Professional Documents
Culture Documents
roman
Leonard Cohen
Baskı
ISBN: 978-9944-989-61-9
versuskitap@versuskitap.com
Görkemli Kaybedenler
Leonard Cohen
İngilizceden Çeviri
Algan Sezgintüredi
versus
1. Kitap
13
20
39
50
2. Kitap
5
24
1. Kitap
Hepsinin Hikâyesi
Arkanda bir ırmak vardı; Mohawk Irmağı, şüphesiz. Sol öndeki iki kuş,
beyaz boyunlannı okşasan, hatta onlan bir kıssada şuna ya da buna örnek diye
kullansan ne kıva-nırlardı kim bilir. Yaklaşık beş bin kitabın çöpüyle
dolu tozlu beynimle peşinden koşmaya herhangi bir hakkım var mı? Kırlara
bile nadiren çıkıyorum. Yapraklan öğretebilir misin bana? Anlar mısın
narkotik mantarlardan? Lady Marilyn daha birkaç yıl önce öldü. Tıpkı
benim senin peşinden gidişim gibi, dört yüz yıl sonra, belki benim kanımdan
gelen ihtiyar bir edibin onun peşinden gideceğini söyleyebilir miyim? Ama
artık cennet hakkında daha çok şey biliyorsundur. Karanlıkta parıldayan şu
küçük plastik mihraplardan birine benziyor mu? Öyleyse bile umursamam,
yeminle. Peki, küçücük müy-müş yıldızlar? İhtiyar bir edip sonunda aşkı
bulabilir ve uyumak için her gece otuz bir çekmekten vazgeçebilir mi? Artık
kitaplardan nefret bile etmiyorum. Okuduklarımın çoğunu unuttum ve
içtenlikle söylüyorum, hiçbir zaman, ne ben ne de dünya için önem arz
etmişlerdi. Arkadaşım F., coşku dolu tarzıyla, şöyle derdi: Yüzeyde cesurca
durmayı öğrenmeliyiz. Görünüşleri sevmeyi öğrenmeliyiz. F. duvarları
yastıklarla kaplı bir hücrede öldü; çok fazla kirli seks yapmaktan beyni
çürümüştü. Yüzü kararmıştı, bunu kendi gözlerimle gördüm ve aletinden
geriye pek bir şey kalmadığını söylediler. Hemşirenin biri bana, solucanın
içine benzediğini söyledi. Selam sana, F.: eski ve gürültücü dost! Hatıran
yaşayacak mı, merak ediyorum. Ve sen, Catherine Tekakwitha. illa bilmen
gerekiyorsa, kabızlık çekecek denli insanım ben. Oturarak geçen yaşamın
ödülü. Yüreğimi huş ağaçları-
nın arasına yollamama şaşılabilir mi? Hiçbir zaman fazla para kazanmamış
ihtiyar bir edibin senin Technicolor kartpostalına tırmanmak istemesine
şaşılabilir mi?
Ben, tanınmış bir halk bilimci, gösterdiğim ilgiyle rezil etmeye hiçbir şekilde
niyetlenmediğim G-ler ka
bilesi üzerine bir bilirkişiyim. Dördü bul uğ çağında kız, muhtemelen toplam
on saf kan G-vardır. F., antro
musun?
S.J.3 diye biri tarafından, 1926 Ağustos'unda yazılmış bir not. Ama ne fark
eder? Eski savaşçı hayatımı Mo-hawk Irmağı boyunca yapacağım yolculukta
yanımda taşımak istemiyorum. Marş marş, Cizvitler! F. şöyle demişti: Güçlü
bir insan Kilise'yi sevmeden edemez. Catherine Tekakwitha, ne yapalım seni
alçı kalıplara dökmüşlerse? Şu anda huş ağacından bir kanonun
planları üstünde çalışıyorum. Senin soydaşların kano yapmayı unuttu. Ve ne
yapalım, Montreal'deki her taksinin ön camında senin küçük bedeninin
plastik bir kopyası sallanıyorsa? Kötü bir şey olamaz bu. Sevgi
stoklanamaz. Ezilip paralanmış her çarmıhta İsa'dan bir parça var mıdır?
Bence vardır. Arzu dünyayı değiştirir! Akçaagaç ormanlarının dağlara bakan
tarafını kızıla dönüştüren nedir? Barış! Dini ıvır zıvır üreticileri sizi!
Elinizdeki-ler kutsal ulan! Catherine Tekakwitha, görüyor musun 2 3
-Yedi.
—Aynen.
—Aynen.
—Ama sen beni korumaya çalışıyordun, değil mi? Ah, F., bütün bu bokun
arasında birkaç iyilik elmasını algılamayı öğrenebileceğimi mi sanıyorsun?
—Lanet olsun sana, milletin karısını siken çürümüş puşt! Bu cevap insanı
rahatlatmıyor. Aziz pozlarınla her şeyi mahvediyorsun. Kötü bir sabah bu.
Karımın bedeni gömülemeyecek kadar şekilsizleşmiş. Pis bir hastanede
toparlayacaklar onu önce. Kütüphaneye giderken asansöre bindiğimde ne
hissedeceğim? El mas bokundan bahsetme bana, büyülü kıçına girsin hepsi.
İnsan arkadaşına yardım eder. Karısını onun yerine sikmez.
gisi yoktu. Kızılderililer ile eski Yunanları karşılaştırır, her yeteneğin kendini
kavgada açığa vurması gerektiğine dair yaygın inancı, güreş sevgisi ve belli
bir zaman diliminde bile birlik olma konusunda atalarından gelen
kabiliyetsizliği, yarışma fikrine ve hırsın erdemine adanmışlıkları gibi şeyleri
öne sürerek aralarında bir karakter benzerliği bulunduğunu iddia ederdi. Dört
ergen
—Onların böyle bir şeyi var mıydı, bir akropolis inşa etmişler miydi, diye
sordum; sanki küçük fırçanın her darbesinde bildiğim her şeyi unutmuştum
ve ne gelirse inanmaya hazırdım. Söylesene F. Yerlilerin böyle bir şeyi var
mıydı?
—Bilmiyorum.
—Sakin ol, yat aşağı. Kendine hâkim ol. Mutlu değil misin?
—Hayır.
kamışı hiç bilmeyen ama gün boyunca çikolatadan bir şiirin içinde keyif
çatan küçük kutsal sahtekârlardan birini bul; o tuhaf, o imkânsız amcıklardan
birini bul ve yaşamın için sik onu; gökyüzüne fışkırtarak, kendi deliğine
soktuğun çelik bir kum saatiyle Ay’ın üzerinde sik onu; havai elbiselerine
dolan; şlap, şlup, şlap, gökyüzünde bir köpek misali, yok-sularını em onun;
sonra tekrar bu şişko dünyaya in ve taştan ayakkabılarınla dolaş bu şişko
dünyada; firari bir hedefe yenil, hissizleştiren darbeleri arka arka ya al; zihine
bir sağ kroşe, yüreğe bir aparkat, taşakl ar a bir tekme, imdat! imdat! zaman
benim zamanım, benim saniyem, boktan zafer ağacı çubuğum, polis, i tfaiye!
Bir bakın şu mutluluk ve suç trafiğine, yanıyor akrop olis kızılı alevleri e
mum boya içinde!
en aşağılık şekli, beş santimetrekare insan eti üstünde, eşin arnı üstünde
tahakküm edici işgal ve tiranlık. ne çabuk geri geliyor.
Tanrı’m, zart, foş, her şeye Kadir Rabbim, hürrp, gluk, hıçk, zart foss, zzz,
horr; Tann’m, kocasının yaşamını cehenneme çevirmiş olmalı.
F şöyle demişti: Hiçbir şeyle bağlantı kurma. Yirmi yıl kadar önce, ıslak
aletime tepeden bakarak haykırmıştı bu beyanatı. Kaymış gözlerimde ne
gördüğünü bilmiyorum — belki sahte bir evrensel anlayış pırıltısıdır. Bazen
boşaldıktan sonra ya da tam uykuya dalmadan önce aklım, geceyle aynı
renkte bir ip kalınlığında ve sonsuz uzunlukta bir yola çıkar gibi olur.
Muhteşem bir atışla akıntının üzerindeki ışığın derinliklerine karışan tüyden
bir olta gibi merakla yönetilen ve kabul edildiği için ışıyan aklım, bu dar
otoyol boyunca çok uzaklara yelken açar. Olta, uzanamayacağım, kontrol
edemeyeceğim bir yerlerde açılıp bir mızrağa dönüşür, mızrak kendini kesip
biçerek bir iğne haline gelir ve iğne dünyayı bir araya getirip diker. Deriyi
iskelete, dudak boyasını dudağa diker; ışıksız bodrum katımızda (ben, bu
kitap ya da ebedi bir göz hatırladığı sürece) çömel-miş Edith’i yağdan
boyasına diker, şalları dağlara diker, acımasız bir kan akıntısı gibi her şeyin
içinden geçer ve tünel, rahatlatıcı bir mesajla, birliğin güzel bilgisiyle dolar.
Dünyadaki tüm farklılıklar, paradoksun farklı kanatları, sorunların değişik
yüzleri, iki cevaplı sorular, makas şekilli bilinç, tüm kutuplar, nesnelerin
görüntüleri ve gölgesi olmayan şeyler, sokaklardaki her günkü
patlamalar, suratlar, bir ev ve bir diş ağrısı, isimlerinde farklı harfler bulunan
patlamalar: İğnem tümünü delip geçer ve ben, kendim, benim açgözlü
fantezilerim, var olmuş ve olan her şey, mukayese edilmez bir güzellik
ve anlamsızlık zincirinin halkaları oluruz. Bağlantı kurma, diye bağırmıştı F
Gerekiyorsa olayları masanın üstüne yan yana diz ama hiçbiri arasında
bağlantı kurma! Sarkık kamışımı bir çanın ipi gibi çekip sıradaki
yemeğin servis edilmesini isteyen büyük ev sahibesinin elindeki çan gibi
sallayarak, kendine gel, diye bağırmıştı F. Kandırılma, diye haykırmıştı.
Yirmi yıl önceydi, dediğim gibi. Şimdi, onun bu bağırış çağırışlarının
nedenini düşünüyorum da, bir tür evrensel kabulün hınzırlığıydı bu ve genç
bir adamın yüzünde hiç hoş durmuyordu. Aynı öğleden sonra F., en dikkate
değer yalanlarından birini söyledi bana.
—Nelerin hiçbirinden?
—Ne söyleyecektin?
—Hayır.
—Hayır.
—Lütfen anlat.
Fakat tartışmayı ben de kestim çünkü saatin neredeyse sekiz olduğunu fark
etmiştim ve iki film birlikteyi kaçırma tehlikesiyle karşı karşıyaydık. O gece
filmlerden nasıl da hoşlandım. Neden o kadar hafif hissetmiştim kendimi?
Neden F. ile derin bir yoldaşlık duygusuna kapılıyordum? Karlı yollardan eve
dönerken geleceğim bana çok açık görünüyordu: Felaketlerle dolu tarihleri
sözcülerini buldu ve gelecek, yaşlı bir meme gibi kuruyup gitti. O harika
gecede F.’nin payı neydi? Çarpıp ka-
pattığım kapılan açacak bir şeyler mi yapmıştı? Bana bir şeyler söylemek
istiyordu. Hâlâ anlamış değilim. Anlamamam âdil mi? Böyle duygusuz bir
arkadaşa neden o kadar sıkı sıkıya sarılma ihtiyacı duymuştum?
Yaşamım gerçekten çok daha görkemli bir biçimde farklı olabilirdi. Artık bir
G-olduğunu itiraf ettiğim Editlı’le asla
evlenmeyebilirdim!
10
bir rüşvet aldığını yeni öğrendim, günah çıkarttığım rahip bana küçük bir
saldırıda bulundu, köylülere makul nedenlerle ihanet edildiğini gördüm ama
bu akşam çanlar yine çalıyor, Tanrı’nın dünyasında bir akşam daha ve karnını
doyurması gereken çok insan, çökmek için yalvaran çok diz var; yıpranıp
parçalanmış cüppemle aşınmış merdivenleri tırmanıyorum.
ll
İrokuaların uzun evleri iyice anlaşılmalı. Uzunluk: yüzden yüz elli ayağa
kadar değişirdi. Yükseklik ve genişlik: yirmi beş ayak. Geniş ağaç kabuğu
parçalan, sedir, dişbudak, karaağaç ya da çamdan yapılmış çatıyı enlemesine
kirişler desteklerdi. Ne pencere ne baca; sadece iki uçta birer kapı. Çatıdaki
deliklerden ışık girer, duman çıkardı. içerde ateşler yakılır, her dört aileye bir
ateş düşerdi. Aileler, mekânın tam ortasında boydan boya bir koridor
bırakacak şekilde yerleşirdi. “La manie-re dont les familles se groupent dans
les cabanes n’est pas pour entraver le libertinage. ”18 Cizvit Le P Ed ou-ard
Lecompte 1930’da, uzman Şirket tavırları içinde, cinsel iştahımızı kabartarak
böyle yazmıştı. Uzun-ev düzeni “şehveti saklamak” adına pek iş
yapmamıştır. O karanlık tünelin içinde neler dönüyordu? Catherine
Veba! Veba! Araştırma notlarımı ele geçiriyor. Masam aniden bulaşıcı hale
geliyor. Ereksiyonum, kapı gıcırtıları ve timpani müziği eşliğinde, fütüristik
bir Walt Disney filmindeki eğik Pisa Kulesi gibi devriliyor. Hızla fermuarımı
indiriyorum, toz ve taş parçaları dökülüyor dışarı. Tek başına sert kamış Sana
yol gösterir, bunu biliyorum çünkü bu toz yığının içinde her şeyi yitirdim.
Mo-hawklar arasında veba salgını! 1660’ta salgın Mohawk Irmağı boyunca
Kızılderili köylerini, Candaouague, Gandagoron ve Tionnontoguen’i rüzgârla
körüklenmiş bir orman yangını gibi sardı ve dört yaşındaki
Catherine Tekakwitha’nın yaşadığı Ossernenon’a dek ulaştı. Savaşçı babası
ve son günahını çıkaran Hıristiyan annesi öldü; ebedi bir ek kadar işlevsiz
minik kamışıyla küçük kardeşi de öldü. Bu lanetli, birbirleriyle evlenmiş
aileden yalnızca Catherine Tekakwitha, hastalığın izlerini yüzünde taşıyarak
sağ kaldı. Catherine Tekakwitha güzel değil! Şimdi kitaplarımdan ve
düşlerimden kaçınak istiyorum. Bir domuz sikmek istemiyorum. O yara ve
çıban izlerini özleyebilir miyim? Dışarıya çıkmak, parkta yürümek ve
Amerikan çocuklarının uzun bacaklarına bakmak istiyorum. Dışarıda
leylaklar herkes için büyürken beni burada tutan şey ne? F. bana bir şeyler
öğretebilir mi? On altısında yüzleri sikıneyi bıraktığını
söylemişti. Manikürcülük yaptığı otelde ilk kez karşılaştığımızda Edith çok
sevimliydi. Saçları siyah ve uzundu, ipekten çok pamuk yumuşacığındaydı.
Gözleri siyah, aynalı gü-
neş gözlükleri gibi hiçbir şeyi ele vermeyen (birkaç kez dışında) katı,
derinliksiz bir siyahtı. Üstelik sık sık bu gözlüklerden takardı. Dudakları
dolgun değildi ama çok yumuşaktı. Öpüşmesi çok özellikli değildi; ağzı,
sanki hedefini bulamıyormuş gibi biraz gevşekçeydi. Dudakları bedenimde
acemi bir patenci gibi dolaşırdı. Her defasında, sonunda durması gereken
yerde durup esrikliğimde yerini bulmasını umardım ama o, kısa bir
duraklamanın ardından, tutkuyla değil de bir muz kabuğuyla yönetiliyormuş
gibi, sadece bir denge arayışıyındaymış gibi başka yerlere kayardı. Kahrolası
F. ’nin bu konuda söyleyecek neleri vardı, Tanrı bilir. Edith’in onun
için oyalandığını keşfetmeye dayanamıyorum. Kal, kal orada, diye bodrum
katımızın ağır atmosferinde bağırmak isterdim, geri, geri gel, görmüyor
musun tenim sana nereyi işaret edi yor? Ama o kayar, erkekliğim huzursuz
bir radyo kulesi gibi çılgıncasına acı çekerken başka yerlere, ayak
parmaklarıma iner, kulaklarıma sıçrardı, geri gel, geri gel, aşırı emdiği
gözümde batına, (beyin yemeye bayıldığını hatırlıyorum) orası değil, orası
değil, şimdi de, dalgaların üzerindeki bir martı gibi göğüs
kıllarıma sürtünüyor, geri gel diye bir şarkı söylüyor toynak, dizkapağıma
çıkıyor, bir uyarma ıssızlığı orası, dizkapağım sanki bir şey saklıyormuş ve
diliyle çıkartabilecekmiş gibi iyice uğraşıyor, dilin insanı öfkelendiren
beyhude çabası, şimdi de kaburgalarımın üzerine çamaşır yıkar gibi çöküyor,
ağzı beni ters döndürmek istiyor, böylece omurgam üzerindeki devriye
görevine veya başka aptalca bir şeye devam edebilecek, hayır, dönüp
umutlarını söndürmeyeceğim, aşağı, aşağı, geri gel, geri gel. hayır ümidimi
gömüp yüzüstü dönmeyeceğm, Edith, Edith, cennette bir şeyler olsun artık,
sana söylemek zorunda bırakma beni! Kendini hazırlıklarımın arasına
katacağını düşünmemiştim bunun. Yara izleriyle dolu yüzün ve doyumsuz
merakınla sana kur yapmak çok zor, Cat-herine Tekakwitha. Bir dil darbesi,
ara sıra, ılık mutluluk habercisi küçük taç giyme törenleri, beyaz dişlerin hafif
ısırıkları ve ardından hızlı bir utanç, yanlış oğula taç giydirdiğini fark eden
bir başpiskopos gibi, tükürüğü kururken buz parçaları kadar soğuk ve
benimki kale direği kadar sağlam, yıkılacak bir tuz sütunu gibi umutsuz,
sonunda kendi ellerimle yalnız geçecek bir geceye hazırlanıyorum, Edith!
—Özür dilerim.
—Evet, istersin.
—İkinize de şükran borçluyum. Seni temin ederim, başka hiçbir erkeği seni
sevdiği kadar sevemez o.
—Doğru mu bu?
—Ama seni uyarayım, diye devam etmişti F., bir gün gelecek dünyada, bu
hedefsiz öpücüklerden başka hiçbir şey istemeyeceksin.
—Emin misin?
—Evet.
—Denedin mi?
—Evet.
—Evet.
—F.!
—Dur. Bunu onunla yaptın mı? Bu kadar ileri gittiniz ıni? Beraber mi
yaptınız? Otur oturduğun yerde ve bana her ayrıntıyı anlat. Senden nefret
ediyorum, F.
—Hayır.
—Öğrenmeye başlıyorsun.
—Kapa çeneni. Kulakları nasıldı?
—Dar.
—Dar!
—Onun bedenini duyuyordun! Nerede oldu bu? Bunu bana nerede yaptınız?
—Sora sora bunları soruyorsun yani. Şehirdeki bir sinemanın lobisinde, bir
telefon kabininde oldu.
—Hangi sinema?
—Sistem Sineması.
—Demek Edith başlattı! Peki, önce kim, kimin kulağına dokundu? Her şeyi
bilmeliyim artık. Diliyle senin parmağına uzandı, büyük ihtimalle sen de onu
seyrediyordun. Kulaklara ilk kim başladı?
—Her şeyi anlatmamı sen istedin. Az kalsın ışıkların, bir sinüzit hastasının
düzensiz nefes alışına benzeyen vızıltılarından söz etmeyi unutuyordum.
Keskin tırnağına dikkat edip kanlı bir bıçağı yalarken ağzı kesildiği için ölen
kurtları düşünerek incecik parmağını emiyordum. Lamba düzgün yandığında
tenlerimiz sararıyor, en küçük bir sivilce bile olduğundan büyük
gözüküyordu ve ışık mora döndüğünde tenlerimiz olgunlaşmış mantarları
andırıyordu. Ve telefon çaldığında öyle ürktük ki resmen birbirimizi ısırdık!
Ürkütücü bir mağaradaki çocuklar. Evet, umursadığımızdan değil ya, bizi
izleyen biri vardı orada. Arka arkaya bozukluk atıp çeşitli soruları ya da aynı
soruyu sorduğu fal makinesinin aynasından gözetliyordu bizi. Peki, sen hangi
cehennemdeydin? Eğer birlikte geldiğin kişilere sıkı sarılmazsan Sistem
Sineması’nın lobisi çok korkunç bir yerdir. Fare kuşatması altında umutsuz
bir açıklık gibi kokar—
—Ne yaptığını biliyorum ama boş ver. Telefon çalınca o adam birden dönüp
makineden uzaklaştı ve belirtmeliyim, hareketleri çok zarifti ve birden o
ürkütücü yer, sanki onun özel bürosuymuş gibi göründü. Biz, onunla telefonu
arasında duruyorduk ve su boruları ile idrar yolları arasında geçirdiği tüm
yaşamı o telefon mesajına bağlı gibi göründüğü için kötü bir şey
yapacağından, bıçak çekeceğinden ya da teşhirciliğe
kalkışacağından korktum (bu saçma gelebilir).
—Hayır, F., hayır. Belki doğru ama çok zor ve çılgın bir eğitim oldu bu ve
neye yaradığını Tanrı bilir. Her gün yeni bir şey, her gün yeni bir ders, her
gün berbat bir kıssa öğrenmem gerekti ve bu sabah ne oldum? Bak Doktoru.
—istiyorum ama yalvarmaya niyetim yok. Anlatacağın her küçücük şey için
yalvarmak zorunda kalıyorum
—Hayır.
—Makine.
—Makine?
—Bütün söyleyeceğin bu m u ?
—Hayır.
—Gerçekten mi?
tomar hastalık bulaşmış kâğıt, kasıkları gevşek bir adaın. Haline bak,
Catherine Tekakwitha: Yüzünün yarısı yenmiş, gözlerindeki hasar yüzünden
dışarıya, güneşe bile çıkamıyorsun. Senden önce yaşamış birinin peşinden mi
gitmem gerekirdi yoksa? Disiplin, F. ’nin dediği gibi. Kolay olmamalı bu. Ve
araştırmamın nereye gideceğini bilsem, tehlikesi nerede olacaktı'? Hiçbir şey
bilmediğimi itiraf ediyorum. Herhangi bir yöne bir adım atıyorum ve her şey
tuhaflaşıyor. Ölü bir azizeyi sikmek de ne demek? imkânsız bu. Hepimiz
biliyoruz. Catherine Tekakwitha hakkında bir ınakale yayınlayacağım,
hepsi bu. Yeniden evleneceğim. Ulusal Müze’nin bana ihtiyacı var. Çok şey
gördüm geçirdim, harika bir öğretmen olurum. F.’nin deyişlerini bana aitmiş
gibi anlatır, bir deha. mistik bir deha olurum. Bu kadarını borçlu bana.
