Professional Documents
Culture Documents
TANRI SORUNU
Prof. Dr. Necip Taylan
M.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
İlaveli 2. Baskı
ŞEHİR Y A Y I N L A R I
A N K A R A CA D . N O , 107/63 34410 C A Ğ A LO Ğ LU - İST A N BU L
T ELEFO N : (02 12 ) 519 17 28 - 528 30 61-52
FA K S; (0212) 528 30 59
Ş E H İ R Y A Y I N L A R I - 6
F e I S e
ISB N 975-350-093-9
Kapah Salih Koca
Bask ı Çalış OJset
C ilt İstanbul Miicellit
1. B askı ; 1998
İstanbul / M a n 2000
N ecip TAYLA N , I 9 4 6 ’da Tekirdağ-M alkara'da doğdu. İlk
öğrenimini M alkara'da (1959), orta öğrenimini İstanbul ve
A dana'da (1966), Yüksek öğrenimini İstanbul Yüksek İslâm
Enstitüsü’nde (1970) tam amladı. U§ak ve Tekirdağ'da d ört y d
öğretmenlik yaptı. Nisan 1974'de mezun olduğu İstanbul
Yüksek İslâm Enstitüsü'nde “Sistem atik Felsefe ve Mantık"
asistanı olarak göreve haşladı. I9 83 'd e D oktor, I9 8 9 ’da
Doçent, 1995'de Profesör oldu. Halen M.Ü. İlâhiyat Fakültesi
“D in F elsefesi Anahilim Dalı" öğretim üyeliği görevin i
sürdüren Taylan, evli ve iki çocuk babasıdır.
Ç eşitli d erg ilerd e alanı ile ilg ili m akaleleri yayın lanan
Taylan’ın basılı eserleri şunlardır:
Ö N S Ö Z ....................................................................................................................... 7
G İ R İ Ş ......................................................................................................................... 9
BİRİNCİ BÖLÜM
/Vl’EİZM ................................................................................................................153
I- K O N U N U N TANIMI VE M A H İ Y E T İ .......................................... 155
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
K Ö T Ü L Ü K PROBLEMİ v e T E O D İ S E .......................................................203
a- Problemin Mahiyeti ve N i te l iğ i..................................................205
b- Problemin Y o r u m u ........................................ ................................209
c- S o n u ç ................................................................................................. 250
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1- M e ta fiz ik p ro b le m le r
O rtaya çıkışından bu güne felsefen in en tem el problem lerini
o luşturan m etafizik m eseleler, k lâsik -d o ğ m atik teolojinin de o r
tak bulunduğu hu su slard ır. T a n rı’n m varlığı, m ahiyeti, sıfatları,
O ’nun alem le ilişkisinde aşkın, içkin veya hem aşkın hem içkin
olduğu, evrenin yaratılm ası, am acı, nü b ü v v et ve eskatolojik (m e-
ad) problem ler...
2 - P sik o lo jik p ro b le m le r
D inin, insanın iç d ü n y asıy la ilgili d e rû n î alanla ilişkisi d ik k a
te alındığında, d in î tecrü b e, d in î bilin ç vb. d u ru m lar psikoloji ve
d in psikolojisinin y ard ım ıy la d eğ erlen d irilm ey e ç a h şıh r.
1 I. Kant, Arı U5un Eleştirisi, s. 29, (Çev. Aziz Yardım lı), İstanbul, 1993.
2 I. Kant, a.g.e , s. 290, v.d.
IX n ü v İH C f T a r i h i n d e T d n ıı .Sonm ıı
olduğu kadar, ayrı ayrı eleştirilm iştir de. O sebeple, söz konusu
ispatların tek b aşına değil de tüm ünün birden gözönüne alınm ası
gerektiği, o zam an T a n n ’nm varlığı h ak k ınd a b irşeyler ifade ed e
bileceği savunulm uştur. Y oksa b ir tür kanıtın ele alınıp eleştiril
m esi doğru o lm ayacağı gibi, b ir eleştiri genellem esi de yanlış
olacaktır.^ T anrı k an ıtlarm a yapılan eleştirilerin daim a ateizm
veya agnostisizm adına y ap ıld ığ ı da sanılm am alıdır. Ç ünkü, m e
sela, göreceğim iz üzere H um e ve K a n t’da olduğu gibi ateist o l
m adığı halde bütün k anıtlar, St. T hom as, L eibniz ve îbn R ü şd ’de
görüleceği üzere belli k an ıtlar ço k ciddi bir b içim de eleştirilm iş
olacaktır. Ö te y andan m antıkçı pozitivistlere göre ise T a n n ’nm
varlığı ile ilgili kanıtların lehinde veya aleyhinde konuşm ak bile
anlam sızdır.4 K eza, teolo jilerd e ve özellikle teizm de ispatlar so
nuç itibariyle T a n n ’yı bütü n ek sik sıfatlardan soyutlar ve yetkin
sıfatlarla yüceltir. B u n u n b ir anlam d a T a n rı’yı ferdî varoluşun dı-
şm a çıkarm ak anlam ına g elebileceği de savunulm uştur. B ütün
bu n lar sonucu b akım m dan teo lo jilerd e vah iy-akıl ve im an-akıl
ikilem inin do ğ m asm a ned en olacaktır.
Y eri geldiğinde, bütü n delilleri ayrı ayrı değ erlen d ird iğ im iz
de onların sonuç itib arıy la aşkın b ir varlığ ı tem ellendirm eye ç a
lıştığı görülecektir. A ncak, h e r b ir d e h l bu m üteâl varlığı bir b i
çim de, değişik argü m an larla dile getirm eye çalışacak fakat bir-
birleriyle de bü tü n ü y le ö rtüşm eyecektir. N itek im , ontolojik delil
"V arlık, E km el V a rlık ” gibi k av ram larla sp ek ü latif b ir T anrı a n
layışı ortaya ko yacak am a O ’nun âlem ve in san la ilişkisini pek
tem ellen d irem ey ecek tir. K o zm o lo jik ve teolojik deliller âlem den
harek etle b ir T anrı k avram ı belirley ecek, ahlâk delili T a n rı’yı a h
lâkî vasfı olan b ir varlık olarak tem ellendirirken, âlem le ilişk isi
ni k urm ayacak, d in î tecrübe delili de kişiye ait olm aktan öteye
geçem eyecektir. F ak at b ütün bu delillerin so nunda T anrı ile âlem
ve insan ilişkileri askıda k alabileceği gibi, insanın yapıp-etm ele-
ri, ah lâk î yönü, m u tlak iyi ve hay ır olarak ortaya konan T a n rı’ya
ra ğ m en , e v re n d e k ö tü lü ğ ü n n iç in var o ld u ğ u g ib i h u su sla r y e te r
li c e v a b ın ı b u la m a y a ca k tır.
A- Batı D ü şü n cesin d e
ğ una göre O ’nun v arlıkla ilişkisi var dem ektir. N itekim D escar-
tes bunu "M eta fizik D ü şü n c e le r” (B eşinci D üşünce) kısaca;
‘‘T a n rı’nın varlığını, Tanrı fik rin d e n ayıra m ayacağım ız için O,
zoru n lu olarak vardır" b içim in d e ifade etm işti.
İm di bu belli özellik lerin d en dolayı K artezyen ekole katılan
S pinoza (1632-1677) ve L eib n iz (1646-1716), ontolojik delil söz
konusu olduğunda hatırlanm ası gereken iki filozoftur.
Spinoza ontolojik delili ahlâk (E tika)ında konu edinir. F ilozof
b u rada önceden belli bazı tü m el ö nerm eler kabul eder sonra, bun
lara deneyden yeni b irşey ilave etm eden, sırf analiz yoluyla bütün
varlığı açıklar yani tam am en geom etride olduğu gibi bu önerm e
lerden analitik b ir b içim d e diğ er bilgi ve k an ıtlam alan çıkarır.
V arlık felsefesinde y ani fizik-m etafizik, tüm varlığın izahında
cev her (töz) kavram ını esas alan S p in o z a ’ya göre, “K en d iliğ in
den var olan ve kendisiyle tasarlanan ya n i her ne olursa olsun,
ba§ka hiçbir fik r in yardım ı olm aksızın h akkında fik ir edindiğim iz
§ey c e v h e r'd ir.” ^^ “C evh er’in tabiatı varolm ayı g ere ktirir.”
“K en d i kendinin seb eb i olan ve varolm ak için b aşka h içbir şeye
ihtiyacı olm ayan tek bir cevher v a rd ır.” “A lem d e aynı tabiatı ve
y a aynı sıfatı olan iki ya da daha ço k cevh er o la m a z.” “B ir c e v
her, başka bir cevher tarafından m eyd a na g etirilem ez.” “H er b i
ri son su z ve e zelî b ir özü ifade eden, so nsu z sıfatlardan m ürekkep
ce v h e r veya Tanrı, zoru n lu ola ra k va rd ır.” ' ' S p in o z a’ya göre şa
y et bu önerm e inkâr edilirse, T a n n ’nın veya C e v h e r’in varlığını
in k âr etm ek gerekir. Ç ünkü, b irşey “var d e ğ il” (yok) gibi tasar
lan ab ildiğ i zam an, bu şeyin özünün varlığı gerektirm ediği tem in
ed ilebilir. O ysa, dah a önce “C evherin tabiatı varlığı gerektirir,
cevh er hiçbir neden tarafından m eydana getirilm iş olam az yani
o, ken d i kendisinin neden id ir." denm işti. B undan da şu sonuç ç ı
kar: H erbiri sonsuz ve ezelî b ir öz ifade eden, sonsuz sıfatlardan
m ürekkep cev h er vey a T anrı zorunlu olarak vardır. V e “T an
r ı’dan başka cevher olam az ve ta sa rla nam a z." “V ar olan herşey
13 Leibniz, M on ad olnji, s. 7.
14 Lfibniz, M etafizik Çizerine Koluışmo, s. AA (Çev. Nusrel Hızır), İstanbul, 1949.
On^o/o/ı/; n rfil ^\
sonuç çıkabilir. Çünicii. sonucu alm at; için elim izdeki tariflerin
gerçek olduklarım ve h içbir çelişki taşım adıklarını bilm eden, o n
lara kesin olarak güvenem eyiz. Bu nedenle tam yetkin bir varlık
tasav v u ru n a sahip olm ak, onun gerçek kavram ını tem in için y e
terli değildir. O rtaya konulan delilden eğer kesin bir sonuç alın
m ak isteniyorsa, bu “En yetkin varlık" ın im kîinm ı apaçık ortaya
k oym ak veya im â etm ek gerekir. O halde D e sc a rte s’in üzerinde
ısrar ettiği o ntolojik delilde zım nen " T a n n m ü m kündür ve böyle
bir T a n n kavram ı hiçbir çelişki ta şım a ı" biçim inde b ir öncül
vardır. L eibniz bu delilin eksik olduğunu çünkü onun "en yetkin
varlık" m im kânına b a ğ h bulu n d u ğ u nu savunur. L e ib n iz ’e göre,
şayet birisi bu olabilirliğe b ir delil getirebilseydi, o zam an T a n
r ı’nın varhğm ı gerçek bir geom etrik delil ile kanıtlayabilirdi.
Ö te yandan D escartes’in onto lojik kanıtının esasm ı o lu ştu
ran, “zihn im izd e a p rio ri o la ra k bulunan T a n n ta sa vv u ru ” an la
yışı, L e ib n iz ’e göre zihnim izin olabilirleri (m üm künler) tasavvur
edip düşüneb ild iğ i gibi, olam azları da tasav vur edebilm e özelliği
b akım ın d an da yeterli değildir. Ç ünkü biz; m itolojik bir hayvanı,,
hızın en yüksek derecesin i, en b ü y ü k sayıyı, vb. g e rçek leşem ey e
cek şeyleri de düşünebiliriz. D em ek ki, söz konusu olan şey o la
bilir veya olam az olduğuna göre, bu anlam da “d o ğru ya da y a n
lış id e a la r” bulu nd u ğ u sav unulabilir. O nedenle böyle bir akıl
yü rü tm e yeterli görülem ez. Z ira b iz ancak b ir şeyin olab ilirliğ in
den em in olduktan sonra, o şeyin ideasına sahip olduğum uzu
söyleyebiliriz. >5
K ısaca L e ib n iz ’e göre, D e sc a rte s’in delilinin b ir ispat biçim i
olduğu kabul edilebilir. F akat bu, kendisi kan ıtlanm aya m uhtaç
olan b ir hakikate dayanan eksik b ir ispattır. Ç ünkü orada, “M ü
kem m el varlık" veya “T a n rı" n m m üm kün olduğu zım nen kabul
ediliyo r, şayet bu husus gerçekten kanıtlanm ışsa, T a n n ’nın v a rlı
ğ ının geo m etrik bir b içim d e ve apriori bir tarzda kanıtlanacağı
ifade ed iliy o r dem ektir. O ysa, sırf fikirler ve ideler üzerine d a y a
narak varlığ a d air tam b ir akıl y ü rü tm e m üm kün değildir. B ura-
15 Leıbnlz, M eln li/ik U / erin e Kunu^mn. s. 44-45; ayncM hk/. M ehtnef Ontoloı'ik D e
lil ve Çıknı.ızitin, A D. Ilâhiynl Fiikülîesi l‘)eri4İsi, ( . XXII!, s,
32 D iijü iH f 7Vııi/ıiıul(' Taıuı Sorunu
da D esc a rte s’in ispatı esasen bir v arsay ım a day an ıyor, bu da ‘‘b e
nim zihnim e tâbi olm ayan d eğ işm ez m ahiyetlerin bulunduğu"
düşüncesidir. D escartes bu n ların , T a n n ’nın zihnine icoyduğu fi
k irler olduğunu s ö y l ü y o r . F a k a t b u rad a, kan ıtlam ay a tem el gö
revi yapan şeyin, aslında k en d isin in isp ata m uhtaç bulunduğu
dikkate alınırsa, delilin b ir totoloji olduğu anlaşılm ış olur.
Sözü edilen bu e leştirileriy le b irlik te L e ib n iz ’in o n tolojik d e
lili d o ğ al o larak bü tünüyle red d etm ed iğ ini belirtm iştik. Zira, ona
göre. Z orunlu V arlık yani T an rı aprio ri olarak akılda vardır ve O
kavranabilir. B una göre; zorunlu o larak varolm ak yalnız T an-
rı’nın yahut Z orunlu V a rlık ’ın im tiy azıd ır v e h içb ir sınırı, hiçbir
yok dem eyi, d o layısıy la da h iç b ir çelişm ey i için de b u lu n d u rm a
yan şeyin im kânın a en g el olm ad ığ ından, T a n n ’m n v arlığını a p ri
ori olarak tanım ak için y aln ız bu yeter. K ısaca L eibniz, T a n n ’yı
özlerin y eg an e n eden i o larak b e h rie r ve O ’n un varlığında özün,
varlığ ı da içerd iğ in i y a d a O ’n d a im kânın, fiil h alin i oluşturacak
yeterlik te b ulu n d u ğ u n u b enim ser. B u d em ek tir ki; şayet T anrı
m üm kü nse, çelişkiye düşü lm ed en O ’n un özü tasavvur ed ileb ilir
se, o zam an O ’n u n varlığı da zorunlu o lu r ve sadece zorunlu v a r
lık yani T anrı bu im tiy aza sahiptir.*”^
F ilozofun , k o zm o lo jik T an rı k an ıtlam asın d a d a göreceğim iz
gibi, T a n rı’n ın varlığ ın ı ap o sterio ri o larak d a gösterebiliriz. Ç ü n
kü, m ü m k ü n v arlık lar v ard ır ve b u n la rın son ve y eter sebepleri,
v arlığ ın ın sebebi k en d in d e b u lu n an Z orun lu V arlık (T anrı) ta b u
lu nm ak tad ır. Y alnız T anrı ilk b irlik y ah u t b aşlan g ıçtak i ilk basit
cevherdir. Y aratılm ış y ah u t b irb irin d en çıkm ış olan m o n ad lan n
h ep si O ’n d an olm uştur, b unlar, v ak it v ak it sürekli sudûrlarla
O ’n d a n doğarlar. K udret, bilgi ve irade L e ib n iz ’in T a n rı’da b u l
d u ğ u çok ö n em li üç sıfattır. K udret; h erşey in kaynağı bilgi; fik ir
lerin d etayların ı içeren kuşatıcı bilm e. İrade ise, “en iy i"n in ilk e
sine göre d eğ işik likleri ya da doğ uşları y aratan sıfattır.'®
19 F â râ b î, U y u ıu ı'i- M e s â il, s. 3h, vcl.; İbn S in .ı, llâh iyfU , (, s. İlâb iy.H , II, s. .'M4, v.d; Ne-
câ l, 5. 2ft1-262; U y O n ü 'l- liik m e , s. v.ci.
34 /)ü^'[inr (' T'di'i/ıiıu/c 7'cinrı Sonm u
c - M ü m k ü n (z o r u n su z ); z â tın a g ö re v a r o lm a sı v e o lm a m a sı
m ü s â v î o la n şey d ir.
2'\ İl,)iı .'^in;ı, İL ıh iy a l, I. s. 2') vrl,; .'\vri( ,ı l)kz. 1 Kiseyin Atay, İbn SincVdıı V a rlık N az.ıriye^i, s. 15/.
ı)M ((ilo ;i/ ; n d i l ^7
24 İbn Sinâ, İlâ h iy jt. II, s. 344; İl.ıhiviU, I, s. Ab; Necat, s. 261-262; LJyûnu'l-l likm e, s. ")5.
v.d. A yrıca bkz. M ah m u l K c>ya, "M a h iyel ve Varlık Konusunda İbn Rüşd'ün İbn Sin a 'y ı
Eleşdrm esi" İbn Sinâ Arm ağanı, s. 45 J-459.
23 İbn Sinâ, İşârât, III, s. 44, vd.; el-M ebde’ ve'l-m eâd, s. 11-12; Risâlelu'l-arslye. s. 23-26;
Uyûnu'l-hikm e, s. 58-'>9: İlahiyat, II, ş. 34-1'3.S9; Necat, s. 2H0 vd.
38 /.)M.şt7(i( I' liirihiıuh' rtinn .Sornııtt
2(t için bk^r, M .jm ûde Gurâbe, İbn Siniî !3eyne'(l-dîn ve'l-lelsei'e, s. 9.İ.
27 Desciir(es, M elH li/lk l')ûşüiKeler, s. 190.
l)u ıo lo Jİİ! n d i l
İbn Sinâ ise varlık delilinde, önce bir şeyi var diye kabul edip
sonra ona gerekli bir sıfat yüklem ez, yani. Zorunlu V arlık 'ın v a r
lığını önce kabul edip, O ’nun varlığını kanıtlam ak için sonra var
lık sıfatının ona gerekli bulunduğunu düşünm ez. Ç ünkü böyle bir
durum gördüğüm üz gibi filozofum uzun V arlık-M ahiyet ayrım ı
anlayışıyla uyuşm az. B urada o var olm ayı, Z orunlu V arlık (Tan-
rı)ın sıfatı olarak değil, bizzat kendisi olarak belirler. Çünkü
O ’nun özü ve m ahiyeti V a rlık ’tan ibarettir. Bu dem ektir ki, önce
zorunlu varlık düşünülüp ona gerekli sıfat verilm iyor, aksine ö n
ce V arlık g erçekleşip b elirleniyor, sonra O ’na T an rılık la ilgili n i
telikler veriliyor. M esela, Z orunlu V a rlık ’ın yetkinlik sıfatı ile
varlık sıfatı arasında bir ayrılık düşünü lm ü y or yani bu sıfat V ar-
lık ’ın kanıtı değil, v arlıkta yetkinliği ifade eden bir nitelik oluyor.
