You are on page 1of 30

FELSEFE ARKÎVİ

Yazı Kurulu: V. Eralp, M. Gökberk, T. Mengiişoğlu

Sayı: 19

Edebiyat Fakültesi Matbaası


İSTANBUL
1975
İÇİNDEKİLER

BEDİA AKARSU
NİETZSCHE’NİN TARİH KARŞISINDA TUTUMU ....................................... 1-10

İSMAİL TUNALl
SANATIN PSİKOLOJİK ANLAMI VE WORRİNGER’İN
ÜSLÜP ANALİZİ ....................................... 11-20

Dr. BOĞOS ZEKİYAN


AUGUSTİNUS’UN BİLGİ TEORİSİNDE İÇGERÇEĞİ
PRENSİBİ VE SÜJENİN KENDİNİ BİLMESİ ............................................... 21-80

PLOTINOS
ENNEAD’LAR 81-111

CHARLES L. STEVENSON
ETHİK TERİMLERİN DUYGUSAL ANLAMI ......................................................... 112-132

WILHELM WEISCHEDEL
ÖZGÜRLÜK VE NORM 133-141

WILHELM WEISCHEDEL
FREIHEIT UND NORM 142-152

CHARLES L tV İ - STRAUSS
MİTLERİN YAPISI 152-180

MENGÜŞOĞLU, TÜTEN ANG


LİSE MÜFREDAT PROGRAMI HAKKINDA
DÜŞÜNCELER 181-196

ŞAFAK URAL
KİTAP KONUŞMALARI 197-199
M İTLERİN YAPISI

Claude Lévi-Strauss

«Denebilir ki, mitolojik dünyalar yıkıntılarından yem dünyaların yara­


tılabilmesi için, ortaya çıktıktan hemen sonra, parçalanmaya mahkûmdur­
lar.»

Franz Boas, James Teit’in Traditions of the Thompson River Indians


of British Columbia (Memoirs of the American Folklore Socıety, VI. 1898)
adlı eserinin önsözü, s. 18.

Antropoloji aşağı yukarı yirmi yıldır, surda buıda yapılan birkaç de­
neyin dışında, dinsel konulardaki ilişki ve bağlantıları inceleyen araştırma­
ları gittikçe daha çok ihmal ediyor. Yetişme biçimleri farklı amatör araştır­
macılar da bu durumdan yararlanarak din-etnolojisi alanına sızıyorlar. Bun­
lar bizim bir yere bağlamadan havada bıraktığımız konularda birşeyler yap­
maya çalışıyorlar; biz elimiz kolumuz bağlı dururken onlar gittikçe daha
geniş bir çevreye el atıyor ve bizim çalışmalarımızın geleceğini şüpheye dü­
şürüyorlar.

Böyle bir durum neden ortaya çıktı? Din-etnolojisinin kurucuları olan


Tylor, Frazer ve Durkheim psikoloji ile ilgili sorunlara karşı her zaman açık­
tılar, ama kendileri meslekten psikolog olmadıkları için, ne psikoloji araş­
tırmalarının gösterdiği hızlı gelişimi izleyebildiler, ne de bu gelişimi önceden
kestirebildiler. Yorumları da kendi kurdukları psikoloji postulatları1 kadar
çabuk eskidi. Bu arada, adı geçen kişilerin, din-etnolojisi sorunlarıyla bilinç-
psikolojisi arasında bağlantı olduğunu kavramakla önemli bir adım attıkla­
rını da belirtmek gerek. İnsan Hocart’ı izleyerek (Bu sonuç yazarın ölümün­

1. P ostu la t: kanıtlanamayan ama onsuz da edilemeyen varsayım. (Çe­


viren).
154

den sonra yayımlanan bir kitabının başında yer alıyor) modern psi­
kolojinin bilinç olaylarıyla pek az ilgilenmesinden ve duygusal yaşamı ince­
lemeyi üstün tutmasından yakınabilir : «Psikoloji akımının eksiklerinden bi­
ri de, karışık duygulardan açık seçik fikirlerin ortaya çıkabileceği yolunda­
ki yanılgıdır.»2 Ancak kendi mantığımızın çerçevesini iyice genişletebilir­
sek, bu çerçevenin içine, görünüşte bizimkilerden değişik, ama aslında aynı
derecede bilinçli başka düşünme süreçlerini yerleştirebiliriz. Böyle yapılaca­
ğına bu değişik düşünme süreçleri belirsiz ve anlatılamayan duygulara da­
yandırılmak istendi. Ama din fenomenolojisi diye bilinen bu yöntemin ve­
rimsizliği birçok kez de kanıtlandı.

Din-etnolojisinin bu durumdan en çok zarar gören dalı mitolojidir. Bu


dalda G. Dumézil ve H. Grégoire’m başarılı çalışmaları belirtilebilir, doğru,
ama bu çalışmalar aslında etnolojinin kapsamına girmez. Etnoloji hâlâ elli
yıl önce olduğu gibi karanlıklar içinde ve düzensizdir. İkide bir, kollektif bi­
linçten çıkan hayaller, tarihsel kişilerin tanrılaştırılması ya da tersi gibi eski
yorumlara el atılmaktadır. Mitlere gelince, onlar da eninde sonunda ya ne­
densiz, temelsiz bir oyuna ya da kaba, ilkel felsefî düşüncelere indirgen­
mektedir.

Peki, mitleri daha iyi anlamak için, mutlaka çeşitli yavanlıklar ve saf­
satalar arasında bir seçim yapmak zorunda mıyız? Bazılarına göre toplum­
lar mitlerinde tutku, kin, intikam gibi bütün insanlığın paylaştığı duyguları
yansıtır. Bazıları ise mitlerin zor kavranan, astronomiye, meteorolojiye ve
bu tür konulara özgü olayları açıklamaya çalışan deneyler olduğu görüşün­
dedir. Ama toplumlar, kendileri yanlış görüşleri kabullenmiş olsalar bile,
olumlu yorumlara kapalı değildir. Öyleyse neden birdenbire böyle karanlık
ve karışık düşünce türlerini üstün tutsunlar? Öte yandan bazı psikanalizci
ve etnologlar da kozmolojik ve natüralist yorumların yerine sosyoloji ve psi­
kolojiden alınma yeni bazı yorumlar getirmek istemektedirler. Ama bu kez
de her şey aşırı derecede de yalınlaşmaktadır. Örneğin bir mitolojik sistem­
de belli bir kişiye, kötü bir büyükanneye diyelim, önemli bir yer verilmişse,
bu durum, o toplumda büyükannelerin torunlarına karşı düşmanca bir tavır
takındıkları şeklinde açıklanmak isteniyor; yani mitolojiye yalnızca sosyal
yapıyı ve sosyal ilişkileri yansıtan bir şey gözüyle bakılıyor. Ve eğer deney­
lerden çıkan sonuç varsayımla çelişirse, işte, mitlerin belirgin niteliği gerçek,

2. A.M. Hocart, «Social Origins», Londra, 1954. s. 7.


155

ama bastırılmış duygulara bir çıkış yolu açmaktır, diye ekleniyor. Durumun
gerçekte nasıl olduğu bir yana bırakılıyor ve her zaman haklı olan bir di­
yalektikle sözde hakikî anlamı ortaya çıkarmanın yolu bulunuyor.

Mitler üstüne yapılan incelemelerde birbirine karşıt saptamalar ortaya


çıkabileceğini baştan kabul etmek zorundayız. Bir mitte çok çeşitli şeyler
bir arada bulunabilir. İnsana, olayların birbirini izleyişi hiç bir mantık ve
süreklilik kuralına uymuyormuş gibi gelir. Herhangi bir özneyle herhangi
bir yüklem arasında bağ kurulabilir; tasarlanacak her türlü ilişki mümkün­
dür. Yine de, ilk bakışta rasgele gibi duran bu mitler yeryüzünün apayrı
köşelerinde aynı karakteristik çizgiler ve çoğu zaman aynı ayrıntılarla kar­
şımıza çıkmaktadır. Bundan şu sorun doğar : eğer mitin içeriği bütünüyle
raslantıya bağlıysa, o zaman yeryüzünün bir ucundaki mitlerle öbür ucun­
daki mitler neden birbirine bu kadar benzemektedir? İnsan ancak mitlerin
özünde bulunan bu temel çelişkinin bilincine vardıktan sonra bir çözüm
arayabilir. Bu çelişki aslında dille ilgilenen ilk felsefecilerin ortaya çıkardı­
ğı diğer bir çelişkiye benzemektedir. Oysa dilbilimini, en azından bir bilim
durumuna getirebilmek için, önce bu ipotekten kurtarmak gerekti. Eski fel­
sefeciler dilden, bizim bugün mitolojiden sözettiğimiz gibi sözediyorlardı.
Her dilde bazı ses kümelerinin belli anlamlara geldiğini saptamışlar, ama bu
anlamlarla ses kümeleri arasında hangi gizli bağların bulunduğunu çok uğ­
raştıkları halde çözememişlerdi. Uğraşmaları boşunaydı, çünkü aynı ses kü­
meleri başka dillerde de vardı, ama her dilde bambaşka anlamlar taşıyor­
lardı. Bu çelişki ancak, dilde, anlam getiren öğenin doğrudan doğruya ses­
ler olmadığının anlaşılmasıyla çözüldü. Anlamı yapan, bu sesler arasında
kurulan ilişki biçimleriydi.

Mitolojiyle ilgili birçok yeni kuram da buna benzer bir yanılgının et­
kisinde kaldı. C.G. Jung’a göre bazı mitolojik temaların belli anlamları var­
dı; Jung bu temalara arketip adını veriyordu. Bu ancak eski dilcilerin yön­
temleriyle varılan bir görüş olabilir. Eski dilciler uzun süre belli bazı sesler­
le bazı anlamlar arasında doğal bir yakınlık bulunduğuna inandılar3. Örne­
ğin «akıcı» sesler maddenin sıvı halini, «açık ünlüler» ise4 büyük, kalın,
ağır ya da çınlayan cisimlerin adını belirtmek için kullanılıyordu. Saussure’-

3. Hâlâ bu varsayıma bağlı olanlar vardır. Örneğin Sir R.A. Paget, The
Origin of Language, Journal of World History 1. Nr. 2. Unesco, 1953.
4. Akıncı : r, 1 gibi; açık ünlüler : a, o, u. (Çeviren).
156

ün dildeki belirtilerin5 raslanıısal olduğu yolundaki ilkesini mutlaka yeniden


gözden geçirmek ve düzeltmek gerekir6, ama gene de, bütün dilciler bu il­
kenin, tarihsel açıdan bakıldığında, dilbilim için vazgeçilmez bir aşama ol­
duğu görüşünde birleşmektedirler.