Her seferinde bir kalıp, sabun koleksiyonunu kız öğrencilere dağıtırım; limon
am lar, çam amlar... Karışmış sıvıların efendisi olurum. Parlamentoya
adaylığınıı koyar, tıpkı F. gibi Eskimo aksanı edinirim. Başka adamların
karılarını baştan çıkarırını. Edith! Sevimli bedeni salınarak geri geliyor;
dengeli yürüyüşü, bencil gözleri (gerçekten mi?)... Ah, Veba koknıuyor Ed
ith. Lütfen bedeninin parçalarını düşündürtme bana. Göbek deliği,
neredeyse gizli, küçük bir girdaptı. Bir çayın yüzeyini dalgalandıracak bir
meltem aniden ete dönüşse, onun göbek deliği gibi olurdu. O küçük deliği,
değişik zamanlarda, yağ, meni, otuz beş dolar değerinde parfüm, kabuk,
pirinç, sidik. bir erkeğin kesik tırnakları, başka bir erkeğin gözyaşları,
tükürük ve birkaç damla yağmur suyu ile örttü. Bunları ayrı ayrı hatırlamam
gerekiyor.
MENİ: F.’ninki de mi? Buna dayanamam. Tam oraya boşalmamı isterdi. Son
seferinde mastürbasyon yaparken beni izlemek istemişti. Yaşamımın en
yoğun doruklarından biri olduğunu nasıl söyleyebilirdim ona?
PİRİNÇ: Çiğ pirinç. Pişirebileceğini iddia ederek bir pirinç tanesini tam bir
hafta saklamıştı göbek deliğinde.
<_ «
ayağa kalktı ve koşarak uzaklaştı. Ed ith bir süre arkasından baktıktan sonra
beni teselli etmeye başladı. O bir G-, diye fısıldadı. imkânsız! Öfkeyle
haykırdım. Yaşayan tüm G-leri kaydettim ben! Yalan söylüyorsun
Edith! Onun göbeğinde ağlamasından hoşlandın. İtiraf et! Belki de haklısın,
dedi, belki de bir değildi. İşi şansa bırakamazdım. Bütün gün kumsalda bir
aşağı bir yukarı arandım ama adam, sümüklü burnuyla
ortalıktan kaybolmuştu.
Şüphesiz, göbek deliğinin hassas bir organ hatta bunda da öte, kişisel vudu
sistemiyle bağlantılı olduğuna inanıyordu. Birçok kereler, sertçe ya da
hafifçe, başımı oraya çeker, gece boyunca öyküler anlatırdı. Neden asla rahat
değildim? Neden asansörü ve aspiratörü dinlerdim?
5
Lemming: Rodentia (Kemirgen) takımının Circetidae familyasından H
memeli türünün ortak adı.
ila 7 metre genişlikte inşa edilen bu yapılarda ortadaki koridorun her iki
yanında ikişer buçuk metrelik kapısız bölmeler bulunur. Kadınlar ve erkekler
binaya iki uçtaki kapılardan ayrı ayrı girerler. Bu yapı türüne Asya ve
Avrupa’da da rastlanmıştır.
10
11
Metop: Dorik mimaride çatıyı taşıyan sütun üstündeki kabartmalı dört köşe
taş.
12
13
14
15
16
17
18
19
1789’da İngiltere'de Andrew Pears tarafından üretilmiş, dünyanın ilk saydam
sabunu.
20
21
22
23
24
Boş geçen günler. Bu liste neden bunalttı beni? Listeyi hiç yapmamalıydım.
Göbeğine kötü bir şey yaptım, Edith. Onu kullanmak istedim. Onu Veba’ya
karşı kullanmak istedim. Bir tımarhane hücresinde, sonsuzluğa güzel, açık
saçık bir öykü anlatan adam olmaya çabaladım. Balayına çıkanları tahrik
eden, yatağı golf dullarıyla dolu, smokinler içinde bir salon erkeği
olmaya çabaladım. Umutsuz olduğumu unuttum. Bu araştırmaya umutsuzluk
içinde başladığımı unuttum. Evrak çantanı aldattı beni. Düzgün notlarım
yoldan çıkardı. Bir iş yaptığımı sandım. P. Cholenec tarafından
Catherine Tekakwitha üzerine yazılmış eski kitaplar, M. Remy’nin el
yazmaları, Sainte-Marie Koleji’nin arşivlerinden “Mi-racles faits en sa
paroisse par l ’intercession de la B. Cath. Tekakwith, 1696”24 — kanıtlar
ustalığa kandırdı beni. Mezuniyet sınıfındaymışım gibi planlar yapmaya
başladım. Kim olduğumu unuttum. Armonika çalmayı asla öğrenemediğini
unuttum. Fa akoru parmaklarımı kanattığı için gitar çalınayı bıraktığımı
unuttum. Meniyle katılaştırdığım çorapları unuttum. Yetenek avcısı bir
turist tarafından keşfedilmeyi uman genç tenor misali, bir gondolün içinde
Veba’nın yanından geçip gitmeye çalıştım. Edith ’in açınam için uzattığı ama
açamadığım kavanozları unuttum. Edith’in nasıl öldüğünü unuttum, F.
’nin nasıl kıçını bir perdeyle silerek öldüğünü unuttum. Yalnızca tek bir
şansımın daha kaldığını unuttum. Edith’in bir katalogun sayfalarında
yaşayacağını sandım. Özel, kamu hizmetlerinden faydalanan bir vatandaşım
sandım. Kabızlığı unuttum! Kabızlık unutmama izin vermedi. Listeyi
hazırlamaya başladığımdan beri çektiğim kabızlık. Daha ilk yarımşar
saatlerinden berbat olan beş gün. Kabızın büyük feryadı: Neden ben? Dünya
neden 1 bana hizmet etmiyor? Porselen makinenin içinde tek başına oturan
adam. Dün neyi yanlış yaptım? Ruhumdaki hangi zaptedilemez kıyının boka
ihtiyacı var? İçimdeki bütün dünlerle yeni bir şeye nasıl başlayabilirim?
Tertemiz bir çanağın üzerine çömelmiş, tarihten nefret eden bir adam.
Bedenimin benden yana olduğunu nasıl kanıtlayabilirim? Midem bir düşman
mı? Sabah ruletinde her daim kaybeden biri, intiharını planlıyor: Tıkalı
bağırsaklarının ağırlığıyla St. Lawrence Nehri 'ne atlayış. Sinemalar ne işe
yarar? Müzik için fazla ağırım. Her gün iz bırakmamışsam görünmezim
demektir. Bayat besinler zehirdir ve çuvallar sızdırıyor. Boşalt beni! Ey işi
bitmiş Houdini! Kayıp alelade sihir! Diz çökmüş bir adam, yeni yıl için
alınan kararlar listelerini birbiri ardına sunup Tanrı’yla pazarlığa girişiyor.
Artık yalnızca nıarul yiyeceğim. Eğer herhangi bir şey vereceksen bana,
ishal isterim. Bırak çiçeklere ve bok böceklerine yardını edeyim. Dünya
kulübüne girmeme izin ver. Şafaklar bana zevk vermiyor, e, öyleyse kimin
için yanıyorlar? Treninıi kaçıracağım. Bak, uyarıyorum, dünya işlerinden
benim payıma düşenler yapılamayacak. Neden ben'? Sana karşı bilimi
kullanacağım. Denizaltılara atılan sualtı bombaları misali haplar
yuvarlayacağım. Özür dileri nı, özür dilerim, daha fazla büzme. Hiçbir şeyin
yararı yok, bunu nıu öğrenmemi istiyorsun? Çember üzerine tünemiş
ıkınan adam tüm sistemleri terk etmeye hazırlanıyor. Umudumu al,
katedralleri al, radyoyu al, araştırmamı al. Bunlardan vazgeçmek zor ama bok
yükü daha zor. Evet, evet, feragat sisteminden bile vazgeçiyorum. İki büklüm
bir adam, tuğla döşeli şafak mahkemesinde binlerce yemin deniyor. Bırakın
tanıklık edeyim! Bırakın Düzen’i kanıtlayayım! Bırakın bir gölge düşüreyim!
Lütfen boşalt beni çünkü boşalırsam yeniden alabilirim, alabilirsem
dışımdaki bir yerden geliyor demektir ve dışımdan geliyorsa yalnız
değilimdir! Bu yalnızlığa tahammül edemiyorum. Her şeyden öte, yalnızlık
bu. Yavaştan ölen bir yıldız olmak istemiyorum. Lütfen acıkmama izin ver,
böylece ölü nokta olmam ve ağaçları kendi özel
yaşamlarında ayrımsayabilirim, sonra nehir isimleriyle, dağların
yükseklikleriyle, Tekakwitha’nın değişik yazılışlarıyla, Te-gahouita,
Tegahkouita, Tehgakwita, Tekakouita’yla daha çok ilgilenebilirim, ah,
olguların çekiciliğine kapılmak istiyorum! feride yaşamak istemiyorum!
Hayatımı yenile. Düne ait mezbeleliğin kabı olarak varlığıını
nasıl sürdürebilirim? Et mi beni cezalandıran? Beni kötü bellemiş vahşi
hayvan sürüleri mi var? Mutfakta cinayet! Dachau2 çiftlikleri! Yemek için
varlıklar yetiştiriyoruz! Tanrı dünyayı sever mi hiç? Ne canavarca bir
beslenme sistemi! Hepimiz, sonsuz savaştaki hayvan sürüleriyiz! Ne
kazandık? ürsanlar, diyetçi Naziler! Beslenmenin merkezinde ölüm!
Sığırlardan kim özür dileyecek? Bizim hataınız değil, bütün bunları biz akıl
etmedik. Bu böbrekler, böbrektir. Bu tavuk değil, bu, bir tavuktur.
Ölüm kamplarını bir otelin bodrumunda düşünün. Yastıklarda kan! Diş
fırçalarında et parçaları! Bütün hayvanlar yiyor, zevk için değil, altın için
değil, güç için de değil, yalnızca var olmak için. Kimin sonsuz Hazzı için?
Yarın oruç tutınaya başlıyorum. Tövbe ediyorum. Ama dolu bir mideyle
tövbe edemem. Peki, oruç Seni memnun nıu eder, rahatsız mı? Bunu gurur ya
da korkaklık olarak görebilirsin. Banyomu ezberledim. Edith burayı
temiz tutardı ama ben o kadar titiz değilim. idam mahkûmundan elektrikli
sandalyesini parlatmasını istenmesi adil midir? Eski gazete kâğıtlarını
kullanıyorum; tuvalet kâğıdını, hak ettiğimde alacağım. Tuvaletime bana iyi
davranırsa ona iyi bakacağıma söz verdim; tıkanıklığını açacağım. Ama
neden şimdi kendimi aşağılayacakmışım? Hurda bir arabanın camlarını
parlatmazsınız. Bedenini işlediğinde, eski rutinler de işleyecek, söz. Yardım
et! Bir ipucu ver bana. Beş gündür, başarısız geçen ilk yarım saatin dışında
banyoya giremiyorum. Dişlerim ve saçlarım kirlendi. Birkaç sakal parçasını
temizleyeceğim diye tıraş olamam. Otopsi yapılsa leş kokacağım. Kimse
beni yemek istemez, eminim. Dışarıda olmak nasıl bir şey? Dışarısı diye bir
şey var mı? İştahımın, çıkış kapısı mühürlenmiş, ölü, geçit vermez
müzesiyinı ben. Kabızlığın korkunç yalnızlığı budur, işte dünya böyle
kaybedilir. İnsan her şeyi bir nehire, Catherine Tekakwitha’nın gözleri
önünde çıplak yıkanmaya, hem de hiçbir vaat olmadan feda edebilir.
14
Adlar dünyasına, bizle. F. şöyle demişti: Bizi geçmişe bağlayan tüm yasaların
en zorlusu, şeylerin adlarıdır. Eğer oturduğum büyükbabamın sandalyesiyse
ve dışarı baktığım büyükbabamın penceresiyse, o zaman onun
dünyasındayım demektir. F. şöyle demişti: Adlar, Görünüş’ün vakarını korur.
F. şöyle demişti: Bilim, kaba adlandırmayla, her bir kırmızı türün özgün
biçim ve kaderini görmezden gelme ve tümüne Gül adını verine hevesiyle
başlar. Daha kaba ve daha hareketli gözde, Zenciler ve Çinliler gibi, bütün
çiçekler birbirlerine benzer. F. hiç susmadı. Sesi, tuzağa düşmüş,
biteviye vızıldayan bir sinek gibi kulağımda. Tarzı ele geçiriyor beni.
Vasiyeti, şehirdeki dairesini, satın aldığı fabrikayı, sabun koleksiyonunu,
ağaç evini ve evraklarını sunuyor bana. Ve ben, çükümün ifrazatından
hoşlanmıyorum. Çok fazla F.! Kendime hâkim olmam gerek. Bir adım sonra,
malum, kulaklarım saydamlaşacak. F., neden birden bu kadar çok özledim
seni? Bir daha asla gidemeyeceğim lokantalar var. Fakat senin anıtın olmak
zorunda mıyım? Sonuçta, arkadaş mıydık biz? Fabrikayı nihayet satın aldığın
günü hatırlıyorum; sekiz yüz bin dolaraydı ve o eğri büğrü tahta döşemelerin,
küçük bir çocukken sık sık süpürdüğün döşemelerin üstünde birlikte
gezinmiştik. Sahiden ağladığına inanıyorum. Gece yarısıydı ve ışıkların yarısı
sönüktü. Sıra sıra dikiş makinelerinin, kesim masalarının ve buharlı ütülerin
arasında dolaşmıştık. Çalışmayan bir fabrikadan daha sessiz bir yer yoktur.
Tel askılara, asılı oldukları yerlerde, boydan boya elimizi sürttüğümüzde,
sanki terk edilmiş makinelerin gölgesinde bekleyen, ücretlerinin
verilmesini bekleyen, F.'ye girişmek için kapatıyoruz sözünü bekleyen yüz
tane canı sıkkın mankafa elleriyle ceplerini karıştırıyormuş gibi garip ve
güçlü bir ses çıkmıştı. Biraz korkmuştum. Fabrikalar da tıpkı parklar gibi
kamuya açık yerlerdir ve F.’nin kendi mülkü karşısında bu kadar derinden
duygulandığını görmek demokratik akla bir sadırı sayılabilirdi. F. metal bir
çıkıntıya kalın bir yayla bağlanmış eski ağır bir buharlı ütüyü eline aldı. Onu
masadan çekip yere fırlattı ve ütü tehlikeli bir yoyo gibi bir aşağı bir yukarı
zıplarken güldü; kirli duvarlara karatahtadaki vahşi tebeşir çizikleri gibi
gölgeler düşüyordu. Birden bir düğmeyi çevirdi, ışıklar yandı ve tüm dikiş
makinelerini çeviren ana kayış dönmeye başladı. F. nutuk atmaya başladı.
Mekanik gürültülere karşı konuşmaya bayılırdı.
—Larry! diye haykırdı, boş sıraları iterek. Larry! Ben! Dave! Beni
duyduğunuzu biliyorum! Ben! Kambur sırtını unutmadım. Sol! Söz verdiğim
şeyi yaptım işte. Küçük Margerie! Parçalanmış terliklerini yiyebilirsin
artık. Yahudiler, Yahudiler, Yahudiler! Teşekkürler!
—İğrenç bu, F.
—Tükürükler saçarak.
—Güzel bir yer, değil mi? Huzurlu, değil mi? Geleceğin ortasında duruyoruz.
Yakında, zenginler arazilerinin ortasına böyle binalar yaptıracak ve ay
ışığında oraları ziyaret edecekler. Tarih bize, daha önce şiddetli hareketliliğin
yaşandığı mekânlarda insanların eğlenip sevişmeyi ne kadar sevdiklerini
göstermiştir.
—Ağlama, F.
Kolumu F.’nin omuzuna atarken elim askılara çarptı. Daha küçük oda ve
dışarıdan gelen makine seslerinin yanında paraların şakırtısı o kadar yüksek
değildi; dışarıda bekleyen kabadayılar, birbirimize umutsuzca sarılırken
uzaklara çekildiler.
15
Catherine Tekakwitha, uzun evin gölgelerinde. Bedeni yağla kaplı Edith, tıkış
tıkış odada büzülüyor. F. yeni fabrikasında bir süpürgeyi sürüklüyor.
Catherine Te-kakwitha öğle vakti dışarı çıkamıyor. Çıktığında, topallayan bir
mumya misali, kat kat battaniyelere sarınıp dolaşıyordu. Yani genç kızlığını
güneşten ve avcıların gürültülerinden uzakta, bahsini duyduğu geyikler
kadar çekingen, kafasının içinde dansçının bütün aletlerinden çok daha
şiddetli zangırdayan Meryem Ana’nın bir resmiyle ve yorgun Kızılderililerin
yemek yiyip birbirlerini silanelerini izleyerek geçirdi. İnlemelerden daha
yüksek, horlamalardan daha tatlı hangi sesleri duymuştu? Ne kadar iyi
öğrenmiştir ev içi kurallarını. Avcının avını
gue deniyordu. Bu, bizim bir sürü biçimde bildiğimiz bir isimdi;
Gandawague, misyonerlerin şelale anlamında kullandığı Huronca bir
sözcüktü, Mohawk diyalektinde Gahnawagu6 olan Kaknawake, bugün
bildiğimiz Caughıiawaga haline gelmiştir. Borçlarımı ödüyorum. Burada,
amcası, amcasının kız kardeşleri ve karısıyla birlikte, amcasının kurduğu ve
köyün belli başlı yapılarından olan uzun evde yaşadı. İrokua kadınları çok
çalışırlardı. Bir avcı, öldürdüğü avını asla taşımazdı. Hayvanın karnını yarıp
bir avuç iç organını alır ve dans ederek eve dönerken bağırsakları sağa sola
saçardı, bir bağırsak parçası bir dala, diğeri bir çalının üzerine. Karısına,
öldürdüm diye bildirirdi. Kadın, onun orınanda bıraktığı iğrenç izleri sürerdi
ve avı bulmanın ödülü, avı, ateşin yanında midesi guruldayarak uyuyan
kocasına taşımaktı. En pis işlerin çoğunu kadınlar yapardı. Erkeklerin
vakarının izin verdiği işlerse savaşmak, avlanmak ve balık tutmaktı. Kalan
zamanlarda tütün içer, dedikodu yapar, oyunlar oynar, yer ve uyurlardı.
Catheri-ne Tekakwitha iş yapmayı severdi. Diğer kızlarsa saçlarını taramak,
yüzlerini boyamak, küpelerini takmak, renkli porselenleri e kendilerini
süsleyerek dans edip oynaşmak için işlerini bir an önce bitirmeye
bakarlardı. Değerli deriler, boncuklarla süslü çizmeler giyerlerdi. Harika!
Bunlardan bir tanesini sevemez miyim? Catheri-ne, onların dans etmelerini
duyabiliyor muydu? Ah, bu dansçılardan birini isterdim. Kalbinde yanan
kusursuz çemberleri izleyen ayakların tok sesiyle uzun evde çalışan
Catherine’i rahatsız etmek istemem. Kızlar yarın için fazla vakit
ayırmıyorlardı, oysa Catherine gölgeleri
Kanada’da güzel bir gündü, hüzünlü bir yaz günü; öyle kısa, öylesine kısa.
Yıl 1664’tü, güneşli bir gün, yusufçuklar su birikintilerini araştırıyor, kirpiler
yumuşak burunlarının üstünde uyuyor, kırlarda siyah saçları örgülü kızlar
kokulu sepetlere otlar seriyor, geyikler ve avcılar çam rüzgârını koklayıp talih
düşlüyor, iki küçük oğlan çitin yanı başında güreşe tutuşmuş birbirlerini
kucaklayıp duruyorlardı. Dünya yaklaşık iki milyar yaşındaydı ama Kanada
dağları henüz çok gençti. Gandaoua-gae üzerinde tuhaf güvercinler
uçuşuyordu.
Dinledi Yürek, ne genç ne yaşlı, sahiden bir tanım kölesi olmayan Yürek ve
Thomas bütün çocuklar için şarkı söyledi, Facienti quod in se est, Deus non
denegat gratiam.8
—Bugün parıldamaksınız,
Kirpinin dikenleri;
Porselen boncuklar;
Ebedi çelenk
—Haydi, Catherine, ah, güçlü bir küçük adam o, diye kıkırdadı Teyzeler.
Birden gülmesi kesildi, korkmuştu ve bildiği bir korku değildi bu; oyunu
kaybetmek ya da kırbaçlanmak korkusuna benzemiyordu ... Ama bir
keresinde, bir Şi-facı öldüğünde...
—Dertleri ne bunların? diye sordu her bir çocuğun ailesi çünkü aileler
aralarında kendilerine yarar sağlayacak bir bağ yaratmaya özen gösterirlerdi.
—Üzülmeye gerek yok, diye kendi aralarında karar verdi Teyzeler. Yakında
büyüyecek, sıvılar çağlamaya başlayacak çünkü Algonkin kadınları bile
insandır! diye şakalaştı Teyzeler. Bir sorunumuz kalmayacak o zaınan!
oturması ve ondan yenecek bir hediye almasından ibaret basit tören için
harika bir akşamdı. Katılacakların kendilerine danışılmadan, aileler arasında
yapılmış bir anlaşmayla, kendilerine danışılmadan seçildiği törenin hepsi bu
kadardı.
—Öylece otur, Catherine, her şey ayarlandı, tatlını, daha fazla suya
ihtiyacımız yok, diyerek birbirlerine göz kırptı Teyzeler.
—...yürü benle, bir dağın eteklerinde yanımda otur... Dünya küçük ateşlerine
ve çorba kâselerine biraz daha yaklaştı. Bir balık Mohawk Irınağı’ndan
zıplayıp sudaki çalkantı kaybolana, hatta kaybolduktan az sonrasına kadar
havada kaldı. .
Genç bir avcının geniş omuzları girişi kapladı. Catherine, kabuk kolyesinden
başını kaldırıp baktı, yüzü kızardı ve işine döndü. Yakışıklı savaşçının şehevi
dudaklarında bir gülümseme belirdi. Son avladığı ve son zamanlarda etiyle
beslendiği hayvanın artıklarının tadı yüklü dudaklarını uzun kırmızı diliyle
yaladı. Ne dil! dedi Teyzeler dikişlerinin altında parmaklarını avuçlarına
gömerken. Kan hücüm etti genç adamın kasıklarına. Bir elini deri giysinin
içine sokup doğrulttu kendini; kugu boynu gibi kalındı; sımsıcak, avucunu
dolduruyor-
du. İşte, gelmişti: Beklenen adam! Kızın bağdaş kurup titreyerek, küçük nehir
kabuklarıyla yaptığı işine devam ettiği yere bir kedi kuruldu, onun yanına ve
çıplak bacaklarını ve sert baldırlarını, özelllikle kızın gözleri önüne serecek
şekilde gererek oturdu.