O nedenle onto lo jik delil İb n S in a ’da, anılan batılı iki filozofun-
kine göre önem li fark lılık arzetm ekte ve d o lay ısıyla başta K ant
olm ak üzere delile yöneltilen eleştiriler, filozofum uzun V arlık
D elili hakkında bütünüyle geçerli olm aktan uzak bulunuyor.
32 K .ın l, A l i U s u n E le ş t ir is i, s. 2 9 0
II- D IŞ Â L E M D E N Ç IK A R IL A N K A N IT L A R
34 W iliia m Lane Craig, The Cosm ological Argument From Plato to Leibniz, s. 4, v.d. Lon-
don, 1980.
50 nıiiünırc ’/Vıri/ıint/c ’/tnıij S cji'kuu
1 A- H u d û s D elili
41 Kindî, Resâil, s. 114-115; 201-207; 186, vd.; ayrıcif bkz. Bekir Top.ıloğkı, İşitim KelTını-
cıldrı ve rilozoflartnn göre A lla h 'ın Varlıİl;ı {Isbat'ı-Vâcib), s. 50, vd. (Ankara, 1971); İ,
Agah Ç ubukçu, İslâm f-elselesinde All.^h'm Varlığının D elilleri, s. ^A vd.; İbrahim Med-
kûr, Fi'l-relsefeti'l-İslâm Iyye, ( . M, s. 79, Kahire, 1983.
^4 n ı i ş ı İ J K ı' / ili i l ı ı ı n / c T e llin S o n ı ı n ı
İbn S in a ’ya göre biz; b ir sebepli (m â ’lü l), bir de sebep kabul
ettiğim izde, ondan önce de bir sebep kabul etm ek durum unda k a
lırız ve bu böylece geriye doğru gider. A ncak bu sebep-sonuç
ilişkisi b içim indeki zorunlu zincir, A risto te les’in benim sediği,
İbn S in â ’nın da kabul ettiği gibi, sonsuzca sürüp gidem ez. Ç ü n
kü, evrende gö rdüğüm üz haricî sebepler b ir tertibe, tertip ta k d i
re, tak d ir kazaya, kaza da b ir E m r’e bağlıdır. Bu dem ektir ki, her-
şey, onları bulundukları üzere var edip tertibeden ilk ve ezelî ih
tiy ard a son bulur.48 İşte, bu ilk n eden de T a n n ’dır. O ’nun k en d i
si sebepli olam az, çünkü akıl h içb ir biçim de sebepler zincirinin
sonsuzluğunu d üşünem ez. A ksine, bu ilk sebep ya da ilk ilke,
ken d iliğ ind en zorunlu (vâcib) dur. O, İlk İlk e ’dir, çünkü herşey
O ’n dan taşıp yayılır. O, ilktir, çünkü ezelden beri her varlıktan
önce O vardır.
B urada, seb ep lilik anlayışında peripatetik yaklaşım ile İslâm î
yorum arasın d a b ir u y u m su zlu ğ u n bulunduğu açıktır. Ç ünkü, b i
lindiği üzere sün nî dok trin d e A llah herşey in doğrudan sebebidir
yani sonlu ve geçici seb ep ler en son sebepte (T anrı) toplanıp son
bulur. İbn Sinâ perip atetik eserlerinde bu anlayışı bütünüyle be-
nim sem eyip aksine y alnız nihaî sebebi değil, ara sebepleri de
dikk ate alarak m addî, sûrî, fâil ve gâî diy e d ö rt sebep kabul e d e r
ken A risto ’yu izler. B unlardan bilkuv v e olan m addî sebeplerle,
bilfiil olan sûrî sebep, şeyin varlığına dahildir. E tken (fâil) sebep,
şeyin tanım ve varlığının d ışında bulun d uğu halde, şeye varlık
verir. G âî sebep m ad d ed e suret yaratılm asının am acı yani fâil se
bebin sebep olm asın ın sebebidir.^o B u d ö rt sebep birbiriyle iliş
kili olup, cev h erî veya ârızî, uzak-yakın, c ü z ’î-küllî, bilkuvve v e
ya b ilfiil olabilirler.
İşte b u rad a perip atetik sebeplilik anlayışı âlem de şansa, tesa
düfe veya o lasıh ğ a y er bırakm az, dolay ısıyla çokluğu (kesret)
B ir’e b ağ layan y ani bütü n ara sebepleri A şkın Y üce sebep (Tan-
rı)te toplayan İslâm î d o k trin e uygun düşm ez. Fakat, İbn S in â ’nın
48 İbn Sinâ, Tis'ıı Resâil, s. G8; el-İşârâl ve'(-Tenblhâ(, 111, s. 27, (S- D ünya, Neşri, 1985).
49 ibn Sinâ, İlahiyat, II, s. 327-329; 342 vd.
50 İbn Sinâ, İlâhiyal, (1, s. 257, vd.
5K /)ü,sı<nrt‘ Jarihincir raun .Sorıınn
Dnha bilgi için bkz. Richard SvvinbLirne, T lıe Existence of G o d , s. 115-132, Ox-
ford, C'inrendon Press, 1979.
Dtş /\lrnj(/cM ( ı)x’(nı/(jM Kdu^/cn j
nunlara uyum unu sağlam ak gibi anlam lar taşır. İnayet delili iki bi
çim de form üle edilir:
a- E vrende var olan nizâm ı ve varlıkların clevanılılt^ı için
g erekli oluşu sağlam a yolunda, onlar için en uygun olanı
h azırlayan bir varlık bulunm alıdır. O varlık da T anrı'dır.
b- A lem deki nizâm ve gâyeUlikten değil de, konuyu Tanrı'nın
sıfa tla n bakım ından ele alan hu İkincisi, daha ziyade fe lse
f î özelliklidir ve Ihn Sinâ hu görüşü benim ser. Filozofun,
T an rı'n ın bilgisi ile yaratm ası arasındaki ilişki konusunda
ki görüşünü hatırlarsak, orada inâyet: Tanrı (İlk)nın ilmi
herşeyi kuşatır, en iyi nizam iizere, nasıl olm ası gerektiğini
bilir, herşey O 'ım n ilmi doğrultusunda var olur. Bu bilgi
nedeniyle de herşeye en iyi olanın iyiliği sirayet eder, işte
kısaca inâyet; İlk Sebebin (Tanrı), iyilik nizâm ında varlığın
nasıl olm ası gerektiğini, zâtının gereği olarak bilm esinin
bir sonucudur ve dolayısıyla varlık nizâm ındaki iyiliğin ve
yetkinliğin kaynağı ve sebebi T anrı'dır.
İslâm felsefesi tarih in in son b ü y ü k tem silcisi olarak b u ld u ğ u
m uz İbn R üşd (5 2 0/595-1126/1198), kendi dönem inin m ühim d i
n î züm releri olarak nitelediği H aşviyye, Sûfiyye, E ş ’ariyye ve
M u ’te z ile ’yi cid d ice eleştirip, T a n n 'n ın varlığı hakkında b ir k ı
sım ispatlara girişirıenin, bizzat K u r’a n ’ın gösterdiği yol old u ğ u
nu söyler. B urada, A lla h ’a inanm anın sadece "inanın" em rine
uym aktan ibaret bırak ılam ay acağı, aksine T a n n ’ya im an için
akılda ve insan lığın ortak tecrübesinde daha g ü v enilir gerekçeler
arandığı görülm ektedir.^^ T a n rı’nın kanıtlan m ası hususunda İbn
R üşd, y uk ard a anılan züm relerin m etotlarının, farklı yaratılış ve
yeten ek lere sahip insanların tüm üne h itabeden K u r’an m etodu
olm adığı kanaatindedir. K endi m etodunun ise K u r’a n ’a ve S ah a
benin u sûlüne day an d ığ ın ı b elirten filozof, k o zm olojik karakter-
5f) İbn Sinâ, İlâhiyal, II, s. 414-415. Ayrtca bk-?. et-T.ı'lîkru, s 157 (nşr. A. Beclevî), Kahire,
1973; İşârâl, tll, s. U 1 -1 3 2 .
56 İbn Rüşd, KiMbu'I-Keşl an M enâhici'l-edille, s. l l . 'M ^4; .tytıta bk/. M at ıd Kahrı, İslânı-
da A lla h 'jo Varlığının Geleneksel Kanıtlan, A .U . İlahiy.ü Tak 0^». i XXV, t V>, vd.
(Çev. M . Dai;), Ankara, 1981.
62 [ li iş ü n r c T c i ı ı h i n d c T a m ı .S o runn
B- İm kâa Delili
Dayandığı tem ei önerm eler bakım ından, bir yönüyle, yukar
da tanıdığım ız hudûs deliline benzerlik arzeden imkân delili, d i
ğer yönüyle de ontolojik delilin en esaslı kavram ları olan zorun
lu (vâcib) ve zorunsuz (mümkün) varlık kavram larından hareket
eder. O nedenle imkân delilini iyice kavram ak için, ontolojik ka
nıtın iyi bilinmesi gerekir.
Buradan hareketle; İslâm felsefesinde Fârâbî ile tem ellendi
rilen, İbn S inâ’da tam bir sisteme kavuşturulan ve onların varhk
felsefesine bağlı olarak kurulan ontolojik kanıt, hatırlanacağı
60 A'rflf, 185; el-Târık, ,5-6; Cuişiye, 17; l lacc, 73; Nebe', 6-10; Furkan, 61; Fn'am, 79; Rii-
kara. -n-22.
61 İbn Rüş(i, el-Keşf, s. lü û - l.'îl.
62 M ticid Fahri, m;^kale, s. 156; ,M. Yusul'M usa. Reyne'd-Dîn, ve'l-Fel^efp fi Ke'yi İbn
Rüşd ve Felâsileli'l Asri'l-Vasil, s. 147, lU^yrıH, 19H8.
64 [JıiSUHCc T a r i h i n d e T ı ı n n S o ı u ı n ı
fS3 İbn Rüşd, el-Keşf, s. 137; A yrıca bkz. MdCiH Fahri, İbn Rüşd, reyipsûf-u Kurtuba, s. 8 i.
66 D iijü iK t' Tarih ind e' T a n r ı So run u
yürütme burhânî bir yol olmadığı gibi, Tanrı hakkında kesin bir
bilgi de vermez. Çünkü burada “cevh er” kavramı ile, kendi ken
dine varolan (bizatihi kâim) cisim lerden söz ediliyorsa, bu doğ
rudur. Ama, atom lar (cevher-i fert) kastediliyorsa bunlar, açıkça
bilinen şeyler olm adığı için, bu anlaşılm az bir şeydir. Keza, "bü
tün ara zla r h â d istir” önermesi de yeteri derecede açık değildir.
Öte yandan, eğer âlemi m uhdes diye kabul edersek, söylendiği
gibi o zaman bir m uhdisin varlığım zorunlu olarak kabul etmek
gerekir. Ancak, bu tür akıl yürütm ede bazı çıkm azlar vardır. Ö n
ce; bu muhdis ne ezelî ne de muhdes olarak kabul edilebilir. Eğer
onu muhdes diye kabul edersek, onun da bir m uhdise muhtaç ol
duğu zorunlu olarak düşünülür ki, bu durum bizi m uhale ve im
kânsızlığa götüren bir teselsülü kabule zolar. Yok eğer onu ezelî
diye kabul edersek, onun varolan herşeyle ilgili fiilinin de ezelî
olması gerekir, dolayısıyla varlığm da ezelî olm ası gerektiği so
nucu çıkar. Oysa, hâdis olan, hâdis bir fiil ile varolmalıdır.
İbn Rüşd T evhid’i yani A llah’ın “B ir’’\\ğ\ni ve benzerinin bu
lunmadığını, K ur’an ’dan hareketle akıl yoluyla doğrular. Hayat,
İlim, İrade, Kudret, Sem i’ B asar ve Kelâm sıfatlan A llah’ın zâtın
da k a d î m d i r . ^ 4 Böylece âlem in hudûsu m eselesinde mütekelli-
minden ayrılmış olan filozofa göre, âlem öncesiz olarak A llah’tan
hudûs etmiştir.ö 5 g u nedenle K ur’an’da A llah’m âlemi yarattığı
na delil olarak ileri sürülen âyetler, düşünürüm üze göre aslında
İlâhî inâyet ve hikmeti ifade ederler. Kısaca, İbn Rüşd, E ş’ariyye
kelâmcılarının nazarî olsun, şer’î olsun, A llah’ı bilm e konusunda
öne sürdükleri yolların, kesin bilgi vermekten uzak bulunduğunu,
bu durumun K ur’a n ’ın A llah’ı tanıtma hususunda ortaya koyduğu
metodu bilenlerce de çok iyi anlaşıldığmı s ö y l e r . 6 6
Hudûs delili ile ilgili olarak, İbn R üşd’ün bir başka eleştirisi
de “cevaz delili" diye bilinen ve “âlem , bütünüyle ca izd ir yani
şim diki halinden tam am en başka türlü de o la b ilird i” biçiminde
67 İbn Rüşd, el-Keşf, s. 148; Geniş bilgi için bkz. Mehmet Dag. "İmam el-Haremeyn ei-Cü-
veynî'de Nedensellik Kavramı" O .Ü. İlâliiyal Fakültesi Dergisi, Sayı, 2, s. 39, vd. Sam
sun, 1987.
68 İbn Rüşd, el-Keşf, s. 145.
69 İbn Rüşd, Tehafül et-Tehâfüt (Tutarsızlığın Tutarsızlıiiı), s. 290, vd.
70 İbn Rüşd, el-Keşf, s. 198-199.
68 Dü ^üni f Id iih itn le l'a ıın Sorunu
79 VVilham P<^ley, "Nalıırel Theoloj^y". ı,)ohn I hck, The Existence ol Cjod i(;inde) s. 99 vd.,
London, 1964; aync.T b k z . Briiin Oavies, «ı.g.e., s. 50-.')1.
76 D ü jü ıu c T arihinde T a n n .Sorıuıu
ta fiz ik g e l i ş m e k a v r a m ın ın b i y o l o j i k alanda d ü n y e v î l e ş m e y e b a ş
la d ığ ın ı görürüz. Fakat D a r w i n is t teori şu tür sorulara m uhatap
olacaktı:
Başta, ilk önce neden basit organizm alar vardı? Basit orga
nizmaların giderek kompleks canlı varlıklar meydana getirm esiy
le nihayet bulan evrim yasaları neden vardı? Fizik yasalarına d a
yandırılan evrim yasaları, nasıl oldu da böyle bir biçim kazandı?
Başlangıçta varlığı kabul edilse de madde, enerji ve evrim yasa
ları niçin kom pleks organizm aları oluşturm aya hazır özelliğe sa
hip oldular? Dahası, m adde ve enerjiden, kısaca beyinden insan
da nasıl oldu da zihin ve bilinç çıktı? Bütün bunların bilimsel bir
izahı bulunamaz. İşte, o zam an tüm bunları ya açıklanam az ola
rak kabul etmek, ya tesadüflere bırakm ak, ya da aşkın bir varlı
ğın fiiline bağlam ak gibi bir durum la karşılaşırız.
W illiam P aley’den sonra Frederick R. Tennant (1866-1957),
genelde çağdaş bilim in verilerinden hareketle, özelde de Darwi-
nist teorinin tezlerine dayanarak, teleolojik delile getirilen eleşti
rileri dikkate alıp delih yeniden tem ellendirm eye çalışmıştır. D ü
şüncelerini "kozmik te le o lo ji” kavram ı etrafında oluştururken,
teleolojik delilin klâsik biçim inde esas alınan, sadece gökyüzü
cisim leri ve canlılar âlem ini değil de, evreni bütünlüğü içinde
görmek gerektiğini belirtir. M ünferit varhklarda bir düzen ve ga-
yelilik gözlenm ektedir. Fakat ona göre evreni oluşturan parçala
rı ile birlikte bütüncül olarak kavramak, orada teleolojik yapıyı
daha iyi gösterir. Tennant, teleolojik delili şöyle temellendirir.
Önce, düşünce ve zihin ile şeyler yani doğa ile bilgi arasında
karşılıklı bir ahenk vardır. Bu durum, bizim evreni tanım am ıza
imkân verdiği gibi T an rı’nın varlığı hakkında epistem olojik ka
nıtlan da gösterm ektedir. Evren kaos değil bir kozm ostur yani
onun kendi yasaları vardır. Evrendeki şeylerin ve yasaların
amaçlılığı da, sadece m antıksal zorunluluklar vey -, biyolojik ih
tiyaçlarla açıklanam az. Öte yandan, D arw in’in ortaya koyduğu
canlıların dış ortam a uyum u (adaptasyon) m eselesi, halâ esrarını
dan ancak bilimsel izahın yapılam adığı yerde söz edilebilir. İşte,
bu evrensel nizâmı tertipleyen, kâinata kanunları koyup devam
lılık kazandıran bir m utlak kudret ve bilgi sahibi T a n n ’nın “d e
vamlı yaratm a fiili”nin bir postüla olarak konm ası gerekir. K ısa
ca, bilim in belirleyip fakat kendi metoduyla "niçin olduğunu"
tem ellendiremediği evrendeki nizâm ve sürekliliğin açıklanması
için bir Tanrı fikrine gerek v a r d ı r . Çünkü bilim, doğadaki daha
özel bir düzenliliğin ya da yasanın işleyişini daha genel bir y a
sayla açıklayabilir, ama bu çok genel yasalann niçin varolduğu
nu açıklayamaması, bilim in doğası gereğidir.
İslâm düşüncesi tarihinde, kelâm ve felsefe ekollerinde çeşit
li Tanrı kanıtlam ası form ülasyonlanm daha önce görmüştük. B u
rada, evrenin teleolojik yapısından hareketle kurulan delile kısa
ca temas edilecektir.
İmdi, teleolojik delilin kaynaklarını esasen K u r’a n ’m "Semâ-
vâ t ve A rz” terim leriyle sıkça tekrarlayıp, bütün evreni kuşatan
bu ifadesiyle, oradaki nizâm ve gayeliliğe dikkat çekmiş olm a
sında aramalıdır. Zira, gökyüzündeki m uhteşem ahenk, Güneş ve
A y ’ın düzenli hareketi, canlıların yapısı, insanın psikolojik ve b i
yolojik özellikleri, tarihî olaylar, yeryüzündeki organik ve inor
ganik varlıklar arasındaki ilişki ve uyum vb. durum lardan söz
eden K ur’an, burada sadece evrenin yapısını tasvir etmeyip bü
tün bunların arkasında, bilinçli ve amaçlı, bir yaratıcıya dikkat
çekmektedir. Gerçekten de genel anlam da K ur’an ’a göre bütün
tabiî süreçler ve m akro ve m ikro plânda olsun evrendeki tüm
oluş, akıl sühipleri yani düşünenler için A llah’ın âyetleri ve is
patlarıdır. Burada, kozm olojik ispat ile teleolojik ispat yanyana
ve hatta içiçedir. T eleolojik kanıt, sadece eşyanın varlığına değil
aynı zamanda tüm varlığın iç nizam ına ve dünyada hayatı m üm
kün kılan şartların olağanüstü şaşırtıcı durum una dayanır. Nizâm
ve gaye dehlinin en önem li dinam iğini de burada aramalıdır. İş
te göreceğim iz gibi filozoflar ve kelâm cılar İslâm nassm ın bu
özelüğine, felsefî yorum ları da katarak, teleolojik delil çevresin-
Tanrı âlemi en iyi bir tertip ve nizâm i.izere düzenlemiş olup, ora
daki küçük-büyük her parça O ’nun hikmetini sergilemektedir.
