından
yanıtlamaya başlamadıkça, (Zizek'inJ anti-kapitalizmi içi boş bir
sözdür (E.L, s.229).
önce, hu satırların ne anlama geldiğini vurgulamama izin ve
rin: Bugün, küresel kapitalizme yaşayabilir bir alternatifi hayal bile
edemeyeceğimiz anlamına gelir -sol için tek seçenek "ekonomide
devlet düzenlemesine ve demokratik denetime geçme, höylece kü
reselleşmenin en kötü sonuçlarından kaçınm adır s.229), yani
kendini olayların akışına bırakırken, kendisini kaçınılmazın zarar­
lı sonuçlarını sınırlamakla sınırlayan yatıştırıcı önlemlerdir. Du­
rum bu olsa bile, çok övıilen postmoderıı “ yeni siyasal öznellikler
çoğalması’ nın, tiiın “özcü"saplantıların ölümünün, tam olumsallık
savlamasının, belli bir sessiz kabul ve ret arka planında gerçekleşti­
ği olgusunu en azından dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum:
toplumlunuzun temel ilişkilerinde küresel bir değişim düşüncesi­
nin reddi (kapitalizmi, devleti ve liberal demokrasiyi kim hâlâ ciddi
bir biçimde sorguluyor?) ve dolayısıyla, yeni öznelliklerin dinamik
çoğalmasında, sorgulanmayan arka plan olarak, aynı kalan liberal
demokratik kapitalist çerçevenin kabulü. Kısaca, Laclau'nun benim
anti-kapitalizmimle ilgili iddiası, ekonominin demokratik deneti­
m i" dediği şey ve daha genel olarak “ radikal demokrasi projesi" için
de geçerlidir: Ya küresel kapitalist çerçeve içinde yatıştırıcı hasar
kontrol önlemleri anlamına gelir, ya da kesinlikle hiçbir şey ifade
etmez.
Liberal kapitalizmin ironide bulunmaksızın büyük denebilecek
başarılarının farkındayım: İnsanlık tarihinde hiçbir zaman bu ka­
dar çok insan, bugünün ileri Batı ülkelerindeki kadar çok özgürlü­
YER İ TUTMAK i«

ğe vc maddi yaşam standardına sahip olmamıştır. (Umunla birlik


te ben, Yeııi Dünya Düzenini yalnızca ılım lı yatıştırıcı önlemlere
izin veren acımasız bir süreç olarak kabul etmekten uzak duruyor
ve eski Marksist çizgide, bugünün kapitalizminin, bizatihi zaferiv
le. standart sanayi kapitalizminin çelişkilerinden çok daha büyük
patlayıcı potansiyele sahip çelişkiler doğurmakta olduğunu düşün­
meye devam ediyorum. Akla hemen bir dizi “akıldışılık” geliyor:
Son birkaç on yıldaki nefes kesici üretkenlik artışının sonucu artan
işsizliktir, uzun erimde ileri toplumlar kendilerini yeniden üretmek
için işgüçlerınin yalnızca yüzde 20sine ihtiyaç duyacaklar, geri ka­
lan yiızde 80 saf ekonomik bakış açısından bir fazlalık durumuna
düşecektir; sömiirgesizleşmenin sonucu, çok uluslu şirketlerin,
merkezlendikleri ülkeyi bile sömürge haline getirmekle tehdit et­
meleridir; küreselleşmenin ve “ küresel köy "ün doğuşunun sonu­
cu. nüfusun bütün tabakalarının gettolaşmasıdır; çok övülen “ işçi
sınıfının kaybolınası'nm sonucu. Üçüncü Dünya terhaııelerinde.
Batının hassas gözlerinden uzak çalışan milyonlarca kol işçisinin
ortaya çıkışıdır... Kapitalist sistem böylcce kendi asli sınırına ve
kendi kendini silmeye yaklaşıyor: Nüfusun çoğunluğu için, sanal
“sürtüıımesiz kapitalizm" düşü (B ili Gates), bir kabusa dönüşüyor.
Ta başından itibaren, kapitalist küreselleşme -dünya sistemi ola
rak kapitalizmin ortaya çıkışı- adının tam tersini içerdi: tikel etkin
gruplar içinde, bu küreselleşmeye dahil edilenler ile ondan dışla­
nanlar arasında bölünmeyi. Bugün bu bölünme, her zamankinden
daha radikaldir. Bir yanda, sözde “simgesel sın ıfım ız var: yalnızca
yöneticiler ve bankacılar değil, akademisyenler, gazeteciler, avu­
katlar ve benzerleri de -çalışına alanları, sanal simgesel evren olan
herkes. Diğer yanda, tüm çeşitlilikleriyle dışlananlar var (sürekli iş­
sizler, evsizler, ayrıcalıksız etnik ve dinsel azınlıklar vc benzerleri).
Arada, geleneksel üretim ve ideoloji tarzlarına tutkuyla bağlı (sözge­
lişi. işi tehlikede olan vasıllı bir kol işçisi) ve her iki uca, iş dünyasına
vc akademisyenlere, yanı sıra dışlanmışlara “ vatan haini," “ köksüz"
sapıklar diye saldıran ünlü "orta sın ıf" var. Toplumsal aııtagoniz-
356 OLUM SALLIK, HEGEMONYA, EVRENSELLİK . BUTLER.2l2EK. LACLAU

