You are on page 1of 209

Tercüman

1001 TEMEL ESER

Yazan:
prof: R.A. NICHOLSON

Tünkçeye Çeviren
Ayten LERMİOÖLU

meulnnn
celnleddin
*

rumı
T e rc ü m a n g a ze te sin d e h a z ırla n a n
bu e s e r K e rv a n K ita p ç ılık A . Ş.
o fse t t e s is le r in d e b a s ılm ış t ır
1001 Temel Eser i
iftiharla sunuyoruz
Tarihimize m ânâ, millî benliğimize güç ka­
tan kütüphaneler dolusu birbirinden seçme eser­
lere sahip bulunuyoruz. Edebiyat, tarih, sosyo­
loji, felsefe, folklor gibi millî ruhu geliştiren,ona
yön veren konularda "G erçek eserler" elimizin
altındadır. N e var ki, elimizin altındaki bu
eserlerden çoğunlukla istifade edemeyiz. Çünkü
devirler değişmelere yol açmış, dil değişmiş,
yazı değişmiştir.
Gözden ve gönülden uzak kalmış unutul­
maya yüz tutmuş -A m a değerinden hiçbir şey
kaybetmemiş, çoğunluğu daha da önem kazan­
mış- binlerce cilt eser, bir süre daha el atılmazsa,
tarihin derinliklerinde kaybolup gideceklerdir.
Çünkü onları derleyip - toparlayacak ve
günümüzün türkçesi ile baskıya hazırlayacak
değerdeki kalemler, gün geçtikçe azalmaktadır.

Bin yıllık tarihimizin içinden süzülüp gelen


ve bizi biz yapan, kültürümüzde "K ö şe ta şı"
vazifesi gören bu eserleri, tozlu raflardan kurta­
rıp, nesillere ulaştırmayı plânladık.

Sevinçle karşılayıp, ümitle alkışladığımız


"1 0 0 0 Temel Eser" serisi, M illî Eğitim Bakanlı­
ğınca durdurulunca, bugüne kadar yayınlanan
66 esere yüzlerce ek yapmayı düşündük ve
"Tercüman 1001 Temel Eser" dizisini yayınla­
maya karar verdik. "1 0 0 0 Temel Eser" serisini
hazırlayan çok değerli bilginler heyetini, yeni
üyelerle genişlettik. Ayrıca 200 ilim adamımız­
dan yardım vaadi aldık. Tercüman'ın yayın
hayatındaki geniş imkânlarını 1001 Temel Eser
için daha da güçlendirdik. Artık karşınıza gu­
rurla, cesaretle çıkmamız, eserlerimizi gözlere
ve gönüllere sergilememiz zamanı gelmiş bulu­
nuyor. M illî değer ve m ânâda her kitap ve her
yazar bu serimizde yerini bulacak, hiç bir art
düşünce ile değerli değersiz, değersiz de değerli
gibi ortaya konmayacaktır. Çünkü esas gaye bin
yıllık tarihimizin temelini, mayasını gözler
önüne sermek, onları lâyık oldukları yere oturt­
maktır.

Bu bakımdan 1001 Temel Eser'den maddî


hiç bir kâr beklemiyoruz. Kârımız sadece gu­
rur, iftihar, hizmet zevki olacaktır.

K E M A L IL IC A K

♦ m*, a ■ ■

Tercüman Gazetesi Sahibi


BU KİTAP İÇİN

İk in ci Dünya H arbinin tevlit ettiği ıztırapların ne­


ticesi olarak m aneviyata yönelm e ih tiyacıyla İn g iliz
ilim adam ları o tarih lerde b ir seri eser hazırlam ayı dü­
şündüler. Dünyaca meşhur ölm ez eserleri ele aldılar, ça­
lıştılar.
«M evlâ n a Celâleddin-i R û m î», «D oğu ve B atının D i­
nî ve Ahlâkî K lâ s ik le ri» adı verilen serinin B atıda en
çok okunan kitabıdır. Hz. M evlân a’nın kutlu, tem iz so­
yundan Celâl Çelebi Efendinin teşvik ve delâletiyle
Tü rk çeye çevrilm iştir.
Eserdeki Önsöz, M ukaddim e, İlâve, Başlangıç, «F îh i
m â fih »te n iki pasaj, «D iva n -ı K e b ir»d e n birkaç gazel ve
dipn otlarının P rof. N ic h o lso n ’dan lisanım ıza a ktarılm a­
sı, pasaj ve gazellerin asıllarından yapılm ış tercü m ele­
riy le karşılaştırılm ası ve bazı fark ların not ile işaret
edilm esi naçiz şahsıma aittir. M esnevi b eyitlerin d e e-
m ekli Alb. Ö ğretm en Ş efik Çan’ın yardım ları olmuştur.
Bu itibarla kendilerine, çalışm am ıza destek olan Çelebi
ailesine, ayrıca fik irlerin d en istifade ettiğim m uhterem
Bü lent R au f ve İsm ail Oğuz B eyefen dilere, m eşgalesi
arasında c-lâksk-rım esirgem eyen ve düşüncelerini açık­
layan K ü ltü r M üsteşarı Sayın M ehm et Ö n der’e teşek­
kü rlerim i arzederim .
Ancak muayyen b ir kültür seviyesine erişm iş k im ­
selerin faydalanacağı bu m ühim eserdeki «Ö nsöz, M u ­
10

kaddim e, İlâve, B aşlan gıç» nazarı itibarc alınarak ve


biraz da Türk okuyucusunun alâkası haricinde kalacağı
düşüncesiyle «G en eral In tro d u stio n » (U m u m î M ukad­
dim e) kitaba dahil ed ilm em iştir; keza «F o n s V ita e » (H a ­
yat K a yn a ğı) adı verilen şiir de tarafım ızdan ç ık a rtıl­
m ıştır.
*
••

İn gilizce adı «R û m î, P oet and M y s tic » olan bu ese­


ri İn g ilizlere ve İn gilizce b ilen lere kazandıran Cam-
bridge Ü niversitesi Ş arkiyyat P rofesörü R eynold A. Ni-
cholscn hakkındaki bütün bilgim iz, kendisinin büyük b ir
M evlâna hayranı olm asından öteye geçem em ektedir.
Y o rk s h ire ’de 1868’de dünyaya gelen N icholson'u n esa­
sen bu yönü kâfidir, bundan fazlası alâkam ız h aricidir.

B atılı şair, edip ve âlim lerden, M evlâna Celâled-


din-i R û m î’ye gönül bağlayanlar çoktur. Lâkin d en ileb i­
lir ki, o çokluk içinde P rof. N icholson b ir seçkindir. On-
beş seneden fazla em ek verd iği M esnevi tercüm esine,
sevgisinin derinliğinden ve mânaya nüfuz edebilm e gay­
retinden, başına sikke (M evlevi külâhı) giyerek çalıştığı
bilin m ek tedir. Y in e m eşhur âlim in son anlarındaki söz­
lerinde: «M evlân a, M evlâna! Ş im di seni anladım ..» cüm ­
lesi şaşırtıcı değildir; üstelik çok şey ifa d e etm ektedir.

P rof. N ich olson ’un, Divan-ı K e b ir ’den seçtiği kırk-


sekiz gazel, m etin leriyle beraber 1898'de «S ele cted Po-
ems From The Divan-ı Shams-ı T a b r iz » ism iyle -Londra-
da n eşredilm iştir. 1925— 1940 arası altı ciltlik M esn evî’-
nin tercüm esi tam am lanm ış, basılm ıştır.
11

Tercü m esini sunduğumuz çalışm asında ise, P rof.


N icholson, M evlâna'nın eserlerinden ya p tığı seçm eleri
kendi verdiği başlıklar altında lisanına çevirm iş, izahı­
na lüzum gördüğü b e y itle ri dayandığı Sûre ve  yet nu-
m aralariyle dipn otları halinde açıklam ıştır. Profesör,
izahlarında bazen Farsça, A rapça tasavvu f tâbirlerin i
kullanm ıştır. Tü rk çeye tercüm esinde sâde b ir dil kul­
lanm aya gayret ederken aynen alm ak m ecbu riyetinde
k a ld ığım ız bu tâbir ve izahlardan, N ic h o lso n ’un m ev­
zua gönül verm işliğ i ve tasavvuftaki d erin liği kolayca
anlaşılm aktadır. Eserin ilgi çekici b ir yönü de budur.

Y in e dipnotlarında, H ristiyan ilâhiyatm dan satır­


la r bulunm akta, Batıdan m istik m ısralar n akledilerek
okuyucuya mukayese im kânı verilm ek te veya esastaki
ben zerlik işaret ed ilm ek ted ir. Lâkin ölüm , Profesörü n
bu em eğin i kitap halinde görm esin e m ani olm uştur, ö n -
söz’den de anlaşılacağı gibi, çalışm ası henüz b ittiği b ir
sırada, 1945’de R.A.N icholson vefa t etm iş, va k tiyle asis­
tan olan ve Fîhi m âfih . Ru baiyat ve K u r ’an tercü m ele­
riy le hocasının yolunu tâkip eden P ro f.A J .A rb e rry , ese­
rin matbaaya verilm e h azırlık la rım tam am lam ıştır. 1950
de Lo n d ra ’da basılan kitap, 1956’da ikinci defa yayınlan­
m ıştır.

Doğu ve B atının geniş .tasavvu f kültürüyle kalem e


alman dipn otları b irtarafa, B a tılı âlim in, M esnevi, Fîhi
mâ fih ve Divan-ı K eb ir'd e n yaptığı şeçm eleri, b ir başka
ifade ile, M evlâna H a zretlerin e ait olan aşk, hikm et, m â­
na ve nükte dem etini, M evlâna hayranlarına arzetm ek
ve bunu e d e ceğ e bırak ab ilm ek h içbirşeyle ölçülm eyen
12

b a h tiyarlıktır. V e bu çalışm aya m istik hakikat sohbet­


leriyle mânen reh berlik eden M evlâne ahfadı M ü n ir Çe­
lebi E fen d i H a zretlerin i burada zikretm eden geçm ek
im kânsızdır. K en disin i aşk, tâzim ve rah m etle anar,
m evzu ve lisanın a ğırlığı dolayısiyle tercüm ede bulun­
ması ihtim al dahilindeki hatâların şahsıma ait olduğu­
nu m uhterem okuyucuya arzederim .

Eylül 1973

Ayten Lermloğlu
ÖNSÖZ

P ro fe s ö r R .A .N icholson, 1945 Ağustosunda v e fa t et­


tiği zaman ge rid e elyazısıyla «bü yü k m u tasavvıf şa irler­
den Celâleddin R û m î’nin eserlerinden alınm ış Sûfî dok ­
trin i ve görüşü hakkında b ir kitabın izahlı tercü m eleri­
n i» bırak tı. K ita b ın başlıca m etn i tam am dı, fakat m u­
kaddim esi bitm em işti. Bu eseri m atbaada görm e işi b a ­
na düştü. H ocam ve ço k aziz arkadaşım a m innet b orcu ­
m u ödem ek için, b irço k m alzem esi h azır olan m evcut
m u kaddim eyi kopya ettim ve son iki pragraftan maada
şahsî fik rim i beyan cü retini münasip görm edim .

AJ.Arberry
M UKADDİM E

Büyük m u tasavvıf şair Celâleddin-i Rûm î, Belh'te,


Tü rkistan 'ın Horasan eyaletinde m ilâdî 1207’de doğdu.
Şehir, H arezm 'in büyük Şahı M u h am m ed’in idaresinde
huzurla gelişm işti. İm paratorlu k, E.G.Brov/ne’ın ta r ifi­
ne göre, «U ra l dağlarından İran körfezin e, İndus'tan he­
men hemen F ıra t’a kadar u zanıyordu.»

Ş airim izin mensup olduğu aile, birkaç nesil evvelin ­


den B elh 'te yerleşm işti. K en d ilerin e son derece saygı
ve hürm et gö sterilird i. B iy og ra fi yazarlarına göre, ta­
nınm ış soyunda fık ıh m ü derrisleri ve şeyhler vardı. Y a ­
pılan araştırm alardan elde ed ileb ild iğin e göre, tarihi,
İslâm m ilk H a lifesi Ebû B ek ir gibi b ir şahsiyetten g e l­
diğini iddia eden büyük dedesi ile başlar.

R û m î’nin D oğudaki b iyogra filerin d en çoğu, diğer


V elîlerin hayatları gibi, daha çok rivayet kabilindendir;
bunlar tarihî vesikalar şeklinde bulunm adığı halde, hu­
su siyetler gösteren kendi eserleriyle V e lîle r yardım e t­
m işler, biz de bazı eski ve nispeten em niyete şayan b ilg i
kaynaklarını ele geçirm ede talihli olm uşuzdur (*). Aşa­

(* ) Bak, İlâ ve (N o t ), s. 14
16

ğıdaki kısa hikâye en mühim notlara dayanm aktadır.


Rûm î'nin hayatının esas vakalarını anlatır; tasavvufî
coşkunluğunun ve şiir ilham ının m em baı olan bazı ha­
diseleri kısaca izah eder.

1219’da Celâleddin oniki yaşında iken, babası Ba-


haeddin V eled, ailesi ile b irlik te B elh ’ten ansızın ayrılıp
B atıya seyahat etti. Bu göçün sebepleri için, muhakkak
hayalî olarak, rahm ani ilham , yahut beşer entrikasının
n eticesidir denilir. H albuki H orasan ’a saldıran, şeh irle­
rine yaklaşan korkunç M oğollardan , bin lerce d iğerleri
gibi, B ahaeddin’in kaçtığında hiç şüphe olam az.

Şehirlerin in harap oluşunun haberi Bağdat yolu n ­


da veya uzun yolcu lu kların ın ikinci durak yeri M ek k e’­
de ken dilerine ulaştı. Sonra Ş am ’a seyahat e ttile r ve
nihayet R û m ’da (A nadolu ) yerleştiler.

İlk m eskenleri, C elâleddin ’in evlendiği, K o n y a ’nın


takriben kırk m il güneydoğusundaki Lârende (K ara-
m an )’dir. Büyük oğlu Sultan V eled , 1226'da orada d oğ­
du. Sonra Bahaeddin ailesini, Selçuklu D evletin in baş­
şehri K o n y a ’ya nakletti ve orada 1230’da vefa t etti. B a­
haeddin’in yüksek b ir ilâhiyatçı, k ıym etli b ir m üderris
ve vâiz olduğu, talebeleri tarafından saygı gördüğü, ma­
nevî reh ber sayıldığı bilin ir. H üküm dar tarafından çok
takdir ed ild iği söylenir.

Bah aeddin ’in B e lh ’teki eski talebelerinden T irm iz-


li Burhaneddin M uhakkik, o tarih lerde K o n y a ’ya vâsıl
oldu. Henüz yirm ibeş yaşında olan C elâleddin onun te­
siri altında Sûfî disiplini ve doktrin i ile yetişti. On se­
ne m ürşidine uym aya kendini hasretti; tasavvufun bü-
lıin m erhalelerini katctti. 1240’da Burhaneddın’in vefa-
17
tında şeyh makam ına geçti. Ve ihtim al önceden tasav­
vur etm ed iği halde kıym etli şahsiyeti ihvanı cezbede-
rek sayısını daim a artırdı.

Rûm î'nin hayatının geri kalan kısm ı, oğlu ta ra fın ­


dan Anlatıldığı gibi, üç devreye ayrılır. H e rb iri «İn sa n -ı
K â m il»in m istik yakın lığı ile b elirtilir. Ş öyle ki, İlâ h î S ı­
fa tla rı aksettiren V elîlerd en birinin aynalık etm esi,
A llah'ın nûru ile  şık ’in kendisini görm esi, Mâşûk ile
kendisinin iki değil, B İR olduğunu idrâk etm esi. Bu tec­
rü beler Rûm î'nin tasavvufunun özüdür; direk t yahut
in direk t bütün şiirlerin in ilham ıdır.

Babası gibi m u tasavvıf olan Sultan V e le d ’in, h ikâ­


ye tarzındaki şiirin nüktesini elde etm ede büyük b a si­
retli payı vardır. Bundan başka kabul ed ileb ilecek vaka
tasvirlerin in şahitlik ettiği bütün hikâyeyi, yazıldığı ta­
rihte yaşayanların ve çok insanların söyleyebilecekleri
gibi, sofu uydurm ası görerek reddetm ek cü retk ârlıktır.

N esillere «T e b r iz 'li Ş em seddin » ism iyle intikal eden


seyyah b ir derviş 1244'de K o n y a ’ya geldi. Uzun zaman-
danberi aradığı İlâ h î S evgilin in tam tasvirin i Celâleddin,
bu yabancıda buldu. Onu evine aldı; b ir veya iki sene
b era b er kaldılar. Sultan V eled, babasının «g iz li V e lîs i»
olan istiğraklı sohpetlerini, M ûsâ’nın H ız ır ile arkadaş­
lığına, m eşhur yolculuğa (K u r ’an X V I I I , 64— 80) ben ze­
tir. S û fîlere göre Âlim , Allah yolundaki yolcu ların reh ­
beri ve m ürşididir.

B öyle b ir devrede R û m î’nin m ü ritleri, H ocalarının


ken dileri ile olan sohpetlerini ve irşadı kesm esinden gü­
cendiler. Çirkin sözlerle ve şiddetli teh ditlerle aralarına

P : 2
18

girene hücum ettiler. Hal karşısında Şcm seddin bırakıp


Ş am ’a gitti. Fakat C elâlcddin ’in kayıp sır dostunu uzun
uzun konuştuğu ve nihayet aram ağa gön derdiği oğlu
Sultan V eled tarafından geri getirildi. T a leb e ler pişman
oldu lar ve a ffed ild iler. Lâkin az b ir zaman sonra kıs­
kançlık yine patlak verdi ve Şem seddin ’in ikinci defa
bırakıp Şam 'a gitm esin e sebep oldu. T ek ra r Sultan Ve-
led ’in yardım ı istendi. N ihayet belki 1247’dc, sırların
adamı arkasında iz bırakm adan kayboldu.

Sultan V eled, babasının garkolduğu hasret acısını,


o derin kederi., canlı ve nüfuz edici şekilde ta rif eder.

« H iç b ir zaman b ir dakika bile musiki dinlem esi,


se mâ etm esi sona erm edi,

H iç b ir zaman gece gündüz dinlenm edi.

M üftü idi, şair oldu,

Zâhit idi, aşkla sarhoş hale geldi.

Üzüm şarabı değildi: Işık saçan can yalnız nûr şa­


rabım içer.»

Burada Sultan Veled, C elâleddin ’in, «Ş em sed d in »


ism iyle tasavvufî gazellerinden meydana gelen büyük
koleksiyonunu ve Şems-i T e b riz î’de ifna-vı vücut etm e­
sinin hatırasına hürmeten «D ivan-ı Şems-i T e b riz » (T e b r
riz'in Ş em s’inden ga zeller) adı verilen D ivan'ını işaret
eder. İlk bevit teyit etm ez, fakat fik ir verebilir. Salâhi-
y a ttsr kim selerin ifadeleri, Şem s-i T e b riz î’nin kayboluş
kederinin C elâleddin ’e, hüzün verici ney ile, hususiyet­
ler arzeden M evlevî sem amı meydana getirm esine sebep
olduğudur.
19

C elâleddin ’in ruhanî hayatında sonraki vaki (ta k ­


riben 1252— 1261) b ir tekerrürdür. Ş em seddin ’in Kaybo­
luşundan epey sonra M evlevî m u hiblerini yetiştirm e iç m ■
de vek ili (H a life ) gib i va zife verdiği Salâhaddin Feridu r
Z erk û b î’ye kendisini vakfetti.
Salâhaddin’in vefatın da (takriben 1261) Şair, yine
aşk heyecanıyla yeni b ir m üridi, bol ilham kaynağı olan
Htisam eddin tbni M uham m ed İb n i Haşan İb n i Ahi
T ü rk ’ü buldu. H ü sam eddin ’in ism i en büyük tasavvufî
çalışm aya, meşhur M esn evî’ye karıştı.
Rûm î, M esnevî'ye: «H ü sam 'm k ita b ı» der ve ken­
disini H ü sam eddin’in dudakları arasındaki neyden d ö ­
külen «onun meydana getird iği dertli m u sik î»ye ben ­
zetir.
Şairin hayatının geri kalan on senesinde bu sonun­
cu dost, onun halifesi gibi hareket etti. 1273’de R û m î’­
nin vefatı üzerine M ev levî Tarik atin in başına geçti. 1284’e
kadar bu şerefli va zifey e devam etti. Sonra Sultan V eled
w yeri aldı.
R û m î’nin, oğlu tarafından şiirle anlatılan hayat h i­
kâyesine bilâhara, b iyog ra fi yazarlarının neşir halinde
bazı ilâveleri olm u ştu r ki, bunlar ön em li ve itim ada sa­
vandır.
E flâ k î’den ve diğerlerind en öğren d iğim ize göre, R û ­
mî, yalnız Selçuklu V e z iri M uineddin Pervane'ye değil,
Devlet Başkanı Sultan A lâ ed d in ’e m ürşit ve dosttu. H e r ­
halde o ve etrafın daki Sûfî grubu, nüfuzlu dayanaktan
memnun id iler ve onların doktrin ine karşı koyacak
m evkideydiler. Şair, dinî itikatlarına sadık b ir tenkidçi
olarak a ğır b ir mısra söylem iş, onlara «a h m a k la r» ve
(m ehtaba havlayan k ö p ek ler» dem iştir.
20

Platon ik aşk tipi olan lasavvu fî aşk, R û m î’den uzun


zaman evvel S û fîler tarafından işlenm iştir. R û m î ile
Şem s-i T eb rizî «ik i bedende b ir rû h » olarak beyan e d il­
m iştir. Âşık rû hlann bu b irliğin d e bütün a yrılık la r kay­
bolur: «Â ş ık » ve «M âşu k»u n parçalanm ış ayniyyete gark
olduğu Aşkın B irliğin den başka h içbir şey kalmaz.

G azellerin e ^«Şem s-i T eb rizî D îva n ı» ism ini verm e­


sinde Rûm î, Şem s ism ini sanki Şems ile kendisi aynı ve
b ir insanm ış gib i kullanır. Şem s'in sûreti bize hayalî g ö ­
ründüğü halde, bazı m odern âlim lerin ileri sürdükleri
gibi, biz onun, C elâleddin ’in sadece şiirlerin i ve m istik
dehasını tem sil ettiği düşüncesini kabul etm iyoru z. O
nazariyeyi kabul edenler, m utlaka Salâhaddin ve Hüsa-
m eddin ’i de dahil etm ek için bunu m antîken ileri sürer­
ler. Babasının hayatında ve M evlevî Tarik atin in tem e­
linde reh berlik ro llerin i tem sil ettirm ek için Sultan Ve-
le d ’in hayal mahsulü üç karakteri icat ettiği k a rışık lı­
ğından zorlu kla kaçın abilirler. D îvan ’ın ve M esn evî’nin
B atılı okuyucuları başka şekil gösteren meşhur b ir ben ­
zerliği hatırlayacaklar: Dante, rom antik aşkının gayesi
«d on n a g e n til»i, Celestial W isd o m ’a tebdil edip onu
Bcatrice ism iyle kutlam am ış m ıdır?

II

R û m î’nin edebî sem eresi, m u hteviyatında muazzam


olduğu kadar cesam ette de hayret verici, Şem s-i T e b ­
rizî D ivan ’ını meydana getiren tasavvu fî gazellerin k o ­
leksiyonundan m ü rekkeptir. Altı kitapta 25000 beyitlik
M esn evî’si, 1600 civarında R u baiyat’ı veya dörtlü kleri
21

m alûm dur (1). Dinî felsefesi kendisinden evvel yaşa­


yan ve iki büyük Sûfî şair G azne'li Senai ile N işab u r’-
lu Ferideddin A tta r’ın tarzındadır. Buna rağmen on ­
ların ikisine sır borcu yoktu r. R û m î’nin p ervazı daha
geniş bir saha kaplar. F ik ir m a lzem eleri çok çeşitli ve
daha zengin, mevzuu elde ediş m etodu tam «yen i b ir
Ü slûp» diye ta rif olunan şahsına münhasır şek ild e­
dir. Çok ustalıklı ve g ir ift tarzdadır, zo r tahlil edilir.
Bununla b era b er umumî ifadesi basit ve açıktır. Man-
tıka uyup u ym adığına aldırm aksızın, okuyucuya Mes-
n e v î’de serbestlik ve genişlik m efhum unun neşesini
verir. İtiy a tla ra m eydan okur; avam a mahsus hayat
lisanını cesaretle kullanarak basit şeylerden alınan ha­
yâl bolluğu ve sam im î kıssalarla herkese hitap eder.
Ş iir, izi om ayan umman gib id ir, hudutları yoktur.
M ânayı taşıyan ve mufassalan izah eden doktrin inin
«k a b u k » ve «ö z »ü arasında hudut çizgisi bulunmaz.
H er m em lekette bedii gü zellikte olduğu gibi, m evzuun
gayretsiz yayılm ası ve tefsiri, Rûrhî’nin felsefesin in
Vahdet felsefesi fikrinden mülhem olduğunu m ü kem ­
mel surette b elirtir: «M esn evî vahdet dükkânıdır, o ra ­
da B ir ’den (A llah ) gayrı gördüğün herşey p u ttu r» der.
O, varlık meydan muharebesini aşıp, kâinatın düzeni
içinde yalnız m u tasavvıfların idrâk edeceği gibi, bütün
m ü cadelelerin ve ahenksizliklerin tâyin edilm iş oyna-
,u n ro ller olduğunu keşfeder.
Sûfî Vahdet-i Vücut felsefesi yahut Tevh idi aşa­
ğıda zikredilen m eseleleri ihata eder:

(1 i Bu cüm le yazarın m ü svedd esine ilâve edilmiştir.


A. J A rb erry.
22

(a) Bütün hayatın esas menşei B ir H akikî V a r­


lık tır. Bu H akikat, Allah (İlâ h î Zat), yahut Dünya
(gizli C evherin arazla zâhir oluşu) gib i düşünülebilir.
(b ) Zam anda yaradılış yoktur. Daim î ilerlem e,
ıiâ iıı Sıfat tecelliyatıdır. Kâinatın şekilleri değişirken
ve geçerken fasılasız b ir anda yenileşir; cevherinde
Allah ile ebediyyeti birdir. H iç b ir zaman yoktu r ki,
K en d i B ilgisind e tam olarak var olm asın.
(c) Allah, hem herşeyde m evcuttur, bütün a rızî şe-
şillerdeki hudutlu görünüşle mânada zâhir olu r ve
hem tabiatten üstündür, yücedir. H e r görünüş üstün­
de ve ötesinde mânada o M utlak H akikattir.
(d ) İlâ h î Zat bilinem ez. Allah, K u r ’an’da b ild ir­
diği İs im leri ve S ıfa tla n ile bize K en din i b ild irir. H a ­
k ikatte aynı oldu kları halde İlâ h î S ıfatlar, b izim g ö ­
rüş noktam ızdan m u h teliftir ve b irb irlerin e zıttır. Bu
fa rk ed işler tabii hadiselere ait dünyayı m eydana ge­
tirir. İy iy i kötüden ayırt ettirm eksizin M utlak İy ilik
diye bilin ir. H akikat küresinde kötülük diye birşey
yoktu r.
(e) «M a h lû k a lı bilin m ek liğim için y a ra ttım » Kud-
sî H adisine göre, Allah B ilgisin in tam m u hteviyatı kâ­
inatta ve üstün olarak İnsanda görünür. K âin at m an­
zum esini içinde bulunan nizam a göre tanzim eden ve
harekete getiren Akl-ı K ü ll, kendini tam olarak İnsan-ı
K â m il’de açıklar. İnsan-ı K â m il’in en m ükem m el nu­
munesi «N û r »u  d em ’le başlayıp Peyga m b erler silsi­
lesini aydınlatan M u h am m ed’in önceden m evcut H a ­
kikati veya Rûhudur. Onlardan sonra M u h am m ed’in
m ânevî vârisleri olan Müslüman V elîlerin Kutbudur.
Peygam b er olsun, V e lî olsun, İnsan-ı K â m il, Allah ile
23

b irliğin i idrâk eder. O, yani İnsan-ı K â m il, H a k k ’ın


gerçek tasviri, zuhurudur. B inaenaleyh yaradılışın il-
let-i gaiyesidir. Ancak O ’nunla Allah tam olarak b ili­
nir.

Bunlar, R û m î’nin şairliğinin tem elini teşkil eden


m evzulardan bazılarıdır. O, bunların ilk yazarı d eğ il­
dir. Dokuzuncu asırdanberi Sûfî m ü tefek k irlerin in g e ­
niş silsilesiyle ileriye doğru tedricen in kişaf ettirilm iş,
sonra biraraya toplan m ıştır. N eticed e m eşhur Endü-
lü s’lü m u tasavvıf Ib n u ’l A rabî (1165— 1240) tarafından
esaslı şekilde ifade edilm iştir. H er hakşinas, îb n u ’l
A ra b î’ve İslâm V ahdet-i Vücut felsefesin in babası ism i­
ni verir. O, nizam ve b irleştirm e ihtiyacıyla sistem
kurm ak için çok büyük iz ’an ve m uhayyile kudretini
bütün esası ve belki bütün düşünüleni fıkrada ihata
etm eye va k fetm iştir. Bu, dünyanın daim a gördüğü ta­
savvu f! fik ir m ütalâsının en azam etli abidesidir. R û m ’­
da seyahat eden ve Ş am ’da m edfun bulunan daha yaş­
lı aynı asır adam ının fik ir ve ıstılah bilgisinden R û ­
m î’nin istifade ettiği âşikâr olduğu zaman, zihin leri
düşüncenin şek illeriy le M esn evî’ye yabancı, fakat İb-
,nu’l A rabi'n in Füsûs ül H ikem ve E l fütuhat ül Mek-
kiyesine alışkın olan sonraki m ü fessirleri, bu istifa d e­
nin dercccsini ister istem ez çoğaltm ışlardır. Endülüs’-
lü, fik re doğanı daim a m antıkî inkişafla ve düşüncele­
rinin çoğunu ilim le belâgatı m eczeden tam fels efî ga­
ye ile yazm ıştır. R û m î’nin b ö yle b ir gayesi yoktur.
E. H. W h in fie l’in dediği gibi, onun tasavvufu « ilm î»
değil, âlemşüm ûl mânada ancak «a m e lî»d ir. K afadan
:’.ivade kalbe hitap eder. M ekteplerin m antığına tanez-
ziil etm ez. H iç b ir hal ve vaziyette b ir kaidenin esasım
24

bile i d s d î lisanla lecessüm ctlirm ez. D ante’nin İlâh î


K o m e d i’de kullandığı sözler M esn evî’nin b ir izahı o la ­
rak m ükem m el fayda sağlar: «Ş iir, felsefesin in m anevî
veya ahlâkî kısm ına aittir. M ahiyeti nazarî değil, fiilî­
d ir ve asıl gayesi hayatın bedbahtlığına, uğrayan insanı
saadet m erhalesine u la ştırm a k tır.»

M esn evî’nin büyük b ir kısm ında Rûm î, m ükem m el


m anevî m ürşit gibi, kem ale erd irm e m ücadelesini,
m ü ptediyi tekâmül ettirm eyi ve mevzuu hünerle ih ti­
yaca uygun işlediğin i gösterir. Okuyucusunun iyi b il­
d iği vahdet felsefesi nazariyesini arzederek S û fî idrâk
felsefesin in (A llah 'ı doğrudan-doğruya seziş) um um î
manzarasını arzeder. «Baştanbaşa tevhide garkolanla-
rın » vecdini ve sırların müşahedesini anlatarak on la­
rın iştiyakını a rtırır (1).

M esnevi, u m u m iyetle ö ğre tic i m ahiyetteyse de her


çeşit talebeyi aydınlatm aya elverişli, eğlen d irici p asaj­
ları da vardır. Divan ve daha küçük ölçü deki Ruba-
iyat, şahsî ve heyecan verici yakarışlardır. G azeller ve
d ö rtlü k ler aynı tarzda m anevî ilham ın seste hâlis
ahengine sahiptir. Tahayyül, üslûp ve lisan b a k ım ın ­
dan M esn evî’ve çok yakındır. Bu şiirlerin bazısında
M u tasavvıfın iştiyakı çok taşkındır; tahayyülü pek coş­
kundur. Bundan dolayı biz, İlâh î bilginin kendine
has divaneliğinin belirsiz m anzaralarım vakalarız.
M aam afih Rûm î'nin kuvvetli aklını insan h içbir zaman
m istik heyecaniyle rahat bağdaştıram az. Sorf dakikada
nnsızın beliren b ir g tri çekilm e var ki, bu, bövle mev-

fl) P ro fe sö r N ieh olson 'u n notları burada son bulmaktadır.


25

zuların k elim elerle ifade cdilcrniyecek kadar m ukaddes


ve m ahrem olduğunu idrâktir. M ev levılerin âyininde
terennüm edilen, din leyenlerde ek seriy etle zaptedilm ez
şevk uyandıran şiirleri (şüphesiz bunlardan b ir çoğu
bestelen m iştir) okum ak şaşırtıcı değildir.
R û m î’de tasavvu fî dehanın yüksek ifadesi va rd ır
S û fî şairlerin m uhteşem manzarasına bakarken, biz
onu, ülu b ir dağın zirvesind e görürüz. M ukayesede,
ondan evvelk i ve sonraki m u tasavvıf şairler, dağ silsi­
lesi eteğindeki tep ecik lerd ir, ib re t, düşünce ve lisanı­
nın tesiri, sonraki asırlarda ku vvetle h issedilir. Fars-
çayı okum aya m u k ted ir h er Sûfî, arkasından onun,
aksi iddia edilm iyen reh berliğin i kabul etm iştir. Ş im ­
di B atıda onun dehasının büyüklüğü yavaş yavaş an­
laşılıyor. Son ya zıla rı bu sa yfala n ih tiva eden gerçek
 lim in en büyük ölçü deki çalışm asına teşekkürler. O,
ilham ının m em bam ı isbata tam m ânasiyle m u k ted ir­
d ir ve dünya edebiyatının d iğ er şairlerin e üstün g e l­
m ekten mem nun olm az.
İLÂVE

NOT

R û m î'ye ait biyogra fya la rın en ilgi çekeni, oğlu


Sultan V e le d ’in nazm en yazdığı İb tid an âm e («B o o k o f
B egin n in g»)d ir. R û m î'nin torunu Çelebi  r if’in m ü ridi
olan E flâ k î’nin M enakıb ül  r ifin ’i («V irtu e s o f the
G n ostics») de k ıym etli m alûm at ih tiva eder. C. H uart,
Menakıb ul  rifîn 'i «L e s Saints des D erviches tou rne­
u rs» (Paris, 1918— 22) adıyla tercüm e etm iştir. Bun­
lara ilâveten, Fîhi mâ fih ( « i n it W hat is in i t » ) (T e h ­
ran ve A zam garh ’da 1928’de b a sıld ı) ve M akalât-ı
Şem s-i T eb rizî (D iscourses o f Sham s-i T a b r iz ») gibi,
hayatın üzerine ışık saçan, fik ir le ri ve şiir doktrin in i
aydınlatan k ita p la rım ız var.
Son asırda İra n ’lı âlim B edi u ’I-Zaman Firuzan-
far, R û m î’nin hayatı hakkında k ıym etli b ir etüd (Ş erh -i
H a l-i M evlâna («B io g ra p h y o f O ur M a s te r»), Teh ran
1932) kalem e aldı. V e bilgin Dr. H. R itter'in bu araş­
tırm a sahasının alâkalılarına, m evzuun elzem oluşu
kadar ustaca yazılm ış b ir b io -b ib liy og ra fya risalesiyle
(İn d er İslam , 1940— 1942) ya rd ım ı dokundu.
B A Ş L A N G IÇ (1)

K a lb im izin derin lik lerin d e Tanrının nûru p a rlıy or


Sessiz ve kıyışız D eniz üzerinde.
Oh, ne m utludur her cih etle bağlananlar ki
H epsinin hayali insanları sevmek

Hoş görünen şeylere ahm akça bağlanan k ö r gö zler


Y aln ız sonunda m eş'um aldanm aya lânet eder.
Şu b ir ç ift M elek, Hârut, M ârut gibi
K en d ilerin i tem izin tem izi tahayyül ettiler.

Cehaletim iz, nefsanî arzum uz ve kötü gururum uz


Cüzün ve bütünün ahengini tahrip eder.
Boş yere biz ararız riyazatsız n efsaniyetle
Tek olan E zelî ve E bedî Rûhtan b ir görünüş.

Aşk, Aşk! tek başına o katledeb ilir görünen cansızlığı,


Donm uş yılan olan ihtirası. (2) T ek başına Aşk,
Gözü yaşlı ibadet ve ateşle beslenm iş hasret
H iç bilinm eyen bilgi d ereceleri gösterir.