Böyle bir nizâm bize oradaki gayeyi ve dolayısıyla bir sanatkârı
(Tanrı) hatırlatır.^^
T anrı’nm varlığını kanıtlam a yönünde başlıca ontolojik delil
ile kozm olojik özellikli delillerden hareket, imkân ve fâil sebep
kanıtları üzerinde durduğunu gördüğüm üz Fârâbî, evrendeki ni
zam ve gayelilikten söz ederek sistem inde teleolojik delile de yer
vermiştir. Allah, cöm ertlik (cûd) sahibi ve âdildir. Varlık, ilâhî
cömertliğin, oradaki nizam da İlâhî adâletin bir sonucudur. F ilo
zof, felsefe öğrenm enin amacını anlatırken bunun; Yüce Yaratı-
c ı’yı bilmek, O ’nun değişm eyen Bir olduğunu, herşeyin fail se
bebinin O olduğunu, O ’nun kendi cöm ertliği ve hikm et ve adale
ti ile bu âlem e nizâm veren olduğunu bilmektir^? derken, teleolo
jik delile yer vermiş görünm ektedir. Ayrıca şu pasaj da dikkat çe
kicidir: "Bütün âlem i idare eden (m üdebbir), şânı yüce olan B â
rı (Allah)dir. O ’na, h ardal tanesi kadar bir şey bile g izli değildir.
Âlem in pa rçaların d a n (eczâ) h içbir §ey O ’nun inayetinden uzak
değildir.. K ü llî ve kuşatıcı inâyet âlem in bütün cüzlerine ya yg ın
dır. Âlem in bütün cü zleri ve onların durumu, en m ünasip ve muh
kem bir biçim de ye rli yerin e konmuştur. Ö yle ki, anatom i, organ
ların fayd a la rı ve ta b ia t konusundaki düşünceler bunu böyle g ö s
terir..." 88
89 İbn Sinâ, Şifâ, İlâhiyât, (I, 414-41 5; Ayrtca bkz. eI-Ta'l(k.î(, 157, (nşr. A. Bedevî) Kahire,
1973.
K2 Duşünrp TVıı j/ıindr T a n r ı Sorunu
9ü ibn Sin,i, işaıât, III, s. 131-132: ilâlıiyal, II, 5. 414 vd.; 296-2<)7.
AlfnıdcM KfMMflaj ^
B- Delilin Eleştirisi
Buraya kadar gördük ki teleolojik kanıt, gerek felsefe ve te
oloji tarihinde tuttuğu yer bakım ından, gerek kolay anlaşılır olu
şundan ve gerekse özellikle Y eniçağ’da bilim in evreni bize daha
yakından tanıtm asının bir sonucu olarak, hem en daim a klâsik te-
izmin ve yaygın dinlerin itibar ettiği bir kanıt olarak yer almıştır.
Buna, onsekizinci yüzyılda deist tavırlarıyla dikkat çeken ve he
men bütün evren yorum larında rasyonalizm i esas alan başta ay-
dınlanm acı yaklaşım ları da katmalıyız. Ancak bu kanıt, tarihi bo
yunca gördüğü itibarın yanında, özeUikle Yeniçağ felsefesiyle
96 David Hume, Din Üstüne, s. 83-201, (Çev. Mete Tungay), Ankara, 1979.
97 DtivicJ Hume, a.g.e., s. 100-103; ayrıca bkz. )ohn H ıck, Arguments for The Exislence of
C üd , ?. 7, vd.
K6 /)ı'i.şü;?f e /Vn ı/ifn^c T a n rı .So/iıiııı
Ayrıca son dönem lerde, özellikle D arw inizm ’de görüldüğü gibi
doğada gayeli illetler aramanın yani finalite fikrinin eleştirilerini
de hatırlam alıyız.
Sonuç olarak K ant’a göre, teleolojik delil, kâinâtın en üst se
bebine ilişkin hiçbir belirli kavram verem ez ve buna göre kendi
si yine dinin temelini oluşturacak bir T ann-bihm (teoloji) ilkesi
için yeterli olamaz.'*^* Esasen, ontolojik ve kozm olojik delillerin
eleştirisinde de gördük ki Kant, T a n n ’nın varlığını kanıtlam ada,
teorik akıl için bu üç kanıt dışında başka hiçbir yolun bulunm a
dığını, ama aklın teoloji açısından salt teorik kullanım ı için bütün
bu girişimlerinin yetersiz kaldığını s ö y le m e k te d ir .B ü tü n bu
eleştirilerinden sonra “e ğ er ahlâkî y a sa la r tem el olarak alınm az
y a d a y o l g ö sterici olarak kullam im azlarsa, bütününde aklın h iç
b ir Tanrı bilim i olam az" diyerek, ilerde göreceğim iz kendi
Ahlâk delilini kuracaktır.
Gerçekten de doğada bir düzenin varolduğu genelde kabul
gören bir husustur. Ancak, teleolojik Tanrı kanıtlam ası uğruna ve
teizm ya da teoloji adına böyle bir nizâm kavram ını gayeliliğe
aktararak, oradan T anrı’nın varlığına gitm enin im kânı reddedil
miştir. Teleolojik delilin cazibesine kapılarak evren hakkında k o
nuşulabilir. Am a sadece orada kalm alı, daha öteye bir kaynak
aram ak doğru değildir. İşte, teleolojik delilin evrendeki düzen ve
gayeyi, onun dışında bir kaynağa yani irade, kudret, ilim gibi sı
fatlan olan bir yaratıcıya bağlam asına karşı, H um e’un ve K ant’ın
eleştirilerinin de etkisiyle onsekizinci yüzyıldan itibaren geniş
bir tepki doğm uştur. Bunun en belirgin biçim i de Darwin (1809-
1882)’in görüşlerine dayandırdın
Çıkışı esasen bilim sel ve bir varsayım niteliği taşıyan Darwi-
nizm , giderek bir teizm -ateizm polem iğine dönüştürülm üş, ate-
istlerce dinlerin yaratm acı görüşünü ve teleolojik delilin temel
tezlerini yıktığı ileri sürülmüştür. Bilindiği gibi Darwinizm e gö
re şu anda gördüğüm üz ve bir düzen ve gayelilik gösteren çok
Eğer "Tanrı V ard ır” hükmü, belli olayların, belli bir sıra
içinde ortaya çıkm alarının ötesinde bir şeyi gerektirmiyorsa,
T a n n ’mn varlığı hakkındaki iddia yalnızca, tabiatta gerekli nizâ
mın varlığını iddia etmekle aynı anlam da olacaktır. Oysa, hiçbir
dindarın T a n n ’nm varlığını kabul ederken, iddiasının sadece
bundan ibaret olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü o, belli tecrübeler
le bilinebilen fakat tabiî olarak bu bilgilerin terim leriyle tamm la-
nam ayan aşkın bir varhktan söz ettiğini söyleyecektir. Bu d u
rum da da ‘‘Tann V ard ır” demek, ne doğru ne de yanlış olan bir
ifade olmaktadır. Böylece, T a n n ’yı tasvir eden hiçbir cüm le de
anlam h olm ayacaktır. Fakat filozof bu görüşlerinin agnostiklerin
ve ateistlerin görüşleriyle karıştırılm am asına dikkat çeker. Zira
Agnostik, bir T anrı’nın varlığına inamııak ya da inanm am ak için
yeterli bir sebep bulunm adığını söyleyerek, bunun bir “o la b ilir
lik ” olduğunu, ateist ise böyle bir T a n n ’nın var olm adığının en
azından bir ihtim al olduğunu ileri sürer. Ayer ise, Tanrı hakkın-
daki tüm ifadelerin “a n la m sız” olduğunu, agnostisizm ve ateizm
ile bağdaşm adığını ifade eder. Çünkü buna göre ateistin, Tan-
n ’nın “var o lm a d ığ ı” iddiası da anlam sızdır.” '
Görülüyor ki, buradaki yaklaşım bilgilerim izi deney ile sınır
lamakta, herhangi bir hükm ü deney ve m antık ile m atem atikteki
hüküm ler gibi, sadece bir zihin işlemi ile doğrulanabileceğim k a
bul etm ektedir. B una göre, konu ile ilgih dinî hüküm ler, böyle
bir özelliğe sahip olmadıklarından, onlar doğrulanam azlar. O n e
denle, “Allah V ardır, A hiret va rd ır” önermeleri, “M adenler ısı
karşısında genleşir, bir üçgenin iç açıları toplam ı, iki dikaçıya
e şittir” önermeleri gibi değildir.
112 Ronald W. Hepburn. "Religious Experienre; Argument for the Existence of God, The
Enryciopedia of Philosophy, c . 7 , 5,1 64. Paul Edvvards, Nevv York, 1967.
f)ı$ /U c n u f n ı (,!ılı<ınlcm K n m f l d r 97
rak görünen dünyanın ötesinde, ondan tüm üyle farklı bir gerçek
lik kavramı vardır. Başkalarının boşlukta aradıklarını mistikler
bütün bilgilerin bilgisizlik sayılabileceği bir bilgi ile kavradıkla
rını söylerler.*'^ M übhem bir kavram olan dinî tecrübe; aşkın
varlığın delil, alâmet, işaret ve tezahürlerini sezgisel (hadsî) ola
rak algılama, vasıtasız kavrama, kutsal ve İlâhî olan ile içten (bâ-
tınî) ve duygusal bir biçim de ilişki kurm a şeklinde tarif edilebi
lir. Bir başka ifade ile; onu yaşayan kişiye Tanrı tecrübesi olarak
beliren bir derûnî tecrübe dem ektir. Bu tarif bize dinî tecrübede
ki “tecrübe” kavram ına özel bir anlam yüklem em iz gerektiğini
telkin ettiği gibi, dinî tecrübenin psikolojik bir durum olması n e
deniyle, m odern psikolojinin bir alt disiphni olan ve insanda di
nî duygu ve düşüncenin doğuşunu ve gehşm esini konu edinen
Din Psikolojisinin önemli konularından biri olduğunu da hatırla
tır. Dinî tecrübe, dıştan bir m üşahedeye kapalı, kişinin derûnî
tecrübesine dahil bir olgu, psişik bir gerçekliktir. O nedenle din
psikolojisi bu içten olguya, 6 tecrübeyi yaşayan kim se için bunun
ne ifade ettiğini, dinî hayatındaki rolünü belirlem ek yönünde b a
kar. Din felsefesi ise aynı tecrübenin ifade ediliş biçim lerini top
lamak, onları mukayese etmek, tecrübenin bir konusu olarak İlâ
hî olan hakkında ne söylediğini, rasyonel bir biçimde analiz ede
rek bir bilgi edinm ek ister. Din felsefesi em prist bir yaklaşım ile
dinî tecrübenin aşkın realitesini anlam aya çahşır. İşte burada, di
nî hayatın analizinin zihne mi yoksa duyguya mı bırakılacağı tar
tışması ortaya çıkar.
Dinî tecrübede, tecrübenin kavradığı şey hakkında, kavranan
anlam ile doğrudan temas söz konusudur ve tecrübe özel ilişki
içinde gerçekleşir. B urada K ur’â n ’ın; “Andolsun, insanı biz y a
rattık ve nefsinin kendisine fısıldadıkların ı biliriz ve biz ona şah
dam arından daha ya k ın ız.” (Kâf, 16) ifadesini hatırlatıyoruz ki,
bütün bunlar bize dinî tecrübede bilincin konusu ile ayrılmaz bir
biçim de birbirine bağlı olan reflektif bir özelük gösterdiğini an
latmaya çalışır. O nedenle dinî tecrübeyi yaşayanların algılarının
tasviri gerçekten birbirinden oldukça farklıdır ve bunun ortak
Geniş bilgi için bkz; Turiin Koç, Din lOili, 5. 191, v.d., Kayseri, 1995.
100 D ıi .sı m fe ' J ' o j i h i n d f ' T a u n . S o r u n u
Dinî tecrübe; İlâhî zât, nihaî hakikat ve aşkm kudret ile kuru
lan belH derûnî bir iletişimi içerir. Bu nedenle de bir kişi tarafm-
dan hissedilen ve bir dinî gurup tarafından tanımlanmış olan b ü
tün duygu ve algıları ifade eder. Dinî tecrübe bazı kategorilere
ayrılm ıştır ve bunlar basitten karmaşığa doğru gider.
Bu tecrübede evvela, daha önceden benimsenmiş olan dinî
inançlar doğru diye kabul edilir. Bunu, kutsal olana ait bir duygu
ve İlâhî olanın varlığına dair sezgi kaynaklı bir bilgi takibeder.
Daha sonra, İlâhî olanın karşısında bulunm a hissi gelir ki, bura
da T anrı’nın tecrübeyi yapan kişiyi kurtardığı kabul edilir ve ni
hayet vecd tecrübesi yaşanır. Artık kişi kendisini T anrı’nın biz
zat huzurunda hisseder ki bu, aşk ve yakın dostluk (C em ’ hâli)
demektir. Ve nihayet tecrübeyi yaşayan kişi kendisini ilhama
m azhar görüp, İlâhî tebliğ ve bilgiden yararlanan kişi olarak his
sederek özel bir aydınlanm aya muhatap olur. Kısaca dinî tecrübe
işleyişi bakım ından basitten karmaşığa, sathîden derûnîye doğru
bir seyir takipeder.
M istik tecrübe dinî geleneğin "mistik" (sûfî) diye kabul etti
ği kim selerin yaşadığı özel bir dinî tecrübedir. Burada mistik
(gizü-esrarlı) kelimesi; saklı, bir sırra ait her türlü bilgiyi ifade
etmektedir. M istiğin dinî tecrübesi; ibadet, tefekkür, muhayyile,
duygu ve aklın arındırılm asıyla oluşan ve zorlu bir çabayı gerek
tiren oluştur. D inî tecrübeyi oluşturan duygu ve sezgiler çift ku
tuplu bir özellik arzeder. Zira, kavranan İlâhî kudret, bir yönü ile
ürpertici-korkutucu, diğer yönü ile büyüleyici-cezbedicidir. Bu
tecrübede; duygusallık, idrakler ve dinî dil olarak üç esaslı unsur
bulunur. Onda, ne endüktif, ne de dedüktif bir akıl yürütm e söz
konusu olmayıp, içinde kendini gösteren varlığın kabul ve tasdi
ki söz konusudur. Bu varhk aynı zamanda m istikte uyandırdığı
ruhî ve duygusal faaliyetlerin de kaynağıdır. Dinî tecrübeyi h a
zırlayan üç önemli faktör; psikolojik durum, dinî inanç ve kültü
rel ortamdır. Bu sonuncusu kişinin inançları ve psişik durumunu
belirlem ede bilhassa önemlidir.
G örülüyor ki, dinî tecrübe karşım ıza hem ayrı bir dünya hem
de beş duyu ve mantıksal bakım dan dedüktif ve endüktif olm a
102 D t l .^ ı ' i n r c 7 ‘n i ' i h i j u / t ’ T c ı n n S o r u n u
yan bir bilgi türü çıkarıyor. Bu özelliği ile de herhalde, beşerî bil
ginin rasyonel, m antıksal ve deneysel bilgiden ibaret olmadığını
söylemek istiyor. Konunun İslâm düşüncesi tarihindeki belki en
mühim temsilcisi G azzâlî sayılmalıdır. Şüphesiz onun bu önemi
bildiğim iz gibi tasavvufî telâkkiler ve yorum lar ile sünnî doktri
ni uzlaştırm a çabasında görüldüğü gibi, bizzat yaşadığı mistik
pratikte de görülm ektedir. M istik tecrübenin mahiyeti ve bir
Tanrı kanıtlam ası için kullanılm a imkânı, öncelikle onun bir b il
gi oluşuyla (m a’rifet) ilgilidir. Mistik bilgi (Tasavvufî bilgi) teri
miyle ifade edebileceğim iz bu tür bilgi İslâm î literatürde; kalbî
bilgi, keşf, ilhâm, ledûnnî bilgi, gaybî bilgi, marifet ve sezgi
(hads) kavram larıyla çok yakından ilişk ilidir,"^ ve kaynağı, de
ğeri, analizi ve ifadesi bakım m dan karşım ıza epistemolojik ba
kım dan önem ü güçlükler çıkarmaktadır.
Rasyonel ve em prik özellikli bilgi ile m istik bilginin karşılaş
tırması, bu sonuncunun daha iyi anlaşılm asını sağlayacaktır. Bu
konuda da G azzâlî’nin değerlendirm eleri dikkat çekicidir. Buna
göre; “T asavvu f ehli öğrenm ekle elde edilen bilgiye değil de il
ham dan kaynaklanan b ilg iye m eyleder. Onun için de ilim okum a
yı, yazılm ış eserleri tah lil etm eyi ve anlardaki delilleri a ra ştır
m ayı arzu etm ezler. A ksine, bilgi elde etm ek için m etot; nefs mü-
cahedesi, kötü sıfatları yo k etmek, herşeyden ilişkiyi kesm ek ve
bütün varlığı ile A lla h ’a yönelm ektir derler. B urada m istik mün
z e v î artık dünyaya önem verm ez, iç m urakabe ile hakikate ulaş
m ak için dünyayı terkeder. V arlık onun gözünde hiçbir şey ifade
etm eyen b irşey o larak sanki kaybolm uştur. Bu gerçekleştiğinde
A llah kulunun kalbine hâkim ve sahip olur, bilgi nurları ile onun
kalbini aydın latm aya kefil olur. A llah kalbe hâkim olunca, oraya
rahm et rahat akar (feyz) ve nûr kalpte p a rla r (işrak), sadr in şi
rah bulur, m elekût sırrı ona açılır (inkişâf), rahm et lûtfuyla b ir
likte kalpten p e rd e kalkar (keşf), İlâhî esrarın hakîkatleri kalpte
p arla m a ya başlar. B u rada kula düşen görev, Allah'ın açacağı
rahm et kapısında kalbi tem izlem ek, iyi niyetli bir irade ile ona
B- Kanıtın Eleştirisi
Dinî tecrübe; bir hâl, bir yaşama, iç idrâk ve bir sezgi olduğu
gibi, aynı zam anda karşım ıza bir kavram a yolu, sonuç itibarıyla
kısaca bir bilgi olarak çıkmaktadır. Bu özelliğiyle mistik bilgi ve
mistik tecrübe, her ne kadar kendisini rasyonel epistem olojik
norm lara sığm ayan bir yaşama ve tatm adan ibaret olan çok özel
bir sezgi ve zevk hali diye nitelem işse de, rasyonel bir soruştur
ma ve eleştiriden uzak kalamamıştır. Dinî tecrübe ve mistik bil
giye yöneltilen eleştirileri şöyle sıralayabiliriz:
1- M istik tecrübe kendisini her türlü doğal ve normal ifade
çabalarına aykırı düşen bir biçim de ve mutlak anlamda
ifade edilem ez bir tecrübe diye takim eder. Böyle bir an
layışı m istiklerin kendilerinden sıkça duyduğum uz gibi,
mistisizm de kendini dinî gerçeğin bilgisine ulaşmak iste
yen dogm atik, rasyonel ve teolojik düşünce biçimlerinden
özellikle bu yönü ile ayırmak istemektedir. Böyle bir im
tiyaz talebi iki yönden eleştiriye açıktır.
124 Bertrand Russell, Mistisizm ve Mantık, s. 21, (Çev. A. Usluata), \$l. 1972.
125 İbn Rüşd, Kilâbu'1-Keşf, s. 149.