malarda her zaman olduğu gibi, bugünün sınıf uzlaşmazlığı da bu


üç aracı arasında karışık etkileşim olarak çalışır; değişen stratejik
ittifaklarla birlikte: köktenci orta sınıfa karşı dışlanmışları savunan
“siyaseten doğrucu" simgesel sınıllar ve benzeri. Bunların arasın­
daki bölünme, geleneksel sınıfsal bölünmelerden daha köklü hale
geliyor -her grubun kendi “dünya görüşifnü, gerçeklikle ilişkisini
geliştirdiği düşünülürse, insanın içinden, bu bölünmenin neredey­
se varlıkbilimsel oranlara ulaştığım iddia etmek geliyor: "Simgesel
sın ıf" bireycidir, ekolojiye duyarlıdır ve aynı zamanda post modern­
dir, gerçekliğin kendisinin olumsal simgesel bir oluşum olduğunun
farkındadır; "orta sınıf," geleneksel durağan etiğe ve simgesel sınıf­
ların “ ilişkisini kestiği" "gerçek yaşam a inanca sarılır; dışlanmışlar,
hedonist nihilizm ile radikal (dinsel ya da etnik) köktencilik arasın­
da salınır...
Yine l.acancı Simgesel, İmgesel ve Gerçek üçlemesiyle uğraşmı­
yor muyuz? Dışlanmışlar, toplumsal bütünleşmeye direnen çekir­
dek anlamında “gerçek" değil mi? "O rta sınıfT ahlaki çöküşle bo­
zulan uyumlu bir Bütün olarak toplum fantezisine dört elle sarılan
“ imgesel” değil mi? Bu doğaçlama betimlemenin işaret ettiği ana
nokta, küreselleşmenin kemli köklerini zayıflattığıdır. Bizzat biçim­
sel demokrasi ilkesiyle çatışma ufukta zaten algılanabiliyor; zira
belli bir noktada “simgesel sınıfT çoğunluğun direnişini “demok­
ratik yollarla" kontrol altına alamaz." Bu sınıf hangi çıkış yoluna
başvuracak? Küreselleşmeye uymayanları daha uysal kılmak için
genetik manipülasyona kadar, hiçbir şeyden geri durulmayacak...
O zaman, ekonomik, ekolojik ve benzeri zorunluluklara nötr ba­
kışa dayanan post-ideolojik akılcı müzakere ve karar alma çağma
girdiğimiz için, ideolojiler -Sosyalizm ya da Liberalizm gibi bü­
yük ideolojik projeler- çağının bittiğini söyleyen bugünün egemen
konsensüsüne nasıl yanıt verelim? Bu konsensüs farklı kılıklara
bürünebilir; bu konsensüsü kabul edip büyük ideolojik projelerin
kaybım gerçek bir “ yas çalışm asıyla tamamına erdirmeye yöne­
lik yeni muhafazakâr ya da Sosyalist reddiyeden (küresel ideolojik
YF.RI TUTM AK 357