Tabiî, mitologlara kendi durumlarını dilbilimin bilimsel olmayan eski


bir dönemiyle karşılaştırmalarını salık vermek yeterli değildir. Çünkü işi bu­
rada bırakırsak, bir çıkmazdan diğerine düşmekten kurtulamayız. Miti dille
karşılaştırmak hiç bir işe yaramaz : dilin bir parçası olan miti zaten dil ara­
cılığıyla öğreniriz; mit konuşmayla7 sıkı sıkıya bağlıdır.

Mitolojik düşünme sürecinin kendine özgü nitelikleri üstünde bir açık­


lama yapabilmek için, mitin dilin hem içinde hem de ötesinde olduğunu
kanıtlamalıyız. Dilbilimci bu yeni güçlüğün yabancısı değildir; nitekim dilin
kendisi de birbirinden farklı düzlemleri kapsamaktadır. Saussure dille ko­
nuşmayı birbirinden ayırırken, dilin birbirini tamamlayan iki görünümü ol­
duğunu göstermişti: bunların biri yapısal, biri de istatikseldi; dil tekrarla-
nabilen, geri alınabilen bir zaman düzlemine ait olduğu halde, konuşma
bir kerelikti. Madem ki dilde bu iki düzlemi birbirinden ayırmak mümkün,
öyleyse bizim üçüncü bir düzlem ortaya çıkarmamıza ve bu düzlemi tanım­
lamamıza hiçbirşey engel olmaz.

Dil ve konuşmayı birbirinden ayırmak için, bağlı oldukları ayrı


zaman sistemlerinden yararlanıldı. Miti tanımlamak için de, dil ve konuş-

5. Belirti : Dil, belirtilerden kurulu bir sistemdir. Bir belirti, belirtilen ve


belirten dediğimiz iki öğeden meydana gelir. Belirtilen (dilde) kelimenin taşı­
dığı anlam, belirten de kelimeyi meydana getiren ses kümesidir. İkisi arasında­
ki bağlantı ise sebepli değil, raslantısaldır. Aynı belirtilen farklı dillerde farklı
belirtenlere sahiptir. Örneğin, Türk, ağaç, Alm. Baum, İng. tree gibi. Konuş­
maya dayanmayan başka diller de (müzik, sağır ve dilsizlerin dili, yol işaret­
leri gibi) belirtiler üstüne kuruludur. (Çeviren).
6. Bak. E. Benveniste. Nature du signe linguistique - Acta Lingüistica I,
i, 1939.
7. Dil ve konuşma : Dil, bütün konuşmalarda kullanılan kelime hâzine­
sinin ve geçerli olan dilbilgisi kurallarının tümü, bir sistem, bir yapıdır. Ko­
nuşma ise dilin gerçekleştirilmesidir (realizasyon). Dil toplumsal, konuşma bi­
reyseldir. Dil’in kuralları aslında birçok ayrı ayrı konuşmanın istatiksel bir
yolla varılan ortak yapısıdır. Bu kuralların tümü dili meydana getirir. Konuş­
ma, dilin dışavurumudur, bu açıdan sözlü olduğu gibi yazılı da olabilir. (Çe­
viren).
157

manın bağlı olduğu zaman sistemlerinin özelliklerini bağdaştıran başka bir


zaman sisteminden yararlanılabilir. Bir mit her zaman geçmişteki olaylardan
söz e d e r: «Yeryüzünün yaratılmasından önce» ya da «yeryüzü yaratıldık­
tan hemen sonra» ya da hiç değilse «çok eski zamanlarda». Ama mitte
saklı olan asıl değer, belli bir tarihte meydana gelmiş olan bu olayların,
bir yandan da süreklilik gösteren bir yapıya sahip olmalarıdır. Bu sürek­
lilik geçmiş ve şimdiki zaman için olduğu gibi gelecek için de geçerlidir.
Temelde yatan bu çift yanlılığı daha iyi açıklamak için bir benzetmeden
yararlanabiliriz. Jvütolojik düşünceyi en çok andıran şeylerden biri siyasi ide­
olojidir. Zaten günümüz toplumunda siyasi ideolojinin mitolojik düşüncenin
yerini aldığı söylenebilir. Fransız Devrimi’ni yüceltirken tarihçi ne yapar?
Araya bir süre,'*, olay girdiği halde uzantıları günümüze dek varan geçmiş­
teki bir dizi olay anlatır. Oysa bir siyaset adamı ve dinleyicileri için Fran­
sız Devrimi’nin taşıdığı gerçeklik payı bambaşka bir türdedir. Devrim onlar
için de geçmişteki bir olay dizisidir; ama aynı zamanda Fransa’nın bugün­
kü sosyal yapısının ve bu yapıdan doğan çekişmelerin anlaşılmasını sağla­
yan ve gelecekteki değişimin ana çizgilerini kestirmeyi mümkün kılan, sü­
rekli etkiye sahip bir şemadır. Bir siyasi düşünür ve aynı zamanda tarihçi
olan Michelet bunu şöyle açıklıyor: «O gün her şey olabilirdi... Şimdiki
zamanla gelecek birbirine karışmıştı... yani zaman genişlemiş, bir sonsuz­
luk parıltısı belirmişti.»89Bu çift yanlı, hem tarihsel hem de tarihötesi yapı,
mitin hem konuşma, yani söylenen sözler düzlemine (bu düzlemde çözüm­
lemesi yapılabilir), hem de dil düzlemine («bu düzlemde de formüle edilir)
ait olduğunu, bu arada bir de üçüncü bir düzlemde yansıyabileceğini gös­
terir. Mit bu üçüncü düzlemde mutlak bir nesne niteliği taşır. Bu üçüncü
düzlemde de dilseldir, ama gene de öteki iki düzlemden ayrıdır. Mitin di­
ğer bütün dil olaylarından ayrı, özgün bir yanı olduğunu göstermek için,
burada kendime kısa bir açıklama yapma hakkım tanıyorum. Mit traduttore
traditore3 değeri sıfıra doğru giden bir konuşma türü olarak da tanımla­
nabilir. Bu açıdan bakılırsa, dilsel anlatım türleri arasında bir derecelendir­
me söz konusu olduğunda, mit şiirin tam karşıtını meydana getirmektedir.
İkisini birbirine yaklaştırmak için ne söylenmiş olursa olsun bu böyledir.
Şiir bir dilin başka bir dile ancak büyük zorluklarla aktarılabilen biçimlerin­

8. Michelet. Histoire de la Révolution Française, IV,


Merleau-Ponty’nin, Les Aventures de la Dialectique (Paris, 1955. S. 273) adlı
kitabından alınmadır.
9. Traduttore traditore : Çeviri yapan ihanet eder. (Çeviren).
158

den biridir ve her çeviri mutlaka şiirin birçok yerini bozar, değiştirir. Oy­
sa bir mit en kötü çeviriye rağmen, mit olma niteliğinden hiç bir şey yitir­
mez. Mitin sahibi olan toplumun dili ve kültürü üstüne bilgimiz ne kadar
yetersiz olursa olsun, yeryüzündeki bütün okuyucular bunun bir mit oldu­
ğunu anlayacaklardır. Mitin tözü ne üslûpta, ne anlatılış biçiminde ne de
gramer yapısında saklıdır, tözü taşıyan mitin anlattığı hikâyedir. Mit de
dildir, ama çok yüksek bir düzeyde işgören bir dil; bunu belki şöyle açıkla­
yabiliriz : anlam başlangıçta bağlı olduğu dilsel temelden kurtulmaktadır.
Şimdi buraya kadar vardığımız sonuçları şöyle bir toplayalım. Bu so­
nuçlar üç tane. Birincisi: Eğer mitlerin bir anlamı varsa, bu anlamı taşı­
yan, bir mitin içinde yanyana gelmiş tek tek öğeler değildir; anlamı yapan
bu öğelerin bir araya getiriliş biçimidir. İkincisi: Mit dil düzlemine aittir,
dille bütünlenir, yine de mitte kullanılan dil bazı özellikler taşır. Üçüncüsü :
bu özellikler gündelik dilsel anlatım düzeyinin üstünde aranmalıdır, başka
türlü söylemek gerekirse, bu özellikler başka dilsel anlatımlarda karşılaştı­
ğımız özelliklerden daha karmaşıktır.
Bu üç nokta kabul edildiği zaman (yalnızca varsayım olarak bile ka­
bul edilse) iki önemli sonuca varılır. Birincisi, mit de bütün dilsel dizilişler
(construction) gibi yapıcı, kurucu birimlerden meydana gelir. İkincisi,
bu kurucu birimler, dilin yapısında zaten bulunan fonem, morfem ve seman-
tem10 gibi daha küçük birimlerin varlığım şart koşarlar. Bu kurucu birim­
lerin daha küçük birimlerle olan bağlantısı semantemlerin morfemlerle, mor­
femlerin fonemlerle olan bağlantısı gibidir. Her birimi kendinden bir aşağı­
daki birimden ayıran başlıca ölçü çapraşıklığın artmasıdır. Bu nedenle miti
meydana getiren en üst düzeydeki birimlere (bunlar en karmaşık olan bi­
rimlerdir) büyük kurucu birimler diyoruz.
Bu kurucu birimleri ya da başka bir deyişle mitemleri tanımak ve öte­
kilerden ayırabilmek için nasıl çalışmalıyız? Bunların fonem, morfem ve se-

10. Fonem : aşağı yukarı harf kavramını karşılayan, dilde anlam değişik­
liği yaratan en küçük ses birimi. Al ve el kelimelerini alalım. İkisi arasındaki
fark a ve e seslerinde, bu seslerin değişmesiyle anlam da değiştiğine göre a
ve e birer fonemdir. Ak ve al’da ise k ve l’nin birer fonem olduğu ortaya çı­
kar. Morfem : dilde, anlam taşıyan ve daha fazla bölünemeyen en küçük bi­
rim. örnek : gelecek misin, gel-kök; ecek-gelecek zaman; mi-soru; sin-ikinci
tekil şahıs. Gel, ecek, mi ve sin birer morfemdir. Semantem : kelime (fikirleri
temsil eden söz). (Çeviren).
159

mantemlerle karşılaştırılamayacağını, daha yüksek bir düzeyde yer aldık­


larını biliyoruz; böyle olmasaydı miti herhangi bir konuşmadan ayırmak im­
kânsız olurdu. Öyleyse mitin kurucu öğelerini cümle düzeyinde aramalıyız.
Araştırmanın hazırlık evresinde yaklaşık değerler, deneyler ve yanılgılarla
çalışacağız; yalnız yapı çözümlemesinin tüm konularda geçerli olan ilkeleri- .
ni elden bırakmayacağız : açıklamalarda tutumluluk, çözümde birlik, bütü­
nü parçalardan yola çıkarak kurma ve ilerde doğabilecek gelişimleri eldeki
verilere bağlayabilme olanağı.