(1 ) B u tercüm e değildir; orijinal m etni yok tu r. Z evk im


için yazdım, fakat R û m î’nin karakteristik bazı fikirle­
rinin basit tarzını taşıdığını görünce m evcu t çalışma­
ya başlangıç olarak koymanın faydasını düşündüm.
(2 ) H ayvani nefsi fn efs -i e m m a re ) rem zeden «d o n m u ş yı­
lan», yahut canavar, hedefe göz dikerken tam mânâ•
30

Allah âşıkları O ’ndan sırlar ö ğren irler


Kâin atın nizam ını, Tak d ir-i İlâ h î'yi
O ’nda yaşam ayı, daim a O ’nun m ethini terennümü
İnsan için vaktin bin lerce dünyasını yapanı.

O nlar kötülüğü bilm ediler, çünkü O ’nda yoktu r


Oysa kötü olm adan iyi nasıl görünür?
Aşk cevap verir: «B e n im le duy, ben im le b ir ol,
N eredeysem durm a araya g ir.»

Canlarda Rahmani nûrıın izleri var:


P eyga m b erler ve V e lîle r geçtik leri Y o lu gösterdiler,
Başk'.ma noktasını, m erhale, durak ve gayelerin i
Tek h edef A llah ’a rehberliği.

Aşk, sâdık kulunu usanmaya bırakm az


Ebedi güzellik onları ileri va rd ırır, ileri
Ş ereften şerefe, daha yakînine çeker
H er hareket ve sevgide daha yakın olur.

H akikat parladı mı söz kalmaz, birşey denm ez


K a lp lerin izd ek i sesi şim di dinleyin. H a yırla ilerlevin.

siyle zaptedilir ve ezilirse hiçbir zaman tehlikeli değil­


dir. Rûm i, b ir avcının bu korkunç mahlûku karlar ara
sırıda yere göm ülüyken nasıl bulduğunu M e sn evi'd e
hikâye eder. Avcı, yılanı B ağdat’a taşır. B ir seyir y e r ;
açar, az bir ücretle meraklıların görebileceğini ilân
l der. Kalabalık seyirci gelir. Lâkin iklim değişmiştir.
M ezo p o ta m y a ’nın şiddetli sıcağı ile canlanan canavar
kıvrım larını açmaya başlar. Gelenlerin felâketi, öldü­
rülm eler; pek korkunçtur.
:51

KAMIŞIN NAĞMESİ (1)

Dinle bu neyi
K am ışlıktan koparıldığınd an beri
Aşk ve ıstırabın nağm esini
Terennü m ed iy o r sesi.

«N a ğ m em d e k i esra r feryadım dan uzak değil


Lâkin kim sede görecek nûr, duyacak kulak yok.
Ah, dostun (2) rem zi bilm esi için
Canını canım a katm ası gerek.
Aşk ateşi neyin,

Aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.


A şıkların kanının nasıl aktığını
Ö ğrenm ek istersen dinle, dinle N e y i!»

(1 ) M e sn evi I, 1. Başlangıç mısralardaki esas fikir, bütün


şiir boyunca ısrarla tekrarlanır. M u sik i v e sem am ın
şekli, m eşhur M e v le v i tarikatinde ııay, daima dinî va­
zifelerle birleşm iştir. R û m î, nay'i nefsini yok edip ilâ­
hı ruhla dolan bir cana sem bol olarak kullanır. E u m ü ­
barek can, arz üzerindeki hayatı m üddetince, ezelde
Allah ile olan vahdetinin zevkini hatırlar. Yabancısı ve
sürgün gibi olduğu dünyadan kurtuluşu şiddetle özler.
(2 ) Yani kendi cinsinden bir ruh, Â rifi yalnız arif anlar.
32
II
H A T IR L A N A N M U S İ K İ (1)

K akîm ler, bizi cezbeden musiki nağm elerinin


g ök lerin dönüşünden alınd ığım söylem işlerdir.
H alkın tanburla çaldığı ve ağızlarıyla terennüm ­
den çık a rd ık la rı sesler, hep göklerin dönüşünden
alınm adır. (2)
M ü m in ler de d erler ki, cennetin tesiriyle bütün
kötü ve çirkin sesler lâ tif olur. (3)
B iz, h epim iz  d em ’in cüzü idik. Cennette o nağ­
m eleri dinledik.
Gerçi suyla toprak bize b ir şüphe verd i ama y i­
ne o n ağm eleri biraz olsun hatırlıyoru z.
İşte bu yüzden musiki âşıka gıdadır. M usiki, ca ­
nı masivanın ötesine yükseltir.

(1 ) M esn evi, IV , 733.

(2 ) Pythagoras’ın m a lûm nazariyesi, M ü slü m an felsefesin


de ve şiirinde ekseriyetle yer ahr. B asra’nın İh vanu'l
Safa’sına göre, «S e m a v i küreler, seyyareler ve yıldız­
lar döndüğünden b eri m usiki notalarının ve Allah’ı teb­
cil eden kelâmın olm ası gerekir; tıpkı maddî dünyada
m elodiler'' dinleyip hoşlanm am ız ve gamdan, keder­
den ferahlık elde etm em iz gibi m elekleri neşelendirir.
M a d em ki bu nağmeler, sem avî müziğin aksisedasıdır,
bize cennetin geniş bahçelerini ve crada eğlenen ruh­
ları hatırlatır, bizim canımız da oraya uçmanın ve
dostlarla tekrar buluşm anın hasretini çeker.»

(3 ) Sûfîler, ruhun önceden m evcudiyetiyle musikinin ma


nevî tesirini birleştirirler. Dinlerken, ezelde bütün ruh­
lara Allah’ın hitabıhı (K u r ’an V I I , 172) ve M eleklerin
ilâhHerıni duyarlar.
33

Güzel ses din lem ede kalp huzuru ve T a n rı’vla b ir­


leşm e zevki vardır.

İnsanın ,içindeki h ayaller ku vvetlenir; hattâ ha­


ya ller ü güzel sesten, o güzel nağm eden sûretlere bü­
rünür.

Biz, dinlerken, aşk ateşi o güzel seslerle kuvvet


bulur.

F :3
34

III

YOKLUKTA AŞK (I)

Ondan ayrı, gün gibi avdın yüzünün vuslatından


m ahrum haldeyken nasıl gece gib i kapkara olm am ?
Onun hoş olm ayan şeyi de canım a hoş gelir, gönül
inciten sevgilim e canını fedâ olsun.
N a ziri olmayan o tek Padişahım ın hoşnut olm ası
için ben derdim e de, ızdırabım a da âşıkım .
Onun aşkı için dökülen gözyaşları inci olduğu hal­
de halk gözyaşı sanır.
Ben, canım ın canından şikâyet ediyoru m , fakat
hakikatte şikâyetçi değilim ; sadece hikâye etm ek te­
yim . (2)
Gönlüm , «ondan in cin d im » dedikçe, gönlün bu
asılsız ve eh em m iyetsiz nifakına gü lm ekteyim . (3)
Ev doğruların m edarı iftih a rı! Beni doğru et; ben,
senin kapında eşiğim .
H akikatte baş köşe ve eşik nerede? S evgilim izin
bulunduğu yerde « b iz » ve «b e n » nerede?
E v canı « b iz » ve «b e n » kaydından kurtulan! Ev
erkekle, kadında söze ve vasfa sığm az ruh!

(l j M esn evi, I. 1776,


(2 ) N efsin i düşünen âşıklar, sevgilinin ayrılığından sika
yet ederler, onu zalimliği için tekdir ederler. Ariflerin
şikâyeti, Allah’a olan sonsuz hasreti gerçek hikâyeden
fazla bir şey değildir: iıikâye, AUah’m ona söylem esini
ilham ettiğidir.
(3 ) Yani, « B 'lirim ki. izdi rahim. Allah aşkının alâmetidir.»
35

Erkek, kadın kaydı kalkıp b ir olunca, o b ir sen-


sin; b irle r de aradan kalkınca kalan yalnız S E N ’sin. (4)
K en dikendin le ibadet oyunu oynam ak için bu
«b e n » ve « b iz »i vücude getirdin . (5)
Bu suretle «b e n » ve «s e n »le r um um iyetle b ir can
haline gelirler, sonunda da sevgilide m iistağrak o lu r­
lar.

(4 ) B ü tü n zâhiri alâmet. Hakiki Varlığın taayyünüdür,


benlikten soyundukları zaman birbirleriyle ve Gerçek
Varlıkla b ir olurlar. B u sebepten Allah, âşık canların
birliğinde kendini âşikâr eder.
(5 ) Esasen Allah, h em ibadetin ve hem âbid'in maksûdu­
dur. Benlik hayali — «b e n » ve «b iz » — ruh ve şeklin, iki
zıt halin karşılıklı Hareket v e tesirinden doğar (P r o f .
N lch o ls o n ’un «K e n d i kendinle ibadet oyunu oynam ak..»
diye lisanına çevirdiği mısraın, Veled Çelebi tarafın­
dan Farsça aslından Türkçeye yapılan tercüm esinde:
«K e n d i kendinle huzur tavlasını oynamak için bu «b e n »
v e «b iz »i vücude getirdin» denm ektedir. M esnevi, cilt:
1, üçüncü baskı. « çevirenin n o t u »).
37

IV

«GERÇEK AKILLARIN BİRLEŞMESİ» (1)

Sen ve ben, evin sofasında oturduğum uz an ne m ut­


lu b ir andır,
İk i nakış, iki sûret; fakat b ir can, sen ve ben.
B irlik te bahçeye çık tığ ım ız zam anlarda bağın
rengi, kuşların sesi âb-ı hayat verir.
Göğün y ıld ızla rı bizi seyretm eğe gelir. O zaman
onlara ay ve güneşi gösteririz.
Sen ve ben, senlikten, benlikten kurtularak vecd
halinde mânen birleşiriz. Aptalca h u rafelerden kurtu­
lup neşeleniriz, sen ve ben.
Göğün dudu-kuşlarının hepsi, b irlik te güldüğü­
müz m akam da haset ile içlerini k em irirler.
Bu ne şaşılacak şeydir ki, sen ve ben, burada, b ir
köşede oturup dururken, aynı anda hem Irak'ta, hem
H orasan ’dayız, sen ve ben.

(1 ) Divan. Tasavvufi birliğin tasviri; bu birlikte «âşık»


ve «m âşuknun tezadı, aşkın külli cevherinde eritilir
(P r o f . N ich o ls o n ’un seçm elerinden tercüm esi arzedi-
len bu gazel, M idhat Baharî E e y tu r’un dilimize nak­
lettiği «D iva n-ı K e b ir ’den Seçm e Şiirler»de. cilt: 3,
s. 131'de bulunmaktadır. — A .L J
38

«BİR UYKU VE BİR UNUTUŞ» (1)

B ir adam yıllarca b ir şehirde ka lır da b ir an g ö ­


zünü kapayıp rüya görm eye başladı mı,
K en disin i iyi ve kötü şeylerle dolu b ir şehirde bu-
Jur, kendi şehri zihninden silinir,
Ken dikendin e, «B u ra sı yeni b ir şehir, ben bura­
da ya b a n cıyım » dem ez.
B ö yle dem esi şöyle dursun, hattâ kendini o ra ­
da doğm uş, oraya alışm ış sanır.
N e şaşılacak şeydir 'ki, rûh da oturduğu, doğup
yetiştiği yerleri hatırlam az.
B ulutların yıld ızla rı örttüğü gibi, bu perişan dün­
yanın gözlerin i buğuladığım düşünmez.
H ele rûh, bunca şeh irler gezm iştir de onun g ö ­
rüşünü karartan tozla r henüz süprülm em iştir. (2)

(1 ) M esnevi, I V , 3628.
(2 ) Bak, N o . C X V I I . «Ş eh irler», varlık m ertebeleridir v e ­
ya ruhun H a k ’tan H akk’a seyrinde geçirdiği tecrübe
safhalarıdır; yani hakiki âlem den tabiat dünyasına iniş
ve çokluktan birliğe dönüş.
39

VI

ÖLÜM KEDERİ (1)

İn san lığın başbuğu (H z. M uham m ed) doğru söyle­


m iştir: «Dünyadan geçip giden kişinin
Ölüm yüzünden b ir derdi, b ir acısı yoktu r; hayır,
fakat elinden fırsa t kaçırdığından dolayı yü zlerce ke­
dere düşer.»
K en dikend in e, «N iç in ölüm ü kendim e gaye edin-
m edim -ölüm , bütün nim et ve zenginliğin m ahzeni­
dir. (2)
Ş aşkınlığım dan bütün öm rü m ce h ayalleri kıble
edindim , on lar da ecel gelince kaybolup g it t i» der.
Ö lenlerin kederi ölüm den d eğild ir; neden su retle­
re kapıldık kaldık,
Bunların b ir suretten, köpükten ibaret olduğunu
görm edik, diye esef ederler. H albu ki köpük, denizden
meydana gelir; denizde gelişir ve hareket eder. (3)
Deniz, köpükleri karaya attı m ı m ezarlığa git de
o köpükleri seyret.
«N e r e d e sizin hareketiniz, oynaşm anız? Deniz, sizi
m ahvolm aya mı te rk e tti? » de.
O nlar da sana hal diliyle: «B u soruyu bize değil.
Denize so r» desinler.

(1 ) M esn evi, V I, 1450. Karşılaştır, N o : X X V I I .


(2 ) Burada «ö lü ı», nefsin ölüm ünü ifade eder. Peygam ­
berin «Ö lm e en evvel ö lü n » hadisi.
(3 ) H ak ik ’ fail ancak Allah’tır. Kâinatta bütün fiil ve ha-
yat O ’ndan hâsıl olu r.
40

K öp ü k ler gibi olan s ıu v t de dalgasız nasıl hareket


eder? Rüzgâr olm adıkça toz nasıl olu r da havalanır?
Sûret tozunu gördün, rüzgârı da gör; köpüğü g ö r­
düğünde icat denizini seyret.
Gel g ö r ki, sende yalnız bu görüş bu bakış işe ya­
rar. Bundan ötesinde yağsın, etsin, ilik ve sinirden
ibaretsin.
Bütün bedenini görüşte erit; görüş ol, görüşe git,
görüşe er.
B ir bakış va rd ır ki, b ir iki fersahlık yolu görür;
bir bakış va rd ır ki, iki âlem i de görür, Padişahın yü­
zünü de.
41

V II

ANLAYIŞA E R M E YE N (1)

Ana karnındaki cenine birisi dese ki, «D ışarısı pek


düzgün, pek hoş bir âlem dir,
Güzel b ir dünyadır, geniş ve uzundur, binlerce ni­
m etler ve nice yiyecek şeyler.
Dağlar, denizler, ovalar, bağlar, bahçeler, Yeşillik­
ler,
Yüksek, aydınlık b ir gökyüzü, güneş ışığı, av ve
sayısız yıld ızla r vard ır;
O âlem deki şaşılacak şeyler anlatılam az ki... Sen,
neden bu kapkaranlık pis yerde zahm etler içindesin?
Bu daracık işkencc verinde kan içindesin, hapiste
sıkıntı çekm ektesin,»
Cenin kendi haline bakıp bunları inkâr eder; k ö­
rün ne tahayyülü olu r ki.
İşte dünyadaki halk da buna benzer: V elîler, on­
lara öbü r âlem den bahsetti mi,
«B u dünya karanlık b ir kuyudur, bu kuyunun d ı­
şında renksiz, kokusuz b ir âlem va r» dedi mi,
Onların hiçbirinin kulağına bu söz girm ez; çünkü
dünya tamahı büyük m ânidir.
N itek im o ana karnındaki çocuk da kana tamah
ettiğinden o aşağılık yerde kanla beslenir;
H ariçteki dünyayı idrâkten mahrumdur, zira kan-
cU.-n başka yiyecek bilm ez.

(1 ) M e sn ev i, I I I , 53. Çocu k doğuşunun ve sütten kesilişi­


nin. m anevi doğuşa (hidayete erişm ey e) benzetilişi
M e s n e v i’nin birçok pasajlarında açıklanır.
42

V III

VARLIK YÜ K Ü (1)

Ey, yüce Allah! bendeki bu cezir ve m ed'i sen


m eydana getirdin , yoksa benim denizim sakindi.
Bana bu tereddüdü verdin; kerem in le beni huzura
kavuştur.
M edet, ey A llah ’ım ! beni, dertlere m üptelâ etm ek­
tesin. Senin verdiğin d ertlerle erler bile kadınlar gibi
za yıf olur. Bana b ir yol göster, on yol değil.
Sırtı yaralı b ir deve gibiyim , cü z’i iradenin sem eri
pek elim yaraladı.
Arkam daki ağır küfe beni kâh b ir yana, kâh öbü r
yana çöktürüyor.
Bu m uvazenesiz yükü sırtım dan al da Senin Ihsan
Bahçene yayılayım .
Yü zbin lerce yılla r havadaki zerreler gibi, iradesiz
ileri, geri uçuyordum.
O zamanı ve o hali unutsam bile uykuda bu â lem ­
den göçüp gitm em bana o âlem i hatırlatır.
Uyku zamanı bu dört unsur çarm ıhından kurtu­
lur, şu daracık yurttan can yaylasına sıçrar, çıkarım . (2)
Uyku dadısından o geçm iş günlerin sütünü içerim ;
ev, birşeve ihtiyacı olm ayan A llah ’ım!

(1 ) M e sn e v i, V I , 210.
(2 ) Bak, N o . X I I I . «B u dört dallı çarm ıh», düşen ruhun
işkence, çektiği hapis evini teşkil eden dört unsuru imâ
eder.
43

Bütün âlem kendi ihtiyarından, kendi varlığından


sarhoşluk âlem ine kaçm aktadır.

Bu sûretle herkes, şarap, çalgı gib i şeylere düşer


de kendisini idrâkten b ir an olsun kurtulm aya çalışır.

H erkes b ilir ki, bu varlık tuzaktır; insanın ihtiyarı


ile birşevi düşünmesi, birşeyi istem esi cehennem dir
adetâ.
44

IX

V E L ÎL E R İN RÛHU (1)

Yağm ur, pis şeyleri tem izlem ek için gökten yağar.


Su durdu mu kirlenir, kirlenince de duygu ondan
iğrenir.
Allah, yine onu doğruluk denizine götürür, o su­
ların suyu, kerem inden onu yıkar, arıtır.
Sonra dünyaya doğru yine akar, «n ered esin ?» diye
sorulso, «hoşluk denizindevim ,
Burada kirlendim , gittim , arındım , ge ld im » der,
şeref elbisesini taşır, ,
Bu sudan maksat V elîlerin canıdır. O can, sizin
k irlilik lerin izi iyice yıkar, arıtır.
Yeryü zü n dekilerin hıyanetliklerinden kirlenip bu­
landı mı yine arşa, tem izlik bağışlayana gider.

(1 ) M esn evi, V, 200. Velîler, manevî enerjinin yaratıcısı is­


tiğrak ile, vazifeleri olan « arz etrafındaki insan sahil­
lerinin tem 'sc e yıkanması» için yeniden hayat bulur,
kuvvetlenirler.
45

NÛRUN ÇOCUKLARI (1)

Y ıld ızla rın ötesinde Y ıld ız la r va rd ır ki, onlarda


ihtirak ve uğursuz h aller oTmaz. (2)

Onlar, bu bilinen yedi kat gökten başka diğer


göklerde seyir ve hareket ederler.

B irb irlerin e bitişik ve b irb irlerin d en ayrı olm ayan


bu yıld ızlar, Tan rı nurlarının ışığında dururlar. (3)

H e r kim in talihi bu yıld ızlardan olursa, o kim se­


nin zâtı, im ansızları taşlayıp yakar. (4)

Allah, nûrunu bütün rûhlara saçtı, fakat yalnız


d ev letlile r eteklerin i doldu rm ak için açtı.

(1 ) M esnevi, I, 754.
(2 ) «İh tira k », beş seyyarenin ( Z ü h re, Utarit, M erih, M ü ş ­
teri, Z u h a l) herbirinin, Z odya k ’m aynı derecesinde gü­
neşle olan irtibatının astronom ik tâbiri.

(3 ) Fizikî dünyanın vaziyetinde seyyarelerin tesiri olduğu


söylenir. İlâhî Varlık semasında ebedî olarak parlayan
m anevi gök cesimlerinden seçilmiş kimselerin bahtı
gelir. B u «yıldızlar», her arifin hayatındaki safhaların
tâyini olan Allah isimleri ve sıfatlarıdır. Tesirlerinde
çok ¡urklı olsalar da ayırt edilem ezler; fakat görüşün
en yüksek noktasından tefrik edilm eyen «Cevherue
m erb u ttu rla r;. onunla ve berberleriyle aynıdırlar.

(4 ) Seçilm işlerin şua neşredici ruhları, akan yıldızların


kaynaşan şeytanları yaktıkları gibi, imansızlığı imha
ederler (K u r'a n . L X V I I . 5).
46

O nûrun çoğunu elde eden, vü/.ünü Allah'tan gayrı


herşeyden çevirdi. (5)
Denizden olan yine denize gider, nereden geldiyse
yine oraya varır.
Dağ başından hızla akan seller, tenim izden aşkla
akıp giden can, aslına kavuşur. (6)

(5 j H adis’e göre, «Allah, mahlûkatı karanlıkta yarattı, son­


ra üzerlerine nurundan serpti. N urun isabet ettiği doğ
ru yolu seçti, etm eyen yoldan çıktı. (Gazali. « Karanlık
içinde» tâbirini « nefsin hükm ü altında» ve « nurun­
dan serp m ey ’», « hidayet etti» diye şerhedc-r — E l mıın-
kız u M inad Dalâl— «.çevirenin n o tu »),
<Jii H er «c iiz» «b ü tü n ü n ü » arar. «R u h u n kıvılcımları»,
menşei olan Kiilli N ura aşk ile sevkohır,.
47

XI

AŞK, GAİPTEN HABER V E R E N R UH ANÎ (1)

Âşıklık gönü! iniltisinden belli olur; h içbir hastalık


gönül hastalığı gib i değildir.
Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk,
Allah sırlarının usturlabıdır. (2)
 şıklık ister o cihetten, ister bu cihetten (ilâhı ve­
ya m ecazî) olsun, bizim için sonunda o tarafa kılavu z­
dur. (3)
Âşkı şerhetm ek içiıı ne söylersem söyliyevim ..
¡¡sil aşka gelince o sözlerden mahçup olurum .
Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi
çabalar. Aşkı, âşıklığı yine aşk şerheder.
Güneşin vücudüne delil yine güneştir; delil arar­
san güneşten yüz çevirm e. (4)

II) M esnevi, I, 109.


(2 ı «İnsan, Allah'ın usturlabıdır. A stron om i bilgini ustur
lab ile sem avi küreleri nasıl keşfeder, hareketlerin■> ve
yıldızların tesirini nasıl mütalâa ederse, bunun g:bi,
insan da Allah'tan nefsini bilm ek istidadını aldığı sa­
man kendi varlığı usturlabından devam lı olarak Allah
tecellisini ve tarifin ötesindeki İlâhi güzelliği •parıltı
halinde görür. O cemal hiçbir zaman bu aynadan eksik
olman (F îh i mâ f ’h, 13).
(3 ) E m e r s o n ’a göre: « İlâhî güzelliğin hususiyetlerini b ir­
çok ruhlarda g örerek, dünyada uğranılan ayıbı her in
sanda ilahiden ayırarak, âşık, en yüksek güzelliğe, ya­
ratılmış canların m erdiven basamaklarından ulûhiyet
bilgisine ve aşkına yükselir.»
'4 ) Aftab âm ed dt’lil-i âftâb, meşhur ve çok tekrarlanan
benzerlik.
48

X II

KADIN AŞKI (1)

Suyun ateşe galebesi gibi, görünüşte sen kadına ga­


lip isen de aslında tâlibi olduğun için kadının m ağlû­
busun.
Bu, insanın hususiyetidir; hayvanlarda muhabbet
noksandır ve onların nakıslığını gösterir. (2)
Peygam b er buyurdu ki: «K a d ın la r, akıllı kişilere,
ehl-i dil olanlara galip olurlar.
Fakat cah iller kadına galebe ed e rler», çünkü onlar
sert ve kaba m uam eleli olurlar.
S evgi ve acım a insanlık vasfıd ır, hiddet ve şehvet
hayvanlık.
K adın Hak ııûrudur, sevgili değil, sanki Y a ra tıc ı­
dır, yaratılm ış değil. (3)

(1 ) M esnevi, I, 2431.
■2) H ayvanlar insana nispeten aşkta noksan olduğu halde
«aşkın ne olduğunu bilir» ve « o aşka kör olan köpek­
ten aşağıdır» (M es n ev i, V, 2008J.
(3 j Şekil örtüsünü bir tarafa atarak R ûm i, kadında ebedî
güzelliği, aşkın gayesini ve 'vahyedeni görür. V e kadı­
na, onun aslî tabiatına, güzelliğin kendini gösterdiği
ve yaratıcı fiilini icra ettiği bir vasıta olarak bakar.
İb n u 'l Arabi. Allah’ı en m ü k em m el rûyetin, O 'n u ka­
dında temaşa edenler tarafından tadıldığını söyleyecek
kadar ileri gitmiştir.
49

X III

İL Â H Î G Ü Z E L L İK (1)

K erem sahiplerinin içtikleri o gizli kâseden yeryü ­


züne b ir yudum cuk saçtın.
G ü zellerin saçlarında, yü zlerinde o b ir yudum cuk
şarabın nişanesi var. Padişahlar, bu sebeple, o top ra k ­
tan m eydana gelen gü zelleri ö p er dururlar.
Y ü zlerce istiğrakla o topraktan meydana gelen
gü zeli öpüp durm an, onda güzelliğin b ir zerresi bulun-
duğundandır.
Seni, toprakla karışm ış b ir yudum cuk güzellik şa­
rabı böyle deli divane ediyor, onun salı n eler yapmaz.

(1 ) M esn evi, V, 372.


F : 4
50

X IV

«S A N A D Ö N E R İM » (1)

K e d e r anında canım ın rahatı sensin; ölüm ızdıra-


bm da rûhumun hâzinesi sensin.
A klın, idrâkin erm ed iği gü zellikler, sende canıma
ulaştığı için sana dönerim , K ıb lem sensin.
Senin ihsanınladir ki, aşk dolu nazarlarım la son­
suzluğa bakarım .
E y şah! fâni olan ihtişam, debdebe beni a ld a tır m ı?
Senin dâvetin olm asa da hoşnut edici haberini g e ti­
renin lû tfu kulağım da şarkılardan daha hoştur.
Zevalsiz Tan rı'n ın cö m ertliği bana âlem leri arzet-
se, bütün gizli hâzineleri önüm e koysa,
Candan secde eder, yüzümü toprağa koyarını.
V e derim ki: «B u n ların hepsinden böyle b ir sevgi­
linin aşkı bana yeğd ir.»

(1 ) Divan,
(D iv a n -t K e b ir ’den Seçm e Şiirler, c. 2, s. 51. « Ç e v r e ­
nin n o t u »).
51

XV

İÇ İM İZD EK İ HAKİKAT (1)

Sûfînin b iri yeşillik ve m eyva ağaçlariyle dolu gü­


zel b ir bahçede sû fîye yakışırcasm a
G özlerin i kapamış, başm ı dizine dayam ış, tefek ­
kürün derin lerin e dalm ıştı.
T erb iyesi noksan biri dedi ki: «Y a h u ! ne u yu yor­
sun? A lla h ’ın rahm et eserlerine, şu yeşilliğe baksa­
n a !»
Sûfî cevap verd i: «E y m ağrur kişi! ben, gönlüm e
bakıyorum . A llah ’ın eseri gönüldür. D ışardakiler ancak
ve ancak onun eserlerinin ese rlerid ir.»
Bağlar, bahçeler, y e şillik ler gönüldedir, Dışardaki-
lerse akarsuya vuran akislere benzer.
O görünen bağ, suya akseden hayalî bağdır; suyun
leta feti yüzünden oyn ar durur.
Bağlar, bahçeler, m eyvalar, İnsan-ı K â m il’in gön-
lündedir; onların letafetin in aksi şu suya, toprağa
vurm uştur.

(1 ) M esnevi, I V , 1358. Rabiat ül A d eviye’nin m enkıbesi ile


b ir benzerlik hatıra gelir. Rabia, bir bahar günii evine
girer, başını eğer. Kadın bendesi: «D ışa rı gelin, Al
lah'ın eserlerine bakın » der. Rabia cevap verir: «İç e ri
gir ve Yaratanı gör.»
52

XVI

ARİFLER BİLİR LER (1)

H ik m et, müm inin kaybolm uş devesi (2) olduğun­


dan onu kim den duysa katiyetle inanır, kabul eder.
Fakat kendisini h ikm etle yüzvüze gelm iş bulursa
ortada ne şüphe kalır, artık nasıl yanılır?
Susamış birisine: «B u rada b ir bardak su var, iç»
desen,
O insan: «B u sırf b ir iddia, beni yalnız bırak, uzak­
laş, yalan cı»,
Yahut b ir anne süt emen bebeğine: «G el, ben, se­
nin annenim, süt em » dese,
Çocuk: «Sü t ile doyacak m ıyım , bana isbat e t»
d er mi?
H alkın gönlünde de m anevî b ir tat vardır. Pey­
gam berin yüzü ve sesi aşikâr m ucizedir.
Peygam ber, zâhiren seslendiği zaman üm m etin
canı içinden secde eder.
Çünkü can kulağı âlem de hiç kimseden o sese ben ­
zer ses duym am ıştır.
O büyüleyici sesin zevkinden gu rbetteki rûh, A l­
lah ’ın: «B en , sana çok ya k ın ım » (3) buyruğunu duvar.

(1 ) M esn evi, II, 3591. Hatırlam anın plâtonik doktrinini ve


aşikâr olan gerçeği, tasavvufi görgü ile izah eden bir
pasaj.
(2 ) A li'ye isnat edilen bir söz. Allah ilmini ezelde kazanan
m ü m in arar, bulunca hem en tanır.
(3 ) K u r ’an II. 186.
53

X V II

D ÜN YA A H V A LİN E KARŞI U YK U (1)

Sen, her gece vücut tuzağından rûhları kurtarm ak­


ta ve onları bağlayan rabıtaları sökm ektesin.
H er gece rûhlar bu kafesten kurtulurlar; ne kim ­
senin hâkim i, ne de mahkûmu olarak rahata ulaşırlar.
G eceleyin zindandakilerin zindandan, padişahın da
saltanatından haberi yoktur.
Uyurken ne gam vardır, ne kâr ve ne de zarar dü­
şüncesi; ne bu insan ne de o insan hakkında b ir fikir.
A rifin hali uyanıkken de b övled ir. M evlâ, «O n la r
u yku d ad ır» buyurdu, buna dikkat et. (2)
Onlar, gece gündüz dünya ahvaline uykudadırlar,
Rabbin elinde çevrilen kalem gib id irler. (3)
Y a zı esnasında yazanı görm eyen, yazının kalemden
olduğunu zanneder.
Tanrı, a rifin bu halinden pek az b ir m iktarını hal­
ka gösterdi; avam ı uyku kapladı (ga fle te dalıp a rifi
anlam adılar).

(1 ) M esnevi, 1, 388.
(2 ) K u r ’an’da anlatılan ( X V I I I , 8-25J E f e s ’teki Yedi U yu -
yanlar'vn m enkıbesini imadır. (P r o f. N ich olson ’un « Y e ­
di Uyuyanlar» dediği E sh a b-ı Kehf, bizdeki kuvvetli
rivayete göre, E f e s ’te değil, Tarsus’taki mağarada uyu­
muşlardır. A .L .)
(3 ) Karşılaştır, Hadis ile: « Gerçekte iman iden. Rahman
ve Rahim olan Allahsın iki parmağı arasındadır.» Al
lah'm kendisini azametiyle ıgazap ve kahıry veya ce­
maliyle (ra h m et ve a şk ) bildirm esine göre, ariflerin
Kalbi kederV kasılır veya neşeyle genişler.
54

O nların canı söze sığm az, sırrına akıl erm ez sahra­


ya gitti; ruhları da bedenleri de istirahatte.
Sen, b ir ıslıkla tekrar onları tuzağa çekip hepsini
te k lif kaydına düşürürsün. (4)
Gün doğunca İs ra fil gibi o diyardan suret âlem ine
getirirsin . (5)
Bedenden ayrılm ış olan rûhları cisim yapar, her
cism i ivi kötü işlerle tek rar yüklü edersin.

(5 ) Allah'ın bu işi kıyamet günü, m eleklerin başı İsra fil’in


bo ru ile ruhlara bedenleriyle tekrar birleşm esi için
işaret verm esine benzetilir.
(4.) Yani, İlâhî adaletin m uhakem e yeri olan bu dünyada
insanlar nefislerini idrâk için imtihandadırlar.
55

X V III

M Ü M İN LER BİR CANDIR (1)

M ü m in ler çoktur, fakat îm an ları b ird ir; cisim leri


sa yısızd ır ama can lan tektir.
İnsanda, öküzün, m erkebin anlayışından ve canın­
dan başka b ir akıl, başka b ir can vardır.
İlâ h î m akam a eri;;' ı, V elî olan kişide beşerî can­
dan, akıldan başka b ir can ve akıl vard ır. (2)
H ayvan î canlarda b irlik yoktu r; sen bu b irliği rüz­
gârın rûhunda arama.
H ayvan î can, ekm ek yese, İnsanî rûhun karnı
doym az; yük çekse, o sıkıntı çekm ez.
H attâ onun ölüm ü ile hayvanî rûh sevinir, İnsanî
rûhun m u vaffak iyetin i görünce de hasedinden ölü r
K u rtların , köpeklerin canı hep ayrıdır, ancak Allah
arslanlarm ın canı birdir.
O nların canı diye çoğul söyledim , çünkü o b ir tek
can cism e taallûk edince yüz olur.
T ıp k ı gö k y ü v in d e k j tek güneşin b ir tek nûru da
cv içlerine vurunca yüzlerce nûr olm ası gibi.
Fakat ortadan duvarları kaldırdın mı, hepsinin
nûru b ir ve aynı olur.
Vücut evlerin in tem eli kalm au n ca da M ü m in ler
b ir can olur, sır meydana çıkar.

(1 ) M esnevi, IV , 408. R ûm i, «M ü m in »d e n bahsettiği za­


man, um um iyetle, ilham alan insanları kasteder; o in
san ki, imanı ancak yakin görgüsünden vasıtasız fış­
kırmaktadır.
(2 ) Burada zikredilen üç ruh, Sûfî psikolojisinde: (a ) H a y­
vani veya şehvani, ( b ) akli (natıkalı akıl) ve ( c ) pey-
gam ber ve velîlerde görünen tabiatten üstün ( akl-ı)
K ü ll) diye bilinir.
56

X IX

ARŞA MERDİVEN (1)

Dünya hissi bu cihanın m ediveni, din hissi arşın


m erdiven idir.
O hissin sağlığını hekim den, bu hissin sağlığım
Allah Sevgilisinden (H a b ib ’den) arayın. (2)
M anevî yol cism i harap eder, harap ettikten sonra
da tam ir edip saadet bağışlar.
A ltın definesi için evi harap etrçjiştir, fakat o altın
definesini elde ettikten sonra evi evvelkinden daha iyi
hale getirm iştir. (3)
Suyu kesmiş, aktığı yolu tem izlem iş, sonra içine
içilecek su akıtm ıştır. (4)
D eriyi yarm ış, dikeni çıkarm ış, sonra orada yep ­
yeni b ir deri meydana getirm iştir.
K a leyi yık ıp imansızdan almış, sonra yüzlerce
burç ve hendek yapm ıştır. (5)
Bazen A llah ’ın işi böyle tecelli eder, bazen aksi
olur: hikm etinden sual edilm eyen A llah ’ın işini kim
anlayabilir, ona ancak hayran olunur.

il) M esnevi. I. 303.


(2 ) Yani canları velilikle tedavi eden.
(3 ) İnsanın m anevi cevheri, bir evin döşem esinin altında­
ki haşine gib\ toprağa m ensup tabiatında göm ülüdür.
(4 ) Kalbin tasfiyesi, şehvet «su yu », ihtiras vc bütün cis-
manî düşünceler kesilm edikçe başlayamaz.
(5 ) Gazali, vücudu. Allah’ın ruh'u yerleştirdiği yahut akli
ruhun em ri He hayvani ruha, « 'imansıza» yasak ettiği
kaleye benzetir. K ötü ihtiraslarla işgal olduğu zaman,
ruh mutlaka onları tahrip eder; mütecavizi defeder ve
sonra onu zaptedilmez şekilde yeniden inşa eder.
57

Fakat dinde hayrete düşen, arkasını Allah'a ç e v ir­


miş, ondan haberi olm ayan b ir hayran değil. S evgiliye
dalm ış, onunla sarhoş olm uş, kendisinden geçm iş b ir
hayrandır. (6)
Onun yüzü S evgiliye karşıdır; öbürünün yüzü tam
kendinedir. Y ü zlerin e dikkatli bak: h izm et görm en
dolayısiyle yüzüne baktığın kim selerin m anevî hüvi­
yetlerin i anlarsın.
Z ira insan yüzlü nice şeytan va rd ır, binaenaleyh
her ele el verm ek olm az.
Kuş tutan, kuşu avlam ak için ıslık çalar, ö tm e tak­
lidi yapar.
Kuş kendi cinsinin sesini işitir, havadan iner, tu­
zağa yakalanır.
Bunun gibi aşağılık kişi de dervişlerin tö z le r in i
b ir saf kişiyi tesh ir etm ek, aldatm ak için çalar.
E rlerin huyu nçıklık ve sıcaklık tır; aşağılıkların
işi hîle ve utanm azlıktır.