projeleri diriltmeye yönelik farklı girişim ler), ideolojiler çağından


post ideolojik çağa geçişin, insanlığın üzücü ama karşı konulmaz
olgunlaşma siircciııin parçası olduğunu savunan yeni-liberal kanıya
kadar -nasıl ki bir genç, büyük coşkulu delikanlılık planlarının kay
bini kabul edip, yetişkinlerin gündelik gerçekçi ödünler yaşamına
girmeyi öğrenmek '/orundaysa, kolektif özne de küresel ütopik ide­
olojik projelerin söndüğünü kabul edip, ütopyalar sonrası gerçekçi
çağa girmeyi öğrenmelidir...
Hu nco-liberal klişeyle ilgili belirtilmesi gereken ilk şey şudur:
Genellikle büyük ideolojik projeleri gerçek dışı ütopyalar olarak ka-
tegori leştir inek için başvurulan piyasa ekonomisinin zorunlulukla­
rına tarafsız göndermenin kendisi, büyük modern ütopik projeler
dizisine sokulmalıdır. Yani l'redric Jameson’ııı da işaret ettiği gibi,
ütopyayı nitelendiren şey insan doğasının özsel iyiliğine ya da ben­
zer bir naif nosyona inanç değil, toplumun bütününe uygulandığın­
da, özlem duyulan dengeli ilerleme ve mutluluk durumunu otoma­
tik olarak ortaya çıkaracak genel nitelikli bir mekanizmaya inançtır
ve bu anlamda piyasa, düzgün uygulandığında en iyi toplum du­
rumunu ortaya çıkaracak meldnizmanın adı değil mi? O yüzden
yine, toplumlarımızda ütopik itici gücün kaybolmasına hayıflanan
kıra solcuların kendilerine- solun ilk yanıtı, bu itici gücün hayatta
ve iyi olduğunu söylemek olm alıdır -yalnızca, taban demokrasisine
dönüşü savunan sağcı “ köktenci’' popülizmde değil, her şeyden çok
bizzat piyasa ekonomisini savunanlar arasında da.ı: İkinci yanıt,
ütopya ile ideoloji arasına açık bir avrım çizgisi koymak olmalıdır:
İdeoloji, yalnızca, gerçekçi biçimde fiilileşme şansı olmayan ütopik
toplumsal dönüşüm projesi değildir; her kapsamlı toplumsal dönü
şüm projesini "ütopik' diye, gerçekçi olmayan bir düş ve/veya “ to­
taliter” potansiyel taşıyor diye “gerçekçi bir biçimde" değersizleşti
renler in iilopya karşıtı duruşu da bir o kadar ideolojiktir bugünün
egemen ideolojik “kapanma” biçimi, sözde “gerçekçi" vc "olgun" bir
tutumun yararına, köklü bir toplumsal dönüşümü hayal etmemizi
önleyen zihinsel engel biçim ini alıyor.
.»S# OLUMSALLIK. IIF.CEMONYA, EVRENSELLİK • BUTLER. »2 E K . LACLAU