—Heh-heh, dedi bir Teyze.
—Kaçamasın!
—Ha ha haaaa!
—Her taraftan!
—Çabuk!
—Utangaç kaçıyor!
—Arkadan daya!
—B aştan aşağı!
—Koltuk altlarından!
—Off! Puff!
—Höpürdet!
—İçine işe!
—Gel buraya!
—Algonkin sürtüğü!
—Fransız yandaşı!
—Bu taraftan!
—Pat! Küt!
17
Ville Marie Meydanı Büyüyüp Bir Çiçek Gibi Düşüyor Senin Dürbününe.
Gobi Çölü’nde Eski Yumurtalar Var. Mide Bulantısı Senin Gözünde Bir
Depremdir. Dünyanın Bile Bir Bedeni Var. Ebediyen Gözleniyoruz. Mole-
küler Şiddetin Ortasında Sarı Masa Kendi Şekline Sıkı Sıkıya Bağlı.
Sarayının Hizmetkârları Tarafından Sarıldım. Duam Zihnime Düşecek Diye
Korkuyorum. Istırap Bu Sabah Bir Yerlerde Açıklandı. Gazetenin
Yazdığına Göre Gazete Kâğıdına Sarılmış Bir İnsan Embriyosu Bulunmuş
Ve Bir Doktordan Şüphe Ediliyormuş. Oturduğum Mutfakta Seni Tanımaya
Çalışıyorum. Küçük Kalbimden Korkuyorum. Kolum Neden Bir Leylak
Ağacı Değil, Anlay^ıyorum. Korkuyorum Çünkü Ölüm De Senin Fikrin.
Artık Beni Senin Dünyanı Tarif Etmeye Zorlamadığını Düşünüyorum. Banyo
Kapısı Kendiliğinden Açılıyor Ve Ben Korkudan Titriyorum. Ey
Tanrım, Senin Sabahının Mükemmel Olduğuna inanıyorum. Hiçbir Şey
Eksik Gerçekleşmeyecek. Ey Tanrım, Eğitimime Olan Tutkunun İçinde
Yapayalnızım Ama Senin İçinde Daha Büyük Bir Tutku Olmalı. Senin
Sabahında Büyük Harflerle Başlayan Bir Sürü Sözcük Yazan Bir Yaratığım.
Dualarımın Harabesinde Saat Yedi B uçuk. Arabalar Uzaklaşırken Senin
Sabahında Kımıldamadan Oturuyorum. Ey Tanrım, Eğer Sıcak Yolculuklar
Varsa Tırmanırken Edith’in Yanında Ol. Eğer Istırabı Hak Ettiyse F.’nin
Yanında Ol. Üç Yüz Yıl Önce Ölen Catherine’in Yanında Ol. Görmezlikten
Gelişimiz Ve Enkaz Doktrinlerimizde Yanımızda Ol. Hepimiz Senin
Görkeminle Eziyet Görmüşüz. Bir Yıldızın Kabuğunda Yaşamamıza Sebep
Oldun. F. Son Günlerinde Büyük Acılar Çekti.
18
—Bir lokantacı arkadaşıma yaptığım oral kıyak karşılığında aldım bunu. Bu,
bir dua kitabı. Senin buna benden daha fazla ihtiyacın var.
—Seni pis yalancı! diye bağırdım, sokak lambasının altına varıp kapağı
okuyunca. EAAHNO-ArrAlKOl AlAAOrOI . İngilizce-Yunanca bir pratik
konuşma kitabı bu; Selanik’te yapılmış kötü bir baskı!
olan her şeyi isteyerek bir çocuğa çevirir kendini. incele kitabı.
—Ah, dedi neşeyle havayı koklayarak, ah, yakında Hindistan’da Noel olacak.
Noel ağacının etrafında toplanmış aileler, parlak Yule10 cesedinin çevresinde
ilahiler, Bhagavad-Santa’nın11 çanlarını bekleyen çocuklar.
—Kitabı çalış. Dua ve yol göstermesi için tara onu. Sana solumayı öğretecek.
—Snıff. Snıff.
—Yok, o yanlış.
19
Şimdi kaçma, yaşlı Kanada ağaçları arasında koşma sırası Edith’te. Ama
güvercinler nerede bugün? Gülümseyen pırıltılı balık nerede? Saklanma
yerleri neden saklanıyor? Lütuf nerede bugün? Şekerler neden
Tarih’e yedirilmemiş? Latin müziği nerede?
—İmdat!
gelen Kanadalı otorite olmak istemiyorum. Yeni bir sarı masa istemiyorum.
Ruhani bilgi istemiyorum. Telefon Dansı'nı yapmak istemiyorum. Vebanın
üstesinden gelmek istemiyorum. On üçlükleri istiyorum yaşamımda. Kral
Davut’un vardı bir tane, ölüm döşeğini ısıtsın diye. Neden güzel insanlarla
ilişki kurmayalım'? Dar, dar, daha dar, oh, on üç yıllık bir yaşamın tuzağına
düşmek istiyorum. Biliyorum, savaşı ve işi biliyorum.
Boklukların farkındayım. On üç yaşın elektriğini emmek çok tatlıdır ve ben
bir sinekkuşu kadar naziğim (ya da bırakın olayım). Ruhumda bir sinekkuşu
yok mudur yani? Sarışın bir bulanıklık içindeki genç, nemli bir yarık
üzerinde asılı duran şehvetimde zamansız ve ifade edilemez bir hafiflik yok
mu? Ah gelin, diri yavrular; dokunuşumda
Kral Midas’tan hiçbir şey yok, paraya çevirmem hiçbir şeyi. Yalnızca,
önümde dikilip iş sorunlarına dönüşen umarsız göğüs uçlarınızı seyrederim.
İlk sutyenin altına akıp bir yudum aldığımda hiçbir şeyi değiştirmem.
—İmdat!
kızların ırzına geçmek istiyor ama bunun yerine onlara yüksek topuldu
ayakkabılar satıyorlar. Seksi Hit Listesi tıraş olan babalar tarafından
yazılıyor. Ey iş dünyasının
her yerde hissedebiliyorum! işte, park halinde bir arabanın arka koltuğuna
uzanmış on üç yaşında bir sarışın; naylon çoraplı bir ayak parmağı kapı
kolçağındaki kül tablasıyla oynuyor, diğer ayak pahalı döşemenin üzerinde,
yanaklarında gamzeler ve masum sivilcenin sadece iması var; jartiyerinin
lastiğiyse bihakkın rahatsız. Uzaklarda, gezintiye çıkmış Ay ve birkaç polis
arabası ışığı: fırfırlı külotunda Mezuniyet Balosu ıslaklığı. Sikişin kutsal, kirli
ve güzel olduğuna bütün dünyada yalnız o inanıyor. Peki, çalıların arasından
gelen kim? Gelen, o ragbi yıldızıyla dans ederken gece boyu
gülümseyen Kimya Öğretmeni çünkü üzerine kaykılıp düş kurduğu sünger
koltuk onun arabasına ait. Merhamet yalnız başlar, derdi F. Uzun geceler,
Kimya Öğretmeni ’nin sinsi ve güvenilmez olmadığını öğretti bana. Gençleri
gerçekten seviyordu. Reklamlar tatlı şeyleri körükler. Kimse yaşamı
cehenneme çevirmek istemez. Zor satışın en zorunda susamış, aşk kurbanı bir
sinekkuşu vardır. F., Edith’i kovalayan adamlardan sonsuza dek nefret
etmemi istemezdi.
F., bu bağlantıdan hiçbir sonuç çıkarmarnam için ısrar etmişti. Böyle devam
edemem. Her şey alındı benden. Demin bir gündüz düşüne daldım: On üç
yaşındaki Edith’i o dört adamın iktidarsız saldırısı altında ağlarken gördüm.
Edith, en gençleri keskin çırpısının ilerleyişini daha iyi incelemek için
eğilince, başını yakalayıp göğsüne çekti ve delikanlı, Edith’in bağrında Eski
Orc-hard Plajı ’ndaki o adam gibi ağladı. İki film birden için çok geç artık, F.
Midem yine karıştı. Orucuma başlamak istiyorum.
Yukarı Bavyera eyaletinde büyük bir kasaba olan Dachau, Nazi-lerin 1933
yılında açtıkları ve sonrakilere modellik eden ilk toplama kampının
kurulduğu yerdir.
Yahudi olmayan.
10
11
12
Şunemli Avişak: Tevrat’a göre, Kral Davut'a yaşlı11ğında eşlik etmek üzere
seçilen genç kız. Görevlerinden biri yanında yatıp yatağı ısıtmaktı. “Çok
güzel olan genç kız. krala bakıp hizmet etti. Ama kral ona hiç dokunmadı.”
(Krallar, 1:4)
20
Şimdi çok açık görüyorum! Edith’in öldüğü gece, F. ile o uzun konuşma
gecesi, F., tavuğunun yarısını bırakmış ve barbekü sosuna pek dokunmamıştı.
Şimdi bunu kasten yaptığını anlıyorum. Kung’un, F.’nin çok sevdiği şu
sözünü anımsadım: Yas tutan bir adamın yanında Usta yemeğini asla
bitirmez. Amcalar! Amcalar! Yemeğe hangimiz, nasıl cesaret ederiz?
21
F. ‘den bana kalan ilginç şeyler arasında Güney Dakota’daki Sioux Falls’tan
Rich Brothers Patlayıcı
Maddeler Şirketi ’nce paketlenmiş bir kutu havai fişek bulunuyor. Kutuda 64
maytap, sekiz tane 12 ve 8 toplu havan maytabı, büyük çarklar, kırmızı ve
yeşil ateş konileri, bir sürü patlayıcı, roketler, oryantal ve parlak pınarlar, 6
büyük geçit maytabı, gümüş tekerlekler, kuyruklu yıldızlar, el meşaleleri,
fişekler, yılanlar, meşaleler, kırmızı beyaz ve mavi koniler var. Bunları
kutudan çıkarırken ağladım; hiç yaşamadığım Amerikan delikanlılığı için,
New England’daki görünmez ebeveynlerim için, uzun yeşil çayırlar ve demir
geyik için, kolejdeki aşkım Zelda için ağladım.
22
23
24
Kırınızı yeşil ateş konilerinden birini tutarken elimi kötü yaktım. Roketlerden
birinin için için yanan kabuğu Kızılderili notlarımın bir demetini yaktı.
Odadaki keskin barut kokusu sinüslerimi iyice temizledi. Neyse ki buzlukta
tereyağı vardı çünkü banyoya girmeyi reddediyorum. Saçlarımı hiçbir zaman
sevmedim ama gümüş şelalenin alevinin yaladığı yerlerdeki yanıklardan da
hoşlanmadım. Yırtık kanatlarında kuyruklu yıldız ve şeker şeridi desenlerinin
mavi gri kopyalarını tespit ettiğim uçuşan yarasalar gibi yanmış kâğıt
parçaları havada yüzüp sağa sola yapışıyor. Kömürleşmiş kartonlarla o kadar
fazla oynadım ki her taraf parmak izlerimle doldu. Mutfaktaki bu dağınıklığa
bakıyor ve yaşamımın gerçekleştiğini görüyorum. Şu anda su toplayıp
kızarmış zonklayan başparmağımla bir evren dolusu yetimden daha çok
ilgiliyim. Canavarlığımı selamlıyorum. Zeminin her tarafına işiyorum ve
hiçbir şey olmadığını görmek beni mutlu ediyor. Her sürüngen kendine!
şak vur taçyaprağı tepelerinin üstüne düğümü git oraya el ayır dudakları ayır
Edith’in şahane özel dudaklarını onun onun sıkıyorlar açılıyorlar olgun
şeftalinin iki yarısı misali çok pişmiş tavuk misali kusursuz tatlı
kan kabarcıkları Edith bu bakire pembe kahverengisi aynı benimki aynı
hepirnizinki zavallı hayırmenileri dünyayı sele boğan dizlerimizin üzerinde
somut duruş bu günlük gizem bu böylece sfenkse çivi yazısı yüz ağız
ekliyorum çünkü dilim sadece pembe sfenks delik üzerinde deneme oyunu
ağzımı saf konuşmaya odaklıyorum çiğneyip emerek bok tehlike aşk cesaret
aç kapa aç diye gidiyor yüzey taçyaprakları kapanarak kendi küçük
kas yamaçlarının ürkünç terk edilişle açılışını hissediyor kıpkırmızı bebeğin
ağzı gibi oh Edith göt zarı ağzıının tüm kuş sürülerinin nefesini kesiyor bir
bağırsak sütununun üzerindeki güneşli kuş banyosu içinde
yıkanıyor çırpmıyor nenleyim şimdi şimdi uzaklaşma işte basitçe ellerin
ayırdığı kalçalarının arasındaki yüzüm çenem otomatik çalışıyor beni içinde
eziyorlar kendimi içinde eziyorum burnumu eziyorum mühürlenmiş özsu
beynimdeki masum boktan oyunlar dinle Edith dinle beni dinle sevgilim aşk
emdiğim küçük tüylü deliğin değil mi biz birleşmedik mi Edith biz
ispatlanmadık mı Edith biz solumuyor muyuz Edith biz duyarlı âşıklar değil
miyiz Edith müstehcen posta kartları değil miyiz biz güzel yemekler değil
miyiz Edith sohbetlerimiz mucizevi değil mi sevgilim pembe kötülük osuruk
terörü pozisyonu sevgilim yemin ederim seni sevdim Edith kap kap zıplıyor
küçük krater öp öp öp öp Edith Edith aynısını bana yap benim kurumuş
kalçamı yüzüne doğru çek ko-
laylaştırırım aynısını bana yap aynısını Edith leylaklar Edith Edith Edith
Edith Edith Edith uykularımızda dönüp bize ait kaşıklar yapalım Edith Edith
Edith şu zavallı Alaaddin'in kamışından çıkıveren düşler gibi görün lütfen
Edith Edith Edith o tatlı tenin içinde saklı senin yalnız kocan Edith senin
yalnız kocan senin yalnız kocan senin elmaların senin kaçman senin
kıvrımların senin karanlık yalnız kocan
26
27
F. ’ye verdiğim bir söz yüzünden başlamaının yirmi yedinci günü. Hiçbir şey
işe yaramıyor. Yanlış zamanlarda uyumaya devam ediyorum ve sinema
saatlerini
kaçırıyorum. Çok daha fazla yanık. Çok daha az bok. 12 toplu havan
maytaplarımın tümü, 64 maytabın çoğu, ıslık bombası ve kozmik çeşme
denen şeyler gitti. Daha fazla kirli iç çamaşırı, bir zamanlar polietilen
paketlerde mühürlü, mermer böğürler vaadi sunmuş gerçek ve kirli iç
çamaşırları geldi. Tırnaklarımın altında kıllar var.
28
Edith, bu odayı görse kusardı. Neden onu benim için öldürdün, F.?
29
5. DAHA SONRA. Bu Joe olabilir mi? Yatak odası aynasının önünde koca
bir yapboz haritaya dönmüş kaslarını şişiriyor.
JOE: Oğlum! Axis’in bana bunu yapması pek uzun sürmedi! KASLARA
bak! O ayı benimle bir daha dalga geçemeyecek!
6. Plaj. Kız geri gelmiş. İyi vakit geçiriyor. Bedeni rahatlamış ve kalçalar
belirginleşmiş. Joe’daki radikal değişimi gördüğünde yaşadığı zevkli
şaşkınlıkla sol elini kaldırmış. Joe aynı sırada ayının çenesine, elekrik saçan,
ayaklarını yerden kesen ve kaşlarını acıyla düğümleyen bir yumruk çakmış.
Arka planda yine aynı beyaz kumsal, aynı sakin deniz.
kıyor. Gökyüzünde kalın siyah harflerle yazılmış ve ışık mızrakları saçan iki
sözcük beliriyor. Karedeki karakterlerin hiçbiri eski deniz kıyısı manzarasının
üzerinde korkunç bir sessizlik içinde patlayan bu semavi tezahürün farkında
görünmüyor. PLAJIN KAHRAMAN!, diye duyuruyor gökyüzü.
F., reklamı epey incelemişti. Bense oraya gitme sebebimize, itişip
kakışmalara, tozlu okşamalara, tüylerin karşılaştırılmasına, bir arkadaşla yüz
yüze gelmenin güzelliği ve biri tanıdık ve aç, diğeri ılık ve garip,
boylu boyunca parlak iki kamışı elimle birleştirmeye koyulma derdindeydim.
Ama F. ’nin gözleri dolmuştu, fısıldarken dudakları titredi:
İkindi isle kaplı cam çatının üzerinde kararıyordu. F/nin ruh halinin
değişmesini sessizce bekliyordum, o sırada galiba uyuyakalmışım çünkü
makas sesleriyle sıçradım.
—Gönderecek misin?
—Kapa çeneni.
—Biz şişkoyuz, F.
—Şişko.
—Şişman, doğru.
—Ama—
—Şişko! Şişko! O da bizden biri! Charles Axis bizden yana! Mavi Böcek ve
Ibis ve Süper Kadın’a karşı bizden yana!
— Charles Axis’in adresi New York’ta; bak, 405 Batı 34. Sokak, New York
1! Krypton’ı bilmediğini mi sanıyorsun? Batcave’in2 girişinde ıstırap
çektiğini görmüyor
musun? Fantastik hayali kaslara onun kadar yakın yaşayan başka birini
tanıyor musun?
— F.!
— Charles Axis baştan aşağı merhamet, bi zim için kendini kurban eden o!
Zayıflara sesleniyor ama hem zayıf hem şişmanları kastediyor; zayıflara
sesleniyor çünkü şişmanlık zayıflıktan beterdir; şişmanlar da duyabilsin ve
gelsin ve adlan açıklanmasın diye zayıflara sesleniyor!
— O pencereden uzak dur!
— Püff! *# #! Ühü ühü! Teşekk ürl er, dostum; hayatımı kurtardın galiba.
Bu, F. ile fiziksel bir atışmada son baş e di şimdi. Odasında, Charles Axis’e
her gün on beş dakikasını ayırdı. Yağlar eridi veya kasa dönüştü, göğüs
ölçüsünü genişletti, spor yapmak için soyunmaktan utanmadı. Bir keres inde
kumsalda küçük bir havlunun üzerinde güneşlenirken, bembeyaz bir mayo
giymi ş iriyarı biri F. * nin suratına kum sıçrattı. F. sadece gülümsedi. İri yarı
herif, ellerini kalçalarına dayamış dikiliyordu, derken bir futbol cunun topun
gelişine vuruşu gibi hafifçe hoplayıp bir tekme savurdu ve bir kez daha
yüzüne kum sıçrattı.
—Hey! diye haykı rdım: Suratımıza kum sıçratmayı kes! F., diye fısıldadım:
Bu adam pl aj ın en başbela adamı.
—Buraya bak, diye hırladı, suratını dağıtırdım senin ... Ama öyle hafifsin ki
uçar gidersin.
—Charles Axis’ti o.
30
Dibinde. Beni nasıl da iyi tanıyordu. Notu alıp (bir telgraf kâğıdına
yazılmıştı) yanağıma dayadı m. Ah, F., bana yardım et çünkü bir mezar beni
sevdiğim her şeyden ayırıyor.
hak ettin
döndüğünde
döndüğünde
TANRIÇALAR:
GAVIN GATE:
TANRIÇALAR:
TANRIÇALAR:
aptal olabilirim (ama olmadığını biliyoruz. Ben de değilim çünkü biz kutsal
malzemelerle ilgileniyoruz. Oh Tanrım! Sevginin her şekli güç verir!)
seni böyle sevdiğim için seni böyle (tatlı bir iğneleme. Şimdi erkeklerini
bekleyen kadınlar
Yani bebeğim
Seni asla
incitmezdim
Hayır hayır
seni asla
incitmezdim
Seni asla
incitmezdim
Çünkü
bebeğim,
sen
incindiğinde
Pat!
TANRIÇALAR: GAVIN GATE: TANRIÇALAR: GAVIN
Bilmez
GATE: DAVUL: GAVİN GATE: TANRIÇALAR: GAVİN
misin ben
GATE: TANRIÇALAR: GAVİN GATE : TANRIÇALAR:
de
incinirim?
ben de
incinirim
Çok kötü
incinirim
ben de
incinirim
seni asla
terk etmem
ben de
incinirim
niz...
Telefona koştum. İstasyonu aradım. Sabahın İlk Plakları programı mı, diye
bağırdım ahizeye. Siz misiniz? Gerçekten siz misiniz? Sağ olun, çok sağ
olun. istek mi? Ah, aşkım. Anlamıyor musun, ne kadar uzun
zamandır mutfakta yalnız olduğumu? Ben düzensizim. Düzensizlikten
mustaribim. Başparmağım fena halde yandı. Beyefendi çekme bana, Sabahın
İlk Plakları ’nın hanım sunucusu. Senin gibi birisiyle konuşmam
gerekiyordu, çünkü—
Ne yapıyorsunuz? Hey! Hey! Alo, alo, yo, hayır. Dışarıda, birkaç blok
aşağıda bir telefon kulübesi bulunduğunu hatırladım. Onunla konuşmam
gerekiyordu. Odadan çıkarken zemindeki meniler ay^&abılarıma yapıştı.
Kapıyı ele geçirdim. Asansöre buyurdum. Ona, onun kederli sesine, kent
bilgisine anlatacağım çok şey vardı. Derken sokaktaydım; saat sabahın dördü,
sokaklar yeni dökülmüş çimento gibi ıslak ve loş, sokak lambaları neredeyse
süs yerine, uçuşan bulut eşarplar Ay’ı hızlandırıyor, kapılarında altın yaldızla
aile isimleri yazılı kalın duvarlı büyük mağazalar, nehir ve çuval
bezi kokuları soğuk mavi havayı dolduruyor; köylerden sebze taşıyan
kamyonların sesleri, buz yataklarından deri-
31
Fransa Kralı bir erkekti. Ben de erkektim. Öyleyse ben Fransa Kralı’ydım. F.!
Yine batıyorum.