(6 ) Akl-ı rıâtıka, İlâhi kudretin akıl almaz suretlerini açık­


ça seyreder, hayrette kalır. Fakat Allah nuruna ya-
gözleri kamaşan âriflerin hayreti, cehalet v e dalaletin
şaşkınlığında yolunu kaybeden o dindar müraileri ka­
tiyen utandırmaz.
58

XX

G ERÇ EK SÛFÎ (1)

Sûfî, saflığı dileyen kişidir, sû fîlik so f elbiseyle,


terzilik le, edepli görü nm ekle dTmaz.
Fakat alçak ve aşağılık kişilerce sû fîlik terzilik ­
ten, gösteriş ve livatadan ibarettir.
O saflık, iyi ad, san hayaliyle bu renge bürünm ek
dc iy id ir lâkin
O hayalle asla kadar gitm ek şartiyle, l?at kat haya­
le tapanlar gib i değil.
Hayal, seni güzellik otağının çevresine sokulm ak­
tan m eneden gayret çavuşudur.
O, ne yolu kesen hayallerden ürker, sıçrar, ne de
padişahlık taslar. Padişahın nişane olarak verd iği oku
gö sterir ve açılan yola girer. (2)

il) M esn evi, V, 358.


(2 ) Kralın ismi kazılmış M r ok, teslim olan düşmana kra­
lın selâmeti garanti edildi diye verildi. Sâdi, bu âdeti
beyitle ima eder:
«Öldürücü okunla ya beni yaralı kalbimden vur
Hayalım ı al, ya bana teminat okunu ver» i tir i âmân).
59

XXI

K AYB ETM E Yİ GÖZE ALMAYAN KAZANMAZ (1)

G em iye yük yükledin m i A lla h ’a güvenm ek gerek,


Y o ld a batacak m ısın, gideceğin yere selâm etle m i
varacaksın, bilm ezsin.
Eğer, «K a d erim d en em in olm alıyım , başım a ne
gelecekse b ilm eliyim , yoksa gem iye b in m em .» dersen,
H iç b ir ticaret yapam azsın. Bu ikisi sırdır, aslâ
âşikâr değildir.
K o rk a k yü rekli tüccar ne kazanır, ne kaybeder,
hattâ ziyan eder. N û r saçmak için yanm ak lâzım dır.
Bütün işler ü m itle döner, şüphesiz üm itten m ak­
sat îm an dır; bu süretle selâm ete erersin.

(1 ) M esnevi, I I I , 3083. Allah, ezelde bazı canlann kurtula­


cağını, diğerlerinin kurtuluştan m ahrum olacağım
irad ettiği halde, peygam berlere bütün kelâmını h ep­
sine vaaz etm eyi em red er (K u r ’an, V, 70). İtaat edin
ve O ’na inanın. D ü n yevi m uvaffakiyet bile tehlikeye
atılmadan kazanılmaz.
60

X X II

C E H E N N E M YOLUNDA ARKASINA BAKANİ ADAM (1)

G örünm eden önüne ardına düşen m u hafız m elek­


ler, bekçi gibi meydana çıkarlar.
Yü rü ey köpek, sam anlığa gir, diye onu sürükler­
ler, m ızraklarla dürterler.
O, yüzünü geriye çevirir; gözyaşları sonbahar yağ­
muru gibi dökülür. B ir üm ide kapılm ıştır.
Derken Tanrıdan m eleklere em ir gelir: «O na fa zi­
let düşkünü, kabahatlerinin kara d efterin i görm edin
mi, ne bekliyorsun? Boş yere ne du ruyorsun?» deyin.
Ku l cevap verir: «R a b b im ’ bilirsin, bu yu rdu kları­
nın yüzlerce, yüzlerce misli kötüyüm.
Fakat iyi, kötü işlerim i, îm an ve küfrüm ü, doğru
işlerim i veya itaatsizliğim i biryana b ifa k a lım ,
Ancak Senin lûtfuna, m erham etine büyük bir
ümit bağladım ,
K en di işlerim e değil, m erham etine sığınıyorum .

fh M esnevi, V, 1815. B u beyitlerin ait olduğu pasaj, aşa­


ğıdaki rivayetten meydana, gelmiştir. «Allah, kıyamet
gününde insanların yargılanmasını bitirince :'ki adam
kalacak v e ikisine de Cehennem lik oldukları em redile­
cek. O yolda onlardan biri yüzünü Allah’a çeırrecek.
H e r şeye kadir olan Allah, onun geri getirilm esini is­
teyecek; dönüşünün sebebini soracı-.k. O cevap v e re ­
cek: ( C ennete girm em e izin verileceğini üm it ediyor­
d u m .) Sonra Allah, onun Cennete alınmasına cm'.r ve­
recek.»
61

Bana şeref elbisesi olarak varlık verdin, ben Sana


gü veniyoru m .»
K u l, kendi günahlarını itira f edince, Tan rı ihsaniyle
T an rı bağışlam ası yetişir:
« E y M elek ler! onu bana getirin, çünkü gönül gözü
rica ve niyazda,
Ben dc günahlarına aldırm ayayım , onu azat ed e­
yim , hatâlarına b ir kalem çekeyim .
1 ûıfıımclan hoş b ir nteş yakayım da bu ateşin en
küçük kıvılcım ı suçu da, kusuru da yaksın.
İnsanların bulunduğu yere b ir yalım salayım da
dikenleri gül kam eriyesi yapayım .»
62

X X III

M A N E V Î DALGALANIŞ (1)

Ayran içinde yağ nasıl gizliyse, yalan da hakikat


cevherinde gizlidir.
O yalan şu fâni vücuttur; hakikat de Rabbe m en­
sup olan rûhtuf.
S eneler boyunca vücut ayranı m eydandadır; can
yağı ise onda hiçbirşeym iş gib i saklı, kapalıdır.
N ih a yet Allah b ir E lçiyi, seçilm iş b ir kulunu, ay­
ranı yayıkta çalkalam ak için gö n d erir ve
Gerçek ben liğim in kayıp olduğunu (bende b ir ben
gizli bulunduğunu) öğreneyim diye usul ve .hünerle
o ayranı çalkar. (2)
Yağlan m am ış ayranın varsa m uhafaza et; döğüp
yağını alm adıkça sakın harcama.
M aharetle ileri-geri döndür de sakladığı meydana
çıksın.
Bu fâni vücut, bâki olan rûhun d elilid ir: nitekim
sarhoşların m ırıltıla rı da sakiye delildir.

(1 ) M esnevi, I V , 3030.
(2 ) Sûfî Pirinin vazifesi, m üridindeki gizli msrı.evî hassa-
la n m eydana çıkarmak v e tekâmül ettirm ektir. Tıpkı
küçük b ir çocuğun annesini dinleyerek konuşm ayı öğ­
renm esi gibi,
63

X X IV

KÖR TÂBİ (1)

Papağan aynaya bakınca aksini görür; aynanın


ardında saklanm ış olan ustayı farketm ez.
Bu suretle insan gib i konuşm ayı öğren ir; kendi
cinsinden b ir kuşun kendisi ile konuştuğunu zanne­
der. (2)
İş te .bunun gib i benlik ile dolu olan m ürit de V e lî­
nin beden aynasında kendinden başka b irşev görm ez.
S öz ve iş zam anında aynanın ardındaki A kl-ı Küll-ü
— İnsanın sırrı olan Rûhu— bilem ez.
O sanır ki insan söylüyor; halbuki bu başka bir
sırdır, onun bundan haberi yoktur.
Söz söylem eyi ö ğretir, ö ğ re tir ama başı sonu o l­
mayan sır ö ğretir; halbuki o bu sırra âşinâ değildir.
O b ir papağandır, sır-dostu değildir, bunu b ile­
mez.

(!) M esjıevi. V. 1430.


Doğuda papağanlar konuşturulm ak için arkasmda p e r­
de olan ayna ile terbiye edilir. «A yn a », m übarek inşa
m rem zeder ki, «papağan» ile, yani m ü ritle Allah'ın,
görünm ez konuşm acı ve Hocanın arasında m edyum gi­
bi vazife gören kutlu insandır.
64

XXV

S Ü L E Y M A N ’IN KUŞLARI (1)

M uhabbet kuşlarının ötüşleri bir sesten ibarettir.


S üleym an’ın kuşlarının söyledikleri kuş dili nerede? (2)
Sen onların seslerini nasıl bilirsin? B ir an ojsun
S üleym an ’ı görm edin.
Sesi insana neşe veren o kuşun kanadı Doğu ve
Batıdan hariçtir.
Ahengi, Kü rsiden tâ yeryüzüne ve yerden tâ Arşa
kadar bütün âlem i doldu ru r; şereT ve azam eti bütün
cihanı kaplar.
S üleym an’a uymayan kuş, karanlığa âşıktır, yara­
saya benzer.
E y kötü yarasa! S üleym an’la sam im î ol da ebe-
diyyen zu lm ette kalma.
O raya doğru b ir arşın gitsen arşın gibi ölçünün ö l­
çüsü olursun. (3)
O tarafa doğru aksayarak, topallayarak bile gitsen,
top allıktan da, aksaklıktan da kurtulursun.

(1 ) M esn evi, I I , 3758. Süleyman, kuşların lisanını öğren­


m işti (K u r ’an, X X V I I , 16). Burada Süleyman, insan-1
kâm il’i, yani Sûfî m ürşidini temsil eder.
(2 ) Dalkavuk şairlerin m edhiyelerinde ortaya koydukları
bütün yapmacıklı belâgatin, Allah tarafından ilham
edilen ifade kabiliyeti ile m ukayeses• m ânâsızdn.
(3 ) Karşılaştır, Harrakânî’nin sözü: « M erd iven in ilk ba­
samağına ayağımı koyar koym az Allah’a ulaştım .» İn -
san-ı kâmil, yaradılışın idealidir ve her şeyin hakiki
kıym etinin ölçüldüğü m ehenktir.
65

XXVI

HAYVAN! RÛH (Nefs-i emmare) (I)

Putlann anası nefsinizin putudur, çünkü o maddî


put yılan, bu manevî put ejderhadır.
Putu kırmak kolay, çok kolaydır; nefsi altetmeyi
kolay addetmek aptallık, cahilliktir.
Ey oğul! nefse misâl istersen yedi kapılı cehennem
kıssasını oku. (2)
Nefsin her an bir hilesi vardır, her hilesinde yüz­
lerce Firavn, Firavn'a uyanlarla boğulmuştur.

(1 ) M esn evi, I, 772.


(2 ) N efs, C ehennem , yahut C ehennem in b ir kısmıdır, as­
lında Şeytan’la birdir. B u sebep ten nefs-i em m arenin
(k ö tü lü ğü ev}red en r u h ) tabiatı olan Cehennem , ger•
çekte enfüsîdir. C ehennem in yedi kapısı veya gayya
kuyusu, azaba sevkeçlen günahları rem zeder.
P : 5
66

X X V II

Ö LÜ M Ü N G Ü Z E L L İĞ İ (1)

Ölümü, Yûsuf gibi güzel gören canını fedâ eder;


kurt olarak gören yolunu sapıtır.
Oğul! herkesin ölümü kendi vasfı, kendi rengince-
dir; Hak düşmanına düşman, dostuna dosttur. (2)
Ayna, Türkün nazarında hoştur, zencinin nazarın­
da zenci gibi karadır.
Ey can! aklını başına devşir; ölümden korkman
hakikatte kendinden korkmandır; kaçındığının ne ol­
duğunu gör.
Bu senin çirkin yüzündür; ölümün değil. Rûhun
bir ağaca benzer, ölüm yaprağı gibidir.
îyi veya kötüyse de senden yeşermiştir. Güzel,
çirkin bütün düşünceler senin kendinden doğar.
Dikenlerle yaralanmışsan, onları sen dikmişsindir;
atlas ve ipek, ne giymişsen, sen eğirmişsiııdir.
İyi bil ki, iş, neticesi gibi olmaz; hiçbir hizmet
ona mukabil verilenle aynı değildir.

(1 ) M esn evi, I I I , 3438, Karşılaştır, N o . V I . Y u s u f’la kur­


dun mukayesesi, K u r ’an’ın X I I ’nci sûresinin 13’üncü
âyetini imadır.

(2 ) M a ddî (is tira ri) yahut tasavvufî ( ihtiyari) ölüm her­


kesin kendi hayaliiıi göreceği b ir aynaya benzer: E ğ e r
tabiatı iyi, hareketleri doğru ise, ölü m ü sevim li bulur.
Aksi halde ondan tiksinir. B ü yü k korku ile kendi ha­
bisliğinin aksinden kaçar. G erçekte çok korktuğu, ta­
savvu r ettiği v e kendinden meydana gelen bir şeydir.
67

Çalışanın ücreti, yaptığı işe benzemez; çünkü o iş


arazdır, buysa cevher ve ebedî. (3)
Iş, zahmet, kuvvet sarfı ve alın teridir; bu ise gü­
müştür, altındır, ihsandır.
İbadet eden, bir rükû, yahut sücud etti mi ahrette
bağ, bahçe meydana gelir.
Allah’ın medhi senası ağzından döküldü mü, tan
yerini ağartan o övüşü Cennet bahçelerine çevrilir.

(3 ) B eşerî ful, h em sebep, h em netice (illet v e eserjd ir. İ n ­


san serbestçe hareketlerinden dolayı müstahak oldu•
ğu cezayı ilerde g örü r Fakat bir bakım dan bu keyfi­
yet beşeri fiilin neticesi ise de ület-i gaiyesine göredir.
Daha doğrusu fiilin ezeldeki şekline, tıpkı m im arın
kafasındaki b ir ev tasavvuru gibi, önceden Allah bilgi­
sindeki oluşa göredir. E u yoldan düşünülürse, m ükâ­
fat, mücazat, beşer fiili şeklinde görünen gizli fikrin
üâhi tecellisidir. B ir başka deyimle, görünüşün hakika­
te tebdilidir. B und an dolayı aralarında gerçek benzer­
lik olamaz. Onlar, araz v e cevh er olarak ayrıdırlar.
Bak, M esn evi, I I , 938 — 1000 altındaki izahı ile.
68

X X V III

İYİ HAL İÇİN BİR NİYAZ (1)

Allah’tan edobe muvafık olmayı dileyelim; edebî


olmayan, Rabbin lûtfundan mahrumdur. (2)
Edebî olmayan, yalnız kendisine kötülük etmiş ol­
maz, bütün dünyayı ateşe vermiş olur.
İçine kasvetten, kederden ne gelirse korkusuzluk­
tan ve küstahlıktan gelir.
Kim dost yolunda pervasızlık ederse, yolunu kesi­
cidir, o mert değildir. (3)
Edepten dolayı gökler nûrla dolmuştur; yine edep­
ten dolayı melekler masum ve mukaddes olmuşlar­
dır. (4)
Güneşin tutulması küstahlık yüzündendir; bir me­
lek olan Azazil de küstahlık yüzünden kapıdan sürül­
müştür. (5)

(1 ) M esn evi, I, 78.


(2 ) E dep , karakter diye izah edilebilen m anevî bilgi ve za­
ti terbiyenin m eyvası olan hisler ve tavırlardır. St.
P aul’un aşkı gibi «o , (a ş k ) uygunsuz hareket etm ez.»
(3 ) O, ihtiraslarına galebe etm edi v e bu yüzden «in san »
ismini hak etmedi.
(4 ) Karşılaştır, W o rd s w o rth 'un mısralarıyla:
«Sen korursun yıldızları hatadan
En eski gökler seninle taze ve kuvvetlidir».
(5 ) K ü su f (e k V p s ). tâyin edilen yolundan çıktığı farzedi-
len güneşe îlâhî bir cezadır. Azazil, İb lis ’in dalâlete
düşm esinden evvelki adıdır.
X X IX

V E L ÎL E R LE DOSTLUK (1)

Allah’tan Mûsâ'ya hitap geldi. «Ey, koynundan


ayın doğduğunu gören! (2)

Seni nûrumla aydınlattığım halde, ben ki Allah’ım,


hastalandım da niçin halimi, hatırımı sormaya gelme­
din?» (3)

Mûsâ: «Ey, Rabbim! Ey, yüce ve bir olan Allah'ım!


sen noksanlıktan münezzehsin. Bu nasıl sırdır, bildir,»
dedi.

Allah yine buyurdu: «Hastalığımda kerem edip be­


ni niçin yoklamadın?»

Mûsâ, «Yarabbi!» dedi, «senin bir noksanın aslâ


olamaz; aklım, kararım elden gitti. Bu sözlerin mâ­
nasını açıkla, anlat.»

Allah buyurdu: «Has ve seçilmiş bir kulum has­


talanmıştı; iyice bir bak, o benim.
Onun mecalsizliği, onun hastalığı benimdir.»

(1 ) M esn evi, I I , 2156.


(2 ) Tasavvufî aydınlatma, ekseriyetle, M u s a ’nın B eyaz
E lin e benzetilir. Bak, K u r ’an V I I , 107 v e E xodus, I V , 6.
(3 ) B u pasaj, Allah’ın dostlarıyla (e v liy a ) birliğini, «K ıy a ­
m e t gününde yüce Allah’ın (E y A d em o ğ lu ! B en hasta
iken beni yoklam adın) » diye başlayan Hadis-i K u d sî’-
nin mânâsına göre bildirir. Karşılaştır, St. Matthew ,
X X V , 43-45.
70

Allah ile oturup kalkmak isteyen, Velîler huzurun­


da otursun.
Velîlerin huzurundan kesilirsen helâk olursun,
çünkü sen, küllî olmayan bir cüzsün.
Şeytan, birisini kerem sahiplerinden ayırırsa onu
kimsesiz hale koyar; o halde de bulunca başını yer,
mahvedip gider.
71

XXX

AZRAİLDEN KAÇAN ADAM

Kuşluk vaktinde saf bir adam koşarak Süley­


man’ın adalet sarayına geldi,
Yüzü kederden sararmış, dudakları morarmıştı.
Süleyman sordu: «Efendi, ne oldu?»
Adam: «Azrail bana hışımla, öfkeyle baktı,» dedi.
Süleyman: «Pekiy, ne dilersen dile bakalım.»
Adam dedi ki: «Ey, canlan koruyan! rüzgâra em­
ret; beni Hindistan’a götürsün; kulunuz, belki oraya
gidince canını ölümden kurtarır.»
işte halk, dervişlikten böyle kaçar, onun için hır­
sın ve boş emellerin pençesine düşer.
Dervişlikten korkmak, tıpkı o adamın korkmasına
benzer.
Hırs ve tamahı da sen Hindistan farzet. (2)
Süleyman, rüzgâra emretti; rüzgâr hemen onu
Hindistan’da bir adaya götürdü.
Ertesi gün, Süleyman toplantı vakti halkla bulu­
şunca Azrail’e sordu:
«O Müslümana niçin öyle hışımla baktın, onu evin­
den uzak etmek için mi?»

(1 ) M esn evi, I, S >.


(2 ) « D ervişlik », < lah’tan gayrı her «:lâhm veya her arzuyu
terkederek «■. afsi ö ld ü rm ey i» gaye edinen m anevî fa­
kirliktir. «B u «ölü m »d e rı kaçınmak, m addî iyilikte hoş­
nutluk aramak, Azrail’den kaçmak gibi boş ve beyhu-
<ledir.»
72

Azrail cevap verdi: «Ey cihanın Padişahı! hayır,


hışımla değil, o yanlış anladı;
Onu görünce gerçekten şaşırdım, AKah,
bana onun canını o gün Hindistanda 2İmamı buyur­
muştu.
Şaşırarak durdum, yüz tane kanadı olsa Hindis­
tan’a gitmesi yine imkânsız, dedim.»
işte dünya işlerini sen, buna kıyas et ve gözünü
aç da gör: telâşla kimden kaçıyoruz?
Kendimizden mi? Ne olmayacak şey! öyle ise
Hak’tan ml? Ne boş ve elîm zahmet! (3)

(3 ) Allah’ın önceden kararlaştırdığı ve bizim olm am ızı is-


dcği varlık olmaktan kaçınmayı düşünm ek abestir. B :-
zim ihtiyarımız, ihtiraslarımıza veya herhangi bir şe­
ye Allah’tan gayrı esir olmamaktadır.
73

XXXI

«HEPİMİZ AYNI YERE ÇEKİLİYORUZ» (1)

İyi, kötü, bu yolda her mukallidi böylece bağlı


olarak Allah kapısına çekerler.

İlâhî sırlarla bilişi olmayanlardan (Velîler) gayrı


herkes, bu yolu korku ve belâ zinciriyle aşar.

Mukallitlere «istemeseniz de gelin», yaradılışı te­


miz kişilere de «isteğinizle gelin» emri tevcih edilmiş­
tir. (2)

Mukallit, dadısını sütü için seven çocuğa benzer.


Öbürü, ancak âşık olduğundan, o görünmeyen güzele
gönül verdiğinden sever.

Çocuk, dadının güzelliğini anlamaz ki, onda sütten


başka bir istek yoktur.

Öbürü ise zaten dadıya âşıktır, bu sevgide muradı,


maksadı ancak ona kavuşmaktır.

Şu halde Allah'tan birşey umarak, Allah'tan kor­


karak sevenler, taklit defterinden ders okumaktadır­
lar.

Nerede Hakk’ı Hak için sevenler?. Nerede mak­


satlardan arınmış âşık?

(1 ) M esn evi, I I I , 4581.

(2 ) E ak, K u r ’an, X L I , 11 ve N o . X C I .
74

Fakat ister böyle sevsin, ister öyle., mademki Al­


lah’ı dilemektedir, onu Hakk’a çeken yine Hak’tır.
Daima Allah’ın hayrına erişeyim diye Allah’ı seve­
nin de,
Allah'tan başkasına gönül vermekten korkup yal­
nız onu sevenin de,
Her ikisinin sevgi ve arayıp taraması o kaynaktan-
tandır. Bu gönül verme, o gönül çekendendir; o güzelin
güzelliğinden ileri gelmededir.
75
X X X II

ÎM A N V E Ç A L I Ş M A (1)

Allah, önümüze bir merdiven koydu, onu basamak


basamak çıkmalıyız.
Ayağın varken niçin topallık bahane edersin? El-
lerin varken tutacak olan parmaklarını neden saklar-
sın?
Allah'ın nimetine, lûtfuna şükretmeye çalışmak
irade-i cüziyedir, senin cebrilîğin o lûtfu inkârdır.
Onun verdiği kudrete şükretmek, kudretini artırır;
cebir ise Allah’ın verdiği nimeti elinden alır.
Yolda haydutlar var: o kapıyı, o dergâhı görme-
dikçe uyuma. (2)
Eğer Allah’a mütevekkil isen, çalışmanla tevekkül
ol; tohumu ek, sonra herşeye Kâdir olan Allah'a da­
yan. (3)

(1 ) M esn evi, I, 929. B ir arslan ü e daha küçük hayvanlar


arasında tevekkülün kabulü veya reddi hakkındaki m ü ­
nakaşa, diyalog tarzında ortaya k onm uştur (M es n ev i,
I, 900-991) . H iç şüphesiz tevekkül esastır; fakat A l­
lah’ın gerçek bilgisine erişebilm ek için bize bahşettiği
beden ve aklımızın en m ü k em m el kudret ve kabiliye­
tim kullanmaktan kaçınmayı im a ed er m i? Bilâkis bu
vasıtaları, sebepleri ( esbab) ihmal etm ek nankörlük
v e im ansızlık m ertebesidir. K endim izi istekle m anevî
savaşa (cihad-ı e k b e r ) atmamız, ilâhî takdirin cereya­
nına müdahale için beyhude çalışmaktan sakınmamız,
b ü tü n peygam berlerin v e velîlerin tatbik v e vaaz ettik­
leri İlâhi b ir em irdir.
(2 ) Yolcu, «sâlik», Allah yolunda katiyyen d u ra k la m a la r
lıdvr. Yalnız gaye elde edildiğinde «u y k u »y a m ezun
olabilir; yani tasavvufî huzur halinin gelmesinde.
(3 ) Allah’a e m cy e t ■ederek devesini başıboş bıraktığını
söyleyen birisine Peyga m berin nasihati şöyledir: « Bağ
la, sonra tevekkül ol.»
76

X X X III

«İSLÂMDA RAHİPLİK YOKTUR» (1)

Ey, tavuskuşu! kanadını yolma; onunla övünme-


yi gönlünden at; cihat için düşmanın bulunması zaru­
rîdir.
Düşman olmadıkça savaş imkânı yoktur; şehvetin
olmazsa kaçınma emrine uyman mümkün değildir.
Dinle de kendini hadım etme, papaz olma; çünkü
iffet, şehvetin olmasına bağlıdır.
Rabbin «yeyin» emri şehvet için bir tuzaktır; on­
dan sonra gelen «israf etmeyin» emri ise itidali göste­
rir. (2)
Nefisten feragat sıkıntısı olmadıkça karşılığında
mükâfat elde edilmez. (3)
Ne hoştur, o şart ve ne sevinçli şeydir o mükâ­
fat! o gönüller açan ve cana can katan mükâfat!

(1 ) M esn evi, V , 574. M e v s u k olm ayan bu Hadis, K u r ’an'-


daki ( L V I I , 27) âyetin tefsirine dayanır. Hıristiyan
m ünzevilerinin tatbik ettikleri zâhitliği hedeftir. B u ­
rada R û m î, nefs terbiyesi v e nefsi Hükm ü altına alan
Sûfîlik yolu ile, bütün iğvalan kestirmeyi, m a h rum i­
yetle fazilet imtihanım, hikm et v e kem ale erm eyi m u ­
kayese eder,
'2 ) Bak, K u r ’an V I I . 31.
'3J G ra m er kaidelerine uygun benzerlik. Sûfinin Allah’tan
mükâfatı, bir şart cüm lesinin esc s ibaresm de açıkla­
nan netice, ikinci ibaredeki şartın ikm aline nasıl tâbi
ise, aynı şekilde nefs feragatine dayanır.
77

X X X IV

Y A L N IZ G İT M E Y İN (1)

Bizim dinimizde iş, savaşta ve mücadelededir. îsâ


dini dağa ve mağaraya çekilmedir. (2)
Sünnet, en emin yoldur. Müminlerin topluluğu se­
nin en güzel yol arkadaşlarındır. Arkadaşsız oldun
mu helâk olursun.
Allah’a giden yol, mihnet ve tehlike doludur; ta­
biatı kadın gibi mecalsiz olanın yolu değildir.
Bu yolda canlar korku içindedir; korku, tıpkı unu
kepekten ayıran elek gibi, insanların yüreklilerini yü­
reksizlerden ayırdeder.
Eğer yalnız gidersen, farzedelim ki kurt seni kap­
madı, fakat manevî bir neşe bulamazsın.
Ey derviş! eşek hernekadar iri ise de kendi cin­
siyle arkadaşlık ederse neşelenir, kuvvet bulur.
Kervandan ayrılıp çölü yalnız olarak geçmeye kal­
karsa, kaç scpa fazla yer ve kaç kere dürtülür.
Ve sana mânen der ki: «Dikkat et, eşek değilsen
yola böyle yalnız düşme, bu öğüdü dinle.»

(1 ) M esn evi, V I , 494,


(2 ) R ûm î, «Is a dini» hakkındaki an’anevî M ü slü m an gö­
rüşünü benim ser. G örü ş, M ü slü m a n zahitlerinin m ü n ­
zevî rahibi num une edinm esinden hasıl olm uştur. Sû-
filerin a z,b ir kısm m dan maada, diğerleri yalnız ben im ­
sem e* değil, İslâm ın çok karakteristik dinî hayatında
kardeşlik fikrini genişletm işlerdir.
78

XXXV

H O Ş T Ü Y L E R (1)

Tavuskuşu ağlayarak dedi ki: «Madem ki böyle, dağ­


larda, ovalarda emin olabilmek için çirkin olmam daha
iyi.
Bu muhteşem kanatlar, beni yalnız böbürlenmeye
teşvik eder, bu kanatlar ancak kibire, ululanmaya ya­
rar.
Ululanma ise ululananları yüzlerce belâya atar.»
Nice hüner ve sanat vardır ki, ham kişiyi helâk
eder, çünkü o taneye koşar, tuzağı görmez.
İhtiyarına sahip olmak, «sakının» emrine uyan ve
kendisine sahip olan adam için iyidir.
Kendini koruyamıyor, kötülüklerden çekinemiyor-
san, o âleti uzaklaştır, ihtiyarı bırak.
Sabır sahibi kendi kanadını yok farzeder, bu suret­
le kanadı da onu kötü düşüncelere sevketmez.

(1 ) M esnevi, V, 648. B eşerî kuvvet ve kabiliyetler Allah


h izm etine tahsis oluncaya kadar hata doğurur, felâket
getirir. Lâkhı ahlâk, isteyerek kendi nefsim izde tem in
edeceğim iz zafer için silâhları bir tarafa atmak değV-
dir. B u silâhlara' güvendiğim izin farkında olm am ız ve
bu silâhlar yüzünden elde ettiğimiz başarıları inkâr et­
m em em iz dem ektir

XXXVI

D E F İN E A R A Y IC IS I (1 )

O, böyle dua edip dururken, ona Allah’tan bir ilham


geldi, müşküller açıldı.

Hatiften: «Sana, yaya bir ok koy dendi, fakat kim


bütün kuvvetinle at, dedi,

Gayretkeşliğinden yayı çekmeye, hüperini göster­


meye kalkıştın.

Oku yaya koy, at, ama bütün kuvvetinle çekme,


Okun düştüğü yeri kaz, ara, defineyi orada bulma­
ya çalış, altınları elde et.»

Allah, şah - damarından yakındır insana; sen ise


düşünce okunu uzağa atmaktasın. (2)
Ey, yayı kurup oku atan! Av yakında, sen uzağa düş­
müşsün.

Filozof, kendisini düşünceyle öldürdü; zaten o,-sır­


tını hâzineye çevirmiştir; bırak koşsun.

(1 ) M esn evi, V I , 2347. D ervişin biri, rüyasında Allah’tan ge­


len sesin kendisine gizli hâzinenin nerede bulunduğuna
dair ipucunu gösteren yazıyı almak için, bir kâğıtçı
dükkânına gitm esini bildirdiğini gördü. Uyanınca o
dükkâna gitti. Yazm ayı buldu, dikkatle okudu. İstikâ­
m eti aynen takip etti. Arayışında uzun zaman sebat
etti. Fakat Allah’tan yardım dileyip R d bbin lütuf ve
m erham etine sığımncaya kadar bütün gayreti nafile
idi.
(2 ) «Şahdamarınızdan daha yalcın». Bak, K ur'an, L, 16.
80
Cennetliklerin çoğu ahmaktır, bu suretle onlar fi-
lozofluk hatâsından kurtulurlar. (3)
Akh fikri ileri olanlar, sanatla kanaat ederler; fa­
kat o kadar ileri anlayışlı olmayanlar sanatı, sanatkârı
bulurlar; tıpkı ana göğsündeki bebek gibi rahat olurlar.

(3 ) Aptalın mânâsı için bu H a d is’i karşılaştır, Rom alılara


H avariyun M ektupları, X V , 19: «İrfa n iyide, basitlik
kötülüktedir.» Sultan Veled : «O nların ahmaklığı en bü­
yük akıldır. Sevgiliden başka hiçbir şey bilm eyen, yal­
nız O ’nu bilen, ziyadesiyle uyanık v e irfan sahibidir»
der.
(M e s n e v i beytinin açıklamasında A. Gölpınarlı: (C e n ­
net ehlinin çoğu, saf v e b ön kişilerdir» diye b ir Hadis
rivayet edilm iştir» diyor. M es. 2. baskı, cilt: V I, açık­
lama, s. 415. M £ . B . Yayınları «Ç eviren in n o t u ».)
81

X X X V II

TA SA V V U F Y O LU (1)

Aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın; ten gözün­


den duygu bağını çözün.
O, gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır; bu kulak
sağır olmadıkça o can kulağı sağırdır.
Hissiz, fikirsiz, kulaksız olun ki, «İR C ÎI - Tanrına
dön» hitabını işitesiniz.
Bizim sözümüz, işimiz, zâhirde yürümektedir; ba­
tini seferimiz göklerde olur. (2)
Cisim, kendi toprak yolunda gider, çünkü toprak­
tan (bu âlemden) doğdu. Rûh ise, Isa gibi, ayağını de­
nize attı.

(1 ) M esn evi, I, 566.


(2 ) O rta Çağlara ait Hıristiyan m istisizm inde «in trorsu m
a s c e n d e re »..
F : 6
82

X X X V III

ŞÜ PH ECİ (1 )

Hannane direğinin inlemesini inkâr eden filozof.


Velîlerin duygularına yabancıdır. (2)
Der ki: Kuruntu tesiriyle halka birçok hayaller ge­
lir.
Halbuki bu fikir onun fesatlık ve küfrünün aksidir.
Filozof, şeytanın varlığını inkâr eder, çünkü şeyta­
nın tasarrufundadır.
Ey filozof! Şeytanı görmüyorsan, kendine bir bak.
Başını duvara vurup çürütmüşsen deli olmadan alında
böyle çürük olmaz.
Kim gönlünde şüphe duyarsa o gizli münkirdir. Ba­
zen inanır ama bazen <^e filozofluk damarı yüzünü kap­
kara eder.
Ey mümin, dikkat et! O felsefeye inanış sende de
vardır, senin içinde nice sonsuz âlemler vardır. (3)
Yetmişiki mezhep şendedir. Eğer bir gün bunlar­
dan biri başkaldınrsa vay haline! (4)

(1 ) M esnevi, I, 32S0.
(2 ) Vaaz ederken Peygam berin dayandığı direğin (M e d in e
Cam im deki hurm a kütüğü) mticizesi, M e s n e v î’nin bi­
rinci cildinde, beyit 2113’de hikâye ediUr. Sonradan
kendisi için m in ber yapıldığında P eyg a m ber m inbere
çıktığı zaman terkedilien direk inlem iş ve yarılıncaya
kadar ağlamıştır.
- (3 ) Yani sonsuz idrâk ve tahayyül.
(4.) M ü slü m an cemaatin yetm işüç fırkaya bölüneceğini,
yalnız birinin Cennete dahil olacağını, geri kalanın C e ­
hennem ateşine düşeceğini Peygam berin önceden bil­
dirdiği söylenir.
83

X X X IX

İÇ İM İZD E K İ KÖTÜLÜK (1)

Arslan, tavşanı kaptı, kuyu başına koştu, içeri


baktı.
Kuyuda kendi aksini gördü: Suda, kucağufâa tom­
bul bir tavşan olan bir arslan şekli vardı.
Su içinde düşmanım görünce tavşanı bırakıp kuyu
içine atladı.
Kendi kazdığı kuyuya düştü; zulmü kendi başına
geldi.
Ey adam! Başkalarında gördüğün birçok kötülük,
senin onlara akseden kendi tabiatindir.
Onlarda gördüğün, senin nifakın, zulmün, gafletin­
dir.
Kötülüğü sen, kendinde açıkça görmüyorsun; gör­
sen, kendinden bütün canınla nefret edersin.
Ey ahmak! Suda hayaline saldıran o arslan gibi,
sen, ancak kendine saldırıyorsun.
Kendi tabiatin olan kuyunun dibine vardığın za­
man fenalığın kendinde olduğunu görür, anlarsın.