Hthics o f Psychoatıalysisw üzerine Seminerinde Kaçan, iki ente­


lektüel tutum olarak “düzenbaz" ile “ budala" arasında bir karşıtlık
geliştirdi: Sağcı entelektüel bir düzenbazdır, verili düzenin varlığını
o düzenin kanıtı sayan ve zorunlu olarak felakete yol açan "ütopik"
planlarından ötürü solu alaya alan bir konformisttir; solcu entelek­
tüel ise budaladır, mevcut düzenin yalanlarını açıkça, ama konuş­
masının performatif etkinliğini askıya alacak biçimde ortaya seren
bir saray soytarısıdır. Sosyalizmin çöküşünden hemen sonraki yıl
larda, düzenbaz, her türlü toplumsal dayanışma biçimini üretkenlik
karşıtı bir duygusallık olarak reddeden yeni-muhafazakâr bir ser­
best piyasa savunucusuydu; budala ise. mevcut düzeni “ yıknufsı
mukadder oynak prosedürleriyle fiilen o düzene destek hizmeti
veren yapısökümcü kültürel eleştirmendi.
Ne var ki, bugün düzenbaz-budala çifti ile sağ/sol siyasal karşıt
lığı arasındaki ilişki, giderek daha büyük ölçüde, standart sağcı dü­
zenbaz ve solcu budala figürlerinin tersidir: Üçüncü Yol kuramcı­
ları, eninde sonunda, bugünün düzenbazlan. kinik tevekkülü, yani
küresel kapitalizmin temel işleyişinde bir şeyi değiştirmeye yönelik
her girişimin zorunlu başarısızlığını vaaz eden figürler değil mi?
Muhafazakâr budalalar -özgün modern modelleri Pascal olan ve
deyim uygunsa egemen ideolojinin gizli kartlarını gösteren, etkin
kalmak için bastırılması gereken temel mekanizmaları gün ışığına
çıkaran muhafazakârlar- çok daha çekici değil mi? Bugün, bu solcu
düzenbazlık karşısında, bu ütopik küresel alternatif yerini açık tut­
mak, içi boş kalsa, ödünç zamanda yaşasa, içeriğin içini doldurma­
sını beklese bile, her zamankinden daha önemlidir.
Hem sosyal demokrat refah devleti imgeseli, hem “gerçekte var
olan sosyalizm" imgeseli tükendikten sonra solun yeni bir im ­
gesele (harekete geçirici yeni bir küresel vizyona) ihtiyacı olduğu
konusunda Laclau ile tamamen aynı görüşteyim. Bununla birlik
te. Inıgıın retah devleti ve sosyalizm imgesellerinin eskimişliği. bir
klişedir gerçek ikilem, egemen lilteral demokratik imgeselle ne ya
pılacağı -solun onunla nasıl ilişkileneceğidir. Bana göre Laclau ile
YERİ TUTM AK 359

Mouffe’un "radikal demokrasi’si, bu liberal demokratik imgeselin


ıılku içinde kalırken onu yalnızca “ radikalleştiruıe’ ye çok yakındır.
Laclau muhtemelen, esas meselenin demokratik imgeseli “ içi boş
bir gösteren" olarak ele almak ve içeriğinin ne olacağı konusunda
küresel kapitalist Yeni Dünya Düzeni savunucularıyla hegemonya
savaşma girmek olduğunu iddia edecektir. Ne var ki. burada, baş­
ka bir yolun da açık olduğunu vurgulayan Butlcr'ın haklı olduğunu
düşünüyorum: “ Koşullarını içten yıkmak için egemen normu işgal
etmek zorunlu" değildir. “ Bazen koşulları reddetmek, sönümlen­
mesine izin vermek, güçten düşürmek önemlidir" (J.B., s. 199). Yani
bugün sol bir tercihle karşı karşıyadır: Ya egemen liberal demokra­
tik ıılku (demokrasi, insan hakları, özgürlükler ...) kabul eder ve bu
ufuk içinde bir hegemonya mücadelesine girer, ya da her koşulunu
reddetme, hugunün liberal şantajını, her türlü radikal değişim ihti­
malinin totaliterliğe yol açacağı şantajını alenen reddetmeye yöne­
lik karşıt hareketi göze alır. 68’in Gerçekçi ol, olanaksızı isle! sloganı
hâlâ geçerlidir; benim sağlam inancım ve siyasal -varoluşsa! öncü­
lüm budur: Liberal demokratik ufuk içinde değişimleri ve yeniden
anlamlandırmaları savunanlar, çabalarının, bize insan yüzlü bir
kapitalizm verecek estetik ameliyattan başka bir anlama geleceğine
inanan gerçek ütopyacılardır.
İkinci müdahalesinde Butlcr, Hcgelci diyalektik süreci nitelendi­
ren tersine dönmeyi kusursuz bir biçimde kullanır: Her belirlenim
hemen karşıtına dönüştüğü için anlamın ayrımsal yapısı, ağırlaşmış
"çelişki" içinde çöker: bu “deli dansı," yeni bir evrensel belirlenimin
aniden ortaya çıkmasıyla çözülür. Tinin GÖrüngübilimi'ndc “ kendi­
ne yabancılaşmış Tinin dünyası'udaıı Fransız Devrininim Terörü­
ne geçiş bunun en iyi örneğini verir: Devrim öncesindeki “ 'Italyan,
Fransız, traiik, komik her tür otuz aryayı bir araya yığıp karıştıran;
kimi zaman derin bir bas ile cehenneme kadar inen, sonra gırtla­
ğını kasarak, yüksek perdeden sırasıyla çılgınca ve yatıştırıcı, bu
yurgan ve alaycı bir ses tonuyla gök kubbeyi parçalayan' (Diderol.
Ratncaunun Yeğeni) müzisyenin deliliği.*"" aniden radikal karşıtına
.160 OLUMSALLIK, HEGEMONYA. EVRENSELLİK • KÜTLER, £|2EK. LACLAU