32
33
Her türlü dini madalyon, yanımda olun, gümüş zincirlerin ucunda asılı
olanlar, bir çengelli iğneyle çamaşırlarına tutturulmuş olanlar, siyah göğüs
kıllarının içinde kaybolanlar, mutlu yaşlı kadınların göğüslerinin arasındaki
kırışıklıklarda tramvay gibi gidip gelenler, sevişme sırasında yanlışlıkla tene
gömülenler, kol düğmeleriyle birlikte çıkartılıp bırakılanlar, bozuk para
gibi ellenen ve gümüş ayar damgasıyla işaretlenmişler, on beş yaşında
birbirinin boynunu öperken giysilerin arasında kaybolanlar, düşünürken ağza
alınanlar, yalnızca zayıf küçük kız çocuklarının takmasına izin verilen o çok
pahalılar, bağlanmamış boyunbağlarıyla yan yana bir ıvır zıvır dolabında asılı
duranlar, şans getirmesi için öpülenler, kızgınlıkla boyundan koparılıp
alınanlar, mühürlüler, oymalılar, çeşitli merakları gidermek için raylara
konulanlar, taksilerin ön camlarına asılanlar, Catherine Tekakwitha’nın
büyük imtihanına şahit olurken yanımda olun.
—Parmaklarınızı kulaklarınızdan çekin, dedi
—Ha, ha, diye kıkırdadı, köyün eskileri; yeni numaralar öğrenmek için çok
yaşlıydılar. Biz, yaşlı köpek ve atları, suya götürebilirsin ama su içiremezsin.
—Aaahhh!
—Aaahhh!
—Aynen böyle, hemen çıkarın onları, davetinde bulundu papaz. Ve bir daha
sokmayın. Sizin gibi yaşlılar, Telefon Dansı'nı ebediyen unutmalı.
35
36
Köyün kulübeleri boştu. Bahardı. 1675 yılıydı. Spino-za. bir yerlerde güneş
gözlükleri yapıyordu.6 7 İngiltere’de, Hugh Chamberlen8 9 esrarengiz bir
aletle, obstetrikal forsepsle bebek doğurtuyordu; büyükbabası tarafından
geliştirilmiş bu yeni tekniği Avrupa’da kullanan tek kişi oydu. Marqııis de
Laplace,45 Exposjfion du Systeme du Monde adlı kitabında geliştireceği,
güneşin varoluşun en başından beri döndüğü görüşü öncesinde güneşe bakı-
•• ••
gezinir Ölüm? Ölüm’ün Acı ile bir ortaklığı var mı yoksa Acı karşı tarafın mı
yanında? Ey F., halayımızda Edith'le bana verdiğinde bu ağaç evini ne çok
sevmiştim!
37
Kalınawake’nin kulübeleri boştu. Çevredeki tarlalar işçilerle, elleri tohumlu
kadın ve erkeklerle doluydu. 1675 baharında, mısır ekiyorlardı.
—Catherine!
—Nihayet!
—Bakayım.
—Peki!
—Peki!
—Burası mı?
—Evet.
—Ya şurası?
— Evet!
—Evet!
—Şimdi onlara hohlayacağım, hani kışın insan ellerini hohlar ya, öyle.
—Evet!
—Evet!
Lastik bir üzüme benzeyen küçük bir yastığı ısırdı. İsa’nın çıplak bir ayağın
önünde diz çökmesi gibi diz çökmüştü. Büyük bir düzen içinde dilini her bir
parmağın arasında gezdirdi, dört hamle: aralardaki deri yumuşacıktı. Ve
beyazdı! Her parmağı ayrı ayrı ağzına aldı, yaladı, tükürükle sıvadı, ardından
tükürüğünü nefesiyle buharlaştırdı, oyuncu ısırıklar sundu. Her seferinde
diğer dört parmağın yalnızlık çekmesi ne ayıptı. Küçük parmakların hepsini
birden ağzına soktu, dili arabanın cam sileceği gibi çalışıyordu. Aziz Francis
aynısını cüz-zamlılara yapmıştı.
—Pe der!
—Hamhumlomlumşlop.
—Peder!
—Hamhumhomgloblumlom. Hürp.
—Kiklr.
—Comme nous nous dfions de l ’inconstance des Iroquois, j‘en ai peu baptise
hors du danger de nıort.12
—Il n’y a pas grand nombre d’adultes, parce qu’on ne les baptise qu’avec
beaucoup de prâcautions.13
Tartışma uzun evin gölgelerinin içinde uzayıp gitti. Bir mil ötede Amca
dizlerinin üzerine çöktü, tükenmişti. Hasat olmayacaktı! Ama yeni ektiği
tohumları değil, halkının yaşamını düşünüyordu. Bütün yıllar, bütün avlar,
bütün savaşlar; her şey boşa gitmişti. Hasat olmayacaktı! Güneşli günleri
getiren ve mısırları patlatan rüzgâr nereden eserse essin, ruhu olgunluğa
erdiğinde bile ılık güneybatıya götürülmeyecek. Tamama ermemişti dünya!
Derin bir acı göğsüne yerleşti. Beyaz olan, Ioskeha ile Karanlık olan,
Tawiscara arasındaki büyük boğuşma, bu sonsuz savaş, birbirlerine sıkı
sıkıya sarılıp uyuya kalmış iki âşık misali sönüp gidecekti.
Hasat olmayacaktı! Kardeşleri her geçen gün yeni misyonlara göç ettiği için
köyü günden güne küçülüyordu. Ağaçtan oyduğu küçük kurdu arandı. Geçen
sonbaharda hayvanın tahtadan oyulmuş burun deliklerini
kendininkilere dayayıp onun cesaretini içine çekmişti. Sonra da hayvanın sol
uğunu, vahşi orman bölgesine yaymak ve çevrede oynanan oyunları
dondurmak için dışarıya üflemişti. O gün geyiğini vurduğunda kanını
tahtadan oyulmuş kurdun ağzına sürmüştü. Ve dua etmişti: Ulu Geyik, İlk
ve Kusursuz Geyik, ayağımın dibinde yatan cesedin atası, açız. Lütfen
çocuklarından birinin canını aldığım için
—Sana bir şartla izin veririın: Kahnawake’yi asla terk etmeyeceğine söz
verirsen.
—Söz.
—Hasat olmayacak, kızım. Cennetimiz ölüyor. Her tepeden bir ruh, unutulup
kaldığı için acı içinde ağlıyor.
-Uyu.
—Ne yapıyorsun?
—Yapamam.
Bütün Dünya Yıldızın Tekine Edilen Bir Duadan Mı İbaret? Dünyanın Bütün
Yılları, Bir Tatil Günü Olaylarının Katalogu Mu? Her Şey Aynı Anda Mı
Olur? Samanlıkta Bir İğne Var Mı? Boş Taş Koltukları Olan Geniş Koca Bir
Tiyatroda, Gündoğumunda Oynayan Oyuncular Mıyız? Büyükbabalarımızla
El Ele Tutuşuyor Muyuz? Ölümün Giysileri Sıcak Ve Soylu Mu? Tam Şu
Anda Yaşayan Bütün İnsanların Parmak izleri Alınmış Mı? Güzellik Palanga
Mı? Ölüler Genişleyen Orduya Nasıl Kabul Ediliyorlar? Dansta Hiç Boşta
Kalan Kız Olmadığı Doğru Mu? Yeteneğim Karşılığında Am Emebilir
Miyim? Yaftaları Yalamak Yerine Genç Kız Bedenlerini Sevebilir Miyim?
Tanımadığım Göğüslerin Ortaya Çıkışlarında Birazcık Ölebilir Miyim?
Dilinıle Bir Ürperti Yolu Açabilir Miyim? Çalışmak Yerine Arkadaşımı
Kucaklayabilir Miyim? Denizciler Doğal Olarak Dindar Mıdır? Bacaklarının
Arasına Altın Tüylü Bir Kalçayı Sıkıştırıp Kanın Akışını Hissedebilir,
Bayılan Saatin Kutsal Tik Taklarını Duyabilir Miyiın? Bir insanın Sağ Olup
Olmadığıııı Beliyle Gargara Yaparak Anlayabilir Miyim? Bokun
Koşer Olduğu Herhangi Bir Kanun Kitabında Kayıtlı Olabilir Mi? Geometri
ile Garip Seks Pozisyonlarını Düşlemek Arasında Bir Fark Var Mı? Saralılar
Hep Zarif Midir? Atık Diye Bir Şey Var Mıdır? Dar Jelatin İç
Çamaşırları Giyen On Sekiz Yaşında Bir Kızı Düşünmek Harika Bir Şey Mi?
Kendi Kendimi Pompalarken Aşk Beni Ziyaret Eder Mi? Ey Tanrım, Bir
Çığlık Var, Bütün Sistemler Çığ-
lık Atıyor. Bir Kürkçü Dükkanında Kilitli Kaldım Aına inanıyorum Ki Sen
Beni Çalmak istiyorsun. Cebrail Bir Hırsız Alarmına Mı Yakalanmıştı?
Neden Bir Nenıfo-manyakla Bir Yatağa Dikilmişim? Bir Tutam Ot
Kadar Kolaylıkla Yolunacak Bir Şey Miyim? Rulet Çarkından Koparılıp
Alınabilir Miyim? Zeplin Kaç Milyar Kabloyla Tutturulmuştur? Ey Tanrım,
Sevdiğim Şeyler O Kadar Çok Ki Birer BirP.r Hepsini Alman Yıllar Sürer.
Senin Ayrıntılarına Hayranım. Neden Bu Akşam, Ağaç Evde, Çıplak Ayak
Bileğini Görmeme İzin Verdin? Neden Bir Dakikalık Bir Arzu Şimşeği
Düşürdün Üzerime? Yalnızlığımı Çözüp Güzel Ve Obur Bir Bedenle Bir Kez
Daha Çarpışabilir Miyim? Yumuşak Mutlu Bir Öpücüğün Ardından Uykuya
Dalabilir Miyim? Bir Köpek Besleyebilir Miyim? Kendime Yakışıklı Olmayı
Öğretebilir Miyim? Dua Edebilir Miyim?
nü dahi aşmış, dünyanın ilk başbakanı kabul edilen Fransız din adamı ve
politikacı. Alexandre Dumas'nın (Baba) Üç Silahşörler’i ve devam kitap ve
filmlerinde baş kötü olarak tasvir edilmiştir. Richelieu, aynı zamanda
Fransızca “zengin” (riche) ile "yer" (lieu) kelimelerinden meydana gelir ve
zengin/verimli toprak anlamı verir.
4
10
11
15. Yüzyıl ortalarında kurulmuş, her türlü etin yenmesi gibi yasakları içeren
ve kendilerini “tüm dindarların en koyuları” gören, alçakgönüllülük ilkesini
temel alan tarikat.
12
13
Fazla yetişkin yok çünkü onlar pek çok önlemden sonra vaftiz edilebiliyor.
39
—Sakin ol, F.
—Haydi, arabayı durdur. F., seni seviyorum, senin gücünü seviyorum. Bana
her şeyi öğret.
—Kapa çeneni. Torpido gözünde bir tüp güneş k.re-mi var. Başparmağınla
düğmeye basarak gözü aç. Harita, eldiven ve tel yığınının içine elini sok ve
tüpü çıkar. Kapağını aç ve avucuma biraz krem dök.
Bir saniyeliğine takılacak bir göze işte böyle görünür-d îik: Ottawa’ya
kaptırmış giden çelik bir kabuğun içinde otomatik yükselişteki bir esriklilde
körleşmiş iki adam, Eski Kızılderili toprakları ardımızda küllere gömülürken
sonsuzluğa doğrultulmuş iki kazık, beyinlerimizdeki isyanı bastırmak için
gözyaşı gazıyla doldurulmuş iki çıplak kapsül, bir kulenin farklı köşelerinde
taştan heykeller şeklinde yağınur olukları gibi yükselen iki öfkeli çük,
otoyola adak niyetine sunulan (harita lambasının ışığında turuncu gözüken)
iki lolipop.
—Duvar!
—Sevgilim! Ehfff. ..
Duvarın içinden geçtik çünkü duvar, boyalı ipekten bir perdeydi. Araba boş
bir tarlaya daldı, yırtılan bez, öndeki krom Mercedes armasına takılmıştı. F.
frene bastığında zarar görmemiş farlar boş bir sosisli
tezgahını aydınlatıyordu. Ahşap tezgahın üzerinde, kapağı delikli boş bir şişe
dikkatimi çekti. Boş gözlerle bakakaldım.
—Yazık, dedi F.
Titremeye başladım.
—Bütün bunları ayarlamak, park yerini kıralanıak falan için epey zahmete
girdik.
—Edith ve ben.
40
41
Lütfen bana geri dön, Edith. Öp beni, sevgilim. Seni seviyorum, Edith.
Hayata geri dön. Artık yalnız kalamam. Galiba kırışıklıklarım var ve nefesim
kötü kokuyor. Edith!
—Masa örtüsü bile bu güzel şaraba susamış, diye şaka yaptı Marki. Korkma
çocuğum. Bir bardak şarabı dökmenin cezası yoktur.
not Hattı’na selam olsun. Yetimhane tuvaletinde oynanan oyunlara, tek bir su
damlasının Buzul Çağı kadar güçlü olduğunu kanıtlayan porselenin sarı
başarısızlığına selam olsun. Bir yerlerde bir şeyler, biz güçlü yetimleri,
Teftiş’i geçebilmek için parmaklarındaki siğilleri aynı sabun kalıbıyla
yıkayan tek sıra halindeki altmış çift eli hatırlasın lütfen. Onların arasındaki o
cesur çocuğa, siğillerini ısırarak koparıp atan arkadaşım F.’ye selam olsun.
Kendini dişleyemeyen o korkak çocuğa, yani bana, bu hikâyenin yazarına,
Kanada esintilerinin üzerindeki kulübesinde yine korkan bu adama,
yıllarca kalem tutmaktan parmak siğili aşınan bu adama selam olsun. Selamla
ısınabilir miyim? Herkese saldırdım ve herkesin otomatik büyüsünün beni
kaskatı dondurduğunu görüyorum.
—Ne?
—Temizlenmek?
F. alnına bir şaplak attı ve köyü uyandıran bir adam gibi koşarak tüm
tuvaletlerin kapılarını açıp içeride çö-melmiş oturan makinelere seslenmeye
başladı.
—Ne pahasına olursa olsun bunu kaçırmak istemezdim, dedi içlerinden biri.
—Ha ha ha.
—Ayağımın altında bir sürü siğile öylece veda edecek bir el var.
—Ho ho.
—Müthiş.
bir yetimin sevebileceği kadar seven bir insan. Bu en cüretkâr bölümü, sizin
gibi önderlik ve şükran düşleri gören, sizin gibi bir insan yazıyor. Hayır,
hayır, lütfen, sancı olmasın, sancı olmasın. Sancıları geri alın, söz veriyorum
bir daha araya girmeyeceğim, yemin ederim, Ey Saf Olay’ın Tanrı ve
Tanrıçaları!
—Ho ho.
—Eşsiz.
Bu olay sabahın erken saatlerinde oldu. Tuvaletin buzlu camları ardında çok
fazla aydınlık yoktu ama kış dışında, gündüzleri lambaları yakmamıza izin
verilmiyordu. İçinde her şeyin, vazelin dolu bir kavanozdaki yarım dolar gibi
parladığı kirli akvarywn ışığı. Her beyaz lavabo ve kabinleri ayıran
duvarlardaki her sivri demir çıkıntının (tırmanılmaması için) kendi
vazelin kavanozu vardı. En parlak şeyler hakaret dolu seyircilerimin
dizkapakları, hepsinden beyazıysa daha üst sınıflardaki oğlanların krllanmaya
başlamış yoksul-beyazı baldırlarıydı. F., derin bir solukla alaylarını
susturdu. Yalvarabilmek için gözlerini yakalamaya çalıştım. Vazelin renkli
mermer zemin üzerinde cezalandırılmayı bekliyordum. Tarafsız bir tonla
konuşmasına başladı ama arkasından ne geleceğini biliyordum.
—Bazıları siğillerin temizlenip gideceğine inanır. Bazıları zamanla yok
olacağı kanaatindedir. Bazılarıysa bu konuda hiçbir şey düşünemeyecek
kadar tembeldir. Siğillerin varlığını inkâr edenler bile vardır.
Bazılarıysa siğillerin güzelliğini savunur ve çıktığı her yerde siğile cesaret
verir. Siğillerin yararlı olduğunu, eğitebileceklerini, konuşma
öğretilebileceğini düşünenler de vardır.
—Konuya gel, F.
—Nasıl yani?
—işkence ne zaman?
Büyük bir cüretle hepsinin kafasını şişiren F., amentü-nün dramatik safbasına
geçti. Benden bir çığlık çıkartabilmek için topuğunu bastırdı. Birden her şey
Vazelin’e döndü. Işık, su üzerinde yüzen ölü minik balıkların üzerindeki
delikler gibiydi ve insan bütün tuvaletlerin tıkandığı ve şimdi öğretmenlerin
geleceği ve hakkımızda gerekenden çok fazlasını öğrenecekleri hissine
kapılırdı.
—Haydi. Haydi.
—İmdat!
—Mmmmmm. Mmmmmmm.
—Aramıza uzan.
—Açsana bacaklannı.
—Çek ellerini.
Ve Edith Sun and Ski güneş yağını sürmeye başladığında kaldırmalı mıyım,
bilemedim. Bunun gibi Pazar akşamlarında, Edith ve F. kendilerine biraz
eroin en-jekte ederlerdi ki bu, alkolden daha az zararlı ve güvenlidir. Bense o
günlerde, eroinin öldürücü olduğuna inanan eski ekole bağlıydım, o yüzden,
onlara katılma tekliflerini geçiştirirdim. O akşam, deri aitı
şırıngasını hazırlayıp “beyaz”ı “pişirirken” fazlasıyla ayin havasına
büründüklerini fark ettim.
Edith, bir kere daha üzgün bir sesle, hoşça kal, dedi. Sıradan bir Pazar akşamı
olmadığını anlamam gerekirdi.
—Sevgilim?
—Ne var?
şey yoktu. Çekmecenin tahta tabanı ıslaktı. Büyük bir dikkatle buruşmuş
kâğıtlardan birini açtım ve bir kupon olduğunu gördüm.
Bilimsel Yöntemler Serv. KAT-464 134 D. 92 Sk. New York 28, N.Y.
isim__________
Adres_
İl_Bölge_ Eyalet_
İNCE SAÇAKLAR
Cllız bacaklar tüm çekiciliğinizi bozar. Ama bu yeni bilimsel yöntemle pek
çok kadının yaptığı gibi, artık nihayet siz de gelişmemiş bacaklarınızı
geliştirebilir, bacağınızı veya bacaklannızın herhangi bir bölümünü
dolgunlaş-tırabilirsinlz. Bu denenmiş ve kanıtianmış kursu sizlere yıllarin
deneyimine sahip, bacaklar üzerine tanınmış bir otorite sunuyor: her gün
sadece 15 dakika! Üstelik kendi evinizde! Kolay BİLİMSEL BACAK
tekniğini adım adım gösteren resimler ve basit derslerle biçimli ve daha güçlü
bacaklara sahip olacaksınız.
t
Şimdi Adedi 2,98 $
10 Gün
Deneme
BEDAVA
—Dinliyorum.
—Evet?
—Söyle, Edith.
—Tekakwitha’nın Pınarı’ndandı.
—Bakmayız.
—Peki.
Bir kibrit yakıp gözlerini kontrol ettim, fiske atıyormuş gibi yaptım ve
dikizlemediklerinden emin olunca oturdum.
—Bilmiyoruz.
45
—Ah, Kara Cüppe, aynı Baba'nın çocukları olsaydık biz de sizin gibi bıçak
ve kumaş yapmayı bilirdik.
—Oh, hayır!
—Eğer bu kadar yer varsa, Kara Cüppe, neden kıskanç bir bekçi gibi
bekliyorsun kapıyı?
—Zaman çok, Kara Cüppe. Kunduzlar tavşanlarla dost olana dek konuşsak
bile günleri birbirine bağlayan ipi koparamayız.
—Evet, Amca.
—Evet, Amca.
—Şu bedene bak. Bu, yaşlı bir Mohawk bedeni. Yakından bak.
—Bakıyorum, Amca.
—Peki, Amca.
—Zaman çok.
—Evet, Amca.
—Evet, Amca.
—Dinleyeceğim.
—Evet, Amca.
—Ne görüyorsun?
—Aletine baktın!
—İşte size küçük bir Hıristiyan. Amcasıyla sikişti! Papaz uluyan vahşileri
savdı ve önünde yere kapaklanmış kan içinde yatan genç kızı inceledi.
Tatmin olduğunda kızı ayağa kaldırdı.
—Teşekkürler, Peder. *
—1964 yazı.
—Hayır.
—Lütfen.
Kaybedilen bir eşin düşleri ve uykuyla yüklü bedenimin üzerinden çekiverdi
örtüyü. Başını yavaşça salladı.
—Lütfen, F.
—hiraf et. Niye Charles Axis’i dinlemed in? Artık çok uzaklarda kalmış
yetimhanedeki o öğleden sonra, kuponu niye göndermedin?
—Ha!
—Çok şey.
—Ne gibi?
—Ne demekmiş o?
—itiraf et, dostum. Charles Axis olayını itiraf et. Gurur günahını itiraf et.
—itiraf edecek bir şeyim yok benim. Şimdi arkanı dön, giyineceğim. Bayat
numaraların için fazla erken.
-Ah!
—Bak. Bak ve itiraf et. Charles Axis'i neden göz ardı ettiğini itiraf et.
—Hayır.
—Gerçeği söyle! Gurur günahı yüzünden aşağıladın o kuponu, öyle değil mi?
Charles Axis senin için yeterli değildi. Tamahkâr beyninde dile
dökülemeyecek bir arzu besledin. Mavi Böcek olmak istedin. Captain Marvel
olmak istedin. Plastik Adam olmak istedin. Robin bile senin için yeterli
değildi, sen Batman olmak istedin.
—Belimi kırıyorsun!
—Sen asla Clark Kent olmayan Süpermen olmak istedin. Çizgi romanların
kapaklarında yaşamak istedin. İbis asasını hiç kaybetmeyen Yenilmez İbis
olmak iste-
din. Senle dünyanın kalan kısmı arasında havada PAT! KÜT! ÇAT! AH! OF!
HINK!’ların yazılmasını istedin. Günde sadece on beş dakikalık çalışma
sonunda Yeni Biri olmak, senin için hiçbir anlam taşımadı. İtiraf et!
—Güzel.
—Quebec Libre!
—Elizabeth Go Home!
—Neden?
—Tarih! diye bağırdı genç adam. Tarih’le ne alıp veremediğimiz var bizim?
F. kalabalığın içine doğru biraz daha ilerledi. Bizi hiç incelemeden, bir
laboratuvar hayvanını hızla yutup yok eden bir bataklık gibi aralarına aldılar.
Genç adamın sesinin yankıları, gökyüzündeki yazılar gibi, üstümüzde asılı
duruyordu.
—Tarih! diye devam etti. Tarih bize, bir kıta için yapılan bir savaşta,
Kızılderililerin Fransızlar karşısında kaybetmesi gerektiğini gösterdi. 1760’ta
ise Tarih, Fransızların Ingilizlere yenilmesi gerektiğini gösterdi!
