You are on page 1of 325

BİLGİ YAYINLARI/ ÖZEL DİZİ : 29 / 2

ISBN 975 494 283 - 8 (Tk. No.)


- -

ISBN 975 494 294 -3 (2. Kitap)


- -

92 06 y 0105 . 0410

Birinci Basım 1976


İkinci Basım 1986

Genişletilmiş Üçüncü Basım


Şubat 1992

BiLGi YAYINEVI
Meşrutiyet C ad . 46 ı A
Taif 431 81 22-43412 71
434 49 98 -43449 99
Faks 431 77 58
Yenişehir -Ankara

BiLGi DAGITIM
Babıali Cad. 19 ı 2
Taif 522 52 01- 526 70 97
Faks 527 41 19
Caj;jaloj;jlu - lstanbul
ŞUKRAN KURDAKUL

\J ••

ÇAGDAŞTURK
EDEBİYATI
il
MEŞRUTİYET DÖNEMİ / 2. Kitap

BİLGİ YAYINEVİ
kapak düzeni : fahri karagözoğlu

ŞÜKRAN KURDAKUL

ÇAGDAŞ TÜRK EDEBIYATI

1. Meşrutiyet Dönemi ı 1. Kitap

2. Meşrutiyet Dönemi I 2. Kitap

3. Cumhuriyet Dönemi/ 1. Kitap


4. Cumhuriyet Dönemi/ 2. Kitap

dizgi faruk kaya


tel: 230 85 76
ba$kı : cantekin matbaacılık yayıncılık
ticaret ltd. şti.
tel : 433 30 84 435 83 56
-
Çalışmamın görünmez emekçisi
Selma KURDAKUL'a
İÇİNDEKİLER

Ö YKÜ-ROM AN

H ü s e y in R a h m i G ü rpın ar .............. . .... ... ... ......... .........1 5


Genel Özellikleriyle Yapıtları .
.. . . . .. . . . .. 1 6
.. .. . . .. . . . ............. .... . ... .. .. .... .. . .

Ortak Özellikleri Yönünden . ...... . .18 . . ... . . . . . . .. . .. . . ....... . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

Dil Anlayışı, Üslubu .. . 21


. . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . .. . . .. .. . . . . . . . . ... . ..... . .. . . . . . . . . . . . . .. . .

Roman Anlayışı. Dünya Görüşü 24


.. . . . . .. . .. . ... . . .... . ... . ... . .. . .. . . .. ... ..... . . . . . . .

H üs ey in Rahmi 'den Örnekler . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . ..... ..... .. . . .. . .. . . . . . . . . . . 28


Metres'ten (28); Şıp Sevdi'den (3 0): Hakka Sığındık'tan (31):
Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç'tan (33): Misafir (35).

Ö m e r S e yf e t tin . . . . . . . . . . . . .. . . .... .. ...... . .. . . .... . . . ... . . . . . . . . . . .. . . . . .. . . . . 39


Yaşamı ve Çevre Koşulları ...... . . . . . .... .. . ... . .
.. ... . ...... . . . . . . . . . . .. . . . . . . .. . . . .. . . 39
il. Meşnıtiyet'ten Sonra . . . . . . . . . . . . . . .. .. . . .... . .. . .... . . .. . . . .. . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . 41
I. Dünya Savaşı Günlerinde . . . . . . . . . . . .. . . ........... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . .... 44
Sanatı . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . .. . . . . ......... . . . . .. . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46
Efruz Bey . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . .. . . . . . . . . . . . 49
Sanat ve Dünya Görüşü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .... ... . ..... . . . . . . . .. . . ..... . . . . . . . . . . . .. 5O
Ömer S ey fettin'den Örnekler.. . . . . . . . . .......... .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . ......... . . . 53
Doğduğum Yer (53); Gurbet Ellerinde Yalnızlık (53):
Nasıl Kurtarmış (53); Beynamaz (5 6).

R e f ik H ali t Ka r ay . .. . . . . ..
.. . . . . . . ................ ........ . . . . ..
. . . .......... 64
Romanları . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . .. . .. ... . .... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66
Refik Halit Karay' dan Örnekler . ... .. . . . . . ..... .. . . . . . . . . . .. . . . . ..... . . . ........ 69
Hakkı SükUt (69); Eskici (74).

H a l i d e E d i b Adıvar . . . . . .......... ...... .......... . . .. . . . . . .. . . . . . .. . , .... 78


Sanatı . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . .. . ... .. . . . . .. . .. .. . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 79
Sanat ve DilGörüşleri ......... .... . . .. . . . . . ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . 86 ...

Hali d e F.dib Adıvar'dan Örnekler ... . . . . . ...... . . . . . . .. . .


. . . . .. . . . . . . . . . . . .... .88
Harap Mabetler'den, Ana Duyguları (88): Handan'dan (91):
Ateşten Gömlek'ten (92): Sinekli Bakkal' dan (94),

Ya ku p Ka dri Kar ao a m an oğ l u ....... . . . . . ... . . . . . . . . ...... . . . . . 1 00


Öyküleri . . . . 1 O1
. . . . . . .. . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . .... ....

Romanları . .
......... . . . . . . . ...
..... ...... . . . . . . . . . . 1 03 . .. . . . . . .. . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .

Sanat ve Dünya Görüşü . .. . .. .... .. . . ... . . 1 1O


....... ..................... .. . .. . . . . . . . . . .. .

Dil Anlayışı. ................................................................................ 1 1 3


KaraoamanoW.u' dan Örnekler . . . . . .. . ... 1 1 5 ...... . . . ........... .... .... . . .. .. .. . .

Baskın' dan (1 1 5 ); HükümGecesi'nden (118):


Yaban'dan 020); Ankara'dan 022): Nur Baba'dan 024).
R e şat N u ri G ü n t e kin ............................. . ...... . . . .. . ......... 1 26
Sanatı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .......... . . . . . . ..... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 26
ReşatNuri Güntekin' den Örnekler . . . . .... ...... .... ....................... 1 30
Bahçeli Lokanta ( 1 30); Çalıkuşu'ndan ( 1 32);
Yeşil Gece'den ( 1 34).

Pe y a mi S af a .................. . .. ..
... . .. . .......... . . .. ............. .. . ........... 1 37
Sanatı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ......................... .
.............. .. .
. .. . . .. . . . . . . 1 37
Peyami Safa' dan Örnekler ...................... . . . ................ . . . . . . . . . . . . . . 141
Bir Tereddüdün Romanı'ndan ( 1 4 1 );
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'ndan ( 1 43) ;
Fatih Harbiye'den ( 1 43).

A b d ü 1 h ak Ş in a si H i s ar . .. . . . .......... ... . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . .. . . . . 146


Sanatı . ... .. . ... . . ..
...................................... . ... ... .. . .. . ........................ 146
Ab dülhakŞinasi Hisar' dan Örnekler ... .. .. . .... . . . ........... . ........... 1 53
Fehim Bey ve Biz'den ( 1 53); Esvaplar ( 1 55):
Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği'nden ( 1 57):
Çamlıca'daki Eniştemiz'den ( 1 58).

O s m an Ce m a 1 K aygı 1 ı . .. . . ......... . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 63
Sanatı. . . ... ..... . .... .....
. .. . . . . . . . . . . . ...... .. ... .... .. .
. ... ..... . .. ............... .
....... . 1 63
Osman Cemal Kaygılı' dan ÖmP.kl er . . . . ...... . .
... . . . .. . . ..
. .... . ....... . . 1 66
.

Kırkından Sonra Saz Çalınır mı? ( 1 66):


Çingeneler'den ( 1 6 8).

F . Ce lale tti n . . . . . . ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ...................................... 171


F. Cdalettin' den Örnek . . . ............ . .......................................... 1 73
Kına Gecesi'nden ( 1 73).

S e la h atti n En i s . . . . . . . ..... . .
................. .... . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 75
Sanatı. . . . . . . . . .. . .. . . . . . . . . . . . . . . .......... .. . . . ... . ..
. ... .. ... ... . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . 1 75
Selahattin F.nis'ten Örnek .... . . . . . . . .. ..... 1 77 .. . . . . . . . .. . . .. ... .... ... ............

Teşrihhanede ....................................................................... 177

M a h mu t Ye s a r i ... . ......... .. . . . . . .... . ...... . ........ .. .................. . ... 1 79


MahmutYesari' den Örnek . . . 181
........... .. ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . .

Tipi Dindi'den ............................................................ .......... 1 8 1

D ö n e m i n Ö t e ki R o m a n c ı I a r ı .. . . .. . 1 83 ..... .. .............. ... .. .

Ebubekir Hazım Tepeyran ........................................................... 1 83


Ercüment Ekrem Talu .. . . .. .. .. . .. . .. .. . ... .. .. ... 1 84
.. ... . . . .. .... .............. . . . . . .. .

Sermet Muhtar Alus . .. . . . . . . .. . . .. . .. .. ... ...


. ... . . 184 . .. . ... ... .... . . . . . . . . .. .. ........ ..
TİYAT RO

Ulu s a l T iy at r o Yol u n d a Adı m l ar ...... .. . . . . .. . . ......... 1 89


İbnürrefik Ahmet Nuri . .. ... . . . . . . . . .. . . . . .. .. .. . .. . . ........ . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . ... 192
Musahipzade Celal . . ..
.. . .. ..... . .. .. . . . . ... . .... ... .. . . . . ......... .. . . . . . . . . . . . .. ...... 192
Tiyatro Sanatına İlişkinGörüşler . . .. . .... . . . . ... .. . .
........ . . . . . . . .
. . . ... .. . . . . .. 1 93
Musahipzade Celil' den Örne k . ..... . . ... .. . ............ .. . . . .. . . . . . ........... 1 96
İstanbul Efendisi'nden (l 96).
İh nürrefikAhmet Nuri'den Örnek . ... . . ..... . . . . .... . .. . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . 200
Hissei Şayia'dan (200).
Yusuf Z iy a Ortaç'tan Örnek . . . ... . .. . . .. . ... ...... . .... . ............. .. .. . ...... 202
Binnaz'dan (202).
Halit Fahr i'den Örnek .. . . . ... .. .... .. . . . .. . .. .. .. .................. . . ... . .... . . .. 204
Baykuş'tan (204).
Reşat Nuri Günteki n 'den Örnek . .. .. .. . . . . . . . . .. ...... . ... ..... . . . . . .. . .. . . . . 206
Hançer'den (206).

DENEME, ELEŞ Tİ Rİ, EDEBİYAT T AR İH İ

Ye n i l e ş m e Aşa m a s ı n d a . .. . .. . . .. . ... . . . . . . . . . .. .
. . . . . . . . . . . .. . .. . . . . . 21 1
Edebiyat Tarihi Alanında .. . .. . . . ...... . . . . . ..... . . . . .. . . . . . . . . .... . . . . .
. . .... . .. . . .. . 21 3
Mehmet Fuat Köprülü . . ... ... . . ..... . . . . ... . . .... . ... . . . . .... . .. . .
.... . . . .. . . . . . . . . . . . . 21 4
Dene me, Eleşt iri, Ede biyat Tarihinden Örnekler . . ............ ...... 21 7
Mehmet Fuat Köprülü B�ka Milletler Ne Yapıyor (21 7);
İbrahim Necmi (Dilmen). Edebiyat Tarihinin Mahiyeti (21 9);
Ziya Gökalp. Tevfik Fikret ve Rönesans (221 );
Ömer Seyfettin. Yeni Lisan 'dan (224),
Garp Edebiyatı ve YunanKlasikleri'nden (229);
Yahya Kemal. Makber ve Ôlii (230); Vezinler'den (232);
Mehmet Akif Ersoy. Edebiyat (234);
Ahmet Haşim, Şiir Hakkında Bazı Miilahazalar'dan (236);
Dr. Şefik Hüsnü, Halk veSanat'tan (238).

DÜŞ ÜN

Ye n iç a ğ ve Yen i D üşü n A d a ml arı .......... . . . . . . . . .... . .243


Hüseyin Cahit Yalçın . . . . . . ........ .... . . . . . ... . . . . . . . . . . . . . ......... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 243
Ahmet Şuayip . . .. . .
. . . . . . . . . .. .. . . ... . . ... . . . .
. .. ........ ............. . . . . . ...... .
. . . . . . .. 245
Mehmet Akif . .
. . ..... . . ... . . . . . .. ... .... . . . . . .. ......... .. . . ..
. .. . . . ... . .. .. .. . . . . . . . . . . . . 245
Sait Halim Paşa . . . .... . ........ ...... . .. . ... . . . . . .. ..... ... . . . . . ... . . . . . .. . . .
......... . . . .250
Mehmet Necip (Türkçü) . .... ... . . . . . .. .
. . .. . . .. ... . ........ .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 250
Yusuf Akçura .. .
. .... . . . .. . . . . . . . . . . .. ...... .
. ... . . . .. .. . . .
. .. .... ... . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . 251
Ziya Gökalp . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . ................................ . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 254
Yaşanu ve Çevresi ................................... ....................................... 254
Edebiyatçı Kişiliği ......... . .
.................... .......................................... 258
Dil Sorunları Karşısında .. ..... ..................................................... . 260
...

Dünya Görüşü . . ..
.................................... ... .
............. ...................... 262
Kültür (Hars) ve Uygarlık (Medeniyet) Anlayışı ............................... 264
Ekonomi Anlayışı ...................................................................... 266
Ahmet Ağaoğlu ............................................................................ 268
Prens Sabahattin .......... ................. .............................................. 269
Baha Tevfik .................. ............................................................... 270
Mustafa Şekip Tunç ................ . ...... .............. ................. ............... 2 72
İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu ............................................................ 274
Mehmet Emin Erişirgil. . . .......... . .................................................. 275
Mehmet İzzet .............................................................................. 277
Mustafa Suphi ............... .......... ..... ............................................... 2 79
Dr. Şefik Hüsnü Deymer .... ...... . . .
.. .. ...... .. .
.... . . . . . ... ............ . 281
...........

VE Ö TEKİLER ....... . ...... . ... . . .. .


.. .. .. .... ..
. ...... . 283
........................

Hüseyinzade Ali Turan ............ .. . . .. .. ... ................................. ......... 283


M. Şemsettin ...................... ... .......... . ........ . . . . . . . ........................... 284
İsmail Fenni ....................... .
................ .. ... .
....... ................... .......285
Nüzhet Sabit ........................................ .
...................................... 285
Celal Nuri ............. . ............. .. ... ... . ..
.. ................... . . . ..................... 285
Ahmet Rasim ................... ...... . ...................... ....... .
..... . .
... 286
............

Ali Kemal ............................................ .. ... .


....... .. 286
........................

Rıfat Bilge ........ ................................... . .


................ ..................... 286
Ali Reşat. ................................................ .................................. . . 286
Ahmet Refik . . . . . . . . . . . . . .......................................... ........................ 286
Ahmet Emin ................................... ............................................ 286
Yunus Nadi ...................................................... ................... . . . ..... 287
Ahmet Cevat ...................... ......... .......................................... . . . . . . 287
Hasan Tahsin Recep ........................................................... ......... 287
Reri Cevat . . . . . . . . . ................................. ..... ................................... 287
Ruşen Eşref ....................................................... .. ....................... 288
Mehmet Zekeriya ............................................................... . 288
........

Falih Rıfkı ............ .. . .. .


........................................................... . .288 ...

D üşünAdaınlanndanÖrnekler .............................. .................... 289


Yusuf Akçura. Üç Tarz-ı Siyaset'ten (289);
Sait Halim Paşa. Meşru.tiyet'ten (292),
Fikir Bu.hranlanmıı'dan (2 94);
MehmetAıc.if. Mektep Kitaptan (29 7);
Necip Türkçü, Bizde İdeal 4: idealinSeciye ile Münasebeti (2 99);
Ziya Gökalp. Millet ııe Vatan (302). Türkçülük Nedir? (304);
Prens Sabahattin. "&iencc Sociale" (308);
Dr. Şefik Hüsnü Deymer, Türkiye'deSosyaiSını,ftar'dan (31 0).
Türk Aydınlan (31 4).

D izin ........................................ ..................... ............... . ........ 317


ÖYKÜ/ ROMAN
HÜSEY İ N R AH M İ GÜ R PI N A R

Osmanlı !mparatorluğu'nun çöküş döneminde, yıkılışın birey, aile ve


toplum üzerindeki etkilerini yansıtan romanlarıyla, çağdaş edebiyatımızın
büyük dönemeçlerinden biri sayılan Hüseyin Rahmi, İstanbul' da doğdu ( 1 7
Ağustos 1 864). Dört yaşlarındayken annesinin ölmesi üzerine, anneannesi­
nin Aksaray'daki konağına alındı. Düzgün bir eğitim yapamadı. Dönemin
ortaokul düzeyindeki "rüştiye"lerinden birinde okurken " falakaya yatırıl­
dığı" için bir süre okula gitmedi. Özel ders alarak Fransızca'ya başladı. Da­
ha sonra sınavla "Mahreci Ahkam" adlı okulun ikinci sınıfına alındı. Ora­
dan Mülkiye Mektebi'nin lise bölümüne geçti. ikinci yılında ciğerlerinden
hastalanması nedeniyle bu okuldan da ayrılmak zorunda kaldı.
1 943'te yaşamı, aile kökeni üzerine bilgi isteyen Ankara Dil ve Tarih­
Coğrafya Fakültesi öğrencilerine verdiği yanıtta, öteki insanlardan " müs­
tesna" bir durumu olmadığını belirterek şöyle yazmıştı:
Şahsıma büyük önem vermediğim için hayat hadiselerinin çoğu maz­
butum değildir. Ne olacak? Doğuş, yaşayış, ölüş mukadderatında az
çok farklarla esas bakımından insan insana benzer... Dinlerin teminine
göre ilk cedlerimiz Cennetten kovulma Hazreti Adem'dir. "Darwinis­
me" bakımından hep orangotanzadeleriz. Bu iki rivayetten asalet itiba­
riyle hoşumuza gideni değil, naturel "genealogie"ye uygun düşeni kabul
etmeliyiz... Fransızca'dan başka dil bilmem. Onu da mekteplerde şöyle
böyle ders gördükten ve bir ara Tahir efendi adında bir zattan hususi
olarak okuduktan sonra kendi kendime ilerlemeye uğraştım. (D il ve Ta­
rih-Cojrafya Fakültesi D ergis� cilt: 111, sayı 3, Mart-Nisan 1945).

15
MEŞRUTiYET DONEMi

tlkgençliğinde bir süre Ticarer Mahkemesinde mülazımlık, Nafia Nezare­


ri Kalemi'nde çevirmenlik yapan Hüseyin Rahmi, ilk romanı Şık -yahur Ay­
na- Ahmer Mirhar Efendinin "Tercüman-ı Hakikar" gazeresinde "refrika"
edilmeye başlandıkran sonra (23 Şubar 1 888) yazarlık mesleğine geçri. "Ter­
cüman-ı Hakikar" ( 1 888- 1 894), " ikdam" ( 1 894-1 907) gazerelerinde çevir­
men ve yazar olarak çalışu. Ahmer Rasim'le birlikre çıkardıkları "Boşboğaz"
( 1 908) adlı mizah gazeresinin mahkemece kapaulması üzerine kendisini ro­
man yazmaya verdi. Cumhuriyer döneminde Kürahya'dan millervekili seçile­
rek parlamemoya girdi ( 1936- 1 943). lsranbul'da öldü (8 Man 1 944).
Ölümünden yıllar sonra hayalının pek çok dönemini geçirdiği Heybeli
Ada'daki evi "Hüseyin Rahmi Gürpınar Müzesi" olarak halka açıldı.

G e n e l Ö ze l l i k l e r i y l e Y a p ı t l a r ı
Hüseyin Rahmi'nin romanlarında en belirgin özellik, wplumsal hayalın
değişme evrelerini genel çizgileriyle yansırma gücüdür. Abdülhamid döne­
minde beyi, hanımı, züppe genç çocuğu, uşaklarıyla konak: alafranga özlem­
leriyle barıya öykünen mudu azınlık ... Meşruriyer döneminde hayara çıkma­
ya başlayan küçük burjuva ararabakanın, wplumsal ilişkilerdeki değişme
karşısında geçirdiği sarsınular ... 1. Dünya Savaşı yıllarında açlıkla, sefalcdc
mücadele eden halk, mürareke yıllarında Isranbul'a "Frenkisran" görünümü
veren işbirlikçi burjuvazinin çıkarcı, düzenbaz, saulmış kişileri... Hüseyin
Rahmi'nin romanlarında sergilenirler.
ilk yapılı Şık'ra " hiçbir meziyer ve fazileri olmayan, her harekeri birer
adi mukallid ikren ibarer" kendini beğenmiş bir züppeyi işlerken yer yer Ah­
mer Mirhar Efendinin erkisinde görünmesine karşın, özellikle güldürü öğe­
lerini kullanmadaki becerisiyle kendi kişiliğini onaya koyar.
ilk dönemi olarak kabul edilen 1 8 8 1 - 1 90 1 yıllarının en başarılı romanı
Mürebbiye ( 1 899) ise, Hüseyin Rahmi'nin sanarında ilk önemli aşama sa­
yılmışur. Babasından kalan serveri değerlendirmesini bildiği için " vezir ko­
nağı debdebesinde" bir hayar sürebilen Dehri Efendi ailesinin sergilendiği
hu romanda yine alafranga düşkünlüğü ve baudan gelen her şeyin doğuda
büyük önem verilerek karşılanışı anlaulırken, Osmanlı erkeğinin cinsel bu­
nalımları da onaya konur.
iffet, Mutallaka, Tesadüf, Nimetşinas, Sevda Peşinde, Son Arzu roman­
larındaysa, Osmanlı aile kuruluş ve gelenekleri içinde kadının sorunları iş­
lenmişrir. lffer're, yabancı öğrenim görmüş bir kızın olaylar karşısındaki
bunalımları; Mutallaka'da kocasıyla mudu bir yaşam kuran kadının kay­
nanası ile olan i lişkileri anlaulır. Boşanma usulünde kadını hiçe sayan hü­
kümleri eleşrirdiği Mutallaka'da yeni kadın, eski kadından daha gerçekçi
olarak çizilmiş, olayları a kıl yolu ile çözme yereneği üzerinde durulmuşrur.
Tesadüf ve Nimetşinas'ta erkeğe unınan birden fazla kadınla evlenme

16
H O S E Y I N RAll M I· G O ıtı•ı NAii

özgürlüğü yerilirken, Sevda Peşinde ve Hazan Bülbülü' nde öğrenim gör­


müş genç kızların ailelerinin zoruyla, çirkin, ya da yaşlı ama zengin kimse­
lerle evlendirilmelerinin yaramğı sonuçlar işlenir. Son Arzu ise, okumuş
genç kızın beğenmediği erkekle zorla evlendirilme tehlikesi karşısında dire­
nişinin öyküsüdür.
Eski ile yeni arasındaki çauşmaların açık olarak verildiği hu romanlar­
da Hüseyin Rahmi, "esk i"yi geride kalmışlığın gülünç inatçılığı içinde ser­
gilerken, doğallık sınırlarını aşmaz. " Yeni"yi de, sahip olmadığı niteliklere
sahipmiş gibi göstererek " idealize" ermez.
il. Ahdülhamid'in zorbalık döneminde yazıldığı halde " lkdam" gazete­
sinde tefrika edilirken (18 Temmuz 190 1 ) sansürce yayımı kesildiğinden
Meşruriyeuen sonra basılan ( 19 1 1 ) Şıpsevdi'nin kahramanını Hüseyin
Rahmi, "Şövalyelikle Cervanres'in Don Kişot'u ne ise, şark alafrangalığı
aleminde de Meftun Bey, işte odur .. " biçiminde ranıur. Şıpsevdi'nin " Hika­
yemin Hikayesi" (sadeleştirilmiş 2. baskı, 1 946) adlı önyazısında hau uy­
garlığının ülkemiz için uyanma meselesi olduğunu, daha sonra da ilerleyi­
şimizin önderi olacağına inandığını belirtir. Bau edebiyatının, bilim kay­
naklarının genç kuşaklar üzerindeki olumlu etkilerini onayladığını ifade
eder. Nedir ki, ailelerinin maddi olanaklarından yararlanarak çocukluğun­
da Fransızca öğrenen kimi yeteneksiz kişiler, barının bilim ve sanat değer­
lerine değil, giyimine kuşamına meraklıdırlar. Ara binmeyi, kumar oyna­
mayı öğrenmişler, yalnızca "salon adamı" nitelikleri kazanmışlardır. " Bu
zadegan sınıfından alafrangalar"ın genellikle "anaları Frenkçe, bahaları
Türkçe, dadıları Rumca konuştuklarından dilleri de karışıkur.
Şıpsevdi, yeniliği züppelik, hau uygarlığını benimsemeyi kopyacılık,
çağdaşlığı giyim kuşam olarak kabul eden Tanzimat sonrası mudu azınlığı­
nın yergisidir. Romancı, imparatorlukla birlikte yıkılıp gidecek olan hu sı­
nıfın insanlarını eleştirirken geleneksel ahlak kurallarına da ödün vermez.
Ne safsatalardan yanadır, ne züppelerden ...
Gulyabani ve Cadı, cin, peri, gulyabani söylentilerine inanan safd illerin
aldaulmaları konusuna dayanır. Boş inançlara bağlı olan kimselerin açık­
gözler tarafından aldaulmalarının sergilendiği hu iki romanda yazar, gül­
dürü yeteneğinin en yukarı düzeylerine çıkar.
Birinci Dünya Savaşı'nın yaramğı büyük toplumsal sıkınuları, asker ve si­
vil hürokradarın, vurguncu tacirlerin, devletlilerin refahına karşılık halkın se­
faletini, açlığı, servet ve ırz spekülasyonlarını işleyen Hakka Sığmdık'ta Tev­
fik Fikrel'in " Han-ı Yağma" şiirini çağrışuran bölümler vardır. Halkla para
bahaları arasındaki çelişkiler duygusal bir dille belirtilirken, " luihar ve Te­
rakki" ağır bir dille suçlanır.
Hürriyet, müsavat, uhuvvet diye herkesin ağzına hir parmak hal
çaldılar. Meşrutiyet lafziyle höyle eğlenmek için mi? Bizde taayyüşün

17
M E Ş R U T i Y ET D O N E M i

kaide-i esasiyesi ( yaşamanın ana kuralı) evvela çatmak, sonra çal­


maktır. Mutlakiyette budur, meşrutiyette bu. Çatılacak makarna ça­
tamayan, sıraya girip çalamayan aç kalır. Daima kanunun fevkinde
ya bir h ükürnet, ya bir cemiyet peyda olur. Su başlarını zorbalar alır.
Hüseyin Rahmi'nin toplumsal yergi yönünden en başarılı yapıtlarından
biri sayılan Ben Deli miyim? romanı, Cumhuriyetin ilk yıllarında Son Telgraf
gazetesinde tefrika edilirken ( 1924) mahkemeye verilmiştir. Yazar, bu roma­
nında halkın büyük çoğunluğunun soyulduğu düşünüsünü savunur. Toplu­
mun suçlu saydığı insanların ağızlarından toplumsal adalet yokluğundan ya­
kınır. Hiçbir ülkede özgürlüğün var olmadığını söyler. "Gıdasızlıktan toprak
rengi bağlamış aç halkın gözleri önünde" büyük ziyafetler, balolar düzenlen­
mesini kınar. "Ben Deli miyim?"de delinin psikolojisi ile birlikte yakın çev­
resindeki ahlak yoksunu kişiler ve her tabakadan değişik tipler sergilenir.
Gene Cumhuriyet döneminde yazdığı Utanmaz Adam 'da , çocuk yaşla­
rından itibaren hile ve hırsızlık yollarıyla para kazanan bir dolandırıcı ile,
Abdülhamid döneminde saraya hizmet ederek zengin olan, sonra Meşruti­
yette " ittihat ve Terakki"ye yanaşarak, devletin sırtından kapitalistleşen
bir kapkaççı tipi çizilir. Toplumsal yapının, yıkılış dönemlerinde görülen
bütün değer çöküşlerine, kokuşmuşluklarına ayna tutan bu romanı da Hü­
seyin Rahmi'nin güçlü yapıtlarından biri sayılır.

Ort a k Ö zell i k l e r i Y ö n ü n d e n
Hüseyin Rahmi'nin romanlarında belirgin ortak özellik, Istanbul'da ge­
çen olaylara bağlı konuların işlenmesi, değişik sınıf ve tabakalardan gelen
İstanbullunun yaşadığı çevre, yaşayış biçimleri, gelenekleriyle yansıtılması­
dır. Toplumsal ilişkilerle birlikte, birçoğu ortadan kalkan eski gerçekler (at­
lı tramvaylar, Şehzadebaşı'nda ramazan geceleri, hıdrellez eğlenceleri) işçi
sınıfının sayı yönünden varlığının ağır basmadığı yıllarda, kendine özgü ya­
pısıyla eski lstanbul maha 1 lesi; batının biçimsel değerlerine düşkün bir
azınlığın konakları, yalılarıyla yaşadığı öteki l stanbul, Hüseyin Rahmi ro­
manının başlıca öğeleri olarak görünür. Nedir ki, romancı, zamanla deği­
şen, ortadan kalkan çevre koşulları içinden son 50-60 yılın insanına özgü
tiplere yaşarlık kazandırmakla, döneminin öteki yazarlarından ayrılmıştır.
Daha ilk romanlarında bile Gürpınar'ın tip çizimindeki başarısı açıktır:
Hu ... Delikanlılar, baksanıza civanlarırn, diye bir ses işittik. Sada­
nın geldiği tarafa baktık ki, şakağı üzerinde yüz karası gibi bakla ka­
dar bir laden, kaşlarında kazan kulpu rastıklar, çenesinin üst tarafın­
da o ladenden bir siyah leke sıçramış gibi bir hal-i rnüstehrek bulu­
nan başörtülü, kirli yeldirmeli, müdevver çehreli, e lli yaşlarında ka­
dar tornbalakça bir kadın, elindeki meydan süpürgesinin sapını kol­
tuklarından biri altına dayamış, behimi bir tebessümle bize doğru gü­
lüyor. ( 1 ffe t , 1 897)

18
H O S E Y I N R A H M i G O R P I NAI\

Kişilerini somutlarken hem görünen yüzleriyle, hem görünmeyen yönle­


riyle vermeye özellikle dikkat eder:
Hidayet efendi ... Softa bozuntusu birşey. Yalnız sakalı değil, bıyık­
ların da onda sekizini kazıtmış. Kalın ensesinin katmerleri arasından
loş medreselerin küf kokusunu alıyorum. Fesinin üzerinde bir sarık
izi seçiliyor, kravatında daima çarpılmaya meyyal bir itaatsizlik var.
Geniş mestlerin içinde yabani büyümüş ayaklarının iri kemikleri, po­
tinlerinin şeklini çarığa çeviriyor. Vücudunun mebzul kıllarını ta bur­
nunun, kulaklarının deliklerinden harice fışkırtacak kadar beşeresin­
de bir kuvve-i namiye vardır. Medresenin kalın, mahrem duvarları
arasında çektiği istimnanın süzgünlüklerini kah-kah, gözlerinden se­
zer gibi oluyorum. ( B e n D e l i m i y i m? , 1924)
Konuşmalar ise genellikle doğaldır; canlı ve gerçeğe uygun biçimdedir:
Kadınlar pencereden dışarı bakıp:
- A ... şey... Bak... bak... şurada kanbur kahveci mangalı dükkanın
önüne koymuş, isgarada cızbız köftesi pişiriyor.
Kadının biri birkaç defa yutkunduktan sonra:
- Hay yetişmesin pişirmeye ... Sokak ortasında böyle şey mi olur?
Koskoca cadde bu ... fukarası var... gebesi var... aş ereni var ... emzik­
lisi var... kokuta kokuta alemi böyle imrendireceğine dükkanın içinde
pişirse de gizlice ziftlense olmaz mı?
Kadının biri emzikliye hitaben:
- için çekti mi kardeş?
Emzikli sıkılarak önüne bakar. Diğer bir kadın onun tarafından ce­
vap verir:
- A, ne demek, hiç emzikli olur da imrenmez mi? Söyle kızım ... söy­
le için çekti mi?
Emzikli biraz kızararak:
- Ne yalan söyliyeyim, çekti ... Söylemesi kabalık, böyle göbeğime
kadar bir ezinti duydum .. (Şıps e v d i , 1909)
.

Kimi romanlarında uzun süren bu konuşmalarında gene doğallık, canlı­


lık niteliklerini yitirmemesine karşın, romanın akışını aksamğı görülür. Bu
durum, onun meddah ve Karagöz oyununun olanaklarından yararlanarak,
halkın alışık olduğu beğeni düzeyine aykırı düşmeme özeninden doğduğu
söylenebilir. Kimilerindeyse doğrudan doğruya Karagöz oyunlarındaki te­
kerlemeleri andıran konuşmalara da rastlanır:
- Aman ne çocukluk hazret ... yaraşır mı sana bu hiffet?
- Sözün ayni keramet ...
- Kalb yerinden mi oynadı?
- Duydum. Hop hop hopladı.
- Acaba kardiyanostrafi, yani tebdil-i mekanı kalbi vuku buldu mu?
Hasta korkudan sarsılarak eliyle sadrına mütelşiyane mevki-i kal­
bisini aradıktan sonra:
- Eyvah ...

19
MEŞ R U T i Y E T D O N E M i

- Ne var? Allah. ..
- Dediğiniz olmuş. Kalbim yerinde değil. Evvelki solda çarpardı,
şimdi sağ tarafıma geçmiş ... Artık işim bitmiş. (Cehennemlik )
Nedir ki, konuşmalar hem kişilere hem kişilerin yaşadığı dönemlere uy-
gunluk özelliğini hiç yitirmez.
ilk gelen: - Ne bileyim ben.
- A niye bilmeyeceksin? Bizden evvel gelmişsin.
- Evvel geldiğime kabahat mı ettim?
- A, ne nobran kadın. Senden adam gibi lakırdı soruyorlar, neye
ters cevap veriyorsun?
- Bunun tersi yüzü var mı hanım? Ben de sizin gibi buranın yaban­
cısıyım. Ne bileyim ben?
- O altındaki iskemleyi nereden buldu n?
- Böyle bir suale ne senin hakkın vardır, cevap vermeye ne de be-
nim bir mecburiyetim.
- Haydi öyle olsun lanet karı ...
- Kararsın ömrün, günün inşallah ..
- Sen buraya Sulukuleden m i geldin?
- O sizin ailenizin memleketi.
- Bak, ben pamuklar gibi bembeyaz bir kadınım. Senin çingene ol-
duğunu herşeyden evvel rengin, cildin söylüyor. Biz buraya girdiği­
miz vakit, elinde küçük ayna ile şebek gibi boyanıyordun. Patlıcanı
ne kadar badana etsen esmerliği kapanmaz. ( B i 11 u r K a I b)
Doğa betimlerine fazla düşkün değildir. Olayın akışı gerektirdiği zaman
kısa belirtmelerle yetinir:
Tren Göztepe'yi geçti, Feneryolu mevkiinde durdu. Girenler çıkan­
lar, inceli kalınlı borular, çanlar ... tamamen feryadları, hep bu, gürül­
tüler. (Ş ı ps ev d i )
Çevreyi anlatma gereği duyduğu zaman, şairaneye kaçmadan üstün göz­
lem yeteneğini kullanarak en küçük ayrıntıyı bile göz önünde tutmaya özen
gösterir. Başarı ile yansıtır:
Biraz ötede viraneye kurulmuş, içi al, üstü tirşe çifte direkli çadırın de­
runundan fışkıran zilli maşa, darbuka ve klarnet sedaları gecenin rutu­
betli havası içinde burgula burgula helezonlar yaparak yükseliyor, etrafa
nağmelerini saçıyor. Çadırın tavanından sarkan elvan kağıtlardan ma­
mul zincirin ortasında yanan, etrafında billur avize menşurlariyle süslen­
miş iri lambanın altında omuzdan ilikli, yardan ayrıldım mintanlı, caına­
danlı bir çift genç tulumbacı raksediyorlar. Klametenin kıvrak nağmele­
riyle, zilli maşa, darbukanın seri usul-u darabatına ayak uydurarak kar­
şı karşıya öyle sekiyorlar, öyle kıvırıyorlar ki, etraftan tahsin naraları ya­
ğıyor; herkesten fazla aşka gelen klarnetçi nefirini havaya kaldırarak ku­
lakları yırtacak kadar keskin, acı, tek tiz perdeden feryatlar koparıyor.
( S o n A r z u)

20
HOSF.YIN RAHMi GOıtrlNAll

D i l A n l a y ı ş ı, Ü s l u b u
" Her sınıf halkın", "okuma ihtiyacını " karşılamak için yazmayı amaçla­
yan Hüseyin Rahmi, azınlığın değil, çoğunluğun dilini benimsemiştir. Onu
çağdışı romancılardan ayıran en önemli özellik dil anlayışıdır. Tümceleri, ku­
ruluşları yönünden Edebiyat-ı Cedide beğenisinin dışındadır. Düzyazıda kısa
tümcelere dayanan bir yapının ilk örneklerini vermeyi başaı:mıştır.
Vapur Kadıköy iskelesine yanaştı. Kendimi bir arabaya attım, ezana
yakın köşke vasıl oldum. Nöbetim arttı, beynime bir uğultu arız oldu;
odama çıktım. Pek fena hasta idim. Duracak, oturacak halim, kuvve­
tim kalmamıştı. Kanapenin üzerine uzanıverdim. ( R i r Mu a d e I e - i
S e v d a , 1899 )

Aynı yılların öteki romanlarında da betimleme ve öyküleme durumların­


da bile, uzun tümcelerden çok, kısa ve yalın tümce örnekleri görünür:
Gülsüm, çarşafı üzerinden attı, oradan eline geçirdiği bir başörtüsüy­
le ortada hizmete girişti. Kahveleri pişirdi; bir fincan Hacı'ya, bir de
Nefise'ye verdi, üçüncüsünü de kendisi aldı. Ufak minderlerin üzerin­
de, mangal kenarında bir sehpayı sohbet teşkil ettiler. ( Tesadüf, 1900)
iskeleyi almışlardı. Vapur başını açmak üzere manevra icra ederken
Hesna hanım geldi, iskelenin kenarına oturdu. Ne mümkün içeriye at­
lamak .. . ( N i m e t ş i n a s , 1 9 O O )
Kolay çoğaltabileceğimiz bu gibi kısa ve yalın tümce örneklerine " Edebi­
yat-ı Cedide"nin düzyazı anlayışında ender olarak rastlama olanağının bulu­
nacağını düşünebiliriz. Hüseyin Rahmi'nin kişilerini konuşturmadan önceki
bağlantı tümcelerinde daha belirgin olarak görünen bu yalınlık, konuşmalar­
da en üstün düzeye ulaşmıştır:
Meftun, kadınların oturmalarına kadar sabredemeyerek validesin-
den hemen sordu:
- Ne haber?
- Ne haber olacak... Sopa dayak yemediğimiz kaldı...
- Kovuldunuz mu?
- Onun gibi birşey...
Teyzesi Vesiye hanım kendini ilk tesadüf ettiği sandalyenin üzerine
attı. Eleni'den iki yudum su istedikten sonra:
- Ne Şam'ın şekeri, ne arabın yüzü ... ne o altınları isterim, ne de o
kızı ... A, Rabbim esirgesin ... öyle lira ile, malla yutulacak şeyler değil...
Meftun, yeis ve hiddetinden rengi uçmuş bir sima ile:
- Ne oldu canım? Söyleyiniz de anlayayım. ( Ş ıps e v d i , 1 9 O 9 )
Hüseyin Rahmi'nin çağdaş edebiyatımıza en önemli katkısı, düzyazının
yapı yönünden değişmesini doğallaştıran bu tür girişimlere genellik kazandır­
masıdır. Romancı ayrıca, dönemin sözcük olanakları ölçüsünde, gereksiz süs­
lere en uzak, konuşma diline en yakın bir düzeyi tutturmaya özen göstermiş­
tir. Bu özeni ilkeleştirmeye çalışırken inanılır gerekçeler ileri sürmüştür:

21
M E $ 11 UT I Y ET D O N E M i

Bize haut estetique'ten, symbolisme'den evvel ekseriyetin anlayabile­


ceği vazıh, makul, ciddi bir lisanı ilmi edep lazımdır. Lisan bu çorak­
lıktan, lugatsizlikten, bu rekaketi cehaletten, bir sürü hoppaların bazi­
çei keyifleri olmak felaketinden kurtarılmalıdır. Millete talim ve tedris
edilecek pek çok hakayıkı ilmiye, fenniye ve edebiye var. Bütün bu ha­
kikatler bu kuş dili tarzı tebliğiyle anlatılamaz. 1
Dilin anlaşılır olmasına özen göstererek halkın beğenisinden uzaklaşma­
dığı gibi, halkın günlük yaşamda kullandığı deyimleri benimser. Bu deyim­
lere genellikle konuşmalar, ender olarak da kişilerin çiziminde rastlanır:
"Gözleri velfecri okuyor", "Bir sıkımlık canı var", "Silip süpür­
müşler", " Gözlerime uyku girmedi", "Kalıbının adamı değil", "Se­
nin kaytanın gevşemiş", "Üstümüze iyilik sağlık", "Utanmazların ki­
minin suratına, kiminin suyuna tükürmeli", " Ben de durdum seninle
çene yarıştırıyorum", " Köklerine kibrit suyu", " Beni bir ayak evvel
kurtar hurdan", "Ortalık çalkanıyor", "Anasının yüreğine iniyor­
du", "Merdivenin alt başına kadar kendimizi dar atarız", " Köpek
yestehlemekle deniz mundar olmaz" ...
Hüseyin Rahmi'ye göre, dili yalnız yazarların kendileri değil, okuyanla­
r ınbüyük çoğunluğunun da anlaması gerekir. D ilde sadeliğin önem ve ge­
reği anlaşıldığı zaman, edebiyat başlamış olacaktır. Çünkü "dil, bir çeşit ta­
rikat eseri değildir." Çağdaşlarının dil anlayışını eleştirirken yabancı dille­
rin etkisinde kalmanın çıkar yol olmadığını belirterek ulusal hayatın dilin
varlığı ile i k iz olduğunu söyler. Görüşlerinde "milli edebiyat akımının" ge­
tirdiği ilkelere yaklaşır.
Türkçemiz Avrupa lisanları derecesinde mütekamil değilse de mah­
rumiyeti ilmiye, fenniye ve edebiyemizi izaleye hiç yaramayacak ka­
dar kabiliyetsiz de değildir, terakkiye müsaittir; fakat bugün onu Çin­
ceye çevirmeye uğraşanların suikastleri, cahilane tahripleriyle bitiyor;
şivesini, letafetini, kuvvetini, vuzuhunu; bütün milli hususiyetlerini
kaybediyor. Biçareyi kimimiz Fransızcaya, kimimiz İngilizceye, kimi­
miz Acemceye benzetmeğe uğraşıyoruz. Halbuki o, Türk kalmak şar­
tiyle bizim olabilir. Türklüğün en büyük mümessili odur. Çünkü her­
şey ondan doğacaktır. Bir milletin hayatı lisanının varlığı ile ikizdir.
ikisi beraber yaşar, beraber ölür; lisanı ölmüş, milliyeti payidar ol­
muş bir millet gösterilemez.2
Yazar, 1 9 13'1erde bir tartışma dolayısıyla ortaya koyduğu bu görüşleri,
daha önce romanlarında uygulama başarısı göstermiştir.
Hüseyin Rahmi'nin iffet dışında hiçbir romanında eskilerin " üslubu mü­
zeyyen dedikleri" yapay süslerle bezenmiş anlatım hevesine düştüğü söyle­
nemez. Yalın anlatımı edebiyat anlayışının vazgeçilmez öğesi olarak görür.

1. Şekaveti Edebiye, sf. 117; anan: Hüsamettin Bozok, Adımlar dergisi, sayı 12 (Nisan 1944).
2. Şekaveti Edebiye, sf. 119; anan: Refik Ahmet Sevcngil, Hüseyin Rahmi Gürpınar (1944).

22
H O S E Y I N RAHM i G O RrlNAR

işlevini ancak biçimsel oyunlardan arınmış bir anlatımla başarabileceğine


inanır. Bu nedenle dönemin tutucu edebiyat adamlarının sataşmalarını biraz
da alayla karşılar:
Üslup oyununa gelince. O nasıl şeydir? Sorarım. Bu üslup oyunu
..

yeni üdebamızın acemi ellerinde, edebi fakat pek gürültülü ve havai


bir (futbol) şeklini aldı. Birbirine atan atana .. Bu lisanımızın hayatı­
na taalluk eder bir meseledir ki, zavallı Türkçe, bundan dolayı hasta­
dır. Adeta tehlikededir. Selis, açık, sade yazmak ayıp sayılmaya baş­
ladı ... iffet istisna edilirse, Mürebbiye'den Cadı'ya kadar diğer asarım
üsluben hemen birbirinin aynıdır. Ne eskilere, ne yenilere benzeme­
yen kendime has, açık, sade bir üslubum vardı. Muvaffakiyetimi te­
min eden de işte bu süssüz, şaaşaasız ifademdir.3

llk Türk romanları arasında sayılabilecek yapıtların 1 870'1erde çıkabil­


diği düşünülürse, Hüseyin Rahmi'yi edebiyatımızın ikinci romancı kuşağı
içinde kabul etmek zorunluğu doğmaktadır. Nedir ki, kendisinden önce ro­
man türüne değişik deney olanakları kazandıran ancak tek bir isim söz ko­
nusu edilebilir. O da Ahmet Mithat Efendidir.
Hüseyin Rahmi, çoğu kez ifade edildiği gibi, Ahmet Mithat Efendinin
roman anlayışına aykırı bir yol tutmamış, ama onun tekniğinin ve üslup
anlayışının devamcısı da olmamıştır. Bu yargıyı doğrulayan belli başlı ne­
denler şöyle sıralanabilir:
1 ) A hmet Mithat'ın romanlarında, yaşamda örneklerini görebileceğimiz
kişiler pek az bulunmasına karşılık, Hüseyin Rahmi'nin tipleri varlıkların­
dan, okuru kuşkulandırmayacak ölçüde gerçekte olduğu gibidirler.
2) Ahmet Mithat'ın yapıtlarında inandırıcı olmayan rastlantıların, ola­
ğanüstü olayların bolca bulunmasına karşılık, Hüseyin Rahmi, konularını
gözlem ve saptamalar sonucu doğrudan doğruya yaşamdan aldığından olay­
lara ilginçlik kazandırmak için bu gibi gereksiz abartmalara başvurmaz.
3) Ahmet Mithat'ın romanın konusu ile i lgisi olmayan bilgiler vermesi­
ne, ya da kıssadan hisse çıkarmak için, "Vay habis vay. Ama artık bizim de
kızacağımız geldi" biçiminde araya girmelerine karşılık, Hüseyin Rahmi,
öğretmek istediği şeyleri kişilerin konuşmaları arasında verir.
4) Ahmet Mithat'ın üslup kaygısı duymadan meddah ağzıyla yazmasına
ve "dialog"larında doğallık sınırına ulaşamamasına karşılık, Hüseyin Rah­
mi, orta oyunundan, tekerlemelerden yararlandığı birkaç romanı dışında
"dialog" ustası olarak görünür. Kişilerin değişik ruh hallerini, kişiliklerini
bile konuşmalarıyla verme başarısı gösterir.
Bu nedenlerle Hüseyin Rahmi'nin roman tekniğinin ancak pek genel özel­
likleriyle Ahmet Mithat Efendi geleneğine bağlanabileceğini söyleyebiliriz.

3. Cadı Çarpıyor; anan: R. Ahmet Sevengil, H. Rahmi Gürpınar (1944).

23
M E $11UTI Y E T DöN EMI

Gerçekte ikisi de -Edebiyat-ı Cedide romancıları da- doğal olarak, ede­


biyatımızda geleneği kurulmamış olan bu yeni türün tekniğini XIX. yüzyıl
batı ustalarından öğrenmişlerdir. Aleksandre Du mas'nın, Jules Verne'in ro­
manlarına öykünerek, Ahmet Mithat Efendinin Hasan Mellah'ı, Ahmet Şir­
zat'ı yazdığı; Halit Ziya'nın da Balzac, Stendhal, Flaubert, Zola, Daudet,
Goncourt'lardan "neler topladığı, ne fikirler aldığı, nasıl intibalarla yoğrul­
duğu " bilinmektedir. Hüseyin Rahmi'nin de asıl ustaları batıdadır. O da
çağdaşları gibi, batı romanını öğrenme aşamalarından geçerek, Emile Zo­
la'nın "deneysel roman" anlayışını yöntem olarak seçmiştir.
Nedir ki, o da Zola gibi -natüralizmin ve realizmin gereklerini uygulaya­
bilmenin baş koşulu olan- gözlem yeteneğine sahip bulunduğu için, bizim
insanımızın bir bölüğünü bizim hayatımızın bir kesimini çarpıtmadan yan­
sıtabilmiştir. En önemlisi, gerçeği kendi yaşamının dar çerçevesinde arayan
Halit Ziya gibi, zorlama tümce yapısı ve sözdizimiyle, çağdaşlaşan Türk­
çe'nin uzağında kalmamıştır.

R o m a n A n l a y ı ş ı , D ü n y a G örüşü
Hüseyin Rahmi'yi çağdaşlarından ayıran başlıca özellik " hayal" ve
"icad " ürünü olan soyut bir "alem" yaratmamasıdır. Sanatı toplum ve in­
san gerçeklerinden ayrı düşünmez. Doğayı ve hayatı i nceler, dolaşır, görür.
Önemli bulduğu olayları değiştirmeden yazar. Konusunu işleme aşamasına
gelinceye kadar kişilerini gözlemeye çalışır.4
Bu nedenle gözlem ürünü sahneler romanlarına yaşamda olduğu gibi
yansır. Son Arzu'nun önyazısında, " Bir sanatkar tabiatı ne kadar vuzuh ve
sıdkile istinsah edebilirse, o kadar ruh vermiş olur ... " diyen yazar, anlayışı
ve çalışma yöntemi ile " realisme" ve " naturalisıne " in i lkelerine bağlıdır. Bu
ilkeleri "Ben Deli miyim?" romanının savunmasında şöyle anlatır:
Meşhur fiziyolojist (Klod Berner) Eksprimantalizm, yani deneme
usulünü tıpta uyguladıktan sonra, Emile Zola roman zeminine hir
tetkik yöntemi olarak aldı. Deneme usulü nedir? Fizik, kimya gibi ta­
bii ilimler bu usul ile tetkik ve tedris olunur. Mesela tabiatte vuku bu­
lan bazı olayların etken unsurlarını toplayarak bu ilimlerin keşif ve
tetkik çerçevelerine girmiş olayları bir ( la boratuvar) dahilinde biz de
husule getirebiliriz. Bu usul sayesinde bugün bazı ilimler, eski nazari­
yatın hayalatı üzerine kurulmuş yanlışları şimdi kendi sahalarından
sürüp çıkarıyorlar. Tabiatın bize gizli kalmış olaylarını aydınlatmak
için doğacak güneşi ilimlerin semasından bekliyoruz.
Zamanımızın çocuk zihniyetinde olanlarını eğlendirmek için her
dilden kucak kucak tercüme edilen garibelerle dolu masallardan sar­
fınazar edersek, bugün (Natüralizm) ve (Realizmin) bilimsel sınırları

4. Refik Ahmet Sevengil, Hüseyin Rahmi Gürpınar, sf. 59 (1944).

24
HOSEYIN RAHM i GOlll'IN A ll

içinde bir hikaye yazmak, büyük b i r ihataya lüzum gösteren derin bir
ilimdir. Evvela iklimile, güneşile, havasile, içtimaiyatı ve ahlakiyatile
iyi, kötü, mizaç ve adetlerile hasılı bütün etkiler ile bir çevre alacak­
sınız. Sonra her tabakadan seçeceğiniz kahramanlarınızın ruhlarına
hulul ile bu fazıl, müfsid, alim, cahil, hayırsever, alık, akıllı, cani, ma­
sum, namuslu, namussuz, terbiyeli, terbiyesiz, mağdur, gaddar, za­
lim, mazlum şahsiyetleri bu olay içinde tabiatta gördüğünüz gibi ya­
şatacaksınız. içtimai türlü türlü müstekreh yaraları açacaksınız; fi­
rengi, cinnet gibi ... Tabiple beraber fahişelerin muayenesine gidecek­
siniz. Morga gireceksiniz. Teşrih masasının başında çürümüş etleri,
sinirleri karıştıracaksınız. ilim ve hakikat namına yürüyecek ve insan­
lardan hiçbir şey gizlemeyeceksiniz.5
Edebiyat ve sanattan toplumsal bir yarar beklenmesi görüşünde olan Hü­
seyin Rahmi, sanatçının dışla sürekli bir alışveriş içinde olduğuna inanır.
Ona göre, " bir sanat fırçası, bir mezbeleyi, bir cifeyi" de yansıtsa gerçeğe uy­
gun olduğu için "nezih" sayılmalıdır. Edebiyatın, sanatın amacı, toplumsal
yarar ilkesine bağlı olduğuna göre, yazar yeteneğini kasabalara, köylere ka­
dar yayma olanağı düşünen, ülkesinin gereksinmelerini bilen iyilik insanıdır.
Edebiyat seçkinler için değil halk içindir. Avrupa'da halk için çok sayıda
ga7.ete, kitap, dergi ve roman çıkmakta, oyunlar sahnelenmektedir. Kimi tiyat­
roların, pazar geceleri yalnız işçilerle dolup taştığı görülür. Demek ki, "her sı­
nıf halkın ruhunu hoşlandıracak mahiyette sözler, eserler vardır. Herkes fikri
kabiliyetine göre anlar ve anladığı şeyleri arar." Ülkemizde de, "yükselme ya­
karışlarıyla ellerini bize u1.atmış milyonlarca halk var"ken görevimiz, yalnız
sanat ve gerçek aşkıyla yürümektir.
Çağdaş edebiyatı değerlendirirken batıdan örnekler veren Hüseyin Rah­
mi -Meşrutiyet dönemi aydınlarının çoğunun aksine- gözü kapalı batı hay­
ranlığının karşısındadır. Şıpsevdi'nin (19 1 2) önyazısında "Toplumsal haya­
tımız ve a lafranga" üzerinde görüşlerini belirtirken şöyle yazar:
Gözü doymazların hasis emellerine, hakaretlerine hedef oluyoruz; bu­
na mahkumuz. Çünkü kuvvete kuvvetle, tiçarete ticaretle, iktisada ikti­
satla, maarife maarifle mukabele edilir. Bu hususta devletlerle aramız­
daki nisbet o kadar açıktır ki, bu dengeyi husule getirmek için sarfı ge­
reken zamanı, çalışmayı ve gayreti düşündükçe kederden baş dönmesi­
ne tutulmamak kabil olmuyor. Bu hüyiik milletler bizi birkaç suretle
yutmak istidadındadır. Bu hakikatleri henüz çoğumuz anlamıyoruz.
Bu durumun nedeni batının kültür kaynaklarından gereği gibi yarar­
lanamamamızdır. Ekonomide, maliyede, siyasal bilimlerde Avrupa'da
bir yıl içinde yayımlanan yapıtların çokluğu hu kültür bereketi karşı­
sında insanı hayrete düşürecek ölçüdeyken, "iş başında bulunan" yö­
neticiler bunların "fihrist"lerini olsun görseler de anlayacak yetenekte
kişiler değildir. Zadegan sınıfının alafrangaları, Avrupadan ülkemize

5. Aynı eser, sf. 119.

25
ME Ş R U T i Y E T D O N E M i

şıklık, kumar, dans gibi salon hünerlerinden başka birşey getirmedik­


leri için "milli yeteneklerimizin şubeleri" tamtakır duruyor.
Bunun da nedeni, saltçı yönetimin aracı olan kafaların meşrutiye­
tin koruyucusu kesilmesidir. " Bu iki zıt mahiyetin" birinden ötekine
geçişte çabucak eskinin kötü al ışkanlıklarından kurtulabilmek müm­
kün değildir.
Ülkenin yönetim sorunlarını ve yöneticileri eleştirirken ekonomik ve top­
lumsal yapı, iç ve dış sömürü nedenleri üzerinde durmayan Hüseyin Rahmi,
toplumu doğa ile karşılaştırarak çözüm yolları arar. Doğanın, yaratıklarını
öbür hayatların zararına yaşamaya zorlaması gibi, toplumda da güçlü güçsü­
zün efendisi olmak istemektedir. " lnsan, her zaman kendinden zayıfı çiğne­
yip, tepeleyip üst tabakaya tırmanmak hırs ve gayretindedir." Ona göre,
" hodbinlik tabiaten sınırsızdır", her insan kendi başına " nefsani bir kainat ve
hodbinlik merkezidir." lnsan tabiatındaki bu gibi marazilikleri aşk ve açlık
gereksinmelerine bağladığı için, bireylerle toplum arasındaki ilişkilere meka­
nik ve soyut tanımlama yolları arar. Toplumsal ilişkileri biçimlendiren etken­
leri göremez. insanlığın yüzkarası saydığı açlık ve sefaletin ortadan kalkması
için, gerçek özgürlük ve eşitlik için, işçi sınıfının verdiği 1 848 devrimi, Ko­
mün hareketi gibi büyük mücadelelere, önünde yeni görüş ufukları açmaya
yeterli olacak toplumsal evrim aşamalarına yaklaşamaması sonucu kötüm­
serleşir. Soyut i lkelere bağlanan ahlakçıların kaçamadığı çıkmazlara düşerek,
" bütün medeniyet kayıtlarından azadeser yaşayan vahşiler arasında" (Kokot­
lar Mektebi önyazısı, 1 929) bile yaşamak istediği görülür.
50 yılı aşkın süre içinde inandığı doğrulardan ödün vermeyerek, halkın sa­
natçısı olmak isteyen Hüseyin Rahmi'nin Ben Deli miyim? savunmasındaki
son sözlerini, kendisi hakkında verilmiş en nesnel yargılardan biri sayabiliriz:
... Memleketime göre bir hikayeciyim. Hiç bir hasis menfaat
önünde başeğmeyerek yalnız sanat ve hakikat aşkile yürüdüm. Ka­
lemim kırk yıllık emeğile ancak bir şerarecik parlatabildi. Gençler
bu kıvılcımdan güneşler doğurtacaklardır. Mazi, şahsın ef'al ve ah­
lak aynasıdır. Hal, bir imtihan sahası, istikbal cümlemizin en büyük
hakimidir. Biz sustuktan sonra o söyleyecektir.

B AŞ L I C A Y A P I T L A R I Şık ( 1 889), iffet ( 1 896), Mutallaka (Evlat


Hatırı, 1 898), Mürebbiye ( 1 899), Bir Muadele-i Sevda ( 1 899), Metres
( 1 899) , Tesadüf ( 1 900), Nimetşinas ( 1 90 1 ), Şıpsevdi (19 1 1 ), Kuyruklu Yıldız
Altında Bir izdivaç ( 1 9 1 2), Gulyabani ( 1 9 1 2), Ctıdı ( 1 91 2), Sevda Peşinde
( 1 9 1 2), Hazan Bülbülü (oyun, 1 9 1 6), Hakka Sıgındık ( 1 9 1 9), Toraman
( 1 9 1 9), Hayattan Sayfalar ( 1 9 1 9) , Kadınlar Vaizi ( 1 920), Son A rzu ( 1 922),
'J'ebessüm-i Elem (Acı Gülüş, 1923), Cehennemlik ( 1 924), Efsuncu Baba
( 1 924), Meyhanede Hanımlar ( 1 924), Ben Deli miyim? ( 1 925), Tutuşmuş
Gönüller ( 1 926), Billur Kalb ( 1 926), Evlere Şenlik Kaynanam Nasıl Kudur­
du ( 1 927), Muhabbet Tılsımı ( 1 928), Mezarından Kalkan Şehit ( 1 928), Ko­
kotlar Mektebi ( 1 928), Şeytan işi ( 1 933 ) , Kadın Erkek/eşince (oyun, 1 933),

26
H 05EY I N RAHMi G O llP I N A ll

Utanmaz Adam ( 1 934), Eşkıya ininde ( 1 935), Kesik Baş ( 1942), Gönül Bir
Yeldegirmenidir Sevda ôgütür ( 1 943), Ô/üm Bir Kurtuluş mudur? ( 1 945),
Dirilen iskelet ( 1 946), Dünyanın Mihveri Kadın mı, Para mı? ( 1 949), Eti Se­
nin Kemigi Benim ( 1 963), Deli Filozof ( 1 964), Can Pazarı ( 1 968).

Ö Y K Ü K I T A P L A R I Namusla Açlık Meselesi ( 1 933), Katil Puse ( 1 933),


iki Hödügün Seyahati ( 1 933), Tünelden ilk Çıkış ( 1934), Gönü/Ticareti ( 1 939),
Melek Sanmıştım Şeytanı ( 1 943).

K A Y N A K L A R Refik Ahmet Sevengil, Hüseyin Rahmi Gürpınar ( 1 944);


Niyazi Berkes, Hüseyin Rahmi'nin Sosyal Görüşleri, Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesi Dergisi 111. cilt, sayı 3 ( 1 945); Pertev Boratav, Hüseyin Rahmi'nin
Romancı/ıgı, Dil ve Tarih Coğrafya F . Dergisi, cilt 111, sayı 2 (Ocak-Şubat
1945); Agah Sırrı Levend, Hüseyin Rahmi Gürpınar ( 1 964); Muzaffer Gök­
men, Gürpınar Bibliyografyası ( 1 966); Rauf Mutluay, Papirüs, (Nisan-Mayıs
1 969); Günümüzde Kitaplar (özel h ölüm ve kaynakça, Mart 1 984); Dç. Dr.
Önder Göçgün, Hüseyin Rahmi'nin Romanlarında Şahıslar Kadrosu ( 1 987);
Efdal Sevinçli, Hüseyin Rahmi Gürpınar ( 1 990) .

27
M E Ş R U T i Y ET l > ö N E M I

HÜSEYİN
RAHMİ' DEN
ÖRNEKLER

M E T R E S 'ten ka lmaz. Nöbet uyuk lamaya gelir.


- Dorgusu çok güzel kalbin vardır Uyuklarım ... Uyuklarım ... Uyuklarım ...
hanımefendim. Kocam bana umacı diye Arada bir gözümü açar bakarım ki ha­
idi ben kederimden tazı gibi zayıflanır la okuyor, sıkıntıdan avaz avaz haykı­
idim. racağım gelir. Ne vardır madama o ce­
- Ey kokona başa gelen çekiliyor. Ben ridelerde?
" ümiye"sem ne kabahatim var? Allah - Tekmil bu yuvarlak dünyanın hava­
öyle yaratmış. Anası beni gördü de aldı. disi onlardadır.
Ben sahiden umacı imişim gibi çehresini - A ... Yalan .. hiç dünya yuvarlak olur
asıyor, sedirin ta köşesine çekiliyor, eli­ mu? işte dümdüz gözümüzün önünde
ne çarşaf kadar bir frenk ceridesi alıyor. duruyor.
- Tan'dır? Figaro dur I nedir?
' - Sahihini istersen ona benim de pek
- Ben ne tandır bilirim ne mangalı .. fikrim yatmaz. Beyoğlunda Pazar Al­
- Bunları örgenmeye gayretlen yav- man'da Bonmarşe'ye hiç gittin? Onda
rum ... Şimdiki hayat moda hayatı, enst­ rafa koymuşlar, üç ayak üzerine otur­
riksiyon hayatıdır. Ôrgenen ileri varıyor, muş, karpuz gibi yuvarlak birşey var­
örgenmeyen taklak kılıyor... dır. işte o dünyanın cümcümesi imiş.
- işte o elindeki cerideyi ha okuyor... Ben de bilirim ki dünya düzdür ama sa­

ha okuyor.. O körolası kağıdın içinde van'lar yuvarlaktır diye iddia ediyorlar.


böyle bitmez tükenmez ne vardır bil­ Aksisini ispata muktedirsin? Değil isen
mem ki ... Tatlı sözünü işitmekten geç­ düz gördüğün şeye yuvarlaktır diyorlar­
tim, artık kocamın yüzünü de göremez sa "he" demiye mecbursun ... Evet.. o
oldum. Elindeki ceride aramızı yüksek gazetelerde kronik vardır, fediver var­
bir duvar gibi kapıyor. Artık bundan dır, politik vardır, ticaret vardır, roman
anlamayacak ne var? Bey, benim yüzü­ vardır, hasılı vardır oğlu vardır.
mü görmemek için onu öyle tutuyor... - Bu yuvarlak dünyanın bütün hava­
O okurken ben oda içinde gezinir, ufak disini bizim beyden mi soracaklar? Azı­
tef ek iş görürüm. Çocuk huysuzlanır, cık karısının yüzüne bakıp iki çift lakır­
onu döşeğine yaurır, uyuturum. Sonra dı etse olmaz mı?
bir teneke dolusu cigara yaparım. O iş - Görünüyor ki seni karşısında hitaba
te biter. Saatlerle tentene örerim. Gayrı şayan bulmuyor. Öyle Pariz görmüş, si­
ondan da sıkılırım. Artık yapacak işim yans okumuş, büyük sosyete'lerde nut-

28
HOSEYIN R AK M l G O K P I N A K

k a oturmuş, hasılı dünyanın dibine par­ elinden cerideyi bırakıp frenkçe koca
mak vurmuş bir sivilize ile konuşmak bir kitap almasına vesile olur. Yine çeh­
senin harcındır zannedersin? Paris'te reler çatılır, sözlere nihayet verilir.. O
oynanan bir operetinan türküsünü kri­ kitabına dalar, ben de uykuya ...
tike ederse, lafarına bahane bulursa sen - Sana bir bon nüi, ona da zavallı di­
o sözden ne anlarsın? Yoksa Lonşan'da yeceğim geliyor. Ne güzel karılık koca­
baron De Vigny'nin attan düştüğünü lıktır bu?
hikaye ederse sen baronu tanıyabilir­ - Güzel çirkin işte böyle oluyor. Ko­
sin? 11/üstrelerde resmine dikkat etmiş­ nakta haftada ancak bir veya iki defa
sin? kalır. O geceleri de böyle geçiririz.
- A tuhaf şey! .. Ben elin frenklerini - Kusur geceler nerede kalır?
nereden bileceğim? - Bilir miyim? Sorulur mu?
- Öyle ise onun da seniyle edecek lafı - Merak etmezsin? Kıskanmazsın?
yoktur. Beyden şikayetin bu türlü şeyler­ Şeytan aklına vesvese bırakmaz?
dir? - Benim sana anlattığım çektikleri­
- Hele dur dinle. Ben uyuklarken ba­ min yarısının yarısı bile deği l... Hani
zan yüzüme bakarak: "Hanım böyle sen de bana metres ne olacağını anlata­
vakitsiz uyuklamak, bir düzüye esne­ caktın?
mek, beyinsizlik, ahmaklık alametleri­ Modist - Bir erkek bir karıya alakala­
dir" der. Ben de artık kızarım. "Acaba nıp ta onunla hocanın veya papasın ha­
hangi beyinli adamı böyle saatlerde la­ beri olmadan yani nikahsız karı koca
kırdı etmeksizin oturmıya icbar etseniz şeklinde yaşar ise o herife aman, karıya
esnemeden, uyuklamadan durabilir. Si­ metres derler.
zin okumanız bitmiyor ki ... " cevabını Yarım saatlikten tut ta beş on seneli­
veririm. Yine kaşlarını çatar: " İşte bak ğine kadar metres vardır.
lakırdı etmesini biliyor musun? Ona Saffet hanımın çehresi gelincik gibi
okuma değil, mütalaa derler" tekdirine kızararak:
kalkışır. - Ha anladım " kapatma" ...
- H e işte bu lafında haklıdır, o işe Modist - Yağı, tuzu, biberi kendin­
muta/aa derler. den iç yakar, öyle bir kapatma.
- " Okuma" demek " ı:nütalaa" demek Saffet - (Helecanlı bir sada ile) Acaba
değil midir? bizim beyin de var mıdır dersin?
- Tut ki çoklarına göre öyledir. Lakin Modist - O pak yüreğinize yara vur­
fines meraklı ları için hiç te öyle olamaz. mak istemem, lakin mutlak onun met­
Çocukların okumasına, hani şu karnın­ resleri olmalıdır. Siz, tek ine razı olunuz;
dan, yüreğinden okursa "okuma" der­ ben bir kaçından korkarım.
ler; büyüklerinkine muta/aa tabir eyler­ Saffet Hanım çatır çatır arkasından
ler. korseyi çıkarıp atarak yarı çıplak bir vü­
- Ben o kadar incesini bilmiyorum. cutla sandalye üzerine yığılır, hüngür
Kendisiyle aramızda böyle bir kaç söz hüngür bir Büka-yı matem tutturur.
geçince, "bu mütalaa fasılası bey için ( Metres, 1 8 9 9 )

29
ME Ş R UT i Y ET D O N E M i

Ş 1 P S E V D 1 'den Meftun - Orada konsolun üstünde


Meftun - Orasını size anlatmak uzun, sürahiyle su var; bardağı doldur da iç
şimdi yalnız söylediğimi dinleyiniz. bakalım. Rabia bardağı beş parmağıyla
Evet, sol eldeki çatalı rubu şeftaliye sap­ yakalar; suyu doldurur. Lakır takır içer­
lar, sağ eldeki bıçakla meyvayı libasın­ ken validesinin usulca yanındakine:
dan mahirane tecrid edersiniz. Ama siz - lş su üzerine olunca hemen tecrübe­
diyeceksiniz ki, meyvanın libası olur si ediliyor; şefta lilerin, armutların yal­
mu? Burada mecaz istimal ettim. Daha nız sözleriyle vakit geçiriliyor.
vazıh tabiri ile (senbolik) olmak istedim. Dediğini Rabia işitince gülmekten
Fransızcada şeftali, armut vesaire gibi kendini menedemeyerek suyun bir kıs­
meyvaların kabuklarına, yani derilerine mını genzine kaçırır, diğer kısmını da
(Pelure) derler. Avam lisanında bu keli­ yanındakilerin yüzlerine püskürüverir...
me pardesü, redingot gibi üst libasına da Meftun - ( Nefretle) Kız sana yazıklar
tabir olunur. Evet çatal bıçakla şeftali olsun. Alafranga sofrada böyle mi su
nevinden meyvaların derisini soyup çe­ içeceksin? Yanına tesadüf eden bedbaht
kirdeklerini çıkarmak hususi bir maha­ sofra komşularının suratları, üstleri
rete tevakkuf eder; meşk ve talim etmeli, başları ne olur sonra?.. Evvela size şunu
alışmalı; şimdi size anlatacağım bir de haber vereyim ki Frenkler sofrada su
"turp" bahsi kaldı; bazı kimseler ufak değil başka şeyler içerler. Mayilerin içi·
kırmızı turpa çatalı batırıp dibindeki ye­ liş tarzları hep birbirinin aynı olacağın­
şil yaprakları bıçakla keserek yine çatal dan biz şimdi bu tecrübe esnasında su­
ile ağızlarına götürerek yerler, yani turpa yu bira, likör, şampanya, bordo, bor­
nev'ima �eftali muamelesi ederler. Her gony niyetine içebiliriz. Bakınız Baron
hususta pek müşkülpesent görünen " Ba­ Staf sofrada içmeği nasıl tarif ediyor:
ron Staf" turp şeklinde biraz müsamaha­ "içmek istenildiği vakit öyle beş par­
lı, biraz laubali, biraz teklifsizce davranı­ mağınızı açarak bardağı kavrayıverme­
yor. Yeşilliğini bıçakla keserek çatal ile meli. Parmaklar şöyle hafifçe nazikane
yemek zarafette pek ileri varmak, işi ar­ ayağından tutmalı bardağı sükunetle
tık mübalağaya dökmektir diyor. Niçin? ağır ağır kaldırmalı, Nevyorktaki güzel·
Çünkü turpun yapraklarına dokunmak­ lik mektebinin tarifatına göre dudaklara
la insanın eli ne yağlanır, ne ballanır .. Bi­ -guya leb·i şarib kenar-ı sağardan buse
naanaleyh bunu yeşil çiminden tutarak çin oluyormuş gibi- temas ettirmeli " an­
bilavasıta el ile ağıza götürmek "etiket"e lıyabildiniz mi?
mugayir değildir; hükmünü veriyor. Vesile hanım - Hayır anlıyamadık.
Kuşkonmaz şeklindeki müşkülatı anlat­ Böyle bir ziyafette sağır postacının sof­
tımdı ya ... "Turp" işte hep o tekellüfat· rada ne işi var?
tan muaf addalonuyor. Evet sözlerime Meftun ye'sinden iki elini yüzüne ka­
dikkat edin turpun alafranga ihtiram pıyarak:
mevkii bundan böyle, ilelebet hatır nişa­ - Ah. Vücutlariyle hakikaten arlana­
nınız olsun. Rabia sofrada su nasıl içilir? cak soyum sopum varmış...
Rabia - (Gülerek) Ağabey artık onu Vesile hanım - (Ağlıyarak) A evladım
da bilmiyecek değiliz ya? seni arlandıracak ne yaptık? Hamam·

30
HO S E Y I N RAHMi G O R P I N A R

dan bohça kaldırmadık . Bedestenden Vesile - Biz evimizde yemekte yanıba­


takım çalarken tutulmadık. şımıza su koruz. Çoluk çocuk maşrapa­
Meftun - Sağır postacıyı şimdi söze yı doldurur doldurur kana kana içeriz;
katmada münasebet var mı? karnımız lıngır lıngır kırbaya dönme­
- Sen kendin söyledin a yavrum . . . dikçe doyduğumuzu anlayamayız ki ...
- B e n öyle demedim. " Leb-i-şarib ke- (Ş ı p s e v d i , sadeleştirilmiş
nar-ı-sağardan buse çin oluyormuş gi­ yeni basım, 1940)
bi" yani içilecek şeyi sanki bardağın ke­
narını öpüyormuşsunuz gibi zarafetle
içmeli demek istedim. H A K K A S 1 C 1 N D 1 K 'tan
Vesile hanım - Ha bize bunu böyle an­ Cumba cumbaya, yan yana komşu
lat "bardağın içindeki suyu içmeyiniz, ke­ olan Nakiye hanımla Raife hanım, iki
narını öpünüz, yine sofraya koyunuz" de. koca karı pencereden pencereye hazan
Büyük annen küçük annen, ben hiç öyle şöyle halleşirlerdi. Nakiye hanım etrafı
ince lakırdıları anlıyabilir miyiz? Karşın­ kedi gibi koklaya koklaya:
dakilere bir kere bak ta ona göre lakırdı - Hu komşucuğum, orada mısı n?
söyle; ona göre ağız kullan; postacıdan - Buradayım Nakiye kardeş, bizim
puse, sağırdan bardak çıkacağını biz ne ihtiyar kütük gibi yatıyor. Artık onu
bilelim oğlum? .. kaldırsa kaldırsa Allah kaldırır. Gelin
Meftun - Yine lakırdıyı dallandırıp hasta, oğlan hasta, iş başıma kaldı.
budaklandırmayınız; söz söylemekte Yorgunluktan belim kırıldı. Çamaşır yı­
bundan sonra bana meydan veriniz; in­ kamaya uğraşıyorum. Kirlilerimiz dağ
şallah öteki mübahasemizde size dinle­ taş yığıldı. Su yok, odun yok, sabun
me adabını talim ederim. yok. Bir eski fıçımız vardı. Yağmur bo­
Rabia anasının kulağına eğilerek: rusunun altına koydum. Allah ne rah­
- Ne talim ederim? dedi. met verirse hem içeceğiz, hem yemek pi-
Vesile - (Yavaşça) Bilmem anlıyama­ şireceğiz. Hem de onunla arınacağız.. .
dım ki, sorsam kızıyor. Pek zor oldu, kardeşçiğim pek zor .. .
- Ne talim ederse edecek işte ... şimdi Dün bir parça yağmur çiselediydi. Kül­
biz sade dinliyelim. lü s u yaptım... Kirlileri bastırdım. işte
Meftun - Bardağın muhteviyatını bir artık ne kadar temizlenirse .. Uğraş uğ­
hamlede sömürmek pek ayıptır; bir iki raş, ne halim kaldı, ne canım ... Şimdi
yudum içmeli; bardağı yine ayni zarifa­ mutfaktan şuraya cumbanın önüne çık­
ne bir betaetle yerine koymalı, bardağın tım. Belimi yastığa verdim. Biraz içim
içindeki şey bitmemeli. Yalnız hafif ha­ geçmış.
fif azalmalı ... - Hacının ( Hacı, komşuları ve zengin
Vesile hanım - Affedersin oğlum ... in­ birinin adıdır) mutfağından gelen ye­
sanın ne kadar harareti bulunsa yine mek kokusunu duyuyor musun?
sofrada kana kana su içmeyecek mi? Raife Hanım bir av köpeği ihtima­
Meftun - Hayır içmeyecek. Sofrada mıyla gözlerini süze süze havayı kokla­
"Savoir vivre" haricinde hiçbir şey olmı­ mağa uğraşarak:
yacak. - Bir iki gündür nezleden burnum tı-

31
ME$ 11 UT I Y E.T D ö N E M I

kanmış amma .... ( kokuyu içine çeke- - Ateş nerede? inciri bulsam çiy çiy
rek) ay duydum ... duydum ... A mis gi- yerim, şimdi erenlerden biri karşıma
bi şey kokuyor ... a dur bakayım ... şey çıkıp ta: " Dile benden ne dilersin ?" de­
revani... revani... Kaç sene oldu bil­ se ... evvela baklava ... sonra baklava ...
mem, mübareği tatmadım. Yalnız ağ­ gene baklava derdim. Esma'ya sorsana
zımda adı kaldı ... Çok şükür işte şimdi o karının soyunda kurt mu var, köpek
de kokusunu duydum. mi? Baklavanın fıstığını, bademini ko­
- A, bilemedin kardeş ... Sütlü irmik kudan nasıl anlamış?
helvası yapıyorlar ... miyanesi ha geli­ Nakiye hanım sorar ve cevabı nakle­
yorum ... ha geldim diyor. der:
Bir ev aşırı komşudan bir ses daha - Esma'nın kardeşinin oğlu lsmail
gelir ... Raife hanım sorar: bir kovacık su istemek için Hacının
- Kim o? .. konağına gitmiş. Tulumba mutfağın
- Tatarın Esma ... yanında... su çekerken görmüş. Ahçı
- Ne diyor? içerde baklavanın harcını döşüyor­
- ikiniz de bilemediniz. Ne revani ... muş ... göz hakkı kalmasın diye oğlana
n e helva ... bademli, fıstıklı Şam bakla­ akşamdan killma iki tane yassıkadayıf ı
vası ... diyor... vermişler. O da bir buçuğunu yemiş,
Raife hanım bağırarak: yarısını teyzesine getirmiş ... Kadayıfla­
- Esma i lahi karı yetişme ... fıstıklı, rın o kadar yumu rtası, tatlısı bolmuş
bademli diye bir de ballandırıyor ki ki ağzına layık, lezzeti damaklarında
imrenmeden insana küçük dilini yuttu­ kalmış ...
racak... gebe olsam çocuğum düşerdi, - Bizim ihtiyar yassıkadayıfını hep
emzikli bulunsam sütüm kesilirdi. O rüyalarında görüyor, kadayıfın üzerine
kadar içim çekti ... Acaba ölmeden ba­ beyitler düzüyor. .. Ne para eder kar­
na baklava yemek kısmet olacak mı? deş, kadayıf demekle insanın ağzı tat­
Hiç ummuyordum ... M uharebe bite- lanır mı ? Ben de kovayı alayım da bir
cek te ... şeker, yağ, un ucuzlıyacak ta .. . gün oradan su istemeğe gideyim ... Ba­
param olacak ta baklava yiyeceğim .. . kalım kısmete ne tatlısı çıkar. içime
ölme eşeğim ölme, yonca bitecek .. . dert olacak, herif ölmeden iki lokma­
Vay kısmetsiz, talihsiz Raife ... cık tatlı yedirebilsem ... Hanım, çeşme­
- Bahçekapısında Şamlıda alası var­ lerin suları kesildi. Kuyularınki çekil­
mış ... di. Allah onlara her şeyi bol vermiş ...
- Varmış amma okkası b i n beş yüze Konağa s u nereden geliyor? ..
midir? Evimi satsam alamam ... Tata­ - A ilahi kardeş ... K uyunun başına
rın Esma bağıra bağıra gene bir şeyler bir makine kodular ... Harıl harıl işli-
söyler. Raife hanım sorar: yor. Yedi kat yerin dibinden s u çeki­
- Ne diyor, ne diyor? yormuş...
Raife hanım oradan aldığını buraya - B u para insana neler yaptırmaz...
nakille: - Dün küçük hanımlar seyre gittiler,
- Ona bir incir tatlısı sağlık vereyim gördün mü ? Beyoğlunda tiyatro var­
de pişirsin, diyor. mış ...

32
HO s EY I N RAHMi G O R P I N A R

- Gördüm, gördüm. Sokağa b i r sürü KUYRUKLU YILDIZ


köpek gelmiş gibi harhar harhar bir A L T I N D A B t R 1 Z D 1 V A Ç 'tan
gürültü oldu. Cumbaya koştum... Bir Bedriye hanım bahçe üzerindeki kü-
de ne bakayım ki konağın kapısı önü­ çük odanın penceresinden bitişik komşu­
ne otolobil (otomobil) gelmiş. lçerden nun tahta kaplamasına yumruğuyla he­
bakalım kim çıkacak diye bekledim. lecanlı helecanlı vurarak haykırıyordu:
Beklerim beklerim, kimse çıkmaz, bek­ - Kardeşim Emine neredesin? .. Pence­
lerim beklerim k imse çıkmaz. Kuruyan reye gel bak sana ne söyliyeceğim ...
erik ağacının kökünü söktük te hasta­ Bir cevap alamayınca kendi kendine:
lara biraz bulgur çorbası pişiriyordum. - Aman bu karı da ne miskindir, kı­
Çorba lapa olmasın diye bir ocağa ko­ yametler kopsa o kuytu odadan dışarı
şarım, bir cumbaya koşarım. Bilmem çıkmaz, içeride haşır neşir olur kalır. ..
Bulgurluya gelin mi gidiyorlar, bu ne Yumruklarının şiddetini tazifle:
bitmez tükenmez süs, nizam ... Nihayet - Emine hanım azıcık pencereye gel..
çıktılar. Hanım, ne kılık, ne kıyafet... bak neler olacakmış neler .. Dünyaya
Kokona desem bunların yanında ko­ yıldız çarpacakmış... Merakımdan bir
kona da bir şey mi acab a ? Bunlar ti­ yerde duramıyorum ... A, bak karı ses
yatro seyrine mi gidiyorlar ? Yoksa bile vermiyor (Yumruğu daha şiddetle
orada oynamağa mı? Yüzlerine bas­ indirerek). Ölü müsün ayol ? Azıcık kı­
mışlar düzgünü, vermişler allığı ... çek­ pırda . . .
mişler sürmeyi ... Bu üç genç kadın bir Emine hanım yavaşça penceresini
sıraya otolobilin içine kuruldular. Ara­ açıp başını dışarı çıkararak:
bacı yan tarafa el attı, bir şeyler yaptı. - Oğlanı yeni uyuttum. Vurma öyle hız­
iki bacağının arasını karıştırdı. Birden­ lı hızlı ... ev temelinden sallanıyor ...
bire bir şey fart ... fart.. etti. Otolobil, o - A daha neler? .. Benim yumruğum­
koca mefret ayı gibi homur homur ho­ dan ev sallanır mı hiç? ..
murdadı. Sonra arkasından bir beyaz - A nasıl sallanmaz? Tavanın aralıkla­
duman çıktı, haydi koydunsa bul... Kuş rından pıtır pıtır tozlar dökülüyor... Bir
gibi uçup gittiler... seyri bitti. Ben he­ iki gündür çocuk rahatsız, ziyade huy­
men gene mutfağa ocağın başına koş­ suzlanıyor, uyutuncaya kadar akla kara­
tum. Tencerenin kapağını açtım. Bir de yı seçtim.
ne göreyim, a dostlar, odunun alevi zi­ - Haberin yok mu?
yade gelmiş, çorba lapa değil pilav ol­ - Ne var ? Yine Sıtkı karısını mı boşa-
muş, simsiyah dibi tutmuş ... Bu zahire dı? ..
yoksuzluğunda uğradığım bu felaketin - Ay yere batsın Sıtkı da, karısı da. . .
acısıyla Nerminine de Narinine de, Sa­ Bu öyle karı boşama falan keyfiyeti de­
diyesine de, otolobiline de lanetler et­ ğil ... iş fena ...
tim. Bak onları seyretmek bana kaça - Ne olmuş canım ?
mal oldu ... Artık bin defa dövün, para - Ortalık çalkalanıyor ... ( Bursa)da
eder mi ? Böyle başıma neler gelir de ge­ sağır sultan duydu. Senin hala bir şey-
ne bir türlü akı llanmam ki ... ne kafa! . . den haberin yok . . . Ah ne felaket .. .
( Ha k k a S ı g ı n d ı k , 1 91 9 ) - Ay, yüreğimi oynatma öyle . . . Me-

33
M E Ş R UT I Y lT D O N E M i

raklanınca boğazıma b i r şey tıkanıyor. - Korkma... hepsi yalan. Müneccim


Pena oluyorum. Evvelki kadar keder uydurması... Ne çarpacağı var ne bir
götüremiyorum ... Pek acıklı bir şey ise şey ... Küllümüneccimün kezzap ... Hacı
söyleme rica ederim ... baban daima öyle söylemez mi? Geçen­
- Acıklının .. acıklısı ... Evlere, barkla- lerde de öyle dediler ... Yine bir kuyruklu
ra şenlik ... Dostlar başından ırak. görünmedi miydi? "Çarpacak" dediler,
- Etme... Bedriye etme.. işte yüreğim "Gökten ateş yağacak" dediler... bilmem
gümbürdemiye başladı... Acaba hacı daha ne haltlar ettiler. Hiç birinin aslı
babama (Selmü nin kavlen) mi geldi? .. çıktı mı? Hay söyleyenlerin kemikleri
Söyle bayılacağım ... çarpılsın inşallah... O geçenki kuyruklu
- Dünyaya kuyrukluyıldız çarpacak­ için bir ucu yerde bir ucu gökte dediler.
mış... Atiye hanımın evinden gözüküyor imiş.
Emine Hanım "tü tü" diye birkaç de­ Bir gece akşam yemeğinden sonra oraya
fa yakasına tükürerek def-i helecana gittik. Şöyle Cerrahpaşa camisinin yanı­
uğraştıktan sonra: na doğru havada iri sorguç gibi bir şey
- Aman ben de korkacak bir şey zan­ gördük... işte o imiş. Bu kadar lakırdı
nettim. Ne kadar telaşçısın kardeş ... meğerse onun içinmiş...
Çarpacaksa çarpsın.. ne var? Kapımı Üst taraftaki komşu. Emeci hanım
kapar, evceğizimde otururum. Bir yere bahçe duvarının önünde dibi yukarı,
çıkmam. Şimdi karılar, "nasıl çarpa­ yani tersine vazedilmiş, bir eski küfenin

cakmış, bakalım?" diye sürü sürü seyre üstüne çıkarak kınalı saçlarını gösterip:
- A çocuklar nedir telaşınız? .. Vıcır
giderler ... A gitmem, gitmem. it köpek
vıcır orada ne ötüşüyorsunuz?
arasında çiğnenmiye vaktim yok ...
Bedriye hanım: - Kuyrukluyu söyleşi­
Bedriye hanım asabi bir kahkaha ile:
yoruz Emeci hanımcığım ...
- Emine kardeş, sen ne kadar aptal­
Emeci hanım: - Hangi kuyrukluyu?
laşmışsın? .. Hiç o koca ( mefret) o sa­
Bedriye hanım: - A kaç tane var kadı­
çaklı raziye bu dünyaya çarpar da senin
nım? ..
evin kalır mı ki kapını kapayıp ta için­
Emeci hanım: - Kaç tane istersin? ..
de oturacaksın?
Sokak dolusu var.
- Hanım benim evime bir şeycik ol­
Bedriye hanım: - Biz o sokaktaki
maz. O helal para ile yapıldı. Kazasker
kuyrukluları söylemiyoruz canım ...
efendinin Çarşambadaki konağı yıkıldı­
Gökteki kuyrukluyu konuşuyoruz. Bir
ğı vakit onun kerestesile bina edildi. içi­
kaç haftaya kadar dünyaya çarpacak­
ne kullandıkları yağhane direklerini sen
mış, diyorlar.
görseydin şaşardın?.. Bu dünya yıkılır
Emeci hanım: - Siz gökteki kuyruklu­
da yine bizim evimiz yerinde durur. Bü­
dan korkmayınız, yerdekilerden korku­
yük zelzelede ne kargir binalar göçtü de
nuz, bu berikiler daha tehlikeli ...
evimizin bir kıymığı bile yerinden oyna­
Bedriye hanım istiğrakla: - Bu yerde­
madı. Sen merak etme...
kiler hangileri a kuzum?
- Emine sen ne kayıtsız kadınsın! Yal­
Emeci hanım: - Hangileri olacak?
lah korkudan bu gece gözlerime uyku
Guguruklarının tepelerine yalancı pır­
girmedi.
lantadan birer iğne iliştirip çarşaflarının

34
H O S E Y I N R A H M i G O R l' I N A R

eteklerini birer arşın yerlerde sürükleye­ Ö y k ül e r i n d e n


rek sokaklarda gezen kuyruklular...
Bedriye hanım: - l lahi Emeci hanımcı­ MİSAFİR
ğım, kıyametler kopsa sen yine böyle On lar geleli, tam on dokuz gün ve o
gençlerle uğraşmaktan vazgeçmezsin ...
kadar gece olmuştu. Karı koca, iki de
O zavallı hanımların kuyruklu olup da
çocuk; dört can .. Şimdi hergün iki okka
kime çarptıkları var?
ekmek fazla alınıyor ve her masraf ona
Emeci hanım hiddetle: - Nasıl? na­
göre artıyordu. Zaten ev dardı. Bu karı
sıt? .. Onların sadmelerine uğrayıp ta az
delikanlı mı hurdahaş olmadı? kocaya ayrı bir oda verebilmek için, ai­
Emine hanım hafif hafif gülerek: - le daha sıkışmaya mecbur oldu.
Yıldız çarpıp ta kıyamet kopacak diyor­ Ne anlayışı geniş, ne saygısız, ne vur­
lar da bak bu kadın hala ne düşünüyor? dumduymaz misafirdi bunlar . . . Ne su­
Emeci hanım infial ile başını duvarın rattan anlıyorlardı, ne gizli ve dokunak­
üzerinden biraz daha uzatarak: lı sözlerden .. En açık yüz vermeyişlere
- Düşünürüm zahir ... yeğenimin oğlu karşı "sinik" bir tebessümle karşılık
Behçet'e geçenlerde böyle yapma pırlan­
vermekten hiç sıkılmıyorlardı.
ta iğneli kuyruklunun biri çarpmış ta
Misafir Halil Efendi akşamcıydı. Ev
oğlan yesinden kendini az kaldı bahçe­
sahibi izzet Efendi ise içkinin damlasın­
deki dut ağacına asıyordu. Yazık değil
mi? Yirmi ikisinde tosun gibi delikanlı ... dan kaçan, kokusundan boğulan, sofu,

Bedriye hanım: - Şimdi öyle şeyler beş vakit namazında bir zat ...
düşünülecek zaman değil... Bu yukarı­ Halil Efendi, her akşam bir cebinde
daki yıldız çarparsa hepimiz tuz ile buz dolu küçük hir şişe, ötekinde kağıda sa­
olacakmışız . . . rılı birkaç zeytin tanesi nevalesi (yiyece­
Emeci Hanım: - Sus kız... içim fena ği) ile gelir, yatsılara kadar ağır ağır
oldu ... Kim söylüyor onu ? . . zif tlenir; izzet Efendi'yi yemeğe bekle­
Bedriye hanım: - Ulemalar kitapta
tir, içtikçe zevklenir, dinletir dinletir,
yerini görmüşler.
zavallı adamcağızı tahammülsüz bırakır
Emeci hanım: - Sen sakla Rabbim
sıkıntıdan öldürürdü.
cümle ümmet-i Muhammedi, bu Emeci
Beş altı akşam bu işkenceye taham­
kulunu da... kıyamet alametleri... işte
ben yine söylerim, bu gökteki kuyruklu mülden sonra, nihayet ev sahibi bir ge­
yerdekilerin şerlerinden zuhur etti ... ce dayanamadı, açık bir şekilde:
Geçen sene Dizdariye taraflarında bir - Efendim, bu olur mu? Her akşam
paşanın katırı doğurdu dediler de inan­ cebinizde rakı ile geliyorsunuz dedi.
madıydık. işte bakınız doğru imiş ... de­ Yüzsüz misafir, bu haklı itirazı hemen
mek ki vakitler yakın ... yapı da pek ço­ diğer şekilde tefsire (yorumlamaya) kal­
ğaldı ... işte bu bir kaç şey kıyamet ala­ karak:
metidir. Biz büyük babalarımızdan,
- Efendim, misafirperverliğinizin cid­
analarımızdan öyle işittik.
den mahcubuyum. Çoluk çocuk ailece
( K uyru k lu Yıldız A ltında
efendimize kaç gündür yük olup duru-
Bir izdivaç, 1912)

35
ME Ş R U T i Y E T D O N E M i

yoruz. Rakımı beraber getirmeyeyim de ışıtseniz, kendinizi zabt edemezsiniz.


onu da mı size aldırtayım efendim? Lu­ Bazen öfke benim de tepeme çıkar, ba­
tufkarlığınızın bu derecesiyle her türlü ğırırım: " Haydi bakayım oradan! Şimdi
büyüklüğün ve cömertliğin üstüne çıkı­ sizi bir güzel körüklerim ha! .. " Birgün
yorsunuz. Yok, artık bu kadarcığına arkalarından, ucu ateşli odunla koştum
müsaade buyurunuz. içki masrafımı ol­ da, anaları bana surat etti. Aaa! Çekilir
sun kendim edeyim ... Deyince misafirin mi bu? Kaç defa daha soğumadan,
bu pek iyimser anlayışına karşı hayret­ imambayıldının içine kirli parmağını
lere düşen ev sahibi, maksadı böyle de­ sokarken gördüm. Ağzına götürüyor,
mek olmadığını izah için birkaç söz ke­ emiyor; tekrar yine sokuyor ... Afacan­
kelemeye uğraşmış ise de, birbirine ta­ lar fıstık gibi tostombay oldular. Anala­
ban tabana zıt bu anlatışla anlayış ara­ rı karı semirdi, beti-benzi yerine geldi.
sında hakikat kaybolup gitmişti. Odalarına çekildikten sonra, sarhoş he­
Birgün ev sahipleri bir odaya toplan­ rif gecenin bir yarısında pencerenin
dılar. Kapıyı sıkıca örttükten sonra, bu önünde türkü söylüyor. Bitişikte ağır
bıktırıcı misafirlerden kurtulmak çare­ hasta var. Ne saygısız maymun!.. Bütün
lerini aralarında müzakereye (görüşme­ sahanlara, tabaklara rakı kokusu sini­
ye) giriştiler. Büyük Hanım diyordu ki: yor. Ben içki sevmem. Övvv! .. Ya onlar,
- Ki lere gidip zahireye bakmaya kor­ ya ben! .. Bunun bir çaresine bakınız ...
kuyorum ... Bin türlü sıkıntılar, fedakar­ Evin kızı Cezalet Hanım, dışarıya ku­
lıklar, üzüntülerle kış için biriktirdiğim, lak kabartarak:
sakladığım öte-beriden bir tek tane kal­ - Dadı, yavaş söyle ... Merdiven ba­
mayacak ... Böyle günde tencere dolula­ şında bir pıtırdı var ... Karı geldi, galiba
rı yemek pişiyor yine doymuyorlar. bizi dinliyor...
" Yarabi şükür!" dediklerini işitmedim. Zarafet köpürerek:
Aman çocuklar, maşallah büyüklerden - Umurumda değil, dinlesin... Kor­
çok yiyorlar .. kum yok ... Ben O'na taşlıkta kaç defa
Zarafet: başa kaka söyledim de, anlamamazlık­
- Nesine maşallah, hanımcığım? Bo­ tan geldi ... Ben de olsam öyle yaparım.
ğazlarına kurt düşsün... Sakın kilere Hazır ev... Hazır yemek, hazır yatak...
bakma, yüreğine iner... Ne sadeyağı içki, türkü ... Keka! .. Her zevkleri yerin­
kaldı, ne zeytinyağı; ne pirinç, ne şeker, de ... Bu " rahatı bırakıp da giderler mi
ne fasulye ... Kiler tamtakır oldu ... So­ hiç?
kağın köpekleri doyar, damların kedile­ Cezalet Hanım:
ri doyar, bu iki obur yumurcak doy­ - Dadı, sus! Azıcık da ben anlata­
maz ... Tencereler daha ateşte iken kar­ yım...
şıma dizilip de: " Dadı, yemek pişti mi? - Anlat yavrum, anlat gülüm, anlat
Acıktık, içimiz bayılıyor. Körükle kö­ elmasçığım... Yedi mahalle bir araya
rükle de, çabuk pişsin ... " deyişlerini bir toplanıp da kırk gün kırk gece anlatsak,

36
H O U . Y I N R AH M i G O RP I N A R

bu dert yine bitmez... Sen anlattığın ka­ tiledim çitiledim de bir türlü çıkartama­
dar anlat, ben de yine anlatırım ... dım ... Kokmuş karı!..
Cezalet Hanım: Büyük Hanım, başı ağrıyormuş gibi
- Misafir Hanım, geldiğinin ikinci gü­ şakaklarını avuçlarının arasında sıka­
nü, sokağa çıkacağını söyledi. Benden rak:
bir çarşafla ayakkabı istedi. Kendi po­ - Bu beladan ne vakit kurtulacağız?
tinleri ayaklarını sıkıyormuş. Fakat, Başımızdan ne vakit defolup gidecek­
kendi çarşafını niçin giymek istemiyor ler?
bilmem... Zarafet:
Zarafet: - Onlar buraya ödünç para bulmaya
- Aaa! .. Sebebini anlamadın mı? Ala­ geldiler. Buluncaya kadar oturacaklar.
caklılar sokakta O'nu çarşafından tanı­ Şimdi para nerede? ..

yorlar da, onun için başka çarşafa giri­ Dışarıdan küt küt kapı vurulur. Oda­

yor, yüzünü sımsıkı örtüyor. Irz sahipli­ dakiler şaşalayarak birbirlerine bakar­

ğinden değil, çok bilmişliğinden... Kal­ lar...

tak!.. Büyük Hanım:

- Dadıcığım, bir parçacık sus! .. - Kim o?

- Sustum sustum... Ha sen söylemiş- Zarafet:


- Kim olacak? Misafir Hanım ...
sin yavrum, ha ben söylemişim ... ikimiz
Dışarıdan:
canciğer.. Birbirimizden farkımız var
- Lütfen kapıyı açınız efendim ....
mı? ..
Zarafet kapıyı açar. Misafir Hanım
Cezalet Hanım:
çarşaflanmış, koltuğunda iki bohça, iki
- Artık her sokağa çıkışında adet
çocuğunun ortasında ağlamaktan göz­
edindi: Çarşaf bizden, ayakkabı biz­
leri kızarmış, mahzun bir çehreyle gö­
den ... Ah, anneciğim, yeni iskarpinleri­
zükerek:
min ne hale geldiklerini görsen gözlerin
- Allaha ısmarladık hanımlar!.. Affe­
dolar... içi oyulmuş kavun dilimine
dersiniz, böyle günde çok rahatsız ettik
döndüler...
efendim. Haftalarca, sayenizde yedik iç­
Zarafet:
tik. Misafirperverliğinizin şükrünü eda­
- Senden ayakkabı, çarşaf istemiş. Ya
dan (yerine getirmekten) aciziz hanım­
benden ne istedi bilsen .. iç donu ... Söy­
larım. Helal ediniz efendim!..
letme beni! Kendininkini kirletmiş... Ta
Misafirin ağlamış mahzun yüzü, af
Kavaklar'dan buraya bir donla gelinir
dileyici mahcubane sözleri, ev sahipleri­
mi? .. benim de yok ayol... Küçük Bey'in
ne çok dokunur. Yufka yürekli Büyük
yastık örtülerinin eski fistolarını sök­
Hanım:
tüm de iki tane yaptımdı. Birini aldı.
- Aaa! Hanımcığım, neye rahatsız
Kullandı kullandı, getirdi kiriyle pasıyle olalım? Başımızın üstünde yeriniz var.
başıma attı. Söylemesi ayıp, kirlerini çi- Böyle birkaç hafta değil, kırk yıl otursa-

37
M E Ş R U T i Y ET l > ö N E M I

nız vallahi yüksünmeyiz... Böyle bir­ - Olur mu hiç? Bırakır mıyız, sizi biz?
denbire ne oldunuz efendim ? .. Yağma yok kuzum, yağma yok! .. Gel­
Cezalet Hanım: mesi sizden, gitmesi bizden ... (Mendili­
- Bir kusur mu ettik? Gücendirdik mi ni çıkarıp, ağlayarak) Aaa! .. Can-ciğer
kardeş? Böyle birdenbire neye kalktı­ gibi alıştım. Evin içi tısss ... Sessiz kala­
nız? .. cak... Mümkün değil, salıvermeyiz. ..
Vallahi salıvermeyiz! Haydi soyunu­ (Çocukların yanaklarını okşayarak)
nuz. Bırakmayız, nafile!.. Aha benim tontonlarım!.. Haydi geliniz
Zarafet, büyük bir vaveyla ile çırpı­ mutfağa ... Bakınız, dadınız bugün size
narak: neler pişirecek ...

38
Ö M E R SEY F ET T İ N

Yaşamı ve Çevre Koşu lları


Dil, kuruluş, anlatım ve getirdiği konular yönünden öykümüze çağdaş anl­
amda değerler kazandıran Ömer Seyfettin Gönen'de doğdu (28 Şubat 1 884).
Babası Binbaşı Ömer Beydir. Küçük yaşta, doğduğu kasabanın mahalle mek­
teplerinden birinde başladığı ilköğrenimini ( 1 888- 1 8 91 ), lstanbul'da, Aksa­
ray'da Fransızca dersine önem veren Mekteb-i Osmani'de tamamladı ( 1 893).
Parasız yatılı olarak Eyüp Sultan Baytar Rüştiyesi'ne verildi.
Ömer Seyfettin çağdaşı edebiyatçılar gibi, il. A bdülhamid'in baskı dö­
nemine rastlayan öğrencilik yıllarında, siyasal eğilim ve amaçların biçim­
lendirdiği bir kişiliğe sahip olmadı. Sık hastalanıyor, yatılı okul koşulları­
nın getirdiği yoksunluklara akranları gibi tam uygunluk gösteremiyordu.
Baytar Okulu'nun son yıllarında tiyatroya karşı olağandan fazla ilgi duyan
öğrenciler arasında belirdi. Bu okuldan arkadaşı olan Aka Gündüz, bu yaş­
lardaki Ömer Seyfettin'i şöyle anlatır:
" ... O devrin edebi modası tiyatro idi. Öyle edebiyat dergileri filan
takip edilmezdi. Manukyan'ın oyunlarına pek düşkündük. O nesil
ahlaken ve ruhen Manukyan'dan pek istifade etmiştir. Sene nihayeti­
ne bir ay kala dersler kesilirdi. Herkes serbest çalışırdı. Eğlenceler, pi­
yesler tertip ederdik. 1 3 12-1 3 1 3 Yunan Muharebesinin akabinde idi.
(Ömer Seyfettin) kendisini gayet hırçın, afacan, çabuk konuşur, bir
yerde duramaz sanırdı. Aklına geleni söylerdi, fakat sert çocuk değil­
di, herkese kendini sevdirirdi. içimizde en iyi yazanlardan biriydi, pi­
yes yazardı, beni de bu yola teşvik ederdi. Manukyan'dan örnek alır­
dı. Fakat sahneye çıkmazdı." '

1 . Tahir Alangu, Ômer Seyfettin, sf. 6 1 ( 1 96 8).

39
MEŞllUTI Y lT D O N E M i

Ortaöğrenimini tamamlamak için yine yatılı olarak Edire Askeri ldadisi'ne


giren ( 1 897) Ömer Seyfettin, bu okuldaki üç öğrenim yılında edebiyat ve ma­
tematik derslerine öteki derslerden daha fazla yakınlık duyan bir öğrenci ola­
rak belirdi. Tanzimat dönemi edebiyatını, özellikle Namık Kemal'i, ders dışı
genişlikleriyle okuyor, günün edebiyat hayatına egemen olan "Servet-i Fünun "
hareketini de yakından izliyordu. Özellikle, bu yıllarda ilk basımı yapılan Fik­
ret'in Rübab-ı Şikeste'si başucu kitapları arasında yer aldı. Ruşen Eşref'e Di­
yorlar ki için verdiği yazıda, Edirne ldadisi'nde belirmeye başlayan edebiyatçı
kişiliğin özelliklerini de yansıtan bölümler vardır:
Daha ben çocukken evimizde birçok divanlar vardı. Onları okuya
okuya edebiyata heves ettim. Fakat eski edebiyatın çeşnisini, zevkini
tattığımı iddia edemem. Çünkü bunun için başka bir ilim, başka bir
tahsil ister. Pek gençken gazeller falan da yazdım; fakat tabii bunlar
saçma şeylerdi. O vakitten bu yana aklımda sadece Leyla-Mecnun'lar
kaldı. Demek ki aslında yalnız onları anlıyabiliyormuşum. Bugün ar­
tık " Eski edebiyat"ımıza hiç taraftar kalmadığı için bu mevzu bahse
bile değmez sanırım. Divan edebiyatı ... işte olsa olsa edebiyat tarihi
için l üzumlu bir saha. Daha fazlasına aklım ermez.
Şinasi'den sonraki edebiyata gelince: Namık Kemal Bey'i çok sev­
dim. "Evrak-ı Perişan"dan sahifeler ezberledim. Bana "Canlılık" zev­
ki veren; beni iyiye, doğruya, güzele samimiyetle alakadar eden Na­
mık Kemal'dir sanıyorum. Ne yalan söyliyeyim, Hamid'i pek o kadar
anlıyamıyorum. Ekrem Bey'e gelince, Nejat'ı için yazdığı şeylere ha­
la bayılırım. Bunlar ne kadar insana tesir eden şeylerdir. Edebiyat-ı
Cedide: Fikret ... işte bana "mükemmellik" şevk ve isteğini veren kim­
se. Lise sınıflarındayken hep Rübab'ı okuyordum. Halit Ziya bizim
ilk üstadımızdır. Ben, bir gece hiç uyumamış, sabaha kadar " Bir Ölü­
nün Defteri"ni okumuştum. Yalnız onun dili iskolastiktir.2
Edirne Askeri ldadisi'nin son sınıfında öğrenciyken, ilkgençlik duyarlıkla­
rını işleyen şiirler yazmaya ve bu ilk k alem deneylerini lstanbul'da çıkan der­
gilere göndermeye heveslenmiş, "Yad" adlı parçası " Mecmua-i Edebiye"de
( 1 4 Şubat 1 900) yayımlanmıştı. Aynı yıl Harbiye Mektebi'ne geçtikten sonra
da dergiyle ilişkilerini sürdürerek (Aralık 1 900-Eylül 1 902 arasında) 13 şiirini
okura ulaştırmayı başardı.
Dil, anlatım, kuruluş yönlerinden Edebiyat-ı Cedide'nin yarattığı şiir be­
ğenisine tam bağlı görünen bu ilk deneyler -yaşına göre- kalemin kurmay­
ları arasına girmesi mümkün bir kişilikten haber veren dizeler getirdiler.
"Çizgili Kağıt" adlı düzyazısı (Mecmua-i Edebiye), " ihtiyarın Tenezzüh ü "
a d l ı öyküsü de (Sabah gazetesi) b u yıllarda yayımlandı.
Harp Okulu'nu bitirdikten sonra İzmir Redif Tümenine bağlı olarak
Kuşadası'nda bulunan Redif Taburuna atanan ( 1 903) Ömer Seyfettin, iz-

2. Ruşen Eşref, Diyorlar ki, 1. bas. ( 1 9 1 7); yeni harflerle 2. bas. ( 1 97 1 ).

40
Ô M E R S E Y F ETTiN

mir'de Baha Tevfik, Mehmet Necip (Türkçü), Yakup Kadri, Şehabettin Sü­
leyman vb. yazarların bulunduğu edebiyat çevresine girdi; Sebat, Hizmet,
Serbest l zmir gazetelerinde yazmaya başladı.
Sonradan günlüğünde, "Harbiye Mektebi'nden çıktıktan sonra büyük ta­
rihçi olmak azmiyle Meşrutiyetin ilanına kadar beş yılını felsefe ile tarihe" ver­
diğini yazacağı lzmir evresinde ( 1 903- 1 908) Fransız öykü ve romanını izleme­
ye başladı. Özellikle Guy de Mauppassant ( 1 850-1 893) ve Emile Zola'yı
( 1 840- 1 902) beğeni dünyasına yakın buluyor, bu yazarların "insanın gerçeği
görmesine yardımcı olduğuna ve düşündürmeye alıştırdığına" inanıyordu.
Edebiyat-ı Cedide'nin " üstat" saydığı Halit Ziya'nın başyapıtları Mai ve Siyah
ile Aşk-ı Memnu onun gözünde "tereddüt içindeki bir kalemin taklitçiliğin­
den" ileri gidemeyen sıradan yapıtlar düzeyindeydi.
Jandarma Okulu din dersi öğretmenliğine atanarak l zmir'e yerleştikten
( 1 906) sonra sözünü ettiğimiz düşün ve edebiyat adamlarının ikisinden, Ba­
ha Tevfik ve Mehmet Necip'ten çok yararlandı. Baha Tevfik ( 1 882- 1 9 1 6 )
l zmir'de doğmuş, yükseköğrenimini Mülkiye Mektebi'nde tamamladıktan
sonra kendisini çağdaş felsefe akımlarının öğrenimine vermişti. Kısa süren
yaşamında, Felsefe dergisi ( 1 9 1 1 ), Zeka ( 1 9 1 2), Eşek ( 1 9 1 3 , kapatılınca
" El Malum", "Yine O " ) dergi ve gazetelerini, Felsefe-i Edebiyat ( 1 9 1 4),
Tarih-i Felsefe (çev. 1 9 1 5), Muhtasar Felsefe ( 1 9 1 5 ), Felsefe-i Kant ( 1 9 1 6 )
kitaplarını yayımlamıştı.
Ömer Seyfettin, "ileri bir kafa, ileri bir dil ister" ilkesini düşün ve sanat
için ön koşul olarak kabul eden Baha Tevfik'in, "Edebiyata büyük istidadın
var. Fakat oldugun noktada kalacaksın. Kat'iyyen ilerleyemeyeceksin. Bir ya­
bancı dil bilmiyorsun. Mutlaka Fransızca ögrenmelisin... " biçimindeki eleşti­
rilerini yerinde görerek, bir Fransızın işlettiği "pansiyon"a geçti; bir öğrenci
azmiyle üç yıl sürekli çalışarak -gereğinde Baha Tevfik'ten ders alarak- Pa­
ris'te çıkan Mercur de Soleil dergisinde şiir yayımlayacak ölçüde Fransızca
öğrendi. Kendi dilinin gizilgücündeki güzellikleri duymaya başladı.

i l . Meşrutiyet'ten Sonra
il. Meşrutiyet'in ilanından kısa süre sonra Selanik'teki 111. Ordu merke­
zine atanan Ömer Seyfettin, oradan Serez'e bağlı Yakorit adlı köyün sınır
karakoluna gönderildi. Askerlikten ayrılıncaya kadar kaldığı bu bölgede
çevresindeki asker, sivil kişileri yeteneğinin verdiği büyük yararlanma ola­
nağı çerçevesinde gözlüyor, 25 yaşın kimliğinde yarattığı dalganışların et­
kisiyle kapıldığı sıkıntılardan ancak " yazma" eyleminin boşaltıcı ferahlığı­
na sığınarak kurtulabiliyordu.
Tuhaf Bir Zulüm, Bomba, Hürriyet Bayraktarları, Beyaz Lale öyküleri­
ne yansıyan bu evresinde Ömer Seyfettin de döneme damgasını basan iki
toplumsal gerçeğin etki alanına girmişti: Özgürlük ve ulusçuluk.

41
M E Ş RUTiYET D Ö N E M i

Özgürlük, Meşrutiyet'in ilanından önce ve sonra eyleme katılan asker sivil


okumuşların gözünde soyut bir kavram olmaktan çıkmış, sonuçlarını hayatın
içinde görmek istediği, topluma yeni doğrultular, ekonomik ve siyasal dönü­
şümler kazandırmasını beklediği değiştirici bir ülkü haline gelmişti. Yusuf Ak­
çura'nın yıllar sonra, Siyaset ve iktisat ( 1 924) adlı kitabında yazdığı gibi:
"Abdülhamid'in son saltanat yıllarında memurlardan, asker ve sivil­
lerden bir kısmı dünya nimetlerinden arslan payı alıyorlardı. Fakat bun­
ların dışında kalanlar, mesela aylıkları ile geçinen küçük taşra memur­
ları, yine aylıkları ile geçinen küçük rütbedeki Makedonya'da eşkiya ko­
valamağa memur subaylar, hizmet ve emeklerinin tamamile ödenmedi­
ğini pekala biliyorlardı. ittihat ve Terakki işte bu proleter asker ve sivil
memurları örgütleme başarısı göstermişti."
Ulusçuluk ise, Osmanlı lmparatorluğu'nun parçalanma döneminde, özel­
likle Balkanlarda görevli subaylar için her şeyden önce bir onur sorunu olu­
yordu. Birbiri arkasından ulusal kurtuluş savaşları veren Balkan uluslarının
eylemleri önünde aynı coşkuyu duymamak, ulaşmamak olanaksız gibiydi.
Ömer Seyfettin de XIX. yüzyılın getirdiği ekonomik ve toplumsal dönü­
şümler sonucu Osmanlılık ülküsünün İmparatorlukla birlikte yıkılmakta,
tarih sahnesinden çekilmekte olduğunun nedenlerini anlamakta gecikmeye­
rek kendisini yeni düşüncelerin, yeni kaygıların odak noktasında buldu.
Ne ki çağdaşı yazarlarda çoklukla rastlanan doğrudan politikaya karış­
mak, parti kadrolarında görev almak gibi tutkulara kapılmadı. Yazarlığı
etkinlik kazanınca, daha çok yazarak görevini yerine getirmeye çalıştı.
"Şöhreti haketmek için artık hiç durmadan yazmalıyım" derken, topluma
borcu olduğunu bilen bir yazarın yüklendiği sorumluluğu belirtiyordu.
Ömer Seyfettin, Yakorit köyünde bulunduğu yıllar ( 1909-1 9 1 1 ), Bahçe,
Kadın, Hüsn ve Şiir, Piyano, Düşünüyorum ve Genç Kalemler ( 1 9 1 0- 1 9 1 2 )
dergilerinde şiir v e çevirilerinin yanı sıra öykülerini d e yayımlıyordu. Gerçi bu
evresine kadar (At, Tenkit dergisi, Mart 1 908; iki Mebus, Aşiyan dergisi,
Ocak 1 908) iki öykü yazmıştı; ama toplumsal olaylara ve insanlara öykücü
gözüyle bakarak sonuçlarını verimli biçimde verme düzeyine gelmemişti.
Yakorit köyünde yaşadığı çevre onu, okulda ve lzmir'de karşılaşmadığı
başka yaşam biçimleriyle yüz yüze getirmiş, sınır bucaklarında tanıdığı insan­
lardan başka gerçekleri öğrenme olanağı bulmuştu. Bunları öykülerine yan­
sıttıkça "görme, konuşma, algılama" gibi etkilerden daha sarsıcı ve kişiyi ar­
tık içinde bulunduğu sorunlarından başka hiç sorun yokmuş inancına sürük­
leyici bağlarla sınırlayan bir düşün hayatını kafasında yaşamaya başladı.
Öykü yazarı olarak ilk verimli evreye, Y akorit yaşamında ulaşmış,
1909'da altı ( İrtica Haberi, Bomba, Pamuk İpliği, Elma, Busenin İptidai
Şekli, ilk Namaz); 1 9 1 0'da yedi öykü (Bahar ve Kelebekler, Beşeriyet ve
Köpek, Kumrular, A pandisit, Tavuklar, Tuğra, Tarih Ezeli Bir Tekerrür-

42
Ô M E k S E YF E T T i N

d ü r ) yayımlayarak 26 yaşını bitirmeden yolunu arama kaygılarının doğur­


duğu sıkıntıları arkada bırakmıştı. Ne ki, öykülerinin değişik çevrelerde
olumlu yankılar uyandırmasına, "Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür" öyküsünün
12 bin basılmasına karşın, amacına ulaşmış bir sanatçı olarak görmüyordu
kendini. Ona göre asıl sorun dildi. Temeli Osmanlıcaya bağlı bir edebiyat­
tan nefret ediyordu. Konuşulan Türkçeyle yazma bilinci yerleşmedikçe de
bu tiksintiden kurtulamayacaktı.
Dostu Ali Canip'e yazdığı mektupta dil ve edebiyatın ulusallaşması için ön­
gördüğü koşulları ve kendi yapmak istediklerini bir yönteme bağlayarak, çağ­
rıda bulundu:
Edebiyattan nefret ettiğimi ve hu nefretimin tiksindirici hir nefret
olduğunu yazmıştım. Bu nefretim edebiyata olmaktan ziyade lisana­
dır. Bizim lisanımız -her zaman düşündüğümüz gihi- herhad, peri­
şan, fenne, mantığa muhalif hir lisandır. Garp edebiyatlarını biraz ta­
nıyan mümkün değil, hu nefretten kurtulamaz.
Arapça ve Farsça terkiplerin hiç lüzumu yoktur. Bunlar ancak
süs içindir. Kimin gösterecek teşhir edecek fikri yoksa, onları çok
kullanır. Eğer terkipler terk olunursa, tasfiyede hüyük hir adım atıl­
mış olmaz mı?
Bunu yalnızca başaramam. Geliniz Canip hey, edebiyatta, lisanda
hir ihtilal vücude getirelim. Ah hüyük fikir, say, sehat ister.
Ali Canip (Yöntem / 1887-26 Ekim 1 967) ortaöğrenimini bahasının sür­
gün edilmesi dolayısıyla yerleştikleri Selanik'te tamamlamış, Hukuk Mekte­
hi'nin son sınıfından ayrılarak öğretmenliğe başlamıştı. Daha önce. " Fecr-i
Ati " Edebiyat Topluluğu'na katıldığı halde ( 1 909), Hüsn ve Şiir, Genç Ka­
lemler dergilerinde Ömer Seyfettin'in görüşleriyle çelişmeyen yazılar yayım­
lıyordu. Kısa süre içinde. ittihat ve Terakki'nin Genel Merkezinde görev ve
yetkileri olan Ziya Gökalp'in aracılığı ile Genç Kalemler'e yardım sağladı.
Derginin büyük boy düzeninde hazırlanacak olan yeni dizisinin ilk sayısı
için başyazıyı Ömer Seyfettin'den istedi.
Ömer Seyfettin'in, " Milli Edebiyat" akı mının düşünsel yönü açısından
ilk önemli eylemi, Genç Kalemler'de ( 1 1 Nisan 1 9 1 1 ) imzasız olarak ya­
yımlanan -Ali Canip'in isteği üzerine hazırlayıp gönderdiği- "Yeni Lisan"
adlı yazıdır. Bu yazıda, XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlayan Türkçenin
kendini ispat etme savaşının kazandırdığı olanakları bilen bir kafanın gü­
venci vardır. Gelenekçilerin korumaya çalıştığı Osmanlılık bilinci karşısın­
da Türkçeyi, ulus olma aşamasının siyasal ve toplumsal olgusu sayar; ve
başlattığı hareketi toplumun en yeni güçlerine, gençlere mal etmeye çalışır.
Ey gençler... Ey hugün eski devirden kalma mekteplerin dar ders­
hanelerindeki kuru sıralar üzerinde müstakbeli kazanmak için çalışan
gençler; sizi bekleyen vazifeler pek ağırdır. Siz, hütün dünyaca siyasi
ve içtimai mevcudiyeti silinmek istenen hir milleti kurtaracaksınız...

43
M E Ş RUTiYET D O N E M i

. . . Uyanınız, galebe için düşmanlarımızı tanımak lazımdır v e biliniz


ki, bu sırada muharebeyi ordular yaparsa da muzafferiyeti asla kaza­
namaz. Muzafferiyet intizam ve terakkinindir . . . lşkodra'dan Bağ­
dat'a kadar bu kıt'ayı, bu Osmanlı memleketini işgal eden turani ai­
lesi, Türkler ancak kuvvetli ve ciddi bir terakki ile hakimiyetlerini,
mevcudiyetlerini muhafaza edebilirler, terakki ise ilmin, fennin, ede­
biyatın hepinizin arasında intişarına vabestedir, ve bunları neşr için
evvela lazım olan milli ve umumi bir lisandır. Milli ve tabii bir lisan
olmazsa ilim, fen, edebiyat gene bugünkü gibi bir muamma halinde
kalacaktır. Asrımız terakki asrı, mücadele ve rekabet asrıdır. Biz bir
köşeye çekilip Nedim'in parlak fakat tabiata muhalif terkiplerini te­
rennüm edersek mezarımızı kendi elimizle kazmış oluruz. Ancak zevk
ve şehvet, riya ve temellük mevzularına layık olan o süslü lisanı, beş
asırlık bir mantıksızlığın bir tuhaflığın doğurduğu dünkülerin lisanı­
nı terkedelim. Esaslarıyle, kaideleriyle yaşıyacak olan türkçemizi ya­
zalım. Eski ve dünkü edebiyatımızın mahiyetini işte deminden hülasa
ettik. lran'dan ve Fransa'dan çalınmış şeyler. Onlara kat'iyyen ehem­
miyet vermeyiniz ve biliniz ki, edebiyatımız, hakikatte bizim tarihi­
miz ve milliyetimiz için bir şan değil, bir şeyndir.
Askerlikten ayrılarak Selanik'e yerleştiği bu evrede Ömer Seyfettin, Ali Ca­
nip ve Ziya Gökalp'le birlikte edebiyatı eski-yeni sorunlarının tartışıldığı eylem
alanı olarak gördü. İstanbul'dan Edebiyat-ı Cedide çevrelerinden, gelen tepki­
lere karşı hem batı taklitçiliği, hem Osmanlıcılıkla mücadele etmeye çalıştı.
"Primo-Türk Çocuğu" adlı öyküsünü yayımlayarak. Selanik'te yabancı eko­
nomik çıkarlarla işbirliği halinde bulunan burjuvaların "mason locaları"nda
vatan, tarih, ulus kavramlarından uzaklaştıklarını ileri sürdü. Bir yandan da
yaşamını sürdürmek için Rumeli gazetesine imzalı-imzasız yazılar yazıyordu.
Ziya Gökalp ve Ali Canip'le birlikte hazırladığı "Vatan Yalnız Vatan", "Yeni
Lisan ve Bir lstimzac" adlı kitapçıkları da bu evrenin ürünleridir.
Balkan Savaşının başlaması üzerine (8 Ekim 1 9 1 2) yeniden orduya a lı­
nan Ömer Seyfettin. Sırp ve Yunanlılara karşı K umanova ve Yanya cephe­
lerinde savaştı. Yanya kalesinin beş ay süren savunmasında, Kanlıtepe'de
esir düşerek bir yıl kadar Yunanistan'ın Nafliyan kasabasında kaldı (20
Ocak 1 91 3-28 Aralık 1 9 13).

1 . D ün y a S a v a ş ı Gün le r i n d e
Ömer Seyfettin lstanbul'a dönüşünde yeniden askerlikten ayrılarak bir
süre yazılarıyla geçinmek istedi. Ne ki haftada bir yayımlanan Türk Sözü ·
dergisinin başyazarlığına getirilmesi de (25 Nisan 1 914) iste�inin gerçekleş­
mesine fırsat vermeyince Kabataş Sultanisi'nde edebiyat öğretmenliğine baş­
ladı (Aralık 1 91 4).
1 . Dünya Savaşının yarattığı toplumsal ve siyasal bunalımlar, düşün ve
sanat dünyasını da etkiliyor, edebiyat hareketleri eski ilgiyi bulamıyordu.

44
Ô M E lt S E Y F E T T i N

1 9 1 3 ve 1 91 4 yıllarında -bir bölüğünü esirken yazdığı- yedi öykü yayım­


landıktan sonra iki yıl ( 1 91 5- 1 9 1 6) tam bir suskunluğa girdi.
Gerçekten birçok sanatçıda görülmesi mümkün olan bu sıkıntı evresini
aşmak için başvurduğu yolları Günlük'ünde şöyle anlatır:
... Bir romanın bütün eşhası hayalimde hazır.. Ama, yazmak için ha­
ni o içerden gelen şevk eksik. Yarım saat kadar boş sayfanın karşısın­
da düşünüyorum .
... Onbeş senedir boş vakitlerimde ya oturdum, ya okudum. Okuma­
nın şehvetini benim kadar duyan yoktur sanırım. Sıcak bir oda, koltu­
ğa yaslanıp eğlenceli, meraklı bir romanı okumak, içinde en keskin he­
yecanları, en sıcak gözyaşlarını saklayan şiirleri sakin sakin gülümseye­
rek gözden geçirmek ... Fakat yazmak? işte bu güçtür. Ben yazarken
çok ıztırap çekerim. Sinirlerim bozulur. Sağ ayağım buz kesilir. Ağzım
kurur. Okurken neş'elenirim. Hafif bir hararet her tarafımı kaplar .
... " Hayır mutlaka yazacağım." diye kalemi elime aldım. işte beş
dakikadır, roman için hazırladığım deftere şu satırları yazıyorum.
Emile Zola'nın "Bazan canım sıkılır, yazı yazamam, yazsam, fena ola­
cağını bilirim. Lakin yazış itiyadımı kaybetmemek için saatim gelince,
masamın başına otururum. Kağıtların üzerine saçma sapan çizgiler ya­
parım." dediğini hatırlıyorum. Ben de böyle yapmalıyım. Yazıya mah­
sus saatleri mutlaka masamın başında geçirmeliyim.
Suskunluğa düşmesinde sanatına tamamen kendini verme ortamını dağı­
tan yeni sevgi ve tutkuların da payı vardı belki. Bu yıllarda evlenmiş ( 1 9 1 5 )
ve baba olmuştu ( 1 9 16). Ne ki, yine Günlük'ünde yaşamındaki b u önemli
değişikliğin üzerinde durmuyor, suskunluğuna neden olarak 1 900 kuşağının
yaşamını derinden etkileyen, "toplumsal buhranlar"ı gösteriyordu .
... Zabitlikten istifa ederek Selanik'e geldikten sonra tam yazı ha­
yatına atılacağım zaman birbiri üstüne gelen buhranlar ... Evet, ltalya
muharebesi, Balkan muharebesi ... Ben Yanya Kalesinde esir oldum.
Yunanistan'da bir seneden sonra esirlik. lstanbul'a gelip kendimi to­
parlayacağım zaman, annemin ölümü, sonra cihan harbi. işte dört se­
nedir bu felaketli harbin müthiş buhranı içindeyiz. Yarım okka ek­
mek otuz kuruşa satılırken, kim edebiyatla uğraşabilir? Ama ben uğ­
raştım. Eskiden:
- Şu buhran da geçsin de ... derdim.
içtimaiyatçı Ziya Gökalp, bir gün bana,
- Türkiye'de buhran bitmez. Biri biterken biri başlar... Eğer yaz­
mak için hayali bir devir bekliyorsan, o başka, dedi ...
Düşündüm. Bu hükmü doğru buldum. Faaliyetim o günden başla­
dı. Bir sene içinde, onbeş sene içinde yazdığımdan daha çok eser vü­
cuda getirdim.
Ömer Seyfettin, 1 9 1 6- 1 920 yıllarında içten ve dıştan gelen bütün etkile­
re gerçekten karşı koyarak kendini sanatına verdi. Ve ölümüne kadar (6
Mart 1 920) yitirmediği b i r hızla yüzü aşkın öykü ile, 1 908- 1 9 1 6 dönemini
yansıtan Efruz Bey romanını yazdı ..

45
MEŞRUTiYET DONEMi

Sanatı
Ömer Seyfettin, olay öykücüsüdür. XIX. yüzyıl Fransız roman ve öykü­
sünün yapısal özelliklerini öğrenmiş, yetiştiği yıllar çok okuduğu Mauppas­
sant'ın tekniğini benimseyerek, geleneksel öykü anlayışının ilkelerini başa­
rıyla uygulamıştır.
Olaya bağlı öykünün temel öğeleri şöyle saptanabilir:
1 ) Çarpıcı bir olay,
2) Olayla ilgili kişilerin durum ve niteliklerinin belirtilmesi, tiplerin dış
yüzlerinin de k ısa ama kapsamlı tümcelerle verilmesi,
3) Olayın "giriş, sergileme, düğüm, sonuç" biçiminde belirlenecek bir
düzen içinde sunulması,
4) Yalın bir anlatıma özen gösterilerek betimleme (tasvir), süs, kişilerin iç
yapılarının çözümlenmesi gibi öğelerin belli bir ölçü içinde dengelenerek ve­
rilmesi,
5) Konuşmaların (dialog) doğallık sınırını aşmaması; kişilerin, durum ve
davranışlarına göre belirlenecek ölçü ve çarpıcılık gözetilerek konuşturulması,
6) Sonuçta ortaya çıkacak olan beklenmedik durumun düğüm sürecin­
de okurun şöyle böyle ilgisini çekecek kimi ipuçlarıyla belirtildiği halde,
yan olaylarla gözlenmeye çalışılması,
7) Olay sergilenirken, özellikle gerilim sağlayacak sözcüklerin seçimine
özen gösterilmesi, sonuca kısa ama çarpıcı tümcelerle varılması.
Ömer Seyfettin'in öykücülüğünün i l k döneminde bile ( 1909- 19 1 3 ) i l ke­
lerini saptamaya çalıştığımız olay öyküsünün kuruluş gereklerine büyük öl­
çüde uyduğu söylenebilir. ilk döneminin ünlü örneklerinden biri olan Bom­
ba öyküsünü bu açıdan çözümlemeye çalışalım:
Bomba, M akedonya köylerinden birinde yaşayan baba-evlat-gelinden
kurulu bir ailenin öyküsüdür. 25 yaşlarındaki evlat (Boris), il. Meşrutiyet
ilan olununca güvence altında yaşayacağı inancı ile dağdan inmiş, silahını
teslim ederek, Sofya'da okurken tanıdığı bir kızla ( Magda) evlenmiştir. iki
genç birbirlerini hem duygu, hem düşünsel bağlarla severler. Boris de karı­
sı da "hayal bile olsa" sosyalizmin toplumdan savaşları, cinayetleri, eşitsi�­
likleri kaldıracağına, çalışanlara mutluluk getireceğine inanmaktadır.
Makedonya'nın uygarlık dışı yaşamında yasa tanımayan haydutlar var­
dır. Köy yöresine egemen olan bir haydut çetesi, Boris'i ölümle tehdit edin­
ce, emeği ile kuracağı dingin bir hayat umudu ile Amerika'ya göç etmekten
başka çare göremez. Babasını da ( lstoyan) düşüncesinin doğruluğuna inan­
dırarak evini, toprağını satmaya razı eder.
Ne ki, hareket edecekleri günün gecesi haydutlar köyü basmışlar, Baba ls­
toyan'ı çağırtmışlardır. Bu çağrıya Boris uyar. Bir süre sonra üç haydut Bo­
ris'in üzüntü içindeki karısı ve babasının bulunduğu eve gelirler. Tüfeklerini
sıraladıkları masanın üzerine "siyah beze sarılı yuvarlak bir şey" koymuşlar-

46
Ô M E R S E Y F ETTiN

dır. Sakladığı parayı vermediği takdirde oğlunu öldüreceklerini söyleyerek


Baba lstoyan'ın bütün varlığını alırlar. Yetinmemişlerdir. içki isterler, Mag­
da'yı da -Boris'i öldürecekleri tehdidiyle- eğlencelerine katarak, çaldıkları
havalarla oynatıp, sarkıntılık ederler.
Günün ağarmak üzere olması nedeniyle giderlerken, çetenin başkanı du­
rumunda olan Raçof, Magda'ya masanın üzerine koydukları "siyah beze
sarılı şeyin" bir bomba olduğunu, saklamasını söyler. Az sonra Boris'i ser­
best bırakacaklarını vaad ederek giderler. Magda masanın üzerinde bezle­
re sarılı şeyin bomba olmadığını öğrenir; bu, kocasının kesilmiş başıdır.
Öykünün başlangıç satırlarında, " mandolinle heyecanlı sosyalist marşı­
nı çalan Boris"le "ezeli ve nihayet bulmaz milli çorabını ören" karısı Mag­
da'nın nitelikleri belirtilmiştir. Kişiler sergilenme sürecinde çevre ve toplum
ilişkileri içindeki yorumlarıyla çizilirler. Duygu ve anlayışları, dünya görüş­
leri, korku ve umutları, düşleri ve tasarıları tamamıyla ortaya konmuştur.
Konuşmalar çok yerde doğallık sınırını aşmaz. Kişilerin durum ve davranış­
larına uygun ölçülülük içinde verilir; gerektiği yerde çarpıcıdır.
Sonra alık alık etrafına bakındı:
- Ben birşey yapmıyacağım.
- Ee, öyleyse ne arıyorsun?
- Ben aramıyorum.
- Kim arıyor?
- Komitalar.
Magda birden sapsarı kesildi. Düşmemek için duvara dayandı. Eli-
ni kalbinin üstüne koydu.
- Komitalar mı?
Melina gitmek isteyerek:
- Bilmem işte, silahlı adamlar .. dedi.
Osmanlıcanın edebiyat ve resmi yazışmalara tam egemen olduğu dö­
nemde dil sadedir; bütün öyküde bir tek tamlama görülmediği gibi, süsle­
me ve edebiyat yapma amacıyla kullanılan yabancı sözcüklere de rastlan­
maz. " Müstehrek, buse, müstakbel, tahayyül, ziya, mahzuz, takallüs, isti­
cal .. vb." gibi sözcükler bile çok az k ullanıldığından öykünün akışını aksat­
maz. Tümceler kısadır.
Magda ayağa kalktı. Anbarın küçük kapısına koştu. Açtı ve içeri
girdi, üç bardakla bir testi şarap getirdi. Haydutların önüne koydu.
Sonra tekrar anbara girdi, mezelik biber ve turşu çıkardı.
Çevre betimlemeleri konunun gerektirdiği ölçü içinde verilmiş, dönemin
beğenisine egemen olan süsleme sanatlarına başvurma gereği duyulmamıştır.
Oııvarları, tavanı uzun bir kışın isleriyle kararmış bu yer odasında
mahpus gibi duran bu çirkin ocak, içindeki odunları sanki hararetle
yakıyor, bir an evvel yutmaya çalışıyordu ..
Karanlık e l l e tutulacak ve hissolunacak kadar siyah ve kesifti. Ko­
cası bu karanlıkta kaybolmuştu.

47
M E�RUTIYET D ö N E M I

Dışarısı hafifçe ağarıyor, esmerleşiyordu. Köpekler havlamağa baş­


ladılar.
Kesif gölge halinde duran uzak binaların arasında gidiyorlar ve bir
şarkı söylüyorlardı.
Uzakta samanlıkların üstünde yalancı bir fecir mor gözlerini açı­
yordu.
Olay serilirken gerilim sağlayacak sözcükler özenle seçilir, sonuca kısa,
ama çarpıcı tümcelerle varılmak istenir.
Cansız bir yumak gibi Magda'yı onların kucağına attı.
ihtiyar sanki ölmüştü. Hiç cevap vermedi.
Yanağından akan kan, beyaz boynuna gidiyor. Ona, tekrar hayata
gelmiş bir şehit manzarası veriyordu.
Tiplerin fiziksel çizimleri ihmal edilmez.
• ihtiyar bir hayal gibi kapıya yürüdü. Açtı. Uzun boylu, kahveren­

gi esvaplı, omuzunda manliher, bir adam göründü. Gözleri küçük ve


kanlıydı. Zayıf ve gayet çirkin bir burnu vardı.
• ince kaşları, muntazam bir burnu, penbe ve taze bir rengi vardı.

Geniş omuzları, kabarık memeleri esvabının altından taşmak istiyor


gibiydi.
Düğüm aşamasında yazar, haydutların tüfeklerini sıraladıkları masanın
üzerine "siyah beze sarılı yuvarlak bir şey" koyduklarını belirterek çözümde
meydana çıkacak olan "Boris'in başının kesilmesi" olayının ilk ipuçlarını fazla
ilgi çekmeden verir.
Ömer Seyfettin'in Bomba öyküsünün yayımlandığı yıllarda ( 1 909) -Re­
fik Halit dışında- çağdaşlarının öyküleriyle karşılaştırılamayacak ölçüde
başarı ile kullandığı teknik, ikinci dönemi sayılan 1 9 1 7- 1 920 yıllarında dil
ve anlatım yönünden daha da gelişmiş, kimi ürünlerinde kendisinden son­
raki kuşakların atılımlarına öncülük edecek yapısal d üzeye ulaşmıştır.
Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın, ... imlada, ifadede, tasvirde, düşünüşte, eski
"

tarzlanmızm paslanmış bağlarından hergün birini silerek kaleminden atan bu


yenilikçi zeka baz.an 'a! a!' sayhalarına düşürecek kadar cür'etkarlıklar yapar­
dı" yargısı ile değerlendirdiği Ömer Seyfettin, çağdaş öykümüze yeni yollar gös­
teren olanakları bu "cüret" sonucu kazanmıştır. Kimi öykülerini Rusçaya çevi­
ren V. Dubrovsky adlı yazarın belirttiği gibi "Batı öykü tekniğini benimsediği
halde, Türkçesine asla yabancılık vermemiş, batıdan öğrendiği tekniği Türk di­
li ve ruhunun esaslarıyla birleştirmiştir."
Ömer Seyfettin öyküsü, konuları yönünden çok değişiktir.
Balkanlardaki yaşamında çevre ilişkilerinin ağır bastığı öyküler: Tuhaf
Bir Zulüm, Nakarat, Hürriyet Bayrakları, Beyaz Lale, Bomba . .. Bıı tiir öy­
küleri 1 909- 1 9 1 2 yıllarında yazılmıştır.
Peçevi, Naima, Hammer gibi tarihçilerin yapıtlarındaki olay ve kişiler­
den esinlenerek yazdığı tarihsel-epik öyküler: Ferman, Başını Vermeyen Şe­
hit, Forsa, Pembe incili Kaftan, Kızıl Elma Neresi, Diyet, Nadan.

48
Ô M E k SE YFETTiN

Dünya savaşının toplumda yarattığı olumsuz etkileri (haksız kazanç, aç­


lık, ülkü bunalımları) işleyen öyküler: Havyar, Tos, Zeytin Ekmek, Niçin
Zengin Olmasın, Memlekete Mektup.
Konularını çoğun köy ve kasaba gerçeklerinden alarak çıkarcılarla, din
adamlarıyla, geleneksel din kurallarının koyduğu yasakları işleyen öyküler:
Kurbağa Duası, Binecek Şey, Yemin, Perili Köşk, Beynamaz .••

Çocukluk anılarına dayanarak yazıldığı izlenimi veren öyküler: Falaka,


A.nd, Kaşağı, llk Cinayet, ilk Namaz •..

Ömer Seyfettin'in öyküsü için gereken malzemeyi, doğrudan doğruya


kendi gözlemlerinden çıkardığı gibi, h alk fıkralarından, folklordan, destan­
lardan da yararlandığı görülür. Prof. Pertev Naili Boratav, değişik kaynak­
lardan aldığı konulara aynı niteliği kazandırdığını belirterek şöyle yazar:
... Hepsinde kendi kafasında ve zamanın m ünevver muhitlerinde
münakaşa edilen meseleler -fakat müşahhas vak'alar, hadiseler ha­
linde, adeta dram tekniğiyle ifade ol unarak- ortaya atılır. Cevabı, hi­
kayecinin üzerinde bunların yaptığı aksülameller doğrudan doğruya
verirler. Ömer Seytettin, büyük bir kalabalığın duyup ta ifade edeme­
diği şeyleri, bu aksiilamellerin neticesi olarak çıkarmasını bildiği için
kalabalık tarafından çok tutulmuş bir muharrirdir. Onun eserlerinin
birçoğunun şemasını, alim ve nazariyenin karşısına hayat tecrübesiy­
le silahlanmış arif adamı çıkarmak suretiyle elde edilen komik tesirin,
okuyucuların önüne serilmesi verir.3
En belirgin ustalığı, yergi ve güldürü öğelerini kullanırken, gerçeğe aykırı
düşmemesi, olumlu ve olumsuz tiplerin çiziminde büyük başarı göstermesidir.
" Birçok hikayelerinde ve roman taslaklarında tıpkı Karagöz'le Haci­
vat, Şanso ile Donkişot gibi realist, salim düşünüşlü, basit, fakat tabii
adamla, nazari ve topraktan ayağını kesmiş, mevhum bilgi sahibi sah­
te adamın karşılaşmasını görürüz. Hikayeci, tam manasiyle demokrat­
tır, halkın h ikayecisidir; bütün sevimli tipler, halk adamlarıdır. "4
Prof. Boratav'ın bu konudaki görüşlerini doğrulayan öyküleri arasında
örnekler bölümünde okuyacağımız, Beynamaz'ın özel bir yeri vardır. Bu
öyküdeki Gavur Ali ve Hacı lmam'ın canlandırılışındaki başarının yazıldı­
ğı yılların olanaklarını büyük ölçüde aştığı rahatlıkla söylenebilir.

Efruz Bey
Efruz Bey, il. Meşrutiyet'ten mütareke yıllarına kadar uzanan dönemde­
ki toplumsal değişme içinde küçük burjuva ve bürokrat çevrelerin durum­
larını yansıtarak, her kalıba girmeyi ustalıkla başaran, her günün adamı de­
diğimiz kişilerin amansız bir yergisidir.
Vakit gazetesinde yayımlanmadan önce, " fantezi roman" olarak ilan

3 . Prof. Pertev Naili Boratav, Yurt ve Dünya dergisi, sayı 15-16 (Mart-Nisan 1 942) sf. 70-71.
4. A.g.y.

