You are on page 1of 254

versus

roman

Leonard Cohen

Fransız Chanson geleneğinden beslenen folk şarkılarıyla dünyaca tanınan ve


büyük saygı ve sevgi duyulan 1934, Qu£bec doğumlu yazar-şair-besteci
Leonard Cohen, sanat dünyasında adını şiir kitabı Let Us Coın-pare
Mythologies (1956) ile duyurdu. Baba tarafından Polonya, anne tarafından
Lituanyalı Yahudi ve soyadlarından dolayı (Kohanim: Yahudi-lerde,
doğrudan Hz. Musa’nın kardeşi Harun’un soyundan gelenlerin unvanı) koyu
dindar bir aileden gelen ve dokuz yaşında kaybettiği terzi babasından kalan
miras sayesinde sanat yaşamına fazla geçim derdi duymadan atılan Cohen’in
kitapları şunlardır: The Spice-Box of Earth (Şiir, 1961), En Sevilen Oyun
(Roman, 1963; Versus, 2008), Flowers for Hiı-ler (Şiir, 1964), Görkemli
Kaybedenler (Roman, 1966; Stüdyo lmge, 1989; Alukırkbeş, 2000; Versus,
2008), Parasites of Heaven (Şiir, 1966), The Energy of Slaves (Şiir, 1972),
Death of a Lady's Man (Şiir ve düzyazı, 1978), Book of Mercy, (Şiir, düzyazı
ve mezmurlar, 1984), Stranger Mu-sic, (Seçme şiir ve şarkılar, 1993) ve
Book of Longing (Şiir, düzyazı ve çizimler, 2006). Çalkanüh hayatı boyunca,
kendini şöhrete esas ulaştıran, günümüz popüler müziğine devasa etkiler
yapmış şarkıları arasında ‘Su-zanne’, ‘The Partizan’, ‘Famous Blue
Raincoat’, ‘Bird on a Wire', ‘Hallelu-jah’ gibileri bir çırpıda akla gelenlerdir.
Tüm eserlerinde aşk, seks, din ve psikolojik buhranlarla beraber politika agır
basar. 1996'da Rinza-i Budist keşişliğine kabul edilen Cohen, Kanada’da
sivillere verilen en yüksek nişanı, Companion of the Order of Canada
nişanına 2003 yılında layık görülmüş, ayrıca edebiyat ve müzik alanlannda
pek çok ödül kazanmıştır. Tüm dünyaca hayranlık duyulan albümleriyse
şunlardır: Songs of Leonard Cohen (1967), Songsfrom a Room (1968), Songs
of Lo.. ve and Ha te (1971), New Skin for the Old Ceremony (1974), Drotlı
oi c Lcı -dies’ Man (1977), Recent Songs (1979), Various Posiiions (1984),
Tm Yo-ur Man (1988), The Futu re (1992), Ten New Songs (2001) ve Dear
Heat-her (2004).

Versus Kitap (77)


Görkemli Kay^^enler I .eonard Cohen

Özgün Künye Beautifu 1 Losers I ..eonard Cohen

İngilizceden <;eviri Algan Sezgintüredi

Kapak Tasarımı Rülent Arslaıı

Sayfa Düzeni Rüient Arslan

Baskı

Can Matbaacılık 0212 613 10 77

ISBN: 978-9944-989-61-9

VERSUS KİTAP 'Temmuz 2008 © Her hakkı mahfuzdur.

Albay Faik Sözdener Sk.

Benson İş M erkezi No:2 1/2

Kadıköy 1 İstanbul 34710

Tel: O 216 418 27 02 (pbx) Faks: O 216 414 34 www.versuskitap.eom

versuskitap@versuskitap.com

Görkemli Kaybedenler
Leonard Cohen

İngilizceden Çeviri

Algan Sezgintüredi
versus

Steve Smith (1943-1964) için.

Biri şti balyayı strtlaytver, dedi.

Ray Charles, “Ol’ Jioll River”t söylüyor.

1. Kitap
13
20
39
50
2. Kitap
5
24
1. Kitap
Hepsinin Hikâyesi

Catherine Tekakwitha, kimsin sen? (1656-1680) misin? Yeterli mi bu?


İrokua1 Bakiresi sen misin? Mohawk Irmağı Kıyıları’nın Zambak’ı sen
misin? Kendi tarzımda sevebilir miyim seni? Gençliğindeki halinden daha
iyi görünen ihtiyar bir edibim ben. Kıçının üstünde oturmak insanın yüzüne
bu etkiyi yapıyor. Peşinden koştum Catherine Tekakwitha. O gül kırmızısı
battaniyenin altında neler döndüğünü bilmek istiyorum. Hakkım var mı?
Dinsel bir resmine vuruldum. En sevdiğim ağaçların, huş ağaçlarının arasında
ayakta duruyordun. Mokasen bağcıklarının ne kadar yukarıda bittiğini Tanrı
bilir.

Arkanda bir ırmak vardı; Mohawk Irmağı, şüphesiz. Sol öndeki iki kuş,
beyaz boyunlannı okşasan, hatta onlan bir kıssada şuna ya da buna örnek diye
kullansan ne kıva-nırlardı kim bilir. Yaklaşık beş bin kitabın çöpüyle
dolu tozlu beynimle peşinden koşmaya herhangi bir hakkım var mı? Kırlara
bile nadiren çıkıyorum. Yapraklan öğretebilir misin bana? Anlar mısın
narkotik mantarlardan? Lady Marilyn daha birkaç yıl önce öldü. Tıpkı
benim senin peşinden gidişim gibi, dört yüz yıl sonra, belki benim kanımdan
gelen ihtiyar bir edibin onun peşinden gideceğini söyleyebilir miyim? Ama
artık cennet hakkında daha çok şey biliyorsundur. Karanlıkta parıldayan şu
küçük plastik mihraplardan birine benziyor mu? Öyleyse bile umursamam,
yeminle. Peki, küçücük müy-müş yıldızlar? İhtiyar bir edip sonunda aşkı
bulabilir ve uyumak için her gece otuz bir çekmekten vazgeçebilir mi? Artık
kitaplardan nefret bile etmiyorum. Okuduklarımın çoğunu unuttum ve
içtenlikle söylüyorum, hiçbir zaman, ne ben ne de dünya için önem arz
etmişlerdi. Arkadaşım F., coşku dolu tarzıyla, şöyle derdi: Yüzeyde cesurca
durmayı öğrenmeliyiz. Görünüşleri sevmeyi öğrenmeliyiz. F. duvarları
yastıklarla kaplı bir hücrede öldü; çok fazla kirli seks yapmaktan beyni
çürümüştü. Yüzü kararmıştı, bunu kendi gözlerimle gördüm ve aletinden
geriye pek bir şey kalmadığını söylediler. Hemşirenin biri bana, solucanın
içine benzediğini söyledi. Selam sana, F.: eski ve gürültücü dost! Hatıran
yaşayacak mı, merak ediyorum. Ve sen, Catherine Tekakwitha. illa bilmen
gerekiyorsa, kabızlık çekecek denli insanım ben. Oturarak geçen yaşamın
ödülü. Yüreğimi huş ağaçları-

nın arasına yollamama şaşılabilir mi? Hiçbir zaman fazla para kazanmamış
ihtiyar bir edibin senin Technicolor kartpostalına tırmanmak istemesine
şaşılabilir mi?

Ben, tanınmış bir halk bilimci, gösterdiğim ilgiyle rezil etmeye hiçbir şekilde
niyetlenmediğim G-ler ka

bilesi üzerine bir bilirkişiyim. Dördü bul uğ çağında kız, muhtemelen toplam
on saf kan G-vardır. F., antro

polojik konumumdan sonuna dek faydalanıp dördünü de sikmiştir,


ekleyeyim. Eski dostum, borçlarını ödedin.

G-ler veya daha ziyade, kabileden geriye kalan hatırı

sayılır bir topluluk, on beşinci yüzyılda sahneye çıkmıştır. Kısa tarihlerini


ardı arkası kesilmeyen bozgunlar belirlemiştir. Kabilenin adı olan sözcük, G-,
tüm kom

şu kabile dillerinde ceset anlamına gelir. Düşmanlarının destan ve şarkıları


gerçekte uzun zafer ulumalarından öte değildir ancak elimizde bu talihsiz
halkın, tek bir savaş bile kazandıklarına dair hiçbir kayıt bulunmamaktadır.
Bu yenilgiler silsilesine duyduğum ilgi karakterime ters düşüyor. F., benden
borç alırken sık sık şöyle derdi:

Sağ ol, ihtiyar G-! Catherine Tekakwitha, dinliyor

musun?

Catherine Tekakwitha, Cizvitler'den kurtarmaya geldim seni. Evet, ihtiyar bir


edip, büyük düşünmeye cüret ediyor. O günlerde seninle ilgili ne
söylüyorlardı bilmiyorum çünkü Latince'ın neredeyse öldü.‘‘Que le
succfcs couronne nos espörances, et nous verrons sur les autels, auprâs des
Martyrs canadiens, une Vierge iroquoise — pres des roses du martyre le lis
de la virginitâ. ”2 Ed. L.,

S.J.3 diye biri tarafından, 1926 Ağustos'unda yazılmış bir not. Ama ne fark
eder? Eski savaşçı hayatımı Mo-hawk Irmağı boyunca yapacağım yolculukta
yanımda taşımak istemiyorum. Marş marş, Cizvitler! F. şöyle demişti: Güçlü
bir insan Kilise'yi sevmeden edemez. Catherine Tekakwitha, ne yapalım seni
alçı kalıplara dökmüşlerse? Şu anda huş ağacından bir kanonun
planları üstünde çalışıyorum. Senin soydaşların kano yapmayı unuttu. Ve ne
yapalım, Montreal'deki her taksinin ön camında senin küçük bedeninin
plastik bir kopyası sallanıyorsa? Kötü bir şey olamaz bu. Sevgi
stoklanamaz. Ezilip paralanmış her çarmıhta İsa'dan bir parça var mıdır?
Bence vardır. Arzu dünyayı değiştirir! Akçaagaç ormanlarının dağlara bakan
tarafını kızıla dönüştüren nedir? Barış! Dini ıvır zıvır üreticileri sizi!
Elinizdeki-ler kutsal ulan! Catherine Tekakwitha, görüyor musun 2 3

nasıl kaptırdığımı? Dünyanın mistik ve iyi olmasını nasıl istediğimi? Peki,


küçücük müymüş yıldızlar? Kim uykuya yatıracak bizi? Elimin tırnaklarını
saklamalı mıyım? Madde kutsal mıdır? Berber saçlarımı gömsün istiyorum.
Catherine Tekakwitha, şimdiden üzerimde çalışmaya başladın mı ?

Marie de l'Incarnation, Marguerite Bourgeoys, Ma-rie-Marguerite


d'Youville;4 kendimden çıkabilsem uyarabilirsiniz belki beni. Elde
edebileceğim her şeyi elde etmek istiyorum. F. düdüklemekten
hoşlanmayacağı bir tane bile azize duymadığını söylemişti. Ne demek
istemişti? Nihayet derinleşmeye başladığını söyleme sakın, F. Bir seferinde
şöyle demişti F.: On altı yaşımda yüzleri sikineyi bıraktım. Ne demek
istediğini son zaferine, bir yetimhane gezisinde tanıdığı genç kambura
yönelik tiksintimi ifade ederken anladım. F., o gün benimle, sanki gerçekten
ayrıcalıksızlardan biriymişim gibi konuşmuştu ya da belki de şu sözleri
mırıldanırken aslında benimle konuşmuyordu: Ben kimim ki evreni
reddedeyim?

frokualara adlarını veren Fransızlardır. Söz konusu halk bugün bunu


umursadığından degil ya, yiyeceklere ad vermek başka, bir halka ad vermek
başka şeydir. Eğer bunu hiç umursamamış olsalardı, durum benim için
çok daha kötüydü: G-ler üzerine yaşam boyu süren çalış

mamın kanıtladığı üzere, zararsız halklara yakıştırılan aşağılanmaları


omuzlamaya fazla meraklıyımdır. Her sabah uyandığımda neden kendimi bu
kadariğrenç hissediyorum? Sıçı p sıçamayacağımı merak ediyorum.
Bedenim işleyecek mi? Bağırsaklarım çalkalanacak mı? Yaşlı makine
besinleri kahverengine dönüştürdü mü? Kurbanlar üzerine haberlerin
ardından kütüphanelerde gezinmem şaşırtıcı mı? Kurmaca kurbanlar! Bizzat
öldürmediğimiz ya da hapsetmediğimiz tüm kurbanlar, kurmaca kurbanlardır.
Küçük bir apartmanda yaşıyorum. Asansör boşluğunun dibine bodrumdan
ulaşılabiliyor. Ben oturup lemmingler5 üzerine bir yazı hazırlarken, o
sürünerek asansör boşluğuna geçmiş, kollarını bükülü dizlerine dolayıp
öylece oturmuş (veya polis yığına bakarak öyle yaptığına karar verdi). Her
gece, tam on bire yirmi kala eve gelirdim, Kant kadar düzenliydim. Dersimi
verecekti. Eski karım. Sen ve kurmaca kurbanlann, derdi. Yaşamı, fark
edilmeyecek kadar yavaşça grileşmişti, buna yemin ederim, tam o gece,
muhtemelen tam asansör boşluğunda ezildiği anda, lernıning araştırmamdan
kafamı kaldırıp gözlerimi kapamış ve onun genç ve ışıltılı zamanlarını,
Orford Gölü’nde bir kanoda beni emerken saçlarında güneşin dans edişini
hatırlamıştım. Bodrumda bizden başka oturan yoktu, küçük asansörü o
kadar derinlere bir biz indiriyorduk. Ama kimseye dersini, kastettiği anlamda
bir dersi vermedi. Bu pis işi, Bar-B-Q’nun teslimatçı çocuğu, ılık
kesekâğıdının üstündeki numaraları yanlış okuyarak yaptı. Edith! F. o gece
bende kaldı. Sabaha karşı saat 4’te, tanıdığı yirmi yıl içinde, Edith’le beş ya
da altı kez yattığını itiraf etti. koni! Aynı yerden tavuk ısmarladık ve
parmaklarımız yağlı, barbe-kü sosu döşemeye damlarken, zavallı ezilmiş
karımdan bahsettik. Beş ya da altı kez: katıksız bir dostluk. Şöyle çok
uzaklardaki bir kutsal tecrübe dağında dikilip Çinli kafaını tatlı tatlı
sallayarak küçük aşklarını onaylayabilir miydim? Yıldızlara ne zararı
dokunmuştur bunun? Adi puşt, dedim, kaç kere? Beş mi altı mı? Ah, diye
gülümsedi F., keder bizi katiyete sürüklüyor! Öyleyse şu bilinsin: İrokualara,
Catherine Tekakwitha’nın soyundan gelenlere kokua ismini verenler,
Fransızlardır. Onlar kendilerine, Uzun Ev Halkı6 anlamında,
Hodenosaunee derlerdi. Konuşmada yeni bir boyut geliştirmişlerdi.
Her konuşmayı .“dediğim gibi" anlamına gelen hiro sözcüğüyle bitirirlerdi.
Böylece her adam belirsiz mırıldanmalara yaptığı katkının sorumluluğunu
üstlenmiş olur- 6 7 du. Hiro sözcüğüne, anlamı şarkı söyler ya da ulur
gibi söylenmesine göre değişen, sevinç ya da hoşnutsuzluk nidası koue
sözcüğünü de eklerlerdi. Konuşan her insan arasında bulunan gizemli perdeyi
bu yolla delmeye uğraşmışlardı: Her konuşmanın sonunda, konuşan
kişi, tabiri caizse bir adım geri çekilir ve gerçek duyguların sesiyle insan
zekâsının yanıltıcılığını yıkmaya, söylediklerinin dinleyiciye ulaşmasını
sağlamaya çalışırdı. Catherine Tekakwitha, Hiro-Kouece konuş benle. Cizvit-
lerin kölelere ne dediğini umursamaya hakkım yok ama karşılamaya
çalıştığım bu soğuk Laurentia8 gecesinde, huş ağacı roketimizin içinde
sarmalandığımızda, dayanıklı kadim tarzda birleştiğimizde, etten ruha ve
sana eski sorumu soruyorum: Peki, yıldızlar küçücük müy-müş, Ey Catherine
Tekakwitha; Hlro-Kouâce cevap ver bana. O gece F. ile saatlerce tartıştık.
Sabah olduğunu bile anlayamadık çünkü o sefil apartman dairesinin
tek penceresi, havalandırma boşluğuna bakıyordu.

—Ulan adi puşt, kaç kez, beş mi, altı mı?

—Ah, keder bizi katiyete sürüklüyor!

—Beş mi altı mı, beş mi altı mı, beş mi altı mı?

—Dinle, dostum, asansör yeniden çalışıyor.

—Dinle, F., mistik boklarına başlama.

-Yedi.

—Edith ile yedi kere?

—Aynen.

—İhtiyari bir yalanla beni korumaya mı çalışıyorsun?

—Aynen.

—Ve bizzat yedi de başka bir tercih olabilir.


—Aynen.

—Ama sen beni korumaya çalışıyordun, değil mi? Ah, F., bütün bu bokun
arasında birkaç iyilik elmasını algılamayı öğrenebileceğimi mi sanıyorsun?

—Tamamı elmas bunun.

—Lanet olsun sana, milletin karısını siken çürümüş puşt! Bu cevap insanı
rahatlatmıyor. Aziz pozlarınla her şeyi mahvediyorsun. Kötü bir sabah bu.
Karımın bedeni gömülemeyecek kadar şekilsizleşmiş. Pis bir hastanede
toparlayacaklar onu önce. Kütüphaneye giderken asansöre bindiğimde ne
hissedeceğim? El mas bokundan bahsetme bana, büyülü kıçına girsin hepsi.
İnsan arkadaşına yardım eder. Karısını onun yerine sikmez.

Böylece konuşma, algılayamadığımız sabaha dek sürüp gitti. O, elmas


muhabbetine sıkı sıkıya sarıldı. Cat-herine Tekakwitha, ona inanmayı
istedim. Tükenene kadar konuştuk ve sonunda, şimdi şehir merkezi ama bir
zamanlar orman olan yerde küçük çocuklarken yaptığımız gibi, birbirimizi
boşalttık.

F., Kızılderililer hakkında tiksindirici bir lakaytlıkla ve çok fazla konuşurdu.


Bildiğim kadarıyla konuya dair, kitaplarımdan edindiği hor görücü ve
önemsiz aşinalığı, benim dört ergen G-kızımı cinsel suiistimali ve

bin kadar Hollywood yapımı kovboy filminden öte bil-

gisi yoktu. Kızılderililer ile eski Yunanları karşılaştırır, her yeteneğin kendini
kavgada açığa vurması gerektiğine dair yaygın inancı, güreş sevgisi ve belli
bir zaman diliminde bile birlik olma konusunda atalarından gelen
kabiliyetsizliği, yarışma fikrine ve hırsın erdemine adanmışlıkları gibi şeyleri
öne sürerek aralarında bir karakter benzerliği bulunduğunu iddia ederdi. Dört
ergen

G-ten hiçbiri orgazma ulaşamamıştı ki söylediğine

göre bu bütün kabilenin cinsel kötümserliğinin belirtisi olmalıydı ve bu


yüzden, diye sonuca varmıştı, diğer bütün Kızılderili kadınlar bunu
başarabiliyordu. Tartışamadım. G— lerin tüm Kızılderililer genelinde epey
sahih bir olumsuzu temsil ettikleri doğruydu. Bu çıkarsaması için onu biraz
kıskanıyordum. Eski Yunanlar üzerine bilgisi tümüyle Edgar Allan Poe'nun
bir şiirinden, lokanta sahipleriyle birkaç eşcinsel ilişkiden (şehirdeki tüm
soda pınarlarında9 bedava yemek yerdi) ve kim bilir hangi nedenle kırmızı
ojeyle boyadığı alçı bir Akropolis heykelciğinden kaynaklanıyordu. Sadece
koruyucu babında renksiz oje kullanmaya niyetlenmiş, lakin eczanedeki
karton surlara Kanada Atlı Polisleri10 misali dizilmiş göz alıcı numuneler
kalesiyle yüz yüze geldiği an,

tüm doğallığıyla frapan yaradılışına yenilmişti. Tabirler arası dehşet çelişki


içerdiğini öne sürdüğü adını eğlenceli bulduğu için Tibet Arzusu diye bir
renk seçmişti. Bütün geceyi alçı modelini boyamaya vakfetmişti. Çalışırken
yanına oturmuştum. Günümüzün popüler müziğini değiştirecek bir şarkı dan,
The Great Pretender’ dan bölümler mırıldanıyordu. Mutlulukla salladığı
küçük fırçasından gözümü alamamıştım. Beyazdan çarpıcı kırmızıya,
sütundan sütuna, minik abidenin alçı tozlu harap parmaklarına kan
yürüyordu. Kalbimi bir taç gibi taşıyorum, diyordu F. Böylece kayboldular;
cüzamlı metoplar11 ve triglifler12 13 ve saflığı anlatan öteki alengirli isimler,
soluk tapınak ve yıkılmış sunak, parlak kırmızı tabakanın altında yitti. F., al
dostum, dedi, karyatidleri^ sen bitir. Fırçayı aldım, Temistokles'ten Kliton’a
geçtim. F. şarkı söylüyordu: U-hu, ben büyük rol kesenim, o denli muhtacım
ki fazladan rol kesiyorum — şartlar göz önüne alındığında aşikâr bir şarkıydı
ama uygunsuz değildi. Aşikârlığı asla küçümseme, derdi sık sık F.
Mutluyduk! Haykırışa neden karşı duracaktım? Ergenliğim öncesinden beri
böyle mutlu olmamıştım. Halbuki bu paragrafın başlarında, bu mutlu geceyi
nerdeyse inkâr etmek üzereydim! Hayır, etmeyeceğim! Eski alçı biblonun her
santimini boyadıktan sonra F., kaldırıp pencerenin önündeki oyun masasına
koymuştu. Bitişikteki

fabrikanın tırtıklı çatısından güneş yeni süzülüyordu. Pencere hafifçe


kızarmıştı ve daha tam kurumamış eserimiz, koca bir yakut parçası,
muhteşem bir mücevher gibi parlıyordu! Sanki içimde saklamayı başardığım
birkaç kırık dökük soylu duygunun beşiği gibiydi ve onları güvende
olacaklarını bilerek buraya bırakabileceğim bir yerdi. F. halının üzerine
yüzükoyun uzanmış, çenesini ellerine dayamış, kırmızı Akropolis’i ve
ardındaki yumuşak sabahı seyrediyordu. Yanına uzanayım diye işaret etti.
Buradan bak, dedi, gözlerini biraz kıs. Dediği gibi yaptım, gözlerimi kıstım
ve birden biblo, her yöne ışınlar saçan çok havalı ve güzel bir ateşe dönüştü
(aşağısı dışında çünkü orada masa vardı). Ağlama, dedi F. ve konuşmaya
başladık.

—Bir sabah erkenden baktıklarında, onlara da böyle gözükmüş olmalı.

—Eski Atinalılar, diye fısıldadım.

—Hayır, dedi F. Eski Yerliler, Kızılderililer.

—Onların böyle bir şeyi var mıydı, bir akropolis inşa etmişler miydi, diye
sordum; sanki küçük fırçanın her darbesinde bildiğim her şeyi unutmuştum
ve ne gelirse inanmaya hazırdım. Söylesene F. Yerlilerin böyle bir şeyi var
mıydı?

—Bilmiyorum.

—E, ne diyorsun o zaman? Beni aptal yerine mi koyuyorsun?

—Sakin ol, yat aşağı. Kendine hâkim ol. Mutlu değil misin?

—Hayır.

—Neden mahrumiyetine izin verdin?

—Her şeyi berbat ediyorsun F. Çok güzel bir sabahtı oysa.

—Neden mahrumiyetine izin verdin?

—Sen neden hep beni aşağılamaya çalışıyorsun? Öyle ciddi sormuştum ki


kendimden korktum. Ayağa kalktı, plastik bir Remington daktilo kapağıyla
maketin üstünü örttü. Bunu usulca ve F. ’nin çektiğini ilk defa gördüğüm ama
nedenini adlandıramadığım ciddi bir acı ifadesiyle yaptı.

—Neredeyse kusursuz bir sohbete başlamıştık, dedi, altı haberlerini dinlemek


için radyoyu açarken. Radyoyu sonuna kadar açtı ve bir dizi felaket sıralayan
spikere bağırıp çağırmaya başladı. Pupa yelken, pupa yelken, Ey Devlet
Gemisi, otomobil kazaları, doğumlar, Berlin, kanser tedavileri! Dinle dostum,
şimdiyi dinle, tam şu anı: Hepsi çevremizde, bir hedef gibi boyalı; kırmızı,
beyaz ve mavi. Pis bir pubda tahtanın tam ortasına uçan bir ok misali ilerle
hedefe. Belleğini boşalt ve etrafındaki yangına kulak ver. Belleğini unutma,
bırak ihtiyaç duyduğu tüm renklerle değerli bir yerde varlığını
sürdürsün; belleğini Devlet Gemisi'nin direğine bir korsan bayrağı gibi çek ve
kendini çıngırdayan şimdiye nişanla. Nasıl yapacağını biliyor musun bunu?
Bir tanesine bile sahip olmadıkları halde onu gören Kızılderililer gibi
nasıl göreceğini biliyor musun akropolisi? Bir azize sikerek, evet, aynen öyle.
Küçük bir azize bul ve onu cennetin hoş bir köşesinde defalarca sik; onun
plastik sunağına gir, gümüş madalyasına yuvalan, hatıra müzik kutuları gibi
tıngırdayana, anıtların ışıkları beleşe yanana dek sik onu; Teresa, Catherine
Tekakwitha ya da Lesbia gibi,

kamışı hiç bilmeyen ama gün boyunca çikolatadan bir şiirin içinde keyif
çatan küçük kutsal sahtekârlardan birini bul; o tuhaf, o imkânsız amcıklardan
birini bul ve yaşamın için sik onu; gökyüzüne fışkırtarak, kendi deliğine
soktuğun çelik bir kum saatiyle Ay’ın üzerinde sik onu; havai elbiselerine
dolan; şlap, şlup, şlap, gökyüzünde bir köpek misali, yok-sularını em onun;
sonra tekrar bu şişko dünyaya in ve taştan ayakkabılarınla dolaş bu şişko
dünyada; firari bir hedefe yenil, hissizleştiren darbeleri arka arka ya al; zihine
bir sağ kroşe, yüreğe bir aparkat, taşakl ar a bir tekme, imdat! imdat! zaman
benim zamanım, benim saniyem, boktan zafer ağacı çubuğum, polis, i tfaiye!
Bir bakın şu mutluluk ve suç trafiğine, yanıyor akrop olis kızılı alevleri e
mum boya içinde!

Ve devam etti. Söylediklerinin yarısını yazmayı uma-mam bile. Her


sözcüğünde tükürükler saçarak deli gibi bağırdı durdu. Herhalde hastalık
beynini o zamandan kemirmeye başlamıştı çünkü yıllar sonra aynı
şekilde bağırarak öldü. Ne geceydi! Ve şimdi, bu mesafeden tartışmamız —
iki erişkin adam, yere uzanmış— ne tatlı gözüküyor gözüme! Ne kusursuz bir
gece! Yemin ederim, hâlâ sıcaklığını hissedebiliyorum ve onun E dith ’
le yaptıkları hiç önemli değil; işin aslı, o nl arı haram yataklarında
evlendiriyor, aksini söyleyen birçok yasaya rağmen herhangi bir erkek ve
kadının nadiren yaşanan salyalı karanlık gecelere hakları olduğunu tüm
açık kalpliliğimle onaylıyorum. Keşke bu pers pektifle yaşıya-bilsem. F. ile
anılarım, yoldaşlık geceleri, tırmandığımız merdivenler ve basit insan
yapısının mutlu gö rüntüleri; ne kadar hızlı gelip geçiyor. Bayağılık ve
gayrimenkulün

en aşağılık şekli, beş santimetrekare insan eti üstünde, eşin arnı üstünde
tahakküm edici işgal ve tiranlık. ne çabuk geri geliyor.

İrokualar neredeyse kazanıyorlardı. Üç büyük düşmanları Huronlar,


Algonkinler ve Fransızlardı. “La Nouvelle-France se va perdre si elle n’est
fortement et promptement secourue. ”14 Qu§bec Başrahibi Le P. Vi-mont,
1641’ de böyle yazmış. Hop! Hop! Filmleri hatırlayın. İrokualar, Hudson
Nehri ile Erie Gölü arasındaki bölgede yaşayan beş kabilenin
konfederasyonuydu. Doğudan batıya doğru Agnierler (İngilizlerin Mohawk
dedikleri), Onneyoutlar, Onnondagalar, Goyoqouinler (ya da Goyogouinler)
ve Tsonnontouanlar diye sıralanıyordu. Mohawklar (Fransızların Agnierler
dedikleri) Hudson nehrinin üst kısımlarıyla George Gölü, Champlain Gölü ile
Richelieu Irmağı (başta adı İrokua Irmağı’ydı) arasındaki bölgeyi işgal
ediyorlardı. Catherine Te-kakwitha bir Mohawk’tı; 1656’da doğmuştu.
Yaşamının yirmi bir yılını Mohawklar arasında, Mohawk Irmağı kıyılarında,
gerçek bir Mohawk hanımı olarak geçirdi. İrokualar yirmi beş bin kişiydi.
Savaş alanına gönderebilecekleri savaşçı sayısı iki bin beş yüz, başka bir
deyişle konfederasyonun yüzde onuydu. Bunların yalnızca beş ya da altı yüzü
Mohawk’tı ama onlar özellikle çok yırtıcıydı ve sırf bu değil, bir de Orange
Kalesi’ndeki (Albany) Hollandalılardan kürk karşılığı aldıkları ateşli silahlara
sahiplerdi. Catherine Tekakwitha bir zamanlar veya hep Mohawk’tı; bundan
gurur duyuyorum. Erkek kardeşleri Western filmleri psikolojiye
bulaşmadan önce çekilmiş uzlaşmaz siyah beyaz filmlerdekilerden olmalı. Şu
anda onun için hissettiklerim, okuyucularımın çoğunun, kim bilir hangi
pembe sırlardan aşağı sarkan ince, sıkı bacaklarıyla metroda karşılama
oturan Zenci prenseslerle ilgili hissettikleriyle aynıdır. Okuyucularımın çoğu
o sırlara vakıf olamayacak. Adil mi bu? Ya birçok dişi Amerikan vatandaşına
meçhul leylak kamışlara ne demeli? Soyunun, soyunun, diye
haykırmak istiyorum, haydi birbirimize bakalım. Eğitim alalım! F. derdi ki:
Yirmi sekizimde (evet, dostum, bu kadar uzun zaman aldı) renkleri sikmeyi
bıraktım. Catherine Te-kakwitha, çok esmersindir umarım. Gür siyah
saçlarından biraz çiğ et ve beyaz kan kokusu alabilmek istiyorum. Gür siyah
saçlarında biraz yağ kalmıştır umarım. Yoksa hepsi Vatikan'da, gizli
tarakların türbelerinde mi gömülü? Evliliğimizin yedinci yılında bir gece
Edith, tiyatro malzemeleri satan bir dükkandan aldığı koyu kırmızı renkli,
yağlı bir şeyle kaplamıştı kendini. Bir tüpten sıkarak sürmüştü. On bire yirmi
kala, kütüphaneden dönmüştüm; odanın ortasında çırılçıplak
duruyordu. Erkeği için bir cinsel sürpriz. Tüpü bana uzatırken, haydi, başka
insanlar olalım, demişti. Yeni öpüşme, çiğneme, emme, zıplatma yollarını
kastediyordu herhalde. Aptalca, dedi, sesi çatlıyordu, aptalca ama haydi,
başka insanlar olalım. Ne demeye niyetini küçümseyecektim?

Belki de demek istediği şuydu: Benimle bir yolculuğa, yalnızca yabancıların


katılabilecegi bir yolculuğa çık; yeniden kendimiz olduğumuzda bunu
hatırlarız ve bu yüzden bir daha asla tamamen kendimiz olamayız. Belki
kafasında, tıpkı benim Catherine Tekakwitha ile yüce yolculuğum için hayal
ettiğim kuzey nehri ve nehirdeki çakıl taşları gibi berrak ve parlak gece gibi,
her zaman gitmeyi düşündüğü bir yer vardı. Edith ile
gitmeliydim. Giysilerimden sıyrılıp o yağlı örtüye atlamalıydım. Neden ancak
şimdi, yıllar sonra, Al Jolson’ı15 andıran yüzü ve patlıcan kadar koyu
memeleriyle saçma sapan boyalı halinin görüntüsü karşısında kamışım
dikiliyor? Neden kan şimdi gereksizce hücum ediyor? Boya tüpünden iğ-
renmiştim. Git yıkan, dedim. içerden gelen suyun sesini dinledim, geceyarısı
atıştırmamız için sabırsızlanıyordum. Hain küçük zaferim karnıını
acıktırmıştı.

Birçok rahip öldürüldü ve yendi, vesaire. Mikmekler, Abnakiler, Montauklar,


Attikam&gueler, Huronlar: Ciz-vitler etkiledi onları. Bahse girerim, ormanda
bir sürü sperm vardır. İrokualar değil, onlar rahiplerin kalplerini yerlerdi.
Nasıldır, merak ederim. F. bir keresinde çiğ

koyun yüreği yediğini söylemişti. Edith beyin severdi. Mohawklar’ın kara


cüppeli ilk kurbanı Ren6 Goupil’in başına 29 Eylül 1642’de geldi bu. Mmm,
lezzetli. Le P. Jogues “barbarların baltası” altına 18 Ekim 1646’da yattı.
Hepsi biliniyor; siyah ve beyaz. Kilise böyle ayrıntıları sever. Ben böyle
ayrıntıları severim. İşte tuhaf kalçalı küçük tombul melekler geliyor. İşte
Yerliler geliyor. On yıl sonra da Catherine Tekakwitha geliyor;
Bahçıvan’ın şehitlerin kanlarıyla suladığı topraklardan çıkan bir zambak.
Deneylerinle yaşamımı mahvettin, F. Çiğ koyun yüreği yedin, ağaç kabuğu
yedin, bir seferinde bok bile yedin. Senin o bütün kahrolası maceralann
varken nasıl yaşayabilirim dünyada? Bir seferinde şöyle demişti F.: Bir
çağdaşın antikalığından daha hüzün verici bir şey yoktur. Catherine bir
Kaplumbağa idi; Mohawklar’ın en iyi klanı. Yolculuğumuz yavaş olacak ama
kazanacağız. Babası bir İrokua ve sonradan anlaşıldığına göre, götün tekiydi.
Annesi, bir Yerli kızı için berbat bir kasaba olan Three Rivers’da (orada
okula giden bir Abna-ki yakın zaman önce anlattı bana) vaftiz edilip
eğitim görmüş Hıristiyan bir Algonkin’di. Bir İrokua saldırısı sırasında esir
alınmıştı ki muhtemelen hayatının en iyi bafilenişini o zaman yaşamıştı. Biri
yardım etsin bana, dilim kabalaştı. Nerede benim gümüş dilim? Tanrı’dan söz
etmek değil miydi niyetim? Bir İrokua savaşçısının kölesiydi ve herhalde
hırçın bir dili ya da başka bir şeyi vardı ki adam, onunla, süründüreceği
yerde, evlenmişti. Kabile tarafından kabul gördü ve o günden
sonra Kaplumbağalar’ın tüm haklarından yararlandı. Durmaksızın dua ettiği
kayıtlara geçmiştir. Lok, lok, sevgili

Tanrı’m, zart, foş, her şeye Kadir Rabbim, hürrp, gluk, hıçk, zart foss, zzz,
horr; Tann’m, kocasının yaşamını cehenneme çevirmiş olmalı.

F şöyle demişti: Hiçbir şeyle bağlantı kurma. Yirmi yıl kadar önce, ıslak
aletime tepeden bakarak haykırmıştı bu beyanatı. Kaymış gözlerimde ne
gördüğünü bilmiyorum — belki sahte bir evrensel anlayış pırıltısıdır. Bazen
boşaldıktan sonra ya da tam uykuya dalmadan önce aklım, geceyle aynı
renkte bir ip kalınlığında ve sonsuz uzunlukta bir yola çıkar gibi olur.
Muhteşem bir atışla akıntının üzerindeki ışığın derinliklerine karışan tüyden
bir olta gibi merakla yönetilen ve kabul edildiği için ışıyan aklım, bu dar
otoyol boyunca çok uzaklara yelken açar. Olta, uzanamayacağım, kontrol
edemeyeceğim bir yerlerde açılıp bir mızrağa dönüşür, mızrak kendini kesip
biçerek bir iğne haline gelir ve iğne dünyayı bir araya getirip diker. Deriyi
iskelete, dudak boyasını dudağa diker; ışıksız bodrum katımızda (ben, bu
kitap ya da ebedi bir göz hatırladığı sürece) çömel-miş Edith’i yağdan
boyasına diker, şalları dağlara diker, acımasız bir kan akıntısı gibi her şeyin
içinden geçer ve tünel, rahatlatıcı bir mesajla, birliğin güzel bilgisiyle dolar.
Dünyadaki tüm farklılıklar, paradoksun farklı kanatları, sorunların değişik
yüzleri, iki cevaplı sorular, makas şekilli bilinç, tüm kutuplar, nesnelerin
görüntüleri ve gölgesi olmayan şeyler, sokaklardaki her günkü

patlamalar, suratlar, bir ev ve bir diş ağrısı, isimlerinde farklı harfler bulunan
patlamalar: İğnem tümünü delip geçer ve ben, kendim, benim açgözlü
fantezilerim, var olmuş ve olan her şey, mukayese edilmez bir güzellik
ve anlamsızlık zincirinin halkaları oluruz. Bağlantı kurma, diye bağırmıştı F
Gerekiyorsa olayları masanın üstüne yan yana diz ama hiçbiri arasında
bağlantı kurma! Sarkık kamışımı bir çanın ipi gibi çekip sıradaki
yemeğin servis edilmesini isteyen büyük ev sahibesinin elindeki çan gibi
sallayarak, kendine gel, diye bağırmıştı F. Kandırılma, diye haykırmıştı.
Yirmi yıl önceydi, dediğim gibi. Şimdi, onun bu bağırış çağırışlarının
nedenini düşünüyorum da, bir tür evrensel kabulün hınzırlığıydı bu ve genç
bir adamın yüzünde hiç hoş durmuyordu. Aynı öğleden sonra F., en dikkate
değer yalanlarından birini söyledi bana.

—Dostum, dedi F., bunların hiçbirinden suçluluk duymamalısın.

—Nelerin hiçbirinden?

—Ah, biliyorsun, birbirini emmek, film seyretmek, vazelin, köpekle


oynaşmak, iş saatlerinde gezinmek, koltukaltı kokusu ...

—Hiç de suçluluk duymuyorum.

—Duyuyorsun. Ama duyma. Biliyorsun, dedi F., bunun eşcinsellikle hiç


ilgisi yok.

—Of, F., saçmal ama. Eşcinsellik, bir isimdir.

—Bu yüzden bunu sana söylüyorum, dostum. Sen isimler dünyasında


yaşıyorsun. Bu yüzden bunları anlatarak sana iyilik yapıyorum.

—Bu geceyi de mi rezil etmek niyetindesin?

—Dinle beni, seni zavallı G-!

—Suçluluk duyan sensin, F. Hem de cehennem kadar suçlu. Suçlu taraf


sensin.

—Ha. Ha, Ha. Ha.

—Ne yapmak istediğini biliyorum, F. Bu geceyi berbat etmek istiyorsun.


Birkaç basit boşalma ve deliğine hoş bir çomak seni tatmin etmedi.

—Tamam, dostum beni ikna ettin. Suçluluktan donup kaldım. Susuyorum.

—Ne söyleyecektin?

—Suçlu suçluluğumun birtakım uydurmalarını.

—E, konuyu açtığına göre anlat bakalım.

—Hayır.

—Tanrı aşkına anlat F., sadece muhabbet ediyoruz artık.

—Hayır.

—Tanrı belanı versin senin, F.; geceyi mahvetmeye çalışıyorsun.

—Acınası haldesin. Bu yüzden hiçbir bağlantı kurmaya çalışmamalısın;


bağlantıların da acınası olacak. Yahudiler, gençlerin Kabala’yı okumasına
izin vermezdi. Bağlantı kurmak yetmişinin altındaki
vatandaşlara yasaklanmalı.

—Lütfen anlat.

—Bunların hiçbirinden suçluluk duymamalısın çünkü bunlar tamamen


eşcinsellik değil.

—Öyle olmadığını biliyorum, ben—

—Kapa çeneni. Tamamen eşcinsellik değil, çünkü ben tamamen erkek


değilim. İşin gerçeği, İsveç ameliyatı geçirdim, eskiden kızdım ben.

—Kimse kusursuz değildir.


—Kapa çeneni, kapa. iyilik çabaları adamı yorar. Dünyaya kız geldim,
önünde küçük bir haç işlenmiş mavi bir elbise giyip kız olarak okula gittim.

—Ayakkabı boyacısı arkadaşlarından biriyle konuşmuyorsun, F. Seni gayet


iyi tanıyorum. Aynı sokakta oturduk, okula beraber gittik; aynı sınıftaydık,
beden eğitimi derslerinden sonra binlerce kez duşta gördüm seni. Okula
giderken bir erkek çocuğuydun. Ormanda doktorculuk oynardık. Ne
zırvalıyorsun?

—Ve açlık, böylece reddeder iaşeyi.

—Her şeyi kapatmaya çalışmandan nefret ediyorum.

Fakat tartışmayı ben de kestim çünkü saatin neredeyse sekiz olduğunu fark
etmiştim ve iki film birlikteyi kaçırma tehlikesiyle karşı karşıyaydık. O gece
filmlerden nasıl da hoşlandım. Neden o kadar hafif hissetmiştim kendimi?
Neden F. ile derin bir yoldaşlık duygusuna kapılıyordum? Karlı yollardan eve
dönerken geleceğim bana çok açık görünüyordu: Felaketlerle dolu tarihleri

beninı için henüz çok açık olmayan G-ler üzerine

yaptığım çalışmalara son verecektim artık. Ne yapmak istediğimi


bilmiyordum ama bu beni rahatsız etmiyordu; geleceğin, tıpkı Başkan’m
takvimi gibi davetlerle dolacağını biliyordum. Şimdiye dek her kış
taşaklarımı donduran soğuk, o gece beni kucaklıyordu ve daima çok az saygı
duyduğum beynim sanki kristalden yapılmıştı ve yaşamımı bir kar fırtınası
gibi gökkuşağı manzaralarıyla dolduruyordu. Ama böyle devam etmedi. G-
ler

sözcülerini buldu ve gelecek, yaşlı bir meme gibi kuruyup gitti. O harika
gecede F.’nin payı neydi? Çarpıp ka-

pattığım kapılan açacak bir şeyler mi yapmıştı? Bana bir şeyler söylemek
istiyordu. Hâlâ anlamış değilim. Anlamamam âdil mi? Böyle duygusuz bir
arkadaşa neden o kadar sıkı sıkıya sarılma ihtiyacı duymuştum?
Yaşamım gerçekten çok daha görkemli bir biçimde farklı olabilirdi. Artık bir
G-olduğunu itiraf ettiğim Editlı’le asla
evlenmeyebilirdim!

10

Her zaman Komünist Partisi ve Ana Kilise16 tarafından sevilmek


istemişimdir. Joe Hill17 gibi, folk şarkılarında yaşamak istemişimdir.
Bombalarımın sakat bıraktığı masum insanlar için ağlamak istemişimdir. Yol
üstünde bize yiyecek veren köylü babaya teşekkür etmek istemişimdir. Yanlış
elimle selam verirken insanlar gülümsesin, ben de gömleğimin kollarını
hafifçe kıvırayım istemişimdir. Bazıları Dante’yi tanısa da, zenginlere karşı
olmak istemişimdir: içlerinden biri yokoluşundan önce benim de Dante’yi
tanıdığımı öğrenmişti. Suretim, omzumdan aşağı yazılmış bir şiirle Pekin’de
taşınsın istemişimdir. Dogmaya gülümsemek, yine de karşısında egomu yok
etmek istemişimdir. Broadway makinelerine karşı koymak istemişimdir.
Beşinci Cadde kendi Kızılderili patikalarını hatırlasın istemişimdir. Kaba
saba

tavırlı insanların yaşadığı bir madenci kasabasından çıkıp tanrıtanımaz bir


amcanın öğretilerinden etkilenerek ailenin yüz karası bir bar kuşu olmak
istemişimdir. Bir trenle Amerika’yı boydan boya geçmek, anlaşma
toplantılarında Zencilerin kabul ettiği tek beyaz adam olmak istemişimdir.
Kokteyllere bir makineli tüfek kuşanarak katılmak istemişimdir.
Yöntemlerime hayran eski bir kız arkadaşıma devrimlerin açık büfelerde
gerçekleşemeyeceğini ve istediğini seçip alamayacağını söylemek, gümüş
rengi gece elbisesinin bacak aralarının nemlenişini izlemek istemişimdir.
Gizli Polis’in iktidarı alışına karşı ama Parti’nin içinden, savaşmak
istemişimdir. Oğullarını kaybetmiş yaşlı bir hanımefendinin kerpiç bir
kilisede oğullarına verdiği sözü tutup benim için dua etmesini istemişimdir.
Ağzı bozuk konuşmalar karşısında haç çıkarmak istemişimdir. Küçük bir
kasaba ayininde kilise yönetimi aleyhinde konuşan pagan kalıntılarına karşı
hoşgörü I ü olmak istemişimdir. Gizli gayrimenkul işleriyle ilgilenmek,
yaşsız, adı belirsiz bir milyarderin temsilcisi olmak istemişimdir. Yahudiler
hakkında iyi şeyler yazmak istemişimdir. Franco’ya karşı Birliği savaş
alanına taşırken Basklar arasında vurulmak istemişimdir. Bakireliğin ele
geçirilemez kürsüsünden, gelinlerin bacaklarındaki siyah kılları seyrederken,
evlilik üzerine konuşmalar yapmak istemişimdir. Çok basit bir İngilizceyle
doğum kontrolüne karşı bir makale; iki renkli göktaşı ve sonsuzluk
çizimleriyle resimlendirilmiş, fuayelerde satılan bir broşür yazmak
istemişimdir. Bir süre için dans etmeyi yasaklamak istemişimdir. Folkways
şirketi için plak kaydı yapan keş bir rahip

olmak istemişimdir. Siyasi nedenlerle atanmak istemişimdir. Kardinal-’nin


bir kadın dergisinden yüklü

bir rüşvet aldığını yeni öğrendim, günah çıkarttığım rahip bana küçük bir
saldırıda bulundu, köylülere makul nedenlerle ihanet edildiğini gördüm ama
bu akşam çanlar yine çalıyor, Tanrı’nın dünyasında bir akşam daha ve karnını
doyurması gereken çok insan, çökmek için yalvaran çok diz var; yıpranıp
parçalanmış cüppemle aşınmış merdivenleri tırmanıyorum.

ll

İrokuaların uzun evleri iyice anlaşılmalı. Uzunluk: yüzden yüz elli ayağa
kadar değişirdi. Yükseklik ve genişlik: yirmi beş ayak. Geniş ağaç kabuğu
parçalan, sedir, dişbudak, karaağaç ya da çamdan yapılmış çatıyı enlemesine
kirişler desteklerdi. Ne pencere ne baca; sadece iki uçta birer kapı. Çatıdaki
deliklerden ışık girer, duman çıkardı. içerde ateşler yakılır, her dört aileye bir
ateş düşerdi. Aileler, mekânın tam ortasında boydan boya bir koridor
bırakacak şekilde yerleşirdi. “La manie-re dont les familles se groupent dans
les cabanes n’est pas pour entraver le libertinage. ”18 Cizvit Le P Ed ou-ard
Lecompte 1930’da, uzman Şirket tavırları içinde, cinsel iştahımızı kabartarak
böyle yazmıştı. Uzun-ev düzeni “şehveti saklamak” adına pek iş
yapmamıştır. O karanlık tünelin içinde neler dönüyordu? Catherine

Tekakwitha, neler gördün şiş gözlerinle? Ayı postlarının üzerinde hangi


sıvılar birbirine karıştı? Sinema salonlarından daha kötü müydü? F. şöyle
demişti: bir sinema salonunun atmosferi, bir erkeğin hapishanesiyle
bir kadının hapishanesinin gece evliliğidir; mahpusların bundan haberi
yoktur; yalnızca tuğlalar ve kapılar birleşmiştir; mistik birleşim havalandırma
sisteminde mükemmelleşir: Kokular birbirini yutar. F. ’nin
mübalağalı gözlemi bir rahibin bana anlattıklarıyla çakışıyor. Meni kokusu,
Bordeaux Hapishanesi’ndeki kilisede pazar ayini için toplanan erkeklerin
üzerinde nemli bir bulut gibi asılıdır, demişti. Beton ve kadifeden yapılmış
modern sinema salonu bir şakadır; F. ’nin de dediği gibi, bir duygunun
ölümünden başka bir şey değildir. Bu şartlardaki hiçbir evlilik korunamaz:
perdedeki gümüş cinsel organlar yüzünden herkes cinsel organlarının
üzerine oturmuştur çünkü. Gizli seksi geri getirin! Haydi, kamışlar yeniden
yükselsin, altın projektör ışınlarına sarılan bir sarmaşık gibi dolansın ve
arnlar eldivenlerin, beyaz şeker kutularının altında esnesin; hiçbir pırıltılı
çıplak meme günlük yaşamlarımızın kirli çamaşırlarını sinema salonunun
içine çekmesin; radar sinyali kadar öldürücü hiçbir neorealist sikiş,
izleyicilerin her bir mensubunun arasına geçilmez ihtimal perdeleri asamaz!
Zihnimin loş uzun evinde bırak eş değiştireyim, bırak ayağım takılsın ve
senin üstüne kapaklanayım, Catherine Tekakwitha; üç yüz yaşında, bir huş
fidanı kadar hoş kokulusun. Rahipler ya da veba sana ne yapmış olursa olsun.

Veba! Veba! Araştırma notlarımı ele geçiriyor. Masam aniden bulaşıcı hale
geliyor. Ereksiyonum, kapı gıcırtıları ve timpani müziği eşliğinde, fütüristik
bir Walt Disney filmindeki eğik Pisa Kulesi gibi devriliyor. Hızla fermuarımı
indiriyorum, toz ve taş parçaları dökülüyor dışarı. Tek başına sert kamış Sana
yol gösterir, bunu biliyorum çünkü bu toz yığının içinde her şeyi yitirdim.
Mo-hawklar arasında veba salgını! 1660’ta salgın Mohawk Irmağı boyunca
Kızılderili köylerini, Candaouague, Gandagoron ve Tionnontoguen’i rüzgârla
körüklenmiş bir orman yangını gibi sardı ve dört yaşındaki
Catherine Tekakwitha’nın yaşadığı Ossernenon’a dek ulaştı. Savaşçı babası
ve son günahını çıkaran Hıristiyan annesi öldü; ebedi bir ek kadar işlevsiz
minik kamışıyla küçük kardeşi de öldü. Bu lanetli, birbirleriyle evlenmiş
aileden yalnızca Catherine Tekakwitha, hastalığın izlerini yüzünde taşıyarak
sağ kaldı. Catherine Tekakwitha güzel değil! Şimdi kitaplarımdan ve
düşlerimden kaçınak istiyorum. Bir domuz sikmek istemiyorum. O yara ve
çıban izlerini özleyebilir miyim? Dışarıya çıkmak, parkta yürümek ve
Amerikan çocuklarının uzun bacaklarına bakmak istiyorum. Dışarıda
leylaklar herkes için büyürken beni burada tutan şey ne? F. bana bir şeyler
öğretebilir mi? On altısında yüzleri sikıneyi bıraktığını
söylemişti. Manikürcülük yaptığı otelde ilk kez karşılaştığımızda Edith çok
sevimliydi. Saçları siyah ve uzundu, ipekten çok pamuk yumuşacığındaydı.
Gözleri siyah, aynalı gü-

neş gözlükleri gibi hiçbir şeyi ele vermeyen (birkaç kez dışında) katı,
derinliksiz bir siyahtı. Üstelik sık sık bu gözlüklerden takardı. Dudakları
dolgun değildi ama çok yumuşaktı. Öpüşmesi çok özellikli değildi; ağzı,
sanki hedefini bulamıyormuş gibi biraz gevşekçeydi. Dudakları bedenimde
acemi bir patenci gibi dolaşırdı. Her defasında, sonunda durması gereken
yerde durup esrikliğimde yerini bulmasını umardım ama o, kısa bir
duraklamanın ardından, tutkuyla değil de bir muz kabuğuyla yönetiliyormuş
gibi, sadece bir denge arayışıyındaymış gibi başka yerlere kayardı. Kahrolası
F. ’nin bu konuda söyleyecek neleri vardı, Tanrı bilir. Edith’in onun
için oyalandığını keşfetmeye dayanamıyorum. Kal, kal orada, diye bodrum
katımızın ağır atmosferinde bağırmak isterdim, geri, geri gel, görmüyor
musun tenim sana nereyi işaret edi yor? Ama o kayar, erkekliğim huzursuz
bir radyo kulesi gibi çılgıncasına acı çekerken başka yerlere, ayak
parmaklarıma iner, kulaklarıma sıçrardı, geri gel, geri gel, aşırı emdiği
gözümde batına, (beyin yemeye bayıldığını hatırlıyorum) orası değil, orası
değil, şimdi de, dalgaların üzerindeki bir martı gibi göğüs
kıllarıma sürtünüyor, geri gel diye bir şarkı söylüyor toynak, dizkapağıma
çıkıyor, bir uyarma ıssızlığı orası, dizkapağım sanki bir şey saklıyormuş ve
diliyle çıkartabilecekmiş gibi iyice uğraşıyor, dilin insanı öfkelendiren
beyhude çabası, şimdi de kaburgalarımın üzerine çamaşır yıkar gibi çöküyor,
ağzı beni ters döndürmek istiyor, böylece omurgam üzerindeki devriye
görevine veya başka aptalca bir şeye devam edebilecek, hayır, dönüp
umutlarını söndürmeyeceğim, aşağı, aşağı, geri gel, geri gel. hayır ümidimi
gömüp yüzüstü dönmeyeceğm, Edith, Edith, cennette bir şeyler olsun artık,
sana söylemek zorunda bırakma beni! Kendini hazırlıklarımın arasına
katacağını düşünmemiştim bunun. Yara izleriyle dolu yüzün ve doyumsuz
merakınla sana kur yapmak çok zor, Cat-herine Tekakwitha. Bir dil darbesi,
ara sıra, ılık mutluluk habercisi küçük taç giyme törenleri, beyaz dişlerin hafif
ısırıkları ve ardından hızlı bir utanç, yanlış oğula taç giydirdiğini fark eden
bir başpiskopos gibi, tükürüğü kururken buz parçaları kadar soğuk ve
benimki kale direği kadar sağlam, yıkılacak bir tuz sütunu gibi umutsuz,
sonunda kendi ellerimle yalnız geçecek bir geceye hazırlanıyorum, Edith!

Sorunumu F. ’ye açmıştım.

—İmrenerek dinliyorum, dedi F. Sevildiğini bilmiyor musun?

—Beni benim tarzımda sevmesini istiyorum.

—Şunu öğrenmelisin ki—


—Ders istemiyorum, bu kez ders vermene !z!n vermeyeceğim. Bu benim
yatağım ve benim karım; bazı haklarım var.

—Öyleyse iste ondan.

—Ne demek “iste ondan”?

—Lütfen ağzına boşalınama izin ver, Edith.

—İğrençsin F. Editlı’ten söz ederken nasıl bu lisanla konuşabilirsin?


ilişkimizi kirletmeyesin diye sana bile böyle bir şey söylemedim ben.

—Özür dilerim.

—Şüphesiz ondan isteyebilirim, bu açık. Ama sonra kendini baski altında


kissedecek ya da daha kötüsü, bu bir

görev haline gelecek. Onu bu şekilde zorlamak istemem.

—Evet, istersin.

—Seni uyarıyorum F., o alçak guru boklarını istemiyorum.

—Sen seviliyorsun, sen büyük bir aşka çağrılıyorsun ve sana imreniyorum.

—Ve Edith’ten uzak dur. Onun sinemada ikimizin arasına oturmasından


hoşlanmıyorum. Sadece sana kibarlık ediyoruz.

—İkinize de şükran borçluyum. Seni temin ederim, başka hiçbir erkeği seni
sevdiği kadar sevemez o.

—Doğru mu bu?

—Doğru olduğunu biliyorum. Gerçek aşk bir ortaklık değildir, ortaklık


kanunlarla ya da başka türlü bozulabilir ve sen gerçek bir aşk yaşıyorsun;
aslında, iki gerçek aşk yaşıyorsun, Edith ve benimle. Gerçek aşkın
bir hizmetkâra ihtiyacı vardır ama sen hizmetkârlarını nasıl kullanacağını
bilemiyorsun.
—Nasıl söylemeliyim ona?

—Kırbaçlayarak, kral buyruklarıyla, birden ağzına atlayarak ve boğazını


sılana dersiyle.

F.’yi orada, ardında pencere, kâğıt inceliğindeki kulakları neredeyse şeffaf,


dilalirken görüyorum. Pahalı eşyalarla döşenmiş gecekondu odasını, satın
almaya çalıştığı fabrika manzarasını, ustalıkla işlenmiş bilardo masasının
yeşil çuhası üzerine bir kasaba maketi misali kurduğu sabun koleksiyonunu
hatırlıyorum. Işık kulaklarından, kulakları bir kalıp Pears
Sabunu’ndan19 yapılmışmış gibi geçiyor. Yapmacık sesini,
öğrenciyken kutup bölgesinde geçirdiği bir yaz tatilinde edindiği hafif
Eskimo aksanını hâlâ duyuyorum. İki büyük aşka tutulmuşsun, demişti F. Bu
iki aşkın zavallı bir bekçisiymişim ben; günlerini kendine acımanın düş
müzesinde gezinerek geçiren sersem, cahil bir müze bekçisi. F. ve Edith, beni
seviyorlardı! Ama o sabah F.’nin açıklamasını duymadım ya da açıklamasına
inanmadım. Kulakları Japon fenerleri gibi ışıldarken, hizmetkârlarını
kullanmayı bilmiyorsun, demişti F. 1950’de seviliyordum! Ama Edith ile
konuşmadım, yapamadım. Sessiz isteklerim Mısır anıtlarındaki tonlarca
kumla örtülmüş o ivedi mağrur yazıtlar misali beynime gömülü, geceler
boyunca karanlıkta uzanıp asansörün sesini dinledim. Ve Edith'in ağzı, göç
güdüleri radyasyon marifetiyle mahvolmuş bir Bikini20 kuşu sürüsü gibi
bedenim üzerinde çılgınca uçuştu.

—Ama seni uyarayım, diye devam etmişti F., bir gün gelecek dünyada, bu
hedefsiz öpücüklerden başka hiçbir şey istemeyeceksin.

Söz şeffaf tenlerden açılmışken, Edith’in boynu öyleydi; gördüğüm en ince,


en yumuşak ten. Biraz ağır bir kolyenin kesip kanatacağını sanabilirdiniz.
Onu boynundan öpmek bir kaplumbağanın omzunu öpnıek kadar zorlu ve
çok özel bir şeydi. Omuzları kemikli ama etliydi. Zayıf sayılmazdı ama
bedeni ne kadar dolgun olursa olsun, kemiklilik özelliği daima baskındı. On
üç

yaşından beri olgun denilebilecek bir tene sahipti ve o zamanlar peşinde


dolanan adamlar (sonunda bir taşoca-ğında tecavüze uğramıştı) onun çabuk
yaşlanacak türden bir kız olduğunu söylemişlerdi ki
köşebaşlarındaki adamların, ulaşamayacaklarını bildikleri bir çocukla ilgili
kendilerini avutma yolu budur. St. Lawrence’ın kuzey kıyısında bir
Kızılderili, üstelik de bir G'-olduğu

için küçük göğüslerini ve yuvarlak kalçasını mıncıkla-yabileceklerine inanan


bir grup adamı kudurttuğu küçük bir kasabada büyümüştü. On altısındayken
onunla evlendiğimde, ben de teninin uzun süre dayanamayacağına
inanıyordum. Yirmi dördünde, öldüğü yıl, kalçaları dışında hiçbir yeri
değişmemişti. On altısında havada asılı iki yarım küre gibi olan kalçaları
zamanla iki derin kırışığa yaslanır hale gelmişti ve bedeninin tümden ezildiği
o son ana dek, bedensel çürüyüşünün geldiği nokta buydu. Bir düşüneyim
onu. Cildini zeytinyağıyla ovmamdan hoşlanırdı. Aslında yiyecekle
oynamaktan haz etmemekle beraber, istediğini yapardım. Bazen
göbek deliğini yağla doldurur ve küçük parmağını, Aşoka’nın çarkını2°
çevirir gibi döndürür, yağı yayardı ve teni daha koyulaşırdı. Göğüsleri küçük
ve lifli meyve misali, biraz kaslıydı. Aklıma geldiklerinde içime masamı
parçalama arzusu dolduran ki tam şu anda yaptığım bu zaten, dehşetli meme
uçlarına dair aşağılık anıllarla kamışım yamyassı tabutuna doğru umutsuzca
yükselirken bütün 21 sorumluluklarımı, hatta işbu itirafla kur yaptığım
seni itiyorum, Catherine Tekakwitha. Harikulade, erdem ve emilmekten
kırışık meme uçları çamur kadar koyuydu ve arzuyla sertleştiklerinde çok, iki
santimden fazla, uzardı. Burun deliklerime sokardım onları (teker
teker). Kulaklarıma sokardım. Anatomi izin verse, iki kulağıma aynı anda
birer meme ucu sokabileceğime inanırdım — şok tedavisi! O zamanki kadar
imkânsız bu fanteziyi yeniden canlandırmanın yararı ne şimdi? Ama o
deri elektrodları kafamda istiyorum! Esrarın açıklanışını, o ikl sert ve buruşuk
bilge arasında geçen konuşmaları duymak istiyorum. İkisi arasında gelip
giden, Edith’in bile duyamadığı bir sürü mesaj, sinyal, uyarı, fikir
vardı. İfşaatlar! Matematik! Edith’in öldüğü gece, F.'ye anlattım bunu.

—İstediğin her şeye sahip olabilirdin.

—Neden bana işkence ediyorsun, F.?

—Sen kendini ayrıntılarda kaybetmişsin. Bedenin bütün parçaları şehvetlidir


ya da en azından öyle olabilmeleri mümkündür. Kulaklarına işaret
parmaklarını soksaydı yine aynı sonuçları alacaktın.

—Emin misin?
—Evet.

—Denedin mi?

—Evet.

—Sormalıyım. Edith’le mi?

—Evet.

—F.!

—Dinle, dostum: asansörler, ziller, havalandırma: dünya şu anda milyonlarca


kafa da uyanıyor.

—Dur. Bunu onunla yaptın mı? Bu kadar ileri gittiniz ıni? Beraber mi
yaptınız? Otur oturduğun yerde ve bana her ayrıntıyı anlat. Senden nefret
ediyorum, F.

—Şey, işaret parmaklarını—

—Tırnakları ojeli miydi?

—Hayır.

—Ojeliydi, kahrolası, ojeliydi! Beni korumaya çabalamaktan vazgeç artık.

—Tamam, ojeliydi. Kırmızı tırnaklarını kulaklarıma—

—Hoşuna gidiyor bu, değil mi?

—0 parmaklarını benim kulaklarıma soktu, ben benimkileri onun kulaklarına


soktum ve öpüştük.

—Karşılıklı mı yaptınız? Çıplak parmaklarınızla? Kulak ve parmak teması mı


yaptınız?

—Öğrenmeye başlıyorsun.
—Kapa çeneni. Kulakları nasıldı?

—Dar.

—Dar!

—Edith’in çok dar kulakları vardı, bir bakire kadar diyebilirim.

—Defol, F.! Çık yatağımızdan! Çek ellerini üzerimden!

—Dinle, yoksa boynunu kıracağım piliç rontçusu. Parmaklarımız dışında


tamamen giyiniktik. Evet! Birbirimizin parmaklarını emdik ve ardından
onları kulaklarımıza soktuk—

—Yüzük... Yüzüğü çıkarmış mıydı?

—Sanınıyorum. Kulak zarlarım için endişeleniyordum çünkü uzun, kırmızı


tırnaklarıyla çok fena oyuyordu. Gözlerimizi kapadık ve iki arkadaş gibi
öpüştük, dudaklarımızı açmadan. Birden lobideki sesler kesildi, sadece
Edith’i duyuyordum.

—Onun bedenini duyuyordun! Nerede oldu bu? Bunu bana nerede yaptınız?

—Sora sora bunları soruyorsun yani. Şehirdeki bir sinemanın lobisinde, bir
telefon kabininde oldu.

—Hangi sinema?

—Sistem Sineması.

—Yalan söylüyorsun! Sistem’de telefon kabini yok. Sadece duvarda,


birbirinden cam panolarla ayrılmış bir ya da iki telefon var, yanılmıyorsam.
Ortalık yerde yaptınız bunu! O rezil bodrum kat lobisini biliyorum! Orada her
zaman, yeşil duvarlara telefon numaraları yazıp kamış resimleri çizen birkaç
nonoş gezinir. Ortalık yerde! Seyreden var mıydı? Nasıl yapabildiniz bunu
bana?

—Erkekler tuvaletindeydin. Telefonların yanında, çikolatalı dondurma


yiyerek seni bekliyorduk. Niye o kadar geciktin, bilmiyorum.
Dondurmalarımızı bitirdik. Edith serçe parmağıma yapışmış bir parça
çikolatayı farketti. Çok cilveli bir tavırla eğildi ve parçayı, bir karıncayiyen
misali, diliyle sıyırıp ağzına aldı. Kendi bileğine düşmüş çikolata parçasını
fark etmemişti. Ben de hemen eğildim, itiraf etmeliyim ki biraz sakarca.
onu yalayıp aldım. Sonra bu bir oyuna dönüştü. Oyunlar doğanın yarattığı en
güzel şeydir. Tüm hayvanlar oyun oynar ve yaratık kardeşliğinin gerçek
Mesiyanik görüsü temelde oyun fikrine dayanmalıdır, aslında—

—Demek Edith başlattı! Peki, önce kim, kimin kulağına dokundu? Her şeyi
bilmeliyim artık. Diliyle senin parmağına uzandı, büyük ihtimalle sen de onu
seyrediyordun. Kulaklara ilk kim başladı?

—Hatırlamıyorum. Belki telefonların etkisi altındaydık. Hatırlarsan, floresan


lambalardan biri yanıp sönüyordu ve bizim durduğumuz köşe, sanki
üstümüzden büyük kanatlar ya da devasa bir vantilatörün
kanatları geçiyormuş gibi, bir kararıp bir aydınlanıyordu. O kayan ışık içinde
tek sabit şekil telefonlardı, sadece onlar şekillerini koruyordu. Oyma masklar
gibi siyah, parlak ve Roma Katolik azizlerinin öpülmüş taştan ayakları
gibi pürüzsüz, asılıydılar orada. Birbirimizin parmaklarını, araba
yolculuğunda lolipoplarını yalayan çocuklar gibi artık biraz korkarak
emiyorduk. Derken telefonlardan biri çaldı! Sadece bir kez. Ne zaman bir
umumi telefon çalsa irkilirim ben. Önemsiz bir şairin en iyi şiiri
gibi, Komünist Romanya’ya veda eden Kral Michael gibi, öylesine görkemli
ve umutsuz bir şeydir bu; yüzen bir şişenin içindeki, “Eğer bunu bulan olursa
bilsin ki...” diye başlayan not gibi—

—Lanet olsun sana, F.! Bana işkence ediyorsun. Lütfen.

—Her şeyi anlatmamı sen istedin. Az kalsın ışıkların, bir sinüzit hastasının
düzensiz nefes alışına benzeyen vızıltılarından söz etmeyi unutuyordum.
Keskin tırnağına dikkat edip kanlı bir bıçağı yalarken ağzı kesildiği için ölen
kurtları düşünerek incecik parmağını emiyordum. Lamba düzgün yandığında
tenlerimiz sararıyor, en küçük bir sivilce bile olduğundan büyük
gözüküyordu ve ışık mora döndüğünde tenlerimiz olgunlaşmış mantarları
andırıyordu. Ve telefon çaldığında öyle ürktük ki resmen birbirimizi ısırdık!
Ürkütücü bir mağaradaki çocuklar. Evet, umursadığımızdan değil ya, bizi
izleyen biri vardı orada. Arka arkaya bozukluk atıp çeşitli soruları ya da aynı
soruyu sorduğu fal makinesinin aynasından gözetliyordu bizi. Peki, sen hangi
cehennemdeydin? Eğer birlikte geldiğin kişilere sıkı sarılmazsan Sistem
Sineması’nın lobisi çok korkunç bir yerdir. Fare kuşatması altında umutsuz
bir açıklık gibi kokar—

—Yalan söylüyorsun. Edith'in teni kusursuzdu. Ve orası sidik kokar, başka


bir şey değil, sadece sidik. Benim ne yaptığımı da boş ver.

