Professional Documents
Culture Documents
DENIS DUTTON
Sanat İçgüdüsü
Güzellik, Zevk ve İnsan Evrimi
Denis Dutton
Ayrıntı: 1050
Sanat ve Kuram Dizisi: 53
Sanat İçgüdüsü
Güzellik, Zevk 1ıe insan Evrimi
Denis Dutton
İngilizceden Çeviren
Murat Turan
Yayıma Hazırlayan
Y. Emre Ceren
Son Okuma
Ahmet Batmaz
Kapak Fotoğrafı
DEA / G. DAGLI ORTI ! De Agostiııi ! Getty lnıages Turkey
Kapak Tasarımı
Deniz Çelikoğlıı
Dizgi
Hediye Gümen
Baskı ve Cilt
Kayhan Matbaacı/ık San. ve Tic. Ltd. Şti.
Merkez Efendi Malı. Fazı/paşa Cııd. No: 812 Topkapı!İstanbııl
Tel.:(0212) 612 31 85
Sertifika No.: 12156
ISBN 978-605-314-157-0
Sertifika No.: 10704
AYRINTI YAYINLARI
Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş.
Hobyar Mah. Cemal Nadir Sok. No.: 3 Cağaloğlu - İstanbul
(0212) 512 15 00 Faks: (0212) 512 15 11
Tel.:
www.ayrintiyayinlari.com.tr & info@ayrintiyayinlari.com.tr
Denis Dutton
SANAT VE KURAM DİZİSİ
FOTOGRAF SIRADAN OLANIN BAŞKALAŞIMI
Çerçevedeki Gizem Arthur C. Danto
Mary Price
BUNU BEN DE YAPARIM
MONA USA KAÇIRILDI Christian Saehrendt
Sanatın Bizden Gizledikleri
Darian Leader ARA BESK
Uğur Küçükkaplan
EDEBİYAT KURAMI
Giriş/Genişletilmiş 2. basım ROMAN KURAMINA GİRİŞ
Terry Eagleton Zekiye Antakyalıoğlu
9
Lenain, Ray Sawhill, Richard A. Posner, Ihab Hassan, David Gallop,
Elric Hooper, Geoffrey Miller, Joseph Palencik, Wayne Lorimer,
Francis Sparshott, Wilfried van Damme, Chris Boylan, Bruce Ellis,
Satoshi Kanazawa, Garth Fletcher, Graham Macdonald, Simon
Kemp, lan Steward, Ray Prebble, Jonathan Haidt, Geoff Carey, Ben
Dutton, Sonia Dutton, Susan Vogel ve müteveffa Leo Fleischmann.
Katie Henderson argümanı netleştirmeye yardımcı oldu. Peter
Ginna başlangıçtan son deneme baskılarına kadar olağanüstü
yeteneğini tatbik etmiş kabiliyetli bir editördür. Dostum ve tem
silcim John Brockman gibi Peter da estetik sorulara yaklaşımıma
ilk inananlardandı. Bu iki adama da borçluyum.
Hepsinden öte eşim Margit Dutton'ın desteği ve işbirliğinin
değerini ölçemem. Bu kitabın her sayfasını titiz bir editör gözüyle
incelemiştir. Dahası argümanımı canlandıran yıllar boyunca ondan
resim, müzik, edebiyat ve hayat hakkında öğrendiklerimdir. Bu
kitap sevgiyle ona ve çocuklarımıza adanmıştır.
10
Giriş
12
aynı zamanda rasyonalite, teoloji ve değer teorisi gibi felsefi alan
larda Darwinci fikirlerin son derece verimli uygulamalarına şahit
olduk. Araştırma ve düşünce dünyasındaki bu büyük Darwinci
değişimin temelinde toplumsal, cinsel ve kültürel hayatın bugüne
kadar soru işareti olarak kalmış birçok boyutuna açıklık getiren
evrimsel psikoloji yatıyor. Sanat ve onun içinden yükselen kültürel
dünyalar son derece karmaşık olsa da evrimden yalıtılmış değil
lerdir. Sanat çalışmaları neden kendini halihazırda birçok başka
araştırma alanını zenginleştirmiş ve hayata döndürmüş bir bakış
açısına kapatsın?
Bir meşe ağacı kendisini besleyip büyüten toprağa ve yeraltı
sularına ne kadar uzaksa, bütün o ihtişamıyla sanat da insan zih
ninin ve kişiliğinin evrimleşmiş niteliklerinden o kadar uzaktır.
Homo Sapiens'in son bir milyon yıl boyunca gerçekleşen evrimi,
sadece keskin renk görüşümüzü, tatlı sevmemizi ve dik duruşu
muzu açıklamaz. Aynı zamanda çocuk oyunlarından, bu Beethoven
kuartetlerine, ateşle aydınlanan mağaralardan tüm dünyada parıl
dayan televizyon ekranlarına kadar her yerde kendi kendimizi
eğlendirecek, şoke edecek, heyecanlandıracak, mest edecek sanat
sal deneyimi yaratmayı saplantı haline getirmemizin de hikayesidir.
Bu kitap o saplantı, o saplantının kadim evrimsel kaynakları ve
nihayetinde bugünkü sanatsal zevkleri ve ilgileri nasıl etkilediği
hakkındadır. Konuya yaklaşımım diğer yaklaşımlardan biraz fark
lıdır. Örneğin, renklerin ve seslerin nasıl algılandığıyla ilgili araş
tırmalar eşliğinde deneysel psikolojiyle başlayıp sanatın bugünkü
karakterini o bulgulardan yola çıkarak yorumlamıyorum. Böyle
sine bir yaklaşım sadece resmin algılanışıyla kalmaz, görme duyu
sunun ve diğer tüm duyuların pratik kullanımları gibi gereğinden
fazla şeyi açıklar. Tarihöncesine gidip mücevheratın belki sekiz bin
yıl önceki icadından tutup, Lascaux'daki harika fildişi mamut oy
maları ve akıllara durgunluk veren mağara resimleri üzerinden
Michelangelo ve Picasso'ya bağlayarak da başlamıyorum. Buna
benzer tezler aslında büyük bir bütünün parçası olan küçük ve tam
da anlaşılmamış bir Paleolitik eserden yola çıkarak çok fazla çıka
rım yapmaya çalışırlar. Son Buzul Çağına bakarak bugünün hava
durumu ne kadar tahmin edilebilirse tarihöncesi mağaralara ba
karak sanatın bugünkü durumu hakkında da o kadar çıkarımda
bulunulabilir.
13
Böyle yapmak yerine 1 . bölümde tanıdık ve ayakları yere basan
bir şeyle başlıyorum: Takvimler ve dünyanın her yerinde Üzerleri
ni süsleyen manzara çizimleri. Tıpkı manzara resimleri gibi, halka
açık parklar ve hatta golf sahalarının tasarımları gibi takvimlerin
de Afrika savanlarıyla ve insan evrimine ev sahipliği yapmış diğer
coğrafi ortamlarla ilginç bir bağlantısı vardır. Göstereceğim gibi,
takvim üreticilerinin (veya peyzaj tasarımcılarının) yönlendirme
lerinden kaynaklanan toplumsal koşullanma insanın coğrafi ter
cihlerini belirlemez, tersine takvimleri yapan ve satanlar dünyanın
her yerindeki müşterilerinin paylaştığı tarihöncesinden kalma
tercihlere hitap ederler.
Bu yüzden yöntemim birinci elden, doğrudan bildiğimizle baş
lamak: Dünya çapında sanatın bugünkü durumu. Daha sonra bu
noktadan geriye dönüp, yaşam tarzları bizim kadim atalarımızın
kini yansıttığı için, 20. yüzyıla kadar varlığını sürdürebilmiş yazı
öncesi avcı-toplayıcı kabileleri tanımlayan etnografik çalışmalardan
da destek alarak insan evrimi hakkında bilinenlere bakabiliriz. Bu
kanıtları birleştirerek 2. bölümde gösterdiğim gibi, Antik Yunandan
bu yana felsefecilerin aradığı bir şeyin geçerli bir resmini inşa
edebiliriz: Doğuştan gelen ilgileri, eğilimleri, eğlence ve sanatsal
deneyim dahil entelektüel ve sosyal yaşamdaki eğilimleriyle bir
likte insan doğası.
Dolayısıyla, doğuştan gelen ve değişik kültürlere nüfuz etmiş
bir insan doğası fikri, 3. bölümde tartışıldığı gibi sanat kavramı
nın doğacı, kültürler üstü bir tanımına işaret eder. Sanat, nor
malde tarih boyunca ve değişik kültürlerde sanat nesnelerini,
sanatsal performansları tanımlamamıza olanak tanıyan beceri
gösterimi, zevk, hayal gücü, duygu gibi bir dizi özellik çerçeve
sinde değerlendirilmelidir. Bu özellikler insan yaşamında her
zaman mevcuttur ve ister eğitsel amaçlı, ister eğlence amaçlı olsun,
ne zaman sanatsal biçimler uyarlanır veya icat edilirse ortaya
çıkarlar. Sanat kuramında Andy Warhol'un imzalı çorba konser
veleri veya John Cage'in kronometreyle piyanonun başında otur
ması gibi eğlenceli modernist provokasyonların sanat olup
olmadıkları tartışmaları bıkıp usanmadan tekrarlanır. Öncelikle
La Grande fatte veya Anna Karenina veya Chrysler Binası'nı sanat
yapanın ne olduğuna odaklanmalıyız. Bir küme kavram olarak
sanatın kültürler üstü tanımına karar verdikten sonra, bu sağlam
14
merkezden yola çıkıp, kavramın ihtilaflı sınırlarındaki tartışma
lı nesneleri konuşabiliriz.
Sanatın evrimsel adaptasyon olduğunu söylemek ne anlama ge
liyor? Nasıl oluyor da bilgisayar oyunu oynamanın veya füg dinle
menin zevki on binlerce yıl önce işlemiş içgüdüsel süreçlerden
türüyor? Sanatsal deneyimin özündeki zevk arayışı başka amaçlar
için evrilmiş kadim içgüdülerin bir yan ürünü mü, yoksa kendi
başına ayrı bir içgüdü mü? Paleontolog Stephen Jay Gould, sanat gibi
böyle üst düzey kültürel eylemleri, evrimsel bilimin söyleyecek hiç
sözünün olmadığı, gereğinden büyük insan beyninin yararsız yan
ürünleri olarak görür. Bu hatalı tanımlamada göz ardı edilen, sana
tın tıpkı dil gibi, kendiliğinden ve evrensel olarak, tarihöncesi çağ
larda bariz hayati önem taşımış hayal gücü ve düşünsel yetileri de
işe koyarak bütün kültürlerde benzer şekilde ortaya çıktığı gerçeği
dir. Nasıl Portekizce ve Svahilice arasındaki farklar, dilin evrensel bir
içgüdüsel yetiler bütününe dayanmadığı anlamına gelmiyorsa, de
ğişik kültürlerdeki sanat formları arasındaki apaçık yüzeysel farklar
da onların içgüdüsel kökleri olmadığı anlamına gelmez.
Belki de bütün sanatlar içinde en eskisi olan yaratıcı hikaye
anlatımıyla tarih boyunca karşılaşılır ve tıpkı dilin kendisi gibi, her
coğrafyada insanlar tarafından üretilir ve anlaşılır. 6. bölüm yazı
öncesi kabilelerdeki hikayelerden Yunan tiyatrosuna, kalın 19.
yüzyıl romanlarına ve bugünün filmlerine, televizyon eğlencelik
lerine kadar hayal ürünü kurgulardan insanın aldığı zevki inceliyor.
Bu zevk, kültürel geleneklerden türemiş olmanın aksine Darwinci
adaptasyona dair belirgin kanıtlar gösterir. Örneğin, en küçük
çocuklar bile hikayelerdeki " -miş gibi" yönlere akılcı bir şekilde
yaklaşabilir, kurgusal dünyaları birbirlerinden ve gerçeklikten üst
düzey bir doğallıkla ayırt edebilirler. Darwinci kökler sadece
hikayelerin sanatsal yapısında değil, aynı zamanda aşk, ölüm, ma
cera, aile içi çatışma, adalet ve zorlukların üstesinden gelmek gibi
evrensel temalardan alınan yoğun hazda da görülür.
Ancak hayal gücü ve dilsel yetilerin hayatta kalmaya sağladığı
katkı evrimin yalnızca bir bölümüdür. Hayvanların en görünür
çarpıcı özelliklerinden birçoğunun acımasız doğa şartlarında ha
yatta kalmaya yönelik doğal seçilimin değil, cinsel seçilimin ürünü
olduğunu Darwin'in kendisi de biliyordu. Bu ayrı evrimsel süreç
te önemli olan hayvanın üreme amacıyla karşı cinsin ilgisini cez-
15
betme yetisidir. Doğal seçilim, bir kuşa yuvasındayken kamuflaj
sağlayan kahverengi tüyler verebilirken, cinsel seçilim karşı cinsi
etkilemekte kullanabileceği parlak tüylerle kaplayabilir. 7. bölümün
gösterdiği gibi insanlarda cinsel seçilim, sanatsal ifadenin bazı en
şatafatlı, müsrif ve "gösterişçi" karakteristikleri dahil, kişiliğimizin
en yaratıcı ve göz alıcı yanlarına açıklık getirir.
8. bölüm, sanat ve estetik kuramının üç klasik ihtilaflı konusunun
evrim ışığında nasıl göründüğüne bakmaktadır: 1 . Sanatçının niye
tinin sanat eserlerini yorumlamada belirleyici olup olmaması (mak
satçılık yanılgısı); 2. İkna edici gerçeklikteki sanat sahteciliğinin
ortaya koyduğu estetik ikilem (sahtesini herkes seviyorsa ve orijina
linden ayırt edemiyorsa neden şikayet edelim?); 3. Marcel Duchamp'ın
meşhur kaideye konmuş pisuarı, Çeşme gibi kışkırtıcı eylemleriyle
Dadanın sanatsal konumu. Bu üç mesele, sanat teorisinin daimi
konularıdır çünkü sanatsal deneyimimizin birbiriyle çelişen unsur
ları arasındaki çatışmaları barındırırlar. Örneğin, "tarafsız" tasavvur,
yani sanat eserini harici etmenleri göz ardı ederek tek başına değer
lendirmek ile sanatçısının karakterini merak etme, yeteneğine hay
ran olma gibi dürtülerin bir arada bulunması gibi.
8. bölümde tanımlanan çatışmalar, sanat içgüdüsünün esasında
tatlı sevmek gibi genetik kökenli tek bir güdü değil, karmaşık bir
güdüler bütünü olduğunu gösteriyor. Bu bütün, doğal çevremize
yaşam boyunca karşımıza çıkabilecek tehditlere, fırsatlara, renk
lerin ve seslerin çekiciliğine, toplumsal statüye, entelektüel mese
lelere, çok zor teknik sorunlara, cinsel ilgilere ve hatta maliyet
hesaplarına verilecek tepkileri içeriyor. Bu rastlantısal güdüler,
zevkler ve kapasiteler diziliminden, ilkel bir rasyonel sistem mey
dana getirmesini beklemek için hiçbir sebep yoktur.
Dahası, 9. bölümde açıkladığım gibi sadece kültürel gelenekler
değil, evrilmiş kapasiteler de bir sanat biçimine bazı kısıtlamalar
koyar. Örneğin, koku, hem tarihöncesinde sağkalım için hayati
öneme haiz bir duyu, hem de yoğun estetik zevk kaynağı olmasına
rağmen tam olarak gelişmiş bir sanat biçiminin temeli haline gel
memiştir. Diğer yandan, farklı perdelerde sesler bir araya getirilip
ritmik bir şekilde sunulduğunda en önemli sanat biçimlerinden
birinin malzemesi olur. İlginç olan, farklı ses perdelerine hassasi
yetin evrimsel geçmişimizde sağkalımımız için özel bir yerinin
olmamasıdır. Bir önceki bölümde yer verilen paradokslara eklen-
16
diğinde koku ve müziğin bu karşılaştırması, evrilmiş estetik tep
kilerimizin koşullara göre değişik yönlere gidebilme özelliğini
gösterir: Sanat içgüdüsü, tarihöncesinde evrilip değişik kültürler
de bütün ve tutarlı kuramsal sistemler olarak ortaya çıkmamıştır.
Yine de sanat eserleri, duyguların nesnesi olarak insanoğlunun
yaşayabileceği bazı en derin, duygusal olarak en etkileyici deneyim
lere olanak tanırlar. Manzara resimli takvimler ve çikolata kutula
rıyla başladığım, daha sonra Hollywood'un görsel yoğunluklu
seyirliklerini, televizyon dizilerini ve aşk romanlarını tartıştığım
kitaba, estetik deneyimin görkemli zirveleriyle, Clive Bell'in "sana
tın soğuk beyaz dorukları" diye adlandırdığı İlyada, Chartres'deki
katedral, Leonardo'nun Erminli Kadın'ı, Kral Lear, Breughel'in Kar
daki Avcılar'ı Hokusai'nin 36 Fuji Dağı Manzarası, Wordsworth'ün
"Tinturn Abby"si, Schubert'in Winterreise'si, Van Gogh'un Yıldızlı
Gece'si ve Beethoven'ın 3 Numaralı Piyano Sonatı gibi başyapıtlarla
devam ediyorum. Bu çaptaki eserler tarihte belirli bir noktada en
geniş sanatsal izleyici kitlelerine ulaşmamış olabilir ama her nesilde
dikkatleri cezbetme, zihinleri heyecanlandırma kapasitelerini can
lı tutmayı başarabilmişlerdir. Asaletleri ve ihtişamları derin insan
içgüdülerine hitap edebilme kabiliyetlerinden kaynaklanır. Biz
yaşadığımız sürece onlar da yaşamaya devam edeceklerdir.
Hayvanlara gelince. Bazı okurlar kitapta zaman zaman genel
evrimsel süreçleri örneklemek için hayvanlardan söz edildiğini
ancak insanın sanat içgüdüsüyle ilgili üst düzey adaptasyonlarının
açıklamalarında yer almadıklarını fark edeceklerdir. Hayvanlar bu
açıklamalara kasıtlı olarak dahil edilmemiştir. Her ne kadar hay
vansever olsam da, şempanzelerin pek hoş karalamalarını 3. bö
lümde tanımlandığı gibi tamamen insani bir tanımlamayla sanat
statüsüne yükselterek onlara bir iyilik yapmış olmayacağımızı
söylemek zorundayım.
Kapalı tutulan şempanzeler beyaz kağıt üzerine canlı renkler
sürmekten hoşlanırlar. Gerçekten de sayfayı fiziksel olarak değiş
tirmek, felsefeci Thiery Lenain'in yerinde tanımıyla şempanzenin
"bozma"1 işinden duyduğu haz, meselenin tam da özüdür. Şem-
1. Thierry Lenain ( 1988) hayvan sanatı hakkında yazılmış, duyarlı olmasına rağmen
duygusal olmayan, en isabetli analize imza atmıştır. Şempanzelerde "bozma" ve "sahte
sanatsal oyun" için bkz. Lenain (1998), s. 169-72. Yeni Gine çardak kuşunun harika
işçiliği için bkz. [w/s attenborough bower bird]. Beraberinde gelen kısıtlamaların
farkında olsa da Brian Boyd (2009) insan sanatsal davranışlarını açıklamak için çok
etkili hayvan benzetmeleri kullanır.
17
panze ürünü birçok "sanat" işinin bizim estetik zevkimize hitap
etmesinin tek nedeni bakıcının kağıdı zamanında önünden çek
mesinden kaynaklanır. Yoksa şempanze sonunda kağıdın üzeri
çamura dönene kadar boyamaya devam edecektir.
Lenain'in koyduğu isimle bu "sahte sanatçılık oyunu", hiçbir
planlama veya entelektüel bağlam içermeyen, boyayla kurulmuş
anlık bir ilişkidir. İnsan sanatı, sadece sonuçların tasarlanmasını
değil, aynı zamanda bitirdiğinde bakmak isteyeceğin bir şey yarat
ma niyeti gerektirir. Burada şempanzelerle zıtlık oldukça açıklayı
cıdır: Bir kez eylemleri bölündü mü ya da kendi kendilerine
fırçayı bıraktılar mı şempanzeler ürünlerine hiç ilgi göstermezler,
asla tekrar dönüp bakmazlar.
İnsan sanatı ve şempanze "sanatı" arasındaki uçurum şaşırtıcı
değildir. Atalarımız onların atalarından altı milyon yıl önce ayrıl
dı. İnsanın sanat içgüdüsü haline gelmiş olan adaptasyonlar bütü
nü, tarih öncemizde sadece yaklaşık yüz bin yıl geriye kadar
dayanıyor. Atalarımızın şempanzelerden ayrılışından bu yana ge
çen zamanın altmışta birlik çok küçük bir kısmı. Bu sırada hem
bizim ailemizde hem de onlarınkinde çok şeyler oldu.
Şempanzelerin aksine, insan sanatı üretimine en yakın hayvan
adaptasyonu örneği şaşırtıcı bir şekilde Homo Sapiens'e o kadar
uzak bir türden gelir ki, primat olmak bir yana, memeli bile değil
dir. Yeni Gine çardak kuşu, bir insanda olsa kesinlikle sanatsal
denebilecek davranışlar sergiler. Ördüğü, boyu iki metreye yakla
şan çardağın hem içi hem de dışı oldukça süslüdür. Kuş, bu çarda
ğın tabanını ve iç duvarlarını çalı yemişleriyle, kızıl yapraklarla,
çiçeklerle, meşe p alamutlarıyla, başka kuşların parlak tüyleriyle,
rengarenk böcek kanatlarıyla ve bulursa sigara paketi, şişe kapağı,
alüminyum folyo veya dergi parçaları gibi değişik renklerde insan
atıklarıyla donatır.
Sonra da çardağını en amansız eleştirmene, dişi çardak kuşuna
açar. Dişi kuş ancak beklentilerini tam olarak karşılayan süsleme
lerin yaratıcısına çiftleşme hakkı tanıyacaktır. Çardak kuşunun
durumunu özel kılan, bir cinsin hayal gücüne açık bir süs nesnesi
yaratması ve ardından bu nesnenin diğer cins tarafından eleştirel
bir şekilde değerlendirilmesidir. Buna uzaktan yakından benzer
bir şeyi yapan tek diğer tür aynı zamanda Manhattan adasında veya
başka yerlerde büyük sanat galerileri inşa edendir.
ıs
8. bölümde açıkladığım gibi, sanatsal yaratıcılık veya zevkli bir
şekilde düzenlenmiş nadir bulunan nesnelere sahiplik sergilenerek
karşı cinsin bir üyesini etkileme -ve daha fazlasını yapma- arzusu
bizim türümüze yabancı değil ("Yukarı gelip çizimlerimi görmek
ister misin?") Ama gülümserken farkları da unutmayalım. Hayvan
standartlarında çardak kuşunun performansı akıllara durgunluk
vericidir. Ancak şempanze gibi, çardak kuşu da işi bir kere bitti mi
artık eserine ilgi göstermez. Çardaklar tek bir amaçla, dişinin eleş
tirel değerlendirmesi için inşa edilir. Korunacak, tartışılacak ve
hayvan çiftleşmesi örüntüsünün dışında değerlendirilecek bir sa
natsal kültürün parçası değildirler. Evet, Yeni Gine'deki en muhte
şem çardaklar bize Simon Rodia'nın Watts Kulelerini veya Antonio
Gaudi'nin Barselona'daki Sagrada Familia'sını hatırlatan evrimsel
ürünlerdir. Ama bu mimari kazanımlar temelde farklıdırlar çünkü
insan kültürü ve bilinçliliğ,i bağlamında ortaya çıkmışlardır.
Sanat İçgüdüsü insanlar ve kültürümüzün temelinde yatan in
sani güdülerle, dürtülerle ilgili bir kitap. Kendi hayatlarına uygun
amaçlarıyla, muhteşem yaratıklar olarak diğer hayvanlara duydu
ğumuz saygı tamamen Darwinci ruhun gereğidir. Kunduz baraj
larından termit tepeciklerine ve Yeni Gine çardaklarına kadar
şaşırtıcı nesneler inşa ederler ve görülmeye değer performanslar
ortaya koyarlar. Yine de, hayvanlar sanat yaratmazlar.
Hayvan içgüdülerini tutup insan faaliyetleriyle karşılaştırmak
Darwin'in anladığı şekliyle hayatın büyük sürekliliğini göstermek
için uygun bir yol olabilir. Ama aynı zamanda insan meselesini
daha küçük parçalara ayırmak, bir şeyi (insan) çok daha basit bir
şeye (hayvan) indirgemek için kullanılabilecek retorik bir strateji
de olabilir. Darwinci estetik böyle indirgemeci veya daraltıcı stra
tej Her gerektirmez. The African Q u een 'de Humphrey Bogart'ın
karakteri, Katharine Hepburn'ün canlandırdığı Rose Sayer'e içki
tüketimine mazeret olarak, bunun "sadece insan doğası" olduğunu
söyler. Bazı okurları şaşırtabilir ama bu kitap Rose'un meşhur ce
vabından yana: "Doğa, Bay Allnut, bu dünyaya üzerinde yükselmek
üzere geldiğimiz şeydir:' Harika müzik, drama, boyama veya kur
gu eserlerinin bizi, kendilerini mümkün kılan içgüdülerin üzerine
çıkardığını görmek için Rose'un teolojisini kabul etmeye gerek
yoktur. Paradoksal bir şekilde hayvan yanımızı aşabilmemizi sağ
layan da evrimin, özellikle hayal gücü ve aklın evriminin ta ken-
19
disidir. Bu kitabın amacı da doğal ve cinsel seçilimin Homo Sapiens'i
nasıl bu tuhaf konuma getirdiğini göstermektir.
Benim yaklaşımıma göre, analiz bittikten sonra o çok sevdiğimiz
estetik başyapıtlar güzelliklerinden veya önemlerinden hiçbir şey
kaybetmezler. Sanat İçgüdüsü'nü son zamanlarda dinin evrimsel
olarak ele alınışından farklı kılan da budur. Din, doğası gereği
ahlak, Tanrı ve evren hakkında büyük iddialarda bulunur. Haliyle
dini inançları evrimsel kaynaklarla açıklamak dine tam merkezin
den taarruz etmek anlamına geliyor. Diğer yandan sanat işleri çok
nadiren hakikat hakkında iddialarda bulunur veya insanlara nasıl
davranmaları gerektiği konusunda talimatlar verir. Sanat'ın hayal
gücüne dayalı ve -mış gibi dünyası, analiz ve eleştirinin işin tadını
hiç kaçırmadığı bir yerdir.
Geride bıraktığımız elli yıl boyunca felsefe ve insan bilimleri
alanlarında iç içe geçmiş çeşitli fikirler, estetik meselelerde kültür
ler üstü bir anlayışın imkansızlığı yönünde kötümser bir hava es
tirdi. Wittgenstein'ın felsefesinin kolları, "yaşamın biçimleri"
adını verdiği, indirgenemez özgünlüğe işaret ettiği şeklinde yo
rumlandı. Dilbilimde Benjamin Lee Whorf, değişik dillerin, kul
lanıcılarına birbirinden kökten bir şekilde ayrılan farklı zihinsel
dünyalar dayattığına birçok insanı inandırdı. 2 Thomas Kuhn'un
oldukça etkili Bilimsel Devrimlerin Yapısı ( 1 962) başlıklı çalışması,
nesiller boyu üniversite öğrencilerini bilimde çağların birbirlerin
den entelektüel olarak o kadar yalıtılmış olduklarına ikna etti ki,
birbirini anlama ve eleştiri imkansızdı. Farklı "paradigma"larda
çalışan kimyacılar ve astronomlar iletişim kuramıyorken, geri
kalanlarımızın birbirinden uzak kültürlerin insanları arasındaki
uçurumu kapatmakta ne şansı olabilirdi ki?
Antropoloji ortaya çıktı ve bu tabloyu destekledi. Kabile top
lumlarını ele alan erken dönem çalışmalardaki ırkçılığa ve kültür
merkezciliğe gösterilen anlaşılır tepki, savaş sonrası dönem
antropologlarının evrimsel ilkelere tabi, evrensel bir insan doğa
sını şekillendirebilecek bir kültürler üstü değerler arayışına sırt
çevirmelerine sebep oldu. Margaret Mead ve Clifford Geertz gibi
yazarların gölgesinde genç etnografyacılardan bekl enen, saha
2. Whorf (1956); Kuhn (1962). Margaret Mead ( 1949), kitapları ve dergi yazıları
yoluyla savaş sonrası dönemde oldukça etkili oldu. Clifford Geertz (1973) için de
aynısı söylenebilir. Eskimoların kar için kullandıkları kelimeler hakkındaki şehir
efsanesi için bkz. Pinker (1994), s. 64-65 veya [w/s eskimo words snow].
20
çalışmalarından kabilelerinin dünya görüşleri ve değerlerinin
özgün ve özel olduğu, Batı kültürününkilerle karşılaştırılamaya
cağı argümanlarıyla dönmeleriydi. Yöresel kabileler kendi kültü
rel gerçekliklerini inşa ettiklerine göre onların yaşayışlarını
kendimizinkiyle karşılaştırmak aptalca hatta daha beteri emper
yalistçe ve aşağılayıcıydı. Bir antropoloğun belirttiği gibi yazı
öncesi kabilelerin bizimki gibi bir "sanat" anlayışı olmadığını
"söylemeye gerek bile yoktu". Mademki Eskimoların kar için beş
yüz kelimeleri vardı öyleyse bizimkine tamamen yabancı bir kül
türel dünyaları olmalıydı.
Üniversiteden sonra Barış Gönüllüsü olarak Hindistan'ın kırsal
bölgelerine doğru yola çıktığımda bu genel görünümü, sadece
Eskimoların karla ilgili kelime dağarcığı mitini değil genel olarak
kültürlerin karşılaştırılamaz olduğu fikrini büyük oranda kabul
lenmiştim diyebilirim. Ancak Andhra Pradeş'te bu akademik dog
malar benim köy gerçekliği tecrübemle karşı karşıya geldi. Şurası
kesin ki, bir Dravidyan dili konuşan, kast sisteminin ve Hinduizmin
tamamen hüküm sürdüğü bu kadim kültür bir Güney California
değildir. Ama temel insan kategorileri -umutlar, korkular, buda
lalıklar, zaaflar ve insan hayatını motive eden tutkular- Hindistan
sanatının çoğu gibi tamamen anlaşılabilirdi. Müzik altyapım ço
ğunlukla Avrupa geleneği, özellikle de piyano literatürüyle sınırlı
olsa da Haydarabad'da kendisi de Ravi Shankar'ın öğrencisi olan
Pandit Pandurang Parate'den sitar çalmayı öğrendim. Carlo Gesu
aldo, Duke Ellington'a ne kadar uzaksa, bu enstrümanı çalmak ve
repertuarın bir kısmını öğrenmekle kapılarını araladığım müzik
dünyası da Batı müziğine o kadar uzaktı. Ritmik dürtülerin çeki
ciliği, armonik beklenti, canlı yapı ve uhrevi tatlılıktaki ezgi, kül
türel farklılıkları kolayca aşar.
Yıllar sonra başka bir estetik yöne dönmüş, Yeni Gine'nin kuze
yindeki Sepik Nehri bölgesinde yaptığım saha çalışmasıyla birlikte
Okyanusya heykeline yakın ilgi duymaya başlamıştım. Orta Sepik
köyü, Yentchenmangua'da her ikisi de saygıdeğer oymacılar olan
Pius Soni ve kuzeni Leo ile birlikte onların akıl hocaları Petrus Ava
ile çalıştım. Araştırmamın başlıca hedefi, yerel güzel sanat ölçütle
rinin Batı'daki Sepik sanatı meraklılarının ve uzmanlarınınkiyle
uyuşup uyuşmadığını ortaya çıkarmaktı. Vardığım sonuç tartışma
ya yer bırakmıyordu: Sepik güzellik standartları, müzelerde kap-
21
samlı Sepik koleksiyonları görmüş ancak ülkeye adımını dahi
atmamış küratörler ve koleksiyonerlerin de dahil olduğu Batılı
uzmanların standartlarıyla eşleşiyordu.
Ama sanat dünyalarının birbirlerinden tamamen soyutlanmış
tek başına birimler olduğu düşüncesi zaten anlamsızdır. Chopin'in
Kore'de çok sevildiğinin, İspanyolların Japon baskıları koleksiyonu
yaptığının veya Cervantes'in Chicago'da okunduğunun, Shakes
peare'in Çin'de de insanlara zevk verdiğinin hatırlatılmasına ihtiya
cımız var mı? Bütün dünyayı kasıp kavuran pop müziğinden ve
Hollywood filmlerinden söz etmiyorum bile. Estetik zevk ve başa
rıyı mümkün olan en geniş bakış açısıyla tekrar incelemenin zama
nı geldi artık. Gerçekten de sanata getireceğimiz bir evrim anlayışı
ondan aldığımız zevki artırabilir. Sürekli şoka uğratma veya kafa
karıştırma çabası son zamanlarda sanatı epey yanlış yollara yönlen
dirdi. Darwinci estetik, güzellik, beceri ve zevki yüksek sanatsal
değerler olarak hayati konumlarına geri getirebilir. Charles Darwin
sanatı sadece kültürel değil aynı zamanda doğal bir olgu olarak da
düzgün bir şekilde çalışmanın temellerini atmıştır. Umarım hem
onun hem de başarıları bizleri öylesine cezbeden büyük sanatçıların
hakkını verebilmişimdir.
22
B ölüm 1
Manzara ve Özlem
24
Amerikanın en çok aranan yemeğini yapmışlar: Çikolata kaplı
pizza parçalı hamburger aromalı dondurma. İnsanların resimlerde
George Washington gibi insanları, Afrikalı vahşi hayvanları ve
çocukları sevmesi, hepsini bir arada aynı resimde görmek istedik
leri anlamına gelmez.
Yine de, çok şaşırtıcı bir gerçeği de ortaya çıkardığı için Halkın
Seçimi projesini olduğu gibi göz ardı etmek de doğru olmaz. Pek
çok farklı kültürden insan aynı genel türde görsel temsile meylet
mişlerdir: Ağaçlar, açık alanlar, su, insanlar ve hayvanların olduğu
bir manzara. Daha da kayda değer olan dünyanın her yerinden
insanların aynı denebilecek türde manzaraları tercih etmesi. An
laşılan Kenyalılar, New York'un kuzey bölgelerini andıran manza
raları bugünün Kenya'sında görebileceğimiz türden bitki örtüsü ve
arazi yapısı olan manzaralara tercih ediyor. Projenin ürünü olan
verilerin ve resimlerin sunulduğu Painting by Numbers adlı kitap
ta yer alan bir röportajda, Alexander Melamid (görünüşe göre bir
ses kayıt cihazına) şöyle diyor:
Komik bir şey gibi gelebilir ama işte, bilirsiniz, sanıyorum bu mavi man
zara ilk başta düşündüğümüzden daha ciddi. Anketi yapmadan önce
insanlarla konuştuk, sonra ülkenin her yerinde şehir meclislerindeki
toplantılar. . . doğrudan konuştuğunuz hemen herkes -ki halihazırda
yüzlerce insanla konuşmuşuz- kafalarında böyle bir mavi manzara var
dır. Bu, oraya yerleşmiştir, şaka değildir. En ince ayrıntısına kadar göre
biliyorlar. Bu yüzden merak ediyorum işte, belki de mavi manzara
genlerimizde yazılıdır, içimizdeki cennettir, hepimiz mavi manzaradan
gelmişizdir ve orayı istiyoruzdur... Şu anda Çin, Kenya, İzlanda vs gibi
birçok ülkede anketleri tamamlamış durumdayız ve sonuçlar şaşırtıcı
derecede benzerlik gösteriyor. İnanabiliyor musunuz? Kenya ve İzlanda.
Lanet olası koca dünyada birbirinden daha farklı ne olabilir? Ama ikisi
de aynı mavi manzarayı istiyor.
25
hington ile bir hipopotamın sahneyi paylaşmasına kızar, Amerika'nın
En Çok Arananı'nı ironik bir şekilde kimsenin aramadığı "muzip"
bir tablo olarak tanımlar. Amerikan zevkine dair bir anketin so
nucunda "Hudson River Biedermeier" tarzı bir manzara ortaya
çıkmasını normal karşılar. Ama onu da şaşırtan bir şey var ki o da
tüm dünyada En Çok Aranan tablolarının bir iki ayrıntı dışında diğer
bütün En Çok Aranan tablolarına benzemesi bakımından, sonuçların
şaşırtıcı derecede uyumlu olması ... ve en azından üzerinde düşünmeye
değer olan dünya genelinde rastgele seçilmiş topluluklarda "en çok ara
nanın'', sanatçıların Amerika'nın En Çok Arananı için icat ettikleri genel
leyici, özelliksiz, gerçekçi tarzda tablolar olması. .. "En çok aranan tablo"
uluslar üstü ifade etmek gerekirse bir 19. yüzyıl manzara resmi ... bugün
artık dejenere olmuş örnekleri Kalamazoo'dan Kenya'ya tüm dünyada
takvimleri süsleyen tarzda bir tablodur. 2
27
dağlık bölgelerde yaşıyor olmasalar da muhakkak ki varlıklarından
haberdardırlar.
Danto'ya göre, Kenyalıların manzara tercihi Biedermeier tarzı
Hudson River'la örtüşüyorsa bunun sebebi, Hudson River ekolü
imgelemin Afrikalıların zihinlerine nasıl olduysa güçlü bir biçim
de işlenmiş olmasıdır. Bunun kaynağını da belirlediğini düşünür:
Afrikalıların %9l'inin evlerinde bulunduğunu söylediği takvimler.
Bir anlığına mavi manzaradan hoşlanma durumunun insan zih
ninin doğuştan gelen bir özelliği olabileceği şeklinde kuramsal bir
ihtimali değerlendirse de çabucak bu düşünceyi bir kenara koyar
ve bütün sorumluluğu takvim endüstrisine yükler. Danto'nun
çizdiği çerçeveye göre, Afrikalıların belirli bir tarzda imgelerden
hoşlanmaları ancak başka imgelere maruz kalmayla, bir görsel
kültürleştirme süreciyle açıklanabilir. Bu onun meseleye bakarken
kullandığı sanat eleştirmeni gözüyle de uyumludur: Amerika'nın
En Çok Ara na nı 'nı Beidermeier ve Hudson River Ekolü tarzı olarak
değerlendirir. Halbuki Komar ve Melamid'in bu tablosu New
York'tan Yeni Zelanda'ya, Alaska'dan Asya'ya veya Afrika'ya kadar
her yerde görülebilecek su ve etrafını çeviren yemyeşil ormanlarla
çevrili tepeleri resmeden gerçekçi bir temsildir.
Danto'nun, bireylerin manzara tercihlerini imgelere maruz
kalma yoluyla edindiğinden emin olması dikkatle gözden geçiril
memiş bir önkabuldür, üstelik yanlıştır da. İnsan ve genel olarak
hayvan hayatı, deneyim ve öğrenme yoluyla ortaya çıkarılıp şekil
lendirilmiş olsa bile imgeler veya başka şeylere maruz kalma yo
luyla öğrenilmemiş ilgi, eğilim ve duygularla doludur. Bir örnek:
Ders verdiğim Yeni Zelanda Üniversitesi'ndeki ofisimin penceresi
yüksek ve önü de güvercinlerin tünemesine, yuva yapmasına çok
müsaittir. Ama ne kadar sevimli olsalar da bu hayvanlar aşırı pis
tir. Sonunda önünü o kadar sağlıksız hale getirdiler ki pencereyi
sürekli kapalı tutmak zorunda kaldık. Bunları nasıl uzak tutabilir
dik? Benim çözümüm pencerenin önüne bir lastik yılan koymak
oldu. Kuşların konduğunu, yılanı görüp hemen ayrıldıklarını gör
düm. Bir daha da gelmiyorlardı. İşin tuhafı şu ki, Yeni Zelanda'da
birkaç yüz nesildir Avrupa güvercini bulunsa da yılan yoktur ve
hiç olmamıştır. Dolayısıyla güvercinlerin bu korkusu ne yılanlarla
karşılaşmaktan ne de yılan imgelerinden kaynaklanır. Yılansız Yeni
Zelanda'da bu, doğal soyaçekimin mükemmel bir örneğidir: Bu
28
bölgede gerekli olmadığı halde güvercinlerde nesilden nesile geçen,
doğuştan gelen bir korku tepkisi.
İnsanların manzaralara tepkileri de soyaçekim örnekleri sergiler.
Komar ve Melamid'in deneyleri de başlangıçta amaçları farklı olsa
da bunun müthiş bir göstergesidir. Rus sanatçıların keşfettiği ve
rimli mavi manzara dünyanın her yerinde bulunur çünkü doğuştan
gelen bir tercihtir. Bu tercih sadece kültürel geleneklerle açıklanamaz.
Özellikle, en sevdikleri resimler sorulduğunda neden Kenyalıların
bile Hudson River Ekolününü düşündükleri sorusuna dünya takvim
endüstrisinin nüfuzunun yanıt olabileceğini düşünmek, takvimle
rin ve tamamen farklı kültürlerde ortaya çıkardıkları resim tercih
lerinin, doğuştan gelen eğilimlerden faydalandığı şeklindeki daha
makul hipotezin göz ardı edilmesine sebep olur. Belirli tip manza
raların bu temel çekiciliği toplumsal olarak inşa edilmemiş, modern
insanın evrildiği 1 ,6 milyon yıl süren Pleistosen dönemden miras
kalmıştır. Takvim lobisi insanların zevkini etki altına almak için
komplo kurmamış, sadece daha önceden varolan, takvim öncesi
insan tercihlerine hitap etmiştir. Asıl soru şu: Neden ısrarla böyle
mavi, su bulunan manzara tercih ediliyor?
II
Danto, en sevdikleri manzara sorusuna Kenyalıların herkesle
aynı yanıtı vermesi meselesini, paradigma kuramın psikoloji lite
ratürüne dayanarak açıklar. Ancak bu kültürler üstü m anzara
tercihini çok daha iyi açıklayabilecek bir psikoloji ekolü mevcuttur.
Bu bir kısmı istatistiksel (Komar ve Melamid'in anketine benzer)
olmakla birlikte, doğal yaşam alanı tercihlerindeki benzerlikleri
açıklayacak hipotezler sunarak kuramsal da olan geniş kapsamlı
bir literatürdür. Ardındaki fikirler eski olsa da çağdaş zamanlarda
hayata dönüşü 1 970'lerde Jay Appleton tarafından, özellikle de The
Experience of Landscape adlı kitabıyla başlatıldı. Appleton'ın fikir
leri Roger S. Ulrich tarafından derinleştirilip genişletildi; Stephen
ve Rachel Kaplan tarafından biliş ve algı gibi daha geniş konulara
bağlandı; Gordon H. Orians ve Judith H. Heerwagen tarafından
da onaylanarak özetlendi. Orians, insanın doğası gereği hoş bula
cağı ideal manzara türünün genel bir tanımını yaptı.3 Ortaya koy-
3. Bkz. Appleton ( 1 975); Ulrich (1993); Kaplan and Kaplan ( 1 982); Orians and Heerwa
gen (1992); Kaplan (1992). Steve Sailer'ın web üzerinde harika bir resimli yazısı vardır.
29
duğu formüle göre bu manzaranın, insansıların şempanze
soyundan ayrıldığı ve erken insan evriminin çoğunun gerçekleş
tiği Doğu Afrika savanaları ve ormanlık alanlarıyla birçok ortak
noktası vardır. Bu sebeple "Savana Hipotezi" olarak adlandırılır.
Bu manzara türü kısaca şu unsurları içerir:
30
lan Acacia tortilis bulunur. Orians ve Heerwagen'in testleri,
kültürler üstü tercihin dal ve yaprak kısmı orta yoğunluklu, yere
yakın bir kısmından itibaren çatallanan ağaçlar ( 1 7. yüzyıl Hollan
da resminde sıkça rastlanan bir ağaç tipi) yönünde olduğunu gös
terir. Dal ve yaprak kısımları çok cılız veya çok yoğun olan ağaçlar
ile ilk dalları insanın uzanamayacağı yerlerde olan ağaçlar daha az
tercih edilmiştir. Tırmanılabilir bir ağaç, Pleistosen devirde yırtı
cılardan kaçmak için bir araçtı ve ölüm kalım meselesi hakkında
ki gerçek bugün ağaçların bize estetik görünmesi (ve çocukların
onlara tırmanmaya bayılması) şeklinde kendini gösterir.
Manzara tercihi her zaman vahşi, bakir topraklardan yana ol
mayabilir çünkü bunlar bazen sezgisel olarak ürkütücü görünebi
lir. Doğal savana benzeri manzaraların çekiciliği insan yerleşiminin,
kontrolünün ve müdahalesinin izleriyle artırılabilir. Belirtilen ala
nın bir kısmının otlatıldığı belli olabilir. Uzaklara doğru bir yol
veya bacasından kıvrıla kıvrıla duman yükselen bir kır evi resmin
cazibesini artırabilir. Böyle Pleistosen sonrası yerleşim veya tarım
izlerinin takvimlerde, kartpostallarda klişe haline gelmesinin se
bebi belki de bir manzarayı insanlaştırmaları, daha az tehditkar
kılmalarından dır.
Manzaraya gösterilen tepki aynı zamanda görüntünün sundu
ğu keşifve ortamı tanıma, araziyi "okuma'' olanaklarına da bağlıdır.
Stephen ve Rachel Kaplan'ın deneysel çalışması en çok arzulanan
ların orta seviyede karmaşık manzaralar olduğunu gösterir. İçinden
geçilemez bir orman gibi çapraşık detaylar veya dümdüz açık ova
gibi sıkıcı basitlikler istenmeyen aşırılıklardır. Tercih edilen man
zaraların ortak özelliği tutarlılık ve anlaşılabilirliktir. Böylece man
zara tanınmaya olanak sağladığı gibi keşfe davet de eder. İnsan
yapısı veya doğal bir yol, yürünebilecek kadar düz bir zeminle
birlikte keşif için en yaygın işarettir. Bu yüzden cazip manzaralar
izleyicinin dikkatini çoğu zaman kıvrılarak gözden kaybolan bir
nehir yatağına ya da tepelere doğru uzanan veya verimli bir vadi
ye doğru inen bir patikaya odaklar. Bakışları ister istemez üzerine
çeken bir odak noktası ya da ufuktan bir parçanın görünür olma
sı manzaranın anlaşılabilirliğini, böylece görsel cazibesini artırır.
Stephen ve Rachel Kaplan, yolu takip edersen, nehrin kıvrımı
nın ötesine bakarsan "manzaranın derinliklerine doğru seyahat
edersen yeni bilgiler edinebilirsin" hissi şeklinde tanımladıkları bir
31
gizem unsurunun da tercih edildiğine vurgu yapmışlardır. Gizem
algısının, manzara tercihinin "daha uzun menzilli, gelecek boyutu"
yönünü ifade ettiği tahmininde bulunurlar. Manzaraların tüm
bileşenlerinin içinde insanın hayal gücünü en çok harekete geçiren
gizemdir ki bu bir sanat biçimi olarak manzara için çok önemlidir.
Son olarak, Jay Appleton'ın en özgün hipotezlerinden biri ilgi
uyandırmaya devam ediyor: "Seyirlik ve sığınak" fikri. Önermesi
ne göre bir manzaranın çekiciliğindeki temel unsur, görünmeden
görebilmenin mümkün olup olmamasıdır. İnsanlar durup araziyi
inceleyebilecekleri bir seyirlik isterler ve aynı zamanda da kendi
lerini bir sığınağın güvenliğinde hissetmekten hoşlanırlar. Dağın
yamacındaki bir mağara, bir çocuğun ağaç evi, tepede bir ev, kra
lın kalesi, çatı katı dairesi ve manzaralı oda hep cazip durumlardır
(aslına bakarsanız birkaç istisna dışında yüksekteki konutlar tüm
dünyada daha pahalıdır). İnsanlar açık ama tanıdık olmayan bir
parkın içine doğrudan hemen dalmaktansa kenarından inceleme
yi tercih ederler. Üstünün bir şekilde kapalı olması (ağaç, uçurum
cephesi, çardak, çatı), dışardan gözlenmeye ve arkadan saldırıya
uğramaya karşı "güvenli" olmasıyla birlikte tercih sebebidir. En
çekici manzaralar gerçekte olduğu gibi resimde de bu unsurların
bazılarını bir araya getirme eğilimdedir. Aslına bakarsanız resim
sanatı tarihinde manzara temsillerinin çoğu izleyiciyi, örneğin, bir
vadiye doğru bakıyorsa bir uçurumun kenarına ya da yer seviye
sindeyse l 80cm boyundaki bir insandan daha yüksekte iyi bir
görüş noktasına yerleştirir (Şehir manzaralarında bile gözlem
noktasına dikkat ederseniz sanatçının merdivene çıkmış gibi ol
duğunu fark edersiniz).
Bu manzara tercihleri ve ilişkili arazi çeşidi ilgileri geçtiğimiz
yirmi yıl boyunca çok kapsamlı deneysel çalışmalara konu oldu.
Tekrarlanmış, çok bilinen bir araştırmada J.D. Balling ve J.H Falk
beş doğal manzara türüne ait fotoğrafı altı farklı yaş grubuna gös
tererek hangilerini "yaşamak", hangilerini "ziyaret etmek" için
tercih edeceklerini sordu.4 Manzara türleri tropik orman, iğneyap
raklı orman, yaprak döken orman, Doğu Afrika savanası ve çöldü.
Fotoğrafların hiçbiri su veya hayvan içermiyordu. Yaş grupları
4. Arazi unsurlarında güvenlik hissi için bkz. Ruso vd (2003 ); yaş tercihleri için, bkz.
Balling ve Faik (1982). Synek ve Grammer çalışması (tarihlendirilmemiş) sadece
web üzerinde [w/s synek grammer aesthetics] . Elizabeth Lyons (1983) manzara ter
cihlerinde cinsiyet farklılıklarını tartışır.
32
sekiz, on bir, on beş, on sekiz, otuz beş ve yetmiş ve üzeriydi. On
beş yaş ve sonrasında manzara tercihleri yaprak döken orman,
savana ve iğneyapraklı orman eşit ama her biri tropik orman ve
çöllerden yüksek olmak üzere çeşitlilik gösteriyordu. Çöller bütün
yaş gruplarında en az tercih edilen oldu. En çarpıcı bulgu en genç
gruptaydı: Sekiz yaş grubu savanaları hem yaşamak hem de ziyaret
etmek için diğer bütün yaş gruplarından daha fazla seçti. Bu so
nucu alışkanlıkla açıklamak zordur. Zira Komar ve Melamid'in
Kenyalılarının Hudson Nehrini görmemiş olmaları gibi, bu sekiz
yaşındaki çocukların da hiçbiri hayatlarında bir savana ortamında
bulunmamışlardı.
Bu yaş bağlantılı bulguların ayrıntılarına inen Erich Synek ve
Karl Grammer, ergenliğin başlangıcıyla birlikte manzaralara gös
terilen tepkilerde dikkate değer bir değişim olduğunu ortaya koy
du: Daha genç çocuklar karmaşıklık seviyesi az, daha düz, savana
tipi manzaraları tercih ederken on beş yaşında artık daha dağlık,
ağaçlık ve karmaşık manzaralara yöneliyorlar. Synek ve Grammer
bunu Balling ve Falk'un sonuçlarının kısmen tekrarlanması olarak
değerlendirir ancak aynı zamanda ev dışında geçirilen zamanın,
manzaralara gösterilen tepkide karmaşıklaşmayı artırdığını gös
terdiğini düşünürler.
Bir başka deyişle ev dışı deneyim manzara zevkini, erken yaş
lardaki varsayılan ayarlarından uzaklaştırır. Ancak böyle değişken
likler öznel göreliliği veya bu tür zevklerin toplumsal yapılar
olduğunu kanıtlamaz: Yaşa göre sistematik ve öngörülebilir bir
şekilde değişmeleri, bunların doğal istidat yapısındaki yerlerinin
bir göstergesidir. Aynı şekilde Elizabeth Lyons kadınların erkekle
re nazaran manzaralarda bitkilerden daha çok hoşlandıklarını
gösterdi ki bunun muhtemel bir evrimsel kaynağı vardır: Kadınlar
sığınak olanaklarının bol olduğu, meyve ve çiçekli bitki dolu man
zaraları tercih ederken, erkeklerin dikkati seyir imkanının yüksek,
avlanma ve keşif olanaklarının bulunduğu manzaralara yönelir.
Daha kültürel bir açıdan konuşmak gerekirse de bazı çalışmalar
tüm kültürlerde çiftçilerin diğer nüfus gruplarına kıyasla verimli
görünümlü tarım arazilerini, diğer manzara türlerine daha fazla
tercih ettiklerini göstermiştir. Bu kesinlikle evrimsel bakış açısıyla
çelişen bir durum değildir: Hayat gayeleri, deneyimler ve tanıdık
yerel çevreler manzaralara dair doğuştan gelen ilgileri ve onlardan
33
faydalanma kabiliyetlerimizi biçimlendirir. Bu, bir dil öğrenmenin
bireyin dilsel kapasitesini sonsuza kadar şekillendirmesi kadar
olağandır.
III
Yaşam alanı seçimi, Pleistosen dönemde insanlar (ve ilkel in
sanlar) için ölüm kalım meselesiydi. Orians ve Heerwagen,5 yaşam
alanı tercihinin belirleyici önemini, okurlarından aklı başında, zeki
bir avcı toplayıcı türün üyesi olarak yaşasalardı hayatları nasıl
olurdu diye ciddi bir şekilde düşünmelerini isteyerek çok güzel
gösterilmişlerdir. Bu göçebe Pleistosen hayatı "ömür boyu süren
bir kamp gezisi" olarak adlandırırlar. Bizim için kamp yapmak
modern yaşamdan kısa bir kaçamaktır; atalarımız içinse doğada
yaşamak tek varlık biçimiydi. Yetişkinler ve çocuklardan oluşan
küçük grubunuzun arasında uyanırsınız. Fark edersiniz ki yeme
ğiniz bitmek üzere, hep beraber yola çıkarsınız. Ufuktaki bulutlar
uzaklarda yağmur yağdığını göstermektedir. Bu yüzden o tarafa
yönelirsiniz. Güneş tepeye vardığında sıcaktan bir ağaçlığın göl
gesine sığınırsınız. Grubunuzdaki kadınlar önceki yıldan hatırla
dıkları kadarıyla buralarda bir yerlerde şekerli çalıyemişi olup
olmadığını tartışırlar. Erkekler av hayvanı bulma ihtimallerini
konuşup ne olur ne olmaz diye ok hazırlarlar. Uzaklardan gelen
gök gürültüsü kurak mevsimin artık sona yaklaştığının habercisi
dir. Grup uykuya dalar ama bazıları şafak sökerken yakınlardan
gelen yüksek bir sesle uyanır -büyük bir hayvan-. Grup, gündo
ğumunda Orians ve Heerwagen'ın dediği gibi "binlerce nesil süre
cek" bir hayatta yeni bir güne başlamak üzere tekrar yola çıkar.
Atalarımızın baktığı noktadan bu yaşam biçiminin bir başlan
gıcı veya sonu olduğunu hayal etmek mümkün değildi. Günümüz
den geriye doğru Sokrates ve Platon zamanına ulaşmak için 1 20
nesil gitmemiz yeterlidir. Antik Atina'dan daha da geriye yazının,
tarımın icadına ve ilk şehirlere ulaşmamız için çok daha geriye,
380 nesil daha gitmemiz gerekir. Ancak Pleistosen dönemin ken -
disi -bizi insansı atalarımızdan ayıran ve biz yapan zevklerimizi,
akli ve kişilik özelliklerimizi ve duygusal istidatımızı edindiğimiz
dönem- seksen bin nesil uzunluğundaydı. Bu kadar uzun bir süre
boyunca insanlar Afrika'dan çıktılar ve savanalardan çok farklı
35
seksen bin nesil düşünülürse sağ tarafa, yani düz veya tepelik, yer
yer ormanların ve açık arazilerin bulunduğu yeşil, sulak bölgenin
seçilmesinin ortalamada sağlayacağı küçük bir avantaj, böyle bir
tepkinin türde duygusal ve estetik tercih seviyesinde izler bırak
ması için yeterlidir.
Duygu mekanizmaları üzerine bir tartışmada John Tooby ve
Leda Cosmides6 burada sorulan soruya ilişkin bazı meseleleri
gözden geçirirler: Neden bütün tercih olgularının rasyonel hesap
lama yoluyla açıklanmasını beklemeyelim? İnsan zihni, kullandık
ları bilgisayar metaforunda "programlar" diye adlandırdıkları,
insansı atalarımızın karşılaştığı sorunları çözecek doğuştan gelen
rutinlerden oluşan "sıkışık bir ağ"dır. Yılan korkusu örneğinde
olduğu gibi, bunlar yüz tanıma, toplayıcılık, eş seçimi, uyku yöne
timi ve yırtıcılara karşı tetikte olma örnekleri gibi oldukça özelleş
miş olabilir. B öyle rutinler gerçek hayat bağlamında birbiriyle
çelişebilir. Suya erişim isteği, su kaynağının yakınlarındaki tehli
keli yırtıcı hayvanlardan uzak durma isteğiyle çelişebilir. Bu yüzden
bazı daha geniş etki alanları, bunların üzerini Tooby ve Cosmides'in
tanımladığı şekliyle "üst düzenleyici programlar"la kaplar. Duy
guların, bu şekilde bir arada daha pürüzsüz çalışsınlar diye zihnin
alt programlarını "yönlendirme" işlevi vardır. Tooby ve Cosmides
korku örneğini verirler. "Takip ve tuzak" durumuna müsait bir
gecede yürüyen insanı ele geçiren bu duygu (Pleistosen dönemde
bir yağmur ormanı olabileceği gibi modern bir şehrin balta girme
miş asfaltı da olabilir), hayatta kalmaya dair güçlü sonuçlar ürete
bilir. Korku d ikkatin yönünü değiştirebilir ve algıyı
keskinleştirebilir (hışırdayan çalılıklar daha net duyulur), motivas
yon ve amaçlara etki edebilir (o anda gittiğiniz yeri düşünmez,
açlığınızı unutursunuz vs), bilgi edinme önceliklerini yeniden
yönlendirir (bebeğim nerede?), bütün eylem bağlamını güvenliden
tehlikeli duruma çevirir ve hafızayı, çıkarım sistemlerini, davra
nışsal karar verme kurallarını tersine çevirir. Bu anlamda korku
duygusu sadece yoğun bir adrenalin salgısından çok daha karma
şık bir şeyi harekete geçirir. Algılamanın sınırlarını zorlayıp hem
rasyonel hem de otomatik kararları tetikleyerek kişinin bütün bir
görüşünü ve tepkisini etkiler.
7. Wilson'ın ( 1998) yılanlara gösterilen tepkilerle ilgili kadim ve adaptif olanı yeni ve
kültürel olana bağlayan kapsamlı bir tartışması bulunur, s. 7 1 -8 ! .
37
varlığından daha çok endişeleniyorlardı. Evrim onlara hayat vere
rek ve soylarını devam ettirme olanağı tanıyarak korkularını ödül
lendirdi. Tıpkı uçurum kenarına çok yakın durmaktan korkan veya
çürüyen, zehirli etin kokusunu itici bulanları ödüllendirdiği gibi.
Pleistosen dönemde yaşam alanı seçimi ölüm ve kalımı belirleyen
etmenlerden biriydi. Manzaralara karşı kayıtsızlık bir tarafta yı
lanlara, tehlikeli uçurumlara ve zehirli yiyeceklere, diğer tarafta da
seks, bebekler ve yağlı yiyeceklere kayıtsız kalmak kadar evrimsel
olarak olanaksızdır.
IV
Manzara resmi tarihi potansiyel Pleistosen yaşam alanlarından
çok daha fazlasıyla ilgilidir. Sonsuz kutup karlarından çöllere ve
yoğun balta girmemiş ormanlara kadar hayal edilebilecek her
manzara türünü ele almayı gerektirir. Bir sanat biçimi olarak
Japonya'dan Çin'e ve Avrupa'dan Yeni Dünya'ya manzara resmi,
ulusal sanat tarihlerinin kendilerine has vurguları ve tarz değişik
likleri kadar insanların tarihsel olarak toprağa karşı tutumlarından
da çok etkilenmiştir. Manzara sanatı egzotizm veya farklı olanı
deneyimleme isteğiyle güdülenmiş, birçok yönden dini hatta siya
si değerlerle koşullandırılmıştır. Ortaçağlarda Avrupalılar günü
müzün normal şehirlisinin doğa sevgisini paylaşmıyorlardı.
Örneğin, Albrecht Altdorfer'in 1 6. yüzyıl soğuk, tehditkar Alp
formları, dağları uğursuz olarak resmeder. Karanlık ormanları
köyden fazla uzaklaşan herkesi yutmaya hazır gibidir. Genel olarak
doğanın gücüne maruz kalınan yerlerde yaşayan insanlar onun
güzelliklerinden daha az etkilenme eğilimindedirler. Modern me
deniyetin yükselişi beraberinde doğanın artık bir tehdit değil,
zararsız ve hayret uyandırıcı olarak algılanmasını beraberinde
getirmiştir. Hatta manzaralar olağan deneyimden o kadar uzak
görünebilir ki onlara dair tercihlerimiz değişik mutfaklar veya
giyeceklerle ilgili tercihlerimiz gibi normal gelebilir. Bu anlaşıla
bilir bir hatadır ama yine de hatadır.
Artık topraktan beslenen göçebe avcılar olmadığımız için uzak
atalarımızın avantajlı coğrafyalar karşısında hissettikleri bugün
pek işimize yaramaz. Yine de modern zihinlerimiz, bu duygularla
şaşırtıcı ve beklenmedik bir yoğunlukla dolup taşabilir çünkü hala
o kadim göçebelerin ruhunu taşıyoruz. Bütün yaşamlarını şehir-
38
lerde geçirmiş insanlar kendilerini kıvrımlı bir köy yolunda bir
vadiye doğru inen bir yolun başında bulabilir. Öndeki yeşil çayır
lar ve meşe ağaçlarının içinden geçen yol ilerde yaşlı ormanın iç
lerine doğru kaybolur. İki tarafı yeşilliklerle dolu bir dere, bir süre
yolu takip edip gözden kaybolsa da etrafında serpilen yaşlı ağaçlar
aktığı yönü belli etmektedir. Vadinin daha da içlerinde yolda son
bir kıvrım göze çarpar. Daha da ötesinde tepeler mavimsi, puslu
bir renge dönerek, büyük kümülüs bulutlarıyla çevrelenmiş dağ
lara karışmaktadır. Böyle manzaralar karşısında insan durup yoğun
bir özlem ve güzellik duygusuyla, o vadiyi keşfedip yolun nerelere
gittiğini görme arzusuyla bakakalabilir. Bugün bizi biz yapan ilkel
atalarımızın patikaları ve nehir yataklarını takip ederek ufka doğ
ru katettiği yollardır. Böyle zamanlarda türümüzün kadim geçmi
şinin kalıntılarıyla yüzleşiriz.
39
B ölüm 2
Sanat ve İnsan Doğası
1. Pinker ( 1994), s. 430. Jeremy Coote, Coote ve Shelton'da ( 1 992) Dinka sığır işaret
lemeleri beğenilerini tanımlamıştır. Çocukların dili "büyüttüğü" fikri ve Chomsky'nin
evrensel dilbilgisinin genel bir açıklaması için bkz. Pinker ( 1 992), s. 35 ve Pinker ve
Bloom ( 1 992).
41
sının tüm kültürlerce paylaşılması ve dillerin evrensel, dil öncesi
ilgiler, ihtiyaçlar ve kapasitelere bağlı olmasıdır.
Dil yetileri hayret verici karmaşıklıktaki doğal yetenekleri göz
önüne seren belirli ve öngörülebilir bir süreçle bebeklikten itibaren
ortaya çıkmaya başlar. Doğal bir dille konuşabilme bir insan top
luluğuna doğan her normal bebekten beklenebilir. Bunun doğuştan
gelen bir kapasite olduğuna kanıt olarak, örneğin, konuşmayı öğ
renmek için hiçbir emek gerekmezken tarihsel olarak yeni sayıla
bilecek okuma yazma faaliyetlerini öğrenmek için çocukların ne
kadar çaba sarf etmeleri gerektiğine bakılabilir. (Çocukların ko
nuşmayı "öğreniyor" sayılmamaları gerektiği de öne sürülmüştür.
Buna göre çocuklar büyüdükçe emeklemekten yürümeye sonra da
koşmaya geçtikleri gibi zihinsel yaşamın doğal bir uzantısı olarak
dili de "büyüterek" etraflarında konuşan diğer insanlar vasıtasıyla
geliştirirler.)
Dil ediniminin aşamaları, "annecenin" kültür üstü doğası, diller
çarpıştığında pidginlerin öngörülebilir şekillenmesi gibi deneysel
ve tarihsel kanıtlar, dilsel çeşitliliğin altında yatan türe özgü zihin
sel mekanizmaların varlığını ispatlar. Noam Chomsky'nin birbi
rinden türemiş yerel dillerin temelinde yatan evrensel dilbilgisi
terimi böyle bir mekanizmadır. Bu mekanizma, aynı şekilde ev
rensel özellikler sergileyen dil dışı ihtiyaçlar, arzular ve duygularla
ilgilidir. Örneğin, konuşma eylemlerinin tonu ve vurgusu, korku,
acı veya coşku bildiren yüz ifadeleriyle bağlantılıdır. Böylesi duy
gusal deneyimlerin kökü dildekiler de dahil olmak üzere türü
belirleyen deneyim ve duyusal ifadelere hükmeden zihinsel meka
nizmalardadır.
Dilin temelinde yatan zihinsel mekanizmalara işaret etmek, o
dili konuşan insanlar için aynı zamanda sonuna kadar kültür ve
tarihle iç içe geçmiş olduğunu inkar etmek anlamına gelmez. Ke
lime dağarcığımız ve ifade biçimlerimiz sonsuzluk derecesinde
çeşitlidir ve temel kural yapılarının aksine kültürel olarak üretil
mişlerdir. Bu açıdan bakıldığında doğal diller alanıyla sanat alanı
arasında benzerlikler görülür. Her ikisinde de bir taraftaki derin,
doğuştan gelen zihinsel ve duygusal hayat mekanizmaları ve yapı
ları ile diğer taraftaki hem dil kullanımına hem de sanata bireysel,
kültürel ve kişisel anlamını veren uçsuz bucaksız tarzlar, kelimeler
ve mizaç gibi tarihe bağlı olarak değişkenlik göstermiş kültürel
42
malzemenin karşılıklı etkileşimi söz konusudur. Başarılı bir sanat
felsefesi sanatın ne doğal kaynaklarını ne de kültürel karakterini
görmezden gelebilir.
II
Sanatın insan doğasıyla bağları olduğu fikri yeni değildir ve
Antik Yunan'dan günümüze tartışmanın ne yönde geliştiğini gör
mek için estetik tarihindeki birkaç dönüm noktasına bakmak
faydalı olabilir. Platon ve Aristoteles, farklı yollarla sanat felsefele
rine bağladıkları insan doğası kuramları ortaya koydular. Platon'un
bir bilgi kaynağı olarak sanatı reddetmesi ve Devlet'de halkın iyi
liği için sanatın yasaklanması çağrısı yapması çoğunlukla metafi
ziğinin, ideal arketiplerin deneyimlediğimiz şekliyle gerçekliği inşa
ve kontrol ettiği Biçimler kuramının bir yan ürünü olarak değer
lendirilir. Platon'a göre sanat -resim, heykel, oyunculuk, şiir veya
düzyazı- ne şekilde olursa olsun kendisi de sonsuz Biçimlerin
taklidinden başka bir şey olmayan deneyimlediğimiz şekliyle fizi
ki dünyanın temsili olduğundan, her zaman için sadece taklidin
taklididir. Dolayısıyla sanat sistematik olarak yanlış yönlendiricidir.
Gerçekliğin çekici ve eğlenceli bir görünümünü sunmak suretiyle
insanları en iyi ihtimalle gerçekliğin doğasına dair kafa karışıklı
ğına en kötü ihtimalle de ahlaken yozlaşmaya iter. Platon'a göre
sanat her türlü yanlış insan duygusunu harekete geçirir. Diyalog
larında tekrar tekrar sanatın tehlikeli olduğunu düşündüğünü
hissederiz.
Platon, Devlet'de insan doğasının yapısını tartışırken Atina'ya
gelmiş, şehrin kuzey surları boyunca yürürken bir celladın ayak
larının dibinde yatan cesetlerle karşılaşan Leontius adında bir adam
hakkındaki unutulmaz anekdotu anlatır. Leontius cesetlere bakmak
ister ama aynı zamanda kendisinden iğrenip diğer tarafa döner.
İsteğine direnip yüzünü kapatır. Sonunda arzusuna yenik düşüp
gözlerini sonuna kadar açar, cesetlerin yakınına koşup kendi göz
lerine "Bakın kendiniz için, sizi alçak şeytanlar, doyasıya bakın bu
güzelliğe! " der. Bir trafik kazasının yanından geçmiş insanlar
Platon'un neden bahsettiğini anlayacaklardır. Platon'un bakış açı
sına göre, Yunan tiyatrosundan bugünün eğlence medyasının şid
detli ve hayvani tutkularına kadar dramatik biçimlerce sunulan
şiddet içerikli eğlencenin çoğu Leontius'un bakmaktan kendini
43
alamadığı şeye çok benzer. Platon'a göre en kötü haliyle sanat ruh
için zararlıdır çünkü ruhun en temel unsurlarını harekete geçirerek
ödüllendirir.
Aristoteles'in sanata yaklaşımı çok farklıdır. Sanatın bağımsız
bütünlüğüne, çeşitliliğine ve bize insanlık hallerine dair içgörü
sağlama kapasitesine saygı duyar. Aristoteles için bir kültürel sor
gulama ister istemez nomos, kanun (ve daha geniş anlamda insan
kültürel geleneği) ile insan ve insanın psikolojik doğası da dahil
olmak üzere, doğal dünya anlamına gelen phusis arasında bir ge
rilimi de içerir. İlk doğacı olarak Aristoteles, Felsefi soruşturma
larının çoğunda nihai ilkeleri belirleyenin phusis olduğu sonucuna
varır. Drama ve şiir üzerine olan müthiş eseri Poetika'da ait olduğu
kültürün sanatının, tarihini ve geleneklerini çok yakından tanıdı
ğını gösterir. Ona göre, nomos ve phusis'i birleştirmeye yetecek bir
açıklama da mümkündür. Aristoteles için her sanat bir mimesis,
bir çeşit taklittir. Melodi ve ritim bile esasında, kelimeler, mermer
veya boya kullanan sanatların daha net bir şekilde yaptığı gibi,
insan duygusunu taklit eder.2
İnsanın resim, drama, heykel ve oyma gibi temsillere olan ilgi
sini doğuştan gelen bir eğilim olarak değerlendirir. Bunu iddia
etmekle kalmaz tartışır da:
45
hikaye anlatma, resim, müzik, vücut süsleme ve diğer tüm sanat -
lan kendi kendilerine keşfedeceklerdir.
Dahası, ortak bir insan psikolojisi varsayarsak, sanatların fark
lı uluslarda bile benzer tarihsel süreçleri takip etmesini bekleyebi
liriz. Örneğin, Aristoteles tragedyanın kendi teleolojisi dahilinde
geliştiğini gözlemler. Kaçınılmaz olarak önce bir sonra iki oyun
cunun sahne alması, koro eklenmesi, daha sonra resmedilen sah
neler ve en sonunda türün Sofokles'in tragedyalarında son halini
alarak tamama ermesi: " [ ... ] bir dizi değişiklikten sonra da kendi
ne özgü biçimine kavuştu ve bir daha değişmedi:' (Aristoteles,
tragedyanın evriminde son noktanın Sofokles olması konusunda
yanılmış olabilir. Diğer yandan Sofokles tragedyasının Elizabeth
İngilteresi dönemine kadar rakipsiz üstünlüğünü sürdürdüğü dü
şünülürse çok uzun bir süre boyunca haklıydı.)
Fakat daha da dikkate değer olan, Aristoteles'in tragedyada
organik bütünlüğünün sağlanmasını, bağımsız bir özden ziyade,
izleyicinin psikolojisi bağlamında açıklamasıdır. Yani böylece tra
gedyanın ana konusu normal aile ve aşk ilişkilerinin bozulması
olur: Babasını öldüren bir oğul, ölümüne dövüşen iki kardeş, ba
balarına olan kininden dolayı kendi çocuklarını öldüren bir anne
gibi. Aristoteles'e göre ailelerdeki bu gerilimler ve yırtılmalara
duyulan alaka sadece Yunan kültürüne özgü meselelerin dışavu
rumu değil, insani ilginin daimi bir özelliğini temsil eder. Bugün
bakıyor olsaydı da tüm dünyada filmlerde, romanlarda ve pembe
dizilerde aynı hikaye yapılarının geçerliliğini koruduğunu görebi
lirdi.
Aristoteles sıklıkla sanat eserlerinin bağımsız nesneler olarak
biçimsel veya fiziki sınırlarını çiziyormuş gibi konuşur. Fakat bu
çizimler sanat eserlerinin kendisinden çok onları anlayan ve on
lardan zevk alan zihinlerin doğası hakkında, herhangi bir estetik
nesneyi aklıyla kavrayabilecek psikolojik koşullar hakkındadır.
Buna bir örnek sanat eserlerinin hacimleri hakkında söyledikleri
dir:
Öte yandan, nasıl bir şeyin güzel olabilmesi için (ister canlı bir varlık,
ister parçalarla düzenlenmiş bir nesne olsun) yalnızca ögelerinin iyi
düzenlenmiş olması yetmiyor, uzunluğunun da rastgele olmaması gere
kiyorsa -çünkü güzellik, boyutlarda ve düzende yatar; bu yüzden de
güzel bir yaratık ne çok küçük olmalıdır (bu durumda görme yetimiz,
46
algılama sınırlarımızın altında bulanıklaşır) ne de çok büyük (o zaman
da bakışlarımızla kavrayamayız onu; bütünlüğünü ve birliğini algılaya
mayız; birkaç stadion büyüklüğünde bir hayvan düşünün örneğin.. . )
Başarılı olabilmesi için bir sanat eserinin belirli bir asgari bo
yutun üzerinde olması gerekir. Ancak bu gereklilik sanatın değil
insanın algı araçlarının doğasıyla ilgilidir. Yeterli boyut olmadan
hiçbir nesne bir örüntü dahilinde düzenlenmiş veya algılanabilir
bir yapı olarak alınamaz. Bu yüzden bir aslan, bir köpekbalığı
güzel olabilir çünkü anlamlı, iyi yapılanmış bir bütün oluştururlar.
Fakat bir pire Aristoteles'in yaşadığı mikroskop öncesi çağda güzel
olamaz. Önemsiz veya nahoş bir hayvan olduğu için değil (bir
zoolog olarak Aristoteles birçok nahoş hayvanı güzel bulurdu),
anlamlı bir düzeni olan parçaları herhangi bir araç olmadan görü
lemeyecek kadar küçük olduğu için. Bir toz zerresinin tek başına
güzel olması mümkün değildir; güzellik sadece nesnenin görüle
bilir parçaları varsa mümkün olabilir.
Aynı argüman, diğer uçta boyut için de geçerlidir. Sadece görsel
sanatlar için de değil. Tatminkar bir roman ne kadar uzun olabilir?