49
M EŞRUTiYET DÖNEMi

edilirken5, " memleketimize ait tiplerin, bazı meyil ve istidatların sanatka­


rane bir mübalağa ile çizilmiş bir karikatürü" biçiminde tanıtılmıştır. "Her
biri uzunca bir küçük öykü" sayılması mümkün olan bölümlerden oluşur:
1 ) Hürriyete Layık Bir Kahraman, 2) Asiller Kulübü, 3) Tam Bir Görüş, 4)
Bilgi Bucağı'nda, 5) Açık Hava Mektebi, 6) inat.
tik bölümde, çevresindeki insanların zayıflığını görerek bundan yararlan­
mak isteyen ün ve mevkii düşkünü birinin (Ahmet-Efruz Bey) kimliğinde
Hürriyet ilanından sonra ortaya çıkan sahte kahraman tipi çizilmiştir. Biraz
bönce görünüşüne karşın, kalabalığı coşturma yollarını bilerek, etkisinin gü­
cünü algıladıkça coşan bu sahte kahraman için, yalan, kendisinin de kapıl­
dığı en büyük silah olur.
Ömer Seyfettin'in başarı ile çizdiği Efruz Bey, bir bakıma hareketin baş
döndürücü hızı içinde, boş bulunup, doğru sanılması mümkün yalanların ço­
cuğudur. Ne ki " Ruhundaki oynak temayüllerden haberi olmadığı için" ken­
disi de anlayamaz bunu. Hareketin yarattığı coşku içinde iyice sarhoşlamış,
kahramanlığına inanmıştır. inancın bu türü karşısında şaşırmamak mümkün
değildir, ama acımak mı, kızmak mı gerekmektedir. Yoksa acınacak ya da kı­
zılacak olan yalanların çekiciliğine kapılıveren kalabalıklar mıdır?
Efruz Beyin sürdürdüğü olaylar geliştikçe, bu gibi soruların karşılığı da
ortaya çıkar ve ilkin kuşkusuz gibi görünen toplum, coşkunun yarattığı ola­
ğanüstü havadan sıyrılarak gerçeğe döner, Efruz Beyi de çıkardığı tahttan
düşürüverir.
Efruz Bey, ikinci bölümde özgürlük kahramanı kimliğinden çıkarak soy­
luluk peşinde görünür. Kendisi gibi, sahte soylularla bir araya gelip bir
dernek k urar. Üçüncü ve dördüncü bölümlerde, düşünsel bir kargaşa için­
de birbirlerini yiyen okumuşlar arasındadır. Beşinci bölümde, aktarma eği­
tim sistemlerini reddeden alaylı bir eğitimci kimliğindedir. Hayarsızada'da
kurmayı tasarladığı okuldan başka bir şeyi düşünemez hale gelir. Ömer
Seyfettin 'in romanında gözettiği temel amacın; 1 ) Toplumsal değişmenin
büyük hız kazandığı Meşrutiyet ve Mütareke yıllarının eleştirisi, 2) Bu de­
ğişme içinde ortaya çıkarak doğal gelişme yasalarının asalakları durumun­
da gözüken kişilerin sergilenmesi olduğu söylenebilir. Yazar, amacını ger­
çekleştirirken güldürü öğelerinden de yararlanmış, kendisinin de yaşadığı
bir dönemin otopsisini yapma gücünü göstermiştir.

S anat v e D ün y a G örüşü
Ömer Seyfettin, öyküsünün işlevine inanmış bir yazardar. Yapıtları top­
lumu etkileyecek, böylece dünyanın değişmesine katkıda bulunacaktır. Ef-

5. Bu gazeccde bir bölüğü "cdrika" edilmiş, daha sonra aynı kurum carafından kicap halin­
de yayımlanmışcır: Efruz Bey-Fancezi Roman ( 1 9 1 9).

50
Ö M F. R S f. Y F E TT I N

ruz Bey'in kısa önyazısında, " Hakikatı görüldüğü gibi, edebiyat yapmadan
yazmak istedim" derken ifade ettiği şey, öyküleri için de geçerlidir.
Kendisinden önceki edebiyat adamlarını yalnız dil anlayışları açısından
eleştirmez; edebiyatın temel aracı olan dilin ulusal bilinç sorunu olduğuna
inanarak, eleştirilerini tarih ve toplumbilimin verilerine dayanarak yapar.
Bu nedenle Tanzimatçılar, Edebiyat-ı Cedideciler ve izleyicileriyle asıl an­
laşmazlığı ulus, ulusal kavramlar üzerindedir:
... Şark medeniyeti içinde ümmet halinde yaşıyorduk. Devletimiz­
de, idaremizde, ilmimizde, edebiyatımızda usül eski bir sistemin ilha­
mıydı. Bu sistem bir müstehaseden (fosilleşme) başka birşey değildi.
Çünkü hayata uymuyordu, canı yoktu. Yaşamış, vaktini bitirmiş, öl­
müştü. Tanzimatçılar etraflarını saran buhrandan şaşırmışlardı. Bu
buhranın mantıkıyla düşünmeğe başladılar, kendi kendilerine sordular:
- Biz garbın silahını, ilmini, medeniyetini almazsak yaşayabilir miyiz?
- Hayır...
- Öyleyse ne yapalım?
- Hiç durmayalım, acele edelim. Garp medeniyetini olduğu gibi kabul
edelim.
- Haydi çabuk ...
Acele işe koyuldular. Fakat hakiki vaziyetin kat'iyyen farkında de­
ğildiler. Çünkü hepsi ümmet sisteminin terbiyesiyle yetişmişlerdi,
'Millet' mefhumuna akıl erdiremiyorlardı.
Ümmet terbiyesi aldıkları için yalnız medeniyetten anl ıyorlar,
'hars'a, yani kültüre bir türlü akıl erdiremiyorlardı. Hatta 'hars' diye
birşey olduğunu da bilmiyorlardı. Garp medeniyetini ayniyle almağa
haşladılar. Garp medeniyeti dairesine 'ümmet hal inde' girmek istedi­
ler. Birçok cihetler pot geliyordu. Garp medeniyetinin en bariz seci­
yesi milliyetler, harsler idi.6
Ziya Gökalp'in görüşlerine aykırı düşmeyen bu düşünüş biçiminin ışı­
ğında inandığı doğruları sanatında uygulamaya çalıştığı görülür. Batı ede­
biyatının geliştirdiği öykü tekniğini öğrenerek Türk insanının " manevi kıy­
metleri"nin çizdiği dünyayı, kişiliğini koruma gereğine inanır. Çünkü " ma­
neviyat" ulusal, " maddiyat" evrenseldir. Teknikte model batı olacak, ko­
nular ve duyarlık ulusallığını koruyacaktır.
Ömer Seyfettin de -insanlığın ortaya koyduğu en büyük yapıtın llyada
olduğunu söyleyen Ziya Gökalp gibi- Yunan-Latin klasiklerinin yeni Türk
sanatına öncülük edeceği düşünüsündedir. Yaratması mümkün tepkilerden
çekinmeden açıklar görüşünü:
Okunacak klasik muharrirlerin başına Homer'i koymalı. Homer,
her devrin, her yerin en büyük muharriridir... Her edebi mektebin to­
humu ondadır. Onda, heyecan, belagat, insanilik, müşahade, resim,

6. Ali Canip Yöntem, Ômer Seyfettin, sf. 1 4 1 , Jstanbul ( 1 947).

51
M E � K U T ı YET D ö N E M ı

renk, tasvir, hareket o kadar c a nlıdır k i , eseri h i ç şüphesiz dünyada


"yazmak sanatı " nı n ezeli b i r modeli halinde k a l acaktır.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde ittihat ve Terakki Fırkası'nın "savaş po­
litikası"na yandaş olan görüşlere Ömer Seyfettin'in Yarınki Turan Devleti
( 1 914) kitapçığı ve Kahramanlar Dizisi öyküleriyle katıldığı söylenebilir.
Ne ki, savaş içinde "Panislamist ve Panturanizm hayallerini" yadsıyan ya­
zılarında, bir çeşit özeleştirisini yaparak " ulusçu görüşlerini tam bir kültür
ulusçuluğu" düşünüsüne dayar7. Memlekete Mektup ( 1 9 1 9) adlı öyküsün­
de ise savaşın sorumlusu Enver ve Cemal Paşaları, " bu asrın milliyet haki­
katini en anlamayan, en milliyet hissinden mahrum iki cahil şahsiyeti" ola­
rak tanıtmaktan kendini alamaz.
"Günlük politika"ya karışmamaya özen gösterdiği gibi u lusçuluk ülkü­
sünün ideoloğu olmayı da d üşünmeyen Ömer Seyfeccin, edebiyatın toplum­
la birlikte büyük bir hızla değiştiği bir geçiş döneminin yol gösterici sanat­
çılarından biridir. Bu aşamaya gelmek için, çok kısa süren yaşamında, za­
manına egemen olan tutucu güçlerle savaşı kabul etmiş, tek başına da kal­
sa inandığı dil ve öykü anlayışından ödün vermemiştir.
Daha 1 9 1 8'lerde, "Ben işte, Halit Ziya ile Cenab 'ın terkipli, cafcafl,ı
nesrinden, birdenbire bu ana kadar yazılmamış, tabii lisana döndügüm için
herkesi şaşırttım. Haklı mıyım, degil miyim, ilerde belli olacak " diye yaz­ ...

mıştı. Güvendiği gelecek, onu haklı çıkarmıştır.

Y A P 1 T L A R 1 : l 938'den günümüze kadar hirkaç kez hası lan kitap­


ların ilkini Şerif Hulüsi, sonra Tahir Alangu basıma hazırladı. Daha
sonra sanatçının eserleri Ômer Seyfettin/Bütün Eserleri dizisinde toplan­
dı: Efruz Bey ( 1 970, 1 973), Kahraman/ar ( 1 970, 1 973, 1 9 9 1 ), Bomba
( 1 970), Harem ( 1 970), Yüksek Ökçeler ( 1 970), Yüzakı ( 1 97 1 ), Yalnız
Efe ( 1 971 ), Falaka ( 1 971, 1 973), Aşk Dalgası ( 1 976, 1 988), Beyaz Lale
( 1 976, 1 978), Gizli Mabet ( 1 980, 1 98 7) , Dogdugum Yer (Şiirler, Men­
sur Şiirler-Fıkraları, 1 986, 1989), Dil Konusunda Yazılar ( 1 989), Sanat
ve Edebiyat Yazıları ( 1 990).

K A Y N A K L A R : Ali Canip Yöntem, Ômer Seyfettin Hayatı ve Eser­


leri ( 1 935); Yaşar Nabi, Ômer Seyfettin, Hayatı, Sanatı ve Eserleri ( 1 952,
5 . bas. 1 965); Hikmet Dizdaroğlu, Ômer Seyfettin ( 1 964); Tahir Alangu,
Ômer Seyfettin (roman-biyografi, 1 968); Dil tartışmaları için, Hasan Ali
Yücel, Edebiyat Tarihimizden (cilt 1, 1 957); Muzaffer Uyguner, Ômer
Seyfettin ( 1 990); Yusuf Çotuksöken, Yüksel Pazarkaya, Feridun Andaç,
Muza ffer Buyrukçu, Feyza Hepçilingirler, Necati Güngör, Buket
Uzuner'in yazılarıyla, özel bölüm Yaşasın Edebiyat ( 1 997).

7. Hasan Ali Yücel, Yeditepe dergisi, sayı 1 27 (15 Mart 1 957).

52
ÖMER
SEY F E T T i N ' DEN
ÖRNEKLER

Şiirlerinden

DOCDUCU M YER

Buralardan çok uzakta bir köydü!


Beyaz, billur bir derecik, içinden,
Hıçkırırdı, sevinerek geçerken.
Kenarında vardı bir çok söğüdü ...

Ben işte bu söğütlerin susmayan


Gölgesinde büyümüştüm. Evimiz
Tenha idi; ne yabancı, n e bir i z ...
Bahçemizdi yakındaki o orman.

Bir ses: "sevin" derdi gülen rüzgarda,


Sevinçlere yoktu orda nihayet.
Sanılırdı bu ses gümüş dallarda

Görünmeyen bülbüllerin öğüdü!


Doğduğum yer, doğduğum yer... O cennet
Buralardan çok uzakta bir köydü!

" G U R B E T E L L E R i N D E " Y A L N I Z LI K

Güneş batmakta ... ovada gecenin


Gölgeleri büyür, büyür, sararır...
Ağaçlıklar, akar sular, bir serin
Rüzgar i le dalgalanır, kararır.

Kuşlar ötmez, yuvalar boş... görünmez


Bir ışıltı uzaklarda, yazık ben
öksüzüm, şimdi bu yolda giderken ...
Gök b i le yıldızlarına bürünmez.

Eski izler, çirkin, korkunç lekeler


Kılavuzluk eder. Zavallı atım
Şüphelenir l>u gidişten ve kişner...

Gece gelir; ıssızlık sanki solur,


Ve ruhum uyur, uyanır, her adım,
Atımın nal sadası ninni o l ur...

53
M E Ş R U T i Y ET D O N E M i

Ö y kül e r i n d e n Bir diğeri daha beter saçmaladı:


- Abus çehreli bir adamın ne nama­
NASIL KURTARMIŞ? zı, ne niyazı, ne zekatı, ne orucu mak­
Kasaba içinde kadı lbrahim Efendi­ buldür. Kalbte iman nuru sönünce yüz
den hazzeden kimse yoktu. kararırmış!
Dört parmak siyah çatık kaşlarıyle, . .. Hasılı hepsi ayrı ayrı birer pot kır­
küçük parlak gözleriyle sık siyah sa­ dı. O kadar ki Mustafa Efendi dayana­
kallarının, ürpermiş çalı bıyıklarının madı. Tatlı dil, güler yüzün münafıkla­
arasından görünen iri beyaz dişleriyle ra mahsus, doğru sözün acı, haklı ada­
insana hemen saldıracak, ısıracakmış mın da sert olduğunu söyledi. Dükkan
gibi gelirdi. Yüzü daima buruşuktu. sahibi avukat Hüsameddin Efendi aynı
Buz tutmuş sirke kadar ekşiydi, hiç zamanda kasabanın şairiydi de:
gülmezdi; pek semi. En sakin lafı bile Ayinesi ltiftır kişin in işe bakılmaz .
..

havlar gibi hamle hamle söyler, sonra diye kadıya itiraz etti. insanın fikrin­
birdenbire susuverirdi. Fakat, şöyle deki neyse zikrinde de o olduğunu tek­
bakarken insana yüzüyle, hareketleriy­ rar ederek iddiasını ispata girişti. Ha­
le, sözleriyle pek fena tesir bırakan bu zır bulunanların hepsi "tatlı dil, güler
doğru kadı, kendi kalbinin çok iyi ol­ yüz" taraftarlığında ittifak etmiş gibiy­
duğuna kanidi. Herkesin iyiliğini iste­ diler. Kalbe, fiile kimsenin ehemmiyet
rim sanırdı. Herkesi acı sözleriyle haş­ verdiği yoktu. Bu esnada dükkanın ka­
lar, ama, elinden gelecek muaveneti de pısında genç bir yörük peyda oldu.
saklamamaya çalışırdı. Elinde kocaman bir lenger tutuyordu:
Sertliğine, birdenbire alevlenmesine, - N e var? diye önüne giden Hüsa-
hazan ağzından çıkan sözü k ulağı işit­ meddin Efendiye sordu:
memesine itiraz edenlere: - Kadı efendi burada mı?
- Siz ne anlarsınız, halk beni gözü gi­ - Burada.
bi sever! derdi. Mustafa Efendi, oturduğu minderin
Bir cuma günü sabahleyin şadırvan köşesinde doğru ldu. Acaba bir dava,
meydan ında a v u kat H üsameddin bir şikayet miydi?
E fendinin dükkanında oturuyord u. - N e var, söyle bakayım ! diye çağır­
Hemen kasabanın bütün eşrafı ora­ dı.
daydı. Namaz vaktini beklemeye gel­ Sarışın yörük:
mişlerdi. "Tatlı dil, güler yüz" den - Efendim, babam size şu yoğurdu
bahsolunuyordu. Ömründe hiç gülme­ gönderdi, dedi:
yen Mustafa Efendi, işittiklerini hep - Niçin?
kendine, kendi üzerine alındı. Müda­ - Şey ...
faa için ağzını açacak oldu. Düşündü, - Ben yoğurt filan ısmarlamadım.
sustu. Fakat eşraf efendiler, münaka­
şalarında epey ileri gittiler. Uedikoducu eşraf birbirlerine bakış­
Biri dedi ki: tı. Bu bir rüşvet miydi? Mustafa Efen­
- Yüzü gülmeyen insan cehennem­ di de sıkıldı, bozuldu. Koca bir lenger
liktir! yoğurt.. Ne m ünasebet! Kan başına

54
Ü M E ıt S E Y H TT I N

sıçradı. Kaşlarını çattı. mana"nın ehemmiyetini ilim diliyle


Gözlerini zavallı şaşkın yürük deli- iyice anlattım sanan Kadı Efendi, rüya­
kanlısının üstüne dikti: da yaptığı iyiliğe dair daha ziyade taf­
- Bahan kim be? silat almak istedi.
- Hatıl oğlu Ehmet Ağa . . . Sordu:
- Tanımıyorum ben. - Babanın koyunlarını nasıl kurtar­
- O sizi tanıyor efendim. Bu yoğur- mışım, biliyor musun?
du hediye gönderdi. Ona büyiik bir Genç yörük, basacak bir yer arıyor­
iyilik etmişsiniz. muş gibi etrafına bakındı. Sonra arka­
Kadının dünyada kimseye iyilik ede­ sına baktı, ellerini önüne kavuşturdu.
bileceğini ihtimal vermeyen eşraf, baş­ Mavi donunun üstündeki kocaman
tan aşağı k ulak kesildiler. kuşağını kollarıyla sıktı. Yutk undu.
Mustafa Efendi de tanımadığı bir Gözlerini tavana dikti. Anlatmaya baş­
adama nasıl iyilik ettiğini merak etti. ladı:
- Ne iyilik etmişi m ? - Babam dün gece rüyasında koyun­
- Koyunları kurtarmışsınız efendi m. ları Alabayır'ın üstüne yaymış.
- N e vakit? - Ey . . .
- Dün gece. - Sonra kocaman b i r kurt peyda ol-
Kadı, yörüğe "deli olmasın ? " diye muş. Koyunları parçalayacakmış, o
dikkatli dik katli baktı. Dün gece evin­ vakit siz gelmişsiniz işte . . . Kocaman,
den dışarı çıkmamıştı. Yalanını tut­ azgın, dehşetli bir yaban domuzu ol­
mak için sordu: muşsunuz. Bu kurda saldırmışsınız.
- Nerede? .. Kurt kaçmış... Siz kovalamışsınız. Son­
- Rüyasında efendim ... ra ... tutunca k u rdun karnını azı dişle­
rinizle ya rmışsınız. Koyunlar da . . .
Eşraf, gülmekten katılıyordu. Kadı, Şey ...
haysiyetinin incindiğini duydu. Suratı­
nı daha beter astı. Fakat " iyilik et­ Yörük, rastgele tavandan çektiği sa­
mek". reddolunacak bir şey değildi. kin gözleriyle Kadı Efendinin kararmış
Velev rüyada olsun ! . . Açtı ağzını suratını görünce, birdenbire hikayesini
"alem-i mana "nın hakikat olduğunu, kesti. Yüreği hop etti. Hakikaten bir
"zahir"in hayalden i baret bulunduğu­ yaban domuzunun azı dişleri altında
mı, acı bir felsefe çeşnisiyle anlattı. kalmış gibi korktu. Oradan kaçtı. Hal­
Hakikat ancak rüyada tecelli edebilir­ buki h i kayesini dinleyen eşraf efendi­
di, Kendi iyi idi. İyiliği işte rüyalara gi­ ler, birbirlerine bakarak kahkahalarını
riyordu. Sonra döndü, Yörük'e: elleriyle ağızlarında söndürmeye çalışı­
- Babana selam söyle, oğlum, dedi; yorlardı.
bıra k oraya lengeri. Ben namazdan Kadı Efendi ise. . .
sonra aldırırım.
Delikanlı, yoğurt kabını kapının ya­ ( Zaman gazetesi,
nına bıraktı. Gidecekti. Fakat "alem-i 1 4.5 . 1 335- 1 9 19)

55
M E $ R UT I Y ET D O N E M i

B EY N A M A Z nı bile yarım satten ziyade sürdürür­


dü. Onun tatlı, tesirli nasihatlariyle,
- Az tamah, çok ziyan getirir - ruhani vaadleriyle köyün halkı, haya­
Atasözü tı, manzarası, hasılı herşeyi, hatta ismi
Kırmızı yapraklı kuru meşe dalların­ bile değişmişti. Günün en aşağı yedi
dan yapılmış kocaman çardağı ovadan saatini a bdest almakla, namaz kılmak­
kopan hırçın bir rüzgar yıkacak gibi la, camide aşir, kahvede hususi vaız
sarsıyordu. Penceresiz k ahvenin loş dinlemekle geçiren köylüler, "ekim bi­
karanlığından sıkılan köylüler, yine çim" işlerini tamamen kadınlara bı­
buraya toplanm ışlar. Hacı imamın rakmışlardı. Bağlarda, bahçelerde, in­
tatlı tatlı söyledik lerini dinliyorlardı. cirliklerde, zeytinlik lerde hiç bir erkek
Yere yayılı yırtık, kaba hasırın kenarı­ görülmezdi. Ova komşuları artık bu­
na hepsi boyunlarını büküp diz çök­ raya "Doğanlı" namını vermiyorlar,
müşlerdi. Sakin h a l lerinde ayinsiz, de­ "Sofular Köyü " diyorlardı. Fakat işte
rin bir ibadet sükunu vardı. Hacı içinde uyanıkken hiç abdestsiz insan
imam, namaz aralarındaki boş vakit­ bulunmayan bu sofu köyün tek bir
lerini hep vaaz vermek, nasihat ver­ beynamazı vardı. Gavur A li... Hacı
mekle geçirirdi. Bu, biraz i htiyarca, imam galeyana gelerek "yarın ahret­
çok rahattan semirmiş, küçük, çakır te" köyce cennete nasıl gideceklerini,
gözlü mübarek bir adamdı. Camiin dı­ h urilerle gilmanları arasında nasıl pay
şında oldu m u, yaz kış, daima kolları edeceklerini ballandıra ballandıra an­
sıvalı, abdest a l maya alesta bir vazi­ latırken Gav u r Ali'yi hatırlayınca bir­
yette bulunurdu. Sarı abasının, şimdi­ denbire susar, somurturdu. Bu k ıpkı­
ye kadar kirli, temiz hiç bir tarafa do­ zıl bir zındıktı. Daha ömründe bir de­
kunmamış eteklerini sımsı k ı toplayıp facık olsun abdest aldığını, camie gir­
belinin üstüne ağır bir kambur gibi diğini, sadaka, zekat verdiğini gören
yerleştirmek en birinci merakıydı. işte yoktu. Bekardı. Anası, babası çoktan
on yedi senedir bu köyde yaşıyordu. ölmüşlerdi. Hısım akrabasıyle de dar­
Yedi yaşından yetmiş yaşına kadar gındı. Köyün poyraz tarafında, tepe­
herkesi cemaatle namaz kılmaya a l ış­ deki küçük ağılında yalnız başına otu­
tırmıştı. Büyüklerin, küçüklerin, ka­ rur, yanına çoban, uşak falan a l mazdı.
dınların, kızların, hatta çoluk çocuğun Gayet hasisti. Vakıf, mera borçlarını
arasında bile artık abdest, namaz, batırır, pazar günleri çarşıdan öteberi
oruç, zekat, farz, vacip m ünakaşala­ alırken i k i para için kavga çıkarır, de­
rından başka laf olmazdı. Ezan vakit­ ğirmende ununu "az bir şey. . . " diye
leri yaklaşırken bütün köylü, kış evle­ bedava öğüttürmek isterdi. Askerlikte
rinde, yazsa çağlaya çağlaya gelen mi­ gittiği Arnavutluk'tan beş sene evvel
nimini derede abdestlerini al ırlar, itiş tezkere alıp dönünce ilk işi evini, tar­
kakış aceleyle camiye dolarlardı. lalarını, bağlarını satmak oldu. Eline
imam Efendi, aynı zamanda hafızdı geçen para i l e ağılını yapmıştı. Ucuz
da. Beş vakti gayet ağır k ı ldırır, dört ucuz topladığı, yetiştirdiği koyunların
rekattan i baret olan sabah namazcığı- sayısı beş yüzü bul unca, sürüyle bera-

56
ÖMU S E Y F ETTiN

ber lzmir'in yolunu tutuyor, tam altı Sık ağaçların üstünden yalnız beyaz,
ay görünmüyordu. Onun köyde bin ince minaresi gözüken camiye doğru
türlü hasislik ettiği halde, lzmir'de bol baktı. Büyük çınarlar rüzgarla dalga­
bol harcettiğini duymuşlardı. Köyün lanarak fasılasız zikreder gibi f ısıldı­
dışında yedi kat bir e lmiş gibi yaşıyor, yorlar, ağustosböcek leri cır cır ötü­
herkese hakaretle bakıyor, pazara in­ yorlardı. Cam i ile kahvenin arasında
diği zaman kendine verilen selamı bile iri çakılları aşan dere çağlayarak kö­
almıyordu. Rastgeldiğine dişlerini sı­ pürüyor, dar tahta köprünün başında
kar, Arnavutluk 'ta öğrendiği kabada­ yatan bir sürü kaz, boyunlarını eğerek
yı şivesiyle: tek gözleriyle havaya bakıyorlar, san­
"Ah bire, keratalar bire! Karılarınız ki biraz rahmet bekliyorlardı.
ol masa açlıktan gebereceksiniz bi­ - Köyümüzde bir zındık varken Hak
re! . . " diye k ü fü rü basardı. K imseden teala bakalım duamızı kabul eder mi
korkusu yoktu. Askerden getirdiği ki ... diye başını salladı. Sonra Gavur
ağır Rumeli kebesini çıkardığı zaman, Ali'yi hatırlayınca -yaralarına doku­
belindeki kocaman Karadağ tabanca­ nulmuş gibi- kaşları çatılan, suratları
sı göze çarpardı. Kulübesine uğrayan buruşan köylü lere: " Ben onu i mana
ahbap jandarmalara " kurt içi n" diye getireceğim." dedi.
gösterdiği m ü kemmel bir de martini Mintanının cebinden temiz bir kap­
vardı. K u raklık, çekirge, salgın fi lan l umbağa yavrusuna benzeyen Piryol
gibi felaketler başgösterdi mi, köylü saatini çıkardı. Yavaşça açtı, baktı:
hemen Gavur Ali'yi düşünür, " K uru­ - Ne duruyorsunuz! diye yerinden
nun yanında yaş da yanıyor ! " derdi. fırladı, i k i ndiye üç çeyrek k a l mış.
Evet, A l l a h bazen onun dinsizliğine, Haydin abdestle rimizi tazeleyelim
k ü fürbazlığına k ızıyor, sırf onu ceza­ ağalar!
landırmak için -sanki hainin bağı, Köpüklü dereceğin kenarına koşan­
bahçesi, çifti ç ubuğu olmadığını bil­ lardan ürken kazlar, tıslayarak, salla­
miyormuş gibi- tarlalara yağmur ver­ na sal lana köprünün başından uzak­
mi yor, bağlara filoksera gönderiyor­ laştılar.
du. işte bu yıl da havalar k urak gidi­ Bir sabah Gavur Ali ağılının dış ka­
yord u. Çakır imamın etrafındaki hal­ pısına serdiği kara kebeye yan gelmiş,
kadan bir i htiyar: kaval ıyle askerde öğrendiği:
- Hacı efendi, halimiz ne olacak ? Bi­ Drama köprüsünden
zi bir gün yağmur duasına çıkarıver­ Gece m i geçtin,
sen ... dedi. Debreli Hasan...
i k i saattir anlattığı " Kesik Baş" hi­ türküsünü çalıyordu. Dik, yeşil te­
ka yesini yeni bitire n imam, böyle peden akıp köye doğru sapan keçi yo­
e hemmiyetli bir tek l i fi işitince, üç a y­ lundan bir adamın geldiğini gördü.
dır gökten bir damla rahmet düşmedi­ " Acaba k i m ? " diye dik katle baktı. Bu,
ğini hatırladı. Ağır kebesiyle, siyah Hacı i mamdı. Sarı aba çakşırı, sarı
kalın kaşlarıyle, beyaz keçe k ü lahıyle aba cübbesinin eteklerinden yapılmış
Gavur Ali gözünün önüne geldi. kocaman k a mburuyle tıpkı canlı canlı

51
M EŞ K U T I Y E T D O N E M i

şişirilerek t u l u m yapılmış yuvarlak bir - Söyle oradan.


deve yavrusuna benziyordu. Ağıla çı­ - Uzaktan denmez oğul. Şu köpeği
kacağı belliydi; çünkü b u yol başka bir çağır sen hele!
yere gitmezdi. Burada ne işi vard ı?
Acaba zekat filan istemeğe m i geliyor­ Gavur Ali tekrar düşündü. Köpeği
du? Ali kava l ını yere koydu. Doğrul­ çağırmadı. Kend i yavaş yavaş yoldan
du. " Zok, Zok, Zok" diye seslendi . aşağı inmeye başladı. Zok, efendisini n
Hışım gibi kapıdan fırlayan, i r i sarı geldiğini görünce, yabancının işini da­
köpeğe uzaktan geleni gösterdi. ha çabuk bitirmek için gayrete geliyor,
- Haydi, tut bire... -dedi. deliriyord u . Gavur Ali, kan ter içinde­
K ö p e k h avlayarak Hacı l m am'a ki imama yaklaşınca Zok'a,
doğru koştu. Gavur A l i gülümseyerek - Haydi defol, yukarı bre! diye ba­
Zok'un gidişine baktı. Yeri yalayarak ğırdı.
seken ağır bir o k gibi uçuyordu. Elin­ Birden susan köpek kuyruğ unu ba­
deki sopayla kendini korumaya çalı­ caklarının arasına kıstı. Hakikaten in­
şan imama bir anda yetişti, saldırma­ sani bir nazarla dargın dargın Gavura
ğa, etrafında dönmeğe başladı. imam baktı. Fakat hiç karşı gelmezdi. Son
bir sağa bir sola dönüyor, kalın sopa­ derece m uti idi. Acı acı u l umalarla in­
sını Zok'un dişlerine savuruyordu. leyerek, dönüp dönüp yabancıyla ko­
Can havliyle: n uşan efendisine bakarak ağıla çıkt ı.
- Ali Ağa, hey Ali Ağa.. -diye hay­ Kara kebenin yanına arka ayaklarının
kırdı. Arada iki yüz a rşın kadar bir üstüne oturup düşmanına hiçbir vakit
yer vardı. N i h ayet ayağa k alktı, bağı­ inanmayan akil bir m uhafız dikkatiyle
rarak sordu: gözlerini aşağıdaki efendisiyle yaban­
- Ne var bire? cıya d i kti. Muhakkak, bir felaketi sez­
- Şu köpeği çağır, oğu l ! Parçalaya- miş gibi, ince, keskin, uzun sesler çı­
cak beni! karıyor, iri pençeleriyle toprağı eşiyor,
- Geri git, tepeyi dön; korkma, ar­ sabırsızlanıyordu.
kandan gelmez. Gavur Ali, imamın karşısında d ur-
i ki adam uzaktan birbirleriyle bağı­ d u.
rışırken, Zok, daha ziyade azıyor, yü­ - N e söyleyeceksin? -dedi.
züne savrulan sopaya kudurmuş gibi - Şey ...
atılıyor, avazı çıktığı kadar havlıyor, - Ne?
gazabından taşları, toprakları ısırıyor­ - Senin kaç koyun u n var?
du. - Kaç koyunum varsa var, senin ne-
Hacı imam: "Oraya geleceğim." de­ ne gerek be herif...
yince, Gavur Ali içinden sebepsiz bir Çakır imam, aşağı perdeden dav­
sıkıntı duydu, kızdı. randı, gülümsedi:
- Burada ne yapacaksın ki? .. - Ne kızıyorsun be Ali ağa -dedi­
- Seni göreceğim. kaç koyunun o lursa olsun, bana ne?
- Beni ne göreceksin? Benim meramım sana yalnız birşey
- Bir sözüm var. sormak.

58
Ô M E ll S E Y F E T T i N

- S o r bakalım. şeyleri gösteri yordu. Eğer Ali inat et­


- N e kadar koyunun varsa a z za- meyip namaza başlarsa sürüsü binleri
manda iki misli daha artmasını ister b ulacak, ağıl ı büyüyecek, hatta bir
misin, istemez misin? gün bütün civar meraların sahibi b i le
- isterim. olacaktı. Dünyayı bir yaratan vardı.
- Öyleyse gel namaza başla. Koyun- Veren de oydu, alan da .. Onu mem­
ların iki m i s l i d a h a artmazsa namaz­ nun etmek en büyük akıllılıktı. Gavur
dan vazgeç, ama b ir kere dene. Din Ali'nin de buna aklı yattı. Ama ne ab­
kardeşiyiz, sen de bizim köyün evladı­ dest almasını, ne namaz k ılmasını bili­
sın. Senin zarar görmene razı değiliz. yordu. Küçükten öğrendiği sureleri
Gavur Ali, bir eliyle ensesini kaşı­ Arnavutluk'ta bütün bütün unutmuş­
yor, öbür eliyle kırmızı kuşağını sıvaz­ t u. Çakır imam:
l ıyor, başını sal layarak gülüyordu. - Zarar yok, zarar yok! -diyordu­
imamın çakır gözlerine dik dik baktı, Yat kalk! Cemaate uy. Çoban ibadeti
- Benim karımdan sana ne? -diye bu! Allah yine kabul eder.
sordu.
- Hiç! Gavur Ali'nin, ne kadar maddileşse
- Öyleyse bana ne karışıyorsun? yine mafevkat-tab iaya son derece mü­
Çakır imam, Gavur Ali'nin omu- sait olan köylü m uhayyilesi, ucu ufuk­
z undan tuttu, ta kaybolan sürülerle doluyor, karşı­
- Çök şuraya! -dedi. sında altın dolu heybeler görüyor gibi
Çimenlerin üstüne oturdular. o luyordu. Ayağa kalkaca k ları zaman,
- Sen namaza başlarsan beni m bir lmam'ın, ağzına uzattığı eli gayr-i ihti­
faydam olur m u ? yari öptü:
- Bilmem. - Yarın inşa l lah! -dedi.
- Ne bi lmeyeceksin? Sevabı da karı - Ne yarını?
da, faydası da sana. - Yarın camie gelirim.
Çakır imam, keskin bir köy l ü man­ - Niçin yarın gelesin be oğu l ! Bugün
tığıyle namazın karlarını anlatmaya cuma! Gel, cuma namazından başla,
başladı. Gavur Ali'nin ne zındık oldu­ haydi.
ğunu bildiği için hiç " yarın a hiret"ten - Ağılı kapasam ...
bahsetmiyordu. Bir dula kocasından - Vazgeç. Kim girecek ? Allaha te-
miras kalan bir arının nasıl bin oldu­ vekkül ol.
ğunu, bereketin sırlarını, bol l ujtun se­ Gavur Ali, manyatizma edilmiş gibi
beplerini uzun uzadıya saydı, döktü. hiç m ukavemet göste rmiyord u .
isimsiz, zamansız, mekansız olan hi­ lmam'ın arkasından yürüdü.
kayelerinde öyle bir hakikat çeşnisi Y ukarıdan e fendisinin yabancıyla
vardı ki, Gavur Ali, yarım saat geçme­ beraber gittiğini gören Zok acı acı
den yumuşadı, içinden, " Bir denerim, havlamağa başladı.
eğer dediği gibi koyunlar artarsa na­ Gavur Ali'nin ilk namazı köy için
mazı bırakmam" dedi. Çakır imam, büyük bir hadise oldu. Çakır l mam'ın
ibadet mükafatı olarak yalnız maddi en dinsizleri imana getirmekte maha-

59
M E Ş R U T i Y ET D Ö N E M i

reti zaten malumdu. Fakat Gavur A l i Buna razı m ısınız? -dedi.


gibi yıllanmış b i r zındığın doğru yola Köylülerin hepsi bir ağızdan cevap
geleceğini kimse ümit etmiyordu. Köy verdi:
halkı bu harikadan adeta şaşırdı . Şaş­ - Razı değiliz, razı değiliz!
kınlıkları sevinçle karışıktı. O gece - Öyle ise, ufak bir oğlan bulun ba-
onu ağıla bırakmadılar. Şeref ine bir kalım.
ziyafet tertip ettiler. Camide ilah iler Gavur Ali şimdiye kadar yanına
okundu. Ertesi sabah, Gavur A l i mi­ kimseyi almamıştı. " Elden vefa, zehir­
safir kaldığı ayan Esen'in evindeki te­ den şifa " derdi. Başkasına teslim olu­
m i z odada uyanınca, k endini bütün nan mal kaybolmuş sayılırdı. Fakat
bütün değişmiş b u ldu. Evet, kahvede kahvede cemaatin karşısında sesini çı­
toplanan h a lkın arasında lezzeti tarif karmadı. Evet, hakikaten bir adam
olunmaz bir neşe vardı. Aptestini alan tutmazsa, beş vakitte cemaate nasıl
geliyor, hem kurulanıyor, hem kahve­ yetişecekti? Ağılla caminin arasında
sini içiyord u. Ali de dereden aptestini en aşağı iki kurşun atımı yer vardı.
aldı. Camiye girdi. Namazdan sonra Hem iki günlük sofuluk onun ruhunu
cemaat dağıl mıyor, doğru kahveye epeyce değiştirmişti. Kahve çok rahat­
göç ediyord u. Ali de aralarından ayrı­ tı. iyi yarenlik oluyordu. O gün köylü­
lamadı. İçinden: nün bulduğu çocuğu ağıla götürdü.
- Öğleyi de kılar, sonra ağıla çıka­ Zok acıcık daha i k isini de parçalıya­
rım! caktı. Evvela bu terbiyesiz köpeği tut­
Diyordu. Fakat öğle namazından tu, bağladı, güzel bir dövdü. Sonra ço­
sonra köy l ü yine onu b ı r a kmadı. cuğa işlerini öğretti. Her sabah koyun­
" Mevlut" okunacaktı. Daha mevlut ları nasıl, nereye çıkaracağını, köpeğin
bitmeden dört aydır yağmıyan yağ­ ekmeğini ne vakit vereceğini, akşam
mur dışarısını sel içinde b ıraktı. Ga­ ne vakit döneceğini iyice anlattı. Ken­
vur Ali kahveden ağıla gitmeye kımıl­ disi namaza daradar yetişti. Günler
dadıkça: geçtikçe birçok meselelere merak sarı­
- Dur, rahmet dinsin de gidersin ... yor, farz, vacip münakaşalarına o da
Diye tutuyorlardı. ikindiyi, akşamı karışıyordu. imamdan namaz surele­
cemaatle k ıldı, gök delinmiş gibi yağ­ rinden başka, iki de aşır öğrendi. Yat­
mur durmuyor, ha bire yağıyordu. Bu sı namazlarından sonra kahvede pek
bereket müjdesinden sevinen m innet­ güzel vakit geçiyordu. Kahveciyle an­
tar köylüler, o gece de Ali'yi ağıla bı­ laştı, artık geceleri de ağıla çıkmaz ol­
rakmadılar. Ertesi sabah namazdan du. Orada peykenin üstünde yatıyor­
sonra kahvede Çakır imam, sanki Ga­ du. Fakat o ilk namaz k ıldığı gün baş­
vur Ali ile evvelden anlaşmış gibi: lıyan yağmur bir türlü dinmiyordu.
- Hey ağalar! Bizim Ali ağaya kü­ Köyün h e r tarafı göl oldu. Hatta köy­
çük bir çoban lazım ağı l ı beklemek l üler Çakır imama:
için ... Kendisi her vakit çıkıp inemiye­ - Kuraklık duası da olur mu?
cek. Eğer ona doğru bir çoban bula­ Diye sormağa başladılar. Bir ay geç­
mazsak, beş vakitte cemaate gelemez. ti, i k i ay geçti. Bu esnada yağmur an-

60
ÔMEk S E Y F E T T i N

cak bir, yahut i k i gün fasıla vermişti. camiden çıkarken Çakır imamı tuttu:
Durur durmaz yine a ynı dehşetle baş­ - Hani bizim koyunlar çoğalacaktı?
lıyordu. A l i bir gün kahvede vaaz din­ Elli tanesi öldü, dedi.
lerken, çobanın geldiğini gördü: Çakır imam, gayet e hemmiyetsiz bir
- Ne var ülen? şeyden bahsolunuyormuş gihi:
D i ye üzerine gitti. Çocuk bir şeyden - Adam sen de, A li Ağa! -diye başı­
korkmuş gibiydi. nı salladı-, sen kalbini sağlam tut, Al­
- Koyunların burnundan sarı sarı l a h e l linin yerine yüz verir. Sonunda
bir şeyler a kıyor, ölüyorlar, -dedi. göreceksin.
- Ölüyorlar mı?
- Ölüyorlar. Altı günden heri 50 ta- Gavur A li, iki aylık sofuluğun tesi­
neden ziyade öldü. riyle sağlam bir iman sahibi o lmuştu.
- Ne? Çakır lmam'ın teminatını büyük bir
- Gel de bak. hakikat gibi kabul etti. Yine namaza,
Gavur Ali, kahvedeki cemaate hiç­ niyaza, ibadete daldı. Haftada bir gün
bir şey söylemeden küçük çobanla ağıla uğruyor, yeni yeni ölen koyunla­
uza k laştı, bir nefeste ağıla yetişti. Ko­ rın derilerini yüzüyordu. Bu derileri,
yunlar hepsi afsuna tutulmuş gibi yer­ köyden geçen bir bezirgana beşer ku­
de yatıyorlardı. Hemen ölüleri ayırdı, ruşa sattı. Parasiyle bir mevllıt okuttu,
akşama kadar bunları yüzdü. Zok, bu heş hatim indirtti. Fakat koyunlar ha­
derileri kokluyor, başını havaya kal­ bire ölüyorlardı.
dıra ra k acı acı uluyordu. Gavur Ali Ne zaman iyice bunalıp yanına var­
çocuğa: sa h u meseleyi açar açmaz, Çakır
- Sen bunları bataklığa sürmüşsün! imam onun ağzını:
Hepsi zehirli ot yemişler! - Sabret! K al bini sağlam tut! A l l a h
Diye çık ışmak istedi. Halbuki ço­ s e n i imtihan ediyor! O birin yerine bin
ban, sürüyü kendi gösterdiği yerden verir! -diye hemen kapatıyor, malını,
başka yere götürmediğine yemin etti. mülkünü son puluna varıncaya kadar
Gavur A l i yağmurun altında çobaniyle kaybettikten sonra ibadet kuvvetiyle
beraber mer'aya çıktı, birdenbire şaşır­ padişah olan Hasan Efendi masalını
dı. En tepelik yerlerde sarı bataklık çi­ anlatmaya başlıyordu. iki ay içinde
çekleri bitmişti. Yağmur her tarafı ba­ ağılda kala kala yirmi beş koyun kal­
tak içinde bırakmıştı. Rutu betten her dı; fakat bir kere ok yayından çıkmış­
taraf küf kokuyor, insan basarken t ı. Gavur Ali namazı bırakmıyor, hid­
ayakları baldırlarına kadar çimenlere detten, gazaptan, pişmanlıktan çatık
batıyordu. Gavur Ali, o gece köye dön­ kaşlı esmer yüzü morarıp kızardıkça,
medi. Fakat ağılda fena halde canı sı­ köylü onunla alay eder gibi:
kıldı. Hele yakın bir felaketin hayalini - Suratına nur geldi, ülen, namaza
görür gibi durmadan u l uyan Zok'a bü­ başlayalı diyorlardı.
tün bütün kızdı. Kalktı, iki defa daha Koyunlar on tane kalınca, Ali, çoba­
dövdü. Daha güneş doğmadan, yağ­ nı güzel bir dövdü. Tekmeleye tekme­
m u r altında, sabah namazına yetişti, leye kovdu. Kendi meraya gitmeye

61
M E Ş R UT i Y ET D ö N E M I

başladı. O n koyunla b i r kösemen, bir çin Çakır haininin sozune uymuştu.


sürü sayılmazdı. Bunları köyün etra­ işte on un sebebine koyunlar bakımsız
fında otlatıyor, yine namazını cemaat­ kalmışlar, altı ay içinde beş yüzden,
le kılabi liyordu. Fakat bir gece dalgın­ hiçe inmişlerdi. Bir plan k u rdu. Şimdi
lıkla ağılın kapısını açık bırakmıştı. martininin, heybelerini omuzlayıp lz­
Sabah uyanınca içeride kösemenden mir'in yolunu tutmalı, orada birkaç
başka can l ı bir hayvan b u lamadı. para kazanmalıydı. Başka yapacak bir
Zok, dış a v l unun kapısında şeytan şey yoktu. Köye girdi, ertesi gün için
çarpmış gibi k ıvranıyordu. Bütün vü­ kendisine e kmek, azık fi lan tedarik et­
cudunu sarsan korkunç teşennüçlerle ti. Rastgeldiği köylü, hastalığın geçip
hıçkırıyordu. Ağzı köpük içindeydi. geçmediğini soruyor, i nsanın hasta
Gavur Ali, o günü boşu boşuna bütün iken yattığı yerde nasıl namaz k ılabile­
meraları dolaştı, koyunlarını aradı. ceğini tarife girişiyorlardı.
Acaba k u r t mu kapmıştı. A kşam ağıla Gavur Ali cevap vermiyor, içinden:
geldiği zaman hala Zok hıçkırıyordu. "Allah hepinizin belasını versin ! " diye
Durmadı, köye indi. Artık bir köse­ homurdanıyordu . Güneş batmadan
menle ağıl bekçiliği yapacak değildi ağıla döndü. Zok ölmüştü. Kösemen
ya. Çakır lmam'ı aradı. " K asabaya kendini bekliyordu. Kulübesine girdi,
gitti" dediler. O gece yatsı namazını e kmekleri, peynirleri, tıka-basa heybe­
kı lmadı. Sabahleyin de kendini abdest lere yerleştirdi; köşeye koydu. Ocağı
almağa davet eden hemşerilerine: tutuşturdu. Martini sildi. Çarıklarını
- Hastayım, namaz k ı lamayacağım, yağladı; fakat gece yarısı oldu. Yine
-dedi . uyuyamadı. Ocağın a levleri karşısında
Bunun üzerine k ahvede b i r münaka­ tekrar cahil l ik le uğradığı ziyanları dü­
şadır çıktı. Köylü, namaz için mazeret şünmiye başladı. Birbiri arkasına ka­
tanımı yordu. Kesik başın dipsiz k uyu­ lın kalın sigaralar yapıyor, birini sön­
ya düştüğü zaman nasıl ibadet ettiğini dürmeden i k i ncisini yakıyordu. Gözü­
an latıyorlar. Mevlut ahengiyle: nün önüne i mamın iki cam zıp zıp gi­
- " Göz ucuyla namazını kılar idi ." bi parlıyan çakır gözleri geliyor:
Mısramı hep bir ağızdan tekrarlı­ - Nasıl şeytana uydum.. Diye başını
yorlardı. Gavur Ali birdenbire kızdı. sallıyor, çubuğu ağzına bıraktıkça boş
Yine eski zındık lığına döndü. kalan elini dizine vuruyordu. Ansızın ar­
- Olen keratalar! Kılmıyacağım işte, kasında bir tıkırtı duydu. Döndü, Aralık
siz ne karışıyorsunuz bire? kapıdan kösemen girmiş, azık heybesini
Diye haykırdı. Kime olduğu belli ol­ devirmişti. Ekmeği çıkarıp yemeğe çalı­
mıyan pis küfürleri basarak dışarı çık­ şıyordu. Gavur Ali acı acı gülümsedi.
tı. Köylüler zaval lının felaketiyle hiç Ocağın kırmızı alevleri yüzünü sanki
meşgul değildiler. Yalnız onun birden­ akmayan soluk kanlara buluyordu.
bire yine döndüğüne şaşıyorlardı. Ga­ - Olen kösemen! -diye dişlerini sık­
vur Ali bütün gün köyün etrafında do­ tı. Bu hitabı duyan ihtiyar keçi içerisi­
laşıyor, derenin kenarında tütününü ne birdenbire alevlerin dolduğu zeki
içerken derin derin düşünüyordu. Ni- bir nazarla efendisine baktı:

62
Ô M E k 5 E Y F E1'1' 1 N

- ? uzun uzun bakrı. Dış avluda ölüleri


- Defol oradan . . . K alkıp şimdi iki çalınmış, servileri kesilmiş bir mezar­
rekat namaza durursam, sen de oldu­ lık durgunluğu vardı. Fecir her tarafı
ğun yerde geberirsin! -dedi. pembe bir aydınlık içinde bırakmıştı.
Keçi bu korkunç tehdidin dehşetini Kapıyı hiddetli bir beceriksizlikle ki­
h akikaten anlamış gibi alabildiğine litledi. " A h bire boş kafa, a h bire boş
şahlanarak dışarı kaçtı. kafa ! " diye anahtarı başına vurdu. Ba­
Ertesi sabah heybelerini, martinini, tı tarafına yükselen yamacı tırmanma­
kebesini omuzuna vurduktan sonra, ya başladı. Arkasında kalan görünmez
Gavur Ali, ağılın her köşesini dikkatle köyden tatlı, uzun, ulvi, berrak bir
aradı. iki ay evvelki şen sürüsünden ezan sesi aksediyor, sanki onu son bir
yadigar olarak gurbete götürmek iste­ veda namazına çağırıyordu !
diği emektar kösemenini bir türlü bu­
lamadı. Sonra durdu; Zok 'un naşına (B ü y ü k M e c m u a , 1919, sayı 4)

63
R E F İ K HA L İ T K A R A Y

Istanbul'da doğdu ( 1 5 Mart 1 888). I lköğrenimini tamamladıktan sonra


altı yıl Galatasaray Sultanisi'nde ( 1 900- 1 906), bir yıl da Hukuk Fakülte­
si'nde okudu ( 1 907). Kısa süre, Maliye Nezareti Deviiri Resmiyye Kale­
mi'nde çalıştı. Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazarlık, çevirmenlik etti
( 1 908-1 9 1 3 ). Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi üzerine ( 1 2 Haziran
1 9 1 3 ) " ittihat ve Terakki Fırkası"na karşı olarak tanınan kişilerle birlikte ls­
tanbul dışına sürüldü. Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik'te yaşamak zorunda
kaldı ( 1 91 3- 1 9 1 8). Ziya Gökalp'in aracılığı ile affedilip Istanbul'a dönüşün­
de Roben Kolej'de Türkçe öğretmenliği ( 1 9 1 8- 1 9 1 9) etti; genel merkezinde
görevli olduğu "Hürriyet ve itilaf Fırkası" iktidara gelince Posta Telgraf Ge­
nel Müdürlüğüne getirildi. Bu dönemde çıkardığı Aydede dergisinde, yayım­
ladığı Kurtuluş Savaşı'na karşı yazılarından dolayı sınır dışı edildi ( 1 922). Af­
fedili nceye değin ( 1 9 38) Beyrut ve Halep'te yaşadı. Halep'te çıkan Doğru Yol
( 1 924) ve Vahdet ( 1 928) gazetelerinde çalıştı. Ülkeye dönüşünden ölümüne
( 18 Temmuz 1 965) değin yaşamını kitaplarının geliriyle sürdürdü.
Çok yönlü bir sanatçı olan Refik Halit ilk gençlik evresinde Kalem der­
gisinde "Kirpi" imzasıyla yayımladığı mizah yazılarıyla tanınmıştır. Edebi­
yat çevrelerinde ilgiyle karşılanan önemli yapıtı, ilk sürgün yaşadığı yıllarda
yazdığı öykülerden oluşan Memleket Hikayeleri ( 1 9 1 9) ve lstanbu/'un Bir
Yüzü ( 1 920) romanıdır 1 . Bu iki yapıtıyla yurtdışına sürülmeden önce kendi­
sini güç beğenir kişilere kabul ettirme başarısını göstermiş, Yahya Kemal'in
deyişiyle, "Meşrutiyetten sonra ortaya atılan edebi nesil içinde", "Türkçeye
yeni bir çeşni vererek " belli bir edebiyat anlayışının temsilcisi olmuştur.
1 9 1 8' de Ruşen Eşref'in sorularına verdiği yanıtlarda, " ... Bizim bir dili-

1. ilk basımı, lstanbul'un lçyüıü adını taşıyor.

64
R E F i K H A L i T K A R AY

miz var ki, bu yarının dili olacaktır" diyen Refik Halit, "Genç Kalemler"
hareketine katılmamasına karşın Türkçenin sadeleşmesinden yanadır. Ede­
biyatın halka karşı yükümleri olduğu düşünüsündedir. "Dili bulduk. Şim­
di halkı ögrenecegiz ve adi/eşmeden kendimizi halkla meşgul edecegiz. Bi­
ze bir Rus edebiyatı lazım. Yani halkın acılarına iştirak eden, ihtiyaçlarım
duyan, emellerine şekil veren bir edebiyat. . " diye konuşur. 2
.

Memleket Hikayeleri, bu kaygıları duyan bir kafanın ürünleridir. Ma­


uppassant'da ve Rus öykücülüğünde geliştirilen, kent ve köy gerçeği içinde,
halkı yansıtma geleneğine bağlıdır. " Anadolu'yu bir köylü olarak değil,
varlıklı bir şehir delikanlısı olarak" görüp anlattığını belirtmesine3 karşın
öykülerine yaşamla çelişmeyen gözlemleri kaynak yapabilm iştir.
1 ) Memleket Hikayeleri'nde, özellikle çevre gerçekleri yansıtılırken dö­
nemin öyküsünde ender olarak raslanabilecek düzeylere erişildiği görülür:
Yoluna rastlayan pencerelerden içeri göz gezdirerek yürüdü. Avlu­
da çenberlerinden ayrılmış fıçılar, gaz tenekeleri üzerinde yeni kesil­
miş karpuz kabukları, ısınan gübre yığınları vardı; köşedeki maden
kömürlerine akseden güneş kaldırımlarda hareleniyor, sineklerin in­
ce zar kanatlarını göstermeyen parlak bir ışıkla kayarak ta aşağıya,
ovaya doluyordu. ( H a k k ı S ü k u t )
iki derenin birleştiği bu batak, çukur, sıtmalı araziye çeltik lerden
kalkan kokulu, ağır bir duman yayıl ıyor, gövdeleri yarılmış, yanmış,
beş on yaşlı, cansız söğüt arkasında güneş, bulanık bir ışık uzatarak
arkların durgun sularını yer yer parlatıyordu. ( B o z E ş e k )
2 ) Toplumsal sorunların oldukça ayrıntılı işlendiği öyküler vardır. Ör­
neğin " Hakkı Sükut"ta, Bursa'daki bir iplik fabrikasında acımasız koşullar
altında çalıştırılan işçiler karşısında, küçük burjuva " işçi katibi"nin ben­
benciliği işlenmiştir. "Şeftali Bahçeleri "nde bürokrasinin durumu sergile­
nirken, okumuş aratabaka, çok sonra Cumhuriyet dönemi öykücülerinde
görülebilecek nesnellik ve ustalıkla ortaya konur. Her iki öyküde de kişile­
rin dış görünüşleri beceriyle çizilir. Sorunlar içinde biçimlenen ruhsal halle­
rinin yansıtılmasına çalışılır!
Bu, ihtiyar, uzun simali, iri kemikli bir adamdı, gırtlağında oyna­
yan sivri çıkıntısı ile, haddinden uzun, kirli, çürük dişleriyle konuşur­
ken karşısındakilerin gözlerini a lır, ayrıldıktan sonra bile insanın ha­
yalinde bir zaman bunlar canlı kalırdı. ( H a k k ı S ü k u t )
iri karnı, yassı vücudu ile, sonra kavun kafası, mini mini kirpiksiz
gözleri ile Hidayet Bey, kurşun kalemleri üzerindeki hayvan resmine,
timsaha benziyordu. ( Ha k k ı S ü k u t) .
Abani sarıklı, mor cübbc:li, fıkara kılıklı bir ihtiyardı. Sert, kır bir

2. Diyorlar ki, sf. 236-237, 1 1 - baskı ( 1 972).


3. Varlık dergisi, sayı 494 (15 Ocak 1 959).

65
ME$R UTIYET DON EMi

sakalın örttüğü çehreden meydanda duran kısmı, sıcak ovanın güneşiy­


le kavrulmuş, buruşuklar, kıvrımlar içinde kalmıştı. Sarkık, şiş kapakla­
rının altında beyaza yakın açık mavi, ufacık gözleri vardı. ( R o z E ş e k )
3 ) Gerekli gördüğü yerde öykünün akışını bozmayacak, kısa, ama etki­
li tümceler kurmaya özen gösterir.
4) Çevrenin toplumsal özelliği belirtilirken gözlemler ustaca yansıtılmıştır:
Burada maneviyat itibariyle de durgun, tahayyülsüz bir hava, kar­
ları lapa lapa yağan, sakin bir dağ havası vardı. Köylerinde ahali apa­
çık, kaç-göçsüz gezip yaşadıkları halde bu kasabada kadınların bir
gözünü görmek muhaldi. Gelin, bir evde kayınbabasından kaçar, gü­
vey baldızının yüzünü tanımazdı. Sazsız, sözsüz, düğünsüz, derneksiz
bir felaket hayatı geçiriyorlard ı. Bol bol evlenmekten ve sık sık do­
ğurmaktan başka ömürlerinin tadı, acısı yoktu. ( Ya t ı k E m i n e)
5) Toplumsal koşullara ya da kendilerine yenilen kişiler (Sarı Bal öykü­
sünde kaymakam, Şeftali Bahçeleri'nde tahrirat katibi, Hakkı Sük ut ta işçi '

katibi) inandırıcıdırlar.
6) Yazar, kadın kişileri çizerken de gerçeğe bağlıdır.
Biri esmer, biri uzun boylu, endamlıydı; göğsü dar yeleğinin altın­
da genç, gürbüz duruyor, insana dalgın, tatlı gözlerle derin derin ba­
kıyordu. Öbürü, sarışın büsbütün iri, gösterişliydi. Uzun saçlarını el­
li altmış örgü yapıp sırtından aşağı, nadide bir atkı gibi koyvermişti.
( Ş e ft a l i B a h ç e l e r i )
7) Doğa betimlemeleri, "şairaneye" kaçmadan yerinde benzetilerle yapılır.
Bu ne uzun, ne can sıkıcı bir yoldu. Durgun sulardan fışkırmış pirinç
başaklarıyle arklar boyunca giden kamışların yeşilliği yamaçlar ardın­
da görünmez olunca, kurak, düz bir toprak, iki gün hiçbir köye, hiçbir
değirmene, hatta iki cılız söğüdün gölgelediği bir su başına bile uğra­
madan, ıssız, kavruk devam edip gidiyordu. Sonra dik kayalı bir yokuş,
korkunç bir boğaz aşılıyor, tepesine yaklaştıkça serin bir rüzgarla be­
raber latif bir manzara başlıyordu. ( B o z E ş e k )
1 909 - 1 9 1 8 yıllarında yazılan öykülerden oluşan kitapta konuları lstan­
bul'da geçen hikayelerde de (Bir Taarruz, Kuvvete Karşı) gerçekçi yönteme
bağlanan Refik Halit, Gurbet Hikayeleri'nde ( 1 940) biraz anı havasına gir­
mesine karşın, gene başarılı ürünler (Eskici, Zincir) verebilmiştir.

Romanları

Refik Halit'in 1 920-1 965 yıllarında yazdığı 1 6 romanından ilki, lstan­


bu/'un Bir Yüzü, yazarlığının ilk evresi ürünüdür. il. Abdülhamid yönetimiy­
le Birinci Dünya Savaşı'nın son yıllarına değin süren dönemin sergilendiği bu
yapıtında değişik bir teknik uygulamıştır. Romanın kahramanı lsmet'in anı
defteri temel alınarak, " Bir Harp Zengini", " Eski Devirdekiler", "Yeni Dev­
rin Simaları", "Harp Devri'nin Hanımları", " Eski ve Yeni lstanbul" adların-

66
REFiK HALiT KARAY

da beş bölümden oluşur. V. Bölümde ismet, tanıdığı kişileri ve yaşadığı, ta­


nık olduğu serüvenleri yansıtırken gerçeğe bağlı kaldığını şöyle ifade eder:
Ben gördüğümü ve bildiğimi olduğu gibi, hiç değiştirmeden, süsleme­
den, hayalimden birşey ilave etmeyerek yazdım. O kadar muhtelif sima­
lar ve maceralar topladım ki, şimdi benim bu tasvirlerimi okuyanlar yol­
da rasgeldikleri bir çehre veya kulaktan işittikleri bir vak'a karşısında,
zannederim ki, bir aşinalık duyacaklardır. (2. bas., sf. 163, 1939)
Gerçekten, lstanbu/'un Bir Yüzü'nde özellikle egemenlerin, devletlilerin
yaşadığı çevreler sergilenirken, kişiler beceriyle çizilir:
... Küçük hanım helecanından sofrada ağzına bir lokma yemek koy­
madı, dişleri kilitlenmiş gibiydi, hatta konuşamıyordu, "nen var?" di­
ye herkes sordukça, bermutad: " Birşeyim yok, asabım bozuk ... " diye
cevap veriyor, çehre ediyordu. Hemen odasına kapandı; yüreği çatla­
yacak, yerinden fırlayacak kadar biteviye vuruyordu. Eter koklattım,
elli altmış damla birden brom verdim, validol içirdim. Rengi kağıt gibi
beyazdı, dudaklarında bir damla kan kalmamıştı. (sf. 70)
"ittihat ve Terakki Fırkası"na yanaşarak yönetime katılan kişilerin de yer
yer eleştirildiği romanda Refik Halit, öykülerindeki dil ve anlatım özelt iğini
korumuştur.
Sürgün: Alaylı bir yüzbaşının sürüldüğü Bcyrut'taki yaşamını konu alan
Sürgün'ün de ( 1 94 1 ) hem tekniği, hem kişilerin canlılığı ve yan olayların inan­
dırıcılığı yönlerinden, Refik Halit'in romanları arasında önemli bir yeri vardır.
1 ) Yazar, bu yapıtında yıkılma öncesindeki bir düzenin kokuşmuşluğunu,
değer çöküşlerini yansıtırken değişik sınıf ve tabakaların yaşamlarını sergiler.
Romanın kahramanı Hilmi Efendi, olayların gelişimi içinde -yalnızlığın, para
sıkıntısının, memleket özleminin, geçici umarların, umutsuzluğun direncinde
açtığı bütün yaralarla- ustalıkla yaşatılır. Öteki kişiler de, özellikle bekar oda­
larında yaşayan sürgünler (Daim Bey, Harputlu Naim Hoca, Şair Deli Kenan)
ve Osmanlı Şehzadesi Kemalettin Bey çevresi aynı canlılıkla verilirler.
2) Yazarın çevreyi kişilerin ruh hallerinden soyutlamadan yansıtmada
üstün bir başarı düzeyine u laştığı görülür.
Karanlık basmıştı. Memleketin gürültüsü bu sarnıç kadar çukur,
kalın duvarlı, koca kubbeli binaya, uzaktan sesi duyulduğu halde, ne­
dense bir türlü yaklaşamayan bir trenin sa�ır, boğuk gürültüsü gibi,
alttan alta aksediyor, arasıra, pek yakından yolcu vapurlarının düdük­
leri duyuluyor, bilhassa bu sesler gurbet ve hasret halini hatırlatarak
bir hüzün, bir fazla hislilik veriyordu.
Dört numaralı petrol lambasını yaktılar. Şişesinin kırılıp düşmüş
bir tarafıııa sigara kağıdı yapıştırmışlar, galiba büsbütün p:ırç:ı l:ın­
maması için de günlerden beri de silmemişlerdi. Medrese bu cılız ışık­
la aydınlanmamış, duvarlara vuran iri gölgelerle korkunçlaşmış, ba­
tan kopuk bir ay parçasının ışıldattığı bir orman izbeliği halini almış­
tı. (3. bas., sf. 23, 1963)

67
M E $ R UT I Y E T D O N E M i

3 ) D i l yalın, anlatım canlı ve sürükleyicidir. Yer yer değişik benzetilere


raslanır: " Başını yastığa koyar koymaz, dinmiş hir diş ağrısının başlaması
gibi" (sf. 3 1 ), " ... denizin üstünde biriken koyu bir bulut kurşun gibi ağır­
laşarak ... " (sf. 41 ), "elindeki bohçayı içinde uyuyan çocuğu uyandırmama­
ğa çalıştığı bir kundakmış gibi sarsmadan. " (sf. 57).
4 ) Yer yerde "mensur şiir" düzeyinde parçalar, kişilerin duyarlıklarını
yansıtır:
... Suzidil ondaki yurt muhabbetini fazlasıyle harekete getiriyor,
kaybedilmiş eski, derin aşktan elde kalmış bir bergüzar, bir mektup,
bir kurdela, bir halka gibi ... Yüzüne baktıktan sonra gözünde Ana­
dolu yeniden canlanıyor. Aşıp geçmekle bitmez akçıl ovalar ... Ufuk­
ta bir kabaran, bir yayvanlaşan, yaklaşılmaz ve yaklaşınca belli ol­
maz kül renkli çıplak dağlar... Dere içlerinde loş değirmenler ve ke­
narlarında leylekler dizili, insan yüzüne hasret, akıp hiçe giden çay­
lar ... Anadolu ... Günlerce içinde dolaştığınız zaman meskun olduğu­
nu sanmadığınız, fakat hudutlarda ordularının kaynaştığını görünce
o kadar halkın nereden çıktığına şaştığınız sihirli ülke . . . Burası ger­
çekten bir masal memleketidir; ahalisi, sanki efsunlu külahlar giydik­
leri için göze görünmeden ekip biçen, koşup yetişen adamlardır. için­
de iken sevmek için hiç bir sebep göremediğiniz halde uzak düşünce
yemyeşil, sulak ve serin bulduğunuz kavruk, kuru, yakıcı ve dondu­
rucu yer! .. Üstünden bakınca yavan ve yaban sanılan, fakat içyüzünü
gösterdiği zaman bir mahşeri andıran kalabalık ve bereketli kıt'a!..
Yok görünen bir varlık, boş sanılan bir çokluk!.. (sf. 63)
Refik Halit'in ülkeye dönüşünden sonra yazdığı -Bu Bizim Hayatımız
( 1 950) dışındaki romanlarda, daha geniş okura ulaşma amacıyla eski sanat
beğenisinden uzaklaşarak, edebiyatımıza bir katkısı olmayan yapıtlar ver­
diği genellikle kabul edilmiştir.

YAPITLARI: Öykü kitapları: Memleket Hikayeleri ( 1 9 1 9, 3. bas. 1 964), Gur­


bet Hikayeleri ( 1 940, 1 966). Romanları: lstanbufun lçyüzü ( 1920, lstat1-
bufun Bir Yüzü adıyle 1 939), Yezid'in Km (Halep 1 938, lstanhul 1 939), Çe­
te ( 1 939), Sürgün ( 1 94 1 , 1 944), Anahtar ( 1 947), Bıı Bizim HtJyatımız ( 1 950),
Nilgün (3 ciltolarak 1950, tek cilt 1 960), Yer Altında Dünya Var ( 1 953), Di­
şi Örümcek ( 1 953), Bugünün SartJylısı ( 1 954), 2000 Yılın Sevgilisi ( 1954), iki
Cisimli Kadın ( 1 955), Kadınlar Tekkesi ( 1 956), Karlı Dagdaki Ateş ( 1 956),
Dürt Yapraklı Yonca ( 1 957), Sonuncu Kadeh ( 1965).
KAYNAKLAR: Hikmet Münir Ebı;i, Kendi Yazılarryle Refik Halid ( 1 943);
Hasan Ali Yücel, Edebiyat Tarihimizden I ( 1 957); Mustafa Baydar, Edebiyat­
çılarımız Ne Diyorlar ( 1 960); Yahya Kemal, Siyasi ve Edebi Portreler ( 1 968);
Vedat Günyol, Dile Gelseler ( 1 966); Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hika­
ye ve Roman cilt O, 2. bas. ( 1 970); Asım Bezirci-Refika Taner, Seçme Roman­
lar ( 1 973).
RE F İK H ALİT
KARAY ' DAN
ÖRNEKLER

H A K K I S Ü K ÜT gibi koparacağı gürültülerden evvelki o


Saatçizadelerin ipek fabrikası, bu rüz­ korkunç sükutu ile tehditkar bekliyor­
garsız öğle güneşi altında ağırlaşan ha­ du. Aşağılarda fabrikaların ziftle bo­
vayı uzaklarda dönen bir uskur uğultu­ yanmış saç bacaları, ağızlarından he­
su ile sarsıyor, mini mini çocuklar, ateş­ men koparak aydınlığa karışan duman
ler içinde yanan fakir mahallenin bu dilleriyle boşlukları yalıyor; koza sakla­
nöbetli nabzını dinleyerek tahta beşik­ maya mahsus böcekhaneler geniş men­
lerinde uyukluyordu. fezlerinden içerilerinin gölge ve serinli­
Aşağıda, Bursa'da, müezzinler ezan­ ğini göstererek bu sıcak muhit içinde
larını okumuşlar; bu taraflarda fabri­ sakin, tatlı bir uyku ile dinleniyordu.
kalar kalın düdükleriyle öğle paydosu­ Hasip Efendi, böcekhanelerden birine
nun bittiğini haber vermişlerdi. Artık çekilerek şu kızgın odadan, cehennem
ta akşama kadar, işleyen çarklardan nefeslerini duyduğu mancınıklardan
başka bir ses duyulmayacak, yalnız ba­ uzakta bir iki saat dinlenmeye karar
calar ateşli nefesleriyle sıcak sıcak solu­ verdi. Yoluna raslayan pencerelerden
yacaktı. içeri göz gezdirerek yürüdü. Avluda
Amele Katibi Hasip Efendi, her tarafı çenberlerinden ayrılmış fıçılar, gaz tene­
bir cıefa dolaşmış, kaynar su buharları­ keleri, üzerinde yeni kesilmiş karpuz
nın, sıcak hava borularının ısıttığı kırk kabukları ısınan gübre yığınları vardı;
derecede bunalan genç kızlara bir iki köşedeki maden kömürlerine akseden
haykırdıktan sonra, odasına gelmiş, kö­ güneş, kaldırımlarda hareleniyor, sinek­
şe minderine uzanmıştı. Fakat muşam­ lerin ince zar kanatlarını göstermeyen
ba perdeleri kızdırarak döşemeye akse­ parlak bir ışıkla kayarak ta aşağıya,
den gölgesiz, çıplak güneşten rahat ede­ ovaya doluyordu. Oraları daha sıcak,
miyor; yeleğinin düğmeleri çözülmüş, daha havasızdı; Yıldırım Beyazıd Cami­
patiska mintanı pantolonundan taşmış, inin geçen fırtınalardan kurşunu kalkan
perişan bir halde dışarıya bakıyordu: kubbesi, parça parça gaz dökülmüş bir
Dağın vakarlı şekli bir havagazı de­ havuz gibi parlıyor, gökte ışıktan mız­
posu gibi sanki geriliyor, şişiyor, patla­ raklar dolaştırıyordu.
yacak bir barut mahzeni, bir taş ocağı Böcekhane serindi; üst katta kozaları

69
M E Ş R UTiYET D O N E M i

boşaltılmış henüz yıkanmış b i r bölme ipek saçlar a . tında sevine sevine neş'eli,
vardı; Hasip Efendi, oraya upuzun yat­ kuvvetli gelen yeniler, bir iki sene sonra
tı, serinliğe koşan sineklerden rahatsız kuvvetsiz apklarını, nalçalı kundurala­
olmamak için yüzüne mendilini örttü; rını taş kaldırımlar üstünde zorla sü­
uykuyu bekledi. rükleyerek kulübelerine çekilirlerdi. Ağ­
Hasip Efendi, kırk senedir böcekçili­ rıyan başlarını, yanan göğüslerini din­
ğe hasrettiği hayatını, şimdi hasta yatan lendirmek için yalnız altı saat vakitleri
Fotika'sını, bu katil fabrikaların öldür­ vardı; gülmek ve konuşmak için değil.
düğü öldüreceği kızları düşünüyordu. Kimbilir ertesi sabah bu hasta yorgun
Şüphesiz görüyordu, inanıyordu, ar­ gözler ne kadar güç açılır, her kemiği
tık inanıyordu her ay bir genç kız zayıf­ ayrı sızlayan bu zavallı vücutlar, fabri­
layarak, öksürerek, terlemiş şakakları­ kanın düdüğüne ne zorlukla itaat eder­
na saçları yapışarak, sabırlı, tahammül­ di. Kimbilir bu hastalıklı sabahlar ne
lü eriyor, bir gün artık evinden çıkama­ kadar gözyaşları döktürürdü, bu halsiz
yarak köşesinde ölüyordu. Kırk senedir vücutları sürüklemek güçtü ...
böyle kaç gencin acıklı ölülerini seyret­ Birden, düşündüklerini bıraktı; Foti­
miş, kaç genç tabutun arkasından yürü­ ka 'yı hatırladı. O da artık hastalanmış­
müştü. Üç dört kuruşa karşı on dört sa­ tı, o da artık yatağından pek nadir çıkı­
at kaynak sular başında, pis kokular yordu. Bu kızcağızı çok severdi; Ralıke­
hasta nefesler emerek zehirlenen, tara­ sir zelzelesinde ölen karısına benzeterek
vetinden, kızgınlığından, gözlerinden, hatta bazı akşamlar, mancınıklar boşa­
parıltısından hergün bir zerre kaybede­ lınca ağlardı. Onun fabrikaya ilk girdi­
rek toprak olan vücutlara şüphesiz acı­ ği gün narin endamına, biraz hafif, so­
yor, bu dertlere alışamıyordu. luk simasına bakarak bir çok acımış, kı­
Hele sevgilisinin de hastalandığı bu zın nazik ve itaatli nazarları düşkün, bi�
korkunç haftalarda, fabrikanın cinayet­ çare hareketleri karşısında bu yufka yü­
lerine ne kadar lanet okuyor, biraz da rekliliği yavaş yavaş sevgi derecesini
kendisi vasıta olduğundan dolayı ne de­ bulmuştu.
rece ıstırap çekiyordu. Artık iyice farke­ Bir buçuk senedir onunla meşgul olu­
diyordu: O geçerken, torunlarını göm­ yor, kalbi yalnız onun üzerine titriyor,
müş ihtiyar nineler başlarını çeviriyor­ onu yanında, yakınında buldukça, her
lar, sonra intikamlı gözlerle kendisini iş kolay ve zahmetsiz geliyordu. Fotika,
uzun uzun tetkik ediyorlardı. Bu beyaz bazan evinden çıkmaz, şehre, yahut
haleler içinde fersiz, hasta gözler ... On­ köydeki akrabasına inerdi. O günler,
ların ne acıklı bir bakışı, ne sessiz bir Hasip Efendiye karanlık, kederli gelir;
feryadı vardı; bunları hissettiği, bakışla­ çalışmaz, işsiz, dalgın gözleriyle pence­
rından yeis içinde kaldığı halde, "Öldü­ resinden uzaklara bakardı. Zaten bu
ren ben değilim.. " diye haykıramamak mesele biraz da etraftan duyulmuş, ko­
ne kadar gücüne gidiyordu. za ayıran mahalle ihtiyarları birbirleri­
Hasip Efendi uyuyamıyordu; amelesi­ ne bunu fısıldamışlardı.
ni düşünüyordu. Ah zavallılar... Amele katibi, başka kızlarda görme­
Bir gün kırmızı kordelasının süslediği diği şeyleri Fotika'da buluyor, gözleri,

70
R E F i K H A LiT K A R A Y

uzun müddec onun iki mavi boncukla şüncelerle karar vermiş, onu kozahane­
süslenmiş ayakkaplarında, caşları düş­ den alarak daha kolay, daha cemiz ha­
müş tarağında dinleniyordu. Bazı vesi­ valı bir işe, iplikhaneye koymuşcu. Kız
leler olurdu ki, amele hep birden güler, arcık laubalileşmiş, hiçcen bahanelerle
yahuc bir yere bakardı; Hasip Efendi bu işini bırakarak onunla konuşmaya, yü­
sırada yalnız sevgilisini, onun parlak züne gülmeye başlamışcı.
dişlerini, koyu ela gözlerini seyreder, o Hacca, bir sabah pek erken, karanlık
ne kadar lezzec alır veyahut şaşarsa, odada, amirinin neş'esinden, şakaların­
kendisi de o kadar memnun olur, onun dan pek çok hoşlanarak, şımararak
kadar şaşardı. kendisini zorla öpcürmüşcü.
Bu aşk, bazı geceler caclı bir rüya gibi Halbuki Focika birden hastalanmış;
onun hasrecle, iştiyakla yanan göz ka­ Hasip Efendi, onun gelmediğini görerek
paklarını dinlendirir, bazı zamanlar ise sorduğu vakic: "Çok başı ağrıyor" ce­
bir sancı gibi uykularını kaçırırdı. Ni­ vabını almışcı. "Eyvah," diyordu. Anık
hayet bir buçuk senedir neden bekledi­ kız yacıyordu. Ninesi iyi olur ümidiyle
ğini hal ledemeyerek evlenmeye karar fabrikaya gelerek kovmasınlar diye
vermişti. Bir hafcabaşı, amelenin ücret­ amele katibine yalvarıyord u. Hasip
lerini dağıcırken usulca ona doğru eğil­ Efendi, ceminac veriyor, para gönderi­
miş, hazırladığı dön çil çeyreği Foci­ yor, fakac onun her hafca biraz daha fe­
ka 'nın sıcak sular içinde hararetini kay­ nalaşcığını, biraz daha mezara yaklaşcı­
betmiş yumuk avucuna sıkışcırarak, ğını haber alarak fabrika sahibine kü­
" Bu da fazlası, benim bahşişim," de­ fürler ediyordu.
mişti. lşce bu sabah, yine ninesi gelmiş,
Kız, zacen bunu bekliyormuş gibi, al­ onunla dercleşmişci. Hasip, doktor geti­
mış, şüphesiz pek iyi duyduğunu, bu rilmesini söylemiş, " Parasını ben veri­
aşkcan nefrec etmediğini göstermek rim, ilaçlarını da yaptırırım ." demişti.
için, gözlerini kaldırarak ona bakmışcı. Bu akşam işi biccikcen sonra Mecidiye
Hasip Efendi, bu teşekkür karşısında caddesindeki Ermeni doktoru bulacak,
anlaya madığı bir sebeple k ızarmış, korkularını halledecekti. Acaba kurtu­
ucanmış; ertesi gün Focika'nın yanın­ labilir miydi? Yine pek yakından, narin
dan geçerken onun koluyle kendisine endamıyle, ela gözleriyle dolaşarak ka­
süründüğünü farkedince sevinçli bir ge­ ranlıklarda ona aceş gibi yanan yanak­
ce geçirmişti. larını uzatacak mıydı?
O sırada aşağı fabrikada hastalanan Tahca sedirden yavaşça kalkcı; geniş
bir genç kız, iki ayın içinde ölüvermiş­ nefesliğin önüne geldi. Aşağıda, Mu­
ci. Hasip Efendi, bunun üzerine Foci­ danya'ya inen cenha ve güneşli yol üze­
ka'yı hergün bin korku ile süzüyor, rinde bir duman koşuyor, Fildar köyü­
hergün biraz daha halsiz görüyordu. nün ceneke dalları bıçak sırtı gibi keskin
Sonra iyice fark ecmişci; Focika rahat ­ akislerle parlıyordu.
sızdı, Focika sararıyor, eriyordu; Foci­ Şimdi ovanın hemen her yolu üzerin­
ka ölecekti ... de çırpınan bir coz bulucu vardı, rüzgar
O zaman uykularını harab eden dü- çıkacakcı. Birden yapraklar şiddecli bir

71
M E Ş R U T I Y lT D ö N E M I

titreme içinde hışırdadı; bacanın altında gırtlağında oynayan sivri çıkıntısı ile
biriken tozları daha henüz her yerde haddinden uzun, kirli, çürük dişleriyle
hissolunmayan bir rüzgar parçası sa­ konuşurken karşısındakilerin gözlerini
vurdu, topladı, sonra mintanını kabar­ alır, ayrıldıktan sonra bile insanın ha­
tan, yüzünü sıcak bir nefesle yakan ha­ yalinde bir zaman bunlar canlı kalırdı.
va, her tarafa hücum etti. Saat dokuza Acele işler arkasında koşmakla geçen
yaklaşmış olmalıydı; meltem çıkmıştı. ömrü onu daima koştururdu. Yürür­
Uzun karlı günleri takibeden yıldızlı ken, en sakin havalarda bile uzun, leke­
bir gök altında, bu gece, yine fakir ma­ li eteklerini havalandıran bir rüzgar ya­
hallede bir ölü vardı. Nihayet Potika pardı. Selamlaştılar. Konuşmaları la­
aylarca öksürdükten, sızladıktan sonra zım gelirmiş gibi durdular. Hasip Efen­
artık susuyordu; ölmüştü. di dedi ki:
ihtiyar ninesi, avucunda tuttuğu elin - Çok acıdım zavallı kıza...
soğuduğunu hissedince, hastanın, suya Öbürü cevap verdi:
gömülü yuvarlak, vapur camları gibi - Evet, ben de...
kirli bir şeffaflıkla dumanlanan gözleri­ Yine durdular. Ayrılamıyorlardı. Her
nin dikilip kaldığını gördü. Usulcacık, i kisi de sanki bu geçen vak'a üzerine
incitmekten korkarak kapaklarını in­ birbirlerinden izahat isteyeceklerdi ...
dirdi, sonra ağır ağır gitti, Meryem'in Yine amele katibi Hasip Efendi söze
resmi önünde diz çöktü. başladı:
Evet, Fotika ölmüştü. Yarın akşam - Ben, elimden geleni yaptım, dedi.
bu saatte, onun yarım senedir köşeyi Doktor getirdim. ilaçlarını verdim. Na­
dolduran yatağı artık boştu. Ocakta ya­ fakalarını yolladım ...
nan çıralar, şakakları terlemiş zayıf yü­ Papaz, ihtilaçlı bir sesle söylendi:
züne artık renk veremez, Meryem Ana - Doğru, fakat bunlar fayda vermedi;
kandilinin inatçı gözü artık hastadan onu da, hepsi gibi sizin fabrikalarınız
dua dilenemez. Çorbanın buğulariyle öldürdü; daha da çok öldürecek ...
penbeleştirdiği beyaz gözkapakları ar­ Hasip Efendi, hiddetle karşısındakine
tık daima kapalıdır; artık daima odanın baktı; kendisinin de doğru bulduğu bu
esrarlı ağzı o zavallı öksürüklerden şi­ hakikati şu adamdan işitmek, suçlu bu­
kayet etmeyecektir. lunmak ona ağır geliyordu.
Hasip Efendi, ertesi sabah bu haberi Papaz, şimdi Avrupa fabrikalarını an­
alınca, o kadar m üteessir oldu ki, yerin­ latıyor; karşısındakinin cehaletine karşı
den kımıldanamadı; buğulu gözlerinden hakimane bir tavır alarak, çalışma saat­
süratli, iri bir çok yaşlar döküldü. lerini, ücretleri, bütün bu yoldaki ka­
ipekçi kızlar, birer i kişer, kömür toz­ nunları, kavgaları, isyanları, hepsini bi­
larıyle kirlenmiş karlara basarak fabri­ rer birer mühim kelimelerin üzerinde
kaya giriyorlar, kümeslerine dönen bir dura dura izah ediyordu.
ördek sürüsü gibi kalçalarını sallaya­ Sonra, hala, devam eden kayıtsızlığa
rak işlerine dağılıyorlardı. Kapıdan çı­ karşı duyduğu nefretlerini, şüphelerini
karken papaza tesadüf etti. Bu, ihtiyar, söyledi; fabrika sahiplerinin bugünkü
uzun simalı, iri kemikli bir adamdı, halde kalmak için müracaat ettikleri de-

72
REFiK H A LiT KARAY

sise leri, tarafgirlikleri anlattı; sonra ay­ Hesaplara baktılar, iş üzerine birçok
rılırken: konuştular; gidiyordu. Hasip Efendi
- Daha çok öldüreceksiniz! diye söy­ kayıtsız gibi pencereden bakarak garip
lendi. bir sesle "Fotika öldü ... ", dedi; sonra
Has ip Efendi bugüne kadar zanne­ odada garip ahenkle inleyen kendi sesi­
derdi ki, hükümetin bu işe müdahaleye ne de yabancı kaldı. Öbürü hatırlama­
hakkı yoktur. Bunlar yalnız fabrika sa­ dı. "Fotika m ı ? " dedi, "kim o?" Hasip,
hiplerinin takdirine, merhametine, hal­ ateş gibi kızardı, hiddetle cevap verdi:
kın ricasına, niyazına bağlıdır; şimdi - Burada çalışan bir güzel kız, güzel
anlıyordu ki, milletin menfaatleri üzeri­ bir kız, altı aydır yatıyordu ...
ne titreyen kuvvetli bir kalb lazımdı, Hidayet Bey: " Ya ... Öyle mi?" dedi,
onu ikaz etmeli, icbar etmeliydi. Birden kapıya doğru yürüdü. Amele katibi ye­
fabrika sahiplerini hatırlayarak: " Hain­ rinden kımıldamadı, fakat hakim bir
ler," dedi, "acaba siz ameleyi bu hima­ sesle söylendi:
yeden mahrum bırakmak için hangi - Onu burası, bu fabrika öldürdü; her
tedbiri buldunuz?" sene bir iki kurban veriyoruz, günahını
Ertesi gün Fotika gömüldü. Çan kule­ çekeceğiz. Fabrikacı döndü, hayretle,
sinin sedasına her taraftan koşan amele, esefle memura baktı, sonra mırıldandı:
salipler, tasvirlerle dolu günnük kokula­ - Buna biz ne yapabiliriz, hastalık
rıyle mum dumanlarına boğulmuş boş ecel.
kil isede birleşiyorlar, işlerine yetişmek - Yok, efendim, yok, ecel değil, has­
için duanın bitmesini bekliyorlardı. Dı­ talık değil...
şarıda nalçalı ayak izlerini örten halim Şimdi anlatıyordu! Dün öğrendikleri­
bir kar dökülüyordu. Mahallenin, me­ ni, düşündüklerini, hiç saklamayarak,
zarlığını ilk fırtınalar harap etmiş, du­ en şiddetli kelimeleri kullanmaktan çe­
varların bazı yerlerini çatlatmış, haçları kinmeyerek söylüyordu, öteki, susuyor,
eğrilmişti. Onun cesedini getirenler ziya­ dinliyordu.
retten istifade etmişler, aile mezarları Mangalı küllenmiş bu soğuk, karan­
üzerine eğilerek yerlerinden çıkan tahta lık odada Hasip daima camdan yağan
işaretleri, kayıtsız düzeltmişler<li. kara, Fotika'nın mezarını örten iri kara
Hasip Efendi, akşamı, fabrika sahibi bakıyordu: Saatçizade bir cevap bul­
Saatçizade Hidayet Beyin gelmesini mak, birşey söylemek arzusu ile hala
bekledi. Saat on birdi. Bermutad zeytu­ duruyor, arıyordu. Hasib'i kolundan
ni k upası kaldırımlar üzerinde, kara tutarak bir işçi kızı gibi sokağa atmak
rağmen, gür bir ses çıkararak dairenin kolay değildi; zira iş zamanı fabrika us­
önünde durdu. Sahi o ne sevimsiz bir tasız kalacaktı, zira bu fikirlerle, bu is­
adamdı, şimdiye kadar bunu niçin far­ yan fikirleriyle kovulan adamlardan da­
ketmemişti? iri karnı, yassı vücudu ile, ima çekinmek lazımdı. Şimdi yapılacak
sonra kavun kafası, mini mini kirpiksiz muamele hilm, sükun ve intizardı. işte
gözleriyle Hidayet Bey, kurşun kalemle­ bu düşünce ile döndü, kapıyı açtı ve sü­
rin üzerindeki hayvan resmine, timsaha kunetle dedi ki:
benziyordu. - Çok hiddetlenmişsin Hasip Efendi,

73
M E$ R U T I Y ET D O N E M i

yarın akşama konuşuruz; ben sana ma­ sevdiğini tekrar anlayarak geçmiş günle­
aşına dair iyi bir haber getirecektim. ri hatırladı; sonra kendisini bu aşka rağ­
Amele katibi yerinden fırladı: men hala fabrikaya bağlayan kuvveti,
- Yok, dedi, benim hesabımı verin, çı­ artan maaşının ağırlığını düşündü. Bu
kacağım. bir hakkı sükfıttu. işte susturuyordu;
Halbuki öbürü hiç dinlemedi, yürü­ halbuki onun zalim ve kuvvetli tesiri al­
di.i, paltosunun yakasını kaldırarak av­ tında, değil yalnız kendisi, asıl daha yük­
luyu geçti. Orada arabacı, kapıcı ve ma­ sektekiler susmuşlardı; daha yükseklerde
kinist duruyor, onun iltifatını bekliyor­ bile tesir gösteren bu tedbir, sermayedar­
du. Hasip Efendi; artık cesaret edemedi, lara altın mezarlara ölü yetiştiriyordu.
hatta yaptıklarına biraz pişman, kori­ Hasip Efendi bu fikirlerle biraz teselli
dorda kaldı. Bütün bu gürültülerin üze­ buldu, yine bunları düşünerek fabrika­
rine tamir edilmez birşey vardı: Foti­ nın önüne geldi, ara kapıdan içeri girdi.
ka'nın ölümü. Çok latif bir geceydi; hatta avlunun
iki gün Saatçizade Hidayet Bey fabri­ her zaman ham ipek ve çirkef kokan
kaya uğramadı; hatta evinde de yoktu, karanlığında bile yamaçtaki o olgun
çiftliğe gitmişti. Amele katibi, uykusuz meyva rayihası dolaşıyordu. Şüphesiz,
bir geceden sonra adeta sükunet bul­ Bursa'nın bu yıldızlı bahar seması altın­
muştu; öbürünün hilmi, kendisinin şid­ da bir şeftali bahçesi gibi rayihalı uza­
deti arasında birçok mukayeseler yaptı, nan sık dutluklarında sevdikleriyle bu­
bazı vesileler buldu, kabahati her tarafa luşanlar aşktan tadıyorlardı.
dağıttı, garip bir nedametle işine başla­ ( M e m l e k e t H i k a y e le r i ,
dı. Dört gün sonra maaşı artmıştı; şim­ Erenköy, 1 909)
di sekiz lira kazanıyordu; işçi kızlar,
ölenin yerine geçmek için o dolaşırken
hafif hafif sürtünüyorlar, gülüşüyorlar, ESKiCi
kırmızı kordela, cam bilezik takıyorlar­ Vapur rıhtımından kalkıp ta Marma­
dı. Hayat yine evvelki durgunluğuyle, ra'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yol­
yine evvelki lezzetsizliğiyle başlamıştı. cuyu geçirmeye gelenler, Üzerlerinden
Bir yıldızlı gece sahrada kurbağa sesle­ ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:
ri duyuluyordu, ılık bir bahar karanlığı - Çocukcağız Arabistan'da rahat
altında, havada olgun bir meyva kokusu eder ...
vardı; yaz geliyordu. Hasip Efendi kır­ dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına her­
larda dolaşmaya çıktı; dağa tırmanan şo­ kesi inandırmış olanların uydurma ne­
sede yükseldikçe, aşağıda, şehrin aydın­ şesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine
lık kısmı toplanıyor,daraldıkça daha ay­ döndüler.
dınlık, daha canlı görünüyordu. Saat Zaten babadan yetim kalan küçük
dörde doğru fabrikaya dönerken, dar, Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları
arızalı sokakta aceleci bir gölgeyle karşı ve konu komşunun yardımıyle halası­
karşıya geldi, bakıştılar. Papaz, galiba nın yanına, Filistin'in ücra bir kasabası­
bir ölü evine yetişiyordu. Hasip Efendi na gönderiliyordu.
birden Fotika'sını düşündü. Onu daima Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işle-

74
REFiK H A L i T K A R A Y

yen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra ko­
simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gihi caman kocaman hayvanlara rast geli­
iplere asılı sandallara, vardiya değiştiri­ yorlardı; çok uzun bacaklı çok uzun
lirken çalınan kampanaya bakarak çok boylu, sırtları kabarık, kambur hayvan­
eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin lar trene bakmıyorlardı hile... Ağızl­
konuşmalarıyle de güverte yolcularını arında beyazımsı hir köpük çiğneyerek
epeyce eğlendirmişti. dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve
hir sürü yoku bıraktıktan sonra sıcak toz çıkarmadan gidiyorlardı.
memleketlere yaklaşınca kendisini hir Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki
durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği hir askere parmağıyle göstererek sordu; o
dilden konuşuyorlardı ve ona lstan­ güldü:
hul' daki gihi: - Gemel! Gemel! dedi.
- Hasan gel! Hasan'ı hir istasyonda indirdiler.
- Hasan git! Gerdanından, alnından, kollarından ve
demiyorlardı; ismi değişir gihi olmuş- kulaklarından hiçim hiçim, sürü sürü
tu. Hassen şekline girmişti: altınlar sallanan kara çarşaflı, kara ça­
- Taal hun ya Hassen. tık kaşlı, kara iri benli hir kadın göğsü­
diyorlardı, yanlarına gidiyordu. ne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen,
- Ruh ya Hassen ... tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gö­
derlerse, uzaklaşıyordu. mülüverilen cansız hir göğüs...
Hayfa'ya çıktılar ve onu hir trene - Ya hahihi! Ya ayni!
koydular. Halasının yanındaki kadınlar da sa­
Artık anadili hüshütün işitilmez ol­ rıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüşti.iler.
muştu. Hasan, köşeye büzüldü; hir şey­ Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin
ler soran olsa da susuyordu, yanakları üsti.ine hırka yerine elbise ceket giymiş;
pençe pençe, al al olarak susuyordu. saçları perçemli, başları takkeli çocuk­
Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde lar...
hir katılık, gırtlağında lokmasını yuta­ Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, su­
mamış gihi hir sert düğüm, daima susu­ suyordu.
yordu. Öyle, haftalarca sustu.
fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem Anlamaya haşladığı Arapçayı, küçü­
yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçe­ cük kafasında beliren hir inatla konuş­
ler de tükendi; zeytinler de seyrekleşti. mayarak sustu. Daha hüyük hir tehlike­
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, den korkarak deniz altında nefes alma­
yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyor­ maya çalışan hir adam gihi tıkandığını
lardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara duyuyordu, yine susuyordu.
idi; tüyleri yeni otomobil boyası gihi ay­ Hep sustu.
namsı hir cila ile, kızgın güneş altında, Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ccke
pırıl pırıl yanıyordu. ti, takkesi, kırmızı merkupları vardı.
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uza­ Saçlarının ortası, el ayası kadar sıfır
nan hir düzl üğe çıkmışlardı; ne ağaç makine ile kesilmiş, alnına perçemler

15
M E Ş R UT i YET D O N EMi

uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı;
ekmeğine a l ışmıştı; yer sofrasında bunu gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe
hem kaşık, hem çatal yerine dürümleye­ bildiği ve lstanbul taraflarından geldiği
rek kullanmayı beceriyordu. için Hasan, şimdi onun sade işine değil,
Bir gün halası sokaktan bağırarak ge­ yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün
çen bir satıcıyı çağırdı. ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andı­
Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir ran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tek­
ve uzun b!r:_demir parçası, dağınık kıya­ rar sordu:
fetli bir adam girdi. Torbasında da mu­ - Ne diye düştün bu cehennemin Bu­
kavva gibi bükülmüş bir tomar duru­ cağına sen?
yordu. Hasan anladığı kadar anlattı.
Konuştular, sonra önüne bir sürü Sonra Kanl ıca'daki evlerini tarif etti;
patlak, sökük, parça parça ayakkabı komşunun oğlu Mahmut'la balık tut­
dizdiler. tuklarını, anası doktora giderken tünele
Satıcı iskemlesine oturdu. Hasan da bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz
merakla karşısına geçti. Bu dört yanı boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde
duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir
öyle canı sıkılıyordu ki ... Şaşarak, eğle­ aralık da kendisi sordu:
nerek seyrediyordu: Mukavvaya ben­ - Sen niye buradasın?
zettiği kalın deriyi iki tarafı keskin ince­ Öteki başını ve elini şöyle salladı:
cik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir Uzun iş manasına... ve mırıldandı:
avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları - Bir kabahat işledik de kaçtık!
birer birer, lstanbul'da gördüğü may­ Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan be­
mun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabı­ ri susan Hasan ... Durmadan, dinlenme­
ların altına çabuk çabuk mıhlayışına, den, nefes almadan, yanakları sevincin­
deri parçalarını, pis bir suya koyup ısla­ den pembe pembe, dudakları taze, gev­
tışına, mundar çanaktaki macuna par­ rek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu.
mağını daldırıp tabanlara sürüşüne, Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici
hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyor­ hem çalışıyor, hem de, ara sıra "Ha!
du. ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren
Bir aralık nerede ve kimlerle olduğu­ sözlerle onu söyletiyordu; artık erişe­
nu keyfinden unuttu, dalgınlığından meyeceği yurdunun bir deresini, bir
anadiliyle sordu. rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş
- Çiviler ağzına batmaz mı senin? gibi hem zevkli; hem yaslı dinliyordu;
Eskici başını hayretle işinden kaldır- geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşü­
dı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı: nerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
- Türk çocuğu musun be? Daha çok dinlemek için de elini ağır
- lstanbul'dan geldim. tutuyordu ...
- Ben de o taraflardan .. lzmit'ten! Fakat, nihayet bütün ayakkabılar ta­
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs ba­ mir edilmiş, iş bitmişti. Demirini top­
ğır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, raktan çekti, köselelerini dürdü, çivi

76
REFiK HALiT KARAY

kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarma­ Eskici başka söz bulamamıştı.


ladı. Bunları hep a heste aheste yaptı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra ka­
Hasan, yüreği burkularak sordu: tıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türk­
- Gidiyor musun? çe konuşacak adam bulamayacağına
- Gidiyorum ya, işimi tükettim. ağlamaktadır.
O zaman gördü ki, küçük çocuk, - Ağlama diyorum sana! Ağlama.
memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Bunları derken onun da katı, nasır-
Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanak­ 1.ınmış yüreği yumuşamış, şişmişti.
larından gözyaşları birbiri arkasına, te­ Önüne geçmeye çalıştı amma yapama­
miz vagon pencere lerindeki yağmur dı, kendisini tutamadı; gözlerinin dol­
damlaları dışarının rengini geçilen man­ duğunu ve sakallarından kayan yaşla­
zaraları içine alarak nasıl acele acele, rın, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın
sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının göğsüne bir pınar Sızıntısı kadar serin,
sarsıntılarıyle yerlerinden oynayarak, ürpertici, döküldüğünü duydu.
vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök,
pırıl pırıl akıyor. Şişli 1 938
- Ağlama be! Ağlama be!
(G u r b e t H i k a y e l e r i ,
lstanbul 1 965, sf. 8-1 1 )
HA Lİ DE E D İ B A D I VA R

lstanbul'da doğdu ( 1 884). Öğrenimini Üsküdar Amerikan Koleji'nde ta­


mamladı. Dönemin tanınmış kişilerinden toplumbilim, felsefe, matematik
dersleri a larak yetişti. Matematikçi Sal ih Zeki ile evlendi ( 1 90 1 ). Eşinden
ayrılınca ( 1 9 1 0), lstanbul Kız Lisesi'nde, Öğretmen Okulu'nda tarih, peda­
goji öğretmenliği etti. Türk Ocağı'na girdi ( 1 9 1 1 ). D ünya Savaşı yıllarında
Suriye'ye giderek Lübnan ve Şam'da kız okulları genel müfettişliği yaptı
( 1 9 1 6 ). Doktor Adnan (Adıvar)la evlendi ( 1 9 1 7). lstanbul'a dönüşünde Zi­
ya Gökalp, Fuat Köprülü, Hamdullah Suphi, M. Emin Yurdakul'la birlik­
te "Türk Ocağı"nın " Hars ve ilim" kuruluna seçildi; Darülfünun Batı Ede­
biyatı hocalığına atandı ( 1 91 8). Bir yandan da Robert Kolej'de eğitim işle­
riyle uğraşıyordu. Mütarekede Yahya Kemal'in de belirttiği gibi, "Wilson
prensipleri ve Amerikan mandası" için toplantılar d üzenlemeye, Amerikan
Cumhurbaşkanının barış önerilerine tek kurtuluş yolu gücü kazandırmaya
çalıştı l . Yıllar sonra Türkiye'de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri ( 1 956)
adlı kitabında bu konuya değinecek ve şöyle yazacaktır:
Dünyanın bu kargaşalık günlerinde, bu mütareke esnasında Ame­
rikan Cumhurreisi Wilson'un meşhur olan on dört maddesi bir
ümit meş'alesi gibi göründü. 1 9 1 8 çok garip bir yıldır. Avrupa'nın
dolambaçlı ve Makyevelvari siyasetine karşı bütün dünyada adeta
bir tiksinme hasıl olmuştu. Dünya efkarında giz li m uahedeler, isti­
la emellerine bağlı, bir giin yapı lıp ertesi gün bozulan anlaşmalar
birer tehl ike işareti manası almıştı. işte, Wilson'un "milletler hak­
kı" mevzuuna dayanan maddeleri bu tehlike işaretlerine karşı birer

1. Yahya Kemal, Siyasi ve Edebi Portreler, sf. 38 ( 1968).

78
H A L i D E ı,; o ı a A D I V A R

teminat gihi göründü. Wilson'un, Türkiye'de Türklerin ekseriyette


olduğu yerlerde Türk hakimiyetini sarahatle tanıyan ifadesi yepye­
ni hir dünya görüşü idi. 2
Daha sonra, Birinci Dünya Savaşı'ndan yengin olarak çıkan devlederin,
"Wilson Prensipleri"ne uymamaları üzerine, bunların " hiç bir maddi kıyme­
ti kalmadığı" görüşüne varan Halide Edib, lstanbul'da düzenlenen, l zmir'in
işgalini protesto mitinglerine katıldı ( Mayıs 1 9 1 9). Eşiyle birlikte Anado­
lu'ya geçerek (Mayıs 1 920) Kurtuluş Savaşı'nda çeşidi görevler aldı ( Yaşa­
mının bu evresi Türkün Ateşle imtihanı kitabında anlatılır). Cumhuriyet ila­
nından sonra Dr. Adnan Adıvar'ın Rauf (Orbay), Kazım (Karabekir), Ali
Fuad'la (Cebesoy) birlikte kurucuları arasında bulunduğu "Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası "nın kapatılması üzerine yurtdışına çıktı ( 1 925k\Jzun
süre Fransa ve lngiltere'de yaşadı. Amerika'da Colombia Üniversitesi'nde
( 19 3 1 -32), Hindistan'da Delhi lslam Üniversitesi'nde ( 1 935) konuk profe­
sör olarak çalıştı. Ülkeye dönüşünden kısa bir süre sonra lstanbul Üniversi­
tesi Edebiyat Fakültesi lngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne profesör olarak
atandı ( 1 940). lzmir'den milletvekili seçildi ( 1 950-54). Politikadan çekilerek
üniversitedeki görevine döndü. l stanbul'da öldü (9 Ocak 1 964).
Halide Edib, edebiyat dünyasına ilkin Tanin gazetesinde Halide Salih im­
zasıyla yayımladığı öykülerle girmişti. Sonra Şehbal, Büyük Mecmua, Mu­
savver Muhit, Resimli Kitap dergilerinde yazdı. O da kimi çağdaşları gibi,
" Edebiyat-ı Cedide" beğenisine uyarak " mensur şiir" türünde örnekler veri­
yor, öykülerinde genç kadın psikolojisine dayanan konuları işlemeye özen
gösteriyordu. tik öykülerini topladığı Harap Mabetler'le ( 1 9 1 1 ), ilk romanı
Seviye Talip ( 1 9 1 O) büyük ilgiyle karşılanmış, yazarın "Türkçe edebiyat lisa­
nında birçok keşifler icad ettigi" (Yakup Kadri), "Türkçenin en güzel üslu­
buna ulaş/ıgı" (Yahya Kemal) ileri sürülmüştü.
Kurtuluş Savaşı yıllarına değin Türk Yurdu, Yeni Mecmua, Dergah der­
gilerinde çıkan yazılarının yanı sıra, beş roman yayımlayarak dönemin ve­
rimli kalemleri arasına girdi. Ateşten Gömlek ( 1922), Vurun Kahpeye
( 1 924) gibi savaşı işleyen romanlarıyla ünü ve etkisi daha da yaygınlaştı.
Ülke dışında bulunduğu yılların ürünü olan ilkin l ngilizce yazılarak "The
Clown and His Doughter" (Soytarının Kızı) adıyla Londra'da yayımlanan
Sinekli Bakkal ise CHP Roman Armağanı kazandı ( 1 942).

Sanatı
Ö y k ü 1 e r i : Halide Edib'in ilk kitabı Harap Mabetler'de topladığı öy­
küler, kendini arama evresindeki bir yazarın ürünleridir. Bunların belli bir
teknik erişkenliğe ulaştıkları söylenemez. Kocalarıyla ruhsal ve cinsel uyuş-

2. Halide Edih Adıvar, Türkiye'de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri, sf. 1 1 9 ( 1 956).

79
M E � K U T I Y ET D ö N E M I

mazlık içinde oldukları halde yaşamlarını sürdüren eşler (isterik), üvey ana­
lar (Analık Duyguları), değişik yaş evrelerindeki aşkhmn etkisinde kalan
huzursuz kadınlar öykülerin başlıca kişileri olarak görünür. Yazar, roman­
larındaki gibi, genellikle kadın kişilerin çizimine, onların iç dünyalarını
yansıtmaya özen gösterir. Erkek kişiler -çok genel çizgileriyle verildiğin­
den- cansızdırlar. Kimi öyküler birinci kişi ağzından kurulmuş, kimileri
günlük biçiminde yazılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasının ü rünü olan Dağa Çıkan Kurt ta ( 1 922)
'

topladığı öykülerdeyse Halide Edib'in topluma açıldığı, dönemin sorunlarına


bağlı konular içinde değişik kişileri işlediği görülür. Tekniği yetkinleşmiş, söz­
cük dünyası zenginleşmiştir. Öyküsüne getirdiği kişilerin ayrı ayrı belirmesine
özen gösterdiği söylenebilir, çevre betimlemelerini, araç, toplum ve doğa iliş­
kilerini yansıtmada, yer ve do�a betimlemelerinde, dialoglarında beceriler ka­
zanmıştır. Kurtuluş Savaşı Türkiye'sinin yansıtılmaya çalışıldığı bu öyküler,
Ömer Seyfettin öyküsünün değişik yönlerde zenginleşmesi sayılabilir.

R o m a n 1 a r ı : Halide Edib'in romanlarının -değişik dönemlerinde


kişiliğini etkileyen- bireysel ve toplumsal olaylara bağlı konular çevresinde ge­
liştiğini söyleyebiliriz.
ilk eşinden ayrılarak meslek ve eylem kadını olduğu 1 9 1 0- 1 7 yıllarında
yazar, il. Meşrutiyet düşün hayatına katıldığı halde, dünyaya kadınlık duygu­
larını koşulladığı bir perspektiften bakar. Bu nedenle Seviye Talip, Handan,
Meı/ut Hüküm romanlarında kişiliğini kabul ettirmek isteyen kadının sorun­
ları işlenir. Hiç kuşkusuz burjuvalaşma düzeyindeki varlıklı ailenin, genç kız­
lığında müzik, yabancı dil dersleriyle yetiştirilen kadın tipidir bu. Genellikle,
erkeklerin eski toplumun geleneklerini sürdürme eğilimleri karşısında kimliği­
nin bilincine varan kadını serbest bırakılmış duyguları, aşkları, tutkularıyla ön
plana geçmiş görürüz. Bu romanların kadıı:ı kişileri geleneklerle birlikte yasa­
lara da başkaldırarak yüzyılların biriktirdiği bir hıncı yaşar gibidirler.
Örneğin Seviye Talip teki Macide, "Aşk en yüksek nikahtır. iki kişiyi
'

ondan başka bir şey bağlayamaz" (3. bas., sf. 46) diye konuşabilir.
Handan, kendisini seven adamı, siyasal amaçlarıyla bile paylaşmak isteme­
yen bir kişilik olarak karşımıza çıkar. Bu romanlar, batı ülkelerine gidip ge­
lebilen erkek ve kadınların yaşamları çevresinde kurulmuştur.
Halide Edi b'in yaşamındaki ikinci dönem, e�ı Dr. Adnan'la (Adıvar) bir­
likte A.nadolu'ya geçerek Kurtuluş Savaşı'na katıldığı 1 920-23 yıllarıdır. Bu
yıllarda yazarın, dünya görüşü değilse bile, yaşama bakışı değişmiş, çeşitli
sınıf ve tabakalardan gelen kişilikleri tanımanın yarattığı somutluğa kavuş­
muştur. Bu nedenle Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye romanlarında Kurtu­
luş Savaşı ve savaşı yaşayan insan ön plandadır.
"Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası"nın istiklal Mahkemesi tarafından

80
HALiDE E D i B ADIVAR

kapaulması üzerine ülke dışına çıkan yazar, Sinekli Bakkal, Tatarcık, Son­
suz Panayır gi hi romanlarında çocukluğu ve ilkgençliğinde yaşadığı döne­
min özellikleri içindeki insanı yansıtmaya çalışır.
Handan: Kocası evlili kdışı ilişki leri a lışkanlık haline getiren okumuş
bir kadının ( Handan) duygularını hasurması sonucu sağlıkfı durumunu
yitirmesi, ölüme kadah sürüklenmesi olayını konu olarak işleyen hu ro­
man mektup biçiminde yazılmışur. Başlıca kişileri Handan, kocası ( Hüs­
nü Paşa); genç kızlığındaki aşkı ( Nazım), yeğeni ( Neri ma n ) ve Refik Ce­
mal'dir. Kolej bitirdiği halde özel öğrenimle yetiştirilen Handan, Abdül­
hamid yönetimiyle mücadele ü lküsüne bağlı, sosya list eğilimli bir aydın
olan Nazım'ı sevdiği halde -başka hiçbir tutkuyla paylaşmak istemedi­
ğinden- evlenmeyi kabul ermemiştir. Yıllar sonra, yeğeninin eşi Refik Ce­
mal'de -bir hapishanede intihar eden- Nazım'ın kişiliğini görerek gizli
bir sevgiyi yaşar. Ne ki bir süre sonra yakalandığı bir heyin hastalığı hi­
linçalunda sakladığı şeylerin meydana çıkmasına yol açmış, erdemle tut­
ku arasında uzun bocalamalar sonunda genç kadın ölüme kadar sürük­
lenmiştir.
Halide Edih'in kişi liğini arama döneminin en başarılı ürünü sayılan
Handan'ın belirgin özellikleri şöyle saptanabilir...
1 ) Romanın yan olaylar örgüsü, k uşkuyla karşılanacak rastlantılara
dayanarak kurulmuştur. Kişiler, inandırıcı olmayan hu olaylar içinde ya­
pay niteliklerle onaya çıkarlar. Ya m üzik, felsefe, edebiyat, resim eğiti­
minden geçmiş çok yetkin insanlard ı r; ya da aynı çevrede yetiştikleri hal­
de hu gibi yeteneklerden tamamen yoksundurlar.
Davranışlarında çelişkiler görülür. Örneğin sosyalist bir aydın, zorba­
lık yönetimine karşı bir mücadele adamı olarak ranıulan Nazım ( i l . has.,
sf. 58) sık sık romantiklere özgü davranışlarda bulunur ( sf. 65), " İngiliz ar
kostümü ve çizmeleriyle" gezilere çıkar (sf. 43 ). Bir yandan amaçları uğ­
runa ölümü hile göze alan bir eylem adamı kimliğinde çizilirken, sevdiği
kadını " kaybetmek hoşluğunun yanında k ursal amacının da" yaşamadığı­
nı (sf. 67) söyleyecek kadar güçsüz görünür.
Handan, onuru ile ken.disi arasında denge peşinde koşan bir burjuva
k ızı mıdır? Yoksa, kendisini sanat ve düşün dünyasına adamış yetkin bir
kişilik midir? Belli olmaz.
Yaşamının en önemli olayı, evlenme konusundaki düşünceleri sıradan,
kişiliksiz genç kızlarda görü lebilecek türdendir. "Bu sefir eskisi zengin he­
rifi hiç sevmem" diye yerleşmiş yargılarını ifade eniği kişiye ( Hüsnü Pa­
şa) aynı mektupta, " önce soğuk görünüyor ama siyah gözlerinde o kadar
hayat var k i ... " ( sf. 6 1 ) diye anlatabilir.
Yıllar sonra Halide Edib, Handan'ın kişiliğindeki hu tutarsızlığı, hau
öykünmeciliğini Sinekli Bakkal'da, Rahia'nın ağzından şöyle vermiştir:

81
M E $ R U T I Y ET D O N E M i

- Bunlar kim, Osman?


- Asım Bey'in kızı Handan. Hüsnü Paşa'nın karısı. Öteki yeğeni . . .
- N e kadar d a frenk karılarına henzemeğe yeltenmişler. Rakım
maymun taklidi yapsa daha çok henzetir. (S i n e k I i B a k k a 1, 32.
has., sf. 226)
2) Handan'da yer ve zaman belirtmelerinin açıklık kazandığı söylene­
mez. Birçok yer sadece adı ile geçer; kimi mektuplarda dönemin koşulları­
na yüzeysel biçimde değinilse bile (sf. 24), Abdülhamid yönetiminin insanı­
nı bulma olanağı yoktur.
3 ) Romanda bölüm yerine geçen mektupların, Neriman'ınkil�r dışında
kime ait olursa olsun, aynı tümce yapısını ve aynı üslup özelliklerini taşıdı­
ğı görülür. Yazarın 1 9 1 8'de Ruşen Eşref'le konuşurken (Diyorlar ki, 2. bas.
1 972, sf. 1 5 8 ) belirttiği gibi, çalakalem yazılmış, üzerinde gereği kadar du­
rulmamış izlenimi uyandıran bölümler çoktur.
Ateşten Gömkk: İstanbul'lu bir aydının (Peyami) anı defteri olarak sunu­
lan bu roman ayrı başlıklar taşıyan on üç bölümden oluşur. Romanın ilk bö­
lümlerinde İzmir'in işgalinin yarattığı duyarlık işlenir ve İstanbul'daki direnç
eylemleri sergilenir. Kocası ve çocuğu Yunanlılar tarafından öldürülen genç
bir kadın (Ayşe) lzmir'den gelmiş, akrabası Peyami'nin evine yerleşmiştir. Bir
süre sonra Peyami, arkadaşı Binbaşı Ihsan ve Ayşe, Kurtuluş Savaşına katılma
amacıyla Anadolu'ya geçerler. Cephede hastabakıcı olarak görev alan Ayşe,
Binbaşı İhsan'ı sevmesine karşın zafere kadar evlenmeyi düşünmemektedir.
Sakarya savaşmalarında Binbaşı Ihsan ile Ayşe şehit düşer; Peyami de başın­
dan ve bacaklarından yaralanır. Bir süre sonra Ankara'da hastanede ölür.
1 ) Halide Edib'in romancılığında bir aşama olarak kabul edilen Ateşten
Gömlek 'in ilk bölümleri İstanbul'da geçer. Romanın ilk sayfalarında kişiler
tanıtılırken İngiliz uçaklarının saldırısı gibi olağanüstü olaylar başarıyla yan­
sıtılır. (sf. 20) Ayrıca İstanbul'un iki yakasında yaşayan insanların dünya gö­
rüşleri belirtilmek istenir.
lstanhul'un hir yanı kangren olmuş hir milletin kalhi gihi cerahat sa­
çarak akıyor, hir yanı genç, olmayacak hayallere iman etmiş, yepyeni
çocuklar gihi konuşuyor, hütün canıyle hu yeni ve gelecek dünya ve rü­
yasıyle yaşıyor. (Il. has., sf. 25)
Bütün Şişli, Salime Hanım haşta olmak üzere lstanhul kadınlığının
yapacağı propagandaya darhe indirmek için sinirleri koparacak gihi,
gergin heklerlerdi. (sf. 26)
Köprünün öhür yakasında d a hir hanım çalışması vardır, orada da­
ha genç, daha yeni hir kadın unsuru, darülfünunlular, genç öğret­
menler, genç şairler çalışır. (sf. 26)
İstanbullu yurtseverlerin düzenledikleri Sultanahmet mitingi gibi direnç
hareketlerinin verildiği bu bölümlerde (sf. 32) yazar, Ali Kemal, Mehmet
Emin (Yurda k u l ) gibi yaşamış kişileri de anar.

82
H A L i D E E u l a A u ı vA R

2 ) Peyami ile Ayşe'nin Anadolu'ya kaçmalarının öyküsü olan 6. bölüm­


den sonra roman savaş ortamında gelişmeye başlar. Bu bölümlerde gözlem­
lerini etkili biçimde kullanan bir romancıyla karşılaşırız. Doğallığın sınırla­
rını aşmayan olaylar içinde kişiler en belirgin özellikleriyle somutlanmıştır.
Hepsinin boğazından beline kadar fişekleri var, kuşaklarında ta­
banca ve bıçak asılı. Hepsi ayak l arının altında zemberek varmış gibi ye­
re dokunur dokunmaz ayakları sıçrıyor, tüf eklı:rini bazan omuzlarında,
hazan başlarında sallayarak gidiyorlar. Hepsinin gözleri ateşli, fakat
geldikleri sınıflar ayrı idi. (sf. 59)
Yer yer konunun akışını bozmayan kısa çevre betimlemeleri, dialoglar
Halide Edib romanının oluşma aşamasına ulaştığını gösterecek düzeydedir.
(sf. 78, 8 1 , 83-84)
3) Konya yöresinde bir bucak merkezinde ulusal kuvvetlere başkaldır­
ma olayının sergilenişi (sf. 98-9), Sakarya savaşmaları ( bölüm XII.) Binba­
şı lhsan'la Ayşe'nin ölümleri aynı güçle yansıtılmıştır. Romanın başlıca ki­
şileri Ayşe, Peyami, Binbaşı lhsan'ın içdünyaları gereken ölçüyü aşmayan
çözümlemelerle verilirken bunların savaş içindeki inanmış insana özgü dav­
ranışları abartılarak gerçekten uzaklaşılmamıştır.
Sinekli Bakkal: Aksaray'da Sinekli Bakkal mahallesinde yaşayan insanla­
rın sergilendiği bu roman, il. Abdülhamid'in son saltanat yıllarında geçer.
Mahalle imamının kızı (Emine) babasının istememesine karşın ortaoyuncu ve
bakkal Tevfik'le evlenmiştir. Kısa bir süre sonra kocasıyla anlaşamayarak kı­
zı ( Rabia) ile birlikte babasının yanına döner. imam, olağanüstü ses yetene­
ğinin olduğunu gördüğü Rabia'yı yetiştirir, hafız ve mevlithan yapar. Aynı
semtte oturan Abdiilhamid'in zaptiye nazırı Selim Paşanın karısı Rabia'yla il­
gilenmektedir. Bu ilgi sonucu dostlarından mevlevi şeyhi Vehbi Efendiden
musiki dersi almasını sağlamıştır. Bu arada bir oyunda eski karısını taklit et­
tiği için İstanbul dışına sürülen Tevfik, affedilerek dönmüştür. Rabia, dede­
sinden ayrılarak babasının yanına gelir. Bir süre sonra Selim Paşa'nın -Genç
Türklerle birlikte çalışan- oğlu Hilmi ve Avrupa'dan gönderilen gazeteleri
postaneden alırken yakalanan Tevfik, Şam'a sürülürler.
Rabia ünlü bir mevlithan olmuştur. Daha önce Selimpaşa konağından ta­
nıdığı İtalyan müzisyen Peregrini ile Müslüman olması koşuluyla evlenir: on­
dan bir çocuğu olur. Oğlunun sürgüne gönderilişinden sonra paşa, zaptiye na­
zırlığından çekilmiş, konağının bir bölümünde sade bir hayat yaşamaya baş­
lamıştır. Meşrutiyetin ilan edilmesi üzerine sürgünden dönen Tevfik, hürriyet
kahramanı olarak karşılanır. Sinekli Bakkal'ın sürüp giden yaşamına karışır.
Eski düzenin, konak ve yalı çevresinde kümelenen soylular, sarayda gö­
revli kişiler ve onların hizmetindekilerin yaşamları, davranışlarıyla sergilen­
diği romanın belirgin özelliği toplumsal olaylardan soyutlanmamasıdır. Ha­
lide Edib, Rabia'nın çocukluğu, ilk gençliği evresindeki gelişmelerle birlikte

83
M E � R U T I Y ET D O N E M i

hem lstanbul'un tabana yakın bir kesimini hem de Osmanlı egemen sınıfını
yansıta bilmiştir.
1 ) Bu sınıfın önemli bireylerinden biri olan Selim Paşa padişahla devlet
kavramını birleştiren "sadık bende" bir eski dönem adamıdır. Padişahın
güvenliği söz konusu olunca elçileri bile falakaya yatırmaktan çekinmeye­
ceğini söyleyecek kadar devlet-padişah kavramına "adeta mistik" bir heye­
canla bağlı görünür (32. bas., sf. 1 22 ) . Ona göre " Fert bir buğday tanesi,
h ükümet ve devlet bir değirmen"dir. Devlet ve hükümet, " her taneyi ezer,
istediği şekle sokar. " Ne var ki batıyı taklide başlayalı, "çürük düşüncele­
rini mal etmeye yelteneli bu hikmet" unutulmuştur. Oysa "Genç Türkler"
bile iktidara gelse kendileri kadar, belki kendilerinden de fazla bireyi ezmek
zorunda kalacaklardır (sf. 1 39).
Nedir ki, oğlunun " Genç Türkler"le birlikte çalıştığını öğrenmesi, hele
Tevfik'in işkenceye karşın, direncini koruyarak, oğlunu ele vermemesi Selim
Paşayı hem kendi görevi, hem bireysel bilinç konusunda düşünmeye zorlar.
Sert olmasına gene serttir ama içinden, inancından çok şey yitirmiştir. Gide­
rek yönetimden çekilme aşamasına geldiği zaman eski Zaptiye Nazırı kimli­
ğini "dar kafalı, aptal, yarı makine bir esir" biçiminde görmeye başlar. Dev­
leti ve padişahı " kainata hakim kudretin ancak bir toplamı" olarak kabul
eder. Oysa, artık o evrenin kendisine inanmakta özgürlüğüne ulaştığını san­
maktadır. Padişaha hizmet ettikçe elde edilebilecek olan dünya nimetlerin­
den uzaklaşarak selamlığı kapatır, cariyeleri, uşakları serbest bırakır. Kona­
ğın bir bölüğünü kiraya vermeyi tasarlar. Çözülmeyen, sürekli olan gerçeğe,
Sinekli Bakkal halkının arasına katılmaya çalışır.
2) Romanın eski düzenin dar kalıpları içine sığmayan kişileri arasında
"Genç Türkler" vardır. Selim Paşanın oğlu Hilmi babasının yüzüne karşı,
"Padişahın zulmüne isyan neden bir suç olsun?", "Sizin suçlu saydığınız
adamlar da sizi suçlu sayabilirler" (sf. 1 38 ) biçiminde konuşurken çevresi
etkilerden sıyrılmış ussal bir inanma düzeyine varmıştır. Tevfik, "Gözpat­
latan" namıyla ün salan polis Muzaffer'in işkencesine boyun eğmez. Vehbi
Efendi, Peregrini'yi sorularıyla sıkıştırırken halk ve egemen sınıflar kav­
ramlarının bilincinde olduğunu gösterir:
- Altı yıldır tanışıyoruz, -der Peregrini'ye-, kimsin nesin bilmiyo­
rum. Bir anladığım şey, hayatını kazanmak için çalışmak zorundak i
sınıftan olmadığın.
- Çok ferasetlisin, yani beni işsiz güçsüz, şımarık bir asılzade sını­
fından sayıyorsun.
- Sınıfınızın belirtileri her memlekette bir. istediğiniz şeyi, pahası­
na bakmadan elde etmek isteyen bir sını f. . . (sf. 1 56 )
Rabia ile dinini değiştirdikten sonra evlendiği Peregrini-Osman arasın­
da büyük tartışma, kocasının Selim Paşanın selamlığını kiralamak istemesi

84
H A L i D E t:ı>IK A D I V A K

üzerine patlar. Sinekli Bakkal'ın kızı kocasının cariye tutmak, yeni eşyalar
almak biçimindeki isteklerini öğrenince öfkelenmiş, onu yabancı gibi gör­
meye başlamıştır. Tartışmanın en yüksek düzeyinde Rabia'nın eski alışkan­
lıklara, geleneklere bağlı bir tutucu olmadığı, dünyayı ve olayları kendi sı­
nıf sal bilincinin ışığında değerlendirdiği belirir:
- Sen iki gözüm, konaklarda yaşamaya a lışık bir kız a lmalıydın.
Ben oturduğum yerden şuradan şuraya gitmem anlaşıldı mı?
- Anlaşıldı küçük hanım. Sen konak denilen şeyin benim gözüm­
de yeri var sanıyorsun, yanılıyorsun. Bu selamlık bizim uşak daire-
sı ...
Sustu .. Nasıl oluyor da o da bir mahalle delikanlısı gibi adeta övü­
nüyordu. Rabia bir kat daha kızdı. Sesi bir perde daha yükseldi:
- Daha ala ya ... Olduğun yerden neye çıktın ? Seni asılzade bey..
Mirasyedi bey. Bana şimdi d e firengistandaki konaklarınla mı övü­
neceksin ? Herşeyi alınlarının teriyle kazanan adamlar arasında senin
işin ne? Sen, sen, bizden olmak için kırk fırın ekmek yemen gerek...
Seni Zıpçıktı, mirasyedi.
Rabia'nın son sözleri bir yılan zehiri gibi Osman'ın suratına fırlı­
yor. Rabia'ya göre kültür, medeniyet, memleket, ırk ayrımı, bir din­
den olanlar için bir hiç. Fakat sınıf farkı ... Buna kuduruyordu ... (sf.
265-266).
Rabia doğal olarak çocukken gördüğü dinsel eğitimin etkisi altındadır,
ama kişiliğinde yer eden asıl belirleyici güç yaşadığı çevreden, bu çevreyi
yaratan iç ve dış koşullardan kaynaklanır. Bu nedenle dedesi imamın ölü­
mü üzerine evin onarılması sözkonusu olduğu zaman, kocasından alafran­
galık ta hiç değilse ölçülü olmasını ister. Bir taassup değil güzellik ölçüsü,
beğeni sorunudur bu. Kocası ile aralarında sürüp giden doğu ve batı ayrılı­
ğı davasıdır (sf. 277).
Nedir ki doğunun alışılmış düzeninden de nefret etmektedir Rabia. Ko­
nağı ve yalıyı besleyen kaynaklarla kadının egemen çevrelere satılma gele­
neğinin temelinde yatan toplumsal nedenleri öğrendikçe "esaret"in bilinci­
ne varır (sf. 2 9 1 ). Düzene değil, Sinekli Bakkal'a bağlıdır o. Sinekli Bakkal
ona aşkından da, dininden de güçlü görünür. Kökleri oradadır. Oradan ko­
parsa köksüz bir ot gibi k uruyacağını sanır (sf. 204).
3) Sinekli Bak kal'ın kişilerinin bell i bir süreç içinde toplumla birlikte de­
ğişmeleri romanın gelişmesi içinde olağan biçimde verilir. Yazar kişilerinin
bilinmedik yönlerinin kalmamasına özen gösterir. Yan olaylarla kişiler ara­
sında raslantıların boka olmasına karşın olaylar gerçek dışı izlenimi bırak­
mazlar. Kimi vesilelerle töresel özelliklerin yansıtılmak istendiği kesimler­
deyse (sf. 7 1 , 1 82-1 84) aynı doğallıkla karşılaşma olanağı yoktur. Bu du­
rum, Sinekli Bakkal üzerindeki eleştirilerde özellikle belirtilmiştir.

85
MEŞKUTIYET DONEMi

Sanat ve Dil Görüşleri


Halide Edib, kimi konuşmalarında, bir romancıda gerekli başlıca nitelik­
leri belirtirken deney-gözlem-duygu ve yetenek üzerinde önemle durur. Ro­
mancı, ancak bu yeteneklerle yaşamı kavrayabilecek, kavrayışını ölçülü bir
sentez haline dönüştürmekle de başarıya ulaşacaktır. Kalıplaşmış düşüncele­
re ve yalnız bireysel duygulara kapılan sanatçı şair olur, ama romancı ola­
maz. Yaşamın çeşitli evrelerini anlatmak zorunda olan romancının en önem­
li sorunuysa olayları nesnel biçimde görebilmektir. Bunun için de hiçbir et­
kiyle sınırlanmaması gerekir. Yalnız kendi duygularını ele alarak yazmak, bir
çeşit "maskeli biyografi" yazmak demektir.
Kurtuluş Savaşı yıllarına değin romanlarında kadın-erkek cinsiyet kavga­
larına önem veren Halide Edib, savaş içinde kendisinden ve yetiştiği burju­
va çevresinden uzaklaşarak yaşama açılmış, değişik sınıf ve tabakalardan ge­
len insanları görmesini, yansıtmasını öğrenmiştir. lstanbul'un bilmediği fu­
kara semtlerini, kenar mahallelerini gezerek halkı tanımaya çalışması da ay­
nı nedene bağlıdır.
1 9 1 8 'lerde Ruşen Eşret'in sorularına verdiği karşılıklarda çalışma yön­
temlerini şöyle açık ladığı görülür:
Romancılıkta mutlaka zihnimde mevzuumun planını yaparım. Bü­
tün olaylar zihnimde karşlaştırılmış olur. Mesela hakim vasıflar nasıl
olacak, ötekiler bunun etrafında nasıl yaşayacaklar? .. Bazan, ana bölü­
mün, ikinci derecedeki bölümlerin tertiplerini bile zihnimde tasarlarım;
ondan sonra kolayca yazarım. Yalnız kitabın ortasına gelince karakter­
ler bana hakim olurlar, ben onlara değil. Mesela ilk satırdan o sahife­
ye kadar benim hükmüm altında yürüttüğüm, idare ettiğim şahsın ba­
na karşı isyan ettiği zamandan sonraki gidişini, yaşayışını bazan beğen­
mem, fakat o hareketler artık o kadar öyle olmuşlardır ki, o şahıslar da
yapacaklarını yaparlar. (Diyo r l a r k i , sf. 1 58., 1 1. bas. 1 972)
Halide Edib'in dilimizin sadeleşmesi konusundaki görüşlerinin kuşkuyla
karşılanacak yönleri olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye'de Şark, Garp ve Ame­
rikan Tesirleri ( 1 956) adlı kitabının bir bölümünü bu konuya ayıran yazar,
Latin harflerinin kabul edildiği geçiş yıllarına özgü kargaşalıklar sürüp gider­
ken "dil inkılabının" ortaya çıkmasını zamansız olarak niteler. Çünkü bütün
girişimler "Bir nevi resmi Pürist cereyan" görünüşündedir ve "hükümet veya
maarifin ilk yapacağı iş bu sahada terimleri ele almak olacakken" topyekun
dilin kendisi ele alınmıştır (sf. 1 6 1 ).
" Latin harflerinin kabulünde olduğu gibi" dil alanındaki girişimlerimiz
de batıyla birleşme eğilimlerimizin bir ifadesi olduğuna göre "ilk yapılacak
şey, gündelik dile girmemiş, halk tarafından benimsenmemiş terimlerin
hepsini, Latinceden yahut milletlerarası kabul edilmiş olanlardan almak
İcab ederdi. Bu yapılmadı" (sf. 1 62 ). Kökleri Türkçeden gelmeyen sözcük-

86
HALiDE E D i B ADIVAR

ler "adeta boykot edilerek" uydurma sözcük üretimine geçildi. Bunun da


nedeni Cumhuriyet döneminde dil devriminin ani bir sıçrama ile, yani bir
Evolution Brusque ile fevri bir harekete çevrilmesidir. "Nedir ki Demokrat
Parti döneminde" eski anayasanın iadesi ile Türk dili "asıl serbest inkişaf
edebilme imkanını" bulmuştur (sf. 1 67).

YAPITLAR!: Öykü Kitapları: Harap Mabetler ( 1 9 1 1 , 1 924, sadeleştirilmiş 3.


bas. 1 967), Daga Çıkan Kurt ( 1 92 2, 1 945, 1 963). Romanları: Seviye Talip
( 1 9 1 0, 3 . bas. 1 967), Raik'in Annesi ( 1 9 1 0, 3 . bas. 1 967), Handan ( 1 9 1 2, 9.
bas. 1 968), Yeni Turan ( 1 9 1 2, 3. bas. 1 967), Son Eseri ( 1 9 1 2, 3. bas. 1 944),
Mev'utHüküm ( 1 9 1 8, 1 968), Ateşten Gömlek ( 1 922, 8. has. 1 968; iki kez fil­
me alındı: 1923- 1949), Kalb Agrısı ( 1924, 3. bas. 1 962), Vurun Kahpeye
( 1 926, 3. bas. 1 962; iki kez filme alındı: 1 949, 1 9.H), Zeyno'nun Oglu
( 1 928, 1 943), Sinekli Bakkal ( 1 936, CHP Roman Armağanı kazandı, 30.
bas. 1 972), Yolpalas Cinayeti ( 1 9 37, 1 957'de filme alındı), Tatarcık ( 1 939,
6. bas. 1 968), Sonsuz Panayır ( 1 946, 4. bas. 1 972), Döner Ayna ( 1 954), Aki­
le Hanım Sokagı ( 1 958), Hayat Parçaları ( 1 963). Öteki Kitapları: Kenan Ço­
banları (oyun 1 91 8, 1 968), Maske ve Ruh ( 1 945, 1 967), Türkiye'de Şark,
Garp ve Amerikan Tesirleri (inceleme, 1 956), Dr. Ahdülhak Adnan Adıvar
( l 956), Türkün Ateşle imtihanı (Kurtuluş Savaşı anıları, 1 962), Mor Salkım­
lı Ev (çocukluk anıları, 1 963, 1 967).

KAYNAKLAR: Baha Dürder, Halide f.dip ( 1 940); H. Uğurol Barlas, Halide


Edip Adıvar, biyografya bibliyografya ( 1 963); Hilmi Yücehaş, Bütün Cephe­
leriyle Halide Edib Adıvar ( 1 964); r>r. fethi Erden, Türk Yurdu (Kasım
1 964); Vahit Turhan, Haldun Taner, Türker Acaro�hı, Yeditepc (Şubat
1 964); Vedat Günyol, Dile Gelseler ( 1 966); Muzaffer Uyguner, Halide Edib
Adıvar ( 1 968); Nazan Güntürk, Halide f.dib'le Adım Adım ( 1 974); inci En­
gün, Halide Edib Adıvar'ın Eserlerinde Dogu ve Batı Meselesi ( 1 978); Prof.
inci Engün, Halide Edib Adıvar ( 1 986).

87
HAL i DE
E D i B A D I V AR ' DAN
ÖRNEKLER

H A R A P M A B E T L E R 'den maya çalışarak b ulduğum oyunlar,


onun yüreğinde ötekinin mevkiinden
ANA DUYGULARI bana bir karış yer kazandırmıyordu.
Büyük, kestane renginde, içinde Evin içinde, sokulduğu biricik vücut an­
üzüntü gölgeleri uçuşan gözleri vardı. nesinin zamanından kalma ihtiyar bir
Yuvarlak, solgun yüzünde dolgunlukla­ bacı idi. Bana soğuk gözlerle bakan bu
rı y umuşak çizgileriyle karşıt olan, sert, kaba davranışlı kadının yanından,
Üzerlerine öksüzlüğün ıssızlığı çökmüş hiç ayrılmazdı. Anlıyordum o, bizim
bükük dudakları vardı. Davranışında kapatmaya çalıştığımız yaraları, eski
düşük, bir kendini bırakmışlıkla o ka­ anıları taptaze saklıyordu.
dar sessizce derdini taşıyışı vardı ki, gö­ Onun benden en çok kaçtığı zaman­
rüp de anasız olduğunu anlamamak el­ lar babasının onu bana ısındırmaya ça­
den gelmezdi. Bu çocuk benim üvey kı­ lıştığı günlerdi. O zaman babasının
zım Nesrin'di. unutkanlığını ayıplayan anlamlı bir baş
Bu, karışık duygulu, el ellerinde bü­ kaldırışla gözleri açılır, hafifçe içini çe­
yümüş yavruyu ilk görüşte küçük ru­ kerek bir köşeye büzülür, hiç bir şey
hunda ana eliyle düzelecek ne kadar durgunluğunu, sessizliğini gideremezdi.
potlar olduğunu, bütün varlığı kesik, Bu çocuk gözlerinin temiz, fakat hayatı
kırık bir yalnızlıkla ezildiğini anladım. anlamayan derin bakışları karşısında
Hemen onu sevmeye karar verdim. Fa­ durumunu fena, hem pek fena bulmaya
kat bütün acıma ve yumuşaklığıma rağ­ başlamıştım. Çoktan toprak olmuş bir
men geçmiş bir vücuda o kadar inatçı, kadının yerini tutmanın bir suç olmadı­
ağırbaşlı bir bağlılığı kalbini acısıyle ka­ ğını ona nasıl anlatabilirdim? Bazen bu
rarttığı ananın yerine gelene karşı o ka­ evden, bu büyük gözlü hüzünlü çocuk­
dar soğuk bir uzaklığı, ilgisizliği vardı tan kaçmak, onun anacığının kutsal ha­
ki, kabil değil onun benliğine yaklaşa­ yalini kırmamak isterdim. Bazen de, be­
mıyordum. Bütün Beyoğlu'ndan gelen nim yerime gelecek bir kadının onun in­
oyuncaklar, bütün onunla arkadaş ol- ce acılarını, ana yoksulluğundan bütün

88
HALiDE EolB ADIVAR

davranışlarını, yerleşen kederli, çekin­ ki, kendimin anne olmak umudu kcsin­
gen durgunluğunu anlamayarak, onu leşeli onun bütün eksikliğini anlıyor­
kırabi leceğini düşünür, o vakit onu an­ dum; onu ürkütmeksizin hayatındaki
layışsız ellere ve insafsız rastlantıya bı­ kaygıları ortadan kaldırabiliyordum.
rakmaya kıyamazdım. En çok onu babasıyla yalnız bıraktığım
Çok zamanlar onu kendime ısındır­ zamanlar 've evde varlığımı duyurmadı­
mak isteğiyle uğraştıktan sonra, başarı­ ğım günler bana daha çok yaklaşırdı.
sızlığımdan kolum kanadım k ırık, çeki­ Fakat şu davranışımın evin düzenini
lir susardım. Beni düşkün gördüğü bu bozduğunu, hizmetçilerin beni dinleme­
zamanlar yavaşça yanıma sokulur, duy­ mezlik ettikleri meselesini doğurduğunu
gulu gözlerinin, yalvaran bakışlarıyle görüyordum. Bir gün odalarının önün­
beni sevemediğinden ötürü bağışlama­ den geçerken Necibe Bacı'nın sert sesi:
mı dilerdi. "Artık Bey'in yanında düdüğü ötmü­
Bana öyle geliyordu ki eğer Necibe yor" diyordu. Bu onurumu çok sarstı,
Bacı sert, bulanık gözleriyle durmaksı­ k u laklarımda dehşetli bir uğultu ile
zın onu hatırlatmasa geceleri, onun ba­ merdivenleri çıkmaya başladım. Acaba
şında geçmişin uzak, karanlık köşeleri­ gerçekten kocamın yanında etkimi yiti­
ni önüne sermese bana daha çabuk alı­ riyor muydum? Ço..:uğuyle bulunduğu
şacak ve beni sevecekti. Bunu bir gün zamanlar nasıl manevi bir güler yüzlü­
babasına söyledim. Her sözümü bir ya­ lükle gözleri parlıyordu? Acaba bunun
sa olarak kabullenen bu adamın yumu­ ne kadarı kendini geçmişe bağlayan
şak yüzünde uzun bir acı uçuştu. öksüz anıları sayılırdı? Kaygı beni tuhaf bir
yavrusunu hayali bir vuruştan koruyor­ yalnızlıkla üzüyordu. Yoksa kıskanıyob
muş gibi ellerini kaldırdı; "sakın," dedi, muyd um? Geçmişi beyaz, anısı başka
"sakın onu bir tek avuncundan yoksun yüzlerin, başka hayatların resimlerin­
bırakma! " O zaman kocama karşı biraz den uzak erkek var mıdır?
kızgınlık, fakat babalığına karşı çok Bu hırçın, sinirli düşünüş çok sürmü­
saygı duydum. fena bir kadın olsam, yor, zihnim henüz yüzünü görmediğim
bana hırpalatmayacaktı. Bununla bera­ yavruma gidiyordu. Belki ben de onu
ber, onu bazen öyle bahanelerle hizmet­ yabancı ellere bırakarak anısını kıskan­
çilerin yanına göndermesi, bana ısındır­ dığım " benden önceki"nin serviler al­
mak için Nesrin'in acı bir anlayışla duy­ tında dinlendiği karanlık yere gidecek­
duğu direnişleri vardı ki, çocuğunun tim. O zaman? O zaman acaba gelen
kalbinde bıraktığı derin, yırtıcı izlerin kadın, çocuğuma nasıl davranacaktı ?
çizildiğini görüyorum, sanırdım... Ah Geceleri soğuk bir terle, bu tedirgin
erkekler! eden düşünce zihnimi tırmalayarak,
Artık ben de yavaş yavaş Nesrin'in uyanıyordum. Hele Nesrin'e ve Nes­
hayatına fazla sevinç serpmenin yolları­ rin'in en çocukça isteklerine karşı o ka­
nı öğreniyordum. Bana öyle geliyordu dar içten koşuyordum ki ... Kimbilir, bu

89
M E $ 11 UT I Y lT D O N E M i

çabam, b u ana hissim, belki çocuğumu Bilmem, nasıl bir acıyle dikildim,
hırpalanmaktan kurtarırdı! Hep yaşa­ "sus," dedim, " kendi yavrumun yerine
mak için, fakat yaşayamazsam benim başkasını nasıl koyarım?" Fakat o anda
başka bir kadının çocuğuna karşı besle­ zihnimden bir karşılaştırma geçti. Ken­
diğim bağışlayan, geniş inceliği çocuğa dimi Nesrin'in bir yıl önceki halinde
gösterecek bir kadının evimize gelmesi buldum. Babası beni annesinin yerine
için dua ediyordum. koydurmak için uğraştıkça nasıl onun
Nesrin uzun sessizliğimden, üstünde gözlerinde acı bulutları uçardı. Şimdi
kara düşünceler dolaşan buruşuk; acılı anlıyorum ki kimse kimsenin yerine
alnımdan ürküyordu. Hatta, bir defa konmuyor. Özellikle ana ile çocuk.
mezarı karşısında gören bir ananın kay­ Rüzgarlar pencerelere çarpıyor, servi­
gılarını belki sezen büyük gözleri yaşa­ lerden uzak, korkuturcasına bir inilti
rarak, "Ninemin de yüzü beni bırakma­ geliyor... Karlar ayın donuk, bulanık
dan önce hep böyle idi," dedi. işte o za­ ışığında uçuşuyorlar... Soğuk ... Doğa­
man anlayamadığım bir tasa ile gözle­ nın bu korkunç gürültüsü arasında yav­
rimden yaşlar boşanarak kaçtım. rucuğumun minimini ağlayışı var mı?
Uzun, acı hastalığım artık iyileşmeye Bu acı, hu korkunç güçsüzlük ile yatak­
yüz tutuyordu. Fakat yarası kapanma­ ta doğru ldum. Kaç aydır, umutsuzluk
yan, boşluğu dolmayan zavallı yetim ve çöküntüyle sarsılan zihnim altüst
kalbim ... Küçük kadife elleriyle, pembe oluyor, benliğim zehirli küçük parça­
ipek yüzüyle onu kara topraklarda ha­ cıklara ayrılıyordu. Acı acı haykırdım.
tırlamanın acı hayali ... Yağmurların, O korkunç, ıssız, soğuk servilikteki
karların sızdığı, belki kurtların hücum yavrumun vücudunu korumak için bu
ettiği küçük tabutun nemliliğini, soğuk­ soğuk kıyametine, bu insafsız kar fırtı­
luğunu, kimsesizliğini duyan gönlüm nasına atılacaktım. Ben kapıya doğru
hep büyük, kara kuru bir elin buz gibi ayaklarım çıplak, koşarken birdenbire
dokunuşuyla titrer. kapı açıldı. Nesrin, üvey kızım, uzun
Duvarların en ufak özelliğini, tavanın beyaz geceliğiyle, acı çekmişlere özgü
en seçilmez çizgilerini biliyordum. Bü­ bir yumuşaklık, çöküntüye uğramışla­
tün gün arka üstü, gözlerim tavanda, rın anlayan bir üzüntü dolaşan yumu­
ölümü bekliyordum. Fakat iyileşiyor­ şak gözleriyle yanıma geldi. ilk defa is­
dum. Hatta zorla iyi ediyorlardı. Ko<:a­ teyerek ve severek ahenkli sesiyle:
mın beni yitirmek korkusuyla solan yu­ - Anne, anne! -dedi ve bir fısıltı dere­
muşak, şefkatli yüzü, başucumda ölüm­ cesine indirdiği sesinde şefkatli bir iç­
le pençeleşiyordu. Birgün yanaklarım­ tenlikle ekledi:
dan sessizce damlayan ruhumun yaşla­ - Kardeşim için kork ııyorsıın, değil
rına bakarak: "Zavallı kadın," diyor­ mi? Fakat benim annem kaç yıldır ora­
du, "Sen Nesrin'i çok severdin, niçin da, kardeşimi koynuna alır yatar, hem
onunla avunmaya çalışmıyorsun ?" bilsen nasıl sarılır da insanı ısıtır?