—Ne yaptığını biliyorum ama boş ver. Telefon çalınca o adam birden dönüp
makineden uzaklaştı ve belirtmeliyim, hareketleri çok zarifti ve birden o
ürkütücü yer, sanki onun özel bürosuymuş gibi göründü. Biz, onunla telefonu
arasında duruyorduk ve su boruları ile idrar yolları arasında geçirdiği tüm
yaşamı o telefon mesajına bağlı gibi göründüğü için kötü bir şey
yapacağından, bıçak çekeceğinden ya da teşhirciliğe
kalkışacağından korktum (bu saçma gelebilir).

—Hatırlıyorum onu! Şu Western tipi ip boyunbağla-rından takıyordu.

—Doğru. O dehşet anında, onun fal makinesinin düğmelerine, yağmur duası


türünden bir ayin gerçek-leştirircesine biteviye basarak telefonu
çaldırdığını düşündüğümü hatırlıyorum. İlerlerken dosdoğru bize, ötemize
bakıyordu. Durdu, hiç gelmeyen ikinci çalışı bekledi herhalde. Parmaklarını
şıklattı, tekrar makinenin tartısına çıktı ve kombinasyonlarına döndü.
Edith’le kendimizi suçüstü yakalanmış gibi hissettik! O ana dek

felaket habercisi ve kudretli olan telefon, dostumuzdu! İyiliksever bir


elektronik tanrının ajanıydı ve ona şükretmek istedik. Herhalde bazı ilkel kuş
ve yılan dansları da benzer şekillerde, korkutucu ve güzel olanı taklit etme
ihtiyacından, evet, tapınılan korkutucu hayvanın bazı özelliklerini
edinebilmek için taklit izleğinden ortaya çıkmıştır.

—Ne demeye getiriyorsun, F.?

—Telefon Dansı’nı keşfetmiştik. Birdenbire. İlk kim başlattı bilmiyorum.


Aniden işaret parmaklarımız birbirimizin kulaklarındaydı. Telefanlara
dönüşmüştük!

—Gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum.


—Neden ağlayasın?

—Galiba hayatımı mahvettin F. Yıllarca sırlarımı bir düşmana açmışım.

—Yanılıyorsun dostum. Seni sevdim, ikimiz de seni sevdik ve sen bunu


anlayabileceğin noktaya çok yaklaştın.

—Hayır, F., hayır. Belki doğru ama çok zor ve çılgın bir eğitim oldu bu ve
neye yaradığını Tanrı bilir. Her gün yeni bir şey, her gün yeni bir ders, her
gün berbat bir kıssa öğrenmem gerekti ve bu sabah ne oldum? Bak Doktoru.

—Tamam işte. Aşk budur!

—Lütfen git başımdan.

—Telefonlaştığımda olanları bilmek istemiyor musun?

—istiyorum ama yalvarmaya niyetim yok. Anlatacağın her küçücük şey için
yalvarmak zorunda kalıyorum

—Ama verdiğin değeri ancak bu şekilde gösterebilirsin. Ağaçtan eline düştü


mü meyveyi çürük bellersin sen.

—Telefona dönüştüğünüzde Edith nasıldı, anlat.

—Hayır.

— Ha ha! Ühü ühü! Ha ha ha! Ühü ühü!

—Topla kendini. Disiplin!

—Öldürüyorsun beni, öldürüyorsun, öldürüyorsuni

—Şimdi hazırsın işte. işaret parmaklarımızı birbirimizin kulaklarına soktuk.


Cinsel çağrışımları inkâr etmeyeceğim. Artık bunlarla yüzleşmeye hazırsın.
Bedenin her parçası erojendir. Kıç delikleri. kırbaçlar ve öpücüklerle
ehlileştirilebilir, tenıel bilgidir bu. Kamışlar ve arnlar canavarlaştı! Kahrolsun
jenital emperyalizm! Bedenin her köşesi boşalabilir! Neleri kaybettiğimizin
farkında mısın? Neden zevkin büyük bölümünü iç çamaşırlarımızın içinde
yaşayanlara bırakacakmışız? Omuzlarda orgazm! Havai fişekler gibi patlayan
dizler! Hareket halinde kıllar! Ve bizi doruğun besleyici isim-sizliğine
yönelten yalnızca okşayışlar yalnızca emmeler ya da ıslak kanallar değildir;
rüzgar ve sohbetler, güzel bir çift eldiven, uçlarına kan hücunı etmiş
parmaklardır! Kayıp! Kayıp!

—Sen delisin. Bir deliye açmışını sırlarımı.

—Oradaydık, Telefon Dansı ’na kaptırmıştık kendimizi. Edith’in kulakları


parmaklarımın etrafına dolanmaya başlamıştı, en azından öyle görünüyordu.
O çok gelişmiş bir insandı; belki de hayatını boyunca tanıdığım en gelişmiş
kadındı. Kulakları, zonklayan parmaklarımın üstüne kapanmıştı—

—Ayrıntı ları istemiyorum! ikinizi tanımlayabileceğinden daha net g örebil i


yorum. Asla gözümün önünden gitmeyecek bir manzara bu.

—Seçtiğin eğit im, kıskançlık.

—Siktir. Peki, ne d uyuyord un ?

—Duymak doğru sözcük değil. Telefona dönüşmüştüm. Edith’se içimden


akan elektriksel bir k o nuşmay dı. —E, nasıldı yan i, nasıldı?

—Makine.

—Makine?

—Alelade sonsuzluk makinesi^1 —Yani?

—Alelade sonsuzluk maki n es i.

—Bütün söyleyeceğin bu m u ?

—Alelade sonsuzluk makinesi, yıldızların öğütülmesi hesabı.

—Bu daha iyi.

—Gerçeğin çarpıtılmış haliydi bu J:<i gördüğüm kadarıyla sana gayet iyi


uyuyor. Sana kolaylık olsun d iye gerçeği çarpıttım. Gerçeği, alelade
sonsuzluk makinesi.

—İyi miydi bari? 22

—Hayatımda hissettiğim en güzel şeydi.

—Onun da hoşuna gitti mi?

—Hayır.

—Gerçekten mi?

—Evet, hoşlandı. Ne meraklısın kandırılmaya!

—Yaptık.ların için seni öldürebilirim, F. Mahkemeler haklı bulur beni.

—Bir gece için yeteri kadar cinayet işledin zaten.

—Çık yatağımızdan! Yatağımız! Bizim yatağımızdı bu!

F.’nin söyledikleri üzerinde fazla düşünmek istemiyorum. Neden


düşünecekmişim? Sonuçta bağırsaklarının kontrolünü kaybetmiş bir deli,
başkasının karısını beceren bir sabun koleksiyoncusu, bir politikacıdan başka
ne o? Alelade sonsuzluk makinesi. Bunu anlamak zorunda mıyım? Bu sabah
başka bir sabah; çiçekler yeniden açtı, kocalar kimlerle evlendiklerini görmek
için yataklarında öteki tarafa döndüler; her şey yeniden başlamaya hazır.
Neden ölmüş bir adamın sözleriyle geçmişe dönecekmişim? O acılı
konuşmaları, kayıp bir virgülün bile sözlerimizin vurgusunu değiştirmesine
izin vermeden. neden bir kez daha yaşayacakmışım'? Otobüslerde
ve meyhanelerde insanlarla konuşmak ve hiçbir şey hatırlamamak istiyorum.
Ve sen, zaman odacığında yanan Catherine Tekakwitha, kendiıni böyle
acımasızca soy-ınarn seni memnun ediyor mu? Veba kokmandan
korkuyorum. Günler günü büzüldüğün uzun ev Veba kokuyor. Araştırmam
neden bu kadar zor? Neden Başbakan gibi beysbol istatistiklerini
ezberleyemiyorum? Neden beysbol istatistikleri Veba gibi kokuyor? Sabaha
ne oldu?

Masam kokuyor! 1660 kokuyor! Kızılderililer ölüyor! Patikalar kokuyor!


Patikaların üstüne yollar döküyorlar, bir işe yaramıyor. Kızılderilileri
kurtarın! Cizvit kalplerini sunun onlara! Kelebek ağımla Veba’ya
yakalandım. F.’nin tavsiye ettiği üzere, sadece bir azize sikmek istedi nı.
Neden o denli iyi bir fikir gibi gelmişti, bilmiyorum. Güçbela anlıyorum ama
bana kalan tek şey gibi gelmişti. İşte, araştırmamla flört ediyorum,
heykellerin canlanmasını beklerken yapabildiğim tek hokkabazlık bu ve
ne oluyor? Havavı zehirledim, ereksiyonumu kaybettim. Kanada hakkındaki
gerçeğe takılıp sendelememden mi oldu bu? Kanada hakkındaki gerçeğe
takılıp sendelemek istemiyorum. Yahudiler, Jericho’nun yok
edilmesinin^ cezasını ödedi mi? Fransızlar avlanmayı öğrenecekler ıni?
\Vigwamlar23 24 iyi hediye olur mu? Şehir Kurucular, Veba hakkında çok
fazla konuştuğum için öldürün beni. Kızılderililerin kurşun yaraları ve
bozulan antlaşmalar yüzünden öldüklerini sanmıştım. Daha çok yol!
Orman da neymiş? Catherine Tekakwitha, senin Veba'dan kaçışında uğursuz
bir şeyler mi var? Bir mutantı sevmem mi gerekiyor? Halime bak, Catherine
Tekakwitha: elinde bir

tomar hastalık bulaşmış kâğıt, kasıkları gevşek bir adaın. Haline bak,
Catherine Tekakwitha: Yüzünün yarısı yenmiş, gözlerindeki hasar yüzünden
dışarıya, güneşe bile çıkamıyorsun. Senden önce yaşamış birinin peşinden mi
gitmem gerekirdi yoksa? Disiplin, F. ’nin dediği gibi. Kolay olmamalı bu. Ve
araştırmamın nereye gideceğini bilsem, tehlikesi nerede olacaktı'? Hiçbir şey
bilmediğimi itiraf ediyorum. Herhangi bir yöne bir adım atıyorum ve her şey
tuhaflaşıyor. Ölü bir azizeyi sikmek de ne demek? imkânsız bu. Hepimiz
biliyoruz. Catherine Tekakwitha hakkında bir ınakale yayınlayacağım,
hepsi bu. Yeniden evleneceğim. Ulusal Müze’nin bana ihtiyacı var. Çok şey
gördüm geçirdim, harika bir öğretmen olurum. F.’nin deyişlerini bana aitmiş
gibi anlatır, bir deha. mistik bir deha olurum. Bu kadarını borçlu bana.
Her seferinde bir kalıp, sabun koleksiyonunu kız öğrencilere dağıtırım; limon
am lar, çam amlar... Karışmış sıvıların efendisi olurum. Parlamentoya
adaylığınıı koyar, tıpkı F. gibi Eskimo aksanı edinirim. Başka adamların
karılarını baştan çıkarırını. Edith! Sevimli bedeni salınarak geri geliyor;
dengeli yürüyüşü, bencil gözleri (gerçekten mi?)... Ah, Veba koknıuyor Ed
ith. Lütfen bedeninin parçalarını düşündürtme bana. Göbek deliği,
neredeyse gizli, küçük bir girdaptı. Bir çayın yüzeyini dalgalandıracak bir
meltem aniden ete dönüşse, onun göbek deliği gibi olurdu. O küçük deliği,
değişik zamanlarda, yağ, meni, otuz beş dolar değerinde parfüm, kabuk,
pirinç, sidik. bir erkeğin kesik tırnakları, başka bir erkeğin gözyaşları,
tükürük ve birkaç damla yağmur suyu ile örttü. Bunları ayrı ayrı hatırlamam
gerekiyor.

YAG: Sayısız kez. Başucunda bir zeytinyağı şişesi bulundururdu. Sineklerin


hücumuna uğrayacağımızı düşünürdüm hep.

MENİ: F.’ninki de mi? Buna dayanamam. Tam oraya boşalmamı isterdi. Son
seferinde mastürbasyon yaparken beni izlemek istemişti. Yaşamımın en
yoğun doruklarından biri olduğunu nasıl söyleyebilirdim ona?

PİRİNÇ: Çiğ pirinç. Pişirebileceğini iddia ederek bir pirinç tanesini tam bir
hafta saklamıştı göbek deliğinde.

<_ «

SİDİK: Utanma, demişti.

TIRNAKLAR: Ortodoks Yahudilerin kestikleri tırnakları gömdüklerini


söylemişti. Hatırladıkça rahatsız olurum. Bu tam F. ’nin yapacağı bir
gözlemdi. Fikri ondan mı almıştı?

ERKEK GÖZYAŞLARI: İlginç bir olay. Maine'de, Old Orchard kumsalında


güneşleniyorduk. Mavi mayolu, tamamen yabancı biri, birden ağlayarak onun
karnına kapandı. Saçlarına yapışıp kaldırmaya çalıştım. Edith sertçe itti elimi.
Etrafa baktım, kimsenin bir şey fark ermediğini görünce biraz rahatladım.
Zaman tuttum: Beş dakika ağladı adam. Plajda kumlara uzanmış binlerce kişi
vardı. Neden bizi seçmişti? Yanımızdan geçen insanlara, o salak sanki
kayınbiraderimmiş gibi aptal aptal gülümsedim. Kimse bir şeyin farkında
değilmiş gibiydi. İnsanın bütün takımlarını ortaya çıkaran şu yünlü,
ucuz mayolardan giymişti. Ensesinde Edith’in sağ eli, sessizce ağlıyordu.
Böyle bir şey olmuyor, diye düşünmeye çalıştım. Edith bir kumsal fahişesi
değildir. Adam birden hantal bir hareketle bir dizinin üzerinde doğrulup

ayağa kalktı ve koşarak uzaklaştı. Ed ith bir süre arkasından baktıktan sonra
beni teselli etmeye başladı. O bir G-, diye fısıldadı. imkânsız! Öfkeyle
haykırdım. Yaşayan tüm G-leri kaydettim ben! Yalan söylüyorsun
Edith! Onun göbeğinde ağlamasından hoşlandın. İtiraf et! Belki de haklısın,
dedi, belki de bir değildi. İşi şansa bırakamazdım. Bütün gün kumsalda bir
aşağı bir yukarı arandım ama adam, sümüklü burnuyla
ortalıktan kaybolmuştu.

TÜKÜRÜK: Neden yaptı bilmiyorum. Aslında, böyle bir olayı


hatırlamıyorum da. Yoksa uydurdum mu bunu?

YAĞMUR SUYU: Gecenin ikisinde yağmur yağdığı fikrine kapılmıştı.


Pencere meselesinden ötürü bunu tam anlayamıyorduk. Boş bir konserve
kutusu alıp yukarı çıktım. Bu iyiliğimi takdir etmişti.

Şüphesiz, göbek deliğinin hassas bir organ hatta bunda da öte, kişisel vudu
sistemiyle bağlantılı olduğuna inanıyordu. Birçok kereler, sertçe ya da
hafifçe, başımı oraya çeker, gece boyunca öyküler anlatırdı. Neden asla rahat
değildim? Neden asansörü ve aspiratörü dinlerdim?

Mohawk, Oneida, Onondaga, Cayuga, Seneca ve Tuscarora kabilelerinin


birleşerek kurduğu topluluk. ismin kökü üzerine farklı görüşler öne
sürülmektedir. Günümüzde 125.000 kadar mensubu olduğu sanılmaktadır.

“Başarı umutlarımızı taçlandırsın ve sunakların üzerinde,


Kanadalı şehitlerin yanında bir İrokua Bakiresi göreceğiz —şehit güllerinin
yanında bir bekâret zambağı." (Fr.)

SJ: Society of Jesus. Cizvit tarikatının resmi adı.

4-. Azize mertebesine ^yükselmiş Kanadalı rahibeler.

5
Lemming: Rodentia (Kemirgen) takımının Circetidae familyasından H
memeli türünün ortak adı.

6- Uzun Ev: İrokualann On dokuzuncu yüzyıl sonuna dek kullandık-lan


geleneksel yapı. Kimi yerde 100 metre uzunluğa ulaşan ve genelde

ila 7 metre genişlikte inşa edilen bu yapılarda ortadaki koridorun her iki
yanında ikişer buçuk metrelik kapısız bölmeler bulunur. Kadınlar ve erkekler
binaya iki uçtaki kapılardan ayrı ayrı girerler. Bu yapı türüne Asya ve
Avrupa’da da rastlanmıştır.

7^ Kuzey Amerika kıtasını oluşturan. Grönland'dan Texas'a uzanan ana


parça. Kuzey Amerika Kratonu adıyla da bilinir. ' ''

Özü karbondioksit. su ve şurubu karıştırmaya dayanan ve genel anlamda


gazoz veya gazlı içecek diyebileceğimiz alkolsüz içecekleri sunmaya
yarayan, on dokuzuncu yüzyıl sonunda Avrupa’da icat edilip yaygın
kullanımı ABD’de başlamış basınçlı içecek doldurma cihazı, sifon.
Günümüzde hemen bütün fast-food lokantalarında ve birahanelerde
kullanılır. (Soda: gazlı içecek)

10

Royal Canadian Mounted Palice 1 Gendarmerie Rayale du Cana-da: Tüm


dünyada, özellikle parlak kırmızı üniformaları ile tanınan ve kendi polis
güçleri bulunan Ontario, Quebec ve Newfoundland eyaletleri dışında tüm
ülkede görev yapan Kanada Atlı Polis gücü.

11

Metop: Dorik mimaride çatıyı taşıyan sütun üstündeki kabartmalı dört köşe
taş.

12

11 Triglif: Dorik mimaride frizlerde fasılalı sıralanan düşey üç yivli taş.

13

Karyatid: Kadın şeklinde sütun, yontudikeç.

14

"Yeni Fransa. acilen ve kuvvetle imdadına koşulmazsa, kaybedecektir.’’

15

Al Jolson (Asa Joelson, 1886-1950): İlk uzun metrajlı ve


senkronize diyaloglu film olan, 1927 yapımı zenci makyajıyla oynadığı "The
Jazz Singer”la belleklerde yer etmesinin yanı sıra, sahnede hareketli
şarkı söyleyip seyircilerle diyalog kuran ilk şarkıcı olması nedeniyle
gösteri dünyasında çığır açmış kabul edilen Yahudi asıllı Amerikalı şarkıcı ve
oyuncu.

16

Kudüs Kilisesi, Mesih’in ilk kilisesi.

17

Joe Hill (Joel Emmanuel Hagglund) (1879-1915): İşçi eylemcisi, şarkı


yazan ve IWW (Dünya Sanayi İşçileri Örgütü) üyesi. Tartışmalı bir yargı
sürecinin ardından. cinayet suçuyla Utah'ta kurşuna dizilmiştir. Hayatı pek
çok folk şarkısında konu edilmiştir.

18

“Ailelerin bölmelerde gruplaşması serbestliği kısıtlamak için değildi.”

19
1789’da İngiltere'de Andrew Pears tarafından üretilmiş, dünyanın ilk saydam
sabunu.

20

Büyük Okyanusun kuzeyinde, nükleer denemelerin yapıldığı. Marshall


Cumhuriyeti 'ne baglı bir adacık ve adacıgı çevreleyen mercan atolü.

21

Hindistan’da Budizm’in yayılmasına büyük katkıları bulurunuş kral.


Bugünkü Hindistan bayrağındaki tekerlek veya çark, Aşoka’nın Çakrası
(Çakra: Çark, teker, döngü) adıyla bilinir ve dünyanın değişimi ile zaman
döngüsünü simgeler. Tekerleğin yirmi dört parmağı. yirmi dört erdemi
simgeler.

22

1978 yılında, iki İngiliz mühendisin Kabala ciltlerinden birinde yaptıkları in


cele m eler sonunda. metinde bahsi geçen Othiq Yomin adlı nesnenin yarı
tanrısal bir cisim değil, İncil'e göre Musevilerin 40 yıllık çöl yolculukları
sırasında beslenmelerini sağlayan Mana adlı kutsal besini üretmeye yarayan
bir makine olduğuna (ve dünya dışından ge l d iği n e} kanaat get i rip aynı
kitap üzerinde yeniden ve bu bakış açısına göre yaptıkları çeviriden
çıkardıkları son derece kesin tariflerden yola çıkarak ya p 11 kl arı,
muhtemelen klorella ailesinden su yosunu kültürünü yiyeceğe dönüştüren
nıakine. Mühendisler daha sonra araştırmalarını derinleştirmiş ve bu
makinenin Hıristiyan metinlerde sıkça rastlanan Kutsal Kadeh olabileceğine
dair görüşler öne sürü l m üştü r.

23

Jericho (Eriha) savaşı veya kuşatması, Tevrat’ta Joshua (Yeşu) bölümünde


anlatılan, İsrailoğulları’nın Canan (Kenan) ülkesini fethi sırasında yaptığı ilk
savaş. Söz konusu kuşatmada. Tanrı Joshua’ya savaşçılarıyla beraber kent
çevresinde altı gün boyunca dolanmasını, yedinci gün ise yedi kâhin’in yedi
koçboynuzundan boroyla aynı şeyi yapmasını ve dönüşün sonunda boruların
çalınmasını ve aynı anda tüm ordunun haykırmasını buyurur. Bu
gerçekleştiğinde kentin surları yıkılır, İsrailogulları kenti zapteder ve tüm
halkı katlederler. (Yeşu 6-21: Kadın-erkek, genç-yaşlı, küçük ve büyükbaş
hayvanlardan eşeklere dek kentte ne kadar canlı varsa hepsini kılıçtan
geçirip yok ettiler.)

24

23* Kızılderili çadırı.


13

Boş geçen günler. Bu liste neden bunalttı beni? Listeyi hiç yapmamalıydım.
Göbeğine kötü bir şey yaptım, Edith. Onu kullanmak istedim. Onu Veba’ya
karşı kullanmak istedim. Bir tımarhane hücresinde, sonsuzluğa güzel, açık
saçık bir öykü anlatan adam olmaya çabaladım. Balayına çıkanları tahrik
eden, yatağı golf dullarıyla dolu, smokinler içinde bir salon erkeği
olmaya çabaladım. Umutsuz olduğumu unuttum. Bu araştırmaya umutsuzluk
içinde başladığımı unuttum. Evrak çantanı aldattı beni. Düzgün notlarım
yoldan çıkardı. Bir iş yaptığımı sandım. P. Cholenec tarafından
Catherine Tekakwitha üzerine yazılmış eski kitaplar, M. Remy’nin el
yazmaları, Sainte-Marie Koleji’nin arşivlerinden “Mi-racles faits en sa
paroisse par l ’intercession de la B. Cath. Tekakwith, 1696”24 — kanıtlar
ustalığa kandırdı beni. Mezuniyet sınıfındaymışım gibi planlar yapmaya
başladım. Kim olduğumu unuttum. Armonika çalmayı asla öğrenemediğini
unuttum. Fa akoru parmaklarımı kanattığı için gitar çalınayı bıraktığımı
unuttum. Meniyle katılaştırdığım çorapları unuttum. Yetenek avcısı bir
turist tarafından keşfedilmeyi uman genç tenor misali, bir gondolün içinde
Veba’nın yanından geçip gitmeye çalıştım. Edith ’in açınam için uzattığı ama
açamadığım kavanozları unuttum. Edith’in nasıl öldüğünü unuttum, F.
’nin nasıl kıçını bir perdeyle silerek öldüğünü unuttum. Yalnızca tek bir
şansımın daha kaldığını unuttum. Edith’in bir katalogun sayfalarında
yaşayacağını sandım. Özel, kamu hizmetlerinden faydalanan bir vatandaşım
sandım. Kabızlığı unuttum! Kabızlık unutmama izin vermedi. Listeyi
hazırlamaya başladığımdan beri çektiğim kabızlık. Daha ilk yarımşar
saatlerinden berbat olan beş gün. Kabızın büyük feryadı: Neden ben? Dünya
neden 1 bana hizmet etmiyor? Porselen makinenin içinde tek başına oturan
adam. Dün neyi yanlış yaptım? Ruhumdaki hangi zaptedilemez kıyının boka
ihtiyacı var? İçimdeki bütün dünlerle yeni bir şeye nasıl başlayabilirim?
Tertemiz bir çanağın üzerine çömelmiş, tarihten nefret eden bir adam.
Bedenimin benden yana olduğunu nasıl kanıtlayabilirim? Midem bir düşman
mı? Sabah ruletinde her daim kaybeden biri, intiharını planlıyor: Tıkalı
bağırsaklarının ağırlığıyla St. Lawrence Nehri 'ne atlayış. Sinemalar ne işe
yarar? Müzik için fazla ağırım. Her gün iz bırakmamışsam görünmezim
demektir. Bayat besinler zehirdir ve çuvallar sızdırıyor. Boşalt beni! Ey işi
bitmiş Houdini! Kayıp alelade sihir! Diz çökmüş bir adam, yeni yıl için
alınan kararlar listelerini birbiri ardına sunup Tanrı’yla pazarlığa girişiyor.
Artık yalnızca nıarul yiyeceğim. Eğer herhangi bir şey vereceksen bana,
ishal isterim. Bırak çiçeklere ve bok böceklerine yardını edeyim. Dünya
kulübüne girmeme izin ver. Şafaklar bana zevk vermiyor, e, öyleyse kimin
için yanıyorlar? Treninıi kaçıracağım. Bak, uyarıyorum, dünya işlerinden
benim payıma düşenler yapılamayacak. Neden ben'? Sana karşı bilimi
kullanacağım. Denizaltılara atılan sualtı bombaları misali haplar
yuvarlayacağım. Özür dileri nı, özür dilerim, daha fazla büzme. Hiçbir şeyin
yararı yok, bunu nıu öğrenmemi istiyorsun? Çember üzerine tünemiş
ıkınan adam tüm sistemleri terk etmeye hazırlanıyor. Umudumu al,
katedralleri al, radyoyu al, araştırmamı al. Bunlardan vazgeçmek zor ama bok
yükü daha zor. Evet, evet, feragat sisteminden bile vazgeçiyorum. İki büklüm
bir adam, tuğla döşeli şafak mahkemesinde binlerce yemin deniyor. Bırakın
tanıklık edeyim! Bırakın Düzen’i kanıtlayayım! Bırakın bir gölge düşüreyim!
Lütfen boşalt beni çünkü boşalırsam yeniden alabilirim, alabilirsem
dışımdaki bir yerden geliyor demektir ve dışımdan geliyorsa yalnız
değilimdir! Bu yalnızlığa tahammül edemiyorum. Her şeyden öte, yalnızlık
bu. Yavaştan ölen bir yıldız olmak istemiyorum. Lütfen acıkmama izin ver,
böylece ölü nokta olmam ve ağaçları kendi özel
yaşamlarında ayrımsayabilirim, sonra nehir isimleriyle, dağların
yükseklikleriyle, Tekakwitha’nın değişik yazılışlarıyla, Te-gahouita,
Tegahkouita, Tehgakwita, Tekakouita’yla daha çok ilgilenebilirim, ah,
olguların çekiciliğine kapılmak istiyorum! feride yaşamak istemiyorum!
Hayatımı yenile. Düne ait mezbeleliğin kabı olarak varlığıını
nasıl sürdürebilirim? Et mi beni cezalandıran? Beni kötü bellemiş vahşi
hayvan sürüleri mi var? Mutfakta cinayet! Dachau2 çiftlikleri! Yemek için
varlıklar yetiştiriyoruz! Tanrı dünyayı sever mi hiç? Ne canavarca bir
beslenme sistemi! Hepimiz, sonsuz savaştaki hayvan sürüleriyiz! Ne
kazandık? ürsanlar, diyetçi Naziler! Beslenmenin merkezinde ölüm!
Sığırlardan kim özür dileyecek? Bizim hataınız değil, bütün bunları biz akıl
etmedik. Bu böbrekler, böbrektir. Bu tavuk değil, bu, bir tavuktur.
Ölüm kamplarını bir otelin bodrumunda düşünün. Yastıklarda kan! Diş

fırçalarında et parçaları! Bütün hayvanlar yiyor, zevk için değil, altın için
değil, güç için de değil, yalnızca var olmak için. Kimin sonsuz Hazzı için?
Yarın oruç tutınaya başlıyorum. Tövbe ediyorum. Ama dolu bir mideyle
tövbe edemem. Peki, oruç Seni memnun nıu eder, rahatsız mı? Bunu gurur ya
da korkaklık olarak görebilirsin. Banyomu ezberledim. Edith burayı
temiz tutardı ama ben o kadar titiz değilim. idam mahkûmundan elektrikli
sandalyesini parlatmasını istenmesi adil midir? Eski gazete kâğıtlarını
kullanıyorum; tuvalet kâğıdını, hak ettiğimde alacağım. Tuvaletime bana iyi
davranırsa ona iyi bakacağıma söz verdim; tıkanıklığını açacağım. Ama
neden şimdi kendimi aşağılayacakmışım? Hurda bir arabanın camlarını
parlatmazsınız. Bedenini işlediğinde, eski rutinler de işleyecek, söz. Yardım
et! Bir ipucu ver bana. Beş gündür, başarısız geçen ilk yarım saatin dışında
banyoya giremiyorum. Dişlerim ve saçlarım kirlendi. Birkaç sakal parçasını
temizleyeceğim diye tıraş olamam. Otopsi yapılsa leş kokacağım. Kimse
beni yemek istemez, eminim. Dışarıda olmak nasıl bir şey? Dışarısı diye bir
şey var mı? İştahımın, çıkış kapısı mühürlenmiş, ölü, geçit vermez
müzesiyinı ben. Kabızlığın korkunç yalnızlığı budur, işte dünya böyle
kaybedilir. İnsan her şeyi bir nehire, Catherine Tekakwitha’nın gözleri
önünde çıplak yıkanmaya, hem de hiçbir vaat olmadan feda edebilir.

14

Adlar dünyasına, bizle. F. şöyle demişti: Bizi geçmişe bağlayan tüm yasaların
en zorlusu, şeylerin adlarıdır. Eğer oturduğum büyükbabamın sandalyesiyse
ve dışarı baktığım büyükbabamın penceresiyse, o zaman onun
dünyasındayım demektir. F. şöyle demişti: Adlar, Görünüş’ün vakarını korur.
F. şöyle demişti: Bilim, kaba adlandırmayla, her bir kırmızı türün özgün
biçim ve kaderini görmezden gelme ve tümüne Gül adını verine hevesiyle
başlar. Daha kaba ve daha hareketli gözde, Zenciler ve Çinliler gibi, bütün
çiçekler birbirlerine benzer. F. hiç susmadı. Sesi, tuzağa düşmüş,
biteviye vızıldayan bir sinek gibi kulağımda. Tarzı ele geçiriyor beni.
Vasiyeti, şehirdeki dairesini, satın aldığı fabrikayı, sabun koleksiyonunu,
ağaç evini ve evraklarını sunuyor bana. Ve ben, çükümün ifrazatından
hoşlanmıyorum. Çok fazla F.! Kendime hâkim olmam gerek. Bir adım sonra,
malum, kulaklarım saydamlaşacak. F., neden birden bu kadar çok özledim
seni? Bir daha asla gidemeyeceğim lokantalar var. Fakat senin anıtın olmak
zorunda mıyım? Sonuçta, arkadaş mıydık biz? Fabrikayı nihayet satın aldığın
günü hatırlıyorum; sekiz yüz bin dolaraydı ve o eğri büğrü tahta döşemelerin,
küçük bir çocukken sık sık süpürdüğün döşemelerin üstünde birlikte
gezinmiştik. Sahiden ağladığına inanıyorum. Gece yarısıydı ve ışıkların yarısı
sönüktü. Sıra sıra dikiş makinelerinin, kesim masalarının ve buharlı ütülerin
arasında dolaşmıştık. Çalışmayan bir fabrikadan daha sessiz bir yer yoktur.
Tel askılara, asılı oldukları yerlerde, boydan boya elimizi sürttüğümüzde,
sanki terk edilmiş makinelerin gölgesinde bekleyen, ücretlerinin
verilmesini bekleyen, F.'ye girişmek için kapatıyoruz sözünü bekleyen yüz
tane canı sıkkın mankafa elleriyle ceplerini karıştırıyormuş gibi garip ve
güçlü bir ses çıkmıştı. Biraz korkmuştum. Fabrikalar da tıpkı parklar gibi
kamuya açık yerlerdir ve F.’nin kendi mülkü karşısında bu kadar derinden
duygulandığını görmek demokratik akla bir sadırı sayılabilirdi. F. metal bir
çıkıntıya kalın bir yayla bağlanmış eski ağır bir buharlı ütüyü eline aldı. Onu
masadan çekip yere fırlattı ve ütü tehlikeli bir yoyo gibi bir aşağı bir yukarı
zıplarken güldü; kirli duvarlara karatahtadaki vahşi tebeşir çizikleri gibi
gölgeler düşüyordu. Birden bir düğmeyi çevirdi, ışıklar yandı ve tüm dikiş
makinelerini çeviren ana kayış dönmeye başladı. F. nutuk atmaya başladı.
Mekanik gürültülere karşı konuşmaya bayılırdı.

—Larry! diye haykırdı, boş sıraları iterek. Larry! Ben! Dave! Beni
duyduğunuzu biliyorum! Ben! Kambur sırtını unutmadım. Sol! Söz verdiğim
şeyi yaptım işte. Küçük Margerie! Parçalanmış terliklerini yiyebilirsin
artık. Yahudiler, Yahudiler, Yahudiler! Teşekkürler!

—İğrenç bu, F.

—Her kuşak Yahudilerine teşekkür etmeli, dedi benden uzaklaşarak. Ve


Kızılderililerine. Kızılderililere köprülerimizi ve gökdelenlerimizi inşa
ettikleri için teşekkür edilmeli. Dünya ırklardan mürekkeptir, bunu
öğrensen iyi olur, dostum. İnsanlar farklıdır! Güller birbirinden farklıdır!
Larry! Benim, F.; habire sarı saçlarını okşadığın küçük goy.3 Kaç akşamüstü
önce, karanlık depoda sana söz verdiğim şeyi yaptım işte. Benim oldu! Bizim
oldu! Hurdanın üzerinde dans ediyorum! Burasını oyun alanına çevirdim! Bir
arkadaşımla birlikte buradayım.

Sakinleşince, elimden tutup depoya götürdü beni. Biiyük boş makaraların ve


mukavva silindirlerin gölgeleri, yan aydınlıkta tapınak sütunları gibi
gözüküyordu. Yünün hatırı sayılır hayvan kokusu hâlâ havadaydı. Burnumda
bir yağ katman ının oluştuğunu hissettim. Dışarıda, fabrikanın zemininde ana
kayış hala dönüyor ve yere sabitlenmemiş birkaç makine birbirine
çarpıyordu. F. ile birbirimize çok yakın duruyorduk.

—Demek iğrencim, dedi F.


—Bu kadar ucuz bir duygusallık sergileyebileceğine asla inanmazdım. Küçük
Yahudi hayaletleriyle konuşu-v orsun!

—Daha önceden söz verdiğim bir rolü oynuyordum.

—Tükürükler saçarak.

—Güzel bir yer, değil mi? Huzurlu, değil mi? Geleceğin ortasında duruyoruz.
Yakında, zenginler arazilerinin ortasına böyle binalar yaptıracak ve ay
ışığında oraları ziyaret edecekler. Tarih bize, daha önce şiddetli hareketliliğin
yaşandığı mekânlarda insanların eğlenip sevişmeyi ne kadar sevdiklerini
göstermiştir.

—Ne yapacaksın burayı?

—Ara sıra geleceğim. Biraz süpüreceğim. Parlak masaları vidalayacağım.


Makinelerle oynayacağım.

—Milyoner olabilirdin. Ekonomi sayfaları piyasa yönlendirmelerinin


parlaklığını yazdı. İtiraf etmeliyim, buraya el koyman yıllardır saçtığın
bokları daha da ağırlaştırıyor.

—Kibir! diye haykırdı F. Yapıp yapamayacağımı görmem gerekiyordu.


Bunun beni rahatlatıp rahatlatmayacağını görmem gerekiyordu. Bildiğim her
şeye rağmen!

Larry benden bunu beklemezdi, yeminim bağlayıcı değildi. Çocukluk vaadim


bir bahaneydi. Lütfen bu gecenin sana söylediğim herhangi bir şeyi
etkilemesine izin verme.

—Ağlama, F.

—Bağışla beni. İntikamı tatmak istedim. Amerikalı olmak istedim. Yaşamımı


bir ziyaretle bağlamak istedim. Larry’nin kastettiği bu değildi.

Kolumu F.’nin omuzuna atarken elim askılara çarptı. Daha küçük oda ve
dışarıdan gelen makine seslerinin yanında paraların şakırtısı o kadar yüksek
değildi; dışarıda bekleyen kabadayılar, birbirimize umutsuzca sarılırken
uzaklara çekildiler.
15

Catherine Tekakwitha, uzun evin gölgelerinde. Bedeni yağla kaplı Edith, tıkış
tıkış odada büzülüyor. F. yeni fabrikasında bir süpürgeyi sürüklüyor.
Catherine Te-kakwitha öğle vakti dışarı çıkamıyor. Çıktığında, topallayan bir
mumya misali, kat kat battaniyelere sarınıp dolaşıyordu. Yani genç kızlığını
güneşten ve avcıların gürültülerinden uzakta, bahsini duyduğu geyikler
kadar çekingen, kafasının içinde dansçının bütün aletlerinden çok daha
şiddetli zangırdayan Meryem Ana’nın bir resmiyle ve yorgun Kızılderililerin
yemek yiyip birbirlerini silanelerini izleyerek geçirdi. İnlemelerden daha
yüksek, horlamalardan daha tatlı hangi sesleri duymuştu? Ne kadar iyi
öğrenmiştir ev içi kurallarını. Avcının avını

nasıl sürdüğünü öğrenmedi ama tıkabasa dolu midesiyle nasıl yayıldığını ve


sonra sevişirken bir yandan da geğirdiğini öğrendi. Bir dağ bile görmeden
bütün hazırlıklara ve sonuçlara tanıklık etti. Çiftleşmeleri gördü ama ormanda
mırıldanılan şarkılardan, otlardan yapılan küçük hediyelerden haberi yoktu.
İnsan makinesinin bu saldırıları karşısında aynntılı ve parlak bir cennet
kavramı geliştirmiş olmalı — ve sınırlı boka karşı bir nefret. Yine de, insanın
dünyayı nasıl kaybettiği bir sırdır. Dumque crescebat aetate, crescebat et
prudentia,4 5 6 diyor P. Cholenec, 1715’te. Acı mıdır bu? Neden bakış açısı
Rabelais’ci28 olmadı? Ona verilen isim Tekakwitha'ydı ama bu sözcüğün tam
ne anlama geldiği bilinmiyor. Caughnawaga’daki Papaz Marcoux’nun
tanımına göre, ortalığı düzenleyen kişi. Kızılderililer üzerine bilimsel
araştırmalar yapan Papaz Cuoq ise şöyle diyor: Celle qui s’avance, qui meut
quelquechose devant elle.29 Kolları öne uzanmış, gölgeler arasında
ilerleyen biri gibi; bu da P. Lecompte'un tanımı. Adının anlamı bu iki tanımın
bileşimidir diyelim: ilerleyen, gölgeleri düzenleyen kadın. Belki, ben de sana
aynı şekilde ulaştım, Catherine Tekakwitha. İyi kalpli bir amca, küçük yetimi
yanına aldı. Vebanın ardından bütün köy iki kilometre yukarı, Mohawk
Irmağı’nın Auries Irmağı’yla birleştiği yere yakın bölgeye taşındı. Buraya
Gandaoua-

gue deniyordu. Bu, bizim bir sürü biçimde bildiğimiz bir isimdi;
Gandawague, misyonerlerin şelale anlamında kullandığı Huronca bir
sözcüktü, Mohawk diyalektinde Gahnawagu6 olan Kaknawake, bugün
bildiğimiz Caughıiawaga haline gelmiştir. Borçlarımı ödüyorum. Burada,
amcası, amcasının kız kardeşleri ve karısıyla birlikte, amcasının kurduğu ve
köyün belli başlı yapılarından olan uzun evde yaşadı. İrokua kadınları çok
çalışırlardı. Bir avcı, öldürdüğü avını asla taşımazdı. Hayvanın karnını yarıp
bir avuç iç organını alır ve dans ederek eve dönerken bağırsakları sağa sola
saçardı, bir bağırsak parçası bir dala, diğeri bir çalının üzerine. Karısına,
öldürdüm diye bildirirdi. Kadın, onun orınanda bıraktığı iğrenç izleri sürerdi
ve avı bulmanın ödülü, avı, ateşin yanında midesi guruldayarak uyuyan
kocasına taşımaktı. En pis işlerin çoğunu kadınlar yapardı. Erkeklerin
vakarının izin verdiği işlerse savaşmak, avlanmak ve balık tutmaktı. Kalan
zamanlarda tütün içer, dedikodu yapar, oyunlar oynar, yer ve uyurlardı.
Catheri-ne Tekakwitha iş yapmayı severdi. Diğer kızlarsa saçlarını taramak,
yüzlerini boyamak, küpelerini takmak, renkli porselenleri e kendilerini
süsleyerek dans edip oynaşmak için işlerini bir an önce bitirmeye
bakarlardı. Değerli deriler, boncuklarla süslü çizmeler giyerlerdi. Harika!
Bunlardan bir tanesini sevemez miyim? Catheri-ne, onların dans etmelerini
duyabiliyor muydu? Ah, bu dansçılardan birini isterdim. Kalbinde yanan
kusursuz çemberleri izleyen ayakların tok sesiyle uzun evde çalışan
Catherine’i rahatsız etmek istemem. Kızlar yarın için fazla vakit
ayırmıyorlardı, oysa Catherine gölgeleri

birbirine bağlayarak günlerini zincire diziyordu. Teyzeleri ısrarcıydı. Bak işte


bir kolye, taksana tatlım; neden şu bozuk cildini biraz boyamıyorsun? Çok
gençti, süslemelerine izin verdi ve kendini as]a affetmedi. Yirmi yıl sonra
bunu en büyük günahlarından biri sayarak ağlamıştır. Ne yapıyorum ben?
Benim tarzım bir kadın mı bu? Bir süre sonra teyzeleri baskı yapmayı bıraktı
ve o da kendini tamamen işe, öğütmeye, su taşımaya, odun toplamaya,
satılacak derileri hazırlamaya verdi; hepsini büyük bir hevesle yaptı. “Douce,
patiente, chaste, et in-nocente,”7 diyor P. Chauchetiere. “Sage comme une
fiile française bien elevee,” diye devam ediyor. İyi yetiştirilmiş bir Fransız
kızı gibi! Ey Uğursuz Kilise! F., bu mu benden istediğin? Edith’le kaydırak
oynamadığım için aldığım ceza bu mu? O kırmızı yağıyla kaplı beni
beklerken beyaz gömleğimi düşünüyordum ben. Daha sonra, sırf meraktan,
kendime de sürdüm o yağdan, gözümde F.'nin o sabahki akropolisi kadar
faydasız, tek başına parlayan bir sütun haline geldim. Şimdi,
Catherine Tekakwitha’nın süsleme ve el sanatları konusunda büyük bir
yeteneği olduğunu, güzel, işlemeli çizmeler, tütün keseleri, makosenler ve
kabuktan kolyeler yaptığını okuyorum. Saatlerce bitki kökleri, yılanbalığı
derileri, nehir kabukları, porselen ve tüylerle uğraşırmış. Kendinden başka
herkesin giymesi için! Zihni kimi süslüyordu peki? Kabuktan kolyeleri
özellikle beğenilirmiş. Yoksa bu onun parayla alay ediş tarzı mıydı? Paraya
karşı nefreti nasıl F. ’ye bir fabrika satın aldırdıysa belki

aynı nefret Catherine Tekakwitha’yı güzel desenler ve renk düzenlemeleri


yapma yönünde özgür kılmıştı. Yoksa ikisini de yanlış mı yorumladım?
Gerçeklerden yoruldum, sonuçlar çıkarmaktan yoruldum;
anlamsızlık tarafından tüketilmek istiyorum. Sürüklenmek istiyorum. Şu
anda, onun battaniyesinin altında olup bitenler umurumda değil. Belirsiz
öpücüklere boğulmak istiyorum. Broşürlerimin övülmesini istiyorum.
Çalışmam neden bu kadar kimsesiz? Gece yarısını geçti, asansör çalışmıyor.
F.’nin mirası sayesinde zemin kaplaması yeni, musluklar sıkı. Daha önce
talep etmediğim bütün gelirleri istiyorum. Yeni bir kariyer istiyorum.
Edith'e ne yaptım ki hayaleti bile beni sertleştiremiyor? Bu daireden nefret
ediyorum. Ne demeye yeniden dekore ettirdim? Masanın sarı olunca güzel
duracağını düşünmüştüm. Ey Tanrı’m, lütfen korkut beni. Beni sevmiş o
iki kişi neden böylesine güçsüzler bu gece? Göbek deliği işe yaramıyor.
F.’nin son dehşeti bile anlamsız. Acaba yağmur yağıyor mu? F.’nin
deneyimlerini, duygusal cömertliğini istiyorum. Söylediği tek bir şeyi bile
hatırlamıyorum şimdi. Yalnızca, mendilini kullanışı, onu dikkatle katlayıp
burnunu silişi, yüksek perdeden hapşırmaları ve bunların ona verdiği haz
aklımda. Yüksek perdeden ve metalik, tamamen müzikal, kafatasının
iki yanından gelen kemiksi sesler, sonra bir hayret ifadesi, hiç beklemediği
bir hediye almış gibi ve hafifçe yukan kalkan, sanki Vay canına! diyen
kaşları. İnsanlar hapşırır F., hepsi bu; bundan lanet bir mucize çıkarmaya
kalkma. Bu beni sadece üzüyor ve hapşırma huyun ve elmaları sanki sırf
senin için daha da sulularmış gibi yeme

huyun ya da filmin ne güzel olduğunu ilk söyleyen şenmişsin gibi davranman


da üzüyor beni. İnsanları bunalıma itiyorsun. Biz de elma severiz. Edith’e
söylediğin şeyleri düşünmekten, muhtemelen dokunduğun ilk beden
onunkiymiş gibi yapmışlığından nefret ediyorum. O hoşlandı mı peki? Onun
yepyeni meme uçları. İkiniz de öldünüz. Asla boş bir süt bardağına gözünü
dikip uzun süre bakma. Montreal mimarisine olanlar hoşuma gitmiyor.
Çadırlara ne oldu? Kilise’yi suçlamak istiyorum. Quebec Roma Katolik
Kilisesi’ni cinsel yaşamımı mahvetmekle ve aletimi anca bir parmağın
gireceği bir kutuya sıkıştırmakla suçluyorum. Q. R. K. K.’yi, sistemin başka
bir kurbanı olan F. ile korkunç eşcinsel ilişkilere girmiş olmam yüzünden
suçluyorum. Kilise’yi Kızılderilileri öldürmekle suçluyorum. Kilise’yi
Edith’in beni doğru dürüst getirmesine izin vermeyi reddetmekle suçluyorum.
Kilise’yi Edith’i kırmızı bir yağla kaplamak ve Catherine Tekakwitha’yı aynı
yağı kullanmaktan menetmekle suçluyorum. Kilise’yi otomobilleri ele
geçirmekle, sivilcelere yol açmakla suçluyorum. Kilise’yi yeşil mastürbasyon
tuvaletleri inşa etmekle suçluyorum. Kilise’yi Mohawk danslarını ezmekle,
halk şarkılarını bir araya toplamamakla suçluyorum. Kilise’yi güneş yanığı
tenimi çalmakla, kepeklerimi çoğaltmakla suçluyorum. Kilise’yi halkı kirli
ayak tırnaklarıyla tramvaylara bindirip Bilim’e karşı çalıştıkları yerlere
göndermekle suçluyorum. Kilise’yi Fransız Kanadası’nda kadınların sünnet
edilmesiyle ilgili suçluyorum.

Kanada’da güzel bir gündü, hüzünlü bir yaz günü; öyle kısa, öylesine kısa.
Yıl 1664’tü, güneşli bir gün, yusufçuklar su birikintilerini araştırıyor, kirpiler
yumuşak burunlarının üstünde uyuyor, kırlarda siyah saçları örgülü kızlar
kokulu sepetlere otlar seriyor, geyikler ve avcılar çam rüzgârını koklayıp talih
düşlüyor, iki küçük oğlan çitin yanı başında güreşe tutuşmuş birbirlerini
kucaklayıp duruyorlardı. Dünya yaklaşık iki milyar yaşındaydı ama Kanada
dağları henüz çok gençti. Gandaoua-gae üzerinde tuhaf güvercinler
uçuşuyordu.

—Ühü-ühü, diye ağladı sekiz-yaşındaki-yürek.

Dinledi Yürek, ne genç ne yaşlı, sahiden bir tanım kölesi olmayan Yürek ve
Thomas bütün çocuklar için şarkı söyledi, Facienti quod in se est, Deus non
denegat gratiam.8

—Bugün parıldamaksınız,

Kirpinin dikenleri;

Yaz yağmuru gibi

Porselen boncuklar;
Ebedi çelenk

Dişlerden bu kolye, diye şarkı söylüyordu Teyzeler, geleneklerine göre,


çocuğu sade düğün için giydirirken. İrokualar çocukları evlendirirdi çünkü.

—Hayır, hayır, diye haykırdı bir köyde yüreğin biri.

Gandaouague üzerinde tuhaf güvercinler uçuştu.

—Haydi, Catherine, ah, güçlü bir küçük adam o, diye kıkırdadı Teyzeler.

—Ha ha ha, diye güldü sağlam oğlan.

Birden gülmesi kesildi, korkmuştu ve bildiği bir korku değildi bu; oyunu
kaybetmek ya da kırbaçlanmak korkusuna benzemiyordu ... Ama bir
keresinde, bir Şi-facı öldüğünde...

—Dertleri ne bunların? diye sordu her bir çocuğun ailesi çünkü aileler
aralarında kendilerine yarar sağlayacak bir bağ yaratmaya özen gösterirlerdi.

—Gurr, gurr, diye guruldadı dönüp duran güvercinler.

Sonsuz bir çelenk, dişlerden bu kolye, Teyzelerinin şarkısı kalbini oklarla


deldi, Hayır, hayır, diye ağladı, yanlış bu, yanlış bu ve gözleri kafasının içine
doğru devrildi. Kendinden geçmiş yüzü, baygınlığı ne korkunç gelmiş olmalı
ki küçük vahşi birden kaçıverdi.

—Üzülmeye gerek yok, diye kendi aralarında karar verdi Teyzeler. Yakında
büyüyecek, sıvılar çağlamaya başlayacak çünkü Algonkin kadınları bile
insandır! diye şakalaştı Teyzeler. Bir sorunumuz kalmayacak o zaınan!

Ve böylece çocuk itaatkârlık, sıkı çalışma, neşeli bir çekingenlik ve onu


tanıyanlar için bir zevk kaynağı olan yaşantısına döndü. Teyzelerin, küçük
yetimin de İrokuaların atadan kalma yolunu izleyeceğinden şüphe duymaları
için bir neden yoktu. Kısa bir süre sonra çocukluktan çıktı ve Teyzeler
kumpası bir kere daha kurdular.

—Utangaç için bir tuzak hazırlayacağız. Ona hiçbir şey söylemeyeceğiz!


Genç bir erkeğin, gelininin kulübesine girip yanına

oturması ve ondan yenecek bir hediye almasından ibaret basit tören için
harika bir akşamdı. Katılacakların kendilerine danışılmadan, aileler arasında
yapılmış bir anlaşmayla, kendilerine danışılmadan seçildiği törenin hepsi bu
kadardı.

—Öylece otur, Catherine, her şey ayarlandı, tatlını, daha fazla suya
ihtiyacımız yok, diyerek birbirlerine göz kırptı Teyzeler.

—Bu gece ne kadar soğuk, Teyzelerim.

Güz Ay’ı Kızılderili Kanadası’nın üstünden geçti. Üç Islıklı Kuş, kara


dalların arasından şarkılarını rastgele atılmış dikey oklar misali fırlattı. Cirp!
Cürp! Cik! Bir kadın tekdüze bir ağıdın dizelerini mırıldanarak tahta bir
tarakla gür siyalı saçlarını taradı.

—...yürü benle, bir dağın eteklerinde yanımda otur... Dünya küçük ateşlerine
ve çorba kâselerine biraz daha yaklaştı. Bir balık Mohawk Irınağı’ndan
zıplayıp sudaki çalkantı kaybolana, hatta kaybolduktan az sonrasına kadar
havada kaldı. .

—Oo, bakın kim geldi!

Genç bir avcının geniş omuzları girişi kapladı. Catherine, kabuk kolyesinden
başını kaldırıp baktı, yüzü kızardı ve işine döndü. Yakışıklı savaşçının şehevi
dudaklarında bir gülümseme belirdi. Son avladığı ve son zamanlarda etiyle
beslendiği hayvanın artıklarının tadı yüklü dudaklarını uzun kırmızı diliyle
yaladı. Ne dil! dedi Teyzeler dikişlerinin altında parmaklarını avuçlarına
gömerken. Kan hücüm etti genç adamın kasıklarına. Bir elini deri giysinin
içine sokup doğrulttu kendini; kugu boynu gibi kalındı; sımsıcak, avucunu
dolduruyor-

du. İşte, gelmişti: Beklenen adam! Kızın bağdaş kurup titreyerek, küçük nehir
kabuklarıyla yaptığı işine devam ettiği yere bir kedi kuruldu, onun yanına ve
çıplak bacaklarını ve sert baldırlarını, özelllikle kızın gözleri önüne serecek
şekilde gererek oturdu.
—Heh-heh, dedi bir Teyze.

Fosforlu garip bir balık Mohawk Irmağı’ndan fırladı. Catherine Tekakwitha


aniden ve ilk kez bir beden, dişi bir beden içinde yaşadığını fark etti!
Kalçalarının varlığını ve neyi ezebileceklerini hissetti; meme uçlarının çiçeksi
yaşamını hissetti; göbeğinin insanı içine çeken çukurunu hissetti;
baldırlarının yalnızlığını, küçük arnı-nın sancıyan kapısını ve esnemek için
attığı çığlığı ve amındaki her bir kılın varlığını hissetti; pek fazla değillerdi ve
o kadar kısaydılar ki kıvrılmıyorlardı bile! Bir bedende, bir kadın bedeninde
yaşıyordu ve bu beden çalışıyordu! Sularının üstünde oturdu.

—Bahse girerim acıkinıştır, dedi bir başka Teyze.

Ne kadar parlak! Irmaktan fırlayan balık. Hayalinde, bu genç avcının ona


sarılan güçlü bronz kollarının çemberini, arnının dudaklarına bastıracağı
çemberleri, onun altında ezilen göğüslerinin çizeceği çemberleri,
adamın omzunda kalacak diş izlerinin çemberini, onun öpüşlerindeki
dudaklarının çemberini hissetti.

—Evet, açlıktan ölüyorum.

Çemberler, kamçılar ve düğümlü kösele şeritlerden oluşuyordu. Derisini


parçaladılar, durdukça daralan, keskin hayvan dişlerinden yapılmış bir kolye
gibi. boğazına sarıldılar. Göğüsleri kanıyordu. Kanın üstünde oturuyordu.
Aşk kucaklamaları darağacının ipi gibi

sıkmaya, sıyırmaya, kesmeye başladı. Küçük kıllar düğümlenmişti. Acı!


Yanan bir çember amına saldırdı ve bir konserve kutusunun kapağı gibi
yerinden söküp attı onu. Bir kadın bedeninde yaşıyordu — ama bu beden ona
ait değildi! Onun değildi ki sunsun! Umutsuz bir sapan düşüncesiyle anıını
alıp sonsuza dek karanlığın içine attı. Kolları güçlü, ormansal büyüsü göz
ardı edilmez türden de olsa, bu genç adanıa sunamazdı onu; beden, kendi
bedeni değildi. Etinin mülkiyetini reddederken, çok küçük bir an için, bu
genç adamın masumiyetini ve köyün çıtırdayan ateşlerinin çevresindeki
yüzlerin güzelliğini fark etti. Ah, acı azaldı, artık sahip olmadığı bu yaralı
beden, kendi özgürlüğü içinde, iyileşmenin de mülkiyetine sahip değildi ve
kendinin, vahşetle kazanılan yepyeni bir tanımı kalbinin derinliklerine
kazındı: O, Bakire’ydi.
—Ad^a biraz yiyecek ver, diye emretti güzel bir Teyze, sert bir tavırla.

Tören tamamlanmamalı, eski büyü onurlandırılına-malıydı! Catherine


Tekakwitha ayağa kalktı. Avcı gülümsedi, Teyzeler gülümsedi, Catherine
Tekakwitha kederle gülümsedi, avcı utangaçça gülümsediğini sandı. Teyzeler
hınzırca gülümsediğini sandılar, avcı, Teyzelerin hırsla gülümsediklerini
sandı, Teyzeler avcının hırsla gülümsediğini sandılar, avcı aletinin
tepesindeki küçük deliğin bile gülümsediğini sandı ve belki Catherine de
arnının yeni eski evinde gülümsediğini sandı. Pırıltılı tuhaf bir balık
gülümsedi.

—Şlap, şlup, miam, miam, dedi anlaşılmaz bir şekilde avcı.

Catherine Tekakwitha çömelmiş aç insanların arasından uçar gibi geçti.


Ateşlerin, kemiklerin, dışkıların yanından geçti, kapıdan dışarı fırladı, tahta
parmaklıkları geçti, sisli köyü boydan boya aşarak huş ağaçlarının mehtapta
solgun dikildiği dallardan kubbeye yöneldi. —Peşinden gidin!

—Kaçamasın!

—Çalılıklarda sik onu!

—Bir kere de benim için yap!

—Ha ha haaaa!

—Tüylü pastasını ye!

—Her taraftan!

—Çevir, bir de benim için yap!

—Yüzüne bayrak örtmeyi unutma!

—Onu eve getir!

—Çabuk!

—Utangaç kaçıyor!
—Arkadan daya!

—Acayip istiyor ha!

—Cırp! Curp! Cik!

—B aştan aşağı!

—Koltuk altlarından!

—...yürü benimle, bir dağın eteklerinde yanımda otur...

—Off! Puff!

—Kıyak çek ona!

—Meme uçlarını kopar!

—Höpürdet!

—Deus non denegat gratiam!

—İçine işe!

—Gel buraya!

—Algonkin sürtüğü!

—Fransız yandaşı!

—Kulağına sıç onun!

—Amca dedirt ona!

—Bu taraftan!

Avcı ormana daldı. Onu, Utangaç’ı, Topallayan’ı bulmakta zorluk


çekmeyecekti. Ondan çok daha zor oyunlar oynamıştı. Ormandaki her
patikayı bilirdi. Ama neredeydi bu kız? İleri atıldı. Bildiği binlerce yumuşak
yer vardı; çam iğnelerinden yataklar, yosundan yastıklar. Üstüne bastığı bir
dal çatırdayarak kırıldı; hayatında ilk kez! İş, çok pahalı bir sikişe dönmeye
başlamıştı. Neredesin? Canını acıtmayacağım. Bir dal yüzüne çarptı.

—Ho ho ho, köydekilerin sesleri rüzgârda s ü rükle ni-yordu.

' Mohawk Irmağı’nın üzerinde bir balık, yakalanacağı ağları ve yenileceği


şöleni bekleyen bir balık, gülümseyen, pırıltılı bir balık, sisten sarı bir hale
içinde yükseldi.

—Deus non denegat gratiam.

Catherine Tekakwitha ertesi sabah eve döndüğünde, Teyzeleri cezalandırdı


onu. Genç avcı, saatler önce, aşağılanmış bir halde eve dönmüştü. Ailesi
öfkeden köpürüyordu.

—Rezil Algonkin! Al sana! Al!

—Pat! Küt!

—Bundan böyle bokların yanında uyuyacaksın,

—Artık aileden biri değilsin, bir kölesin sadece!

—Anan da işe yaramazdı!

—Ne söylersek onu yapacaksın! Şrak!

Catherine Tekakwitha neşeyle gülümsedi. Tekmeledikleri onun bedeni


değildi, yaşlı kadınların kendi eliyle işlediği makosenlerle üzerinde
tepindikleri karın, onun karnı değildi. Ona işkence ederlerken çadırın
tepesindeki havalandırma deliğinden dışarıya bakıyordu. Le P. Lacompte’un
belirttiği gibi, “Dieu lui avait donne nne âme que Tertullien dirait
‘naturellement chretien-ne. ’”9

17

Ey Tanrı ’m, Sabahın Mükemmel. Senin Dünyanda İnsanlar Canlı.


Asansördeki Küçük Çocukları Duyabiliyorum. Uçak Gerçek Mavi
Gökyüzünde Uçuyor. Ağızlar Kahvaltılarını Ediyor. Radyo Elektrikle Dolu.
Ağaçlar Mükemmel. Sivrilikler Köprüsünde Gezinen İnançsızların Seslerini
Dinliyorsun. Ruhunun Mutfağa Girmesine İzin Verdim. Batı Saati De Senin
Fikrin. Hükümet Ilımlı. Ölüler Beklemek Zorunda Değil. Birisinin Neden
Kan İçmek Zorunda Olduğunu Sen Bilirsin. Ey Tanrı’m, Senin Sabahın Bu.
İnsan Kalça Kemiğinden Yapılmış Bir Trompette Bile Müzik Var. Buz-
Kutusu Bağışlanacak. Senin Olmayan Herhangi Bir Şey Düşünemiyorum.
Hastanelerin Kendilerine Ait Olmayan Kanser Çekmeceleri var. Mesozoik
Sular Ölümsüz Görünen Deniz Sürüngenleriyle Dolu. Kangurunun
Ayrıntılarını Sen Bilirsin.

Ville Marie Meydanı Büyüyüp Bir Çiçek Gibi Düşüyor Senin Dürbününe.
Gobi Çölü’nde Eski Yumurtalar Var. Mide Bulantısı Senin Gözünde Bir
Depremdir. Dünyanın Bile Bir Bedeni Var. Ebediyen Gözleniyoruz. Mole-
küler Şiddetin Ortasında Sarı Masa Kendi Şekline Sıkı Sıkıya Bağlı.
Sarayının Hizmetkârları Tarafından Sarıldım. Duam Zihnime Düşecek Diye
Korkuyorum. Istırap Bu Sabah Bir Yerlerde Açıklandı. Gazetenin
Yazdığına Göre Gazete Kâğıdına Sarılmış Bir İnsan Embriyosu Bulunmuş
Ve Bir Doktordan Şüphe Ediliyormuş. Oturduğum Mutfakta Seni Tanımaya
Çalışıyorum. Küçük Kalbimden Korkuyorum. Kolum Neden Bir Leylak
Ağacı Değil, Anlay^ıyorum. Korkuyorum Çünkü Ölüm De Senin Fikrin.
Artık Beni Senin Dünyanı Tarif Etmeye Zorlamadığını Düşünüyorum. Banyo
Kapısı Kendiliğinden Açılıyor Ve Ben Korkudan Titriyorum. Ey
Tanrım, Senin Sabahının Mükemmel Olduğuna inanıyorum. Hiçbir Şey
Eksik Gerçekleşmeyecek. Ey Tanrım, Eğitimime Olan Tutkunun İçinde
Yapayalnızım Ama Senin İçinde Daha Büyük Bir Tutku Olmalı. Senin
Sabahında Büyük Harflerle Başlayan Bir Sürü Sözcük Yazan Bir Yaratığım.
Dualarımın Harabesinde Saat Yedi B uçuk. Arabalar Uzaklaşırken Senin
Sabahında Kımıldamadan Oturuyorum. Ey Tanrım, Eğer Sıcak Yolculuklar
Varsa Tırmanırken Edith’in Yanında Ol. Eğer Istırabı Hak Ettiyse F.’nin
Yanında Ol. Üç Yüz Yıl Önce Ölen Catherine’in Yanında Ol. Görmezlikten
Gelişimiz Ve Enkaz Doktrinlerimizde Yanımızda Ol. Hepimiz Senin
Görkeminle Eziyet Görmüşüz. Bir Yıldızın Kabuğunda Yaşamamıza Sebep
Oldun. F. Son Günlerinde Büyük Acılar Çekti.

Catherine Gizemli Makinanın Merdanesinde Her Saat Ezildi. Edith Acı


İçinde Haykırdı. Zamanının Bu Sabahında Yanımızda Ol. Şimdi Saat Sekizde
Yanımızda OL İyiliğin Son Kırıntılarını Da Kaybederken Yanımda Ol.
Mutfak Geri Gelirken Yanımda Ol. Lütfen Özellikle Radyoda Dini Müzikler
Ararken Yanımda Ol. Çalışmamın Aşamalarında Yanımda Ol Çünkü Beynim
Kendini Kırbaçlanmış Hissediyor Ve Başkan’ın Ağıtında Meraklı Bir Parazit
Ya Da Yağ İçindeki Kumsalda Yanan Çıplak Bir Kambur Gibi Senin
Sabahında Yaşayabilecek Küçük Kusursuz Bir Şey Yapmak İçin
Yalvarıyorum.

18

Bir insanın doğasındaki en özgün şey, genellikle en umutsuz olandır. O


yüzden yeni sistemler dünyaya, var olanla yaşamanın acısına
katlanamayanlar tarafından getirilir. Yaratıcılar sistemlerinin eşsizliğinden
başka hiçbir şeye aldırmazlar. Hitler Nazi Almanyası’nda doğsaydı o
atmosferin tadını çıkartmaktan mutlu olmazdı. Şiirleri basılmamış bir şair
kendi imgelerinden birini başka bir şairin yapıtında gördüğünde bu
onu rahatlatmayacaktır çünkü onun sadakati imgeye ya da imgenin kamu
alanında ilerlemesine değildir; onun sadakati, dünyanın verili haline muhtaç
olmaması ve şeylerin oldukları acele düzenlemeden
kaçabileceği kavramınadır. İsa da büyük bir ihtimalle sistemini başka
insanların elinde işlemeyecek şekilde kurmuştu, büyük yaratıcıların çoğu
böyledir: Kendi özgünlüklerinin umutsuz gücünü, sistemlerini aşındırıcı
gelecek üzerine yansıtarak garantiye alırlar. Bunlar F.’nin
düşünceleri, elbette. Bunlara inandığını sanmıyorum. Benle neden bu kadar
ilgilendiğini bilmek isterdim. Şimdi geriye baktığımda, sanki beni bir şeyler
için eğittiğini ve beni histerik hale getirmek için her türlü kahrolası
yöntemi denediğini düşünüyorum. Histeri benim dersanemdir, demişti bir
keresinde. Bunu söyleme sebebiyse epey ilginçtir. İki film birdenli
seanslardan birine gitmiş, ardından da arkadaşlarından birinin lokantasında
patla-yıncaya kadar Yunan yemeği yemiştik. Müzik dolabında Atina
Listeleri’nde zirveye çıkmış melankolik bir parça çalıyordu. St. Lawrence
Bulvarı’na kar yağıyor ve lokantada kalmış iki-üç müşteri dışarıdaki karı
seyrediyordu. F ilgisiz pozlarda siyah zeytinlerini yiyordu. İki garson kahve
içiyordu; ardından her zamanki gibi bizim masamızı en sona bırakıp
sandalyeleri toplayacaklardı. Eğer bu dünyada baskı olmayan bir yer varsa,
orasıydı. F. esniyor ve zeytin çekirdekleriyle oynuyordu.
Yorumunu birdenbire yaptı; öldürebilirdim onu. Neon renkli karın gökkuşağı
pırıltıları içinden yürürken elime küçük bir kitap tutuşturdu.

—Bir lokantacı arkadaşıma yaptığım oral kıyak karşılığında aldım bunu. Bu,
bir dua kitabı. Senin buna benden daha fazla ihtiyacın var.

—Seni pis yalancı! diye bağırdım, sokak lambasının altına varıp kapağı
okuyunca. EAAHNO-ArrAlKOl AlAAOrOI . İngilizce-Yunanca bir pratik
konuşma kitabı bu; Selanik’te yapılmış kötü bir baskı!

—Dua çeviridir. İnsan, zar zor konuştuğu dilde var

olan her şeyi isteyerek bir çocuğa çevirir kendini. incele kitabı.

—Ve ingilizcesi berbat. Kasten işkence ediyorsun bana, F.

—Ah, dedi neşeyle havayı koklayarak, ah, yakında Hindistan’da Noel olacak.
Noel ağacının etrafında toplanmış aileler, parlak Yule10 cesedinin çevresinde
ilahiler, Bhagavad-Santa’nın11 çanlarını bekleyen çocuklar.

—Her şeyi kirletiyorsun, öyle değil mi?

—Kitabı çalış. Dua ve yol göstermesi için tara onu. Sana solumayı öğretecek.

—Snıff. Snıff.

—Yok, o yanlış.

19

Şimdi kaçma, yaşlı Kanada ağaçları arasında koşma sırası Edith’te. Ama
güvercinler nerede bugün? Gülümseyen pırıltılı balık nerede? Saklanma
yerleri neden saklanıyor? Lütuf nerede bugün? Şekerler neden
Tarih’e yedirilmemiş? Latin müziği nerede?

—İmdat!