Artık neşeli bir parçası olduğum kalabalık, sanki biz bir vidanın üzerindeki
somunmuşuz ve ele geçirmek istediğimiz şehir bizi bir anahtar misali
sıkıştırıyormuş gibi anıta biraz daha yaklaştı. Kadının elinin daha derinlere
gidebilmesi için kemerimi gevşettim. Dönüp yüzüne bakmaya cesaret
edemedim. Kimdi, bilmek istemedim; yapılabilecek en büyük
münasebetsizlik gibi geliyordu. Naylon-kılıflı göğüslerinin sırtımda
ezildiğini, gömleğimde nemli ter izleri bıraktığını hissediyordum.
—Vive la R6publique!13
—Bugün pis evlere sahip olma ve posta kutularında Fransız bombaları bulma
sırası İngilizlerde!
—Daha hızlı! diye haykırdım ama birkaç kızgın surat susturdu beni.
—Tarihimizi istiyoruz!
—Vive la Republique!
—Elizabeth Go Home!
—Elimi bırak!
—İşimize dönmeliyiz!
QUEBEC LIBRE yazılı kazaklar giymiş üç iri yan adamdan beni omuzlarına
almalarını rica ettim. Kazaklarına tırmanmak ve parçalanıp dağılan aileye
omuz yüksekliğinden seslenmek için bir pantolona ayağımı takmaya çalıştım.
—İngiliz’e benziyor!
—Yahudi'ye benziyor!
—Tuhaf biri.
—Neyi geçtim?
—Sınavı.
—Hangi sınavı?
“Bırak soğuk rüzgâr essin, beni sevdiğin sürece, Doğu-Batı fark etmez,
sınava dayanabilirim, beni sevdiğin sürece.” Çok, çok uzun zaman önce, Batı
Hit Geçidi sıralamasında yedi numaraydı bu şarkı. Galiba. Şarkının adı altı
kelimeden oluşuyor. 6, aşk ve güzellik gezegeni Venüs tarafından yönetilir.
kokua astrolojisine göre, altıncı günün süslenmeye, saçları taramaya, kabuk
işlemeli giysiler giymeye, aşkı aramaya, şans oyunlarına ve güreşe ayrılması
gerekir. “Seni memnun edemememin sebebi ne?” Listelerde bir yerde. Bu
gece dondurucu 6 Mart. Mart, Kanada ormanlarında bahar değildir. Ay, iki
gündür Koç burcunda. Yarın Boğa’ya giriyor Ay. Şu anda İrokualar beni
görseydi nefret ederlerdi çünkü sakalım var. Bin altı yüz bilmem kaçta,
misyoner Jogues’u yakaladıklarında, yaptıkları küçük işkencelerden
biri (başparmağını bir Algonkin kölesine istiridye kabuğuyla koparttırdıktan
sonra) çocukların adamın sakalını yolmasına izin vermekti. Cizvit Garnier,
Fransa’daki bir arkadaşına, Yerlilerin kendilerine has tuhaflıkları hakkında
mükemmel bilgisini göstererek, “Bana fca’nın sakalsız bir resmini gönder,”
diye yazmıştı. Bir keresinde F. bana, kasık kılları çok güçlü uzayan, her gün
düzenli tarayarak kıllarını uyluklarına yaklaşık on santim kadar sarkıtabilen,
bayıldığı bir kızdan söz etmişti. Kız, göbeğinin hemen altına (siyah sıvı göz
kalemiyle) bir çift göz ve burun delikleri çizmişti. Klitorisin hemen
üstündeki kılları iki simetrik yay şeklinde ayırıp kıvrımlı pembe dudakların
üst tarafında bir bıyık görüntüsü vermişti. Böylece altta kalan kıllar da sakalı
andırıyordu. Bir Hint kast işareti gibi göbek çukuruna konan bir bijuteri
parçası bu komik egzotik falcı görüntüsünü tamamlıyordu. Bedenini, bu
bölümü hariç, çarşafların altında saklayıp vantrilokluk yeteneğiyle sesini
değiştirerek o günlerin gözde Doğulu sözlerinin taklidini yapmış ve F. ’yi
epey eğlendirınişti. Neden benim böyle anılarım yok? Teneke kutu ve
parçalanmış arabaların gösterişli bir sanat galerisine konduğunda yüksek
değer katması misali paslı mirasına anlam katacak anılarını edinemeyecek-
sem sabun koleksiyonun, pratik konuşma kitapların, tüm bıraktıkların ne işe
yarar F.? Senin özel deneyimlerin olmadan bütün o gizemli öğretilerin ne işe
yarar? Sen ve bütün diğer ustalar, özel nefes alma ve başarı disiplinlerinizle,
benim için fazla egzotiksiniz. Ya biz astımlılar ne yapalım? Ya biz
başarısızlar? Ya biz doğru düzgün sıçamayanlar ne yapalım? Kopup
gidebilecekleri orjileri ve aşırı sikişleri bulamayan bizler ne olacak? Dostları
karılarını siktiği için kalpleri kırılan bizler ne yapacağız? Benim gibiler ne
yapacak? Parlamentoda olmayan bizler? Belirli bir neden olmaksızın martın
altısında üşüyenler? Sen Telefon Dansı yaptın. Editlı’in içini duydun. Ya ölü
doku dürtükleyen bizler? Ya kirli kısımları okumak zorundaki biz Tarihçiler?
Bir ağaç evi koklamak zorundakiler? Neden her şeyi bu kadar karmaşık hale
getirdin? Neden, “Gözlerimizin önünde yükselip cenneti ele geçiren cahillere
dikkat,” diye şarkı söyleyen Aziz Augustine gibi teselli etmiyorsun beni? Bin
sekiz yüz bilmem kaçta, sıradan bir caddede, Rue du Bac'ta, Kutsal
Bakire’nin bir köylü kız olan Catheri-ne Laboure’a söylediği şeyi, “Lütuf,
onu inanç ve şevkle isteyenlerin üstüne yağacak”ı, neden sen de bana
söylemiyorsun? Neden Catherine Tekakwitha’nın yüzündeki çiçek hastalığı
izlerini, Ay yüzeyini tarayan bir roketin merceği gibi keşfetmek zorundayım?
Kollarıma kan içinde yatarken, “Artık her şey sana bağlı,” derken, söylemek
istediğin neydi? Bunu söyleyen insanlar, hep kendi yaptıklarının işin asıl
büyük kısmı olduğunu ima ederler. Sadece toparlanmak isteyen kinı? Ilık boş
bir sürücü koltuğuna kaymak isteyen kiın? Ben de soğuk deri koltuğu
istiyorum. Ben de Montreal’i seviyorum. Ben hep Orman Çılgını değildim.
Ben bir vatandaştım. Bir karım ve kitaplarım vardı. 17 Mayıs 1642’de,
Maisonneuve’ün küçük donanınası —bir büyük filika, bir düz karınlı yelkenli
ve iki kürekli gemi— Montreal’e yaklaşıyordu. Ertesi gün yeşil ve ıssız kıyı
boyunca ilerleyerek otuz bir yıl önce Champlain’in yerleşim için seçtiği yerde
karaya çıktılar. Taze çayırın arasında baharın ilk çiçekleri filizleniyordu.
Maisonneuve kıyıya atladı. Onu çadırlar, sandıklar, silahlar ve erzak izledi.
Hoş bir noktada bir mihrap kuruldu. Artık herkes kürsünün önünde
duruyordu; uzun boylu Maisonneuve, etrafında kümelenmiş adamları, sert
adamlar ve Matmazel Mance, Mösyö de la Peltrie, hizmetkârı, zanatkârlar ve
işçiler. Ve işte süslü, zengin giysileri içinde Misyonun Yöneticisi le P. Vi-
mont. Kutsal Ekmek havaya kaldırıldığında herkes huşu içinde yere çöktü.
Ardından rahip bu küçük topluluğa dönüp konuşmaya başladı:
Köy halkı dediğini yapmak için koşuşturdu. Köyün tüm genç kızları, mısır
tarlalarının yıldızları, tatlı dokumacılar, saçları yarım örgülü keyif çatanlar,
hepsi ayı postunun etrafında toplandılar. “Toutes les filles d’vn bourg auprös
d’vne malade, tant a sa priere. ”15
—Evet.
—Evet.
—Elbette.
—Hı-hı.
—Evet.
—Burada.
—Evet.
—Ben buradayım.
—Evet.
—Tabii.
—Burada.
—Burada.
—Evet.
—Burada.
—Evet.
—Galiba.
—Evet.
—Öyle gibi.
—Evet.
Amca mutlu bir şekilde gülümsedi. Sonra, her birine eski bir soru sordu: “On
leur demand a toute, les vnes apres les autres, celuy qu’elles veulent des
ieunes hom-mes du bourg pour dormir auec elles la nuict procha-ine” . 16
Bazen kederimin gerçeğe tecavüz edeceğinden korktuğum ve gerçeği
yabancılaştırmak istemediğim için bir görev addederek olayın ayrıntılarını
veriyorum çünkü gerçek, göz ardı edemeyeceğim olasılıklardan biridir.
Gerçek çıplak bir kürektir ama tırnaklarım mosmor ve kanıyorlar. Gerçek,
parlak ve yeni bir madeni para gibidir ve mücevher kutunuzda çiziklerle
kaplana-na dek onu harcamak istemezsiniz ve bu, daima iflasın son nostaljik
hareketidir. Servetim gitti.
—Bir dikenle.
Değişiyorum
Aynıyım
Değişiyorum
Aynıyım
Değişiyorum
Aynıyım
— Değişiyorum
Aynıyım Değişiyorum Aynıyım Değişiyorum Aynıyım Değişiyorum Aynıyım Değişiyoru
Bu bir maskeler dansıydı ve her maske mükemmeldi çünkü her maske gerçek
bir yüz ve her yüz gerçek bir maskeydi ve böylece yalnızca tek bir maske ve
tek bir
gerçek yüzün olduğu danstan ötede ne maske ne yüz kalıyordu ve bu, tekrar
tekrar, kendi kendine değişen isimsiz bir şeydi. Sabah olduğunda, şarkı
söyleyenler kabuktan yapılma çalgılarım daha yavaş sallamaya başladılar.
Şafak sökerken giysiler toplanmaya başladı. Âşıklar fabrikasında gece
vardiyası bitmişti; kolları birbirlerinin beline ve omzuna sarılmış âşıklar,
puslu yeşil bir sabaha doğru çıkarken, dizlerinin üzerine çökmüş yaşlı
adam imanını ve tedavisinin tamamlandığını ilan ediyordu. Catherine de
onların arasında yatmıştı ve kimse fark etmeden, yine onlarla beraber çıktı.
Güneşe çıktığında papaz koşarak geldi.
—Nasıldı?
—Kabul edilebilir bir şeydi, peder.
10
11
12
“Mutsuz ülkem!*
13
“Yaşasın Cumhuriyet!”
14
Frengi testi.
15
16
"Derhal, peş peşe her birine, yarın gece köyün hangi genç erkeğiyle yatmak
istedikleri soruldu.”
17
18
66- Geç Jurasik dönemde yaşamış, kuşların bilinen ilk a tas ı kabul edilen
dinozor-kuş arası canlı.
19
20
21
—Edith! Edith!
—U-uu-uuu-uuurrr...
Bir cevap duyabiliyor muyum peki? Bu ağaç ev, Oscotarach’ın kulübesi mi?
Kafa Delici sen misin, F.? Ameliyatın bu kadar uzun süreceğini ve
beceriksizce yapılacağını bilmiyordum. Körelmiş baltanı kaldır ve bir kere
daha dene. Taş kaşığını kafatasımdaki lapaya daldır. Ay ışığı kafatasımın
içine mi girmek istiyor? Buzlu gökyüzünün ışıltılı patikaları göz
çukurlarımdan içeri girmek mi istiyor? Kulübesini terk edip kendi
ameliyatının gerçekleşmesi için kamu koğuşuna başvuran Kafa Del ic i sen
miydin, F.? Yoksa hâlâ benimle misin ve ameliyat işlemi derinden derine
devam mı ediyor?
Daha önce birçok kez old uğu g ibi, bu gece de haykı -nyorum bu soruyu.
Çalışırken omuzlarımın üzerinden rahatsız edici bakma huyunu hatırlıyorum;
bunu sırf saçma sapan bilgi kokteyline karış tıra cak bir şeyler bulmak
amacıyla yapardın. Le P. Lalemant’ın 1640’ta yazdığı mektuptan bir satır
dikkatini çekmişti: “Que le sang des Martyrs est la semence des Chrestiens.”1
Le P. La-lemant, Kanada’da henüz hiçbir rahibin öldürülmediği konusunda
üzüntülerini bildiriyordu ve bu, taze Kızılderili misyonlarının geleceğiyle
ilgili kötü bir kehanetti çünkü din şehitlerinin kanı, Kilise’nin tohumlarıydı.
—Ah benim tatlı sevgilim, Tarih ve Geçmiş nasıl da bedeninin üstünde bir
kambur oluşturmuş; ne acıklı bir kambur.
Birbirimize, daha önce pek çok odada durduğumuz gibi, çok yakın
duruyorduk; bu kez bir kütüphane yığınının sepya loşluğundaydık; ellerimiz
birbirimizin ceplerindeydi. Onun üstünlük taslayan tavırlarına her zaman
içerlerdim.
—Ho ho.
—Hayır. F., lütfen. Daha fazla şey yıkma. Beni onun bedeniyle yalnız bırak.
F.! Gözlerine ne oluyor? Yanaklarına ne oluyor? Onlar gözyaşı mı? Ağlıyor
musun?
—Nereye gidiyorsun?
—Oh, yo!
—Neden?
Sevgi üzerine hiçbir şey bilmem ama sanki sevgiye benzeyen bir şey,
binlerce olta iğnesiyle boğazımdan şu sözleri çekip çıkardı:
Dostumun yüzüne kederli bir gülümseme yayıldı. Sol elini ılık cebimden
çıkardı ve bir kutsanma törenindeymiş gibi kollarını açarak, sıcak bir ayı
kucaklamasıyla, Mısır tarzı gömleğine bastırdı beni.
—Kes mızıldanmayı.
—Sus.
—Hoşça kal.
—Hoşça kal, diye seslendi bana, kaslı omzunun üzerinden. Yarın akşam
patlamayı dinle. Kulağın havalandırma boşluğunda olsun.
Bu kulübenin pencerelerinden içeri giren donmuş ay ışığı gibi, onun acısı
kalbimdeki her varlığın şeklini, rengini ve ağırlığını değiştirerek benliğimi
kaplıyor.
51
Kateri Tekakwitha
an^yoruaı.
pantolonlar nasıl?
teşekkür ederim
hoşça kalın
daha sonra bir tane daha yaptıracağım nasıl istersiniz, efendim sizi çok
memnun ederiz
yolun köşesinde sağda, efendim tam önünüzde, efendim bir paket sigara verir
misiniz lütfen ne tür sigaralarınız var?
bir sigara tabakası, iyi bir çakmak ve sigara istiyorum hepsi ne kadar
tutuyor? yirmi şilin, efendim teşekkürler. İyi günner
berber
saç
sakal
bıyık
sabun
soğuk su
tarak
fırça
lütfen, buyrun!
lütfen, beni tıraş edin!
saçımı yıkayın!
tekrar geleceğim
memnun kaldım
akşam Be kadar
tıraş olnıak için düzenli olarak geleceğim sağ olun güle güle
uzun zaman oldu ve onlardan hiç haber alamadım sanırım onlar da telgrafla
cevap verirler telgraf parasını buyrun lütfen iyi günler. Teşekkürler.
istediğim çok kitap var ama görüyor^ ki çok pahalılar eğer çok sayıda kitap
alırsanız fiyatlarda birazcık indirim yaparız
onlar dağılmıyor
buyurun
ne kadar tuttu?
dört dolar
var
Ey Tanrı’m, Ey Tanrı’m, çok şey istedim, her şeyi istedim! Çıkardığım her
seste, her şeyi istediğimi duyuyorum. Bilmedim, en soğuk dehşetimde ne
kadarına ihtiyacım olduğunu bilmedim. Ey Tanrı’m dua etmeye başladığımı
duyunca sessizleşiyorum:
hazırlar mısınız?
ı6 t'Ö gerekiyor?
e^rn ^&imc
Üşüttüm. Soğuk algınlığı
xcitı y.& "" boğaz için bir şey midem için bir şey
Y.& tc\ ^otopGIr.
W crıosA4i' 140" ..ı midem çok kötü ağrıyor ayağımda bir yara var
&.a;
4
Sabetay Sevi (1626-1676): İzmir doğumlu, kendini Mesih ilan
2. Kitap
F.’den Gelen Uzun Bir Mektup
Sevgili dostum,
Beş yıl uzunluğunda geçen beş yıl. Bu mektubun seni tam nerede bulacağını
bilmiyorum. Beni sık sık düşü-nüyorsundur. Sen, hep benim en gözde erkek
öksüzüm-dün. Ah, hatta bundan öte, bundan çok çok daha öte ama bu son
yazılı irtibatımızda kendimi kolay duygulara kaptırmayacağım.
Bu ses, bu tıslama her kadının üzerinde uğuldar. Tek istisnası vardır. Çok
farklı bir sesle kuşatılmış tek bir kadın tanıdım; bu belki müzik, belki de
sessizlikti. Elbette, Edith’imizden söz ediyorum. Ben gömüleli beş yıl oluyor.
Eminim şimdiye, Edith’in sadece sana ait olamayacağını öğrenmişsindir.
1.-
2.-
3.-----————-—————-—-
Erkeklerin çıkardıkları ses tıslamanın tam tersidir. Şşş'tır bu; işaret parmağını
du daklara götürerek çıkartılan ses. Şşş ve fırtınaya karşı çatılar yapılır. Şşş,
rüzgâr dalları sallamasın diye ormanlar katledilir. Şşş, hidrojen roketleri
sessiz bir itiraz ve çeşitlilikle yola koyulur. Tatsız bir ses değildir bu. Hatta
bir midyenin çıkardığı hava kabarcıkları gibi, canlılık veren bir melodidir.
Şşş, herkes dinlesin, lütfen. Hayvanlar ulumayı kesebilir mi, lütfen. Göbek
guruldamalarını kesebilir mi, lütfen. Zaman, ultrasonik köpeklerini çekebilir
mi, lütfen.
Çizgileri doldurabildin mi, eski dostum? Ben toprağın altında yatarken bir
lokantada ya da bir manastırda mı oturuyorsun? Çizgileri doldurabildin mi?
Bunu yapmak zorunda değildin, biliyor musun? Seni yine kandırdım mı?
Deha, yaratıcılık, şşş, şşş, şimdi anlıyor musun ormanı neden ses geçirmez
yaptığımızı, vahşi arenanın çevresine neden taştan sıralar oyduğumuzu? Bu
tıslamayı duymak, buruşuklukların sıçrayışı sıktığını duymak, dünyalarımızın
ölümünü seyretmek için. Bunu ezberle ve unut.. Bunu yapabilmek için
beynin içine yerleştirilmiş bir devre ama çok küçük bir devre gerekiyor.
Bu arada, kendimi, şimdi olduğu gibi bütün bu sınıflandırmaların dışında
tuttuğumu söylemeliyim.
Ruh elimi tut. Sen, gezegenimizin havasına batırıldın, ateş, bok, tarih, aşk ve
kayıplarla vaftiz edildin. Bunu ezberle. Sana Altın Kural’ı açıklayacaktır.
iten Gurur mu? Eski düzenden uzaklaştıran Korkaklık mı? Kendime diyorum
ki: bekle. Yağmuru, hastanenin bilimsel gürültülerini dinliyorum. Birçok
küçük şeyden mutluluk duyuyorum. Kulaklarıma transistör kulaklığı tıkılı
uyuyorum. Parlamenter utancım bile kurtarmaya başladı beni. İsmim ulusal
kahramanlar arasında gittikçe daha sık geçiyor. Hastaneye yatırılmam bile
İngilizlerin susturulmama yönelik bir oyunu olarak tanımlanıyor. Çürümüş
organımla falan bir hükümeti yönlendirmekten korkuyorum. İnsanları çok
kolay yönlendiriyorum: ölümcül yeteneğim benim.
Gözlerindeki bir şey, eski aşkım, beni olmak istediğim adam gibi tarif ederdi.
Bana bu denli cömert davranan yalnız sen ve Edith vardı — belki sadece sen.
Sana eziyet ettiğim zamanlardaki boğuk çığlıkların: Sen, olmak istediğim ya
da bunu başaramasam da var olmasını istediğim iyi bir hayvandın. Akılcı
zihinden korkan bendim aslında, seni çıldırtmaya çalışmam bu yüzdendi.
Senin karmaşandan bir şeyler öğrenmeyi ne kadar istiyordum. Sen, benim
yarasalar gibi çığlıklarımı yansıttığım duvardın; gece uçuşlarımda yönümü
böylece saptayabiliyordum.
—İşaret parmağınla meme uçlarımdan birini ezip yok etınek ister misin?
—Eğer yeniden ortaya çıkarsa senden sonsuza dek nefret ederim. Seni
Beceriksizler Kitabı'na kaydederim.
—Böyle daha iyi.
—Uhhmmm.
—Damlıyorum.
Öğretmekten nasıl vazgeçemediğimi görüyor musun? Arabesklerimin hepsi
yayınlanmak için. Sana, geleneksel acı çekişine nasıl imrendiğimi tahayyül
edebilir nıi-sin?
—Fabrikam nedir bugün? Bir paçavra ve etiket yığını, bir rezillik, ruhuma
yönelik bir aşağılama.
—Bu serseriyi bir daha burada istemiyorum, duyuyor musun? Bir gün herkes
onunla birlikte çekip gidecek. Ve en önde ben olacağım. O zavallı sefil, bütün
herkesten daha mutlu.
Ama tabii, tıpkı kadınları ayın adaletinden bıktıran adet sancısı kadar düzenli
acı çekmesine rağmen iğrenç dilenciyi asla geri çevirmedi.
Emmende derin bir merhamet vardı. Bundan nefret eder, söver sayardım.
Ama senin, özlemini çektiğim şeyler içinde en güzellerini vücuda getirdiğini
ümit etmeye cesaret ediyorum. Senin inciyi üreteceğini ve bu zavallı gizli
rahatsızlıkları aklayacağını ümit etmeye cesaret ediyorum.
Mary bana sırtım döndü. Balonları, iş saatinin bitimini bildiren sirenler gibi
çığlıklar atıyor. Mary hastalardan birinin dokuduğu büyük bir halıyı
incelermiş gibi yapıyor, böylece değerli oyunumuzu saklıyor. Bir salyangoz
kadar yavaş, elimi avucum aşağı gelecek şekilde kalçasının arkasındaki dar
ve kaba çoraptan içeri soku yorum. Eteğinin serin ve sert ketenini
tırnaklarımın ve eklemlerimin üstünde hissediyorum; çoraplı kalça ise bir
somun taze beyaz ekmek gibi ılık, yuvarlak ve hafifçe nemli.