90
H ALiDE E D i B A DIVAR

Ben koltuğun üstünde hıçkırırken o, d e h u günlerin mutluluğunu, güneşini


ufak kolları boynumda: " Ben d e artık veren Refik Cemal.
senin çocuğun olayım; olmaz m ı?" Yatağımın karşısında hemşire Canet
dedi. kendi yatağına uzanıyor, masanın üs­
Şimdi henim küçük öksüzü önemse­ tündeki kandil sahah ışığına sırtarıyor.
meyişlerimin nafile olmadığına. yavru­ Uyumuyorum. Hemşire Canet kalın,
mun yıkık mezarlıklarda hir kadın şef­ kıllı kaşları altında küçük gözleri kapa­
katine, hir kadının hoş kollarına sığın­ lı; dalgın, şişman çenesi nefes almak
dığına yanık ruhum inanmak istiyor; için açılıp kapanan dudaklarıyle oynu­
küçük Nesrin, annesine arkadaş yolla­ yor. Kır saçları üstünden başlığı hir ta­
dığım kardeşine karşılık kalbimi ısıtıyor rafa sarkmış; yatağının önündeki küçük
ve hoş kollarımı dolduruyor ... masanın örgü örtüsü üstünde işlediği
( Harap Mabetler, 19 1 1; sadeleştiril­ dantel duruyor. Bu örgü örtüler ne tu­
miş 4. has. 1 973) haf. Mutlak hunları Koralya yapıyor.
Koralya güzel hir kız. Alherto da pek
güzel. Dün sahah kestanelerin altında
H A N D A N 'dan öpüşürlerken heni balkonda gördüler.
- Handan 'ın Duygulanmaları, I - Alherto şapkasını çıkardı. Koralya gii­
Bütün duygularımda siyah perdeye lerek içeri kaçtı. Arkamda Refik Cemal
benzer hir ağırlıkta uğraşıyorum. Asıl duruyordu.
şaştığım şey, şimdiye kadar hu perdeyi, Saçlarımın hafifçe çekildiğini duy­
hu ağırlığı hissetmemiş olmamdır. Ya­ dum; döndüm. Örgümiin ucunu yanak­
vaş yavaş hir şeyler, birçok şeyler bir­ larına sürüyordu:
den hatırlıyorum. Bunda ülkeler, deniz­ - Ben de senin Alherton değil miyim
ler, insanlar var. Fakat hir sinema sey­ Handan? dedi.
rediyorum gihi hunlar homhoş ve an­ Handan, Handan. işte heni en çok hu
lamsız! Büyücek hir odada yatıp kalkı­ isim sarsıyor. Bu Handan benmişim.
yorum. Daha doğrusu yatırıp kaldırı­ Fakat ne tuhaf, Handan içimde kaldıra­
yorlar. Hemşire Canet, Refik Cema l! madığım perdenin arkasında gizli gihi.
Yalnız h u iki kişi yaşıyor gihi. Hemşire Uzaktan çıngırak sesleri duyuyorum.
Canet, pek hir şey söylemiyor. Fakat karşısı, ne güze l. Bütün hu ismini bilme­
Refik Cemal! Refik Cema l! diğim diinya ne güzel! içimden karşıki
Ben on u seviyorum, körlerin ışığı sev­ dağlara, ağaçlara, kokulara sarılıp öp­
diği gihi seviyorum. O yanımda olmasa mek, onlara karışıp gitmek istiyorum.
hütün hayat görevlerim duracak sanı­ Işık çoğaldı, renklendi; içeriyi dolduru­
yorum. Ne zamandan heri onu seviyo­ yor, ısıtıyor. Şimdi hemşire Canet kal­
rum? Nereden geliyorum? O nereden kacak, heni soğuk su ile yıkayacak, giy­
geliyor? Hayatımda ancak hirhirini ko­ direcek. Ondan sonra onun yatağının
valayan güneşli, mutlu günler var, hir yanındaki kapı açılacak, Refik Cemal'i

91
M E Ş R UTiYET D O N E M i

göreceğim. Boncorno Handan diyecek. yorum? içim tırmalanıyor.


Ve o da gelip saçlarımı tarayacak. Ne Kapı açıldı, işte Refik Cemal; başını
yavaş, ne yumuşak, ne okşayıcı! Saçla­ sokmuş, beni kalktı mı diye bakıyor.
rımın üstünde elleri dolaşıyor. Ben an­ Bonjur, bonjur, gel.
nesinin göğsünde yatan bir yavru kuş ( Ha n d a n , 1 9 1 2; 9. bas. 1 968)
gibi memnun, ellerini başımın üstünde
duyuyorum. A T E Ş T E N G Ö M L E K 'ten
Bazen de eğilip sandallarımı giydiri­ Yeşil meydana yaklaşırken büyük si­
yor. Giydirirken bir saniye ayaklarım yah bir kalabalık görüyoruz. Bizi karşı­
ellerinde kalıyor. Bana öyle geliyor ki, lamaya bekliyorlar belki! Fakat ne ka­
ben her zaman böyle ayakkabı giymez­ dar kalabalık; nasıl öyle toplu ve sessiz
dim. Dün Koralya büyük ninesine kapı­ duruyorlar.
dan geçen siyahlı bir genç kadın göster­ Yeşil meydanı geçmek için önündeki
di. Etekleri altında bir çift rugan iskar­ oldukça derin ve uzun hendekten lh­
pin giyiyordu. Bu iskarpinlerin biçimi san'ın atı kanatlı gibi uçtu, geçti! Sonra
içimdeki perdeyi titretti. Ben de böyle ben ve süvariler... Yeşillikten on adım
iskarpinler giyerdim. Fakat nerede? iki ilerlemedik, solda harap ve boş duran
yanı ağaçlı büyük bir cadde, kalabalı­ bir değirmen binasından bir küme insan
ğıyle şimdi gözümün önünden geçiyor. fırlıyor ve arkamızdan koşuyor. Ihsan,
Şimdi de yeşil büyük, pek büyük bir zemberekli gibi atını çeviriyor, fakat o
bahçe, bebeler! Askerler! Burası nere­ kadar ani bir kabus başlangıcı ki ... işte
siydi? Bir bebe daha, Refik Cemal'e beş süvari, elli kişi arasında taşlar, kü­
benzer bir bebe, bu nerede benim di­ fürler, sopalar ve tırpanlar fırlıyor ve bu
zimde otururdu, acaba ? Bu eski karışık cehennem gibi gürültü arasında iki sü­
hayaller nasıl kalbimi karıştırıyor. varinin hendeğe atıldığını görüyorum
Bir bebe, bir bebe daha var. Siyah ve arkamızda korkunç ayak sesleri var;
bukleli. Onu dövüyorum, ben. Fakat ne derin ve yer altından gelen bir gürül­
ben de küçüğüm. Sonra mavi gözlü bir tü, evet, köyün önündeki siyah küme,
çocuk gelip onu kurtarıyor. O çocukla bir insan kasırgası gibi geliyor, süvarile­
sabahleyin ders çalışma odasında da be­ rin işini bitirmişler, koşuyorlar ve biz
raberdik, matematik dersini bilmiyor­ kudurmuş iki insan kütlesi arasındayız.
du, ben öğrettimdi. Nasıl öğretmenden Evet! Korku nedir, korkunun rengi, ih­
korkup ağlıyordu. Onunla gece de aynı tilalci gözleri; bütün bünyesi nedir bil­
odada, hep beraber. Hep o sarı saçlı, miyorum. Fakat o ince ve yavuz çocuk
mavi gözlü çocuğun eli elimde. Şimdi henüz dumanı çıkan, kurşunu bitmiş ta­
beraber gardenya koparıyoruz. O gar­ bancası elinde, kırmızı kalpağı bir tara­
denyaları pek sever, saçlarına sokardı. fa eğilmiş, ayakta duruyor, kafasını hiç
Bir tane daha şişman Çocuk, abla ab­ kaybetmiyor. Kurşunları kimseye atmı­
la diye hep arkamdan koşuyor. Ne olu- yor, bilerek kimseyi belki öldürmüyor.

92
HALiDE E D i B ADIYAM

Fakat bütün b u halka, gittikçe darala­ Köye giriyoruz; yine duruyorum:


rak daha sıkı bir halka, onu çeviren hal­ - Kumandanı nidecekler?
kı birkaç dakika durdurdu. Hepsi o - Mahpusa götürecekler.
ayakta duran, gözleri soğuk, madeni bir Ben de bu meşaleli, kanlı halkla sü­
parıltı ile onlara bakan güçlü yaratıkla rüklenip gidiyorum. Köyün muhtelif
meşguller; ben, ne garip, bu söven, ba­ köşelerinden kadın çığlıkları geliyor ve
ğıran, baltasını sallayan, ter kokan bir davul cehennem gibi gümbürtü ile
halktan imişim gibi kimse benimle uğ­ durmadan çalıyor, kısık, vahşi naralar
raşmıyor. duyuyorum ve her yerde havaya silah
- Bıyıklarını görüyon mu? sıkıyorlar.
- Alın aşağı! Nihayet tozlu, yumru yumru bir köy
- Gebertin! sokağındayız; köşede hayvansız boş bir
- Boğazlayın! araba duruyor ve karşı köşede kapısı
Bum bum, iki gümbürtü, sonra ku­ açık büyücek bir toprak eve küfür, gü­
durmuş bir halk ve durmaksızın havada rültü arasında lhsan'ı ve erleri getiriyor­
vızlayıp giden taşlar, insan dalgası ve lar. Ben arabanın yanına sıkıştım kal­
bunun üstünde, ufukta kandan bir tep­ dım; yine yanımda konuşuyorlar:
si gibi kayıp ovanın altına giden güneş! - Herifi niçin öldürmüyorlar?
Artık lhsan'dan ayrıyım. O müthiş ve - Ne bileyim ben.
kudurmuş kütle ne yapıyor, bilmiyo­ - Ankara'dan bir paşa geliyormuş di-
rum; kollarını sallayanlar; birbirlerine yorlar, acaba onun için bunları rehin mi
bağıranlar, yine taş, koşuş ve durmayan tutuyorlar?
çirkin bir tepinme! - Ne bileyim ben ulan!
Hep bu insan kasırgası kızıl karanlık­ Sokak yine karışıyor, kaçışanlar, me­
ta köye doğru gidiyor. Önde ellerinde şale tutanlar, davul gümbürtüsü, sonra:
meşaleler, isli bir alevle bu korkunç - Boğazl ıyorlar, boğazlıyorlar!
yüzleri aydınlatıyor, ortada zincirlerini Şakaklarımda ki soğuk ter, ellerimde­
sallayarak iki erle beraber lhsan'ı sü­ ki titreme, boşta gibi sallanan yüreğim-
rükleyip götürüyorlar. Ölü değildir, di­ le kendimden geçmişim.
yorum. Ölselerdi onları da hendeğe Yine ayak sesleri ve tanıdığım şive ile
atarlardı, benim yanımda iki köylü ko­ bir köylü nutku!.. Arabanın kenarına
nuşuyor, yavaş yavaş: tutunarak ayağa kalkıyorum. Karşıda
- Aslan delikanlı be! Bizim Çanakka­ açık kapının içinden isler ve dumanlar
le'de subayımızdı. Bir hücuma koşardı, arasında boyuna alevler ve hep söyle­
hepimizin içi deprenirdi. Bu Hamza Bey yen, bağıran korkunç ağızlar görüyo­
keratası da kim oluyor? rum. Orada ne yapıyorlar? Yürüyorum.
- O Mehmet Çavuş yok mu, hep yap­ Sokaktan geçen beş on köylü ile beraber
tıran o. ben de kapıda durup içeriye bakıyorum.
- Bizim köylü de eşek gibi be! Karşıda, açık iğrenç hela kapısı, ona

93
M E Ş R U T i Y ET D O N E M i

bitişik bir merdiven yukarı çıkıyor; top­ geldi, durdu. Siyah esvaplı adamlar ara­
rak, pis, bir avlu, bir köşesinde zincir­ ba kapılarını açtılar, içlerinden kara
ler, laleler yığılmış, sağında demir par­ çarşaflı, eli bohçalı, çocuklu çocuksuz
maklıklı bir kapı daha ve iki meşale bu kadınlar, birkaç ihtiyar erkek ve bir
demir kafesin arkasını gösteriyor. Anlı­ Mevlevi dedesi çıkardılar. Arabalardan
yorum; burası nahiyenin hükümet ko­ çıkanlar birbirlerine sokuldular, elleri
nağı ve bu kapı hapishanedir. Demir dolu olanlar omuz omuza, boş olanlar
parmaklığın arkasında, başından sızan el ele, birbirlerine yapışıp kuvvet almak
kanlarla Ihsan ayakta duruyor. iki elle­ isteyen, canlı bir ıstırap kümesi gibi
rindeki uzun, kalın zincir, ayaklarına sandallara, salapuryalara bindiler.
kadar düşüyor ve boynunda kalın bir Rıhtımda ayak sesleri kesildi. Kayık­
lale var. Parmağının bu tarafından tut­ lar kurşuni suların üstünde yayıldı, açıl­
kuyla, tiksintiyle, iğrenç bir gerilişle dı ... Selimiye önünde demirleyen "Şev­
Mehmet Çavuş, beş on kişiyi hapisha­ ket-i Derya" ya doğru yol aldılar.
nenin kapısını kırıp lhsan'ın işini ta­ Sandal, salapurya filosunun ortasın­
mamlamağa iteliyor. Nahiye müdürü­ da, en büyük salapuryada Rabia çocu­
nü, jandarmaları boğazlamışlarsa da bu ğuna meme veren bir genç kadınla yan­
pis, bıyıksız oğlanı ne bırakıyorlar? Bu yana oturuyordu. Ayaz vardı. Vehbi
da halife düşmanı, din düşmanı, hemen Dede'nin harmanisi ikisini de birden
gebertmeli. sarmıştı. Rabia çocuğun, harmanisi al­
( A t e ş t e n G ö m I e k , 1 922, sadeleş­ tında, "gluk, gluk" diye sütü yutuşunu
tirilmiş 1 1 . bas. 1 973) duyuyordu. Karşısında sivri, beyaz sa­
kallı, tatar yüzlü zayıf bir ihtiyar, kor­
S i N E K L i B A K K A L 'dan kulu bir rüyadan uyanmış gibi gözlerini
- XX Vll. Bölüm - açtı:
Karanlık dağıldı. Şehrin üstü inci be­ - Torunum, torunumu sürüyorlar,
yazlığında bir dumana bürünmüş. Mi­ kafirler, ocaklarına incir dikilesiler, di­
nareler, kuleler, uçlu uçsuz bütün şekil­ ye bağırmaya başladı.
ler rüyada görülen bütün şekiller gibi Harmaninin altında meme emen ço­
uzak, silik ... Suların kurşuni yüzü uyku­ cuk memeyi bıraktı. "Viyak ... Viyak ...
da. lstanbul gümüş bir sabah rüyası gö­ Viyak ... " Aradaki sandalda bir erkek
rüyor. çocuk bir kurt yavrusu gibi uluyordu...
Galata rıhtımı ... Üstünde siyah esvap­ - Baba ... Baba ... Babamı isterim!..
lı adımlar .. Rıhtımın kenarında bir sürü Gene herkes sustu. Beyaz sakallı ihti­
sandal ve salapurya. K ürekçiler kürek­ yarın çenesi oynuyor, içine çöken du­
leriyle oynuyor, sahırsızlanıyor, siyah dakları kımıldıyor, kürekçiler kürek çe­
esvaplı adamlar uzaktan gelen araba kiyor. Sonu gelmeyen bir gidiş .•.

seslerini dinliyorlar. Nihayet Şevket-i Derya'ya sandallar


Birbiri ardınca bir sıra kapalı araba ve salapuryalar birer birer yanaştı. Si-

94
H A L i D E E D i B A L>I VA K

yah esvaplılar, siyah çarşaflıları dingil­ yıkta çocuğu uyandıran Tatar yüzlü,
deyen iskeleden vapura ite ite çıkardı­ beyaz sakallı adamın sakalı havada sa­
lar. Erkek çocuklar, birer maymun gibi yıklıyor gibi gene bağırıyor:
tırmandı, kız çocuklar sümüklerini ve - Ocaklarına incir dikilesiler...
içlerini çeke çeke, ağlaya ağlaya tırman­ Genç bir Tıbbiye öğrencisi, ihtiyarın
dılar. ellerini aşağıya çekiyor, sağır kulağına:
Merdiven in başında yırtık paçalı, - Efendi baba, bayrama bizi affeder­
püskülsüz fesli, yalınayak, bir tayfa du­ ler, bayrama olmazsa ... cülfısa .. diye
ruyordu. On yıldır "Şevket-i Derya"da bağırıyordu.
Yemen'e, Trablus'a sürgün, asker götü­ Meşhur küfrün sahibi tayfa, şimdi
ren bir tayfa ... elinde kırık bir toprak testi, halka su
Ağzını açtı ve sövdü. Uzun kafiyeli, dağıtıyor, çocukların çenesini okşuyor,
düzenli bir küfür silsilesi: Çoluk çocuk, ihtiyar kadınlarla şakalaşıyor. Fakat bu
kadın, i htiyar, sürü sürü çaresizleri, kıyametin ortasında Tevfik neredeyd i?
kimsesizleri seher vakti "Şevket-i Der­ Sonunda, Rabia'nın gözleri onu da
ya "ya sürükleyenlere, kara çarşaflı ma­ buldu. Kocasına güvertede yer yapma­
tem kümesinin evladını, ayalini, babası­ ya uğraşan şişman bir kadın çocuğunu
nı, kardeşini dünyanın dört bucağına kucağında oyalamaya çalışıyordu. Ra­
saman çöpü gibi dağıtanlara; ev, bark bia 'yı görünce çocukla koştu. Baba kız
yıkmayı, ocak söndürmeyi iş edinip aralarında çocuğu ezerek, çığrışarak
onunla para kazananlara! birbirlerini kucakladılar. Kadın koştu,
Küfür sağanağı geçmiş yıllara döndü, çocuğunu kaptı.
zulüm bezirganlarının atalarına; atala­ Tevfik'in sakalı çıkmış yanakları çök­
rının atalarına, ta Adem Baba'ya ulaştı. müş, gözlerinin çevresi mosmor olmuş.
Küfür sağanağı gelecek yıllara doğru es­ Baba kız konuşmaya vakit bulamadan
ti. Ölüm bezirganlarının sülalesine, in­ kaptan köprüsünden kaptanın sesi bo­
sanlara eziyet edecek olan ta en son za­ razan gibi öttü:
lime dayandı. - Çabuk olun ... On dakika sonra ka­
Şüphesiz ki bu küfür e n çok padişaha yıklara!
ve onun çevresindeki büyüklere idi. fa­ Rabia, Tevfik'in göğsüne mendilden
kat siyah esvaplılar, " bir mesele çıkart­ toparlak bir çıkın yerleştirdi. Bu, dük­
mamak" için emir almışlardı. lşitmezli­ kanın son bir aylık kazancıydı. Sonra o
ğe geldiler. da babasına şişman kadının kocasının
Güvertede kargaşalık ve gürültü gök­ yanında güvertenin ortasında bir yer
lere çıkıyordu. Rabia, biraz şaşkın, sa­ kapmaya başladı. Rakım'ın terleyerek
lapuryada arkadaş olduğu çocuklu ta­ sürüklediği sepetleri yerleştirdi.
zenin kocasıyle buluşmasını seyrediyor­ - Dolma var, zeytin, peynir, söğüş
du. Fakir bir genç memurdu galiba . . . var ... Şam'a gelince bize yaz.
Üstü başı düşük, zayıf bir adam ... Ka- - Vay ben Şam'a mı gidiyorum ?

95
M E Ş R UTi YET D O N E M i

Kimse henüz nereye sürüldüğünü bil­ Rakım, Dede'ye sordu:


miyordu. Herkesin zihninde klasik - Son gelen çatanadan Hilmi Bey çık­
menfa yerleri, Yemen ve Fizan kor­ tı. Vapura niçin geldi?
kunçluğu dolaşıyordu. - O da Şam'a sürülüyor. Tevfık'e ar­
O gece Vehbi Dede, Rabia'ya gelmiş, kadaş.
babasının Şam'a gideceğini haber ver­ Rabia:
miş; kızın zihnini de, elini de Tevfik'in - Ben de Dürnev hanıma hizmetçi
çamaşırı ve yemeği ile bütün gece meş­ olurum, dedi.
gul etmişti. Ve tanyeri ağarır ağarmaz Vehbi Dede, gözlerini denize çevirdi.
onu Rakım'la arabaya sokmuş, rıhtıma Beyaz köpüklü, atlas ışıklı, mavi sular­
getirmişti. da birbirinin sırtından atlayarak, yu­
Vapura bir çatana yanaştı. Kaptanın varlanarak, oynayarak bir alay yunus­
sesi bir daha hücum borusu gibi öttü: balığı geçti.
- Haydi kayıklara ... Rakım:
Siyah esvaplılar güverteye geldiler. Si­ - Tevfik benden Karagöz takımlarını
yah çarşaf kümesini bir daha ittiler, istedi. Vapurda sanki "hayal" mi oyna­
kaktılar. tacaktı? dedi...
Memedeki çocuk gene viyakladı. Kü­ Vehbi Dede dalgın dalgın cevap ver­
çük oğlan, kurt yavrusu gibi uludu, ih­ di:
tiyar bedduasını sayıkladı, kız çocukla­ - Hayal de insan gibi diyar diyar ge­
rı sümüklerini çeke çeke ağlaştılar. Gü­ zer hey oğu l !
vertedeki insan dalgası kabardı, çalkan­ (S i n e k li B a k k a l , 1 936; sadeleşti­
dı. Gene o ıstırap kümesi el ele, omuz rilmiş 32. bas. 1 974)
omuza, sırt sırta salapuryalara, sandal­
lara indiler.
Güvertede erkekler canlı bir ehram gi­ S i N E K L I B A K K A L 'dan
bi birbirinin üstüne yığıldı, açılan sala­ - XXIII. Bölüm -
puryalara renkli renkli mendil salladılar. Temmuz ayında 1 908 ihtilali oldu.
Sular uyanmıştı. Küreklerin altında, Kör bir öfke borası gibi esti. Yüzyılların
sandalların böğründe çırpıntılar, şıpırtılar kurduğu kuralların köklerini söktü.
vardı. Denizle güneş oynaşıyor, bir yanda Ağaç devirir gibi zalim devirdi. Sosyal
açık kırmızı ışıklı mor adalar öbür yanda ve siyasal düzen ve intizamı alt üst eti.
yarım ay biçiminde lstanbul limanı... Öyle bir kargaşalık oldu ki kim kimdir,
Kayıklar lstanbul'a yollandı. Ses seda ne nedir ayırt edilmez oldu.
kesilmişti. Siyah çarşaflılar, gözleri ya­ Ve eski rejim sürgünleri vapur vapur
rım kapalı, elleri gökte uzun uzun bir gelmeye başladılar.
şeyler okudular, sonra başlarını çevirip Bu vapurlardan birinde Tevfik de
.. Şevket-i Derya"nın olduğu yere doğru vardı. Sırtını güneşe vermiş, ayaklarını
üflediler. uzatmış, güvertede keyifleniyordu. Bir

96
HALiDE E D i B A I HVAR

saat sonra limana gireceklerdi. Beyağabeyin yüzü ilişti. Arkasına Si­


O vapuru dolduran sürgünler arasın­ nekli Bakkal'ın bütün bildik yüzleri
da yalnız ve yalnız ailesiyle zihni meşgul toplanmıştı. Bütün Sinekli Bakkal soka­
olan Tevfik'ti. Ötekiler birdenbire baş­ ğının hürriyet kahramanını karşılamaya
larında esen şöhret rüzgarlarıyle sar­ gelmişti. Tevfik sağa sola omuz vurarak
hoştular. lstanbul'dan padişah haini di­ onlara yanaştı.
ye tekme tokat fırlatılmış atılmışlardı. Ağabey onu görür görmez emir verdi.
Şimdi hepsi birer kahramandı. Hatta si­ Sinekli Bakkal boğazını yırtarak bağır­
yasi sebeplerden değil, adi cürümler­ ma ya, a l kışlamaya başladı: "Yaşa şa
den, sırf dolandırıcılık, şantaj yapıp da şa ... " nara, nara üstüne.
lstanbul'dan atılanlar bile bugünün şe­ Tevfik bu gösteriden o kadar ürk­
ref ve şan güneşinde ısınıyorlardı. müştü ki saklanacak yer arıyordu. Şim­
içlerinde bir açıkgöz, Çanakkale Bo­ di Sinekli Bakkal delikanlıları şişman
ğazı 'nı geçerken parlak bir fikir buldu. bir adamı tuttular, omuzlarına kaldırdı­
Para edecek bir fikir. Öteki sürgünlerle lar. Bir ayağı bir omuzda, öteki ayağı
konuştu. " Siyaset Mağdurları" Cemiye­ başka bir omuzda, elinde bayrak bir
tini kurdu. Böyle bir cemiyet için plat­ adam... ihtilal günlerinin düzine düzine
form, siyasi esaslar falan gerekmiyordu. ortaya çıkardığı sokak hatiplerinden bi­
Seçimde halk onları, ne düşündüklerini, ri. Sabit Beyağabey onu Beyazıt'ta din­
neye inandıklarını sormadan seçecekti. lemiş, yeni rejimi en çok hararetle, taş­
Yalnız yapacakları şey, sokakta bir gaz kın ve coşkun şakşakladığı için çok be­
sandığının üstüne çıkıp sürgünde çek­ ğenmişti. Bugün de tutmuş, Tevfik'in
tiklerini azıcık mübalağa ile süsleyerek şerefine nutuk çeksin diye getirmişti.
anlatmak... Ondan sonra mebusluk .. Mahalleli hatibe on sarı altın vadetmiş­
Ondan sonra bol maaş ve imtiyazlar! ti. Hatip:
Tevfik'in sırtı güneşte onları dinledi. - Ben, hürriyet aşıkı Sinekli Bakkal'ın
O vapurda "Siyaset Mağdurları" Cemi­ yetiştirdiği bir halk kahramanını alkış­
yetine yazılması teklif edilmeyen bir lamaya geldim, diye başladı. Sesi gürdü,
Tevfik vardı. Herif bir soytarı! Artık kuvvetliydi.
ondan da mebus olamaz ya ... Sinekli Bakkal grubunun dışındaki
Sonunda limana girdiler. kalabalık bile yanaştı, durdu, dinledi.
lstanbul şehri kollarını açtı, zevk için­ - Geçen istibdat ve zulüm devrinin
de kahramanlarını sardı. Ve Tevfik, ls­ mazl umu olan bu kahraman bizleri
tanbul'u görür görmez bir çocuk gibi kurtaran şanlı hürriyet kahramanların­
ağlamaya başladı. dan biri (eliyle Tevfik'i gösteriyordu)
Rıhtıma nasıl çıktı? Bunu kendi de sen ey hürriyet ve adalet aşıkı! Senin
ayırt edemedi. Bir insan denizinde yü­ huzurunda yemin ediyorum ki, hürriye­
züyor gibiydi. timizin senedi olan meşrutiyete kim el
Kalabalığın arasında gözüne Sabit uzatırsa, ben onun bu ellerle gırtlağını

97
M l $ R U T I Yl T D ö N l M I

sıkar, anasını ağlatır, i k i gözünü birden bağlı bir yaratık! Kendi kendini ebedi­
patlatırım! yen tekrar eden, fakat durmaksızın
Hatip, ellerini, hürriyetin gönüllü uzaklaşan bir doğu melodisi! Bir tek
muhafızı, pençelerini halka uzattı. Kısa ses, bir tek istek... Halbuki Osman ba­
parmaklı, geniş kıllı ve korkunç iki el. tının en karışık bir senfonisi ... Bin bir
Tevfik "Göz Patlatan Muzaffer"in elle­ istek, bin bir emel.
rini tanıdı. Rabia burnunu cama yapıştırdı. Os­
Sendeledi. Hapishanede gözlerinin man'ın teklifini düşündü: Onu, tanıdı
önünde bin bir yıldız uçuran bu eller tanıyalı bu kadar yabancı hissetmemiş­
hala kulak tozunda şaklıyor, tepesini ti. Selim Paşa'nın hakkı vardı. Avrupalı
yumrukluyormuş gibi geldi. demek, maddi şeylere bağlı olmak de­
Sinekli Bakkal kafilesinden iki kişi ar­ mekti. O zamanda Paşa'nın selamlığını
kasından geldiler, koluna girdiler. Biri kiralamanın nasıl saygısızlık olacağını
Vehbi Dede, öteki Osman'dı. düşünemiyor muyd u? Güya bir de
- Bu herif burada ne arıyor? memleketinde soylu bir ailenin çocuğu
- Meşrutiyet hatibi ... Yeni idareyi al- imiş.
kışlıyor. Bir defa, Paşa onlardan belki kira al­
- Ne, ne? mayacak, bedava vermeye kalkacak.
Osman kolundan çekti: Sonra onlar Paşa'nın eski debdebesine
- Kalabalıktan çıkalım. göz dikmiş, yeniden gören insanlar du­
- Rabia nerede? rumuna düşecekler. Rabia adeta Sinek­
- Torununu süslüyor... Ana oğul Si- li Bakkal kadınlarının dedikodularını
nekli Bakkal kahramanını bekliyor. işitiyor gibi: " Rabia'ya ne oldu? Paralı
- Torun ... Torun... kocaya varır varmaz konak, halayık
Tevfik'in gözlerinden iki yaş yanakla­ sevdasına düştü. Bari bir de haremağası
rına damladı. Vehbi Dede dedi ki: tutsa! Halayık onun nesine? Eli ayağı
- Hayal takımına bir çocuk eklersin, tutmuyor m u?"
Tevfi k! H e m demek Osman dükkanın üstün­
Osman haksız yere anasından dayak deki evi beğenmiyor. Bunu düşününce
yemiş bir çocuk gibi kırılmıştı. Halbuki üzüntüden çok, kızgınlık duydu. Ve
selamlığa girerken, bu parlak planını bostandaki baş dönmesini, bulantısını
Rabia ile konuşmayı düşünürken ne ka­ tekrar duydu. Tavan, yer, kızıl, yeşil ı­
dar içi sevinçle dolu idi. Rabia'nın göz­ şıklı camlar, dışarıdaki akasyalar hep
leri parlayacak, onunla bu planı konu­ birbirine karışmış, dönüyor.
şacak sanmıştı. - Söylediğimde bu kadar kızacak ne
Halbuki kız onu adeta horlamıştı. var, Rabia Hanım?
Osman'ın teklifine bu kadar kızacak ne Osman'ın sesinde zorla tutulan kız­
vardı? Bu Rabia ne zaman Osman'ı an­ gınlık ve başkaldırma yanında bir de
layacak ? Ne kadar bir sürü eski şeylere küçümseme vardı. Bu kız onun için şim-

98
HALiDE ı:: o ı a A D I V A lt

di, pis b i r arka sokakta doğmuş, büyü­ çıktın? Seni asılzade bey ... mirasyedi
müş bir imam torunu, bir bakkal kızı. bey ... Bana şimdi de Frengistan'daki
Ne demiş de bu kadar fedakarlık ederek konaklarınla mı övüneceksin? Her şeyi
hayatını, şımarık bir mahalle kızına alınlarının teriyle kazanan adamlar ara­
bağlamıştı? Ömürlerinin sonuna kadar sında senin işin ne? Sen, sen, bizden ol­
birbırlerinin tepesine çıkacak kadar dar mak için kırk fırın ekmek yemen gerek ..
bir evde oturmağa mahkumdular. Seni zıpçıktı, mirasyedi ...
Rabia, gözlerinde adeta vahşi bir ışıl­ Rabia'nın son sözleri bir yılan zehiri
tı ile döndü. Dudakları Emine'nin du­ gibi Osman'ın suratına fırlıyor. Ra­
dakları gibi bir tek sıkı çizgi: bia'ya göre kültür, medeniyet, memle­
Sen, iki gözüm, konaklarda yaşama­ ket ve ırk ayrımı, bir dinden olanlar için
ğa alışık bir kız almalıydın. Ben oturdu­ bir hiç. Fakat sınıf farkı... Buna o, ku­
ğum yerden şuradan şuraya gitmem. duruyordu.
Anlaşıldı mı? " Ra bbim, beni fukara sınıfından
- Anlaşıldı, küçük hanım. Sen konak ayırma" diye söylenirken Osman i l k de­
denilen şeyin benim gözümde yeri var fa Rabia'ya karşı şiddetli bir düşmanlık
sanıyorsun, yanılıyorsun: Bu selamlık duydu. Rabia ve Sinekli Bakkal, bunlar­
bizim uşak dairesi... dan birdenbire tiksinivermişti. Rabia,
Sustu. Nasıl oluyor da o da bir ma­ onun yüzüne, "asılzade, mirasyedi" di­
halle delikanlısı gibi adeta övünüyor­ ye haykırırken, öyle burnu havada ve
d u? gururlu görünüyordu ki . . . Güya Sinekli
Rabia bir kat d a ha kızdı. Sesi bir per­ Bakkal'da bakkal olmak soylu sınıflara
de daha yükseldi: mensup olanları küçük görmeğe, alay
- Daha ala ya! Olduğun yerden neye etmeye layık görmeğe kafiydi!

99
Y A K UP K A D Rİ K A R A O S M A N O G L U

Kahire'de doğdu (27 Mart 1 889). Altı yaşlarındayken ailesiyle birlikte


Manisa'ya geldi. llköğrenimini bu kentteki Feyziye Mektebi'nde tamamla­
dı. Rüştiyenin (ortaoku l) ikinci yılında l zmir ldadisi'ne geçti ( 1 903). Ço­
cukluğunda, eğitim görmüş bir kişi olan annesinin kitap sevgisinden yarar­
lanarak Ekmekçi Kadın, Monte Kristo gibi romanları okuma olanağı bul­
muştu. Yıllar sonra özellikle Monte Kristo'nun kişiliği üzerinde yarattığı et­
kiyi anlatacak, " Belki bugünkü mevcudiyetimde M. Kristo kahramanları­
nın bazıları hala yaşamaktadır. ihtimal on bir, on iki yaşımda iken bu N.i­
tap elime geçmemiş olsaydı, ben şimdi büsbütün başka bir adam olacak­
tım" diye yazacaktır.
l zmir'de " i dadi" yıllarında ( 1 903- 1 905) " Edebiyat-• Cedide" şair ve ro­
mancılarını okuyarak, gençliğinin ilk evresinde edebiyatçı kimliği duymaya
başlayan Yakup Kadri, Ömer Seyfettin, Baha Tevfik, Şehabettin Süleyman
gibi genç yazarlarla tanıştı; onların küçük edebiyat çevrelerine katılma fır­
satı buldu. 1 905 sonlarında annesiyle birlikte Mısır'a gittiler. Üç yıl kadar,
lskenderiye'de bir Frerler Okulu'nda Fransızca öğrenim gördü. Meşrutiye­
tin ilanından birkaç ay önce lstanbul'a yerleşti. Hukuk Fakültesi'nin son sı­
nıfına kadar okudu ( 1 908- 1 9 10).
Bu yıllarda "Fecr-i Ati" topluluğuna katılarak Muhit ( 1 909), Şiir ve Te­
fekkür ( 1 909) dergilerinde görünmeye başladı. Servet-i Fünun ( 1 91 0-
1 9 1 1 ), Rübap ( 1 9 1 2), l kdam ( 1 9 1 3 ) dergi ve gazetelerinde, Bir Serencam
( 1 91 4 ) adlı kitabında topladığı öykülerle, düz yazı şiirlerini ( 1 9 1 0'da Ser­
vet-i Fünun'da dört şiir) yayımladı. Kısa süre Üsküdar ldadisi'nde edebiyat
ve felsefe öğretmenliği etti ( 1 9 1 6- 1 9 1 7) . Türk Yurdu, Yeni Mecmua, ik­
dam, Dergah, Akşam dergi ve gazetelerinde çıkan öykü, yazı ve romanla-

1 00
Y A K U P K A D R i K A R A O S M A N O <l L U

rıyla dönemin ünlü yazarları arasına katıldı. Kurtuluş Savaşı'nda Anadolu'ya


geçti ( 1 92 1 ) . Mardin ( 1 923- 1 93 1 ) ve Manisa'dan ( 1 93 1 - 1 934) milletvekili
seçilerek parlamentoya girdi. Tiran, Prag, 1 .ahey, Tahran, Berl'l'de elçilik, Ku­
rucu Meclis'te üyelik yaptı ( 196 1 ). Manisa'dan milletvekili seçildi ( 1 96 1 -
1 965). Cumhuriyet döneminde Kadro, Varlık, Hayat, Meydan dergileriyle,
Cumhuriyet, Hakimiyet-i Milliyet, Ulus, Milliyet, Yeni lstanbul, Tercüman
gazetelerinde roman, makale ve anıları yayımlandı (Ölümü, 13 Aralık 1 974).

Ö y kül e r i
Yakup Kadri'nin öykü anlayışının iki dönemde geliştiği söylenebilir.
Gençlik yılları sayılabilecek olan 1 909- 1 9 1 6 yıllarında dili ve konularını iş­
leyiş yönünden " Edebiyat-ı Cedide" beğenisi; yaşama bakışı, seçtiği olaylar
ve kişiler yönünden Mauppassant etkisinde görünür.
1 ) ilk dönemin ürünlerini topladığı Bir Serencam'daki ( 1 914) gerçekçi
gözlemlere dayanan öykülerde bile yazar, öykünün akışını bozan belirtmele­
re düşkündür:
Fazıl'ın kül renkli şekli yanında beyaz kostümü büyük, tüylü beyaz
şapkasıyle, denizin arkadaki müzehhep yolları üzerinde dolaşıp ta
uzaklardan b u sahile dinlenmeğe gelmiş mağrur sorguçlu bir kuş gi­
bi sakin, müsterih dururken; ötekinin müphem raşelerle titreyen eli
mutassıl -şimdi siyah görünen- nefti şa·pkasının üstünde dolaşıyordu.
2) Betimlemeleri, " beyaz bir sis gibi", "derin bir mezar sükuneti", " mis­
kin, dumanlı, muhtazar, ziyalar" (Baskın) biçiminde, " Edebiyat-ı Cedide"
şiirinde bol rastlanan benzetilerle süsler. " Pürhayat ahengi", "altın pırlan­
taları", " melul güzellik", "nagihan güneş", "mağrur yara", " billur kapı"
(Bir Serencam) gibi tamlamalarla etki sağlamaya çalışır.
3) Kişilerin ruhsal durumlarını yansıtma çabasıyla şairaneliğe kapılır.
Ah! Onun ne kadar maceraperest bir ruhu vardı. Ve bu ruh, bu ölü
memlekette bu buzlu dağların kenarında, bu uyuklayan evler arasında,
daima küf kokan ihtiyar kalem odalarında ne kabir azabına benzer da­
kikalar yaşamağa mahkumdu ...
Kağıtlarım yorgun, kanatları kırık kelebekler gibi arabanızın içine,
hummalarla dolu düştükçe, artık onları eğilip elinize almıyorsunuz.
Artık kağıtlarım parmaklarınızın ucunu öpemiyor ve avucunuzun içi
onlara lazım gelen harareti vermiyor. Kağıtlarım, üşüyor, titriyor ha­
nımefendi; ben de titriyorum. ( B i r Ô lü n ü n M e k t u b u)
4) " Ah! Oh!" gibi ünlemlerle ( .. ), ( ... ) noktayla biten kısa tümceler kullanır.
Oh! iyi yaptın. ( H a s k ı n )
Akşama kadar dolaştık, ta geceye kadar, ta sema kararıncaya ka­
dar... ( Ya I n ı z K a I m a k K o r k u s u )
Oh! Yalvarırım size, sana yalvarırım ey kadın. ( B i r ô I ü n ü n
M e k t u p la r ı )

101
M E � KUTIYET l>öNEMI

5) Konuları küçük kent ve ilçelerde geçen öykülerde çevre -Ömer Seyfettin


ve Refik Halit'te gördüğümüzün aksine- çok genel özellikleriyle yansıtılır.
Ta karşıda, ova tarafından, Menemen boğazının üstünden şeh­
rin semasına doğru uzanıp yayılan mehip ve kesif bir sürü bulut kit­
leleri, onun bu hissini teyid ediyordu. Zaten bütün gece, sabaha ka­
dar, dağların tepelerine bir hayli kar yağmıştı . ( B a s k ı n )
.

6 ) Ya birdenbire coşkularına kapılan (Şapka'daki Fazıl), ya çevresinden


iğrenen ( Baskın'daki Hilmi Efendi), ya da zayıf, ruhsal dengeleri bozuk ki­
şilere ( Yalnız Kalmak Korkusu) rastlanır. Kişilerin ruhsal durumlarını yan­
sıtırken yazar, inandırıcı olma çabasıyla idealizme de sapar:
" Be n kimdim? Burası neresiydi?", "Varlığımdan, mevcudiyetimin
sıhhatinden emin olabilmek içini başımı tutuyor, göğsüme dokunu­
yor, kalbimi dinliyordum." "Bu eller benim değildi." ( Ya I n ı z K a J -
m ak K o rk usu) .
7) Dili eskidir. Yazarın 1 943'teki yeni basımında yaptığı kimi değişme­
leri, M. Nihat Özön, aşağıdaki biçimde saptamıştır:
Müsmir - semereli, püresar - esrarlı, müsirren - ısrarlı, hadden ef­
zun - çok fazla, şedit - şiddetli, müvellidi - anası, iktida - uymak, ma­
saip - zorluklar, isticar - kiralama, tevlit ettiği - yarattığı, murakkas -
oynak, mestur - örtülü, sabahın vürudunu - sabahın olmasını, bütün
kabiliyet-i rüyetimi - gözlerimi, vüsat - genişlik, endişeva - endişe ve­
rici, bir esmer haleyle muhat - bir esmer haleyle çenberlcnmiş, müte­
fekkir - düşünceli, feyyaz saçlarını - gür saçlarını, ferdası gün - ertesi
gün, kemal-i sükfın-ı demle - bütün soğukkanlılığımla ... ( O I k ii der­
gisi, sayı 46, 16 Ağustos 1 943).
Ancak 1 9 1 6'1ardan sonra "Milli Edebiyat" akımının ilkelerini benimse­
yerek dilini ikili üçlü tamlamalardan ayıklayan Yakup Kadri'nin, "isterik
kadın hikayeleri ve zendostluk maceraları " ndan meydana geldiğini söyledi­
ği " Edebiyat-ı Cedide" anlayışını yerdiği görülür. Artık, " birtakım ferdi
elemleri, üzüntüleri veya ailevi sıkıntıları değil, insani ve milli ihtiyaçları"
yansıtacak bir gerçekçilik anlayışına inandığını yazar 1 • Osmanlılıktan kur­
tularak, "eski Osmanlıcanın Yeni Türkiye'nin dili" olamayacağı görüşleri­
ni paylaşmaya başlar.
Bu anlayışın ilk ürünleri, 1 9 1 6-22 yıllarında dergi ve gazetelerde (özel­
likle lkdam ve Dergah) yayımlanan Milli Savaş Hikayelert ndeki ( 1 947) öy­
külerdir. imparatorluğu, eski toplum koşullarını çökerten savaşın yarattığı,
yangından, kıyımdan, yitiklerden, yenilginin acılarından kurtulamayan sa­
vaş sonrası insanının, kısa bir süre sonra bu kez yeni bir kavganın içinde is­
tenç gücünü ortaya koymasına tanık oluruz bu öykülerde. insanlar, arayış­
ları, dirençleri, inançları, zayıf ve güçlü yanlarıyla (kadın, erkek, genç, yaş-

1. lkdam, 7 Haziran 1 922; anan: Dr. N. Akı, Y. Kadri Karaosmanoglu, sf. 91 ( 1 960).

1 02
YAKUP K A D R i K A K AOSM ANOCLU

lı, çocuk) kişiliklerine önem verme aşamasında görünürler. Yaşam değişme zo­
runluğunu, doğum sancılarını çeken yeni bir toplumun insanı olmayı öğretmiş
gibidir onlara. Babaları, askerdir; öyleyse ölüm olasıdır. Öyleyse çocuklar ba­
bayla değil, baba kavramına tutunarak büyüyecekler, kendilerine inanmayı
öğreneceklerdir. Her şeyin çatırdadığı bir ortamda aile yitmiş, ev ocak yitmiş,
köy bucak yitmiş bireyler kalmıştır. Kadınları bile başkaldırır, duruma getir­
miştir bu gerçek. Örneğin Köyünü Kaybeden Kadın'daki (ilkin ikdam gazete­
si, 5 Ocak 1 922) yaşlı kadının yakınması başkaldırma düzeyindedir.
O yanık köyün içinde, o küller ortasında, o viranelerde ben yalnız
başıma ne yaparım? Yaşım yetmişi buldu, elim ayağım tutmaz oldu.
Ne işe, ne aşa bakabiliyorum. Akşam olunca gözlerim görmüyor, ha­
ni düşmanı koğup geleceğiz demiştin?
Güçsüzler ise, yitiklerinin arkasında ayakta kalma direncini göstereme­
mişlerse çevre, Ses Duyan Kız'da (ilkin ikdam gazetesi, 26 Haziran 1 9 1 6 )
olduğu gibi başka nitelikler, simge değerleri yükler onlara.
Yakup Kadri'nin bu dönem öykülerinin genel özelliklerini şöyle saptaya­
biliriz:
1 ) Yazarın değişen dil anlayışına bağlı olarak, üslubu da değişmiş, anla­
tım yalınlaşmıştır.
2) Kurtuluş Savaşı günlerinde geçen konularını karşılaştığı olaylardan
çıkarır; daha değişik kişiler sergiler.
3) Çevre betimlemeleri kısa, ama belirgin ve etkilidir.
4) Öykülere "dialog" daha geniş ölçüde girmesine karşın, "şive taklidi"
görünmez.
5) Kişilerin ruhsal durumları çözümlemelerden çok, davranışları ve ko­
nuşmaları ile verilmeye çalışılır.

Romanları
Yakup Kadri, 1. Dünya Savaşı'nın sonlarına değin, düzyazı şiir, makale
ve öykü türlerinde çal ışırken, "yaşam deneylerinin çoğalması nedeniyle"
öykü sınırlarına sığmadığı düşüncesine vararak romana geçmiştir. tik ro­
manı Kiralık Konak'tan (lkdam'da tefrika edilişi 1 920, bas. 1 922) itibaren
bütün yapıtlarında bir dönemin özelliklerini, kendi tarih anlayışı içinde de­
ğerlendirerek yansıtmayı amaçladığı görül ür. Tarihleri yönünden bir sıra
gözetilerek yayımlanmalarına karşın, romanları Abdülaziz dönemini ( 1 86 1 -
1 876) anlatan Hep O Şarkı'dan itibaren A bdülhamid dönemi (Kiralık Ko­
nak, Bir Sürgün), il. Meşrutiyet (Nur Baba, Hüküm Gecesi), Mütareke yıl­
ları (Sodom ve Gomore), Kurtuluş Savaşı ( Yaban), Cumhuriyetin ilk yılları
(Ankara) sergilenir. Yazarın, " roman sanatı" üzerindeki görüşlerine ayrı bir
bölümde değineceğimizden, burada Kiralık Konak, Hüküm Gecesi, Sodom
ve Gomore, Yaban'ın genel özelliklerini saptamaya çalışacağız.

1 03
M E $ R U T I Y ET D O N E M i

K i ra l ı k K o n a k : Yakup Kadri'nin i l k romanında Osmanlı lmpara­


torluğu'nun yarı sömürge olma döneminde, eski bir aile ve çevresi sergilen­
mektedir. Ailenin yaşlı bireyi Naim Efendi, Tanzimattan sonra değişen ya­
şama biçimleri karşısında çevresine ve yakınlarına yabancılaşırken, ailenin
genç bireyleri bu değişmelerin etkisinde kalırlar. Böylece eski kuşakla XX.
yüzyılın ilk evresindeki çocuklar arasında çelişkiler ortaya çıkar. Eski aile­
nin -aslında egemen kesimin- simgesi olan konak da yeni ailenin (aslında
oluşmaya başlayan burjuvazinin) simgesi olan apartmanla çelişki halindedir.
Sonunda konak da, konağa bağlı eski aile de tarih sahnesinden silinirler.
Romanın girişinde kişilerin iç ve dış yapıları çizildikten sonra, ailenin
bozulmaya başlayan ekonomik durumu belirtilmiş, duygusal ilişkiler için­
de kadın ve erkek kişilerin tavırları gösterilerek, eski kuşakla yeni kuşak
arasındaki görüş ayrımları ortaya konmuştur.
1 ) Gelişen olaylar içinde romancı, başlıca kişilerinin bu yönlerini özel­
likle somutlamaya çalışır. Yaşamının son evresinde artık yazılan ve konu­
şulan Türkçeyi bile anlamaz duruma gelen Naim Efendi şöyle çizilir:
Naim Efendi ise ne çok zengin, ne de çok hesapsızdır. Pederinden
kalmış bir serveti gençliğinden beri oldukça büyük bir ihtimamla ida­
re ve muhafaza ediyor. Kendisi Abdülhamid-i sani devri ricalinden
olmakla beraber bu servete hiç bir şey ilave etmedi . . .
... Bununla beraber, Naim Efendinin iki esaslı fazileti daha var idi;
bir valide kadar müşfik ve bir dul kadın kadar titizdi:
Damadı ise, biraz da H üseyin Rahmi'nin Şıpsevdi'sinde karşılaştığımız
Meftun'u anımsatan çizimlerle görürüz:
Nasılsa küçükten beri Fransızca bilmek, bir müddet Galatasaray
mektebinde bulunmak gibi, bir müddet Beyoğlu muhitinde tatlısu
Frenkleriyle düşüp kalkmış olmak ona bir softa evinde, çıplak kadın
resimlerinden, dizi dizi Fransızca kitaplardan, vazolardan, biblolardan
müteşekkil bir halvet yapmak ve bu halvette yaylı bir şezlonga uzanıp
gözleri tavanda, ayakları havada bir taraftan Hollanda sigarını emerek,
diğer taraftan yabani ve perişan bir sesle birtakım opera parçası teren­
nüm ederek saatlerce vakit geçirmek hakkını vermiştir.
Kız çocuk (Seniha) okuduğu kitaplar sonucu çağdaş kadını tanımanın
yarattığı sınır tanımazlıkla, eski ahlak değerlerinin dışına çıkmış, dönemin
değer saydığı (Avrupa gezisi, kumar, içki) yeniliklere öykünme çıkmazına
düşmüştür.
Seniha, şimdi böyle başıboş şahlanmış bir hayvan üstünde gibiydi.
Fakat kendini daracık bir saha içinde mahsur ve mahpus hissediyor­
du. R uhunda çılgın cevelanların, bitmez tükenmez mesafelerin hasre­
ti vardı. En küçük teferruatına kadar herşeyini ve her tarafını bildiği
ve ezberlediği bu evden, doğduğu gündenberi daima aynı havayı yu­
ta yuta adeta bunaldığını h issettiği bu memleketten kaçmak, uzakla-

1 04
Y A K U r K A D ll l K A R A O S M A NO C L U

ra na-meri ve nageh-zuhur şeylere doğru gitmek istiyordu. Avru­


pa'nın şenlik ve aydınlık şehirleri onu esrar-engin bir surette kendine
doğru çekiyordu.
2) Romanın çözümünde oldukça inandırıcı rastlantılar ve gerekçelerle
bireylerin kendi başlarına hareket ettikleri görülür. Naim Efendi, geleneğe
bağlı kalarak konağı korumaya çalışırken, genç kuşaklar birer birer kendi
tutkularını yaşarlar. Konak, yerini apartmana bırakmıştır.
3) Romanın temel amaçlarından biri olan eski kuşakla yeni kuşakların
dünya görüşleri belirtilirken yardımcı öğeler iyi kullanılmıştır:
... Bir gün eline damadının okuduğu kitaplardan biri geçti ... Naim
Efendi adeta yeni kıraat dersine başlamış bir çocuk gibi, kelimeleri
heceliyor, bir cümleyi bin zahmetle sonuna kadar ya tamamlıyor, ya
tamamlayamıyor veya tamamladıktan sonra da okuduğu şeyin ma­
nasını iyice kavrayamıyordu. Vakıa bu, Edebiyat-ı Cedide külliyatın­
dan bir romandı.
4) Tarih gerçekleri sergilenirken b unların nedenleri üzerinde durulmaz.
Yazar, kişilerin dış yönleri gibi, iç dünyalarını yansıtmaya ölen gösterir.
Uzun çözümlemelere gitmeden yapmaya çalışır bunu. insanı çevresinden
soyutlamadan verme olanaklarını arar.
5) Kimi araştırmacılar, Kiralık Konak'ın, Flaubert'in Madam Bovary,
Goncourt Kardeşler'in Geerminie 1-acerteux ve Mehmet Rauf'un Eylül ro­
manlarından etkilendiği savındadırlar. ( Bu etkilere gerekçe olarak Dr. Ni­
yazi Akı'nın Yakup Kadri Karaosmanğlu 1 960 adlı kitabında kanıtlar
- -

gösterilmiştir.)
H ü k ü m G e c e s i : Yazarının "siyasal roman" olarak nitelediği Hüküm
Gecesi'nde Meşrutiyet döneminin iktidardaki "İttihat Terakki" ile muhale­
fetteki " Hürriyet ve itilaf" partileri arasındaki çekişmeler yansıtılırken, Babı­
ali baskını, gazeteci Ahmet'in, Samim'in, Sadrazam Mahmud Şevket Paşa'nın
öldürülmesi gibi olaylar anlatılır. iktidara yandaş olmamasına karşın etkin
bir kişilik sahibi izlenimini uyandırmayan romanın kahramanı (gazeteci Ah­
met Kerim) olayların akışı içinde yuvarlanıyor gibidir. Roman, Mahmud Şev­
ket Paşa'nın öldürülmesi nedeniyle başlatılan tutuklamalardan sonra Ahmet
Kerim'in sürgüne gönderilenler arasına katılmasıyla sonuçlanır.
1) Hüküm Gecesi, ayrı ayrı başlıklarla sunulan XIV. bölümle (sayı kon­
mamış) son bir bölümden oluşur. Roman, serim-düğüm-çözüm gibi bilinen
aşamalara dayanılarak kurulmamıştır. Her bölümün, Ahmet Kerim'in ara­
cılığı ile birbirine bağlanması gözetilerek, tarih sırası içinde yazarın önemli
gördüğü olaylar yansıtılır. Özellikle iV. bölüm (gazeteci Ahmet Samim'in
öldürülüşü), IX. bölüm (Halaskar Zabitan Grubunun ortaya çıkış nedeniy­
le muhalefetin güçlenmesi), Xll. bölüm (ittihatçıların Babıali baskınını dü­
zenleyerek iktidara el koymaları). X. bölüm ( İtilafçıların anlatılması), XIV.

105
M EŞ R U T i Y E T D O N E M i

bölüm (Mahmud Şevket Paşa'nın öldürülmesi) gibi olaylarla örülmüştür.


2) Hüküm Gecesi'nin önemli kişileri Meşrutiyet döneminde yaşamış,
düşün, eylem ve politika adamlarıdır. Ali Kemal, Mahmud Şevket Paşa, Şe­
habettin Süleyman, Talat Bey ( Paşa), Enver Paşa, Ziya Gökalp, Cemal Bey
(Paşa) gibi olayların akış zinciri içinde sahneye çıkarlar. Bu durum roman­
.
cıyı iki zorunluk karşısında bırakmaktadır. Ya, kendi adları ile verilen bu
kişileri, gerçekte bilinen kişilikleriyle yansıtacaktır; ya da -yaşamdaki adla­
rı ile geçirse bile- romanın konu ve gelişimi içinde kendi amacına yönelik
özelliklerle anlatmak istiyorsa, bunları başka roman kişilerini oluştururken
başvurduğu yöntemlerle çizmesi gibi yeniden yaratacaktır. Nedir ki, Yakup
Kadri, b u kişilerden kimilerini gerçeğe bağlı olarak bilinen özellikleriyle
yansıtırken, kimilerini ne yaşamdaki gibi, ne de bir roman kahramanının
inandırıcılığı içinde verebilmiştir.
Ziya Gökalp, Cemal Bey, Talat Bey'in kişilikleri, romana başarı ile yan­
sıtılırken, Mahmud Şevket Paşan'ın, Ali Kemal'in kişilikleri aynı düzeyde
görünmemektedir. Ahmet Kerim ise, arkasından izlediği olaylar içinde tep­
kileri, davranışları, duyarlıkları ile canlı ve etkilidir.
Kimi kişilerin de yazarın edebiyat anılarında anlattığı biçim ve üslupta
ortaya konduğu görülür:
Şehabettin Süleyman, o esnalarda hergün veya her hafta, biri batıp
biri çıkan gazetelerde ser-muharrirlik etmekte idi. Bazan günde üç
dört makale yazdığı oluyor, bittabi bu müthiş ve hesapsız mesaisini
bitirebilmesi için gece geç vakitlere kadar çalışması lazım geliyordu.
Şehabettin Süleyman, bu bitmez tükenmez mesaiye rağmen, daimi bir
para ihtiyacı içindeydi.
( H ü k ü m G e c es i )
Şehabettin Süleyman herşeyi inkarda o kadar ileri gider ki, aslında
iyi kalpli bir insan ve vefalı bir dost olmasına rağmen, kendini bütün
ahlak kaidelerinin dışında yaşayan bir kimse gibi göstermeye kadar
varırdı. " Ben, paradan başka mabut tanımam, yalnız ona taparım ve
onun yolunda, onu elde etmek için her hareketi mübah telakki ede­
rim" derdi ...
(G e n ç l i k ve E d e bi y a t H a t ı ra la r ı , sf. 29, 1 969)
3) Hüküm Gecesi'nde, i l . Meşrutiyet döneminin kimi önemli olaylarının
röportaj düzeyinde verildiği yolundaki kanılara katılma olanağı yoktur.
Ahmet Samim'in öldürülmesinden sonra gazetesinin yönetim yerine gelen
yazar arkadaşlarının düştüğü durum -şaşkınlık, üzüntü, korku- başarı i le
yansıtı lmı şt ı r. Babıali baskını da aynı canlılıkla ver ilmişti r Hele Ahmet Ke­
.

rim'in tutuklandıktan sonra Cemal Bey'in karşısındaki durumunun anlatıl­


dığı ( XIV. bölüm) kesimde başarının daha ileri düzeylere çıktığı görülür:
Bize şu suikastla alakalı bütün bildiklerinizi tam bir samimiyetle
anlatır mısınız?

1 06
Y A K U P K A D ll l K A ll A O S M A N O C L U

Ahmet Kerim, bir an gövdesinin altında dizlerinin büküldüğünü


duydu. Merkez Kumandanının bu sözlerinde bir mahkumun idam
hükmü bildirildikten sonra, " Bi r söyleyeceğin var mı?" diye sormak
gibi birşcy gizliydi ve Cemal Bey'in sesinde gerçekten de öyle bir deh­
şet seziliyordu.
Genç adam, güç halle:
- Bütün bildiklerimi söyledim efendim, dedi.
Bunun üzerine Cemal Bey zile bastı, içeriye giren çavuşa yazdığı ka­
ğıdı uzattı:
- Alınız, bu efendiyi götürünüz, dedi.
Ahmet Kerim, cansız birşey haline girmişti. Bir hokkanın, bir ma­
sanın, bir iskemlenin belki, şu dakikada, ondan daha belirli bir şah­
siyeti olabilirdi, "Götürünüz," "Getiriniz," ... Evet, Ahmet Kerim, ar­
tık giden, gelen bir adam değil, götürülen ve getirilen bir "şey"di.
4) Kiralık Konak'ta olduğu gibi Hüküm Gecesi'nde de yazar, tarihsel olay­
ları sergilerken bunların nedenleri üzerinde durmaz. Bu olaylara da hep bir
açıdan " ittihat ve Terakki", "Hürriyet ve itilaf" çekişmesi açısından bakar.
Denilebilir ki, yorumcu tarih anlayışına ulaşamadığından, daha çok olayların
bilinen yüzleriyle ilgilidir. Bu ilgi de, 1 909- 1 9 1 4 yıllarının başka gerçeklerine
(işçi sınıfının anayasal haklarını kullanarak örgütlenmesi, üst üste yürüttüğü
grevler ve bunların sonuçları vh.) yönelmediği için geniş kapsamlı değildir.
S o d o m v e G o m o re : Mütareke yıllarında işgal altındaki lstan­
hul'un daha çok işbirlikçi kesimini yansıtan hu romanda, cömertçe açılan
"salon"lardaki içki alemleri, gönül ilişkileri ve hovardalıklar sergilenir. Ta­
nzimattan sonra gelişen " işbirlikçi burjuvazi "nin kimi bireyleriyle ( Leyla)
karşılaşırız. Bu gibiler işgalci subaylarla içli dışlı olmuşlar, bireysel ahlak il­
kelerinin bile dışına çıkmışlardır. Yazar, düşün yönünden ulusal değerlere
bağlı olduğu halde, düşüncelerinin eylem adamı olamayan bir kişilikle (Nec­
det) bu dönemin acılı yaşamına ışık tutar. Romanın son bölümlerinde (2.
bas., sf. 326) Ankara'dan lstanhul'a gelen bir savaşçı ( Dr. Cemal Karni) ise
direncin simgesi durumundadır. Roman, 30 Ağustos 1 922'den sonraki atı­
lımların lstanbul'da yarattığı coşku ve değişme havasını yansıtarak sona erer.
1 ) Sodom ve Gomore'de işbirlikçi burjuva çevreleri iyi anlatılmıştır. Ya­
zar, bu çevre insanlarının çoğunu genel özellikleriyle çizerken, romanın ge­
lişimi içinde ağırlık yüklediği kahramanlarının (Leyla, Necdet) fiziksel ve
ruhsal yapıları üzerinde gereği kadar durur. Bir yerde, sınıfsal durumunu
tam belirleyecek ölçüde olmasa bile, Leyla'ya kendi ağzından kimliğini açık­
latma zorunluğunu hile duyar:
Neci'ciğim, elimde değil; eğlenmek istiyorum. Bu benim yaşımın
hakkıdır. Sonra ... Sonra, biliyorsun, babamın her işi yabancılarladır.
Bu muhitteki bağlarını devam ettirmek onun için bir parça da geçim
meselesidir. (sf. 84)

107
M E $ 11 U T I Y ET D O N E M i

Kendini aşma istemini gösteremeyen Necdet'in kişiliğini ortaya koyuşta


da Meşrutiyet dönemi kurumlarından yaşama biçiminden yakasını kurta­
ramayan bireyci aydına özgü özelliklerle karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Ya­
zar, değişik durumlarda, değişik davranış ve tepkileriyle Necdet kişiliğini
başarı ile çizmiştir.
Ankara'dan lstanbul'a geldiğini öğrendiğimiz (sf. 326) Kurtuluş Savaş­
çısı Dr. Cemal Karni ise, hem fiziksel yönü, hem ruhsal yapısı ile gerektiği
ölçüde canlı değildir. Kendini zayıf, korkak, iradesiz bulan arkadaşının
( Necdet) konuşmaları karşısında gerçekçi olsa bile, gerçek liğe kavuştuğu
söylenemez.
2) Sodom ve Gomore'de aşağıda kimi örneklerini okuyacağımız bağla­
malara bolca rastlanması romanın tekniğini bozucu düzeydedir:
"Ni hayet günün birinde... " (sf. 62), "Önceki bölümde geçen ko­
nuşmanın üzerinden on gün ya geçmiş, ya geçmemişti ki" (sf. 1 78),
"Lakin biraz önce söylediğimiz gibi .. " (sf. 2 1 9 ) .
3) Yer yer de yazarın Balzac romanına özgü özdeyişlere başvurarak bil­
gelik merakına kapıldığı görülür:
Şuh bir kadın için başarılarını aleme göstermek ayrı bir sevinç, ay­
rı bir zevk değil midir? (sf. 220)
Zira ruhlarımız çok kere bize haber vermeksizin kendi kendiliğin­
den olgunlaşmasını bilir. (sf. 234)
Gerçekten, gerçekten bütün insanların her biri bir k elime, her biri
bir harf gibidir ve hepsi bir araya gelip ya bir sahifeyi, ya bir kitabı
meydana getiriyorlar. (sf. 235)
4) Bu gibi kusurlarına karşın, Sodom ve Gomore'nin tümcenin yapısı,
kurgusu ve yan olayların düzenlenişi yönlerinden Yakup Kadri'nin önceki
romanlarını aştığı söylenebilir.
Ya b a n : Yedek subay olarak katıldığı 1. Dü nya Savaşı'nda kolunu yi­
tiren bir paşaoğlunun (Ahmet Celal) anı defteri olarak sunulan bu roman
bir Orta Anadolu köyünde geçer. Ahmet Celal, lstanbul'un işgali üzerine,
emirerinin Por�uk Çayı dolaylarındaki köyüne yerleşmiştir. Çok geçmeden
köy halkının kendisine uzak durduğunu, "Yaban" gözüyle baktığını anlar.
Yalnız bırakılmışlığın getirdiği bunalımlara düşer. Tek başına dolaştığı
günlerden birinde gördüğü bir kıza ( Emine) tutulur. Evlenme olanağı bula­
maz. Yunanlıların köyü işgal ettiği günlerde, yaralı olarak unutamadığı
Emine ile birlikte kaçmaya çalışır. Emine'nin yarası ağır olduğu için kaça­
cak durumda değildir. Ahmet Celal, tek başına bilmediği yollara, bilmedi­
ği bir geleceğe doğru köyden uzaklaşır.
1 ) Yazar, romanda köy insanının kendi ilişkilerini ve toplumsal olaylar
karşısındaki tavrını işlerken. genellikle inandırıcı olabilmiştir. Bunda ortaya
koyduğu günlük olayların sunuluşu kadar olayla ilgili kişilerin çizimindeki

1 08
YAKUP KADRi KARAOSMANOCLU

başarının da payı vardır. Ahmet Celal'in, Şeyh Yusufla karşılaşması (sf. 31 ).


Cennet'in yabancı bir adamla yakalanmasına kocasının sessiz kalışı (sf. 35),
Mehmet Ali'nin yeniden askere alınışı (sf. 39), cephedeki çözülüş nedeniyle,
yöre halkının göçüşü (sf. 1 1 1 ) gibi sahneler gerçek izlenimi uyandırırlar.
Köylünün Yunan uçaklarından atılan propaganda bildirgelerinde yazılanla­
rı öğrendiği zaman sevinmesi (sf. 1 09 ) gibi yalnız olayın anlatılmasıyla yeti­
nildiği kesimlerde ise, aynı inandırıcılığa ulaşıldığını söyleme olanağı yoktur.
2) Köylünün Ahmet Celal karşısındaki tavrı işlenirken de yazarın baş­
vurduğu yan olaylar aynı inandıncılık düzeyinde görünebilir. Ne ki Ahmet
Celal'in uyuşma yolları ararkenki u marsızlığı, acıları, yılgınlığı, isyanları
yer yer bu niteliği yitirir; Yakup Kadri'nin tarihin o dönemindeki köylüyü
ve aydını yargılaması biçimine dönüşür. Bu da genellikle romanın birçok
bölümlerine makale havası veren parçaların girmesine yol açar.
3) Yaban'da "şive taklidi" yapılmadığı zaman daha doğal görünen "di­
alog"lar kullanılır; bunlarda kişilerin iç dünyalarının belirtilme amacından
çok, durum ve günlük olayların yansıtılması gözetilir.
4) Ahmet Celal'in katılamadığı Kurtuluş Savaşı karşısındaki duyarlığı,
anılarına, dünya görüşüne bağlı olarak verilirken, bireysel durumları, yal­
nızlığı, içine kapanışı dengeli ruhsal çözümlerle yansıtılır.
5) Yer yer somut sözcüklere dayanan betimlemeler etkilidir. Yazar, bun­
larda dilini bulmuş, alaturka şiir öğelerine pek başvurmamıştır.
A n k a ra : Yakup Kadri, tek parti döneminin özeleştirisi sayabileceği­
miz bu romanında Cumhuriyetin ilk on yılını sergilerken, "resmi ideolo­
ji"nin kendi ilkeleriyle çelişkiye düştüğünü vurgulamak ister gibidir.
Çünkü Kurtuluş Savaşımızın "antiemperyalist ve antikapitalist, halkçı"
felsefesi daha ilk on yılda rafa kaldmlmış, asker ve sivil seçkinler, Ceyhun
Atuf Kansu'nun " devrim burjuvazisi" olarak nitelediği yeni bir toplumsal
katman oluşturmaya başlamışlardır. Yakup Kadri, anılarında, bu katma­
nın oluşumuna yol açan iki temel nedeni şöyle belirtir:
" Dünkü milli mücadeleciler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir ka­
zanç ve menfaat şirketi karakterini taşımaya başlaması, kimilerinin arsa
spekülasyonları, idare meclisi azalıkları, kimilerinin taahhüt işleri, k imile­
rinin -türlü şekillerde- komisyonculuklarının peşine düşmeleri."
Ankara, bu toplumsal/siyasal değişimden rahatsız olan bir yazarın ken­
di ideolojisiyle hesaplaşması ürünüdür.
Bu hesaplaşmayı, savaştan sonra sınıfsal konumları değişen milletvekil­
leri ve yüksek rütbeden emekli olmuş subaylarla . yapar Yakup Kadri. On­
ların kişiliğinde onlara -toplumun çıkarlarına aykırı- kazanç sahibi olma
yollarını açan "sistem"i eleştirir. Romanın akışı içinde " İnkılap Türkiyesi ",
" İnkılap Meclisi'', "İnkılap Ekonomisi", " İnkılap Edebiyatı" gibi sloganla­
rın yaşamdaki yerini yapay öğeler olarak gördüğünü sezinleriz.

109
M E Ş K UT I Y E T D O N E M i

Bir yerde, romanın başkişilerinden Neşet Sabit " inkılabı hayatın dış şe­
killerini değiştirmek manasına almadığını" belirtirken gözünü budaktan
sakınmaz.
"Bu gördüğünüz şeyler bu balo, bu otel, sizin Yenişehir evleriniz, bun­
lar birer hayat kalıbıdır ama bizim kendi inkılabımızın ateşinde dökülmüş
kalıplar değil. Bizim ruhumuzdaki yeni hayat prensibinin, yeni hayat özü­
nün tomurcuğu da çatlamadı. Çatlamış olsaydı, memleketteki hayat şartla­
rının yalnız küçük bir ekalliyet lehine değil, bütün millet için değişmiş ol­
ması lazım gelirdi." (sf. 1 1 8).
Savaş yıllarında, "Viran bir bağın ortasında, bir bektaşi tekkesi, metruk
bir ayazmayı andıran acayip" evinde tanıdığımız milletvekili ( Murat Bey),
30'1u yıllarda bu "inkılabın" nimetlerinden yararlanan çıkarcı azınlığın
simgesi durumuna gelmiştir.
Romancı, Kurtuluş Savaşı dönemi milletvekilinin, zaferden sonraki kişi­
sel sıçramalarını şöyle öyküler:
"Büyük çapta arsa spekülasyonlarından ve onu takip eden birkaç taah­
hüt işinden sonra devrin en zengin adamlarından biri arasına giren ve me­
busluktan çekilmiş olduğu için kah Avrupa'da, kah Istanbul'da dolaşan
Murat Bey şimdi Kavaklıdere'de kuleli, verandalı ve konfor modemli bir
büyük köşk içinde asri hayatın bütün zevkini sürmeye başlamıştı.
Çocuklar İsviçreli bir mürebbiyenin eline bırakılmıştı. Bu lsviçreli mü­
rebbiye aynı zamanda Murat Bey'in karısıyla kız kardeşine Fransızca, dans,
adabı muaşeret dersi verirdi." (sf. 1 03 )
Dönemin başka b i r simgesi d e " Miralay rütbesi v e göğsünde kızıl kur­
delalı istiklal madalyasıyla " savaştan dönen Hakkı Beydir. Alman serma­
yedarlarının yüzde 1 O'ları ile 'köşeyi dönüveren' eski Kurtuluş Savaşı ko­
mutanı, roman boyunca siyasal iktidarı ayakta tutan elleri kirlenmişlerle
birlikte çıkar karşımıza.
Yakup Kadri'nin romanında sınıf değiştiren insanlar dışavuran özellik­
leriyle sergilenmiş, değişme, yaşam biçimine yansıyan yenilikler ölçüsünde
verilmiştir. Bu nedenle milletvekili Murat ve eski tümen komutanı Hakkı
Beylerin işadamı kimliklerini belirleyen ruhsal öğeleri anlama koşulların­
dan uzak kalırız. Romancı birincil olayları bile sonuçları ile vermekle yetin­
diğinden olay-kişi ilişkileri beklenen bütünlükle gelişmez. Bu yetersizlik on­
ların roman kişileri olarak varoluşlarını da olumsuz etkiler.

S a n a t v e D ü n y a G örü ş ü
Yakup Kadri, yazarlığının başlangıç evresinde dünyadan ve insanlardan
umudu kesmiş bir kişiliğin kendini fazla kurcalama eğilimleri içinde görü­
nür. Kötümserlik onu yaşam ve ölüm temalarını işlerken sürekli bir boşluk-

1 10
Y A K U P K A D R i K A R AO S M A N oe t u

ta kalmanın sarsıntısı içine yuvarlamıştır. x ı x . yüzyıl batı romanını oku­


duğu halde, düşün hareketlerinin uzağında kaldığı anlaşılan yazar, çağının
toplumsal dönüşümlerini de değerlendiremez. Bu nedenle yaşanan gerçek­
ten kaçarak, kurtuluşu geçmişte arama eğilimleri belirir. Giderek Yunan­
Latin uygarlığının dışında her şeyi yadsıma havasına girerek ilerleme bilin­
cini bile yok sayar. Aslında imparatorluğun yıkılışına tanık olan bir Os­
manlının kaçışıdır bu, " Fecr-i Ati " topluluğundan tanıdığı Ahmet Haşim'le
birlikte, kocaman bahçelerin yüzyıllık ağaçları arasına gizlenmiş, hizmetçi­
li uşaklı, masal evleri kurma hayallerine düşmesi bundandır.2
Meşrutiyet döneminin tarihsel aşamadaki yerini belirleyemediği için,
uzun süre gelişmekte olan "Milli Edebiyat" akımının dışında kalmış, belli
ilkelerine karşı bile çıkmıştır.
1 9 1 6'lardan sonra, önce dil beğenisindeki değişme, sonra ergin yaşların­
da batı ülkelerinden birine yaptığı uzun bir gezi, Fransız ulusçularını oku­
ması Ziya Gökalp, özellikle Yunus Emre etkileri insan ve toplum sorunla­
rına değişik açılardan bakma yeteneği kazandırır. Bir anlamda yaşayabil­
mek için, çağı ile uzlaşma yollarını aramak zorunluğunu duyar. Kimi yazı­
larında belirttiği "nihilist" eğilimlerden de, geçmiş özleminden de kurtula­
rak yaşanan gerçeğin adamı olmayı kabul etmektir bu.
Romancı Yakup Kadri, bu evrelerden geçmiş bir kişiliğin son aşaması
değil, belki ilk aşamasıdır. Yıllar sonra Vedat Nedim Tör'le yaptığı bir ko­
nuşmada belirteceği gibi, roman yazmak için ister istemez batıdan öğrendi­
ği yöntemler vardır önünde. " Hayat, toplum ve insanlar üzerinde uzun göz­
lemlere gereksinme duyacak ", " Romanı bir insan ve hayat görüşünün fel­
sefesi" 3 kabul ettiği için de tarih ve toplumbilim öğrenecektir.
Bu evre Yakup Kadri'nin kendisini kurcalamayı bir yana bırakıp top­
lumsal sorunlara açılma, onlara çözüm yolları arama adına eylem adamı
olma evresidir. Ulus ve vatan kavramları ile birlikte insana da inandığı bu
yıllarda sanatını da toplumdan uzaklaştıran ilk gençlik engellerini kendi
içinde "tasfiye"ye uğratma başarısı gösterir.
Artık yıkılmakta olan imparatorluğun son enkazı üzerinde bireysel hü­
zünlere yenilmiş bir geçmişsever, bir kaçak değil, yaşadığı toplumun yerini
belirlemeye çalışan bir kişiliktir o. Çağrılı olarak gittiği Moskova Edebiyat
Kongresi'nde ülkesin.i tanıtırken, "Avrupa kapitalistlerinin en az bir asırdan
beri bir açık pazar olarak kanını emdiği, Avrupa emperyalizminin bir asır­
dan beri istila ve taksim cidal/eriyle parçalayıp hırpaladığı Türk milleti"nin
bir üyesi olduğunu bilir. Bu bilince Kurtuluş Savaşı yıllarında varmıştır.
( Varlık, sayı 3 1 , 1 5 Ekim 1 934).

2. Y:ıkup K:ıdri, Ahmet Haşim, ( 1 934).


3. Yücel, sayı 77, ( 1 935).

lll
MEŞ RUTiYET DöNUtl

Bu nedenle çağının sanatını, toplumsal gelişmelerden, sınıf mücadelele­


rinden ayırmadan değerlendirmeyi de öğrenmiştir. 1. Dünya Savaşı ve onu
izleyen ihtilaller içinde duyarlık sınırlarının çok genişlediği görüşünden ha­
reket ederek eski "epope"lerin, eski "tragedie"lerin, eski sanatın çağdaş in­
sanın gereksinmelerini karşılamaya yetmediğini savunur. Ona göre XIX.
yüzyılın ikinci yarısından sonraki eserlere artık siyasal, toplumsal, düşün­
sel yönden çeşitli buhranlara düşmüş toplumların çöküşüne birer belge gö­
züyle bakılmaktadır.
Artık hangi ülke ve hangi toplumsal sınıftan olursa olsun yeni çağın in­
sanı bir Werther'in, bir Adolphe'un, Madam Bovary'nin, Anna Karenin'in
acılarını paylaşacak durumda değildir. Romanda " Bourget" ve sahnede
" Dumas Fils "le başlayan orta burjuva edebiyatının "zina temrinleri"nin
XX. yüzyıl insanı önünde güldürmekten başka işlevi kalmamıştır. Demek
ki herkesin ruhunda bir devrim olmuş ve sanatçıdan yeni şeyler beklenme­
ye başlanmıştır. Oysaki, savaş sonrasının devrim yapmış ülkelerinde (Rus­
ya'da ve Türkiye'de) devrim emrine alınan sanatçıdan yeni birşey çıktığına
tanık olunmamaktadır. Sanatçılar, yeni toplumu, yeni hayatı görüp ve an­
layış biçimini eski sanatın yöntemleriyle yapmaktadırlar. "Kuru bir realizm
veya dar ve individuel bir psikolojik tahlil bütün romanlara hakim olmak­
ta" devam etmektedir. Kimi romanlarda ise, "yeni insan tipleri eski örnek­
ler üzerine biçilmiş gibidir. "
Bu durum toplumca bir değişim evresi geçirilmesinden doğmaktadır.
Her büyük kültür döneminde " bir beşeri inşa hamlesi" gelmiş, bu atılımla­
rı da bir ihtilal dönemi izlemiştir. Sanatın verimli olabilmesi için önce ba­
şarıyla sonuçlanmış bir devrimin eski çözülmüş değerlerin işini bitirerek,
kendi değerlerine " maddi hayatın" bütün alanlarında geçerlilik kazandır­
ması gerekir. Ancak bundan sonra temellerine sağlam oturan yeni toplum
üzerinde yeni bir kültürün verimleri cömertçe açabilecektir.
"Sosyalist ihtilal ve sosyalist inşa bakımından Sovyet Rusya ile milli
kurtuluş inşası bakımından Kemalist Türkiye'de" toplumsal sorunların he­
nüz tamamlanmadığını belirten Yakup Kadri, yeni değer ölçüleri günlük
yaşamdan kültüre " intikal etmediği" için büyük sanat döneminin başlama
olanağı olmadığını yazar. Bu nedenle, büyük sanatı ancak, -Sovyetler'de ve
Türkiye'de görünen- yeni Epique dönemin hazırlayacağı kanısındadır. Er
ya da geç sanatçı "Homeros'un yüksek ve geniş lirizmiyle" yaşadığı toplu­
mun destansı yaşamından kendi destanını yaratma coşkusunu duyacağını
umar. Dört bin yıldır insanlığın gözlerini kamaştıran ve sırayla çeşitli kül­
türlerin oluşumuna olanak kazandıran Greko-Latin k ültürün temeli bir bü­
yük klasik döneme, bir halk edebiyatı folklor dönemine dayandığına göre
bu yeni aşamanın da kaynağını halktan alması doğaldır. Bu inançla, sosya­
list gerçekçilerin görüşlerini onaylamaktan kendini alamaz:

1 12
Y AKllP K A D R i K A R A O S M A N O C L U

Maxim Gorki'nin bir yerde söylediği gibi, yarınki kültürün de bu­


günkü işçi rençber sınıfının şimdilik bize çok iptidai ve kaha saha ge­
len yazılarından, nutuklarından, şarkılarından husule gelebileceğine
neden inanmayalım. Bunlar henüz hizim dilimizden anlamadıkları gi­
bi, biz de onların dilinden anlamıyoruz. Fakat hirgün birleşme ve an­
laşma olacaktır. Ve her iki taraf geniş adımlarla bu mülakata doğru
ilerliyor. ( Va r l ı k , 1 5 Ekim 1 934)

D i l A n l a y ;ş ı
Uzun yazarlık yaşamında Türkçe'nin gelişme evrimini bir adım arkadan
izlediği için, Yakup Kadri'yi dil yönünden, çağdaşı romancılardan daha ile­
ri sayma olanağı yoktur. O da, kimi çağdaşları gibi dil değişmesini zorun­
lu olarak kabul etmiş, çeşitli evrelerde kitaplarının yeni basımlarında dilini
sadeleştirme gereğini duyduğu halde, yabancı sözcüklerden arınmış bir
Türkçe'ye ulaşamamıştır. Bu nedenle her dönem yazılarında, romanlarında
yabancı sözcük kullanma merakının sonucu Türkçe, Osmanlıca ve Fransız­
ca sözcük lerden oluşan paçal bir dil görünür. Aşağıdaki örnekler l 969'da
yayımlanan Gençlik ve Edebiyat Hatıraları adlı kitabından derlenmiştir.
Türlü engeller ve kaderin türlü teşvikleriyle hir labirent halini almış
olan yolumu kendi kendime sökmüştüm. (sf. 9)
... Onun adını kutsal hir sır tevdi eder gibi kulaklarımıza fısıldaya­
rak söylüyordu. (sf. 4 1 )
B u polemikler esnasında benim en çok hücum ettiğim yeni lisan ta­
biri idi. (sf. 49)
... O zamana kadar Türk edebiyatında ne höyle karışık ruh krizine
değinildiği görülmüş, ne de Nirvana diye hir laf işitilmişti. (sf. 63)
... Şiirde yalnız talent'in yani kabiliyet ve istidadın kafi gelmeyece­
ğini bilmek gerekirdi. (sf. 1 50)
Romanlarında da bu gibi yabancı sözcükler kullanmasını eleştirenlere
karşı ileri sürdüğü gerekçeler ise şöyledir:
Karşılıklarını bulamadığım için .. Kendiliğimden kelime uydurmayı
dil meselesi kanaatlerime aykırı bulduğumdan .. Esasen Fransızca ola­
rak kullandığım kelimeleri ayrı ayrı hatırlamıyorum. Türkçesini bul­
saydım da aslını bilmeyenler anlamazdı. Sonra, doğrusunu isterseniz
ben Harf inkilabiyle ortaya çıkan dil meselesini bir kültürden öbür
kültüre geçişimiz hadisesi olarak kahul ediyorum. Yazı yazarken be­
nim aradığım iç armoni -helki de hu desarmonidir- güzel yazmak ve
doğru yazmak kadar mühimdir. Yapamıyorum. Bu akışta kalemimin
ucuna " hadise" gelmişse yazıyorum, "olay" diyemiyorum. Belki olay
demek daha güzel, daha doğrudur. (Hasan Ali Yücel, E d e b i y a t
Ta r i h i m i z d e n , sf. 224, 1 957)
Bu satırlar, aynı konuşmada " Edebiyat-ı Cedide"nin dilimizi Divan
Edebiyatından daha çok bozduğunu ifade eden yazarın, Fransızca düşü-

1 13
M E Ş R U T iY E T D O N E M i

nüp, Fransızca duyarak Türkçe yazma alışkanlığından kurtularak, Türkçe


düşünüp Türkçe hissedip Türkçe yazma amacına tam ulaşamadığını göste­
rir kanısındayız.

Y A P 1 T L A R 1 : Öykü: Bir Serencam ( 1 9 1 4, sade dille 1 943), Rahmet


( 1 928, Bir Serencam'l:ı birlikte 1 943), Milli Savaş Hikôyeleri ( 1 947, 1 963).
Roman: Kiralık Konak ( 1 922, 4. b:ıs. 1 966), Nur Baba ( 1 922, 3 . bas. 1 948),
Hüküm Gecesi ( 1 928, sade dille 1 968), Sodom ve Gomore ( 1 928, s:ıde dille
1 966), Yaban ( 1 932, 9. bas. 1 970), Ankara ( 1934, 1 964), Rir Siirgün ( 1 937,
1945), Panorama (2 cilt, 1 953-1 954), He/ı O Şarkı ( 1 9J6, 1 965). Öteki
Yapıtları: Ergenekon (:ınılar, 1 929), Ahmet Haşim (monogr:ıfi, 1 934), Okun
Ucundan (düzyazı şiirler, 1 940, 1 946), Atatürk (monografi, 1 946, 1 955),
Atatürk'ün Gerçek Siması ( 1 95.'i), Zoraki Diplomat (anıl:ır, 1 955, 1967),
Vatan Yolunda (:ınıl:ır, 1 958), Politikada 4J Yıl (anılar, 1968), Gençlik ve
E.debiyat Hôtıraları ( 1 969).

K A Y NA K L A R : Necdet Bingöl, Yakup Kadri'nin Beş Romanında Fran­


sız Realist ve Natüralistlerinin Tesirleri ( 1 944); Hasan Ali Yücel, Edebiyat
Tarihimizden ( 1 957); Dr. Niyazi Akı, Y. Kadri Karaosmanoglu ( 1 960); Ve­
d:ıt Günyol, Dile Gelseler ( 1 966); Cevdet K udret, Türk E.debiyatında Hikôye
ve Roman (cilt 2, 1 967, 9970); Asım Bezirci-Refik:ı Taner, Seçme Romanlar
( 1 973). Yazılar ve Konuşm:ılar: Vedat Nedim, Kadro, s:ıyı 1 6 ( 1 933); Şevket
Süreyya, Kadro, sayı 1 8 ( 1 933); Nasuhi 8:ıydar, Yücel ( 1 Mart 1 942); Suat
Derviş, Yeni Edebiyat (5 Ekim 1 940); Ömer Faruk Topr:ık, Yürüyüş (5 K:ı­
sım 1 942); Rauf Mutluay, Dost ( 1 Ekim 1 96 1 ); Must:ıf:ı Bayd:ır, V:ırlık
(Man 1 97 1 ); Adnan 8inyazar, V:ırlık (Nisan 1 97 2); Behçet Necatigil, Edebi­
yatımızda Eserler Söı/ügü (2. bas. 1979); Berna Mor:ın, Çajtdaş Eleştiri (Ni­
san 1 982); Önay Sözer, Çağd:ış Eleştiri (H:ıziran 1 982); Demirt:ış Ceyhun,
Varlık ( Ajtustos-f.ylül 1 992).

1 14
KARA O SMAN O G L U ' DAN
ÖRNEKLER

B A S K I N 'dan rına bir tatlı kırmızılık veriyordu.


Odanın köşesindeki dolaptan lazım Genç adam, titreyen kollarını, birden
gelen şeyleri çıkardı. Rafın üstünde du­ ona doğru uzattı ve boğazını gıcıklayan
ran sürahiden cezveye biraz su koydu bir sesle:
ve onu getirdi, ateşin kenarına sürdü. - Gel artık, yanıma, güzelim.. dedi.
Genç adam bütün bu müddet zarfında, Esma Hanım ayağa kalktı. Evvela
haris ve ateşli gözlerle önünde mevcele­ mütereddit, sonra şuh ve istiğnakar ve
nen bu zarif ve taravetnak vücudu ısırı­ sonra birden, mütevekkil ve sıcak ken­
yordu. Onu hiç bu kadar latif ve müs­ dini genç adamın kolları arasına bırak­
tesna tasavvur etmemişti. Şimdi, bu ka­ tı ...
dın için şedit bir temelluk arzusu ile çar­ Odayı derin b i r sükun istila etti ...
pan kalbinde, insanı ölüme kadar götü­ Lambanın ziyası bir billl'ı r içine düşmüş
ren derin ve humınaalut bir helecan fosfor kanatlı bir kelebek gibi pürhele­
vardı. Bu, iki seneden heri onun için can titriyordu. Mangaldaki cezve kü­
böyle sıcak ve samimi odası, temiz ve çük bir çocuk horultusuna benzer, kısa
davetkar yatağıyle, böyle ınafevkalanıer müselsel sadalarla, emziğinden ince, ha­
bir kadının kolları arasında bayılacağı fif bir duman üfürüyordu. Pencerenin
ilk aşk gecesi olacaktı. Esma Hanım beyaz perdeleri üstünde yekdiğerine sa­
mangalın kenarında, elinde maşa ile rılmış iki vücudun mehip şekiller alan
mütereddit, ateşi karıştırarak, ona bil­ gölgeleri kımıldıyordu. Birden, gecenin
lur bir sesle, manasız, itratsız, fakat tat­ ve sükutun içinde nereden geldiği bilin­
lı birtakım şeyler söylüyordu. meyen bir ses, uzak, tiz ve girycli bir
Hilmi Efendi, dudaklarında nüvaziş­ feryat çınladı:
kar bir tebessümle kadını dinler görü­ - Anne!..
nüyor ve gittikçe alevlenen bir nazarla, Esma Hanım, Hi lmi Efendinin kolla­
onun dantelli yenlerinden çıkan beyaz rı arasından, derin bir uykudan uyanır
kollarını ve yarı açık bırakılmış yaka­ gibi silkindi:
sından gözüken nermin gerdanını seyre­ - A, çocuk, dedi, çocuk uyandı...
�iyordu. Orada, konsolun üzerindeki Ve pürtelaş dışarıya koştu... Genç
lambanın sarı ziyası bir altın tozu halin­ adam, onun bir çocuğu olduğunu kami­
de onun kumral saçlarının üstünde titri­ len unutmuştu ve bu ses evin bu günah­
yor, mangalın gölgelenen ateşi yanakla- kar sükununu garip bir itapla yırtan bu

ııs
M E Ş R U T I Y l.T D O N E M i

ses, ona birden müphem bir korku raşe­ Genç kadın, uzun bir kahkaha ile kıv­
si verdi. Ayağa kalktı ve bir müddet dı­ ranarak kendi elbisesi içinde garip bir
şarıyı dinledi. Yandaki odadan, çocu­ kuklaya dönen aşıkım seyretti ... Sonra
ğunu tekrar uyutmaya çalışan Esma birden kesbi ciddiyet ederek:
Hanımın teranedar sesi duyuluyordu. - Affedersiniz, dedi, size bir erkek en­
Hilmi Efendi orada daha ziyade durma­ tarisi bulamadım, çünkü ...
dı. Sofadan soğuk bir rüzgar geliyor ve Hilmi Efendi onun sözünü kesti:
onun terlemiş vücudünü buzlu bir dera­ - Ne zararı var, ne zararı var ... Bu da­
ğuşla titretiyordu... Kapıyı kapadı ve ha iyi. Sizin elbisenizi giymekle size da­
asabi, odada dolaşmaya başladı. Beş ha ziyade yaklaşmış oldum.
dakika sonra Esma Hanım elinde beyaz O zaman tekrar gözler bir sürü gizli
bir bohça ile avdet etti: manalarla mündemiç, birbirlerine ba­
- Oh, ne soğuk ! Dışarısı ne soğuk! karak uzun uzadıya gülüştüler.
Diye, titreyerek koştu ve büyük bir Fakat bu çok devam etmedi. Nage­
kedi gibi mangalın kenarına büzüldü. han dışarıdan büyük fırtına şiddetiyle
Sonra içinde, hala bir şehvet bakiyesi akseden meçhul, mahuf bir gürültü on­
yanan gözlerini genç adama çevirdi ve ların ağzını buzlu bir sükutla kilitledi.
geniş sıcak bir tebessümle: Sokak kapısı şedid, müteselsil ve seri
- Çocuğu uyuttum, dedi; şimdi de sı- darbelerle vurulmaya başladı. Orada
ra bizim, öyle mi? birçok hadid erkek sesleri: "Açınız! Ka­
Ve elindeki bohçayı uzatarak ilave eni: pıyı açınız!" diye bağırıyorlardı.
- Soyununuz, size entari getirdim... Esma Hanım müşmahil ve perişan bir
Tahrirat Başkatibi inkiyat etti. Evvela nazarla genç adama baktı ve büyük bir
paltosunu çıkardı, kapının arkasındaki heyecanla çarpan kalbini iki elleriyle
çiviye astı, sonra ceketiyle yeleğini bir bastırarak:
iskemlenin sırtına vazetti ve pantalonu­ - Eyvah, baskın ... diye söylendi.
nun düğmelerini çözmeye başladı. Hilmi Efendi, şaşkın, sersem, bulun­
Esma Hanım, bu müddet zarfında duğu yerden bir hatve kımıldamaya
ona bakmıyor gibi davranıyor ve önün­ muktedir olamayarak liizumundan fazla
deki su ile, ateşle, çayla meşgul görünü­ açılıp müdevverleşen gözleriyle bir kor­
yordu. ku heykeli gibi dimdik, hareketsiz, oda­
Fakat birden, genç adamın tannan bir nın ortasında duruyordu.
kahkahası, onu, başını kaldırmaya mec­ Şimdi kapı gittikçe artan bir tehev­
bur etti. Hilmi Efendi, omuzları kaba­ vürle çatırdıyor, çatırdıyordu.
rık, yakaları dantelli, kolları bol ve kısa Esma Hanım, büyük bir azimle ayağa
bir kadın entarisi içinde uzun boyu, si­ kalktı. Konsolun üzerindeki lambayı
yah yukarıya doğru burulmuş bıyıkla­ söndürdü ve dışarıya çıktı. Hilmi Efen­
rıyle gülünç bir hal alarak aynaya tevec­ di ne yaptığını bilmeyerek, karanlığın
cüh etmiş, kendi kedine gülüyor ve: içinde kayan bu beyaz kadın hayalini
- Ne tuhaf, ne tuhaf! Bu bir hanım takip etti.
entarisi, bu şüphesiz sizin entariniz! .. Esma Hanım, yandaki odanın sokağa
diye söyleniyordu. nazır penceresine koşmuş, soruyordu:

1 16
Y A K U I' K A D M I K A M A O S M A N O C L U

- N e istiyorsunuz, n e var kuzum? - Bakınız, arayınız, kimse yok! diye


- Açınız, sade açınız, hir kere girip evi hağırıyordu.
arayacağız işte hu . . . Dört kişiydiler, hepsi hirden:
- Lakin niçin? neden? ne var?. - Sen sus! Sen sus! Biz işimizi hiliriz.
- Ne mi var? Onu hiz hiliriz... Sanki Dediler ve rüzgardan şişerek açılan
sizin mahallede hir aydan heri oynadı­ perdeleriyle nazarı dikkati celheden
ğınız oyundan hizim haherimiz yok mu açık pencereye takarrüp ettiler. Şişman
sanıyorsunuz? O çapkın hu akşam hu­ adam fenerini dışarıya doğru uzattı.
rada ... Açınız! Orada kimseler yoktu. Orada kar yağı­
Ve hirden hütün hu seslerin fevkında yor ye rüzgar esiyordu.
gürleyen mehi hir ses: Hilmi Efendi onların yaklaştığını his­
- Yüklenin kapıya he! .. diye hağırdı. seder etmez, aşağıya, hahçeye atlamıştı.
O zaman kapının eski tahta kanatları Şişman adam arkadaşlarına döndü:
mandallarından kılaplarından sökülerek - Burada yok. Fakat mutlaka huradan
dehhaş hir tarraka ile yere düştü. Tahri­ kaçmış olmalı. Bahçeye koşun hakalım,
rat Başkatihi, yaklaşan müthiş hir yangın dedi. Bu söz üzerine hepsi hirden koşa­
alevinden kaçan hir adam haşyetiyle oda­ rak, merdivenleri dörder heşer atlayarak
ya koştu ve orada karanlığın içinde, garip bahçeye indiler. Evvela, orada, karın he­
hir sevki tahii ile, duvarda, iskemlenin yaz cibinliği içinde pürsüklın uyuyan ge­
üzerinde asılı duran elhiselerini toplama­ ceden başka hirşey hulamadılar; fakat
ğa haşladı. Ta yanında Esma Hanım onu fenerli adam asmanın altına takallüt
titrek elleriyle iterek, hoğuk hir sesle: edip elindeki ziyayı öne doğru uzattığı
- Saklan hir yere... Aman yarahhi, bir zaman, hepsi hirden fevkalade hirşeyin
yere saklan! Namusum herhat olacak ... karşısında bulundular ... Önce hu gördü­
diyordu. Dışarıda, döşeme tahtalarını kleri şey onlara müphem ve manasız gel­
yerinden oynatan ve hütün evi hir zelze­ di. Yere eğildiler: Orada, taş yığınlarının
le gihi sarsan vahşi ayak sadaları takar­ üzerinde, heyaz karın içinde, yakaları
rüp ediyordu. dantelalı heyaz hir kadın entarisiyle ha­
Hilmi Efendi sadece: "Geliyorlar!" şından siyah hir mal dökülen ve sol ko­
dedi ve e lhiseleri koltuğunun altında, lunun muannit takallüsatı altında hir sü­
pencereye koştu, sür'atle camı açtı, ta rü siyah kumaş kümesi sıkan, camit,
orada, pencerenin dış pervazı hizasında uzun bir vücut yatıyordu ...
gerilmiş heyaz hir çarşafa henzeyen hir Dört kişiden hiri ayağının ucuyla, yer­
şey vardı. Hemen kendini onun üzerine deki cesedi dürttü, hir diğeri onu sırt üs­
attı. Bu, üstü serapa karla örtülü hir as­ tü çevirerek kalhini yokladı. Cesed kı­
ma idi, altında hir sürü kuru dallar kal­ mıldamıyor ve kalp çarpmıyordu. O za­
çalarına hatıyor ve kar onu keskin so­ man, yere çömelen adam, haşım kaldırdı
ğuk dişleriyle ısırıyordu. ve gayet yavaş hir sesle:
Ötekiler, şimdi odaya girmişlerdi ... - 1 Ierif ölmüş he... diye mırıld:mdı.
Şişman, haşı sargılı, kürklü hir adam, ta ( B i r S e r e n c a m , 1 9 1 4, sadeleştiril­
önde hüyük hir fener tutuyordu. Esma miş 2. bas. 1 943 ).
Hanım, kapının arkasına saklanmış:

1 17
M E $ RUTIYET l>ö N EM I

H Ü K Ü M G E C E S l 'nden yeniden susturdu:


Ahmet Kerim'deki bu müthiş yalnız­ "Bütün dünyaya karşı rezil olduk. Av­
lık duygusu, Merkez Kumandanı Ce­ rupa, hürriyet ve meşrutiyete ne kadar
mal Bey'in yanına girip çıktıktan sonra az layık olduğumuzu hergün bir parça
büsbütün arttı. Cemal Bey'in yanına daha ziyade anlıyor. Ve bize hakaretle
mı? Evet, tevkifinin üçüncü günü bir za­ bakıyor. Bu bir yana ... öte yandan (va­
bitle iki süngülünün yanında Ahmet tan duygularından ne kadar yoksun ol­
Kerim, o korkunç terör Tanrısının kar­ duğumuzu görüyor... Beyefendi, dört
şısına çıktı; Bu heyecanlı karşılaşma düşmanla savaş halinde olduğumuzu
yüksek tavanlı geniş bir odanın içinde unuttunuz mu?"
oldu. Cemal Bey, ayakta, elini masanın Ahmet Kerim üçüncü defa cevap ver­
kenarına dayamış ve iki kollarını göğ­ mek istedi. Bu sefer Cemal Bey genç
sünün üstünde kavuşturmuş duruyor­ adamın yüzüne öyle bir bakışla baktı ki
du. K ızıl sakalına, yağız benzine ve yü­ herhangi bir işkence aleti bunun yanın­
zünü bir palanın ucu gibi ikiye ayıran da okşayan bir el gibidir. Bu bakışta
kalın ve geniş burnuna rağmen Ahmet Ahmet Kerim'in hiç bilmediği, görmedi­
Kerim, bu adamı ilk bakışta oldukça ği esrarlı bir "şey"in parıltısı vardı. Öy­
cana yakın bulmuştu. Zira, tevkif olun­ le bir şey ki, ne insanda, ne tabiatta bu­
duğu saatten beri bu ilk insandı ki, ona lunur. Ancak henüz keşfedilmemiş bir
bir şey sormak veya onu dinlemek lut­ unsurun ani parıltılarına benzetilebilir.
funu gösteriyordu. Cemal Bey, sert mi, Ahmet Kerim, bu bakışın farkına var­
yumuşak mı, hakaretli mi, nazikçe mi dıktan sonra Cemal Rey'le aralarında
olduğu pek anlaşılamayan bir sesle: derin bir uçurumun açıldığını hissetti ve
"Ahmet Kerim sizsiniz öyle mi?" de­ artık ağzını açıp bir tek kelime söyle­
di ve genç adamı iyice süzdükten sonra mekten vazgeçti. Sanıyordu ki, bu ada­
ilave etti: ma sesini işittirebilmek için avazının
"Siz bir fikir adamı, bir kalem adamı; yettiği kadar bağırmak, bağırmak, ba­
siz vatanın münevver genci ... Bu pespa­ ğırmak lazımdır. Çünkü, bu adam ona,
yeler, bu kanlı katiller arasında işiniz insanı, kainatı terkip eden unsurların
ne?" öbiir yakasında, büsbütün başka bir
Ahmet Kerim, birşey söylemek istedi. dünyada yaşayan mahluklardan biri gi­
Merkez Kumandanı onu elinin acayip bi görünmüştü. Buna sesini işittirebilse
bir işaretiyle susmaya davet etti: bile meramını anlatmaya gücü yeteme­
"Bu memleketin hali ne olacak böyle? yecekti. Bununla beraber konuşmak
Herkes politika yapar, herkes bir kar­ için Ahmet Kerim'in hiç bilmediği bir­
gaşalık ve ihtilal unsurudur. Bu şartlar takım kelimeler bulması, yeryüzünde
içinde bizim yerimizde olsanız ne ya­ konuşulan dillerden büsbütün başka bir
parsınız? Söyleyin." dil kullanması lazım geliyordu.
Ahmet Kerim, ikinci defa ağzını aç­ Genç adam böyle düşünürken Cemal
mak teşebbüsünde bulundu. Fakat Mi­ Bey acı ve keskin sözlerine devam edi­
ralay Cemal Bey deminki jestiyle onu yordu:

1 18
Y A k U P K A P ll l K A R A O S M AN O C L U

"Sizin aleyhinizde reddedilmesi im­ hemen hemen koruyucu bir sesle Ahmet
kansız birtakım vesikalar var elimizde. Kerim'e şunları söyledi:
Bu vesikalara pek o kadar ehemmiyet "Ahmet Kerim Bey vaziyetiniz çok
vermiyoruz. Yalnız bir hafta önce, bir vahimdir ve cezanız bu ölçüde ağır ola­
akşam üstü Salih Paşa'nın evine neden caktır. Bu cezanın hafifletilmesi ancak
gittiniz? Ondan sonra Bcyoğlu'nda Zi­ bir surede kabil olabilir. Bize şu su­
ba sokağında ( 8 ) numaralı evde işiniz ikastla alakalı bütün bildiklerinizi ta­
ne idi? Bize anlatınız." mamiyede anlatır mısınız?"
Ahmet Kerim, bir çırpıda herşeyi ol­ Ahmet Kerim, bir a n gövdesinin al­
duğu gibi anlattı ve hikayesine yalnız şu tında dizlerinin büküldüğünü duydu.
sözleri ilave etti: Merkez Kumandanının bu sözlerinden
"Görünüşe bakılacak olursa herşey bir mahkuma idam hükmü bildi rildik­
aleyhimdedir. Fakat, işin içyüzü büsbü­ ten sonra " Bir söyleyeceğin var mı?" di­
tün başkadır beyefendi. Sizi temin ede­ ye sormak gibi bir şey gizliydi. Ve Ce­
rim ki, bu adamların ne yapmak iste­ mal Bey'in sesinde gerçekten öyle bir
diklerinden hiç haberim yoktu. Hatta dehşet seziliyordu. Genç adam güç hal­
bunu anlamak için son derece emek le:
harcayan arkadaşım Sırrı Bey'in de, bu " Bütün bildiklerimi söyledim efen­
konuda benden çok bilgi sahibi olduğu­ dim," dedi.
na ihtimal vermiyorum." Bunun üzerine Cemal Bey zile bastı,
Cemal Bey şeytanca bir tebessümle içeriye giren çavuşa yazdığı kağıdı uzat­
güldii: tı: "Alınız, bu efendiyi götürünüz," de­
"Sırrı Bey; Sırrı Bey'i işe neden karış­ di.
tırıyorsunuz? Onun bize çok hizmeti ol­ Ahmet Kerim, cansız bir şey haline
muştur." dedi. girmişti. Bir hokkanın, bir masanın, bir
Ahmet Kerim, içinde bulunduğu şart­ iskemlenin belki şu dakikada ondan
ların bütün ağırlığını unutup: daha belirli bir şahsiyeti olabilirdi.
"Nasıl, Sırrı Bey mi? Nasıl? Nasıl?" di­ "Götürünüz.", "Getiriniz" ... Evet Ah­
ye haykırmaktan kendini alamadı. met Kerim artık giden gelen bir adam
Cemal Bey öfkeli bir tavırla odanın değil, götürülen ve getirilen bir
içinde gezinmeye başladı. Sonra yine es­ "şey"di. Hiç böyle bir "şey"e düşün­
ki yerine geldi durdu. Parmaklarıyle sa­ mek, duymak yakışır mıyd ı? Onun
kalını taradı, taradı. Her haliyle "müt­ içindir ki, Ahmet Kerim, Bekirağa Bö­
hiş ve kat'i bir karar almak üzereyim" lüğündeki hücresine geri getirildiği va­
demek istiyor gibiydi. Lakin, Sırrı Bey kit bütün manasıyle ruhsuz bir cesetten

hakkındaki bu İğrenç gerçeğe erdiği sa­ farksızdı. Artık geçmişle ilgili hiçbir ha­
tırası kalmamıştı. Artık gelecekle ilgili
niyeden beri sanki dona kalan Ahmet
hiçbir tasarısı yoktu ve bugünü bir rüya
Kerim üzerinde bütün bu dramatik
gibi yaşıyordu.
pandomimonun hiçbir tesiri olmamıştı.
Cemal Bey, masanın başına oturdu,
( Hüküm Gecesi, XIV. bölüm; 1 96 6 )
birşeyler yazdı. Sonra ağır, vakarlı ve

119
M E $ 11 U TIYET D O N E M i

Y A B A N 'dan pacağı kestirilemez. Bir defa, kasaba­


Buraya geldiğim günden beri beni iş­ dan geç gelen lsmail'i, altına alıp öyle
gal eden en mühim, en büyük şey, Meh­ bir dövdü ki, Mehmet Ali de dahil ol­
met Ali'nin evindekilerden başlayarak, mak üzere bütün ev halk ı çocuğu elin­
köylüleri kendime alıştırmak, ısındır­ den alamadık.
mak cihetidir. Lakin şimdiye kadar -iş­ işte bu vak'a esnasındadır ki, hem
te buradaki ikametimin bu sekizinci Mehmet Ali'nin karısı ve hem de kız­
ayıdır- hala küçük lsmail'le Mehmet kardeşleri ile (sf 1 03 ) karşılaştım. Beni
Ali'nin anası Zeynep kadından başka sofada görür görmez, her üçü de, bir
birisinde muvaffak olduğumu zannet­ kümeste ürkmüş tavuk gibi kaçıştılar.
miyorum. lsmail ağlamıyordu. Bağırmıyordu.
Gerçi köylülerden çoğuyla ahbapça Sanki bir ağır ve zahmetli vazife esna­
konuşuyoruz. Ağaç altı, çeşme başı, de­ sında gibi ciddi idi. Yalnız, kendisini
re boyu ve kahve arkadaşlığı ediyoruz. anasının elinden çekip odama sürükle­
Lakin öyle sathi, derinliği olmayan, o diğim vakit, cılız ve çökük göğsünün al­
kadar gevşek bir ahbaplık ki, görüyo­ tında, kalbinin bir demir tokmak kuv­
rum, ne onları, ne beni tatmin ediyor. vetile şiddetli şiddetli çarptığını duy­
Hepsi benim yanıma, yüreklerini, kafa­ dum.
ları gibi kalın sargılarla bağlamış olarak içerisinden tok tok vuran bu ses,
geliyorlar. Ve bahislerimiz hep toprak­ onun incecik göğüs tahtasını hurdahaş
tan, havadan, zamandan şikayettir. etmeğe kafidir. Nasıl oldu da, deminki
Esasen, Mehmet Ali'nin anasıyla da, badireden, sağ ve salim kurtulabildi?
bundan başka bir şey konuşmayız. On Her vakit, her vakit, bu cılız, soluk ve
iki yıldır, dul olan ve bütün ailenin ye­ raşitik insanlar için kendi kendime sor­
gane reisi, bu, katı, sert ve mütevekkil duğum budur. Zeynep kadından yüz
mahlukta, tabii kudretlerden bir şey kat daha haşin ve merhametsiz olan bu
gizlenmiş gibi durur. Kırk yaşında mı­ tabiatın daimi dayakları altında didik
dır? Ellisinde midir? Bilinmez. Eli ayağı, didik olmuş bütün bu insanları, koru­
bir ağacın henüz topraktan sökülmüş yan ve hayatlarını devam ettiren gizli
kökleri gibidir ve bilirim ki, vücudu bir kuvvet nedir?
meşe kütüğü kadar sağlamdır. Hey, onu sana sormalı, Zeynep kadı­
Onu, çok kere, küçük boz eşeğin taşı­ nın karnı.
yamadığı, en ağır yükleri alnından bir O müthiş dayak faslından sonra, Is­
damla ter akmadan dimdik taşıdığını mail, bir müddet benim odamda, büzül­
gördüm. Ve tarlada saatlerce, belini müş kaldı.
doğrultmaksızın çalıştığına da şahit ol­ Sonra uykuya daldı.
muşumdur. Bir gün, bir komşu kavga­ Odanın bir köşesinde, zavallı küçük
sında, paylaşılmayan bir kocaman dibek ve müstarip vücudunu seyrediyordum.
taşını, huşunetle teperek bir hamlede ye­ Bu vücut, bütün azası kırılmış, biribiri
re devirmişti. üstüne yığılmış bir külçe halinde. Kafa,
Zaten, bu sakın ve mütevekkil kadı­ iki kollarla dizlerin arasında kaybol­
nın, öfke başına vurduğu zaman ne ya- muş. Odanın sessizliği içinde solumala-

120
YAKUP KADRi KARAOSMANOGLU

rını duymasam onu ufak hir paçavra yı­ yi kazanmışız.


ğını sanacağım. Ellerim titreyerek, kirli, buruşuk kağıt
Bu mahluk, çocukluk nedir bilmedi. parçasını lambaya doğru uzatıyorum.
Başka diyarlardaki çocukların gülüp ikinci İnönü zaferi... Yüreğim ağzıma
oynamaktan haşka bir şey yapmadıkla­ geldi. Bir şiir parçası okuyormuşum gibi
rı mes'ut çağda, bu, yirmi yaşında hir Ajansın satırlarını içimden terennüm
delikanlının güç dayanacağı bütün ağır ediyorum. Döndüm:
işleri görüyordu. Yük taşıyordu. Çapa - Gördün mü? diyecek oldum, lakin,
çalıyordu. Öhür taraftan sıtma, küçü­ muhtar kağıdı bırakıp namaza koşmuş­
cük böğrünü zehirli tırnaklarıyle oyu­ tu. Sevincim içimde tıkandı, kaldı. Bü­
yordu. Acaha, doğduğu günden heri, yük felaket anlarında olduğu gibi bü­
bir defa olsun, hiçbir şeye güldü mü? yük meserret günlerinde de duyguları­
Zannetmem. Ü ç yaşında, dört yaşın­ mızı başkaları ile paylaşmak hizim için
da yavrular görüyorum. Hepsi, yüzleri­ hir derin ihtiyaçtır. Ümitsizlikle, ne ya­
ne kırk yaşında bir adam maskesi tak­ pacağımı bilemiyerek Süleyman'a dö­
mış gibi. Yürüyüşlerinde hile olgun hir nüyorum:
adam ağırlığı var. Arkalarından bakar­ - Gördün mü? Bizimkiler düşmana
ken, onlara, birtakım kederli cüceler iyi hir dayak atmışlar.
denilebilir. Süleyman, hu sözden hir şey anla­
Geldiğim gece, İsmail de, henim üze­ maksızın sırıtarak yüzüme haktı.
rimde hir cüce tesiri bırakmadı mı? işte, bir kış, koca hir kış höyle geçti.
Onun çocuk olduğuna, sonradan yavaş Ben hütün mevcudiyetimle hep cephede
yavaş alıştım ve onu sevmeğe başladım. yaşadığım için bu mevsimin ağır yekne­
Ona bakarken bir derin merhamet duy­ saklığı omuzlarım üstüne pek çökmedi.
gusu, benliğimin ta derinliklerinden bi­ Ordunun, Anadolu ordusunun umu­
rer gözyaşı halinde sızdı. Kalbime top­ mi hir taarruza geçeceği şayiaları gün­
landı. Ona doğru gittim. Sırtını okşa­ den güne kuvvet buluyor. Memleketin
dım. hemen hütün gazetelerinde hu bekleni­
Zavallı köylü çocuğu. Sen, iki üvey yor, bunun sözü oluyor. lstanhul hüku­
ananın yavrususun. Biri, demin seni dö­ meti erkanının hir murahhas heyet ha­
ven anadır; öhürü de seni her gün dö­ linde Ankara'ya gelişleri, milli teşkilatın
ven, doğduğun günden heri, her gün dö­ kudretini hir kat daha ispat etti. Bu
ven vatanındır. ikisinin cevri arasında, adamlar, buraya ne söylemeye, ne iste­
höyle kavrulup gitmişsin. meye geldiler? Mutlaka, hize temenni
Bu kış, muhtarın kötürüm karısı ölecek ve ink ıyat tavsiye etmeye geldiler. Bun­
diye çok beklenildi. Fakat, kadın ölmedi. lar, bir ölüm mahkumuna, son saatinde
Bir akşam, yatsı ezanından evvel, muhtar teselliye giden papazları andırıyorlar.
henim kapımı vurdu: "Cesaret evladım, cesaret. Bunun öte­
- Efendi, efendi, sana kasabadan hir sinde hir başka hayata, ebedi bir haya­
(acanis) getirdim. Al oku, dedi. ta ereceksin. Şimdi, söyle, söyle baka­
- Nasıl iyi hir haber mi? lım, son emelin nedir?"
- Al oku, çok eyi deyeler. Muharebe- "Ölmemek."

121
M EŞ R U l' I Y t:T D O N l M I

Papazlar irkiliyorlar. içlerinden: lu yaylaları nın ortasında, uzun müddet


"Amma da aksi bir idam mahkumuna kalmışsanız sizi medeni merkezlerden
çattık" diyorlar. birine ulaştırmak kudretini haiz olan
işte, Anadolu'nun dediği, işte İstan­ şeylerden birini görmenin, bir telgraf
bul hükumetinin vaziyeti .. Memleketin direğiyle, bir demir yolu ile, bir istasyon
havası bu kadar haile ile yüklü olmasa, binasıyle karşı karşıya gelmenin ne ol­
insan bu hale gülebilir. Lakin, çıplak duğunu mutlaka bileceksiniz. Bilmeye­
ayaklı, çıplak göğüslü köylüler, gülle ve ne ise bunu anlatmak çok güçtür.
kurşun taşıyan kağnıları önlerine kat­ Lakin, ben bütün bu yazıları bir kimse­
mış gidiyorlar. ye bir şey anlatmak için yazmıyorum. Ha­
Bu, kirli, pırtıl yorgana sarılı şey ne? yır, hayır, bu, hiç aklımdan geçmedi. Ben
Bir top arabası ... Ta, orada, o hendeğin bu yazıları, kendi kendimle konuşmak
içinde birikmiş insanlar ne yapıyor? için, yalnız bunun için yazıyorum. Eğer,
Bunlar, bir manda leşini yüzmekle meş­ günün birinde memleket kurtulur da, tek­
guldür. Ne için? Derisinden askere, ça­ rar kendi muhitime dönersem ilk yapaca­
rık olur. ğım iş bunları yakmak olacaktır. Yak­
Öbürleri, üzerimize, sağlam İngiliz mazsam, bu defter başkalarının eline ge­
kunduralarıyle yürüyorlar. Top araba­ çebilir.
larını, etrafı keten bezli perdelerle örtü­ O vakit, benim bu köydeki uzun gur­
lü Berliez otomobilleri içinde bir üluhi­ betimin hiçbir kıymeti kalmayacaktır.
yet gibi taşıyorlar. Bu uzun gurbet, alelade bir edebiyat
Gene içime, o kurt düşüyor. Zafere mevzuu olacaktır.
nasıl inanmalı ? Edebiyatı, sanatı başkaları yaparken
Lakin, işte, asıl b u gördüğüm şeyler hoş bulurum. Fakat, kendim bundan
için zafere inanmalıdır. Türk askeri nefret ederim. Edebiyat ve sanat dünya­
manda leşlerinin derisinden çarık yapıp sında yalnız dahiler vardır. Ondan öte­
giyiyor. Türk köylüsü, top arabalarını si, bir alay zavallı taklitçi, bir alay za­
kendi yorganına sarıp taşıyor, işte, bu­ vallı maskaradır.
nun için inanmalıdır. işittim, Eskişehir­ ( Ya b a n , 1 932)
'de, demiryolu raylarını söküp eriterek
top kaması yapanlar varmış. Geçen A N K A R A 'dan
gün, yakın istasyonların birinde bir tre­ Akşamüstü, ancak davetli oldukları
nin kömürsüz nasıl yürütüldüğünü gör­ çayda biraz kendine gelebildi. Bu dans­
düm: Tren durur durmaz, hemen bütün lı, briçli bir çaydı. Hakkı Bey evvela ev
yolcular inip etrafa dağılıyorlar, ras­ sahibi hanımla, sonra ( .... ) Müsteşarı­
tgeldikleri ağaç dallarını kesiyorlar ve nın haremiyle bir tango yaptıktan son­
getirip lokomotifin platformuna yığı­ ra, evin sakin bir köşesinde hazırlanmış
yorlardı. olan briç masalarından birine oturdu.
Lokomotif, ray, istasyon .. Sahi, yaz­ Tam bu sırada Selma Hanım da dans
mayı unuttum. Halbuki, benim için salonundan içeriye giriyordu.
mevsimin en büyük hadiselerinden biri O zamanın modasına göre etekleri diz
de bu olmuştu. Eğer ıssız, ücra Anado- kapaklarını ancak örten yarı açık kollu

122
Y A K U r K A ı> R I K A ll A O S M A N O C L U

bir sten çay elbisesi içinde, Selma Ha­ du. Lakin, bazen, bu muvaffakıyeclcrin
nım, bir genç kız gibi körpe ve sade gö­ gene Türkler arasında bir nevi rekabet,
rünüyordu. Fakat, yakınına gidilince bir nevi kıskançlık hisleri de uyandırdığı
kendisinde, bir Meclisi idare Reisinin oluyordu. O vakit, bütün aileler arasın­
hanımı olmanın bazı alameclerini gör­ da bir giyim kuşam yarışıdır başlıyordu.
mek güç değildi. Selma Hanım, boynun­ Düşününüz ki, bu yarışa Murat Beyin
da oldukça büyük bir renard argente• ailesi bile karışcı. Büyük çapta arsa spe­
taşıyordu. Parmaklarının birçoğunda külasyonlarından ve onu takip eden
yüzükler vardı. Ağzında bir iri yakut ta­ birkaç taahhüt işinden sonra devrin en
şıyan bir yılan bilezik kolunun yarısına zengin adamlarından biri sırasına giren
doğru uzanıyordu. Dudakları cıpkı bu ve mebusluktan çekilmiş olduğu için
yılanın ağzındaki yakut renginde bir ruj­ kah lstanbul'da, kah Avrupa'da dolaş­
la boyanmışcı ve onu dansa kaldıran her makta bulunan Murat Bey, şimdi Ka­
erkek başdöndürücü bir lavanta koku­ vaklıdere'de, kuleli, verandalı ve konfor
suyla sarhoş oluyordu. modemli bir büyük köşk içinde asri ha­
Selma Hanımın bu monden toplancı­ yacın bütün zevkini sürmeğe başlamışcı.
lardaki muvaffakıyeti büyüktü ve Hakkı Kapısında bir Stude Baeker ocombili
Bey kendi monden muvaffakıyecleri ka­ her dakika emrine amade duruyor, içe­
dar karısınınkiyle de iftihar etmektedir. ride elektrikle işler en iyi cinsten bir
Onu, her kadından daha güzel, daha mobilya gramofon en son dans havala­
süslü ve daha itibarda görmek yegane rını durmaksızın çalıyordu. Çocuklar
emelidir. Eski Milli Mücadelecilerden İsviçreli bir mürebbiyenin eline bırakıl­
bazıları gibi Hakkı Bey için de kıyafet mışcı. Bu İsviçreli mürebbiye, aynı za­
değişiminden sonra milli dava adeta manda Murat Beyin karısiyle kızkarde­
böyle bir mondenlik ..,. iddiası şekline şine Fransızca, dans, adabımuaşeret
girmişti. Bir Avrupalı gibi giyinip süs­ dersleri verirdi. Cemile, bunlardan va­
lenmek, bir Avrupalı gibi dans etmek, kit buldukça zayıflamak için yürümeğe
bir Avrupalı gibi yaşayıp eğlenmek ve çıkardı. Hem yürür, hem de kendi ken­
hele bu iddiada Avrupalılar nezdinde, dine " Fransızca öğrenmişim, dans öğ­
Avrupalılar arasında muvaffak olmak renmişim, asrice oturup kalkmayı öğ­
bunlara büyük bir zafer kazanmak ka­ ren mişim, bu vücut böyle kaldı kça
dar ehemmiyecli görünüyordu. büti.in bunlar neye yara r ? " derdi. Fa­
Bu yeni Türk muhitine yeni girmiş ba­ kat, yüri.idükçe iştahı açılır, iştahı
zı ecnebiler, Hakkı Beye "Bu Almancayı açıldıkça yemek yer ve yedikçe şiş­
Berlin'de mi öğrendiniz ? " veya Selma manlardı. B una mukabil yengesi, gün
Hanıma "Hiç şüphesiz Paris'te giyini­ geçtikçe incelip zayıflıyordu. Zaten
yorsunuz? Değil mi?" diye sordukları mız mız ve çıtkırıldım edası şimdi
vakit, Türklerce, sanki, medeniyet yo­ büsbütün mübalağalaşmış, acayipleş­
lunda bir geniş adım acıtmış gibi oluyor; m iş bir Amerikalı ihtiyar kızın snobis­
eşte doscca bir düğün dernektir gidiyor- ması şek lini a lmışcı.

,. Tilki kürkü .
.... Şıklık.

123
M l $ R U TI Y l T l > O N l M I

N U R B A B A 'dan şimdi o kadar çok içiyor da asahında


Nigar Hanım, hala itibarda olduğuna, zerre kadar uyuşukluk, başında zerre
hala sevilip arandığına kaildir. Hakikat kadar sarhoşluk hissetmiyor, keşke sar­
höyle olmasa hile Safa Efendi'nin torunu hoş olabilse, keşke eskisi gihi heş on ka­
ömrünün sonuna kadar hu tekkeyi ken­ deh rakı ile asahında, hiç durmayan hu
di evi gihi henimseyehilir. Zira, kendi ihtilaçı hiraz dindirehilse.
buraya gedikli mihman olarak geldiği Nigar Hanım, hir zamanlar aynı der­
zaman, yıkılmağa yüz tutmuş hir virane­ de tutulmuş olduğunu söyliyen Derviş
den ibaret olan Nur Baha dergahının hu Çinari'le hunun içindir ki sıkı fıkı dost
şimdiki muazzam konak haline girişi olmuştur. Çocukluğunda omuzundan
onun sayesinde, onun serveti sayesinde­ hiç inmediği lalası ne idiyse Derviş Çi­
dir. Bütün tekke, meydan yerindeki halı­ nari de onun için şimdi odur. Vakıa öte­
larına kadar tekkenin hütün eşyası den heri hu yarı deli adamla arasıra ko­
onundur. Gerçi gurur ile heraher, hütün nuşmaktan zevk alırdı. Lakin son gün­
görgüsünü ve kibarlığını muhafaza eden lerde tekke halkı içinde hemen yalnız
Nigar Hanım, hunları asla hatırına getir­ onunla konuşur oldu. Zira, Çinari
mez ve Baha'nın muhahhetinden haşka onun birkaç derdine birden deva bul­
hiç hir şeye güvenmezdi. Onu altı yıldır makta ve ona hem haşa tatlı hir hülya
hu dergahta tutan şey kendi malı oldu­ veren, hem de boğazındaki mütemadi
ğunu bildiği hu çatı ile hu eşyalar değil­ gıcığı teskin eyliyen birtakım haplar ge­
dir. Ancak mürşidin hir nigahı, hir tebes­ tirmekte idi. Derviş Çinari, yerden top­
sümü, hir sözüdür. lanmış hir nehat tohumuna benzeyen
Her şeyi hunun için terketmedi mi? hu hapları Nigar Hanım'a her verişte
Hani kocası? Hani çocukları? Hani an­ "Sakın kimse görmesin ha! Çok güçlük­
nesi nerede? Bunlardan sonuncusu kendi le buluyorum" derneği de unutmazdı.
yüzünden öldüğü vakit kaç gün yas tut­ Nigar Hanım, Derviş Çinari'nin tavsi­
tu? Çocukları kendini hir daha görme­ yesi üzerine hunları kah tütün arasında
mek üzere hahalarının yanına gittiği za­ sigara ile, kah kahve içinde eriterek hiç
man kaç saat göz yaşı döktü? Nur Baha, kimseye göstermeden içerdi. Deminden
gözlerinin içine hakar bakmaz sanki hir­ heri Çinari'yi o kadar ısrar ile çağırışı­
denhire hütün varlığı kamaşmış gihi, hir nın sehehi de hu haplardı. iki günden
saniyede kendi hayatına ait her şeyi heri onlardan şiddetle mahrum bulunu­
unutmuyor muydu? yor ve tiryakiliğini hir türlü yenemiyor­
Evet, Safa Efendi'nin torunu her şeyi du. lştihası kesilmişti, asahı altüst ol­
unuttu. Mazisine ait hiç hir vakayı ha­ muştu, sıkıntıdan çatlıyordu ve öksürü­
tırlamıyor. Sanki hep burada yaşamış, ğü o kadar artmıştı ki geceleri uyuyamı­
burada doğup büyümüştür. Biçare ka­ yordu. Geceler ise... Nur Baha'nın uzak
dının akıbetini uzaktan tetkik edenler bulunduğu geceler ise kara, korkunç ve
onun alkole düşkünlük neticesi olarak nihayetsiz hirer uçurumdu.
hir nevi hastalıklı hale duçar olduğunu Nigar Hanım, nafile yere pencereden
söylüyorlar. bağırmaktan vazgeçerek kalktı. Çina­
Alkol mii? Halbuki Nigar Hanım, ri'nin yanına gitmek istedi. O, lahanala-

124
Y A K U P K A D R i K A R A 0 5 M A N O <l L U

rın ortasında, aynı noktada meşguldü. - E, şimdi hen ilaçsız mı kalacağım!


Safa Efendi'nin torunu sırtına Nur Ba­ Derviş Çinari omuzlarını silkti; hiç
ha'nın kürklerinden birini aldı ve bah­ cevap vermedi ve Nigar Hanım, ümitsiz
çeye çıktı. Hava soğuktu. Kadıncağız gözlerle etrafına bakındı. Bu gözler faz­
titreyerek ince kürke sarındı ve ayakla­ la sürmeli idi, o kadar ki hiç hir hare­
rındaki yünlü ve ökçesiz terliklerile ru­ ketlerinde akları görünmüyordu; sanki
tubetli ve yarı çamurlu toprak üzerin­ için için tüten ve etrafına is saçan hirer
den yürüdü. Çinari'nin yanına yaklaştı: kor parçası gibiydiler.
- Hey, erenler yine dalmışsın, hu ne Nigar Hanım, Nigar Hanım, ey hun­
hal! diye seslendi. dan altı yıl evvelki heyaz güvercin! Ey
ihtiyar derviş oturduğu yerden başını genç Macid'in yüzüne hakmağa kıya­
kaldırdı ve haşı ucunda ayakta duran madığı nermin ve taravetli kadın, sana
kadını, ilk defa görüyormuş gihi; hüyük ne ol<lu? Sana ne oldu? Gözlerinin etra­
hir dikkatle gözden geçirdi; sonra yine fındaki hu kırışıklar, alnındaki hu buru­
hiraz evvelki işine daldı. şuklar, ağzının uçlarını aşağıya doğru
- Mübarek lahana bitmiş... Şu ufak­ çeken hu hatlar nedir? Saçların ne kadar
ların öyle hir turşusu oluyor ki ... Pirim bakımsız, ne kadar karmakarışık! Onla­
hakkı için ... diye mırıldanmaya haşladı. rı artık hiç taramıyor musun? Eyvah,
Nigar Hanım: saçlarının rengine de hir hal olmuş, güzel
- Ayol, deminden heri bağıra bağıra Nigar! Onları ne fena hir hoya ile hoya­
sesim tıkandı. Seni burada uyumuş kal­ mışsın! Dalga dalga hir şeyler yapmışsın!
mış sandım ... Ne yumuşak ipek gihi saçların var<lı!
- Uyumadım desem yalan söylemiş Şimdi hu saçların tımarsız hir yeleden
olurum; çömeldiğim yerde hiraz ken­ farkı yok. Nedir o? Dudaklarına da hir
dimden geçmiştim. acayip büzülme arız olmuş. Hani, hir za­
- Bu soğukta! Bu rutubette!.. manlar hu dudakların hir ucunu yukarı­
- Soğukla, sıcakla henim derdim ara- ya doğru çeken o can alıcı gülüşün şimdi
sındaki münasebet nedir? Bahusus bir­ eski hir yaranın izi gihi ağzını yana doğ­
kaç tane yuttuktan sonra .. ru çarptırıyor. Bir tarafın mı acıyor? Ni­
- Ayol, hen işte seni onun için çağır­ çin dudaklarını höyle kısıyorsun? Niçin
dım. Hani hugün getirecektin? ağzını höyle çarpıttırıyorsun? Ah, zavallı
- Getirdim ama, kalmadı, kalmadı, kadın, hu çıplak hu ıslak kış manzarası­
hepsini yuttum. nın ortasında ne kadar hazinsin!

125
R E Ş A T N U R İ GÜ N T E K İ N

lstanbul'da doğdu (25 Kasım 1 889). Çanakkale ldadisi'nde, lzmir Fre­


re'ler Okulu'nda okudu: sınavla Darülfünun Edebiyat Fakültesi'ne girdi.
Yükseköğrenimini tamamladıktan sonra ( 1 91 2) Bursa ve lstanbul liselerin­
de müdürlük, edebiyat, felsefe, pedagoji öğretmenliği etti ( 1 9 1 3- 1 93 1 ) .

Milli Eğitim müfettişliği yaptı ( 1 93 1 -39). Çanakkale'den m illetvekili seçile­


rek parlamentoya girdi ( 1 939-43 ) . Milli Eğitim Bakanlığı başmüfettişiyken
Paris'te kültür ataşesi olarak da çalıştı. Emekliye ayrıldıktan sonra ( 1 954)
lstanbul Şehir Tiyatrolarında Edebi Kurul üyeliği yapıyordu. Akciğer kan­
serinden Londra'da öldü (7 Aralık 1 956).
Edebiyat dünyasına Zaman ( 1 9 1 8 ) gazetesinde tiyatro eleştirmeleriyle
giren Reşat Nuri, inci, Şair, Nedim, Büyük Mecmua'da ( 1 9 1 8- 1 9) yayım­
ladığı küçük öykülerle tanınmaya başlamıştı. Bu evrede ilk romanı Harabe­
lerin Çiçegi (Cemil Nimet takma adıyla) Zaman gazetesinde ( 1 91 8 ) , Gizli
El Dersaadet gazetesinde ( 1 920) tefrika edildi. Hançer ( 1 920), Eski R üya
( 1 92 1 ) gibi i l k oyunları Darülbedayi'de ( lstanbul Şehir Tiyatrosu) sahneye
kondu. Dönemin edebiyat hareketi sayılan Dergah ( 1 92 1 -22) dergisinde de
yazdı. Asıl ününü ilkin Vakit gazetesinde ( 1 922) tefrika edilen Çalıkuşu ro­
manı ile sağlayan yazar, Mahmut Yesari ile birlikte Kelebek ( 1 923-24) ad­
lı mizah dergisini yayımlamıştı.

Sanatı
Reşat Nuri'nin romanları, XX. yüzyılın i lk yarısında değişen toplum ko­
şullarının ortaya çıkardığı yeni insanı getirmiştir. llk döneminde Çalıkuşu,
Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi gibi serüven yönü ağır basan romanların­
da bile kişilerin duygusal yaşamları ülke gerçeklerinden soyutlanmadan ve­
rilir. Halka ulaşan ilk önemli yapıtı Çalıkuşu'nda, kişiliğinin bilincine var­
ma aşamasındaki kadını köy, kasaba, küçük kent yaşamı içinde görürüz.
Romanın başkişisi Feride'nin yaşam serüveniyle birlikte geri bıraktırılmış
Anadolu'nun gerçekleri yansıtılmıştır. Bugünün beğeni düzeyinden bakınca

126
R f.ŞAl' N u ıc ı G O N n K I N

kurgusu, yan olayların hazırlanışı, hele ilkellik sınırlarına varan duygusallı­


ğı ile hiç kuşkusuz eleştiriye çok açık olan Çalıkuşu, romanın konusunu ge­
nişleterek değişik sınıf ve tabakalara u laşma başarısıyla önemlidir. Bir öne­
mi de dialoglarındaki doğallıktır. Reşat Nuri, Mustafa Baydar'la yaptığı ko­
nuşmada bu yöndeki becerisine ışık tutacak bilgiler vermiştir:
... lstanbul Kızı diye dört perdelik bir piyes yazmıştım. Onu boza­
rak büyücek bir roman yaptım. ilk romanım denilmek lazım gelen bir
roman: Çalıkuşu. Piyeslerde herkes kendi adına konuşur. Romana
çevrilince sözün romancıya geçmesi ve şahıslar hesabına onun konuş­
ması lazım geldi. ( E d e b i y a t ç ı l a r ı m ı z N e D i y o r la r , 1 960)
Yazarın öteki romanlarının da dialogları yönünden çağdaşı romancıla­
rın yapıtlarından üstün oluşu oyun yazarlığından kazandığı deneylere bağ­
lanabilir.
Reşat Nuri'nin 1 927'1erden sonraki ürünlerinde toplumsal özün amaç
durumuna geldiğini söyleyebiliriz. Bu döneminin örnek yapıtları arasında
sayılan Yeşil Gece, Miskinler Tekkesi, Yaprak Dökümü, Kan Davası nda '

yazar anlatımına egemen olan gereksiz duygululuklardan kurtulmuştur.


Nazım Hikmet'in "Türkiye'deki yeni insanın, olumlu cumhuriyet kah­
ramanmm üzerinde ilk defa" durulduğunu belirttiği Yeşil Gece, köylü kö­
kenli bir öğretmenin 1 908-1 923 döneminin büyük toplumsal sarsıntılara
sahne olan ülke koşulları içinde tutucu güçlerle savaşımını yansıtır.
Sonradan yazarı tarafından oyunlaştırılan Yaprak Dökümü'nde eski gö­
renek ve ahlak anlayışına bağlı kalan küçük bürokratın değişen sosyoeko­
nomik koşulların belirlediği yeni hayat biçimindeki durumu sergilenir. Dev­
let hizmetinde "mutasarrıfl ığa" kadar yükselen emekli memur Ali Rıza
Bey'in kimliğinde, burjuva ahlakının etkisine kapılan çocuklarını düşüşten
kurtarmayı başaramayan yıkılmış "aile reisi " tipini görürüz. Miskinler Tek­
kesi'nde dilencilik, Kan Davası 'nda Anadolu halkının yüzyıllar boyunca sü­
rüp giden kan davası sorunları işlenir.
Reşat Nuri'nin yirmiye yakın romanında öğretmen, memur, subay, işçi,
köylü, kentli, asker, esnaf, yaşlı genç, kadın erkek ülkemizin insanları bu­
lundukları çevre ve tarih koşulları içinde yaşarlar. Çalıkuşu'nda Feride ile
birlikte sınıf bilinci aşamasındaki küçük burjuvalarla karşılaşı rız. l\ir yanı
soylu bir Osmanlı ai lesine dayanan Feride'nin emeğiyle yaşamayı kutsal
sayması toplumun değişen koşullarına uymak isteyen yeni insan tipini gös­
terir. ilköğrenimini medresede yaptığı halde, öğretmen okulunda ça�daş e­
ğitim olanaklarından yararlanarak lslamcı ideolojinin amaçlarından kopan
Şahin Öğretmeni ( Yeşil Gece) egemen sınıflara yandaş olan tutucular kar­
şısında öğretim sisteminde yapılacak " köklü reformlarla" toplumun deği­
şeceğine inanan bir Meşrutiyet aydını kimliği ile tanırız. Reşat Nuri'nin ki­
şileri değişmekte olan toplumu varlıklarında simgeleyen insanlardır. Yazarı­
n, çıkarcılar, sömürücüler düzeninin gerçeklerini ancak puslu camlar arkasın­
dan görebilen bu kişilerden sevgisini esirgemediği çok bellidir.