dönüşür: karşı konulma/ bir sağlamlıkla hedefinin peşinden giden


devrimci duruşa. Elbette, bana göre, bugünün "deli dansı," çok katlı
değişen kimliklerin dinamik çoğalınası da yeni bir Terör biçiminde
çözümünü bekliyor. Tek “gerçekçi* beklenti, olanaksızı tercih ede
rek, istisnanın yerini tam olarak üstlenerek, tabusuz, ön normsuz
(“ insan hakları,” “demokrasi” ), terörü “ yeniden anlamlandırma mızı
da önleyen şeye saygıyla, acımasız güç kullanımıyla, özveri ruhuy­
la yeni bir siyasal evrenselliği tenıellendirmektir... Yumuşak kalpli
bazı liberaller bu radikal tercihi Unksfaschisnıus [sol faşizm] diye
yererlerse, kendileri bilirler!
YERİ TUTMAK 361

Notlar

Burada cihetle, Joan Capjec'in ç ıjır açıcı “ llıc FulhanasLı o f Reason” ından
yararlanıyorum; Rant Sty Desin içinde. M il Press, Cambridge-M A .
1995. I acanci cinsel lark nosyonunun felsefi temelleri vc sonuçları Özerine
bu denemenin, Lacan'u sayısı/ feminist saldırıda sevgzce geçiştirilmesi
anlamlıdır.
Burada yine. ükancı Gerçek nosyonunun anahtarının, Laclau nun ömek
niteliğinde incelediği içsel ve dışsal fark ttrttkşmcsi olduğunu görebiliyoruz
"Gerçeklik.** sınırları simgese) düzen Sıralından bellilenen d ı^ ıl alandır,
(ierçek ıvc Simgesele içkin bir engeldir, fiilileşmesini içeriden önler. Butlcr'm
Geıçcgc karşı bildik muhakemesi tbızzat Gerçek ile Simgeseli aytraıı çi/giııiıı
dûıı dörtlük simgesel bir jest olduğu ). Simgeseli aslen tutarsız ve kırılgan yapan
bıı örtülmeyi değerlendirme dışı bırakır.
Dahası, önceki iki yazımda da vurguladığım gibi. “ Bizz;ıt cinscl farkın içi
Av>* biçiminin hegemonya uğrunu savaş alanı olarak ortaya çıkması için hangi
Özgül içerik dışlanmalıdır?" sorusuna locan ın kesin bir yanıtı vardtr. Bu özgül
içerik, Lacan'm «4a« Dnıx. olaıuksız-gcrçck Şey dediği, ya da daha özgül olarak
Seminar AT da "lam clla" dediği şeydir, yanı "cinsiyeti! üreme döngüsüne tabı
olduğu için canlı varlıktan çıkarılmış*" olan "ölümsüz yaşam ya da bastırılanla/
yaşam." ölmemi? nesne olarak libidodur (Jacques Lacaa //*• l'our Fıtmlamenial
CutureptsofPsyriKhumılysit. Noıton, New York. 1977. s. IMS).
Butler'iıı kavramsal ayrımları reddettiği için ödediği bedel, bir dı/ı anahtar
psıkaııaliıik içgftrtiyü aşırı basitleştirmesidir. Örneğin ’‘Bireyleşmenin
bilinçdışını. biı kalıntıyı üreten bir Kınlan reddetmeyi gerektirmesi kaçınılma/
olabilir, ama hilıııçdışının toplumsal öncesi değil, dile gelmez tojtfur/ıudın
wtrligiut içinde sürdürdüğü M it hır tarz olması da eşit dcrvcedc kaçınılma/
görünü>or." iddiası, travmalı Gerçeği Üreten haştaıı reddetme ile biı içeriği
biiınçdışına doğrud-ın ItaiUrnhik arasındaki ayrımı bulanıklaştırır. Başlan
reddedilen şey. bılınçdı^ında varlığını sürdüımez: Biliııçdışı, öznenin söyleminin
sansürlü bölümüdür, “ öteki Sahnemde ısrar cdeıı ve ö/neııin konulma akıcını
bozan gösterici bir zincirdir; başlan reddedilmiş Gerçek ise. bi/zsit bilınçdtşı
içinde bir dış-nıahrcm çekirdektir.
Karl Marx, (irtındriyse, Peııguiıı 1972, Hamxmdswoflh. v. 107 ;Bkz. Karl Marx.
I çisele Yazılan, çev. Alımet Fethi, İlil Yayın, İstanbul, 2004. s. 206: ayrıca krş
Karl Marx. Grundrisse . I koıtomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, eev. Sev.uı
Nişanyan. Birikim Yayınları. 1979(2008). s. 178 |ç.n.|.J.
Uuıada, tarihsel <lcneyımde çoğu kez karşıt aralığa rastladığımız eklenmelidir:
B ir eyleyici, yalnızca tikel bir sorunu çözmeyi amaçlayan ılım lı bir «kileme
3f»2 OLUMSALLIK. HEGEMONYA. EVRENSELLİK • BUTLER. 212EK. LACLAU