126 İbn Rüşd, Kitabu'l-Keşf, s. 149; ayrıca bkz. Mahmud Kasım, İ. Rüşd ve Pelsefetühu'd-Oi-
nîyye, s. 92, Kahire, 1959; Âtıf Irâkî, el-Menhecü'n-Nakdİ fî Fel?efeli İbn Rüşd, s. 252,
Kahire, 1984.
lOK n ıijü ıır r Tıırihinelf ta n rı Soıutıu
4 A- Ahlâk Kanıtı
Tanrı kanıtlam aları içinde, insanın bizzat yaşadığı ahlâk tec
rübesine dayandığı için oldukça özel ve spekülatif m ahiyeti bu
lunan bir başkası da ahlâk delilidir. Bu delil insanın ahlâkî ilgi ve
değerlere sahip, düşündüğü kadar eylem lerde de bulunan bir var
lık olduğu, T a n n ’mn “ölümsüzlük" ve “ira de özgürlüğü" kav
ramlarıyla birlikte ele alınm adığında, ahlâkî değerlerin anlaşılıp
açıklanam ayacağı gibi önerm elerden hareket eder. Dahası, sade
ce şeyler ve fenom enler dünyası, realitenin tam am ını ifade et
mez. Gerçeklik; başlıca ahlâkî, estetik ve öteki değerler ile birlik
te tamamlanır. Fenom enleri, doğa kavram ıyla ve bilim le açıkla
m ak her ne kadar m üm kün görünüyorsa da, “güzellik" ve “iyi
lik" kavram ları böyle değildir. Bu tür değerler, davranışlarım ıza
anlam verdiren yüce bir kaynaktan çıkm ış olmalıdır. İnsandaki
sorum luluk hissini açıklam ak için, T anrı’nın varlığı kabul edil
melidir. Daha özel olarak bu delil; insandaki m oralitenin m evcu
diyetinden hareketle, yasa koyan, fayda ve mükâfat veren ve ce
zalandıran bir T anrı’nın varlığına intikal etm ek ister.
İmdi, ahlâk delili teoloji ve felsefe tarihinde Tanrı kanıtlama
ları içinde diğerleriyle kıyaslandığmda her ne kadar çok yaygın bu
lunmuyorsa da, ahlâk ilkeleri ve moral değerler ile Tanrı inancı
arasında bir ilişkinin varolup-olmadığı hemen daima tartışılmıştır.
O ı j  lcn ıc( nı C r l î f i ı l n ı ı K a n ı ıl ı ı r | | -^
Kimine göre moral değerler otonom dur yani onlar Tanrı inancın
dan bağım sız düşünülm elidir. Kimine göre ise, ahlâklılık ile din
darlık, moral değerler ile Tanrı inancı arasında kesin bir ilişki
vardır. Böylece, ahlâk-din ilişkisinde ya da ahlâkî ilkeler ile T an
rı inancı arasında genelde iki tür anlayıştan söz edilebilir:
135 Yııkardaki smıflama için bkz. |.L. Mackie, The Miracle of Theism, s. 254.
114 Dl i şünc ı : T a r i h i n d e T a m ı .S o ru n u
a- T anrı’dan Ahlâka
a- Adâletin iyi, zulmün kötü olduğu gibi şeyler ki, bunlar; her
durumda değişmeyen, akıl bakımmdan sabit, kısaca ken
dinde iyi veya kötü objektif değerlerdir. Yani, adâletin
‘‘iy i’’ değeri akıl bakımından daim a zorunluyken, ona “kö
tü ” değeri yüklemek de yine akıl yönünden imkânsızdır.
b- Fesat çıkarandan intikam alınması, hayvanların kurban
edilm ek için kesilmesi gibi, bir ihtiyaca göre ve sonuçları
bakımından iyi ve kötü olanlar ki, bunlara akıl bakımından
“iyilik-kötülük” gibi bir değerin yüklenmesi, ne zorunlu ne
de im k â n s ız d ır.B ö y le c e , M a’turîdî’ye göre şeylerin iyi
ve kötü gibi tabiî objektif değeri vardır. Bu değerlerin şey
lere yüklenmesi ise yukarda görüldüğü gibi, akıl bakım ın
dan; zorunlu (vacib) imkânsız (mümteni) ve mümkün (vâ-
sıt) gibi üç türlü olabilmektedir. Bunlardan akıl bakım ın
dan zorunlu ve im kânsız olanını, din (vahiy) de kabul edip
tasdik eder ki, vahyin (haber) bunun dışında olması uygun
(caiz) değildir. Üçüncüsünde ise (mümkün), aklı zorunlu
veya imkânsız görme bakımından smırlayan bir durum ol
madığından ve bu, durum a göre değişkenlik gösterdiğin
den, o hususta vahiy, bir başka hüküm verebilir yani m üm
kün olan hususlarda peygamberler daha iyi olanı (evlâ)
ta ’yin edip bize b i l d i r i r l e r .B ö y l e bir sınıflama, ahlâkî
değerlerin m ütlak ve İzafî diye ikiye ayrıldığını hatırlat
maktadır. Birinciler; objektif, kesin ve aklın vahiyden ba
ğım sızca belirlediği ama vahyin de kendilerini doğruladı
ğı değerlerdir. Akıl bakım ından göreli (izafi) olan İkinciler
ise, vahiy tarafından belirlendiği için yine göreli olmaktan
çıkmaktadır. Görülüyor ki M a’turîdî, iyi-kötü türünden ah
lâkî değerlere A llah’ın irâdesinden bağımsız ve akıl ile
kavranabilen objektiflik yüklerken, M u’tezile’ye yaklaştı-
halde eylem lerde iyi ve kötüyü bilen kim seler vardır. Burada; ah
lâklılık değil de tabiat üstü ahlâk anlayışı, mutluluğun başka bir
âlemde elde edileceği düşüncesi reddedilmektedir.
Dinî ahlâk, müntesiplerini, daha çok ölüm ötesi ikinci bir ha
yatla ilgili olarak, korku ve ümit, ceza ve mükâfatla yönlendir
mekte, teşvik ve tehditlerde bulunmaktadır. Halbuki insan so
rumluluk ve yüküm lülüklerini kendisi yerine getirebilmelidir.
Öte yandan dinî ahlâk anılan özelliği ile mensuplarını faydacı ve
bencil yapm akta dolayısıyla zararlı o l m a k t a d ı r . ' ^ ^ 2
Din ve Tanrı inancıyla tem ellendirilen ahlâk teorisine karşı
bir başka eleştiri de genelde pozitivistlerden ve m antıkçı poziti-
vizim den gelmiştir. Ahlâkın sübjektifliğini savunan bunlara gö
re, ahlâkî önermeler, duygu kaynaklı bir tutumu bildiren ifadeler
den ibaret olup, onların olgusal bir değeri yoktur. Yani, bir şeye
“iy i” ya da “kötü" değeri yüklendiğinde, bu, objektif bir realite
yi değil, bir duyguyu dile getirm ektedir. Bu tür eleştiri daha açık
bir biçim de, doğrulam a ilkesi gereği sadece bilim sel yargılar,
m antık ve m atem atiğin önermelerinin doğrulanabileceğin!, ama
bunların dışında kalan metafizik, dinî ve ahlâkî önermelerin doğ-
runam ayacağm ı savunan m antıkçı pozitivizm de açıkça görülür.
Böyle olduğu için de ahlâkî önerm eler anlam sızdır ve onlarm
doğruluğu veya yanlışlığı hakkında bir yargıya varılamaz.
Daha çok, varoluşçu ekole dahil Nietzche ve Sartre gibi ate
ist filozoflar ise, ahlâkîliğin ancak insanın özgürlüğüyle varola
bileceğim , insanın kendi özünü başkası değil de kendisinin oluş
turması gerektiğini savunarak, T anrı’nm var kabul edilm esi du
rum unda ahlâkî özgürlüğün ortadan kalkacağını ileri sürm üşler
dir. Nitekim, bunlardan birincisi; Tanrı inancı bulunan bütün ge
lenek ve değerlere kuşku ve eleştiriyle bakm ak gerektiğini, salt
“iyi" diye bir kavram ın bulunm adığını ileri sürerken, ahlâklılığı
142 Russell, Neden Hristiyan Değilim? s. 239, 248, v.d., (Çev. Ender Cörol), İsianbul, 1972.
Aynı yazar. Din ile Bilim, s. 173, v.d., (Çev. Akşit Göktürk), Ankara, 1972,
143 A.J. Ayer, Dil, Doğruluk ve Mantık, s. 96-110; Ludvviy VVitt^enstein, Tractalus, s. l.')9,
(Çev. Oruç Aruoba) İstanbul, 1983.
122 Düşünce Tarihinde Tanı ı 5orunıı
149 Bedta Akarsu, İmmanııel Kant'ın Ahlâk Felsefesi, s. 46, İstanbul, 1966.
150 Kant, Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi, s. 27.
A lenultn Ç ık a rıla n K a n ıl Itır 125
151 Kanı, Ahlâk Merafiziglnln Temellendirilmesl, s. 66-67. Ayrıca bkz. Pralik Aklın Eleştirisi,
s. 38, 103-106, Takıyettin Mengüşoğlu, Kant ve Scheler'de İnsan Problemi, s. 40, vd. İsi.
1969.
152 Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, s. 82.
153 Kant, Arı Usun Eleştirisi, s. 363-370. (A. 0OÖ/B. 836-A. 013-841),
126 Dürünce Tarihinde Tann Sorunu
a- N eyi bilebilirim ?
b- N e yapm am gerekir?
c- N e ümit edebilirim ?
Yukarda gördük ki, ahlâk yasası bizi “en yüksek nin ilk
ve başlıca bölüm ünün yani ahlâklılığın zorunlu yetkinliğine gö
türüyordu. Bu da ancak sonsuzlukta tam olarak çözüm lenebilece
ğinden, ölüm süzlük postulatına götürüyordu. Bu aynı yasa, “en
yüksek /)'/” nin ikinci unsurunun im kânına da yani o ahlâklılığa
uygun olan”m utluluk”a götürmelidir. Bu tıpkı daha önce olduğu
gibi burada da bir çıkar gözetm eden, taraf tutm adan yola çıkarak,
tam uygun bir sebebin varsayım ına götürmeli yani T anrı’nın var
lığını, ‘en yüksek iy i’nin im kânına zom nlulukla ilgili bir postu-
lât olarak koymalıdır.
İmdi, kısaca mutluluk; akıl sahibi varlığın, herşeyin kendi ar
zu ve istem esine uygun olup-bittiği dünyadaki durumudur. D ola
yısıyla m utluluk, doğa ile bu varlığm tüm am acının ve istem esi
nin en tem el belirlenm e sebebinin uyuşm asına dayanır. Fakat bir
özgürlük yasası olarak ahlâk yasası, doğadan büsbütün bağımsız
olmaları gereken belirlem e nedenleri aracılığı ile buyurur. Ama,
dünyada eylem de bulunan insan, dünyanın nedeni değildir. Bu
sebeple ahlâklılık ile, dünyanın bir parçası olan insanın m utlulu
ğu arasında zorunlu bir ilgi kurm ak için bir neden yoktur. Bunun
la birlikte, saf aklın pratik ödevinde yani en yüksek iyiye doğru
çabada, böyle bir ilgi bir postulat halinde zorunlu olarak konur.
Böylece bu ilginin yani m utluluğun ahlâklılıkla tam uygunluğu
nun tem elini içeren ve doğadan ayn olan bir nedeni de postulât
olarak konmuş olur. O halde, dünyada en yüksek iyi, ancak, do
ğanın ahlâkî niyete uygun bir nedenselliği olan en üst bir nedeni
kabul edilirse m üm kün olur. Öyleyse, en yüksek iyi için varsayıl-
ması gereken, doğanın en üst nedeni olan bir varlık yani Tanrı
vardır. Sonuç olarak; en iyi dünyanın im kânınm postulâtı, aynı
zam anda en yüksek aslî bir iyinin yani T a n n ’nm varlığının pos
tulatıdır. Zira, en yüksek iyiyi geliştirme, bizim için bir vazifey
di, dolayısıyla bu en yüksek iyinin im kânm ı varsaymak, sadece
bir hak değil, aynı zam anda vazifeye bağlı bir zorunluluktu. En
yüksek iyi de ancak T anrı’nın varoluşu şartı ile olabildiğinden,
İfiG Kanı, An Usun Eleşthisi, s. 369-370, (A. 81 O/B. 838, A. 813/B. 841).
U>7 Mehnıel Aydın, Kanl'da ve Çağdaş. İnyiliz Felsefesinde Tanrı-Ahlâk İlişkisi, s. 28-29.
132 Dü.sünrt’ T arihin d i' Tanrt . S o ? u n u
168 Kant, Ar» Usun Eleştirisi, s. 374 (A. 824/B. 852) Ayncii bkz. Mehmet Aydın, a.y.e., s. 46.
169 Knm, Avı Usun tleşlirisi, s. 375, (A. 829/B. 857).
170 K.ınl, An Usun Eleştirisi, s. 373 (A. 822/B. 850).
171 Knni, An Usun Eleştirisi, s. 374 (A. 824/B. 852-A. 826/B. 854).
Dı ş A /fm d fn Cıl î <"i l (i n K t ı n ı d o r 13^
bir istem enin keyfî ve kendileri için rastlan tısal olan talim atları
olarak değil, her bir özgür istemenin kendisi için olan, a slî y a s a
lar olarak bilgisine götürür. Yine de bu yasa la r, en yüce varlığın
buyrukları olarak kabul edilm elidir. Çünkü ahlâk yasasının, bize
çabalarım ızın konusu yapm a ödevini verd iği en yüksek iyiyi, a n
cak ahlâkça yetkin (kutsal ve iyilikli), aynı zam anda herşeye g ü
cü yeten bir istem eden um abiliriz: dolayısıyla en yüksek iyiye
ulanmayı da ancak bu istem eyle uyuşmakla umut ed eb iliriz...”
ahlâk da aslında, kendim izi nasıl mutlu kılacağım ızın ö ğ reti
si değil, m utluluğa nasıl lâyık olm am ız gerektiğinin öğretisidir.
Ancak, din de i§in içine katıldığında, m utluluğa lâyık olm am a d u
rumuna düşmekten sakındığım ız ölçüde, günün birinde m utluluk
tan p a y alm am ız umudu da doğar."
d- Kanıtın Eleştirisi
Daha önce gördük ki, Kant, felsefeden ve teolojiden gelen,
ontolojik, kozm olojik ve teleolojik tüm T ann kanıtlam alarmı
eleştirm iş, onlan yetersiz bulmuş ve açık bir biçim de bilgi-inanç
ayrım m ı ortaya koyarak, insan için T anrı’ya giden yolun sadece
onun ahlâk tecrübesinden ve ahlâkî yasalardan geçtiğini temel-
lendirm eye çalışm ıştı ki, bu da filozofun “A hlâk kanıtı” nm bir
ifadesiydi. Ancak, söz konusu bu kanıt da, daha K ant’ın yaşadı
ğı sıralardan başlam ak üzere, zamanımıza kadar çeşitli eleştirile
re uğramıştır. Şimdi, bu eleştirileri kısaca görm eye çalışalım.
1- K ant’m ahlâk felsefesini konu edinirken yukarda gördük
ki, “en yüksek iy i”nin gerçekleşmesi arzusu, ihtiyacı ve
ümidi insanı Tanrı ve ruhun ölümsüzlüğü inancına götürü
yordu. İşte burada, böyle bir arzu ve ihtiyaçtan, bunların
nesnesinin gerçekliğine atlama çabası eleştirilmiştir. Nite
kim, her arzu edilen şeyin gerçekten varolduğunu biz dü
şünemeyiz. Kant buna, inancın, duygularımızdan bağımsız
bir akıl ihtiyacı olduğu biçiminde cevap verecektir.
174 Kant Ahlâkının eleştirisi hakkında daha geniş bil^i iğin bkz. Me^hmet Aydın, Tann-Ahlâl<
İlişkisi, s. .'56 vd.
() ı > A I i m k Ic ii C ıl« n ı( t n ı K ıın ıılc iı |
III- T A N R I’NIN V A R L IĞ IN I
K A N IT L A M A N IN İM K Â N I
176 Heinz Heimsoelh, İmmanuel Kiint'm Telsofesi, s. 11b-119. (Çev. Takıyettin Men^ü^oj*-
lu), İst. 1967.
140 Düşünce- T a r i h i n d e T a n r ı 5orunu
179 İbn R(i^d, Kd.ıhu'l-Ke*:!’ .ın Mpn.Üıici'l-Cdille. (nş:. M,>hmul Kasım). Kahire.
142 l^ıi^jüıic(’ ' / n r i h i n f f c T o n ıı .Soi' unu
gibi bir bilgi konusu olmadığına göre, ama yine de insan O ’nu
mistik tecrübe de dahil kendi bilme imkânlarıyla kavrayıp kanıt
lamaya çalışacağı için, “insanın böyle bir imkânı var m ıdır?” so
rusunun cevabı daima aranacak, Tanrı idesi kendisine inanılmak
tan aldığı güce rağmen, tam bilinememiş olmanm sallantısında
kalacak gibi görünmektedir. Nitekim Kant, Tanrı’nın varlığının
kanıtlanam ayacağını ortaya koydu ama yine de O ’nu teorik akıl
bakımından bir ide, pratik akıl bakımından da ahlâkî bir postulat
olarak varsaymanın önemi ve gereğini vurgulamıştı.
Tanrı hakkında bir bilgi ileri sürmenin ve bu uğurda lehte ve
ya aleyhte bilhassa akıldan çıkarılan bir kanıt getirmenin mümkün
olmadığı yolundaki anlayışın, K ant’ın metafiziği derinden eleştiri
sinden sonra hız kazandığını biliyoruz. Bilgimizin sınırlılığı tezin
den hareket eden bu yaklaşım, K ant’dan sonra da bu gelenek için
de devam etmiştir. Nitekim, aynı gelenek içinde düşünen ve başta
T a n n ’nın varlığını kanıtlama iddiasında bulunan deliller olmak
üzere bütün temel dinî iddiaları başarısız çabalar diye niteleyen
çağdaş din felsefecileri de vardır. Bunlardan başhcalan Kari Barth
ve John H ick’tir. Birincisine göre Hristiyanlığın bize tanıttığı Tan
rı, dünyadaki şeylerden hareketle, varlığı veya yokluğu hakkında
delil getirilecek bir varlık değildir. Çünkü, Tanrı’ya atfedilen;
“iyi" , "sonsuzca kudret ve hikmet sahibi” gibi nitelikler, dünyada
ki varlıklardan, mdSelâ insandan yola çıkılarak yapılan analojilere
dayanır. Oysa Tanrı, evrendeki tüm şeylerden farklı bir mahiyete
sahiptir. John H ick’e göre ise, evrende ve doğada T an n ’nm varh-
ğına veya yokluğuna dair bir takım işaret ve manâlar bulm aya ça
lışan insan akh daima başarısız olmaya mahkûmdur. Bu konuda
ileri sürülmüş olan kanıtları ve argümanları inceleyen H ick’e göre,
şimdiye kadar tarihten ve doğadan çıkarılmış olan olgu ve deliller,
teistik olduğu kadar naturalistik yoruma da uygun düşmektedir.
Meselâ, dinî tecrübe kanıtı teizm adına kullanılırken, doğal ve ah
lâkî kötülükler bunun aksine kullanılabilir. Yine bunun gibi evren
de bulduğumuz kötülükler, kozmolojik ve teleolojik kanıtın karşı-
smda bir görüşe imkân verirler. Kısaca; teizmin ve deizmin kullan
dığı kanıtlar, naturalizm adına da yorumlanabildiği gibi, bunun ak
si de mümkündür.