127
M E Ş ll U l' I Y li.T D O N E M i

Bütün romanlarının tiyatro halinde senaryoları olduğunu söyleyen Re­


şat Nuri, Hikmet Feridun'la yaptığı bir konuşmada çalışma yöntemlerini
şöyle açıklar:
Roman ve hikaye yazarken mevzuun evvela asıl canlı noktası, amu­
di f ıkarisi (bel kemiği) gelir. Bu amudi f ıkaridir ki bana yazmak arzusu­
nu verir. Bu hazan bir vak'a olur, beni alakadar eden bir vak'a.. Fakat
çok kere pek alakadar olduğum insan tipi. (Şu vak'ayı veya şu insanı, şu
tipi yazayım) derim. Bu surede eserin iki adımı atılmış olur. Mevzuu pek
iptidai bir şekilde fikrime gelir. Hiçbir zaman hemen derhal bu mevzu­
un planını yapıp da yazmağa başladığım vaki değildir. Bulduğum mev­
zuu zihnimde bir köşeye atarım. Onun francala hamuru gibi kendi ken­
dine kabarması için uzun müddet bırakırım. Çok defa aradan birçok se­
nelerin geçtiği de vakidir. Bu müddet zarfında mevzua bazı ilaveler ya­
parım. Bazı kısımlarını tayyederim, atarım, çıkarırım. Vak'aları retuş
ederim. Tipleri developc ederim (geliştiririm) .. Yazma işine başladığım
zaman da çok muntazam çalışırım. Romanın sonunu nasıl bitireceğimi
tayin etmeden yazıya başlamam. Evvela umumi bir şema yaparım. Fa­
kat eser henüz defınitif (kesin, belirli) olmamıştır. Onada şahıslar var­
dır, vak'alar vardır, eserin ana hatları vardır. Fakat yazmaya başladık­
tan sonra şahıslar ekseriyetle hüviyetlerini değiştirirler, evvelce hiç dü­
şünmediğim vak'alar, yeni şahıslar gelir. (M u h i t dergisi, 1 933; anan:
Muzaffer Uyguner, R eş a t N u r i G ü n te k i n , Ağustos 1 967)
Kişilerine sevgiyle sokulan bir romancıdır Reşat Nuri. Genellikle onla­
rın gerçek yaşamlarındaki en belirgin özelliklerini yitirmeden yansıtmaya
çalışır. Gözlem yeteneği yaşama çok geniş bir perspektiften bakma olana­
ğını sağladığı için romanları geçiş dönemi yaşayan ülkemizden "insan man­
zaraları" çizme başarısına u laşmıştır.
Reşat Nuri daha ilk yapıtlarında öykü ve romanda temel aracın dil oldu­
ğunun bilincine varmış yazarlardandı. Düzyazıda kendisinden önce Ömer
Seyfettin ve Refik Halit gibi yazarların girişimlerini değerlendirmiş, konuş­
ma dilinin olanaklarından yararlanmıştır. Nedir ki, Yahya Kemal'in " ... ha­
lis Türkçeden öyle sahifeler görmüş ki bayıldım" ( Edebiyata Dair, 1 9 7 1, sf.
99) diye övgüyle karşıladığı Çalıkuşu, kuşkusuz yeni bir anlatım dilinin ge­
lişmesine yol açıcı özellikleri taşımasına karşın yer yer Saffet Nezihi'nin
( 1 8 7 1 - 1 939) Zavallı Necdet (bas. 1 900, 5. bas. 1 942) romanında karşılaşa­
bileceğiniz türden tümcelerden arınmamıştır.
Kamran'la adeta kucak kucağa gibiydik. Nefeslerimiz birbirine ka­
rışıyordu. (Ç a / ı k u ş u , 6. bas., sf. 47)
Feride yüzünü kapamak istiyor, fakat bileklerini Kamran'dan kur­
taramıyor, başını saklamak için kıvranıyor, onun göğsünden, omu­
zundan başka bir yer bulamıyordu. (sf. 359)
Kamran kolunu Feride'nin belinden geçirmiş, genç kızı nefes aldırma­
yacak gibi sıkıyor, avuçlarının içinde parmaklarını incitiyordu. (sf. 360)
Dudaklarında kesik, tutuk nefesler, vücudünde derin ürpermelerle
çırpınan Feride'yi zorla, küçük bir çocuk gibi, kucağına aldı. (sf. 360)
Genç kız artık uğraşmaya takati kalmamış gibi başını Kamran'ın
göğsüne koydu. (sf. 360)

1 28
R E Ş A T N U R i G O N TE K I N

Çalıkuşu'nda gördüğümüz b u nitelikteki tümceler sonraki yapıtlarda


önemli ölçüde azalmıştır. Bu evresinde değişik sınıf ve tabakalardan gelen
kişileri onların kendi dil özellikleriyle yansıtan romancının, konuşma dilin­
de kullanılan deyimlerden de geniş ölçüde yararlandığı görülür. Kızılcık
Dalları 'ndan aldığımız aşağıdaki parçada saptadığımız türden deyimlere
1 929'1ardan sonraki yapıtlarında bolca rastlama olanağı vardır.
Kız baktı ki iş fena. Eli boş geldiği geceler kalfanın yüzünden dü­
şen bin parça oluyor; o gün konakta onun aleyhinde bir söz sarfeden
olmamışsa bunun için kendisine kızıp surat ediyor. Gülsüm, kalfayı
memnun etmek için bir çare keşfetti. Konuşulan sözlere kulak ver­
mek, kapılardan dinlemek, bu da olmazsa, kalfanın lakırdısını açarak
ötekinin berikinin ağzından söz almak, nihayet pek darda kaldığı za­
man kendinden bir dedikodu uydurmak. Çocuk bu madeni keşfettik­
ten sonra kalfayı avucunun içine almakta gecikmedi. (5. bas., sf. 79)
Ö Y K Ü : Reşat Nuri, Recm ( 1 9 1 9), Rocild Bey ( 1 91 9), Eski Ahbap
( 1 91 9) adlarını taşıyan birkaç uzun öyküden sonra, dört kitapta topladığı,
101 küçük öykü yazmıştır. Bunların bir bölüğü mizah, bir bölüğü aşk konu­
larını işleren duygusal öykülerdir.
Kimilerini yazarın "tekellüm hikaye" olarak sunduğu parçaların oyun ku­
ruluşlarına özgü özellikler taşıdığı görülür. (Tanrı Misafiri'nde Hatıra Defteri,
Yan akların Taksimi, Gece Ziyaretçileri, Şapka Duası ... ) Gerçekçi konuların iş­
lendiği öykülerde köyden kentten değişik kişilerin sergilendiği söylenebilir.
Y A P iT L A R 1 : Roman: Harabelerin Çiç.egi (tef. 1 9 1 3, kitap olarak bas. 1 95 3,
Eski Ahbap ve Boyunduruk öyküleriyle bir arada, 1 968), Gizli El (tef. 1920, ki·
tap olarak bas. 1 924), <;.alıkuşu ( 1 922, 1 5. bas. 1 969), Damga ( 1 924, 8. bas.
1 962), Dudaktan Kalbe ( 1 923, 9. bas. 1 959), Akşam Güneşi ( 1926, 7. bas. 1 967),
Bir Kadın Düşmanı ( 1 927, 7. bas. 1 968), Yeşil Gece ( 1 928, 5. bas. 1968), A<ı·
mak ( 1 928, 7. bas. 1 968), Yaprak D6kümü ( 1 930, 1 1 . bas. 1 969), Kızılcık Dal·
/arı ( 1 932, 6 bas. 1 968), Gökyüzü ( 1 935, 3. bas. 1 964), Eski Hastalık ( 1 938, 3.
bas. 1 964), Ateş Gecesi ( 1 942, 3. bas. 1 963), Degirmen ( 1 944, 3. bas. 1 962), Mis·
kinler Tekkesi ( 1 946, 4. bas. 1969), Kan Davası ( 1 960), Kavak Yelleri ( 1 96 1 ),
Son Sıgınak ( 1 96 1 ). Öykü: Sönmüş Yıldızlar ( 1 923, 4 bas. 1 967), Tanrı Misafiri
( 1 927, 3. bas. 1 966), l.eyla ile Mecnun ( 1 928, bas. 1 969), Olagan işler ( 1 930, 3.
bas. 1 967)
K A Y N A K L A R : Murat Uraz, Reşat N11ri, Hayatı, Eserleri ( 1 937); Hilmi Yü­
cebaş, Rı"itiin C.epheleriyle Reşat Nıtri ( 1 9.Ç7); Türkan Poyraz, Mua1.7.ez Alpbek,
Reşat Nuri Güntekin ( 1 957); C'.evdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikaye ve Ro­
man (cilt 2, 2. bas. 1 970); lbrahim Tatarlı-Rıza Molof, Marksist Açıdan Türk
Romanı ( 1 969); Asım Bezirci-Refika Taner, Seçme Romanlar ( 1 97 3); Zahir Gü­
vemli, Büyük Romanlar ( 1961 ); Orhan Hançerlioğlu, Türk Dili (Şubat 1 957);
Mehmet Kaplan, lstanbul (Şubat 1 957); Fethi Naci, Yeni Dergi (Kasım 1 971 );
Selim ileri, Yeni Ufuklar (Kasını 1 974); Asım Bezirci-Refika Taner, Seçme Ro­
manlar (3. bas. 1 983), Türk Dili (özel bölüm, Aralık 1 98 1 ); Fatih Ôzgüven, Çağ­
daş Eleştiri (Temmuz 1 982); Fethi Naci, Reşat Nuri'nin Romancdıgı ( 1995);
Doç. Dr. E. Lale Demirtürk, Adam Sanat (Ağustos 1 998).

129
RE Ş A T N U R i
G ÜN T EK I N ' DEN
ÖRNEK L ER

Öykü suretiyle halka ve vatana hizmet ede­


cek, hem <le memuriyetten aldığının on
BAHÇELi LOKANTA misli para kazanacaktı. Fakat ne çare ki
Haydar Efendi eski evkaf katibi idi. halk kendi menfaatini idrakten acizdi.
Fakat o kendisini bir iş adamı zanne­ Zavallı Haydar Efendi malın en te­
der: mizini, aşçının en ustasını kullandığı
- Ben ne dedim de memur oldum. halde umduğunun onda biri kadar iş
Yirmi beş sene evvel bir bakkal yanına yapamadı. Gün oldu ki, ailesinden ve
çırak gireydim, bugün dükkan, tezgah günden güne artan misafir akrabalar­
sahibi bir adam olurdum! diye hayıfla­ dan başka yemeğini yiyen, vergi me­
nırdı. murlarından başka kapısını çalan ol­
Ağzından hiç düşmeyen bir sözü de madı.
şuydu: Bütün boya ameleleri, memurlar ve
".'° Elime, fazla değil, iki üç bin l i racık hatta bütün şehir onu batırmak için
bir para geçse, ben yapacağımı bilirim. sözbirliği etmiş gibi i<li.
Arkadaşları gibi, Kudret Fatıra da, Haydar Efendi kapısının önünde du­
bu teraneden usanmış olmalı ki: ruyor, konuşa konuşa yoldan geçen le­
- Al bakalım sana istediğinin iki mis­ re malını çalmış, hakkı nı yemiş düş­
lini .. Ne yapacaksan yap da görelim! manlar gibi kinli ve siyah bir bakışla
Dedi ve ona tayyare piyangosu delale­ bakıyordu. Hele sokakta yüksek sesle
tile beş bin lira gönderdi. Parayı alır al­ gülenler olursa ken<lisile eğleniyorlar
maz, Haydar Efendi'nin ilk işi istifasını sanarak hiddetten kuduruyordu.
vermek, ikincisi dört bin liraya üç odalı Bir sene kadar uğraştıktan, geri ka­
evle, bahçesi ve bütün mutfak takımıyle lan parayı yedikten fazla olarak da bin
kelepir bir kır lokantası satın almak oldu. lira borca girdikten sonra gidilecek en
Civarda bir tütün, bir boya fabrika­ doğru yolu keşfetti: Lokantayı sat­
sı, iki daire ve birçok ev vardı. mak! ..
Haydar Efendi küçük bir hesap yap­ Fakat bu defa d a müşteri bulamıyor,
tı. Hem ucuz ve temiz yemek yedirmek gazete i la n larına, tellallara verilen pa-

1 30
R E Ş A'f N u ıt l GO N 'r E K I N

ra havaya gidiyordu. Haralamho da evvela ümitsizliğe


Adamcağız hazan ellerini açarak: düştü. Fakat, birkaç dakika sonra ona
- Yarahhi, hir yangın gönder de ba­ hir fikir geldi:
şımdan hu helayı al.. Bundan sonra Haralamho, tütün amelesinden elli
senden hir ihsan ve inayet istersem altmış kişiyi bahçeli lokantada içki iç­
anam avradım olsun!.. meğe, yemek yemeğe davet edecekti. iş
Diye bağıra bağıra dua ediyordu. o suretle ida re edilecekti ki, saf arna­
Bir akşam üstü, tütün amelesinden vut hu kalabalığı lokantanın her gün­
Haralamho isminde hir rum onu gör­ kü müşterisi sanacak ve ümitlerinden
meye geldi: pek çok para verecekti.
-Haydar Efendi, sana yağlı hir müş­ O cuma, bahçeli lokantada emsalsiz
teri buldum. Bana yüzde heş komisyon hir gün geçti. Kadınlı erkekli yetmiş
verirsen lokantayı çok iyi hir paraya seksen kişi geç vakte kadar, çalgı, içki,
satacağız. yemek ve oyun ile eğlendi. Haralamho
Haralamho'nun bulduğu müşteri ve nişanlısı olan genç hir rum kızı va­
Manastır'dan yeni gelmiş hir arnavut­ ziyeti öyle idare ettiler ki, saf arnavut
tu. Çok parası vardı. Bir kır lokantası öğleden akşama kadar lokanta müşte­
açmak istiyordu. rilerinin aynı insanlar olduğunu hile
Adamcağız en yeni elbiselerini giydi fark edemedi.
ve zengin Manastırlı ile görüşmek için Haydar Efendi, hu lokanta için heş
Sirkeci otellerinden birine gitti. Uzun hin lira istedi. Arnavut dört hinden yu­
uzun konuştular. Arnavudun saf hir karı çıkmaya rıza göstermedi.
adam olduğu görülüyordu. Yalnız lo­ Ertesi sahah buluşmak kararıyle ay­
kantanın ne kadar iş yaptığını sorunca rıldılar.
Haydar Efendinin boğazına hir şey tı­ O günden sonra Haydar Efendi'ye
kandı. Fakat Haralamho pişkin hir Manastırlı Arnavutla görüşmek kısmet
adamdı. olmadı. iki ay sonra, evkaftaki eski
- Gece gündüz her zaman iş yapar, memuriyetini istemeye gittiği gün hir
dedi. arkadaşı ona şunları söyledi:
Arnavut sadece: - Başına gelene hem üzüldüm, hem
- Yarın perşembe, dedi, cuma günü giildüm, Haralamho isminde hir kül­
gelir görürüm. Beğenirsem pazarlığı hanbeyi, bildik lerinden hir arnavut ya­
keser, işi bitiririz. kalamış, senin lokantam alacak :ıengin
Otelden çıktıkları zaman Haydar hir müşteri diye getirmiş .. Sana beda­
Efendi: vadan yetmiş seksen kişilik hir nişan
- Ne yaptın Haralamho? dedi. Lo­ ziyafeti verdirmiş.
kantanın dehşetli iş yaptığını söyledin.
Herif cuma günü gelince rezil olacağız! (O/atan işler, 1 9 1 4, 3. has. 1 967)

131
M l $KUTI Y f.T D O N E M i

Romanlar nü oldu. Sabahleyin talebelerim bana


fena bir havadis getirdiler. Oün gece,
Ç A L I K U Ş U 'ndan Munise bir kabahat yapmış. Ablası
- Zeyniler, 15 Kônunuevvel - odunla dövmek için üstüne yürümüş,
Bu sabah uyandığım vakit etrafımda çocuk odanın penceresinden kendini
bir eksiklik var gibi geldi. Dikkat edin­ bahçeye atmış, karlar ve karanlıklar
ce buldum. Geceleri bahçede, mahzun içinde uzun müddet kalamıyacağını, bi­
bir ninni sesile akan çeşme durmuştu. raz sonra kapıya gelip yalvaracağını
Pencereyi açmak için yatağımdan zannetmişler, fakat saatler geçtiği hal­
kalktım. Tahta kepenkler fazla muka­ de, çocuk görünmemiş. O vakit komşu­
vemet etti ve ben kuvvetle sarsarken lara haber vermişler. Köy delikanlıları
aralarından karlar dökülmeğe başladı. ellerinde yanar çıralarla sokaklara dö­
Meğer, bu gece kar başlamış. Zeyniler külmüşler, zavallının nereye gittiğini
adeta tanınmıyacak bir hale gelmişti. anlamak bir türlü kabil olamamış.
Hatice Hanım'dan işitmiştim. Burada Munise'yi en sevmeyen arkadaşları
kar, bir kere yağmaya başladı mı, Ni­ bile ona acıyorlardı. Akşama kadar her
san 'a kadar bir daha kalkmazmış. Ne yeri aradılar. Küçük kıza ne kadar
iyi şey, demek yaprakları bile siyah gö­ ehemmiyet verdiğimi bildiği için, Muh­
rünen bu karanlık ve can sıkıntısı mem­ tar Efendi, Vehbi ile sık sık bana hava­
leketin asıl baharı kış aylarında başlı­ dis gönderiyordu.
yor. Vehbi, bugün büyük bir erkek kadar
Ötedenberi kar, benim için, yeni açıl­ ciddi ve telaşlıydı. Munise'nin hala bu­
mış badem çiçeklerinden daha güzel bir lunamadığını anlatmak için soğuktan
şeydir. morarmış avuçlarının içini gösteriyor,
Bahçede bu beyaz, temiz, yumuşak kaşlarını çatarak: "Ciddi fakir kızcağız,
şeylerin içinde yuvarlanmakta bulduğum kurtlar yemiş olmalı" diyordu.
neş'e ve zevki başka hiçbir bayramda bu­ Akşama doğru, Vehbi'nin bu şüphesi
lamam. Sonra insan, için için nefret etti­ büyüklere sirayete başladı: "Çocuk bu
ği insanlara karşı ne tatlı intikam vesile­ fırtınada başka köye gitmiş olamaz. Ya
leri bulur. Benim vaktile bir düşmanım bir yerde soğuktan donup öldü, ya ca­
vardı ki, kardan çok korkardı. Kalın fa­ navar paraladı" diyenler oluyordu.
nila yakalar içinde sakladığı nazik boy­ Bu, göz gözü görmeyen tipi gününün
nuna haberi olmadan kar doldurur, o siyah bir duman gibi inen akşamıyle be­
soğuktan kızarmış dudaklarıyle titrer ve raber içime vahşi bir ümitsizlik çöktü.
renkten renge girerken neş'eden çıldırır­ Hayata zalim ve haksız bir şey diyenle­
dım. re ilk defa inanıyor, ona isyan ediyor­
dum.
(Zeyniler, 1 7 Kanunuevvel) Sesim soluğum kesilmiş, başım ateşler
Kar gittikçe artıyor, yollar kapandı. içinde, erkenden yatağıma girdim. Ay­
O kadar ki, çocuklardan birçoğu mek­ dınlık bu gece gözlerimi incittiği için
tebe gelemiyor. lambamı söndürdüm.
Bugün hayatımın en acı, en dertli gü- Dışarda fırtına gittikçe artıyor, pen-

1 32
R EŞAT N U k l G O N T E K I N

cere kepenklerini zorlu hücumlarla sar­ nise, kollarımda baygın gibiydi. Yüzü
sıyordu. mosmor, saçları dağılmış, elbisenin içi­
Zavallı küçük kız, kimbilir, nerelerde ne kadar dolmuştu.
gömüldü, açık sarı saçlar kimbilir ka­ Çocuğu soyduktan sonra kendi yatağı­
ranlığın hangi bucağında, eski mehtap­ ma yatırdım. Hatice Hanım'ın manga­
lardan kalma bir ışık liymesi gibi titri­ lında ısıttığım fanila parçalarile vücudu­
yor? nu ovuşturmaya başladım. Munise ken­
Kaç saat geçtiğini bilmiyorum. insan dine gelir gelmez ilk sözü: " Bir parça ek­
böyle hallerde zaman hissini kaybediyor. mek" diye yalvarmak oldu. Bereket ver­
Mezarlık tarafındaki kapıya vuruyorlar sin biraz sütümüz vardı. Hatice Ha­
gibi bir ses işitmeye başladım. Rüzgardan nım'la onu ısıttık ve kaşık kaşık çocuğa
başka ne olabilirdi. Fakat hayır, bu rüz­ vermeye başladık.
gar sarsıntısından başka bir şeydi. Yata­ Dakikalar geçtikçe Munise'nin yüzü
ğımda doğrularak kulak verdim ve gece­ kızarmaya, gözlerine fer gelmeye başlı­
nin içinde boğuk bir insan iniltisi işitir gi­ yorde. Kollarımda arasıra içini çekiyor,
bi oldum. Hemen yatağımdan fırladım, kimbilir hangi acı ile için için ağlıyordu.
omuzlarıma bir örtü alıp aşağı koşmaya Ah, şu çocuk gözlerindeki minnet!
başladım. Dünyada, bir parça iyilik edebilmekten
Niyetim, Hatice Hanım'ın odasına daha güzel bir şey olmuyor. Fırtına için­
uğrayarak onu uyandırmaktı. Fakat o de viran bir gemi teknesi gibi sallanan
da bu sesi işitmiş, elinde bir mum par­ bu sefil ve karanlık oda, ocağın kızıl
çasile taşlığa çıkmıştı. akisleri içinde birdenbire öyle munis ve
Kapıyı birdenbire açmaya cesaret mes'ut bir yuva olmuştu ki; biraz evvel
edemedik. Zaten gürültü de kesilmişti. hayaca gösterdiğim emniyetsizlik için
Hatice Hanım erkek gibi kalın sesle: kendi kendimden utanıyordum.
"Kimdir o?" diye bağırdı. Cevap yok. Çocuk artık konuşmaya başlamıştı.
ihtiyar kadın bir kere daha seslendi. O Kolları boynumda, sarı saçları bilekle­
vakit rüzgarın gürültüsü içinde ince bir rimden dökülerek gözlerime bakıyor,
sesin inlediğini işittik. Hatice Hanım: sorduğum suallere ağır ağır cevaplar ve­
"Sen kimsin?" diye bağırdı. Fakat ben riyordu: Dün akşam, üvey annesinden
sesi tanımış: "Munise" diye haykırarak çok korkmuş, köyün öte ucundaki bir
koldemirine sarılmıştım. ambara kaçarak samanların arasına
Kapı açılır açılmaz içeriye karlı bir girmiş. Samanlar insanı yatak gibi sıcak
rüzgar doldu, ihtiyar kadının elindeki tutuyormuş. Fakat bugün çok acıkmış.
mum birdenbire söndü. Dışarı çıkarsa tutup yine eve götürecek­
Karanlıkta kollarımın içine buz gibi lerini biliyormuş. Onun için, çaresiz ge­
donmuş, küçük bir vücut düştü. ceyi beklemiş.
Zavallı çocuğun en büyük ümit yeri
Hatice Hanım tekrar mumunu yak­ benmişim. Bütün gün " hocanım mutla­
mağa uğraşırken, ben onu göğsümde sı­ ka bana ekmek verir" diye kendini
kıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. avutmuş.
Son kuvvetini tükettiği anlaşılan Mu- Biraz sonra çocuğun parlak gözlerine

1 33
MEŞRUTiYET DÖNEMi

bir gölge düştüğünü, parlak neş'esinin ceden, ne fır.-ıııadan, ne sefaleccen, hiç­


sönmeye başladığını farkettim. Sorma­ bir korkum kalmayacak. Onu kendi
ya lüzum yokcu. Çünkü ayni korku elimle büyücece�im, mes'uc edeceğim.
bende de uyanmışcı. Yarın sabah Mu­ Ben bunu bir zaman başka küçükler için
nise'yi yine eve göndermek lazım gele­ ümic ecmek çılgınlığına kapılmışcım, fa­
cekti. kac onlar, bir akşam üscü, kalbimde ku­
içimde sönük bir ümic yok de�ildi. Çok cak k ucağa öldüler.
güzel bulduğumuz için, hiçbir zaman eli­ Anık hayacla barışcım. Herşeyi tek­
mize geçemiyecek sandığımız şeylere kar­ rar seviyorum. Kamran, bir akşam üs­
şı duyulan o ümitsiz ümic. cü, kalbime gömdüğüm, o zavallı mini
Munise'de neticesiz bir rüya uyandır­ minileri öldüren s e n olduğun halde bu
maktan korkar gibi yavaş bir sesle Ha­ gece senden bile eskisi kadar nefrec et­
rice Hanım'a dedim ki: miyorum.
- Madem ki bu kızı evlerinde istemi­ ( Ç a l ı k u ş u , 1 922, yeni biçiminde 6.
yorlar; acaba ben onu kendime evlac bas. 1 939'dan)
ermek istesem razı olurlar mı? Benim
de kimsem yok. Vallahi bu çocuğa ken­ Y E Ş İ L G E C E 'den
di evladım gibi bakarım. Acaba ver­ N ihayec, sorgu hakimi belki dişe
mezler mi? dokunur bir delil elde ecciği, bel k i de
Bu çılgın arzum, Harice Hanım'ın du­ yapılan ısrarlardan yorulduğu için ge­
daklarından çıkacak kelimeye bağlıy­ ceye doğru Nihac Efendi'nin tevkifi n i
mış gibi cicreye cicreye ellerimi uzatıyor, emrecci.
boynumu büküyordum. O akşam, evinde yemeğini yiyen,
lhciyar kadın, gözlerini ocağa dik­ kendin i sokağa dar acıyordu.
miş, düşünüyordu. Ağır ağır başını sal­ H ü k ümec caddesinde Ramaza n ,
ladı: Kandil, Donanma gecelerine mahsus
- Fena olmaz. Yarın muhtarla konu­ bir aydınlık ve kalabalık vardı. Kahve­
şa lım. O "peki" derse babasını da razı ler adam almıyordu. Karanlık sokak
ederiz. iyi olur, dedi. ağızlarında kadın yığınları görülüyor­
Ben, ömrümde bu kadar güzel bir du. Bücün Sarıova, Kelami Baba Tür­
ümic sözü işicciğimi bil miyorum. Ce­ besi'ni yakan kafirin hapse girdiğini
vap vermeden Munise'yi göğsüme çek­ gözüyle görmek istiyordu. Maamafih,
tim. Çocuk ellerimi öperek; " Anacı­ yacsı ezanı oldu�u halde görünürlerde
ğım, anacığı m ! " diye ağlamaya başla­ bir şey yokcu.
dı. Nihac Efendi'yi cevkife memur olan
Ben bu sacırları yazarken, Munise ya­ polisler onu evimle bulamamışlardı.
tağımda, sarı saçlarında ocağın mes'uc Ahali arasında onun kaçcığına dair
kızılcıları cicreyerek uyuyor. Arasıra de­ bir rivayec dolaşıyordu. Bazı coşkun­
rin derin içini çekiyor ve dolu dolu ök­ lar:
sürüyor. - Kundakçıyı kaçırdılar. Müscancikin
Bu çocuğu bana bırakırlarsa ne kadar cevkif emrini akşam ezanına kadar sav­
mes'uc olacağım yarabbi! O vakic ne ge- saklamasındaki hikmec anlaşıldı. Hü-

134
R EŞ A T N U R i G O N T E K I N

kümetin b u işte e l i var. Biz boşuna bek­ na iki boynuz takmışlardı.


liyoruz. Kundakçı kimbilir şimdi nere­ Tenekelerin dayanılmaz gürültüsü
lere vardı. Hükümet bizimle eyleniyor, arasında ahali, bir ağızdan:
diyorlardı. - Türbe yakanın hali budur, he he
Bazıları aksi fikirde idi: hey! diye bağırıyor, etraftan muallime
- Onu mutlaka kasabadaki dinsizler yumurtalar, domatesler atılıyordu.
sakladı. Bütün şüphelilerin evlerini bas­ Sokaklarda, kahvelerde bekleyen ahali
malı, diye ahaliyi körüklüyorlardı. de vahşi seslerle ulumaya başladı.
Nihat Efendi ne Sarıova'dan kaçma­ Şahin Efendi'ye hayalinin ezeli kabu­
ya teşebbüs etmişti, ne de kasabadaki su olan " Yeşil Gece"si hiçbir zaman bu
dinsizlerden birinin evinde gizliydi. O, kadar karanlık ve feci; insanlar bu ka­
sadece rakı şişesiyle mezesini ceplerine dar korkunç ve zalim görünmemişti.
koymuş, Sarıova dışındaki kırlarda her Görünmez bir el, göğsüne basmasa,
geceki gibi kendi kendine içmeye git­ soluğunu tıkamasa bu zalim kalabalığa
mişti. Biraz sonra muallimin yine her karşı tek başına isyan ederek haykıraca­
zamanki yollardan evine dönerken po­ ğını, kendini kuduz bir köpek gibi so­
lisler tarafından yakalandığı haberi bir payla, taşla parçalatacağını hissediyor­
zafer müjdesi gibi ahaliyi coşturdu. Ni­ du.
hat Efendi'yi merasim-i mahsusa ile ha­ Şahin Efendi, yine ömrünün hiçbir
pishaneye getirmek için bir alay tertip daki kasında bu kadar bedbinlik ve
edilmişti. ümitsizlik duymamıştı. Kendini dünya­
Bu olay, kimler tarafından, ne vakit nın bütün zevklerinden mahrum etmiş,
hazırlanmıştı? Bu belli değildi. Sade, hayatını bu ahaliyi uyandırmak, mes'ut
onun getirildiği tarafa doğru giden bir etmek emeline vakfetmişti. Zulüm ve
sürü insan, birdenbire düğün, yahut ce­ haksızlıktan bu kadar zevk duyan in­
naze cemaatı heyetine girivermişti. En sanları ıslaha uğraşmak çocukça bir
önde birkaç fenerli külhanbeyi yürü­ hayal değil miydi?
yordu. Onların arkasında iki polis me­ Şahin Efendi, bu vahşet sahnesi karşı­
muru arasında Nihat Efendi görünü­ sında yeni itikadının da sarsılmaya baş­
yordu. Cemaatin etrafında ve arkasında ladığını, tükenmez bir karanlık içinde
bir sürü çıplak ayaklı, sefil kıyafetli ma­ son dayanağını anl ıyor, çıldırıyordu.
halle çocuğu ellerindeki gaz tenekeleri­ Sokaktaki kalabalık, alayı durdura­
ne sopalarla vurarak cehennemi bir gü­ cak hale gelmişti. Hiç durmadan teneke
rültü yapıyorlardı. patırtıları, "-Tiirbe yakanın hali budur
Meydanlıktaki kahvelerden birinde he hey!" sesleri arasında, "-Kelfüni Ha­
alayı görmek için bir sandalye üstüne bamız, bizi affet! " diye yükselen bir fer­
çıkan Şahin Efendi, sıtma tutmuş gibi yat, halkı büsbütün kudurttu. Şimdi,
zangır zangır titriyor, dişleri birbirine yumurtalar, domatesler kafi gelmiyor,
çarpıyordu. ahali ona tükürmek ve tokat atmak için
işin asıl feci tarafı, muallim Nihat birbirini eziyor, birbirinin üstünden at­
Efendi'nin başına kırmızı kesekağıdın­ lıyordu.
dan bir külah giydirmişler, külahın ucu- Muallim Nihat Efendi, kollarıyle yü-

1 35
M E ŞRUTiYET DONEMi

zünü kapamıştı. i k i tarafındaki polisler mi muhafaza etmek istiyormuş gibi, o


bütün gayretlerini etraftan gelen tokat altta, kendisi üstte yere yuvarlandı.
ve yumrukların yanlışlıkla kendilerine Bu esnada arkadaki polisler de kala­
isabet etmemesine sarfediyorlardı. balığı yararak vak'a yerine gelmişlerdi.
Dakikadan dakikaya artan heyecan Komiserin yaralanması biraz evvelki
Nihat Efendi'nin belki orada, meydan­ pervasız gazabı şiddetli bir korku ve te­
lıktaki çeşmenin önünde parçalanıp öl­ laşa tebdil etti. Vak'a, hükümete karşı
dürülmesine sebep olacaktı. bir hareket şeklini almıştı. Bu dakikada
Fakat, o esnada hiç beklenilmeyen bir kim ele geçerse kalabalığın hesabını
vak'a oldu: vermeye mecbur tutulurdu. Ahali, bir­
Komiser Kazım Efendi, arkasında iki birini ezerek kaçmaya başladı.
üç genç polis ile kalabalığı yararak, aha­ Şahin Efendi, hala sandalyenin üstünde
li ile boğuşarak sür'atle Nihat Efendi'ye kendini tutamıyor, hıçkıra hıçkıra ağlı­
yaklaşıyordu. Dik bir sesle: yordu. Kazım Efendi, ona bir anda ümidi­
- Efendiler, hemşeriler, dağılın. Ka­ ni ve nikbinliğini iade etmişti.
nun namına ihtar ediyorum! diye bağır­ Bu cesareti ve bir hak meselesi için
dığı işitildi. dökmekten çekinmediği beş on damla
Müthiş bir kargaşalık oldu; ahali ev­ kanıyle bütün bir halka karşı duran, te­
vela daha ziyade coştu, etraf tan: lafisi imkansız bir felaketin önünü alan
- Komiser, halkın gazabı önüne çıkıl­ adam, kendi müttefiklerinden, kendi
maz! diye haykırıştılar. emel arkadaşlarındandı. Bu cahil, fakat
Kazım Efendi'nin arkasından gelen zeki halk adamını kendi yetiştirmişti.
polisler kalabalığı yaramamışlar, halkın Demek ki ne istediğini bilen açık fi­
arasında kaybolmuşlardı; fakat o, tek kirli bir tek adamın bazan karışık dü­
başına, kollarını açarak ahaliyi göğüs­ şünceli bütün bir kitleye karşı durabile­
lüyor, uzanan yumruklara karşı duru­ ceğine inanmakta haklı idi.
yor, Nihat Efendi'yi muhafazaya çalışı­ Şahin Efendi, biraz evvel kızdığı ve
yordu. nefret ettiği halkı şimdi acıyarak sevi­
Birdenbire komiserin kafasına kuv­ yor, "Onlar bir nevi büyük çocuklar ...
vetli bir sopa indi. Bunu birincisinden bütün kabahat onları bu hale getiren­
daha şiddetli bir ikinci darbe takip etti. lerde" diye mazur görüyordu.
Kazım Efendi kılıcını çekmek ister gibi Memleketi yalnız, "Yeni Mektep"in
bir hareket yaptı; fakat muvaffak ola­ kurtaracağına olan emniyeti on kat da­
madı, kollarını Nihat Efendi'nin omuz­ ha kuvvetlenmişti.
larına attı ve yaralı halinde hala mualli- ( Ye ş i l G e c e , 1 928, 5. bas. 1 968)

136
P E Y A M İ SA F A

lstanbul'da doğdu ( 1 899). iki yaşındayken babası şair lsmail Safa'nın


ölümü üzerine annesi tarafından yetiştirildi. ilkokuldan sonra öğrenimini
sürdürme olanağı bulamadı. Bir süre öğretmenlik ( 1 9 14- 1 9 1 8 ) ve memur­
luk yaptı. Yetiştiği yıllar kendi kendine Fransızca öğrenmiş, küçük yaşların­
da Karanlıklar Kralı ( 1 9 1 3 ) adlı tek öykülük bir kitapçık çıkarmıştı. 1.
Dünya Savaşı'nın bitiminde ağabeyi ile birlikte kurduğu "Yirminci Asır"
gazetesinde yayımladığı öykülerle edebiyat çevrelerinin dikkatini çekti. Ga­
zetesini kapatmak zorunda kalınca Vakit'te çalışmaya başladı. Ölümüne
değin Akşam, Cumhuriyet, Tan, Tasvir, Ulus, Milliyet, Tercüman, Son Ha­
vadis gazetelerinde fıkra yazarlığı, başyazarlık yaptı. Kültür Haftası ( 1 936,
21 sayı), Türk Düşüncesi, ( 1 953-1 960, 63 sayı) dergilerini çıkardı. Her Ay,
Ayda Bir, Hafta, Yedigün, Çınaraltı dergilerinde yazdı. Nazım Hikmet'le
birlikte Resimli Ay dergisinin sürekli yazan kalemleri arasında sosyalizme
yandaş olarak tanınmışken, ikinci Dünya Savaşı yıllarında faşizmin savu­
nuculuğunu yapan başlıca yazarlardan biri kimliğinde göründü (Ölümü, 1 5
Haziran 1 96 1 ).

S a n atı
40 yılı aşkın bir süre içinde fıkra, makale, araştırma, öykü ve roman tür­
lerindeki verimli çalışmalarıyla, düşün ve sanat dünyamızın etkili kişilikle­
rinden biri olarak görünen Peyami Safa -Server Bedii takma adını kullan­
madığı- 1 1 roman, 7 öykü kitabı yayımlamıştır. Romanları arasında, Söz­
de Kızlar, 9. Hariciye Koguşu, Fatih-Harbiye sosyalizme eğilim duyduğu
yılların: Bir Tereddüdün Romanı, Matmazel Noralya'nın Koltugu, Yalnı­
zız'ı idealist felsefeyi benimsediği yılların ürünleri arasında sayabiliriz. Ge­
nellikle üzerinde durulan yapıtları da bunlardır.
Mütareke yılları lstanbul'unun işbirlikçi burjuva çevrelerinin kokuşmuş

137
MEŞRUTiYET D O N E M i

yaşamını yansıtan ilk romanı Sözde Kızlar'da yazarın kurgu, anlatım ve üs­
lup yönlerinden belli bir başarı düzeyine ulaştığı görülür. Kimi bölümlerin­
de "serüven romanı" özell ikleri taşımasına karşın savaşın yarattığı toplum­
sal bunalımların yansıtılması, kişilerin sergilenişi, yan olayların doğallığı,
beceriyle kurulmuş dialoglarıyla bu dönemin başarılı yapıtlarından sayılır.
9. Hariciye Koğuşu ise -ilk basımını adadığı- Nazım Hikmet'in deyişiy­
le "bütün bir fakir çocuklar hasfahanesinin romanı" olmak niteliği taşı­
maktadır. " Ruh tahlilleri bile dehşetli ve derin hakikat vesikalarmm senfo­
nisidir. " Peyami Safa bu romanında eski anlamda fotoğraf gerçekçiliği yap­
mamış, tahlil ve terkiplerden mürekkep bir kompozisyon vücuda getiren di­
yalektik bir "realizm "e ulaşarak hastane ortamının 15 yaşında bir çocuk
üzerinde yarattığı etkileri yansıtmıştır.
Fatih-Harbiye'de doğu-batı, alafrangalık özlemi, sınıf değiştirme sorun­
ları işlenir. Cumhuriyetin ilk yıllarında lstanbul'un iki yakasının yaşama bi­
çimindeki farklılığın yarattığı etkilere kapılan eski ailenin yeni bireylerinin
serüvenlerini Neriman'ın yaşamında buluruz. Fatih-Harbiye üstyapı değiş­
melerini devrim, batı kopyacılığım uygarlaşma olarak kabul etme yanılgı­
sının romanıdır.
"Otobiyografik bir nitelik gösterdiği" kabul edilen Bir Tereddüdün Ro­
manı, Peyami Şafa'nın idealist felsefeye eğilim duyduğu dönemin ilk yapı­
tıdır. lstanbul'un sanat çevrelerinde yaşayan her türlü amaçtan ve inançtan
koparak içkide, kumarda, kokainde çıkar yol arayan bunalım içindeki " bo­
hem "ler sergilenir. Matmazel Noralya'nm Koltuğu ise yazarın idealizme
aşırı bağlanması sonucu ispiritizmaya düştüğü yılların ürünüdür. Romanın
kişilerinden Ferid'in felsefe öğrenimi yaparken kaldığı "pansiyon"da yalnız
adam kimliği içindeki dengesizliğe varan ruhsal sarsıntıları ve bunun so­
nuçları işlenir.
Birinci döneminde insanı toplumsal koşullar içinde yansıtmaya çalıştığı,
bunu yaparken kendi kişiliğinin zayıf yönlerine genellik ve insansallık ka­
zandırmak istediği söylenebilir. Bir konuşmasında şöyle ifade eder bunu:
"Romancı eserlerinde ne kadar objektif olursa olsun, bütün kahramanları
gene kendisidir. "
1 937'1erden sonraki romanlarında olağandışı bir dünyanın çeşitli
" kompleks"ler içinde bocalayan hastalıklı kişilerin çokluğuna gerekçe ola­
rak da aşağıdaki düşünceleri ileri sürer:
Romanın konusu insandır. Ben onun ruhunu olduğu kadar vücudu­
nu da tanımak zorundayım. insan ruhu, buhran anlarında kendisini
bize daha çok verdiği gibi insan vücudu da, hastalıklarında sırlarını
bize sezdirir. Belki böyle düşündüğüm için romanlarımda ruh ve be­
den hastalarına sık sık rastlanır.
Bir Tereddüdün Romanı'nda Mualla kendisini tanıtırken, "Çocuklu­
ğumdan beri her an bir felakete uğrayacak gibi, sebepsiz korkarım, hatta

138
P F. Y A M I S A F A

altı yaşlarımdayken yatakta uyanık olduğum halde yorganın içinde büyük


bir kudurmuş köpek var sanırdım ve hırıltılarını duyarak, titremeler içinde
anneme sarılırdım" biçiminde konuşur ( 1. bas. sf. 50). Kendisini "Bir Ada­
mın Hayatı" muharriri olarak tanıtan romanın erkek kahramanı ise sağlık
durumunu şöyle açıklar. .
l
- Bak daima hu ıacı yanımda taşıyorum. Son aylarda en küçük
şeylerin manası içimde o kadar büyümeye haşladı ki sık sık çarpıntı­
larım tutuyor, hazan yerimde duramayarak, kendimi hir yerlere ata­
cak kadar fena haller geçiriyorum. Bir defa kendimi Yeşilköy'den ge­
len hir trenden aşağı atacaktım. En yakın istasyona kadar zor sahret­
tim. Kaç defa, kaç defa yollarda, hilhassa tranvaylarda, vapurlarda,
meclislerde, iş haşında, evde, yatakta hiçhir sinir hastalığı ağrazına
henzemeyen garip haller içinde kaldım. (sf. 1 53 )
Matmazel Noralya 'nın Koltugu'nun kişilerinden Fikret, iradesi hiçe
inmiş, yalnız kaldığı zaman gözlerine hayaletler görünen bir hastadır.
Bunlar genellikle amaçsız, inançsız, dengesiz kişiler olmalarına karşın, ru­
hun " resmi ilim vetirelerini altüst eden hakikatler"le bezendiği ne inana­
cak kadar da iddialı görünürler.
Peyami Safa'nın romanlarında doğa, kent, sokak gibi geniş çevre be­
timlemeleri yok denecek kadar azdır. Kişileri genellikle yakın çevre sınır­
ları içine kapandıklarından daha çok eşya i le ilgilen irler. Bu ilgi de öznel­
dir. Yazar bunun nedenini idealizmin başlıca ilkelerinden olan kuşkucu­
luk ve agnostisizme dayanarak tanımlamaya çalışır. Dış dünyanın kişile­
re göre değiştiğini savunmaya kalkışır.
Yazarlığının ilk evrelerinde konuşma dilinden ayrı bir üslup k urma
özentisi içinde görünen Peyami Safa'nın değişik tümce yapıları kurmada­
ki becerisi kabul edilmişti r. 9. Hariciye Koguşu üzerine yazan Cahit Sıtkı
bu özel l iğini, " Bu kitap bugünkü Türkçenin sanatkar elinde ne harikalar
verebilecegini ispata kafidir. Bir hastalıgm destanı olan bu kitapta bir
mısra kadar güzel cümleler var.. " d iye belirtir. Hüseyin Cahit Yalçın ,
" Üslupta ufacık bir laübalilik ve iptidailik yok. Sade, fakat yüksek .. " di­
ye yazar. Nedir ki ilk başarı yıllarında bu düşünceleri doğrulayan bir üs­
lup ustası olarak kabul edilen Peyami Safa'nın -belki de her konuda ça­
lışan bir yazı makinesi durumuna geldiği için- bu özelliğini de koruyama­
dığını söyleyebil iriz. 1
1. Peyami Safa gibi, anayapıdarını 1 923'ten sonra veren romancıların da Çağdaş Edebiyat Ta·
rilıi Meşrutiyet Dönemi içinde yer almaları, edebiyata Birinci Dünya Savaşı yıllarında başla­
malarından ötürüdür. Cevdet Kudret de Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman ( 1 859- 1 959)
adlı yapıtında ge<,iş dönemi yazarlarını "Milli Edebiyat" "Hikaye ve Roman"cıları olarak ka­
bul ederken şu gerçekleri ileri sürer: "Bunlar, kendi çaglarında edebiyatın eleştirme, fıkra, ma­
kale, oyun, şiir vb. gibi başka dallarında yaıı hayatına atılmış, hikaye ve roman türündeki eser­
lerini C..umhuriyet devrinde vermişlerse de, iislup, dil ve sanat anlayışı bakımından, Cumhuri­
yetten önceki devire baglı kaldıklarından, o devrin sanat akımı içinde ele alınmışlardır. "

1 39
M EŞ R U T i Y ET D O N E Mi

Y A P I T L A R I : Roman: Sözde Kızlar ( 1 925, 5. bas. 1971), Mahşer (1 924),


Canan ( 1925, 1 947), Şimşek ( 1 928), 9. Hariciye Koguşu ( 1931, 10. bas. 1 971),
Attila ( 193 1 ), Fatih-Harbiye ( 193 1 , 1968), Rir Tereddüdün Romanı ( 1 933,
1 968), Biz insanlar ( 1 947, 1 959), Matmazel Noralya'nm Koltugu ( 1 949,
1 964), Yalnızız ( 1 95 1 , 1964, 1 971). Öykü: Siyah Beyaz Hikayeler (1 923), /s­
tanbul Hikayeleri ( 1 923), Ateşböcekleri ( 1 925), Gençligimiz (uzun öykü, 1 922,
1 93 8), Aşk Oyunları (uzun öykü, 1924), Süngülerin Gölgesinde (uzun öykü,
1 924).

K A Y N A K L A R : Cahit Sıtkı, Peyami Siıfa ( 1 940); Yücel Hacaloğlu, Seven­


lerin Kalemiyle Peyami Siıfa ( 1 962); Necmettin Hacıeminoğlu, Türk Yurdu
dergisi (cilt ili, 3-7 sayılar); Kemal S ülker, Nazım Hikmet'in Polemikleri
( 1 968); Ergun Göze, Peyami Safa-Nazım Hikmet Kavgası ( 1 969); Cevdet
Kudret, Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman (cilt il, 2. bas. 1 970); Asım Be­
zirci-Refika Taner, Seçme Romanlar ( 1973); Tahir Alangu ( 1 00 Ünlü Türk
Eseri il., 1 974), Türk Edebiyatı (özel bölüm Prof. Dr. Ayhan Songar, ilhan
Ülkü v.b. 1 9 8 1 ); Dr. Çetin Yetkin, Varlık (Şubat 1 982); Erdinç Kaplan, Türk
Dili ( 1 998).

140
P EYAMİ
SA F A ' DAN
ÖRNEKLER

B i R T E REDDÜDÜN dür bulunan bir hikaye var. Büyük bir


R O M A N l 'ndan epope. Fakat tereddüt eden kim? Mual­
" Yıkılıyor, her şey yıkılıyor ... " cümle­ la Hanım mı? Bu, hadiseyi basite irca
si kafamda epey zamandır teşekkül et­ etmek olur. Hakikatte sen de tereddüt
meye başlayan bir fikir manzumesini ediyorsun: Roma ile lstanbul arasında,
hülasa ettiği için doğruldum ve ona hile ile samimiyet arasında, ölümle ha­
baktım. Ayakta, elinde kadeh, gözleri yat arasında tereddüt ediyorsun. Sonra
yanıp sönerek ve bütün vücudu, üstüne ben ve benim olduğum zümre de tered­
düşen yıldırımları hazmetmeye çalışır düt içindeyiz. Elimizdeki bu kadehler ve
gibi ihtilaçlar içinde, boş kalan elinin gecelerimizi dolduran bu çılgınlıklar ne­
yumruğu sıkılmış, devam ediyordu: dir? Bütün san'atkar dediğimiz sınıf ve
- Bu dünyada herkes alçaktır, fakat münevver dediklerimiz hep tereddüt ge­
alçak olduklarını bilenler daha az, daha çiriyorlar: inanmakla inkar arasında te­
az alçak. Sükunetle ayağa kalktım ve reddüt; ferdi ve içtimai temayüller ara­
elini tutarak onun kadehini ağzıma gö­ sında tereddüt; "moi"nin kendi üstüne
türdüm. Bu hareketim sinirlerini gevşet­ doğru saldırışından başka bir şey olma­
mek için kafi geldi. Hasta beyaz renkli yan kendi kendini tahrip aşkile yaratıcı
şakağının üstüne dudağımı kondurup hırslar ve sevdalar arasında tereddüt.
çektikten sonra dedim ki: Bütün Avrupa ayni tereddüt içinde: Al­
- Dinle beni. Demin bir cümlen hoşu­ manya, Fransa ve lngiltere sağla sol
ma gitti. Belki farkında olmadan bütün arasında gidip geliyorlar. Milli ve bey­
bir devri o cümle ile izah etmiş oluyor­ nelmilel cereyanlar, dini ve lazuhdi ce­
sun: " Yıkılıyor, her şey yıkılıyor!" Din­ reyanlar, katolik izdivaç ve serbest aşk
le! Hayatımda ben bunu çok hissettim. cereyanları, ahlaki ve gayri ahlaki cere­
Hemen bütün kitaplarım yalnız bu yanlar bütün beşeri iradeyi ikiye bölü­
cümleyi izah etmek içindir. "Tereddüt" yor ve tereddüde düşiiriiyor. Onun için
diye bağırıyorsun. Dinle ve sükunetle izdivaçlar azalıyor ve gençler tereddüde
düşün. Kim tereddüt ediyor? Şüphe yok düşüyorlar. izdivaç, en azından bir tek
ki içinde en kuvvetli unsur olarak tered- şeye inanmaktır. Bu çılgın, bu kudur-

141
M E Ş R UT i Y ET D ö N E M I

muş tereddüt ve şüphe devrinde sarsın­ ğan dünyanın işaretlerine sükunetle ba­
tıyı en çok hisseden müessese izdivaçtır. kıyorum, marksistler gibi ayak patırdısı
Fakat şüpheye ve tereddüde lanet sa­ ve kuru gürültü yapmak, yahut ta gider
vurmadan evvel hakkını verelim. Zeka­ ayak hemen bir iktisadi siyaset nazari­
nın en sivri noktası şüphe ve tereddüt­ yesi, genç nesilleri avlıyan şöyle bir sis­
tür. Bütün Rönesans bir şüpheden doğ­ tem kurmak niyetinde değilim. Ona, sa­
du. Bütün yeni felsefe zaferini Descar­ na ve kendime ve dünyaya bakıyorum.
tes'in şüphesine borçludur. Fakat, mü­ "Yeni" tahminimizin fevkinde olacak­
cerret sahada zekanın evcini işaret eden tır, bununla beraber gayet sade, beşeri
bu şüphe ve tereddüt, ameli sahada ve klasik. Herhalde çok samimi. Yıkılı­
ölümden başka bir şey değildir. O nok­ yor, her şey yıkılıyor, diyorum. Y ıkılmı­
taya kadar çıktıktan sonra, insanın ha­ yor, sallanıyor. Her şey, başkalaşmak
yat ve müşahhas dünya içindeki azami üzere, her şey .. Giden nedir, biliyor mu­
kıymetine varabilmek için, tereddütten sun? Kökleri yurdunun toprağından
karara geçmesini bilmek lazımdır. Çün­ kopmuş, sadece milli duygularını kay­
kü bu, ölümle hayat arasındaki hudut­ betmiş "deracine"ler, Pierre Loti'nin
tur. işte ben dünyada ve kendimde bu "desenchante"le ri, Andre Gide'in veya
dönümü hissediyorum. Yeni bir devir Oscar Wilde'in ahlaksızlıkları, bütün o
doğuyor, şüphesiz. Fakat bu siyasi ihti­ harpten evvelki ve sonraki züppe dünya
lal nazariyelerinin bekledikleri devirler­ edebiyatının kahramanları, bütün o
den pek farklı olacaktır. Sol cereyanla­ hiçbir şeye inanmamayı bir ibadet ve
rın tahmin etmedikleri bir devir, "Harp bir süs yapan, spontane bir değişmeden
sonu" devresi kapandı. Anarşiye, "vi­ başka bir şeyi hakikat olarak kabul et­
ce"lere, şüpheye ve tereddüte paydos. meyen ve ruh azabını "vice" olarak ta­
ölmeyeceğiz. Kendini tahrip modası şıyan münevver cici beyler ve hanımlar,
kalmayacak. Harp sonu kızı ihtiyarladı onların Bodleryen edebiyatı ve Niçeen
ve şakaklarında mısır püskülü gibi ak felsefesi gidiyor ve yerine Kari
saçlar kabarıyor. Ne o saçaklı, viran Marks'tan büsbütün başka bir insan ti­
kaşanelere sinen karanlık ve ahmak pi gelecektir. Kimsin sen? Ren senin ve
burjuvazi, ne de 1 9 1 8, 1 932 moderniz­ sizlerin birer casus olmanızdan bile şüp­
mi, ne mehtaplı gecelerde, şatosunun he ediyorum. Çünkü birer "deraci­
parkındaki ıhlamurlar altında izini belli ne"siniz, "desenchante"siniz, itiraf edi­
etmeden "vice" yapan monden kız, ne yorsunuz. Bütün içtimai ve beşeri bağ­
de kabarelerin arka odalarına gizlice gi­ ların bir anda kopması için bir şüphe­
rerek kokain çeken münevver hanım: Ne miz kafidir. Bir insanın her fenalığa
o, ne sen! Hatta ne de ben diyeceğim, muktedir olabileceği yerde cemiyet iflas
fakat ben kalmak istiyorum, yeni bir etmiştir. Böyle bir sarsıntı devri geçiri­
klasisizm istiyorum, bundan anladığım yoruz.
mana büsbütün başkadır, şimdilik do- ( Bir Tereddüdün R omanı, 1 � 3 3 )

142
PE Y A M i S A F A

DOKUZUNCU gitmezsem, altı sene tren yok.


H A R l C l Y E K O G U Ş U 'ndan Sonra bütün bir hayatın dağınık un­
surları, birbiriyle alakasız hastahane
aletleri, sedyeler, bahçıvanın kazması,
Ü Ç Ü N C Ü H A L ET bir borazan, arkadaşımın hayretle açı­
lan gözleri; ve bir gözünün büyüyerek
Ümitten, aşktan ve tembellikten bir bardak suya istihalesi ... bir kemik
mürekkep bir hararet. üstünde testere, bir haykırış, cam sesle­
içinde hafif bir kemik ağrısının <luman ri, alelade bir cümlenin bir tabur insan
gibi gezindiği yarım karanlık, yarım şu­ tarafından söylenişi gibi bir harıltı.
urlu, birbirlerini gayet ehemmiyetsiz bir Ve bütün bunların arasında, bazı bir
münasebetle takip eden, hepsi gerçek ve duman gibi hafif, bazı da yuvarlak bir
hepsi abes birtakım hayaller; uyku ile cisim gibi sert, gezinen, arada bir şid­
uyanıklık arasındaki ayırıcı perdeyi fa­ detlenen kemik ağrısı. Dudaklarımda
sılasız dalgalandıran ve ruhun bir yarı­ Nüzhet'in dudaklarının tadı.
mını rüyada eriterek öteki yarımını ha­ Ve en garibi, gözlerimi açıp uyandığı­
kikatle temas ettiren üçüncü bir halet. ma emin olduğum halde, kendimi Eren­
Mehtaplı bir denize <lalan adamın su­ köyün<leki odada yatıyorum zannet­
yun içinde göz kapaklarını yalayan ga­ mem. işte başımın ucunda dolap, şam­
rip ışıklar, kulağını dolduran garip dan. işte o<la kapısını görüyorum, gayet
uğu ltular... Bunların arasında Nüz­ sarih.
hct'in bin şekilde görünüşleri. Hatta rüyada olup olmadığımdan şüp­
Bazı gayet açık hatırlanacak ve kağıda he edecek kadar da zekam var, hatta bu
yazılacak kadar berrak muntazam, fa­ şüphe ile beş hassamı tecrübe ediyo­
kat söyleyeni de, dinleyeni de meçhul rum: Gözlerimi açıp kapıyorum ( hep
cümleler, bazı da rüzgarda savruluyor­ aynı oda). Kulak veriyorum ( Erenköy
muş gibi bu kelimelerin birbirinin altın­ mırıldanıyor). Yorganımı tutuyorum,
dan, üstünden sıçrayarak, uçuşarak, yutkunuyorum, kokluyorum.
boşlukta hızla dönmeleri. Ancak bu türlü mantık oyunlarıyla te­
Sonra Nüzhet'in vücudu meydanda ol­ selli bu lmayacak kadar, hastalığın bana
madığı halde, yalnız kokusunun ve sesi­ verdiği acı derslerle gözüm açılmıştı.
nin beşeri bir şekil alması, meçhul un­ Günlerim endişe içinde geçiyordu ve
surlarla mücadeleler, şekilsiz uçurumlar ameliyata hazırlanmak için bünyemi
içinde yükselip düşüşler. Bazı bir isteğin kuvvetlendirmeye çalışıyordum.
gerçekleşmesi. Yaprakları servi kadar
yüksek bir dağ<la, siyah-yeşil bir gölge­
likte Nüzhet'le kucaklaşarak yerde F A T i H - H A R B I Y E 'den
uzanmak ve Nüzhet'in kulağının dışın­ Karanlık bu mahallelere erken hasar.
dan değil, içinden gelen sesi ve ayJııılık Neriman, akşamın bu saatlerinde, ev-
bir konuşma: de bulunmağa artık tahammül etmez
- Berlin'e ne vakit gideceksin, Nüzhet? olmuştu.
Bu gece sabaha karşı. Çünkü bu gece Evvelce dikkat bile etmediği küçük

143
M E $ R UT I Y E T D O N E M i

şeylere bugün ehemmiyet veriyordu. !erin hepsini sezdiren derin, gayet derin
Mindere uzandı. Odaya geceyi erken ve ruhun en muhkem, en mücehhez ta­
getiren bu kafeslerin deliklerinde, ka­ raflarına bile bir anda giren keskin, ba­
ranlıkların gitgide lapalaşmasına bakı­ yıltıcı bir keder duyuyordu ve bu sesler
yordu: Dört köşe delikler çizgilerinin bitip tükenmiyordu, biri uzaklaşıp kay­
sertliklerini kaybettiler ve deyirmileşti­ boldukça, köşe başında yükselen bir ye­
ler. Beyaz tül perdeler karardı. nisi, ötekini takip ediyordu ve ağır, ha­
Helvacıların geçtiği saat. Her şey su­ zin bir ses kervanı halinde, arkası kesil­
sar ve yalnız onların sesleri duyulur. Sa­ meden, sıra sıra geçiyorlardı.
kız gibi incele incele uzanan ve ta uzak­
lara, sokak diplerine bulaşan ezik, ya­ Galatasaray'dan Tünel'e doğru yürü­
pışkan sesler. Günün ışığıyle beraber düler. Neriman Beyoğlu'na çıktığı va­
çekilirler, giderler. kit, halis Türk mahallelerinde oturanla­
O vakit herşey kararır, söner, her can­ rın çoğu gibi, kendini büyük bir seyahat
lı şey siner. yapmış sanırdı. Gene Fatih uzakta, çok
Ellerinde çıkıntılarıyle, geç kalmış bir uzakta kaldı. Tramvayla bir saat bile
iki mahallelinin sıklaşan adımları. Biti­ sürmeyen bu mesafe, Neriman'a Efgan
şik evin kapısı, geceyi bir felaket sanan­ yolu kadar uzun görünürdü ve Kabil'le
ların elleriyle hızlı hızlı vurulur, şiddetle New York arasındaki farkların çoğuna
açılıp kapanır. Mutfaklardan gelen ince lstanbul'un iki semti arasında kolayca
bir dumanın bütün sokağa dağıttığı ha­ tesadüf edilir.
fif bir marsık ve yağ kokusu. Fatih mi­ Bir İstanbul kızı olduğu için Neri­
narelerinde ezan. man 'ın bu farklar karşısındaki hayreti
Neriman gözlerini kapadı. Başını koy­ azalmıştı; fakat bir zamandan beri ken­
duğu yastıkta hafif bir lavanta çiçeği disinde yeni bir hayatın iştiyakı ve yeni
kokusu. Çocukken o bu kokuyu sever­ bir medeniyetin şuuru uyanmağa başla­
di: Annesi bohçaları açtığı vakit, temiz dığı için bu farkların her birine ayrı ay­
çamaşırlardan yükselen bu kokuyu her rı dikkat etmekten hoşlanıyordu.
yerde, entarisinde ve yastıklarda arardı, Bir ıtriyat mağazasının c amekanı
bulamadığı vakit rahatsız olurdu. Şimdi önünde durdular. Burada herşey, tek
bundan da hoşlanmıyor. başına konmuş zarif bir küçük şişenin
Arka sokaklarda helvacıların sesleri tatlı mavisi, kırmızı ipek bir püskül, si­
hala uzanıp gidiyordu, menhus, yah kadifelerin arasında gizlenmiş ve
meş'um sesler. Hastalığa, ölüme ve ampulün yumuşak ziyası, bir gümüşün
bunlardan daha korkunç, yüzleri ka­ parıltısı ... gözleri ayrı ayrı çekiyor ve
ranlıkta kalan ve hüviyetleri meçhul zaptediyordu; burada herşey, rahat ve
birtakım felaketlere ait kokular uyandı­ mes'ut insanların kullanmayı adet ettik­
rıyorlardı. Neriman bu seslerde annesi­ leri eşyaydı; burası, aynı zamanda, bir
nin ölümünü, babasının ihtiyarlığını, insanın ne kadar mes'ut olabileceğin i
muhitinin sefaletini hatırlatan, bütün hissettiren imkanlara doğru açılmış pen­
hayatında gördüğü ve duyduğu matem­ cereydi. Neriman burada her duruşun­
lerin hepsini, istikbalin sakladığı elem- da, bu pencereden onların saadetini im-

144
PEYA M i SAFA

renerek seyrediyordu. su Neriman'ın midesini bulandıracak


Bir gün Şinasi'yle bu ıtriyat mağazala­ derecede burnuna dolardı ve oradan ça­
rından birinin camekanı önünde dur­ buk geçmek isterdi . . .
muşlardı. Neriman'daki arzuları sezen Son günlerde sık sık yaptığı mukaye­
Şinasi demişti ki: seyi tekrarladı ve bu iki koku arasında­
- B u camekanlar kimbilir kaç Türk kı­ ki farkı düşündü.
zını baştan çıkardı ve çıkaracak! Yolda yürürlerken, herkes, Fa hri­
Neriman buradan hemen her geçişin­ ye'den ziyade Neriman'a dikkat ediyor­
de bu sözü hatırlıyor ve gülümsüyordu. du, fakat bu, Neriman'ın herkese ayrı
Çantasındaki esans şişesini doldur­ ayrı dikkatinin karşılığından başka bir
mak vesilesiyle mağazaya girdiler. Bü­ şey değildi. Kıyafetlere, yürüyüşlere,
tün eşyanın iliklerine işlemiş hafif bir yüzlerdeki manalara büyük bir teces­
güzel koku. Neriman bu mağazaların süsle bakan gözleri, herkesin alakasını
sessizliğine de şaşıyordu. içeride kala­ çelerek büyüyor, parlıyor ve daima can­
balık olduğu halde müşteriler pek az lı bakıyordu.
konuşarak, adeta bir dilsiz gibi işaretle Löbonun önünden geçtiler. Neriman
meram anlatarak istediklerini alıyorlar­ içeriye doğru bir göz attı ve Macit'i gör­
dı. Yalnız, cam tezgahların üstüne ko­ medi.
nup kaldırılan şişelerin ince çıtırtısı. Fakat onun ikinci kat salonunda ol­
Satış memuru kız, esans şişesini dol­ ması ihtimali de vardı.
dururken Neriman bir şey hatırladı: Yukarıya kadar beraber çıkmayı evve­
Küçükken babası onu Ramazanda Be­ la Fahriye'ye teklif edemedi. Müsait bir
yazıt sergisine götürürdü. Orada, çadır kıyafette olmadığını da düşünüyordu.
gibi bir şeyin altında, Arap kılıklı bir Fakat Macit'i görmeden lstan bul'a
adam, irili ufaklı bir çok yağlı, kirli şi­ dönmek o kadar güç geldi ki bir kaç
şeler arasında, ayakta durur, kokular adım sonra Fahriye'yi geri çevirdi, bera­
satardı. Bu çadıra uzaktan yaklaşırken ber pastacının yukarı kat salonuna çık­
bile sert bir nane, bahar, hacıyağı koku- tılar.

1 45
A B D Ü L H A K Ş İ N A S İ H İ SA R

Istanbul'da doğdu ( 1 883). Ortaöğrenimini Galatasaray Lisesi'nde ta­


mamladı ( 1 905). Paris'te Ecole Libre des Sciences Politique - Siyasal Bilgiler
Okulu'nda okudu. Ülkeye dönüşünde ( 1 908) bir Fransız şirketinde memur­
luk etti. Kozlu, Kilimli madenlerini işleten Stines Şirketi'nde hükümet adına
genel sekreterlik yaptı ( 1 9 1 3-1 920). Bir süre Reji Idaresi'nde çalıştı ( 1 924-
1 925 ). Balkan Birliği Cemiyeti Umumi Katipliği ( 1 928- 1 93 1 ) ve Dış işleri
Bakanlığı Danışmanlığı görevlerinde bulundu ( 1 93 1 - 1 945). Hastalığı nede­
niyle lstanbul'a yerleşti. Ölümünden (3 Mayıs 1 963) önce kimi banka ve şir­
ketlerde yönetim kurulu üyeliği yapıyordu.
Mütareke döneminin ileri, Yarın, Medeniyet, Dergah ( 1 92 1 - 1 922) gibi
önemli dergi ve gazetelerinde yayımladığı şiir ve eleştirileriyle tanınan Ab­
d ülhak Şinasi, Cumhuriyet döneminde Türk Yurdu, Ağaç, Ülkü, özellikle
Varlık (1. ciltte 22 yazı) dergilerinde yazdı. Çocukluk ve ilkgençlik yıllarına
değin anılarıyla, tanıdığı edebiyat adamlarının kişiliklerini, yaşam özellik­
lerini yansıtan yazılardı bunlar. ilk romanı Fahim Bey ve Biz in ( 194 1 ) bü­
'

yük ilgiyle karşılanmasından sonra da bu tür yazılarını " İstanbul" ( 1 953-


1 957) ve Varlık ( 1 962) dergilerinde sürdürdü.

Sanatı
Abdülhak Şinasi'nin sanatının belirleyici gücü; ilkeleri kendi bireysellik
sınırları içinde oluşan geniş bir öznelliğe dayanır. Görgüsü, izlenimleri, sı­
nırlı i lişkileri içinde yaşadığı zamanların en etkili kesitleri öznelliğinin baş­
lıca kaynakları olarak görünür. Toplum yok, tek tek insanlar vardır onun
için. Tek insanın durumundan çoğula ulaşmak da ne amacı, ne sorunudur.
Bu nedenle Fahim Bey ve Biz in daha ilk satırlarında, kendi kişisel özellik­
'

lerini insanlara özgü özellikler sanmanın güveni içinde genellemeler yapar.

1 46
ı\ B U O l. l l A K Ş I N A S I H I S A K

insanlar, birbirlerinden uzak mesafelerle ayrılmış yıldızlar gibi, kendi


hususi boşlukları içinde dönen, hepsi yalnız, hepsi mahrem ve başkala­
rına kapalı birer dünyadır. Bir yıldız sönünce ondan uzaktakiler birşey
duymaz. ( 3. bas., sf. 7-8)
Bu yalnız ve uzak dünyaya egemen olan da geçmiş zamandır. Çocukluk­
tur, gençliktir; a nneannelere, büyükbabalara kadar uzandıkça genişleyen,
gerçek zaman nitelikleri kazanmış gibi, yaşamın o andaki sorunlarıyla öz­
deşleştirilmek istenen bireysel bir kavramdır.
Geçmiş zamanı çoğu bir masal dünyası havasında vermeye çalışır Abdül­
hak Şinasi. Kimi de yaşarlık kazandığına inanmak ya da inandırabilmek için
bu soyut dünyayı zenginleştirecek yollara başvurur. Çünkü "mazi", onun için
anımsayabildiği oranda tekrar tekrar yaşayabildiği hayat biçimidir. içine ka­
pandıkça anılara gömülmenin, anıları yaşadıkça gününden kopmanın ustası,
daha doğru deyimle " profesyoneli" olmuştur. Bu nedenle kapalı bir dünya ve
nihayet anne, baba, hala, teyze, enişte gibi yakın çevre insanlarından oluşan
romanları çökme halindeki Osmanlı aristokrasisinin kümelendiği Boğaziçi,
Çamlıca, Büyükada çevrelerinde geçer.
Yıllar sonra da kendi soyut evreninde yaşarlığını sürdüren öğelerdir on­
lar. Köşk, yalı, eşya ile koşullanmış olan çocukluğundan kurtulamaz, kur­
tulmayı istemez gibidir: "Boğaziçinde doğarak ve büyüyerek onun hususi
şivesini ruhuyla duymuş olmayı hayat için bir talih biliyorum" ( Boğaziçi
Yalıları, sf. 24) diye yazarken, ayrıcalık gibi öne sürdüğü, doğaya bağlı gü­
zelliklerin bilincine varma alışkanlığını belirtmek olmalıdır.
Geçmiş zaman alışkanlıklarına bağlı beğenilerin yazarı olan Abdülhak
Şinasi, teknik yönden de kendisini klasik roman kurallarıyla bağımlı gör­
memiştir.
Roman şudur, halbuki bu değildir, yollu izahların hiç biri onu anlat­
maya yetmez, zira daima böyle tayin edilen hudutların dışında kalan
birçok kıymetli eserler bu sözlerin kafi bir ihatası olmadığını gösterecek­
tir. ( U l u s , 5 Eylül 1 943)
Bu sözleri, biraz da yapıtlarının tanımlaması olarak kabul edebiliriz.
Kendisinin " hikaye" olarak sunduğu üç yapıtı da gerçekten klasik roman
anlayışının gerekleri dışındadır. Fahim Bey ve Biz' in de, Çamlıca'daki Eniş­
temiz ve Ali Nizami Beyin Alafrangalığı ve Şeyh/iği'nin de tek kişilerin tip­
leştirilmesi amacına bağlı olarak yazıldığı söylenebilir. Ne var ki bu üç ya­
pıtın kişileri (hangi sınıfsal kökenden gelmiş olurlarsa olsunlar) yereldirler.
Birinci özellikleri, ancak lstanbullu ve çökme evresindeki aristokrasinin bi­
reyleri oluşlarıdır. Değişme halindeki toplumda uygun bir yer bulamamış
gibidirler. Hep bir şeyler yapmak, hep bir şeyler olmak isterler.
F a h i m B e y v e B i z : Ender rastlanan bir hayal adamı olan Fah im
Bey, sürekli bir tasarı dünyası içindedir. Bunları gerçekleştirmek için olma-

1 47
M E Ş K U T I Y ET D O N E M i

dık girişimlerde bulunur. Toplumdaki değişmenin farkındadır ve değişen ko­


şullar içinde kendine bir yer edinmek ister. İngiliz, Fransız kapitalistlerine ya­
tırım alanları bile göstermeye kalkışır (sf. 71 -75). Ama hep soyut, hep eksik,
hep gerçeğe varacak bütünlükten yoksun durumdadır. Yeni çağa özgü geliş­
meler, onun soyut plandaki tasarılarını çoktan uygulama alanlarına geçirmiş­
tir. Hareketlerinde acılı bir gülme duygusu uyandırması, tarih sahnesinden si­
linmekte olan aristokrasinin bireylerinden biri olduğu için değildir elbet. Ken­
dine özgü kimliği, tutarsız eylemleriyle sınıfı, dünya görüşü bakımından bile
(büyük şirketler kurma tutkusu delilik çizgisine yükselen bir adamdır çünkü )
gözümüze batacak bir kişiliğe sahip olamayışındandır (sf. 1 38- 1 4 1 ) . Tanıdık­
ça onu yalnız kendini yaşayan bir insan halinde düşündürmesi, Abdülhak Şi­
nasi'nin, Fahim Bey'i tipleştirmedeki başarısından ileri gelir.
Romanın her biri ayrı başlıklar taşıyan 22 bölümünde, yaşamının deği­
şik evrelerinde ilişkileri, tutkuları, olağan ve olağanüstü yanlarıyla beliren
Fahim Bey'in kişiliği, daha önce tanıdığımız kimi roman kahramanlarını
düşündürür. Ama o, ne girişimleriyle Don Kişot'u anımsatan Ömer Seytet­
tin'in Efrnz Bey'i gibi tasarılarını hayata geçirmek adına, her tehlikeyi gö­
ze alan kapkaççı bir eylem adamıdır, ne lvan Gonçarov'un ( 1 8 1 2- 1 8 9 1 )
Oblomov'u gibi düşüncelerini kendi dünyasında yaşayan, ruh güçleri az ge­
lişmiş bir yarım adam, ne de Duhamel'in ( 1 884-1 966) Salavin'i gibi kişili­
ğinin tuhaf yanları dış etkilerle ortaya çıkan mutlak bir hasta. Fahim Bey,
yer yer onlarla yakın akraba olabileceği sanısını uyandırmasına karşın,
kendine özgülüğü yaşadığı çevrenin koşulları içinde belirir; bu çevrenin ki­
şilerinden de soyutlanmaz. Onu yabancılaştırmayan, yerlileştiren de budur.
Bu özelliği kimi bölümlerde kolayca saptayabiliriz:
Saffet Hanım, ufak tefek yapılı, küçük ve yumuk gözlü bir kadınmış.
Daima üşüyen ayaklarını kısa boyuna rağmen giydiği ökçesiz aba ter­
likler içinde ısıtarak, bütün lstanbul evlerine benzeyen hasırlı, keçeli,
halılı, mangallı, sobalı evinde biteviye ellerini uğuştura uğuştura, sessiz
sessiz bir odadan bir diğerine dolaşırmış. En büyük zevki avuçlarını
mangalın üstüne uzatarak ısıtma ve mangal kenarında birbiri üstüne si­
gara ve kahve içmekmiş. (fa h im 8 ey v e 8 i z , 3. bas., sf. 39-40)
Küçük bir kesimini okuduğumuz iV. bölümde Saffet Hanım çizilirken
Fahim Beyi yerlileştiren öğeleri de kendiliğinden ortaya çıkmış buluyoruz:
Saffet Hanım'la bir müddet mangal başında tatlı tatlı görüşürler
ve bu suretle üst üste birkaç kahve içmiş olan ve uykusunu da pek se­
ven Saffet Hanım'ın beklediği an nihayet gelmiş olur, uyuşmuş, gözle­
ri süzülmüş bu karı kuı.:a kalkarlar ve memnun, sakin, yatmaya hazır­
lanırlarmış. Fahim Bey, günün zahmetlerinin üniforması olan esvapla­
rını çıkararak rahat, beyaz gecelik entarisini giyer ve başına da küçü­
cük beyaz gecelik takkesini geçirirmiş (sf. 43).

1 48
A ı rn o ı. ı ı ıı. ı.: Ş I N ıı. s ı H l s ıt. R

Fahim Bey'in yerlilik özelliğini yitirmeden tipleştirilmesindeki önemli bir


etken de Abdülhak Şinasi'nin belli bir zaman (Osmanlı lmparatorluğu'nun
son yılları) ve çevre ( lstanbul ) özelliklerini yansıtmaya özen göstermesidir.
Ç a m l ı ca 'da k i E n i ş te m i z : Abdülhak Şinasi'nin bu yapıtı da ayrı
başlıklar taşıyan 27 bölümden oluşur. "Kadrini Bilmediğimiz Deliler", " Deli
Eniştemizin Resmi ", "Eski Çamlıca'', " Çamlıca'daki Eniştemizin Kökü" vb..
Her bölümde çağımızın başında yaşadığını düşünebileceğimiz, kendi düşkün­
lüğü çıkarcılık düzeyine ulaşmış bir bürokrat olan romanın kahramanı Vamık
Bey'le karşılaşırız. Tiryakilikleri, huysuzlukları evinin içindeki ve dışındaki tu­
tarsızlıklarıyla deli olarak kabul edilen Vamık Bey, daha önce Fahim Bey ve
Biz'in iV. bölümünden tanıdığımız bir kişidir. Yazar ilk romanında Fahim
Bey'le birlikte onu da anlatarak kişiliğinin genel bir çizimini yapmıştır.
... Fahim Bey'e hiç tahammül edemeyen Çamlıca'daki eniştem, hu
ailenin hususiyetleri hakkında en ağır ithamlarda bulunmaktan çe­
kinmezdi. Eniştem Fahim Bey'in adet ve tahiatlerini tezyif ediyordu.
Kendisi etrafına hep hir allame tesiri yapmak isterken, onun için
"Malumat paralamadan konuşamaz. El-fünunu cünun," diyordu.
Kendisi Arahistan'dan getirdiği janjan renkli birtakım ipekler, can­
fesler ve kumaşlarla giyinirken onun esvaplarını fazla alafranga bula­
rak "Züppeliği kıyafetinden hel li" diyordu. Kendisi türlü türlü bir­
çok yemeklere düşkünken onun sadece kokulu birtakım peynirleri
sevmesini gizli ve günah hazı temayüllere, maksatlara atfediyordu.
Kendisinin en hatır ve hayale gelmez hizmetçilerle birçok münasebet­
siz münasebetleri duyulduğu ve hunlar ikide hir zavallı halamı çile­
den çıkardığı halde, onun her akşam Fransızca gazeteleri okumak ba­
hanesiyle Beyoğlu'ndaki Gamhrinüs birahanesine gitmekteki maksa­
dının oradaki hizmet eden hir kıza "kur yapmak" olduğunu söylü­
yordu. (Fa h i m B e y ve B i z , sf. 59-60)
Çamlıca'daki Eniştemiz'i okudukça her iki tipin de olağandışı adam ni­
teliklerine bağlı olarak kimi benzer yönlerinin bulunduğu ortaya çıkar. Va­
mık Bey ev adamıdır. Yemek pişirmekten, bahçe işleriyle uğraşmaya kadar
değişik işler yapmaktan hoşlanır. Kadınperesttir. Yazar, köşkün dar çevre­
si içindeki yaşamının özelliklerini sergilediği için onu anlatırken ailenin öte­
ki bireylerini ve çevresini de yansıtır. Burada çevre Çamlıca ve Osmanlı
soylularının oturduğu köşklerdir. Fahim Bey'de dar ölçülerde verilen dış­
dünya, bu romanda genişlemiş, kimi eleştirmenlerde "Vamık Bey bahane
edilerek lstanbul'dan birçok nefis tablolar çizildiği ... " yolunda izlenimler
bile uyandırmıştır. (Reşat Nuri Darago, lstanbul dergisi, sayı 26, 1 944.)
A l i Ni z a m i B e y i n A l a fra n g a l ı ğ ı ve Ş e y h liğ i : Fahim
Bey'i batının, Vamık Bey'i doğunun beğeni dünyasından kalmış kişiler ola­
rak sunan yazar, Ali Nizami Beyin yaşamını kalın çizgilerle ayırmıştır. 3.
romanının kahramanı zenginlik dönemlerinde giyime kuşama, eğlence

1 49
M E $ R U T I Y E'r D O N f. M I

alemlerine düşkünlüğü, çapkınlıkları ve hevesleriyle alafrangadır. "Cerde


d'orient"da sabahlara kadar poker oynar; çeşitli k urumların tahvillerine,
h isse senetlerine sahiptir. Büyük Ada'daki köşkünün misafir salonunda ba­
tılı ressamların yapıtları sergilenmiştir. Çiçeğe, kuşlara, balık avına, alaf­
ranga m usikiye düşkün, kullanma değerini düşünmeden " müzelik bir bas­
ton koleksiyonu " ve kırk çiftten fazla ayakkabısı olan (sf. 57) bu aristok­
rat kalıntısı yaşamayı seven, ölüm düşüncesini çağrıştıran her şeyin uzağın­
da kalmaya çalışır. Gösterişçiliği, hoppalığı, har vurup harman savurmayı
ikinci bir kişilik haline getiren Ali Nizami Bey, parasız kalınca, Çamlıca' da
bir " hamkah" açarak şeyhliğe özenir. "Mülkiyet hakkındaki fikirlere ada­
makıllı karışarak" (sf. 82) "zenginliğinde aradığı, fakat bir türlü elde ede­
mediği sükuna, rahata ve saadete" (sf. 94) kavuşur.
Nedir ki tek müridi olan tekkesinde dört yıl kadar yaşadıktan sonra den­
gesi büsbütün bozulmaya başlamış, giderek de çılgınlık belirtileri göstererek
ölmüştür.
Abdülhak Şinasi'nin üç romanında karşılaştığımız tipleri birleştiren en
belirgin özellik, kişiliklerindeki olağandışılıktır. Yazar, çökmeye başlayan
imparatorluğun son bireylerinden olduğu anlaşılan Fahi m Bey, Vamık Bey
ve Ali Nizami Beylerin kimliklerinde hep bir eksikliği, yanlış yaşamayı, tu­
tarsızlığı göstermek istemiş, az çok ayrımlarla üç kahramanını da birbirle­
rine benzer yanlarıyla vermekte sakınca görmemiştir.
R o m a n la rı n ı n Ö te k i Ö z e l l i k l e r i : Abdülhak Şinasi'nin ro­
manları, belli bir olaya dayanmadığı için, konunun gelişme süreci içinde bir
gerilim ya da merak uyandırma durumları yoktur. Yapıtlara adlarını veren
kişilerin çevresinde dönen ufak tefek olaylara dayanır. Yazar, kişilerini bu
olayların geçişi sırasında göstermez; çoğu kez geçmiş bir durumu beirtmek
için anlatır. Anlattığı şeyin acısına, sevincine, ya da mizahına kapılmaz pek.
Olsa olsa yer yer kendisi ortaya çıkarak felsefe yapmayı sever.
Aynı gün içinde saatten saate değişiriz. Kaygısız bir çocuk, hırslı bir
genç, uslanmış bir yaşlı a<lam ve hiçare hunayan bir ihtiyar olabiliriz.
Aynı yirmi dört saat içinde yalnız kalmaya susar, başkalarıyle görüş­
meye acıkırız. Mevsimlere göre değişen tahiat kadar hislerimize göre
<le yüzümüz değişir, biz değişiriz. (Fa h i m B e y ve B i z , sf. 130)
Kitapların iyileri ve ruhumuzda takdis ettiğimiz faziletler, insanla­
rı da zor beğenmeye bizi mecbur ediyor. (sf. 1 3 1 )
Hepimiz gözlerimizle ancak etrafımızı, başkalarını görmeyi uma­
rız. Nadiren hatırlarız ki, gözlerimizle, asıl kendimizi göstermiş olu­
rıı7.. Gözlerimiz bizim görmemize yaradığı kadar başkalarına da ken­
dimizi göstermeye yeter. (A / i N i zam i B e y i n A lafra ngalıtı ve
Ş e y h l i t i , sf. 78)
Zaten dikkat edilse, hayat, nadir olarak basit bir mantığın icap
edeceği yollarda geçer. (sf. 1 05 )

1 50
A B DOLllAK ŞINASI HiSAR

Kimi yerde de kahramanının tutumu üzerine açıkça yorum yaptığı bile


görülür.
Binaenaleyh düşünün. Onun ş imdi, tabii bir surette kibirlenmesi ik­
tiza etmez miydi? ( A l i N i z a m i B e y i n A la fr a n g a l ı t ı v e
Ş e y h /i t i , sf. 1 0 1 )
Romanlarında kimi ayrı bölümler, kimi ayrı kesimler halinde İstanbul hay­
ranlığı, sevgisi genellikle şairce betimlemeler düzeyine ulaşmış olarak karşımı­
za çıkar. (fohim Bey ve Biz, sf. 135; Çamlıca'daki Eniştemiz, sf. 72- 73 vb.)
Toplumsal sorunlara uzaktan olsun değinilmediği halde Çamlıca'daki
Eniştemiz'de ve Ali Nizami Bey'de i l . Abdülhamid yönetiminin belirgin
özelliği olarak bilinen baskı ve korkudan söz edildiği görülür:
Zavallı Ali Nizami Bey'de, şuur altına işlemiş Sultan Hamid korku­
su bozulan zihninin emniyet kapağı kalkınca, artık heyecanını ifadeye
ve şiddetli itirazlarını serdetmeye koyulmuş. Öyle ki, o devirde Sultan
Hamid idaresine yapılabilecek tenkitlerin bir kısmı, bu delilik sayesin­
de, umumi yerlerde yüksek sesle, bir deli ağzından söylenmiş olur, fa­
kat bu bile, okuyup yazma bilenleri, doktorları, belediye memurlarını,
hasta bakıcıları fena halde korkutmaya kafi gelirmiş. O, "Ben, size de­
medim miydi?" diye haykırınca, biçarelerin akılları başlarından gider,
"Felaket, eğer hafiyeler bizim vaktiyle onunla görüşmüş olduğumuzu
sanırlarsa, kime dert anlatırız?" diye ödleri koparmış. (sf. 1 1 5- 1 1 6 )
Bütün yapıtlarında, aldığımız parçalarda d a görüldüğü gibi, dili eskidir
Abdülhak Şinasi'nin. Uzun tümceler kullanmayı sever. Ve�at Günyol'a göre,
Barres'ten esinlenerek "Fransızca düşünülüp Türkçe yazılmış hissini veren
tümcelerdir." Betimlemelerinde Yahya Kemal şiirinde bolca rastlanan "rüya,
hülya, zaman, aşina, nice" gibi sözcükler sık geçer. Çağdaşlarının düzyazı di­
linde gördüğümüz Türkçe karşılıkları kolay bulunabilecek "alakalı, lakayt,
mütesanit, yekpare, vasıf" gibi sözcüklerden kopmamıştır. Yer yer Fransızca
sözcükleri Türkçenin yazımına uydurarak yazmakta sakınca görmez. Ender
olarak da kendi dil beğenisine uymaması gereken sözcüklere rastlanır.
Herkes memnun, gülümseyerek, birtakım belirtilerden yaklaştığı
duyulan sevinçli bir OLAYI tasvibe hazırlanmış bir hal alır, hizmet­
çilerin hepsi de birer pencere ile çerçevelenerek bu hadiseyi seyre ko­
yuluyorlardı. (A l i N i z a m i B e y i n A la fr a n g a l ı t ı v e Ş e y h / i ­
t i , sf. 39)
Bu örneklere de bakarak Abdülhak Şinasi'nin kendi deyişiyle " fikirlerin
şiirle ifadesi" görüşüne bağlı olan üslup anlayışının da dili gibi eskidiğini
söyleyebiliriz.

Y A P 1 T L A R 1 : Fahim Bey ve Biz (roman, CHP Roman ve Hikaye Armağa·


nı'nda üçüncülük kazandı, 1 94 1 , l 942, 3. bas. 1 955), Botaziçi Mehtapları
( 1 943, 1 956), <;.amlıca'daki 1-:niştemiz (roman, 1 944, 1 956), Ali Niıt1mi Beyin

151
MIE $ 11 UT I YIET O O N IE M I

Alafrangalıgı ve Şeyhligi (roman, 1 952), Bogaziçi Yalıları (hatıralar, 1 954) , Aşk


imiş Her Ne Var Alemde (seçilmiş mısra ve beyitler, 1 955), Geçmiş Zaman
Köşkleri (hatıralar, 1 956), Geçmiş Zaman Fıkraları ( 1 958), lstanbul ve Pierre
1-oti (hatıralar, 1 958), Yahya Kemal'e Veda (hatıralar, 1 959), Ahmet Haşim,
Şiiri ve Hayatı ( 1 963). Yazarın bütün yapıtları, �k cilne Yaşar Nabi'nin önsö·
züyle, yeniden yayınlandı: 1- Fahim Bey ve Biz ( 1 966), 2- Çamlıca'daki Enişte­
miz ( 1 967), 3- Bugaziçi Mehtapları ( 1 967), 4- Bogaziçi Yalı/arı-Eski Zaman
Köşkleri ( 1 968).

K A Y N A K L A R : Edebiyatçılar Geçiyor ( 1 953); Sermet Sami Uysal, Abdül­


hak Şinasi Hisar ( 1 96 1 ); Vedat Günyol, Dile Gelseler ( 1 966); Ahmet Oktay,
Papirüs (Aralık 1 966); Murat Belge, Yeni Dergi (Nisan 1 968); Yakup Kadri
Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hôtıraları ( 1 969); Asım Bezirci-Refika
Taner, Seçme Romanlar (3. bas. 1 983).

1 52
A B D Ü LHAK
Ş I NAS I
H I SAR ' DAN
ÖRNEKLER

F A H i M B E Y V E B f Z 'den purla nihayet Londra'ya randevusundan


"TeşebbUsi Şahsi" Aleminde bir gün evvel varmak. Bu yolda her şeyi
Bu, Meşrutiyetin ikinci ilanıyle başla­ düşünmüş her şeyi hesap etmiş. Ancak,
mış bir "teşebbüsi şahsi" modasının de­ işte aksi gibi, hep hatır ve hayale gelme­
vam ettiği, o vakte kadar devlet kapısı­ yen birer kaçar saatlik teehhürlerle tam
na bağlanıp bir maaşla geçinmeyi dile­ bir gün kaybolunmuş. Manş Denizinin
yen birçoklarının bu, havaya uydukları meşhur fırtınalarından birine de tutul­
ve artık refahlarını devlet kapılarının duktan sonra nihayet Londra'ya varınca,
dışında aramaya heves ettikleri zaman­ randevusuna, bir gün yerine ancak bir
lardı. saat evvel muvasalat edebildiğini gör­
Halbuki Fahim Bey, daha ne kadar müş. Ve Fahim Bey yine <le: "Oh, kurtul­
önce, ta Meşrutiyetin ikinci ilanından dum !" <lemek üzereyken, her işi bir aksi
evvel, bir nevi kahraman gibi meydana tesadüf olan bu gün<le hiç akla gelmeyen
çıkarak, bu "teşebbüsi şahsi" alemine bir vaziyet hasıl olmuş. Her zaman hazır
ilk girmek isteyenlerden biri olmuştu. odası bulunan Hyde Park Otelinde o sa­
Onun, hayatının ehemmiyetli bir hadi­ bah tek bir boş oda verilemeyeceğini bil­
sesini teşkil eden, bu ikinci defa Lon<l­ dirmişler. Fahim Bey aklını kaçıracak gi­
ra 'ya gidişinin hatırası babamda canlı bi olmuş. Bir başka otel arasın ama ya
olarak kalmıştı. Fahim Bey, Londra'da derhal bulunmazsa? Ve hele, kaybedile­
Sefaret Katibi bulunduğu zamanlarda cek zaman yüzünden ya traş olmaya ve
tanıştığı maliye muhitinde nüfuz sahibi temizlenmeye vakit kalmazsa? insan,
bir zatın kıymetli tavsiyesini teminle bir traş olmadan, lngilizlerin karşısına çıka­
lngiliz mali müessesesine mühim bir iş maz. Bu lngilizler traş olmamış bir
teklifinde bulunmuş. Günün birinde de, adamla görüşmektense onunla yapacak­
gelip projesini anlatmak üzere <lavet ları işten vazgeçmeyi tercih ederler. Ran­
edilmiş. Bu daveti alınca Fahim Bey ta­ devularına geç kalınmasını ise hiç affet­
lihinin değiştiğine kanaat getirerek ga­ mezler. Bu işlerin ehemmiyetini düşüne­
yet heyecanlı günler geçirmeye başla­ rek Fahim Bey o kadar rica ve ısrar etmiş
mış. Programı şu olmuş: Blitlin dostları­ ki, bu bildik otelde kendisine bir banyo
nın himayeleriyle Londra'ya gidiş iznini odası vermişler. O da, çabuk çabuk traş
koparmak, seyahat masraflarını tedarik olmaya, çabucak gömleğini ve yakalığını
etmek, lstanbul'dan Orient Express'le değiştirmeye muvaffak olmuş.
Paris'e, tekrar şimendiferle ve sonra va- Fahim Bey telaşla giyinirken aklına

153
M E Ş K U l' I Y ET D ö N E M l

lıirtakım düşünceler gelirmiş: Kendisi dini kaylıetmiyor ve hep aynı yerde, hep
için hayati olan bu işini, randevusunu vazifesini yapmış, tecrübesini çoğaltmış,
kaçırmak ihtimali yüzünden tehlikeye hep aynı vaziyette kendini takdir etmiş
koyduğu bu sırada bir nez afet ve mede­ kalıyordu.
niyet vazifesini yapmakta olduğunu bil­ Babamın Fahim Bey'den bahsettiği
mekle eğer randevusuna yetişememesi bu senelerden nice sonra ben de, altın
yüzünden işi reddolunursa kendisi yine madenleri keşfetmek ister gibi, temsil
bir medeniyet vazifesini kahramancası­ ettiği sermayeye yüksek karlı işler arı­
na yapmış olacağından, takdir edilmeli­ yan, bir Fransız işadamının yanında ça­
dir. insan, hayatta, bazen medeni bir lışıyordum. Ve şimdi, kimbilir, kaç sene
vazifeyi vakti olmadığı halde dahi yap­ geçtikten sonra Fahim Bey'in de taki­
mak zorunda kalabilir. O zaman, görü­ bettiği -o zaman herkesin dilinde dolaş­
lecek iş değil de, feda edilmeyecek me­ maya başlayan- mühim bir iş varmış:
deniyet icabı yerine getirilmelidir. Ne Bursa ovasında pamuk zeriyatı işi.
olsa, insan hayatında yine başka bir fır­ Babam bana bir akşam, itina ettiği şey­
sat bulabilir. işte Fahim Bey böyle dü­ leri söylemek için kullandığı üslubuyla,
şünür ve işini tehlikeye düşürmek baha­ gözlerini aça aça, herhangi bir teşebbü­
sına da olsa vazifesini yapmakla mem­ sün sağlamlığının iki şarta bağlı olduğu­
nun olurmuş. nu söylemişti: "Evvela iş sahibinin ciddi­
Nihayet Fahim Bey o gün randevusu­ yetine, sonra da işin ciddiyetine!" ve işte
na tam vaktinde yetişmiş. Onun çektiği lıu itibarla lıana başka tekliflere ehemmi­
müşkülattan hiçbir haberi olmayan mü­ yet vermemek lazım geldiğini, fakat mü­
essese katibi, vaktinde gelmesini pek ta­ nasebette bulunduğum sermayedara dün­
bii bulmuş. Kendisini büyük bir neza­ yanın en ciddi adamı olan Fahim Bey'in
ketle kabul ederek, müessese erkanının bu mühim işini tavsiye etmeyi tenbih etti.
toplantı halinde bulunduklarını, projesi­ Zira bu yalnız kar bakımından kıymetli
nin ise, daha evvelden görüşülmemesine değil, fakat memleketin hayrı namına da
karar verilmiş bulunduğundan, kendisi­ en evvel ileri sürülecek bir işti.
nin izah vermesine lüzum kalınadığnı Fahim Bey'i, sermayedar Baron l.or­
söylemiş. Öyle ki, bütün bu hikayenin mais ile görüşmek üzere davet ettik. O,
zaten lüzumsuz ve manasız gözüken, bir sarı renkte kalın lngiliz kumaşı bir esvap
randevuya vaktinde yetişebilme helecanı giymiş, berberden henüz çıkmış, mem­
içinde lstanbul'dan Londra'ya nihayet nun Perapalas'ın gıcırdayan parkeleri üs­
vaktinde varılıp gelir gelmez de bütün tünde seke seke yiiriiyen ümitli bir kuş
seyahatin nafile yapılmış olduğunun ay­ haliyle geldi. Kırk yıllık bir dost, hele bu
nı zamanda anlaşılmasına ve hep aksi işte yıllanmış bir şerik gibi konuşuyordu.
tesadüflerle başlayarak bu en mühimi Tasavvur ettiği, yalnız müteşebbislerine
olan sonucu aksi tesadüfle bitmesine büyük lıir servet kazandıracak bir iş de­
rağmen, asıl şaşılacak ciheti şu oluyordu ğil; aynı zamanda oranın fakir halkını
ki, Fahim Bey böyle birçok heyecanlar ihya edecek içtimai faydası mühim olan
geçirdiği halde işinin reddolunmasından bir iyilikti.
lıüyük bir sükutu hayale uğrayarak ümi- Bu müsahalıemizden birkaç gün evvel

154
A a o O LtıAK Ş I N A � I H i S A R

hen garip h i r y a t gezintisine <lavet edil­ teyen hir tavır almıştı. Sanki o hize tesel­
miştim. Birçok hevesli davetlilerin dol­ li veriyor gibiydi. Bu mağl(ıp hir muzaf­
<lur<luğu hu motörlü ve gösterişli yat fere benziyordu.
Tarahya'dan hüyük hir neş'eyle açılmış Halbuki o gider gitmez Baron hana:
ve doğruca karşı sahile geçerek, hütün " Bu kadar methettiğiniz hu Beyle yapı­
maksadı hundan ibaretmiş gihi, hüyük labilecek hiç hirşey yok. Kendisi nazik
hir gürültüyle karaya oturmuştu. Ben, hir a<lam ama, hir iş adamı de�il ki, ha­
ister istemez, tuhaflı�ı <laha üzerimden yalperestin hiri ! " dedi.
geçmemiş olan hu hadiseyi hazırlıyor­ (Fa h im B e y v e B i z , 3. has. 1 95 5 )
dum. Zira hu defa da aynen höyle sanki
pupa yelken açılan müsahahemiz de çok
geçmeden sanki hir kumluğa saplandı. F A H t M B E Y V E B t Z 'den
Fahim Bey'in elinde hir imtiyazı yoktu.
Toprakların sahipleri ayrı ayrı kimseler ESVAPLAR
ve çok yerde köylülerdi. Pamuk ekmek Sonraları da kaç kere görmüş oldu­
serbest hir teşehhüstü. Bütün hu adamlar ğum gihi, Fahim Bey'den bahsederken
toplanmış, kendisini vekil tayin etmiş de­ haham hep hir haz ve huzur duyardı.
�illerdi. Onlara hu fikir nasıl kahul etti­ Onu hem metheder, hem için için güler
rilecek, hangi teminata mukabil sermaye ve böylece, onu methettijti sıralarda hi­
dağılacak ve müşterek pamuk zeriyatı le, görünüşte hiraz eğlenir gihi olurdu.
nasıl tanzim ve idare edilebilecekti? Ken­ fakat hakikatte hu hir istihza değildi.
disinin hu işte sermayedara ne getir<li�i Gençliğinde hu arka<laşıyle pek çok
anlaşılamıyordu. Hülasa hir fikir vermiş gülmeye alışmış olduğu için onun hatı­
oluyordu. Fakat <laha kolay ve sa�lam rası kendisinde tebessümlerin ve kahka­
görünen işler pek çok <leğil miy<li? O, hu haların hemen hemen şuursuzca nük­
tereddütler, hu sualler karşısında derdini setmesine sehep oluyordu. Onunla eğ­
anlatamayan hir insan gihi, ilk önce hay­ lenmek şöyle dursun bilakis gülünç bul­
li üzüldü, çırpındı. Esmer yüzüne kan duğu hikayelerini anlatırken hile hep
sıçradı. fakat nazik hir a<lam olan hu kihar ve yüksek taraflarını duyurama­
Baron, mahza tatlı hir tarzda ayrılmak mak, yahut, yanlış duyurmak endişesiy­
için, ona yeni hir randevu tayin e<lece�i­ le üzüldüğü anlaşılıyordu.
ni söyleyince, tasavvurunu o zaman an­ Yine Fahim Bey'e ait, hahamın höyle
latabileceği kanaati yerine gel<li. Ümi<lin­ anlatırken çok gül<lü�ü, fakat neticede
<len hiç hir şey zail olmamışa <lön<lü ve onun ahhl kının üstünlüjtüne hağla<lı�ı
ayrılırken, halinde muvaffakiyetsizlikten garip hir terzi ve esvap hikayesi vardı.
eser kalmadığı gihi, gariptir, onu helki Fahim Bey, daha sonraları, sefaretha­
<le hizim teselli etmemiz lazım gelirken nenin üçüncü katibi olara k gittiği
sanki kendisi hize, "Gönül isterdi ki, da­ Londra'da yeni girdiği hayat için hangi
ha işgüzar ve malumatlı olasınız da işimi esvapları yaptırmak lazım geleceğini
derhal kahul edesiniz! fakat zarar yok, tahkike haşlamış. Kendisine: " Üzülme,
hiç üzülmeyin, işimi gelecek defa anlar iyi hir terziye gidersin, (Hahillez-moi)
ve kahul edersiniz," diye ümit vermek is- dersin. Sana lazım gelecek hütün esvap-

155
M EŞ RUTiYET D O NEM i

ları yaparlar," demişler. O da sefirin rını da faturada görünce yeisle karışık


tavsiyesiyle Londra'nın en büyük terzi­ bir hayret içinde kalmış; "Aman Yarab­
lerinden olan Pool'e gitmiş kendisine bi! Bu ne çok esvap! Aman Yarabbi! Bu
bir sefaret katibine iyi giyimli olmak ne müthiş borç !" diyormuş. Sonra:
için ne lazımsa yapmasını söylemiş. Fa­ " Ben bu borcumu ömrümce ödeye­
him Bey mahcubiyetle devam ettiği mem ! " diye ümitsizliğe kapılmış. Bu
uzun süren çok provalardan sonra, ni­ hadiseye kahkahalarla gülen arkadaşla­
hayet bir gün sefarethaneye kapılardan rı ona:
içeri sığmayan bir ambar gelmiş. işte bu - ilahi Fahim Bey! demişler, ödeyeme­
ambarın Fahim Bey'in hayatında sene­ yecek olduktan sonra neye kahırlanıyor­
lerce süren bir tesiri olacakmış. içinden sun a birader? Verebileceğin borçları
kocaman bir dolaba sığmayacak bir sü­ düşün, yoksa, veremeyeceklerini ne me­
rü esvaplar çıkmış: rak ediyorsun?
ince ve kalın, açık ve koyu her türlü Fahim Bey bütün bu elbiseleri tevek­
ve her renk kumaştan ayrı ayrı her mev­ külle kabul etmiş ve böylece, bir taraf­
sime göre mevsimlik ve her mevsim ara­ tan, aylık taksiti bütçesinde büyük bir
sı yarı mevsimlik çeşit çeşit kompleler, rahne açan bu borcu senelerce ödeye
düz siyah ve tüylü şöviyottan ve gümü­ ödeye bitirememiş, diğer taraftan da
şi jaketler ve redingotlar, fraklar, smo­ bunları senelerce giye giye eskitememiş.
kinler; esvapların her nevi: beyaz keten­ Öyle ki hep bir sandıktan çıkan bu es­
den olanlar, krem sadak urdan olanlar, vaplar onu yıllarca yeni bir esvap yaptı­
pantalonu beyaz, vestonu lacivert olan­ rıp giymek zevkinden mahrum ettiği gi­
lar, sıra düşmeli vestonlar, tek sıra düğ­ bi nihayet modası çoktan geçmiş şeyler
meli yuvarlak vestonlar, seyahat esvap­ giymeye de mahkum etmiş. Zira Fahim
ları, koşu esvapları, golf esvapları, tenis Bey'in bütçesinde terzinin borcunu öde­
esvapları, av esvapları, şehir esvapları, mekten yeni yapılacak esvap için para
ev esvapları, nerede ve ne zaman giyile­ bulmak imkanı kalmamış!
cekleri pek kestirilmeyen esvaplar, bir­ Babamı her nedense her zaman kahka­
takım fantezi kumaşlı, süslü düğmeli, halarla güldüren bu maceraya ben o ka­
beyaz pike yelekler, çizgili kumaşlı mü­ dar gülemiyordum. Zaten, sonraları, ben
teaddit pantalonlar, siyah ve beyaz kü­ Fahim Bey'le biraz daha tanışarak, yavaş
çük kareli pantalonlar, yakaları kadife yavaş bu hadiseyi lıaşka türlü tefsire ko­
veya kumaştan pelerinler, kaputlar, yulmuştum. Fahim Bey'in arkadaşları
pardösüler, makferlanlar, redingot gibi gülmekten katılırlarken dikkat edememiş
cepleri arkada emperyal paltolar, kloş olacaklardı. Ciddi bir terzi lıu kadar bü­
paltolar, kadife yakalı koyu resmi pal­ yük mikyasta bir yanlışlık yapamazdı, Fa­
tolar, kadifesiz yakalı açık paltolar, si­ him Bey bütün bunları ısmarlamayı ken­
yah kadife yakalı gece paltoları, kuku­ dine bir vazife saymış olmalıydı. Terziha­
letalı seyahat paltoları! ne belki biraz mubalağa ederek bu ısmar­
Fahim Bey bütün bu esvapların oda­ lama emrini üç beş takım ilavesiyle tefsir
daki tekmil iskemle, koltuk ve kanape­ etmiş olabilir ve onun da sesini çıkarma­
leri kapladığını seyredip bunların tuta- yarak kabul ettiği ancak bunlar olacaktı.

1 56
A a o O L ll A K Ş I N A 5 1 H i S A R

Fakat bütün b u esvaplar yapılıp kocaman cuk yahut cüce bastonlarına benzer, o
bir sandık içinde hep beraber gelince o kadar ince ve kısa olur, bazısı baston gi­
kadar yer tutmuş ve başkaları bu hale o bi başlamışken bir kırbaç gibi biter, bazı­
kadar gülmüş olacaklardır ki, Fahim Bey larının uçlarında ele veya kola takılmak
de, fazla gösteriş meraklısı görünmemek için renk renk kordonlar bulunur, bazısı­
lüzumunu kabul ile, içinden tabii ve haklı nın saplarından fiyongalı kordelalar sar­
bulduğu bu israfı onlarla birlikte tenkid karmış. Bunlar da "travesti" ve maskeli
etmeye koyularak, terzinin kendi sözünü balo bastonlarıymış. Böyle onun sokakta
yanlış anlamış olduğu hikayesini uydur­ kullanılmaktan ziyade evde teşhir edile­
muş ve bu halin bir kurbanı diye gözük­ cek, müzelik bir baston kolleksiyonu var­
meyi tercih etmiş olmalıydı. Yoksa Lond­ mış. Ancak, bu merakına rağmen, bazan,
ra Sefaret Katibi tayin olunmasının haya­ hiddetini yenemiyerek, bu tarihi baston­
linde açnğı ufuk o kadar geniş ve ruhun­ lardan birini kendisini öfkelendiren ada­
da hasıl ettiği tesir de o kadar şiddetli ola­ mın sırtında k ırdığı da olurmuş.
caktı ki talihin bu cilvesine karşı o elbette Fakat Ali Nizami Bey'i bütün bu
böyle kocaman bir esvap sandığını dol­ muhtelif merakları içinde galiba en çok
durmakla mukabele edebilirdi. Ruhu hul­ saran ve bütün ötekilerini bastıran me­
yalarla şişkin olan Fahim Bey vücudu üs­ rakı, her nedense, ayakkabı, yani her
tünde böyle büyük bir terzinin esvaplarını türlü kundura, potin, iskarpin, çizme ve
duymaya muhtaç olmalıydı. Bundan son­ terlik merakıydı. Hep Beyoğlu'nun meş­
ra mesleğinde muvaffak olacağını daha hur kunduracısı Herald'e yaptırdığı, şık­
ziyade ummuştur. lığı dillerde dolaşan bu ayakkabıların­
( Fahim Bey ve B iz, 3 . b a s . 1 95 5 ) dan, hanımlar, adeta, hususi serinde ye­
tiştirdiği orkidelerinden bahseder gibi
söyleşirlerdi.
ALI N i Z A M i B E Y i N Hiç unutmam, onun büyük yatak
A L AFRA NGALICI odası da bir duvarı yarı yarıya kaplayan
V E Ş E Y H L I C l ' nden kocaman bir esvap dolabının kapağı
... Ali Nizami Bey giyim kuşam me­ önümde ilk açıldığı gün, alt rafında, iki
raklısıydı. Bütün esvaplarını Mir'den ıs­ sıra olarak, yan yana belki kırk çift, bel­
marlar, bütün boyun bağlarını da ki kırk çiftten de fazla ayakkabının sıra­
Mir'den alırmış. lanmış olduğunu hayretle görmüştüm.
Hele bastonlarının bazıları sokakta Bunlar çeşit çeşitti. Bazısı büsbütün
kullanılmayacak kadar kıymetli madde­ yeni, bazısı biraz eskimişti. Kimisi kü­
lerden yapılmış olur, yahut, böyle sapları çük, kimisi büyük gözüküyorlardı. Ba­
bulunurmuş. Bazı yekpare fildişinden zısı yandan sıra düğmeli ve yarım çizme
yontulmuş olduğundan daha kıymetli sa­ gibi yüksek potinler, bazısı ayak hizası­
yılırmış. Bazısının topuzları çeşm-i bül­ na varacak kordelalı, kordonlu açık is­
bülden, bazısının bir elma büyüklüğüne karpinler, bazısı hemen dizkapaklarına
yakın altındanmış. Bazılarının kıymeti ta­ yaklaşacak, ötekilerin yanında dev gibi
rihte meşhur bazı şahsiyetlere ait olmala­ görünen çizmeler, bazısı topuksuz ve
rından gelirmiş. Yine bunların bazısı ço- arkaları basık ev terlikleriydi.

157
ME$ RUTIYET DONEMi

Bunların hepsi de haşka haşka deri­ Bunlara uzaktan bakılınca çokları hir
lerden, meşinlerden yapılmıştı. Kimi ru­ şahsiyet ve hüviyet sahihi görünüyordu.
gani, kimi lustrin. Hepsi de ayrı ayrı ku­ Bazısı, vücutları ince, kıvrak gençlere,
maşlarla kaplıydı. Kimi podüsüet, kimi bazısı artık yaşlanmış, yıpranmış, bur­
kadife. Bazısının üstleri kadınların giy­ kulmuş ihtiyarlara benziyor, bazısının
dikleri canfes gihi ince hir kumaştandı. okumuş, hatta çok bilmiş, bazısının be­
Bazısının üstünde fantezi yeleklerde gö­ ceriksiz, pısırık hir halleri oluyor; bazısı
rülen sedef ve renkli düğmeler, bazısın­ zarif ve gösterişli insanlar gihi hazır ve
da fiyong olmaya hazır kordelalar, ba­ yerliyerinde duruyor, bazısı hödük in­
zısında ince kordonlar, bazısında ke­ sanlar gihi küt hir eda ile kalıyordu. Ba­
merlerdekileri hatırlatan tokalar vardı. zısı hamarat, yürümek, koşmak arzusuy­
Bunların bazısı simsiyah, bazısı hem­ le neşeli, bazısı tembel, yorgun ve dinlen­
heyazdı. Ve açık sarımtırak renklerle ko­ mek i htiyacıyle mıhlanmış görünüyor;
yu kırmızımtırak renkler arasında her bazısı resmi, kihar, sadakatli, vefalı yüz­
çeşitten olanları vardı. Bir tanesi şamfıs­ ler taşıyor ve bazısı ise mutavassıt ve adi
tığının içi gihi açık fıstıkiydi. Bir tanesi insanlar gihi, hirhirinden farksız ve şah­
de yemyeşilmiş ama hunu Ali Nizami siyetsiz gözüküyorlardı.
Bey, hir kere giydikten sonra annesinin ( A li Nizami Beyin A lafrangalıtı ve
hatırı için hir daha giymeye tövhe ederek Şeyhligi, 1 9 5 2 )
kaldırtmış. Bazısı da yanındakilerin hep­
sinden ayrı kalan menevişli renklerdeydi,
şanjandı. ÇAMLICA'DAKI
Belliydi ki, hütün hu ayakkabılar her E N I Ş T E M I Z 'den
an değişen isteklerimize, niyetlerimize,
hesaplarımıza, hüviyetlerimize hizmet DELi ENiŞTEMiZ
edebilmek üzere hürün mevsimlerin VE YEMEKLER
günleri ve geceleri için ve hu günlerin, Yemeğe o kadar aşık olan eniştemizin
gecelerin de ayrı ayrı zamanları ve saat­ içkiye karşı hiç düşkünlüğü yoktu. Bir
leri için hazırlanmıştı. Hepsi de kendi kere rakı içtiğini görmedim. Yalnız, ba­
vakitlerinin sırasını bekliyor gibiydi. Bu, zen sofrasında hir şişe kırmızı şarap bu­
üstleri açık, sağlam yapılı iskarpinler lunur ve o zamanlarda, hele hir sofu
uzun yollarda yürümek için, hu yandan evinde, içki ve hele şarap o kadar aykı­
düğmeli potinler, yol halıları üstünden rı hir şey sayılırdı ki herkes huna: " Be­
resmi ziyaretlere gitmek için, hu rugani yefendinin ilacı" der, kendisi de hiraz
iskarpinler danslı suarelere iştirak için, şarap içecek olsa " ilacımı getiri n!" der­
hu çizmeler ata binerek ava gitmek için di. Sözde şaraba katılan kınakına onu
ve hu ökçesiz terlikler de hürün hu şey­ ispirtolu hir içki olmaktan tasfiye ede­
lerden vazgeçerek hepsini terk edince rek ve günahını gidererek içilmesi mü­
akrabalarımızın müsamahalarına benze­ hah hir içki haline getirdiğinden enişte­
yen evlerimizde, talihimizin yuvalarına miz de hu şaraba hiraz kınakına atar­
benzeyen bizimle yüzgöz olmuş odaları­ mış. içerken hu hilesini hir ikincisiyle
mızın rahatına kavuşmak içindi .. tamamlardı. Şarabını ağzına götüreceği

1 58
A B D Ü l. H A K Ş I N A S I t! I S A R

sırada, biz, dudakları arasından, yavaş­ verirdi. "Ahçının işi o, sen kendi işine
ça: " ilaç niyetine! " diye söylendiğini bak, ahçıyı da kendi işine bırak! Sana
duyardık. ne oluyor? Sanki ömrümüzde bir gün
Yemeğe her zaman bu kadar ehemmi­ yemek mi bulmadık, aç mı kaldık? .. Sen
yet veren bu adam için yenilen ve içilen ahçı çırağı mısın, yoksa ahçı başı mısın?
şeyler böylece bazen haram, bazen mü­ Mutfağa girmek senin ne üstüne la­
bah, bazen da sevap olurdu. Muayyen zım? .. "
günlerde kurban eti ve aşure dağıtmak Bu sözleri duyunca beşer aklının kifa­
sevap olduğu gibi belki bunları bizzat yetsizliği ve bazı ehemmiyetli hakikatleri
pişirmenin de bu sevabı artıracağın ı dü­ kavramaktaki aczi eniştemizi merhamet­
şünürdü. le karışık bir isyana sevkeder: " Lahavle
Zavallı halamsa asıl onun ortalığı kir­ vela kuvvete illa billah!.. Hay, şimdi üs­
leten, evin alt katını mutfak kokusuna tüme fenalık gelecek, hanım! " diye bağı­
bulaştıran, tatsız bir üzüntü ve dediko­ rırdı, "Aman Yarabbi! Senin hiç aklın,
du mevzuuyla komşuların diline düşen izanın kalmadı mı? Hiç yemek pişirmek
bu yemek pişirmek adetinden ıstırap kabahat olur mu? Sevaptır, berekettir,
duyardı. Bu yaşlı karı kocanın aralarını Allah eksik etmesin, fazla gelirse fakir
açan ve birçok kavgalarına sebep olan fukaraya dağıtırsın, hayır işlemiş olur­
hep bu meseleydi. Kendi merakının, ge­ sun ! . . "
çen zamanlara rağmen, halamın kayıt­ Halam ona duyurmaya bile lüzum
sızlığını hala yenemediğine, aksine ola­ görmüyormuş gibi: " Pişir, pişir de yine
rak, onun bıkkınlığının arttığına şaşan ekşisin, yine dökülsü n ! . . " <liye söylenir­
ve bunu bir türlü hazmedemeyen enişte­ di. Eniştemiz de onu duymamış gibi de­
miz halama en evvel serzeniş eder: " Ha­ vam ederdi: " Hiç insan yiyeceği yemek­
nım, zaten ben her ne yapsam sen be­ lerin lezzetli olması için elinden geleni
ğenmezsin ! " derdi. " Benim pişirdiğim esirger mi? Elbette ben de marifetimi
yemekleri alem beğeniyor, söylemekle göstereceğim!.." Ve o zaman halam her
bitiremiyor!" Halam da: " Yemek pişir­ zamanki saffetine bürünerek: "Ahçı pi­
mek sanki iş mi?" derdi, " Beğenilecek şirsin <le ne olursa olsun!" der<li, " Her­
bir iş yap <la beğenelim! Alemin ne dü­ kes gibi biz de Allah ne verdiyse, ahçı
şündüğünü ben bilirim! Sen nafile yere, ne pişirdiyse onu yer de şük rederiz! "
istediğini söyle! .. " O zaman eniştemiz Senelerden beri başlamış olan b u çatış­
sarih bir haksızlık saydığı bu sözlere öf­ ma böylece hiç bitmeden devam ederdi.
kelenir: "Hanım, demek sen artık ağzı­ Bu kadar itina ile pişirilmiş bu yemek­
nın tadını bilmiyorsun! Demek senin ler aynı zamanda o kadar bollukla yapıl­
hiç bir zevkin kalmamış! Demek sana mış olurdu ki güya korkulan bir kıtlığa
yemek olsun da ne olursan olsun ! . . karşı gelmek ve lüzumunda bir kalabalı­
Tuh, yazıklar olsun ! .. " diye köpürürdü. ğı doyurmak için hazırlanmışa benzerdi.
Halam, sesini, kanaatinin kuvvetiyle Bunlar mutfağa ve hariçteki tel kafesli
yükselterek: " Yemek pişirmek sana dolaplara sığmadığından hizmetçiler el­
düşmez, adamakıllı erkeğe, senin gibi lerini sürmesinler ve sinekler üstlerine
bey olacaklara yakışmaz! " diye cevap üşüşmesinler diye, camları, perdeleri da-

1 59
M E Ş R U T i Y ET D Ö N E M i

ima inik, kapısı d a çok kere kilitli duran­ muştum ki böyle her tarafa serilen ye­
ve bir nevi açık kiler haline girmiş olan mekler, güya deli eniştemizin ikide bir
bir misafir odasına yerleştirilmeye başla­ bahsettiği birtakım cinler, periler, Yecüc
nırdı. Tepsilere, tencerelere, sahanlara ve Meçüder yahut bizce meçhul birtakım
o zamanlar daha çok kullanılan büyük insanlar için hazırlanmış gibi, hepsi de,
orta ve küçük boyda kayık tabaklara için için sanki daha saati çalmamış bir
konmuş bütün bu yemekler: Börekler, ziyafet zamanını bekleyerek, esrarlı bir
dolmalar, zeytinyağlılar, tatlılar, helva­ hal alırlardı. Öyle ki bütün bu yemek ta­
lar, sütlüler ve kompostolar evvela bir bakları şimdi hala hafızamda bilmem
masa hizmetini gören açılır kapanır bir hangi büyük ziyafetlerin daha gelmemiş
sehpa üstündeki kocaman bakır siniyi davetlilerini, kırk yıldır, bekliyor gibi
kaplar, sonra, mutfaktan, teldolaplar­ görünüyorlar!
dan, kilerlerden taşmakta devam ederek, Fakat, yazık değil mi ki, her şey gibi,
yavaş yavaş yerlerden yukarılara doğru yemekler de fanidir. Yenilmezse beniz­
yükselir, odada, hatıra gelmez eşyalar leri solar, tatları kaçar, tabii kokularıy­
üstünde yer alır, önce kapıya en yakın le değil, ekşi ekşi, fena fena kokarlar. İş­
noktaları, sonra orta masanın üstünü te bu lüzumsuz yemekler de böyle solar,
donatır, sonra daha yükseklere çıkarak, güzel renkleri uçar, bazen üstleri pasla­
yavaş yavaş kanapelerin, koltukların hi­ nır, adeta küf tutardı. Böyle bozulduk­
zalarına yaklaşır ve odanın içinde bizim ları görülenler derhal dökülürdü. Oda­
bulunmadığımız sıralarda ilerleyen garip nın bu hali halamın asabına dokunu­
mahluklar gibi, esrarlı bir seyahate ko­ yordu. Kocasının yemek pişirmek mera­
yularak, yer değiştire değiştire köşedeki kı kendisinde hazmedilememiş yemek­
ayaklı ve abajurlu lambanın yuvarlak lerle bütün bu sahanların, tabakların
mermer pervazına tırmanırlardı. Bütün doldurduğu ve kokuttuğu, camları açıl­
bu tabaklar böylece kendi istekleriyle mayan misafir odasının nahoş hatırala­
öteye beriye konmuş ve odaya girdiğimiz rını uyandırırdı. Eniştemiz ısrar ettikçe
bir anda duraklamış da bulundukları halam tecrübeli bir itimatsızlıkla bunla­
yerlerde demirlemiş gibi, güya biz karşı­ rı hatırlamaya bile tahammül edemez
larında bulunduğumuz için kıpırdama­ ve hayalinde canlanan bu manzarayı
yan ve sanki oralı görülmek istemeyen görmemek için, onu eliyle iter gibi, ko­
bir hal takınırlardı. Mesela kayık bir ta­ lunu uzatarak gözlerini yumardı. Artık
bakta, üstü beyaz kaymaklı bir güvez ay­ sabrı tükenmiş ve tahammül kabi liyeti
va kompostosu yahut menekşe gibi mor kalmamıştı.
bir vişne ekmeği tabağı yalnızca başını Ancak, garip değil mi ki, eniştemizin
almış da en önde, buraya, aynalı konso­ yemek pişirmek merakını senenin üç yüz
lun mermerine çıkmış ve ancak bizi gö­ altmış gününde bu kadar acı acı çekişti­
rünce seyahatinde muvakkat olarak dur­ ren halam, beş altı gününde de, bütün bu
muş bir kayığı, bir yelkenliyi andırırdı. sözleriyle tezata düşerek, onu taklide,
Öyle ki bunları gördükçe yemek değil, ona nazire yapmaya kalkışmışa benzer­
belki gülmek hatıra gelirdi. di. Bugünler, köşk içinde büyük birer
Yine, bunu da kaç defa sezer gibi ol- ehemmiyeti olan meşhur reçel kaynatma

160
A B DOL HAk Ş I N A S I H i S A R

günleriydi. Her sene yazın, meyveler bol­ Fakat, onlar yemezlerse, oturur, kemali
landıktan sonra, hiç olmazsa vişne, çilek, afiyetle siz kendiniz yerdiniz! Bu da mü­
ayva, kayısı, frenk üzümü ve bir de gül him bir kardı. Eniştemiz bu fikrini pek
reçeli olsun, mutlaka kaynatılırdı. Bun­ beğenir; "Ahçı dükkanının-malını, eğer
lar okkalarla alınır, temizlenir, ayıklanır, satılmazsa, kendim çimlenirim ama, di­
hazırlanır; büyük tencerelerde şeker eri­ ğer dükkanların atılmayan mallarını ben
tilir; meyveler bu şuruba atılır ve tekrar sanki ne yapayım?" diye gevrek gevrek
uzun uzun kaynatılır; üstleri köpürdük­ gülerek kendi kendine hak verirdi. Fakat
çe, yassı bir kepçeyle, bu köpükler alınıp garip değil mi ki boğazına bu kadar düş­
çıkarılır; reçelin kaynaya kaynaya kıva­ kün olan bu adam, tam şarklı olduğu ve
mına geldiği anlaşılmak için güvez pem­ bizim göreneklerimizde lokantalara git­
be, kırmızı veya sarı sathına hafif hafif mek pek adet olmadığı için, evinde ye­
üflenerek renkli bir billur gibi mücella mek zamanlarında o kadar keyifli iken,
bu sathın üstünde hasıl olan buruşuklu­ zaten nadir olarak gittiği; lokantaları
klara, kabarcıklara, habbeciklere bakılır; hep yadırgar ve buralarda çok kere yü­
kaynayan bu şuruba, bizim hayretli ba­ zünü ekşitirdi. Zira daima evinde yalnız
kışlarımız karşısında limon sıkılarak kes­ kendi sofrasıyle meşgul olanlar tarafın­
tirilir; tekrar bir iki taşım kaynatılır ve dan hizmet görmeye alışmış olduğundan
nihayet, reçel kıvamına gelince, tencere­ bir lokantanın umuma bakan yavaş ve
ler indirilir, soğuyunca da büyük cam sıra bekleten usullerine ve birkaç masaya
kavanozlara ve daha ufarak billur kase­ birden bakan garsonların hesaplı hiz­
lere aktarılırdı. Halam, hiç bir şeye elini metlerine bir türlü alışamıyordu.
sürmeden, bütün bunlara o kadar itina Böyle yerlerde şaşırır, biraz bekler
ile nezaret ve kumanda ederdi ki, zihni beklemez acıkmış ve aç kalmış bir hal
karışmasın diye, bu sıralarda bizim bile alır, keyfi kaçar ve yanındakilerin, yani
yanında bulunmamızı, dolaşmamızı ve bizim de zevkimizi kaçırırdı. Öyle yersiz
bu işle meşgul ettiklerinden başka kimse­ bir telaşa düşerdi ki yüzüne kendisine
nin kendisine bir söz bile söylemesini is­ bakılmak istenilmeyen bir zavallı düşkü­
temezdi. Eniştemiz de, reçel kaynadığı nün hüznü çöker, gözleri onun perişan
müddetçe, onun bu ciddiyetini takdir ve bakışlarına dönerdi. Yapılacak tek şey
bu titizliğine riayet ederdi. kendi masasına bakan garsonu bilerek
Eniştemizin, beğendiği için tekrar et­ hep ona hitap etmek ve getireceklerini
mesini pek sevdiği bir fikri daha vardı: biraz sabırla beklemekten ibaretken o
insan eğer hiç bir iş göremez de çaresiz kendi masasına bakanı diğerlerine hiz­
kalırsa, başka bir şey aramaya hacet met edenlerden ayırt etmek lüzumunu
yoktu, her teşebbüse tercihan bir lokan­ kabul etmeyerek, etrafından geçtiğini
ta açmalıydı. Zira bunun faydası şuydu gördüğü herhangisini kendisine hizmetle
ki işlerde ticaretiniz yolunda gitmezse aç mükellef ve ne beklediğinden de haber­
kalırdınız. Halbuki bu işte, ticaret olma­ dar sayar ve garsonlar başkalarına bak­
sa bile, hiç olmazsa bu arada insanın mak için yanından geçtikçe, kendisinin
karnı doyardı. Yemekleri, eğer müşteri­ ihmal olunduğuna kanaat getirirdi. itika­
ler yerlerse ne ala, para kazanırdınız .. dınca onların hepsi kendi sofrasıyle meş-

161
M E Ş R U T i Y ET DONEMi

gul olmalıydılar. B u inancının neticesi şot'u tercüme etmiş olduğunu söyleyince


olarak, onlarla arasında sinirlere doku­ buna şaşmıştım. Bilmediği bir lisandan
nan tatsız tuzsuz bir konuşma başlardı. nasıl tercüme etmişti? Yoksa başkasına
Eniştemiz o anda geçen ve bizim ma­ mı ettirmişti? Bunları bilemiyorum. Deli
samıza bakmadığı için bir faydası do­ eniştemiz kendini normal bularak ve Don
kun rnayacak olan bir garsona hitapla, Kişot'la arasında bir akrabalık sezileceği­
mesela: "Oğlum! Hani bana su getire­ ni hiç düşünmeyerek, çocuk gibi, onun
cektin, hala gelmedi!" derdi. O da bir pek hoşuna gittiğini söylerdi. Ancak eniş­
cevap olsun diye: "Şimdi! " diyerek ge­ temiz, olanca ehemmiyetine rağmen, bu
çer ve kendi işine giderdi. O zaman kitabı seçmekle asıl tercüme veya adapte
eniştemiz, önümüzden geçen bir başka­ edeceği kitabı bulmuş değildi. Eğer İzan
sına hitapla: " Oğlum! Bir kadeh su ge­ ve irfanı müsaade etseydi de Brillat-Sava­
tirsenize, ne olur? Sevaptır!.." diye yal­ rin'in meşhur Physiologie du goüt'sunu
varan bir eda alırdı. Yemek böyle müş­ tercüme etmiş ve daha iyisi, bize göre bir
külatla başlar, ötekilerini masamıza ba­ naziresini yazmış olsaydı elimize ne kıy­
kan garsondan ayırt etmek lüzumunu metli bir kitap bırakmış olacaktı! Yazık
bir türlü duymayan eniştemiz, bunlar ki bizde ilim ve anane hiç "kitabi" değil­
kendi işleri için geçerlerken kendilerine dir. Diğer milletler, bildiklerini birer
hitap etmekte devamla mesela: "Oğlum! mahfazada saklar gibi, kitaplarına kor­
Hani bana salata getirecektin, hala gel­ lar. Bizdeyse milli ananelerimiz hayattan
medi!" derdi. Fakat yemeğin sonuna ka­ kitaba sirayet etmeden ve hemen hiç bir
dar sabrı tükenir, bu "Oğlum!" hitapla­ kitabımızda muhafaza edilmeden hava­
rı kesilir, yemek müşkülat ile yenir ve bu lanıp uçuyor. Eğer Türk sofrasının ana­
defa öfkesi son haddine gelmiş olan nelerini ve milli ahçılık usullerimizi ko­
eniştemiz o aralık oradan geçen ve bü­ ruyan Türk yemekleri kitabını deli eniş­
tün bu sabırsızlıklardan haberi olmayan temiz yazabilmiş olsaydı, tabiatı ve huy­
bir başkasına: "Garson! Haniya kahve ları ne olursa olsun, sırf bu iptilasının ve
nerede? Bir saattir bekliyorum, hala gel­ zevkinin kıymetli mahsulünü yetiştirip
medi! .. Yoo!.. Siz artık işi azıttınız gay­ verebilmiş olmak sayesinde, milli kültü­
ri. Şimdi kafanı patlatırım, ha! Bak, sa­ rümüze mühim bir hizmette bulunmuş
na haber vereyim !" diye bağırırdı. ve böylelikle belki bazı günahlarının bir
Eniştemizin neslinden olanlar Fransız­ nevi kefaretini ödemiş, bazı kusurlarını
cayı Farisi gibi birtakım irnalelerle çeke­ telafi veya affettirmiş olacaktı. Zaten bi­
rek telaffuz ederlerdi. Kendisi Fransızcayı zim bütün yapmak istediklerimiz de ken­
bilmez denecek kadar az bilirdi. Marsilya dimizi ve ismimizi böyle boyumuzdan
kelimesi yerine dört elif miktarı irnaleler­ uzun ömürlü şeylere bağlamak ve onla­
le: " Mar-i sil ya" dediğini bir duysaydınız rın nisbi sağlamlığına dayanmaktan iba­
muhakkak bu şehir ismini değil, fakat bu ret değil midir?
terkiple, "silyanın yılanı" dernek istediği­
(Ça m / ı c a ' da k i E n iş t e m i z , lstan­
ni sanırdınız. Öyleyken bir gün bana,
bul 1 967, sf. 1 44-1 52)
vaktiyle, o Fransızca metinden Don Ki-

1 62
O S M A N CE M A L K A Y G I L I

lstanhul'da doğdu ( 1 890). Ilköğrenimini Cezri Kasım Paşa Ilkoku­


lu'nda, ortaöğrenimini Eğrikapı Merkez Rüştiyesi ve " Menşe-i Kütrahı As­
keriye"de tamamladı. Erkan-ı Harhiye-i Umumiye (Genelkurmay) Daire­
sinde ( 1 906- 1 909), Kıtaat-i Fenniye Müfettişliği Kalemi'nde katiplik etti
( 1 909- 1 9 1 3) . Sadrazam Mahmut Şevket Paşa 'nın öldi.irülmesinden sonra
( 1 2.6. 1 9 1 3 ) " ittihat ve Terakki Fırkası"na muhalif yazarlar, politika
adamlarıyla hirlikte Sinop'a sürgün edildi. Seferherlikte affedilerek, gezici
tümenlere katip olarak gönderildi. Hasta lık nedeniyle emekliye ayrıldı
( 1 9 1 8) . Emekli aylığı ile geçinme olanağı hulamadığı için, yıllarca sütçülük,
manifaturacılık, Şirketi Hayriye vapurlarında hiletçilik gibi işlerle yaşamı­
nı sürdürdükten sonra imam Hatip Okulu'nda ( 1 925- 1 9 31 ) , Çemherlitaş
Erkek Ortaokulu'nda ( 1 93 1 - 1 932), Fener Rum Kız Lisesi'nde ( 1 932- 1 945)
Türkçe öğretmenliği yaptı. 9 Ocak l 945'te kanserden öldü.
Osman Cemal'in ilk yazısı Baha Tevfik 'in güldürü dergisi Eşek'te ( 1 9 1 3 )
yayımlanmıştı. Uzun süre ara verdikten sonra Şeha ( 1 920), Alay ( 1 920),
kendi yayını Ayine ( 1 92 1 ), Güleryi.iz ( 1 92 1 -B), Aydede ( 1 922) dergilerin­
de yazdı. 1 920- 1 945 yıllarında çalıştığı Sah ah, Alemdar, ikdam, Cumhuri­
yet, Yeni Gün, Vakit, Son Posta, Son Saat, Son Telgraf gazetelerinde, ya­
yımladığı öykü, mizah yazıları ve tefrika romanlarıyla lstanhul'un kenar
köşe semtlerinde yaşayan insanların yazarı kimliğini kazandı.

Sanatı
Bürokrasinin asker kanadından geldiği halde, çağdaşı yazarların çoğu­
mın aksine, " ittihat ve Terakki Fırkası"nın denetimi altına aldığı düşün ve
sanat çevrelerine girmeyen Osman Cemal, öykülerinde Hüseyin Rahmi ve
Refik Halit'in (özellikle Memleket Hikayeleri, 1 9 1 9) uygulamaya çalıştık-

163
M E$RUTIYlT DONEMi

l a n gerçekçi anlayıştan etkilenmiş görünür. Okuma yazma bilen herkesin


anlayacağı yalın bir dil örgüsü içinde, halktan kişilerin kendi yaşamlarında
izler bulabileceği konuları işler.
"Tası tarağı topladı", "apışıp kaldı", "yardakçılığa başladı", " para etme­
di ", "çene çalmak" gibi lstanbul halkının kullandığı deyimlerin bolca rast­
landığı bu öyküler -kuruluş yönlerinden zayıf olmalarına karşın- tiplerin çi­
zimi yönünden belli bir başarı düzeyine ulaşmışlardır. Gerçeği kendi sanatçı
dünyasının verileriyle zenginleştirme gereğini duymayan Osman Cemal ele
aldığı olayı bir röportajcının gözlem anlayışı içinde öyküleştirmeye çalışırken
"ertesi akşam", " ik i üç gün içinde" gibi ifadelerle zaman belirtmelerine özen
gösterir. Çevreyi kısa çizimlerle vermekle yetinir, uzun betimlemeler yapmaz.
Tanzimat ve Servet-i Fünun yazarlarında görüldüğü gibi kişilerin adlarını
Çok sık kullanır. "Bahusus", "Zaten", " Mamafi" gibi sözcüklerle inandırıcı
öğeleri pekiştirmeye çalışır. Kimi öykülerinde, Yahudi, Laz gibi kişilerin "şi­
ve"lerine çok uygun konuşmalar bulunmasına özen gösterir. Yazarın sahne
deneyi olduğundan, konuşmalar genellikle başarılıdır.
En önemli yapıtı sayılan Çingeneler romanında ise Osman Cemal, daha
değişik bir kişilik göstermiştir. Yine çok güçlü gözlem yeteneğine bağlı ola­
rak ele aldığı kişilerle birlikte lstanbul çevresinin tüm canlılığı ile sergilen­
diği Çingeneler'de, geleneksel roman kurallarına uygunluk söz konusu de­
ğildir. Kişilerle ana olay arasında bağlantılar yakıştırma izleniminden kur­
tulamazlar. Yan olaylar belli bir plan doğru ltusunda geliştirilmediği için ro­
man dağınıktır. Gerçekçilerde görmeye alıştığımız ölçülülük yerine, özellik­
le romanın başkişisi olan lrfan'ın anı defterine dayanan ikinci bölümde
büsbütün k uraldışına çıkılır.
Ne ki, Osman Cemal, yaşamlarını yansıttığı insanlar gibi, kendini öz­
gürce bıraktığı sayfalarda duyarlığına kapılıp giderken -özene bezene hu
kurallara uyma çabası gösterilen birçok romanda rastlamadığımız- bir an­
latım zenginliğiyle olağanüstünün kapılarına ulaşmıştır.
Bu aralık az esmer, uzunca hoylu, ince yapılı, tirşe gözlü, sarı ze­
min üzerine siyah çiçeklenmiş cepkenli, morla karışık turuncu benek­
lerle dolu şalvarlı, helinde lahuraki taklidi şal sarılı, haşı alaca yeme­
nili, ayakları püsküllü iskarpinli, her iki hileği ve parmakları gümüş
ve altın yaldızlı hilezik ve yüzüklerle süslü yirmi, yirmi iki yaşlarında
hir kız yanımıza sokuldu. Sırnaşan arsız çocukları yarı gerçekten, ya­
rı şakadan azarladıktan sonra kendisi yılıştı:
- Ha tutun hirer niyet de açayım size hir maydanozlu fal.
- B iz maydanozlu istemeyiz.
- Ehegömeçli açayım.
- Ehegömeçli de istemeyiz.
- Neli istersiniz ya civan beylerim ?
- Biz karanfilli isteriz.

1 64
ÜSMAN CEMAL KAYG I L I

- Hay kokasınız karanfil gibi. Anlaşılan sizin karanfil gibi birer es­
mer sevgiliniz var. Allah arttırsın muhabbetinizi; i l le velakin açayım
size birer fal da okuyayım kalbciklerinizi...
( Ç i n g e n e l e r , 3 . bas., sf. 13, 1 972)
Okuduğumuz bu kısa parçada bile Çingeneler de -özgünlüğü bir yana­
Türk romanının gelişme evrimi içinde, yol açıcı nitelikleri kazandıran öğe­
leri görmek mümkündür. Osman Cemal'in öyküleme geleneğine bağlı ku­
ruluştan uzaklaşarak konuşmalarla i nsanı kendi özellikleri içinde yansıtma
gücü açıktır. Sait Faik, onun bu gücünü, şöyle ifade etmiştir:
"Osman Cemal'in Çingeneleri muhakkak bir şaheserdir.. Osman Ce­
mal'in bu kitabı için röponaj kokuyor demişlerdi. Kokladım, mis gibi şa­
heser, bir hakiki roman, davantür, avantür romanı kokuyor. Fazla ola­
rak bir de örf ve adet romanı."

YAPITLARI: Eşkiya Güzeli (öyküler, 1 925), Sandalım Geliyor Varda (öykü·


ler, 1 938), Çingeneler (roman, 1 939, 1 943, 1 972), Bekri Mustafa (roman,
1 944), Aygır Fatma (roman, 1 944 ), Üfürükçü (oyun, 1 940).

KAYNAKLAR: Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman-/


( 1 959), 1 00 Ünlü Türk Eseri cilt II ( 1 974); Cevdet Kudret, Türk Edebiyatın­
da Hikaye ve Roman (2. bas. 1 97 1 ) ; Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Çev­
remde ( 1 970); Refika Taner-Asım Bezirci, Seçme Romanlar (5. bas. 1 997).