başvurmuştur. sonra bu (Vnlcm bütün toplumsal yapının dağılma sürccinı


KışLıtmıştır (Gorbaçev in. amacı yalnızca Sosyal i/mi daha \erimli kılmak olan
perrstrntka'sı gibi).
7 Pratik Usun fifejlırisi'ndc Kani, numenal alana, kendinde Şeylere ulaşırsak
başımıza nc gelir sorusuna yanıl vermeye çalıştı:
(A )hlaki yatkınlığın lıevcslchyte sürdürmek zorumla olduğu ve /ilm ili ahlaki
gücünün birkaç yenilgiden sonra, dercce derccc ka/anılabıfccc£i hır çatışma
yerine. Tanrı ve sonsuzluk tüm ihtişamıyla güzlerimizin oıuımle dururdu...
Köylece yavay.ı uygun pek çok eylem korkudan. pek azı umuttan yapılırdı,
hiçbiri görev icabı yapılmazdı. Yûoe bilgeliğin gözümle ki>ımn. halta dünyanın
dcgennın Kığlı olduğu eylemlerin ahlaki değeri, var olmazdı İnsanın davranışı,
dolası şıındı olduğu gibi kaldığı sürece. bir kukla gösterisinde olduğu gibi her
şevin hareket ettiği, ama figürlerde yaşama rastlanmayan bir mekanizmaya
dönüşürdü (Immanuel Kant, Craiquc of Pracfical Rawoh. Macmillan. New
York. 1956, s. 152*3 ( Pratik Usun Mcpirnt, çev. İsmet /eki Eyuboghı. Say
Yayınları ,1999)).
Bu yü/deıı Kam*a göre, numeıutl alana doğrudan erişim, aşkınsal ft/gürlü$ün
çekirdeğini oluşturan ~kendiligindcnlık*‘lcn bizi yoksun bırakırdı: Hızı cansız
otomata ya da bugünün terimleriyle ifade çilersek “ düşünen makinelere"
dönftfUMrdO.
X. Yanlış anlamadan sakınmak için İdeolojik mücadelcnın özerk mantıcının
farkındayım. Richard Dawkins'e göre, canlı doğada la n rı'n ın yararlık işlevi.*’
genlerin üretimidir: yanı genler (l)N A I. canlık \arlıkların (Ireme aracı değildir,
tersine Canlı varlıklar, genlerin kendilerim yemden Urctınc ar.Kidir. Aynı som
ideolojiyle ilgili olarak da sorulm alıdır Devletin İdeolojik Aygıt Lirinin (D İA )
‘'yararlık işlevi" nedir? Maddeci yanıt şudur: ne düşünceler, duygular vb agı
olarak ideolojinin yeniden üretimidir. ııe de bıı ideolojinin ıne->nıLı^tırdıg:ı
toplumsal koşulların yeniden üretimidir: bizzat DİA'nın kemliğini yeniden
üretmesidir. “Aynı” ideoloji, faiklı toplumsal tarzları barındırabılır. sırf bir D İA
olarak "varlığını süıdürmck" için düşüncelerinin \b. içendim değiştirebilir.
Kuğunun kapitalizminin, geleneksel dinlerden bireyci hedonizme kadar çok
sayıda ideolojinin, mantıklannı kapitalizmin mantığına uyacak şekilde •‘yeniden
anlım landırm alarrnı olanaklı kılan bir tür künrsel makine oklusunu iddia
edıyonmı Zcn Budizm hocaları bile, saiori ye ulaşmakla gcletı iç huzurun,
piyasada daha verimli olmayı nasıl olanaklı kıldığını vtıryulamavı severler
Hu arada, kimlik \iyasctinc ilişkin ana cicştınm. kendi başına •'tikeleiliği**
değil, kimlik siyaseti partizanlarının. kişinin tikel tcLılluz konumunun
onun konuşmasını meşrulaş!irdiği, hatta otantikliğini garanti ettiğine ilişkin
icarlarıdır: Homoseksüellik hakkında yalnızca gcylcr. uyuşturucu deneyimi
hakkında yalnızca uyuşturucu bağımlıları. feminizm hakkında yalnızca
kadınlar konuşabilir... Kurada "kişinin kendi ayrıcalıklı deneyimleri, kotu ve
gerici muhakemelerdir** diye yazan Dclcuzc dikkate alınmalıdır (,Ya*ii/wrfw«vt
YF.Rİ TUTM AK 363