Şimdiye kadar aşağıdaki tekniği uyguladık : her mit tek tek çözümlen­
di, önce olaylar sıraları bozulmadan mümkün olduğu kadar kısa cümlelerle
anlatıldı. Her cümle ayrı bir fişe geçirildi, fişler hikâyedeki yerlerine göre
numaralandı. Bütün bunlar tamamlanınca gördük ki, her fişte bir özne ve
bu özneye uygun bir yüklem var. Başka bir deyişle : bütün kurucu birimle­
rin özünde bir ilişki, bir bağlantı yatıyor.

Tanımlamamız bu biçimiyle henüz yeterli değil. Yeterli olmayışının iki


nedeni var. Birincisi: yapısalcı akıma bağlı dilciler, hangi düzeyde olursa
olsun, bütün birimlerin zaten karşılıklı ilişkilerden meydana geldiğini bilir­
ler. Öyleyse büyük birimlerle ötekileri nasıl ayıracağız? İkincisi: anlattığı­
mız yöntem zaman açısından geriye dönüşü olmayan bir sırayı gerektirir,
çünkü fişler hikâyedeki sıralarına göre numaralanmıştır. Oysa az önce mit­
lerde iki ayrı zaman anlayışı olduğunu, yani mitin hem zaman içinde aktığı­
nı (diakroni), hem de aynı zaman dilimi içinde yayıldığını (senkroni), yani
hem tekrarlanamaz, hem de tekrarlanabilir olduğunu belirtmiştik. Oysa bu
yöntemle zamanın bu çift yanlılığı aydınlığa kavuşamamaktadır.

Bu vardığımız sonuçlar bizi sorunun çekirdeğine inen yeni bir varsayı­


ma götürmektedir. Diyoruz ki, mit aslında, herbiri kendi içindeki bir iliş­
kiye dayanan ayrı ayrı birimlerden değil, tersine bu birimleri bir araya ge­
tiren ilişki kümelerinden oluşmaktadır. Mitin kurucu birimleri ancak böy­
le ilişki kümeleri içinde yeraldıklan zaman anlam kazanırlar. Aynı kümeye
ait ilişkilerin, (zaman içinde birbirini izleme açısından bakıldığında) birbi­
rinden oldukça uzakta yeralabileceği görülür. Ama bu ilişkileri doğal dağı­
lımlarına uygun olarak yerleştirebilirsek, miti değişik bir zaman anlayışı için­
de yeni bir sistemle kurabilir ve varsayımımızın gereklerini böylece yerine
getirmiş oluruz. Çift boyutlu olan, yani hem zaman içinde akıcılık hem de
zamandaşlık boyutlarını kapsayan bu sistem, «dil»le «konuşma»nın belirgin
niteliklerini birleştirmektedir. İki kıyaslamayla bu düşünceyi biraz daha aça­
160

lım. Bütün insanlık yokolduktan sonra, başka bir dünyadan yeryüzüne in­
miş arkeologlar düşünelim. Bu arkeologlar kitaplıklarımızdan birini karış­
tırıyor olsunlar, hakkında hiç bir şey bilmedikleri yazımızı çözmeye uğraşı­
yorlar. Bunun için gerekli ilk koşul alfabenin soldan sağa ve yukardan aşa­
ğı yazıldığını bulmaktır. Yalnız bazı ciltler bu yolla çözülemez: müzik bö­
lümünde yer alan orkestra partisyonları! Bizim arkeologlar nota sıralarını
çözmek için ellerinden geleni yapacaklardır tabiî. Sayfanın sol üst başın­
dan başlayarak sırayla okumaya çalışacaklardır. Yalnız bir süre sonra bazı
nota kümelerinin (bazen bütün kümenin, bazen de bir kısmının) belli ara­
lıklarla tekrarlandığını ve birbirinden (görsel bakımdan) uzak olan bazı me­
lodilerin birbirine benzediğini farkedeceklerdir. Belki o zaman bu yazıyı sı­
rayla okumaktansa, bir bütünün birbirine bağlı öğeleri gibi kabul edip ona
göre davranmaya karar vereceklerdir. İşte bu karara vardıkları zaman uyum
dediğimiz şeyin ilkesini kavramış olacaklardır; çünkü bir orkestra partis­
yonunun, anlam kazanması için, hem soldan sağa, bir sayfadan öbü­
rüne uzanan bir eksen boyunca (yani zaman içinde ilerleyerek) hem de
yukardan aşağı inen bir eksen boyunca (yani aynı zaman dilimi içinde ka­
larak) okunması gerekir. Başka bir deyişle aynı mezürün içinde kalan bütün
notalar büyük bir birim, bir ilişki kümesi meydana getirirler.
Öbür kıyaslama asıl konuya ilk bakışta sanıldığından daha yakın. Oyun
kartlan üstünde hiç bilgisi olmayan bir gözlemciyi alalım. Bu gözlemci uzun
süredir bir falcıyı dinliyor olsun; gözlemci müşterileri görür ve yaşlanna,
cinsiyetlerine, görünüşlerine, toplumdaki yerlerine, vb. göre sınıflandırır.
Tıpkı mitlerini incelediği toplum üstünde bazı bilgilere sahip olan etnograf
gibi. Bizim gözlemci aynı zamanda falcının sözlerini, yani falları dinleye­
cek ve daha sakin bir ortamda inceleyebilmek ve karşılaştırmak için bun­
ları ses bandına alacaktır; tıpkı yerlilerle konuşurken yaptığımız gibi. Eğer
gözlemci büsbütün aptal değilse ve yeterince belge toplayabilmişse, açılan
falın yapısını ve öğelerini, yani kart sayısını (32 ya da 52), bunların dört
benzer seriden meydana geldiğini, birimlerin aynı olduğunu (kartlar) ve
ayırıcı bir tek nitelik (renk) taşıdıklarını bulacaktır.
Artık yöntemimizi asıl konuda sınamanın zamanı geldi. Örnek olarak
Oidipus mitini alalım, bu miti seçiyoruz, çünkü hikâyeyi herkes bilir, baş­
tan anlatmak gerekmez. Aslında bu örnek böyle bir sınama için pek de uy­
gun değildir. Oidipus miti bize parça parça, hem de daha geç şekilleriyle ak­
tarılmıştır. Üstelik dinî gelenekten ve belki de çok eskiden uygulanmış olan
ayinlerden fazlasıyla kopmuş, ahlâkî ve estetik kaygulara yer veren edebiyat
161

yapıtları aracılığıyla günümüze ulaşmıştır. Ama bizim için önemli olan, ne


bu miti aslına uygun bir biçimde yorumlamak, ne de meslekten olanlara ka­
bul ettirebileceğimiz bir açıklama sunmaktır. İstediğimiz (özellikle bu mit
için, doğru bir sonuca ulaşmak değil) yalnızca belli bir tekniği göstermektir.
Bu tekniğin yukarda sayılan nedenlerden dolayı özellikle bu mit için pek de
«meşru» sayılamayacağını kabul ediyoruz. Yani «sınama» derken, bu te­
rime bir bilginin verdiği anlamı değil de, ancak bir işportacının verebileceği
anlamı yüklüyoruz. İşportacı için de önemli olan bir sonuca ulaşmak değil­
dir, o elindeki küçük makinenin nasıl işlediğini çevresini saran budalalara
mümkün olduğu kadar çabuk göstermek ister.
Miti, çılgın bir amatörün sürekli bir melodiymiş gibi, notaları ardarda
dizerek yazdığı bir orkestra partisyonunu düzeltircesine ele alacağız. Sanki
bize 1, 2, 4, 7, 8, 2, 3, 4, 6, 8, 1, 4, 5, 7, 8, 1, 2, 5, 7, 3, 4, 5, 6, 8,
şeklinde bir dizi sayı verilmiş de, bunları 1, 2, 3 diye giden bir tablo biçi­
mine sokmamız istenmiş gibi:

1 4
00

2 7
2 3 4 6 8
1 4 5 7 8
1 2 5 7
3 4
00

5 6

Aynı şeyi Oidipus mitine uygulayacağız. Mitemleri değişik bir sırayla


dizerek, sayfa 158-159’daki koşulları yerine getiren bir düzen sağlamaya ça­
lışacağız. Aşağıdaki tablonun böyle bir düzeni yansıttığını farzedelim (tabiî
yukarda da belirttiğimiz gibi, söz konusu olan, klasik mitoloji uzmanlarına,
büsbütün yanlış saymasalar bile, mutlaka bazı yerlerini değiştirecekleri bu
tabloyu zorla kabul ettirmek değil) :

Kadmos Zeus’un
kaçırdığı kızkar-
deşi Europa’yı arı­
yor. >

Kadmos ejderhayı
öldürüyor11.

11. Kadmos’un ejderhayı öldürmesi : Kadmos ile Jason öldürdükleri ej­


derhanın dişlerini toprağa ekerler, bu dişlerden adamlar çıkar. (Çeviren).
162

Spartalılar birbiri­
Eabdakos (Laios’-
ni yokediyor. babası) =
«topal» ( ?)
Oidipus babası La- Laios (Oidipus’un
ios’u öldürüyor. un babası) =
«düşe kalka yürü­
yen, sakar» (?)

Oidipus sfenksi öl­


dürüyor

Oidipus annesi Jo-


kaste ile evleniyor, Oidipus =
niyor. «Şiş ayak» ( ?)