1 65
O SMAN
C EMAL
KAY G I L l ' DAN
ÖRNEKLER

K IR K IN D A N S O N R A balıkçılık yapacağız, sana günde yarım


S A Z Ç A L I N IR M I ? papel var.
Kırkbeş yaşına geldiği halde Köse Is­ Beraber kalktılar, balıkhaneye gidip
mail, kendine hala adamakıllı bir iş bu­ yirmi okka balık aldılar, ikindiye doğ­
lamamıştı. Mamafih lsmail, isterse ek­ ru Balat'a geldiler, yahudilerin karşı­
meğini taştan çıkarmasını bilir, cebbar sındaki köşeye sepetleri yerleştirip, ay­
bir adamdı. Bundan iki ay evvel bir ak­ nı makamla, el çırparak başladılar:
şam üstü, Balat'tan geçerken baktı ki, - Al yarım okka bir çeyre k! ..
iki yahudi köşeye balık tablalarını koy­ Yahudiler, bu rakipleri görünce fena
muşlar, hem ellerini şıkırdatıyorlar, halde kızdılar, lakin ne yapabilirlerdi?
hem kıvrak bir makamdan " al, yarım Ticaret serbest değil mi? Köse'yi ora­
okka, ver bir çeyrek!.." diye adeta tür­ dan kovamazlardı ya ... Şim<li işin kur­
kü söylüyorlardı. Yahudilerin bu hali nazlığına davranmak ve bu suretle ra­
Köse'nin hoşuna gitti ve güldü, geçti. kipleri oradan kaçırmak lazımdı. Müş­
Oradan biraz daha ileride, ona benzer teri daha o akşamdan ikiye ayrıldı. Ya­
diğer bir sahneye rastgeldi. Yine iki ya­ hudiler her akşam otuz okka balık har­
hudi çocuğu, yolun ortasında çikolata carlarken bu akşam on okkayı güç sa­
ve bisküvi kutularını koymuşlar, hem tabildiler.
oynuyorlar, hem de: "çikolata nestele, Ertesi akşam Köse hiç ummadığı bir
canını da besle! " diye balıkçıların ma­ hal karşısında kaldı. Yahudiler yanları­

kamını daha tiz perdeden terennüm na bir arkadaş daha almışlardı. Bu, yü­

ediyorlar ve cayır, cayır satıyorlardı ... zü gözü boyalı, başında uzun külah,
elinde zilli maşa, onsekiz yaşlarında bir
Eve gidince Köse, karısına " yahu" de­
soytarı idi. Ötekiler bağırırken, o, i ki
di, "sabahleyin şu bizim çamaşırsepet­
tarafa sallanıyor ve elindeki maşa ile
leri ile iki tane peştemal hazırla! "
tempo tutuyordu. Bittabi Köse'nin de
- Ne yapacaksın?
buna canı sıkıldı. Evvela hiddetle atılıp
- Balıkçılığa başlayacağım ...
soytarının başındaki külahı yırtmak,
Ertesi günü, mahalle kahvesine uğra­
elindeki maşayı alıp, kafasını, gözünü
dı, işsiz güruhundan Fasafiso Remzi'ye:
yarmak istedi. Sonra bundan caydı. Fa­
- Kalk ulan, dedi, burada miskin,
safiso'nun kulağına eğilip:
miskin oturma; gel benimle beraber,
- Sana bu akşam yirmibeş kuruş faz-

166
O S M A N C E M A L K A Y G l l. I

la vereceğim, nasıl, yapabilir misin? günde i ki, üçyüz okkaya kadar yüksel­
Nalburdan hiraz hoya alalım, sen de di, yahudilerinki ise heş okkaya düştü.
yüzünü hoya, şu kese kağıtlarının biri­ Bir gün balıkçı yahudiler toplandılar,
ni de kafana geçir. istersen hir de dar­ hu hususta aralarında uzun müzakere­
buka bulalım! .. lerden sonra Köse'nin karşısına dört
- Deli misin sen, lsmail Ağa, kim de­ kişilik hir ince saz getirip oturttular.
miş heni sana apukurya maskarası di­ Lakin o da fos çıktı, çünkü Köse derhal
ye? .. Öyle yapacağımıza, yarım lirayı takıma hir de davul ilave edince, yahu­
gözden çıkar, Lom:a'dan kıtıpiyoz hir dilerin sazı sivrisinek vazıltısı gihi kal­
zurna ile çifte nara tutalım, yanımıza dı. Artık hu sonuncu muvafakkiyet
oturtalım, o vakit yahudiler tası tarağı üzerine Köse'nin koltukları hüshütün
toplayınca kaçarlar. kah ardı.
Fasafiso'nun hu teklifini lsmail Ağa, Şimdi hu iş yalnız yahudilerin değil,
çok beğendi: orada Nevşehirli hakkal Sava'nın da
- Aklınla hin yaşa ulan, haydi fırla, canını sıkıyordu. Zira gürültü ikindide
çahuk narayı al, gel! haşlıyor, yatsıya kadar sürüyordu. Ev­
Bir çeyrek sonra, yahudiler, galibi­ vela Sava'nın dükkanının önü kapanı­
yetlerinden emin ve memnun hir tarzda yor. saniyen hu gürültü patırtı ile kafa­
ahenklerine devam ederlerken, hirden­ sı şişiyor, heş yazacak yerde onheş ya­
hire zurna sesini duyunca apıştılar, kal­ zıyor, elli vereceği yerde yüz veriyordu.
dılar. Şimdi işin garihi, yahudilerin Salisen kendi tezgahını süsleyen laker­
soytarısı da şaşırarak elindeki zilli ma­ da, turşu halığı gihi hazı çeşitler üç heş
şayı zurnaya uydurdu, o da bilmeyerek gündür hiç satılmıyor, herkes hunları
Köse'nin tarafına yardakçıl ığa haşladı. Köse'den alıyordu. Sava yahudilerle it­
Bunun için kır bıyıklı, şişman yahudi, tifak edip Köse'nin aleyhine hir tuzak
hirkaç defa soytarının kulağından tuta­ kurmak istiyor. Lakin netice cılk çıkar­
rak ikaz mecburiyetinde hile kaldı. Fa­ sa yahudilerin kendini yalnız hırakaca­
kat para etmedi. Köse'nin uzaktan gös­ ğından korkuyordu. Nihayet hir ak­
terdiği ufak hir işaret üzerine soytarı, şam, Sava için iyi hir fırsat zuhur etti.
ustalarına müstehcen hir küfür savura­ Köse'nin mahallesinde oturan yaşlıca
rak geldi, o da heriki tarafa iltihak etti. ve hoşhoğaz hir kadın mum almak için
Köse sordu: dükkanına girdi ve sordu:
- Sen ne millettensin ? - Bu ne kepazelik ayol, ne var, düğün
- Baham rum, annem ermeni! . . mü var hurada?
- Öyle ise heynelmilel sayıl ırsın . . Sava, derhal işin kurnazlığına kaçtı:
Otur bizimle çalış! Ben daha fazla para - Düğün var, hanım düğün .. Köse Is­
vereceğim .. mail evleniyor.
iki, üç gün içinde hu zurnalı dümbe­ - Deme ayol. Kimi alıyor?
lekli, palyaçolu balıkçılar hürün dvar­ - Kart hir yahudi karısını sevmiş 3fı-
da duyuldu; her akşam yüzlerce kadın, yor.
erkek, çoluk, çocuk hunları seyire gel­ - Evdeki karısının haheri var mı?
meye haşladı. Ve artık Köse'nin satışı - Kimhilir, helkim de yok.

167
M E Ş R UTiYET D O N E M i

Kadıncağız Sava'nın bu sözlerini cid­ ğından çıkardığı takunyalarla zavallı­


di sanarak söylene söylene çıktı gitti. nın kafasına, gözüne indirmeye başla­
Sava şimdi sevinçle: dılar. Ahali birbirine girdi, çalgıcılar
- " Körün taşı rastge le" diye buna savuştu, Remzi kaçtı, yalnız soytarı oğ­
derler işte, dedi. lan hiç istif ini bozmadan elindeki zille­
Şüphesiz şimdi o kadın gidip mesele­ ri çalarak:
yi mahallede yayacak ve bunu Köse'nin - Al yarım okka bir çeyrek ..
karısı duyacak, neticede bir kepazelik diye hala bağırıyor, Sava ise tezgah
olacaktı. başında kıs kıs gülüyordu.
Sular henüz kararmıştı. Köse'nin or­ ( E ş k iya G ü z e l i , 1 925)
kestrası şatafatlı bir hava çalıyor, ken­
disi de neş'eli ve coşkun bulunuyordu.
Sava, çırağına: Ç i N G E N E L E R 'den
- Bodos, dedi, şuradan bir yirmibeş­ Kalın ve kalantor herif, arabacı
lik doldur, biraz da sucuktan bastırma Akman ağa ile beni görünce hemen işi
doğra! Sonra kalktı, cal i bir neş'eyle çaktı ve daha on beş, yirmi adım uzak­
Köse'nin yanına gitti: tan elini uzatarak:
- Yaşa Köse yaşa! Çalgu ile her ak­ -Hoş gelmişsiniz beyim'i bastırdı!
şam çarşuyu şenlendiriyon .. Kaç vahıt­ Sonra eliyle kendi çadırını gösterdi: -
tır, ırakıyı terk etmiştim, bu ahşam zur­ Buyurun da içeri, malum a, dışarısı ça­
na beni coşturdu, dayanamadım iki te­ mur, buyurun içeri! ..
ne yuvarladım .. Bahıyom, sen heç oralı Çadırın kapı tarafındaki büyücek bir
olmıyon. . . . yeşil sandığın üstüne ben; kilimlerin,
- B e n de çoktandır içmiyorum . . keçelerin, yatakların üzerine onlar yer­
- B u çalgu i l e doğrusu içilir.. Gel tük- leştiler.
kana da saha bir cibre vereyim bah. Etem, Çeribaşı ile çingenece bir şey­
- Şerefine Köse! ler konuştu ve bana döndü:
- Afiyet şeker olsun usta Sava! - Bizim kahya baba der ki, beyağa
Beşinci kadehler tokuşturuluyor, çal­ arzular mı getirelim Vidos arkasından
gı bir kanto çalıyor; soytarı oğlan da bir takım çalgı ?
ortada göbek atıyordu. Birdenbire dı­ - Ne çalgısı? . .
şarıdan bir kadın feryadıdır koptu: - Ne çalgısı olacak bizde? Bizdekiler
- llahi, iki gözün kör olsun herif! Ni­ ufak tefek şeylerdir. . . -Başı ile Vidos
hayet bana yapacağın bu muydu? Ço­ köyünün arkalarını göstererek-, te var
cuklarına da mı acımadın? Şimdi düşüp o yanda, Çıf ıtburgaz önlerinde birta­
bayılacağım! A dostlar nerde kocam kım ayıcılar, şebekçiler, kuklacılar ...
olacak utanmaz herif? Vardır onların elinde de iyi kötü bir
Köse içerden karısının sesini duyunca klarnet ile çiftenağra çalan . . . Çağırta­
süratle dışarı fırladı. Ne oldu, ne var? lım isterseniz onları ! . .
demeye kalmadan karısı ile büyük kızı - Vallahi Etem ağa, lstanbul'da bun­
üzerine atıldılar, karı çarşafının altın­ ların daniskasını çalanlar varken şimdi
dan çıkardığı ocak maşası, kızı da aya- bu zahmetlere hiç hacet yok ! . .

1 68
ÜSMAN C E MAL KAYCILI

- E. . . s i z bilirsiniz. . . Nasıl arzularsa­ Sordum:


nız üyle olsun!.. - O ne Etem ağa?
Çeribaşı tekrar Etem'e kendi dilleri - O şerbet!..
ile bir şeyler söyledikten sonra Akman - N e şerbeti?
ağaya takıldı: - Böğürtlen şerbeti! . .
- Abe Akman baba, tuttur sen şinci - A y siz böğürtlen şerbeti yapar mısı-
Bulgariya işi bir türkü de dinleyelim! . . nız? ..
Akman ağa, b i r hayli nazlandı, bin­ - Niçin yapmayalım ya? Biz değil mi­
bir dereden bir hayli su getirdi. Sonra yiz Allahın kulu? Siz İstanbullular bu
Çeribaşının ısrarına dayanamayıp Ru­ böğürtleni a lırsınız bizim çingenelerden
meli'nin o çok meşhur, o çok güzel, o para ile, yaparsınız şerbetini, şurubunu
çok yanık: da biz A l lahın kırlarından bedava top­
"'Ol civan Alişimi Tuna boyunda. . . " ladığımız bu mübarek meyvanın ne için
türküsünü tutturdu. Baktım, Akman yapmayalım şerbetini?
baba, türküye başlar başlamaz, öteki Sofraya ilk önce, üzeri kırmızı biber­
çadırların önünde küçük kızlar da hep li yağlı çorba konuldu. Bu, harman ye­
bir ağızdan buna karıştılar. rinde yeni ayrılmış, o yılın taze buğda­
Etem, şimdi ikide bir zır zır çadırdan yı ile yoğurt ve sarmısaktan yapılıp
dışarıya fırlayıp yine geliyor ve her gel­ üzerine kırmızı biberli tereyağı gezdiril­
dikçe Çeribaşının k ulağına bir şeyler fı­ miş, fakat buz gibi soğuk ve enfes bir
sıldıyordu. çorba idi.
Akman babanın türküsü biter bitmez Arkasından gelen, Haznedar çiftli­
az çiçek bozuğu bir kız, çadıra geldi, ya­ ğinden henüz alınmış, taptaze, peynirli,
tak takımının arkasında dayalı olan yu­ domatesli yumurta, yani, bir çeşit enfes
varlak bakır siniyi alıp alçak bir mum çingene omleti idi. Yumurta ortaya
iskemlesinin üzerine yerleştirdi. Onu � konduğu vakit Çeribaşı itiraz etti:
arkasından orta yaşlı, uzun boylu, kalın - Bakmayın kusura . . . Bu misafir ye­
gövdeli, devanası gibi bir kadın bakır meği değil, ille velakin ne yapalım, bil­
bir tas içinde, üzeri kırmızı biberli, yağ­ mezdik ki bize b u avşaınlan misafir
lı, sulu bir şey getirip bir kenara koydu. olacaksınız. Bizimkiler çabucak bunu
Daha arkadan al zemin üzerine turuncu hazır edebilmişler.
hircepken ve sarılı, karalı bir şalvar giy­ Bu omletle birlikte sininin üzerine
miş olan buğday renkli, badem gözlü koskoca bir toprak çanakla, hemen
bir kız, bir tepsi içinde dilim dilim ek­ tartılsa bir okka gelir bir domates, so­
meklerle üstü kapalı bir sahan getirdi. ğan, zeytin salatası yerleştirildi.
Çeribaşı sofrayı gösterdi: O dehşetli yağmurlardan, sellerden,
- De buyurun!.. şimşeklerden, gök gürültülerinden ve o
Yerdeki kilimlerin üzerine kurulup pek korkunç araba macerasından sonra
sofranın etrafına çevrelen<lik, Etem, şimdi akşamın bu canlara can katan se­
oturduğu yerden elini yana uzatıp ora­ rinliğinde Akman babanın öyle de işta­
daki su küpünün ardından koskoca bir hası açılmıştı ki, elindeki Çeribaşının
binlik çıkardı. sandığından çıkarılan içi çiçekli şimşir

1 69
ME�KUTIYET DONEMi

kaşıkla salatayı adeta pilav yer gibi tıkı­ Tabii başta kendisi ve karısı olmak
nıyordu. Böğürtlen şerbeti de pek güzel üzere hep birden kahkahaları salıver­
yapılmıştı. dik. T arn kalkma zamanımız gelmişti
Yemekten sonra bu küçük obanın ha­ ki az çiçek bozuğu kız, elinde yepyeni,
tırı sayılır erkek ve kadınları bizim çadı­ tertemiz, sakız gibi bembeyaz, hiç kul­
rın çevresini kuşattılar, üstüste birer sa­ lanılmamış ince, uzun bir çilek sepeti
de, birer şekerli kahve içildi. Şuradan ile çadıra girdi. Sepetin üstü koca koca
buradan tekrar biraz hoşbeş daha yapıl­ incir yaprakları ile tepeleme, sipsivri
dı. Çeribaşı, bu çingene kelimesinin vak­ sarılmış ve sonra yaprakların üstü de
tiyle nasılsa kendilerine takılmış olduğu­ sazlarla bağlanmıştı. Onu bir kenara
nu ve çingenenin manası, arsız, yüzsüz bıraktıktan sonra kızcağız, bana yer­
dernek olduğunu, o ise ki kendini bilen den bir temenna edip çadırın kapısına
insanın hiç bir zaman arsızlık, yüzsüz­ dikildi.
lük yapmayacağını uzun uzun anlattı. Derhal kavramıştım. Bunlar bana bir
Biraz eski, geçirdiği hoş alemlerden, sepette bir şey ikram ediyorlar ve buna
gençlik maceralarından açtı; biraz orada karşılık benden bir bahşiş bekliyorlardı.
bizi dinleyen karısını çekiştirdi. Kalkarken Etem, sepeti Akman ağa­
- Bu cenabet -dedi-, her gün münase­ ya tutuşturdu:
betsiz birtakım vırvırlarla beni büle ko­ - Bunu -dedi-, arabaya yerleştir, be­
calttı, yoğise (yoksa) ben kolay kolay yağarnıza çingene hediyesidir bunca­
-pos ve kırçıl bıyıklarını göstererek-: ğız . . . Çeribaşı ile el ele verip sıkı sıkıya
büyle çabucanak çomarlar mı idim . . . tokalaştık.

1 70
F . C E LA L ETT İ N

lstanhul'da doğdu (20 Mayıs 1 895). Ortaöğrenimini Mercan ldadisi'nde


( 1 9 1 2 ), yükseköğrenimini lstanbul Darülfünunu Tıp Fakültesi'nde ( 1 9 1 8)
tamamladı. Üsküdar Toptaşı Akıl Hastanesi'nde uzmanlık eğitimini bitir­
dikten sonra sinir hekimi oldu. Manisa ve lstanbul-Bakırköy Akıl Hastane­
lerinde başhekimlik etti. 1 960'ta emekliye ayrıldı (ölümü, 3 Haziran 1 975).
llk deneyleri Servet-i Fünun ( 1 9 1 7), Şair ( 1 9 1 9), iV. Kitap ( 1920) dergi­
lerinde yayımlanan Fahri Celal'in (Göktulga) teknik yönden Ömer Seyfet­
tin öyküsünün getirdiği olanakları benimserken, konuları yönünden Hüse­
yin Rahmi gerçekçiliğine öykündüğü söylenebilir. Daha sonraki öykülerin­
de de genellikle hu özellikler çerçevesinde kalmıştır.
O da değişik toplum katlarından gelen insanları -daha çok küçük hurju­
vaları- lstanbul ortamı içinde işlerken, "gözümüz yolda kaldı", "hukuku­
muz pek eskiydi", "kadehler beyazlandıkça", "surat etmek ", "yalvarmaz,
sallamazdım" biçiminde lstanbullunun konuşma dilindeki deyimleri kullan­
mayı sever. Anlatımı yalın, ama canlıdır. Tiplerin çiziminde görünen nitelik­
leri yansıtmaya özen gösterir.
Şahin gagası gibi kıvrık burnunun yanında yuvarlak gözlerine doğ­
ru yastıklı yeniçeri bıyığı, kalkık durmağa alışıktı. Karşı karşıya ge­
lenler, ilk önce karnıyla kucaklaşırlar, toka için el uzatanlar, avucun­
da parmaklarını öğütürlerdi.
(Yok Yere )
Çevre betimlemelerinde başarılı olmasına karşın "dialog"larında, genel­
likle başarılı değildir. Konuşmalar uzamııjsa doğallığı daha da yitirdiği gö­
rünür. Bu nedenle öykü örgüsünde anlatma egemendir. Dili yalın, tümcele­
ri kısadır. lstanbul şivesinin özelliklerinden yararlanmaya çalışır:
O gece çektik kafayı, çektik kafayı. Edayı balığa limon sıkarken

171
MEŞRUTiYET DONEMi

şöyle bir tetkik ettim. O n e ellerdi efendim, o sıkışta n e ince cilveler


vardı. Sen sebepsiz afet kesilip, can yakıp, ciğer kebap etmemişsin, de­
dim. Eda hanımefendi, meclis kızışınca, o hala güzel ellerine udu da
aldı. Ud söyledi, mızrab söyledi, o söyledi, kızı söyledi, biz söyledik.
(Yok Yere)
Gerçekçilik anlayışı "saptama" düzeyinde görünen F . Celalettin, yaşa­
ma dıştan bakıyor izlenimi verir. Bu nedenle kişileri "ne Hüseyin Rahmi ve
Ömer Seyfettin kişileri gibi canlı; ne de Memduh Şevket ve Sabahattin
Ali'ninkiler gibi toplumsal olayların içindedir. Dönemlerinin sorunlarını
yaşamış insanlara özgü duyarlıkları bulamayız onlarda. Ölgün anıların so-
1 uk resimleri gibi zamanın arkasında kalmışlardır.
Öykülerinin belirgin özelliği; dili, alaturka benzeti ve süslerden arındır­
mayı başardığı yalın anlatımıdır. Çağdaş edebiyatımızın gelişme aşamala­
rında ona belli bir önem kazandıran bu özellik olmalıdır.

Y A P I T L A R I : Talôk-ı Selôse ( 1 923 ), Kına Gecesi ( 1 92 7), Eldebir Mus­


tafendi ( 1 943), A11urıa11ur Kah11esi ( 1 948), Salgın ( 1 953), Rüıgar (fıkra ve öy­
küler, 1 955), Çanakkale'de Keloglan (uzun öykü, 1 960), Fahri Celal adıyle
Bütün Hikayeler ( 1 973).

K A Y N A K L A R : Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikaye 11e Roman


(cilt 1, 1 959, 1 969); Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikaye 11e Roman
( 1 967, 1 970).
F. C EL A LE T T I N ' DEN
ÖRNEK

K 1 N A G E C E S t 'nden duvarlarda talik ile yazılmış:


Bütün odalarında lambalar parlayan Bu da geçer yahu
evin tokmağı bu gece pek çok takırda­ levhasının yanında çocuğunu kucağı­
dı. Davetlileri hazan ev sahibi, hazan na oturtmuş, bir elini dizine koymuş sa­
bacanağı karşılıyor: kallı bir efendinin fotoğrafı parlıyordu.
- Buyurun efendim... Karşıda sülüs ile yazılı başka bir levha­
- Yahu geç mi kaldım? M ustafa Bey da:
geldi mi? Hamdü minnet ol Hudaya bize ver­
- Birader, biz iyi haber alamadık, or­ di devleti
tancanın mı, küçük kerimenin mi? Hazret-i Selman-ı paktir pirimizin
Hangisinin şerefine? şöhreti
- Hemşire cariyeniz de gelecekti, ille Hem Resulün berberidir ol kemal-i
ağabey beni de götür dedi, amma, eğ­ zat pak
lenti sade erkeklere imiş dedim de vaz­ Gafil olma gel traş ol eyle icra sün­
geçirdim. neti
Diyenleri, karanlık bir sofadan geçir­ beyitleri okunuyordu.
dikten sonra cigara dumanlarıyle sislen­ Birbirlerini tanımıyanlar tanıyanların
miş bir odaya götürüyorlardı. delaletiyle takdim ediliyordu:
Ortada büyük bir masanın üzerinde - Efendim takdim ederim, Muammer
rakı kadehleri, şişeler, doğranmış ekmek Bey... Şerafettin Bey, Maliye tetkik ka­
yığınları, sarı havyar, balık tavası, kari­ lemi ser halifesi ...
des tabakları, cacık kaseleri, yeşillik, hı­ - Müşerref olduk efendim...
yar, soğan salataları karşısında iskemle­ Kandilli temennaların arasında:
lerine edibane oturmuş şam hırkalı, re­ - Efendim, zatı alinizle eskiden teşer­
dingotlu, bonjurlu, cimdallı, baş açık, rüf etmiştik gal iba beyim, Osman
külahlı, takkeli davetlilerin arasında, Bey'in Çamlıca'daki köşkünde...
Manol'un mamulatından olduğu belli - Vay efendim!.. Hele bendeniz tanı­
bir ut duvara dayanmış duruyordu. Kılı­ yacağım diyorum. Allah Allah... Ne
fından çıkmamış bir kemençe, kanape­ günlerdi, efendim, o ne alemlerdi! .. Eh
nin üzerine yerleştirilmiş bir kanun, üs­ birader Bey neredeler?
tünde bir def, kırmızı kabının içinde yal­ - Sizlere ömür efendim ...
nız mandalları gözüken tanbur susuyor Şiddetle:

1 73
M E Ş RUTiYET DONEMi

- N e hu yurdunuz? A llah gani gani Duaya herkes iştirak etti. Çatallar ta­
rahmet eylesin .. Vah .. Vah .. Sehehi ve­ baklarda çıngırdadı; sonra onhir ağızın
fatı efendim? bir anda başlayan şapırtısı işitildi.
- Kendilerinde illeti safra vardı, eh ... Redingotlu zat:
Arkasında dört tane nur topu gihi yetim - Ey, kemençeci hey, kuzum şöyle
bıraktı, göçtü, gitti ... ufaktan bir taksim .. Ne olursa olsun,
- Fesuhhanallah, ne ise efendim, kade­ hicaz, uşşak. . .
re rızadan başka çare? Öteki nazlandı:
Yanındaki sakallı Efendi ile bir şeyler - Efendim, kemani beyefendi gelme­
konuşup gülen kıranta birisi: den pek muvafık olmasa gerek ... Ma­
- Ahmetçiğim, haniya kemanimiz gel­ mafih zatı aliniz emrederse ...
medi? - Kuzum, Tevfikçiğim üzme.
Ev sahibi Ahmet bey: Yay kirişlerde evvela cızırdadı, seri bir
- Vallahi söz verdi, malüm . ya, Ihsan rast taksiminin ilk hanesi baygın, vakur
epeyce nazlılardandır. bir nağme ile hiterken, Şam hırkalı kı­
Beyaz entarisinin üzerine altın kordo­ ranta efendi:
nunu takmış şişman hir zat: -Ooh! Elin dert görmesin.. Nur ol ev­
- Ne? .. Vallah çapkını ininden çıkarır, ladım, diyordu.
kaspanek getiririm, öyle kepazelik ol­ Başka birisi:
maz. - Rast perdesinden hicaz, doğrusu A l­
Köşeden hirisi: "Ahmet Beyim atalım lah için güzel oldu ... diye, takdir etti.
değil mi?" dedi. Kadehler yeniden doldu, tahaklar tek­
Herkes hirhirine: rar boşaldı, ev sahihi aceleyle dışarı çı­
- Buyrun efendim, diyordu. kıyor, şangırdayan tepsileriyle dönüyor,
Ev sahibinin bacanağı: bacanağı masaya yerleştirirken udunu
- Efendim, kadehler yetişir, Mustafa akorda çalışan Ihsan Bey:
Bey, Zekai Bey, N uriciğim, Zeki, Beh­ - Asımcığım, sende de miçoluk eski­
zat Beyefend i canım hele ... den varmış a ikigözüm, diye takılıyor­
Kenarda mahcubane susan bir Beye: du.
- Eh birader, damatsın diye süt dök­ - iltifat buyurdunuz beyim, canım
müş kedi gibi susacak değisin ya .. Hay­ haydi sen udunu çal.. şöyle yürekten bir
di doldur dinini seversen. taksim .. Kanununu kucağına alan Ziya
Avukat olduğu tavrından helli olan, Bey, lambada defini ısıtan arkadaşına:
gözlüklü hir Bey: - Ne yapacağız, hen hicazdan haşlaya­
- Efendim yeni ailenin sıhhat ve sa­ lım diyorum.
adetine, diyerek kadehini hoşalttı. ( K ı n a G e c e s i , 1 927)

1 74
SELA H AT T İ N E N İS

Antalya'da doğdu ( 1 892). Hukuk öğrenimi yaparken, 1. Dünya Savaşı'n­


ın çıkması üzerine askere alındığından, öğrenimi yarıda kaldı. Savaştan son­
ra, Ayan Meclisi'nde katiplik, Deniz Yolları'nda müfettişlik yaptı. Ölümün­
den ( 1 1 Haziran 1 942) önce Deniz Yolları'nda "Neşriyat Şefi " olarak çalı­
şıyordu. " ittihat ve Terakki"ye yakın edebiyat çevrelerinden uzak duran Se­
lahattin Enis, bir ara Kaplan ( 19 1 9 ) adlı bir edebiyat dergisi de çıkarmış,
uzun süre, resmi görevleri dışında ikdam, Vakit, tleri, Cumhuriyet gibi ga­
zetelerde düzelticilik, yazarlık, yazıişleri müdürlüğü görevlerinde bulunmuş­
tu. Mütareke döneminde, Fağfur ( 1 91 9), Şair ( 1 9 1 8- l 9), Nedim ( 1 9 1 9), Şe­
bap ( 1 920), Düşünce ( 1 922) dergilerinde yayımladığı öykülerde naturalizm
akımına hağlı görünüyor; kimi yazılarında toplumsal yaraların bütün çıp­
laklığı ile ortaya konması gerektiğine inandığını belirtiyordu. Sanatçı, Emi­
ne Zola gihi, "realizm ve natüralizm mesleği"nin çizdiği yolda yürümekle
çağının insanı olabilecek, toplumun pisliklerini ancak "sert, cesur, pervasız"
biçimde ortaya koymakla görevini yapacaktı. Görüşlerini içeren "Çingene­
ler" (Fağfur dergisi, 1 9 1 8 ) adlı öyküsünden yargılanmış, beraat etmişti.

S anatı
Selahattin Enis'in çoğunluğu dergi ve gazetelerde kalan öykülerindeki
belirgin özellikler şöyle saptanabilir:
1 ) Konular, genellikle lstanbul'un kenar mahallelerinde yaşayan kişile­
rin etrafında kurulur.
2) Özellikle çevre anlatımında yazarın gözlem yeteneğini gösteren par­
çalar bulunmasına karşılık, kişilerin çiziminde başarılı olduğu söylenemez.
"Kendisi Karamanlı idi". "O mahallenin yegane bakkalıydı", " Kendisine
imamın Fatma Hanım diyorlardı" biçiminde tanıtmalarla yetinir.

1 75
M EŞRUTiYET DONEMi

3 ) Zaman belirtmelerine özen gösterir a m a bunu, "Bi r gün bir hadise


vuku bulmuştu ", " Akşam yemeğinden sonra idi ", "Aradan yirmi günden
fazla bir zaman geçmişti " gibi sunuşta özelliği olmayan tümcelerle yapar.
4) Öykülerinin akışını sağlamak için başvurduğu "doldurma" sözcük ve
deyimler çok fazladır: " Esasen Lambo usta kısa bir zaman içinde mahalle­
nin taşıdığı zihniyeti pek kolaylıkla öğrenip anlamıştı", " Bundan maada
Lambo usta.. ", " Münhasıran cinsi innastan zevk duyan .. ", " Hem bundan
başka Lambo usta .. ", " Her ne kadar Anika'da .. "
5 ) Öykülerde "dialog"a yok denecek kadar az rastlanır.
6) işleklik, etkin anlatım, yaşamın değişik kesimlerini yansıtmadaki us­
talık ve tipleri yaşarlı kılan öğeler yönünden ortanın üstüne çıkamazlar.

R o m a n 1 Selahattin Enis, kimileri "tefrika edildikleri" gazete­


a r ı :
lerin sütunlarında kalan 8 roman yazmıştır. Kitap olarak çıkanlar arasında
en ünlüsü Zaniyeler'dir ( 1 923). Günlük biçiminde yazılan bu romanında
Enis, Birinci D ünya Savaşı lstanbulunu yansıtmayı amaçlar. Daha çok, bur­
j uvalar, savaş zenginleri, yöneticiler, dönemin iktidarına yakın sanatçılar
sergilenir. tikin " lleri" gazetesinde " Fitnat'ın Sergüzeşti" adıyla "tefrika"
edilen Zaniyeler'de romancı çevre anlatımında öykülerinde görülen beceriyi
sürdürmektedir. Kişilerin çiziminde de başarılıdır. Kısa tümceler kullanma­
ya özen gösterdiği için, üslubu etkinlik kazanmıştır: yergi yönü ağır basar.
Ayrıca yer yer, doğal sayılabilecek, "dialog"larla kişilerin iç yüzlerini yansıt­
maya çalışır.
Tekniği yönünden "tam bir olgunluğa erişmediği" (Cevdet Kudret) ka­
bul edilen Zaniyeler, Mütareke dönemini yansıtmadaki başarısı yönünden,
çağdaş edebiyatımız içinde ayrı yeri olan romanlar arasında sayılıyor.

Y A P i T L A R 1 : Bataklık Çiçegi (öyküler, 1924), Zaniyeler (roman, l 924-


1 943), Sara (roman, l 926), Cehennem Yolcuları (roman, 1 926).

K A Y N A K L A R : Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman


(cilt 1 , 2. bas. 1 968); Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman
(cilt 2, 2. bas. 1970); Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde ( 1970).

1 76
SEL A HA T T I N
EN I S ' T EN
ÖRNEK

TEŞR IHHANEDE zar edilmiş hir ölü, yan taraftaki banyo­


Kimse tarafından dokunulmamış taze larda vahşi hir et yığını şeklinde yekdiğe­
hir cesed üzerinde teşrih dersini takip et­ rine girift olmuş birkaç cesed vardır. ile­
mek kadar, mesleğine aşık hir doktora rideki küçük bölmede yeni ve taze cena­
yahut etüd yapmak üzere birkaç zamanı­ zeler durur, hunlar, mektebin hastahane­
nı tıhhiyenin ölüleri arasında geçiren hir sinde yeni ölmüş veyahut hariçten yeni
hikayeciye zevk veren hemen hiçbir şey getirilmiş sahipsiz cenazelerdir ki, henüz
yoktur. ne formalin banyosuna girmiş, ne de
Birçok kimseler, ölüm için feci ve ölü boynundaki şahdamarları açılarak ensaç
için korkunç diyorlar. Eğer etrafınızı ve adalelerine muzad-ı taaffün mahlul şı­
ölülerle muhat ve naaşı ecsadın koku­ rınga edilmiştir. Bunlar her manasıyle,
suyle meşhu görürseniz, o vakit emin hatta şekil ve rengi hile tahavvül etme­
olursunuz ki, ne ölüm zannedildiği ka­ miş taze cesedlerdir ki fareler asıl hunla­
dar feci, ne de ölüler tasavvur olunduğu ra musallattır.
kadar korkunçturlar. Onların hu taze cesetleri nasıl yedik­
Ben hiçbir naaş önünde titrediğimi lerini görmek merakıyle mahzene yürü­
bilmiyorum, yalnız mahzende ağzı bur­ düğüm vakit, ilk işim hu ufak bölmeye
nu fareler tarafından eki ve hel edilerek girmek oldu: yerde, mermer döşeme üs­
dişleri, yanaklarının kırmızı etleri ara­ tünde siyah sakallı; gözleri garip hir şe­
sında feci hir meraretle sırıtan taze ce­ kilde açık ve nazarları dimdik tavana
setlerin karşısında ruhumda daima hir merkuz, çıplak hir ceset duruyordu.
ıstırap ve elem duyduğumu da itiraf et­ Adaleleri pörsük, derisi, kaburgaları
mek isterim. üzerine yapışmış ve karnı yemyeşildi.
Ölülere musallat olan hunlar, nasıl Yanakları içeriye batmış, huna rağmen
farelerdir onlar, evlerimizde tavanları­ elmacık kemikleri korkunç hir şekilde
mızı kemiren ve kilerlerde çuvallarıını­ fırlayarak, hürün vüsatiyle açılmış bü­
zın diplerini delen farelerin cinsinden yük gözlerine vahşi hir ifadesizlik ver­
midir, yoksa hizim hiç bilmediğimiz hü­ mişti. Çenesi diişüp kaymıyarak çehreye
rün hürün haşka hir nesle mi mensup­ hir ölü ifadesi vermeseydi, ancak hu se­
turlar? rin mahzene hoylu boyuna uzanmış
Bir akşam, hu garip korkunç mah­ uyuyan hir insan denilebilirdi; köşeye
lukları görmek için kendimde çok kuv­ atılmış hir tabela üstünde ismi yazılı idi:
vetli hir arzu duydum. Ve herkesin teş­ " Eğinli Hacı Mehmet! "
rihhaneyi terkederek ölüleri kendi ale­ Formalin mahllıliyle et kokularının
mine bıraktıkları şu akşam saatinde teş­ imtizacı, mahzenin hu dar ve mahsur
rihhaneye inerek mahzene geçtim. havasına keskin ve ağır hir taaffün ver­
Ölüler mahzeni, asla teşrihhanenin mekte idi. Etrafında mevtai denilebilir
hüyük ve umumi salonuna benzemez, et­ hir sessizlik vardı. Arkamdaki mermer
rafı kalın taş duvarlarla mahdut olan bu­ masaya yatırılarak zerk edilen mahlul
rası, daha ufak ve dar, loş ve sessizdir. ile etleri hakır rengi almış ve vücudu
Ortada mermer masa üzerinde derse ih- gayri tahii hir vüsatle şişmiş olan iki ölü-

1 77
M E ŞRUTiYET D Ö N E M i

nün vahşi sükutu ise b u dar mahzene Ölünün burnu, kemiğe kadar kemi­
ağır bir ölüm havası vermekte idi. Deni­ rilmiş ve altında etin kırmızı rengi iri bir
lebilirdi ki bu ölü mahzeninde burnum­ yara gibi çıkmıştı. ikinci fare tarafından
dan başka teneffüs eden bir uzuv ve kal­ kemirilen dudakların arasından ise ce­
bimden başka çarpan hiçbir şey yoktu. nazenin bir sıra muntazam dişleri, yenen
Muhitim haşyetengizdi. dudakların kırmızı rengi içinde feci bir
Fareleri daha fazla izaç etmemek için meraretle sırıtmakta idi.
bölmeyi terkettim ve gömleğimi kapıya Daha iri üçüncü bir fare, delikten
gererek arkasında siper aldım. Onlar, çıkıp iki evvelki farenin yanına geldiği
sağ tarafta kirli suların aktığı delikten zaman cenazenin çehresi üzerinde şedit
çıkacaklardı. bir musaraa başladı; üç fare, ölünün
Yarım saat inat ve ısrarla bekledim, açılan çene kemikleri arasından diline
durdum, bir müddet sonra deliğin altın­ hücum etmek için pek çok müşkülat
da ince bir ses duyuldu ... Kalbim, birden çekiyorlardı.
hafifçe çarptı ve gözlerim dikkat ve he· Fakat üçüncü fare, şiddetle hareket et­
yecanla açıldı. Sonra delik şişer ve kaba· ti. Ve bir kolayını bularak birden, cenaze­
rır gibi oldu. Müteakiben sivri burunlu nin açık ağzı içine daldı ve sivri kuyruğu­
bir baş yavaşça uzandı, uzun burnunun nun keskin darbeleriyle kendisini iz'aç
etrafındaki adelatını sık sık oynatarak eden iki evvelki fareyi kamçılayarak lok­
şamesi ile etrafı tecessüs etti. Daha son­ masını yemeye çalıştı. Bir dakika kadar
ra emin ve müsterih, delikten çıktı. iki evvelki fare, lokmalarını kaçırmış ol­
Bu, hemen küçük bir kedi cesametin­ manın verdiği şaşkınlıkla burunlarını ha­
de, hatveleri bati, boz renkli garip bir vaya kaldırdılar ve hir şey düşündüler.
mahllıktu. Gözleri keskin ziyalı, siyah, Sonra şiddetle üçüncü farenin arka ayak­
yuvarlak bir boncuğa benziyordu. Hızlı larına dişlerini geçirdiler.
adımlarla yerdeki cesede doğru yürüdü. Bu hareketi keskin ve muharriş bir
Evvela etrafında döndü. Cenazenin ba­ ses takip etti, büyük fare, seri ve şedit bir
caklarını, karnını kokladı. ilk fareyi ikin­ hareketle gerisin geriye ölünün ağzından
cisi takip etti. Yan yana geldiler; sanki baş çıktı ve kıçı üstü ölünün dişlerine otura­
başa hir şey müşavere ediyormuş gibi bu­ rak sar'alı ve vahşi dik dik rakiplerine
run buruna sokuldular. Hareketleri göste­ baktı, öyle ki bu bakışıyla her ikisine de
riyordu ki cesaret edemiyordular; ölmüş­ meydan okuyordu. Suratı kanla kızar­
müydü şüphesi içinde idiler. Beraberce de­ mıştı. Burnunun üstünde talaş zerreleri
liğe kadar avdet ettiler; fakat sonra nadim kadar küçücük et parçaları duruyordu.
ve her şeye azmetmiş bir hareket-i kat'iye Gözlerinde parlak siyah bir kömür parıl­
ile tekrar cesede yaklaştılar. Bir sıçrayışta tısı vardı.
boynuna çıktılar. Cenazenin açık ağzını Bu vahşi levhayı daha fazla görmek
tekrar uzun uzun tecessüs ettiler, uzun istemedim; gömleğimi iterek içeriye gir­
uzun kokladılar. Tamamıyle emin olduk­ dim, o vakit cesedin etrafında bir here-Ü
tan sonra birisi ölünün dudaklarını, diğe­ merç oldu. Evvela üç çift simsiyah göz,
ri burnunu kemirmeye başladı. Hareket­ dik, mağrur, küstah yüzüme dikildiler ve
lerinden anlaşılıyordu ki çok acıkmışlar­ sonra muğber ve münfail çıktıkları deliğe
dı. Sivri çene kemiklerinde şiddetli bir ha­ atıldılar.
reket ve faaliyet vardı. Bir müddet sonra ( Şebap, 5 Ş uhat 1 3 3 7 ; Tahir Alangu,
durdular, sık sık sivri burunlarını buruş­ Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve R o ­
turdular. m a n , 1 96 8 )

1 78
M AH M U T Y ESA R İ

1stanbul'da doğdu (5 Mayıs 1 895). Öğrenimini lstanbul Lisesi ve Güzel


Sanatlar Akademisi'nde yaptı. Birinci Dünya Savaşı'nda askere alınarak Ana­
fartalar cephesinde dövüştü. Savaştan sonra Diken ve Gıdık dergilerinde "ka­
rikatürcü" olarak gazeteciliğe başladı. Reşat Nuri ile birlikte Kelebek ( t 923-
1 924) adlı gülmece dergisini çıkardı. Yedigün, Resimli Herşey, Yarımay der­
gilerinde ve yaşadığı yılların hemen bütün gazetelerinde çeşitli konularda ya­
zıları çıktı: romanları "tefrika" edildi. Çoğu lstanbul Şehir Tiyatroları'nda
sahnelenen oyunlar yazdı. Yaşamı boyunca geçimini kalemiyle kazandı. ls­
tanbul'da Yakacık Sanatoryumu'nda veremden öldü ( 1 8 Ağustos 1 945).
Mütareke yıllarında Suphi Nuri'nin (tleri) çıkardığı Yarın ( t 92 1-22) dergi­
sinde tiy�tro eleştirmeni olarak görünen Mahmut Yesari daha sonra romana
yönelerek ( t 925- 1 944 arasında 20 roman) döneminin çok yazan kalemlerin­
den biri olarak tanınmıştır. Aralarında Çulluk, Su Sinekleri, Tipi Dindi gibi
başarılı yapıtların bulunduğu romanlarında, Cumhuriyetle gün yüzüne çıkan
değişik toplum katlarından insanları yansıtmak başlıca amacıdır. Bu nedenle
yaşama inceleyici gözlerle bakmayı ön planda tutan romancı, gerektiğinde iş­
leyeceği konunun geçtiği çevreleri, yaşatacağı insanları yakından tanıyabilmek
için, o çevrelere girerek, o insanlarla birlikte çalışır. Kişilerin mutlaka yaşam­
daki gerçeklikleri içinde verilmesinden yanadır.
Az yazdığı dönemin ürünü olan Çulluk'ta ( 1 927), büyük kentin roma­
na yansıtılan işyerleri (tütün fabrikası, basımevleri) başarıyla çizilmiştir. Dil
yalın, "dialog"lar doğal, anlatım akıcı ve canlıdır. Yer yer küçük rastlantı­
larla toplumun önemli gerçekleri yansıtılmaya çalışılır.

1 79
M l$RUTIYlT DONEMi

ishak Efendi, yarı hayret, yarı hiddetle elindeki cilalı tahtayı kağıt-
ların üzerine attı:
- Ne gündeliği? Hak etsin de sonra ...
- Bu çocuk hiç çalışmadı mı?
- Bir iki saat çalıştı, çalışmadı ...
Murat omuzlarını silkti:
- Aşkolsun be insafına arkadaş... Sabahleyin evden almışsın, gece­
ler oldu. Nenin iki saati bu?
Uzun çözümlemelere gitmeden kişilerin iç dünyalarını konunun gereği
ölçüsünde vermeye özen gösterir Mahmut Yesari. insanı, çevre koşulları
içinde yansıtırken yukarda okuduğumuz parçada geçen "cilalı tahta" gibi
eşya ilişkilerini göz önünde tutar, insanı eşyadan soyutlamaz. Uzunca be­
timlemelerden korkmadan başarılı çevre çizimleri yapar:
Lokantaya girdiler. Burası kirli çıplak duvarlı, büyük bir oda idi. Dö­
şeme tahtaları yağ lekeleriyle yer yer parlıyordu. iki yanlara, Üzerleri
çinko kaplı uzun müstakil masalar, bu masaların kenarlarına da alçak,
tahta sıralar konmuştu. Pencere tarafındaki köşede, üstünde yuvarlak
bir yoğurt tenekesi, içlerinde fasulye piyazı, ciğer tavası konulmuş bü­
yük kayık tabaklar, hazırlop yumurta, ekmek, peynir, limon, şıra şişe­
si duran, çaprazlama yüksek bir tezgah vardı.
Geçimini sağlama zorunluğu ile çok yazan Mahmut Yesari, "Yazı maki­
nesi" durumuna getirildiği evrelerde ilk çıkışındaki başarıyı sürdürememiştir.

B A Ş L 1 C A R O M A N L A R 1 : Çoban Yıldızı ( 1 925, 1 968), ÇıJl11k ( 1927),


Pervin Abla ( 1927, 1 967), Su Sinekleri ( 1 932), Tipi Dindi ( 1933, 1945), Yakut
Yüzük ( 1937, 1 94 1 ), Gece Yiiriiyüşü ( 1 944).

K A Y N A K L A R : Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman


(cilt 2, 2. has. 1 970); Asım Bezirci-Refika Taner, Seçme Romanlar (5. bas.
1 997).

180
MAHM U T
YESAR l ' DEN
ÖR N EK

T i P i D I N D l 'den Rüştü Bey dudaklarını büküyordu:


Cerrahpaşa hastanesinin karantina - Dimağın felcinden korkuyoruz.
koğuşundaki hastabakıcı hemşire, serta­ Karantina koğuşundan içeri girerken
biple konuşan nöbetçi doktoruna koştu: kısa bir tereddüt geçirir gibi oldum. Bu
- Evvelki gece yarı donmuş getirilen çocuğa karşı çok derin bir vicdan azabı
hasta fenalaştı doktor bey. duymakta idim. Hasta döşeğinin başu­
- Macit Bey mi? cuna gidip gönlünü almaya bile cesare­
- Evet beyefendi. tim yoktu.
Rüştü Bey bana dönmüştü: Sertabip bey kolumdan tuttu:
- Yesari bey. siz de görmek ister misi­ - Giriniz! ..
niz? içeri girdiğim oda, hastanenin karan­
tina koğuşu idi. Hastaneye getirilen has­
Bir hasta arkadaşı ziyarete gittiğim talar evvela bu koğuşta yatırılıyor, has­
gün. Bu ne garip ve ne hazin tesadüftü. talıkları teşhis edildikten sonra başka
Dakikalardan beri gözüm pencerede idi. koğuşlara götürülüyorlardı. Orada her
Bir sis, hir bulut, bir duman gibi yağan cins hasta vardı. Yaralı, sar'alı, frengili,
savrulan kar tipisi içimi burmuştu. Rüş­ hummalı binbir ıstırapla kıvranan çeşit
tü Bey'in teklifini minnetle kabul ettim: çeşit hastalıklı zavallılar, asıl yatacakla­
- Elbette doktor bey, gidip görelim. rı koğuşlara götürülecekleri günü, saati,
Macit birgün matbaaya gelmiş, "Ali dakikayı bekliyorlardı. Karantina koğu­
Fasih" dediği bizim rahmetli "M şu hastanenin göze ve kulağa dehşet ve­
Agah " ı aramıştı. O gün Macid'e karşı ren en muztarip koğuşu idi. Çünkü ora­
çok haşin davranmış, kalbini kırmıştım. da yatan hastalar arasında dert ortaklı­
Niçin? .. Sinirli bir günümdü. Fakat şim­ ğı, dert aşınalığı yoktu.
di Macid'in o günkü hali, ıslak ceketinin Macit işte bu koğuşta yatıyordu.
yakasını kaldırarak çenesi ata ata titre­ Sertabip, kapının sağındaki ikinci kar­
yişi gözümün önünden gitmiyordu. yolaya doğru yürüdü. Nöbetçi doktor
Nöbetçi doktoru odadan çıktıktan bi- orada idi. Koğuşa sertabibin girdiğini
raz sonra sertabip bey de ayağa kalktı: gören hastalar susmuşlar, koğuşa bir
- Gidelim Yesari Bey. durgunluk gelmişti. idare ve inzibat
Koridorda sordum: kuvvetinin ıstıraba bile hakimiyetine
- Çok mu ağır hasta? hayret ve hürmet ettim.

181
M E Ş R U T i Y ET l> ö N E M I

Pencereye yakın yatakta yatan bir has­ ye lüzum görmedi. Elini geri çekti; Ma­
ta, gözlerini dışardan ayırmıyordu. dd'in kolu yatağa düşüverdi ..
Sıcak bir odada, temiz çarşaflar içinde Pencereden kar tipisine korka korka
yatarken dışarda yağan karın, yağmu­ bakarken birdenbire gözleri parlayan,
run, savrulan tipinin ezasını çekmek, dudakları bir tebessümle ışıklanan has­
acaba mazideki hangi unutulmaz yarala­ ta, yanındaki karyolada yatan koğuş ar­
rın dikenli zehirli acıların yadigarı idi? .. kadaşına f ısıl<ladı:
Pencereden bakan hastanın gözbebek­ - Tipi dindi!
lerinde korku ürpermeleri, dudakların­ Sertabip Rüştü bey, dudaklarında mü­
da korku uçuklamaları vardı. Ben, o da­ tevekkil bir gülüşle bana bakıyordu.
kikada, Macid'i unutmuş gibi idim .. Macid'in karyolasına yaklaştım; eğil­
Hastanın birden gözleri parladı; dudak­ dim baktım. Asil çizgili zayıf yüzü yor­
ları bir tebessümle ışıklanır gibi oldu. gun, fakat rahattı. Yüzünde; uzun, sü­
Sertabip bey Macid'in yatağına yak­ rekli fırtınalardan kayalara çarpmış, par­
laşmıştı. Nöbetçi doktorun verdiği iza­ çalanmış bir tekne haraplığı vardı. Bitap;
hatı dinledikten sonra Madd'in bileğini yorgun, fakat rahattı.
tuttu; fakat nabzını uzun uzun dinleme- Evet, artık tipi dinmişti ...

1 82
� D Ö NE M İ N Ö TEK İ 1 �

RO M A N C I LA R I

Roman türüne katkılarını değerlendirmeye çalıştığımız kişiliklerin yanı


sıra, romanları yaşadıkları yılların ilgi çerçevesi içinde kalan başka yazar­
lar da var. Enis Avni adıyla Genç Kalemler hareketine katılan Aka Gündüz,
gazeteci olarak da tanınan Ercüment Ekrem Tallı, Sermet Muhtar Alus, şa­
ir Mithat Cemal Kuntay ... Çok okunan " aşk romanları "nın yazarları Saf­
fet Nezihi, Güzide Sabri bu dönemde yetiştiler.

E B U B E K İ R H A Z I M T E P E Y R A N ( 1 8 64- 1 947): Niğde'de doğ­


du. Rüştiye Mektebi'ni bitirdikten sonra, özel öğrenim gördü. Arapça,
Farsça, Fransızca öğrendi. Valilik ve Dahiliye Nazırlığı yaptı. Mütarekede
Kuvayi Milliye'ye yardım ettiği için dönemin işbirlikçi Sadrazamı Damat
Ferit tarafından tutuklanarak "Kürt Mustafa Divan-ı Harbi "ne verildi.
Önce idam, sonra kürek cezasına çarptırıldı ( 1 920). Askeri Temyiz Mahke­
mesi'nin kararı bozması üzerine hapisten çıktı. Anadolu'ya geçti. TBMM
Hükümeti emrinde Sivas ve Trabzon Valiliklerinde bulundu. Cumhuriyet­
ten sonra üç dönem Niğde'den milletvekili seçildi. Tepeyran'ın gerçekçiliğe
yönelmiş ilk yapıtlardan sayılan Küçük Paşa adlı romanında, köyün yaşa­
mı, bir ana oğulun içinde bulundukları olaylar çerçevesinde işlenmiştir. Ya­
zarın deyişiyle "Köylü sözleri mümkün mertebe kendi lisanları ile" yansıtı­
lır. Romanın " A det ve duygularını yakından bildiği köylülerin dar ve neşe­
siz hayatlarının -o zamana kadar edebiyatımızda görülmedik- müşahade
ve tahlil" gücüyle işlendiği kabul edil mektedir (M. Nihat Özön).
Y A P 1 T L A R 1 : Eski Şeyler (i.iykü, 1 9 1 0), Küçük Paşa (roman, 1 9 1 O, sa­
dcleşririlmiş 2. bas. 1 946). Zalimane Bir idam Hükmü (orohiyografi, 1 946),
CaıJı Tarihler (anılar, 1 957).
K A Y N A K L A R : M. Nihar Ôzi.in, Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi
( 1 94 1 ); Cevder Kudrer, Türk Ede/Jiyatında Hikaye ve Roman (cilr 1, 1 97 1 ).

1 83
M EŞ R U T i Y E T D ö N E M I

E R C Ü M E N T E K R E M T A L Ü ( 1 88 8 - 1 956) lstanbul'da doğdu,


öğrenimini Galatasaray Lisesi'nde tamamladı ( 1 905). Bir süre Fransa'da da
okudu. Ülkeye dönüşünde Düyun-u Umumiye'ye çevirmen olarak girdi
( 1 908). Cumhuriyetten sonra Matbuat Müdürlüğü, Elçilik Müsteşarlığı gö­
revlerinde bulundu. Lise ve yüksekokullarda öğretmenlik yaptı. Çeşitli gül­
mece dergi leri ve gazetelerdeki yazılarının yanı sıra güldürü yönleri ağır ba­
san öykü ve romanlar yayımladı. Bunlarda, lstanbul'un Cumhuriyetten ön­
ceki yıllardaki yaşamını yansıtmaya çalışıyor, özellikle " Meşhedi" adlı
kahramanının çevresinde değişik konular işliyordu. Halktan kişileri sergi­
lemeye özen gösterdiği romanlarında Arnavut, Yahudi, Acem, Arap gibi
azınlıkları kendi "şive" özellikleriyle konuşturarak güldürü öğesi sağlama­
ya çalıştığı için düzyazıya ve roman tekniğine yeni olanaklar kazandırama­
dı. Salt güncelliğin sınırlarında kalarak gününün sınırlarını aşamadığı gö­
rüldü. Asriler ( 1 922), Sabir Efendinin Gelini ( 1 922, 3. bas. 1 939), Meşhe­
di ile Devrialem ( 1 927, 1 943), Meşhedi Arslan Peşinde ( 1 934, 1 944) ünlü
romanları arasında sayılabilir.
K A Y N A K L A R : Hilmi S. Yücehaş, Bütün Cepheleriyle Ercüment Ekrem Talü
( 1 957).

S E R M E T M U H T A R A L U S ( 1 8 87- 1 952): lstanbul'da doğdu.


Öğrenimini Galatasaray Lisesi'nde tamamladı ( 1 906). Hukuk Mektebi'nde
okurken El-üfürük ( 1 90 8 ) adlı mizah dergisini çıkardı. Davul ( 1 908-1 909),
Temaşa ( 1 9 1 8 ) , Şair ( 1 9 1 9 ) dergilerinde yazdı. Cumhuriyetten sonra Akşam,
Son Posta, Cumhuriyet, Vakit, 7 Gün, Yeni Mecmua, Hafta gazete ve dergi­
lerinde romanları "tefrika" edildi. Eski lstanbul yaşamına salt bir gözlemci
kimliğiyle eğilen Alus, çevre özellikleri içinde değişik sınıf ve tabakalardan ki­
şileri sergilerken Ahmet Mithat Efendi anlatımını geliştirmeye çalışıyor, gül­
dürüyü, küçük, yalın yan olaylarda arıyordu. Bir özelliği de kişilerini konuş­
tururken eski lstanbul " mahalle ağzı"nı yansıtmaya özen göstermesiydi.
Kitap olarak yayımlanan romanları: Kıvırcık Paşa ( 1 933), Penbe Maşlahlı
Kadm ( 1 933), Harp Zengininin Gelini ( 1 934), Eski Çapkın Anlatıyor ( 1 944).
K A Y N A K L A R : Reşat Ekrem Koçu, lstanbul Ansiklopedisi (C. il, 1 9S9).

Edebiyat d ünyasına şiirle giren AKA GÜNDÜZ ( 1 886- 1 958), Selanik'te


doğdu, ortaöğrenimini Ömer Seyfenin'le birlikte askeri okulda yaptı. Ge­
çirdiği rahatsızlık nedeniyle Harp Okulu'ndan ayrılarak bir süre ülke dışı­
na çıktı. Paris'te Hukuk ve Güzel Sanatlar öğrenimi yaptı. Asıl adı Enis Av­
ni imzası ile Çocuk Bahçesi ( 1 905 ), Genç Kalemler ( 1 9 1 1 ) dergilerinde yaz­
dı. Daha sonra, çeşitli gazetelerde uzun yıllar yazarlık etti. Yayımlandıkla-

1 84
D O N E M i N Ô T E IC I R O M A N C I LA R I

r ı yıllar ilgi gören romanları arasında e n ünlüleri Dikmen Yıldızı ( 1 928, 3.


bas. 1 953), Tango Tango ( 1 928), Bir Şoförün Gizli Defteri'dir ( 1 928).
Teehhül Aleminde ( 1 903), Kadm Kalbi ( 1 903), Müsebbib ( 1 9 1 1 ) adlı ro­
manlarının yaşadığı dönemde de hiçbir iz bırakmamasına karşılık Zavallı
Necdet'i ( 1 902, 6. bas. 1 96 1 ) ile az gelişmiş okurun ilgisini kazanan SAF­
FET NEZlHl (1 871 - 1 939): Ölmüş Bir Kadmm Evrakı Metrukesi ( 1 905, 4.
bas. 1 942); Nedret (1 922, 4. bas. 1 943 ) romanlarının yazarı GÜZlDE SAB­
RI ( 1 886-1946) bu dönemin ünlü "aşk romanı" yazarlarındandır.
Edebiyatçı kimliğine "Şiir Bölümü"nde değindiğimiz MlTHAT CEMAL
KUNTAY'ın, il. Abd ülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke dönemlerini yansıt­
tığı Üç lstanbul ( 1 93 8 ) romanı, şiirlerinden daha geniş ilgiyle karşılanmış­
tır. Kırkı aşkın kişinin sergilendiği romanda, olaylar, Adnan, Süleyman,
Belkıs çevresinde oluşur. Albayken şehit düşen bir askerin oğlu olan Ad­
nan'ın yetiştiği yıllar, erişki n yaşları, " ittihat ve Terakki"ye girişiyle başla­
yan siyasal yaşamı çerçevesi içinde imparatorluğun yıkılış dönemi belli çev­
re ve kurumlarda k ümelenen insanlarla verilmek istenir. "Romanda olay­
lar, genellikle konaklarda ve yalılarda geçer. 'Sokak' yoktur. Sokağın bu­
lunmadığı yerde, elbette halk da yoktur. Bu nedenle de çürüyen toplum
içinde serpilip gelişmekte olanı göremez. " (Fethi Naci, On Türk Romanı,
1 97 1 ). Günün adamı olmak isteyen Adnan, aşklarında bile çıkarlarına bağ­
lı bir kararsızdır. Ama her döneme uygun adam olmanın ustası olarak gö­
rünür. Üç lstanbul'un en önemli yanının, yazarın, roman kişilerini yarat­
madaki başarısı olduğu genellikle kabul edilmiştir.

K A Y N A K L A R : Hüseyin Cahit Yalçın, fikir Hareketleri ( H Mayıs 1 9311,


2 1 Mayıs 1 936); Vecdi Bürün, Çınaraltı ( 1 9 Ocak 1 942); Ömer Faruk Toprak,
Yürüyüş (Kasım 1 942); Cevdet K udret, Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman,
cilt il ( 1 967, 1 970).

185
TİYATRO
/
ı· U L U SA L T İ Y A T R O
Y O L U N D A A D I M LA R
1

il. Meşrutiyet daha ilk yıllarında, halkta özgürlüğü hayata geçirme bilin­
ci yaratmıştı. Her kesim kendi alanında birleşerek sendika, ocak, kulüp, si­
yasal parti gibi düşün birliği ile sağlanabilecek kuruluşlar meydana getiriyor,
bir arada yaşamanın olanaklarından yararlanmaya çalışıyordu. Varlığının
ortaya çıkması bir araya gelen insanların toplu çalışma bilincine bağlı olan
tiyatro, yapıt, oyuncu, sahne gibi gerekleri kazandıktan sonraki aşamada da
kalabalığa muhtaç bir sanattı. Bu nedenle il. Abdülhamid'in tahttan uzak­
laştırılması ile İttihat ve Terakki'nin sıkıyönetime başvurması arasındaki ev­
rede saltçı dönemle kıyaslanamayacak ölçüde hızlı gelişme gösterdi. Tiyatro
da, küçük burjuvazinin, tarihin o aşamasındaki ileri tavrına uygun bir düze­
ye kaymak zorunluğunu duyuyordu. Bu bölümü hazırlarken yapıtlarından
yararlandığımız Metin And'ın belirttiği gibi, bu da öteki sanat kollarıyla iş­
birliğine götürdü tiyatroyu. Sahnelerde Mithat Paşa'nın savunması, 111. Se­
lim'in konuşmalarının yanı sıra, Tevfik Fikret'in şiirlerinin okunması, döne­
min siyasal sorunları üzerine konferanslar verilmesi gibi yenilikler görüldü.
Dönemin şiir, öykü, roman türlerinde iin yapmış sanatçıları tiyatronun
yapısına özgü iç ve dış sorunların önemini pek de göz önüne almadan bü­
yük bir coşkuyla oyun yazmaya yöneldiler.
"Edebiyat-ı Cedide"ciler (Hüseyin Suat Yalçın, Mehmet Rauf, Halit Zi­
ya, Cenab Şehabettin, Faik Ali); "Fecr-i Ati Topluluğu"nda meydana çıkan
il. Meşrutiyet'in ilk edebiyatçı kuşağı (Yakup Kadri, Şehabettin Süleyman,
Tahsin Nahit, Müfit Ratip, Refik Halit); " Milli Edebiyat" akımına bağlı
olan sanatçılar (Ömer Seyfettin, Aka Gündüz, Reşat Nuri, Halit Fahri, Yu­
suf Ziya); Mithat Cemal (Kuntay), Hüseyin Rahmi (Gürpınar) gibi akımla­
rın dışında kalanlar yapıtlarını seyirci karşısına çıkarma olanağı buldu.

1 89
M E Ş R U T i Y ET I H l N E M I

1909'da ulusal bir tiyatro kurulması amaçlandığı zaman, Recaizade Ek­


rem, Hüseyin Cahit, Hüseyin Rahmi, Mehmet Rauf, Cenab Şehahettin, Ah­
met Hikmet (Müftüoğlu) gibi yazarlar kuruluşun "edebi heyet"ini oluşturdu­
lar. Rıza Tevfik, Halit f'ahri gibi şairler, " Darülbedayi-i Osmani"nin öğretim
kadrosunda görev aldı.
Kişiliğine " Edebiyat-ı Cedide" bölümünde değindiğimiz Hüseyin Suat
(Yalçın, 1 867-1 942) kimi basılan ( Kirli Çamaşırlar, 1 9 1 1 ) oyunlarıyla dö­
nemin verimli kalemlerinden biri olarak göründii. Darülbedayi'nin sahne­
ye koyduğu ilk yapıt (20 Ocak 1 9 1 6) şiirin dilimize uyarladığı Çürük Te­
mel'dir. Şehbal Yahud istibdadın Son Perdesi, Yamalar, Hülle, Devay-ı
Aşk, Çantada Keklik, Ballı Baba vh. oyunları vardır. (Bkz. Metin And,
Varlık dergisi, sayı 677-678, 1 966).
Öteki " Edebiyat-• Cedide" yazarlarından Mehmet Rauf ( 1 875- 1 93 1 ) da
bu dönemde Halit Ziya'nın Ferdi ve Şürekası ( 1894) romanını oyunlaştır­
mış, çeviri ve uyarlamalar yapmıştı. Kitap olarak basılan Pençe ve Cidal
oyunları sahneye konulmadı. Saffeti Ziya'nın ( 1 875-1979) Haralombos
Cankiyadis ( 1 9 1 2 ) adlı üç perdeden oluşan oyununda, romanlarının aksi­
ne, yalın bir dil kullandı. Tiyatro tekniğine uygun dialogları, iyi gözlenmiş
olaylar ve canlı tipleriyle dönemin başarılı yapıtlarından sayıldı. (Tahir
Alangu, Servet-i Fünun Edebiyatı Antoloiisi, sf. 74, 1 958). Halit Ziya
(Uşaklıgil, 1 866-1 945) Dumas Fils'den Füruzan ( 1 9 1 8) , Eduard Paille­
ron'dan Fare ( 1 9 19) adlı uyarlamalarından başka, Munis Faik Ozansoy'ca
günümüz Türkçesine çevrilerek 1 959'da Devlet Tiyatroları'nda sahnelenen
Kabus ( 1 91 8) adlı oyununu yazdı. Cenah Şehabettin, Ali Ekrem (Bola yır),
Celal Sahir ( Erozan) da önemleri dönemlerini aşamayan oyunlar yazdılar.
"Fecr-i Ati" sanatçılarından bu türe fazla eğilim gösteren Şehabettin Sü­
leyman ( 1 885-1 921 ) ile şair Tahsin Nahit'tir ( 1 887- 1 9 1 9). Önceki bölüm­
lerde kişiliğini tanıdığımız eleştirmen ve tarihçi Şehabettin Süleyman, döne­
min dergilerindeki (özellikle Şehbal) tiyatro eleştirilerinin yanı sıra oyunlar
yazdı: Kmk Mahfaza, Fırtına ( 1 9 1 1 ), Çıkmaz Sokak ( 1 9 1 2). İşlediği konu­
lar yönünden -örneğin Çıkmaz Sokak 'ta sevicilik konusu- sahneye konula­
mayan yapıtlarını kitap olarak bastırdı. Tahsin Nahit'le birlikte yazdıkları
Kösem Sultan'ın ( 19 1 1 ) temsili büyük ilgiyle karşılandı ı. Şiirden çok tiyat­
ro edebiyatına katkısı olduğu kabul edilen Tahsin Nahit'in ilk yapıtı jön
Türk, Şehzadebaşı'nda Ferah Tiyatrosu'nda sahneye konmuş ( 1 908), büyük
coşku yaratmıştı. Özellikle yalın Türkçeyle yazılması, il. Abdülhamid'in
zorbalık rejiminde ülkeden kaçmak zorunda kalan Mahmud Celalettin Pa-

l. Yahya Kemal, hu oyunu "Türkçede yazılan mensur dramların temaşa itihariyle en mü·
kemmcli olarak" anar ve Topkapı Sarayı'nda oynanmasını önerir. (Peyam-ı F.deM, 1 7 N i­
san 1 9 1 4; Edebiyata Dôir, sf. 223, 1 97 1 ).

1 90
U L U S A L Ti Y ATRO Y O L U N D A A D I M LA R

şanın (Prens Sabahattin'in babası) Brüksel'de ölümünü yansıtan sahnenin et­


kinliği oyunun başarı öğeleri arasındadır. (Halit Fahri Ozansoy, E.debiyatçı­
lar Geçiyor, sf. 248, 1 967). Bir süre tiyatrodan uzak kalan Tahsin Nahit iki
oyun daha yazdı: Bir Çiçek, iki Böcek ( 1 9 1 6 ) uyarlaması ile Rakibe ( 1 9 1 9).
Müfit Ratip, Refik Halit, İzzet Melih ( Devrim), Veda ve Nirvana adlı
küçük oyunlarıyla Yakup Kadri, " Fecr-i Ati" ile ortaya çıkanlar arasında
kısa süre tiyatroya eğilim duyan sanatçılar arasında göründüler.
Ömer Seyfettin'in Şaka, Nasrettin Hoca, Canlar ve Patlıcanlar adlı
oyunları yazdığı yakın arkadaşları tarafından helirtilmekteyse de bu türde
bilinen yapıtı, 1 920'1erde " ihtiyar Olsam da ... " adıyla lstanhul Şehir Tiyat­
rosu'na verdiği halde, ancak 1 928-29 tiyatro mevsiminde sahneye konulan
Mahçupluk lmtiham'dır. Dönemin Tiyatro dergilerinden "Temaşa"da (20
Mart 1 920) bu komedinin başarısından söz edilmektedir:
"Mevzuu bufonöri vadisinde tercih edilmiş olup, Hayranzadc isimli
bir yeni zengini maskara ediyor. Hayranzade talih sevkiyle, harpte ser­
vet yapan yeni zenginlerden aptal bir tip. Harpten evvel memur oldu­
ğu dairedeki amiri, halihazırda yazıhanesinin uşağı ... l\ir de Masume
isimli fettan ve şuh bir müdiresi var. Bu üç şahsiyet, vak'anın esas amil­
leridir. Üslup ve tertip tarzı pek güzel."
Kişilikleri hececi şairler arasında anılan Halit Fahri (Ozansoy) ile Yusuf
Ziya (Ortaç) da bu dönemde iki "manzum oyun" yazdılar. Halit Fahri'nin
aruz ölçüsüyle yazdığı Baykuş'un konusu (oyn. ve has. 1 9 1 7) Anadolu' da
adı bilinmeyen hir köyde geçer. Oğlu ( Mehmet) hastalanan baha (ihtiyar),
hekim getirmesi amacıyla köpeği ile birlikte küçük oğlunu (Nail) kasabaya
göndermiştir. Uzun hir bekleyişten sonra köpeğin yalnız dönmesi ihtiyarı
kuşkulandırır. Köylülerle hirlikte aramaya çıkarlar. Nail'in soğuktan don­
duğu anlaşılır. Mehmet de köyde nişanlısının yanında ölür. Dili ve tekniği
yönünden başarı düzeyine erişmiş kahul edilmeyen Baykuş ile Maeter­
lick'in lnterieur adlı yapıtı arasında yakın henzerlik olduğu ileri sürülmüş­
tür ( Dr. Niyazi Akı, Y. Kadri Karaosmanoğlu, 1 960, sf. 71 ).
Hece ölçüsüyle yazılan Binnaz (oyn. Nisan 1 9 1 9, bas. 1 9 1 9) konusunu
Lale Devri'nde yaşayan hafif hir kadınla ilgili iki erke�in (Hamza ile Efe Ah­
met) serüvenlerinden alır. Yusuf Ziya'nın oyununun da, sahneye konduğu
dönemde başarı düzeyine ulaşmadığı kabul edilmiş, konu yönünden Victor
Hugo'nun Marion Delorme adlı yapıtına benzediği i leri sürülmüştür.
Oyun yazarı olarak asıl yönünü Cumhuriyetten sonraki yapıtlarıyla ka­
zanan Reşat Nuri (Güntekin) hu dönemde yazdığı Hançer, Eski Dünya
( 1 920-22) oyunlarında da romanlarında olduğu gibi toplumsal konulara
yönelmiştir. Bir oyun yarışmasında birincilik kazanan Bir Macera ve Taş
Parçası adlı oyunları da bu dönemin ü rünleri arasındadır.
Asıl uğraşları öykü, şiir, roman türleri olmasına karşın, tiyatro edehiyatı-

191
M E � K U T I Y ET D ö N E M I

n a da eğilim duyan sanatçıların yanı sıra oyun yazan kişilikler arasında Ce­
lal Esat (Arseven), Salah Cimcoz, lbnürrefik Ahmet Nuri, Musahipzade Ce­
lal'in önemli yerleri vardır. Celal Esat ile Salah Cimcoz'un birlikte yazdıkları
ili. Selim'in yaşamını konu alan oyun "Osmanlı Dram Kumpanyası" tarafın­
dan sahnelenmiştir ( 1 9 10).
Dönemin başarılı oyun yazarlarından biri de lbnürrefik Ahmet Nuri
(Sekizinci)'dir.

1 B N Ü R R E F 1 K A H M E T N U R İ lstanbul'da doğan ( 1 874-6


Mart 1 935) Ahmet Nuri, ortaöğrenimini Galatasaray Lisesi'nde tamamla­
mış, Hariciye Nezareti Mektubi Kalemi'nde memurluğa başlamıştı. Daha
sonra Karantina idaresi Muhasebe Kalemi'nde çalıştı. Bu görevinden emek­
li oldu ( 1 924). Kuruluşunda yönetim kurulu üyeliği yaptığı Darülbedayi'de
( İstanbul Şehir Tiyatrosu) sahneye konulan ( 1 91 9-1 922) uyarlamaları i le
Yegane, Odalık, Hisse-i Şayia, Ceza Kanunu, Dört Cihar, Lokmanzade-Se­
kizinci adflı oyunları, dönemin sevilen yapıtları arasında sayıldı.

B A S I L A N O Y U N L A R I : Ceza Kanunu ( 1 924), Dört Cihar ( 1 924),


Nur Baba ( 1 924), Hissc-i Şayia ( 1 930), Şeriye Mahkemesinde ( 1 934), Him­
metin Oglu ( 1 934), Son Altes ( 1 934).
K A Y N A K L A R : Baha Dürder, Varlık dergisi, "s:ıyı 690 ( 1 969).

M U S A H 1 P Z A D E C E L A L Meşrutiyet döneminde verdiği i lk ya­


pıtlarıyla Türk Tiyatrosunun klasikleri arasında sayılan Musahipzade, ls­
tanbul'da doğdu ( 1 9 Ağustos 1 868-20 Temmuz 1 95 9). Ortaöğrenimini
Tophane Feyziye Rüştiyesi ile N ümune-i Terakki ldadisi'nde tamamladı.
Babıali Tercüme Odası'nda çalışırken Hukuk Mektebi'ne devam etti. Ço­
cukluğunda Karagöz ve ortaoyununa eğilim duymuş, arkadaş grupları ara­
sında verilen temsillerde tiyatro sanatının hareket yönünü yakından izleme
olanağı bulmuştu. Daha sonra Ahmet Vefik Paşa'nın Moliere çevirilerini
inceleyerek tiyatro edebiyatını öğrenmeye çalıştı. tik oyunu Köprülüler,
Manukyan Tiyatrosu'nda sahneye konuldu ( 1 9 1 2).
Amacının, "Tarih gölgesi altında şöyle hayal meyal seçilen halk hayatı­
nı piyese sokmak" olduğunu belirten Musahipzade, işlediği konuları genel­
likle Osmanlı l mparatorluğu'nun çöküş döneminin başladığı XVII. ve XVI­
ll. yüzyıllardan alır. Güldürme işlevinden uzaklaşmadan kişilerini cahil-ay­
dın, erdemli-erdemsiz, çıkarcı-fedakar, ileri-geri çelişkileri içinde vermeye
özen göstererek kurumların, dolayısıyla toplumun hicvine yöneldiğini gö­
rürüz.
Hüseyin Rahmi'nin romanlarında karşılaştığımız toplumsal gözlem,

1 92
U L US A L T i YATRO Y O L UN D A A D I M LA R

Musahipzade'de belli tarih zamanlarının özellikleri saptanarak sergilenişi


biçimindedir. Bilmediği yüzyılların hayatına ilişkin konuları işlerken yaşa­
dıkları dönemleri simgelemeye elverişli özellikler taşıyan (kadı, hoca, yö­
netmen) kişileri ele alması, belgelere dayanarak yazmak zorunluğunu doğu­
rur. Nedir ki geçmişi, belli bir tarih aşamasının yarattığı gelişmelerden ba­
karak değerlendiren yazar, Özdemir Nutku'nun deyişiyle toplumsal değiş­
kenliğin bir diyalektiğini yapmaz ama, hu diyalektiği hazırlayan temel taş­
ları koyar.
III. Ahmet döneminde geçen Balaban Ağa'da okumuş cahil çelişkisiyle
birlikte yozlaşmaya başlayan medresenin sergi lenişi: Mum Söndü, Bir Ka­
vuk Devrildi, Aynaroz Kadısı'nda rüşvet, kayırma ve hırsızlık işlenirken
devletin en yüksek kurumlarına çıkmış (Aynaroz Kadısı'nda Şeyhülislam)
kişilerin yergisi halk-soylu ayrımını sahneye getirmesi, oyunlarının belirgin
özellikleri olarak görünür.
Kimi tiyatro eleştirmenlerinin "teknik için özel bir çaba göstermediğini"
belirttikleri Musahipzade, hareketten çok, eski hayatı yansıtan folklor öğe­
lerinden yararlanmış, kahvehaneler, saz, çengi, konak, ev gibi çevresel özel­
likleri sergilemeye özen göstermiştir. Birçoğunun ayrı hasımları yapılan,
Fermanlı Deli Hazretleri, Kafes Arkasında, Bir Kavuk Devrildi, Pazartesi
Perşembe, Gül ve Gönül, lstanbul Efendisi, Atlı Ases, Demirbaş Şart, Ka­
şıkçılar, Gülsüm, Lale Devri, Macun Hokkası, Selma, Yedekçi adlı oyunla­
rı var.

K A Y N A K L A R : M usahipzade Celal, Bütün Oyunları ( 1 970); Sevda Şe­


ner, Musahipzade ve Tiyatrosu ( 1 963); Özdemir Nutku, Musahipzade Celôl'e
Yeniden Bakmalıyız. Türk Dili (Ocak 1 969); Musahitızade ve Kaşıkçılar'ı,
Türk Di li, sayı, 236 ( 1 97 1 ); Enver Naci Gökşen, Türk Dili (F.kim 1 97 1 ).

TİYATRO SANATINA iLİŞKİN GÖRÜŞLE R


Meşrutiyet Tiyatrosunu oluşturan oyunlar dönemin düşün akımlarına
koşut olarak gelişti. il. Ahdülhamid'in saltçı yönetimini yerenlerin yanı sı­
ra, özgürlük mücadelesinin kahramanlarını değişik evrelerinde konu alan
oyunlar yazıldı2. Tiyatro sanatı şiire, öyküye, romana yetişmek ister gibi
bir hızlılık içindeydi. Daha 1 909'1arda Şehabettin Süleyman'ın "sevicilik"
konusunu işleyen Çıkmaz Sokak adlı oyunu üzerine Mehmet Rauf, Yakup
Kadri, Müfit Ratip gibi geleneksel kuralların saygınlığı ile yazarın özgürlü-
2. Sosyalizm hile, hu dönemde yanlış anlaşılmasına rağmen, Sosyalist Yahut Hak Çalı·
şanındır; Biçare Amele gi hi oyunlarda ele alındı; temsiller, işçi ailelerinin yararına ve­
rildiği gihi, temsilin başında sosyalizm üzerine konuşmalar yapıldı. (Metin And, 1 00
Soruda Türk Tiyatrosu Tarihi, sf. 243, 1 970)

1 93
M E Ş R U T i Y ET D O N E M i

ğü konusunu tartıştılar. Yakup Kadri, sanatçının yaratma özgürlüğüne en­


gel olunamayacağını ileri sürerken, Mehmet Rauf " müstehcen" in sanatla
ilgisi olmadığı görüşünü savundu.
Halide Edib ise, "Tiyatro Edebiyatı"3 adlı yazısında, henüz canlanan
Türk Tiyatrosu'nun hiçbir dış etkiye kapılmaksızın Türk hayatından,
"Türklüğün tefekkür tarzı ve tahassüsünden" doğması gerektiğini, bu yol­
da fakirleşmesinin bile bir başarı olacağın ı yazdı.
Gerçekten de Trablus ve Balkan savaşları evresinde ( 1 9 1 1 - 1 9 1 2 ) oyun
yazarları savaş, kahramanlık konularını işleyerek güncel sorunları sahneye
getirdiler. 1. Dünya Savaşı öncesinde ü nlü Fransız tiyatro adamı Antoine ül­
keye çağırılınca, bir "konservatuvar" açılması için çalışmalara başlandı; ga­
zetelerde tiyatro sanatına ilişkin yazılar hareketlendi, "Temaşa" adlı bir ti­
yatro dergisi bile yayımlandı.
Kuramsal sorunların tartışıldığı bu hareketli ortamda, görüşlerini belir­
ten Yahya Kemal, konuya ulusal-insansal kavramlarını tartışarak girmiş,
Türk Tiyatrosu'nun uyanması için öngördüğü gerekleri açıklamıştı. Şairin
"Peyam-ı Edebi"de Süleyman Sadi takma adıyla yayımladığı beş yazıdaki
temel düşünüler şöyle saptanabilir:
1 ) Fransızlar Fransız, İngilizler İngiliz, Almanlar Alman, Türkler de
Türk olmazdan önce insandırlar. insan olduktan sonra Türküz.
2) Bu nedenle eski Karagöz ve orta oyunları geleneğinden yararlanma­
nın yanı sıra, ta Aeschylos'tan, Sophocles'ten, Euripides'ten başlayarak bü­
tün Fransız, İtalyan, İngiliz, Alman, İspanyol tiyatrosunun tragedia, ko­
medya, fars, vodvil türlerinin bilinip gösterilmesi Kral Oedipus gibi başya­
pıtların Türkçeye kazandırılması gerekir.
3 ) Ulusal dilin bozulmasına yol açan Gedikpaşa Tiyatrosu alışkanlıkla­
rından kurtularak "Türkçenin kendi tiyatrosu"nun canlandırılması, oyun­
cunun özelliğini koruması, bu alandaki öğrenimin ön amacı olmalıdır. Öğ­
renim geliştikçe, genç sanatçılar, ulusun içten seslerini sokakta, mahallede,
düğünlerde, kahvelerde, panayırlarda bulacak; giderek, on yıl içinde ulusal
tiyatro dili oluşabilecektir.
Reşat Nuri (Güntekin) de "Büyük Mecmua'', "Nedim", "Temaşa",
"Dersaadet", "Zaman" ( 1 9 1 9-1 922) dergi ve gazetelerinde yayımladığı in­
celeme yazıları, eleştirilerle tiyatro sanatının önemli sorunlarına değinen
yazarların başında göründü. 1 9 1 8 yılında 20'yi aşkın yazıyla, Yunan tiyat­
rosu, tiyatroda gerçekçilik sorunu, oyuncunun ruhsal durumu, sahne dili,
tiyatro-ahlak-hareket bilim i lişkileri, çeviri, uyarlama, dekor gibi konular­
da ışık tutmaya çalıştı. Batı tiyatrosunun gelişme aşamalarından örnekler

3 . Halide Salih (Halide Edib-Adıvar) Resimli Kitap, 7 ( 1 909). Anan: Dr. Niyazi Akı; Ya­
kup Kadri Karaosmanoglu, sf. 74 ( 1 960)_

1 94
U L U S A L Ti YATRO Y O LU N D A A D I M L A M

vererek "yeni tiyatro"nun kurulma koşulları üzerine öneriler getirdi. Özel­


likle oyun yazarı ile oyuncunun bilmek zorunda oldukları teknik öğeleri
düşündürmeyi amaçlıyor, sahne, dekor, ışık gibi gerekler üzerinde önemle
durarak tiyatro sanatının birbirine bağımlı işlevinin altını çiziyordu.
il. Meşrutiyet'in i lk yıllarında sahnelenen yapıtlarda güncel konuların
ağır basmasından tiyatro sanatının büyük kazançla çıkmadığı düşünüsün­
de görünüyordu Reşat Nuri. Belki bu nedenle tiyatroda " hakikat ve ha­
yal "in " muayyen bir nisbet dahilinde" verilmesi gerektiğini ileri sürerek
şöyle yazdı:
"Esasen temaşada hakikat meselesi bilumum bedii sanatlardaki tabiat
meselesinin bir fer'inden başka birşey değildir. Sanayi-i nefise ile tabiat ara­
sında ne münasebet varsa, temaşa ile hayal ve hakikat arasında o münase­
bet vardır. S�nat nasıl sadece tabiattan ibaret değilse, temaşa da yalnız ha­
kikat ve hayalden i baret değildir. Bazan hakikat ile hayal arasındaki nisbet
bozuluyor, biri diğerinin zararına olarak pek fazla inkişaf ediyor. "4
"Tiyatro ve Ahlak" yazısındaysa, önce tiyatronun ahlak ve toplumsal
sorunları çözümleme yolunda önemli bir işlevi olmayacağını savunuyor, bir
yandan tiyatronun kalabalık üzerindeki etkisinin " nasihatler gibi" yüzeyde
kalacağını belirtirken bir yandan da " hayatı mahsus ve maddi şekilleriyle
gösteren" bu sanatın " kitap ve nazariyeden daha ziyade telkin" gücü bu­
lunduğunu i fade ediyordu.
Dönemin ünlü oyunları üzerinde eleştiri yazılarıyla dikkati çeken öteki
kalemler arasında Cenab Şehabettin, Yakup Kadri, Halit Fahri, Nurullah
Ata (Ataç) anılabilir.

4. Zaman gazetesi, sayı 1 12 (27 Temmuz 1 9 1 8); R. Nuri Güntekin'in Tiyatro ile ilgili Ma­
kaleleri, haz: Kemal Yavuz ( 1 976 ).

195
M U SA H l P Z A D E
C ELAL' DEN
ÖRN E K

I S T A N B U L E F E N D I S l 'nden A FET - Hiç üzülme iki gözüm (ok­


şar), yüreciğin rahat olsun, haydi seni
Meclis X. görmesinler ... çabuk şuradan git.
A FET-FER ASET S A FI - (A{et'in iki elini öper) A fet
FER ASET- (Gelir) O ... kadınım ne kadıncığım, her ümidim sende ... hayır
gül üyorsun ? haber beklerim.
A FET - lstanbul Efendisi niyet tut­ AFET-(Okşayarak) Üzülme civanım,
muş, kızını Ferhat Ağaya verecekmiş de üzülme ... haydi yavrum .. haydi savuş . . .
(Kahkaha). (Safi 'yi kapıdan çıkarır, döner. iskemle
FER ASET - A ... a .. o inci tanesi gibi üzerindeki para torbasını alarak kendi­
kızı dağ yarması Ferhat Ağaya mı veri­ si de sagdan çıkar.)
yor? Ee, Menteş Ağaya ne oluyor?
A FET - Ne olacak ... Eski bezirgan ... Meclis XII.
Topladığı altınları Patrona vak'asında MENTEŞ - FERHAT
kaptırdıktan sonra müslüman oldu. MENTEŞ - Ferhat (soldan gelirler).
Başını güç kurtardı. Onları unutmuş da FERHAT - imanım ne tuhaf adam-
şimdi lstanbul Efendisinin malına göz sın, evlenmek aklımdan geçmiyordu ...
dikmiş... Kızını ele geçirmek istiyor. Zihnime girdin ... Kandırdın yahu...
FER ASET - (Kahkaha) Aman kadı­ MENTEŞ - insan kırk yıl bekar dur­
nım, olacak şey değil. maz ya ...
A FET - Hazırlan, cinleri, perileri, FERHAT - E... kuzum, ben senin
Rüküş Hanımı, Yaver beyi topla (kah­ bunca zamandır yoldaşınım. Benim be­
kaha), yakında sana iş çıkacak sanırım. karlığım bugüne kadar senin aklına
FER A SET - O ... ne iş öyle kadınım? gelmedi de, bugün mü geldi?
AFET - Nene lazım senin . . . (Kapı ça­ MENTEŞ - Senin şimdi göreceğin
lınır) geldiler galiba, haydi git, kapıyı kızlar her zaman ele geçer şeyler değil
aç. de. . . onun için.
FERASET - (Güler). FERHAT - Madem ki öyle imiş ... sen
de bekarsın, bir tane de sen al.
Meclis XI. MENTEŞ - Sen bana hakma camın,
A FET-Safi. bu kızlardan birini al, sonra bana dua
SA FI - (Sagdan gelir) Ah A fet kadın­ edersin.
cığım, hepsini işittim ... FERHAT - Acaba şehir kızı alaydım

196
U L U S A L T i Y ATRO Y O L U N D A A D I M LA R

daha m ı iyi olurd u ? MENTEŞ - Ne dersin yoldaş, ne bi­


MENTEŞ - Yok canım, şehir kızının çim istiyorsan söyle. (Fidan'ı göstere­
naz ve edası çekilmez, lakin parasını rek) bak böylesi de var (kahkaha).
saydığın halayık senin malındır, canın FERHAT - Rabbim korusun . . . yol-
istediği gibi kullanırsın. Emrinde otu­ daş ... bir kere kızları görseydik .. .
rur, kalkar, daha olmazsa satarsın. A FET - Acemi mi istiyorsunuz . . .
(Kendi kendine) ah iş bugün bitse.. Yoksa biraz terbiye görmüş, usta m ı ol­
FERHAT - İmanım, senin dediğin gi­ sun?
bi her cefaya katlanacak, emrimle otu­ FERHAT - Acemiye öğretmesi güç
rup kalkacak böyle bir kızı burada bu­ olur.
labilecek miyiz? A FET - Anladım ... pişirsin, kotarsın,
MENTEŞ - Adam sen de, esirci mi silsin, süpürsün değil mi efendim . . .
yok, sana beğendirinceye kadar ararız. FERHAT - H a h. . aferin kadın sana . . .
(Kendi kendine) senin başını bir bağla­ lep demeden leblebiyi anladın. B i r evi
sam. çekip çevirmeli, bana rahat ettirmeli ..
emrimle oturup kalkmalı ... gözüm ar­
Meclis Xlll. kamda kalmamalı, ben ne dersem o ol­
MENTEŞ-FERHAT- A FET malı.
A FET - (Bir şala bürünmüş, sagdan A FET - Başüstüne aslanım, sana iste­
gelir) Safa geldiniz ağalar, (sedire otu­ diğinden alasını çıkarayım.
rur). MENTEŞ - Bu kadında bulunan ca-
MENTEŞ - Safa bulduk A fet kadın. riyelerin dünyada emsali yoktur.
Bizim yoldaş bir cariye istiyor. FiDAN - (Fincanları alır, gider).
A FET - Başüstüne efendim .. hizmet A FET - (El vurur).
için mi ... yoksa? FER ASET - (Başörtüsile soldan ge­
MENTEŞ - Eli ayağı düzgünce ol­ lir).
sun. Bizim yoldaş bu ana kadar dünya A FET - (Ferôset'e) Kızlara söyle gel­
evine girmemiş, evlenmek istiyor, mü­ sinler.
nasip bir şey arıyor. FERA SET - (Çıkar).
A FET - Pek güzel, efendim, elimde A FET - (Agalara) Elimde bulunan
her türlü cariye bulunur. lstediğini:.ı: gi­ halayıkların hepsi emsalsizdir; kısmet
bisini çıkarayım. hangisi ise o olur.

Meclis X I V. Meclis X V.
EVVELK i LER-FER A SET-FiDAN EVVELKİLER ŞADAN HAN-
FİDAN - (Agalara çubuk verir). DAN - RAKSAN (Üç etek entari giy­
FERA SET - (Başörtüsile, elinde kah- mişlerdir) - FiDAN - CAR iYELER
ve tepsisile gelir). KIZLAR - (Girerler, agaların etekle­
FiDAN - (Kahveleri dagıtır. Fera­ rini öperler).
set'in elinden tepsiyi alır, kapı önünde A FET - İşte bunlar ağalar.
durur, kırıtır). MENTEŞ - Hangisini gözün kesti,
FERA SET (Tekrar soldan gider).
- çabuk söyle.

1 97
M E Ş R UT i Y ET D ö N E M I

FiDAN - (Cariyelerin önüne geçer, MENTEŞ - (Afet' e yavaş sesle)


durur, kırıtır). Aman etme, aşağı olmaz m ı ?
FERHAT - (Kavugunu biraz geriye A FET - B i r para aşağı veremem.
iterek bıyıklarını büker) Hepsi de ala. MENTEŞ - (Ferhat'a) Sen ne diyor­
MENTEŞ - (Kahkaha) Çok açgözlü sun?
imişsin yoldaş. FERHAT - (Düşünerek) Ne vere­
A FET - Canı n ız hangisini sevdiyse yim . . . Haydi haydi ... gayret edeyim de
söyleyiniz, efendim, hani malımdır diye dört yüz elli, haydi beş yüz ruhiye vere­
methetmiyorum, hiç birinin zerre ka­ yim.
dar k usuru yoktur .. Vücutları özürsüz­ MENTEŞ - (Ferhat'a) Biraz daha
dür, uykuları kuş gibi hafiftir. Tecrübe gayret et canım.
edersiniz. FERHAT - Fazla veremem, beş yüz.
FERHAT - O tecrübe sonraya kal­ MENTEŞ - (Kendi kendine) Bizim
sın. beş yüz ruhiye gidiyor... Gidiyor ama,
A FET - Ağızları kokmaz, düztaban iş de yoluna giriyor (Afet'e işaret eder).
değildirler, isterseniz suya bastırayım A FET - Peki, öyle olsun.
da bakınız. MENTEŞ - Bundan alası sağlık, doğ­
FERHAT - Pekala, istemez. rusu talihim varmış.
A FET - (Kızların saçlarını dagıtarak) FERHAT - (Dalgın dalgın Han­
Bakın, saçlara bir omuzdan bir omuza. dan 'a) Şöyle yanıma gel bakayım, senin
(Şadan'ın alt dudagını parmagı ile aça­ adın ne?
rak) Bakın şu dişlere inci gibi .. (Han­ HANDAN - Handan efendim.
dan'ın ellerini tutup göstererek) Bakın, FERHAT - Ne güzel adın var ...
şu e llere bakın, parmaklarının çukuru­ HANDAN - (Ônüne bakar).
na fındık oturur... FERHAT - Benden hoşlandın mı,
FiDAN - ( Cariyelerin önünde durur, hoşlanmadın mı yavrum ?
kırıtır). HANDAN - (Sükut eder).
MENTEŞ - (Kahkaha) Ferhat Ağa FERHAT - Seni alayım mı söyle ba-
yoldaş _ Kavuğun düşecek yahu, kendi­ kayım?
ne gel, hala karar veremedin mi? Yok A FET - Söyle kız, ağayı üzme.
e�er kesene güveniyorsan hepsini bir­ HANDAN - Utanıyorum efendim.
den pazarlık edeyim. MENTEŞ - Kızım, bu ağanın kimse-
A FET - A l lah için ağalara layık cari­ si yok, seni bir ev hanımı yapacak . .
yelerdir. Eee ... ağa hangisini canın sev­ FERHAT - Evet, benim kimsem yok,
di? beni istersen seni alayım.
FERHAT - (Handan'ı göstererek) HANDAN - Alınız efendim . . .
Şuna ... Şuna . . . ne vereyim ? FERHAT - H a h şöyle . . . nasıl bana
MENTEŞ - (Kahkaha ile güler, ken­ yemek pişirebilir misin?
di kendine) Yakalandı ... (Afet'e sokula­ HANDAN - Sizi memnun etmeğe ça­
rak) Ne istiyorsun söyle. lışırım efendim.
A FET - (Yavaş sesle) Bin ruhiye altı­ FERHAT - Aferin yavrum, ben sana
nı. arap halayık da alırım. Beni hoşnut

198
U L U S A L T i Y A T R O Y O L U N D A A D I M LA R

edersen azat eder, kendime n i kahlarım. A FET - (El vurur) Haydi kızlar, çalın
HANDAN - (Ferhat'ın etegini öper). oynayın. (Müzik başlar. Handan'dan
A FET - (Feraset'e) Peştahtayı ağaya başka cariyeler oynarlar. Fidan da oyu­
götür. (Handan'a) Haydi git, yaşmak­ na iştirak eder).
lan.
(Handan soldan gider). Müzik:
FERA SET -(iskemlenin altındaki Seyredin ey ağalar,
peştahtayı Ferhat Aga'nın önüne geti­ Çal çal Raksan kemanı,
rir). Bülbü l sesi Şadan'ın,
FERHAT - (Kesesini çıkarır, tahtaya Çal çal Raksan kemanı,
döker, ruhiye/eri sayar). Çalıyor çalparalar.
FERA SET (Parayı sayar).
- Şimdi raksın zamanı.
MENTEŞ (Kendi kendine) Atlat­
- Emsali yok Handan 'ın,
tım. (Aşikare) Uğurlu kademli olsun, Şimdi raksın zamanı.
hayırını gör.
FERHAT - Eyvallah (ruhiye/eri sa­ (Kahkahalarla müzik devam eder­
yar). ken, Ferhat, Menteş, Handan giderler).
HANDAN - ( Yaşmaklı, feraceli sol­ Perde iner.
dan gelir, divan durur). ( I stanbul Efendisi, 1 9 3 6)

1 99
1 B NÜRRE F 1 K
AHME T
N U R l ' DEN
ÖRNEK

H 1 S S E 1 Ş A Y t A 'dan F AIKA - Bana da kızım söyledi.


- Evkaf ketebesinden Bican Efendi, BiCAN - Evet hanımefendi hazretle-
emlak sahibi Talat Bey ile ayrıldıtı ka­ rı.
rısı Faika Hanımı yeniden birleştirmek TAHIR - (Sol tarafa giderek) - Öyley­
istemektedir. Ru amaçla detişik neden­ se ben mani olmayayım, görüşünüz.
ler ileri sürerek onları bir araya getirir. F AIKA - (Sat tarafa giderek) - Ben
Eski eşler, birbirlerini görünce şaşırmış­ mani olmayayım. Siz görüşünüz.
lar ve durumu pek kavrayamamışlar­ BiCAN - Hayır!.. Hayır!.. Üçümüz
dır.- hirlikte görüşeceğiz. Rica ederim oturu­
XI. Meclis. nuz. (Faika, Tahir sessiz nazarla birbirle­
TAHiR - FAiKA - BiCAN rine baktıktan sonra tereddütle durur­
(Biraz müddet sahne boş kaldıktan lar.)
sonra soldan Tahir, satdan Faika gelir­ TAHIR - Mühim bir mesele mi var?
ler. Aynı zamanda birbirlerini görünce BiCAN - Evet.
irkilirler). FAiKA - K ızım için mi?
TAHiR - AL BiCAN - Evet.
FAIKA - Aa!. FAiKA - Öyleyse otururum (Sat ta­
TAHIR - Necmi, Bican Efendinin bura­ rafa oturur).
da beni bekleyeceğini söylemiş idi de. TAHiR - (Sol tarafa oturarak) - Ben
FAiKA - Bana da Mahmure söyledi. de otururum.
Bican Efendi beni bekliyor imiş. Nere­ BiCAN - Tamamen müttefikiz.. Aile­
de? niz içinde hükümferma olan iğtişaşı tes­
T AHIR - Bilmem. kin etmeği kerimeniz hanıma ve dama­
(Bu aralık Bican kapının arkasından dınız beye vadettim. (Faika'ya bakarak)
kolunu sokup sandalye üzerindeki şem­ Kulunuz bir şey vadederse vadimi tuta­
siyesini almaya çalışır). rım. Evvelemirde ço..:uğunuzun refah ve
TAHiR - (Seslenerek) -Bican Efendi.. saadeti eshahının istikmali zımnında
Bican Efendi (Bican Efendinin kolu,
..
her ne konuşulmak i..:ah ederse rica ede­
bila hareket durur, Tahir, Faika kapıya rim hendcnize karşı ağır sözler istimal
yaklaşıp Bican'ın kolundan tutarlar ve buyurmayınız.
içeri çekerler). T AHIR - Bican Efendinin hakkı var.
BiCAN - (/çeri çekilerek) - Şemsiye­ Biraz evvel hiddetle ağzımdan kaçırdı­
mi unutmuş idim de ... ğım sözlerden dolayı affınızı temenni
TAHiR - Necmi, sizin benimle ko­ ederim.
nuşmak arzu ettiğinizi söyledi. F AIKA - Esasen kin tutmak adetim

200
U L U S A L Ti YATRO Y O L U N D A A D I M LAR

değildir. İkincisi nezaketim kavga etme­ avdet etmezden önce bu iş bitmeli.


ye manidir. T AHIR - Evlenmek boyacı küpüne
BİCAN - Demek barış görüş oluyor­ girmek gibi çabuk olur mu? Evvela in­
sunuz ... Oh! iş yolunda. san kendine münasip bir çift bulmalı.
FAİKA - Ben kızımın rahatı, saadeti BiCAN - İyi ya işte, siz de burada bir
için herşeye hazırım. çiftsiniz.
RlCAN - Gayet makul bir söz. TAHİR, FAİKA (Şiddetle ayağa kal­
TAHİR - Benim de bundan başka bir karak) Ne! ! !
-

düşündüğüm yok. TAHİR - Ne, bizim tecdidi nikah et­


BİCAN - Gayet makul bir cevap. İşte memizi mi teklif ediyorsun?
mukaddime yapmak için vaktim müsait FAİKA - Allah yazdıysa bozsun.
değil, çünkü istasyonda bekliyorlar ... BİCAN - Evlenmenizin en çahuğu
Efendim! Zevatı alilerinin kerimei muh­ budur.
teremenize gayet şedid bir muhabbetle T AHIR - Hezeyan ...
merbut bulunmanız başka bir meşgaleyi FAİKA - Maskaralık.
muhabetten vareste bulunmanızdan BİCAN - Fakat düşününüz bir kere...
neş'et ediyor. Bu böyle devam ederse da­ FAİKA - (Rican'ın üzerine yürüye-
mad beyin yanında kerimei muhtereme­ rek ) - Bu münasebetsizlik nereden aklı­
nizin rahatı bozulacaktır. nıza geldi?
FAİKA - Kızımın rahatını bozanı da­ TAHİR - (Bican'ın üzerine yürüye­
madım hanesine kabul etmeyeceğini va­ rek) Siz ne sıfatla bu işe karışıyorsu­
-

detmiş idi. nuz?


TAHİR - Bana da hakeza. BİCAN - (Geri çekilerek) - Hepiniz
BİCAN - Geçmişe mazi derler, hal­ bana can kurtaran demiyor musunuz?
den bahsedelim. Beyefendi hazretleri, TAHİR - Sen münasebetsizin biri­
hanımefendi hazretleri .. Kulunuz ma­ sin ... Of. Midem bulandı. Başım dönü­
dem ki kerimei muhteremenizin canını yor.
kurtaran addolunuyorum. Bu halde (Bir sandelyenin üzerine düşer).
cümlenizin canını k urtarmak vazifem­ F AIKA - Bu ahmakça sözlerle efendi­
dir. Katiyyen biliniz ki, cümlenizin isti­ yi bayıltıp beni güldürmek mi istediniz?
rahati kamilesinin husuli sizlerin tekrar BiCAN - Ben cümlenizin menfaatine
evlenmenize vabestedir. çalışmak istedim.
T AHIR - Bunu bana çok kimseler T AHIR- (Hiddetle) Haydi, şuradan
-

teklif ettiler amma defol!


FAiKA - Bana da teklif ettiler. Dul ka­ F AIKA - Evet, defol ! Sen adeta benim
lacak yaşta olmadığımı herkes söylüyor. başıma bela kesildin.
BİCAN - Oh! Oh! Oh! İş yolunda, iş BiCAN - ( Telaşla ve hiddetle) - Be­
yolunda. Yazık ki bu evvelden düşünül­ nim de istediğim bu. Bir an evvel bura­
memış. dan gitmek. Bir daha da evinize ayağı­
FAİKA - (Bican'a) - Bu işi beyefendi­ mı basmamak. (Giderken etrafa ) Yüzle­
nin yanında konuşmak münasebet al­ rini şeytan görsün. Tavsiyesi de yere
maz. Yarın bize geliniz, enine boyuna batsın, kendisi de.
görüşürüz. (Şemsiyesini yine unutup nihayetten
BiCAN - Hayır, bendeniz istasyona sür'atle çıkar. )

201
Y US U F
Z I YA
O R T A Ç ' T AN
ÖRNEK

B I N N A Z 'dan nırlar. Efe Ahmet ortalarına kurulur.


Hamza heyecan içinde, gazabla titreye­
Üçüncü Meclis rek uzaktan seyreder).
KAHVEDE YENiÇERiLER, HAM­ AHMET - (Parmaklarını tellerin üs­
ZA, EFE AHMET tünde bir üstat tavrıyle dolaştırır. Hem
A HMET - Nihayet aşıkın sazını al- çalar, hem söyler).
dım. Sazımda gizlidir bir dertli bülbül.
BiRiNCi YENiÇERi - Sahi mi? Seni yadettikçe hıçkırır ey gül,
AHMET (Sazı göstererek) - Bak, işte. Bu çıkmaz yollara düştüm aşkından
i KiNCi YENiÇERi - Aman biraz çal. Bozulmuş hatlara benzedi gönül!..
AHMET - Öyle yaman saz ki, bulur-
sa Deccal BiRiNCi YENiÇERi - Varol! ..
Bununla dolaşır kıyamet günü. i KiNCi YENiÇERi - lstanbul'da
ÜÇÜNCÜ YENiÇERi - Haydi, din­ nam verdi sazın...
leyelim o son türkünü. ÜÇÜNCÜ YENiÇERi - Duysun da
AHMET - B u akşam içimde bir sıkın­ iftihar etsin Binnaz'ın...
tı var. AHMET - (Memnun bir tebessümle
BiRiNCi YENiÇERi - Artık işin devam eder).
yoksa Efeme yalvar. Efe, gece gündüz ismini anar,
iKiNCi YENiÇERi - Yapma yavrum ismini andıkça yüreti yanar...
Ahmet... Bize de mi naz? (Hamza, birdenbire yerinden kalkar,
ÜÇÜNCÜ YENiÇERi - Onun başı iri bir maden parayı Ahmet'e fırlatır).
için ... Haydi .. HAMZA - Çal... Bir de Binnazım için
AHMET - Ah kurnaz. .. "Bozulmuş Efe çal...
bağı" mı? BiRiNCi YENiÇERi - Galiba sazını
iKiNCi YENiÇERi - ihtiyar gönlü­ işitti Deccal ! Kıyamet kopuyor...
mü bir daha coştur. (Efe Ahmet şaşkın, mütereddit, yerin­
AHMET - Havuz kenarına şöyle di­ den kalkar. Kahve halkı birbirine girer).
zilin. HAMZA ( Çılgın gibi haykırır) - Gel..
iKiNCi YENiÇERi - Ağalar. Efenin Haydi, durma!
kadrini bilin. AHMET (Botuk bir sesle) - Ecele su­
(Yeniçeriler havuzun etrafına topla- samış gibi kudurma.

202
U L U S A L Ti YATRO Y O L U N D A A D I M LA R

HAMZA - Aşkıma mezarım olamaz HAMZA - işte ... Şüphe yok sensin,
hail!. Gene tıpkı öyle gürlüyor sesin!
Çekinmem yardımcın olsa azrail! (Artık Efe Ahmet zaptolunmaz bir
(Ahmet, Hamza'nın evvelce kendisine hale gelmiştir. Birden, yeniçerilerin
vermiş oldugu hançeri çeker. A rkadaş­ elinden kurtulur ve hançeri Hamza'nın
ları tutmak isterler). koluna saplar).
AHMET - Bırak beni... AHMET - Kanını bir tas su gibi içe­
iKiNCi YENiÇERi - Sok şu hançeri rım.
kına! (Hamza sendeleyerek peykeye oturur.
HAMZA - (Kendi hançerini Efenin Yeniçeriler etrafına üşüşürler). HAM­
elinde görünce tanır. Nadim bir sesle ZA - Bana düşman olmuş benim hançe­
haykırır) - Nasıl, o sen misin Allah aş­ rım.
kına? (Ahmet, birdenbire titrer. Yaptıgı fe­
BiRiNCi YENiÇERi - Yapma Efe... na hatayı anlar gibi olur).

203
HAL i T
F A H R l ' DE N
Ö R N EK

B A Y K U Ş 'tan Bu zaifiştikayı dinler de


Bir tesell i verir mi? ..
Üçüncü Meclisin Devamı
(Uzakta baykuş öter ve türbenin için· iHTiYAR
de yanmakta olan kandil batlı o/dutu inlerde
telden kurtularak bir anda yere düşer, Canavarlar susar da ben ulurum,
sandukanın üstünde parçalanır. ihtiyar Kudurursam sonunda kurtulurum.
hayretle geri çekilir.) (Ufukta başlıyan tuluu göstererek)
Bak, bulutlar tutuştu her yanda!
YOLCU Bir semavi, kızıl buhurdanda
Ne o? Kanlı bir gün parıldıyor ... Heyhat!
Ölümün şu'lesiyle soldu hayat...
iHTiYAR Yere batsın bu ateşinülke! ..
Kandil kırıldı, bak, yahu! (Birdenbire durur, ormana bakarak)
Düşecek belki hasta bir ahu O ne? M Birkaç beyaz, sönük gölge ...
Gibi evlatlarım da kış gecesi. Yürüyor... Titriyor... Gelenler kim? ..
Baykuşun çınlıyor uzakta sesi. (Yüzü gülerJ
Bir boğuk sayha, bir kırık kandil: Belki oğlum, yanında bir de hekim ...
Bunu sen çifte bir şeamet bil! .. (Daha dikkatli bakar; derhal bütün
vücudü ürperir)
YOLCU iki üç köylü geçtiler dereyi.
Bir tesadüf... Taşıyorlar bir eski teskereyi.
(Birkaç köylü üzeri çulla örtülü bir
iHTiYAR teskere taşıyarak sahneye dahil olur.
Hayır; ölüm, toprak, Güneş artık ufukta yükselmiştir.)
Dilerim asümana haykırmak,
Ben de bir baykuşum ... Dördüncü Meclis
Evvelkiler, köylüler
YOLCU
O halde bağır! KÖYLÜLERDEN BiRi
Şu derin, hıçkırıklı kubbe sağır: Merhaba, köy yakın mıdır?
inletirken ufuklarında kışı, (ihtiyar olanlara dotru atılmak ister;
Yer yüzünden çıkan bu haykırışı, YOLCU bir eliyle buna mani olur ve di-

204
U L U S A L T i Y ATRO Y O L U N U A A U I M LA R

geriyle sahnenin yolunu göstererek) i HT i Y A R


Orada ... Nailim, Nailim, o baykuştur
GENE AYNI KÖYLÜ En felaketli düşmanın bence
Yürüyorken sabahleyin burada, Seni baykuştur öldüren bu gece.
Yolda gördük bir insan iskeleti; (Çulu uzaklara fırlatarak)
O kadar parça parça olmuş eti: Böyle bir eski çul mudur kefeni n?
Onu kurtlar bu hale koymuştur . . . K a r boyandıkça a l kanınla senin,
(ihtiyar çılgın bir halde atılır. Köylüler Ölüyorken baharı andın mı?
bu anda şaşırarak teskereyi yere bırak­ Parçalandın mı, parçalandın mı? ..

mışlardır. ihtiyar teskerenin üstündeki (Feryat ederek oglunun cenazesini


çulu atar, elleriyle araştırır, et ve kemik gögsünde sıkarken gene baykuş, hain ve
yıgınları arasında oglunun kırmızı kuşa­ lakayt öter, öter. Yolcu ve köylüler,
gının bir parçasını ve mintanının lime li­ mahzun, diz çöküp cenazenin baş ucun­
me olmuş yakasını bulur. O zaman san­ da duaya başlarlar ve perde kapanır.)
ki mezardan gelen iniltili bir sesle) ( Ba y k u ş 2 , m e c . i l , 1 1 1, 1 9 1 6)

205
RE Ş A T N U R i
( G Ü NT EK I N ) ' DEN
ÖRNEK

H A N Ç E R 'den HiKMET (Bir kolile çocugunu tutar


öbür elile şamdana sarılarak) Salahat­
Perde: 3 tin, Salahattin, Salahattin.
Sahne: 8 SALAH ATTIN - Bırak beni iğrenç
EVVELKiLER - SALAH ATTIN mahluk. Ren muhakkak ikinizi de ge­
(Salôhattin elinde bir alay kagıtla berteceğim. ikinizi de (çocuga yumru­
içeri girer, Necmi'nin çocugunun gög­ gunu uzatarak) üçünüzü de... (Nec­
sünde hıçkırarak söyledigi son sözleri mi'yi bırakarak kapılara k oşar..
işitir, bir ona, bir de onun arkasında Anahtarları çevirir.. sonra tekrar hiç
bir eli onun omzunda, öteki elindeki kımıldamamış olan Necmi'nin bogazı­
mendille gözlerini silen karısına ba­ na sarılır. Ayaklarına sarılan Hikmet'i
kar .. şaşırır.. kalır). sert bir hareketle iter) Söyle köpek
SALA HATTIN: (Bu şaşkınlık daki­ (delirme halini alan bir tehevvürle) de­
kasından sonra) Bu ne? Bu hal ne? Ne l irmiş, kudurmuş köpek (kudurmuş
oluyor? Çocuğum . (elini başına götü­
. gibi) ne istedin benim saadetimden ..
rür, zihninde bu "çocugum .. çocu­ geberteceğim.. Mutlaka geberteceğim
gum " sözlerinin manasını arar gibi du­ (Yüzü fena halde bozulmuş, bembeyaz
rur .. Sonra birdenbire üstlerine saldı­ olmuş.. arka cebinden rüvelverini çı­
rarak) Ah köpekler .. Köpekler. . . Anla­ karır).
dım . (Hikmet bir sevki tabii ile çocu­
. HiKMET (Ayaklarına sarılarak) Sa­
guna sarılır). lahattin. Salahattin katil olma. (Nec­
SALAHATIIN (Bir hamlede Nec­ mi silah karşısında yalnız hafif bir ür­
mi'yi bogazından kavrayıp kanapeye perme ile gözlerini kapamıştır.)
yıkarak) Sen katil karıma .. yengene .. SALA H ATTIN: (Yerinden fırlar..
m ümkün değil seni geberteceğim. (Bir artık o an geçmiştir. Rövelverini pen­
elile onun bogazını sıkarken öbür elile cereden fırlatır... Kravatını parçalar.)
masadan bir tunç şamdan yakalar, şid­ Bu nankörl ük .. bu şenaet .. evimin
detle başına indirecegi zaman durur). içinde (Necmi'yi şiddetle tartak/aya-

206
U L U S A L T i YATRO Y O L U N D A A D I M LA R

rak) neydi bana kasdin? Söyle bana gelmeyeceğiz. Büsbütün ayrılmazdan


kasdin neydi ? evvel her şeyi sana söyleyeceğim ... Se­
NECMi (Nihayet söı söyliyerek) lahattin, o birbirimizi o kadar çok
Onun kabahati yok Salahattin .. Onun sevdiğimiz günleri arasıra aklına getir­
kabahati yok .. Cezayı bana yap, sade mekten utanma .. Beş senelik arkadaş­
bana ... l ığımıza pişman olma .. Ben seni sevdi­
SALA H ATIIN - Yüzüme karşı söy­ ğim için sana hıyanet ettim ..
lüyor. inkara bile kal kışmıyor.. Vic­ SALAHATTIN - (Acı bir kahkaha
dansız .. Namus hırsızı. ile) Yaman aşk... Yaman sevgi.. Sen
NECMi (Kendini toplamata çalışa­ meğer tasavvur edilmeyecek kadar
rak) Neye yarar .. B i r şeydir oldu. adi, yüzsüz bir kadın imişsin. Beni
Onun hiç kabahati yok .. Bana istedi­ sevdiği için bana hıyanet etmiş. . Bak
ğini yap . . . ş u söylediğine.
SALA H ATTIN - B u evden diri çı­ HiKMET (Israr ile) Evet seni sevdi­
karmayacağım seni. (Saçlarından kav­ ğim için bunu yaptım. Seni elimden
rayarak) Bu müfsid mel'un deli kafayı kaçırmamak için bunu yaptım ... Elim­
yılan ezer gibi ezeceğim. (Onu satdaki de başka bir vasıta kalmamıştı. Ma­
birinci odaya tıkarak üstünden kapıyı demki ayrılıyoruz. Hiç olmazsa niçin
kilitler... Sonra karısına dönerek) Ev­ ayrıldığımızı bilelim.
vela seninle hesabımı görmeliyim. Ne­ SALA HATTIN - Nankör, neyin ek­
ye yaptın bunu bana? Neye beni böyle sikti ? Neden mahrum ettim seni?
yere vurdun? HiK MET - Her şey vardı. Evim sa­
HiKMET - Salahattin kendine gel. ray gibiydi. Fakat benim istediğim ziy­
Sükun hu l.. Hepsini anlatırım.. Ben net değildi, servet değildi. Bir parça
gördüğün kadar kabahatli değilim .. şefkat, hir parça emniyet, bir parça
SALAHATTIN - Sen tasavvur etti­ hürmetti. işte hu evde bunu hiçbir za­
ğimden çok daha iğrenç hir kadınmış­ man b ulamadım. Giyinmeme, kuşan­
sın. Boşadım seni. B u dakikadan itiba­ mama, okumama, her şeyime karıştı­
ren seni alıp almamacasına boşadım .. lar. En meşru sevgilerime kadar ta­
işitiyor musun, boşadım. hakküm etmek istediler; Görgülerine
HiKMET - Buna ben müstehakım uymayan her halim af edilmez hir suç
Salahattin .. Evinden giderim ... Zaten oldu .. Hiç olmazsa seni muhafaza ede­
gönlümde hu günahın yükile yaşamak bilseydim .. Fakat yavaş yavaş sen de
mümkün değildi. elden çıkıyordun. Az mı ettiniz bana?
SALAHATIIN - (Hiddetten artık Çocuğu olmuyor diye ... Kabahat hen­
yeis devresine geçerek) Hikmet hana de olmadığını sen de biliyordun. Böy­
hu oyunu oynasın .. Ben onun için bir le olduğu halde onlarla birlik görün­
fedakarlı ktan çekinmezken ... dün. Bir gün heni müdafaa etmedin.
HiKMET - (Atlayarak) Bak artık (Gittikçe coşarak) Bile hile pis şeyleri
boşanmış bir kadınım!.. Evsiz, kimse­ ilaç diye içmek, adi sokak karılarının
siz.. cezama layıkım ... Fakat beni din­ önüne diz çökerek dualarını, tedavile­
le. Belki artık dünyada, hiç yüz yüze rini kabul etmek, türbelerde yal ı n

207
M E Ş R U T i Y ET D O N E M i

ayak, gözlerin bağlı değirmen çevir­ bir hayvanın sevki tabiisile kendimi
mek .. Sade bunlar ben ruhta bir kadı­ m üdafaa ettim (Düşünceli, gözleri
nı öldürmeğe yeterdi. Halbuki siz da­ dalgın) Artık hepsini biliyorsun.
ha ileriye gittiniz. Çocuğum olmazsa SALA H AIT1N (Şakaklarını par­
-

beni sokağa atmakla yahut üstüme or­ maklarının arasında sıkarak) Lakırdı . .
tak getirmekle itham ettiniz. Son bir Lakırdı... Lakırdı.. Ben zava l lı ser­
ümit ile ayaklarına kapandım. Bana sem .. Zava llı budala ...
elini uzatmadın. Salahattin, ben sen­
den ümit beklerken sen başka macera­ (Reşat Nuri Güntekin, 83-85, Bas.
lara hazırlanıyordun.. O vakit işte Haz. Muzaffer Uyguner, 1 967)
kendimi kaybettim. Yuvası yıkılmış

208
DENEME, ELEŞTİRİ,
EDEBİYAT TARİHİ
: • 1
� ! YEN i LEŞM E AŞAMASI NDA !

"Edebiyat-ı Cedide"ciler batı edebiyatını tanıdıkça, kendilerinden önce,


" resmi yazışma" dilinden bağımsız bir düzyazının varlığını, ortaya koyma­
ya çalışan Şinasi-Namık Kemal kuşağının çabalarını doğrulama olanağı bu­
larak, "gazete makalesi" nden ayrı bir yazı dilini yaratma aşamasına gelmiş­
lerdi. Şiirle, öykü ve roman türlerinde çalışan kalemler edebiyatın iç sorun­
larını işleyen batılı yazarların, düşün adamlarının yazılarını çevirme gerek­
sinmesini duyuyorlardı. Halit Ziya, romancı olarak ü n kazanmadan önce
bir Fransız edebiyatı tarihi ( Garpten Şarka Seyyale-i Edebiye, 1 88 5 ) yaz­
mış, Hüseyin Cahit "Servet-i Fünun"da Taine'in sanat ve estetik görüşleri
doğrultusunda makale dizileri yayımlamıştı. Ahmet Şuayip'in aynı dergide
"Hayat ve Kitaplar" genel başlığı ile çıkan makaleleri, Cenab Şehabettin'in
"Fransız Edebiyat-• Cedidesine Dair", "Sembolizm Nedir", "Biraz Psikolo­
ji" gibi yazıları ( 1 8 95-96) resmi yazışma ve gazete makalesi dilinden ayrı
bir beğeni çizgisinde görünüyordu.
il. Meşrutiyet döneminin edebiyat dergilerinde ortaya çıkan yeni kuşağın
öncüleri bu gelişmelerden yararlanarak üslup sorunlarını tartışma gereği
duydular. "Fikret'in şiiri'', "Halit Ziya'nın romanı", "Cenab'ın nesri" gibi
sorunlar ortaya atıldı. Batının dil mantığı, XX. yüzyıl kuşağını, Namık Ke­
mal'in ilk girişimlerinden daha yüksek bir düzeye getirmiş, öykü ve roman
dili, mensur şiir dili, oyun dili, felsefe dili gibi ayrımlara gereksindirmişti.
"Rebap" ( 1 9 1 2) dergisinde kümelenerek "Genç Kalemler" hareketine
karşı çıkan yazarlar bile eleştirilerini bir beğeni düzeyinin yitirilmesinden
kaygılanma temeline indirgiyorlardı. Ne ki toplumun ortak malı dil, hangi
anlayışa bağlı çabalardan kaynaklanmış olursa olsun, kendisine yaraşan

2ll
M E$ 11 UT I Y ET D O N E M i

olanaklara kavuşmuşsa: etkisini genişletme gücüne ulaşıyordu.


Bu nedenle XX. yüzyılın ilk çeyreği bir yandan edebiyat kuramlarını öğ­
renme, bir yandan da deneme eleştirme dilinin oluşum evresi olma özelliği
kazandı. Bu evrenin en verimli kalemlerinden biri Hac Yolunda ( 1 909), Ev­
rak-ı Eyyam ( 1 9 1 4), Nesr-i Harp, Nesr-i Sulh ve Tiryaki Sözleri ( 1 9 1 8), Av­
rupa Mektupları ( 1 91 9) yapıtları ile Cenab Şehabettin'di. Nedir ki, kendi çağ­
daşlarının bile bir külfet, bir lüks veya süs hissini verdiğini söyledikleri (Hüse­
yin Cahit Yalçın, Diyorlar ki, sf. 93, 1 9 18 ) bir düzyazı anlayışı vardı Ce­
nab'ın. Yazmaktan çok yazdığını göstermek istiyor gibiydi. Yahya Kemal'in
deyişiyle, düşünceleri gibi üslubunun da Osmanlılıktan kurtulamayışı "Türk
Yurdu", " Yeni Mecmua" gibi dergilerde çağdaşlaşan dil anlayışının örnekle­
rini veren yeni kalemlerin beğenisine ters düşmesinin başlıca nedeni oldu.
Mehmet Akif de, 1 9 1 0- 1 9 1 1 yıllarında "Sebilürreşad"ta "Edebiyat Ba­
hisleri" başlığı altında, "irşad", "tasvir", "teşbih", "plan", " icad", "mev­
zu" gibi edebiyatın iç sorunlarına i lişkin yazılar yayımladı. "istediğimiz Ede­
biyat" yazısında dilimizin "taklit zincirlerinden" bağımsız bir varlık göste­
remediğinden yakınarak eski çağlarda doğuya, XX. yüzyılda batıya öykün­
menin yanlışlığını vurguladı.
Öykü ve romanlarının yanı sıra " i kdam", " Dergah" gazete ve dergile­
rinde çıkan eleştirilerinde dil ve üslubunu giderek arındırmayı başaran Ya­
kup Kadri, " Peyam-ı Edebiye"de başladığı yazılarını " Dergah "ta sürdüren
Yahya Kemal, Ziya Gökalp edebiyat kuramlarına açılma evresinin başlıca
kişileriydiler. Özellikle dilin yeni olanaklarını güç beğenir bir seçmeyle be­
nimseyen Yahya Kemal eleştirmelerinde, şiir ve roman üzerindeki genel ku­
ramlara dayanan yazılarında, edebiyat söyleşilerinde hem yeni sorunlar ge­
tirdi: hem yenilenme aşamasındaki düzyazı dilinin yapısal anlamda yenilen­
mesine yardımcı oldu. Özellikle " Dergah "taki yazıları, bu dergi çevresinde
toplanan Ahmet Hamdi, Nurullah Ataç, Hasan Ali gibi genç yazarlara yeni
bir düzyazıyı oluşturma olanağını yaratacak yolları gösterdi.
" ... Vezinler ister aruz olsun ister hece cansız hirer alettirler; tıpkı
musıki a letleri gihi. Vezinler madem ki vardırlar, ahenge muhakkak el­
verişlidirler; çünkü vücutları başka türlü tefsir edilemez. Medeniyette
her aleti ihtiyaç yarattığı gibi vezinleri de hissiyatı teganni etmek ihti­
yaa yaratır. Bizde havassın kullandığı aruzu Arap, halkın kullandığı
heceli vezinleri Türk, hisleri teganni etmek ihtiyaciyle, kimhilir kaç asır
sinelerinde yoğura yoğura yarattılar? Bu iki veznin ahenge kaabiliyeti
birbirlerinden ne fazla ne eksik; son şekillerinin asırlardan beri bir tür­
lü değişmediğini Je gösteriyor ki, ahenge kaabiliyetleri tamdır."
( D e rgô h , 5 Ş u b a t 1 9 2 2 , E d e b i y a t a D a i r , s f . 1 1 6 )
Bu bulunduğu yerde rahat ediyor izlenimini veren tümce düzenini Y ah­
ya Kemal'le birlikte dönemin az sayıda yazarında görebilme olanağı vardır.

212
YENi LEŞME A ŞAMASINDA

Edebiyat Tarihi Alanında


Eski edebiyatımızda tezkirecilik olarak adlandırılan kişilerin yaşam öy­
külerini yazma geleneği xıx. yüzyılın sonlarına doğru yeterli görünmeme­
ğe başlamıştı. ilk kez Şinasi, "Tasvir-i Etkar" gazetesinde yayımladığı bir
makalede tezkireciliğin eksik yanlarını belirtirken, özellikle şairlerin yapıt­
ları üzerinde gereken ölçüde değerlendirme yapılmamasını eleştiriyor, ede­
biyat tarihinin nasıl olması gerektiği konusunda da görüşler getiriyordu
( 1 863). Tanzimat döneminin öteki edebiyatçıları bu görüşleri benimseyerek
tezkirecilik geleneğini sürdürmediler. Ziya Paşa, Acemce, Arapça, Çağatay­
ca şiirlerden derlediği 3 ciltlik antolojisini ( Harabat, 1 87 4) yayımladı. Son­
ra Ebüzziya Tevfik, Nümune-i Edebiyyat-ı Osmaniye (1 876, 6. bas. 1 9 1 3 )
adlı düzyazı antolojisini düzenledi. Daha önceki yüzyılların yazarları ile
birlikte Akif Paşa, Şinasi, Ziya Paşa, Sadullah Paşa, Namık Kemal gibi
xıx. yüzyıl yazarlarının düzyazılarından oluşan bu antolojide kişilerin ya­
şam öyküleriyle birlikte sanatları üzerinde değerlendirmeler yapılıyordu .
Edebiyat tarihine geçiş dönemi sayabileceğimiz hu yıllarda Recaizade
Ekrem'in " batı sanat ve estetik telakkilerine yaklaşarak" yapıtları anlam ve
üslup açılarından değerlendirdiği (Prof. N. Halil Onan) Talim-i Edebiyat
( 1 879'da taşhasması, 1 88 1 ), Süleyman Paşa'nın Mebani-ül-inşa (Edebiyat
Bilgileri, 1 874), Muallim Naci'nin lstılat-ı Edebiye (Edebiyat Terimleri,
1 8 89), Osmanlı Şairleri; Beşir Fuad'ın Victor Hugo (2 cilt 1 886), Voltaire
( 1 886); Abdülhalim Memduh'un Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye ( 1 88 8 ) ya­
pıtları çıktı.
1 900- 1 9 1 5 yılları arasında edebiyat tarihi anlayış, yöntem ve verimlilik
yönlerinden xıx. yüzyılın son çeyreğindeki çalışmalardan büyük bir ayrım
göstermedi. Mithat Cemal'in Nefais-i Edebiye ( 1 9 1 1 ), Abdülhalim M em­
duh'un Anthologie de f,'Amour adıyla Fransa'da basılan ( 1905) Türk Aşk
Şiirleri antolojilerinin yanı sıra Faik Reşat'ın Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye
( 1 9 1 0), Reşit Süreyya'nın Edebiyat-ı Cedide ( 1 9 1 0), l brahim Necmi'nin
( Dilmen, 1 889- 1 94S) Edebiyat Tarihi Dersleri (2 cilt, 1 9 1 2), lsmail Sa­
fa'nın Muhakemat-ı Edebiye ( 1 9 1 3 ) kitapları edebiyat tarihine yönelik baş­
lıca yapıtlar arasında göründü.
Adı " Fecr-i Ati Topluluğu"na katılan sanatçılar arasında duyulan Şeha­
bettin Süleyman ( 1 885- 1 92 1 ) yazarlığının ilk evresinde öykü ve oyun yaza­
rı olarak biliniyordu. Sonra " Rebap" ( 1 9 1 2) dergisinde "Genç Kalemler"
hareketine karşı ortak bir eleştiri cephesi kurmaya çalıştı. Hüseyin Rah­
mi'nin Cadı romanının çıkışında, dergisinde gerçekçi roman ve halk için
edebiyat anlayışını alaya alan yazılar yayımladı. Yakın arkadaşı Ya k up
Kadri'nin deyişiyle " her şeyi inkarda çok ileri giden bir mizaç adamı" olan
Şehabettin Süleyman, ilkin Tarih-i Edebiyat-ı Osmaniye ( 1 9 10) kitabıyla

213
M E $ R U T I Y ET D O N E M i

edebiyat tarihine yöneldi. Namık Kemal v e Abdülhak Hamit'in yaşamları


ve sanatçı kişilikleri üzerine kitaplar çıkardı ( 1 9 1 3 ). Mehmet Fuat ( Köprü­
lü) ile birlikte dönemin liselerinde okutulan Miilumat-ı Edebiye yi (2 cilt,
'

1 9 1 4- 1 5 ) hazırladı.
Divan şairleri üzerinde yoğunlaştırdığı ilk çalışmalarıyla tanınan lbn-ül
Emin Mahmut Kemal (inal, 1 870-24 Mayıs 1 957) lstanbul'da doğmuş,
özel öğrenim görerek yetişmişti. "Tercüman-ı Hakikat'', "Asır", yönetimi­
ne katıldığı " Resimli Gazete", " Mütalea" dergi ve gazetelerinde yazdı. Di­
van-ı Hümayun Büyükelçiliği, Türk-lslam Eserleri Müzesi Müdürlüğü gö­
revlerinde bulundu. Bu dönemde basıma hazırladığı Şeyhülislam Yahya,
Leskofçalı Galib, Hersekli Arif Hikmet ( 1 9 1 8) divanlarındaki uzun ince­
leme yazılarıyla şairlerin kişilikleri ve sanatları üzerinde geniş bilgi verdi.
Cumhuriyet döneminde çıkan Son Asır Türk Şairleri ( 1 2 fasikül, 1 9 3 1 -
1 942) adlı yapıtı b u türdeki kaynak kitaplardan biri olarak kabul edildi.

MEHMET F U AT KÖPRÜLÜ
Cumhuriyet'ten önce kişiliğini kabul ettiren edebiyat tarihçilerinden bi­
ri de Mehmet Fuat'tır (Köprülü). lstanbul'da doğan (4 Aralık 1890) Köprü­
lü, ortaöğrenimini Ayasofya Merkez Rüştiyesi ile Mercan ldadisi'nde ta­
mamlamış, bir süre de Hukuk Mektebi'nde okumuştu. Edebiyata lise öğren­
cisiyken şiir deneyleriyle başladı ( Musavver Terakki dergisi, 1 905). Mercan,
Kabataş, Galatasaray liselerinde edebiyat öğretmenliği yaptı ( 1 9 1 0- 1 3 ). Da­
rülfünun 'da Türk edebiyatı, Güzel Sanatlar Mektebi'nde, ilahiyat Fakülte­
si'nde tarih okuttu. Kars'tan milletvekili seçilerek parlamentoya girdi
( 1 935). Milletveki lliği görevinin yanı sıra lstanbul Üniversitesi Edebiyat Fa­
kültesi'nde ve Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ndeki profesörlük
görevine devam etti. Siyasal Bilgiler Okulu'nda Türk M üesseseler Tarihi
dersi verdi. Bu görevlerinden emekli olduktan sonra Demokrat Parti'nin ku­
rucuları arasında yer aldı ( 1 945). lstanbul'dan milletvekili seçildi ( 1 946).
Partisi iktidara geçince Dışişleri Bakanlığı yaptı. 1 957 seçimlerinden sonra
DP'den ayrıldı. 27 Mayıs 1 960'da Yassıada'da yargılandı, beraat etti. Yeni
Demokrat Parti'yi kurdu. lstanbul'da öldü (28 Haziran 1 966).
1 908'den sonra sürekli olarak Mehasin ve Servet-i Fünun dergilerinde
yazan Köprülü, ilkin "Fecr-i Ati Topluluğu"na katılmış ( 1 909), bu yıllarda
dil ve edebiyat anlayışı yönünden "Edebiyat-ı Cedide" beğenisine bağlı gö­
rünmüştür. Özellikle 1 9 1 1 'lerde Servet-i Fünun dergisinde yayımladığı ma­
kaleler "Genç Kalemler" hareketine karşı olanlardan ayrılmadığı evrenin
ürünleridir. Bu yazılarında Cenab Şehabettin ve Halit Ziya'nın bol terkipli
düzyazı anlayışına hayranlığını belirtir ( 1 6 Şubat 1 9 1 1 , sayı 1 082) ve "Mil­
li Edebiyat" düşünüsünü, "şüphesiz izalesini elzem addettiği " " mahdut te­
lakkilerden biri" olarak tanımlar (5 Mayıs 1 9 1 1 , sayı 1 094 ). Bir süre hece

214
Y E N i L E Ş M E A Ş AMASI NUA

ölçüsüne karşı aruz ölçüsünü savunarak hecenin " basit ve ahenkten mah­
rum" olduğunu yazar. Yazdığı şiirler de bu beğeniler doğrultusundadır. 1
Nedir ki, çağdaşlaşma aşamasındaki bir toplumun geçirmek zorunda
olduğu dönüşümleri yerine oturtamadığına tanıklık eden bu soy düşünce­
lerinin, özellikle Darülfünün'a atandıktan sonra, değiştiği, dil ve ta rih
kavramlarını, Türk Y u rdu'nda yazan ulusçular gibi anlamaya başladığı
görülür. " Hece Veznine Dair" adlı yazısına (Tura n, 1 Ekim 1 9 1 5 , Köp­
rülü'den Seçmeler, sf. 1 2- 1 5, 1 972) dayanarak bu evrede sahip çıktığı gö­
rüşler şöyle özetlenebilir:
1 ) Milli vezin, aruz vezni önünde yerini daha çok sağlamlaştırmıştır.
Türkçenin en eski ve tabii vezni hece veznidir. lslamiyetin etkisiyle aruz
yüksek sınıfların edebiyatına girdikten sonraki dönemde de yine halkın
malı olmakta devam etmiştir. ilkel bir d urumda kalmış olsa bile, "ruhu­
muzdan kopmuş, samimi, milli bir mahsuldür."
2) Dili sadeleştiren, Türkçeyi yabancı kuralların egemenliğinden kur­
tararak bağımsız bir dil durumuna getiren " milli cereyan" yen i değerler
yaratmakta, her gün daha güçle yabancı etkilerden kurtulmaktadır. Artık
Fikret-Halit Ziya kuşağının süslü ve yapmacık lı dili bırakılmış, f'ransız
edebiyatından alınan örnek ler de değerini yitirmiştir. Yeni gereksinmele­
rin doğuş nedenlerini kavrayamayanlar, bu gereksinmelerden hangi so­
nuçlar çıkacağını anlayamamaktadırlar. Bunlar, gözleri ölmüş yüzyıllar­
da kalan, çağdışı kişilerdir.
Fransız toplumbil imcisi Gustave Le Bon'un ( 1 842- 1 932) tarih görüş­
lerinden yararlanan Köprülü, Şehabettin Süleyman'la birlikte hazırladığı­
Yeni Osmanlı Türk F.debiyatı ( 1 9 1 2 ) adlı kita bında, edebiyat tarihinin
çevre araştırması, yazarın kişiliği ve yapıtlarının çözümlenmesi, edebiyat
dönemlerinin özelliklerinin belirtilmesi gibi koşullara uyularak hazırlan­
ması gerektiğini öne sürer. Kita pta bu savlara uyulmuş, Türk edebiyatı­
nın Anadolu'daki oluşma evresi öncesinden XVl l l . yüzyıla kadarki dö­
nemler "tasavvuf devri, saray devri, kemal devri, fikri devir" biçiminde
ayırmalar yapılarak incelenmiştir. Ayrıca her dönemin sonunda siyasal ve
toplumsal yaklaşımlara özen gösterilerek, dilin evrimi üzerinde bilgiler
verilmiştir ( Agah Sırrı Levend).
"Türk Edebiyat Tarihinde Usul" ( Bilgi Mecmuası l, sf. 3-52, 1 9 1 3),
"Türk Edebiyatının Menşei v e Türk Edebiyatında ş ı k Tarzının Menşei ve
Tekamülü Hakkında Bir Tecrübe" ( Milli Tetebbu/ar Mecmuası, sayı 5,
1 9 1 5 ) gibi yazılarında ise tarih görüşlerine yön vererek yöntem uygula­
masına geçmeye çalışmış, " Yeni Mecmua"da yayımladığı makale (Milli
Edebiyat, sayı 1 ) ve araştırma yazılarında divan ve halk şairlerinin kişi-
1 . Halil Vcdar Fır arlı, ilim Zihniyeti ve Meslek Ahlakı, Oluş dergisi, (sayı 1 0, 5 Marr 1 939).

215
M E ŞRUTiYET D O N E M i

t ikleri v e sanatlarını incelemiştir. Alman, Fransız v e Macar "şarkiyat­


çı"ları tarafından övgüyle karşılanan Türk Edebiyatında llk Mutasavvıf­
lar ( 1 91 8, 1 966) adlı kitabı bu dönemin en başarılı çalışması olarak ka­
bul edilir.
Cumhuri yet döneminde Türkiyat Enstitüsü'nü ( 1 924) ve Türkiyat
Mecmuası'nı ( 1 942) kuran Köprülü, lslJm A nsiklopedisi'ne geniş ölçüde
( 7 1 makale) katkıda bulunmuştur.

YAPITLARI: Hayat-ı Fikriye (Makaleler, 1 909), Mektep Şiirleri (Antoloji,


1 9 1 8), Tevfik Fikret ve Ahlakı (inceleme, 1 9 1 8), Nasreddin Hoca (Manzum
öyküler, 1 9 1 9), Türk E.debiyatında ilk Mutasavvıflar ( 19 1 9, 1 966), Türk
E.debiyat Tarihi ( 1 920-2 1 , 2. bas. 1 926-28), Milli Tarih ( 1921 ), Türkiye Ta­
rihi 1, ( 1923), Bugünkü E.debiyat ( 1 926), Milli E.debiyat Cereyanının ilk Mü­
beşşir/eri ve Divan-ı Türki-i Basit ( 1 928), Erzurıımlıı Emrah ( 1 929), Onye­
dinci Asır Saz Şairlerinden Gevheri ( 1 929), Kayıkçı Kul Mustafa ve Genç Os­
man Hikayesi ( 1 930), Türk Saz Şairleri Antolojisi ( 1 930, 1 939, 1 940), Eski
Şairlerimiz, Divan E.debiyatı Antolojisi ( 1 93 1 ), Saman Ogulları ( 1 933), Türk
Dili ve E.debiyatı Hakkında Araştırmalar ( 1 934), Eski Şairlerimiz ( 1 934), Fu­
zuli ( 1 934), Türk Halk E.debiyatı Ansiklopedisi 1 ( 1 935), Yıldırım Beyazıd'ın
Esareti ve intiharı Hakkında ( 1 937), Ortazaman Türk Hukuki Müesseseleri
( 1 937- 1 938), Vakıf Müessesesi ve Vakıf Vesikalarının Tarihi Ehemmiyeti
( 193 8), Gevheri ( 1 939), Türk Şairleri, indeksler ve Sözlükler ( 1 939), Aşık
Dertli ( 1 940), Aşık Ômer ( 1 940), Karacaot/an ( 1940), Türk Saz Şairleri 1-
1 V, lslam Medeniyeti Tarihi (Çeviri, 1 940), Altın Ordu'ya Ait Yeni A raştır­
malar ( 1 94 1 ), Ortaıaman Türk-lslam Feodalizmi ( 194 1 ), Ali Şir Nevai
( 1 94 1 ), Yeni Fariside Tiirk Unsurları ( 1 942), Xlll. Asırda Maraga Rasatha­
ne Hakkında Bazı Notlar ( 1 942), Uran Kabilesi ( 1 943), Osmanlı lmparator­
lutu Etnik Menşei Meseleleri ( 1 943), Kayı Kabilesi Hakkında Yeni Notlar
( 1 944), Demokrasi Yol11nda ( 1 964), E.debiyat A raştırmaları ( 1 966).

KAYNAKLAR: Fuat Köprülü Armatanı ( l 950'ye kadarki yayımlarının t:ım


listesiyle kişiliği üzerine yazılar, 1 953); Hasan Ali Yücel, E.debiyat Tarihimiz­
den (cilt 3, 1 957); Prof. Dr. Fuat Köprülü'nün yazıları için basılmış bibliyog­
rafyalar, Türk Yurdu (Haziran 1 968), Orhan Köprülii, Küprülü'den Seçme­
ler ( 1 972).