C ohm M a Univcrsity Press. New York. IW 5, v I I \Müzakereler, çcv. İnci


IJysal. Norgtınk Yay., İstanbul. 2006)): Kurbanların. kendileriyle himayeci bir
tarzda duygudaşlık kuran sempatik liberal sAylcmc karşı kendi öznelliklerini öne
çıkarmalarını olanaklı kılmada sınırlı bir ilerici rol oynamasına karşın. kişinin
ikam dan kendi deneyimiyle böyle bir "otantikleştirme" özgürleşmesi siyasetin
temellerim A i v i l 1 . i t ir.
10. Yine sinemadan bir örnek: Pa ris Yanıyor'ıtn panxlık bir gösterinin parkası
olarak Cist sınıf beyaz hanımefendilerin kıyafetlerini giyen \e alaylı bir biçimde
rıiticilerıııı taklit etlen bir grup yoksul, siyah Amerikalıyla ilgili bir film nihai
•Iravnıasr, ne ırk. ne de toplumsal cinsiyet kim lisidir, sın ıftır, s. 329 Kılının ana
tikrı şudur: Filmin bozduğu öçlü bölünmede (sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet),
sınıfsal bölünme en a/ "doğal" (yanı toplumsal cinsiyet ve ırkın açık **biyok»jik"
temelinin aksine, en "yapay,** olumsal, toplumsal olarak koşullandırılmış)
olaıı olmasına karşın, geçilmesi en /or bölünmedir: l*an>dık performansta bile
grubun sınıf engelim gevmesinin tek yolu, toplumsal cinsiyet ve ıık kimliklerini
bozmaktır... (H u noktayı. /»ırich Onivcrsitesi'nden lîlisahcth flronfen'e
borçluyum).
11. Kafamdakıne yakın bir kapitalı/m çözümlemesi modeli olarak <bk/. Michael
llardt \c Antoni o Negri. İm /xtraiorhık%çcv. Abdullah Yılm a/, Ayrıntı Yay..
İstanbul. 2001). Komünist M anifesto'yu yirmi birinci yüzyıl için semden
yazmaya çalışan bir kitap llardt ile Negrı. küreselleşmeyi muğlak bir
"yurtsuzlaşma" olarak tarif ediyorlar Mu/alTcr küresel kapitalı/m, toplumsal
yaşamın tüm gözeneklerine. en mahrem alaııkıra kadar girmiştir; ataerkil ya
d i başka sabit hiyerarşik egemenlik biçimlerine artık dayanmayan, akışkan
mele/, kimlikler Cıretcn olağanüstü bir dinamiği harekete geçirmiştir Itununla
birlikle, tüııı tözsel toplumsal Kığların çözülmesi. cinin şişeden çıkmasına da
ı/iıı verir: Kapitalist sistemin arlık taın olaıak kontrol edcıneyece^ı merkezkaç
pot;yısi>elleri serbest bırakır. İk i yüzden. kapitalist sistem, bizzat küresel zaferi
nedeniyle, bugün lıer zamankinden ilaha çok kırılgandır M ars'ın eski formülü
halâ geçcîlıdir: Kapıtalı/m kendi mezar kazıcılarını üretir.
12. A B I) yönetiminin Microsoft tekeline karşı açtığı da\aııın paradoksu, buraya
çok uygun düşer liu dava, devlet düzenlemesi ile piyasanın, karşıt olmak
bir yana, nasıl karşılıklı bağımlı okluklarını göstermiyor mu? Kendi başına
bırakılan piyasa mekanizması. Microsoft\ın lam tekeline, dolayısıyla rekabetin
kcııdı kendim yok etmesine yol açardı ancak do£nıdan devlet müdahalesiyle
(bazen, aşın büyük şirketleri bölünmelerini emreden), ‘ serbest" piyasa rekabeti
sOrdOriilcbilir.
IV Bkz. Jac4|iKas Lacaıı. Thr K ılık \ o f Px\vkoanutysis%Routledge. Londra. IW 2 f
s. 182-3.
14 (î. W I*. Ilegel. Phenttmenoio^y o f S/tirit, (K fnrd Univcrsity Press, Oxlocd.
1977. s. 317 ; ( i W I Ilegel. Tinin Gftıttngübilimı. sev. Azız Yardımlı. Idea
Yay., İstanbul. 2004 J .
OLUMSALLIK, HEGEMONYA,
EVRENSELLİK
Solda Güncel Diyaloglar