(1 ) M esn evi, I, 1306. R ûm î, bu H in t m asalım şöyle nakle­


der: H ayvani nefsi rem zeden arslan, derin bir kuyu ba­
şında tavşan tarafından aldatılarak kendi aksi ile ya­
nılıp nefret ettiği rakibine hücum için içeri atlar; sefil
olarak ölür. B ü tü n kötü ism i verilen doktrin, İlâhî sıfat­
ların çeşitlerinden vuku bulan hayalin — Cem al v e C e ­
lâlin, R ah m et v e Gazabın, ilâhiri— beşerî tabiatte ak­
sidir. B izim benliğim iz, her şeyde «iyiliğin ruhun u»
g örm em iz; m en eder. Karşılaştır, N o . L X X X V I I I —
X C I V K ö tü lü k içim izde varolduğu m üddetçe onun
m em ba ı bizi Allah’tan ayıran m evh u m «b e n » (n e fs )d ir .
K albi «bennden temizle, kötülük kaybolsun.
84

XL

VELİLERİN MERTEBELERİ (1)

Her devirde Peygamber yerine bir Velî vardır; kı­


yamete kadar insanlar sınanmadadır. (2)
Kimde iyi huy varsa kurtulur; kimin kalbi sırça-
dansa helâk olur.
İşte her devirde zuhur eden Velî, ister Ömer so­
yundan, ister Ali soyundan olsun, İmamdır, haydır. (3)
Ey, yol arayan! Mehdi de odur, Hâdi de. Hem giz­
lidir, hem de karşında oturmaktadır. (4)

(1 ) M esn evi, I I , 815.


(2 ) « B en d en sonra P eyg a m ber gelm eyecek » sözünü, doğru
luğu, v e sahtekârlığı m ehenk taşı gibi ayırt eden ha­
leflerinin v e m anevî vârislerinin — devrin en büyük ve-
Usi (K u t b ) m ertebeleri tecBricen arttırarak velîleri sı­
nıflandırır— olduğunu bildiren âyetler tamamlar. D ü n ­
ya durduğu kadar bu deneme, am eliyesi devam ede­
cek. riyakârın herhangi bir gösterişi, velîlere karşı va­
ziyeti, kendi gerçek karakterini daima meydana çıka­
racaktır.
(3 ) Burada R ûm î, A li’nin soyundan gelen Onik'ı İm a m He
( sonuncusu esrarengiz şekilde kaybolan ve dünyanın
sonunda M e h d i ism i ile tekrar görüneceği kabul olu ­
n a n ), sülâle irtibatı olmayan, yalnız tertem iz m anevî
soyunda Peygam berin « N u r u M u h a m m ed i’si m evcut
bulunan, nesli kesilm em iş büyük velîlerin arasına bir
çizgi çizer.
(i ) K u tb, «M e h d i» ve «G izli İm a m »d ır, ancak Tanrı kudre­
tiyle mânâda m ürşit olan bu insan-ı kâmil, bazılarıni
irşat eder, fakat birçokları tarafından görüldüğü hal­
de azınlık tarafından tanınır, bilinir.
85

Peygam berin Nu ru gib id ir; akıl onun C eb ra il’idir.


Ondan mânen aşağı olan V e lî de kandil gib i nûru o n ­
dan alır. (5)
Bu «k a n d il» den daha aşağı dereced e olan V elî,
kandil konan yerd ir. Nûrun m ertebe bakım ından d ere­
celeri vard ır. (6)
Çünkü Allah Nûrunun yediyü z perdesi vard ır. N û r
perdelerinin bu kadar kat olduğunu bil. (7)
H e r perdenin ardı b ir V elîn in durağıdır.
İm am a kadar bu perde yığın la rı kat kattır.
Son saftakilerin gö zleri ön safta k ilerin nûruna ta­
ham m ül edem ez.
B öylece m erteb elerle şaşılık azalır; yediyüz p erd e­
yi aşınca insan deniz olur. (8)

(5 ) Allah ile asli birliğini anlayarak a k lı küll’e yük se’ir,


m utlak varlığın taayün-ü evbeli; t ıp k ı M u h a m m ed ’in
M ira ç'ta İlâhî huzura dahil olacağı anda C ebra il’i ar­
kada. bırakm ası gibi (K u r ’an L I I I ) İhtim a l «kandil»,
E b d â l ya h vt E vtû d diye bilinen büyük Velîlerden biri­
ni gösterir.
(6 ) «D u v a r K an dili» (m üş kât), K u r'a n ’m bilinen b'.r âye­
tini im a eder ( X X I V , 35): «Allah, göğün ve yerin nuru­
dur; nurunun benzerliği raftak' kandilinki gibidir.»
(7 ) Allah’ın cem alini saklayan yediyüz (v e y a y etm işb in )
n u r v e zulm et perdesi olduğunu bildiren hadis, Gaza-
lî’nir. M üşkat al E n v a r’m da izah edilir. Bak, G a irdner’-
in tercüm esi, 88-98. N u r perdeleri, evliyalığın çeşitli
derecelerine tekabül eder.
(8 ) « O Deniz olur», yani tamam en zat'ta garkolur. Sonraki
mısralar, m anevî kabiliyetin ve ihsan olunanın m üsa-
v - olm adığını izah eder. Daha zayıf ihvan, insan-ı kâ-
m il’in tavassutuyla ilâhı aşkın ateşine yakınlık pey
dâ edem ez; onunla eğer doğrudan doğruya temas
ederse « pişm eden» tamam en mahvolabilir.
86

D em ire ve altına iyi gelen, saflaştıran ateş, ayva ve


elm aya y a ra r m ı?
A yva ve elm anın da az b ir h am lığı o la b ilir; fakat
d em ire benzem ez; h a fif b ir ateş ister.
O hararet ise d em ir için ço k h a fiftir; d em ir e jd e r­
ha gib i olan ateşin yalım ını kolayca em er.
D em ir n edir? M eşak katlere taham m ül eden derviş:
Çekiç altında ve ateşte k ıp k ırm ızı ve mesuttur.
O, ateşin vasıtasız perd ecisid ir; vasıta olm aksızın
ateşin tâ ortasına kadar girer.
Şu halde âlem in gönlü odur. Ten, bu gön ül vasıta-
siyle hakikate ulaşır.
T en gib i bu cüz’î olan gön ü ller de hakikî maden
olan V elîn in gönlüne ulaşırlar.
87

Xl i

MANEVÎ REHBER (I)

Peygamber Ali’ye dedi ki: «Ey Ali! Tanrı arlamsın;


cesur yürekli silâhşörsün,
Fakat arslanlığma güvenme, ümit ağacının gölgesi­
ne sığın.
Hiç kimsenin yolcU. ı çeviremeyeceği Hakimin göl­
gesine gir.
Yeryüzünde onun gölgesi Kafdağı gibidir, rûhu da
Simurg gibi çok yükseklerde uçmakta yücelerde dolaş­
maktadır. (2)
Kıyamete kadar onu öğsem sonu gelmez; bu öğüşe
bir son arama.
Güneş, insan sûretiyle yüzünü perdelemiştir; artık
bu sırrı anlayıver, doğrusunu Allah daha iyi bilir.
Yâ Ali! Allah yolundaki ibadetler içinde Tanrı'va
ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç. (3)

(1 ) M esn evi, I, 2959. B irço k pasajlarda belirtildiği gibi,


R ûm i, burada da maddiyata, dünyaya v e Şeytan’a kar­
şı girişilen «B ü y ü k M ukaddes H a r p »te (cihada e k b e r )
E vliya yardım ının v e rehberliğinin zaruretini eh em ­
m iyetle anlatır.
(2 ) Kaf, yeryüzünü kuşattığı farzedilen v e S im urg’un yu­
vasının bulunduğu söylenen erişilm ez dağ silsilesidir.
Sim urg, Sûfizm de, Tanrı’yı yahut ruhu temsil eden e f­
sanevi b ir kuştur.
(3 ) İnsan-ı kâmil, hakikatte «H a k ile H a k » ( deification)
olm asına rağm en önce ziyadesiyle « Allahın kulundur
(A b d u lla h ). M u h a m m ed ’e verilen lâkap (K u r ’an
L X X I I 19). Allah’tan g a yn kim seye kulluk etm ez v e
kendini ibadetinin gayesinde ifna etm iştir.
oo

Herkes dinî .vazifelerle kendisini kurtarmaya çaba­


larken, sen, içindeki düşmana karşı Hakk’a ulaşmış ki­
şinin gölgesine sığın.
Bir Pîr ele geçirdin mi, ona teslim ol, boyun eğ.
Mûsâ gibi Hızır’ın hükmüne gir. (4)
Hızır'ın yaptığına sabret ki, Hızır: «Haydi git, ay­
rılık vakti geldi» demesin.
Gemiyi delerse, ses çıkarma; çocuğu öldürürse, sa­
çım yolma.
Madem ki Allah onun eline «Kendi elimdir» dedi,
«Yedullahi fevka evdîhim» hükmünü verdi. (5)
Şu halde «Tanrı Eli» onu öldürürse de diriltir; hat­
tâ ebedî hayat verir.

(4 ) H e r Sûfî Şeyhinin, m üridlerinden talep ettiği kayıtsız


şartsız itaat, H ız ır ile M u s â ’n m K u r ’andaki ( X V I I I ,
64 v e sonraki â y e tle r) malûm, hikâyesine göre çok defa
izah edilir. Zahiren ahlâka ■aykırı da olsa akü almaz
bütün hareketlerini Evliyaullah haklı çıkartabilirler.
(5 ) K u r'a n X L V I I I , 10: «Ş ü p h e yok ki sana (P e y g a m b e r )
biat edenler ancak Allah’a biat etm iş olurlar. Allah’ın
eli onların elinin üstündedir.»
(6 ) M ürşit, Allah’ın âleti gibi hareket ederek m üridin nef­
sini öldürm esine (i f n â ) v e Allah’tan yaşamasına baka)
sebep olur.
89

X L II

K E D E R İN FAYDALARI (1)

Bak, nohut tencerede ateşin tesiriyle nasıl yukarı


doğru sıçramaya başlar,
Kaynarken daima yukarı çıkar, feryat eder; yüzler­
ce coşkunluk gösterir.
«Neden beni ateşe attın, kaynatıyorsun, beni satın
aldın, niçin bu hallere koydun?» der.
Nohudu pişiren kadın da kepçeyle vurup der k i :
«Şimdi iyice kayna, sıçrayıp ateşten uzaklaşmaya kalk­
ma.
Seni kaynatıyorum, fakat bu, benden nefret etmen
için değil, tat bulman içindir.
Gıda haline gelmen, cana karışman içindir; bu im­
tihan seni horlamak için değil.
Bahçede sular içtin, yeşil ve taze hale geldin; o su
içiş bu ateşe dümen içindir.»
Allah’ın rahmeti gazabından ileridir, O'nun rahme­
tiyle sen belâya uğrarsın. (2)
Varlık sermayesi elde edilsin diye rahmeti gazabı­
nı geçmiştir.
Etle deri lezzetsiz meydana gelmez; fakat bunlar
olmazsa sevgilinin aşkı onları nasıl eritebilir?

(1 ) M esn evi, I I I , 4159. « E v kadını» mürşit, «n o h u t» m ü ­


rit, «ateş», Sûfî disiplininin nefse cefasıdır.
(2 ) Allah rahm etinin gazabından sonra geldiğini v e rah­
m etinin gazabını kapladığını beyan eden âyetler va r­
dır. İlâhî aşk, bizi var etti; g a y e s b e d e n e clt sıfatları
( sıfat ul b eş eriy e) tem izlem eden v e değiştirm eden an­
laşılmaz.
90

İşte bu takdir neticesi sen de kahıra uğrarsan esef


etme; kahır yüzünden elindeki sermayeni sevgiliye ba­
ğışlarsın.
Sonra Allah’ın lûtfu erişir, «yıkanıp arındın, dere­
den atladın, artık o mihnetler geçti» der.
Ey nohut! Belâlara düş, piş de sende ne varlık kal­
sın, ne nefs.
O toprak ve su bahçesinden ayrıldıysan ağıza lok­
ma oldun, dirilerin vücudüne girdin. (3)
Gıda ol, kuvvet ol, düşünce ol; evvelce sütlü yeşil­
lik özü idin, şimdi ormanlarda arslan kesil.
Vallahi sen, evvelce Tanrı sıfatlanndandm; yine
O’nun sıfatlarına ulaş.
Bulutun, güneşin, yıldızların cüzü idin; nefs, iş,
söz ve düşünce oldun.
Hayvanın hayatı nebatın ölümündendir: Bu suret­
le de: «Ey güvendiğim dostlar, beni öldürün!» emri doğ­
rudur.
Madem ki ölümden sonra bize böyle bir hayat var,
«Şüphe yok ki ölümünde hayat vardır» sözü gerçek­
tir. (4)

(3 ) B u v e aşağıdaki mısralarda ruhî tekâm ül (B a k , N o .


C X V I I ) , nohut piştiği zaman, yenm esi, hazm edilm esj
v e s p e r m ’e dönm esi am eliyesi ile rem zedilir. N ohut,
nebatî mahiyetini kaybeder; İnsanîn hayvani hayatına
ortak olur; makûliyete yükselir ve sonunda geldiği ye­
re, İlâhî sıfatlar dünyasına döner.
(4 ) «Ö ld ü rü n beni, sadık arkadaşlar, öldürülm üş olmakta
ben yaşarım » s ö z le r i/ en ^meşhur Sûfî şehidi H a lla cın
A rapça bir gazelinden alınmıştır.
91

X L III

«RÛH ACZİMİZE YARDIM EDER» (1)

Bir işe el atar, o işe sarılırsın; o işteki kusur, nok­


san senden gizlidir.
Tanrı, senden o işin ayıbını örttüğünden canla,
başla o işe girişirsin.
Hararetle sahip olduğun fikrin de ayıbı senden giz­
lidir.
Sana o fikirdeki ayıp ve kusur belli olsaydı ondan
kaçardın; tiksinen canın, bu fikirle aramda keşke mağ-
rible maşrık arası kadar uzaklık olsaydı, der.
Nihayet ondan usanır, pişman olursun. Bu hal ev­
vel olsaydı hiç ona koşar miydin?
Şu halde ona girişelim, kaza ve kadere uygun ola­
rak o işi görelim diye önce ondaki ayıbı, kusuru bizden
gizlemiştir. (2)
Ey, sırları bilen lütuf kâr Rab! Kötü işlerin ayıbı­
nı, noksanını bizden gizleme.
İyi işleri de bize ayıplı gösterme de o işe girişelim,
sarılalım, çalışmamız hebâ olmasın, gayretimiz soğu­
masın.

(1 ) M esn evi, I V , 1332.


(2 ) B izim kötü d ü şü n celerin iz v e fiillerim iz cehaletin n e­
ticesidir. B ize iyi şekilde gösteril meşeydi, onlar varlığa
katiyyen gelmezdi. H ik m etinden sual olunmayan A l­
lah, tecellileriyle bizi şaşırtır. B ö ylec e biz, körlükle gü­
nah işleriz v e O gözüm üzü açıncaya kadar karanlıkta
kalırız.
92

XLIV

GÖRÜNMEYEN MUCİZELER (1)

Gizli olan mucize ve kerametler Pîrden müridin


gönlüne akseder.
Velîlerin gönüllerinde sayısız manevî kıyamet var­
dır; en basiti, bütün yakınındakileri Allah sarhoşu et­
mektir.
Kutlu kişinin yanma göçen talihli, Allah ile düşüp
kalkıyor demektir.
Cansız şeylere tesir eden mucize, ya sopanın ejder­
ha olması, ya denizin bölünmesi, yahut da ayın ikiye
ayrılışıdır.
Fakat vasıtasız cana tesir edense gizli olarak Tanrı
ile rabıtayı sağlar.
Mucize ve kerametlerin cansız şeylere tesiri geçi­
cidir; lâkin rûha tesiri daimîdir.
Bu sûretle cansız şeyden adamın gönlüne tesir e-
der. Ne hoştur o ekmek ki mayasız yapılmıştır.
Ne hoştur Mesih'in hiç eksilmeyen sofrası, Mer­
yem’in bağsız, bahçesiz yetişen meyvası! (2)

(1 ) M esn evi, V I , 1300. G erçi bütün mucizelerin, «iyiliğe


d ö n m ey e » kabiliyetli insana m anevi hayat, bilgi v e kuv­
vet verm esi esas m ahiyette ise de, R ûm î, o cihetten
P eyga m berin aşikâr m ucizesi ve E vliyanın g'zli k era
metini ayırır. M ucizenin psik olojik tesiri dünya niza­
mında âşikâr bir gedik ile m üşterek olduğu halde,
m ürşidin m ü rit üzerindeki hayret verici tesiri, İlâhî
lütfün görünm ez ve doğrudan doğruya kalbe işleyen
ihsanıdır.
(2 ) İm a n için teşbihler ki, bunlar «g örü n m eyen şeylerin
cevh eridir». Bak, K u r ’an I I I , 32 ve V/114.
93

XLV

DİNDARLIĞIN MÜKÂFATI (1)

Müminler mahşerde derler ki: «Ey Melekler! Ce­


hennem müşterek bir yol değil miydi?
Mümin de, kâfir de oraya uğrayacaktı, fakat biz
yolda ne duman gördük, ne ateş. (2)
Melekler derler ki: «Geçerken gördüğünüz o bahçe
vardı ya, Cehennem, o şiddetli ateş yurdu işte orasıydı.
Fakat size yeşillik ve hoş bir yer oldu.
Siz, Allah aşkı için nefs ve şehvet ateşine karşı mü­
cadele ettiniz,
Böylece orası takvâ ile yeşillendi, aydınlandı.
Siz, hırs ateşini hilme, zulmetli cehaleti ilme, hida­
yet nûruna çevirdiniz.
Madem ki ateşe mensup olan nefsi daima zikir bül­
bülleri ve şükür terennümleri olan bir bahçe yaptınız,
Cehennem de sizin için yeşillik ve gül bahçesi ha­
line geldi.»

(1 ) M esn evi, I I , 2554.


(2 ) K u t ’an’a g ö re (X I X , 71) m ü m inlerin hepsi Ceh ennem ­
den geçecek: «S izd en cehennem e uğramayacak yok­
tu r » — m evzu, ekseriya C ehennem in üzerindeki k öp­
rüye (S ı r a t ) atfen tefsir edilir. Karşılaştır, hesap gü­
nü Cehennem in, m ü m in e: «E y , hakiki im an eden! K ö p ­
rüyü geç, çünkü nurun ateşim i sön d ü rd ü » diye hitap
edeceği bildirilen hadis ile.
XLVI

VELÎLERİN EZEL VE EBEDİ GÖRÜŞÜ (1)

Senin parlak aynada gördüğünü Pîr, bir kerpiç


parçasında görür. (2)
Pîr olanlar o kişilerdir ki, bu âlem var olmadan
onların canları İlâhî Kerem Denizinde vardı. Ç5)
Tene düşmeden önce nice devirler yaşadılar; ek­
meden evvel buğday devşirdiler. (4)
Nakıştan, sûretten önce canlandılar, denizden ön­
ce inci deldiler.
Rûh, üzümden şarabı, yoktan vârı görür.
Onlar da her keyfiyeti keyfiyetsiz olarak görmüş­
ler, altın madeninden önce hakikî ile sahteyi ayırt et­
mişlerdir.

(1 ) M esn evi, I I , 167.


(2 ) «K e r p iç », cilâcının (s a y k a l) aynaya çevirdiği dem ir lev­
hadır. Alelâde insanların ancak tabii hadiseler g örü ­
nüşünü idrâk ettiği yerde pîr, hakiki tabiatı v e mahi­
yeti keşfeder. İlâhî biliş organı gibi «geçm işin bütün
muhteviyatını, şim diki zamanı ve gelecekteki tezahü­
ratı, h er şeyin nasıl oluşageldiğini ve sonunun ne ola­
cağını bilir: B ü tü n bunları h em terkip halinde, hem
tahlil hfdinde bilir.»
(3 ) Ya ni onlar, noksansız varlığm taayyünâtıdır v e aslın­
da N û r-u M u h a m m ed i ile birdir.
(1 ) İm a n -ı kâmil, eşyanın, hadiselerin illet-i gaiyesini o n ­
ların oluşundan evvel m üşahede eder.
95

X L V II

VELÎ’Y İ İNCİTMEKTEN SAKIN (1)

Ey, kendinde olmayanlara kılıç vuran! Aklını ba­


şına al; sen kendine vurmaktasın;
Çünkü kendinde olmayan (benliğinden geçen) kur­
tulmuştur; ebediyyen emniyet içindedir.
Sûreti gitmiş, ayna olmuştur; o aynada bir başka-
'înm yüzünün hayalinden başka birşey görünmez. (2)

(1 ) M esn evi, I V , 2138. Baye.zid.-i B ista m î’y e ait olan b ir hi­


kâyedeki dersi anlatan bu satırları, R û m i, birçok M ü s ­
lüm an evliyasının m enkıbeleri arasından almıştır.
«H a k ile H a k olm a» (d eific a tio n ) m akam ına ulaşan
B ayezıd’ın, b ir gün, istiğrakla: «B e n i-t e b c il edin, c ü b ­
bem in içinde Allah’tan başkası y o k » dediği nakledilir.
R û m î neticeyi tasvir eder.-
«M üritler nefretle saldırdılar, bıçaklarını mübarek
vücuduna vurdular.
Girdakuh'un mutaassıpları (Assaasinler) gibi in­
safsızca manevî yol göstericilerini bıçakla­
dılar.
Şeyhe her bıçak saplayan, kendi bedeninde yara
açtı.
M üritler kan içinde boğulurken, m ürşidin bedenin­
de yara yoktu.
Boğazına darbeye kim niyet ettiyse kendi boğazı­
nın kesildiğini gördü ve bedbaht bir sonuca
vardı.»
(2 ) K â m il velî, her şeyin hakikatini, iyiyse, iyi, kötüyse kö­
tü şeklinde aksettiren hakikat aynasıdır. B u sebepten
R ûm î, H ü sa m ed d in ’de yalnız m a n evî güzelliği v e safi­
yeti, g ö rd ü ğ ü için Allah’a şükreder ( I I , 75). E ğ e r veli­
lere düşmansanız, bu sadece onların size kendi nefret
verici hayalinizi gösterm esindendir.
96

Ona tükürsen, kendi yüzüne tükürmüş olursun; ay­


naya vurursan kendine vurursun.

Orada çirkin bir sûret görürsen, gördüğün sensin.


îsâ ve Meryem’i görürsün, yine gördüklerin sensin.

O, ne budur, ne o; saftır ve nefsten beridir; yalnız


senin önüne senin sûretini koyar.
97
X L V III

BİTARAF KADI (1)

O, Tanrı vekilidir, Tanrı adaletinin gölgesidir. O,


her hak sahibiyle cezaya müstahak olanın aynasıdır.

O, mazlumun hakkını hakketmek için ceza verir;


kendi şerefi, öfkesi ve menfaati için değil.

Birisini kendi için döven, öldüren mesuldür; Allah


için döven, herşeyden emindir.

Baba, oğlunu dövse, oğul ölse, kan diyetini verme­


si lâzımdır. (2)

Çünkü onu kendi için dövmüştür; oğulun babaya


hizmeti vaciptir. (3)

Fakat çocuğu hocası dövse de çocuk bu dayaktan


ölse, korkma, hocaya hiçbirşev olmaz.

Çünkü hoca, Tanrı vekilidir, emindir; her eminin


hakkındaki hüküm de beyledir.

(1 ) M esn evi, V I , 1512. Burada insan-ı kâmil, fevkalbeşer


hâkimiyetle kuşanan bir hâkim v e yalnız Allah’a m e
suliyeti olan b ir em in gibi tasvir edilir.
(2 ) E b û H anife bu fikirdeydi.

(3 ) Oğu,., babanın menfaatine hizm ete m ecbu rd u r: B u


yüzden babanın oğlundaki kusurları düzeltm e hareke­
ti, gerçekte şahsi menfaattir ve eğer sopayı m erha­
m etsizce kullanması ölüm neticesi verirse, öld ü rm e­
den dolayı kanunî (ş e r ’î ) cezaya müstahak olur

P : 7
98

Talebenin hocaya hizmeti farz değildir; bu sebep­


ten talebenin cezalandırılmasında üstadın kendisi için
bir kazancı yoktur. (4)
Üstad, Tanrı vekilidir, emindir; her eminin hak-
kmdaki hüküm böyledir. (5)
Kendinden geçtin, varlığını bıraktın mı, ne yapar­
san, «Sen atmadın, Allah attı» hükmüne girer. (6)

(4 ) M ü slü m an fıkıh hocaları «Â d e m ’e isim leri öğ retm iş»


olanın vekili gibi hareket ederek talebelerini m adde­
ten sert ceza ile cezalandıran hocayı cezadan masun
tutarlar; çünkü bu vaziyette fayda tam am en talebele­
rindir.
(5 ) E m in ’in kendi nezaretindeki m ülkün kaçınılmaz ziyan
v e hasdrı için şahsî m esuliyeti yok tur.
(6 ) Bak, K u r ’an V I I I , 17. A vu ç dolusu çakılı B e d ir’de K u-
reyş'in yüzlerine atan v e kaçmalarına sebep olan P e y ­
g a m b er değil, hakikatte Allah idi. Sû filer, ekseriyetle
bu mevzuu, kendilerinin doktrini olan nefsin terkine
delil olarak zikrederler.

X L IX

GÜZEL SÖZLER (1)

Anne, daima çocuğunu arar; asıllar mutlaka f e r i ­


leri takip eder.
Su havuz içinde hapis gibiyse de hava onu çeker.
Zira su erkâna mensuptur (havanın fer'idir.)
Rüzgâr onu aslı olan buluta eriştiril'.
Bu nefes alıp verm e de bizim hayatımızı azar azar
cihan hapishanesinden çalar.
Güzel sözlerin rayihası da O ’na yükselir. O ’ndan
maada başkasının bilm ediği yere kadar varır. (2)
Seçilmiş sözlerle beraber nefeslerimiz bizden he­
diye olarak bakâ yurduna yücelir.
Sonra Cenab-ı H a k k ’m rahmet eseri olarak sözleri­
mizin mükâfatı bize kat kat iade edilir.
V e kul, O ’nıın lûtfıına tekrar nail olsun diye o gü ­
zel sözleri yine bize söyletmeve sebep olur.
İşte bövlece en güzel sözler söylendikçe, o sözler A l­
laha yükselmede, rahmet ve lûtuf halinde yeryüzüne in­
mededir ki, bu iki hal daimîdir.

(1 ) M esn evi, I, 878. « Güzel S özler» (kelim at-ı tayyibe), M ü s ­


lüman imanının ikrarı (L â ilahe İllallah) ve diğer iba­
det. ham d ve sena ifadeleri, Sûfîlerin onlara verdikleri
mânada kullanılır.
(2 ) Karşılaştır, K u r'a n X X X V . 10.
100

«LEBBEYK » (1)

Adamın biri her gece zikirden zevk alıp ağzı tatlı-


laşıncaya kadar « A lla h » der dururdu.
Şeytan, «E y , çok söz söyleyen! Bunca Allah dem e­
ne karşılık onun Lebbeyk (buradayım) demesi nerede?
Tanrı tahtından b ir cevap bile gelmiyor, böyle i-
natçı yüzünle ne vakte kadar Allah diyeceksin?» dedi.
Adamın gönlü kırıldı, başım yere koydu, uyudu; rü­
yasında yeşillik içinde H ı z ı r ’ı gördü. (2)
Hızır: «K e n d in e gel, niçin zikri bıraktın? Çağırdı­
ğın addan nasıl usandın?» dedi.
Adam cevap olarak: « L eb b ey k sesi gelm iyor, kapı­
dan geri çevrileceğim den ko rku yoru m » deyince,
H ızır cevap verdi: «Allah buyurur ki, senin o A l­
lah demen, bizim « L e b b e y k » dem emizdir,
Senin o niyazın, derde düşmen, yalvarman, bizim
sana haberci çavuşumuzdur.
Senin korkun ve aşkın, bizim lûtfumuzun kem en­
didir.
H e r « Y a r a b b i !» deyişinde birçok L ebb evk'ler giz­
lidir.»

(1 ) M esn evi, I I I , 189. K endinde olmadan edilen dua, Allah'­


ın gönülde olmasından doğar ve söylenm eden cevap­
landırılır.
(2 ) «H ız ır » ism iyle bilinen akıl erm ez mukaddes şahıs, M ü s ­
lüman m enkıbelerinde birçok şekiller arzeder. Bak. İs ­
lâm Ansiklopedisi. B u mısrada «yeşillik», kelim es'-ke­
lim esine «Y e ş il A d a m » ( imdada yetişen) , onun ism 'ni,
m anevi hayat ve çelişm e üe olan alâkasını imâ eder.
101

LI

NAMAZIN RÛHU (1)

Mevlâna Celâleddin’den soruldu: «Allah’a namaz­


dan daha yakın yol var mıdır?». «Hayır!» diye karşılık
verdi ve devam etti: «Fakat namaz yalnız şekil değil­
dir. Namazın başı ve sonu vardır; tıpkı şekil ve vücut­
ların, ses ve konuşuk mahiyetinde olan herşeyin başı­
nın ve şortunun olması gibi. Ancak rûh benzersiz ve
sonsuzdur; ne başı vardır, ne sonu. Namazın hakika­
tini peygamberler göstermişlerdir.
... Namaz, vecddir; kişinin istiğrakıdır. Şu halde
bütün şekiller dışarda kalır. O anda saf rûh olan Ceb­
rail’e bile orada yer yoktur. İlâhî Vahdette istiğrak, na­
mazın rûhudur.» (2)

(1 ) Fîhi m â fih, 15.


(2 ) Süitler, namazda (s a lâ t) her hissin kuvvetle Allah’ta
toplanma neticesini çok defa «ben liğ in yok olm ası» diye
izah ederler. Allah huzuru olm adan kılınan namazın ta­
m a m olm adığım Peyga m berin beyan ettiği söylenir. O -
na göre her salât, C ebra il’i arkada bırakan yeni bir M i ­
raç idi. Bak, K e şf al-Mahcub, s. 302.
102

L II

« B E N » D İY E N DOST (1)

Adamın biri dostunun kapısını çaldı. « K i m o ? » de­


nince,
« B e n » diye cevap verdi. Dostu: «G it, henüz zama­
nı değil, benim sofram da ham kişiye y e r yok.
Ham ı ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir, n ifak­
tan ne kurtarabilir», dedi.
Adam, müteessir uzaklaştı; tam bir yıl dostunun
ayrılık ateşi ile yanıp yakıldı.
Sonra tekrar geldi, dostunun evinin etrafında g e­
zinmeye başladı.
Yü zlerce korku ile ağzından edep harici bir söz çık­
masın diye kapıvı saygı ile çaldı.
Dostu. « K i m o?>. deyince, «Gönlümü alan sevgili
sensin!» cevabını verdi.
Dostu, «Şim di madem ki sen bensin, g e l!» dedi,
«bu evde iki ben'e yer yoktur.»
İğ neye geçirilecek iplik iki ayrı iplik olursa geç­
mez; madem ki birsin, gel iğneden geç. (2)
İpliğin iğne ile münasebeti vardır; iğneden geçer;
f; kat iğne deliğinden deve sığmaz ki. (3)

(1 ) M esn evi, I, 3056. Tasavvufî birlik, âşığın şahsiyetinin


değişm esiyle Sevgilininkine garkolm asıdır.
(2 ) Arif, kendi nefsinden, Allah yanında benlik olmaktan
geçince yegâne gerçek «E g o » Allah la «b i r » olur.
(3 ) İnanmayanlar, «d e v e iğne deliğinden geçinceye kadar
Cennete girem ezler» (K u r ’an V I I , 40). Karşılaştır. St.
M a tth ew X I X , 24.
103

Deveyi riyazat ve ibadetten başka ne inceltebilir? (4)


Bu işe ancak Allah eli, Allah kudreti gerektir. O
her mümkünsüzlüğü mümkün kılar.
Ölüden daha ölü olan yokluk bile O’nun yaratan a-
vucunda varlığa bürünür.
«O, her gün bir iştedir» Ayetini oku da, O’nu ka-
tiyyen işsiz, güçsüz bilme. (5)
En az işi bu dünyaya hergün üç bölük asker yolla­
masıdır. Bir bölük asker, rahimde çocuklann yetişme­
si için babaların bellerinden analara gider.
Bir bölük asker, dünyayı erkek ve kadınla doldur­
mak üzere rahimlerden yeryüzüne sefer eder.
Bir bölük de, herkes ölümün ötesini görsün, yap­
tığının karşılığını bulsun diye yeryüzünden âhırete yü­
rür.

(4 ) H ayvani tabiat, diken yiyen deve ile rem zedilm iştir.


(5 ) K u r ’an, L V , 29.
104

l iii

METHİN ÖTESİNDE ALLAH (1)

Toprağa ve suya hikmet ışığı vurdu da o sebeple


yeryüzü tane ve tohum kabul eder oldu.
İlkbahar Hak fermanını getirmedikçe toprak sır­
rını nasıl açığa vurur?
Lütuf ve ihsanı kuru toprağı haberdar eder; kahır
ve celâli de akıllı insanları kör eyler.
Benim bu öğüşüm, öğmeyi terketmenin ta kendi­
sidir; çünkü bu öğüş, varlık delilidir, varlık ise günah­
tır. (2)

(1 ) M esn evi, I, 508. Kâinatta herşey Allah’a itaat ve tazim


eder (K u r 'a n X V I I , 44, ilâhiri) . İb n u ’l A rabi gibi Rûm i,
bütün cansız m evcudatta hayat, idrâk, bilgi ve aklın
potansiyel olarak m evcu t bulunduğunu kabul eder.
(2 ) B u mısralar, ârifin ibadetinin gayesinde istiğrakla
Allah’ı zikirden « öteye geçişi» im a ed er (e l fena b i-’l
mahkur ani’l-zikr). Varolduğu v e m ünferiden hareket
ettiği m üddetçe İlâhi Birliği inkâr eder hükm ündedir.
C üneyd’den alınan bir mısraa göre: «S enin varlığın
(v ü c u d ü k e ) hiçbir günahla mukayese edilem eyecek bir
günahtır.»
105

L IV

BİLGİ KUVVETTİR (1)

Bilgi, Süleyman mülkünün mührüdür; bütün âlenı


sûrettir, ilim rûhtur. (2)
Bu hüner yüzünden denizlerin, dağların, ovaların
mahlûkatı, insanoğluna karşı âciz kalmıştır.
Ondan kaplan, arslan, fare gibi korkm aktadır. On­
dan büyük nehirlerin timsahları bile titrer.
Ondan periler, zebaniler kenara kaçar, herbiri giz­
li b ir yerde mekân tutar.
İnsanın gizli düşmanı çoktur; tedbirli insan akıl­
lıdır.
İyi ve kötü nice gizli varlıklar vardır, her dakika
gönül kapısını çalıp dururlar. (3)
Vahiv ve vesveselerin ızdırapla n binlerce kişiden
gelir; bir kişiden değil.
Şüphe ediyorsan sabret, duyguların değişince onla­
rı görürsün, müşkül hallolur.
O vakit kimlerin sözlerini reddetmişsin, kimleri
kendine baş edinmişsin görürsün.

il) M esnevi, I, 1030.


(2 ) Tabii hadiseler dünyası Akl-ı K ü ll’üiı zâh'rî şekl'dir;
aslı olan İlâhî Bilgi, ruhun vücudü canlandırması ve
hüküm sürm esi gibi, dünyayı canlandırır v e idare eder.
Süleym an’ın insanlara, em lere, hayvanlara ve kuşlara
sihirli m ühürle hakimiyet icra etm esine benzetVebilen
bu bilgiye insanın ulaşması imkân dahilindedir.
(3 ) M ü slü m an inanışına nazaran, gönül, şeytanların ve ko­
ruyucu m eleklerin görünm ez cemaatinin harp m eyda­
nıdır.
106

LV

H AK İK İ İSİM LER İM İZ (1)

Herşeyin adını bilenden işit, «A lle m e l esmâ»,


remzinin sırrını duy. (2)
Bize göre herşeyin adı görünüşüne tâbidir. Y a r a ­
tana göre, içyüzüne, hakikatine tâbidir.
Mûsâ'ya göre sopasının adı «a s â » idi; Allah indin­
de ise «e jd e r h a » idi. (3)
Bü âlemde Ö m e r’in adı «puta tapan» dı; halbuki
ezelde « m ü m in » idi. (4)
Hasılı Allah indinde sonumuz ne ise hakikatte adı­
mız o olmuştur. (5)

(1 ) M esn evi, I, 1238.


(2 ) «B ile n », yani yakın bilgisini  d em gibi, tasarruf eden
(K u r ’an I I , 31), bunu Allah’tan alır ve herşeyi aslî m a­
hiyetinde olduğu gibi görür.
(3 ) Mûsâ, asasını attığı zaman, asâ F iravn 'un sihirbazları­
nı ve maiyetini panikle kaçırtan canavar şeklinde gö­
ründü.
C4) İkinci Halife Öm er. M ü slüm an olmazdan evvel P ey­
gam berin şiddetle düşmanıydı v e imanlılara karşı za­
limdi.
(5 ) A ssisi’li St. Francis: « Allah indinde herkes ne ise o,
odur; başka değil» demiştir.
107

LV I

Y A K İN İLM İ (1)

Vehmi, fikri, duygu" ve anlayışı, çocuğun bindiği so­


padan at bil.
Goniil ehlinin ilim leri kendilerini taşır; ten ehlinin
ilim leri ise kendilerine yüktür.
Allah, « T e v r a t ’ı bilip onunla amel etmeyenler, ki­
tap yükü eşeğe benzer» buyurdu. Allah’tan olmayan b il­
gi ağır yüktür. (2)
E ğ er bu yükü iyi taşırsan yükünü alırlar, rahat e-
dersin. (3)
Heva ve heves uğruna o bilgi yükünü taşıma ki, i-
çindeki ilim ambarını göresin.
Tanrı kadehi olm adıkça heva ve heveslerden nasıl
geçeceksin? Ey, Allah’a ait yalnız « H û » ismiyle mut­
main olan?
Sıfattan ve isimden ne doğar? Hayal, fakat hayal
hakikate yol gösterir. (4)

(1 / M esn evi, I, 3445.