Eteokles kardeşi
Polyneikes’i öldü­
rüyor.
Antigone kardeşi
Polyneikes’i göme­
rek yasakları çiğ­
niyor.

Önümüzde aynı kümeye giren ilişkileri bir araya getiren dört dikey sü­
tun var. Eğer miti anlatmak durumunda olsaydık, sütunları gözönüne almaz,
satırları soldan sağa okur, ancak bir satır bitince aşağı geçerdik. Ama söz
konusu miti anlamak olunca, zaman içinde akışı belirten (diakronik) sıralar­
dan birinin (satır bitince alt satıra geçme) işlevini yitirdiğini görüyoruz. Ge­
ne soldan sağa doğru «okuyoruz» ama, bir sütunu bir bütün olarak kabul
ediyoruz, soldaki bütün sütunu okuduktan sonra sağındakine geçiyoruz.
Varsayımımıza göre, aynı sütunda bir araya gelmiş ilişkiler, saptanma­
sı gereken ortak bir niteliğe sahip olmalıydı. Nitekim soldaki ilk sütuna ba­
karsak hep aralarında taşkın ilişkiler bulunan kan akrabalarından sözedil-
diğini görürüz : bu akrabalar toplumsal kuralların izin verdiğinden daha ya­
kın, daha özel bağlar kurmuşlardır. Yani birinci sütundaki ortak nitelik aşı­
rı değer verilen akrabalık ilişkileridir. İkinci sütunda ise gene aynı ortak ni­
telik görülür, yalnız burada bu nitelik olumsuz yönde yansımaktadır : ge­
163

reğinden az değerlendirilen, ya da değersiz kılınan akrabalık ilişkileri. Üçün­


cü sütun canavarları ve bunların yokedilişini kapsamaktadır. Dördüncü sü­
tun daha ayrıntılı bir açıklama gerektirmektedir. Oidipus’un baba soyunda
özel isimlerin belli bir anlam taşıdığı daha önce de belirtilmiştir. Ama dilci­
lerin görüşüne göre bir deyimin anlamı ancak kullanıldığı bütün çerçeveler
içinde geçerli olduğu zaman tanımlanabilir, bu nedenle dilciler buradaki du­
rumu söz konusu etmezler bile. Onların anlayışına göre özel isimler zaten
böyle çerçevelere girmez. Bizim yöntemimizde bu zorluk bir dereceye kadar
giderilebilir: değişik bir biçimde düzenlediğimiz mitin kendini çerçeve ola­
rak kabul edebiliriz. Artık önemli olan tek tek isimlerin taşıdığı anlam de­
ğil, üçünün de ortak bir niteliğe sahip olmasıdır : üç isim de doğru yürü­
mekte zorluk çekildiği izlenimini uyandırmaktadır.

Devam etmeden önce sağdaki iki sütun arasında yer alan ilişkiler üs­
tünde biraz duralım. Üçüncü sütun canavarlarla ilgilidir; önce insanların
topraktan doğmasını, bitmesini engelleyen bir khthön12 canavarının öldü­
rülmesi gerekir. Daha sonra, insanın doğasına ilişkin bilmeceler sorarak in­
san kurbanlarının varolma olanağım yoketmeye çalışan bir sfenks öldürü­
lür. Yani ikinci olay birinciyi tekrarlar ve insanların oto-khthönisiyle (yani
insanların topraktan doğduğu, bittiği) ilgilidir. İnsanlar sonunda iki canava­
rı da yener; üçüncü sütunun ortak niteliğine insanın topraktan bittiğinin
(otokhthâni) yadsınması diyebiliriz13.

12. Khthon canavarı : derinliklerinde cehennemi de barındıran doğurgan


topraktan gıkan, bu topraktan yapılma canavar, topraksı canavar, Oto-khthoni:
insanın topraktan çıkması, bitmesi, doğması. (Çeviren).
13. Uzmanlarla bir tartışmaya girmek istemiyoruz, böyle bir tartışma za­
ten bizim açımızdan fazla iddialı ve gereksiz olurdu; Oidipus miti de burada
rasgele seçilmiş bir örnek. Gene de sfenkse yakıştırılan topraksı (Khthonik)
niteliklerin şaşırtıcı olduğunu belirtelim. Marie Delcourt’un sözlerini tekrarlar­
sak : «Arkaik efsanelerde sfenksleri mutlaka toprak doğurur.» (Oedipe ou la
légende du conquérant, Liège, 1944. S. 108). M. Delcourt’la bizim yöntemimiz
birbirinden ne denli farklı olursa olsun (sorunu ciddi olarak ele alsaydık vara­
cağımız sonuçlar mutlaka değişik olurdu), Delcourt arkaik geleneklerde sfenk­
sin taşıdığı nitelikleri doğru olarak çıkarmışa benziyor : genç erkeklere sal­
dıran ve onların ırzma geçen dişi bir canavar, ya da başka bir deyişle, erkeksi
cinsel nitelikler kazanmış bir dişinin simgesi. Erkekle kadının (Marie Delcourt’­
un kitabmın sonunda yer alan resim tasvirleri kısmında görüldüğü gibi) neden
hep «gökyüzü/yeryüzü» pozisyonunun tersini meydana getirdikleri bu açıkla­
madan sonra anlaşılıyor.
164

Bu varsayımlar dördüncü sütunun anlamını kavramamıza yardımcı ola­


caktır. Mitolojide sık sık, topraktan doğan adamların, ortaya çıktıkları za­
man yürüyemedikleri ya da düşe kalka yürüdükleri, açıklamasına raslanır.
Nitekim Pueblo kızılderililerinde Muyingwû gibi topraktan çıkan topraksı
(khthönik) yaratıklar topallamaktadır (metinde bunlar «kanlı ayak», «ya­
ralı ayak», «yumuşak ayak» diye anılır). Aynı şeyi Kwakiutl-mitolojisinde-
ki Koskima’larda görürüz : topraksı (khthönik) canavar tarafından yutul­
duktan sonra yerin üstüne çıkarlar, ama «bu arada ya öne düşerler, ya da
yana kayarlar». Demek ki, dördüncü sütunun ortak niteliği olarak insanın
topraktan (otokhthöni) bitme durumunun onaylanmasım kabul edebiliriz.
Bundan dördüncü sütunla üçüncü sütun arasındaki ilişkinin, birinci sütunla
ikinci sütun arasındaki ilişkiyle aynı olduğu sonucu çıkar. Böylece ilişki kü­
meleri arasında bağ kurma olanaksızlığı ortadan kalkar (ya da bu olanak­
sızlığın yerini aşağıdaki öneri alır) : ancak bu olanaksızlığı ortadan kaldır­
mak için, birbiriyle çelişen iki şeyin karşı karşıya gelmesinden doğan geri­
limin, yine biribiriyle çelişen başka iki şeyin karşı karşıya gelmesinden do­
ğan diğer bir gerilimle özdeş olduğunu kabul etmeliyiz, yeter ki karşı karşıya
gelen şeyler birbiriyle gerçekten çelişsin. Mitolojik düşünme sürecinin ya-

îlerde de belirteceğimiz gibi, Oidipus mitini ilk örnek olarak seçmemizin


nedeni arkaik Yunan düşüncesiyle Pueblo kızılderililerinin düşünme biçimi ara­
sında bazı bakımlardan ilginç benzerlikler bulunduğunu sanmamız. Aşağıdaki
iki örnek Pueblo’lardan alınma. Marie Delcourt’un tanımladığı biçimiyle
sfenksin, kuzey Amerika mitolojisindeki iki kişiyle (gerçekte ikisi de aynı ki­
şi) benzeştiği görülüyor. Birinci hikâye bir «old hag» den, yani çok çirkin bir
yaşlı cadıdan söz ediyor. Cadı dış görünüşüyle genç kahraman için bir bilme­
ce meydana getiriyor. Eğer kahraman bu bilmeceyi çözerse -yani bu tiksindi­
rici yaratığın davetkâr tavrını karşılıksız bırakmazsa- uyandığı zaman yata­
ğında pırıl pırıl, genç bir kadın bulur ve bu kadın onun egemenlik kurmasına
yardım eder (Keltler’de de aynı motife raslanır). Hopi’lerde «çocuk-saçan»,
erkek cinsel organlarına sahip bir «anne» vardır. Bu anne sfenksi daha çok
andırmaktadır. Söz konusu kadın zor bir yolculuk sırasında, tam doğum ya­
parken, soydaşları tarafından terkedilmiştir. Ondan beri çölde dolaşır durur,
hayvanların anasıdır, onları avcılardan korur. Kanlı elbiseleriyle dolaşan bu
kadma rastlayanlar «o denli korkarlar ki, cinsel bir istek duyarlar», kadın da
bu durumdan yararlanarak onlara tecavüz eder. Ama yaptığı işin bedelini da­
ha sonra karşısındakinin avda mutlak bir başarı kazanmasını sağlayarak öder.
(Bak : H.R. Voth, The Oraibi Summer Snake Ceremony, Field Columbian
Museum, Publ. Nr. 83, Antropol. Series CUt III. Nr. 4. Chicago 1903, S. 352-353
ve 352, I.)
165