Sekiz yüz sayfa? Sekiz bin? Aristoteles bize bir cevap veremez. Ama
insani dikkat aralığı ve herhangi bir hikayeden bir anlam çıkara
bilmek için gerekli olan karakterlerin isimleri, olayların sebepleri
gibi bilgileri hatırlama yetimizle belirlenen bir üst sınır olduğunu
hatırlatır. Tek önermesi uyumluluğu ve kavrayışı bozmayan azami
boyutun muhtemelen en iyisi olacağıdır: "Uyumluluk korunabil
diği sürece daha büyük boyut, daha çok güzellik demektir:'
Aristoteles'in Poetika'sı, insanın evrensel olarak tüm kültür
lerde geçerli durağan bir zihinsel, imgesel ve duygusal doğası
olduğunu baştan kabul eder. En önemlilerinden ikisi, David Hume
ve Immanuel Kant da dahil olmak üzere estetik tarihinin diğer
başlıca isimleri de benzer varsayımlarla çalışmışlardır. Hume,
1 757 tarihli denemesi "On the Standard of Taste" [Beğeni Stan
dardı Üzerine] 'd e "Beğeninin genel ilkelerinin şekli tüm insan
doğasında aynıdır" der. Hatta "sanatın tüm genel kurallarının
temeli, sadece insan doğasının ortak duygularının yaşanması ve
47
gözlemindedir".3 Hume'a göre insan tarihi boyunca estetik değer
lendirmelerin sürekliliğinin başka bir açıklaması olamaz: ''Atina
ve Roma'yı memnun eden Homeros'un Paris ve Londra'd a hala
hayranları var:' Böyle eserler Hume'un meşhur Zaman Sınavını
geçer çünkü her çağdan insanlara "hoş gelen hisleri harekete
geçirebilecek yapıdadırlar".
Hume, insanların birçok zaman farklı estetik yargıları olması
konusuna hassasiyet göstermiş, bu yüzden "Of the Standard of
Taste"de çağdaş psikologların hata teorisi diye adlandırabileceği bir
şeye bu kadar yer ayırmıştır. Hepimizde ortak olan insan doğası
herkesin estetik yargılarının da ortak olmasını mecbur kılması
gerekir. Ancak aynı insan doğası bir yandan da sistematik hatalara
ve çeşitli bozulmalara açıktır. Bunlardan biri yeterli estetik yargılar
için gerekli olan hassasiyetin yoksunluğudur (belirli bir renk veya
ses tonunu algılama yetisinin eksikliği gibi). Yargılar, sanat eserle
rinin aktif bir şekilde tecrübe edilmesi ve eleştirilmesi yoluyla
yeteri kadar uygulamaya konmadıklarında da başarısız olurlar. Bu
kusur, yargılamanın temelini oluşturacak geniş bir örneklemle
karşılaştırma imkanı olmamasıyla (hayatında yalnızca iki opera
izlemiş biri opera eleştirmeni olacak konumda değildir) ve bir
sanatçıya veya mesela eserin kültürel arka planına karşı bir önyar
gı taşımayla da paraleldir.
Hume, hatalı yargıların ve anlaşmazlıkların kaynaklarını sıra
ladığı bu temel listeye iki değerlendirme daha ekler: "Belli insan
ların farklı huyları" ve "çağımızın ve ülkemizin belirli tavır ve
fikirleri': Birincisi en sofistike eleştirmenlerde bile görebildiğimiz
sınırsız çeşitlilikte kişisel tercihler, daha doğrudan ifade etmek
gerekirse farklı estetik yönelimleri içerir. Ancak bunlar da siste
matik örüntüler gösterebilir. Örneğin, bir gencin, der Hume,
Ovidius'un sıcakkanlı şiirinden hoşlanması daha olası iken, orta
yaşlı bir adam Tacitus'un ağırbaşlı bilgeliğini tercih edecektir. Kül
türel kaynaklı beğeni farklılıkları ve kişisel önyargıları aşmak zor
olduğu için Hume, bir sanatçının en iyi değerlendirmesinin son
raki nesillerce veya "yabancılar" tarafından yapılabileceğini belir
tir. Böyle eleştirmenlerin yerel kültürden veya kişisel önyargılardan
etkilenme ihtimali diğerlerinden daha azdır.
3. Hume'un "Of the Standard ofTaste"i [Beğeni Standardı Üzerine] kolayca buluna·
bilir: [w/s denisdutton.com hume]. Kant'ın kişisel beğeni üzerine düşünceleri için
The Critique ofJudgement'ın ( 1 987) [ Yargı Yetisinin Eleştirisi] 2-5. bölümlerine bakı
nız. Sensus communis.
48
Birkaç yorumcu Hume'un, insanların estetik yargılara ulaşırken
yaptığı türden hatalar üzerinde titizlikle durmasını, öznelci bir
"güzellik bakanın gözündedir" eğilimi şeklinde yanlış okumuşlar
dır. Böyle bir değerlendirme Hume'un sorgulamalarının ruhuna
aykırıdır çünkü estetik yargıların nerede doğru, nerede yanlış ol
duğuna dair açıklamalarının temelinde, zayıflıklarıyla birlikte
durağan bir insan doğasını doğrudan savunması yatar. Hume,
denemesinde bir noktada Sancho Panza'nın efendisi Don Quix:ote'ye
anlattığı bir anektodu aktararak bunu gösterir:
Şaraptan anlıyormuş gibi yapmamın iyi bir sebebi var, der Sancho muh
teşem burunlu efendisine: Bu ailemizdeki ırsi bir niteliktir. İki akrabama
bir keresinde bir fıçı hakkındaki fikirleri sorulmuş. Eski ve iyi bir mahsul
olduğu için mükemmel olması bekleniyormuş. Biri tatmış, değerlendir
miş, iyice düşündükten sonra ağzına gelen deri tadı haricinde iyi oldu
ğunu söylemiş. Diğeri de yine iyice düşündükten sonra şarabın lehine
karar vermiş ama o da çok bariz bir demir tadı aldığını belirtmiş. Bu
yargılarından ötürü nasıl alay konusu olduklarını tahmin edebilirsiniz.
Ama son gülen kim olmuş? Fıçı boşaldığında, dibinde bir deri parçasına
bağlı eski bir anahtar bulunmuş.
49
"Beğeni Standardı Üzerine" kendisi de felsefi Zamanın Sınavı
nı estetik bakımından geçmiştir. Çünkü Hume'un hem sanatın
zamana meydan okuyan kıymeti hem de bireysel estetik yargıların
yanılabilirliği konusundaki fikirleri geçerliliğini bugün hala güçlü
bir şekilde sürdürmektedir. Immanuel Kant, ortak bir insan doğa
sına dayanan ideal bir beğeniyi esas alan bir başka 18. yüzyıl filo
zofuydu. Kant da Hume gibi bir "beğeni yargısı"nın (güzelliği
değerlendirme için kullandığı terim), içeriğini tam olarak bilsek
de bilmesek de öyle veya böyle bir tür sensus communis ya da ortak
insan doğasını gerekli kıldığını düşünür. "Vanilya severim (heliot
ropium çiçeği ya da yanmış yaprak kokusu da olabilir bu)" dersem
sadece kendi adıma konuşmuş olur, başkalarının bana katılmasını
beklemem. Kant'a göre vanilya tercihi kişisel, öznel bir meseledir.
Ama "Parsifal güzeldir" dersem birçok insanın katılmayacağını
elbette bilsem de aslında herkesin aynı fikirde olması gerektiğini
ima ederim. Güzellik hakkındaki yargılar sıradan kişisel, bireysel
tercihlerden, sanat eserlerinin tarafsız tefekkürüne* dayandıkları
için mantıken ayrılırlar. Kant, bu yargıların bize estetik deneyimin
hazzını yaşatmak için hayal gücünün serbestliğinin rasyonel anla
yışla nasıl birleştiğiyle ilgili olduğunu düşünür. Altında yatan insan
doğası olmadan güzellikle ilgili yargılar sadece birer kişisel tercih
ifadesi haline düşer.
Kant'ın Hume'dan ayrıldığı nokta, sensus communisi güzellik
söyleminin varsaydığı veya zorunlu kıldığı, düzenleyici bir ideal
olarak ele almasıdır. Hayal gücünün serbestliği hakkındaki şema
tik açıklamalarının ötesinde özel psikolojik içeriğini analiz etmeyi
reddeder. Orada olmalıdır. Ama deneysel özellikleri konusunda
bilinemezci kalır.
III
Estetik kuramının bu köşe taşlarını gözden geçirmemin sebebi
bir sanat felsefecisinin öyle veya böyle bir insan doğası fikriyle il
gilenmesinde bir tuhaflık olmadığını hatırlatmaktı. Bu açıdan
bakıldığında modern felsefecilerin estetik deneyimi tanımlanabi
lir herhangi bir insan doğası fikrine veya bunu ortaya çıkarmayı
amaçlayan bir deneysel psikolojiye bağlamak konusundaki istek
sizliği şaşırtıcıdır. Çağdaş estetik felsefesinde deneysel psikolojiden
4. Bkz. Sibley (2001 ); Beardsley ( 1958); Sparshott ( 1 982). Kurumsal sanat teorisi için
Dickie ( 1 974), ancak 1 969'd a Diffey ( 1 9 9 1 ) tarafından ortaya atılan çok benzer bir
teori de anılmalı. Sanata genel bir kurumsal bakış açısı Danto ( 1 964) tarafından da
özetlenmiştir. "Sanat ihtiyacı" tabiri Dickie ( 1 974), s. 30'da bulunabilir.
51
diğini sormaktan özenle kaçınmış veya sadece kültürel olarak
üretildiklerini varsaymışlardır.
Bu ikincisi, yani tüm sanatsal ve estetik değerlerimizin kültür
den geldiğini varsayma tercihi, yakın zamanların felsefesinde ol
dukça etkili olmuş ancak estetikçileri tuhaf konumlara sokmuştur.
Örneğin, George Dickie tarafından 1 970'lerde ortaya konan ku
rumsal sanat teorisi, sanatın toplumsal kurumlar tarafından ta
nımlandığını ve dolayısıyla sadece kültürel bir ürün olduğunu öne
sürer. Bu durumda Marcel Duchamp'ın pisuarı, Çeşme gibi hazır
nesnelerin sanat olmadığı yönünde bir tartışma başlatmanın an
lamı yoktur. Bunlar sanat eseri olmuşlardır çünkü bir sanat kuru
mu tarafından sanat eseri olarak tanınmışlardır. Sanat eseri olmak
toplumsal olarak bu şekilde tanınmaktan ibarettir.
Fakat çok dikkatli olmadığı bir anda bu kuramın kurucusu olan
felsefeci bile istemeden kendi sınırlandırmalarına ihanet eder.
Kurumsal teorinin sanata nasıl uygulanacağına dair önemli bir
yazısında Dickie, bir sanat kurumunun kalıcılığına örnek olarak
tiyatroyu gösterir. Niyeti, bir sanat biçiminin sürekliliğinin koru
yabilmesinin sebebinin, kurumların devamlılığını koruması oldu
ğunu göstermektir. Bu ikisi sadece aynı olgunun iki yönüdür.
"George Bernard Shaw, Aeskhylos'tan kendisine kadar uzanan bir
makamdan söz eder bir yerde" der Dickie ve her zamanki Shaw
kibiri diye de ekler. Ancak bu ifadenin "önemli bir gerçeği" ima
ettiğini belirtir. Geriye, ta Yunanlara kadar giden uzun bir tiyatro
geleneği bugün hala sürmektedir. Ardından çarpıcı ve istemeden
kendisini ele veren bir yorum yapar: "Bu gelenek zaman zaman
çok zayıflamış, hatta bazı dönemler belki tümden ortadan kalk
mıştır ama kendi hafızası ve sanat ihtiyacının içinden yeniden
doğmuştur:'
IV
Aritoteles, insan teknolojilerinin ve kurumlarının kaçınılmaz
olarak tekrar tekrar icat edildiğinden söz edebiliyordu çünkü insan
doğasının sabit ve insan türünün, diğer tüm türlerle birlikte, son
suz olduğunu düşünüyordu. Dünyanın kendisi her zaman var ol
muştu ve insan da her zaman yeryüzünü arşınlamıştı. Bu açıdan
insanın balık soyundan geldiğini ve çamurun içinden evrildiğini
düşünen Sokrates öncesi selefi Anaksimandros'dan ayrılmıştır.
52
Bugün biz insan doğası dediğimiz, üzerine kültürün inşa edildiği,
genetikle belirlenen ihtiyaçlar, arzular, kapasiteler, tercihler ve
güdülerden oluşan ağı, sadece yaklaşık on bin yıl önce içinde bu
lunduğumuz Holosen dönemini başlatan tarımın ve şehirlerin
ortaya çıkışından bu yana sabit olarak ele alıyoruz. Fiziksel ve zi
hinsel yapımız daha önceki Pleistosen dönemde göçebe insan ve
ön insan atalarımızla nesiller boyunca sürekli evrildi. İnsan türü
tüm canlılarla, hayvanlardan da öncesine, ta Prekambriyen çamu
ra kadar uzanan kesintisiz bir soyu paylaşır. Ancak siyaset, din, dil,
hukuk sistemleri, ekonomik ilişkiler ile kur yapma, çiftleşme ve
çocuk bakma gibi şeyleri yapan kültürel yaşam formu olarak insa
nın doğasını anlamakla en çok ilgili olan Pleistosen dönemdir.
İnsan doğasını evrim sonucu ortaya çıkmış birtakım özellikler
bütünü olarak tanımlayan her açıklama, tabii ki herhangi bir ev
rensel insan davranışı örüntüsünün ya da eğiliminin bir adaptasyon
ya da bu adaptasyonların bir sonucu olup olmadığı konusunda
tahminlerde bulunur. Hepsi değildir de: Dünyanın her yerinde
insanlar bisikletten düşmemek için asgari bir süratin üzerinde
giderler. Bunu yapmalarına olanak tanıyan beyin mekanizmaları
evrim sonucu olabilir ancak asgari sürat davranışı bisikletlerin
jiroskopik fiziki yapılarının bir sonucudur. Evrenselliği genetik
kaynaklı bir adaptif işlevi olduğu anlamına gelmez. Bisikleti belli
bir hızın üzerinde kullanma davranışının Taş Devrinde yaşamış
atalarımızın hayatta kalma ve üreme imkanlarını artırmaya bir
fayda sağlaması pek olası değildir. Diğer yandan ilk kez ortaya
çıktıkları Pleistosen dönemi işaret eden, özellikle devamlılığını
korumuş arzular, güdüler, kapasiteler ve duygular olmak üzere,
sınırsız sayıda evrensel eğilim ve davranış örüntüsü vardır. Bunla
rın modern insanın kültürel yaşamını anlamak ve sanat için bir
Darwinci Yaratılış hikayesi yazmakta çok önemli bir yeri vardır.
Pleistosen 1 ,6 milyon yıl sürdü. Modern zihinsel yapımız muh
temelen bu dönemde, günümüzden yaklaşık elli bin yıl, ilk şehir
lerin kurulması ve yazının icadından kırk bin yıl önce yerleşti.
Pleistosenin modern insanın gelişiminin sahnesi olarak önemini
anlamak için, kapsadığı zamanın uzunluğunu akılda tutmamız
gerekir: Her bir nesli yirmi yıl olarak hesaplarsak, Pleistosen bo
yunca yaşamış seksen bin insan ve ön insan nesline karşılık yazının
icadından bu yana yaşamış sadece beş yüz nesil. İşte bu uzun dö-
53
nemde seçilim baskıları genetik olarak modern insanı üretti. Bu
baskılar, türü o veya bu yöne sadece çok hafif bir şekilde itmiş
olabilir ama binlerce nesil boyunca devam eden hafif baskı, derin
fiziki ve psikolojik vasıflar şekillendirebilir. Steven Pinker ve Paul
Bloom, J.B.S Haldane'in 1 927'deki hesabından alıntı yaparlar. Buna
göre "alternatifine göre ortalamada % 1 daha fazla yavru üreten
varyant, sadece dört bin nesilde sıklığını nüfusun %0. 1 'inden
%99.9'una çıkaracaktır". Pinker ve Bloom, tek bir nesilde veya
herhangi bir bireyde gözlemlenmesi bile mümkün olmayan bir
değişimin bile binlerce nesil geçince bir türü tamamen değiştire
bileceğine işaret eder. Çok küçük bir seçilim avantajının büyük
etkisinin bir nüfusun sağkalımına karşı da işleyebileceğini gözlem
lerler: "Modern insanla aynı coğrafyayı paylaşan Neanderthallerin
ölüm oranlarındaki % 1 'lik bir fark otuz nesil ya da tek bir bin yıl
içinde soylarının tükenmesiyle sonuçlanmış olabilir:'s
Doğal seçilimin varsayılan amacı kapsamlı seçilim değerini en
çok artıracak genetik özellikleri bireylere işlemektir. Büyük evrim
kuramcısı William D. Hamilton, kapsamlı seçilim değerini "her
türlü nedensel zincirin, bireyin sağkalım ve üremesine olan etki
leri... artı bu bireyin akrabalarının sağkalım ve üremelerine olan
her türlü etkisi" olarak tanımlar. Bireylerin genetik malzemelerinin
hayatta kalmalarını sağlamalarının birinci yolu bizzat kendilerinin
hayatta kalmasıdır. Ancak genetik malzememizi çocuklarımız,
kardeşlerimiz ve diğer akrabalarımızla paylaşmamız sebebiyle,
onların sağkalımı da birey açısından sistematik olarak evrimsel
hesaba katılır: Birçok farklı şekilde insanlar ve diğer hayvanlar için
akrabalar, genetik olarak ilişkilerinin olmadığı türün diğer üyele
rine kıyasla ayrıcalıklıdırlar. Aynı şekilde genellikle kendi toplum-
56
alanında sağkalımın ötesinde atalarımızın her biri, diğer insan ve
ön insan grupları ve bireylerinden kaynaklanan tehditler ve fırsat
larla karşılaşıyorlardı: İster ortaklaşa yapılan bir iş ister karşılıklı
saldırganlık olsun, hem bireyler olarak hem de gruplar olarak
birbirimizle ilişki kuracak şekilde evrildik. Bu toplumsal gerçekler
Plesitosenden çok öncesinde de gelişerek ve insanlar bugünkü
büyük beyinli, iki ayaklı yaratıklar haline evrilirken muhtemelen
dönüşerek etkili oldular. Pleistosende erkek-dişi çiftlerin birbirine
bağlı kaldığı, kendi başının çaresine bakabilecek hale gelmesi diğer
bütün hayvanlardan daha uzun süren çocuklara ebeveyn olarak
yatırım yapılan toplumsal gruplar halinde yaşadık. Bu insan ve ön
insan grupları anlaşmazlıklarla yara alır ama işbirliği ve koalisyon
larla güçlenirlerdi. Pleistosen sona erdiğinde karmaşık toplumsal
ilişkiler artık en az alet yapımı veya dil kadar kalıcı bir şekilde,
türün belirleyici bir özelliği haline gelmişti.
Joseph Carroll'un insan doğası özetinde belirttiği gibi gelişmiş
toplumsal doğamızın bir sonucu da erkekler ve dişiler arasındaki
ilişkilerin "yalnızca olumlu duygularda yoğun ve coşkulu değil,
aynı zamanda şüphe, kıskançlık, gerilim ve tavizle dolu" olmasıdır.
Carroll'a göre, toplumsal ve aile içi yaşamın birbiriyle çelişen ge
reklilikleri "duygusal yakınlıkla karşıtlığın, işbirliği ve çatışmanın
ayrılamaz bir şekilde iç içe geçtiği sürekli bir olaylar dizisini kaçı
nılmaz hale getiriyordu': Pinker ve diğer evrimsel psikologlar ta
rafından tanımlanan adaptif nitelikleri reddetmese de Carroll,
insanın yoğun bir şekilde toplumsal bir tür olarak ortaya çıkışının
Pleistosen evrimi sırasında olduğunun üzerinde durur. İnsan ev
rimi sadece avcı-toplayıcıların fiziki çevreleriyle başa çıkmasının
değil, aynı zamanda Homo sapiens'in, türün devamını en üst sevi
yeye çıkarmak için birbiriyle işbirliği yapmasının hikayesidir.
İnsanın bu toplumsallığı tanımlanırken çok özgün ya da kültü
re özgü gibi gelse de aslında göz kırpma refleksi kadar evrenseldir.
Örneğin, insanlar komşuları hakkında merak duyar, dedikodula
rını yapar, başlarına bir talihsizlik geldiğinde onlara acır, başarıla
rına imrenirler. Nerede olursa olsun, insanlar yalan söyler, kendi
davranışlarını haklı gösterip makul çıkarır, özgeciliklerini* abar
tırlar. İnsanlar başkalarının sahte davranışlarını ortaya çıkarıp
dalga geçmekten hoşlanırlar. Oyunlar oynamayı, fıkralar anlatma-
58
B ölüm 3
Sanat Nedir?
60
diğer taraftan Joyce, Stein ve Eliot'ın modernist edebiyatı" olmak
üzere avangard uygulamaların savunusuna giriştiler. 2Susan Lan
ger, modern dansın gerekçelerinin sıralanması olarak okunabile
cekken, George Dickie'nin kuramsal teorisinin ilk şekli, Carroll'ın
belirttiği gibi, bir tür sezgisel bir cazibe kazanmak için "Dadanın,
sanatsal pratiğin merkezi formu olduğu gibi bir önkabul" gerekti
rir. Aynı şey Arthur Danto'nun sürekli, Ad Reinhardt'ın siyah tu
alleri veya Andy Warhol'un Brillo kutulan gibi minimalist
muammalar ve ayırt etmesi imkansız, sanat olan/ olmayan nesneler
hakkında fikir üretmesi için de söylenebilir. Sanat biçimleri ve
teknikleri değişip geliştikçe, sanatsal modalar gelip geçtikçe sanat
kuramı da ayak uydurur, odağına ayar verir, değerlerini değiştirir.
Vurgudaki bu bozulmalara başka bir etmen daha eşlik eder.
Sanat felsefecileri kuram üretmeye, ne kadar tuhaf ve sınırlı olur
larsa olsunlar, tabii ki kendi estetik tercihlerinden, en sert estetik
tepkilerinden başlamaya meyillidirler. Kant, şiirle yakından ilgi
liydi ama resimde rengin işlevini reddetmesi o kadar sıra dışıdır
ki bir görme bozukluğu olduğunu düşündürür. Müzikten zevk
alamadığını samimiyetle belirten Bell, dikkatini resme odaklar,
görüşlerini hatalı bir şekilde edebiyat gibi diğer sanatlara doğru
genişletir. Daha genel olarak ifade etmek gerekirse, doğanın güzel
liğini seven düşünürler veya belirli bir egzotik kültürün ya da türün
büyüsüne kapılanlar bireysel hislerinden ve deneyimlerinden yola
çıkarak genelleme yapmaya yatkındırlar. Bu kişisellik unsuru bir
kuram için uçsuz bucaksız bir zenginlik kaynağı olabileceği gibi
(Bell için soyut dışavurumculukta), absürdlüğün kıyısına kadar da
getirebilir (Kant için genel olarak resimde). Ancak bu hepimiz için
bir şüphe kaynağı olmalıdır. Sınırlı, kişisel coşkulardan yola çıkarak
yapılan genele dair açıklamalar ancak kuramcının verdiği örnek
lere konsantre olduğumuz sürece bizi ikna edebilir; daha geniş bir
sanat yelpazesine uygulandığında çoğu zaman başarısız olurlar.
Kültürel önyargıların ve kişisel özelliklerin ötesinde, sanat üze
rine yapılan felsefeyi sekteye uğratan üçüncü bir etmen de felsefı
retoriğin karakteridir. Felsefenin en güçlü ve heyecan verici, açık
ça söylemek gerekirse en eğlenceli olduğu zamanlar tek doğru
konumda yalnız başına durup akla yatkın diğer alternatifleri çü-
2. Francis Sparshott'un eleştiriye klasik yaklaşımı Sparshott ( l 999)'d adır. Eleştiriye
daha yeni bir yaklaşım Noel Carroll'ın On Criticism'inde (2008) [ Eleştiri Üzerine]
bulunabilir.
61
rütmeye çalıştığı zamanlardır. Bu sanat felsefesi tarihinde anlayışın
önünde bir engel olarak sıklıkla karşımıza çıkar. Örneğin, Kant,
estetik deneyimin birincil duyusal bileşenlerini, düşünsel bileşen
lerinden ayırmakla kalmaz, Critique ofJudgment'ın ( Yargı Yetisinin
Eleştirisi) bazı bölümlerinde herhangi bir değerlerinin olduğunu
tamamen reddeder. Tolstoy, samimiyetin sanat için merkezi bir
ölçüt olduğu ısrarında o kadar dogmatiktir ki kendi en önemli
eserlerinin çoğu dahil olmak üzere edebi geleneğin büyük bir kıs
mını kenara atar. Bell, mükemmel estetikçi, soyut resimde biçim
deneyimini yüceltmekle kalmaz, resmin gösterdiği şeyin estetik
açısından önemli olmadığında ısrar eder. Estetikte böyle aşırı ko
numlanmalar, daha makul olan kuramların aksine retorik olarak
tutuk kalırlar. Aynı zamanda öğrencilere tarihsel arka plan, (saç
malık derecesinde tek taraflı olsa da) hakiki estetik içgörüler ve
karşıt örnek ve tezler içeren zihinsel egzersiz imkanı tanıdığı için
estetik dersi veren hocaların hoşuna giderler. Böyle kuramsallaş
tırmalar, sanatın kendi tarihsel gelişimiyle birlikte tartışmayı çö
züme değil daha derin anlaşmazlıklara doğru yönlendirir.
Bugün estetik paradoksal, hatta tuhafbir konumdadır. Bir yan
da uzman ve teorisyenlerin kütüphanelerde, müzelerde, internette
veya bizzat seyahat ederek farklı kültürlerin ve tarihlerin sanatına
hiçbir zaman olmadığı kadar geniş erişimleri vardır. Paleolitik
çağın heykel ve resmini, her yerden müziği, tüm dünyadan halk
sanatı ve ritüelleri, geçmişten günümüze her ulusun edebiyatını ve
görsel sanatlarını zevkle gözleyip bunların üzerine çalışabiliriz. Bu
muhteşem erişim olanaklarına rağmen, sanat felsefesi düşüncesinin
Duchamp'ın hazır nesneleri, Sherrie Levine'in temellük ettiği fo
toğrafları ve John Cage'in 4 '33 " ü gibi sınırları zorlayan çok çok
küçük bir zümreye indirgenmiş olması ne kadar gariptir. Bu felse
fi yönelimin altında, hiç dile getirilmeyen gizli bir varsayım yatıyor:
Sanılıyor ki sanatın bu en marjinal veya zor örneklerini açıklaya
bilirsek sanat dünyası da nihayet anlaşılacaktır. Görünüşe göre
Duchamp'ın Çeşme'si ve Kırık Koldan Önce'si, bu eserler ve hazır
nesne kardeşlerinin üzerine yazılıp çizilenin ortaya çıkardığı ku
ramsal literatürün boyutuna bakılırsa, sanat kuramının karşı kar
şıya kaldığı en zor örnekler. Bu literatürün boyutu bile en marjinal
örnekleri açıklamanın genel olarak sanatın en iyi tanımına ulaş
mamıza yardımcı olacağının umut edildiğini gösteriyor.
62
Bu umut estetiği yanlış yola sokmuştur. Hukukçuların zor da
valar kötü kanun yapar diye bir sözü vardır ve felsefi tahlil de ben
zer bir tehlike içindedir. Eğer cinayetin en temel doğasını anlamak
istiyorsanız yardımlı intihar, kürtaj veya idam cezası gibi karmaşık
veya duygusal bir şeyden başlamazsınız. Yardımlı intihar cinayet
olabilir de olmayabilir de ama böyle tartışmalı bir durum cinayet
mi değil mi diye karar vermek için öncelikle tartışmasız örneklerin
doğasında ve mantığında net olmalıyız. Aynı ilke estetik kuramı
için de geçerlidir. Sanatın tartışmalı sınırlarındakileri açıklamayı
saplantı haline getirmek bir yandan zihinsel olarak zorlayıcı ve
derslerde tartışma üretmenin iyi bir yolu olsa da, estetiği sanatın
merkezini ve değerlerini görmezden gelir halde bırakmıştır.
Sanat felsefesinin ihtiyacı olan, sanatı insan hayatında doğal
olarak ortaya çıkan bir dizi eylem, nesne ve deneyim olarak ele
alan bir yaklaşımdır. Önce tartışmasız bir merkezin sınırlarını
çizmeye çalışmalı, daha farklı örneklere bu merkez yoluyla ulaş
malıyız. Bu yaklaşımı "doğalcı" olarak değerlendiriyorum. Böyle
düşünmemin sebebi ilgili olsa da, biyoloji temelli olması değil, tüm
kültürlerde sürekli karşımıza çıkan sanat eserlerinin yapımı, tec
rübe edilmesi değerlendirilmesi gibi davranış ve söylem örüntüle
rine dayanmasıdır. Sanatın tartışma ve yaşanma şekillerinin
birçoğu kolaylıkla kültürel sınırların ötesine taşınabilir ve akade
misyenlerden, teorisyenlerden yardım almadan küresel bir kabul
görebilir. Lascaux'dan Bollywood'a sanatçılar, yazarlar ve müzis
yenler çoğu zaman kültürler arası anlayış açısından çok az sorun
yaşarlar. Kuram, böyle bir anlayışın üzerine inşa edildiği doğal
merkezden başlamalıdır.
II
Sanatın kültürler üstü özellikleri, temel maddelerden oluşan bir
listeye indirgenebilir. Sanatı bir dizi küme ölçüt ile tanımlayan bu
maddeler aşağıdaki listede on iki tane olarak sıralanmıştır. 3 Bazı
3. Görünüşe bakılırsa "küme kavramı"nı ilk tanımlayan felsefeci John Searle ( 1 958)
olmuştur. Sanat için erken dönem bir uygulama E. J. Bond\::l an ( 1 975) gelmiştir. Bloc
ker ( 1994) kabile sanatı için küme kavramı olarak okunabilen bir şey sunar ve hem
Berys Gaut (2000) ve (2005) hem de Stephen Davies (2004) bir küme kavramı düşün
cesini tartışır ve savunurlar. Benim kendi küme önerim Dutton (2000)\::le ortaya kon
muş, daha uzun bir versiyonu (200 I )'d e takip etmişti. Şu anki liste daha önceki
ikisinden uzundur. Arkadaşım ve meslektaşım müteveffa David Novitz, Novitz
( 1998)'d e sanatın doğal bir kavram olarak tanımlanamaz olduğunu savunmuştu.
63
maddeler sanat eserinin niteliklerini ön plana çıkarırken, diğerle
ri sanat deneyimiyle ilgilidir. Bu listedeki maddeler daha önceden
belirlenmiş kuramsal bir amaca uymak üzere seçilmemişlerdir.
Tam tersine, bu ölçütler kuramsal tasarlamaya tarafsız bir temel
sağlamayı amaçlar. Listenin farklı kültürlere ve tarihsel çağlara
uygulanabilmesi açısından kapsamlı olduğu söylenebilir. Fakat
böyle olması sadece belli bir kültüre veya çağa özgü kuramlara
kıyasla taviz olarak değerlendirilemez. İnsanların sanatsal olarak
tanımlamakta pek zorluk çekmeyeceği muazzam bir insani dene
yimi yansıtır. Felsefeci David Novitz'in belirttiği gibi, "kesin for
müller ve iddialı tanımlar" sanatın kültürler üstü anlamına
ulaşmaya pek yardımcı olamaz. Sanat eseri olmanın "tek bir yolu"
yoktur. Yine de, tanımına ulaşmaya çalıştıkları alan her ne kadar
sanat gibi dağınık ve çok katmanlı da olsa "birden fazla yol" bu
kadar içinden çıkılamaz kadar belirsizlik derecesinde çok sayıda
olmamalı. Tam aksine tartışmaya açık ama belirlenebilir olmaları
kültürler üstü bir estetik literatürünün varlığı için gereklidir.
Bir hatırlatma. Çok sayıda marjinal durumu bir kenara koyar
sak "sanat" derken ima ettiğim, yapıtlar* (heykel, resim, alet veya
insan vücudu gibi süslenmiş nesneler ile nesne olarak değerlendi
rilen bestelerin yazılı halleri ve metinler) ve performanslardır (dans,
müzik ve hikayelerin bestelenmesi ve anlatılması). Bazen sanattan
söz ederken yaratılışına odaklanırız, bazen de yaratılan nesneye.
Diğer zamanlar daha çok bu nesnelerin bize yaşattıklarını ima
ederiz. Bu ayrımları ortaya çıkarmak başka bir iştir. Liste bu yüzden
sanatın kültürler üstü, evrensel bir kategori olarak belirleyici özel
likleriyle ilgilidir. Listemdeki her şeyin sadece sanata veya sanatsal
deneyime özgü olduğunu iddia etmiyorum. Burada sözü edilen
lerin birçoğu sanat dışı deneyimler ve niteliklerde de görülebilir.
Bunlarla ilgili hatırlatmalar her bölümün sonunda parantezler
içinde bulunabilir.
1 . Doğrudan haz. Sanat nesnesi -anlatı, işlenmiş yapıt, görsel
ve işitsel performans- kendi başına, o anlık deneyime dayalı bir
haz kaynağı olarak değerlidir ve faydalı veya hoş başka bir şey
üretmeye yaramasa da olur. Güzellik hazzının bu niteliği veya çoğu
zaman dendiği gibi "estetik haz", birbirinden çok farklı kaynakların
analizinden ortaya çıkar. Saf, doygun bir renge bakmak veya sıkı
65
ressamlar, piyanistler ve şarkıcıların becerileri ağızların bir karış
açık kalmasına, tüylerin diken diken olmasına ve gözlerin yaşlarla
dolmasına sebep olabilir. Becerinin ortaya konması sanatın en
derinden etkileyici ve haz veren yönlerinden biridir. (Yüksek be
ceri her türlü insan faaliyetinde, günümüzde belki en çok da spor
da, zevk ve hayranlık kaynağıdır. Belli bir düzene sokulmuş hemen
hemen tüm insan faaliyetleri teknik ve beceri yönünün gelişimi ve
takdirine vurgu yapmak üzere bir rekabet ortamına dönüştürüle
bilir. Guinness Rekorlar Kitabı en sıradan veya en acayip eylemlerin
"dünya şampiyonları" ile doludur. Bu, insanların yapabildiği her
şeyi üretkenlik kapasitesi kadar uygulamadaki ustalık açısından
da hayranlık uyandıran bir eyleme çevirme güdüsünün evrensel
liğini kanıtlar.)
3. Tarz. Bütün sanat biçimlerinde nesneler ve performansların
birtakım biçim, kompozisyon ve ifade kurallarına dayanan belirgin
tarzları vardır. Tarz sanatçıya, üzerine yenilikler ve beklenmedik
ifade unsurları yaratabileceği durağan, öngörülebilir, "normal" bir
arka plan sağlar. Bir tarz kültürden veya aileden gelebileceği gibi
bir bireyin icadı da olabilir; tarz değişimleri ödünç alma ve ani
değişiklikler yoluyla olabileceği gibi yavaş bir evrimle de gerçek
leşebilir. Tarzların katılığı veya esnekliği kabile kültürlerinde de en
az yazı sonrası medeniyetlerin tarihindeki kadar çeşitlilik gösterir:
Bazı nesneler ve performanslar, özellikle de kutsal ritüellerin par
çası olanlar, geleneklerle sıkı bir şekilde tanımlanmış olabilirken
(Rus ikonalarının yapımı, erken dönem Avrupa kilise müziği veya
Pueblo çömlekçiliğin eski tarzları), diğerleri özgür, yaratıcı birey
selci yorumcu türlere açık olabilir (modern Avrupa sanatının bü
yük bölümü veya kuzey Yeni Gine sanatları) . Tarihte yerleşmiş
tarzın dışına çıkmaya izin vermeyen çok az sanat vardır. Aslına
bakarsanız hiçbir şekilde değişikliğe izin verilmediği takdirde
belirli bir tarzla sabitlenmiş olan faaliyetin sanat olarak nitelendi
rilmesi tartışmalı hale gelir; bu sadece Avrupa gelenekleri için
geçerli değildir. Özellikle sosyal bilimlerde bazı yazarlar tarzı, sa
natçının mahkum olduğu, biçim ve içeriğin sınırlarını belirleyen
bir hapishaneye benzetmişlerdir. Ancak tarzlar, sanatçılara ve iz
leyicilerine tanıdık bir arka plan sağlayarak, sanatsal bağımsızlığa
olanak tanır, kısıtladığı kadar da özgürleştirirler. Sanatçılar için bir
baskı unsuru olabilir ama çoğu zaman onları azat ederler. (Otonom
66
reflekslerin ötesindeki tüm insan faaliyetleri belirli bir tarz çerçe
vesinde hayata geçirilir: Vücut dili, dil kullanımı, gülmeyle ilgili
normlar ve korunması gereken kişisel mesafe gibi toplumsal neza
ket kuralları. Tarz ve kültür esasında birbirine komşudur.)
4. Yenilik ve yaratıcılık. Sanatta yenilik, yaratıcılık, orijinallik ve
izleyicisini şaşırtma kapasitesi kıymet verilen, takdir gören özel
liklerdir. Yaratıcılık sanatın hem dikkat yakalama işlevini (eğlence
değerinin başlıca bileşenlerinden) hem de belki de daha az sarsıcı
olarak sanatçının alanını veya konusunu daha derinlemesine keş
fetme imkanını içerir. Bu farklı yaratıcılık türleri çoğu zaman bir
arada bulunsa da örneğin, Bahar Ayini en çok birinci anlamda
Gurur ve Önyargı ise ikinci anlamda yaratıcıdırlar. Yaratıcı sanatın
tahmin edilemezliği, yeniliği sonat, roman, tragedya vb geleneksel
tarz ve biçimsel türlerin öngörülebilirliğiyle karşıtlık oluşturur.
Yaratıcılık ve yenilik sanatın kurallar ve rutinlerce idare edilmeyen
yönü olarak bireysellik ve dehaya ev sahipliği yapar. Sanatta hayal
gücü yeteneği yaratıcılığı gösterme becerisiyle ölçülür. (Yaratıcılık
hayatın diğer birçok alanında gereklidir ve aynı şekilde takdir
edilir. Dişçimizin veya tesisatçımızın da yaratıcı çözümlerini tıpkı
sanatta olduğu gibi hayranlıkla karşılarız. Sürekli bir yaratıcılık
arayışı dikkatli yazarların eşanlamlı bir alternatifi varsa bir keli
meyi aynı cümlede iki kez kullanmamaya dikkat etmelerinde de
kendini gösterir; eşanlamlılar sözlükleri yazımda daha belirli ifa
delerden ziyade daha hoş yaratıcı bir çeşitlilik amacına hizmet
ederler.)
5. Eleştiri. Ne zaman yeni bir sanatsal tür ortaya çıksa, bazen
basit ama çoğu zaman karmaşık olan bir tür eleştirel dil, yargı ve
değerlendirme şeklini de beraberinde getirir. Bunlar sanat üreten
lerin konuşmaları, eleştirmenlerin söylemleri ve izleyicilerin de
ğerlendirme içeren sohbetlerinden oluşur. Sanatı konu edinen
akademik çalışmaların değerlendirmeler yaptığı durumlar da da
hil olmak üzere profesyonel eleştiri de başlı başına bir performans
tır ve kendi kitlesinin değerlendirmesine tabidir; eleştirmenler
düzenli olarak birbirlerini eleştirirler. Eleştirinin karmaşıklığı ba
kımından hem farklı kültürler arasında hem de aynı kültür içinde
geniş çeşitlilik vardır. Antropologlar küçük, yazı öncesi toplumlar
da karmaşık sanat üretilmesine rağmen eleştirinin çok azgelişmiş
olduğunu veya neredeyse hiç bulunmadığını belirtmişlerdir. Yazı
67
sonrası Avrupa ve Doğu tarihindeki sanat söyleminde genel olarak
çok daha tafsilatlıdır. (Elbette estetik dışı yaşantının birçok alanın -
da eleştiri için şu hüküm geçerlidir: sanat eleştirisine benzer bir
eleştiri sadece potansiyel başarının karmaşık ve açık uçlu olduğu
girişimler için mümkündür. Yüz metre koşusuna genellikle kimse
eleştirel yaklaşmaz: En önce bitiren, ne kadar zarafetten yoksun
olursa olsun kazanır. Sadece başarı ölçütlerinin kendisinin komp
leks ve belirsiz olduğu siyaset ve din gibi alanlarda eleştirel söylem
sanat eleştirisine benzer hale gelir.)
6. Temsil. Natüralizmin farklı derecelerinde heykeller, resimler,
yazılı ve sözlü anlatılar, hatta bazen müzik bile hayali dünyevi
deneyimleri temsil veya taklit eder. İlk kez Aristoteles'in gözlem
lediği gibi, insanlar temsilden büyük zevk alır: Kırmızı saten bir
elbisenin üzerindeki kıvrımların gerçekçi bir resmi, bir buhar
makinesinin detaylı modeli veya minik tabakları, çatal kaşık takı
mı, yemek masasının üzerinde kafes örgülü turtasıyla bir bebek
evi. Fakat temsilden zevk almamızın başka iki sebebi daha vardır:
Temsilin ne kadar iyi gerçekleştirildiğini ve güzel bir manzaranın
resmedildiği bir takvimdeki gibi, temsil edilen nesne veya görün
tüyü beğenebiliriz. Birincisi temsilin kendisinden ziyade beceriyle
ilgilidir; ikincisi konu edilen nesnenin beğenilmesine indirgene
bilir. Kelimeler dahil her mecra, her üç beğeninin etkilerinin bir
leşimini içerebilir. (Bina planları, gazete resimleri, p asaport
fotoğrafları ve yol haritaları aynı derecede taklit veya temsildirler.
Temsilin önemi hayatın her alanına uzanır.)
7. Özel odak. Sanat eserleri ve sanatsal performanslar sıradan
hayattan parantezle ayrılmış, farklı ve dramatik bir deneyim oda
ğı haline getirilmiş gibidirler. Sanat, bilinen tüm kültürlerde sanat
kuramcısı Ellen Dissanayake'nin "özel kılmak" diye adlandırdığı
şeyi içerir: Altın perdeli bir sahne, müzedeki bir kaide, spot ışık
ları, süslü resim çerçeveleri, ışıklandırılmış vitrinler, kitap kılıfları
ve tipografi, konserlerin ve tiyatro oyunlarının törensel yönleri, bir
izleyicinin pahalı kıyafeti, sahnedekinin smokini, kraliyet locasın
da oturan çar hatta yüksek bilet fiyatları. 4Bunlar ve daha sayısız
diğer etmenler, sanat eserinin veya sanatsal olayın fevkalade dik
kati hak eden bir şey olduğu, sıradan tecrübeler ve faaliyetlerin
4. Bkz. Dissanayake { 1 990) ve (2000) ama özellikle ( 1 992), bölüm 3, "The Core of Art:
Making SpeciaJ:'
68
akışının dışında takdir edilmesi gerektiği hissine katkıda bulunur
lar. Ancak bir hususiyet duygusu yaratan sadece çerçeveleme ve
sunum değildir: Özel bir ilgi talep etmek sanatın doğasındandır.
Duvar kağıdı veya atmosfer yaratıcı müzik gibi sanatsal değeri olan
bazı ürünler arka plan olarak kullanılabilirse de tüm kültürler özel
"ön plan" sanatı bilir ve takdir eder. (Özel odak ve önemli durum
hissi dini ayinlerde, şaşaalı saltanat törenlerinde, politik hitap ve
mitinglerde, reklamcılıkta ve spor olaylarında da bulunabilir. Fakat
ayırt edilebilir şekilde "teatral" bir unsur taşıyanların her birinin
neredeyse tüm sanatla ortak bir şeyi olduğu söylenebilir. Bu, baş
kanların göreve başlama törenlerinden Amerikan Futbolu Şampi
yonası finallerine veya lunaparklardaki hız trenlerine binmeye
kadar genişletilebilir.)
8. Bireysellik ifadesi. Tam olarak elde edilse de edilmese de bi
reysel kişiliğin ifadesi potansiyeli, sanat uygulamalarında genellik
le örtük bir şekilde bulunur. Üretim amaçlı bir faaliyetin tanımlı
bir çıktısı olduğu çift kayıt usulü muhasebe veya diş dolgusu gibi
durumlarda bireysel ifadenin pek yeri olmaz. Üretim faaliyetinde
başarının tanımı sanatta olduğu gibi belirsiz ve açık uçlu olduğun
da bireysellik ifadesine olan talebin kaçınılmaz olarak arttığı gö
rülüyor. Yabancılara daha az kişiselleşmiş gibi gelebilecek türden
sanat üreten kültürlerde bile, bir işi ustalıkla yapmaktan ziyade
bireysellik, ilgi odağı olup değer bulabilir. Sanatsal bireyselliğin bir
Batı ürünü olduğu, Batı dışı ve kabile kültürlerinde bulunmadığı
yaygın bir şekilde kabul görmüş ve kesinlikle yanlış bir görüştür.
Yeni Gine'de, örneğin, geleneksel oymalar imzalı değildi. Toplum
sal etkileşimlerin büyük oranda yüz yüze olduğu bir yazısız toplum
için pek de şaşırtıcı bir durum değildir bu: En itibarlı ve yetenekli
oymacıların kimler olduğunu herkes bilir ve imzaları olmasa da
yaptıkları işi tanırlar. Bireysel yetenek ve kişiliğin ifade edilmesi
her yerde olduğu gibi Yeni Gine'de de saygı görür. (Bir yaratıcılık
unsuru barındıran günlük konuşma, ders verme, konuk ağırlama,
şirketin haber bültenini düzenleme gibi her sıradan eylem birey
selliğin ifadesine olanak tanır. Günlük hayatta bireyselliğe duyulan
alaka, genel olarak ifadenin kendisi üzerine düşünmekten ziyade
o ifadeyi üreten aklın ne durumda olduğu hakkında bir fikir edin
mekle ilgili gibi görünüyor.)
69
9. Duygusal doygunluk. Sanat eserlerinin tecrübe edilişi farklı
seviyelerde duygu barındırır. Sanatta duygu, deneyim açısından
birbirine kaynaşmış (veya karışmış) fakat analitik olarak farklı iki
genel türe ayrılır. Birincisi, bir tabloda betimlenen dokunaklı bir
sahne, bir oyundaki komik sekans veya bir şiirdeki ölüm düşüncesi
gibi sanatta temsil edilen içerik tarafından kışkırtılan veya teşvik
edilen duygulardır. Bunlar hayattaki normal duygulardır ve kültür
ler arası estetik harici psikolojik çalışmalara konu olurlar (deneysel
psikolojide bugün kullanılan böyle bir taksonomi yedi temel duygu
türü sıralar: Korku, neşe, üzüntü, öfke, iğrenme, küçümseme ve
şaşırma).5 Sanatta karşılaşılan duyguların ikinci bir türü vardır:
Temsil edilen konunun uyandırdığından çok daha farklı bir havası
veya tonu olan bir duygu, sanat eserine nüfuz edebilir. Bu ikinci,
vücut bulmuş, ifadede kendini gösteren duygular birinci türdekiler
le bağlantılı olsalar da tamamen onların hükmü altında değildirler.
Bu, bir Çehov hikayesinde veya Brahms senfonisinde hissettiğimiz
duygusal tondur. Genel özellikleri olan bir duygu türü değildir ve
çoğu zaman eserin duygusal sınırları, duygusal perspektifi şeklinde
benzetmelerle, esere özgü olarak tanımlanır. (Elbette, aşık olmak,
bir çocuğun ilk adımlarını izlemek, bir ağıt dinlemek, bir atletin
dünya rekoru kırdığını görmek, yakın bir arkadaşla hararetli bir
tartışmaya girmek, doğanın ihtişamını seyretmek gibi birçok sıradan,
sanat dışı hayat deneyimi de duyguyla yüklüdür.)
1 O. Düşünsel meydan okuma. Sanat eserleri genellikle, insanın
çeşitli algısal ve düşünsel kapasitelerini tam anlamıyla kullanmak
üzere tasarlanırlar. Hatta en iyi eserler bu kapasitelerin olağan sı
nırlarını zorlayanlardır. Zihinsel nitelikleri sonuna kadar uygula
maya koymak başlı başına bir estetik haz kaynağıdır. İç içe geçmiş
bir olay örgüsünü çözmek, ipuçlarını bir araya getirip hikayedeki
bir sorunu veya çözümü karakterlerden önce fark etmek, karmaşık
bir tablodaki biçimsel öğeler ve tasvirleri dengeleyip birleştirmek
veya bir müzik parçasının başındaki melodi en sonunda kısaltıla
rak tekrar kullanıldığında farklılıkları takip etmek böyledir. Dü
şünsel engellerin üstesinden gelmenin verdiği bu zevkin en
belirgin olduğu yerler Savaş ve Barış veya Wagner'in Yüzük'ü gibi
çok karmaşık sanat eserleridir. Fakat Duchamp'ın hazır nesneleri
5. Paul Ekman (2003) "temel': evrensel duyguların psikolojisi için merkezi bir kay
naktır.
70
gibi belirli bir seviyede çok basit olan işler de kolayca açıklanama
yıp, karmaşık tarihsellik veya farklı yorumlanabilme boyutlarının
irdelenmesi yoluyla zevk verebilirler. (Trivial Pursuit veya satranç
gibi oyunlar, karmaşık tarifler kullanarak yemek yapmak, evde ufak
tefek tamir işlerine girişmek, televizyondaki bilgi yarışmaları hat
ta vergi iade formlarını doldurmak bile aşılarak memnuniyet elde
edilen engeller sunabilir.)
1 1 . Sanat gelenekleri ve kurumları. Küçük çaplı sözlü kültürler
de de yazılı medeniyetlerde de sanat nesneleri ve performansları
üretilir ve bu ürünlere kendi sanatlarının tarihi ve geleneği dahi
linde belli bir derecede önem atfedilir. Felsefeci Jerrold Levinson'ın
ileri sürdüğü şekliyle sanat eserleri kimliklerini tarihi gelenekler
içinde, teamüller doğrultusunda bulurlar.6 Bu fikir, sanat eserle
rinin özünde toplumsal olarak inşa edilmiş sanat kurumu olan bir
sanat dünyası içinde üretilerek anlam kazandığı şeklinde, daha
önce felsefeciler Arthur Danto, Terry Diffey ve Geroge Dickie ta
rafından öne sürülen görüşlerle örtüşür. Kurumsal teorisyenler
daha çok hazır nesnelere ve kavramsal sanata kafa yorarlar çünkü
bu tür işlerin alakası ancak üretimlerinin tarihsel konumunun
önemi kadardır. Bu tür eserler Beethoven'ın Dokuzuncu Senfonisi
gibi, kapsamlı tarihsel ve kurumsal analize açık olmasına rağmen
tüm dünyadan, coşkulu ve muazzam bir dinleyici kitlesi toplama
yı başarabilen, diğer geniş kabul görmüş eserlerin karşıtıdır. Bu
muazzam dinleyici kitlesinin, eserin kurumsal bağlamı hakkında
bir fikri ya hiç yoktur ya da çok azdır. Diğer yandan Duchamp'ın
Çeşme'sinin hakkını vermeye başlamak için bile bir sanat tarihi ya
da en azından çağdaş sanat tarihi hakkında bilgi sahibi olmak
gerekir. (Neredeyse tüm organize toplumsal faaliyetler -tıp, savaş
çılık, eğitim, politika, teknoloji ve bilimler- tarihsel ve kurumsal
bir gelenek, adet ve ihtiyaçlardan oluşan bir zemin üzerine inşa
edilir. Modern estetikte tanımlandığı şekliyle kurumsal teori, her
türlü insan pratiğine uygulanabilir.)
1 2. Hayal gücü deneyimi. Belki de en önemli özellik listenin
sonunda yer alan, sanat nesnelerinin özünde hem üretici hem de
izleyici için hayali bir deneyim sağlamasıdır. Mermerden bir oyma,
gerçekçi bir hayvan temsili olabilir; ama heykel sanatı eseri örneği
6. Levinson ( 199 1 ) , kurumsal teori için iyi bir savunma ortaya koyar. Diffey ( 1 99 1 ),
Dickie ( 1 974), Danto ( 1 98 1 ) ve diğerlerini destekler.
71
olarak hayal gücü ürünü bir nesneye dönüşür. Aynı şey ister mi
toloji ister kişisel bir anı olsun, iyi anlatılmış her hikaye için söy
lenebilir. Ateş etrafında kostümlü dans etmek, hayata geçirenlerin
yoğun amaç birliği duygusuyla, fabrika çalışanlarının yaptıklarının
çok daha ötesinde bir hayal gücü unsuru barındırır. Kant'ın, sanat
eserinin temsil edilen bir nesnenin varlığına bağlı olmadan onu
kavrayabilecek bir muhayyileye yapılmış bir "sunum" olduğunda
ısrar ederek söylediği buydu. Kant'a göre sanat eserleri tarafsız
tefekküre tabi hayal gücü ürünleridir. Böylece, tüm sanat hayali bir
dünyada gerçekleşir. Bu taklide dayalı olmayan, soyut sanatlar için
de en az temsile dayalı sanatlar için olduğu kadar geçerlidir. Sanat
sal deneyim hayal gücü sahnesinde yer alır. ( Olağan düzeyde,
problem çözme, planlama, varsayımda bulunma, başkalarının
aklından geçenler hakkında çıkarımlar yapma ya da en basitinden
hayal kurma, bilinci yerinde olan normal bir insanın neredeyse
tüm hayatını kapsar. Eski Roma'da hayat nasıldı diye düşünmek
hayal gücünün kullanımını gerektiren bir eylemdir ama arabamın
anahtarını mutfakta unuttuğumu hatırlamam da öyledir. Ancak
sanat deneyimi, hayal gücünü pratiklik kaygısından ayrıştırması,
Kant'ın söylediği gibi mantığın ve rasyonel anlayışın bağlarından
kurtarmasıyla kendini gösterir.)
III
Bu listedeki özelliklerin her biri tek başına veya diğerleriyle bir
arada değerlendirilerek, kendi kültürümüzden olsun olmasın,
karşı karşıya geldiğimiz bir nesne, performans veya eylemin sanat
olduğunu söyleyebilir miyiz sorusunu cevaplamamıza yardımcı
olurlar. Bu liste sanatın en yaygın ve kolayca kavranabilir "yüzey
özelliklerini': tüm dünyada gözlemlenebilen geleneksel, örfi veya
kuramsallık öncesi karakteristiklerini tanımlar. "Biçim" ve "içerik"
gibi, daha çok eleştirmenler veya kuramcılar tarafından kullanıl
ması muhtemel teknik tahlil unsurları dahil edilmemiştir. Bu ba
kımdan, bir kimya benzetmesini yapacak olursak liste metil
alkolün tanımlayıcı özelliklerinden ziyade, bir sıvının belirleyici
özelliklerinin dökümü olur. Tarih boyunca ve tarihöncesinde in
sanlar sıvı ile katı arasındaki farkı, bilim insanlarının açıklamala
rına ihtiyaç duymadan, hemen anlayabilmişlerdir. Diğer yandan
bir sıvının metil alkol içerip içermediği sıradan gözlemle anlaşıla-
72
mayabilir ve teknik tahlil gerektirir. Dahası tanımı zorlayan sıvılar
olsa da metil alkolün teknik tanımı oldukça açıktır: CH3 0H. Bir
şeyin içinde metil alkol olup olmadığı konusunda uzman görüşü
ne ihtiyaç duyabiliriz; metil alkolün sıvı olduğunu bize bir uzmanın
söylemesine gerek yoktur.
Bu bağlamda "Bu sanat mı?" sorusu, bizim adımıza karar ver
sinler diye uzmanlara devredilecek bir soru değildir. Aslına bakar
sanız bu soru, Yetenek sergiliyor mu? Duygu ifade ediyor mu?
Bilinen bir geleneğe ait diğer sanat eserleri gibi mi? Dinlemesi
memnuniyet verici mi? gibi düşünceleri beraberinde getirir. "Biçim
ve içeriği var mı?" veya "Beşli ölçüyle mi yazılmış?" gibi uzmanla
ra yönelik daha teknik sorular, bir şeyin sanat olup olmadığına
karar vermeye çalışırken ilk akla gelen türden sorgulamaların
parçası değildir.
Aynı şekilde, acaba bir gün nörofızyologlar sanatsal deneyim
leri (beyin taramalarıyla veya benzer bir şekilde) tanımlamanın
yeni, teknik bir yolunu bulur veya fizikçiler sanat eserlerini beyaz
eşya veya otomobil parçalarından ayırt etmelerine yardım edecek
bir tür moleküler analiz icat edebililer mi? Abes bir kurgu belki
ama düşünün, eğer bilim sanatı veya sanat deneyimlerini tanım
layabilecek böyle bir yöntem elde edebilirse, bilimsel olarak belir
lenmiş özelliklerini, benim listemdeki veya ona benzer başka bir
listedeki küme ölçütler çerçevesinde anlaşılmış bir tanımla eşleş
tirebilir durumda olacaktır. Küme ölçütler, bize sanat hakkında
zaten bildiklerimizi anlatırlar. Listenin eklemeler çıkarmalar yapmak
suretiyle kenarı köşesi ayarlanabilir ancak uzun bir süre boyunca
büyük oranda değişmeden kalması, nörofızyologların, felsefecile
rin, antropologların, eleştirmenlerin veya tarihçilerin yaptığı ve
sanat araştırması sayılan alana yön vermesi beklenmelidir.
Teknik olmayan başka özellikler de bu listeye eklenebilirdi.
Kabile topluluklarında sanat ölçütleri hakkın da yazmış olan H.
Gene Blocker, sanatçıların "sadece profesyonel olarak değil, aynı
zamanda yenilikçi, ayrıksı veya toplumsal olarak biraz yabancılaş
mış olarak algılanmasını" önemli bulur. Blocker'ın Afrika'da yap
tığı gözlemi Yeni Gine'de yapmış biri olarak buna katılıyorum.'
7. Kabile toplumlarında sanat hakkında müthiş bir tartışma için bkz. Blocker ( 1994),
s. 1 48; Blocker üzerine bir inceleme için, bkz. [w/s denisdutton.com blocker]. Wilf
red van Damme'ın Beauty in Context'i ( 1 996) kültürler üstü estetiğin sofistike bir
açıklamasıdır.
73
Ancak dünyanın her yerinde, yenilikçi olduğu halde toplumsal
olarak yabancılaşmamış sanatçılar da sanatçı olmayan ayrıksı ki
şilikler de o kadar çoktur ki, Blocker'ın belirttiği özellik sanat için
işlevsel bir tanımlayıcı olamaz. Aynısı nadir veya pahalı olma
durumu için de söylenebilir. 7. bölümde ele aldığım gibi birçok
sanat eseri nadirdir, kıymetli malzemelerden yapılır veya müthiş
emek gerektirir ve bunların çoğu zaman izleyicilerinin ilgisinde
payı vardır. Ancak baskı veya MP3 dosyaları şeklindeki ucuz ye
niden üretimler gibi birçok sanat eseri bu özellikleri taşımaz. Ma
liyet sanatla ilişkilidir ama ayırt edici bir ölçütü değildir.
Sanata dair söylemlerin neredeyse tümünde baştan varsayılan
arka plan özellikleri listemde bulunmuyor. Bunlar ( 1 ) insan yapımı
olmak ve (2) normalde izleyici için üretilmiş veya eyleme geçirilmiş
olmak gereklilikleridir. Sanat eserleri birtakım kasıtsız anlamlar
taşısalar da temelde maksatlı yapıtlardır. Seçim ve teşhir yoluyla
maksatlı nesnelere dönüştürülen kıyıya vurmuş odun parçaları gibi
bulunmuş nesneler buna dahildir. Bir izleyici için yapılmış olmak
da yapıtsallığı artırır ve sanatı anlamak için çok önemlidir ama
sanat dışında başka sayısız insan faaliyeti için de geçerli olduğundan,
faydası listeye eklenebilmesi için çok zayıftır. Bütün toplumsal veya
iletişimse! eylemler temelde bir izleyici düşüncesine bağlıdır.
Listede bulunmayan, akademisyenlerce şişirilerek sanatın ta
nımlayıcı ölçütlerinden biri haline getirilmiş bir özellik daha var
dır: Kültürel kimliği temsil veya ifade ediyor olmak. Her sanatın bir
kültür içinden çıkması ve dolayısıyla bir kültürel ürün olması
bakımından bu iddia elbette ki doğrudur. Ancak normalde bu
duruşun taraftarları buradan yola çıkarak sanatçıların eserlerinde
amaçladığının, izleyicilerin de deneyimlerinden beklediğinin, kül
türel kimliklerini desteklemek olduğu sonucuna ulaşmak isterler.
Bu çıkarım ancak sanatçıların yaptıkları iş karşılığında para alma
yı, izleyicilerin de bir şekilde ödeme yapmayı bekledikleri iddiası
kadar geçerlidir: Bazen evet, bazen hayır. Sanatın, özellikle kültü
rel karşıtlık veya şüphe durumlarında kültürel kimliğin onaylan
ması amacıyla kullanıldığı olabilir. Cervantes, Rembrandt veya
Mozart'ın İspanyol, Hollanda veya Avusturya kültürlerini eserle
rinin başlıca işlevleri olarak görmüş olmaları pek muhtemel değil
dir (kendi milliyetleriyle gurur duyuyor olmalarına rağmen).
Kendisini alenen Fransız ve İtalyan müziğinin üzerinde konum-
74
!andıran Wagner başka bir hikayedir; bilinçli bir şekilde kendini
bir Cermen kimliğinin tanıtıcısı olarak görüyordu. Hint müziğinin
Hint kimliğini destekleme amacı taşıdığını kendi anavatanında
pek görmezsiniz; genellikle Hindistanlılar yurtdışına taşındıkla
rında ve Stuttgart veya Seattle'd aki Hint kültürü toplumlarına ka
tıldıklarında bu işlevi taşımaya başlarlar. Doğal, yerel izleyicilere
hitap eden yerel sanatsal biçimler nadiren kültürel kimliği destek
lemek düşüncesi taşır. Böyle sanat en yakınındaki, en doğal izle
yicisine sadece güzellik ve eğlence sunar. Bugünden geriye dönüp
baktığımızda Shakespeare'i Elizabeth dönemi kültürel değerlerini
destekliyor diye değerlendirebiliriz ama bu bizim, onun üzerine
yüklediğimiz bir kurgudur. Onun amacı Globe seyircisi için teatral
eğlence yaratmaktı. Ne kadar önemli olursa olsun, kültürel kimli
ği desteklemek sanat örneklerini ayırt etmek için bir ölçüt değildir.
IV
Sanatı anlamak için küme ölçüt yaklaşımı, bir nesnenin sanat
olarak tanımlanabilmesi için bu koşullardan kaçını taşıyor olma
sı gerektiğini baştan belirlemese de bu liste toplamında sanat için
bir tanım ortaya koyar.8 Bu tanım sıra dışı sanatı, avangard sana
tı veya diğer tartışmalı durumları dışarıda tutmaz. Sadece, sanat
yapıtlarının bir dereceye kadar paylaşmak zorunda olduğu söyle
nebilecek özelliklere dikkat çeker ve bunu da Rembrant'ın Gece
Devriyesi, Liszt'in İspanyol Rapsodisi, Brecht'in Cesaret Ana'sı gibi
8. Küme ölçüt listesinin faydalı olduğu bir başka mesele de boğa güreşinin bir sanat
türü olarak konumudur. Boğa güreşi, Ernest Hemingway'in ve başkalarının yüksek
ve soylu bir sanat türü olduğu yönündeki iddialarını doğrulayacak biçimde, yeterli
sayıda ölçüte uyar. Ancak listenin sonundaki maddede, yani hayal gücü deneyimin
de bir sorun vardır. Goya'nın kanlı boğa güreşi temsilleri şüphesiz yüksek sanat ola
rak nitelenirken birçok boğa güreşi posteri o kadar da yüksek diye değerlendirilmez.
Ancak hakikaten bir hayvanın zulüm görmesi ve öldürülmesini içermeleri bakımın
dan gerçek boğa güreşleri birer temsil değildir. Boğanın apaçık bir şekilde acı çek
mesi boğa güreşini sanat aleminden çekip kana bulanmış bir gerçekliğe sokar.
Boğanın kafasından ustaca hareketlerle kurdeleler toplanan (ve boğanın asla zarar
görmediği) Fransız versiyonu boğa güreşi ve aynı şekilde hayvanların becerilerini
geliştirip güzelleştirmeye yönelik, at terbiyesi gibi sanatsal pratikler tamamen fark
lıdır. Bu bakımdan filmlerin sonunda yazan "bu filmin yapımında hiçbir hayvan
zarar görmemiştir" şeklindeki standart metin, sanat eserinin yalnızca hayal gücüne
yönelik bir şey olarak keyif verebilmesi için önemlidir. Boğa güreşi sanat gibi ele
alınacak olursa, bazı oyuncuların sonunda zehirlenerek veya bıçaklanarak öldürül
düğü bir Hamlet yapımına benzer. İnsan dışı bir hayvanın kaderiyle ilgili de olsa,
yine de boğa güreşi estetik bir çarpıklık gibi görünmektedir.
75
tartışmasız örneklerin özelliklerini sıralayarak yapar. Böylesi geniş
kabul görmüş eserler, listedeki tüm özellikleri taşıyarak çizginin
bir ucunda durur; diğer ucunda da sıradan pasaport fotoğrafları
gibi sanat dışı nesneler ve becerikli tesisatçıların tıkanmış boru
ları açma marifetleri gibi performanslar bulunur. Bu uçtakiler
listedeki ölçütlerden birkaç tanesini taşıyor olabilir ama bunların
sayısı sanat olarak tanımlanmalarına yetecek kadar değildir. Do
layısıyla bu liste bir şeyin sanat olup olmadığı konusundaki her
soruya cevap bulabileceğimiz bir formül değil, zor, marjinal veya
sınırlardaki sanatsal örnekler konusunda değerlendirmelerimiz
için faydalı bir rehberdir.
Öğrencilerim tarafından sıklıkla tartışma gündemine taşınan
bir konuyu ele alalım örneğin, futbolda Dünya Kupası finali veya
Amerikan Super B owl gibi spor olayları. Böyle organizasyonlar
seyircilerine büyük yetenek, yüksek derecede drama ve hem duy
gu hem de keyif sunarlar. Yaşattıkları özel durum hissinin büyük
lüğünün yanında oyunları takip eden eleştirel söylemin de ucu
bucağı yoktur. Şimdiden benim ( 1 ) zevk, (2) beceri, (5) eleştiri, (7)
özel odak ve belki (9) duygusal doygunluk ölçütlerimi karşılıyor
gibi görünmektedirler.
Yine de birçok insan böyle şampiyona karşılaşmalarının bütün
olarak ele alındıklarında sanat eseri veya sanatsal performanslar
oldukları fikrine direnç gösterecektir (bu bazı virtüöz oyuncuların
veya onların bireysel hareketlerinin sanatsallığını reddetmek anla
mına gelmez). Bu tür oyunları sanat eseri olarak nitelemekte zor
lanmanın sebebi listedeki en önemli ölçütlerden birinin eksikliği
olmalı: ( 12) hayal gücü deneyimi. Takımını destekleyen sıradan bir
taraftar için hayali olarak değil, gerçekten oyunu kazanan, önemlidir.
Sporsever için ilgiyi üreten nihai mesele sonuçtur. Sanat eserlerin
deki gibi ifade edilmiş olmaktan ziyade gerçek spor müsabakalarının
sonuçlarıyla kalabalıklarda harekete geçirilen duygunun birincil
kaynağı kazanmak veya kaybetmektir. Eğer sporseverler h akiki
birer estet olsalardı düşüncem geçersiz olur, skor ve sonucu belki
de hiç önemsemez sadece oyunun tarzından ve düzenlenişinden,
beceri ve ustalıktan, oyuncuların kendilerini h areketlerle ifade
edişlerinden zevk alırlardı. Bir de takımların bir futbol maçında
birbirleriyle nasıl bir mücadeleye girdikleri meselesi vardır. Bir
Harlem Globetrotters basketbol performansı tam bir sanatsal olay-
76
dır çünkü maçtaki iki taraf da aslında izleyicilerini eğlendirmek
için birlikte çalışmaktadırlar. Bu açıdan bir jazz grubu veya bir
stüdyo filmi üretmek için birlikte çalışan onca insandan farkları
yoktur: Eylemleri sırf oyunu kazanmak için değil izleyici içindir ki
bu, şampiyona maçlarında futbol takımları için kelimenin tam
anlamıyla birbiriyle çelişen amaçlar doğmasına yol açar. 9
Bir şampiyonluk maçı özünde (ya da en azından yeterli dere
cede) hayal gücü seviyesine sunulan Kantçı bir "temsil", bir öyley
miş gibi yapma olayı değildir, daha ziyade bir seçim veya
muharebe gibidir. Futbolun kabul edilen sanatla bu kadar çok
ortak yönü olmasına rağmen yine de sanat olmaması küme ölçüt
listesinin anlamamıza yardımcı olabileceği bir durumdur. Aynı
zamanda bu fikre katılmayan okurlardan gelebilecek liste yoluyla
tartışmalara da olanak tanır. Bu tür durumlarda verimli tartışma
lar ve tahlillerin mümkün olması benim listemin bir avantajıdır.
"Karekök" veya "nötron" gibi düşünce ve nesnelerin kavranma
sı, onlara fikri çerçevede bir yer veren kuramların yükselişiyle
birlikte gerçekleşmiştir. Sanat, üzerinde uzun uzun kuram düşü
nülen nesneler haline gelmeden çok önce yaratılıp beğeniliyordu.
Sanat eserleri uzman analizine ihtiyaç duyan teknik ürünler değil,
insan pratiğinin ve deneyiminin felsefeciler ve kuramcılardan çok
önce var olmuş zengin, dağınık ve rengarenk alemleridirler. Bu
açıdan sanat; din, aile, arkadaşlık, toplum veya savaş gibi, insan
yaşamının gerçek ve sürekli diğer yönlerine benzer. Tartışmalı ve
sınırlardaki durumlara rağmen çoğu zaman tüm kültürlerde ve
tarihsel dönemlerde kolayca fark edilebilirler. Bir sanat tanımının,
sanatta gözlemlediğimiz ve teşvik ettiğimiz asıl yaratıcı hayal gü
cünü sınırlandıracağı korkusuna gelince, bu "kitap" tanımının bizi
edebiyatı sansürlemeye kadar varacak kaygan bir zemine iteceğin
den veya "dil" tanımının söyleyeceğim şeyleri sınırlayacağından
endişelenmek gibidir. Sanat neyse odur ve öyle kalacaktır. Estetik
kuram sadece bir hizmetçidir. Tonunu mükemmelleştirmek zo
runda olan odur.
II
Manchester Üniversitesinde 1 993 yılında "Estetik kültürler üstü
bir kategoridir" tezi üzerine tartışılan, yayımlanmış bir münaza
rayı ele alalım. Karşıt görüşü destekleyen iki konuşmacıdan biri
olan antropolog Joanna Overing, tezin karşısındadır "çünkü este
tik kategorisi modernist çağa özgüdür': Dolayısıyla estetik "belirli
bir sanat bilincini tanımlar': İddiasına göre " 'estetik' rasyonel Ay
dınlanma ile doğup büyümüş kelimenin en doğrudan tarihsel
anlamıyla burjuva ve seçkinci bir kavramdır". Kant'ın etkisiyle
"sosyal, pratik, ahlaki ve kozmolojik olanla 'sanat'ın ilişkisini ko
pardık ve sanatsal eylemi teknolojik, günlük ve verimli olandan
özellikle farklı hale getirdik" diyerek bu görüşünü uzun uzun ay
rıntılandırır.
Overing'in argümanı çok geniş anlamda sanat fikrinin, kavramın
yerel kültürlerde aldığı farklı biçimlerle bir araya getirilmesine da
yanıyor. Sanatsal özerklik meselesi Kant'tan çok önce, müzik, resim
ve dramasının bir kısmı toplumsal veya ideolojik içerikten en az
modern resim, drama ve müzik kadar kopuk olan Yunanlarca tar
tışılıyordu. Avrupalıların estetik merakının herhangi bir dönemde
özel, yüceltilmiş, küçük bir grup nesneye (zamanında sadece saray
larda görülebilen, bugün çoğunlukla güzel sanatlar müzelerinde
varlıklarını sürdüren resim ve heykellere) ayrıcalıklı seçkinlerin
gösterdiği yansız ve esrik ilgiyle sınırlı kalmış olduğu iddiasını cid
diye almak mümkün müdür? Çoğumuzun sanat veya estetik dene
yiınden anladığımız geniş bir kategoridir. Bu kategorinin kapsamı
kitle sanatlarından (Attika tragedyası, Victoria dönemi romanları
veya bu akşam televizyonda izlenebilecek şeylerden), dini veya po
litik inançların tarihsel ifadelerine, müzik ve dansın tarihi ile mima
riden, mobilya ve kullanım amaçlı araç gereç tasarımının sonsuz
çeşitliliğine kadar uzanır. Yunanlardan beri Avrupalı zihninde sanat,
nadir nesnelerden oluşan küçük bir grup olmak bir yana, inanılmaz
derecede geniş çeşitlilikte faaliyetler ve yaratıcı ürünler içerir.
80
Sanat hakkında bu şekilde yazıp okuyanların beni anlamasını
bekleyebilirim. Bunun sebebi okurlarımla birlikte sözlüğü açıp
"sanat" kelimesinin anlamını kontrol etmiş olmam değil, onlarla
sanatın ne olduğu hakkında çok daha muğlak ve geniş, kuram
öncesi bir anlayışı paylaşıyor olmamdır. Lascaux mağaralarından
Andy Warhol'un Brillo kutularına ve Dinka çobanların bayıldığı
muhteşem sığır işaretlemelerine kadar zorlayıcı çok sayıda mesele
bulunsa da, bir başlangıç noktası sağlamaya yetecek sayıda tartış
masız örnek de vardır. Bu açıdan sanat hakkında konuşmak fizik,
dilbilim veya tıp gibidir. Olgun disiplinler olarak bu bilimler zorlu
yollardan geçip sıradan fiziksel nesnelerle etkileşim, günlük ko
nuşma veya baş ağrısı deneyimi gibi olgulardan çok daha fazlasını
kapsayan kuramlar geliştirmişlerdir. Ama yine de başlangıç nok
taları böyle çok rastlanan deneyimlerdir. Fiziki iyi hale dair bir
insan bilinçliliği ve bununla birlikte karşıtı olarak kırık bacaklar,
hazımsızlık ve ölümle tanışıklık; hastalık yapıcı mikrop teorisinden,
çift kör plasebo kontrolünden hatta herhangi bir sağlık teorisinden
çok önce mevcuttu örneğin. Tıp, sağlık ve hastalığa dair kuram
öncesi bir anlayışla başladı; gelişmiş bir disiplin olarak karmaşık
kuramlar ve etkili klinik tedaviler geliştirdi. Ama on bin yıl içinde
zinde, iyi bir sağlık durumu ile mide bulantısı veya kan kaybından
ölmek arasında ayrım yapmayı bırakmadı.
Dolayısıyla sanata dair bir doğacılık bizi kültürler üstü ve tarih
sel olanlar da dahil olmak üzere gündelik deneyimlerimizle ilgili
genel sezgilerimize geri götürür. Bu iddianın ispatı da ilginç bir
şekilde "bizim" sezgilerimizi burjuva ideolojisi ve kültürmerkez
cilikle dolu diye reddeden ve kendi kuramsal amaçları için tanım
lamalar şart koşmayı tercih eden yazarların bile bizzat inkar
ettikleri sezgilere bağlı olmalarıdır. Overing'in argümanı, antro
pologların "başka halkların güzellik hakkındaki fikirlerini anlama
ve tercüme etme işinde" Batı estetiğinin kavramlarını kullanmala
rının "gizli tehlikeleri"ne vurgu yapmak suretiyle çelişkiye ve tu
tarsızlığa düşmüştür. İkisini birden söyleyemez: Bir yandan
estetiğin kültürler üstü bir kategori olduğunu reddedip, diğer yan
dan "başka halkların" da bizim yanlış anlayabileceğimiz "güzellik
hakkında fikirleri" olduğunu kabul edemez.