(2 ) K ur'an'd an iktibastır, L X I I , 5.
(3 ) Yani A llah size hakikî b ilgiy i ihsan edecek.
(4 ) İlâhi isim leri ve sıfatları iade eden kelim eler ancak O '-
nun tabiatinin belirsiz hayalini taşır. L âk ;n mânalarını
zikreden ve düşünen Sûfî, onların mânasındaki aşktan
ilham alır. H e r İlâhî isim, cisim lendirdiği m üsem m ası
ile esasen aynıdır. Dış bakışta yalnız « bir ism in ismin­
dir ve isimlendirilenin aslına «p e rd e » fh :çapl teşkil
eder.
108

Hiç hakikati olmayan isim bilir misin? Yahut kaf


ve lâm (G.Ü.L.) harflerinden gül topladın mı? (5)
Madem ki ismi telâffuz ettin, müsemmayı da ara.
Ay göktedir, derenin suyunda değil.
Addan ve harften geçmek istersen kendini tama­
men kendinden saf kıl (yok ol).
Kendini kendi vasıflarından ani ki, asıl kendi saf,
pâk zâtını göresin.
O vakit kitap, üstad ve müzakereci olmaksızın gön­
lünde peygamberlerin ilimlerini görür bulursun.

fiıj Hakikatten tam am iyle ayrılan sıt görünüş doktrini


için bak, N o . X C I V . «G .Ü .L .’den G Ü L » . Farsça «g a f» ve
« lâm »dan (h a r fle r ) «g u l».
1(M

L V II

RİVAYET VE SEZİŞ (1)

Kulak vasıla, vuslata eren ise gözdür. Göz hal sa­


hibidir; kulağm sadece dedikodusu vardır. (2)
Kulağın duyuşu sıfatlan tebdil eder, halbuki g ö z ­
lerin apaçık görgüsü zâtı bile değiştirir. (3)
Ateşin varlığını sözle bilip, vakîn hasıl ettinse a-
teşle pişmeyi iste; sözde kalma.
Yan m adıkça o bilgi ayne! vakîn değildir; vakîni is­
tiyorsan ateşe dal.
Kulak, hakikate nüfuz ederse göz olur; aksi tak­
dirde söz kulakta kalır, gönle tesir etmez. (4)

tl) M esn evi, I I . 858.


(2 ) Kulak, evlenecek bir erkeğe bir kızın güzelliğini anlat­
mak vazifesi olan çöpçatan rolünü oynar.
(3 ) «D u y m a » (s e m .) yani kulağa dayanan bilgi, ister ya­
zılı. ister şifahi olsun, duyanın veya okuycnın yalnız z'h -
nî ve ahlâkî vasıflarını değiştirebilir. «N e fs »in tam de­
ğişm esine tesir etm ez; o değişm e ki. Tanrı’yı vasıtanız
görüşten meydana gelir. Sonraki mtsralarda Rûmi,
duymadan (ilm -e l yakin ) çıkarılan katiyetle, görm eden
(a yn-el yak in ) hasıl olan katiyeti ve bilfiil denem eyle
idrâk olunanın farkını karşılaştırır.
(4 ) M a nevi bilginin ilk esası kulaktan alınır. B u fikirler
kalbe tesir edm ce ve oculus cordis ile kavranınca, duy­
ma görüş olur.
110

L V II I

DUYGU V E DÜŞÜNCE (1)

Birisi Zeycl’e arkadan kuvvetli bir tokat vurdu. Zeyd


de aynen mukabele edeceği sırada,
t o k a d ı vuran adam: «Senden birşey soracağım »
dedi, «ön ce cevabım ver, sonra bana vur.
Ensene vurunca tokadın sesi çıktı; şimdi senden
dostça soruyorum :
O ses benim elimden mi, yoksa senin ensenden
miydi, ey uluların öğündüğü zat?.»
Zeyd dedi ki: «A c ıd a n kurtulamadım ki bu düşün­
ceyi halledeyim. Senin derdin yok; sen düşünedur; ız-
dırabı olan bunları düşünemez.»

(1 ) M esnevi, I I I , 1380. Tasavvufi hakikatte akli mütaalâmn


kifayetsiz olduğunu gösteren ibret verici kıssa.
111

L IX

TASAVVUF! ANLAYIŞ (1)

Beş duygu birbiriyle birleşmiştir; çünkü hepsi de


b ir kökten meydana gelmiştir. (2)
Bu beş duygudan biri kuvvetlense öbürleri de kuv­
vetlenir, herbiri b ir diğerine sâki olur.
Gözün görüşü konuşma kabiliyetini artırır; söz de
gözün daha derin görm esini artırır.
Doğru ve derin görüş her duyguyu açar, keskinleş­
tirir; bövlece gayba ait şeyler âşikâr olur.
Sürüden bir koyun dereyi atlayınca bütün stiriı de
birbiri ardından o tarafa atlar.
Sen de duygu kovunlarını sür, hakikatin yeşil ça­
yırında filiz otlat.
Senin her duygun diğerlerine peygamberlik eder;
bütün duygularını Cennete ulaştırır,
Sonra o duygular sözsüz, kelimesiz, mecazî mâna­
dan öte senin duyguna sırlar söyler.(3)

il) M esnevi, I I , 3236.


(2 ) Ruhun kabiliyetleri bedeni beş hisse uyarak Külli R u h ­
tan hasıl olur ve İlâhî sıfatların görünüşünü sağlar. O n ­
lar birbirinden ayrı ve farklı değildir ve herbiri ö b ü rü ­
nü tamamlc.r. E dw a rd Carp enter’m : «B u ( tasavvuf î )
anlayış birin içinde birleşen bütün hislerin bir gibi
görü n m esid ir» dediği gibi.
(3 ) K âm il Veli herkese ışık saçmak ve gerçeğe yol göster­
m ek için peyga m ber gibi gelir. Hâlis bir sezişle gönül­
leri okur; bilgisi yanılmaz, çünkü kendine kelimelerle
tebliğ olm am ıştır; yalnız sözleri m ü ph em olabilir ve
yanlış anlaşılabilir.
112

LX

AŞK VE KORKU (1)

Ârif, her an padişahın tahtına kadar ulaşır. Zâhit


bir günlük yol için b ir aya muhtaçtır.
Zâhidin de şerefli b ir günü vardır; va rd ır ama o-
nun günü nasıl elli bin seneye müsavi olur. (2)
Bu .yolda çalışanın ömründe her gün, bu cihan y ıl­
larının elli bin yılıdır. (3)
Aşk, Allah sıfatıdır; fakat korku, şehvete esir o l ­
muş kulun sıfatıdır. (4)

(1 ) M esnevi, V, 2180. Pasaj, nefsini düşünen zahidin yavaş


ve zahmetli ilerlem esiyle ( sü lü k ), ârifi bir anda gayesi­
ne götüren cezbenin farkım belirtir. Karşılaştır, N o .
X X V , not 3.

(2 ) K u r ’a r ’dan L X X . 4: « M elek ler ve R ûh (C e b r a il) oraya


bir günde çıkarlar ki, mesafesi elli bin yıldır.» Süfîler
bu m evzuu tasavvufî kıyamet ve miraç olarak tefs'r
ederler.

(3 ) « E rb a p kimsenin hayatı» tamamen m üşahededen iba­


rettir ve « günleri» (eyya m u lla h ) sonsuzluktur. Allah,
gerçek âşıklarına nihayetsiz tecelliyatta kendini açıklar.

(4 ) M u h a b b et için K u r ’an’da hüküm vardır, fakat Sûfinin


âşıkcne sem bolizm inin baş kelimesi olan «ış k » için
yoktur. Bununla bera ber daha kuvvetli ahkâm, Basra-
lı Haşan (M . 728) tarafından nakledilen bir Hadis-i K ü d -
si’de aşikâr edilm iştir: « Allah buyuru r ki, kulum iba­
dete ve beni zikre kendini verip bundan zevk duyduğu
zaman B en onu severim , o B eni fâ şık a m ve-â şık tu h u ).»
113

Aşkın beşyüz kanadı vardır; her kanadı arştan yer


altına kadar bütün kâinatı kaplar.
Korkak zâhit ayağı ile yürümeye çabalar. Âşıklarsa
şimşekten çok daha çabuk uçar.
Zâhit bu makama ulaşamaz; meğer ki Tanrı ışığı­
nın inayeti gelip erişe de bu âlemden ve bu yürüyüşten
kurtula.
Kendi vesvesesinden halâs ola da o yüce doğan ku­
şu, padişaha yol bula.

F : s
114

LXI

R ÛH UN Y Ü K SE LİŞİ (1)

Cemad iken öldüm; yetişip gelişen nebat oldum.


Nebat iken öldüm; hayvana yükseldim.
Hayvanlıktan da geçtim; hayvanken <ildüm de in­
san oldum.
Artık ölüp yok olmaktan niçin korkayım? Hamle
ile bir kere de insan iken öleyim de Melekler âlemine
uçayım; fakat Melekler âleminden de geçmeliyim.
«H er şey fânidir, helâk olur, ancak O ’nun hakikati
bakîdir.» (2)
Melek carfımı da kurban edersem, o akla, idrâke
sığmayan yok mu, işte o olurum.
Ah, yok olurum, suretlerin hepsini terkederim de
erganun gibi «Biz, mutlaka geri dönenleriz, ona ulaşan­
larız» derim. (3)

H) M esnevi, I I I , 3901, Bak, C X V I I ve C X V I I I .


(2 ) K ur'an X X V I I I , 88.
(3 ) K u r'a n I I , 156. «Y o k lu k » (adem ,) tâbiri, nefsin terki
(f e n a ) için kullanılır. Bak, N o . C X I I , not 3.
115

L X II

İN K ÂR YOLU (1)

Saz-şairi, sarhoş Türkün huzurunda ezel sırlarını


söylemeye başladı: (2)
« B ilm e m ki, sen ay mısın, put musun? B ilm em ki,
benden ne dilersin?
B ilm em ki, sana nasıl hizmet edeyim ? Susayım mı,
yoksa seni kelim elerle anlatmaya girişeyim mi?
Şaşılacak şey şu ki, hem benden ayrı değilsin, hem
de ben neredeyim, sen neredesin? B ilm iyoru m .»
Saz-şairi bu tarz sözlerle boyuna «bilm iyoru m , bil­
m iy o r u m » diyerek türkü söylüyordu.
B ilm iyo ru m sözü haddi aşınca Tü rk hiddetle yerin ­
den fırladı; dem ir topuzla saz-şairini tehdide başladı:

il) M esn evi, V I, 703.


(2 ) İh tim al ki. «Saz-şairi», nefslerini devam lı inkâr etm e
yolunu m üritlerine tâkip etm eyi, ancak bunun m iisbete
ve Allah ile hakikî birliğe ( bakâ) ulaştıracağını öğreten
İnsan-ı K â m il’i işaret eder. D iğer yandan tasavvufi
mestlik (s e k r ) ancak başlangıç olarak kabul edilmeli­
dir. B u sebepten «itida l»e nisbeten nakışlıktır. B u m er­
tebede ârif, çokluğun reddinden çoklukta görünen B ir'in
tasdikine çıkar. M ü slü m a n im anının ikrarı olan Lâ ilahe
İllallah’m gerçek mânası budur. Allah ile bütün beşer
ruhları arasındaki Ezelî Ahidle önceden tâyin edilm iş­
tir. «R a b b in , Â d em 'in sulbünden soyunu devam ettirdi
ve onlara «R a b b in iz değil m iyim ? » diyerek onların sı­
nanmasını istedi. Onlar da «E v e t, tasdik ederiz» ceva­
bım verdiler. Bak, K ıtr’an V I I , 172.
116

«E }f ahmak adam! Bari bildiğini söyle, bilmiyorum


deyip durma.»
Çalgıcı dedi ki: «Maksadım gizlidir.
Sen inkâr ettiğin müddetçe ispat senden ürküp kaç­
madadır; var olanı bir türlü bulamıyorsun.
İspattan bir koku alasın diye nefyettim, bilmiyo­
rum, dedim.
Bunun için inkâr makamını çaldım; öldüğün zaman
ölüm sana sırları açar.
Ölümü seç, fakat karanlık mezara götüren ölümü
değil; seni değiştiren, nura götüren ölümü.
Topuzu kendine vur da benliğini darmadağın et.
117

L X III

KÂİNATIN RUHU (1)

Akıl denizini kuşatan nice sırlı âlemler vardır; akıl


denizi ne kadar engindir.
Bizim şu kalıplarımız bu denizde su üzerinde yü­
zen kâseler gibidir.
İçi dolu olmadıkça kap suyun yüzündedir, fakat
dolunca batar.
Akıl gizlidir, ortada bir âlem görünüp durur. Bi­
zim şeklimiz, o denizin dalgasından, yahut ıslaklığından
ibarettir.
Can, apaçık, pek vakın bulunduğundan görün­
mez. (2)
İnsan, içi su ile dolu, dışı kupkuru küp gibidir.
Bunu iyi anla; içi su ile dolu, dudağı taş gibi kuru
bir kap, yahut altındaki atı görmeyen kör binici olma.

(1 ) M esn evi, 1. 1109.


(2 ) Akıl veya rûh, İnsandaki İlâhi cevher, herşeyde m evcut
olduğu için idrâkimizden gizlidir; cihanşümul oluşu,
sıfatları v e eserleri ile tecelli etmektedir.
118

L X IV

M U T LA K O LA N (1)

Biz yokuz, varlık larımız da yoktur. Sen, fânilikte


görünen Vücud-ı Mutlaksın. (2)
H a rek etim iz senin vergindir, bütün varlığım ız se­
nin icadındır.
Sen, varlık hüsnünü yok olanda gösterdin; sonra
yok olanı kendine âşık eltin. (3)
İhsanın lezzetini, kadehini, şarabını, mezesini esir­
geme...
Esirgersen kim sorabilir? Nakış, nakkaşa kusur bu­
labilir mi?
Bize, gafletim ize bakma; kendi ihsanına, cö m er tliğ i­
ne bajc.

(1 ) M esn evi. I. 602, bak, M ukaddim e.

(2 ) İb n u ’l A rabi ve ondan sonra R ûm i, «yo k lu k » (a d em


yahut n istî) tabirini bir mânada m evcut olmadığı hal­
de diğerinde m evcut olan şeyleri ifade için kullanır:
C evh er gibi değil, bir şekil gibi bulunan cismanî dünya
ve şekil gibi değil, fikir gibi bulunan idrâki m üm kün
dünya.

(3 ) Burada «y ok lu k », izafi yokluğu 'ifade eder ve ilm-i İlâhi­


de tasavvur halindeki fikir gibi, bütün şeylerin gizli ha­
kikatlerinin (ayân-ı sa bite) dünyaya amelî ve objek tif
hayata getirilm eden önceki halini anlatmak için kulla­
nılır. Allah, sevilm esi için bu «yoklukna.sebep oldu: yani
lâtfuyla her « hakikat» (ayân-ı sa bite) ona verilen cismi
ihata ederek müsait ( -is te k li) kılındı.
Î19

Biz yokluk; bizim tarafımızda dâva ve arzu da y o k ­


tu. Senin lûtfun bizim sessiz niyazımızı duydu da bizi
varlığa gelirdi. (4)
K u d ret huzurunda bütün âlemin mahlûku iğne
önündeki gergef gibi âcizdir.
Kudret, gergefe bazen Şeytan resmi, bazen insan
resmi işler; kâh neşe, kâh keder nakşeder.
Gergefin eli yok ki müdafaa için kımıldasın; dili yok
ki fayda veya zarar budusunda söze cüret etsin.

(4 ) Varlık (v ü c u t ), Allah’ın diğer ihsanları gibi, İlâhi ih­


sandır; «ta le p » ile verilir. Talep âşikâr yahut kapalı
olabilir; yani isteyenin durum u veya kabiliyeti gereğin­
ce, meselâ kuruyan nebatın istediği suya erişm esi, bir
toh um un toprağa göm ülürken kökleşm eyi ve fışkırm a­
yı insiyaki olarak istem esi gibi. G örü şün bu noktasın­
dan «h erşey zaruret talebiyle vücut bu ld u » (M e s n e v i,
I I I , 3204).
12«

LXV

YARADILIŞ GAYESİ (1)

Dünyayı yaratmasındaki hikmet, Rabbin kendi il-


mindekileri açığa çıkartması içindir.
Bild iğini âşikâr etmedikçe âlemdeki zahmet vc m e­
şakkatler de belirmez. (2)
Senden bir kötülük, yahut iyilik meydana gelm eksi­
zin bir an duramazsın.
Bu amelleri açığa çıkartm a zarureti, sırrının açığa
çıkması içindir.
Nasıl olu r da ipliğin ucunu gönlün çekip durduğu
halde iplik eğirm e âletine benzeyen tenin işlemez? (3)
Bu âlem de, o âlem dc devamlı doğurur. H er sebep
anadır, eser çocuğunu meydana getirir.
Eser doğdu mu ondan da şaşılacak sebepler doğm a ­
sı için sebep haline gelir.
Bu sebepler nesiller boyu sürer; fakat halkaları zin­
cirinde görm ek için nûrlanmış göz ister.

(1 ) M esn evi, II, 994.


(2 ) Allah, insanın zübdesi olduğu âlemin, K endi Bilgisi
muhteviyatını gösterm esini diledi. B izim fiillerimiz, be­
şerî tabiate tem el teşkil eden ilm-i İlâhînin zahir olma
işinden doğar,
(3 ) Allah, kalpte tecelli ettiği m üddetçe vücut âtıl kalmaz.
«İn sa n ağacı hiçbir zaman hareketsiz değildir.»
121

LXVI

İLÂHİ TAKDİR (1)

Hangi ressam yaptığı güzel resmi menfaat ümidi gö­


zetmeden yalnız resim yapmış olmak için yapar?
Gayesi, çocukların hoşnut edilmesi veya ölmüş git­
miş dostların sevdikleri tarafından hatırlanmasıdır.
Hangi testici içine sun konmasını düşünmeden tes­
tisini sırf testi yapmak için yapar?
Hangi hattat yazdığı yazıyı yalnız yazısının güzel­
liğini göstermek için değil de yazı yazmış olmak için
yazar?
Oğul! bunlar santrançtaki oyunlara benzer: her taş
sürmenin neticesini ondan sonrakinde gör.
Sebebi sebep içinde, birbiri arkasına idrâk ederek,
gözünü böylece etraftan çevir de ta karşındakini mat
edip oyunu kazamncaya dek ne oyunlar oynayacaksan
hepsini gör.
Rûhu kör (kısa görüşlü) adam nasıl ilerliyeceğini
bilmez; tevekkül ile hareket' eder, körler gibi adım atar.
Savaşta Tanrı'ya dayanmaktan ne fayda çıkar ki?
Bu, tavla oynayan acemilerin Tanrı’ya dayanmasına ben­
zer. (2)

(1 ) M esn evi, I V , 2881.


(2 ) Cism anî arzulara karşı savaşta nuru olmayanlar, kendi
akılları yüzünden ister istem ez oyunu kaybederler.
(3 ) K u r ’an I I, 30: «Allah, M elek lere ded ki. «yeryüzünde
halife var edeceğim ». M elek ler dediler ki: « O yere kö­
tülük yapacak ve kan akıtacak birini m i var edecektin?
(B iz , daha hayırlıyız, çünkü) Seni tenzih ederizh> Allah:
«Şüphesiz, Ben, sizin b ilm d iğ in iz i bilirim » dedi.
122

Gözünün önünde ardında perde kalmadı mı, göz,


Gayb Levhini okur.
Böyle gaybı gören biri geriye baksa, varlığın başla­
masını, Meleklerin Kadir-i Mutlak Allah ile Babamızın
(Âdem) halife olması hususunda giriştikleri münakaşa­
yı duyar, görür. (3)
İleri (geleceğe) baktı mı, Mahşer Gününe kadar ne
olacaksa hepsi gözünde canlanır.
Herkes gaybı kendi gönlünün aydınlığı ölçüsüne
göre görür.
Gönül aynasını daha fazla cilâlayan daha ziyade gö­
rür.
Sen, eğer, bu temizlik Allah'ın lûtfudur dersen,
gönlü arıtmaya muvaffak oluş da Hak vergisidir, onun
lûtfundandır.
O çalışma da, o dua da himmet miktarıncadır. «İn ­
san ancak çalıştığını elde eder.» (4)
Himmeti veren ancak Allah’tır; hiçbir değersiz
(nasipsiz) insan, padişahın himmetine sahip değildir.(5)
Allh'm, bir ademi bir işe ryırması, bir işe koşması,
dileği, isteği, ihtiyarı ve iradeyi menetmek değildir ki.
Fakat belâ geldiği zaman, talihsiz (nasipsiz) adam,
küfür ve isyan semtine geçer; talihli olan (inayete er­
miş) Hakk’a daha yakın olur.

(4 ! K u r ’an L I I I , 39.
15) Arifin talebi önceden seçtiğinin delil ve neticesidir.
123

L X V II

SEBEPLER (1)

Allah, arayanları için bu mavi kubbenin altında ni­


zam ve sebepler kurdu.

Olan şeylerin çoğu nizama göre olur, fakat bazen


de Kudreti nizamı bozar.

Allah, nizam ve âdet kurdu, fakat sonra o âdetin,


nizamın bozulması için âşikâre mucize yarattı.

Ey, sebebin tuzağına düşen! sebep yaratanı vok


san m a.,

Sebep yaratan Allah, ne dilerse yapar. Mutlak kud­


reti bütün sebepleri de ortadan kaldırır.

Fakat arayan muradına erişsin diye çok defa yap­


tığı işleri sebeple yapar, sebeple yaratır.

Sebep olmazsa mürit nasıl yol alsın? Gittiği yolda


görünür sebep olması lâzımdır.

Sebepler göz önündeki perdedir, çünkü her göz,


onun sanatını görm eye lâyık değildir.

Sebebin ötesine ulaşacak bir göz gerek ki, perdeyi


tamamiyle çekip kaldırsın.

(1 ) M esn evi, V, 1543. B eşerî fiillere tem el hazırlığında bu­


lunarak dünya nizamını idame eden İlâhî K uvvet, illet
ve eserin ( sebep ve n etice) aşikâr olan mütekabil m ü ­
nasebetine üstün gelir.
124

Bu sûretle mekânsızlık âleminde sebepleri Yarata­


nı ve bütün çalışıp çabalamanın beyhude olduğunu
görsün. (2)
Her iyi ve kötü (hayır ve şer) sebebi Yaratandan
(müsebbib) gelir: babacığım! Sebep ve vasıta diye bir
şey yoktur.
Kısa bir zaman gaflet devri hüküm sürsün diye Pa­
dişahın yolu üstünde bir hayal peydâ oldu.

(2 ) G örenin bu görüşü, Tanrı kudretiyle Hakikate yaklaş?


mak için tâyin edilen ibadete ait çalışmalara aykırı
değildir (N o . X X X I I ) . Onları değersiz yapan, yaratma­
da ve hüküm verm ed e İlâhî lütfün süratle işlem esini
bizim ayırdeden aczimizdir. E ğ er o öyleyse, O ’nun
İradesi onu öyle yapar.
125

L X V III

İLÂHÎ FABRİKA (1)

İş sahibi çalışma yerinde gizlidir; yürü git, onu an-


cak iş yerinde görürsün.
Madem ki iş, sahibine perde olmuştur, o halde onu
çalışmasının dışında göremezsin. (2)
Çalışan, iş yerinde mekân tutar; dışarıda duran on­
dan habersizdir, gafildir.
O halde yokluğun iş yerine gel ki, işi de, yapanı da
beraber seyredebilesin. (3)
İnatçı Firavn, yüzünü maddî varlığa çevirdi; bu se­
bepten Allah işinin körü oldu.
Hükmü değiştirmek, takdiri bozmak için yüzbin-
lerce çocuk öldürttü.

(1 ) M esn evi, I I , 759.


(2 ) Allah’ın işi âyân-ı sâbite’nin kuvveden fiile çıkarılma-
sidir. M â n evi dünyada çalışan, daima O ’nun vasıflarıy­
la «y o k lu k » bürünür.
(3 ) N efsin ölüm ü ile ârif, önceki «yok lu k »a döner, âyân-ı
sabite gibi v e İlâhî Z â t’ın, sıfatlarının ve efalinin vah­
detini idrâk eder.
126

L X IX

ZAM AN IN D ÜN YASI (1)

Sen, her an ölüp diriliyorsun; Peygamber: «B u


dünya bir andan ib a re ttir» buyurdu.
B izim düşüncemiz havada bir oktur; havada nasıl
durur? T a n rı’ya uçar.
H e r an dünya yenilenir; fakat biz, dünyayı öylece
durur gördüğümüzden daim î değişiklikten haberdar
değiliz.
Vücutta daim îlik gösterdiği halde, hayat su gibi da­
ima yeniden yeniye akıp gider (2)
Tıpkı, elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir
sopa nasıl upuzun ve tek b ir ateş hattı gibi görünürse,
öm ü r de pek çabuk akıp geçtiğinden daim î görünür.

(1 ) M esn evi, I, 1142. Varlık dairesi tek bir noktada başlar


v e nihayet bulur; Allah'ın m evcudiyeti bizce bir son­
suzluk diye anlaşılır. H albuki ârifler için dünya « ancak
bir andır», yani İlâhî aydınlığın parıltısı b ir ’i çok ve
çoğu bir gibi gösterir. Sûfîlere v e diğer M ü slü m an m e­
tafizikçiler ine göre, kâinat m anzum esinin her atom u,
İlâhî K ud retin süratle zuhuru ile daimi olarak yok olur
v e yeniden yaratılır.
(2 ) M uk ayese et, H era clitus’un sözüyle: « A ynı nehre dahil
olana başka ve daha başka sular akar.»
LXX

HAKİKAT VE GÖRÜNÜŞ (1)

Renkleri gösteren ışıktır; geceleyin kırmızı, yeşil


ve sarı senin görüşünden kaybolur.
Böylece rengi görmenin ışıktan olduğunu anlarsın.
Şu halde bütün gizli şeyler zıddıyla meydana çıkar.
Hakk’ın zıddı yoktur ki açıkça görünsün. O her şe­
yi görür,
Beşer gözü O'nu ebediyyen göremez. (2)
Karanlık ormandaki kaplanı bildiğin gibi, sûret-
ten de görünmez mânâyı bil.
Derin Hikmet Denizinden düşünce dalgaları zuhu­
ra gelince,
Mânâ, söz ve sesten bir sûret giyindi. Sözden bir
şekil doğdu, yine öldü; dalga kendini yine denize ka­
rıştırdı.
Sûret, sûretsizlikten çıktı, yine sûretsizliğe döndü.
Zira biz yine Tanrı’ya döneceğiz.

(1 ) M esn evi, I, 1121. Işık ve renk sem bolizm i esas olarak


P la to ’dan gelir.
(2 ) Allah ile m ukayese ve tezat teşkil edecek şey olmadığı
için akıl O 'n u idrâk edem ez; ancak m uhtelif suretler-
deki tecellisinden sezilir.
128

LXXI

TABİATTA ALLAH (1)

Âlem donmuştur da adı cemad (cansız) olmuştur.


Üstadım! camit, donmuş demektir.
Mahşer güneşi doğuncaya kadar sabret de âlem cis­
minin hareketini gör. (2)
Senin bir avuç topraktan ibaret olan varlığını nasıl
bir cisim haline getirdi? Bütün toprakları, bütün zer­
releri de bilgi ve anlayış sahibi bilmek gerek.
Bnlarm hepsi de bu yanda ölü, o yanda diridirler.
Burada susmuşturlar, orada konuşmaktadırlar.
Onları hakikat âleminden bize yolladılar mı işte asâ
(Mûsa’nın asâsı), bize ejderha kesilir. (3)
Dağlar sese gelir, Davut’la beraber terennüm eder,
ilâhî okur; demir bile avucunda mum gibi yumuşar. (4)
Rüzgâr, Süleyman’ı taşır; deniz, Mûsâ ile konu­
şur. (5)

(1 ) M esn evi, I I I , 1008.


(2 ) Buradaki veya ileride vukû bulacak K ıya m et Gününde,
Allah, bize eşyanın hakikatini olduğu gibi gösterdiği
zaman, rûh alemi v e sonsuz hayat olan m addî dünya­
yı batini haliyle anlayacağız.
(3 ) K ur'an, V I I , 107— 108.
(4 ) K u r ’an, X X I , 79, X X X I V , 10.
(5 ) R üzgâr Süleym an’a tâbi idi (K u r 'a n X X I , 81) ve tahtım
bir m em leketten diğerine taşıdı. Allah, M û sâ ’ya: «A sân
ile denize v u r » buyurdu (K u r ’an X X V I , 63); akabinde
B en i İsra il'e yol açıldı, fakat Firavn v e maiyeti boğul­
dular.
12Î

Ay, Ahmed’in işaretini, emrini anlar, fermanına


uyar. Nemrud’un ateşi, İbrahim'e ağustos gülü olur. (6)
Hepsi de bunlara «Biz, size karşı duyar, görürüz..
sizinle hoşuz, neşeliyiz. Fakat namahremlere karşı susup
durmaktayız» derler.
Ama siz bir cemada gidiyor, ona yöneliyorsunuz.
Artık cemadların canına, sırrına nasıl mahrem olursu­
nuz?
Cemadlardan can âlemine yükselin de kâinatın cüz­
lerinin ahengini duyun.
O vakit cansız şeylerin Allah’ı teşbihlerini apaçık
duyarsın da, vesveselerden ve tevillerden kurtulur­
sun. (7)

16) B u mısra, ayıtı yanlışını (K u r ’an L İ V ) ve İbra h im 'in


m ucizevi korunuşunu (K u r ’an X X I , 69J işaret eder.
(7 ) K u r ’an’a göre ( X V I I , 44) «Sem ada yahut yeryüzünde
Allah'ı teşbih etm eyen hiçbir şey yok tu r.» Sûfiler için
cem adatm teşbihi, Allah tarafından bildirilen Haki•
kat-i İlâhiye olduğu kadar tasavvufi vukua dayanır.
M ü slü m a n ckliyyun İlâhiyatçıları bu nevi duaları ka­
palı veya dolaylı izah ederler. M eselâ bir maddenin
veya nebatın görünüşü Subhan-Allah! diyorm uş gibi
insanın düşünm esine sebep olur.

F : 9
130

L X X II

AŞK HER GÜÇLÜĞÜ YENER (1)

Aşk, hudutsuz bir deniz, gökler, bu denizde ancak


bir köpüktür.
Göklerin dönüşünü aşkın dalgalarından bil. Aşk ol­
masaydı dünya donar kalırdı.
Aşk olmasaydı cansız bir şey nerden nebata girer,
nasıl onda mahvolurdu?
Nebatlar, nasıl kendilerini canlılara (hayvana) fe­
da ederdi? (2)
Rûh, nasıl o nefese fedâ olurdu da onun esintisin­
den Meryem gebe kalırdı? (3)
Hepsi yerlerinde buz gibi katı ve hareketsiz olur­
du, çekirgeler gibi uçup bir şey araştırmazdı.
Her zerre dağ tepelerinde yükseklere uzanan fidan
gibi kemale âşıktır.
Onların yükselme emelleri, hakikatte Allah’ı teş­
bihtir.

(11 M e sn e v i, F, 3853.
(2 ) Bak, L X Î ve C X V I I .
(3 ) Seçilm iş şahsiyetler, M e ry e m A n a ’ya üfürülen (K u r'a n ,
X X I , 91, L X I , 12) İlâhi R ü h ’tan ilham alırlar ve hidaye­
te erdirilirler. M ukayese et. Fihi m â fih, 22: « Vücut
M e ry e m gibidir v e bizim herbirim izin içinde bir İsâ
vardır. E ğ er aşk izdir abı bizde zuhur ederse. İs â ’mız
doğacaktır.» .Bu, .Eckhart'm , M esih 'in canda doğuşu
doktrinine (İn g e , Christian M ysticism , 162 s e q .) ve bil­
hassa: «B aba, K elâm ı canın içine söyler vc «o ğ u l» do­
ğunca her can M e ry e m o lu r» dem esini hatırlatır.
131

L X X III

CİHANŞÜM UL AŞK (1)

Doğrusu, hiçbir âşık yoktur kı sevgilisini arasın da


sevdiği onu aramasın, dilemesin. (2)
Bu gönülden sevgi şimşeği çıktı mı bil ki, o gönül­
de de sevgi vardır.

Gönlünde Tanrı sevgisi arttı mı, şüphesiz Tanrı se­


ni seviyor.

Tek elin sesi çıkmaz; öbiir elin olmadıkça, iki elin


birbirine vurulmadıkça ne ses çıkar, ne sedâ.
Ezelî hükme göre, kâinatın bütün zerreleri çift çift­
tir ve her cüzü de kendi çiftine âşıktır.
Arifin nazarında gökyii/.ü erkek, yeryüzü kadındır:
Göğün verdiğini yer alır, besler.

Yerin harareti azaldı mı gök hararet yollar; rutu­


bet ve tazeliği kalmayınca eski haline getirir.

Gök, kadını için kazanç arayan koca gibi, kendi et­


rafında döner durur.
Yeryüzü ise ev kadınlığı ile meşguldür: Doğumu
bekler, doğurduğunu emzirir, besler.

(1 ) M esn evi, I I I , 4393. İlâhî Aşk, yarattığı Kâinat m a n...-


m eşini kaplar. B ü tü n eşya görünüşte m uhtelifse de o
aslî prensiple idare olu r ve işini tamam lam ak için ha­
reket ettirilir.
(2 ) Aşk. güzellik dilerse, güzellik de aşkı daha az dilemez.
132

Şu halde göğe akıllı nazarıyla bak, çünkü akıllıların


işini yapıyor.

Bu ikisi birbirinden zevk almasa nasıl olur da âşık­


lar gibi biribirlerine dolanırlar?

Yer olmasa çiçek ve ağaç nasıl açar? Gökyüzünün


suyu, harareti olmasa yerden ne hasıl olur?

Bu birlikte âlem bakâ bulsun diye Allah kadına ve


erkeğe birbirlerine karşı arzu verdi.

Her cüze de diğer bir cüze meyil verdi; ikisinin bir­


leşmesinden nesiller doğar.

Gece ve gündüz görünüşte zıttı, fakat her ikisi de


aynı gayeye hizmet eder,

Herbiri işini en mükemmel şekilde karşılıklı gör­


mek için birbirine âşıktır.

Gece olmazsa, insanın kuvvet kazancı olmaz; böyle


olunca da gündüzleyin harcayacak birşeyi bulunmaz.

Can, yeryüzünden olan esas cüzlerine, «Benim, ga­


rip, sürgün oluşum sizinkinden acıdır: ben arşa men­
subum» der.

Beden, yeşil otlar vc akarsular arzu eder, çünkü as­


lı bunlardandır.

Can, hayat ve dirilik ister, çünkü aslı lâmekânın ca­


nıdır.

Can, yükselmeye, yücelmeye can atar; beden nefsin


ibtilâsını ister.
O yücelmenin aşkı, meyli de canadır: «Alla h onları
sever, onlar da Allah’ı» âyetini (3) hatırda tul;
Hulâsa, kim bir şey isterse istenilen şey de onu is­
ter.
Fakat âşığın isteği, âşığın benzini .soldurur; mâşû-
kunki ise onu hoş ve yakışıklı hale sokar.
Saman çöpü o uzun yolda ilerleme mücadelesi ya­
parken, kehribar, sevgisinde müstağni gibi davranan b ir
âşıktır.

(3 ) K u r ’an, V. 54. Seveni sevilene cezbeden veya aksi, kar-


ştlıklt uygun kılan, o n la n birleştiren, tabii hadiseler
dünyasında daim olan birşey değildir; bu ariflerin aşk
ism iyle bildikleri «y o k lu k » cevher ve hakikattir. Sevi­
lende azamet ve kendine güvenle belirir; âşıkta kulluk,
boyun eğm e ve keder şeklini alır.
140

Onun avucuyla bütünlük denizi birleşmiştir. O, kev-


fiyetsiz ve tam kemal sahibidir.
Ey, zengin adam! Yüzlerce çuval altın getirsen A l­
lah: «B e n im kapıma armağan olarak gönül getir: (5)
Âlem in Kutbu olan gönlü bana getir, Â d e m ’in ca­
nının canının canı o gönüldür,» der.