pisim ortaya koymak için kullanılan bu yol hiç bir zaman mutlak sonuca
götürmez, varılan yaklaşık bir sonuçtur. Ama şimdilik işimizi görmektedir.
Peki, bu «amerikan usulü» yorumlanan Oidipus mitinin anlamı nedir?
Oidipus miti bir tecrübesizliği ve erişilmesi güç bir amacı yansıtır : İnsan­
ların topraktan bittiğine inanan bir toplumun (bak. Pausanias, VIII, XXIX,
4 : Bitki insanın modelidir) bu kuramı aşarak her insanın bir kadınla bir er­
keğin birleşmesi sonucu doğduğunu görmesi oldukça güç bir adımdır. Hattâ
bu aşılması imkânsız bir güçlüktür, diyebiliriz. Ama Oidipus miti iki sorun
arasında köprü kurmaya yarayan mantıksal bir aracıdır, birinci sorunu «İn­
san bir şeyden mi, yoksa iki şeyden mi doğar?» diye alırsak, bundan çıkan
ikinci sorun da, “insan kendi kendinden mi, yoksa başkasından mı doğar?”
olur. İki sorunun ortak bir yanı vardır : kan akrabalığına fazla değer veril­
mesiyle, kan akrabalığına gereğinden az değer verilmesi arasındaki ilişki,
topraktan bitmeyi yadsıma çabasıyla, topraktan bitmeye ulaşma olanaksız­
lığı arasındaki ilişkinin aynıdır. Edinilen tecrübeler topraktan bitme kura­
mı hakkında şüphe uyandırabilir, ama, toplumsal yaşam kozmolojiyi doğ­
rular; çünkü gerek toplumsal yaşamın, gerek kozmolojinin yapısı benzer
karşıtlıklarla doludur. Demek ki kozmoloji hakikidir. Buraya iki nokta da­
ha eklemek istiyoruz.
Yukardaki yorumu yaparken.eski dönemlerin uzmanlarını çok uğraş­
tıran bir soruyu göz önüne almamıştık : Oidipius’un en eski örneklerinde
(Homer’de) Jokaste’nin intiharı, Oidipus’un kendi kendini kör etmesi gibi
bazı motiflerin bulunmayışı. Ama bu motifler mitin yapısını değiştirme­
dikleri gibi, hikâyenin içinde kolayca yerini bulabilmektedir. Jokaste’nin in­
tiharı kendi kendini yoketme olarak üçüncü sütuna, İkincisi ise bir sakatlık
örneği olarak dördüncü sütuna girer. Bu ekler miti daha açık seçik yapar;
ayaktan başa geçişle, topraktan bitmeyi yadsımadan kendi kendini yoketme-
ye geçiş arasında benzer bir ilişki vardır.
Bu yöntem şimdiyedek mitoloji araştırmalarının önüne çıkan önemli
bir engeli ortadan kaldırmaktadır. Bu engel en eski, asıl örneği bulma zor­
luğudur. Biz bir miti bütün çeşitlemeleriyle gözönüne alarak tanımlamayı
öneriyoruz. Başka bir deyişle, bir mit, mit olarak kabul edildiği sürece mit­
tir. Bu ilke bizim Oidipus yorumumuzla oldukça iyi açıklanabilmektedir.
Bizim yorumumuz Freud’un tanımlamasına da dayandırılabilir, ayrıca bu
ilke de Freud’un tanımlamasına uygulanabilir. Freud’un «Oidipus’sal» te­
rimlerle ortaya attığı sorun, tabiî ki, topraktan bitme ile çift cinsliliğe da­
yanan üreme arasında yapılacak bir seçimi yansıtmamaktadır. Ama sorun
166

orada da bir şeyin iki şeyden nasıl çıkabileceğidir; nasıl oluyor da dünyaya
gelmemize bir kişi yetmiyor, hem bir anne, hem bir baba gerekiyor? Freud’u
Sofokles’le birlikte Oidipus mitini aktaran kaynaklar arasına sokmakta du-
raksamamalıyız. Freud’la Sofokles’in örnekleri de daha eski ve sözde «otan­
tik» olan başka örnekler kadar inandırıcıdır.
Bütün bu söylenenlerden önemli bir sonuç çıkıyor. Bir mit aslında bü­
tün çeşitlemelerinin toplamı olduğuna göre yapı çözümlemesinde bütün ör­
nekleri aynı ciddilikle ele almak gerekir. Thebai kaynaklı bütün örnekler
incelendikten sonra diğerleri ele alınmalıdır. Labdakos’un soyu üstüne ve­
rilen, Agaue’yi, Pentheus’u ve Jokaste’yi de içine alan bilgiler; Amphion’la
Zethos’un kent kurucusu rolünü oynadığı, Lykos’u anlatan diğer The­
bai kaynaklı örnekler; ve uzaktan yakından konuyla ilgisi olan efsaneler,
örneğin anne tarafından Oidipus’un kuzeni olan Dionysos’u anlatan ya da
Thebai örneklerinde Kadmos’a verilen rolün Kekrops’a verildiği Atina kö­
kenli efsaneler, v b. Bütün bu örnekler için birer tablo yapmak, öğeleri
tablolara yerleştirmek gerekir. Daha sonra çeşitli tablolardaki öğeler birbi-
riyle karşılaştırılır : Kekrops’un yılanı öldürmesi Kadmos hikâyesindeki ben­
zer olayla, Dionysos’un kendine yüklediği görev Oidipus’unkiyle, «şiş ayak»
Dionysos loxias’la (loxias aksak yürüyen demektir), Europa’nın aranması
Antiope’yle, Sparta’lıların Thebai’yi kurması Amphion ve Zethos ikizleri­
nin kent kurmasıyla, Zeus’un Europa ya da Antiope’yi kaçırması kurbanın
Semele olduğu diğer bir olayla, Thebai’li Oidipus, Argos’lu Perseus’la vb.
Böylece önce her örneğin iki boyutlu bir tablosu, bunlar da arka arkaya di­
zildiğinde üç boyutlu bir bütün ortaya çıkar. Bu bütün artık üç yönde «oku­
nabilir»; soldan sağa, yukardan aşağıya ve önden arkaya doğru (ya da tam
tersine). Bu tablolar hiç bir zaman birbirinin aynı olmaz. Yalnız yapılan de­
neylerden anlaşıldığına göre, her zaman görülen bu küçük farklar arasında
önemli bağlantılar da vardır. Bu bağlantılar aracılığıyla ve belli bir yalın­
laştırma süreci sonunda, bütünü mantıksal bir işlemden geçirerek sözkonu-
su mitin yapı kurallarını çıkarabiliriz.
Belki de bu işi fazla aşırılığa götürmemize karşı çıkanlar olacaktır,
çünkü elimizdeki örnekler zaten ancak bugüne ulaşmış olanlardır. Ya var­
dığımız bütün sonuçlan altüst eden yeni bir örnek ortaya çıkarsa? Eğer
eldeki örneklerin sayısı çok azsa bu sorun ciddi olabilir, ama örneklerin sa­
yısı çoğaldıkça sorun kuramsal olmaktan öteye gidemez. Aşağı yukarı,kaç
örneğin gerektiği ancak deneylerle ortaya çıkar; bu sayının da çok yüksek
olacağı sanılmamalıdır. Eğer bir odanın eşyalarını ve bunların dağılımını,
167

Resim 1.

karşılıklı iki duvara asılmış iki aynadan görüyorsak, iki ihtimal var demek­
tir. Aynalar birbirine paralelse görüntülerin sayısı sonsuz olacaktır. Ama
iki ayna arasında bir açı varsa görüntülerin sayısı açının genişliğine göre
artacak ya da azalacaktır. En fazla dört ya da beş görüntü -bize mutlak bir
bilgi vermese bile- bütün önemli eşyaların saptanmasını sağlayacaktır.
Tabiî eldeki bütün örneklerin incelenmesi gerektiği de açıktır. Eğer
Freud’un Oidipus miti üstüne söyledikleri mitin kapsamına giriyorsa, -ki biz
buna inanıyoruz- Cushing’in Zuni’lerin yaradılış miti üstüne anlattıklarının
güvenilir olup olmadığı sorusu saçmadır. Yanında diğerlerinin bozuk kop­
yalar olarak kaldığı «hakiki» bir örnek zaten yoktur. Bütün örnekler mi­
tin kapsamına girer.
Şimdi neden genel mitolojide yapılan araştırmaların cesaret kırıcı so­
nuçlar verdiğini anlıyoruz. Karşılaştırmacılar bütün örnekleri ele alacakla­
rına, hep en önemlilerini ayırmaya çalışmışlardır. Oysa daha sonra bir tek
kabilede (bazen yalnız bir köyde) görülen bir tek mitin bir tek değişkenine
yapı çözümlemesi uygulandığında iki boyutlu bir şemanın ortaya çıktığı sap­
tandı. Ancak bir mitin aynı köyde ya da aynı kabilede görülen değişkenleri
gözönüne alınmaya başlandıktan sonra, şemalar üç boyutlu olmuştur. Kar­
şılaştırmanın kapsamı genişletilmek istendiğinde boyut sayısının hızla arttığı
görülür. Yavaş yavaş bütün boyutları açık seçik bir biçimde toparlamak im­
168

kânsızlaşır. Genel mitolojinin çoğu zaman bir yığın karışıklığa ve ba­


yağılığa yol açmasının nedeni çok boyutlu ilişki sistemlerinin bir yana atıl­
ması ve çocuksu bir tutumla bu sistemlerin yerine iki ya da üç boyutlu sis­
temler konmak istenmesidir. Aslında matematik simgeleri kullanmadan, bi­
zim ampirik yöntemlerimiz için fazla karmaşık olan bu çok boyutlu sistem­
leri kavramak ve bunlara dayanan karşılaştırmalı bir mitoloji kurmak im­
kânsızdır.
1952-1954’de14 yukarda ana çizgileriyle verdiğimiz kuramı Zuni’lerin
yaradılış mitleri üstüne bilinen bütün örnekleri toplayıp çözümleyerek uy­
gulamaya çalıştık. Örnekler şunlardı: Cushing (1883 ve 1896); Stevenson
(1904); Parsons (1923); Bunzel (1932); ve Benedict (1934). Bu çalışma do­
ğu ve batı Pueblo’larma ait mitolojilerden alman sonuçlarla bizim elde et­
tiğimiz sonuçlar karşılaştırılarak tamamlandı. Karşılaştırmada ayrıca bozkır-
kızılderililerinin mitolojilerinden de yararlandık. Hepsinden de varsayımları­
mızı kanıtlayan sonuçlar aldık. Çalışma sonunda Kuzey Amerika mitolojisi
tanrının yarattığı ilk gün gibi aydınlandı, bu arada uzun süredir unutulmuş
olan ya da daha uzak bölgelerde görülen örneklerin de mantık yapısı anla­
şıldı ve tanımlandı. Burada ayrıntılara inmeye yerimiz uygun olmadığından,
vardığımız bazı sonuçları vermekle yetineceğiz.
Zuni’lerin yaradılış mitolojisi, tabiî ancak fazlasıyla yalınlaştırılırsa,
aşağıdaki tablo ortaya çıkar (Bak. s. 169). Yapısını anlamak için bu şema­
ya şöyle bir göz atmak yeter. Şema, yaşamla ölüm arasında köprü kurma­
ya yarayan mantıksal bir araçtır. Yaşamdan ölüm fikrine geçmek, insan
yaşamını bitki örneğine göre kavrayan (insanın topraktan doğduğu, çıktığı
görüşü) Pueblo’lar için oldukça güçtür. Pueblo’lar bu konuda eski Yunan’-
lılar gibi düşünmektedir; ilk örnek olarak Oidipus mitini seçmiş olmamız da
büsbütün boşuna değildir. Üstünde çalıştığımız bu Amerikan örneğinde bit­
kisel yaşam -en yalından en karmaşığa kadar - çeşitli açılardan çözümlen­
mektedir. Tarım en üst sırada yer almaktadır, ama tarımda her şey belirli
aralıklarla tekrarlanır, yani tarım yaşamla ölümün sürekli birbirini izlemesi
demektir, bu da ilk başta kabul edilen postulatla çelişmektedir.
Bu çelişkiyi gözden kaçırmamak gerekir; nitekim tablo da bu çelişkiyi
yansıtmaktadır : tarım, beslenme yani yaşam kaynağıdır, av da beslenmeyi
sağlar, ama ölüm demek olan savaşa benzer.
Demek ki sorunu ele almanın çeşitli yolları vardır : Cushing, özellikle,