Overing saha çalışmasının odağı olan Amazon'daki Piaroa hal
kından da söz eder. Muhtelif yerlerde "Piaroa güzellik kavramı
81
üretimsel kullanımdan ayrı tutulamaz... nesneler ve insanlar yapa
bildikleri şeyler sebebiyle güzeldir... güzelleştirme güçlendirir...
güzel olan ve sanatsal olan ... aynı işlemin farklı yönleri olarak
değerlendirilir" şeklinde ifadelerde bulunur. Bu etmenlerin Piaroa
güzellik anlayışı "bizim estetik duyarlılığımıza itici" hale getirdiği
sonucuna varır. Hiç sanmam. Açıkça görülüyor ki Piaroa halkının
güzellik anlayışı bizimkinden belki Viktorya dönemindekinin Sung
Hanedanındakinden olduğu kadar farklıdır. Ama Piaroa için ya
ikisi de ayırt edilebilir bir tür güzelliktir -belirgin bir Piaroa gü
zelliği, elbette- ya da değildir. Değilse, Overing buna baştan "gü
zellik" dememelidir. Ama öyle ise demek ki estetik kültürler üstü
bir kategoridir ve o da kuramsal eğilimine rağmen böyle tanımalı
ve ele almalıdır. 2
III
Benzer iddialar antropolog Lynn M. Hart tarafından da öne
sürülmüştür. Hart, Uttar Pradesh'te Hindu kadınlar tarafından
evlilik kutlamalarının parçası olarak bazen bireysel bazen de grup
lar halinde yapılan mitolojik temalı geniş, dekoratifjyonti resim
lerini konu edinir. Önce çalışma alanlarındaki kadınları ayrıntılı
bir şekilde anlatır. Sonra benzer bir resmin Kuzey Amerika'da bir
yemek odasında görülmesinden bahseder ve oradan da yine bu
resimlerden bir başkasının 1 989'da Paris'teki Pompidou Center'da
Magiciens de la terre sergisinde yer aldığını söyler. fyonti tablola
rının Ganeşa, Lakşmana, Vişnu, güneş ve ay, aşk kuşları gibi Hin
du mitolojisinden unsurların doğrudan, canlı renklerle
resmedilmiş olmalarına rağmen, Hart bu eserlerden söz ederken
(bunlar "eser" ise) "sanatçı" yerine "üretici': "sanat" yerine de "gör
sel imge" ifadelerini kullanmakta ısrar eder. "Uygun olmayan Ba
tılı terminolojiyi" kullanmaktan kaçınmakta kararlı olduğunu
anlatır. Aksi takdirde Batılıların "imge ve desenlerin temellerinin
bizzat din, ritüel ve mitik temalarda olduğunu, anlamlarını ve
güçlerini de üretim ve kullanımlarının dini bağlamından elde et
tiklerini" anlamakta zorluk çekebileceklerini düşünür. Bu sanatın,
daha doğrusu bu görsel imgelerin yerele özgü estetik ilkeleri "stan
dart Batılı estetiktekilerden farklıdır". Yerel bir bakış açısından bu
Bir sanat galerisinin veya belki de harika bir müzenin duvarında (um
duğu gibi) yer almak üzere resim üreten Batılı, tıpkı çağdaş edebiyattan
kısa öykü ve romanların tasarlanmış, konumlandırılmış ve günlük ha
yattan ayrılmış olmaları gibi tasarlayarak, belirli bir şekilde konumlan
dırarak ve günlük hayattan ayırarak bir nesne üretirken kendi
"sanatçı"lığının bilincindedir. Bu ürünler "Bakın bana, ben sanatım!"
diye kendilerini belli ederler. Hindu köyündeki ritüel imgelerin üreticisi
kendisinin aynı şekilde bilincinde değildir. Anlamını belirli bir şekilde
tasarlanmış ve konumlandırılmış bir nesne olmaktan çok hayatta oyna
dığı rolden alan bir imge üretmektedir. 3
iV
Sırada ele alacağım yazar Susan M. Vogel'ın kabile sanatları
üzerine yazıları, anlatım gücü ve entelektüel yapının kapsamlılığı
bakımından daha öncekilerden çok daha üstündür. Fakat muhte
şem kitabı Baule: Afrikalı Sanat, Batılı Gözler onlarınkine benzer
bir tez içerir: "Bu kitap benim Baule kültürüne ait bazı nesnelerden
Batılı anlamda birer sanat eseri olarak hoşlanmamdan ilhamını
aldı ama Baule düşüncesinde ve bireysel olarak Baule hayatında
84
'sanat eseri'nin ne demek olduğunu keşfetmeyi amaçlıyor" şeklin
de bir açıklama yapar. Vogel, "bu nesneleri yapan ve kullanan"
Baule h alkının "bunları 'sanat' olarak değerlendirmeyip en iyi
heykelleri bile aynı işlev ve anlama sahip olduğu takdirde, herhan
gi bir görsel ilginçliği bulunmayan sıradan nesnelerle eşdeğer"
tuttuklarını belirtir. "Bizim anladığımız şekliyle 'sanat' Baule köy
lerinde bulunmaz ya da bulunsa da köylüler bugün hala köylerde
yapılan ve kullanılan, 'Afrika Sanatı' tabir edilen meşhur geleneksel
heykellerden ziyade modern ev eşyalarını işaret edebilirler" der.
Bu görüşünü şu gözlemlerle destekler. Birincisi Baule halkı (a)
ruhlar ve görünmeyen güçleri, (b) bunların yerleşebileceği kil yı
ğınlarını ve (c) yine bu ruhların mesken tutabileceği üstün nitelik
li heykelleri "birleştirir ve birbirine denk görür': Ancak sadece bu
sonuncular Batılı anlamda sanattır. İkincisi, Baule halkı "sanat
eserlerine Batı kültüründe temel olarak batıl diye nitelenecek büyük
güçler atfederler... Yaşam ve ölümün muazzam güçleri müzelerde
hayranlıkla izlediğimiz heykellerle bütünleşmiş unsurlardır ve
Baule insanları onları bu güçlerden ayrıymış gibi değerlendirmez".
Üçüncüsü, en önemli Baule sanat eserlerinin birçoğu büyük izle
yici kitlelerinin veya herhangi birinin görmesi amacını taşımaz,
genelde gözlerden uzakta saklanır "çok az insanın girdiği panjur
ları kapalı veya penceresiz odalarda'' tutulur ya da kumaşlara sarı
lıp sadece nadiren ortaya çıkarılır. Bu yaklaşım geniş bir kitlenin
"yoğun, övgü dolu bakışlarını" davet eden Batılı estetik nesne
anlayışıyla kesin bir zıtlık teşkil eder. Baule halkına göre bakma
eyleminin kendisi başlı başına ayrıcalıklı ve riskli bir iştir çünkü
yanlış insan için bir heykeli görmek bile ölümcül olabilir. Bu, "bir
şeyi görmenin potansiyel olarak dokunmak veya yemekten daha
kayda değer, daha tehlikeli ve bulaşıcı olduğu" Baule kültüründe
görüşün özel yerini ortaya koyar. (Yani, der Vogel, yanlışlıkla kut
sal bir adamın maskını gören kadın bu olaydan dolayı ölebilir
ancak ne olduğunu anlamadan ona dokunan kör bir kadın kendi
ni tehlikede hissetmeyecektir; erkekler, bir kadının cinsel organ
larını görmenin ölümcül olduğunu düşünebilir.)4
Bu değerlendirmeler Baule halkının Batı'nınkinden farklı bir
sanat kavramı olduğu, bizim anladığımız şekliyle "sanat"ın Baule
4. Baule halkının "en iyi heykelleri bile aynı işlev ve anlama sahip olduğu takdirde,
herhangi bir görsel ilginçliği bulunmayan sıradan nesnelerle eşdeğer" tutması, Vogel
( 1997), s. 80; "yoğun, övgü dolu bakışlar" ve tehlike için bkz. s. 83-86 ve 1 10.
85
köylerinde bulunamayacağı görüşünü destekler mi? Vogel'in takip
eden açıklamalarında tekrar tekrar ortaya koyduğu gibi, hayır
desteklemez. 5 Baule insanı için yoğun manevi ve kişisel önem
taşıyan masklar ve figür heykeller tarif eder. Bunların içinde kişisel
portreler ve ruh eşi diye tabir edilenler de bulunur. Elbette sahip
lerinin zihninde bu parçalar için sadece duyulara hitap eden ve
teknik özelliklerinden ziyade büyülü ve kişisel anlamlar daha faz
la yer kaplar: Bu nesnelerden bazıları yakınlarda yaşayan usta
oymacılar tarafından bazıları daha az yetenekli sanatçılar tarafın
dan yapılmış olacak ama bu sahibi için çok şey değiştirmeyebile
cektir. Ancak bu ayrımlar ve bu sanat türünün manevi dünyayla
ilişkilendirilmesi Baule'ye özgü bir olgu değildir. Giotto'nun Pa
dua'd aki fresklerinden etkilenen birçok Hıristiyan, öncesinde
Giotto'nun sanatının seviyesine yaklaşamayan benzer başka fresk
lerden aynı derecede duygulanmış olabilirler. Başka bir deyişle ilk
izleyici eserin sanatsal değerlerinin diğerleriyle karşılaştırmasına
genel olarak belki çok az ilgilenmiş, bu durumda onları sadece
dinsel anlatı olarak değerlendirmiştir. Giotto'nun zamanındaki
izleyicisi için ne kadar önem taşımış olduğunu kavramamız için,
bizim çok sonradan eserinin belirli bir dini düşünce düzeni için
deki konumunu bilmemiz gerekir. Din, birçok zaman iç içe geç
mişse de sanatla karıştırılmak zorunda değildir. Yani bir sanat
tarihçisinin Giotto'nun eserlerini din veya toplumsal tarih bakı
mından değil teknik, biçimsel mükemmellik ve temsil şekilleri gibi
sanat tarihinin parçası olan yönleriyle tartışması tamamen makul
dür. Giotto'nun tablo ve fresklerinin estetik özellikleri dinin bir yan
ürünü değildir. Üstün yetenek, sanatsal ifade ve dini geleneği bir
araya getirirler. Aynı şey Baule maskları ve figürleri için de geçer
lidir. Bu nesnelerin ilk izleyicileri tarafından dini nesneler olarak
görülmeleriyle ( Giotto'nun durumunda İncil'deki hikayelerin re
simlendirilmesi veya belki de sadece dinsel törenler için renkli bir
arka plan, Baule kültüründe ruhlara "mesken" olmuş güçlü nesne
ler) sanat eseri olarak statüleri, tartışmalı hale gelmez. Baule halkı
birçok açıdan egzotiktir ama böyle olması sanatlarının bizim ge
leneklerimizle apaçık benzerlikler taşımadığı anlamına gelmez.
Vogel, Yoruba ikiz bebeklerini incelerken başka bir tür egzo
tikleştirme dürtüsünün peşine düşer. Yorubalara göre ikizler alt
--- -----
88
v
89
dine güveniyor m usun?" diye sorulmalıdır. Bu sorun, Hart'ın
yazısının özünde yer alır. Avrupa'da galerilerde sergilenen türden
değil, çeyiz sanatı bağlamında üretilen geleneksel, dini halk resmi
olan Jyonti resimleriyle uygun karşılaştırmayı bulamamıştır. Genel
olarak ifade edecek olursak bu durum sanat antropolojisinde sık
lıkla karşılaşılan bir eksikliktir. Bir ilişkiler sisteminin haritasını
çıkarmakta çok iyi olan antropolog, yerele özgü sanatın değerlen
dirmesine gelince yine de duyarsız bir ahmak olabiliyor.
Vogel'in sunduğu Baule örneklerinde mesele başkadır. Batı
sanat pratiğinde, bu eserlere atfedilen sihirli güçler için yakın bir
karşılık bulunmuyor (yine de, bugün bile Avrupa'da, Amerika'da
veya Hıristiyan dünyasının Filipinler gibi uzak bölgelerinde zaman
zaman görülen ağlayan veya iyileştiren dini heykelleri hatırlatıyor
lar). Ancak Baule ruh eşi heykellerinin gerektirdiği beceri ve este
tik özellikleri görmekte zorlanmayız. Vogel'in içgörüleri sayesinde
Baule halkı için ruh eşi fikrinin psikolojik işlevini de anlayabiliyo
ruz. Genel olarak sanat hakkındaki düşüncelerimizle yabancı bir
pratiğin bu sanatsal/sihirli/dini diğer yönlerini birleştirmek Batılı
entelektüel muhayyile için aşılamayacak bir engel sayılmaz. Özel
likle Vogel, Baule sanat ve inanç dünyasının net, anlaşılabilir bir
tablosunu çizer. Bize Baule kültüründe sanatın yeri hakkında ne
kadar şey söylerse söylesin, onu anlamak için kendi sanat "kavra
mımızı" esnetip ayarlama ihtiyacı duymayız.
Kültürler üstü bir kavram olarak yemek yapmayı düşünün.
Diyelim ki bir kabile var ve bu kabilenin herhangi bir yiyeceği
pişirmek için kullandığı tek yöntem suda kaynatmak olsun. Bu
kabilede hazırlanıp yenmiş olan her şey ya çiğdi ya da kaynatılmış
tı. "Bizdekinden farklı bir pişirme kavramları var" der miydik?
Hayır, bizdekine göre sınırlı bir teknik repertuvarıyla da olsa yemek
pişiriyorlar. Ama daha geniş bir teknik çeşitliliği tek başına pratiğin
kavramını değiştirmez. Mikrodalganın icadı pişirme kavramını
değiştirmedi, yeni bir yol getirdi. Hiç mikrodalga kullanmamış
olmalarına rağmen büyük büyük babalarımız da bizimle aynı pi
şirme kavramını paylaşıyorlardı. Ama varsayalım bir kabile keş
fettik ki yiyeceklerini hiçbir zaman ısıtmamışlar, böyle bir şey
duymamışlar bile. Onun yerine yemeden önce her zaman üzerin
den bir ruh asası geçirmişler. O zaman "bizimkinden farklı bir
pişirme kavramları" olduğunu söyler miydik? Yine hayır. Ruh
90
asasıyla yaptıkları yemeği kutsamak mı, takdis etmek mi, zehirle
ri defetmek mi, yenmesi olayını onaylamak mı; ne olursa olsun,
pişirmek değildir. (Sembolik olarak pişiriyor da olmazlar. Asanın
sembolik olarak yemeği pişiriyor olabilmesi ancak pişirmenin ne
demek olduğunu bilmeleri halinde mümkün olabilirdi. Fakat bu
zaten pişirme kavramına sahip oldukları anlamına gelirdi.)
Benzer şekilde, sanat kavramı ahşaptan oyulmuş olmalarına
rağmen hiçbir zaman hayretle, memnuniyetle ya da büyük bir me
rakla kamusal alanda veya özel olarak izlenmemiş (Tanrılar gibi
insan dışı varlıkların bile bakması beklenmemiş) nesneler içeren bir
kültür düşünün. Bu nesneler hiçbir eleştirel söyleme maruz kalma
mış, sergiledikleri beceri hayranlığa sebep olmamıştır. Hiçbir şeyin
temsili değildirler ve ayırt edilebilir düzenli bir tarzla üretilmemiş
lerdir. Kapı takozu olarak kullanılmışlarsa da, kapıları açık tutmak
için yerleştirmek ve kapatmak için kaldırmak dışında dikkat çekme
mişlerdir. Bu kabilenin "bizimkinden farklı bir sanat kavramı" ol
duğunu söyleyebilir miydik? Hayır; buraya kadar sağlanan
kanıtlara göre bu nesneler her ne olursa olsun (belli ki kapı takozu),
"Batılı anlamdan farklı bir anlamda'' sanat değildirler. Hangi daral
tılmış, uzak, tuhaf veya müphem anlama ulaşmak istersek isteyelim,
daha önce deneyimlemediğimiz gizemli bir nesne, sanat eseri olarak
nitelenebilmek için bu özelliklerden bazılarını paylaşıyor olmalıdır.
(Deneyimin duyusal haz vermesi, geleneksel bir tarzın dahilinde
veya karşıtı olarak yaratılmış olma, yoğun hayal gücü dikkati içerme,
beceri kullanılarak üretilme veya gerçekleştirilme, sembolik veya
temsili olma, duygu ifade etme gibi.) Bu hususlar sadece Batı kültü
ründe değil, Asya'nın büyük sanat geleneklerinde ve Afrika, Ameri
ka, Avustralya kabile kültürleri de dahil olmak üzere dünyanın geri
kalanında sanatın paylaştığı özelliklerdir. Eğer bu yerleşik fikirler
ağıyla fark edilebilir bir bağlantısı yoksa gizemli nesne yeni bir tür
olmak bir yana, hiç sanat değildir.
VI
Yorumları aydınlatıcı da olsa hatalı da olsa antropologlar sana
ta yaklaşımlarında en azından etnografik kanıtlara dayandıklarını
düşünürler. Diğer yandan felsefecilere işleri gereği tamamen ha
yali düşünce deneyleri uydurma izni verilmiştir. Örneğin, Witt
genstein usulünce analiz, genellikle uydurma bir antropolojiyle
91
başlar: "Bir kabile hayal edin ..." Böyle bir düşünce deneyini de
egzotik bir kabilenin bizimkinden tamamen farklı bir sanat kav
ramı olabilir mi sorusunu denemek için Arthur Danto düzenle
miştir. Başka bir kültürde, ne kadar zihnimizi zorlarsak zorlayalım
bizim estetik algım ızın erişiminin dışında kalan yeni bir estetik
değerler dizisi, estetik duyarlılığı ve estetik evreni hayal edebilir
miyiz? Yabancı bir kültürde içerden birisi söylemeden ayırt edip
algılayamayacağımız tamamen yeni bir sanat türü olabilir mi?
Danto bizden bir dağın iki tarafında, birbirleriyle hiç bağlantı
sı olmadan yaşayan iki Afrikalı kabile hayal etmemizi ister. Her
ikisi de, hangisine ait olduğunu anlayamayacağımız kaplar ve se
petler üretmektedirler. Ancak dış görünüşteki bu benzerliğe rağmen
aslında aralarında dünyalar kadar fark vardır. Çömlek İnsanları
olarak tabir edilen kabilenin kültüründe kapların önemi çok bü
yüktür. Onların kozmolojisine göre Tanrı bir çömlek ustasıdır ve
çömlekler de tüm kozmolojinin bir ifadesidir. Bu çömlekleri üreten
insanlar birer sanatçı olarak toplumda saygı görürler. Dağın diğer
tarafında yaşayan Sepet Halkı, kendilerine göre "evrenin ilkelerinin
vücut bulduğu" sepetler yaparlar. Kozmolojileri sepet fikri etrafına
inşa edilmiştir ve her bir sepet büyük bir anlama ve ruhsal güce
sahip sanat eseridir.
İşe bakın ki Sepet Halkı aynı zamanda çömlek yaptığı gibi,
Çömlek İnsanları da sepet üretmektedirler. 7 Etnograflar büyük
hayranlık duysa da Sepet Halkının kendisi çömleklerine herhangi
bir özel önem atfetmez. "Balık ağları, ok başları, ağaç kabuğu ve
ketenden yapılan tekstil ürünleriyle eşdeğer': sıradan birer araçtır
lar. Çömlek İnsanlarının sepetlerine karşı tutumları da buna ben
zer. Kabilelerinde sepet üreticileri zanaatkar olarak değerlendirilir
ama birer sanatçı oldukları düşünülmez.
Danto'nun anlatısında Çömlek İnsanları ve Sepet Halkından
elde edilen nesneler bir Güzel Sanatlar Müzesi ve Doğal Tarih
Müzesinde sergilenecekleri zaman sıkıntı ortaya çıkar. Bekleyece
ğiniz gibi, Çömlek İnsanlarının çömlekleri ve Sepet Halkının se
petleri, sanat eseri oldukları için Güzel Sanatlar Müzesinin İlkel
Bölümünde tutulurken, Sepet Halkının çömlekleri ve Çömlek
İnsanlarının sepetleri Doğal Tarih Müzesinde diğer araç gereç iş-
7. Çömlek İnsanları ve Sepet Halkı için, bkz. Danto ( 1 998). Yorumlar "sanatı mey
dana getirir" iddiası Danto ( 1986), s. 45'te yer alır.
92
levli nesnelerle birlikte sergilenmektedir. Ancak Doğal Tarih Mü
zesi, Ç ömlek İnsanları ve S ep et Halkının günlük hayatının
resmedildiği, tarlalarda çalışan, dokuma yapan, bebek bakan ka
bile insanlarını gösteren iki de maket sergilemektedir. "Çömlek
İnsanlarından bir çömlek ve Sepet Halkından bir sepet, kendi
maketlerinde bir nevi ayrıcalıklı bir şekilde konumlandırılmış
olarak... belki de yoğun duyguların nesnesi olacak biçimde diğer
her şeyden ayrı bir yerde durmaktadır." Her iki maket de rehberli
bir okul turuna gösterilir. Aralarından bir kız, Sepet Halkı make
tindeki hürmet edilen sepet ile Çömlek İnsanları maketindeki
dağılmış, yer yer bozulmuş, kullanılmış sepetler arasında hiçbir
fark göremediğini söyler.
Aradaki farkın uzmanlar tarafından anlaşılabileceği şeklindeki
ifadelerle geçiştirilse de çocuğun sorunu çözülmemiştir: Eğer bir
grup nesneyi sanat eseri yaparken diğer grubu araç gereç olarak
bırakan farkı biz göremiyorsak, bu ayrım bizim için bir şeyi değiş
tirmeli midir? Fiziki bilimsel ölçütler, Danto'ya göre haklı olarak,
göz ardı edilmiştir: Bunlar önem arz eden farklar olamazlar. Ancak
çocuğun sorusu bence kültürler üstü estetik algı meselesi üzerine
düşünen herkesi huzursuz edecek bir noktaya işaret eder. Danto'nun
örneği, uzak kültürlerin estetik eleştiriye tabi tutulmasına en can
alıcı noktasından meydan okur. Çünkü bir kabile için bir çömlek
veya sepetin ne ifade ettiğinin ya da herhangi bir şey ifade edip
etmemesinin bizim ona dair estetik takdirimizle alakası olmaya
bileceği ihtimaline dikkat çeker. Bir kabile sanatı eserine hayranlık
duyup da veya bir masktan, oymadan etkilenip de akla gelen tuhaf
ihtimallerden kaçınabilen yoktur: Bunu yapan kişiyi de aynı şekil
de etkiledi mi? Ait olduğu kabilenin gözünde türünün iyi bir ör
neği mi? Özel ruhani önemi olan bir parça mı? Sadece işlevsel bir
nesne mi? Turistik bir kitsch mi?
Danto küçük kızın sorusunu geçiştirmek için farazi bilgileri
(yanlış bir şekilde) kullanan ilgili uzmanların kim olduklarını hiç
söylemez, biz de müzedeki bilim insanları veya küratörler olduk
larını varsaymak zorunda kalırız. Düşünce deneyindeki tanıma
göre onların bile sadece görsel incelemeyle aradaki farkı anlaya
mayacaklarını düşünmemiz gerekir. Bu, bize estetik hazzı verme
si beklenen görsel incelemenin aynısıdır. Ancak Danto, aradaki
farkı gerçekten görebilecek, bana hayati derecede önemli gibi gelen,
93
bir grup potansiyel uzmanı tartışmaya dahil etmemiştir. Peki ya
bizzat Çömlek İnsanlarının çömlekçileri? Tıpkı Danto'nun tarif
ettiği gibi mitolojisiyle, anlamlamalarıyla, çömlek kavramına sığ
dırılan ve kabilenin her bir çömleğiyle canlandırılan hayat fikriyle
Çömlek İnsanları kültürünü hayal etmemize rağmen yine de Çöm
lek İnsanlarının çömlekçileri, kendi yaratı/arını dağın ötesindeki bir
başka kabilenin kullandığı işlevsel nesnelerden kendileri ayırt ede
mezler diyebilir miyiz?
Nihayetinde Danto'nun hikayesi sadece küratörlüğün zayıflık
larıyla değil, bizzat kabilelerin sanatsal yaşamıyla ilgilidir. Benim
de hem müze koleksiyonlarından hem de Yeni Gine ormanların
daki saha çalışmalarımdan edindiğim kabile sanatına dair kendi
deneyimimin her bir yönü ve unsuru, Danto'nun kabilelerinin
insani olarak mümkün olmadığını göstermektedir. Tabii ki kelime
işlemcisinde yanlışlıkla Hamlet'i yazan maymun gibi, mantıken
imkansız değildirler. Ama Dantdnun hikayesini bu kadar baştan
çıkarıcı yapan sadece mantıki olasılık değildir. Etnografik sanat
alanında çalışmış herkes size birçok bireysel vakada bir eserin
nasıl ele alınması gerektiği konusunda belirsizlikler olacağını söy
ler: Sanat kategorisine mi koymalı yoksa sıradan bir insan yapımı
nesne mi demeli ya da dışardan gelenlere satılmak üzere yapılmış
turistik bir parça olduğunu mu düşünmeli yoksa yaratıcısı için
manevi önem taşıyan bir sanat eseri mi? Ancak Danto, belirli bir
eser hakkındaki yanılgıyı göstermiyor. Onun yaptığı daha ziyade
bütün bir kabile sanatı türünün veya geleneğinin bizim gözümüzde
başka bir kabile sanatı türü veya geleneğinden ayırt edilemez oldu
ğu bir durum tarif etmek. Esasında gerçek dünyada koca bir sanat
geleneğinin bir işlevsel nesne üretimi geleneğinden ayırt edilemez
olması fikri, bana kalırsa en az bir maymunun Hamlet'i yazması
kadar olasılık dışıdır.
Danto'nun betimlediği kadar tuhaf bir başka kalıcı kültürel
davranış örüntüsü hayal edebilir miyiz? Eğer çömlekler mitoloji
leri ve manevi boyutlarıyla birlikte, Çömlek İnsanları nezdinde
Danto'nun atfettiği gibi önemliyse ve çömlek yapımı en kıymetli
sanatlarıysa o halde bu kabilenin çömlekçilerinin, yapıtlarının
üretimi ve süslenmesi konusunda özenli olmalarını bekleriz. Ta
sarım ve süslemede mükemmellik arayan bir eleştirel düzen dahi
linde, üretim için en iyi kili bulmak, tam olması gerektiği gibi bir
94
son kat elde etmek üzere fırınlamak gibi şeyler düşünerek çalışıyor
olurlardı. Danto'nun anlattığı şekilde en iyi çömlekçilerine hayran
lık duymaları ve en güzel çömleklerini el üstünde tutmaları ancak
bu şekilde anlamlı olabilirdi.
Felsefi düşünce deneylerinden gerçek hayattan bir örneğe dö
nelim: Saha çalışması yaptığım Yeni Gine'nin Sepik Nehri oyma
cıları. Danto'nun çömlek ve sepetçileri gibi, Sepik oymacıları da
hem manevi ve büyülü öneme sahip eserler hem de sadece kullanım
amaçlı şeyler üretirler. Kullanım amaçlı oymalarının bazıları ol
dukça pahalıdır. Tek özelliği "hatlarının güzelliği" olan kanolar,
pek süslenmemiş toprak kaplar ve ağaçtan oyma aletler yaparlar.
Ama aynı zamanda Sepik Nehri boyunca süzülen timsah kafası
şeklindeki pruvaları özenle süslenmiş kanolara, zarif bir biçimde
güzelleştirilmiş pişirme kaplarına ve oyma tokmaklarına da rast
larsınız. Önemi bir ruhun gönlünü hoş tutmaktan öteye gitmeyen
şifa tılsımları ve ataları temsil eden figürler bulunur. Ve son olarak,
çakışmanın ve belirsizliklerin yoğun bir şekilde bulunduğu bir
alanda sadece turistlere satmak üzere yapılmış oymalar bulunur.
Bunların çoğu oldukça epey bayağıyken bazıları oldukça iyidir.
Sepik sanatı konusunda deneyimli olmayan Avrupalılar, tespit
edilecek bazı ince ayrımları doğal olarak fark edemezler. Ama
sebat ederseniz turistlere satılmak üzere yapılmış insan biçimli bir
oyma ile bir atanın ruhunu memnun etmek için büyük ciddiyetle
yapılmış olan arasındaki esas farkları keşfedebilirsiniz. Örneğin,
bir turist, oymada ön taraftaki kabul töreni yara izlerini görür
ancak arka tarafta bunlardan özellikle yapılmadığını fark etmez.
Atanın ruhu sırt yaralarının eksikliğini görecek, aynı zamanda
oymanın garamut gibi sert bir ahşaptan büyük zahmetle mi yapıl
mış yoksa yumuşak, kolay oyulabilecek bir ağaçtan mı üretilmiş
bilecektir. Turistlerin farkına varamayacağı kısa yolları ruhlar hiç
sevmezler. Ruh, çok büyük boyutlarda bir oyma tercih edebilir ve
yirmi kiloluk bagaj sınırlamasını da dert etmez. Bu yüzden bir ruhu
memnun etmeye çalışan Sepik oymacısı, sanat eseri tamamlandı
ğında belirgin bir şekilde kendini gösterecek yoğun bir amaç bi
linciyle çalışacaktır. Van Gogh resmindeki tutku yoğunluğu
Batılılar için nasıl aşikarsa, böyle içsel özellikler bu konuda eğitim
li bir Sepik gözüne veya bir Sepik uzmanına göre aynı şekilde
apaçık ortadadır. Sepik olsun olmasın herkes belirli bir oymadaki
95
doğaüstülük niyetinden şüphe duyabilir. Ancak çoğu durumda,
doğal olarak akla gelen sorular Van Gogh'un amacının ciddiyeti
sorgulanırken beliren soru işaretlerinden fazla değildir. Dahası,
Sepik anlayışına göre sanatsal mükemmellik için gerekli ölçütler,
ilkesel olarak zamanı ve öğrenmeye niyeti olan herkese açıktır.
Sepik kültürü içinde ayrılmaz bir biçimde mühürlü değildirler.
(Eğer herhangi bir şekilde öğrenilebilir olmasalardı, bir sonraki
Sepik oymacısı nesline öğretilemezlerdi bile.)
Danto'nun meydan okumasını unutmadan, ben de başka bir
felsefi düşünce deneyi önereyim. Bu kısmen Yeni Gine deneyimi
me dayansa da hayali bir benzetimdir. Bir karikatür olabilir ama
her bir detayında bizzat benim tarafımdan veya Pasifik bölgesinde
çalışmış etnograflarca gözlenmiş gerçekler ve olaylar tarif edilmiş
tir. Yine iki halk düşünün ("kabile" kelimesi Okyanusya'da teknik
açıdan doğru değil) . Orman İnsanları diye adlandıracağım birin
cisi, geceleyin mağara benzeri Ruh Evinde, titreyen alevlerin ışı
ğında bakılınca içlerine ölülerin ruhlarının girmesiyle canlanan
oymalar üretirler. Taş ve kemikten aletler kullanan Orman İnsan
larının usta oymacıları topluluğun geri kalanından özel bir saygı
görür ve birkaç tanesi kayda değer eserleriyle tanınırlar. Bu insan
lar (bu kültürde oymacıların hepsi erkek, dokumacıların da hepsi
kadındır), çoğunlukla insan ve hayvan figürlerinden oluşan müthiş
çeşitlilikte oymalar üretirler. Orman İnsanları özellikle, yaşadıkla
rı kadim yağmur ormanının en sert yaşlı odunlarından yapılmış
oymalara değer verir; Tanrıların yapımı zor oymalardan daha
fazla hoşnut olduklarına onlar da inanırlar. Oymaları arada sırada
ormanda gizlice üretilir ve yine ormanda bir yerlerde çocuklar
tarafından bulunurlar. Aynı zamanda oraya Tanrılar tarafından
bırakıldıkları söylentileri yayılır. Orman İnsanları bu oymalara dua
eder, şifa için veya avlarında şans getirmesi amacıyla domuz yağı,
kan veya spermle kaplarlar. Hala çağdaş medeniyetten izole bir
şekilde yaşadıkları için Orman İnsanlarının kendi oymacılarının
ürettikleri dışında temsili imgelere erişimleri yoktur. Yakınlardaki
diğer kültürlerin az çok benzer oymaları dışında başka bir kültüre
ait resimler veya oymalar görmemişlerdir. Kendilerinin de iki
boyutlu boyama veya çizim gibi bir gelenekleri yoktur. Oymaları
bize gerçekçi göründüğü zamanlarda bile kendilerine has Orman
İnsanları usulünce uzunlaştırılınıştır. Bazen Orman İnsanları güç-
96
lü oymaları çalmak için komşularına baskınlar düzenlerler. Nesil
ler geçtikçe birçok insan bu baskınlar sonucu ölmüştür. Oymalar
onlar için çok önemlidir.
Başka bir kabile daha vardır ki tarihi ve kültürel olarak Orman
İnsanlarıyla yakından ilişkilidirler. İlişkili olduklarını biliyoruz
çünkü dillerinin ve mitoloji sistemlerinde birçok ortak öğe bulu
nuyor. 1 930'larda bir Avustralya devriye memuru onlarla ilk tema
sı sağlamadan önceki kutsal ve dekoratif oymacılıkları da aynı
şekilde ortaktı. Her zaman yaşamış oldukları yerde, Güney Pasifik
teki büyük bir adada, bir nehir ağzına yakın yaşıyorlar. 1960'larda
köylerinin hemen yanına bir Club Med inşa edildi. Resmi olarak
hala eski adlarını taşıyor olsalar da kendilerini tuhaf bir şekilde
Turist İnsanları olarak adlandırıyorlar. Artık oyma idollere tapmı
yorlar ve oymaları kan veya sperme bulama düşüncesi onlar için
utanç verici. Çünkü hepsi az çok ahlakçı birer Metodist olmuş.
Ancak hala "geleneksel" oymalarını üretmeye devam ediyor ve
hepsini Club Med misafirlerine satıyorlar. Yumuşak ahşap ve Alman
çeliğinden oyma aletler kullandıkları için hızlı bir şekilde çok sayı
da oyma üretebiliyorlar ve genellikle poliüretan cilayla parlatıyorlar.
Turist İnsanları, devletin sosyal yardım programı sayesinde kon
forlu bir hayat sürüyor (devlet, maden işletme haklarını kullanıyor
çünkü ülkenin bazı kısımlarında zengin altın yatakları bulunuyor).
Bu yüzden oymacılıktan gelen paranın çoğu video oynatıcıları için
film satın almaya veya kiralamaya gidiyor. (Turist İnsanlarının
yerleşim bölgesine hiçbir televizyon yayını ulaşmıyor ama her evde
bir video oynatıcı cihazı bulunuyor. Malayca karması bir dilde
dublajlı eski Hong Kong kungfu filmleri daimi bir keyif kaynağıdır.)
Şimdi durup Arthur Danto gibi hiç kimsenin Orman İnsanları
nın oymalarıyla Turist İnsanlarının oymaları arasındaki farkı an
layamayacağını bir hayal edelim. Ama bir dakika: Bu kadar farklı
bağlamlarda, bu kadar farklı amaçlarla üretilmiş oymaların niha
yetinde ayırt edilemez olabilecekleri nasıl düşünülebilir? Elbette
zaman zaman eski bir oymacı tarafından geleneksel tarzda üretilen
bir Turist İnsanları oymasının veya geleneksel modeli kullanan
genç bir oymacının ürününün, en azından bir turiste eski bir Orman
İnsanları oyması gibi görünebileceğini düşünebiliriz. Ya da belki
birçok insan için Turist İnsanlarının Club Med öncesi döneminde
üretilmiş bir oymasından ayırt edilemez olabilir. Belki münferit
97
durumlardır ama türlerin tamamı söz konusu olduğunda Orman
İnsanları ve Turist İnsanları oymalarının genel olarak ayırt edilemez
olması mı? Felsefecinin masasından kalkıp insani değerlerin ve
sanatsal yaratının gerçek dünyasına adım atınca böyle bir manza
ra maymunun yazdığı Hamlet kadar düşük bir olasılıktır.
Danto sanatsal olan ve kullanım amaçlı olan nesneler arasında
kavramsal bir ayrım bulunduğunda ısrar ediyor. Bu, ilk bakışta
benim şimdiye kadar hem (gerçek) Sepik halkları hem de (hayali)
Orman/Turist Halkları hakkında yaptığım tanımlamalarla uyum
lu gibi görünüyor. Yapıtlar Danto için pek sorun teşkil etmez. Sa
dece güzel yapılmış işe yarar nesnelerdir. Sanat eserleri tamamen
başka bir şey, kendi deyimiyle "düşünce ve maddenin bir birleşi
midirler': Kullanım amaçlı bir yapıt "işleviyle şekillenir ama bir
sanat eserinin şeklini içeriği belirler... Bir sanat eseri olmak demek,
kanımca, bir fikre cisim vermek, bir içerik sahibi olmak, bir anlam
ifade etmektir. Bu yüzden dışardan İlkel yapıtları andıran sanat
eserleri, benzedikleri nesnelerin (yani yapıtların) aksine fikirlere
cisim verir, içerik sahibidir ve anlam ifade ederler".
Danto'nun bahsettiğini benim düşünce deneyime uygulayacak
olursak, Orman İnsanlarının oymaları hayatlarına, mitik tarihle
rine ve değerlerine dair derinlerine işlemiş fikirlerin ifadesi olarak
kullanılıyor. Turist İnsanlarının oymaları sıradan ticari maldır ve
neredeyse hiçbir anlam ifade etmezler. Sanat hem kullanış amaçlı
yapıtların hem de turist kitschinin karşıtıdır. Sanatsal nesnelerin
fikir ihtiva ve ifade eden, görünürde resmi olarak kayda değer
nesneler olduğu konusunda şimdiye kadar herkes hemfikir. Benim
hayali hikayemle Danto'nunki arasındaki fark Danto'nun, algıların
hiçbir kıymetinin olmadığı, estetik değerin yorumlama ve kurum
sal statüyle hemen belirlenebildiği bir sanat görünümü inşa etme
ye çalışmış olmasıdır. Danto, Duchamp'ın hazır nesneleri ve
Warhol'un Brillo kutularının büyüsünde kalmış ve saf Batılıların
hakiki ilkel sanat şaheserleriyle sıradan yapıtlar (veya kitsch) ara
sındaki farkı görmekte başarısız olmalarından etkilenmiştir. 8
99
rünsün diye nesnelere kasten yüklenen estetik değerleri görmek
üzere kültürel bilgiyi elde etmek meselesidir. Tüm bunların sonu
cunda, genellikle kabile için en anlamlı türler veya nesneler, gözle
görülür bir biçimde algılanabilir içerikle en doluları olurlar. Ata
ları tasvir eden kutsal oymalar, kültürel arka planla bağlantıları
bakımından kazı çubukları veya pişirme kaplarından daha zengin
olurlar daha güçlü bir görsel deneyim sunarlar (elbette özel kaplar
ve büyülü çubuklar değillerse). Bu durum, ilkel tabir edilen benim
bildiğim tüm kültürler için geçerlidir.
Danto, Batı geleneğinde sanatın esası olarak sanatçının yoru
muna öncelik verdiğine göre, aynı nezaket iki hayali kabilesine de
gösterilmelidir. Bu kabilelerdeki yerli sanatçıları ve uzmanları,
Batılı küratörlerin ve okul çocuklarının gözlerinden kaçan farkla
rı algılayabiliyorlar mı diye sorgulamaması kültürmerkezcilik ola
rak değerlendirilebilir. Ama bu akılsızlık olur: Bir felsefecinin
kendi zengin muhayyilesinin ürünü olan bir örneğe kültürmerkez
ci yaklaşmasının ne demek olduğunu bilmek çok zordur. Nihaye
tinde Danto, Çömlek İnsanları ve Sepet Halkının yaşadığı bölgenin
hem sömürge baş yöneticisi hem de tek etnografıdır. Yine de,
eminim ki eğer izin verseydi de birkaç uyanık antropolog daha
bölgeye girebilseydi, bu kabileler bambaşka bir hikaye anlatırlardı.
1 00
Bölüm 5
Sanat ve Doğal Seçilim
1. Pinker ( 1 997), s. 20. Westermarck ve ensestten kaçınma üzerine Wilson için bkz.
Wilson ( 1 998), s. 1 73-80.
102
temel gerçek, evrimsel açıklamanın faaliyet alanını ciddi biçimde
kısıtlar. Pinker'ın dediği gibi, "Evrimsel biyoloji, mesela, türün
iyiliği, ekosistemin uyumu, güzelliğin kendisi, adaptasyonları ya
ratan kopyalayıcılar dışındaki varlıkların görecekleri faydalara
yönelik adaptasyonlara (örneğin, atların evrim yoluyla eyer geliş
tirmesi) ihtimal vermez. Aynı şekilde, üremeye katkısı olmayan
işlevsel karmaşıklıkları (pi sayısının hanelerini hesaplama adap
tasyonu gibi) ve organizmaya, içinde evrimleştiği ortamdan başka
bir ortamda fayda sağlayacak anakronistik adaptasyonları (örneğin,
doğuştan gelen bir okuma yeteneği ya da karbüratör veya trombon
gibi bir kavram) kabul etmez:' Başka bir deyişle biyolojik veya zi
hinsel bir olgunun evrimsel açıklaması, o olgunun bireyler, toplum
veya insanlığın tümü için ne fayda sağlayacağını göstermeye yetmez.
Örneğin, sanatın bizim için birçok farklı şekilde iyi olduğu
düşünülür. Kendimizi iyi hissettirir ve bizi teskin eder. İnsan ru
hunun derinliklerine inmemize veya hastanelerde nekahet döne
mindekilerin daha hızlı iyileşmesine yardımcı olabilir. Topluluğun
üyelerini birbirine daha sıkı bağlayabilir ya da onun yerine bize
bireyselliğimizi geliştirmenin erdemlerini gösterebilir. Sanat, ya
şamsal kriz dönemlerinde teselli verebilir, sinirleri yatıştırabilir
veya belki duyguları boşaltarak zihni temizleyen veya ruhu terbiye
eden faydalı bir psikolojik katarsis üretebilir. Bu iddiaların hepsi
doğru olsa bile, bir şekilde sağkalım ve üremeyle bağlantılandırıl
madan, kendi başlarına sanat için Darwinci bir açıklamayı geçer
li kılamazlar. Buradaki sorun sanatla ilgili sıcak duygulara kapılıp
basit bir klasik mantık yanılgısına düşmektir: "Evrilmiş adaptas
yonlar türümüz için avantajlıdır. Sanat türümüz için avantajlıdır.
Öyleyse sanat evrilmiş adaptasyondur:'
Durun bakalım! Antibiyotikler ve klima da bizim için avantaj
lıdır ama aynı şekilde avantajlı olan gözün aksine evrilmiş adap
tasyonlar değildirler. Hayatlarımız bizim tarafımızdan tasarlanmış
veya kültürümüzün gelenekleri ve teknolojisinden bize miras kal
mış buluşlarla doludur. Bu avantajlar sonsuzluk derecesinde açık
uçlu ve çeşitlidirler. Ancak evrilmiş adaptasyonlar keyfini çıkardı
ğımız veya faydasını gördüğümüz şeylerden oluşan uzun listenin
hayati derecede önemli de olsa nispeten küçük bir alt başlığını
oluşturur. Bu adaptasyonlar bize acı veya zevk verebilir, duyguları
tetikleyebilir veya belirli bir günde bizim avantajımıza işlemeyebi-
1 03
lir. Ama doğamızın ve kişiliğimizin parçasıdırlar çünkü Homo
sapiensin kadim geçmişinde sağkalım ve üreme avantajı taşımış
lardır. Pleistosen dönemin savanalarından bu yana çok fazla de
ğişmemiş sabit ve sınırları belli bir liste oluştururlar. Baştan kabul
edilen genel insan eğilimlerinin ve arzularının kaynağı, kültürü
müzü oluşturan (teknoloji dahil) nesne ve pratikleri geçerli kılan
nedensellik zincirlerinin başlangıç noktasıdırlar.
Çikolatayı neden seviyorum? Kısmen tatlı ve yağlı olduğu için.
Tatlıyı ve yağı neden seviyorum? Bu sorunun içe bakışla ulaşılabi
lecek açık bir cevabı yoktur: Ne kadar düşünürseniz düşünün, tek
başına vicdan muhasebesi veya kendi kendini tahlil etmek neden
tatlı ve yağ sevdiğinizi asla söyleyemez. Şükür ki evrim bize atala
rımızın dünyasında hayatta kalmamıza ve ürememize yardımcı
olacak arzuları ve yeterlilikleri verdi ama bunlara neden sahip
olduğumuzun evrimsel açıklaması anlaşmada yoktu.
II
Ancak çikolata sadece sakarnz, früktoz ve yağ bileşenlerinin
teminine yarayan mekanizma değildir. Kültürel olarak kabul gör
müş, ekonomide yer edinmiş ve teknolojik olarak ulaşılabilir hale
gelmiş bir yol olarak işlevi açlığı bastırmakla sınırlı kalmaz. Hedi
ye veya sevgi göstergesi olarak kullanılabileceği gibi, şeker ustasının
sanatkarlığını da ortaya koyar. Evrimsel psikolojinin standart bir
terminolojik ayrımını kullanacak olursak, açlık ve tatlı isteği benim
çikolata yememin yakın sebebidir, genetik olarak evrilmiş tatlı ve
yağ ihtiyacım ise nihai sebebidir. Bir yiyecekle ilgili basit bir fizyo
lojik durumdan söz edilirken gayet anlaşılabilir olsa da böyle bir
açıklama modelini toplumsal ve kültürel pratiklere uygulamak
başka çetrefil meseleleri gündeme getirir. Tatlı ve yağ, evrimsel
nihai sebebin bir türüdür ve şüphesiz modern dünyada çikolata
diye bir şeyin bulunmasını gerekçelendirmeye yardımcı olurlar.
Ama bu duruma etki eden tek sebep de değildirler. İşin içinde
başka nihai sebepler de olabilir. Bu sebepler örnekteki gibi cömert
likle ya da kur yapma durumlarında karşı tarafın hoşuna gidecek
hediyeler verme güdüsüyle ilgili olabileceği gibi, şekercilik beceri
lerini gösterme veya değerlendirme ya da tanıdık bir yiyeceğin
tadını çıkarma isteğiyle de bağlantılı olabilirler. Geçtiğimiz yarım
yüzyıl boyunca böyle meselelere yaklaşım, tatlı ve yağ isteğinin
1 04
çikolatanın varlığının nihai biyolojik sebebi olarak değerlendiril
mesi, geri kalan her şeyden sadece biyolojik talebin üzerindeki
kültürel kaplama olarak söz edilmesi şeklinde oldu. Darwinci bir
yaklaşım hayır, burada bambaşka bir dizi doğuştan gelen içgüdü
devrede olabilir der: Örneğin, evrimsel kökenleri olabilecek hedi
ye verme ve beceri gösterisi. Bu gibi evrim sonucu ortaya çıkan ilgi
ve davranış örüntüleri, devamında kültürel biçimlenmeye ve de
ğişime maruz kalacaktırlar ama yine de en az tatlı ve yağ isteği
kadar, doğuştan gelen kaynaklara dayanabilirler. Çikolatadan sa -
nata döndüğümüzde, sanat dünyasının doğumuna sahne olan daha
bile zengin bir psikolojik adaptasyonlar ve kültürel gelenekler
birlikteliğiyle karşılaşırız.
Doğuştan gelen içgüdülerin kültürel geleneklerle nasıl etkileş
tiğini daha iyi anlamak için, çok açık kültürel yansımaları olan
başka bir güçlü, evrensel içgüdüden söz etmek istiyorum: Ensest
ten kaçınma. Burada içgüdünün nihai sebebi (kopyalama hatası
riskini en aza indirgeyerek gen havuzunun sağlamlığını korumak)
yakın akrabayla cinsel birleşme fikrinden iğrenmek ya da en azın
dan böyle bir şeyle ilgilenmemek şeklinde tanımlanabilecek yakın
sebepten çok uzaklaştırılmıştır. Bu içgüdü sistematik olarak ilk kez
Finlandiyalı antropolog Edward O. Westermarck tarafından ta
nımlanmış; araştırmasını E.O. Wilson, insan toplumsal davranı
şında içgüdüsel doğa ve tarihsel kültürün etkileşiminin çok iyi bir
örneği olarak göstermiştir. Açlık kaynaklı iştah hemen anlaşılır
çünkü yiyeceği çekici hale getirir. Bunun tersine Westermarck
etkisi daha ziyade, çok merkezi oldukları bir alanda, cinsellikte,
iştah ve ilginin bulunmayışını temel alır. Yakın kan bağı olan ak
rabalar için geçerlidir. Fakat kan bağı olsun olmasın üç ila altı yaş
arasında birlikte yaşamış çocukların, ileriki yaşamlarında cinsel
bağ kurma ihtimallerinin düşük olacağı şeklinde, genel antropo
lojik kuralda bir yan etkisi bulunur. Bu gerçek, erken yaşlardan
itibaren birlikte yetiştirilen çocukların evlilik oranlarının çok dü
şük olduğu İsrail kibutzlarında onaylanmıştır. Aynı şekilde Çin'de
yapılan bir araştırma, küçük bir kız aynı yaşlardaki müstakbel
kocasının evinde yaşamak üzere yerleştirildiğinde evliliğin başa
rısızlık oranının, ergenlikte veya daha sonra yapılan görücü usulü
evliliklere kıyasla çok daha yüksek olduğunu göstermiştir. Wilson'ın
tarif ettiği gibi, Westermarck etkisi insanlara bilinçdışı bir mesaj
105
gönderir: Hayatınızın en erken dönemlerinde yakından tanıdıkla
rınıza karşı hiçbir cinsel ilgi duymayın.
Ensestten kaçınma insanların, gençleri cinsel olgunlukla birlik
te ayrılan diğer tüm primatlar da dahil olmak üzere, cinsel yollar
la üreyen diğer hayvanlarla paylaştığı bir içgüdüdür. Ama
insanlarda ensestten kaçınmanın bir de kültürel bir paketi olur.
Küçük bir azınlık hariç tüm kültürlerde ensestten kaçınma mito
loji, halk hikayeleri, kanunlar veya batıl inançlarla açıklanır, ayrın
tılandırılır, gerekçelendirilir ve bir sisteme oturtulur. Böylece bir
ensest tabusuna dönüştürülür. Bu tip anlatılar Westermarck etki
sini makul kılmanın yolları olabilir ama aynı zamanda bambaşka
bir kaynaktan da geliyor olabilirler: İnsanların, akraba evliliği
durumlarında bazen cücelik gibi şekil bozuklukları, zeka geriliği
hatta erken ölümlerle daha sık karşılaşıldığını gözlemleyebildikle
ri gerçeğinden. Altmış yazısız toplumun incelendiği bir araştırma,
bunların yaklaşık üçte birinin şekil bozukluklarının ensest birlik
teliklerden kaynaklandığının doğrudan farkında olduğunu ortaya
koyar. Muhtemelen ensest yasaklarının başarısı sebebiyle akraba
arası birlikteliğin sonuçlarını gözlemleyip kıyaslayabilecekleri ör
nekleri olmadığından, bu farkındalık tüm yazısız toplumlarda
bulunmaz. Diğer toplumlar, genellikle de okuma yazma ve resmi
kanun sistemleri olanlar, ensest yasaklarını düzenleyip akraba
evliliğinin etkileriyle açıkça gerekçelendirebilirler.
Öyleyse buradaki, doğuştan gelen kalıtsal özelliklerin (Wester
marck etkisi), resmi ifade ve birtakım kültürel kurallar ve anlamlar
( ensest tabusu) yüklenmek suretiyle, deneysel olarak gözlemlene
bilir sonuçlarla (deforme çocuklar) ilişkilendirilebildiği, karmaşık
bir durumdur. Wilson'a göre, ensest tabusuna getirilen bu, kendi
tabiriyle "geliştirmeler", içgüdüsel bir dürtünün bilgisizlikten do
layı gerekçelendirilmeye çalışılması gibi görünmektedir. Ancak
tabular bazı durumlarda tamamen akla uygun olabilir: Akraba
birlikteliği sonucu meydana gelebilecek doğrudan gözlemlenmiş
fakat nadir rastlanan, ölümcül bir etki, eğer uzak durulması gere
kiyorsa kuvvetli bir drama, batıl inanç veya mitolojik hikaye yo
luyla, sözgelimi doğaüstü bir ensest teorisiyle, tabu haline
getirilebilir. Başka bir deyişle tabu yapısının bir şekilde deforme
çocuklarla sıkça karşılaşılmasından kaynaklanmış olması gayet
makuldür. Bu durumda karşımıza bir ucunda bilinçdışı, doğuştan
106
gelen dürtüler, tercihler ve kapasitelerin hareket alanı, diğer ucun
da rasyonel gözleme, bağımsız dürtülere ve aynı zamanda sadece
öğrenmeye dayalı davranışın bulunduğu bir düzlem çıkıyor. Bu iki
doğal ucun arasında, yerel ve geleneksel kültürlerin, miras alınan
doğa ile onu yönlendirerek, kullanarak, değerlendirerek ve ona
direnerek birleşmesi yoluyla inşa ettiği yapılar bulunur.
Bazen batıl inançlar ve mitolojiler içten gelen dürtüleri meşru
kılarken, bazen de sadece dışardan yapılan deneysel gözlemi doğ
rulayabilirler. İnsan yaşamının büyük kısmı, içgüdü, gelenek, oto
rite ( Pleistosende şamanlar, bugün "uzmanlar" ve medya) ve
deneyimle gelen kanıtlara dayanan kişisel rasyonel seçimlerin et
kilerinin birbirine girdiği, ortada kalan bölgede geçer. Böyle ana
litik kategorileri açlık susuzluk, yılanlardan (ve elektrik
prizlerinden) korkmak, seks ve üreme, ensestten kaçınma, adalet
duygusu, dil, toplumsallık vb günlük yaşamın gerçeklerine uygu
lamakta fayda vardır. Kültürel olarak sanat kadar yüklü bir şeyi
harekete geçiren evrilmiş kaynakları ve doğuştan gelen dürtüleri
tanımlarken bu analizi akılda tutmak özellikle önemlidir.
III
Evrimsel açıklamanın altın standartı adaptasyon adı verilen
biyolojik kavramdır: Bir organizmada öngörülebilir bir biçimde
gelişerek organizmanın sağkalım ve üreme şansını artıran kalıtsal
nitelikli psikolojik, duygusal veya davranışsa! karakteristikler. Peki,
insan biyolojisinin ve zihinsel yaşamının adaptasyon olmayan
sayısız özelliği ile adaptasyonun ilişkisini nasıl tanımlayabiliriz?
Standart evrimsel kuramı takip edersek, bir adaptif işlem sonucu
üretilen her şey iki kategoriden birine dahildir: Ya ( 1 ) gen kombi
nasyonun bir kerelik, rastlantısal veya kaza eseri etkisi, bozukluk
diyebileceğimiz bir mutasyondur ya da (2) bir adaptasyonun veya
adaptasyonlar dizisinin nedensel olarak ilişkili yan ürünüdür. Ev
rim ve sanatı birbirine bağlamak için çok eski zamanlardan kalmış,
devamlılık gösteren insan ilgileri, kapasite ve tercihlerinin örün
tülerine bakarız. Rastlantısal, tek seferlik mutasyonlar ve mutas
yonların şansa dayalı etkileri bu yüzden açıklama olarak
değerlendirilmez. Bunlar elbette evrime hareket veren güvenilir
etkenlerdir ama evrimin nihai sonucu olan belirli bir örüntüye
sahip özellikler değildirler.
1 07
Yan ürünler sınıfı sanat için çok daha makul bir ihtimaldir.
Acaba sanatı değerlendirmenin en iyi yolu adaptasyonların yan
ürünü olduğunu düşünmek olabilir mi? Adaptasyonların işlevsiz
yan ürünleri için verilen tipik bir örnek kemiğin beyazlığıdır. İs
keletler, hayvanların yediklerinde bulunan ve onlara yapısal güç
veren kalsiyumu kullanır. Kemiklerdeki çözünmeyen kalsiyum
tuzları ve dolayısıyla kemik de beyazdır. Kemiğin güçlü olmasını
gerektiren adaptif sebepler vardır ama beyaz veya herhangi başka
bir renk olmasını gerektiren bir sebep yoktur. Beyazlık kemiğin
kimyasal bileşiminin bir sonucudur. Kalsiyum tuzları başka bir
renk olsaydı kemik de yeşil veya pembe olabilirdi. Başka yan ürün
lere örnek olarak göbek, özellikle de hiçbir adaptifişlevi bulunma
yan göbek deliği ya da kadınlarda meme bezlerine giden sürecin
yan ürünü olan erkek meme uçları gösterilebilir.
Evrilmiş organik özelliklerden evrilmiş bir psikolojiye geçtiği
mizde adaptasyon olduğu kabul edilenlerle yan ürünleri ayıran
çizginin geniş hatta bazen ateşli anlaşmazlıkların konusu olduğu
bir bölgeye gireriz. Bu alanda güçlü hislerin belirsiz kaynaklarından
biri "yan ürün" teriminin kendisinin çağrışımıyla alakalıdır. Nor
mal kullanımda "yan ürün" daha önemli birincil bir şeyin ikincil,
belki küçük veya alakasız bir yan etkisi anlamına gelir. Yan ürünün
düşüncesi bile kendine ait bir yaşamı olmayıp, temelde onu üreten
şey "hakkında" olan bir etki ima eder. İnançlı birine veya bir va
tansevere, dini inançlarının ya da vatanseverlik duygularının Ple
istosen dönemden adaptasyonların yan ürünü olduğunu
söylemeyi bir deneyin. Salt fizyolojiye daha yakın alanlarda bile
önemli etkileri, bireylerin hayatlarında kayda değer yer tutan ol
guları, sadece yan ürün olarak değerlendirmek anlaşmazlıklara yol
açabiliyor. Elisabeth Lloyd bunu dişi orgazmı üzerine araştırması
nı yayınladığında öğrendi.
Çalışmasına 1 980'lerde başlayan Lloyd, dişi orgazmına dair
yirmi bir farklı teoriyi değerlendirdi ve en makulünün Donald
Symons'ın 1 979 tarihli, orgazmın insan erkeğinde birincil bir
üreme işlevi olduğu ancak dişilerde, tıpkı erkek meme uçları gibi,
ortak embriyo fizyolojisinin bir yan ürünü olduğu şeklindeki
görüşü olduğu sonucuna vardı. İnsan embriyosu, yaşamın ilk
sekiz haftasında cinsiyet belirlendiğinde penis veya klitoris olacak
sinir yollarını geliştirir. Lloyd yüksek haz veren erkek orgazmının
1 08
üremeye yönelik bir adaptasyon olduğunu kabul eder. Ancak
birçok kadın için cinsel birleşimin olağan bir özelliği bile olmayan
dişi orgazmının bir adaptasyon değil, evrim tarafından erkeğin
hazzı için tasarlanan etkinin bir yan ürünü olduğunu iddia eder.
Yetmiş dört yıl boyunca gerçekleştirilen otuz iki araştırmanın,
kadınların yarısından daha azının cinsel birleşmeyle düzenli
olarak orgazm yaşadığını gösterdiğine işaret eder. Eğer bu tablo
dan birleşme sırasında doğrudan klitoral uyarılma yardımıyla
ulaşılan orgazmları çıkarırsak yüzde daha da düşer. Feminist
kimliği ve cinsiyetçilik olduğunu düşündüğü dişi orgazmı üzeri
ne yapılagelen araştırmaların erkek gündemli oluşunu eleştirme
si, Lloyd'u saldırı yağmurundan, özellikle de kadınların
deneyimini önemsizleştirerek, Adem'in kaburgasını hatırlatan
bir şekilde, erkek deneyiminin bir türevi haline getirdiğini düşü
nen feministlerden korumadı.
Lloyd'u araştırmasında ve spekülasyonlarında teşvik eden, yan
ürün tezini alıp 1 987 yılında Natura! History dergisindeki bir ya
zısında konu edinen Stephen Jay Gould'du. Bu Gould bağlantısı
evrimde adaptasyonun önemini azaltıp, yerini kendi yan ürün
fikriyle değiştirme girişimleri sebebiyle çok yerindedir.2 Aslına
bakarsanız, söz konusu psikoloji olduğunda Gould tüm kültürel
insan davranışları alemini tek bir adaptasyonun yan ürünü olarak
düşünür: Fazla büyümüş beyin. Adaptasyonların "adaptif olmayan
yan sonuçları" dediği şeyler için "Kemer üstü dolgusu" benzetme
sini seçti. Bu tabir mimariden gelir. Bir binanın içinde, kavisli
kemerlerin veya pencerelerin kubbeyle ya da tavanla buluştuğu
yerlerde oluşan üçgen alanı tarif eder. Kemer üstleri resimler, mo
zaikler ve diğer süslemeler için kullanışlı alanlar olabilir ama ke
merli p encereler, kemer üstleri olsun diye tasarlanmış binaların
yan ürünü değildir. Kemer üstü tabir edilen alanlar, kemerli veya
kavisli pencereleri olan bir binanın içinde tasarlanmış olmanın yan
ürünüdürler.
Gould'a göre "kemer üstleri, adaptasyon olarak ortaya çıkmayan
önemli evrimsel özelliklerin dahil olduğu başlıca bir kategoriyi
tanımlar''. Kemer üstü analojisini destekleyen örnekleri istiridye,
salyangoz ve tiranozor gibi hayvanların fızyolojisinden alır. Kemer
2. Bkz Llyod (2005) ve Symons ( 1 979). Gould'un Natura! History yazısı Gou]d
( l 992)'d e yeniden basılmıştır.
1 09
üstlerini insan meselelerinde uygulaması ise evrimin tek bir organ
daki, "kemer üstleriyle dolu" olduğunu belirttiği beyindeki yan
ürünleriyle sınırlı kalmıştır. Hatta beyin "insan doğasının esasını
oluşturan ve kendimizi anlamamız için hayati öneme sahip ancak
adaptasyon dışı ortaya çıkmış ve bu yüzden evrimsel psikolojinin
görüş alanının dışında kalan kemer üstleriyle dolup taşıyor olma
lıdır". Bu alt olguların* "zihinsel özelliklerimizin ve potansiyelleri
mizin büyük kısmını" açıklıyor olabileceğini iddia eder. Gould,
iddialarını ortaya atarken "olabilir': "olmalı': "belki" gibi kelimeleri
cömertçe kullanır. Evrilmiş hayvan fızyolojisindeki kemer üstlerini
akıcı bir şekilde detaylandırırken insan davranışı örüntülerine gel
diğinde söyleminin aldığı üstü kapalı hal insanı çileden çıkarır.
Hatta kariyerinin ileriki dönemlerinde, iki cinsiyetin zihinsel eği
limleri arasındaki bazı farkların adaptasyon olabileceği şeklindeki
taviz dışında, hangi davranış örüntülerinin kemer üstü dolgusu
olmadığı konusunda tamamen sessiz kalmıştır. Hangi evrensel insan
davranış örüntülerinin kemer üstü dolgusu olduğu sorusuna yanıt
olarak birkaç öneri ortaya atar. Erken dönem Holosende okuma
yazmanın icadı bunlardan biridir. Ancak hiçbirini analiz etmez.
Gould, bu meselede hiç kendini savunma ihtiyacı duymaz: "İnsan
beyninin doğal seçilim sonucu büyüdüğüne inancım tam. Bu, sa
vanada yaşayan atalarımızın sadece daha büyük beyinlerle gerçek
leştirebileceği birtakım faaliyetler için gerekli adaptif sebeplerden
kaynaklandı:'
Kemer üstlerindeki bu alanlar orada durur, "insanlık tarihi
sürecinde çoğu zaman Üzerlerine önemli, ikincil işlevler sonradan
yüklenir:' Bu ikincil sonuçları ortaya çıkaran birincil adaptasyon,
yani büyük beyin hakkında herhangi bir şey söylenmemiştir. Hat
ta Gould'un duruşu bütün olarak ele alındığında, hiçbir şey de
söylenemeyeceği anlamı çıkar. Tarif ettiği kemer üstleriyle dolu
beyninin nihayetinde boş levhanın davranışsa! ve kültürel karşılı
ğı olduğu ortaya çıkar. Bir dizi boş kemer üstü demek daha doğru
olur: Kullanıma geçirilmemiş ama tarih ve kültür tarafından alınıp
istenilen değer, ilgi ve kapasitelerle süslenebilecek boş alanlar.
Kendi neslinin en ünlü Darwincisinin böyle dikkat çekici ve cüretkar
bir şekilde, psikolojik özellikler için evrimsel açıklamaları toptan
reddetme girişimi, zamanında onun bildiği veya bugün bizim
1 14
rumda motorun ne tasarımından kaynaklı özellikleri ne de moto
run yan ürünleridir. Daha ziyade, motoru ve ısıtıcısıyla birlikte
arabanın varlığını açıklarlar. Bir yan ürünü kullanan veya ona
dayanan her insan tasarımı gibi araba ısıtıcısı da tek başına bu
sebepten dolayı bir yan ürün haline gelmez. Motorun ısı yayması
aslında sıkıntı yaratan bir durumdur ama insanın pratik zekası bu
durumu faydalı hale getirmiştir. (Eğer motorlar ısı yerine ışık yay
saydı, mühendisler fazla ışığı nasıl verimli bir şekilde kullanacak
larını düşünüp, soğuk havalarda arabayı ısıtmak için alternatif
yollar bulurlardı.) İnsanların araba ısıtıcıları olsun diye arabalar
tasarlayıp üretmedikleri doğru ama bunu söylemek evrim gözleri,
gözkapakları olsun diye üretmedi demek gibi bir şeydir. Gözka
pakları da adaptasyondur (göze insan eliyle yapılmış daha öte bir
geliştirme de gözlüktür). Evrim sonucu veya insan yapısı olsun,
bütün bir mekanizmanın parçaları işlevsel olarak karşılıklı bağlan
tılı olduklarında makineyi ya da organı anlamak demek, parçaların
iç ilişkilerinin nasıl ve neden olduğu ve ne işe yaradıklarını görmek
demektir.
Bu seviyede işlevsel karşılıklı ilişkileri kavramak, özellikleri
adaptasyonlar ve yan ürünler diye iki kategoriye ayırmaktan faz
lasını gerektirir. Temeli oluşturan bir dizi adaptasyon iyice anla
şılması ama sonra üstüne adaptasyonların yan ürünlerinin,
kullanımlarının, geliştirmelerinin, uzantılarının, geliştirmelerinin
kombinasyonlarının vs'de kavranması meselesidir. Bu bakımdan
Darwinci açıklama her zaman geçmişe, bize ataların yaşadığı
çevreden kalan adaptasyonlara bakarken, bir yandan da aslında
çizgileri çok sıkı bir şekilde tasarlanmış olan bu evrimsel adaptas
yonların tarih ve kültürün etkisiyle insan yaşamında nasıl değiş
tirildiğine, kapsamlarının artırıldığına ve yaratıcı bir şekilde
geliştirildiğine hatta bastırıldığına da bakar. İçten yanmalı motor
ların yan ürün olarak ısı yerine ışık da veriyor olabileceğinden söz
ederek hem adaptasyonların hem de yan ürünlerinin olasılıklara
dayalı oluşlarına vurgu yapmak istiyorum. Cheesecake'd en ve
Chopin'd en zevk alan varlıklar haline böyle geldik. Eğer ataları
mızın yaşadığı çevrede şartlar biraz farklı olsaydı biz de bambaş
ka olabilirdik.
Bu olumsallık, yani tam olarak asla bilemeyeceğimiz tarihsel
kazalara ve hakkında sadece kusurlu spekülasyonlar üretebilece-
115
ğimiz tarihöncesi koşullara dayalı olması, Darwinci psikolojiyi
yalnızca genel evrimsel kurama değil, özellikle kültürler üstü gö
ründüğü şekliyle bugünkü insan zihninin ve onun adaptif nitelik
lerinin yakın bir deneysel gözlemine de bağımlı yapar. Tüm bu
etmenleri bir araya getirerek ve modern dünyaya kadar varlığını
sürdürebilmiş avcı toplayıcı gruplar hakkındakiler gibi bilgileri
mizle birleştirerek, insan zihni ve onun ilkel yontma aletlerinden
Shakespeare komedilerine kadar uzanan ürünlerini anlamanın en
iyi yoluna ulaşabiliriz. Aynı zamanda zihnin kısıtlandığı yerleri,
yani duygusal tepki veya kendisine ayak bağı olacak önyargı eği
limleri sebebiyle kaçınılmaz olarak hata yapacağı alanları tanıyarak
daha iyi anlayabiliriz. Tersine mühendislik burada da kullanışlı bir
yöntem olabilir. Arabayı ısıtanın motordan gelen artık sıcaklık
olduğunu bilen birinin, soğuk havalarda sabah kaloriferin hemen
sıcak hava vermemesini anlaması gibi, sanatsal tercihlerin evrim
sel köklerini anlayanın da sanat tarihinde olup bitenleri anlamlan
dırabilme ihtimali daha yüksektir.
Ne okuma, ne Cheesecake, ne de Cadillac arabalar Pleistosen
dönemden adaptasyonlardır. Ama bunlara karşılık gelen veya
uzantıları olan evrimsel ilgi ve kapasiteleri görmezden gelerek,
ortaya çıkışlarını ve yaygınlıklarını yeteri derecede kavramak da
mümkün olmaz. İnsan seyahatten, "açık yolların verdiği özgürlük
hissinden" zevk alır. Toplumsallığı gereği iletişim kurmaktan
hoşlanan ve daha ziyade omnivor olduğu için tatlı ve yağ seven
bir türdür. Bu gibi etmenler hem tarihöncesinin hem de modern
çağın teknoloj ilerine ve kültürel biçimlerine açıklık getirir. Bu
tür bağlantıları keşfetmek evrimsel psikoloj inin ve sanat söz
konusu olduğunda Darwinci estetiğin işidir. Daha önce işaret
edildiği gibi, E. O. Wilson ensest tabusunu Westermarck etkisinin
bir yan ürünü olarak değil, geliştirilmesi ve kurallandırılması
olarak tarif eder. Ben de "uzantılardan" söz ettim. Wilson'ın ke
lime seçimi tamamen yerindedir. Pinker'ın sanatı, insanın atala
rımızın zamanında adaptif olan bilişsel tercihleri kullanarak haz
elde etme yolu olarak tanımlaması da öyle. Duygusal ve entelek
tüel olarak daha karmaşık bir şekilde de olsa Wagner'in Der Ring
des Nibelungen'i de tıpkı Cheesecake gibi, doğuştan gelen haz
tercihlerine hitap eder.
1 16
IV
Dolayısıyla bu argümanı temel alarak, Symons/Lloyd/Gould'un
dişi orgazmının erkeklerdeki adaptif bir sürecin adaptif olmayan
bir yan ürünü olduğu yönündeki görüşüne karşı olanların tarafın
da yer alıyorum. Lloyd dişi orgazmı ile gebelik arasında doğrudan
bir bağlantının kurulamayacağını gösterir ve bu gerçeği Gould'un
düşünceleriyle paralel olarak, dişi orgazmının bir adaptasyon ol
madığı sonucuna varmak için kullanır. Ama bu analiz bence insan
cinsel deneyimini küçümseyen ve sınırlandıran bir görüş içermek
tedir. Bu bakımdan sanatsal zevkin adaptif olup olmadığı tartış
malarıyla doğrudan ilgilidir. Lloyd, klitoral hazzın birçok zaman
kendi kendine, bir partner olmadan yaşandığı gerçeği üzerinde
fazla durmuştur. Ama aynısı yaşam süresi boyunca erkek orgazm
larının çoğu için de söylenebilir ve herhalde bu durum erkek or
gazmının da adaptifliğini sorgulanır hale getirmez. Biyolog John
Alcock, Lloyd'un tezine dişi orgazmı gibi bir adaptasyonun her
birleşmede yaşanması gerekmediğini söyleyerek karşı çıkar ve
kesinlikle haklıdır. 5 Hatta adaptif sayılabilmesi için her birleşme
de bulunması gerektiğini savunmak, klitoral olsun olmasın dişi
orgazmını erkeğin boşalmaya dayalı orgazmınca belirlenen bir
standartla ölçmek olur. Bu tam da Lloyd'un başka konularda şid
detle karşı çıktığı maskülen gündeme bir örnektir.
Kadının ve erkeğin erotik deneyimde yaşayabildiği muazzam
zihinsel imgelem ve tensel duyuları bir düşünün. Bu unsurlardan
herhangi biri cinsel zevke katkıda bulunabilir ve neredeyse tümü
kalıtsaldır. Yani popülasyonların belirli yüzdelerinde bulunmaları
süreklilik gösterir ama her bireyde görünmeleri olası değildir.
Dolayısıyla bazı kadınlarda göğüs, erkek dokunuşlarının hoşnut
verdiği hassas bir erojen bölge olabilirken bazılarında değildir. Bazı
kadınlar vaj inal, bazıları klitoral, bazıları da her iki şekilde de or-
5. Alcock'un Lloyd eleştirisi 17 Mayıs 2005 tarihli New York Times'da yer alan bir
röportajın içindedir. Lloyd'un tezindeki birçok ilginç tartışmaya internette erişilebi
lir [wls elisabeth Lloyd orgasm bias]. Indiana Üniversitesindeki kişisel web sitesi,
kitabı hakkındaki incelemeleri toplar. Lloyd'a katılmasam da The Case of the Female
Orgasm'da ortaya attığı gayet muteber bilimsel duruşundan ötürü sert bir şekilde ve
haksız yere kötülendiğini söylemeliyim. Kitabının sadece bilim tarihine değil, aynı
zamanda kendisininkiler de dahil olmak üzere evrimsel argümanlara eleştirel yakla
şımın da içine işlemiş cinsiyetçiliği açığa çıkardığı konusunda hiç şüphem yoktur.
Sonuçta kimse benim kitabımı "bu adamı yemeğe çıkarmak hiç eğlenceli olmaz"
diye eleştirmeyecektir.
117
gazın olabilirken diğerleri seksten zevk aldığı halde hiçbir zaman
orgazm seviyesine ulaşmaz. Cinsel pozisyon çeşitliliğini düşünün
ya da öncelikle öpmek olmak üzere ağızın kullanımını. Erotik öpme
davranışı gebeliğe sebep olmadığı gibi kültür üstü bir evrenselliği
olduğu da kesin olarak söylenemez. Ama kim öpmenin cinsel
birleşmenin adaptif olmayan bir yan ürünü olduğunu söyleyebilir?
İnsan dudağının kaynağı olduğu erotik heyecan evrilmiş bir adap
tasyondur. Sadece zayıflatılmış bir cinsellik anlayışı yalnızca erkek
orgazmına adaptiflik atfeder ve geri kalan, flörtten ön sevişmeye
ve birleşmeden sonra gösterilen sevgiye kadar her şeyi tıpkı kemi
ğin beyazlığı ya da motorun ısısı gibi tesadüfen eşlik eden, fazlalık
bir yan ürün olarak değerlendirir.
Erotik tutku; yoğun duyumlar, derin duygular, fantezi, uyum,
tehlike, çelişki ve her tür insan yakınlığının ve yabancılaşmasının
yaşattığı macera hissiyle doludur. Erotizm ve üremenin bağlantı
ları apaçık ortadadır. Doğal ve sanatsal güzellik alemlerinin üre
meyle olan ilişkileri ise o kadar belirgin değildir. Fakat sanat da
muhteşem bir haz ve heyecan yaratabilir ve insanın aklımızdaki
kabiliyet sınırlarını genişletebilir. Estetik olan da tıpkı erotik olan
gibi dünyanın her yerindeki kültürlerde bir haz kaynağı olarak
kendiliğinden ortaya çıkar. Meraklı hiçbir Darwinci bunu göz ardı
edemez. Apaçık ortada olan evrenselliği düşünüldüğünde sanattan
alınan zevkin açıklanması cinsellik veya yiyecekten alınan zevk
kadar kolay olur. Bunun aksi, evrimin bir bütün olarak insani
deneyimle alakasını artırmaya çalışan herkes için merkezi bir so
rundur.
Birinci bölümde doğa manzaralarına dair doğuştan gelen ilgi
ve duygusal tepkilerin, birçok insanın sadece kültürel olduğunu
düşündüğü tercihlere nasıl etki ettiğini gösterdim. Pleistosen dö
nemin mirası manzara resmini, takvim tercihlerini ve parkların,
golf sahalarının tasarımını etkiler. Ancak bu olguların tarihöncesi
güdü ve duyguların yan etkileri olduğunu düşünmek doğru olmaz.