216
DENEME ,
ELE Ş T İ R İ ,
E DE B İYA T
T ARİHİN DEN
Ö R NEKLER

MEHMET FUAT KÖPRÜLÜ

BAŞKA MiLLETLER ni, itikatlarını, hukukunu zapt ve kay­


NE YAPIYO R ? dederek kendi milletlerine ait her lisan­
Memleketimizde ilmin lüzum ve fay­ daki vesikaları toplayarak o milliyetin
daları, şimdiye kadar, yalnız şekli hir ruhiyatını, tarihini, dinini, ahlak ve hu­
surette anlaşılmış ve hiçhir zaman o ih­ k uk unu, lisanını meydana çıkarıyorlar.
tiyaç hakiki hir surette hissedilmemiştir. Bu suretle lisan ve mil liyet dinç kalıyor,
Halhuki hugün mill iyetin feyiz veren ve yani o milletin varlığı hütün heşeriyete
hayatla dolu olan cereyanı hizde de hir karşı ispat ediliyor.
ilim ihtiyacı doğurdu ki yarın hundan Muhtelif milliyetlerin lisan ve mazisi
fikri hir hayat uyanması ümit olunur ve hakkında X l X . asır esnasında çok mü­
muhakkaktır. Bugün mefkureci Türk him tetkikler yapıldı. Bilhassa Şark tet­
genci görüyor ve duyuyor ki, asrımız kikleri çok mühim hir mevki kazandı:
milliyet asrıdır; fakat aynı zamanda şu­ lngiltere hükümeti, Hindistan ve Tihet
na kanidir ki, mil liyetperverlik telakkisi hakkında, Rusya, Moğolistan ve Tür­
menfi hir histen iharet kalamaz. insan kistan hakkında, Fransa hükümeti, Çin
mill iyetperver olahi lmek için evvel:i Hindi ve Şim:ili Afrika hakkında, Al­
kendi milliyetinin neden iharet olduğu­ man alimleri de, Arahistan ve hütün Is­
nu, yani tarihini, coğrafyasını, içtima­ lam :ilemi hakkında hirçok tetkikler
iyatını, lisan ve edehiyatını hilmelidir. yaptırdılar. Akademiler, keşif ve seya­
Başka misale ihtiyaç yok: Balkan millet­ hat heyetleri, h ususi komisyonlar, Şark
leri hüyük Rumeli'yi kendi aralarında lisanları mektepleri, ilmi mecmualar
taksim için münakaşa ederlerken yalnız tertip ve tesis edilerek maddi hüyük fe­
silahla değil, hirtakım tarihi, lisani ve dak:irlıklar yapıldı. Folklor mütehassıs­
içtimai delillerle, istatistiklerle de mü­ larından "Van Gennep" hu gihi tetkik­
cehhez idiler. timi tetkikler onlara her lerin son zamanlarda kespettiği genişlik
hususta rehher oluyordu. Bugün, muh­ ve ehemmiyete iki sehep gösteriyor; ev­
telif milliyetler aynı suretle çalışıyorlar: vel:i milliyetperverliğin terakkisi ve mil­
Tarihi ve lisani tetkikler için teşekkül li alimlerin hu tarz çalışmaya hayatları­
etmiş mühim cemiyetler halkın şarkıla­ nı hasretmeleri, saniyen sömürgecilik si­
rını, masallarını, meselelerini, adetleri- yasetinin hüyük hir ehemmiyet kazan-

217
M E ŞRUTiYET DONEM i

ması ve her hükümetin e l e geçirdiği rını, masallarını toplayıp birleştiriyor­


müstemlekeyi layıkıyla öğrenmek ve lar. Rus hükümetinin muhtelif yerlerde
ona göre bir idare şekli tatbik etmek "Türkiyat" müesseseleri vücude getire­
için birçok a l imleri bu kabil tetkiklere rek Türk milliyetini, Türk tarihini,
memur eylemesi. Biz bu iki sebebe Türk lisan ve edebiyatını tetkike çalış­
üçüncü bir sebep daha ilave edebiliriz: ması ve bunun için her sene binlerce li­
iktisadi faaliyetin akıl lara hayret verici ra fedakarlık etmesi acaba ne içindir?
bir surette artması ve mahsullere bir Çar hükümetinin Türk milliyetini can­
mahreç bulmak ihtiyacı. Filhakika sö­ landırmak maksadıyle çalışmadığı çok
mürge siyasetinin ruhu da bundan baş­ açıktır. Onun maksadı Türklüğü tama­
ka bir şey değilse de, ondaki iktisadi hu­ miyle ve iyice anlayarak, muhtelif vası­
lul, siyasi hulul ile beraber olur. Halbu­ talarla onu parçalamak, Türklüğün
ki maddeten ve siyaseten hiç bir hulul ilerlemesini meneden amilleri anlayarak
eseri mevcut olmadığı halde, sırf iktisa­ onları her suretle devam ettirmek, hula­
di hululler kabildir. Şarkiyat tetkikleri­ sa vereceği zehri hastanın bünyesine gö­
nin iktisadi meseleler ile ne kadar ala­ re en müessir olabilecek neviden seç­
kadar olduğunu anlatmak için, Avru­ mek içindir. Bir memleketi, bir milleti
pa'da intişar eden en mühim lslam mec­ bilmeden orada hükümet sürmek, orası
muasının " Hamburg" Ticaret Oda­ için kanunlar yapmak, idari ve içtimai
sı'nın yardımı ile çıktığını söylemek ka­ müesseseler vücuda getirmek kabil de­
fidir. ğildir. Çarın cidden büyük bir maharet­
işte bütün bu tafsilattan anlaşılabilir le idare edilen karanlık niyetli hüküme­
ki milliyetlerin teşekkül ve yükselmesi ti bile ilmin bu husustaki ehemmiyetini
hususunda en büyük vazifeyi ifa eden layıkıyle anlamıştır.
milli ilimlerden yabancılar, ecnebiler de Herhangi bir millet için, kendi milli
tamamen ma'kus bir surette istifade ilimlerinin yabancılar tarafından ve pek
edebilirler. Az çok medeni, kuvvetli bir tabii hiç de iyilik düşünmeyecek bir
hükümet yeni bir müstemleke elde etti tarzda tetkik edilmesi, itiraf etmeli ki,
mi, orada nasıl bir idare tarzı tesisi icap milli bir felakettir. Bugün Türklük hak­
ettiğini kararlaştırmak için derhal alim­ kında tetkiklerde bulunan Garp alimle­
lerin, araştırıcıların yardımına müraca­ ri hakkımızda ne kadar iyi düşünür, ta­
at ediyor. Onlar bir taraftan yazılı vesi­ rafsız, ciddi davranırlarsa davransınlar
kaları zapt ve kayd ile beraber diğer ta­ bizim o çalışmaya iştirak şöyle dursun,
raftan da o memleketin her tarafını yo­ hatta o mesaiden bile gafil kalmamız
rulmaz bir metanetle geziyorlar, halk kadar büyük bir cürüm, bu kadar tabii
arasında uzun müddet yaşıyorlar ve ni­ olmayan bir hal tasavvur edilemez.
hayet onların tarihini, adetlerini, ahla­ (Tu ran gazetesi, 1914-18 arası;
kını, hukukunu, dinini, lisanını, şarkıla- Köprülü 'den Seçmeler, 1 972)

218
YENiLEŞME A$AMASINDA

İBRAHİM NECMİ (DİLMEN)

E DE B İ Y A T T A R İ H i N i N edeceğimiz düsturlar da, içtimai ve


MAHiYETi umumi hayatın edebiyat üzerindeki te­
Tarih, bir milletin muayyen bir saha­ sirleri ile edebi hadiselerin sebepleri
ya ait olan geçmiş hadiselerini sabit bir hakkında icra edilecek tetkiklerin neti­
usule tehan tetkik eder. Siyasi ve askeri celeridir.
vak'aların sebepleri ve suret-i cereyan­ Tarihi menhalardan alınacak malu­
ları vesikaların tenkit ve mukayesesiyle mat, bize mesela tetkik edeceğimiz şair
tetkik edilerek " tarih-i siyasi" vücude veya muharririn hayatı, içinde yaşadığı
getirildiği gibi, içtimai hadiselerin suret­ muhit, zamanının icihatı, hüviyet-i za­
i tahaddüsleriyle sebepleri de aynı su­ tiyyesi; yahut tetkik edeceğimiz meslek­
retle tahlil olunarak " tarih-i ictimai" i edebinin suret-i zuhur ve tekamülü,
sahasına girilmiş olur. Bir milletin icti­ vücuda getirdiği başlıca asar icra ettiği
'
mai tezahürleri arasında en mühim te­ tesirat; veyahut tetkik edeceğimiz dev­
cellilerden biri de "edehiyat"tır. Umumi rin muhtelif edebi hadiseleri, hunların
bir telakki ile "edebiyat" kelimesinden, nasıl tahaddüs ve ne suretle tekamül ey­
söz vasıtasıyla tezahür eden her nevi ha­ ledikleri, eserleri ve tesirleri hakkında
disat-i fikriyye ve ruhiyye mahası anla­ muayyen fikirler hahş eder. Edebi me­
şılır. Hususiyle edebiyat tarihi tetkik tinlerin, yani o zamandan kalma eserle­
olunurken her devrin edebiyatına ve o rin tetkiki, tarihten alınan hu malumatı
edebiyatın avamil ve evsafına bi-hakkın tenkit ve tashihe, hatta tadile hadim
intikal edebilmek lüzumu, onları vücu­ olur. Tarih-i edebiyatta hususiyle bu
de getiren ictimai sebepleri araştırmak metin tedkikatının pek büyük hir ehem­
mecburiyetini tevlid eder. Bu nokta-i miyeti vardır. Diğer tarih kısımlarında
nazardan edebiyat tarihi hir milletin ha­ maziye ait vak'alar, müverrihin gözü
yat-ı fikriyyesinin tarihi demektir. önünde değildir; o vukuatı ancak hatı­
Tarih-i edebiyat da, diğer tarih kısım­ raları, emmareleri, yadigarları vasıta­
ları gibi, vesikalara istinad olunur. Ay­ sıyla tetkik edebilir. Fakat edebiyat mü­
nı hadise hakkında elde mevcut m uhte­ verrihi, asıl edebi vak'ayı metin şeklin­
lif vesikaların takrih ve mukayesesi ve o de eli altında bulundurur. Muayyen de­
devre ait malumat-ı umumiyyeye istina­ virlere ait tetkiki, o devir edebiyatı ve
den hu vesikaların intikadı, bize tedkik üdebası hakkında tarihlerin veremediği
ettiğimiz hadise hakk ında hakikate hir çok malumatı tesbite hadim olur.
mümkün mertebe en karih hir fikir ve­ Tarihi ve edebi vesikalardan alınacak
rebilir. T arih-i edebiyat tedkikatında malumat, muayyen hir devir edebiyatı­
bize rehber olacak vesikalar, doğrudan n ı n tah l i l i demektir. Bu vesikaların tet­
doğruya tarihi menhalardan alınacak kikiyle taayyün edilen edebi unsurlar,
malumat ile edebi metinlerden ibarettir. tenkit vasıtasıyla tekrar terkih edilerek
Şu vesikaların tenkidinde esas ittihaz ilmi hir mahiyet alır. Bu yoldaki tenkit

219
M E $ R UTIYET D O N E M i

ise, her edebi hadiseyi sebepleri ve diğer manlı" kelimesiyle muhtelif mi lletleri
hadiselerle olan münasebatı itibariyle deraguş eden imparatorluk fikri kasde­
tasnif ederek edebi ceryanları bir kül ve dilirse, o halde bu imparatorluk dahi­
bir silsile halinde tetebbu etmek demek­ lindeki her milletin kendi lisanıyla ken­
tir. Bir devirdeki umumi hayat, itika­ di hissiyat-ı milliyesini ifade eden ayrı
dat, kabul edilmiş telakki tarzları, adat ve müstakil birer edebiyatı vardır; yok­
ve ahlak, o devir edebiyatı üzerinde ic­ sa umumi bir "Osmanlı edebiyatı" yok­
rayı tesir eden birer amildir. Bunun için tur. Bizim derslerimizde tetkikiyle meş­
edebiyat tarihini tetkik ederken yalnız gul olacağımız edebiyat tarihi de birinci
üdebanın hayat ve şahsiyetini ve eserle­ mana ile Osmanlı Türklerinin tarih-i
rinin mahiyetini tayin ile iktifa edilmez; edebiyatıdır.
belki bunlarla mensub oldukları muhit Bu tarihi edebiyat, umumi Türk tari­
ve zaman arasındaki münasebetler de hi edebiyatının bir k ısmı olmak itibariy­
tahlil olunur. le evvelemirde Türk edebiyatının tarz-ı
Edebiyat, efkar ve hissiyatı lisan vası­ tekamülüne kısa ve ictimai bir nazar atf
tasıyla ifade eder; lisan ise mi lliyetin he­ etmek, sonra da Osmanlı Türklerinde
men en mühim bir alametidir. Binaena­ bu edebiyatın cereyanlarını, tahavvülle­
leyh edebiyat, her şeyden evvel tama­ rini tekkik eylemek lazım gelir.
miyle milli bir hadisedir ve bütün milli Maateessüf edebiyat tarihimiz, şimdi­
tezahiirlerle muvazi ve mütevazin ola­ ye kadar bi-hakkın tetkik ve tedvin edil­
rak tekamül eder. Bu cihetle edebiyat miş değildir. Hele maziye doğru uzal­
tarihi, devlet fikri etrafında değil, millet dıkça vesikalar ve eserler de gittikçe
fi kri etrafında temerküz ettirilmek zulmetlere karışarak ciddi tetebbuları
lazım gelir. Öteden beri müverrihlerimi­ pek müşkil bir hale getirmektedir. Şim­
zin müstakil bir Osmanlı edebiyatı tasa­ diye kadar tarih-i edebiyata müteallik
vvur etmeleri, üç lisandan mürekkep bir olarak kaleme alınan eserlerimiz, eski
Osmanlı lisanı tevehhümü gibi, yanlış iidebamızdan bazılarının bir devirde ye­
bir düşüncedir. "Osmanl ı" kelimesine tişmiş üdeba ve şuaranın elifba tertibiy­
iki türlü mana vermek mümkündür: le tercüme-i hallerine dair verdikleri
Eğer bu kelime, devletimizin ilk teessüs şüpheli ve gayr-ı muayyen malumatı
devirlerinde olduğu gibi, Türk milleti­ hı'ıvi "tezkire-i şuara"larla son asır es­
nin muayyen bir kısmına alem olarak nasında telif ve neşr edilmiş birkaç par­
ismal olunursa, umumi Türk edebiyatı c;a kitaptan ibarettir.
dahilinde bir cüz olmak üzere bir "Os­ ( / h r a h i m N ecmi D il m e n , sf. 29-3 1 .
manlı edebiyatı" mevcuttur. Fakat "Os· Haz. Doç. Dr. K;\zıın Yetiş, 1 9 89)

220
Y E N i L E Ş M E A $ A M A S I N DA

ZİYA GÖKALP

T E V F i K F i K R ET bir dönem olmak üzere " Rönesans"a


VE RÖNESANS geçtiklerini de görüyoruz. " Rönesans"
Toplumlar arasında ciddi karşılaştır­ ümmet döneminin dinsel ahlakı ile,
malar yapılınca, bütün toplumların ay­ dinsel uygarlığı ile artık bağdaşmama­
nı dönemlerden geçtiği görülür. Kimile­ ya başlayan toplumların " layik" bir sa­
ri, toplumlar arasında bu gibi karşılaş­ nata, layik bir ahlaka, layik bir uygar­
tırmaların yapılmasını yerinde bulmu­ lığa özlem duyup buna göre davranma­
yorlar. Oysa her bilim, bir tür olayların sından başka bir şey değildir. Bu layik
arasındaki karşılaştırmalardan doğdu­ uygarlık eski Yunan ve Latin yaşamın­
ğu gibi, topl umbilim de ancak toplum­ da görülmüştü. ltalyanlar, her ul ustan
lar ve toplumsal olaylar arasındaki önce bu gereksinmeyi duyarak yaşam
karşılaştırmalardan doğabilir. Toplum­ için yeni bir anlayış, sanat, ahlak, hu­
sal karşılaştırmaları kabul etmemek, kuk ve siyaset alanlarında yeni görüşler
toplumbilimi kökünden yadsımak de­ edindiler. Bu yeni yaşam için örnek
mektir. Bununla birlikte, her bilimin olarak Hıristiyanlıktan önce Yunan ve
başlangıcında olduğu gibi topl umbili­ Latin uygarl ıklarını almışlardı.
min de başlangıcında yapılan karşılaş­ Biitiin Avrupa toplumları da yavaş
tırmalar da eksiklikten kurtulamaz. oı: yavaş ltalya'nın arkasından giderek bu
gunlaşmış sınıflamalar ve tanımlar an­ dördüncü döneme girdiler. Bu dönem­
cak bilimin son döneminde yapılabilir, de egemen olan anlayış "insancılık" ve
böyle bir olgunluğu, ilk döneminde bu­ "insaniyet, les humanites" deyimleriyle
lunan bir bilimden istemek yerinde de­ klasik eğitimin temelini meydana geti­
ğildir. ren insancı düşüncelerden ibarettir.
Toplumlar arasında, ümmet dinine Toplumsal yaşamın bu dönemi üm­
ve iimmet uygarlığına girebilmiş olan­ met ruhunun ortadan silinmesiyle ulus
lar üç takımdır: Hıristiyan l>udunlar, ruhunun oluşması arasında geçmesi ge­
lslam budunlar, Budist budunlar. rekli olan bir kozmpolitlik, bir uluslara­
Hıristiyan budunların tarihsel gelişi­ rasıcılık, kısacası bir insancılık dönemi­
mi daha iyi incelendi�i için, geçirmiş dir.
oldukları toplumsal aşamalar, öteki iki Avrupa toplumlarında ulusçuluk akı­
takıma da örnek olabilir. Germen bu­ mı ancak, "Reform" ve " Romantizm"
dununu ele alal ım. Germenlerin önce akımlarıyla doğmaya başladı. Röne­
"oymak" döneminden, ikinci olarak sans ümmet edebiyatını ve ümmet sa­
" budun" döneminden geçtikten sonra, natlarını yıktıktan sonra, onun yerine,
üçüncü bir dönem olmak üzere, Hıris­ örneğini Yunan ve Latin anıtlarında
tiyan ümmetinin dinine ve uygarlığına lıulan klasik edel>iyatı; klasik sanatı ge­
girdiğini görüyoruz. Bu döneme aynı çirmişti. Canlılığını yitirmiş olan din
zamanda "ortaçağ" adı veriliyor. Ger­ bağlılığına karşı beliren tepki dinin
menlerin ltalya'yı, izleyerek dördüncü canlı olan kısımlarına haksız olarak et-

221
M E � K U T I YET D Ö N E M i

ki ettiği için, önce canlı olan dinsel sel bir uygarlığa karşı benimseyeceğimiz
duygular, gerek Rönesansa, gerek eski din-dışı bir uygarlığı ölü bir geçmişte
dinsel uygarlığa karşı i k i katlı bir tepki değil, canlı bir şimdide yani Avrupa'da
oluşturdu. İşte bu tepkiden " Reform" bulduk. Edebiyatta özellikle Şinasi'yle
denilen hareket doğdu. başlayan bu dönem bize dinsel anlayış­
Reform, gerçekte ulusal vicdanın din ların artık yaşamayan riyalı biçimlerin­
ve ahlak alanlarındaki ilk belirtisiydi. den büsbütün ayrı yeni bir yaşam anla­
Reformu yapan toplumlar ilk kez ulusal yışı veriyor, yeni bir uygarlık ufku gös­
kişiliğe doğru adım atıyorlardı: Bundan teriyordu. Oysa, Namık Kemal ve Ab­
sonra, toplumun budun döneminden dülhak Hamit'le devam eden bu akım
kalıp, halkın sözlü gelenekleri biçimin­ eski ümmet anlayışının etkilerinden bü­
de süregelen eski efsaneleri, eski masal­ tünüyle kurtulamadı. Edebiyatımızda
ları ve destanları klasik edebiyatına yine ümmet özelliği Arap ve özellikle
karşı ikinci bir tepki yarattı. Bundan da Acem etkileri yaşıyordu.
" Romantizm" adı verilen akım ortaya Bu özelliği, bu etkileri kökünden sö­
çıktı. Romantizm, ulusal vicdanın ede­ küp çıkaran inançlı yenilikçi yalnız Tev­
biyat ve sanat alanındaki belirtisiydi. fik Fikret oldu. Tevfik Fikret, Rönesan­
İktisadi ve siyasal birleşmeler ise son sımızı tamamlayan, bize Avrupa uygar­
belirtilerini meydana getirdi. Dikkat lığının vereceği yaşam anlayışını pürüz­
edersek, Türklerin de aynı dönemlerden süz, arı, temiz bir biçimde gösteren bir
geçtiğini görürüz. Türklerde de İslam­ yenilikçimizdir. Şinasi'yle başlayan kla­
lıktan önce bir oymak dönemiyle bir sik edebiyatımız, en olgun biçimini bu
budun dönemi vardır. Bu dönemlere ait yenilikçide buldu. Fuzuli'leri Baki'leri,
yaşantının tanımlanmasını Dede Kor­ Nedim'leri bizim klasik şairlerimiz say­
kut Kitabı'nda görüyoruz. Türkler İs­ mak doğru değildir. Bunlar, Türklerin
lamlığı benimseyince bir ümmet dinine, ümmet dönemine ait şairleridir. Ayrıca
bir ümmet uygarlığına girmiş oldular. bir Batı klasiği, bir Doğu klasiği yoktur.
Böylece eski budun edebiyatı yerine Klasik edebiyat ve sanat birdir ve yalnız
şimdi bir ümmet edebiyatı oluştu. Bizim Batı'da oluşmuştur. Avrupalılar eski
Nevai'lerden, A şık Paşa'lardan başlayıp Yunan ve Latin edebiyatlarını taklit ede­
da Tanzimat'a değin gelen edebiyatımız rek klasik Avrupa edebiyatını meydana
ümmet edebiyatından ibarettir. Avrupa getirmişler, Şinasi'den başlayarak Fik­
budunlarının Rönesanstan önceki ede­ ret'e kadar gelen bizim edebiyatçılarımız
biyatları nasıl dinsel bir nitelik taşıyor­ da Avrupa klasiklerini taklit ederek bi­
sa bizim de bu dönemdeki edebiyatımız zim klasik edebiyatımızı kurmuşlardır.
dayanaklarını ya mevlid gibi doğrudan Kemal'i, Hamit'i, Türklerin romantikle­
doğruya dinden, yahut din bağlılığına ri saymak da doğru değildir. Yalnız
karşı tepkiden alır. Bizim Rönesans dö­ bunlar, ümmet döneminin etkisinden
nemimiz Tanzimat'la başlar. Tanzi­ kurtulamayan klasiklerimizdir.
mat'tan amacımız, Lale devriyle başla­ Görülüyor ki, Fikret'in gerçek görevi
yarak birkaç kez sönüp yeniden ışılda­ Rönesans hareketini gerek dilde, gerek
yan Avrupalılaşmak akımıdır. Biz din- sanatta ve ahlakta olgunluğun son dere-

222
YENiLEŞME A$AMASINDA

cesine getirmek olmuştur. Fikret bu ro­ ne de ulusçuluk duygusu gerçek biçim­


lü gereğince yerine getirdi. Fikret'in biz­ de doğmayacaktı.
deki öteki Rönesansçılardan daha çok Fikret, edebiyatımızı çağdaşlaştırarak,
insancı (ve insaniyetçi) olması da bu ha­ insancıllaştırarak gerçek rolünü hakkıyle
rekette çok içten bir inana sahip oldu­ yerine getirmiş bir dahimizdir. Avrupa'da
ğunu gösterir. Fikret, ümmet ruhuna, klasik öğretimin dayanağı nasıl klasik
ümmet uygarlığına son ve kesin vuruşu edebiyatsa, bizde de bir öğretime temel
indiren büyük bir yenilikçidir. Fakat olacak eserler Şinasi'den Fikret'e değin
Avrupa'daki Rönesans gibi Fikret de gelen klasiklerimizdir. Türk Romantiz­
ancak ümmet dönemine son vermek mine gelince; bu ancak gelecekte Türkçü­
için bir görev yüklenmişti. Ulus döne­ lükten doğacaktır. Çünkü Romantizm
mini onlar açamadığı gibi Fikret de aça­ edebiyatın ulusallaşması demekti.
mazdı. Fakat Avrupa'da olduğu gibi
bizde de Rönesans kesin vuruşu indire­ (Muallim dergisi, Tevfik Fikret özel sayısı
rek, ümmet uygarlığını yıkmasaydı ne 1 9 1 7. Militan dergisi, Ağustos-Eylül 1975
Reform ne Romantizm gereksinmeleri, sayısından alındı).

223
M E Ş R u-r l Y ET D O N E M i

ÖMER SEYFETTİN

Y E N İ L l S A N 'dan rın yanına şöhret ve iktidarlarını teyit


Eski Lisan ve takviye etmek için bir de farisi divan
Nedir? Asla konuşulmıyan, latince, yapmasını ihmal etmezlermiş. Şimdiki
ibranice gibi yalnız kendisiyle meşgul gençlerin fransaya manzumeler ve pi­
olanların zevkine, idrakine taa lluk eden yesler tertip edip iftihar etmeleri gibi ...
bir şey .. Size bunun tarihini çabucak çi­ Evet birtakım Türk şairleri, hakimleri
zelim. Biz Asyadan Garbe, Anadolu'ya hep arapça yahut farisi lisanı üzere yaz­
hicret etmişiz. Din ve edebiyat bize ara­ mışlar. Padişahların, hükumet adamla­
bi, farisi öğretmiş. Hatta bir zamanlar rının farisi bilmeleri lazım gibiymiş. Pa­
resmi lisanımız farisi olduğu gibi, bir dişahlardan farisi divan yapanlar gel­
padişah da arapçayı bize umumi, milli miş. Vehbi bu lisanıri kolaylıkla temsili
bir lisan olmak üzere kabul ettirmeğe için "Tuhfe"sini yazmış ve büyük bir
kalkışmış. Hicretimizin ilk asırlarında hizmet ediyorum, zannetmiş.
arabiyle farisiden bir çok kelimeler lisa­
nımıza girmiş. Edebiyat, san'at ve dola­ Milli edebiyatımız
yısıyle tezeyyün fikri arabi ve farisi ka­ Yokmuş. Hala da yok. Olanlar da
ideler de getirmiş. Türkçe müvazenesini muharebe ve tasavvuf tasvirlerinden,
kaybetmiş. Tabiata muhalif, son derece iptidai şarkılardan ibarettir. Bu niçin?
sun'i bir hal kesbetmiş. Fakat, nasılsa, Neye bizim milli edebiyatımız yok? Se­
yine aslını, esası olan fiiller ve sigaların bep pek basit... izah edelim: Edebiyat
istiklalini muhafaza etmiştir. işte bu is­ nedir? Eski nazariyeye göre "şiir ve ha­
tikladir ki, bugün bize türkçeyi tekrar yal san'atı" değil mi? Şiirler, hemen
eski safiyet ve tabiiliğine irca etmek umumiyetle denenecek derecede "aşk ve
ümitleri veriyor. muaşaka" hikayeleridir. Aşk, sevişmek
ise dolayısiyle bizde memnudur. Kim se­
Edebiyatımız vilir? .. On dört, on beş yaşında baliğ ve
Bunu da kısaca söyliyelim: Tabiata güzel bir kızcağız! .. Değil mi? On beş
muhalif edebiyatımızın biribirinden yaşına giren bir kızı muhitimizde baba­
farklı muhtelif devreler geçirdiğini iddia sından, amca ve dayılarından, kardeşle­
etmek manasızdır. Edebiyatımızın tarihi­ rinden başka kimse göremez. "Teset­
ni yazanlar, tabii olmaktan ziyade sun 'i tür" keyfiyeti buna manidir. Bir kocalı
veyahut taklit şaikasına mağlup olarak kadın, bir dul kadın, gene bu sebeple se­
bir tasnif yapmışlardır. Mutlaka devreler vilmek değil, hatta görülemez bile ...
istiyorsanız, söyliyelim -öyle muhtelif ve
müteaddit değil- ancak iki devre vardır: Şarka dotru
1 - Şarka doğru: lrana. Araplar bedeviyet sayesinde kadınlar­
2- Garbe doğru: Fransaya. la muaşaka edebilmişler, hakikaten mü­
Vaktiyle şarka doğru, lrana gidenleri essir ve muhrik şiirler vücuda getirmiş­
bugün, Garbe gidenlere benzetebiliriz. lerdir. Bizim medeni İslamiyetimiz ka­
On lar sözde türkçe yazdıkları divanla- dınlarla erkekleri şiddetle biribirinden

224
YENiLEŞME A $AMASINDA

ayırdığından hakiki aşklara meydan yalnız çalmışlar, çalmışlar, çalmışlar,


kalmamış. Hakiki aşklar olmayınca şa­ eserlerinin isimlerini bile fransızcadan
irler hayalleriyle muaşakaya başlamış­ aynen aşırmışlardır. Amoure defendues,
lar. Şiirlerinde -hakikaten o basit sade­ Perles noires'ları bilmiyorsanız işte bu
liğine mukabil- hayalin mutantan, ala­ fenadır. Zira bir gün elinize "Emil Ber­
calı, boş sun'iliği husule gelmiştir. Sa­ gerat" imzalı bir kitap geçer ve isminin
mimi hareket edenler, hakikati yazmak " Lyre Brisee" olduğunu hayretle görür­
istiyenler de ahlaksızlıkları Bizans hisle­ seniz o vakte kadar zihninizde büyüttü­
rinden mamul heykeller dikmişlerdir. ğünüz Fikret'in meşhur hitabına kendili­
Nedimin " Hamamname"si, Fazılın ğinden bir isim bulamıyarak şu ufacık
" Hubanname"si, Vehbinin "Şevken­ terkibi bile fransızcadan aşırmağa mec­
giz"i, Rahminin " Name-i Dil"i gibi ... bur kaldığına müteessir ve mütessif
Yüzlerini şarka doğru çevirerek yazan olursunuz. 35 sene evvel başlıyan sadeli­
şairlerin hitaplarını, ahlarını, ohlarını, ği öldüren onlardır. Tekellüm lisaniyle
gazellerini, gözyaşlarını umumiyetle ka­ yazı lisanını yani tabii lisan ile sun'i
dınlar için zannedenler bir sünnet çocu­ lisanı birleştirmek değil, kilometrelerle
ğu kadar masumdurlar. O neslin son birbirlerinden ayırmışlardır. Onların öy­
şairi olan Muallim Naci'nin, son neşro­ le mısralarına, öyle cümlelerine tesadüf
lunan " Hede"sini okuyunuz. Bugünkü­ olunur ki, içinde hiç türkçe yoktur. Eski
lerin ihtimal manasını bile bilmedikleri lisanın fenalıklarından hiçbirini değiştir­
" Hataver, Çarebru" gibi tabirler göre­ memişler, yalnız narları, kasideleri, ter­
cek, bazı soğuk telmihlerini pek iğrenç kip ve tercii bentleri, ınuhammesleri,
ve ahlaksızca bulacaksınız. murabbaları, gazelleri, kıt'aları bırakıp
yerine sahte sonelerden müteşekkil tat­
Garbe dotru sız ve eskilerden daha manasız, mesruk
Muallim Naci öldükten sonra şark bir "salon edebiyatı" vücuda getirmiş­
devresini hakkiyle muhafaza edecek ler..
adam kalmamış. Akif Paşadan beri bi­
nasına, teşkiline başlanılan Avrupa Bugünküler
mektebi meydan alınış. Abdülhamidin Yani Fecriati... Bunların yegane mezi­
sayesinde siyaset ve ciddiyetle iştigal, yeti "dünküler" namını verdikleri eski
kül liyen lağvol unduğundan bugün ken­ "Servet-i Fünun" kümesinin mahiyeti­
dilerine "dünküler" denilen eski edebi ni, taınaıniyle değilse bile, nisbeten an­
"Scrvet-i Fünun" heyeti ortaya çıkmış­ lamış olmalarıdır. Fakat henüz kendile­
tır. Fikretle Cenab cidden güzel, fakat ri de yeni bir şey yapmamışlar, ancak
son derecede milliyetimize, hissimize, beğenmedikleri dünkülerin sun'i eserle­
zevkimize muhalif fransızca şiirler vücu­ rini sayfa sayfa tekrar etmişlerdir. Dün­
de getirmişler. Faik A li, ikinci bir Ab­ küler en kullanılmıyan kelimeleri eski
dülhak Hamid olmağa başlamış. Halid kamus sayfaları arasında bularak bir
Ziya Fransız romanlarını, hassaten Re­ muvaffakiyetmiş gibi lisana katmağa
ne Maizeroy'ı okuyarak sayfa sayfa çalışırlardı ki, bugünküler yalnız bu
nakle başlamış, hasılı hiçbirisi esaslı ve münasebetsizliği taklit etmediler. Mer­
mühim bir teceddüt gösterememişler, hum Ahmet Şuayb Gaston Dese-

225
M E Ş R U T i YET D O N E M i

hamps'in kitabını ismiyle beraber -ken­ ideleriyle yapılan cemler, terkibiizafi,


disi tetkik etmiş, kendisi tetebbü etmiş terkibi tavsifi, vasfı terki biler yaşadıkça
gibi- türkçeye geçirip alim şöhretini ka­ saf ve m illi addolunamaz. Bu lisanı
zanmasına imrendiler, onlar da rekabete kimse anlamaz. Ekseriyet bigane kalır.
kalktılar. Acele ettiler, hiçbirisi Ahmet Kitaplar satılmaz. Vatanda mütalaa ve
Şuayb kadar fransızca bilmiyordu. Anla­ tetebbü merakı husule getirilemez.
madan tercümeye başladılar. Bugün ilmi Otuz milyonluk bir memlekette en bü­
olarak yazdıkları, yani tercüme ettikleri yük ve en meşhur bir gazeteden otuz
sayfaları karıştırırsanız cümle değil, hat­ bin nüsha satılamaz, en mükemmel ve
ta bir çok sıyga hataları bile görürsünüz. müfit kitabın satışı nadiren bini teca­
Fakat vatanın bütün ümidi gene onlar­ vüz eder.
dadır. Onlar zekidirler. Çok gençtirler.
Tabii okuyacaklar, çalışacaklar, tekamül Milliyete dogru
edecekler, hele hiç şüphesiz asırlardan Hareket zamanı artık gelmiş ve hatta
beri bizi milli bir edebiyattan mahrum geçmiştir. Maziye, düne, zevke, itiyada
bırakan eski ve sun'i lisanı terkedecekler­ aldanarak maddi düşünmekten vazgeç­
dir. Evet, ümidimiz onlardadır. Eskilerin meliyiz. Düşünmeli, gene düşünmeli,
hepsi öldü. Dünküler felce uğradılar. Ar­ tekrar düşünmeli ve kat'i kararımızı ver­
tık yegane nasipleri ölümdür. Eski lisanı meliyiz. Lisanımızı böyle dağınık, meç­
yaşatan bugün "bugünküler"dir. Onla­ hul, istidatsız bırakan nedir? Bize vasi bir
rın dünküleri taklit etmekten vazgeçtik­ lisan lazım, lakin muntazam ve mazbut
leri dakika hakiki bir fecir olacak, onla­ olmak şartiyle! Dünyanın en mükemmel,
rın sayesinde yeni bir lisanla terennüm en basit, en sade ve tabii bir sarfı olduğu
olunan "milli bir edebiyat" doğacaktır. bütün lisan alimlerince iddia ve beyan
olunan türkçe sarfımızı tanıtmalı, onun
Hastalıklar üzerine ifsat edici bir leke gibi düşen ec­
Edebiyatımızın mazisi, hali hakkın­ nebi kaideleri atmalıyız. Arabi ve farisi
da muhtasar fakat oldukça vazıh bir edatları asla kullanmamalıyız. Hele ter­
kroki yaptık zannederiz. Görülüyor ki, kipleri mutlaka, mutlaka türkçe kaide­
şimdiye kadar m illi bir edebiyat vücu­ siyle yapmalıyız. O vakit lüzumsuz olan
da getirmemişiz. Eskiler lrana tevec­ bazı arabi ve farisi kelimelerin kendi
cüh etmiş, yeniler, yani dünküler, ken­ kendilerine savuştuklarını göreceksiniz.
dileri için yeni bir lisan ibda etmeğe lü­
zum görmiyerek ve mümkün olduğu Tasfiye sarfı
kadar da bozarak hep eskilerin lisanını Bu pek küçük olacak, fakat maddele­
kul lanmışlardır. Şimdi yeni bir hayata, ri az kanunlar nasıl kuvvetli ve mukem­
bir intibah devresine giren Türklere melen riayete elverişli ise bu da öyle sa­
yeni, tabii bir 1 isan, kendi lisanları la­ de ve kat'i ... Arabi ve farisi terkipler atı­
zımdır. Milli bir edebiyat viicuda getir­ laca k . Hangileri müstesna olacak ? Ev­
mek için evvela milli bir lisan ister. Es­ vela şunu söyliyeyim ki, evvela ilmi ve
ki lisan hastadır. Hastal ık ları, içindeki fenni ıstılahlara şimdilik dokunamayız.
lüzumsuz ve ecnebi kaidelerdir. Evet "Muhitülmaarif" heyeti teşekkül etti.
şimdiki lisanımızda arabi ve farisi ka- Bütün ıstılahlara kat'i bir şekil verecek.

226
Y E N i L E Ş M E A $ A M A S I N DA

Biz onları bir kelime gibi kabul edece­ kimse, hatta Edebiyatı Cedidenin, şim­
ğiz. Terkip nazariyle bakmıyacağız. Ba­ di, susan, o meyus ve müteheyyiç mü­
kınız, sonra nasıl: nekkidi bile artık mütehakkimane: " bi­
1- Arabi ve farisi kaideleriyle yapılan zim lisanımızı, dünkülerin lisanını telaf­
bütün terkipler terkolunacak. Tekrar tuz ediyorsunuz" derneğe cesaret ede­
edelim Fevkalade, hıfzıssıhha, darbı­ miyecek. Görecekler ki, bu lisan başka
mesel, sevkıtabii gibi kilişe olmuş şeyler bir şeydir. Saftır, tabiidir. Fuzuli ve
müstesna ... Nef'i lisanının bir karikatürü, bir takli­
2- Türkçe cem edatından başka kati­ di, bir harabesi, bir piçi yani dünküle­
yen ecnebi cem edatları kullanılmıya­ rin, kendilerinin lisanı değildir. Şüphe­
cak: lhtimalat, mekatip, memurin, has­ siz ihtiyarlar mevcudiyetlerini muhafa­
tegan yazacak yerde ihtimaller, mektep­ za etmek hissine mağlup olacaklar,
ler, memurlar, hastalar yazacaksınız. ölümlerini tahakkuk ettirecek, henüz
Tabii kainat, inşaat, ahlak, müslüman altında k ımıldadıkları taze kabirlerinin
gibi klişe haline gelmişler müstesna ... üzerine bir nisyan abidesi dikecek olan
3- Diğer arabi ve farisi edatları da bu teşebbüse tenezzül etmiyorlarmış gi­
atacaksınız! Eya, ecil, ez, men, an, en­ bi -hücum etmezlerse bile- düşman ka­
der, ba, beray, bi, na, ter, çi, çent, zi, lacaklardır.
ala, fi, gah, gin, asa, veş, ver, nak ... gibi
edatlar terkolunacak; ancak tekellüme Gaye
girmiş, tamamiyle türkçeleşmiş olan Her şeyi hükumetten beklemiyelim.
amma, şayet, şey, keşki, lakin, naşi, he­ Bu ırsi hastalığı tedavi edelim. Artık
men, hem, henüz, yani ... gibileri kulla­ lisanımızın ıslah ve tasfiyesini de, Ma­
nılacak. Unutmıyalım ki, terkolunması­ arif Nezaretine bırakır ve beklersek vay
nı arzurettiğimiz bu edatlar kullanılsa halimize! .. Maarif Nazırı Efendi Hazret­
bile terkip kaideleri gibi lisanın tekellü­ leri (Emrullah Efendi) şüphesiz dünyanın
müne giren "san'atkar" gibi kelimeleri en namuslu, en ali, en kalbi temiz bir
serbestçe söyler ve yazabiliriz. adamıdır. Kendini bütün hürmetlerimiz­
le selamlar ve isimlerini işitince kırk beş
isimler ve sıfatlar derecelik bir zaviye hasıl ederek eğiliriz.
Farisi kelimeleri, arapça masdarları, Bu, bizim vicdani, içtimai, siyasi ve mu­
türkçemizdeki manalarına göre isim ve­ kaddes bir vazifemizdir. Bununla bera­
yahut Sıfat telakki edeceğiz. Farisi ve ber bu muhterem, bu büyük, bu müte­
arahi nisbet manasını ve edatını haiz bahhir zatın cümlelerin tarzları ve teşek­
olan kelimelere umumiyetle sıfat diye­ külleriyle muzaf ve muzafunileyhlerin,
ceğiz. Lisanımızda yalnız Türkçe kaide­ sıfat ve mevsufların evvel ve ahır gelme­
leri hükmedecek, yalnız türkçe, yalnız lerinden dimağında hasıl olan intibanın,
türkçe kaideleri türkçenin mekanizma­ fen nazarındaki mahiyetini tanımadığını
sını bozan arabi ve farisi kaideleri bil­ itiraf etmeğe mecburuz. Yaşının ve itmi­
miyeceğiz. Anlamıyacağız. Bu adım nanının tesiriyle yeni felsefeye, fennin her
kat'i olacak, yeni lisanla ilmi, fenni, hakikati çırçıplak onaya çıkaran yeni na­
edebi yazılar yazacağız, hikayeler telif, zariyelerine, yeni hareketlerine yabancıdır
şiirler tanzim edeceğiz ve eskilerden ve kendilerine benziyen zatlar Fransa En-

227
M EŞ R U T i YE T D O N E M i

cümen-i Danişinde de az değildir. Çünkü zevk ve şehvl·t, riya ve temellük mevzu­


bu yabancılık bir iktidarsızlık sayılmaz. larına layık olan o süslü lisanı, eski lisa­
Kimbilir ne güzel belagat, meani, man­ nı, beş asırlık bir mantıksızlığın, bir tu­
tık, fıkıh ve saire bilirler. Fakat psikolo­ haflığın doğurduğu dünkülerin lisanını
ji, fizyoloji gibi yeni ilimleri? .. Hiç! Ya­ terkedelim. Esaslariyle, kaideleriyle ya­
hut pek az... Bunları bilen, bunlarla şıyacak olan türkçemizi yazalım. Eski
muhakeme eden gençler, gençler, genç­ ve dünkü edebiyatımızın mahiyetini işte
lerdir. Ömürlerini maziye hasretmeyip deminden h ülasa ettik. !randan ve
daima müstakbele, fenne, ziya ve haki­ Fransadan çalınmış şeyler... Onlara ka­
kate koşan yeni gençlerdir. ihtiyarlarla, tiyen ehemmiyet vermeyiniz ve biliniz
ihtiyar gençler artık hiçbir vakit ekseri­ ki, edebiyatımız, hakikatte bizim tarihi­
yeti teşkil edemiyecekler ve bu sebeple miz ve milliyetimiz için bir şan değil, bir
muhterem Maarif Nazırı Efendi Haz­ şeyndir.
retlerinin riyasetinde toplananların ilmi Evet ey gençler! Hepiniz yeni lisanı
ve edebi fikirleri yalnız kendilerine, ya­ ihya ve icada çalışınız, zekanızı, meha­
ni maziye münhasır kalacaktır. Biz, bü­ retinizi, dünküleri körükörüne taklide
tün karanlıklardan uzak, hür ve müsta­ değil, yeni lisanı vaz ve tesise sarfediniz.
kil, i lim ve edebiyat için çalışacağız. Ga­ Yazdığınızı herkes anlarsa, severse ki­
yemiz milli bir lisan, milli bir edebiyat taplarınız çok satılacak, zengin olacak,
vücuda getirmek olacaktır. sayinizin mükafatını göreceksiniz, dün­
küleri taklit etmekte devam ederseniz,
Netice bir gün nihayet onlar gibi meyus olarak
Uyanınız, galebe için düşmanlarımızı yazı yazmağa tövbe edecek, "otuz mil­
tanımak lazımdır ve biliniz ki, bu sırada yonun lisan ı" diye telif ettiğiniz kitabın
muharebeyi ordular yaparsa da muzaf­ beş yüz tane satılmadığını, kağıt parası­
feriyeti asla kazanamaz. Muzafferiyet nı çıkaramadığını görerek müteessir
intizam ve terakkinindir ... lşkodradan olacaksınız. Siz muhafazakarlık ettikçe
Rağdada kadar bu kıt'ayı, bu Osmanlı yeni maziye muhib ve sadık kaldıkça
memleketini işgal eden turani ailesi, kaybolacak olan şahsı menfaatleriniz
Türkler ancak kuvvetli ve ciddi bir te­ yanında alı, muhterem, büyük bir men­
rakki ile hakimiyetlerini, mevcudiyetle­ faat, milli menfaat da kaybolacaktır.
rini muhafaza edebilirler, terakki ise il­ Bunun için mesulsünüz. Eskiler ve dün­
min, fennin, edebiyatın hepinizin ara­ küler idraklerinde mahdut ve masum­
sında intişarına vabestedir ve bunları dular. Sathi ve behimi düşünürlerdi, on­
neşr için evvela lazım olan milli ve umu­ ların gayesi "hal ve mazı" idi, sizin ga­
mi bir lisandır. Milli ve tabii bir lisan yeniz istikbal, istikbal, istikbaldir. Siz­
olmazsa ilim, fen, edebiyat gene bugün­ den sonra gelecek olan nesil, idrakinize
kü gibi bir muamma halinde kalacaktır. rağmen mu hafazakar ve maziye muhib
Asrımız terakki asrı, mücadele ve reka­ kaldığınızı görürse size ebedi lanetler
bet asrıdır. Biz bir köşeye çekilip Ne­ edecektir.
dim'in parlak fakat tabiata muhalif ter­
kiplerini terennüm edersek mezarımızı ( Ômer Seyfettin, s f. 1 25 - 1 3 3 ;
kendi elimizle kazmış oluruz. Ancak A l i C an i p Yöntem, 1 94 7 )

228
YEN iLEŞME AŞAMA SINDA

GARP EDEBIYATI Almanca, ya lngilizce... Yazı yazmasını


V E Y UN A N isteyen behemehal bu üç lisandan birini
K L A S 1 K L E R l 'nden bilecektir. Nesir, nazım tekniği Garp'ta­
... Mai ve Siyah, Eylül, Hayal içinde, dır. Bu üç lisandan birisine vakıf değil­
Bir Öhinün Defteri, Aşk-ı Memnu, ilh ... sek, cihanın ölmez eserlerini okumak sa­
teknik itibariyle tam, kusursuz roman­ adetinden mahrum kalacağız. Avrupa
lardır. Tertip, hareket, terkip, gayet ma­ lisanlarından birini öğrenince ilk evvel
hiranedir. Muharrirlerinin asrı bir kav­ mutlaka o lisana tercüme olunmuş bulu­
mi tamamiyle anladıkları, asrı sanatın nan şaheserleri okumalıyız. Sanatın sırrı
gavamızına (gizli inceliklerine) vakıf ol­ Yunan-Latin klasiklerindedir. Sadelik,
dukları her sahifede göze çarpar. Fakat, sağlık, samimilik, vuzuh, bu büyük eser­
Fikret'le arkadaşları en mühim, en esas­ lerin esasıdır.
lı bir şart olan "tabii lisan "ı ihmal et­ Okuyacak klasik muharrirlerin en ba­
mişlerdir. Hepsinde tek tük, oldukça şına " Homer"i koymalı. Homer her dev­
Türkçeye yaklaşmış sade sahifeler göre­ rin, her yerin en büyük muharriridir.
biliriz. Fakat, esas itibariyle iskolastik Edebiyat muallimlerinden Albala "Tasvir
lisanı "Türkçe" zannetmeleri onları ebe­ içinde hayatın ilk modeli, ancak Ho­
di bir ömürden mahrum bırakmıştır. mer'de bulunur. Eğer Homcr'i okuma­
Eğer " Edebiyat-ı Cedide"ciler tabii l­ mışsanız hakiki realizmin, yazmak sana­
isanı yazabilselerdi, bugün klasiklerimiz tının ne olduğunu asla anlayamayacaksı­
olurlardı. Çünkü, içtimai edebi inkılabı­ nız," der. Homer, Türkçeden başka he­
mızda bize model onların noktası nok­ men her lisana tercüme olunmuştur. Hat­
tasına tarziyetini kabul ettikleri ta Arapçaya bile. Ermeniler bu şaheseri
"Garp"tır. Biz yazıda "teknik"i, me­ yarım asır evvel manzum olarak lisanları­
deniyeti içine girmek mecburiyetinde na geçirmişlerdir. Ben üstatlarımızın gay·
bulunduğumuz Garptan alacağız. Kim retsizliklerinden müteessir olarak "ili­
ne derse desin, artık teknikte model bize ada "yı geçen sene tercüme ettim. Yarısın­
yalnız Garptır. Maneviyatımız milli, dan ziyadesini Yeni Mecmua'da bastır­
maddiyatımız beynelmileldir. Mevzula­ dım. Müsait bir zamanımda "Odise"yi
rımız hislerimiz milli olabilir. Fakat ede­ de terciime ederek kitap halinde çıkara­
biyat nev'ileri milli olamaz. içinde yaşa­ cağım. Çünkü Homer, en faydalı bir
dığımız medeniyetin edebiyatlarındaki "edebi kıraat"tır. Her edebi mektebin to­
nev'iler hep birdir. Hikaye, roman, ti­ humu ondadır. Onda heyecan, belagat,
yatro, şiir, ilh .. kaideleri Garp edebiyatı­ insanilik, ınüşahade, resim, renk, tasvir,
nın kaideleridir. Lisan, halkın, manasını hareket o kadar canlıdır ki.. Eseri hiç
hadsile bildiği konuşulan lisandır. Garp­ şüphesiz dünyada " Yazmak sanatı"nın
taki sanatın disiplinine biz de tabiyiz. ezeli bir modeli halinde kalacaktır. Ho­
... Halk edebiyatından, edebiyat-ı ati­ mer'den bir sahife okuduktan sonra, en
kadan, edebiyat-ı cedideden okuyacağı­ beğendiğiniz muharriri alın, hemen onun
mız bu eserler yine size tabii yazmasını zaaflarını, acemiliklerini, beceriksizliğini,
öğretemez. Biz artık mutlaka Garp me­ madunluğunu göreceksiniz.
deniyetinin içine gireceğiz. Onun için (Tiirk Kadını Mecmuası, sayı t .S, 9
şimdilik mutlaka Garp lisanlarından bi­ Oca k 1 9 1 9; Hasan A l i Yücel, Edebi·
rini öğrenmek lazımdır. Ya Fransızca, ya yat Tarihimizden, cilt 1, 1 95 7 )

229
M E Ş R UT i Y ET D O N E M i

YAHYA K EMAL

MAKBER V E ÖLÜ Görürsünüz ki ölümün elemi, ilk darbe­


" Her ferd-i ziruh bir gün benim gibi den son hıçkırığa kadar, insicamlı bir
musab ve mecruh olacak, benim gibi mantıkla imtidad eder. Sevdiğimiz, ha­
hissedecek, benim gibi ağlayacak. Ve yatta iken karşımızda gülüyor, konuşu­
hiç görmemiş, ziyaret etmemiş olduğu yor, hareket ediyor ve bize bir bekaa
Makber'le Ôlü'yü kendi kendine ve vehmi veriyor. Fakat öldüğü zaman bu
mintarafillah okumuş, ezberlemiş bulu­ bekaa hissi kalbimizden kopmuyor.
nacaktır. . " A bdülhak Hamid Bey'in Makber'in başlangıcından hatimesine
son tab'a Mukaddime'de yazdığı bu sa­ kadar bu bekaa hissinin ıztıraplı telatu­
tırları feylesofane bir görüşle değil, şi­ mu hissedilir. Her kalpde bu telatum
irin ve nesrin her türlü manidarlığından böyle başlar, böyle dalgalanır ve böyle
ari, en sarih bir fikri i fade eden en açık uzar; demek ki bu mersiyenin insicamı
bir yazıyı okur gibi okuyan her kaari ve teselsülü tabiatın mücerreb bir kaai­
Makber'le ôlü'nün asıl künhüne vasıl desindendir. Onu şiir olarak okuyanlar
olur, Bu iki eser hadd-i azami derecede bir akarsu gibi tabii görürler, felsefe gi­
insani iki eserdirler: Yani bu iki eserin bi okuyanlar perişan, şikeste-beste, mü­
mevzularını, mağara devrinden bugüne tenakız bir eser telakki ederler. Eserin
kadar, her ferd mutlaka hissetmiştir; asıl mahiyetine dair bu düşüncelerden
annesini teneşir üstünde gören çocuk, sonra sahib-i eserin şiirine, fikrine, sa­
tabutta yatırılmış nişanl ısına bakan natına dair bahisler geliyor. Abdülhak
genç, karısını mezara indirilirken seyre­ Hamid Bey kah eski şiirin gurubu, kah
den köylü, hasılı ya aşk, yahud da kan, yeni şiirin tuluu gibi birbirini mütena­
herhangi bir bağla bağlı bulunduğu bir kız iki vehim veriyor. Makber ve Ôlü,
vücudu kaybeden en basit insanlar bile otuz yedi sene evvel, ilk çıktıkları vakit
b u şiire aşinadırlar. En yüksek sanat büyük ekseriyetin kayıtsızlığına uğradı­
eserlerinden nicesinin zevkine her sınıf­ lar, niçin? Bu iki eserin felsefesi mi
tan insanlar varamazlar. Çünkü ifade cür'etkarane idi? Şiiri mi b u iklime göre
ettikleri şiir herkesin tadabileceği gibi aykırı idi? Lisanı, şekli, vezni, kafiyesi
değildir. Makber ve Ôlü bil'akis hadd-i, mi an'aneye uygun değildi? Bunların
azami bir derecede alemşumul bir nissi hiçbiri değil. O zaman edebiyat, içi
ifade ediyorlar. Abdülhak Hamid mazmun, dışı selaset bir fesahet hüne­
Bey'in "Herkes benim gibi hissedecek" rinden ibaretti. Mazmun fikrin, selaset
demesini bir tevazu addetmemeli, hatta de üslubun mustehasesidir. işte bu iki
bu deyiş belki bir tefahurdür. Çünkü müstehase, bir milletin edebiyatı tama­
şair en umumi bir histen iki mersiye ya­ miyle çürüdüğü zamanlarda meydana
rattığını söylüyor. Şehid-i Kerbala hak­ çıkarlar. Makber'le Ôlü'yü yeni çıktık­
kında yazılmış olan muhalled mersiye­ ları için beğenmeyenler Mesnevi'yi de
leri ancak din, mezheh, tarikat irşadla­ hakikatte beğenmezlerdi. Çünkü Mes­
rıyle anlıyoruz. Fakat bu iki mersiyeyi nevi de Farisi selaset itibariyle böyledir,
anlamak için sadece insan olmak kafi­ mazmundan ari, baştan hikaye kadar
dir. Makber'i okuduktan sonra bir da­ bir cezbe, fikir felsefe telatumudur. O
ha yukarıdan aşağıya gözden geçiriniz. hünerverler Mesnevi'yi n için tenkid

230
YENiLEŞME A$AMASINDA

edemiyorlardı. Şüphesiz k i mukaddes Ettik biz o anda nim-zinde,


olduğu için. Fakat Şeyh Galip her-hayat Nefretle veda Hind ü Sind'e,
olsaydı, Makber ve Ôlü'yü derhal anlar­ " Kaldım mı, demişti, yolda bir gün,
dı; çünkü mazmun ve selaset-müsteha­ Hindistan'ın denizlerinde?"
selerinin tesirinden kurtulmuş bir mü­ Makber'den böyle daha çok misaller
ceddid idi. Kendinin renk aleminde açtı­ gösterilebilir. Fakat şayan-ı dikkattir k i
ğı ufuklardan sonra bir halefin fikir ale­ Makber'in sekiz mısralık çerçevesinin
minde yeni ufuklar açtığını hissederdi. son beyti ekseriya böyle nefis mısralar­
Abdülhak Hamid Bey'in bu milletin la bitiyor.
edebiyatında ikaa ettiği en büyük teced­ Bir tatlı bakışla, bir gülüşle
düd işte bu idi: Münkabız olan maz­ Eyyam-ı hayatımı temam et.
mun'un yerine, cevval, canlı, namütena­ Yahud,
hi olan fikri-i ikaame etmek, Makber ve Ben alemi ney leyim çemenzar,
Ölü bu teceddüdün iki nümunesidir. Bu Ben alemi neyleyim çemensiz?
eserlerin mübdi'nde nakisa aransa an­ Yahud,
cak bu meziyetten sonra aranabilir. Yıldızlar onu siz ettiniz defo
Abdülhak Hamid Bey'in asıl hüviyeti Durmuş ne bakarsınız uzakta?
fikir'de olduğu için şiiri her zaman bir­ Yahud,
denbire dudaktan kanatlanmıyor. Deni­ Her şeb ben o yari secdelerle
lebilir ki bu mübdi şair çok yüksek, çok Etmez mi idim sana imalet.
geniş, çok derin ve daima yeni olan fi­ Yahud,
kirlerini bir defa söylediği kalıptan çıka­ Lakin ona pek şehabetin var
rıp başka bir kalıpta da dökebilirdi. Bir kerre daha bu gün güzar et.
Makber'i okurken bazı mısraların altına Misaller daha çoktur.
çekilmiş haşiyelere dikkat ettim. Şair di­ ôlü, ayni mevzuu ayni ilham, ayni şi­
yor ki: " Bu mısra böyle de söylenebilir." irde fakat hep bildiğimiz terkib-i bend
Ve başka bir mısram nümunesini göste­ şeklindedir. Belki terci-i bend demek bir
riyor, kendi kendime dedim ki, acaba bu itibarla daha doğru olurdu. Çünkü
mısra .. hendler Beyrut'da ölen sevgilinin ismini
lafzen değil fakat manen aynı ahenkle
Derd oldu mukim çare gitti tekrar eden birer beyitle bağlanıyor.
Başka türlü söylenemez mi? Ve bu ôlü'nün şimdiye kadar ayrı bir cild olu­
fikrin en iyi şekli bu mudur? şu doğru değildi. Bu Jefa Makber'le
Eğer Makl1er yalnız bu mısralar gibi, yanyana basılması çok doğru ve güzel
hissin, fikrin doğrudan doğruya lisan bir fikrin tecellisi olmuş.
halinde müehheden tasa l lub ettiği mıs­ Abdülhak Hamid Bey'in şiirinin güzel­
ralardan ibaret olsaydı, engüşt-i hata­ liğini bu tabi hadisesi bir daha ispat etti.
nın en küçük bir işaretine bile bigane işte bir şiir ki eskimiyor, altın gibi değe­
olurdu. Evet hep böyle mısralardan iba­ rini de parlaklığını da muhafaza ediyor.
ret olsaydı: Feylesof Chanber-lain'ın hakkı var:
Bir gün dedi ızdırap içinde, San'at daimi bir haldir.
- " Ben ölmeye gelmişim bu Hind'e.
Ölmek dedi kahkahayla güldüm ( Te v h i d - i E f k a r , 2 8 Ağ ustos
Duydum ki fakat içimden öldüm, 1 922; Edebiyata Dair, 1 97 1 )

231
M E Ş R U T i Y ET D O N E M i

V E Z l N L E R 'den yorlar, milletin hafızası olan ummana


karışıyorlardı. Türkçe'de Farisi edayı
- l- terennüm eden Nevai'den ta Tevfik rik­
Halid Ziya Bey, Ruşen Eşrefe, kitap ret'e kadar her aruz şairi heceden de şi­
halinde de çıkan meşhur mülakatların­ irler söylüyordu. Nedim'in divanında
da, aruz yahut hece, iki vezinden birini bile münderic olan koşma'sım mı? Akif
henüz tercih edemediğini kendine has Paşa'nın mersiyesini mi? Ziya Paşa'nın
zarafetle söylerken bana dikenli bir o meşhur köy türküsünü mü? Namık
gonca atıyor, diyor ki: Kemal'in felsefi bir manzumesini mi?
"A rtık aruzdan mutmain olmayan ve Hamid'in dramlarını m ı ? Recaizade'nin
henüz hece veznini mücib-i memnuniy­ oğlu için söylediği şiirlerini mi? Hayret
yet bir tekamüle mazhar olmamış bulan Efendi'nin destanlarını mı? Fikret'in
bir şairdir ki her ikisinde de hala ilti­ Şermin'ini mi zikretmeli? Binlerce misal
zam-ı sükut ediyor." itiraf ederim ki bu var. Evet havas şairleri öteden beri da­
nükte benim iki vezinden birini tercih ima halk vezniyle şiirler söyledi, musi­
ettikten sonra söyleyebileceğim mısra­ kisinde bile bu farkı gözetmedi, halk
lardan bin kat güzeldir! vezninde şarkılar yüzlerce sayılır. Yu­
Maamafih ben de ihtiyar ve genç, boy nan muharebesi sıralarında Mehmet
boy, yüzlerce şair, binlerce kaari'den Emin Bey, Türkçe Şiirler ini çıkardı,
'

sonra hangi vezni tercih ettiğimi söyli­ Recaizade, Hamid, Sezai bu mecmuaya
yeyim. alkışlı takrizler yazdılar. Fikret, Servet-i
Öyle sanırım ki bu aralık eskimo ka­ Fünun'a Mehmed Emin Bey'in Abdül­
bileleri bile şiirle çok fazla meşgulseler halim Memduh'un heceli manzumeleri­
bu bahisle mutlaka vezinlerden başka ni kabul etti. Kırk sene evvel çıkmış
farklarla iki fırkaya ayrılmış bir halde­ edebi bir mecmuada Recaizade Ek­
dirler. Bizde ise bugün şiir zevki yalnız rem'in La Fontaine'e dair bir tenkidini
vezinlerle ayrılıyor. Eğer on onbeş sene okudum, bu tenkidde La Fontaine'in
sonra yeni Türk edebiyatı tamimiyle kıssalarını önce hece vezniyle tercümeye
belirirse münekkidler bu ihtilifımızı bi­ nasıl başladığını, sonra Farisi izafetlerin
zim şiire biganeliğimizin bir farikası gi­ bu vezne elverişsizliği yüzünden aruzla
bi zikredecek. Şiirin ekseri aşinaları he­ tercümeye mecbur kaldığını, misallerle
men soruyorlar: Heceden mi? Eğer he­ anlatıyor. Hasılı havas şairleri o zaman­
cedense: Nafile okumayınız! diyorlar, lar bu ihtilafı hissedemiyorlardı. Ya
kulaklarını tıkıyorlar. Bir ziimre gençler halk şairleri, onlar hissediyorlar mıydı?
de bilakis, yakası açılmamış bir tahas­ Yunus Emre'den, Eşrefoglu'na, Aşık
süsle söylenmiş, yeni manzumeleri eğer Ômer'e, Derdli'ye kadar bütün halk şa­
aruzdansalar, köhne telakki edecek ka­ irlerinin aruzdan manzumeleri var.
dar taassub gösteriyorlar. Halk seviyeli bir Harputlu'dan memle­
On sene evvele kadar Türk zevkinde ketinin türkülerini istinsah ediyordum,
böyle bir ihtilaf yoktu; aruz ve hece, iki birçok türküler arasında Serseri adlı bir
kardeş nehir, Fırat ve Dicle gibi yan ya­ saz şairinin aruzdan bir gazelini söyledi
na akıyorlar, sonra biribirine kavuşu- ki bu matla'la başlıyordu:

232
Y F. N I L E $ M E A $ A M A 5 1 N D A

Serseri sen çıkalıı gurbece Harpuc güze­ güzel şiirler gördüm ki feylesofun koş­
li Şiveyi, nazı, edayıı ne kadar üscelemiş maları gibi sevilmediler: Faruk Nafiz in'

Evec eskiler bu vezin kaygılarından bir Kır Türküsü bücün bir hıçkırıkcı, Ali
bu kadar azadeydiler. Bu ihcilaf yeni Mümtaz'ın Pınar'ı adeca bir akar su
çıkcı. Vezin fırkacılığı ile malul olanları mfısıkisiydi, Halid Fahri'nin Bursa'da
dinlersek bunalırız. Onlar hecenin zuhu­ Akşam'ı kadar nefis bir melal şiiri Ede­
rundaki iyiliği ve köcülüğü şahıslara acfe­ biyac-ı Cedide mecmualarında güç bu­
derler. Bir şahıs ne kadar kuvvetli olursa lunur, Orhan Seyfi'nin Bir Çiftlik Man­
olsun Türk Edebiyacı'nda, zamanı gel­ zarası ndaki kıc'alar yeni sanacın fevka­
'

meyince, hu ihcilafı çıkaramazdı. Abdül­ lade güzel numuneleriydi. Valô Nured­


hak Hamid daha kırk sene evvel hece din'in Tarlalar'• safvecin bir cimsaliydi,
veznini cavsiye ediyordu, bu vezinle idris Sabih 'in çiçekler için, Emin Re­
dramlar yazıyordu, bu ihcilafı o zaman ceb'in kırlar için, Necmeddin Halirin
çıkarabildi mi? Türk zevkinde bu vezin harb hatıraları için, Ahmed Hamdi'nin
ihcilafı bir yahuc birkaç mücefekkirin lsfahan için birer manzumesini hacırlı­
sun'u olmakcan uzak, çok uzaktır. Bu ih­ yorum ki nadir söylenebilir şiirlerdendi­
cilafın zuhuru şiirimize mukadderdi. ler, Halide Nusret'in Git Bahar'ını se­
Zekasını cesirlerden azade bulundu­ nelerden beri yeni bir lezzetle cekrar
ranlar bir nokcaya dikkac ederlerse mu­ okurum, bücün bu manzumeler alkışsız
ammanın bir düğümünü çözerler: Hece geçciler; hece vezninden oldukları için
vezninden nefrec edenler yalnız bir iscis­ mi? Rıza Tevfik'in koşmaları da aynı
na gözecirler: Feylesof Rıza'nın koş­ vezindedirler. Hayır ondan değil, çünkii
ma' ları! Acaba neden? Bu koşma'ların hu saydığım manzumeler yeni cahassüs­
şiiri bu zamanın yegane halis şiiridir de de ve yeni zevkceydiler, ihcilaf hu nok­
ondan mı? Hayır, Rıza Tevfik'i n des­ cadadır. Hece veznini reddeden zaika
canları, koşmaları, nefesleri ve cürküle­ esasen onu değil, onda yeni şiiri redde­
riyle esk i, pek eski bir aşinalığımız var­ diyor!
dır, onların ilhamını, edasını, şivesini, Eğer hu eski zaika gençlere: Hece vez­
mazmunlarını, rediflerini, kafiyelerini ni ahenksizdir, onunçün şiirlerinizden
asırlardan beri zaikamızla hacırlarız, zevk almıyoruz! diyeceğine: Tevfik Fik­
yeni değildirler; yeni olsalardı, ocuz se­ ret aruzda yeni şiiri bize nasıl kabıil et­
ne evvel Tevfik Fikret'in şiirinden nasıl tirdiyse, içinizden, onun gibi, biri zuhıir
birden bire lezzec almadıksa onlardan edip hece vezninde de kabiil ettirirse şi­
da lezzec almazdık. Hece vezninde sırf irlerinizi begeniriz! dese doğru bir söz
yeni zevk ve yeni cahassüsle ne kadar söylemiş olur.

233
M E H M ET AKİF ERSOY

E D E B İY A T ham eşya sırasında kalmasına sebep


Edebiyatı nasıl telakki ettiğimizi, na­ olur ki hem ayıp hem günahtır. Petro­
sıl bir meslek tutmak istediğimizi şimdi­ lün nasıl çıkarıldığını, nasıl tasfiye edil­
ye kadar çıkan yazılarımız elbette gös­ diğini öğrenen Osmanlı, Erzurum'daki,
termiştir. Şiir için, edebiyat için "süs", lrak'taki madenlerimizi işletmeye çalış­
"çerez" diyenler var. Karnı tok, sırtı malıd ır. Yoksa Amerika'dan, Rus­
pek milletlere göre bu söz belki doğru­ ya'dan, Romanya'dan teneke teneke
dur. Lakin bizim gibi aç, çıplak millet­ gaz taşıyacak sonra da yerli mahsulü di­
lere süsten, çerezden evvel giyecek, yi­ ye bizi kandıracak olursa biz onun ma­
yecek lazım. Onun için ne kadar süslü, denciliğinden bir şey anlamayız!
ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizme­ Darılmasınl ar, gücenmesinler ama
tini, gıda vazifesini görmeyen edebiyat san'atkarız diye meydana atılan bir
bize hiç bir şey söylemez. çokları biz adi birer simsar bulduk: Adi
Hele "San'at san'at içindir. San'atta kaydını da ilave ediyoruz; çünkü enle­
gaye yine san'attır. Edebiyatta edebiyat­ rin belli etmeyecek kadar maharet gös­
tan başka bir gaye aramak san'atı tak­ teremiyorlar.
yid etmektir," gibi yüksek nazariyeler Sebilü'rreşad'da görülecek eserler ka­
bizim idrakimizin pek fevkindedir. Za­ ba olacak, saba olacak lakin yerli malı
ten bu türlü nazariyeler ahlaksızlığa f el­ olacak, hiçbir tarafında başka memle­
sefe şekli veren; edebiyat namına mille­ ket mahsulü olduğunu gösterir damgası
tin namusuna, hayatına, mevcudiyetine bulunmayacak. Bir de az çok bir ifade
yürüyen birtakım hazelenin eser diye te'min edecek. Şayed ahlaki, ictimai
ortaya koydukları bahnamelere revac hiçbir faide te'min etmezse zararı bari
verilmek için ileri sürülüyor. olmayacaktır ki bir nazara göre bu da
Bir de biz edebiyatın vatanı olduğuna faide demektir.
iman edenlerdeniz. O sebepten hiçbir Yazılarımız en namuslu aileler arasın­
milletin edebiyatını memleketimize mal da okunabilmek üzere yazılıyor. Zaten
etmek istemeyiz. bizim içtihadımıza göre edepsizlik baş­
Şarklılar herşeyde olduğu gibi edebi­ ladığı noktada edebiyat biter.
yatta pek geri; garplılar herşeyde oldu­ Elverişli bulduğumuz her mevzuu ya­
ğu gibi edebiyatta pek ileri. Biz onların zacağız. Hele içtimai dertlerimizi dök­
edebiyatından yalnız san'at cihetiyle is­ mekten, yaralarımızı açıp göstermekten
tifade etmek isteyeceğiz. Yoksa ecnebi hiç çekinmeyeceğiz. Bundan maksadı­
emtiasını yerli metaı yerine satmayaca­ mız bir takım zavallıların zannettiği gi­
ğız. Simsarlığın bu türlüsü dolandırıcı­ bi milleti ele, düşmana maskara etmek
lık olduktan başka kendi hissiyatımızın, değildir. Meramımız kendimizi değil
kendi efkarımızın velhasıl kendi hayatı­ maskaralıklarımızı maskara etmektir.
m ızın kıyamete kadar işlenmeyerek Ta ki ülfet neticesi olarak, her gün yap-

234
YENi LEŞME A şAMAS INDA

makcan hiç sıkılmadığımız h i ç azap dar ileri gidecek değiliz.


duymadığımız bir sürü fenalıkları yavaş Hele dilimizin şivesini -iscer Napol­
yavaş bırakalım da elbirliği ile insanlığa yon çizmesi çekmiş, iscer lngiliz çorabı
doğru bir adım acalım. giymiş olsun- hiçbir ecnebi ayağına
Görülüyor ki biz edebiyaccan pek çok çiğnecmeyeceğiz. Bu hususca ne kadar
şeyler bekliyoruz. Evec, memlekecin ak­ caassub, ne kadar muhafazakarlık ka­
lı başında olan evladı bize yan bakmaz bilse göreceğiz. Evec, eskiler gibi Arap­
da yardım edecek olursa neden Osman­ ça, Acemce düşünülüp yahuc yeniler gi­
lıların milli, hakki, insani bir edebiyatı bi Fransızca, Almanca cercip eyleyip
vücuda gelmesin ? Türkçeye ondan sonra naklolunan ya­
yazılarımızın gerek mevzu unda, ge­ zılara karşı gücümüz yeniği kadar hü­
rek üslubunda herşeyden evvel bücün cum edeceğiz. Zira şu hakikace iyice
Osmanlıları düşüneceğiz; yani mülkün inanmışız ki: dilsiz millec gibi şivesiz dil
olduğu kadar halka söyleyecek eserler de yaşamaz; her memlekec nasıl kendi
meydana gecireceğiz. Yoksa havas için cabii hududu, dahilinde ilerlerse, her
yazı yazmaya yelcenecek derecede ser­ dil de kendi f ıcri şivesi dairesinde cerak­
sem değiliz! Zacen alcıyüz bu kadar se­ ki eder.
neden beri yalnız havassı düşüne düşü­ Lisanın şivesine uymayan eserler mah­
ne avam olmuş gicmişiz! dud bir kısım halk arasında bir müddec
Sade yazmak bizim için asıldır. Ne yaşar, lakin sonra da ölür gider.
zaman bu asıldan ayrı düşmüşsek, muc­
laka muzcar kalmışızdır. Yalnız sadelik­ (Sebilürreşad, cilc 8- 1 , s f. 1 8 3 'den
ce "cennec"i beğenmeyip " uçmak" , "ce­ M e hmcc A k i f Ersoy'un M a k a leleri.
hennem"i bırakıp "camu" diyecek ka- Haz: A. A hdül kad i roğl u , 1 9 87)

235
M E Ş R UT i Y ET D O N E M i

AHMET HAŞİM

ŞllR HAKKINDA biri şiir için rnevzuubahs olamaz. Şiir ile


B A Z I M Ü L A H A Z A L A R �� nesir, bu itibarla, yekdiğerile nisbet ve
Herşeyden evvel şunu itiraf edelim alakası olmayan, ayrı mevzulara tabi,
ki, şiirde manadan ne kastedildiğini bil­ ayrı sahalarda eb'at ve eşkal üzere yük­
miyoruz. "Fikir" dedikleri bayağı rnü­ selen ayrı i k i mimaridir. " Nesir"in rnü­
talealar yığını mı, hikaye mi, mazmun vellidi akıl ve mantık, "Şiir"in ise idrak
mu ve "vuzuh" bunların adi idrake gö­ rnıntakaları haricinde, esrar ve rneçhu­
re anlaşılması mı dernektir? Şiir için latın geceleri içine gömülmüş, yalnız
bunları elzem addedenler şiiri, tarih, münevver suların ışıkları, kah bigah uf­
felsefe, nutuk ve belagat gibi bir sürü ku rnahsusata akseden k utsi ve isimsiz
"söz" sanatları ile karıştıranlar ve onu rnernbadır.
asıl çehre ve alairninde seçip tanıma­ Şiirin evza ve harekatını taklide öze­
yanlardır. Şiirin bu mahiyette telakki nen bir nesrin sahteliğine, ancak nesrin
olunuşu, resim, musiki ve heykeltraşi sarahat ve insicamını istiare eden gölge­
gibi sanatların, kendilerine has ve mün­ siz bir şiirin hazin çıplaklığı erişebilir.
hasır fırça, boya, nota ve kalem gibi is­ Denebilir ki, şiir nesre kabili tahvil ol­
timali güç bir hünere mütevakkıf vası­ mayan nazımdır.
talara malik bulunmalarına mukabil, Birkaç ay evvel " halis şiir" hakkında,
şiirin bu gibi hususi vesaitten mahrum meşhur bir münekkide münakaşası, bü­
ve i fadesini konuşulan lisandan istiare­ tün medeni fikir dünyasını alakadar
ye mecbur olmasındandır. Bundan do­ eden Rahip Brernond'un dediği gibi,
layıdır ki, parmaklarının tutmasını bil­ muhakeme, mantık, belagat, insicam,
mediği fırçaya ve gözlerinin okumasını tahlil, teşbih, istiare ve bütün bunlara
bilmediği notaya karşı rnütehaşi ve hür­ müşabih evsaf, şafak aydınlığı gibi her
metkar olan naehiller, kendi kullandık­ dokunduğuna gül pembeliği veren şiirin
ları kelimelerden vücude gelmiş gibi sihirkar tesirle, tebdili mahiyet edip isti­
gördükleri şiiri alelade "lisan" mahiye­ hale etmedikçe anasırı meyanına dahil
tinde telakki ile, sırf bu zaviyei rüyetten oldukları cümle alelade "nesir"den baş­
bakarak, başkaca hazırlıklı olmaya hiç ka bir şey değildir. (sf 205) Hatta man­
lüzum görmeksizin, onu küstahane bir zumede elektrik cereyanı ncv'inden
laubalilikle muhakeme etmek hakkını olan şiir seyyalesi bir an inkıtaa uğradı
kendilerinde bulurlar. mı, bütün bu anasır, derhal fıtri çirkin­
Halbuki şair, ne bir hakikat haberci­ l iklerine sukut ederler. Şiir hikaye değil,
si, ne bir belagatli insan, ne de bir vazıı sessiz bir şarkıdır.
kanundur. Şairin lisanı " neşir" gibi an­ Sırrı men ez nalei men dur nist
laşılmak için değil, fakat duyulmak Ü7.e­ Lik çeşmu guşra an nur nist
re vücut bulmuş, rnusıki ile söz arasın­ "Mana" araştırmak için şiir deşmek,
da sözden-ziyade rnusıkiye yakın, rnüte­ terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını
vassıt bir lisandır. " Nesir"de üslubun raşe içinde bırakan hakir kuşu eti için
teşekkülü için zaruri olan anasırın hiç- öldürmekten farklı olmasa gerek. Et

236
Y E N I L E$ME A $ A M A S I N D A

zerresi, susturulan o sihrengiz sesi tela­ bir ateş gibi tepede durana belli olan
fiye kafi midir? mananın, uçurumdakine namer'i ol­
Şiirde her şeyden evvel ehemmiyeti ması kadar zaruri ne olabilir? Şair,
haiz olan kelimenin manası değil, cüm­ umumi lisandan müfrez kelimeleri yeni
ledeki telaftuz kıymetidir. Şairin hedefi, manalarla zenginleşmiş, her harfi yeni
her kelimenin cümledeki mevkiini, di­ ahenklerle tannan, reviş ve edası başka
ğer kelimelerle olacak temas ve tesa­ bir mikyasa göre tanzim edilmiş, hü­
dümden ve esrarengiz izdivaçlardan sün, renk ve hayal i le meşbu şahsi bir
mütehassil tatlı, mahrem, havai ve ha­ lehçe vücude getirdiği a ndan itibaren
şin sese göre tayin ve müteferrik kelime eserinin vuzuha karie göre tahavvül et­
ahenklerini, mısram umumi revişine ta­ meğe başlar. Zira vuzuh esere olduğu
bi kılarak, mütemevviç ve seyyal, muz­ kadar kariin zeka ve ruhuna taalluk
lim veya muzi, ağır veya seri hislere, ke­ eden bir meseledir. Her yerde olduğu
limelerin manası fevkinde mısram mlı­ gibi bizde de yevmi gazetenin tembel
suki temevvücatmdan namahdut ve alıştırdığı kari, şiirde kolay bir zevk
müessir ifade bulmaktır. Kelime ta­ bulamaz. Halbuki, şiir anlaşılmak için,
havvülatı ve ahenk endişeleri arasında ruh ve zeka istidadından başka çetin
"mana" kusufa uğrarsa, "ruh" onu bir hazırlanma ve hatta ziya, hava ve
ahengin lezzetile telafi eder. Esasen zaman şartları gibi müşkül birtakım
"manan ahengin telkinatından başka harici avamilin de yardımını ister. Şiir­
nedir? Şiirde mevzu, şair için ancak te­ ler var ki, sular gibi akşamla renklenir
rennüm ve tahayyüle bir vesiledir. ve ağaçlar gibi mehtapla gölge lenir,
Şiirde "vuzuh"un lüzumu kabul güneşin ziyasından ise bu aynı şiirler,
edilse bile, evvela "vuzuh " un ne demek teneffüs edilmez bir buhar olur. Uzak­
olduğunu anlamak lazım gelir. Hangi tan gelen bir çoban kavalını veya bir
türlü zekanın anlayışı vuzuha mikyas bahçıvan şarkısını dinleyerek ağlamak
addedilmel i ? Birine göre açık olan bir istediğimiz yaz gecelerindeki ruhumuz,
şiirin diğer birisine de öyle görünmesi öğlelerin hararefinde taşıdığımız o ağır
hiç lazım gelmez. Zekalar vardır ki, ve baygın ruhun eşi midir? En güzel şi­
kainatın ortasına atılmış sönük ayna­ irler manalarını kariin ruhundan alan
lardır. Bunların anl amadığı yalnız şu şiirlerdir.
veya bu şiir değildir; sıkı meçhulat or­
manları bun ların zekalarını ve ruhları­ ( D ergah , c i l t 1 , s f . 1 1 3 , 1 9 2 1 ; P i ­
nı her taraftan çevirir. Geceler içinde yale ön y a z ı s ı , 1 9 2 6 )

237
D R . ŞEFİK HÜSNÜ

H A L K V E S A N A T 'tan minden doğan çevrenin etkileriyle dolu


Halk dediğimiz zaman kimleri kaste­ oldukları ölçüde, insanların davasına
diyoruz? Ve sanat nedir? çoğu kez yal­ bağlı kalmış olurlar.
nızca sözlüklere verdiğimiz anlamları Böyle yüksek bir sanat eseri karşısın­
gereği gibi tanımlayamadığımızdan, an­ da, bir iddiaya göre, insanlardan yalnız,
latmak istediğimiz düşünce, çeşitli seçkin bir zümre heyecana gelmek, ince
okurlarca değişik biçimlerde anlaşılıyor bir zevk duymak yeteneğine sahiptir.
ve kimi zaman hiç düşünmediği, hiç ta­ Bu iddiada bulunanlar, bu zümreyi top­
sarlamadığı yorumlara yol açıyor. lumun soylular ( havas) sınıfından iba­
Biz bu sakıncayı ortadan kaldırmak ret sanıyorlar. Görüşlerine göre aşağı
için geniş halk kitlelerinin sınıfsal yerle­ tabaka (avam) adı altında topladıkları
rini saptadıktan sonra, onların sanatla geniş halk kitleleri sanattan bir şey anl­
olan ilişkileri hakkında düşündükleri­ amazlar. Bu suretle geçim şartlarındaki
mizi saptayacağız. açık değişikliklere dayanan ve ekono­
Fakat önce sanatın anlamının ne ol­ mik bakımdan çok doğru olan toplum­
duğunu, ne gibi eserlerin sanat eseri sa­ sal sınıflamayı, bu estetik sorunun ince­
yılmaya değer olduklarını açıklayalım. lenmesinde de çok ters bir görüşle ka­
Her yüzyıl bütünüyle kendisini büyü­ bul etmiş oluyorlar.
leyip çeken bir amaca doğru yürür. Genellikle halk denildiği zaman .akla
Kendine özgü eğilimleri, toplumsal ar­ gelen, toplum yaşayışının doğurduğu
zularının önüne durulmaz bir akışı ve ilişkilere ancak seçim derdinin anlatıl­
bunlara uygun düşünsel coşkunluk ve ması için zorunlu olan ölçüde katılan ve
heyecanları vardır. Yüzyılın özünü bu büyük bir çoğunluğu cehalet karanlı­
etkenler ortaya koyar. Sanat, yüzyıla ğında yüzen tekmil yoksul sınıfıdır. Bu­
egemen olan düşünceleri ve insan duy­ rada türdeşlik aramak yanlış olur. Bu­
gularını, estetik duygularımızı okşaya­ günkü toplumun kuruluş gereği türlü
rak sevimli ve çekici biçimlerde sözcük­ türlü insan tipleri aynı yaşam koşulları
lerle, çizgilerle veya renklerle ölçülü ve altında bir araya toplanmıştır. Maddi
uyumlu olarak anlatmaktır ... Ve yüzyı­ nedenlerin doğurduğu fakru zaruret ve
lın özüne uygun düşen sanat ancak ka­ sefalet içinde geçinmekten başka arala­
lıcı olabilir. rında benzerlik olmayan bu biçareler,
Sanat eseri, geçmiş yılların gölgeleri yakından incelenecek olursa, duyarlılık
içinde, düşüncelerimizin, geleneklerimi­ ve zeka itibariyle aralarında pek önem­
zin ve ümitlerimizin gerçeğini keşfet­ li ayrılıklar görülür.
mek olanağını geleceğin tarihçilerine Aynı hal, soylular sınıfı için de geçer­
bahşeden, ileri�i için dikilmiş, bir anılar lidir. Burada da türlü türlü insanlara
uyandırıcı anıttır. Bunun için bizden rastgelinir. Dolanlarla ve özel bir hü­
sonraya kalması gereken bütün anıları nerle hükümet örgütünde kendilerine
kapsamalıdır. Sanatçılar bu düşünceler­ yüksek bir yer sağlayanlara; sanayi, ti­
le bilgi ve insan alışkanlıklarının evri- caret ve tarım alanlarında yine özel bir

238
YENILE$ME A ŞAMAS INDA

hüner ve açıkgözlülükle büyük bir ser­ beri öğrenim ve eğitime sahip olan aile
vet biriktirmeyi başaranlara hoşgörün­ çocukları arasında en yüksek mevkile­
mek ve yardakçılık etmek sayesinde ri tutmayı başardığına şahit oluruz.
zengin müşteriye ve koruyucuya sahip Bu gözlemler gösteriyor ki, zeka ve
olan serbest meslek sahipleri ve sanatçı­ duyarlılığın derecesi sorunu, eğitim ve
lar, bu saydığımız zümrelerin topladık­ öğrenimin soyaçekim yoluyla basit bir
ları hazırdan yiyen mirasyedilerdir. tarzda çocuğa geçmesi konusuna indir­
Bireysel ve ruhsal değerleri yüzünden genemez. Bundan daha karmaşık bir
bu sınıflamaya ruhsal bir önem vermek konu karşısındayız. Evlenmelerin tesa­
nasıl olur. Çünkü ekonomik koşullar bir düfüne, atacı lık (atavizm) olaylarına
yana bırakılacak olursa, bu, aslında bir bağlı ve henüz araştırılması mümkün
sınıflama bile değildir. Servetiyle seçkin­ olmamış birçok etkenlerin tesiri altın­
ler sınıfından olanlar da istisnasız halk da olan bir insan ( birey) söz konusu­
içinden çıkmıştır. Servet biriktirebilmele­ dur. '
ri, yalnızca bir şans ve açıkgözlülük işi­ Egemen sın ıfa mensup bir anaya, ba­
dir. Bolluk ve yararsız bir ömür geçir­ baya ve ataya muhtaç olmayan sanat­
mekten doğan bazı iğrenç günahlardan çı, en azından bir bilime sahip olmak
başka, kibar ve zengin sınıfın tekmil iyi­ zorundadır. Oysa sanat eserinin anla­
lik ve kötülükleri halkınkilerdir. mına inmek ve seyrinden estetik bir
Bunlara daha yüksek yetenekler var zevk duymak için -eğer bu yazıldığı
saymak için sanat heyecan ve aşkının gün yalnız birkaç meslekdaş tarafın­
baklava ve börekle beslendiğini, sanat dan yazılıp okunan bazı şiirler gibi, bir
eserinin lezzetli yemekler yemek sure­ sanat oyunundan ibaret değilse- soyun
tiyle vücuda getirildiğini kabul etmek sopun bir hükmü olmadığı gibi, bizce
zorundayız. Gerçi bir de öğrenim ve bilim ve tekniğin de gereği hemen yok­
eğitim meselesi var. Fakat, sanat konu­ tur. Bu öyle k işiye özel bir meslektir k i ,
sunda, gerek yaratış ve gerek anlayış gelişmesi az çok bir kü ltürü gerektirse
yönünden bunun ne denli küçük bir et­ de bi lgi edinmeye gerek yoktur. Pek
kisi olduğunu hepimiz bi liriz ve talih büyük bir saygıyla anılan bilginler ta­
bize büyük sanatçıların aynı zamanda nıyoruz, sanatın en ince bir çiçeği, bir
büyük bilginler olduğunu göstermiyor. şaheseri yanında, ilgisiz ve taş gibi ge­
Tersine, ünlü sanatçıların yaşam öykü­ çip giderler ve şu aşağılayıcı bir anla­
leri karıştırılırsa, mesela Beethoven gi­ tımla halk dediğimiz kitle içinde nice
bi, en büyük lerinden çoğunun en aşağı kişiler var ki, nefis bir eserle karşıla­
halk tabakalarından yükseldiği görü­ şınca bütün varl ık larının sarsıldığını
lür. Çoğu kez, kent okullarına bir rast­ duyarlar. Söz gelimi bir akşam iş dö­
lantı olarak gelen fakir köylü çocuğu­ nüşü Yeni Cami veya Süleymaniye gibi
nun veya herhangi bir himaye sayesin­ mimarlık anıtları önünde beş on daki­
de giren işçi yavrusunun, kuşak lardan ka hayranlıktan dili tutulmuş, evlerine

1. Evlenmelerin diye haşlayan cümlenin aslı şöyledir: "izdivaçların tesadüfüne atavizm hadi­
satına haglı ve henüz tetkiki mümkün olmamış hirçok avamilin taht-i tesirinde hulunan hir
heşeriye mevzu hahistir." A. Ç.

239
M Eş a UTIYET D O N E M i

dönerken duraklamadan geçmeye razı şında halka özel, kaba ve ilkel bir sanat
olmayan sayısız işçiler biliriz. yaratmak hülyasını izleyenler, ya zevk­
ten yoksun kimselerdir, ya da halkın ruh
Öğrenimden yoksun kalmış olanlar, yapısından tamamıyle habersizdirler. Bu
doğuştan getirdikleri sezilen yetenekle­ düşünüş yalnızca ütopyadır. Güzel yara­
riyle, şekillerin duyguyla kaynaşmasını tılışta olan herkesin beğendiği yalnız bir
gözleriyle ve okuyamadıkları eserlerde­ sanat vardır. Halkın sevebileceği, gerçek
ki ölçü ve kulak ahengiyle beğenmeye bir değeri olan ancak bu sanattır.
yeteneklidirler. Teknik yönlere ve ay­ Eserlerini aşırı derecede inceltmek ve
rıntılara gereksiz yere önem vermek belirsizleştirmek suretiyle, sanatı kendi
alışkanlığında olan yüksek tabakaya gölgesi haline getirenlere gelince, bun­
göre, çıplak ruhuyla bir temsile katılan lar sonunda, susamış halka, içinde bir
halk, asıl eserin özünü ve canlı noktala­ damla su bile bulunmayan boş bir billur
rını daha şiddetli bir biçimde duymak bardak sunmuş oluyorlar; Bir zamanın
üstünlüğüne sahiptir. büyüleyici ve dinsel edebiyatı mahiye­
Rusya'da son yıllar içinde yapılan de­ tinde olan bu gibi eserler, gelecekteki
neyler; bu görüşü kuvvetlendirecek ilgi kuşakların sanat meraklılarını bile ilgi­
çekici sonuçlar vermiştir. Halk, müzele­ lendirmez. Okurları ve inceleyicileri
ri, özel güzel sanatlar koleksiyonlarını yalnız sanat ve edebiyat tarihçilerinden
gezmek ve tiyatroları izlemek konusun­ ibaret kalır. Gerçek sanat, er veya geç
da büyük bir istek ve heves göstermiş; halkın anladığı ya da benimsediğidir.
ünü dünyayı tutan büyük klasik eserler Bu hükmün dışında kalanlar, ya yeter­
her zamandan daha çok okunmuş ve siz, ya da gereksiz olanlardır.
halk kitlelerinin derinliklerinden, bü­
yük eserler yaratan sanatçılar çıkmıştır. (A ydınlık, sayı 7, 1 O Temmuz 1 922;
iyice anlaşılmıştır ki, gerçek sanat dı- Türkiye'de Sınıflar, 1 9 7 1 )

240
DÜŞÜN
Y EN İ ÇAG,
I
j Y E N İ D Ü Ş Ü N A D A M LA R I

"Yeniçağ, yeni düşün akımları" bölümünde, lslamcılık, ulusçuluk, sos­


yalizm gibi akımları incelerken, bu akımlara bağlı dergi, gazete ve örgütler
çevresindeki birikimleri görmüş, öncü durumunda olan kimi aydınların dü­
şün ve öğretilerine değinmiştik. Genellikle XIX. yüzyılın son yıllarıyla XX.
yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan bu gibi aydınların düşün adamı kimlik­
lerini, savundukları görüşleri, uğraştıkları alanlara katkılarını bu bölümde
değerlendirmeye çalışacağız.

HÜSEYİN CAHIT YALÇIN


"Servet-i Fünun" dergisindeki yazılarıyla ( 1 895- 1 90 1 ) düşün ve edebi­
yatta pozitivist hareketin doğuşuna yol açan yazarlardan biri olarak kabul
edilen Hüseyin Cahit, Balıkesir'de doğdu ( 1 874). Ortaöğrenimini lstanbul
Lisesi'nde, yükseköğrenimini Mülkiye Mektebi'nde tamamladı ( 1 896). Ve­
fa ve Mercan idadilerinde Türkçe ve Fransızca öğretmenliği etti. Meşruti­
yetten sonra Tevfik fikret ve Hüseyin Kazım'la birlikte "Tanin" gazetesini
çıkardı. Üç dönem milletvekili seçildi. Osmanlı Mebusan Meclisi'nde baş­
kanvekilliği görevinde bulundu. Mütarekede Malta Adasına sürgün edildi.
Dönüşünde yeniden "Tanin" gazetesini çıkardı. Cumhuriyetin ilk yılların­
da Rauf Orbay ve arkadaşlarının düşüncelerine yandaş olarak " Meşruti"
bir yönetim istediği için, istiklal Mahkemesinde yargılandı. iki yıl Ço­
rum'da sürgün kaldı ( 1 925-27). Serbest bırakıldıktan sonra Sanayi ve Ma­
adin Bankası idare Meclisi Başkanlığına atandı. "Fikir Hareketleri" dergi­
sini çıkardı ( 1 933-40). lstanbul'dan milletvekili seçildi ( 1 939-54). "Tanin"
gazetesini yeniden çıkardı ( 1 943-47). Ulus, Yeni Ulus, Halkçı gazetelerinde
başyazarlık etti ( Ölümü, 1 8 Ekim 1 957).

243
M E Ş R U T i Y ET D ô N f. M I

Yazarlığının ilk yıllarında öykü ve roman türlerinde örnekler veren


Yalçın'ın düşün adamı kimliği Servet-i Fünun dergisinin Meşrutiyetten
önceki evresindeki yazılarıyla kabul edilmişti. Gazetecilik ve " ittihat ve
Terakki Fırkası "ndaki politika yaşamı, milletvekilliği bu yönünün uzun
süre arka planda kal masına neden oldu. Yıllar sonra, tek başına hazırla­
dığı Fikir Hareketleri dergisinde yeniden gün yüzüne çıktı.
il. Abdülhamid yönetimindeki evrede. Fransız yazarı P. Locombe'dan
çevirdiği " Edebiyat ve Hukuk" adlı yazıda, 1 789 devriminden söz edil­
diği için kapatılan ( sayı 5 53, Ekim 1 901 ) Servet-i Fünun'da sanat, este­
tik, toplumbilim konularındaki makaleleriyle " Edebiyat-ı Cedide"yi po­
zitivist a kıma bağlamaya çalışıyor, özellikle Taine'in k uramlarına da­
yandığı görülüyordu.
Taine (Hippolyt-Adol phe, 1 828-1 8 9 8), X I X . yüzyıl sonlarında felse­
fede A uguste Comte ( 1 789-1 857) ve John Stuart Mill'in ( 1 806-1 876 )
düşüncelerini benimseyerek D e L 'lntelligence ( Zeka konusunda, 1 870)
adlı yapıtında deneysel bir psikoloji kurmayı a maçlamıştı. Son çözümle­
mede, olayların " niçin "ini bilme olanağı olmadığını savunduğu için, ide­
alist bir akım sayılan pozitivizmi geliştirerek, edebiyatta doğalcı ( natü­
ralist) k uramın i lkeleri n i n belirlenmesine yol açtı. Philosophie de L 'Art
(Sanat Felsefesi, 1 8 85) adlı yapıtında ise Yunan, Flaman ve İtalyan sa­
natlarının gelişimini i nceliyor, sanat ve edebiyat verimlerini ırk, çevre ve
zaman öğelerinin sonucu olarak değerlendiriyordu .
Hüseyin Cahit, özellikle estetik üzerindeki yazı dizisinde Taine'in
Philosophie de L 'Art 'daki sanat kuramlarını benimseyerek edebiyattaki
gelişmeleri saptarken Fransız düşünürün öngördüğü ırk, çevre ve zaman
öğelerini tanımlamaya çalıştı. Bu üç öğenin, " i nsan ruhlarını şu, ya da
bu biçimde oluşmaya zorlayan nedenlerden ayrı düşünülemeyeceğini "
ileri sürdü. Yalçın'a göre, ırk, kişilerin aracılığı i le süreklilik k azanmış,
çevre, iklim ya da topl umsal yapı olarak kişisel duygulanışları etkilemiş­
tir; zamanın ise kuşaklar arasındaki ilişkilerden doğduğu açıktır. Bu ne­
denle bir ulusun edebiyatından söz edilirken görünürdeki olayların altın­
da yatan öteki etmenleri, " karakteristik tabiatını, o zamanki siyasal du­
rumunu, bilimsel düzeyini, geleneklerini" değerlendirmek gerekmekte­
dir.
Bir tarih dönemindeki olayların her yönde etkileri olduğu düşünüsün­
den hareket ederek Tanzimat dönemindeki toplu msal ve siyasal gel işme­
leri değerlendiren Yalçın, XTX. yü7.yıl başına kadar Asyalı olma niteliği­
ni korumaya çalışan bir uygarlığın, zamanın gereklerini kavrayan kimi
devlet adamlarının girişimleriyle III. Selim döneminden sonra kendini
değiştirme çabalarının üzerinde durdu. " ilim ve hikmeti Avrupa'dan ala­
rak m i l letin bitmez cevherine" aşılamanın k utsal bir amaç sayıldığını

244
Y E N I Ç A C , Y E N i 0 0 $ 0 N A D A M LA R I

yazdı. " Fikir Hareketleri" dergisindeki yayımında ise k l asik demokrasi


ilkelerini yaymaya çalıştığını söyleyebil iriz.

BAŞl.ICA YAPITLA RI: Hayat·ı Muhayyel (öyküler, 1 899), Hayal içinde


(roman, 1 9 1 0), Kavgalarım (eleştiriler, 1 9 1 0), Edebi Hatıralar ( 1 93S, l 97S).

A H M ET Ş U A Y İ P
Ah met Şuayip, lstanbul'da doğdu ( 1 876). Ortaöğrenimini Vefa lda­
disi'nde, yükseköğrenimini H ukuk Mektebi'nde tamamladı. Bitirdiği
okulda idare H u k u k u okuttu. il. Meşrutiyetten sonra " i ttihat ve Terak­
k i " n i n yönetimine k atı lan yakın arkadaşlarının çağrılarına k arşın poli­
tikaya girmed i . Maarif Meclisi Üyeliği, ilk Tedrisat ve lstanbul Maarif
Müdürlüğü, görevleri arasındadır ( Ö lümü 1 9 10 ) .
Servet-i Fünun dergisinin hareketli döneminde " Hayat ve Kitaplar",
"Ulum-u Siyasiye ve içtimaiye " genel başlıkları ile yayımladığı mak ale­
leri i lgiyle karşılanan Ahmet Şuayip, kimi XIX. yüzyıl tarihçilerinin ki­
şiliklerini anlatan inceleme yazıları da yazd ı . Bunlarda Al bert Sorel'in
yöntemini benimsiyor, Alman tarihçilerinden Niebühr, Ranke; Fransız
tarihçilerinden Paul Heriot vb.'leri tanıtmaya çalışıyord u. Gene bu yıl­
larda Servet-i F ü nun'da çıkan yazılarında H. Taine'in toplumbilimci,
tarihçi, felsefeci ve eleştirmeci yönleri üzerinde d urdu; k uramlarını
xvııı. ve xıx. yüzyıl düşünürlerinin kuramlarıyla tartışarak, özellik le
sanat ve edebiyat görüşlerini yansıttı. i l . Meşrutiyetten hemen sonra ar­
kadaşı Mehmet Cavit ( ittihat ve Terakki H ü kümetlerinin Mal iye N azı­
rı) ve Rıza Tevfik'le birlikte pozitivist h areketin öncü organı sayılan
" Ullım-u ik tisad iye ve içti maiye" ( 1 908- 1 909) dergisinde topl umbili­
min işlevini tanıtmaya çalışırken Rousseau, Comte, Hegcl, Taine, Re­
nan vb. d üşünürlerin öğreti leri üzerinde d u rarak k arşılaştırmalar yaptı.
Servet-i F ü nun'da çıkan yazılarını topladığı tek k i tabı Hayat ve Kitap­
lar ( 1 90 1 , 1 909) adını taşıyor.

MEHMET AKİF
il. Meşrutiyet döneminde, lslamcılığa -toplumsal ve siyasal hayata uy­
gulanma amacı ile- inanç, düşün ve davranış kurallarını kapsayan ideolo­
jik bir bütünlük kazandırılmak istendi. Osmanlı lslamcıları, Kuran, sünnet
gibi lslam esaslarına dayanmakla birlikte, bunların yorumlanmasında, bi­
reyin ve toplumun yaşayışlarını düzenleyecek k uralların lslam kaynakların­
dan çıkarılıp uygulanmasında bilimsel olmaya çalıştılar. Amaç, lslamın ah­
laksal ve siyasal ilkelerini bütün saflık ve sadeliğiyle ortaya çıkarmak, bi-

245
M E $ R U T I YE. T D O N E M i

reyler, toplumlar ve devletler için yaşama kuralı haline getirmek, ideolojik


bir değer kazandırmaktı. t
lslamcılık akımına bağlı düşün adamları, temellendirmeye çalıştıkları bu
görüşlerin kaynağını Afganlı Şeyh Cemalettin'in ( 1 839-1 8 97) geliştirdiği
bir tür lslam revizyonizminden aldılar. " Maddecilerin Reddiyesi" adlı üç
dilde yayımlanan kitabında lslam dünyasındaki çöküşlerden, dinin değil,
devletlerin sorumlu olduğunu ileri süren Cemalettin, lslam öğretisinin libe­
ral ve demokratik olduğunu savunuyor, Müslümanların ancak birleşmek
ve batının ilerlemiş tekniğinden yararlanmakla yıkılmaktan kurtulabilecek­
lerini düşünüyordu.
Doğu dünyasının büyük reformcularından biri sayılan Şeyh Cemalettin
Efgani'nin görüşlerini Mısırlı Şeyh Muhammed Abduh ( 1 849-1900) benim­
seyerek geliştirdi. Elezher Üniversitesinde rektörlük eden Şeyh Abduh'un Is­
lam dünyasının kurtuluşu için öngördüğü öneriler şöyle saptanabilir:
1 ) lslam dininin hurafelerden temizlenmesi,
2) Çağdaş düşüncenin ışığı altında lslam öğretisinin yeniden ele alınması,
3) Fıkıh'ın çağdaş uygarlığın gereklerine uydurulması,
4) Batıda uygulanan eğitim yöntemlerinden yararlanarak öğrenim ku­
rumlarında değişiklik yapılması,
5) lslam dininin doğuş yıllarında olduğu gibi dinle bilimin yan yana gel­
mesinin sağlanması,
6) lslam dünyasının, Batının ve Hıristiyanlığın etkileri karşısında kendi­
ni savunma gücü kazanması.
Çağdaş Osmanlı lslamcılarının önde gelen kalemlerinden biri olan Meh­
met A k if'in dünya görüşünün temelleri, bu iki d üşünürün özetlemeye çalıştı­
ğımız öğretileridir. Şair, " Mısır'ın en m uhteşem üstadı"2 sözcükleriyle yücelt­
tiği Şeyh Abduh'un Honotoya Müdafaası, lslamlaşmak, Anglikan Kilisesine
Cevap gibi kitaplarını ve makalelerini çevirmiş, A sım'da " lnkılab istiyorum
ben de fakat Abduh gibi ... " dizesiyle ideolojik paralelliği de belirtmiştir.
lslam öğretisinin ilke ve kurallarından yaşamı boyunca ödün vermeyen
A kifin ideolojisi şiirlerinde ve makalelerinde ortaya koyduğu düşüncelere
göre şu temel öğelere dayanır:
1 ) işlevlerini yerine getiremez duruma düşürülen dinsel kurumların bo­
zulmaları nedeniyle, inançsızlık, tevekkül, tembellik ve yoksulluk batağına
saplanıp kalan bireyin kurtulması,
3) En güçlü lslam devleti olan Osmanlı lmparatorluğu'nun öncülüğü ile
doğu ülkelerinin yıkılıştan kurtulması.
A kif 1 908- 1 9 1 8 yılları arasında yayımladığı şiir ve yazılarda lslam dün-

1 . Prof. Tarık Z. Tunaya, lslômcılık Cereyanı, sf. 1 8- 1 9 (1 962).


2. ô. Rıza Doğrul, Mütefekkir Akif, Hilmi Yücebaş. Bütün Cepheleriyle M. Akif, sf. 48 (1958).

246
Y E N I Ç A C , Y E N i D O ş O N A D A M LA R !

yasının yıkılmasını önleyecek yolları gösterirken dinsel kurumların bozul­


masından yakınır. tik İslam devletinin yükseliş dönemlerine dikkati çekerek
( Fatih Camii, Safahat 1) geçmişle yaşadığı dönem arasında koptuğunu ileri
sürdüğü bağların yeniden kurulmasına çalışır. Büyük İslam uygarlığının
oluşumunu sağlayan Kuran, " her gün ezbere okunduğu halde" bilinme­
mektedir.
Ya açar nazm-ı celilin bakarız yaprağına,
Ya üfler, geçeriz bir ölünün toprağına.
inmemiştir hele Kur'an bunu hakkıyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.
( S ü le y m a n i y e K ü rs ü s ü n de )
dizeleriyle yakınarak, "ayetlerde maksat" aranmasını ister. Amacı Kuran'a
eskiden olduğu gibi, dünya işlerinde de yol gösterici değerini yeniden ka­
zandırmaktır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu bozuldukça şeriatla oynan­
mış, halk İslam öğretisinden habersiz softaların etkisinde kalarak, "cahil­
lik" ve "tevekkül" uyuşukluğuna düşürülmüştür. Toplumla birey arasında­
ki bu karşılıklı olumsuz alışveriş sonucu ülke, geleneksel değerlerin tümün­
den koparılarak, "sürünme" düzeyine indirilmiştir.
Bakın da haline ibret alın şu memleketin,
Nasılsın ey koca millet? Ne oldu akıbetin?
Yabancılar ediyormuş -eder ya- istikrah,
Dilenciler bile senden şereflidir billah
Vakarı çoktan unuttun, havayı kaldırdın;
Mukaddesatı ısırdın, HCıda'ya saldırdın,
Ne hatırata hürmet, ne an'anatını yad;
Deden de böyle mi yapmıştı, ey sefil evlad.
( F a t i h K ü rs ü s ü n d e )
Oysa İslamlık, çalışma, bilgi ve erdem beraberliği i l e ilerlemeden yana
olan bir dindir. Ancak, her u lusun geleneklerinin belirlediği koşullardan
kopmaması, gözü kapalı başka ulusların peşinden gitmemesi gerekmekte­
dir. İslam öğretisinin " asrın asar-ı ke-maliyle" çelişmediğini belirten Akif,
O ne dehşetli terakki, o ne müthiş sür'at
Öyle bir harika gösterdi mi insaniyyet?
( S ü l e y m a n i y e K ü r s ü s ü n d e)
dizeleriyle, ilerleme konusunda da İslamın doğuş dönemini örnek olarak
gösterir.
Doğrudan doğruya Kur'andan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz lslamı.

diyerek XX. yüzyılın idrakiyle düşünülmesini ister.


Ne ki, çağdaşlarının teknik bilimler gibi değer verdikleri bilimlerin (top­
lumbilim, ekonomi) yeni verimlerine kapalı kaldığı için, ulus ve ulusçuluk

247
M EŞRUTiYET DÖNEMi

kavramlarına bağlı olan konularda onlardan esastan ayrıldığı görülür.


Ey Cemaat-ı Müslimin (lslam topluluğu), siz ne Arapsınız, ne
Türksünüz, ne Arnavutsunuz, ne Kürtsünüz, ne Lazsınız, ne Çerkez­
siniz. Siz ancak bir milletin fertlerisiniz ki, o büyük millet de İsl­
am 'dır. Müslümanlığa veda etmedikçe, kavmiyyet (ulusçuluk) dava­
sında bulunamazsınız; kavmiyyet gayretine düştükçe de Müslüman
olamazsınız.
Bu satırlarda açıkça görüldüğü gibi, şair Müslümanlığı kabul eden ulus­
lardan oluşan bir " İslam Milleti" düşünmekte, bu yüzden ulusçuluk akımı­
nı bölücü olarak nitelemektedir. Bu görüşlerini pekiştirmek isteyen nazım
örnekleri de vardır:
Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam
Bağlamak lazım iken anlamadım, anlayamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı
Aynı milliyetin altında tutan İslamı
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir.
(Süleymaniye K ü r s ü sün de)
Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin v e arkadaşlarının Türk d i l i , Türk tarihi,
Türk edebiyatı alanlarındaki çalışmalarına ters düşen A k if, ulus olma aşa­
masındaki bir toplumun geçiş döneminde karşısına çıkması olağan sayıla­
bilecek sarsıntıları çöküntü, yıkılma belirtileri gibi görür.
Öte yandan düşmanı olduğu batıyı da, ekonomik gelişmelerin yarattığı
olanaklar açısından değerlendiremediği için, batı devletlerinin, endüstri
devrimlerini yapamayan doğu ü lkelerini sömürgeleştirme politikalarını an­
layamaz. Belki de bu nedenle, " İttihat ve Tera k ki" partisinin -İngiliz-Fran­
sız kapitalizmiyle çelişen- Alman kapitalizmiyle tehlikeli dostluk ilişkileri­
ne girmesinin arkasında yatan temel nedenleri göremez. Özel çağrı ile gitti­
ği Almanya'dan " İslam Birliği'ni koruyucu bir melek" bulduğu sanısıyla
döner.
Doğuya doğru Osmanlılarla birlikte gitmek . . . Doğuyu Alman tica­
ret ve sanayii için geniş bir dolaşma yeri yapmak. İşte kendisini bilen
Osmanlı ve Alman hükümetleri için çekici ve büyük program.
Almanya'dan getirdiği bu düşünceleri dizelerle de süslemeye çalışır.
Değil mi bir anasın sen, değil mi Almansın
O halde fikr ile vicdana sahip insansın.
O halde "Asyalıdır" ırkı başkadır diyerek
Yabancı tavrı yakışmaz senin faziletine,
Gel iştirak ediver onların felaketine.
( B e r l i n Hôtıra la r ı)
Kendi dünya görüşüne de ters düşerek "Hıristiyan" olduklarını düşünme-

248
Y E N I Ç A C , Y E N i l.) O ş O N A D A M L A R !

den büyük umutlarla bağlandığı Almanların, Türkiye'yi daha savaşın bitme­


sini beklemeden nasıl bir sömürü mekanizmasının içine yuvarlamaya çalıştığ­
ını araştıramaz. Onların Babıali'ye yerleştirdiği uzmanların, kanlı önlemlerle
doğmakta olan emekçi sınıfın demokratik örgütlenme haklarını nasıl kuşa çe­
virdiklerini göremez. Gerçekte bağlandığı Almanya değil, kendi umududur
A kif in. Ne ki, politika çarkı aldatıcı gerekçeleri ve "maske"leriyle onu da diş­
lileri arasına almıştır artık.
Ama çağın gerisinde kalan her girişim gibi şairin lslam Birliği umudu da
Osmanlı Devletinin Almanya'nın zoru ile sokulduğu 1. Dünya Savaşı yenil­
gisi sonucunda paramparça olur. Çünkü toplumların hareketini ekonomik
koşullar belirlemiş, teknik gücü ve "sermaye"yi elinde tutan batı kapitaliz­
mi de Müslüman ülkeler halklarını diledikleri yöne sevketmenin kolayını
bulmuştur. Şairi;
Türk Arapsız yaşamaz, kim ki yaşar der, delidir,
Arabın Türk ise, hem sağ gözü, hem sağ elidir.
( Ha k k ı n S e s le r i)
dizeleriyle bağlandığı, henüz ulus olma aşamasına ulaşmamış topl ulukların
Müslümanlıklan da, savaşta lngilizlerle işbirliği yapmalarına ve Müslüman
Türk ordularını "arkadan vurmalarına" engel olamaz. Hem bu parçalanı­
şın getirdiği umutsuzluk, hem yenilgi sonrasında batılıların Türkiye'yi bö­
lüşme tasarıları A kif'i büyük acılara düşürmüş, sorunları yeniden araştır­
maya zorlamıştır. Denilebilir ki, onu Halifenin idam fermanlarına karşın,
Kurtuluş Savaşçılarının saflarına götüren etken, kendi içinde yarattığı bu
yeniden doğuştur. Artık,
... Türkiye Hükümeti, 1. Dünya Savaşı'ndan önceki durumu ile,
özellikle en değerli servet kaynaklarına, en seçkin araziye sahip bulu­
nuyor. Bu yüzden, Türkiye kadar lngiliz sermayedarlarının (kapita­
listlerin in) ihtiraslarını tatmin edecek az ülke vardır...
diyebilen bir düşün adamı ortaya çıkmıştır. Bu yeni düşün adamının Al­
manya üzerindeki görüşlerinin de değiştiği ve şu çizgiye ulaştığı görülür.
Almanlar, gerek 1. Dünya Savaşı'ndan önce, gerek 1. Dünya Savaşı
başlarında Türkiye'yi savaşa sürüklemek için bütün güçleriyle çalış­
mışlar, gerek lslam a leminin başı olan Türkiye'ye, gerek öteki Müs­
lüman milletlere karşı pek samimi duygular beslediklerini gösterme­
ye çalışmışlardır.
Fakat ne zaman ki Almanya, kesin zaferi kazandığı sanısına düştü,
hemen, Türkiye'ye ve lslam alemine karşı davranışını değiştirdi. Yü­
zündeki sahte maskeyi atarak suratını göstermekten çekinmedi. ( ... )
Türkler de Almanlar'dan soğumaya başladılar. Acı tecrübelerle Alman­
ya'nın lslam ti/emine karşı lngiltere'den ve öteki emperyalist hükümet­
lerden farklı bir düşüncede olmadıgını anladılar..
Bu satırlar milli mücadele cephelerinde kavga veren halkın safındaki

249
M E Ş R U T i YET O O N E M I

Ak i f'in batıyı artık sadece Hıristiyanlığından ötürü değil, bütün geri bıra­
kılmış ülkeleri -bu arada yurdumuzu- sömürgeleştirmek isteyen emperya­
listler olduğu için reddetme bilincine ulaştığını göstermektedir.

SAİT H A L İ M PAŞA
Çağın gereklerine uyma amacıyla İslamda reform zorunluluğunu öngören
düşün ve siyaset adamlarından biri olarak tanınan Sait Halim Paşa Kahire'de
doğdu ( 1 864). Yükseköğrenimini Lozan Hukuk Fakültesi'nde tamamladı. il.
Abdülhamid döneminde sivil paşalık rütbesi verildi ( 1888). Meşrutiyetten
sonra Ayan Meclisi üyeliğine atandı. "ittihat ve Terakki Fırkası"nca Mah­
mut Şevket Paşa kabinesinde Dahiliye Nazırı olarak görevlendirildi. Mahmut
Şevket Paşa'nın öldürülmesi üzerine sadrazamlığa getirildi. Bu görevdeyken
Osmanlı lmparatorluğu'nun Almanlara yandaş olarak savaşa katılması yo­
lunda karar alınmasını sağladı. Yenilgiden sonra Roma'da yaşarken Ermeni
komitacılar tarafından öldürüldü ( 1 921 ).
Buhran-ı lçtimaiyemiz ( 1 9 1 6 ), Taassup ( 1 9 1 6 ) adlı kitapçıklarında din­
lerin ilerlemeye engel olmadığı görüşünü savunan Sait Halim Paşa, Mısırlı
din bilgini M uhammed Abduh'un reformizmini geliştirmeye çalışmış, o da
şeriatın taassup olduğu düşünüsünü reddetmişti. Geri kalmışlığın asıl nede­
nini şeriat ilkelerinin tam uygulanmamasında görüyor, ulusal k urumları ıs­
lah edemedikleri için, ülkede yabancı kurumların egemenliğine boyun eğen
yöneticileri eleştirerek, hu hareketin " milli varlıktan vazgeçiş" anlamına
geldiğini yazıyordu.
Buhranlarımız ( 1 9 1 9), Mukallitlik/erimiz ( 1 9 1 9 ) adlı kitaplarında da Av­
rupa'dan gerekli şeyleri almakla, Avrupalılaşmanın birbirine karıştırılması­
nın yarattığı olumsuz sonuçları belirtmeyi amaçladı. imparatorluğun çökü­
şüne yol açan en önemli etkenin bu tür yozlaşmalar sonucu kurtuluşu ken­
di ulusal varlık ve gelişmesinde aramayarak, yabancı düşün, yabancı yasa ve
kurumlardan bekleme durumuna düşen il. Meşrutiyetin " i fratla-tefrit" çe­
lişmesi içinde kaldığını belimi.
1 876 ve "tadil edilmiş" biçimiyle 1 909 Anayasalarının, lslam kökenli
bir topluluğun ihtiyaçlarını karşılamada yeterli sayılamayacağını ifade eden
Sait Halim Paşa'nın temel düşünüsünün batı kopyacılığından kurtularak İs­
lamlaşmak olduğunu söyleyebiliriz.

MEHMET NECİP ( T Ü R K Ç Ü )
Edirne'de doğdu ( 1 87 1 ) . Askeri Rüştiye'yi bitirdi ( 1 886). Okuldan ay­
rıldıktan sonra Farsça ve Fransızca öğrenimini sürdürdü. Mürefte Rüsumat
Dairesi'nde çalışırken, ittihat ve Terak k i ile i lişkisi olduğu gerekçesiyle tu­
tuklandı; Edirne'de Talat Bey ( Paşa) ile birlikte yargılandı, hüküm giydi
( 1 893-95). Bursa'da sürgün yaşadı ( 1 895-96). lzmir'e yerleşti. Orada Bı-

250
YEN IÇAC, Y E N i D O ş O N A D AMLAKI

çakçızade Hakkı, Tevfik Nevzat, Tokadizade Şekip beylerin çevresine gire­


rek, özellikle dil sorunları üzerindeki görüşleriyle dikkati çekti. Tevfik Nev­
zat'ın yönettiği Hizmet gazetesinde, "Türkçe Dilimiz" adlı inceleme yazıla­
rını yayımladı. il. Meşrutiyetten sonra bir yandan ihracat Gümrüğü'ndeki
müdürlük görevini sürdürüyor, bir yandan da Türk Ocağı lzmir Şubesi
Başkanlığını yapıyordu. 1 940'da devlet hizmetlerinden emekli oldu. lstan­
bul'da öldü (22 Şubat 1 950).
Necip Türkçü, dilimizin özleşmesi düşünüsünü belli ilke ve kurallara bağ­
lamak isterken, ittihat ve Terakki'nin "resmi" ideolojisi olan Turancılık ül­
küsüne kapılmamıştır. Ayrıca devlet, toplum, birey ilişkilerinde, sonuçları yö­
nünden ittihat ve Terakki "dikta"sını destekleyen "birey yok, toplum var"
görüşüne karşıdır. Ona göre toplumlar insan denilen bireylerden oluşan bile­
şimlerdir. Bu nedenle nitelikleri de, kendilerini oluşturan bireylerin nitelikle­
rinin "maddi ve manevi" yükselmesine bağlıdır. Bir toplumun bireyleri üze­
rinde etkiler varsa, o etkiler de bireylerin nitelikleriyle orantılı olacaktır. O
halde toplumun bir adım bile ilerlemesi, bireylerinin ilerlemesi sonucudur.
Çünkü insan, toplumsal evrim ve gelişmenin ilk etkenidir. Bireyler ilerleyin­
ce toplumun da ilerlemesi doğaldır. Bunlar yani "birey ile toplum" birbirle­
rine karşılıklı tesir edip gideceklerdir. (M. Necip, Bahsin Ehemmiyetli Cihe­
ti, Hizmet, 2 Şubat 1 3 1 7/1 901 ); anan: lbrahim Ongun, Necip Türkçü, 1 971 ).
Yakup Kadri'nin "Türkçenin reformu teorisini kuran adam " diye nite­
lediği ( Cumhuriyet, 1 6 Aralık 1 970) N. Türkçü, Türkçenin bağımsızlığını
savunurken söyleyiş ve sözleri birleştirme yönünden başka başka yapıları
olan üç dilin uzlaşmadığı savındadır. Dilin ilerlemesi için öngördüğü temel
ilkeyse, ülkede yaşayan bütün Türklerce konuşma dilinin yazı dili olarak
benimsenmesi, ancak uyum ve söyleyişte " İstanbul ağzına" uydurulması
görüşüne dayanır. " Felsefe Tabir ve lstılahlarımıza Dair bir Mütalaa", (Fi­
kirler, 1 92 7); "Dilimize Dair Yazılanlar Hakkında" ( Fikirler, 1 2-24. sayı­
lar, 1 927-28); " Harflerimiz ve Latin Harfleri" ( Hizmet, 1 928) önemli ya­
zıları arasında sayılabilir.

YUSUF AKÇURA
Rusya' da Simbrist'te doğdu ( 1876). Babasının ölümü üzerine annesiyle
birlikte lstanbul'a geldi. Ortaöğrenimini Bursa Askeri Lisesi'nde, yiikseköğ­
renimini Harbiye Mektebi'nde tamamladı ( 1 896). Harp Akademisi'nde
okurken, gizli " ittihat ve Terakki" örgütüyle ilgisi nedeniyle Fizan'a sürül­
dü. Üstlerinden yardım görerek Fransa'ya kaçtı. Paris'te Ecole des Sciences
Politique'te okudu. Meşrutiyetin ilanına kadar Rusya'da öğretmenlik, gaze­
tecilik yaptı. lstanbul'a dönüşünde Darülfünun'da Türk Siyasi Tarihi, Har­
biye Mektebi'nde Siyasi Tarih müderrisliği yaptı. Türk Derneği ( 1 908),
Türk Yurdu Cemiyeti ( 1 9 1 1 ), Türk Ocağı ( 1 9 1 1 ) kurucuları arasına katıldı.

251
M E Ş R UT i Y E T D Ö N E M i

"Türk Yurdu" dergisini yayımlayarak Türkçülük akımının yaygınlık kazan­


masına çalıştı. Mütarekede Dr. Adnan (Adıvar), Mehmet Emin (Yurdakul)
vb. ile birlikte Milli Türk Fırkası'nı ( 1 91 9) kurdu. Anadolu'ya geçince
TBMM hükümetince örgütlenen "Telif ve Tercüme Heyeti" üyeliği ve baş­
kanlığına getirildi ( 1 92 1 -23). lstanbul'dan milletvekili seçildi ( 1 923 ). Türk
Tarih Kurumu Başkanlığı ( 1 932), lstanbul Hukuk Fakültesi'nde Siyasal Ta­
rih Profesörlüğü görevlerinde bulundu ( 1 933). Kars milletvekiliyken öldü
( 1 2 Mart 1 935).
Yusuf Akçura, Paris'teyken ittihatçı liderlerden Ahmet Rıza'nın çıkardı­
ğı Şurayı Ümmet ve Meşveret gazetelerinde yayımladığı makalelerle Meşru­
tiyetçi çevrelerde tanınmaya başlamıştı. Daha sonra Kahire'de çıkan Türk
( 1 904 ) gazetesinde yayımladığı Üç Tarzı Siyaset adlı yazısında Ahmet Rıza
grubunun Osmanlı Birliği ( panottomanizm), Mehmet Murat'ın lslam Birli­
ği (Panislamizm) görüşlerine karşı Türk Birliği (Pantürkizm) düşüncesini
savundu. Eleştiri ve önerileri şöyle özetlenebilir:
1 ) lslamlık ve Hıristiyanlık arasında önlenmez düşmanlıklar belirmiş,
daha önemlisi Osmanlı imparatorluğu bünyesindeki azınlıklar özellikle
1 870'lerden sonra Almanya'da güçlenen ulusçu akımın etkisinde kalmışlar­
dır. Bu nedenle Padişah il. Mahmud'un özlediği, Ali ve Fuat Paşaların da
yandaş oldukları bu görüşe dayanarak, Hıristiyan öğelerin Amerika Birle­
şik Devletleri'ndeki gibi bir siyasal birliğe kendi istekleriyle katılmaları ola­
sılığı beklenemez. Zorlama ise, XX. yüzyıl ın güçlü Avrupasının tepki ve
müdahalesini doğurur. Yeniçağ Osmanlı lmparatorluğu'nun elinden Müs­
lüman olmayan ulusların özerklik ve bağımsızlık kazanmalarını önleme gü­
cünü aldığına göre, Osmanlı birliğinin pratik bir değeri düşünülemez.
2) il. Abdülhamid'in benimsediği lslam Birliği ülküsünün de lslam dini­
ne bağlı kavimlerin kendi " milliyetleri"ni duymaları nedeniyle hocaları,
şeyhleri, eski tarikatları, desteklemekle gerçekleştirme olanağı yoktur.
3) Türkleri aynı amaç ve ülkü çevresinde birleştirme sorunu ise, impa­
ratorluk sınırları içinde ırk ve din birliği olduğu için kolay çözülecektir. Sı­
nırların dışında kalan Türklerin birleştirilmelerinde de din birliğinin rolü
olabilir.
Amerikalı tarihçi Charles W. Hoestler'in Türk milliyetçi çevrelerinde,
Komünist Manifestosu'nun Marksçılar üzerinde yarattığı etkiye benzer rol
oynadığını belirttiği bu görüşleri hiç kuşkusuz bir yönüyle Turancılık ülkü­
sü doğrultusundadır. Nedir ki Akçura, 1 9 1 8 'lerde "Turancı lığın bir Os­
manlı emperyalizmi olduğunu" ileri sürerek savaşa karşı olduğunu belirt­
miş, Cumhuriyetten sonra ise, eski görüşlerine, "Osmanlı Devletinin içerde

1 . Turkism and the Soviets, Londr:ı, Anan: Doç. Dr. Ercüment Kuran, Türk Kiiltürü dergisi
(Nisan 1 966).

252
Y E NIÇAC, Y E N i DOşON ADAMLAR!

Türklük ya d a lslam siyaseti gütmesi, dışarda Pantürkist, y a da Panislamist


olmasını gerektirmez" biçiminde yorum getirmeye çalışmıştır.2
Akçura'nın 1 9 1 1 'den sonra "Türk Yurdu" dergisinde Ziya Gökalp, Ah­
met Hikmet (Müftüoğlu), Mehmet Emin (Yurdakul), Ömer Seyfettin, Rıza
Tevfik, Mehmet Fuat (Köprülü) gibi yazarları birleştirerek ulusçuluk akı­
mının yaygınlık kazanmasına çalıştığı görülür. Bu evrede ( 1 91 7'lere kadar)
"ittihat ve Terakki Fırkası"nın genel politikasına aykırı bir düzey üzerinde
değildir. Dergideki yazılarında özellikle dil, tarih ve toplumbilim konuların­
da düşünceler ileri sürer. Bir yazısında çağdaş ileri devletlerin, burjuvazinin,
sermaye adamlarının, bankerlerin omuzları üzerinde yükseldiğini ifade ede­
rek, ulusçuluğun köylüyle birlikte Türk burjuvazisini de geliştirmek zorun­
da olduğunu yazar. Burjuva sınıfının gelişlirilmediği takdirde Türk toplumu­
nun yaşama olanağının zayıflayacağı düşünüsünü savunur (Türk Yurdu, sa­
yı 1 40, 1 9 1 7: anan: Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, sf. 4 1 3. 1 973 ).
Emin Türk Eliçin'e göre, asıl önemi 1 9 1 0- 1 920 gibi düşün hayatının
karmakarışık olduğu bir dönemde siyasal olayları temeldeki ekonomik ger­
çeklerden ayırmadan çözümlemeye çalışmasıdır. Bu yönteme bağlı olarak
yaptığı kimi incelemeleri iktisat ve Siyaset adlı kitabında toplamıştır. Özel­
likle il. Meşrutiyet döneminin siyasal partileri üzerine yaptı�ı araştırmada
partilerin siyasal kökenleri üzerindeki görüşleri ilginçtir. Çıkarları bakı­
mından Osmanlı Devletinin varlığına bağlı olan Müslüman ahaliyi, il.
Meşrutiyetin ilanından önceki evrede aşağıdaki gruplara ayırır:
1 ) Asker, sivil, ruhani memurlardan oluşan yönetici zümre,
2) Müslüman tüccarlar, müteahhitlik ve mültezimlik ederek hükümetin
koltuğu altında para kazanan büyük işadamları,
3) Sınıf çıkarlarını gözetebilmek için hükü mete dayanan, daha doğrusu
hükümeti elinde tutmak isteyen arazi ve emlak sa hipleri.
Bu üç varlıklı toplumsal kümeyi " burjuva", maaşlı küçük memur kesi­
mini ve topraksız ya da az topraklı köylüleri işçi sınıfından saymak müm­
kündür. il. Abdülhamid'in son yıllarında az maaşla geçinen asker ve sivil
bürokrasinin yoksul kanadı iktidarı varlıklı zümrelere yandaş görerek mu­
halafete geçmiştir. "ittihat ve Terakki" bu yoksul ( proleter) askeri ve mül­
ki memur tabakasına dayanarak tarih sahnesine çıkmış, güçlendikçe Erme­
ni taşnakları, Bulgar komitacıları, ihtilalin haşarı kazanacağını sezen Sela­
nik tüccarları, Rumeli'ndeki kimi toprak sahipleri tarafından desteklenmiş­
tir. Askeri bir darbe ile iktidara geçmesi üzerine çıkarları eski rejime bağlı
olan sınıf ve tabakalar (yani Abdülhamid rejiminde servet yapan tüccarlar
ve işadamları, yerlerinden olan büyük memurlar, eşraf ve ayan) ise " Hür­
riyet ve İtilaf" Partisini kurmuşlardır.

2. Niy:ızi Rcrkcs, Türkiye'de Çagdaşlaşma, sf. 353 ( 1 973).

253
M E Ş R U T i Y ET D O N E M i

Nedir ki Meşrutiyetin ilk yıllarındaki bu görünüm kısa süre sonra değiş­


miş, özellikle 1. Dünya Savaşı yıllarında " İttihat ve Terakki" bir yandan
bünyesindeki küçük bürokratları zenginleştirerek burjuvalaştırırken, öte
yandan partinin kilit noktalarını ele geçiren Selanikli tüccarların temsilcisi
durumuna geçmiştir. Bu nedenle artık savaşın sonunda "İttihat ve Terak­
ki "yi Türk milli burjuvazisinin partisi saymak yanlış olmaz.
Kurtuluş Savaşı yıllarında yayımladığı kimi makalelerde, XIX. yüzyılda
batı kapitalizminin doğu ülkelerini sömürerek yok etmeye çalıştığını yazan
Akçura, gümrük duvarlarını kaldırmaya çalışan Osmanlı liberallerini eleş­
tirerek, bu durumun Avrupa sermayesinin Türkiye'yi istilasını kolaylaştır­
ması anlamına geldiğini belirtir ( 192 1 ).
Muasır Avrupa'da Siyasi ve içtimai Fikir Cereyan/an ( 1926) adlı kitabında
ulusçuluk, özgürlük, eşitlik, sosyalizm konularını ele alarak insanların özgür ve
hukukça eşit olmalarını ilkeleştiren İnsan Hakları Bildirgesinin gerçek bir eşit­
lik sağlayamadığını yazar. Asıl eşitliğin ekonomik fırsat eşitliği ile gerçekleşece­
ğini savunan Marksçı düşünceye yaklaşır. Sosyalizmin çağdaş ekonomik ve si­
yasal düşüncenin temeli olduğu görüşünü açıklamakta da sakınca görmez.
Yazılarındaki değişmelere bakarak Yusuf Akçura'nın Türkiye'deki siya­
sal gelişmelerden etkilendiğini söylemek yanlış değildir. 1 904'lerde Pancer­
manizm ve Panislavizm akımlarından esinlenerek Pantürkist görüşlerin bir
ölçüde öncüsü olan yazarın 1. Dünya Savaşı yenilgisinden sonra eski inanç­
larından uzaklaştığı, özellikle 1 92 3'ten sonra Mustafa Kemal Paşa'ya ters
düşmemeye özen gösterdiği kabul edilir. Değişkenliğini daha çok kişiliğine
bağlayan Yahya Kemal, bunu, ideal adamı olmamasının doğal sonucu ola­
rak yorumlar (Siyasi ve Edebi Portreler, sf. 1 24-1 27, 1 968).

B A Ş L I C A Y A P 1 T L A R 1 : Üç Tarz·ı Siyaset ( l 9 i l , yeni harflerle l 976),


Siyaset ve iktisat ( l 924), Muasır Avrupa"da Siyasi ve içtimai Fikir Cereyanla­
rı ( l 926), Tarih-i Siyasi Dersleri (6 cilt).
K A Y N A K L A R : Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çagdaş Diişünce Tarihi
( 1966); Emin Türk Eliçin, Kemalist Devrim ldeoloiisi ( 1 970); Niyazi Berkes,
Türkiye'de Çagdaşlaşma ( l 97 3).

ZIYA GÖKALP

Y a ş a m ı ve Ç e v r e s i
Ziya Gökalp, (25 Mart 1 876-25 Ekim 1 924) Diyarbakır'da do�du. Ba­
bası, Basımevi ve Nüfus Müdürlüğü görevinde bulunan Tevfik Efendidir.
i lkokuldan sonra Askeri Rüştiye'ye (ortaokul) girdi. Özellikle matematik
derslerinde başarısız bir öğrenci olara k tanınmasına karşılık tarih ve edebi­
yat konularında yaşının ilerisinde çalışmalar ile öğretmenlerinin dikkatini

254
Y E N I Ç AC , Y E N i O O ş O N A D A M L A R !

çekti. Amcasından Arapça ve Farsça, okulun müdürü lsmail Hakkı Bey'den


Fransızca dersleri alarak, okul dışı eğitim fırsatları buldu. Gençliğinin ilk
yıllarında kişiliğinin kurulmasında etken olan yetenekleri geliştiren çalış­
malar yaptıkça, yaşadığı toplumun özelliklerini öğrenmeye haşladı; ülkesi
üzerinde bilgi sahihi olmak erken bilinçlenmesine yol açtı.
il. Ahdülhamid'in yönetimindeki ülke, dış ve iç buhranların ortasında
Avrupa devletlerinin sömürgeleştirme çizgisine sokmaya çalıştıkları bir açık
pazar durumuna getirilmişti. Padişah, kendisini ayakta tutmaya çalışan de­
rehey artıkları ve ticaret burjuvazisi ile siyasal bir hatta birleşerek okumuş­
ların halkla güçhirliği kurmasını baskı yöntemleriyle önlemeye çalışıyord u.
Devlet yönetiminde görevlendirdiği yerli-yabancı kimseler, uluslararası
kuruluşların (yabancı sermaye tekellerinin) önde gelen yöneticileriydi. Os­
manlı Bankasının Direktörü Pangiris, Padişahın Mali Müşaviri; hu bankaya
bağlı kuruluş ve şirketlerin Yönetim Kurulu Başkanı Noradımginyan Efen­
di Hariciye Nazırı görevinde bulunuyordu. Süreyya Paşa, Galip Paşa, Selim
Paşa gibi önemli yöneticiler yabancı şirketlerle ortaklıklar kurmuşlardı.
Devleti yöneten kişilerin yabancılarla işbirliği yaptığı bir ortamda, genç­
liğin ilk yaşlarında "dünyayı hilen" okumuş bir bahanın ilgisini yanında bu­
lan Gökalp erken bilinçlendi; Tanzimat sonrası bunalımlarının ana nedenle­
riyle birlikte özgürlük savaşçılarının amaçlarını öğrenme fırsatını buldu.
Namık Kemal'in ölümü üzerine bahasıyla arasında geçen konuşmaları an­
lattığı bir yazısı, hu evresine ışık tutan belgeler arasında önemli bir yer alır:
Bir akşam eve dönünce onu (babasını) çok müteessir ve kederli bul­
dum. Beni görünce "Gel" dedi. "Sana çok kederli bir haber verece­
ğim. Çok ağlayacak, çok macem cucacaksın. Bugün senin ve arkadaş­
ların için büyük bir macem günüdür. Çünkü sizin en büyük hocanız
ve milletin en büyük adamı olan Namık Kemal vefat ecri.
Namık Kemal'i eserleriyle hacca yasak ve basılmamış eserleriyle ta­
nırdım. Fakac, böyle en büyük hoca ve en büyük adam olduğunu bil­
miyordum. Babam onun savaşmalarını, uğradığı zulümleri, gösterdi­
ği kahramanca mukavemetleri müteessir ve mahzun bir lisanla anlac­
cı ve dedi ki:
- lşce sen bu adamın arkasından gideceksin. Onun gihi vatanper­
ver, onun kadar hürri yetperver olacaksın.
Bilginin gençliğe özgü içten likle birleşmesi küçük Ziya Gökalp'in iç dün­
yasını özgür olarak duyma tutkusuna bağlı bir kişilik yaratmış, idadide (li­
se) okurken, okulun açılma töreninde ( 1 892) " Padişahım çok yaşa .. " diye
bağlılık gösterisi yapan öğrenciler arasında, bir başkaldırı haykırışı gibi or­
taya çıkmıştı:
"Milletim çok yaşa ... "
Bu 1 6 yaş davranışıl hiç kuşkusuz, birkaç yıl sonraki kişiliği içinde sak­
layan, hu kişilikten haber veren bir patlamaydı. Nitekim öğrenimini sür­
t. Cavit Orhan Tütcngil, Ziya Gökalp Üstüne Notlar, sf. 5 (2. ba s. 1 966).