Acelem yok. Hiç acelem yok, eski dostum. Bunu sonsuza kadar
yapacakmışım gibi geliyor bana. Kalçaları maçtan önce birbirine dokunan
boks eldi venleri misali sabırsızca kasılıyor. Uyluktaki titreşimi hissetmek
için elim duraklıyor.
Yoksa ortadaki ıslak yığına doğru mu? Yoksa sağ kalçasının yarattığı büyük
ve yumuşak kayaya bir yarasa gibi asılı mı kalmalıyım? Beyaz, kolalı
eteğinin üstü çok nemli. İçinde bulutlar oluşan, sahiden yağmurlar yağan o
uçak hangarları gibi. Mary, poposunun arasına altın bir parayı sıkıştırmış bir
domuz kumbarası gibi hoplatıyor kalçasını. Seller başlıyor. Orta yolu
seçiyorum.
—Evettt.
Mutlu değil miyiz? Sesimiz yüksek, kimse duymuyor bizi ama bu, tıpkı her
kafatasının üzerinde salınan gökkuşağı taçlarının birer minicik mucize olması
gibi, tüm bu bolluğun ortasında minicik bir mucize. Mary omzunun
üzerinden bana bakıyor, yumurta kabuğu beyazlığındaki devrilmiş gözleri ve
şaşkın bir gülümsemeyle açılmış Japon balığı ağzıyla beni selamlıyor. M.T.
odasının altın rengi günışığında, herkes kendini kokuşmuş bir dâhi görüyor,
kusursuz sağlıklarının parlak mihraplarında sepetler, seramik küllükler,
sırımla dikilmiş cüzdanlar sunuyor.
Eski dostum, şimdi bunu okurken diz çökebilirsin, çünkü artık konunun tatlı
özüne geliyorum. Sana ne söylemem gerektiğini bilmiyordum ama artık
biliyorum. Ne açıklamak istediğimi bilmiyordum ama artık eminim. Daha
önceki bütün konuşmalarım bunun önsözüydü, bütün deneyimlerim boğazımı
temizlemekten ibaretti. Sana eziyet ettiğimi itiraf ediyorum ama bu sadece
senin dikkatini çekmek içindi. Sana ihanet ettiğimi kabul ediyorum ama bu
sadece seni kendine getirnıek içindi. Öpüşmelerimizin ve emmelerimizin
içinde, bu, kadim sevgili, sana bunu fısıldamak istiyordum.
Tanrı hayatta. Sihir ayakta. Tanrı hayatta. Sihir ayakta. Tanrı ayakta. Sihir
hayatta. Hayattaki ayakta. Sihir asla ölmedi. Tanrı hiç hastalanmadı. Bir sürü
zavallı adam yalan söyledi. Bir sürü hasta adam yalan söyledi. Sihir hiç
zayıflamadı. Sihir hiç saklanmadı. Sihir hep egemendi. Tanrı hayatta. Tanrı
hiç ölmedi. Cenaze töreninin uzamasına rağmen Tanrı egemendi. Yasını
tutanların artmasına rağmen Sihir asla kaçmadı. Örtüleri kaldırılmasına
rağmen çıplak Tanrı yaşadı. Sözlerinin çarpıtılmasına rağmen çıplak Sihir
sürdü. Ölüm haberi dünyanın her yerine ama her yerine yayılmasına rağmen
kalp buna inanmadı. Bir sürü incinmiş adam merak etti. Bir sürü darbe yemiş
adam kanadı. Sihir asla sendelemedi. Sihir her zaman önderdi. Bir sürü
kaya yuvarlandı ama Tanrı yere serilmedi. Bir sürü çılgın adam yalan söyledi.
Bir sürü şişko adam dinledi. Onlar taş sunsalar da Sihir gene beslendi.
Kasalarını kilitlese-ler de Tanrı ’ya her zaman hizmet edildi. Sihir
ayakta. Tanrı hakim. Yaşayan ayakta durur. Komuta yaşayandadır. Bir sürü
zayıf adam açlık çekti. Bir sürü güçlü adam güçlendi. Yalnızlıklarıyla
böbürlenseler de Tanrı yanlarındaydı. Ne hücresinde hayal kuran ne siperde
duran yüzbaşı... Sihir hayatta. Ölümü dünyanın her tarafında affedilse de
yürek inanmadı. Mermerlere kazınmış olsalar da yasalar bile insanları
koruyamadı. Parlamentolara inşa edilmiş bile olsa mihraplar insanları düzene
sokamadı. Polis Sihir’i tutukladı ve Sihir gitti onlarla çünkü Sihir, açı sever.
Ama Sihir oyalanmayacaktı. Sihir omuzdan omuza sıçrar. Onların yanında
kalmayacaktı. Sihir ayakta. Ona zarar verilemez. Sihir, boş bir avucun içinde
dinlenir. Boş bir zihine yayılır. Ama Sihir bir alet değildir. Sihir sondur. Bir
sürü insan Sihir’i sürüklemeye kalktı ama Sihir geride kaldı. Bir sürü güçlü
insan yalan söyledi. Onlar sadece Sihir’in içinden geçip diğer tarafa çıktılar.
Birçok zayıf insan yalan söyledi. Onlar gizlice Tanrı’ya geldiler ve onu
besleseler bile yanından ayrılırlarken kimin iyileştiğini bilemediler.
Karşılarında dağların dans etmesine rağmen Tanrı'nın öldüğünü söylediler.
Örtüleri kaldırılmasına rağmen çıplak Tanrı yaşadı. Bunları kendi zihnime
fısıldamak niyetindeyim. Bunlara zihnimde gülmek niyetindeyim. Niyetim
zihnimin bütün dünyayı saran Sihir’e hizmet etmesidir ve zihin aslında bizzat
etin içinden akan Sihir'dir ve bizzat et, bir saatin üzerinde dans eden Sihir’dir
ve bizzat zaman, Tanrı'nın Sihir Süresi’dir.
Eski dost, mutlu değil misin? Sen ve Edith, bu dersi nasıl dört gözle
beklediğimi bir siz çok iyi bilirsiniz.
—Ne var?
—Asıl!
Mary kımıldıyor ve el, hayvana dönüşen tarih öncesi deniz bitkileri misali
hayata dönüyor. Şimdi arnının yumuşak dirsekleri bir yerlerimi dürtüyor.
Şimdi de kıç deliği, önceki trabzan müptelası gibi değil, bir hayalin izlerini
ortadan kaldıran bir silgi gibi kolum un kenarına sürünüyor ve şimdi, heyhat,
dünyevi mesaj geliyor.
Doğru bu. M. T. odasının içindeki hava rahatsız, altın günışığı yok artık;
sadece güneşli ve ılık. Evet, sihirin ölmesine izin verdim. Doktorlar işte
olduklarını hatırlayıp esnemeyi reddediyorlar. Şişman, ufak bir hanım,
bir düşes tavrıyla emirler veriyor, zavallı şey. Bir yeniyetme yine altını
ıslattığı için ağlıyor. Eski bir okul müdürü bizi, bundan sonra jimnastik
salonunu görememekle tehdit ederek histerik bir osuruk salıyor. Yaşamın
Efendisi, yeterli mi acım?
—Çabuk.
Mary kasılıyor. Parmaklarım bir şeye sürtünüyor. Mary’nin bir parçası değil
bu. Yabancı madde.
—Hemen.
Sevgili Dostum,
Hatırlıyorum.
' Sen daima bana karşı koydun. Seni bekleyen bir bedenim vardı ama sen onu
geri çevirdin. Seni 48 santimlik kollarla hayal ettim ama sen yürüyüp gittin.
Seni geniş bacak kasları, at nalı trisepsli,3 iri kıyım bir adam gibi hayal ettim.
Bazı yakın kucaklaşmalarda kalçalarının nasıl sarkacağını tamamen gördüm.
Hiçbir durumda, önümde çömeldiğinde, kalçaların topuklarına değecek kadar
düşmemeli çünkü bu bir kez olduğunda artık uyluk kasların değil, kalça
kasların, haliyle kabaların iş başında demektir ki bu, beni hiç mutlu etmeyen,
fazlasıyla bencil bir gelişmedir ve bağırsak tembelliğinin unsurlarından
biridir. Seni yağlanmış ve parıldarken gördüm; ustura agzı çaprazlar ve dişli
kaslarıyla işlenmiş klasik bir çamaşır tahtası ortasıydın. Dişli kasları
parçalayacak bir yöntemim. Profesyonel bir Yunan Iskemlesi’ne erişimim
vardı. Tokmağını bir pelikanın ağzını dolduracak kadar büyük, hatırı sayılır
bir çekiç haline getirecek kayışlarım ve üzengilerim vardı. Göğüs büyütme
konusunda başarılı bir Kas Çalıştırma Setim vardı. Yogam hakkında bir fikrin
var mı? Ister yıkım de, ister yaratma, Edith'e yaptıklarım hakkında bir
fikrin var mı? Bir milyon kötü niyetli yükü taşıyarak aşağıladığın Ganjların
farkında mısın?
Belki benim hatamdır. Bazı hayati maddeleri sakladım, şurada bir alet,
burada bir bilgi — ama sırf (evet, gerçeğe daha yakın bu) senin benden daha
büyük olacağını hayal ettiğim için. Topraksız bir kral gördüm. Kanayan bir
silah gördüm. Unutulmuş Cennet’in prensini gördüm. Sivilceli bir film yıldızı
gördüm. Yarışan bir cenaze arabası gördüm. Yeni Yahudi’yi gördüm.
Revaçtaki topal fırtına birliklerini4 gördüm. Cennete acı getirmeni istedim.
Ateşin baş ağrılarını iyileştirdiğini gördüm. Seçimin disipline karşı zaferini
gördüm. Kafa karışıklığın sihri yakalayacak bir kelebek ağı olsun istedim.
Eğlenceden mahrum esriklik ve tam tersini gördüm. Her şeyin, sırf
barındırdığı özelliklerin güçlendirilmesiyle doğasını değiştirdiğini gördüm.
Daha saf bir dua uğruna eğitimi aşağılamak istedim. Her şeyi senden
esirgedim çünkü senin, Sistemlerimin yapabileceğinden daha büyük olmanı
istedim. Kaslara dönüşmeden küreklere asılan yaralar gördüm.
fişekier.
Belki de, her şeyi göze alıp muhteşem kaçakçılık operasyonlarında havai
fişeklerin sakladığı yarı otomatik makineli tüfekleri göndermeliydim sana.
Başak burcu hastalığım var: yaptığım hiçbir şey yeteri kadar saf değildi.
Müritler mi yoksa partizanlar mı istediğimden hiç emin olamadım.
Parlamentoya ını yoksa inzivaya mı girmek istediğimden asla emin değildim.
Boş ver, boş ver. Eski lisanın derinliklerine fazla daldım. Beni orada tuzağına
düşürebilir.
—Kurbağalar!
—Bunlara güvenilmez!
—İdamına oy verin!
Daha sonra.
Olan her şeyi göstereceğim sana. Seni götürebileceğim en uzak yer demek bu
. Eylemin tam ortasına getiremem seni. Umarım seni bu hac yolculuğuna
hazırlayabilmişimde. Hayalimin adiliğinden hiç şüphe etmedim. Her zaman,
kendi kuşağımın en büyük hayalini gördüğüme inandım: Bir sihirbaz olmak
istedim. Benim şan anlayışım buydu. İşte, tüm deneyimime dayanan bir
yakan: Sihirbaz olma, sihir ol.
Denize bakan, geniş, havalandırmalı bir oda tuttuk ve eşyaları taşıyan çocuk,
yüklü bahşişini kapıp çıkar çıkmaz kapıyı iki kez kilitledik.
Edith geniş bir lastik örtüyü, köşeden köşeye özenle düzleyerek iki kişilik
yatağın üzerine serdi. Öne eğil-
—Belki, dedim onunki kadar kederli bir sesle. Yatağa daha iyi yerleşmek için
esmer kalçalarını kaydırırken kasık kıllarının üzerine bir günışığı sütunu
düştü ve onları pas rengine büründürdü. Evet, bu benim zanaatımın ötesinde
bir güzellikti.
Aınında Güneş Pas Rengi Tüy Demeti Hayvana Batmış Tünelleri Yuvarlak
ve Çıplak Dizleri
—Sus, küçük pilicim. Benim bile tahammül edemeyeceğim bir zalimlik var.
—Kim?
—Garson.
—Evet.
—Al bakalım.
—Sağol, sağol, sağol, sağol.
—Dinliyorum, Edith.
Yapışkan Mağaralara
—Dinlemiyorsun, F.
—Çalışıyorum.
—Öyleyse işine dön. Sana yardım edebilecek tek şey bu. Hepimizin üzerinde
uygulamaya başladığın şeyi sonuçlandırmayı dene.
—Böylesi daha iyi, F. Dilin hoştu ama bir doktor olarak daha iyisin.
—Şansımı deneyeceğim.
—Peki, Edith. Bu çok basit bir konu. Kitaplarla yaparız bunu. Bunun
olabileceğini düşündüğüm için uygun şeyleri yanımda getirmiştim. Şu
valizde, bir miktar yapay penis (kadınlar tarafından kullanılmış), Vajinal
Vibratörler, Rin-No-Tam ve Godemiche ya da Dildo var.
—Tamam, buyur.
—Olmaz.
Bir Cinsel Terimler sözlüğüne saldırdım. 1852 yılında, Richard Burton (69
yaşında ölmüş) sünnet edilmeyi 31 yaşında, sükûnetle kabul etmiş.
“Sütçüler.” Ayrıntılı Ensest Üişkiler Külliyatı. Irkların Karışmasında
On Adım. Adları Kötüye Çıkmış Ünlü Fotoğrafçıların Teknikleri. Aşırılık
Belirtileri. Sadizm, Sakatlama, Yamyamlık, Oralistlerin Yamyamlığı,
Boyutları Farklı Organlar Arasında Nasıl Uyum Sağlanır... Yeni
Amerikan kadınının parlak doğuşunu izleyin. Kayıtlara geçmiş gerçekleri
haykırdım. Edith, seksin zevklerinden mahrum kalmayacaktı. Eğilimlerin
değişimini gösteren TA-RMTEN ÖRNEKLER. Kendilerini teşhir etmeye
meraklı liseli kızların pozlarıyla dolu. Kadınlar oral mahremiyet tarafından
daha fazla sınırlanmayacak. Ölümüne mastürbasyon yapan erkekler.
Önsevişme Sırasında Yamyamlık. Kafatası Birleşmesi. Zirveyi
“Zamanlama”nın Sırları. Sünnet Derisi, Yandaşları, Karşıtları ve
Umursamayanlar. Mahrem Öpüşme. Cinsel denemelerin yararları nelerdir?
Kendine ve diğerine cinsel makyaj. Günah öğretilir. Zencilerle Dudaktan
Öpüşme. Uyluk Belgeleri. Gönüllü Düşkünlükte Elle Baskı Tarzları. Ölüm
Deveye Biner. Ona her şeyimi verdim. Sesim Lateksi haykırdı. Ondan ne bir
dantel ne önü açık heyecan verici pantolon ne de sarkma yerine
yumuşak esnekleştirilmiş sutyen, haliyle ne de genç bir ayrılık sakladım.
Edith’in ayrılmış göğüs uçlarına doğru okudum bütün kayıtları: Noel Donları,
Yangın Alarmı Karı, Gözalıcı Uçlar, Büyük Göğüs Jölesi, yıkanabilir
deriden Kinsey Bebeği, Yağ Sebum Disiplini, KÜÇÜK FISKİYE küllük.
"Bana YEM BİR Fıtık-Giderici12 GÖNDERİMZ ki elimde yedeğim bulunsun.
Baskı makinemde günde 8 saat tam hız çalışmaını sağlıyor.” Bunu hüzün
adına, Edith’in anı bataklığında çamurlu kol misali, atılan tek trompet
solonun büyükbabanın öksürüğü ve donsal para sorunun olduğu mini
minnacık yazı yığınından fırlayan ıslak roket tümseğinin dikilişine gergin
geçiş misali dolanıyor olabilecek melankoli adına söyledim.
—Ne yapabilirim?
—Dene.
Daha önce misyonerlerin tarafına geçip din değiştiren, şimdi kabilesine geri
dönen biri öne çıkarak, zamanında papazlar üzerlerine bol soğuk su
döktükleri için
Brâbeuf bir kaya gibi hareketsiz durmuş. İnsanı isyan ettirecek türden bir dizi
işkencenin ardından kafa derisini yüzmüşler. Göğsünü açtıklannda hâlâ
yaşıyormuş. Böylesine cesur bir düşmanın kanını içip kalbini yemek için bir
grup öne çıkmış. Ölümü, katillerini hayran bı-rakınış. Çilesi dört saat sürmüş.
—Nasılsın, Edith?
Danimarka Vibratörünü fişe taktını. Bunu küçültücü bir gösteri izledi. Nefis
elektrik titreşimleri sarılıp okşamak için eğitilmiş bir yosun ordusu gibi elimi
sarmalamaya, örmeye, okşamaya başlar başlamaz aleti Edith’e bırakma
isteğimi yitirdim. Her nasılsa, ıslak çilesinin tam ortasında, Kusursuz Emme
Gergileri’ni iç çamaşırlarımın karanlıklarına doğru kaydırmaya
çalıştığımı fark etti.
—Git başımdan.
—Affet beni.
—Hepsi çöküyor artık. Disipliniın çöküyor. İkinizi eğitmek için ne kadar çok
disiplin kullanmak zorunda kaldığım hakkında bir fikrin var mı?
kalçalarını bir aşağı bir yukarı oynatırken, arada sırada üstüne düşen ani ay
ışığını yakalayan dizkapakları parıldıyordu. Elemeyi kesmişti; orgazmın
vantrilok iç çekişleri ve kozmik kukla gösterileriyle doldurmayı çok sevdiği o
yoğun ve soluksuz sessizlik bölgesine yaklaştığını tahmin edebiliyordum.
—Çok şükür çıktı içimden. Patlatmam şarttı. Beni oral yakınlığa zorluyordu.
-Ne?
Cevap vermedim.
Edith kabloyu çekti. Vibratör son bir kez titredi, sessizleşti ve durdu. Edith
rahatlayarak içini çekti ama erken davranmıştı. Vibratör iç parçalayan sonik
bir ıslık üretmeye başladı.
—Yani?
Danimarka Vibratörü ona doğru ilerlerken, Edith sırtını odanın bir köşesine
verdi. Arnını bacaklarının arkasına saklamaya çalışır gibi, garip bir şekilde
çömeldi. Sayısız gelişmenin sonucunda bulaştığım yapışkan sıvılardan
kurtulamıyordum. Alet, kemerleri ve kaplarını, ot ve çiçeklerden yapılmış bir
Hawai eteği gibi arkasında sürükleyerek otel odasını boydan boya geçti.
Alet, ona ulaşmak için acele etmedi. B u arada sırtı köşenin dik açısına
sıkışan Edith savunmasız bir oturuşa kaydı, tatlı bacakları iki yana ayrıldı.
Dehşet ve iğrenç heyecanların düşüncesiyle eli ayağı boşalmıştı; boyun
eğmeye hazırdı. Pek çok ağza bakmıştım ama böyle bir ifade takınanını hiç
görmemiştim. Yumuşak kıllar ıslak dudaklarından dört yana, On
Dördüncü Louis’nin güneş simgesindeki ışınlar misali saçılmıştı. Dudak
tabakaları yayıldı ve sanki birisi bir objektifi açıp kapayarak oynuyormuş gibi
büzüştü. Danimarka Vibratörü yavaşça üzerine tırmandı ve çok
geçmeden çocuk (Edith yirmi yaşındaydı) ağzı ve parmaklarıyla hiç
kimsenin, inan bana eski dostum, hiç kimsenin sana yapmadığı şeyler
yapmaya başladı. Muhtemelen ondan hep istediğin şeyler. Ama sen onu nasıl
cesaretlendireceğini bilemedin ve bunda kabahatin yoktu. Kimse yapamazdı.
O yüzden ortak kadrandan uzağa itmeye çalıştım meredi.
Saldırının tamamı yirmi beş dakika kadar sürdü. Onuncu dakikadan önce
Edith o şeye koltuk altlarında iş görmesi için yalvarıyor, hangi meme ucunun
daha aç olduğunu söylüyor, fazladan pembelik sunabilmek için bedenini
geriyordu — derken Danimarka Vibratörü idareyi ele aldı. Ardından Edith,
büyük bir mutlulukla, sıvılarını, etlerini, kaslarını onun açlığına sunan bir
açık büfeye dönüştü.
—Kalmasını sağla.
—Gitti bile.
Aşağıda, Ay’ın aydınlattığı ıssız kumsalda tuhaf bir dram ortaya çıkmaya
başladı. D.V. parlak kıyının üzerindeki karanlık çiçeklerin arasından
dalgalara doğru yavaşça ilerlerken, palmiye ağaçlarının hayaletler
gibi dikildiği köşeden bir karaltı ortaya çıktı. Lekesiz beyaz bir mayo giymiş
bir adamdı bu. Vibratörü yakalayıp şiddetle imha etmek için mi yoksa tuhaf
bir zarafetle Atlantik’e doğru ilerleyişini daha yakından seyredebilmek için
mi bilmiyorum, koşuyordu.
Bir ninninin son satırı gibi, nasıl yumuşacık görünüyordu gece ... Altımızda
seyrettiğimiz küçük gölge bir eli belinde, diğeriyle kafasını kaşıyarak, aletin,
ışıltılı yu-varlak.larım bir uygarlığın bitişi gibi örtüveren dalgalı denize
dalışını bizim gibi seyretti.
Pencerede, engin ve bulutsuz bir gecenin içinde yükselen yüce mermer bir
merdivenin bir basamağında hiçe yaslanmış iki gölge, birbirimize çok yakın
durduk.
—Seni seviyorum, F.
—Ben de.
—Ben de, F.
—Ah, Edith, kalbimde bir şeyler, az bulunur bir aşkın fısıltısı başlıyor ama
onu tamamen gerçekleştirmeyi asla başaramayacağım. Kocanın başarabilmesi
için dua ediyorum.
—Başaracak, F.
Miller boyu uzanan denize bakarken üzerimize büyük bir keder çöktü; bize
ait olmayan ve olmasını istemediğimiz, benliksiz bir keder. Huzursuz su, yer
yer Ay’ın parçalanmış imgesini koruyordu. Sana hoşça kal dedik, eski aşkı
m. Ayrılığın ne zaman ya danasıl tamamlanacağını bilmiyorduk ama o anda
başlamıştı.
—O olmalı, dedim.
—Giyinelim mi?
—Onları da. Ama onlardan başka her şeyim var burada. Ah!
Kızarmış organlarımızı fark etti ve büyük bir ilgiyle onları okşamaya başladı.
Bundan sonrası her zamanki hikaye. Onunla icra ettiğimiz aşırılıkların küçük
bir anlatımını yaparak acılarına biraz daha acı katmaya hiç niyetim yok.