Daha ziyade, çok eskiden kalma, süreklilik gösteren ilgi ve özlem
lere doğrudan hitap ederler. Pinker sanatı meşru kılma, adaptiflik
hikayeleri uydurarak daha bir derin ve önemliymiş gibi gösterme
çabalarına dair şüphelerinde haklıdır. Fakat her iki yöne doğru da
bir meşruiyet çabası gerekli değildir. Evrimsel estetiğin aradığı,
nereden geldiklerini anlamak için evrensel olanlardan başlamak
1 18
üzere günümüz tercihlerine tersine mühendislik uygulanmasıdır.
Seks veya yiyecek hakkında bunu yapmamız nasıl meşruysa, bugün
tecrübe ettiğimiz şekliyle sanat için yapmamız da aynı şekilde
meşrudur.
Pinker birden çok kez, yan ürünlerden elde edilen hazlara örnek
olarak keyif verici maddeleri, beyindeki haz devrelerini doğrudan
tahrik etmek üzere tükettiğimiz kimyasalları gösterir. Keyif verici
maddeleri haz merkezlerine giden kestirmeleri açan anahtarlara
benzetir: Doğal yollardan elde etmek için gerekebilecek zahmeti
çekmeden bize haz verirler. Burada "yan ürün'' teriminin uygun
olduğuna katılabiliriz. Eğer bir gün bir kimyager bir dağın tepesi
ne tırmanmaktan alacağımız zevki gerçekten tırmanma zahmetine
katlanmadan bize verebilecek bir hap icat edecek olursa sanırım
birçok insan bu farmakolojik kestirmeyi cazip bulacaktır. Ama
gerçekten tırmanmış olarak bir dağın zirvesinde durmanın vere
bileceği hisle bu hapı almanın yaşatacağı his arasında özünde bir
bağlantı olmayacaktır.
Ancak duygulandırıcı bir manzara resminin bizi aynı şekilde
etkilediği söylenemez. Bir Salvator Rosa peyzajı ile manzaralara
dair Pleistosen hislerimiz arasındaki bağlantı bir yan ürün ilişkisi
değildir. Rosa özellikle bu duyguları harekete geçirmek için resim
yapmıştır. Bu yüzden aradaki bağlantı esere esastır. Tablo, beyin
kimyasını değiştirerek bize "güzel manzara" hissi yaşatan bir hap
da değildir. Pinker sanatı açıklama bağlamında, "dünyanın çetin
şartlarına katlanmayı gerektiren hakiki seçilim artırıcı eylemler
yerine beynin haz devrelerine erişmenin ve küçük zevk akımları
yaratmanın bir yolunu bulmak" olarak görülebileceğini söyler.6
Doğru, tablo bir bakıma kolaylık olarak değerlendirilebilir. ("Hadi
arabaya atlayıp şehir dışına gidelim de manzaranın tadını çıkaralım:'
"Hayır, çok uzun sürer. Burada oturup güzel manzara resimlerine
bakmayı tercih ederim:') Ama bir yan ürün değildir.
İddialarım, adaptasyonlar ve karşılarında yan ürünler şeklin
deki bir söylemin estetik ve sanatsal deneyimin uzak geçmişteki
kökenlerine ve günümüzdeki gerçekliğine anlam veremeyeceği
fikri üzerine inşa edilmiştir. Evrim tarafından aydınlatılmak için
sanatın her türlüsünün dil, binoküler görme veya gözün kendisi
gibi Darwinci adaptasyonlar olarak yüceltilmesi gerekmez. Aynı
7. Güve ve fener hikayesi Eckart Voland'ın cinsel seçilim, güzellik ve yan ürünler
hakkındaki harika makalesindendir ve antolojisi Voland ve Grammer (2003)Öe yer
alır.
1 20
B ölüm 6
Kurmacanın Kullanımları
122
ce sunumuna, yani bizim hayalimizdeki görünümü veya sesine,
zihin sahnesine gelişine dair bir tepki vermiş oluruz. Dolayısıyla
bir heykelin mükemmel bir hologramı, Kant için en az görsel ola
rak yeniden ürettiği heykelin kendisi kadar güzel olacaktır. Bir
Mozart senfonisi bir orkestradan canlı olarak dinlendiğinde gü
zeldir ama yıllar önce yapılmış yüksek kaliteli bir kaydı radyodan
dinlendiğinde daha az güzel değildir. Tablolar müze duvarlarına
asılan fiziki nesnelerdir ama güzellik nesneleri, estetik nesneler
olarak yalnızca Kant'ın "hayal gücünün serbest hareketi" dediği
alanda vuku bulurlar. Usulünce tecrübe edilmesi için sanat eseri
yakın dikkatten değil ama anlık kişisel ihtiyaçlardan, arzulardan
ve pratik planlardan ayrı tutulmalı, bunlarla bağlantısı kesilip ara
ya mesafe konmalıdır.
Kant için güzellik deneyimi belki de en iyi "Varlık askıya alın
mıştır" sözüyle tanımlanabilir. Ancak bu tabir bir Kant çevirisinden
değil, evrimsel psikologlar John Tooby ve Leda Cosmides'in sanat
sal deneyimde tarafsızlığın gerekliliği için sundukları açıklama
dandır. Kant sanatın imgelemde hakiki karşılığını bulabilmesi için
nesnelerin var oluşlarına dair ilginin tamamen rafa kaldırılması
gerektiğini iddia ederken, Tooby ve Cosmides meseleyi daha geniş
alır ve imgelem yaşantımızın insanlığımıza esas teşkil ettiğini,
evrim yoluyla doğamızla bütünleştiğini söylerler. Özellikle anlatı
ya dayalı sanatlar, bizi diğer hayvanlardan büyük oranda ayıran
zihinsel niteliklerin yoğunlaştırılmış, işlevsel olarak adaptif uzan
tılarıdır. ı
Kurmacanın hayali dünyalarına duyulan ilginin evrenselliği,
kurmaca üretiminin evrilmiş bir adaptasyon olduğunu zaten dü
şündürür. Bu düşünce, nerede olursa olsunlar insanların hikayeleri
hem aklen hem de duygusal olarak dikkat çekici bulmalarıyla,
dinlemekten, okumaktan sahnede oynandığını görmekten müthiş
zevk almalarıyla daha da desteklenir. Bugüne kalmış az sayıda
avcı-toplayıcı, kamp ateşleri etrafında toplanıp kurgusal, mitolojik,
tarihsel ya da o gün yaşadıklarıyla ilgili hikayeler anlatırlar. Pale
olitik dönem boyunca da mağaralarda böyle hikayeler anlatıldı
ğından şüphe duyulması için hiçbir sebep yoktur. Tooby ve
1 . Bkz. Kant ( 1987) ilk beş bölümü [w/s denisdutton.com kant third critique] , "de
coupling" [ayrıştırma] için bkz. Cosmides ve Tooby (2000) [w/s cosmides tooby
evolutionary emotions] ve Tooby ve Cosmides (200 1 ) [w/s tooby ve cosmides bea
uty build] . Evet, yazarların isim sırası burada gösterildiği gibi değişiyor.
123
Cosmides'in gözlemine göre hikayelemenin evrenselliğinin ve
verdiği hazzın açık bir gerçek olması, potansiyel bir açıklamalar
zincirinin ilk somut adımıdır: "Evrimsel araştırmacılar zihnin
neden hikayeleri ilginç bulacak şekilde bir tasarımı olduğunu bil
mek istiyorlar:'
II
Bilinç düzeyinde doğrudan bulunmayan senaryolar ve koşullar
hayal edebilme yeteneği, bugün olduğu gibi insanın tarihöncesin
de de adaptif değer taşımış olmalıdır. Geçen ay nerede olduğumu
zu, yarın ya da önümüzdeki yıl yapmayı planladıklarımızı hayal
ederiz. Şu restorana gitmek nasıl bir şeydir, o işi kabul etseydim ya
da o kişiyle evlenseydim nasıl olurdu diye düşünürüz. Doktorun
yazdığı o reçeteyi nereye bıraktığımızı hatırlamaya, Baston ile New
York arası mesafeyi aklımızdan aşağı yukarı hesaplamaya çalışırız.
Hayal kurmak, ne olabilirdi ya da ileride ne olabilir şeklinde çıka
rımlar yapmak suretiyle, doğrudan olmayan kanıtların değerlen
dirilmesine olanak tanır. Yüksek maliyetli deneyler yapmadan
zihinsel bir simülasyon ve tahmin yürütme yoluyla sorunlara çözüm
bulma imkanı sağlar. Pentagon'da strateji uzmanları karmaşık savaş
oyunları içinde eylem planları tasarlar ve bunların ne gibi sonuç
ları olacağı hakkında çıkarımlarda bulunurlar. Bu bakımdan savaş
oyunlarının kökeni, Pleistosen dönemdeki bir avcı-toplayıcı grubun
ilerideki vadide ne gibi yiyecekler bulabileceklerini düşünüp, göz
önünde bulundurdukları risklere ve diğer seçeneklere rağmen
oraya doğru yol almalarıyla aynıdır. Bu stratejik, tedbirli ve koşul
lu düşünme şekli bunun gibi avcı-toplayıcı gruplara, hayal güçle
rini kullanarak detaylı planlar yapamayan diğerler gruplara
kıyasla büyük bir adaptif avantaj sağladı.
Dünyanın karşısına sadece o anki tehditlere karşı doğrudan
tepkiler veren naif realistler (diğer hayvanların durumu genellikle
bu) olarak değil, varsayımlar ve düşünce deneyleri yapanlar olarak
çıkmamıza imkan tanıyan hayal gücü, insana evrilmiş bilişsel
varlıklarının en müthişlerinden birini verdi. Tooby ve Cosmides'e
göre "insan evrimi, hayali dünyalara girip iştirak etmemize olanak
tanıyan özel bir bilişsel mekanizma üretmiş gibi görünmektedir".
Bu kapasiteye ayrıştırılmış biliş* adını verirler. Poetika'sında hem
2. Bkz. Leslie ( 1 987). Pascal Boyer'in, Leslie üzerine burada verilen çay partisi tanı
mı gibi harika açıklamaları çok faydalıdır; bkz. Bayer (200 1), s. 1 30.
1 25
her konuyla ilgili yap-inan oyunları3 oynayabilmeleriyle etkilemez.
En az bu kadar dikkat çekici olan, serbestçe uydurulmuş ancak
anlaşılır olan bu fantezi dünyalarında tutarlı kurallar ve sınırlama
lar üretebilmeleridir. Dahası, çarpıcı bir kesinlikle fantezi dünya
larını birbirinden ayrı tutabilir, birden fazla hayali dünyayı gerçek
dünyadaki hayattan ayrı bir yerde, karıştırmadan muhafaza ede
bilirler. Oyun dünyası gerçeklerini farklı oyun dünyaları için "eti
ketleyip" gerçek dünya faaliyetlerinden ayırt edebilirler. Böylece
yap-inan oyununun doğal görünümüne aynı derecede doğal bir
fanteziyi gerçeklikten ayırt etme yeteneği eşlik eder. Eğer insanın
çok küçük çocuklarda kendiliğinden gelişen böyle bir kapasitesi
olmasaydı, zihnin gerçeklik hakkındaki bilgiyi işlemesi sistematik
olarak hayal ürünü fantezilerle karıştırılır ve sekteye uğrardı.
Bu bakımdan, çocukların yap-inan oyunları kendiliğinden or
taya çıkan başka bir zevke, yetişkinlerin kurmaca deneyimine
benzer. Tooby ve Cosmides'in açıklamasında kurmacalar, tıpkı çay
partisi senaryoları gibi, hepsi birbirine bağlı ama çocuğun gerçek
dünya olarak bildiği şeylerden duvarlarla ayrılmış ve böylece dışa
rı taşarak hakikate dair bilgiyi bozması engellenen "birtakım öner
melerden" oluşur. Böylece çocuk yatak odasının veya okulunun
içinde bulunduğu dünyada neyin gerçek neyin yapma olduğunu
da bilir; Goldilocks ve Üç Ayı'nın kurmaca dünyasında neyin gerçek
neyin yapma olduğunu bilir. Bundan ayrı olarak ayılar hakkında
bilgi edinen bir çocuğun "Goldilocks'tan" yola çıkarak, mesela
gerçek ayıların mağaralarında ev eşyaları olduğu ve lapa pişirdik
leri gibi fikirlerle genelleme yapması pek olası değildir.
Çocukken yap-inan oyunları için içgüdüsel olarak geliştirdiği
miz bu kapasite ne zaman elimize bir roman alsak ya da bir drama
izlemek için televizyon karşısına geçsek kullanıma girer. Kendine
has bir dünya kuran, birbirleriyle bağlantılı ve tutarlı, içlerinde
antolojiler ve çıkarım kuralları da bulunan hayali birtakımfıkrin
içine gireriz. Hayal edilen dünya bir Scorsese filminde resmedil
diği kadar sert, Odysseus'un şarap karası denizleri kadar uzak ya
da bir Road Runner çizgi filmi kadar komiklik derecesinde gerçe
küstü olabilir. Ancak mesele sıradan yaşantının dünyasına apaçık
benzemek değildir. Sanat biçimleri içinde en yetişkini büyük ope
ranın birçok hayranlık uyandırıcı örneğinin sunduğu sahneler ve
III
Evrimsel estetik için problem, olasılık dışı ama açıkça gözlene
bilen insani kurmacayı hem üretme hem de sevme dürtüsüne
tersine mühendislik uygulamaktır. Bu probleme getirilecek çözüm,
Steven Pinker'ın önceki bölümde değindiğimiz çekincesini hesaba
katıyor olmalıdır. Mesela, dünyayla başa çıkmamıza yardımcı olan,
işbirliği kapasitemizi artıran veya hastaları teselli eden kurmacayı
gözlemlemek kolaydır. Ancak böyle bir başa çıkma, işbirliği veya
tesellinin adaptif bir işlev olarak evrildiğini makul bir hipoteze
bağlayamıyor, ataların yaşadığı çevresel şartlardaki sağkalım avan -
tajlarına iliştiremiyorsak anlamlı değildir. Eksiksiz bir Darwinizmin
çok belirli bir gerekliliği vardır. Ne kadar küçük olursa olsun Ple-
1 29
nebiliriz. Oysa durum böyle değildir. "Şahı güvende tut" ya da
"Veziri hemen çıkarma" gibi şeyler başlangıç seviyesinin ötesinde
pek işe yaramaz. Deneyimli oyuncuların güvenebileceği üst düzey
algoritmalar yoktur çünkü satranç oyunu çok hızlı bir şekilde
basit kuralların işe yarayamayacağı kadar karmaşıklaşır. Uzman
oyuncular bu yüzden yayınlanmış sayısız gerçek oyundaki hamle
leri çalışır, iyi oyuncuların değişik koşullarda engeller karşısında
nasıl hareket ettiklerinin bir kataloğunu çıkarırlar. Büyük ustalar
tarafından çalışılarak kısmen veya tamamen ezberlenen bu oyun
lar, tamamen kendine özgü yeni oyunlarda zafer kazanmayı müm
kün kılan şablonlar ve sezgiler sağlar. Olgun bir oyuncu için "satranç
deneyimi" yalnızca kendi oynadığı oyunlardan bildikleri değil,
daha ziyade bizzat oynadığı, çalıştığı veya gözlemlediği tüm oyun
lardan bildikleridir.
Satranç tahtasındaki otuz iki parça ve altmış dört kare trilyon
larca hamle ihtimali tanır ama bu muazzam miktar bile insanın
günlük yaşamında karşılaştığı koşullara dayalı seçeneklerin yanın
da küçük kalır. Burada da kurallar ve "Damlaya damlaya göl olur"
ya da "Ayağını yorganına göre uzat" gibi ifadeler temel seviyede
kullanışlı olsa da ancak "Tahtanın merkezini kontrol altında tut
maya çalış" demenin bir satranç ustasının işine yarayacağı kadar
fayda sağlarlar. Hem olgunlaşma aşamasındaki hem de yetişkin
insanlarca keyifle tecrübe edilen ve hatırlanan hayal ürünü hikayeler,
çok daha karmaşık ve kullanışlı birtakım şablonlar ve örnekler
sunarak insani eylemlere ilham verir, rehberlik ederler. Büyük
ölçüde, hayat deneyiminin bir parçası haline gelirler.
Kurmaca ve hikayelemenin adaptif değeri için satranç analoji
si oldukça manidardır. Sonuçta satranç insan zihninin belirli bir
durumdaki tüm muhtemel hamleleri değerlendirme seviyesinde
çalıştığı bir oyun değildir. Aslında bu tam da geleneksel olarak
bilgisayarların satranca yaklaşım şeklini tarif eder. İnsan rakibi
hesaplamayla alt etmek için kaba işlem gücünü kullanır, bu sırada
bir insanın aklına bile gelmeyecek kadar kötü hamleleri de elerler.
Satrancın özünde bir bilgisayarın kombinasyonlara dayalı kötü
hamle eleme sisteminde olmayan bir teleoloji yer alır. Her iki
oyuncu için de oyunun amacı şah mat yapmak için her bir durum
daki değerlendirmesini hesaba katarak rakibe akılca üstün gelmek
tir. İnsan her durumda satrancı da böyle oynar; hayatın stratejik
130
teleolojisine de böyle yaklaşır. Tabii tek bir şah mat yapma amacı
nın yerine hayatta sınırsız sayıda amaçla uğraşmak zorundadır.
Darwinci düşüncede bu uğraş, üreme ve hayatta kalmayla baş
lar. Bu yüzden bu temel zorunlulukların en sık karşılaşılan edebi
ve dramatik temalar olan seks ve ölümle bire bir örtüşmesi tesadüf
değildir. Edebiyat ve sözlü öncüllerinin ana konuları bu derin
zorunlulukların etrafında kümelenmiştir. Pinker'ın dediği gibi
"hayatta satrançtakinden bile daha fazla hamle bulunur. İnsanlar
daima bir ölçüde çatışma içindedirler. Bu yüzden hamlelerinin ve
karşı hamlelerinin oluşturduğu liste katlana katlana hayal edile
meyecek boyutlara ulaşır''.5 Karmaşıklıkları hatırlatmak için önü
müze bazı olasılıkları koyar:
5. Satranç analojisi Pinker ( 1 997), s. 542-43'te yer alır. Wagner'in Yüzüğünün parodi
tanımlaması Fodor ( 1998), internette bulunabilir [w/s trouble darwinism fodor] .
Ardından gelen alıntı, Pinker'ın Gottschall ve Wilson incelemesindendir, Pinker
(2006), s. 1 72.
131
için kullandığım ve bir cüceyi kaçırarak elde ettiğim yüzüğün aynı
zamanda ölümsüzlüğümü sürdürmek ve dünyaya hükmetmek için
ihtiyaç duyduğum yüzük olduğunu keşfedecek olursam? Seçenek
leri zamanında düşünmek önemlidir çünkü böyle bir şey herkesin
başına gelebilir ve fazla tedbirden zarar gelmez:'
Atalarımızın çevresel şartlarında hikaye anlatımının adaptif
değeri ne "Erken kalkan, yol alır" gibi boş öğütler çıkarsayıp uy
gulamaktan ne de babamı öldürüp bilmeden annemle evlenmeye
yim diye yol verme kavgalarından kaçınmak için* kılavuzluk
etmesinden gelir. Uyumluluk insan zihninin bireysel, somut du
rumlardan oluşan bir deneyim hafızası inşa etmesinden kaynak
lanır. Bu hafızada sadece bireylerin gerçekten yaşadığı ve anlamı
apaçık ortada olan deneyimler değil üst üste birikerek dedikodu,
mitoloji, teknik usuller ve kıssalar gibi hikayeleme geleneklerini
oluşturan anlatılarda, yani bir avcı-toplayıcı topluluğunun töresel
bilgisinde bulunur. Hangi beyin işlemleriyle mümkün oluyorsa,
insan zihninin elde edip düzenlediği çok geniş bir bilgi bankası
vardır ve toplumun tarihinin önemli bölümleri, savaş hikayeleri,
avcılık anekdotları, ucuz kurtulmalar, yasak aşk öyküleri, trajik
sonuçları olan delice hareketleri vs barındırır. Bu vakalar, benzet
meler yoluyla ve ortak özellikleri, farklılıkları değerlendirilerek
yeni durumların ve geçmiş deneyimlerin anlamlandırılmasında
kullanılırlar (Burada benzerlikleri ayırt etme ve etkili bir şekilde
kullanma yeteneğinin çağdaş zeka testlerinin temel unsurlarından
biri olduğunu belirtmekte fayda vardır). Pinker'ın ifade ettiği gibi,
bu tür vaka temelli akıl yürütmelerde "ilgili detayların tüm konfı
gürasyonları bir bir sayılarak hafızaya kaydedilir ve akıl yürüten
kişi yeni bir senaryoyla karşılaştığında hafızasında kayıtlı vakalar
dan bileşimi karşısındakine en çok benzeyenini arar''.
Bu yüzden kurmaca hikayeleme, kurmaca olmayan diğer ta
nımlama ve gerçekleri iletme yollarından tamamen ayrı bir yeter
lik değil, uyumluluğun bir parçası olarak ilk başlardan bu yana
insan zihnindeki varlığını sürdürmüş bir uzantıdır. İnsan tarihinin
geneline baktığımızda zihnin evriminin en önemli aşamalarından
biri karmaşık gerçekliğe aykırı bilgi işleme olmuştur. Bu yetenek
insanların mümkün ancak var olmayan (geçmişte gerçek olanlar,
bugün gerçekdışı olanlar, belki tepenin ardındaki vadide ya da
---------
* Sofokles, Kral Oidipus (Çev. Vedii İlmen, Yaba Yay., 2012) oyununa gönderme. (ç.n.)
132
önümüzdeki kış gerçek olabilecekler gibi) durumları zihinlerinde
temsil ederek varlık alanlarını genişletebilmeleri anlamına gelir.
Bu hayal gücüne dayalı pratik akıl yürütebilme özelliği, fırsatları
değerlendirmek, tehditlerle başa çıkmak, daha iyi planlar yapmak
ve rekabet etmekte kullanmakta becerikli olan avcı-toplayıcı grup
lara, hayal gücü ve ifade yeteneği daha zayıf diğer grup ve bireyler
karşısında ataların çevresel şartlarında muhakkak ki müthiş bir
sağkalım avantajı sağlamıştır. Muhtemelen daha sonra gelen kur
maca hikayeleme bu nitelikten ayrı bir şekilde işlev görmez; ger
çekliğe aykırı düşünme yetisinin hayatın tek bir bireye
sunabileceğinden çok daha fazla ihtimallerle dolu çok daha fazla
sayıda dünyaya doğru geliştirilmesi ve genişletilmesidir. Vaka
temelli akıl yürütme, gerçekliğe aykırı düşünebilme yetisine, ger
çek hayatta karşılaşılan ve imgelemde düşünülen çok karmaşık
durumlarda benzerlikler kurarak ve farklılıkları belirleyerek bir
yorumlama ve böylece bilgi edinme kapasitesi ekler.
Daha önce küçük çocukların bile gerçekliklerin şu veya bu
yapmacık dünyaya mı yoksa gerçek dünyaya mı ait olduklarını
belirleyebilme ve dahası bu dünyalar arasında kafa karışıklığı ya
şamadan imgelemlerinde geçiş yapabilme kapasitelerinin kendili
ğinden ortaya çıktığını vurgulamıştım. Bu da yine hayati derecede
öneme sahip temel bir insani niteliktir. Üyeleri ormanda bir kaplan
görmekle ormandaki bir kaplanı hayal etmeyi ayırt edemeyen bir
tür olsaydı rekabet ortamında belirgin bir biçimde dezavantajlı
konumda olurdu. Ama evrim sonucu ortaya çıkmış ve bir dünya
da hakiki veya geçerli olanla hayali olanı ayırt edebilmeye olanak
tanıyan yetenek, yapmacık fantezi dünyasındaki her şeyin birer
yapmacık fantezi gerçekliği olduğu anlamına gelmez. Tıpkı oyun
cak bebeklerin katıldığı çay partisindeki numaradan çayın gerçek
dünyadaki çayla aynı yerçekimi kanunlarına uyması gibi kurma
cadaki gerçekler ve arka plan bilgisi de gerçek dünya için kullanı
labilecek kadar geçerli olabilir. Hayat dersleri vermek ve
gerçekleri belirli bir kesinlikle aktarmak, kurmacanın çok eski bir
işlevi ve muhtemelen adaptif öneminin bir parçasıdır.
Bugün hakikate dair bilgi kurmaca dışı kitaplar ve diğer ortam
lar yoluyla öğretiliyor ve öğreniliyor. Bu yüzden kurmacanın bilgi
aktarımı ve dolayısıyla bireyin bilgi hazinesini genişletme gücünü
göz ardı edebiliriz. Örneğin, ben 19. yüzyıl Rusya'sında hayat ve
133
toplumsal yapı hakkında epey bilgi sahibi olduğumu düşünüyorum.
Derebeylik sistemi, günlük yaşamın temel ekonomisi, çar ve çev
resinin konumu, zenginlerin taşradaki konutları, daha gelişmiş
olan Avrupa'ya duyulan hayranlık (ve imrenme), çok büyük me
safeler ve uzak vilayetlerdeki yalıtılmışlık psikolojisi gibi. Ama bir
düşününce, Çarlık Rusyası tarihi hakkında bir şey okuduğum hiç
aklıma gelmiyor. Çağdaşlarımın birçoğu gibi ben de bu bilgi bü
tününü Dostoyevski, Tolstoy, Gogol, Puşkin, Lermontov ve Tur
genyev okuyarak, Çehov performansları izleyerek ve bu yazarların
eserlerinin film ve opera versiyonlarını görerek biriktirdim. Rus
yazarlar bu tür bilgileri yalnızca çoğu zaman olay ve karakterle
ilerleyen kurmacaları için bir arka plan olarak verirler. Yine de arka
plan bilgisi gerçeği yansıtır ve akılda bir fantezi veya bilimkurgu
romanının arka planı gibi kurmaca olarak etiketlenmez.
Özellikle 19.yüzyıldan günümüze kadar raflar dolusu öykü ve
roman esasında kurmaca karakterler içeren bir olay örgüsü halin -
de sunulmuş gezi günlükleri veya keşif hikayeleridir. Örneğin,
birçok Avrupalı için Karl May'in macera romanları ve öncesinde
Jules Verne'in gerçeklerle bezeli canlı hikayeleri aslında Güney
Denizleri, en kara Afrika ve Vahşi Batı hakkında egzotik bilgilerin
dramatik ve kolay akılda kalacak bir şekilde sunulmasının yolla
rıydı. Bu edebi tür, bugün birçok havaalanı romanında ama aynı
zamanda daha üst bir edebi düzeyde dramatik içeriği kadar ayrın
tılı denizcilik tasvirleri için de okunan Patrick O'Brian'ın popüler
deniz maceralarında varlığını sürdürür. Modern sinemanın cazi
besinin en önemli unsurlarından birinin izleyiciyi farklı diyarlara,
uzak gelecek veya geçmişteki değişik mekanlara taşımasından
kaynaklandığını söylemeye gerek bile yoktur. Özellikle izleyici için
egzotikse, filmin tasvir edilen ortam ve arka planı karakterler ve
olaylar unutulduktan uzun süre sonra canlı bir şekilde hatırlana
bilir.
Kurmacanın eğlence değerinin ötesinde bir bilgi kaynağı olarak
kullanımı bilinen ilk sözlü geleneklerin içeriğine kadar uzanır.
Klasik edebiyat uzmanı Eric Havelock, İlyada ve Odysseia'nın
başlıca amaçlarından birinin, bu destanların doğduğu erken Yunan
kabileleri için kültürel bir temel ve hatta teknik bilgi sağlamak
olduğunu iddia etmiştir. Böyle olması, Platon'un Devlet gibi diya
loglarında Homeros'a şiddetli bir biçimde itiraz etmesini de açık-
1 34
lar. Homeros destanlarında da Yunan mitoloj isinin büyük
kısmında ve daha sonra komedya ile trajedide olduğu gibi Tanrılar
tüm insani zaafları apaçık ortada birer insandırlar. Tartışırlar, bir
birlerine karşı entrikalar düzenler, çok kıskançtırlar, şehvetli bir
şekilde sevişir ve zina yaparlar, birbirlerinden ve ölümlülerden
zalimce intikam alırlar ve doymak bilmez iştahlarını beslerler.
Platon, tüm Yunan edebi geleneğinin ama özellikle de tam kalbin
deki Homeros destanlarının olabilecek en kötü ahlaki örnekleri
gösterdiğini düşünüyordu. Bu yüzden Devlet'de sanatın sıkı kont
rol altında tutularak halkın önüne insani ve ilahi değerler ve dav
ranışların münasip ve eğitici örnekleri dışında hiçbir şeyi
koymadığı ideal bir devlet betimler.
Havelock, Platon'un endişeleri modern okura tuhaf geliyorsa
bunun sebebi Homeros destanlarının renginde ve güzelliğinde
kaybolan modernlerin, asıl kitleleri için adetler, statü işaretleri,
dini tarih ve hatta denizcilik tavsiyeleri konularında nasıl bir söz
lü ansiklopedi işlevi gördüğünü fark etmemeleridir der. Homeros
destanlarını anlatan rapsodosları* hep insanları eğlendirmeyi amaç
layan kendi çağlarının göstericileri olduğunu düşünürüz ama Ha
velock esas olarak "ustalık geleneğinin" koruyucuları olduklarını
iddia eder. Birer hocadırlar aslında ve bir rahibe nasıl hitap edile
ceği, kadınlar ve erkekler ya da krallar ve savaşçılar gibi sınıfların
birbirlerine karşı nasıl davranacakları konusunda dersler verir;
toplumsal yapının Nestor'un müdahalesi gibi unsurlarla nasıl ayak
ta tutulduğunu, krallardan (ve Tanrılardan) nasıl lütuf dileneceği
ni, kurban ayinlerinin nasıl gerçekleştirileceğini, ele geçirilen
cariyelere nasıl davranılacağını ve hatta sofra adabını öğretirler.
Havelock'a göre sözlü kültürde "toplumsal davranış ve tavırların
büyük kısmı törensel olmak zorundaydı". Bu zorunluluk, erken
dönem Yunanlar için esasında beceri �rektiren bir teknik pratiği
olan ritüel davranışların en ince ayrıntısına kadar tarif edilmiş
olmasını anlaşılır kılar. "Münasip" veya "uygun" olan şeylerden
tekrar tekrar söz edilmesi adetlere veya ahlaka dair talimatların
destanlarda ne düzeyde yer aldığını gösterir. İlyada'nın ilk kitabı
nın anlatısı limana gemi yanaştırmak için bile özel bir yönerge
içerir: Yelkenleri topla, ana direği indir, kıyıya kürek çek, pruvadan
* (Yun.) Rhapsodos: Antik Yunan'd a şehir şehir gezerek profesyonel olarak destan
okuyan bir nevi halk ozanı. (ç.n.)
135
karaya çık, yükü indir vs. Havelock'a göre ozan "aynı anda hem
hikaye anlatıcısı hem de kabilenin ansiklopedicisidir".
Psikolog ve edebiyat kuramcısı Michelle Scalise Sugiyama, prob
lem çözme yöntemleri de dahil olmak üzere bilgi aktarımının,
atalarımız için "Hazırlıklı ol" şeklindeki izci mottosunda kısa ve
öz bir biçimde ifade edildiği gibi, hayal ürünü hikaye anlatımının
merkezi bir uyum faydası olduğunu söyler. Avcı-toplayıcı yaşamı
"sonu gelmez bir görevler, engeller, tehlikeler ve bireyin doğuştan
bilmediği yerel çözümler dizisiydi". Çağdaş toplayıcıların halk
kültüründe hikayelerin, "insanların bilgi edinebilmeleri, strateji
lerin provasını yapabilmeleri veya gerçek hayatta karşılaşılabilecek
güçlüklerin ve tehlikelerin üstesinden gelebilmek için gerekli be
cerileri geliştirmelerini" sağlamak için kullanıldığı gözlemini yapar.
Kamp ateşi etrafında toplanıp hem yakın zamandaki hem de uzak
geçmişteki avları anlatan Kalahari avcılarının durumunu örnek
gösterir. Bu, hayvanların alışkanlıklarına dair anekdotların, nasıl
iz sürüleceğinin, son takip ve nihai öldürücü hamlenin tekniğinin
anlatıldığı bir iş konuşmasıdır. Ama tarif ettiği türden bilgi alışve
rişi yalnızca gerçeklere dayalı anlatımlardan gelmek zorunda de
ğildir. Masallardan ve mitolojiden de seçilebilir ve aslında böyle
sunulduğunda daha bile akılda kalıcı olabilir. Buna örnek olarak
Sugiyama, Kırkayağın ormanda yürürken çok ses çıkardığı için
Jaguarı nasıl azarladığıyla ilgili bir Yanomamo halk hikayesini
alıntılar.6 Kırkayak, Jaguarın pençelerini yuvarlayıp tabanlarını
yumuşatır ve kuru dalları kırmadan hafifçe nasıl yürüyeceğini
öğretir. Hikaye, (insanları avlayan) j aguarlar hakkında, köyden
veya kamptan uzaktayken sessizce yürümenin (insanlar için) öne
mi hakkında ve aynı zamanda alegorik olarak ele alındığında pusu
kurmak ve diğer kabilelerden gelebilecek saldırılardan kaçınmak
için alınacak önlemler hakkında bilgi ve tavsiyelerle doludur. Hikaye
hem insanlardan hem de jaguarlardan kaynaklanabilecek yöreye
özgü tehditler ve stratejilerle ilgilidir. Ama aynı zamanda "yırtıcı
hayvanlar karşısındaki zafiyetimize ve bunun sonucu olarak po
tansiyel avcıların (ister insan olsun ister olmasın) bulunabileceği
137
hikayeye benzemeyen bir olaylar dizisi anlatılarken "John açlıktan
ölüyordu ama kiler bomboştu" kulağa bir hikayenin başlangıcı gibi
gelir. Hayat, zenginlik, hırs, aşk, rahatlık, statü veya güç karşısın
daki engeller, bir hikayenin temel fikrinin merkezi unsurlarıdır.
Bir başka unsur da insan iradesinin nasıl bir zaferle bu engelleri
nasıl aştığı ya da trajik bir biçimde başarısız olduğudur. Hikayeler
özünde gerçek veya kurmaca karakterlerin zihinlerinin nasıl so
runların üstesinden gelmeye çalıştığıyla ilgilidir. Bu da demek
oluyor ki, hikayeler okurlarını/dinleyicilerini yalnızca kurmaca
ortamlara değil aynı zamanda hayal ürünü insanların iç yaşantıla
rına da götürürler.
Dışarıdaki fiziki dünyanın karşılarına çıkardığı tehditler ve
fırsatlar hakkında hikayeler yoluyla bilgi edinmek nasıl büyük bir
uyum avantajı sağlayacaktıysa, aynı şekilde Homo Sapiens gibi
yoğun bir biçimde toplumsal olan bir tür için, atalarımızın çevre
sel şartlarında avcı-toplayıcı yurttaşlarıyla paylaştıkları karmaşık
lığının ucu bucağı olmayan zihinsel dünyada kendilerine yol
gösterecek becerileri keskinleştirmenin de avantajı büyük olacak
tı. İkinci bölümün sonunda stabil bir insan doğasının özelliklerinin
nasıl her türden insani ilişkinin etrafında döndüğünü gözden ge
çirdik: Akrabalık veya kabile ilişkilerine dayalı toplumsal ittifaklar,
statü meseleleri, karşılıklı değiş tokuş, seks ve çocuk bakımının
karmaşıklıkları, kaynaklar için girişilen mücadeleler, hayırseverlik
ve husumet, dostluk ve adam kayırma, uyumluluk ve bağımsızlık,
ahlaki zorunluluklar, özgecilik ve bencillik vs gibi. Şimdi görece
ğimiz gibi bu meseleler edebiyatın ve onun sözlü öncüllerinin
başlıca temalarını ve konularını oluşturur. Hikaye anlatımının
bireylerin ve grupların insanın toplumsal ve duygusal deneyimini
anlayışını geliştirip derinleştirmekte oynayabileceği rol sebebiyle,
hikayeler evrensel olarak bu şekilde oluşturulur. Bir hikayenin
anlatıcısı, hikaye anlatımının doğası gereği, karakterlerin zihinsel
deneyimlerinin içine doğrudan erişebilir. Müzik, dans, resim ve
heykel gibi diğer sanatlarda bu erişim kesinlikle sözlü veya yazılı
anlatımda olduğu derecede mümkün değildir. Sugiyama'nın işaret
ettiği gibi, resimler konu edinilen malzemeye farklı bakışları tek
tek temsil edebilir ve müzik duyguları ifade edebilir. Ama bu sa
natların ikisi de hikaye anlatımının en temel biçimlerinde bile
doğal olarak yapılabildiği gibi birbirine neden sonuç ilişkileriyle
1 38
bağlanmış olay ve niyetleri belirsizliğe hiçbir yer bırakmaksızın
resmedemezler. Hikaye anlatımı sıradan günlük toplumsal dene
yimin bir aynasıdır: Tüm sanatlar içinde zihnin olağan hayal gücü
yapılarını, anlık algılamayı, planlamayı, hesaplamayı ve kararlar
vermeyi hem kendi deneyimlediğimiz şekliyle hem de başkalarının
deneyimlediğini düşündüğümüz şekliyle resmetmeye en uygun
olanıdır. Ama hikaye anlatımı bizi sıradan olanın daha da ötesine
götürmeye vakıftır. Ufuk açma gücü de burada gizlidir.
Bir başkasının zihnini düşünsel ve duygusal olarak anlamak,
çocuklarda iki yaş civarında kendiliğinden ortaya çıkıp beş yaşına
gelindiğinde tamamen olgunlaşan belirgin bir kabiliyettir. Bu ka
biliyetin şaşmaz gelişimi, genel olarak zekanın bir yönü değil, ayrı
bir evrilmiş adaptasyon olduğunu gösterir. Bu kabiliyetin kendine
has işlevsel özelliklerinin gözlemlenebildiği, diğer düşünsel kapa
siteleri etkilemeden sadece bu gelişimi engelleyen talihsiz bir durum
daha vardır: Otizm. Otistik çocuklar, farklı derecelerde olmak
üzere, başka insanların zihinleriyle hayal gücü yoluyla ilgilenebil
me konusunda nörolojik bir engelden muzdariptirler. Bu sorunun
kurmacadan tat alamamak, sıradan empati deneyiminden yoksun -
luk ve ironi ve esprilere değer verememek gibi uzantıları olur.7
Otistik çocuklar birçok açıdan ileri derecede zeki olabilirler. Ma
tematik veya mekanik yönlendirme gibi düşünce ve duygu okuma
içermeyen işler onlar için zorlayıcı olmayabilir. Otistikler diğer her
bakımdan düşünsel olarak normal olsalar da özellikle başkalarıy
la ortak bir düşünce ortamı paylaşma yoluyla iletişim kurmayı
öğrenmekte zorlanırlar. Bu durum, yap-inan oyununun ve
hikayelerden zevk almanın (ve elbette sıradan insan duygudaşlı
ğının) merkezi bir unsuru olduğunu en baştan kabullendiğimiz
empati kapasitesinin sonradan öğrenilen değil, doğuştan gelen bir
nitelik olduğunu gösterir.
Edebiyatın başkasının zihnini okuma işlevi, edebiyat kuramcı
sı Lisa Zunshine'ın özellikle ilgisini çeker. Zunshine, bu işlevin
modern yazımda üst düzeyde kullanıldığını ama aynı zamanda
edebiyatın sözlü öncüllerinin de bir niteliği olduğunu iddia eder.
Kurmacada, özellikle farklı amaçlılık seviyeleri içinde kendine yer
bulan farklı bakış açılarına istinaden edebi karakterlerin akıllarını
7. Otizmin özellikle empatiye dayalı anlamaya etkileri, dolayısıyla bir otistiğin kur
maca anlatıyı kavrayışı için, bkz. Baron-Cohen ( 1 996).
139
okuma yeteneğimizi tatbik ederiz. Zunshine'a göre kurmaca anla
tılar, "kim ne düşünmüş, istemiş ve hissetmiş ve ne zaman diye
sürekli merak etme eğilimimize dayanır, bu merakımızı okşar ve
manipüle eder:' Kurmaca "zihin okuma kapasitemizi h arekete
geçirir, kışkırtır ve belirsiz sınırlarına doğru zorlar''.8 Onun bakı
şına göre karakterler ve onların zihinsel durumları arasındaki
ilişkileri çözme yollarımızda bilişsel kısıtlamalar bulunması, kur
macanın bu kısıtlamaları bulmaca yapma seviyelerine çıkarması
için bir fırsattır. Bu arada, insanın okurken yerleşik amaçlılığı takip
edebilme kapasitesi dördüncü seviyeden sonra epey zorlanır: "John,
Jane'in, Bill'in Betty'nin George'la evlenmek istediğini düşündü
ğüne inandığını biliyordu" normalde en fazla gidebileceğimiz
noktadır. Edebiyattan alınan zevk kısmen, en azından birçok oku
ru için, amaçlılık seviyelerinin içinden çıkmaktan kaynaklanıyor
olabilir. Bunun hikaye anlatımının evrimsel kökenlerini açıklama
ya yetip yetmeyeceği ayrı bir sorudur. (Telemakhos, annesi hiç
Odysseus'un eve dönüp de artık onu sevmediğine inandığını bul
maktan korktuğunu düşünmüş müdür diye merak etti" kulağa pek
Homeros tarzı gibi gelmez ve Zunshine kendisi de Beowulf gibi
erken dönem destanlarındaki zihinsel temsilin karmaşıklığının
Henry James'teki kadar olmadığını kabul eder.) Ama Zunshine en
azından hem bireysel olarak hem de hikayeciyle bağ kurarak baş
ka insanların yerlerine geçip zihinlerini keşfetmenin, edebiyatta
ve aynı zamanda sözlü hikaye anlatımında kurmacadan alınan
zevkin önemli bir parçası olduğu konusunda haklıdır.
Edebiyatın ve çok eski zamanlardaki öncüllerinin insanın dü
şünsel ve duygusal hayatının sunduğu geniş olanakların imgelem
deki bir keşfi olarak ortaya çıkışları, edebiyatçı Joseph Carroll
tarafından etraflıca düşünülmüştür. Carroll'ın duruşu Tooby ve
Cosmides'in benimsediği fikirlerle p aralellik gösterir ve E. O.
Wilson'ın Consilience'ta ortaya koyduğu bir hipotezle de aynı doğ
rultudadır. Bu hipoteze göre genel olarak sanat ve belki de özellik
le hikaye anlatımı ve edebiyat, devasa beyni ve (bilhassa diğer
insanlarla uğraşırken) karşılaştığı karmaşık durumlar sayesinde
diğer hayvanlardaki çevrelerine gösterdiği gibi basit, rutinleşmiş
tepkilerin çok üstüne çıkmış bir tür için özel bir adaptif görev
8. Zunshine (2006); alıntılar Philosophy and Literature'da Brian Boyd'a verilen bir
cevaptan alınmıştır, Zunshine (2007).
140
yerine getirmiştir. İnsanın Pleistosen'de otomatik hayvani içgüdü
lerinin ötesine geçmiş olması da kendi sorunlarını üretmiştir.
Eyleme geçirilebilecek seçeneklerin çokluğu kafa karışıklığı ve
belirsizliğe yol açmıştır. "Yüksek zeka sayesinde artık görünür olan
koşullara dayalı yeni ihtimallerin çokluğuyla başa çıkabilecek insan
kalıtımının belirmesi için yeterli zaman yoktu" der Wilson ve "sa
nat boşluğu doldurdu" diye ekleyerek bu sayede insanların yeni
durumlar karşısında daha esnek ve karmaşık tepkiler geliştirebil
diklerini belirtir.
Carroll bu bölüm için hikaye anlatımının kökenlerini açıklama
nın faydalı bir yol olarak kurgusal düşünce deneyleri konusunda
Pinker'la kısmen hemfikirdir. Ancak ucu Freud'a kadar giden kur
macanın aynı zamanda haz veren fanteziler olarak anlaşılabileceği
düşüncesini, yani Pinker'ın zihinsel cheesecake fikrini reddeder.
Carroll'a göre kurmaca, "karmaşık psikolojik yapılanmamızı dü
zenlemek için" hazdan daha derinlere iner ve başkalarının "dene
yimlerine zihnimizde dahil olabilmemiz için ihtiyaç duyduğumuz
toplumsal uyum kapasitemizi besleyip geliştirmemize yardımcı
olur':
•Papua Yeni Gine'de birkaç kabile veya köyün bir araya gelerek farklı kültür, dans ve
müziklerini sergiledikleri barışçıl bir gelenek. (ç.n.)
1 42
sinema izleyicileri hikayede aktarılan duygulara vurgu yapmak
veya yorum getirmek için müzik kullanılmasını doğal karşılar ve
uygun görürler. Hatta en erken dönem sessiz filmler bile müzik
eşliğinde gösterilirdi. Herhangi bir yerde film müziği kullanımının
acayip veya beyhude bir iş olduğunu düşünecek bir insan toplulu
ğu olduğunu pek sanmam çünkü bu eklemenin sebebi hemen
anlaşılır. Filmler için müziğin doğal olması opera fikriyle de uyu
şur ama çok daha öncesine, troubadourlardan10 Schubert'e , oradan
Beatles'a ve günümüze kadar gelen aşk şarkılarında da bu uyum
aynı şekilde gözlemlenebilir. Son olarak, en kafa karıştırıcı estetik
deneyimlerden bazılarının, bir eserin farklı yönlerine ait duygusal
ifadelerin birbiriyle çeliştiği durumlar olması, anlatıyla müziğin
birleştirilmesiyle duygunun geliştirilebileceğine kanıt olarak gös
terilebilir (bu konuda şüphesi olan arka planda Beethoven çalarken
Emily Dickinson okumayı denesin) .
Demek ki kurmaca bize duygusal hayat için şablonlar, zihinsel
haritalar verir. Bu haritalar, Carroll'a göre "duygusal olarak doygun,
hayal gücü bakımından canlı" olmalıdır. Öyleyse sanat, bireyler
için en azından bu açıdan bir adaptasyondur. Çünkü kendi insani
duygularının farkında olmalarına ve dolayısıyla esiri olarak hare
ket etmektense kontrol altına alarak kendi hayatlarına yön verme
lerine yardımcı olur. Carroll'ın ortaya koyduğuna göre "Dünyanın
her kültürel köşesinde edebiyat ve yazı öncesi hikaye anlatımlarının
bireylerin hayat gayelerinin bütününe nasıl girdiğine, inanç sis
temlerini ve davranışlarını nasıl şekillendirip yönlendirdiğine
bakınca bunun kanıtları görülebilir".
Carroll, Aristoteles'e ve çocukların hayal gücüne dayalı oyun
larına gönderme yapmaz ama Dickens'ın, -miş gibi oyunlarının ya
da bunların doğal olmayan eksikliğinin kötü muamele görmüş ve
ihmal edilmiş çocukların hayatında oynadığı role her zaman dik
kat ettiğini hatırlatır. Faydacı bir ideolog olan babaları tarafından
sanat ve edebiyattan trajik bir biçimde mahrum bırakılan Zor
Zaman lar'daki Tom ve Louisa Gradgrind, duygusal ve ahlaki olarak
yeterince gelişememiştir. Kasvetli Ev romanının başkarakteri Esther
Summerson şefkatten yoksun bir dünyada büyür. Kendisine ait
hayali bir dünya yaratarak hayatta kalır. Bu, oyuncak bebeğiyle
10. Troubadour: Ortaçağ Avrupa'sında lirik şiir besteleyerek söyleyen gezgin şair.
1 43
konuşarak normal insani şefkat yarattığı ve böylece olaylar lehine
doğru seyretmeye başlayıp daha iyi bir çevreye geçene kadar duy
gusal doğasını canlı tuttuğu şahsi, hayal ürünü bir mekandır. "Oyun
cak bebekleriyle konuşması zevkine üretilen fanteziler değil,
kişisel kurtuluş için çaresizlik içinde alınmış ve etkili önlemlerdir:'
Carroll kötü muameleye maruz kalmış David Copperfıeld'ın yatak
odasının yanında, ölmüş babasına ait toz içinde, unutulmuş kitap
ları keşfettiğinden de söz eder: Tam Jones, Humphry Clinker, Don
Quixote ve Robinson Crusoe. Carroll, görüşünü açıklamaya Pinker'a
itiraz ederek başlar:
145
kendini methetme şaheseridir''. Anne, baba ve kızların mektuba
gösterdikleri tepkiler de aile üyelerinin karakterleri hakkında epey
bilgi verir. Aşırı derecede tatlı huylu büyük kız Jane'in kafası ka
rışmıştır ama Mr. Collins'in niyetinin iyi olduğunu düşünür. Saf
ortanca Mary Mr. Collins'in üslubunu beğendiği şeklinde lüzum
suz bir yorum yapar. Anne, her zamanki gibi sadece durumdan
sağlanabilecek avantajı düşünerek fırsatçı bir tepki verir. Mektubun
nasıl bir soytarılık olduğunu açık seçik görmek Elizabeth ve baba
sına kalmıştır. İkisinin anlayışlarındaki birliktelik, diğerlerinde
bulunmayan bir mizaç benzerliğini ve algılama kalitesine işaret
eder. Ama Mr. Bennet ve ikinci kızıyla hemfikir olan iki kişi daha
olduğu açıktır. Bunlar Jane Austen romanından karakterler değil,
nefes alıp veren gerçek insanlardır. Bu iki kişi de Carroll'ın "zeka
ve yargı çevresi" dediği grubun üyeleridir. Birincisi Gurur ve
Önyargı'nın yazarı Jane Austen'dır. Gerçek bir kişidir ve açıkça
hissedilen canlı, yargılayıcı kişiliği, yazının her bir sayfasına hayat
verir. (Elbette açıkça hissedilen bu kişiliğin de Jane Austen'ın ze
kice bir icadı olabileceğini öne süren akademisyenler olmuştur.
Ama edebiyat kuramcıları toplantılarının dışında da yazarının ismi
belli gerçek hikayeler, gerçek insanlar tarafından yazıldığı düşünü
lerek okunur.) İkincisi de Gurur ve Önyargı'nın okurları, yani
sizsiniz. Gurur ve Önyargı'nın yaratılışı ve okur tarafından dene
yimlenmesi bütün bu bakış açılarını birleştirir. Romancı ortak bir
duyarlılık hissi yaratır ama bu his herkese açık değildir. Okura
belirli bir samimiyete eriştiğini hissettirerek bakış açısını keskin
leştirir ve geliştirir. Okur için bu ayrıcalıklı çevreye dahil edilmiş
olmak büyük memnuniyet kaynağıdır.
Böyle söyleyince edebiyat kulağa hayal ürünü bir dedikodu
gibi mi geldi? Öyle olsun. Hikaye anlatımının insanlara sağladı
ğı eğlencenin büyük kısmı başkalarının gizli amaçlarını keşfetmek,
hayatlarındaki kirli çamaşırları ortaya dökmek vs gibi, dediko
dunun verdiği zevkin dolaylı bir uzantısıdır. Pembe diziler ve
popüler aşk romanları da bu anlatılara doğal olarak dahildir. Bu
gerçek Jane Austen'ı da Harlequin aşk romanlarını da kötü yapmaz.
Dedikodu her zaman kötücül ve lüzumsuz bir eylem değildir.
Bazen faydalı beceri ve bilgileri edinmenin bir yolu da olabilir.
Birçok insan dedikodu yapmaktan zevk alır çünkü atalarımızın
çevresel şartlarında insanların algılarını ve anlayışlarını keskin-
146
leştirerek uyum değeri taşımıştır. Shakespeare, Tolstoy, Dickens
ve George Eliot, bu doğal zevki komşular arasında konuşulabile
cek şeylerin ötesine taşıyarak müthiş edebi eserler yaratmak için
kullanmışlardır. Bazı açılardan Jane Austen da dedikodu yapar
ama bu muhtemelen kağıda basılmış gelmiş geçmiş en zarif, en
derin, en zekice dedikodudur. Carroll, yüksek sanata duyduğu
ilgiden dolayı Pinker'ın kurmacayı fantezi, kaçış ve sadece eğlen
ceden alınan zevk olarak değerlendirmesine itiraz edebilir. Ger
çekten de Carroll kurmacayı farklı, daha üst düzey bir şekilde,
sanatın gelişen bir insan kişiliği yaratmak için hayati öneme sahip
olduğu eski Alman geleneği Bildungdaki gibi görmemiz için
güçlü tezler öne sürer. Ama Pinker'ın iddialarını çürütmekten
ziyade hikaye anlatımının Pinker'ın söylediğinden daha bile faz
lasını yapabileceğini ve böylece uyum değeri taşımış olabileceği
ni göstermiştir.
Pinker'ın kurmaca değerlendirmesini Marvel çizgi romanları,
bilgisayar oyunları ve sinema filmlerinin büyük bir kısmı gibi
bugünün popüler sanatlarına uygulamak, Middlemarch'a uygula
maktan daha kolaydır. Ama bugün Harlequin okurlarının ve sine
ma salonlarını dolduranların da tercih ettikleri kurmaca
vasıtasıyla bilişsel haritalara ve düzenleyici şemalara erişim sağla
madığını söylemek için bir sebep yoktur. Hikaye anlatımı için yeni
mekanizmaların ortaya çıkmış olması, kurmacanın bize verebile
ceği daha derin, uzun vadeli ahlaki eğitim hakkındaki genel dü
şünceye ters düşmez. Eğer Taş D evrinde hikaye anlatımının
sağkalım için bir uyum faydası olmuşsa bizim zamanımızda da
uzantısının olması ve bol efektli gişe filmlerinden, televizyondan
ve ucuz gerilimlerden Matthew Arnold'ın deyimiyle "dünyada
bilinen ve düşünülen en iyi şeyleri" temsil eden klasik edebiyata
kadar, her türlü kurmacadan aldığımız zevki bir şekilde açıklama
sı gerekir. 12
1 48
saçtığı bir kenti konu edinir. Grendel yakınlardaki bir gölde yaşar
ve kurbanlarını parçalara ayırır. Kahraman Beowulf hikayenin
kanlı bir şekilde doruğa ulaştığı noktada canavarı öldürüp şehrine
huzuru geri getirir. Beowulf ve Jaws, Booker'ın olay örgüsü tiple
rinden birincisine örnektir. Listedeki olay örgüsü sayısı önce ye
diyken sonra eklediği iki tanesiyle dokuza çıkarır:
13. Polti'nin listesinin baskısı yoktur ama internette bulunabilir [w/s polti dramatic
situations ] . Alıntılar Booker'dandır (2004); Jung ile ilgili ifadeler s. 1 2'd e bulunabilir.
1 49
Bu şema sistemine beklenmedik bir şekilde kitabının sonunda
iki olay örgüsü tipi daha ekler: Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve ben
zerleri için "isyan" ve yakın zamanlarda icat edilmiş dedektif ro
manları için "Gizem':
Booker olay örgüsü tiplerine Yunan ve Roma edebiyatından,
masallardan, Avrupa destanlarından, romanlardan, oyunlardan,
tanıdık Arap ve Japon hikayelerinden, Mozart'tan Richard Strauss'a
operalardan, Amerikan Yerlisi ve Avustralya Aborijinlerinin halk
hikayelerinden ve sessiz dönemden bu yana sinema filmlerinden
örnekler verir. Tipolojisini, en azından son iki yüzyıldan öncesine
uygulandığı şekliyle, makul bir biçimde gerekçelendirir. Moder
nizmin muğlaklıklarının ve karamsarlığının edebiyatı, hikaye an
latım tarihinin büyük kısmında görünen ahlaki iyileştirmeden
uzaklaştırdığını gözlemler. Booker bunu bir kayıp olarak değer
lendirir: Çağdaş edebiyat, ona göre "olay örgüsünü kaybetmiştir':
Çok fazla karşı kahraman çıkarıp hayatın ahlaki muğlaklıklarına
fazla odaklanarak modern kurmacanın ahlaki duruşunu yitirdiği
ni düşünür.
Booker, projesinin dayanak noktasını oluşturan psikolojinin
Carl Jung'un sembolizm ve arketipler kuramı olduğuna inanır. Bu
kuramı öyle bir tanımlar ki kulağa sanki evrimsel psikolojiymiş
gibi gelir: "Carl Jung çok daha geniş kapsamlı bir meseleye, daha
derin bir seviyede psikolojik olarak hepimizin nasıl aynı esaslarla
inşa edildiğimizle devam etti... tıpkı fiziksel büyüme için genetik
olarak 'programlanmış' olmamız gibi: Ve bireyselliğimiz psikemi
zin yalnızca daha yüzeysel olan kısımlarında gerçekleşir, her biri
miz daha derinlerdeki bilinçdışımızın önümüze serdiği gelişim
'programıyla' baş ederek kendi bireysel sorunumuzu buluruz:'
Ancak Booker'ın asıl ilgilendiği neden "bazı imgelerin, sembol
lerin ve biçimlendirme şekillerinin hikayelerde, kültürel aktarım
la açıklanamayacak derecede yaygın" olmasıdır. Bunu anlamak için
bilinçdışının derinliklerine bakmak, Jung'un arketipler diye adlan
dırdığı ve "psişik akımların doğal yolları olan kadim nehir yatak
ları" diye tanımladığı şeyleri keşfetmek gerektirir. Booker "hikaye
anlatımının altında yatan örüntülerin temel anlam ve amacının"
bu arketip yapılarında bulunabileceğini düşünür.
Booker'ın projesi, Jung'un düşünce tarihindeki yerini akıllara
getirir. Kendisinden önceki son birkaç nesildir hüküm süren top-
1 50
lumsal inşacı önkabullere karşın Jung'un epey öngörülü olduğu
görülebilir. En azından sınırsız kültürel ifade çeşitliliğin altında,
doğuştan gelen bir tür psikolojik içerik yattığı fikrini savunmuştur.
Jung'un izinden giden Booker da kültürler arasındaki geçişliliğin
dünyanın her yerindeki hikayelerin taşıdığı benzerlikleri açıklaya
mayacağında ısrar etmekte haklıdır. Ancak Jung'un arketipler ve
semboller kuramında hikaye anlatımının "temel anlam ve amaç"
örüntülerini bulacağımızı düşünmek bir yanılgıdır. Anlam ve ama
cın makul bir şekilde açıklanmamış olması, yani insani düşünce ve
eylemin nihai hedefi olarak kendini gerçekleştirmenin önemine
yapılan muğlak vurgu dışında, bu varlığı baştan kabul edilen arke
tiplerin kendilerinin neden var olduğunun anlatılmaması tam da
Jung kuramının eksik kaldığı yerdir. Jung psikolojisi ve arketipler
kuramı, Darwin'in sağkalım ve üreme için seçilime dayalı açıkla
malarında gördüğümüz açıklama gücü ve kesinliğiyle karşılaştırı
labilecek bir şey sunmaz.
Hatta bir kurmacanın Jungçu okumasıyla Darwinci okuması
arasında dikkate değer çelişkiler olur. Örneğin, Jung bakışıyla
Booker, hikayelerdeki kötücül karakterleri aşırı benlikçiliği 14 sem
bolize eden bencil "Karanlık Figürler" olarak yorumlar. Başka bir
Jungçu fikir olan kötü karakterin "içindeki kadınsıyı" inkarıyla
birlikte, kötülüğün kaynağı egonun karanlık gücüdür. Bir Darwin
ci Kral Lear'daki Edmund gibi birinin kötülüğünün kaynağının
benlikçilik olduğunda hemfikir olabilir. Peki ya Grendel? /aws'daki
köpekbalığı? Benlikçiliğin kötülüğün bir göstergesi olduğu net bir
şekilde söylenemez. Oedipus'un Iago'dan çok daha benlikçi bir
karakter olduğu söylenebilir. Ancak Iago bütün o sinsi zalimliğiy
le çok daha kötücüldür. Jurrasic Park'daki dinozorların ya da Ody
sseia'daki Tep egözlerin kötülüğü bencilliklerinden veya
benlikçiliklerinden kaynaklanmaz. Godzilla'ya bencil demek kimin
aklına gelir? "Bencil" insanlar için ya da belki halk hikayelerinde
insanları temsil ettiklerinde hayvanlar için kullandığımız bir te
rimdir. Ama büyük, aç, tehlikeli canavarların kurmaca içinde dra
matik birer tehdit olarak her zaman varlığını korumuş olması
Darwinci açıdan düpedüz Pleistosen adaptasyon olarak açıklana
bilir. Evrimsel bağlamda düşünüldüğünde, gizli saklı bir semboller
sisteminden faydalanmaya çalışmak açıklamaya sadece ayak bağı
1 52
başına kötü şeyler gelecektir (haklı ama sıkıcı). Veya kötü birinin
başına iyi şeyler de gelebilir (yine haksız) . Trajik dokunaklılık iyi
ama kusurlu insanların başına kötü şeyler gelmesini gerektirir. Bu
korkunç kaderi hak etmemiş olsa da Oedipus kibirliliği nedeniyle
belaya davetiye çıkarmıştır. Aristoteles dramatik ilişkileri aynı akıl
yoluyla ortaya koyar. Birbirine yabancı olan insanlar veya doğal
düşmanlar arasındaki ihtilaf bizim ilgimizi pek çekmez. Asıl ilgi
uyandıran normalde birbirini sevmesi gereken insanlar arasında
ki nefret dolu mücadelelerdir. Kocasını cezalandırmak için çocuk
larını öldüren anne veya ölümüne kavga eden iki kardeş gibi.
Aristoteles kendi çağının draması için bunların geçerliliğini nasıl
biliyorduysa bugünün pembe dizi yazarları da biliyor.
Aristoteles'in hikayeler ve drama üzerine düşünceleri dramanın
malzemesinin eylemler ve bu eylemleri harekete geçiren duygular
olduğuna dair temel içgörüsü sebebiyle bugün hala yerli yerinde
duruyor. Yunan draması erotik veya ailevi sevgi, onur duygusu,
memlekete karşı sadakat, ölümün kaçınılmazlığı gibi duygular
üzerine inşa edilmiştir. Booker, hikayelerin olay örgüleri için Jung
çu anlamda arketipler, beynimize işlemiş planlar keşfetmemiştir.
Tanımladığı kurmacada ilgimizi cezbeden derin temalardır. Bir
benzetmeyle bu açıkça ortaya konabilir. Çoğu halkın evlerini in
celeyip yerleşim planlarının mimarisine bakarsanız çeşitliliğin
içinde bazı örüntülerin tekrar ettiğini görürsünüz. Yatak odaları
mutfaklardan ayrıdır. Mutfaklar yemek odalarına yakındır. Ön kapı
çocukların yatak odalarına veya tuvaletlere açılmaz. Bu örüntüler
Jungçu oda planı arketipleri midir? Pek öyle denemez. Ailelerin
uyuyabileceği, yemek yapabileceği, ayakkabılarını koyabileceği,
banyo yapabileceği ve televizyon izleyebileceği odalar mantık ge
reği birbirinden ayrılması hayatın bir gerçeğidir. Aileler ne zaman
farklı odaları olan binalarda yaşayabilecek kadar refaha ulaşırlarsa
böyle yaparlar ve kullanım ve ilişkilere dair örüntüler ortaya çık
maya başlar. Bu oda örüntüleri zihindeki kalıpları değil odaların
kendilerinin işlevlerini takip eder. Bu işlevleri de diğer aile ilişki
leri değerleri, yemek hazırlama tercihlerini, cinselliğe yaklaşımla
rı, mahremiyet ihtimallerini vs takip eder.
Hikayelerde de böyledir. Kurmacanın esas konu ve durumları
insanın sevgi, ölüm, macera, aile, adalet ve zorlukların üstesinden
gelme meselelerinde evrim sonucu ortaya çıkmış en temel ilgile-
1 53
rinin bir ürünüdür. Evrimsel slogan "üreme ve sağkalım': kurma
canın ebedi temalarına doğrudan tercüme edilir; trajedi için aşk
ve ölüm, komedi içinse aşk ve evlilik olur. Hikayelerdeki karakter
ler de bu temalarla ilgilidir: Genç ve güzel kadınlar, yakışıklı ve
güçlü adamlar, cesur liderler, korunmaya muhtaç çocuklar ve bil
ge yaşlı insanlar. Buna aşk ve servete ulaşmadan önce yaşadıkları
şanssızlıklar, karşılarına çıkan kötü adamlar hatta basit yanlış an -
laşılmalar da dahil olmak üzere karşılaştıkları tehdit ve engelleri
ekleyince edebiyat potansiyeli ortaya çıkar. Hikaye olay örgüleri
bu yüzden bilinçsiz arketipler değil, Aristoteles'in fark ettiği ve
Darwinci estetiğin açıklayabileceği gibi, bizi insani çıkmazların
temel niteliklerine dair hikayeler anlatmaya yönlendiren içgüdüsel
bir arzuyu kaçınılmaz olarak takip eden yapılardır.
v
Kurmacalar yaratmak ve bunları kullanarak hoş vakit geçirmek
için kullanılan modern teknolojilerle, Pleistosen dönemde bir kamp
ateşi etrafında oturup hikayeciyi dinlemek arasında çok fark vardır.
Ancak bu teknolojik gelişmeler aslında bizim düşündüğümüz
kadar önemli değildir. Eski çağlarda hikaye anlatımındaki ilk ye
nilik muhtemelen tek bir yaratıcı hikayecinin anlatıdaki farklı
karakterler için değişik insan seslerini taklit etme kararıydı. Daha
sonra farklı insanların karakterleri canlandırdığı dramatik oyun
culuk doğal olarak gelişmiş olmalıdır. Binlerce yıl geçtiğinde kur
maca eğlencede bir sonraki büyük yeniliğin yazının icadı olduğu
düşünülebilir. Yazıya dökülebilmesi hikayeyi anlatıcının hafızasıy
la sınırlı olmaktan kurtarmış, böylece kurmaca anlatıların çeşitli
liği ve karmaşıklığı muazzam bir artış göstermiştir. Yazının
icadından sonra bizim kullandığımız anlamıyla modern edebiyat
Guntenberg'in matbaasıyla hız kazanana kadar bir beş bin yıl daha
geçmiştir. Bu yüzden okuma ve oyunculuk, Gılgamış Destanı'nın
öncesinden 1 9. yüzyıla kadar yazılı kültürlerde hikayeler anlatma
nın temel yolları olmuş ve filmler yoluyla 2 1 . yüzyılda varlığını
sürdürmüştür. Yazısız kültürler binlerce yıldır olduğu gibi kurma
cayla eğlenmek için anlatma ve canlandırmayı kullanmaya devam
etmiştir.
Bugünkü deneyimimizde film ve video çok geniş bir yer kap
ladığı için önemlerini gözümüzde büyütmek çok kolaydır. Sinema
1 54
filmleri ve elektronik medyanın büyüsüne kapılmış ancak canlı
tiyatronun yabancısı olan insanlar, bırakın elektrikli aydınlatmanın
geldiği 19. yüzyılı, daha Rönesans döneminde teatral yapımların
izleyicilerine sunduğu görsel temaşa hakkında genellikle çok az
şey bilirler. Şaşaalı görsellik muhtemelen Hollywoodla başlamamış,
alev ışığı ve mağara yankılamalarından oluşan özel efektlerle Pa
leolitik mağaralardaki izleyicileri de hayrete düşürmüştür.
Bugün video oyunlarının bir sanat biçimi olarak hikaye anlatı
mına katkısı da bu türün sevenleri tarafından abartılmaktadır15•
Video oyunları, karmaşık ve görsel açıdan dikkat çekici, izleyicinin
sahneye atlayıp aksiyona katılmasına olanak tanıyan bir yap-inan
biçimidir. Video oyunu severler bunun her şeyi altüst eden bir
ilerleme olduğunu düşünürler. Bir bakıma, hikaye anlatımının
alanının genişletilmesinden ziyade öncüllerine geri dönüştür. Video
oyunlarının temaları ve içeriği karmaşık ve yetişkinlere yönelik
olsa da izleyicinin hikayeye katılımı mantığı bir çocuğun oyuncak
ayılarla çay partisi yapmasına döner. Video oyunları her şeyden
önce katılımcıların belli kurallara uyduğu, kesin olmayan sonuç
ların dikkati canlı tuttuğu oyunlardır. Kurmacayı bir miktar andı
rırlar. Ama aynı şekilde satranç, poker ve Monopoly de kurallara
bağlı, hayali bir dünyada oyunculara sınırları tanımlanmış, yara
tıcı roller vererek kurmacayı andırır. Video oyunları yeni bir tür
yap-inan oyunu üretmezler ya da yoğun görsellik veya sanal ger
çeklik efektleri eklemek dışında eski oyun ve kurmaca türlerini pek
geliştirmezler. (Bir gün, bir Kral Lear'ın bir video oyunu versiyonu
izleyicilerin aksiyona katılmalarına, hatta yeterince beceriyle oy
narlarsa zavallı Cordelia'yı kurtarmalarına müsaade edebilir. Ne
kadar eğlenceli de olsa bu Shakespeare'in geliştirilmesi olmayacak
tır.)
Stop-motion tekniğiyle çekilen ilk King Kong'un, Empire State
Binası maketinin tepesine tırmanmasından 2 . 5 00 yıl önce
Aristoteles'e göre, "görsellik': yani Yunan tiyatrolarında halihazırda
kullanılan gözleri yuvalarından fırlatan dekorlar, kostümler ve
sahne makinelerinin (deus ex machina), popülerliklerine rağmen
dramanın en az önemli unsuru olduğunu düşünüyordu. En önem
lisi elde etmesi en zor olanı, hatta ilginç karakterler ve dilin şiirsel
kullanımından daha bile zor olan ilgi çekici bir olay örgüsüydü.
1 5. Bir sanat biçimi olarak video oyunlarına felsefi bir bakış için, bkz. Tavinor (2005).
1 55
Bugün sinemada hala filmleri muhteşem yapan anlatılan hikayedir.
Bu bakımdan atalarımızın bir ateşin etrafında oturup hikaye an
latıcısını dinlediği zamanlardan bu yana çok az şey değişmiştir.
Hollywood bir özel efektlerle silahlanma yarışına girişmiştir. Her
filmde daha büyük patlamalar, daha çirkin kötü adamlar, daha da
çıldırmış, gerçekçi şiddet, kulak zarını yırtan gürültüler ve sürek
li uzayan savaş sahneleri olmak zorundadır. Bugünkü şartlarda
bilgisayarda üretilen hiçbir kalabalık geçen ayki gişe filmindekin
den küçük olamaz.
Böyle efektler birçoklarının hoşuna gidebilir ama iyi anlatılmış,
akla dayalı, tutarlı bir hikayenin esaslı çekiciliğinin yerini tutmaz
lar. Hikayenin cazibesi, evrim sonucu oluşmuş, doğuştan gelen bir
adaptasyondur: Evrenseldir; yoğun haz verir; çocuklukta kendili
ğinden ortaya çıkar. Bu kendiliğinden ortaya çıkış (konuşmanın
derin yapısı gibi) mantıken o kadar karmaşık yollarla olur ki çocuk
oyunlarındaki tezahürü bile ancak doğuştan gelen niteliklerle
açıklanabilir. Bugün hala tek bir anlatıcının hikayesini kamp ateşi
etrafında, işyerindeki su sebilinin başında ya da yemek masasında
otururken heyecanla, eğlenerek veya duygulanarak dinleyebilme
miz bize kurmaca bakımından tarihöncesi atalarımızla aynı oldu
ğumuzu gösterir. İyi hikayeler dikkatimizi çeker. İyi hikayeciler de
öyle. Sırada o konuya değiniyoruz.
156
B ölüm 7
Sanat ve İnsanın
Kendi Kendini Evcilleştirmesi
I
Bu kitapta tartışılan konu şu ana kadar doğal seçilimin doğal
ve sanatsal güzellik anlayışımıza ışık tutma yollarına odaklandı.
Benim yaklaşımım insan zihnini çok amaçlı bir alete, evrim ta
rafından tarihöncesinin sağkalım sorunlarını çözmek için gerek
li muhtelif zihinsel bıçaklar ve araçlarla donatılmış bir İsviçre
çakısına benzetmeye dayalıydı. Böyle ele alındığında insan zihni
Pleistosen çevrede normalde etrafta bulunan diğer insanlar, hay
vanlar, bitkiler ve fiziki nesneler gibi şeylerle ilgili, nedensel ve
ihtimallere dayalı akıl yürütmeye göre evrilmiş olur. Bu model
tercih edilen ve uzak durulan yiyecekler, kendini koruma, güven-
1 57
lik, yaşam alanı seçimi ve hayal gücüne dayalı planlama gibi
konularda eğilim ve stratejileri gün ışığına çıkarır. Çok amaçlı
cep çakısı benzetmesi tüm bu meseleler için geçerlidir çünkü özel
bir amaca yönelik ilgi, tutku, hoşlanmama, zevk, beceri, fobi ve
zihinsel yatkınlıkların uygulamadaki sağkalım faydalarına vurgu
yapar.
Böyle düşünüldüğünde, manzara resimleri ve bahçe tasarımla
rının altında yatan tercihlerimizin çok eski zamanlardaki yaşam
alanlarını yansıtması Pleistosenden bize kalan mirasla açıklanabi
lir. Benzer şekilde, Homo sapiensin dikkate değer hayal gücü ka
pasitesi ve beraberinde fiziki tehlikeler, güç mücadelesi, aşk veya
keşif gibi konuların her zaman müthiş ilgi görmüş olması, hikaye
anlatımının evrenselliğini anlamak için çok önemlidir. Ama man -
zara resminde ve edebiyatta doğal seçilimin tek başına açıklaya
mayacağı bu etkenlerin dışında başka şeyler de vardır. Örneğin,
benim yaklaşımım şu ana kadar üçüncü bölümde verilen ölçüt
listesindeki en önemli niteliklerden birini görmezden gelmiştir:
Beceri, tarz ve başarı hissi gibi sanatın bizde hayranlık uyandıran
değerlerini. Cazip manzara sahnelerini resim sanatına, olay örgü
sü şemalarını edebiyat eserlerine dönüştüren insan zekası ve yara
tıcılığıdır.
Doğal seçilim zorlu şartlarda hayatta kalmanın, herhangi bir
adaptasyonun tarihöncesi evrimi için esas olduğuna vurgu yapar.
Ama sanat bir adaptasyonsa, varlığını gerekçelendirmek için sağ
kalım tek başına kesinlikle yeterli olmaz. Bunun sebebi açıktır.
Sanatsal nesneler ve performanslar insan zihninin genellikle en
şaşaalı, en müsrif, en parıltılı ve en savurgan yaratılandır. Sanat
beyin gücünü, fiziki emeği, zamanı ve kıymetli kaynakları çarçur
eder. Diğer yandan doğal seçilim ekonomik ve kanaatkardır. Ve
rimsizliği ve israfı ayıklar. Hayvanların organları ve davranışları
doğal seçilim tarafından etraflarındaki kaynakları en verimli şe
kilde kullanarak türlerinin hayatta kalmasına ve üremesine olanak
tanıyacak şekilde tasarlanır. Doğal seçilim yoluyla evrim, potansi
yel adaptasyonları maliyet ve kar hesaplarına göre ayırması açısın
dan çok titiz bir muhasebecidir. Böyle olduğu halde sağkalıma
kattığı uyum faydasına kıyasla maliyeti çok yüksek ve çoğu zaman
müsrifliğe meyilli olan sanatın kökenleri için Darwinci bir açıkla
mayı savunmak ne kadar da tuhaftır.