Judith Bııtlcr, Erııesto Laclau,


Slavoj Z iîek

Judith Butler 1956'da doğdu; doktorasını I984’tc Yalc Üniversitesi’ndc


tamamladı. Genel siyaset felsefesi, feminizm ve queer kuramı Özerine
çalışan yazar, halen Kaliforniya Üniversitesi'tide Retorik ve Karşılaştırmalı
Kdebiyat Bölümlerimle ders vermektedir.

l-rnesto Laclau 1935 Arjantin doğumludur, ('hantal M ouffc'la yazdığı


Hegemonya ve Sosyalist Strateji kitabıyla adım duyuran yazar. Essex
Üniversitesi'nde siyaset bilimi dalında öğretim görevlisidir.

Slavoj ?,izek, I949'dadoğdu. Doktora derecesini Ljubljana Ünivcrsitesi'nden


sosyoloji dalında aldı; Paris V III Üııiversitesi'ıule psikanaliz çalıştı. Günü­
müzde Ljubljana Üniversitesi ve Avrupa Yüksek Lisans Okulu'nda görev
yapmaktadır.
Ju d ith B utler. Ernesto Laclau. Slavo) /ı/ıık

OLUMSALLIK,
HEGEMONYA. EVRENSELLİK
Solda Güncel Diyaloglar

"Ü çüm üz, hem d ü şü n ce le rim izin o rl.ık g ü /m g A ltin ı


saplamaya, hem farklı entelektüel ba0lılıklarım ı/ı lirotknn
bir biçimde orlaya koymaya çalışan bu kitap lıa/ıılamnk ı<,m
birkaç yıldır görüşmekteydik. Kitabın başlangıcında yut «Kın
üç soru liste sin i hazırlayarak işe başladık. Htı yo/don
önünüzde duran sonuç, sohbetlerin, yazılı defloflondumıı va
görüş alışverişlerinin, Slavoj Zi2ek-Ernesto l aelau İlişkini
özelinde 1985’e kadar uzanan bir işbirliğinin sonucunu Inıtvtil
eder."

Olumsallık, Hegemonya, Evrensellik, hepsi de kendim .(il


siyasel içinde tanımlayan, bununla birlikte her bııı kendini
siyasetin farklı gelenekleri ve farklı bağlamlarıyla ilişki İçimin
geliştirmiş, çağımızın en çok okunan siyaset felsefecilerindim
üçünün ortak çalışması. Günümüzde e tkili olabilecek bu
siyasetin özne ve tarih anlayışı, psiko sosyal tem ellen vo
kapsamı üzerinden yürüyen bu üçlu tartışma, özellikle kimlik,
tem sil ve hegemonya mücadelesi konularında verıınlı bu
sentezin yolunu açarken, toplumsal cinsiyet, özne oluşumu
ve tikel-evrensel ilişkisi gibi çetrefil meselelerde sert ama
zihin açıcı bir polemik havasına bürünüyor.

a« fitı%

You might also like