Bizim için üzülebilirsin ama istersen şöyle diyeyim: İyi hazırlanmıştık, sefil
ve heyecan verici isteklerine direnme zahmetine girmedik, hatta kırbacı
öpmemizi istediğinde bile onu reddetmedik.
Birlikte yıkandık. Bizi tepeden tırnağa sabunlarken bir yandan sabunun özel
kalitesini anlattı ki artık an-larnışsındır, söz konusu sabun, eritilmiş insan
etinden yapılmıştı.
O kalıp artık senin ellerinde. Biz o sabunla vaftiz edildik, karın ve ben. Sen
onunla ne yapacaksın çok nıerak ediyorum.
—Bekle!
Adam gitmek için kapıyı açtığında, Edith kollarını boynuna dolayıp onu kuru
yatağa çekti ve ünlü başını, göğüslerinin arasına aldı.
— Niye yaptın bunu? diye sordum adam gidip geride kükürtlü mide
gazlarının pis kokusundan başka bir şey kalmadığında.
—Of, Edith!
—Of, Edith! Sana yaptıklarımın hiçbir önemi yok; memeler, am, hidrolik
kalça başarısızlıkları, bütün Pyg-malion müdahalelerim, hiçbir anlamı yok,
artık biliyorum. Sivilceler falan, sen ulaşamayacağım bir yerdeydin,
zımbırtılarımın ötesindeydin. Kimsin sen?
—Kikir.
Sonra ve sonra.
Politikanın beni kurtardığı tek şey sol elimin başparmağı oldu. (Mary Voolnd
buna aldırmıyor.) Sol elimin başparmağı, muhtemelen tam şu anda bir
Montreal çatısında ya da sac bir bacanın kurumları içinde çürüyordur. Beden
yadigâr bu işte. Merhamet, eski dostum, dünyevilere merhamet. Ağaç ev çok
küçük ve kafalarımızın içindeki gökyüzüne açlığımızla bizler, çok fazlayız.
BOM! VOŞ!
Kanımızın ve kaderimizin saf akıntısı içinde çok uzun süredir bir kaya
parçası gibi duran o içi boş, görkemli heykelin bütün parçaları —GÜM!— ve
ilaveten, bir vatanseverin başparmağı.
Saatli Bombalar!
ELIZABETH GO HOME.
Rue Sherbrooke'ta, bir çukur var. Bir zamanlar yabancı bir kraliçenin kıçı
tıkıyordu onu. O çukura bir saf kan tohumu ekildi ve kudretli bir hasat
çıkacak oradan.
Ük dünyevi mucize: Bugüne dek motel soğuğu kurbanı, bugüne dek rahibe
demokrasisinin sevgilisi, bugüne dek Napolyon Kanunu’nun kara
kemerleriyle sıkılmış La Canadienne: Devrim, daha önce sadece ıslak
Hollywood’un yapabildiği şeyi yaptı.
Ah dostum, ruh elimi tut ve beni hatırla. Kalbini nezaketle okuyan ve senin
biçimsiz hayallerini mekân tutan bir adam sevdi seni. Zaman zaman bedenimi
düşün.
Niyetim seni son yükünden, böylesi bir karmaşa içinde ıstırabını çektiğin işe
yaramaz Tarih’in ağırlığından kurtarmak. Senin doğandaki insanlar asla
Vaftiz’den çok öteye gidemezler.
Hayat beni bir gerçekler adamı olarak seçti: Sorumluluğu kabul ediyorum.
Sen bu bokun içine daha fazla karışmamalısın. Hatta Catherine
Tekakwitha’nın ölümü ve kayıtlara geçmiş mucizelerin devamını bile es
geç. Bunları, beyninin karasinekleri ve sivrisinekleri izlemeye atanmış
kısmını kullanarak oku.
onu!
(4) Uyuşturucunun damara zerk edilmesi. Hipodermik iğne, dar bir karton
“yaka” vasıtasıyla sıradan bir damlalığa iliştirilir.
(5) Koprofajist20(ab) argosunda sahte veya suni. Özünde bir aşağılama
sözüdür ancak kimi yerde “Vay fıstık!” veya daha belirgin Fransızcası
söylenişte “Queue cachuete!” gibi, sevinçli şaşkınlık nidası olarak kullanılır.
Terim, Öntario’daki orto-dokslar arasında bir grup “Marranos”un21 saygınlık
ve topluma kabul amacıyla kült ayinlerinde yerfıstığı yağı
kullanmaya başlamasından geliyor. Bağımlı sözlüğünde, hacmini ve piyasa
değerini artırmak için içine un, süttozu veya kinin katılmış saf uyuşturucu
karşılığı kullanılmaktadır.
(a) xonpoc; (kopros): Yunanca bok, elbette. Ama sen bunu Sansk-ritçesiyle
karşılaştır: Cakrt, yani gübre. Kendini bir sünger avcısı olarak düşün,
sevgilim. Yosunsu kurcalamanı kaç kulacın ezdiğini anlıyor musun?
—Ruh daha önceden benimle değildi. Bir hayvan gibi yaşıyordum. Sonra
Büyük Ruh’u, yerin ve göğün gerçek Efendisi’ni duydum ve artık bir insan
gibi yaşıyorum.
Catherine Tekakwitha onun böylesi canlı tasvir ettiği yere gitmek istedi. Le
P. de Lamberville çocuğu daha misafirperver bir Hıristiyan çevrede emniyete
almak istiyordu, bu yüzden kızın dileğini sempatiyle dinledi. Hoştur, amcası
o sırada, Orange Kalesi'nde (Albany) İngilizlerle değiş-tokuş yapıyordu.
Papaz, teyzelerinin
Sırada yeni hayatının en önemli olayı var. 1678-1679 kışında, bir başka
evlilik projesi gelişti. Herkes, hatta Anastasie bile, Catherine Tekakwitha’nrn
arnını açtırmasını istiyordu. teter bu Hıristiyan köyünde, ister
oradaki dinsizler arasında, fark etmiyordu. Her topluluk, doğası gereği,
eninde sonunda dünyeviydi. Ama ister yiğit bir Mohawk, isterse Hıristiyan
bir avcı, fark etmiyordu; o arnını çok uzaklara yollamıştı. Akıllarında sevimli
genç bir adam vardı. Sadece o değil, onu kurtarmış ve bakımını üstlenmiş
akrabası da o sisli sabahta ömür boyu sürecek bir ekonomik sorumluluk
aldığını bir an bile düşünmedi.
—Aaahhh!
Ama onun bedenine ne olacağı senin umurunda, değil mi, eski dostum ve
çömezim?
Misyonda büyük bir hararet vardı. Kimse onun tenini pek beğenmiyordu.
Vaftiz edilmeden önceki günahları, çıkarıp attığı dişlerden yapılmış ağır
gerdanlıklar gibi boyunlarında asılı duruyordu ve bu eski gölgeleri şiddetli
nedamet eylemi ile silmeye kalkıştılar. “lls en faisaient une rigoureuse
penitence,”05 diye anlatıyor le P. Cholenec. İşte yaptıkları şeylerden birkaçı.
Köyü bir mandala,23 24 Brueghel’e ait bir oyun resmi ya da numaralanmış bir
diyagram gibi düşün. Yukarıdan misyona bak ve sağa sola dağılmış bedenleri
gör; havadaki bir helikopterden aşağı, acı çeken bedenlerin dağılımına bak.
Tabii bu şöyle bir görüp ezberlemen gereken bir diagram. Bu kanlı görüntüyü
tanımlamaya vaktim yok. Bunu kişisel kabarcıklarının prizmasından bakarak
oku ve o kabarcıklar arasından yanlışlıkla edindiğin birini seç. Bedenlerinden
kan çekmekten, kanlarının bir kısmını dışarı çıkartmaktan hoşlanıyorlardı.
Bazıları kendini, iç tarafları sivri dikenli demir koşumlara vurdu. Bazılarıysa
koşumlarının ucuna, her gittikleri yere sürükledikleri bir odun yükü bağladı.
İşte şurada, sıfırın altında 40 derecede, karda, çıplak yuvarlanan bir kadın var.
İşte, buz tutmuş ırmağın akıntısına boğazına kadar girmiş bir başka kadın, bu
tuhaf konumda tespih çeke-
rek dua okuyor ve şunu da unutmayalım, bu tarz duaların Kızılderili diline
çevirisi Fransızca aslından iki kat daha uzundur. İşte, çıplak bir adam buzda
bir delik açıp beline kadar giriyor ve ardından “plusieurs dizai-nes de
chapelet”yi25 okuyor. Bedenini donmuş bir denizkızı gibi yukarı çekiyor,
ereksiyonu nasıl oluştuysa öyle duruyor. İşte, üç yaşındaki kızını deliğe sokan
bir kadın; kızının, günahlarından daha işlemeden arınmasını sağlamak
derdinde. Bu dönmeler, kışın gelmesini beklediler ve sonra bedenlerini onun
önüne serdiler ve kış, devasa bir demir tarak gibi üzerlerinden geçti. Cat-
herine Tekakwitha da, demir bir koşum edindi ve düşe kalka görevlerini
yerine getirdi. Azize Therese gibi, “Ou Souffrir, ou mourir”26 diyebilirdi.
Catherine Tekakwit-ha, Anastasie’nin yanına gitti ve sordu:
—Ben de.
Eski dost.
Exodus (Yunanca: çıkış, ayrılış): Tevrat ve Eski Ahit'in ikinci kitabı. Hz.
Musa'nın İsraillileri Mısır toprağından çıkarıp Sina Dagı’na götürüşünü
anlatır.
10
12
13
14
15
16
17
18
19
21
22
23
24
Aslen Hindu kökenli ancak Budizm gibi pek çok dinde kullanılan,
metafizik veya simgesel anlamda evreni, insani bakış açısından evrenin
mikro-görünüşünü temsil eden harita, plan veya geometrik düzen.
25
26
Ey Tanrım, affet beni ama nereye baksam bunu görüyorum; soğuk kış köyü
tümüyle bir Nazi tıp deneyine benziyor.
“Beş adet İrokua kafatasını kıyasladığımda, bunların ortalama, bin dört yüz
kırk iki santimetreküp hacminde olduklarını gördüm. Bu değer Hint-Avrupa
ortalamasından otuz iki santimetre küp daha küçüktür.” —Morton. Crania
Amerikana, sayfa 195. Barbar Amerikan kabilelerinin kafatası hacimlerinin
Meksikalılar ve Perulula-rınkinden daha büyük olması dikkat çekicidir.
‘‘Hacimlerindeki bu farklılık daha çok oksipital ve basal bölümlerden
kaynaklanmaktadır” — diğer bir deyişle, hayvansal eğilimleri belirleyen
bölgelerden. Bkz. J. S. Philips, Birleşik Devletlerdeki Belli Başlı Kızılderili
Gruplarıyla ilgili Crania Ölçümleri.
başına geri dönmüş; eli boşmuş ama geğiriyormuş. Grup ilerlemeye karar
vermiş. Tegaigenta kocasını geride bırakmayı reddetmiş. Diğerleri
birbirlerine göz kırparak gitmiş. İki gün sonra Tegaigenta tekrar gruba
katılmış. Geldiğinde grup, Tsonnontoua’nın dul karısı ve iki çocuğunun
etrafında oturuyormuş. Üçünü yemeden önce, avcılardan biri Tegaigenta’ya
sormuş:
—Neresinin?
—Genel.
—Domuz gibi.
—Dön bakayım.
—Fark göremiyorum.
—Bence de.
10
—İsa’m, senin için kendimi tehlikeye atmalıyım. Seni seviyorum ama seni
gücendirdim. Senin yasanı yerine getirmek için buradayım. İzin ver Tanrım,
kızgınlığının yükünü ben taşıyayım...
—Mon Jesus, il faut que je risque avec vous: je vous aime, mais je vous ai
offense; c’est pour satifaire a vot-re justice que je suis ici; dechargez, mon
Dieu, sur moi votre colfere...
ll
—Böyle nıi?
reddetti. Kısa bir süre sonra artık yeme ihtiyacı duymadığını açıkladı. 33 yıl
boyunca, Üçüncü Reich ve Ayrılma boyunca, hiçbir şey yemeden yaşadı.
1894 yılında Brooklyn’de ölen Mollie Francher yıllarca hiç
yemek yememişti. Catherine Tekakwitha’nın İspanyol çağdaşı Beatrice Mary
of Jesus, uzun süreler boyunca oruç tutmuştu. Bunlardan biri 51 gün sürdü.
Paskalya orucu boyunca, et kokusu aldığında sinir krizleri geçirirdi. Kendini
zorla ve hatırla. Edith’in yemek yediğini hiç hatırlıyor musun? Bluzunun
altına giydiği plastik torbaları hatırlıyor musun? Mumları söndürmek için
eğildiğinde kusarak pastayı berbat ettiği o doğum gününü hatırlıyor musun?
13
—Virginitate placuit.
—Evet?
14
—Kıpırdama!
—Hareket erme!
—Denerim.
—Kıpırdadın!
—Özür dilerim.
—Yine kıpırdadın!
—Dikenler yüzünden.
—Dikenler yüzünden, biliyoruz.
—Çalışırım.
—Çal ı ş.
—Çalışıyorum.
—Hareket ettin!
—Doğru söylüyor.
—Ne yaptın?
—Seğirdim.
—Seğirdin mi?
—Seğirdin mi?
—Evet.
—Seğirme!
—Çalışırım.
—Kendini öldürüyor.
—Çalışıyorum.
—Seğiriyorsun!
—Neresi?
—Şurası.
—Uyluğuna bak!
-Ne?
—Seğiriyor.
—Özür dilerim.
—Dur!
—Kalça!
—Seğiriyor!
—Dirsek!
—Ne'?
—Seğiriyor.
—Evet.
—Kontrol edemiyor.
—Evet, çalışıyor.
—Çirkin bu dikenler.
—Çocuğum'?
—Evet, Peder.
—Yalan söyleme.
—İşte!
—Seğirme değildi o.
—Ateşi yaklaştırın.
—Hımmmm.
—Çok uzaklarda.
—Sen dokun.
—Ah!
—Feci seviniyorum.
—Çocuğum?
—Catherine?
—Evet, Pederlerim.
—Evet.
—Makineye.
—Güzel mi?
—Çok güzel.
—Teşekkür ederim.
—Evet. Seyredeceğiz.
15
Shakespeare öleli 64 yıl oldu. Andrew Marvell öleli 2 yıl oldu. John Milton
öleli 6 yıl oldu. Şimdi 1680 kışının tam ortasındayız. Şimdi acımızın tam
ortasın-dayız. Şimdi kanıtlarımızın tam ortasındayız. Bu kadar uzun
süreceğini kim tahmin edebilirdi? Canlılığım ve zekâmla bir kadının içine ne
zaman gireceğimi kim
tahmin edebilirdi? Bir yerlerde benim sesimi dinliyorsun. Dinleyen çok. Her
yıldızda bir kulak vardır. Bir yerlerde, paçavralara bürünmüş, kim olduğumu
düşünüyorsun. Sonunda, sesim seninki gibi mi gelmeye başladı? Senin
yükünü hafifletmeye çalışırken çok fazla şey mi bekledim? Son yıllarını
izlediğim Catherine Tekakwitha’ya imreniyorum. Pezevenk ben, müşteri ben.
Sevgili dostum, bütün bunlar mezarlık üçgeninin hazırlığından başka bir şey
değil miydi? Şimdi acımızın tam ortasındayız. Özlem bu mudur? Benim acım
da seninki kadar değerli mi? Bowery’den6 7 fazla mı kolay vazgeçtim?
Hükümetin dizginlerine aşk düğümünü kim attı? Yakıtını sağladığım Sihir’i
sürebilir miyim? Günaha Teşvik’in anlamı bu mu? Şimdi, çilemizin tam
ortasın-dayız. Galileo. Kepler. Descartes. Alessandro Scarlat-tii05 20
yaşında. Brigitte Bardot’yu mezarından çıkarıp parmaklarının kanayıp
kanamadığına kim bakacak? Marilyn Monroe’nun mezarındaki tatlı kokuyu
kim sınayacak? James Cagney'nin başıyla kim kayacak? James Dean esnek
midir? Ey Tanrı’m, rüya ardında parmak izleri bırakıyor. Tozlanmış cilanın
üstünde hayalet izleri var! Brigitte Bardot'nun yattığı laboratuvarda mı
olınak derdindeyim? 20 yaşındayken onunla plajda karşılaşmak isterdim.
Rüya bir ipuçları demetidir. Selam, ünlü çıplak sarışın, üzerindeki toprak
açılırken, bir hayalet
—Öyle mi?
—Ey Tanrı’m, Tören’in Sana ait olduğunu göster bana. Hizmetkârın için
Ritüel’de bir geçit aç. Kırılmış bir Fikir’in çene kemiğiyle değiştir Dünya’nı.
Ey Efendim, oyna benle.
Misyonda tuhaf bir âdet vardı. Kutsal Ekmeği bir hastanın yattığı kulübeye
asla götürmezlerdi. Bunun yerine, yolculuk ne kadar tehlikeli olursa olsun,
hastayı ağaç kabuğundan yapılmış, sürüklenerek çekilen bir sedye içinde
kiliseye götürürlerdi. Kızın sedye yolculuğuna dayanamayacak kadar hasta
olduğu kesindi. Peki, ne yapmaları gerekiyordu? Eski Kanada’ya âdetler
öyle kolayına gelmiyordu ve günümüz trafik ceza makbuzlarının üzerindeki
soluk ve plastik hali gibi, eskiliği ve ortak değerleriyle kıymet kazanmış bir
Kanada İsa’sına hasrettiler. Cizvitleri bu yüzden seviyorum. Tarih’e mi
—Geyiğin çok yavaş ölmesine izin verdim. Benim için dua et.
—Merhem sürülecek türden sakal10 bırakmak istedim. Benim için dua et.
—Birisinin açlıkla terbiye edilmesi için dua ettim. Beninı için dua et.
Tünı kulübe kocaman bir arzular Gümrüğüne dönüşene dek teker teker kızın
kıllı Lenin yatağının yanında diz çöküp acıklı ruhani valizlerini bıraktılar ve
kızın yattığı ayı postunun yanındaki toprak sayısız dizkapağı tarafından
öylesine cilalandı ki, sonunda lanetlenmiş dünyadan kaçmaya programlanmış
son ve tek roketin gümüş yanları gibi parladı ve sıradan gece Paskalya
köyünün üzerine çöktüğünde, Yerliler ve Fransızlar, ağaç kabuğu yaktıkları
ateşlerin başına toplanıp parmaklarını dudaklarına götürerek sus işaretleri ve
öpücükier yolladılar. Ah, bunları anlatmak neden böylesi
yalnızlık hissettiriyor bana? Akşam dualarının ardından Cathe-rine
Tekakwitha bir kez daha orınana gitmek için izin istedi. Le P. Cholenec ona
izin verdi. Catherine kendini, eriyen karlardan battaniyesinin altındaki mısır
tarlalarının arasından, kokulu çam ağaçlarının içinden, ormanın tozlu
gölgelerinin altından, mart yıldızlarının soluk ışığına doğru ağır ağır
sürükleyerek buzlu Saint Law-
—Eeeeeooooyyy!
—Yüzüne bakın!
—Claude!
-Şşşşşşşştt!
—Sussana!
Daha sonra oradan iki Fransız’ın geçeceği tuttu. Biri dedi ki:
18
Kırmızı ve beyaz, ten ve sivilceler, açan papatyalar ve yanan otlar; marş ileri,
eski dostum ve siz bütün ırkçılar. Yıldızların düzeninden efsaneler yaratnıak
hünerimiz olsun ama bu efsaneleri unutup, geceyi boş gözlerle seyretmek de
şanımız olsun. Dünyevi Kilise renk değişimiyle Beyaz Irk'a hizmet etsin.
Dünyevi Devrim, kiliseyi yakarak Gri Irk’a hizmet etsin. Manifestolar
bütün mülkümüze iliştirilsin. Biz, gökkuşağı bedenlerin bir kulenin
tepesinden görünen manzarasına âşığız. Kendi gecelerimizde hepimiz olan
rütbeleri dokuyan sizler, kırmızıdan beyaza geçişin acısını çekin. Ama biz
sadece bir varmış, bir yokmuşuz. Kaba parmaklarımızdan bir saniye daha:
Biz artık safbayraklara aşığız, mahremiyetimiz değersiz, tarihimize sahip
değiliz; tarihimiz ince bir tohum tozu yağmuruyla uzaklara taşınmış ve
tarihimizi koca bir yabani papatya yığını ağı gibi süzgeçten geçiriyoruz ve
tarzlarımız güzelce değişiyor. Bir uçurtma hastanenin üstüne tırmanıyor ve
bazı Meşguliyetle Terapi mahkûmları onu izliyor ya da görmezden geliyor.
Mary ve ben, Yunan lokantalarının ve Yunan vazolannın or-jisinin içine
doğru kayıyoruz; limonluğun hareketli balmumu gölgelerinin üzerinde yeni
bir kelebek dönmedo-lap var, küçük sirk rüzgârın düşürdüğü bir uçurtma
gibi çöküyor, köy paraşütçüsü ayaklarının altlarında otların sivri uçlarını
hissediyor, üzerleri silinmiş İkarus posta pullarının içine dalıyor. Montreal
çamaşırhanesi yüksek kira yüzünden kapanıyor ama ben, Yardımseverliği
seçtiğim için hepten doğallıkla başarısız oluyorum. İşte birçoğumuz için iyi
bir haber: Bütün taraflar ve kiliseler bu bilgiyi kullanabilir. Bolonyalı Azize
Catherine, 1463’te öldüğünde elli yaşında bir rahibeydi. Kız kardeşleri
onu tabutsuz gömdüler. Bir süre sonra, yüzünün üzerindeki çamurun
ağırlığını düşünerek suçluluk duygusuna kapıldılar. Cesedi topraktan
çıkarmalarına izin verildi. Yüzündeki çamuru temizlediler. 18 gün toprağın
altında kalmanın tek beresi burnundaki küçük bir ezik dışında, yüzünün hiç
bozulmadığını gördüler. Cesedin tatlı bir kokusu vardı. Onu incelerlerken,
“kar beyazı beden yavaş yavaş kırmızıya döndü ve anlatılmaz güzellikle
bir kokuya sahip yağlı bir sıvı salgılamaya başladı.”
19
—Kapatmayın!
—Bırakın göreyim!
Kalabalığın tatmin edilmesi gerekiyordu. Onun yeni güzelliğini bir saat daha
seyretmek istiyorlardı. Biyografisini yazanların gördüğü üzere, artık
Kutsal Perşembe’deyiz: keder günü, sevinç günü. Onu kiliseden alıp dibinde
dua etmeyi çok sevdiği, ırmağın kıyısındaki mezarlığın büyük haçının yanına
taşıdılar. Le P. Chauchetiere ve le P. Cholenec mezarın yeriyle
ilgili tartışmışlardı. Le P. Chauchetiere kilisenin içine gömülmesini istiyordu.