144 Dü^s ıi ncf T aıih'ın âe T a n n S o r u n u
181 John Hick, Philosophy of Religıyn, s. .'59-60 (Penlice IHad of indiij, N p w f)elhi, 19Ö7.)
148 D ürünce T arihin de Tanr\ Sorunu
182 Blaise Pascal, Düsünceleı-, s.111 (Çev. Metin KarabaşoSlu), isi, 1996.
150 D ı i s i i n c p Tarihin de Tanrı .SoriMiıı
ATEİZM
155
I- KO N U N U N T A N IM I ve M A H İY E T İ
8 T.J. De Boer, Tnrihu'l-felsefe fiM-İslâm, s 153 (çev. EhO Ricide), Beyrut, 19fll.
9 Ahmed Emin, Fecru'l-İslâm. s. 108.
10 Abdurrahman Bedevî, min târîhi'l-ilhad, s.28.
n İbn Nedîm, Fihrlsl, s.400-1 (nşr. Rızii Teceddüd), Tofu an, 1071; Ayrıc a De Lacy O'Le-
ary , İslâm Düşüncesi ve Tarihteki Yeri. s.5H ((;ev, H. Yurdaydm-Y Kutluayi Ankara 1959.
160 D üjünrf Tarihinde Tnnn Sorunu
12 Etienne Gilson, Aleizmın Çıkmazı, s.10 (çev. Veysel Uysal), İstanbul, 1991.
13 The Encyclopedid of Religion And Ethics, Atheism maddesi, c.ll, s.l 73, Edinbarg, 1930.
162 i )n<:ünre’ JVı ni ıi nr fc Tcw n S o r u n u
II- A T E İZ M İN K ISA T A R İH İ
Sales DcTuches, Ancyclopedia of Religion <ınd Ethics, c .(I, s.187, Edinburı^, 19.30.
A lfiz n u n K im i Itırih i | f ,5
a-Antik Dönem
Felsefenin; varlık, varoluş, şeyler ve olaylar hakkında rasyo
nel ve m antıksal bir düşünme, kısaca; “varolm ası bakım ından
varlığın a ra ştırılm ası” biçim indeki kısa tarifinden yola çıkarsak,
böyle zihinsel bir araştırm anın başlangıçlarını Grek felsefesi, İlk
çağ felsefesi ve Antik Dönem terim leriyle ifade edilen ve M.Ö.
7-3 yüzyıllar arasını kapsayan dönem de buluruz. Bu düşünce h a
reketinin dünya haritasındaki coğrafyası da Ege Denizi merkezli
bir alanı kapsamaktadır.
Bugünkü Batı kültür tarihinin; bilim, sanat, mantık, siyaset
ve tabiî teolojiye ait bütün bölüm leri anılan bu dönemle başlar.
Fakat, felsefî anlam da Tanrı anlayışının kaynakları bakımından
16 Etienne Gilson, T«nn ve Felsefe, s.l 5 (çev. Mehmet Aydın), İzmir, 1986.
17 Friedrich Alberl Lange, Materyalizmin Tarihi ve Ciünümüzdeki Anlamının Eleştirisi, s.l,
(çev. Ahmet Arslan), İzmir, 1982.
A( ı i ; n ı i ı ı K ı s n la r ih ı
İR VValther Kranz, Anlik Felsefe, s.40-41, (<^ev. Suad Y. R.ıyckıı), İslanbııl, 197G.
168 D ı i j ü ı ı c f T arih in d e T an rı .Soııınıı
ham edilmesi, keza bir rahip tarafm dan ateist olm akla suçlanan
A ristoteles’in A tina’yı terketm ek zorunda kalışı bu tür olaylardır.
Kısaca görülüyor ki, Antik D önem ’de ateizm henüz varolm a
yan teizmin sistem atik bir eleştirisi değil de, geleneksel mitolojik
inançlara karşı bir tür başkaldırı ve eleştiri anlam ına gelmektedir.
Bu eleştiri hareketi herhalde din felsefesinin de bir çeşit başlan
gıçları sayılabilir.
Ateizm, bilim bakım ından kendisine en önemli dayanak ola
rak m ateryalizmi öngörür. Bu da; m addenin yaratılm ış olmayıp
hep varolduğu (ezelî), üreme, canlılık ve bilinç olayları da dahil
varolan her şeyin sonuç itibariyle m addî olana indirgenebileceği
gibi iki esas görüş altında toplanabilir. Bu anlam da Yeniçağ ve
M odem dönem lerde daha açık görüleceği üzere, ateizm ile m a
teryalizm arasında, birbirini destekler m ahiyetteki karşılıklı iliş
kinin ilk unsurlarını antik dönem de bulm aktayız. Ama böyle bir
durum m ateryalist felsefenin, zorunlu olarak ateizmi gerektirdiği
anlam ına da gelm em ektedir. N itekim Epikuros, Tanrılara kurban
adamakta, bir din adamı olan Gassendi (1592-1655) çağdaş m a
teryalizm in babası olarak görülebilm ektedir. M addenin ezeliliği
ni, hiç bir şeyin yoktan var edilm ediği gibi, neticede yok olma
yacağını, evrende sadece m adde ve boşluk bulunduğunu, tüm ev
renin artık bölünem ez parçalardan (Atoma) oluştuğunu, hareke
tin başlangıçsız olduğunu, düşüncenin ve ruhun da sonuç itiba
riyle m addî bir şey olduğunu, en mühimi de evreni idare eden
herhangi doğa üstü bir gücün varolm adığını savunan bu felsefe,
daha çok klâsik m ateryalizm ya da Grek Atom culuğu diye bili
n ir.’^ Demokritos (460-370), Epikuros (341-270) ve Lucretus
(94-55) antik m ateryalizm in başhca temsilcileridir.
Dinlerin kendi doğmalarını, keza teizmin kesin kategorik öner
me ve argümanlannı çok çeşitli biçimlerde nasıl temellendirip sa
vunduğunu, bu bilgilerde bir kuşku ve göreceliğin bulunmadığı yo
lundaki ısrarmı biliyoruz. Oysa, antik dönemde; "Tanrılar üzerine
bilgi edinm ede çaresizim , ne var-oldukları, ne de var-olmadıkları,
19 VValtheı- Kranz, a.g.e., s. 121, v.d.; F. Albert Lange, a.g.e., s.l, v.d.
A lc ie m in K ısfi T a n h ı I Cıc;
22 Tbomas Hobbes, Levialh.ın, s.fi2. v.cl.; 276, v.cl., ((,'ev. Semih İs(iinbu), 199,5.
172 Düjüıuc T arilu ıu lc T au n . S o r u n u
İlişkiler term inolojisi ile ifade edilmesi anlam ına geldiği husu
sunda birleşiyordu. Bu da bilgi kavrammın, bilim sel bilgi ile sı
nırlandırılm asını ifade ediyordu. Oysa T anrı’nın varlığı, m ahiye
ti bakım ından deneysel bilgi alanına girm ediğinden, bu durum da
ister felsefî ister teolojik olsun O ’nun hakkındaki her tür bilgi,
çeşitli derecelerde verim siz, başarısız hatta anlam sız diye nitele-
necektir.24 Böylece, başta A ristoteles’ten olmak üzere, kendisini
ifade etm eye uygun düşen antik çağın görüşleri de dahil, ortaçağ
ların hâkim teolojisi ve skolastiği, keza yeniçağın etkili kartezya-
nizm inin Tanrı hakkındaki görüş ve argümanları 19. yüzyıla ge
lindiğinde tüm üyle eleştirilip reddedilecektir. K ant’m konu ile il
gili görüşleri daha önce verildiğinden, burada önem inden dolayı
C om te’u kısaca tanım am ız uygun olacaktır. Auguste Com te ile
özdeşleşmiş olan pozitivizm i tanım ak için de onun arka plânı k ı
saca bilinm elidir.
İmdi, bilindiği gibi 19. yüzyılın ilk yansı A lm anya’da Hegel
(öl. 1831) idealizm inin etkisi altındadır. Ama filozofun ölüm ün
den bir süre sonra bu felsefe sönmeye, giderek değişik yorum la
ra gerek duym aya başlar. Bunda süratle gelişen tarih ve doğa bi
lim lerinin rolü büyüktür. Hegel idealizm ine karşı gelişen bilim
destekli m ateryalizm ve pozitivizm , felsefî spekülâsyonlar yerine
görünür realiteyi, gözlenebilen, ölçülüp-tartılabileni kısaca de
ney ve gözlem e konu olabileni koym ak istiyordu, bu da doğal
olarak sadece m addî âlem de mümkündü. Bu durum da felsefenin
yüzyıllar boyunca aradığı asıl gerçek, şu içinde yaşadığım ız me
kân ve zam an ile sınırlı şeyler dünyasından ibaretti. Bu fikirler
düşünce tarihinde C om te’un adıyla özdeşleşm iş olan pozitiviz
min çok kısa bir özetini verir. “P o zitif F elsefe D e rsle ri” adlı ese
ri ile sistem ini ortaya koyan düşünüre göre bilim ler, sadece olgu
lardan hareket etmeli, olayları ve onların arkacındaki yasaları
araştırm alıdır. Teoloji ve m etafizik araştırm alar başarısızdır,
devrini tam am lam ıştır. Zira zihin doğanın mahiyetini ve eşyanın
gerçek sebeplerini tanıyam az. Biz sadece pozitif olay ve feno-
26 Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği, s.27, (çev. 11. Zafer Knrs) İstanbul, 1985.
27 Freud, a.g.e., s. 39.
1X4 DıiSiinci' Tarihin de Ttııın Sonınu
28 Freud , a.ı;.e.,. S .4 9 - .5 I
29 Freu d , s.5(->
A /f i- n iin Kısd f Vı n/ ı i
Sartıe'in ale'zm i hakkındii geniş bilici için bkz,; Kenan Gürsoy. ). P. Sartre Alei;7minin
l‘)oöurdugu Problemler, Ankara, 1987,
190 D ıijîin c f T a r i h i n d e T a n r ı S o r u n u
kİ önemli ayrılık ortaya çıkar. Birinciler insanı bir çıkm azlar var
lığı, bir “Hiç" olarak kabul edip, bütün değerleri askıya alırken,
İkinciler; insanın yaşam aya razı olabileceğini, bunun da özgür
seçim ve iman ile m üm kün bulunduğunu savunur.
Ateist varoluşçular söz konusu olduğunda, onların genelde
mutlak varlık (T ann)ı ve küllî değerleri pek de derine inmeden
kolayca inkâr ettiklerini görmüştük. Böyle bir felsefenin 19. yüz
yılda ateizm ve nihilizm adına en dikkate değer simâsı şüphesiz
Nietzche (öl.l900)dir. Din, Tanrı ve değerler eleştirisinde özel
likle Hristiyanlığı hedef alan filozof, ünlü “Tanrı öldü!" deyişiy
le, insanla T anrı’yı karşı karşıya koymuş yani dünyada insanın
varlığının ve kudretinin bir anlamı olacaksa, T anrı’nın varolm a
ması gerektiğini söylemişti. Çağdaş varoluşçuluğun kaynakların
dan biri olan Nietzsche adıyla, özellikle değerler adına her şeyi
inkâr eden nihilisizm daim a birbirini çağrıştırır. Buna göre, ev
rensel moral değerler yani m utlak "iyi veya kötü" ve onlarla ilgi
li bir Tanrı yoktur ve olmamahdır.32
Lâtince “N ihil (=hiç)" kökünden gelen nihilizm terimi, dili
m izde “hiçhk teorisi” diye yerleşmiştir. Eski dilde ise “Ademiy-
ye veya Adem iyyûn mezhebi" diye ifade edilm iştir. Terim anla
mıyla; m evcut olan değerlere, inançlara, siyâsî nizâm a karşı çık
m ak ve varlığın hiç bir realitesinin bulunm adığını savunmaktır.
İlk defa Friedrich H einrich Jakobi (öl.1819) tarafından kullanılan
N ihilizm terim i bir kaç anlama gelir. a-Ontik nihilizm ; Varhğın
yokluğu demektir. b-Etik nihilizm: mevcut her türlü ahlâkî değe
ri reddeder, c-Varolan toplum düzenini yıkm ak isteyen sosyal ni
hilizm. d-Siyâsî nihilizm ki, bir otorite olarak devlet ve toplum
nizâm ını ferdin üstünde görm ek istememektir. îlkçağda daha zi
yade ontik anlam da Sofistler ve Septiklerde ortaya çıkan nihi
lizm, anılan bu biçim leriyle felsefe tarihinin başlangıçlarından
beri varolagelm iştir. Fakat, 19. yüzyıl Avrupasında artık, bilhas
sa etik ve sosyal nihilizm yaygın bir felsefe, bir dünya görüşü
32 Geniş bilgi için bkz; Nietzche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, (çev Ahmel İnam), İstanbul,
1989.
194 D ürünce T arihinde T an rı Sorunu
37 VVittgenstein, Tractatus Logico- Philosophicus, s.15:47, (çev. Oruç Aruoba), İstanbul, 1985
38 B. Russell, A Hislory of VVestern Philosophy, s. 835, New York, 1959.
A lfiz n ıin Klicı T arih i I97
Daha önce gördük ki, teolojik veya felsefi olsun, çok çeşitli
Tanrı kanıtlam aları bize sonuçta sonsuz-smırsız; ilim, kudret,
irade, iyilik, inâyet ve hayır sahibi aşkın bir varlığın yani T an
r ı’nın varolduğunu telkin edip, O ’nu kanıtlam a iddasında bulu
nuyorlardı. Yine bu ispatlar, bütün varlığın varoluşunu ve niçin
böyle olduğunu da. T anrı’nın anılan kem al sıfatlarıyla açıklam a
ya çalışıyorlardı. Bu dem ektir ki, iyi-kötü, hayır-şer, âlemde v a
rolan herşey ve her olay, Tanrı-âlem ilişkisi içinde T a n n ’nın ese
ridir. Bu anlam da evrendeki iyilik, güzellik ve nizâmı anlamak
m üm kündür, ancak orada çeşitli biçim lerde gördüğüm üz ve biz
zat yaşadığım ız kötülüklerin yeri ve anlam ı nedir?
îşte böyle bir problem, teolojik sistem lerin ve T anrı’ya ina
nanların olduğu gibi inanm ayanların da önünde çok ciddi bir m e
sele olmuştur. Hatta inanm ayanlar bakım ından kötülük meselesi
ateizm in en önemli dayanaklarından biri olarak daim a ileri sürül
müştür. Problem in çözüm ünde kim ileri, kötülüğün reel varlığım
inkâr ederek sorunu görm ezlikten gelirken, kim ileri evrende asıl
olanın hayır ve iyilik olduğunu, varolan belli nispetteki kötülü
ğün, estetik yapıyı tam am lam ak için bulunduğunu savunmuştur.
Yaygın olan bir başka yaklaşım da, şeylerin zıtları ile bilinebile
ceğini, kötülüğün, iyiliğin zorunlu tam am layıcısı olduğunu, dola
yısıyla, evrende iyinin varolm ası için m antık bakım ından k ötü
nün de bulunm ası gerektiğini söyleyerek, epistem olojik olarak
âlemde iyiliğin bilinip takdir edilebilm esi için, belli miktarda k ö
206 D ii s ii n rr Tarihin de T a n n i ' o ıu n u
Brian Davies, An Introduction to the Philosophy of Religion, s. 16vd, Oxford, 1902. Ay
rıca hk z . John Hick, Philosophy of Religion, s. 40;). L. Mackie, The Miracle of Theism,
s. 150 vd.
David Hume, Din Üstüne, s. 77-78.
KdUilülı Rrohlemi ve Teodise 207
ye gücü yeten ve yaratan vb. dir. Böyle bir yorum T anrı’nın kö
tülükleri de bildiği, istediği ve yarattığı anlamını doğal olarak
içermektedir. îşte burada, Tanrm ın anılan bu sıfatlan nasıl oluyor
da evrendeki kötülüklerle örtüşebiliyor sorusu zorunlu olarak ak
la gelm ektedir. Böyle bir durum da ise; "bir yanda bilgelik ve iyi
lik sıfatlarını taşıyan Tanrı’nın, bunun karşısında da kötülüğün
var olduğunu" ifade eden iki tem el önermenin çelişik bulundu
ğu, dolayısıyla onların birinin yanlışlığını ve reddedilmesi gerek
tiğini savunan m antıksal bir problem le karşılaşıyoruz demektir
ki, bu bizi; her şeye gücü yeten T an rı’mn, sınırsız iyilik ve ada
leti ve evrendeki kötülüğün uzlaştırılm ası meselesini çözmeyi
am aç edinen theodise konusuna götürür.^
Bu m ühim probleme, çeşitli dinler kendi kutsal rnetinleri, te
olojik ve felsefî sistemleri, insan, kâinat, Tanrı ve ikinci bir h a
yat (eskatolojik) gibi anlayışlarında az-çok varolan farklılıklar
tveder\iyle değişik biçim lerde yaklaşm ışlardır. Nitekim probleme
Kelam, Tasavvuf, Felsefe ve Fıkıh gibi, İslâm düşüncesinin ana
disiplinlerinin oluşum unda birinci derecede kaynaklık eden
K u r’an açısından bakacak olursak, problem biz insanlar bakım ın
dan yine bütünüyle çözümlenmiş olarak görünmemektedir. Çün
kü K u r’an bize canlı-cansız varlıklar âlemini, birbirine sağlam
bir biçim de bağlı kuvvetlerden oluşan bir kozm os diye beyan
eder ki bu, T anrı’nın herşeyin kaynağı olan kudretini yine O ’nun
Tanrısal hikm etine ayrılmaz bir biçim de bağlı diye göstermesi
anlam ına gelir.^ K ur’an bize “Bütün hayrın A llah’ın kudretinde
bulunduğunu, O 'nun herşeye kâdir olduğunu”^ beyan eder. Bu
durumda, bütün mahiyeti ile hikm et olan T anrı’nın dilemesinin
hayır olduğu sonucu çıkıyor, ancak en genel görünüşü içinde ah
lâkî kötülük ve tabiî veya fiziksel kötülük diye ayırabileceğimiz
ve bir realite olarak yaşadığım ız çeşitli türden kötülükleri, böyle
bir netice ile nasıl uzlaştıracağız? Şerrin izafi olduğu, onu değiş
tirebilecek hatta ortadan kaldırabilecek güç ve imkânların varol-
b- Problem in Yorumu
Felsefe tarihinin antik dönem inde bütün icaplarıyla teistik bir
Tanrı inancı ve bağlayıcı dogm atik bir teolojinin henüz bulunma
dığını biliyoruz. O nedenle, anılan dönem in kötülük problemine
yaklaşım biçim ini gereği gibi belirlem ek m üm kün olamadığın
dan, sadece birkaç hususa dikkat çekm ekle yetiniyoruz.
Eflâtun, Tim aios diyaloğunda şöyle der; “...O halde oluşla ev
reni yaratanın, onları neden yarattığını söyleyelim. Yaratan iyi idi,
iyi olanda da hiçbir şeye karşı hırs uyanmaz. Hırs uyanmadığın
dan, herşeyin de elden geldiği kadar kendine benzemesini istedi.
Bilge insanların kanaatine göre oluşun, evren düzeninin en esaslı
ilkesi budur, biz de bu kanaati emniyetle paylaşabiliriz. Gerçekten,
Tanrı herşeyin elden geldiği kadar iyi olmasını, kötü olmamasını
istediğinden hareketsiz olmayan, kuralsız düzensiz bir hareket
içinde olan, gözle görünen şeylerin bütününü aldı; düzenin her ba
kımdan daha iyi olduğunu düşünerek, onu düzensizlikten düzene
soktu. Ama herşeyden üstün olanın yaratacağı nesnenin, en güzel
nesne olmamasına imkân yoktu ve yoktur. Biraz düşününce fa rkı
na vardı ki, gözle görünecek şekilde yaratılmış şeylerden, hiçbir
zaman zekâsı olan bir bütünden daha güzel, zekâsız bir bütün çı
kamaz. Bundan başka hiçbir varlıkta ruh olmayınca, zekâ buluna
mayacağını da anladı. Bu düşüncenin sonunda zekâyı ruha, ruhu
da bedene koydu ve evrene özü bakımından mümkün olduğu kadar
iyi bir eser yaratırcasına şekil verdi. İşte bu temelin, yakın düşü
nüşe göre gerçekten bir ruhu, bir zekâsı olan bu evrenin, bu canh
varlığın. Tanrı kayrasıyla yaratıldığım söylemek gerekir." *
Bu pasajda ve aynı diyalogda evren hakkında ileriki sayfalar
da verilen^ fikirlerin teodise yorum lan bakım ından bizim için
asıl önemi; daha sonra kurulacak olan dogm atik teolojilerde ve
özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda Batı felsefesinde kötülük proble
mi ve teodise etrafında alevlenecek olan tartışm aların tarihî bo
yutunu gösterm esi bakım ındandır. Zira, özellikle burada buldu
ğum uz Tanrı; "iyi idi" ve “evrene özü bakımından mümkün ol
duğu kadar iyi bir eser yaratırcasına şekil verdi” önermelerinin
içeriğinin hem en daim a konu ile ilgili tartışm aların odağında yer
aldığı görülecektir.