Edith on üç yaşında, peşinde adamlar, ağaçların arasında koştu. Un


çuvallarından yapılmış bir elbise giymişti. Un Şirketi, ürünlerini çiçek baskılı
çuvallara ko-

yuyordu. İşte, karşınızda çam iğnelerinin arasında koşan on üç yaşında bir


kız. Böyle bir şey görmüş müydünüz hiç? Beynin Ebedi Çükü, kovala onun
genç mi genç ku-kucuğunu. Edith bu hikayeyi ya da bir bölümünü bana yıllar
sonra anlattı ve itiraf ediyorum, o zamandan beri ormanda onun küçük
bedenini kovalıyorum. İşte ben, ihtiyar bir edip, belirsiz bir kederle çıldırmış,
yumurtalık gölgelerinin peşinde bir dedektif. Edith, bağışla beni, hep o on üç
yaşındaki kurbandı siktiğim. Kendini bağışla, dedi F. On üç yaşındaki ten çok
güzeldir. Brendi dışında, hangi yiyecek dünyada on üç yıl geçirdikten
sonra iyi kalır? Çinliler bayat yumurta yerler ama teselli değil bu. Ey
Catherine Tekakwitha, on üçlükler yolla bana bugün! İyileşmedim. Asla
iyileşmeyeceğim. Bu Tarih’i yazmak istemiyorum. Sen'le çiftleşmek
istemiyorum. F. kadar kolay olmak istemiyorum. G-ler konusunda önde

gelen Kanadalı otorite olmak istemiyorum. Yeni bir sarı masa istemiyorum.
Ruhani bilgi istemiyorum. Telefon Dansı'nı yapmak istemiyorum. Vebanın
üstesinden gelmek istemiyorum. On üçlükleri istiyorum yaşamımda. Kral
Davut’un vardı bir tane, ölüm döşeğini ısıtsın diye. Neden güzel insanlarla
ilişki kurmayalım'? Dar, dar, daha dar, oh, on üç yıllık bir yaşamın tuzağına
düşmek istiyorum. Biliyorum, savaşı ve işi biliyorum.
Boklukların farkındayım. On üç yaşın elektriğini emmek çok tatlıdır ve ben
bir sinekkuşu kadar naziğim (ya da bırakın olayım). Ruhumda bir sinekkuşu
yok mudur yani? Sarışın bir bulanıklık içindeki genç, nemli bir yarık
üzerinde asılı duran şehvetimde zamansız ve ifade edilemez bir hafiflik yok
mu? Ah gelin, diri yavrular; dokunuşumda

Kral Midas’tan hiçbir şey yok, paraya çevirmem hiçbir şeyi. Yalnızca,
önümde dikilip iş sorunlarına dönüşen umarsız göğüs uçlarınızı seyrederim.
İlk sutyenin altına akıp bir yudum aldığımda hiçbir şeyi değiştirmem.

—İmdat!

Dört adam kovaladı Edith’i. Tanrı hepsinin cezasını versin. Onları


suçlayamam. Aileler ve işle dolu kasaba arkalarındaydı. Yıllardır onu
gözlemişti bu adamlar. Fransız Kanadası'ndaki okul kitapları Kızılderililere
saygı gösterilmesini teşvik etmez. Kanada Katolik zihniyetinin bir bölümü
Kilise’nin Şifacı karşısındaki zaferinden emin değildir. Qu£bec ormanlarının
bir İsınının kesilip Amerika’ya satılmasına şaşmamak gerek. Büyülü ağaçlar
bir haçla biçildi. Fidanlar katledildi. Bir on üçlüğün am suyu hem tatlı hem
acıdır. Ey Ulusun Dili! Neden kendin için konuşmuyorsun? Bütün bu
yeniyetme reklamlarının ardında ne var, göremiyor nıusun? Yalnızca para
mı? “Yeniyetme pazarını kazanmak” gerçekte ne anlama geliyor? Hı?
Televizyon ekranı önünde yere yayılan on üç yaşındaki bacaklara bakın. Her
şey onlara patlamış mısır ya da kozınetik satabilmek için mi sadece? Madison
Caddesi bu tüyü yeni bitmiş küçük yarıklardan içmek isteyen sinekkuşlarıyla
dolu. Kazanın onları, kazanın onları, ticari şiirlerin takım elbiseli yazarları.
Can çekişen Amerika, yatağını ısıtacak on üç yaşında bir Avişak12 arıyor.
Tıraşlı adamlar küçük

kızların ırzına geçmek istiyor ama bunun yerine onlara yüksek topuldu
ayakkabılar satıyorlar. Seksi Hit Listesi tıraş olan babalar tarafından
yazılıyor. Ey iş dünyasının

ıstırap çeken çocuk şehveti büroları: Prostatlı acınızı

her yerde hissedebiliyorum! işte, park halinde bir arabanın arka koltuğuna
uzanmış on üç yaşında bir sarışın; naylon çoraplı bir ayak parmağı kapı
kolçağındaki kül tablasıyla oynuyor, diğer ayak pahalı döşemenin üzerinde,
yanaklarında gamzeler ve masum sivilcenin sadece iması var; jartiyerinin
lastiğiyse bihakkın rahatsız. Uzaklarda, gezintiye çıkmış Ay ve birkaç polis
arabası ışığı: fırfırlı külotunda Mezuniyet Balosu ıslaklığı. Sikişin kutsal, kirli
ve güzel olduğuna bütün dünyada yalnız o inanıyor. Peki, çalıların arasından
gelen kim? Gelen, o ragbi yıldızıyla dans ederken gece boyu
gülümseyen Kimya Öğretmeni çünkü üzerine kaykılıp düş kurduğu sünger
koltuk onun arabasına ait. Merhamet yalnız başlar, derdi F. Uzun geceler,
Kimya Öğretmeni ’nin sinsi ve güvenilmez olmadığını öğretti bana. Gençleri
gerçekten seviyordu. Reklamlar tatlı şeyleri körükler. Kimse yaşamı
cehenneme çevirmek istemez. Zor satışın en zorunda susamış, aşk kurbanı bir
sinekkuşu vardır. F., Edith’i kovalayan adamlardan sonsuza dek nefret
etmemi istemezdi.

—Ühü. Ühü. Hıçk. Oh, oh!


Dolaylı yoldan ABD'ye ait, taşocağı veya terk edilmiş maden gibi çok
mineral ve haşin bir yerde yetiştiler ona. Edith, ana babası çığ altında kalarak
öldüğü için Kızılderili analığı ve babalığı tarafından yetiştirilmiş, on
üç yaşında, güzel bir Kızılderili öksüzdü. Hıristiyan olma-

dığını düşünen okul arkadaşlarınca taciz ediliyordu. On üç yaşındayken bile


güzel, çılgınca uzun nıeme uçlarının olduğunu söylemişti bana. Bu haber
okuldaki duşlardan sızmıştı belki. Belki de bütün kasabanın kökünü sarsan
bir yeraltı dedikodusuydu bu. Belki kasabanın iş ve dini her zamanki
işleyişlerini sürdürüyordu ama herkes bu meme ucu bilgisini gizli bir takıntı
haline getirmişti. Meme ucu düşleri Pazar ayininin altını oyuyordu. Yerel
asbest fabrikasındaki grev gözcüleri kendilerini tamamıyla Emek’e
adayamıyorlardı. Bölge Polisi’nin darbelerinde ve gözyaşı bombalarında
eksik bir şey vardı çünkü herkesin aklı bu alışılmamış meme
uçlanyla meşguldü. Günlük yaşam bu fantastik olaya daha fazla hoşgörü
gösteremezdi. Edith’in meme uçlan. kasabanın sürüp giden varlığının
monoton protoplazmasını karıştıran mutlak inciydi. Hepimizin katkıda
bulunduğu Ortak İrade’nin kesin mekaniklerini kim çizebilir? Bu dört adamı
Edith’i ormanda izlemeleri için, bir şekilde kasaba halkının görevlendirdiğine
inanıyorum. Edith'i yakalayın, buyurmuştu Ortak İrade. Çıkarın onun büyülü
meme uçlarını Aklımız’dan!

—Yardım et, Meryem Ana!

Onu yere yatırdılar. Şirkefin ahududu desenli elbisesini yırtarak çıkardılar.


Bir yaz ikindisiydi. Karasinekler her yanını ısırıyordu. Adamlar bira
sarhoşuydu. Kahkahalarla güldüler ve ona vahşicik dediler, ha, ha! İç
çamaşırını uzun kahverengi bacaklarından aşağı sıyırdılar ve çıkarıp bir
kenara attıklarında büyük. pembe bir çöreğe benzediği dikkatlerini çekınedi.
Külotunun bu kadar temiz çıkınasına şaşırmışlardı: bir dinsizin donu yapış

yapış, kirli ve sarkık olmalıydı. Polisten korkmuyorlardı çünkü her nasılsa


polisin de onların iyiliğini istediğini biliyorlardı; içlerinden birinin
kayınbiraderi polisti ve herkes gibi taşakları vardı. Karanlık bir köşeye
götürdüler onu çünkü her biri, bir şekilde yalnız olmak
istiyordu. Sürüklenmek kalçalarını berelemiş mi diye bakmak için çevirdiler.
Etrafa uçuşan karasinekler kalçalarını yemişti. Yeniden çevirip gölgelerin
derinlerine biraz daha çektiler çünkü artık üst taraftaki çamaşırlarını
çıkartmaya hazırdılar. Madenin bu köşesinde karanlık öylesine yoğundu ki
göz gözü görmüyordu ve bu, tam istedikleri şeydi. Edith korkudan altına
yaptı ve sidiğin sesini, kendi gülmeleri ve derin soluklarından daha güçlü
duydular. Düzenli bir sesti ve sonsuza dek sürecek gibiydi; düzenli ve
güçlüydü, düşüncelerinden daha gürültülü, ikindinin bitişine ağıt yakan
cırcırböceklerinden daha yüksekti. Geçen yıldan kalma yaprakların ve çanı
iğnelerinin üstüne sidiğin dökülmesi sekiz kulakta abidevi bir gürültüye
dönüştü. Yenilmez tabiatın saf sesiydi bu ve planlarını asit gibi eritiyordu.
Manevi kırılganlığın hiçbir şeyin bozamayacağı kutsal simgesi görkemli
ve basit bir sesti. Donakaldılar; her biri aniden yalnızlığa düştü, kanları
kökünden koparılan çiçekler gibi yukarı akarken ereksiyonları kapanan bir
akordeon misali söndü. Ama erkekler mucizeyle (F. ’nin verdiği adla)
işbirliğini reddeder. Edithhn artık Öteki değil, bir Bacı olduğu düşüncesine ki
sahiden öyleydi, katlanamazlardı. Doğa Kanunu'nu hissettiler ama Topluluk
Kanunu’na uydular. Çocuğun üzerine işaret parmakları, pipo
sapları, tükenmez kalemler ve çırpılarla çullandılar. Ne tür bir

mucizeymiş bu, merak ediyorum, F. Kan bacaklarından süzüldü. Adamlar


kaba davrandı. Edith, çığlık attı.

—imdat, Azize Kateri!

F., bu bağlantıdan hiçbir sonuç çıkarmarnam için ısrar etmişti. Böyle devam
edemem. Her şey alındı benden. Demin bir gündüz düşüne daldım: On üç
yaşındaki Edith’i o dört adamın iktidarsız saldırısı altında ağlarken gördüm.
Edith, en gençleri keskin çırpısının ilerleyişini daha iyi incelemek için
eğilince, başını yakalayıp göğsüne çekti ve delikanlı, Edith’in bağrında Eski
Orc-hard Plajı ’ndaki o adam gibi ağladı. İki film birden için çok geç artık, F.
Midem yine karıştı. Orucuma başlamak istiyorum.

Kabaca: “Katherine Tekakwitha’nrn şefaat bölgesinde


gerçekleşen mucizeler.”

Yukarı Bavyera eyaletinde büyük bir kasaba olan Dachau, Nazi-lerin 1933
yılında açtıkları ve sonrakilere modellik eden ilk toplama kampının
kurulduğu yerdir.

Yahudi olmayan.

“Bir yandan yaşça büyürken, diğer yandan sağduyusu da gelişiyordu.”


(Lat.)

François Rabelais (1494-1553): Rönesans döneminin en büyük Fransız


yazarlarından, hümanist. Fantezi, satir, grotesk yazmun, belden aşagı şaka ve
alaycı şarkıların öncüsü kabul edil ir.

“ilerleyen, önündekileri harekete geçiren kadın.” (Fr.)

“Yumuşak başlı, sabırlı, namuslu ve masum”

“Tanrı, elinden geleni yapandan Lütfunu esirgemez.” (Lat.)

“Tanrı ona, Tertullien’in ‘doğuştan Hıristiyan' diyeceği türdP.n bir ruh


bahşetmişti.” (Fr.)

10

Gündönümü, 22 Aralık. Pagan dönemlerinde Güneş'in geridönü-şüne atfen


Kutsal Kral'ın doğum günü olarak kutlanan, H ıristivanlıkla birlikte Noel'e
dönüşen kutlama.

11

Bhagavad: Sanskritçe, Yüce Varlık.

12

Şunemli Avişak: Tevrat’a göre, Kral Davut'a yaşlı11ğında eşlik etmek üzere
seçilen genç kız. Görevlerinden biri yanında yatıp yatağı ısıtmaktı. “Çok
güzel olan genç kız. krala bakıp hizmet etti. Ama kral ona hiç dokunmadı.”
(Krallar, 1:4)
20

Şimdi çok açık görüyorum! Edith’in öldüğü gece, F. ile o uzun konuşma
gecesi, F., tavuğunun yarısını bırakmış ve barbekü sosuna pek dokunmamıştı.
Şimdi bunu kasten yaptığını anlıyorum. Kung’un, F.’nin çok sevdiği şu
sözünü anımsadım: Yas tutan bir adamın yanında Usta yemeğini asla
bitirmez. Amcalar! Amcalar! Yemeğe hangimiz, nasıl cesaret ederiz?

21

F. ‘den bana kalan ilginç şeyler arasında Güney Dakota’daki Sioux Falls’tan
Rich Brothers Patlayıcı

Maddeler Şirketi ’nce paketlenmiş bir kutu havai fişek bulunuyor. Kutuda 64
maytap, sekiz tane 12 ve 8 toplu havan maytabı, büyük çarklar, kırmızı ve
yeşil ateş konileri, bir sürü patlayıcı, roketler, oryantal ve parlak pınarlar, 6
büyük geçit maytabı, gümüş tekerlekler, kuyruklu yıldızlar, el meşaleleri,
fişekler, yılanlar, meşaleler, kırmızı beyaz ve mavi koniler var. Bunları
kutudan çıkarırken ağladım; hiç yaşamadığım Amerikan delikanlılığı için,
New England’daki görünmez ebeveynlerim için, uzun yeşil çayırlar ve demir
geyik için, kolejdeki aşkım Zelda için ağladım.

22

Korkuyorum ve yapayalnızım. Yılanlardan birini ateşledim. Küçük koniden


çıkan gri külden bükümlü bir kurdele sarı masanın köşesine takılıp kaldı ve
koni orada yanıp bitti. Kuş pisliği gibi gri ve siyah, tuhaf bir deri yığını.
Leşler! Leşler! Dinamit yutmak istiyorum.

23

Sevgili Tanrı’m, Saat Sabahın Üçü. Amaçsız Bulutsu Meni Şeffaflaşıyor.


Kilise Bana Kızgın Mı? Lütfen İzin Verin Çalışayım. 8 Toplu Havan
Maytaplarından Beş Tanesini Yaktım Ve Dört Tanesinde Sekizden Az Top
Çıktı. Fişekler Ölüyor. Yeni Boyanmış Tavan Yandı. Kore’deki Sefalet Beni
Kalbimden Yaralıyor. Bunu Söylemek Günah Mıdır? Acı Hayvanların
Derilerine Depolanmış. Ciddi Olarak Belirtiyorum Ki Artık Edith’le F. ’nin
Kaç Kez Mutluluk İçinde Düzüştükleriyle İlgilenmeyi Bıraktım. Beni
Orucuma Dolu Bir Göbekle Başlamaya Zorlayacak Kadar Zalim Misin?

24

Kırınızı yeşil ateş konilerinden birini tutarken elimi kötü yaktım. Roketlerden
birinin için için yanan kabuğu Kızılderili notlarımın bir demetini yaktı.
Odadaki keskin barut kokusu sinüslerimi iyice temizledi. Neyse ki buzlukta
tereyağı vardı çünkü banyoya girmeyi reddediyorum. Saçlarımı hiçbir zaman
sevmedim ama gümüş şelalenin alevinin yaladığı yerlerdeki yanıklardan da
hoşlanmadım. Yırtık kanatlarında kuyruklu yıldız ve şeker şeridi desenlerinin
mavi gri kopyalarını tespit ettiğim uçuşan yarasalar gibi yanmış kâğıt
parçaları havada yüzüp sağa sola yapışıyor. Kömürleşmiş kartonlarla o kadar
fazla oynadım ki her taraf parmak izlerimle doldu. Mutfaktaki bu dağınıklığa
bakıyor ve yaşamımın gerçekleştiğini görüyorum. Şu anda su toplayıp
kızarmış zonklayan başparmağımla bir evren dolusu yetimden daha çok
ilgiliyim. Canavarlığımı selamlıyorum. Zeminin her tarafına işiyorum ve
hiçbir şey olmadığını görmek beni mutlu ediyor. Her sürüngen kendine!

Başparmağımdaki kabuk çatlıyor, anneciğim, anneciğim, acıdan nefret


ediyorum. Acıdan nefret edişim muazzam derecede olağandışı, sizin acıdan
nefret edişinizden çok daha anlamlı ama benim bedenim çok daha merkezî,
ben acının Moskovası, sizse ancak taşradaki hava durumu istasyonlarısınız.
Bundan sonra ilgilendiğim tek araştırma konusu barut ve meni olacak ve
ne kadar zararsızım, bir bakın hele: Ne kalplerin ardından kurşun ne de
kaderin ardından sperm sıkıyorum: tükenmişliğin parlaklığından başka bir
şey yok: yıldızlar ve gökkuşakları saçarak patlayan neşeli küçük
silindirler: avucumda yapışkan meni kabarcığının incelip yayılması, bütün
maddenin suya geri döndüğü Yaratılışın sonu tıpkı. Barut, taşak teri, sarı
masa giderek bana benziyor, uf, mutfak bana benziyor; ben, mobilyalardan
dışarı sızdı, içimin kokuları dışarıda, böyle büyük olmak kötü, sobayı ele
geçirdim, temiz bir yatakta gözlerimi kapatıp yeni bedenler düşleyebileceğim
taze bir yer yok mu, ah bir sinemaya gidip gözlerimi çişe tutmalıyım, bir
film beni kendi derime yeniden sokabilir çünkü tüm deliklerimden mutfağa
sızdım, sinema gözenekleri beyaz talaşla dolduracak ve dünyayı işgal etmeme
bir son verecektir, kaçırdığım filmler bu gece beni öldürecek, F.’nin havai
fişeklerinden korktum, yanıklarım çok acıyor, ne bilebilirsiniz yanıklar
hakkında? Tüm yaptığınız sadece kendinizi yakmaktan ibaret. Ciddiyet,
ihtiyar edip! Işıkları söndürüp Kızılderililer üzerine başlamam ge-

reken araştırmanın yarınki bölümünün özetini karanlıkta yazacağım. Disiplin.


Klik! “Triompher du mal par le bien.”36 Aziz Paul. Bölümü bu başlatacak.
Şimdiden kendimi daha iyi hissediyorum. Yabancı diller iyi korselerdir. Çek
elini kendinden. Edith Edith Edith uzun şeyler ebedi Edith Edie arncık Edith
nerede senin küçük Edith Edith Edith Edith Edith esnek üstünde E E E
ahtapot derisi çanta Edith dudaklar dudaklar bölge senin külotun Edith Edith
Edith biliyor seni senin ıslak dereciklerini Eeeedddiiiitttthhh huh huh hırk
hırk derin yumru göbek tatlı çorba bezelye tükürük okşa bir dil ucu sarkar
dudaklar yatağının ucundan bir sürü yitik batık gitti kalk kızım kafa küçük
gel tokmak şlap batmış kayıp ya lama araştırması burun imdat sert s ok bir
daha yat pusuya kızım yumru yumruk şiş şişik batık normal deri
katmanlarında laboratuar boğuldu leydi labia kalk kalk görün bezelye fasulye
beyin mücevher neresi neresi acıyor gizli saklı? kıl bataklığından pirinç
tokmak kadar sert gel küçük deri aşk sivilcesi oluşturur somut yumru çünkü
dil mas mas masaj yapar oh na-örtü na-gizli na-kıllı na-boğulmuş veya diş
köpekleri uyarıyorum seni diş maçası diş köpekleri salındı sevgisiz
atıldı şekil şekil seni inci seni küçük hoyrat oğlansı kızçükü şekli yönetir
minik periskopu yabancı dişiden kayıp denizaltı hiçbir erkek çıkamaz
gelemez kadın okyanusundan nokta mekke yumurta çiftlik yataklar gel
buraya gel buraya hiç gitmediğim yerden derin deniz tarakları sıralarından
soluk sol uğa ızgara bahçelerinden gri is-

36- "Kötülüğü iyilikle yen.” (Romalılar, 12:21)

tiridye yatakları bulanıklığından kızruhunun çok çok uzak amazon seks


kontrolü yükseliyor yüksel buraya tıkır tıkır tıkır yasak amazon protoplazma
arnipinden doldurur kadını glak glak galaksi lütfen çık ortaya küçük umut
başlığında şlap şlap oh inci pembesi kıymetli radyo kristali mucizevi meyve
çukuru tümüyle amgöt hasadı görün şekil geliş açıl saçıl soyul bak
çükaşkına kurşun deliktıkacı aptalkız hırr hırr köprü arasında erkekle kadının
ki yapabileyim hazzını kadınım ver bana alt tarafını kafa karışık am labirenti
yüzünden çünkü yosun ağlarında hiç birleşemeyeceğim senle batık otellerde
süngersi ormanlarda pasif kasık tüpe konmuş çamur izli ot rengi dolap Bayan
Tanrı’nınki kadar geniş mi ne? gelmiyor musun? şlap şlup yeni bir dil için
mi gizleniyor? daha soylu bir dil için mi? daha pis bir dil için? F. dili için?-
daha yabancısı için? sana bunu yapan herhangi bir yabancı daha fazla
onurlanacak herhangi yabancı ne yabancı bu durumda bu durumda
düşüyorum belki düşmem gereken yere sümüklüböcek misali bu otomatik dil
kayıyor yosun akvaryumuna tüh yumuşacık bir bayır var ve döküm misali yol
veriyor renk boş bir çikolata tavşana karışırken biniyorum üstüne utanma
kokulardan simyalaşmış dil dönüp durur etrafında güllü cankurtaran tadının
çamur şekerinin bu daha iyi bir alelade göbek deliği ikimizde de var
öpüşmeliyiz götten çünkü ikimiz de fakiriz ikimizde de birer tane
var öpemeyiz çünkü kanunlarla çevriliyiz götlerimiz İncil dansı yapıyor
taçyapraklarıyla çevriliyiz dil dalıyor taç-yapraklara açıyor titretiyor
taçyaprakları lastik düğünı kadar sıkı sert konuşuyorum şimdi sok sok sok
şak şak

şak vur taçyaprağı tepelerinin üstüne düğümü git oraya el ayır dudakları ayır
Edith’in şahane özel dudaklarını onun onun sıkıyorlar açılıyorlar olgun
şeftalinin iki yarısı misali çok pişmiş tavuk misali kusursuz tatlı
kan kabarcıkları Edith bu bakire pembe kahverengisi aynı benimki aynı
hepirnizinki zavallı hayırmenileri dünyayı sele boğan dizlerimizin üzerinde
somut duruş bu günlük gizem bu böylece sfenkse çivi yazısı yüz ağız
ekliyorum çünkü dilim sadece pembe sfenks delik üzerinde deneme oyunu
ağzımı saf konuşmaya odaklıyorum çiğneyip emerek bok tehlike aşk cesaret
aç kapa aç diye gidiyor yüzey taçyaprakları kapanarak kendi küçük
kas yamaçlarının ürkünç terk edilişle açılışını hissediyor kıpkırmızı bebeğin
ağzı gibi oh Edith göt zarı ağzıının tüm kuş sürülerinin nefesini kesiyor bir
bağırsak sütununun üzerindeki güneşli kuş banyosu içinde
yıkanıyor çırpmıyor nenleyim şimdi şimdi uzaklaşma işte basitçe ellerin
ayırdığı kalçalarının arasındaki yüzüm çenem otomatik çalışıyor beni içinde
eziyorlar kendimi içinde eziyorum burnumu eziyorum mühürlenmiş özsu
beynimdeki masum boktan oyunlar dinle Edith dinle beni dinle sevgilim aşk
emdiğim küçük tüylü deliğin değil mi biz birleşmedik mi Edith biz
ispatlanmadık mı Edith biz solumuyor muyuz Edith biz duyarlı âşıklar değil
miyiz Edith müstehcen posta kartları değil miyiz biz güzel yemekler değil
miyiz Edith sohbetlerimiz mucizevi değil mi sevgilim pembe kötülük osuruk
terörü pozisyonu sevgilim yemin ederim seni sevdim Edith kap kap zıplıyor
küçük krater öp öp öp öp Edith Edith aynısını bana yap benim kurumuş
kalçamı yüzüne doğru çek ko-

laylaştırırım aynısını bana yap aynısını Edith leylaklar Edith Edith Edith
Edith Edith Edith uykularımızda dönüp bize ait kaşıklar yapalım Edith Edith
Edith şu zavallı Alaaddin'in kamışından çıkıveren düşler gibi görün lütfen
Edith Edith Edith o tatlı tenin içinde saklı senin yalnız kocan Edith senin
yalnız kocan senin yalnız kocan senin elmaların senin kaçman senin
kıvrımların senin karanlık yalnız kocan

26

Araştırmanın bir yerlerinde Tekakwitha'mn Pınarı’nı öğrendim. Bir Cizvit,


okul kitaplarından birinde tatlı tatlı anlatmış. Il ya longtemps que je t’aime.1
Kütüphanede öylece kalakalmış olmalıyım. Tozların içinden gelen o eski
kaçış melodisini mırıldandım. Buzlu ırmaklar ve berrak gölleri düşündüm.
İsa, yarım paragraflığına bir papazın ağzından konuşmuştu. Tekakrntha’nm
Pınarı denen bir pınardan söz ediyor. Papaz, bizim Edouard Lecompte ve bu
yarım paragraf sayesinde kızı sevdiğini biliyorum. 20 Aralık 1929'da ölmüş,
le 20 dâcembre 1929. Sen öldün, Peder. Şimdi kalbime aldığım bu papazı
başlangıçta sevmiyordum çünkü Leylak Nasıl Büyür değil, Kilise için
yazıyormuş gibi geliyordu bana. Pınar o gece beni, bir başka gecenin karı
gibi tazeledi. Berraklığını hissettim. Yaratılmış dünyayı, var olan
şeylerin soğuk ve ışıklı hatlarını hücreme taşıdı. Rahip, Entre le

village, diye yazıyor, Entre le village et le ruisseau Cayu-detta, köy ile


Cayudetta çayının arasında, au creux d’un bosquet solitarie, ıssız bir
hendeğin boşluğunda, sortant de dessous un vieux tronc d’arbre couvert de
mousse, yaşlı bir ağacın yosun kaplı gövdesinin altından, une petite source,
limpide, küçük ve temiz bir pınar, chanta-it et chante encore de nos jours,
çağlardı ve bugün hâlâ çağlıyor... Kızın su aldığı yer burasıydı; dokuz yıl
boyunca, her gün. Ne kadar çok şey biliyorsundur, Katerine Tekakwitha. Ne
müthiş bir ağırbaşlılık düşü! Görkemli, gerçeklerin ışıltısı, tenin teması kadar
görkemli; burada, havai fişek cesetleri, bencil yanıklar ve dağılmış kişisel ıvır
zıvır arasında bana saldıran ağırbaşlılığa duyulan ne müthiş bir açlıktır! 3.285
defa geldin bu yaşlı ağaca. Çok yaşa Tarih, bunu bize aktardığın için.
Patikayı tanıdığın gibi tanımak istiyorum seni. Geyik derisi
ayakkabılarının patikası ne küçük. Ormanların kokusu dünyayı
sarmış. Nereye gitsek deri giysilerimize hatta cüzdanımızda saklı kırbaca bile
yapışıyor. Gregory’nin azizlerle dolu göğüne inanıyorum, evet, Mektupsuz
Papa. Patika gerçek kaynıyor. Soğuk çam ırmağı hâlâ orada. Çıkarsın beni
mutfaktan gerçekler. Kendimle bir rulet çarkı gibi oynamaktan alıkoysun.
Onun yaptığı bir şeyi bilmek nasıl da iyi.

27

F. ’ye verdiğim bir söz yüzünden başlamaının yirmi yedinci günü. Hiçbir şey
işe yaramıyor. Yanlış zamanlarda uyumaya devam ediyorum ve sinema
saatlerini

kaçırıyorum. Çok daha fazla yanık. Çok daha az bok. 12 toplu havan
maytaplarımın tümü, 64 maytabın çoğu, ıslık bombası ve kozmik çeşme
denen şeyler gitti. Daha fazla kirli iç çamaşırı, bir zamanlar polietilen
paketlerde mühürlü, mermer böğürler vaadi sunmuş gerçek ve kirli iç
çamaşırları geldi. Tırnaklarımın altında kıllar var.

28

Edith, bu odayı görse kusardı. Neden onu benim için öldürdün, F.?

29

F.'nin olağanüstü bir bedene nasıl sahip olduğunu

açıklayacağım. Kendime bir kez daha açıklayacağım

bunu. JOE’NUN BEDENİ NASIL ONA UTANÇ YERİ-•• * •

NE UN GETİRDİ: on üç yaşındayken bir öğleden sonra okuduğumuz bir


Amerikan çizgi roman dergisinin arka kapağındaki başlık. Yetimhanenin
üçüncü katında, kullanılmayan bir güneşlikte, yanlış bağlanmış bir baca
yüzünden biriken isten dolayı herhangi bir oda kadar karanlık bir cam tavanlı
odada, kütüklerin üzerinde oturuyorduk; genellikle orada saklanırdık.
JOE’NUN BEDENİ bir kas geliştirme kursunun reklamıydı. Zaferi yedi
karede çizgilerle anlatılıyordu. Hatırlayabilecek miyim?

1. Joe iskelet gibidir. Bacakları acınası çırpılardır. Mayosu kırmızı, torbamsı


bir şorttur. Yanında şehvetli kız

arkadaşı vardır. Uylukları Joe’nunkilerden daha sıkıdır. Arka plandaki sakin


deniz Joe’nun çilesiyle zıtlık halindedir. İri yarı bir adam Joe’yu
aşağılamaktadır. Eziyet eden adamın yüzünü göremeyiz ama kız arkadaşı
Joe’ya, çevrede çok tanınan bir başbelası olduğunu bildirir.

2. Ufukta küçük bir yelkenli belirmiştir. Zorbanın yüzünü görürüz. Geniş


göğsünü takdir ederiz. Kız arkadaş bacaklarını kendine çekerek oturmuş, bu
cılız kurugöl-le neden çıktığını düşünmektedir. Joe zorba tarafından ayağa
kaldırılmıştır ve yeni bir hakareti göğüslemek üzeredir.

3. Yelkenli kaybolmuştur. Bazı küçük figürler deniz kıyısında top


oynamaktadır. Martılar gözükür. Kızgın bir Joe kaybetmekte olduğu kızın
yanında durmaktadır. Kız beyaz güneş şapkasını takmış ve memelerini ondan
uzak-laştırmıştır. Joe’ya sağ omzunun üzerinden cevap vermektedir. Bedeni
yapılı ve anaç, göğüsleri küçüktür. Bir şekilde kızın karın kaslarının gerildiği
hissine kapılırız.

JOE: Koca zorba! Bir gün ödeşeceğiz.

KIZ: Boş ver, zahmete değmez, ufaklık!

4. Joe’nun odası ya da kalıntıları. Yeşil duvarda çatlamış bir resim hafif


çarpık asılıdır. Kırık bir lamba devrilmek üzeredir. Joe bir sandalyeyi
tekmelemektedir. Mavi parlak bir spor ceket, kravat ve beyaz gömlek
giymiştir. Bir kuş bacağından daha ince bir bileğin ucundaki yumruğunu
sıkmıştır. Karenin bir köşesine çizilmiş hayalinde kız arkadaşı zorbanın
kolundadır ve herif, Joe’nun çelimsiz bedeni üstüne bir sürü utanç
verici hikâye anlatmaktadır.

JOE: Kahretsin! Bir korkuluk olmaktan bıkıp usan-


dım! Charles Axis, bana GERÇEK bir beden verebileceğini söylüyor. Pekâlâ!
Posta pulu parasına kıyacak ve BEDAVA kitabını isteyeceğim.

5. DAHA SONRA. Bu Joe olabilir mi? Yatak odası aynasının önünde koca
bir yapboz haritaya dönmüş kaslarını şişiriyor.

JOE: Oğlum! Axis’in bana bunu yapması pek uzun sürmedi! KASLARA
bak! O ayı benimle bir daha dalga geçemeyecek!

Aynı kırmızı mayo mu bu?

6. Plaj. Kız geri gelmiş. İyi vakit geçiriyor. Bedeni rahatlamış ve kalçalar
belirginleşmiş. Joe’daki radikal değişimi gördüğünde yaşadığı zevkli
şaşkınlıkla sol elini kaldırmış. Joe aynı sırada ayının çenesine, elekrik saçan,
ayaklarını yerden kesen ve kaşlarını acıyla düğümleyen bir yumruk çakmış.
Arka planda yine aynı beyaz kumsal, aynı sakin deniz.

JOE: Ne! Gene mi sen? İşte sana borcum!

7. Kız sağ eliyle Joe’nun unutulmaz pazularına dokunuyor. Sol omzu ve


kolu Joe'nun geniş göğsünün gölgesinde kalmış ama biz, görünmeyen elini
Joe’nun dar kırmızı mayosunun altına soktuğunu, Joe’nun
taşaklarıyla oynadığını biliyoruz.

KIZ: Oh, Joe! Sonunda gerçek bir erkek OLMUŞSUN!

YAN TARAFTA, KUMDA OTURAN ÇEKİCİ BİR KIZ: TANRIM! Ne


vücut!

KIZIN YANINDAKİ HASET ADAM: Şimdiden ünlü oldu bile!

Joe, parmakları mayosunun kemerine takılı, sessizce duruyor ve kendisine


şehvetle yaslanmış sevgilisine ba-

kıyor. Gökyüzünde kalın siyah harflerle yazılmış ve ışık mızrakları saçan iki
sözcük beliriyor. Karedeki karakterlerin hiçbiri eski deniz kıyısı manzarasının
üzerinde korkunç bir sessizlik içinde patlayan bu semavi tezahürün farkında
görünmüyor. PLAJIN KAHRAMAN!, diye duyuruyor gökyüzü.
F., reklamı epey incelemişti. Bense oraya gitme sebebimize, itişip
kakışmalara, tozlu okşamalara, tüylerin karşılaştırılmasına, bir arkadaşla yüz
yüze gelmenin güzelliği ve biri tanıdık ve aç, diğeri ılık ve garip,
boylu boyunca parlak iki kamışı elimle birleştirmeye koyulma derdindeydim.
Ama F. ’nin gözleri dolmuştu, fısıldarken dudakları titredi:

—Bu sözcükler hep gökyüzündedir. Bazen, gündüz vakti yükselen ay misali


görebilirsin onları.

İkindi isle kaplı cam çatının üzerinde kararıyordu. F/nin ruh halinin
değişmesini sessizce bekliyordum, o sırada galiba uyuyakalmışım çünkü
makas sesleriyle sıçradım.

—Ne kesiyorsun orada, F.?

—Charles Axis şeyini.

—Gönderecek misin?

—Ölümüne bahse girerim.

—Fakat o zayıflar için. Biz şişmanız.

—Kapa çeneni.

—Biz şişkoyuz, F.

—Pat! Küt! Çat!

—Şişko.

—Şak! Şap! Lap!

—Şişko şişko şişko şişko şişko şişko şişko!

Arakladığım kibritlerden birini yaktım ve ikimiz de yere düşmüş dergiye


saldırdık. Reklamın sağ tarafında elinde “Dünyanın En Kusursuz Şekillenmiş
Erkeği” diye bir yazı tutan bir adamın fotoğrafı vardı. Ah! Hatırlıyorum!
Kusursuz bir mayonun içinde, kuponun üzerinde duruyordu.
—Ama şuna bir baksana, F., adamın hiç kılı yok.

—Ama benim var. Benim kıllarım var.

Elleri yumruk, gülümsemesi Florida ama ciddi görünmüyor, bizi gerçekte


iplemiyor hatta biraz da şişman sanki.

—Şu fotoğrafı bir incele, F. Bu herif yumuşak.

—Şişman, doğru.

—Ama—

—Şişman. Şişmanı anlıyor. Aç gözlerini! Yüzüne bak. Şimdi de Plastik


Adam’ın yüzüne bak. Charles Axis, amcamız olmak istiyor. O da bizim gibi
Plastik Adam’ın sayfalarına sığınmış biri. Ama o Plastik Adam ile barışmış,
göremiyor musun? Mavi Böcek ile? Kaptan Marvel ile? Onun süper-dünyaya
inandığını göremiyor musun?

—Gözlerinin böyle parlamasından hoşlanını yorum, F.

—Şişko! Şişko! O da bizden biri! Charles Axis bizden yana! Mavi Böcek ve
Ibis ve Süper Kadın’a karşı bizden yana!

—Yine tuhaf konuşuyorsun, F.

— Charles Axis’in adresi New York’ta; bak, 405 Batı 34. Sokak, New York
1! Krypton’ı bilmediğini mi sanıyorsun? Batcave’in2 girişinde ıstırap
çektiğini görmüyor

musun? Fantastik hayali kaslara onun kadar yakın yaşayan başka birini
tanıyor musun?

— F.!

— Charles Axis baştan aşağı merhamet, bi zim için kendini kurban eden o!
Zayıflara sesleniyor ama hem zayıf hem şişmanları kastediyor; zayıflara
sesleniyor çünkü şişmanlık zayıflıktan beterdir; şişmanlar da duyabilsin ve
gelsin ve adlan açıklanmasın diye zayıflara sesleniyor!
— O pencereden uzak dur!

— Charles! Charles! Charlie! Geliyorum, ruh dünyasının kederli kıyıs ında


seninle beraber olmak için geli-yo rum!

— F.! Aparkat! Pat! Çat!

— Püff! *# #! Ühü ühü! Teşekk ürl er, dostum; hayatımı kurtardın galiba.

Bu, F. ile fiziksel bir atışmada son baş e di şimdi. Odasında, Charles Axis’e
her gün on beş dakikasını ayırdı. Yağlar eridi veya kasa dönüştü, göğüs
ölçüsünü genişletti, spor yapmak için soyunmaktan utanmadı. Bir keres inde
kumsalda küçük bir havlunun üzerinde güneşlenirken, bembeyaz bir mayo
giymi ş iriyarı biri F. * nin suratına kum sıçrattı. F. sadece gülümsedi. İri yarı
herif, ellerini kalçalarına dayamış dikiliyordu, derken bir futbol cunun topun
gelişine vuruşu gibi hafifçe hoplayıp bir tekme savurdu ve bir kez daha
yüzüne kum sıçrattı.

—Hey! diye haykı rdım: Suratımıza kum sıçratmayı kes! F., diye fısıldadım:
Bu adam pl aj ın en başbela adamı.

Zorba beni tamamıyla görmezden geldi. F.’nin kalın bileğini kocaman


pençesiyle tutup onu ayağa kaldırdı.

—Buraya bak, diye hırladı, suratını dağıtırdım senin ... Ama öyle hafifsin ki
uçar gidersin.

—Seni itip kakmasına neden izin verdin? Adam uzaklaşırken F. boyun


bükerek oturdu.

—Charles Axis’ti o.

—Ama o adam, plajın en beter başbelası.

30

Bir not! Havai fişek kutusunun dibinde bir not buldum.


Sevgili Dostum Radyoyu aç

sevgili ölü arkadaşın F.

Dibinde. Beni nasıl da iyi tanıyordu. Notu alıp (bir telgraf kâğıdına
yazılmıştı) yanağıma dayadı m. Ah, F., bana yardım et çünkü bir mezar beni
sevdiğim her şeyden ayırıyor.

RADYO: . .. 56784 Clanranald’tan Bayan T.R.

Voubouski ve Barclay Hastanesi’nden üç hemşire için malum şahıstan Ga-


vin Gate ve Tanrıçalar’ın listelerde hızla yükselen bir plağını çalıyoruz — ve
unutmayın, Sabahın İlk Plakları boyunca siz de isteklerinizi
telefonla bildirebilir—

DAVUL ZİLLERİ: ŞŞINN şşınn şşınn ŞSLN şşınn

ELEKTRİKLİ ENSTRÜMANLAR: Zunga zunga zunga

(kesintisiz, düzenli bir cinsel pompa vaadi)

Seni terk edebilir zunga zunga zunga (çok zamanı


var; bu acımasız öyküyü anlatmak için çok
GAVIN GATE:
uzaklardan geldi)

Ve derdim (Elektrik sinyallerinin) söylemiştim


sana

söylemiştim sana (bir siyahi kızlar taburu,


bombalanmış kilise sunaklarından toplandı
TANRIÇALAR:
subayları, belirsiz bir nefret ve beyaz dişlerle
tuzağa düşürüyorlar beni)

GAVIN GATE: anlatabilirdim


tüm koca dünyaya

seni üzgün ve kederli bıraktığını

TANRIÇALAR: üzgün ve kederli


GAVIN GATE:
anlatabilirdim

TANRIÇALAR: Ahhhhhhhh ve derdim ki


ahhhhhhhh

bu sana iyi gelir ahhhhhhhh şimdi almak


ahhhhhhhh (DUR!) ama canını yaktığında
GAVIN GATE: anlarım Tak!
DAVUL: GAVIN
GATE: TANRIÇALAR: beni de yaraladı bilmiyor musun? beni de yaraladı
(acıyla evrensel aşkın içine dalmışlardı ama
şimdi yeniden bir oldular, daha kesinler

şimdi, ölümcül duygu yoğunluğuna karşı kendilerini korumaya yemin


etmişler sanki şak/şak /şak) DAVUL BEŞ BASAMAK ÇlKAR. GAVIN
GATE İKİNCİ RAUNT İÇİN KÖŞESiNDEN ÇIKAR. BU,
ÖLÜMÜNE OLACAKTlR. TANRıÇALAR KAZANANI EMEREK
ÖLDÜRMEYE HAZlRDlR.

GAVIN GATE: Diyebilirdim ki

hak ettin

sen bunu (Kimsin sen Gavin Gate'? Garip bir hâkimiyetin


var. Bence zor şeyler görüp geçirmiş ve çok şeyler
TANRIÇALAR: öğrenmişsin. Bir gecekondu mahallesinin kralısın ve
Kanunlar koymuşsun)

ettin sen bunu (parlak sutyenlerini çıkarıp korku dolu


kalbe bir kaıni-kaze filosu gibi saldırırlar)

GAVIN GATE: Çıkıp gittiğinde ve bana sırtını

döndüğünde

döndüğünde

Yalvardım Bebeğim (gücü yerinde, birlikleri jilet gibi.


şiındi bizim için ağlayabilir)
TANRIÇALAR:
GAVIN GATE: Ohh Hayır!

Lütfen Lüt Lütfen!

TANRIÇALAR: Ahhhhhhhh Gitıne bebeğim!

Çünkü seni inciteceğini biliyordum

(üst anlatıcı tonuna geridönüş) DİDAKTİK DAVUL SESLERİ

TANRIÇALAR:

GAVIN GATE:

TANRIÇALAR:

GAVIN GATE: TANRIÇALAR: GAVIN GATE:

TANRIÇALAR:

Beni de yaraladı, bilmiyor musun? beni de yaraladı Ah Ah

Ah (başını kaldırmak için mermer basamaklardan aşağı inerler) Seni


parmağının ucunda oynattığını söyledi (Gavin ilişkinin ayrıntılarını erkek
sevgililerin buluştuğu kederli bir soyunma odasında öğrenmiş)
Ahhhhhhhh (intikam! intikam! Ama hâlâ kan dökmüyor muyuz, Bacılar?)

Aşk sürdükçe sen

Hah! (bu çığlıkla nefretlerini kusuyorlar)

bir başka deliliksin Oh ben oh oh oh

aptal olabilirim (ama olmadığını biliyoruz. Ben de değilim çünkü biz kutsal
malzemelerle ilgileniyoruz. Oh Tanrım! Sevginin her şekli güç verir!)

seni böyle sevdiğim için seni böyle (tatlı bir iğneleme. Şimdi erkeklerini
bekleyen kadınlar

oldular; yumuşak ve ıslak bir halde balkonlarda toplanıp


duman işaretlerimizi bekliyor ve kendilerini elliyorlar)
GAVIN GATE:
Farkında değil misin? aptalların bile duygulan vardır?

Yani bebeğim

Ahhlıhhhhhh Geri dön (bir emir) bırak sileyim (bir


TANRIÇALAR: umut) gözyaşlarını (acımanın gerçek yaşamı)
GAVIN GATE:
gözünden (bir göz, tatlım, her seferinde bir göz)

GAVIN VE TANRIÇALAR KENDİLERİNİ ELEKTRİK TELLERİYLE


KIRBAÇLAR

Çünkü seni asla incitmezdim

Seni asla
incitmezdim

Hayır hayır
seni asla
incitmezdim

Seni asla
incitmezdim

Çünkü
bebeğim,
sen
incindiğinde

Pat!
TANRIÇALAR: GAVIN GATE: TANRIÇALAR: GAVIN
Bilmez
GATE: DAVUL: GAVİN GATE: TANRIÇALAR: GAVİN
misin ben
GATE: TANRIÇALAR: GAVİN GATE : TANRIÇALAR:
de
incinirim?

ben de
incinirim

Çok kötü
incinirim

ben de
incinirim

seni asla
terk etmem

ben de
incinirim

ELEKTRİKLİ ALETLER, GAVIN, TANRIÇALAR, KIÇLARI KAN


İÇİNDE, CİNSEL BÖLGELERİ KIZARMIŞ

VE SIZILI YAVAŞ YAVAŞ KAYBOLURLAR. ZAMANIN DİKTASI


ALTINDA BÜYÜK ÖYKÜ ANLATILMIŞ, BİR ORGAZM, BAYRAĞI
ELE GEÇİRMİŞTİR; BİRLİKLER GÖZYAŞLARI İÇİNDE 1948'LERİN
POSTERLERiNE BAKIP OTUZ BİR ÇEKER, BİR VAAT
YENİLENMİŞTİR. RADYO: Gavin Gate ve Tanrıçaları dinledi

niz...

Telefona koştum. İstasyonu aradım. Sabahın İlk Plakları programı mı, diye
bağırdım ahizeye. Siz misiniz? Gerçekten siz misiniz? Sağ olun, çok sağ
olun. istek mi? Ah, aşkım. Anlamıyor musun, ne kadar uzun
zamandır mutfakta yalnız olduğumu? Ben düzensizim. Düzensizlikten
mustaribim. Başparmağım fena halde yandı. Beyefendi çekme bana, Sabahın
İlk Plakları ’nın hanım sunucusu. Senin gibi birisiyle konuşmam
gerekiyordu, çünkü—

TELEFON: Klik klik.

Ne yapıyorsunuz? Hey! Hey! Alo, alo, yo, hayır. Dışarıda, birkaç blok
aşağıda bir telefon kulübesi bulunduğunu hatırladım. Onunla konuşmam
gerekiyordu. Odadan çıkarken zemindeki meniler ay^&abılarıma yapıştı.
Kapıyı ele geçirdim. Asansöre buyurdum. Ona, onun kederli sesine, kent
bilgisine anlatacağım çok şey vardı. Derken sokaktaydım; saat sabahın dördü,
sokaklar yeni dökülmüş çimento gibi ıslak ve loş, sokak lambaları neredeyse
süs yerine, uçuşan bulut eşarplar Ay’ı hızlandırıyor, kapılarında altın yaldızla
aile isimleri yazılı kalın duvarlı büyük mağazalar, nehir ve çuval
bezi kokuları soğuk mavi havayı dolduruyor; köylerden sebze taşıyan
kamyonların sesleri, buz yataklarından deri-

leri yüzülmüş hayvanların indirildiği bir trenin gıcırtıları, iş tulumları giymiş,


seyyah besinleri kucaklayıp indiren adamlar, hayatta kalma savaşının ön
cephesini kucaklayan büyük çaba ve insanlar kazanacak ve insanlar zaferdeki
kederi anlatacak — dışarıda, sıradan soğuk dünyadaydım; F. sayısız tutkulu
numarayla beni buraya getirmişti; varoluşu takdir eden bir iç çekiş koptu
göğsümden ve ciğerlerimi rüzgâra tutulmuş bir gazete parçası gibi açtı.

31
Fransa Kralı bir erkekti. Ben de erkektim. Öyleyse ben Fransa Kralı’ydım. F.!
Yine batıyorum.

32

Kanada, 1663'te Fransa’nın kraliyet sömürgesi oldu. İşte, kralın ordularının


korgenerali Tracy markisi komutasındaki birlikler geliyor; işte, bin iki yüz
uzun boylu adam, ünlü de Carignan alayı, karlarda yürüyerek geliyor. Haber,
Mohawk'ın buzlu kıyıları boyunca dolaşıyor: Fransa Kralı, beyaz parmağıyla
haritaya dokunmuş. Yönetici Talon, Vali M. de Courcelle ve Tracy, parazit
istilasındaki kırlara bakıyorlar. Kardeşlerim, gelin Richelieu’nün3 efendileri
olalım! Haritalar üzerinde konuşulan sesler, pencerelerin içine konuşan sesler
ve kıyı boyu yükselen kaleler: Sorel, Chambly, Sainte-Th6rese, Saint-Jean ve
Champlain Gölü’ndeki bir adanın üzerinde Sainte-Anne. Ormanlar
kardeşlerimle, İrokualarla dolu. Ocak 1666’da, M. de Courcelle bir grup
askeri Mohawk bölgesinin içlerine sürdü. Napolyonvari bir
acemilik. Zamanında gelmeyen Algonkin rehberleri almadan yola çıkmıştı.
Kızılderililer, geri çekilişinin amaçsız rotasını geride kalan tüyler ürpertici
cesetlerden izlediler. Tracy, aynı yılın eylül ayına dek bekledi. Eylül’de
Qu6bec’ten hareket eden Carignanlar’dan altı yüz asker, altı yüz Milis ve yüz
kadar dost Kızılderili kızıl orınanlara yürüdü. Dört rahip katıldı sefere. Üç
haftalık bir yürüyüşün ardından ilk Mohawk köyüne, GandaouaguĞ’ye
vardılar. Ateşler sönmüş, köy, daha sonra gidecekleri bütün diğer köyler gibi
terk edilmişti. Tracy köyün ortasına bir haç dikti ve bir Ayin yapıldı ve
boşaltılmış uzun evlerin üzerinde Te Deum’un kasvetli müziği yükseldi.
Ardından köyü, GandaouaguĞ’yi ve ulaştıklan tüm diğer köyleri yaktılar,
kırsal alanları talan ettiler; mısır ve fasulye tarlaları, hasadın tümü ateşe
verildi. İrokualar barış istedi ve 1653’teki gibi bütün köylere papazlar
yerleştirildi. 1666 ateşkesi on sekiz yıl sürdü. Monseigneur de La-val, ruhları
aramak üzere Qu6bec’ten ayrılan papazları kutsadı. Papazlar, 1667 yazında
yeniden inşa edilmiş Gandaouague’ye geldiler. Robes-Noires, şu uzun siyah

cüppeliler aralanna yerleştiğinde Mohawklar büyük kabuk borularını


öttürdüler. Araştırdığımız köyde üç gün kaldılar fakat burada Yaradan’ın ince
özenini not edebiliriz. Papazlar Catherine Tekakwitha’nrn
kulübesinde konakladılar ve o da onlara hizmet etti; köyün esirleri olan
Hıristiyan Huronları ve Algonkinleri ziyaret ettiklerinde onlara eşlik etti,
onları küçükleri vaftiz ederken seyretti ve köyün uzağındaki barakalarda
yaşayan yaşlıları es geçtiklerinde şaşırdı. Papazlar üç gün
sonra Gandarago’ya ve oradan da iki yüz savaşçı, şefin sıcak hoşgeldiniziyle
ve yabancı büyünün işgalini Carignan gazabına tercih eden halkın sevinç
çığlıklarıyla karşılandıkları Tionnontoguen’e geçtiler. İrokua konfederasyonu
içinde beş misyon kuruldu: Tionnontoguen’de Sainte-Marie, Onneyout’ta
Saint-François-Xavier, Onnontogue’de Saint-Jean Baptiste,
Tsonnontouan’da Saint-Joseph — Saint-Sacrament’dan Erie Gölü'ne kadar,
yalmzca altı ama arkalarında bir yangın tarihi bulunan altı papazın
çalışmasıydı bu. Bizim köyümüz, Gandaouague, 1668'de tekrar taşındı.
Mohawk’ın güney kıyılarından nehri geçtiler ve uzun evlerini birkaç
mil batıda, Mohawk’ın Cayudetta'yla birleştiği yerde tekrar inşa ettiler. Yeni
köylerinin adını, şelaleye karşı anlamına gelen Kahnawake koydular. Çok
yakında, her gün su almak için geldiği küçük berrak bir pınar vardı. Yosunun
üzerine diz çöktü. Suyun şarkısına kulak verdi. Pınar ormanın kalbinden
doğuyordu, yosunun içindeki minik orkideler yeşil ve kristaldi. Islak elini
alnının üzerinden geçirdi. Suyun güçlü kardeşliğini özlüyordu, pınarın
bedeninden yaptığı armağanı temin edişini öz-

lüyordu, siyah cübbelilerin önünde sırılsıklam diz çökmek istiyordu.


Devrilmiş kovasının yanına yığıldı ve Jill gibi ağlamaya başladı.

33

Her türlü dini madalyon, yanımda olun, gümüş zincirlerin ucunda asılı
olanlar, bir çengelli iğneyle çamaşırlarına tutturulmuş olanlar, siyah göğüs
kıllarının içinde kaybolanlar, mutlu yaşlı kadınların göğüslerinin arasındaki
kırışıklıklarda tramvay gibi gidip gelenler, sevişme sırasında yanlışlıkla tene
gömülenler, kol düğmeleriyle birlikte çıkartılıp bırakılanlar, bozuk para
gibi ellenen ve gümüş ayar damgasıyla işaretlenmişler, on beş yaşında
birbirinin boynunu öperken giysilerin arasında kaybolanlar, düşünürken ağza
alınanlar, yalnızca zayıf küçük kız çocuklarının takmasına izin verilen o çok
pahalılar, bağlanmamış boyunbağlarıyla yan yana bir ıvır zıvır dolabında asılı
duranlar, şans getirmesi için öpülenler, kızgınlıkla boyundan koparılıp
alınanlar, mühürlüler, oymalılar, çeşitli merakları gidermek için raylara
konulanlar, taksilerin ön camlarına asılanlar, Catherine Tekakwitha’nın
büyük imtihanına şahit olurken yanımda olun.
—Parmaklarınızı kulaklarınızdan çekin, dedi

Kahnawake'nin ilk kalıcı misyoneri, le P. Jean Pierron. Parmaklarınızı


kulaklarınızdan çekmezseniz beni duyamazsınız.

—Ha, ha, diye kıkırdadı, köyün eskileri; yeni numaralar öğrenmek için çok
yaşlıydılar. Biz, yaşlı köpek ve atları, suya götürebilirsin ama su içiremezsin.

—Derhal çıkarın o parmakları!

—Şlap, şlup, papazın etrafında çömelmiş yaşlıların dişsiz ağızlarından


salyalar ve köpükler aktı.

Papaz kulübesine dönüp boyalarını çıkardı çünkü yetenekli bir sanatçıydı.


Birkaç gün sonra yaptığı bir resimle ortaya çıktı: cehennemdeki işkencelerin
parlak bir tasviri. Lanetlenmişlerin hepsi Mohawk Kızılderilileri şeklinde
çizilmişti. Yaptığı resmi alaycı yaşlı Kızılderililer, parmakları hâlâ
kulaklarında, etrafında toplanırken gösterdi. Çürük ağızlardan korkulu
yutkunmalar yükseldi.

—Şimdi, çocuklarım, sizi bekleyen budur. Ha, parmaklarınız oldukları yerde


kalabilirler. Bakın. Bir zebani boynunuza bir ip geçirip sizi sürükleyecek. Bir
zebani kafanızı kesecek, kalbinizi çıkaracak, bağırsaklarınızı dökecek,
beyninizi emecek, kanınızı içecek, etinizi yiyip kemiklerinizi sıyıracak. Ama
ölemeyeceksiniz. Bedeniniz binlerce parçaya ayrılmış olsa bile
yeniden canlanacak. Yinelenen parçalanma acı ve işkenceyi artıracak.

—Aaahhh!

Resimde kullanılan renkler kırmızı, beyaz, siyah, turuncu, yeşil, sarı ve


maviydi. Tam ortada yere çökmüş çok yaşlı ve kırış kırış bir Irokua kadını
tasvir edilmişti. Ustalıkla çizilmiş kafataslarının çerçevesi içindeydi. Oval
kafataslarının üzerinden eğilmiş bir Cizvit rahibi kadına yol göstermeye
çabalıyordu. Kadın romatizmalı parmaklarıyla kulaklarını tıkamıştı. Bir
zebani kadının kulaklarına ateşten tirbuşonlar sokuyor ve
muhtemelen kadının parmaklarını sonsuza dek mühürlüyordu. Bir zebani
kadının pişmanlıkla dolu göğüslerine ateşten bir mızrak saplıyordu. İki
zebani iki tutamaçlı bir testereyi kadının kasıklarına sürtüyordu. Bir zebani
ayak bileklerine ateşten yılanlar sarıyordu. Kadının ağzı ebedi bir yardım
haykırışıyla dolu, yanan bir kara delikti. Marie de 1 ’Incarnation’un oğluna
yazdığı gibi, On ne peut pas les voir sans fr§mir.4

—Aaahhh!

II a baptiste un grand nombre de personnes,5 diye yazıyor Marie de


l'Incarnation.

—Aynen böyle, hemen çıkarın onları, davetinde bulundu papaz. Ve bir daha
sokmayın. Sizin gibi yaşlılar, Telefon Dansı'nı ebediyen unutmalı.

—Flop! Flop! Flop! Flop!

—Şimdi daha iyi, değil mi?

Söz konusu yapışkan parmaklar çekildiğinde ormanla ocağın arasına bir


sessizlik çöktü ve papazın eteğine toplanan yaşlılar, yeni bir tür yalnızlılda
titredi. Böğürtlenlerin patlamasını duyamıyor, havadaki sayısız çam iğnesinin
kokusunu alamıyor, nehir yatağında küçük beyaz bir çakıl taşının üstündeki
bir alabalığın son anını ve bir ayı pençesinin hızlı gölgesini
hatırlayamıyorlardı. Plastik deniz kabuğunun içindeki dalga seslerini
boşu boşuna dinleyen çocuklar gibi şaşkın, oturup kaldılar. Uyumadan önce
anlatılan bir masalın sonuna gelen çocuklar gibi birdenbire susadılar.

35

1670'te le P. Pierron'un St. Lawrence’taki İrokua misyonuna gitmek için


oradan ayrılması Catherine'in amcasını çok sevindirmişti. Kardeşlerinin
birçoğu yeni inanca geçmiş ve büyük bir bölümü yaşayıp ibadet etmek
için yeni misyonlara gitmişti. Yeni gelen papaz, le P. Bonifa-ce, eskisinden
aşağı kalmıyordu. Dillerini konuşuyordu. Kızılderililerin müziği sevdiklerini
anlayınca yedi ve sekiz yaşındaki çocuklardan bir koro kurdu. Çocukların saf
ve temiz sesleri, güzel bir yemeğin habercisi misali köyün içine yayıldı ve
birçok kişi farkında olmadan kendilerini küçük ahşap tapınağın içinde
buludu. Dört yüzden biraz az nüfuslu bu köy 1673’te, aralarından otuz kişinin
selametine şahit oldu. Tümü yetişkindi; küçük çocuklar ve ölmek üzere
olanlar bu sayıya dahil değildi. Mohawklar'ın şefi Kryn, din değiştirip yeni
misyonda papaz oldu. Tüm İrokualar içinde, yeni fikirlere karşı en çok
şüpheyle bakanlar, başlangıçtaki direnişlerine en

katı b içiınde bağlı kalan Mohawklardı. Kanada Misyonları Üst Yöneticisi le


P. Dablon, 1673’te şöyle yazmıştı: La foi y a 6t6 plus constamment
embrassöe qu’en aucun aut-re pays d’Agniers.^ 1674’te le P Boniface, bir
grup genç, yeni papa zı Saint-François-Xavier’deki misyona
getirdi. Kahnawak6’ye dönüşünden az sonra, aralık karı sırasında öldü. Onun
yerine le P. Jacques de Lamberville geçti.

36

Köyün kulübeleri boştu. Bahardı. 1675 yılıydı. Spino-za. bir yerlerde güneş
gözlükleri yapıyordu.6 7 İngiltere’de, Hugh Chamberlen8 9 esrarengiz bir
aletle, obstetrikal forsepsle bebek doğurtuyordu; büyükbabası tarafından
geliştirilmiş bu yeni tekniği Avrupa’da kullanan tek kişi oydu. Marqııis de
Laplace,45 Exposjfion du Systeme du Monde adlı kitabında geliştireceği,
güneşin varoluşun en başından beri döndüğü görüşü öncesinde güneşe bakı-

yordu. Tsong Khapa’nın beşinci reenkarnasyonu geçici yücelik kazanmıştı:


Kendisine Moğolistan tarafından Dalai Lama unvanıyla Tibet krallığı verildi.
Kore’de Ciz-vitler vardı. Anatomiye meraklı ama insanların
kesilip biçilmesine karşı yasalardan sıkıntılı bir grup koloni doktoru, “bir gün
önce idam edilen bir Kızılderilinin orta kısmını” elde etmeyi başardı.
Yahudilerin Fransa’ya yeniden girişinden otuz yıl önce. Boston'daki ilk
frengi salgınını tespit etmemizden yirmi yıl önce. Frederick William10 Büyük
Seçici’ydi. Minim Tarikatı11 rahipleri, 1668’deki bir düzenlemeye göre, “etin
baştan çıkarıcı-lığına teslim olmak üzereyken ( ...) manastırdaki
inziva alışkanlıklarını terk ettiklerinde” aforoz edilmeyecekti. Alessandro
Scarlatti, Handel, Couperin ve J. S. Bach’ın öncüsü Corelli, 1675’te,
Roma’daki Saint Louis de Fran-ce kilise orkestrasında üçüncü kemandı. On
yedinci yüzyılın son Ay’ı, son çeyreğine böyle girdi. Bir sonraki yüzyılda
60.000.000 Avrupalı çiçek hastalığından ölecekti. F. sık sık şöyle derdi:
Bach’sız bir dünya düşün. İsa’sız Hititleri düşün. Sana yabancı herhangi bir
şeyin içindeki gerçeği keşfedebilmek için ilk önce kendi bakışında
vazgeçilmez olandan vazgeç. Teşekkürler, F. Teşekkürler aşkım. Sensiz bir
dünyayı ne zaman görebileceğim, sevgilim? Ey Ölüm, biz senin Sadık
Melekleriniz, hastaneler

de senin Kiliselerin! Dostlarım öldü. Tanıdığım insanlar öldü. Ey Ölüm,


neden her geceyi Halloween yapıyorsun? Korkuyorum. Biri değilse öbürü:
Kabızlık çekmiyorsam korkuyorum. Ey Ölüm, havai fişek yanıkları bir kere
daha iyileşsin. F.’nin ağaç evinin (şu anda bunları yazdığını yer) çevresindeki
ağaçlar karanlık Elmalann kokusunu alamıyorum. Ey Ölüm, neden bu kadar
çok eyliyor ve bu kadar az konuşuyorsun? Kozalar yumuşak ve ürkütücü.
Kelebek cennetine sahip kurtlardan korkuyorum. Catherine bir çiçek mi
gökyüzünde? F. bir orkide

mi? Edith bir saman çöpü mü? Örümcek ağlarında mı

•• ••

gezinir Ölüm? Ölüm’ün Acı ile bir ortaklığı var mı yoksa Acı karşı tarafın mı
yanında? Ey F., halayımızda Edith'le bana verdiğinde bu ağaç evini ne çok
sevmiştim!

37
Kalınawake’nin kulübeleri boştu. Çevredeki tarlalar işçilerle, elleri tohumlu
kadın ve erkeklerle doluydu. 1675 baharında, mısır ekiyorlardı.

—Yuu huu, diye gidiyordu Mısır Ekimi Şarkısı’nın ezgisi.

Catherine’in amcası yumruğuyla avucunun içindeki sarı tohum yığınını ezdi.


Tohumların gücünü, toprakla örtülmeye ve patlayıp çıkmaya duydukları
özlemi hissedebiliyordu. Parmaklarını açılmaya zorluyorlardı sanki. Elini bir
fincanmış gibi eğdi ve bir çukura, bir tohum düştü.

—Ah, diye derin düşüncelere daldı, Di si Atamız da,

ilk çağlarda cennetten böyle düştü kadim suların boşluğuna. Kimilerinin


düşüncesine göre su samuru, kunduz, su faresi gibi bazı su yaratıkları onun
düşüşünü gördüler ve suyun altındaki çamurdan alıp toprağın
üzerine çıkarmak için koşuştular.

Birden kaskatı kesildi. Le P. Jacques de Lamberville’in korkutucu varlığını


hissetti zihninde. Evet, papazın bir milden daha uzaktaki köyünde
yürüdüğünü hissedebiliyordu. Catherine’in amcası papazı karşılamak için
bir Gölge saldı.

Le P. Jacques de Lamberville, Tekakwitha’nın kulübesinin dışında durakladı.


Herkes tarlalarda, diye düşündü, o yüzden, acaba bu sefer içeri girmeıne izin
verirler mi diye düşünmem bile gereksiz.

—La ha la ha, diye bir kahkaha kırıntısı geldi içeriden.

Papaz döndü ve kapıya gitti. Gölge onu karşıladı ve boğuştular. Gölge


çıplaktı ve ağır cüppe giymiş rakibini rahatlıkla devirdi. Gölge kendine
cüppesinin katlarından kurtulmaya çalışan papazın üzerine attı. Gölge bütün
katılığıyla cüppeye takılmayı başardı. Papaz avantajını çabuk fark etti. Gölge
zengin bir cebe hapsolınuş nefessizlikten boğulurken kıpırdamadan yattı.
Doğruldu ve kapıyı ardına kadar açtı.

—Catherine!

—Nihayet!

—Ne yapıyorsun içeride, Catherine? Bütün ailen tarlada mısır ekiyor.

—Ayak parmağımı incittim.

—Bakayım.

—Hayır. Bırakın acımaya devam etsin.

—Ne güzel bir söz, çocuğum.

—On dokuz yaşındayım. Buradaki herkes benden nefret ediyor ama


umurumda değil. Teyzelerim sürekli beni tekmeler; onlara garez
güttüğümden değil. Boku ben taşımak zorundayım, eh, gerçi bunu birinin
yapması gerek. Ama Peder, benim sikişmemi istiyorlar — ama ben sikişimi
terk ettim.
—Kızılderili Vericisi olma.

—Ne yapmalıyım, Peder?

—Dur şu ayak parmağına bir bakayım.

—Peki!

—Mokasenini çıkarmam gerekiyor.

—Peki!

—Burası mı?

—Evet.

—Ya şurası?

— Evet!

—Ayak parmakların buz gibi, Catherine. Onları avuçlarımın içinde


ovalamam gerek.

—Evet!

—Şimdi onlara hohlayacağım, hani kışın insan ellerini hohlar ya, öyle.

—Evet!

Papaz, küçücük esmer parmakların üzerine bütün gücüyle üfledi. Başparmağı


ne kadar da sevimli, küçük bir yastıktı. Beş ayak parmağının dibi çenelerine
kadar çektikleri bir battaniyenin altında uyuyan çocukların yüzlerine
benziyordu. Onlara birer iyi geceler öpücüğü kondurmaya başladı.

—Pembe gönlünı sende.

—Evet!

Lastik bir üzüme benzeyen küçük bir yastığı ısırdı. İsa’nın çıplak bir ayağın
önünde diz çökmesi gibi diz çökmüştü. Büyük bir düzen içinde dilini her bir
parmağın arasında gezdirdi, dört hamle: aralardaki deri yumuşacıktı. Ve
beyazdı! Her parmağı ayrı ayrı ağzına aldı, yaladı, tükürükle sıvadı, ardından
tükürüğünü nefesiyle buharlaştırdı, oyuncu ısırıklar sundu. Her seferinde
diğer dört parmağın yalnızlık çekmesi ne ayıptı. Küçük parmakların hepsini
birden ağzına soktu, dili arabanın cam sileceği gibi çalışıyordu. Aziz Francis
aynısını cüz-zamlılara yapmıştı.

—Pe der!

—Hamhumlomlumşlop.

—Peder!

—Hamhumhomgloblumlom. Hürp.

—Beni vaftiz edin!

—Kimileri isteksizliğimizi aşırı bulabilir ancak biz Cizvitler yetişkin


Kızılderilileri vaftiz etmekte acele et-mey!z.

—İki ayağım var.

—Kızılderililerin ne yapacağı belli olınaz. Hıristiyan-lardan daha fazla sayıda


imansız üretmekten kaçınmalıyız.

—Kiklr.

—Comme nous nous dfions de l ’inconstance des Iroquois, j‘en ai peu baptise
hors du danger de nıort.12

Kız mokasenini ayağına geçirdi ve ayağını altına çekip oturdu.

—Beni vaftiz edin.