1 58
Bu problem sadece insan evriminin anlaşılmasıyla ilgili değil
genel olarak Darwinci kuramın bir meselesidir. Hem Darwin'in
hem de ilk zamanlardaki eleştirmenlerinin anladığı şekliyle bunun
klasik örneği tavuskuşunun kuyruğudur. Bazı bilim insanlarının
diğer açılardan yakın durdukları halde Türlerin Kökeni'ni kabul
etmekte ilk başta çekimser kalmaları, Darwin'in kuşların süslü
tüyleri ve şarkıları gibi doğadaki aşırılıkları açıklamakta başarısız
olmasından kaynaklanmıştı. Darwin bu zorluğun kesinlikle far
kındaydı. Türlerin Kökeni yayınlandıktan bir yıl sonra Asa Gray'e
yazdığı bir mektupta bu konuda şaka yapıyordu. Mektubunda,
doğal seçilim yoluyla evrim kuramını geliştirmeden önce "gözün
düşüncesi bile tüylerimi ürpertiyordu" demişti. Nihayetinde göz
lerin nasıl evrilebileceği bilmecesini çözmüş ama sonra yeni bir
engelle karşılaşmıştı. Şimdi de "ne zaman bir tavuskuşunun kuyruk
tüyüne baksam midem bulanıyor" diye içini döküyordu. ı Böyle
olması şaşırtıcı değildir çünkü tavuskuşunun kuyruğu doğal seçi
limin temel ilkelerine bir başkaldırı gibidir. Organizmanın başka
yerlerde kullanabileceği enerjiyi tükettiği için büyütmesi maliyet
lidir. Üzerinde göz şeklinde büyük noktalar olan bu tam teçhizat
lı tüylerin sadece ağırlığı bile tavuskuşunu vahşi yaşamda kolay av
haline getirir, evrildiği Asya habitatlarında kuşun sağkalım şansı
nı ciddi oranda düşürür. Doğal seçilimin çok önce tavuskuşunun
kuyruğunu devre dışı bırakmış olması gerekirdi. Hatta doğal seçi
lim en baştan böyle bir şeyin gelişmesine izin vermemiş olmalıydı.
Maliyetliliği ve tehlikesine ek olarak tavuskuşunun kuyruğunun
bir başka yönü de Darwin'in en başta haritasını çıkardığı şekliyle
evrimin ilkeleriyle uyuşmamasıdır. Yaşam çevrelerinin, yiyecek
kaynaklarının ve yırtıcıların hayvanların karşısına çıkış şekilleri
düşünüldüğünde, doğal seçilim aslında aynı genel adaptasyonların
tekrar tekrar icat edilmesi yoluyla tek biçimliliğe doğru iter. Ge
offrey Miller'ın dediği gibi, "Ekolojik yararlılığa yönelik olan doğal
seçilim, bir noktada birleşen, yakınsak bir evrim üretir. Çünkü
farklı soylar birbirlerinden bağımsız olarak aynı çevresel problem
ler için -kanatlar, gözler, dişler, pençeler, kalpler ve ciğerler gibi-
161
sonucu oluşmuş eğilimler, duygular ve davranış örüntüleri de
dahildir. İyi çalışan bir ciğer de yılan korkusu da tarihöncesine
doğal yollarla seçilmiş ve bugüne kadar bizimle kalmış olmaları
bakımından "sağlıklıdır''. Her birimizin büyükanneleri ve büyük
babaları, on binlerce nesil öncesine uzanan, yeterince uzun süre
yaşayıp üreyebilecek kadar uyumlu insanlardan bir hat oluşturur.
Hayatta kalan bu insanlar, mesela ciğer yetmezliğinden veya yılan
ısırığından dolayı üreyemeden ölen daha az uyumlu kardeşlerinin
aksine, niteliklerini bizlere aktardılar. Şanssız kardeşler binlerce
nesil öncesinden bizim teyzelerimiz ve amcalarımızdır, doğrudan
atalarımız değillerdir. Daha uzak akrabalarımız, yükseklerden
korkmayan veya yılanlardan ürkmeyen, yağlı ve tatlı yiyecekleri
lezzetli bulmayan ve üreme çağlarının zirvesindeyken cinsel ma
ceralardan pek haz duymamış sayısız insan ve ön insan da onlarla
ölümde buluşmuşlardır.
Ancak cinsel seçilim tarafından, evrim mantığına tamamen yeni
bir etken dahil edilir. Doğal seçilimin yavaşça mutasyona uğrayan
bir türü harici çevrenin sunduğu fırsat ve taleplerle karşı karşıya
getirdiği durumlarda cinsel seçilim, odağı türün üyelerinin birbir
leriyle ilişkilerine kaydırır. Bu ilişkiler iki ana rekabet sınıfına ay
rılır. Öncelikle, aynı cinsiyetteki üyeler birbirleriyle en iyi eş veya
en fazla sayıda eş için mücadeleye girerler. Bu tür cinsel seçilim,
doğal seçilimi biraz andırır çünkü genellikle erkeklerin kazanan
hepsini alır kuralıyla şiddetli kavgalara tutuşarak dişiler için mü
cadele etmelerini içerir. Deniz fıllerinde sırf vücut boyutu ve sü
rekli nöbet tutmak büyük ve olgun bir erkeğe geniş bir sahil
bölgesindeki dişilerin %80'ine erişim sağlayabilir. Kanadageyiği ve
Amerikan yabankeçileri gibi hayvanlar arasında da gözlemlenebi
len erkekler arasındaki bu tür rekabete dayalı mücadeleler, dişile
re erişim için ölümüne kavgalara dönüşebilir.
Her ne kadar dünyanın her yerinde kurmaca edebiyatta sık sık
işlenen bir konu olsa da, bir hanımefendinin rızası için dramatik
düellolara girişmek insanlar arasında nadiren olur. Kazanan hep
sini alır ve harem kurma senaryolarının aksine monogami, sınıf
landırıcı çiftleşme gerektirir. Bu hem erkeklerin hem de kadınların
çeşitli ölçütlere göre erişebilecekleri en yüksek kalite, en yüksek
statüdeki eşleri seçmeye meyilli olmaları anlamına gelir. Bu ölçüt
ler aynı cinsiyetteki rakipleri ezmeyi değil karşı cinsin üyelerini
1 62
cezbedip baştan çıkarmayı amaçlayan insan çiftleşme sisteminin
parçasıdır. Bu ikinci tür cinsel seçilim kur yapmada yer alır ve
insan vücudunun evrimini etkilemiştir. Ama bizim için daha önem
lisi bugün bildiğimiz şekliyle insan kişiliğini yaratmak için her
hangi b aşka bir evrimsel etkenden çok daha fazlasını yapmıştır.
Nasıl h ayvanlardaki cinsel seçilim erkeklerde yoğunlaşarak dişler,
pençeler ve boynuzlar gibi saldırı ve savunma amaçlı kavga silah
larını mükemmelleştirmeye gidiyorsa, kur yapma da, özellikle
Homo sapienste duyguları ve seçiciliği yoluyla, dişinin hükmün
dedir. Hem vücudun ama aynı zamanda hem de zihnin daha zor
görünür ve cazip niteliklerine yöneliktir. Hatta cinsel seçilim in
sanların birbirlerini değerlendirmelerindeki "cazibenin" anlamını
tanımlayan güçtür.
Dişilerin cinsel seçilime hükmetmelerinin sebebi evrimin man
tığına işlemiştir. Gebe kalma sürecinin yükü, dişi için erkeğe göre
çok daha ağırdır. Bir kız ergenliğe geldiğinde halihazırda dört yüz
yumurtası bulunur. Menopoza kadar her ay bir, bazen de iki ta
nesini dışarı çıkaracak, başka hiç üretmeyecektir. Gebelik gerçek
leştiğin de dokuz aylık bir süre, mide bulantısı ve hareket
kısıtlılığıyla geçecektir. Ardından aylar süren emzirme dönemin
de anne sürekli aç ve ağlayan bebeğe bakacak, ondan sonra da
bebeğin yetişkinliğe erişmesi için bütün diğer hayvan türlerinin
yavrularından daha fazla zamana ihtiyaç duyulacaktır. Diğer ta
raftan erkekler saatte yaklaşık on iki milyon sperm üretebilir ve
esasında çok sayıda kadını gebe bırakıp terk edebilirler. Bu yüzden
tek bir kadından doğan en çok çocuk sayısı 1 8. yüzyıl Rus köylü
sü bir kadının doğurduğu altmış dokuz çocuk olarak kaydedil
miştir. Ama bu sayı yirmi yedi gebelikteki birçok çoklu doğumu
içerir. Tek bir erkeğin, 14. Louis'nin çağdaşı Muley İsmail İbn-i
Şerif'in, tabii ki haremindeki yüzlerce kadından, 1 . 042 çocuğu
olduğu söylenir. (Aslında bu rakam daha yüksektir. Bu sadece
saymayı bıraktıkları yerdir.) Düşük kaliteli, sorumsuz bir eşi gebe
bırakan bir erkek, kadını ve bebeği terk etse de yine de çok düşük
bir maliyetle, hatta hiçbir külfete katlanmadan, genlerini devam
ettirme şansına sahip olur. Kadın için tek bir çocuğu bile taşıyıp
büyütmek çok maliyetli bir iştir. Cinslerin konumları arasındaki
bu büyük fark, kadınların üremek üzere eş seçimlerinde erkekle
re göre çok daha dikkatli ve seçici olmaları için derin, doğuştan
1 63
gelen bir eğilim bulunduğu anlamına gelir. Çünkü kadının sade
ce sağlıklı değil aynı zamanda yanında kalıp kaynak sağlayacak
ve koruyacak bir eşe ihtiyacı vardır. (Dişilerin daha seçici olma
sının çocuk bakımı yükünün eşitsizliğinden kaynaklandığı, gebe
lik döneminin maliyetini erkeklerin taşıdığı deniziğnesi ve
denizatı gibi az sayıda türde, erkeklerin daha seçici olmasından
da anlaşılabilir. Ancak bu tersine işleyiş çok nadirdir ve hiçbir
memeli türünde gerçekleşmez.)
Bir adamın hareminde yüzlerce kadını denizfili tarzıyla kontrol
altında tutabileceği fikri bile son on bin yılın bazı dini ve siyasi
yapılarının bizi avcı-toplayıcı cinsel tercihlerinin evrildiği tarihön
cesi sahneden ne kadar uzaklaştırdığını düşündürür. Pleistosen'd e
serpilen küçük, seyyar insan grupları bizim değil kendi koşulları
nı temel alan tercihler geliştirdiler. Bu beğeniler bizim flörtleşme,
kur yapma ve çiftleşme tercihlerimizde varlığını korur. İnsanlarda
çekici ve cazip, hatta güzel bulduğumuz fiziksel nitelikler ve kişilik
özellikleri dahil olmak üzere yaşadığımız hoşlanma ve itici bulma
durumlarında kendilerini gösterirler.
II
Öncelikle, karşı cinsin bir üyesini göz alıcı yapan harici, fiziksel
özellikler nelerdir örneğin? Cinsel çekimi konu edinen en meşhur
çalışmalardan biri, bel-kalça oranıyla ilgilidir.4 Sağlıklı, menopoz
öncesi kadınlarda oran 0.67 ila 0.80 arasında, yani tam olarak bir
kum saati değil daha çok kola şişesi gibidir. Bu beden şekli erkek
ler tarafından "kadınsı" ve çekici bulunur. Kadınlar bunu bilir ve
dolayısıyla moda tarihinde korseler ve tarlatanlarla bunu vurgula
ma yöntemleri görülmüştür. Basit çizimler kullanarak bu oranın
etkisi üzerine ilk çalışmaları yapan Devendra Singh, erkeklerin
(obezite ve aşırı zayıflık gibi uç durumlar dışında) ağırlık veya
boyuttan ziyade orana göre tercih yaptığını fark etmiştir. Bel-kalça
oranı O. 7 veya 0.8 aralığında olan kadınlar, sağlıklı erkek oranı 0.9'a
yakın olan kadınlardan daha doğurgan olduğundan, bu tercihin
adaptif olduğuna dair yeterince istatistiki kanıt vardır. Hatta 0.9
hem ergenlik öncesi kızların hem de menopoz sonrası kadınların
oranına da yakındır. Singh, Hindu Tanrıçalarının tasvirlerinde
4. Bel-kalça oranı üzerine, bkz. Singh ( 1 995) ve takip eden tartışmalar [w/s waist hip
Singh] .
1 64
görülen uç oranların (0.3'e yakın) olağanüstü doğurganlık ve cin
sellikleriyle örtüştüğüne dikkat çeker ve tabii bu oran, Boticelli'nin
Venüs'ün Doğuş'undan Modigliani'nin nülerine, sanattaki seksi
kadınlarda da ortaya çıkar.
Diğer taraftan kadınlar geniş omuzlu, göğüs ve kol kaslarının
da bulunduğu üst vücut kısmı kaslı erkekleri çekici bulurlar.5 Bu
oranın karşısında, dar omuzlar ve şişman karın ve kalçaların orta
ya çıkardığı, en az çekici bulunan armut şekli vardır. Birincil cinsel
organların dışında erkek ve dişi vücutları arasındaki en büyük
genel farkları üst vücut kas sisteminde görürüz. Kadınların bacak
ları erkeklerinkinin yaklaşık dörtte üçü kadar güçlüdür ancak kol
ve göğüs kası gerektiren göğüs presi kuvvetinde bu oran yalnızca
yaklaşık üçte bir kadardır. Elle kavramaya gelindiğinde erkekler
kadınlardan ortalamada tam iki kat daha güçlüdür ki bu kocala
rından o sıkışmış kavanoz kapaklarını açmalarını isteyen kadınla
rın haklı olduğunu gösteriyor. Karın bölgesinde yağdan ziyade
kasların düzgün bir şekilde görülebilmesi de kadınlar için güzel
erkek tanımına dahil edilebilecek önemli bir potansiyel özellik
olarak kalmıştır. Böylesi kaslı bir adam bugün bir kadın için en iyi
eş olmayabilir ama diğer Pleistosen beğenilerle birlikte, çekicilik
kalmıştır.
Kadınlar ve erkekler arasındaki iki "ayna'' asimetrisi tüm kül
türlerde varlığını devam ettirmektedir. Birincisi kadınların daha
yaşlı erkekleri tercih etmesi ve yansıması olarak da erkeklerin daha
genç kadınları tercih etmesidir. Aradaki fark tüm dünyadaki gerçek
evlilik durumlarında üç yıldan biraz azdır ve eşte arzulanan yaş
ortalamaları kültürden kültüre farklılık gösterir. Evrimsel psikolog
Donald Buss, Zambiya'da erkeklerin, karılarının kendilerinden yedi
yaş küçük olmasını istediğini, kadınlarınsa kocalarının dört yaş
büyük olmasını tercih ettiğini kaydetmiştir. Amerika Birleşik Dev
letleri ve Kanada'da kadınlar, erkeklerin iki üç yaş büyük olmasını
5. Erkek üst vücut kütlesi için, bkz. Etcoff ( 1 999). Etcoffaynı zamanda dişilerde yaş
gecikmesi ve uzun boylu erkek tercihini de tartışır. Buss da aynı konulara çok açık
bir şekilde değinir (Buss 1999). David Remnick alıntısı Etcoff ( 1 999), s. l 77öedir.
Brian Hansen'in ( 1 998) portre resminde vücut oranlarına dair sonuçları 1 998 yılın
da Davis, California Üniversitesi'nde gerçekleştirilen Human Behavior and Evoluti
on Society toplantısında sunulmuştur. Erkeklerin uzun boylu kadınlara
yaklaşımının, kadınların daha kısa boylu erkekleri tercihlerinden daha olumlu ol
ması konusunda bkz. Nettle (2002); bu makale internette bulunabilir [w/s women
height nettle]. Simetri üzerine, bkz. Buss ( 1 999), s. 1 1 8-20.
1 65
istediklerini belirtirken, erkekler kadınların iki yaş daha genç ol
masını isterler. Tersine dönmesi bir yana bu tercih ortalamalarının
eşit olduğu bir kültür bile yoktur.
Bu yaş tercihi psikolojisi kadınların eşlerinde statü ve kaynak
aradığı ve bunların da genellikle daha yaşlı erkeklerde bulunduğu
gerçeğiyle açıklanır. Pleistosen dönem bağlamında kadınların ken
dilerinden yaşlı erkekleri tercih etmeleri bugünden bakınca kesin
olarak belirlenemeyecek başka etkenler de içermiş olabilir: Bilgi,
sabır ve belki de daha olgun erkeğin eşi ve çocuklarının yanında
kalıp onları koruyup kollamaya daha istekli olması gibi. Kendileri
açısından erkekler, kadınların sahip olduğu statü ve kaynakla daha
az ilgilenirler. Asıl ilgilendikleri doğurganlıktır ki bu da daha genç
kadınları eş olarak tercih etmeleriyle tutarlıdır. Bu yaş aralığının
sağladığı küçük bir sağkalım ve üreme avantajı bu tercihleri türe
işlemiştir. Bugün bunun sigorta sektöründen -çoğunlukla kadın
larca- kullanılan kozmetik kırışıklık kremlerine ve beyazlara kar
şı saç boyalarına kadar uzanan birçok etkisi ve yan ürünü vardır.
Görünüşe göre Pleistosen dönem dişinin arzulanabilirliği bakı
mından en az bugün kadar bir "gençlik kültürüydü".
Varlığını koruyan bir başka asimetri de kadınların kendilerinden
daha uzun erkekleri güçlü bir biçimde tercih etmeleri ve bunun
yanında erkeklerin çok daha zayıf olmakla birlikte daha kısa boy
lu kadınları tercih etmeleridir. Yaş farkının bugün hala hem erkek
ler hem de kadınlar için eş seçiminde faydaları olabilecekse de
modern dünyada sağkalım için artık b oyun bir hükmü yoktur.
Hatta her iki taraf için de mükemmel olabilecek eşleşmelerin önü
nü keserek tersine bile etki edebilir. Yine de kadınların daha uzun
boylu erkekleri tercihi özellikle gücünü korur ve psikolog Nancy
Etcoffun eğlenceli bir şekilde tanımladığı gibi, hem ikisinin de
boyları ne olursa olsun kadınlar için nispeten daha uzun erkekle
rin çekiciliğinde hem de erkeğin uzunluğunun herhangi bir dişinin
bakış açısından mutlak cazibesinde kendini gösterir. Kadınlar
arkadaş arama ilanlarında açıkça daha uzun boylu erkekler ararlar.
Etcoff, New Yorker editörü David Remnick'in bir NBA basketbol
takımın kaldığı otelin lobisini esnek vücutlu güzeller, oyuncular
için seçmelere katılıyorlarmış gibi "bir mankenlik ajansının bek
leme odasına benziyor" diye tarif etmesini alıntılar. Brian Hansen
Avrupa kraliyet portrelerinin normal baş-gövde oranıyla oynamak
1 66
suretiyle sistematik olarak boy uzunluklarını abarttığını göster
miştir. Amerikan başkanlarının ortalamanın üzerindeki boyunu
gösteren istatistikler, hem kabile toplumlarında hem de büyük
şirketlerin yönetim kurulu odalarındaki durumu yansıtır. (Güney
California'nın film endüstrisi çevresinde büyüdüğüm için bir film
yıldızıyla sokakta karşılaşan insanların en çok söylediği şeylerden
birinin "Bu kadar kısa olmasına şaşırdım" olduğunu kişisel tecrü
bemden biliyorum. Yüksek statülü insanları farkında olmadan
gözümüzde uzun boylu canlandırırız.)
Ortalamada erkekler kadınlardan daha uzundur. Sadece bu
sebeple bile çoğu evliliğin bir kadınla daha uzun bir erkek arasın
da olması beklenebilir. Ama aslında kadınların erkeklerden daha
uzun olduğu evlilikler rastgele istatistiki bir dağıtımın öngörebi
leceğinden bile daha azdır. "Erkeğin uzun olması kuralı" için ge
leneksel olarak yapılan bir feminist yorum, bu kuralın dominant
erkeklerin eşlerinden daha yüksekte konumlanma arzusundan
kaynaklandığı şeklindedir. Bu yorum, söz konusu tercihin kadın
larda, erkeklerdekinden çok daha belirgin olduğu gerçeğiyle çelişir.
(Böyle olması eleştirmen Daniel Nettle'ı şaşırtmaz. Nettle'a göre
erkekler eş seçiminde doğurganlıkla kadınlardan daha fazla ilgi
lendiği ve ortalama boy uzunluğu hem cinsel olgunluk hem de
doğurganlık işareti olduğundan, erkekler için dişinin uzunluğunun,
kadınlar için erkeğin kısalığından çok daha az sorun teşkil etmesi
anlaşılır bir durumdur. Gerçekten de görünüşe göre birçok kısa
boylu, zengin adam için uzun boylu ve güzel bir eş, başarı göster
gesidir.)
Ancak her iki cins de kişisel çekiciliğin en belirgin niteliklerin
den birisi olan simetri konusunda hemfikirdirler. Sağlıksız bir eşle
birlikte olmak, Pleistosen için kötü bir sağkalım stratejisiydi. Sol-sağ
simetrisi gelişimsel kararlılık tabir edilen ve bir bireyin mutasyon
lar ve kötü beslenme, parazitler veya yaralanmalar gibi çevresel
eksikliklere rağmen normal seyrinde büyüyebilme kapasitesi olarak
tanımlanan fizyolojik ve psikolojik sağlığın istatistiki bir gösterge
sidir. Simetriyi kanıksamış olduğumuz için varlığını değil daha çok
yokluğunu fark ederiz. Yüzdeki veya vücudun genelindeki sol-sağ
simetrisi güzelliği garanti etmez ama zayıf bir kol ya da bir tarafı
sarkan bir yüz gibi belirgin asimetriler, ciddi biçimde azaltır.
1 67
III
Görünür fiziksel özellikler, vücudun nasıl değiştirildiği, mak
yajlandığı, süslendiği ve giydirildiğine dair sayısız dönüşüm ve
moda için doğuştan gelen bir temel yapı teşkil ederler. Ancak
karşı cins için ilk baştaki "fiziksel düşünme" dürtümüz, erkeklerin
ve kadınların eş seçiminde kullandıkları gerçek ölçütlerden yine
de çok uzaktadır. Fiziksel nitelikler insanların dönüp bakmasına
sebep olurlar. Ama ilişki kurmak için her iki cins tarafından en çok
arzulanan yedi özelliğin olduğu bir listeyi inceleyecek olursak,
sadece iki tanesinin vücut nitelikleri olduğunu görürüz: Fiziksel
sağlık ve fiziksel çekicilik (ki bu ikisi neredeyse aynı şeydir). Eş
seçimi gibi ciddi bir konuda hem erkekler hem de kadınlar orta
lamada listelerinde nezaketi birinci, zekayı da ikinci sıraya koyar
lar. Ardından erkekler fiziksel çekiciliği seçerler. Buna daha önce
sözü edilen pürüzsüz, düzgün bir cilt parlak gözler dahildir. Ka
dınlar ise önceliklerini erkeğin varlığı ve kaynaklarına yönlendirir.
Listedeki diğer ölçütler her iki cins için heyecan verici kişilik, uyum
luluk, cömertlik, güvenilirlik, çalışkanlık, yaratıcılık ve mizah anla
yışı olarak tamamlanır. Aristoteles, bazılarını üstün insani
mükemmeliyetler olarak sıralayabilirdi diye düşünebileceğimiz ve
dünyanın dört bir yanındaki dinlerin, birçoğunu temel ahlaki ni
telikler olarak tanımladığı bu kişisel özellikler, insanlığın da teme
lini oluşturan niteliklerdir. Dinler bu ahlaki nitelikleri insan ırkına
bahşetmiş gibi kendilerine pay çıkarabilir, felsefeciler akıl yoluyla
veya mantıksal gerekliliklerini göstererek gerekçelendirmeye çalı
şabilirler. Ama birbirinden çok çok uzak şamanların, rahiplerin,
korsanların ve felsefecilerin bu niteliklerin neler olduğu konusun
da çoğu zaman en baştan hemfikir olmaları bile başlı başına, kadim,
din öncesi ve akıl öncesi köklerinin kesin kanıtıdır. Eş seçimi öl
çütlerinin içinde bulunan zihinsel nitelikler topluluğu, en az vücut
nitelikleri kadar, tarihöncesindeki atalarımız tarafından milyon
larca yıl boyunca verilmiş çiftleşme kararlarının sonucudur. 6
Darwin cinsel seçilim sürecinin, böyle zihinsel niteliklerin ba
zılarını bileyip keskinleştirilmek ve vurgulamak, bazılarını da or
tadan kaldırılmak suretiyle, hayvan üreticilerinin uyguladığı
6. Genel çiftleşme ölçütleri Miller'da (2000) ve (2001 ), aynı zamanda da Buss'da ( 1994)
ve ( 1 999) tartışılmıştır. "Kasıtsız" evcilleştirme için, bkz. Darwin ( 1 896), s. 6 14. The
Descent ofMan (İnsanın Türeyişi) internetten indirilebilir ve sıradan masaüstü arama
fonksiyonlarıyla aranabilir.
1 68
seçimli modifikasyona benzer şekilde etkilediğini çok iyi anlamış
tı. Kendisinden sonra gelen yorumcular tarafından pek fark edil
meyen kıyaslaması ilk b aşta göründüğü kadar tuhaf değildir.
İnsanın Türeyişi'nde tarihöncesinde insanın başta vahşi olan hay
vanları evcilleştirmesinin büyük oranda "kasıtsız" bir süreç oldu
ğunu söyler. Bu süreçte insan "uzun bir süre boyunca en çok
hoşnut kaldığı ve işine yarayan bireyleri, soylarını iyileştirmek gibi
bir hedef gözetmeksizin tutar". Bir başka deyişle doğada yaşayan
atalarımız güttükleri veya birlikte çalıştıkları hayvanların yüzlerce
nesil sonra nasıl görünecekleri veya davranacaklarına dair bilinç
li bir planları yoktu. Pleistosen dönemde bir avcı, kendisine ve
ailesine karşı uysal ama diğer hayvanlara karşı hiddetli olan bir
vahşi köpeği besleyip kampının yakınlarına bulunmasına izin
verebilir. Erken Holosen'de yaşayan bir sürü sahibinin kamptan
uzaklaşmayan itaatkar hayvanları sütü için tutup, daha özgür ta
biatlı, bela çıkaran hayvanları kestiği düşünülebilir. Hayvanların
insanlar tarafından seçim yoluyla evcilleştirilmesi binlerce nesle
yayılan bir sürede, hangi hayvanların tutulup hangi hayvanların
kesilip yenmesinin daha iyi olacağına karar verilerek gerçekleşti.
Darwin'in "yakından benzer" diye tanımladığı bir biçimde,
tarihöncesindeki insanlar eşleşme seçimlerinde seçici üretme işle
mini kendilerine de uyguladılar ve bu yolla aslında kendi türlerini
evcilleştirdiler demek yanlış olmaz. Dilin evrimi örneğini ele alalım.
Tarihöncesinde bir iletişim ve planlama ortamı olarak konuşma
muhakkak ki yüksek adaptif değere sahipti. Konuşma aynı zaman
da doğal seçilimin bir başlangıç yaptığı ama cinsel seçilim tarafın
dan belirgin bir şekilde insani bir olgu olarak tam ve güçlü haline
taşınan kapasitelerden biridir. Darwin'in kendisi insan konuşma
sının evriminin köklerinde, primat grubu tehlike altındayken atı
lan uyarı çığlıklarının bulunduğunu ortaya atar. Bu kapasite
sağkalımı artırmış bu yüzden doğal seçilimce geliştirilmiş olmalı
dır. Ancak Darwin, cinsel seçilimin erken dönem insanlarının bu
yeteneğini "tıpkı bugün bazı gibon türlerinin yaptıkları gibi, ses
lerini gerçek müzikal ahengi üretmek, yani şarkı söylemek için"
kullanmak üzere genişlettiğini düşünür:'
7. Darwin'den seksen .yıl önce yaratıcı bir biçimde cinsel seçilimin farklı yönleri
üzerine öneriler getiren 1 794 tarihli Letters on Aesthetic Education (İnsanın Este
tik Terbiyesi Üzerine Mektuplar) Freidrich Schiller adına bir şeyler söylemek gere
kir. Schiller oyun kavramını sanatın merkezine koyuyor, hayvanlarla yaptığı çok
1 69
Geniş kapsamlı bir benzetimden yola çıkarak bu gücün aşk, kıskançlık
ve zafer gibi çeşitli duyguları ifade etmek üzere, özellikle kur yapma sı
rasında tatbik edildiği ve rakiplere meydan okumaya yaradığı sonucuna
varabiliriz. Dolayısıyla çeşitli, karmaşık duyguları ifade edecek belirgin
sesler kullanılarak müzikal çığlıkların taklidi, kelimelerin ortaya çıkma
sına yol açmış olabilir.
sayıda karşılaştırma yoluyla oyunu doğal bir olgu olarak görüyordu. Barbarlığın
içinden yüksek kültürün çıkmış olmasını büyük oranda dişilerin eş seçimi uygu
lamalarına bağlıyordu. Bkz. Schiller ( 1 967), özellikle Mektup XXVII; internette
( w/s denisdutton.com schiller]. Brian Boyd (2009) sanatta bilişse oyunun önemini
vurgular.
1 70
yetmişti. Miller'ın işaret ettiği gibi, Temel İngilizce kullanılarak
biyoloji ve astronomi ders kitapları bile yazıldı. Pleistosen dönemin
iletişim ihtiyaçları için gerekli olan kelime sayısının bir iki bini
geçmiş olamayacağı çok açıktır.
İhtiyacın fazlası olan altmış binden fazla kelime cinsel seçilim
le açıklanabilir. Dilin evrimsel işlevi sadece etkili iletişim sağlamak
değil aynı zamanda bir seçilim değeri ve genel zeka göstergesi ol
maktır. Bariz hastalık belirtileri dışında en iyi sağlık göstergesi
vücut simetrisidir. Ama vücut simetrisiyle zeka arasındaki kore
lasyon sadece %20 civarındadır. Kelime hazinesi ve dağarcığın ne
kadar etkili ve yaratıcı biçimde kullanıldığı zekayla çok daha ya
kından ilintilidir. Bu yüzden hala hem profesyonel psikolojik test
lerde hem de genel olarak hepimiz tarafından başkalarının
akıllılığını tartmak için otomatik olarak kullanılmaktadır. Kelime
dağarcığı isabetli kullanıldığında ruhun derinliklerine ulaşıp şah
sın zihinsel gücünü tespit etme potansiyeline sahip oldukça fayda
lı bir niceliksel ölçüdür. Kelimelerin kavranışına dair hassasiyetimiz
dilin cahilce veya akılsızca kullanımına karşı genel duyarlılığımız
la yakından ilişkilidir. Bu ilişki, insanların Mrs. Malaprop gibi
popüler gülünç karakterlerden ya da Shakespeare'deki hiçbir şeyden
anlamayan ve boylarını aşan kanuni terminolojiyi kullanmaya
çalışırken ellerine yüzlerine bulaştıran polis amirlerini izlemekten
neden hoşlandığını da açıklar. Boyutları iyi pazılar veya gençliği
gösteren bir cilt vücut geliştirme salonlarının ve kozmetik endüst
risinin yakın zamanda işsiz kalmayacağını nasıl garanti ediyorsa,
dil kullanımının seçilim değeri göstergesi işlevi de kitapların ve
"kelime hazinesini geliştirmeye yönelik" işitsel programların her
zaman alıcısı olacağı anlamına gelir.
Kelime dağarcığı dilin başka insanların zihninin içine bakma
mıza olanak tanıyan yönlerinden sadece biridir. Dilbilgisi, sözdi
zimi, kelime seçimi, yerindelik, anlam bütünlüğü, bağıntılılık,
cevap hızı, zeka kıvraklığı, ritim, kelimelerle oynayabilme ve ori
jinalliğin de katkısı olur. Bu beceri ve niteliklerin hepsi bir araya
gelince ortaya hitabet çıkar ve hitabete duyulan hayranlığın insan
evrenselleri listesinde sağlam bir yeri vardır. Tüm kültürlerde in
sanların önünde iyi konuşabilme yeteneğinin saygıyla karşılanma
sı bu durumun bir göstergesidir. Ama Edmund Rostand'ın Cyrano
de Bergerac'da ikna edici bir biçimde ele aldığı gibi, en samimi
171
bağlamda, kur yapmada da kritik bir öneme sahiptir. Rostand'ın
oyununun şöhretine rağmen kelime dağarcığının genişliği, isabet
li sözdizimi ve dilsel yaratıcılık gibi niteliklerin, eş seçim tercihle
rinde çekicilik kaynağı olarak adları pek geçmez.8 Hatta birçok
profesyonel dilbilimci, mükemmel konuşma sanki neredeyse uta
nılacak bir şeymiş gibi yaparak belki bir tür politik/dilbilimsel
eşitlikçilik anlayışıyla (ya da belki de insanlara dilbilgisi dayatan
öğretmenler gibi algılamak korkusuyla), yüksek dilsel becerileri ve
"doğruluğu" sadece bir toplumsal sınıf göstergesi diye kenara ayı
rır. Ama insanın sofistike ve orijinal dile duyduğu ilgi tüm toplum
sal geleneklerden daha derindedir.
Miller, "Bekar kadın, elli bin işe yaramaz eşanlamlı kelime bilen
adam arıyor" diye bir kişisel ilan bulmanın şaşırtıcı olacağına dik
kat çeker. Ancak uzun süreli ilişkiler yaşayan çiftlerin kelime da
ğarcıklarının gerçekten de aşağı yukarı aynı boyutlarda olduğunu
ve çiftler arasındaki bu eşleşme denkliğinin diğer niteliklerden
daha fazla belirginlik gösterdiğini bildirir. Dolayısıyla kelime ha
zinesinin boyutu ve dil kullanımı becerisi sınıflandırıcı çiftleşme
nin ileriki aşamalarıdır. Bireyler burada "bana razı olacaklar
arasından elde edebileceklerimin en iyisi" diyerek kendi seviyele
rine alçalacaklar arasından mümkün olan en iyisini seçerler. Yani
sofistike dil becerilerine sahip bir genç kız, delikanlının "Düzgün
bir araba için kriterim* az yakmasıdır" demesiyle bir ürperme
yaşayıp maalesef gelecek hafta sonu işi olduğu söyleyebilir. Dikkat
ederseniz burada kesinlikle bir iletişimsizlik yaşanmamış, luz de
likanlının demek istediğini gayet iyi anlamıştır. Ancak kasten ilet
mekten ziyade belirtisini gösterdiği durum, İngilizceye geçmiş
Yunanca çoğul ve tekil biçimleri pek bilmediği ve dolayısıyla belki
de onun tarzı bir adam olmadığıdır. Criteria ve criterion arasında
ki farlu kendileri de bilmeyen ama benzin tasarrufu konusundaki
yerinde fikirlerinden etkilenecek çok sayıda genç kadın olması
delikanlı için bir teselli olabilir. Herkes kendi yeterlilik seviyesine
göre: Sınıflandırıcı çiftleşme böyle işler.
8. Kelime dağarcığı zenginliğinin önemi Miller tarafından The Mating Mind'ın (Se
vişen Beyin) 10. ve 1 1 . bölümlerinde vurgulanmıştır. Miller cinsel seçilimi hem çok
güzel hem de kanımca Darwin'in İnsanın Türeyişi'ndeki fikirleriyle tamamen paralel
bir şekilde sunmuştur.
* Türkçede "kriterler" şeklinde kullanılıyor ancak Yunanca aslında olduğu gibi İngi
lizcede de criteria çoğul, criterion tekil isim ifade ediyor. Yazar, Türkçe bir cümlede
"<latalar" demeye benzer bir anlatım bozukluğu örneği vermiş. (ç.n.)
1 72
Cinsel seçilim bakımından kelime dağarcığının boyutları, ör
neğin, sadece "yeşil" veya "mavi" demek değil de yeri geldiğinde
"donanma mavisi': "yeşim': "azur': "lacivert'', "gök mavisi': "deniz
yeşili", "çim rengi'', "turkuaz", "chartreuse yeşili'', "kobalt mavisi",
"orman yeşili': "safir': "akuamarin" gibi renkleri de doğru kullana
bilmek; tavuskuşunun kuyruğuna benzer bir süs niteliğidir. Böy
lesi gelişmiş, süslü bir dil kullanımı, Pleistosen'de sağkalım için bir
fayda sağlamıyordu ama cinsel seçilim tarafından yaratılıp gelişti
rilen diğer tüm zihinsel özellikler kadar insan hayatının bir parça
sıdır. Bunlar içinde espriler yapıp anlayabilmek, mecazi
söylemleri ve benzetmeleri fark edip kullanabilmek, iyi bir hafıza
ya sahip olmak veya anlamlı, alakalı ve dramatik bir hikaye anla
tabilmek gibi meziyetler sayılabilir. Dilin bu özellikleri insanlarca
doğrudan zihinsel kalitenin (ve dolaylı yoldan, daha zayıf da olsa
fiziksel sağlığın) işaretleri ve göstergeleri olarak fark edilir ve de
ğerli bulunurlar. Daha doğal seçilim "diş ve pençelerdeki doğa
kırmızısını" fon yapıp insan türünü şekillendirmekteyken, kalp
kapakçıklarının işleyişini iyileştirip fiziksel zevkler ve fobileri iş
lerken bile cinsel seçilim işbaşındaydı. Bugün bizim şen şakrak,
hayal gücü kuvvetli, dedikoducu ve sosyal, biraz da dramdan hoş
lanan dediğimiz daha ilginç insan kişiliğini inşa ediyordu. Bu zi
hinsel ve dilsel yeteneğin büyük kısmı insanın toplumsal grubuna
yönelik olmasını Darwin konuyla ilgili ilk metninde kavramıştır.
Miller bundan çıkan sonucu doğru bir şekilde gözlemler: Şiir ve
şarkı dilinin bütün dünyadaki bir numaralı konusu aşktır. Şiir
okuma ve şarkı söyleme kur yapma bağlamında bir tür bilişsel ön
sevişme olarak evrilmişse tam da böyle olması beklenir. Konuşma
nın evrimine cinsel seçilimin etkilerinden bize kalan miras bakı
mından aşk, şiirin doğal konusudur.
Cinsel seçilimin Pleistosen atalarımız için ortaya koyduğu tab
lo tanıdık gelmeyebilir ama bunun için önemli sebepler vardır.
Arkeolojinin bize anlattığı tarih büyük oranda taşlardan ve kemik
lerden oluşur. Çöp yığınlarından ve ateş yakılan yerlerden şans
eseri sağ çıkmış veya birkaç durumda da el değmemiş mağaralar
da, keşfedilen bir mezarda yok olmaktan kurtulan fosilleşmiş is
kelet kalıntıları ve sert nesnelerle yazılmıştır. Her ne kadar küçük
olsa da bu tarih, sanatsal başarının hayret verici bir kaydıdır. Ney
se ki Altamira, Lascaux ve Chauvet gibi belki de otuz bin yıl önce-
1 73
sine kadar giden önemli arkeolojik alanlarda mağara resimlerimiz
mevcuttur. Hayvan oymalarına ek olarak Willendorf Venüsü veya
Svabya bölgesinde bulunan, otuz iki bin yaşında olduğu tahmin
edilen* inanılmaz Lowenmensch gibi birkaç insan figürüdür; sek
sen bin yıl öncesinden kalma kabuklardan yapılmış kolyeler, koz
metik amaçlı toprakboyaları vardır. Bazı hayvan tasvirleri hayret
uyandıracak kadar detaylıdır ve Pleistosenden kalma öyle mücev
herat vardır ki sanki geçen hafta sonu bir el işi tezgahından alınmış
gibidirler. Pleistosen döneme ait, dünyanın en eski müzik aleti olan
kemik flütler bulunmuştur. 1991 yılında Alplerdeki bir buzuldan
kazılarak çıkarılan ve Ötzi ismi takılan Buz Adam 5.300 yaşındadır.
Ötzi, Bronz Çağı başlamadan hemen önce yaşamıştı ama Pleisto
sene kadar uzanana daha eski yaşam biçimlerini de temsil edebilir.
Üzerinde hayvan postlarından özenle dikilmiş bir kıyafet vardı ve
çeneden bağlı, ayı derisinden bir şapka takıyordu. Kar ayakkabıla
rı giyiyor, avda kullanılacak malzemeleri ve ateş yakma teçhizatını
bulundurduğu, dikilerek yapılmış bir çanta taşıyordu. Bunlara ek
olarak vücudundaki dövmeler, yapımlarında gerekli olan beceri ve
tarzın varlığına işaret ediyor. Ama Ötzi'nin dili, şarkıları, şiiri veya
dansları hakkında hiçbir şey bilmiyoruz.9
Yine de, Pleistosen dönem hakkında bildiklerimizi 19. ve 20.
yüzyılda avcı-toplayıcı toplumlar hakkında oluşturulan geniş et
nografık literatürle bir araya getirdiğimizde gayet açık bir tabloya
ulaşabiliriz. Pleistosen'de birçok insanın hayatı muhakkak ki çok
acımasız ve kısaydı. Ama diğer bir kısmı için, özellikle de buzul
ların geriye çekildiği ve küresel ısınmanın yaşandığı Buzul Çağının
son dönemlerinde Avrupa'da fazlasıyla yiyecek ve rahatlık vardı.
Bu boş zamanda sadece mağaralara resimler yapılmamış, aynı
zamanda belki de şarkılar söylenmiş, hikayeler anlatılmış, şakalar
yapılmış, şiirler okunmuş, dans edilmiş ve aşklar yaşanmıştı. Eğer
Pleistosen komünal yaşamı yakın zamanın avcı-toplayıcılarının
yaşantısına benziyorduysa, erkeklerin sanatsal yapıt üretimleri taş,
ahşap ve kemik gibi sert malzemelerin yontulmasına yoğunlaşmış-
• 201 3 yılında yapılan yeni bir araştırma sonucunda bu aslan-insan heykelinin 40 bin
yaşında olduğu tespit edilmiştir. (ç.n.)
9. Bugüne kalan mağara sanatları hakkında kışkırtıcı, yeni bir bakış Guthrie'den
(2005) gelmiştir. Kitabını yazdığından bu yana büyük keşifler yapılmış olsa da, Pfeif
fer ( 1982) hala iyi bir özettir. İnternette Ötzi hakkında oldukça çok malzemeye ulaşı
labilir [w/s otzi icernan] .
1 74
ken kadınlar emeklerini kumaş ve iplik sanatkarlığına yönlendirmiş
olmalıydılar. Bugüne kalan mücevherlerin dışında kişisel süslenme
hakkında çok az şey biliyoruz ama Ötzi'nin dövmelerinin, varlığı
nı hep korumuş bir yüz ve vücut boyama geleneğinin devamı ol
ması gayet mümkündür. Pleistosen yaşamında saç stillerine de
önem verilmiş olmalı ama yine bununla da ilgili neredeyse hiçbir
şey bilmiyoruz. Şehirlerin ve tarımın icadından hemen önce baş
layıp yaklaşık elli bin yıl öncesine kadar uzanan döneme ait par
çaları bir araya getirince ortaya çıkan tabloya bakıp da Pleistosen'de
yaşayan insanların canlı bir zihinsel ve yaratıcı yaşamları olmadı-
ğını düşünmek mümkün değildir. Bu yaşam şarkılarda, danslarda
ve hayal gücüne dayalı konuşmalarda, yani karmaşıklık ve incelik
bakımından Pleistosen mücevherleri, resmi ve oymaları hakkında
bildiklerimize denk becerilerde ifadesini bulmuş olmalıdır.
Darwin'in cinsel seçilim kavramı, zihni anlatmak için şaşırtıcı
derecede yeni bir mecaz önerir. Bu mecazi anlatımın sanatın kö
keni hakkında en az doğal seçilim kadar söyleyecek sözü vardır.
Eskiler, zihni bir ayna veya boş yazı levhası benzetmesiyle düşü
nüyorlardı. Descartes, kendi dininin zihni vücut bulmuş bir haya
let olarak tasvir etme geleneğini devam ettirdi. Hume için zihin bir
algı demetiydi ve Freud'un görüşünde yüksek basınçlı bir hidrolik
sisteme benzedi. Daha yakın zamanda zihin hakkındaki söyleme
bilgisayar çipi analojisi hakim olmuş durumdadır. Eğer bilgisayar
modelini Darwinci doğal seçilimle birleştirecek olursak, savana
larda hayatta kalmayı başarmış, strateji geliştiren, planlar yapan,
ince ayarlanmış hesap algoritmaları olan bir problem çözme ma
kinesi tanımına ulaşırız.
Darwinci cinsel seçilim ise bambaşka bir zihin modeli sunar.
Miller'ın çok güzel ifade ettiği gibi, cinsel seçilimdeki zihni tarif
etmenin en iyi yolu şatafatlı, fazlasıyla güçlü bir Pleistosen ev eğ
lence sistemi olduğunu söylemektir. Bu sistem Taş Devrindeki
atalarımız birbirlerini cezbedip eğlendirsinler ve cinsel ilişkiye
girebilsinler diye kurulmuştur. Elbette yatak tek amaç değildi.
Çünkü insanın kendi kendini evcilleştirmesi sürecinde seçilen ve
böylece evrilen zihin nitelikleri, kalıcı birlikteliklere ve kendileri
de hayatta kalıp güçlü toplumsal gruplar yaratacak çocukların
bakımına yöneliktir. Ama ev eğlence sisteminin alet edevatı, hatta
elektronik mağazalarında bunlara "modül" deniyor, sadece isabet-
175
li bilgileri veya av gruplarının planlarını kaydetmekten çok daha
fazlası için tasarlanmıştır. Bunlar hikayeler anlatmak veya izleyi
cileri büyüleyecek ideolojiler üretmekle ilgilidir. Bu cinsel olarak
seçilmiş zihnin, kaydetme ve oynatma işlevleri yanında hikayeler
ve anekdotlardan oluşan bir sesli kütüphanesi ve etkileyici bir
eşanlamlı kelimeler bölümü olan sözlüğü de vardır (tabii ki Pleis
tosen'deki bu sözlük farklı anlamlar içindi, yazım kılavuzu değildi) .
Herhangi bir modern ev eğlence ünitesinden bile daha iyi olan
insan versiyonu, komik hikayeleri ve benzetmeleri arşivleyip tek
rarlamakla kalmaz, yeri geldiğinde hemen yenilerini uydurup
henüz hiçbir bilgisayarın erişemediği zekasını ve orijinalliğini
gözler önüne serer. Cinsel seçilimin ürünü bu zihne bir parça odun
verin ellerini kullanıp bir hayvan oysun; onun için bir mağara
duvarı koca bir hayvan koleksiyonunu resmetmek için mükemmel
bir yer olabilir. Kendisinde ve başkalarında garip ama çok zevkli
geçici kasılmalar başlatmak için kullandığı şakalardan hoşlanmak
gibi tuhaf işlere meyleder.
Yunanlardan Aydınlanmaya, oradan da bilgisayar çağına kadar,
kabul gören bütün analojiler, zihnin bazı önemli yön ve işlevlerini
yansıtmıştır. Ama hiçbirisi zihnin ne kadar yaratıcı, verimli, im
gesel, romantik, ziyankar, hikayeci, zeki, konuşkan, şiirsel, ideolo
ji üreten bir organ olduğunu anlatmaya başlayamaz bile. Darwin'in
İnsanın Türeyişi, zihni cinsel bir süs olarak ele alarak insan kişili
ğinin bu çekici, büyüleyici baştan çıkarıcı bulduğumuz nitelikle
rini açıklayabilmemiz için ilk adımımızı atmamıza yardımcı olur.
Doğal seçilime cinsel seçilimi ekleyerek nihayet sanatın kökeni
kuramını tamama erdirme ihtimalini görebiliriz.
IV
Darwinci seçilim değeri göstergelerinin temel gereksinimlerin
den biri, güvenilir ve dürüst bir şekilde işlev görmektir. Bu yüzden
hakiki sonuçlar göstermelidirler. Eğer sahteleri yapılabiliyorsa
gösterge olarak kıymetleri olmaz. Sağlıksız tavuskuşları devasa
simetrik kuyruklara sahip olabilirse kuyruk bir gösterge olarak
değerini kaybeder. Homo sapiens için ustaca kullanılan geniş bir
kelime dağarcığının zeka ve beceri teşhiri olarak iş görebilmesi
ancak daha az zeki ve yetenekli insanların buna ulaşması zorsa
mümkündür. Cinsel seçilim böylece bir cinsiyetin işaret gönderme
1 76
kapasitesinin, diğer cinsiyetin bunları eleştirebilme ve ayırt ede
bilme gücüne karşı mücadele ettiği bir psikolojik silahlanma yarı
şı yaratır. Bu yüzden destekli sutyenler ve erkeklerin boylarını uzun
gösteren ayakkabılar vardır. Kozmetik, vücut geliştirme ve kelime
hazinesi zenginleştirme endüstrilerinin amacı büyük oranda budur:
Arzulanan sinyallerin vurgulanarak daha belirgin hale getirilmesi
ve sahtelerinin üretilmesi.
Cinsel seçilim kuramı, seçilim değeri sinyallerinin iyileştiril
mesi ve geliştirilmesine yönelik girişimleri tamamen doğal strate
jiler olarak görür. Apaçık Pleistosen adaptasyondurlar. Bu konuda
cinsel seçilim kuramı, son elli yıldır entelektüel söyleme hakim
olmuş kültürel inşacılığın birçok biçiminin tam karşısında yer alır.
Örneğin, yıllardır kadınların kültürel baskı sebebiyle saçlarını
boyadıkları ve kırışıklık kremleri kullandıkları, kırışıklıkların ve
beyaz saçların "doğal" olduğu söylenir. Darwinci bakış açısına göre
ise aksine, kadınların daha genç görünme isteğinin, tıpkı erkekle
rin daha güçlü, daha uzun ve daha zengin görünme isteği gibi
adaptif olduğu ve doğuştan geldiği şeklindedir. Bu tür stratejiler
farklı kültürlerde ve çağlarda farklı şekiller alacaktır ama kökleri
tarihöncesindedir. Cinsiyet kuramcıları kadınların saç boyası kul
lanması ve makyaj yapmasının kozmetik endüstrisinin bir kandır
macası olduğunu iddia eder ama bunun tersi daha doğrudur:
Dudak kremi, maskara ve saç boyası üreten endüstri, gençlik ve
"iyi görünme" değerleri evrimin ürünleridir. İster onaylayın ister
onaylamayın, bu değerler varlığını korur çünkü daha derindeki,
doğuştan gelen doğamızı temsil ederler.
Genel olarak kural, cinsel olarak seçilen sinyalin herhangi bir
düzeyde sahtesinin üretilmesi mümkünse, detay ve nüanslara gös
terilen şüpheci hassasiyetin artacağı şeklindedir. Kuş aklı ne kadar
sınırlı olursa olsun tavuskuşunun dişisi hiç şüphesiz erkeğinin
kuyruğu konusunda herhangi bir insan gözlemcinin yanına bile
yaklaşamayacağı kadar sert ve algıları kuvvetli bir eleştirmendir.
Çünkü o kuyruklar dişi tavuskuşlarına göre bizim için asla olama
yacağı kadar önemlidir. Benzer şekilde, insanların evrimin sonucu
olan işaretlere karşılık verme ve bunlar arasında eleştirel ayrımlar
yapma yetenekleri zahmetsiz ve keskindir. İnsanların sinyaller
arasında eleştirel bir ayrım yapabilmesi için çok az eğitim gerekir,
çoğu zaman dedikodunun bir bileşeni olarak kendiliğinden ger-
1 77
çekleşir. Hatta evrimleşmiş niteliklerin her zaman olduğu gibi
zevklidir de. "O takım elbise Armani miymiş? İnanmıyorum:'
"Saçlarını boyuyor mu boyamıyor mu anlamadım ama muhteşem
görünüyor''. "Sürekli 'dolayısıylan' diyen sözümona hocayı nasıl
ciddiye alayım?" "Bence o kaz ayaklarından kurtulmaya çalışma
malı. Yüzüne karakter katıyor''. "Teninin bronzu gerçek mi baka
lım?" "Harika! Yirmi yaş genç gösterdi seni!" "Ayakkabılarının
tabanını fark ettin mi ne kadar yüksek?" "Çok güzel bir yemekti
ama hazırdan yapmış:' ''.Aslında sadece birkaç tane Fransızca söz
biliyor:' "Tabii tabii doktor... homeopati doktoru:'
İnsanların beceri, hitabet, güzellik ve zeka konularında sahte ve
hakiki olan arasındaki ayrımı yapmaktaki saplantıları, dişilerin eş
seçim göstergeleri listesinde yükseklerde yer alan ama erkeklerin
kinde daha aşağılarda olan başka bir seçilim değeri göstergesiyle
birleşir: Zenginlik ve onunla yakından ilişkili olan toplumsal statü
nitelikleri. Kadınlar normalde bir adamın vicdanı, toplumsal du
ruşu ve cömertliğinin yanında ne kadar zengin olduğuna ya da
henüz bir kariyeri yoksa zengin olma potansiyeline de ister istemez
dikkat ederler. Bir seçilim değeri olarak zenginlik, sahte gösterge
ler kullanımına oldukça açıktır ve kadınlar özellikle sahte veya
abartılı zenginlik göstergelerini ayırt etmeye yatkındırlar. Cinsel
seçilim noktasından bakıldığında, o saat Rolex mi veya duvardaki
Princeton diploması hakiki mi, küçük bir mesele değildir. Anlaşı -
lan Pleistosen'deki seçilim baskıları Holosen dönemden kültürel
ifadelerle birleşerek, üreme çağlarının zirvesindeki kadınlar tara
fından sezgisel olarak fark edilen, erkekler tarafındansa görmezden
gelinen, detaylı ve karmaşık bir kaynak gösterisi sisteminin kural
larını oluşturmuştur.
Kur yapma sürecinde kaynak gösterisi nasıl işler? Bir adaptas
yonun kendiliğinden ve evrensel nitelikleri işte burada kendilerini
belli ederler. Oğlanın kaynak sahibi olduğunu kanıtlamasının en
iyi yollarından biri kıza pahalı ve işe yaramaz bir şey vermesidir.
Çiçekler bu işe yarar: Solup giderler ve güzel görünmelerinin dı
şında bir faydaları da yoktur. "Seni seviyorum" mesajı verirler ama
daha da önemlisi verdikleri sinyaldir: "Senin için zarifve güzel ama
tamamen lüzumsuz şeyler satın alacak kaynaklarım var canım. Ve
lütfen, bu hoş, pahalı Belçika çikolatalarının da tadına bak:' Alter
natifini düşünün: Eğer kur yapma sürecine doğal seçilim hakim
1 78
olsaydı çocuk kızın kapısında elinde çiçek ve çikolata yerine güzel
bir patates, belki bir çift kalın biftek hatta daha da yaratıcısı yeni
bir cırcırlı ingilizanahtarı takımıyla belirebilirdi. Sonuçta doğal
seçilim pratikliğin ve verimliliğin tarafındadır. (Doğal seçilim aynı
zamanda ekonomikliğin de tarafında olduğu için genç çift daha
sonra bir selfservis, yiyebildiğin kadar ye restoranına giderler.)
Bunun bizi gülümsetmesinin sebebi sezgilerimize ne kadar
aykırı olduğunu gösterir. Cinsel seçilimin hükümlerine göre işleyen
gerçek hayat bambaşkadır. Eğer erkek ciddiyse, dişiyi hesapsızca
para harcanan, pahalı ama porsiyonları küçücük olan bir restora
na götürecektir. Şampanya sipariş edecek ve verdiği büyük bahşişi
kızın fark ettiğinden emin olacaktır, (Yiyebildiğin kadar ye lokan
tasına sonra, evlenip çocukları da beslemeleri gerektiği zaman sıra
gelir,) Kaynaklara erişim ve bağlılığı ispat etmek için en iyisi elmas,
özellikle de pırlanta bir nişan yüzüğüdür. Pırlantalar hem pahalı
hem de lüzumsuz oldukları için gerçekten de bir kızın en iyi arka
daşlarıdır. İki sonuçtan birini kanıtlarlar: Ya iddia ettiği kaynakla
ra, yani gereksiz minerallere harcayacak paraya sahiptir ya da
bağlanmaya hazır olduğu için borca girmiştir (ya da banka soy
muştur ki mafya babalarının da ünlü sevgilileri olduğuna göre bu
da çekici olmalıdır). Bir kadın nasıl bakarsa baksın, bir pırlantanın
-sadece sözü değil kendisinin- hediye edilmesi kur yapma süre
cine önemli bir aşamaya işaret eder. (Tüm zamanların en yaratıcı
reklamı olarak geniş kabul gören De Beers sloganının "Pırlanta...
sonsuza kadar" olmasının sebebini Darwinci kuram açıklar: Cid
di oranda zenginlik teşhirini, kadınların bir yuva kurarken aradık
ları sevgi dolu bağlılıkla birleştirir.)
v
Yüzyıl önce "gösterişçi tüketim" teriminin adını koyan Thors
tein Veblen, anlamsız varlıklar için para saçmak da dahil olmak
üzere zenginlik teşhirinin, antik dünyadan günümüze insan kül
türlerinin başlıca bileşenlerinden biri olduğunu söylemiştir. Daha
tartışmalı bir önermesi de yüksek maliyet ve israfın sanat ve gü
zellik kavramlarımızla esas itibarıyla iç içe olduğu şeklindedir.
Veblen'in düşüncesinin merkezindeki, insanların güzellik karşısın
daki tutumlarını en kuvvetli (ve kötümser) biçimde ifade ettiği yer
The Theory of the Leisure Class ( l 899) kitabındaki "Beğeninin
1 79
Maddi Gelenekleri" başlıklı bölümdür. Burada Arthur Danto'nun
en sevdiği ikna stratejisinin ipucunu verir şekilde önümüze nere
deyse tıpatıp aynı iki nesne koyar: Biri el yapımı gibi görünen, som
gümüşten ve belki yirmi dolar edecek ( 1 899'da çok para), diğeri
gümüşrengi adi metalden ve makinede üretilmiş yirmi kuruşluk
iki kaşık. Yemek yeme gereci olarak ikisi de aynı derecede işlevsel
dir. Veblen'in bu iki kaşığın yalnızca görsel nesneler olarak (renk
ve dokunun kendi güzelliği açısından) değerlendirildiğinde aynı
derecede çekici olduğunu düşündüğünü varsayabiliriz. ıo Veblen,
şimdi dikkatle inceleyince gümüş kaşık üzerindeki elde dövülünce
oluşan izlerin aslında sahte olduğunu anladığımızı varsayalım, der.
Gümüşten imal edilmiş olsa da aslında el yapımını çok iyi taklit
eden bir makineden çıkmıştır. Bu durumda kaşığın değerinin
anında %90'a varan oranlarda düşeceğini gözlemler. Dahası bak
makla ayırt edemeyip sadece daha ucuz olanın ağırlığının kendini
ele vermesine rağmen, birisinin toplu üretim, diğerinin el yapımı
olması bu nesnelere dair genel güzellik algımız etkilemeye yine de
yetecektir.
Veblen, güzellik kavramının kendisi açısından analizinin ne
anlama geldiği konusunda tamamen net ve tutarlı değildir. Bazen
mantıken ayırt edilebilir kavramlar olmalarına rağmen yüksek
maliyet ve güzelliğin insan doğası gereği zihinlerimizde sıkıca
birbirlerine bağlı olduklarını söylüyor gibidir. Bir gözlemci el ya
pımı gümüş olduğunu düşündüğü mutfak gerecinin aslında bir
makinede seri halde üretilmiş olduğunu anladığında, "güzelliğin
nesnesi olarak düşünülmesinden" kaynaklanan memnuniyeti
anında kaybolur. Ama Veblen, bir şeyi güzel olarak değerlendir
memizin "genellikle, büyük oranda pahalılık hissinden duyduğumuz
memnuniyetin güzellik kılığına girmesi" olduğunu da söyler. Bu
biraz farklı bir düşüncedir. Eğer güzellik ve pahalılığın birliği bir
kılık değiştirme oyunu olsaydı, pahalılığı güzellik anlayışımızı
kirleten talihsiz, hatta ayıplanır bir karışıklık olarak reddetmemiz
gerekirdi. Kant'tan itibaren 20. yüzyılın birçok güzellik kuramcısı
buna yürekten katılırdı: Bir sanat eserini algılayışımızın piyasada
ki kıymetine bağlı olması gerektiğini düşünmek bugün tam bir
görgüsüzlüktür. Ancak sadece tarihteki değil tarihöncesindeki
10. Veblen'in kaşık örneği ( 1 994), s. 78-79aadır; Zahavi'lerin kitabı artık cinsel seçi
limde klasik olarak kabul görmüştür. Voland'ın alıntısı Voland (2003), s. 241 -42'd e
yer alır.
1 80
sanat ve süslemelere bakacak olursak bu modern estetik hassasi
yete ister istemez dokunacak rahatsız edici bir gerçeğe yaklaşabi
liriz. Yüksek maliyet ve sanatın estetik psikoloj imizde özleri
itibarıyla bağlantılı olmaları tatsız bir olasılıktır. Ama bunun gerçek
olduğu ortaya çıkarsa görmezden gelmek yerine yüzleşmek gerekir.
Veblen'in verdiği örnekteki yüksek maliyet, parasal değerdir.
Avcı-toplayıcı toplumlarda ise yüksek maliyet parayla değil zaman,
kaynak ve işgücü harcaması olarak ölçülmüş olmalıdır. Bu etken
lerin cinsel seçilimdeki karşılığı Amotz ve Avishag Zahavi'nin
hayvan etolojisi dünyasında "handikap ilkesi" diye tanımladığı
şeyin tezahür etmesiyle olur. Cinsel seçilimi açıklamanın bir yolu
olan bu ilkeye göre bir hayvan, daha az uyumlu olan bir hayvanın
ziyan edemeyeceği kaynakları savurganca harcayarak seçilim de
ğerini gözler önüne serer. Bülbülün bitmek bilmeyen şarkı söyle
mesi ve sağlıklı bir dikenlibalığın yoğun kırmızısı handikaptır ve
deyim yerindeyse "Tek elimle dünyayı alt ederim" ifadesinin ka
nıtıdır. İnsan davranışına uygulandığında Zahavi'lerin handikap
ilkesi, Veblen'in tanımladığı gösterişçi müsrifliği çok net bir şekil
de açıklar. Bir bireyin para, sağlık, hayal gücü, kuvvet, gayret gibi
adaptif niteliklerini göstermek için en iyi yolu bu kaynakları ziyan
etmekmiş gibi görünmektedir.
Doğal seçilim yoluyla evrilen kullanışlı nitelikleri cinsel seçili
min değer göstergeleriyle karşılaştıran antropolog Eckart Voland,
Zahavi'lerin tanımını ekonomi yönünden desteklemiştir. "Kulla
nışlı özellikler için üretim maliyeti dezavantajlıdır ama kaçınılmaz
dır. Ancak (cinsel seçilimdeki) göstergelerde zaten asıl mesele ek
maliyetlerdir. Uzun zamandır hakim olan ekonomi aklına göre
taleple fiyat beraber artar. Kullanışlı nitelikler fiyatları düşünce işe
yararlıklarını kaybetmezler. Diğer yandan göstergeler, üretimleri
ucuzlarsa işlevlerini kaybederler." Öyleyse insanlar kullanışsız
malikaneler inşa edecek, anlamsız pahalı arabalar sürecek veya üç
bin dolarlık el çantaları taşıyacak ve zenginliklerini saçıp savurmak
için her zaman yeni yollar arayacaklardır.
Darwin ve takipçileri tarafından getirilen çeşitli açıklamaların
kapsamını sanat alemine doğru genişletirsek yüksek maliyet ve
israfın güzelliği ne şekillerde etkilediğini görebiliriz. Bu sonuçları
şu şekilde özetleyeceğim:
181
• Sanat eserleri birçok seferinde nadir veya pahalı malzeme
lerden yapılacaktır: Gümüş, altın, berrak yeşim, iyi ahşap,
sıra dışı pigmentler ve klasik antikitedeki Tire moru gibi az
bulunan boyalar gibi.
• Sanat eserlerinin yaratılması zaman almalıdır. Bu şekilde
üreticinin boşa harcayacak zamanı ve dolayısıyla varlığı veya
statüsü olduğu gösterilecektir.
• Sanat eserinin hayata geçirilmesi çabucak olsa da gerekli olan
becerileri edinmek zaman almalı ve meşakkatli olmalıdır.
(Hayranlık duyulan maharetlerin birçoğu, iyi motor kont
rolü veya fiziksel hassasiyet gerektiren el becerileridir: "Her
bir saç telini boyadı" veya "Tek bir notayı bile kaçırmadı".)
• Yaratılan sanat eseri herhangi bir şekilde işe yaramayacaksa
daha etkileyici olabilir. Pahalı ve kullanışlı memnuniyet
verebilir ama pahalı ve yararsız çok daha iyi bile olabilir.
• Bir israf durumu ve dolayısıyla handikap, kaynakları şu
kadar gelip geçici bir işe yönlendirerek vurgulanabilir: Pa
halı bir ziyafet ortaya konacak dokunaklı bir buzdan heykel
le tamamlanabilir. Mermer de olur ama gösterge kuramına
göre buz daha bile iyi olabilir.
• Zamana ek olarak, sanat eserlerini yaratmak özel bir zihinsel
veya yaratıcı çaba gerektirmiş olmalıdır. Picasso'nun veya
Wagner'in külliyatını üretmek için ihtiyaç duyulmuş beyin
ve enerji tıpkı Piramitler gibi bizi etkileyecektir. (Handikap
lardan söz etmişken, Beethoven'ın sağır olmasının ne kadar
hayranlık uyandırdığını düşünün.)
1 82
lü yol tabelalarında kullanılırdı ama asla muhteşem mücevherler
haline getirilmezlerdi. İşe bakın ki bizim gerçek dünyamızda el
maslar hem nadir hem de göz kamaştırıcı mücevher yapımına
uygundur. (Bu ayrıca vücut süslemenin erken tarihine dair kısıtlı
bilgimizle de örtüşür. Kathryn Coe'nun gözlemine göre bilinen
bazı en eski mücevherlerde çok uzun mesafelerden, belki ticaret
yoluyla, getirilmiş malzemeler kullanılmıştır.)
Veblen "Pahalılığın emareleri, pahalı şeylerin güzel nitelikleri
olarak kabul edilir hale gelmiştir" der ancak burada sadece malze
melerin yüksek maliyetinden bahsetmemektedir. Bir nesnenin
kabul edilebilir maliyeti ve dolayısıyla güzelliği, yavaş ve zahmetli
bir süreçle üretilmiş olmasının bilinmesiyle de artar. "El yapımı"
bu yüzden daima saygı içeren bir ifade olacak ve "makine yapımı"
ne kadar daha düzgün, daha simetrik veya kusursuz olsa da güzel
lik sıralamasında aşağıda kalacaktır. Hata yapmayan makineler
bizim için hata yapmayan eller kadar ilginç değildir. Antropolog
Alfred Gell, güzellik kavramını teknik gösteriyle ilişkilendirme
amacıyla kişisel bir deneyimini anlatır. Çocukluğunda Salisbury
Katedralinin kibrit çöpleriyle yapılmış altmış santimetrelik bir
maketinden çok etkilenmiştir. Bu "kibrit maketçisinin sanatının
ustaca bir örneğiydi... on bir yaşındaki herhangi birinin kalbinin
derinliklerindeki bir teli titretmek üzere hesaplanmıştı': Genç Gell,
kullanılan malzemenin kibrit çöpü ve tutkal olduğunu çok iyi bi
liyordu "ve bu malzemeleri birleştirerek böylesi etkileyici bir şey
inşa etme düşüncesi derin hayranlık duygusu uyandırdı". Söyledi
ğine göre "küçük bir çocuğun bakış açısıyla bu, sanat eserinin
gelebileceği en son noktaydı, hatta katedralin kendisinden bile daha
büyüleyiciydi': Birçoğumuz çocukluğumuzda ve evet yetişkinliği
mizde de benzer hayranlık anları yaşamışızdır. Kibritten yapılma
maketler gibi böyle mütevazı beceri teşhirlerinin yeterince sofis
tike bulunmuyor olması, çağdaş sanat kuramı düşünce şeklinin
bizi el becerileri dahil estetik tatminin derin kaynaklarına, hayran
lık duymaya nasıl yabancılaştırdığını gösterir. 1 1
1 1 . Uzak mesafelere malzeme taşıma üzerine Kathryn Coe için, bkz. Coe (2003).
Kibrit çöpünden katedral hakkında Gell için, bkz. Gell ( 1 992), s. 48-49. Marek Kohn
( 1 999) ve Steven Mithen (2003) yapımı zor, simetrik, pürüzsüz ve yaklaşık bir mil
yon yıldır değişmemiş el baltalarının, arkeolojik kayıtlardaki mutlak en erken este
tik yapıtlar olduğunu öne sürmüşlerdir. El baltalarını cinsel seçilimin bir türünü
olarak kabul ederler.
183
İnsan eliyle ince ince işlenmiş nesnelerin bir büyüsü vardır ama
aynı zamanda 1 9. yüzyılda, Veblen'in görüşlerini yazdığı Yaldızlı
Çağda sanatta gösterişçi israf, anlamsız ve bugün bize grotesk ge
lecek süslemeler demekti. Victoria dönemi tarzı mobilyaları ayrın
tılı çiçek oymalarıyla, anlamsız ama karmaşık ahşap kakmalar ve
bol bol altın, gümüş, fildişi işlemelerle süslemek için harcanan
emeği düşünün. Böyle aşırı süslemenin bugünün modasında artık
pek yeri yoktur ama gösterişçi israf biz onaylasak da onaylamasak
da evrim ürünü her ilgi gibi, sanat dünyasında hala önemli bir
etkendir. Birçok şekle bürünebilir. Örneğin, savaş sonrası dönem
de, etraflarına duvarlar örülüp müzelerin genişletilmesini gerekti
recek devasa tabloların üretilmeye başlanmasında görülebilir. Eğer
bir müzedeki dev tualin kapladığı duvar alanı şehir dışında mese
la eski bir ipek fabrikasında değil de büyük bir şehrin pahalı bir
bölgesindeyse daha bile iyi olur. Bu durum söz edilen tablonun
diğer türlü güzel bir sanat eseri olamayacağı anlamına gelmez,
eserin boyutlarının ve sergileme maliyetlerinin ciddiyet ve güzel
liğine dair bir beyanatı olduğu anlamına gelir. Eğer Veblen'in dü
şüncesinin ve handikap ilkesinin san atın yakın tarihine
uygulanması doğruysa Victoria dönemi mobilyalarının birçoğunun
sonraki nesillerin gözünde çok ağır ve ıvır zıvır dükkanlarında bile
tuhaf görünen yükler haline gelmesi gibi, geleceğin küratörleri de
Chuck Close'un New York'un Metropolitan Müzesindeki çok yer
kaplayan devasa portreleri gibi 1 970'lerin megatuallerinden nasıl
kurtulacakları sorusuyla baş başa kalabilirler.
Thorstein Veblen'in modern toplumsal hayata dair görüşleri
estetik kurama öyle sızar ki, modernist duyarlılığın rahatsız olma
sı kaçınılmazdır. Kant, modern sanatın kuramsal düşüncesini,
böyle süslemeler gibi, kendi deyimiyle alçaltıcı etkenleri "saf" es
tetik deneyimden tamamen silmek isteyecek şekilde yönlendirdi:
Eğer süsleme güzel biçimin bileşimine kendisi girmiyorsa, sadece
çekiciliğini kullanarak resmi beğendirmesi için kullanılan altın
çerçeve gibiyse, o zaman buna hoşluk denir ve hakiki güzelliği
azaltır. Kant renk ve duygu gibi değerleri bile estetik biçimin ha
kiki bileşenleri olarak kabul etmiyordu. Clive Bell ve Clement
Greenberg'den günümüze takipçileri o kadar ileri gitmezler. Ama
sanatta önemli olanın saf biçim olduğunu ve geri kalan her şeyin
kültürel fazlalıklar olarak görülüp zihinsel bir tel fırçayla sıyrılıp
1 84
atılması gerektiğini düşünmeye devam etmişlerdir. Bell bir resme
gösterilen yerinde tepkinin, temsil edilen içerikle hiç alakalı olma
dığında ısrar etmekle kalmamış, gerçek estetlerin içeriği hiç gör
mediklerini iddia etmiştir: "Dikkat ederseniz saf estetik duyguları
hissedemeyen insanlar resimleri, konu edindikleri nesnelerle ha
tırlarlar. Diğer yandan bunu başarabilenlerin çoğu zaman bir res
min neyle ilgili olduğu konusunda hiçbir fikirleri olmaz. Temsil
edilen unsuru hiç fark etmemişlerdir ve bu yüzden resimleri tar
tışırken formların şekillerinden, renklerin ilişkilerinden ve mik
tarlarından söz ederler:'
Siz hiçbir resmi görmüş olup da sadece mavi dikdörtgenler,
alacalı yeşilli bölgeler ve pembemsi kahverengi lekeler hatırlayan
ama bunlar araba mıydı ağaç mıydı yoksa insan mıydı anımsaya
mayan birini gördünüz mü? Ben de görmedim. Ama herhalde Bell,
çevremizin kötü olduğunu söylerdi. "Saf estetik deneyimi hisseden"
insanları, Oliver Sacks'ın eğlenceli bir biçimde açıklayabileceği
afazi hastaları gibi tanımlayan bu arızalı denklem, insanların bir
sanat eserinde temsil edilen içeriği beğenmekten utanmalarını
sağlamak için estetik biçimciliğin ne kadar ileri gidebileceğini
gösterir.
Ancak modernizmin sade beğeniyi hor görme eğilimini reddet
memiz, popüler olan değerleri savunmamızı veya sanat dünyasının
Veblen'in çok kötümser bir şekilde tanımladığı yönlerini kabullen
memizi gerektirmez. Clieve Bell resim konusunda Veblen'den çok
daha bilgiliydi ve sonuçları absürdlüğe varsa da akılla dolu yazıları
sanatla ilgilenen herkesçe okunur. Evrimsel psikoloji ve tarihönce
si ekonomisi, bir müzede gezinip görgüsüzce resimlerin ne kadar
ettiğini anlatan birinin davranışını çok güzel açıklayabilir. Ama
açıklayarak bu davranışa meşruiyet tanımış olmazlar. Bizim çocuk
larımıza yine de sanat dünyasında para ve sanat eserinin güzelliği
nin bağlantılı olmalarına rağmen bir Rembrandt portresinin
piyasa fiyatı yüzünden güzel olarak kabul edilmediğini, asıl olarak
nadir güzelliği sebebiyle çok para ettiğini ve görsel güzellikle kar
şılaşınca fark etmenin anahtar olduğunu öğretmemiz gerekir. Ve
evet, altın ve elmastan daha mütevazı malzemelerden de çok güzel
mücevherler yapılabileceğini de öğretmeliyiz.12
12. Kant, Yargı Yetisinin Eleştirisi nin 1 4 . bölümünde "süslülüğü" küçümser. Bell'in
'
muhakeme yeteneği yüksek insanların resimde temsili fark etmemesi Felsefi Soruş
turmalar yönündeki tuhaf ifadesi Art ( 1 958), s. 29-30'dadır.
1 85
Güzelliğe nadirlik ve pahalılığın olumlu, ucuzluğun olumsuz
etkisi ne kadar küçük olursa olsun, doğuştan gelen sanatsallık
anlayışımıza ilişkin gerçeği bilmemiz, reddetmeyip sadece kültü
relmiş gibi yapmamamız yine de önemlidir. Burada Müller-Lyer
yanılsamasını hatırlamakta fayda vardır. İki çizgi düşünün. Birinin
iki ucundaki okun uçları dışarıya diğerindekiler içeriye dönük
olsun. Bu iki çizgi tamamen aynı olmalarına rağmen farklı uzun
luklardaymış gibi görünür. Bu yanılsamanın şaşırtıcı yönü açık
landıktan ve tamamen anlaşıldıktan sonra bile bir çizgi hala
diğerinden daha uzun görünür. "Dışadönük açılar" konfigürasyonu
çizginin daha uzakta olmasına karşılık gelir ve dolayısıyla üçbo
yutlu görüşümüz bize çizginin daha uzun olması gerektiğini söyler.
Bilişsel sistemimiz görsel muhakemede böyle bir sıçrayış yapmış
tır ve aksi mümkün değildir. Aynı şekilde kullanılan malzemenin
bir kolye veya tablodan ne kadar hoşlanacağımıza etki edeceğinin
farkında olabilir ama akla uygun olmadığını bildiğimiz halde yine
de deneyimin bu bileşenini göz ardı edemeyebiliriz. Asıl mesele
sert bir şekilde bastırmadan veya kaygısızca kabullenmeden bu tür
derin duyguların estetik yaşantımızda neden varlıklarını sürdür
düklerini bilmektir.