255
M E $ R U T I Y lT D O N E M i

dürmek için gittiği lstanbul'da özgürlük adına savaşan öğrenci çevrelerine


katılarak zorbalık rejimi ile mücadele yolunda duyduğu sorumluluğu eyle­
me geçirmek istedi.
Ne var ki bu erken gelişme ve sorumluluk bilinci genç adamın ruhsal ya­
pısında giderek karamsarlık ve umutsuzluğa yol açtı. Namık Kemal'in et­
kisiyle yazdığı " manzume"lerdeki başkaldırı havasının bireysel bir buhran
durumuna dönüşmesini önleyemedi.
Bir arkadaş odasında kendisini öldürerek kafasında taşıdığı ağırlıktan kur­
tulmayı denedi ( 1 899). Ama alnına dayadığı tabancanın namlusundan çıkan
kurşun beyinde kaldığı halde, Diyarbakır'da bulunan Dr. Abdullah Cevdet'in
tedavisi ile ölümden kurtuldu. Daha sonra bu girişimi şöyle anlatacaktır:
O zaman ben deruni buhranımın en şiddetli devresini yaşıyordum.
Bu buhranın acılıkları -hocamın verdiği mevzu her ne olursa olsun­
yazdığım vazifelerden fışkırıyordu. Doktor Yorgi (öğretmen), benim
bu elemli düşüncelerimde bir felsefe kırıntısı buluyordu. Sınıfa her
geldikçe, o hafta yazdığım kitabet vazifesinden bahsederdi. Ben onun
sözlerini son derece dikkatle dinlerdim. Çünkü her sözü benim için
yeni bir ufuk açıyordu.
Geçirdiğim dehşetli buhranı uzun uzadıya yazacak değilim. Yalnız
bu buhranın beni fiilen intihara sevkettiğini, birçok seneler büyüledi­
ğini, vücuden zayıflatarak kadit haline koyduğunu söylemek buhranın
şiddetini göstermeye kafidir. Uzvi hiçbir hastalığım, içtimai hiçbir sı­
kıntım yoktu. Bütün ızdıraplarımın menbaı felsefi düşüncelerimdi.
Gökalp, bu olaydan sonra da bir yandan öğrenim ufuklarını genişletme ça­
bası gösterirken, bir yandan da dönemin mücadele saflarından uzak kalmadı.
Bu nedenle birkaç yıl sonra Diyarbakır'daki evinde gizli toplantılar düzenleme
ve yasak kitap okuma gerekçesiyle koğuşturmaya uğradı ( 1 5 Temmuz 1 898).
lstanbul'da Taşkışla, Mehterhane ve Zaptiye tutukevlerinde bir yıl yatırıldı.2
Cezaevinden çıkınca sürgün cezası da verildiği için Diyarbakır'a gitmek
zorunda kaldı; bu nedenle parasız yatılı olarak okuduğu Mülkiye Baytar
Mekteb-i Alisi'ndeki öğrenimini yarıda bıraktı. Yaşamının bu evresinde
memleketinde Askeri Rüştiye'de Farsça hocalığı, Ticaret Odası Katipliği, Vi­
layet idare Meclisi Başkatip Vekilliği, Mülkiye Müstantıklığı gibi görevler­
de bulundu ( 1 900- 1908).
il. Meşrutiyet'ten sonra idadide Fransızca öğretmen vekilliği yapan Gö­
kalp, bir yandan da "İttihat ve Terakki" Partisinin Diyarbakır şubesini açarak
siyasal hayata atılmıştı. Çıkardığı "Peyman" gazetesinde (28 Haziran 1 909)
manzumeler, toplum ve ahlak sorunlarını işleyen makaleler yayımlıyordu.
Parti Genel merkezince Diyarbakır, Van, Bitlis illeri müfettişi olarak görevlen­
dirildi. Selanik'te toplanan ilk büyük kongreye delege olarak katıldı ( 1 8 Eylül
1 909), Merkez Yönetim Kurulu üyeliğine seçildi. Kısa süre Diyarbakır Vilayet

2. C. O. Tütcngil, Ziya Gökalp Üstüne Notlar, sf. 7-8 ( 1 966).

256
Y f. N I Ç A C , Y f. 1'1 1 0 0 $ 0 1'1 A D A M L A R !

Maarif Müfettişliği görevinde bulunduktan sonra (Temmuz 1 9 1 0-Aralık


1 9 10) dönemin düşün ve sanat başkenti sayılan Selanik'e yerleşti.
Gökalp, Selanik'e yerleştikten sonra Ali Canip ( Yöntem) ve Ömer Sey­
fettin'le birlikte yönetimine katıldığı "Genç Kalemler" ( 1 1 Nisan 1 9 1 1 )
dergisinde yayımladığı makale ve manzumelerle öteki arkadaşları gibi dil­
de sadelik i lkesinden hareket ederek u lusçuluk a kımının oluşumuna yol
açan çalışmalar yaptı. Tevfik Sedat, Demirtaş takma adlarıyla yine bu der­
gide tarih ve toplumbilim alanlarında yayımladığı araştırma yazıları ile dü­
şün ve sanat çevrelerinin ilgiyle izlediği kalemlerden biri durumuna geldi.
Ergani'den milletvekili seçilince ( 1 9 12 ) İstanbul'a yerleşti. Bu dönemde
Türk Yurdu, Tanin, Halka Doğru, Türk Sözü, İçtimaiyat, Muallim, Milli
Tetebbular, Büyük Mecmua dergi ve gazetelerinde yazdı. Meclisin fesh
edilmesi üzerine İstanbul Darülfünunu'na ( üniversite) içtimaiyat (toplumbi­
lim) müderrisi olarak atandı ( 1 9 14- 1 9 1 9). Bu yıllarda " Yeni Mecmua"yı
çıkardı ( 1 2 Temmuz 1 9 1 7-26 Ekim 1 9 1 8; 64 sayı). Türk Ocağı'nın ilim ve
Hars Heyeti'nde görev alara k toplumbilimsel konularda konferanslar ver­
di. İstanbul'un işgalinden kısa bir süre sonra İngilizler tarafından Malta'ya
sürgün edildi (28 Ocak 1 91 9- 1 9 Mayıs 1 92 1 ).
Kurtuluş Savaşı'nda, yurda dönüşünde Diyarbakır'a geçerek Küçük
Mecmua'yı (5 Haziran 1 922-5 Mart 1 923, 33 sayı ) çıkardı. Hükümetçe
"Telif ve Tercüme Heyeti" Reisliği'ne atanınca Ankara'ya yerleşti. Sürekli
olarak Hakimiyeti Milliye ve Cumhuriyet gazetelerinde yazdı. il. dönemde
Diyarbakır'dan milletvekili seçilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne girdi.
Döneminin çetin koşulları içinde inandığı doğruların yayılması, gerçek­
lik kazanması için sürekli bir savaş içinde yaşayan Gökalp'in çağdaşları
onu örnek bir ahlak ve erdem adamı olarak görmekte birleşmişlerdir. Hü­
küm Gecesi ( 1 927, 1 966) adlı romanında kişiliğinin başarılı bir portresini
çizen Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) iktidar günlerinde onu şöyle anlatır:
... içeriye etine dolgun, kısa boylu, gür ve düşük bıyıklı bir adam
girdi. Kırk yaşlarında görünen bu adam, bir mektepli çocuk kadar
mahcup tavırlı idi. içeride bu mühim şahsiyetlerin kendi aralarında
mu havereye dalmış olduklarını görünce ters yüzü geri dönüp çıkmak
istedi. Onu da yapamadı, bir müddet afal afal etrafına bakındı.
- Gel bakalım hocam, gel bakalım.
Bunu söyleyen Talat Bey (sonra sadrazam olan Talat Paşa ) idi. Tık­
naz ve ağır adam gayet karışık ve müphem bir selam vererek yerleş­
ti. Arkaya doğru atılmış, fesinin tamamiyle açık bıraktığı alnının or­
tasında eski bir kurşun yarasını andıran küçük bir çukur vardı. Bu
Merkezi Umumi'nin derin ve esrarengiz nazariyatçısı Ziya Gökalp'ti.
Yusuf Ziya Ortaç da Portreler ( 1 960, 1 96 3 ) adlı kitabında Bekirağa Bö­
lüğü'ndeki tutukluluk günlerini şöyle yansıtır:
"Onu mütarekede tevkif edeceklerdi. Dostları Kaç' dediler. Güldü ve
sustu. Ertesi sabah 'Bekirağa Bölüğü'ne hapsettiler. Haftada iki gün zi-

257
M E Ş R U T i Y ET O O N F. M I

yaretine giderdim. Demir karyolasının b i r ucuna o otururdu, bir ucu­


na ben ... Bu ölüm hücresinde, yatak odasındaymış kadar rahat yine es­
ki sohbetlerine devam ederdi."
Gökalp, uzun süren bir mide ve barsak rahatsızlığının genişlemesi sonu­
cu Fransız Hastanesi'nde öldü. Türk Ocağı tarafından yaptırılan mezarı
Sultan Mahmut Türbesi çevresindedir.

Edebiyatçı Kişiliği
Ziya Gökalp, Şaki lbrahim Destam'ndan ( 1 908) sonra manzumelerini üç
kitapta topladı: Kızıl Elma ( 1 915), Yeni Hayat ( 1 9 1 8), Altın Işık ( 1 923).
Türkçeyi ve hece ölçüsünü kullanma yönlerinden kendisinden sonra gelen ku­
şağa yeni deneyim yollarını açan bu manzumelerde kolay anlaşılır sözcüklerle
önemli saydığı sorunları işleyerek, ülküsünü yaymaya çalışıyordu. Din, ahlak,
dil, sanat, vatan, köy, köyfü gibi toplumsal konulardaki görüş ve düşünceleri­
ne dizelerle ilke gücü kazandırmak istedi. Amacı, kalabalığın ilgisini toplum­
sal sorunlara çekmekti. O günkü beğeni koşulları içinde başardı da bunu.
Yeni Hayat'ın önyazısında, "Çocuk terbiyesinde birtakım dersler oyun
tarzında verilir; bunun gibi halk terbiyesinde de bazı fikirlerin vezin kisve­
sinde arzedilmesi fena mı olur?" satırları ile amacını belirten Gökalp, iç ya­
pı sorunları, estetik yükümlülük açılarından şiirin dışında kaldığını bilerek,
ilk manzumelerinden itibaren ikili bir işlevi yerine getirmeye çalıştı: Hece öl­
çüsünün Türkçeye uygunluğunu göstermek; düşünür Gökalp'in görüşlerini
kalabalıklara iletmek.
Diyarbakır' dayken Peyman gazetesinde yayımladığı (sayı 3, 1 909) " Ağa
Kimdir", adlı manzumesinde ağa, emekçi, zanaatçı, uzman kimdir sorula­
rına yanıt ararken derebeylik düzenini alabildiğine yeren dizeleri vardır:
Hürriyetten evvel beylik, ağalık
Zorbalara olmuş idi arpalık
Tarlalarda alın teri dökenler
Zorbalara kulluk eder, dayak yer
Köpeklerden daha sefil yaşardı
Şimdi artık o zulümler kalmadı.
Daha sonra munzemeciliğini güncel olaylara, politikanın programladığı
yakın ve uzak amaçların propagandasına değin götürdü.
Vatan n e Türkiyedir Türklere, n e Türkistan
Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan
(Turan)
Kırım nerede kaldı, Kafkas ne oldu?
Kazan'dan Tibet'e değin R u s doldu
Hıtay'da analar saçını yoldu
Şen yurtlar ne halde, viran nerede?
Gideyim arayım lran nerede?
(A ltun D estan)

258
YENIÇAC, YENi DOşON A DAMLAR!

dizelerinde görüldüğü gibi, 1. Dünya Savaşı'na katılma coşkusu yaratacak


"telkin"lerde bulunmak istedi. Ne ki düşünür Gökalp 1 9 1 6'1ardan sonra
Turancı görüşlerden uzaklaşınca, manzumelerindeki hava da değişti ...
Bir ülke k i camiinde türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke k i mektebinde türkçe kur'an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda'nın,
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın.
( Va t a n )
Özellikle Yeni Hayat'ta yayımladığı manzumelerde, ulusal ve toplumsal
sorunlara ilişkin konuları işlerken yeni bir Türkiye düşünüsüne bağlı istek­
lerin çizgisine ulaştığı görüldü.
Ey Türk senin köyün hür bir yuvadır
Çiftlik değil, yoktur Beyi Ağası
Her köyl ünün var bir çifti tarlası,
Öz evinde o hem Bey, hem A�aJır.
(Köyün)
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları'nda "Türklerde bedii zev k " , "Milli
vezin", "Milli Musiki" konularında görüşlerini açıklarken gerçek gelişme­
nin halk ve batı edebiyatlarının öğrenilmesiyle yaratılacağını öne sürerek
şöyle yazar:
Halk edebiyatı ne gibi şeylerdir? Evvela masallar, fıkralar, efsane­
ler, menkıbeler, üstüreler, saniyen darbımeseller, bilmeceler; salisen
maniler, koşmalar, destanlar, ilahiler, rahian Dede Korkut kitabı,
Aşık Kerem, Şah İsmail, Köro�lu gibi h ikayelerle cenknameler, hanıi­
sen Yunus Emre, Kaygusuz, Karacaoğlan, Dertli gibi tekke ve saz şa­
irleri sadisen Karagöz ve Nasrettin Hoca gibi canlı edebiyatlar.
Edebiyatımız bu modellerden ne kadar çok feyiz :ılırsa o kadar çok
tahris edilmiş olur.
Edebiyatımızın ikinci nevi modelleri Je Homer'le Virjil'den haşla­
yan bütün klasiklerdir. Yeni haşlayan bir milli edebiyat için en güzd
örnekler klasik edebiyatın hedialarıdır.3
Şiirin yapısal bütünl üğüne kavuşması için Türkçeye uygun ölçünün, "mil­
li vezin" olarak tanımladığı hece ölçüsünün kullanılması gerektiğine inanır.
Orhan Seyfi (Orhon), Faruk Nafiz (Çamlıbel), Yusuf Ziya (Ortaç), Hikmet
Nazım (Nazım Hikmet), Vala Nureddin (Va-Nıi) gibi şairlerin Türkçeyi gü­
zelleştiren örnekler verdikleri kanısındadır.
Gelişmeyi tarihsel gelişme aşamalarının bütünlüğü içinde düşünerek,
ulusal bir edebiyatın evrimini, toplumların geçirdiği dönüşümlerden ayrı
ele almaz.
Edebiyat, birinci devresinde "Kavm i " bir mahiyeti haizdir. Onun
için buna " kavmi edebiyat" diyebiliriz: Bu ilk devrede halk edebiya-
3. Türkçülügün Esasları, sf. 1 2 9 ( 1 973).

259
M E Ş R U T i Y ET D O l'I E M I

t ı i l e yüksek edebiyat birbirinden ayrılmamıştır. O devrin musikisi de


öyledir. Bütün bunlarda, yani sanatta birlik vardır. işte Eski Yunan­
lılarda bu hali görüyoruz. Mesela (lllias-llyada) ve (Odiseia-Odise)
hem yüksek seviyede bulunan seçkin zümrenin edebiyatıdır, hem de
halk edebiyatı.. Edebiyatı kendi vicdanında doğan milletlerde, daha
sonraları, yüksek edebiyatla halk edebiyatı -biri sözlü birisi yazılı da
olsa- daima birbirine bitişik, birbirine bağlıdır. Böyle bir edebiyatta
mevzular, zevkler birbirine geçmekte, dil birbirine benzemektedir; yani
aralarında bir bağlantı vardır.
Mil letlerin bu kavmi edebiyatını doğuran kavmi hayatına, (ümmet
devri) adını verebileceğimiz (dini devir) son verir. (Ümmet) devrinde,
(kavmi hars) yerine (ümmet harsı) yer alıyor. Tabii ki büyük içtimai
hareketten edebiyat da müteessir oluyor. Ve (kavim edebiyatı) şeklin­
den (ümmet edebiyatı) şekline dönüyor.
Gökalp'e göre daha sonraki aşama, ulusal edebiyat aşamasıdır. Ne ki
Tanzimat bizi ortaçağdan, skolastik zihniyetten kurtarmasına karşılık, ha­
reket yöntemsiz biçimde yürümüş, Avrupa'daki gibi sanatın ve edebiyatın
yenileşme hareketlerine felsefe rehberlik etmemişti. Bu nedenle Şinasi-Na­
mık Kemal dönemi de, Servet-i Fünun dönemi de yeniliğe felsefi çözüm ve
düşüncelerle başlanmadığı için köklü bir devrim yapılamadı. "Yalnız Na­
mık Kemal'le Tevfik Fikret, ruhlarındaki büyük imanı ve coşkunluğu eser­
lerinde yaşattıkları için" yeni kuşaklar üzerinde etkili olmayı başardılar.
Gökalp, ulusal edebiyat ilkelerinin belirlenmesi, tüm sanatların ulusal­
laşması içinde felsefe, tarih ve toplumhilimin öncülüğünde eski kültürün bir
çeşit anatomi masasına koyulduğunu belirterek " kültürün sonradan edin­
diği" yapmacık öğelerden temizlenmeye çalışıldığını ifade etti. Çözümleri­
nin sonuçlarını kesinliğe bağlamakta çekinge göstermiyor, ulusal sanat ve
edebiyatın oluşum yollarını şöyle çiziyordu:
B u meseleler neticesinde, Türk kültürünün milli olan ve kökleri
halkta bulunan esas kısmı meydana çıkacağı gibi, Avrupa medeniye­
ti de gerekli bir ölçüde buna ilave edilince, gelecekteki Türk sanat ve
edebiyatı, milli kültürle Avrupa medeniyetinin birleşmesinden mey­
dana gelmiş olacaktır. Sanat kültür birliğine ve bütününe, edebiyat
ise medeniyet birliğine ve bütününe mensup olduğundan; sanatımız
bu suretle daha millileşecek, edebiyatımız tamamiyle Avrupai ve Yu­
nan sanat havasında olacaktır.4

Dil Sorunları Karşısında


Ziya Gökalp'in çalışmalarını sürdürdüğü yıllarda edebiyat ve düşün
adamlarının büyük çoğunluğu yazı dilinin geleneksel anlayış çizgisi üzerin­
de görünürler. " Edebiyat-ı Cedide" akımına bağlı sanatçılar eski tamlama­
ların yanı sıra, Fransız edebiyatının öğrettiği yeni kavramları karşılamak için,

4. Diyorlar ki, R. Eşref Ünaydın, sf. l 79- 1 80/ l 92, 2. bas. ( 1 972).

260
Y Etı l Ç A C , Y E tı l D O ş O tı A D AM L A R !

yeni tamlamalar ve bileşik sıfatlar kullanma gereksinmesi duyarlar. Denilebi­


lir ki, Osmanlıca ile bau tekniğini uygulama hevesleri dili büsbütün halktan
uzaklaştırmış, yapay süsler yazı dilinin başlıca " marifeti" sayılmıştır.
Gökalp, " Lisan ", "Sanat", "Kendine Doğru" adlı manzumelerinde ulu-
sal dilin oluşması için öngördüğü yolları dizelerle ilkeleştirmeye çalışu.
Aruz sizin olsun hece bizimdir,
Halkın söylediği Türkçe bizimdir
Başka dile uymaz annenin sesi
Her sözün ararsan vardır Türkçesi

Güzel dil Türkçe bize


Başka dil gece bize
lstanbul konuşması
En saf, en ince bize.
"Genç Kalemler" dergisinden itibaren yayımladığı yazılarda, Türkçenin
bağımsız bir dil olması sorununun Türkler için büyük önemini belirtiyor, ye­
ni dil hareketini "Yeni Hayat mefklıresi"nin ayrılmaz bir parçası niteliğinde
görüyordu.
Türkçülüğün Esasları'nda dil konusunu ayrı bir bölümde ( Lisani Türk­
çülük) inceleyerek yeni Türkçenin oluşum koşulları üzerindeki önerilerini
aşağıdaki biçimde saptadı:
1 ) Osmanlı dilini yok sayıp halk edebiyatına temel olan Türkçeyi kabul
ederek lstanbul halkının konuştuğu gibi yazmak,
2) Halk dilinde Türkçe eşanlamı olan Arapça ve Farsça sözcükleri atmak,
3) Halk dilinde kurala uymadan kullanılan Arapça ve Farsça sözcüklerin
değişti rilmiş biçimlerini Türkçe saymak, " imlalarını da yeni telaffuzlarına
uydurmak",
4) Yerlerine yeni sözcükler konduğu için fosilleşen eski Türkçe sözcük­
leri diriltmeye uğraşmamak,
5) Yeni terimlere gereksinme duyulduğu zaman halk dilinde aramak;
bulunmuyorsa Türkçe kurallara uygun yeni sözcükler yaratmak. Bu olanak
da yoksa kimi dönemlerin özel koşullarını gösteren sözcüklerle teknik lere
ait araç adlarını yabancı dillerden aynen almak,
6) Türkçede Arap ve Acem dillerinin kapitülasyonları kaldırılarak bu iki
dilin ne sıygaları, ne edatları, ne de tamlamaları dilimize alınmamak,
7) Türk halkının bildiği ve k ullandığı her sözcük Türkçedir. Halka ya­
pay gelmeyen her sözcüğü ulusal kabul etmek,
8) Başka Türk lehçelerinden sözcük, sıyga, edat .. tamlama kuralları al­
mamak, Gökalp'in "dil üzerindeki görüşlerinin uzlaşurıcı ve ıslahatçı" ol­
duğu gününün koşulları içinde ileri sayılabilecek kimi ilkelerin bugün ya
gerçekleştiği, ya da aşıldığı söylenebilir ( Prof. C. O. Tütengil ).

261
M E Ş R UT i Y E T D O N E M i

Dünya Görüşü
Türkiye'nin en buhranlı ve değişmenin en hızlı zamanında yaşayan Zi­
ya Gökalp, düşünce ve görüşleri genellikle Durkhcim'e dayanan, toplumsal
değişme kuramına ve ulusal kültür-uygarlık kavramlarına katkıda bulun­
muş ilk Türk toplumbilimcisi olarak kabul edilmiştir.
Gökalp, yirmi yıl kadar süren sürekli yazarlık hayatının başlangıcı sayı­
lan Diyarbakır evresinde de ( 1 903-1 909) tarih, ekonomi, ticaret ve yöne­
tim konularında makaleler yayımlamış, dönemin çeşitli sorunlarına (Bir
Devlet Nasıl Gençleşir? Ziraat ve Zeamet, Türklük ve Osmanlılık) çözüm
yolları aramaya çalışmıştır. Dünya görüşünün saptanmasına olanak verme­
yen bu yıllarını düşünsel hayatının oluşumuna hazırlık evresi olarak nitele­
mek mümkündür.
1 9 1 0- 1 9 1 6 yılları arasında "ittihat ve Terakki Fırkası"nın yönetim kad­
rosuna girmeyi başaran Gökalp, yazılarını il. Meşrutiyet döneminin düşün
hayatına öncülük eden dergi ve gazetelerde yayımlamış, partinin ideoloğu
sayılmasına yol açacak kadar verimli ve etkili olmuştur. "Genç Kalemler"
dergisinde yayımladığı manzume ve yazılarda sosyolojisini temellendirecek
kuramlardan uzak, politikanın isteklerine yakın görünür.
Bu evresinde Fransız toplumbilimcisi Emille Durkheim'in ( 1 858-1 9 1 7)
toplumsal bilinç kavramını geliştirdiği, Toplumsal iş Bölümü ( 1 893) adlı
kitabına temel olan görüşlerden geniş ölçüde esinlendiği söylenebilir. O da
Durkheim gibi toplumun bireyler tarafından yaratılmadığı; aksine, bireyin
toplum tarafından yaratıldığı görüşünden hareketle, toplumun Tanrısal gü­
ce sahip olması gerektiğine inanır. Fransız düşünürünün " Müminler için
Allah ne ise bireyler için toplum odur" formülüne bağlanarak toplumsal
kurumların, geleneklerin, " maşeri vicdan"ın isteklerine seve seve uyulması­
nı öğütler.
isteğinde o denli ileri gider ki, "Vazife" adlı manzumesinde coşkusuna
kapılarak, aklın düşünme yeteneğini bile kullanmasına karşı çıkacak ölçü­
lere varmaktan kendini alamaz.
Benim hakkım, menfaatim, arzum yok
Vazifem var, başka şeye lüzum yok
Aklım, gönlüm, düşünmezler duyarlar
Ondan gelen emirlere uyarlar
Gözlerimi kaparım
Vazifemi yaparım
Aynı evrede, Yusuf Akçura'nın "Türkçülüğün Emperyalizmi", Prof. Ni­
yazi Berkes'in "Çılgınlık ideolojisi" olarak niteledikleri Turancı görüşleri de
benimseyerek bu görüşlere güçlü bir yandaş olmakla yetinmez. Parti politi­
kasının amaçları doğrultusunda bir yönteme bağlamak, ideoloji değeri ka­
zandırmak ister.

262
YENIÇAC, YENi D0$0N A U A MLARI

işte biz düştük yola


Yolumuz uğur ola
Galiçya, oradan
Doğru Sivastopola
Kırım, Azak burada
Nogay, Kazak burada
Milyonlarca soydaşlar
Hepsi bak burada
dizelerinde görüldüğü gibi savaşın manzumesini yazar; savaşa neden olan
batı kapitalizminin iç çelişkilerini göremediği için Almanların safında -ya­
bancı amaçların gerçekleşmesi adına- emperyalizme hizmet edildiğinden
kuşkulanmaz.
Ne ki, Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz. "ittihat ve Terakki" lider:
!erinin giriştikleri Sarıkamış ve Kanal Seferleri yenilgiyle sonuçlanınca
( 1 9 1 6 ) Gökalp'in anlayışında değişme başlamış, bacı ve doğu Türklerini ay­
rı ayrı birimlerin gerçekliği olarak kabul etmiştir.
Yeni Hayat ( 1 91 8) , Türkleşmek, lslamlaşmak, Muasırlaşmak ( 1 9 1 8 ) ki­
taplarına hazırlanmaya başladığı bu yıllardan ölümüne kadarki süre son
evresi sayılabilir ki, görüşlerini Türkçülüğün Esasları ( 1 924) ile bitiremedi­
ği Türk Medeniyeti Tarihi ( bas. ölümünden sonra 1 925) kitapları bu son
sekiz on yılının ürünleridir.
Gökalp, vatan, ulus kavramlarını -Turancı ve ırkçı görüşlerden uzakla­
şarak- ulusçuluk anlayışı ile işlediği manzumeleri Yeni Hayat'ta yayımlar­
ken, Türkleşmek, lslamlaşmak, Muasırlaşmak'ta din, ulus, uygarlık ve kül­
tür, çağdaşlaşma sorunlarına çözüm bulmaya çalışmıştır. Hem Darülfü­
nun'da toplumbilim dersleri verdiği, hem de ittihat ve Terakki Fırkası için­
deki görevlerini sürdürdüğü bu dönemde lslamcı ve batıcı akımlara bağlı
görüşlerle uzlaşma eğilimi gösterdiği söylenebilir. " Üç Cereyan" adlı maka­
lesinden önemli bir bölümü -günümüzün diliyle- okuyalım:
Türklükle lslarnlıktan b i ri ulusal, diğeri uluslararası nitelikte ol­
dukları için aralarında aykırılık yoktur. Türk düşünürleri, Türklüğü
yadsıyarak dinlerarası bir Osmanlılık tasavvur ettikleri zaman lsl:irn­
laşrnak ihtiyacını duymuyorlardı; oysa Türkleşme ülküsü doğar doğ­
maz, lslarnlaşrna ihtiyacı da hissedilmeye başladı.
Nedir ki ulusallık, gazeteden, uluslararası lık kitaptan doğduğu gi­
bi, yenilikçilik araçlardan meydana gelir. Bir zamanın çağdaşları o
zamanda teknik alanda gelişmiş ulusların yaptıkları ve kullandıkları
bütün araçları yapabilen ve kullanabilenlerdir.
Bugün bizim için çağdaşlaşmak dernek, zırhlılar, otomobiller,
uçaklar yapıp kullanabilmek dernektir; çağdaşlaşmak, yaşama biçim­
leriyle Avrupalılara benzemek dernek değildir. Ne zaman bilgi ve ya­
pılmış malların alınması ve satın alınması için Avrupalılara gereksin­
me duymadığımızı görürsek, o zaman çağdaşlaştığırnızı anlarız.

263
M E Ş R UT i Y E T D O N E M i

Türkleşmek-lslamlaşmak ü lküleri arasında bir karşıtlık olmadığı


gibi, bunlarla çağdaşlaşma ihtiyacı arasında çelişki yoktur. Yenileşme
ihtiyacı, bize Avrupa'dan yalnız bilimsel ve pratik araçlarla tekniğin
alınmasını emrediyor. Avrupa'da dinden ve ulusallıktan doğan, bun­
dan ötürü bizde de bu kaynaklardan araştırılması gereken birtakım
manevi ihtiyaçlarımız vardır ki, araçlar ve teknikler gibi, bunların da
batıdan alınması gerekmez.
O halde, her birinin etki alanlarını belirleyerek bu üç amacın üçü­
nü de kabul etmeliyiz; daha doğrusu bunların, bir ihtiyacın üç ayrı
noktadan görünüş evreleri olduğunu anlayarak "çağdaş bir islim
Türklüğü" yaratmalıyız.
Giderek yeni yeni araçlarla tekniğin gelişmesinden doğan uygarlık, müs­
pet bilimlere dayanan yeni bir evrensellik meydana getirdikçe, dine daya­
nan uluslararasıcılık yerine bilime dayanan gerçek bir uluslararasıcılığın
yer aldığı görüşünü savunan Gökalp, eğitimin dinsel otoritenin elinden kur­
tulması için öngördüğü yolları bir " muhtıra" halinde hazırladı. " Muhtı­
ra" nı n getirdiği önemli değişiklik din kurumunu ve Şeyhülislamı politika­
nın uzağında tutma düşünüsüydü. lleri sürdüğü tasarılar gerçekleşince dev­
let yönetiminde şu değişiklikler yapıldı.
1 ) Şeyhülislamlık kabinedeki görevinden alındı.
2) Şeriat mahkemeleri Adalet Bakanlığı'na, medreseler " Meşihat" kuru­
mundan ayrılarak Maarif Bakanlığı'na bağlandı.
3) Evkaf idaresi dinsel otoriteden ayrılarak, ayrı bir bakanlığa verildi.

K ü l tü r ( Hars) ve Uygarlık ( Medeniyet) A nlayışı


Gökalp, toplumsal değişmenin gerçekliğini kavrayarak dine dayalı eski
kurumların tarihin o anındaki d urum ve işlevlerinin geride kaldığını görü­
yordu. Bu nedenle dinsel aşırılıklar karşısında k uramını ortaya koymaktan
çekinmedi. Dinin kişi üzerindeki etkisini değişen toplum koşulları zayıflat­
mıştı. Toplum, "ü mmet" olmaktan çıkıp "ulus" olma aşamasına geldiği
için, yeni çağın ahlakını belirleyecek güç kaynağını artık dinsel değerlerden
alamazdı. Çağdaş ahlakın değerlerini saptamak içinse, Türk toplumunu�
yerini belirlemek gerekiyordu.
Gökalp'e göre, toplumlar üç aşamadan geçmişlerdir.
1 ) Dil ve ırk birliğinin egemen olarak toplumsal bütünlüğü sağladığı ka­
vim devri.
2 ) Evrensel dinlerin etken olarak toplumsal yapıya egemen olduğu üm­
met devri.
3 ) Bireylerin kişiliklerinde u lusal bilinç kavramının egemen olduğu ulus
devri.
"Millet, dili ortak olan yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep
bulunan harsi (kültürel) bir zümredir" biçiminde bir u l us tanımına varan

264
YEN IÇAC, YENi 0 0 ş 0 N A D A M L A R !

Gökalp, ulus dönemini hazırlayan koşulların tamamlanmasını b i r yandan


ulusal bilincin gelişmesini sağlayacak olan harsla (yani ulusal kültürle), bir
yandan bilimsel yaklaşım ve aklı geliştiren medeniyetin (uygarlığın) ta­
mamlanması koşullarına bağlı görür.
Medeniyet (uygarlık) ise yöntemler aracılığı ve bireysel iradelerle oluşan,
toplumsal olayların toplamıdır. Örneğin din üstüne bilimler ve bilgiler,
yöntem ve iradeyle oluştuğu gibi ahlaka, hukuka, güzel sanatlara, ekono­
miye, dile ve tekniklere dayanan bilgi ve kuramlarda hep bireyler tarafın­
dan yöntem ve iradeyle konmuşlardır. Bundan ötürü, bütün bu kavramla­
rın, bilgilerin ve bilimlerin toplamı uygarlığı meydana getirir. Kültürün
(harsın) kapsamına giren şeylerse yöntem ile bireylerin iradesiyle oluşma­
mışlardır. Yapay değildirler.
Bitkilerin, hayvanların organik hayatı nasıl kendiliğinden ve doğal ola­
rak gelişiyorsa, kültürün kapsamına giren şeylerin oluşumu ve evrimi de
öyledir. Örneğin dil, bireyler tarafından yöntemle yapılmış bir şey değildir.
Osmanlıca, Türkçe, Arap ve Acemceden ibaret üç dilin bir araya getirilme­
sinden meydana gelmiş yapay bir karışımdır. Bu dillerden Türkçe doğal bir
şekilde oluşmuştur; bundan ötürü, kültürümüzün dilidir. Osmanlıca ise, bi­
reyler tarafından yöntem ve iradeyle yapılmıştır.
Ülkemizde yan yana yaşayan iki musiki vardır: biri halk arasında kendi
kendine doğmuş olan Türk musikisi, öbürü farabi tarafından Bizans'tan
aktarılıp uyarlanan Osmanlı musikisidir. Türk musikisi esinlerle oluşmuş,
taklit yolu ile dışardan al ınmamıştır. Osmanlı musikisi, dışardan alınmış ve
ancak yöntemle devam ettirilmiştir. Birincisi kültürümüzün, ikincisi ise uy­
garlığın musikisidir. Edebiyatımızda da aynı ikilik vardır.
Yalnız ülkemize özgü olan bu garip <lurum nasıl oluşmuştur? Niçin bu
ülkede yaşayan Türk ve Osmanlı örnekleri birbiriyle bu kadar çelişik, Türk
örneğinin her şeyi güzel, Osmanlı örneğinin her şeyi çirkindir?
Çünkü Osmanlı örneği, Türkün kültürüne ve yaşamına aykırı olan em­
peryalizm a lanına atılıp "kozmopolit"liğe sürüklendi, sınıfsal çıkarları ulu­
sal çıkarlar düzeyinde gördü.
imparatorluk genişleyip sayısız ulusu siyasal çemberine aldıkça, yöne­
tenlerle yönetilenler iki ayrı sınıf haline girdiler. Yöneten kQzmopolitler Os­
manlı sınıfını, yönetilen Türkler ise Türk sınıfını teşkil ediyorlardı.
Bu koşullarda bile, Türkler büyük çoğunluğu ayrı edebiyat, ayrı felsefe,
ayrı tapınak yaparak kültürce Osmanlı emperyalizmine boyun eğmediler; uy­
garlığına kayıtsız kaldılar. Osmanlı uygarlığı ise Müslüman Araplarla Acem­
letin daha önce almış oldukları Doğu Roma uygarlığının etkisinde kaldı.
Bilim ve tekniğin gelişmesi sonucu batı uygarlığının her yen.le uoğu uy­
garlığı yerine geçmesi doğal bir yasa olunca Türkiye de bu dönüşümün dı­
şında kalamazdı. O halde doğu uygarlığı içinde bulunan Osmanlı uygarlığı
mutlaka silinecek, yerine batı uygarlığı gelecekti.

265
M E Ş R U T iYET D O N E M i

Türkçülüğün görevinin bir yandan halkın yaşattığı Türk kültürünü ara­


yıp bulmak, bir yandan da batı uygarlığını tam ve canlı bir biçimde alarak
ulusal kültüre aşılamak olduğunu belirten Gökalp, bunun gerekirliğini şu
satırlarla ifade eder:
Batının deneysel mantığı ile, doğunun skolastik mantığı birbiriyle
bağdaşamaz. Bir millet, ya doğulu olur, ya batılı olur; iki dinli bir fert
olmadığı gibi iki medeniyetli bir millet de olamaz.

Ekonomi Anlayışı
Gökalp, kültür ve uygarlık alanlarında sağlanacak gelişme ile ulusal bi­
lincin yaratılacağı inancına varmıştı. " Başka ulusların çağdaş uygarlığa gir­
mek için geçmişlerinden uzaklaşmak" zorunda olmalarına karşılık Türkle­
rin tarihsel geçmişlerine bakmalarını yeterli buluyordu. Türkçülügün Esas­
ları 'nda Türk dili, Türk estetiği, Türk ahlakı ve hukuku üzerine incelemeler
yaparken " kavim devri"nin geleneklerinden örnekler vererek çağdaşlaşma
aşamasında, u lusal bilincin yaratılmasına yol açan katkılarda bulundu. Eko­
nomik ve siyasal konularda da görüşlerini ortaya koyarak, ulusun benlik ve
işlevine sahip bir bütün olmasını sağlayacak yolları göstermeye çalıştı.
Toplumun evrim yasaları, kapitalizm, sosyalizm ve emperyalizm gibi ya­
şadığı döneme egemen olan siyasal dönüşümlerden yeterli sonuçlar çıkara­
madığından, D urkheim'den aldığı "solidarizm" ideolojisini benimsedi.
Fransız düşünürün, Ulusal Kurtuluş Savaşı içinde A. Cevdet tarafından dili­
mize çevrilerek TBMM hükümetince bastırılan " Toplumsal iş Bölümü" ad­
lı kitabına temel olan toplumsal bilinç kavramını tarihsel maddeciliğin sınıf
çelişkisine karşı kullanmaya çalıştı.
Görüşlerini "Türkler h ürriyet ve istiklali sevdikleri için iştirakçi olamaz­
lar. Fakat müsavatçı olduklarından dolayı fertçi de kalamazlar. Türk kül­
türüne en uygun sistem solidarizm, yani tesanütçülük ( Dayanışmacılık)ur"
biçiminde ifade etti. Gökalp'e göre, " Ferdi mülkiyet toplumsal dayanışma­
ya egemen olma koşulu ile meşru" idi. Sosyalistlerin ve komünistlerin " fer­
di mülkiyeti" kaldırma girişimlerini doğru bulmuyor, ancak " ferdi mülki­
yet" gibi toplumsal mülkiyet de olabileceği görüşünü benimsiyordu.
Yeni Türk devletinin ekonomik alanda başta gelen ülküsünün ağır en­
düstri kurmak olduğunu ifade eden Gökalp, çağdaş ulusların " nahiye ikti­
satı yerine milli iktisatı", küçük sanatlar yerine büyük endüstriyi koyduk­
larını belirterek şöyle yazıyordu:
Türkiye'de büyük sanayiin teşekkülüne şiddetle ihtiyaç vardır. Memle­
ketimizde büyük sanayiin teşekkülü ise, asla bireylerin ve şirketlerin te­
şebbüsüyle olamaz. Aksine hükümetin, il meclislerinin, belediyelerin te­
şebbüsü ile memleketimizde her türlü sanayi kurulabilir.
Devletimiz bu yola girmekle, ahlaki bir hizmet de yapmış olur. Zira va­
tanımızda spekülatörlerden kurulu bir sınıfın teşekkülüne de engel olmuş

266
Y E N I ÇA C , Y E N i 0 0 5 0 N A D A M L A R !

olur. Avrupa'da kapitalist denen zümrenin ne cani bir zümre olduğu ba­
rış konferansındaki ihtiraslarının meydana çıkması ile anlaşılmadı mı?
Devletçi, halkçı, sosyal adaletçi görüşlere yaklaşan Gökalp, "milli sana­
yi" ülküsünü temel amaçlardan biri olarak belirtiyor, " işçi Kızı" adlı man­
zumesinde konuyu şöyle işliyordu:
Çok güzeldir yurdumuzun ipeği
Biliyoruz dokumayı örmeği
Yaptığımız kumaşlarda görünür
Yurdumuzun binbir çeşit çiçeği.
Almayalım ecnebiden çürük mal
Giymeyelim ne krep, ne jerseyi
Yaptıralım bütün yerli mantiden
Çarşaf, buluz, etekliği, gömleği;
Bu toprakta kalsın helal paramız
Kıymet bulsun elimizin emeği.
Ziya Gökalp, düşün dünyamızda yarattıkları etki, ölümlerinden sonra
da devam eden az sayıda düşün ve edebiyat adamından biridir. Zaman için­
de, bıraktığı yapıtlar değişik anlayışlarca değerlendirilmiş, edebiyatçı, tarih­
çi, toplumbilimci yönleri günyüzüne çıkarılmıştır (bkz. Tütengil).
Özellikle ulusal kültür-uygarlık kavramlarına getirdiği açıklık ve yarattığı
etki ça�daşı sanatçılarla birlikte Cumhuriyet dönemi edebiyatımıza öncülük
etmiş, "geç kalmış bir uluslaşmanın kuramsal temellerini" (Emre Kongar)
atarak burjuva devrimi aşamasında düşün tarihimize katkıda bulunan adım­
lardan biri olmuştur.
Y A P 1 T L A R 1 : Şaki /111alıim Destanı ( 1908; Glvit Orhan Tütcngil'in önya­
zısı ve N. Gökalp'ın notlarıyla, 1 953), ilmi içtima Dersleri (Darülfünun not­
ları, taş basması), llm-i lçtinıa-ı Dini (Darülfünun notları), ilmi lçtinıa-i Hu­
kuki (taş basması, 1 9 1 3), Rusya"daki Türkler Ne Yafımalı ( 1 9 1 3), Kızıl Elma
(şiirler, 1 9 1 5, 1 94 n Türkleşmek, lslıimlaşmak. Muasırlaşmak ( 1 9 1 8; yeni
harflc-rle ve sadeleştirilmiş dille yapılan bas. 1 974, basıma haz.: Ferhat Ta­
mir), Yeni Hayat ( 1 91 8; A. N. Göksel, basımı 1 94 1 ), Altm Işık (şiirler, 1 923;
A. N. Güksd, basımı 1 942), Türkçülügürı 1-:sasları ( 1 923; yeni harflerle -.eşit­
li yayınevleri tarafından basıldı.), Türk Töresi ( 1 923), Dogru Yol ( 1 923; Ha­
kimiyeti Milliye, Yeni Gün, Küçük Mecmua'da yayımlanan "Fırka nedir?"
yazılarıyla birlikte, fırka Nedir adıyla basıma haz: E. 8. Şapolyo, 1 947), Şi­
irler ve Halk Masalları ( 1 9.U; F. Abdullah Tansel tarafından basıma hazırla­
nan bu kitapta bütün şiirleri yer alıyor), Umni ve Malta Mektupları ( 1 965).

R A Ş L I C A K A Y N A K LA R : lbrahim Alaeddin, Ziya Gökalp ( 1 927);


Enver Behnan, filozof Gökalp ( 19 33 ); Hilmi Ziya Ülken, Ziya Gökalp
( 1 939); Kerim Sadi, Ziya Gökalp, Tarihi Materyalizm Muarızı ( 1940);. Abi­
din Nesimi, Türkiye'nin Tekamül Hamlesinde Ziya Gökal/ı ( 1 940); Necati Ak­
dere, Ziya Gökalp, Alim ve idealist Şahsiyeti ( 1 945); Kazını Nami Duru, Ziya
Gökalp ( 1 949); Cavit Orhan Tütengil, Ziya Gökalp BilJ/iyoxrafyası ( 1945); Zi­
ya Gökalp Hakkında Bir Bibliyografya Denemesi (1 949); M. Emin Erişirgil,
Bir Fikir Adamının Romanı ( 1 95 1 ); Cavit Orhan Tütengil, Ziya Gökalp Üstü-

267
M E$RUTIYET DONEMi

ne Notlar ( 1956, 1 964); Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çagdaş Düşünce Tari­

hi ( 1 966); Emre Kongar, Toplumsal Detişme ( 1 972); Niyazi Berkes, Türki­


ye'de Çagdaşlaşma ( 1 973); Hikmet Dizdaroğlu, Ziya Gökalp Üzerine Araştır­
malar ( 1 98 1 ); Prof: Dr. Hikmet Tanyu, Ziya Gökalp'ın Kronolojisi ( 1 98 1 );
Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Ziya Gökalp Sosyolojisinin ilkeleri ( 1 987).

AHMET AGAOGLU
Azerbaycan'ın Şuşa kasabasında doğdu ( 1 869-1 939). i lköğrenimini Sib­
yan Mektebi'nde, ortaöğrenimini Tiflis Rus Lisesi'nde tamamladı ( 1 887).
Petersburg'ta Politeknik Enstitüsü'nde okurken hastalandığı için bir süre
öğrenimine ara verdi ( 1 888). iyileştikten sonra Fransa'ya gitti. Paris'te Hu­
kuk Fakültesi'ne ve Sorbonne'un Tarih ve Filoloji bölümlerine yazıldı. Öğ­
rencilik yıllarında Journal de Debasts ( 1 890), La Nouvelle Revue, Revue
Bleu dergilerinde doğu sorunlarını işleyen makaleler yayımlamış, Lond­
ra 'da toplanan Şarkıyatçılar Kongresi'nde ( 1 892) Şii mezhebinin doğuşu ve
gelişmesi üzerine bir bildiri okumuştu. Yükseköğrenimini bitirerek memle­
ketine dönünce ( 1 894) Tiflis, Şuşa ve Baklı'da öğretmenlik ve yazarlık yap­
tı. Rusça Kapsi, Türkçe Şarki Rus, " Hayat", kendi yayımladığı "lrşad" ve
"Terakki" gazetelerinde Azeri Türklerinin haklarını savunan makaleler ya­
yımladı ( 1 894- 1 908). " Di fai" adlı gizli çalışan hir dernek kurdu. il. Meş­
rutiyetten sonra Türkiye'ye gelen Ağaoğlu Maarif Müfettişliği, Darülfü­
nun'da Rusça ( 1 909) ve Türk Tarihi Müderrisliği ( 1 9 1 2 ) görevlerinde bu­
lundu. Karahisar'dan milletvekili seçilerek parlamentoya girdi ( 1 91 2). Ay­
nı zamanda "ittihat ve Terakki Fırkası"nda merkez yönetim kurulu üyeli­
ği, Türk Ocağı'nda yöneticilik, "Tercüman-ı Hak ikat" gazetesinde başya­
zarlık yaptı. Sovyet devriminin ilk yıllarında bağımsız bir Azeri devleti kur­
ma girişimlerini desteklemek üzere gönderilen orduya müşavir olarak katıl­
dı ( 1 9 1 8). Dönüşünde lngilizler tarafından Malta'ya sürüldü ( 1 9 1 9-2 1 ).
Serbest bırakılınca Anadolu'ya geçerek Matbuat Umum Müdürlüğü görevi­
ne getirildi. M illetvekili seçildi. Ankara Hukuk Fakültesi'nde Esası Hukuk
Profesörlüğü yaptı. Mustafa Kemal Paşa'nın isteği üzerine "Serbest Fırka"nın
kurucuları arasına katıldı. Bu evrede lstanbul'da Akın gazetesini çıkardı
( 1 933). Partinin kapatılmasından sonra siyasal hayattan çekildi. Ölümüne
değin ( 1 939) Kültür Haftası, insan, Cumhuriyet dergi ve gazetelerinde yazdı.
Özellikle Hayat gazetesinde ( 1905-1 906) yayımladığı makalelerle Azer­
baycanlı Türklerde ulus olma bilinci uyandırmaya çalışan Ahmet Ağaoğlu
lstanbul'a yerleşince Türk Derneği ( 1 908 ), Türk Yurdu Cemiyeti'nin ( 1 91
1) kurucuları arasına katıldı. Türk Yurdu dergisinde çıkan bir yazı dizisin­
Jt: İslamcı akıma bağlı yazarların, İslamdaki parçalanmanın ulusçuluk akı­
mından doğduğu yolundaki görüşlerini eleştirdi. Din birliğinin, daha ilk ha-
1 ifeler döneminden itibaren, Müslüman devletler arasındaki savaşları önle­
me bilinci vermeye yetmediğini ileri sürerek, lslamlığın parçalanışında ulus­
çu akımların rolü olmadığını kanıtlamaya çalıştı. Yüzyıllar boyunca, Müs-

268
YEN IÇAC, YENi 00Ş0N A D AMLARI

lümanlığın en büyük savunucusu olan Türklerin kendi dil ve tarih bilinçle­


rinden kopmalarına karşılık Arapların dillerini ve Araplıklarını korumaya
çalışmalarının değerlendirilmesi gereğini savundu.
Malta'da sürgünken hazırladığı Üç Medeniyet adlı kitabında ise Budha
ve lslam uygarlıklarının siyasal, ekonomik ve kültür alanlarında çöktüğünü,
bu uygarlığa bağlı ulusların bağımsızlıkları ile birlikte varlıklarını da yitirme
tehlikesi karşısında bulunduklarını yazdı. Batı ülkelerinin dinin bir vicdan işi
olduğunu kavrayarak kutsal kitabı kendi dillerint; çevirmeleri, teokratik zih­
niyetten kurtulmaları üzerine dikkati çekmeye çalışıyor, doğuda insana
"rehber"lik edecek bir ahlak, düşün ve edebiyat olmadığını ileri sürüyordu.
Ağaoğlu'na göre, doğunun biricik "rehber" saydığı İranlı şair Şeyh Sadii bi­
le Gülistan'da hükümdara mutlak boyun eğme düşünüsünü ilkeleştirmiş,
vatandaşlık kavramına insanların doğal hakları açısından bakamamıştı. Bu
nedenle doğuyu bireyden ve birey olma bilincinden yoksun görüyor, bireyle
toplum ilişkilerinde çağdaş batı uygarlığının ulaştığı özgürlükleri istiyordu.
"Hakimiyet-i Milliye"deki başyazılarında ise görüşlerini, "Kalble, hisle
doğulu; kafa ile batılı; kültür bakımından Türk-lslam, uygarlık bakımın­
dan Avrupalı" olmak biçiminde i lkeleştirmeye çalıştı ( 1 922). Din ve dünya
işlerini ayırma, köylüyü efendi ilan etme nitelikleriyle yeni Türk devletini
doğunun ilk "demokratik cumhuriyeti" sayan ( 1 926) Ağaoğlu, yazılarında
sık sık "Kemalist, inkılapçı ve devletçi" olduğunu belirtmesine karşın, te­
melde liberalizme dayanan bir düzenden yana göründü.
B A Ş L I C A Y A P I T L A R I : Üç Medeniyet ( 1 920), Hindistan ve lngiltere
Serbest insanlar ülkesinde ( 1 93 1 ), Devlet ve Fert ( 1 9 39), Ben Neyim
( 1 9 27),
Türk Hukuk Tarihi ( 1 94 1 ), Türk Teşkilatı Esasiyesi ( 1 94 1 ), Giinül­
( 1 939),
süz Olmaz, ihtilal mi, inkılap mı ( 1 942), Ser/Jest Fırka Hatıraları ( 1 950).

K A Y N A K 1. A R : Enver Behnan Şapolyo, Ahmet Agaoglu 'nun Hayatı ve


Eserleri, Oluş, sayı 24 ( 1 1 Haziran 1 939); Ahmet Caferoğlu, Bir Ôrnek insan,
Oluş, sayı 24; Prof. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de <;,agdaş Düşünce Tarihi
( 1 966); Emin Türk Eliçin, Kemalist Devrim ideolojisi ( 1 970).

PRENS SABAHATTiN
Meslek-i İçtimai (Science Sociale) akımının kurucusu olan Prens Sabahat­
tin lstanbul'da doğdu ( 1 877). Özel öğrenim görerek yetişti. il. Abdülhamid'in
zorbalık rejimine karşı çıkan babası Damad Mahmud Celalettin Paşa ile bir­
likte Fransa'ya kaçtı ( 1 899). Paris'te Jön Türkler'e katıldı. "La Revue" ve ken­
di yayımı "Terakki" gazetesinde ( 1 9061 908) yazdı. Meşrutiyetin ilanından
sonra lstanbul'a gelerek görüşlerine yandaş olanlarla birlikte siyasal eylemle­
re girişti. 31 Mart olayına adı karışması nedeniyle yeniden Avrupa'ya gitmek
zorunda kaldı. Ancak mütareke yıllarında lstanbul'a dönebildi (Aralık 1 9 1 9).
Cumhuriyet ilanından sonra, Osmanlı hanedanından kişilerle ilgili olarak çı­
kan yasa gereğince sınır dışı edildi ( 1 924). lsviçre'de öldü (30 Haziran 1 948).

269
M E Ş R U T i Y ET D O N E M i

Görüşlerini J . lzah, il. izah, JJJ. izah ve Türkiye Nasıl Kurtülur ( 1 9 1 8 )


kitaplarında anlatan Prens Sabah anin, toplum bilimde, fizik, kimya kadar
müspet bir bilim olduğunu kabul eniği Science Sociale'i ayırmak gerektiği
düşünüsündedir. Çünkü, kendine özgü yöntemleriyle toplumsal sorunların
çözümlenmesini başarabilen i lmi içtima öteki çağdaş bilimler gibi gözlem
ve deneyden doğmuştur. Toplumbilim ise toplumsal olayları genel ve yü­
zeysel biçimde kavradığından sorunların derinine inememekredir. Gerçek­
ten bilimsel olabilmek için, toplumun yapısını iyi tanımak, aralarındaki ay­
rımları iyi belirlemek gerekir. Bu yapılmadan reform planları çizerek sorun­
ları çözmeyi ummak Tanzimar'ran sonraki yenilik çabalarını havada bırak­
mışur. Yalnız özgürlük, meşrutiyet, eğitimde yenilik ve baulılaşma gereği­
ne bağlanmak ne toplumu, ne de onu düzeltmeye çalışan kesimleri bir ka­
rış ileriye götürebilmiştir. Bu nedenle mudakıyeue olduğu gibi meşrutiyet
döneminde de zulüm, zorbalık ve anarşiden kurtulmak mümkün olmamış­
ur. Siyasal çevrelerin programları, remel yapıyı kapsayan bilimsel çözümle­
melere değil, birtakım varsayımlara dayanmaktadır. Tutuculuk, liberallik,
demokradık, sosyalisdik, u lusçuluk gibi "öğretilere" bağlanmak bilimsel
çözümleme yoksunluğundan doğmuştur.
Meslek-i lçrimai'yi " bilimsel ve pratik" bir anlayış diye tanımlayan
Prens Sabahauin'in ( bkz. Yeni Çağ, Yeni Düşün Akımları) adem-i merke­
ziyyer (merkezden yönerilmezlik ) olarak i lkeleşrirdiği genel hayauan, birey­
sel girişim -ekonomik bağımsızlık- ahlaki yükselme olarak i lkeleşrirdiği
özel hayata geçiş biçiminde özetleyebileceğimiz remel görüşlerinin son çö­
zümlemede liberalizme dayandığını söyleyebiliriz.
K A Y N A K L A R : Sabahattin, Teşebbüs-i Şahsi ve Tevsii Mezuniyet Hak·
kında Bir izah ( 1 908); Sabahattin, Teşebbüs-i Şahsi ve Ademi Merkeziyet
Hakkında ikinci Bir izah ( 1 908); Sabah Gazetesi ( Mehmet Sabahattin Bey'in
Konferansları, 6 8 1 8, 6 8 19); Sabahattin, ittihat ve Terakki Cemiyetine A çık
Mektuplar, Meslegimiz Hakkında Üçüncü ve Son Bir izah ( 1 9 1 1 ); Türkiye
Nasıl Kurtarılabilir? Meslek-i içtimai ve Programı ( 1 9 1 8, 2. bas. Yeni harf­
lerle 1 950); Cavit Orhan Tütengil, Prens Sabahattin ( 1 954).

B A HA TEVFiK
Yazıları ve çevirileriyle Türkiye'de materyalizm akımının i l k örneklerini
verdiği kabul edilen Baha Tevfik lzmir'de doğdu ( 1 8 8 1 ). Yükseköğrenimi­
ni Mülkiye Mekrebi'nde tamamladı ( 1 907). Kısa süre felsefe öğretmenliği
yapukran sonra devler hizmetinden ayrıldı_ Kardeşiyle birlikte "Teceddüd­
i Umi ve Felsefi Kürüphanesi"ni kurdu. Felsefe Mecmuası ( 1 9 1 2), Zeka
( 1 91 2 ) dergilerini, Eşek ( 1 9 1 3 ) adlı mizah gazetesini çıkardı. Hükümerçe
kapaulması üzerine " El Malum", o da kapaulınca "Yine O" adlarıyla ga­
zetesinin yayımını sürdürdü. Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın kurucuları ve ilk
merkez yönetim kurulu üyeleri arasında yer aldı ( 1 9 1 0). Bu partinin müra-

270
Y E N I Ç A C , Y E N i l> 0 $ 0 N A D A M LARI

reke öncesi evredeki çalışmalarının sevk ve yönetiminde büyük işlevi oldu.


Organı " İştirak" gazetesini çıkardı. Genç yaşta, geç kalmış bir apandisit ne­
deniyle lsranbul' da öldü ( 1 9 1 6 ).
Ülkenin düşün ve siyasal yaşamında yeni ve tepkiye açık olan görüşleri­
ni onaya koyan Baha Tevfik'in dergisi, ilk felsefe dergisidir. Yazılarında
inandığı doğruların eylemini yaratmaya çalışmış, yerleşmiş yargıları ve " içi
boş şöhretleri" nesnel tanışmanın aydınlığına çıkarmışur. Kişiliğinin en be­
lirgin yönü, Hilmi Ziya Ülken'in belimiği gibi, karar verme sorununa örnek
olmasıdır. Dergisinin ilk sayısındaki yazılarında görüşlerinin şu remel yargı­
lara dayandığını söyleyebiliriz:
1 ) Bizde bir felsefe dili yoktur.
2) Doğu düşün dünyası anık yeni bir ürün veremez.
3) Barının üstünlüğünü felsefedeki üstünlüğü yararmışur.
4) Felsefe ile bilimi kaynaşurmak için i lahiyat ve metafizik gibi şeyleri
bırakmak gerekmektedir. Gerçek her zaman her çevrede söylenmelidir.
" luihar ve Terakki Fırkası "na bağlı düşün adamlarının ırkçı ve rurancı
görüşlerini eleştirerek yanlış bir ulusallaşma ortamı yarauldığını öne süren
Baha Tevfik, tembellik, ahlaksızlık, medeniyetsizlik gibi ülkenin çağdışı
kaldığını gösteren olumsuzlukların ulusal onur, akıncılık, göçebelik, yeni­
çeri kavgalarından doğduğunu belirtir ve şöyle yazar:
Milliyet adına yalnız hunlara sahibiz, geçmişteki milliyetimizden ne
bugünün yenme sebebi, ne zeka, ticaret istidadı, kültürleşme, ne de
garazdan arınmış bir içtimailik, bir ahlak ve siyaset var. Sözlerime
inanmayanlar idamla, siyasi zuliimlerle, kardeş ve ana haha katille­
riyle, yeniçeri k:ıvg:ılarıyle dolu olan tarihimizi gözden geçirsinler.
Sanat ve adetler bakımından da aynı sonuçları elde etmek tabiidir.
Dün Turan'ın kaha kelimeleri ile maksatlarını anlatabilen kafalar,
hugün aynı vasıta ile medeni ihtiyaçları ifade edemezler. ileri bir ka­
fa, ileri bir dil ister. Şu halde dünkü milliyetin, hugün olduğu gihi di­
riltilmesi faydalı değil, zararlıdır.
Baha Tevfik'in materyalizm akımına öncülük eniği öne sürülen kitabı,
BücJmer'in Krult und Stoff ( 1 855) adlı yapıtının çevirisi, Madde ve Kuv­
vet tir. Bu kitabın yazarı Alman düşünür Ludwig l:\üchner ( l 824- 1 899) ide­
'

alist felsefeye, özellikle Alınan idealist felsefesine karşı doğa bilimlerinin ku­
ramlarına dayanan "Vulger mareryalizmi"nin kurucularındandır. Tabiat ve
Ruh ( 1 876), Altın Çağ ( 1 89 1 ), Darwincilik ve Sosyalizm ( 1 894) adlı yapıtla­
rında, öteki Vulger materyalistleri gibi, insan bilincinin toplumsal bir ürlin ol­
duğu ve bütün ruhsal süreçlerin özünün toplumsal varlık tarafından neden­
sel biçimde belirlendiğini kavrayamadığı kabul edilir.
Madde ve Kuvvet çevirisi, tutucu çevrelerde tepki yararmış, spirilu­
alizm-mareryalizm tanışmalarına yol açarak, özellikle Şehbenderzade Ah­
mer Hilmi'nin ( 1 865- 1 9 1 3 ) eleştirilerine hedef olmuştur.
Felsefe-i Fert adlı kitabında sosyalizm ve anarşizm akımlarını tanıtmaya

271
MEŞ RUTiYET DONEMi

çalışan Baha Tevfik'in, son çözümlemede, insanlığın bilime dayalı " yık­
makla değil yapmakla iştigal eden" bir anarşizme gideceği düşünüsünü sa­
vunduğu görülür.

M USTAFA ŞEKİP TUNÇ


lstanbul'da doğdu ( 1 886). Ortaöğrenimini Vefa ldadisi'nde, yükseköğ­
renimini Mülkiye Mektebi'nde tamamladı ( 1 908). Bir süre Balıkesir'de
kaymakamlık görevinde bulunduktan sonra lsviçre'de J. J. Rousseau Peda­
goji Enstitüsü'nde psikoloji ve pedagoji öğrenimi yaptı. ( 1 9 1 0- 1 9 1 4). Ülke­
ye dönüşünde Darülmalumat'ta (ilk öğretmen okulu) Pedagoji öğretmenli­
ği ve Rüştiye Mektepleri ldare-i Şube Müdürlüğüne, aynı yıl Edebiyat Fa­
kültesi'nde yeni kurulan Pedagoji Kürsüsü Doçentliğine atandı. Profesörlü­
ğe yükseldi ( 1 9 1 9). lstanbul Üniversitesi Felsefe Enstitüsü Umumi Psikolo­
ji Ordinaryüs Profesörüyken emekliye ayrıldı ( 1 95 1 ). Türk Tarih Kurumu
ve Uluslararası Felsefe Derneği'nin daimi üyesiydi (Ölümü, 17 Ocak 1 958).
Mustafa Şekip'in i l k yazıları " Dergah" dergisinde çıktı. Yahya Kemal'in
ifadesiyle mütareke kuşağının " feylesofu" sayılıyor, " usul-i felsefesinin"
dergiye yön verdiği kabul ediliyordu. t Dergah'taki yazılarında Ziya Gö­
kalp'in toplumbilim anlayışını yererek, Durkheim'in sosyolojisinin Augus­
te Comte ( 1 798-1 857) sosyolojisi gibi eskiyeceği, kitaplarda kalacağı2 dü­
şünüsünde olduğunu belirtti. Fransız düşünürü Bergson'un (Henri, 1 859-
1 94 1 ) görüşlerini dayanak olarak aldı.
XX. yüzyıl başlarında kimi felsefe ve edebiyat adamları üzerinde (özel­
likle Marcel Proust) etkisi görülen Bergson, Matiere et memoire (Madde ve
Bellek, 1 896) adlı yapıtında madde d ünyası içinde hürriyet ve zeka sorun­
larını incelemiş, mekanik zekanın yanı sıra bilinçaltında bulunan saf zeka­
nın geçerliğine inanmıştı. idealizminin temeli saf ve maddi olmayan bir sü­
re kaynağına dayanıyordu. Süre bilgisi ise ancak sezgi yoluyla elde edilebi­
lirdi. Rol ve işlevi sınırlı olan i nsan zekası ancak doğada var olan madde­
sel hayatı sürdürmeye yarayabilir, gerçeği kavramakta yeterli olmazdı.
Ruhsal gerçeği derinden kavrama olanağı veren şey sezgi idi. Toplum görü­
şünde düşünce ile madde, insanla doğa arasındaki diyalektik ilişkiyi hiçe
sayan Bergson, savaşı ve bir sınıfın başka bir sınıfı ezmesini kaçınılmaz bir
doğa yasası olarak kabul etmiş, B. Russell'ın deyimiyle " reklamcılar gibi"
olağanüstü hareketli üslubu ile parlak bir benzeti dünyası yaratarak, olgu­
ları yüzeysel biçimde açıklamakla yetinmişti.
Mustafa Şekip'in " Dergah"taki yazılarında Bergson'un bu temel görüş­
lerinden hareket ettiğini söyleyebiliriz. O da, Fransız düşünüre özenerek şa­
irce bir üslup yaratma peşindedir. Kimi zaman duygularına kapılarak, dü­
şüncelerini dizelere döktüğü bile görülür: "Ruh" (sayı 1 4); sanatın genel ve
1 . Edebiyata Dair, sf. 1 2 1 ( 1 97 1 ).
2. Ruha Bir Dikkat, Dergah, sayı 4.

272
Y E N I Ç A C , Y E N i D ü ş O N A o A M L A ıt ı

özel sorunlarını işlemeye çalışır: "Sanatın lçyüzü" (sayı 1 ) , "Vezinlerin Can


Damarı" (sayı 21 ) ... Bergsoncu olarak anılmasına yol açan yazıları arasın­
da "Hakiki Hürriyet" (sayı 3), "Ruha Bir Dikkat" (sayı 4), " timin Mebde
Veya Umdeleri İtibariyle Kıymeti" (sayı 5), "Hislerimizin Mantığı" (sayı
7), "Mütefekkirlerimizin Seciyeleri Nasıl Keşfedilir" (sayı 1 0), "ihtiras Ne­
dir" (sayı 1 1 ), " ihtiraslar Nasıl Doğar" (sayı 1 2 ) , "ihtirasta Faaliyeti Ruhi­
ye" (sayı 1 7) , "Bedii ihtiras" (sayı 18 ), "Siyasi ihtiras" (sayı 22) anılabilir.
Bireysel özgürlük sorununu işlerken, özgürlük kavramının yarattığı so­
rulara ancak Bergson'cu anlayışın karşılık getirdiğini belirten Mustafa Şe­
kip, dini ve ahlaki alışkanlıkların ruhun gerçek değerinin anlaşılmasına en­
gel olduğunu yazar. Çünkü ruhun özgürlükten başka " zevk ve gayesi" yok­
tur. Onu birtakım toplumsal zorunluluklara kayıtlama gereğine aldanarak,
" hapsetmek" ve yeni olasılıkları benimsememek toplumu ilerlemeden, bi­
reyi de özgürlükten yoksun bırakır. Görüşlerini örneklemeye çalışarak ken­
dileri ispata m uhtaç gerekçeler ileri sürer:
llim harici alemle münasebetinizden teşekkül etti�i için ruhumuzun
katılaşmış ve olmuş tabakasıdır ki biz buna zeka ve akıl diyoruz. Halbu·
ki ruh yalnız akıldan ibaret değildir, bu kabuğun altında öyle bir alem var­
dır ki her dakika kaynıyor ve bir saniye bile değişmeden yaşayamıyor. Ru­
hun temelini teşkil eden bu ateş ve hararet olmasaydı zeka hangi kuvvet­
le, hangi saikle vücut bulacaktı. Onun çesur ve muayyen gayeli hareketle­
rini yaşamasaydık, yerimizden bile kımıldayamazdık. İşte bütün temayül­
ler, bütün hırslarımızın ocağı burada tütüyor. Ve fikirlerde kuvvet kana­
at namına buldu�umuz şeyler kalorilerini hep buradan alıyorlar. Hatta
ilim yapmak bile yalnız akıl ile olmuyor. (Ruha Bir Dikkat, sayı 4)
Aynı yazıda "akılperest ve mücerret mantık müptelası" olarak tanımla­
dığı "ahlak alimlerinin hırs ve ihtirasları" ayıp saymalarını yadırgayarak işi
şairliğe vurur:
Oh! Zavallı mantık! Sen ruhu yalnız akıldan ibaret gör<lükçe daha
ne kadar bunaltacaksın.
" Hislerimizin Mantığı" yazısında ise artık olguları yüzeysel biçimde bi­
le açıklama gereğini duymadan, "Ruhumuzun kökleri aklımızda değil his­
lerimizdedir. Fikirlere dönüştürülmeyen ve kendine özgü başlı başına tah­
rik edici bir alem teşkil eden hissiyatımızın dahi kendine mahsus bir man­
tığı vardır" biçiminde sanılarla öğrendiklerini tekrar ettiği görülür.
Mustafa Şekip Tunç, Cumhuriyet döneminde Peyami Safa'nın "Kültür
Haftası" ( 1 936), Necip Fazıl Kısakürek'in "Ağaç" ( 1 936) dergilerinde de sü­
rekli olarak yazmıştır. "Ru hiyatın Yeni Verimleri" (Kültür Haftası, sayı 2, 3,
5, 6, 7) yazı dizisinde çağdaş psikolojinin bulguları üzerinde durarak, Pavlov,
Edgar Rubin, Pierre Jahet, Freud gibi bilim adamlarının görüşlerini yansıtır.
Derginin düzenlediği açıkoturumlara katılarak " ruhun ölmezliği", "mistik­
lik" konularında görüşlerini belirtir.
" Dünya Kültürüne Bir Bakış" (Kültür Haftası, sayı 1 ) yazısında ise, gene

273
M E Ş R U T i Y ET O O NE M I

Ziya Gökalp'in düşüncelerini eleştirerek; " Avrupalılaşmak demek, merhum


Ziya Gökalp'ın dediği ve T anzimattan Cumhuriyete gelinceye kadar yaptı­
ğımız tarzda Avrupa'nın sadece tekniğini beğenmek değil, bu kültürün esas­
larını teşkil eden ve bu esesların zaruri ve mantıki birer neticesi olan kıymet­
lerini de benimsemek" gerektiğini yazar. Mustafa Şekip'e göre, hiçbir kültür
öğeleri birbirinden ayrılabilecek yamalı bir bohça değildir. Bütündür. Bu ne­
denle de, bütün halinde alınması, "temsil ve hazmedilmesi" gerekmektedir.
Bunun "milli karakter"e zararı söz konusu olamaz. Çünkü, " bir büyük kül­
türü temsil etmek milli rengi, yani tarihi ve ırki hasletleri imha etmez, aksi­
ne tebarüz ettirir." " Almanlar, lngilizler, Fransızlar hep Avrupa kültürü
içinde bulundukları halde nevi olarak birbirlerinden çok ayrıdırlar."
Ağaç dergisinde ise, daha çok, sanat konularında (Sanat Dünyası, sayı
l; Şiir ve Fikir, sayı 4: Şiirin Macerası, sayı 7) yazı lar yayımlamış, Gülmek,
Yaratıcı Tekamül, Şuurun Dogrudan Dogruya Verileri adlarıyla Berg­
son'un kimi kitaplarını dilimize çevirmiştir. Çığır ( 1 933), Varlık ( 1 933), iş­
te ( 1 945), Cumhuriyet makalelerinin çıktığı dergi ve gazeteler arasındadır.

Y A P I T L A R I : Hissiyat Ruhiyatı (2 cilt, 1 9 1 9- 1 927), Terakki Fikrinin


Menşei ve Tekamülü ( 1 928), Yeni Türk Kadını ve Ruhi Münasebetleri
/nsan Ruhu Üzerinde Gezintiler ( 1 94.�), Ruh Yapımı;: ve Onun Tip­
( 1 939),
leri Bakımından Ahlak ( 1 944), Rııh Aleminde ( 1 945), Bir Din felsefesine
Dogru ( 1 959).

I S M A Y I L H A K K I B A LT A C I O G L U
lstanbul'da doğdu ( 1 886). Ortaöğrenimini Vefa ldadisi'nde, yükseköğre­
nimini Darülfünun Tabii ilimler Bölümü'nde tamamladı ( 1 908). lstanbul
Muallim Mektehi'nde öğretmenlik eni ( 1 908-1 0). Devletçe eğitbilim öğreni­
mini yapmak üzere Fransa'ya gönderildi. Dönüşünde terbiye müderrisi ola­
rak atandığı Darülfünun'da dekanlık, rektörlük görevlerinde bulundu ( 1 91 3-
33). Üniversite reformunda kadro dışı bırakılınca " Yeni Ada m" dergisini ya­
yımlamaya başladı (Ocak 1 934). Ankara Dil ve Tarih -Coğrafya Fakülte­
si'nde eğitbilim profesörlüğü yaptı ( 1 939-42). Afyon ( 1 943-46) ve Kırşehir
( 1 946-50) milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. 1 978 yılında öldü.
Yaşamının çeşitli dönemlerinde oyun, roman, öykü, fıkra, deneme tür­
lerindeki kitaplarıyla da tanınan Baltacıoğlu, asıl eğitbilim ve toplumbilim
alanlarındaki çalışmalarıyla önemli sayılmıştır. il. Meşrutiyet döneminde
yayımladığı Talim ve Terbiyede inkılap ( 1 9 10), Terbiye Konferansları
( 19 1 5), Terbiye ilmi ( 1 9 16 ) adlı k itapları bu alandaki yapıtların ilk örnek­
lerindendir. Eğitbilimde en önemli yapıtı içtimai Mektep'de ( 1 932) eğitimi
bir kuram değil bir olgu olarak kabul ettiğini belirterek, hu olgunun " içti­
mai ve ruhi cephelerini" incelemek istediğini yazar. Bu alandaki değişik,
birbirlerine karşıt öğretileri de değerlendirerek bütün sistemlerin yanlış ve
doğru yönlerinin bilinmesini amaçladığını belirtir.

274
Y u ı ı c; A G , Y u ı ı no��N A ı> A M L A R I

Uzun düşün yaşamında J . J. Rousseau, Durkheim, Bergson gibi düşü­


nürlerin etkisinde kaldığı söylenen Balracıoğlu, 1 9 1 9'1arda Kurtuluş dergi­
sinde yayımlanan konuşmasında (A. Cerrahoğlu, Türkiye'de Sosyalizm, sf.
65, 1 966) "en eşitçi sayılan ülkelerde bile zenginliğin bölünüş biçiminin in­
sanlığın başına bela olduğu" görüşünü ileri sürerek egemen sınıfların ide­
ologluğunu yapan Bergson'a ters düşer. Öre yandan duygusal tanır yolları
arayarak tarihsel maddeciliği bilimsel özünden soyudadığı görülür. Ona
göre toplumun üç remel kurumu dil, din ve sanamr. Bu üç kurum birbirle­
rini tamamlamak üzere toplumsal bütünü oluşturmaktadır. Toplumun en
önemli gerçeği gelenektir. Toplumsal yapının değişen çevre koşullarına kar­
şın sürekliliğini sağlayan da geleneklerdir ( Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de
Çağdaş Düşünce Tarihi, sf. 752, 1 966).
Özellikle 1 934- 1 940 yıllarında Yeni Adam dergisinde ( 1 Ocak 1 934)
Nazım Hikmer'in deyişiyle " faşizme varıncaya kadar bürün irtica ve ona­
çağ amkları, istismar zihni yeriyle mücadelesi" Balracıoğlu'nun düşün yaşa­
mının en etkili evresi sayılabilir.

BAŞLICA YAPITLARI: Talim ve Terbiyede lnkılatı ( 1 910), El işlerinin Öt·


relim Metodu ( 1 9 1 4), Terbiye ve iman ( 1 9 1 5), Terbiye ilmi ( 1 9 16), Maarif­
te Siyaset ( 1 91 8 ), Roussea11 'nun Terbiye Felsefesi ( 1 925), Umumi Pedagoji
( 1 930), Demokrasi ve Sanat ( 1 93 1 ), Ter/Jiye ( 1 932), Resim ve Terlıiye
( 1 932), Tarih ve T<.,.biye ( 1 933), içtimai Mektep ( 1 932), Felsefe ( 1 938), Sos­
yoloji ( 1 939), Türke Dogru (iki cilt, 1 942-4.1, ikinci bas. 1 972), Batak (ro­
man, 1 942), Batıya Dogru ( 1 945).

K A Y N A K LA R : Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de ÇAgdaş Düşünce Tarihi


( 1 966); Sabri Kolçak,
Prof. lsmail Hakkı Haltacıoglu ( l 96H); Niyazi Berkes,
Türkiye'de ÇAgdaşlaşma ( 1 973).

M E H M ET E M l N E R 1 Ş 1 R G l L
lsranbul'da doğdu ( 1 89 1 ). Yükseköğrenimini Mülk iye Mekrebi'nde ta­
mamladı ( 1 9 1 1 ). lsranbul ve Kadıköy l .iselerinde Felsefe öğretmenliği yap­
ll ( 1 9 1 1 - 1 5), Darülfünunun ilk yenileşme evresinde ahlak ( 1 9 1 5- 1 9) ve fel­

sefe tarihi ( 1 9 1 9-21 ) okunu. Niğde'den milletvekili seçilerek parlamentoya


girdi ( 1 92 1 ). Yeniden üniversiteye dönünce müderrisliğe yükseldi ( 1 924-
26), Maarif Vekaleti Talim ve Terbiye Heyeti Başkanlığı ( 1 926-30), Müs­
teşarlık ( 1 930-32), lsranbul Maarif Müdürlüğü görevlerinde bulundu.
Mülkiye Mekrebi'nde sosyoloji profesörlüğü ve müdürlük eni ( 1 935-40).
Niğde'den milletvekili seçildi ( 1 942), Gümrük ve Tekel ( 1 948), içişleri Ba­
kanlıklarında bulundu. CHP'nin seçimleri kaybetmesi üzerine emekliye ay­
rıldı. Ankara'da öldü ( 1 96 5 ).
ilk yazılarını Yeni Mecmua ( 1 9 16), Dergah ve Mihrab dergilerinde

275
M E Ş R U T i Y ET l>O N E M I

( 1 922-23) yayımlayan Mehmet Emin Erişirgil, Yahya Kemal, Ahmer Haşim,


Mustafa Şekip yönetimindeki Dergah'ın Bergson'cu havasının dışında kalı­
yor, Amerikalı düşünür William james'e ( 1 842- 1 9 10) bağlı görüşlerini ko­
rumaya çalışıyordu. Programcılık anlayışının kurucusu sayılan James, Prin­
ciples of Psychology ( Psikolo;inin ilkeleri, 1 89 1 ) adlı yapıtında ruhçuluğu
cephe almış, meraf izik yönteminin yanlışlığını gösterdiği halde, materyaliz­
me karşı çıkarak diyalektiği reddetmişti. • insanın ispat edilemeyen ya da
muhakeme ile kavranamayan şeylere inanmak hakkına sahip bulunduğunu
ileri sürüyor, böylece nesnel gerçek yerine faydalılık ilkesini koyuyordu.
Kuşkuculuk temeline bir inanç üsryapısı oturtma çabasına dayanan öğretisi
bütün insanüstü olguları bilmezlikten gelme girişiminin doğurduğu yanlış­
larla (B. Russell) dinin ideolojisini yapmaya kadar gini.
" Dergah"ra Hasbihal (sayı 4), Ullım-u Şuur (sayı 5 ), Ne Çıkar (sayı 1 3 ),
Anlaşılmaz ki (sayı 1 4 ), Bizde Filozof Neye Yetişmedi (sayı 42) adlı maka­
leleri yayımlayan Mehmet Emin, bauda yeni bir (elsefe öğretisi çıkar çıkmaz
bizde hemen benimsenmesi nedeniyle hiçbir akımın güçlü temsilcileri olma­
dığı görüşündeydi. Özellikle Ullım-u Şuur'da (Bilincin Bilimleri) Bergson'cu
anlayışa karşı olduğunu belinerek, " beyin ve sinir sistemi ile ruhsal olayla­
rın ilişkilerinin bilinç olaylarının karşılığı" olmak gerektiğini ifade eni.
"Mihrab" dergisinde ( 1 922-23) çıkan makalelerinde programcı görüşlerini
onaya koymaya çalışu. Özellikle Felsefe Neşriyatında Bir Terakki Harvesi
(sayı 4, 1 922) adlı yazıda M ustafa Şekip'in o günlerde yayımlanan Bergson
çevirisini söz konusu ederek şöyle yazdı:
Şekip hu eseri tesadüfen alıp tercüme etmiş değildir. Aslında h u
Fransız filozofunun felsefesini henimsemiştir. V e kendi ifadesine gö­
re James'den geçerek Bergson'a ulaşmıştır. itiraf ederim ki henim dü­
şüncelerim James'in durduğu noktada kaldı. Yani hir nevi "mutlak " ı
hildirecek intuition'un (sezgi) haşlıhaşına b i r bilgi kaynağı olabilece­
ğine kani olamadım.
"Bizde Filozof Neye Yetişmedi" adlı yazısında, lslam dininin, ilk kuru­
luş dönemlerinde bile, düşünme gereksinmesi uyandırarak felsefi düşünüş
yeteneğinin güçlenmesine yol açuğını ileri sürüyor, bunun nedenini lslam­
lığın bünyesindeki değişik mezheplerin varlığına bağlıyordu. Farabi, lbni
Sina gibi bilgeler hoşgörünün yarauığı serbest düşünme ortamında yetiş­
mişler, lslam toplum hayali, hana uyanış döneminde bau uygarlığı üzerin­
de etkili olmuşlardı. Son çağlarda felsefe alanındaki duraklama ise lslam­
daki bu hoşgörünün yitirilmesi sonucuydu.
Gelecekte düşünür yetişmesinin " bütün kanaat ve fikirlere karşı" hoş­
görüyü aruırmakla mümkün olacağını belirten Mehmet Emin, " Nierzsche
ve Bilgi Teorisi" adlı yazısında programcılık anlayışını açıklıkla onaya

l . Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi I Modern Çag - Yeni Çag, sf. 473-483, çev. M. Sen­
cer, 2. bas. ( 1 973).

276
Y E N I Ç A C , Y f. N l D O Ş O N A D A M L A R I

koydu. Alman düşünürün, "Hakikatı iş ve hayat meydana getirmiştir. Biz


geniş anlamda ihtiyaçlarımızı karşılamaya yarayan, eylem gücümüzü arttı­
ran düşüncelere hakikat diyoruz. Hakikatın ölçüsünü soyut düşünü/erde
değil, iş'de, hayatta aramalıyız " biçimindeki görüşlerini benimsediği görül­
dü. ( Nietzsche ve Marifet Nazariyesi, Edebiyat Fak. Mec., 1 925)
"Hayat" dergisini ( 1 926-29) çıkardığı evrede daha çok toplum ve top­
lum bilim sorunlarına eğilen Mehmet Emin, devrim, kuram ve eylem birliği,
bireyin özgürlüğü, toplum karşısındaki görev ve sorumlulukları gibi yetişen
kuşakları göreve çağırmaya yönelik yazılar yayımladı. Derginin ilk sayısın­
da (2 Aralık 1 926) devrimin bağımsız uluslar arasında sağlam bir Türkiye
yarattığını, uygar dünyada yer edinmemizi önleyen engellerin yıkıldığını be­
lirterek, Kurtuluş Savaşı gençliğini devrime karşı borcunu ödemeye çağırı­
yor, çalışmaların yön ve biçimini ancak bilimi n belirleyeceğini yazıyordu.
" Eski ve yeni nesillerin düşünceleri arasındaki fark" (sayı 3) yazısında Ziya
Gökalp'in " içtimai vicdan" kavramını soyut bir varlık durumuna getirerek,
ülküsüne kutsallık kazandırma çabasıyla, bu ülkü doğrultusundaki yöneti­
cileri " üstün insan" niteliğinde görmesini eleştirdi. Bu görüşün bireyi edilgen
duruma sokacağını, bilinçteki etkin gücü uyutacağını, hele "gözlerimi kapa­
rım vazifemi yaparım" kuralında kişiliğin hiç hesaba katılmadığını belirtti.
Düşünün yaşamdan doğduğunu, yeni deneylerin yalanlamadığı düşünülerin
doğru olduğunu i fade ederek, en güçlü iradelerin ancak toplumsal ve ulusal
bir ülkünün duyulmasından doğacağını yazdı. Mehmet Emin'e göre, bu dü­
şüncelere yöntem değeri kazandıran Nietzsche ve W. James tarafından tem­
sil edilen batının çağdaş felsefesine ulaşmak, ancak Kurtuluş Savaşı kuşağı­
nın yaşamdan öğrendiklerini bir sistem durumuna getirmekle sağlanacaktı.
"Hayat" kapandıktan sonra Anayurt ( 1 93 3), Oluş ( 1 93 8-39), Ülkü
( 1 933-49) vb. dergilerde yazılarını sürdüren Erişirgil'in programcılık anla­
yışının, dine ideoloji k bir öz kazandırmak isteyen W. James doğrultusunda
olduğu, özellikle yazarın Pragmatisme ve Pholosophie de /'experience adlı
yapıtlarının etkisinde kaldığı kabul edilmiştir.

YA PITLA R I : Kant ve felsefesi, felsefeye Başlangıç ( 1 944), Ziya GiikalfJ,


Bir fikir Adamının Romanı ( 1 95 1 ), Türkçülük Devri, Milliyetçilik Devri, in­
sanlık Devri ( 1958), Mehmet Akif (lslamcı hir şairin romanı, 4 cilt, 1958).

MEHMET İ ZZET
lstanbul'da doğdu ( 1 89 1 ). Ortaöğrenimini Galatasaray Sultanisi'nde, yük­
seköğrenimini Paris'te Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde tamamladı.
ülkeye dönünce bir süre Kızılay örgütünde katiplik ve felsefe öğretmenliği
yaptı ( 1 9 1 7-1 9 1 9). Darülfünun'da felsefe tarihi ve toplumbilim okuttu ( 1 9 1 9-
1 928). Öğretim Müfettişi olarak Berlin'de bulunduğu sırada öldü ( 1 930).
Düşün dünyasında ilkin ameli ahlak, nazari ahlak, içtimaiyat dersleri,

277
M E Ş R U T i Y ET DONEMi

Kant'ın pratik felsefesi gibi çevirileriyle görülen M. izzet, ilk yazılarını " Ede­
biyat Fakültesi Mecmuası" nda yayımladı. Düşün adamı kimliğini ortaya
koyduğu kabul edilen makaleleriyse, sürekli olarak, yakın dostu Mehmet
Emin'in (Erişirgil ) yönettiği " Hayat" ( 1 926- 1 929) dergisinde çıktı. Başlan­
gıçta felsefe tarihi, sonra ahlak ve toplumbilim konularında çalışıyor, " fikri
yönü sosyolojiden felsefi idealizme ve başlıca Alman romantiklerinin idealiz­
mine gidiyordu " (Hilmi Ziya Ülken). En önemli yapıtı Milliyet Nazariyele­
ri'nde ulusçuluk ülküsünün " felsefi manasını" ve " bazı tarihi levhaların mu­
kayesesiyle" akımı öznel (subjektive) kanılarına göre açıklama amacına yö­
neldiğini belirtir ( Milliyet Nazariyeleri, 2. bas. 1 969, sf. 14).
Ulusçuluğu, "düşünce halinde bir millettir" (sf. 1 7) biçiminde tanımla­
yarak kimi batılı düşünürlerin görüşlerini tartışır. " Milliyeti ırka bağlı gör­
menin" insan üzerinde çevreden çok, kalıtımın etkisi olduğunu iddia etmek
anlamına geldiğini yazar. Oysa önemli olan çevre etkisidir (sf. 45 ) ve "saf
bir ırk bulmak için" Afrika'nın ücra köşelerine kadar uzak laşmak lazım­
dır. ihtimal Boşmiyanlar bazı bilginlerin zannettiği saf bir ırktırlar. " Ne­
dir ki onlar da henüz ulusçuluk ülküsüne sahip görünmemektedirler" (sf.
46). Birçok karışımlar sonucunda herhangi bir ulusun ırkını belirleme ola­
nağı bulunmadığına göre ırk birliği u lusal "sevgi ve birliğin tesisi için" ne­
den olamaz. " Aynı ırkın ne siyasi, ne dini müesseselerde birlikte görünme­
si zorunluğu yoktur." (sf. 47)
Kitabının "Milliyet ve Coğrafi Şartlar" bölümünde " milli ülkünün eski
toprak kazanma ülküsünden uzaklaştığını" (sf. 74) belirten yazar, ulusal
akımlarla ekonomik akımlar arasındaki ilişkilere değinerek (sf. 75), XX.
yüzyıldaki " reaya kıyam" ve " Rumeli, Bosna, Girit ihtilallerinin milli oldu­
ğu kadar ekonomik nedenlere dayandığına" işaret eder (sf. 76). Mehmet lz­
zet'e göre " milleti kapitalizmin gayri meşru çocuğu" olarak kabul eden sos­
yalist işçilerin çıkarlarını uluslararası işçilerin çıkarlarına bağlı görmelerine
karşılık, sermayedarlar da "kızıl beynelminele karşı, yeşil beynelmilel te­
şekkül ettirmek" istemektedirler. Bunun nedeni " iktisadi meselelerin had
şekli alması yüzünden işçinin milliyet fikrine yabancılaşmasıd ır." (sf. 76)
"Milliyet ve Lisan'', "Milli Seciye'', "Milli An'ane ve Tarih" bölümlerin­
de de çeşitli teorileri eleştirdiğini gördüğümüz yazar, yer yer Ziya Gökalp'in
görüşlerini de kuşkuyla karşılamakta, "Millet bir lisan ile konuşan fertlerin
toplamıdır. Din, ahlak, hukuk, siyaset, iktisat, bilim gibi bütün içtimai faali­
yetlerin cevheri lisandır" biçimindeki savlarının karşısına çıkmaktadır.
K A Y N A K LA R : Edebiyat Fııkültesi Mecmuası (Vll. 5 Şubat-Mart 1 9 3 1 );
A. Adnan (Adıvar), iş dergisi, sayı 23 -24 ( 1 940).

M U ST A F A S U P H İ
Samsun'da doğdu ( 1 883). Yükseköğrenimini Hukuk Mektebi'nde ta­
mamladı. i k i yıl Paris'te L'Ecole Libre des Sciences Politique'de toplumbi-

278
YENIÇ AC, YENi D O ş O N A D A M L A R !

lim öğrenimini yaptı. i l . Meşrutiyet ilanında ülkeye dönünce lstanbul


Yüksek Ticaret ve Tarım Enstitüsü'nde ekonomi politik okuttu. "lfham"
gazetesi ve yayımlarını yönetti. Ulusal anayasacılar adlı bir topluluk kur­
du ( 1 9 1 2) . Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi olayını kendilerine mu­
halif olan yazar ve sanatçıları susturma vesilesi olarak kullanan " ittihat ve
Terakki" iktidarınca Sinop'a sürüldü ( 1 9 1 3) . Oradan Rusya'ya kaçtı
( 1 9 1 4 ) . Tutuklanarak Ural'a gönderildi. O tarihte gizli olarak çalışan Bol­
şevik Partisi'ne ba�lı örgütlere katıldı ( 1 9 1 5 ) . Partinin iktidarı almasından
sonra " Yeni Dünya " ( 1 9 1 8) gazetesini çıkardı ve Moskova'da ilk Türk Sol
Sosyalistleri Kurultayı'nın toplanmasını sağladı. Daha sonra yerleştiği Ba­
kü'de toplanan Şark Milletleri Kurultayı ( 1 Eylül 1 920) başkanlık divanı­
na seçildi. Bu kurultaydan hemen sonra Türkiye Komünist Partisi'nin ku­
ruluş kongresine başkanlık etti. Ulusal Kurtuluş Savaşını destekleme ama­
cıyla T ürkiye Büyük Millet Meclisi'nin izniyle• Ankara'da görüşmeler
yapmak üzere Türkiye'ye geldiğinde, Erzurum'da Muhafaza-i Mukadde­
sat Cemiyeti'nce düzenlenen karşı gösteriler nedeniyle şehre girmeyerek
Trabzon'a gitmek zorunda kaldı. Burada da benzer durumla karşılaşılma­
sı üzerine vali tarafından temin edilen bir tekneyle, denize açıldılar. Nedir
ki arkalarından gönderilen başka bir teknede hazırlanmış silahlı kişiler
vardı. Bunlar Sürmene açıklarında partili arkadaşlarıyla birlikte Mustafa
Suphi'yi öldürdüler ( 1 92 1 Ocak).
il. Meşrutiyetin i l k yıllarında, Tanin, Servet-i Fünun, İçtihat, Hak dergi ve
gazetelerinde yazan Mustafa Suphi, Türkiye'de toplumbilimin önemi üzerin­
de duran ilk yazarlardan biri olarak kabul edilmiştir. Durkheim'ci bir sosyo­
log olarak tanınan Celestin Bougle'den ( 1 870-1 940) çevirdiği "llm-i içtimai
Nedir?", bu alandaki ilk yapıtlardan biridir. Toplumbilimin işlevlerini belirt­
tiği bu kitabın önyazısı, "Vazife-i Temdin" ( 1 9 1 1 ) ve "içtihat" dergisinde
(sayı 1 1 8- 1 20) yayımladığı -çağdaş batı felsefesi üzerinde ilk ciddi çalışma
ürünü sayılan- makaleleri2 Mustafa Suphi'yi sosyalizm aşamasına varmadı­
ğı 1 908- 1 9 1 4 yıllarında da öncü bir düşün adamı olarak göstermektedir.
Türkiye 'de Çağdaş Diişünce Tarihi adlı yapıtında Ord. Prof. Hilmi Zi­
ya Ülken, yaşamının bu evresindeki çalışmalarını söz konusu ederken şöy­
le yazıyor:
"İçtihat'ta yayımladığı Descartes, Harvey gibi makaleler çağdaş
batı felsefesine ait ilk ciddi çalışma mahsulü idi. Darvinizm ve La­
markizm adlı küçük kitapları bu iki fikir akımına dair sağlam bilgi
veriyor. 'Sosyoloji' adlı kitabında içtimai şekillerin doğuş sebeplerin­
den, evriminden, sosyolojinin başka ilimlerle farkından, metotların­
dan bahst:diyor. Dikkate değer nokta, bu küçük kitapta yazarın
Fransız Sosyoloji Okulu'nu pek açık bir dille vazih olarak anlattığı

1 . K azım Karabekir, istiklal Harbimiz, sf. 834 ( 1 960).


2. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çagdaş Düşünce Tarihi, sf. 490.

279
M E Ş R U TI YF.T D O N E M i

gibi, i l k defa 'ilm-i içtimai' terimini bırakarak 'sosyoloji' kelimesini


kullanmasıdır." (sf. 490)
Yine aynı yıllarda, "Türklük", " milletin birliği", "sınıflar", "tarım, en­
düstri, ticaret" sorunlarını araştırdığı yazılarındal Mustafa Suphi'nin 1 .
Dünya Savaşı'ndan önce Turancı düşünürlerin karşısında olduğu görülür.
Asya'daki Türklerin Türklüklerinin ulusal değil, ırksal olduğunu i leri süre­
rek dil, dilek, sancak birliğinden yoksun olduklarını belirtir. Osmanlılıkta
ise Türklük, "o görkemli fetihler içinde acı yorgunluklara uğramıştır. " O
halde ki, Türklük şimdiki Osmanlı ortamında, tam anlamıyla kişiliği fark
edilmiş değildir. Bu nedenle "Türklük, Türkün doğal kişiliğini duymasiyle
başlayarak, yaşam ve çevredeki eylemleri o yüce duygu ile ilgili bir öze in­
dirgemeye çalışmasıdır ki, bu durum, Türk milliyetinin yeni bir gelişme dö­
nemine girmesi demek" olacaktır.
Mustafa Suphi, "milletin birliği" sorununa i lişkin görüşlerini açıklar­
ken, geleneklerin, duyguların, edebiyatın Osmanlı Türklerinde, "milliyet­
ten çok, m illetlerarası ve Osmanlılık hesabına işlediği" kanısını ileri sürer
ve şöyle yazar:
Gelenekler, duygu ve edebiyatımız Rum'dan, Acem'den, Arap'tan,
şüphesiz verdiğinden çok fazla almıştır. Anadolu'da Türk Tarihi, tarih
gelenekleri kısmen topraklara göçmüş ve kısmen yüzyılların saldırıları­
na karşı yeşil yosunlar ve kara paslarla örtünen mezar taşlarında, çeş­
me, tekke ve cami kitabelerinde saklı duruyor. Milli duygu ve edebiyat
ise, altın renkli dağlarda, değerli madenlerin yüzyıllık hayatından ha­
ber veren parlak damarlar ve bazı taşlar gibi esrarlıdır. Namık Ke­
mal'in diliyle söyleyelim: " Edebiyatın milli bağlılığa ait hizmetinden o
kadar yoksunuz ki, Arap dilinin yaygın olduğu yerlerde, Yunanca gibi
zamanın bütün bilimiyle güç bulmuş bir dili açıkça yok etmişken Türk­
çemiz henüz alfahesi bile olmayan Arnavut ve Laz dillerini bile unuttu­
ramamıştır. Edebi ilişkilerin yokluğu dolayısıyle örneğin, bir Buharalı
Türkçe söylediği halde, buradaki Türkler içinde, bir Fransız kadar di­
linden anlayacak aşina bulunmaz.
Yeni Dünya'daki yazılarında genellikle, "Kurtuluş Savaşının amacı, uto­
pizm dönemini atlatıp" " bir devri hakikiye girme istidadındaki sosyalizmin"
savaş karşısındaki tutumu ve örgütlenme sorunlarına değinen Mustafa Sup­
hi, "Saltanattan Sonra" adlı makalesinde Anadolu'da Türk Sultanlığının, ya
da herhangi bir ülkede herhangi bir i mparatorluğun yeniden kurulması ola­
nağı olmadığını belirtir. Çünkü 1. Dünya Savaşından sonra padişah ve impa­
ratorların kan deryasına yuvarlanan taçlarını yerden kaldırıp başlarına taka­
ca k ciiretli madrabazlar meydana çıkamamakta, koşullar hir vakitler Avrupa
ve Asya'yı parmaklarında halka gibi çeviren mareşalları ve kahraman paşa­
ları toplum dışına itmektedir. Yıkılan zalim saltanatların harabeleri üstünde
3. Mustafa Suphi, Türklügün Yönleri, Nevuıli Milli adlı antolojiden, Yeni Ufuklar dergis� (Ka­
sım 1 974).

280
YE N I Ç A C , Y E N i O O ş O N A D A M Lı\ 111

emperyalizme karşı dövüşen "amele, rençber ve askerlerden mürekkep mil­


yonluk kitleler" kişiliklerini bulmuşlar, ayaklanıp kendilerini göstermişlerdir.
Türkiye'de de halk, yalnız İngiliz, Fransız, Yunan yağmacılarına değil,
aşara, haksız vergiye, zulme, faiz ve temettü diye köylünün ocağına el uza­
tan hırsızlığa da karşıdır. Bu nedenle Anadolu'da Avrupa ve İstanbul hay­
dutlarıyla çarpışan halk, savaş sonunda hükümetlerin eski müstebit ağa ve
paşalardan oluşmasını hoş karşılamayacaktır.
Kurtuluş Savaşını ölüm kalım savaşı olarak niteleyen M ustafa Suphi,
halkı, yerli yabancı, Müslüman, Hıristiyan ayrımı yapmadan sömürgeciler­
le ve onların yerli ortaklarıyla mücadeleye çağırırken öğretinin temel amaç­
larını kitlelere yaymaya çalışır. Hayata geçmesi için savaştığı bu temel dü­
şün ve amaç, "egemenliğin dövüşen emekçi halkın katılmasıyla kurulaca­
ğı" biçimindedir.
KAYNAKLAR: Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çagdaş Düşünce Tarihi
( 1 966); Türkiye'de Sol Akımlar (2. bas. 1 967); Yeni Ufuk­
Mete Tunçay,
lar dergisi (Kasım 1 974); Hulki Aktunç, Türkiye Defteri dergisi (Tem­
muz 1 974); Mustafa Suphi, Kavgası ve Düşünceleri (Brüksel, 1 974).

DR. ŞEFlK HÜSNÜ DEYMER


Selanik'te ( 1 887) doğdu. Ortaöğrenimini doğduğu kentte, M. Garaud Ko­
leji'nde, yükseköğrenimini Paris Fen ve Tıp Fakültelerinde tamamladı. Sinir
ve ruh hastalıkları uzmanlık eğitimi gördü. Fransa'da bulunduğu yıllar Jön
Türkler'in çalışmalarıyla ilgilendi. Dönemin düşün ve sanat adamlarıyla ar­
kadaşlıklar kurdu. Ünlü Fransız sosyalisti Jean jaures'in yazılarından etkilen­
di. Ülkeye dönüşünde ( 19 12), hekim olarak Balkan ve 1. Dünya Savaşlarına
katıldı. Savaştan sonra Kurtuluş ( 1 91 9-20) ve Aydınlık ( 1 92 1 -25) dergilerin­
de yazdı. "Türkiye 1şçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası"nın kurucuları arasına ka­
tılarak partinin genel sekreterliğini yaptı. istiklal Mahkemesi tarafından 1 5
yıla hüküm giydi ( 1925). Cezasına dayanak olan " Padişaha suikast yasa­
sı"nın kaldırılması üzerine 1 926'da tahliye edildi. Yasadışı eylemleri yönetti­
ği savıyla yeniden tutuklandı ( 1 927-29). Uzun süre yurtdışında yaşadı ( 1 929-
39). Dönüşünde askere alındı ( 1 94 1 -43). Dernekler yasasının değiştirilerek
"sınıf esası üzerine" dayanan partilerin kurulması yasağı kaldırılınca Türki­
ye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi'ni örgütledi ( 1 946). Bu nedenle İstanbul
Sıkıyönetim Mahkemesince 5 yıla hüküm giydi ( 1 947). Af yasasından yarar­
lanarak çıkışından bir süre sonra Türkiye'de gizli Komünist Partisi kurma sa­
vıyla tutuklandı ( 1 95 1 ). Yargılama sonucu sekiz yıl hapse mahkum edildi.
Manisa'da sürgün cezasını çekmekteyken öldü ( 1 959).
tik yazılarını "Kurtuluş" (Proleterya, sayı 2, Bugünkü Proleterya ve Sı­
nıf Şuuru, sayı 3) dergisinde yayımlayan Dr. Şefik Hüsnü, daha sonra ge­
nel sekreteri olduğu partinin organı sayılan " Aydınlık"ta çıkan makalele-

281
M E Ş R U T i Y ET l> ö N E M I

riyle hem kuram, hem eylem adamı kimliği göstermiştir. Bu dönemdeki ya­
zılarında sosyalist öğreti ışığı altında Türkiye'de sınıflar sorununu araştıra­
rak, emekçi sınıfın örgütlenmesi koşullarını belirlemeyi amaçladığı söylene­
bilir. Anarşizm, sosyalizm, komünizm üzerinde tanımlamalar yaptığı Sos­
yalizm Cereyanları ve Türkiye (Aydınlık, sayı 1 6 ), adlı uzun makalesinde
Türkiye'de sermayenin " münhasıran ecnebilere ait" olduğunu belirterek
ulusal endüstrinin pek geri ve sınıf mücadelesinin "had devresinden pek
uza k " bulunması nedeniyle, "içtimai inkılap" sorununun Türkiye'de bü­
yük bir özellik gösterdiği düşünüsünü savunmaktadır. Bu özellikleri ise ya­
zısının bir kesiminde şöyle belirlediği görülür:
Türkiye'de sınıflar ve bir sınıf mücadelesi yok değildir. Yalnız ser­
mayedar burjuvazi sınıfı pek küçük ve zayıf bir ekalliyet ve işçi ve
köylü sınıfı ise muazzam bir ekseriyet teşkil ettiği cihetle sınıf müca­
delesi yabancı sermayedarlar ve bunların peykleri vaziyetinde kalan
yerli eşraf ve servet sahipleri arasında cereyan eder. Ve genel olarak
bir milli mücadele şeklini alır. Şimdiye kadar ferdi hanedan hükümet­
leri bu mücadelede daima sermayedarların -yani millet düşmanları­
nın- tarafını tutmuştu. Bu sayede saray ve konak israfatına lazım
olan önemli kaynakları temin ediyordu. Bundan sonra milli hakimi­
yetten iktidar gücünü alan halk hüküıneti, emeğin -yani milletin- ta­
rafını tutmalı, bir iş ve işçi hükümcti olmalıdır.
Dr. Şefik Hüsnü "Aydınlık"ta devrim, devrimin biçimi, sosyal devrim ve
kadınlar, halkçılık, Türkiye'de işçi sınıfının durumu konularında makaleler
yazmış, Marksist öğretinin temel kuramlarının ışığı altında toplumun, de­
ğişik sınıf ve tabakaların analizini yaparak çağdaşı düşünürlerin değinmek
gereğini bile duymadığı sorunları aydın lı�a çıkarmıştır. Ölümünden sonra,
Ahmet Çavuşoğlu'nun yazılarını birleştirdiği Seçme Yazılar ( 1 97 1 ) adlı ki­
tabı yayımlandı.

K A Y N A K L A R : Mere Tum;ay, Türkiye"de Sol Akımlar (2 has. 1 967); Ay­


dınlık Fevkalade Amele Nüshaları, derleyen Ali Ergin Güran ( 1 97 5); Rasih
Nuri tleri, Yeni Dünya dergisi, sayı 3 (Moırr 1 97 5).

282
� 1 VE Ö T E Kİ L E R ! �

H Ü S E Y l N Z A D E A L İ T U R A N : Ulusçuluk akımına öncülük


eden düşün adamlarından Hüseyinzade Ali, Baku'nun Salyan kasabasında
doğdu ( 1 864). Yükseköğrenimini Petersburg Ü niversitesi Fizik-Matematik
Bölümü'nde tamamladı ( 1 889). lstanbul'a gelerek Askeri Tıbbiye Mektebi'ne
girdi ( 1 890). Hekim olarak katıldığı Türk-Yunan Savaşı'ndan dönüşünde
Tıbbiye Mektebi'nde öğretim üyeliği yaptı ( 1 900- 1 903 ). Gizli çalışan " ittihat
ve Terakki" örgütlerine katıldığı için Kafkasya'ya kaçmak zorunda kaldı.
Orada "Hayat", " Hiyüzat" dergi ve gazetelerini çıkardı. il. Meşrutiyetin ila­
nından bir süre sonra yeniden İstanbul'a geldi. " İttihat ve Terakki"nin mer­
kez yönetim kurulunda görev aldı ( 1 9 1 0- 1 9 1 8 ). Tıbbiye Mektebi'ndeki öğre­
tim üyeliğine Cumhuriyet döneminde emekli oluncaya kadar devam etti
( 1 9 1 0- 1 933). lstanbul'da öldü ( 1 942).
Dr. H üseyinzade Ali, Tiflis'te bulunduğu evrede " Hayat" ve " Füyü­
zat"ta ( 1 906) çıkan yazılarında Türklük, Türklerin bilimler karşısındaki
tutumları, yazı ve dil sorunları üzerinde yaptığı araştırmalarda Ziya Gö­
kalp'cen çok önce çağdaşlaşma sorununa değinmiş, gelişen bacı uygarlığını
değerlendirerek. lslaın uygarlığına bağlı Türklerin durumunu carcışmışcır.
Yazara göre Türkliik varlığını yaraccığı uygarlıktan almaktan. çağdaş ede­
biyata kadar uzanan bir dil gerçeğiyle güçlenmektedir. Bacıda "şarkiyacçı­
lar " ın çalışmalarıyla gün yiizi,ine çıkan bu gerçeğe bilimsel bir öz kazandır­
mak görevdir. Türk uygarlığını ortaya koyacak olan esas sanat yapıtları
meydana çıkarılmalıdır. Dernek açılmalı, üniversitelere dersler konulmalı,
bir yandan arkeolojik çalışmalarla uygarlığın kökleri araştırılırken, bir yan­
dan da dil ve edebiyat verimleri üzerine eğilmelidir.
Türk kültürünün kaynağını hümanizmden aldığı için XX. yüzyılda da
çağdaşlaşma koşullarına uyacağını öne süren H üseyinzade, Türkçenin
Arapça etkisinde kalmasını Fransız ve İngiliz dillerinin Yunan-Latin dille­
rinden yararlanmasıyla karşılaştırarak doğal sayar. Ancak yapısına uygun
sözcükleri alarak zenginleştiği görüşünü savunur.

283
M E Ş ll U T I Y U D O N E M İ

Önerileri ve genellikle Islam geleneklerine bağlı kurumları yadsıma öl­


çüsüne varmayan tutumu ile lslamcılarla Türkçüler arasındaki kopuşmala­
rı ortadan kaldıracak bir düşün düzeyi yaratmaya çalıştığı kabul edilmiştir.

M . Ş E M S E T T I N : Bu dönemin Türkçülerle derin düşün ayrılıkla­


rına düşmeyen lslamcı kafalarından biri de M. Şemsettin'dir. Kemaliye'de
doğan ( 1 883) M. Şemsettin Günaltay öğrenimini, Yüksek Öğretmen Oku­
lu Fen Bölümü'nde tamamladı . Bir süre liselerde tarih öğretmenliği, müdür­
lük yaptı. i lahiyat Fakültesi'nde dinler tarihi, Edebiyat Fakültesi'nde Türk
tarihi okuttu. Cumhuriyet döneminde milletvekili seçildi. Türk Tarih Ku­
rumu başkanlığı ve Başbakanlık görevlerinde bulundu. Ölümünden önce
( 1 96 1 ) lstanbul'dan senatör seçilmişti.
"Sebilürreşat" dergisinde yayımladığı makalelerde reformist lslamcı gö­
rüşleriyle tanınan Günaltay, özellikle Zulmetten Nura adlı kitabında hura­
fecilik, yanlış inanç ve "tevekkül" gibi kimi çevrelerin Müslümanlığın ko­
şulları olarak öne sürdüğü " k üflü kanaatler"e karşı çıktı. Düşün hayatının
çöküşünü Cinci Hoca, Seyit Mustafa ve benzeri dar görüşlü kafaların saf­
satalarının etki alanı b u lunmasına bağlayarak, ancak bilim ve çağdaş dü­
şünce yöntemleriyle silahlanmış bir lslamlığın kurtarıcı olabileceğini anlat­
maya çalıştı. " Maddeten hiçbir teşebbüste bulunmayarak gece gündüz Sof­
ya'nın yere geçmesi, Averof'un denize batması için dua etsek böyle müna­
sebetsiz bir dua hiçbir zaman hedefi icabete vasıl olmaz" (sf. 63) biçiminde
halkın anlayabileceği kesinlikle "kanaat istismarcıları" nın karşısına çıkı­
yor. lslam öğretisinin emirleriyle Müslümanlığın hayatı anlayış biçimi ara­
sındaki çelişkilere dikkati çekiyordu.
Özellikle bilimle lslam dininin kuralları arasında bir uzlaşmazlık olma­
dığını öne süren Günaltay, lslamlığın gelişme aşamalarında kazandığı uy­
garlık değerlerinin üzerinde durdu. Doğudan batıya geçen bu değerlerin in­
sanlık tarihi üzerindeki katkılarını gösterdi. Yazara göre bilimle din arasın­
daki kopuşma bilginlerin gerçek bilim adamı kimliğinden uzaklaşmaları
nedenine bağlanabilirdi. Başlangıçta faydalı bir bilim kurumu olan medre­
se, sonraları bu niteliği koruyamadığı için, işlevlerini yerine getiremez du­
ruma gelmişti. Çöküntünün bir nedeni de siyasal kopuşmalara yol açan ta­
rikatlar ve tekkelerdi. Bu yıkılışı Tanzimat sonrası yenilikçilerinin öngördü­
ğü tedbirler de, cahillerin softacı davranışları da önleyemezdi.
Hilafattan Hakikata ( 1 9 1 4) adlı yapıtında Kuran surelerinden alıntılar
yaparak kurşun dökme, muska, büyü, falcılık, ölülere aşırı ibadet, türbeci­
lik biçimindeki inançların dinle i lgisi bulunmadığını, lslamda temel kuralın
usa inanmak olduğunu yazdı. Maziden Atiye'de ( 1 920) ise Türklük bilinci­
nin tarihsel kökleri olduğu düşünüsüne yaklaşarak Ziya Gökalp'le; lslam­
laşmak, çağdaş olmak, Türkleşmek i lkelerini savunmakla düşün bakımın­
dan Büyük M illet Meclisi'nin "asgari müşterek"i sayabileceğimiz görüşler­
le birleştiği söylenebilir.
B A Ş L I C A Y A P iT L A R 1 : lslôm Dini Tarihi, Dinler Tarihi, Felsefe-i Ola, lslamda
Tarih ve Müverrihler, Türk Tarihi ve Uzak Dogu Tarihi.

284
VE ÖTE K i L E R

İS M A İ L F E N N İ : Çağdaşlaşma gereği İslamcı akıma bağlı kalemler­


den biri de İsmail Fenni'dir ( 1 855- 1 946). Özellikle tarih ve felsefe alanların­
daki çalışmalarıyla tanınır. Yapıtları arasında Paul Janet'dan Çagdaş Mater­
yalizm Mezhebi, Stuart Mill'den Hürriyet, Lugatçe-i Felsefe, Maddiyun
Mezbinin Yıkılışı anılabilir. Materyalizmin Yıkılışı 'nda Baha. Tevfik'in dili­
mize aktardığı Alman düşünürü Büchner'in Madde ve Kuvvet adlı yapıtını
eleştirmiştir.

N Ü Z H E T S A B İ T ( 1 8 8 3 - 1 9 1 9 ) : Baha Tevfik gibi bu dönemin


Marksist öğretiye ulaşmayan sosyalist eğilimli aydınlarından biridir. Yük­
seköğrenimini Mülkiye Mektebi'nde tamamladıktan sonra kısa süre devlet
h izmetinde bulunmuş, il. Meşrutiyet ilan edilince lstanbul'a yerleşecek
"Vazife" ( 1 909) dergisini çıkarmıştı. Yöneticileriyle görüş birliğine vara­
madığı için İttihat ve Terakki Fırkası'ndan ayrılarak m uhalefete geçti. Der­
gisinin sıkıyönetim mahkemesi tarafından kapatılması üzerine küçük kitap­
çıklarla görüşlerini yaymaya çalıştı. Mütarekede yeniden yayımladığı Vazi­
fe'de ve Fağfur dergisinde yazdı. Ziya Gökalp'ın Türkleşmek, lslamlaşmak,
Muasırlaşmak adlı yapıtının geniş bir eleştirisini yaptı ( Fagfur, sayı 4).

C E L A L N U R İ ( i l e r i , 1 8 7 0 - 1 9 3 9 ) : lçtihat, lkdam, Ati (kendi


yayımı), Edebiyat-ı Umumiye dergi ve gazetelerinde çıkan yazılarıyla tanın­
mıştı. Kültür ve teknik ayrımı yapılmadan batı uygarlığını kabul etmek ge­
reğine inanıyor, İslamda yenileşme zorunluluğunu işleyen makalelerinde
yeni bir fıkıh gereksinmesinin yanı sıra batının hukuk kurallarından da ya­
rarlanmayı öngörüyordu. Özellikle Kadınlarımız ( 1 9 1 2) adlı kitabında ör­
tünmenin (tesettür) yanlış anlaşıldığını öne sürerek kadın erkek eşitliği üze­
rinde durdu. Ati gazetesinde ( 1 9 1 8 ) Servet-i Fünun yazarlarının dil anlayış­
larını eleştiren makaleleri de vardır. (Bu yöndeki çalışmaları için Sami N.
Özerdim'in yazılarına bakılabilir: Türk Dili dergisi, 1 38-1 39. sayılar, 1 963).
Bu dönemin kuram ve eylem birliği arayan kişiliklerinden biri de top­
lumbilim alanındaki i l k yapıtlardan biri sayılan Tekamül ve Kanunları
( 1 91 3) adlı kitabın yazarı, Ethem Nejat'tır ( 1 887- 1 92 1 ). il. Abdülhamid'in
zorbalık rejimine karşı genç yaşında ülke dışında mücadele eden Ethem Ne­
j at, il. Meşrutiyetten sonra Manastır, Bursa, lzmir öğretmen okullarında
müdürlük etti. Eskişehir Maarif Müdürlüğü görevinde bulundu. Şura-yı
Ümmet, Siper-i Saika, kendi yayımı Terbiyeyi Yeni Fikir dergi ve gazetele­
rinde yazdı. Özellikle eğitbilim konularındaki makale ve kitapları (Türklük
Nedir ve Terbiye Yolları) ile tanındı. Görevli olarak Almanya'da bulundu­
ğu yıllar ( 1 9 1 8- 1 9 1 9 ) sosyalist öğretiyi benimsedi. Ülkeye dönüşünde Kur­
tuluş ve Aydınlık dergilerinde yazdı. Dr. Şefik Hüsnü ile birlikte Türkiye iş­
çi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası'nın kurucuları arasına katıldı ( 19 1 9). Bakfı'da
toplanan "Şark Milliyetleri Kongresi" nde Türkiye'yi temsil etti (Eylül
1 920). Kurtuluş Savaşı'nı destekleme amacıyla M ustafa Suphi ve arkadaşla­
rıyla birlikte Türkiye'ye gelişinde Trabzon'da öldürüldü.

285
M E � ll U T I Y fT l> ö N E M I

A H M E T R A S İ M ( 1 8 6 4 - 1 9 3 2 ) : lstanbul'da doğdu. Ortaöğreni­


mini Darüşşafaka'da tamamladı. Memurluk, gazetecilik yaptı. Milletvekili
seçildi ( 1 927). Tercüman-ı Hakikat'te çıkan ilk çevirilerinden sonra Hamiy­
yet, Sebat, Servet-i Fünun, Resimli Gazete, lkdam, Sabah, Akşam, Vakit,
Cumhuriyet gibi dergi ve gazetelerde yazdı. Makaleleri, fıkraları, anıları ile
sevildi. Eski İstanbul yaşamına değgin anlatılarının yanı sıra İslam ve Osman­
lı tarihleri üzerinde çalıştı.
B A Ş L 1 C A Y A P 1 T L A R 1 : Menôkıb-ı lslôm (2 cilt, 1 909- 1 9 1 0), Resimli ve Harita­
lı Osmanlı Tarihi (4 cilt, 1 9 1 0- 1 2), Tarih ve Muharrir ( 1 9 1 3), Şehir Mektupları ( 1 9 1 2-
1 3 ), Fuhş-i Atik ( 1 924).
K A Y N A K 1. A R : Suat Hizarcı, Ahmet Rasim ( 1953, 1 965); A. Sım Levend, Ahmet Rasim
( 1 965).

A L l K E M A L ( 1 8 6 7 - 1 9 2 2 ) : lstanbul'da doğdu. Mülkiye Mekte­


bi'nde, Paris ve Cenevre üniversitelerinde okudu. Ülkeye dönüşünde Hürri­
yet ve İtilaf Fırkası'na girdi. İkdam, Peyam-ı Sabah gazetelerinde yazdı. Mü­
tarekede Damad Ferit kabinesinde maarif ve dahiliye nazırlıkları yaptı. İşbir­
likçi sadrazamla birlikte paralı askerlerden oluşan Kuvayi İnzibatiye ordusu­
nu örgütledi. Yazıları, genelgeleriyle, Kurtuluş Savaşçılarına karşı mücadele
etti. Zaferden sonra yargılanmak üzere götürüldüğü lzmit'te linç edildi. Bir
Safha-i Tarih ( 1 913 ), Tarih-i Siyasi ( 1 9 1 8) en bilinen yapıtları arasındadır.

R 1 F A T B l L G E ( 1 8 7 3 - 1 9 5 3 ) : Kilis'te doğdu . Ortaöğrenimini,


Öğretmen Okulu'nda, yükseköğrenimini " bir süre öğretmenlik yaptık­
tan sonra" Hukuk Mekteb i'nde tamamladı. Darülfünun'da Arapça ders­
leri verdi. Döneminde " K i lisli M uallim Rıfat" olarak tanınan Bilge'nin
Kitab-ı Dede Korkut ( 1 9 1 4 ) , Divan-ı Lugat-it Türk ( 1 9 1 7), lbn-i Mü­
henna Lugatı ( 1 91 9 ) adlı yapıtları var.

AL 1 R E Ş A T ( 1 8 7 7 - 1 9 2 9 ) : Lofça'da doğdu. Öğrenimini Mülkiye


Mektebi'nde tamamladı ( 1 897). Tarih öğretmenliği, Maarif, Telif ve Tercü­
me Meclisi üyeliği yaptı. Edebiyat Fakültesi'nde ortaçağ tarihi okuttu. Yapıt­
ları arasında en ünlüleri Türkiye ve Tanzimat ( 1 9 12), Kapitülasyonlar Tari­
hi, Menşei Asılları d ı r ( 1 9 14).
'

A H M E T R E F l K ( A 1 t ı n a y , 1 8 8 O - 1 9 3 7 ) : lstanbul'da doğdu.
Öğrenimini Harbiye Mektebi'nde tamamladı. Askeri okullarda öğretmenlik
yaptı. "Tarih-i Osmani Encümeni"nde çalıştı. Eski olayları, kişilikleri, dönemle­
ri yansıtan yazılarının yanı sıra araştırmalarıyla tanındı.
Y A P 1 T L A R I : Lale Devri ( 1 9 12, son bas. 1 963), Onuncu Asr-ı Hicride lstanbul
Hayatı ( 1 9 1 4), Hicri Onbirinci Asırda lstanbul Hayatı ( 1 93 1 ), Viyana Ônünde Türk­
ler ( 1 93 1 ).

A H M E T E M l N ( Y a 1 m a n , 1 8 8 1 - 1 9 7 2 ) : Selanik'te doğdu.
Yükseköğrenimini Amerika'da Colombia Üniversitesi'nde tamamladı. Sa-

286
V E Ô T E K I LE ll

bah ( 1 907), Yeni Gazete, Tanin ( 1 9 10) gazetelerinde yazarlık, muhabirlik


yaptı. Vakit ( 1 9 1 7), Vatan ( 1 922-25) gazetelerinde başyazılar yazdı. Te­
rakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatıldığı yıl ( 1 92 5 ) gazetecilikten ay­
rıldı. Yeniden Vatan gazetesini kurdu ( 1 940- 6 1 ). Bir yıl kadar Hür Vatan'ı
çıkardı. Mütareke ve Cumhuriyet yıllarında liberalizm yanlısı yazılarıyla
tanınan Yalman'ın Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim ( 1 970)
adlı dört ciltlik kitabı var.

Y U N U S N A D 1 ( A b a 1 ı o ğ 1 u , 1 8 8 O 1 9 4 5 ) : Fethiye'de doğdu.
-

Öğrenimini Galatasaray lisesinde tamamladı. Bir süre Hukuk Fakültesi'nde


okudu. Malumat ( 1 900) dergisinde ilk yazılarını yayımladı. il. Abdülhamid
yönetimine karşı gizli bir örgüt kurduğu savıyla üç yıl Midilli Kalesi'nde
sürgün kaldı. Meşrutiyetten sonra lstanbul'a dönünce ikdam, Tasvir-i Ef­
kar gazetelerinde yazdı. Selanik'te kendi yayımı Rumeli gazetesinde başya­
zarlık yaptı ( 1 908- 1 9 1 1 ). Osmanlı Mebusan Meclisi'ne Aydın'dan milletve­
kili seçildi. Yenigün gazetesini kurdu (2 Eylül 1 9 1 8 ). İngilizlerin lstanbul'u
işgal etmeleri üzerine Anadolu'ya geçti. Gazetesini Ankara'da yayımlamaya
başladı. Cumhuriyetten sonra Cumhuriyet gazetesini kurdu (7 Mayıs 1 924 ),
ölümüne değin gazetesinin başyazarlığını yaptı. Yapıtları arasında, ihtilal ve
fnkılab-ı Osmani ( 1 908), A nkara 'nın ilk Günleri ( 1 955) anı labilir.

A H M E T C E V A T ( E m r e , 1 8 8 7 - t 9 6 t ) : Girit'te doğdu. Har­


biye Mektebi'nde okurken Fizan'a sürgün gönderildi. Oradan Fransa'ya
kaçtı. il. Meşrutiyet ilan edilince lstanbul'a döndü. Darülfiinun'da Tiirk
edebiyatı ve dilbilgisi müderrisliği yaptı. Cumhuriyet'ten sonra dil ve yeni
yazı kurullarında görev aldı. Muhit ( 1 928-3 1 ) dergisini çıkardı. Eski Türk
Yazısının Menşei, 1 9. Yüzyıl Betikleri, Türk Dilbilgisi, iki Neslin Tarihi ad­
lı kitapları var.

H A S A N T A H S 1 N R E C E P ( 1 8 8 8 - 1 9 1 9 ) : Sel:inik'te doğdu.
Asıl adı Osman Nevres'tir. Öğrenimini Paris Siyasi Bilgiler Fakültesi'nde
tamamladı. iki İngiliz diplomatını öldürmek suçundan Biikreş'te 10 yıl ha­
pis yattı. Mütareke yıllarında lzmir'e yerleşti. Hukuk-u Beşer gazetesini çı­
kardı ( 1 9 1 8- 1 9). Yazılarında sosyalizmi ve sömürgeciliğe karşı örgütlenme
hareketini savundu. Yunanlıların lzmir'i işgal ettikleri gün, Efzun Taburu­
nun öncü kolu üzerine bombayla saldırdığı sırada şehit edildi.

R E F ' İ C E V A T ( U l u n a y , 1 8 9 0 - 1 9 6 8 ) : Şam'da doğdu. Orta­


öğrenimini Galatasaray Lisesi'nde tamamladı ( t 909). Tanin, ikdam, Şeh­
ran kendi yayımı, Alemdar gazetelerinde yazdı. M. Şevket Paşanın öldürül­
mesi olayından sonra Sinop, Konya ve Çorum'da sürgün yaşadı ( 1 9 12- 1 8 ).
lstanbul'a dönüşünde, yeniden kurduğu Alemdar gazetesini iktidardaki
Hürriyet ve itilaf Fırkası'nın "yarı resmi" organı durumuna getirdi. Kurtu-

287
M E Ş R U T I Yt:T D O N E M i

luş Savaşı'na karşı yayım yapu. Cumhuriyeuen sonra "yüzellili k"lerden bi­
ri olarak ülke dışına çıkarıldı. Genel afran yararlanarak dönüşünden ölü­
müne değin Yeni Sabah, Mi lliyet gazetelerinde fıkra yazarlığı yapu.

R U Ş E N E Ş R E F ( Ü n a y d ı n , 1 8 9 2 - 1 9 5 9 ) : lsranbul'da doğdu.
Öğrenimini Edebiyat Fakülresi'nde tamamladı ( 1 914 ). Öğretmenlik, gaze­
tecilik yapu. Server-i Fünun, Türk Yurdu, Donanma, Tedrisat, Yeni Mec­
mua, Dergah, Vakit dergi ve gazetelerinde yazdı. Döneminin düşün, sanat
adamlarıyla yapuğı konuşmalardan oluşan Diyorlar ki ( 1 9 1 8, 1 972), Tev­
fik Fikret ( 1 9 1 9), Anafartalar Kahramanı M. Kemal ile Mülakat (Yeni
Mecmua, 1 9 1 8, bas. 1 930, 1 954) tanınmış yapıtları arasındadır.

M E H M ET Z E K E R i Y A ( S e r t e l , 1 8 9 2 - 1 1 M a r t 1 9 8 0 ) :
Yugoslavya'nın Usrurumca kasabasında doğdu. ABD Colombia Üniversite­
si Gazetecilik Fakültesini bitirdi. Yunus Nadi'nin Selanik're yayımladığı Ru­
meli gazetesinde yazarlık yapu. Yeni Felsefe ( 1 91 2 ) dergisini çıkardı. Isran­
bul'da kendi yayımı, Turan gazetesindeki yazılarıyla ün yaptı. Bir süre
ABD'de yaşadı. Dönüşünde Matbuat Umum Müdürlüğü'ne getirildi. Cum­
huriyeuen sonra Resimli Ay dergisini çıkardı. Bu dergilerdeki yazılarından
ötürü Sinop'a sürgün edildi. Son Posta, Tan gazetelerinde başyazarlık eni
( 1 930-45). "Hayat Ansiklopedisi"ni yönetti. Tan gazetesinin yıkılmasından
sonra yurrdışına çıku. Mavi Gözlü Dev, Hatırladıklarım adlı yapıtları var.

F A L t H R 1 F K 1 ( A t a y , 1 8 9 4 - 1 9 7 1 ) : lsranbul'da doğdu. Yük­


seköğrenimini Edebiyat Fakülresi'nde tamamladı. Tanin gazetesinde yazar­
lığa başladı ( 1 91 9). Kazım Şinasi, Necmeuin Sadak, Ali Naci'nin kurduğu
Akşam gazetesine kauldı ( 1 9 1 8). Kurtuluş Savaşı'nı destekleyen yazılarıyla
tanındı. Anadolu'ya geçti. Bolu'dan milletvekili seçildi ( 1 922). Hakimiyer-i
Milliye sonra "Ulus" gazetelerinde başyazarlık yapu. CHP iktidardan düş­
tükten sonra "Yeni Isranbul" ( 1 950-51 ), Bedii Faik'le birlikte kurduğu
D ünya ( 1 952-71 ) gazetelerinde yazdı.
Bu kesimde kişiliklerine kısaca değindiğimiz yazarların, düşün adamla­
rının bir bölüğünün il. Abdulhamid döneminde yetiştiğini; bir bölüğünün
Birinci D ünya Savaşı yıllarında onaya çıkuklarını görüyoruz. Aralarında
Yunus Nadi, Mehmet Zekeriya (Sertel), Falih Rıfkı, Sedat Simavi ( 1 8 96-
1 953), Ali Naci (Karacan, ( 1 896-1955), Ahmer Emin gibi Cumhuriyet dö­
nemi gazeteciliğinin k urucuları sayılan kalemler, Dr. Rıza Nur ( 1 879-
1 942), İsmail Hami Danişmenr ( 1 89 9- 1 947) gibi tarihçiler bulunan bu ge­
çiş dönemi kuşağının kimi kişilikleri üzerinde "Çağdaş Türk Edebiyau I
Cumhuriyet Dönem i" adlı kitabımızda yeniden durulacakur.

288
DÜ Ş ÜN
A DAMLAR I N DAN
ÖRNEKLER

YUSUF AKÇURA

Ü Ç T A R Z - 1 S l Y A S E T 'den sının, Alman lisanını ve bahusus Al­


manların tarih ve lisan ilimleri hakkın­
daki tetkikatını Türk gençlerinin bilir
Irk üzerine müstenit bir Türk siyasi olmasının hayli tesiri olmuştur sanıyo­
milliyeti husule getirmek fikri pek yeni­ rum. Çünkü bu genç mahfe'de, Fransız
dir. Gerek şimdiye kadar Osmanlı dev­ izleyicileri de olduğu gibi bazı hafif ve
letinde, gerekse gelip geçen diğer Türk "declamatoire" edebiyattan ve siyaset­
devletlerinin hiç birisinde bu fikrin mev­ ten ziyade, sessiz, sabırlı ve inceleyici
cut olduğunu zannetmiyorum. Cengiz şekilde elde edilmiş sağlam bir ilim
ve Moğolların tarafını tutan müverrih mevcuttur.
Leon Kahon, o büyük Türk hanının bü­ Şemsettin Sami, Türkçe Şi irler'in
tün Türkleri birleştirmek gibi yüce bir muh terem müellifi Mehmet Emin, Ne­
maksatla Asya'yı baştan başa fethettiği­ cip Asım, Veled Çelebi ve Hasan Tahsin
ni yazıyorsa da, bu iddiasının tarihçe ta­ bu mahfelin göze görünen azası olup,
mamen tevsik edildiği hakkında bir şey İkdam bir dereceye kadar düşünceleri­
diyemem. nin benimseyicileridir. Günümüzdeki
Tanzimat ve Genç Osmanlılık hare­ hükümetin bu doktrine iyi bakmama­
ketlerinde de, Türkleri birleştirmek fik­ sından olacak ki, hareketleri pek yavaş
rinin varlığına dair hiçbir belirtiye rast­ oluyor.l
gelmedim. Bilmem, merhum Vefik Pa­ Osmanlı ül kelerinin, lstanbul'dan
şa, lehçesiyle saf Türkçe yazmak arzu­ başka yerlerinde bu fikrin taraftarları
sıyle bu yüksek hayal arasında biraz ol­ olup olmadığını bilmiyorum. Ukin,
sun dolaşmış mıdır? Bu muhakkak ki, Türklük siyaseti de, tıpkı İslam siyaseti
son zamanlarda İstanbul'da Türk milli­ gibi umumidir; Osmanlı hudutları ile
yeti arzu eden bir mahfel, siyasi olmak­ mahdut değildir. Binaenaleyh kürenin
tan ziyade ilmi bir mahfel teşekkül etti. Türkler ile meskun diğer noktalarına da
Bu mahfelin teşekkülünde, Osmanlı­ göz atmak iktiza eder.
larla Almanlar'ın münasebetinin artma- En çok Türklerle meskun Rusya'da
1 . Yanılmıyorsam, Türk Tarihi'nin il. cildinin neşrolunmasına hükümer müsaade etmedi, Y.
Akçura.

289
M EŞRUTIYET DONEM 1

Türklerin birleşmesi fikrinin pek müp­ Müslüman veya Türklere tatbiki ile
hem bir surette varlığını tahmin ediyo­ tüm insanlığa menfaat ispatına kalkışıl­
rum. Henüz doğmuş " idil Edebiyatı" sa usulün noksanlığından dolayı netice
Müslüman olmaktan ziyade Türktür. pek çok hatalı olur. Ekseri içtimai ve si­
Dış tazyikler olmasa, bu fikrin kolaylık­ yasi işlerde bu hatalı usulün kullanılma­
la gelişmesine Osmanlı ü l kelerinden sı itiyad edilmiş ise de, hakikatta bir ne­
fazla müsait muhit, Türklerin en kala­ vi safsata olduğundan vazgeçiyorum.
balık bulundukları Türkistan ile Yayık Meseleyi biraz tahdit ede lim, teşekkül
ve idil havzaları olurdu. etmiş beşeri bir heyete diyelim.
Kafkasya Türklerinde de bu fikir Yine de pek umumi bir meseleye çatı­
mevcut olsa gerek. Azerbaycana Kafka­ yoruz. Muayyen bir cemiyetin menfaat­
sın fikri tesiri olmakla beraber, şimali ları neden ibarettir? Buna cevap verme­
lran Türklerinin ne derecelere kadar den, falan veya falan siyasi yolun falan
Türklerin birleşmesi taraftarı oldukları­ cemiyete faydalı olduğu hallolunamaz.
nı bilmiyorum. Malüm bir cemiyetin menfaatlarının
Ne olursa olsun, ırka müstenit siyasi neden ibaret olduğunu tayin etmek si­
bir millet türetmek fikri henüz pek tur­ yasi bir meseledir. Yani "siyaset" deni­
fandadır, pek az yaygındır. len ve henüz mevzu ve usulü kati olarak
kararlaştırılamamış natamam bir ilmin
il mühim meselelerinden biridir. Siyaset
imdi, bu üç siyasetten hangisinin ya­ ilminin meseleleri hakkında, talil (tüm­
rarlı ve kabil-i tatbik olduğunu araştıra­ denge lim-deduction) ve istikra (tümeva­
lım. rım-induction) taraftarları arasında
Yararlı dedik; lakin kime ve neye ya­ münakaşa ve çekişme devam etmekte­
rarlı? dir. Birinciler derler ki, siyasi kaideler
Önce bütün insaniyete denilebilir. Bu sırf fikridir (ideal), söz konusu kaideler
halde insaniyetin menfaatına hizmet tıpkı riyazi yenin mütearifelen (belit-axi­
eden siyasi yol veya yolları tarif ve son­ ome) peşince (apriori) vazolunur. Hü­
ra o yol veya yolların muayyen ve mah­ kümet ricali bu kaideleri, mimarın hen­
dut bir kısım insaniyete tatbikinde de dese kaidelerini tatbiki gibi, cemiyete
bütün insaniyetin faydalanacağını ispat tatbikte mükelleftir. ikinciler ise, cemi­
eylemek ve daha sonra, zikrolunan üç yetler itaat ettikleri kaideleri zatında ih­
yoldan bir veya birkaçının gelecek şart­ tiva edip yetişme ve gelişmeleri ile orta­
lara sahip olan yol veya yollarla ayniye­ ya koyarlar; bu cihetle siyaset ilmi, be­
tini göstermek gereklidir. Bu ise, san­ şeri faaliyete hayali bir gaye tayininden
mam ki şimdi mümkün olsun. Zira, sarf-ı nazar eylemeksizin vakalardan ta­
bahsedilen şartları ihtiva eden siyasi yol rihi ve içtimai kaideler çıkarmaya, mu­
veya yolları, henüz insanlık bilgisi bula­ hit, ahval kuruntular ve ihtirasları göz­
mamıştır. den kaçırmamaya çalışmalıdır, derler.2
Yukarıdaki usulü takip etmeyip de, Siyaset ilminin usulünde olan bu ihti­
üç yoldan bir veya birkaçının Osmanlı laf, ona müteallik meselelerin de ekseri-

2. Uard: Logique. Methode des Sciences Mora/es, sf. l 85.

290
VE Ô T E k l LER

sinde kati bir hal sureti bulmaya mani tabirle aklımızın henüz tahlil edemedi­
oluyor. Beşeri cemiyetlerin hakiki men­ ği, hak veremediği hissimiz cevaplandı­
faatları, içtimai ilimler mensuplarınca rabilir. Ben Osmanlı ve Müslüman bir
pek çok tartışmayı davet ettiği halde, Türküm. Binaenaleyh Osmanlı Devleti,
henüz karara varılmamış meselelerden­ lslamiyet ve bütün Türkler menfaatına
dir. hizmet etmek istiyorum. Lakin siyasi,
Bu kararsızlık ile beraber, her cemiyet dini ve soya dayalı olan bu üç cemiyetin
kendi menfaatini elde etmek ümidiyle menfaatları müşterek midir? Yani biri­
bilfiil daimi değişme halindedir. Yani sinin kuvvetlenmesi, diğerlerinin de
yukarda zikredilen içtimai mesele, ame­ kuvvetlenmesini mucip olur mu?
li olarak her zaman, her mahalde hallo­ Osmanlı Devletinin menfaatı, bütün
lunmaktadır. Bu devamlı değişme esna­ Mülümanların ve Türklerin menfaatla­
sında menfaat diye fiile getirilen şey ha­ rına aykırı değildir. Zira, tebaası olan
yattır. Hayat ise kuvvetle devam etti­ Müslümanlar ve Türkler onun kuvvet­
ğinden, hayatın varlığı kuvvetin varlığı­ lenmesi ile kuvvetlenmiş demek olduğu
nı gerektirir. Demek oluyor ki, her ce­ gibi diğer Müslüman ve Türklerde kuv­
miyet menfaatini hayatta, yani kuvvet vetli bir destek bulmuş olurlar.
kazanmakta ve kuvvetini arttırmada Fakat lslamın menfaati, Osman l ı
buluyor. Bu cihetle, cemiyetler arasın­ Devletinin ve Türklüğün menfaatlarına
da, kainatın varlık peşinde dolaşan bü­ tamamen uymaz. Zira lslamın kuvvet
tün unsurları arasında olduğu gibi, da­ kazanması, Osmanlı tebaasından bir
imi hir savaşma görülüyor. Biz de bu kısmının (gayri müslim olanların) so­
hal suretini kabul etmek mecburiyetin­ nunda kaybını ve bu cihetle Osmanlı
deyiz. Her cemiyetin menfaati; varlığın­ Devletinin günümüzdeki toplulujtunda­
da, binaenaleyh k uvvetli olmaktadır. ki hir parçasının yok olmasını mucip
Lakin, hangi cemiyetin menfaatına olacağı gibi, Türklüğün müslim ve gay­
çalışmalıyız? Bu sualin mantıklı bir ce­ rı müslim dini anlaşmazlığıyle bölün­
vabı verilemez. Filhakika ne<len Türkler mesine ve binaenaleyh kuvvetsizlenme­
veya Müslümanlar menfa.uma hizmet sine sebep olur. l
edelim de, mesela Slavlar veya Orto­ Türklüğün menfaatına geli nce o da,
doksların faydası için uğraşmayalım? ne Osmanlı Devletinin ve ne de lslamın
Bahusus, hir cemiyetin menfaatı, ekseri menfaatına büsbütün uygun gelemez.
hallerde, diğer birisinin zararı ile kaim Zira, lslfün toplumunu Türk ve olma­
olduğundan, hangi makul sebebe istinat yan kısımlarına bölerek zayıflatır, ve
ederek, beşeriyetin bir kısmına zarar bunun neticesi olarak Osmanlı teba­
vermekte haklı olduğumuzu gösterebili­ anın Müslümanları arasında da nifak
riz? salıp Osmanlı Devletinin kuvvetsizlen­
Bu suali ancak tabii meylimiz, diğer mesini mucip olur.