—Il n’y a pas grand nombre d’adultes, parce qu’on ne les baptise qu’avec
beaucoup de prâcautions.13

Tartışma uzun evin gölgelerinin içinde uzayıp gitti. Bir mil ötede Amca
dizlerinin üzerine çöktü, tükenmişti. Hasat olmayacaktı! Ama yeni ektiği
tohumları değil, halkının yaşamını düşünüyordu. Bütün yıllar, bütün avlar,
bütün savaşlar; her şey boşa gitmişti. Hasat olmayacaktı! Güneşli günleri
getiren ve mısırları patlatan rüzgâr nereden eserse essin, ruhu olgunluğa
erdiğinde bile ılık güneybatıya götürülmeyecek. Tamama ermemişti dünya!
Derin bir acı göğsüne yerleşti. Beyaz olan, Ioskeha ile Karanlık olan,
Tawiscara arasındaki büyük boğuşma, bu sonsuz savaş, birbirlerine sıkı
sıkıya sarılıp uyuya kalmış iki âşık misali sönüp gidecekti.
Hasat olmayacaktı! Kardeşleri her geçen gün yeni misyonlara göç ettiği için
köyü günden güne küçülüyordu. Ağaçtan oyduğu küçük kurdu arandı. Geçen
sonbaharda hayvanın tahtadan oyulmuş burun deliklerini
kendininkilere dayayıp onun cesaretini içine çekmişti. Sonra da hayvanın sol
uğunu, vahşi orman bölgesine yaymak ve çevrede oynanan oyunları
dondurmak için dışarıya üflemişti. O gün geyiğini vurduğunda kanını
tahtadan oyulmuş kurdun ağzına sürmüştü. Ve dua etmişti: Ulu Geyik, İlk
ve Kusursuz Geyik, ayağımın dibinde yatan cesedin atası, açız. Lütfen
çocuklarından birinin canını aldığım için

benden intikam almaya kalkma. Amca, mısır tarlasına yığıldı, nefes


alamıyordu. Ulu Geyik kaburgalarını ezerek dans ediyordu göğsünün
üzerinde. Onu kulübesine taşıdılar. Yeğeni yüzünü görünce ağlamaya başladı.
Bir süre sonra, yalnız kaldıklarında, yaşlı adam konuştu.

—O geldi mi, Kara Cüppe?

—Evet, Baba Tekakwitha.

—Ve sen vaftiz olmak mı istedin?

—Evet, Baba Tekakwitha.

—Sana bir şartla izin veririın: Kahnawake’yi asla terk etmeyeceğine söz
verirsen.

—Söz.

—Hasat olmayacak, kızım. Cennetimiz ölüyor. Her tepeden bir ruh, unutulup
kaldığı için acı içinde ağlıyor.
-Uyu.

—Pipomu getir ve kapıyı aç.

—Ne yapıyorsun?

—Onlara tütünün soluğunu üfleyeceğim, tümüne.

F. ’nin, Kırmızı Adamları katledip hazları çaldığı için Beyaz Amerika’nın


akciğer kanseriyle cezalandırıldığına ilişkin bir teorisi vardı.

—Onları bağışlamaya çalış, Baba Tekakwitha.

—Yapamam.

Amca, kapının aralığından dumanını yavaş yavaş üflerken çoc^d uğunda


duyduğu bir hikâyeyi anlattı kendine; Kuloskap’ın dünyayı, kötülükie dolu
olduğu için nasıl terk ettiğinin öyküsüydü bu. Hoşça kalın demek için büyük
bir ziyafet düzenlemiş ve büyük kanosuna atlayıp gitmişti. Şimdi görkemli
bir uzun evde yaşıyor ve ok yapıyordu. Kulübesini bunlarla
doldurduğunda bütün insanlıkla savaşacaktı.

Bütün Dünya Yıldızın Tekine Edilen Bir Duadan Mı İbaret? Dünyanın Bütün
Yılları, Bir Tatil Günü Olaylarının Katalogu Mu? Her Şey Aynı Anda Mı
Olur? Samanlıkta Bir İğne Var Mı? Boş Taş Koltukları Olan Geniş Koca Bir
Tiyatroda, Gündoğumunda Oynayan Oyuncular Mıyız? Büyükbabalarımızla
El Ele Tutuşuyor Muyuz? Ölümün Giysileri Sıcak Ve Soylu Mu? Tam Şu
Anda Yaşayan Bütün İnsanların Parmak izleri Alınmış Mı? Güzellik Palanga
Mı? Ölüler Genişleyen Orduya Nasıl Kabul Ediliyorlar? Dansta Hiç Boşta
Kalan Kız Olmadığı Doğru Mu? Yeteneğim Karşılığında Am Emebilir
Miyim? Yaftaları Yalamak Yerine Genç Kız Bedenlerini Sevebilir Miyim?
Tanımadığım Göğüslerin Ortaya Çıkışlarında Birazcık Ölebilir Miyim?
Dilinıle Bir Ürperti Yolu Açabilir Miyim? Çalışmak Yerine Arkadaşımı
Kucaklayabilir Miyim? Denizciler Doğal Olarak Dindar Mıdır? Bacaklarının
Arasına Altın Tüylü Bir Kalçayı Sıkıştırıp Kanın Akışını Hissedebilir,
Bayılan Saatin Kutsal Tik Taklarını Duyabilir Miyiın? Bir insanın Sağ Olup
Olmadığıııı Beliyle Gargara Yaparak Anlayabilir Miyim? Bokun
Koşer Olduğu Herhangi Bir Kanun Kitabında Kayıtlı Olabilir Mi? Geometri
ile Garip Seks Pozisyonlarını Düşlemek Arasında Bir Fark Var Mı? Saralılar
Hep Zarif Midir? Atık Diye Bir Şey Var Mıdır? Dar Jelatin İç
Çamaşırları Giyen On Sekiz Yaşında Bir Kızı Düşünmek Harika Bir Şey Mi?
Kendi Kendimi Pompalarken Aşk Beni Ziyaret Eder Mi? Ey Tanrım, Bir
Çığlık Var, Bütün Sistemler Çığ-

lık Atıyor. Bir Kürkçü Dükkanında Kilitli Kaldım Aına inanıyorum Ki Sen
Beni Çalmak istiyorsun. Cebrail Bir Hırsız Alarmına Mı Yakalanmıştı?
Neden Bir Nenıfo-manyakla Bir Yatağa Dikilmişim? Bir Tutam Ot
Kadar Kolaylıkla Yolunacak Bir Şey Miyim? Rulet Çarkından Koparılıp
Alınabilir Miyim? Zeplin Kaç Milyar Kabloyla Tutturulmuştur? Ey Tanrım,
Sevdiğim Şeyler O Kadar Çok Ki Birer BirP.r Hepsini Alman Yıllar Sürer.
Senin Ayrıntılarına Hayranım. Neden Bu Akşam, Ağaç Evde, Çıplak Ayak
Bileğini Görmeme İzin Verdin? Neden Bir Dakikalık Bir Arzu Şimşeği
Düşürdün Üzerime? Yalnızlığımı Çözüp Güzel Ve Obur Bir Bedenle Bir Kez
Daha Çarpışabilir Miyim? Yumuşak Mutlu Bir Öpücüğün Ardından Uykuya
Dalabilir Miyim? Bir Köpek Besleyebilir Miyim? Kendime Yakışıklı Olmayı
Öğretebilir Miyim? Dua Edebilir Miyim?

Uzun zamandır seviyorum seni.

Batman (Yarasa Adam) çizgi romanında, kahramanın mağarası.

Arınand Jean du Plessis de Richelieu, Kardinal>Dük Richelieu (1585-1642)


XIII. Louis döneminde politikada yükselerek kralın gücü-

nü dahi aşmış, dünyanın ilk başbakanı kabul edilen Fransız din adamı ve
politikacı. Alexandre Dumas'nın (Baba) Üç Silahşörler’i ve devam kitap ve
filmlerinde baş kötü olarak tasvir edilmiştir. Richelieu, aynı zamanda
Fransızca “zengin” (riche) ile "yer" (lieu) kelimelerinden meydana gelir ve
zengin/verimli toprak anlamı verir.
4

Tir tir titremeden görülmez onlar.

Pek çok kişiyi vaftiz etti.

Burada inanç, diğer tüm Agniers yurtlarından daha fazla benimsendi.

43* Baruch veya Benedict Spinoza (1632-1677): On sekizinci yüzyıl


Aydınlanma Çağı’nın kapılarını açan ve Batı Felsefesi'nin temel Ahlakçısı
kabul edilen Yahudi asıllı Hollandalı on yedinci yüzyıl filozofta Ömrünün
son bölümünü gözlük camı üreticiliğiyle geçirmiştir.

Küçük Hugh Chamberlen (1664-1728): Büyük Peter


Chamberlen tarafından icat edilmiş ve üç kuşak boyu aile sırrı olarak
saklanıp sadece Chamberlen ailesi (Doktor Büyük Peter Chamberlen,
kardeşi Küçük Peter Chamberlen ve oğlu Üçüncü Peter Chamberlen ile
tarunu Büyük Hugh Chamberlen) tarafından kullanılmış obstetrikal
forsepsi ömrünün sonlarında genel kullanıma açan doktor.

Pierre Simon Laplace (1749-1827): Çok önemli buluşlar yapmış Fransız


astronom ve matematikçi.

10

Frederick William (1620-1688): Prusya Dükü. Prusya ve Almanya’nın


temellerini atan devlet adamı ve asker. Göçü teşvik. tekelcilik, merkantilizm
gibi politikalarının yanı sıra savaşta hızlı hareket uygulamaları Nazilerin
Fırtına Harekatları'nın temelidir. Oğlu I. Frederick adıyla ilk Prusya kralı
olmuştur.

11

15. Yüzyıl ortalarında kurulmuş, her türlü etin yenmesi gibi yasakları içeren
ve kendilerini “tüm dindarların en koyuları” gören, alçakgönüllülük ilkesini
temel alan tarikat.

12

İrokuaların tutarsızlığıyla mücadele ettiğimiz üzere, canımı tehlikeye atıp bir


kısmım vaftiz ettim.

13

Fazla yetişkin yok çünkü onlar pek çok önlemden sonra vaftiz edilebiliyor.
39

F. ile ertesi gün Parlamento’da İlk Konuşması’nı yapmak üzere Ottowa'ya


otoyoldan giderken geçirdiğimiz geceyi hatırlıyorum. Ay yoktu. Arabanın
farları yolun kenarındaki beyaz direklerin üzerinden mükemnıel bir sıvı silgi
gibi akıyor ve arkamızda kaybolan yollar ve çayırlar mavi bir iz bırakıyordu.
F., hızı yüz otuza kadar çıkardı. Ön camda asılı duran Aziz Christopher
madalyonu, az önce aldığımız keskin dönemeçten beri küçük yörüngesinde
dönüyordu.

—Sakin ol, F.

—Bu gece benim gecem! Benim gecem!

—Evet, öyle, F. Sonunda başardın: sen bir Milletvekilimin artık.

—Erkekler dünyasına girdim.

—Ağır ol F. Bu kadarı yeter.

—İş buraya gelince asla yeterli olamaz.

Tanrım! Seni hiç bu kadar büyük görmemiştim! Neler geçiyor aklından?


Neler düşünüyorsun? Nasıl yapılacağını bana da öğret lütfen. Başarabilir
miyim?

—Hayır! Bu Tanrıyla benim aramdaki bir konu.

—Haydi, arabayı durdur. F., seni seviyorum, senin gücünü seviyorum. Bana
her şeyi öğret.

—Kapa çeneni. Torpido gözünde bir tüp güneş k.re-mi var. Başparmağınla
düğmeye basarak gözü aç. Harita, eldiven ve tel yığınının içine elini sok ve
tüpü çıkar. Kapağını aç ve avucuma biraz krem dök.

—Böyle mi, F.?


—Tamam.

—Gözlerini kapatma, F. Benim kullanmamı ister misin?

Ah, ne yağlı bir kuleydi masaj yaptığı! Ardımızda bıraktığımız manzarayla,


çiftlik evleriyle, beyaz çizgileri saatte yüz kırkla, bir asetilen testeresi kadar
hızlı keserken sıçrayarak çamurluklarımıza çarpıp kıvılcımlanan benzin
istasyonlarının tabelalanyla ilgilenebilirdim. F. ’nin sağ eli, kendini
uzaklardaki karanlık bir limana çeken çarklı yük gemisi misali, direksiyonun
altında harıl harıl çalışıyordu. Donundan fırlayan kıllar ne güzeldi. Kol
düğmeleri, bu haz yükiü işlemi daha iyi görebilmek için yaktığım harita
lambasının ışığında parıldıyordu. Eli hızlanırken göstergesi yüz elliye fırladı.
Can korkusu ile başımı onun dizleriyle direksiyonun arasına sokuverme isteği
arasında nasıl da kalmıştım! Vuv, diye geçti bir çiçeklik hızla. Bir ana cadde
farlarımızın ışığında alevlendi; küller içinde bıraktık onu
ardımızda. Gerginleşmiş torba derisinin küçük kırışıklıklarını dudaklarımın
arasına almayı arzuluyordum. Birden, F. ’nin gözleri sanki limon yemiş gibi
kısıldı. Yumruğu solgun ve kaygan mili daha sıkı kavradı ve çılgınca
çekmeye başladı. Organ için endişeleniyordum, endişeleniyor
ve arzuluyordum, öylesine parlak sertlikteydi ve bir Bran-cuşi1 yapıtı kadar
biçimli, şişkin kafası bir itfaiyecinin radyoaktif başlığı gibi kırmızı ve sıcaktı.
F. ’nin de fark edip diğer kayganlaştırıcının içine kattığı ıslak
inciyi yalayabilmek için bir karıncayiyenin diline sahip olmak istedim.
Yalnızlığıma daha fazla dayanamayacaktım. Kendime bir âşık gibi
dokunabilmek adına, eski moda Avrupa pantolonumun düğmelerini çılgınca
açtım. Nasıl da avuç dolusu kandım. Zum! Bir park yeri alevler içinde parladı
ve söndü. Sıcaklık, çıkartmaya vakit bulamadığım deri eldivene yayılıyordu.
Kamikaze böcekler camın üzerine çarpıyordu. Yaşamım ellerimin içindeydi,
Zodiak’a göndermeyi arzuladığım bütün mesajlar yolculuklarına başlamak
için toplandılar ve hazzın dayanılmaz basıncıyla inledim. F. anlaşılmaz
çığlıklar atıyor, tükürükleri her tarafa uçuşuyordu.

—Yüzüme bak, yüzüme bak, yüzüme bak, em, em.

diye (eğer sesleri doğru hatırlıyorsam) feryat ediyordu F.

Bir saniyeliğine takılacak bir göze işte böyle görünür-d îik: Ottawa’ya
kaptırmış giden çelik bir kabuğun içinde otomatik yükselişteki bir esriklilde
körleşmiş iki adam, Eski Kızılderili toprakları ardımızda küllere gömülürken
sonsuzluğa doğrultulmuş iki kazık, beyinlerimizdeki isyanı bastırmak için
gözyaşı gazıyla doldurulmuş iki çıplak kapsül, bir kulenin farklı köşelerinde
taştan heykeller şeklinde yağınur olukları gibi yükselen iki öfkeli çük,
otoyola adak niyetine sunulan (harita lambasının ışığında turuncu gözüken)
iki lolipop.

—Ay ay ay ay! diye haykırdı, merdiveninin en tepesinden F.

—Slof tlif, diye sesler çıkardı menisinin fışkırmaları, gösterge tablosuna


çarptığında (akıntıya karşı yüzen somonların kafalarını sualtı kayalıklarına
çarpmalarının sesi, kesin).

Bana gelince, boşalmama tek çekiş kaldığını biliyordum —uçağın ıslıklar


çalan kapısındaki paraşütçü gibi orgazmımın kıyılarında dolanıyordum—
birden çöktüm —birden arzusuz kaldım— birden (saniyeden kısa süren o
küçücük anda) hayatım boyunca hiç olmadığım kadar uyandım.

—Duvar!

Duvar ön camın tamamını önce belli belirsiz kapladı, derken uzmanı


tarafından odaklanmış bir mikroskop gibi netleşti —betonun her pütürü üç
boyutluydu— parlak! net! —Ay tutulmasını gösteren hızlı bir film gibi
— ardından duvar, farların camına çarptığında ön cam yeniden bulanıklaştı
—F. ’nin kol düğmesinin bir sörf tahtası gibi direksiyonun ucuna takılıp
kaldığını gördüm.

—Sevgilim! Ehfff. ..

—Caarrrttt, dedi duvar.

Duvarın içinden geçtik çünkü duvar, boyalı ipekten bir perdeydi. Araba boş
bir tarlaya daldı, yırtılan bez, öndeki krom Mercedes armasına takılmıştı. F.
frene bastığında zarar görmemiş farlar boş bir sosisli
tezgahını aydınlatıyordu. Ahşap tezgahın üzerinde, kapağı delikli boş bir şişe
dikkatimi çekti. Boş gözlerle bakakaldım.

—Geldin mi? diye sordu, F.


Kamışım bir ip parçası gibi pantolonumun önünden sarkıyordu.

—Yazık, dedi F.

Titremeye başladım.

—Müthiş bir orgazmı kaçırdın.

Sıkılmış yumruklarımı ön panele koy dıım ve başımı dayayarak katıla katıla


ağlamaya başladım.

—Bütün bunları ayarlamak, park yerini kıralanıak falan için epey zahmete
girdik.

Kafaını kaldırıp baktım.

—Biz? Ne demek ‘biz’?

—Edith ve ben.

—Edith işin içinde miydi?

—Çarpmadan bir saniye öncesi nasıldı? Boşluğu hissettin mi? Özgürlüğü


yaşadın mı?

—Edith, bizim pis faaliyetlerimizi biliyor ınu?

—Devam etmeliydin, dostum. Arabayı sen kullanmıyordun. Yapabileceğin


hiçbir şey yoktu. Duvar üzerindeydi. Büyük bir orgazmı kaçırdın.

—Edith, bizim yumuşak olduğumuzu biliyor mu?

Öldürme niyetiyle boğazına saldırdım. F. gülümsedi. Solgun turuncu ışıkta


bileklerim nasıl da incecik ve çelimsiz görünüyordu. F., parmaklarımı bir
kolye gibi çözdü.

—Tamam. Tamam. Sil gözlerini.

—E, neden eziyet ediyorsun bana?


—Ah dostum, öyle yalnızsın ki. Her gün daha da yal-nızlaşıyorsun. Biz
gittiğimiz zaman ne olacak?

—Seni ilgilendirmez! Bana bir şey öğrettiğini varsay-maya nasıl cesaret


ediyorsun? Sen bir sahtekarsın! Baş belasısın! Kanada’nın yüz karasısın!
Hayatımı mahvettin!

—Bunların hepsi gerçek olabilir.

—Seni pislik puşt! Gerçek olduklarını nasıl itiraf edebi 1 iyorsun?

Kontağı çevirmek için elini uzatırken kucağıma baktı.

—Düğmelerini ilikle. Parlamento yolu soğuk ve uzun.

40

Bu gerçek olayları artık epeydir yazıyorum. Kateri Tekakwitha’ya biraz olsun


yaklaştım mı? Gökyüzü çok yabancı. Yıldızlarla kalabileceğimi sanmıyorum.
Boynuma takılacak bir çelengim olacağını sanmıyorum. Hayaletlerin
saçlarıma erotik mesajlar fısıldayacağını da sanmı yorum. Otobüsle işe
giderken kesekâğıdında öğle yemeği taşımanın zarif bir biçimini asla
bulamayacağım. Cenaze törenlerine gideceğim ve bana hiçbir
şey anımsatmayacaklar. Uzun yıllar önce, F. şöyle demişti: Her gün daha da
yalnızlaşıyorsun. Yıllar, yıllar önceydi bu. E, bir azizi yatağa atmamı tavsiye
ederken ne demek istemişti? Nedir aziz? Aziz, uzak bir insani
olabilirliğe ulaşmış kimsedir. Bu olabilirliğin ne olduğunu
söylemek imkânsızdır. Bence bunun aşkın enerjisiyle bir ilgisi var. Bu
enerjiyle temas, varoluş kaosunda bir tür denge deneyimi sağlıyor. Bir aziz
kaosu çözemez; çözebilseydi dünya çoktan değişmiş olurdu. İnsanın evreni
düzene sokma olgusunda kendini beğenmiş ve saldırgan bir şeyler
bulunduğundan, bir azizin kendisi için bile bu kaosu çözebileceğini
sanmıyorum. Zaferi, bu türdeki dengedir. Kurtulmuş bir kızak gibi kayar
gider. Ratası tepelerin okşamasıdır. İzi, karın belli bir anında, karda rüzgâr
ve taşla özel olarak düzenlenmiş bir çizgidir. İçindeki bir şeyler dünyayı o
kadar sever ki kendini yerçekimi ve olasılık yasalarına verir. Meleklerle
birlikte uçmaktan çok uzakta, bir sismograf ibresinin hassaslığıyla,
kanlı manzaranın durumunu izler. Evi tehlikeli ve sanludur ama o dünyada
rahat eder. İnsanların şekillerini, kalbin güzel ve çarpık şekillerini sevebilir.
Aramızda böyle insanların, böyle dengeleyici sevgi canavarlarının bulunması
iyi bir şey. O kadar sevinerek aldığımız biletlerdeki numaralarla
kesekâğıdındakilerin birbirini tuttuğunu ve ödülün bir yanılsama olmadığını
düşündürüyor bana. Ama insan neden bunlardan birini siksin? Bir
keresinde Edith’in uyluğuna bakarken ağzıının suyunun aktığını hatırlıyorum.
O uzun kahverengi şeyi öptüm, öptüm ve bu bir Uyluk, Uyluk, Uyluktu; am
tümseğine doğru domuz pastırması parfümüyle akarken yumuşayıp
yayılan bir uyluk, küçük tüylerini izleyerek Dizkapağı’na doğru gittiğimde
sertleşip keskinleşen Uyluk. Edith ne yaptı bilmiyorum (belki o muhteşem
yağ tabakalarından biri), kendim ne yaptım, onu da bilmiyorum (belki de o
gizemli tükürük salgılarım) ama birden yüzüm ıpıslak olmuştu ve ağzım tenin
üzerinde kaydı; bu ne Uyluk ne Am ne de okul çocuklarının tebeşirle yazdığı
bir slogandı (ne de ben Sikiyordum): bu yalnızca Edith’in bir
biçimiydi: derken sadece insansı bir biçim oldu: derken sadece biçim kaldı ve
kutsanmış bir an boyunca, gerçekten yalnız değildim; bir ailenin parçasıydım.
Bu seviştiğimiz ilk andı. Bir daha asla olmadı. Bana hissettireceğin bu
mu, Catherine Tekakwitha? Ama sen ölmedin mi? Ölü bir azizeye nasıl
yaklaşabilirim? Kovalamaca saçma geliyor. Burada, F.’nin eski ağaç evinde
mutlu değilim. Yaz biteli çok oldu. Beynim harap. Kariyerim paramparça.
Ah, F., benim için planladığın eğitim bu muydu?

41

Catherine Tekakwitha, 1676 yılı Nisanı’nın (Parlak Yapraklar Ayı) on


sekizinde vaftiz edildi.

Lütfen bana geri dön, Edith. Öp beni, sevgilim. Seni seviyorum, Edith.
Hayata geri dön. Artık yalnız kalamam. Galiba kırışıklıklarım var ve nefesim
kötü kokuyor. Edith!

Vaftiz edilişinden birkaç gün sonra, Catherine Te-kakwitha, Quebec’te büyük


bir şölene davet edildi. Tra-cy Markisi, kumandan Talon, Vali Mösyö de
Courcelle ve Hıristiyanlığın emrine girmiş en korkunç dönme, Mohawk şefi
Kryn’in yanı sıra, bir sürü yakışıklı bey ve hanımefendi oradaydı. Saçlardan
parfüm kokuları yükseliyordu. Tavırları, ancak Paris’ten iki bin mil uzaktaki
vatandaşların olabileceği kadar şıktı. Her konuşmada zekâ
tomurcuklanıyordu. Tereyağı bile aforizmasız uzatılmıyordu. Yalnızca on
yıllık bir geçmişe haiz Fransız Bilimler Akademisi’nin faaliyetlerini
konuşuyorlardı. Bazı davetlilerin köstekli cep saatleri vardı; Avrupa’ya yeni
yeni yayılan çağdaş bir buluştu bu. Birisi saatleri ayarlamakta kullanılan yeni
geliştirilmiş bir aletten, sarkaçtan söz ediyordu. Catherine Tekakwitha,
konuşulan her şeyi sessizce dinliyordu. Geyik derisinden elbisesinin tüyden
yapılmış süslerine yöneltilen iltifatları başını hafifçe eğerek kabul ediyordu.
Uzun beyaz ınasa, gümüş, kristal ve bahar çiçeklerinin gururuyla parlıyordu.
Gözleri bu buluşmanın ihtişamında yüzdii. Yakışıklı hizmetkârlar uzun saplı
gülleri andıran kadehlere şarap dolduruyorlardı. Yüzlerce mıımuıı alevi,
hoş kokulu konukların etlerini kesip biçerken kullandıkları gümüş çatal
bıçaklardan yansıyordu. Ve bu kadar çok güneşin parlaması bir anlığına
Tekakwitha’nın gözünü aldı. İştahını kaçırdı. İstemeden yaptığı ani ve
küçük bir hareketle şarap kadehini devirdi. Utanç içinde kı-

pırdamadan balina şeklindeki lekeye bakakaldı.

—Önemli değil, dedi Marki. Önemli değil, çocuğum.

Catherine Tekakwitha hareketsiz oturuyordu. Marki yeniden konuşmasına


döndü. Fransa’da geliştirilen, süngü adlı yeni bir askeri icattan söz ediyordu.
Leke hızla yayıldı.

—Masa örtüsü bile bu güzel şaraba susamış, diye şaka yaptı Marki. Korkma
çocuğum. Bir bardak şarabı dökmenin cezası yoktur.

Birçok hizmetkârın kibar hareketlerine rağmen leke giderek masa örtüsünün


daha geniş bölgelerinin rengini değiştiriyordu. Konuklar dikkatlerini bu ilginç
ilerleyişe yöneltirlerken sohbetin şiddeti azaldı. Leke artık örtünün tamamını
talep ediyordu. Gümüş bir vazo mora döndü ve içindeki çiçekler de aynı
akıbete uğradığında konuşmalar tamamen kesildi. Güzel bir
hanımefendi, zarif eli mora dönüşünce acı dolu bir çığlık attı. Bir iki dakika
içinde mutlak bir kromatik dönüşüm ortaya çıkmıştı. Yüzler, giysiler, örtüler
ve mobilyalar aynı koyu tona dönerken mor salon çığlık ve dualarla doldu.
Yüksek pencerelerin ardında, Ay ışığında parlayan kar adaları vardı. Herkes,
hizmetkârlar ve sahipleri, lanetli salonun ötesinde çok renkli bir dünya
bulunduğundan emin olmak istercesine bakışını dışarıya çevirdi.
Gözlerinin önünde bahar karının oluşturduğu bu yığınlar karararak dökülen
şarabın rengine büründü ve bizzat Ay da bu emperyal rengi2 özümsedi.
Catherine yavaşça kalktı.

—Galiba hepinize bir özür borçluyum.

Benim izlenimime göre, yukarıda anlatılan olay apokaliptik.3 4 Apokaliptik


sözcüğünün kaynağı ilginçtir. Yunancada açığa çıkarma, tecelli veya ifşa
anlamına gelen apokalupsis'ten gelir. Bu da, açmak ya da çözmek anlamında,
yine Yunanca bir sözcük olan apokaluptein'den türemiştir. Apo, -den/-dan
takılarına karşılık gelen, Yunanca bir ön ektir. Kaluptein örtmek demektir ve
kulübe anlamına gelen kalube ile peçe anlamındaki kalumma sözcükleriyle
akrabadır. Yani apokaliptik, peçe açıldığında altından çıkacakları
tanımlar. Peçeni açmak, battaniyenin altına girmek için neler yaptım, neler
yapmadım, Kateri Tekakwitha? Standart biyografi yazarlarının hiçbirinde o
şölen hakkında bir şey bulamadım. Tekakwitha ’nın yaşamı hakkındaki
iki önemli kaynak, Pierre Cholenec ve Claude Chauchetiere adındaki Cizvit
rahipleridir. Bunlar, 1677 güzünde Cat-herine Tekakwitha (amcasına verdiği
sözü bozarak) Sa-ult Saint-Louis’teki misyona geldiğinde günah
çıkarttığı rahiplerdi. P. Cholenec’in el yazmalarında Vie de Cathe-rine
Tegakouita, Premiere Vierge Irokoise'ı5* buluyoruz. Latince yazılmış başka
bir Vie, 1715 yılında, Cizvitlerin genel yöneticisine gönderilmişti. Şimdi
Sainte-Marie Koleji’nin arşivlerinde bulunan ve 1695’te P. Chauchetiere
tarafından yazılmış bir elyazması daha var, La Vie

de la B. Catherine Tekakmuta, dite iı present la Saincte Sauvegesse.5 Yine


aynı arşivlerde, Remy (Abbe, P.S.S.) tarafından 1696 ’da yazılmış, başka bir
önemli belge daha bulunuyor: Certificat de M. Remy, cure de la Chine,
des miracles faits en sa paroisse par l’intercession de la B. Cath.6 Mucizeler
gördükleri için Cizvitleri seviyorum. Doğa ile doğaüstü arasındaki cepheyi
ele geçirebilmek için böylesine çaba harcayan Cizvitlere selam olsun. Sayısız
kılıklarda, şurada bir bakan, burada Hıristiyan bir rahip, orada bir asker, bir
Brahman, bir astrolog, bir bakmışsın bir kralın Günah Çıkarttığı bir Papaz,
bir bakmışsın matematikçi, bir yerde Mandarin, kandırma, ikna etme gibi
binlerce sanat dalını kullanarak, kayıtlara geçmiş mucizelerin baskısı altında,
insanların bu dünyada Sonsuzluk’un hüküm sürdüğünü öğrenmesi için
çabalıyorlar. Panıplona’da bir Fransız Protestan mermisiyle vurulan Ignatius
Loyola’ya,7 Manresa mağarasındaki hasta yatağında cennetin Gizemlerini
gören bu onurlu askere selaın olsun; güçlü bir Cizvit Tarikatı’nı o görüntüler
öne çıkarttı. Bu tarikat, Sezar’ın mermer yüzünün aslında sadece Tanrı’nın
bir maskesi olduğunu göstermiştir ve yine Cizvitler d ün yasal güce açlığın
aslında maneviyata karşı bir susuzluk olduğunu anlamışlardır. Montreal şehir
merkezinde bulunan yetimhanedeki meni ve tütsü kokan öğretmenlerime
selam olsun. Haç dolu odalarda bir yanılsamaya dalmış, tıpkı
tohumları toplanmayan çiçeklerin varlığı gibi, topallığın da kusursuzluğun bir
yansıması olduğunu bilen rahiplere selam olsun. Tohum müzeleri olan haçlı
duvarlara selam olsun. Gulyabaninin mahremiyetini anlatan yanık
balmumunun simyasal kokularına selam olsun. Başının üstü bok-halesiyle
süslü Dünya’nın Suçlayıcısı’yla yüzleşmek için diz çöktüğümüz kubbeli
salonlara selam olsun. Beni, hayaletler konservesindeki tek nı addi
sardalyeyi bu gecenin dondurucu nöbetine hazırlayanlara selam olsun. Tıpkı
Düşınan’ın gücünün kabile dayanıklılığım beslemesine izin veren
Kızılderililer gibi, kurbanlarının ruhları için endişe etmeyen eski
işkencecilere selam olsun. Hasım’a inananlara ve bu nedenle bir savaşçının
erkeksi tarzıyla gelişebilenlere selam olsun. Her yıl acemi bir ekibi Sel’e
katan o küçük cesur filoya, eski sınıfımızın sıralarına selam olsun. Belediye
armağanı kirli okul kitaplarımıza, özellikle sıradışı müstehcenliği davet eden
ve tuvaletin, Dünyevi 'nin heyecan verici tapınağı sıfatıyla bakımına katkıda
bulunan Kateşizmer'7 selam olsun. Üzerlerine hiçbir bok bulaşığının yapışa-
mayacağı kabinleri inşa etmekte kullanılan büyük mermer bloklarına selam
olsun. Yıkanınaya dayanamayan maddenin anti-Lutherian olabilirliği
kutsanarak mabede burada konmuştur. Dışkı Salonları’ndaki mermere,
Papa Menşeli Yanılabilirlik’in yayılımına karşı kurulu Magi- 8

not Hattı’na selam olsun. Yetimhane tuvaletinde oynanan oyunlara, tek bir su
damlasının Buzul Çağı kadar güçlü olduğunu kanıtlayan porselenin sarı
başarısızlığına selam olsun. Bir yerlerde bir şeyler, biz güçlü yetimleri,
Teftiş’i geçebilmek için parmaklarındaki siğilleri aynı sabun kalıbıyla
yıkayan tek sıra halindeki altmış çift eli hatırlasın lütfen. Onların arasındaki o
cesur çocuğa, siğillerini ısırarak koparıp atan arkadaşım F.’ye selam olsun.
Kendini dişleyemeyen o korkak çocuğa, yani bana, bu hikâyenin yazarına,
Kanada esintilerinin üzerindeki kulübesinde yine korkan bu adama,
yıllarca kalem tutmaktan parmak siğili aşınan bu adama selam olsun. Selamla
ısınabilir miyim? Herkese saldırdım ve herkesin otomatik büyüsünün beni
kaskatı dondurduğunu görüyorum.

—F.! Siğillerini yeme!

—Siğillerimi tüm dünyanın gözü önünde yiyeceğim. Sen de yesen iyi ol ur

—Ben, benimkilerin temizlenmelerini bekliyorum.

—Ne?

—Onların temizlenmelerini bekliyorum.

—Temizlenmek?

F. alnına bir şaplak attı ve köyü uyandıran bir adam gibi koşarak tüm
tuvaletlerin kapılarını açıp içeride çö-melmiş oturan makinelere seslenmeye
başladı.

—Çıkın, çıkın, diye haykırdı F. Onların temizlenmesini bekliyor. Gelin,


onların temizlenmesi için bekleyen bu zavallı kuşu görün.

Sınıf arkadaşlarım, bileklerinin hizasına kadar indirdikleri donlarının lastiksiz


bellerini çekiştirerek tuvaletlerden dışarıya fırladılar. Kimi
mastürbasyonlarının tam ortasında, resimli romanları kucaklarından
düşürerek, cilalı kapılara kazınmış romantik bilgileri yarım bırakıp F. ’nin
çağrısına koştular. F. ’nin vaveylasını görebilmek için etrafımızı sardılar. F.,
bir boksörün galibiyetini ilan ediyormuş gibi elimi tutup havaya kaldırdı ve
elinin altında öylece kaldım; her tarafım, Liggett ve Myers’ın cüce hizmetkarı
tarafından açık arttırmaya çıkarılan kuru bir tütün yaprağı gibi titriyordu.

—Beni rezil etme, F., diye yalvardım.

— Biraz daha yakınlaşın, millet. Bekieyebilen adama bakın. Ellerinde


binlerce yıl olan adama bakın.

inanmayan yüzlerini birbirlerine yaklaştırıp salladılar.

—Ne pahasına olursa olsun bunu kaçırmak istemezdim, dedi içlerinden biri.
—Ha ha ha.

F. elimi bırakmadan aşağı indirdi ve ayaklarının dibine yığıldım. Yardım


Cemiyeti’nin verdiği ayakkabısının topuğunu her türlü kaçma fikrimi
savmaya yetecek şiddetle başparmağımın üstüne koymuştu.

—Ayağımın altında bir sürü siğile öylece veda edecek bir el var.

—Ho ho.

—Müthiş.

Ey Okur, bunları bir insanın yazdığını biliyor musun? Bir kahramanın


yüreğine sahip olmak isteyen, sizin gibi bir insan. Kutupsal tecrit içindeki bir
insan yazıyor bunları, hafızasından nefret eden ve her şeyi hatırlayan
bir insan; bir zamanlar sizin kadar gururlu olan, toplumu

bir yetimin sevebileceği kadar seven bir insan. Bu en cüretkâr bölümü, sizin
gibi önderlik ve şükran düşleri gören, sizin gibi bir insan yazıyor. Hayır,
hayır, lütfen, sancı olmasın, sancı olmasın. Sancıları geri alın, söz veriyorum
bir daha araya girmeyeceğim, yemin ederim, Ey Saf Olay’ın Tanrı ve
Tanrıçaları!

—Ho ho.

—Eşsiz.

Bu olay sabahın erken saatlerinde oldu. Tuvaletin buzlu camları ardında çok
fazla aydınlık yoktu ama kış dışında, gündüzleri lambaları yakmamıza izin
verilmiyordu. İçinde her şeyin, vazelin dolu bir kavanozdaki yarım dolar gibi
parladığı kirli akvarywn ışığı. Her beyaz lavabo ve kabinleri ayıran
duvarlardaki her sivri demir çıkıntının (tırmanılmaması için) kendi
vazelin kavanozu vardı. En parlak şeyler hakaret dolu seyircilerimin
dizkapakları, hepsinden beyazıysa daha üst sınıflardaki oğlanların krllanmaya
başlamış yoksul-beyazı baldırlarıydı. F., derin bir solukla alaylarını
susturdu. Yalvarabilmek için gözlerini yakalamaya çalıştım. Vazelin renkli
mermer zemin üzerinde cezalandırılmayı bekliyordum. Tarafsız bir tonla
konuşmasına başladı ama arkasından ne geleceğini biliyordum.
—Bazıları siğillerin temizlenip gideceğine inanır. Bazıları zamanla yok
olacağı kanaatindedir. Bazılarıysa bu konuda hiçbir şey düşünemeyecek
kadar tembeldir. Siğillerin varlığını inkâr edenler bile vardır.
Bazılarıysa siğillerin güzelliğini savunur ve çıktığı her yerde siğile cesaret
verir. Siğillerin yararlı olduğunu, eğitebileceklerini, konuşma
öğretilebileceğini düşünenler de vardır.

Uzmanlar bu soruyu ortaya atmıştır. Çeşitli teknikler öneren teoriler


geliştirilmiştir. İlk başlarda çok kaba yöntemler kullanılmıştır. Siğilin
zorlanmaması gerektiği düşüncesi etrafında bir ekol oluşturulmuştur.
Radikal bir kanatsa siğilin yalnızca Sinotik58 dil gruplarında
uzmanlaşabileceğine inanmaktadır. Bir kaçık azınlıksa, ilk önce
öğretmenlerinin anlayabileceği özgün bir siğil dili ortaya çıkana kadar, bütün
insan dillerinin siğile zorlanması gerektiği yanılgısına sarılıyor. Yalnızca
birkaç aklı başında kişi siğilin zaten ve ezelden beri konuştuğunu, yapmamız
gereken tek şeyin dinleme yolunu öğrenmek olduğunu söylüyor.

—Konuya gel, F.

—Nasıl yani?

—işkence ne zaman?

Büyük bir cüretle hepsinin kafasını şişiren F., amentü-nün dramatik safbasına
geçti. Benden bir çığlık çıkartabilmek için topuğunu bastırdı. Birden her şey
Vazelin’e döndü. Işık, su üzerinde yüzen ölü minik balıkların üzerindeki
delikler gibiydi ve insan bütün tuvaletlerin tıkandığı ve şimdi öğretmenlerin
geleceği ve hakkımızda gerekenden çok fazlasını öğrenecekleri hissine
kapılırdı.

—Ben siğillerin “temizlenip gideceğine” inanmıyorum. Bana göre siğil


çirkindir. Ben basit bir insanım. Gördüğüm kadarıyla, bu konuda yeterince
konuştuk. Benim için bir siğil, saklamak istemeyeceğim bir sırdır. Siğil
deyince aklıma neşter gelir.

58- Çin-Tibet dilleri grubu.


—Ahhh!

Son sözünü söyledikten sonra eliyle selam çekti. Selamlamanın ardından


süngünün tüfeği aydınlattığı gibi parıldayan bir çakı çıkardı. Yetimler
yutkundu.

—Siğil gördüğümde, Çabucak Alma gelir aklıma. Öncesi ve Sonrası’nı


düşünürüm. Mucize İlaçlar’ı düşünürüm. Sadece On Gün İçinde’yi
düşünürüm.

—Haydi. Haydi.

—Sadece Sizin İçin’i düşünürüm. Bu BİLİMSEL EV Yöntemini Dene’yi


düşünürüm. BENİ ÖZGÜRLÜĞÜME FIRLAT'ı düşünürüm. Sıkı tutun şunu,
millet!

Üzerime çullandılar ve beni ayağa kaldırdılar Kolum tutuldu ve dümdüz ileri


uzatıldı. Halat çeken denizciler misali kolum boyunca dizildiler. Sırtlan araya
girmişti ve elimi göremiyordum. Biri avucumu seramiğe bastırdı ve
parmaklarımı açtı.

—Evet, diye haykırdı F., gürültüyü bastırarak, Şimdi Davranın aklımda.


Sakın Geç Kalmayın aklımda. Bu Teklif Şu Kadar Geçerlidir aklımda.

—İmdat!

—Şunun ağzını kapatın.

—Mmmmmm. Mmmmmmm.

—Şimdi! Dilimle! C-ı-ı-r-t!

Kendimi kolu düzgün tutmak için uğraşanlardan biri, denizcilerden biriymiş


ve uzaklarda bir yerlerde tereyağı dilimliyormuşuz gibi görmeye çabaladım.

Daha önce söylemeye başladığını üzere, Catherine Tekakwitha,nrn şöleninin


hikâyesi apokaliptikti. Aslında hikâyeyi bana anlatan karım Edith’ti. O
akşamı çok iyi hatırlıyorum. F.’nin arşivlere girebilmemi
ayarladığı Ottawa’da geçirdiğim hafta sonundan daha yeni dönmüştüm.
Üçümüz, bodrum katındaki dairemizde, güneş lambasının altında yatıyorduk.
F., sadece benim çıplak yatabileceğimi çünkü hem onun hem de Edith’in
benim çükümü gördüklerini ama birbirlerininkini görmediğini söyledi
(yalan). F. ’nin mantığı makuldü' ama ben yine de onların önünde soyunmaya
çekiniyordum ve Edith’in soyunmasına veya F.’nin ortalıkta çırılçıplak
dolaşmasına izin vermeyeceğim doğruydu.

—Ama soyunmasam daha iyi, dedim zayıf bir sesle.

—Çok saçma, sevgilim.

—En azından birimiz doğru dürüst bronzlaşmalı.

Belki doğru dürüst temizlenmemişimde ve alay konusu olurum korkusuyla


pantolonumu ve külotumu sıyınrken, seyrettiler. İşin doğrusu, F.’nin beni
kendi bedeninin rekiamı için kullandığını hissetmiştim. Onun gerçekliğini
ortaya çıkartan yıpranmış reklam panosuy-dum ben. Tavırları Edith’e şöyle
der gibiydi: Eğer böyle bir şey soluk alabiliyor ve her sabah
uyanabiliyorsa. benden edinebileceğin sikişi bir düşün.

—Aramıza uzan.

—Açsana bacaklannı.

—Çek ellerini.

Ve Edith Sun and Ski güneş yağını sürmeye başladığında kaldırmalı mıyım,
bilemedim. Bunun gibi Pazar akşamlarında, Edith ve F. kendilerine biraz
eroin en-jekte ederlerdi ki bu, alkolden daha az zararlı ve güvenlidir. Bense o
günlerde, eroinin öldürücü olduğuna inanan eski ekole bağlıydım, o yüzden,
onlara katılma tekliflerini geçiştirirdim. O akşam, deri aitı
şırıngasını hazırlayıp “beyaz”ı “pişirirken” fazlasıyla ayin havasına
büründüklerini fark ettim.

—Neden ikiniz de bu kadar ciddisiniz?

—Ah, yok bir şey.

Ed ith koşup sıkıca sarıldı bana, ardından ona F. de katıldı ve kendimi,


havalanmadan önce vedalaşan Ka-mikaze pilotlarının bulunduğu bir
havaalanında hayaller kuran bir genç kız gibi hissettim.

—Açılın! Beni pışpışlamanız gerekmez. Merak etmeyin mızmızlanmam.

—Hoşça kal, sevgilim.

—Hoşça kal, eski dostum.

—Bırakın bu ayakları. Koltuk değnekleriyle ayakta duran Cennetinize uçun,


yozlar sizi.

Edith, bir kere daha üzgün bir sesle, hoşça kal, dedi. Sıradan bir Pazar akşamı
olmadığını anlamam gerekirdi.

Damarlar arasında hâlâ kan taşıyanı aradılar, iğneyi etlerine batırdılar,


“Vuruş”un kırmızı sinyalini beklediler ve ardından eriyiği dolaşım
sistemlerine bastılar. iğneleri birden çıkarıp koltuğa yığıldılar. Hareketsiz
birkaç dakikanın ardından Edith seslendi:

—Sevgilim?

—Ne var?

—Bu kadar çabuk cevap verme.

—Evet, diye ekledi F. Bize bir iyilik yap.

—Bunu seyredemem... Karım ve arkadaşım.

Kızgınlılda yatak odasına gittim, ardımdan kapıyı çarptım. Herhalde


kalçalarımı hayal meyal görmüşlerdir. Kalkınamın nedenlerinden biri, onları
iğne yaparken seyretmenin beni- her seferinde sertleştirmesi ve Sun and Ski
sürülmüşken sertleşmemeye karar verdiğimden şimdi sertleşmenin beni
anormal bir durunıa getireceğini düşünmemdi. İkinci neden de her
pazar akşamı yaptığım gibi, onlar narkotik dünyalarında duy-gusuzlaşmışken
Edith’in çekmecelerini. karıştırmak iste-yişimdi ve bu kitapta anlatılanların
açıkça ortaya çıkarttığı pek çok başarısızlıktan da anlaşılacağı gibi, bu
yasadışı araştırma benim için en belli başlı eğlenceye dönüşmüştü. Fakat
sıradan pazar akşamlarınızdan değildi bu seferki. Aralarında en çok,
parlaklığıyla hoş kokusu ve açıldığında sağa sola devrilen küçük şişeler ve
belki beyaz köklü bir kadın bıyığının hâlâ yapışık durduğu bir cımbız veya
üzerinde yağlı parmak izinin bulunduğu küçük bir kapak bulabileceğim için
kozmetiklerinin bulunduğu çekmeceyi seviyordum — tuhaf ama bu kanıtla
sanki onun güzelliğine, tıpkı binlerce hacının bir kalıntıya, aralarından pek
azının gerçek ve canlı haline ulaşabileceği, formaldehite yatırılmış bir
organa hayranlık duyması misali daha yakınlaşıyordum. Harika tıngırtıları
hayal ederek çekmecenin kulpunu tutup çektim, vay! Çekmecede bir iki kırık
cam parçası, ucuz görünüşlü iki tespih, içlerinde renksiz bir sıvı
bulunan birkaç ampul ve buruşuk kâğıt parçalarından başka bir

şey yoktu. Çekmecenin tahta tabanı ıslaktı. Büyük bir dikkatle buruşmuş
kâğıtlardan birini açtım ve bir kupon olduğunu gördüm.

BEDAVA KİTAP KUPONU

Bilimsel Yöntemler Serv. KAT-464 134 D. 92 Sk. New York 28, N.Y.

Kalın Bacakları inceltmek için Ev Yöntemleri isimli BEDAVA kitabı, düz


kâğıtla kapli ve üzerinde “Kişiye Özel” notu yazıli ve taahhütsüz olarak
adresime gönderiniz.

isim__________

Adres_

İl_Bölge_ Eyalet_

Ama Edith’in bacakları çok güzeldi! Bu da bir başkasıydı:

İNCE SAÇAKLAR

Kalçalar, Baldiri ar, Saçaklar ve Diziere Biçimli Kıvnmlar Katın!

Cllız bacaklar tüm çekiciliğinizi bozar. Ama bu yeni bilimsel yöntemle pek
çok kadının yaptığı gibi, artık nihayet siz de gelişmemiş bacaklarınızı
geliştirebilir, bacağınızı veya bacaklannızın herhangi bir bölümünü
dolgunlaş-tırabilirsinlz. Bu denenmiş ve kanıtianmış kursu sizlere yıllarin
deneyimine sahip, bacaklar üzerine tanınmış bir otorite sunuyor: her gün
sadece 15 dakika! Üstelik kendi evinizde! Kolay BİLİMSEL BACAK
tekniğini adım adım gösteren resimler ve basit derslerle biçimli ve daha güçlü
bacaklara sahip olacaksınız.

Kısa bir süre için BEDAVA!

Bedava kitabiniz Cılız Sacaktan Geliştirmek İçin Ev Yöntemlerine sahip


olmak istiyorsaniz, aşağıdaki kuponu doldurup bize göndermeniz yeterlidir.

BİLİMSEL YÖNTEMLER Serv. SL-418 134 D. 92 Sk. New York City 28

Neler oluyordu? Edith'in bu acınası davetlerle ne derdi olabilirdi? Doğu 92.


Sokak 134 numarada neler dönüyordu? Burası bir kesik-bacak havuzu
muydu? Açıklamanın başlangıcı çekmecenin bir köşesinde, yarı ıslak halde
duruyordu. Onu hâlâ görebiliyorum. Hâlâ, kelimesi kelimesine beynimde
canlandırabiliyorum.

Mucizevî Lourdes Pınarı’nın Suyuyla Dolu Boncuklar

Azize Bernardette’in Kutsal Bakire Meryem’i Gördüğü Yer!

t
Şimdi Adedi 2,98 $

10 Gün

Deneme

BEDAVA

Bir düşünün: Mucizevî Lourdes

Pınarı’nın suyuyla doldurulup lehimlenmiş şeffaf tespih tanelerini elinizde


tutuyor, kendi parmaklarınızla dokunuyor, KENDİ
GÖZLERİNİZLE GÖRÜYORSUNUZ! Bu olağanüstü kolyenin 2'nci, 3’ncü
ve 4'ncü (Selam Sana Meryem) boncuklan, Kutsal Meryem tarafından
yaratılmış mucizevî kaynağın suyunu sahiden içeriyor! Bu su, binlerce
hastayt, kötürümü ve korü iyileştirmiş suyun ta kendisidir. Tütsüyle
cilalanmış boncuklan, parlak kaplama haçı ve zinciri ile kusursuz bir işçiliğe
sahip bu kolye, mavi kadife üzerinde ve plastik mücevher kutularında sizle-re
sunuluyor. Çeşitlerimiz: ■ Elmas ■ Safir Mavisi ya da ■ Abanoz Karası
boncuklar. Para göndermeyin! Elinize geçtiğinde, her biri için yalnızca 2.98 $
(artı posta masrafı) ödeyin. Ya da, posta masrafından kurtulmak için kolye
başına 2.98 $’i hemen gönderini HEMEN harekete geçerseniz, her kolyeyle
birlikte bir EBEDİ LOURDES SUYU AMPULÜNÜ BEDAVA ve bir de altı
sayfalık Lourdes'daki Mucize kitapçığını BEDAVA kazanacaksınız.
Tespihler size büyük mutluluk getirecek ya da 10 gün içinde geri
gönderildiğinde paranızın tamamının geri ödenecektir.
BEDAVA!

E B E D LOURDES SUYU AM PULÜ .. Binlerce körü, kötürümü ve her


türlü hastalığ ve hatta en korkunç kanser türlerin bile iyileştiren suyla ağzına
kadar dolu. Üfleyerek üretilmiş camdan; yanınızda taşıyabil m e n i z
e uygun.

REVELATION CLUB, INC.,

Dept. 423, Madison Ave., New York, N. Y. 11X122

Elimde kağıtlar, yatak odasından fırladım. Edith ve F. koltukta, birbirlerinden


epeyce uzak uyukluyorlardı. Alışkanlıklarının gerektirdiği iğrenç alet edevat
sehpanın üzerinde duruyordu: İğneler, damlalıklar, kemer ve — bir düzine
boş Edebi Lourdes Suyu Ampulü. İkisini de giysilerinden tutup sarstım.

—Ne zamandır devam ediyor bu?

ilanı burunlarına dayadım.

—Ne kadar zamandır bedenlerinize şırınga ediyorsunuz bunu?

—Söyle ona, Edith, diye fısıldadı F.


—Bu ilk kullanışımız.

—Ona her şeyi anlat, Edith.

—Evet, her şeyi bilmek istiyorum.

—Bir karışım hazırladık.

—İki değişik tür suyu karıştırdık.

—Dinliyorum.

—Şey, suyun bir kısmı Lourdes Ampulleri’ndendi, bir kısmı da—

—Evet?

—Söyle, Edith.

—Tekakwitha’nın Pınarı’ndandı.

—Yani artık uyuşturucu bağımlısı değilsiniz'?

—Bütün sormak istediğin bu mu? dedi F., bezgince.

—Uğraşma onla, F. Gel, aramıza otur.

—Aranızda çıplak oturmaktan hoşlanmıyorum.

—Bakmayız.

—Peki.

Bir kibrit yakıp gözlerini kontrol ettim, fiske atıyormuş gibi yaptım ve
dikizlemediklerinden emin olunca oturdum.

—Peki, ne yapıyor bu?

—Bilmiyoruz.

—Ona gerçeği söyle, Edith.


—Biliyoruz.

Ve Edith, sanki açıklamaya bir anekdotla başlayacakmış gibi elimi aradı ve


bana çok zaman önce Qu6bec’te gerçekleşen Catherine Tekakwitha’rnn
Şöleni’nin hikayesini anlattı. O anlatırken F. diğer elimi tuttu. Galiba ikisi de
ağlıyorlardı çünkü Edith’in sesinde sümük vardı ve F. uykuya dalmaya
başlayan biri gibi titriyordu. O gece yatak odasında Edith, istediğim her şeyi
yaptı. Meşgul ağzını yönlendirmek için hiçbir şey söylemem gerekmedi. Bir
hafta sonra asansöriin altındaydı: “intihar” etmişti.

45

Bu lanet ağaç evde soğuktan donup öleceğim. Doğa’nın bodrum katındaki


meniye bulanmış küçük mutfağımdan daha iyi olacağını düşünmüştüm.
Kuş seslerinin asansörün sesinden daha sevimli geleceğini sanmıştım. Kayıt
cihazı uzmanları, bizim tek bir kuş notası olarak duyduğumuz şeyin aslında
hayvanın, birçok güzel ve akıcı arınoniyi örmek için kullandığı on-on
iki kadar ton içerdiğini söylüyorlar. Bunu kanıtlamak için de bantlarını ağır
devirde çalıyorlar. Ulusal Sağlık’ın yardımını talep ediyorum! Bir ameliyat
talep ediyorum! Kafaının içine ağır devirde çalışan transistörlü bir makinenin
yerleştirilmesini istiyorum. Yok, olmayacaksa,

Bilim öngörülerini gazetelerden uzak tutsun. Kanada yazı bir HalIoween


maskesi gibi gelip geçti, artık günden güne soğuk kırlar geliyor.
Alabileceğimiz şekerin hepsi bu mu? Bize bugün söz verdikleri, yarının
bilim-kurgu dünyası nerede? İklim değişikliği talep ediyorum. Hangi
cesaretle radyomu almadan geldim buraya? Üç aydır radyomdan mahrum,
demode Top O/ı’u, tarihten çabucak silinmiş, müzik piyasasının dinamik
değişimleriyle ilişkisi kesilmiş Top On’umu, halının üstünde, müzik setinin
dibinde hiçbir on üçlüğün ıslak boyun çalışmasını coşturmayan zavallı Top
On’umu, hükümet darbesinin bizzat balo gecesi düzenlendiğinden habersiz
cuntacı generaller misali kafamda kaz adımı yürüyen aşırı ciddi Top On’umu,
bir odada metro için emir verilir ve tüm tramvaylar müzeye kaldırılırken
kıdem ve emeklilik için sabırla direksiyon sallayan kol ağızları altın sırmalı
tramvay kondüktörleri gibi sevgili eski Top On’umu, elektrik yankıları ve boş
sıraların önünde karton şans çarklarını döndüren, etleri sutyen askıları
tarafından ne tatlı toplanmış, yüzük parmaklarını çevirirken parlak floresan
donları plili eteklerinden azıcık gözüken, okul ruhlu, jimnastik salonu
idmanlı, tarife gelmez ölçüde harika ve kısacık, mor ve turuncu gökkuşağı
şekilleri çizen sıkı küçük lay lay lom popolu, megafonlarının ağız kısımları
mezuniyet sıcaklığında ve beyaz ruj kokan çıplak baldırlı amigo kızlar
mangası misali erginlik için hüngür hüngür ağlayan yüreğim gibi delikanlı
Top Oıt’umu mırıldanıyorum ve kime bu nemli Technicolor akrobasi; alkışlar
arasında parıldayan, uzmanca soyulmuş bir sürü inciri andıran bu tahrik edici
eteksiz don kavisleri, evet, her mühürlü cüzdanda, çamurlu yan yollardan
zamanın tıknaz ağzına yol alan bir milyon tohumlu sır kime? Sürü’nün Lideri
iş umutlan kazasında Honda’sının altında ezilmiş, hayaletsi Zenci
savunma oyuncusu buz kesmiş sahadan Hukuk Fakültesi ödüllerine akıyor ve
imzaladığınız şanslı top Ay’ın fotoğraflarını çekiyor. 9 Ah, popülerliğin
içinde yitme özlemi çeken zavallı Top On’um, radyomu unuttum, bu yüzden
belleğimdeki diğer zombiler gibi cansızlaşıyorsun, yapabileceği tek onurlu
eylem iade edilmiş künyemin körelmiş kenarıyla harakiri olan sen, benim,
iplerinden kurtulan balon ve uçurtmalar gibi, sinema biletleri gibi, bitmiş
kalemler gibi, eski piller gibi, kıvrılmış sardalye anahtarları, televizyon
karşısında yenen yemeklerin bükülmüş alüminyum kapları gibi, unutulmayı
ümit eden üzgün Top On’um: Siz şarkıları, Kronik rahatsızlığıma ait şeyler
gibi saklamak istiyorum; sizi, Milli Marş ağır cezasına çarptırıyorum, yarının
Hit Geçidindeki şehitliğinizi engelliyorum, sizi bumeranglara, küçük Karni-
kazelerime dönüştürüyorum, Kayıp Kabileler olmak istiyorsunuz ama ben
kola damgalanmış numaraları yakıyorum, Ölüm Evi’nde mucize ilaçlar
döküyorum, köprülerden intihar ağları sarkıtıyorum. Azizler ve
dostlar, Kabızlık ve Tarih ’ten kurtulmama yardım edin. Kuşların daha ağır
ötmesini, benimse daha hızlı dinlememi sağlayın. Uzaklaş bu ağaç evden,
Acı: endüstri kadar geniş, ağaca tırmanan kurbağa seni.

—Hastayım ama çok hasta değilim, dedi Catherine Tekakwitha'mn amcası.

—İzin ver vaftiz edeyim seni, dedi Kara Cüppe.

—Sakın suyundan dökme üstüme. Suyunun değdiği birçok insanın daha


sonra öldüğünü gördüm.

—Onlar şimdi Cennet'te.

—Cennet, Fransız-adamlar için i yi bir yer ama ben Kızılderililerin arasında


olmak istiyorum çünkü oraya gittiğimde Fransızlar bana yiyecek bir şey
vermez ve Fransız kadınları, gölgeli çamların altında bizimle yatmaz.

—Hepimiz aynı Baba'nın çocuklarıyız.

—Ah, Kara Cüppe, aynı Baba'nın çocukları olsaydık biz de sizin gibi bıçak
ve kumaş yapmayı bilirdik.

—Dinle, ihtiyar: Avucumda seni sonsuz acıdan kurtarabilecek okunmuş bir


su damlası tutuyorum.

—Cennet'te avlanıyorlar mı, savaşıyor ya da şenlikler düzenliyorlar mı?

—Oh, hayır!

—öyleyse gitmeyeceğim. Tembellik iyi bir şey değil.

—Korkunç ateşler ve işkenceci zebaniler bekliyor seni.

—Düşmanımız Huronlar'ı neden vaftiz ettin? Cennet’e bizden önce


gidecekler ve gittiğimizde bizi kovacaklar.

—Cennet'te herkese yer var.

—Eğer bu kadar yer varsa, Kara Cüppe, neden kıskanç bir bekçi gibi
bekliyorsun kapıyı?

—Artık pek zamanın kalmadı. Kesinlikle Cehennem‘e gideceksin.

—Zaman çok, Kara Cüppe. Kunduzlar tavşanlarla dost olana dek konuşsak
bile günleri birbirine bağlayan ipi koparamayız.

—Hatipliğin pek şeytanî. Ateş bekliyor seni, ihtiyar.

—Evet, Kara Cüppe, akrabalarımın ve atalarımın gölgelerinin çevresinde


oturdukları gölgeli, küçük bir ateş.

Cizvit yanından ayrıldıktan sonra, Catherine Tekakwitha’yı çağırdı.


—Yanıma otur.

—Evet, Amca.

—Üstümü örten şu battaniyeyi kaldır.

—Evet, Amca.

—Şu bedene bak. Bu, yaşlı bir Mohawk bedeni. Yakından bak.

—Bakıyorum, Amca.

—Ağlama, Kateri. Gözyaşlarının arasından çok net göremeyiz ve gözyaşları


arasından gördüğümüz şey her ne kadar parlaksa da, aynı zamanda eğridir.

—Sana gözyaşlarım olmadan bakacağım, Amca.

—Bütün giysilerimi çıkar ve yakından bak bana.

—Peki, Amca.

—Uzun bir süre bak. Yakından bak. Bak ve bak.

—Dediğini yapacağım, Amca.

—Zaman çok.

—Evet, Amca.

—Teyzelerin kulübenin aralıklarından gözlüyor ama dikkatini dağıtma. Bak


ve bak.

—Evet, Amca.

—Ne görüyorsun, Kateri?

—Yaşlı bir Mohawk bedeni görüyorum.

—Bak ve bak ve ruh bedenimi terk etmeye başladığında ne olacağını


söyleyeceğim sana.

—Dinleyemem, Amca. Ben artık Hıristiyanım. Oh, elimi acıtma.

—Dinle ve bak. Sana söyleyeceklerim hiçbir tanrıyı rahatsız etmez, seninkini


veya benimkini, Sakallının Anası'nı ya da Ulu Tavşan’ı.

—Dinleyeceğim.

—Burun deliklerimde rüzgâr kalmadığı zaman, ruh bedenim evine doğru


uzun bir yolculuğa başlayacak. Ben sana anlatırken Lu buruşuk, yaralı
bedene bak. Güzel ruh-bedenim zor ve tehlikeli bir yolculuğa
başlayacak. Birçoğu bu yolculuğu tamamlayamaz ama ben tamamlayacağım.
Tehlikeli bir ırmağı, bir kütüğün üzerinde ayakta geçeceğim. Çılgın akıntılar
beni keskin kayalara çarpmaya çalışacak. Kocaman bir köpek topuklarımı
ısıracak. Ardından birbirlerine çarpıp parçalanarak dans eden kayaların
arasındaki dar patikayı izleyeceğim; birçokları ezilecekler ama ben kayalarla
dans edeceğim. Ben konuşurken bu yaşlı Mohawk bedenine bak, Cat-herine.
Patikanın kenarında bir kulübe var. O kulübede Kafa Delici Oscotarach
yaşıyor. Onun yanında duracağım ve o, beyni kafatasımdan çıkaracak.
Oradan geçen tüm kafataslarına yapar bunu. Sonsuz Av için gerekli
bir hazırlıktır bu. Bu bedene bak ve dinle.

—Evet, Amca.

—Ne görüyorsun?

—Yaşlı bir Mohawk bedeni.

—Güzel. Ort şimdi beni. Ağlama. Şiındi ölmeyeceğim. Şifaını düşleyeceğim.

—Oh, Amca, çok mutluyum.

Gülümseyen Catherine Tekakwitha uzun evden çıkar çıkmaz, zalim Teyzeler,


yumruklar ve küfürlerle üzerine çullandılar. Darbeleri altında yere düştü. “Ce
fut en cette occasion,” diye yazıyor P. Cholenec, “qu’elle declara ce qu’on
aurait peut-etre ignore, si elle n’avait pas ete mise a cette epreuve, que, par la
misericorde du Seigneur, elle ne se souvenait pas d’avoir jamais terni la
purete de son corps, et qu’elle n’apprehendait point de recevoir
aucun reproche sur cet article au jour du jugement. ”10

—Aıncanla sikiştin! diye bağırdılar.

—Çıplaklığını ortaya çıkarttın!

—Aletine baktın!

Onu sürükleyerek, papaz le P. de Lamberville’in yanına görürdüler.

—İşte size küçük bir Hıristiyan. Amcasıyla sikişti! Papaz uluyan vahşileri
savdı ve önünde yere kapaklanmış kan içinde yatan genç kızı inceledi.
Tatmin olduğunda kızı ayağa kaldırdı.

—Zehirli dikenlerin arasındaki bir çiçek gibi yaşıyorsun burada.

—Teşekkürler, Peder. *

Uzun zaman önce (gibi geliyor), F.’nin saçlarımı çekiştirmesiyle yatağımda


uyandım.

—Benimle gel, dostum.

—Saat kaç, F.?

—1964 yazı.

Yüzünde daha önce görmediğim, tuhaf bir gülümseme vardı.


Açıklayamıyorum anıa bunda beni utandıran bir şey vardı, bacaklarımı
çaprazladıın.

—Kalk. Yürüyüşe çıkıyoruz.

—Ben giyinirken arkanı dön.

—Hayır.

—Lütfen.
Kaybedilen bir eşin düşleri ve uykuyla yüklü bedenimin üzerinden çekiverdi
örtüyü. Başını yavaşça salladı.

—Neden Charles Axis’i dinlemedin?

—Lütfen, F.

—Neden Charles Axis'i dinlemedin?

Bacaklarımı birbirine yapıştırıp gece takkemi kıllarımın üzerine kapattım. F.


acımasızca seyrediyordu beni.

—hiraf et. Niye Charles Axis’i dinlemed in? Artık çok uzaklarda kalmış
yetimhanedeki o öğleden sonra, kuponu niye göndermedin?

—Rahat bırak beni.

—Şu bedenine bir bak.

—Edith’in hiçbir şikâyeti yoktu bedenimden.

—Ha!

—Bedenim hakkında sana herhangi bir şey söyledi mi?

—Çok şey.

—Ne gibi?

—Küstah bir bedenin olduğunu söyledi.

—Ne demekmiş o?

—itiraf et, dostum. Charles Axis olayını itiraf et. Gurur günahını itiraf et.

—itiraf edecek bir şeyim yok benim. Şimdi arkanı dön, giyineceğim. Bayat
numaraların için fazla erken.

Şimşek hızıyla kolumdan kavrayıp geçmiş özlemiyle yüklü yataktan kaldırdı


ve banyodaki büyük boy aynasının karşısına sürükledi. Mucizevi bir şekilde
takke, kıvırcık kıllarıma takılı kalmıştı. Gözlerimi kapadım.

-Ah!

—Bak. Bak ve itiraf et. Charles Axis'i neden göz ardı ettiğini itiraf et.

—Hayır.

Uzman işi tutuşunun gücünü artırdı.

—Ah, ah, ah, lütfen! İmdat!

—Gerçeği söyle! Gurur günahı yüzünden aşağıladın o kuponu, öyle değil mi?
Charles Axis senin için yeterli değildi. Tamahkâr beyninde dile
dökülemeyecek bir arzu besledin. Mavi Böcek olmak istedin. Captain Marvel
olmak istedin. Plastik Adam olmak istedin. Robin bile senin için yeterli
değildi, sen Batman olmak istedin.

—Belimi kırıyorsun!

—Sen asla Clark Kent olmayan Süpermen olmak istedin. Çizgi romanların
kapaklarında yaşamak istedin. İbis asasını hiç kaybetmeyen Yenilmez İbis
olmak iste-

din. Senle dünyanın kalan kısmı arasında havada PAT! KÜT! ÇAT! AH! OF!
HINK!’ların yazılmasını istedin. Günde sadece on beş dakikalık çalışma
sonunda Yeni Biri olmak, senin için hiçbir anlam taşımadı. İtiraf et!

—Acıyor! Acıyor! Evet, evet, itiraf ediyorum. Mucizeler istedim! Başarıya


bir kupon merdiveniyle tırmanmak istemedim! Bir sabah, aniden x-ışınlı
görüşe sahip uyanmak istedim! İtiraf ediyorum!

—Güzel.

Arkama kıvırdığı kolumu yavaşça sarılmaya çevirdi ve beni kendine çekti.


Cezaevi banyomun seramik pusunda, parmaklarım çok becerikliydi.
Kemersiz Slim Jim pantolonunun üst düğmesini açarken, takkeyi attım. Bir
nüdist ütopyasındaki sonbahar incir yaprağı misali, ayakkabılarıyla ayak
parmaklarımın arasına düştü. Tuhaf gülümseme lezzetli dudaklarını terk
etmemişti.

-—Ah, dostum, çok uzun zamandır bu itirafı bekliyordum.

Kol kola Montreal’in dar liman sokaklarında yürüdük. Çin şileplerine


dökülen buğdayları seyrettik. Çöplerin merkez noktaları üzerinde kusursuz
daireler çizen martıların geometrisini gördük. St. Lawrence’ın açıklarında,
önce huş ağacı kabuğundan bir kano, sonra beyaz köpükler, en sonunda da
uzak tepelerin eflatun sisi haline gelen kocaman gemileri seyrettik.