İnsanlığın önünde bir m esele olarak kötülük üzerine, yerleşik
din ve Tanrı inancına aykırı biçim de ilk cüreth yorum lara yine
8 Eflatun, Timaios, s. 24-25; Ayrıca bkz. Eflatun, Phaidon, s. 19-20 (Çev. S. Kemal Yetkin
in.Ragıp Atademir) İst. 1963; Alfred VVeber, Felsefe Tarihi, s. 59.
9 Eflatun Timaios, s. 28-31.
K ö lülulî Probli’mi ve Tcodısc 21 1
miş form ülünde bulduğum uz gibi, genelde bir dilemma biçim in
de tem ellendirdiklerini görmüştük. Böyle bir durum, ünlü ikile
min hangi önerm esinin sonucu olursa olsun yani T an n 'n m ister
gücü yetm ediğinden, isterse iyi niyetli olm am asm dan kaynaklan-
sm, problem in bu biçim de ortaya konmuş olması, yeryüzündeki
kötülükler nedeniyle Tanrı kavram ının itibarını zedelediğinden,
bunun ortadan kaldırılm ası gerekir. Çok iyi bilindiği üzere böyle
bir görev, birinci derecede T anrı’yı bütünüyle ve olabildiğince
belirleyen ve Tanrı-âlem ilişkisinde O ’nu, yegâne etkin sebep
olarak ortaya koyan teistik anlayışa ve dolayısıyla bu Tanrı kav
ramı etrafm da dinî bir doktrin oluşturan teolojilere düşmektedir.
İmdi, H ristiyan teolojisinin ilk ve etkili kurucularından oldu
ğunu gördüğüm üz A ugustinus’a göre evrende iyiliğin yanında kö
tülüğün de bulunm ası bir nizâm sızlığı değil, nizâmı doğurur ve
kötülük, kâinatm yapısına bu düzenin tam amlayıcısı ve zorunlu
parçası olarak katılır. O nedenle kötülük, Tanrı’nın iyilik ve kud
retine zarar vermediği gibi, O ’nun bu niteliklerinin daha açık bir
biçimde algılanm asına yardım eder, dolayısıyla savunulması ge
reken Tanrısal bir kusurdan söz edilemez. Kötülüğün yorumunda
ikinci olarak insanın özgürlüğünü temel alan Augustinus, kötülük
istikametinde kullanılan iradeden ve onun sonucu olan fiilden ay
rı, kendi başına bir kötülüğün varlığını da kabul etmez. Çünkü, iyi
olan T anrı’nın kötülüğe izin vermesinin yeterli nedeni vardır ve
bu da insanın özgürlüğünden kaynaklanır. A ugustinus’a göre, öz
gür iradesi sebebiyle kötülük (günah) işleyen bir varhk, böyle bir
iradesi olm adığı için kötülük işlemeyen varlıktan daha yetkindir.
Bu da dem ektir ki, T ann insana verdiği özgür irade sebebiyle kö
tülüğe izin verm iş olmakla, daha m ükem m el bir dünya yaratmış
olmaktadır. Kısaca, “işlediğimiz kötülüklerin nedeni kendi cüz’î
irademiz, çektiğim iz acıların nedeni de T a n n ’nm yargılamaların
daki hakkaniyettir.” Dolayısıyla evrende kötülük insanla birlikte
varolmuş yani insan tarafından işlenmiştir. Augustinus, Hristiya-
nî doktrinde çok önem li yer tutan “Düşü§=Hubut-ı  d em ", “Aslî
g ü n a h -p eşe original” ve “K ejfaret” gibi kavram ları da teoloji
sinde bu istikam ette yorumlar. Nizâm ve gâye kanıtını eleştirenle-
Köfü/ü/? P»'()/î/rmt ve IVoc/isc 2)3
rin iddia ettiği gibi, ister mikro ister makro plânda olsun, vasıta
larla gaye arasında bir nizâmsızlık yoktur, çünkü her tabiî varlık
iyidir. Meselâ; canlılardaki göz bizzat iyidir. Körlük ise bir ''§ey”
değildir ve körlüğün kötü olması, gözün aslî iyiliğinin gerçekleşe
memesidir. Kötülüğün İlâhî nizâmda bulunması meselesine gelin
ce; yarattıklarında nizâmı seven bir Tanrı’nın, düzeni içinde sev
mediği kötülüğe müsaade etmesi, çelişkili olmakta değil midir so
rusu akla gelebilir. Bunun cevabı şudur: Önce; T a n n ’nın kötülü
ğü sevmemesi, onu kâinatın düzenine hiç koymamasını gerektir
mez. Zira, kötülüğün de bir düzeni vardır ve bu da Tanrı tarafın
dan sevilmemektedir. Onun için, kötülük evrenin nizâmının dışın
da değildir. Bu mantıksal zorunluluğun, gerçeklik dünyasıyla ters
düşmediği, toplum da gözlenebilir. Meselâ, bir cellat iğrenç ve zâ
lim diye görülebilir ama ne kadar kötü görünse de suçluların ce
zalandırılm asına yaradığı için, toplum düzeninin bir parçası oldu
ğundan, toplum ve hukuk düzeninde onun da bir yeri v a rd ır. *3
A ugustinus’un teodisesinde Hristiyanlığın “Düşüş" (Hubut-
ı Âdem ) inancının da önem li yer tuttuğunu söylemiştik. Buna gö
re; Tanrı insanı önce günahsız yaratmış ve kötülüklerden uzak bir
dünyaya yerleştirm iştir. Ama insan, bilerek ve özgürlüğünü kö
tüye kullanarak kendisi günaha düşmüş, bazı insanlar Tanrı’nın
lütfü ile kurtarılıp, bir kısmı da cezaya uğratılacaktır. Burada
T anrı’nın adaleti ve iyiliği açıkça ortadadır.
A ugustinus’un kısaca gördüğüm üz bu yorum ları 13. yüzyıl
da St. T hom as’da, 16. yüzyılda Hristiyan reform cular Luther ve
C alvin’de ve nihayet bu dünyanın mümkün dünyalar içinde en
iyisi olduğunu savunan Leibniz’de ve çağdaş filozof Alvin Plan-
tinga’da tekrar edilip savunulacaktır.
D ünya’nın zorlukları, tehlikeleri, kısaca kötü yanlarının, in
sanın ruhî gelişim i için uygun bir çevre oluşturduğu biçimindeki
diğer bir Hristiyanî gelenek, başta Irenaeus (öl. 202) tarafından
savunulm uştur.
13 Augustinus, İtiraflar, s. 1 25-1 28 (Ç ev, Dominik Pamii), İstanbul, 1997; Ayrıca hkz. ?ekl
Ö;!:can, age, s. ll^ vd .
214 D ü ş ü n c e T arihin de T an rı Sorunu
İle kavram alıdır. Nitekim, varlığı bir bütün olarak kavrayan, şey
ler ve olaylar arasındaki irtibat, nizâm ve kanunu değerlendirebi-
lenler, evrenin gerçekleri hakkında doğru bilgiye ulaşır ve gide
rek hidâyeti, basireti ve kesin (yakînî) bilgisi gelişir. Bunun so
nucunda da o kimsenin Tanrı katındaki değeri artar. Bunun aksi
ne, evrendeki varlık ve olayları parçalar (cüziyyat) ve fertler h a
linde kavram aya çalışan kimse, çıkm aza girer, giderek şüpheleri
ve sıkıntısı artar, sonuçta da T a n n ’dan uzaklaşm ış olur.'^ M ese
la; dünyada günahsız ve suçsuz çocukların acı çekmesi, iyi insan
ların belâlara ve birçok kötülüğe m aruz kalması, kötülerin nim et
ler içinde bulunm ası, güçlülük-zayıflık, zenginlik-fakirlik gibi
zıtlıklar, bir sürü zararlı hayvanın bulunm ası gibi kötülükler, ev
renin külli nizâm ı içinde düşünülm ez de, ayrı ayrı değerlendirile
cek olursa, bu yaklaşım insanı şüphe, kötüm serlik ve inkâra gö
türebilir. Bunun doğal sonucu da evrenin bir sahibinin, hikmetli
bir kudretin (Tanrı) inâyetinin bulunmadığı, aksine orada rastlan
tıların geçerli olduğu, bir yaratıcı varsa bile yarattıklarından h a
bersiz bulunduğu yani cüzilerle ilgilenm ediği gibi bir anlayış ola
caktır.*'^ G örülüyor ki İhvan, saf bir düşünceden ibaret olan, yal
nız kendini bilen ve düşünen, evrendeki cüzilerle ilgilenm eyen
Peripatetik Tanrı anlayışını ve esasen Tanrı-âlem ilişkisinde bü
tün Deistik yaklaşım ları reddetm iş görünüyor.
A nlaşıldığı kadarıyla, âlemdeki kötülüğü arızî ve İzafî diye
değerlendirdiğini gördüğüm üz İhvân, insan da dahil canhlar âle
m inde kötülükleri üç grupta toplar:
1- Yalnız canlılarda gördüğüm üz acı ve elemler.
2- C anlılardaki birbirine düşm anlık eğilimleri.
3- K asıt ve iradeye bağlı olarak ortaya çıkan kötü fiiller.
Buna göre, hayvanlarda gördüğüm üz açlık elemi, onların
beslenm esini, vurm a ve yaralam a gibi davranışlardan doğan
elem ler, onları telef olm aktan korur. Görülüyor ki birer kötülük
kuvvetli ışığı olan bir lâmba ile yanan bir mumun yanya-
na bulunm asına benzer. B unlar karşılaştırıldığında, m u
mun ışığı lâm baya göre karanlık diye değerlendirilebilir.
2- Kötülük, varlığa sonradan ilişen bir şeydir ve bize göredir,
dahası, onun külli varlığın nizam ında bir yeri hatta gerek
liliği vardır. Tanrı (Evvel), önce felekleri tedbir eden Akıl-
lar’ı, sonra insanı, hayvanları, m adde alem ini vb. varet-
miştir. İşte bu âlemde çok hayır ve iyilik, az kötülük var
dır. Çünkü bu âlem feyz derecelerinde süfli (aşağı) bir du
rum da bulunur ve değişmeyi kabul eder. Bu âlemde az
şerden dolayı çok hayır terkedilemezdi. Esasında hayır
olan yağm urun bazan felaketlere sebep olm ası buna örnek
o la b ilir .2 5
26 Farabi, Füsulü'l-Medeni, s. 60; Aıau ehlı'l-medineti'l Fiuıle, s. 57, (A. Nasri Nader) Bey
rut, 1985.
27 Farabi, Kitabu'l-Cem' beyne re'yeyi'l-Hakimeyn, s. 103.
28 Farabi, Kitabu'l-mille, 45; IhsaLi'l-ulum, s. ^22- ^2' ^.
29 Farabi, Füsulü'l-Medeni, s. 59-60.
220 D ü ş i i n c f Tiirihınc^f' 7 'n n n .S o r u n u
35 İbn Sina, İlahiyiU, II, s. 414-415; Necat, s. 32U; İşarat, III, s. 137vd.
36 İbn Sina, Işarai, IV, s. 729 (nşr. Süleym<^n Oüny.ı), Kahire, 1957; et-Ts'likal, s. 159.
222 Duşünrf' 7\ın/ifiîf/f' ’i'flnrr 5orunw
61 Enbiya, 22.
62 İbn Rüşd, Tehafüt et-Tehafüt, s. 97.
63 İbn Rüşd, Kitabu'l-keşf, s. 236-237.
64 Bakara, 30.
230 /îijşiiiHp Tarihinde Tanrı .Soru nu
71 Gazzali, el-İklisad fi'l-i'tikad, s. 184, (nşr; İbrahim Agah Çubukçu-Hüseyin Alay), Anka
ra, 1972.
72 Gazzali, el-İktisad, s. 101-102; İhya, c, IV, s. 321-322.
Katü lülı Prah lcıvi ve ' / V m/ i s c 2'13
73 Mu'tezile'nin konu ile ilgili görüşleri için bkz; el-Hayyâl, Kitabu'l-İntisâr, s. 93 vd.; el-
Eş'arî, Makâlâtü'l-İslâmiyyîn, s. 155, v.d.; eş-Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, c. I, s. 43, v.d;
Bagdâdî, el-Fark Beyne'l-Fırâk (Mezhepler Arasındaki Tarkliir), s. 100, vd.; Kâdî Abdülceb-
bâr, .Şerhu Usûli'l-Hamse, s. 149, vd; Albert N. Nâder, Felsefetü'l-Mu'tezile; W. Montgo-
mery W a it İslâm Düşüncelinin Teşekkül Devri, ,s. 299, vd.; Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi-
Cii'iş, s, 173, vd.; Ko.mal İşık, Mu'tezile'nin Doğuşu ve Kelâmı Görüşleıi, s. 67, vd.
K c i l ü l ü İ ! / ' ı . ı l ı l ı ' n ı i ve /(-(k/İsi- 235
felsefe ve akıl ile din arasındaki sorunlara iyimser bir tavırla yak
laşmıştır. T a n n ’nın iradesi, kudreti ve evrendeki kötülüğün anla
mı gibi konuları tartışırken, bütün bunları rasyonel-mantıksal bir
tabana oturtmaya çaba göstermiştir. Bir uyum ve uzlaştırma filo
zofu olan Leibniz, çağının gidişatmın aksine, ortaçağların en m ü
him m eselesini yani akıl ile iman, felsefe ile din arasında bir itti
fak ve uyum kurm a işini yani ortaçağ teoloğunun görevini yeni
çağda üslenm ek ve gerçekleştirmek, onun en mühim çabalarmdan
biri olmuştur. Filozofun kötülük problemine yaklaşımında, Tanrı
ve sıfatları, evrenin teleolojik yorumu ve “/y/”nin anlamı gibi hu
suslar önemUdir. B urada aynca, kötülük ve teodise kavramlarının
ilişkisi içinde farklı çıkış noktalan bulunan çeşitli sorulara cevap
bulunm aya çalışılır. Bunlar; “kötülüğün kaynağının ne olduğu",
“Tanrı’mn günah ve kötülüğe müsade etmesinin sebepleri" ve
“bu müsadeden doğan neticeler" diye sıralanabilir. Unutmayalım
ki, Leibniz bu sorunlara ne Hume gibi septik bir tavırla, ne de çağ
daş filozof J. L. M ackie gibi ateist bir yaklaşım la değil de, kendi
sinin belirttiği üzere bir “doğal teoloji” problemi olarak yaklaşa
caktır. Buna göre problem; “Dünyada çeşitli türden kötülükler
varolduğuna göre, sonsuz kudret ve iyilik sahibi yaratıcı bir Tan
rı varolabilir mi?" biçim inde değil de, “anılan sıfatlara sahip bir
Tanrı varolduğuna göre, acaba O, bu kötülüklere niçin müsade
etm iştir?” tarzında ortaya konup, buna cevap aranacaktır.
Hemen belirtehm ki, Leibniz, gerçekçi bir yaklaşımla; “Tan-
r ı’nın yarattığı bu dünyada kötülüğün bulunduğunu” inkâr etm e
yerek yani kötülüğü gerçek bir olgu olarak görm esiyle, realist bir
evren tablosunu baştan kabul eder. Genel anlam daki kötülüğü de;
“f iz ik " , “m oral" ve “m etafizik" kötülükler diye üçe ayırır. İlk iki
tür kötülüğün kökleri, “varlıklardaki aslî tam m ükem m el olm a
yış” dem ek olan m etafizik kötülüğe dayanır. Yani, fizik ve m o
ral kötülükler, m etafizik eksikliğin bir neticesidir. Am a bu eksik
lik, yetkinliğin ve m ükem m elliğin derece derece eksik olması an
lam ındadır ve bu İlâhî hikm et bakım ından böyle olm ak zorunda
dır. M utlak yetkin olm am a zaten dünya kavram ında zorunlu ola
rak bulunur. Bu da bize m etafizik kötülüğü ifade eder.
KöfMİü/? I'rolylnni ve 7 cO(/t.sc 239
&0 Leibniz, Monadoloji, s. 7-6, (çev. S. Kemal Yelkin) Ankara. Aynca bkz; Ninnian
Smart, Hiştorical Selections in ihe Philosophy of Relıj^ion, s. 14,^.
81 Leibniz, age, s. 7; Kari Vorlanrler, Felsefe larihi, II, s. HO,
240 Düşünce T a r i h i n d e T am ı S o r u n u
(A)yı (B)ye tercih etm ek için hiçbir sebep olmadan (A)da karar
kılıyor diyelim. Filozofa göre T a n n ’nın bu fiili övgüye lâyık d e
ğildir. Çünkü o, T anrı’nm övgüye lâyık olm ayan hiçbir eylemde
bulunm adığına kesin olarak i n a n ı r . T a n r ı ’nın bakîm oluşunun,
O ’na tanıttığı iyiliğinin seçtirdiği, kudretinin doğurduğu en iyi
nin varlığına sebeb de işte bunlardır.*^”^
Kısaca Tanrı, “en iyi olan" ilkesine uymak durumundadır.
En iyi olandan anlaşılm ası gereken şey ise şudur: Tanrı, varlıkla
rın ilk sebebidir. O ’nun kudrette, hikm ette, hayırlılıkta mutlak
yetkinliğe sahip olması gerekir. Bu yüksek hikm et, sonsuz bir
hayra bağlıdır. T an rı’nın en iyi olanı seçmekte kusur etmesi
m üm kün değildir. En iyi olm asaydı. Tanrı m üm kün âlemlerden
hiçbirini seçemezdi. Bu "en iyi” ilkesi, filozofta yeter sebep il
kesine dayanır. Tanrı sebepsiz ve hikm etsiz hiçbir şey yapmaz.
O, m utlak yetkinlik olduğundan, bu sebep ve hikm et de en iyi
olanı seçmekten başka bir şey olamaz. Zira Tanrı, en iyi olandan
daha az iyiyi tercih etseydi, o zaman O ’nun eserinde düzeltmeye
ve tam am lam aya muhtaç yönler bulunm ası gerekirdi.**
İmdi, öyle görünüyor ki, L eibniz’e göre T anrı’yı bu âlemi ya
ratm aya götüren sebepler ne olursa olsun bu âlem, mümkün olan
âlem lerin en iyisi ve en m ükem m elidir. Filozof, evrende kötülü
ğün varlığı-yokluğu, ondan kim in sorum lu olduğu meselesinin
çözüm ünü, yukardaki bu tem el önerme etrafında gerçekleştirm e
ye çalışacaktır. Ontolojisini, M onadlar Teorisi ile E zelî Ahenk
fikri üzerinde tem ellendiren Leibniz felsefesinde evren, içinde
hâkim olan nizâm ve ahenk sebebiyle, m üm kün olan âlemlerin en
iyisidir. Dünyadaki kötülükler, kötünün kendisi değil de sadece
görünürdedir.