(5 ) K u r ’an’a göre, X X V I , 88— S9. t!Zenginliğin ve evlâdın


yardım ı dokunm ay (v e kim senin yardımı olm aya­
ca ğı) gün ancak Allah'a kalb-i selim getiren kurtulur.»
134

L X X IV

BÜYÜK ÂLEM OLAN İNSAN (1)

Yıldız gibi tertemiz, parlak ruhlar gökyüzündeki


yıldızlara feyiz verir, yardım eder.
Görünüşte bize hükmeden bu yıldızlardır, fakat as­
lında bizim bâtınımız göklere hükmeder. (2)
Bu sebeple, sen sûrette küçük bir âlemsin, fakat ha­
kikatte ise kâinat sensin. (3)
Görünüşte dal meyvanın aslıdır, lâkin hakikatte dal
meyva için varolmuştur.
Bahçıvanın meyva elde etmeye ümidi olmasaydı
ağaç diker miydi?
Şu halde, görünüşte meyva ağaçtan doğmuştur ama
hakikatte ağaç meyvadan hasıl olmuştur.

(1 ) M esn evi, IV , 519.


(2 ) Cennet ışığı, İnsan-ı K â m ilin ruhunu aydınlatan İlâhi
sıfatlardan hasıl olur. Karşılaştır, İb n u ’l Farid: « B en im
ayım, hiçbir zaman batmaz, benim güneşim hiçbir za­
m an kaybolm az ve bütün parlak yıldızlar sırasını ben­
den tayin eder.»
(3 ) İslâm Filozoflarının nazariyesinde kâinat büyük bir
İnsan ve İnsan, tashihe lüzum gösteren küçük bir kâi­
nattır. Sûfilere göre, İnsan, kâinat addedilmiş ise de
kâinatın yalnız özü değildir; bilâkis esası ve illet-i gai-
yesidir. Çünkü kâinat onun için ve onun uğruna var-
edilm iştir ve aslında Insan-ı Kâm il, İlâhî zuhurun özü­
dür; onunla bütün yaradılış maksadı tamamlanır. K a r­
şılaştır, A li'ye atfolunan mısralar ile:
«S en öyle bir açık kitap ilm isin kiharflerin esrarı çözer
Sen kendini küçük bir vücut ( küçük kâinat)
zannedersin, fakat en büyük âlem ( kâinat)
senin içinde dürülmüşlilra
135

Onun için Mustafa: «Â d em ve bütün Peygamberler


benim ardımda ve sancağım altındadırlar» dedi. (4)
Bu yüzden ilmin, irfanın Efendisi. «Biz, en sondi
gelen fakat en başta olanız» tasavvufî sözünü buyur­
du. (5)
Bu, şu demektir. «Görünüşte ben, Âdem’den doğ­
muşum, ama hakikatte her atanın ataşıyım,
Melekler, Âdem’e benim aşkım için secde etti;
Âdem, benim ardımdan yedinci kat göğe yükseldi.
Hakikatte Babam, benden doğdu: Ağaç, meyvadan
vücut buldu.
İlk düşünce, bilhassa ezelî vasfa mazhar olan dü­
şünce, iş âleminde son olarak zuhur etti...»

(4 ) B ü tü n P ey ç nberler, Â d em balçık iken P /gam berliği-


ni beyan et n ( Kelâm ullah gibi konuşan) M u h am m ed-
in N ûrundt iUıam almışlardır.
(5 ) B u Hadis, M m iy e tin M u seviliğe ve Hıristiyanlığa üs­
tünlüğünü , bat eder; fakat burada R ûm î, buna tasav­
vufî b ir %ıâna verm iştir.
M u h am m ed, Peygam berlerin vakitte sonuncusu, ezelde
ilkidir.
136

LX X V

k â m il îk s a n u ,

Kutup arslandır, işi de avlanmaktır. Halk, onun a r ­


tıklarını ver.

Kudretin yettiği kadar Kutbun rızasına çalış da


kuvvetlensin, vahşî hayvanları avlasın. (2)

O zahmet çektiği zaman halk aç kalır. Bütün b o ­


ğazlara giren rızık, aklın elinden verilir.

Halkın vecdi, kendinden geçmesi, onun artıklarıdır.


E ğer gönlün avlanmak istiyorsa bunu aklında tut.

O, akıl gibidir; halk ise bedendeki uzuvlara benzer;


bedenin tedbiri akla bağlıdır. (3)

(1 ) M esnevi, V, 2339. K u tu p tâbiri burada kullanıldığı gibi,


um um iyetle Kâm il İn sa n ’ı ( İnsan-ı K â m il) ifade eder,
Sûfi m ertebelerinin başını bilhassa işaret etmez.
(2 ) « O n u râzı etm eye çalış», sâdıkane hizmet et, bedenî za­
ruretlerine yardım et ve tâciz etm em eye dikkat et, ki
m anevî gıdası olan hakikatleri (e s ra r u m a 'n i) elde
etm eye serbest kalsın. «V a h şi hayvanlar»la R û m i’nin
anlatmak istediği budur, şüphesiz. Giordano Bruno,
A cteon'da (T h e H ero ic Enthusiasts, tr. WHliams, vol.
p. 91) sâde aynı tâbiri ku'lanm akla kalmaz, açıklayarak
şöyle izah eder: «A ncak akıl ile anlaşılan, fikren kavra­
nan mizaçları ki muam m alıdır, azınlık tarafından ta­
kip ve nadiren ziyaret edilirler ve kendilerini arayan
herkese kendilerini gösterm ezler.»
(3 ) Kutup, «A k l-ı K ü ll’ün su reti» olduğundan dünyanın
m eneceridir. Onun tavassutu olmaksızın m anevî gıda
olmaz. Bak, N o. L X V Î İ .
137

Kutbun zayıflaması ten cihetinden olur, rûh cihe­


tinden değil. Z ayıflık gemidedir, N û h ’da değil.
Kutup, o kim sedir ki kendi etrafında döner, dola ­
şır. Gökler de onun etrafında döner.
Beden gemisini tamirde ona yardımcı ol. Ona has
b ir kul, tam bir köle ol.
Senin ona yardımın hakikatte senin faydanadır; ona
değil. Allah, « Y a r d ı m ederseniz, yardım a nail olursu­
nuz» buyurdu. (4)

(4 ) K u r'a n X L V I I , 7.
138

LXXV 1

ALLAHA ŞAHİTLİK (1)

Allah, yeryüzünde veya yüce gökyüzünde insan rû-


hundan daha esrarlı bir şey yaratmadı.
Hak, kuru, yaş, herşeyin sırrını bildirdi; fakat «O
Rabbanin emrinden ibarettir» diye ruhun sırrım mü­
hürledi. (2)
Yüce bir şahidin gözü o rûhu gördü mü artık on­
dan hiçbir şey gizli kalmaz.
Allah'ın adı «Âdil»dir, şahit de onun adamıdır. Bu­
nun için Sevgilinin gözü adalet sahibi bir şahittir. (3)
îki âlemde de Allah’ın nazar ettiği yer saf gönüldür.
Padişahın bakışı sevgiliyedir.
Allah’ın aşkı, onun şahidi (güzeli) sevmesi, bütün
bu perdeleri meydana getirmeye sebep oldu. (4)
Onun için bizim şahit (güzel) seven Allah’ımız, Mi­
raç Gecesi, Peygambere: «Sen olmasaydın, gökleri ya­
ratmazdım» dedi.

(U M esn evi, V I, 2877.


(2 ) K u r'a n X V I I , 85.
(3 ) İnsan-ı K âm il'in Allah ile münasebeti, şahadeti hüküm
tâyin eden şaşmaz gözün şahitliğine benzer ve böylecp
hâkimin adaletine ve adaletin diğer görünm eyen vasıf­
larına ışık tutar.
(4 ) Tabii hadiseler dünyası, İn sa v-ı K â m il’ n tekâmül et­
tirm esini m ü m kün kılmak ve İlahi Aşkın ihtişamını ta­
m a m en meydana kovm ak için halkediW . B u sebe-nte”
O. Allah’ın Sevgilisidir (h a b ib u lla h ); daha ziynde
M u h a m m ed ’e ait bir ünvan.
139

L X X V II

ŞEFAATÇİ (1)

Peygamber: «Allah, sizin sûretlerinize bakmaz, kal­


be bakar; bunun için gönül sahibini elde edin» dedi. (2)
Bu, Allah’ın sana sevgilisinden, (bir gönül sahibin­
den) bakması demektir; çünkü Allah senin secdene ve
altın vermene bakmaz.
Gönül öyle bir şeydir ki yediyüz gök konsa kaybo­
lur, göze görünmez.
Bu çeşit gönül kırıklarına gönül deme. Sebzvar'da
Ebû Bekir arama. (3)
Gönül sahibi altı yüzlü aynadır. Allah, altı cihete de
o aynadan nazar eder. (4)
Allah birisini reddederse onun için eder; kabul’
ederse onun şefaatiyle kabul eder.
Allah, ihsanını onun eline koyar, onun avuçları icap
edenlere Hakk’ın rahmetini dağıtır.

(1 ) M esnevi, V, 869.
(2 ) «G ö n ü l sahibi», yani velî. «K a lp » (d i l ), m anevî sezişin
uzvuna verilen isim. Karşılaştır. Batı m istisizm inde
«ocu lu s cordis».
(3 ) Burada R ûm i, Sebzva r'in (B a y h a g ) hiçbir Sünnîyi ara.
lannda yaşatmayacak kadar mutaassıp Şii halkına ait
b ir hikâyeyi im a eder.
(4 ) «A ltı cih et»: Sağ, sol, üst, alt, ön, arka. İnsan-ı Kâm il,
«A lla h 'ın kendi işlerini vasıtasiyle gördüğü dünyanın
g ö zü d ü r» ve onun bütün çeşitli görünüşlerinde kend:
bilinir.
141

LXXVIII

ZAHİTLİK VE MARİFET (1)

Ârif, şeriatin de, takvâmn da canıdır; marifet, geç­


miş zamanlardaki zahitliğin neticesidir. (2)
Zâhitlik, ekme işidir; marifet, o ekinin büyümesi
ve biçilmesidir.
Marifet sahibi ârif, hem doğruluğu emretmektedir,
hem doğruluktur; sırları açan odur; açılan sırlar da
odur. (3)
Bu günümüzün de yarınımızın da padişahıdır: Ka­
buk, daima lâtif öze kuldur.

(1 ) M esn evi, V I, 2090.


(2 ) «N e t ic e », yani aslî cevh er ve illet-i gaiye.
(3 ) Hakikatin bütün bâtınî ve zâhir-i hallerini idrâkinde
birleştirdikten sonra İnscn-t K â m il’in kendisinin bizzat
nizam ve sır olduğu, nizam koyduğu, sırları tefsir ettiği
söylenebilir.
142

L X X IX

«Ö LM ED EN EV VE L Ö L» (1)

Peygamber, «Ev sırları arayan! Yaşayan ölü gör­


mek istersen,
Yaşayan insanlar gibi yeryüzünde gezinirken ruhu
göğe yücelmiş, gökleri yurt edinmiş.
Ölmeden önce ölmüş, öldüğü zaman farketmeye-
cek,
Yalnız ölümle anlaşılacak, anlayışın ötesinde olan
sırlan sezmiş, bilmiş
Birisini, yeryüzünde öyle gezinen bir ölüyü görmek
istersen,
Tertemiz Ebû Bekir’e bak ki, o, doğruluğu yüzün­
den mahşere varmış, haşrolmuş kişilerin ulusudur»
dedi. (2)

(1 ) M esn evi, V I, 742. M û tû kable an tamûtû. Sûfilerin, onun


batini prensiplerinin mirasına konduklarının delili
olarak, P eygam bere atfettikleri pek çok sayıda m eş­
h ur sözdm'in biri. Aşağıdaki mısralarda R ûm i, dünyaya
karşı ölü v e Allah’ta yaşayan kâmil bir Velî olarak E b û
B e k r ’i misal gösterm eyi m üm inlere tenbih eder v e bir
H a d is’i şerheder. Yalnız E b û B ek ir değil, Ö m er, O s­
m an ve Ali, nesilden nesile intikâl eden, önceden m e v ­
cut M u h a m m ed ’in N û ru ile peygam berlerin v e evli-
yaullahm arasındadırlar (M e s n e v i, II, 905— 930, karşı­
laştır, N o . I X X X V I I ) .
(2 ) «A lla h ’a doğru şahitlik»: B ak N o . L X X V I . E b û Bekir,
« Sıddık» unvanıyla m eşhurdur.
143

Ahmed, bu dünyaya ikinci defa doğmuştu; bütün


dünyevî nimetlere karşı ölüydü. O, apaçık yüzlerce kı­
yametti. (3)
Ekseriya ondan, «Kıyamete ne kadar zaman var?»
diye sorarlardı. (4)
Peygamber de hal diliyle, «Mahşerden haşrı soru­
yorlar» derdi. (5)
Kıyamet ol da kıyameti gör: Herşeyin hakikatini
görmek için o olmak şarttır.
îster nûr olsun, ister karanlık, o olmadıkça onu ta-
mamiyle bilemezsin.

(3 ) İslâ m dünyasında Peygam berin Miracı, onunla « diril­


m iş» b ir olm uş canın yüksek tasavvufî m ertebesini
tem sil eder.
(4 ) B u sualin sorulm asında Peygam berin şahadet v e orta
parm ağını bera ber kaldırarak cevap verdiği söylenir:
«B e n v e K ıya m et bunlar gibi ikiziz.»
(5 ) «S essiz belâgat ile», tamam iyle batvnî halin diliyle. R û ­
m i'y e göre, P eyg a m ber «B e n K ıy a m e tim » demedi,
( Karşılaştır, St. John X I , 25: K ıya m et ve hayat ben im ),
fakat bırakalım onun hakikati konuşsun.
144

LXXX

TASAVVUFÎ ÖLÜM VE DEFİN (1)

Mezarın taş, tahta ve sıva ile güzelleşmez. (2)


Hayır, kendine ancak manevî temizlik içinde mezar
kazman ve benliğini O’nun benliğine gömmen gerek.
Onun toprağı olman ve aşkına gömülmen lâzım ki,
nefesi seni doldursun, nefsin kutlu ve tesirli haİe gel­
sin.
Hakikat ehline mezarın üstüne kubbe kurmak mak­
bul değildir.
Diri bir insanın atlasa bürünmesine bak: O muh­
teşem kıyafet onun anlayışına, aklına yardım eder, isa­
bet verir mi?
Canı azaptadır, eleme garkolmuş gönlünde gam
akrepleri yer tutmuştur. (3)
Dışını süslemiş, bezemiş fakat içi düşüncelerle inil­
der.
Diğeri de eskiler giyer ama şeker kamışına benzer,
sözleri de şeker gibidir.

(1 ) M esn evi, I I I , 130.


(2 ) Vücut, mezarı tem sil eder: Onu dünyanın süsüyle be­
zemek, gelecekte saadet için kötü bir hazırlıktır.
(3 ) İm ansızların ve günahkârların kabirlerine haşra kadar
akreplerin zarar vereceği tahmin edilir.
145

R U H B İR L İĞ İ (1)

Güller solup gül bahçesi harap olunca gül kokusu­


nu nereden alalım? Gülsuyundan.
Allah açıkça meydanda olmadığından p eyga m b er­
ler, H a k k ’ın vekilleridirler.
Yanlış anlama! Vekil .ile Vekil edeni iki zannetme;
bu hatâdır; iyi bir şey değil.
Sûrete tapan için ikidir; sûretten kurtulana gö re y­
se Bir'dir.
Sen sûrete baktıkça çift görürsün, gözün iki olu­
şuna bakma, nûra bak. (2)
B ir yerde on tane çerağ olsa, görünüşte herbiri öbü ­
ründen ayrıdır.
Lâkin onların ışığına yüz çevirirsen, şüphesiz, b ir i ­
nin nurunu öbürlerinden ayırt etmeye imkân yoktur.
Mânâlarda sayı ve taksim olmaz; ayırma, b irleştir­
m e olmaz.
Dostun dostlarıyla birliği hoştur. Mânâyı tut (m e y ­
let) ve göğsüne raptet; sûret serkeştir.

(1 ) M esn evi, I, 672. Allah’ın gizli hakikatinin açıklandığı


peygam berlerd e İlâhi vahdetin bahsi.
(2 ) İkilik, hadiselerin haricî şekillerine dikkat neticesidir.
G özlerin iki, fakat nûrunun b ir ve ayırtedilm ez oluşu
gibi. B cy le ce peygam berlerin vücutları ¡¿a çoktur; fa­
kat onları aydınlatan rûh bir v e aynıdır. M ü slü m an göz
hekimleri, um um iyetle Galen ve diğer G rek nazariyesi-
kİ, görüşün gözlerden yayılan ışık şualarıyla hasıl ol­
duğunu kabul ederler.

F : in
146

Âsi sûreti eziyetle mahvcyle ki altındaki Vahdet hâ­


zinesini göresin.
Hepimiz safdık ve bir cevherdik; orada başsız ve
ayaksızdık, su gibiydik. (3)
O lâtif nur sûrete gelince kale burçlarının gölgesi
gibi çoğaldı; sayı meydana çıktı.
Karanlık burçları yık ki, çokluğun arasından ayrı­
lık kalksın. (4)

(3 ) Sûfîîer, «B ey a z İn c i» dedikleri İnsanın m anevî cevheri­


ni ve cüm le yaradılmış şeylerin asli özünü, N û r-u M u ­
ham m edi (A k l-t Küll, the L o g o s ) ile bir tutarlar.
(4 ) Varlığtnı çokluğun «g ölg eler»in e borçlu olan « kale
burcu», benlik v e hayal duvarını temsil eder.
147

L X X X II

V E H M İN İCATLARI (1)

Ey, duaları duadan önce duyan, muratları isteme­


den veren Allah! Gönle her an yüzlerce ihsan bağışla­
yan Allah!
Yazıdan birkaç harf nakşettin; kayalar bile o h arf­
lerin sevgisiyle eridi, muma döndü. (2)
Aklım ızı, anlayışımızı yanıltmak için kaş nun’unu,
göz sad'mı, kulak c i m ’ini yazdın. (3)
Akıl, o h arfler yüzünden hayret dalgasına kapıldı.
Ey, yazısı güzel edip! Bunları boz.
Yoklu k sayfasına her an hayalin güzel suretlerini
nakşetmeklesin,
Hayal levhine yüz, yanak ve ben gibi şaşılacak h a r f­
ler yazmaktasın.
Halbuki ben, varlıkla değil, yokluk arzusuyla sar­
hoşum; çünkü yokluk âleminin sevgilisi çok daha v e fa ­
kârdır. (4)

İl) M esnevi, V , 309.


(2 ) Platonist William D ru m m o n d aynı bcvzerVğ i kutlanır:
«O pırıl pırıl parlayan altın harfler
G ök lerde büyük hacimdeki ihtişamlı ilâtıî varlık.
Denizde, karada, havada bütün harikalar
Şahane Güzelin ancak karanlık tasvirleri olur.»
(3 ) Sad, nun ve cim Arap harfleri, biçim de gözü, kaşı ve
kulağı temsil eder. Kendine has nûr içinde g örünm ey­
le herşey iyidir. Fakat arifler bu «h oş suretleri» hisle
veya fikren nerede seyretseler ancck ebedi güzelliğin
zuhurunu, « yeniden yaratm am ın daima değişen şekil­
lerini idrâk ederler. D iğer insanlar sırf kendi ben?V
nefslerini g örür vc aldanırlar.
/■i) «Y o k lu k », yeni hakikatin zahiri alâm ete aksi oluşu.
148

Dünyaya dalan çılgının, o parmaksız olarak yazılan


yazıların karartısına nasıl müptelâ olduğuna bak.
Herkes bir hayale kapılmış, saklı defineyi bulmak
iç>a hu köşeyi eşip kazmada.
Biri rahip olmak için kiliseye gitmiş; bir başkası
hırs içinde ekine tarlaya sarılmış.
Biri, cin peri çağırmaya koyulmuş, aklını, gönlünü
kaybetmiş; diğeri yıldız bilgisine kapılıp hayale dalmış.
Gören göz için dünyadaki çeşitli hareket ve gidiş­
ler içteki hayallerden doğar.
Hepsi de can kıblesini kaybetmişlerdir de onun için
herkes bir yana yüz çevirmiştir.
Nitekim bir bölük halk da kıble nerede diye arar;
bir hayale kapılıp etrafa döner, durur.
Sabahleyin Kâbe göründü mü kimin yolunu kaybet­
tiği anlaşılır. (5)

(5 ) Yanlış yöne durmakla şeriate göre, namaz (s a lâ t) bozu­


lur; fakat namaz kılan karanlık veya başka herhangi
b ir sebepten K a b e ’ye dönm eyi şaşırmışsa, kılan, nama­
zının faziletini kaybetm ez. Şu şartla ki, o, cihet tâyini
için m ü m k ün olduğu kadar hükm ün en doğrusunu bul­
maya gayret etmiştir. B unu n gibi, herkesin B ir Gerçek
N û r u araştırması (N o . C I1 I ). Şüphe, tereddüt ve hatâ
cehaletten doğar.
14i)

L X X X III

AŞK IN SİH Rİ (1)

Aşk ve vehim, Yusuf gibi binlerce güzel sûret ya­


ratır: Doğrusu Hârut ve Mârut’dan daha usta büyücü­
dür. (2)
İnsan, sevgilisinin hatırasiyle bir sûret yaratır.
Sûretin önüne varır, yüz binlerce sır döker, dostun
dosta sır söylemesi gibi.
Nitekim gönlü yaralı bir ana da yeni ölmüş yavru­
sunun mezarına
Candan, yürekten sırlar söyler. O cansız toprak ona
diri görünür.
O, toprağı âdeta duyuyor sanır. Şu büyücü aşka bak
hele.
Ana çocuğunun yeni mezarının toprağına anbean
gözyaşlarıyla kapanır; yüzünü, gözünü sürer.

(1 ) M esn evi, V, 3260.


(2 ) Sihrin hünerini beşeriyete öğreten, cennetten kovul­
m uş iki m elek. Kendilerini m asum farzedip  d e m ’e hür-
m et etm eyi reddettiler. B u sebepten Allah onları güzel
b ir kadına âşık oldukları ve onu kandırmaya çalıştık­
ları yere, arza indirdi. Kadın, onları Cennete yükselten
Is m -i  za m ’ı kendisine cğretinccye kadar teslim olm a­
dı. Ö ğrenince yükseldi; Allah onu Zührc yıldızına ( V e ­
nüs gezegeni) çevirdi. H ârut v e M ârut, B a b il’de bir çu­
kurda, günahlarının cezasını bu dünyadan ziyade iler­
de, ebediyyen çekm ek için hapsedildiler. M enk ıbe, N u r
Dünyasından, Tabiat Dünyasına inen, cism aniyelin
(n e f s ) kirlilik avına düşen ve sonunda ceza ile temizle­
nerek m ensup olduğuna dönen beşeri ruhun ve aklın
temsili addedilir.
150

Çocuğu diriyken bile o canının canına, o can yav­


rusuna aslâ böyle yüzünü, gözünü sürmemiştir.
Fakat bu ölümden birkaç gün geçti mi sevgisinin
ateşi yatışır.
Ölüye karşı aşk ebedî olmaz ki. Sen, cana can ka­
tan diriyi sev.
Acı geçti mi o mezardan uykusu gelir.
Çünkü aşk afsununu çalmış, gitmiştir. Ateş sönü­
verdi mi kül kalır.
151

L X X X IV

HAKİKATE KÖPRÜ OLAN HADİSE (1)

Hıristiyan gibi, gider papaza bir yıllık suçunu, yap­


tığı zinaları, kalbinden geçirdiği kötülükleri anlatır ha­
ni,
Papaz, suçunu a ffetti mi, onun a ffın ı A lla h ’ın a ffı
b^ir.
Oysa o papaz, ne suç, ne adalet bilir; ama aşk ve
inanış pek kudretli bir sihirbazdır.
Aşk, ayrılık saatinde hayalden şekiller tahayyül
eder. Fakat insan, gerçek sevgiyle buluştu mu tasavvur
bile edilmeyen hakikat meydana çıkar.
Ve der ki: Aklın ve akıllının da, sarhoşun da aslı
benim; sûretlerdeki o güzellik bizim aksimizdir.
Şimdi perdeleri kaldırarak, güzelliğimizi vasıtasız
gösterdik.
Bu taraftan benim cezbem gelince Hıristiyan, ara­
da papazı görmez.
Halbuki o, papaz perdenin ardındaki Tanrı lûtfun-
dan bağışlanmasını, o lûtuftan suçlarının, günahlarının
yargılanmasını diler.
Bir taştan bir kaynak çıkıp aksa, taş artık o akar­
suyun içinde gizlidir.

(1 ) M esn evi, V, 3257 v e 3277.


152

LXXXV

KURUNTU VEREN ARMUT AĞACI (1)

Bu ağaç benliktir, varlıktır; bunlar gözü şaşırtır,


şaşı eder.
Fakat ey, ağaca tırmanan! Armut ağacından indin
mi, düşüncende, sözlerinde ve gözlerinde artık bir eğ­
rilik, sapıklık kalmaz.
Aşağı inmeyle gösterdiğin tevazu yüzünden Allah
sana gerçeği görüş kabiliyeti verir.
Ve sen o ağacın baht ağacı olduğunu, dallarının ye­
dinci kat göğe ulaştığını görürsün.
Sonra Allah’ın inayetiyle değişen o ağaca yine çı­
karsın.
Artık onun parlaklığı Ateş Ağacımnki gibidir: «Ben
Allah’ım!» diye ilân eder. (2)

(1 ) M esnevi, I V , 3562. B occaccio (D eca m eron , Day vii, N o -


vel 9 ) v e Chaucer, The M erch a n t’s Tale’de, arm ut ağa­
cına çıkmanın veh m e sebep olduğu bahanesiyle, bir
kadının aptal kocasını, âşığı ile fena hareketine koca­
sının gözleri şahitlik ettiği halde masum luğuna inan­
dırdığını hikâye eder. R û m i'n in hikâyeyi nakli önceki
beyitlerdedir (3544— 3557J. Burada bunun tasavvuf i
tatbikini anlatır — rûhun, nefsi idrâkten «aşağı inişi»
ve Allah’ı «idrâke yükselişi» — hikâyedeki her lâtifenin
bir ahlâk dersi olması, onun bazen yaptığı çok geniş
izahı haklı çıkarır.
(2 ) Bak, K u r'a n X X V I I I , 29— 30 ve karşılaştır. B eni İsrail-
in H icreti 1— fi.
153

Gölgesinde bütün hacetler, dilekler revâ olur. İşte


ilâhı kimya böyledir.

Artık o varlık sana helâl olur; çünkü bunlarda kül­


li şeye kâdir Allah’ın sıfatlarını görürsün.

Eğri ağaç doğrulur, Hakk’ı gösterir: «kökü yerde,


dallan göktedir.» (3)

<3) K u r'a n X I V , 24— 25.


154

LXXXVI

DÜNYEVÎ İDRÂK (1)

Şarap, coşkunlukta bizim coşkunluğumuzun yok­


sulu, felek, dönüşte bizim aklımızın fakiridir.
Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil. Beden
bizden var oldu, biz, ondan değil.
Biz, arılar gibiyiz; bedenler petek gibidir. Allah, be­
denleri balmumu gibi göz, göz, hücre hücre yapmış­
tır. (2)

(1 ) M esn evi, I, 1811. B urada R ûm î, Kelâm ullah ile bir olan


Allah m esti rûhlardan biri gibi konuşur v e böylelikle
ilk örnek olduğunu, kâinatın cevherine hayat verdiğin?
iddia eder.
(2 ) İlâhî ilhamla (K u r 'a n X V I , 68— 69) artların petek yap­
ması gibi, İnsan-ı K â m il’in R uh u da âlem i sûret yapar
ve bütün bedenleri herbirinin kabiliyetine göre, tatlılık,
nur, bilgi ve Allah aşkıyla doldurur.
155

L X X X V II

CİHANŞÜMUL RUHUN PEYGAMBER VE

VELÎLERDE GÖRÜNÜŞÜ (1)

Kurnaz sevgili her an bir başka kılıkta göründü;


gönlümü alıp götürdü, kendi gizlendi.
O eşsiz sevgili, her lâhza bir başka esvapla görün­
dü; bazen ihtiyar, bazen genç oldu.
Bir dalgıç gibi bazen çömlekçinin balçık tıynetine
daldı. (2)
Bazen de balçığın dibinden şekillenip pişmiş olarak
yükseldi, dünyada göründü.
Nûh oldu; duası ile âlem tufana boğulurken kendi
gemiye bindi.
İbrahim oldu; ateşin ortasına atıldı; ateş onun için
gül bahçesi oldu. (3)
Bir müddet yeryüzünde zevki için gezindi;
Sonra İsâ oldu, gökyüzüne yüceldi; Allah'ı teşbihe
koyuldu.
Hasılı her devirde gelen, giden hep o idi. Sonunda
Arap suretinde göründü ve cihanın en büyük hükümdarı
oldu.

(1 ) Divan. (D iva n -ı K e b ir ’den Seçm eler, c. 2, s. 194, « çevire­


nin n o t u ».)
(2 ) İlâhî Rûh, Allah’ın kırk günde yoğurduğu  d e m ’in bal­
çık bedenine üflendi.
(3 ) Bak, N o . L X X I , not 6.
156

Bu tenasüh değildir; hiçbir şey nakil olmamıştır.


Yine o sevgili bir kılıç olup Ali'nin elinde göründü, za­
manın dalâlet kesicisi oldu. (4)
Hayır, hayır, başka değil; yine o idi ki, Ebul-Hay
suretinde göründü ve «Ene’l Hak» dedi.
Yoksa dar-ağacına çekilen Mansur değildi; cahil­
ler öyle zannetti. (5)
Rumî, küfür sözünü ne söylemiştir, ne de söyler.
Ona münkir olmayın; İsrarla karşı gelen kâfir, cehen­
nemlik olur.

(4 ) Burada R um î, vahdet-i vü cu d ’a cit doktrin ile ferdî


ruhların vücuttan vücuda intikaline ( tenasüh) inanan­
ların dalâletini birbirine karıştırmamaya okuyucuyu
ikaz eder. Başka bir pasajda (D ivan, Luck n ow ed, p.
222) Tek Varlığın suretlere bürünm esini «ayn ı şarabın
çeşitli şişeleri» olarak açıklar v e « B u » der. «tenasüh
değildir, hâlis vahdet doktrinidir» (İ n nist tenasüh...).
(5 ) Hallac-ı M a n su r (H ü s e y in İb n M a n su r), Bağdat'ta m i­
lâdî 922 de idam edildi. Allah'a olan yakınlığını « E n e ’l-
H a k k » B en H a k k ’ım form ülü içinde ifade etti, fakat
R û m î’nin tefsiri gibi açıklamadı. Karşılaştır. N o . C X I V .
157

LXXXVIII

İLÂHİ VAHYİN BAYRAKTARI (1)

Yarlıgayan Tanrı’nın ezelî murat ve hükmü kendini


zâhir etmektir.
Zıddı olmadıkça bir şey görünmez. O misli olmayan
padişahınsa zıddı yoktur. (2)
Bunun için padişahlığına aynı olacak bir gönül sa­
hibini halife edindi.
Ona hadsiz, hesapsız saflık, temizi’.k,ihsan etti; son­
ra onun karşısına karanlıklardan bir zil koydu.
Beyaz ve siyah iki bayrak dikti. Birisi Âdem, öbü­
rü İblis idi.
Bu iki kuvvetli ordu arasında harpler oldu, kader
icabı ne olacaksa geldi geçti.
İkinci devre, Hâbil geldi; onun pâk nurunun zıddı
Kaabil oldu.
Böylece devirden devire, nesilden nesile aynı bay­
raklar mücadele içinde yükseldi, Nemrud’a kadar geldi.
Cefa ordusunun kumandanı Ebû Cehil ile savaşan
Mustafa’nın zuhuruna kadar bu böyle devam etti.

(1 ) M esn evi, V I, 2151.


(2 ) Allah’ın dünyada tecellisi zıtlığı meydana getirir. B u
itibarla birbirini takip eden Cem al v e Celâl Sıfatları,
O ’nun Birliği gibi aslında bir olduğu halde, zıtlar olarak
meydana çıkar v e çekişerek tecessüm eder...
158

L X X X IX

KÖTÜLÜĞÜN SIRRI (1)

Mûsa ile Firavn mânâ kuludur; zahiren biri haki­


kat yolunu bulmuştur, öbürü yolu şaşırmıştır. (2)
Mûsa gündüzün Allah huzurunda ağlayıp inledi;
Firavn gece yarısı yalvardı. (3)
Dedi ki: «Ey Tanrı! Boynumdaki bu zincir nedir?
Boynumda bu zincir olmasa, kim «Ben, benim» der?,
(asılsız dâvaya kalkar). (4)
Şüphe yok ki Mûsa’vı nurlandıran iradenle beni de
karanlıklara daldırdın.
İkimiz de sana kuluz; fakat senin ormanında senin
tel tan özlü dallan varıyor.
Bir dalı yetiştiriyor, öbürünü kesip atıyor. Balta şe­
nindir. O kudret hakkı için kereminden bu eğrilikleri
doğrult.»

(1 ) M esn evi, I, 2447.


(2 ) Firavn, M û sâ gibi yaratıldığı gayeye hizmet eder. B u n ­
dan dolayı bütün «s u b specie aeternitatis» ruhlar neti­
cede kurtulur.
(3 ) M ûsâ, Allah’a açıkça ibadet etti. Firavn, kendi Tanrı­
lığını um um a ilân ederken, diğer yandan herşeye kaa-
dir U la h ’a kat’i m erbutiyetini gizlice kabul etti; yani
esas tabiatinin « gazap k abı» olduğunu teyit etti; din­
sizliği, idrâk edilm ez İlâhî İra d e ve Bilgi ile hema-
henkti.
(i ) E sk i Sûfî yazarlar. « Allah'tan başka kim senin tam
(B e n ) dem eye hakkı y o k tu r» deyimini söylerler ( E ck ■
hart bunu tekrarladı).
159

Firavn, şaşkınlık içinde yine kendi kendine soru­


yordu: «Ben, bütün gece ey Rabbinıiz! diye dua etmiyor
muyum?
Yalnızken tevazu içimde ve itaatkârım. Neden Mûsa
ile karşılaşınca değişiyor öyle oluyorum?» (5)
Renksizlik âlemi renge esir olunca, bir Mûsâ öbü­
rü Mûsâ ile mücadeleye düştü.
Aslin olan renksizlik âlemine ulaşırsan Mûsa ve Fi­
ravn birbiriyle sulhtadır. (6)
Eğer benden bu sırrın izahını istersen, renk âlemi­
nin zıddiyetten boş kalmadığı cevabım veririm.
Hayret edilecek şey ki, o renk, renksizlik âlemin­
den zuhur ettiği halde; renksizlikle nasıl savaşa girişir?

(5 ) Firavn 'un fiilleri levh-i mahfuzda olduğu gibi tabiatine


ve karakterine aksetti. B öylece hakikatte onunla A l­
lah arasında tam uygunluk oldu. Yalnız o peygam ber­
lere vahyeden ve dinî nizam koyan Allah em rinin tem ­
silcisi M û sâ ile karşılaştığı zaman m uhalefet etti. Al­
lah ne em rederse tamam iyle iyidir (h a y ırd ır). Fakat
O ’nun irade ettikleri bütün «iy i» (h a y ır ) ve «k ö tü »
(ş e r r ) ihata eder. B una rağm en O ’na göre hiçbir şey
gerçek kötü (ş e r r ) değildir.
(6 ) «R enk sizlik », temiz varlığın v e mutlak birliğin «re n k »
olmayan, yani taayyün veya herhangi bir tahdit bulun­
mayan ülkesi. Karşılaştır, Shelley:
«Hayat, çok renkli billûr bir kâseye benzer
Ezelin beyaz parlaklığım bozar.»
«R e n k », kaderin boya kabını ve ondan meydana gelen
çeşitli karakterleri de işaret eder. Bir, çok gibi görün­
düğü zaman «M û sâ , M û sâ ile m ücadeleye girer. «V a h ­
det», kendini zahiren m uhalefet ed er gibi meydana ko­
yarsa da hakikatte değildir. Ancak İlâhi C evh er « zıtlık»
halinde görünü r; su ve buz gibi, nihayeti aynıdır.
160

Yok, hakikatte harp değildir, bir hikmet içindir.