Geçtiğimiz yüzyıl boyunca birçok yorumcu Veblen'in ekonomik
ve estetik görüşlerinin esas itibarıyla kapitalizm ve insan hayatına
dayattığı bozulmalarla ilgili olduğunu düşünmüştür. Yaldızlı Çağın
hiperkapitalizmi kadar Avrupa tarihinden ve Kwatkiutl potlaçları
gibi kabile etnografyasından da örnekler verir. Estetik üzerine olan
bölümde Hawaii kuştüyü pelerinlerinden ve Polinezya keserlerinin
özenle yontulmuş saplarından hayranlıkla söz eder. Bunların her
ikisini de faydasızlığın güzellikle bağlantılı olduğu şeklindeki dü
şüncesini desteklemek için ekler. Veblen yerel veya tarihsel olarak
özgün durumlar için değil kendi anlayışına göre genel insanlık
haliyle ilgili yazmıştır. Kültürel yapıları uzun uzun araştırmış ama
hedefi onun altında yatan insan doğası, yani doğuştan gelen, bir
birinden çok ayrı kültürlerde ve tarihsel çağlarda yaygın biçimde
ve kendiliğinden ortaya çıkarak varlığını sürdürmüş eğilimler ol
muştur.
Ancak böyle bakıldığında, sanatı sonsuza kadar maliyet, göste
rişçi israfveya getirdiği toplumsal statü bakımından değerlendirmek
zorundayız diye kabullenmemiz gerekmez. Pleistosen dönemden
186
kalma manzara tercihleri de en az bunlar kadar doğuştandır ama
böyle olması, manzara resmi beğenimizi hatta takvim tercihimizi
bile kontrol ettiği anlamına gelmez. Bir güdüyü bir kere anlayıp
bildikten sonra ona uymayı veya direnmeyi kendimiz seçebiliriz.
Sanat dünyasında Veblen tarafından tanımlanan, sanat ve paranın
yakın ilişkisi gibi, bizi ister istemez rahatsız eden bazı unsurlar
vardır. Ama varlığını reddetmek veya kapitalizmin bir ürünüymüş
gibi davranmaktansa bu şeytanı tanımamız daha iyidir.
Aynı şekilde, özel becerinin veya zahmetli işlerin ortaya kon
masının bizde uyandırdığı hayranlık hissini reddetmek için de bir
sebep yoktur. Bunlar kibrit çöpleriyle inşa edilmiş bir katedral
maketi, bir sopranonun yüksek Mi Bemolü ya da bir fotorealistin
çizdiği bir dondurma kasesi resmi olabilir. Doğuştan gelen estetik
beğenilerimiz sadece becerinin sergilenmesine duyulan hayran
lıktan ibaret değildir. Zenginlikle ve dolayısıyla toplumsal konum
la derinden bağlantılı olmak gibi birçok bileşeni vardır. Doğuştan
gelen ahlaki hassasiyetlerimiz gibi, bu beğeniler de sonsuz akıl
yürütmeler ve yargılamalarla tekrar tekrar değerlendirilmeye açık
tır. Kant doğrusunu bilmiştir: Sanatın tecrübe edilmesi bir tefekkür
işidir. Bu tefekkür içinde doğuştan gelen yatkınlıklarımıza, tutku
larımıza esir olmak zorunda değiliz. Serbest oyunda bile önemli
olan aklımızdır.
VI
Wittgenstein tuhaf ama sıkça alıntılanan bir ifadesinde "İnsan
vücudu, insan ruhunun en iyi resmidir" der. 13 Eğer bu psikolojik
davranışçılığı savunma niyetiyle söylenmiş bir özlü söz değilse
kesinlikle yanlıştır. İnsan ruhunun en iyi resmine bir kişinin neler
söylediğini ve nasıl söylediğini dinleyerek ulaşabiliriz. Dil, yani
insan sesi ve yazısı, sadece bir iletişim ortamı değildir ("Bugün
yağmur yağacak sanki"; "Tepenin ardında avlanacak hayvan var").
Aynı zamanda kişiye özgü düşünceleri, bireysel ilgileri, mizahı ve
bireyin özel yeteneklerini gün ışığına çıkaran dışavurumcu ve
yaratıcı bir araçtır. Dil bize kur yapma sürecinde bilişsel bir ön
sevişme biçimi olarak Geoffrey Miller'ın deyimiyle "birinin kişili-
1 88
Cinsel seçilim insanların birbirlerini cezbetme ve ilgilendirme
arzusunu açıklar. Aynı zamanda bazen neden birbirimizi cazip veya
ilginç bulduğumuzu da açıklar. İnsan yapısı güzel şeyleri, oymala
rı, şiirleri, hikayeleri ve aryaları büyüleyici buluruz çünkü derin
lerde bir yerde bizi bunları yapan insanların zihinlerine
götürdüklerini hissederiz. Bu başka kişiliklerle birliktelik, hatta
samimiyet hissi, hatalı hatta sistematik olarak sanrılı olabilir ama
cinsel seçilim yoluyla insanın kendi kendini evcilleştirmesi haki
katle ilgili değildi. Cinsel seçilim için önemli olan insan türünün
devamını ve gelişmesini sağlayacak daha zengin bir sosyal yaşan
tıydı. Bu da sadece fiziksel olarak güçlü olanın değil en akıllı, en
zeki ve en bilge olanın hayatta kalmayı başarması anlamına gelir.
Eğer bu süreç bize bir yandan da Lascaux, Homeros, Cervantes,
Chopin, Tolstoy, Stravinski ve The Simpsons'ı ve bunların kıyme
tini bilecek zihinler kazandırdıysa daha bile iyi olmuş.
189
B ölüm 8
Niyet, Sahtecilik, Dada: Üç Estetik Sorun
1 92
lellik gösteren bu evrilmiş insani faziletlerin tamamı genel sanat
ve güzellik anlayışında kendini göstermez. Ama bazı erdemler
açıkça görünür ve bunları doğal seçilim ve cinsel seçilimle ilişki
lendirerek tüm dünyadaki sanatın kökenleri ve evrensel nitelikle
ri hakkında konuşma imkanına erişmekle kalmaz, Antik Yunandan
bu yana kuramsal estetiğin başına dert olmuş meseleler ve para
dokslara ışık tutabiliriz.
Bir akademik disiplin olarak sanat felsefesi çok uzun zamandır
paradokslarla ve bunları parçalarına ayırmakla erişilen içgörüler
le serpilmiştir. Normal sürecinde felsefenin birçok dalında olduğu
gibi, birbiriyle çelişen fikirler tahlil edilir. Bu şekilde ya ikisinden
birinin doğru diğerinin yanlış olduğunu göstermek ya da yeni bir
yaklaşımın paradoksu nasıl ortadan kaldırabileceğini ortaya koy
mak amaçlanır. Sanatın analizi için estetiği Platon ve Aristoteles
icat etmiş, Kant da sanat ve güzelliği bütünsel bir rasyonel yapısı
olan, kendi başına yeterli bir alan olarak ele alarak mükemmelleş
tirdi. Bu yolu takip eden çağdaş sanat felsefecileri "Eleştirinin
Mantığı': "Sanatın Bağlamı" veya "Estetiğin Yapısı" gibi kitaplar ve
makaleler yayınladılar. Ancak bakarsak, bu çalışmaların büyük
kısmında bir disiplin olarak estetiğin dayandığı paradoksların, yani
düz tanımlamalar yerine keskin ayrımlar yapan analizler üreten
çatışmaların, ruhun derinliklerinde sanatla ilgili değişik ve çeliş
kili hisler yatmasının bir sonucu olduğunu görürüz. Anlaşılan,
felsefecinin standart iş tanımının bir gerekliliği olan mantıksal
tahlil, birbiriyle yarışan duyguların ve sezgilerin nereden geldiğini
açıklayamamaktadır. Bu açıklama seviyesi için, evrime geri dön
memiz gerekir.
Estetik kuramın en çok gündemde olan üç konusu: ( 1 ) sanat
çıların niyetinin sanatı anlamaktaki rolü, (2) sahteciliğin ve haki
kiliğin estetik için ne anlama geldiği ve (3) Duchamp'ın Çeşme'si
gibi Dadacı çalışmaların estetik konumudur. Burada, bu meseleler
hakkındaki tartışmaların sanatın doğası ve değerine ilişkin hepi
mizin paylaştığı derin ama çelişkili sezgilerden nasıl kaynaklandı -
ğını açıklamaya çalışacağım. G östereceğim gibi önce bu
meselelerin neden bu kadar ihtilaflı olduklarını anlamak için anah
tar evrimdir.
193
il
Akademinin içine kapalı salonları dışında birçok insan, sanat
çının niyeti fikrinin tartışmalı olmasına şaşıracaktır. Yazarların ve
sanatçıların ürün verirken maksatları ve niyetlerinin olmasından
ve sanatlarını anlamak için bunları anlamanın kesinlikle gerekme
sinden daha makul ne olabilir? Aklıselim gereği sanatçının bir
dereceye kadar bir mesaj ilettiğini, eserinin kalitesini olmasa da
anlamını ne olursa olsun büyük oranda sanatçının belirlendiğini
düşünürüz. Sanatçılar da genellikle aynı fikirdedirler. Kaç ressam
veya romancı kötü eleştiriye "Eleştirmen yapmaya çalıştığımı an
lamamış" diye şikayet ederek karşılık vermiştir?
Bu görüşe göre sanat eseri sanatçının zihnine bir köprü, sanat
çının iç yaşantısının sırlarının kilidini açan kamusal bir nesnedir.
Sanatçı da özel yetenek ve içgörülere sahip bir kadın veya adam
olabileceğinden bu sırlar bilinmeyi hak ediyor olabilir. Sanat ese
rinin hakkını vermek için onu "layıkıyla'', yaratıcısının kastettiği
şekilde anlamak isteriz.
"Maksatçılık" diye bilinen bu karmaşık fikirler, geçtiğimiz yüz
yılın ortalarında eleştirmen William Wimsatt ve felsefeci Monroe
C. Beardsley tarafından, 1 946 tarihli yazıları " The lntentional
Fallacy" [Maksatlı Yanılgı] ile kararlı bir saldırıya maruz kaldı. Bu
yazıda "bir edebi eserin başarısı hakkında yargıda bulunmak için
yazarın tasarımı veya niyetini standart olarak almak ne mümkün
dür ne de istenecek bir durumdur" düşüncesini savundular. Yaza
rın niyetini bilmek mümkün değildir çünkü yüzlerce hatta
binlerce yıl önce yaşamış bir yazar bir yana kahvaltı masasında
karşımızda oturanın bile aklından ne geçtiğinden emin olamayız.
Niyetleri bilmek de arzulanan bir durum değildir. Zira bir edebi
eserin anlamı, bütünlüklü ve birbiriyle çatışan anlamlarla, herhan
gi bir sanatçının niyetinin açıklayabileceğinden her zaman daha
geniş ve doygun olacaktır.2
The Possibility of Criticism'de [Eleştirinin Mümkünlüğü] Beard
sley, bilhassa edebi olan bir metnin anlamının, yazarının aklında
ki anlam olması gerektiği düşüncesine karşı üç temel argüman öne
sürerek devam etti. Birincisi, yazarın niyetinden bağımsız anlamı
olan �etigle_ri �nl_ayabiliriz. Bunun örneğini bilgisayar ürünü me-
2. Wimsatt ve Beardsley ( 1 946), [ w/s wimsatt beardsley intentional fallacy] ; The Pos
sibility ofCriticism, B eardsley ( 1 970), s. 1 9-20. Bkz. Barthes ( 1 977); Foucault ( 1 969);
Derrida ( 1983).
1 94
tinlerin ve belirgin (bazen de çok komik) baskı hatalarının anlam
lı olmasında görülebilir. Bu metinlerin anlamı vardır ama
Beardsley'nin dediği gibi "kimse bir şey anlatmaya çalışmamıştır".
İkincisi, bir metnin anlamı yazarı öldükten sonra değişebilir (ya
da yazdıktan bir saat sonra da değişebilir diye düşünebiliriz).
Beardsley'e göre "ve bugün [bir mısra şiirin] metinsel anlamı her
hangi bir yazar anlamıyla tanımlanamıyorsa, demek ki metinsel
anlam ile yazar anlamı farklı şeylerdir". Beardsley son olarak bir
metin, yazarının farkında olmadığı anlamlar taşıyabileceğine göre,
yine aynı şekilde metin anlamının yazar anlamıyla aynı olmadığı
nı söyler.
Wimsatt ve Beardsley'nin bir yorumlama standardı olarak ni
yeti reddetmeleri, ait oldukları neslin Angloamerikan akademik
çalışmalarına hakim olmuş modern eleştiri kuramı hareketi Yeni
Eleştiriyi destekliyordu. Ama 1 960'larda sanatçının niyetine saldı
rı artık başka bir yönden, daha politik bir biçimde, Fransa'dan
geliyordu. Roland Barthes "yazarın ölümünü" ilan etti ve Michel
Foucault eleştiride "yazar işlevini" terk etme çağrısı yaptı. Maksat
çılığın Fransız eleştirisine göre edebiyat, yazarı ve sahip olabilece
ği her tür niyeti kontrol altında tutan ideolojik sistemlerin bir
ürünüydü. Bu sayede Freudyen psikoloji ya da örneğin, tarihsel
materyalizmin tanımladığı güçlerin, hem metnin doğasından hem
de kültürdeki algılanışından sorumlu olduğu yorumlamalara kapı
açılmış oldu. Libidinal güçler, kültür, ekonomik etkenler... yazarın
kendisinin niyeti dışında ne varsa metnin anlamını kontrol edi
yordu. Jacques Derrida'nın meşhur ifadesi biraz farklıydı: "Metnin
dışında hiçbir şey yoktur" diyordu. Tabii ki daha fazla metinden
başka. Bu fikirlerin, gösterişli Fransız cesaretinin desteğiyle dört
bir yandan eleştiriyi yazarın ölü ellerinden kurtardığı düşünülü
yordu. Barthes, "Konuşan dildir, yazar değil" demiş, yazara göste
rilen ilginin "kapitalist ideolojinin özeti ve doruk noktası"
olduğunu belirtmişti. Bu yüzden yazmak "her sesin, her kökenin
imha edilmesi" olarak ele alınmalıydı. Baskıcı yazarın ortadan
kaldırılması eleştiriyi özgürleştirip bir tür serbest oyuna dönüştü
recek, hatta eleştirmeni edebi anlamın yaratıcısı olarak hakim
konuma taşıyacaktı.
Ama geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında akademik çevreler
maksatçılık karşıtı tezlerle meşgulken, sanat ve edebiyat düşünce
1 95
dünyasında maksatçılığın kendisi varlığını inatla sürdürdü. Bunun
sebebi maksatçı konumlanmanın güçlü tezlerle desteklenmesidir.
Bunlardan biri sanat eserlerini kategorilere ayırma biçimimizdir.
1 920'lerde antropolog Ruth Bunzel'in Hopi çömleklerini inceledi
ği etnografik çalışmasını ele alalım. Ünlü Pueblo çömlek süsleme
si çalışmasında Bunzel (hepsi kadın olan) Hopi çömlekçilerinin
kopyalamayı ayıplamalarına ve kendi çalışmalarının gerçekten
orijinal ve yaratıcı olduğunu düşünmelerine rağmen, yakından
incelendiğinde tasarımların birbirlerine çok benzediğini, arada çok
küçük değişiklikler olduğunu fark etmiştir. Bu "hayalgücü yoksun
luğu" dikkatlerine sunulduğunda kopyalanmış olduğunu göreme
diklerini anlatır ve bu durumu akıllarındaki yaratıcılık fikriyle
gerçekteki ezberlenmiş kopyalama pratiklerini yan yana getireme
melerinin sebep olduğu "basit ve biraz da eğlenceli" bir kusur
olarak değerlendirir.
Bunzel'in yaptığı açıklama yeterli mi? Pek sayılmaz. Bunzel,
New York'tan kalkmış, Hopi çömleklerini incelemek için Arizona'ya
gitmiştir. Bir Hopi antropoloğunun, piyano çalma sanatını incele
mek amacıyla en ünlü yorumculardan bazılarını dinlemek için
Arizona'dan New York'a geldiğini düşünün. Bir akşam Carnegie
Hall'a gider ve Leif Andsnes'ten bir Schubert sonatı dinler. Ertesi
akşam Helene Grimaud'u dinlemek için tekrar gider. Şansa bakın
ki o da aynı Schubert eserini icra etmektedir. Salondan çıktığında
Hopi sosyal bilimcimiz Grimaud'un ne kadar da orijinal olduğuna
dair söylenen onca şeye rağmen önceki akşam çalan Andsnes'i
"sadece küçücük değişikliklerle" düpedüz "kopyaladığını" söyle
yecektir.
Ruth Bunzel'in Hopi çömlek süsleme pratikleriyle ilgili yanıl
gısı bizim hayal ürünü Hopi antropoloğumuzun yanılgısına çok
benzer. Tanımladığı sanatsal tür, yani tamamen yeni tasarımlar icat
etmek, çömlek boyamada "orijinal olmak" demek değildir. Önem
li olan yerleşik konumdaki süsleme repertuvarında halihazırda
varolan tasarımların ve motiflerin özgün bir şekilde kullanımıdır.
Bu bakımdan bir Hopi çömleği boyamak, yeni bir eser bestelemek
ten ziyade varolan bir müziği icra etmeye benzetilebilir.
Asıl sorun Bunzel'in çömlek süslemeyi yanlış bir faaliyet kate
gorisine yerleştirmiş olmasıdır. Bu hatayı gidermenin tek yolu
sanatçıların niyetini doğrudan anlamaktır. Bunun gibi antropolo-
196
jik örnekler kullanışlıdır çünkü etnografik bağlamlarda 1 9. yüzyıl
romanlarını değerlendirirken yaptığımız gibi önceden hazırlanmış,
tanıdık kalıplara pek başvurmayız. Kültürler arası durumlarda
doğrudan "Bu insanlar ne yapıyor?" diye sorarız. Ancak bunu tam
olarak anladıktan sonra eseri yargılamaya geçebiliriz.
İroni sanatsal niyetlerin estetik anlayış için hayati öneme sahip
olduğu bir alandır ve yarattığı sorunlar sadece edebiyatta değil tüm
sanatlarda görülebilir. Richard Strauss'un piyano ve orkestra için
olan tek çalışması 1 885 tarihli Berleske'yi düşünün. Parçayı dinle
yip tek bölümlük bir piyano konçertosu bestelenmek istendiğini
düşünen masum dinleyici şüphesiz ilginç ve tatminkar olduğunu
düşünecektir. Ama Strauss'un (büyük kadanslara dönüşmek yeri
ne) klavyenin üstlerinde buharlaşan çılgın çift oktav bölümlerinin
anlamı veya belirli bir sonu olmayan uzun çıkışları böyle bir din
leyicinin dikkatinden kaçacaktır. Bu örnekte besteci eserinin kısmen
Romantik virtüöz piyano konçertolarını alaya aldığının ipucu
olacak bir başlık kullanmıştır. Ama yazarlar her zaman böyle yar
dımsever davranmazlar ve zaten saf kavramsal sorun söz konusu
olduğunda bu önemli değildir.
Edebi ironi Barthes'ın yazmak "her sesin imhasıdır" iddiasını
gülünç hale getirir. İroninin doğru veya yanlış anlaşılabilmesinin
mümkün olması bile sanatsal yaratının ister istemez belirli bir
insan sesini, yazarın sesini içerdiğini gösterir. Tabii ki, ironi konu
sunda becerikli olan yazarlar okurlarına ironik niyetlerine dair
geleneksel ipuçları verir ve metinlerinin "başka söze gerek bırak
mamalarını" sağlarlar. Diğer yandan, izleyicisinin seviyesinden
emin olamayan yazar metinlerinin her yanına nasıl anlaşılması
gerektiğine dair işaretler yerleştirirler (akla Jonathan Swift ile bir
likte Art Buchwald geliyor) .
Maksatçılık karşıtı söylem niyet bir yana eserin en zengin, en
tatminkar, en derin bir şekilde görüldüğü yorumuna ulaşmanın
yine de eleştirinin işi olduğunda ısrar edebilir. Felsefeci Laurent
Stern'e göre eğer bir metnin sanat eseri olduğu konusunda hemfi
kirsek "aynı derecede uyabilecek birbiriyle yarışan iki yorumdan,
metne en büyük değer ve önem atfeden tercih edilir". Stern'ün
yapmaya çalıştığı metin yorumlamalarında yazarın niyetinin ne
kadar gerekli olduğunu kanıtlamak için ironik eserlerin kullanıl
masını itibarsızlaştırmaktır. Bunu yapmak için bize Daniel
1 97
Defoe'nun Shortest Way with the Dissenters adlı eserinin [Ayrılık
çılarla Baş Etmenin En Kısa Yolu] düz veya ironik olarak iki şekil
de okunabileceğini ama harici kanıtlar olmadan bile ironi olarak
anlaşıldığında daha iyi bir eser olduğunu söyler. Benzer bir şekilde
Jonathan Swift'in Modest Proposal'ını da [Alçakgönüllü Bir Öneri]
ironik olarak okumamızı önerir çünkü düz anlamıyla değerlendi
rildiğinde anlaşılmasının bile zor olacağını söyler.
Bu örnekler Stern'ün tezini destekler. İroni olarak değerlendi
rilmeleri çok daha yerinde olan iyi eserlerdir. Ama işleri tersine
çevirip bir de kötü sanatı, Richard Bach'ın Jonathan Livingston
Seagull'ını [Martı Jonathan Livingston] düşünelim. Şüphesiz Bach
bu küçük kitabı (çok uzun bir tebrik kartı gibi düşünün) insan
ruhuna yönelik mesajlar içeren ciddi bir edebi eser olsun diye
yazmıştı. Ama herhalde güzel sözler edebiyatıyla dalga geçmek için
yazılmış bir parodi olarak çok daha değerli ve önemli olabilirdi.
Belki öyle olsaydı bu kitabı gülünç değil komik bulabilirdik. Ancak
Bach'ın kitabının ironik olarak değerlendirilmesini istediğine dair
yeterli ipucu olmadığı için bunu yapamayız. Aksi takdirde esere
yanılsama ürünü bir önem ve değer atfetmiş oluruz.
Bir eseri mümkün olduğunca iyi göstermek için şu veya bu
geleneklere uydurmaya çalışmak yorumcunun işi değildir. Bu
yardımseverliğin ucunu kaçırmak olur. William McGonagall ("Dün
yanın En Kötü Şairi") ve Julia A. Moore ( namı daha insaflı:
Michigan'lı Tatlı Aşık) gibi böyle kayda değer edebiyatçıları tanım
lamak için Kanadalı mizahçı Stephen Leacock "süperkomedyen"
terimini icat etmiştir. Ogden Naslı ve Edward Lear komedyen şa
irlerdir. Süperkomedyen olmak için ise şairin çok kötü şiir yazma
sı ama bunu bir de müthiş bir ciddiyetle yapması gerekir. Bu
kategorinin varlığı yazarın belirli bir tür niyetinin olmasına bağlı
dır ve bu niyet kesinlikle ironi içermemelidir. Bu haliyle süperko
mik nazım biçiminin hiçbir tuhaflığı yoktur: Yalnızca amaçta
ciddiyet ve derin bir kabiliyetsizlik gerektirir.
Maksatçılık yanlısı tarafta yazarın niyetiyle alakalı son bir alan
daha bulunur: Anakronizm. "Metnin otoritesi"ni savunduğu yazı
sında Beardsley 1 8. yüzyılda yazılmış birkaç mısra alıntılar: "Yine
de, müthiş masumiyetiyle/ Yaymak üzere içini doldurup taşan /
Kadim coşkusunu etrafına, kaldırdı plastik kolunu''. "Plastik" ke
limesi, yazarı Mark Akenside için 1 744'd e taşıdığı anlamını tama-
198
men kaybetmiş değildir. Ancak o günden bu yana yeni bir anlam
kazanmıştır. "Dolayısıyla'', Beardsley'e göre "yer aldığı mısra ... yeni
bir anlam edinmiştir... Tabii ki her iki anlamı da inceleyebiliriz
istersek. Ama bu iki ayrı inceleme olur".3
Ancak acaba kaç okur şiirin, buradaki "plastik" kelimesini daha
20. yüzyılda kullanıma giren polimer malzeme anlamında değer
lendiren bir yorumuyla ilgilenecektir ki? Mesele böylesi anakro
nistik bir yorumun Akenside'ın niyetiyle uyumsuz olması da değil
daha çok böyle bir niyet taşımasının mümkün olmamasıdır.
Akenside'ın "plastik" kelimesini kullanımını bir de modern anla
mıyla düşünmek eğlenceli ve yenilikçi bir bakış olabilir ama onun
"plastik" dediğini doğrudan bizim bildiğimiz "polimer" gibi okumak
hiç uymaz.
"Maksatlı yanılgı" ve "yazarın ölümü" felsefeciler, eleştirmenler
ve edebiyat kuramcıları için elli yıldır düşünsel bir ana yemek
olageldi. Niyetin lehinde veya aleyhinde tezler etrafında sadece
konferanslar ve antolojiler değil akademik kariyerler şekillendi.
Ancak evrimsel psikolojinin bulunduğu yerden bakınca bütün bu
ihtilafbiraz aşırıya kaçmış gibi görünür. Estetiğin diğer alanların
da da yaptıkları gibi, bu meseleler hakkında yazan kuramcılar
hikaye anlatımı, izleyiciler ve yazarlık hakkında birbiriyle çelişen
sezgileri yarıştırmışlardır. Evrimsel bakış açısına göre, açıklanma
sı gereken bu temel sezgilerdir.
Yazarlık paradoksları, dilin insanın toplumsal yaşamındaki üç
ayrı işlevinin sıkıntılı birlikteliğiyle başlar. Bu işlevler derindirler,
hiç şüphesiz tarihöncesinden kalmadırlar ve insanın dil kullanımı
deneyiminde kendiliğinden belirirler. Bu üç işlevi tanımlamak
estetik kuramının neden kendini yazarın niyetinin yeri ve önemi
ne dair bitmek bilmeyen tartışmaların içinde hapsolmuş bulduğu
nu gösterebilir.
3. Bkz. Bunzel ( 1 929), Stern ( 1 980). Wyndham-Lewis ve Lee'de (2003) klasik bir
kötü nazım koleksiyonu bulunabilir. Akenside alıntısı Beardsley ( 1 970), s. 20'dedir.
1 99
"Madison harika bir başkandı", "Eloise'e aşığım". Bu tip kul
lanımlarda dünyaya dair tanımlamalar ve dili kullanan in
sanların kendilerini, kendi düşüncelerini, tavsiyelerini ve
değer yargılarını tanımlamaları yapılırken, normal olarak
karşı tarafın söylenenin gerçek olduğunu düşünmesi amaç
lanır. Gerçek meseleler hakkındaki iletişim bu şekilde işler.
Bu tür anlatıya kurmaca dışı deriz. Bu dil, tarih, bilim, de
dikodu ve günlük iletişimde kullanılır ("Tanrı dünyayı altı
günde yaptı': "On galon şapka sadece üç kuart taşır4" veya
"Tabasco sosu uzatır mısın lütfen") .
2. Hayalgücü işlevi: Bu, dilin kurmaca öykülerin anlatıldığı
yaratıcı ortam olduğu halidir. Şiir gibi, stilize biçimler halin
de bir araya getirilmiş ifadeler içeren hikayeler de bu kapsa
ma girer. Tooby ve Cosmides bu işlevi tanımlamak için
"ayrıştırma" terimini kullanır. Bölüm 6Öa işaret ettiğim gibi,
çocuklar gerçek dünyadaki dil kullanımları ile yap-inan veya
hikaye içi dünyalarındaki ayrıştırılmış dil kullanımları ara
sındaki farkı çok erken yaşlarda oyun oynarken zahmetsizce
kavrarlar. Dilin tanımlayıcı kullanımı ile ayrıştırılmış kulla
nımı arasındaki ayrımı anlatının konumu tartışmalı oldu
ğunda bile herkes yapabilir. Bir zamanlar İlyada'nın gerçek
tarih olduğu düşünülüyordu. Bugün ise "sadece bir hikaye"
olarak okunmakta ve insanlar Eski Ahit'in tarih olup olma
dığını tartışmaktadır. Ancak gerçekliği yap-inandan ayırma
yeteneği değişmemiştir. Bazen net bir şekilde anlamak için
kurmaca niyetinin göstergelerine ihtiyaç duyulur ve hemen
işe yararlar. Bir konuşmacı söze "Bir varmış bir yokmuş .. :'
veya "Bir rahiple bir haham bir bara girmişler.. :' diye başla
dığında bir kurmaca dinlemek üzere olduğumuzu biliriz.
3. Seçilim değeri göstergesi işlevi: İlk iki işlev çoğu zaman aynı
anda görülmezken bu üçüncü işlev her ikisiyle de bir arada
bulunabilir. Bu dilin bir beceri, tarz ve zeka göstergesi olarak
kullanımıdır. Dilin gerçekçi, tanımlayıcı kullanımında netlik,
isabetlilik ve belirleyiciliğini takdir eder, bu özelliklerin bir
konuşmacının arzulanan düşünsel niteliklere sahip olduğu
nu gösterdiğini düşünürüz. Kurmaca yaratılar, yani hikayeler,
espriler ve şiir gibi süslenmiş konuşmalar da benzer şekilde
201
görürüz. Konuşma eylemleri, özellikle de sanatsal konuşma eylem
leri, Darwinci seçilim değeri göstergeleridir. Yani zekayı, orijinal
liği ve genel olarak kişinin akıllılığını tartma yollarıdır. Bu, Gurur
ve Önyargı'yı eline alanın Jane Austen'ın romanı yazdığı zamanda
ki akıl veya beden sağlığı hakkında bilgi edinebileceği anlamına
gelmez. Ama İngilizce konuşan, sofistike ve bilgi sahibi birinin
onun romanını okuyup da olağanüstü yeteneğine ve tarzına hay
ranlık duymamasının mümkün olmadığı anlamına gelir. Sanatsal
yeteneğe duyduğumuz ilgi ve bize yaşattığı zevk inkar edilemez.
Bu ilgi doğuştan gelen ve herhangi bir çaba olmaksızın kendiliğin
den ortaya çıkan Pleistosen döneme ait değerlerimiz, duygularımız
ve tavırlarımızın bir uzantısıdır. Bize sanatsal biçimleri (destanlar,
romanlar, tablolar, şiirler) veren tarih ve kültürdür ama yetenek ve
ustalığın kendisine duyduğumuz hayranlık doğal seçilimin oluş
turduğu temel üzerinde cinsel seçilim yoluyla türemiş bir adaptas
yondur.
Maksatçılık (sözde) yanılgısının kaynağında, iletişimse! konuş
ma ile hayal gücüne dayalı ayrıştırılmış konuşma arasındaki zıtlık
yer alır. Öyle veya böyle bu temel ayrım -olgusala karşı kurmaca
konuşma eylemi- kuramcılar nezdinde geniş kabul görür. Yeteri
kadar önem verilmeyen ise seçilim değeri göstergesi işlevinin ede
biyat sanatı eseri ile izleyicisi arasındaki ilişkiye ne kadar etki etti -
ğidir. Olgusal iletişimde hakikat önemlidir. Kurmacada ise bir
hikaye için isabetli ve hızlı bir zemin hazırlamak dışında önemli
değildir. Ama üçüncüsü, seçilim değeri göstergesi işlevi, nereye
gidersek gidelim kulağımıza her zaman önemli olan bir tür gerçe
ğin varlığını fısıldayan bir sestir: Gerçekleri anlatan veya hikaye
uyduranın aklı başındalığı, bilgisi, zekası, ciddiyeti ve liyakati hak
kındaki gerçek.
Bu görmezden gelemeyeceğimiz bir gerçektir. Kötü şiiri alıp
istesek de istemesek de yazarı ironi olması için bilerek kötü yapmış
diyerek iyiye çevirmemizin imkansız olmasının sebebi, seçilim
değerine göre yapılan değerlendirmedir. Bir edebi eserin en iyi
görüneceği yorumu bulmak eleştiri için genelde iyi bir yaklaşım
olsa da, eleştirmenler yine de bir tür gerçek yazar fikrine başvu
rurlar. Okurlar edebiyatta yazarların kendilerinin bile farkına var
madıkları anlamlar görebilirler ve bunları sıradan rastlantılar diye
bir kenara atmayıp yazarın daha geniş kapsamlı, anlam bütünlü-
202
ğüne sahip bir niyetine atfetmeleri makuldür. Ama bir yorum için
gösterilen kanıtlar yazarın aklına bile gelemeyecek anlamları ese
re yüklemeyi içeriyorsa (Akenside'ın "polimer" anlamına gelen
"plastik" kelimesi gibi) veya ironi diye nitelemek, düpedüz kifayet
siz olan bir çalışmayı alıp zekice bir sanat eserine çevirmek amacı
taşıyorsa, seçilim değeri işlevi farkındalığımız bir sınır çizmemizi
gerektirir. Böyle durumlarda yaratıcının yeteneğinin doğru bir
değerlendirmesi eserden "daha fazla zevk alma" yanılsamasından
daha anlamlı olacaktır. Bu yüzden yazarın niyetinin sorgulanması
bir yanılgı değildir. Evrimsel bakış açısına göre, konuşmada ve
yazıda görünür hale gelen potansiyel yetenek, ustalık, beceri veya
dehanın görmezden gelinmesi psikolojik olarak imkansızdır. Bir
tür yazar niyeti düşüncesi olmadan da buna erişilemez.
Yazma eyleminin seçilim değeri işlevi aynı zamanda "kabul
edilen yazar" ve "ima edilen yazar" şeklinde ifade edilen edebi
niyet kuramlarının neden başarısızlığa mahkum olduğunu da
açıklar. Örneğin, Alexander Nehamas metinlerin bir insan faktö
rünün ürünü olduğunu kabul eder ama sonra bu sözünden geri
adım atar gibi şöyle der: "Nasıl eser sahibi [author], metnin kur
maca anlatıcısıyla aynı kişi değilse, tarihsel yazarla da aynı değildir.
Eylemleri nedeniyle metnin niteliklerinden sorumlu olduğu kabul
edilen kişidir; bir karakter, doğruluğu geçici olarak varsayılmış bir
hipotezdir. Yorumlara rehberlik eder ve bu yorumların ışığında
şekillenir. Eser sahibi, yazarın aksine bir metnin etken sebebi değil,
deyim yerindeyse biçimsel sebebidir. Onda kendini gösterir ama
aynı şey değildir."5 Bu görüşte eser sahibi hayal gücü beğenimize
sunulan bir başka kurmaca karaktere dönüştürülerek maksatçılık
yanılgısına çözüm bulunmuştur.6
Ne yazık ki kabul edilen yazar kuramı edebi gerçeklik için
biraz fazla kurnazcadır. Seçilim değeri işlevi eşyanın tabiatı ge-
III
Han van Meegeren
1937 yılında Rotterdam'daki Boymans Müzesi 20. yüzyılın en
büyük sanatsal keşiflerinden biri olarak kabul ettiği bir şeyi sundu:
Johannes Vermeer'in erken dönem eseri Christ and the Disciples
at Emmaus [İsa ve Havariler Emmaus'ta] . Bu keşif hem uzmanları
hem de sıradan halkı şaşkına çevirdi. Görünüşe göre tablo, nesil
lerdir mülkiyetini elinde bulunduran İtalyan aile maddi sıkıntıya
düşüp satılığa çıkarınca keşfedilmişti. Hollanda resmi tarihinin o
zamanki en önde gelen uzmanı Profesör Abraham Bredius bu
keşiften çok etkilendi ve Vermeer'in belki de en muhteşem eseri
olduğunu söyledi. Büyük boyutta olması ve dini teması, Delftli
sanatçı için sıra dışı olsa da Bredius tablonun "her yönüyle tam bir
Vermeer" olduğunda ısrar etti. Resmin renklerinin "fevkalade
ışıklılık efektinden" söz ederken şöyle tarif etti: "Muhteşem ve
özgün: İsa harika bir mavi, yüzü çok az görünen soldaki havari hoş
bir gri, diğer havari de Dresden'deki meşhur Vermeer'in sarıları
içinde ama bu sarı öyle yumuşatılmış ki diğer renklerle mükemmel
derecede uyumlu:' Bredius eserdeki insan ifadesi duygusunu da
övdü: "Büyük Delftli Usta'nın başka hiçbir resminde böylesi bir
hissiyat, İncil'deki bir hikayenin böylesi derin bir anlayışını bula
mayız. Bu resim böylesi asil insani hissiyatın en ulu sanat yoluyla
ifade edilmesidir:'
204
Serginin ilk haftalarında yeni Vermeer kalabalıkları Boymans
Müzesine çekti. Bu kalabalığın içinde tabloya bakarak hayranlıktan
nefesi kesilen müze ziyaretçilerine meydan okumaktan hoşlandığı
görülen zayıf bir beyefendi de vardı. "Buna yarım milyon gulden
verdiklerine inanamıyorum" diyordu, "belli ki sahte:· Yorumlarının
yarattığı infial bu adamı, Han van Meegeren'i çok heyecanlandırmış
olmalıdır. Çünkü bir önceki yıl eski bir tualden pigmentler kazıyan,
1 7. yüzyıl boya formüllerini mükemmel biçimde tekrar eden ve İsa
ve Havariler Emmaus'ta'yı yaratan sahteci bizzat oydu. Van Mee
geren, sonraki birkaç yıl boyunca bir düzine kadar daha sahte
Vermeer yaptı ve bunları büyük meblağlara müzelere ve kişisel
koleksiyonlara satmaya devam etti. Ancak İkinci Dünya Savaşından
birkaç gün sonra nihayet tutuklandı. Ama tutuklanmasının sebebi
sahtecilik değil Hollanda milli servetini düşmana satmaktı çünkü
Vermeer'lerinden biri Reichsmarschall [Reich Mareşali] Hermann
Göring'in kişisel koleksiyonundan çıkmıştı.
Van Meegeren suçunu itiraf etti ve sahteleri bodrumdaki bir
depoya taşındı. Ama neden? İşte sanatta sahteciliğin temel sorunu
burada: Bir estetik nesne birçok insanda hayranlık uyandırmışsa,
binlerce sanatsevere memnuniyet yaşatmışsa ve sahte veya kopya
olduğu sonra açıklanmışsa neden reddedilsin ki? Sahte olduğunun
ortaya çıkması eserin algılanan niteliklerini değiştirmez: Emmaus'un
renkleri van Meegeren'in itirafından önce de sonra da aynı dere
cede "muhteşem" ve "ışıklıdır". Bir nesnenin orijinal veya sahte
olduğu bilgisi esasi estetik niteliklerine etki etmeyen, harici bir
bilgidir. Öyleyse bir orijinale büyük bir meblağ ödeyen ama oriji
nalinden ayırt edemeyeceği (bir Picasso dolmakalem çizimi gibi)
bir reprodüksiyonla hiç ilgilenmeyen ya da daha kötüsü estetik
olarak daha aşağıdaki bir orijinali, mükemmel veya daha üstün bir
sahteye (veya kopyaya) tercih eden kişi, Arthur Koestler'in bir
seferinde söylediği gibi, bir züppedir. İki estetik nesne arasındaki
ayrımı göremiyorsanız, bu teze göre aralarında hiçbir estetik fark
olamaz.
Sahtecilik problemine felsefecilerin çok ustaca yanıtları olmuş
tur. Örneğin, Nelson Goodman, bütün argümanın orijinal ile kop
ya veya sahte arasında ayırt edilebilir fark olmamasına
dayandırılmasını sorguladı. "Kime göre ayırt edilebilir?" diye sor
du. Amatör biri, Mana Lisa ile sözde tam kopyasını birbirinden
205
ayırt edemeyebilirken profesyonel bir küratör için aradaki fark çok
bariz olabilir. Küratör orijinal ile kopya arasındaki farkı göremese
de, bu ayırt edilebilir farkların hiç belirmeyeceği ve sonra sadece
küratörün değil uzman olmayan diğer insanların da gözüne batar
hale gelmeyeceği anlamına gelmez. İster orijinal ister kopya olsun,
bir sanat eserinin en dikkatli incelemesi bile, gelecekteki inceleme
lerin bugün fark etmediğimiz önemli bir şeyi gün ışığına çıkarma
sı ihtimalini ortadan kaldırmaz. Goodman, zamanla sanatsal
bilgiyle daha yetkin olan estetik algının keskinleşip olgunlaşabile
ceği düşüncesindedir. 7
Van Meegeren vakası, bir bakıma Goodman'ın yanıtını destek
ler. Emmaus'un ilk gösteriminde bile otantikliği konusunda soru
işaretleri belirmişti. New York'lu simsar Joseph Duveen'in bölge
deki temsilcisi işverenine tablonun "rezil bir kopya" olduğunu
bildirmişti. Duveen'in temsilcisi belki de, van Meegeren'in itirafın
dan sonra daha çok dikkat çeken bir niteliği fark etmişti: Tabloda
ki yüzlerde 1 7. yüzyıl portre sanatından ziyade siyah beyaz film
sahnelerini andıran fotoğrafsı bir hava vardır. Hatta yüzlerden biri
Greta Garbo'ya şaşırtıcı derecede benziyor. Bir yandan bu "modern''
havasının ilk baştaki izleyicisi nezdinde tabloya belli belirsiz bir
çekicilik kattığı neredeyse kesin. Diğer yandan aynı nitelik tıpkı
1 930'larda yapılmış bir filmin saç stilleri, makyaj, vücut hareket
leri ve dil ile zamanını ele vermesi gibi, tablonun yapıldığı dönemi
görünür hale getirir.
Goodman, sahtecilik olaylarının van Meegeren vakasıyla ala
kalı bir başka genel niteliğine daha işaret etmiştir. Eski bir sanat
çıya ait olup da yeni keşfedildiği öne sürülen her eserin
değerlendirilip otantikliğinin onaylanmasında, niteliklerinin o
sanatçının bilinen külliyatıyla ne kadar uyumlu olduğu da kısmen
etkili olacaktır. Ama yeni bir eser sanatçının külliyatına bir kere
7. Van Meegeren'in kariyeriyle ilgili açıklamalar için, bkz Werness ( 1 983), Wynne
(2006) ve Lopez (2008). Konuyla ilgili yakın zamanda yazılmış en iyi kitap Edward
Dolnick'tendir (2008). Bredius alıntısı Dutton ( 1983), s. 30-3 !Clen; varı Meegeren
alıntısı (tabii ki bir miktar da icadı) Wynne (2006), s. 1 64'tendir. Milis ve Mansfıeld
( 1 979) sahtecilik için güzel bir genel görünüm sunarlar. Van Meegeren olayı hakkın
da daha fazla bilgi ve birçok görsel için, bkz. [w/s meegeren Vermeer fakes] . Koestler
( 1 955) bu argümanın en erken versiyonunu ortaya koyar; takip eden yıllarda başka
mekanlarda görülmüştür. Nelson Goodman sahtecilik üzerine ilk kez The Langua
ges ofArt'ta ( 1 968) yazmıştır. Sahtecilik üzerine olan bölüm Duttonöa ( 1 983) anto
loji haline getirilmiştir.
206
eklendikten sonra sahte de olsa, daha sonraki keşiflerin değerlen
dirilirken karşılaştırılacağı Goodman'ın deyimiyle "emsal sınıfı"
eserlerden bir olur. Van Meegeren olayında Emmaus, bütün sah
telerin içinde otantik Vermeer'lerden müteşekkil emsal sınıfına
tarz olarak en yakın olanıydı. Bredius tarafından bir kez tasdik
edilip de B oymans Müzesinin duvarına asıldıktan sonra ceviz
kabuğuna benzer gözkapakları ve ağır, çökük gözler gibi biçemsel
nitelikleri Vermeer'in üslubunun kabul görmüş yönleri haline
geldi. Böylece van Meegeren'in sonraki sahtesi, orijinal Vermeer
emsal sınıfından daha da uzaklaşabildi. Van Meegeren sahteleri
üretmeye devam ettikçe "Vermeer üslubu" gittikçe daha da bozul
du. Öyle ki Göring'in sahip olduğu da dahil olmak üzere son
sahteler, Vermeer bir yana 17. yüzyılda üretilen herhangi bir şeyden
çok vasat Alman Dışavurumcu tablolarına benziyordu (Faaliyeti
nin büyük kısmı hakiki Vermeerlerin koruma amaçlı olarak depo
da tutulduğu ve karşılaştırmanın mümkün olmadığı İkinci Dünya
Savaşı sırasında gerçekleşmesi Van Meegeren'in işine gelmişti).
Sonuç olarak, tüm bu sahteler birbirlerine o kadar benzerler ve
hakiki Vermeerlerden üslup olarak o kadar farklıdırlar ki van Me
egeren itiraf etmemiş olsaydı bile eninde sonunda durumları mu
hakkak ortaya çıkacaktı.
Eric Hebborn
Van Meegeren'in ürünü olan sahteleri ayırt etmek o kadar ko
laydır ki, sahteciliğin sanat tarihi ve eksperliği için çok ciddi bir
sorun teşkil etmediği gibi yanlış bir izlenim edinmek mümkündür.
Eric Hebborn, Han van Meegerenöen çok daha zeki bir sahteciydi
ve sanat tarihine verdiği zararın bir kısmı muhtemelen asla telafi
edilemeyecektir. Hebborn, doğu Londralı bir ailenin çocuğu olarak
1934 yılında doğdu. Halen öğrenciyken Londra'da George Aczel
adında bir resim restoratörünün yanında çalışmaya başladı. Res
torasyon işi gelişti ve temizleyip rötuş yapmaktan çıktı. Kısa süre
sonra Hebborn artık eski resimlerin büyük büyük parçalarını tek
rar yapıyor, akıllıca "iyileştiriyordu". Önemsiz bir manzara resmi
gri gökyüzüne eklenen bir balonla, erken havacılık tarihinin önem
li (ve pahalı) bir kaydı haline geliyordu. Hebborn'un yazdığı gibi,
"ön plana eklenen bir kedi, en sıkıcı manzaranın bile satılmasını
garantiliyor... popüler imzalar geliyor, popüler olmayan imzalar
207
gidiyordu... Bozkırlarda gelincikler açıyordu:' Böyle "iyileştirilmiş"
resimler doğrudan altın çerçevelerle bir galerinin lüks ortamına
giriyor ve çoğu zaman Aczel'e %500 kar getirecek şekilde satılıyor
du.
Çok geçmeden Hebborn eski bir resimle başlamaya pek gerek
olmadığını fark etti. Yetenek, eski kağıtlar ve mürekkep yeterliydi
ve Hebborn da yetenek bolca vardı. British Museum, New York'taki
Pierpont Morgan Library, Washington'daki National Gallery ko
leksiyonlarında ve sayısız kişisel koleksiyonda sergilenen eserler
üretmeye başladı. Bunlar hafife alınacak şeyler değil, çoğunlukla
Sir Anthony Blunt gibi saygın sanat tarihçilerince tasdiklenmiş ve
Christie's, Sotheby's ve özellikle de Londra'daki saygın Colnaghi
galerisi aracılığıyla satılan Hebborn'un Eski Usta çizimleriydi.
Sahteci olarak kariyeri sonlandığında Hebborn, kendi hesabına
göre Castiglione, Mantegna, Rubens, Breughel, Van Dyck, Boucher,
Poussin, Ghisi, Tiepolo ve Piranesi gibi ellerden çıktığı sanılan
yaklaşık bin tane sahte resim üretmişti. Ama hepsi bu değil, hey
keller de olmuştu. Bir dizi "önemli" Augustus John'un yanında
Corot, Boldini ve hatta Hockney'e ait eserler de vardı. Bronz bir
Rönesans Narkissos'u Sir John Pope-Hennessy tarafından onay
lanmış ve bir "Pari Spinelli" çizimi Apollo'nun editörü Denys Sut
ton tarafından f l 4.000 karşılığında satın alınmıştı.
1978 yılında Colnaghi's, bir küratör bir Pierpont Morgan "Fran
cesco del Cossa"sının kağıt üzerinde Washington'daki National
Gallery'de bulunan bir "Savelli Sperandio" ile tıpatıp aynı olduğu
nu fark edince, yıllardır sahte resimler sattığını anladı. Bu çizim
lerin her ikisi de Hebborn'dan edinildiği için çizim kaynağı olarak
itibarı yerle bir oldu. Londra piyasası da Üstat çizimleri bakımından
geçici olarak aynı akıbete uğradı. Hebborn bu aşamada emekli
olmaya karar verebilir ya da en azından dikkat çekmemeyi tercih
edebilirdi. Ama onun yerine 1 978 ile 1988 arasında üretmeyi ba
şardığını söylediği beş yüz çizimle daha Eski Usta piyasasını taş
kına uğratacağına yemin etti. Bilinen ürünlerinin kalitesi ve
çeşitliliği göz önünde bulundurulduğunda bu iddiasını ciddiye
almamak pek mümkün olmaz.
Meegeren'in Vermeerlerinin aksine Hebborn'un sahtelerinin
birçoğu canlılığı ve zarafeti ile sizi cezbeder. Sadece basit görsel
nesneler olarak ele alacak olursak, bunlara bakması güzeldir. Onun
208
üretimi olan "Breughel"in Temples ofVenus and Diana'sı veya "Van
Dyck"ın Christ Crowned with Thorns'u, gerçek sanatçılarının hak
kını verir. Hebborn'un sahte Usta çizimlerinden yüzlercesinin özel
ve müze koleksiyonlarında yer aldığına şüphe yoktur. Gerçek sayı
kesin olmadığı gibi öngörülebilir gelecekte böyle kalması da kaçı
nılmazdır çünkü bu eserlerin sahiplerinin ellerindekinin Hebborn'un
ürünü olup olmadığını öğrenmek istemeleri için bir sebep yoktur.
Bu sevimli serseri 1 996 yılında Roma'da karanlık bir arka sokakta
kafasının arkasına aldığı bir çekiç darbesi sonucu öldü. Polis cina
yetin sorumlusu olarak kimseyi tutuklamayı başaramadı. Ama
muhteşem sahteleri hala yaşar.8
Joyce Hatta
Piyanist Joyce Hatto, 1 989 civarından itibaren yaklaşık on yedi
yıllık bir süre boyunca, çok başka bir türde ama güzelliği tartışma
sız sahteler üretti. 1 928 yılında doğan Hatto, Londralı müziksever
bir antika satıcısının kızıydı. İlk gençliğinde İkinci Dünya Savaşın
daki Alman bombardımanları sırasında, bombalar düştükçe piya
nonun altına saklanarak, durmadan alıştırma yaptı. Sonradan
iddia ettiğine göre besteciler Ralph Vaughan Williams, Benjamin
Britten ve Carl Orff'la tanışmış; Fransız virtüöz Alfred Cortot ile
Chopin çalışmış ve piyanist Clara Haskil'den tavsiyeler almıştı.
Arnold Bax, Symphonic Variations adlı eserini onun yorumundan
dinlemeyi tercih ediyordu. Hatto 1 950'lerden 1970'lere kadar biraz
Mozart ve Rachmaninoff ama daha çok geçim sağlama amaçlı
Cornish Rhapsody* ve Varşova Konçertosu gibi hafif müzikler olmak
üzere kayıtlar yaptı. Kariyeri zaten düşüşe geçmişti ki 1 970'lerin
başında, iddiasına göre, kansere yakalandı. Kayıt mühendisi olan
kocası William Barrington-Coupe ile birlikte, yanlarına bizzat
Rahmaninov'un Britanya'da savaş öncesi resitallerinde kullandığı
eski bir Steinway piyanoyu alarak, Cambridge yakınlarındaki bir
köye çekildi.
Sonra klasik müzik tarihinde o zamana dek görülmemiş tuhaf
lıkta bir gelişme yaşandı. Joyce Hatto, çekildiği köşesinde, kocası-
210
Simon'un bir kaydı olarak tanımlandı. O zamandan bu yana dün
yanın her yerinden profesyonel ses mühendisleri ve piyanoseverler
tarafından yapılan analizlerle 1 989'dan sonraki Joyce Hatto külli
yatının tamamının istisnasız başka piyanistlerin çoğunlukla genç,
az bilinen, güçlü sanatçıların CD'lerinden çalınmış olduğu kanıt
landı.
Joyce Hatto bir piyano sahtecisi değildi. Bir piyano performan
sının sahtesini üretmiş olması için Beethoven'ın Waldstein Sona
ta'sını kaydedip bütün dünyaya örneğin, William Kapell'in kayıp
kaydı diye kabul ettirmesi gerekirdi. Hatto bir intihalciydi. Başka
piyanistlerin işini çalıp kulağa daha da güzel gelsin diye zor kısım
ları hızlandırmak gibi birkaç elektronik değişiklik yaparak kendi
sininmiş gibi satıyordu. İntihalin herhangi bir kamusal sanatta
başarılı olması çok zordur çünkü er ya da geç herkese açık olan asıl
kaynak muhtemelen fark edilir (İntihal suçunun çoğunlukla ka
musal sanat alanında değil, daha özel alanlarda, yaygın olarak
öğrenciler tarafından hocalarına karşı işlenmesinin sebebi budur).
Bugünden geriye doğru bakınca van Meegeren'in Vermeerleri
ni öven eleştirmenler saf gibi görünür. Aynı şey Hatto'nun, CD
kataloğunun daha az bilinen kıyı köşelerinden cımbızlanıp çıka
rılmış performanslarıyla kendinden geçen eleştirmenler için söy
lenemez. Ciddi bir utanç yaşayanlar yalnızca orijinal performansın
kendisini hiç heyecanla karşılamayıp, aynı kaydı yıllardır kanserle
mücadele eden yetmiş beş yaşındaki bir kadın yapmış diye dinle
diklerinde nasıl öveceklerini bilemeyen az sayıdaki dergi eleştir
meniydi. Ama bu bakımdan bu sanatkarlığın heyecanlandırdığı
her dinleyici yaşlı bir piyanistin hayatının son yıllarında böylesi
baş döndürücü bir virtüözlük ortaya koyması gibi cazip bir düşün
ceden etkilenmiş, hatta bazılarına göre enayi yerine konmuştu. Ben
kendimi de buna dahil ediyorum çünkü ölümünden önce bir rad
yo belgeseli dinlemiş, Liszt ve Schubert kayıtlarını o yaştaki bir
kadına göre müthiş bulmuştum. 9
9. Hatto olayının bütününü bugüne kadar en iyi anlatan Mark Singer'ın New Yorker
makalesidir (2007), bkz. [w/s mark singer Joyce hatto]. Bu tartışmada New York Ti
mes için yazdığım kendi yazımdan (2007) faydalandım. Andrys Basten kapsamlı bir
web bibliyografyası üretmiştir [w/s hatto hoax log]. Bu olay hakkındaki hala anlatıla
gelen en olmadık hikaye Hatto'nun, daha öncesinde sahtecilik sebebiyle hapis yatmış
olan kayıt mühendisi kocası William Barrington-Coupe'un, bu sahte kayıtları hasta
karısına duyduğu aşktan ötürü yaptığı şeklindedir. Şimdi karısının olup bitenden ha
berinin olmadığını ve bu CD'leri gerçekten kendisinin yaptığını düşündüğünü iddia
211
IV
Goodman'ın sahtecilik sorununa yaklaşımı, tarihsel olarak sah
telere ve kopyalara gösterilen tepkinin psikolojik dinamiklerine ışık
tutar ama en başta neden sahtelere karşı olduğumuzu tam olarak
açıklamaz. Müzikolog Leonard Meyer, bu soruya kolaylıkla top
lumsal inşacı olarak değerlendirilebilecek bir yanıt verir. Meyer'e
göre sahteyi değerlendirmekte kullandığımız estetik ölçütleri diğer
kültürel norm ve ölçütlerden ayırabildiğimizi düşünebiliriz ama bu
bir yanılgıdır. Aslında estetik ve kültürel dünyalarımızı birbirinden
ayırmak imkansızdır. Öyleyse bir eserin sahte olup olmaması önem
li değildir diye ısrar etmek tam bir saflıktır. Böyle yapmak kültürel
mirasa ve kültürümüzün orijinalliğe verdiği değere sırtımızı dönmek
anlamına gelir. Herhangi bir insan ürününü anlamak, Meyer'e göre
"nasıl varlık bulduğunu anlamak ve... eğer geçmişe dair bir vakaysa ...
tarihte gerçekleştiği şekliyle sonuçlarının farkında olmak" demek
tir. ıo Kendi ifadesiyle, nasıl hava boşluğunda nefes alamıyorsak
artık algının bu önkabullerinden sıyrılamayız.
Meyer'in konumu doğruysa, başka bir kültürde van Meegeren
gibi birisinin en az Vermeer kadar iyi bir sanatçı olarak övgüyle
karşılanabileceği anlamı çıkar. Biz van Megeeren'in sahteleri hak
kında ne düşünürsek düşünelim, en azından ilkesel olarak bu var
sayılabilir. Eric Hebborn'un daha iyi sahtelerine karşı prensipte
hiçbir estetik itirazın olamayacağı sonucuna kesinlikle ulaşılır. Sa
dece hukuki bir itiraz olabilir. Hatto'ya gelince, eğer piyanonun iyi
çalınmasından hoşlanıyorsanız onun kayıtları en az başkalarınınki
kadar iyidir. Hatta gerçekten de başkalarının ama %20'ye varan
oranlarda hızlandırılarak daha da iyi ustalık göstergeleri haline
getirilmiş kayıtlarıdır.
213
v
214
de mavi tonlarında olması gerektiğini bilmek de konuyla ilgilidir.
Sıcak ve soğuk renklerin yan yana getirilmesi gerekliliği elbise ile
pelerin arasında bir uyum yaratmakta bazı zorluklara sebep ol
muştur. Bu zorluklar karşısında Ghirlandaio pelerinin boyutlarını
küçültüp gri katarak tonunu düşürebilir, Perugino pelerini Bakire'nin
dizlerinin üzerinde resmedip kırmızı ve sarı çizgili yeşil bir şalı
kompozisyona hakim kılabilir, Filippo Lippi elbiseyi tamamen
pelerinin altında bırakmakla yetinebilir. Sonuç olarak ortaya çıkan
düzenlemenin memnuniyet verici olduğunu söylersek hata yapmış
olmayız. Ama bu sanat eserlerini daha eksiksiz anlayıp haklarını
vermek için bu memnuniyet verici uyumun bir probleme, gelene
ğin sanatçıdan talep ettiği bir şeye karşılık olduğunu fark etmek
gerekecektir.
Bir sanatsal performansın başarılı olup olmadığını bilebilmemiz
için, o performansın bağlamında neyin başarılı sayıldığını bilme
miz gerekir. Müzik eleştirmenleri bir piyanistin tonunu, ifadesini,
temposunu, isabetliliğini ve notayı devam ettirme veya zirveye
çıkarmaktaki hünerini göz önünde bulundururlar. Hız ve ihtişam
önemli noktalar olabilir ama bu en hızlı performansın en iyisi
olacağı anlamına gelmez. Ama değerlendirilen bu noktaların ar
dında dile getirilmeyen bir varsayım yatar: Bu sesleri bir kişinin
on parmağı tek başına üretmektedir. Bir virtüözün ışıl ışıl parılda
yan yağmur damlaları gibi akan notalarla yarattığı heyecan, bu
düşünceyle bağlantılıdır. Aynı duyusal deneyim, elektronik olarak
üretildiğinde kesinlikle aynı baş döndürücü etkiyi yaratamaz. Ses
birleştiricileri (synthesizer) piyanistlerin aksine tek tek notaları
istediğiniz hızda üretebilirler. Bir virtüöze duyulan hayranlığın
içinde bu performansın insani bir başarı olarak anlamı da bulunur.
Sanatta sahtecilik ve diğer tür hilekarlıklar, performansın doğasını
ve dolayısıyla başarıyı olduğundan farklı gösterirler.
Tabii ki teknolojiler değişir ve performansın bir türü, başka bir
şeye dönüşebilir. Örneğin, gün gelir, elektronik olarak üretilmiş
prestissimolar makbul görülüp piyano performansı kayıtlarında
kullanımları başarı sayılabilir. O gün geldiğinde artık "Bu kısmı çok
güzel çalmadı mı?" değil, "Sony'nin tempo mühendisliği harika
değil mi?" gibi şeyler diyeceğiz. Kayıtlarda mühendislerin isimle
rine yer verilmesini bekleyebiliriz ama sanatçının ürettiği sesleri
aslına sadık olarak tekrar ürettikleri için değil, geçmişte perfor-
215
mansçıların yaptığı gibi sesi değiştirdikleri için. Götterdiimmerung'u
farklı günlerde ayrı ayrı seanslarla kaydetmenin nasıl sakıncası
yoksa buna karşı çıkmak için de makul bir sebep yoktur. Ama sonuç
olarak ortaya çıkan kayıtta, bir canlı performansta mümkün ola
mayacak şekilde gücünü eserin başından sonuna koruyan sesler
bulunacağını biliriz. Aynı şekilde manipüle edilen piyano kaydının
piyanistle mühendisin işbirliğinin bir ürünü olduğunu ve insanın
sinir ve kas yapısının tek başına asla üretemeyeceği, klavye boyun -
ca uzanan çift oktavlar içerebileceğinin de farkında olmamız gere
kir. Böyle bir müzik dünyası elbette güzel seslerle dolu olabilir ama
artık heyecan verici klavye virtüözlüğünün dünyası olmayacaktır.
VI
Sahte piyano kaydı örneği çarpıcı bir psikolojik etkiyi çok güzel
tasvir eder: Muhteşem bir virtüöz sanılanın, aslında bir düğmeyi
sağa sola çeviren bir mühendis olduğunu keşfetmenin yarattığı
şok, gururun kırılması ve ihanet hissini. Estetik kuramı bu tür
estetik sezgilerin eleştirel söylem için ne anlama geldiğinin izini
sürebilir ama böyle bir girişim genellikle bu sezgilerin kaynağı
hakkında hiçbir şey söylemez. Bunun için sanat eserlerine duydu
ğumuz, evrim sonucu oluşmuş ilgi ve duygulara bakmalıyız. Mak
satçılık yanılgısında olduğu gibi sahtecilik paradoksları da sanat
eserlerinin birbirleriyle çelişen adaptif işlevlerinin ürünüdür. Bir
yandan sanat eserini tarafsız ve ayrıştırılmış bir şekilde, hayal gücü
düzeyinde haz veren bir nesne olarak tasavvur etmek gibi doğuştan
gelen bir güdümüz vardır. Ama diğer taraftan bu birinci yönüyle
çelişen biçimde sanat eserleri birer beceri teşhiri, Darwinci seçilim
değeri sınamalarıdır ve cinsel seçilimle ortaya çıkmış, doğuştan
gelen bir bilgi sistemine bağımlıdırlar.
Tooby ve Cosmides'in daha yakın zamanda tanımladığı sanatın
ayrıştırılmış işleviyle paralellikler taşıyan Kantçı tarafsız tefekkür
duruşu, estetik deneyimi hayal gücü sahnesinin dışına çıkmayan
ve pratik amaç ve araçlarla ilişkisiz bir şey olarak ele alır. Bu açıdan
bakıldığında yağmur gibi akan notalar bir piyanist tarafından mı
yoksa bilgisayar marifetiyle mi üretilmiş fark etmez, aynı derecede
güzel ve heyecan verici olacaktır. Bir resmin 1 7. yüzyılda porsuk
kılı fırçayla ya da 20. yüzyılda havalı boya tabancasıyla üretilmiş
olması önemli değildir. Önemli olan o yumuşak renk geçişinin
216
göze nasıl göründüğüdür. Gördüğümüz muazzam kalabalığın
filmin o sahnesi için işe alınmış beş bin figüran mı yoksa bilgisa
yarda üretilmiş, piksellerden oluşan insan görünümlü şekiller mi
olduğunun konuyla alakası yoktur. Tarafsız, ayrıştırılmış bakış
açısından göründüğü şekliyle, bir şeyin nasıl üretilmiş olduğu,
yarattığı estetik etkiyi değiştirmez.1 1
İlginçtir ki bizzat Kant, b u duruşun nihai olarak sürdürülebilir
olmadığını düşünmüştür. Yargı Yetisinin Eleştirisi'nin başında sa
natın bağımsız ve tarafsız tefekküre tabi olması gerektiğini öne
sürmesine rağmen, daha sonra bağımlı güzellikle özgür dediği
güzellik arasında bir ayrım yaparak bu düşünceyi terk eder. Çiçek
gibi doğaya ait güzellikler özgür güzelliklerdir ve kendi tabiriyle
"herhangi bir bağlamın yokluğunda'' ne olmaları gerektiğine dair
bir kavram olmaksızın beğenilirler. Sanat eserleri ise bağımlı gü
zelliklerdir. Örneğin, bir kilisenin güzelliği, saygın bir tapınma
mekanı olarak kilise amacına uygun olmasına bağlıdır. Bir yazlık
eve veya bir cephaneliğe benzeyen bir kilisenin asla tam olarak
güzel olamayacağını söyler.
Kant, aynı kitapta daha da sonra doğanın güzelliğini bile tec
rübe etmek için ne algılamakta olduğumuzu isabetli bir şekilde
anlamamız gerektiğini öne sürer. Şehir dışında bir hanın veranda
sında oturmuş "ayın yumuşak ışığında sessiz bir yaz akşamının"
tadını çıkaran ziyaretçileri düşünmemizi ister. Bir bülbül olsa man
zara mükemmel olacaktır. Ama çevrede hiç bülbül olmadığı için
hancı bir elinde düdük olan bir çocuğa para verir ve çalılıkların
arasına saklanıp kuşu taklit etmesini söyler. Bu oyunu fark eden
hiç kimse Kant'a göre "daha önce o kadar hoş bulduğu şarkıyı
dinlemeye dayanamaz". Ormanın içinden geçen bir yolu kenarlar
daki çalıların arasına yapay çiçekler sokuşturarak veya ağaçların
dallarına "çok güzel oyulmuş ahşap kuşlar" yerleştirerek güzelleş
tirmeye çalışırsak da aynı şeyin olacağını söyler. Doğanın güzelli
ğinin doğrudan karşılık bulabilmesi için hakikaten doğal olması
gerektiğinde ısrar eder.
Kant, sanat performansının kazanım bakımından isabetli bir
şekilde temsil edilmesi zorunluluğunu, güzel sanatlar diye tabir
1 1 . Bkz. Tooby ve Cosmides (200 1 ) . Özgür ve bağımlı güzellik Kant ( 1 987), kısım
1 6'da tartışılır. Han misafirlerinin memnuniyeti için bülbülü taklit eden çocuk örne
ği kısım 42'de bulunabilir. Özgür ve bağımlı güzellik üzerine kendi düşüncelerim
Dutton'da ( 1 994) ve ayrıca interııette [w/s dutton kant free beauty) yer alır.
217
ettiği alanı kapsayacak şekilde açmaz. Ama hem bağımlı hem de
doğal güzellik karşısındaki tutumunun sahte, kopya, yanlış isimle
sunulan veya intihal ürünü sanat eserleri veya sanatsal performans
lar konusunda ne anlama geleceği gayet açıktır. Kant'ın sanat nes
nelerine yönelik genel duruşu tarafsız tefekkür olabilir. Ama o bile
bir nesnenin kökeninin, yani yapay olup olmamasının veya varlık
amacının, yaratacağı estetik algı için hayati derecede önem arz
edebileceğini kabullenmek durumundadır. Kantçı duruşun man
tığının, sanat eserlerinin yaratılmalarına müdahil olmuş nitelikle
ri düşündüren birer beceri teşhiri olduğu iddiasına kapı araladığı
bile söylenebilir.
VII
Pleistosen dönemden bile önce, birçok hayvan gibi ön insan
atalarımız da, potansiyel eşlerini seçerken seçilim değeri sınama
larından yeterliliklerini kanıtlayarak hatta daha da iyisini yaparak
geçmelerini sağlayacak becerilerini göz önünde bulundurmuş ol
malıdırlar. Cinsel seçilimci bakış açısı, seçilim değeri sınamaların
da performansın, kur yapma bağlamlarında ortaya çıkmış ancak
nihayetinde yaygınlaşarak insanın toplumsal yaşamının tamamına
sirayet etmiş olabileceği şeklindedir. Daha kısa ifade etmek gere
kirse, seçilim değeri teşhirleri modern insanlar için sadece çiftleş
mekle ilgili değil, daha geniş anlamda insani başarı algımıza
işlemiştir. Bunun ötesinde, kur yapma amaçlı olsun olmasın, üye
lerinden birinin becerisini teşhirine kıymet veren herhangi bir
insan grubunda gözle görülür adaptif avantajlarının olması gayet
muhtemeldir. Bu durum Hatto vakası gibi bir şeyde, hayatı boyun
ca yalnızca ortalama bir başarıya ulaşabilmişken yetmişlerinde
mucizevi bir şekilde muhteşemlik seviyesine çıkan bir piyanistten
neden bu kadar etkilendiğimizi açıklamaya yardımcı olur. Mesele
sadece Hatto'nun mükemmellik seviyesine çıkmış teknik mahare
ti değil, "kendi" yorumlarını ulaştırdığı müzikal uzmanlık algısıy
dı. Sahtekarlık olmasaydı, hayret verici bir başarı olurdu.
Ama bir yandan da önce hayret, ardından öfke ve ihanet hissi
müzik veya resimle sınırlı duygular değildir. Birinin New York
Maratonunu kazandığını veya sırıkla atlama dünya rekorunu kır
dığını izlemek gözlerinizi yaşartabilir. Sonra kazanan kişinin met -
roya binip kestirmeden gittiği veya mekanik hileli bir sırık
218
kullandığı ortaya çıktığında atlet sadece bir oyunda hile yapmış
olmaz, izleyiciler olarak bizler de aldatılmış hissederiz. Bu psiko
lojik etkinin anahtarı, şimdi eminim ki evrim ürünü bir duygudur.
Bu uzun zamandır herkesin farkında olduğu ama birçok kuram
cının sadece kültürel veya geleneksel olduğunu varsaydığı bir duy
gudur. Bunu tarif etmek için tek bir kelime yoktur ama hayret,
hayranlık, hürmet ve coşkunluk duygularını içerir.
Duygusal yaşamın kültür üstü bir analizini yapmak kolay de
ğildir. Bu yüzden çoğu psikolog Paul Eckman'ın temel listesine
yakın kalmayı tercih eder. Bu listedeki duyguların çok net evrimsel
kökenleri vardır ve bazı durumlarda diğer hayvanlarla paylaşılırlar:
Mutluluk, sürpriz, öfke, üzüntü, korku ve iğrenme veya aşağılama.
Avrupa dillerinde ismi sayılabilecek diğer duygular birbirleriyle
yakından ilişkilendirilebilir ve bu yüzden bazı kültürel bağlamlar
da ayırt edilemez hale gelirler. Bunlara örnek olarak imrenme ve
kıskançlık veya suçluluk ve utanç gösterilebilir. Bunların ötesinde
Virginia Üniversitesi'nden Jonathan Haidt, çalışma arkadaşlarıyla
birlikte, doğuştan gelen tepkiler olarak kabul ettiği karmaşık bir
evrensel duygular grubu tanımlamıştır. Bunların korku veya öfke
kadar eski olmasa da insan toplumsallığına işlemiş adaptasyonlar
olduğunu varsayar. Bunlara "başkasını öven" duygular adını verir.
Böyle temel duyguların 12 neşe ve merak veya eğlence kaynaklı haz
gibi belirli bir yerdeki tezahürleri değil, başlı başına indirgenemez
bir insan duygusu ailesidir. Bu duyguların Darwinci estetikte çok
derin bir yerinin olduğunu ekleyebilirim. Başkalarının eylemleri
için duyulan minnettarlık, başka birinin mükemmelliğine, özellik
le de teşhir edilen becerilere duyulan hayranlık ve Haidt'in coşkun
luk dediği yükseltilmiş bir duyarlılık örnek olarak gösterilebilir.
Haidt, psikologların aşağılama veya iğrenme gibi "başkasını
eleştirme" duygularını ve kendini övme (gurur, kendi kendini
tatmin etme) veya kendini eleştirme ( mahcubiyet, utanç) gibi
duyguları incelediğini ama çok az çalışmanın başkasını öven duy
gulara odaklandığı gözlemini yapar. Minnettarlık üzerine yapılan
çalışmalar ekonomik takas bağlamında gerçekleşmişken, hayran
lık üzerine literatürün varlığından bile neredeyse söz edilemez.
Bizzat Darwin, hayranlığı bir duygu olarak tanımlamıştır: "Biraz
12. Temel duygular listesi Ekman'dadır (2003). Jonathan Haidt'ın ayrı, tanımlanabi
lir duygular olarak hayranlık ve coşkunluk üzerine önemli çalışması için, bkz. Algoe
ve Haidt (2008).
219
memnuniyet ve onay hissiyle ilişkilendirilmiş sürpriz:' Haidt bunu,
"ahlak kategorisi dışındaki mükemmeliyete" gösterilen memnuni
yet verici bir tepki olarak görür. Gösterdiği deneysel kanıtlar birçok
insanın sezgisel olarak tahmin edeceği sonucu destekler: Hayran
lık hissi insanları kendilerini geliştirme veya hayranlık duyulan
kişiye benzemeye çalışma yönünde motive eder. Ama bu deneysel
sonuç bir yana, hayranlık aynı zamanda toplumsal yaşantının bir
adaptasyonu olarak psikolojimize derinden işlediğini tahmin ede
bileceğimiz belirgin bir zevk hissidir.
İnsan beceri teşhirleriyle ilgili üç olguyu bir araya getirirsek,
bunları bir tahminde bulunmak için kullanabiliriz. Bu olgular:
220
Ancak spor ve atletizm analojisi, sanat sahteciliğine ancak sı
nırlı düzeyde uygulanabilir. Spor yıldızlarının fiziksel başarılarının
büyük kısmı, tek boyutludur ve tek bir ölçüte göre değerlendirilir
ler. Bir sprinterin veya haltercinin Olimpiyat altın madalyasını
zarafetle mi kaba hareketlerle mi kazandığına hiç kimse bakmaz.
Aynı şekilde futbol taraftarları da her ne şekilde olursa olsun ta
kımlarının Dünya Kupasını kazanmasını ister. Çirkin bir galibiyet,
ne kadar cesurca veya şık olursa olsun herhangi bir mağlubiyete
tercih edilir.
Kuşkusuz sanat eserleri tarafsız tefekküre müsait güzel şeylerdir.
Ancak onlara sadece bu şekilde yaklaşmak saflık olur çünkü sanat
eserleri aynı zamanda başka bir insanın zihnine açılan pencereler
dir. Mathew Brady'ye ait bir Lincoln fotoğrafını dokunaklı buluruz
çünkü büyük ve talihsiz bir adamın hüzünlü ve bilgelik dolu göz
lerinin içine bakmamıza olanak tanır. Ama Rembrandt'ın yaptığı
oğlu Titus'un veya annesinin İncil okuduğu portreleri bambaşka
bir deneyim sunar. Bunlara bakınca sadece küçük çocuğu ya da
yaşlı kadını görmeyiz. Daha ziyade, bu tablolar bizi Rembrandt'ın
zihnine götürür. Baba ve oğul olarak sanatının nesnelerine duydu
ğu sevgiyi ifade ederek gözler önüne sererler. Resim tarihi Avrupa
Alplerinin bir zamanlar nasıl göründüğünün, 1 5. yüzyılda insan
ların nasıl giyindiğinin ya da yaz güneşinin Languedoc'taki bir
çayırı nasıl kurutabildiğinin tarihi değildir. Sayısız insanın dünya
yı nasıl görmüş olduğunun tarihidir. Yaratıcı sanatlar bize insan
ların ruhlarının içine bakmak ve dolayısıyla kendi görüş açımızı
ve anlayışımızı geliştirmek için bitip tükenmez seçenekler sunar.
Bu bakımdan Han van Megeeren'in kendisini en az Vermeer kadar
büyük bir ressam gibi görmekten kaynaklanan kibri yersizdir. Bu
iddia sadece teknik beceri olarak açıkça absürd olmasaydı bile
(gerçekten de absürd olduğunu kayda geçelim), bizim Vermeer'e
duyduğumuz ilginin ardında bu Hollandalı dahinin 1 7. yüzyılda
ki dünyasını ve içindeki insanları nasıl gördüğünü bilmek isteme
miz yatar. Eric Hebborn, kabul edilebilir bir Rembrandt, Titus'u
yapabilirdi ama bu asla Rembrandt'ın oğluna bakarken hissettiği
sevgiyi taşıyamazdı. Yalnızca kurnaz bir suçlunun bizi Rembrandt'ın
küçük oğlunu böyle gördüğüne ikna etme girişimi olurdu.