—Neden hep böyle gülümsüyorsun? Yanakların ağrımıyor mu?

—Gülümsüyorum çünkü seni yeterince eğittiğimi düşünmüyorum.

Kol kola, şehrimize adını veren dağa, Mont Royal’e tır-manansokaklarda


yürüdük. Ste. CatherineCaddesi'ndeki dükkânlar hiç bu kadar ışıltılı
parlamamış, öğlen kalabalığı sokakları hiç bu kadar neşeyle doldurmamıştı.
Bir ren geyiğinin beyaz derisi üzerindeki ilk fırça darbeleri misali, renkleri
sanki ilk defa böyle vahşi görüyordum.

—Haydi, Woolworth’tan isli sosis alalım.

—Hardalları üstümüze dökülme tehlikesini göze alarak, kol kola yiyelim


onları.

Sherbrooke Caddesi boyunca, batıya, şehrin İngiliz bölgesine doğru yürüdük.


Gerilimi hemen fark ettik. Parc Lafontaine Parkı’nın köşesinde, bir gösterinin
hay-kırılan sloganlarını duyduk.

—Quebec Libre!

—Quebec Oui, Ottawa Non!

—Merde a la reine d’Anglettere! 11

—Elizabeth Go Home!

Gazeteler Kraliçe Elizabeth’in Kanada’yı ziyaret niyetinden daha yeni söz


etmişti; ekimde resmi bir ziyaret planlanıyordu.

—Bu çirkin bir kalabalık, F. Daha hızlı yürüyelim.

—Hayır, bu çok güzel bir kalabalık.

—Neden?

—Çünkü kendilerini Zenci sanıyorlar ve bu da, insanın bu yüzyılda


hissedebileceği en iyi şey.

F., kol kolayken kargaşaya çekti beni. Göstericilerin çoğu, üzerlerinde


QUEBEC LIBRE yazılı kazaklar giymişlerdi. Kadınlar dahil hepsinin
sertleşmiş olduğunu fark ettinı. Bir anıtın altında, tanınmış, genç bir
film yapımcısı, bağrışan kalabalığı yönlendiriyordu. L'Office National du
Film koridorlarında sık sık rastlanabilecek ince bir akademisyen sakalı ve
saldırgan bir deri ceketi vardı. Sesi berrak bir biçimde duyabiliyordu. F.’nin
judo baskısı, dikkatle dinlemem uyarısında bulundu.

—Tarih! diye bağırdı genç adam. Tarih’le ne alıp veremediğimiz var bizim?

Soru kalabalığı alevlendirdi.

—Tarih! diye haykırdılar. Tarihimizi bize geri verin! İngilizler Tarihimizi


çaldılar!

F. kalabalığın içine doğru biraz daha ilerledi. Bizi hiç incelemeden, bir
laboratuvar hayvanını hızla yutup yok eden bir bataklık gibi aralarına aldılar.
Genç adamın sesinin yankıları, gökyüzündeki yazılar gibi, üstümüzde asılı
duruyordu.

—Tarih! diye devam etti. Tarih bize, bir kıta için yapılan bir savaşta,
Kızılderililerin Fransızlar karşısında kaybetmesi gerektiğini gösterdi. 1760’ta
ise Tarih, Fransızların Ingilizlere yenilmesi gerektiğini gösterdi!

—Yuuuh! İngilizleri asın!

Kuyruk sokumumda hoş bir şeyler hissettim ve arkamda bağırıp duran


fanatiğin ince naylon giysisine doğru hafifçe yaslandım.

—Tarih, 1964’te de İngilizlerin burayı terk edeceğini gösteriyor, hayır,


emrediyor! Bu toprakları Fransızlara bırakacaklar, bize bırakacaklar!

—Bravo! Mon pays malheureux!12 Quebec Libre! Bol pantolonumun


arkasından bir elinaşağı doğru indiğini hissettim, bir kadın eliydi, çünkü bir
uçak gövdesi gibi sivriltilmiş ve düzgün tırnakları vardı.

—Sikin İngilizleri! diye bağırdım birden.

—Budur, diye fısıldadı F.

—Tarih bize Kaybedenler ve Kazananlar olduğunu gösteriyor. Tarih uğrunda


savaşılan davalara aldırmaz; Tarih, yalnızca sıra kimde, ona bakar.
Soruyorum size, dostlarım, basit bir soru soruyorum size: Bugün sıra kimde?

—Sıra bizde! Haykırışı kulakları sağır edercesine yükseldi her ağızdan.

Artık neşeli bir parçası olduğum kalabalık, sanki biz bir vidanın üzerindeki
somunmuşuz ve ele geçirmek istediğimiz şehir bizi bir anahtar misali
sıkıştırıyormuş gibi anıta biraz daha yaklaştı. Kadının elinin daha derinlere
gidebilmesi için kemerimi gevşettim. Dönüp yüzüne bakmaya cesaret
edemedim. Kimdi, bilmek istemedim; yapılabilecek en büyük
münasebetsizlik gibi geliyordu. Naylon-kılıflı göğüslerinin sırtımda
ezildiğini, gömleğimde nemli ter izleri bıraktığını hissediyordum.

—Dün, Montreal dağlarına adını yazma sırası İngi-liz-İskoç bankerdeydi.


Bugünse, yeni bir Laurentian Cumhuriyeti pasaportuna kendi ismini yazma
sırası Qu6bec Milliyetçisinde!

—Vive la R6publique!13

Bu kadarı bizim için fazlaydı. Onayladığımızı gösteren anlamsız çığlıklar


attık. Serin el şimdi dönmüş ve beni avuçlamıştı ve kıllı kıvrımlara doğru
yolunu bulmuştu. Şapkalar, patlamış mısırlar gibi uçuşuyordu havada ve
kimsenin kaptığı şapkanın kendisine ait olup olmadığına aldırdığı yoktu
çünkü herkesin yakaladığı bir başkasının şapkasıydı.
—Dün, Gaspe’deki köylerimizde büyümüş Fransız kızlarına sahip olma sırası
İngilizlerdeydi. Dün Aristo’ya ve çürük dişlere sahip olma sırası
Fransızlardaydı.

—Yuuuh! Ayıp! Duvara!

Terinin ve doğum günü armağanlarının kokusunu aldım, herhangi bir


tanışmadan çok daha heyecan verici kişisellikteydi. O da kendi leğen
bölgesini kendi pantolon-kaplı eline sertçe itiyor, kendi erotik girişinin yan-
ürünlerinin hasadını yapıyordu. Boşta kalan elimi uzatıp çiçekli sol kalçasını
bir futbol topu gibi tuttum ve böylece birbirimize kenetlendik.

—Bugün pis evlere sahip olma ve posta kutularında Fransız bombaları bulma
sırası İngilizlerde!

F. konuşmacıya biraz daha yaklaşmak için benden ayrıldı. Diğer elimi de


arkama uzatıp sağ yanağı da yakaladım. Yemin ederim aynen Plastik Adam
ve Plastik Kadın gibiydik çünkü onun her yanına ulaşabiliyordum ve o da iç
çamaşırlarımın içinde rahatça gezinebiliyordu. Ailemiz ve arzumuzun
kuluçka makinesi kalabalığın soluk alıp verişine uygun, ritmik
hareketlerimize başladık.

—Kant demişti ki: Eğer biri kendisini solucana dönüştürmüşse, üzerine


basılmasından yakinabilir mi? Sekou Toure de şöyle demişti: Ne derseniz
deyin, milliyetçilik psikolojik açıdan kaçınılmazdır ve hepimiz milliyetçiyiz!
Napoleon ise şunu söylemişti: Bağımsızlığını kaybeden bir millet her şeyini
kaybetmiş demektir. Napoleon’un bunu tahtından kalabalığa mı yoksa bir
kulübenin penceresinden uçsuz bucaksız denize mi söyleyeceğine ise Tarih
karar vermiştir!

Bu akademik virtüözlük topluluğa biraz ağır geldi ve pek az ünlemle


karşılandı. Ancak o sırada, gözümün ucuyla, bazı gençlerin F.’yi omuzlarına
aldıklarını gördüm. Ki nı olduğu anlaşılınca anlamsız bir bağrışma başla
ınıştı. Konuşmacı bu anlık galeyanı kalabalığın yoğun Ortodoksluğuyla
alelacele birleştirdi.

—Aramızda bir Vatansever var! İngilizlerin kendi Parlamentolarında bile


küçük göremeyecekleri biri!
F. kendisini omuzlayan saygılı düğümün içine kaydı, sıkılı yumruğu dalan bir
denizaltının periskopu gibi havadaydı. Konuşmacı, bu duayenin varlığı yeni
bir mistik güç vermiş gibi konuşmaya başladı; adeta şarkı söylüyor-d u.
Arkamdakinin parmakları beni, benim parmaldanın onu nasıl okşuyorsa, genç
adamın sesi de bizi okşuyor, sesi inleyen bir su çarkının üzerinde düşen su
gibi arzularımızın üstüne dökülüyordu ve birden yalnızca kız ve ben değil,
hepimizin birlikte boşalacağını anladım. Kollarımız sarmaş dolaş olup
birbirine karışmıştı ve artık kam ışıın ı n kökünü kavrayan ben miydim ya da
onun sertleşmiş klitorisini yağlayan o muydu bilmiyordum. Her birimiz
Plastik Adam’ın kollarına sahiptik ve birbirimize sarılmıştık, hep i m i zin
belden yukarısı çıplak, ter ve sıvıdan oluşan bir kurbağa jölesinde
mühürlenmiş, en tatlı papatya zincirinin halkalarında birleşmiştik.

—Kan! Bizim için Kanın anlamı nedir?

—Kan! Kanımızı geri verin!

—Daha hızlı! diye haykırdım ama birkaç kızgın surat susturdu beni.

—Irkımızın ilk şafağından bu yana, bu Kan, bu koyu yaşam ırmağı, bizim


kaderimiz ve besinimiz olmuştur. Bedeni yapan Kan’dır ve Kan ırkın
ruhunun kaynağıdır. Atalarımızın mirası Kan’da gezinir, Tarihimiz
Kan’da vücut bulur, Zaferimiz Kan’dan çiçek açar ve Kan hiçbir zaman
yolundan saptıramayacakları, çalıntı paralarının asla kurutamayacağı bir
ırmaktır!

—Bize Kanımızı verin!

—Tarihimizi istiyoruz!

—Vive la Republique!

—Durma! diye haykırdım.

—Elizabeth Go Home!

—Daha! diye yalvardım. Bis! Bis! Encore!

Toplantı dağılmaya, papatya zinciri çözülmeye başladı. Konuşmacı anıtın


dibinde kaybolmuştu. Birden herkesle yüz yüze geldim. Gidiyorlardı.
Dağılanların yakalarından, eteklerinden çekiştirmeye başladım.

—Gitmeyin! Onu yine konuşturun!

—Sabır, vatandaş, Devrim başladı.

—Hayır! Daha çok konuşturun onu! Kinıse parkı terk etmesin!

Kalabalık beni iterek yanımdan geçti, tatınin olmuşlardı anlaşılan. Yakalarına


asıldığımda ilk önce gülümsediler, bunu devrim aşkıyla yaptığımı sandılar.
Kadınlar, ellerine atılıp parmaklarında kalmış olabilecek pubik kıllarımı
aradığımda önce güldüler çünkü onu istiyordum, dansa birlikte geldiğim kızı,
yuvarlak nemli fosilleri hâlâ sırtımda duran kızı istiyordum.

—Gitmeyin. Terk etmeyin! Parkı kapatın!

—Elimi bırak!

—Yakama asılıp durma!

—İşimize dönmeliyiz!

QUEBEC LIBRE yazılı kazaklar giymiş üç iri yan adamdan beni omuzlarına
almalarını rica ettim. Kazaklarına tırmanmak ve parçalanıp dağılan aileye
omuz yüksekliğinden seslenmek için bir pantolona ayağımı takmaya çalıştım.

—Şu sürüngeni üstümden alın!

—İngiliz’e benziyor!

—Yahudi'ye benziyor!

—Gidemezsiniz! Henüz boşalmadım!

—Bu adam bir cinsel sapık!

—Dayaktan gebertelim. Sapık anlaşılan.


—Kızların ellerini kokluyor.

—Kendi ellerini kokluyor!

—Tuhaf biri.

Derken F. geldi yanıma; yalnız olmadığımı belgeledi ve artık kuğular ve


şeker kağıtlarıyla dolu sıradan bir parka dönmüş o yerden beni çekip çıkardı.
Koluma girip güneşli caddeye sürükledi.

—F., diye ağladım. Boşalamadım. Yine çuvalladım.

—Hayır, canım, geçtin.

—Neyi geçtim?

—Sınavı.

—Hangi sınavı?

—Sondan ikinci sınavı.

“Bırak soğuk rüzgâr essin, beni sevdiğin sürece, Doğu-Batı fark etmez,
sınava dayanabilirim, beni sevdiğin sürece.” Çok, çok uzun zaman önce, Batı
Hit Geçidi sıralamasında yedi numaraydı bu şarkı. Galiba. Şarkının adı altı
kelimeden oluşuyor. 6, aşk ve güzellik gezegeni Venüs tarafından yönetilir.
kokua astrolojisine göre, altıncı günün süslenmeye, saçları taramaya, kabuk
işlemeli giysiler giymeye, aşkı aramaya, şans oyunlarına ve güreşe ayrılması
gerekir. “Seni memnun edemememin sebebi ne?” Listelerde bir yerde. Bu
gece dondurucu 6 Mart. Mart, Kanada ormanlarında bahar değildir. Ay, iki
gündür Koç burcunda. Yarın Boğa’ya giriyor Ay. Şu anda İrokualar beni
görseydi nefret ederlerdi çünkü sakalım var. Bin altı yüz bilmem kaçta,
misyoner Jogues’u yakaladıklarında, yaptıkları küçük işkencelerden
biri (başparmağını bir Algonkin kölesine istiridye kabuğuyla koparttırdıktan
sonra) çocukların adamın sakalını yolmasına izin vermekti. Cizvit Garnier,
Fransa’daki bir arkadaşına, Yerlilerin kendilerine has tuhaflıkları hakkında
mükemmel bilgisini göstererek, “Bana fca’nın sakalsız bir resmini gönder,”
diye yazmıştı. Bir keresinde F. bana, kasık kılları çok güçlü uzayan, her gün
düzenli tarayarak kıllarını uyluklarına yaklaşık on santim kadar sarkıtabilen,
bayıldığı bir kızdan söz etmişti. Kız, göbeğinin hemen altına (siyah sıvı göz
kalemiyle) bir çift göz ve burun delikleri çizmişti. Klitorisin hemen
üstündeki kılları iki simetrik yay şeklinde ayırıp kıvrımlı pembe dudakların
üst tarafında bir bıyık görüntüsü vermişti. Böylece altta kalan kıllar da sakalı
andırıyordu. Bir Hint kast işareti gibi göbek çukuruna konan bir bijuteri
parçası bu komik egzotik falcı görüntüsünü tamamlıyordu. Bedenini, bu
bölümü hariç, çarşafların altında saklayıp vantrilokluk yeteneğiyle sesini
değiştirerek o günlerin gözde Doğulu sözlerinin taklidini yapmış ve F. ’yi
epey eğlendirınişti. Neden benim böyle anılarım yok? Teneke kutu ve
parçalanmış arabaların gösterişli bir sanat galerisine konduğunda yüksek
değer katması misali paslı mirasına anlam katacak anılarını edinemeyecek-
sem sabun koleksiyonun, pratik konuşma kitapların, tüm bıraktıkların ne işe
yarar F.? Senin özel deneyimlerin olmadan bütün o gizemli öğretilerin ne işe
yarar? Sen ve bütün diğer ustalar, özel nefes alma ve başarı disiplinlerinizle,
benim için fazla egzotiksiniz. Ya biz astımlılar ne yapalım? Ya biz
başarısızlar? Ya biz doğru düzgün sıçamayanlar ne yapalım? Kopup
gidebilecekleri orjileri ve aşırı sikişleri bulamayan bizler ne olacak? Dostları
karılarını siktiği için kalpleri kırılan bizler ne yapacağız? Benim gibiler ne
yapacak? Parlamentoda olmayan bizler? Belirli bir neden olmaksızın martın
altısında üşüyenler? Sen Telefon Dansı yaptın. Editlı’in içini duydun. Ya ölü
doku dürtükleyen bizler? Ya kirli kısımları okumak zorundaki biz Tarihçiler?
Bir ağaç evi koklamak zorundakiler? Neden her şeyi bu kadar karmaşık hale
getirdin? Neden, “Gözlerimizin önünde yükselip cenneti ele geçiren cahillere
dikkat,” diye şarkı söyleyen Aziz Augustine gibi teselli etmiyorsun beni? Bin
sekiz yüz bilmem kaçta, sıradan bir caddede, Rue du Bac'ta, Kutsal
Bakire’nin bir köylü kız olan Catheri-ne Laboure’a söylediği şeyi, “Lütuf,
onu inanç ve şevkle isteyenlerin üstüne yağacak”ı, neden sen de bana
söylemiyorsun? Neden Catherine Tekakwitha’nın yüzündeki çiçek hastalığı
izlerini, Ay yüzeyini tarayan bir roketin merceği gibi keşfetmek zorundayım?
Kollarıma kan içinde yatarken, “Artık her şey sana bağlı,” derken, söylemek
istediğin neydi? Bunu söyleyen insanlar, hep kendi yaptıklarının işin asıl
büyük kısmı olduğunu ima ederler. Sadece toparlanmak isteyen kinı? Ilık boş
bir sürücü koltuğuna kaymak isteyen kiın? Ben de soğuk deri koltuğu
istiyorum. Ben de Montreal’i seviyorum. Ben hep Orman Çılgını değildim.
Ben bir vatandaştım. Bir karım ve kitaplarım vardı. 17 Mayıs 1642’de,
Maisonneuve’ün küçük donanınası —bir büyük filika, bir düz karınlı yelkenli
ve iki kürekli gemi— Montreal’e yaklaşıyordu. Ertesi gün yeşil ve ıssız kıyı
boyunca ilerleyerek otuz bir yıl önce Champlain’in yerleşim için seçtiği yerde
karaya çıktılar. Taze çayırın arasında baharın ilk çiçekleri filizleniyordu.
Maisonneuve kıyıya atladı. Onu çadırlar, sandıklar, silahlar ve erzak izledi.
Hoş bir noktada bir mihrap kuruldu. Artık herkes kürsünün önünde
duruyordu; uzun boylu Maisonneuve, etrafında kümelenmiş adamları, sert
adamlar ve Matmazel Mance, Mösyö de la Peltrie, hizmetkârı, zanatkârlar ve
işçiler. Ve işte süslü, zengin giysileri içinde Misyonun Yöneticisi le P. Vi-
mont. Kutsal Ekmek havaya kaldırıldığında herkes huşu içinde yere çöktü.
Ardından rahip bu küçük topluluğa dönüp konuşmaya başladı:

—Sizler, büyüyüp geliştiğinde dallarının gölgesi dün-

yayı kaplayacak bir hardalın tohumusunuz. Sayıca azsınız ama işiniz,


Tanrı’nın işidir. O’nun gülümsemesi sizin üzerinizde ve çocuklarınız bu
toprakları dolduracak.
Öğleden sonra karardı. Güneş batıdaki ormanların ardında kayboldu. Kararan
çayırda ateş böcekleri yanıp sönüyordu. Birkaç tanesini yakalayıp birbirine
bağladılar ve ardından bu ışıldayan demeti, Kutsal Ekmeklin açıkta durduğu
mihrabın üzerine astılar. Sonra çadırları kurdular, kamp ateşlerini yaktılar,
gözcüleri yerleştirdiler ve dinlenmeye çekildiler. Montreal’deki ilk dinsel
ayin böyle yapıldı. Ah, bu derme çatma kulübeden, vaat edilmiş o büyük
kentin ışıklarını, gölgesinin tüm dünyanın üstüne düşeceği öngörülen kenti ve
aşağıda Montreal’deki ateş böceklerinin kocaman yumuşak çe-lenklerin
içinde yanıp sönmelerini görebiliyorum. Bir 6 Mart karında zihinsel tesellim
bu benim. Ve Yahudi Kabalası'ndan bir dize (Macroprosopus’un
Sakalı’nın Altıncı Bölümü) geliyor aklıma: “Düzen içinde var olan her iş,
Merhamet'i artırır...” Catherine Tekakwitha'nın cesedi, biraz daha sokul bana;
ısı sıfırın altında 20’ye düştü, seni nasıl kucaklayacağımı bilemiyorum.
Bu buzdolabında kokar mısın? Azize Angela Merici 1540’ta öldü. Cesedi
1672’de (sen o zaman altı yaşında bir çocuktun, Kateri Tekakwitha)
topraktan çıkarıldı, bedeninin tatlı bir kokusu vardı ve 1876’da hâlâ
bozulmamıştı. Aziz John Nepomucene, kendisine itiraf edilen bir
sırrı açıklamayı reddettiği için 1393 yılında, Prag’da şehit edildi. Dili bütün
halinde korundu. Uzmanlar, 332 yıl sonra 1725’te onu inceledi, yaşayan bir
insanın dilinin şekil, renk ve uzunluğunda olduğuna, ayrıca aynı yumuşaklık
ve esnekliği koruduğuna tanıklık ettiler. Bologna-lı Azize Catherine (1413-
1463) bedeni gömüldükten üç ay sonra topraktan çıkarıldı ve etrafa hoş bir
koku yaydı. Aziz Pacificus di San Severino’nun bedeni 1721’de ölmesinden
dört yıl sonra mezarından çıkarıldığında, hâlâ güzel koktuğu ve bozulmadığı
görüldü. Mezardan çıkarılırken birinin ayağı kaydı ve cesedin kafası
merdivene çarparak koptu; boynundan taze kan fışkırdı! Aziz John Vianney
1859'da gömülmüştü. 1905’te mezarından çıkarıldığında bedeni hâlâ
eksiksizdi. Eksiksizlik. Anıa eksiksizlik bir aşk ilişkisini ayakta tutabilir mi?
Aziz Francis Xavier’nin cesedinin, 1552’de gömülmesinden dört yıl sonra
çıkarıldığında, doğal rengini hâlâ koruduğu görüldü. Doğal renk yeterli mi?
1591’de Haçlı Aziz John, ölümünden dokuz ay sonra bile çok iyi
gözüküyordu. Parmakları, kesildiğinde kanadı. Üç yüz yıl (yaklaşık) sonra
bile bedeni bozulmamıştı. Basbayağı bozulmamıştı. Aziz Joseph Calasanticus
1649’da Ûrokuaların Lalemant’ı yaktıkları yıl) ölmüştü. İç organları
çıkarılmış ama mumyalanmamıştı. Kalbi ve dili günümüze kadar bozulmadan
kalmıştır ama diğer organların akıbetini bilmiyoruz. Bodrumdaki mutfağım
çok dağınıktı ve fırının zaman ayarı bozuktu, ara sıra kendiliğinden
çalışıyordu. Bu yüzden mi beni bu buz gibi kütüğün tepesine çıkarttın F.?
Hiçbir kokudan korkmam ben. Kızılderililer hastalıkları, tatmin edilmemiş
dileklere bağlarlardı. “Bu bolluk içinden arzularını karşılayacağı
ünıidiyle,” hastanın önüne toprak kaplar, pipolar, kabuklar, oltalar, silahlar
yığarlardı. Genellikle, hasta kendi şifasını düşler ve bu arada, “ne kadar
müsrif, tembel, hatta iğrenç ve hoşa gitmeyen şeyler de olsa” talepleri yerine
getirilirdi. Ey gökyüzü, izin ver, Hasta Kızılderili olayım. Dünya, bırak,
düşleyen bir Mohawk olayım. Hiçbir ıslak düş çamaşırhanede ölmedi.
Kızılderililerin cinsel yaşamları üzerine psikiyatrik şeyler biliyorum ve
bunları beynimin çözümler satın alan bölümüne satmak istiyorum. Eğer bunu
Hollywood'a satarsam Hollywood'u sona erdirir. Şimdi kızgınım ve
üşüyorum. Eğer aniden, sadece çürümemiş değil, karşı konulamaz bir
biçimde güzel de kokan hayalet bir aşk bulamazsam, Hollywood’u
sona erdirmekle tehdit ediyorum. Eğer kısa bir süre içinde kendimi daha iyi
hissetmezsem, Sinema'yı sona erdireceğim. Yakın bir gelecekte
mahallenizdeki sinemayı yıkacağım. Gece Gösterisi’nin üzerine bir milyar
kepenk çekeceğim. İçinde bulunduğum bu tatsız durum hiç hoşuma gitmiyor.
Neden, parmakları kesen ben olmak zorundayım? İskeletlere Wasserman
testi14 yapmam gerekli mi? Ben, iriyarı doktorların taşıdığı kaskatı
kesilmiş bir tek-çocuk olmayı ve 300 yıllık taze kanıının beton merdivenlere
fışkırıp yayılmasını istiyorum. Morgdaki ışık olmak istiyorum. Neden, F.’nin
yaşlı dilini kesmem gereksin? Buhar banyosunu Kızılderililer
keşfetmiştir. Minik bir bilgi.

Catherine Tekakwitha’nın amcası tedavisini düşledi. Köy halkı onun


isteklerini yerine getirebilmek için koşuşturdu. Tedavisi alışılmamış bir şey
değildi, bilinen tedavilerden biriydi; hem Sagard hem de bizim Lale-mant,
çeşitli Kızılderili köylerinde bu tedavinin tarifini yapmışlardı. Amca şöyle
dedi:

—Bana köyün bütün genç kızlarını getirin.

Köy halkı dediğini yapmak için koşuşturdu. Köyün tüm genç kızları, mısır
tarlalarının yıldızları, tatlı dokumacılar, saçları yarım örgülü keyif çatanlar,
hepsi ayı postunun etrafında toplandılar. “Toutes les filles d’vn bourg auprös
d’vne malade, tant a sa priere. ”15

—Hepiniz burada mısınız?

—Evet.

—Evet.

—Elbette.

—Hı-hı.

—Evet.

—Burada.

—Evet.

—Ben buradayım.

—Evet.

—Tabii.
—Burada.

—Burada.

—Evet.

—Burada.

—Evet.

—Galiba.

—Evet.

—Öyle gibi.

—Evet.

Amca mutlu bir şekilde gülümsedi. Sonra, her birine eski bir soru sordu: “On
leur demand a toute, les vnes apres les autres, celuy qu’elles veulent des
ieunes hom-mes du bourg pour dormir auec elles la nuict procha-ine” . 16
Bazen kederimin gerçeğe tecavüz edeceğinden korktuğum ve gerçeği
yabancılaştırmak istemediğim için bir görev addederek olayın ayrıntılarını
veriyorum çünkü gerçek, göz ardı edemeyeceğim olasılıklardan biridir.
Gerçek çıplak bir kürektir ama tırnaklarım mosmor ve kanıyorlar. Gerçek,
parlak ve yeni bir madeni para gibidir ve mücevher kutunuzda çiziklerle
kaplana-na dek onu harcamak istemezsiniz ve bu, daima iflasın son nostaljik
hareketidir. Servetim gitti.

—Hangi cesur gençle yatacaksınız bu gece?

Kızların her biri o geceki âşığının adını söyledi.

—Ya sen, Catherine?

—Bir dikenle.

—Bu görülmeye değer bir şey, diye kıkırdadı hepsi.


Ey Tanrım, yardım et kurtulmama. Midem yozlaştı. Üşüyorum ve cahilim.
Penceredeki hastayım. Sevdiğim Hollywood’la alay ettim. Bunları yazan
nasıl bir kul, düşünebiliyor musun? Gördüğü ilk ay tutulmasında kusan,
korkuyla titreyen, modası geçmiş bir Mağara-Yahudisi'nin yakarı çığlığı. U-
uu-uuu-uuuurrr. Al, bu duayı Kendine yont. “zambakları düşünün,”17 türü,
bin sesli bir koro efektiyle nasıl anlarım, bilemiyorum. Pa-nldayan kar küreği
şeklindeki bu taş yüzeyler yığınını yontun çünkü bir mihrap yapmaya niyet
ettim. Küçük ve ilginç bir otoyol türbesi kurmak niyetim ama kadim bir yılan
kuyusunda boğuluyorum. Niyetim, plastik kelebekleri lastik kayışlı
motorlarla donatmak ve şunu fısıldamak: “Plastik kelebekleri düşünün”: ama
üstüme çöken arkeopteriksin18 gölgesi altında titriyorum.

• Tören Yöneticileri (les Maistres de la ceremonie),19 kızlann adlannı


söyledikleri gençleri çağırdılar ve akşam, hepsi el ele uzun eve geldiler.
Döşekler serilmişti. Kulübenin bir ucundan öteki ucuna, ikişer ikişer yattılar,
“d’vn bout a l’autre de la Cabane”20 ve öpüşmeye ve sikişmeye ve emmeye
ve birbirlerine sarılmaya ve inlemeye ve derilerini çıkarmaya ve birbirlerini
sıkmaya ve memelerini dişlemeye ve kartal tüyleriyle kamışlarını
gıdıklamaya ve öteki deliklere ulaşmak için ters dönmeye ve birbirlerinin
kıvnmlannı yalamaya ve başka çiftlerin komik sikişmelerine gülmeye ya da
durup kendilerinden geçerek doruğa erişen çiftleri alkışlamaya başladılar.
Kulübenin her iki ucunda bulunan iki kaptan, kaplumbağa kabuğundan
aletlerini çalarak şarkılar söylüyorlardı: “deux Capitaines aux deux bouts du
logis chantent de leur Tortue.” Amca, gece yarısına doğru, kendini daha iyi
hissetti ve döşeğinden kalkarak kulübe boyunca sürünerek ilerledi. Ara sıra
durup boş bir kalçaya başını yaslıyor ya da sular damlayan bir deliğe
parmağını sokuyor, bazen de mikroskopik araştırmalar için burnunu
iki “hoplakı’ın arasına sokuyordu ve bu arada olağandışı bir şeye ya da
grotesk bir şakaya denk düşer mi diye gözlerini dört açmıştı. 42’inci
Cadde’nin sinema müptelaları gibi kızarmış gözlerle, bir kalçadan diğerine
geçiyor, ara sıra titreyen bir çüke işaret ve başparmaklarıyla bir fiske atıyor
ya da çıplak kahverengi bir beli hafifçe tokatlıyordu. Her sikiş aynı ve her
sikiş farklıydı; yaşlı bir adamın tedavisinin şanıydı bu. Geçmişindeki bütün
kızları, bütün birleşmeleri, bütün tüylü delikleri, ışıltılı bedenleri hatırladı ve
bir çiftten diğer çifte, şu âşıklardan o âşıklara, bir tatlı pozisyondan öbür tatlı
pozisyona, pompadan pompaya, bir kıkırdamadan diğerine, bir
kucaklamadan ötekine sürünürken, aniden hayatında öğrendiği en büyük
duanın, Manitu’nun kendini ifade ettiği ilk duanın, en büyük ve en gerçek
kutsal formülün anlamını kavradı. Sürünürken, duayı okumaya başladı:

— Değişiyorum Aynıyım Değişiyorum Aynıyım Değişiyorum Aynıyım .-.u

Değişiyorum

Aynıyım

Değişiyorum

Aynıyım

Değişiyorum

Aynıyım

Tek bir heceyi bile atlama dı ve mırıldandığı sözcükleri sevdi çünkü


söyledikçe çıkardığı seslerin değiştiğini ve her değişimin bir geridönüş ve her
geridönüşün de bir değişim olduğunu gördü.

— Değişiyorum
Aynıyım Değişiyorum Aynıyım Değişiyorum Aynıyım Değişiyorum Aynıyım Değişiyoru

Bu bir maskeler dansıydı ve her maske mükemmeldi çünkü her maske gerçek
bir yüz ve her yüz gerçek bir maskeydi ve böylece yalnızca tek bir maske ve
tek bir

gerçek yüzün olduğu danstan ötede ne maske ne yüz kalıyordu ve bu, tekrar
tekrar, kendi kendine değişen isimsiz bir şeydi. Sabah olduğunda, şarkı
söyleyenler kabuktan yapılma çalgılarım daha yavaş sallamaya başladılar.
Şafak sökerken giysiler toplanmaya başladı. Âşıklar fabrikasında gece
vardiyası bitmişti; kolları birbirlerinin beline ve omzuna sarılmış âşıklar,
puslu yeşil bir sabaha doğru çıkarken, dizlerinin üzerine çökmüş yaşlı
adam imanını ve tedavisinin tamamlandığını ilan ediyordu. Catherine de
onların arasında yatmıştı ve kimse fark etmeden, yine onlarla beraber çıktı.
Güneşe çıktığında papaz koşarak geldi.

—Nasıldı?
—Kabul edilebilir bir şeydi, peder.

—Dieu veuille abolir vne si damnable et malheureuse ceremonie.21

Bu son sözler Sagard’ın mektubundan. Söz konusu benzersiz tedavi


yöntemine Huronlar, Andacwandet diyorlardı.

Konstantin Brankuşi (1876-1957): Eserlerindeki sadelik ve incelikli


yaklaşımla modern heykelciliğin öncüsü kabul edilen Romen heykeltıraş.

Batı kavramasında mor, asalet ve krallığı temsil eder.

Kullanıma göre, kıyamete ait, kıyamet alameti veya vahiysel ya da geleceğe


ait.

İlk İrokua Bakiresi Catherine Tegakouita’nm Hayatı.

Bugün Vahşi Azize adıyla anılan B. Catherine Tekakwitha’nın Hayatı.

B. Katlı’ın Şefaat Bölgesinde Gerçekleşen Mucizelere Dair, Çin Keşişi M.


Remy’nin Tanıklığı.

Ignacio de Loyola (1491-1556): On altıncı yüzyıl Katolik


reform hareketinin önderlerinden, 1534 ’te Paris’te Cizvit tarikatını kuraıı
İspanya! din adamı.
8

İlmihal. Hıristiyanlıkta gençleri bilgilendirmek, kiliseye yeni üyeler


kazandırmak ve vaftiz adaylarını hazırlamak üzere soru-yamt biçiminde
düzenlenmiş inanç ve ibadet kılavuzu.

Ay'ın fotoğrafları nonnal makinelerle çekildiğinde hep bulanık çıkar; bu


işlem için özel malzemeler gereklidir.

10

“Unutulup gidebileceğini ilan ettiği bu olay, başına gelmeseydi saflığına halel


geldiğini hiç hatırlamayacağım ve hüküm gününde işiteceği herhangi bir
azarı kavrayamayacağını anlamasına yaradı.”

11

“Quebec’e özgürlük!" “Qu6bec'e evet, Ottawaya hayır!" "Kahrolsun


İngilitere kraliçesi!” '

12

“Mutsuz ülkem!*

13

“Yaşasın Cumhuriyet!”

14

Frengi testi.

15

“Köyün bütün ^^arı. duası üzerine hastaya koştu.”

16
"Derhal, peş peşe her birine, yarın gece köyün hangi genç erkeğiyle yatmak
istedikleri soruldu.”

17

İncit Matta 6-28

18

66- Geç Jurasik dönemde yaşamış, kuşların bilinen ilk a tas ı kabul edilen
dinozor-kuş arası canlı.

19

Dilimizde tam karşılığı bulunmayan ancak günümüzde bir mesleğe


dönüşmüş, genelde tören, toplantı vesaire organizasyonların sunuculuğu ile
sahne üzerinde yöneticiliğini yapma işi.

20

“Külübenin bir ucundan öteki ucuna."

21

“Tanrı. böylesi lanetli ve hazin bir töreni yok etaıek ister."


50

Ve soğuk rüzgârların içindeki cevapları duymak için, buyruklar için kulak


kabartıyorum ama teselli için tek duyduğum, kışın sarsılmaz vaadi. Geceler
boyu Edith’in adını haykırıyorum.

—Edith! Edith!

—U-uu-uuu-uuurrr, diye uluyor tepenin üzerindeki kurt silueti.

—Bana yardım et, F. Bombaları açıkla!

—U-uu-uuu-uuurrr...

Peş peşe rüyalarda hepimiz birbirimizin kollarında yatıyoruz. Peş peşe


sabahlarda kış, kurumuş yapraklar arasında yapayalnız, sümüğü ve
kirpiklerindeki gözyaşı donmuş buluyor beni.

—F.! Neden beni buraya yönelttin?

Bir cevap duyabiliyor muyum peki? Bu ağaç ev, Oscotarach’ın kulübesi mi?
Kafa Delici sen misin, F.? Ameliyatın bu kadar uzun süreceğini ve
beceriksizce yapılacağını bilmiyordum. Körelmiş baltanı kaldır ve bir kere
daha dene. Taş kaşığını kafatasımdaki lapaya daldır. Ay ışığı kafatasımın
içine mi girmek istiyor? Buzlu gökyüzünün ışıltılı patikaları göz
çukurlarımdan içeri girmek mi istiyor? Kulübesini terk edip kendi
ameliyatının gerçekleşmesi için kamu koğuşuna başvuran Kafa Del ic i sen
miydin, F.? Yoksa hâlâ benimle misin ve ameliyat işlemi derinden derine
devam mı ediyor?

—F., adi karı hırsızı seni! Derdin nedir, açıkla!

Daha önce birçok kez old uğu g ibi, bu gece de haykı -nyorum bu soruyu.
Çalışırken omuzlarımın üzerinden rahatsız edici bakma huyunu hatırlıyorum;
bunu sırf saçma sapan bilgi kokteyline karış tıra cak bir şeyler bulmak
amacıyla yapardın. Le P. Lalemant’ın 1640’ta yazdığı mektuptan bir satır
dikkatini çekmişti: “Que le sang des Martyrs est la semence des Chrestiens.”1
Le P. La-lemant, Kanada’da henüz hiçbir rahibin öldürülmediği konusunda
üzüntülerini bildiriyordu ve bu, taze Kızılderili misyonlarının geleceğiyle
ilgili kötü bir kehanetti çünkü din şehitlerinin kanı, Kilise’nin tohumlarıydı.

—Qu6bec Devrimi biraz kanla yağlanmaya muhtaç.

—Bana neden öyle bakıyorsun, F.?

—Sana yeterince şey öğrettim mi, onu düşünüyorum.

—Senin pis politikalarını istemiyorum, F. Sen, Parlamento’nun içinde bir


dikensin. Sen, Qu6bec’e havai fişek kılığında dinamit soktun. Kanada’yı
habire kimlik kabusları gördüğümüz geniş bir psikanaliz divanına çevirdin ve
bulduğun bütün çözümler psikiyatri kadar sıkıcı. Ve Edith’i bir sürü düzensiz
sikişine maruz bıraktın ve bunlar onun aklını ve bedenini dağıttı ve sonunda
beni, bu yalnız kitap kurdunu, senin işkencelerinle baş başa bırakarak çekip
gitti.

—Ah benim tatlı sevgilim, Tarih ve Geçmiş nasıl da bedeninin üstünde bir
kambur oluşturmuş; ne acıklı bir kambur.

Birbirimize, daha önce pek çok odada durduğumuz gibi, çok yakın
duruyorduk; bu kez bir kütüphane yığınının sepya loşluğundaydık; ellerimiz
birbirimizin ceplerindeydi. Onun üstünlük taslayan tavırlarına her zaman
içerlerdim.

—Kambur ha! Edith’in hiç şikâyeti yoktu bedenimden.

—Edith! Ha! Güldürme beni. Edith hakkında hiçbir şey bilmiyorsun.

—Onun adını ağzına alma, F.

—Edith'in sivilcesini tedavi ettim ben.

—Edith’in sivilcesi! Kusursuz bir teni vardı onun.

—Ho ho.

—Öpmek ve dokunmaktan zevk alınacak bir tendi.


—Benim ünlü sabun koleksiyonum sayesinde. Dinle dostum, Edith’le ilk
karşılaştığımda çirkin bir karmaşanın içindeydi.

—Yeter F. Daha fazlasını duymak istemiyorum.

—Kiminle evlendiğini öğrenmenin, Mount Royal Oteli’nin kuaföründe


mükemmel manikürler yaparken keşfettiğin kızın kim olduğunu bilmenin
vakti geldi artık.

—Hayır. F., lütfen. Daha fazla şey yıkma. Beni onun bedeniyle yalnız bırak.
F.! Gözlerine ne oluyor? Yanaklarına ne oluyor? Onlar gözyaşı mı? Ağlıyor
musun?

—Gidip yalnız bıraktığımda sana ne olacağını merak ediyorum.

—Nereye gidiyorsun?

—Devrimin biraz kana gereksinimi var. Bu benim kanım olacak.

—Oh, yo!

—Londra, Ekim 1964’te Kraliçe’nin Fransız Kana-dası’nı ziyaret etmek


istediğini açıkladı. O ve Prens Philip’in, polis kordonları, panzerler ve
saldırgan kalabalıkların gururlu sırtlarıyla karşılanması yeterli değil.
Kızılderililerin düştüğü hataya düşmemeliyiz. Kraliçe’nin Londra'daki
danışmanlarının, bizim vakarımızın da herkesle aynı şeyle beslendiğini
anlaması gerek: keyfiyetin mutlu icraatıyla.

—Nıyetı n ne, f.?

—Sherbrooke Caddesi’nin kuzey tarafında Kraliçe Victoria’nın bir heykeli


var. Yolumuzun üzerinde, Sistem Tiyatrosu’nun karanlığına doğru yol
alırken birçok defa yanından geçmişizdir. Kraliçe Victoria'nın acılar ve
kayıpları yüzünden şişmanlamasından önceki halini gösteren güzel bir
heykel. Bakırdan yapılmış ama zamanla yeşile dönmüş. Yarın akşam onun
madeni kaidesine dinamit yerleştireceğim. Yalnızca (üstelik şansa. aşk nedir
bilen) ölü bir kraliçenin bakır bir kopyası, sadece bir simge ama Devlet
simgelerle iş görür. Yann akşaın o simgeyi havaya uçuracağım — ve onunla
beraber kendimi de.

—Bunu yapma F. Lütfen.

—Neden?

Sevgi üzerine hiçbir şey bilmem ama sanki sevgiye benzeyen bir şey,
binlerce olta iğnesiyle boğazımdan şu sözleri çekip çıkardı:

—ÇÜNKÜ SANA İHTİYACIM VAR, F.

Dostumun yüzüne kederli bir gülümseme yayıldı. Sol elini ılık cebimden
çıkardı ve bir kutsanma törenindeymiş gibi kollarını açarak, sıcak bir ayı
kucaklamasıyla, Mısır tarzı gömleğine bastırdı beni.

—Teşekkürler. Artık seni yeterince eğittiğimi biliyorum.

—ÇÜNKÜ SANA İHTİYACIM VAR, F.

—Kes mızıldanmayı.

—ÇÜNKÜ SANA İHTİYACIM VAR, F.

—Sus.

—ÇÜNKÜ SANA İHTİYACIM VAR, F.

—Hoşça kal.

O uzaklaşırken, soğuk ve yalnızlık hissettim. Çelik raflardaki kahverengi


kitaplar, rüzgârda dökülmüş yaprak yığınları gibi hışırdadı; sanki her biri
bitişi ve ölümü haber veriyordu. Şimdi, bunları yazarken, F/nin acısını açık
bir biçimde görebiliyorum. Onun acısı! Ah, evet, tarihin bu eski yara
kabuğunu soyup kaldırırken, saf zafer dolu bir kırmızı kan damlası gibi
ışıldıyor acısı.

—Hoşça kal, diye seslendi bana, kaslı omzunun üzerinden. Yarın akşam
patlamayı dinle. Kulağın havalandırma boşluğunda olsun.
Bu kulübenin pencerelerinden içeri giren donmuş ay ışığı gibi, onun acısı
kalbimdeki her varlığın şeklini, rengini ve ağırlığını değiştirerek benliğimi
kaplıyor.

51

Kateri Tekakwitha

sana sesleniyor, sana sesleniyor, sana sesleniyor, deneme 9 8 7 6 5 4 3 2 1,


zavallı elektriksiz kafa ın yüksek sesle ve paramparça sana sesleniyor 12 3 4
5 6 7 8 9 çam iğneleri arasında kaybolmuş, bir et dondurucusunun kiracısı,
sıkışmış dizlerinin üzerine çöküp anten olarak kullanabileceği saç kılları
arıyor, mor Alaattin kamışını ovuşturuyor, sana sesleniyor, gökyüzündeki
kabloları kontrol ediyor, kan düğmelerine basıyor, yıldız lapasını parmağıyla
düzüyor, alın kemiğinde bir dişçi matkabı, mahkûm kayaları gibi kırık, sana
sesleniyor, sana sesleniyor, etli yemeklerden korkmuş şu beyin, las-

tik kızlarının pislik içindeki çamaşırhanesini kenara çağırıyor, vodvillerin


muz kabuğu gofretleri, aşağılama pastalarıyla dolu kara hava, kafandaki kesik
saçların altında hiçbir alternatif akım çıkışı yok, deneme, son dansı deneme,
göğüsten bir yas-tlğın üzerinde lastik bir akiep, doktorlara fırlatılan avuçlar
dolusu süt, bana seslenmen için sana sesleniyorum, bir kerecik bile olsa beni
araklaman için sana sesleniyorum, sahte kanıtlar kabul edilir, plastik huş
ağacı kabukları kabul edilir, aranıyor, yapay organlar kabul edilir, Hong
Kong seks aksesuarları kabul edilir, para itirafları kabul edilir,
Celanese2 asetat peruklar kabul edilir, insanı getiren haplar, amcaların
emilmesini gösteren eski moda kartpos- ' tallar ideal kahverengi Plato olarak
bile kabul edilir, sinema koltuklarında okşamalar kabul edilir, şişko striptiz
şovları kabul edilir ve iç çamaşırlarının kıllı pencerelerini saklayan geniş
şapkalar kabul edilir, şükranla kabul edilir, astroloji sıkıntısı kabul edilir, karı
sınırları kabul edilir, polis silahlarından ölümler, şehirde vudu ayinleri kabul
edilir, sahte harem kokuları kabul edilir, beş kuruşluklar kabul edilir, yalnız
kalmış yaşlı hanımların kalçalarına dokunma seansları, kriminal köprü
satışları kabul edilir, Stigmata3 yerlerine takılan “Sabetay”a4 oy

M usa korna lan , d ikdnrt -dimya kabul edilir, başarısızlığa ufl.


ramış Taaı için au^^skopık kuşaklar, irme kAAıttuıı resimİMİe süslenmiş am
sözlükleri, şimdi sana sesleniyorum, bütün nedenler kabul edilir. ip ^^nü.
kalça yanklan. aydtnJahlmış otoyollarda Me^ryem ^.Ana evlen. kaybolmamış
ftf:z«ın» gorını-tü.leri. ^Zeo Felsefe Doktorlanna lolerana Kösleri
lir, cilaianmaml.f lavmman pnngaUn. tavsi ye ı ıı,k t u bu ge^^rn^.. usulde
kandı inlen M"l,.nmyıt

i^nanıl.ı.r. eAlİHUŞ Ü/lknıd beylıı

l^erörüvte H'" ^seslt"0d ^Lantık Uhin^si ı lifti ıu. d««n.. me 9 8 7 1 5 4 1 2 l


2 3 4 5 6 7 "U. ..Ifktrıkai/ ka la s.lemirn.

GWıJü.k kanuyniiif Lıt.-.ıll -.tWl her yerde Hdkıınl’yı

an^yoruaı.

(•*ımli italikilt utmuj p1ırdun n"' y«^ kglat ^^k tıtaluı

nm CteUn yamt* kadar tuzu Uyabilir sııtaimtT

lseneHlı İs lumlit kan öttllika gtaMülsetnt

l Mİ bit Uü.U llUfyt^ı.tN Ycahuıh dlh

diğerleriniyse en geç öbür güne kadar almam gerekiyor

tamamıyla yeni ve temiz istiyorum onları

bir gömlek eksik, bir mendil ve bir çift de çorap

bunu geri istiyorum

bu takımın temizlenmesini istiyorum


ne zaman alabilirim?

ayrıca bir elbise, bir palto, pantolonlar, bir örgülü yelek,

bir bluz, iç çamaşırları, çoraplar, vesaire.

üç gün sonra onları almak için geleceğim

lütfen onları benim için ütüleyin

evet, bayım. Onları almaya gelin

pantolonlar nasıl?

beğendim. Böyle istiyorum işte

takım elbisem ne zaman hazır olacak?

bir hafta sonra

çok işi var

size harika bir takım yapacağım

onu almaya kendim geleceğim

hayır, lütfen gelmeyin!

biz bizzat evinize göndeririz, efendim

güzel. Öyleyse gelecek cumartesi bekliyorum onu

takım elbise pahalıdır

takım elbise ucuzdur

siz iyi bir tarzisiniz

teşekkür ederim
hoşça kalın

daha sonra bir tane daha yaptıracağım nasıl istersiniz, efendim sizi çok
memnun ederiz

KATERI TEKAKWITHA TÜTÜNCÜDE (sevimli italikler onun)

Bana tütüncü dükkanının yerini söyleyebilir misiniz lütfen?

yolun köşesinde sağda, efendim tam önünüzde, efendim bir paket sigara verir
misiniz lütfen ne tür sigaralarınız var?

Mükemmel sigaralarımız var biraz pipo tütünü istiyorum sert sigara


istiyorum hafif sigara istiyorum bir paket de kibrit verin

bir sigara tabakası, iyi bir çakmak ve sigara istiyorum hepsi ne kadar
tutuyor? yirmi şilin, efendim teşekkürler. İyi günner

KATERI TEKAKWITHA BERBERDE (sevimli italikler onun)

berber

saç

sakal

bıyık

sabun

soğuk su

tarak

fırça

tıraş olnıak istiyorum lütfen, oturun!

lütfen, buyrun!
lütfen, beni tıraş edin!

enseyi çok kısa kesin lütfen

çok fazla kısa değil

saçımı yıkayın!

lütfen beni fırçalayın

tekrar geleceğim

memnun kaldım

berber dükkanı kaça kadar açık?

akşam Be kadar

tıraş olnıak için düzenli olarak geleceğim sağ olun güle güle

sizin için elimizden gelenin en iyisini yaparız çünkü siz ınüşterimizsiniz

KATERI TEKAKWITHA POSTANEDE (sevimli italikler onun)

Postane nerede acaba, efendim? buranın yabancısıyım, özür dilerim şu beye


sorun

Fransızca ve Almanca bilir

size yardımcı olacaktır

lütfen bana Postane’yi gösterir misiniz?

şurada, karşı tarafla

bir mektup göndermek istiyorum

biraz pul verir misiniz?

bir şey göndermek istiyorum


bir telgraf çekmek istiyorum

bir paket göndermek istiyorum

acil bir mektup göndermek istiyorum

pasapoıtun uz var mı kimliğiniz var mı? evet, efendim

bir çek göndermek istiyordum bana bir kartpostal verin

bu paketi göndermek için nekadar ödemem gerekiyor? 15 şilin


efendim teşekkürler, iyi günler

KATERITEKAKWITHA TELGRAF BÜROSUNDA (sevimli italikler


onun) ne istemiştiniz efendim? bir telgraf çekmek istiyorum ödemeli mi
olacak? kelimesi ne kadar? kelimesi elli pens bir telgraf için pahalı ama fark
etmez gitmesi uzun sürer mi? gitmesi ne kadar sürer? iki gün, efendim uzun
sayılmaz

anne babama bir telgraf çekeceğim umarım yarın ellerine geçer

uzun zaman oldu ve onlardan hiç haber alamadım sanırım onlar da telgrafla
cevap verirler telgraf parasını buyrun lütfen iyi günler. Teşekkürler.

KATERI TEKAKWITHA KİTAPÇIDA (sevimli italikler onun) günaydın,


efendim birkaç kitap seçebilir miyim? elbette. Ne isterdiniz? Buyurun
seçin. bir gezi kitabı almak istiyorum

İngiltere ve İrlanda’yla ilgili bir şeyler öğrenmek istiyorum

Başka bir arzun uz var mı?

istediğim çok kitap var ama görüyor^ ki çok pahalılar eğer çok sayıda kitap
alırsanız fiyatlarda birazcık indirim yaparız

her türden kitaplarımız var. Ucuz, pahalı

ciltli mi istersiniz, ciltsiz mi?


ciltli istiyorum

onlar dağılmıyor

buyurun

ne kadar tuttu?

dört dolar

sözlüğünüz var mı?

var

lütfen sarın yanımda götüreceğim çok teşekkür ederim iyi günler!

Ey Tanrı’m, Ey Tanrı’m, çok şey istedim, her şeyi istedim! Çıkardığım her
seste, her şeyi istediğimi duyuyorum. Bilmedim, en soğuk dehşetimde ne
kadarına ihtiyacım olduğunu bilmedim. Ey Tanrı’m dua etmeye başladığımı
duyunca sessizleşiyorum:

ZTO ♦APMAKHO EC^ZANEDE

pou Lütfen bana şu reçeteyi

hazırlar mısınız?

oı (t- yinni dakika sonra uğra-

1*ı ^ımti. ea. etv.:u £* yın. O zamana kadar


9A w^qıivo), Aev jccı^d^ct! hazır olur.

Beklerim. Önemli değil!

Bu ilacı nasd kullanmam

$Öç qi&ı va :tafv«» afta

ı6 t'Ö gerekiyor?

^>t l'fO'IlJAit' rai fc®v Sabah, öğlen ve akşam

qlv &m to ^cpayq1b yemekten önce

^nı M w q>QY'lıö yemekten sonra

bu Uaç çok pahalı


^^6 ırk cpi^^o dvaı :ro-İv

e^rn ^&imc
Üşüttüm. Soğuk algınlığı

yel d xtto için bir şey verin bana

xdu yd dv ımmdtşak® baş ağrısı için bir şey

xcitı y.& "" boğaz için bir şey midem için bir şey
Y.& tc\ ^otopGIr.

W crıosA4i' 140" ..ı midem çok kötü ağrıyor ayağımda bir yara var

fıw IV« T^^cı otd M&ı.


lütfen şu yaraya pansuman yapın
mfU1ot'l8w$

emi '(0 t(»GVJm hepsi ne kadar tutuyor?

&.a;

&a. on şilin. Teşekkürler.

.. Şehitlerin kanı, Hıristiyanların dölüdür.”

Celanese: Dallas’ta bulunan, sigara filtrelerinde kullanılan selüloz asetat


gibi pek çok kimyasal madde üreten, dünyanın en büyük asetilen üreticisi
ABD firması.

Stigmata: İsa'nın çarmıha gerilmesiyle ilişkilendirilen bedensel yara izleri


veya acılar.

4
Sabetay Sevi (1626-1676): İzmir doğumlu, kendini Mesih ilan
2. Kitap
F.’den Gelen Uzun Bir Mektup

Sevgili dostum,

Beş yıl uzunluğunda geçen beş yıl. Bu mektubun seni tam nerede bulacağını
bilmiyorum. Beni sık sık düşü-nüyorsundur. Sen, hep benim en gözde erkek
öksüzüm-dün. Ah, hatta bundan öte, bundan çok çok daha öte ama bu son
yazılı irtibatımızda kendimi kolay duygulara kaptırmayacağım.

Avukatİarım talimatlarıma göre hareket ettilerse, şu anda dünyevi varlığıma,


yani sabun koleksiyonum, fabrikam, Mason önlüklerim ve ağaç evimin
mülkiyetine sahipsin demektir. Tarzımı çoktan kendine uyarladığını tahmin
ediyorum. Tarzımın seni nereye götürdüğünü merak ediyorum. Bu son
sıçrama tahtasında dururken, tarzımın beni nereye getirdiğini de merak
ediyorum.

Bu mektubu Meşguliyetle Tedavi Odası’nda yazıyorum. Kadınların beni


nereye isterlerse oraya götürmele-

rine izin verdim ve pişman değilim. Manastırlar, mutfaklar, parfüm kokulu


telefon kulübeleri, şiir kursları; kadınların peşinden her yere gittim. Onların
peşinden Parlamento’ya bile girdim çünkü iktidarı nasıl sevdiklerini
biliyorum. Peşlerinden erkeklerin yataklarına girdim ki orada ne bulduklarını
öğreneyim. Hava onların parfüm isleriyle yüklü. Dünya onların cilveli
kahkahalarının pençesinde. Peşlerinden dünyaya girdim çünkü dünyayı
seviyordum. Göğüsler, kalçalar, her yerde bu yumuşak balonların peşinden
gittim. Kadınlar genelev pencerelerinden bana tısladıklarında, dans ettikleri
kocalarının omuzları üstünden usulca bana tısladıklarında peşlerinden gittim
ve onlarla birlikte battım ve bazen tıslamalarını dinlerken bunun aslında
kuruyup bozulan yumuşak balonlarının sesinden başka bir şey olmadığını
biliyordum.

Bu ses, bu tıslama her kadının üzerinde uğuldar. Tek istisnası vardır. Çok
farklı bir sesle kuşatılmış tek bir kadın tanıdım; bu belki müzik, belki de
sessizlikti. Elbette, Edith’imizden söz ediyorum. Ben gömüleli beş yıl oluyor.
Eminim şimdiye, Edith’in sadece sana ait olamayacağını öğrenmişsindir.

Genç hemşirelerin peşinden Meşguliyetle Terapi Odası’na geldim. Onlar


yumuşak balonlarını kolalı ketenlerle, yaşlı şehvetimin bir yumurta kabuğu
gibi kolayca kırabildiği, hoş hayaller kurduran bir örtüyle örtüyorlar. Onların
tozlu beyaz bacaklarının peşinden gittim.

Erkekler de bir ses çıkartır. Sesimizin ne olduğunu biliyor musun, sevgili


kokuşmuş dostum? Bu, erkek deniz kabuklarından duyduğun sesin aynısıdır.
Ne olduğunu tahmin et. Sana üç tahmin hakkı veriyorum. Çizgilerin üzerini
doldurmaksın. Cetvelimi kullanmam hemşirelerin hoşuna gidiyor.

1.-

2.-

3.-----————-—————-—-

Hemşireler omzumun üzerinden eğilip, kırmızı plastik cetvelimi kullanışımı


seyretmekten hoşlanıyor. Saçlarımın arasından tıslıyorlar, tıslamaları alkol ve
sandal ağacı kokuyor; kolalanmış giysileri beyaz dosya kâğıtları ve içinde
kaymaklı çikolatadan Paskalya yumurtalarının durduğu yapay samanlar gibi
çıtırdıyor.

Ah, bugün çok mutluyum. Bu sayfaların mutlulukla dolacağını biliyorum.


Seni melankolik bir armağanla terk edeceğimi düşünmemişsindir herhalde.

Evet, nedir cevapların? Senin eğitimini bu kadar genişletmiş olmam ilgi


çekici, değil mi?

Erkeklerin çıkardıkları ses tıslamanın tam tersidir. Şşş'tır bu; işaret parmağını
du daklara götürerek çıkartılan ses. Şşş ve fırtınaya karşı çatılar yapılır. Şşş,
rüzgâr dalları sallamasın diye ormanlar katledilir. Şşş, hidrojen roketleri
sessiz bir itiraz ve çeşitlilikle yola koyulur. Tatsız bir ses değildir bu. Hatta
bir midyenin çıkardığı hava kabarcıkları gibi, canlılık veren bir melodidir.
Şşş, herkes dinlesin, lütfen. Hayvanlar ulumayı kesebilir mi, lütfen. Göbek
guruldamalarını kesebilir mi, lütfen. Zaman, ultrasonik köpeklerini çekebilir
mi, lütfen.

Bu ses, tükenmez kalemimin hastane kâğıtlarının üzerinde kırmızı cetvelim


boyunca çıkardığı sestir. Şşş diyor kalemim, milyarlarca çizgisiz beyazlığa.
Şşş, diye fısıldıyor beyaz kaosa, koğuşlarda yat sen. Şşş, diyor dans eden
moleküllere, dansı severim ama yabancı dansları sevmem, kurallı, benim
kurallarımla yapılan dansları severim.

Çizgileri doldurabildin mi, eski dostum? Ben toprağın altında yatarken bir
lokantada ya da bir manastırda mı oturuyorsun? Çizgileri doldurabildin mi?
Bunu yapmak zorunda değildin, biliyor musun? Seni yine kandırdım mı?

Peki, ıssızlıktan kaldırmayı bu kadar çok istediğimiz bu sessizliğe ne demeli?


Bir Ses duyabilmek için uğraşmadık mı, toprağı kazmadık mı, çitle
çevirmedik mi? Nah. Ses kasırgadan geliyor ve biz kasırgayı çok zaman önce
susturduk. Dilerim sen Ses’in kasırgadan geldiğini hatırlarsın. Bazı insanlar,
bazı zamanlarda hatırladılar. Onlardan biri miydim?

Mantarı neden tıkadığımızı anlatacağım sana. Ben doğuştan öğretmenim ve


bildiğimi kendime saklamak doğama aykırı. Eminim, geçen beş yıl sana
eziyet edip seni gıdıklayarak bunu kavratmıştır. Hep sana her şeyi anlatmak
istedim. Bütün bir armağan. Kabızlığın ne durumda, sevgilim?

Tam şu an yanımda yüzen yumuşak balonlar, resmi çamaşırlarla sarılıp


sarmalanmış Paskal ya şekerleri, tah-miniınce yirmi dört yaşlarındadır. Yirmi
dört yıllık bir yolculuk, neredeyse çeyrek asır. Fakat göğüsler için hâlâ genç.
Birilerinin aklı başındalık tarifine hizmet etmek için cetvelimi neşeyle
kullanırken omzuma utangaçça sürtünmek için, çok uzun bir yoldan geldiler.
Onlar hâlâ genç, neredeyse genç ama tıslamaları çok yırtıcı, üstelik insam
sarhoş eden bir alkol ve sandal ağacı kokusu yayıyorlar. Kızın yüzünden bir
şey anlaşılmıyor; sıradan bir hemşire yüzü. Ailesinden gelen hatlar
merhametle silinmiş, biz hastalıklara batarken kederli
filmlerimizin gösterileceği perde olarak hazırlanmış bir yüz. Merhametli bir
sfenks yüzü. Pençeleri kumun içine gömülü gibi, yuvarlak göğüsleriyse
üniformayı yırtıp açacaklar. Tanıdık mı? Evet, Edith’in sık sık takındığı bir
yüz bu. Edith, kusursuz hemşiremiz.

—Bu çizdiğin çizgiler çok güzel.


—Bayılıyorum onlara.

Tısss, tısss, kaçın, canınızı kurtarın, bombalar ölüyor.

—Renkli kalemler de ister misin?

—Silgilerimizle evlenmedikleri sürece.

Deha, yaratıcılık, şşş, şşş, şimdi anlıyor musun ormanı neden ses geçirmez
yaptığımızı, vahşi arenanın çevresine neden taştan sıralar oyduğumuzu? Bu
tıslamayı duymak, buruşuklukların sıçrayışı sıktığını duymak, dünyalarımızın
ölümünü seyretmek için. Bunu ezberle ve unut.. Bunu yapabilmek için
beynin içine yerleştirilmiş bir devre ama çok küçük bir devre gerekiyor.
Bu arada, kendimi, şimdi olduğu gibi bütün bu sınıflandırmaların dışında
tuttuğumu söylemeliyim.

Oyna benle, eskl dostum.

Ruh elimi tut. Sen, gezegenimizin havasına batırıldın, ateş, bok, tarih, aşk ve
kayıplarla vaftiz edildin. Bunu ezberle. Sana Altın Kural’ı açıklayacaktır.

Tuhaf küçük tarihimin bu anında gör beni; hemşire eğilmiş çizdiklerime


bakıyor, kamışım çürüyüp karar-

mış, dünyevi kamışımın çürüdüğünü görmüştün, şimdi de düşsel kamışıma


bak, kafanı ört ve benim sahip olmadığım, asla olmadığım ama bana sahip
olan, aslında ben olan, süpürgenin cadıyı sıktığı gibi canımı sıkan, dünyadan
dünyaya, gökyüzünden gökyüzüne canımı sıkan düşsel kamışıma bir bak. Ve
unut bunu.

Birçok öğretmen gibi, benim verdiklerimin de çoğu, sadece daha fazla


taşıyamayacağım yüklerdi. Çöp depolarımın bittiğini hissediyorum. Kısa süre
içinde hikâyelerden başka bir şey kalmayacak elimde. Belki de, yayılan
dedikodular uçağına binecek ve böylece dünyaya ettiğim dualara bir son
vereceğim.

Edith, seks partileri düzenler ve narkotik maddeler sağlardı. Bir keresinde


bitlendi. İki defa da kasık bitine yakalandı. Kasık biti sözcüğünü çok küçük
yazdım, çünkü her şeyin bir zamanı ve yeri vardır ve arkamda, çok
yakınımda, kendisini çekenin benim gücüm mü yoksa kendi şefkati mi
olduğunu merak eden genç bir hemşire duruyor. Ben kendimi tedavime
vermiş gibi görünüyorum, o da gözetim görevini yerine getiriyor, ama şşşş,
tısss, buhar sesleri her tarafına yayılıyor, günışığıy-la hastaların, doktorların,
hemşirelerin ve gönüll ülerin eğilmiş başları üzerine gökkuşağı haleleri
koyuyor. Bir ara bu hemşireyi sen de görmelisin. Avukatlarım
seni bulduklarında ve nıiras işlemlerimi tamamladıklarında yirmi dokuz
yaşında olacak.

Yeşil bir koridorun sonunda, küçük bir odada, kovalar, süpürgeler ve


antiseptik paspaslar arasında, Nova Scotia’lı Mary Voolnd tozlu beyaz
çoraplarını aşağı sıyırıp, yaşlı bir adama dizlerine dokunma
özgürlüğünü sunacak ve ardımızda yaklaşan adımları fark etmemizi sağlayan
takma kulaklarımızdan başka bir şey bırakmayacağız.

Gezegenden buhar çıkıyor, kız ve oğlan kalabalıkları dinsel isyanlar içinde


çarpışırken yün gibi bulutlar yükseliyor; küçük gezegenimiz, ölmekte olan bir
makine gibi dinsiz zihne ayarlanmış bir mezarlık sapığı misali arzuyla ıslık
çalarak, kırılgan yo-yo kaderini kucaklıyor. Fakat bazıları bunu bu şekilde
duyamıyor, ay-çarpmış bazı feci başarılı gözler bu şekilde göremiyor. Onlar
bağımsız şşş, tısss seslerini duyamıyorlar; duydukları sadece bir aradaki
seslerin sesi; onlar çiçeklenen kasırganın kozasına çakıp sönen çatlakları
seyrediyorlar.

Rolling Stones mu dinliyorum? Durmaksızın.

Yeterince yaralandım mı?

Eski şapka kurtarıyor beni. Bekleyebilecek miyim. bilmiyorum. Kıyısında


yürüyeceğim ırınağı sanki her yıl yazı tura oyununda kaybediyormuşuın gibi
geliyor. O fabrikayı satın alınam gerekiyor muydu? Parlamentoya aday
olmak zorunda mıydım? Edith iyi bir yatak arkadaşı mıydı? Sehpam, küçük
odam, kendilerinden pek fazla şey beklemediğim uyuşturucu düşkünü gerçek
arkadaşlarım; sanki hepsini neredeyse yanlışlıkla terk ediyormuşum gibi
geliyor; vaatler için, arada sırada açılan telefonlar ... O eski şapka, artık ayna
karşısında vakit öldürmeyecek olan çirkin, kızarmış yaşlı yüz, karmaşık
trafiğe bakıp gülen bakımsız surat... Eski şapkam nerede? Kendime
bekıeyebileceğimi söylüyorum. Yolumun doğruluğunu savunuyorum. Yoksa
tek yanlış şey, savunduğum mu? Beni yeni bir tarz ortaya koymaya

iten Gurur mu? Eski düzenden uzaklaştıran Korkaklık mı? Kendime diyorum
ki: bekle. Yağmuru, hastanenin bilimsel gürültülerini dinliyorum. Birçok
küçük şeyden mutluluk duyuyorum. Kulaklarıma transistör kulaklığı tıkılı
uyuyorum. Parlamenter utancım bile kurtarmaya başladı beni. İsmim ulusal
kahramanlar arasında gittikçe daha sık geçiyor. Hastaneye yatırılmam bile
İngilizlerin susturulmama yönelik bir oyunu olarak tanımlanıyor. Çürümüş
organımla falan bir hükümeti yönlendirmekten korkuyorum. İnsanları çok
kolay yönlendiriyorum: ölümcül yeteneğim benim.

Sevgili dostum, benim tarzımı aş.

Gözlerindeki bir şey, eski aşkım, beni olmak istediğim adam gibi tarif ederdi.
Bana bu denli cömert davranan yalnız sen ve Edith vardı — belki sadece sen.
Sana eziyet ettiğim zamanlardaki boğuk çığlıkların: Sen, olmak istediğim ya
da bunu başaramasam da var olmasını istediğim iyi bir hayvandın. Akılcı
zihinden korkan bendim aslında, seni çıldırtmaya çalışmam bu yüzdendi.
Senin karmaşandan bir şeyler öğrenmeyi ne kadar istiyordum. Sen, benim
yarasalar gibi çığlıklarımı yansıttığım duvardın; gece uçuşlarımda yönümü
böylece saptayabiliyordum.

Öğretmekten vazgeçemem. Herhangi bir şey öğretebildim mi sana?

Bu itirafların ardından daha güzel kokuyor olmalıyım çünkü Mary Voolnd


beni işbirliği yapacağına ilişkin bariz işaretle ödüllendirdi.

—Yaşlı ellerinden biriyle arnıma dokunmak ister misin?