Felsefe tarihinde optim izm in ilk akla gelen düşünürlerinden
olan Leibniz, Tanrı ile insan arasındaki bağın, sevgi ve T anrı’nın
yarattıklarına razı olma esası üzerine kurulm ası gerektiğini söy-
94 Emsi Von Aster, Bireşim ve U yum Filozofu Leibniz, Felsefe Arkivi, c. II, sayı 2, s. 9.
K o a 't/» /? rro h lcm i ve Trodisc 247
](^hn H ıck, Evil and G o d o l'Lo ve, s 166 (London, MncmilİFin, 1905).
Kn7i(lü/? Prcj/'j/e’Mii v(“ '/Vot/is'c 249
c- Sonuç
Buraya kadar görüldü ki, kötülük problemi ve kötülüklerin
var olduğu bir âlemde İlâhî adalet, iyihk, hikmet, sevgi gibi kav
ramları anlam landırm aya çalışan teodise üzerine düşünceler, bel
ki de insanın yeryüzünde varoluşuna kadar gerilere gitmektedir.
Ama onun sistem atik biçim de tartışılm asını herhâlde felsefe ve te
oloji tarihiyle sınırlandırm ak gerekmektedir. Ve yine görüldü ki,
kötülük problem inin form ülâsyonlan birbirinden farklı olmakla
birlikte, onun merkezileştiği sorular oldukça sınırlıdır. Problem
geleneksel teizm de özellikle üç kavram etrafında odaklaşır:
a- Sonsuz kudret sahibi olmak, “Tanrı sonsuz güce sah ip
tir." b- M utlak iyi olm ak (adaletli ve merham etli olmak),
‘‘Tanrı âdildir." c- D ünyada çeşitli şekillerde var olan kö
tülük. “Â lem de kötülükler vardır." Burada, ilk iki niteli
ğe sahip olan bir Tanrı varsa, kötülüğe m üsade eder mi?
Bunun hem en akla gelen cevabı; belki, edemez, etm em e
lidir olacaktır. Ama, her türlü iyim ser yorum a rağmen k ö
tülük de bir gerçektir. Ö yleyse Tanrı var değildir. En
azından bu problem karşım ıza T anrı’mn; iyilik, adâlet,
kudret sıfatlarını savunurken, çok rahat olamayacağımızı
hatırlatır yani, yukardaki üç tem el önermeden her hangi
ikisi şayet doğru diye kabul edilirse, üçüncüsü yanlış ola
caktır. O ysa buraya kadar gördük ki, her üç (önerme de ço
ğu teolojik sistem lerin problem le ilgili vazgeçilm ez un-
97 Süreç felsefesi ve onunla ilgili problem ler hakkında daha geniş bilgi için b k z .‘ M ehm et
S. Aydın, "Sü re ç (Proses) Felsefesi İşığında Tanrı-Âlem İlişkisi, A .Ü . İlahiyat Fakültesi
Dergisi, X X V II, 1985, s. 31-87; M evlüt Albayrak, VVhiteheadci Ulûh iyet Anlayışı ve O r
taya Ç ıkardığ ı Problem ler, (Basılm am ış D o klo ra Tezi) İzmir, 1997; john H ıck,
Philosophy of Religion, s. 49, vd.
98 J.L. M ackie, The M ira c le of Theism, s. 150.
Köfüliilî P r o b i r n ıı vr '/ r r ) f / i s c 2S1
9^) The E ncyclop edia ol' R elij’ioa, Ron;^kl M . G reen, "Theaclise" Maddesi, C. X,
256 Diişüııct: Taı ih im lf Tcını ı . S o r u n u
TANRI-ALEM İLİŞKİSİ
259
TANRI-ÂLEM İLİŞKİSİ
a- TEİZM
İşte, Tanrı anlam ına gelen T heos’dan türetilm iş bir sistem
olarak teizm (Theism) ilk anda; bir Tanrı inancına sahip olmak
veya bir T anrı’nın varlığına inanm ak anlam ına gelir. Unutulm a
m alıdır ki, teizm, çoğunlukla m onoteizm ile eşanlam lı olarak
kullanılm ıştır.' Klâsik veya geleneksel teizm de Tanrı, imdi var
dır ve daim a varolmuş ve varolacak (ezelî-ebedî) tır. O ’nun var
lığı başkasından değil de kendisindendir. O, evreni yaratan, her
şeye gücü yeten, sonsuzca iyi, ahlak ilkelerinin kaynağı, irade sa
hibi, şuurlu ve herşeyi bilen ve heryerde varolan bir varlıktır. O
sanki, bedeni olm ayan bir ruh ve m ânâ s ^ i b i bir kişidir. Yani te
izm öncelikle T anrı’nın bir zât, bir şahıs ya da kişi olduğunu k a
bul eder. Kısaca Tanrı; zâtî bir varlıktır. Am a bu zâtî oluş, bir
madde olarak bedenli olma anlam ında değildir. Tanrı, herhangi
bir m addeye bağlı olm aksızın fizikî evrende tasarrufta bulunabi
lir. Bu niteliği ile O, zaman ve m ekânın bütününde veya onların
belli bir yerinde değil de, her zaman ve her yerde hâzırdır. Tan-
rı’nın böyle bir zât olarak düşünülmesi dinî ve ahlâkî bakımdan
çok önemlidir. Varoluşumuzun sebebi Tanrı olduğu gibi, varlığı
mızı sürdüren de O ’dur. T ann, bu mükemmel evreni bize bahşet
mekle cöm ertliğini (Cûd) göstermiştir. Öyle ise biz de O ’na kar
şı saygı duymak, dua ve ibadet etmek, emir ve yasaklarına riayet
etmek gibi yüküm lülük ve sorum luluklar taşımaktayız. Ve bütün
bunlar, Yahudîlik, Hristiyanlık ve İslâm gibi m onoteist dinlerin
Tanrı anlayışlarm ın esasmı ifade eder.2 Burada, K ur’an ’ın Tanrı
kavramını soyutlam a yönünde gösterdiği itinayı ve şirk ve putpe
restlik gibi anlayışlara karşı koyduğu tavrı hatırlayalım .
Böyle bir teistik anlayışta herşeyden önce Tanrı aşkın (müte-
âl) bir varlıktır. Bu da T anrı’nın dünyadan, evrende varolan her
şeyden ve akla gelebilecek herhangi bir varlıktan tümüyle farklı
olması demektir. Teizm T a n n ’yı bir zât olarak belirlemesiyle,
kendisini bir yandan panteizm den ayırır, diğer yandan da bir fel
sefî anlayış olarak görülm esinden uzaklaştırır. Böylece teizmde
Tanrı, bir kavram olm aktan ve evrenle aynılaştırılm aktan kurtul
muş olur. Aşkın olmayan bir varlığın Tanrı olamayacağını ısrar
la savunan teizm, bu nedenle evrendeki herhangi bir varlığa ulû-
hiyet atfedilm esine şiddetle karşıdır. Teizm de Tanrı, aşkın oldu
ğu gibi, aynı zamanda içkindir. Şu anlam da ki; etkin bir sebep
olarak heryerde ve herşeyde bulunur. Yaratıcıdır, düzenleyicidir
ve hayat vericidir. Ama tüm bu nitelikler O ’nun varlıklar âlem in
de bulunduğu ya da onların bir parçası olarak varolduğu biçim in
de anlaşılm am alıdır. Yani kısaca; sonsuz kudreti, ilmi ve iradesi
bulunan ve aşkın olan T anrı’dan başka herşey, ontolojik anlam
da varlığını yine ve sadece T a n n ’ya borçludur.
T a n n ’nın hem aşkınlığı hem de içkinliğine işaret eden teizm,
bu m ahiyetinin, ilerde göreceğim iz deizm ve panteizmin iki aşın
ucu temsil eden yorum larından farklı olduğunu ısrarla belirtm e
ye çalışır. M onoteist dinlerde görüldüğü gibi teizm in böyle bir
2 ).l M ackie, The M ira c le of Theism, s. I . R ichard Svvınbııı ne, The Gxinlent e of s.
90; John H ick, ii.g.e., s. 5 v.d.
262 D iifiiıu t' T arihin de Tcııın S o r u n u
b- DEİZM
B ir T anrı’nın varlığını kabul etme anlam ında olm ak üzere
Deizm, ateizmin antitezi ve teizm in eşanlam lısı bir terimdir. D a
ha önce de belirtildiği gibi latince “D e u s” (Tanrı) terim inden tü-
Ernest Cam pbell Mossner, "D e iz m " maddesi, s. 326, The Encyclopedia o f Philosoph, ed.
Paul Edvvards, London, 1972
Zekeriya Râzî, Resâilü Felsefiyye, s. 17-18,95-'J6 (nşr, Paul Kraus), K alıire 19;<9. Ayrıca
bkz; Salam on Pines, M ezhebu'z-Z ene m de'l-müslimin, s.59; Abdurrahm an Redevi, M in
Tarihi'l-ilhâd fî'l-İslâm, s. 1()5, Beyrut, 1980: İbrahim M edkıır, rı'l-Felsefeti'l-islam iyye,
C,l. 5. 85, Kahire, 198.1.
266 Diİşİîikc Tarihinde T a n n . S oru nu
Çünkü deizmde Tanrı âlemi bir defa var etmiş, ona belli ilke ve
yasaları koymuş ve kendi başına terketmiştir. Artık Tanrı, aşkın-
lık sıfatına sahip bir varlık olarak, âlem ve insandan çok uzaklar
dadır. Böyle bir ulûhiyet anlayışının felsefe tarihindeki kökleri
A ristoteles’e kadar uzanmaktadır ama onun asıl tartışıldığı dö
nem, 17. ve 18. yüzyıllar batı felsefesinde görülür. Bu özelliği ile
eleştirel din hareketinin Tanrı anlayışını da ifade eder. Bilindiği
gibi Yeniçağ Felsefesinde bir yandan rasyonalist ve emprist gö
rüşler öte yandan doğa bilimlerinin giderek elde ettiği başarı ve
nihayet bilim -din sürtüşmeleri artık evrenin akla ve bilime terke-
dilmesi gerektiğini savunuyordu. Böylece evren kendisini yöne
ten yasalarıyla anlaşılıp açıklanacak, İlahî bilgi (vahiy, ilham) m u
cize ve keramet gibi dinin ileri sürdüğü olağanüstülüklerin çıkm a
zından kurtulunacaktı. Çünkü buna göre, olağanüstü mükemmel
çalışan evren, devamlı bir müdahaleyi gerektirmez. Böyle bir âle
mi var edip kuran Tanrı da zaten sonsuz bir yetkinliğe sahiptir.
Kısaca deizm; zihnin kendi doğal gücü ile tanrısal gerçeğe erebi
leceğini, bu gerçeğin salt inanca dayanan vahyedilmiş bir doğru
olmadığını ve Tanrının sadece varlık bakım ından değil, etkinlik
bakım ından da doğanın üstünde ve dışında olduğunu savunur. Fa
kat böyle bir Tanrı-âlem ilişkisi sonuçta, Tanrı-insan ilişkisini de
aynı biçimde belirlediğinden, insan bakımından artık dinlerdeki
kulluk, ibadet, dua, v.b. hususlar doğal olarak anlamsızlaşacaktır.
Yani, evren ve insan için T anrı’dan birşeyler yapm ası (ilahî
inâyet) veya yapm am ası yolundaki talepler, mükem m el evren ve
sonsuzca yetkin Tanrı kavram larına uygun düşmememektedir.
Dinlerin ve teistik görüşlerin önünde daim a bir sorun teşkil eden
kötülük ve teodise kavram ları da deist anlayışta önem ini yitirmek
tedir. Çünkü dünya artık insana terkedilmiştir. Bu özelliği ile de-
izmin; doğmatik dinlerin ve diğer teistik iddiaların Tanrı inancını
ve Tanrı-âlem ilişkisini reddettiği, dinlerin oluşturduğu kutsal ku
rum lan ve kişileri eleştiriye açtığı ama öte yandan ateist, fideist,
panteist ve agnostik görüşlere de karşı olduğu anlaşılmaktadır.
Özetle; evrene m üdahale etm eyen bir tanrı anlayışı ve akıl ile bi
lime aşırı saygı deizmin en önemli özellikleridir.
T c m n - A lf n t İ l i ş k i s i 267
bile tartışılm ayan kişi ve kıırum lann eleştirilm esine bir zemin ha
zırlıyor, dolayısıyla dine ve kutsallığa dayandırılan sosyal, siya
sî, ekonomik, hukukî, fikrî vb. istismarları eleştirip önlem ede ya
rarlı da olmuştu. Deizmin yararlı yönleri hanesine kaydedilebile
cek bu öneminin yanında, eksik ve başarısız taraflarını da gör
m ek gerekir.
Önce, deizm Tanrı kavramına ve din fenom enine katı bir ras
yonalist bakış ile yaklaştığı için, özellikle din dünyasındaki irras
yonel özellik ve unsurları kabul etmemektedir. Böyle bir durum
bilhassa din fenom eninde m erkezî bir kavram olan ve ‘‘inanma-
inanç" terim leriyle de ifade edilen "iman" kavram ıyla ilgili ola
rak ortaya çıkar. M ahiyeti, basit ya da kompleks olması, kaynak
lan vb. çeşitli olm akla birlikte, herhangi bir dinî ele aldığımızda
orada “im an” terim iyle ifade edebileceğim iz bir olaym bulundu
ğunu görürüz. Bir yönü ile “B ilm e", “Bilgi" ve “Düşünce" ile
de ilgili bulunan am a düşünm enin ve aklın bütünüyle kuşatam a-
dığı bir alan olarak “M utlak Varlık" sahası, inanm ayla temas ku
rulabilen bir dünya olarak kabul edilir. Demek ki, insanın algıla
ma, bilm e ve düşünm e güçlerinin yanında fakat onların uzanabil
diği alanı da aşan bir başka gücü im an’dır. Bu anlam ıyla inan-
m a’nın konusu, saf bilgi ve düşünce kalıpları içine kolayca sığdı-
nlam ayan Aşkın Varlık (Tanrı)tır. Teolojik sistemlerde bu Var-
lık ’ı kavrama, tanıma ve ifade etme yönünde pek çok akılcı spe
külasyon yapıldığını biliyoruz ama, O ’na “inanm a” (iman)dan
başka bir yol ile ulaşılam ayacağı fikrinin ağırlık taşıdığı da bir
gerçektir.
Tanrı-insan ilişkisi bakım ından deist anlayış, insanı saf reali
te ile yani dünyanın katı gerçekleri ile başbaşa bırakır. Oysa,
böyle bir durum çoğu zam an çaresizlik ve üm itsizlik doğuraca
ğından, insanın yaşaması için yeterli gelmez. İnsan, geleceğe dö
nük cephesiyle bir şeyler um m ak ve beklemek arzularıyla dolu
dur ki, ancak bu sayede realitenin yıkıcılığına karşı koyabilir. Fa
kat bu arzu ve üm it kendi başına var olup devam edebilen bir du
rum olmayıp, onun sağlam bir tem ele yani geleceği çerçeveleyen
kuvvetli bir inanca dayanm ası gerekir. İşte, bu sebeple, Aşkın bir
I'cııırı-Alt’nı lliflıisı 269
Ama bu tür bilgi am îyâne veya bilim sel bir nitelik taşımaz. O da
ha çok metafizikse! özelliklidir. Çünkü; Tanrı, evren ve onun
kaynağı, amacı ve sonu, insan ve kaderi, Tanrı-insan ilişkisi gibi
bilimsel olmayan problem ler, dinsel bilginin konulan içindedir.
Bilindiği gibi burada felsefî bilgiye bir benzerlik sözkonusudur
ama, din kendi bilgilerini, insanı ve onun hayatını, içinde yaşadı
ğı evrenle anlamlı ve etik bir ilişkiye, bir iman konusu olarak
sokmasıyla, felsefî bilgiden de ayırmış olur.
Deizmdeki koyu akılcılık, bilimin yeniçağdaki başarılarının
da etkisiyle, dindeki fideizmin önemini geri plâna itmiştir. Oysa
dinde iman; bir konu, varlık ya da değer hakkm daki bilgi yetersiz
liğinden dolayı ortaya çıkmış değildir ki, bilim ve felsefe tarafın
dan yeterli bilgi verilince terkedilebilsin. Aksine inanç; beşeri bil
giye göre otonomlugu bulunan yani insanın zihinsel, ruhsal ve ira
dî bir kabulünden ibarettir. Bu da bize. Bilm e ile İnanma arasın
daki bir türlü doldurulam ayan boşluğu ve rasyonel teolojilerin bu
yöndeki çabalarının anlam ını hatırlatır. B ir başka yönden deizm;
genelde nübüvveti dolayısıyla vahyi reddettiği için insana; Tanrı,
evren ve insanın kaderi, Tanrı-insan ilişkisi ve belli ahlâkî ilkele
re dair bilgiler sunan am a dinde çok önemli yeri bulunan kutsal
metinleri de reddetmiş olmakla, din gerçeğine ters düşmektedir.
Fakat kutsal metinlerin verdiği bu tür bilgilerin öte yandan, özel
likle yeniçağda astronomi, jeoloji, biyoloji, antropoloji vb. bilim
lerle niçin sürtüştüğünü yani neden bir din-bilim çekişmesinin va
rolduğunu ve nihayet bütün bunların niçin Hıristiyan batı dünya
sında ortaya çıktığını da anlam amıza yardımcı olur.
c- PANTEİZM
B uraya kadar görüldü ki, teizm; ezelî-ebedî, sonsuzca kudre
ti, iradesi ve ilmi olan, herşeyi vareden ve sürdüren, aşkınhk sı
fatıyla hiçbir varlığa benzem eyen ama içkinliğiyle tüm varlığın
ve olayların sebebi olan Tanrı anlayışıyla, Tann-âlem ilişkisinde
canlı, dinam ik ve süreklilik arzeden bir görüş, ontolojik anlamda
da Tanrı ve Âlem olarak ikili (dual) bir varlık yorum u öne sür
müştü. Keza, deizm de T anrı’nın aşkınlığına çok büyük bir önem
atfetmiş am a âlem le ilişkisi bakım ından T anrı’nın bir kerelik
fonksiyonunu savunduğu için, içkinliğini yani âlemle ilişkisini
reddetm iş fakat o da yine teizm gibi varlıkta bir dualite öngör
müştü. B unlardan birincisi daha çok monoteist dinlerin benimse
diği İkincisi ise felsefî karakterli bir özellik arzeden görüştü.
İşte, Tanrı-âlem ilişkisinde bir başka önemli yaklaşım da kar
şım ıza Panteizm {Kam u Tannctlık-Tüm Tanrıcılık) olarak çıkar.
Ve bu, hem dinî hem felsefî nitelikleri olan bir doktrindir. Pante
izm terim olarak ilk defa 18. yüzyıl başlarında John Toland tara
fından telaffuz edilm iştir. Panteizm ’e bir doktrindir diyoruz çün
kü, panteist varlık yorum larına felsefe tarihi boyunca rastladığı
mız gibi, onu teolojik sistem lerde ve basit-gelişm iş hemen her di
nî kültürde az-çok çeşitli biçim leriyle bulm ak mümkündür. Din
lerde bazen, dinin asıl yapısına ve doğm alarına da aykırı gelen
biçim de panteist unsurlara rastlam ak mümkündür. Meselâ, Hıris
tiyanlık ve İslâm, bilindiği gibi esasen teist Tanrı anlayışlarıyla
dualist bir varlık anlayışına sahip olduğu halde, onlarda monist
yorum lara da rastlanır. Böyle bir durum herhalde Tanrı-insan,
Rabb-kul ilişkisinde, insanın psişik ve duygusal özelliğinden gel
mektedir. Çünkü insan, inandığı ve bağlandığı aşkın varlığı ken
disine daha yakın olarak görm ek istemekte hatta, O ’nun varlığın
da kendi varlığını eritm ek arzusunda bulunabilmektedir.