Sahtecilik olayları çoğu zaman küratörlerin ve eleştirmenlerin
budalalığı yanında zengin insanların yaşadığı parasal talihsizlikler
221
olduğu için, bunları sanat tarihinin eğlenceli yan gösterileri olarak
görüp geçmek kolaydır. Ancak sahteciliğe itirazlarımızı Darwinci
köklerine kadar takip etmek, konuyu farklı bir açıdan görmemize
neden olur. Sanattaki anlamı başka bir insan ruhuyla en derin
seviyedeki birliktelik olan hakikilik, evrimimiz gereği edebiyatta,
müzikte, resimde ve diğer sanatlarda aramanın kaderimiz olduğu
bir şeydir. Bu birliktelik hissi ruhu canlandırır ve coşturur. Bu
kadim ideale açıklık getiren kurama öncülük edenin büyük bir
sanat tarihçisi değil de, güvercin üretme, midye ve Galapagos
Adalarındaki ispinoz kuşlarının uzmanı bir 19. yüzyıl doğabilim
cisi olması ne garip. Sanat eserlerinin dokunduğu en derin bazı
özlem ve ihtiyaçları bize anlatan evrimdir.
VIII
2004 yılında Britanya'nın en prestijli çağdaş sanat ödülü olan
Turner Ödülü 13 öncesinde sponsor Gordon's Gin sanat dünyasının
en güçlü beş yüz kişisiyle bir anket gerçekleştirdi. Önde gelen ga
lericiler, eleştirmenler, sanatçılar ve küratörlere yirmi adaydan
oluşan bir liste içerisinden 20. yüzyılın en etkili sanat eserinin
hangisi olduğu konusundaki düşünceleri soruldu. Oylar tabloya
döküldüğünde ikinci sırada Picasso'nun Avignonlu Kızları vardı.
Üçüncü olarak Andy Warhol'un Marilyn Diptych, dördüncü
Picasso'nun Guernica ve beşinci sırada Matisse'in Kırmızı Stüdyo'su
yer almıştı. Devamında Joseph Beuys, Constantin Brancusi, Jack
son Pollock, Donald Judd ve Henry Moore'un çalışmaları geliyor
du. Oyların %64'ünü alarak açık arayla kazanan, sanat eseri olarak
statüsü halc1 tartışmalı olan ve sanatçının kız kardeşi uzun zaman
önce çöpe attığı için artık var olmayan bir çalışmaydı: Marcel
Duchamp'ın 1 9 1 7'deki sergide sunduğu erkek pisuarı, Çeşme.
Gordon's Gin "halkın ilham ve yaratıcı süreci daha iyi anlama
sına yardımcı olmak için anahtar sanat eserlerini belirlemek ama
cıyla'' uzmanlarla bu anketi gerçekleştirmişti. Bu yüzden şirket
olaya açıklık getirmesi için eski Tate küratörü Siman Wilson'ı gö
revlendirdi. Onun açıkladığı gibi "Herhangi bir şeyden sanat ya
pılabileceği" şeklindeki Duchampçı düşünce nihayet yükselişe
13. 2004 Turner Ödülü hakkında bilgi için [w/s turner prize 2004 gordon's most influ
ential]. Duchamp ve Çeşme incelemesi için, bkz. Humble ( 1982); Brough ( 1 99 1 ) ; Dan
to (1981). Rubin ( 1984) Duchamp ve modernizınin genel bir tarihini sunar.
222
geçmişti. Ve üstelik bu sadece biçimsel özelliklerle değil aynı za
manda bir pisuar kullanmanın yarattığı "rahatsızlık" yoluyla bur
juva sanata meydan okumakla ilgiliydi. Ankete katılanlar arasında
oylarını Çeşme yönünde kullananların özellikle sanatçılar olduğu
na dikkat çekti: "Sanki 'Zırvalamayı kesin' diyen yeni bir nesil var
artık. Duchamp modern sanatın önünü açtı:'
Eğer Gordon's Gin'in bu yaptığının amacı yaratıcı sürecin daha
iyi anlaşılmasıyla görünen o ki başarısız olmuş. CNN haberi düz
gün yapamadı ve hatalı bir şekilde uzmanların Çeşme'yi "dünyanın
en iyi sanat eseri" seçtiğini söyledi. BBC'nin İnternet sitesini ziya
ret edenler, tahmin edersiniz ki sanat uzmanlarının seçimine şid
detle itiraz ederek "Bu bir hakaret!" "Gösteriş meraklısı aptallar!",
"Leonardo da Vinci gibi gerçek sanatçılar bunu görse mezarların
da ters dönerler" yazdılar. Okurlardan biri "Bu insanlar kendi
seçkinci, tepeden bakan yollarından giderler, toplum kendi yolun
dan" yazmıştı. Başka bir tanesi "Nihayet, hakkındaki fikrimi ken
disine aktarabileceğim bir sanat eseri" diyordu.
Bu yorumlara ve Simon Wilson'ın yorumlarına bakacak olsanız,
Duchamp Çeşme'yi sanat dünyasına seksen yedi yıl önce sunmamış
da sanki daha yeni çıkarmış diye düşünebilirsiniz. Çeşme,
Duchamp'ın "hazır nesneler" dediği, endüstriyel veya tüketici kul
lanımına yönelik olarak üretilmiş ama dünyaya sanat eseri olarak
sunulan sanat türünün ilk örneği değildi. Dikkate değer tablosu
Merdivenden İnen Çıplak ile önemli bir modernist sanatçı olarak
zaten kendini kanıtlamış olan D uchamp, yeni ve bambaşka bir
fikre geçiş yaptı: Sanat göze değil sadece ve sadece zihne hitap eden
bir ifade biçimi olabilirdi. Bu yönde, kendi deyimiyle "retina sana
tından" uzaklaşarak saf fikirlere doğru hareket ettiği ilk deneyi
Bisiklet Tekerleği olmuştu (Çeşme gibi, 1 9 1 3 tarihli bu eser de kay
bedilmiş ancak yıllar sonra Duchamp, MoMA için bu eseri tekrar
yapmıştır). Bu çalışma, ahşap bir tabureye monte edilmiş çatal
üzerinde dönen bir bisiklet tekerleğidir. Önceden üretilmiş parça
ların sanatçı tarafından birleştirilmesiyle oluşturulduğu için Duc
hamp, birçok insanın artık ilk önemli hareketli heykel örneği
olarak kabul ettiği bu eseri "yardımlı hazır nesne" diye tanımla
mıştır. Ardından hazır nesnelere çok iyi örnek olabilecek iki eser
daha geldi: Yine kardeşinin çöpe attığı, galvaniz bir şişe kurutma
rafı olan Şişe Rafı ( 19 14) ve bir hırdavatçıdan satın alınıp imzalanan
223
kar küreği, Kırık Koldan Önce ( 1 9 1 5) (Bu ikincisinin orijinal ver
siyonu sonradan kayboldu) . Duchamp daha sonra Tarak'ı ortaya
çıkardı. Bu da düz, ağır bir köpek tımarlama tarağıydı ve üzerinde
münasip bir Dadacı yazı yazıyordu: "Bir iki damla yüceliğin yaba
nilikle ilgisi yoktur:'
Ve nihayet en bednam eserini, birçok insanın gözünde çarpıcı
bir çirkinliği olan bir şeyi üretti: Brooklyn'deki J.L. Mott Iran Works
mağazasından satın aldığı bir porselen pisuar. Kenarına "R. Mutt
1 9 1 7" yazarak, kurucusu olduğu Bağımsız Sanatçılar Topluluğu'nun
sergisine soktu. Çalışma sergi tarafından reddedilince Duchamp
topluluktan ayrıldı. Orijinal parça kayıp olsa da, Alfred Stieglitz'in
meşhur fotoğrafıyla kayıt altına alınmıştır. Ayrıca D uchamp
1 950'lerde pisuarlar satın alarak imzalı baskılar hazırlarcasına
Üzerlerine 1 9 1 ?'deki aynı ismi yazmış, böylece çalışmayı "yeniden
yaratmıştır". Duchamp daha sonra Çeşme için şöyle yazmıştır:
"Beğeniyle alakalı bir deney yapma fikrinden çıktı: Beğenilme
şansı en az olan nesneyi seç. Bir pisuar -bir pisuarın harikulade
olduğunu kimse pek düşünmez-. Uzak durulacak tehlike estetik
olarak hoşlanmada gizlidir:'
Hem Merdivenden İnen Çıplak hem de daha sonraki karışık
medya çalışması Bekarları Tarafından Çırılçıplak Soyulan Gelin,
Eşit, Duchamp'ın tamamen geleneksel anlamda sıra dışı yeteneğe
sahip bir sanatçı olduğunu gösterir. Ama yaratıcılıkta oradan ora
ya sıçrayan zihni aynı zamanda bir matematikçinin, üst seviye bir
satranç oyuncusunun, teorisyenin ve nüktedanın zihniydi. Resim
yapmakla tatmin olamamıştı ve ötesine geçmenin, estetik tarihin
de çok önemli bir yer tutan "el marifetini" devre dışı bırakmanın
yollarını arıyordu. Bu noktaya 1 9 1 3 yılında kendi kendine sordu
ğu bir soru sebebiyle gelmişti: "Aslına eser olmayan sanat eserleri
yapılabilir mi?"
Bu soru bir grup meseleyi gündeme getirdi. Bir hazır nesne14
söz konusu olduğunda sanatçı gerçekte çok az şey yaptığına belki
de hiçbir şey yapmadığına göre "yapmak" fiili ne anlama gelebilir?
(Arthur Danto'nun hazır nesnelerin "sıradan olanın başkalaşımı"
şeklindeki görüşüne yanıt olarak John Brough'ya göre tesisat mal
zemesi üreticisinden bir pisuar satın alıp bir galeride sergilemenin
14. Türkçede "hazır nesne" olarak kullanılan "readymade" terimini kelimesi kelime
sine çevirecek olursak "hazır yapım" veya "önceden yapılmış" diyebiliriz.
224
başkalaşımla alakası yoktur; buna sıradan olanın taşınması den
mesi daha doğru olur.) Belki Duchamp'ın sorusu sanatçının, aynı
zamanda sanat eserinin statüsünü reddeden bir sanat eseri yapma
sı ihtimaliyle ilgilidir. Böyle bir eser, izleyicisini "Hayır, hayır, bu
bir sanat eseri olamaz" demek durumunda bırakır. İzleyicisini
afallatıp, sinirlendirme amacı taşıyan böyle bir nesne bir tür anti
sanat olacak, P.N Humble'ın tarifiyle "öncelikli olarak estetik ta
savvuru ödüllendirme niyetiyle yaratılmış bir şeyin antitezidir".
Antisanat, Humble'a göre "bizim şeyleri sanat olarak sınıflandır
makta kullandığımız ölçütlere uymayan, uyması mümkün olmayan
bir şey üretme niyetinin yansıması ve vücut bulmuş halidir".
Bu Çeşme için mükemmel bir tanımdır ama yine de 20. yüzyı
lın son otuz yılında felsefi estetik bu nesne için antisanat değil
sanat olarak gerekçelendirmenin yollarını aradı. Yani bu durumda
Çeşme bir sanat eseri midir? Birçok sanat entelektüeli bu soruya
evet, kesinlikle öyledir diye cevap verecektir. Daha küçük bir grup
kuramcı, sanat olmadığını söyleyecektir. Bu soruya açıklık getir
menin bir yolu Çeşme'yi 3. bölümde önerilen küme ölçütlerini
kullanarak tahlil etmektir.
1. Doğrudan haz. Sanat nesnesi "kendisi içindir" denirken kas
tedildiği gibi kendi başına, deneyime dayalı dolaysız hazzın kayna
ğı olarak değerlidir. Bu bakımdan Duchamp, en azından 1 9 1 7'deki
ilk izleyicisi tarafından, algılanmasıyla dolaylı veya doğrudan hiç
bir zevk vermeyecek bir nesneyi özellikle seçmiştir. Çeşme nahoş
bir tesisat parçasıdır. Diğer yandan Dadacı bir hareket olarak büyük
bir zevk kaynağı olabilir. Sağladığı zevk bir sanat nesnesi olarak
sergilenmesine bağlıdır ve tıpkı bir şaka, sanatsal bir fıkra gibi,
bağlam ve niyetin bilinmesini gerektirir. Pisuar Brooklyn'deki J.L.
Mott şirketinde bu tür bir zevk vermiyordu çünkü orada sadece
dükkanda satılan bir üründü.
2. Beceri ve ustalık. Nesnenin yapımı uzmanlaşılmış becerilerin
gösterilmesini ve uygulanmasını gerektirir. Beceri gösterimi sanatın
en derinden etkileyici ve haz verici yönlerinden biridit: Yine Çeşme,
sanatın beceri gerektirdiği fikrine doğrudan bir saldırıdır. Bir ha
zır nesne söz konusu olduğunda, beceri başkasının, bu durumda
dökümhane işçilerinin becerisidir. Ancak yine de beceri Duchamp'ın
hazır nesnelerinde önemini korumaya devam eder. Bugün "bunu
benim çocuğum da yapar" tayfası galerilerde muhafaza edilmiş bir
225
köpekbalığı, toplanmamış bir yatak artık neyse, bir hazır nesneyle
karşılaşıp da üretiminde gerekli olan beceriyi küçümserler. Küra
törlerin buna yanıtı çoğu zaman şöyle olur: Sanatçının becerisini
hangi sıra dışı ama minimal eylemin sofistike bir sanat dünyası
izleyici kitlesi tarafından hayranlıkla karşılanacağını bilmektir;
senin çocuğun bunu bilmiyor ki! Dadacı bir hareket olarak bu
bakımdan Çeşme sadece beceri değil deha göstergesi olarak değer
lendirilmelidir.
3. Üslup. Sanat eserleri biçime, kompozisyona ve ifadeye yön
veren, fark edilebilir üsluplar dahilinde yapılırlar. Üslup sanatçıya,
üzerinde yenilikler ve anlamlı sürprizler yaratabileceği sabit, öngö
rülebilir, "normal" bir arka plan sağlar. Bir kez daha Çeşme,
Bauhaus'un kendini Viktorya dönemi süslemelerinin karşısına
konumlandırması gibi belirli herhangi bir üsluba değil aslında
tümden üslup fikrine itiraz eder. Çeşme, Tarak ve Kırık Koldan
Önce bulabileceğiniz en işlevsel nesnelerdir. Bazıları beyaz porse
lenin banyo malzemeleri için bir tarz olduğunu düşünebilir ama
yüzeyin özelliklerini anlarsak birincil amacının hijyenik işlev (ya
pışmayan, kolay temizlenebilen) olduğu görülür. Bu durumda
nesne üsluptan mahrumdur. Taraklar ve saç fırçaların genellikle
stilize sapları olur ama Duchamp muhtemelen hiçbir üslup belir
tisi taşımadığı için Tarak olarak pratik amaçlı bir köpek tarağını
seçmiştir.
4. Yenilik ve yaratıcılık. Sanat yeniliği, yaratıcılığı, orij inalliği ve
izleyicisini şaşırtabilmesiyle değerlidir. Bunda hem sanatın dikkat
yakalama işlevi hem de sanatçının daha az sarsıcı olan, mecrasının
veya konusunun daha derinlerdeki ihtimallerini ke�fetme yetisi var
dır. Bu bakımdan Çeşme harika bir nesnedir. O kadar şaşırtıcıdır
ki bir avangard sergiden geri çevrilmiştir. Neredeyse yüz yıl sonra
hala tekrar tekrar keşfediliyor ve yepyeniymiş gibi karşılanıyor
olması nasıl bir vizyon ürünü olduğunu gösterir. Sanki Duchamp
önünde uzanan modernizm tarihini görmüş, oyunun iyice ilerile
rindeki hamleleri kavrayabilen bir satranç oyuncusu gibi son ham
leyi yapıvermiştir. Kaideye yerleştirilmiş bir pisuar: Şah mat!
5. Eleştiri. Nerede sanatsal biçimler bulunuyorsa, yanlarında bir
tür eleştirel yargılama ve beğeni dili vardır. Bir sanat nesnesi tara
fından üretilen söylemin miktarı sanatlık için tek ölçüt olsaydı, o
zaman Çeşme en yüksek dereceyle geçerdi. Ama şu da var: Diğer
226
sanat eserlerinin aksine Çeşme'yi konu edinen söylemin doğrudan
algılanabilir nitelikleriyle neredeyse hiç alakası yoktur. Parıldayan
beyaz yüzeyin sevgi dolu betimlemeleri gibi nesnenin biçimiyle
ilgili hiçbir şey duymayız. Çeşme'nin Avignon'lu Kızlardan farkı,
sanatçının gözünde nasıl göründüğünün hiç önemli olmamasıdır.
Aynı şekilde, doğrudan bir işçilik de olmadığı için sanatçılar ara
sında duymaya alışık olduğumuz türden iş konuşmalarına da konu
olmayacaktır (Hazır nesne sanatçılarının birbirlerine hırdavat
dükkanlarındaki kampanyaları ya da kar küreklerindeki seri sonu
bahar indirimlerini anlattıklarını pek düşünmeyiz). Çeşme elbette
ki eleştirmenler, küratörler, sanatçılar ve kuramcılarla yapılan "en
etkili" anketini kazanacaktı çünkü neredeyse yüz yıldır devam eden
sonu gelmez bir tartışma başlatmıştır.
6. Temsil. Heykeller, resimler ve kurmaca anlatılar da dahil olmak
üzere sanat nesneleri, dünyanın gerçek ve hayal ürünü deneyimle
rini temsil veya taklit ederler. Düz Aristotelesçi anlamıyla sıradan
temsilin Çeşme'd e bulunmadığı açıktır. Andy Warhol'un Brillo
kutuları ve Campbell's Çorba konserveleri gibi yakın akrabaları
sembolik okumalara açıkken Duchamp'ın hazır nesneleri buna bile
direnir. Warhol, tüketim toplumu ve ekonomisi hakkında dolaylı
yorumlar yapıyordu ve çalışmaları taklit üzerine olmasalar da
sembolik olarak değerlendirilebilirler. Çeşme farklıdır. İdrar veya
modern toplumda tesisatın metalaştırılmasıyla ilgili değildir. Çir
kinlik hakkında bile değildir. Sanat dünyasının ve sanata tapınma
nın Dadacı eleştirisinin tam merkezinde yer alır. Ancak bu anlam
dolaylıdır (bazıları buna "metaanlam" diyebilir). Warhol'un popü
ler markaların tüketim ürünlerinin kopyalarını üreterek teşvik
ettiği gibi nesneye bakmak suretiyle buradaki anlama ulaşılamaz.
7. Özel odak. Sanat eserleri ve sanatsal performanslar çoğu zaman
sıradan yaşantıda açılmış parantezlerdir, farklı ve dramatik bir de
neyim odağı haline getirilmişlerdir. Çeşme'nin bir sanat sergisinde
bir kaidenin üzerinde gösterilmesi hazır nesne fikrinin merkezin
de yer alır. Kesinlikle özel olmayan bir nesne isim verilerek, sanat
çı tarafından imzalanarak veya üzerine şiir yazılarak özel hale
getirilmiş, sonra da bir galeride teşhire konmuştur. Bu Duchamp'ın
ve Dada'nın sanat tarihine yaptığı en kayda değer katkıdır. Sonra
dan gelen kavramsal sanatçılar, fikri geliştirmeye çalıştılarsa da bu
kadar başarılı olamamışlardır. Örneğin, 1 968 yılında sanatçının
227
dairesindeki halının üzerindeki kahve lekesini bir sanat eserine
dönüştürmeye çalışmışlardır. Ama halı artık var olmadığı için
üzerindeki leke bir altın çerçevenin veya spot ışıkları altındaki
kaidenin yaptığı gibi özel kılınamaz.
8. Bireysellik ifadesi. Tam olarak elde edilse de edilmese de, sanat
pratiklerinde bireysel kişiliği ifade etme potansiyeli çoğu zaman üstü
örtülü bir şekilde bulunur. Sanat eseri diye çıkarıp bir pisuar koy
masından bahsediyorsak, Çeşme nin sanatçının bireyselliğini ifade
'
228
Finnegans Wake gibi büyük, karmaşık eserlerin bulmacalarından
farklı bir şekilde yapar. Çeşme'nin düşünsel meydan okumaları
tamamen kendisinin dışındadır. Bir tesisat malzemesi olarak ken
di özellikleri hakkında değil, bir sanat eseri olarak konumu hak
kındadır. Bu nesne hayal gücünün sınırlarını zorlar, hatta
kendisini aşarak felsefe ve sanat tarihine doğru uzanır.
1 1 . Sanat gelenekleri ve kurumları. Küçük çaplı sözlü kültürlerde
de yazılı medeniyetlerde de sanat nesneleri ve performansları üretilir
ve bu ürünlere kendi sanatlarının tarihi ve geleneği dahilinde belli bir
derecede önem atfedilir. Bu özellik kurumsal diye tabir edilen sanat
teorisinin temelini tek başına teşkil eder. Bu kurama göre bir nesne
bir kez bu ölçütü karşıladıktan sonra diğerlerine lüzum kalmaz.
Kurumsal olarak onaylanması, kesinlikle her şeyin (bazı versiyon
larına göre her yapay olgunun) bir sanat eseri olması için yeterlidir.
Bu kitapta genel olarak savunulan karşıt görüşe göre ise listedeki
diğer on bir özelliğin tamamını veya tamamına yakınını taşıyan bir
yapay olgunun sanat eseri olabilmesi için bu madde şart değildir.
Sadece bu özelliğin yokluğu sebebiyle bir nesnenin sanat eseri ol
madığı söylenemez (Bazı kabile sanatları ve münzevi sanatçı Henry
Darger'ın resimli anlatıları gibi ham sanatı* ürünleri böyle nesne
lere örnek gösterilebilir). Çeşme ve diğer hazır nesnelerin bu ölçütün
önemini ortaya koyan şeyler olduğu her şekilde apaçık ortadadır. 1 5
Hatta kurumsal teori en başta böyle şeylerin hazır nesneler olarak
adlandırılarak tartışmaların sonlandırılması amacıyla formüle edil
miştir. Tek başına kullanıldığında bu ölçüt sanatı saf kurumsal bir
yapıya dönüştürür.
12. Hayal gücü deneyimi. Sanat nesneleri özünde hem üretici
hem de izleyici için hayali bir deneyim sağlar. Sanat bir yap-inan
dünyasında, hayal gücü sahnesinde gerçekleşir. Çeşme, D uchamp'ın
niyeti doğrultusunda, pek de hayal gücü nesnesi sayılmaz. Kaide
nin üstünde, sanat galerisine yerleştirilmesi hayal gücüne hitap
edeceği izlenimini verir ama nesnenin kendisi bu beklentiyi boşa
çıkarır. Tesisatçılık hakkında, idrar yapmak hakkında ya da genel
olarak herhangi bir insani mesele hakkında yaratıcı veya teatral bir
• Fransızca art brut terimi İngilizceye outsider art olarak çevrilmiş. Türkçede "ham
sanat" olarak kullanılıyor. (ç.n.)
15. Duchamp'ın Tarak hakkındaki sözleri Humble ( 1 982) tarafından alıntılanmıştır.
Henry Darger hakkında bilgi internette oldukça dağınık bir şekilde bulunabilir [ w/s
henry darger].
229
düzeyde değildir. Hayal gücünü ölü halde bırakmak ve böylece
derin düşünceyi kışkırtarak bir sanat eserinin ne olduğuna dair
canlı bir tartışma başlatmayı amaçlar. Yıllardır birçok kuramcı
karşıt fikirlerin dile getirilmesinden edinilen zevki sanatın verdiği
zevkle karıştırmış, bu yüzden Çeşme'nin bu son ölçütü karşıladığı
düşüncesine varmıştır. Eğer haklı olsalardı o zaman estetik kuram
üzerine yazılmış tartışma yaratan her kitap bir sanat eseri olurdu.
Arthur Danto bile, hazır nesnelerin sanat olarak konumunu
savunurken Mott/Mutt pisuarının sanatsal değeri hakkında sıkın
tısını ifade eder: "Çeşme her sanatseverin beğenisine uygun değil
dir. İtiraf edeyim, felsefi olarak ne kadar hayranlık duysam da bana
verilecek olsaydı hemen gidip herhangi bir Chardin veya Morandi'yle
hatta sanat piyasasının abartılarını göz önünde bulundurursak
Loire vadisinde orta halli bir şatoyla değiştirmeye bakardım:' Ama
Çeşme zaten hiçbir sanatseverin beğenisine hitap etmemesi özellik
le istenmiş felsefi bir hareketti. Bu yüzden Danto da onu çekici
bulmadığı için utanç duymamalıdır. Bir tür olarak hazır nesnelerin
kökenleri Duchamp'ın kendisine de sorulduğunda "Lütfen, bundan
bir sanat eseri çıksın istemediğimi bilin" 16 cevabını verir. " 1 9 1 5
yılında özellikle Birleşik Devletlerde, üzerine yazı yazdığım başka
nesneler yaptım, kar küreği gibi ... 'hazır nesne' ifadesi o zaman
üzerine yapıştı. Sanat eseri olmayan, taslak olmayan ve hiçbir sanat
teriminin uymadığı bu şeyler için mükemmel duruyordu. Bu yüz
den bunları yapmak içimden geldi:' Bu sözleri alıntılayan felsefeci
John Brough, artık Duchamp'ın dediğine inanmamızın zamanı
gelmedi mi diye sorar.
Küme ölçüt listesindeki maddelerin sayı olarak hesaplanmasına
bakacak olursak bu sorunun cevabı net bir biçimde "Evet, Çeşme
bir sanat eseridir" olur. Sanat kuramcıları ve sanat tarihçileri de
nesillerdir bu konuda hemfikirdirler. Öte yandan, Duchamp'ın
hazır nesneleri hararetli bir tartışmanın fitilini yakar çünkü sanat
için kullandığımız evrimsel tepki sistemimize derinden ve etkili
bir biçimde meydan okur. Duygu, bireysellik, beceri, güzellik ne
rededir? Duchamp sadece kültürün değil sanatın adaptif yapısının
da karşısına dikilmiştir. Ama işte bir kaidenin üzerinde duran,
hiçbir özelliği olmayan bu şey, olağanüstü bir dikkatin nesnesi
haline gelmiştir. Bu sanat olabilir mi? Tabii ki olamaz. Ama öyle
• Ufuk açıcı diye aktarabileceğimiz seminal sıfatı İngilizcede aynı zamanda sperm
içeren, spermle ilgili anlamına geliyor. (ç.n.)
232
Bölüm 9
Estetik Değerlerin Olumsallığı
234
20. yüzyılda birçok kültür ve sanat kuramcısı önceki dönemle
rin kültürel görecelilik fikirlerini genişleterek her şeyi kapsayan bir
toplumsal inşacılık haline getirdiler. Genel görüşe göre sanatsal
anlamlarımızın ve değer biçmelerimizin sadece bir kısmı değil
tamamı tarihin ve kültürün kazalarından gelişigüzel türüyordu.
Normal bir kültür kuramcısı için görünüm şu hale geldi: Şüphesiz
bedenin biyolojik yapısı -kan hücreleri, organları, kas yapısı- DNA
ve RNA tarafından belirleniyordu. Darwin ve biyologların hakkı
o kadar veriliyordu. Ancak kültür tamamen farklıydı. Boş bir zi
hinsel levhaya işlenen özgür yaratıcılık alemiydi. Kültür insani
bilimlerin rakipsiz hakim olduğu, biyolojinin dokunmadığı bir
alandı. Stephen Jay Gould gibi kendini adamış bir Darwinci bile
kültürel yaşamın tarihten türediğini ve tarihöncesi adaptasyonlar
yoluyla anlaşılamayacağını söyledi. Bu nispeten serbest bir kültür
üreticisi olarak boş levha zihin tanımı, böylece Darwinci evrime
biyolojinin tamamını ve belki algısal psikolojinin basit bilmecele
rini bırakırken insani bilimlerle anlam, duygu ve estetik deneyimi
kendine saklamış oldu.
Düşünsel tarihin bu şekilde gerçekleşmesinin sebebi biraz da
kültür ve anlama boş levha yaklaşımının modernist ideolojinin
önemli yönleriyle mükemmel bir uyum içinde olmasıdır. Geçtiği
miz yüzyılın başlarından itibaren, modernist ressamlar, yazarlar,
besteciler ve sanat kuramcıları, izleyicinin direnç göstermesinin
yaratıcı uğraşın ne kadar önemli olduğuna işaret ettiğini düşünerek
kendilerini avuttular. Modernistler, geriye dönüp 1 9. yüzyıla bak
tılar ve burjuva dinleyicilerin Beethoven'ı çirkin ve uyumsuz, Ma
net ve Baudlelaire'i yakışıksız, Wagner'i saçma, Flaubert'i itici
bulduğunu ama zamanla dehalarını takdir etmeye başladıklarını
gördüler. Hatta avangard sanatın bütün büyük örnekleri halkın
geneli anlayana kadar reddedilmişti. Bahar Ayini nin prömiyerinin
'
235
bulunabileceğini, her deneyimden estetik haz duyulmasının "öğ
retilebileceğini" iddia ettiler. Bu gerçek bir kere anlaşıldıktan son
ra, Ingres, Mozart veya Jane Austen'dan nasıl tat alıyorsak hep
beraberce resimde saf soyutçuluğun, atonal müziğin, şiirde rast
gele kelimelerin sıralanmasının, Finnegans Wake in ve hazır nes
'
II
Kültürel değerlerimizin tesadüfi olumsallığını kabullenmekte
hiç zorluk çekmeyiz. Birkaç rastgele örnek vermek gerekirse me
sela Yunanlar Maraton muharebesinde yenilseydi, İskenderiye
Kütüphanesi yakılmasaydı, Amerika kolonilerinin resmi dili olarak
236
Almanca kabul edilseydi (neredeyse oluyordu), Shakespeare ço
cukken ölseydi, Schubert yetmiş yaşına kadar yaşasaydı veya Hit
ler Sovyetler Birliği yerine Britanya'yı işgal etseydi hayatlarımız
veya kültürlerimiz ne kadar farklı olurdu bir düşünün. İnsan tari
hi ve kültürü bilinen bilinmeyen sayısız kazaya veya karara tabidir.
Öyleyse insan tarihinde kaçınılmazlığa çok az yer kaldığı söylene
bilir.
Eğer insan tarihinde kader olacak herhangi bir şey varsa sebe
bi genetikle belirlenmiş değişmeyen insan doğasının sürekliliğinin
etkisidir. Eğer bu farklı olmuş olsaydı, örneğin, insan toplumsallı
ğı farklı şekillerde gelişmiş olsaydı, o zaman tarih hayal edemeye
ceğimiz yönlere gidebilirdi. Darwin'e kadar, çoğu düşünür insan
doğasını Tanrı vergisi ve sabit olarak ele alıyordu. Darwin, insan
doğasının da bir tarihi, daha doğrusu bir tarihöncesi olduğunu
gösterdi. İnsan doğasının da tarihsel kazalara ve şans eseri etkilere
tabi olduğunu ama bunların ancak varsayımlarda baştan inşa edi
lebilecek kadar uzak bir geçmişte kaldığını açıkladı. İnsan vücu
dunun birçok özelliği evrimin rastgele yan yollara sapmasının
sonucudur. İnsan elinin ileri bakan dört parmak ve karşı duran
başparmaklı yapısının izini önceki türlerde geriye doğru takip
edebiliriz. Yani beş parmak artı bir başparmak veya Mickey Mou
se gibi üç artı bir başparmak sahibi olmamız imkansız değildi.
Evrimsel geçmişimizin karanlığında bir yol ayrımında, bizi bugün
sahip olduğumuz ele taşıyan öncül bir tür vardır. Ama her şey
başka türlü de olabilirdi. Aynısı sanat içgüdüsü de dahil olmak
üzere psikolojik insan doğasını teşkil eden içgüdüler için de geçer
lidir.
Sanat içgüdüsünü anlamak ve genel özelliklerinin muhtemel
işlevlerini çözümleyebilmek için tarihöncesindeki olumsallığını
da anlamamız, yani gizemlerini, hakkında bilebileceklerimizin
sınırlarını anlamamız gerekir. Bu amaçla iki türlü algısal deneyimi,
koku ve notalı sesi, potansiyel sanat biçimi olarak sundukları açı
sından karşılaştıracağım. Bu tartışma evrimsel estetiğin iki önem
li özelliğini gösterecektir. Birincisi insanın her duyu organının
gelişmiş bir sanat biçimine temel sağlayamayabileceği, ikincisi de
yüksek sanat olacak kadar gelişmiş bazı duyusal deneyimleri neden
belki de asla bilemeyeceğimizdir.
237
Koku
Sanat felsefecileri Larry Shiner ve Yulia Kriskovets, koku alma
duyusuna dayalı sanatın, sanat kuramcıları tarafından hiç adil
olamayan bir şekilde görmezden gelindiğini ama koku sanatının
"emekleme çağında'' olduğunu ve sanatın geleceğinde kendine
sağlam bir yer edineceğini öne sürdüler. Eğer bu fikir size şaşırtıcı
geliyorsa Shiner ve Kriskovets bu şaşkınlığı "daha aşağı olduğu
düşünülen koku, tat ve dokunma duyularına karşı beslenen ve bu
duyuların estetik düşünce için uygunluğunun reddine yol açan eski
bir felsefi önyargının sonucu" olarak değerlendirirler. 1 Modern
zamanlarda da bu önyargı devam eder. Platon ve Aristoteles'ten bu
yana felsefeciler kokuyu "itibar, düşünsel güç ve zarafet bakımından
görme ve duyma yetisinden aşağıda konumlandırmıştır'� İnsanın
hayvani doğasına en yakın duyusu olması sebebiyle, geleneksel
olarak ciddi estetik ve sanatsal değerlendirmenin dışında tutul
muştur.
Peki, ama Shiner ve Kriskovets'in ortaya koyduğu gibi bir sa
natsal araç olarak ciddiye almamızı engelleyen "kokuya karşı bir
önyargı" var mıdır? Kültüre genel olarak baktığımda sadece bir
duyu olarak kokuya karşı bir önyargı görmekte zorlanıyorum.
Parfüm yaygın bir şekilde reklamı yapılan ve satılan bir üründür.
Gazete ve dergilerin yemek sayfaları yemeklerin ve şarapların
aromalarını anlata anlata bitiremez. Araba üreticileri sattıkları yeni
araçların aynen galerideki gibi kokmasına dikkat ederler. Hatta otel
zincirleri, lobi ve koridorlarına hoş ama tuhaf bir farklılığı olan
kokular sıkarak düzenli müşterilerinin koku duyularıyla bağlantı
lı anılarını harekete geçirmeyi amaçlarlar. Eczanelerde ve market
lerde günlük yaşamdaki kimi kokuları vurgulamak, kimilerini
ortadan kaldırmak veya yenilerini eklemek için devasa bir ulusla
rarası araştırma ve üretim endüstrisinin ürünü olan sayısız sprey
ve karışım satılır.
Dahası insanın koku duyusu oldukça keskin ve ayırt edicidir.
İnsanların binlerce farklı koku molekülünü tanıyabildiği söylenir
ki bu burnun farklı duyusal verileri birbirinden ayırt etmekte en
az göz veya kulak kadar başarılı olduğu anlamına gelir.2 Bazı
1 . Bkz. Shiner ve Kriskovets (2007). Yiyecekle ve dolayısıyla kokuyla ilgili son zaman
lardaki felsefi açıklamalar arasında Korsmeyer ( 1 999) ve Telfer ( 1 996) da bulunur.
2. 30.000 rakamı normal bir insan burnunun ayırt edebileceği tekil kokular için tah
mini bir sayı olarak telaffuz edilir. Doğru olduğu kabul edilegelmiş bu bilginin izini
238
meyvelerden veya çiçeklerden, özellikle de insanların koku duyu
suna hitap etmek üzere evcilleştirilmiş kültür bitkilerinden yayı
lanlar gibi kokular doğal olarak insanlara hoş gelir. Shiner ve
Kriskovets "kokunun tamamen duyusal olan, bilişsellikten uzak
karakteri': sanat kuramı bağlamında düşünülmesine engel olmuş
tur diye düşünür ama bu doğru olamaz. Tersine, insanlar için tek
bir kokuda, tek bir renk veya sesten bekleyebileceğinizden çok daha
fazla bilişsel veri potansiyeli vardır. Kokular kızaran etin çekici
aroması, cinsellik içeren feromonların gizli çekiciliği, bebeklerin
tuhaf bir hoşluğu olan kokusu veya bozulmuş yiyeceklerin mide
bulandırıcı kokusu gibi önemli bilişsel sinyaller olarak işlev görür
ler. Koku alma duyusu insan beyninde diğer memelilerdeki sevi
yelere gelecek kadar gelişmemiş (bizim kırk bin koku
reseptörümüze karşılık bloodhound ırkı köpeklerin iki milyar adet
vardır) ve gerçekten de ön insan atalarımızın beyinleri büyüyüp
bize dili kazandırınca insanın koku duyusu körelmiş olabilir. Yine
de, koku duyusu insan yaşamında bugün hala önemini korumak
tadır.
Geleneksel olarak tarih boyunca ve kuşkusuz tarihöncesinde de
görme ve işitme duyularına, insanın hayatta kalma araçları olarak
koku duyusundan çok daha fazla önem atfedilmiş olması yersiz
değildir. İki ayak üzerinde yürüyen avcı-toplayıcı atalarımızın
savanada uzakları gözleyerek av hayvanlarını veya yırtıcıları ara
dığını ya da geceleyin ormanda ayak altında çıtırdayan kuru dal
lara kulak kesildiğini hayal edebiliriz. Bunlar gözlerin ve kulakların
sağkalım değerini gösterir. Burun da bilgi ve dolayısıyla sağkalım
değeri sağlamış ama bu aynı düzeyde olmamıştır. Bugün hala bazen
"anladım" yerine "gördüm'' kullanırız ve bilgi ile ilgili kelime da
ğarcığı ışık ve görüş içeren benzetmelerle doludur. Diğer yandan
"duydum" daha çok ikinci el bir bilgi iması içerirken "kokladım''
gibi bir kullanıma bilgiyle ilgili kelimeler arasında, şüphe veya
hafif bir ironi kastedildiği zamanlar dışında ("Burnuma kötü ko
kular geliyor") neredeyse hiç rastlanmaz. Renkler ve seslerin aksi-
süren Avery Gilbert sayesinde, aslında kaynağı belirsiz bir söylenti olduğu ortaya
çıktı. Hiçbir araştırmacı binlerce kokuyu bir araya getirip bunları bir insan denek
havuzuna uygulamaya çalışmamıştır. Bkz. Gilbert (2008), s. 1 -5. Gilbert, Mike Todd
Jön Smell-0-Vision'ıyla doruğa ulaşan, sinema filmlerine koku öğesi katma giri
şimlerinin tarihini anlatır. Koku aslında ilk kez 1 906 yılında, Pasadena Tournament
of Roses Parade ile ilgili bir haber filmine eşlik eden gül kokusuyla filmle tanıştırıl
mıştır; bkz. Gilbert (2008), s. 1 47-69.
239
ne kokular büyük oranda çekicilik ve iticilik etrafında şekillenir.
Tek tek kokular, "ağız sulandırıcı" veya "seksi" veya "iğrenç" ola
bilirler. Tek tek renklerin veya seslerin böyle bir özelliği yoktur.
Özellikle sırf sağkalım söz konusu olduğunda tiksintiyle ilişkili
olan kokular büyük ihtimalle evrimde en önemli olanlardır. Afri
ka sırtlanı veya diğer leş yiyen memelilerin aksine insan sindirim
sistemi çürümüş etle birlikte gelen bakterilerin yarattığı tehlike
lerle başa çıkacak şekilde evrilmemiştir. Bu yüzden çürük ete gös
terilecek aşırı ters tepki hayati öneme sahip bir evrimsel sağkalım
aracıdır.
Bununla beraber, koku alma duyusunun hayati önemini, fark
lı kokuları birbirinden ayırabilme yeteneğini ve birçok kokunun
kendi başına da güzel olduğunu göz önünde bulundurursak, ko
kunun büyük bir sanat geleneği için araç haline gelmiş olması
gerekirdi diye düşünebiliriz. Üç büyüklerle, yani görsel sanatlar,
dil sanatları ve müzik ile dansla eşdeğer bir sanat biçimi haline
gelecek kadar gelişmesini beklerdik. Bunun gerçekleşmemiş olma
sı aslında her felsefeciye şaşırtıcı ve mantığa aykırı gelmelidir ama
ilginçtir ki çok az bilimsel veya felsefi yoruma konu olmuştur. Bu
konu üzerine kayda değer bir deneme Monroe Beardsley'nin Aest
hetics: Problems in the Philosophy of Criticism [Estetik: Eleştiri
Felsefesindeki Sorunlar] adlı kitabındaki bir paragrafta bulunabi
lir.3 Beardsley, bir sanatsal araç olarak kokunun asıl probleminin
müzikal tonların aksine "kendi içlerindeki ilişkiler" yoluyla sıra
lanamamalarıdır. Müzikal perdelerde bir nota her zaman bir diğe
rinden aşağıda veya yukarıdadır. Gamlara ve oktavlara ayrılabilir,
yükseklik ve süreklilik bakımından sıraya konarak düzenlenebi
lirler. Koku bu tür bir rasyonel düzenlemeye izin vermez. Beardsley
"tuşlarına bastıkça havaya parfüm veya brendi kokusu, yeni biçil
miş ot veya balkabağı turtası aroması yayan bir org" düşünmemi
zi ister. Böyle bir enstrüman nasıl yapılabilir diye de sorar.
3. Beardsley ( 1 958), s. 99. Robert Parker'ın burnu efsanedir. Bkz. Willam Lange
wiesche'nin klasik Atlantic Monthly yazısı [w/s robert parker million dolar nose].
Sibley'nin koku açıklaması için bkz. Sibley (200 1 ) .
240
daha hoştur. Ama göründüğü kadarıyla bu duyusal alanlar içerisinde
denge, zirve, gelişme veya örüntü sahibi estetik nesneler inşa edebilecek
kadar yeterli bir düzen yoktur. Tat senfonileri ve koku sonatları olmama
sının sebebi budur, koku ve tat alma duyusunun görme ve işitmeye kı
yasla "aşağı duyular" olması değildir.
241
bir hayali deneyimi nasıl ortaya çıkardıklarını anlayabilirsiniz. Eğer
bu unsurlar bir şiirin veya müzikal eserin başlangıcıysa birbirlerin
den ayrı olacaklar ama tek tek taşıdıklarından daha anlamlı bir
hayal gücü deneyiminde birleşeceklerdir. Öyleyse hayal gücünüze
bir sanat eseri olarak sunulmuş, birbirini takip eden elli farklı ko
kudan oluşan bir deneyim hayal edin. Bunlar tek başlarına aroma
lar veya karışımlar olabilir. Kelimelerin semantik alanlarının aksine
kokular birbirini bozduğu için, deneyime dayalı ayrımlar yapmak
gerçekten çok zor olacaktır. Kırk birinci, kırk ikinci kokulara geldi
ğinizde yedinci, sekizinci ve dokuzuncu dizilimleri hatırlayabilir
miydiniz? İnsan zihni bu farklı deneyimleri tarafsız tefekküre mü
sait hayali bir bütüne yerleştirmek üzere eğitilebilir mi?
Bu imkansız görünüyor. Kokuya dayalı bilgileri işleme şeklimiz
notaların, kelimelerin hatta belirli sanatsal bağlamlarda renklerin
bile anlamlarını işleyişimizden farkı şekilde evrilmiştir. Profesyo
nel parfümcülerin normal algıyı aşacak ayrımlar yapabildiğinin ve
şarap uzmanı Robert Parker'ınki gibi böyle olağanüstü bir burun
ve koku hafızasına sahip olmanın insan için mümkün olduğunun
farkındayım. Kokunun çok kuvvetli bir şekilde anıları canlandıra
bileceğini de kabul ediyorum. Sadece Marcel Proust değil, nere
deyse herkesin zihni çocukluk anılarına taşıyacak yiyecekler ve
aromalar bilir. Ancak bir sanat eserini hayal gücüne sunmak ve
zihinde tekrar canlandırmak için gerekli olan bu yoğun ve müthiş
özellik değildir. Kelimeler ve tonların bir şekilde zihinde, aroma
larınsa bedende olduğunu bu yüzden kokunun asla yüksek sanat
için malzeme sağlayamayacağını söylemek çok çok eksik kalır. Asıl
mesele daha ziyade bizim kokuları hatırlayıp estetik bütünler ola
rak düzenleyebilme yeteneğimizdir.
Bir sanat aracı olarak kokunun bir sorunu daha vardır: Kişisel
çağrışım ve nostaljinin ötesinde duygular uyandırıp ifade edeme
mesi. Renklerin aksine kokuların kendilerine ait isimleri yoktur.
Her zaman neyin kokusu olduklarıyla anılırlar (vanilya, portakal
çiçeği, sıcak ekmek, ıslak köpek, yanmış kibrit, asfalt, biberiye, çam
dumanı, çilek, sarımsak vs). Herkes bir kokuyu başka deneyimler
veya duygularla ilişkilendirebilir (örneğin, yanan tütsüyü diniyle).
Ama gariptir ki kokular, müzik yapıları veya anlamlı bir şekilde
renklendirilmiş resim türlerinin aksine kendi özlerinden kaynak
lanan duygular barındırmazlar. Felsefeci Frank Sibley de koku ve
242
tatlar "ister istemez sınırlı kalırlar: Büyük sanatların aksine aşk
veya nefret, üzüntü, neşe, dehşet, acı, özlem veya keder gibi duy
gularla anlamlı bağlantıları yoktur" diyerek bu noktaya katılır. 3.
bölümdeki küme ölçütlere dönecek olursak, koku deneyiminde
duygusal doygunluğun veya bireyselliğin ifade edilmesinin eksik
liği kokunun bir gün müzik, resim, drama veya edebiyatla birlikte
kendi başına ayakta durabilen bir sanat biçimine ortam olmasını
kesin olarak imkansız kılar gibi görünür. Kokuların yaratılması ne
kadar külfetli bir beceriyse ve ortaya çıkan sonuçlar, ister parfüm
ister yemek olsun ne kadar hoş olsa da durum budur.
Sanıyorum ki bir sanat biçiminin temel gereksinimlerini karşı
lamak üzere eğilip bükülebilecek, işe yarar hale getirilebilecek veya
uyarlanabilecek her şey zaten sanat yapmak üzere değiştirilmiştir.
İnsan zekası ve yaratıcılığının, bitip tükenmez bir zevkleri sanata
dönüştürme arzusuyla birleşmesi bunu kaçınılmaz yapmıştır. Bu
geç evrede artık koku sanatı lehine akademik girişimlerde bulun
mak, evrimdeki önemine ve sağlayabildiği zevklere rağmen koku
nun neden kendisi sanat malzemesi olmamıştır sorusuna yanıt
aramak kadar ilginç değildir. Dahası, sanatsal deneylere ve akade
mik kuramcıların umutlarına rağmen, kokunun bir yüksek sanat
geleneği haline geleceği yönünde hiçbir somut işaret yoktur.
Ses
Diğer yandan müzik üstün sanat biçimlerinden biri haline
gelmiştir. Tarih boyunca tüm kültürlerde bebeklikten itibaren
doğal bir ilgi odağı, birçok insan için de ömür boyunca devam eden
bir zevk kaynağıdır. Üstelik bu, müziğin aracı olan notalı sesin
doğal seçilimde sağkalım için akla gelebilecek neredeyse hiçbir
önemi bulunmamasına rağmen olmuştur. Ağaçlardaki rüzgar hı
şırtısı, yıldırım gürültüsü, kıyıya vuran dalgalar ve akarsuların
çağlaması gibi doğanın sesleri çoğunlukla beyaz gürültü varyas
yonlarıdır. İnsanların duyabileceği tek ortak doğal perdeli ses kay
nağı kuş ötüşüdür. Buna birkaç memeli ve sürüngen türünün
ulumaları ve çığlıkları da eklenebilir. İnsanlar birçok hayvanın
sesini hiç duyamazlar. Zaten kuş ötüşlerini ve hayvan çığlıklarını
bilmenin getirebileceği potansiyel adaptif avantajlar, müziğin bütün
kültürlerde insan zihni üzerinde koruduğu etkisini açıklamaya
yaklaşamaz bile.
243
Bizzat Charles Darwin "şarkı söyleme veya müzik yetisi ve
sevgisini" insan türünün "en gizemli" özellikleri arasında saymış
ve İnsanın Türeyişi'nde müziğin kökenlerine geniş yer vermiştir.
Doğal seçilim bakımından gereksizliği ve gösterişliliği, Darwin'i
müziğin cinsel seçilimin bir ürünü olduğunu, insan öncesi ataların
çiftleşme ve rekabet çağrılarından geldiğini düşünmeye sevk et
miştir. Bu görüşü savunmak için cinsel seçilimin bariz meseleleri
nin ötesine geçerken bir yandan da potansiyel bir sanat biçimi
olarak müziği inceleyen iki gözlem yapar:
Müzik bizde çeşitli hisler uyandırır ama bunlar korku, dehşet, öfke vs
gibi fena hisler değildir. Şefkat ve sevgi gibi daha zarif duygular uyandı
rır ve bunlar da olduğu gibi duygusal bağlılığa geçerler. Çin vakayiname
lerinde şöyle der: "Müzik cenneti yeryüzüne indirme gücüne haizdir:'
Aynı şekilde zafer hislerimizi ve ihtişamlı savaş hevesimizi coşturur. Bu
güçlü ve karışık duygular gayet tabii bir yücelik hissi doğurabilir.�
245
Ağızla veya bir enstrümanla üretilmiş perdeli seslerden oluşan
yarı konuşmaya ritim ekler, onun üzerine de ton uyumu ve melo
di yüklerseniz, bildiğimiz şekliyle müzik elde edersiniz. Müzik
dikkate değer birkaç bakımdan değişik bir sanat biçimidir. Önce
likle tekrara başka hiçbir sanat biçiminin yapmadığı şekilde mü
saade eder. Müzik psikoloğu David Huron, Navaho savaş dansı,
Çingene, flamenko, Pencap popu, Estonya gaydası gibi dünyanın
çok farklı köşelerinden elli müzik kültürünün çalışmalarını ince
lemiş ve "birkaç saniyeden uzun süresi olan tüm müzikal bölüm
lerin ortalama % 94'ü eserin içinde bir noktada tekrar edilir"
sonucuna ulaşmıştır.5 Tekrar içinde tekrar bulunan çoğu Avrupa
klasik eserinde bu oran daha da yüksek olacaktır. Tekrar, müzikal
kompozisyon ve ifadenin esas unsurlarından biridir. Ama müzikal
eserler aynı zamanda başka hiçbir sanat türünde rastlanmayacak
kadar tümden tekrar edilirler. Beethoven veya Brahms senfonile
rini yüzlerce kez dinlemişimdir. Ama bu akşam bu eserlerin icra
edilişini memnuniyetle yeniden dinleyebilirim. Başka hiçbir sanat
tekrar tekrar deneyimlenmeyi bu kadar teşvik edemez. Şiir bir yere
kadar ama bir romanı veya hikayeyi yüzlerce kez okumak pek
ihtimal dahilinde değildir. Drama tekrara izin verir ama tekrar
tekrar Shakespeare performansı izleme isteğimiz yeni yapımlar ve
oyunculara bağlıdır. En büyük sinemaseverlerin bile film deneyi
minde tekrar isteği, Haydn'dan Lead Belly'ye, Sarah Vaughan'dan
Glenn Gould'a müzik kayıtlarını defalarca dinleme hevesine ben
zemez.
Daha önce söz edildiği gibi, çoğumuz sokakta yürürken hafı
zamızda bölüm bölüm veya bütün halde müzik parçaları olur. Bir
parçanın başlangıçtaki notalarını duyunca çoğu zaman aklımızdan
geri kalanı söyleyebiliriz. Müzik parçaları "dilimize dolanabilir" ve
şiir, düzyazı veya görsel algıda nadiren yaşanacak biçimde artık
sinir b ozucu olana kadar yeni baştan tekrar edebilir. Hafızaya
dayalı işler müzikle kolaylaştırılabilir (çocukların alfabeyi şarkıyla
öğrenmesi gibi) ve felç geçirip konuşma zorluğu yaşayan insanlar
çoğu zaman şarkı söyleyebilirler. Müziğe hemen, hazırlıksız erişi
min mümkün olması, zevkle bariz bağlantısı ve hafızamızın elve
rişliliği bize olağanüstü gelmelidir.
5. David Huron'un müzik psikolojisine beklenti ve tatmin çerçevesindeki genel
bakışı (2006), müzik hakkında okuduğum en aydınlatıcı açıklamalardan biri. Tekrar
tartışması s. 228-29öa, melodilerdeki aralıklar s. 339-44'te yer alır.
246
Hafıza ve tekrar, pop halatlarından Mahler senfonilerine kadar
müzikal eserlerin yapısal biçim, melodi, gelişme, gerilim, zirve ve
sürpriz gibi zevk üreten unsurlara sahip olmasına olanak tanır.
Müzikten zevk alabilmek için dinleyicinin her an bir sonraki no
tanın, akordun, geçişin veya kadansın ne olacağına dair makul bir
tahminde bulunabilmesi gerekir. Müzik dikkati yakalar ve parçanın
sonraki birkaç saniyesiyle ilgili ihtimaller gösterir, sonra da bazen
dinleyicinin beklentilerini onaylamak bazen de bu beklentileri boşa
çıkarıp şaşırtmak suretiyle zevk verir. Müzik dinlerken zihin ger
çekleşmiş olanları anbean özümser ve sonra olacakları öngörür.
En büyük besteciler, tıpkı en büyük hikaye anlatıcıları gibi genel
likle beklentiler yaratıp hayal etmiş olduğunuzdan daha ilginç bir
şeyle bozarak ustaca bir oyun oynarlar.
Müzik kuramında estetik modernizm böyle müzik psikolojisine
çok az ilgi göstermiştir. Onun yerine dinleyicilerinin eski kafalılı
ğını eninde sonunda alt eden dahi besteciler tablosunu tercih ede
rek umutlarını estetik beğeninin değişkenliğine bağlamıştır. Arnold
Schoenberg olayının gösterdiği gibi, bu tablonun haklılık payı ol
duğunu düşünmüyorum. Geleneksel melodinin yerine geçecek on
iki nota yöntemiyle Schoenberg'in müziğe atonalliği getirdiği söy
lenmişti. Ama Huron'un işaret ettiği gibi, Schoenberg'in on iki
notalı müziği atonalden ziyade kontratonaldir. Eğer Schoenberg
rastgele on dizileri üretecek bir düzenek kurmuş olsaydı, aralarda
yine sırf şans eseri tonal ilişkiler belirecekti. Ama onun ton dizileri
bir ters müzikal psikoloji ilkesi üzerine inşa edilmiştir. Schoenberg
dizilerini bestecinin zar atmasıyla olasılık hesabına göre ortaya çı
kacak kadar tonalliğin bile önüne geçmek için özellikle yazmıştır.
Dahası ton dizilerindeki aralıklar Huron göstermiştir ki, "dün
yanın her yerinde görülen ortalamanın iki katından fazladır:' İster
çocuk şarkısı Mary Had a Little Lamb ister Beethoven'ın Dokuzun
cu Senfonisinin koro bölümü olsun çoğu melodinin notaları ya
bitişiktir ya da çoğu yerde birbirlerine oldukça yakındır. Schoenberg,
olağanüstü genişlikte aralıkları olan ton dizileri yaratarak dünya
ölçeğinde dikkate değer bir başarıya imza atmıştır. Huron, rutin
olarak "on iki notalı müzikten daha geniş melodik aralıklar" ba
rındıran tek müziğin İsviçre yodel söyleyişi olduğunu gösterebil
miştir. Dinleyicilerin Schoenberg'in on iki notalı bestelerini çoğu
zaman "saçma" veya "dayanılmaz" bulmalarına şaşmamak gerek.
247
Bence Schoenberg olağanüstü müzikler yazmıştır. Transfigured
Night [Başkalaşmış Gece] ve Moses and Aran [Musa ve Harun]
etkileyici yaratılardır. Ama kontratonalitesinin genel olarak müzik
kamuoyunda tutunamamış olması, boş levha insan zihni için bir
başka müzikal şema olmadığına kanıttır. Dünya müziği kökenle
ri ne kadar kafa karıştırıcı olursa olsun doğal, evrim sonucu oluş
muş ilgilerin içinden doğar. Müziğin estetik etkileri dünyanın her
yerde dinleyicilerin zirveleri, çözülmeleri, gerilimleri veya kadans
ları öngörebilmesine, sonra dinleyip bu beklentilerin karşılandı
ğını veya bozguna uğradığını duymasına dayanır. Büsbütün
öngörülemez müzik, Schoenberg'in atonalitesinin geldiği yer,
dizileri ezberlemediğiniz sürece zihni artık şaşırtamaz. Eğer her
hangi bir şey beklenebiliyorsa, hiçbir şey umulmadık olarak de
neyime giremez. Öyleyse hiçbir şey şaşırtarak, sarsarak, tatmin
ederek, şoka uğratarak veya başka bir yolla dinleyici memnun
edemez. En dip noktada modernist kuramcılar dinleyicilerin
atonaliteyi beğenmemelerini aptallığa, tembelliğe veya müzikal
bilgisizliğe yormuşlardır. Ama besteciler de hata yapabilir, bütün
entelektüel yönlerine rağmen, zihindeki müzik zevki pınarlarına
ulaşamayan eserler üretebilirler.
III
Darwinci kuram, özellikle cinsel seçilim içerdiğinde, evrim
kuramının kendisinden yola çıkarak sanatın bugün tecrübe ettiği
miz haliyle nasıl bize kadar geldiğini tam olarak açıklayabileceği
mizi söylemez. Evrim bir çeşit doğa tarihi, hatta asla
bilemeyeceğimiz dolambaçlı yollardan ve genetik darboğazlardan
geçmiş, su yüzüne çıkarılamayacak bir tarihöncesidir.
Koku alma, yoğun duygulanımı, verdiği zevk, ayırt etme kapa
sitesi ve kişisel hafızayla bağlantıları sebebiyle yüksek ve kalıcı bir
sanatın temeli olmalıydı. Ama tam olarak anlamadığımız sebep
lerle bu olmadı. Ben bunu insan zihninin kokuları anlamlı biçim
sel bütünler olarak düzenleyememesine, sonra hatırlayıp zihinde
tarafsız zevkin nesneleri olarak faydalanılamamasına bağladım.
Gerçek hayat deneyiminde kokular birbirlerini yok ederler, hafı
zada da kelimeler veya notalar gibi birbirinden ayrı diziler halinde
hatırlanamazlar. Ayrıca nostalji anları yaratmada, hafızayı canlan
dırmada her ne kadar önemli olsalar da kokuların drama, müzik,
248
edebiyat veya resimden istediğimiz türden duyguları çağrıştırıp
ifade edemediğine işaret ettim. Bariz sağkalım değerine rağmen
koku bu yüzden hiçbir zaman bir yüksek sanat geleneğinin teme
li olmamıştır. Ama buradaki "bu yüzden'' herhangi bir mantıksal
zorunluluğu değil insanın tarihöncesinde gerçekleşmiş, bir dizi
tesadüfi evrimsel olayı ifade eder. Acayip tarihöncemiz başka yol
ları seçmiş olsaydı, modern insan kültüründe kokunun yeri başka
olabilirdi.
Ama perdeli sesler hiçbir sağkalım amacı taşımamalarına rağ
men bir büyük sanata temel oldu. Darwin'in çiftleşme çağrılarının
müziğin kökenlerinde bir şekilde rolü olduğu yönündeki görüşle
rinin makullüğünden ikna olmuş olsam da ilkel çağrılardan The
Art of the Fugue'e* giden yolun haritasını tam olarak çıkarmak asla
mümkün olmayacaktır. Dahası müziği cinsel seçilimin tarif ettiği
gibi tamamen üreme amaçlarına iliştirmek bugün anladığımız
şekliyle sanatın büyük bir bölümünü ıskalamak olur. Evet, müzik
ve dansın kur yapmayla çok bariz alakası vardır. Evet, aşıklar bazı
halk geleneklerinde birbirlerine şarkı söylerler. Gerçi bugün aşıklar
çoğunlukla opera, müzikal ve Bollywood yapımlarındaki karak
terler olarak şarkı söylerler ama bu böyledir. Aşk şarkısı doğrudan,
bire bir baştan çıkarma eylemlerinden ziyade dramatik perfor
manslarda görülür. Müzik yapımı çok zaman büyük ölçekli ve
müşterektir (geniş bir izleyici karşısında koro veya orkestra). Ama
sevişme tüm kültürlerde özel bir faaliyettir (Aslında bugün sanı
yorum sevgililer birbirlerine şarkı söylemektense sahte bir bebek
konuşmasıyla hitap ediyor veya şiir veriyorlar).
Bugün birçok müziksever için müziğin asıl cazibesinin toplu
dans potansiyeli ya da aşk ile bağlantısında değil duygusal olarak
sersemletici ahenk dönüşümlerinde gizli olması işleri iyice karış
tırır. İtiraf etmek gerekirse burada kendimden ve müzikle ilgili
kendi en derin deneyimlerinden bahsediyorum. Çocukken an
nemle babamın Beethoven'ın Yedinci Senfonisinin Toscanini ka
yıtlarını, özellikle de büyüleyici anahtar modülasyonlarıyla
allegratoyu tekrar tekrar dinlerdim. Ama bu söylediğim tür anah
tar modülasyonlar, yani Vaughan Williams'ın Fantasia on a Theme
by Thomas Tallis indeki veya Götterdiimmerung'un kapanış sayfa
'
6. Gary Marcus'un Klııge: The Haphazard Constrııction of the Human Mind (2008)
[Kluge: İnsan Zihninin Gelişigüzel Yapısı] kitabı, insan düşünüşünün kusurlarının
savanalardaki evrimimizin ürünü olan, kabaca bir araya getirilmiş zihinsel şablon
lardan kaynaklandığını söyler. Bu şablonlar rasyonel olarak sistematik olmaktan,
hatta modern yaşama uygunluktan çok uzaktır. "Gelişigüzel", bugün bildiğimiz şek
liyle sanatı meydana getiren adaptasyonlar için benim de kullandığım kelime. Kent
ner gözlemi başka kaynak gösterilmeden Martin Kettle tarafından Guardian'da 1 6
Şubat 2008'd e alıntılanmıştır.
250
B ölüm 1 0
Sanatta Yücelik
II
Clive Bell'in klasik yazısı, 1 9 14 tarihli kitabı Art'ın [Sanat] ilk
bölümü "The Aesthetic Hypothesis"de [Estetik Hipotezi] modernist
biçimciliğini savunur. Bu kısım benim için her zaman estetik tari
hinin en düşündürücü pasajlarından biri olmuştur. Birçok izleyi
cinin, resimde temsil edilen içeriğe o daklanmak suretiyle asıl
meseleyi nasıl kaçırdığını açıklayarak kendi sınırlı hatta ahmakça
müzikal algılarını tanımlar. Bell, müzikten pek anlamadığını itiraf
eder. Armoni ve ritmin ince ayrımlarını kaçırdığını, müzikal biçim
252
mefhumunun pek olmadığını söyler. Ancak arada sırada, belki bir
konserin başlangıcında kendini "açık, uyanık ve hevesli" hissettiği
zamanlarda bir süreliğine "hayatın önemiyle hiçbir alakası olmadan,
tek başına muazzam bir öneme sahip saf bir sanat biçimi olarak"
müzikten zevk alabilirdi. "Ve böyle anlarda saf görsel biçimin beni
taşıdığı o sonsuz yücelikteki ruh halinde kendimi kaybederim:'
Normalde konserlerdeki ruh halinin bundan çok daha aşağıda
olduğunu açıklar:
Uzun zamandır sanatı hayattaki duygular için bir araç olarak kullanıyor
hayata dair düşünceler yakıştırıyorum. Estetik coşkunluğun ulu zirvele
rinden sıcak insanlığın rahat eteklerine yuvarlandım. Keyifli bir yerdir.
Burada eğlendiği için kimse kendinden utanmasın. Ancak yükseklere
hiç çıkmamış olanlar konforlu vadilerde ister istemez kendilerini biraz
mahzun hissederler. Ve kimse romansın sıcak kırlarında ve çekici kuytu
köşelerinde mutluluk buldu diye sanatın soğuk, karlı zirvelerine tırman
mış olanların yaşadığı yalın ve nefes kesici esriklikleri tahmin bile ede
bileceğini düşünmesin. 1
l. Tüm alıntılar Art, Bell'in ( 1958) ilk bölümündendir. En önemli örneklerinden ba
zılarını da dahil ettiğim bir web versiyonu için, bkz. [w/s denisdutton.com dive beli
significant ] .
253
mı çok daha geniş bir anlam ifade eder: Sanatı konforlu duyguları
yeniden üretmek veya değer verdiğimiz inançlarımızı temsil etmek
için kullandığımızda, estetik cennet saydığı bir yerlere uzanıp
nasıl aşağı çekildiğimizi anlatır. "Soğuk" en büyük sanat eserlerini
tanımlamak için pek doğru bir kelime olmayabilir ama Bell'in dağ
benzetmesi tırmanma, keşif, manzaraya ulaşma ima ettiğinden
Himalayaların ihtişamı gerçekten de en büyük sanat eserleri için
iyi bir metafor oluyor.
III
Ama estetik zirvelere gelmeden önce, estetik dağının mutlu
mesut eteklerinden ve etrafındaki düşünsel bataklıklardan söz etmek
istiyorum. Bunlar sanatın daha güçlü toplumlar inşa etmek için
geliştiği veya din, ahlak ya da siyasetle özü itibarıyla bağlantılı ol
duğu yönündeki yaygın görüşlerdir. Bir başyapıtın ne demek oldu
ğu sorusunun cevaplanmasında etkisi olduğu için, sanat ve zanaat
arasında da ayrıma da dikkat çekeceğim. Dört savla başlıyorum.
1. Sanat esas olarak toplumsal değildir. Hem bugün hem de tarih
teki grup deneyimlerinin geniş bir kısmına baktığınızda sanatsal
faaliyetlerle toplumsal yaşam arasında belirgin bir ilişki olduğunu
görürsünüz. Paleolitik dönemin duvarları boyanmış mağaraları
tören mekanıydı ve kanıtlar grup dansının tarihöncesinden kalan
bir faaliyet olduğunu göstermektedir. Bir müzikal performansın
izleyicileri arasında bulunmanın verdiği paylaşılan bir haz hissi
vardır. Dini törenlerdeki kutsal müzik birçok insan için son derece
dokunaklıdır. Diğer yandan bir bale topluluğunun senkronize dan
sında değişik seviyede bir heyecan bulunabilir. Enstrüman çalanla
rın oda müziği yapmak için gerekli yaratıcı koordinasyonda
yaşadıklarıysa daha kişisel bir zevktir. Koronun tek olmuş sesine
katılmanın verdiği yoğun hazzın hiçbir şeye benzemediğini birçok
koro üyesinden duydum. Bunu ben şahsen bilmiyorum ama Yeni
Gine ormanlarında, üzerine çalıştığım sing-singlere, gece boyunca
aralıksız süren danslara katıldım ve 1 990'larda Avrupa ve Amerika'da
popüler hale gelen türden çılgın partilere şahit oldum. Bu olayların
birbirine benzediğini söylemek kesinlikle yeterli olmaz. Benim gö
rebildiğim kadarıyla, sing-singlerde katılımcıların yaş aralığının daha
geniş olması ve partilerdeki elektronik amfi kullanımının sesi daha
yüksek yapması dışında tamamen aynı faaliyetlerdir.
254
Bu şekilde tanımlanınca müzik ve dansın empati, işbirliği ve
toplumsal birlikteliği artırdığı görülecektir. İnsan yoğun bir şekilde
toplumsal bir türdür. İnsanlar fikir alıp veren takım oyuncularıdır
ve birbirlerine eşlik etmekten, iletişim kurmaktan hoşlanırlar.
Ortak amaçlara ulaşmak için karmaşık, bütünleşik toplumsal grup
lar yaratırlar. Acaba müzik, dans, hikaye anlatımı ve diğer sanatlar,
avcı-toplayıcı grupların toplumsal sağlığı için özellikle evrilmiş
olabilir mi? Bu sağkalım değeri sanattan alınan zevkin evrenselli
ğini ve sürekliliğini açıklayabilir mi?
Sanatın evrimi üzerine en çok düşünmüş kuramcıların çoğu bu
görüştedir. Yüz yıldan daha uzun zaman önce Emile Durkheim
ahlaki kuralların, ritüellerin ve geleneklerin işlevini toplumsal bir
likteliği artırmak olarak tanımlamıştır. Bu düşünce sosyal bilimci
lerce birçok toplumsal faaliyetin özellikle de törensel niteliği
olanların açıklaması olarak büyük oranda kabul görmüştür. Bu
çizgide Ellen Dissanayake şarkı söyleme ve dans etmenin kökenle
rinin sırayla konuşma, taklit ve anne-bebek oyunlarında olduğunu
öne sürmüştür. Yetişkin danslarında ve diğer performanslarda göz
lenen bedensel hareketler ve ritmik devinimler, çocukluktan baş
layarak büyür ve toplumsal uyumu besleyerek her bir birey için bir
aidiyet hissi yaratır. Törensel faaliyetler avcı-toplayıcı tarihöncesin
den bugünkü kitle toplumunun aileler, kulüpler, takımlar ve dinler
gibi altkültürlerine uzanır. Dissanayake "Tören, aslında bir ayrıntı
lar koleksiyonu veya birleşimi olan bir şey için tek kelimelik bir
terimdir" der. Bu ayrıntılar "kelimelerin, seslerin, eylemlerin, ha
reketlerin, vücutların, çevrenin ve kullanılan eşyanın" örüntülenişi
ve vurgusuyla ilgilidir ve nihayetinde sanatı oluştururlar: "Ritmik
ve monoton tekrarlar veya şarkılar, şiirsel dil, sıralı hareketler veya
jestler, mim ve drama tasarlanarak hatta çarpıcı bir görsellikle teş
hir edilmesi:' Farklı insan kültürlerinde gördüğümüz sanat dolu
törenler "üstün güzellik, beceri, şaşaa ve etkileyicilik" ortaya koyar
lar. Tanrıları etkilemek ve kozmosun düzeni ve anlamıyla ilgili
mesajlar iletmek üzere tasarlanmış olabilirler. Ama bu sırada daha
güçlü toplumlar inşa ederler.2
256
olduğunu söyledi. Bu dört sanatçı birbirinden o kadar nefret edi
yordu ki tamamen işle ilgili değilse birbirleriyle konuşmaktan ka
çınıyor, seyahatlerde eğer mümkün olursa daima dört farklı otelde
kalıyorlardı. Bu beni neden şaşırtsın ki? Sonuçta mesele sadece
müzik değildir. Resim ve edebiyat dünyaları da şiddetli rekabetler,
düşmanlıklar, başkalarının başarısını kıskanmalar ve her türden
küskünlükle aynı derecede bölünmüş durumdadır.
Pinker grup seçilimine genel olarak karşı çıkar çünkü geçerli
bir evrimsel süreç olarak işe yarayabilmesi için grubun boyutu gibi
gerçek yapısal niteliklerinin nesiller boyunca tıpkı genler gibi tek
rar tekrar özellikle seçilmesi gerektiğini düşünür. Bunun yerine
grup seçiliminin önümüze koyduğu "yapışkanlık metaforlarıdır":
Bağ kurmak, toplumsal uyum, ilişkilerin çimentosu olmak vs. Bu
açıklama, Pinker'a göre "şahsın ait olduğu gruba karşı beslediği
bencillik, akraba kayırma, stratejiklik ve kendini övme karışımı
amaçları taşıyan duyguların hakkını veremez". Sanatsal yaratıcılık
içeren grup çalışmaları veya izleyicilerin arasında bulunmak gibi
en makbul bazı insan deneyimlerinin bir gruba dahil olmayı ge
rektirdiği doğrudur. Ama sadece toplumsal deneyimden bir sıcak
lık ve tatmin hissetme potansiyelinin insan kişiliğine esas bir unsur
olması ve bu yüzden insanların sanatasal performansların tadını
çıkarmak için bir araya geldiklerinde ön plana çıkması, toplumsal
deneyimin kendisinin sanata esas olduğu anlamına gelmez.
Büyük bir topluluğun parçası olma hissi olmaksızın da harika
estetik deneyimler yaşamak mümkündür: Örneğin, bireyin güzel
bir manzara karşısında hissettikleri, tek başına, sessizce bir roman
ya da bir şiir okumak, bir resme bakmak veya bir Goldberg Varia
tions kaydı dinlemek gibidir. Eğer toplumsal uyum teorisinin iddia
ettiği gibi sanat, özü itibarıyla toplumsal olsaydı insanlar akın akın
yazar okumalarına koşmakla kalmaz (ki burada önemli olan ede
biyatçının orada bulunmasıdır) aynı zamanda toplu roman okuma
etkinliklerinden de hoşlanırlardı. Müzelerde resimlere bakarken
bir kalabalığın içinde dikilmeyi tercih ederler, müzikseverler mü
zik dinlemek için hep arkadaşlarıyla bir araya gelirlerdi. Roman
okuyan insanlar tabii ki kitap kulüpleri kuruyorlar. Ama bu özel
likle roman okumakla ilgili değildir, köpek yetiştiriciliği, bahçeci
lik, politika gibi her ilgi alanından insanlar bunu yapar. 3
yazdığı Unto Others ( 1 998) ile David Sloan Wilson'dır. Sanatın varlığını açıklamak
için uygulamak konusunda çekincelerim olsa da grup seçilimi kuramının, evrim
kuramı içerisindeki genel bir ilke olarak çok önemli, hatta toplumsallığın ve işbirli
ğinin kökenlerini açıklamak için elzem olduğunu düşünüyorum. Opera provası ta
nımı Tolstoy ( 1960) s. 10- 1 5. Pinker'ın "yapışkanlık metaforları" (2007)'dedir. Alıntı
s. l 77'de yer alır. Sanıyorum Rubenstein birçok yerde bu tür anektodlar anlatmıştır.
Benim aktardığım yıllar önce radyoda duyduğum bir versiyonu. Aynı hikayenin
Frank Sinatra'ya atfedildiğini de duydum.
258
Collingwood'a göre zanaat, nihai bir ürün veya tasarlanmış bir
yapıt amaçlanarak yapılan, beceri gerektiren bir iştir. Nihai ürünün
neye benzeyeceğini zanaatkar önceden bilir.4 Zanaatkarın önceden
sahip olduğu bu bilgi, zanaat kavramının gereğidir. Deneyimli bir
aşçının bir vanilyalı dondurma tarifi uygulaması zanaat olarak
tanımlanabilir. Bunun sebebi aşçının karşılaşabileceği her sorunu
öngörmesi değil, vanilyalı dondurmanın görünümünü, tadını ve
nasıl çırpılacağım açık bir şekilde, tam olarak önceden bilmesidir.
Collingwood, zanaatta sonucun bu şekilde "önceden belirlenmiş"
tamamıyla anlaşılmış olduğunu söyler. Böylece, dondurma yap
maya çalışırken tatlı çökelek peyniri yapan bir aşçı lezzetli bir şey
üretmiş olabilir. Ama sonuçtan ne kadar memnun olursak olalım,
böyle talihsiz mutfak maceraları iyi zanaat örneği değildir.
Sanat bu bakımdan tamamen farklı bir alandır. Zanaat gibi,
sanat da bir beceri ve teknik uygulama gerektirir. Ama sanatçı baş
ladığında sondaki durum, yani bitmiş sanat eseri hakkında
zanaatkarınkine benzer kesin bir önbilgiye sahip olmaz. Colling
wood'a göre gerçek bir sanat, yaratı sürecinde yöneliminin veya
amacının kısmen veya tümden değişimine, hatta bir amaç kavra
mının hepten ortadan kalkmasına bile açık kalır. Sanatçı fikrini
değiştirebilir, yeni bir ihtimali değerlendirebilir veya şaşırtıcı bir
yön değişikliğine gidebilir. Eğer bir şair Fidel Castro'yu yüceltecek
bir şiir yazmaya başlayıp, ilk baştaki niyetinin aksine bile olsa, dik
tatörleri öven şiirlerin ne kadar iğrenç olduğuna dair bir esere
ulaşırsa, şairin daha az becerikli olduğunu ya da şiirin bu bakımdan
daha az sanat eseri olduğunu düşünmeyiz.