14. Bak : Annuaire de l’Ecole pratique des Hautes Etudes, Section des
Sciences religieuses, 1952-1953, s. 19-21 ve 1953-1954, s. 27-29.
169

Değişim Ölüm
Bitkilerin mekanik Birbirine âşık ikiz­ Erkek kardeşle, İnsanların çocuk­
olarak kullanıl­ lerin önderliğinde kız kardeş arasın­ larının tanrılar ta­
ması (yeraltmdaki yaradılış da zina (suyun rafından yokedil-
dünyalardan çık­ kökeni) mesi (suda boğa­
mak için yararla­ rak)
nılan basamak)

Yabani bitkilerin Newekwe’lerin ti­ Rosée halkına ya­


besin maddesi ola­ ki tören palyaço­ pılan büyülü tur­
rak kullanılması Biri erkek biri kız
su) önderliğinde nuva g ö s t e r i s i
göç iki kardeşin kur­
(bitki toplayıcılar
ban edilmesi (za­
Yetiştirilen bitki­ bahçıvanlara kar­
ferin kazanılması
lerin besin madde­ sı)
için)
si olarak kullanıl­
ması

T a r ı m işlerinin Biri erkek, biri


belirli aralıklarla kız iki kardeşin
evlât edinilmesi Kyanakwe’lere
tekrarlanma nite­
(mısırla değişto- karşı savaş (bah­
liği
kuş sonunda) çıvanlar avcılara
karşı)
Av hayvanlarının
besin olarak kul­ îk i savaş tanrısı­
lanılması nın önderliğinde Kabile’nin kurtu­
savaş Biri erkek, biri kız luşu (dünyanın
Savaşın kaçınıl­ iki kardeşin kur­ merkezinin keşfi)
mazlığı ban edilmesi (Tu-
fan’ı yenebilmek
Ölüm için) Süreklilik

besin maddesi sağlamak için izlenen yolların karşılaştırılması üstünde du­


rur. Bu yolların bazıları sonuca dolaysız olarak ulaşır (yabani bitki toplama),
bir kısmının sonuçları ise ancak ilerde alınabilir. Başka bir deyişle tarımın
mümkün olabilmesi için ölümü yaşamın kapsamı içine almak gerekir.
Parsons’da avdan tarıma geçiş, Stevenson’da ise bunun tersi görülür.
Bu üç değişken arasında beliren diğer bütün farklar temel yapıyla bağdaş­
maktadır. Üç örnekte de Zuni’lerin atalarıyla mitolojik bir toplum olan
Kyanakvve’ler arasında geçen bir savaş anlatılmaktadır, ama her örnek bu
savaşı başka türlü yansıtır, j f ) Tanrılarla işbirliği ya da tanrıların düşman­
lığı sözkonusudur; 2) Savaşı kazanan gurup değişir; 3) Kyanakvve’lerin
taşıdığı simgesel görev farklıdır: bir örnekte avcı diye anlatılan (ve hayvan
170

sinirlerinden yapılma yaylar taşıyan) bu gurup, başka bir örnekte toprak iş-
leyicileri olarak (bu örnekte yaylan bitki lifleriyle sarılıdır) belirlenir:

Bitki lifleri (tarım) her zaman hayvan sinirlerine (av) egemen olduğu­
na ve (aynı derecede önemli olmasa bile) tanrılarla işbirliği yapmak, onla-
171

rın düşmanlığını kazanmaktan daha iyi olduğuna göre, Cushing’in örneğin­


de insanların iki bakımdan da (düşman tanrılar, hayvan sinirleri) kötü du­
rumda olduğunu görürüz. Stevenson’da insanlar iki bakımdan da iyi durum­
dadır (iyi niyetli tanrılar, bitki lifleri), Parsons’da ise insanlar bir bakımdan
iyi, bir bakımdan kötü durumdadır (iyi niyetli tanrılar, ama ilkel insanlar
avla yaşadığı için hayvan sinirleri).

Karşı karşıya olanlar Cushing Parsons Stevenson


Tanrılar/İnsanlar — + +
Bitki lifi/hayvan siniri — — +

Bunzel de Cushing’in anlattığı yapıyı tekrarlamaktadır. Ama Bunzel,


Cushing’le Stevenson’dan bir noktada ayrılır : Cushing ve Stevenson’da, top­
rağın içinde olan insanlar, bu kötü durumlarından kurtulmak için kendileri
çaba harcar ve bu çaba sonucunda yaradılış gerçekleşir. Oysa Bunzel’de ya­
radılış yükseklerdeki güçlerin insanları çağırmasıyla meydana gelir. Yara­
dılışı meydana getiren olaylar dizisi Cushing-Stevenson örneğinde, Bunzel
örneğinde izlediği sıranın tam tersini izler, ama iki örnek simetriktir. Steven­
son ve Cushing’de bu sıra bitkilerden hayvanlara, Bunzel’de ise memeli hay­
vanlardan böceklere, böceklerden bitkilere doğru gider.

Batı Pueblo’larmın bütün mitolojilerinde biçimlendirme konusunda ay­


nı mantığın işlediği görülmektedir : baştaki ve sondaki düşüncelerin tek yo­
rumu vardır, ortadaki düşünceler ise çift anlamlıdır :

Yaşam (— büyüme, yetişme)

Bitki dünyasının yalnız yetişme açı­ Kaynak, başlan­


sından (mekanik olarak) kullanıl­ gıç
ması

Bitki dünyasının besin olarak kul- Toplayıcılık dö­


lanılması - yalnızca yabani bitkiler nemi

Bitki dünyasının besin olarak kul­


lanılması - hem yabani, hem yetiş­ Tarım
tirilen bitkiler
172

Hayvanlar dünyasının besin olarak (Burada çelişki A v


kullanılması - yalnız hayvanlar başlar, çünkü ya­
şamın yadsınma­
sı = yokedilmesi
var. Bu nedenle:)

Hayvanlar dünyasının yok edilme- Savaş


si - insanları da içine alır

w Ölüm (=büyiime, yetişmenin tersi)


Diyalektik sürecin ortasında çelişkili bir terimin, bir noktanın görül­
mesi, ikizlerden kurulu iki sıranın ortaya çıkmasıyla bağlantılıdır. İkiz çift­
lerin görevi iki kutup arasında bir köprü kurmaktır :

Birinci sıra:

2 tanrı habercisi 2 tören palyaçosu 2 savaş tanrısı

İkinci sıra:

aynı cinsten çift: Kan akrabaları Çift Ayrı cinsten çift


İkizler (erkek kardeş (karı (büyükanne, torun)
(iki erkek kardeş) ve kızkardeş) ve
koca)
Yani farklı çerçeveler içinde hep aynı görevi yapan bir sürü değişik
bileşim. Pueblo ayinlerinde palyaçolara neden savaşçı görevler yüklendiğini
buradan anlıyoruz. Şimdiye kadar çözülmesi olanaksız diye bakılan bu so­
run böylece çözülmüş oluyor: palyaçolar besin üretimi karşısında (palya­
çolar tarım ürünlerini istedikleri gibi har vurup harman savuran obur adam­
lardır, cezalandırılmazlar) savaş tanrılarının işlevine sahiptirler (diyalektik
süreçte, savaş avın kötüye kullanılması demektir. Savaş, yani insanlar ta­
rafından tüketilmesi uygun olan hayvanlar yerine, başka insanların avlan­
ması).
Orta ve doğu Pueblo’larına ait bazı mitolojilerde olayların sırası de­
ğişiktir. Bunlar hikâyeye, avla tarım arasında temelde bir özdeşlik bulundu­
173