—Hangi eli düşünüyorsun?

—İşaret parmağınla meme uçlarımdan birini ezip yok etınek ister misin?

—Ve sonra yeniden ortaya çıkarmak da mı?

—Eğer yeniden ortaya çıkarsa senden sonsuza dek nefret ederim. Seni
Beceriksizler Kitabı'na kaydederim.
—Böyle daha iyi.

—Uhhmmm.

—Damlıyorum.
Öğretmekten nasıl vazgeçemediğimi görüyor musun? Arabesklerimin hepsi
yayınlanmak için. Sana, geleneksel acı çekişine nasıl imrendiğimi tahayyül
edebilir nıi-sin?

Ûiraf edeceğim, zaman zaman nefret ettim senden. Kompozisyon öğretmeni,


kendi tarzında yapılan Veda Konuşmasından her zaman hoşlanmaz, özellikle
kendisi hiçbir zaman veda etmemişse. Tükendiğimi hissettiğim zamanlar:
Bütün ıstırabınla sen ve bir Sistem’ den başka hiçbir şeyi olmayan ben.

Yahudiler arasında çalışırken (fabrika sana ait). patronun Levanten yüzünde


muntazaman tuhaf bir acı ifadesi görürdüm. Ne idüğü belirsiz bir Yiddiş
fizik-tedavi üniversitesi adına dilenmek için iki ayda bir fabrikaya gelen
sakallı, kaypak görünümlü ve kötü Romen yemekleri kokan pis bir dindaşını
geçirirken gözlemlemiştim bunu. Patronumuz her seferinde bu yaratığı,
birkaç kuruş verdikten sonra, sanki orada bulunması grevden çok daha kötü
bir şeye yol açacakmış gibi büyük bir hızla mal yükleme kapısından çıkarırdı.
Böyle günlerde, tuhaf bir sıkıntı ve hassasiyet içinde olduğu için patrona daha
kibar davranırdım. Kocaman kaşmir ve tvit kumaş toplarının arasında
yavaşça yürürdil ve bana istediğini yapmasına izin verirdim. (Mesela o,
Dinamik Germe yöntemiyle edindiğim yeni kaslarıma içermemişti. Neden
beni uzaklaştırmıştın?)

—Fabrikam nedir bugün? Bir paçavra ve etiket yığını, bir rezillik, ruhuma
yönelik bir aşağılama.

—İhtirasınıza bir mezar mı, efendim?

—Çok doğru, oğlum.

—Ağza giren toz, göze kaçan bir kıymık mı, efendim?

—Bu serseriyi bir daha burada istemiyorum, duyuyor musun? Bir gün herkes
onunla birlikte çekip gidecek. Ve en önde ben olacağım. O zavallı sefil, bütün
herkesten daha mutlu.

Ama tabii, tıpkı kadınları ayın adaletinden bıktıran adet sancısı kadar düzenli
acı çekmesine rağmen iğrenç dilenciyi asla geri çevirmedi.

Ay gibi tebelleştin bana. Istırap ve karanlığın eski yasalarına bağlıydın,


biliyordum. Sakatın bilgeliğinden korkarım ben. Bir çift koltuk değneği,
çarpık bir bacak, yeni giysiler içinde, tıraş olup neşeyle ıslık çalarak
başladığım günü berbat edebilir. Hiçbir şeye değişmediğin kesinliği
kıskandım. Yırtık pırtık giysilerin büyüsüne imrendim. Senin için
düzenlediğim ama kendim cesaret edemeyeceğim terör eylemlerini
kiskanıyordum. Asla yeterince sarhoş, yeterince fakir, yeterince zengin
olmadım. Bütün bunlar acı veriyor, belki yeterince acıtıyor. Teselli bulmak
için haykırmaya zorluyor beni. Ellerimi öne, ileri uzattırıyor. Evet, yeni
Cumhuriyet'in Başkanı olmayı arzuladım. Hastane kapılarının önünde,
silahlı ergenlerin adımı söylemelerine bayılıyorum. Yaşasın Devrim! Bırakın
son otuz günümde Başkan olayım.

Bu akşam nereye yürüyorsun, sevgili dostum? Et yemeyi bıraktın mı?


Silahsız ve boş musun; inayet,in bir aracı mısın? Konuşmayı kesebilir misin?
Yalnızlık seni esrikliğe mi sürükledi?

Emmende derin bir merhamet vardı. Bundan nefret eder, söver sayardım.
Ama senin, özlemini çektiğim şeyler içinde en güzellerini vücuda getirdiğini
ümit etmeye cesaret ediyorum. Senin inciyi üreteceğini ve bu zavallı gizli
rahatsızlıkları aklayacağını ümit etmeye cesaret ediyorum.

Bu mektup eski dilde yazıldı ve modası geçmiş kullanımları hatırlamak bana


az rahatsızlık vermedi. Dikenli telle çevrili ve uzak durmak için bir ömür
verdiğim alanlara uzatmam gerekti zihnimi. Ancak gösterdiğim çabadan
pişman değilim.

Aşkımız asla ölmeyecek, bu mektubu senin arzunun rüzgarlarına bir uçurtma


gibi salan ben, sana bunun sözünü verebilirim. Biz birlikte doğduk ve
yeniden doğmak istediğimizi öpüşlerimizde itiraf ettik.
Birbirimizin kollarında yattık, her birimiz diğerinin öğretmeniydi. Her özel
gecenin özel tadını bulmaya çalıştık. Durağanlığın bu tadın bir parçası olması
fikrinin verdiği acıyla durağanlıktan sıyrılmaya çalıştık. Ben senin maceran-
dım ve sen benim maceramdın. Ben senin yolculuğundum ve sen benim
yolculugumdun ve Edith bizim kutsal yıldızımızdı. Bu mektup aşk.ıınızdan,
çarpışan kılıçlardan yükselen kıvılcımlar gibi, zillerden dökülen iğne
yağmuru gibi, sımsıkı sarılışımızın merkezine doğru kayıp giden parlak ter
taneleri gibi, usturaya vurulan bushido1 horozlarından havaya savrulan beyaz
tüyler gibi, birbirine yaklaşan iki cıva damlasının arasındaki çığlık gibi, ikiz
çocukların ifraz ettiği sırlar atmosferi gibi yükseliyor. Ben senin gizemindim
ve sen benim gi-zemimdin ve gizemin yuvamız olduğunu
öğrendiğimize sevindik. Bizim aşkımız ölemez. Bunları sana söylemek için
tarihin içinden çıkıp geldim. derleyen buzul çağının kıyısında, uzun
dişlerinden birbirine kenetlenmiş iki mamut gibi, birbirimizi koruyoruz.
Eşcinsel aşkımız, ayrı evlilik yataklarımıza kendimizden başka
kimseyi götürmeyelim diye erkekliğimizin çizgilerini sert ve temiz tutuyor ve
kadınlarımız sonunda bizi tanıyor.

Mary Voolnd nihayet sol elimi üniformasının kıvrımlarından içeri bıraktı.


Yukarıdaki paragrafı kurmaını izlemişti, ben de elimi cömertçe akınaya
saldım. Kadınlar erkekte aşırılığı sever çünkü bu onu arkadaşlarından ayırır
ve yalnızlaştırır. Erkek dünyası hakkında bildikleri her şey kadınlara bu
dünyanın yalnız ve aşırı kaçkınları tarafından ifşa edilmiştir. Bizim gibi
öfkeli ib-nelereyse had safhada uzmanlaşmış zekâları yüzünden direnemezler.

—Yazmaya devam et, diye tıslıyor.

Mary bana sırtım döndü. Balonları, iş saatinin bitimini bildiren sirenler gibi
çığlıklar atıyor. Mary hastalardan birinin dokuduğu büyük bir halıyı
incelermiş gibi yapıyor, böylece değerli oyunumuzu saklıyor. Bir salyangoz
kadar yavaş, elimi avucum aşağı gelecek şekilde kalçasının arkasındaki dar
ve kaba çoraptan içeri soku yorum. Eteğinin serin ve sert ketenini
tırnaklarımın ve eklemlerimin üstünde hissediyorum; çoraplı kalça ise bir
somun taze beyaz ekmek gibi ılık, yuvarlak ve hafifçe nemli.

—Daha yukarı, diye tıslıyor.

Acelem yok. Hiç acelem yok, eski dostum. Bunu sonsuza kadar
yapacakmışım gibi geliyor bana. Kalçaları maçtan önce birbirine dokunan
boks eldi venleri misali sabırsızca kasılıyor. Uyluktaki titreşimi hissetmek
için elim duraklıyor.

—Çabuk, diye tıslıyor.

Evet, çoraptaki gerilimden anlıyorum ki jartiyere bağlanmış yarımadaya


yaklaşmaktayım. Bütün yarımadayı, her iki tarafındaki sıcak teni gezip meme
ucu biçimindeki jartiyeri açacağım. Çorabın iplikleri geriliyor. Herhangi bir
erken temasta bulunmamak için parmaklarımı bir araya getiriyorum. Mary
sarsılarak yolculuğu tehlikeye sokuyor. İşaret parmağım jartiyerin kıskacını
arıyor. Ilık. Küçük madeni halka, lastik düğme; hepsi ılık.

—Lütfen, lütfen, diye tıslıyor.

Bir toplu iğnenin başındaki melekler gibi parmaklarım lastik düğmenin


üzerinde dans ediyor. Ne tarafa atılsam? Uyluğun, kumsala çıkmış bir
tropikal kaplumbağanın kabuğu gibi sıcak ve sert dış tarafına doğru mu?

Yoksa ortadaki ıslak yığına doğru mu? Yoksa sağ kalçasının yarattığı büyük
ve yumuşak kayaya bir yarasa gibi asılı mı kalmalıyım? Beyaz, kolalı
eteğinin üstü çok nemli. İçinde bulutlar oluşan, sahiden yağmurlar yağan o
uçak hangarları gibi. Mary, poposunun arasına altın bir parayı sıkıştırmış bir
domuz kumbarası gibi hoplatıyor kalçasını. Seller başlıyor. Orta yolu
seçiyorum.

—Evettt.

Nefis çorba elimi kaynatıyor. Yapışkan gayzerler bileğime fışkırıyor.


Manyetik yağmur Bulova’mı2 sınıyor. O ise yerini bulabilmek için bir sağa
bir sola savrulduktan sonra goril avlamak için kullanılan bir ağ gibi
yumruğumun üstüne kapanıyor. Islak kılları arasında bir yılan gibi süzülüp
onları parmaklarımın arasında pamuk şekeri gibi eziyorum. Artezyen
fışkırmaları, şişkin kabarcıklar, sayısız tomurcuklu beyin, pompalayan
takımyıldızlar ve mukoza yüreklerle sarılıyım şimdi. Nemli Mors mesajları
kolumdan yukarı doğru çıkıp entelektüel kafaını ele geçiriyor; gittikçe daha
fazla mesaj, karanlık beynin uyuşuk bölümlerinde zihnin tükenmiş oyuncuları
için mutlu yeni krallar seçiyor. Ben, engin bir elektrikli suyun içinde dalgalar
keşfeden bir ayıbalığıyım; ben ampuller denizinde yanan tungsten telleriyim;
ben, Mary mağarasının yaratığıyım; ben, Mary dalgasının köpüğüyüm... Kıç
deliğini kol kemiğimin kıyısına sürtmek için manevra yaparken hemşire
Mary’nin kalçaları oburlukla onaylıyor; rektum gülü, bir tırabzan
müptelasının hayali gibi bir aşağı bir yukarı kayıyor.

—Harş hurş harş hurş.

Mutlu değil miyiz? Sesimiz yüksek, kimse duymuyor bizi ama bu, tıpkı her
kafatasının üzerinde salınan gökkuşağı taçlarının birer minicik mucize olması
gibi, tüm bu bolluğun ortasında minicik bir mucize. Mary omzunun
üzerinden bana bakıyor, yumurta kabuğu beyazlığındaki devrilmiş gözleri ve
şaşkın bir gülümsemeyle açılmış Japon balığı ağzıyla beni selamlıyor. M.T.
odasının altın rengi günışığında, herkes kendini kokuşmuş bir dâhi görüyor,
kusursuz sağlıklarının parlak mihraplarında sepetler, seramik küllükler,
sırımla dikilmiş cüzdanlar sunuyor.

Eski dostum, şimdi bunu okurken diz çökebilirsin, çünkü artık konunun tatlı
özüne geliyorum. Sana ne söylemem gerektiğini bilmiyordum ama artık
biliyorum. Ne açıklamak istediğimi bilmiyordum ama artık eminim. Daha
önceki bütün konuşmalarım bunun önsözüydü, bütün deneyimlerim boğazımı
temizlemekten ibaretti. Sana eziyet ettiğimi itiraf ediyorum ama bu sadece
senin dikkatini çekmek içindi. Sana ihanet ettiğimi kabul ediyorum ama bu
sadece seni kendine getirnıek içindi. Öpüşmelerimizin ve emmelerimizin
içinde, bu, kadim sevgili, sana bunu fısıldamak istiyordum.

Tanrı hayatta. Sihir ayakta. Tanrı hayatta. Sihir ayakta. Tanrı ayakta. Sihir
hayatta. Hayattaki ayakta. Sihir asla ölmedi. Tanrı hiç hastalanmadı. Bir sürü
zavallı adam yalan söyledi. Bir sürü hasta adam yalan söyledi. Sihir hiç
zayıflamadı. Sihir hiç saklanmadı. Sihir hep egemendi. Tanrı hayatta. Tanrı
hiç ölmedi. Cenaze töreninin uzamasına rağmen Tanrı egemendi. Yasını
tutanların artmasına rağmen Sihir asla kaçmadı. Örtüleri kaldırılmasına
rağmen çıplak Tanrı yaşadı. Sözlerinin çarpıtılmasına rağmen çıplak Sihir
sürdü. Ölüm haberi dünyanın her yerine ama her yerine yayılmasına rağmen
kalp buna inanmadı. Bir sürü incinmiş adam merak etti. Bir sürü darbe yemiş
adam kanadı. Sihir asla sendelemedi. Sihir her zaman önderdi. Bir sürü
kaya yuvarlandı ama Tanrı yere serilmedi. Bir sürü çılgın adam yalan söyledi.
Bir sürü şişko adam dinledi. Onlar taş sunsalar da Sihir gene beslendi.
Kasalarını kilitlese-ler de Tanrı ’ya her zaman hizmet edildi. Sihir
ayakta. Tanrı hakim. Yaşayan ayakta durur. Komuta yaşayandadır. Bir sürü
zayıf adam açlık çekti. Bir sürü güçlü adam güçlendi. Yalnızlıklarıyla
böbürlenseler de Tanrı yanlarındaydı. Ne hücresinde hayal kuran ne siperde
duran yüzbaşı... Sihir hayatta. Ölümü dünyanın her tarafında affedilse de
yürek inanmadı. Mermerlere kazınmış olsalar da yasalar bile insanları
koruyamadı. Parlamentolara inşa edilmiş bile olsa mihraplar insanları düzene
sokamadı. Polis Sihir’i tutukladı ve Sihir gitti onlarla çünkü Sihir, açı sever.
Ama Sihir oyalanmayacaktı. Sihir omuzdan omuza sıçrar. Onların yanında
kalmayacaktı. Sihir ayakta. Ona zarar verilemez. Sihir, boş bir avucun içinde
dinlenir. Boş bir zihine yayılır. Ama Sihir bir alet değildir. Sihir sondur. Bir
sürü insan Sihir’i sürüklemeye kalktı ama Sihir geride kaldı. Bir sürü güçlü
insan yalan söyledi. Onlar sadece Sihir’in içinden geçip diğer tarafa çıktılar.
Birçok zayıf insan yalan söyledi. Onlar gizlice Tanrı’ya geldiler ve onu
besleseler bile yanından ayrılırlarken kimin iyileştiğini bilemediler.
Karşılarında dağların dans etmesine rağmen Tanrı'nın öldüğünü söylediler.
Örtüleri kaldırılmasına rağmen çıplak Tanrı yaşadı. Bunları kendi zihnime
fısıldamak niyetindeyim. Bunlara zihnimde gülmek niyetindeyim. Niyetim
zihnimin bütün dünyayı saran Sihir’e hizmet etmesidir ve zihin aslında bizzat
etin içinden akan Sihir'dir ve bizzat et, bir saatin üzerinde dans eden Sihir’dir
ve bizzat zaman, Tanrı'nın Sihir Süresi’dir.

Eski dost, mutlu değil misin? Sen ve Edith, bu dersi nasıl dört gözle
beklediğimi bir siz çok iyi bilirsiniz.

—Patla e mi, diye tükürüyor Mary Voolnd.

—Ne var?

—Elin gevşedi. Asıl !

Daha ne kadar katledilmem gerekiyor, dostum? Sonuçta, gizemi


anlamıyorum. Bir eli bir mektupta, diğer eli ıslak bir amda, yaşlı bir adamım
ve hiçbir şey anlamıyorum. Dersim ilahiyse, elimi çürütecek mi? Kesinlikle
hayır. Uymuyor. Havada yalanlar yakalıyorum. Yalanlar fırlatıyorlar bana.
Gerçeğin beni güçlendirmesi

gerek. Sana yalvarıyorum, sevgili dostum, beni tercüme


*» • et, benden öteye git. Ümitsiz vakayım, biliyorum. ileri

git, niyetlerimi öğret bütün dünyaya.

—Asıl!

Mary kımıldıyor ve el, hayvana dönüşen tarih öncesi deniz bitkileri misali
hayata dönüyor. Şimdi arnının yumuşak dirsekleri bir yerlerimi dürtüyor.
Şimdi de kıç deliği, önceki trabzan müptelası gibi değil, bir hayalin izlerini
ortadan kaldıran bir silgi gibi kolum un kenarına sürünüyor ve şimdi, heyhat,
dünyevi mesaj geliyor.

—Asıl, lütfen, lütfen. Her an fark edebilirler.

Doğru bu. M. T. odasının içindeki hava rahatsız, altın günışığı yok artık;
sadece güneşli ve ılık. Evet, sihirin ölmesine izin verdim. Doktorlar işte
olduklarını hatırlayıp esnemeyi reddediyorlar. Şişman, ufak bir hanım,
bir düşes tavrıyla emirler veriyor, zavallı şey. Bir yeniyetme yine altını
ıslattığı için ağlıyor. Eski bir okul müdürü bizi, bundan sonra jimnastik
salonunu görememekle tehdit ederek histerik bir osuruk salıyor. Yaşamın
Efendisi, yeterli mi acım?

—Çabuk.

Mary kasılıyor. Parmaklarım bir şeye sürtünüyor. Mary’nin bir parçası değil
bu. Yabancı madde.

—Asıl. Çek onu. Dostlarımızdan geliyor.

—Hemen.

Sevgili Dostum,

Hatırlıyorum.

Sana yanlış havai fişek kutusunu göndermişim. Meşhur sabun ve kozmetik


koleksiyonumdaki Sivilce Tedavisi yok o kutuda. Edith’in sivilcelerini
onunla iyileştirmiştim, biliyorsun. Ama elbette bilmiyorsun çünkü Edith’in
cildinin öpüp okşanacak güzel bir tenden başka bir şey olabileceğine inanmak
için hiçbir nedenin yok. Onu bulduğumda teni öyle öpülüp okşanası, hatta
bakılası bile değildi. Korkunç bir durumdaydı. Bu uzun mektubun başka bir
yerinde, bizim, yani Edith ve benim, Mount Royal Oteli’nin kuaföründe
harika manikürler yaparken keşfettiğin eşi nasıl yarattığımızı
anlatacağım. Kendini hazırlamaya başla.

Her ne kadar çam, limon ve sandal ağacı kokulu, saydam sabunlar ve


Kayganlaştırıcı krem içerse bile, koleksiyonum Sivilce Tedavisi olmadan bir
işe yaramaz. Onsuz ancak temiz, güzel kokulu sivileeler elde edersin. Belki
bu senin için yeterlidir. Moral bozucu bir spekülasyon.

' Sen daima bana karşı koydun. Seni bekleyen bir bedenim vardı ama sen onu
geri çevirdin. Seni 48 santimlik kollarla hayal ettim ama sen yürüyüp gittin.
Seni geniş bacak kasları, at nalı trisepsli,3 iri kıyım bir adam gibi hayal ettim.
Bazı yakın kucaklaşmalarda kalçalarının nasıl sarkacağını tamamen gördüm.
Hiçbir durumda, önümde çömeldiğinde, kalçaların topuklarına değecek kadar
düşmemeli çünkü bu bir kez olduğunda artık uyluk kasların değil, kalça
kasların, haliyle kabaların iş başında demektir ki bu, beni hiç mutlu etmeyen,
fazlasıyla bencil bir gelişmedir ve bağırsak tembelliğinin unsurlarından
biridir. Seni yağlanmış ve parıldarken gördüm; ustura agzı çaprazlar ve dişli
kaslarıyla işlenmiş klasik bir çamaşır tahtası ortasıydın. Dişli kasları
parçalayacak bir yöntemim. Profesyonel bir Yunan Iskemlesi’ne erişimim
vardı. Tokmağını bir pelikanın ağzını dolduracak kadar büyük, hatırı sayılır
bir çekiç haline getirecek kayışlarım ve üzengilerim vardı. Göğüs büyütme
konusunda başarılı bir Kas Çalıştırma Setim vardı. Yogam hakkında bir fikrin
var mı? Ister yıkım de, ister yaratma, Edith'e yaptıklarım hakkında bir
fikrin var mı? Bir milyon kötü niyetli yükü taşıyarak aşağıladığın Ganjların
farkında mısın?

Belki benim hatamdır. Bazı hayati maddeleri sakladım, şurada bir alet,
burada bir bilgi — ama sırf (evet, gerçeğe daha yakın bu) senin benden daha
büyük olacağını hayal ettiğim için. Topraksız bir kral gördüm. Kanayan bir
silah gördüm. Unutulmuş Cennet’in prensini gördüm. Sivilceli bir film yıldızı
gördüm. Yarışan bir cenaze arabası gördüm. Yeni Yahudi’yi gördüm.
Revaçtaki topal fırtına birliklerini4 gördüm. Cennete acı getirmeni istedim.
Ateşin baş ağrılarını iyileştirdiğini gördüm. Seçimin disipline karşı zaferini
gördüm. Kafa karışıklığın sihri yakalayacak bir kelebek ağı olsun istedim.
Eğlenceden mahrum esriklik ve tam tersini gördüm. Her şeyin, sırf
barındırdığı özelliklerin güçlendirilmesiyle doğasını değiştirdiğini gördüm.
Daha saf bir dua uğruna eğitimi aşağılamak istedim. Her şeyi senden
esirgedim çünkü senin, Sistemlerimin yapabileceğinden daha büyük olmanı
istedim. Kaslara dönüşmeden küreklere asılan yaralar gördüm.

Yeni Yahudi kimdir?

Yeni Yahudi aklını zarafetle kaybeder. Başarılı mesih politikaları, renkli


göktaşı yağmurları ve bunun gibi simgesel havalara yol açan soyutlamalara
parasal destek verir. Tarihin defalarca gözden geçirilmesi sonucunda bellek
kaybına uğramıştır ve gözle görülür bir hevesle kabullendiği bu gerçek,
unutkanlığını okşar. Damgalanmanın değerini binyılla değiştirir ve her
milletten insanın bunu üstün bir cinsel tılsım diye kovalamasına yol açar.
Yeni Yahudi, Sihirli Kanada’nın, Sihirli Fransız Quebec'inin ve Sihirli
Amerika’nın kurucusudur. Özleyişin sürprizler getirdiğini kanıtlar.
Pişmanlığı özgünlüğün siperi niyetine kullanır. Zenci üstünlüğü konusundaki,
yekpareliğe meyleden özlemli teorileri karıştırır. Bütün dünyayı yeniden
doğumla baştan çıkartarak geleneği bellek kaybıyla teyid eder. Kendisine
bırakılan mirası koşulsuz kabul ederek tarihi ve ritüeli yok eder. İktidarlar
onu zararsız saydığı için pasaportsuz yolculuk eder. Cezaevlerine sızması
uluslarüstülüğünü güçlendirir ve yasal durumunu okşar. Bazen Yahudidir
ama her zaman Amerikalı ve ara sıra, Quebeclidir.

Bunlar ikimiz için, vieux copain,5 kurduğum hayallerdi: Yeni Yahudiler,


ikimiz; ibne, militan, görünmez, birbirlerine dedikodu ve ilahi kanıtla bağlı
olası bir yeni kabilenin mensupları. ..

Sana yanlış havai fişek kutusunu gönderdim ve bu, tümden yanlışlıkla


değildi. Gönderdiğim kutu, bu paraya en fazla fişek içeren (550 parçanın
üzerinde) Zengin Kardeşler Amerikan Seçmesi ’ydi. Merhametli olalım ve
çilenin ne kadar süreceğini bilmediğimi söyleyelim. Sana Ünlü Banner Havai
Fişek Gösterisini de gönderebilirdim; ötekiyle aynı fiyattı ve içinde bin
parçanın üzerinde ışık ve ses parçası vardı. Elektrikli Ateştopu Selamlarını, o
güzel, eski moda Kiraz Bombaları'nı,

Gümüş Yağmur Meşalesi’ni, Bulutlardaki Muharebe’yi, müntehir Jap Pop-


Şişe Gece Roketleri’ni esirgedim senden. Merhamet, bunu merhametten
yaptığımı kaydetsin. Patlamalar kötü niyetli dikkatleri çekebilirdi. Ama en
az ses isteyenler için yapılmış özel paketi, Büyük Renkli Aile Çimenlik
Gösterisini saklamamı nasıl açıklayacağım? Müzikli Vesuvius Pınarları’nı
senden sakladım; Kuyruklu Yıldız Kabukları’nı, Çiçek Kapları’nı,
Büyük Çiçekli Kabukları, Üçgen Direksiyonları, Vatan Renklerindeki Ateş
Bayrağını. .. Kalbini uzat sevgilim. Bırak merhamet seni müsriflikten
koruduğumu iddia etsin.

Her konuda aklını karıştıran noktaları açıklığa kavuşturacağım: Edith, ben,


sen, Tekakwitha, G-ler, havai

fişekier.

Havai fişeklerle kendini yakarak intihar etmeni istemedim. Diğer yandan


exodus6 o kadar kolay olmasın istedim. Bu, profesyonel bir öğretmenin
gururundan ve daha önce ortaya koyduğum kurnaz kıskançlıktan
kaynaklanıyor.

Bundan daha hainiyse, esrikliğin tahribatına karşı bağışıklık kazanman için


sana homeopatik dozlarla düzenli aşı yapmış olmam olasılığıdır. Paradoks
diyeti ilahi yazarını değil mizahçıyı şişmanlatır.

Belki de, her şeyi göze alıp muhteşem kaçakçılık operasyonlarında havai
fişeklerin sakladığı yarı otomatik makineli tüfekleri göndermeliydim sana.
Başak burcu hastalığım var: yaptığım hiçbir şey yeteri kadar saf değildi.
Müritler mi yoksa partizanlar mı istediğimden hiç emin olamadım.
Parlamentoya ını yoksa inzivaya mı girmek istediğimden asla emin değildim.

Quebec Devrimi’ni hiçbir zaman, parlamento rezaletim sırasında bile net


görmediğimi itiraf edeceğim. Fransızlığımdan ya da bir pasifistliğirnden değil
(elbette pa-sifist değildim) sadece yorgunluğum yüzünden Savaş’ı
desteklemeyi reddettim. Çingenelere neler yaptıklarını biliyordum, Zyklon
Bfl2 gazı tatmışlığım vardı ama çok, çok yorgundum. Dünyanın o
zamanlarını hatırlıyor musun? Uykulu bir parça çalan devasa bir müzik kutu-
suydu. Çalan, birkaç bin yıllık bir parçaydı ve biz gözlerimiz kapalı dans
ediyorduk. Parçanın adı Tarih’ti ve ona bayılıyorduk, Naziler, Yahudiler,
hepimiz ... Bayılıyorduk çünkü onu biz yaratmıştık, çünkü Tukidides7 8 gibi,
başımıza gelen herhangi bir şeyin dünyada olup biten en önemli şey olduğuna
inanıyorduk. Tarih kendimizi iyi hissetmemizi sağlıyordu ve bu yüzden
gece boyu defalarca çalıyorduk onu. Amcalarımız yatağa girerken
gülümsüyor, onlardan kurtulduğumuz için seviniyorduk çünkü bütün
yaygaralarına ve gazetelerden kestikleri kupürlere rağmen nasıl E.
çakacaklarını biliniyorlardı. İyi geceler, moruklar. Birisi reostayla oynadı
ve kollarımızdaki bedeni sıktık, ardından parfümlü saçları koklayıp
birbirimizin cinsel organlarına saldırdık. Tarih bizim şarkımızdı, Tarih,
Tarih’i yaratmak için bizi seçti. Olayların okşaması altında kendimizi ona
verdik.

Uyuklayan kusursuz bölükler halinde mehtapta yürüdük. iradesi yerine


gelecekti. Mükemmel bir uykuda sabunu aldık ve duşları bekledik.

Boş ver, boş ver. Eski lisanın derinliklerine fazla daldım. Beni orada tuzağına
düşürebilir.

Yorgundum. Kaçınılmazdan bıkmıştım. Tarih’ten sıyrılmaya çalıştım. Boş


ver, boş ver. Sadece yorgun olduğumu söyle. Hayır dedim.

—Parlamento’yu hemen terk et!

—Kurbağalar!

—Bunlara güvenilmez!

—İdamına oy verin!

Kalbim çarparak kaçtım. Parlamento’nun kırmızı koltuklarını sevmiştim.


Anıtın dibindeki sikişlere bayılıyordum. Ulusal Kütüphane’de kremim vardı.
Boş gelecek için fazla kirliydim, başarıya ağlıyordum.

Şimdi en büyük itirafım. Silahların sihrini sevdim. Onları havai fişeklerin


kılıfında içeri soktum. İhtiyar maymunum yaptırdı bunu bana. Quebec’e silah
gömdüm çünkü korkaklık ile özgürlük arasında gidip geli-yord um. Silahlar
sihri emer. Gelecek Tarih için silahlar gömdüm. Silahlar yeşilde. Çiçekler
dürter. Tarih’in geri gelmesine izin verdim çünkü yalnızdım. Peşimden
gelme. Tarzımın ötesine git. Ben boktan bir kahramandan başka bir şey
değilim.
Koleksiyonumdaki sabunların arasında... Boş ver.

Daha sonra.

Koleksiyonumdaki sabunların arasında... Onun için büyük para ödedim.


Edith’le Arjantin tatil köyü hafta sonu kaçamağı. Buna aldırma. 635
Amerikan doları karşılığı para ödedim. Garson günlerce kesik attı bana.
Sevimli küçük yeni göçmenlerden değildi. Birkaç dönünı sefil Avrupa
toprağının Eski Efendilerinden. Yüzme havuzunun yanında hareket. Ben
istedim bunu. Ben istedim. Dünyevi gri sihre duyduğum arzu. İnsan sabun.
İyi ya da daha az kötü, bir kere yıkandığım, yalnızca bir banyoluk kısmı
gitmiş, bütün bir sabun.

Mary, Mary, neredesin, küçük Avişak’ım?

Sevgili dostum, ruh elimi tut.

Olan her şeyi göstereceğim sana. Seni götürebileceğim en uzak yer demek bu
. Eylemin tam ortasına getiremem seni. Umarım seni bu hac yolculuğuna
hazırlayabilmişimde. Hayalimin adiliğinden hiç şüphe etmedim. Her zaman,
kendi kuşağımın en büyük hayalini gördüğüme inandım: Bir sihirbaz olmak
istedim. Benim şan anlayışım buydu. İşte, tüm deneyimime dayanan bir
yakan: Sihirbaz olma, sihir ol.

Senin arşivlerde araştırma yapmanı ayarladığım o hafta sonu Edith’le, biraz


güneş ve deneyim için Arjantin’e uçtuk. Edith bedeninden yana dertliydi:
Bedeninin ölçüsü devamlı değişiyordu, bedeninin ölüyor olabileceğinden bile
korkuyordu.

Denize bakan, geniş, havalandırmalı bir oda tuttuk ve eşyaları taşıyan çocuk,
yüklü bahşişini kapıp çıkar çıkmaz kapıyı iki kez kilitledik.

Edith geniş bir lastik örtüyü, köşeden köşeye özenle düzleyerek iki kişilik
yatağın üzerine serdi. Öne eğil-

mesini seyretmekten hoşlanıyordum. Kalçaları benim şaheserimdi. Meme


uçlarına aşırı müsriflik diyebilirsin anıa mabad kusursuzdu. Yıldan yıla
elektronik masaj ve hormon tedavisine gereksinim duyduğu doğru ama
fikir kusursuzdu.

Edith giysilerini çıkarıp lastik örtünün üstüne uzandı. Ayakta, ona


bakıyordum. Gözleri parlıyordu.

—Senden nefret ediyorum, F. Bana ve kocama yaptıkların için nefret


ediyorum senden. Sana bulaşmam aptallıktı. Keşke senden önce o tanısaydı
beni.

—Sus, Edith. Gene başlamayalım. Güzel olmak istedin.

—Artık hiçbir şey hatırlamıyorum. Kafam karmakarışık. Eskiden güzeldim


belki.

—Belki, dedim onunki kadar kederli bir sesle. Yatağa daha iyi yerleşmek için
esmer kalçalarını kaydırırken kasık kıllarının üzerine bir günışığı sütunu
düştü ve onları pas rengine büründürdü. Evet, bu benim zanaatımın ötesinde
bir güzellikti.

Aınında Güneş Pas Rengi Tüy Demeti Hayvana Batmış Tünelleri Yuvarlak
ve Çıplak Dizleri

Yatağın yanına çömelip ince kulaklarımdan birini bu güneşle aydınlanmış


çiçek demetine dayadım, küçük ıslak makinenin çalışmasını dinledim.

—İşgüzarlık ettin, F. Tanrı ’ya karşı geldin.

—Sus, küçük pilicim. Benim bile tahammül edemeyeceğim bir zalimlik var.

—Beni bulduğun gibi bırakman gerekirdi. Artık ki m-senin işine yaramam.

—Seni sonsuza kadar emebilirim, Edith.

Güzel esmer parmaklarını ensemdeki kısa kesilmiş saçların üzerinde gezdirdi,


ürperdim.

—Bazen senin için üzülüyorum, F. Büyük bir adam olabilirdin.

—Kes, diye homurdandım.


—Ayağa kalk, F. Ağzını üzerimden çek. Başka biri olduğunu hayal
ediyorum.

—Kim?

—Garson.

—Hangisi? diye sordum.

—Bıyıklı ve yağmurluklu olanı.

—Tahmin etmiştim, tahmin etmişim.

—Onu sen de fark ettin, değil mi, F.?

—Evet.

Birden ayağa kalktım. Sarhoşluk beynimi bir telefon kadranı gibi


döndürmeye başlamıştı ve midemdeki, daha önce büyük bir mutlulukla
çiğnenmiş şeyleri kusacak gibi oldum. Yaşamımdan nefret ettim,
işgüzarlığımdan nefret ettim, hırsımdan nefret ettim. Bir an için Kızılderili bir
öksüzle tropikal bir otel odasına kapanan, sıradan bir herif olmak istedim.

Alın Kameramı Benden Alın Gözlüğümü Benden Güneş Nem Sonsuza


Dek Bırakın Doktorlar Geçsin

—Ağlama, F. Bunun olması gerektiğini biliyordun. Sonuna kadar gitmemi


sen istedin. Artık hiç kimsenin işine yaramam ve her şeyi deneyebilirim.

Pencereye davrandım ama sımsıkı kapatılmıştı. Okyanus koyu yeşildi.


Kumsal, şemsiyelerle benek benekti. Eski öğretmenim Charles Axis’i nasıl
özlüyordum. Cinselliğin topografisiyle gölgelenmemiş, tertemiz, beyaz bir
ınayo görmek için bakınıp durdum.

—Ah, gel buraya, F. Kusup ağlayan bir erkeği seyretmeye dayanamam.

Başımı çıplak göğüsleri arasına alarak uçlarını kulaklarıma soktu.

—Al bakalım.
—Sağol, sağol, sağol, sağol.

—Dinle, F. Hepimizin dinlemesini istediğin gibi dinle.

—Dinliyorum, Edith.

Bırak bırak peşinden geleyim

Yapışkan Mağaralara

Embri yonik Şehirler’in

Dalgaların üzerinde Pislik yarattığı

—Dinlemiyorsun, F.

—Çalışıyorum.

—Senin için üzülüyorum, F.

—Yardım et bana, Edith.

—Öyleyse işine dön. Sana yardım edebilecek tek şey bu. Hepimizin üzerinde
uygulamaya başladığın şeyi sonuçlandırmayı dene.

Haklıydı. Küçük exodusumuzun Musa’sıydım ben. Asla geçemezdim. Dağım


çok yüksekti belki ama çölden yükseliyordu. İzin ver yetsin bu bana.

Profesyonel tavrımı takındım. Alt taraflarının kokusu hâlâ burnumdaydı ama


bu benim sorunumdu. Çıplak kızı Pisga’mdan9 inceledim. Yumuşak
dudakları gülümsedi.

—Böylesi daha iyi, F. Dilin hoştu ama bir doktor olarak daha iyisin.

—Pekâlâ, Edith. Sorun neymiş gibi görünüyor bakalım?

—Artık kendimi getiremiyorum.

—Elbette getiremezsin. Eğer panorgazmik bedeni mükemmelleştirecek,


erojen bölgeyi bütün tene yayacak, Telefon Dansı’nı popülerleştireceksek, işe
meme uçlarının, dudakların, klitorisin ve kıç deliğinin
egemenliğini azaltmakla başlamalıyız.

—Tanrı’ya karşı geliyorsun F. Kötü kelimeler sarf ediyorsun.

—Şansımı deneyeceğim.

—Kendimi getirememeye başladığımdan beri kendimi kayıp hissediyorum.


Diğer şeylere henüz hazır değilim. Beni çok yalmzlaştırıyor bu. Kendimi
bulanık hissediyorum. Bazen arnıının yerini unutuyorum.

—Beni yoruyorsun Edith. Bütün ümitlerimi sana ve o rezil kocana


bağladığımı düşündükçe...

—Onu bana geri ver, F.

—Peki, Edith. Bu çok basit bir konu. Kitaplarla yaparız bunu. Bunun
olabileceğini düşündüğüm için uygun şeyleri yanımda getirmiştim. Şu
valizde, bir miktar yapay penis (kadınlar tarafından kullanılmış), Vajinal
Vibratörler, Rin-No-Tam ve Godemiche ya da Dildo var.

—Şimdi konuşmaya başladın işte.

—Sadece sırtüstü uzan ve dinle. Gömül şu lastik çarşafa. Aç bacaklarını ve


bırak havalandırma pis işini yapsın.

—Tamam, buyur.

Ünlü boğazımı temizledim. İnsanlar, hayvanlar, çiçekler, çocuklar ve


yetişkinler, her yaş ve kültürden kadınların beğenerek alıştığı çeşitli Oto-
Erotik pratikleri anlatan, içtenlikle yazılmış, kalın bir kitap seçtim. Kapsadığı
konular şöyleydi: Evli Kadınlar Neden Mastürbasyon Yapar, Karınca
Yiyenlerden Neler Öğrenebiliriz, Tatmin Edilmemiş Kadınlar, Anormallikler
ve Erotizm, Mastürbasyon Teknikleri, Dişilerin Genişliği, Genital
Bölgelerin Tıraş Edilmesi, Klitorisi Keşfetmek, Toplu Mastürbasyon, Dişi
Metal, Dokuz Lastik, Okşama, İdrar Yolu Mastürbasyonu, Bireysel Deneyler,
Çocuklarda Mastürbasyon ve Çocukların Mastürbasyonu, Baldır Sürtme
Tekniği, Me-mesel Uyarılma, Pencerelerin İçinde Oto-Erotizm.

—Devam et, F. Geri geldiğini hissediyorum.

Güzel esmer parmakları ipek yumuşaklığındaki karnından aşağı indi. Yavaş,


ümit veren, hava raporu sunucusu tonumda okumaya devam ettim. Seksin ne
zaman “Farklı” olduğunu, nefes nefese kalmış alışılmadık cinsel deneyimler
protegeme10 okudum. “Alışılmadık” cinsel deneyim, cinsel ilişki boyunca
orgazmdan daha büyük bir zevkin alındığı deneyimdir. Bu tuhaf
uygulamaların çoğu, bir miktar sakatlama, şok, dikizcilik, acı ya da eziyet
içerir. Sıradan bir insanın cinsel alışkanlıkları arasında böylesi sadist veya
mazoşist davranışlara rastlanmaz. YİNE DE okur, bu güya normal insanın
zevklerinin ne kadar anormal olduğunu görüp şaşacaktır. TARİHTEN
ÖRNEKLER ve yoğun alan çalışması. Seks eyleminin BÜTÜN YÖNLERİNİ

ayrıntılarıyla anlatan bölümler. ÖRNEK BAŞLlKLAR: Ovalama, Görme,


İpek Yüzükler, Satiryasis,11 Diğer Halklarda Hayvansevicilik. Ortalama okur
masum ve normal görünen seks partnerleri arasında nasıl “Alışılmamış”
şeylerin yaşandığını görünce afallayacaktır.

—0 kadar iyi ki, F. Epey olmuştu.


İkindiydi artık. Gökyüzü biraz kararmıştı. Edith her tarafını elliyor,
utanmazca kendi kendisini kokluyor-du. Kendimi zor tutuyordum.
Okuduklarımdan etkilenmiştim. Genç bedeninin tüyleri dikilmişti. Boş
bakışlarla Orijinal çizimieri inceledim: hem içerden henı dışardan erkek ve
dişi organları, doğru ve yanlış giriş yöntemlerini gösteren çizimler. Evli
kadınlar penisin nasıl alınacağını görmekten büyük yarar elde edeceklerdi.

—Lütfen F. Böyle bırakma beni.

Boğazım onun açlığıyla yanıyordu. Aşk kurcalıyor, okşuyordu. Edith kendi


kendini sıkıp kıvranıyordu. Yüzüstü döndü, küçük, güzel yumruklarını
anüsünü uyarmak için kullandı. Kendimi bir YarHktidarsızlık El Kitabı’na
vurdum. Temayı işleyen çok önemli bölümler vardı: sertleşmiş penis nasıl
büyütülür, penisin kararması, kayganlaştırıcıların kullanılması, aybaşı
döneminde tatmin, menopozu kötüye kullanmak, yarı iktidarsızlığın
aşılmasında kadının el yardımı ...
—Bana dokunma, F. Öleceğim.

Kız ve Erkek Kardeşler Arasında Fellatio ve Cunnu-lingus ve buna benzer bir


iki şey saçmaladım. Ellerim neredeyse kontrolden çıkmıştı. Heyecan verici
bir cinsel yaşam için yeni bir kavram adlı bir konuya takıldım. Uzun
ömürlülük başlıklı bölümü atlamadım. Herkese mümkün titretici zirveler.
Röportaj yapılmış ve en açık sorular sorulmuş yüzlerce lezbiyen. Bazıları,
çekingen yanıtları yüzünden eziyet görmüş. Konuş ulan, adi sevici! Sapığı iş
başında gösteren sıradışı fotoğraflar. Avuçlardaki tüyleri dökmek için
kimyasal maddeler. Modeler değil, gerçek insanlar! Gerçek Erkek ve Dişi
Seks Organları ve Dışkı Fotoğrafları. Öpüşmeyi Keşfediş. Sayfalar uçtu.
Edith, ağzı köpürerek, kötü sözcükler mırıldandı. Parmakıarı ıslak ve pırıl
pırıldı, dili sıvılarının tadından buruşmuştu. Kitapları günlük terimlerle
okudum: yüksek duyarlılık, ereksiyonun nedeni, Erkek Üstte 1-17, Kadın
Üstte 18-29, Oturarak 30-34, Yandan 35-38, Ayakta ve Dizüstü 39-53, Çeşitli
Çömelmeler 54-109, Karı ve Koca için Her Yönde Cinsel Hareket.

—Edith! diye haykırdım. Bari okşayayım.

—Olmaz.

Bir Cinsel Terimler sözlüğüne saldırdım. 1852 yılında, Richard Burton (69
yaşında ölmüş) sünnet edilmeyi 31 yaşında, sükûnetle kabul etmiş.
“Sütçüler.” Ayrıntılı Ensest Üişkiler Külliyatı. Irkların Karışmasında
On Adım. Adları Kötüye Çıkmış Ünlü Fotoğrafçıların Teknikleri. Aşırılık
Belirtileri. Sadizm, Sakatlama, Yamyamlık, Oralistlerin Yamyamlığı,
Boyutları Farklı Organlar Arasında Nasıl Uyum Sağlanır... Yeni
Amerikan kadınının parlak doğuşunu izleyin. Kayıtlara geçmiş gerçekleri
haykırdım. Edith, seksin zevklerinden mahrum kalmayacaktı. Eğilimlerin
değişimini gösteren TA-RMTEN ÖRNEKLER. Kendilerini teşhir etmeye
meraklı liseli kızların pozlarıyla dolu. Kadınlar oral mahremiyet tarafından
daha fazla sınırlanmayacak. Ölümüne mastürbasyon yapan erkekler.
Önsevişme Sırasında Yamyamlık. Kafatası Birleşmesi. Zirveyi
“Zamanlama”nın Sırları. Sünnet Derisi, Yandaşları, Karşıtları ve
Umursamayanlar. Mahrem Öpüşme. Cinsel denemelerin yararları nelerdir?
Kendine ve diğerine cinsel makyaj. Günah öğretilir. Zencilerle Dudaktan
Öpüşme. Uyluk Belgeleri. Gönüllü Düşkünlükte Elle Baskı Tarzları. Ölüm
Deveye Biner. Ona her şeyimi verdim. Sesim Lateksi haykırdı. Ondan ne bir
dantel ne önü açık heyecan verici pantolon ne de sarkma yerine
yumuşak esnekleştirilmiş sutyen, haliyle ne de genç bir ayrılık sakladım.
Edith’in ayrılmış göğüs uçlarına doğru okudum bütün kayıtları: Noel Donları,
Yangın Alarmı Karı, Gözalıcı Uçlar, Büyük Göğüs Jölesi, yıkanabilir
deriden Kinsey Bebeği, Yağ Sebum Disiplini, KÜÇÜK FISKİYE küllük.
"Bana YEM BİR Fıtık-Giderici12 GÖNDERİMZ ki elimde yedeğim bulunsun.
Baskı makinemde günde 8 saat tam hız çalışmaını sağlıyor.” Bunu hüzün
adına, Edith’in anı bataklığında çamurlu kol misali, atılan tek trompet
solonun büyükbabanın öksürüğü ve donsal para sorunun olduğu mini
minnacık yazı yığınından fırlayan ıslak roket tümseğinin dikilişine gergin
geçiş misali dolanıyor olabilecek melankoli adına söyledim.

Edith. tükürükle kaplı dizkapaklarrnı sarsıyor, küçük kayganlaştırıcı


dereciklerinde sıçrıyordu. Kalçaları köpük içinde parlıyordu ve soluk renkli
anüsü zalim takma tırnaklar tarafından kazılmıştı. Doğum çığlığı attı; düş
gücünün kumanda ettiği uçuş, yarı-aydın bir am tarafından reddediliyordu.

—Bir şeyler yap, F. Yalvarıyorum. Ama bana dokunma.

—Edith, hayatım! Ne yaptım sana ben?

—Uzak dur, F.!

—Ne yapabilirim?

—Dene.

—Bir işkence öyküsü?

—Herhangi bir şey, F. Çabuk.

—Yahudilerle ilgili bir şey?

—Hayır. Çok yabancı.

—1649? Brebeuf ve Lalemant?


—Herhangi bir şey.

Böylece okulda öğrendiğim, kokualar’ın Brebeuf ve Lalemant isimli


Cizvitleri öldürüşlerini, yirmi gün sonra yakılıp ezilmiş cesetlerinin
misyondaki papazlardan biri ve yedi silahlı Fransız tarafından bulunuşunu ez-

berden anlatmaya başladım. “lls y trouuerent vn spec-tacle d’horreur...”13

Onaltıncı günün öğleden sonrasında irokualar Brebeuf’ü bir kazığa bağlamış,


tepeden tırnağa kızartmaya başlamışlar.

—Tanrı'nın imanlı kullarına işkence edenler sonsuz alevler içinde acı


çekecek, diye bir efendinin ses tonuyla onları korkutmaya çalışmış Brebeuf.

Papaz konuşurken Kızılderililer adamın altdudağını keserek boğazından aşağı


kızgın demir sokmuşlar. Ne bir ses çıkartmış ne bir hareket yapmış.

Ardından Lalemant’a geçmişler. Çıplak bedeninin üzerine ağaç kabukları


bağlayıp ziftle sıvamışlar. Lale-mant, üstü Brebeuf’ü, dişlerini ortaya çıkartan
doğadışı kanlı deliği ve dağlanıp dağılmış dişlerinin arasından dışarı fırlamış
demiri gördüğünde Aziz Paul’un şu sözlerini haykırmış:

—Dünyaya, meleklere ve insanlara tiyatro olduk.14 Lalemant kendini


Bröbeuf’ün ayaklarına atmış. frokua-lar kaldırıp onu da bir kazığa
bağlamışlar ve etrafına yığdıkları çalı çırpıyı ateşe vermişler. Yardım etmesi
için göklere yalvarmış ama ölümü o kadar çabuk olmamış.

Brebeuf’ün boynuna ateşte kızdırılmış küçük baltalardan bir çelenk takmışlar.


Ekilmemiş bile.

Daha önce misyonerlerin tarafına geçip din değiştiren, şimdi kabilesine geri
dönen biri öne çıkarak, zamanında papazlar üzerlerine bol soğuk su
döktükleri için

papazların başlarından aşağı kaynar su dökülmesini talep etmiş. Bir kazan


getirilmiş, su kaynatılmış ve esir papazların başlarından aşağı, yavaş yavaş
dökülmüş.
—Sizi vaftiz ediyoruz, diye kahkahalar atmışlar, cennette mutlu olun diye.
Bize kişinin, dünyada ne kadar çok acı çekerse cennette o kadar mutlu
olacağını siz söylemiştiniz.

Brâbeuf bir kaya gibi hareketsiz durmuş. İnsanı isyan ettirecek türden bir dizi
işkencenin ardından kafa derisini yüzmüşler. Göğsünü açtıklannda hâlâ
yaşıyormuş. Böylesine cesur bir düşmanın kanını içip kalbini yemek için bir
grup öne çıkmış. Ölümü, katillerini hayran bı-rakınış. Çilesi dört saat sürmüş.

Çocukluğundan beri fiziksel açıdan zayıf Lalemant, yeniden kulübeye


götürülmüş. Burada, uzayıp giden eğlenceden sıkılan bir Kızılderili şafak
sökerken baltasıyla ölümcül darbeyi indirene dek, bütün gece işkence
görmüş. Bedeninin yanmayan hiçbir parçası, “kor halinde birer kömür parçası
yerleştirilmiş göz çukurları dahil, ’ ’ kalmamış. Çilesi on yedi saat sürmüş.

—Nasılsın, Edith?

Sorum gereksizdi. Anlattıklarım onu, ulaşamayacağı bir doruğa sadece biraz


daha yaklaştırmaya yaramıştı. Korkunç bir açlıkla inledi; tüyleri diken diken
teni, dünyevi zevkin dayanılmaz sarmallarından kurtulabileceği ve her
insanın daha adsız, öz veya üvey ailesinin bağrından daha besleyici zevkin
ötesindeki zevke yolcuğuna, o uykuya benzer, ölüme benzer kör diyara
süzülebilece-ği niyazıyla parıldıyordu.

Asla başaramayacağını biliyordum.

—F., kurtar beni bundan, diye acıyla inledi.

Danimarka Vibratörünü fişe taktını. Bunu küçültücü bir gösteri izledi. Nefis
elektrik titreşimleri sarılıp okşamak için eğitilmiş bir yosun ordusu gibi elimi
sarmalamaya, örmeye, okşamaya başlar başlamaz aleti Edith’e bırakma
isteğimi yitirdim. Her nasılsa, ıslak çilesinin tam ortasında, Kusursuz Emme
Gergileri’ni iç çamaşırlarımın karanlıklarına doğru kaydırmaya
çalıştığımı fark etti.

Havuzlarının içinden doğrularak bana uzandı.

—Ver onu bana. Sıçan seni!


Bir ayı gibi (atalara ait bellek mi?) atıldı üzerime. Geliştirilmiş Harika
Kemerleri bağlama şansını bulamamıştım ve Vibratör elimden uçtu gitti. Ayı,
uzun tırnaklı pençesiyle bir hamlede almıştı balığı ırmağın
bağrından. Yengeçsi D.V. ters dönmüş bir lokomotif gibi homurdanarak cilalı
parkeler üzerinde sıvıştı.

—Sen bencilsin F., diye hırladı Edith.

—Bu bir yalancının ve bir nankörün gözlemi, dedim, olabildiğince kibarca.

—Git başımdan.

—Seni seviyorum, dedim, çaktırmadan D.V.’ye yaklaşırken. Seni seviyorum,


Edith. Yöntemlerini belki yanlış ama seni sevmekten hiç geri durmadım.
Senin acılarını, senin ve onun (sen, sevgili yoldaş) acılarını
dindirmeye çalışmam bencillik miydi? Her yerde acı görüyordum. Acı ve
arzuyla kamaşmış gözlerinize bakmaya utanıyordum. İnsanın içine işleyen bir
yalvarış gibi, fazla umutsuz kucaklamalarınız yüzünden ikinizi de öpmeye
dayanamıyordum. Kahkahalarınızda, ister para, ister

gündoğumu için, boğazlarınızın oburluktan yırtıldığını duyuyordum. Büyük


sıçrayışın ortasında, sararıp solan bedeni gördüm. Boşalışınızın püskürmeleri
arasında pişmanlığınızın dalgalarını fırlatıyordunuz. Binlercesi inşa edildi,
binlercesi otoyollarının altındaki tünellerde ezilmiş yatıyor. Dişlerinizi
fırçalamaktan mutlu değildiniz. Sana uçları olan göğüsler verdim: Herhangi
birini besleyebildin mi? Sana özel anıları olan kamış verdim: Bir soyu
ehlileştirebildin mi? Seni ikinci Dünya Savaşı’nın tamamını anlatan bir filme
götürdüm: Çıkıp yürüdüğümüzde kendini biraz daha hafif hissetmiyor
muydun? Hayır, araştırma tutkusunun dikenlerinin üstüne attınız kendinizi.
Sizi emdim ve bana zehirden daha öldürücü bir şeyler vermek için uludunuz.
Her el sıkışmasında, kaybolmuş bir cennet için ağlıyordunuz. Her
nesnede kesici bir yan buluyordunuz. Acınızın gürültüsüne da-
yanamıyordum. Kana bulanmıştınız ve irinli yaralar açıyordunuz. Sargı
bezine gereksinmeniz vardı; mikroplan öldürmek için bunları kaynatmaya
vakit yoktu; elde ne varsa onları verdim size. İhtiyat, lükstü.
Hareketlerimi gözden geçirecek zaman yoktu. Kendini
saflaştırmaya çalışmak bir mazeret olacaktı. Böyle bir sefaleti gördükçe ne
yapsam yeriydi. Kendi ereksiyonuın için vereceğim bir cevap yoktu. Kendi
rezil tutkularım için yapabileceğim bir açıklama yoktu. Sizin derdinizle
uğraşırken durup kendi yönümü belirlemeye zaman harcayamazdım, bir
yıldıza yönelip yönelmediğimi bilmiyordum. Sokağa her çıkışımda, her
pencereden bir emir yayınlanıyordu: Değiş! Saflaş! Dene! Dağla! Geri çevir!
Yak! Koru! Öğret! İnan bana, Edith konusunda hızla harekete geçmeliydim.
Dogam buydu. İstersen bana belli bir tarihte işini bitirmek zorunda olan bir
Dr. Frankenstein de. Bir araba kazasının ortasında uyanmış, her yana saçılmış
kollar, bacaklar; teselli bulmak için yalvaran sesler, eve dönüş yolunu
gösteren yaralı parmaklar arasında kendimi bulmuş gibiydim. Her şey açıkta
bırakılmış peynir gibi kuruyordu ve bu harap dünyada sahip olduğum tek
şey bir iğne ve iplikti; bu yüzden dizlerimin üstüne çöktüm, pisliğin içinden
parçalar ayıkladım ve onları birbirine dilaneye başladım. Bir insanın nasıl
olması gerektiğine dair bir görüşüm vardı ama bu sürekli değişip
durdu. Yaşamıının bütününü ideal fiziği keşfetmeye çalışmaya adayamazdım.
Bütün duyduğum acı, bütün gördüğüm sakatlamaydı. İğnem öylesine delice
işliyordu ki bazen kendi etimi dikecekmiş gibi oluyordum ve yarattığını tuhaf
yaratıklardan biriyle birleşmiş buluyordum kendimi —bizi birbirimizden
ayırmalıydım— kendi sesiıni diğerleriyle birlikte ulurken duyuyor ve aslında
felaketin bir parçası olduğumu fark ediyordum. Ama aynı zamanda,
dizlerinin üzerine çöküp çılgınca dikiş dikenin sadece ben olmadığımı fark
ettiın. Beninı gibi başkaları vardı, aynı kirli acelecilikte sürüklenerek aynı
canavarca hataları yapan, kendilerini o harap yığına acı içinde diken—

—F., sen ağlıyorsun.

—Affet beni.

—Kes mızırdanmayı. Al işte, sertliğini kaybettin.

—Hepsi çöküyor artık. Disipliniın çöküyor. İkinizi eğitmek için ne kadar çok
disiplin kullanmak zorunda kaldığım hakkında bir fikrin var mı?

İkimiz de Vibratöre aynı anda atıldık. Sıvıları onu kayganlaştırmıştı.


Memeleri sıkı ve hoş kokuluydu: boğuşmamız sırasında bir anlığına sevişiyor
olmamızı diledim. Onu belinden yakaladım ama ayı kucaklayışımdan ıslak
bir kavun tohumu gibi kayarak sıyrıldı, kıçı kaçırdığım bir tren gibi önümden
geçip gitti ve pahalı maun döşemeye burun üstü çakılırken kayganlaşmış boş
kollarımla kalakaldım.
Eski dostum, izliyor musun hâlâ? Umutsuzluğa kapılma. Bunun büyük bir
esriklik içinde sonuçlanacağına dair söz verdim sana. Evet, karın bu hikâye
boyunca çıplaktı. Terin ince işçiliğiyle sertleşmiş külotu, karanlık odanın bir
yerlerinde, tükenmiş devasa bir kelebek gibi bir sandalyenin arkasında asılı
duruyor, parçalanmış tırnakları hayal ediyordu ve ben de onunla
beraber hayal kurdum; geniş, çırpınan, dikıemesine çiziklerle haçlanmış
hayaller. Benim için bu Eylem’in sonuydu. Devam etmeyi deneyebilirdim
ama ikinizi de hayal kırıklığına uğrattığımı ve ikinizin de beni hayal
kırıklığına uğrattığınızı biliyordum. Geride tek bir nurnararn kalmıştı ama
tehlikeli bir numaraydı bu ve daha önce hiç denememiştim. Beni buna, şimdi
anlatacağım üzere, olaylar zorladı ve her şey, Edith'in intiharı, benim
hastaneye yatırılmam ve senin ağaç evde zalim çilenle son buldu. Yalnızlık
tarafından kırbaçlanacağın konusunda seni kaç kez uyarmıştım?

Neyse, işte, Arjantin’de yatakaldım. Danimarka Vibratörü, Edith’in genç


hatlarının üzerinde inip kalkarken bir ağaç keskisi gibi mırıldanıyordu.
Odanın içi karanlık ve soğuktu. Umutsuz yalvarışlarının içinde çırpımp

kalçalarını bir aşağı bir yukarı oynatırken, arada sırada üstüne düşen ani ay
ışığını yakalayan dizkapakları parıldıyordu. Elemeyi kesmişti; orgazmın
vantrilok iç çekişleri ve kozmik kukla gösterileriyle doldurmayı çok sevdiği o
yoğun ve soluksuz sessizlik bölgesine yaklaştığını tahmin edebiliyordum.

—Çok şükür, diye fısıldadı sonunda.

—Gelebildiğine sevindim, Edith. Senin adına çok mutluyum.

—Çok şükür çıktı içimden. Patlatmam şarttı. Beni oral yakınlığa zorluyordu.

-Ne?

Daha fazla soramadan alet kalçalarımın üzerindeydi; aptal vızıltısı psikopatça


bir iniltiye dönüştü. Sökülebilir kasık parçası, ürkmüş testislerime ustaca
yumuşak bir destek sağlayarak kıllı uyluklarımın arasına soktu kendini. Daha
önce böyle şeylerin olduğunu duymuştum; sonunda beni kendimden nefret
etme ve acı içinde bırakacağını biliyordum. D.V. başını yerleştirdiği
yere. tanımlamak için o kadar emek sarf ettiğim kaslı yarığa. gaz odasına
düşen bir siyanür yumurtası misali bir top Krem fışkırttı. Beden ısım, aletin
utanç verici girişini kolaylaştırmak üzere onu eritirken rahat Lateks
kollar heyecan verici kucaklamalarına başladı. Esnek “Geliştirilmiş” sanki
canlıydı ve “Harika Kemerler” her şeyi iki yana doğru çekip yolu iyice
açmıştı ve havalandırmanın, varlığından bile haberdar olmadığım
minik yüzeylerden teri ve kremi serin serin
buharlaştırdığını hissedebiliyordum. On gün boyunca orada yatmaya
hazırdım. Şaşırmamıştım bile. Tatmin edici olmayacağını biliyordum ama
kabullenmeye hazırdım. Köpük Yastığı tam boyuna dek uzadığında Edith’in
zayıf bir sesle bana seslendiğini duydum. Ondan sonra hiçbir şey duymadım.
Sanki binlerce Seks Filozofu, kusursuz bir işbirli-ğiyle benim üzerimde
çalışıyordu. Beyaz Sopa'nın ilk darbesinde bağırabilirdim ama Krem hâlâ
fışkırmaya devanı ediyordu ve galiba, ifrazatın yere saçılmasını önlemek
üzere bir kap bulunuyordu. Alet, pürüzsüz dudakların iniltisi gibi
kulaklarımda uğuldadı.
Özel bölgelerimde çalışması ne kadar sürdü bilmiyorum.

Edith ışığı yaktı. Bana bakmaya dayanamıyordu.

—Mutlu musun, F.?

Cevap vermedim.

—Yapmam gereken bir şey var mı, F.?

Muhtemelen cevabı, doygun bir homurtuyla vibratör vermiştir. İşini


bitirmişti, topların arasıdan çıktı, erbezi torbam teklifsiz biçimde düştü ve
makine titreyen bedenimin içinden kayıp çıktı. Mutluydum, galiba...

—Aleti fişten çekeyim mi, F.?

—Ne istersen yap, Edith. Ben bittim.

Edith kabloyu çekti. Vibratör son bir kez titredi, sessizleşti ve durdu. Edith
rahatlayarak içini çekti ama erken davranmıştı. Vibratör iç parçalayan sonik
bir ıslık üretmeye başladı.

—Pilleri var mı?


—Hayır, Edith. Pilleri yok.

Göğüslerini kavuşturduğu kollarıyla kapattı.

—Yani?

—Evet. Kendi kendini beslemeyi öğrenmiş.

Danimarka Vibratörü ona doğru ilerlerken, Edith sırtını odanın bir köşesine
verdi. Arnını bacaklarının arkasına saklamaya çalışır gibi, garip bir şekilde
çömeldi. Sayısız gelişmenin sonucunda bulaştığım yapışkan sıvılardan
kurtulamıyordum. Alet, kemerleri ve kaplarını, ot ve çiçeklerden yapılmış bir
Hawai eteği gibi arkasında sürükleyerek otel odasını boydan boya geçti.

Kendi kendini beslemeyi öğrenmiş.

(Ey İsimsiz ve Tanımlanamaz Baba, beni Mümkün Çölü’nden çıkart. Çok


uzun süredir Olaylarla uğraşıyorum. Çok uzun süredir bir Melek olmaya
uğraşıyorum. Mucizelerin peşinden, elimde yabani Kuyruklarını tuzlamak
için bir İktidar çantası, koşuyorum. Bilgisini çalabilmek için Deliliğe
hükmetmeyi denedim. Bilgisayarları Delilik’le programlamayı denedim.
Zarafet’in var olduğunu kanıtlamak için Zarafet’i yaratmayı
denedim. Charles Axis’i cezalandırma. Bir Kanıt göremediğimiz için
Anılarımızı genişlettik. Sevgili Baba, bu itirafı kabul et: kendimizi, Kabul
Etmek için eğitmedik çünkü Kabul Edecek Bir Şey olmadığına ve böyle bir
İnanç’la yaşama dayanamayacağımıza inanıyorduk.}

—Yardım et, yardım et bana, F.

Ama başı anüsüm olan bir çiviyle yere mıhlanmıştım ben.

Alet, ona ulaşmak için acele etmedi. B u arada sırtı köşenin dik açısına
sıkışan Edith savunmasız bir oturuşa kaydı, tatlı bacakları iki yana ayrıldı.
Dehşet ve iğrenç heyecanların düşüncesiyle eli ayağı boşalmıştı; boyun
eğmeye hazırdı. Pek çok ağza bakmıştım ama böyle bir ifade takınanını hiç
görmemiştim. Yumuşak kıllar ıslak dudaklarından dört yana, On
Dördüncü Louis’nin güneş simgesindeki ışınlar misali saçılmıştı. Dudak
tabakaları yayıldı ve sanki birisi bir objektifi açıp kapayarak oynuyormuş gibi
büzüştü. Danimarka Vibratörü yavaşça üzerine tırmandı ve çok
geçmeden çocuk (Edith yirmi yaşındaydı) ağzı ve parmaklarıyla hiç
kimsenin, inan bana eski dostum, hiç kimsenin sana yapmadığı şeyler
yapmaya başladı. Muhtemelen ondan hep istediğin şeyler. Ama sen onu nasıl
cesaretlendireceğini bilemedin ve bunda kabahatin yoktu. Kimse yapamazdı.
O yüzden ortak kadrandan uzağa itmeye çalıştım meredi.

Saldırının tamamı yirmi beş dakika kadar sürdü. Onuncu dakikadan önce
Edith o şeye koltuk altlarında iş görmesi için yalvarıyor, hangi meme ucunun
daha aç olduğunu söylüyor, fazladan pembelik sunabilmek için bedenini
geriyordu — derken Danimarka Vibratörü idareyi ele aldı. Ardından Edith,
büyük bir mutlulukla, sıvılarını, etlerini, kaslarını onun açlığına sunan bir
açık büfeye dönüştü.

Elbette, hazzının çıkarımları devasa oldu.

Danimarka Vibratörü berelenmiş yumuşak bir gülümsemeyi ortaya çıkarak


Edith’in yüzünden kaydı.

—Kal, diye fısıldadı.

Vibratör pencerenin pervazına tırmandı, derinden gelen homurtusu keskin bir


iniltiye dönüştü ve kendini cama fırlattı. Kırılan cam süslü bir sahne perdesi
gibi aşağı indi.

—Kalmasını sağla.

—Gitti bile.

Tuhaf bedenlerimizi pencereye sürükledik. Danimarka Vibratörü’nün otelin


mermer merdivenlerinden inişini seyretmek için eğilirken yapışkan tropik
gecenin kokusu odaya doldu. Alet yere ulaştığında otoparkı aştı ve çok
geçmeden kumsala ulaştı.

—Oh, Tanrı’m, F., harikaydı. Duyumsa.

—Biliyorum, Edith. Duyumsa.

Aşağıda, Ay’ın aydınlattığı ıssız kumsalda tuhaf bir dram ortaya çıkmaya
başladı. D.V. parlak kıyının üzerindeki karanlık çiçeklerin arasından
dalgalara doğru yavaşça ilerlerken, palmiye ağaçlarının hayaletler
gibi dikildiği köşeden bir karaltı ortaya çıktı. Lekesiz beyaz bir mayo giymiş
bir adamdı bu. Vibratörü yakalayıp şiddetle imha etmek için mi yoksa tuhaf
bir zarafetle Atlantik’e doğru ilerleyişini daha yakından seyredebilmek için
mi bilmiyorum, koşuyordu.

Bir ninninin son satırı gibi, nasıl yumuşacık görünüyordu gece ... Altımızda
seyrettiğimiz küçük gölge bir eli belinde, diğeriyle kafasını kaşıyarak, aletin,
ışıltılı yu-varlak.larım bir uygarlığın bitişi gibi örtüveren dalgalı denize
dalışını bizim gibi seyretti.

—Geri gelecek mi, F.? Döner mi bize?

—Fark etmez. Dünyada şimdi.

Pencerede, engin ve bulutsuz bir gecenin içinde yükselen yüce mermer bir
merdivenin bir basamağında hiçe yaslanmış iki gölge, birbirimize çok yakın
durduk.

Küçük bir esinti saçlarının bir buklesini uçuşturdu ve onların yanağıma


hafifçe dokunduğunu hissettim.

—Seni seviyorum, Edith.

—Seni seviyorum, F.

—Ve kocanı da seviyorum.

—Ben de.

—Hiçbir şey planladığım gibi değil, ama artık ne olacağını biliyorum.

—Ben de, F.