Merkep satanların kavgaları gibi bir hile, bir sanat­
tır. (7)
Yahut ne o, ne budur. Sırf hayrettir.
Viraneliktir bu, içinde define aramak gerek.(8)
Senin define zannettiğin hakiki defineyi sana kay­
bettirmeye sebep olur.
Vehimler ve fikirler mâmure gibidir. Define, mâ­
mur yerlerde bulunmaz.
Mâmur yerlerde varlık ve zıtlık vardır. Yokluk, o
varlığı kovmuş, reddetmiştir. (9)

(7 ) B ütün bu ihtilaflı görünüş derin bir desise v e ahenkli


maksada alâmet olm az mı? Kavga eden m erkep satı­
cıları m üşteriyi aldatmak ve almaya teşvik etm ek için
fesatlıkta anlaşırlar.
(8 ) Yahut, yine dünyanın yaradılışı akıl ile hallolmam bir
m uam m a mıdır? Anahtarı m istik hayrette bulunamaz
mı? Hazineler harabelerde göm ülüdür: İlâhi B irlik
(t e v h id ) hâzinesi ancak «beşeriyyetini m ahvedenler
<S u so), bütün sıfatlardan soyunanlar (v e rıo u e s te ),
kendilerinden ve her şeyden boşalanlar (uaueste) tara­
fından k eşfolunur» (E c k h a r t).
İS) « Y o k l u k » , şekilsiz Hakikat.
161
xc
ŞERİAT VE HAKİKAT (1)

Dün, mubaheseyi seven birisi bana bir sual sordu,


Dedi ki. «Peygamber, küfürden râzı olmanın küfür
olduğunu söyledi, onun sözü mühür gibi kat’i ve yerin-
dedir.
Sonra da «Müslüman olanın her türlü kazâya razı
olması gerektiğini» buyurdu.
Küfür ve münafıklık da Allah'ın kazâ ve kaderi de­
ğil mi? Eğer buna razı olursak ilk Hadis'e göre Allah’ın
emrini dinlememiş olmaz mıyız?
Razı olmazsak o da günah. Bu muammadan nasıl
kurtulayım?»
Dedim ki: Bu küfür, takdir iledir; ama Allah’ın em­
ri ve rızası ile değildir. Ancak kazâ ve kaderin eserle­
rindendir. (2)

(1 ) M esn evi, I I L 1362.


(2 ) K ad er-l İlâ h î’niıı (k a z â ) kabulü, irade olunan şeyin
kabulünü icap ettirm ez. B ü tü n günahların Allah tara­
fından hükm edildiği doğrudur. Fakat O, onlara tabi­
atlarınca fiil em reder. H ep sin in aslî tabiati O ’ndan ha­
sıl olm uştur; onunla tasdik edilm iştir. Yalnız, her fii­
li varlığa getiren yaratıcı em irle bazı hareketleri iyi
v e diğerlerini kötü diye vasıflandıran dinî em ri ara­
sında âşikâr zıddiyet vardır. D inî em ir, îm anın denen­
mesidir. İtaat edilm esi veya edilm em esi m üm kündür.
B u sebepten biz, günahkârı Şeriat indinde m ahkûm
ederken, aynı zamanda Allah’ın v e bizim «g ü n a h » is­
m ini verdiğim izi, E zelî H ik m et v e Basiretle, m ü k em ­
m el ahenk içinde Allah’ın ferm an buyurduğunu v e halk
ettiğini tasdik etmeliyiz.

P : 11
162

Allah’ın kaza ve kaderini Allah’ın bilgisi olarak bil


de şüphe tereddüdün geçsin.
Küfre razıyız, zira Allah bilgisine uygundur, fakat
bizim fenalığımızdan bizim kötülüğümüzden meydana
geldiğinden de razı değiliz.
Küfür, Allah bilgisi olmak bakımından küfür de­
ğildir. Hakk’a kâfir deme, sözünü geri al.
Küfür, cahilliktir; fakat küfrün takdiri Allah bilgi­
sidir, (Allah, kâfirin kâfirliğini ezelde bilir, bildiği gibi
de zuhur eder.)
Yumuşaklık, mülâyimlik mânâsına gelen hilm ile
sümük mânâsına gelen hilm nasıl bir olur?
Resmin çirkinliği, ressamın çirkinliğini icap ettir­
mez; çirkini de yaptığına, yapabildiğine delil olur an­
cak.
Hem çirkini, hem güzeli yapabildiğinden kuvvetli
bir sanatkâr olduğunu gösterir.
Bu bahsi açar genişletirsem sual ve cevap uzar, gi­
der.
Ben de aşk. nüktesinin zevkini yitiririm.
Takvânın güzelliği biçimini kaybeder, maksat hida­
yet iken dalâlete döner.
163

XCI

MÜKEMMEL SANATKÂR (1)

Eğer sen kötülükler de ondandır dersen, öyledir


ama bundan onun kemaline noksan mı gelir?
Kötülük ihsanı da onun kemalini gösterir.
Dinle, sana bir misâl getireyim:
Sanatkâr, güzel ve çirkin iki türlü resim yapar. Me­
selâ birinde, dilber kadınların Mısır’da genç Yusuf’a
aşk ile baktıklarını,
Diğerinde, yine aynı elin resmi olarak,
Cehennem ateşini ve korkunç tayfası ile îblis’i.
Bu iki resim 4e sanatkârın üstadlığınm eseridir.
Bu, ressamın çirkinliğine delil olmaz; bilâkis üstadlığı-
na delildir.
Bu sûretle bilgisinin kemalini gösterir ve üstadlığı-
nı inkâr eden şüpheci rüsvay olur.
Eğer çirkinin resmini yapmayı bilmezse ressam nâ-
kıstır. işte bu yüzden Allah hem kâfirin, hem müminin
yaratanıdır.
Bu yüzden, küfür de iman da O'nun Tanrılığına şa­
hittir. ikisi de her şeye kaadir Allah’a secde ederler. (2)

(1 ) M e s m v i, I I , 2535.
(2 ) İlâhî Güzellik v e Lütuf, gerçek îm an edenler n tabiatı-
ne aksederken, aşkın hürm etine onların Allah’a ibade­
tine sebep olur. İm ansızlar, O ’nun azameti ve gazabı
ile hükm edilirler v e yalnız dilekleri karşısında O ’nun
kullan olduklarını ikrar ederler.
164

XCII

LÜZUM LU Z IT (1)

Varlık, yoklukta görünebilir. Bir yerde yokluk ve


noksan oldu mu, bu, bütün sanatların güzelliğine ayna­
dır.
Elbise biçilmiş, dikilmiş olursa terzinin mahareti
görünebilir mi?
Usta kırıkçı nerede ayağı kırılmış varsa oraya gi­
der.
Ey ulu kişi! Bakırın âdisi olmasa kimyagerin hü­
neri nasıl meydana çıkar?
Noksanlar, olgunluk vasfının aynasıdır. O horluk,
yücelik ve ululuğa aynadır.

(1 ) Mesnevi, I, 3201. H er şeyin tabiatı, vasıflarının ihtiya­


cı olan zıddıyla ûşikâr olur. Karanlığın ve kötülüğün
görünüşü olmasa ışığın ve iyiliğin cahili olurduk.
Eksikliği idrak, kemale doğru ilk adımdır.
165

XCIII
KÖTÜLÜK İZAFÎDİR (1)
Görüyorsun, dünyada mutlak olarak kötü bir şey
yoktur. Kötü, buna nispetle kötüdür. Sonra şunu da bil
ki:
Âlemde hiçbir zehir, yahut şeker yoktur ki, birine
ayak, öbürüne ayakbağı olmasın.
Birine ayak olan, öbürüne ayak bağıdır. Birine ze­
hir olan öbürüne şeker gibi tatlıdır.
Yılanın zehiri yılana hayattır, fakat insan için ölüm­
dür.
Deniz mahlûkatına deniz, bağ, bahçe gibidir; kara­
da yaşayanlara ise ölümdür.
Zeyd, birisine göre şeytan, diğerine melektir.
Eğer onun sana göre de şeker haline gelmesini isti­
yorsan, var, onu âşıklarının gözüyle gör.
O güzele kendi gözünle bakma; arananı arayanın gö­
züyle gör,
Hattâ âriyet olarak ondan bir göz, bir görüş al da
onun yüzüne, onun gözüyle bak.
Bak da bıkmadan, usanmadan emin ol. İşte bunun
için Peygamber: «Kim kendini Allah’a verirse, Allah
kendisini ona verir» dedi.
«Onun gözü de ben olurum, eli de, gönlü de... bu
sûretle devleti, bahtsızlıktan kurtulur» buyurdu.
Ne olursa olsun, kötü ve istenmeyen bir şey de olsa
seni sevgiliye ulaştırdı mı sevimli olur. (2)

(1 ) M esn evi, I V , 65.


(2 ) B und a v e önceki mısrada R ûm î, Hadis-i K u d sî’yi ima
eder. Kendini tam am iyle Allah’a veren (fe n a 'd a ) O ’-
nunla b ir olur (b a k a 'd a ). «C ennetin etrafım bizim sev­
m ediğim iz şeyler kuşatm ıştır», yani ulaşmak için m ih­
netten g eçm em iz gerekir.
166

XCIV

KÖTÜ ŞEYLERDEKİ İYİLİK RUHU (1)

Ahmaklar, sahte parayı hakikî olana benzetir de


alırlar.
Dünyada hakiki akçe olmasaydı kalpı nasıl harcı-
yabilirdin?
Doğru olmasaydı, yalan olur muydu hiç? O yalan
doğrudan nurlanır.
Doğru ümidiyle eğriyi de alırlar. Zehiri şekere dö­
kerler de içerler.
Şu halde bütün bu sözler bâtıldır. Bâtıllar hak
ümidiyle gönle tuzaktır.
Ama hepsi hayalden, sapıklıktan ibarettir deme.
Aslında hakikatsiz hayal olmaz.
Hırka giyenler (dervişler) arasında bir Allah fakir
vardır. İyice ara da ona yapış.

(1 ) M esn evi, I I , 2928. Dalâlet, yanlışlık ve bütün kötülük,


hakikatin v e iyiliğin zâhir olmastna v e temaşasına ya­
radığı m üddetçe izafidir; ancak iyilik için yanlışlıktır.
Karşılaştır, Socrates'in muhakememi ile ( M e n o 77, tr.
jo v o e tt): «O nların mahiyetini bilm eyenler kötülükleri
istem ezler; ancak gerçekte kötü olduğu halde iyi ol­
duğunu zannettiklerini arzularlar. E ğ e r yanılırsalar v e
kötülüklerin iyilik olduğunu farzederseler, hakikatte
iyilik isterler.»
167

xcv
G Ö R Ü N M E YEN K U V V E T (1)

Biz, nay gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz, dağ gi­


biyiz, bizdeki sedâ senden.
Biz, satranç oyunu gibiyiz, kazanıp kaybetmemiz
senden.
Biz, arslanlarız; ama bayrak üstüne resmedilmiş
arslanlarız. (2)
Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüz­
gârdandır.
Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Var­
lığımız, senin icadındır.

(1 ) M esn evi, I, 5 1.
(2 ) Rûm î’nin Kı vya’da ikameti sırasında, bu ekseriyetle
şahit olduğu bir manzaradır. Bir ar¡-lan üstünde güneş
alâmeti taşıyan bayrak ve paralar, Selçuklu Hanedanı
ile Küçük Asya arasında müşterektir.
168

XCVI

M AN EV Î M ESU LİYET (! )

Biz, bir ok atarsak atış bizden değildir. Biz, sadece


yayız; oku atan Allah’tır.
Bu «cebir» değildir; cebbarlığın mânâsıdır. Cebbar-
lığı anış da ancak Aİlah’a tazarru ve niyaz içindir (2)
Bizim figanımız, muztar ve kudretsiz olduğumuzun
delilidir; fakat yaptığımızdan utanmamız da elimizde
ihtiyar olduğuna delildir.
Eğer ihtiyarımız yoksa bu utanma ne? Bu keder,
cürüm perişanlığı ve bu hicap ne?
Neden hocalar talebelerini azarlar? Neden fikir­
ler değişir ve yeni kararlar ortaya çıkar?
Eğer sen, «O, cebirden gafildir; Hakk’a mensup olan
ay bulutta yüzünü gizliyor» dersen,
Buna güzel bir cevap var: Dinle, küfrü terket, ima­
na yapış.
Bir hastalığa, bir ızdırrba düştüğün zaman itikadın
uyanır, günahına nedamet eder seni bağışlaması için
Allah’a dua edersin.
Sana günahın çirkinliği görünür, doğru yola dön­
meye karar verirsin.

(1 ) M esnevi, I, 616. Rûm i, Sünnî M ü slü m an akidesini m ü ­


dafaa eder: «B e ş e r, fiilini yaratmaz v e m e cb u r edil­
m ez. Allah, bu fiilleri kulun serbest seçişi (ih tiy a r) ile
yaratır.
(2 ) Allah, kullan olduğum uzu v e tamam en iradesine tâbi
olduğum uzu hatırlatmak için kendisine İc b a r eden (e l
C e b b a r ) ismini verir.
169

Bundan sonra kulluktan başka bir iş ihtiyar etmi-


yeyim diye ahdedersin.
O halde ey, aslı arayan kimse! Şu aslı bil ki, ızdırap
ve keder insanı Allah'a karşı uyanık yapar.
Kim daha ziyade uyanıksa, o daha ziyade dertlidir.
Kim işi daha iyi anlamışsa onun benzi daha sarıdır. (3)
Hakk'ın cebrinden haberin varsa neden şikâyetçi­
sin? Cebbarlık zincirini hissediyorsan neden ona tes­
lim olmuyorsun?
Zincire bağlanan nasıl olur da neşelenir? Hapiste
esir olan, nasıl hürlük eder?
Hangi işe meylin varsa o işi yapabildiğini apaçık
görürsün.
Fakat hangi işten hoşlanmazsan «kader böyle» di­
ye bir Cebrî olursun.
Peygamberler, dünya işinde Cebrîdirler; imansızlar'
da ahiret vazifelerinde.

(3 ) Felâkete uğramak, günahkârın pişm an olmasına ve


gerçek tövbeye nefsini vakfetm esine delâlet eder; yani
irfan v e Allah aşkı. Binaenaleyh, Kaderiyeden olan,
eğer hakikaten «ic b a r edilm ekliğe» agâh olsaydı, keder•
de v e yalvarmada coşkun âşık gibi Allah’a dönecekti.
170

X C V II

«ALLAH NE DİLERSE O OLUR» (1)

Bu söz, kalbini sağlam tutup çalışmaya teşviktir. O


hizmette daha fazla gayrette bulun, o işe daha fazla sa­
rıl demektir.
Sana, ne dilersen dile, işin iş, dilediğin olacak de­
seler,
Yüz adamın gayreti ile o işin etrafında dönüp do­
laşır mısın, yoksa uzaklaşır mısın?
Peygamberin «Kalem yazdı, mürekkebi kurudu»
sözü de hakiki mânâda insanı en önemli işe teşvik et­
mek demektir.
Haksızlık, eğrilik edersen gerisin geriye gittin. Ka­
lem bunu yazdı ve mürekkebi kurudu. Adalette bulu­
nursan saadete erersin; kalem bunu yazdı, mürekkebi
bile kurudu.
Revâ görür müsün ki, Allah, vazifesinden azledilen
memur gibi, hiçbir şey yapamasm,
«tş benim elimden çıktı, bir şey yapamam artık; ni­
yaz ile benim yanıma gelmek boştur» desin.
Hayır, bir zerre bile niyazın, ibadetin artsa, bil ki
o zerre de Allah terazisinde tartılır. (2)

(1 ) M esn evi, V, 3111.


(2 ) Karşılaştır, K u r ’an, X C I X , 7.
171

XCVIII

İLÂHÎ TAKDİR VE CÜZİ İRADE (1)

Müslümanm biri, bir Mecusîyi İslâm dinini kabul


etmeye dâvet etti.
Mecusî dedi ki: «Tanrı dilerse olurum.»
Müslüman cevap verdi: «Allah, senin iman etmeni
ister, fakat senin hayvani nefsin (nefs-i emmare) ve çir­
kin Şeytanın seni küfre ve ateşe tapmaya çekiyor.
Mecusî: «Ey, insaf sahibi!» dedi, «madem ki onlar
daha kuvvetli, daha üstün, ben de güçlü, kuvvetli olana
dost olurum.
Tanrı benden İslâmiyeti istiyormuş, dilediği yerine
gelmedikçe ne fayda.
Nefs ve Şeytan, kendi dileğini yürüttükten sonra
Tanrı inayeti paramparça oldu demektir.» (2)
Hâşâ! Allah ne dilerse o olur. O mekân âleminde de
hâkimdir, mekânsızlık âleminde de.
Hiç kimse O ’nun ülkesinde O’nun emri olmadıkça
bir kılı bile kımıldamaz.
Mülk O'nundur, hüküm O ’nundur. O ’nun kapısında
cn aşağılık köpek Şeytandır.

(1 ) M esn evi. V, 2912. Uzunca tasvir edilm iş münazaradan


burada az b ir özet veriliyor. M üslüm an, böyle bir aki­
denin abes olduğunu açıklarken, M ecusî, mutlak ka­
deri m ezhebini üstün tutar.
(2 ) Aynı izahı büyük sûfî E b û Süleym an Darahî (M . 830)
K aderi ve M u te zîle’ye karşı kullandı: «O n la r kendile­
rini ve Şeytanı Allah’tan daha kuvvetli yaptılar; zira
O, mahlûkatı kendine itaat için halketti ve İb lis onları
iaatsizliğe dönderdi, derler. B u suretle onlar b ir şey
arzu ettiklerinde olur, fakat Allah dilediğinde olmaz
diye teyit ederler.»
172

Müslüman dedi ki: «Şüphesiz, biz, seçme kuvvetine


sahibiz; ihtiyarımız vardır; duyguyu inkâr edemezsin,
bu meydandadır.
Zulümde de ihtiyarımız vardır, sitemde de. Ben, nefs
ve Şeytan’dan bahsederken bunu kastettim. (3)
ihtiyar ve dilek nefstedir; arzu edilen şeyin görü­
nüşü onu harekete getirir.
-İblis, sana arzu ettiğin şeyi gösterince uyuyan kuv­
vet (ihtiyar) uyanır ve oraya doğru hareket eder,
Diğer yandan Melekler de gönlüne iyi şeyleri dile­
meyi getirir,
Bu sûretle kötülüğe mukavemet ve hayn seçiş mey­
dana gelir.»
Akıl bakımından cebir, kadere inanmamaktan da­
ha beterdir; çünkü Cebrî olan, kendi duygusunu inkâr
ediyor demektir. (4)
Kaderi inkâr eden, duman vardır da ateş yoktur,
der. (5)

(3 ) M üslüm an, din lisaniyle konuştuğu halde, M e c u s i’nin


imansıztCğmı bu kötü kuvvetlere atfetti; o, onların ça-
lışmastntn karşı durulm azlığım kastetm edi: Eilâkis
onu kandırmaya çalışanı kabule veya kabul etm em eye
m uk tedir kılan insandaki kabiliyetle hudutlandırdı.
(4 ) İdrâk in ötesindekinin varlığı, haricî veya dahilî hisler­
le anlaşılanın varlığından daha fazla m akûl olarak in­
kâr olabilir. Binaenaleyh görüşün bu noktasından,
kendi intihabının (ih tiy a r) âşikâr kuvvetini inkâr eden
Cebrî, görünm ez ilâhî kudreti inkâr eden K a d eri’ (M u -
tezile)d en daha fenadır.
(5 ) O, eseri, yani kendi ihtiyarını idrâk eder, fakat iradesi,
onun iyiyi veya kötüyü seçm esine dayanan, eserin Y a ­
ratıcısını v e meydana getiricisini (m ü e s s ir ) bilm eye­
rek, onu kendine isnat eder.
173
Cebrî ise ateşi görür de inadına ateş yok, der. (6)
Ateş eteğini tutuşturur, yakar; yine ateş yoktur
der.
Şunu getir, onu getirme demenin hak olduğunu
söyler.
Arkadaş! Hayvanlar bile bu iç duyguyu bilir: Dövü­
len bir deve sahibine hücum eder, devenin hiddeti değ­
neğe değildir.
Bütün Kur’an emirdir, nehiydir, ceza ile korkut­
madır. Mermer taşa kim emir verir?
Kulda ihtiyar yoktur diye güya Tanrı’dan aciz ihti­
malini gidermeye kalkıştın, fakat O ’nu ahmak ettin.
Kader yoktur, kul, kendi ihtiyarı ile iş yapar de­
mekte hiç olmazsa aciz yoktur, hattâ olsa bile cahillik,
âcizlikten beterdir.
Tanrı’dan başkasında ihtiyar yoksa suçluya neden
kızıyorsun?
Kullardaki ihtiyarı, O'nun ihtiyarı var etti. Onun ih­
tiyarı, toz bulutu altında gizlenmiş süvari gibidir.
Senin cansız şeylere kudretin var, fakat bu kudret
onlardaki cansızlığı giderir mi?
O ’nun kudreti de tıpkı bunun gibi kulların ihtiya­
rını gidermez.
Benim imansızlığım, O ’nun dileğidir, dedin. Bil ki,
bu, senin tarafından böyle istenmiştir.
Çünkü sen istemedikçe kâfir olmazsın; istemeyerek
imansızlık, tenakuzudur.
Çalış, Allah aşkının kadehinden iç, bir tazelik bul
da o zaman ihtiyarsız hale gelir, kendinden geçersin.
O zaman bütün irade ve istek o Şarabın olur; sen
de mutlaka mâzur sayılırsın.»

(6 ) C ebrî, tam m ünkirdir; çünkü beşer şuurunun bütiin


işini inkârdadır.
174

XCIX

AŞKIN ŞARABI (1)

Feleğin rüyada bile görmediği o ay yine geldi


ve beni
Hiçbir şeyin söndüremiyeceği ezelî ateşle tutuştur­
du. Beden evim yıkıldı, canım aşk kadehinden sarhoş
oldu.
Meyhane sahibi, kimsesiz, garip gönlümle dost olun­
ca damarlarım aşktan şarap kesildi.
Ciğerim yandı, kebap oldu; fakat O’nun hayali göz­
lerime dolunca bir sestir yükseldi:
«N e harikulâdesin ev şarap! Ne emsalsizsin, ey ka­
deh!»
Aşkın kuvvetli kolu, aşktan değişikliğe uğramış her
gönül evini dam ve temelinden yıkar.
Gönlüm aşk denizini görünce birdenbire fırlayıp o
denize atıldı ve:
« — Beni ara, bul,» dedi.
Doğunun güneşi ve Tebriz’in iftiharı Şems-i din’in
ardısıra gönüller, bulutlar gibi koşuşuyorlar.

(1 ) Divan.
‘( D iv a n -ı K ebir, hazırlayan: A. Gölpınarh, c 'lt: 2, s. 298,
R em zi Kitabevi. D iv a n -i K e b ir ’den S eçm e Ş rrler, çe­
viren: Midfıat Baharî B eytur, cilt: I, s. 39. «çevirenin
n o tu .»).
175

ALLAH’IN MUAMMALARI (1)

Tereddüt içinde kalan ve hayrete düşenin kulağına


Hak bir muamma söylemiştir.
Bu, onu iki şüphe arasında «şunu yapayım mı, yap­
mayayım mı?» diye tuzağa düşürmektir.
Allah’ın takdiri ile terazi kefesi bu ikiden birine
meyil eder ve onu seçer.
Aklının tereddüt içinde bocalamasını istemezsen
can kulağına pamuk tıkma ki,
Allah’ın sırlarını anlayabilesin, gizli ve açık işareti
okuyabilesin.
O zaman can kulağın vahiy yeri olur. Vahiy nedir?
Zâhirî duygunun işitemiyeceği gizli söz. (2)
Cebir meselesi aşkımı ihtiyarsız hale getirdi, sabrı­
mı elden aldı. Bu, âşıklıktır, cebirle zincire vurulmak
değil.
Ey oğul Allah, kimin gönül gözünü açtıysa yalnız
onlar bu cebrin hakiki mânâsını bilir. (3)

(1 ) M esn evi, I, 1456.


(2 ) Burada v e başka yerde R ûm î, Peygam berlere gelen va­
hiy ile velîlerin aldıkları ilham arasındaki farkı orta­
dan kaldırır.
(3 ) «Z o rla m a » (c e b i r ), um um iyetle anlaşıldığına göre, iki
iradenin mücadelesini v e daha zayıfın tâbi oluşuna
îm a eder. Allah’ı bilen v e seven, O 'n u n iradesi ile nef-
saniyetsiz birlikte tam serbestlik duyan Sûfîİer için, bu
mânâda kullanılacak tâbir, yasak ed 'lm iş şeydir. İlâhî
hüküm altındaki m esut yaşayış, İlmî olarak « m ethe
lâyık icb a r» (c e b r -i m a h m u d ) diye izah edilebilir.
116

CI

İBLİS İN MÜDAFAASI (1)

Şeytan dedi ki: «Evvelce bir melektim, Allah'a kul­


luk yoluna canla başla koyulmuştum.
İlk sanat gönülden çıkar mı? İlk aşk unutulur mu?
Varlığımızı O’nun ihsan eli ekmemiş midir? Bizi
yoktan var eden o değil mi?
Çocukluğumda bana süt veren, beşiğimi sallayan
kimdi?. O.
Vücuda sütle giren huy hiç değişir mi? Kerem de­
nizi bir itapta bulunsa bile kerem kapılarını kapalı bı­
rakır mı?
O'nun peşin ihsan ettiği para lütuf ve keremdir. Ka­
hır, o paranın üstüne konmuş ârızî bir tozdan ibarettir.
Ben, geçici bir sebep olan O’nun kahrına bakmam;
ezelî lûtfuna bakarım. (2)
Farzedelim ki Âdem’e secdeyi reddedişim hasetten,
kıskançlıktandı, ama o haset inkârdan, itaatsizlikten
değil aşktan meydana geldi.

(1 ) M esn evi, I I , 2617. B u pasajın m evzuu için bak, M as-


signorı, La Passion d ’al Hallaj, pp. 864-867 v e The Idea
o f Personality in Sufism , pp. 31-33. Kıskançlığı yüzün­
den rakibine hürm et etm eyen İblis, kendini fedakâr
aşık gibi anlatır. Â d e m ’i tebcil etm eyi reddedişini, ger­
çekte, Allah’tan gayrıya ibadet etm ediğinin açıklaması
olarak söyler. O ’ İlâhî birliği bozm aktansa lânete kat­
landı. E vv e lc e aslî tabiatı iyi idi; itaatsizliği, ancak lû-
tuftan geçici dalâlete düşm e olabilir.
(2 ) H a d is-i K u d sîye göre, «R a h m e tim gazabımın üstünde­
dir, veya gazabımı örtm ü ştü r.»
177

Her haset aşktan doğar; sevgiliye başkasının yol­


daş olması korkusundan haset meydana gelir.
Aksırana «çok yaşa» demek, dostluktan olduğu gibi
kıskançlık da dostluğun şartıdır. (3)
O’nun satranç tahtasında bundan başka yapılacak
bir oyun yoktu; bana oynamayı emretti, başka ne yapa­
bilirdim? (4)
Bir tek oyunum vardı, oynadım ve kendimi eleme,
kedere attım.
Belâda da O’nun neşesini tattım. O’na mat oldum,
O ’na mat oldum, Ona mat oldum! (5)

(3 ) «Ç o k yaşa», «d ir zi». Karşılaştır, Lâtince: «s a lve».


« H a m d v e sena A lla h 'a d ır» (E lh a m d ü lilla h ) ve «A lla h’­
ın rahm eti üzerine olsu n » (ya rham uk -A llah), kullanıl­
ması âdet olan M ü slü m an tâbirleridir.
(4 ) İb lis, kaderin sırrına (s ı r r i l k a d er) vâkıf olduğunu
bildirerek, em re itaat etm ek imkânsızdı, Allah, ezelde
itaat etm em esini dilem i ş 'v e öyle hüküm verm işti diye
kendisini müdafaa eder. Hallaç, İb lis ’in «n efs fedakâr­
lığını» alkışlar, aynı zamanda İlâhî E m irlere boyun eğ­
diğinde ısrar eder.
(5 ) G erçek Allah Âşıkları, Sevgilinin kendilerine verdiği
ıstiravtan zevk duyarlar.

P : 12
178

CII

aşk VE MANTIK (I)

«Rabbimiz! Biz, nefsimize zulmettik» demeyi ba­


bandan (Adem) öğren.
O, gam gözyaşlarıyla bütün günahını söyledi, itiraf
etti. (2)
Cebir ağacına ne vakte kadar çıkacak ve ihtiyarsız
olduğunu bahane edeceksin?
İblis ve onun nefret edilen nesli gibi Rable müna­
kaşada ve savaştasın.
Bahtı yâver ve talihi kutlu olan bilir ki, akıl
ve mantık taslama İblis’ten, aşk Âdem'dendir.

(1 ) M esn evi, I V , 1389.


(2 ) Âdem , Cennetten çıkarıldıktan sonra nedam et etti;
kabahati üstüne aldı (K u r 'a n V I I , 23). S erendib’e (S e y ­
lâ n ) indiği, gözyaşı selinin her vadiyi güzel kokulu ne­
batlarla v e baharlı otlarla doldurm aya sebep olduğu
söylenir.
179

cm
HAKİKİ TEK IŞIK (1)

Kandiller çeşitlidir, fakat nur aynıdır; nur o âlem­


den gelir.
Kandile bakarsan marifetin kayboldu gitti; çünkü
ikilik ve sayıya sığış kandile göredir.
Bakışını nura çevjrirsen fâni cisimdeki ikilikten
kOftulursun.
Ey varlığın özü! Müslüman, Mecusî ve Yahudinin
aykırılığı, hep bakış, görüş yüzündendir.
Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halka
göstermek istediler.
O kapkaranlık yerde gözle görmek imkânı olmayın­
ca herkes file elini sürmeye başladı.
Birisi eline hortumunu geçirdi, «fil, bir su borusu­
na benzer» dedi.
Diğeri kulağını elledi: «Fil, bir yelpazeye benziyor»
dedi.
Bir diğeri bacaklarını elledi; fili bir direk şeklinde
tasvir etti.
Bir başkası sırtını tuttu: «Gerçekten bu fil bir taht
gibidir» dedi.
Herkesin elinde bir mum olsaydı, sözlerdeki aykı­
rılık kalmazdı.

(1 ) M esn evi, I I I , 1259. D in ler çoktur; Allah birdir. Akil, ka­


ranlıkta el yordamıyla. O ’nun hakikatinden hiçbir an­
layış ifade edem ez. Ancak Arifin basiretti gözü, O ’nun
gerçeğini olduğu gibi görür.
180
CIV
ONİKİ İNCİL (1)
İsâ dininin düşmanı, oniki çeşit yazı dizmiş, her bi­
rinde baştan sona kadar diğerini yalanlamıştı.
Birinde zahitlik ve riyazat yolunu, tövbenin ve Tan-
rı'ya dönüşün şartı yapmış, (2)

(1 ) M esn evi, 1, 463. M utaassıp bir Yahudi kral, H ıristiyan'


la n n kökünü kazımaya karar verdi. Yasak edilen dinin
birçok gizli taraftarlarını görerek, kininden zihni ka­
rıştı. V e vezirinin reyini aldı. Vezir, kendisinin H ıris­
tiyan kıyafetine gireceğini, K ral tarafından itham edi­
lerek, b ir tarafını sakatlamasını v e sürgüne gönderil­
m esini K rala tavsiye etti. Sonra vezir, Hıristiyanlara
kaçacak, herkesin itim adım kazanacak v e böylece on­
ları m ahvetm eyi başaracaktı. Plân tamamlandı. Vezir,
H ıristiyan cemaati yavaş yavaş m ü k em m el surette
idaresine aldı. H e p si bu idareyle yetişince, seçtiği o n ­
iki reisi toplantıya çağırdı. H erbirin i halef tâyin ede­
rek ellerine birer yazılı tom a r verdi. H e r tom arın
m uhteviyatı çeşitli v e birbirin e aykırı ise de, gerçek
H ıristiyan hadisini ihtva ettiği irat edildi. Sonra oniki
hak sahibi arcsm da h em en halifeliğin ilânıyla H ıris-
tiyanları şiddetli b ir döğüş içinde harap etm ek için
kendisini öldürdü.
Daha eski İslâ m rivayetleri, dinî hikâyedeki « v e-
zir»i, St. Paul’la b ir tutar. St. P e te r’in tarafını tutan
Hıristiyan ilâhiyat âlim leri tarafından düşmanca ten-
kid edildikleri düşünülür. Karşılaştır, Sahte-Clem en-
tine « P eter’in apocalips’i» ( Ahd-i cedidin son kitabının
ismi, «çeviren in n o t u ») (B u llen tin o f the John Rylands
L ib ra ry X V , no. 1, p. 179), burada Paul, oniki H a v a -
riyun’un herbirinin iman ikrarını ihtiva eden oniki ki­
tabın yazılarında değişiklik yapmakla itham edHir (s .
236).
(2 ) B urada ve aşağıda zikredilen doktrinler, Sûfistik ise
d e bazı inkişafı bazı hallerde Hıristiyan nazariyesi ve
icraatının tesiriyledir.
181

Birinde. «Zâhitlik nafiledir, bu yolda cömertlikten


başka kurtuluş yoktur» demişti. (3)
Birinde: «Senin cömertliğin ve riyazatın mabuduna
şirk koşmadır, (4)
Keder ve ferahlık anında Tanrı'ya dayanmak ve ta-
mamile teslim olmaktan maada .hepsi hile ve tuzaktır»
yazmıştı.
öbüründe demişti: «Vâcip olan kulluktur; tevekkül
düşüncesi suçtan ibarettir.» (5)
Birinde, «İlâhî emir ve nehiyler, yapmak için değil,
aczimizi bildirmek içindir,
Tâ ki aczimizi tasdik ile her şeye kaadir Allah'ın
kudretini ikrar edelim» demişti. (6)
Diğerinde: «Aczine bakma, uyan, kendine gel, aczi
görüş nankörlüktür,
Kendi kudretini gör ve Mutlak olanın bunu sana
verdiğini bil» demişti. (7)
Diğerinde demişti ki: «B u ikisini de, geç, his id­
râkine her ne sığarsa puttur.» (8)

(3 ) « Cömertlik.», yani ruhun m erham et v e cöm ertliği, zâ-


hitliğin zâhirine mâni gibi.
(4 ) Yani nefs faaliyetinin v e nefsini düşünm enin her şek­
li «gizli şirk » (ş ir k -i hafi)dir.
(5 ) M antıkî neticelerin son noktasına sevkolsa, Allah'a gü­
ven ( tevekkül) doktrini, iyi M ü slü m a m n terkedem iye-
ceği dinî v e içtim ai vazifeleriyle zıt olacaktır.
(6 ) C eb rin dalâletini im a ediyor. Bak, N o . X C V I - X C V I I I
(7 ) Bak, N o . X C V I , not 1, v e N o . X C V I I I , not 5.
(8 ) «P u t», yani İlâhî birliğin idrâkine engel.
182

Öbüründe: «Bu mumu idrâkinde söndürme ki, u


bâtın yolunu aydınlatır. (9)
Eğer his ve hayalden geçersen gece yarısı visal mu­
munu söndürmüş olursun» demişti.
Birinde de: «Söndür, korkma ki binlerce karşılığı­
nı göresin,
Çünkü mumu söndürmekle ruhun mumu artar,
kuvvet bulur. Nefs feragati ile Leylâ’n (sevilen), Mec­
nun (seven) olur» demişti.

Başka bir yazıda demişti ki: «Seni öğretecek bir üs-


tad ara; âkıbet görme hassasını nesepte (şunun bunun
soyundan gelmiş olmakta) ve bunun öğünende bula­
mazsın. (10)
Her çeşit din sâlikleri üstad aramaksızın kendi id­
râklerince işlerin âkıbetini gördüler; kendi akıllarınca
netice hakkında sezişlerde bulundular, neticede hatâya
düştüler.

Âkıbet görme, elle örgü örmek kadar kolay değil­


dir; böyle olsaydı dinlerdeki akîde nasıl farklı olurdu?

(9 ) İnsanın fiziki v e zihnî kabiliyetleri yaratıldığı maksa­


dı icra etm eye onu m uktedir kılar: Onlarsız Allah’ın
tam bilgisine hiçbir zaman erişemez. Onlar bu dünya­
nın olduğu halde onun gayesine yol gösterem ez. B u ­
nunla bera ber hissin ve idrâk'n gözleri kapanmadan
önce ona yolda yardım etsin diye verilen bu gibi nur­
dan tam faydalanılmalıdır.