ğunu ileri sürerek başlarlar. Bu özdeşlik, örneğin mısırın kökenini anlatan


mitte açıktır: mısır hayvanların babası tarafından tohum yerine geyik tır­
nağı ekilerek elde edilir. Burada yaşamla ölüm, ikisini de kapsayan bir şey­
den türetilmek istenmektedir. Başta ve sondaki düşünceler yalınkat, orta­
dakiler çift katlı olacağına (batı Pueblo’larında görüldüğü gibi); kutuplar
çift katlı olmakta (doğu Pueblo’larmda iki kızkardeş), ikisi arasındaki bağ-
layıcı-köprü ise yalınkat olarak (Zia’ların Poshaiyanne’si) ön plana çıkmak­
tadır. Ancak bu yalınkat köprünün çift anlamlı sıfatları vardır. Bu şemanın
yardımıyla, çeşitli örneklerde bu «kurtarıcı»ya verilen sıfatlar daha iyi an­
laşılmaktadır. Bu sıfatlar «kurtarıcının» mitin içinde görüldüğü yere göre
değişir: baştaysa (Zuni, Cushing) iyi, ortadaysa (Orta Pueblo’lar) çift an­
lamlı, sondaysa (Zia) kötüleyici olurlar. Tek kural-dışı Bunzel’in anlattığı
Zuni mitolojisidir, Bunzel örneğinde sıranın ters olduğunu daha önce de
söylemiştik. Bu yapı çözümlemesi yöntemi sistematik olarak uygulandığın­
da, bir mitin bütün örnekleri sıraya dizilebilir. Bu sıranın iki başında yer
alan örnekler birbirlerine oranla simetrik ama ters bir yapıya sahiptirler. Es­
kiden karışık, anlaşılmaz (kaos) diye nitelendirilen bir durum bu anlayışla
çözülmektedir. Ayrıca mitolojik düşüncenin temelinde yatan mantık silsilesi
de böylece aydınlanma olanağına kavuşmaktadır15. Artık üç mantık silsile­
sini birbirinden ayırabiliriz.
Amerikan mitolojisinde genellikle trickster (düzenbaz) diye adlandırı­
lan kişi hep bir bilmece olarak kalmıştır. Hemen bütün Kuzey Amerika’da
bu rolün sırtlana ya da kargaya verilmiş olması nasıl açıklanabilir? Bu rolün
neden özellikle bu hayvanlara verildiğini anlamak için, mitolojik düşünce­
nin, önce belli karşıtlıkların bilincine varmak sonra da bu karşıtlığı yavaş
yavaş gidermek istediğini, unutmamalıyız. Aralarında köprü kurulması im­
kânsız gibi görülen iki terimin yerine önce ayrı anlama gelen, ama arala­
rında köprü kurulması mümkün olan başka terimler konur. Bundan sonra,
baştaki terimlerden birinin ve ortadaki terimin yerine aynı anlamlara ge­
len başka iki terim getirilir, yeni gelen bu iki terimin ortasına da köprü
görevi yapacak üçüncü bir terim konur ve bu işlem böylece sürer gider.
Sonunda elde edilen bağlayıcı-yapı’nın şeması aşağıya çıkarılmıştır.
Bu yapının içinde saklı olan düşünce şudur : leş yiyenler avım canlıy­
ken yakalayıp yiyen yırtıcı hayvanlar gibidir (yani yalnız hayvansal besin

15. Bu yöntemin uygulanışı için bak: On Four Winnebago Myths, Claude


Lévi-Strauss, Paul Radin’in 75. doğum yıldönümü için hazırlanan yazı, 1958.
174
Başlangıçtaki kutuplar Birinci iiçlii İkinci üçlii

Yaşam
Tarım
Ot yiyenler
Av Leş yiyenler

Avını kendi öldüren


Savaş yırtıcı hayvanlar

alırlar, et yerler), ama aynı zamanda bitkisel besin üretenlere benzerler (ya­
ni yediklerini öldürmezler). 'Ianm a avdan daha çok önem veren Pueblo’lar-
da da biraz değişik olarak aynı düşünce vardır : avını canlı olarak yakala­
yıp yiyen hayvanlar otyiyenler için neyse, kargalar da ekili bahçeler için ay­
nı şeydir. Ama otyiyicileri bağlayıcı-köprü olarak da düşünmek mümkün­
dür; çünkü bunlar hem (etyemez) bitki toplayıcıdır hem de kendileri avcı
olmadıkları halde, başkaları için hayvansal besin sağlarlar (yani başkaları
bunları yer). Böylece birinci, ikinci, üçüncü, v.b dereceden köprüler elde
edilir. Köprü görevi taşıyan her terim kendi içinde taşıdığı karşıtlıkla bir
sonraki köprü-terimin ortaya çıkmasına yardım eder.

Bu mantık silsilesi bozkır-kızılderililerinin mitolojisinde açıkça görü­


lür : bu mitolojide şöyle bir sıra vardır,

Gökyüzü ve yeryüzü arasında (başarısız) bağlayıcı-köprü :


{«Star-husband»in16 karısı)
Ayrı cinsten olan bağlayıcı çift :
(Büyükanne/torun)
Yarı yarıya aynı cinsten olan bağlayıcı ç ift:
v («lodge-boy/ thrown-away»17
Pueblo’larda (Zuni) aynı düşünceyi içeren sıra ise aşağıdaki gibidir:
Gökyüzü ve yeryüzü arasında (başarılı) bağlayıcı-köprü :
,, (Poshaiyanki)

16. Star-husband : Yıldız-koca.


17. Lodge-boy : kiracı-çocuk, thrown-away: kovulmuş (Çeviren).
175

Yan yarıya aynı cinsten olan bağlayıcı ç ift:


(Uyuyewi ve Matsailema)
Aynı cinsten olan bağlayıcı ç ift:
„ (İki Ahaiyuta’lar)
Bu türden karşılıklı etkilenmeler yatay bir eksen boyunca da uzana­
bilir (dil alanında bile aynı şey geçerlidir, nitekim Tewa dilinde, Parsons’a
göre, pose kökü sırtlan, sis, kafa derisi gibi anlamlara gelmektedir). Sırtlan
(sırtlan leş yer) otyiyenlerle etyiyenler arasında yer alır, tıpkı sisin gökyü-
züyle yeryüzü, kafaderisinin savaşla tarım (kafaderisi savaşçının elde ettiği
«üründür»), karamukun yabani bitkilerle yetiştirilen bitkiler (karamuk ye­
tiştirilen bitkilerin üstünde büyür, ama yabanidir), giysilerin «doğa»yla «kül­
tür», çöplerin içinde yaşanılan köyle çevredeki çalılıklar, külün (ve kuru­
mun) ocakla (yer, toprak) dam (gökkubbenin simgesi) arasında yer alması
gibi. Bu bağlayıcılar zinciri -bu adı kullanmamıza izin verilirse - Amerikan
mitolojisinin çeşitli sorunlarını çözmeye yarayan, mantıksal öğelerden mey­
dana gelmiş bir dizidir: örneğin çiğ tanrısının neden aynı zamanda hayvan­
ların kralı ya da zengin, süslü giysilere sahip olanların aynı zamanda birer
erkek külkedisi (ash-boy) olduğu, kafaderilerinin neden çiğ meydana getir­
diği, neden hayvanların anasıyla karamuk arasında bağlantılar bulunduğu,
v.b. anlaşılmaktadır.
Aslında evrensel geçerliği olan bir şema bulup bulmadığımız sorula­
bilir, herzaman karşılaştığımız olaylardan çıkan verileri bu şemanın aracı­
lığıyla yeniden örgütleyebiliriz. Latince nebula (sis) aslından gelen fransız­
ca nielle (tarlasarmaşığı, karamuk) yukardaki örneklerle kıyaslanabilir. Av­
rupa’da eski eşyaların (eski pabuç), kül ve kurumun uğur getirdiği inancı
vardır (baca temizleyicisini öpme adeti). Amerika’daki ash-boy (erkek kül­
kedisi) masalları, hint-avrupa kökenli külkedisi masallarıyla karşılaştırıla­
bilir. İki külkedisi de erkek cinsel organım simgeler (iki cins arasında köp­
rü); aynı zamanda yabani hayvanlara ve çiğe egemendirler, güzel giysileri
vardır, sosyal açıdan da köprü görevi yaparlar (soylularla buyruk altında­
kiler, zenginlerle yoksullar arasında evlenme sağlayarak). Fakat birbirini
andıran bu iki masaldan birinin diğerinden alınmış olduğunu söylemek (bu­
nu ileri sürenler oldu) yanlıştır. Çünki ash-boy (erkek külkedisi) ile külke-
disini (dişi) anlatan bu iki masal en ufak ayrıntılara kadar ters bir simetri
meydana getirmektedir. Buna karşılık amerikalıların gerçekten (dişi) külke­
disi masalından aktardıkları başka bir hikâye daha vardır (bak. Zuni’lerde
kaz çobanı kız masalı) ve bu hikâye asıl hint-avrupa masalına paraleldir.
176

Avrupa Amerika

(külkedisi) (ash-boy)
Cinsiyet dişi erkek
Aile çift aile ailesiz
(baba baştan evlenmiş) (öksüz)
Dış görünüşü güzel kız çirkin oğlan
Tutumu kimse kendisini sevmez umutsuz bir aşka tutul­
muştur
Değişim doğaüstü güçlerin yar­ doğaüstü güçlerin yar­
dımıyla çok güzel giy­ dımıyla tiksindirici dış
siler giyer görünüşünden kurtulur.

ı Ash-boy ve külkedisi gibi trickster (düzenbaz) de bir bağlayıcı-köprü-


dür ve bu işleviyle, aslında aşmak zorunda olduğu ikiliğin bir kısmını ken­
di içinde barındırdığını ortaya koyar. Trickster'in kişiliğindeki çift yanlılık
ve çift anlamlılık buradan gelmektedir. Ama bağlayıcılıkla görevli tek aracı
trickster değildir, bazı mitler ikilikten birliğe geçmeyi sağlayacak bütün yol­
lardan yararlanmak ister gibidirler. Zuni’lerin yaradılış mitolojisindeki bü­
tün değişkenler karşılaştırılırsa, bağlayıcıların işlevlerinden meydana gelen
bir sıra elde edilir. Her bağlayıcı kendinden bir önce gelenle karşılıklı etki­
lenme halindedir:
Kurtarıcı > İkizler > trickster > çift cinsiyetli yaratık > kan ak­
rabası olan çift > karı koca > büyükanne / torun > dört simgesi
olan gurup > üçlü
Bu diyalektik, Cushing’te, mekân düzleminden (gökyüzü-yeryüzü ara­
sında köprü kurma) zaman düzlemine geçişe (yaz-kış arasında, yani doğum-
ölüm arasında köprü kurma) eşlik eder. Hernekadar burada mekândan za­
mana bir geçiş varsa da, son formül (üçlü) mekân düzlemini yeniden kapsa­
mına almaktadır: çünkü üçlüdeki ikizlerin zamandaş bir kurtarıcıları vardır,
eğer başlangıçta mekâna ait terimler bulunsaydı (gökyüzü-yeryüzü gibi),
bunlar yine zaman kavramını içereceklerdi. Kurtarıcı yardım isteyecek, bu­
nun üzerine, (yani bir süre sonra) ikizler gökyüzünden ineceklerdi. Böylece,
mitin mantıksal kuruluşundaki önkoşullardan birinin, çift yanlı işleyen bir
177