—Ah, Edith, kalbimde bir şeyler, az bulunur bir aşkın fısıltısı başlıyor ama
onu tamamen gerçekleştirmeyi asla başaramayacağım. Kocanın başarabilmesi
için dua ediyorum.
—Başaracak, F.

—Ama bunu yalnız yapacak. Bunu sadece tek başına yapabilir.

—Biliyorum, dedi. Onunla olmamalıyız.

Miller boyu uzanan denize bakarken üzerimize büyük bir keder çöktü; bize
ait olmayan ve olmasını istemediğimiz, benliksiz bir keder. Huzursuz su, yer
yer Ay’ın parçalanmış imgesini koruyordu. Sana hoşça kal dedik, eski aşkı
m. Ayrılığın ne zaman ya danasıl tamamlanacağını bilmiyorduk ama o anda
başlamıştı.

Sarışın kapıdan profesyonel bir tıkırtı yükseldi.

—O olmalı, dedim.

—Giyinelim mi?

—Neden gerek var?

Kapıyı açmamız bile gerekmedi. Garsonun anahtarı vardı. Bıyıklıydı ve eski


bir yağmurluk giymişti ama yağmurluğun altı tamamen çıplaktı. Ona doğru
döndük.

—Sevdin mi Arjantin’i? dedim, medeni bir konuşma başlatmak adına.

—Sinemalardaki haber filmlerini özlüyorum, dedi.

—Ya geçit törenleri? diye sordum.

—Onları da. Ama onlardan başka her şeyim var burada. Ah!

Kızarmış organlarımızı fark etti ve büyük bir ilgiyle onları okşamaya başladı.

—Harika! Harika! Çok iyi hazırlanmış olduğunuzu görüyorum.

Bundan sonrası her zamanki hikaye. Onunla icra ettiğimiz aşırılıkların küçük
bir anlatımını yaparak acılarına biraz daha acı katmaya hiç niyetim yok.
Bizim için üzülebilirsin ama istersen şöyle diyeyim: İyi hazırlanmıştık, sefil
ve heyecan verici isteklerine direnme zahmetine girmedik, hatta kırbacı
öpmemizi istediğinde bile onu reddetmedik.

—Size bir ikramım olacak, dedi sonunda.

—Bize bir ikramı olacakınış, Edith.

—Buyur, diye cevapladı yorgun bir sesle.

Yağmurluğunun cebinden bir kalıp sabun çıkardı.

—Küvette üç kişi, dedi neşeyle, koyu aksanıyla.

Birlikte yıkandık. Bizi tepeden tırnağa sabunlarken bir yandan sabunun özel
kalitesini anlattı ki artık an-larnışsındır, söz konusu sabun, eritilmiş insan
etinden yapılmıştı.

O kalıp artık senin ellerinde. Biz o sabunla vaftiz edildik, karın ve ben. Sen
onunla ne yapacaksın çok nıerak ediyorum.

Görüyorsun, olayların nasıl olduğunu açıklıyorum sana, biçimden biçime,


öpücükten öpücüğe.

Dahası da var; daha Catherine Tekakwitha’nın öyküsü var; hepsini


öğreneceksin.

Otelin gösterişli havlularıyla bezgince kuruladık birbirimizi. Garson


bedenlerimize özen gösteriyordu.

—Elimde bunlardan milyonlarcası vardı, dedi en küçük bir hasret belirtisi


göstermeden.

Yağmurluğunu giydi ve boy aynasının önünde bıyıklarını düzeltip saçını


sevdiği şekilde yatırarak oyalandı.

—Polis Gazetesi'ne haber vermeyi unutmayın. Sabunun pazarlığını daha


sonra yaparız.

—Bekle!
Adam gitmek için kapıyı açtığında, Edith kollarını boynuna dolayıp onu kuru
yatağa çekti ve ünlü başını, göğüslerinin arasına aldı.

— Niye yaptın bunu? diye sordum adam gidip geride kükürtlü mide
gazlarının pis kokusundan başka bir şey kalmadığında.

—Bir an için onun bir G-olduğunu düşündüm.

—Of, Edith!

Karının önünde diz çöküp dudaklarımı ayak parmaklarına dayadım. Odayı


pislik götürüyordu, döşeme su ve sabun köpüğüyle kaplıydı ama o bu pisliğin
ortasında ay ışığından göğüs uçlarıyla güzel bir heykel gibi yükseliyordu.

—Of, Edith! Sana yaptıklarımın hiçbir önemi yok; memeler, am, hidrolik
kalça başarısızlıkları, bütün Pyg-malion müdahalelerim, hiçbir anlamı yok,
artık biliyorum. Sivilceler falan, sen ulaşamayacağım bir yerdeydin,
zımbırtılarımın ötesindeydin. Kimsin sen?

—Jatç i.yw rcavTa yeyouöç xa( öv eaö(levov

xaî tö eııöv 1t€7tAov ouöeîç twv 0vYJ"t'Wv cbtexcxA.u<Vev!

—Şaka yapmıyorsun, değil mi? Öyleyse ancak ayak parmaklarını emmeye


layığım.

—Kikir.

Sonra ve sonra.

Bir zamanlar bana anlattığın bir hikâyeyi hatırlıyorum eski yoldaş,


Kızılderililerin ölüme nasıl baktık-Iarına dairdi. Kızılderililer, fiziksel
ölümün ardından ruhun cennete doğru uzun bir yolculuğa çıktığına
inanıyorlardı. Tehlikeli ve çetin bir yolculuktu bu ve çoğu tamamlayamazdı.
Çılgın dalgalarda seken bir kütük üzerinde geçilmesi gereken hain bir ırmak
vardı. Devasa bir köpek uluyarak yolcuya saldırırdı. Kendileriyle
birlikte dans edemeyen hacıları parçalayan, dans ederek birbirlerinin üzerine
yıkılan kayaların arasından geçen dar bir patika vardı. Huronlar, bu patikanın
kıyısında, ağaç kabuklarından yapılmış bir kulübe bulunduğuna inanırlardı.
Orada, adı Kafa-Delici anlamına gelen Oscotarach yaşardı. ‘ölümsüzlük için
gerekli bir hazırlık” amacıyla oradan geçenlerin kafataslarından beyinlerini
çıkarmak onun işiydi.

Sor kendine. Eziyet çektiğin ağaç ev, Oscotarach’ın kulübesidir belki.


Ameliyatın bu kadar uzun ve ağır geçeceğini bilmiyordun. Tekrar tekrar
vuruyor körelmiş taş balta lapanın içine. Ay ışığı kafatasına girmek
istiyor. Buzlu gökyüzünün pırıltılı yolları göz deliklerinden akmak istiyor.
“Çözeltide tutulan elnıaslar”a benzeyen kış gecesinin havası, boş kâseye
akmak istiyor.

Sor kendine. Ben senin Oscotarach'ın mıydım? Öyleydim, umarım. Ameliyat


derinlemesine sürüyor, sevgilim. Seninleyim.

Ama Oscotarach’ı kim ameliyat edebilir? Bu soruyu anladığında çilemi


kavrayacaksın. Ameliyatımın yapılması için devlet hastanelerine başvurmak
zorunda kaldım. Ağaç ev benim için fazla kimsesizdi: Politikaya başvurmak
zorundaydım.

Politikanın beni kurtardığı tek şey sol elimin başparmağı oldu. (Mary Voolnd
buna aldırmıyor.) Sol elimin başparmağı, muhtemelen tam şu anda bir
Montreal çatısında ya da sac bir bacanın kurumları içinde çürüyordur. Beden
yadigâr bu işte. Merhamet, eski dostum, dünyevilere merhamet. Ağaç ev çok
küçük ve kafalarımızın içindeki gökyüzüne açlığımızla bizler, çok fazlayız.

Ama başparmağımla birlikte Sherbrooke Cad-desi’ndeki ya da benim tercih


ettiğim adıyla Rue Sherbrooke’taki İngiltere Kraliçesi heykelinin metal
bedeni de gitti.

BOM! VOŞ!

Kanımızın ve kaderimizin saf akıntısı içinde çok uzun süredir bir kaya
parçası gibi duran o içi boş, görkemli heykelin bütün parçaları —GÜM!— ve
ilaveten, bir vatanseverin başparmağı.

Ne yağnıur yağdı o gün! Kenti bu iklim değişikliğinden İngiliz polisinin


şemsiyeleri bile koruyamadı.
QUEBEC LIBRE!

Saatli Bombalar!

QUEBEC OUI OTTAWA NON.

Yalnızca lastik bir yumak kalecinin yanından geçip kaleye girdiğinde


tezahürat yapmayı bilen binlerce ses artık şarkı söylüyor: MERDE A LA
REINE D’ANGLETERRE.15

ELIZABETH GO HOME.

Rue Sherbrooke'ta, bir çukur var. Bir zamanlar yabancı bir kraliçenin kıçı
tıkıyordu onu. O çukura bir saf kan tohumu ekildi ve kudretli bir hasat
çıkacak oradan.

Kraliyet giysisinin yeşil bakır kıvrımlarının içine bombayı yerleştirirken ne


yaptığımı biliyordum. İşin aslı, severdim o heykeli. Onun kraliyet
himayesinin gölgesinde az am parmaklamadım. O yüzden merhametini
istiyorum dostum. Biz, Temiz Işık’ta yaşayamayanlar, simgelerle uğraşmak
zorundayız.

İngiltere Kraliçesi’ne karşı hiçbir düşmanlığım yok. Kalbimin en derin


yerinde bile Jackie Kennedy olmadığı için kızmıyorum ona. Bana göre o,
üniformasının üst kısmının tasarımını yapan her kimse, onun kurbanı olmuş,
çok nazik bir kadın.

1964 yılının o ekim günü, Kraliçe ve Prens Philip’in zırhlanmış Quebec


caddelerinde yaptıkları yolculuk yapayalnızdı. Atlantisli emlakçılar kralı bile
denizin kabardığı gün onlar kadar yalnız kalmamıştır. 89’daki
kum fırtınasında, Ozymandias’ın16 ayaklarının dibinde bile daha çok insan
olmuştur. Yabancı bir filmin altyazılarını okuyan çocuklar gibi,
kurşungeçirmez bir arabanın koltuğunda, dimdik oturuyorlardı. Yolun iki
tarafında sarı isyan birlikleri ve düşman kalabalığın sırtları
dizilmişti. Yalnızlıklarıyla alay etmedim. Ve seninkine de gıpta etmemeye
çalışıyorum. Sonuçta, gidemeyeceğim bir yeri sana gösteren bendim. Şu
anda, orayı işaret ediyorum; yitik başparmağımla.
Merhamet!
Öğretmenin sana nasıl olduğunu gösteriyor.

Montreal’in genç erkek ve kızları, artık daha farklı yürüyorlar. Rögar


kapaklarından müzik taşıyor. Giysileri farklı; yasadışı boşalmaların silindiği
peçete tomarlarıyla şişik, leş kokan cepleri yok. Omuzlar dik, saydam iç
çamaşırlarının altından organlar neşeyle işaretler yolluyor. İyi sikişler, bir
gemi dolusu neşeyle yüzen fare misali, İngiltere’nin mermer kıyılarından
devrimci cafe-lere göç etti. Kız kurularının hamisi Azize
Catherine’in sokağında aşk var. Tarih, bir halkın kaderinin
çözülmüş bağcıklarını bağlıyor ve yürüyüş başlıyor. Aldanmayalım: Bir
milletin gururu elle tutulur bir şeydir: Yalnız bir hayalin ötesinde kaç
sertleşmenin yaşadığıyla, dişi roket gürültüsünün desibelleriyle ölçülür.

Ük dünyevi mucize: Bugüne dek motel soğuğu kurbanı, bugüne dek rahibe
demokrasisinin sevgilisi, bugüne dek Napolyon Kanunu’nun kara
kemerleriyle sıkılmış La Canadienne: Devrim, daha önce sadece ıslak
Hollywood’un yapabildiği şeyi yaptı.

Sözcükleri izle, nasıl olduğunu izle.

Bağımsız bir Qu6bec istememin tek sebebi Fransızlığım değil. Halkımızın


küçük bir köşesinde belli belirsiz gösterildiği turistik bir haritada kalın ulusal
sınır çizgileri istemem değil. Bağımsızlığımız olmadan, bir iki iyi lokanta ve
kanımızın son kalıntıları olan bir Latin Mahallesi’ne sahip bir kuzey
Louisiana'sından başka bir şey olamayacağımızı bilmem değil. Kader ve
nadir bir ruh gibi yüce şeylerin, ancak bayrak, ordu ve pasaport gibi tozlu
şeylerle garanti edilebileceğini bilmem değil.

Amerikan sütununun üstüne güzel, renkli bir çürük çakmak istiyorum.


Kıtanın bir köşesinde nefes alıp verebilen bir baca istiyorum. Ülkenin ikiye
bölünmesini ve böylece insanların yaşamlarını ikiye bölnıeyi öğrenmelerini
istiyorum. Tarih’in Kanada’nın sırtına keskin kızaklarla atlamasını istiyorum.
Amerika’nın gırtlağından içebilmek için bir konserve kapağının keskin
kenarını istiyorum. İki yüz milyon, her şeyin, her şeyin farklı olabileceğini
bilsin istiyorum.
Devletin ciddi şekilde kendinden şüphe etnıesini istiyorum. Polisin bir
limited şirket haline gelmesini ve borsayla birlikte çökmesini istiyorum.
Kilisenin bölümlere ayrılmasını ve Filmlerin iki yanında savaşmasını • •

istiyorum. Uiraf ediyorum! Uiraf ediyorum!

Nasıl olduğunu gördün mü?

Kriminal delilik sebebiyle tutuklanıp bu hastaneye kapatılmamdan önce,


günlerimi Anglo-Sakson emperyalizmine karşı broşürler yazarak, bombalara
çalar saatler yapıştırarak, bildik yıkıcı programla geçiriyordum. Senin koca
öpücüklerini özlüyordunı ama kendim gidemediğim için seni çıkardığım
yolculuktan alıkoymayacak ve bu yolculuğa seninle çıkamayacaktım.

Ama gece! Gece, en umutsuz hayallerimin üstüne benzin gibi saçıldı.

Bizim Kızılderililere yaptıklarımızı hıgilizler bize yaptı ve İngilizlerin bize


yaptıklarını Amerikalılar onlara yaptı. Herkes için intikam talep ediyorum.
Yanan kentler, karanlığa gömülen filmler gördüm. Ateş almış mısırlar
gördüm. Cizvitlerin cezalandırıldıklarını gördüm. Ağaçların uzun evlerin
çatılarını geri aldıklarını gördüm. Mahcup ceylanların giysilerini geri
alabilmek için cinayet işlediklerini gördüm. Kızılderililerin
cezalandırıldıklarım gördüm. Kaosun parlamentonun altın çatısını yediğini
gördüm. Su içen hayvanların toynaklarını suyun erittiğini gördüm. Şenlik
ateşlerinin sidikle söndürüldüğünü, benzin istasyonlarının
tamamen yutulduğunu, otobanların peş peşe vahşi bataklıklara dönüştüğünü
gördüm.

O zamanlar çok yakındık. O zamanlar ben senin bu kadar gerinde değildim.

Ah dostum, ruh elimi tut ve beni hatırla. Kalbini nezaketle okuyan ve senin
biçimsiz hayallerini mekân tutan bir adam sevdi seni. Zaman zaman bedenimi
düşün.

Sana eğlenceli bir mektup vaat etmiştim, değil mi?

Niyetim seni son yükünden, böylesi bir karmaşa içinde ıstırabını çektiğin işe
yaramaz Tarih’in ağırlığından kurtarmak. Senin doğandaki insanlar asla
Vaftiz’den çok öteye gidemezler.

Hayat beni bir gerçekler adamı olarak seçti: Sorumluluğu kabul ediyorum.
Sen bu bokun içine daha fazla karışmamalısın. Hatta Catherine
Tekakwitha’nın ölümü ve kayıtlara geçmiş mucizelerin devamını bile es
geç. Bunları, beyninin karasinekleri ve sivrisinekleri izlemeye atanmış
kısmını kullanarak oku.

Kabızlığa ve yalnızlığa elveda de.

F.’NİN TARİHE ESKİ TARZDA YAKARIŞI Hepimizin beklediği


mucize Parlamentonun çöküşüne ve Arşiv Evi'nin artık bir ev olmamasına ve
babaların şöhretle zehirlenmeyişine dek bekliyor. Şehvet haccımızda bize
yardım edemez suiistimal kayıtlan ve madalyaları, ama bazı sapkınların asla
kullanmadığı kamçılar gibi felç eden bir güvenle zorlar tenimizi.

Bir (Dksüz görüyorum, kuralsız ve sakin, gökyüzünün bir köşesinde


duruyor, bedeni diğer bedenler gibi bir şey, gözlerindeki onun adını koyan
kusurlar dışında. Fırınların yakınında doğmuş, içinden yanmış.

Işık, rüzgâr, soğuk, karanlık — bir Gelin gibi kullanıyor

onu!

F.’NİN ORTA TARZDA TARİHE YAKARIŞI Scabbie(i bir Uçtur^17 18 19


Tarih Nakti{3) uyutmak için Çaktıran(4) Yerfıstığı15* Boku16* Hepimizin
zulalaması17* gerekene.

yeraltı argosunda verilen ad. Montreal ve civan dışında bu sözcüğün


kullanımına rastlamadım ve oralarda da esasen St. Laurent Bulvarı ve artık
çalışmayan Kuzeydoğu Lokantası’nda kullanılıyor. Hem İngiliz hem Fransız
asıllıların suç tayfası arasında gözdedir. Uyuşturucu kullanmadan geçen uzun
bir döneme, bir akraba veya eski bölge papazıyla kazara karşılaşmaya, bir
sosyal görevliyle yapılan mülakata veya bir caz antropologuna ‘‘Nakit İşi”
veya "Un job de cash," denir.

(4) Uyuşturucunun damara zerk edilmesi. Hipodermik iğne, dar bir karton
“yaka” vasıtasıyla sıradan bir damlalığa iliştirilir.
(5) Koprofajist20(ab) argosunda sahte veya suni. Özünde bir aşağılama
sözüdür ancak kimi yerde “Vay fıstık!” veya daha belirgin Fransızcası
söylenişte “Queue cachuete!” gibi, sevinçli şaşkınlık nidası olarak kullanılır.
Terim, Öntario’daki orto-dokslar arasında bir grup “Marranos”un21 saygınlık
ve topluma kabul amacıyla kült ayinlerinde yerfıstığı yağı
kullanmaya başlamasından geliyor. Bağımlı sözlüğünde, hacmini ve piyasa
değerini artırmak için içine un, süttozu veya kinin katılmış saf uyuşturucu
karşılığı kullanılmaktadır.

(fi) Es a se n eroin veya “Sert Uyuşturucular” anlamındaydı ancak artık


zararsız Kızılderili kenevirinden iyi niyetli aspirine kadar her türlü keyif
maddesi için kullanılıyor. Madde bağırsakları hareketsizleştirdiği için eroin
kullananların genelde kabızlık(c) çekmesi ise ilginç bir nottur.

(7) “Zulalanıak” bağımlı argosunda. kullanmaktan ziyade satmak amacıyla


uyuşturucu bulundurma durumu anlamını taşıyabilir.

(a) xonpoc; (kopros): Yunanca bok, elbette. Ama sen bunu Sansk-ritçesiyle
karşılaştır: Cakrt, yani gübre. Kendini bir sünger avcısı olarak düşün,
sevgilim. Yosunsu kurcalamanı kaç kulacın ezdiğini anlıyor musun?

(b) cpayc:ıv (faj-eyn): Yunanca, yemek eylemi. Ama bir de Sanskrit-çeye


bak: bhajati —paylaşmak, katılmak; bhâksati —hoşlanmak, tat almak,
gerçekleştirmek; bhâga§ —mutluluk, refah. Kullandığın sözcükler güneşin
ermediği okyanus tabanlarında birer gölge. Ne bir ders veriyor ne bir dua
barındırıyorlar.

(c) Con-stipatum (kabızlık) paketlemek, bastırmak, doldurmak, tıkıştırmak


anlamındaki Latince stipare fiilinin geçmiş zaman sıfat halidir. Yunanca
“İyice bastırılmış yığın” anlamındaki aTicpoç (stifos) ile aynı köktendir.
Günümüzde, modern Atina’da -ro axL<poç yoğun kalabalık, yığın anlamında
kullanılıyor. Sana, dostum, soluk almaya başlayabilesin diye hava boruları
uzatıyorum ve çok yakında, sayemde, kendi harika gümüşi solungaçların
çıkacak.

TEKAKWITHA’NIN YAŞAMININ SON DÖRT YILI VE İZLEYEN


MUCİZELER
ı

Okenratarihen adında, Hıristiyanlığa geçen bir Onne-yout şefi vardı. Evveli


yaşamındaki gibi yeni îmanında da çok hevesliydi. Adı, Cendre Chaude ya da
Sıcak Köz anlamına geliyordu ve tabiatını tanımlıyordu. Düşü, bütün
Mohawkların yeni soluk benizli Tanrı’yı kucaklama-sıydı. 1677’de İrokua
bölgesine bir kutsal sefer düzenledi. Yanına Lorette’ten bir Huron ve “tesadüf
eseri” (Tak-dir-i İlahi'yi yok sayacaksak bu sözcüğü kullanacağız), Catherina
Tekakwitha’nın akrabası olan bir diğer dönme aldı. İlk uğradıkları köy,
çömezimizin ve günah çıkardığı papazı P. de Lamberville'in yaşadığı
Kahnawak6’ydi. Okenratarihen müthiş bir konuşmacıydı. Sault Saint-Louis
misyonundaki yeni yaşamını anlatırken bütün köyün dili tutuldu ve Catherine
Tekakwitha büyülenmiş gibi onu dinledi.

—Ruh daha önceden benimle değildi. Bir hayvan gibi yaşıyordum. Sonra
Büyük Ruh’u, yerin ve göğün gerçek Efendisi’ni duydum ve artık bir insan
gibi yaşıyorum.

Catherine Tekakwitha onun böylesi canlı tasvir ettiği yere gitmek istedi. Le
P. de Lamberville çocuğu daha misafirperver bir Hıristiyan çevrede emniyete
almak istiyordu, bu yüzden kızın dileğini sempatiyle dinledi. Hoştur, amcası
o sırada, Orange Kalesi'nde (Albany) İngilizlerle değiş-tokuş yapıyordu.
Papaz, teyzelerinin

kızı yanlarından uzaklaştıracak herhangi bir plana karşı çıkmayacaklarını


biliyordu. Okenratarihen yolculuğuna devam etmek istiyordu, bu yüzden
Catherine’in onun iki eşlikçisiyle birlikte kaçmasına karar verildi. Hazırlıklar
hızla ve gizlice yapıldı. Sabahın erken saatinde kanolarını suya indirdiler.
Sisler içinde kürek çekerlerken Le P. de Lamberville onları kutsadı.
Catherine elinde, Sault’daki Rahiplere verilmek üzere bir mektup tutuyordu.
Kendi kendine fısıldadı.

—Hoşça kal köyüm. Hoşça kal, anayurdum.

Mohawk Nehri’nin doğuya uzanan kolunu izlediler; ardından, bitkilerin


oluşturduğu engeller, tepelerine dek uzanan ağaç dalları, sarmaşıklar ve
geçilmez çalılıklarla kaplı Hudson Nehri 'nden kuzeye yöneldiler. Sakin
sularıyla tanınan ve bugün George Gölü ismini almış Lac Saint-Sacrement’a
girdiler. Kuzeye, Champla-in Gölü’ne ve Richelieu Nehri’nden Chambly
Kalesi’ne devam ettiler. Burada kanolarını bırakıp Saint Lawrence Irmağı’nın
güney kıyılarını bugün bile kaplayan sık ormanların içinden yürüyerek
ilerlediler. Üçlü, 1677 güzünde Saint-François-Xavier de Sault Saint-Louis
misyonuna ulaştı. Bilmen gerekenlerin hepsi bu. Catherine Tekakwitha’nın
amcasına verdiği ve tutmadığı sözü düşünme. Tekakwitha’yı böyle dünyevi
yeminlerin bağlamadığı yakında anlaşılacak. Amcasının, dökülmüş yapraklar
arasında onun izini sürmeye çalışırken kederli bir aşk şarkısı mırıldanması da
üzmesin seni.

Acele etmeliyim çünkü Mary Voolnd'un organları cinsel şaşkınlık içinde


ölümsüz bir tilt makinesi gibi sonsuza dek vızıldamayacak ve muhtemelen
benim dört parınaldı elim bile yorulacaktır. Ama bilmen gereken her şeyi
anlatacağım sana. Misyondaki sorumlu papazlar, bizim eski kaynaklarımız le
P. Pierre Cholenec ve le P. Claude Chauchetiere idi. Kızın getirdiği
mektubu okudular: “Catherine Tegakouira, Sault’da
yaşayacak. Yönlendirilmesi konusunda sorumluluğu üstlenmenizi rica
ediyorum. Kısa zamanda, size verdiğimiz hâzineyi kavrayacaksınız. Qu’entre
vos mains, il profite a la gloire de Dieu94 ve O’nun gözünde kesinlikle
değerli bir ruhun sağlığına ersin.” Kız, Hıristiyanlığı kabul eden ilk
kokualar’dan ve “tesadüf eseri” Catherine Tekakwitha’nrn Algonkin annesini
tanıyan yaşlı bir kadının, Anastasie’nin kulübesine yerleştirildi.
Görünüşe bakılırsa çocuk misyonu sevmişti. Saint Lawrence’ın kıyısındaki
tahta haçın dibine diz çöktü. Orada. kaynayan suyun ötesinde, uzak yeşil ufuk
ve Ville-Marie dağı vardı. Ardındaysa tarif edeceğim bütün anlamlı
işkenceleriyle, sakin Hıristiyan köyü. Irmağın kıyısında, haçın bulunduğu
bölge en sevdiği noktaydı; herhalde balıklarla, rakunlarla ve balıkçıllarla
konuşuyordu. 22

Sırada yeni hayatının en önemli olayı var. 1678-1679 kışında, bir başka
evlilik projesi gelişti. Herkes, hatta Anastasie bile, Catherine Tekakwitha’nrn
arnını açtırmasını istiyordu. teter bu Hıristiyan köyünde, ister
oradaki dinsizler arasında, fark etmiyordu. Her topluluk, doğası gereği,
eninde sonunda dünyeviydi. Ama ister yiğit bir Mohawk, isterse Hıristiyan
bir avcı, fark etmiyordu; o arnını çok uzaklara yollamıştı. Akıllarında sevimli
genç bir adam vardı. Sadece o değil, onu kurtarmış ve bakımını üstlenmiş
akrabası da o sisli sabahta ömür boyu sürecek bir ekonomik sorumluluk
aldığını bir an bile düşünmedi.

—Hiçbir şey yemeyeceğim.

—Mesele yemek değil ki, tatlım. Yaptığın hiç doğal değil.

Kız gözyaşları içinde le P. Cholenec’e koştu. Papaz, dünyada yaşayan bilge


biriydi. Dünyada yaşayan. Dünyada yaşayan.

—Eh, çocuğum, haksız sayılmazlar.

—Aaahhh!

—Geleceği düşün. Gelecek açlığı.

—Bedenime ne olacağı umurumda değil

Ama onun bedenine ne olacağı senin umurunda, değil mi, eski dostum ve
çömezim?

Misyonda büyük bir hararet vardı. Kimse onun tenini pek beğenmiyordu.
Vaftiz edilmeden önceki günahları, çıkarıp attığı dişlerden yapılmış ağır
gerdanlıklar gibi boyunlarında asılı duruyordu ve bu eski gölgeleri şiddetli
nedamet eylemi ile silmeye kalkıştılar. “lls en faisaient une rigoureuse
penitence,”05 diye anlatıyor le P. Cholenec. İşte yaptıkları şeylerden birkaçı.
Köyü bir mandala,23 24 Brueghel’e ait bir oyun resmi ya da numaralanmış bir
diyagram gibi düşün. Yukarıdan misyona bak ve sağa sola dağılmış bedenleri
gör; havadaki bir helikopterden aşağı, acı çeken bedenlerin dağılımına bak.
Tabii bu şöyle bir görüp ezberlemen gereken bir diagram. Bu kanlı görüntüyü
tanımlamaya vaktim yok. Bunu kişisel kabarcıklarının prizmasından bakarak
oku ve o kabarcıklar arasından yanlışlıkla edindiğin birini seç. Bedenlerinden
kan çekmekten, kanlarının bir kısmını dışarı çıkartmaktan hoşlanıyorlardı.
Bazıları kendini, iç tarafları sivri dikenli demir koşumlara vurdu. Bazılarıysa
koşumlarının ucuna, her gittikleri yere sürükledikleri bir odun yükü bağladı.
İşte şurada, sıfırın altında 40 derecede, karda, çıplak yuvarlanan bir kadın var.
İşte, buz tutmuş ırmağın akıntısına boğazına kadar girmiş bir başka kadın, bu
tuhaf konumda tespih çeke-
rek dua okuyor ve şunu da unutmayalım, bu tarz duaların Kızılderili diline
çevirisi Fransızca aslından iki kat daha uzundur. İşte, çıplak bir adam buzda
bir delik açıp beline kadar giriyor ve ardından “plusieurs dizai-nes de
chapelet”yi25 okuyor. Bedenini donmuş bir denizkızı gibi yukarı çekiyor,
ereksiyonu nasıl oluştuysa öyle duruyor. İşte, üç yaşındaki kızını deliğe sokan
bir kadın; kızının, günahlarından daha işlemeden arınmasını sağlamak
derdinde. Bu dönmeler, kışın gelmesini beklediler ve sonra bedenlerini onun
önüne serdiler ve kış, devasa bir demir tarak gibi üzerlerinden geçti. Cat-
herine Tekakwitha da, demir bir koşum edindi ve düşe kalka görevlerini
yerine getirdi. Azize Therese gibi, “Ou Souffrir, ou mourir”26 diyebilirdi.
Catherine Tekakwit-ha, Anastasie’nin yanına gitti ve sordu:

—Sence en korkunç acıya ne sebep olur?

—Kızım, ateşten daha kötü bir şey düşünemiyorum.

—Ben de.

Bu, belgelenmiş bir konuşmadır. Montreal’in donmuş ırmağının karşı


kıyısında, 1678 yılında bir Kanada kışında yaşandı. Catherine herkes uyuyana
dek bekledi. Irmağın kıyısındaki haçın yanına gitti ve bir ateş yaktı. Sonra,
tıpkı kokuaların kölelerine yaptıkları gibi, zavallı bacaklarını kızgın
kömürlerle okşadığı birkaç yavaş saat geçirdi. Bunun yapılışını izlemiş ve
hep nasıl bir duygu yarattığını merak etmişti. Böylece kendini İsa’ya köle
olarak damgaladı. Olayı ilgi çekici hale getirmeyi

reddediyorum eski dostum, sana iyi gelmeyebilir ve verdiğim bütün dersler


boşa gidebilir. Bu eğlence değil. Bu, oyun. Ayrıca, sen acının nasıl
göründüğünü bilirsin; bu tarz bir acının, Belsen" haber filminin içindeydin.

“Savaşçının Tarzı/Yolu” anlamına gelen, kabaca şövalyeliğe benzetebilecek


ve S^urayların davranış kuralları bütününe verilen ad.

1875 yılında New York’ta, Bohemyalı göçmen Joseph Bulova tarafından


kurulmuş saat üreticisi. Bulova, saatçilikte çıgır açan buluşlarıyla ünlenmiştir
ve ürünleri günümüzde lüks saatler sınıfında sayılmaktadır.

Triseps: Üst kolun arka tarafındaki kas.

Fırtına birlikleri: I. Dünya Savaşı'nda Alman ordusunca geliştirilmiş yeni


sızma ve şok saldırı taktikleri için eğitilen ve bunları uygulayan askerlere
verilen ad. (Şok mangaları, özel birlikler, özel tim.)

Eski dost.

Exodus (Yunanca: çıkış, ayrılış): Tevrat ve Eski Ahit'in ikinci kitabı. Hz.
Musa'nın İsraillileri Mısır toprağından çıkarıp Sina Dagı’na götürüşünü
anlatır.

Nazilerin gaz odalarında kullandığı, siyanür temelli böcek ilacı.

Thkidides veya Thkididis (Tahmini MÖ 460-395): Sparta ile


Atina arasındaki Peloponezya savaşını yazan antik Yunan tarihçisi.

Musa’nın vaat edilmiş topraklan ilk gördüğü dag.

10

Protâgâ (Fr.): Birinin himayesi altındaki kişi.


11

Erkekte aşırı cinsel düşkünlük.

12

Erkeklerde kasık fıtıklarına karşı tasarlanmış bir tür külot.

13

“Onları dehşet verici bir halde buldular.

14

İncil, Korintoslulara 1. Mektup. 4-9

15

Kabaca, “ Kahrolsun İngiltere Kraliçesi.”

16

Yunanların U. Ramses’e verdikleri ad.

17

Kirli, mikroplu, hastalık taşıyan, derialtı uyuzuna veya iğne deliği


iltihaplanmasına, kan zehirlenmesine ve Hepatite yol açabilecek anlamında
kullanılan argo sıfat. (Scab: Uyuza yol açan derialtı zararlısı) Aynı zamanda
kör ve paslı anlamında kullanılıyor.

18

Madde bağımlılarının argosunda hipodermik iğne (12 numara)

19

Vicdan, beyin veya herhangi türde acı veren bilinç haline


20

Dışkı yiyen, dışkı yeme hasatlığına yakalnamış kimse.

21

Hıristiyanlığa geçmiş Yahudi.

22

"Ellerinizde (himayenizde) Tann’nm izzetinden faydalansın.”

23

“Yogun bir tövbe çalışmasına koyuldular.”

24

Aslen Hindu kökenli ancak Budizm gibi pek çok dinde kullanılan,
metafizik veya simgesel anlamda evreni, insani bakış açısından evrenin
mikro-görünüşünü temsil eden harita, plan veya geometrik düzen.

25

Tespih çekerek okunan dua.

26

"Ya ıstırap ya ölüm.”


5
Catherine Tekakwitha, tahta haçın dibinde diz çökerek dua etti ve oruç tuttu.
Ruhunun cennette iyilik görmesi için dua etmedi. Evliliği asla tarihi
beslemesin diye oruç tutmadı. Karnını taşlarla, misyon refaha ersin diye
kesmedi. Neden dua edip oruç tuttuğunu bilmiyordu. Ruhsal bir yoksulluk
içinde çekiyordu bu çileleri. Stigmatanın acı vermediğine asla inanma. Asla
çişin varken karar verme. Annen fal baktırırken asla odada durma.
Başbakanın sana imrendiğini asla düşünıne. Görüyorsun, sevgilim, sana bir
şey anlatmadan önce seni bir mihraba kıstırmak zorundayım, aksi halde
öğretilerim birer başlıktan, tarzdan öteye geçmiyor. 1

Saint Lawrence Irmağı'nın güney kıyısındaki bol yapraklı ormanda gezindi.


Ürkerek çalılardan fırlayan, sıçrayıp havada süzülürken bile etrafını dinleyen
geyiği gördü. Kovuğuna girip kaybolan tavşanı gördü. Palamu-d unu
gürültüyle kemiren sincabı duydu. Bir çam ağacına yuva yapan güvercini
seyretti. İki yüz yıl içinde güvercinler doğayı satacak ve Dominion
Meydanı’ndaki heykellerin üzerinde aylaklık edeceklerdi. Değişken ok
başları gibi şekillenmiş kaz sürülerini gördü. Dizleri üstüne çöküp yakardı,
“Ey Hayatın Efendisi, bedenlerimiz bu şeylere muhtaç kalmak zorunda mı?”
Hiç kıpırdamadan ırmağın kıyısında oturdu. Bir kolyenin boncukları
gibi damlalar saçarak sıçrayan mersinbalığını gördü. Vahşi bir şarkıyı çalan
bir flütün notası gibi hızlı tatlısu levreğini gördü. Her biri kendi su
katmanında gezinen, uzun gümüş bir turnabalığıyla altındaki kereviti gördü.
Parmaklarını suya bırakıp, “Ey Hayatın Efendisi, bedenlerimiz bu şeylere
bağlı kalmak zorunda mı?” diye yakardı. Sonra, ağır ağır misyona yürüdü.
Tüyleri ve püskülleri rüzgârda ihtiyar tören dansçılarınınki gibi uçuşan
sapsarı mısır tarlalarını gördü. Küçük yaban mersini çalılarını, çilek çalılarını
gördü; iki çam iğnesini bir damla reçineyle yapıştırıp minik bir haç yaptı ve
yere düşmüş bir bektaşiüzümünün yanına dikti. O ağlarken bir ardıç-kuşu onu
dinledi, kahrolası bir ardıç, yolundan dönüp dinledi. Seni kurguyla irkiltmek
zorundayım, kanında var bu. Artık gece olmuş ve gece kuşları kederli şarkila-

rını Catherine'in hıçkırıkları üstüne hayali bir Kızılderili çadırı gibi


örtmüşlerdi; çadır veya piramit, uzaktan üç kenarı vardır, bir gece kuşunun
şarkısı gibidir. Kimi çadır, kimi piramitle uğraşır ve bunun pek bir önemi
yok gibidir ama 1966’da ve senin kötü ruh halinde, önemlidir! “Ey Hayatın
Efendisi,” diye yakardı, “bedenlerimiz bunlara bel bağlamak zorunda mı?”
Cumartesi ve Pazar günleri, Catherine Tekakwitha hiçbir şey yemedi.
Etrafındakiler onu çorba içmeye zorladıklarında ancak içine kül attıktan sonra
içti çorbasını. “Elle se dedommageait en mâlant de la cendre a sa soupe. ”2

Ey Tanrım, affet beni ama nereye baksam bunu görüyorum; soğuk kış köyü
tümüyle bir Nazi tıp deneyine benziyor.

“Beş adet İrokua kafatasını kıyasladığımda, bunların ortalama, bin dört yüz
kırk iki santimetreküp hacminde olduklarını gördüm. Bu değer Hint-Avrupa
ortalamasından otuz iki santimetre küp daha küçüktür.” —Morton. Crania
Amerikana, sayfa 195. Barbar Amerikan kabilelerinin kafatası hacimlerinin
Meksikalılar ve Perulula-rınkinden daha büyük olması dikkat çekicidir.
‘‘Hacimlerindeki bu farklılık daha çok oksipital ve basal bölümlerden
kaynaklanmaktadır” — diğer bir deyişle, hayvansal eğilimleri belirleyen
bölgelerden. Bkz. J. S. Philips, Birleşik Devletlerdeki Belli Başlı Kızılderili
Gruplarıyla ilgili Crania Ölçümleri.

Bu, Francis Parkman’ın, 1867’de basılmış, Kuzey Amerika’da Cizvitler


hakkındaki kitabının 32. sayfasından bir dipnot. Kütüphanede, omzunun
üzerinden bakarken ezberlemiştim bunu. Bu görsel hafızamla kulağının
dibinde uzun süre durmamın felaketlere yol açabileceğini anlıyor musun
şimdi?

Catherine Tekakwitha’nın misyondaki en yakın arkadaşı, vaftiz edildiğinde


Marie-Therese ismini almış genç bir duldu. Bir Onneyout’tu ve doğum adı
Tegaigenta’ydı. Çok güzel, genç bir kadındı. La Prairie misyonunda
disiplinsiz davranışlarıyla ünlüydü. 1676 kışında, kocasıyla birlikte,
Outaouais Irmağı kıyılarında bir av seferine çıkmış. Grupta biri çocuk,
toplam on bir kişi varmış. Kötü bir kışmış. Rüzgâr hayvanların ayak izlerini
sili-yormuş. Yoğun kar yolları geçilmez hale getirmiş. ferinden biri
öldürülmüş ve yenmiş. Şakalaşmalar arasında birazı bebeğe yedirilmiş. Sonra
kıtlık baş göstermiş. Ük önce ayakkabı yapmak için yanlarında
getirdikleri deri parçalarını yemişler. Ardından ağaç
kabuklarını. Tegaigenta’nın kocası hastalanmış. Tegaigenta kocasının başında
nöbet tutmuş. İki avcı, bir Mohawk ve bir Tson-nontoua av peşine gitmişler.
Bir hafta sonra Mohawk tek

başına geri dönmüş; eli boşmuş ama geğiriyormuş. Grup ilerlemeye karar
vermiş. Tegaigenta kocasını geride bırakmayı reddetmiş. Diğerleri
birbirlerine göz kırparak gitmiş. İki gün sonra Tegaigenta tekrar gruba
katılmış. Geldiğinde grup, Tsonnontoua’nın dul karısı ve iki çocuğunun
etrafında oturuyormuş. Üçünü yemeden önce, avcılardan biri Tegaigenta’ya
sormuş:

—Hıristiyanlar antropopajist3 yemeğine ne gözle bakar? (repas


d’anthropophage.)

Ne yanıt verdiği önemsiz. Karlara koşmuş. Izgara yapılma sırasının ona


geldiğini anlamış. Geçmişteki terli cinsel yaşamını gözden geçirmiş. Ava
günah çıkarmadan gelmişmiş. Tanrı’dan kendisini affetmesini istemiş ve eğer
misyona dönerse, hayatını değiştireceğine söz vermiş. Av partisine katılan on
bir kişiden yalnızca beşi la Prairie’ye dönebilmiş. Onlardan biri de Marie-
Thörese’miş. La Prairie misyonu, 1676 sonbaharında . Sault Saint-Louis’e
taşındı. Kızlar, 1678 Paskalyasının hemen sonrasında, inşaatı tamamlanmaya
yakın küçük kilisenin önünde tanıştılar. Konuşmayı Catherine başlattı.

—Haydi, içeri girelim, Marie-Therese.

—Buna hakkım yok, Catherine.

—Benim de. Tadı nasıldı?

—Neresinin?

—Genel.

—Domuz gibi.

—Çileklerin tadı da domuza benzer.


Kızlar hep birlikte görülüyorlardı. Başkalarıyla birlikte olmaktan
kaçınıyorlardı. Irmağın kıyısındaki haçın yanında birlikte dua ediyorlardı.
Bütün konuşmaları sadece Tanrı ve ona ait şeyler üstüneydi. Catherine
genç dulun bedenine büyük bir dikkatle baktı. Bir zamanlar erkekler
tarafından çiğnenmiş göğüs uçlarını inceledi. Yumuşak yosunların üzerine
uzanmışlardı.

—Dön bakayım.

Kök boyalarla desenler yapılmış çıplak kalçaları inceledi.

Sonra, Catherine arkadaşına, tam ne gördüğünü söyledi. Ardından yüzükoyun


yatma sırası ondaydı.

—Fark göremiyorum.

—Bence de.

10

Çarşamba günleri yemek yemekten vazgeçti. Cumartesi huş ağacı dallarıyla


birbirlerini kırbaçlayarak Günah Çıkarmaya hazırlandılar. Catherine her
zaman önce soyunmakta ısrar ediyordu. “Catherine, toujours la premiere pour
la penitence, se mettait a genoux et recevait les coups de verges. ”4 Neden
önce dövülmek-te ısrarcıydı? Çünkü kırbaçlama sırası ona geldiğinde

gösterdiği çaba, arkadaşının elinden aldığı kırbaç yaralarını daha da


kötüleştiriyordu. Catherine sürekli Ma-rie-Th6rfese’in yeterince sert
vurmadığından yakınıyor ve omuzları kanla kaplanana, üstüne yattığı
yapraklara yeterince kan damlayana dek vurmayı bırakmasına
izin vermiyordu: Ne kadar çok kan sınavıydı bu. İşte, kızın, le P. Claude
Chauchetiere tarafından kaydedilen dualarından biri:

—İsa’m, senin için kendimi tehlikeye atmalıyım. Seni seviyorum ama seni
gücendirdim. Senin yasanı yerine getirmek için buradayım. İzin ver Tanrım,
kızgınlığının yükünü ben taşıyayım...

Bu da duanın Fransızcası: böylece, çevirisiyle bile bu belge Dil’e hizmet


edecektir.

—Mon Jesus, il faut que je risque avec vous: je vous aime, mais je vous ai
offense; c’est pour satifaire a vot-re justice que je suis ici; dechargez, mon
Dieu, sur moi votre colfere...

Bazen, diye anlatıyor bize le P. Chauchetiere, duasını tamamlayamazdı ama


gözyaşları yapardı bunu. Bu malzemenin kendine ait bir gücü var, değil mi?
Öyleyse bu iş kütüphanede çalışmaktan ibaret değildi, değil mi? Bence bu
yazı, Meşguliyetle Terapi Odası'ndaki çöp sepetlerini kullanılmaz hale
getirecek.

ll

Fransızlala hokualar arasındaki savaş devam etti. Yerliler, Sault’taki kimi


dönme kardeşlerinden, yeni

dinlerinin gereklerini yerine getirmek konusunda tam bir özgürlük vaat


ederek aralarına dönmelerini istediler. Dönmeler bunu reddedince, İrokualar
onları kaçırdı ve direklere bağlayarak yaktı. Etienne adlı bir Hıristiyan İlahi
söyleyerek ve kendisine işkence edenlerin doğru yolu bulmaları için dua
ederek öyle cesurane yandı ki Kızılderilileri feci etkiledi. Birçoğu, böyle bir
cesaretin ancak vaftizden ileri gelebileceği düşüncesiyle vaftiz edilmeyi talep
etti. AncakFransızlarakarşı düzenledikleri saldırılardan vazgeçmeye niyetleri
olmadığı için reddedildiler.

—Kavramış olmalılar, diye kan lekelerine fısıldadı Catherine. Kavramış


olmalılar. Ne için kullanıldığının önemi yok. Daha sert! Daha sert! Nen var
senin, Marie-Therese?

—Şimdi sıra bende.

—Tamam. Ama bu pozisyondayken bir şeyi kontrol etmek istiyorum. Biraz


aç bacaklarını.

—Böyle nıi?

—Evet. Tahmin etmiştim. Bakire olmuşsun.


12

Cather -ne Tekakwitha, gizlice, pazartesi ve salı günleri de yemek yemeyi


bıraktı. Özellikle bağırsaklarındaki zorluk bakımından senin için birinci
derecede önemli bu. Senin için hayati önemi taşıyan başka bir bilgim daha
var. Bavyeralı bir köylü kızı, Theresa Neuman, 25 Nisan 1923’ten sonra,
herhangi bir katı besin alnıayı

reddetti. Kısa bir süre sonra artık yeme ihtiyacı duymadığını açıkladı. 33 yıl
boyunca, Üçüncü Reich ve Ayrılma boyunca, hiçbir şey yemeden yaşadı.
1894 yılında Brooklyn’de ölen Mollie Francher yıllarca hiç
yemek yememişti. Catherine Tekakwitha’nın İspanyol çağdaşı Beatrice Mary
of Jesus, uzun süreler boyunca oruç tutmuştu. Bunlardan biri 51 gün sürdü.
Paskalya orucu boyunca, et kokusu aldığında sinir krizleri geçirirdi. Kendini
zorla ve hatırla. Edith’in yemek yediğini hiç hatırlıyor musun? Bluzunun
altına giydiği plastik torbaları hatırlıyor musun? Mumları söndürmek için
eğildiğinde kusarak pastayı berbat ettiği o doğum gününü hatırlıyor musun?

13

Catherine Tekakwitha ciddi bir şekilde hastalandı. Marie-Therese, yaptıkları


aşırılıkların ayrıntılarını papazlara anlattı. Le P. Cholenec, nazik bir şekilde,
Catherine Tekakwitha’ya nedametini bu kadar sert yaşamayacağı konusunda
söz verdirdi. Bu Tekakwitha’nın tutmadığı ikinci dünyevi sözdü. Kızın
kronikleşmiş halsizliğini tanımlamak için sağlık sözcüğü yeterliyse, yavaş
yavaş sağlığına kavuştu.

—Peder, Bakirelik Andı içebilir miyim'?

—Virginitate placuit.

—Evet?

—Sen ilk İrokua Bakiresi olacaksın.

Catherine Tekakwitha’nın bedenini Kurtarıcısı ve


Annesine resmen sunduğu gün, 25 Mart 1679, Müjde gününe denk geldi.
Evlilik sorunu çözülmüştü. Bu dünyevi teklifle rahipleri çok mutlu etti.
Küçük kilise parlak mumlarla donatıldı. Catherine de mumları çok
severdi. Merhamet! Sadece mumları ya da mumların ifade ettigi Aşk’ı seven
bizim için Merhamet. Mumların, tıpkı tüm Andacwandetler, yani Sikiş
Tedavileri gibi, yüce bir gözde kusursuz akçeler olduğuna inanıyorum.

14

Le P. Chauchetiere ve le P. Cholenec şaşkınlık içindeydi. Catherine’in bedeni


kanayan yaralarla kaplanmıştı. Onu izlediler, ırmağın kıyısındaki tahta haçın
dibine diz çöküp dua etmesini gizlice seyrettiler, arkadaşıyla beraber
birbirlerine vurdukları kırbaçları saydılar ama bir aşırılık tespit edemediler.
Üçüncü gün alarm durumuna geçtiler. Kız ölecek gibiydi. " Son visage
n'avait plus que la figure d’un mort.”5 Fiziksel çöküşünü kızın
olağan zayıflığına bağlayamıyorlardı artık. Marie-ThĞrese’i sorguya çektiler.
Kız itiraf etti. O gece papazlar, Catherine Tekakwitha’nrn kulübesine geldi.
Battaniyelerin içine sıkıca sarınmış Kızıderili kız uyuyordu.
Battaniyeleri açtılar. Catherine uyumuyordu. Sadece uyurmuş gibi yapıyordu.
O acıların içinde hiç kimse uyuyamazdı. Kabuktan kemerler örerkenki bütün
ustalığını kullanarak battaniye ve şiltesine binlerce diken örmüştü. Bedeninin
her kıpırdanışı yeni bir kan pınarı açıyordu. Kaç gece böyle işkence etmişti
kendisine? Ateşin ışığında çıplaktı, teni parlıyordu.

—Kıpırdama!

—Hareket erme!

—Denerim.

—Kıpırdadın!

—Özür dilerim.

—Yine kıpırdadın!

—Dikenler yüzünden.
—Dikenler yüzünden, biliyoruz.

—Elbette biliyoruz dikenler yüzünden olduğunu.

—Çalışırım.

—Çal ı ş.

—Çalışıyorum.

—Hareketsiz durmaya çalış.

—Hareket ettin!

—Doğru söylüyor.

—Tam olarak etmedim.

—Ne yaptın?

—Seğirdim.

—Seğirdin mi?

—Tam olarak hareket etmedim.

—Seğirdin mi?

—Evet.

—Seğirme!

—Çalışırım.

—Kendini öldürüyor.

—Çalışıyorum.

—Seğiriyorsun!
—Neresi?

—Şurası.

—Böylesi daha iyi.

—Uyluğuna bak!

-Ne?

—Seğiriyor.

—Özür dilerim.

—Bizimle alay ediyorsun.

—Yemin ederim etmiyorum.

—Dur!

—Kalça!

—Seğiriyor!

—Dirsek!

—Ne'?

—Seğiriyor.

—Dizkapağı. Dizkapağı. DİZKAPAĞI. —Seğiriyor mu?

—Evet.

—Bütün bedeni seğiriyor.

—Kontrol edemiyor.

—Derisini yırtıp atıyor.


—Bizi dinlemeye çalışıyor.

—Evet, çalışıyor.

—Hep çalışıyor zaten.

—Şunu ona ver Claude.

—Çirkin bu dikenler.

—Çirkin bir diken oluşturuyorlar.

—Çocuğum'?

—Evet, Peder.

—Korkunç acı çektiğini biliyoruz.

—O kadar kötü değil.

—Yalan söyleme.

—Doğru olmayan bir şey mi söyledi?

—Bir dümen çevirdiğini düşünüyoruz, Catherine.

—İşte!

—Seğirme değildi o.

—Kasti bir hareketti.

—Ateşi yaklaştırın.

—Şuna bir bakalım.

—Artık bizi duyabileceğini sanmıyorum.

—Çok uzaklarda gibi.


—Bedenine bakın.

—Çok uzaklarda gibi.

—Bir resim gibi görünüyor, bir tür.

—Evet, çok uzaklarda.

—Ne gece ama.

—Hımmmm.

—Şu kanayan resimlerden biri gibi.

—Şu ağlayan ikonalardan biri gibi.

—Çok uzaklarda.

—Ayağımızın dibinde ama hiç bu kadar uzakta birini görmemiştim.

—Şu dikenlerden birine dokunsana.

—Sen dokun.

—Ah!

—Tahmin etmiştim. Gerçek diken bunlar.

—Papaz olduğumuz için seviniyorum, ya sen Claıı-de?

—Feci seviniyorum.

—Çok kan kaybediyor.

—Bizi duyabiliyor mu acaba?

—Çocuğum?

—Catherine?
—Evet, Pederlerim.

—Bizi duyabiliyor musun?

—Evet.

—Neye benziyor sesimiz?

—Makineye.

—Güzel mi?

—Çok güzel.

—Ne tür bir makine?

—Alelade sonsuzluk makinesi.

—Teşekkür ederim, çocuğum. Ona teşekkür et, Cla-ude.

—Teşekkür ederim.

—Bu gece bitecek mi?

—Yataklarımıza dönecek miyiz?

—Bundan şüphem var.

—Burada uzun bir süre kalacağız.

—Evet. Seyredeceğiz.

15

Shakespeare öleli 64 yıl oldu. Andrew Marvell öleli 2 yıl oldu. John Milton
öleli 6 yıl oldu. Şimdi 1680 kışının tam ortasındayız. Şimdi acımızın tam
ortasın-dayız. Şimdi kanıtlarımızın tam ortasındayız. Bu kadar uzun
süreceğini kim tahmin edebilirdi? Canlılığım ve zekâmla bir kadının içine ne
zaman gireceğimi kim
tahmin edebilirdi? Bir yerlerde benim sesimi dinliyorsun. Dinleyen çok. Her
yıldızda bir kulak vardır. Bir yerlerde, paçavralara bürünmüş, kim olduğumu
düşünüyorsun. Sonunda, sesim seninki gibi mi gelmeye başladı? Senin
yükünü hafifletmeye çalışırken çok fazla şey mi bekledim? Son yıllarını
izlediğim Catherine Tekakwitha’ya imreniyorum. Pezevenk ben, müşteri ben.
Sevgili dostum, bütün bunlar mezarlık üçgeninin hazırlığından başka bir şey
değil miydi? Şimdi acımızın tam ortasındayız. Özlem bu mudur? Benim acım
da seninki kadar değerli mi? Bowery’den6 7 fazla mı kolay vazgeçtim?
Hükümetin dizginlerine aşk düğümünü kim attı? Yakıtını sağladığım Sihir’i
sürebilir miyim? Günaha Teşvik’in anlamı bu mu? Şimdi, çilemizin tam
ortasın-dayız. Galileo. Kepler. Descartes. Alessandro Scarlat-tii05 20
yaşında. Brigitte Bardot’yu mezarından çıkarıp parmaklarının kanayıp
kanamadığına kim bakacak? Marilyn Monroe’nun mezarındaki tatlı kokuyu
kim sınayacak? James Cagney'nin başıyla kim kayacak? James Dean esnek
midir? Ey Tanrı’m, rüya ardında parmak izleri bırakıyor. Tozlanmış cilanın
üstünde hayalet izleri var! Brigitte Bardot'nun yattığı laboratuvarda mı
olınak derdindeyim? 20 yaşındayken onunla plajda karşılaşmak isterdim.
Rüya bir ipuçları demetidir. Selam, ünlü çıplak sarışın, üzerindeki toprak
açılırken, bir hayalet

senin güneş yanığı teninle konuşuyor. Formaldehit içinde yüzen açılmış


ağzını gördüm. Eğer parayı ve muhafızları kaybetmezsek seni mutlu
edebileceğimi sanıyorum. Işıklar yandığında bile, Cinerama'nın perdesi
kanamaya devam etti. Kızıl parmağımı kaldırarak kalabalığı susturuyorum.
Beyaz perdede erotik araba kazan, kanamaya devam ediyor! Brigitte
Bardot’yu devrimci Montreal civarında gezdirmek isterdim.
Yaşlandığımızda, eski bir diktatörün kafeteryasında karşılaşacağız. Kimsin,
Vatikan dışında bilen yok. Gerçeğe takılıp sendeledik: Birbirimizi ınutlu
edebilirdik. Eva Peron! Edith! Mary Voolnd! Hedy Lamarr! Madam Bovary!
Lauren Bacall, Marlene Dietrich’di! BB, benim, F.; yeşil papatyalardan,
orgazmının taşocaklarından, İngiliz Montreali’nin karanlık
zihin fabrikasından çıkıp gelen hayalet. Kâğıtlarımın üzerine uzan, küçük
sinema teni. kıin ver havlun göğüslerinle ilgili edinilebilecek izlenimleri
korusun. Baş başa kaldığımızda bir sapığa dönüş. Duştan ıslak saçlarınla çık
ve tıraş edilip kavuşturulmuş bacaklarını masamın üzerine uzat. Ük
tartışmamız sırasında uyuyakalırken bırak havlun üzerinden kaysın. Ey Mary,
sana döndüm. Karanlık beden pencerelerinin gerçek perdelerine, şimdinin
arnı-na, şu ânının ıslaklığına geri getirdim kolumu. Günaha Teşvik’ten yola
çıktım ve olduğunu gösterdim!

—Bunu yapmak zorunda değilsin, dedi Mary Voolnd.

—Öyle mi?

—Değilsin. Sikiş dedikleri, bunları içerir.

—İstediğim her şeyi hayal edebilir ıniyim?

—Evet. Ama acele et!

1680 kışının tam ortasındayız. Catherine Tekakwitha üşüyor ve ölüyor. Bu,


onun öldüğü yıl. Bu, büyük kış. Kulübesinden çıkamayacak kadar hastaydı.
Gizlice açlık çekiyor, dikenli şiltesi bir jonglör misali bedeninde sekmeyi
sürdürüyor. Kilise çok uzaklardaydı artık. Ama le P. Chauchetiere onun her
gün vaktinin bir kısmını dizleri üzerinde ya da kaba saba bir sırada dengesini
korumaya çalışarak geçirdiğini anlatıyor. Ağaçlar da onu kırbaçladı. Şimdi,
1689 Paskalyasından önceki Kutsal Hafta’nın başındayız. Kutsal Pazartesi,
ciddi biçimde zayıfladı. Ona hızla öldüğünü söylediler. Marie-Therese huş
ağacı dallarıyla okşarken Catherine dua etti:

—Ey Tanrı’m, Tören’in Sana ait olduğunu göster bana. Hizmetkârın için
Ritüel’de bir geçit aç. Kırılmış bir Fikir’in çene kemiğiyle değiştir Dünya’nı.
Ey Efendim, oyna benle.

Misyonda tuhaf bir âdet vardı. Kutsal Ekmeği bir hastanın yattığı kulübeye
asla götürmezlerdi. Bunun yerine, yolculuk ne kadar tehlikeli olursa olsun,
hastayı ağaç kabuğundan yapılmış, sürüklenerek çekilen bir sedye içinde
kiliseye götürürlerdi. Kızın sedye yolculuğuna dayanamayacak kadar hasta
olduğu kesindi. Peki, ne yapmaları gerekiyordu? Eski Kanada’ya âdetler
öyle kolayına gelmiyordu ve günümüz trafik ceza makbuzlarının üzerindeki
soluk ve plastik hali gibi, eskiliği ve ortak değerleriyle kıymet kazanmış bir
Kanada İsa’sına hasrettiler. Cizvitleri bu yüzden seviyorum. Tarih’e mi

yoksa Mucize’ye mi ya da daha kahramanca söyleyelim, Tarih’e mi yoksa


Olası Mucize’ye mi daha derin bir sorumlulukları bulunduğu üzerine
tartışırlardı. Cat-herine Tekakwitha’nrn çapaklı gözlerinde garip bir
ışık görmüşlerdi. Yolculuk Degişim'i içindeki Kurtarıcı’nın Bedeni’nin
sunduğu o yüce teselliden, Aşai Rabbani Ek.nıeği’nden8 onu mahrum etmeye
cüret edebilirler miydi? Dikenlerin yırttığı paçavralar içinde yarı
çıplak ölmekle meşgul kıza cevaplarını verdiler. Kalabalık neşelendi. Bazı
dönmelerin kız için kullanmaya başladıkları yeni ismiyle Mükemmel
Malıcup’un durumunda uygulanmak üzere bir istisna yapılmasına onay
verilmişti. B u fırsatın değerini vermek için Catherine’in Marie-Therese’den
bir battaniye ya da herhangi bir şeyle yarı çıplak bedenini örtmesini istediği
yönündeki mütevazı ayrıntı var elimizde. Bütün köy, hastanın kulübesine
taşınan Kutsal Ekmeği takip etti. Misyondaki bütün dönme Kızılderililer,
kalabalık şiltesinin etrafına toplandı. O en büyük umutlarıydı. Fransızlar
ormanlarda kardeşlerini öldürüyordu ama ölmekte olan bu kız, yaptıkları zor
tercihi bir şekilde doğrulayacaktı. Maddeleşmemiş mucizelere sıkı sıkıya
bağlı bir ışık varsa eğer, işte burada, işte şimdiydi. Papazın sesi başladı.
Mutluluğun perdelediği gözler ve çürümüş bir dille genel günah
affının bildirilmesinin ardından Catherine, “Viatique du Corps de Notre-
Seigneur Jesus-Christ”i9 aldı. Artık gözle gö-

rünür biçimde ölüyordu. Olup biteni izleyen kalabalığın çoğu, aralarından


ayrılan kızın dualarında hatırlanmak istiyordu. Le P. Cholenec onları teker
teker kabul edip edemeyeceğini sordu. Çok yumuşak bir sesle sordu çünkü
artık can çekişiyordu. Catherine gülümsedi ve onları kabul edeceğini söyledi.
Bütün gün boyunca, vicdani yükleriyle şiltesinin yanına dizildiler.

—Bir böceği ezdim. Benim için dua et.

—Şelaleyi sidiğimle kirlettim. Benim için dua et.

—Kız kardeşimi düdükledim. Benim için dua et.

—Beyaz olduğumu hayal ettim. Benim için dua et.

—Geyiğin çok yavaş ölmesine izin verdim. Benim için dua et.

—Canım insan eti çekiyor. Benim için dua et.

—Otlardan bir kırbaç yaptım. Benim için dua et.


—Bir solucanın içini çıkardım. Beniın için dua et.

—Merhem sürülecek türden sakal10 bırakmak istedim. Benim için dua et.

—Batı rüzgârı benden nefret ediyor. Benim için dua et.

—Hasadı kararttım. Benim için dua et.

—Tespihimi İngilizlere verdim. Benim için dua et.

—Altımı pislettim. Benim için dua et.

—Bir Yahudi öldürdüm. Benim için dua et.

—Sakal merhemi sattım. Benim için dua et.

—Hayvan pisliği tüttürdüm. Benim için dua et.

—Erkek kardeşimi seyretmeye zorladım. Benim için dua et.

—Hayvan pisliği tüttürdüm. Benim için dua et.

—Herkesin birlikte söylediği şarkıyı bozdum. Benim için dua et.

—Kanoda otuz bir çektim. Benim için dua et.

—Bir rakuna işkence yaptım. Benim için dua et.

—Otlara tapıyorum. Benim için dua et.

—Bir yarayı deştim. Benim için dua et.

—Birisinin açlıkla terbiye edilmesi için dua ettim. Beninı için dua et.

—Boncuklarımın üzerine pisledim. Benim için dua et.

—84 yaşındayım. Benim için dua et.

Tünı kulübe kocaman bir arzular Gümrüğüne dönüşene dek teker teker kızın
kıllı Lenin yatağının yanında diz çöküp acıklı ruhani valizlerini bıraktılar ve
kızın yattığı ayı postunun yanındaki toprak sayısız dizkapağı tarafından
öylesine cilalandı ki, sonunda lanetlenmiş dünyadan kaçmaya programlanmış
son ve tek roketin gümüş yanları gibi parladı ve sıradan gece Paskalya
köyünün üzerine çöktüğünde, Yerliler ve Fransızlar, ağaç kabuğu yaktıkları
ateşlerin başına toplanıp parmaklarını dudaklarına götürerek sus işaretleri ve
öpücükier yolladılar. Ah, bunları anlatmak neden böylesi
yalnızlık hissettiriyor bana? Akşam dualarının ardından Cathe-rine
Tekakwitha bir kez daha orınana gitmek için izin istedi. Le P. Cholenec ona
izin verdi. Catherine kendini, eriyen karlardan battaniyesinin altındaki mısır
tarlalarının arasından, kokulu çam ağaçlarının içinden, ormanın tozlu
gölgelerinin altından, mart yıldızlarının soluk ışığına doğru ağır ağır
sürükleyerek buzlu Saint Law-

rence Irmağı ’nın kıyısına, Haç’ın donmuş köküne kadar geldi. Le P.


Lecompte bize şöyle diyor, “Elle y passa un quart d’heure a se mettre les
dpaules en sang par une rude discipline.’’ Orada, omuzlarını kanla
kaplanana dek kırbaçlayarak 15 dakika geçirdi ve bunu arkadaşı olmadan
yaptı. Artık ertesi gündü; Kutsal Çarşamba. Bu kızın son günüydü:
Komünyon ve Haç’ın sırlarını takdis etme günü. “Certes je me souviens
encore qu’a l’entrde de sa derni&re maladie.” Le P. Cholenec, bunun
kızın son günü olduğunu anlamıştı. Öğleden sonra saat üçte son çile başladı.
Dizlerinin üzerine çöküp Marie-Thdrfc-se ve kırbaçlanmış başka kızlarla dua
ederken Catheri-ne Tekakwitha, İsa ve Meryem’in isimlerinde
kekeledi, düzgün telaffuz edemiyordu. “ . . . elle perdit la parole en
prononçant les noms de Jdsus et de Marie.” Ama çıkardığı sesleri niçin tam
kaydetmediniz'? Ad’la oynuyor, Ad’da ustalaşıyor, bütün düşmüş dalları
canlı Ağaç’a11 aşılıyordu. Aga? Muja? Jurnu? Sizi salaklar,
Catherine Tetragrammaton’u12 biliyordu! Elinizden kaçmasına izin verdiniz!
Birini daha kaçırdık! Ve şimdi parmaklarının kanayıp kanamadığına bakmak
zorundayız! Oradaydı, elimizdeydi, çivilenmişti ve konuşuyordu; dünyayı
çözmeye hazırdı ve biz kutsal emanetler kutusunun keskin ağzının onun
kemiklerini yutmasına izin verdik. Parlamento!
Öğleden sonra saat 3:30’da ölmüştü. 17 Nisan 1680, Kutsal Çarşamba. 24
yaşındaydı. Öğleden sonranın tam ortasındayız. Le P. Cholenec yeni
cenazenin başında dua ediyordu. Gözleri kapalıydı. Birdenbire gözlerini açtı
ve şaşkınlık içinde bağırdı, “Je fis un grand eri, tant je fus sa isi
d’etonnement. ”m

—Eeeeeooooyyy!

Catherine Tekakwitha’nın yüzü bembeyaz kesilmişti!

—Viens ici! 112

—Yüzüne bakın!

Le P. Cholenec’in aktardığı tanıklığını inceleyelim ve politik


değerlendirmelerimizi bastırmaya çalışalım ve hatırla, sana iyi haber sözü
vermiştim. “Catherine’in yüzü, dört yaşından beri Veba damgası taşıyordu;
hastalığı ve kendisine ettiği ezalar şekil bozukluğunu daha
da belirginleştirmişti. Ama bu yüz, yara izleriyle bozulmuş bu koyu esmer
yüz, ölümünden yaklaşık çeyrek saat sonra ani bir değişime uğradı. Ve bir
anda öylesine güzel ve öylesine beyaz oldu ki...”

—Claude!

Le P. Chauchetiere koşarak geldi ve bir köy dolusu Kızılderili onu izledi.


Huzur dolu bir uykudaymış, cam bir güneşliğin altındaymış gibi, karanlık
Kanada ikindisine doğru dalgalanıyordu; yüzü sakin ve mermer
kadar parlaktı. Böylece ağarmış yüzü ve köyün yoğunlaşmış

111- “Şaşkınlıktan müthiş bir çığlık kopardım.”

112- “Gel buraya.”

bakışları altında başladı ölümüne. Le P. Chaucheti&re şöyle dedi:

—C’etait un argunıent nouveau de cr£dibilit6. dont Dieu favorisait les


sauvages pour leur faire goûter la foi.13

-Şşşşşşşştt!
—Sussana!

Daha sonra oradan iki Fransız’ın geçeceği tuttu. Biri dedi ki:

—Şurada uyuyan güzel kıza bak.

Onun kim olduğunu öğrendiklerinde, diz çöküp dua ettiler.

—Bırakın tabutu biz hazırlayalım.

Tam o kusursuz anda, kız gökyüzünün sonsuzluk makinesine girdi. Kız


arkadaşının şükran yüklü deli kahkahası üzerinden ileri akarken atomik
omzunun üstünden geriye bakıp eski yüzüne bir mermer ışıltısı gönderdi.