Le P. Cholenec ise böyle bir ayrıcalığı engellemek istiyordu. Catherine’in de
hazır bulunduğu başka bir mezar kazısında, papaz onun kendi tercihini ifade
ettiğini duymuştu: ırmağın kıyısı.
—Vexilla re—
—Vexilla regis—
—Kendilerini parçalıyorlar!
—Vay canına!
Cuma gecesi, bir kadın, sabaha kadar dikenlerin üstünde yuvarlanıp durdu.
Dört ya da beş gece sonra bir başka kadın daha aynı şeyi yaptı.
—Ateşi yaklaştırın.
—Azize ölmüş.
Eski Kilise’de bu tür popülerleşmeye la bĞatificati-on equipollente denirdi.
Aşağıya bak, aşağıya bak; karlı mandalayı gör, bütün köyü gör; bembeyaz
bölgenin üzerinde kıvranan şekilleri gör; kazara edindiğin kişisel yaranın
opak prizmasının içinden bak ve görmeye çalış.
20
Aşağıda imzası bulunan ve yirmi üç yıldan beri gut hastalığı çeken ben, acım
üç ay boyunca uyumamı engelleyecek boyuta vardığında, genel görüşe göre
bir azize sayılan, Sault Saint-Louis'te ölmüş İrokua Bakiresi Catherine
Tegahkoııita’ya başvurduğumun ve sayesinde Tanrı'nın sağlığımı geri
vermesi halinde mezarını ziyaret edeceğime söz verdiğimin doğruluğunu,
İmza, J. du Luth
21
etmeye daldığında şanlı bir bulanık ışık içinde göründü adama. Sağ yanında
baş aşağı duran bir kilise vardı. Solunda kazığa bağlanmış. yanan bir
Kızılderili vardı. Görünüş iki saat kadar sürdü ve böylece papaz, esriklik
içinde, onu inceleyecek zaman buldu. Rahibin Kanada’ya gelmesinin gerçek
nedeniydi bu. Üç yıl sonra, 1683’te, köyü bir kasırga vurdu ve 30 metre
uzunluğundaki kiliseyi yerle bir etti. Ve misyona yapılan saldırılardan
birinde, bir h'okua dönmesi Onondagalar tarafından esir alındı ve
bancını haykınrken, yavaş yavaş yakıldı. Görünüşün bu uygulamaları kiliseyi
tatmin edebilir, eski dostum ama biz bir görünüşün olayların arasından sızıp
gitmesine izin vermeyelim. İşe yaramaz bir kilise ve işkence edilmiş
bir adam; bunlar bir azizin gelişmesinde olağan şeyler değil midir?
Ölümünden sekiz gün sonra ihtiyar Anastasie’ye ışıklı alevler içinde göründü;
belden aşağısı parlaklığın içine karışan kemerin altındaydı, “le bas du corps
de-puis la ceinture disparaissant dans cette clarte.’’ Diğer kısımlarını sana mı
ödünç vermişti'? Kulübesinde yalnız olduğu sırada Marie-Therese’e de
göründü ve yaptığı bazı şeyler konusunda nazikçe payladı onu.
23
1693'te, Sault’taki Yönetici le P. Bruyas’tı. Bir gün aniden kollarına felç indi.
Tedavi görmesi için Montreal'e götürdüler. Oradan ayrılmadan önce,
kendilerini Catherine’in anısına adayanlardan oluşan bir
gruptan, Catherine’in Kızkardeşleri’nden tedavisi için bir dokuz günlük dua
düzenlemelerini rica etti. Montreal’de her türlü tedaviyi reddetti. Dokuz
günlük duanın sekizinci gününde, adamın katılaşmış kollarında bir
değişme yoktu. faıanlıydı, doktorları kendinden uzak tuttu. Ertesi sabah saat
dörtte kollarını sallayarak uyandı; şaşırmış değildi ama neşeyle doluydu.
Teşekkür etmek için aceleyle yola koyuldu.
1695. Tedaviler, bir dans adımı gibi, üst sınıflara sızmaya başladı. İşe İdareci
Mösyö de Champigny ile başladılar. Adam iki yıldır aynı soğukalgınlığıyla
cebelleşiyordu; günden güne kötüleşmiş ve artık sesini zar zor duyurabilir
hale gelmişti. Karısı Sault’taki Papazlara, kocasının sağlığına kavuşabilmesi
için kutsal kızın onuruna bir dokuz gün duası düzenlemeleri
konusunda yalvaran bir mektup yazdı. Dokuz günlük dua için bir Pater, bir
Ave üç tane de Glori Patri seçtiler. Mösyö de Champigny’nin boğazı günden
güne temizlendi ve dokuzuncu gün normale döndü; hatta sesi, yepyeni ve
özel bir titreşim kazandı. Madam de Champingy, İrokua Bakiresi kültünün
daha da yayılmasını sağladı. Binlerce Catheri-ne Tekakwitha resmini Fransa
dahil her yere gönderdi ve XIV. Louis bile resimlerden birine dikkatle baktı.
1695. Mösyö de Granville ve karısı çamura biraz su katıp can çekişen küçük
kızlarına içirdiler. Kız gülerek yataktan kalktı.
—Ey iyi yürekli kutsal Catherine, merhamet et. zavallı ineğimi kurtar!
Bu sözler kadının dudaklarından henüz dökülmüştü ki inek sönmeye başladı
ve gözlerinin önünde, eski boyutuna ulaştı. “Et la vache s’est bien portee du
depuis.”
Geçen kış, diye yazıyor le P. Cholenec, Montreal'de, bir tosun buzun içine
düştü. Onu dışarı çıkardılar ama yürüyemeyecek kadar donmuştu. Bütün kışı
ahırında geçirmesi gerekiyordu.
—Oh, bir gece daha yaşasın, diye yalvardı bir hizmetçi kız.
Hizmetçi kız tosunun içme suyuna mezar çamurundan kattı biraz, bir taraftan
da şöyle diyordu:
—Pourquoi Catherine ne guerirait-elle pas les betes aussi bien que les
hommes?16
10
11
12
13
“Bu, Tanrı'nın vahşilere inancı tattırmak için bahşettiği yeni bir inandmcıhk
gösterisiydi.'’
14
15
16
katıldığı eski yere Kahnawake, yani çağlayana karşı deniyordu. Artık Kateri
tsi tkaiatat, yani Catherine’in gömüldüğü yer adını almıştı. Naaşını,
Kahnawakon, yani çağlayanın içi, adı verilen yeni köye taşıdılar. Eski yere de
Kanatakwenke, yani taşınan köyün yeri demeye başladılar. 1696’da, büyük
ırmağın güney kıyısını takip ederek, bir kere daha taşındılar. Son göçleriyse
1719’da oldu. Misyon, bugünkü yerine, Lachine’in tam karşısına, şelalelerin
yanı başına, bugün bir köprüyle Montreal’e bağlanan yere yerleşti. Ardından
1676’daki frokua adı Kahnawake’yi (ya da İngilizce biçimiyle
Caughnawaga) aldı. Caughnawaga’da hâlâ Catherine’in bazı kutsal
emanetleri bulunmaktadır. Ama hepsi değil. İskeletinden çeşitli parçalar,
değişik tarihlerde, başka yerlere gönderildi. Kafası, 1754’te, bir başka frokua
misyonunun kuruluşunu kutlama amacıyla Saint-Regis’e
götürülmüştü. Kafanın bulunduğu kilise daha sonra yandı ve
kafatası kurtarılamadı.
İşte! Oldu! Sevgili eski dostum, gerekeni yaptım! Sen, ben ve Edith, Sistem
Sinemasının süssüz koltuklarında otururken hayalini kurduğum şeyi
yaptım. O gümüşî saatler boyunca kendime eziyet çektirdiğim soruyu biliyor
musun? Artık açıklayabilirim sana. Şimdi, Sistem Sinemasının tam
ortasındayız. Koltukların tahta kolçaklarında dirseklerimize hükümranlık
açmaca oynuyoruz. Ste. Catherine Caddesi’nin dışında tiyatro çadırı millerce
ışığın içindeki tek neon hatasını sergiliyor: iki harfi düşmüş ve hiçbir zaman
onarılmayacak; stem 2 Sinemas ı, stern Sineması, stern Sineması diye yanıp
sönüyor. İşaretin altında, gizli vejeteryan kabileleri alışkanlıkla toplanmış,
Sebze Sınırı’ndan içeri kaçak nıal sokuyorlar. Topluiğne başı gibi küçülmüş
gözlerinde eski rüyaları dans ediyor: Tam Oruç. İçlerinden biri Scientific
American’ın editörleri tarafından merhametli herhangi bir yorum yapılmadan
yayınlanmış yeni bir kötülüğü haber veriyor: “Topraktan çekilip
çıkarıldıklarında, turpların elektronik bir çığlık yaydıkları anlaşılmıştır.” 65
sentlik üçlü bilet bile rahatlatmayacak onları bu gece. İçlerinden biri, çılgın
bir umutsuzluk gülüşüyle kendini sosis tezgahına atıyor; daha ilk ısırıkta,
dehşet verici yoksunluk belirtileri gösteriyor. Onu bir yas havası içinde
seyreden diğerleri oradan ayrılıp Montreal’in eğlence kesimine doğru
ilerliyorlar. Haberler hiçbirinin
görünür veya filmin rastgele bir karesinde, kazaya uğrarsa ne olacak? Haber
kuşağı sokak ve Film arasında Kaya Barajı3 gibi uzanıyor, Ortadoğu’daki bir
sınır kadar hayati; onu del (diye düşündüm) ve kirli bir karışını toplam
aşındırma özelliği aracılığıyla varoluşu eınperyal-leştirsin. Diye düşündüm!
Haber kuşağı sokak ve Film arasında duruyor: Pazar gezintilerinde karşımıza
çıkan bir tünel kadar hızla sona eriyor ve ürkütücü karanlığı gecekondu
mahallelerini kırlık dağlara bağlıyor. Cesaret istedi bu! Haber kuşağının
kaçmasına izin verdim, onu konunun tam ortasına davet ettim ve ikisi, tıpkı
motellere adanmış otoyolların o bölgelerindeki yeni güçlü manzaralardaki
ağaçlar ve plastik sentezi gibi, korkunç bir orijinallikte birbirine karıştı.
Yaşasın moteller, isim,
Sophia Loren Bir Sel Kurbanı İçin Soyunuyor SEL NİHAYET GERÇEK
—Sadece köpekler.
—Eliıni mi?
—Şart mı?
—Dostlarımızdan!
—Grrrrrl Hauuuuuuv!
—Korkuyorum, Mary.
—Endişelenme.
—Maalesef bu imkansız, F.
—Ama ben tam kenardayım, Mary. İflas ettinı sayılır; neredeyse her şeyimi
kaybettim, tevazuya ulaşmak üzereyim!
—Parazit. Radyo, F.
—Burası, Radyo. İyi akşamlar. Radyo, kayıtlı tarihsel son dakika haberini
vermek için bu kitaba kolaylıkla müdahale ediyor: TEROTRİT LİDERİ
KAÇTI. Yalnızca birkaç dakika önce, kimliği belirlenemeyen bir
Terörist Lider, Suçlu Deliler Hastanesi’nden kaçmıştır. Bu kişinin şehirdeki
varlığının yeni devriınci aşırılıkları başlatmasından korkulmaktadır. Kaçışına
Hastane Personeli arasına sızmış dişi bir suç ortağının yardım ettiği
anlaşılmıştır. Şaşırtmaca amaçlı baskın sırasında polis köpeklerinin
parçaladığı hemşire halen ameliyata alınmış durumdadır ancak hayatta
kalması beklenmemektedir. Kaçak suçlunun, Montreal dışındaki ormanlarda,
terörist gruplarla ilişkiye geçeceğine inanılıyor.
—Evet, F.
—Mary!
—Bedenin!
İmza, F.
3. Kitap
Kentin hemen güneyindeki ulusal bir orınanda böyle bir gün yaşanıyordu.
Yaşlı bir adam, iğreti gizli bir oğlanlar kulübü kadar iğreti ve dökük eski bir
ağaç evden ibaret garip mekânının eşiğinde oturuyordu. Ne kadar zamandır
orada yaşadığını bilmiyordu ve neden artık kulübeyi dışkısıyla kokutmadığını
düşündü ama o kadar uzun boylu düşünmedi. Hoş kokulu Batı
Rüzgârı’nı kokladı; kışın bir alev gibi uçlarını yalayıp kararttığı bir iki çam
iğnesini inceledi. Havanın genç kokusu, kirli sakalının altındaki kalbinde
eskiye bir özlem depreştirmedi. Uzaktaki bir masada sıkılan limondan
sıçrayan nelik yarışmalar, parodiler, şarkılar ve benzerlerini içeren
eğlence programı. Programda yapılan yarışmalarda kazananlara ucuz
ödüller verilmiştir.
damla gibi ince bir acı sisinin yaktığı gözlerini kırpıştırdı: Hafızasını kazıyıp,
bu mevsim değişikliğini bir efsaneye dönüştürmek için, geçmişinden bazı
anlar yakalamaya çalıştı: bir balayı, bir yürüyüş, bir zafer; baharın
yenileyeceği bir şey. Ama acısı hiçbir şey bulamadı. Sanki hafızasında hiçbir
olay yokmuş ya da hepsi tek bir olaymış ve o da hızla dönem esprilerindeki
bir tükürük hokkası misali akıp gitmiş gibi geldi. Eksi yirmi derecedeki
rüzgârın ikinci kez yeşillenen çam ağaçlarının karla yüklü dallarını
süpürmesi, binlerce helezonun yarattığı esintinin dalların karanlığı arasında
küçük beyaz kasırgalar yaratması sanki bir saniye önce gerçekleşmişti.
Altında hâlâ, karaya vurmuş balıkların şiş göbekleri gibi eriyen kar adacıkları
vardı. Her zamanki gibi, güzel bir gündü.
—Aaaaaaaaarrrrrrrrrggggggggghh! A, merhaba!
—Merhaba, amca!
—Lütfen.
—Yukarı gel, a, haydi. Alçak bir ağaç bu. Sana bir hikâye anlatacağım.
—Oradan anlat, mümkünse, kaşınan parmakların için bir şey fark etmiyorsa
eğer, ben burada çömeleceğim.
—Dikkatli ol! Çömeldiğin yere bir bak! Böyle çöme-lerek o küçük bedenini
mahvediyorsun. Uyluk kaslarını işe koş. Minik kalçaları topuklardan uzak
tut, doğru dürüst boşluk bırak yoksa kıç kasların gereğinden fazla gelişir.
—Çocuklara ormanda rastladığında pis şeyler konuşup konuşmadığını
soruyorlar bana.
—Kim soruyor?
—Senin iyi bir çocuk olduğunu biliyordum. İç donuna dikkat et. İsmini yaz
bakayım.
FRANSIZCA
Agnier
Onneyut
Onnontaguâ
Goyogouin
Tsonnontouan
IROKUACA İNGİLİZCE
Ganeagaono Mohawk
—Mecburdum.
—Ne gibi?
—Ne dediler?
—öyleysem ne olacak?
—Memnuniyetle.
—Hepsi bu mu, kokuşmuş herif? Ay! Ay! Ay! Harika! Çok iyi yapıyorsun!
Yaşlı adam, yavaşlayan arabadan tam Sistem Sineması’nın önünde indi. Kız
makoseniyle gaz pedalına yüklendi ve araba gürüldeyerek Phillips
Meydanı’ndaki yoğun trafiğe daldı. Yaşlı adam bir an için tentenin altında
durakladı, toplanmış vejeteryanlere göz atarken içinde iki hafif kalıntı vardı;
bunlardan biri özlem, diğeriyse acımaydı. Biletini alır almaz onları unuttu.
Karanlığın içinde bir yere oturdu.
—Şışşşt. Susun!
Foklar 2 puan
Kuzey Kutbu 5 kez vurulduğunda Ayı Balığı çıkar ve 1000 puan değerindedir
—O bozuktur, Bayım.
Yaşlı adam silahın kabzasını sıkıca tuttu ve parmağını aşınmış gümüş tetiğe
yerleştirdi.
—Eline bakın!
—Tamamen yanmış!
—Başparmağı yok!
Ana Atış ve Oyun Geçidi personeli ve müdavimler arasında tam siyasi bir
kavga çıkmak üzereyken yaşlı adama son derece dikkat çekici bir şey oldu.
Yirmi kişi adamın çevresinde toplanmıştı; yarısı bu iğrenç yaratığı dışarı
atmak, kalanlarsa atmak isteyenleri püskürtüp bu soylu yığını omuzlarına
almak derdindeydi. Bir anda, Ana'daki trafik durdu ve buğulu pencerelerin
önüne bir kalabalık yığıldı. Yirmi adam, yaşamlarında ilk kez, bir ey leın in
tam ortasında kalmanın lezzetli kesinliğini hissettiler; hangi tarafta durdukları
önemli değildi. Hedefinin üzerine kapanırken, her birinden birer
mutluluk çığlığı çıktı. Birbirine karışan siren sesleri, kalabalığı boğa
güreşindeki bir orkestra misali tahrik etmişti bile. Baharın ilk gecesiydi;
sokaklar Halka aitti! Birkaç blok ötede bir polis memuru rozetini cebine
koyup yakasını açtı. Bilet gişelerindeki sert kadınlar durumu
değerlendiriyorlardı: G işelerinin pencerelerini kapatıp, yer göstericilere bir
şeyler fısıldadılar. Sinema ve tiyatrolar boşaldı çünkü yüzleri yanlış tarafa
bakıyordu. Eylem aniden sokaklardaydı! Ana caddeye çıktıklarında bunu
hepsi hissedebiliyordu: Montreal tarihinde bir şeyler oluyordu! El ilanlarını
derhal havaya fırlatıp eylemi bir konfeti yağmuruyla selamlayan Yehova
Şahitleri ve eğitimli devrimcilerin yüzünde acı bir gülümseme
gözlenebiliyordu. Kalbinin bir köşesinde terörist olan herkes şöyle
fısıldıyordu: Nihayet. Karışıklığa yaklaşan polisler rütbelerini, sanki
satılabilir yaralarmış gibi söküp attılar ama nizamlarını bozmadılar; yeni
gelecek yönetim her neyse, ona kimliği belirsiz bir disiplinle hizmet etmek
üzere hazır bekliyorlardı. Beklenen isyanı bir şiire dönüştürmeyi uman şairler
geldi. Oğullarına doğru kriz için tuvalet eğitimi verip vermediklerini görmek
isteyen anneler geldi. Düzenin doğal düşmanları, doktorlar, epey kalabalık
geldi. Tüketici kılığına bürünmüş iş çevreleri alana ulaştı. Androjen keşler,
ikinci bir sikiş şansı için geldiler. Bütün ikinci şansçılar koşturarak geldiler;
boşanmışlar, dininden dönenler, fazla okumuşlar, karate hocaları, yetişkin pul
koleksiyoncuları, Hümanistler, verin bize, ikinci şan-
sımızı verin bize! Devrimdi bu! Baharın ilk gecesi; küçük dinlerin gecesi. Bir
ay sonra ateşböcekleri ve leylaklar olacak her yerde. Tantracı aşk
mükemmeliyetçilerinden oluşan bütün bir kült ikinci merhamet şanslarını
elde edince ekzosantrik bir hal aldılar ve bencil aşkı gösteren kamu yapılarını
yıkıp yerine cinsel organların sokakta birleşmeleri için kabul edilebilir
kucaklaşmaların güzel resimlerini koydular. Ergenlerden kurulu küçük bir
Nazi Partisinin üyeleri, taraf değiştirip yaşayan kalabalığa katılınca,
kendilerini devlet adamları gibi hissettiler. Ordu, durumun yoğun biçimde
tarihsel olup olmadığını anlamak için radyonun üzerinde gezindi ki eğer
öyleyse, bir İç Savaş Kaplumbağası ile Devrimi üstlenecekti. Profesyonel
aktörler ve sihirbazlar da dahil, bütün gösteri sanatçıları ikinci ve son şansları
için toplandılar.
—Bakın ona!
—Neler oluyor?
De Luxe Kutup Avı ile Ana Atış ve Oyun Geçidi’nin camlan arasında bir
yerde, atmosferdeki bir sızıntı gibi, bu heyecanlı kalabalığın başları üstüne
yayılacak, zor soluk alıp vermeler başlıyordu. Yaşlı adam dikkate değer
gösterisine (ayrıntılarını anlatmayı düşünmüyorum) başlamıştı. Şu kadarını
bilmeniz yeterli. Adaın yavaşça çözündü; tıpkı bir kraterin çevresini kenarl
ardaki bitmek tükenmek bilmez minik toprak kaymalarıyla genişletmesi gibi,
içeriden dışarıya doğru çözünüyordu. Kendini tekrar toplamaya başladığında
varlığı tamamen yok olrnamışb. “Tamamen yok olmamıştı” aslında, olaya
yanlış bakmak. Adamın varlığı bir kum saati şekli gibiydi. en küçük olduğu
yerde en güçlüydü. En yok
olduğu noktada zor soluk almalar başlıyordu çünkü gelecek, iki yana doğru,
bu noktada akıyordu. İşte burası kum saatinin güzel beli! Berrak Işık noktası!
Bırakın bilmediklerimizi sonsuza kadar değiştirip dursun! Güzel bir kısalık
için kumun tamamı, iki cam kâsenin arasındaki boyuna sıkıştırılıyor! Ah, bu
bir ikinci şans değil. Adam, bir iç çekiş süresince, izleyenlerine Aynı
Anda Bütün Şanslar’ın bir görünüşünü izletti! Bazı (paylaşılan bilgiden söz
ederek onu bozan) mükemmeliyetçiler için bu en yokluk noktası, gecenin
gösterisiydi. Şimdi çabucak, sanki bilinmeyenin yarattığı heyecana bile
katılmış gibi kendini büyük bir oburlukla bir — bir Ray Charles filmine
toparladı. Sonra, perdeyi, Endüstri üzerine bir belgeselmiş gibi derece derece
genişletti. Ay güneş gözlüğünün bir merceğini işgal etti ve
piyanosunun tuşlarını gökyüzünün bir rafına yaydı ve sanki bunlar gerçekten
aç kitleleri doyuracak bir dizi dev balıkmış gibi üzerine eğildi. Bir jet filosu
adamın söylediklerini el ele tutuşmuş bizlerin üstüne çekti.
—Hey! diye bağırdı, bozuk Kuvvet Ölçme aletinin koluyla oynayan bir Yeni
Yahudi. Hey! Birileri yapıyor bunu!
Stern: Ağaç gövdesi veya yaprağın ana damarı. Aynı zamanda dilbilimde
kelime kökü ve argoda penis.