işlev değiştokuşu olduğunu görüyoruz. Bu konuya, başka bir mantık silsi­


lesini daha inceledikten sonra, yeniden döneceğiz.
Trickster’ıa çift yanlı kişiliği mitolojik yaratıkların diğer bir niteliğini
daha açıklamamızı sağlamaktadır: sözkonusu olan, bir tanrıya iki sıfatta
yakıştırılmasıdır; tanrı yerine göre iyi ya da kötü niyetli olabilir. Hopi mi­
tolojisinin Shalako ayinleriyle ilgili olan örneklerini birbirleriyle karşılaştırır­
sak, bu örnekleri aşağıdaki şemaya uygun olarak düzenliyebileceğimizi gö­
rürüz : •
(Masauwû: x) = (Muyingvvû : Masauwû) s (Shalako : Muyingvvû) s (y ;
Masamvû) x ve y’nin taşıdığı değer rasgeledir, ama iki «uçtaki» örnekler
onlarsız düşünülemez. İki uçtaki bu örneklerde, yalnız başına olan tanrı Ma-
sauvvû’ya (ikinci örnekte başka bir tanrıyla, üçüncü örnekte ise orada bulun-
mıyan bir tanrıyla kıyaslanır) uygun görülen sıfatlar, ancak bir kıyaslama
yapıldığında anlam kazanacak cinstendir. Birinci örnekte Masamvû '(yalnız)
insanlara yardıma koşar, ama bu yardımı mutlak değildir; dördüncü örnek­
te ise kötüdür, ama daha kötü de olabilirdi. Oynadığı rolün, açıkça söylen-
memekle birlikte kesin sınırları vardır. Bu sınırlar, ancak burada x ve y di­
ye adlandırdığımız, oynanması mümkün olan ve nitelikleri kesinlikle belir­
tilmemiş diğer rollerle karşılaştırma yapıldığı zaman ortaya çıkar. Buna kar­
şılık ikinci örnekteki Muyingwû Masamvû’ya oranla daha yardımsever,
üçüncü örnekteki Shalako ise Muyingwû’ya oranla daha yardımseverdir.
Keres-ömeklerine dayanılarak komşu bir mit için de benzer bir şema ku­
rulabilir :
(Poshaiyanki : x) s (Lea : Poshaiyanki) s Poshaiyanki : Taimoni) s
(y : Poshaiyanki)
Bu şema tipi özel bir ilgi gerektirmektedir; çünki sosyologlar ay­
nı şemaya iki değişik alanda daha raslamışlardır. Tavukgiller ve başka hay­
van guruplarında görülen hiyerarşik düzen (pecking order) aynı yapıyı gös­
terdiği gibi, akrabalık sistemlerinde de aynı şema vardır. Akrabalık sistem­
lerinde buna genelleştirilmiş takas diyoruz. Bu yapının böylece üçüncü bir
düzlemde, mitolojik düşünce düzleminde saptanmasıyla, toplumsal olaylar­
daki hakiki rolünün daha iyi anlaşılacağını sanıyoruz. İstediğimiz bu yapı
şemasının önemli ve geçerli olan anlamını belirterek, şemaya kuramsal bir
yorum kazandırmaktır.
Çünkü eksiksiz bir örnekler dizisini, takas olaylarından meydana gel­
me bir gurup biçiminde düzenlemeyi başarırsak, belki de gurubun kuralla-
178

nnı ortaya çıkarabiliriz. Araştırmaların bugünkü durumu bizim burada ke­


sin bilgiler vermemize elverişli değildir. Gene de (ilerde daha kesin ifade
edilse ya da üstünde düzeltmeler yapılsa bile) aşağıdaki denklem bütün mit­
ler için (bir miti bütün değişkenlerinin tümü olarak kabul ediyoruz) geçer-
lid ir:
Fx(a) : Fy(b) = Fx(b) : Fa-ı(y)

Bu denklemdeki ilişkinin niteliğine gelince, eğer a ve b terimleriyle,


bu terimlerin fonksiyonları olan x ve y verilmişse, eşdeğerde olan iki du­
rum18 arasında bir ilişki var, denilebilir. Bu iki durumun tanımlaması da
şöyledir: İkinci durumda birinci durumdaki terimlerle ilişkiler yer değiştir­
miştir. Yalnız bunun iki şartı vardır: 1) terimlerden birinin yerine ikinci
durumda tersi konacaktır (yukardaki denklemde a ve a-ı); 2) iki öğenin
fonksiyon değeriyle terim değeri arasında karşılıklı bir etkilenme ilişkisine
dayanan bir ters çevrilme olmalıdır (yukarda y ve a).
Freud’a göre bir nevrozun, yani bireysel mitin, ortaya çıkması için iki
tane ruhsal yaranın (çoğu zaman sanıldığı gibi, tek değil) varlığı gereklidir.
Freud’un bu düşüncesini gözönüne alırsak, yukardaki denklem daha iyi an­
laşılır. Bu ruhsal yaralar yukardaki denklem aracılığıyla çözümlenirse (bu
yaraların yukarda 1 ve 2 olarak verilen şartları taşıdığını varsayabiliriz), mi­
tin oluş yasalarının kesin bir biçimde ortaya çıkacağı şüphesizdir. Ayrıca
bu yolla, mitolojik düşünce üstüne yapılan sosyoloji ve psikoloji araştırma­
larını birlikte yürütmek, geliştirmek mümkündür. Giderek bir laboratuar ça­
lışması bile yapılabilir, varsayımlar deneylerle sıralanabilir.
Ne yazık ki, Fransa’da bugün hüküm süren araştırma koşulları böyle
bir çalışmayı devam ettirme olanağı sağlayamamaktadır. Mitolojik metinler
son derece geniş kapsamlı olduğundan, bunların birimlere ayrılabilmesi için
gurup çalışması ve teknik bilgiye sahip kişiler gereklidir. Orta boy bir me­
tin için bile bir kaç yüz fiş kullanılır. Bu fişlerin yukardan aşağı ve soldan
sağa uygun bir biçimde dizilebilmesi için aşağı yukarı 2x1,5 m boyunda çek-
meceli dolaplara ihtiyaç vardır, istendiğinde fişlerin sırası değiştirilebilme-
lidir. Üç boyutlu modeller üstünde çalışmak içinse, karşılaştırılacak örnek­
lerin sayısı kadar dolap ve bunları istendiği gibi hareket ettirecek kadar yer
gereklidir. Eğer bağlantıların boyutu üçü geçerse (böyle bir durumun kolay­

18. Durum : burada denklemin her iki yanı (Çeviren).


179

ca ortaya çıkabileceğini yukarda gördük) bazı makineler lâzım olacaktır. Şu


anda bir tek gurubun çalışacağı kadar bir yer bile elde etme, olanağımız yok.
Bunu biliyoruz ve yazımıza üç saptama ile son vermekle yetiniyoruz:
Bir; çok sorulan bir soru neden mitlerin, daha doğrusu bütün sözlü
edebiyatın, aynı hikâyeyi iki, üç, hatta dört kez tekrarladığıdır. Bizim var­
sayımımız kabul edilirse bunun cevabı son derece yalın olur. Tekrarın ken­
dine özgü görevi mitin yapısını elle tutulur hale getirmektir. Yukarda, mi­
tin başlıca niteliklerinden biri olan, hem zamandaşlık hem de zaman içinde
akıcılık şeklindeki yapının, mitin öğelerini zaman içinde akış sırasına göre
(tablolarımızdaki sıralar) dizmeyi sağladığını görmüştük; bu sıralar sonra­
dan zamandaşlık kavramına göre okunuyordu (tablolardaki sütunlar). De­
mek ki her mitin yapısında, birbiri peşisıra gelen sayfaları andıran bir ni­
telik var. Bu nitelik de ancak tekrarlarla yüzeye çıkabiliyor.
Ama yine de (ikinci saptama) tek tek sayfalar birbirine eşit değil. Eğer
bir mit, bir çelişkiyi çözmek (çelişki gerçek olduğu zaman başarılamıyacak
bir görev) görevini taşıyan bir mantık örneği vermekle yükümlüyse, hepsi
bir öncekinden biraz değişik, sonsuz sayıda (kuramsal olarak) sayfa ortaya
çıkacaktır. Mit, kendisini ortaya çıkaran entellektüel dürtü, itici güç tüke-
ninceye kadar, helezon biçiminde gelişmeye devam eder. Yani mitin geliş­
mesi süreklilik gösterir, buna karşılık yapısı kesik kesiktir. Biraz iddialı bir
örnek kullanmamıza izin verilirse, şöyle diyebiliriz : mit «konuşma»19 düz­
leminde, kristalin fiziksel maddeler dünyasında tuttuğu yeri tutar. Dil ve
konuşmayla, olan bağlantısı kristalin durumunu andırır. Kristal, istatistik için
bir araya getirilen moleküllerin toplamıyla moleküler yapının arasında yer
alan bir nesnedir.

Son olarak sosyologların «ilkel» düşünme tarzı ile bilimsel düşünme


arasındaki bağlantıyı nasıl yorumladıklarına geliyoruz. Sosyologlar bu so­
ruyu cevaplandırırken, zihnin «ilkel» ve «bilimsel» işleyişi arasında niteliksel
farklar bulunduğunu söylemişlerdir. Ama zihnin iki durumda da aynı nes­
nelere yönelik olduğunu baştan kabullenmişlerdir.

Yukardaki açıklamalar bizi bu konuda başka bir anlayışa götürmekte­


dir : Bizce mitolojik düşüncenin mantığı, pozitif düşüncenin temelindeki
mantıktan geri kalmaz, hem de aslında ondan pek farklı değildir. Fark en-

19. Konuşma iğin bak. S. 156. dipnotu, (Ç.N.)


180

tellektüel işlemin niteliğinde değil, bu işlemin yöneldiği şeylerin doğasında-


dır. Ayrıca teknologlar bunu kendi alanlarında çoktan saptamışlardır: de­
mir bir baltanın taş bir baltadan daha değerli olmasının nedeni, demir bal­
tanın daha «iyi yapılmış olması» değildir. İkisi de aynı derece iyi yapılmış
olabilir, yalnız demirle, taş aynı şey değildir.
Belki de bir gün mitolojik düşünceyle bilimsel düşünceye aynı mantığın
egemen olduğunu, insanın hep aynı derecede iyi düşündüğünü keşfedeceğiz.
Bu durumda ilerlemenin -o zaman bu terimi kullanmak yerinde olursa- ey­
lem alanının bilinç değil, dünya olduğu, değişmez yeteneklere sahip bir in­
sanlığın uzun tarihi boyunca hep yeni nesnelerle boğuşmak zorunda kaldığı
ortaya çıkacaktır.

Çeviren : Fatma Akerson

You might also like