Buna göre Tanrı, evrende ayrı ve aşkın değildir. O, ya tabiatın
kendisi, ya da doğa düzeninin bir cephesidir. Bir başka ifadeyle; ya
272 DüjüîU'c' Tarihinde Tanrt Sorunu
9 A, Laland, M evsûa Laland el-Felsefiyye, c.lll, s.933 (Çev. H alil Ahm ed H alil), Beyrut, 1996
10 R.M.VVenley, Encyclop edia of R eligion and Ethics, "Panco sm ism ", c. IX, ?..6 0 1 ,
Edinhurg, 1 930.
Iiiiııı Alcın llifk n i 2 7^
12 Spinoza, a.g.e., s. 4.
13 Etienne C ilson, Tanrı ve Felsefe, s. 6fl. (Çev. M ehm e( Aydın), İzmir,
276 Diİjiİiky T c ı ı i l v ı u i r T a n n . S o ıı ım ı
a- Ortak N oktaları
1- Her ikisi de ulûhiyeti ve ontolojik problem leri konu edi
nir. Ama Spinoza T anrı’yı tanıtırken, O ’nu evren ile öz
deş kılmış görünür. Vahdet-i vucûd’ta ise Tanrı; Z ât’ı ba
kımından aşkın, sıfat ve isimleri itibarıyla içkindir. B ura
da “M utlak V arlık” kavramı, sistemin özünü oluşturur.
Ontolojik olarak “V ü c û d -V a rlık ” bir ve tektir, bu da
M utlak B irlik’tir. Şeyler, ayrıca bir varlığa sahip değil de
ancak T anrı’nm vucûdu ile varlık kazanan çeşitli sûret, te
zahür ve tecellîlerdir. Yani, “H er Şey Tanrı" denirken,
T anrı’nın her şey olm adığı söylenm eye çalışılmıştır. B u
rada Tanrı, çokluğun arkasındaki Birlik ve görünüşün ar
kasındaki Hakikat diye yorum lanm ıştır. A ynca T anrı’ya
kulluk söz konusudur. Böylece Vahdet-i vucûd T anrı’yı
âlemde içkin gören panteizm den olduğu gibi, aşkın gören
teizm den de belli ölçüde ayrılm aktadır ki, işte burada m o
noteist m ahiyetli ve T a n n ’m n aşkınlığı sıfatında ısrar
eden K elâm cılarm sünnî Tanrı anlayışıyla onun arasında
belli problem ler çıkm aktadır. Esasen, her iki ekol de ken
di sünnî doktrinleri tarafından eleştirilm iştir.
2- H er iki ekol de belli kültürlere ait olduklarından, kendile
rinden önceki teolojik ve m istik etkileri taşırlar. Fakat,
İbn Arabî, tasavvufî ve ruhî bir yol izlerken - Kartezyen
etkiler h atırlanırsa- Spinoza rasyonel tavrıyla felsefî bir
sistem kurmuş olmaktadır.
3- M istik özelhkli yapılarından olsa gerek, her ikisi de dili,
sem bolizm i ve çok anlam lı kavram ları kullanm ıştır.
4- Görüldüğü gibi her iki ekol de ontolojilerinde varhğın birli
ğini esas almış, algılanabilir âlemi Yegâne Varlık (Tanrı)m
sıfatlannm yansıması, bir tecellîsi ve zuhûru diye anlamıştır.
b- A yrıldıkları H ususlar
1- Vahdet-i Vucûd’da Allah hakkında hem tenzih hem de teşbih
söz konusudur. Yani O, zâtı bakımından aşkın olduğu için
tenzih edilir, sıfatlan bakımmdan da içkin bulunduğundan
Tnn n-A lrm flijfcisi 279
Panteizm in E leştirisi
B uraya kadar verdiğim iz bilgilerden anlaşıldığına göre, Pan-
teizm ’in Tanrı anlayışı, O ’nu, şahsî bir varlık gibi tasavvur eden
teist anlayışın birçok güçlüğüne engel oluyor. Ancak, bilindiği
gibi panteizm in de dayandığı ontolojik delil, m evcudiyete ait bir
prensibin tasdikine istinad ediyor. Keza, kozm olojik delil de, eş
yada zorunlu bir şey m evcut olduğunu benimsiyor. İşte bu du
rum da panteizm de K ant’ın aklın aşkın kullanım ına karşı yaptığı
eleştiriden kurtulam ıyor.
Bir başka yandan, herşeyi tek bir cevhere indirgeyen Spino-
za panteizm i, âlemin m eydana gelişini açıklam akta güçlükle kar
şılaşm aktadır. Çünkü, âlemde varolan herşeyin “B ütün” içinde
Tan n-A h’m lliih is ı 2H I
bir rol oynadığı doğrudur. Fakat, tek tek şeylerle, bütün arasında
bir özdeşliğin (idendite) bulunduğunu söylemek ne kadar anlaşı
lırdır? "Tanrı herşeydedir" diyen panteizm, varlık kategorileri
nin arasındaki farklılığı kaldırm akta değil midir? Gerçi, Tanrı ile
şeyler arasında bir ilişki vardır, ama ne o şey T anrı’dır, ne de b u
nun aksi doğrudur.
Teizmde gördüğüm üz çözümsüz problem ler, yer değiştirmiş
olarak panteizmde de bulunur. M eselâ, "yaratma" fikri pante
izmde reddedilir fakat “sonsuz m utlak cevher” bütün meydana
getirici iktidarını kendinde bulunduracak yerde, onun tavırları ile
ortaya çıkıp gelişir.
Bir başka yönden panteizm, T anrı’ya şahsiyet atfetmekten
uzak durm aya çalışırken, Tanrı fikrinin ahlâki fonksiyonu diye
bileceğim iz niteliğinden tüm üyle uzaklaşır. Zira, panteist yorum
lar genellikle determ inisttir. Böyle olunca da, başta ahlâki olan
ları bulunm ak üzere, insanın sorumluluğu m eselesi, içinden çıkıl
maz bir hal almaktadır. Gerçi Spinoza’nın sistem inde ahlâki en
dişe önemli bir yer tutar ama, bu kendisine bütün beşerî hislerin
ve kavrayış yeteneğinin yabancı olduğu bir Tanrı varsayılm asıy-
la nasıl karşılanabilecektir? Bunlara Spinoza’nın bütünüyle de-
term ine edilm iş âlem anlayışı da katılınca, orada kötülük, teodi-
se ve eskatolojik prpblem ler daha da bir çıkm aza girer.
Son olarak, panteizm in olduğu gibi vahdet-i vucûd için de
belli ölçüde geçerli olabilecek bir paradoks söz konusudur. Şöy
le ki; Tanrı, bir bakım a âlemle bir, diğer anlam da da ondan ayrı
dır. Başka ifadeyle; Tanrı bir anlam da kişisel, bir anlam da da k i
şisel olmayan (gayr-ı şahsî) bir varlıktır. Böyle paradoksal bir
Tanrı tasavvurunu kavram ak gerçekten çok güçtür.
d- PAN-ENTEİZM
Pan-teizmin temel kavram larının süreç (proses) ve -k i Whi-
tehead’ın felsefesinde teknik bir terim olarak dünyadaki sürekli
lik ile daimi akışı uzlaştırmayı ifade etm ektedir- çift kutupluluk
kavram ları ile Teizmin temel görüşlerinin bir tür toplamından
ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Süreı; (Proses) değişme ya da
282 D üfüıuf Taıihinele Tcınn .Sonnıu
oluş, bilindiği gibi felsee tarihinin ilk dönem lerinde antik Yunan
felsefesinin tabiat filozofları diye tanınan düşünürlerince ilk kez
ortaya atılan görüştü. Buna göre, evrende her şey, her olgu bir de
ğişm e süreci içindeydi ki, H erakleitos’un adı bu felsefenin başla
tıcısı diye zikredilir. Ama sözü edilen değişm e veya oluş bize,
değişm eye konu olan şeylerin varhğını hatırlattığı gibi, değişen
ler arasmdaki değişm eyeni de hatırlatıyordu. Bu değişm eyen ilke
bildiğim iz gibi Arche (ilk unsur) diye kabul ediliyor ve onun
farklı filozoflarca Su, Hava, Ateş, Sonsuz bir cevher vb: olduğu
ileri sürülüyordu, Böylece, hem değişm e ve değişen, hem de sü
rekli ve kalıcı olan diye iki temel kavram la daha felsefe tarihinin
başlangıçlarında karşılaşm ış oluyoruz. H eraklitos’a göre her şey
-sürekli bir oluş ve değişm e süreci takip eder. Evrende her şey ve
olgular durm adan akıp giden bir nehir gibidir. “B ir ırm akta iki
defa yıkan ılam az.” Bu, oluş ve değişm enin yasası, realitenin as
lı, zıtların m ücadelesidir. Kısaca asıl olan, zıtlıklar ve durmadan
akan oluş da bu zıtlıkların m eydana getirdiği birliktir.
Bu görüşlerle eş zamanlı ortaya çıkan ama tam aksi istikamet
te gelişen bir başka yaklaşım doğal olarak zuhûr etti. Çünkü, her
an değişen bir dünyada kalıcı bir bilgi sahibi olmak, eşya hakkın
da “O §udur, bu bö yled ir” gibi hüküm vermek mümkün olam a
yacaktı. îşte, Parm anides’in adına bağlanan bu görüşe göre; He
rakleitos’un sürekh değişme ve oluş dediği şey, bir yanılgıdan
ibaretti. Nitekim, değişm enin en açık görülm esi gereken durum
olan “H areket” bile esasen yoktu. İlk ilke, tek ve değişmeyendi.
Görüldüğü gibi felsefe tarihinin başlangıçları, bir yanda de
ğişm ezlik fikrini esas kabul eden Cevherci (Substansiaiist) m eta
fizik ile bunun tam karşısında, sürekli değişm e ve oluşu savunan
süreçci m etafiziğin doğuşuna sahne oluyordu. Bunların yanında
ayrıca sentezci yaklaşım lar da ortaya çıkmıştı. Değişim ve sürek
lilik, değişen ve sürekli kalan kavram ları felsefe tarihinde Birlik
(vahdet) ve çokluk (kesret) kavram larının da doğm asına neden
oldu. Böyle bir durum kaçınılm azdı. Çünkü, sürekli değişen şey
lerin kaynağı da değişen olm am alıydı. Aksine, şeylerin kaynağı
olan İlk Varlık değişm em eli ve o birlikli ve bütün olmalıydı.
Tann-Âlcnı iliskİHİ 2X3
17 "Bil-fiil fe y" kavram ı ile ilgili olarak bkz. VVhiiehead Proces And Reality, 43, 113, 116,
141, 321,
18 M eh m el S. Aydın, Süreç (Proses) Felsefesi Işığında Tann-Âlem İlişkisi, A. Ü. İlahiyat Fak.
Der. C. X X V II. s. 37, Ankara 1965.
19 M ehm et Aydın, a.g.m., s. 51.
7Vn}rı -/\/ rnı //l^/?ısf 287
esas m ahiyeti ile değişm eyen ve diğer yönüyle ise oluşan (süreç)
içinde olan ve oluşm akta olan yönüyle geleneksel teizm in yaratı
cı Tanrısından farklıdır. Buna göre Tanrı; dünyayı yaratan değil
de koruyandır. Tanrı dünyada içkin olduğu gibi, bunun zıddı da
doğrudur. Tanrı da dünya da durağan bir kemâle ve tam hğa ulaş
mazlar. Evrendeki düzen, T a n n ’nın değişm eyen vasfının bir ese
ridir.
G eleneksel H ristiyan Tanrı anlayışının ve Teoloji geleneği
nin belirlediği Tanrı kavramına karşı çıkan W hitehead, kendi an
layışını ortaya koym aya çalışır. O önce H ristiyanlıkta T anrı’nın
“ icbar eden yüce yaratıcı”, hatta despot, diktatör olarak anlaşıl
masının kabul edilem ez olduğunu savunur. Çünkü ona göre T an
rı, ne bir yönetici Sezar, ne hareket etm eyen hareket ettirici, ne
de katı bir ahlâkçıdır. Aksine Tanrı, dünyada şefkat ve sevgi ile
faaliyettedir. Zaten, yalnızca Sezar’a ait olan bütün sıfatlan Tan-
r ı’ya atfeden de Kilise o l m u ş t u r .20 Tanrı şeylerin mahiyetindeki
bil-fiil realite olduğundan, aşkındır (dünyayı aşar). O, dünyadan
türem emiştir. Bizde ferdi olan şuur. T anrı’da evrensel olan, kezâ
bizde kısm en bulunan sevgi, T a n n ’da her şeyi kuşatandır. Tan-
n ’dan ayrı dünya olamazdı, ama bu panteizmin benim sediği an
lam da dünya-Tanrı özdeşliği dem ek değildir .21 W hitehead’da
Tanrı-âlem ilişkisi antitezler biçim inde ortaya konur. Meselâ;
Tanrı süreklidir, âlem devamlı değişir denebileceği gibi, âlem sü
rekli, Tanrı değişir dem ek de doğrudur. Keza, âlem T a n n ’da iç-
kindir denebileceği gibi. Tanrı âlemde içkindir demek de doğru
dur. Tanrı bir, âlem çoktur önermesi doğru olduğu gibi bunun
zıddı da doğrudur.
Pan-enteist ulûhiyet görüşünün başka bir önemli temsilcisi
nin H artshom e olduğunu söylemiştik. Ona göre de Tanrı, gelişen
âlemi algılayan, ya da kavrayan, böylece de daima yeni muhteva
kazanan bir varlık diye tanıtılm aya çalışılır. Keza, Tanrı ezeli,
sonsuz, soyut, bil-fiil şeydir. Bilinçli olarak idrak eder, bütün
şeylerin birliğini şekillendirir.
22 Charles H artsham e, D ine ve Felsefeye j^öre Tanrı, (Çev. M ehm et Aydın), A .Ü . İlahiyat
Tük. Derj;isi, c. XXIV , s. 217, Ankara. 1981
2.1 M ehm ef S. Aydın, a.g.m,, s.56-57.
T n n ıı- A ltn ı lliflü s i 289
De B oer. T.J., Tarihi/'I-F elsefe F i'l-İslâ m (Çev. Ebû Rîdc), Beyrut, 1981.
D escartes, Rene, M etafizik Dii^Om eler, (Çev. M ehm et K arasan), İstanbul, 1947.
_______; K ita h u ’I-M ille ve N usûsû uhra, (nşr. M uhsin M ehdî), B eyrut, 1991.
_______ ; İh sa n 'l-u tû m , (nşr. O sm an E m in), K ahire, 1968.
_______; F ü s û lu l-M e d e n î (nşr. D.M . D unlop), Ç ev. H anifi Ö zcan, İzm ir, 1987.
_______ ; R isâte F i’l-Aki, (nşr. M aurice B ouyges) B eyrut, 1986.
_______ ; F üsûsu’l-H ikem , (es-Scm eratü’l-M evdıyye içinde) nşr. F. Dieterici, l^eıden,
1890.
G azzâlî, el-H ıkm e f î M a h lû k â tî’l-lâhi A zze ve Celle, (er-R e sâilü ’l-Ferâid M in Tesâ-
n ifî’l İm âm i’l-G azzâlî içinde). K ahire, trs.
_______ ; el-İktisâdfı'l~ İ'tikad, (nşr. İ. Agah Ç ubukçu-H üseyin Atay), A nkara, 1962.
_______ , M izâ n u ’l am el, B eyrut, 1979.
_______ ; M işkâ tü 'l-E n vâ r, (nşr. E b u ’l-A ’lâ Â fîft), K ahire, 1964.
_______ ; R is â k tit t-Ledünniye, (M ecm uati R esâili’l-İm am i’l-G azzâlî içinde), c. III,
B eyrut, 1986.
_______ ; İh y a 'u U lûm i’d -din, C . 1-IV, K a h irî, 1387/1968.
_______; el-M u nkızu M in e ’d-dalâl, (nşr. AbdUlhalim M ahm ud) K ahire, trs.
_______ ; el-M aksad u' l-esna f î Şerhi E sm â illa h i’l-husnâ, B eyrut, trs.
_______; İlcâ m u ’l-avâm an İlm i’l-kelâm . (M ecm uati R e saili’l-İm am i’l-G azzâlî
içinde), B eyrut, 1986.
m h liy o i’ in jy a 293
G ilson, Etieııııe, T a iın Felsefe. (Çev. M ehm et A ydın), tzm ir, 1986,
_______■,A lcizm in Çıkmcızı, (Ç ev. V eysel U ysal), İslanbul, 1991.
G o kizih er, Ignotz, et-A kide vc ' ş -Ş lt Ici l-i'l-İslâ m . (Çev. M. Yu.suf Mu,sa-Ali Haşan
A bd ü lk âd ir-A b dülaziz A bdülhak), M ısır, 1959.
G ü rsoy, K enan J.P ,, Sa rıre A teizm inin D o ğurduğu P roblem ler. A nkara, J987.
H am ûde, G u râbe, İhn Sîn â B eyn e'd -d în ve'l-felsefe. B eyrut, 1972.
İbn. H azm , el-F asl f i 'l mile] ve'l-eh vâ i ve'n-nih al. K ahire, h. 1321.
H arîsh om e, C harles; "D in ve F elsefeye G öre T a n r ı" , (Ç ev. M. A ydrn), A .Ü .İ.F.D ,
c. X X IV , A nkara, 1981.
el-H ay y at, E b u ’l-H useyn b. O sm an, K ilâ h u ’l-İnıi.<:âr ve 'r-re d d A le 'b n i'r -R â v e n d î
el-M ülhtd, (nşr. H.S. N yberg), Beyrut, 1957.
H eim soeth , H einz, Im m anuel K a n l’ın F elsefesi, (Ç ev. T ak ıy ettin M engüşoğlu), İs
tanbul, 1967.
H ıck, John, P h ilosoph y o fR e lig io n , N ew D elhi, 1987.
_______ ; A rg u m en ts F o r T he E xistencc o fG o d , L ondon, 1992.
H ıck, John, F aith a n d K now ledge, (C ornell U niv ersity P ress) L ondon, 1966.
H obbes, T ho m as, L eviathan, (Ç ev. S em ih L im ), İstanbul, 1993.
H ourânî, G eorge, F., İslâm ic R ationalism The Elhic: o f A h d a lJ a h h â r, O xfora, 1971.
_______ ; el-İşâ râ t ve't-T en h îka t. III. (nş. S üleym an D ünya), K ahire, 1985.
İbn R üşd, K itâ h u 'İ-K e şf an M en â h ici’l-E dille, (nşr. M ahm ud Kasım ), Kahire, 1964.
_______; T ehafüt el-T ehâfüt (T utarsızlığın T utarsızlığı) Çev. K. Işık-M . Dağ,
S am sun, 1986.
İh v an u ’.s-Safâ, R esâiiü İh va n ı's-S a fâ . I-IV. (nşr. B utrus el-Bustânî), Beyrut, 1957.
294 D i i j ı i ı ı r c Tarihin de la m ı . S o n u m
İbn R üşd, 17-18, 38, 62-63, 65, 67, Ley.sel'i’l-im kân e b d e ’ıı m im m akân.
O n to lojik D elil (V arlık D elili), 22 St. T hom as, 17, 18, 39, 50, 140
Yağmurdan
Sonra
Ahmet Kekeç
Roman
Efendi Dayının
Kozalakları
Metin Savaş
Roman
Kavıplar
Kosova
Zeki Bulduk
Roman
fiönül
Yokulufu
Mehmet Uyar
Roman
YAHYA KEMAL'İN
DÜNYASI
EDEBİ PORTRELER