(1 0 ) «S o n u g ö r m e » ( âkıbet-binî) yani tasavvufî «ikinci gö­


r ü ş » v e cihanşümul m arifet, bir Rûfî pirine intisap
edenler içindir. D iğerleri kendilerine has inanış usul­
lerine kat'i olarak riayet ederler.
183

Bir tanesinde demişti ki: «E r ol, erlerin maskara­


sı olma. Kendi başının çaresine bak, üstad arama.» (11)
Bir diğerinde: «Bunların hepsi birdir, iki gören
kimse şaşı adamcağızdır»,
Bir tanesinde de: «Yüz, nasıl bir olur? Böyle düşü­
nen muhakkak delidir» demişti.
O, Isâ’nm safiyet ve temizliğinden, bir renkte olu­
şundan koku almamıştı. Isâ küpünün mizacından huy
kapmamıştı.
Yüz renkli elbise, îsâ’mn saf küpünden sabâ rüz­
gârı gibi sade ve bir renkli olurdu.

f i l ) « E r o l», yani m ü barek insan ol. P eyga m berler v e velî­


le r «e t l e n d i r (m e r d a n ). Bak, N o . X X V I I I , not 3.
(1 2 ) M ü slü m an müellifler, b ir boyacıya çıraklık eden İsâ
m n renkli elbiseleri tekneye attığını, bunların kar gi­
b i beyaz olduğunu hikâye ederler. Bu, onunla temas
eden herşeyi tem izleyen v e birleştiren insan-ı kâm il’in
kalbine teşbihtir.
184

cv
ÇOBANIN İBADETİ (1)

Mûsâ yolda bir çoban gördü. Çoban, şöyle söylenip


duruyordu: «Ey, kerem sahibi Allah!
Neredesin ki sana hizmet edeyim, kul, kurban ola­
yım? Çarığını dikeyim, saçını tarayayım.
Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım. Ulu Allah’ım!
Sana süt ikram edeyim.
Elceğizini öpeyim, ayacığım ovayım; uyku zamanın­
da yerceğizini silip süpüreyim.»
Bu saçma sözleri işiten Mûsâ dedi ki: «Hey! kimin­
le konuşuyorsun?
Bu ne gevezelik; bu ne imansızlık! Bu ne sapıklık!
Ağzına pamuk tıka.
Akılsız dost zaten düşmandır. Ulu Tanrı bu çeşit
hizmetlerden müstağnidir.»
Çoban elbisesini yırtıp bir âh çekti ve çölün yolunu
tuttu.
Mûsâ’ya Allah’tan şöyle vahiy geldi: «Kulumuzu biz­
den ayırdın.
Sen, birleştirmek için mi, yoksa ayırmak için mi
gönderildin?
Ben, herkese bir huy, bir çeşit ıstılah verdim.
Hintlilere Hintlilerin lehçesi mükemmeldir; Sintli-
lere de Sintlilerin.
Biz, dile, söze bakmayız; gönle ve hâle bakarız.

(1 ) M esnevi, I I , 1720.
185

Sözleri uygun olmasa da gönül huşû sahibiyse gön­


le bakarız.
Mûsa! Canda sevgiden bir ateş tutuştur; düşünceyi,
sözü baştanbaşa yakıver.
Ben, yanıp yakılmak isterim, yanıp yakılmak; o
ateşe yakınlık et.
Mûsâ! Edep bilenler başka, canı, ruhu yanmış âşık­
lar başka.
Aşk dini bütün dinlerden ayrıdır. Âşıkların dini de,
mezhebi de Allah’tır.»
186

CVI

M U T A A S S IP L A R A B İ R İ K A Z (1 )

O Mûsevî böylece rüyasını söyledi. Ah, nice Yahudi


vardır ki sonu medhe şayandır. (2)
Hiçbir kâfiri hor görmeyin; Müslüman olarak öle­
bilir, olur ya.
Ömrünün sonundan ne haberin var ki, ondan ta-
mamiyle yüzünü çeviriyorsun.

(1 ) M esn evi, V I, 2450.


(2 ) Yahudinin «rüyası», Sina’da Allah’ın celâl tecellisi ile
sem bolize edilen tasavvufî görgüyü im adır (K u r ’an
V I I , 113), o zaman «dağ. paramparça oldu v e M ûsâ
baygın yere düştü.»
187

C V II

DİNÎ MÜNAZAA (1)

Kıyamete kadar bu yetmişiki fırka kalacak ki bid’-


at ve münakaşa eksilmesin. (2)
Hâzinenin kilitlerinin sayısı onun değerinin ispa­
tıdır.
Yolcunun emelinin yüceliği, yolun dolambaçlı olu­
şundan, dağ geçitlerinden ve yolda yol kesiciler bulun­
masından bellidir.

Her yanlış akide bir dağ geçidine, bir uçuruma ve


bir hayduta benzer.
Mukallit, iki yolun arasında şaşırır kalır.
Her fırka kendi yolunda hoştur; o yoldan mem­
nundur.
Ey can, bahsi ancak aşk keser. İnsanı aklını dedi­
kodulardan kurtaran aşktır.
Akıl, aşk yüzünden hayrettedir; macerayı naklet­
meye takati yoktur.
Çünkü bir cevap verirse içindeki incinin düşece­
ğinden korkar.

(1 ) M esn evi, V , 3221.

(2 ) B u dünya durduğu m üddetçe bâtıl inanışların devam ı


zaruri v e m ukadderdir: Onlar « yolcunun» cevherini
denem eye yarayan v e pahanın ötesindeki « hâzineyi»
kazanmazdan önce galebe edilmesi gereken korkunç
engellerdir.
188

Hani başında bir kuş olur da uçmasın diye canın


titrer, (3)1
Kımıldamaya ve nefes almaya cesaret edemezsin;
o ankâ kuşu uçacak diye öksürüğünü tutarsın.
Ve birisi o sırada konuşsa, sana tatlı yahut acı bir
şey söylese: «Hişş!» mânâsına parmağını dudaklarına
korsun.
îşte aşk, o kuşa benzer; seni sâkin ve sessiz eder;
kaynayan tencerenin üstüne kapak kor, seni aşkta kay­
natır.

(3 ) Peygam ber. K u r ’an okuduğu zaman eshabı öyle sâkin


otururlar v e dikkatle dinlerlerdi ki, «b ir i başlarının
üzerine kuşların konacağını düşünebilirdi.» «B aşların­
dan serçe u çtu » A rap atasözü, huzursuzluk v e sinirlili­
ği gösterir.
189

C V III

İHTİYAT DOKTRİNİ (1)

Şemseddin’in yüzünden bahis olunca, dördüncü kat


göğün güneşi utancından başını çekti, gizlendi. (2)
Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlat­
mak vâcip oldu.
Canım şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömle­
ğinden koku almış. (3)
«Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden
bir hali söyle, tekrar anlat,
Ki yer, gök gülsün, sevinsin, akıl ruh ve göz de yüz
derece daha fazla sevinsin, neşeye dalsın» diyor.
«Beni külfete sokma» diyorum, «çünkü ben, ken­
dimden geçtim, yok oldum; zihnim, idrâkim durdu. Onu
nasıl methedeceğimi bilmiyorum.
İdrâki yerinde olmayan kişinin her söylediği söz,
dilerse tekellüfe düşsün, dilerse zarafet satmaya kal­
kışsın, yakışır söz değildir. (4)

(1 ) M e sn e v i, I, 123.
(2 ) «Ş em sed d in ’in yüzü», Şem s-i T ebrîzî’yi v e Allah’ın in-
san-ı kâmildeki tecelliyatını imadır.
(3 ) M üfessirler, «c a n ım » kelimesinin, şairin kendisini bir
gördüğü H üsam eddin Ç eleb i’yi şaret ettiğini söylerler.
«Y u s u f ’un göm leğinin güzel k.okusu»nu Ya knb uzak­
tan aldı (K u r 'a n X I I , 94), m anevî vecd i tasvir eder.
(4 ) Sûfî, gerçekten «A lla h ’ın sarhoşu » olduğu zaman, du­
daklarından dökülm esi ihtimalindeki öğü n m e sözlerin­
den habersizdir.
190

Eşi bulunmayan o dostun vasfına dair ne söyleye­


yim ki bir damarım bile ayık değil.
Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geçe­
yim, başka bir zamana bırakayım.»
Can diyor ki: «Beni doyur, çünkü pek açım, çabuk
ol, çünkü vakit keskin bir kılıçtır. (5)
Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vaktin oğludur (ibnu’l-
vakt) (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). «Y a ­
rın» demek yolun şartlarından değildir. (6)
Sen yoksa sûfî değil misin? Ücret geri kalırsa elde
mevcut olan hiç olur».
Ona dedim ki, «Sevgilinin sırlarını gizli, kapalı geç­
mek daha hoştur. Şen artık hikâyelerin îma ettiğine
kulak ver, işi onlardan anla.
Sevgililere ait sırların başkalarına ait sözler içinde
nükteyle söylenmesi daha hoştur.» (7)
O. «Ey, düşüncesiz! Aşikâr söyle, beni savma; dini
açık olarak anmak, gizli anmaktan iyidir.
Perdeyi kaldır da açıkça söyle; ben, güzelle göm­
lekli olarak yatmam» dedi.

(5 ) Vakit fv a k t) tasavvufî yakinde «a n » kelim esinin kar­


şılığı olan ilm i tâbirdir; keskin bir kılıca benzetilir,
çünkü «geçm işin v e geleceğin kökünü keser.»
(6 ) «V a k tin o ğ lu » ehil olsaydı, yalnız şim diki zamanı ya­
şardı. O nun «va k ti», «e b ed î şimdindir; gerçek haline
bakmazsa v e yarın için hazırlık düşünürse, onun için
iyi olm ıyacağını öğrenm esi icap eden müptedidir.
(7 ) «A lla h ’ın sessiz olduğunu b ile n » seçilmiş bile marifet
sırlarını yalnız sem bolizm perdesinden haber alır.
Başka yerd e R ûm î, diğer Sûfî şeyhleri gibi olduğunu
gösterir; hariçtekilere sırları ifşaya çalışmanın tehli­
kesine fazlasiyle vakıftır.
191

Dedim ki: «Eğer o senin tahayyülünde çıplak bir


hale gelirse, ne sen kalırsın, ne kucağın, ne belin kalır.
Arzunu söyle, iste ama derecesine göre iste; bir
saman, bir dağı çekemez, kaldıramaz ki.
Bu âlemi aydınlatan güneş bir parça yaklaştı mı
her şey yanar.
Fitneyi, kargaşalığı ve kan döküciilüğü araştırma,
Tebriz’in güneşinden bundan fazla bahsetme.»
192

C IX

B İL M E Y E N

Ey Müslümanlar! Ben kendimi, şimdi ne yapmam


icap ettiğini bilmeyenim.
Ben, ne haça tapıyorum, ne hilâle; ne Yahudiyim, ne
de kâfir.
Ne Doğulu, ne Batılıyım; ne karadan, ne denizde­
nim; soyum, sopum ne melek, ne de zebani.
Ne ateşten, ne sudan, ne havadan, ne de toprakta­
nım.
Ne Çin’de, ne Saksonya’da doğdum; ne Bulgar, ne
Hintli, ne Iraklı, ne de Horasanlıyım.
Ne bu dünyadan, ne o dünyadan, ne Cennetten, ne
cehennemdenim.
Ne Âdem’den, ne Adin’den, ne Rıdvan’danım. (2)
Mekânım mekânsızlık; nişanım, nişansızlıktır.
Ne ten, ne canım; çünkü ben, Canânımın canıyım.

(1 ) LHvan.
(2 ) Rıdvan, Cennetin anahtarlarını elinde bulunduran M e-
lek. (D iv a n -ı K e b ir'd e n S eçm e Şiirler, cilt: 3, s. 44. «ç e ­
virenin n o t u »).
193
cx
VAHDET HALİ (1)

Padişahın cinsinden değilim, hâşâ! Fakat Onun tece—


lisiyle O'nun nuruna sahibim. (2)
Bir cinsten oluş, sade şekil ve zat bakımından de­
ğildir. Su, nebatta toprağın cinsinden sayılır.
Cinsim, padişah cinsinden olmadığı için, benliğim
O'nun uğruna yok oldu.
Benliğim kalmayınca, yalnız O kaldı. Ben, O ’nun
atının ayağının altında toz gibiyim.
Nefs toprak oldu; toprakta O ’nun ayak izi var. (3)
O ayak izlerinin üğruna O’nun ayağı altında toprak
ol ki. Padişahın başına taç olasın.

(1 ) M esn evi, I I , 1170.


(2 ) R ûm î, « Allah nuruyla bir olm a »yı (ittih a d -ı n u r ), «k a­
rışm a » veya «hulûlnden aytrtr (M e s n e v i V, 2038); çü n ­
kü hulûlde aynı cinsten olm ak iltizam eder. Allah, V â -
hid ül Ahad’dir. İnsan-ı kâmil, bütün İlâhî sıfatlara
büründüğü halde m utlak Allah değildir: G erçek (h a k )
Ur, fakat g erçek ( a l-H a k ) değildir. B u n u n gibi, P h ilo’-
nun L o g o s ’u ilâh’tır, fakat Allah değildir. (B ig g , Chris­
tian Platonist o f Alexandria, 2’inci baskı, s. 42, not 2).
(P r o f. N ich olson burada ilâh v e Allah kelimelerini Y u -
nanca yazm ıştır. A h . )
(3 ) İnsan-ı kâmil, «toprağında Allah’ın ayak izini taşır»,
ijani İlâhî sıfatların ezelî damgası, vücude gelm eden
evvel âyan’ınm üzerinde m evcu ttu r; çünkü «şivli taş
m ü h ür için neyse, o da kâinat için odur — o taş ki,
üzerinde Padişahın tuğrası kazılıdır v e padişah on u n ­
la hâzinelerini m ü h ü rler» (İ b n u ’l Arabî, Füsûs, 13).

F : 13
194

CXI

EBEDİ HAYAT (1)

insanın bütün hisleri, kabiliyetleri geçicidir, bekâ-


sı yoktur; mahşer günü hepsi yok olur, gider.
Fakat atalarımızın duygu ve can ışığı ot gibi ta-
mamiyle bitip yitmez.
Dünyadan geçenler de yok olmazlar; Tanrı sıfatla­
rına bürünürler.
Onların sıfatlan, Hak sıfatlanna karşı güneşin mev­
cudiyetiyle kaybolan yıldızlar gibidir.
Ey inatçı! Eğer Kur’an’dan buna delil istiyorsan
âyeti oku: «Onlann hepsi huzurumuza getirilecekler­
dir». (2)
Haklarında «Huzurumuzdadır» denenler, yok ol­
mazlar; buna iyi dikkat et de ruhun bakâsım iyice anla.
Bakâdan mahrum olan ruh azaptadır; Allah’a va­
sıl olan ruh bakâ âleminde hicaplardan kurtulmuştur.

(1 ) M esn evi, I V , 431.


(2 ) K u r ’an X X X V I , 32 v e 53. kıyam et günü bütün insanlar
Allah huzurunda toplanm ış olacaktır. R ûm î, tabii, bu
m evzuu sonsuz hayat (b a k â ) olan tasavvufî ölüm ü im a
için kullanır.
195

CXII

ŞAHSİYET EBEDİ MİDİR? (1)

Birisi dedi ki: «Dünyada derviş yok; olsa bile o der­


viş dervişlik makamına erişmişse yok olmuş demek­
tir. (2)
Doğru, çünkü or>un varlığı sûret bakımındandır;
görünüşe göre vardır, fakat sıfatları Allah sıfatlarında
yok olmuştur. (3)

(1 ) M esn evi, I I I , 3669. «F e n a » tâbirini m filer, çeşitli teo­


rileri tasavvufî birliğin m ahiyetine m ünasebetle kul­
lanırlar v e ifade ederler:
a ) K ulun zâtının ( zât-ı a b d ) Allah zâtında yok ol­
m ası (fa n i ş e v e d ) v e var olm asını sona erdirm esi, tıp­
kı bir damla suyun okyanusta ayırt edilişini (ta a yyü n )
kaybedişi gibi'
b ) K ulun sıfatlarının (sıfa t-ı a b d ) Allah sıfatla­
rında y o k olm ası: B eşerî sıfatların İlâhî sıfatlara çev­
rilm esi (m u b a d d a l), böylece Allah’ın onun kulağı ve
gözü olması,
c ) K u lu n zâtının, yıldızların güneş ışığında kay­
boluşu gibi, İlâhî zâtm nurunda yok oluşu. O nun m a h -
lûkiyeti (h a lk ıy y e) daima olm ayı sona erdirmez, fakat
Yaratıcı görünüşünde gizlidir (m a h .fi): R a b âşikârdır,
kul (a b d ) görünm ez.
(2 ) Burada «d e rviş», m anevî fakirliğin m ü k em m el num u­
nesi; benliğinden soyunan, dünyada yaşarken bile dün­
ya için ölen velî.
(3 ) İs m e n vardır, çünkü «şa h sı» (zât-ı b eşeriy y e) îfnâ edil­
m em iştir; fakat Tanrı sıfatlarıyla değiştiğinden ve
H a k ile H ak olduğundan fert olarak gerçekten m evcut
değildir. V e bütün varlığını teşkil eden İlâhi hayatın
ve kudretin iktizasınca yaşar (b a k i h est).
196

Tıpkı güneşe karşı yanmakta olan mum gibi; mu.


mun alevi zâhirden mevcut olduğu halde hakikatte yok­
tur.
Fakat muma bir pamuk tuttun mu alevi onu yakar;
şu halde vardır.
Öyle ama gerçekte yoktur, çünkü sana bir ışık ver­
mez; güneş onu hiç etmiştir.
Yüz batman şekere bir okka sirke koysan erir gi­
der.
Tattığın zaman sirke lezzeti yok olmuştur; fakat
tartsan okkası fazlalaşmıştır.
Arslanm önünde ceylânın aklı başından gider; onun
varlığı arslamnkinde yok olur.
Kemale ermemiş olanların Rabbe karşı yürüttük­
leri bu kıyas aşk coşkunluğundandır; yoksa edebi, hür­
meti terketme değil.
Âşıkın nabzı edep harici atar; âşık kendini sevgilisi
ile yok eder.
Zâhirde edep harici görünür; çünkü başında aşk
dâvası vardır. (Bu dâva da varlık alâmetidir.)
Fakat hakikatte dâva nerede? O Padişahın önünde
dâva dâ, âşık da fanidir.
Zcyd öldü desek, bu cümlede Zeyd faildir, ama ha­
kikatte fail değildir; elinden bir şey gelmez.
Gramer tâbirince faildir, yoksa hakikatte meful-
dür; ölüm onun katilidir.
Bir insanda bütün faillik vasıfları mahvolduktan
sonra onda ne kalır?
197

c x iii

DÜNYANIN RUHU (1)

Dokuz Baba ( + ) ile her felekte bir zaman dönüp


dolaştım. (2)

Senelerce yıldızlarla burçlarda devrettim.

Bir müddet görünmedim, O ’nunla idim. Lâhûtiyet-


te Hakk’a en yakın idim, orada ne gördümse gördüm.(3)

(1 ) Divan. İnsan-t kâmilin cihanşüm ul ruh gibi tasviri.

(2 ) «D o k u z B a b a »: D ok u z sem a vî kürenin herbirinin idare


edici aklı olduğu farzedilir ve bu m anevî kuvvetler bu­
rada «B a b a » adım alır. «Y e d i B a ba », ekseriyetle geze­
genlere kullanılan tâbirdir; bazen yıldız ilm inin (n o t,
M e sn e v i I, 3991) «E jd erh a »stn ın baş v e kuyruğu ilâve
edilerek sayısı dokuza yükselir; fakat bu gibi izah zor
ikna edicidir. ( + ) Prof. N ıch o ls o n ’un « D ok u z B a b a »
diye lisanına tercü m e ettiğini, üstad M idhat Baharî
B eytur, «D o k u z felek » diye Türk çeye çevirm iş v e dip­
notunda bunların «Zü hre, M ü şteri, M erih , Utarit, Z u ­
hal, N eptün, Uranüs v e iki kutup yıldızının m ecm uu
olduğunu izah etmiştir. Divan-ı K e b ir'd e n Seçm e Şi­
irler, cilt: I I I , s. 46. M illî E ğitim Bakanlığı Y. «çevirenin
n o tu »).

(3 ) Karşılaştır, K u r ’an L I I I , 8-10: «Yaklaştı, yakınlaştı, ara­


larında iki yay kadar b ir yakınlık kaldı, hattâ daha da
yakın oldu ». Pasaj, um um iyetle Peygam berin Miracını
tasvir eder.
198

Ana karnındaki çocuk gibi gıdamı Hak’tan aldım.


İnsan bir kere doğar, ben, birçok defa doğdum. (4)
Cisim hırkasını giydim, işler gördüm.
Çok kere kendi ellerimle bu hırkayı yırttım.
Geceleri zâhitlerle mâbetlerde sabahladım.
Kâfirlerle puthanede putların önünde uyudum.
Kıskancın acısı benim; hastanın ızdırabı benim.
Hem bulut, hem yağmurum; çayırlara yağarım.
Ey derviş! Benim eteğime asla fânilik tozu kon­
madı.
Sonsuzluk âleminin bağında ben bol bol gül topla­
dım.
Ben sudan, ateşten, inatçı rüzgârdan biçime kon­
muş topraktan değilim; bunların hepsine gülmüşüm.

Evlât! Ben, Şems-i Tebrizî değilim; tertemiz nurum.


Eğer beni görürsen kimseye gördüğünü deme...

(4 ) « İnsan b ir kere d oğ a r» kat’i sözü, H in t doktrinindeki


tenasüh inancım, hata olarak R û m î'y e isnat eden bazı
m od ern yazarlar içindir. Yalnız ârif, «b irç o k defa d o ­
ğ a r» v e onun doğuşu, ölü m ve kıyam etinin bilgisi, fi­
kirlerin çeşitli m ertebesine bağlıdır: Hakikatte b ir ol­
duğu Dünya-Ruhunun hareketini, ruh hayatının aşağı
şekillerinden geçerek tekâm ül etm eyi v e sonunda ken­
dini tam olarak insan-ı kâmilde gösterm eyi rem zeder.
Karşılaştır, L X X X V I I v e C X V I I .
199

C X IV

HAK İLE HAK OLMA (1)

Sinek bala battı mı vücudunun bütün uzuvları ay­


nı hale düşer, oynamaz. Bunun gibi, istiğrak da öyle
bir haldir ki, o kimse artık varlık, hareket ve iş gayreti
idrâk etmez. Ondan meydana gelen fiil kendisinin de­
ğildir. Batmak ona derler ki, ondan meydana gelen her
iş onun işi olmasın, suyun işi olsun. Hâlâ suda çabalı­
yorsa buna batış demezler. «Ah battım, boğuldum!» di­
ye bağırıyorsa, buna da batmak, boğulmak demezler.

Ene’l-Hakk «Ben Hakk'ım» sözüyle beyan edilen


budur. «Halk, «Ben Hakk'ım» demeyi büyük bir dâva
sanır. Halbuki «Ben kulum» (Ene(l-abd) demek büyük
bir dâvadır. «Ben Hakkım» demek büyük bir gönül al­
çaklığıdır. Çünkü «Ben Allah’ın kuluyum» diyen, biri
kendinin, diğeri Allah’ın olmak üzere iki varlık tasdik
eder. Fakat «Ene’l Hakk» (Ben Hakk’ım) diyen, kendini
yok etmiştir; terk ve teslim ile «Ben Hakk’ım» der; ya­
ni «hiçim, hep Odur, Allah'tan başka varlık yoktur.»

(I ) Fîhi mâ fih. 49. Bak, N o . L X X X V I I not 5 v e karşılaş­


tır, M esn eoi , 1346: O, (â r if ), H û (M u t la ) Varlık) bo ­
ya küpüne t işünce, siz ona: «k a lk » dersi iz. O, vecd
içinde bağı, r: «B e n küpüm , beni azarlama..» B u «b e n
k üpüm ,» « B î H a k k ’ım » (E n e ’l H akk) deyişin aynıdır:
O ateş reng te sahiptir, lâkin dem irdir.
D em irin rengi ateş rengi içinde hiçtir: Sessiz de
olsa doğrusu d em ir ateşliği ile övünür.
Ateşin rengiyle v e tabiatiyle şereflenm iştir: «B e n
ateşim, ben ateşim », der.
200

cxv
ALLAH — İN SA N (1)

Onu övmek, onu tebcil etmek, Allah’ı teşbih et­


mektir. Bu tabağın meyvası aslî tabiatten biter.
Bu sepetten güzel elmalar yetişir. Bu sepete «ağaç»
adını verirsen zarar etmez.
Bu sepete «elma ağacı» de, çünkü ikisinin arasında
gizli bir yol, birlik var zaten.
Artık bu sepeti baht ağacı gör de gölgesinde rahat­
ça otur.

(1 ) M esn evi, V I, 3204. B u teşbihte « E lm a ağacı» Allah’tır.


İn s a n -ı kâmil, elmaların sepetine veya tabağına ben­
zetilir; yani bütün ona inananlar için m anevi gıda ha­
zırlığında bulunan.
201

CXVI

M A N E V Î Y Ü K SE LİŞ (1) (MİRAÇ)

Miraç edenlerin safında durursan yokluk, Burak


gibi seni yükseklere yüceltir. (2)
Bu, fâni olanın aya yükselmesine benzemez; hayır,
bu, şeker kamışım şekere ulaştıran yükselmeye ben­
zer.
Bu miraç, baharın semaya yükselmesi gibi değil­
dir; hayır, ana karnındaki ceninin idrâke (tefekküre)
ulaşmasına benzer.

(1 ) M esn evi, I V , 552.


(2 ) «Y o k lu k », yani benliği idrâkten geçm ek, fena bulmak,
Burak, P eygam berin Arşa çıkarken bindiği söylenen at.
202

CXVII

İN S A N IN TEKÂM ÜLÜ (1)

önce cansızlar ülkesinde göründü, sonra nebat âle­


mine geldi.
Yıllarca nebat oldu, bu âlemde ömür sürdü.
Bir zamanlar cansızlar ülkesinde bulunduğunu ha­
tırına bile getirmedi.
Sonra terâkki edip hayvan hayatına karışınca bit­
ki hayatını hiç hatırlamadı.

(1 ) Mesnevi, I V , 3637. B u v e diğer pasajlarda R ûm î, ruhun


tekâm ül doktrinini ileri sürer. Meselâ, N o . V ( not 2),
X L I I ( not 3 ), L X I, bu yalm z ona mahsus değildir: Ç ok
eski zamanda İslâ m felsefesinde ve tasavvufunda da
görülür. A ristotte’ın ruhun üçlü tabiat teorisinde de
vardır. M ılto n tarafından şairane tasvir edilir. ( Para-
dise L ost V , 479 seq.J:
Böylece kökten
Çıkagelen açık renkli yeşil çiçek sapı ve yapraklar
Çök havai, şen çiçeği sonunda tamamlar
Güzel kokulu nefesleri canlandırır: çiçekler ve
onların yemişleri
Şan ve şerefini kademeyle yükselten insan gıdası,
Canlı ruhiara, hayvana, akıllı insana yükselir.
Hem hayat, hem his, hayal ve anlayış verir
Can akıl alır, akıl onun varlığıdır.
B enzerliği tamam lam ak için, bu mısralar, M ilto n ’un
«D e Doctrina Christina» risalesiyle okunmalıdır. M il­
ton, yaztsında görünüş için: «Canlı, cansız bütün m ah-
lûkat, birin m uhtelif, şekillerinden, yahut m ertebele­
rinden v e aynı aslî cevherden ibarettir, o cevh er ki,
esasında b ir ezelî v e ebedî ruhun varlığından taşması
veya zu h urudu r» der (M a s so n , The Poetrical W orks
o f John M ilton , I I I , 361).
203

Yalnız bebeklerin ana göğsünü araması ve niçin


aradıklarını bilmeyişleri gibi, bahar mevsiminde yeşil­
liğe meyletti. (2)
Her şeyi bilen Yaratıcı, tekrar onu hayvanlıktan in­
sanlığa yükseltti.
Böylece iklimden iklime gide gide nihayet insan
âleminde akıllı, bilgili ve kurnaz oldu.
Fakat geçirdiği duraklan hatırlamadığı gibi bu ha­
lin de geçip, değişeceğini aklına getirmez.
Gerçi uykuya dalmıştır, önceki halleri unutmuş­
tur, fakat Allah onu bu unutkanlıkta bırakmaz.
Uyandırır, uyanınca da ne karışık rüya gördüm dî­
ye kendi haline güler.
Nasıl oldu da o ızdırapların, kederlerin hayalden
ibaret olduğunu bilmedim diye şaşar.
Dünya da buna benzer, âdeta uyuyan kişinin rüya­
sı olduğu halde devamlı gibi görünür.
Ancak ecel günü geldi mi zan ve hile karanlığından
kurtulur.
Ebedî mekânı görünce aldatıcı kederlerine güler.

(2 ) N eb a ti ruhun vazifeleri, gelişme, hazımla sinm e ve


ürem edir. N eb a tî ruhun « çocuğu» olan bahar çiçekleri
v e yeşillik « ana»sının şuuraltı hatıralarım hayvani
ruhta uyandırır.
204

C X V III

«O LG U N LUK H E R ŞE Y D İR » (1)

Ey, hicapsız nurlara tahammülü olmayan kişi! Ba­


ri harflerde gizlenmiş bir nur olan hikmet sözlerini
duy. (2)
Böyle böyle perdesiz nuru da almaya muktedir
olursun; gizli olan nuru hicapsız görürsün.
Ve gökte yıldız gibi seyredersin, hattâ gökten de
hariç keyfiyetsiz sefer edersin.
Yokluktan varlığa gelmiştin ya, ama nasıl? Sar­
hoşça. (3)
Geldiğin yollar hiç hatırında kalmadı; fakat biz,
sana bir remiz söyliyeceğiz, bir şey hatırlatacağız.
Bu aklı terket de hakiki akla ulaş; kulağı tıka da
hakiki kulak kesil.
Hayır, hayır, söylemeyeceğim, çünkü henüz hamsın
sen. Daha ilkbahardasın, yazı görmedin.
Ey ulular! Bu cihan bir ağaca benzer; biz de bu
âlemdeki yarı ham, yarı olmuş meyvalar gibiyiz.
Ham meyvalar dala iyice sarılmıştır, çünkü ham
meyva köşke, saraya lâyık değildir.
Fakat olup lezzetlendiği zaman dalı tutmayı bırakır,
hemen düşüverir.

(1 ) M esn evi, I I I , 1286.


(2 ) M ü rit, kendisini Şeyhine hasretm ekle ve m anevî ha•
kıkati çekmekle, Allah dilerse, yavaş yavaş nuranî ha­
yata ve tefekkür dünyasına dahil olm aya hazırlanır.
(3 ) «Y o k lu k ta n » yani Birlik dünyasının m addî olm ayanın­
dan. Bak. N o. L X I V v e N o . V.
205

Bunun gibi baht ve ikbal yüzünden ağzı tatlılaşa-


na da bütün cihan mülkü lezzetini kaybeder.
Söylenecek bir şey daha kaldı ama onu. ben söyle­
meyeceğim; sana Ruhulkudüs bensiz söylesin.
Hayır, hayır, onu sen kendin, kendi kulağına, ben­
siz ve Ruhulkudüssüz söylersin; çünkü hakikatte ne
ben varım* ne benden başkası; sen de bensin zaten.
Bu tıpkı uykuya daldığın zaman kendinden geç­
men, fakat yine kendinden kendine gelmen gibidir.
Kendinden duyduğunu başka bir adam rüyada sa­
na söylüyor sanırsın. (4)
Ey güzel yoldaşım! Sen, tek olarak «sen» değilsin;
Sen âlemsin; sen, derin ummansın.
O senin azametli varlığın yok mu? O öyle bir okya­
nustur ki, onbinlerce âlem ona garkolur gider.
Söyleme de anlatanları dinle; dile tarife sığmaz
şeyleri duy, işit.
Bahsetme de sana bu âlemden ruhun bahsetsin.
Nuh’un gemisinde yüzücülük bahsini bırak.

(4 ) (R a h m a n i) rüyalarda bildirilen sırlar, rüyayı görene


görünüş ile tahayyül ettiği yakınlığı gerçekte verm ez.
Allah'ı kendisinin gerçek benliği bilen v e inişle yükse-
lisi O ’nun kendi kendisini ortaya koyuşunun nihayet­
siz safhaları olduğunu gören can için lıirbir şey dün­
yevî değildir.
İÇİNDEKİLER SAYFA

Ö n söz 9
Mukaddime 15
llâve-Not 27.
Başlangıç 29
Kamışın Nağmesi 31
Hatırlanan Musiki 33
Yoklukta Aşk 34
««Gerçek Akılların Birleşmesi» 37
Bir uyku ve bir Unutuş 38
Ölüm Kederi 39
Anlayışa Ermeyen 41
Varlık Yükü 42
Velîlerin Rûhu -44
Nurun Çocukları 45
Aşk, Gaipten Haber verenBûhanî 47
Kadın Aşkı 4fi
Ii^hi Güzellik 49
«Sana Dönerim» 50
İçimizdeki Hakikat 51
Arifler Bilir 521
Dünya Ahvaline karşı Uyku 53
Müminler bir' Candır 55
Arşa Merdiven 58
Gerçek Sûfî 58
Kaybetmeyi Göze AlmayanKazanmaz 59
Cehennem Yolunda Arkasına Bakan Adam 60
Manevî Dalgalanış 62
Kör Tâbi 63
bükyman’m Kuşları 64
Hayvani Rûh (Nefs'-i Emmare) 65
Ölümün Güzelliği 66
İyi Hal için bir Niyaz 68
Velilere Dostluk &§
Azrailden Kaçan Adam 71
«Hepimiz Aynı Yere Çekiliyoruz» 73
iman ve Çalışma 75
«İslâmda Rahiplik Yoktur* 76
Yalnız Gitmeyin 77
Hoş Tüyler 78
Define Arayıcısı 79
Tasavvuf Yolu 81
207

SAYFA
Şüpheci 82
İçimizdeki Kötülük 83
Velilerin Mertebeleri 84
Manevi Rehber 87
Kederin Faydalan 80
«Rûh Bizim Aczimize Yardım Eder» 91
Görünmeyen Mucizeler 92
Dindarlığın Mükâfatı 93
Velîlerin Ezel ve Ebedi Görüşü 04
Velîyi İncitmekten Sakın 96
Bitaraf Kadı 87
Güzel Söyler 99
«Lebbeyk* 100
Namazın Ruhu 101
«Ben» diyen Dost 102
Methin Ötesinde Allah 104
Bilgi Kuvvettir 105
Hakiki İsimlerimiz 106
Yakin İlmi 107
Rivayet ve Seziş 109
Duygu ve Düşünce 110
Tasavvufî Anlayış 111
Aşk ve Korku 112
Ruhun Yükselişi 114
İnkâr Yolu 115
Kâinatın Ruhu 117
Mutlak Olan 118
Yaradılış Gayesi 120
İlâhî Takdir 121
Stbepler 12S
İlâhî Fabrika 125
Zamanın Dünyası 126
Hakikat ve Görünüş 127
Tabiatta Allah 128
Aşk Her Güçlüğü Yener 130
Cihanşümul Aşk 131
Büyük Alem olan İnsan 134
Kâmil İnsan 136
AUah’â Şahitlik 138
Şefaatçi 139
Zahitlik ve Marifet 141
«Ölmeden Evvel Öl* 142
Tasavvufi Ölüm ve Defin 144
Rûh Birliği 145
Vehmin İcatları 147
Aşkın Sihri 149
Hakikate Köprü olan Hâdise 151
Kuruntu veren Armut Ağacı 152
Dünyevi İdrâk 154
Cihanşümul Ruhun Peygamber ve Velilerde Görünüşü 155
208

SAYFA
Îlâhî Vahyin Bayraktarı 157
Kötülüğün Sırrı 158
Şeriat ve Hakikat 161
Mükemmel Sanatkâr 163
Lüzumlu Zıt 164
Kötülük İzafidir 165
Kötü Şeylerdeki İyilik Rûhu 166
Görülmeyen Kuvvet 167
Manevî Mesuliyet 168
«Allah ne Dilerse o Olur» 170
İl&hl Takdir ve Cüzî İrade 171
Aşkın Şarabı 174
Allah’ın Muammaları 175
iblis'in Müdafaası 176
Aşk ve Mantık 178
Ijtâkikl Tek Işık 179
On iki İncil 180
Çobanın İbadeti 184
Mutassıplara bir İkaz 186
Dinî Münazaa 187
İhtiyat Doktrini 189
Bilmeyen 192
Vahdet Hali 193
Ebedi Hayat 194
Şahsiyet Ebedî midir? 195
Dünyanın Rûhu 197
Hak ile Hak olma 199
Allah-însan 200
Manevî Yükseliş (Miraç) 201
İnsanın Tekâmülü 202
«Olgunluk Herşeydir» 204
İçindekiler 206

You might also like