3. Gayri Müslim Türkler pek az oldupndan, bu son mahzur ehemmiyı1sizdir, Y. Akçura.

291
M E � ll U T I Y E T D Ö N E M i

SAİT H ALİM PAŞA

M E Ş R U T 1 Y E T 'ten dandadır.
Batı toplumlarında pek büyük bir Memurların, asılzadeler ile burjuva
rol oynayan " tarihi asalet" Osmanlı sınıfının yerini tutacağını zannetmek
toplumunda b ilinmez. Osmanlılı k a le­ adeta iktisatta tüketim ile üretimi bir­
minde, " burjuva" denilen halk, tama­ birine karıştırmak kadar büyük bir
miyle ehemmiyetsiz bir içtimai amil­ hataya düşmek olur.
dir. Halbuki Avrupa topl umlarında, O halde, kendisini meydana getiren
millet mukadderatı üzerinde pek bü­ esasl a r, bizimkilerden bu derecede
yük bir hüküm ve nüfuza sahiptir. farklı olan bir toplumda kurulan siya­
Buna karşılık Osmanlı cemiyetinde si teşkilatlar bizim cemiyetimize nasıl
"memurlar" en faal ve mü nevver bir fayda lı olabilir?
unsur teşkil ederler. Bu vazife pek par­ Bu hususta edindiğimiz tecrübe ke­
lak ve çekici olduğundan zamanımız­ sindir. Bu şekli ile, şimdiki siyasi yapı­
da bile her aydın Osmanlının ideal i, mızın içtimai yapımızla uyuşması im­
hükümet memuru olmaktır. kansızdır.
Halbuki memurluğa has olan kayıt­ Mücedditlerimizi bu kadar büyük
sızlık, tevekkül, teslimiyet ve mes'uli­ hatalara düşüren şey şudur: Onlar
yetten kaçınmak şekl indeki ruh haleti, memleketin siyasi vaziyetini istedikle­
memurları her türlü fedakarlık ve şah­ ri gibi değiştirmekle, içtimai durumu­
si teşebbüs hislerinden mahrum k ı l­ n u da değiştirmeğe muvaffak olabile­
maktadır. Bu yüzden Osmanlı memur ceklerini zannettiler. Sadece birtakım
tabakasının, Avrupa'daki asılzade ve kanun ve nizamların, bir milletin içti­
burjuva sınıflarının ifa ettikleri vazife­ mai yapısını istenildiği gibi değiştire­
yi yerine getirebilmesi mümkün değil­ bileceği, bütün toplumun hükumetin
dir. Çünkü bizim memurlarımızın ak­ heves ve hislerine tabi bulunduğu gibi,
sine olarak, asıl zade ve burjuva sınıfı safdilce fik irlere kapılmak hatasına
mensupları, hareketlerinde serbest ve düştüler.
müstakil, medeni cesaret sahibi ve Bir fenalığın ortadan kaldırılabilme­
müteşebbis kimselerdir. iş ve mes'uli­ si için çeşidinin, mahiyetinin ve onu
yeti arar ve severler, fedakarlık hisleri meydana getiren sebeplerin tam ola­
taşırlar. rak bili nmesi, zararını yok etmek için
Böyle, meslekleri icabı olarak mem­ de gerekli en doğru ve en tesirli vasıta­
leketin zararına yaşayan bir alay hü­ lara başvurulması lazımdır.
kümet memurunun, başka yerlerde Halbuki memleketin düştüğü fena
şahsi teşebbüsleriyle o memleketlerin durumu gidermek için başvurduğu­
saadet ve imarını temin eden asılzade muz tedbir ve vasıtalar isabetsiz ol­
ve burjuva sınıflarının haiz oldukları muştur. B u isabetsizlik ise, fenalığın
k ıymete sahip olamayacakları mey- çeşidini, mahiyetini ve gerçek sebeple-

292
VE Ô T l K I L l R

rini anlayamamış olduğumuzun e n rı, geçirdikleri inkılap devrelerinin hiç


kuvvetli ve açık delilidir. birinde, harı ülkelerinde aralıksız de­
Gerçi toplumların uğradıkları fena­ vam edip giden iç mücadeleleri görme­
lıkların sehehi, hemen daima ve her d i ler. Yine hu sebeple, müslüman
yerde, kuvvetlilerin baskısı, yani istib­ memleketlerde istibdat, kanun naza­
dattır. Fakat hu fenalığın her yerdeki rında caiz olmadığından, gayrımeşru,
sebeplerinin, mahiyetinin ve imkanın keyfi ve şahsi hir idare durumundadır.
elverdiği giderme çarelerinin aynı ol­ Batı topl umlarında ise aksine ola­
duğuna asla hükmedilemez. rak, aynı mem lekette oturan, ·aynı
Bizim Osmanlılık aleminde istibdat mezhebe ve ırka mensup kimselerin iç­
garptakinden pek farklı hir mahiyet timai ve siyasi bakımlardan hirhirle­
taşır, sebepleri de aynı şekilde farklı­ rinden farklı mevkilerde bul unmaları
dır: dikkati çekmektedir. Çünkü hu farklı­
lslam inancından çıkan adalet esası­ lık birtakım aşılmaz hudutlarla da tes­
na dayanmakta b ulunan kanunlara pit edilmiş d urumdadır.
daima tahi olmaları sayesinde müslü­ Aynı topluma mensup şahısların ço­
man toplumlar, her zaman için kafi ğ u zaman höyle aşağı mevkilerde bu­
derecede eşitlik ve hürriyet tara ftarı lunması, onları mücadeleye mecbur
hir nizam içinde yaşamışlardır. Bu etmektedir. Bu farklar ortadan kalkın­
eşitlik ve hürriyet, sadece kendi içti­ caya kadar, kendilerine ait olan içti­
mai durumları ve siyaset adamlarının mai ve medeni kanun ve nizamlara da­
tahammül derecesi i le sınırlanmıştır. ha çok eşitlik sokabilmek için çalışma­
Müslüman toplumlarda şahsi veya ya mecbur olmaktadırlar.
mevkiden gelen hiç hir imtiyaz istib­ Halbuki aynı toplumda hu farklılı­
dat ve tegal lüp sehehi olamaz. Bu ce­ ğın devamını isteyenler de vardır. Di­
miyetler, adalet ve hakkaniyet esasla­ ğerlerinin kaldırmakta hüyük menfaat
rını tatbik etmek le mükelleftirler. gördük leri farkların devamından aynı
Garpta, din ve mezhep adına yapılan derecede fayda gören imtiyazlı hir sı­
zulümler cemiyeti kanlara boyarken, nıf bul unmaktadır. Bu sebeple iç mü­
h u esaslar sayesinde, lslam memleket­ cadeleler adeta müzmin hir hale gele­
lerinde k i gayri müslim cemaatler rek devam etmekte, hazan da kanlı ih­
mes'ut ve rahat hir hayat sürmüşler­ tilallere sehep olmaktadır.
dir. içtimai mevki lerdeki farklılık ve
Bu esaslar, geniş ve aydın hir görüş­ eşitsizlik veya şahıs ve sınıfların imti­
le tefsir ve tatbik olunduğu zamanlar­ yazları esasına dayanarak meydana
da, lslam cemiyetleri yükselmiş ve gelmiş olan hu cemiyetlerde istibdat
mes'ut olmuşlardır. Aksine terk ve ih­ ve tegall ühün kanunen cevaz b ulması
mal edilince veya yan l ış anlaşılıp fena ve hir meşru l u k kazanması da zaruri
tatbike konul unca da baştakilerin is­ olmaktadır.
tibdadı altına girerek müstahak ol­ Ş u hasit m ukayese hile hize gösterir
dukları hale düşmüşlerdir. ki: lstihdatın Garp cemiyetlerindeki
işte hunun için müslüman toplumla- şek linin aslı, menşei ve mahiyeti, Is-

293
M E $ R UT I Y E T D O N E M i

l a m cemiyetlerindeki şeklinin a s ı l FiKRi


menşe ve mahiyetinden büsbütün B U H R A N L A R 1 M 1 Z 'dan
farklıdır. B u sebeple, istibdadı önleme Eski devirlerde, aydın sınıfımızın en
usulü de Garpta başka, bizde başka büyük kusuru Batı medeniyetini tanıma­
olacaktır. mak, bu yüzden de ona karşı daimi bir
Avrupa milletleri insanlar arasında düşmanlık beslemek idi. Halbuki şimdi
bul unması lazım gelen tabii eşitliği de, Batı hayranlarının eskisine tamamen
kendi aralarında kurmak istediler. Bu­ zıt bir duruma düştüklerini görüyoruz.
nun için de gerek top l um, gerek fert Bunlar tanımadıkları için kendi mem­
olarak faaliyetlerine engel olan kayıt leketlerine yabancı kal ıyorlar, fakat
ve nizamlardan kurtulmaya ve daha şir'ü hayal ile devamlı arzu ettikleri ya­
bancı medeniyete karşı aşırı bir bağlılık
fazla içtimai ve siyasi hürriyetler te­
içinde kendilerini unutuyorlar.
min etmeye çalıştılar.
Medeniyetin bir unsuru olmak bakı­
B u yolda "aristokrasi" usulünden
mından, eski ve yeni aydınları mukaye­
ayrılarak içtimai ve siyasi k uruluşları­
se edersek, yenilerin daha çok zararlı
nı "demokrasi" usul ve kaidelerine
oldukları anlaşılır.
uydurmaya devamlı olarak çalıştılar:
Dün de, bugün de ilerleyip gelişmemi­
Bu hususta da biz onları taklit etmek
ze engel maarifteki geriliğimiz olmuştur.
iddiasında bulunamayız. Çünkü, "aris­
Cehaletimizin bir eski, bir de yeni şekli
tokrasi" usulünden habersiz olan bir
vardır. Eskisi, fikir ve tecrübe sahalarını
cemiyeti "demokrasi" usulüne uydur­
dolduran ilerlemelere ilgisiz kalmamızdı.
maya çalışmak, doğru düşüncenin işi Şimdiki ise, eskiden tamamiyle yabancısı
değildir. Bu gibi iddialar pek zayıf bir olduğumuz ilimlerden pek az ve noksan
taklit fikrinden doğuyor. Çünkü eğer bir şekilde haberdar olmamızdır.
biz bir ilerleme neticesi olarak daha Bugünkü cehaletimizin en belirli özelli­
fazla serbestliğe hakikaten ihtiyaç duy­ ği bir sürü yanlış bilgilerden meydana gel­
saydık, onu elde etmeğe ciddi olarak miş aldatıcı bir kabukla örtülü bulunması
gayret ederdik. O zaman bir milletin ve bu sebeple hakiki ilme benzemesidir.
kendi siyasi ve içtimai esaslarını terk ve Bu ise cehaletlerin en zararlı şeklidir.
ihmal edip te başka mil letlerin içtimai Çünkü bu hal bizleri ciddi ve faydalı te­
ve siyasi esaslarını gelişigüzel kendine şebbüslerden daima alıkoymakta, mede­
mal etmeye çalışmasının ne kadar teh­ niyet dünyasının nazarında kıymetimizi
likeli bir hata olduğunu da görürdük. düşürmekte ve bizim zamanın ilerlemele­
Bizler artık, kendi m i lli esaslarımı­ rini takip etmeye istidatlı olmadığımız
zın korunması gerektiğini, cemiyetimi­ zannını vermektedir.
zin daima bu esaslara dayanmış oldu­ Bugünkü geriliğimiz, varmak istediği­
ğunu, bundan sonra da bunlara da­ miz hedefin ne olduğunu bilmeyişimizin
yanmayacak olursa yıkılıp mahvolma­ neticesidir.
ya mahkum bul unduğunu anlamış bu­ Milletçe yükselmek için Batı medeni­
l unuyoruz. yetinden istifade etmek lüzumunu duy­
( Buhranlarımız, bask ıya haz.: M . duk. Bu düşünce, nasıl olduysa "bunun
Ertuğru l D üzdağ, 1 974) . için mutlaka batılılaşmamız gereklidir"
gibi yanlış bir kanaat doğurdu. işte bü-

294
YE ÖTE K i L E R

tün gayretlerimizi faydasız v e güdük bı­ his ve inançları incitirler. Bu ise, cemiye­
rakan en esaslı yanlışımız bu olmuştur. tin maddi ve manevi varlıklarını sarar.
Bu yanlış kanaatten bir de " kurtulmak Bu yüzden yeniliklerin en ileri ve en me­
için her bakımdan batı milletlerini takl­ sut milletlerde bile itimatsızlık, hatta en­
ide mahkumuz" fikri doğmuştur ki, bu dişe ve korku uyandırdığını görüyoruz.
da öteki kadar kötü ve yersizdir. Ama biz, yeni ve meçhul her şeye kar­
Ne yazık ki, bu kanaat ve zanlara şı gösterdiğimiz bu garip tutkunluğu,
uyarak bütün varlığımızla taklide ko­ sonsuz bir i lerleme aşkı gibi anlıyor,
yulduk. Bunu o kadar başardık ki, inan­ hatta bununla iftihar da ediyoruz.
cı, his ve an'anesi, ilim ve fenni tama­ Gerçekte ise, hatalı anlayış ve düşünce­
men taklitten ibaret sahte bir dünya ku­ ler üzerine kurulmuş yalancı bir alem
rabildik. Şimdi artık dışı parlak, ama as­ içinde yaşamaktayız. Bugünkü ruhi ve
lında ölüm getiren arzu ve hayaller için­ fikri durumumuz da ondan doğmakta­
de mest ve müstağrak yaşayıp durmak­ dır. Gerçek, hayat görüşümüzün dışında
tayız. işte bundan dolayıdır ki bilgiçliği­ kalıyor. Böylece biz, doğruyu yanlışa,
miz, bu mağrur ve daraltıcı "yarı alimli­ gerçeği hayale, hak yolu sapkınlığa, ol­
ğin" dairesi dışına, şimdiye kadar çık­ mamışı olmuşa, mümkünü imkansıza ka­
mamıştır. Taklitçilikte ustalaşmak gay­ tarak en olmayacak plan ve hayallerden
reti içinde, eski bildiklerimizi unutmak, saadet umuyoruz. Görülüyor ki, büyük
şimdiye kadar yaptıklarımızı bir kenara hatalar, büyük hakikatler kadar sadedir.
atıp terketmek istiyoruz. Garplılaşmak ihtiyacına olan inancı­
Bizce tatbiki mümkün olan eski bilgi­ mızın bu kadar kötü neticelere varması,
lerimizle iş görecek, onları daha iyi bir milliyetimize aykırı bulunmasındandır.
hale getirip, daha çok netice alacak yer­ Çünkü milliyet ile medeniyet aynı şey
de, aksine hiç bir zaman öğrenemediği­ demek olduğundan garplılaşmak arzu­
miz, bilmediğimiz şeyleri tatbik için su, kendi medeniyetimizi terk veya in­
kıymetli gayretler harcayıp gidiyoruz. kar etmek manasını taşır. Netice olarak
Bütün yeni ve meçhul şeylere göster­ da kendi milliyetimizden vazgeçmek de­
mekte olduğumuz aşırı tutkunluk, bun­ mek olur. Hak ikaten de, hayli zaman­
ların fayda ve zararlarını iyi bilmediği­ dan beri bizlere her ne öğretilmiş ve tel­
mizden doğuyor. Zararlarını bilmeyin­ kin edilmiş ise, hep kendi milli ve tarihi
ce hemen "mükemmel " olduğuna karar varlığımızı teşkil eden şeyleri kaldırıp,
verıyoruz. yerine yeni ve " batı işi" görülen şeyleri
Pek tabii olarak, hatalarını bilerek koymak gayesini hedef almıştır.
hoş görmediğimiz şeyler eskiden beri Birisi çıkıp ta Almanlara, kurtuluşla­
bildiğimiz şeylerdir. Bunun tam zıddı rının ancak Alman kültür, medeniyet ve
olarak da, bilmediğimiz şeyleri hatasız irfanını bırakmakla kahil olacağını söy­
ve hoş buluyor, emel ve temennilerimizi lemiş olsa, acaba nasıl bir karşılık gö­
tatmin edecek bir şey sanıveriyoruz. rürdü? Böyle bir iddiada bulunan Al­
Halhuki yeııi ve meç hul olan şeyler, man, hele bir Alman ıslahatçısı sayılır
çok defa beklenmedik kötü neticeler do­ mıydı? Alman medeniyeti ile bizimki
ğururlar. Bunlar, yerleşmiş gelenek ve arasında bugün mevcut olan büyük far­
alışkanlıkları yakarak, bazı kıymetleri ka bakarak benzetmemizi yersiz bulan-

295
M E $ R U T I Y f.T D O N E M i

larımız olabilir. Halbuki Osmanlı me­ bik etmekle mümkün olacağını göster­
deniyetinin daima Batı milletleri mede­ mektedir. Şu halde bizim de şimdiye ka­
niyetinden geri kalmış olduğunu san­ dar takip etmemiz gereken yol Avrupa
mak yanlıştır. Çünkü bir zamanlar on­ medeniyetini millileştirmek, yani müm­
larınkine her bakımdan üstündü. Şu kün mertebe muhitimize ısındırmak
meş'um taklit hastalığına tutulmasay· olacaktı. işimiz, medeniyetimizin geliş­
dık bugünkü fark da bu kadar olmazdı. mesi için gerekli ve ona uyabilecek olan
Zaten yaptığımız maddi büyüklük şeyleri batıdan alarak, kendimize tatbik
mukayesesi değil, bir prensip meselesi­ etmekten ibaret olmalıydı.
dir. Kendi memleketinin kültürünü, me­ Kendi medeniyetimizi geliştirmek için
deniyetini, irfanını inkar eden veya hakir kendisinden istifade imkanına sahip bu­
gören milliyetini kaybeder. Dolayısıyle lunduğumuz, daha üstün bir medeni­
de, artık onun adına konuşmak, hakkı yetten faydalanmayı istemek aslında
değildir. çok yerindedir. Bu istek hem müşahade
Fikir ve düşüncelerimizin ne derin bir ve mukayese zihniyetimizi, hem öğren­
karışıklık içinde olduğu, her taraftan meğe olan şevk ve gayretimizi, hem de
yükselen sonsuz şikayet velvelesinden zeka ve düşünce gibi kabiliyetlerimizin
bellidir. Her tarafta şüphe ve itimatsız­ gelişmesini temin ederek manevi varlığı­
lık derin bir boşveriş, her işte deli gibi mızın kuvvetlenmesine yol açar. Millet­
acelecilik ve sabırsızlık görülüyor. Hiç leri selamete götürecek meşru ve tabii
yegane metot budur.
kimse kime veya neye inanacağını, kime
Bu güzel arzu, tetkik ve faaliyetleri­
veya neye hürmet ve riayet edeceğini bi­
mizi daha verimli bir hale ve devamlı
lemiyor. Herkes her şeyi biliyor. Fakat
olarak harekete getirip arttıracak bir
hiç kimse bir şey yapmaya muvaffak
uyarıcı hükmündedir. Bu sayede hem
olamıyor. Bununla beraber her yerde ve
kendi medeniyetimizi hem de Avrupalı­
her meselede meydana çıkan çeşit çeşit
larınkini, tam olarak öğrenmiş ve ince­
ıslahatçının da haddi hesabı yok.
lemiş oluruz.
işte, garp medeniyetinden aldığımız
Bu suretle, Batı medeniyetinin özellik­
yardımlardan, şimdiye kadar temin ede­
leri olan ve üstünlüğünün sebebi bulu­
bildiğimiz fayda!
nan ilim zihniyeti ile tecrübe usulünü
Batı medeniyetinden istifade teşebbüs­
birleştirerek meydana çıkaracağımız
lerimizin hezimetle neticelenmesine rağ­
binlerce hakikat, binlerce hatanın tamir
men şunu da itiraf etmeliyiz ki, milli te­
olunmasını sağlayacaktır.
rakkimizi temin etmek için, o medeniyet­ Bu düzeltmeler sırasında şu hakikati
ten büyük ölçüde faydalanmaya mecbu­ de öğreneceğiz: Bizim idealimiz, içtimai
ruz. Ancak bizzat yaptığımız tecrübeler ve siyasi kanaatlerimiz tamamıyle dini­
kat'i olarak ispat etmiştir ki, batı medeni­ mizden doğmuştur.
yetinden hakikaten istifade edebilmemiz Dolayısiyle, ona saygı göstermek
onu aynen tatbik ile mümkün deıtildir. mecburiyetinde olduğumuz gibi üzeri­
Ayrıca, aynı şekilde istifade etmiş di­ mizdeki bütün haklarını da kabul et­
ğer mil letlerin tecrübeleri de, yabancı mek zorundayız.
bir medeniyetin nimetlerini toplamanın, ( Buhranlarımız, b a s k ı ya h az ı r l a ­
onu kendi medeniyetine uydurarak tat- yan: M. Ertuğrul, 1 974)

296
VE ÖT E K i L E R

M E H M ET AKİF

M EK TE P KİTAPL A R I öyle kıraat kitapları, öyle fen risaleleri


2 Haziran 1 326 görüyorum ki, anlamak hususunda ben
Bizim adam olabilmemiz için çocuk­ bile sıkıntı çekiyorum ! .. Pek ala, bunla­
larımızı okutmaktan, asrın icabına göre rı benim çocuklarım nasıl anlayacak;
terbiye etmekten başka çare olamıyaca­ hocaları nasıl an latacak ? .. Yetişmiş
ğını anlamayan ya hiç yoktur, ya pek adamların okuyacağı siyasi bendleri
azdır. Kendimiz ister okumuş, ister Cağatayeci yazacaklarına yetişecek ço­
okumamış; ister iyi bir terbiye görmüş, cukların heceleyeceği risalecikleri Türk­
ister görmemiş olalım, artık maziye ka­ çe yazsalar a! Muhterem karilerimizin
rışmış sayılabileceğimiz için, bugün dü­ bir çoğu aile sahibidir. Çocuklarının
şüneceğimiz bir şey varsa, o da istikbal­ akşam sabah mektebe götürüp getirdik­
dir, yani evlatlarımızdır. leri kitapları lütfen bir kere gözden ge­
Çocuklarımıza kendi terbiyemizi ver­ çirsinler; bir kere de çocuklara okuduk­
meye kalkışırsak cinayet işlemiş oluruz. ları şeyleri sorsunlar. Görecekler, anla­
Hikmeti doğrudan doğruya Peygamber­ yacaklar ki, o biçare yavrucaklar hiç bir
den telakki eden Cenabi Ali diyor ki: şey anlamıyorlar; beyinlerindeki mal­
"Ciğerparelerinize yalnız kendi terbiye­ ümatı emanet para gibi taşıyıp duruyor­
nizi vermeye çalışmayınız. İyice hatırı­ lar! Yazık değil mi? Biz sersem olduk
nızda olsun ki onlar sizin yaşatmakta diye çocuklarımızı da mutlaka kendimi­
olduğunuz zamandan, başka bir zaman ze mi benzetme liyiz?
için yaratılmışlardır." Tefevvukyabı irfan eylemek ahfadı
İçimizde tahsil hayatının ne acıklı bir lazımdır Hamiyyet meslekinde gayreti
surette geçip gittiğini tahattür edemeye­ ecdad lazımsa diyen Edibi A'zam ne
cek kimse var m ı ? Malumat namına ka­ doğru söz söylemiştir!
famıza doldurduğumuz şeylerden ne is­ fikri acizaneme göre maarif nezareti­
tifade ettik? .. Düşünüyorum da, sekiz ne mühim bir vazife teveccüh ediyor:
yaşında ezberlediğim bir çok i bareleri, iptidai, Rüşdi, l'dadi kitaplarını müsa­
ancak otuz sene sonra anlayabildiğimi bakaya koymalı. Lakin " Maarif Neza­
görüyorum! . . Tabii on onbeş yaşlarında reti hesap, yahut mesela ilmühal, kıra­
iken okuduklarımı anlayabilmeye öm­ at ... kitabı yazdırmak istiyor. Bunu en
rüm müsait olamayacak! güzel yazana şu kadar para verdikten
Acaba hazmedemeyeceği kadar kuv­ başka, eserini bilumum mekteplere ka­
vetli yemeklerle harabedilen mide gibi, bul edecek ... n tarzında vuku bulacak
bu suretle temsil melekesinden mahrum davete kimse icabet emez... Düşünmeli
kalan dimağa, fıtratındaki faaliyeti iade ki kendinde böyle bir iktidar gören
etmek, bozuk bir cihazi hazmiyi tamir ıtdıtm 7.ıtyıf hir ihrimıt l i muvıtffakiyet
etmeye benzer mi? Mümkün ile muhal, için aylarca, belki senelerce çalışacak.
mukayese edilebilir m i ? Bizim memlekette zenginler, yani geçi­
Bugün minimini çocuklar için yazıldı­ necek kadar parası olanlar çalışmayı
ğı muharrirleri tarafından rivayet edilen ayıp sayarlar; yaşamak için her gün di-

297
M E $ R U T I YET D ö N E M I

dinmek mecburiyetinde b ulunanların racaat etmeli. Yani müsabakaya girmek


ise kırk tarakta seksen bezi vardır ki, isteyen zevat ufak bir imtihan neticesin­
hiç birini bırakıp da sizin müsabakanı­ de bu işin kendilerine tevdi olunup olun­
za girişemezler. mayacağını anlayacak olurlarsa, elbette
O halde ne yapmal ı ? .. Evet, Maarif bir tecrübei talihten geri durmazlar.
Nezareti bilfarz iptidai mektepleri için Tabii her fenne ait mevzuları tayin et­
kıraat kitabı yazdırmak istiyor: Bir mek, müsabakaya girenlerin yazdıkları
mevzu intibah ederek müsabakaya koy­ eserleri temyiz eylemek Maarif Nezare­
malı, demeli ki: "şu mevzuu yedi sekiz tine aittir. Vatanın tealisi hakkındaki
yaşındaki çocukların anlayacağı tarzda gayret ve faaliyeti, ruhi güzini fazileti
kim en güzel yazabilirse, ona şu kadar gibi bütün measirinde tecelli eden Em­
para mukabilinde şöyle bir kıraat kitabı rullah efendi hocamızdan en evvel bek­
yazdıracağız." Hesap için, hendese için, lediğimiz bir iş varsa o da budur.
hülasa bütün fenler için ayni usule mü-

298
NECİP TÜRKÇÜ

BİZDE İDEAL 4: yazmayı zait görürüz. Anlatmak istedi­


İDEALİN SECİYE ğim seciyenin tarif ve telakkisinde az ve
İ L E M Ü N A S E B ETİ çok Avrupa müellifleri farklı davranılır­
idealin fertte farklı olmasına bir se­ sa bizde ruhi bir zeminde şekli ve lafzi
bep ve amil telakki etmiş olduğumuz ve mevcudiyetini henüz temin etmiş bulu­
dilimizde Fransızca'nın (karakter) mu­ nan seciyenin manasında muayyeniyet
kabili olarak kullanılan (seciye), şu son ve kat'iyet bulunmamasının tabii oldu­
yıllarda müradifleri mesabesinde bulu­ ğudur.
nan ( huy, şime, haslet) gibi kelimelere Bununla beraber, iyi kötü manasını
üstünlük kazanmışsa da manaca muay­ tayine yeltenmek lazım geliyor. O halde
yeniyet ve kat'iyet edinememiş görünü­ seciye ile ne anlaşılmalıdır ve ne demek
yor. Bununla beraber bu hususta vukuf istenebilir? Seciye bir kimsenin düşün­
ve tetebbuları oldukça eski olan Avru­ mesinde, istemesinde, duymasında, baş­
palılar ve alimlerince de (seciye) muhte­ kalarından kendisini ayırt edecek, ona
lif suretlerde, mesela kimisince (kuvvet· bir (kendilik ) veya ( benlik) verecek,
li bir meram) birtakımca (muayyen ve onun oluşunun damgası sayılabilir ken­
değişmez bir hatt-ı hareket) vs. gibi bir dine mahsus bir davranışıdır1 . Seciye
çok türlü yolda telakki ediliyor. Ahlaki bu suretle, insanın uzviyetinin ruhi ifa­
ve ruhi mana ve telakkisinde bu farklar desi veya ruhi mizacı oluyor, -Herkesin
seciyenin unsurlarını tayin ve kabulde yüzü aynı uzuvlardan mürekkep ol­
de kendini gösteriyor. Mesela Ribot ze­ makla beraber birbirine benzemediğine
kayı seciyenin haricinde bırakırken Alf­ bakarak- seciyeye manevi yüz veyahut
red Fouillee ise daha birçokları ile bera­ sima da demişler. Ne olduğunu üstün·
ber zekayı seciyenin bir amili, bir unsu­ körü gördüğünüz seciye ferdin (ide·
ru telakki ediyor. Bizce pek malum bir al )ine, tekemmül düşünce ve emeline ve
müellif olan Gustave le Bon bir eserin­ bunların farklı olmasına ne suretle ve
de seciyeyi, evsaf veya eşkaliyle biraz nasıl tesir ediyor? Zaten seciyenin yu­
karıştırarak hissiyatın, nefsani unsurla­ karıki tarifi de bu tesirin tabii olduğunu
rın bir terekkübü telakki etmekteyken anlatır. Bununla beraber seciye ile ideal
en son neşrolunan eserinde bu hissiyata arasındaki münasebeti kısaca, sathice
biraz akli unsurlar da ilave ediyor. Le­ gözden geçirelim:
tourneau ise bir eserinde seciyeyi herke­ Bunun için seciyeyi evvela bazı ka­
sin ameli manada anladığını ileri süre· nunlara tevfikan terekk üp eden ruhi fa­
rek nazari ve ruhi bir surette tarifin güç aliyetlerin, unsurların bir mürekkebi gi­
olduğunu söylüyor. Biz doğrudan doğ­ bi, saniyen bu faaliyetlerin görünüşleri
ruya burada seciyeden bahsetmeyeceği­ ve aldığı şekiller itibariyle her hangi bir
miz için bizce o kadar maruf olmayan esas üzerine nevi ve sın ıflara ayrıldığına
müelliflerin fikir ve telakkilerini burada ve salisen bu unsurların yahut amillerin
1. Seciye gerek asıl manası ile ve gerek şu ruhi manada telakkisiyle biraz (oluş)a, daha ziya·
de de (cucum)a, fakat manası daha genişletilen ve manevileştirilen (tutumla benzer. Buna
göre, mesela diyebiliriz ki her bir kimsenin oluşu yaratılışının bir tutumu veyahut her bir
kimsenin cucumu da oluşunun ifadesidir. (Tutum), dediğim mana ve telakkide, kendisin­
de olmayan manalarla donatmaya kalktığımız seciyenin sırf Türkçe bir mukabili olabilir.

299
M E Ş ll UT I Y lT D O N E M i

mahiyet v e vaziyetlerine v e derecelerine ve nasıl olabilir? Gelgeç oluşlu bir kim­


göre göz önüne almalıdır. sede ideal dikiş tutar m ı ?
Seciyenin en mükemmeli, en yüksek Her halde seciye terekkübüne, keyfi­
derecesi (düşünmek), (duymak), (iste­ yetine ve derecesine göre idealin fertler­
mek), meleke ve kabiliyetleri arasında de farklı olmasına tabii bir sebeptir. Se­
tevazün ve intizamın temin olunmuşu ciyeyi bir de unsurları veya amil leri iti­
addolunur. Diyebiliriz ki seciyede ideal, bariyle göz önüne alalım: Bu da aynı
bu ruhi faaliyetlerde tevazün ve intizam meseleyi tahlili bir noktadan tetkik et­
ile beraber hakiki bir birlik ve istikrar mekten başka bir şey değildir. Seciyenin
temin ve tesisinden ibarettir. Bir insan­ kuruluş ve tekamülünde amil olan mu­
da (düşünme) kuvvetli de (isteme) veya hit ile ırkı, mizaç ve veraseti burada he­
( irade) zayıf olursa o seciye mükemmel saba katmayarak yalnız (düşünmek),
addolunamaz. Hassas olduğu derecede (istemek), (duymak) kabiliyetlerini,
iradesi kuvvetli olmayan bir kimsenin bunların arasından da ( istemek) kabili­
seciyesi tabii mükemmel değildir. Şimdi yetini göz önüne alacağım. Çünkü seci­
seciyenin şimdi söylediğim en mükem­ yenin unsurları arasında en mühimi, en
mel derece ve şeklinden mariziyet ile mümtazı iradedir, (istemek)tir. Bununla
komşu olanlarına kadar yukarıdan aşa­ beraber, münasebet düştüğünde diğer­
ğı doğru seciyede bir hayli sınıflar yahut lerinin tesirine de işaret edeceğim.
cins ve neviler ayrılabilinir. Maksadı­ (istemek) veya (irade) bir şeyi beğenip
mız burada sade, (seciye)nin ideal şek­ yapmak, yahut her hangi bir şeyi, her­
liyle sınıflara ayrıldığını söylemek, bah­ hangi bir fikri, düşünüp taşındıktan
sin sadedinden pek uzağa düşmemek sonra karar verip işlemektir. (İstemek)
için tafsilata girişmemektir. Binaena­ bir şeyi yalnız zihinden geçirmek veya
leyh ferdin idealiyle seciyenin ideali ara­ beğenmek değildir; ancak onu yapmak­
sında bir münasebet veyahut telazum la, işlemekle (istemek) tamam olur. (is­
kabul edebiliriz. Yani (daha iyi) düşün­ temek) bu suretle, bir şeyi (beğenilir)
cesi ve arzusu (daha iyi) bir seciyeye görmek diğeri onu (yapmak) gibi başlı­
malik olanda bulunabilir, teşekkül ede­ ca iki unsura maliktir. Bu son unsur için
bilir deriz. Bu surette idealin teşekkül ve Ribot: "Asıl kuvvet bundadır, pek mu­
tekamülü, seciyenin tekemmül ve teka­ dil bir ruhi mekanizmadır. Bu mekaniz­
mülü omuz omuza gidiyor demektir. ma muzaaftır. Yani kımıldatmak, yü­
Geniş manasıyla ideal için mükemmel rütmek veya durdurmak, alıkoymaktır"
bir seciyenin vücudu kabul edil iyorsa, diyor. Şu izaha göre istemek (isterim),
mükemmel bir seciye için de bir idealin (istemem) gibi müsbet, menfi iki şekle
lüzumu teslim olunur. Seciyenin yüksek maliktir. Nitekim bir insan bir şey yap­
şeklinden aşağı doğru inildikçe ideal; maz; çünkü yapmamayı ister. (lste­
derecesinden, zenginliğinden, muayye­ mek)in bu menfi şekli evvelkinden son­
niyetinden, hatta varlığına kadar, seci­ ra vücut bulmuştur deniyor. istemenin
yede yukarda saydığımız unsurların ga­ de (zihni bir irade) denilen (dikkatle ka­
lebe ve zaafına, hal ve şekline göre kay­ dar, (mün'akis fiil)lerden başlayan ve
beder diyebiliriz. Bilfarz, seciyelerinin gittikçe mudil olan dereceleri, keyfiyet­
şiarı istemek, hissetmek, düşünmekte leri şekilleri var. Binaenaleyh irade fert­
pek geri ve bayağı olmak olan kimseler­ lerde muhtelif suretlerde görünür. Bu
de (daha iyi) düşünce ve emeli ne kadar esas üzerine (irade) itibariyle insanları

300
VE Ô T E K l l E k

b i r takım cins ve nev'e ayırmışlar2. Şim­ ne malik bulunursa bulunsun, yine (iste­
di bu (istemek) veya ( irade)nin idealin mekle büyük bir vazife düşüyor.
teşekkülündeki vazifesi neden ibaret Zihinde yer eden bir şeyin daha iyisini
oluyor? İnsanda ( istemek) olmazsa, hiç düşünmek, daha iyisini dilemek ve tasa­
bir şey olmaz diye hükmü teslim ettik­ vvur etmek, zihinde buna vücut verebil­
ten sonra (irade)nin idealin teşekkül ve mek yine iradeye, bunun kuvvetine bağ­
tekamülünde ehemmiyetini evvel beev­ lıdır. Bu hususta iradenin evsafı ile en
vel takdir ve kabul edebiliriz. halis bir şekli denilen (vakitli de göz
önünde bulundurmak lazımdır. İdeal,
Ancak bunun izahında başlıca iki
dediğimiz kuvve-i tasavvuriyenin vazife­
güçlük karşısındayız. Biri (istemek)in
si olsa bile, seciyenin ve seciyeyi temsil
yüksek şeklinde pek mudil bir faaliyet
eden iradenin yine mühim bir vazifesi
veyahut bir meleke olması, diğeri yaratı­
olduğunu bilmelidir. Bununla beraber
cı tasavvur kuvvetinin de, (istemek) fa­
(daha iyi)nin, taalluk ettiği, ait bulundu­
aliyetine tabiaten ve mahiyeten benzer
ğu sahaya, şeye, fikre göre her iki faali­
olmasından, onun da başlı başına yani,
yetten birinin daha ziyade şumulü dahi­
akli, nefsani ve sair amilleriyle bir ideal
linde kalacağı da kabul olunabilir. Me­
vücuda getirmek vazifeleri bulunduğu­
sela ideali mükemmel bir seciye sahibi
nun kabul edilmesidir. Bunlar iki ayrı
olmak olan bir adam kuvvetli bir irade
nokta-i nazar, yahut iki ayrı nazariye.
sahibi olmalıdır. Bedii zeminde idealler,
Bunları uyuşturup birleştirmek de kolay
irade ile beraber büyük bir tasavvur
bir mesele değil. (İrade)de, (tasavvur)da kudretine muhtaçtır. Herhalde biz ide­
aynı amiller, aynı unsurlar var. Tasavvu­ alin teşekkülünde seciyenin bir unsuru
run nevi için heyecan, hissiyat nasıl la­ olan iradeyi bütün o mudil mekanizma­
zım ise (istemek) için de lazım. Nefsani sıyla mühim bir amil gibi kabulde mah­
hayatta uyuşukluk, durgunluk, (iste­ zur görmeyebiliriz. idealin, hariçte ta­
mek)te uyuşukluğu ileri getiriyor. Bu un­ hakkuku için de yine (istemek) müsbet
surların yalnız (istemek) ve (tasavvur)da­ veya menfi şekliyle lazımdır. İstemeyen;
ki terekkübü ve vazifesi başka. idealin istemesini, isteyeceğini bil meyen bir
teşekkülü ve tekamülü için de bütün bu kimse bayağı bir şekilde kendi menfaati­
bir sürü bilinir ve bilinmez unsurlar ala­ ne müteallik bir ideale bile güç sahip
kadar bulunuyor. En geniş manası ile olur. Seciyenin diğer unsurlarının ideal
idealin teşekkülünde, tekamülünde (su­ için ehemmiyetini söylemek fazladır.
ret)ler ne kadar ve ne lazımlı mevad (Necip Türkçü, sf. 204-209, 1 9 8 8 .
olursa olsun, bu (suret)ler hareket meyli- l faz Y r d . D ç . D r . Faruk H uyugüze l )
.

2 ) Malapre isminde lıir müellifin casnifini lıurada Türkçe'ye uydurarak naklediyorum:


BÖLÜK 1 . istemeyen; isteyemeyen; istememeyi, istemeyi istemeyen, bilmeyerL
TAKIM 1 . Her kalılıa sokulan, çevrilen.
TAKIM 2. Giirdüğünden şa�mayan, giirenek<,i
TAKIM 3. Kıpırdaklar, ataklar, durup durağı olmayanlar.
BÖLÜK 2. (lstemek)lerinde metanet ve istikrar lıulunmayanlar.
TAKIM l. Uysallar, gevşekler.
TAKIM 2. Kararsızlar, dönekler, mütereddider.
TAKIM 3. Gelgcçler, maymun iştahlılar.
BÖLÜK 3. Hakiki (istemek) ve irade sahipleri.
TAKIM 1 . iş adamı olan, hissiyatını aklına tabi kılanlar.
TAKIM 2. Kendi nefsini zapta muktedir olanlar, metinler.

301
M E � RUTlYET ÜÖN EMl

ZIYA GÖKALP
M iLLET VE VATAN il imlerle meşgul olanlar yalnız gözleme
Bugün insanın tabiata karşı aldığı va­ ve deneye ehemmiyet veriyorlar, kav­
ziyet gayet açıktır: ramları haki katten çıkarmaya çalışı­
Tabii hadiseleri gözleme ve deneme yorlar.
usulleri ile inceleyerek tabiatın kanun­ Halbuki sosyoloji sahasındaki dü­
larını keşfetmek. Halbuki birkaç yüzyıl şüncelerimiz tamamiyle eski usule bağ­
önce hal böyle değildi. Tabiat Bilgisi lıdır. Yani sosyoloj iye dair yazı yazan­
alimleri hakikati (realite) gözleme ve larımız mefhumları haki katten değil,
deneme altına almağa lüzum görmü­ hakikati kavramlardan çıkarmaya uğ­
yorlardı; eşyayı anlamak için akli pren­ raşıyorlar.
sipleri bilmek ve bu prensiplere daya­ Bugün matbuatımızda içtimai müna­
narak bunların mantıki neticelerini çı­ kaşalara zemin olan üç kavram var:
karmak kafi görülüyordu. Mesela top­ Türkçülük, lslamcılık, Osmanlıcılık.
rak, su, hava, ateş denilen dört unsurun Bu kavramlar içtimai varlıkların tim­
meydana gelmesini şu şekilde açıklıyor­ salleri haline girmedikçe, kıymetlerini
lardı: Soğuklukla kuruluğun birleşme­ içtimai hakikatten almadıkça hiç bir
sinden toprak, soğuklukla yaşlığın bir­ manaya sahip olamazlar. Senelerce bu
leşmesinden su, sıcaklıkla yaşlığın bir­ kelimeler üzerine mücadele edilsin, fay­
leşmesinden hava, sıcaklıkla kuruluğun dalı hiç bir netice çıkmaz.
birleşmesinden ateş meydana gelmişti. içtimai hakikate bakarsak görürüz ki
Demek ki tabiatın bu dört esas unsu­ bir islam ümmeti, bir Osmanlı Devleti,
ru -sıcaklık, soğukluk, kuruluk, yaş­ bir Türk Milleti, Bir Arap Milleti var.
lık- elde olunca Tabiat Bilgisi ilmini Bu hükümlerin hakikate uygun olması
akıl yürütme yoluyla kurmak kolaydı; için tabiidir ki (ümmet) kelimesinin bir
bununla beraber bu hareket yalnız ilmi dine bağlı olan fertlerin toplamını, (de­
düşünüşe ait değildi; hiç olmazsa isteğe vlet) kelimesi nin bir hükümetin idaresi
bağlı (emprique) bir denemeye dayan­ altında bulunan fertlerin toplamını,
ması gereken ameliyatta da aynı usul (millet) .kelimesinin bir dille konuşan
tatbik olunurdu: Hasta lıklar yaradılış­ fertlerin toplamını ilim kelimesi olarak
ta ya yaşlığın ya kuruluğun, yahut so­ karşıladığının kabul edilmesi gerekir.
ğukluğun ve sıcaklığın galip gelmesin­ Bu kelimelerin bu manalarda ilim ke­
den oluyor, kullanılan ilaçların da an­ limesi olarak kullanı lmasını kabul
cak bu hassalarından istifade edilmek edenler için yukarıdaki hüküm doğru,
isteniliyordu. Mesela bir hastalık yara­ yani hakikate uygundur.
dılışın soğukluk ve kuruluğundan ol­ O halde bu hükmü kabul etmeyenler
muşsa verilecek ilaç yaradılışı ısıtmalı mananın hakikate uygun olmamasın­
ve kurutmalıydı. dan dolayı değil, bu üç kelimenin şu
Bugün Tabiat Bilgisi sahasında artık manalara i lim kelimesi kabul edilmesi­
böyle bir ( kavram usulü) yer bulamı­ ni uygun bulmadıklarından dolayı red­
yor. Memleketimizde maddi ve tabii detmiş olurlar.

302
VE ÔTE IC I LE R

Bir taraftan lslamcılar diyorlar k i Bu neticelere itiraz olunabilir, fakat


(millet) kelimesi sizin (ümmet) tabirine yalnız içtimai hakikate uygun olup ol­
verdiğiniz manaya gelir. Hatta bu keli­ madığını aramak bakımından! Yoksa
me Arapçada (mezhep, secte) manası­ " Böyle olmalı mıydı?" diyerek değil!
nadır. Bir itiraza karşı denilebilir ki di­ Biz kavramlarımızı haki kate uydura­
lin mükemmeliyeti her kelimenin bir biliriz! Fakat hakikati kendi ilim keli­
manası ve her mananın tek bir kelimesi melerimize uyduramayız!
ve hususiyle her manayı ifade edecek Bununla beraber (ümmet, devlet,
kelimelerin bulunmasıyla olur. Bunu siz millet) kavramlarının dıştaki hakikatle­
yapmasanız da dil kendi kendine yapar. ri birbirinden büsbütün ayrı deği ldir.
işte bunun içindir ki bir dine mensup Ümmetle millet arasındaki münasebet
olan insanların toplamına ümmet ve bir (umum)la (h usus) arasındaki münase­
dille konuşan insanların toplamına (mi­ bet gibidir. Ümmet bir dine bağlı olan
llet) denilmeğe başlamıştır. Mademki milletlerin hepsini içine alan büyük bir
çoğunluk hu kelimeleri bu manalarda zümredir. Bundan başka milleti meyda­
kullanıyor, siz de bunu kabul ediniz. il­ na getiren fertler bugün milletin diliyle
im kelimesi meselesinden zorluklar çı­ konuşanlar değildir. Yarın bu dille ko­
karmak doğru bir hareket değildir. nuşacak olanlar bu zümrenin için<le<lir.
Diğer taraftan Osmanlıcılar diyorlar Mesela bugün Pomaklar Bulgarca,
ki devlet kelimesi ile millet kelimesi eş Girit'teki Müslümanlar Rumca konuş­
manalıdır. Bir devletin hakimiyeti al­ tukları halde yarın Müslümanlığın tesi­
tında bulunan kimselerin toplamı bir riyle Türkçeyi öğrenecekler ve bugün­
mi llettir. içtimai hakikate ehemmiyet kü dillerini terk edeceklerdir. O hal<le
vermeyerek yalnız bu ilim kelimeleri bir milletin fertleri yalnız dil leriyle de­
arasındaki münasebete bakarsak bu ğil, dinleriyle de belli oluyor.
kelimenin doğru olması gerekir. ( Devlet)le (millet) arasında da bir de­
Gerçekten bir devletin bütün halkı­ receye ka<lar umum-husus miinasebeti
nın aynı <lille konuşması yahut aynı dil­ mevcuttur. Mesela Osmanlı Devleti bir
le konuşanların müstakil bir devlet lslam devletidir, yani Müslüman mi­
kurması tabiata daha uygun, arzuya lletlere dayanan bir devlettir. Osmanlı­
<laha muvafıktır. Fakat devletler haki­ lığa sayıyla beraber irfan ve harsiyle
katte, aslında böyle midirler? Şüphesiz dayanak olan iki büyük unsur Türk ve
ki değildi rler. O halde olanı görmeye­ Arap milletleridir. O hal<le Osmanlı
rek, olması lazım gelen şeyi var zannet­ Devletine (Türk-Arap) devletidir deni­
mek nasıl doğru olur? lebilir.
Türkçüler bu iki zümrenin iddiaları­ Şurası <la unutulmamalıdır ki Türk
nı tenkit ettikten sonra şu iki neticeyi ve Arap milletleri yalnız Osmanlı mem­
çıkarıyorlar: leketindeki Türkler ve Araplardan iba­
1) Ümmet başka şey, millet başka ret <leği l<lir. Esaret altında bulunan
şeydir. dindaşları da bu milletlere dahildir.
2) Devlet başka şey, millet başka şey­ Şimdi de vatan kavramına gelelim.
dir. Vatan, uğruna hayatlar feda olunan

303
M E Ş RUTiYET D O N E M i

mukaddes b i r ülke demektir. Nasıl olu­ TÜRKÇÜLÜK N E DİR


yor da bütün diğer ülkeler mu kaddes Türkçülük, Türk milletini yükseltmek
değilken (vatan) denilen ülke mukad­ demektir. O halde, Türkçülüğün mahi­
des tanılıyor ve bunu m ukaddes tanı­ yetini anlamak için, evvelemirde, millet
yanlar hayatlarını, ailelerini, en çok adı verilen zümrenin mahiyetini tayin
sevdikleri şeyleri bu ülkenin uğruna fe­ etmek lazımdır. M i l let hakkındaki
da ediyorlar? Hiç şüphesiz bu ülke muhtelif telakkileri tetki k edelim:
maddi tabiatı bakımından b u kıymete 1) Irki Türkçülere göre millet ırk de­
sahip değildir. Mutlaka bu kutsiyeti mektir. Irk kelimesi esasen mevaşi fenni­
mukaddes bir mevcudiyetten alıyor. nin istılahlarındandır. Her hayvan nevi,
Bu mukaddes varlık ne olabiliyor? teşrihi vasıfları itibariyle birtakım enmu­
zeclere (tiplere) ayrılır. Bu enmuzeclere
Devlet mi? Yukarıda gördük ki (devlet)
ırk adı verilir. Mesela, at nevi'nin Arap
kendi kendine var olan bir kudret değil­
ırki, lngiliz ırkı, Macar ırkı adlarını alan
dir, bu da kuvvetini (millet)le ( üm­
birtakım teşrihi enmuzecleri vardır.
met)ten alıyor. Mekanın şerefi oturan
insan arasında da, eskiden beri, beyaz
iledir. O halde mukaddes varlık olarak
ırk, siyah ırk, sarı ırk, kırmızı ırk, nam­
yalnız bu iki şey var: (Millet)le (ümmet).
larıyle dört ırk mevcuttur. Bu tasnif, ka­
Mukaddes hakikatler iki olunca bun­
ba bir tasnif olmakla beraber, hala kıy­
ların timsali yahut yaşadığı yer olan va­
metini muhafaza etmektedir.
tan da iki olmak lazım gelir. Ümmetin
Beşeriyat (antropoloji ) ilmi. Avru­
vatanı, milletin vatanı.
pa'daki insanları kafalarının şekli ve
Hakikaten b i r lslam vatanı vardır ki,
saçlariyle ve gözlerinin rengi itibariyle
bütün Müslüman m i lletlerin sevgili üç ırka ayırmıştır. Uzun kafalı kumral,
yurdudur. Diğeri m i l l i vatandır ki uzun kafalı esmer, yassı kafalı.
Türkler kendilerininkine (Turan) adını Mamafih, Avrupa'da hiçbir millet, bu
veriyorlar. Osmanlı ülkesi lslam vata­ enmuzeclerden yalnız birini muhtevi de­
nının müstakil kalan bir parçasıdır, di­ ğildir. Her milletin içinde, muhtelif nis­
ğer kısmı Arap yurdudur ki büyük betlerde olmak üzere bu üç ırka mensup
Arap vatanının bir parçasıdır. fertler mevcuttur. Hatta, aynı ailenin
Türklerin Türk yurdunu veyahut Tu­ içinde bir kardeş uzun kafalı kumral, di­
ran'ı hususi bir aşkla benimsemeleri ne ğerleri uzun kafalı esmer ve yassı kafalı
küçük lslam vatanı olan (Osmanlı ül­ olabilirler.
kesi), ne de büyük lslam vatanını unut­ Vakıa bir zamanlar, bazı beşeriyatçılar
malarını gerektirmez. bu teşrihi enmuzeclerle içtimai hasletler
Çünkü millet mefkuresi, devlet mef­ arasında bir münasebet bulunduğunu id­
kuresi, ümmet mefkuresi başka başka dia ederlerdi. Fakat birçok ilmi tenkidle­
şeylerdir ve her üçü de mu kaddestir. rin ve bilhassa bizzat beşeriyatçılar ara­
sında en yüksek bir mevkide bulunan
( Tü r k le ş m e k , /sla m la ş m ak , M u ­ Manouvrier ismindeki alimin, reşrihi va­
ası rlaş m a k , 1 9 1 8 ; F e r h a t T a m i r sıfların içtimai seciyeler üzerinde hiçbir
taraf ından sadeleş t i r i l m i ş ba­ tesiri olmadığını ispat etmesi, bu eski id­
s ı m , 1 9 74 ) diayı tamamiyle çürüttü. Irkın, bu suretle

304
VE Ö T E K i L E R

içtimai hasletlerle hiçbir münasebeti kal­ de, mabud cemiyetin ilk ceddinden iba­
mayınca, içtimai seciyelerin mecmuu retti. Bu mabud, yalnız kendi zürriyetin­
olan milletle de hiçbir münasebeti kalma­ den bulunanlara mabudluk etmek ister­
ması lazım gelir. O halde milleti başka di. Yabancıların kendi mabedine girme­
bir sahada aramak iktiza eder. sini, kendisine yapılacak ibadetlere işti­
2) Kavmi Türkçüler de milleti kavim rak etmesini, kendi mahkemelerinde
zümresiyle karıştırırlar. kendi kanunlarına göre muhakeme olun­
Kavim, aynı anadan, aynı babadan masını arzu etmezdi. Buna binaen, cemi­
üremiş, içine hiç yabancı karışmamış yetin içinde muhtelif tebenni (evlat edin­
kandaş bir zümre demektir. me) yollariyle girmiş birçok fertler bu­
Eski cemiyetler, umumiyetle saf ve lunmakla beraber bütün cemiyet, yalnız
yabancılarla karışmamış birer kavim ol­ mabudun zürriyetlerinden mürekkep iti­
duklarını iddia ederlerdi. Halbuki, ce­ bar olunurdu. Eski Yunan medinelerinde
miyetler kablettarih (tarihten önceki) (sitelerinde), kablelislam ( lslamdan ön­
zamanlarda bile, kavmiyetçe halis değil­ ceki) Araplarda, eski Türklerde, hulasa
dir. Muharebelerde esir alma, kız kaçır­ henüz ilk devirde bulunan bütün cemi­
ma, mücrimlerin kendi cemiyetinden yetlerde şu yalancı kavmiyeti görürüz.
kaçarak başka bir cemiyete girmesi, iz­ Şurası da var ki, içtimai tekamülün o
divaçlar, muhaceretler temsil ve temes­ merhalesinde yaşayan milletler için kav­
sül gibi hadiseler daima milletleri birbiri­ miyet mefkuresini takip etmek normal
ne karıştırmıştı. Fransız alimlerden Ca­ bir hareket olduğu halde, bugün içinde
mille Julian Meillet, en eski zamanlarda bulunduğumuz merhaleye nispetle ma­
bile saf bir kavmin bulunmadığını iddia razidir. Çünkü, o merhalede bulunan
etmektedirler. Kablettarih zamanlarda cemiyetlerde, içtimai tesaniid yalnız din­
bile saf kavim bulunmazsa tarihi devirler­ daşlık rabıtasından ibaretti. Dindaşlık
de kavmi hercümerçlerden sonra artık saf kandaşlığa istinat edince, tabiidir ki, iç­
bir kavmiyet aramak abes olmaz mı? timai tesanüdün istinatgahı da kandaş­
Bundan başka sosyoloji ilmine göre, fert· lık olur.
ler dünyaya gelirken laiçtimai (nonsocial) Bugünkü içtimai merhalemizde ise,
olarak gelirler, yani içtimai vicdanların­ içtimai tesanüd, harstaki iştirake istinat
dan hiçbirini beraberlerinde getirmezler. ediyor.
Mesela lisani, dini, ahlaki, bedii, siyasi, Harsın intikal vasıtası terbiye olduğu
hukuki, iktisadi vicdanlardan hiçbirini için kandaşlıkla hiçbir alakası yoktur.
beraber getirmezler. Bunların hepsini 3) Coğrafi Türkçülere göre, millet, ay­
sonraları terbiye tarikiyle cemiyetten alır­ nıülkede oturan ahalilerin mecmuu de­
lar. Demek ki içtimai hasletler uzvi vera­ mektir. Mesela, onlara göre bir lran mil­
setle intikal etmez, yalnız terbiye tarikiy­ leti, bir İsviçre milleti, bir Belçika mille­
le intikal eder. O halde kavmiyetin milli ti, bir Britanya mil leti vardır. Halbuki
seciye noktai nazarından da hiçbir rolü lran'da Farisi, Kürt ve Türkten ibaret
yok demektir. olmak üzere üç millet, l sviçre'de Alman,
Kavmi saffet; hiçbir cemiyette bulun­ Fransız ve ltalyandan ibaret olmak üze­
mamakla beraber, eski cemiyetler, kav­ re yine üç millet, Belçika 'da aslen Fran­
miyet mefkuresini takip ederlerdi. Bu­ sız olan Valonlarla aslen Cermen olan
nun sebebi dini idi. Çünkü, o cemiyetler- Flamanlar mevcuttur. Büyük Britanya

305
M E Ş K U T I Y l: T D ö N F. M I

adalarında ise Anglo Sakson, lskoçyalı, ruhen hastadır. Böyle bir adam hayatta
Galli, İrlandalı namlariyle dört millet mesut olamaz. Mesela hissen dindar
vardır. Bu muhtelif cemiyetlerin lisanla­ olan bir genç kendisini fikren dinsiz te­
rı ve harsları birbirinden ayrı olduğu lakki ederse, ruhi bir muvazeneye malik
için, heyeti mecmularına millet adını olabilir mi? Şüphesiz, hayır! Bunun gi­
vermek doğru değildir. bi, her fert hisleri vasıtasiyle muayyen
Bazan bir ülkede müteaddit milletler bir millete mensuptur. Bu millet, o fer­
olduğu gibi, bazan da bir m i l let müte­ din, içinde yaşadığı ve terbiyesini aldığı
addit ülkelere dağılmış bulunur. Mese­ cemiyetten ibarettir. Çünkü, bu fert
la, Oğuz Türklerine bugün Türkiye'de, içinde yaşadığı cemiyetin bütün duygu­
Azerbaycan'da, lran'da, Harzem ü lke­ larını terbiye vasıtasiyle almış, tama­
sinde tesadüf ederiz. miyle ona benzemiştir. O halde bu fert
Bu zümrelerin lisanları ve harsları müş­ ancak bu cemiyetin içinde yaşarsa me­
terek olduğu halde, bunları ayrı milletler sut olabilir. Başka bir cemiyetin içine
telakki etmek doğru olabilir mi? girerse, daüssılaya uğrar, hastalanır,
4) Osmanlıcılara nazaran, mil let Os­ hissen müşterek bulunduğu cemiyetin
manlı imparatorluğunda bulunan bü­ içine gitmek için hasret çeker. O halde,
tün tebaaya şamildir. Halbuki, bir im­ bir ferdin istediği zaman, milliyetini de­
paratorluğun bütün tebaasını bir tek ğiştirebilmesi kendi e l inde değildir.
millet telakki etmek büyük bir hatadan Çünkü, milliyet de harici bir şe'niyettir.
i barettir. Çünkü bu halitanın içinde insan milliyetini, cehaletle tanıyama­
müstakil harslara malik müteaddit mil­ mışken, sonradan, taharri ve tahrik va­
letler vardır. sıtasiyle keşfedebilir. Fakat, bir fırkaya
5) İslam ittihatçılarına göre, millet bü­ girer gibi, sırf iradesiyle şu yahut bu
tün Müslümanların mecmuu demektir. millete intisap edemez.
Aynı dinde bulunan insanların mecmu­ O halde, millet nedir? Irki, kavmi,
una ümmet adı verilir. O halde Müslü­ coğrafi, siyasi, iradi k uvvetlere tefevvuk
manların mecmuu da bir ümmettir. Yal­ ve tahakküm edebilecek başka ne gibi
nız lisanda ve harsta müşterek olan mil­ bir rabıtamız var?
let zümresi ise bundan ayrı bir şeydir. içtimaiyat ilmi ispat ediyor ki, bu ra­
6) Fertçilere göre, millet bir adamın bıta terbiyede, harsta yani duygularda
kendisini mensup addettiği herhangi bir iştiraktir. insan en samimi, en deruni
cemiyettir. Filhakika, bir fert kendisini duygularını ilk terbiye zamanında alır.
zahiren şu yahut bu cemiyete nispet et­ Daha beşikte iken, işittiği ninnilerle
mekte hür zanneder. Halbuki fertlerde anadilinin tesiri altında kalır. Bundan
böyle bir hürriyet ve istiklal yoktur. dolayıdır ki en çok sevdiğimiz lisan
Çünkü insanda ruh duygularla fikirler­ anadilimizdir. Ruhumuza vücut veren
den mürekkeptir. Yeni ruhiyatçılara gö­ bütün dini, bedii duygularımızı bu lisan
re, hissi hayatımız asıldır, fikri hayatı­ vasıtasiyle almışız. Zaten ruhumuzun
mız ona aşılanmıştır. Binaenaleyh ruhu­ içtimai hisleri, bu dini, ahlaki, bedii
muzun normal bir halde bulunabilmesi duygulardan ibaret değil midir? Bunları
için, fikirlerimizin hislerimize tamamiy­ çocukluğumuzda hangi cemiyetten al­
le uygun olması lazımdır. Fikirleri hisle­ mışsak, daima o cemiyette yaşamak is­
rine tevafuk ve istinat etmiyen bir adam teriz. Başka bir cemiyetin içindeki farkı

306
VE ÖTE K i LE R

(yoksulluğu) ona tercih ederiz. Çünkü, mez. Bilakis, terbiyesini almış olduğu­
dostlar içindeki bu farklılık, yabancılar muz cemiyetin mefkuresi ruhumuzu
arasındaki o refahtan ziyade bizi içinde vecdlere garkederek mesut yaşamamıza
yaşadığımız, terbiyesini aldığımız cemi­ sebep olur. Bundan dolayıdır ki, insan,
yetindir. Bunların aksisadasını ancak o terbiyesiyle büyüdüğü cemiyetin mefku­
cemiyet içinde işitebiliriz. resi uğruna hayatını feda edebilir. Hal­
Ondan ayrılıp da başka bir cemiyete buki, zihnen kendisini nisbet ettiği ya­
intisap edebilmemiz için, büyük bir mani bancı bir cemiyet uğruna ufak bir men­
vardır. Bu mani, çocukluğumuzda o ce­ faatini bile feda edemez. Hulasa, insan,
miyetten almış olduğumuz terbiyeyi ru­ terbiyece müşterek bulunmadığı bir
humuzdan çıkarıp atmanın mümkün ola­ cemiyet içinde yaşarsa bedbaht olur. Bu
mamasıdır. Bu mümkün olmadığı için, mütalaalardan çıkarabileceğimiz ameli
eski cemiyet içinde kalmaya mecburuz. netice şudur: Memleketimizde vaktiyle
Bu ifadelerden anlaşıldı ki, millet, ne dedeleri Arnavutluk'tan, yahut Arabis­
ırki, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi ne tan'dan gelmiş mil letdaşlarımız vardır.
de iradi bir zümre değildir. Millet, Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve
lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça Türk mefkuresine çalışmayı itiyat edin­
müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış miş görürsek şair milletdaşlarımızdan
fertlerden mürekkep bulunan bir züm­ hiç tefrik etmemeliyiz. Yalnız saadet za­
redir. Türk köylüsü onu "dili dilime manında değil, felaket zamanında da
uyan, dini dinime uyan" diyerek tarif bizden ayrılmıyanları nasıl milliyetimiz­
eder. Filhakika, bir adam kanca müşte­ den hariç telakki edebiliriz. 1 fususiyetle,
rek bulunduğu insanlarla beraber yaşa­ bunlar arasında milletimize karşı büyük
mak ister. Çünkü, insani şahsiyetimiz, fedakarlıklar yapmış, Türklüğe hizmet­
bedenimizde değil, ruhumuzdadır. ler ifa etmiş olanlar varsa, nasıl olur da
Maddi meziyetlerimiz ırkımızdan geli­ bu fedakar insanlara "Siz Türk değilsi­
yorsa, manevi meziyetlerimiz de, terbi­ niz" diyebiliriz. Filhakika, atlarda şece­
yesini aldığımız cemiyetten geliyor. Bü­ re aramak lazımdır, çünkü bütün mezi­
yük lskender diyor ki, " Benim hakiki yetleri sevki tabiiye müstenid ve irsi olan
babam Filip değil, Aristo'dur. Çünkü, hayvalarda ırkın büyük bir ehemmiyeti
birincisi maddiyetimin, ikincisi manevi­ vardır. insanlarda ise, ırkın içtimai has­
yetimin tekevvününe sebep olmuştur." letlere hiçbir tesiri olmadığı için, şecere
insan için, maneviyat, maddiyetten mu­ aramak doğru değildir. Bunun aksini
kaddemdir. Ru itibarla milliyette şecere meslek ittihaz edersek, memleketimizde­
aranmaz. Yalnız, terbiyenin ve mefku­ ki münevverlerin ve mücaridlerin birço­
renin milli olması aranır. Normal bir ğunu feda etmek iktiza edecektir. Bu
insan hangi milletin terbiyesini almışsa, hal, caiz olmadığından "Tiirkiim" diyen
ancak onun mefkuresine çalışabilir. her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türk­
Çünkü, mefkure bir vecd menbaı için­ lüğe hiyaneti görülenler varsa, cezalan­
dir ki, araııır. Halbuki, terbiyesiyle bü­ dırmaktan başka çare yoktur.
yümüş bulunmadığımız bir cemiyetin
mefkuresi, ruhumuza asla vecd vere- ( Türkçü/ütün Esasları, 1 0. bas. 1 973)

307
M E Ş R U TiYET D ô N E M I

PRENS SABAHATTİN

t - " SC I EN C E S O C1 A L E " ma, bir bileşim yaratıyor. Bu sınıflama


Bugün, bizde de, sosyal konularla ilgi­ ve bileşimlerle de bir bilimin temeli atıl­
li birçok makaleler ve bir takım kitaplar mış oluyor. "Sosyoloji" ise toplumsal
yayınlanmaya başladıysa da bunların olayları yalnız genel ve ortalama olarak
hiç birinde "Science Sociale"a gerekli ve ister istemez ancak yüzeyden kavradı­
yerin verilmediğini görüyoruz. Soyut ğı için uğraştığı sorunların hiç de derini­
kavramlar ve hayal ürünleriyle dolu bir ne inemiyor. " Mensup"larının bu alan­
sosyal felsefe özelliği taşıyan "sosyolo­ da gerçek bir bilim kurabilmeleri için,
ji"yle, fizik ve kimya kadar olumlu bir salt sosyal, yani özel ve köklü bir görüş
bilgi dalı halini alan "Science Sociale"in noktasından kavramaları gereken sorun­
karıştırılması, bu ikincisinin bizde hiç de lara psikoloji, hukuk, ekonomi, ahlak,
tanınmamış olduğunu açıkça gösteriyor. felsefe ve tarih gibi çeşitli hir genel görüş
Gerçekten, " Science Sociale" adına yal­ noktalarından bakıyor ve böylelikle biri­
nız Edmond Demolins'in hir iki kitabın­ nin başladığı çalışmaya hir başkası de­
dan söz edivermenin ve hiç de ilgileri vam edemiyor. Demek ki, "sosyoloji"
bulunmadığı halde, o kitaplarla birlikte, adıyla çıkan yayınlarda ne köklü bir çö­
diğer sosyal ve ekonomik yapıtları say­ zümleme var, ne de verimli bir gidiş...
manın "Science Sociale"i tanımak ve ta­ Köklü bir çözümleme yok, çünkü hu­
nıtmak olmadığı apaçıktır. kuk, ekonomi, ahlak gibi sosyal görü­
Oysa, kendine özgü yöntemiyle sosyal nüşler sosyal yapıya göre değişen bir ta­
sorunları çözümlemede başarı gösteren kım hallerdir. Demek ki, hunlar sosyal
ortada yalnız bir Science Sociale var. Bu­ yapıyı değil, tersine sosyal yapı hunları
nu bilmek, zamanımızı en gerekli ve en doğuruyor. Her sosyal biçime göre baş­
değerli bir şekilde kazanmak olacaktır. ka başka olan ve bu yüzden bir sonuç sa­
yılması gereken olayları, doğurucu ne­
.. .. ..
denler sanan "sosyoloji"; doğal olarak,
Herkes görüyor ki; bugünkü bilimler sosyal hayattaki korkunç ayrımları yara­
deney ve gözlem yönteminden doğuyor. tan temel yapıyı göremiyor ve bunları
Bu bilimlerden hir kısmı yalnız gözle­ açımlayacak bir çözümleme yöntemin­
me, hir kısmı da her ikisine birden da­ den de yoksun bulunuyor... Bilimsel göz­
yanmakta. Science Sociale'i yaratan, lemlerle sosyal buluşları doğuran höylc
gözlem yöntemidir. Gözlem, özel hir çö­ hir ana çözümleme yönteminin olmayışı
zümleme yöntemine sahip olundukta, yüzünden de, her sosyolog kendi görüş
başlı başına bir olumlu bilgi dalı doğura­ noktasına göre çalışan bir yazar oluyor.
hili yor. Ama bilimsel gözlemler, sıradan Bu koşullar altında bilim yerine ancak
gözlemlerle karıştırılmamalı. Belirli bir bir anarşi doğabilir.
konuyla ilgili gözlemlerin bilimsel olabil­ Aşağı yukarı on yıl önceydi; şimdi
mesi için, o konuyu meydana getiren yokluğundan acı duyduğumuz yurtdaşla­
olayları ortalama olarak değil, kökten rımızdan biri şu sözleri söylüyordu: "Ga­
kavrayacak bir çözümleme yöntemi riptir, okuduğum sosyolojiyle ilgili kitap­
edinmek gerekli. Bu türlü hir yönteme ların hiç biri ötekine benzemiyor. Spcn­
sahip olmaktan doğacak buluşlar, aynı cer, Charles Letoumeau, Tarde, Durkhe­
yönde yürüyerek çoğalmakla bir sınıfla- im, Gustave Lebon gibi yazarlar sosyal

308
VE Ô T F. K ı LER

sorunlara değişik yönlerden bakmışlar ve sen yıldan heri, aynı okula hağlı hilim
değişik sonuçlara ulaşmışlar. Bu durum adamlarının, çeşitli toplumlarda aynı
heni, sosyolojiyle ilgili yapıtlar üzerinde yöntemle meydana getirdikleri çözüm­
şüpheye düşürdü." Böyle eleştirici hir lemelerdenl hunu ayırmak mümkün
okuyucu karşısında bulunmak ne hüyük müdür? Değilse, hayatın, gezegenimizde
hir mutluluktur. Gerçekten, içlerinde son evrim aşamasını meydana getirmek­
yüzyılımızın en ünlü yazarlarınınkiler de ten haşka hir şey olmayan insanlığı, sos­
bulunduğu halde, hu kitaplar olsa olsa yal bakımdan yöneten özel yasaların bu­
belirsiz ve bütünüyle kısır hir sosyal felse­ lunacağını onaylamak da gerek. Bunları
fe adını taşıyabilirler. Ama hiç hir zaman hilip bilmemek hiç hir zaman kendimizi
gerçek hir hilim, hir toplum bilimi ortaya onların etkileri altında bulunmaktan
koyamazlar, nasıl ki koyamadılar. I kurtaramaz. Şu kadar var ki, bilmek,
Herkes hilir ki "T ahiat hilimi"nin zo­ kendi kendimizi yönetmek; bilmemek
oloji, botanik ve mineroloji bölümleri, ise körükörüne yönetilmektir. iki şıktan
hu konularla ilgili çözümleme ve sınıfla­ birini seçmede bağımsız olduğumuz
malarla hir hilim adını kazanahilmişler­ apaçıktır. Yalnız, sonucu belirlemede
dir. Bir hitki veya hayvan sınıflaması hiç de özgür değiliz. Eğer özel ve yöne­
yokken, apaçıktır ki; botanik ve zooloji timsel hayatımıza; yükselebilmeleri için
sorunları da olumlu hir hilgi dalı halini ihtiyaç duydukları gerçek doğrultuyu
alamamıştı. işte insanlığın bilimsel hir vermek istersek sosyal üstünlüğün hangi
sosyal sınıflamasına sahip olmayan "sos­ yapıdan çıktığını ve hangi yapıya dojtru
yoloji", Tabiat biliminin Cuvier'den ön­ yürümenin gerekli olduğunu açıkça he­
ceki durumunu andırıyor. Ama "sosyo­ li rleyehilmeliyiz. Gücümüz ve bağımsız­
loji"ye hağlı olanlar, aldatıcı hir düşten lığımız ancak hu apaçık gerçeklere ulaş­
haşka hir şey olmayan bilimlerinin pe­ mamız ve pratik hayatta hundan yararl­
şinden koşar ve böylece kendi hayatla­ anmamız ile orantılı olarak artacak.
rıyla birlikte başkalarının zamanlarını da Korkunç ve derin uçurumlarla dehşe­
yok yere harcarlarken, heri yanda sessiz­ te bürünen hir gece yolculuğunu güçlü
ce doğan koskoca hir hilim, gerçek "Sci­ hir projektörle nasıl tehlikesiz hir duru­
ence Sociale", buluşlarını sürekli olarak ma sokmak mümkünse Science Sociale
ve hirhiri ardınca geliştiriyor. yardımıyla da sosyal hayatımızın en be­
Doğuşunu üç hüyük düşünüre; Le lirsiz ve karanlık sorunlarını aydınlata­
Play, Henri de Tourville, Edmond De­ rak ve açıklayarak gelecek yolculuğunu
molins'e borçlu olan Science Sociale2, öylece güven altına almak mümkün. Di­
insan kurumlarını sosyal bakımdan çö­ leyelim ki yurdumuz, siyasal bağımsızl ı­
zümleyebilmek için, kendi sosyal yönte­ ğ ını yitirmeden önce hu keskin yol gös­
mine dayanarak ve yalınçtan karmaşığa terici ışıktan bütünüyle yararlanabilsin.
doğru çeşitli sosyal sınıflarla ilgili ola­
rak meydana getirdiği monografiler (Türkiye Nasıl Kurtulabilir, 1 965, sf. 32-
yardımıyla kuruldu. Aşağı yukarı sek- 36, sadeleştiren; Muzaffer Sencer)

1 . Özellikle Science Sociale ile Durkheim okulu arasındaki temel ayrımı ve ikincisinin ilkine
ne yolda yaklaşmak zorunda kaldığını görmek ic;in Science Socialc dergisinin 1 00 ve 1 O 1 .
sayısının 59. sayfasına hak.
2. Cours de Methode de Science Sociale: Par Paul Descamps.
l. La Science Sociale, S6 Jakob, Paris, Revue Mensuelle.

309
M E Ş R U T i Y E T D ö N F. M I

DR. ŞEFİK HÜSNÜ (DEYMER)

TÜRKİYE'DE bir yandan har vurup harman savurur,


S O S Y A L S I N I F L A R 'dan bir yandan da, eski bir geleneğe uyarak
Bugün artık sınıfları bütün özellikle- çevrelerinde biriken birçok asalak ve fa­
riyle belirmiş olarak görüyoruz. Artık kir aileyi de beslerler. Yavaş yavaş gelir
görevlerin bölüşülmesinde milliyet fark­ kaynaklarını elden çıkarmaya koyulurl­
ları büyük rol oynamıyor. Ekonomik ar. Çöküş baş gösterir. Bu bölükten
zorunlukların ürünü olan topluluklar zenginlerin kalıntılarını sonunda hükü­
üzerinde hissedilir bir etki yapamıyor. met dairelerinde, küçük memuriyetler­
Hatta bir sınıfın bilinçli üyeleri kendi sı­ de bitkisel bir hayat geçirmeye mahkum
nıfına bağlı öbür uluslardan olanları, olmuş buluruz.
karşı sınıftan olup ta kendi ulusuna ikinci bölümü de güzel fırsatlardan,
bağlı olanlardan daha yakın, daha dost faydalı ilişkilerden yararlanarak ticaret­
görüyor. Onlara bir arkadaş, bir yoldaş le, vurgunculuk, ve karaborsacılıkla zen­
elini uzatmak ihtiyacını duyuyor. ilkel gin olan, ele geçirdiği serveti, alışverişte
rekabet duygusu yerine yavaş yavaş iyi kulllananlar teşkil eder. Hükümet
güçlenen birlik duygusu, her gün aynı kuvveti bu zümrenin dayanak noktası­
sınıf üyelerini biraz daha birbirine yak­ dır, en büyük silah da memurların arka­
laştırıyor. Fakat gözümüz önünde lanmasını sağlayan para kuvveti .. Aşar
-Dergah'çıların deyimiyle- kendi ken­ iltizamları, bayındırlık işleri, ordu müte­
dini bulmaya "sezmeye" başlayan bu ahhitliği nice açıkgözleri ihya etmiştir.
sınıflar hangileridir? Ve Avrupa'da mü­ Son zamanlarda malını mülkünü paraya
kemmel teşkilatlariyle iktidar makam­ çevirip bu işlere ya da doğrudan doğru­
ları çevresinde kesin bir savaşa girişmiş ya özel ticarete yatıranların sayısı çok­
olan sınıflarla hangi noktaya kadar kar­ tur. Bu kapitalistler arasında bankerlik
şılaştırabilir? Tüm büyük tarım ülkele­ edenler, fabrika, değirmen, imalathane,
rinde olduğu gibi bu sorunu Türkiye'de dökümhane vesaire endüstri dallarını
de kentlerde ve köylerde ayrı ayrı ince­ idare edenler de bulunur.
lemek gerekir. Büyük kentlerde burju­ Çeşitli unsurlarına, değişik köklerden
vazi iki çeşit aileden oluşur. Bir bölüğü gelmelerine ve ulusal özelliklerine rağ­
kişizadeler (zadegan) sınıfına benzetile­ men toplumun bu sınıfı, bugünkü Avru­
bilir. Bunlar eski devlet adamlarının, pa'da politik ekonomik duruma tama­
Türk ordu ve idare makinelerinde men hakim olan büyük burjuva sınıfiyle
önemli yerler tutmuş ve bu yoldan bü­ her bakımdan karşılaştırılabilir. Her iki­
yük servetler biriktirebilmiş kişilerin sinde de, ufak bir incelemeyle, aynı eği­
çocuklarıdır. Büyük çiftlikler, saraylar limler, aynı amaçlar, aynı usuller, aynı
misali evler, gelir sağlayan büyük yapı­ aletler göze çarpar. Avrupa'da olduğu
lar gibi taşınmaz mülk ile çeşit çeşit de­ gibi bizde de bu zenginler ve nüfuzlular
ğerli taşlar ve aile eşyaları bu zümrenin sınıfı halk kitlelerinin bilinçsizliğinden,
servetini teşkil eder. Gelirleri büyük birlik olmamasından, bilgisizliğinden ya­
toplamlar tutar. Fakat hesapsız kitapsız rarlanır. Onların alınteriyle geçinir. Başı
harcamalarına gene de yetmez. Çünkü sıkıştıkça hükümet kuvvetlerini kendi

310
VE Ô T E K I LE R

yararına kullanır, ekmeğine yağ sürdüğü Başarıya ulaşmış ve ticaretlerinin ser­


için harp ve darptan hoşlanır, yurdu bestliğini alan herhangi bir hükümetin
kendi malikanesi saydığı için şiddetli yerinde kalmasını isterler. Yönetimde
yurtsever görünür. Fakat ne ulusal yü­ değişiklik en büyük düşmanlarıdır. Bu
kümlülüklerini seve seve yerine getirir, sınıfa giren başka önemli bir topluluk
ne de oğullarını askere gönderir. Asker­ da, Avrupa dillerinde "ronds de cuir"
lik mehmetçiğin vazifesidir, vergi vermek denilen orta tabaka memur, subay ve
de köylünün. Avrupa burjuvazisinin bi­ emeklilerdir. Bunların ruhsal durumu kı­
zimkilerden farkı daha az samimi ve da­ saca incelediğimiz sınıf arkadaşlarınınki­
ha iki yüzlü olmasıdır. O sureti haktan ne benzer. Amaçları maaşlarının aksa­
görünerek çıkarını sağlar, halkın itaatini, madan çıkmasıdır. Ufak bir terfi hayat­
yurtseverliğini, hürriyetçiliğini uyandır­ larının en önemli olaylarından biridir.
mak için daha ülkücü, daha şairane gös­ Bunlar da yerlerinden olmak korkusuyle
terişlerle, -bir yalandan ve çıkarcı hile­ siyasi ve idari değişikliklerden ho�lan­
den ibaret olan- bu kavramları sürer. mazlar. Maddi çıkarları hayatlarının en
Kentlerde ikinci sınıf halk vardır ki hassas noktalarını doldurur. Kendinden
sayısı büyük toplama ulaşır. Sosyal ha­ başkasını düşünmek duygusu bunlarda
reketlerin en büyük engeli, ölü ağırlığı tamamen dumura uğramıştır.
budur. Bu orta sınıf halk u fa k bir ser­ Bizdeki bazı örneklerini tanımladığı­
mayeye, güvenli bir duruma veya küçük mız bu sınıfa Avrupa'da küçük burjuva
bir mülke sahiptir. Buna dayanarak biz­ sınıfı denir. Küçük burjuvazinin göze
zat çalışır ve geçici olarak yeter saydığı batan özelliklerinden biri de çok hare­
bir refah ile ailesini geçindirir. Çalışıp ketli bir sınıf olmasıdır. Bundan önce
çabalayarak daha iyi bir talihe kavuşa­ söz ettiğimiz imtiyazlı sınıflardan, yıldı­
cağına emin, sonsuz bir ümitle ömrünü zı sönenler boyuna bunlara katılırlar.
geçirir. Bu sınıfın en büyük bölümünü Pek nadiren, sayılı birkaç kişi, müstesna
ticaret ve sanayinin en ilkel bir devre­ bir talih eseri olarak büyük bir servet
sinde bocalayan küçük zanaatkarlar ve biriktirip büyük burjuva sınıfına yük­
küçük satıcılar -yani esnaf- teşkil eder. selmeyi başarabilir. Fakat ticaret ve sa­
Son çeyrek yüzyılda yabancı sermaye­ nayide ileri gitmiş ülkelerde genel kural
nin gelişiyle, günden güne önemi artan bunun tersidir. Küçük burjuvaziden
büyük sanayi, küçük zanaatçıların işle­ olanlar, her gün büyük bir oranda reka­
rine yıkılmaz bir set çekmiş ve bunları bet meydanında yenik düşer, bundan
birer birer işçi olmak zorunda bırak­ sonra söz açacağımız sınıfa katılarak
mıştır. Fakat küçük dükkancılık olanca onun kitlelerini yoğunlaştırır. Bizim gi­
gücüyle, hala şehir piyasalarına hakim bi, Rusya gibi sanayi ve ticareti ilkel şe­
olmaktadır. En yakın çıkarlarına dört killerde kalmış olan ülkelerde" ise bu
elle sarılmış, en bencil, dünya bilincine sınıf yabana atılmayacak derecede bü­
en yabancı, yaşama duygusuyle en zayıf yüyor ve hükümetleri kendisiyle meşgul
insan örneklerine bunlar arasında rast­ olmaya zorluyor.
lanır. Kazançlarına geçici bile olsa bir Bize göre bu tanımladığımız sınıflar
zarar verebilecek en güzel sosyal işlere kadrosuna giren topluluklar dışında bü­
karşı öfke ve düşmanlık duyarlar, bu gi­ tün halk kitleleri -iş ve yaşama koşulla­
bi hallerde çoğu kez çekimser kalırlar. rı ne olursa olsun- aynı sınıfı oluşturur.

311
M E� R U T I Y ET D O N E M i

B u iddia, i l k bakışta, karşısında bulun­ Tekmil eğitimciler ve öğretmenler de


duğumuz unsurlar arasında tam bir ben­ -gerek evlerde gerek okullarda çalışan­
zeyiş olmadığından, biraz fazlaca geniş lar- çeşitli nitelikleriyle proletarya sını­
tutulmuş sayılabilir. Bütün dünya dille­ fındandırlar. Başkasının yanında şu bu
rinde proletarya adını taşıyan bu kitlele­ işleri yapanlar çok dağınık bir .zümre
ri, birbirine bağlayan öyle birtakım ruhi teşkil ederler ve bunlar proletaryanın
ve maddi çıkarlar, sosyal ilişkiler, insan­ burjuvaziye en sadık olanları, yani en
ca duygular vardır ki, bu sınıflamayı ya­ bilinçsizleridir. Bu sınıfı ayıran nitelik­
sal kılar. Proletaryanın birçok adı var­ ler, işçilerde yetkili makamların titizlik­
dır. Biz burada Türkiye'de bir ad altın­ le sürdürdüğü büyük bir cehalet, aydın
da toplanabilecek olanları saymakla ye­ olanlarda ise örneği bulunmaz bir ters
tineceğiz. En başta hiç şüphesiz, fabrika­ görüş ve bilinçsizliktir. Bu okumuş pro­
lara, taşıt araçları şirketlerine, maden letarya, çok defa göğsünde bir küçük
şirketlerine kolunun işgücünü kiralayan burjuva yüreği taşır, kendi cinsinden
işçi ve hizmetliler akla gelir. Bunlar ara­ olanlar tarafından sömürüldüğüne bir
sında hükümet dairelerinde, banka ve ti­ türlü inanmak istemez.
carethane gibi yerlerde yazıcılık vb. gibi Gözlerimizi biraz da köylere, küçük
işler yapan küçük ücretli memurları da kasabalara çevirelim. Dikkatle bakılın­
saymak gerekir. Zira bunların gördüğü ca burada da ahalinin uzaktan sanıldığı
işte beynin katkısı, usta bir işçininkin­ gibi " hep birbirine benzer" olmadığı
den fazla değildir ve asıl işleyen kol kuv­ görülür. Şehirdekine benzer bir sırala­
vetidir. Zeka işçileri bu sınıfın ikinci bü­ ma köyde de bizi karşılar. Başta köyün
yük zümresini teşkil eder. ileri gelenleri, ağaları vardır. Bunlar
Serbest meslek sahipleri burada gerçek mütegallibelerdir. Toprağın en
önemli bir yer tutar. Avrupa' da bir mü­ büyük bölümü onlara aittir. Bağlı ol­
hendis, bir hekim, bir ressam çok defa dukları kazanın memurlarını hediyelere
milyonlar kazanır ve çok defa pirami­ boğarlar. Memurları, bu yoldan olmaz­
din tepesine erişir. Fakat bizde parmak­ sa, gözlerini korkutarak emirlerine yatı­
la gösterilen birkaç kişiden başkası, bü­ rırlar. Çaresiz köylüler için ağalarının
tün ömrünü kendisi ve ailesi için bir baskı ve tahakkümüne karşı hiç bir baş­
lokma ekmek bulmak yolunda çalışa­ vuracak makam bulunmaz. Her türlü
rak geçirir. Şöyle böyle bir refah sağla­ haksızlığa boyun eğmekten başka
yabilenler bile küçük bir azınlıktır. Ün­ umarları yoktur. Köylülerden yana çalı­
lü olanları bir yana bırakılırsa şairler, şan tek kuvvet ağalar arasındaki cahilce
edebiyatçılar, gazeteciler, bütün güzel zıddiyettir. Her köyde bunlardan bir
sanatlarla uğraşanlar hep aynı didinme kaç tane bulunur ve bunlar birbirlerine
içinde yaşarlar. karşı büyük bir kin beslerler. Şehir bur­
Proletarya için " kol ve kafa yetenek­ juvalarındaki sınıf birliği duygusu he­
lerini ancak karnını doyurabilecek ka­ nüz köylere uzanmamıştır. Topraksız
dar l>ir ücret karşılığında l>aşkasına ki­ köy işçilerinin birbirlerinden habersiz
ralayanlar topluluğu" tanımını kabul yaşamalarına karşılık, köy ağaları da
edecek olursak, bir işçi ile sermayesi ol­ görülmemiş büyüklükteki öz saygıları­
mayan bir gazeteci, bir hekim, bir avu­ nın itmesiyle karşılıklı düşmanlık duy­
kat arasında bir fark bulmak zor olur. gularının elinde çırpınırlar. El ele verip

3 12
VE Ö T E K i L E R

köylüyü soluk almaksızın ortak olarak imam bulunur. Köy çocuklarına ilk öğ­
işletmenin hasis çıkarlarına daha uygun retim vermek, okuyup yazmayı öğret­
olduğunu görebilenlerine az rastlanır. mek görevi ona yüklenmiştir. Fakat hiç­
Denilebilir ki, köylerde burjuva sınıfı­ bir imam bu işi kendisine vicdani bir
nın bütün unsurları, bütün malzemesi görev bilip onu heyecan la değil, yalnız­
mevcut ve işlemekte olmakla beraber ca temiz niyetle yapmaz. Bela savma
henüz sınıf tarzında belirmemiştir. kabilinden yılın bazı aylarında başvu­
Köylerde küçük burjuvaziye karşılık ranlara birkaç ders verir. Vaktini ağala­
sayılabilecek bir sınıf halk da vardır. ra dalkavuklukla, tarımla, bir çıkar ge­
Elindeki birkaç dönüm toprağı ekerek tiren, işinin dışında her türlü işle geçirir.
ağalardan birinin gölgesi altında geçi­ Din ve öğretim görevini tamamiyle ih­
nenler, aynı koşullar altında birkaç süt­ mal eder. Bunun için köylü yalnız cahil
lü hayvan besleyerek geçim savaşını olmakla kalmaz, mensup olduğu dinin
sürdürenler, her köyde en ilkel şekiller­ en ilkel esaslarından, kurallarından da
de dükkancılık, kahvecilik, demircilik, gafil bulunur. Ruhi yetenekleri gelişme­
nalbantlık, dülgerlik, terzilik gibi sanat­ den sönmeye mahkum olur. Kötü bah­
ları yapanlar hep bu sınıftandır. tını, sefaletini, varlığının zorunlu bir ge­
Pazularından başka güvenecek bir reği sanır. Neden böyle olduğunu dü­
varlığı olmayan bütün öbür köylüler de şünmek bile aklına gelmez. Hiç şüphe
tarım işçileri sınıfını teşkil ederler. Bu yok ki henüz bu çaresizler hakkında bir
özel proletarya sınıfı pek çeşitlidir. Ağa­ sınıftan söz etmek pek kuramsal bir gö­
ların çiftini süren ortakçı ve maaşlı çift­ rüştür. Bunlar bir gün ancak sosyal ıstı­
çiler, susam, mısır, pamuk, tütün gibi rapların kamçısını yiye yiye uyuşukluk­
ilkbahar ekimini köy köy gezip çapala­ tan sıyrılacak, bir şekil ortaya koyacak
yan gündelikçi ler, hasat zamanı küçük bir ilk madde yığınından ibarettir. Kar­
büyük toprak sahiplerinin yetişmiş ürü­ şılıklı çekimlerle bu dağınık parçalar bir
nünü çabucak kaldırmak için götürü bütün teşkil ettikleri gün bir sınıftan söz
ücretle tuttukları hasatçı ırgatlar, or­ etmeğe hakkımız olacaktır.
takçılar, bağ bozumunda, üzüm ve incir Avrupa'da gördüğümüze bakarak bu
k u rutma işlerinde kullanılan işçiler, uyuyan unsurların, sosyal gerçeklere
zeytin, palamut işçileri, sürü sahibi ol­ gözlerini açtıran, kendi temsilcileriyle
mayan çobanlar, sığırtmaçlar, orman teşvik ederek onlara birlik ve dayanışma
baltacıları, korucular, bekçiler, bunla­ duyguları telkin eden, örgütleri mükem­
rın başlıcalarıdır. Tarıma bağlı sanayi mel şehir emekçileridir. Ve onlarca bu
işçileri de buraya girerler. Örnekse zey­ bir görev ve bir zorunluk sayılmaktadır.
tin ve susam yağı, sabun ve şarap fabri­ Bizde yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan
kalarında, un değirmenlerinde, sebze işçi sınıfı, henüz bu gereği duyacak dü­
bahçelerinde, pamu k ve yün ayıklama­ zeyde örgütlenmiş değildir. Bu örgüt ko­
sında çalışanlar gibi. nusu sınıf sorunlarının ruhudur.
Bu sınıfta cehalı:t şehirdeki arkadaş­
larından daha derindir. Köy okulları ( Aydınlık , sayı 1 , Haziran 1 9 2 1 ; Seç­
yok denilebilecek şekildedir. Köyde bir me Yazılar, 1 9 7 1 )

313
M F. Ş ll U T I Y E T D ö N E M I

TÜR K AYDINLARI hizmet etmeyi öğretmeye çalışmıştı. B u


Ulusal değerlerimizin dirhem dirhem yüksek düşünce tohumlarını filizlendir­
tartıldığı şu sıralarda aydınlarımız hak­ mek için toprak henüz hazır değildi.
kında birkaç söz söylemek zahmete de­ Olanların rüzgarı onları alıp götürdü.
ğer. Hatta bu aydınlardan önce düşü­ Aydınlar arasında bile Fikret'i dinle­
nürlere dair yazmayı düşünmüştüm. yenler, anlayanlar olmadı. Onun insan­
Fakat biraz araştırılınca bizde böyle bir lık ülküsü pek az taraftar kazandı. Son
zümrenin var olmadığını gördük. zamanlarda ortaya atılan azimli emek­
Büyük derdimiz yazarlarımız, mesela çi sınıfı öncüleri bir yana bırakılırsa, bu
en tanınmışlarını anmış olmak için, Ce­ ideal bugüne kadar bir toplumsal hare­
nap Beyler, Süleyman Nazif Beyler, ket uyandırmadı. Fakat, daha çok bü­
Halit Ziya Beyler bile az yakından ba­ yük bir şai r olan Fikret, dahice bir seziş
kılacak olursa, biçimsel ve görünürde sayesinde -toplumbilimci- geçinenleri­
zenginlikler altında, açıkça bir boşluk mizden daha büyük bir isabet ve açık­
saklayan sıradan yazar ve gazeteciler­ lıkla gerçeği görebilmişti. Türklerin
dir. Zaten dilimizin son zamanlarda kurtuluşunun gösterdiği yönde oldu­
kazandığı, yalınlığa bağlı anlatım kabi­ ğunda, gözlemler kuşku bırakmıyor.
liyeti sayesinde bu yapma, biçimsel süs­ Olanlar olmayan bütün kötülüklerin
ler de estetik zevkimizi artık okşamı­ ve felaketlerin tek çaresi sayılan tılsım­
yor. lı Meşrutiyet, ittihat ve Terakki Derne­
Son elli yıl içinde kamuoyu üzerinde ği içinden bir azınlığın diktatörlüğünü
bir etki yapabilen yazarlar arasında ya­ doğurdu. Ve sonunda devlet bu yüzden
zılarına hakim oİan düşünce veya ülkü­ dağıldı, u l us bağımsızlığından oldu. Zi­
yü büyük bir kudretle anlatabilmiş, ve ya Gökalp okulu bunu Türk ulusunun
bu yüzden düşünür adını hak etmiş, bilinçsizliğine ve bir ul usal ülküden
ancak üç dört kişi bulunur. Namık Ke­ yoksun oluşuna bağladı (Küçük Mec­
mal, Ziya Gökalp ve Tevfik Fikret bun­ mua, sayı 1 6, Diyarbekir). Güya, Türk­
lar arasında sayılabilir. ler Misakı Milli'de geçici bir ülkü bul­
Namık Kemal vatan sevgisini, Tevfik muşlardı. Sonunda buna eriştiler, ulu­
Fikret insan sevgisini, Ziya Gökalp de sal sınırları içinde bağımsızlıklarını ele
insan duygusunu Türklerin bir kısmına geçirmek üzeredirler. Ve şimdiden son­
telkin etmeyi, tanıtmayı başarmışlar­ ra da kişilerin saltanatı yerine ulus sal­
dır. tanatını kurmak suretiyle gelişme yolu­
Namık Kemal vatan denilen nesne­ na koyulurlarsa kurtuluşlarını pekişti­
nin çöküşünü ve çözülüşünü, devletin, receklermiş.
müstebit ellerde bulunmasına yoruyor­ Bize öyle geliyor ki, bunlar gerçekçi
du. Meydana getirdiği toplumsal hare­ gözlemleri iyice incelemeden yapılmış
ket bir küçük siyasi evrime, meşrutiye­ idealist sonuçlamalardır. Herşeyden
te ulaştı. önce bu devlet, modern ekonominin
Meşrutiyet hengamelerinde ve daha gerektirdiği sosyal kurula ve yönetim
önce Tevfik Fikret bize bir insan olma­ makinasına sahip olmadığı için, bu id­
yı diğer insanları sevmeyi ve insanlığa dianın çökmesine ramak kalmıştır.

314
VE ÔT E K I L Ell

Türkiye'de toplumsal yapımıza ve köy istidadına -hüyük sermayenin ekono­


ekonomisine uyacak: işçi ve köylünün mik baskısından kurtulmak mümkün
hakimiyeti altında -sözle değil gerçek­ olduğu ölçüde- sahiptirler. Halk kitle­
te- hir halk hük ümeti kurulmazsa, ya­ leriyle sürekli temas halinde bulunan
rın u l usal egemenliğimizden sonra da hekimlerin, mühendislerin, hukukçula­
söz konusu olan siyasi devrimimizden rın destek lerini kazanmak toplumsal
olacağız ve kenarında bulunduğumuz hareket için önemli hir haşarıdır. Bizde
uçuruma doğru yuvarlanmakta devam huna benzer hir durum olduğu iddia
edeceğiz. edilemez.
Her ulus içinde en az iki kesim vardır, Zamanımıza gelinceye kadar, ülke­
varlıklılar kesimi, yoksullar kesimi. Ka­ mizde tek bilim öğretilen yer medrese­
pitalist ekonomi sistemi olduğu gihi bı­ lerdi. Ve aydın tabaka yalnız ülema
rakılarak ortak ulustan ve gelişmeden, (bilginler) denilen sarıklılardan oluşur­
söz edilirse varlıklılar kesimi kast edil­ du. Bugün -nüfus toplamıyla uygun hir
miş olur. Türkiye'de hu kesimin saltana­ sayıda olmamakla heraher- Avru­
tı, yalnız hir isim forkıyle şimdiye değin pa'daki gihi öğrenim kuruluşlarımız ve
olan yönetimin devamı demektir; Bu da yetişmiş bilginlerimiz yoksa da -bilim
Türk burjuvazisinin Avrupa kapitalistle­ ve fen- ile ujtraşmış aydınlanmış yurt­
riyle ortaklaşa Türk işçi ye köylüsünü taşlarımız vardır. Buna rajtmen mahi­
eskisinden daha beter ezip sömürmesine yet ve toplumsal değeri itibariyle aydın
yol açar. Bu yüzeyde tedbirlerle toplum­ tabaka dün ne idiyse bugün de odur.
sal devrimimizin önüne geçileceğine Dün sarıklı aydınların hepsi devlet
inansak, ulusumuzun geleceğinden ümi­ hizmetinden aldıkları maaşla geçinir­
dimizi keserdik. lerdi. iktidar makamını işgal edenler
Bizdeki yönetim değişiklik lerinde ik­ azim, irade ve kudret sahihi iseler, riit­
tidar makamını ele geçirenler daima he ve makam kazanmak hayaliyle ona
aydınlara dayanmak isteğini gösterir­ alçakçasına yaltaklanırlar, halkın baş­
ler, onların desteğini ararlar. taki lere itaatini kuvvetlendirmeye çalı­
Halk üzerinde herhangi hir etki yap­ şırlardı. O makam zayıf el lerde kalınca
mak için özgür hir iradeye sahip olmak da türlü entrikalar çevrilir ve hüküme­
gerekir. Türkiye'de aydın adı altında te gelecejtini tahmin ettikleri kimseler
toplananlar, gerçekte hıı şarta sahip leyhine her ihtimale karşı mevkilerini
değildirler. Yani kendi başlarına hir sigorta l'tıniş olmak için telkinde hıılıı­
toplumsal varlıkları yoktur. nıırlardı. Ve hl'r zaman yiinetim devam
Avrupa'da aydınlar tabakasını ser­ etsin veya dejtişsin, hükümet adamları­
best meslek sahipleri temsil eder. Bun­ nın devlet kasasından ü leştirdikleri
lar tıpkı esnaf gihi, kendi bilim serma­ avuç dolusu parsaları toplayan onlardı.
yelerini kendi emekleriyle işleterek ge­ Bugün de aynı hal devam ediyor...
çindikleri için hükümet nüfuzundan Çünkü biraz önce dediğimiz gihi henüz
uzaktırlar. Serbest düşünüp serbest ha­ hizde özgür ve bağımsız aydınlar yetiş­
reket etmek, siyasi ve ekonomik akım­ medi. Hekimlerimizin, mühendisleri­
larda kanaatlerine uygun yanı tutmak mizin, huk ukçularımızın, yazarlarımı-

315
M E Ş R UT i Y E T D O N E M i

zın, gazetecilerimizin gözleri hep devlet rı kesileceğine biz şimdiden emınız.


hazinesine dikilmiş durur. Yaptıklarına Bunlar kurulmuş bir yapının ancak sır­
bir yön, inanışlarına bir renk veren da­ larını ve ayrıntılarını yapmak yetene­
ima, ya kazanılmış bir mevkii koruma, ğindedirler.
veya göz dikilen bir makama erişme Gerçek devrimler belli ortak çıkarlara
endişesidir. sahip ve bunu anlamış, bilinçli toplum­
sal sınıfların hareketi sonucu meydana
Bu incelemeye göre milli burjuva gelir. Ve şüphesiz bunların ideolojisini
devrimimizi yapmak üzere olanların ay­ tespit etmek, yayınlamak, yaymak gere­
dınlara dayanmaktan söz açmaları açık kir; Gösterdiğimiz gibi bu görevi eski
bir anlam taşımaz. Karşılarında olan yönetim altında eğitim görmüş, onun
bağdaşık bilinçli bir sınıf değildir. Hitap nimetleriyle beslenmiş olanlar yapa­
ettikleri, hareket kabiliyetinden yoksun maz. Onların kafası, devirlerinin dü­
unsurlardır. Yanlış olarak menfaat san­ şüncesini yansıtan silinmez izlenimlerle
dıkları şey, onların "ölmüş, Allah rah­ doludur. Ancak henüz oluşmakta olan
met eylesin... " demelerini gerektirir. gençlik uygun bir tarzda yetiştirilirse,
Anadolu köylüsüne yol gösterenler, bu görevin ehli olabilir. Gençliği, hayal
yapmak iddiasında bulundukları devri­ ufkunu sınırlayan çıkarcı etkilerden ko­
mi sonuna kadar başarırlarsa -kendile­ rumak, özgür düşünceli azınlığın üzeri­
rine yaranmak için- onlara verecekleri ne borçtur. Ve bir nefsini koruma kay­
talimatı aydınların harfiyyen yerine ge­ gısı, bizzat gençliğe de bu tür telkinlerle
tireceklerinden emin olabilirler. beyinlerine iğreti bir zihniyet aşılaması­
B u siyasal devrimden sonra sıra top­ na karşı koymayı emreder.
lumsal devrime geldiği zaman akımın
üste çıkması gerçekleşmeye başlayınca, ( A y d ı n lı k , s a y ı 1 O , 1 K a s ı m
aynı kişilerin bunun da samimi tarafta- 1 9 2 2 ; S e ç m e Yazılar, 1 9 7 1

316
D1 Z 1N
Akif Paşa 2 1 3 , 22S, 232 Ateşten Gömlek 79. 80, Billur Kalp. 20. 26
Akile Hanım Sokağı 87 82, 87. 94 Binecek Şey 49
Akşam 100. 1 37. 184, Ati 28S Binnaz 1 9 1
A Abdülkadiroğlu 23S
286. 288 AtlıAses 193 B i rÇiçek, lki Böcek 191
A Adnan Aclıvar278
Akşam Güneşi 126. 129 Avrupa Mektupları 2 1 2 BirDin Felsefesine DoıVu
A Cevdet 266
Alay 163 Avurzavur Kahvesi 172 274
Abdülhak Hamit 214.
Alemdar 163, 287 Ayda Bir 137 Bir Fikir Adamının Ro-
222
Ali Canip Yöntem 43, 44. Aydınlık 240, 281. 282. manı 267, 277
Abdülhak Şinasi Hisar
S2. 228. 2S7 28S. 3 13. 3 1 6 Bir Harp Zengini 66
146• 147• 1 48• 149•
AliEkremB olayır \ 90 Aygır Fatma 16S Bir lstimzac 44
lSO. ı s ı . ı s2
Ali Fuad Cebesoy79 Ayhan Songar 140 Bir Kadın Düşmanı 129
Abdülhalim Memduh 2 l 3
Ali Kemal.82, 1 06 Ayine 163 Bir Kavuk Devrildi 193
Abidin Nesimi 267
Ali Naci Karacan 288 Ayna 16 Bir Muadele- iSevda 21. 26
Acımak l29
Ali Nizami Beyin Alafran­ Aynaroz Kadısı 193 Bir Ölünün Mektubu 1 0 1
Açık Hava Mektebi SO
galığı ve Şeyhliği 147, Bir Safha-i Tarih, 3 1 8
Adam Sanat 129
149. ıso. ı s ı . 1S8 Bir Serencam 100, 1 O l .
Adımlar.22
AliŞir Nevai 2 1 6 1 1 4. 1 17
Adnan Biny.uar 1 1 4
Altın Ça ğ 271 Bir Şoförün Gizli Defteri
Afganlı Şeyh Cemalettin
Altın Işık 2S8, 26 7 18S
2'16 Baha Dürder 87. 192
Altın Ordu'ya Ait Yeni BirTaamız 66
Agah Sırrı Levend 27.
Araştırmalar 2 1 6 BahaTevfi k4 l . 100, 163,
Bir Tereddüdün Romanı
21S 270. 271. 28S
Altun Destaru 2 S8 137. 1 38. 1 40. 1 42
Agaç 146, 273. 274 B;ıharve Kelebekler 42
Anafartalar Kahramanı Bi·1. insanlar l 40
AhmetAğaoğlu 268, 269 Bahçe 42
M . Kemal ile Mülakat Bi·1.de Filozof Neye Yetiş­
Ahmet Caferoğlu 269 288 Bahsin Ehemmiyetli Ci-
medi 276
A hmet Cevat Emre 287 heti 2Sl
Anahtar 68 Boğaziçi Mehtapları lS l .
Ahmet Çavuşoğlu 282 Balaban Ağa 19 3
Anayurt 277 1 52
Ahmet Emin 288 Ballı Baba 190
And 49 Boğaziçi Yalıları 147. 1 S2
Ahmet Hamdi 2 1 2 Baskın 1 0 1 . 102
Ankara 109. 1 14. 1 22 Bomba 4 l. 42. 46. 48. S2
Ahmet Haşim i l l . l l 4. Ankara'nın ilk Günleri
Başını Vermeyen Şehit 4 8
Boşboğaz 1 6
I S2. 276 Batak 27S
287 Bat Eşek 6S. 66
Ahmet Hikmet Müfıüoğlu Anlaşılmaz ki 276 Bataklık Çiçeği 176
Bu Bizim Hayatımız 68
190. 2S3 Batıya Dogru27S
AruzVezni 2 1 S Bugünkü Edebiyat 2 1 6
Ahmet Hilmi 271 Baykuş l 9 1 . 205
Asım Bezirci 68. 1 1 4. Bugünün Saraylısı 6 8
Ahmet Kerim 1 0S. 106. 129. 140. ısı. 16s. Bedii İhtiras. 22. 273. 284
Buhran - ı lçtimaiyemiz
l07. l l8. l l9 180 Behçet Necatigil 1 1 <1 2SO
Ahmet Mithat Efendi 1'6. Asır :.! 1 4 Bekri Mustafa l 6S Buhranlarımız 2511. 2''4.
23. 24. 1 84
Asiller Kulübü 5 O Ben Deli miyim? 18. 1 9. 296
Ahmet Oktay lS2 24. 26
Asriler 1 8 4 Bukr.t Uzuner S2
Ahmet RaRim 1 6. 286
Aı;ık Dertli 2 1 6 Ben Neyim 2M BıiKenin iptidai Ş�kli 42
Ahmet Refik. 286 Berlin Hatıraları 248
Aı;ık Kerem 2S9 Bütün Hikayeler 1 72
Ali Reşat 286 Berna Moran 1 1 4
Aşiyan 42 Büyük Mecmua 63. 79,
Ahmet Rıza 2S2
Aşk Dalgası S2 Beşeriyet ve Köpek 4 2 126, 194, 2S7
AhmetSamim lOS, 106 Beşir Fuad 2 1 3
Aşk imiş Her Ne Var
Ahınet Şirzat 24 Alemde 1S2 Beyaz Lale S2
Ahmet Şuayip 2 1 1 , 24.S Aşk Oyunlan 140 Beynamaz 49. S6
Ahmet Vefik Paşa 192 Aşk-ı Memnii 4 1 Bıçakçızade Hakkı 2SO
Aka Gündüz 3 9 , 183. At42 BiçareAmele, 193
184. 189 Cadı l7. 26. 2 1 3
Ateş Gecesi l 2 9 Bilgi Bucağında. SO
Akın268 Cadı Çarpıyor, 23
Ateşböcekleri 140 Bilgi Mecmuası 2 LS

3 17
M E Ş R U T i Y ET D O N E M i

Cahit Sıtkı Tarancı 1 39. Dudaktan Kal� 126. 1 29 Erdinç Kaplan l 40


140 Dünya Kültünıne Bir Ba- Ergun Göze 1 40
Can Pa:ı.an 27 kış 27 4 Erzurumlu Emrah 2 1 6
Daga Çıkan Kurt 80. 87
Canan 1 40 Dünyanın Mihveri Kadın Eski Ahbap 1 29
Damat Ferit l 8:J mı. Para nu? 27
Canlar ve Patlıcanlar l 9 l Eski Çapkın Anlatıyor l 84
Canlı Tarihler 183 Damga 1 29 Düşünce 1 75
Eski Hastalık 129
Darwincilik ve Sosyalizm Dllşllnüyonım 42
Cavit Orhan Tütengil 255.
Eski Rüya l 26
271
267. 270
E•ki Şairlerimiz 2 1 6
Dawl 1 84
Cehennem Yolcuları 176
Dede Korkut 222. 259. Eski Şeyler 1 83
Cehennemlik20. 26
286 Eski Türk Yazısının Men-
Celil Esat Arseven 1 92
Dede Korkut Kitabı 286 şei 287
Celal Nuri İleri 285
Değirmen 129 Ebtızziya Tevfik 2 1 3 Eskil.aman Köşkleri 152
Celil Sahir Ero1.an 1 90
Dehri Efendi 1 6 Edebi Hitıralar 245 Eskici 66
Cemal Paşa 52
Deli Filozor27 Edebiyat Araştırmaları 2 1 6 Esvaplar 55
Cenab Şehabettin 1 89 .
Demirbaş Şarl 1 93 Edebiyat Fakültesi Mec- Eşek 4 1 , 1 63, 270
1 90. 1 95 . 2 l l . 2 1 2.
muası 27B
214 Demirtaş Ceyhun l l 4 Eşkiya Gilzeli 165. 168
Edebiyat Tarihi Dersleri
Cevdet Kudret 68. 1 1 4 . Demokrasi ve Sanat 275 Eşkıya ininde. 27
213
l 29. l 40. 165. 1 72. DemokrasiYolunda 2 1 6 Ethem Ne jat 28.5
Edebiyat Tarihimizden
176. 1 80. 1 83. 1 85 Dergi.h"ta Hasbihal 276 Eti Senin Kemiği Benim
52.68. 1 1 3. 1 1 4. 2 1 6.
Ceyhun Atuf Kansu 1 09 Dergah 79. l 00. 1 02. 229 27
Ceza Kanunu 1 92 1 26. 1 46. 2 1 2. 237. Evlere Şenlik Kaynanam
Edebiyat-ı Cedide 2 1 . 24.
Cidal l 90 272. 276. 288. 31 o Nasıl Kudurdu 26
40. 4 1 . 44, 5 1 . 79. 100.
Cinci Hoca 284 Dersaadet 126 ııı ı. I02. 105. 1 1 3. Evrak- ı Eyyam 212
Cumhuriyet 16. 137. 163. Dertli 259 1 89. 190. 2 1 1 . 2 1 3. Eylül 1 05. 229
1 75. ı 84. 251 . 257. Devay-ı Aşk 1 90 214. 229. 244, 260
268. 274. 286. 287 Devlet ve Fert 269 Edebiyat- ı Umumiye 285
Cumhuriyetten Sonra Hi­ Diken l 79 Edebiyata Dair 2 1 2. 231
kiye ve Roman 1 65. Dikmen Yıldızı 1 84 Edebiyatçılar Geçiyor
1 72. 1 76. 1 78 152. 1 9 1
Dil Konusunda Yazılar 52
Çagdaş Mateıyalizm Mez­ Edebiyatçılarımız N e Di­
Dil ve Tarih Coğrafya Fa- F. Celalettin, 1 7 1 . 1 73
hebi. 285 yorlar 68. 1 27
kültesi Dergisi 27 Fağfur l 75. 285
Ça«daş Türk Edebiyah 288 Erdal Sevinçli 27
Dilimize Dair Yazılanlar Fahim Bey ve Biz 1 46.
Çabkuşu 126. 127. 128. Hakkında 251 Erruz Bey 45, 49, 50. 52. l 47, 1 48. 149. 150,
129. 1 3 4 148
DinlerTarihi 284 151. l 52. 155. 1 57
Çamlıca"daki Eniştemiz E rsuncu Baba 26
Dirilen İskelet 27 Faik Ali 1 89
1 47. 1 49. ı s ı . 1 52. Eldebir Mustafendi. 172
Dişiôrumce k 68 Faik Reş.at 2 1 3
162
Divan-ı Lü1:3t-it Türk 286 El işlerinin �relim Me- Falaka 49. 52
Çanakkale"de Kekı«tan 1 72
todu 275
Diyet 48 Falih Rıllı Atay 2HH
Çantada Keklik 190 F.l Maliım 270
Diyorlar_ ki 40. 82. 86. Farabi 265
Çete 68
2 1 2. 288 El-üfürük 1 84
Çetin Yetkin 1 4 0 Faruk Nafiz Çamlıbd
Doğduğum Yer52 Elma 42
233, 259
Çığır274
Dogru Yol 64. 267 Emin Türk Eliçin 253.
Fatih Kilnlüsllnde 247
Çıkmaz Sokak l 90. l 93 254. 269
Dokuzuncu Hariciye Kogu- Fatih Özguven 129
Çınaraltı l 3 7. l 85
şu 137. 138. 139. 140 Enver Behnan Şapolyo
Fatih-Harbiye 137, 138.
Çingeneler 164 267• 269
Uon K.işot 1 7, 148. lb2 1 40
Çizgili K.iğıt 40 EnverPaşa 106
Donanma 288 Fecr-i Ati 43. 100, 1 1 1 .
Çoban Yıldızı l RO Ercüment Ekrem Talü
Döner Ayna 87 2 1 3. 2 1 4
Çocuk Bahçesi l 8 4 183. 184
Dört Cihar 1 92 Felsefe 4 l
Çulluk l 79. 1 80 Erctıment Kuran 252
Dört Yapraklı Yonca 68

318
DiZiN

Felsefe-i Edebiyat 4 1 Gönül Ticareti 27 Harp Devri"nin Hanımla­ Hürriyet Bayraklan 48


Felsefe- i Fert 271 Gönülsüz Olmaz. lhtilAI rı 66 Hürriyet Bayraktarlan 4 1
Felsefe-i Kant 4 1 mi, lnkılAp mı 269 Harp Zengininin Gelini Hürriyete Layık Bir Kah··
Gulyabani 1 7 1 84 raman SO
Felsefe-i Ola 284
Ferdive ŞürekAsı 190 "Gurbet Ellerinde" Yal­ l lasan Ali Yücel 52. 68. Hüsamr.ttin Boıok22
nızlık 53 1 1 3 . 1 1 4 . 2 1 6. 229
Feridun Andaç 52 llüseyin CahitYalçın 139.
Gurbet llikiyeleri 66. 68. Hasan Mellah 24 1 85. 2 1 2. 243. 244
Ferman 48
77 Hasan Tahsin Recep 287 Hüseyin Kazım. 243
Fermanlı Deli Hazretleri
1 93 Gül ve Gönül 1 93 Ha1ırlad1klarım 288 Hüseyin Rahmi Gürpınar
Gülel)1lz 1 63 Havya r 4 9 1 5. 1 6. 1 7. 1 8. 21 . 22.
Fethi Erden 87
Gülsüm 1 93 Hayal içinde 229. 245 23. 24. 25. 26. 27. 48,
Fethi Naci 129. 1 85
Günlük 4 5 1 04. 1 63, 1 7 1 . 1 72.
Fep.a Hepçilirıgirler 52 H ayat I O I . 268, 277.
278.283 1 89. 1 90, 1 92. 2 1 3
Güzide Sabri 1 S:J
Fırka nedir 267
Hayat Ansiklopedisi 288
Hüseyin Suat Yalçın 189.
Fırtına 1 90 1 90
Hayat Parçalan 87
Fikir Hareketleri 1 85.
l lüseyinzade Ali Turan,
243. 244. 245 Hayat ve Kitaplar 2 1 1 . 245
283
Fikirler 2 5 1 Hayat-ı Fikriye 2 1 6
llüsn ve Şiir 42. 43
Fikri Buhranlarımız. 294 Hayat- ı Muhayyr.1 245
Hacivat 49
Fitnaı'ın Sergüzeşti 1 76 Hayattan Sayfalar 26
Hafta 1 37. 1 84
Fona 48 Hazan Bülbülü 1 7, 26
Hak 279
Fuat Köprtılü 78. 2 1 6 llep O Şarkı 1 03. 1 1 4
llakiki Hürriyet 273
l'uat Paşa 252 Her Ay 1 37
llakimiyr.t- i Milliyn 1 0 1
He�ekli Arif l likmet 2 1 1 JgtıJalılarımııa Dair bir
Fuhş - i Atik 286
Hakka Sı;ıınılık 1 7. 26. 33 Mütalaa 2 5 1
Fuıuli 222. 227 llicri Onbirinci Asırda ls-
Hakkı Sükut 65. 66
ıanbul H ayalı 286 lstılaı ı Edebiye 2 1 3
Füyil'tat 283
Hakkın Sesleri 219 i l . Ahdülhamiıl 1 7. :19.
i l ikmet llizıLunglu 52. 268
llalrlıın Tanr.r 87 66. 8:i. 1 5 1 . 185. 1 89.
ll ikmr.t Münir Ebci 68
Halirle Edib Adıvar. 80. 1 'JO. 1 93. 244. 250.
Hikmr.t Tanyu 268
8 1 . 82. 83. 86. 87. 194 252, 253. 255. 269,
llilafaııan llakibıa 284
llalit Fahri J 65. 1 76. 285. 287
llilmi Yüt.-ebaş 87. 1 29 .
1 89, 1 90. 1 9 1 . 1 95 1 1 1 . Ahmr.t 1 93
Garpten Şarka Seyyale·· i 216
F.debiye 2 i l Halit Ziya Uşaklıgil 24. 1 1 1 . Sr.lim 1 89, 1 92. 214
H i l m i Ziya Ü l k e n 2 5 1 .
10. 1 1 . 52. 1 89. 1 90. llın i Mtılwnnaliigatı286
Gett Yüruyü,ü I 80 267. 269, 271 . 275.
2 1 1 . 21 4. 2 1 5
Geçmiş Zaman Fıkraları 278. 279. 281 llın ül Eıııiıı Maltmut Ke
llalka Do;ıru 257 mal 2 1 1
1 52 HimmeıinO�u 1 92
Halkçı 243 llıııi Sina 276
Geçmiş Zaman Köşkleri 11 indi•lan vr. İnl(ilterr. 269
1 52 Hamdullah Suphi 78 llınürrefik Ahmet Nuri
llisl.,rintiıin Mantıp;ı. 27:1
(A.nç K.ılr.m!r.r 42. 1:1. 6.5. llanıiyyeı 286 1 92
il illKr. · i Şayia 1 92
1 8:1. 1 84. 21 1. 2 1 3. llan··ı Yagına 1 7 hır ahim Alar.rlrlin 267
l l iıı•iyaı llııhiyatı 271
2 1 1 . 257. 26 1 . 262 llançr.r 126. 1 9 1 l lırahiın Necmi Dilmen
l l iımet 1 1 . 251
Gr.n�liı:,-iıniz 1 40 ilandan 80, 8 1 . 87. 9 1 . 92 2 1 :1. 220
l lıınotnya Moılafauı 21(,
Gençlik ve Edebiyat llatı l larahat 2 1 3 lhr ahim Ongun 2 5 1
Hukuk u 8"şer 287
raları 1 06 Harabelerin Çiçeği 1 26. llırahim Tatarlı 1 29
Hulki Aktunç 281
Gevheri 2 1 6 1 29 içtihat 279. 285
Hüküm Gecui !03. 1115.
Gıdık 179 ll aralombos CankiyadiB içtimai Mektep 274. 275
I O<• . 1 07 . 1 1 1 . 1 1 9.
Gidi El 1 26. 1 29 1 90 içtimaiyat 45, 257. 306
257
Giıli Mabr.t 52 ! larap Mabetlr.r 87. 88 lffr.t 1 6. 1 8. 22. 26
Ilüllr. 1 90
Göky1lzü 1 29 llarr.m 52 lllıam. 279
Hür Vatan 287
Gönül Bir Yeldql;inneni· llarnerimiz ve Latin lnkılAb-ı Osma­
ihtilal ve
Hürriyet 285
dir Sr.vda Öğütür 27 Harfleri 251 ni 287

319
M E $ R UT I Y ET D O N E M i

ihtiras Nedir 273 İstanbul ve Pierre IDti 152 KizımYetiş 220 Maddecilerin Reddiyesi
ihtiraslar Nasıl Doe;ar? lstanbul'un Bir Yüzü 64, Kelebek 126, 179 246
273 66. 67. 68 Kemal Sülker 140 Maddiyun Mezbinin Yıkı­
lışı 285
ihtirasta Faaliyeti Ruhiye lstanbul'un lçytızü 68 Kemal Yavuz 195
273 Mahmut Yesari 126. 179,
işçi Kızı 267 Kenan Çobanlan 87
180
lhtiyann Tenezztıhü 40 lştirak271 Kerim Sadi.267
Mahşer 140
ikdam 16, 17. 100. 102. iV. Kitap 171 Kesik Baş 27. 57
Mai ve Siyah 41, 229
103. 163, 175. 212. lu.et Melih (Devrim) 1 9 1 KınaGecesi 172. 174 MakberveÖlü 230. 231
285. 286. 287
Kınk Mahfaza 190 Maliımat 287
iki Cisimli Kadın 68
Kıvırcık Paşa 184 Miliımat-ı Edebiye 214
iki Hödüğün Seyahati 27
Kızılcık Dallan 129 Marksist Açıdan Türk Ro-
İki Mebus 42
Kiralık Konak 103. 104. manı 129
iki Neslin Tarihi 287
105. 107 . ll 4 Maske ve !tuh 87
İktisat ve Siyaset 253 Jön Türk 190, 269, 281
Kirli Çamaşırlar 1 90 Materyalizmin Yıkılışı 285
ileri 146. 175. 1 76 Kabus 190
Kokotlar Mektf'.bi 26 Matmazel Noralya'nın
ilhan Ülkti 140 Kadın42
Köroglu 259 Koltuğu 137, 138,
llk Cinayet 49 Kadın Erkekleşince 26 139, 140
Kösem Sultan 190
ilk Nam32 42. 49 Kadın Kalbi 185 Mavi Gözlü Dev 288
Köyünü Kaybeden Kadın
Kadınlar Tekkesi 68 Maziden Atiye. 284
llm-i lçtima-i Dini. 267 1 03
bm-i lçtima-iHukuki. 267 Kadınlar Vaizi 26 Mebapi-ül- lnşa. 213
Kuınnılar 42
llm-i içtimai Nedir?. 279 Kadınlarımız 285 Mecmua-i Edebiye40
Kurbağa Duası 49
İlmi içtima Dersleri 267 Kadro 101. 1 1 4 Meddah, 19, 23
Kurtuluş 275. 28 ) . 282.
Kafes Arkasında 193 Medeniyet 146
ilmin Mebde Veya Umde- 285
leri itibariyle Kıymeti Kahramanlar 52 Mehasi n 214
Kuvvete Karşı 66
273 KalbAgnsı. 87 MehmetAki f246
Kuyruklu Yıldız Altında
lnat50 Kalem 64 Mehmet Cavit 245
Bir lıdivaç 26
inci 126 Kan Dlvası 127, 129 Mehmet Emin Yurdakul
Küçük Mecmua 257. 267.
82. 252. 253
inci Eııgün 87 Kant ve Felsefesi, Felsefe- 314
Mehmet Emin Erişirgil
insan 268 ye Başlangıç 277 Küçük Paşa 18 3
276,278
insan Ruhu Üzerinde Ge- Kapitulasyonlar Tarihi, Kültür Haftası 13 7. 268, Mehmet izzet 278
zintiler274 Menşei Asıllan 286 273, 274
Mehmet Kaplan 129
lrşad 268 Kaplan 175
MehmetMurat252
islim Ansiklopedisi 216 Karacaoğlan 216. 259
Mehmet Necip Türkçü 41
İslamcı Akım. 246 Karagoı 19. 49, 96. 192.
Mehmet Rauf 105, 189,
islim Dini Tarihi 284 194. 259
190. 193. 194
lslam Medeniyeti Tarihi Karanlıklar Kralı 137
Ule Demirtürk 129 Mehmet Zekeriya Sertel
216 Karlı Dağdaki Ateş 68 288
Lile Devri 193. 286
lslamda Tarih v e Müver­ Kaşagı 49 Mektep Şiirleri 2 1 6
Leskofçalı Galip. 2 1 4
rihler284 Kaşıkçılar 1 93 Melek Sannuştım Şeytanı
Leyla ite Mecnun 1 29
İslamlaşmak 246. 250, Kati1 Puse 27 27
Limni ve Malta Mektupla-
284. 285, 304 Kavak Yelleri 129 Memduh Şevket 172
rı 267
İsmail Fenni 285 Kavgalanm 245 Memleket Hikayeleri 64.
Lokmanzade 192
İsmail Hakkı Baltacıoğlu 65. 68. 74. 163
Kaygusuı 259 lııgatçe- i Felsefe 285
274. 275 Memlekete Mektup4 9. 52
Kayı Kabilesi Hakkında M. Ertuğrul Düzdağ 294
lsmail Hami Danişment Menlkıb-ı lsllm 286
Yeni Notlar216 M. Nihatôıön 102. 183
288 Meslek-i içtimai 270
Kayıla;ı KııJ M ustafave Genç Maarifte Siyaset 275
lsmail Safa 137, 2 1 3 Osman Hikayesi 216 Meşhedi Anlan Peşinde
Macun Hokkası 193
184
İstanbul Efendisi 193. 199 Kl?.ım Kaıabekir 79. 279 Madde ve Bellek 272
Meşhedi ile Devrillem 184
lstanbul Hikayeleri 140 Klıım Nami Dunı 267 Madde ve Kuvvet 271.
Meşveret 252
lstanbul Kızı 127 Klzım Şinasi 288 285

320
DiZiN

Mete Tunçay 281, 282 Mustafa Şekip 272. 273, Nesr-i Sulh 212 Ömer Seyfettin 39. 40.
MetinAnd 189, 190, 193 274, 276 Neşet Sabit 1 1 0 4 1 , 42, 43, 44. 45. 46.
Metres 26. 29 Mutallaka 1 6 48, 49. 50. 5 1 . 52. 80,
Niçin Zengin Olmasın 4 9
Mev'ut Hüküm80. 87 Muzaffer Buyrukçu 52 100, 102, 128. 1 7 1.
Nilgun 68 1 7 2 , 1 8 4 , 189, l 9 1 ,
Meydan 101 Muzaffer Gökmen 27
Nimetşinas 16, 2 1 . 26 228. 248, 253. 257
Meyhanede Hanımlar26 Muzaffer Sencer 309
Muzaffer Uygwıer 52. 87, Nirvaoa 1 1 3, 1 91 Onay Sözer 1 1 4
Mezarından Kalkan Şehit
26 128, 208 Niyazi Akı 105. 1 14, 1 9 1 . Önder Göçgün 27

Mısırlı Şeyh Muhammed Müfit Ratip 189, 1 9 1 . 194 Ôzdemir Nutku 1 93


Abduh 246 193
Niyazi Berkes 27. 253.
Mihrab 276 Mürebbiye 16. 23, 26 254, 262. 267. 275
Militan223 Müsebbib 185
Nur Baba 103, 1 14, 124.
Millet ve Vatan, 302 Mütalea 2 1 4
125, 192
MilltAn'ane ve Tarih 278
NurullahAtaç 2 1 2 Panislamist 52, 253
Millt Seciye 278
Nümune- i Edebiyyat- ı Panislamizm 252
Milli Edebiyat 43. 102.
Osmaniye 2 1 3 Panorama 1 14
i l i . 189, 2 1 4
Milli Savaş Hikayeleri 1 1 4 Panturanizm 52

MilliTari h 2 1 6 N. Halil Onan 2 1 3 Pantürkizm 252

Milli Tetebbular 257 Nadan 48 Pazartesi Perşembe 1 93

Milliyet 1 0 1 . 137. 288 Peçevi 48


Naima 48
Milliyet Nazariyeleri 278 Pembe incili Kaftan 48
Nakarat48 Odalık 1 92
Milliyet ve Lisan 278 Penbe Maşlahlı Kalın 184
Nanuk Kemal 40. 2 l l , Olağan lşler 129, 1 3 1
Misafir. 35 Pençe 190
2 1 3 , 2 1 4 , 222. 232, Oluş 269, 277
Miskinler Tekkesi 127. Perili Köşk 49
255. 256, 260, 280, On Dokuzuncu Yüzyıl B e-
1 29 Pertev Naili Boratav 49
314 tikleri 287
Mithat Cemal Kuntay Pervin Abla 1 80
183, 189, 2 1 3 NamuslaAçlık Meselesi27 OnTürkRomanı 1 85
Peya m-ı Edebi. 1 90. 1 94
M ithat Paşa 189 Nasıl Kurtarnuş? 54 Onuncu Asr·ı Hicride ls-
Peyıı m -ı F.dehiye 212
Mor Salkımlı Ev 87 Nasrettin Hoca 1 9 1. 259 tanbul Hayau 286
Peyam-ı Sabah 286
Muallim 223, 257 Orhan Hançerlio«!u 129
Nasuhi Baydar 1 1 4
Peyami Safa 1 37. 1 38.
Muallim Naci 213. 225 Orhan Köprülü 21 <•
Natüralist 1 1 4 1 39, 140, 27:1
MuazzezAlpbek 129 Orhan Seyfi Orhon 259
Natür.ılizm 2 4 Peyman 256, 258
Muhabbet Tılsımı 26 Orhan Türkdoğan 268
Nazan GüntUrk 8 7 Piyale 237
Muhakemat- ı Edebiye 2 1 3 Ortazaman Türk Hukuki
Nazım Hikmet 127, 137, Piyano 42
Muhit 100. 128. 287 Müesseseleri 2 1 6
138, 140, 259. 275 Portreler 257
Muhtasar Felsefe 4 1 Orıauman Türk· lalam
Ne Çıkar276 Prens Sabahattin 191.
Mukallitliklerimiz 250 Feodalizmi 2 1 6
269. 270
Mum Söndü 1 93 Necati Akdere 267 Osman Cemal Kaygılı
Primo-Türk Çocuğu 44
Munis FaikOzansoy 190 Necati Gungör 52 163, 164. 165
PUrist Cereyan, 116
Murat Belge 152 Osmanlı l mparatorlugu
Necdet Bingöl 1 1 4
Etnik Menşei Mesele­ Rahmet 1 1 4
Murat Uraz 129
Necip Fazıl Kısakurek 273
leri 2 1 6 Raik'in Annesi 87
Musahipzade Celal 192,
Necmettin Hacıeminoğlu Rakibe 1 9 1
193 Osmanlı Şairleri 2 1 3
140 Rasih Nuri ileri 282
Musawer Muhit 79 Ölmüş Bir Kadının Evrakı
Musawer Terakki 2 1 4 Necmettin Sadak 288 Metriıkesi 1 85 Rauf Mutluay 27, i l 4
Mustafa Baydar 68. I H . Nedim44. 126. 175. 194, Olum Bir Kurtuluş mu · R:ıuf0rbay 243
127 222. 225. 228. 232 dur? 27 Realizm 24
Mustafa Kemal 254, 268 Nedret 185 Ômer FarukToprak 1 1 4, Rebap 21 1 . 2 1 3
Mustafa Suphi 279, 280, 185 Recaizade MahmutEk­
Nefais-i Edebiye 213
281 , 285 Ömer Rıza Dognıl 246 rem, 190, 2 1 3, 232
Nesr-i Harp 2 1 2

32 1
M E Ş R U T i Y ET D ö N E M I

Kecm 129 Sabri Kolçak 275 83. 84. es. 87. 96. 97. Şehran287
Refi Cevat Ulunay 287 Sadraıam Mahmut Şevket 98. 99 Şekaveti Edebiye. 23

RefikAhmet Sevengil 27 Pa,a 163 Siper - i S.iiika 285 Şerif Hulusi 52


Refik Halit Karay 48. 64. Sadullah Pa,a 2 1 3 Siyah Beyaz Hildyeler 140 Şeriye Mahkemesinde 192
65. 67. 69. 7 1 . 73. 75. Safahat l 247 Siyaset v e iktisat 42. 254 Şevket Süreyya l l 4
77. 128 Saffet Nezihi l 28. 1 8 3 Siyasi ihtiras 273 Şeyh Cemalettin Efgani
Refika T�r68. l l 4. 129. Saffeti 1.iya l 90 Siyasi ve Edebi Portreler 246
140. 1 52. 1 65. 1110 68. 254 ŞP.yhülisl.ii m Yahya 2 l 4
Sait Faik 1 65
Resim ve Terbiye 275 Sait Halim Pa,a 250 Sodom ve Gomore 103. Şeytan 1,i 26
Resimli Ay 137. 288 1 07. 108. l 1 4 Şık 16. 26
Salgın 172
Resimli Gazete 2 l 4. 286 SonAltes 192
Saltanattan Sonra 280 Şıpsevdi 1 7. 19. 20. 2 1 .
Resimli H�ey l 79 SonArzu 16. 17. 20.24.26 2 5 . 26. 3 1 . 1 04
Saman Ogulları 216
Resimli Kitap 79 Sami N. Özerdim 285 SonAsırTürk Şairleri 2 1 4 Şiirve Tefekkür l OO
Resimli ve Haritalı Os­ Son Havadis 1 3 7 Şiirin Macerası 274
Sanat Dünyam 274
manlı Tarihi 286 Son Posta 163. 1 8 4 . 288
Sanat ve Edebiyat Yazıları Şiirler ve Halk Masalları
Reşat Ekrem Koçu 184 52 Son Saat 163 267
ReşaıNuri l 26. 127. 128. Sanatın lçyıızü 273 Son Sığınak l 29 Şim,ek 1 40
129. 1 49. l 79. 1 89. ŞinaRi 40. 145. 2 1 1 . 2 1 3 .
Sandalım Geliyor Varda SonTelgraf 18. 163
l 9 1 . l 94. l 95. 208 222. 223. 260
165 Sonsuz Panayır 8 l . 87
Reşat Nuri'nin Romancı- Şürayı Ümmet252
Sara 176 Sonuncu Kadeh 68
lığı 1 29
San Bal 66 Sosyalist Yahut Hak Çalı-
Re,it Süreyya 21 :ı
Sebat 4 l. 286 şanındır. l 9 3
Rıza Molof 129
Sebilürre,ad 2 12. 235 Soytannın Kızı 79
RızaNur288
Seçme Yazılar 282. 3 1 3 . Sönmu, Yıldızlar l 2 9
Rıza Tevfik l 90. 233.
316 Sözde Kızlar 137. 138. 140
245. 253 Taassu p 250
Sedat Simavi 288 Su Sinekleri 1 79. l 80
Rırat Bilge 286 Tabiat ve Ruh 271
Selahatıin Enis l 75. l 76 Suat Dervi' l l 4
Rocild Bey 129 Tahir Alangu 39, 52. 140.
Selim ileri l 2 9 Suat Hiıarcı 286
Ruh 272 165. 1 72, 176. l 711,
Selma 1 93 Sultan Mahmut 258 1 90
Ruh Aleminde 274
Serbest Fırka H.litıraları Suphi Nuri ileri l 79 Tahsin Nahit 1 89. 1 90.
Ruh Yapımız ve Onun
269 Süleyman Paşa 2 l 3 191
Tipleri Bakımından
Serbest insanlar Ülkesin­ SUleymaniye Kürsüsünde Tal.iik - ı Sel.lise 172
Ahlak274
de 269 247. 248
Ruha Bir Dikkat 27:1 Talat Pa,a 257
Serbest lzmir 4 1 Sürıgülerin GölgWnde 140
Ruhiyatın Yeni Verimleri Talim ve Terbiyede lnkı-
Sermet Muhtar Alus 183. Sürgün 67. 68 lap274. 275
273
1 84. 3 1 7 Şah lsmail 259
Rumeli 44. 287. 288 T.ııl im-i Edebiyat 2 1 3
Sermet Sami Uysal 152 Şair i 26. l 7 l. l 75. 184
Rusya 'da ki Türkler Ne Tan 28. 288
Servet-i Fünun 40. 100. Şaka l9l
Yapmalı 267 Tango Tango 185
1 64 . 1 7 1 . 2 1 1 . 2 1 4.
Ru,en F.şref 40. 64. 82 Şaki lbrahim Destanı Tanin 79. 243. 257. 279.
225. 243. 244. 245.
258. 267 287. 288
Rübab- ı Şikeste 40 260. 279. 285. 286.
Şebap l 75 Tanrı Misafiri 129
Rüb.lp 1 00 288
Rüzg1r l 72 Şefik Hüsnü 282. 285 Tanzimat l 7. 40. 1 04 .
Servet-i Fünun Edebiyatı
Şeftali Bahçeleri 65. 66 1 07. 1 64 . 2 1 3, 222.
Antolojisi 190
Şehabettin Süleyman 4 l . 244. 255. 260. 270.
Ses Duyan Kız 1 03
100. 1 06. 1 89. 1 90. 274 . 284. 289
S- Ş Sevda Pe,inde l 6. l 7, 26
193. 2 13. 2 1 5 Tanzimatçılar 5 l
Sevda Şener l 93
Şehbal 79. 1 90 Tank 1.afer Twıaya 246
Seviye Talip 79, 80. 87
Sabah40. 163, 270. 286 Şehbal Yahud istibdadın Tarih Ezeli Bir Tekerrür-
Seyit Mustafa 284
Sabahattin Ali l 72 Son Perdesi l 90 dür 42. 43
Sinekli Bakkal 79. 8 l. 82.
SibirEfendininGelini l 84 Şehir Mektuplan 286 Tarih ve Muharrir 286

322
DiZiN

Tarih ve Terbiye 275 Tünelden ilk Çıkış 27 259. 261 . 263. 266. Utanmaz Adam 18. 27
Tarib-i Edebiyat-ı Osma- Türk252 267. 307 Uzak Doğu Tarihi 284
niye 2 1 3 Türk �k Şiirleri 2 1 3 TürkÇillükAkımı 252 Uç lsıanbul l85
Tarih-i FelseFe 41 Türk Birli�i 252 Türkçülük Devri. Milli­ Uç Medeniyet 269
Tarih- i Siyasi 286 Türk Derneği 268 yetçilik Devri. İnsanlık UçTarz-ı Siyaset 254
Tarib -i Siyasi Denıleri 254 Türk Dilbilgisi 287 Devri 277 UFürükçü 165
Tasvir 137 Türk Dili 129. 140. 193. Türkçülük Nedir? 304 Ulkü 102. 146. 277
Tasvir-i Efkir287 285 Türke Doğru 275
Taş Parçası 1 9 1 Türk Dili ve Edebiyatı Hak­ Türker Acaroglu 87
Tatarcık 81. 87 kında Araştırmalar 216
Türk Kültürü, 252
Tavuklar42 Türk Düşüncesi 137
Türkiyat Mecmuası 2 1 6
Tebesstım-i Elem 26 Türk Edebiyat Tarihi 1 83 .
Türkiye Defteri dergisi 281
216 Vahdet64
Tedrisat 288
Türkiye Nasıl Kurtulabilir
Türk Edebiyatı 140 Vahit Turhan 87
Teehhül Aleminde 185 309
Türk Edebiyatında Hikaye VakıF Müessesesi ve Vakır
Tekamül ve K.ınunlan 285 Türkiye Naıııl Kunulur269
ve Roman 68. l 1 4. Vesikalarının Tarihi
Temaşi 184. 1 9 1 . 194
Türkiye Tarihi 1 2 16
129. 140. 1 65. 172. Ehemmiyeti 2 1 6
Tenkit 42
Türkiye ve Tanzimat 286
1 76. ı 80. 183. 185 Vakit 49. 126. 137. 1 63.
Tepeyran. Ebubekir Ha­
Türkiye'de Çağdaş Oü­ 1 75. 184. 286. 287.
zım. 1 83 Türk Edebiyatında ilk
şünceTarihi 254. 267. 288
Terakki 268. 269 MutasawıRar 216
269. 275. 279. 281
Türk Halk Edebiyatı An­ Vali Nureddin 259
Terakki Fikrinin Menşei
Türkiye'de Çağdaşlaşma
ve Tekamülü 274 siklopedisi 2 1 6 Varlık lOI. l l l . 1 1 :t.
253. 254. 267. 275
Terbiye275 Türk Hukuk Tarihi 269 1 1 4. 140. 146. 1 90.
Türkiye 'de Sınırtar 240
Terbiye ilmi 274. 275 Türk Kadını M!'.cınuası 229 1 92. 27 4
Türkiye'de Sosyalizm 275
Terbiye KonFeranslan 274 Türk Medeniyf'ti Tarihi Vatan 259. 287
Türkiye'de Şark. Garp ve
Terbiye ve iman 275 263 Vatan Yalnız Vatan 44
Amerikan Tesirleri 78.
Terbiyeyi Yeni Fikir 285 Türk O�ı 78. 251. 257. VaziFe 262. 285
86. 87
Tercüman t o l . 1 37 258. 268 VıaiFe-i Temdin 279
Türkleşmek 263. 284
Tercüman-ı Hakikat 16. Türk Saz Şairleri Antolo- Vecdi Bürün 185
Türkleşmek. lslamlaş-
64. 2 1 4. 268. 286 jisi 2 1 6
mak. Muasırlaşmak Veda 1 9 1
TesadüF 1 6. 2 1 . 26 Türk Saz Şairleri HV 2 1 6
263. 267. 285. 304 Vrdat Günyol 68. 87.
Teşrihhane 1 77 Türk Sözü H . 257 1 1 4. 1 5 1 . 152
Türklük Nedir ve Terbiye
Tevfik Fikret 222. 223. TürkŞairleri. lndek5ler ve
Yolları 285 Vf'dat Nedim Tör 1 1 1 .
233. 243.288. :ı 1 4 Söılükler2 l 6
Türkürı Atf'şle imtihanı 1 14
Tf'Yfik FikretveAhl3kı 2 1 6 Türk Tarı·h Kurumu 272.
79. 87 Vcziıılcrin Can Daman 27:t
TevFik Nevzat 251 284
Viyana Önünde Türkler
Tevhid- i Erkar231 Türk tarihi 2 1 8. 220.
286
Tipi Dindi 1 79. 180 248. 280. 284
Vurun Kahpeye 79. 80. 87
TiıyalciSözleri2 1 2 Türk Teşkilatı Esasiyesi
Yahan 103. 1 08. 1 0'1,
Tokadizade Şelcip 251 269
1 1 4. 1 22
Toplumsal iş Bölümü Türk TöreMi 2<>7 Ulüın · u iktisadiye ve lçti­
Yad 10
262. 266 Türk Yurdu 79. 87. ıoo. miiye 245
Toraman26 Ulüm-u Şuur276 Yahya Kemal 64. 68. 78.
140. 1 46. 2 12. 2 1 5 .
79. 1 28. ı s ı . ı s2.
Tos 49 2 1 6 . 252. 253. 257. Ulus 1 0 1 . ı :t7. 1 17. 243.
288 1 94. 2 12. 254. 272.
Tugra 42 268. 21111
276
TuhaF Bir Zulüm 4 1 . 48 Türk Yurdu Cemiyeti 268 UluGÇulukAkımı 22 1 . 248.
253. 257, 268. 28:t Yahya KemaJ'e Veda 152
Turan215. 2 18. 258. 288 Türkan Poyraz 129
Umumi Pedagoji 275 Yakın Tarihte Gördüklerim
Turancılık 25 l. 252 Türkçe Dilimiz 25 1
Uran Kabilesi 2 1 6 ve Geçirdiklerim 287
Tutuşmuş Gönüller 26 Türkçülüğün Esasları

323
M E Ş R UT i Y E T D O N E M i

Y alcup Kadri Karaosma- Yemin 49 Yeni Ufuklar dergisi 281 Yüksel Pazarkaya 5 2
no�lu 4 1 . 79. 100, YeniAdam 274, 275 Yeni Ulus 243 Ytızak:ı 52
1 0 1 . 102. 103, 1 0 4 , Yeni Devrin Simaları 66 Yer Altında Dünya Var68 Yüz Ünlü Türk 1 40, 165
1 05. 1 06. 108. 109,
Yeni Dünya 279,280, 282 Yeşil Gece 127. 129. 135. Zahir Güvemli 1 29
ı ı o. ı ı ı . ı ı 2. 1 1 3.
Yeni Fariside Türk Un- 1 36 lalimane Bir idam Hük-
1 1 4 . 1 52. 1 89. 1 9 1 .
surlan 2 1 6 Yezid'in Kızı 68 mü l 83
1 93. 1 94 . 1 95 . 2 1 2.
Yeni Felsefe 288 Yıldırım Beyazıd'ın Esa- Zaman55, 1 26. 194
2 1 3. 25 1 . 257
Yeni Gaıete 287 reti ve intiharı Hak- Zaniyeler l 76
Yakut Yüztılr. 180
Yeni Gün 163, 267 kında 2 1 6 Zavallı Ne�ılet 1 28. 185
Yalnıı Efe 52
Yeni Hayat 258. 259. Yine 0 270 Zekii4 l. 270
Yalnıı Kalmak Korkusu
2 6 1 . 263. 2fı7 Yirminci Asır 137
! O l . I 02 Zeyno'nunüglu 87
Yenilstanbul 66. 1 01 . 288 Yok Yere 1 7 1 , 172
Yalnızız 1 37. 1 4 0 Zeytin Ekmek 4 9
Yeni Lisan 43, 4 4 Yolpalas Cinayeti 87
Yaprak Dökümti 1 27. 1 2 9 Zincir 66
Yeni Mecmua 79, 1110, Yunus Emre 1 1 1 . 2 5 9
Yarunay 1 79 Ziya Gökalp 4 3 . 44. 4 5 .
1 84 . 2 1 2. 2 15 . 229, Yunus Nadi 288 5 1 . 64. 78. 106. ı ıı.
Yannki Turan rlevleti 52
257, 276. 288 Yurt ve Dünya 48 2 1 2. 248, 253, 254.
Yaşar Nahi 52. 152
Yeni Osmanlı Türk Ede· Yusuf Akçura 42. 251 . 255, 257. 258. 259.
Yatık Emine 66
biyau 2 1 5 252. 254. 262. 289 260, 262. 267. 268.
Yedekçi 1 93
Yeni Sabah 288 Yusuf Ziya Ortaç 1 89. 272. 274, 277, 278.
Yediııtın 137. 1 7 9 283.284, 285. 3 1 4
Yeni Turan 87 l 9 1 . 257. 259
Yeditepe 87 Ziya Paşa 2 l 3. 232
Yeni Türk Kadını ve Ruhi Yücel Hacaloglu 1 40
Yegane 192 Münasebdleri 274 Zulmetten Nura 284
Yüksek Ökçeler 52

You might also like