Öğrenilmiş tekniklerin güvenilirliğinden ötürü zanaatkarlara
evimizi boyamaları veya saatleri tamir etmeleri için ödeme yaparız.
Bu insanlar ne yaptıklarını bilirler. Ama önceden belirlenmiş bir
sonuç üretme anlamında yaratıcı sanatçılar aslında ne yaptıklarını
asla bilmezler. Kağıda geçirebildiğinden daha hızlı aklından müzik
besteleyebilen, bu yüzden dışardan bakana önceden bitirmiş oldu
ğunu yazdığını düşündüren Mozart bile bu tanımlanan anlamda
tam bir sanatçıdır. Sonuçta müziğini bestelemeden önce bestele
memiştir. Zanaat, bir tarifler, talimatnameler, formüller, metotlar
ve rutinler bölgesidir. Collingwood'a göre sanat her zaman için
beklenmeyene açıktır. Tek bir kelime veya notadaki farklılık ya da
5. Brian Boyd (2009), genel olarak sanatın, bilhassa hikayelerin dikkat yakalayan
karakterinin oldukça ince bir tahlilini yapar.
260
güzel bir roman veya güzel bir müzik parçası diye aynı şekilde
önceden belirlenmiş bir düşüncenin olamayacağıdır. Sanat eseri
dünyadaki bir soruna cevap değil, hayal gücü sahnesinde kendi
sorunları uydurup çözüme kavuşturan bir tasavvur nesnesidir. Bu
yüzden numaralı boyama setleriyle, zanaat ürünü elde edilebilirken
boş bir tualin karşısına geçip Mojave Çölünün tamamen yeni,
hayal ürünü bir resmini yapmak sanattır. Sanat olduğu için, belir
li bir rutin veya plana göre öylesine üretilemez.
Bu temel ayrım aynı zamanda, birçok insanın çekiciliği kısmen
sanatsal olan buz dansı, senkronize yüzme, j imnastik gösterileri
gibi atletik performansların Olimpiyat oyunlarına dahil edilme
sinden rahatsızlık duymasına da açıklık getirir. Yüz metre koşusu
nun kazananı tek bir ölçüte göre belirlenir. En hızlı koşan kazanır.
Önceden bilinen tek kriterli başarı bir zanaat alametifarikasıdır.
Ancak zarafet ve tarz içeren sporlarda kazananın belirlenmesi için
tek bir ölçüt yetmez. Bu yüzden komiteler bu tür karşılaşmaları
değerlendirmek için karmaşık puanlama sistemleri kullanırlar.
Nesnel bir puanlama sistemi elbette göstermeliktir ve bu müsaba
kalarda kazananların belirlenmesinde estetik beğeninin de kısmen
etkili olduğu gerçeğini gizlemeyi amaçlar. Bu gerçek gizlenemezse
anlaşmazlık çıkması kaçınılmaz olur. Buz dansını veya jimnastiği
en popüler Olimpik karşılaşmalar arasına sokan, tam da böyle,
uzun atlama veya halterin aksine tamamen önceden belirlenmiş
ölçütlerle değerlendirilemeyen ve büyük bir ustalık gerektiren
sanatsal gösteriler olmalarıdır. Bu aynı zamanda hakemliklerini
tartışmalı yapar.
3. Sanat esas olarak dini, ahlaki veya siyasi değildir. Duygular ve
değerlerle dolu olsa da sanatın açıklığı ve irdeleyiciliği, diğer insa
ni değer sistemleriyle kolaylıkla yan yana duramayacağı anlamına
gelir. Hem din, hem etik hem de siyaset bir dereceye kadar kav
ramsal durağanlığa bir bağlılık gerektirir ve en konformist sanat
çılar bile bu bağlığın sınırlarını zorlamak isteyebilir. Sanat, işler
durumdaki herhangi bir toplumun dayandığı ahlaki taleplere asla
tam olarak uymaz.
Dinler, Paleolitik mağaralardan bu yana sanatı kendi yararına
kullanmıştır. Dikkati yakalayan doğası, ritüel ve törensel potansi
yeli, inandırıcı hikayeler anlatabilmesi ve karmaşıklıklarının zihni
zorlayarak anlayışın sınırlarına ve hatta ötesine zevkle taşıyabil-
261
mesi, sanatı dini törenler için uygun bir araç haline getirmiştir.
Bunun için diğer tüm insani uğraş konularından, mesela spor veya
aşçılıktan daha uygundur. Dolayısıyla Partenon'dan ve Chartres
Katedralinden Tac Mahal'e ve Rothko Şapeline kadar, İlahi Komed
ya ve Kayıp Cennet'ten Bir Alman Ağıtı'na ve Karamazov Kardeşler'e
kadar sanat tarihindeki en iyi örneklerin dini bir anlamı olması hiç
şaşırtıcı değildir. Dini duygular milyonlarca insanı derinden etki
ler ve sanatın harekete geçirebildiği sonsuzluğu çağrıştıran, aşkın
lık hislerinin dini adanmışlığın yaşattığı duygularla temelde aynı
olduğuna dair düşünceler estetik kuramında mevcuttur. Birçok
dindar sanatsever, sanatın özünde dini olduğunu düşünür.
Dünyanın her yerinde ahlaki kurallar dinden kaynaklanıyormuş
gibi göründüğü için ve hikaye alnatımı ahlaki kuralların telkin
edilmesinde çok önemli bir araç olduğu için, ahlakın da siyasetle
birlikte sanat ve dinin etkileşim alanının bir öğesi olmasına şaşır
mamak gerekir. Hükümetler ahlaki ve siyasi değerleri kuvvetlen
dirmek için sanatı kullanırlar. Sanatçılar da kendilerince eserlerini
ahlaki duyarlılıklarını ifade etmek ve siyasi beyanatları için kulla
nırlar. Buna karşılık izleyiciler sanatçılar veya eserleri hakkında
ahlaki yargılarda bulunurlar, politikacılar da üst düzey din adam
ları da sansür memurları da. Anlatı sanatlarındaki kurmaca kah
ramanlar ve kötüler ahlaki değerlendirmelere davetiye çıkarır.
Sanat eserlerinin elle tutulur hale getirdikleri gelenekler ve değer
ler karşısındaki duruşu, bir ahlaki boyuta sahip olmak olarak de
ğerlendirilebilir.
Bu sonsuz karmaşıklıktaki etkileşimler yığını içinde sanatın özü
itibarıyla dini olduğu veya herhangi bir tür edebi ya da estetik
deneyimin bizi ahlaken iyileştireceğine dair bir kanıt bulunmaz.
Felsefeci Martha Nussbaum, yıllardır edebiyatın ve dolayısıyla
filmin ve diğer anlatı araçlarının hayal gücünü genişletme, örnek
ahlaki davranışlara, durum ve duygulara maruz bırakma ve ahlaki
rehberlik yapma kapasitesi olduğu düşüncesini savunur. Bir fede
ral hakim ve hukuk kuramcısı olan Richard Posner, Nussbaum.'la
arasındaki meşhur bir tartışmada edebiyat eleştirmenlerinin ve
edebiyat eğitimi almış olanların diğer fanilerden daha ahlaklı ol
duğuna ya da genel olarak edebi eserlerin Nussbaum'un atfettiği
eğitici etkilere sahip olduğuna dair bir kanıt bulunmadığı karşılı
ğını vermiştir. Posner, aksine edebiyatın okurların önüne mümkün
262
olduğunca kötü birçok örnek koyduğunu söyler.6 Klasik edebiyat
yazarların bazen onayladığı ve çoğu zaman da dünyalarının zarar
sız birer parçası gibi sunduğu ahlaki vahşetlerle doludur:
264
arası tanıma ve değerlendirmeyle alakalı evrilmiş bir adaptasyonun
sanattaki uzantısı olduğuna kanıttır. Bu şüphesiz cinsel seçilim
yoluyla mümkün olmuş bir şeydir. Bazı kuramcılar sanattaki bi
reyselliğe yapılan vurgunun Avrupa kültürünün yerel bir geleneği
olduğuna inanmışlar, kapitalizmin ortaya çıkışından önce sanat
daha az bireyseldi veya kabile toplumlarında sanat çoğu zaman
imzasız olduğuna göre bireyselliğin ifade edilmesi evrensel bir
önem taşımaz diye düşünmüşlerdir. Bulgular ağırlıkla bu varsayı
mın aksi yönündedir. Ortaçağ katedrallerini inşa eden ve süsleyen
sanatkarlara, birçok kişinin emek harcadığı bu büyük işlerdeki
katkılarının üzerine imzalarını atmalarının söylenmemiş olması,
özel yetenek sahibi bireylerin eserlerine zamanında hayranlık du
yulmadığı anlamına gelmez. Yeni Gine köylerindeki kendi araştır
mam bireysel dansçıların, şairlerin ve oymacılarının eserlerinin
müthiş bir dikkatin odağında olduğunu gösterir. Oymalar tabii ki
yakın bir zamana kadar imzalanmazdı. Herkesin birbirini tanıdığı,
kimin ne yaptığını bildiği ve zaten hiçbir şekilde yazı olmayan
küçük bir toplumda neden imzalansınlar ki?
Yeni Gine'den New York'a farklı kültürler, sanatta bireysellik
meselesine değişik yollardan yaklaşırlar. Hindistan'da klasik gelenek
en ünlü şarkıcılarına, dansçılarına ve çalgıcılarına Avrupa gibi
davranırken Çin'de sanatta bireysellik farklı dönemlerde bir alçak
gönüllülük ve kendini arka plana çekme söylemiyle nispeten daha
az önemsenmiştir. Ama yaşayan kültürler içerisinde, sanatı yapan
birey önemsenmeden sanat üretildiği söylenebilecek olan yoktur.
Batı performans geleneğinin tamamı kendilerine özgün perfor
manslar üreten güçlü kişilikler geleneğidir. Bu insanlara yıldız
deriz.
Ama aynı şey, bir bireyin farklı ve gelişkin duygusal tonunu, bir
kişiliğin tezahürünü deneyimleme arzusunun insanları sanata
çektiği kanon haline gelmiş yaratıcı sanatlar için de geçerlidir.
Eserleri zamana dayanmış ve geniş bir kültür üstü çekiciliğe ulaş
mayı başarmış olan sanatçılar, ürünleri hem tek tek hem de bütün
bir külliyat olarak sürekli ve belirgin bir duygusal tonun izlerini
taşıyanlardır: Leonardo, Wagner, Jane Austen, Hokusai, Schiller,
Cervantes, S esshu Toya, Cezanne, Homer, Brahms, Murasaki,
Shakespeare, Basho, Monet, Dostoyevski.
265
Gördüğüm kadarıyla burada doğuştan gelen, evrimin sonucu
olan ve özellikle sanat için önem arz eden bir potansiyelle karşı
karşıyayız. Bu potansiyel, yiyecek, sevgi veya problem çözmekten
tatmin hissi duymak gibi herhangi bir başka temel, evrilmiş po
tansiyelden daha fazla öğrenilmiş değildir. Diğer evrilmiş haz
potansiyelleri gibi kalıtsaldır, yani bireysel duyarlılığı popülasyon
da değişkenlik gösterir. Hayatında sürekli bir zevk kaynağı olarak
yer alan insanlar için sanat sarsılmaz bir temeldir: Duygu, ton,
meseleleri dışardan görme ve kendininkinden başka bir zihnin
duygularının içine girme hissi. Odysseia'nın atmosferinden,
Monet'nin pürüzlü boyalı yüzeyinden geçerek bir nilüfer gölünün
sularına bakmaktan, Jane Austen'ın Bennet ailesinin dedikodula
rını anlatışındaki nükte ve hayat doluluktan veya Yeats şiirinin
hasret dolu sesinden aldığımız budur.
Sanatta duygusal doygunluğun bireyselliğinin önemi bir felse
feci düşünce deneyiyle gösterilebilir. Güçlü ve belirgin bir duygu
sal ifadesi olan bir eser düşünün, örneğin, Brahms Senfoni Nr. 4 mi
minör. Bu eser belirgin bir melankoliyle doludur. Bu, başka hiçbir
müzik parçasının pek de sahip olmadığı bir duygudur. Özellikle o
müzik parçasının notalarına ve yapısına işlenmiş bir duygudur.
Şimdi düşünün ki yüz yıl sonra, ruh hallerinin ve duyguların far
makolojik manipülasyonu o kadar ilerlemiştir ki size özellikle Mi
minör senfoninin duygusal dozunu verecek bir hap satın alabilir
siniz. Bu hapı yutunca Brahms dinlediğinizde hissettiğiniz duygu
ların tam olarak aynısını yaşayacaksınız. Konser bileti masrafına
girmemek, hatta parçanın bir kaydını dinlemek için gerekli zama
nı bile harcamamak adına bu hapı aldığınızı düşünebiliyor musu
nuz?
Çok muhtemeldir ki cevap hayır olacaktır ve bu cevabın gerek
çesi bize estetik ifadenin doğası haklunda bir şeyler söyler. Sanat
tan b eklentimiz çıplak bir his olarak yalnızca duygu değil, o
duygunun bireye ait sanatsal ifadesi, yani duyguların teknik, yapı,
denge ve seslerin karışımı yoluyla sanatta nasıl gün yüzüne çıktı
ğıdır. Müzik eserlerinin güzel olmasının sebebi bizde bir uyuştu
rucunun da yapabileceği gibi duygular uyandırmak değildir.
Duyguları müziğin kendisinin bütün yapısı yarattığı için güzeldir.
Birisi bir keresinde bir romanın karakterlerini ve konusunu unut-
266
tuktan yıllar sonra bile, o eserin duygusal atmosferi yine de hatı
rınızda kalabilir demişti. Bu da, sanatın duygusal tonunun zihnin
derinliklerine, genel ruh hallerini veya duygu türlerini manipüle
ederek değil, özgün duygular uyandıran tamamen bireysel bir
sanat eseri yaratmak suretiyle uzandığı düşüncesiyle aynı yöndedir.
Evet, sanattan duygu isteriz. Ama sanatın aracı olduğu bir amaç
olarak değil. Sanatta araç, kendisi bir amaçtır. Bu yüzden duygu
hapları asla sanatın yerini tutamayacaktır. Çünkü hiçbir şey, başka
bir insanın yarattığı karmaşık bir estetik yapıyı deneyimlemekle
ulaşılan duygusal ifade hissinin yerini tutamaz. Benzetme yapacak
olursak, sanat eseri başka bir insanın zihninin vücut bulmuş hali
dir ama etten kemikten değil, seslerden, kelimelerden veya renk
lerden oluşur. Eğer sanatçıysanız, kalıcı bir sanatsal başarı elde
etmenin en sağlam yolu, özellikle size ait olduğu anlaşılabilen
belirgin duyguları ifade eden, duygusal doygunluğa sahip estetik
haz eserleri yaratmaktır. Ucuz duygusallık sanatta herkese ait olan
duyguları kullanır. Bu yüzden pembe dizi bir tür resmidir. Bu di
zilerin tüketicileri yazarın kim olduğunu pek merak etmezler. En
büyük sanat eserleri, büyük opera örneğin, duygusal olarak belir
gindir ve seversek ister istemez Mozart veya Wagner'in gerçekte
kim olduklarını merak ederiz.
Nispeten daha az önemli sanatçılar için bile, bireysel bir duy
gusal ton yerleştirmek hayati öneme sahiptir. Müzikle devam ede
cek olursak, Sergey Rahmaninov arkadaşı Nikolay Medtner'le aynı
dönemde beste yapıyordu. Medtner'in müziği bugünkünden daha
fazla bilinmeyi hak ediyor olabilir ama üslup bakımından çok
benzemesine rağmen Rahmaninov'unkinin yanında pekiyi durmaz.
Rahmaninov'un müziği dinleyicinin zihninde gizemli bir müzikal
şahsiyet gibi, hemen güçlü ve belirgin bir ruh hali oluşturur.
Medtner'in müziğiyse damakta bıraktığı zarif tada ve üslup olarak
Rahmaninov'la benzerliklerine rağmen aynı belirgin, düşündürü
cü kişisel atmosferi ifade edemez.
Darwin'in başlangıçtaki önerisinin devamını getirecek olursak,
bence duygusal ifade olarak sanata gösterilen bu yoğun ilgi, başka
bir insan şahsiyetinin içine bakma isteğinden türer. Başka biri
hakkında bilgi sahibi olma arzusundan kaynaklanır. Bazıları çıkıp
da sanat eleştirisini "üst sınıf dedikodu" diye küçümsediklerinde
267
aslında doğru bir noktaya parmak basmış olurlar. Sanat hakkında
konuşmak, dolaylı yoldan başka insanların, yani tuhaftır ki sanat
çıların içsel hayatları hakkında konuşmaktır. Pleistosen'de resim
ve heykel dışında tadını çıkarabileceğimiz neredeyse tüm estetik
ifadeler yaşayan başka bir insandan gelecekti. Yazının ve sonrasın
da görüntü ve ses kaydının icadından sonra, çoktan ölmüş adam
ların ve kadınların yarattığı eserlerden zevk almamız mümkün
oldu. Sanat eğer işlevini kaybetmiş bir seçilim değeri göstergesiyse
ya da toplumsal değiş tokuşta başka bir zihni tanımanın bir yoluy
sa, o halde ölüp gitmiş insanların yaptığı sanattan zevk almak
evrimsel bir hata demektir. Eğer öyleyse bu, bugün tüm sanatlardan
aldığımız zevkte derin izler bırakan bir hatadır.
IV
Bu kitabın en başından beri amacım sanatın genel niteliklerini
evrilmiş adaptasyonlar olarak açıklamaktı. Standart kanona tekrar
tekrar göndermeler yapmış olsam da, alt uçtaki popüler sanat diye
görmezden gelinebilecek şeyleri de analize dahil etme niyetiyle
yazdım. Eğer analizim doğruysa, uyku vakti hikayelerinden, Susam
Sokağı'ndan ve gençlik edebiyatından televizyon dizilerine, aşk
romanlarına ve formüllerle yazılmış Hollywood filmlerine kadar
uzanan sanat eğrisi hakkında daha anlamlı bir tartışma yürütme
mize olanak tanıyacaktır.
Ancak açık fikirlilik yapıp aşağı uçtaki eğlencelikleri sanat başlı
ğına dahil etmek, çok nadir rastlanan ama her dönem ortaya çıkan
en talepkar, en üst seviyedeki üstün sanatsal başarıların niteliklerine
dikkat etmemize engel olmamalıdır. Bu sonuç bölümünde, en büyük
sanat eserlerinin, Hume'un Zamanın Sınavında başarılı olmuş ve
insan muhayyilesindeki yerini koruduğu apaçık görülen başyapıt
ların tamamının taşıdığı merkezi niteliklerinin ana hatlarını çizmek
istiyorum. Bu niteliklerin evrilmiş doğamızla bağlantıları en iyi ih
timalle belli belirsiz diye tarif edilebilir ama gerçektirler ve üzerle
rinde düşünmeye değer. Dört ana özellik üzerine odaklanıyorum:
Yüksek karmaşıklık, ciddi tematik içerik, ısrarlı ve acil bir amaç
düşüncesi ve sıradan insani zevk ve arzulara mesafeli olmak. Son
olarak kitsch böyle değerlere sahipmiş gibi yaparak bize nasıl en kötü
estetik dünyaları sunuyor, göstermek istiyorum.
268
1 . Karmaşıklık. Aristoteles, algılayanın deneyiminde her iki
sinin de birbiriyle organik olarak bağlantılı parçalara sahip ol
ması bakımından sanat eserlerini hayvanlara b enzetmişti.
İkisinin de güzel olabileceğini söyleyerek tüm kifayetli sanat
eserleri hakkındaki önemli bir gerçeğe işaret ediyordu: Unsurla
rı bütün bir eser içerisinde anlamlı bir şekilde karşılıklı bağlan
tılıydı. Bu yüzden bir S hakespeare sonesi veya S chubert
şarkısından bahsederken bütünün estetik etkisini eksiltmeden
tek kelimesini veya notasını "değiştiremezsin" deriz. Bunu aklı
mızda bulundurarak en büyük sanat eserlerine bakacak olursak,
izleyicisine en yüksek derecede anlam karmaşıklığı sunarak haz
verdiğini görürüz. Elbette zihinler yüksek karmaşıklıklardaki
anlamları kavrayabilme kapasiteleri bakımından farklılık göste
rirler: Yaşa, olgunluğa, hafıza yetilerine, kültürel göndermelere
aşinalığa ve genel olarak zeka ve akıl yürütme yetilerine dayalı
olacaktır. Aynı zamanda bireyin belirli bir mecradaki hassasiye
tine de bağlıdır (deha bile bazı sanat biçimlerine tepkisiz kalabi
lir, örneğin, Vladimir Nabokov'un müzikten zevk alamaması veya
Kant'ın resimde renge tepkisizliği gibi).
Karmaşıklık büsbütün karışıklık değil, daha ziyade örneğin,
Shakespeare'in Kral Lear'ı gibi bir oyundaki şiirsellik, olay örgüsü
ve dramatik ritmin yoğun bir biçimde göze çarpan karşılıklı iliş
kileri anlamına gelir. Ve bir eserin çetrefil yapısını anlamak izleyi
ciyi için zorlayıcı olabiliyorsa sanatçılardan insanüstü bir kapasite
ister. Bilimsel ve sanatsal dehanın psikolojisi ve tarihi üzerine ça
lışan Dean Simonton, sanat tarihinin en parlak yaratıcılarının,
bekleyeceğimiz gibi, göründüğü kadarıyla istisnasız çok zeki bi
reyler olduğunu söyler.7 Satranç ustaları otuz iki parçanın altmış
dört kare üzerindeki ihtimallerini hesap ediyorlarsa, bir opera
bestecisinin hikaye, karakterler, şiir, aksiyon, olay örgüsü ve hep
sini anlamlı bir bütün haline getirecek müzik yaratarak her ham
lenin önemli olduğu beş veya altı boyutlu bir satranç oynadığı
düşünülmelidir. Sanatsal başyapıtlar birbirinden ayrı sayısız unsu
ru, kat kat anlamı tek bir, birleşik, kendi kendini geliştiren bütün
halinde kaynaştırırlar.
7. Bkz. Simonton ( 1 999), s. 78-79. Bu kitap için uzun bir inceleme yazmıştım (w/s
denisdutton.com genius simonton] .
269
Sırf bu bakımdan, Der Rosenkavalier veya Savaş ve Barış gibi
eserler sadece başarı değillerdir: Daha ziyade mucize gibi görünür
ler. En üst seviye satrancın, matematiğin veya bilimin kendisinin
ötesinde, en büyük sanat eserleri insan deneyiminin her yönünü
bir araya getirir: Hem zekayı ve iradeyi, hem de duyguları ve her
türden insani değeri (çirkinlik ve kötülük de dahil olmak üzere) .
Estetik deneyimdeki psikolojik olarak e n çarpıcı anlardan bazıları,
belki de bütün hayatımız boyunca hatırlayacaklarımız, koca bir
roman, bir opera veya bir şiiri, sonatı veya tabloyu oluşturan tüm
olayların yerli yerine oturduğu o anlardır. En güzel eserler derin,
karmaşık hayal gücü deneyimlerini yaşatmak üzere bizi kendile
rine çekerler. En üst derece bir berraklık ve anlam bütünlüğünün
izlerini taşırlar.
2. Ciddi içerik. Büyük eserlerin temaları aşk, ölüm ve insanın
kaderidir. Ruhun kurtuluşu ve sonsuza kadar mutluluk bazı dini
geleneklerde sanatın m erkezine hükmeder ama Gılgamış
Desta nı ndan günümüze en çok dini etki altındaki metinlerde bile
'
nian Aesthetics" başlığında Randy Thornhill ( 1 998) şeker, dil becerisi, hoş vücutlar,
270
Sanatın sevimlilik veya çekicilik yoluyla büyüklük kazanmadı
ğı cinsel eylemlerin sanattaki muğlak konumu düşünülerek göz
önüne getirilebilir. Aşk her ne kadar temsili sanatlar için en yaygın
tema olsa da, açık erotizm en büyük başyapıtlarda pek yer almaz.
Bunu toplumsal baskıyla açıklamak bence fazlasıyla kolaycılık olur.
Japon tahta baskı gibi gelişmiş erotik altkültürlere izin veren tür
lerde bile, açık bir cinsellik içeren eserler en büyük başarılar ara
sında yer almazlar. Bu durumun doğuştan gelen ve evrensel olan
topluluk içinde cinsel birleşmeden kaçınma davranışıyla bağlan
tılı olduğunu da düşünmüyorum. Bu mesele evrimsel bir bakış
açısından yorumlanmayı hak eder.
Sanatın evrimsel psikolojisi bir yerden başlamak zorundadır ve
bu alandaki on yıl ve öncesine dayanan en erken spekülasyonlar,
dişi çekiciliğinin bel-kalça oranlarına göre analiz edilmesi gibi
doğrudan gözlemler içeriyordu. Ancak dişi vücudunun tarih bo
yunca temsil edilişine uygulanışı çok bariz olsa da bu merkezi
güzellik teorisi içten gelen gerilimleri ve sonsuz karmaşıklıklarıy
la sanat için bir tema olarak aşkın yeri hakkında bize çok az şey
ifade eder. Kısacası seksin kendisi fazla basittir. Hatta erotizm sanat
ve edebiyatın büyük kısmında ya komik antraktların konusu ya da
tragedyada sahne dışı olay örgüsü unsurları olarak ele alınır. Saf
bir erotizmin kendi başına büyük bir sanatın konusu olması ancak
tamamen yeşil ve hoş bir Pleistosen takvim manzarasının en büyük
resim sanatına konu edilmesi kadar muhtemel olabilir. Mükemmel,
güzel bir manzarayı temsil eden, zamana karşı koyabilmiş bir baş
yapıtın erotizmi kendi başına merkezi bir konu olarak ele almak
tansa, örneğin, Cennetten Kovulma için bir arka plan olarak
kullanması daha muhtemeldir. Rembrandt'ın İncil okuyan annesi
ni sevgiyle resmettiği gibi solgun yaşlı bir kadının portesi, çekici
bel-kalça oranlarına rağmen bir Alberto Vargas posterinden çok
daha güzel bir sanat eseri olabilir. Sanat tarihi için bel-kalça oran
larının anlamı, yiyecek için tatlılığın olup olmamasının evrimsel
statü, savanalar, genç görünüm vs gibi uyaranlara verilen tepkilerin tamamını üst
üste koyup zevk veren "estetik adaptasyonlar" olarak alır. Donald Symons'ın "Güzel
lik bakanın adaptasyonlarındadır" sözünü alıntılar. Thornhill'e göre sanatın evrim
sel bir kaynağı olan "bilinçdışı algılanmış ipuçlarıyla" bir "sübliminal" işlevi vardır
(s. 557). Söylemi neredeyse Freudyendir ama bu açıklaması karmaşık, ciddi sanat
eserlerini açıklayabilecek kadar olgun değildir.
271
anlamı gibi değildir. Şekerin tüm dünya mutfaklarında yer alması
ve tatlılığın bazı yiyecekleri evrimsel sebeplerden ötürü daha çe
kici hale getirmesi, bir kase mısır şurubu ve bir tabak şekerin akşam
yemeği olacağı anlamına gelmez.
3. Amaç. Yapının karmaşıklığının yüksekliği ve temaların ve
ifadenin ciddiliği gibi, sanatsal amacın otantikliği de, bir bakıma
sanatçının bunu demek istemesi de büyük sanat eserlerinin emare
sidir. Sanatta ve bilimde en yüksek başarıları incelediği dikkat
çekici çalışması Human Accomplishment'ta Charles Murray, en
büyük sanatın "aşkın iyiler" dediği bir kültürel zemin üzerinde
yaratıldığını öne sürer. Bu, gerçek güzelliğin ve nesnel hakikatin
varlığına ve iyinin insan kültürlerinden ve seçimlerinden bağımsız
hakiki bir değer olduğuna inanmak anlamına gelir. Murray, bir
arada ele alındığında bu üç tür iyinin, en kalıcı sanatın bir niteliği
olan "ahlaki vizyonu" kullanılabilir kıldığını yazar: "Ahlaki vizyo
nunu çıkarın, Goya'nın 3 Mayıs 1 808'i şiddet içerikli bir karikatü
re döner. Ahlaki vizyonunu çıkarın Huckleberry Finn, Tom Sawyer
olur'.'9 Murray bu düşüncesini "sanatta büyük başarı, bir kültürün
açıkça ifade edilmiş ve geniş kabul görmüş bir iyi mefhumuna
sahip olmasına bağlı olduğu" ve "açıkça ifade edilmiş iyi mefuu
munun olmadığı bir ortamda üretilen sanatın muhtemelen yavan
ve kısa ömürlü" olacağı iddiasıyla birleştirir.
Bu düşünce, Tolstoy'un sanatsal değerin ancak bir sanat eseri
yaratıcısının hakiki değerlerini ifade ettiğinde, özellikle de bu de
ğerlerin sanatçının kültürü veya topluluğuyla ortak olduğu zaman
larda elde edilebildiği yönündeki görüşüyle paralellik gösterir.
Tolstoy modern sanatı eğlenceli ama ruhen boş diye reddetmiş,
diğer yandan naif halk sanatına, özellikle de Rus köylüsünün Hı
ristiyan sanatına övgüler yağdırmıştı. Bir nesil sonra yaşamış olsay
dı muhtemelen kabile toplumlarının "ilkel'' sanatını methederdi.
Bunu da Picasso veya Roger Fry'ın modernist girişimlerini destek
lemek arzusuyla değil, soylu vahşilerin dürüst sanatının modern
toplum tarafından reddedilen hakiki ruhsal değerleri ifade ettiği
düşüncesini savunmak için yapardı. Mümkün olduğunca yalın bir
şekilde ifade etmek gerekirse hem Tolstoy hem de Murray en iyi
sanatın bir şeye inanan toplumlarda üretilebildiğini savunurlar.
273
Büyük sanatçıların birçoğu için adanmışlık kendi içlerinden gelir
ve sanatlarına, sanatlarının sorunlarına ve fırsatlarına yöneliktir,
felsefelerine veya dinlerine değildir.
4. Mesafe. İnsanlar birbirlerini memnun etmek için sanat eser
leri üretirler şüphesiz. Ancak en büyük sanat eserlerinin havalı bir
nesnelliği vardır. Yarattıkları dünyaların bizim dayattığımız istek
ve ihtiyaçlarla doğrudan pek işi olmaz. Yaratıcılarının bu dünyalar
yoluyla kendilerini bize sevdirmeye çalışma niyetleri daha bile
azdır. Bunun aksine izleyiciye yaranmak, özgün sanatsal güzelliğin
zıttı ki bu çirkinlik değil (çirkinlik, güzelliğin önemli bir bileşeni
olabilir), kitsch için temel bir işlevdir. "Kitsch" kelimesi zararsız
ıvır zıvırları veya çocukların ilgisini çekmek için üretilmiş nesne
leri tanımlayabilir. Ama bu kavramın aynı zamanda yüksek sanat
aleminde daha kötücül bir yeri vardır ve bir kavrayışa veya aydın
lanmaya ulaşmış gibi yapan ama aslında tüketicisinin gurunu
okşayıp ona güven vermek üzere üretilmiş bir tür sahte sanat an
lamına da gelir.
Milan Kundera, 10 Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği nde bu konu '
275
Marcel Duchamp bugün hala bulabildiği en nahoş nesneyi, bir
pisuarı alıp bir kaidenin üzerine yerleştirerek sanat diye adlandır
dığı için topa tutulur. Ama bu zeka dolu hareket, bakılacak çok
bir şey olmasa da ironik bir deha eylemidir ve her tür ironi kitschin
baş düşmanıdır. İleri derece kitsch ağır başlılık ve yüksek bir cid
diyet gerektirir, tamamen sahte ve asalaktır. Derin duygular ifade
ederek değil, size bunları hatırlatarak başarılı olur. Bu anlaşıldı
ğında sanat tarihinde son zamanların ilginç bir gelişmesi aydın
lığa kavuşmuş olur. Duchamp'ı bir sanatsal yenilikçi olarak
ciddiye almakta ısrar etmek ve Çeşme'nin ironi katmanlarını gör
mezden gelmek suretiyle, Duchamp'ın çağdaş takipçileri ve onla
rın sanat kuramı savunucuları geleneksel, burjuva sanatının
yüksek ciddiyet ideallerine dönüş yapmışlardır. Sırada ne var,
piyano başındaki John Cage büstü mü? Bu açıdan bakıldığında
Tracy Emin'in toplanmamış yatağı veya Damien Hirst'ün formal
dehit içindeki köpekbalığı gibi çakma hazır nesneler de, onları
ciddiye alan tumturaklı eleştiri metinleri de şüpheli derecede kitsch
kokar. Ama tabii ki kistch, para, iltifat ve kariyercilik sanat dün
yasıyla ister istemez iç içe geçmiş durumdadır. Kitsch, gösterişçi,
kendinden başka amacı olmayan zırvalık olarak her yerde, en üst
düzey sanat galerilerinde bile karşımıza çıkabilir. Sanat seçkinle
rinin o kadar hor gördüğü orta sınıf oturma odalarına mahsus
değildir.
v
Sanatsal başyapıtların sık sık sözü edilen ruhaniliği, başka bir
dünyaya aitmiş gibi olmaları, aksine özgündür ve ateistin de inanç
lının da aynı şekilde deneyimlediği bir duygu içerir. Bir başyapıtın
karşısında durduğunuzda kendi kendinize hayal edebileceğiniz her
şeyi aşabilecek bir gücün, olup olabileceğinizden çok daha büyük
bir şeyin huzurunda bulunduğunuzu hissedersiniz. Başyapıtların
yaşattığı esriklik kelimenin tam anlamıyla mest edicidir, sizi ken
dinizden geçirir. Teistler tüm bunu Tanrının gücüne, Darwinci
hümanistler insan dehasının neredeyse mucizevi denebilecek gü
cüne atfetmek isteyebilirler. Her ikisi de böyle eserlere istekle ya
naşacaktır: Onlara teslim olur, bizi nereye isterlerse götürmelerine
razı oluruz.
276
Çağımızın sanatsal başyapıtları bir insan yüzüne bulaştırılmış
kırmızı toprakboyasından veya kadim mağaralarda yankılanmış
notalardan bu yana çok yol almış görünebilir. Ancak atalarımızın
başlattığı, yüksek veya alçak sanat olarak tüm yerküreye yayılmış
tır. Atalarımız gibi biz de yüksek beceri ve ustalığa hayranlık du
yarız. Özgün kişisel ifadeden etkilenir, yeni bir şeylerin
yaratılışına tanıklık ederek hayrete düşeriz. Sanatın hayal ürünü
dünyaları en etkileyici duygularla dolu bir halde, esrik bir dikkatin
odağında, üstesinden gelindikçe haz veren düşünsel meydan oku
malar sunarak zihnin sahnesinde capcanlı durur. Ve bunların
hepsinin ötesinde sanatın sağladığı ortam yoluyla, diğer insanlar
la bir tanışıklık ve birlik olma hissini atalarımızla paylaşırız.
Günlük hayatın ışıltılı medyası ve cafcaflı alet edevatıyla aklımız
meşgul oldukça dünyadaki güzelliği ilk kez fark eden tarihöncesi
kadınlar ve adamlarla hala ne kadar yakın olduğumuzu unuturuz.
Damarlarımızda onların kanı akar. Sanat içgüdümüz, onlarınkidir.
277
Kaynakç a
28 1
Cooke, Brett, and Frederick Turner, eds. ( 1 999). Biopoetics: Evolu
tionary Explorations in the Arts. Lexington, Kentucky: ICUS
Books.
Coote, Jeremy, and Anthony Shelton, eds. ( 1 992). Anthropology,
Art, and Aesthetics. Oxford: Clarendon Press.
Cosmides, Leda, and John Tooby. (2000). "Evolutionary Psychology
and the Emotions'', Handbook of Emotions, ed. M. Lewis and J.
M. Haviland-Jones, 2nd ed. içinde New York: Guilfard.
---. (2000). "Consider the Source: The Evolution of Adaptati
ons far Decoupling and Metarepresentation", Metarepresentations,
ed. Dan Sperber içinde. New York: Oxford University Press.
Cronin, Helena. ( 1 99 1 ) . The Ant and the Peacock: Altruism and
Sexual Selection from Darwin to Today. Cambridge: Cambridge
University Press.
Currie, Gregory. (2004). Arts and Minds. New York: Oxfard Uni
versity Press.
Daly, Martin, Catherine Salman ve Margo Wilson. ( 1997). "Kins
hip: The Conceptual Hole in Psychological Studies of Social
Cognition and Close Relationships'', Evolutionary Social Psycho
logy, ed. J. A. Simpson ve D. T. Kenrick içinde. Mahwah, New
Jersey: Lawrence Erlbaum.
Danto, Arthur C. ( 1 964). "The Artworld:' Journal of Philosophy
6 1 :571 -84.
---. ( 1 98 1 ) The Transfiguration of the Commonplace. Camb
ridge: Harvard University Press [Sıradan Olanın Başkalaşımı,
Çev. Esin Berktaş, Özge Ejder, Ayrıntı Yay., 201 2 ) .
---. ( 1 986). ''Appreciation and Interpretation'', The Philosophi
cal Disenfranchisement ofArt içinde. New York: Columbia Uni
versity Press.
---. ( 1 988). "Artifact and Art'', ART/artifact sergi kataloğu
içinde. New York: Center far African Art.
---. ( 1 997). "Can it Be the 'Most Wanted' Even if Nobody Wants
it?" Wypijewski ( 1 997) içinde.
Darwin, Charles. ( 1 896a). The Descent of Man, and Selection in
Relation to Sex. New York: Appleton. İlk baskısı 1871. [İnsanın
Türeyişi (Çev. Sevim Belli, Onur Yay., 1 973) ve Seksüel Seçme
(Çev. Öner Ünalan, Onur Yay., 1 977)]
282
---. ( 1 896b). The Expression of the Emotions in Man and Ani
mals. New York: Appleton. İlk baskısı 1 872.
---. ( 1 896c). The Variation of Animals and Plants Under Do
mestication, 2 cilt, 2. Basım. New York: Appleton. İlk baskısı 1 868.
---. (2003) . On the Origin of Species, ed. Joseph Carroll. Peter
borough, Ontario: Broadview Press. İlk baskısı 1 859.
Davies, Stephen. {1991). Definitions ofArt. Ithaca: Cornell Univer
sity Press.
---. (2000). "Non-Western Art and Art's Defınition': Noel
Carroll (2000) içinde.
---. (2004). "The Cluster Theory of Art:' British Journal of
Aesthetics 44:297-300.
Davies, Stephen ve Ananta Charana Sukla, eds. (2003). Art and
Essence. Westport, Connecticut: Praeger.
Dennett, Daniel C. { 1 995). Darwin's Dangerous Idea: Evolution and
the Meanings of Life. New York: Siman & Schuster [Darwin'in
Tehlikeli Fikri: Evrim ve Hayatın Anlamı, Çev. Ayber Eper, B.
Kılıç, Alfa Yay., 201 4] .
Derrida, Jacques. ( 1 983). "Signature Event Context': Margins of
Philosophy içinde. Çev. Alan Bass. Chicago: University of Chica
go Press.
Dickie, George. ( 1 974) . Art and the Aesthetic: An Institutional
Analysis. Ithaca: Cornell University Press.
---. { 1 9 9 1 ) . The Republic of Art and Other Essays. New York:
Peter Lang. "The Republic of Art" başlıklı yazı, 1 969.
Dissanayake, Ellen. ( 1990). What Is Art Far? Seattle: University of
Washington Press.
---. ( 1 992) . Homo Aestheticus: Where Art Comes From and
Why. New York: Free Press; daha yeni bir edisyon da (200 1 )
University of Washington Press.
---. ( 1998). "Komar and Melamid Discover Pleistocene Taste:'
Philosophy and Literature 22: 486-96.
---. (2000) . Art and Intimacy: How the Arts Began. Seattle:
University of Washington Press.
Dolnick, Edward. (2008). The Forger's Spell: A True Story of Ver
meer, Nazis, and the Greatest Art Hoax of the Twentieth Century.
New York: HarperCollins.
283
Dutton, Denis. ( 1 993). "Tribal Art and Artifact." fournal of Aest
hetics and Art Criticism 5 1 : 1 3-2 1 .
---. ( 1994) . "The Experience o f Art I s Paradise Regained: Kant
on Free and D ependent Beauty:' British Journal of Aesthetics
34:226-4 1 .
---. (2000). "But They Don't Have Our Concept o f Art'', Noel
Carroll (2000) içinde.
---. (200 1 ) . ''Aesthetic Universals", The Routledge Companion
to Aesthetics, ed. Berys Gaut and Dominic Mclver Lopes içinde.
London: Routledge.
---. (2007). "Shoot the Piano Player:' New York Times, Feb
ruary 26.
---, ed. ( 1 983). The Forger's Art: Forgery and the Philosophy of
Art, Berkeley and Los Angeles: University of California Press.
Ekman, Paul. (2003). Emotions Revealed. New York: Henry Holt
[ Yalan Söylediğimi Nasıl Anladın?, Çev. Esra Karababa, Koridor
Yay., 20 1 5 ] .
Etcoff, Nancy. ( 1 999). Survival of the Prettiest: The Science of Bea
uty. New York: Anchor Books.
Fodor, Jerry. ( 1 998). "The Trouble with Psychological Darwinism:'
Landon Review of Books, Ocak 22.
Foucault, Michel. ( 1 969). "What Is an Author?" Textual Strategies:
Perspectives in Post-Structuralist Criticism, ed. Josue V. Harari
içinde. Ithaca: Cornell University Press.
Fry, Roger. ( 1923). "Negro Sculpture'', Vision and Design içinde.
Landon: Chatto & Windus.
Gaut, Berys. (2000). ''Art as a Cluster Concept'', Noel Carroll (2000)
içinde.
---. (2005). "The Cluster Account of Art Defended:' British
fournal ofAesthetics 45:273-88.
Geertz, Clifford. ( 1 973). The Interpretation of Cultures. New York:
Basic Books [Kültürlerin Yorumlanması, Çev. Hakan Gür, Dost
Kitabevi, 20 1 0 ] .
Gell, Alfred. ( 1 992). "The Technology of Enchantment and the
Enchantment of Technology'', Coote and Shelton ( 1992) içinde.
---. ( 1 998). Art and Agency: An Anthropological Theory. New
York: Oxford University Press.
Gilbert, Avery. (2008). What the Nose Knows: The Science of Scent
284
in Everyday Life. New York: Crown Publishers [Bir Burun Anla
tıyor: Günlük Hayatta Kokunun Bilimi, Çev. Süleyman Karakan,
Epsilon Yay., 20 1 1 ) .
Goldwater, Robert. ( 1 962). The Great Bieri. New York: Museum of
Primitive Art.
Goodrnan, Nelson. ( 1 968). Languages ofArt. Indianapolis: Hackett.
-- - ( 1 983). 'l\rt and Authenticity': Duttan ( 1 983) içinde.
.
286
Lopez, Jonathan. (2008). The Man Who Made Vermeers: Unvarnis
hing the Legend of Master Forger Han van Meegeren. New York:
Harcourt.
Lyons, Elizabeth. ( 1983 ). "Demographic Correlates of Landscape
Preference:' Environment and Behavior 1 5 :487- 5 1 1 .
Marcus, Gary. (2008) . Kluge: The Haphazard Construction of the
Human Mind. Boston: Houghton Mifflin [Kluge: İnsan Zihninin
Gelişigüzel Yapısı, Çev. Armağan Özdemir, Remzi K., 20 1 0 ] .
Martindale, Calin. ( 1 990). The Clockwork Muse: The Predictability
of Artistic Change. New York: Basic Books.
Mead, Margaret. ( 1 949). Male and Female: A Study of the Sexes in
a Changing World. New York: William Morrow.
Meyer, Leonard B. ( 1 983). "Forgery and the Anthropology of Art':
Dutton ( 1983) içinde.
Miller, Alan S. ve Satoshi Kanazawa. (2007). Why Beautiful People
Have More Daughters. New York: Penguin/Perigee [Neden Güzel
İnsanların Daha Ziyade Kızı Olur?, Çev. Cem Duran, Paravan
Yay., 20 1 6 ] .
Miller, Geoffrey F. (2000) . The Mating Mind: How Sexual Choice
Shaped the Evolution of Human Nature. New York: Doubleday.
---. (200 1 ) . ''Aesthetic Fitness: How Sexual Selection Shaped
Artistic Virtuosity as a Fitness Indicator and Aesthetic Preferen
ces as Mate Choice Criteria:' Bulletin of Psychology and the Arts
2 . 1 :20-25.
---. (2003) "Fear of Fitness Indicators: How to Deal with Our
Ideological Anxieties About the Role of Sexual Selection in the
Origins of Human Culture", Being Human içinde. Wellington:
Royal Society of New Zealand.
Mills, John FitzMaurice ve John M. Mansfıeld. ( 1 979). The Genu
ine Article: The Making and Unmasking of Fakes and Forgeries.
New York: Universe Books.
Mithen, Steven. (2003). "Handaxes: The First Aesthetic Artifacts':
Voland and Grammer (2003) içinde.
---. (2006). The Singing Neanderthal: The Origins of Music,
Language, Mind, and Body. Cambridge: Harvard University Press.
Moravcsik, Julius. ( 1 988). "Art and Its Diachronic Dimensions:'
Monist 7 1 .2:1 57-70.
287
---. ( 1 99 1 ) . ''Art and 'Art; " Midwest Studies in Philosophy
16:302 - 1 3.
---. ( 1 993). "Why Philosophy of Art in Cross-Cultural Pers
pective?" Journal of Aesthetics and Art Criticism 5 1 :425-36.
Murray, Charles. (2003) . Human Accomplishment: The Pursuit of
Excellence in the Arts and Sciences, 800 B.C. to 1950. New York:
HarperCollins.
Nehamas, Alexander. ( 1 98 1 ) . "The Postulated Author: Critical
Monism as a Regulative ideal:' Critical lnquiry 8 : 1 33-49.
- - - . ( 1987) . "Writer, Text, Work, Author", Cascardi ( 1 987)
içinde.
Nettle, Daniel. (2002). "Women's Height, Reproductive Success,
and the Evolution of Sexual Dimorphism in Modern Humans:'
Proceedings of the Royal Society 269 : 1 9 19-23.
Novitz, David ( 1 998). ''Art by Another Name:' British Journal of
Aesthetics 38: 1 2-32.
---. (200 1 ) . The Boundaries ofArt, 2. Basım. Christchurch, New
Zealand: Cybereditions.
Nussbaum, Martha C. ( 1 997). Poetic Justice: The Literary lmagina
tion and Public Life. Boston: Beacon Press.
Orians, Gordon H . ve Judith H. Heerwagen. ( 1 992). "EvolveJ
Responses to Landscapes': Barkow vd. ( 1 992) içinde.
Otten, Charlotte M., ed. ( 1971). Anthropology and Art: Readings in
Cross-Cultural Aesthetics. Garden City, New York: Natura! History
Press.
Pfeiffer, John E. ( 1 982). The Creative Explosion: An lnquiry into the
Origins of Art and Religion. New York: Harper & Row.
Pinker, Steven. ( 1 994). The Language lnstinct. New York: William
Morrow.
---. ( 1 997). How the Mind Works. New York: W W Norton.
---. (2002). The Blank Slate. New York: Viking. [Boş Sayfa, Çev.
Mehmet Doğan, Boğaziçi Ü. Yay., 20 1 6.]
---. (2005). "How Does the Mind Work?" Mind and Language
20: 1 -24.
---. (2007). "Toward a Consilient Study of Literature': Gottschall
and Wilson'ın incelemesi (2005). Philosophy and Literature 3 1 : 1 6 1 -
77.
288
Pinker, Steven ve Paul Bloom. ( 1 992). "Natura! Language and
Natura! Selection", Barkow vd. ( 1 992) içinde.
Posner, Richard. ( 1997). ''.Against Ethical Criticism:' Philosophy
and Literature 2 1 : 1 -27.
Rubin, Paul H. (2002). Darwinian Politics: The Evolutionary Origin
of Freedom. New Brunswick, New Jersey: Rutgers University
Press.
Rubin, William S. ( 1 984). Dada, Surrealism, and Their Heritage.
New York: Abrams.
Ruso, Bernhart, LeeAnn Renninger, and Klaus Atzwanger. (2003).
"Human Habitat Preferences: A Generative Territory for Evoluti
onary Aesthetics Research", Voland and Grammer (2003) içinde.
Schiller, Friedrich. ( 1 967). On the Aesthetic Education ofMan. Çev.
Elizabeth M. Wilkinson ve L. A. Willoughby. Oxford: Oxford
University Press. İlk baskısı 1 794 [İnsanın Estetik Terbiyesi Üze
rine Mektuplar, Çev. Melahat Özgü, MEB Yay., 1 943] .
Searle, John R. ( 1 958). "Proper Names:' Mind 67: 166-73.
Shiner, Larry ve Yulia Kriskovets. (2007). "The Aesthetics ofSmelly
Art:' Journal ofAesthetics and Art Criticism 65:273-86.
Sibley, Frank. (200 1 ) . "Tastes, Smells, and Aesthetics", Approach to
Aesthetics: Collected Papers on Philosophical Aesthetics içinde.
Oxford: Oxford University Press.
Simonton, Dean Keith. ( 1 999). Origins ofGenius: Darwinian Pers
pectives on Creativity. New York: Oxford University Press.
Singh, Devendra ve Robert K. Young. ( 1 995). "Body Weight, Waist
to-Hip Ratio, Breasts, and Hips: Role in Judgments of Female
Attractiveness and Desirability for Relationships:' Ethology and
Sociobiology 1 6:483-507.
Smidt, Dirk. ( 1 990). "Kominimung Sacred Woodcarvings': The
Language of Things: Studies in Ethnocommunication, ed. Pieter
ter Keurs ve Dirk Smidt içinde. Leiden: Rijksmuseum voor Vol
kenkunde.
Smith, Marian W., ed. ( 1 96 1 ) The Artist in Tribal Society. London:
Routledge & Kegan Paul.
Sober, Elliott ve David Sloan Wilson. ( 1 998). Unto Others: The
Evolution and Psychology of Unselfish Behavior. Cambridge: Har
vard University Press.
289
Sparshott, Francis. ( 1 982). The Theory of the Arts. Princeton: Prin
ceton University Press.
---. ( 1 999). The Concept ofCriticism. Christchurch, New Zea
land: Cybereditions. İlk baskısı 1 967.
Stern, Laurent. ( 1 980). "On lnterpreting:' Journal ofAesthetics and
Art Criticism 39: 1 1 9-29.
Storey, Robert. ( 1 996). Mimesis and the Human Animal: On the
Biogenetic Foundations ofLiterary Representation. Evanston: Nort
hwestern University Press.
Sugiyama, Michelle Scalise. (2005) . "Reverse-Engineering Narra
tive: Evidence of Special Design': Gottschall and Wilson (2005)
içinde.
Swirski, Peter. (2008). Of Literature and Knowledge: Explorations
in Narrative Thought Experiments, Evolution, and Game Theory.
Landon: Routledge.
Symons, Donald. ( 1 979). The Evolution of Human Sexuality. New
York: Oxford University Press.
Tavinor, Grant. (2005) . "Video Games and Interactive Fiction",
Philosophy and Literature 29:24-40.
---. (2009). The Art of Videogames. Oxford: Blackwell.
Telfer, Elizabeth. ( 1 996). Foodfor Thought. Landon: Routledge.
Thornhill, Randy. ( 1 998). "Darwinian Aesthetics", Handbook of
Evolutionary Psychology, ed. Charles Crawford ve Dennis Krebs,
Mahwah içinde. New Jersey: Lawrence Erlbaum.
Tolstoy, Leo. ( 1 960). What is Art? Çev. Aylmer Maude. Indianapo
lis: Bobbs-Merrill. İlk baskısı 1896 [Sanat Nedir?, Çev. Mazlum
Beyhan, T. İş B. Yay., 2007] .
Tooby, John ve Leda Cosmides. ( 1 990). "The Past Explains the
Present: Emotional Adaptations and the Structure of Ancestral
Environments:' Ethology and Sociobiology II:375-424.
---. (200 1 ) . "Does Beauty Build Adapted Minds? Toward an
Evolutionary Theory of Aesthetics, Fiction, and the Arts:' SubS
tance 94/95:6-27.
Ulrich, Roger S. ( 1 993). "Biophilia, Biophobia, and Natural Land
scapes'', The Biophilia Hypothesis, ed. Stephen R. Kellert ve Edward
O. Wilson içinde. Washington: Shearwater/Island Press.
Van Damme, Wilfried. ( 1 996). Beauty in Context: Towards an
Anthropological Approach to Aesthetics. Leiden: Brill.
290
Veblen, Thorstein. ( 1 994). The Theory of the Leisure Class. New
York: Dover. İlk baskısı 1 899 [Aylak Sınıfın Teorisi, Çev. Eren
Kırmızıaltın, Hüsnü Bilir, Heretik Yay., 20 1 5 ] .
Vogel, Susan Mullin. ( 1 99 1 ) . "Elastic Continuum': Africa Explores:
20th Century African Art içinde. New York: Center for African
Art.
---. ( 1 997). Baule: African Art, Western Eyes. New Haven: Yale
University Press.
Voland, Eckart. (2003). ''.Aesthetic Preferences in the World of
Artifacts: Adaptations for the Evaluation of Honest Signals?"
Voland ve Grammer (2003) içinde.
Voland, Eckart ve Karl Grammer, ed. (2003). Evolutionary Aesthe
tics. Berlin: Springer-Verlag.
Wallin, Nils L., Björn Merker ve Steven Brown, ed. ( 1 999). The
Origins ofMusic. Cambridge: MiT Press.
Weiner, James, ed. ( 1 994). Aesthetics Is a Cross-cultural Category.
Manchester: University of Manchester.
Werness, Hope B. ( 1 983). "Han van Meegeren Fecit': Duttan ( 1983)
içinde.
Whorf, Benj amin Lee. ( 1 956) . Language, Thought, and Reality.
Cambridge: MiT Press.
Wilson, David Sloan. (2002). Darwin's Cathedral: Evolution, Religion,
and the Nature of Society. Chicago: University of Chicago Press.
- -. (2007). Evolution far Everyone. New York: Delacorte Press.
-
A B
Abrams, M. H. 145 Bach, Richard 1 1 , 1 98, 2 ı 0, 249
Abusabib, Mohamed A. 98 bağımlı güzellik 2 1 7
Acacia tortilis 3 1 Baj, Enrico 232
adaptasyonlar 1 8, 1 03, 105, bakış açısı ı ı, 5 1 , 1 44, 1 45, 2 1 8,
1 07, 1 1 5, 1 1 9, 2 1 9, 235, 268 Barash, David P. and Nanelle
ahlak 20, 220, 254, 256, 263 1 47
ahlaki vizyon 272 Barkow, Jerome H. 54
Akenside, Mark 198, 199, 203 Barthes, Roland 1 94, 1 95, 1 97
Alcock, John 1 1 7 başyapıt 17, 20, 23 ı , 252, 254,
Allen, Woody 1 20
268, 269, 270, 27 1 , 273, 275
Altdorfer, Albrecht 38
Beardsley, Monroe s ı , 194, 1 95,
amaç 72, 95, 1 02, 144, 1 45, 1 5 1 ,
198, 199, 240, 24 1
1 75, 1 90, ı 9 1 , 2 1 6, 256, 259,
beceri ve ustalık 65, 76, 225
260, 267, 268
beğeni 48, 50, 226, 236, 250
Amerika'nın En Çok Arananı
Bell, Clive ı 7, 60, 6 1 , 62, ı 84,
23, 24, 26, 27, 28
1 85, 252, 253, 254, 274
Andsnes, Leif 1 96
Beowulf 1 40, 1 48, 1 49
anlatı 64, 86, 1 ı2, 1 37, 1 4 1 , 262
antisanat 225 Berleske (R. Strauss) 197
Aristoteles 44 beyin 53, 55, 73, 1 09, 1 1 0, 1 1 1 ,
arketipler ı so, ı s ı , 1 52, 1 53, 1 1 9, 1 32, 1 58, 1 82
1 54 bilgi aktarımı 1 3 3
Arnold, Matthew 147, 209, 247 bilgisayar 1 5, 3 6 , 60, 1 2 1 , 1 29,
aşırılıklar 3 1 , ı 59 1 47, 1 48, 1 75, 1 76, 1 94, 2 1 6
Aydınlanma 80, 234 bireysellik 67, 69, 230, 264, 265,
ayrıştırılmış biliş 124 Blocker, H. Gene 63, 73, 74
293
Bloch, Maurice 79 cinsel haz ı 6 ı
Bloom, Paul 4 ı , S4, 203 cinsel seçilim ı 6, 1 20, 1 60, ı 62,
Boğa güreşi 7S ı63, ı 68, ı 69, ı 73, ı 7S, ı 77,
Booker, Christopher ı48, ı 49, 1 89, ı 9 ı , ı 92, 202, 248, 26S
ı so, ı s ı , ı s 3 cinsiyet 32, ı 08
boş levha 23S, 248 Close, Chuck 1 84
Boyd, Brian 9, ı 7, 77, ı 40, ı 4 ı , çocuklar ıs, 33, 42, 96, ı o6,
ı 70, 260 ı 2S, ı 3 ı , ı 39, ı 44, 1 S4, 200
Brady, Mathew 22 ı Coe, Kathryn ı 83
Bredius, Abraham 204, 206, 207 Collingwood, R. G. 60, 2S8, 2S9,
Brough, John 222, 224, 230 260
Brown, Donald E. S4, SS coşkunluk 2 ı 9
Bunzel, Ruth 79, ı 96, ı 99 Cosmides, Leda 36, 37, S4, SS,
Buss, Donald S4, ı 6S, ı 68 ı 23, ı 24, 1 2S, ı 26, ı 40, 200,
Buz Adam (Ötzi) ı 74 2 1 6, 2 ı 7
C-Ç D
Cage, John ı4, 62, 27S Danto, Arthur 2S, 26, 27, 28,
çardak kuşu 1 8, ı 9 29, s ı , 6 ı , 71, 92, 93, 94, 9� 9�
Carroll, Joseph S4, SS, S7, S8, 97, 98, 99, ı oo, ı 8o, 222, 224,
S9, 60, 6 ı , 1 1 ı , ı 40, 1 4 ı , ı 43, 230
ı 44, ı4S, ı 46, ı 47 Darger, Henry 229
Carroll, Noel S4, SS, S7, S8, S9, Darwin, Charles 1 1 , ı 2, ı s, ı9,
60, 6 ı , ı ı ı, ı40, ı 4 ı , ı43, ı 44, 22, ı o ı , 1 02, ı s ı , 1 S9, ı 6o, ı 6 ı ,
ı4s, ı 46, ı 47 ı68, 1 69, ı 70, ı 72, 1 73, 1 7S,
Çehov, Anton 70, 1 34, ı 42, 204, ı 76, ı 8 ı , ı 88, ı90, 1 9 ı , 2 ı 9,
270 234, 23S, 237, 244, 249, 2S7,
Cheesecake ı ı 2, ı 1 3, ı ı4, ı ı s, 2S8, 267
1 16 dedikodu 1 32, ı46, 147, 200, 267
cinsel 1 3, ı s, ı 6, 20, 8S, l OS, Defoe, Daniel ı 98
1 06, ı o9, ı ı 7, ı ı8, 1 20, ı60, Derrida, Jacques ı 94, 1 9S
ı 6 ı , ı 62, ı 63, ı 64, ı 6S, ı 67, Descartes, Rene ı 7S, 203
ı 68, ı 69, ı 7o, ı 7 ı , 1 72, ı 73, Dickens, Charles ı 27, ı 43, ı 44,
ı 7s, ı 76, ı 77, 1 80, 1 8 ı , ı83, ı 47, ı 49, 263
ı 88, ı 89, 1 9 ı , 1 92, 193, 2o ı , Dickie, George s ı , S2, 6 ı , 7 ı
202, 2 1 6, 244, 248, 249, 2S8, Diffey, Terry s ı , 7ı
26S, 27ı dil ı s, 34, 3S, 37, 40, 4 ı , 42, S3,
294
57, 58, 60, 67, 77, 78, 1 07, 1 1 l , F
1 1 9, 1 70, 1 7 1 , 1 72, 1 73, 1 88, Fildes, Luke 274
1 99, 200, 20 1 , 206, 240, 244, Fodor, Jerry 1 3 1
245, 255, 270 Foucault, Michel 1 94, 195
din 53, 68, 77, 79, 82, 86, 1 1 2, Freud, Sigmund 5 1 , 141, 1 75,
1 28, 168, 1 92, 234, 254, 26 1 , 262 1 88
dişi orgazmı 1 08, 109, 1 1 7
Dissanayake, Ellen 26, 68, 255 G
doğal seçilim 1 02, 1 1 O, 1 1 2, Gell, Alfred 1 8 3
1 58, 1 59, 1 60, 1 6 1 , 1 73, 1 75, gerçeklik 1 22, 1 25, 126, 1 4 1 ,
178, 1 79, 1 92, 193 1 48, 1 55, 203, 244
Doğu Afrika 27, 30, 32 Gilbert, Avery 239
Duchamp, Marcel 1 6, 52, 62, Giotto 86, 88
70, 7 1 , 98, 99, 1 93, 222, 223, Goethe, Johann Wolfgang 1 48
224, 225, 226, 227, 228, 229, Goodman, Nelson 205, 206,
230, 2 3 1 , 232, 275 207, 2 1 2
Dünya Kupası 76 gösterişçi israf 1 84, 1 86
Düşünsel meydan okuma 70, gösterişçi tüketim 179
228 Gould, Stephen Jay 1 5, 1 09,
duygular 37, 53, 70, 1 1 8, 1 37, 1 1 0, 1 1 ı , 1 1 2, 1 1 7, 235, 246
1 42, 1 53, 1 62, 2 1 8, 2 1 9, 228, Gould'un adaptasyon karşıtlığı
242, 244, 253, 262, 266, 267, 275 111
duygusal doygunluk 76 Gray 1 59
duygusal tepki 1 1 6, 260 Gray, Asa 1 59
duyusal deneyim 2 1 5 Greenberg, Clement 1 84
Dyer, Richard 2 1 0
Grimaud, Helene 1 96
E
H
Ekman, Paul 70, 2 1 9
hafıza 24 1 , 269
eleştiri 1 1 , 20, 49, 67, 6 8 , 76,
Haidt, Jonathan 2 1 9, 220
1 47, 1 48, 1 95, 202, 276
hakikilik 222
el yapımı 1 80, 274
Haldane, J. B. S. 54
ensestten kaçınma 1 02, 1 06, 1 07
Hamilton, William D. 54
eş seçimi 36, 1 70, 1 9 1 , 1 92
handikap ilkesi 1 8 1
Etcoff, Nancy 1 65, 1 66
Hansen, Brian 1 65, 1 66
evcilleştirme 1 68, 1 92
Harlem Globetrotters· .76, 77
evrensellik 60
Hart, Lynn M. 82, 83, 84, 90
evrimsel psikoloji 1 3, 58, 1 1 2
295
Hassan, Ihab 263, 264 202, 203
hata teorisi 48 ilkel sanat 98, 99
Hatto, Joyce 209, 2 1 0, 2 1 1 , 2 1 2, insan doğası 14, 19, 43, 48, 50,
2 1 3, 2 1 4, 2 1 8, 220 53, 57, 58, 1 1 2, 1 80, 1 86, 234
Havelock, Eric 1 34, 1 35, 1 36 ironi 1 39, 1 97, 1 98, 202, 203,
hayal gücü 1 4, 1 5 , 19, 67, 72, 232, 239, 275,
75, 76, 77, 87, 9 1 , 1 2 1 , 1 24, 125, izleyiciler 1 99, 2 1 9, 262
1 33, 1 39, 1 43, 1 58, 1 73, 1 8 1 ,
1 92, 203, 2 1 6, 229, 242, 261, 270
hayranlık 65, 66, 92, 93, 95, Jung, Cari 5 1 , 1 49, 1 50, 1 5 1
1 26, 1 34, 1 42, 1 58, 1 82, 1 83,
1 87, 202, 205, 2 1 9, 220, 230, K
265, 274, 276 kabul edilen yazar 203
hayranlık üzerine 2 1 9 Kant, Immanuel 47, 48, 50, 55,
hayvanlar 1 9, 24, 28, 37, 54, 6 1 , 62, 72, 80, 1 22, 1 23, 1 80,
1 1 � 13� 1 5 1 , 1 57, 1 6 1 , 1 62, 1 92 1 84, 1 85, 1 87, 1 93, 2 1 7, 2 1 8,
haz 1 7, 45, 59, 64, 65, 66, 70, 233, 234, 260, 269
9 1 , 1 08, 1 1 6, 1 1 8, 1 1 9, 1 4 1 , 1 56, karmaşıklık 33, 175, 268
1 6 1, 1 62, 2 1 6, 2 1 9, 225, 236, kaynak gösterisi 1 78
254, 266, 267, 269, 276 kelime dağarcığı 2 1 , 201, 239
Hebborn, Eric 207, 208, 209, kemer üstü dolgusu 1 1 O
2 1 2, 2 1 3, 221 kendi kendini evcilleştirme 192
Hebborn'un Eski Usta çizimleri Kentner, Louis 250
Heerwagen, Judith H. 29, 3 1 , 34 kişilik 34, 1 64, 168, 258
hiperadaptasyonculuk 1 1 1 , 1 1 3 Koestler, Arthur 205, 206
hitabet 1 7 1 , 178, 1 92 koku duyusu 238, 239
Humble, P. N. 222, 225, 229 kokular 238, 239, 240, 241, 242,
Hume, David 47, 48, 49, 50, 248
1 75, 234, 268 Komar, Vitaly 23, 24, 25, 26, 27,
28, 29, 33
I-İ komedi 1 52, 1 54, 23 1 , 270
ibeji heykelleri 87 korku 29, 36, 42, 56, 1 22, 2 1 9,
içgüdü 1 1 , ı s, 56, 1 05, 1 07 244
ideal 29, 30, 43, 50, 83, 1 35, Kriskovets, Yulia 238, 239
1 48, 263, 273 Kuhn, Thornas 20
iletişimse! 7 4, 1 45, 1 70, 20 l , kültürel 1 3, 1 5, 1 6, 2 1 , 22, 27, 29,
296
33, 37, 40, 42, 43, 44, 48, 52, 53, Miller, Geoffrey 1 0, 1 59, 1 60,
63, 74, 75, 79, 83, 88, 89, 94, 97, 1 68, 1 7 1 , 1 72, 1 73, 1 75, 1 87, 1 88
9� 1 00, 1 0� 1 04, 1 05, 1 06, 1 09, ıninnettarlık 2 1 9
1 1 0, 1 1 1 , 1 1 6, 1 1 8, 134, 1 37, 1 43, modernizm 26, 226, 235, 247
150, 1 5 1 , 1 77, 1 78, 1 84, 2 1 2, 2 1 3, Moravcsik, Julius 59, 60
2 1 9, 234, 235, 236, 263, 269, 272 motivasyon 36, 273
kültürel gelenekler 16, 105 Mozart, Wolfgang Amadeus
kültürel görecelilik 234, 235 74, 1 23, 1 50, 209, 2 1 0, 236, 259,
Kundera, Milan 274 267, 270
kuraın 6 1 , 77, 8 1 , 127, 1 79, 204, Murray, Charles 2 7 1 , 272, 273
230, 248, 257 müzik 19, 2 1 , 46, 60, 64, 68, 69,
kurınaca 1 12, 1 23, 126, 1 27, 1 28, 70, 80, 1 1 2, 1 2 1 , 1 38, 1 42, 1 43,
1 29, 1 32, 1 33, 1 34, 136, 1 37, 1 38, 1 74, 1 88, 209, 2 1 0, 2 1 6, 2 1 8,
1 39, 1 40, 1 4 1 , 143, 1 44, 1 45, 1 47, 234, 235, 236, 240, 242, 243,
1 48, 1 5 1 , 1 54, 1 55, 156, 1 62, 200, 244, 245, 246, 247, 248, 249,
201, 202, 203, 227, 24 1 , 262, 263 250, 254, 255, 257, 258, 259,
261, 266, 269, 275
L
Laınarque, Peter 263 N
Langer, Susanne 61 Nehamas, Alexander 203
Leacock, Stephen 198 Nettle, Daniel 1 28, 1 65, 1 67
Lenain, Thierry 1 7, 1 8 Novitz, David 63, 64, 86, 87
Leslie, Alan M . 125 Nussbaum, Martha 262, 263
Levine, Sherrie 62
Levinson, Jerrold 7 1 0-Ö
Lloyd, Elisabeth 108, 1 09, 1 1 7 O'Brian, Patrick 1 34
olay örgüsü 65, 1 34, 148, 1 49,
M 1 50, 1 52, 1 58, 269, 2 7 1
maksatçılık 1 6, 195, 203, olumsallık 1 1 5, 234
Mangal, Pita 273 öpme 1 1 8
manzara tercihleri 30, 32, 33, orgazm 1 09, 1 1 7, 1 1 8, 1 20
187 Orians, Gordon H. 29, 3 1 , 34
Manzoni, Piero 23 1 , 232 orijinallik 67
May, Karl 1 34 Orman İnsanları 96, 97, 98
Medtner, Nikolai 267 otonomi 20 1
Meyer, Leonard 2 1 2, 2 1 3 Overing, Joanna 80, 8 1 , 82
297
p Schiller, Friedrich ı48, 1 69,
Parker, Robert 240, 242 1 70, 265
performans 64, 72, ı25, 2 ı4, 265 Schoenberg, Arnold 236, 247,
Pinker, Steven 20, 40, 4 ı , 54, 248
55, 57, ı o2, ı o3, 1 1 2, 1 1 3, 1 14, Schubert, Franz 1 7, 1 43, 1 88,
1 1 6, 1 1 8, 1 1 9, ı 28, ı 29, 1 3 ı , 1 96, 2 1 0, 2 1 1 , 23 1 , 237, 269, 270
ı 32, ı 4 ı , ı 44, ı 47, 256, 257, 258 seçilim değeri göstergeleri 220
Platon 6, 34, 43, 44, 45, 60, ı 34, seçilim değeri işlevi 203
1 35, ı93, 238, 263 Sepik Nehri oymacıları 95
politika 7 ı , ı92, 257 ses 1 6, 25, 48, 1 36, 21 l, 243,
Polti, Georges ı48, ı49 245, 268
Posne� Richard ı0, 262, 263 Shakespeare, William 22, 75,
Proust, Marcel 242 1 1 6, 1 47, 1 55, 1 7 1 , 1 88, 2 10,
237, 246, 260, 263, 264, 265,
R 269, 270, 273
Rembrandt 74, ı 85, 22 ı , 27ı Shaw, George Bernard 52
Remnick, David ı 65, ı 66 Shiner, Larry 238, 239
renkler ı 7, 24, ı 6 ı Sibley, Frank 5 1 , 240, 242
Rosa, Salvador ı ı 9 simetri ı 67
Rostand, Edmund ı 7 ı , ı 72 Simonton, Dean 269
Rubinstein, Arthur 2 10, 258 Singh, Devendra ı 64
sınıflandırıcı çiftleşme 1 62
S- Ş Sleeper ı 20
Sacks, Oliver ı85 Smidt, Dirk 272
sağkalım ı 6, 37, 54, 1 02, 103, soyaçekim 29
1 04, 1 07, ı ı ı , ı ı 2, ı 27, ı 28, soyutlama 1 22
ı 29, 1 33, ı 47, ı s ı , ı 54, ı 57, Sparshott, Francis 5 ı , 6 ı
ı 58, 1 59, 1 6 ı , 1 66, 1 67, ı 70, Stern, Laurent 1 97, 1 98, 1 99
ı 73, 239, 240, 243, 249, 255 Strauss, Richard 1 50, 1 97
sahtecilik 205, 206, 2 1 1 , 2 1 2 , Super Bowl 76
2 1 5, 2 ı 6
sanat dışı 64, 70, 76, 252 T
sanat felsefesi 43, 5 1 , 62, ı93 tabular 1 06
sanatın evrenselliği 4 ı taklit 30, 44, 45, 68, 125, 1 29,
satranç 65, 7 1 , 1 29, 1 30, 1 55, 1 54, ı 80, 2 1 7, 227, 255, 275
224, 226, 269 takvimler 1 7 , 26, 28
298
tanım 60, 75 Vogel, Susan M. 1 0, 84, 85, 86,
tanımlama 1 32, 1 88 87, 88, 90
tanımlar 26, 54, 64, 72, 80, 99, Voland, Eckart 1 20, 1 80, 1 8 1
1 09, 1 50, 252
tarafsızlık 1 22, 20 1 w
Tarak (Duchamp) 224, 226, 228, Wagner, Richard 70, 75, 1 1 6,
229 ı 3 1 , 1 82, 235, 265, 267, 273
Tate Gallery 23 1 , 232, 274 Warburton, Nigel 77
teknoloji 58, 7 1 , 1 04, 2 1 4 Warhol, Andy 1 4, 6 1 , 8 1 , 98, 99,
tekrar 1 8, 22, 25, 34, 43, 52, 70, 222, 227
86, 1 02, ı25, ı 35, ı 53, ı 59, ı87, Webern, Anton 236
1 9 ı , ı 96, 205, 207, 2 ı 5, 223, Westermarck, Edward A. 1 02,
226, 23 ı , 234, 240, 242, 246, 105, 1 06, ı 16
247, 249, 256, 257, 268, 275 Whorf, Benjamin Lee 20
temsil 45, 46, 5 1 , 55, 68, 70, 72, Wilson, David Sloan 37, 54,
74, 75, 77, 86, 87, 95, 1 29, 1 33, 1 02, 1 05, ı o6, 1 1 6, 1 28, 1 3 1 ,
1 38, ı 4s, ı 47, ı s ı , ı 74, ı n, 1 40, 1 4 ı , 222, 223, 23 1 , 258
ı 85, 1 88, 2o ı , 203, 2 ı 7, 227, Wilson, E. O. 105, 1 1 6, 1 40
252, 254, 27ı Wilson, Siman 222, 223, 231
teori s ı , 71, 229, Wimsatt, William 1 94, 1 95
Tolstoy, Leo 62, 1 34, 1 47, 1 89, Wittgenstein, Ludwig 20, 9 1 , 1 87
256, 258, 272
Tooby, John 36, 37, 54, 55, ı 23, y
ı 24, ı 25, ı 26, 1 40, 200, 2 1 6, 2 1 7 Yanomamo halk hikayesi 136
tören 254 yapıtlar 64, 98, 99, ı 83
tragedya 12, 67 yaratıcılık 19, 44, 67, 69, 168,
1 72, 1 96, 226, 235, 257
U -Ü yaş tercihleri (cinsel seçilim) 32
Ulrich, Roger S. 29 yazarın ölümü 199
ustalık 65, 66, 125, 1 35, 203, yeniden doğuş hikayeleri 1 49
2 1 2, 225, 26 1 Yeni Gine 1 7, 1 8 , 19, 2 1 , 40, 4 1 ,
58, 66, 69, 73, 94, 95, 96, 99, 1 42,
v 254, 265, 272
Veblen, Thorstein 1 79, 1 80, yenilik 67, 1 54
ı 8 1 , 1 83, 1 84, 1 85, 1 86, 1 87 yılan korkusu 37, ı 62
Verne, Jules 1 34 Yoruba ikiz bebekleri 86
299
yoruil1 26, 52, 99, 1 43, 145, 1 46,
167, 203
z
Zahavi, Ail1otz ve Avishag 1 80,
181
zanaat 84, 254, 258, 259, 260,
261
zihinsel 168
Zunshine, Lisa 1 39, 140, 1 45
300