18

Kırmızı ve beyaz, ten ve sivilceler, açan papatyalar ve yanan otlar; marş ileri,
eski dostum ve siz bütün ırkçılar. Yıldızların düzeninden efsaneler yaratnıak
hünerimiz olsun ama bu efsaneleri unutup, geceyi boş gözlerle seyretmek de
şanımız olsun. Dünyevi Kilise renk değişimiyle Beyaz Irk'a hizmet etsin.
Dünyevi Devrim, kiliseyi yakarak Gri Irk’a hizmet etsin. Manifestolar
bütün mülkümüze iliştirilsin. Biz, gökkuşağı bedenlerin bir kulenin
tepesinden görünen manzarasına âşığız. Kendi gecelerimizde hepimiz olan
rütbeleri dokuyan sizler, kırmızıdan beyaza geçişin acısını çekin. Ama biz
sadece bir varmış, bir yokmuşuz. Kaba parmaklarımızdan bir saniye daha:
Biz artık safbayraklara aşığız, mahremiyetimiz değersiz, tarihimize sahip
değiliz; tarihimiz ince bir tohum tozu yağmuruyla uzaklara taşınmış ve
tarihimizi koca bir yabani papatya yığını ağı gibi süzgeçten geçiriyoruz ve
tarzlarımız güzelce değişiyor. Bir uçurtma hastanenin üstüne tırmanıyor ve
bazı Meşguliyetle Terapi mahkûmları onu izliyor ya da görmezden geliyor.
Mary ve ben, Yunan lokantalarının ve Yunan vazolannın or-jisinin içine
doğru kayıyoruz; limonluğun hareketli balmumu gölgelerinin üzerinde yeni
bir kelebek dönmedo-lap var, küçük sirk rüzgârın düşürdüğü bir uçurtma
gibi çöküyor, köy paraşütçüsü ayaklarının altlarında otların sivri uçlarını
hissediyor, üzerleri silinmiş İkarus posta pullarının içine dalıyor. Montreal
çamaşırhanesi yüksek kira yüzünden kapanıyor ama ben, Yardımseverliği
seçtiğim için hepten doğallıkla başarısız oluyorum. İşte birçoğumuz için iyi
bir haber: Bütün taraflar ve kiliseler bu bilgiyi kullanabilir. Bolonyalı Azize
Catherine, 1463’te öldüğünde elli yaşında bir rahibeydi. Kız kardeşleri
onu tabutsuz gömdüler. Bir süre sonra, yüzünün üzerindeki çamurun
ağırlığını düşünerek suçluluk duygusuna kapıldılar. Cesedi topraktan
çıkarmalarına izin verildi. Yüzündeki çamuru temizlediler. 18 gün toprağın
altında kalmanın tek beresi burnundaki küçük bir ezik dışında, yüzünün hiç
bozulmadığını gördüler. Cesedin tatlı bir kokusu vardı. Onu incelerlerken,
“kar beyazı beden yavaş yavaş kırmızıya döndü ve anlatılmaz güzellikle
bir kokuya sahip yağlı bir sıvı salgılamaya başladı.”

19

Catherine Tekakwitha’nrn cenazesi. Anastasie ve Ma-rie-Therese, bedeni


üzerinde usulca çalıştılar. Kol ve bacaklarını yıkadılar, kurumuş kan
pıhtılarını sildiler. Saçını tarayıp yağladılar. Beyaz boncuklarla bezeli deri bir
elbise giydirdiler. İki ayağını yeni mokasenlerle örttüler. Cesetler kiliseye
genellikle dallardan yapılmış bir sedyeyle götürülürdü. Fransızlar onun için
gerçek bir tabut, ‘‘un vrai cercueil” yaptılar.

—Kapatmayın!

—Bırakın göreyim!

Kalabalığın tatmin edilmesi gerekiyordu. Onun yeni güzelliğini bir saat daha
seyretmek istiyorlardı. Biyografisini yazanların gördüğü üzere, artık
Kutsal Perşembe’deyiz: keder günü, sevinç günü. Onu kiliseden alıp dibinde
dua etmeyi çok sevdiği, ırmağın kıyısındaki mezarlığın büyük haçının yanına
taşıdılar. Le P. Chauchetiere ve le P. Cholenec mezarın yeriyle
ilgili tartışmışlardı. Le P. Chauchetiere kilisenin içine gömülmesini istiyordu.
Le P. Cholenec ise böyle bir ayrıcalığı engellemek istiyordu. Catherine’in de
hazır bulunduğu başka bir mezar kazısında, papaz onun kendi tercihini ifade
ettiğini duymuştu: ırmağın kıyısı.

—Öyleyse razı geliyorum.

. Ertesi gün Kutsal Cuma’ydı. Misyonerler en derin duyguların esiri


kalabalığa, İsa’nın çilesi üzerine vaaz vermeye başladı. Herkes daha uzun
süre ağlamak istiyordu. Ayini yöneten papazın Vexi7ia’mn14 ilk iki
kelimesinden öteye geçmesine izin vermediler.

—Vexilla re—

—Hayır! Hayır! Ühü! Aaaaaah!

—Vexilla regis—

—Durun! Biraz bekleyin! Hüngür hüngür! Lütfen! O günün tümünde ve


ertesi gün boyunca papazlar, hayatlarında görmedikleri ölçüde aşın bir zillete,
bir dövünmeye şahit oldular.

—Kendilerini parçalıyorlar!

—Vay canına!

Cuma gecesi, bir kadın, sabaha kadar dikenlerin üstünde yuvarlanıp durdu.
Dört ya da beş gece sonra bir başka kadın daha aynı şeyi yaptı.

—Ateşi yaklaştırın.

Kan çıkana dek dövdüler kendilerini. Çıplak dizleri üzerinde, karda


süründüler. Dullar bir daha evlenmeme yeminleri etti. Genç evli kadınlar,
kocaları öldüğünde bir başkasıyla evlenmeyeceklerine dair aynı yemini
ettiler. Evli çiftler ayrıldı ve artık kardeş olarak yaşayacaklarına söz verdi. Le
P. Chauchetiere, karısını kız kardeş saymaya başlayan dindar François
Seneka’dan söz eder. Bu kişi, “Catherine’in Tespihi” adını verdiği küçük
bir tespih yapmış. Tespih, Credo dediği bir haç, Pater ve Ave için iki
“tohum” ve Gloria Patri için üç ‘‘tohum”dan

oluşuyormuş. Catherine’in ölünı haberi ateşten ateşe, bir dönmeden diğerine,


dönmelerden misyon dışındaki kardeşlerine, kabilelerden kabilelere geçerek,
İrokua topraklanın her tarafına yayıldı.

—La sainte est morte.

—Azize ölmüş.
Eski Kilise’de bu tür popülerleşmeye la bĞatificati-on equipollente denirdi.
Aşağıya bak, aşağıya bak; karlı mandalayı gör, bütün köyü gör; bembeyaz
bölgenin üzerinde kıvranan şekilleri gör; kazara edindiğin kişisel yaranın
opak prizmasının içinden bak ve görmeye çalış.

20

işte, sonradan ismi bir Montreal caddesine verilen. Frontenac Kalesi'nin


komutanı Yüzbaşı du Luth’un tanıklığı. Le P. Charlevoix’nın anlattığına göre
bu kişi “un des plus braves officiers que le Roy ait eus dans cette coloine”15
imiş. Bu kişi, aynı zamanda, Superior Gölü kenarındaki bir Amerikan şehrine
de ismini vermiştir.

Aşağıda imzası bulunan ve yirmi üç yıldan beri gut hastalığı çeken ben, acım
üç ay boyunca uyumamı engelleyecek boyuta vardığında, genel görüşe göre
bir azize sayılan, Sault Saint-Louis'te ölmüş İrokua Bakiresi Catherine
Tegahkoııita’ya başvurduğumun ve sayesinde Tanrı'nın sağlığımı geri
vermesi halinde mezarını ziyaret edeceğime söz verdiğimin doğruluğunu,

anlatacaklarımla her kim ilgilenecekse, taahhüt ederim. Şerefin e


düzenlediğim dokuz günlük duanın sonunda, mükemmelen iyileştim ve on
beş aydır tek bir gut krizi geçirmedim.

İşbu belge, 15 Ağustos 1696’da, Frontenac Kalesi’nde kaleme alınmıştır.

İmza, J. du Luth

21

Kuzey Amerika limanında numaralanmış bir göçmen misali, her şeye


yeniden başlamayı ümit ediyorum. Dostluklarıma yeniden başlamayı ümit
ediyorum. Başkanlığa yükselişimi başlatmayı ümit ediyorum. Mary’ye
yeniden başlamayı ümit ediyorum. Hizmetimi hiç geri çevirmemiş olan,
çakıveren belleğinde ne geçmiş ne geleceğimin bulunduğu, belleği,
çocuklarının, amatör mezarcılar misali birbirlerinin baştan savma ölçülmüş
bedenlerini tıkıştırdığı tarihin tabutunda asla donmamış Sana tapınmaya
yeniden başlamayı ümit ediyorum. Öncü, kendini zaten cesaret ve yöntemle
sınırladığı için Amerikan rüyası değildir. Rüya, sisli New York havasının
içine doğru yelken açan bir göçmen olmaktır; rüya, İrokua şehirlerinde bir
Cizvit olmaktır çünkü biz geçmişi ve onun sarsak hatalarını yıkmak
istemiyoruz; sadece, geçmişin neşeyle kehanetsel olduğunu ve bez çıkınları
son savaştan kalma işe yaramaz ancak Kızılderilileri şaşalatacak ve
ele geçirebilecek makineli tüfeklerle dolu geniş yakalılala kaynayan bu yük
güvertesindeki bizlerin önünde şans bulunduğunu kanıtlayacak mucizeler
diliyoruz.

Catherine Tekakwitha’nrn hayali ilk le P. Chauc-hetiere’e göründü.


Ölümünden beş gün sonra, Paskalya pazartesisinin sabahı saat dörtte, dua

etmeye daldığında şanlı bir bulanık ışık içinde göründü adama. Sağ yanında
baş aşağı duran bir kilise vardı. Solunda kazığa bağlanmış. yanan bir
Kızılderili vardı. Görünüş iki saat kadar sürdü ve böylece papaz, esriklik
içinde, onu inceleyecek zaman buldu. Rahibin Kanada’ya gelmesinin gerçek
nedeniydi bu. Üç yıl sonra, 1683’te, köyü bir kasırga vurdu ve 30 metre
uzunluğundaki kiliseyi yerle bir etti. Ve misyona yapılan saldırılardan
birinde, bir h'okua dönmesi Onondagalar tarafından esir alındı ve
bancını haykınrken, yavaş yavaş yakıldı. Görünüşün bu uygulamaları kiliseyi
tatmin edebilir, eski dostum ama biz bir görünüşün olayların arasından sızıp
gitmesine izin vermeyelim. İşe yaramaz bir kilise ve işkence edilmiş
bir adam; bunlar bir azizin gelişmesinde olağan şeyler değil midir?
Ölümünden sekiz gün sonra ihtiyar Anastasie’ye ışıklı alevler içinde göründü;
belden aşağısı parlaklığın içine karışan kemerin altındaydı, “le bas du corps
de-puis la ceinture disparaissant dans cette clarte.’’ Diğer kısımlarını sana mı
ödünç vermişti'? Kulübesinde yalnız olduğu sırada Marie-Therese’e de
göründü ve yaptığı bazı şeyler konusunda nazikçe payladı onu.

—Omuzlarını döverken topuklarının üzerinde otur-mamaya çalış.

Le P. Chauchetiere, biri 1 Temmuz 1681, diğeri ise 21

Nisan 1682’de iki görüntüyle daha onurlandırıldı. Her ikisinde de Catherine


ona olanca güzelliğiyle göründü ve papaz onun açıkça anlaşılır biçimde şöyle
dediğini duydu:

—lnspice et fac secundum exemplar. Regarde, et co-pie ce modele. Bak ve


bu modeli kopyala.

Ardından hayali Catherine’inin birçok yağlı boya portresini yaptı ve


hastaların başucuna konduğunda, epey işe yaradıklarını gördü. Bugün,
Caughnawaga’da tuval üstüne yapılmış çok eski bir resim bulunmaktadır. Le
P. Chauchetiere’in yaptığı mı acaba? Asla bilemeyeceğiz. Bunun senin de
işine yaraması için dua ediyorum. Peki, P. Cholenec’e ne oldu? Diğer herkes
şekerini almıştı. Onun filmi nerede oynuyordu? Namı kâğıt bir kıvılcımdan
uzun sürmediği, sadece Papalık kayıtlarına geçtiği için içlerinde bana en çok
benzeyen oydu.

23

“(...) Sonsuz sayıda mucizevî tedavi,” diye yazmış le P. Cholenec, 1715’te.


“Une infinite de guârisons mi-raculeuses.” Yalnız vahşiler arasında değil, Qu
£bec ve Montreal’deki Fransızlar arasında bile. Hepsi ciltlertutar. Le P.
Cholenec, ondan Thaumaturge du Nouveau-Mon-de diye söz ediyor.
Tedavilerin bazılarını kaydediyorum; biraz acı hissiyle, tasavvur
edebiliyorsundur artık.

François Roaner’in karısı, 1681 yılının ocak ayında 60 yaşındaydı ve ölüme


çok yakındı. Kadın, le P. Chauchetiere’in de hizmet verdiği. la Prairie de la

Magdeleine’nin sakinlerindendi. Papaz kadının boynuna bir haç taktı. Bu,


Catherine Tekakwitha’nın ölürken paçavralarına iliştirdiği haçın ta
kendisiydi. Madam Ro-aner iyileştiğinde kutsal emaneti teslim etmeyi
reddetti. Papaz haçı geri almakta ısrar etti ve kadına onun yerine takması için,
içinde Catherine’in mezarından alınmış çamurun bulunduğu küçük bir kese
verdi. Bir süre sonra kadın, şu ya da bu sebepten, keseyi boynundan
çıkardı ve çıkartır çıkartmaz yere yığıldı, tekrar göğsüne asana kadar da
iyileşmedi. Bir yıl sonra kocası böbreklerinden şiddetli sancıya tutuldu.
Kadın düşüncesiz bir cömertlik anında, keseyi üzerinden çıkartıp kocasının
boynuna taktı. Adaının sancısı birdenbire kesildi ama bu kez de kadın tekrar
hastalanıp sendelemeye başladı. Bir yandan kocasının onu öldürdüğünü
haykırıyordu. Orada bulunanlar adamı, keseyi karısına vermesi için ikna
ettiler. Kadın keseyi takar takmaz iyileşti ama kocasının böbrekleri yeniden
ağrımaya başladı. Haydi, şimdilik onları Catherine Tekakwitha’ya
yönelttikleri yeni zalim dualarıyla baş başa bırakalım çünkü o onların
ruhlarını çağırıyor. Bu olay sana tanıdık geliyor mu yoldaş? Edith,
ikimizin arasında bir çamur torbası gibi mekik dokumuyor muydu? Ah
Tanrı’m, yıllardır birbirlerine dokunmamış sefil yaşlı Roaner’ları,
mutfaklarının taş zemini üstünde hayvanlar gibi birbirlerini pençelerken
düşünebiliyorum.

1693'te, Sault’taki Yönetici le P. Bruyas’tı. Bir gün aniden kollarına felç indi.
Tedavi görmesi için Montreal'e götürdüler. Oradan ayrılmadan önce,
kendilerini Catherine’in anısına adayanlardan oluşan bir
gruptan, Catherine’in Kızkardeşleri’nden tedavisi için bir dokuz günlük dua
düzenlemelerini rica etti. Montreal’de her türlü tedaviyi reddetti. Dokuz
günlük duanın sekizinci gününde, adamın katılaşmış kollarında bir
değişme yoktu. faıanlıydı, doktorları kendinden uzak tuttu. Ertesi sabah saat
dörtte kollarını sallayarak uyandı; şaşırmış değildi ama neşeyle doluydu.
Teşekkür etmek için aceleyle yola koyuldu.

1695. Tedaviler, bir dans adımı gibi, üst sınıflara sızmaya başladı. İşe İdareci
Mösyö de Champigny ile başladılar. Adam iki yıldır aynı soğukalgınlığıyla
cebelleşiyordu; günden güne kötüleşmiş ve artık sesini zar zor duyurabilir
hale gelmişti. Karısı Sault’taki Papazlara, kocasının sağlığına kavuşabilmesi
için kutsal kızın onuruna bir dokuz gün duası düzenlemeleri
konusunda yalvaran bir mektup yazdı. Dokuz günlük dua için bir Pater, bir
Ave üç tane de Glori Patri seçtiler. Mösyö de Champigny’nin boğazı günden
güne temizlendi ve dokuzuncu gün normale döndü; hatta sesi, yepyeni ve
özel bir titreşim kazandı. Madam de Champingy, İrokua Bakiresi kültünün
daha da yayılmasını sağladı. Binlerce Catheri-ne Tekakwitha resmini Fransa
dahil her yere gönderdi ve XIV. Louis bile resimlerden birine dikkatle baktı.

1695. Mösyö de Granville ve karısı çamura biraz su katıp can çekişen küçük
kızlarına içirdiler. Kız gülerek yataktan kalktı.

“Catherine’in gücü kendini hayvanlarda bile gösterdi,’’ diye yazıyor le P.


Cholenec. Lachine'de sadece tek ineği bulunan bir kadın yaşıyordu. Bir gün,
durduk yerde ineği şişti, “enfl£e”oldu, öyle ki hayvanın öleceğini sandı
kadın. Diz çöküp yalvarmaya başladı.

—Ey iyi yürekli kutsal Catherine, merhamet et. zavallı ineğimi kurtar!
Bu sözler kadının dudaklarından henüz dökülmüştü ki inek sönmeye başladı
ve gözlerinin önünde, eski boyutuna ulaştı. “Et la vache s’est bien portee du
depuis.”

Geçen kış, diye yazıyor le P. Cholenec, Montreal'de, bir tosun buzun içine
düştü. Onu dışarı çıkardılar ama yürüyemeyecek kadar donmuştu. Bütün kışı
ahırında geçirmesi gerekiyordu.

—Öldürün şu hayvanı! diye emretti evin reisi.

—Oh, bir gece daha yaşasın, diye yalvardı bir hizmetçi kız.

—İyi. Fakat yarın ölecek!

Hizmetçi kız tosunun içme suyuna mezar çamurundan kattı biraz, bir taraftan
da şöyle diyordu:

—Pourquoi Catherine ne guerirait-elle pas les betes aussi bien que les
hommes?16

Bu alıntı gerçektir. Ertesi sabah, tosunu ayakları üzerinde doğrulmuş


buldular, kız ve hayvan dışında herkes buna çok şaşırdı. Tarihler haliyle en
önemli soruyu göz ardı ediyor. Bu inek ve tosun sonunda yenildi mi'?
Yoksa gerçekte değişen bir şey olmamış mıydı?

Çocuklar ve yaşlılar arasında gerçekleşen, kayıtlara geçmiş binlerce iyileşme


var. Binlerce dokuz günlük dua ve tekrar cana kavuşan binlerce beden.
Ölümünden yirmi yıl sonra Catherine'nin mucizeleri eskisi kadar sık
olmuyordu artık, ama 1906’ya kadar ulaşan kayıtlar var elimizde. Le
Messager Canadien du Sacre-Coeur\m 1906 baskısını inceleyelim. Mucize Ile
Manitouline’deki bir Kızılderili bölgesinde, Shishigwaning’de
gerçekleşti. Orada yaşayan iyi bir Kızılderili kadının (une bonne sauvagesse),
ağzında ve boğazında on bir aydır frengi yaraları vardı. Hastalığı frengili
kızına ait pipoyu içerek kapmıştı, “en fumant la pipe dont s’ötait servie sa
fille.” Hastalık sinsice ilerliyor, yaralarının çevresi ve derinliği gittikçe
artıyordu. Ağzı yaralardan öyle şişmişti ki artık bir kaşık çorba bile içemez
hale gelmişti. 29 Eylül 1905 ’te papaz geldi. Cizvit olmadan önce doktorluk
yapıyordu. Kadın bunu biliyordu.
—Bana yardım edin, doktor.

—Ben bir rahibim.

—Bir doktor olarak yardım edin bana.

—Hiçbir doktor yardım edemez sana.

Tedavisinin insani gücü aştığını anlattı. Kurbana, Catherine Tekakwitha’dan,


“Kan bağıyla kız kardeşin senin!” yardım dilemesi için baskı yaptı. O gece,
kadın. uzun zaman önce ölmüş İrokua Bakiresi için bir dokuz günlük duaya
başladı. Bir gün geçti, iki gün geçti, hiçbir şey olmadı. Üçüncü gün, dilini
damağında gezdirirken, frenginin kör alfabesiyle yazdığı
yazıların İskenderiye’nin ciltleri gibi kaybolduğunu gördü.

Aşağı Saksanya'daki Nazi toplama kampı. 1943-45 arasında 85.000 kişinin


öldüğü kampa 15 Nisan 1945’te giren müttefik askerleri çogun-luğu had
safhada hasta 60.000 kişi ile yakılmamış veya gömülmemiş 13.000 cesetle
karşılaşmıştır. Günlüklerinin yayınlanmasıyla dünyaca tanınan Anne Frank
bu kampta, 15 yaşında tifüsten ölmüştür ve simgesel mezarı da buradadır.

“Çorbasına kül katarak diyetini ödüyordu.’’

Antropofajizm: Yamyamlık, kanibalizm.

“Nedamette her daim birinci Catherine, diz çöküyor ve kırbaç darbelerini


yemeye başlıyordu.”

“Yüzü bir ölününkinden farksızdı.”


6

Manhattan'ın aşagı kesiminde, ucuz otelleri ve yıkıntılarıyla nam salmış.


kötü bir mahalle. Adı, Peter Stuyvesant’ın çiftliğinden, yani Felemenkçe
“Bouwerij” sözcüğünden gelmektedir ve aynı zamanda “yapraklarla kaplı"
anlamında sıfat olarak kullanılmaktadır.

Alessandro Scarlatti (1660-1725): Opera ve oda kantatlarıyla ünlü barok


dönem İtalyan bestecisi.

Aşai Rabbani: Katoliklerde şarap ve ekmeğin takdis ayini; Aşai Rabbani


Ekrnegi: Ölüm döşegindekilere verilen (yolluk anlamında, Hz. İsa’nın
bedeninden simgesel bir parça) kutsal ekmek.

Aşai Rabbani Ekmeği

10

Hz. İsa’nın sakalı; Mecdelli Meryem tarafından hoş kokulu par-tüm ve


merhemlerle temizlenir.

11

Kanada kanunlarında “Canlı Agaç Doktrini" anayasanın organik olduğunu


ve değişen zamanlara uyum gösterebilmesi amacıyla geniş ve liberal
okunınası gerektiğini söyler. İlerlemeci Yorumlama Doktrini adıyla da anılır.

12

Yunanca “dört harf” anlamında. Musevilik’te Tanrı ’nın söylenmesi yasak


adını belirten dört harfi belirler (yhwh).

13
“Bu, Tanrı'nın vahşilere inancı tattırmak için bahşettiği yeni bir inandmcıhk
gösterisiydi.'’

14

Poitiers Piskoposu, şair Venatius Fortunatus tarafından yazılmış ilahi ağıt.

15

“Krallığın bu kolonide bulundurduğu en cesur subaylardan biri.”

16

“Neden Catherine insanlar gibi hayvanları da iyileştirmesin?”


24

1689’da Sault Saint-Louis misyonu Saint Lawrence Irmağı’nın yukarılarına


taşındı. Göçün nedeni toprağın verimsizleşmesiydi. Portage Irmağı’nın Saint
Lawrence’a

katıldığı eski yere Kahnawake, yani çağlayana karşı deniyordu. Artık Kateri
tsi tkaiatat, yani Catherine’in gömüldüğü yer adını almıştı. Naaşını,
Kahnawakon, yani çağlayanın içi, adı verilen yeni köye taşıdılar. Eski yere de
Kanatakwenke, yani taşınan köyün yeri demeye başladılar. 1696’da, büyük
ırmağın güney kıyısını takip ederek, bir kere daha taşındılar. Son göçleriyse
1719’da oldu. Misyon, bugünkü yerine, Lachine’in tam karşısına, şelalelerin
yanı başına, bugün bir köprüyle Montreal’e bağlanan yere yerleşti. Ardından
1676’daki frokua adı Kahnawake’yi (ya da İngilizce biçimiyle
Caughnawaga) aldı. Caughnawaga’da hâlâ Catherine’in bazı kutsal
emanetleri bulunmaktadır. Ama hepsi değil. İskeletinden çeşitli parçalar,
değişik tarihlerde, başka yerlere gönderildi. Kafası, 1754’te, bir başka frokua
misyonunun kuruluşunu kutlama amacıyla Saint-Regis’e
götürülmüştü. Kafanın bulunduğu kilise daha sonra yandı ve
kafatası kurtarılamadı.

KATERI TEKAKWITHA 17 Nisan 1680 Onkweonweke


Katsitsiio Teotsitsianekaron

KATERI TEKAKWITHA 17 avril 1680

La plus belle fleur epanouie chez les sauvages1

F.’NİN, CATHERINE TEKAKWITHA’NIN YAŞAMININ SON DÖRT


YILINI ANLATAN ÖYKÜSÜNÜN SONU

İşte! Oldu! Sevgili eski dostum, gerekeni yaptım! Sen, ben ve Edith, Sistem
Sinemasının süssüz koltuklarında otururken hayalini kurduğum şeyi
yaptım. O gümüşî saatler boyunca kendime eziyet çektirdiğim soruyu biliyor
musun? Artık açıklayabilirim sana. Şimdi, Sistem Sinemasının tam
ortasındayız. Koltukların tahta kolçaklarında dirseklerimize hükümranlık
açmaca oynuyoruz. Ste. Catherine Caddesi’nin dışında tiyatro çadırı millerce
ışığın içindeki tek neon hatasını sergiliyor: iki harfi düşmüş ve hiçbir zaman
onarılmayacak; stem 2 Sinemas ı, stern Sineması, stern Sineması diye yanıp
sönüyor. İşaretin altında, gizli vejeteryan kabileleri alışkanlıkla toplanmış,
Sebze Sınırı’ndan içeri kaçak nıal sokuyorlar. Topluiğne başı gibi küçülmüş
gözlerinde eski rüyaları dans ediyor: Tam Oruç. İçlerinden biri Scientific
American’ın editörleri tarafından merhametli herhangi bir yorum yapılmadan
yayınlanmış yeni bir kötülüğü haber veriyor: “Topraktan çekilip
çıkarıldıklarında, turpların elektronik bir çığlık yaydıkları anlaşılmıştır.” 65
sentlik üçlü bilet bile rahatlatmayacak onları bu gece. İçlerinden biri, çılgın
bir umutsuzluk gülüşüyle kendini sosis tezgahına atıyor; daha ilk ısırıkta,
dehşet verici yoksunluk belirtileri gösteriyor. Onu bir yas havası içinde
seyreden diğerleri oradan ayrılıp Montreal’in eğlence kesimine doğru
ilerliyorlar. Haberler hiçbirinin

düşünemeyeceği kadar ciddi. Bir tanesi, bir et lokantasının yola bakan


havalandırması tarafından yoldan çıkartılıyor. Bir lokantada birisi
“domatesli” sipariş ettiğini söyleyerek garsonla tartışıyor ama sonunda.
bir nezaket intiharı içinde, spagettiyi, yanlışlıkla et soslu olarak kabul ediyor.
Fakat bunlar, üçümüzün saatler önce geçip tatmin ettiğimiz zımbalı cam
sütundan çok uzakta elbette. Şu girişte bilet toplayanların hepten yumuşak
başlı olmadıklarını unutmayalım. Kaç kere geçiş hattının zımbasını reddettiği
bir müşterinin arkasında durmuş ve onun aşağılık bekçi kulübesindeki
dişiden parasını geri almak zorunda kalışını izlemişimdir. Her sinemanın
kapısına yerleştirilmiş bu kadınlarla uğraşmak pek hoş değildir: Ste.
Catherine Caddesi’ni kendi kendini yok etme tehlikesine karşı korumakla
görevliler: Sokak kıyısında, egemenlikleri altındaki bu küçük bürolar, Kızıl
Haç ve Sağlık Müdürlüğü’nün en iyi işlevlerini birleştiren bir yönetim
aracılığıyla trafik ordusunun korunmasında büyük rol oynuyorlar. Peki,
kabul edilemeyen ve parası geri verilen kişi ne olacak? Nereye gidebilir?
Toplumun, kendisini vazgeçilmez kılınak için Suç’u yaratması anlamında, bu
zalim reddediliş zorunlu mu? Artık, “Oh, Henry!”sini yiyebileceği bir
karanlık odası yok! Bütün şekerler tehdit altında! Canlılar için bir intihar
vodvili mi bu yani? Ya da zımba kontrol noktasının dişler geçmiş boğazı
reddetmesine sürülmüş bir merhem mi? Seçmenin haşmetli merhemi mi bu?
Yeni bir kahraman çilesini mi keşfetti? Bu keşişin veya onu en güzel
tamamlayan anti-keşişin, Cizvitlerin tohumunun yeniden doğumu olabilir mi?
Bir aziz ya da misyoner olma arasında yapılacak tercihte, ilk trajik sınavı bu
mu onun? İki koridoru ve alfabenin yarısını güvenle geçip parlak eğlenceye
ulaşan sen, ben ve Edith için hiçbir önemi yok elbette. Şimdi, Sistem
Sineması’nın son gösteriminin tam ortasındayız. Saçlarımızın üstünde tozlu
projeksiyon ışını, bir bacadaki duman gibi katı sınırlar içinde kıvrıldı ve
değişti. Kararsız ışın, bir deney tüpündeki süspansiyonda isyan eden kristaller
gibi, karanlık muhafazasında değişti ve değişti. Kareler beyaz perdede, eğitim
kulesinden atlayıp çeşitli kıvrılışlar içinde doğrudan yere çakılan sabotaj
kurbanı paraşütçü mangaları misali, tıpkı dalgıçlar parçalanırken
patlayan kutup kamuflajı kozalarının kar üzerine rengârenk organik
içeriklerini saçışındaki gibi, tezat renge denk geldikleri anda saçılarak, art
arda aktı. Hayır, daha ziyade devasa bir teleskopun içine kapatılmış
hayaletimsi beyaz bir yılan gibiydi. Evine yüzen bir yılanın seyircilerin
bulunduğu salonu sulayan lağım kanalını tembelce işgal edişiydi bu. Uk
bahçenin gölgelerindeki ilk yılan, dişi haz hafızamıza her şeyin tadını sunan
albino meyve bahçesi yılanıydı bu! O, üzerimizdeki karanlığın içinde akar,
dans eder, kıvrılıp dururken, sık sık gözlerimi kaldırıp taşıdığı hikâye yerine
projeksiyon ışınına baktım. İkiniz de fark etmediniz beni. Bazen zevkinizi
dağıtmak için kolçakta şaşırtıcı alanlar teslim ettim size. Ben yılanı inceledim
ve o, beni her şeye aç kıldı. İnsanı sarhoş eden bu tefekkürün ortasında, bana
en çok eziyet eden soruyu ifade etmeye davet edildim. Soruyu ifade ettim ve
anında bana eziyet etmeye başladı: Haber kuşağı Fil nıin içine kaçınca ne
olacak? Haber kuşağı keyfine göre

görünür veya filmin rastgele bir karesinde, kazaya uğrarsa ne olacak? Haber
kuşağı sokak ve Film arasında Kaya Barajı3 gibi uzanıyor, Ortadoğu’daki bir
sınır kadar hayati; onu del (diye düşündüm) ve kirli bir karışını toplam
aşındırma özelliği aracılığıyla varoluşu eınperyal-leştirsin. Diye düşündüm!
Haber kuşağı sokak ve Film arasında duruyor: Pazar gezintilerinde karşımıza
çıkan bir tünel kadar hızla sona eriyor ve ürkütücü karanlığı gecekondu
mahallelerini kırlık dağlara bağlıyor. Cesaret istedi bu! Haber kuşağının
kaçmasına izin verdim, onu konunun tam ortasına davet ettim ve ikisi, tıpkı
motellere adanmış otoyolların o bölgelerindeki yeni güçlü manzaralardaki
ağaçlar ve plastik sentezi gibi, korkunç bir orijinallikte birbirine karıştı.
Yaşasın moteller, isim,

dürtü, başarı! İşte beninı mesajım, kalbimin eski sevgili-


♦•

si. işte gördüğüm: İşte öğrendiğini:

Sophia Loren Bir Sel Kurbanı İçin Soyunuyor SEL NİHAYET GERÇEK

Neşe! Söz vermemiş miydim? Becerebileceğime inanmadın mı? Ve artık seni


terk etmem gerekiyor ya. çok zor geliyor. Mary sıkıntılı, kıpırdanıp duruyor,
ikiıniz de şu anda hiçbir zevk almıyoruz ve sıvılarının bir bölümü öylesine
eskidi kı kollarımda buharlaşmadan arda kalan izler kaşınıyor. Meşguliyetle
Terapi hastaları, hemşirenin koleksiyonunda tanınabilsinler diye
bitmemiş sepetlerine imza atıyorlar. Kısa bahar ikindisi karardı ve

parmaklıklı pencerelerin ardındaki yumulu leylak goncalarının kokusu zar zor


duyuluyor. Öğle sonrası çarşafları sterilize edildi ve kolalı yataklar bize
ihtiyaç duyuyor.

—Hav hav hav! Hav hav! Gırrr!

—Dışarıdaki bu sesler ne, Mary?

—Sadece köpekler.

—Köpekler ın i? Köpeklerin olabileceğini hiç düşünmemiştim.

—Var işte. Çabuk ol! Çıkart şunu!

—Eliıni mi?

—Paketi! Yağlıten paketi!

—Şart mı?

—Dostlarımızdan!

Balıksı bir hareketle, belden aşağısını oynattı ve am girişindeki bütün iç


mimariyi değiştirdi. Oltayı damağına çeken bir alabalık gibi, minyatür
pınarların oluşturduğu nefis bir raf paketini alta iğnesi gibi kıvrılmış
dört parmağıma getirdi ve ben de onu çekip çıkardım. Ben mesajı okurken,
geniş, beyaz üniforması beni meraklı bakışlardan koruyordu. Mary
Voolnd’un ısrarıyla, şimdi okuyorum onu.

KADİM VATANSEVER İLK BAŞKAN BABA CUMHURİYET


HİZMETLERİNİ EN YÜCE ONURLA SELAMLIYOR Kaçış bu gece
planlandı

Mary’nin sıvıları, görünmez mürekkeple yazılmış yazıyı görünür kılmıştı! Bu


gece.

—Grrrrrl Hauuuuuuv!

—Korkuyorum, Mary.

—Endişelenme.

—Burada biraz daha kalamaz mıyız?

—Şu harika çizgileri görüyor musun, Mary?

—Seks için çok geç, F.

—Ama ben burada mutlu olabilirim sanıyorum. Çömezimin çılgınca


kıskandığım yalnızlığı burada elde edebileceğimi düşünüyorum.

—Bu kadar, F. Çok kolay.

—Kalmak istiyorum, Mary.

—Maalesef bu imkansız, F.

—Ama ben tam kenardayım, Mary. İflas ettinı sayılır; neredeyse her şeyimi
kaybettim, tevazuya ulaşmak üzereyim!

—Kaybet! Her şeyi kaybet!

—İmdat! İmdaaaaaaat! Kimse yok mu?

—Çığlığın duyulamaz, F. Haydi gel.


—İMDAAAAAAAAAAAAAAT!

—Klik, klikklik. Bızzzz. Hırş!

—Bu tuhaf ses neyin nesi, Mary?

—Parazit. Radyo, F.

—Radyo! Radyodan söz etmemiştin.

—Sessiz ol. Bize bir şeyler söylemek istiyor.

(KAMERA ÜZERİNDEKİ YAZIYI OKUYACAK ŞEKİLDE RADYOYA


YAKLAŞIR)

—Burası, Radyo. İyi akşamlar. Radyo, kayıtlı tarihsel son dakika haberini
vermek için bu kitaba kolaylıkla müdahale ediyor: TEROTRİT LİDERİ
KAÇTI. Yalnızca birkaç dakika önce, kimliği belirlenemeyen bir
Terörist Lider, Suçlu Deliler Hastanesi’nden kaçmıştır. Bu kişinin şehirdeki
varlığının yeni devriınci aşırılıkları başlatmasından korkulmaktadır. Kaçışına
Hastane Personeli arasına sızmış dişi bir suç ortağının yardım ettiği
anlaşılmıştır. Şaşırtmaca amaçlı baskın sırasında polis köpeklerinin
parçaladığı hemşire halen ameliyata alınmış durumdadır ancak hayatta
kalması beklenmemektedir. Kaçak suçlunun, Montreal dışındaki ormanlarda,
terörist gruplarla ilişkiye geçeceğine inanılıyor.

—Bu gerçekten oluyor mu, Mary?

—Evet, F.

—Gırrr! Hav! Hıırr hurr! Hav!

—Mary!

—Koş, F.! Kaç! Kaç!

—Hav hav! Hauuuv! Gırrr! Hırrrtt!

(SALYALARI AKAN POLİS KÖPEĞİNİN DİŞLERİ MARY


VOOLND’UN ETLERİNİ PARÇALIYOR)

—Bedenin!

—Kaç! Kaç, F. Bizim için, G-ler için kaç!

(KENDİ FİLMİNİ GÖSTEREN RADYOYA ZUM)

—Burası, radyo. Ciyak! Tı ha ha! Burası mu ha ha ha, burası ho ho ho,


burası, radyo. Mu ha ha ha ha ha ha ha. ay, ho ho ho ho, hi hi hi hi,
gıdıklıyor, gıdıkiıyor! (SES EFEKTh EKO ODASI) Burası, Radyo.
Silahlarınızı bırakın! Burası, Radyonun İntikamı.

Ve bu da sevgilin F., söz verdiğim neşeli mektubu biti-

riyor. Tanrı seni korusun! Ah sevgilim, olmak istediğim şeyi ol!

Her zaman senin

İmza, F.

3. Kitap

Görkemli Kaybedenler Üçüncü Tekil Şahısta Sonsöz

Bahar Quâbec’e batıdan gelir. Kanada’nın batı sahiUe-rine mevsim


değişikliğini getiren sıcak Japon akıntısıdır ve sonra devreye Batı Rüzgârı
girer. Chinook’un soluğuyla kırlar üzerinden geçerken tahılları ve
mağaralarındaki ayıları uyandırır. Ontario’nun üzerinden kanun koyucu bir
hayal gibi akar ve QuEfbec’e, huş ağaçlarımızın arasından köylerimize sızar.
Montreal’de efeler, tarh dolusu lale soğanları misali kabararak
mahzenlerinden çıkıp tentelerini ve sandalyelerini sergiler. Montreal’de
bahar bir otopsi gibidir. Herkes donmuş mamutun içini görmek ister. Kızlar
kollarını sıvar ve tatlı, beyaz tenleri, yeşil kabuğun altındaki ağaç gövdesi
gibi ortaya çıkar. Cinsel bir manifesto caddelerden patlak lastikten boşalan
hava gibi yükselir: “Kış bizi yine öldüremedi!” Qu£bec’e bahar Japonya’dan
gelir ve savaş öncesi bir Crackerjack ödülü4 gibi daha ilk günden kırılır
çünkü çok sert oynarız onunla. Bahar Montreal’e Amerikan yapımı romantik
bir Ri-viera Aşkı filmi gibi gelir ve herkesin bir yabancıyla yatması
gerekınektedir ve birden evlerin ışıkları parlar; yaz gelmiştir ama buna
aldırmayız çünkü bahar, Hollywood tuvaletlerindeki kürkler gibi, biraz
efemine, bizim zevkimize göre biraz fazla gösterişlidir. Hong Kong malı
lastik aşk aletleri gibi, egzotik bir ithal maldır bahar; yalnızca özel bir
öğleden sonrası için isteriz onu; ertesi gün, gerekirse ithal mallara vergi
konulması için oy veririz. Bahar, bıyık deneyimi için bir İtalyan lokantasını
ziyaret eden İsveçli bir karma okul öğrenci turist kız gibi aramızdan geçer ve
rastgele bir karikatürünü seçtiği eski Valentino ile saldırırlar ona. Montreal’e
bahar öyle kısa gelir ki hangi gün geldiğini söyleyebilir ve o gün için hiçbir
şey plan-layamazsınız.

Kentin hemen güneyindeki ulusal bir orınanda böyle bir gün yaşanıyordu.
Yaşlı bir adam, iğreti gizli bir oğlanlar kulübü kadar iğreti ve dökük eski bir
ağaç evden ibaret garip mekânının eşiğinde oturuyordu. Ne kadar zamandır
orada yaşadığını bilmiyordu ve neden artık kulübeyi dışkısıyla kokutmadığını
düşündü ama o kadar uzun boylu düşünmedi. Hoş kokulu Batı
Rüzgârı’nı kokladı; kışın bir alev gibi uçlarını yalayıp kararttığı bir iki çam
iğnesini inceledi. Havanın genç kokusu, kirli sakalının altındaki kalbinde
eskiye bir özlem depreştirmedi. Uzaktaki bir masada sıkılan limondan
sıçrayan nelik yarışmalar, parodiler, şarkılar ve benzerlerini içeren
eğlence programı. Programda yapılan yarışmalarda kazananlara ucuz
ödüller verilmiştir.

damla gibi ince bir acı sisinin yaktığı gözlerini kırpıştırdı: Hafızasını kazıyıp,
bu mevsim değişikliğini bir efsaneye dönüştürmek için, geçmişinden bazı
anlar yakalamaya çalıştı: bir balayı, bir yürüyüş, bir zafer; baharın
yenileyeceği bir şey. Ama acısı hiçbir şey bulamadı. Sanki hafızasında hiçbir
olay yokmuş ya da hepsi tek bir olaymış ve o da hızla dönem esprilerindeki
bir tükürük hokkası misali akıp gitmiş gibi geldi. Eksi yirmi derecedeki
rüzgârın ikinci kez yeşillenen çam ağaçlarının karla yüklü dallarını
süpürmesi, binlerce helezonun yarattığı esintinin dalların karanlığı arasında
küçük beyaz kasırgalar yaratması sanki bir saniye önce gerçekleşmişti.
Altında hâlâ, karaya vurmuş balıkların şiş göbekleri gibi eriyen kar adacıkları
vardı. Her zamanki gibi, güzel bir gündü.

—Yakında hava ısınacak, dedi yüksek sesle. Yakında yine kokmaya


başlayacağım. Şimdi kaskatı olan pantolonum muhtemelen yine yapış yapış
olacak. Umurumda değil.

Kışın bariz zorluklarını da umursamamıştı. Hep böyle değildi, elbette. Yıllar


(?) önce, verimsiz bir araştırma veya kaçış onu ağacın tepesine getirdiğinde,
soğuktan nefret etmişti. Soğuk, kulübesini bir otobüs durağı gibi sarmış ve
onu hakikaten kişisel ve bayağı bir öfkeyle dondurmuştu. Soğuk onu, belden
aşağısı tutmayan birinin adıyla anılan bir kurşun gibi seçmişti. Dondurucu
dönem boyu, gecelerce acıyla inlemişti. Ama bu son kışta soğuk, yalnızca
olağan yolculuğunu yaparken geçmişti içinden ve sadece donup ölmek
üzereydi. Birbiri ardına rüyalar tükürüklerinden, onu kurtarabilecek bi-

rinin adını haykıran çığlıklar koparmıştı. Birbiri ardına sabahlarda kâğıt ve


kuru yapraklardan yaptığı yatağında, kaşlarında donmuş gözyaşları ve
sümüklerle uyanmıştı. Uzun zaman önce acısıyla havayı her
dağıttığında hayvanlar kaçışıriardı ama bu, bir şey için çığlık attığında olurdu.
Şimdi sadece çığlık attığı için tavşanlar ve tilkiler korkmuyordu. Artık
çığlığını sıradan havlaması kabul ettiklerini tahmin ediyordu. Bu bahar
günündeki gibi, ne zaman bu ince acı sisi gözlerini devirse, ağzını sonuna
kadar açıp yüzündeki kılları çekiştirerek ulusal orınanın içine doğru, o
meşhur çığlığını atardı.

—Aaaaaaaaarrrrrrrrrggggggggghh! A, merhaba!

Ağacına doğru koşarak yaklaşan yedi yaşlarında bir çocuğu gördüğünde,


yaşlı adamın çığlığı selamlamaya dönüştü. O el sallarken nefes nefese
kalmıştı çocuk. Yakındaki bir turistik otelin bekçisinin en küçük oğluydu.

—Merhaba, amca!

Çocuk yaşlı adamın akrabası değildi. B u sözcüğü biraz yaşlıya saygıdan,


biraz da adamın, cık, cık, cık, pek utanmaz ve yarı çatlak olduğunu
bildiğinden kışkırtmak amacıyla kullanmıştı.

—Merhaba, sevgili çocuk!

—Merhaba, amca. Kafaya aldığın darbe ne durumda?

—Yukarı gel! Seni özledim. B ugün soyunabiliriz.

—Bugün olmaz, Amca.

—Lütfen.

—Zamanım yok. Bir hikâye anlat bana, Amca.

—Yukarı tırmanmaya zamanın yoksa hikâye dinlemeye de yoktur. Soyunmak


için yeteri kadar sıcak bugün.

—Haydi, bir gün kitabını yazmaya yemin ettiğin, o

Kızılderili hikâyelerinden birini anlat bana, sanki bunu başarıp


başarmayacağın umurumdaymış gibi.

—Bana acıma, çocuk.

—Kes sesini, pis sürüngen!

—Yukarı gel, a, haydi. Alçak bir ağaç bu. Sana bir hikâye anlatacağım.

—Oradan anlat, mümkünse, kaşınan parmakların için bir şey fark etmiyorsa
eğer, ben burada çömeleceğim.

—Burada çömel! Bir yer açarım sana.

—Hasta etme beni, Amca. Anlatacaksan anlat.

—Dikkatli ol! Çömeldiğin yere bir bak! Böyle çöme-lerek o küçük bedenini
mahvediyorsun. Uyluk kaslarını işe koş. Minik kalçaları topuklardan uzak
tut, doğru dürüst boşluk bırak yoksa kıç kasların gereğinden fazla gelişir.
—Çocuklara ormanda rastladığında pis şeyler konuşup konuşmadığını
soruyorlar bana.

—Kim soruyor?

—Hiç kimse. Çişimi yapabilir miyim?

—Senin iyi bir çocuk olduğunu biliyordum. İç donuna dikkat et. İsmini yaz
bakayım.

—Hikâye, Amca! Ve belki daha sonra belki derim.

—Peki. Dikkatli dinle. Bu çok heyecanlı bir hikâyedir:

FRANSIZCA

Agnier

Onneyut

Onnontaguâ

Goyogouin

Tsonnontouan

IROKUACA İNGİLİZCE

Ganeagaono Mohawk

Onayotekaono Oneida Onundagaono Onondaga

Gweugwehono Cayuga Nunduwaono Seneca


İrokua dilindeki ono eki (Fransızca'da onon) sadece halk anlamına gelir.

—Sağ ol. Amca. Hoşça kal.

—Diz çöküp yalvarmalı mıyım?


—Kötü kelimeler kullanma dedim sana. Bu sabah, bilmiyorum neden, ama
Bölge Polisi’ne hakkımızda bilgi verdim.

—Ayrıntıları anlattın mı?

—Mecburdum.

—Ne gibi?

—Soğuk garip ellerinle benim küçük buruşuk taşaklarımla oynaman gibi


şeyler.

—Ne dediler?

—Zaten yıllardır senden şüphelendikıerini söylediler.

Yaşlı adam, otostopçu işareti yaparak otobanın kenarında durdu. Arabalar


birbiri ardına yanından geçti. Onun bir korkuluk olmadığını fark edenler,
iğrenç çirkin bir ihtiyar ve arabanızın kapısına bile
dokunmasını istemeyeceğiniz biri olduğunu düşünüyorlardı. Arka taraftaki
ormanda, bir grup Katolik korucu çalı dibi taşlıyordu. Ellerine geçtiğinde
başına gelebilecek en iyi şey ölene dek kırbaçlanmak ve Türklerin
Lawrence'a yaptığı gibi, anlatılmaz biçimde okşanmaktı. Yukarısındaki
elektrik tellerinde yılın ilk kargaları kofralar arasına hesap tahtasının
boncukları gibi dizilmişlerdi. Ayakkabıları, yoldaki çamurdan bir çift kök
gibi su çekiyordu. Bu baharı, unutınası gerektiği gibi unuttuğunda geriye bir
acı sisi kalacaktı. Trafik yoğun değildi ancak yamn-dan geçip giden
tamponların rüzgârı onu düzenli azarlıyordu. Birden, sinema perdesinde
hareketsiz donan bir görüntü gibi, yanı başından akıp giden buğulu
filmin içinden bir Oldsmobile cisimleşti. Güzel bir kız vardı direksiyonda;
belki sarışın bir ev kadını. Direksiyonun tepesinden gevşek duran küçük
ellerinde şık beyaz eldivenler vardı ve bir çift mükemmel akrobat gibi
bileklerine uzanıyorlardı. Arabayı ruh çağırma seansındaki fincan gibi, hiçbir
çaba göstermeden kullanıyordu. Saçlarını açmıştı ve hızlı arabalara alışkınlığı
belliydi.

—Atla, dedi ona bakmadan. Etrafı kirletmemeye çalış.


Kızın yanındaki deri koltuğa kendini attı. Sıkışan paçavralarını kurtarmak
için kapıyı birkaç kez açıp kapatmak zorunda kaldı. Kızın belden aşağısı,
ayakkabıları dışında tamamen çıplaktı ve bunu fark etmenizi garantilemek
için harita lambasını yanık tutuyordu. Araba hareket ederken taş ve hayvan
pisliği yağmuruna tutuldu çünkü o sırada korucular ormanın kenarına
ulaşmıştı. Son hızla giderlerken kızın havalandırmayı bacaklarının arasındaki
tüylere üfleyecek şekilde ayarladığını fark ettı .

—Evli misiniz? diye sordu.

—öyleysem ne olacak?

—Neden sordum, bilmiyorum. Özür dilerim. Başımı kucağınıza yaslayabilir


miyim?

—Hep evli olup olmadığımı sorarlar. Evlilik, yenilenebildiği gibi kolaylıkla


tüketilebilen bir törenin simgesidir yalnızca.

—Yaşam felsefeniz kalsın, küçükhanım.

—Seni pislik yığını! Ye beni!

—Memnuniyetle.

—Kıçını gaz pedalından çek.

—Böyle iyi mi?

—Evet, evet, eveet.

—Biraz öne gel. Koltuğun derisi çenemi acıtıyor.

—Benim kim olduğum hakkında bir fikıin var mı?

—Habalubaluba —hayır— alabaulabaluba.

—Tahmin et! Tahmin et! Seni bok torbası!

—Zerre ilgilendirmiyor beni.


—Iotç —

—Yabancılar beni sıkar, küçükhanım.

—Hepsi bu mu, kokuşmuş herif? Ay! Ay! Ay! Harika! Çok iyi yapıyorsun!

—Şu terletmeyen tahta koltuklardan kullanmalısınız. O zaman bütün gün bu


sıvıların içinde oturmak zorunda kalmazsınız.

—Seninle gurur duyuyorum, şekerim. Şimdi in! Temizlen!

—Kente geldik mi?

—Evet. Hoşça kal, şekerim.

—Güle güle. İyi kazalar.

Yaşlı adam, yavaşlayan arabadan tam Sistem Sineması’nın önünde indi. Kız
makoseniyle gaz pedalına yüklendi ve araba gürüldeyerek Phillips
Meydanı’ndaki yoğun trafiğe daldı. Yaşlı adam bir an için tentenin altında
durakladı, toplanmış vejeteryanlere göz atarken içinde iki hafif kalıntı vardı;
bunlardan biri özlem, diğeriyse acımaydı. Biletini alır almaz onları unuttu.
Karanlığın içinde bir yere oturdu.

—Affedersiniz, ne zaman başlıyor efendim?

—Deli misin sen? Ve çekil başımdan, leş gibi kokuyorsun.

Haber kuşağının başlamasını beklerken, üç dört kez yerini değiştirdi.


Sonunda, ön sıranın tümü ona kalmıştı.

—Yer gösterici! Yer gösterici!

—Şışşşt. Susun!

—Yer gösterici! Bütün gece burada oturamam. Film ne zaman başlıyor?

—İnsanları rahatsız ediyorsunuz, bayım.


Yaşlı adam arkasına döndü; sıra sıra, sessizce yukarıya doğru bakan gözler ve
birkaç tane mekanik hareketlerle çiğneyen ağız gördü. Gözler, bir masa tenisi
maçı seyrediyormuş gibi devamlı hareket ediyorlardı. Ara sıra, bütün gözler
tamamen aynı imgeyi gördüğünde, elektronik kumar makinesinin çanları
gibi, hep beraber bir ses çıkarıyorlardı. Bu, herkes tamamen aynı
şeyi gördüğünde oluyordu ve çıkan sese kahkaha deniyordu, diye hatırladı.

—Son gösterim şu anda, bayım.

Anlaması gerekeni anlamıştı şimdi. Film ona gözükmüyordu. Gözlerini


saniyede film şeridiyle aynı sayıda kırpıyor ve bu yüzden perde ona karanlık
görünüyordu. Bu otomatikti. Seyircilerin arasında bir ya da iki kişi, Ölüm
Öpücüğü'nde Richard Widmark’ın manyak gülmesi sırasında aldıkları zevkin
alışmadıkları biçimde yenilendiğini fark ederek büyük bir ihtimalle
Filın Pozisyonu’nun Yoga Ustası’nın huzurunda olduklarını anladılar. Bu
öğrencilerin disiplinlerini büyük bir hevesle uyguladıklarına ve perdede yanıp
sönen öykünün yoğunlaşması için çabaladıklarına, ama yaptıkları
egzersizlerin sadece karanlık bir perde sonucunu vereceğini hiç
düşünmediklerine şüphe yoktu. İhtiyar adam hayatında ilk kez tamamen
rahatlamıştı.

—Hayır, bayım. Yerinizi tekrar değiştiremezsiniz, Ho-oop, nereye gitti bu?


Çok tuhaf. Hımmm.

Yaşlı adam, el fenerinin ışığı bedeninin içinden geçerken gülümsedi.

St. Lawrence Bulvan’ndaki eğlence mekânı Ana Atış ve Oyun Geçidi’nin


buhar banyosunda sosisler çıplakmış gibi görünüyordu. Ana Atış ve Oyun
Geçidi pek yeni değildi ve tadilat göreceği yoktu çünkü yükselen emlak
fiyatlarını ancak bürolar karşılayabiliyordu. Fo-tomat bozuktu; paraları
yutuyor ama ne flaş patlıyor ne de resim geliyordu. Pençe Makinesi’ne hiçbir
mühendis söz geçirememişti ve ambalajından çıkarılmış çikolataların üzeri
yağlı bir toz tabakasıyla kaplıydı. Bir iki eski model sarı tilt makinesi vardı;
bunlar flipperlardan önceki modellerdi. Flipper, elbette, ikinci şans
olgusunu meşrulaştırarak sporun içine etmiştir. Oyuncunun ya şimdi ya hiç
damarını zayıflatmış ve sertbest çelik topun iç kaldırıcı fırlayışını
değiştirmiştir. Flipperlar, Suç’a karşı ilk totaliter saldırıyı temsil eder: Suç’u
mekanik şekilde oyuna dahil ederek eski heyecanını ve mücadele duygusunu
bozmuşlardır. Flipperlar çıktığından beri hiçbir nesil kuraldışı beden gücünü
kullanmayı öğrenememiştir ve bir zamanlar pala yarası kadar
saygıdeğer görülen TİLT bu gün, hatalı bir toptan daha önemli değildir. İkinci
şans, temel suç fikridir; kahramanlığın manivelası ve umutsuzların tek
sığınağıdır. Fakat kaderden ayrı tutulmadığında, ikinci şans hayatiyetini
kaybeder ve suçlular değil, baş belaları, Prometeuslar değil,
acemi yankesiciler yaratır. Bir insanın hâlâ eğitilebileceği Ana Atış ve Oyun
Geçidi’ne selam olsun. Ama artık hiç eskisi kadar kalabalık değil.
Montreal’in arzu makinesinin en dibinden çıkmış bir iki ergen erkek fahişe,
fındık fıstık otomatının yanında duruyor. Pezevenklerinin ise sahte kürkten
yakaları, altın kaplama dişleri ve kalem gibi bıyıkları var. Hep beraber,
acıyla, Ana’ya (St. Lawrence Bulvan’na bu ad verilir) bakıyorlar; sanki gelip
geçenler hakkıyla yozlaştırdıkları Mississipi Haz Teknesi’ni
asla açmayacaklar. Aydınlatma eski model floresanlarlaydı ve peroksitle
rengi açılmış saça kötü bir şey yapıyor, sarı saçların karanlık diplerini
röntgeni çekilmiş gibi gösteriyor ve her ergen sivilceyi bir yol haritası gibi
işaret ediyordu. Alüminyum kap ve çanlardan ibaret sosis tezgâhı, yağdan
kaçınmak yerine onu her yana bulaştırma temeline dayanan gri gecekondu
kliniklerinin temizlik anlayışını sergiliyordu. Satıcılar bazı tarihi
nedenlerle birbirlerinden nefret eden ve birbirlerinin yoluna çıkmamaya özen
gösteren, her tarafları dövme dolu Polonyalılardı. Çocuk berberlerinkine
benzeyen önlükler giymiş, yalnızca Lehçe ve sosis isteyen birileri geldiğinde,
tarzanca konuşuyorlar. Onlardan, geri ödenmeyen birkaç kuruşu istemenizin
hiçbir yararı yoktur. Kırık telefonların üzerinde ve elektrikli tüfeklerin
bulunduğu bölmelerde asıh BOZUK yazıları umursamaz bir anarşi
doğuruyor. Atış tezgâhı hâlâ alışkanlıkla birinci ve ikinci oyuncuyu
birbirinden ayırıyor. Ana Atış ve Oyun Geçidi’ndeki makinelerin arasında
hâlâ gerçek bir oyuncuya rastlamak mümkün: Durmadan para kaybediyor
ve kesinlikle vurduğunu sandığı bir hedef düşmediğinde bunu oyunun
zorluğuna ve karmaşıklığına yoruyor. Tek çökmemiş şey sosisler ve bunun
tek sebebi, çalışan bir parçalarının bulunmaması.

—Nereye gittiğinizi sanıyorsunuz, Bayım?

—Bırak girsin. Bugün baharın ilk gecesi.

—Hey, bizim bazı standartlarımız var.


—Gelin bayım. Müesseseden bir sosisli alın.

—Hayır, teşekkür ederim. Ben yemek yemiyorum.

Polonyalılar tartışırken ihtiyar adam Ana Atış ve Oyun Geçidi’ne sızdı.


Pezevenkler herhangi bir müstehcen harekette bulunmadan geçmesine izin
verdiler.

—Yaklaşmayın. Çok kötü kokuyor!

—Atın onu buradan.

Paçavra ve saç yığını, Williams De Luxe Kutup Avı’nın önünde durdu.


Makinenin üst tarafında, cam üzerine yapılmış kutup ayıları, foklar,
buzdağları ve kalın giyinmiş, sakallı iki Amerikalı kâşifi gösteren gerçekçi
resimler vardı. Ulusal bayrakları dalgalanıyordu. Resmin iki yerinde, içe
doğru oyuk, SKOR ve ZAMAN gösteren pencereler vardı. Sabitlenmiş tüfek
devrilebilir şekil sıralarını hedef almıştı. Yaşlı adam, üzeri parmak izli bir
bantla camın bir köşesine tutturulmuş kâğıttaki yazıları dikkatle okudu.

Penguenler 1 puan — ikinci vuruş 10 puan

Foklar 2 puan

Kapısındaki ışık yanarken İglu'ya tam isabet 100 puan

Kuzey Kutbu, görünür haldeyken, 100 puan

Kuzey Kutbu 5 kez vurulduğunda Ayı Balığı çıkar ve 1000 puan değerindedir

Yavaşça, oyununun parçalarına dönüşecekleri hafızasına kaydetti bunları.

—O bozuktur, Bayım.

Yaşlı adam silahın kabzasını sıkıca tuttu ve parmağını aşınmış gümüş tetiğe
yerleştirdi.

—Eline bakın!
—Tamamen yanmış!

—Başparmağı yok!

—Bu gece kaçan Terörist Lideri değil mi bu?

—Bulmak için ülkeyi taradıkları TV’deki sapığa benziyor bence.

—Atın şunu dışarı!

—Kalsın! O, bir vatansever!

—O, adi ibnenin teki!

—Neredeyse ülkemizin Cumhurbaşkanı be!

Ana Atış ve Oyun Geçidi personeli ve müdavimler arasında tam siyasi bir
kavga çıkmak üzereyken yaşlı adama son derece dikkat çekici bir şey oldu.
Yirmi kişi adamın çevresinde toplanmıştı; yarısı bu iğrenç yaratığı dışarı
atmak, kalanlarsa atmak isteyenleri püskürtüp bu soylu yığını omuzlarına
almak derdindeydi. Bir anda, Ana'daki trafik durdu ve buğulu pencerelerin
önüne bir kalabalık yığıldı. Yirmi adam, yaşamlarında ilk kez, bir ey leın in
tam ortasında kalmanın lezzetli kesinliğini hissettiler; hangi tarafta durdukları
önemli değildi. Hedefinin üzerine kapanırken, her birinden birer
mutluluk çığlığı çıktı. Birbirine karışan siren sesleri, kalabalığı boğa
güreşindeki bir orkestra misali tahrik etmişti bile. Baharın ilk gecesiydi;
sokaklar Halka aitti! Birkaç blok ötede bir polis memuru rozetini cebine
koyup yakasını açtı. Bilet gişelerindeki sert kadınlar durumu
değerlendiriyorlardı: G işelerinin pencerelerini kapatıp, yer göstericilere bir
şeyler fısıldadılar. Sinema ve tiyatrolar boşaldı çünkü yüzleri yanlış tarafa
bakıyordu. Eylem aniden sokaklardaydı! Ana caddeye çıktıklarında bunu
hepsi hissedebiliyordu: Montreal tarihinde bir şeyler oluyordu! El ilanlarını
derhal havaya fırlatıp eylemi bir konfeti yağmuruyla selamlayan Yehova
Şahitleri ve eğitimli devrimcilerin yüzünde acı bir gülümseme
gözlenebiliyordu. Kalbinin bir köşesinde terörist olan herkes şöyle
fısıldıyordu: Nihayet. Karışıklığa yaklaşan polisler rütbelerini, sanki
satılabilir yaralarmış gibi söküp attılar ama nizamlarını bozmadılar; yeni
gelecek yönetim her neyse, ona kimliği belirsiz bir disiplinle hizmet etmek
üzere hazır bekliyorlardı. Beklenen isyanı bir şiire dönüştürmeyi uman şairler
geldi. Oğullarına doğru kriz için tuvalet eğitimi verip vermediklerini görmek
isteyen anneler geldi. Düzenin doğal düşmanları, doktorlar, epey kalabalık
geldi. Tüketici kılığına bürünmüş iş çevreleri alana ulaştı. Androjen keşler,
ikinci bir sikiş şansı için geldiler. Bütün ikinci şansçılar koşturarak geldiler;
boşanmışlar, dininden dönenler, fazla okumuşlar, karate hocaları, yetişkin pul
koleksiyoncuları, Hümanistler, verin bize, ikinci şan-

sımızı verin bize! Devrimdi bu! Baharın ilk gecesi; küçük dinlerin gecesi. Bir
ay sonra ateşböcekleri ve leylaklar olacak her yerde. Tantracı aşk
mükemmeliyetçilerinden oluşan bütün bir kült ikinci merhamet şanslarını
elde edince ekzosantrik bir hal aldılar ve bencil aşkı gösteren kamu yapılarını
yıkıp yerine cinsel organların sokakta birleşmeleri için kabul edilebilir
kucaklaşmaların güzel resimlerini koydular. Ergenlerden kurulu küçük bir
Nazi Partisinin üyeleri, taraf değiştirip yaşayan kalabalığa katılınca,
kendilerini devlet adamları gibi hissettiler. Ordu, durumun yoğun biçimde
tarihsel olup olmadığını anlamak için radyonun üzerinde gezindi ki eğer
öyleyse, bir İç Savaş Kaplumbağası ile Devrimi üstlenecekti. Profesyonel
aktörler ve sihirbazlar da dahil, bütün gösteri sanatçıları ikinci ve son şansları
için toplandılar.

—Bakın ona!

—Neler oluyor?

De Luxe Kutup Avı ile Ana Atış ve Oyun Geçidi’nin camlan arasında bir
yerde, atmosferdeki bir sızıntı gibi, bu heyecanlı kalabalığın başları üstüne
yayılacak, zor soluk alıp vermeler başlıyordu. Yaşlı adam dikkate değer
gösterisine (ayrıntılarını anlatmayı düşünmüyorum) başlamıştı. Şu kadarını
bilmeniz yeterli. Adaın yavaşça çözündü; tıpkı bir kraterin çevresini kenarl
ardaki bitmek tükenmek bilmez minik toprak kaymalarıyla genişletmesi gibi,
içeriden dışarıya doğru çözünüyordu. Kendini tekrar toplamaya başladığında
varlığı tamamen yok olrnamışb. “Tamamen yok olmamıştı” aslında, olaya
yanlış bakmak. Adamın varlığı bir kum saati şekli gibiydi. en küçük olduğu
yerde en güçlüydü. En yok

olduğu noktada zor soluk almalar başlıyordu çünkü gelecek, iki yana doğru,
bu noktada akıyordu. İşte burası kum saatinin güzel beli! Berrak Işık noktası!
Bırakın bilmediklerimizi sonsuza kadar değiştirip dursun! Güzel bir kısalık
için kumun tamamı, iki cam kâsenin arasındaki boyuna sıkıştırılıyor! Ah, bu
bir ikinci şans değil. Adam, bir iç çekiş süresince, izleyenlerine Aynı
Anda Bütün Şanslar’ın bir görünüşünü izletti! Bazı (paylaşılan bilgiden söz
ederek onu bozan) mükemmeliyetçiler için bu en yokluk noktası, gecenin
gösterisiydi. Şimdi çabucak, sanki bilinmeyenin yarattığı heyecana bile
katılmış gibi kendini büyük bir oburlukla bir — bir Ray Charles filmine
toparladı. Sonra, perdeyi, Endüstri üzerine bir belgeselmiş gibi derece derece
genişletti. Ay güneş gözlüğünün bir merceğini işgal etti ve
piyanosunun tuşlarını gökyüzünün bir rafına yaydı ve sanki bunlar gerçekten
aç kitleleri doyuracak bir dizi dev balıkmış gibi üzerine eğildi. Bir jet filosu
adamın söylediklerini el ele tutuşmuş bizlerin üstüne çekti.

—Sadece otur ve tadını çıkar, galiba.

—Neyse ki sadece bir film, çok şükür.

—Hey! diye bağırdı, bozuk Kuvvet Ölçme aletinin koluyla oynayan bir Yeni
Yahudi. Hey! Birileri yapıyor bunu!

Bu kitabın sonu Cizvitler’e kiralandı. Cizvitler Cathe-rine Tekakwitha’nın


resmen kutsallaştırılmasını talep ediyor!

“Pour le succâs de l’enterprise, çabanın başarıya ulaşması için, il est essential


que les mirades eclatent de nouvau, mucizelerin yeniden kıvılcımlanması,
et done que le culte de la sainte grandisse, ve bu minvalde Azize’nin
kültünün genişlemesi esastır, qu’on l’invoque partout avec confiance, ki bu,
her yerde ona duyulan güveni artıracak, qu’elle redevienne par son
invocation, kutsal kalıntılar sayesinde, par les reliques, ondan geriye
kalanlarla, par la poudre de son tombeau, kabrinin toprağı sayesinde, la
semeuse de miracles qu’elle fut au temps jadis, tekrar eski zamanlarda olduğu
mucizeler ekicisine dönüşecektir.” Mucize kanıtı için devlete başvuruyor ve
bu belgeyi, içerdiği niyetler ne olursa olsun, Kızılderili kıza yönelik
yenilenmiş şahadetnamenin ilk belgesi olarak sunuyoruz. “Le Canada et les
Etats-Unis puiseront de nouvelles forces au contact de ce lis tres pur des
bords de la Mohawk et des rives du Saint-Lau-rent. Kanada ve Birleşik
Devletler, Mohawk ve St. Law-rence şehirlerinin kıyılarındaki bu tertemiz
zambakla temas sayesinde yeni bir güce ulaşacaktır.”
Zavallılar, zavallılar, bizim gibi, göçüp gittiler. Elektrik kulesinden
yalvaracağım. Uçağın burnundan yalvaracağım. O, Yüzü’nü açacak. O, beni
yalnız bırakmayacak. Adını Parlamento’ya yayacağım. O’nun sessizliğini
acıyla karşılayacağım. Aile ve aşk ateşinden geldinı ben. Sevgilimle sigara
içtim, arkadaşımla yattım. Zavallı insanlardan, kırgın ve göçmüşlerden söz
ediyoruz. Radyomla yalnız başıma, ellerimi kaldırıyorum. Bugün
beni okuyanlar, hoş geldiniz. Kalbimi kıranlar, hoş geldiniz. Sona doğru
yolculuğunda beni ebediyen özleyen sevgilim ve arkadaşım, hoş geldin.

“Vahşiler arasında açmış çiçeklerin en güzeli.

Stern: Ağaç gövdesi veya yaprağın ana damarı. Aynı zamanda dilbilimde
kelime kökü ve argoda penis.

Hoover Barajı da denilen, 1935’te tamamlandığında dünyanın en büyük


barajı unvanını almış, Colorado Nehri üzerindeki ünlü baraj.

1955 yılında başlayıp 1984'e kadar devam etmiş, çocuklara yö-

You might also like