Professional Documents
Culture Documents
HürYumer
Anlatmak kalıyor, hep kaldığı gibi. Hem kendi adına, hem de öteki adına an
latmak: Konuşmak... Zorunluk yani.
·Konuşma en az iki kişi ister. Ben tektim. Hem sonra, konuşmak için aramak
ya da aranmak gerekir. Arandım; bir gece, birdenbire... Arama isteğinin bir
düzeni, bir ritmi olmalı; o bunu her ne kadar böyle düşünmüş olmasa da, bir
mırıltısı, inişi çıkışı olmalı... işte, ritmi, onun karanlığın içindeki sessiz
adımlarına yerleştiriyorum ve yalnız bacaklarını görüyorum: Siyah pantolon
unun dizkapakları hizasındaki kıvrımlarını; bir kağıt kadar eprimiş pantolonu
na iliştirilmiş gibi duran ince ayak bileklerini; boşluğu parmak.uçlarının tek
bir vuruşuyla, bir taş sektirir gibi önüne katan, -ya da bilmiyorum, belki de
gitgide arkasında bırakan- pamuk .beyazı ayaklarını; zahmetsiz yürüyüşün
deki, iniş çıkışlardan örülmüş şu hareketi, kaynağı belirsiz şu ışığı, şu dalga
lanmayı...
Suskun, -kişi, demeye dilim varmıyor; biri, ya da varlık demek belki daha
146 Defter
Ama gene de, uzun zaman bir yer meselem olduğunu kabul etmeliyim. Biri
suskun iki kişinin telefon konuşmasında, herkesin bir yeri, hatta bir duruşu
olmalı: Suskunluğu sınırsızdı. Ayakta dinleyemiyor, yorulup uzanmak zorun
da kalıyordum. Ne var ki, dinlemeye ayakta başlayıp da, sanki birden,
olağandışı bir şey olmuş gibi, duruş değiştinnek, -mesela, bedenin yükünü,
sol ayaktan sağ ayağa, sağ ayaktan sol ayağa aktarmak- acı verip gülünç
gelmeye başlayınca, telefonu, o zamana kadar düşman gibi gördüğüm yatağı
mın yanına taşımayı denedim. Aynlıkları sesle giderdiği sanılan, aşk mektu
plarının yerine geçtiği söylenen bu garip aletin zili, günde en az üç kere beni
yatağa mıhlayınca, yerimi bulmuş oldum. Duruşuma gelince ... Çok geçme
den, suskunluğunu en iyi sırtüstü yatarken dinleyebildiğimi fark ettim.
Daha önemlisi, onun yeri, onun duruşuydu. Başta, onu dinlerken, gözlerimi
kapıyor, saydam bir gökyüzü hayal etmeye çahşıyordum. Ama, bu bir çalış
ma, bir hazırhktı gene. Tavanla sınırlı mekanımda, gözlerim açık göğü gör
düğümde, yerini bulmuştu. Duruşuna gelince, bir şey hep eksik kalacak. Ya
da duruşunda, benim sesimi aşan, bu söylediklerimi silen bir şey olacak.
Ama bütün bunlar onun tek oluşuna bağlı; yoksa, anlatmaktan hemen vaz
geçebilirdim.
Günün birinde onun yerine konuştuğumu fark ettim: Baktım, sesi soluğu
çıkmıyor, devam ettim.
Ona tek kendimi göstermenin yolu, ikimizin yolculuğuna değil, sadece benim
aşabilcceğim mesafeye bağlıydı. Sıfırdan başladım. Yola, alacakaranlıkta,
yalnız çıkacak, bir ses edinip kendimi dinlettirecektim. Mesele belki de yalnız
dost olmaktı. Aslında her şey aşık olmaktan daha kolaydı. Telefon
çalmadıkça, serbesttim. Onun haberi olmadığı sürece, son isteğim diyerek,
çukulatalı pasta yedikten sonra intihar bile edebilirdim.
-Merhaba
-Merhaba
-Sigara?
-Efendim? ...
-Şu sarı ışığın içine gömülmüş gibi duran evin ön cephesinde, sıru duvara
dayalı bir adam oturuyor. Deminden beri ona bakıyorum: Kendi kendine
konuşuyor. Bazen, parmak ucuyla avucuna bir şeyler yazıp bozuyor. Çok ga
rip.
O hiç konuşmadı. Suskun biri. Neresi, kim desem, bilmiyorum. Ama dudak
larım, dokunduğum zaman, şurada, kıyıda, son çınarlı kahvenin onla. ilerde
göz alabildiğine deniz, bir kara kedi var; sokak lambalarının dinmeyen
uğultusu; biten gece dekorları, üflesen yıkılacak kırılganlıkta... Sen...
Yokuştan aşağı inince, ev pek seçilmiyor. Uzun zaman baktım ama, gene de;
yanan bütün ışıkları, olanca mahmurluğuna rağmen, o kadar silik öyle donuk
ki!. ..
Bütün yemekler, bütün törenler, tıpkı misafirlikler gibi, derin uykularda biter
ve çağırılan ya da çağırılmayan, kendinden vazgeçilen ya da vazgeçilmeyen,
seçilmiş kurban, katil ya da soytan, ya da gecenin son numarası kimse o, gel
mezse tatsız bitmeye, eksik kalmaya mahkumdur. Sanki bir şey unutul
muştur. Tuz yoktur, ekmek, peynir... Biri bakkala gönd�rilir. ·
Nitekim, ben evin bahçe kapısından içeri girerken biri çıkıyordu dışarı. Kim
bilmiyorum. Fakat mevsime göre epey kalın giyinmişti; başına doladığı yün
atkıda, üzerindeki· paltonun kollarında tiftiklenmiş pamuk yumakları vardı.
Çok üşümüş insanların kokusu tektir: Geri çekilip yol verdim; yanımdan
geçerken çarpu galiba, hatırlamıyorum; ya da çarpmadı. Ya da, üzerime bütün
ağırlığıyla devrilip kalktı; beni sevip bıraktı; kalkıp yürüdü; farksızlaştı. Ar
kama bakmadım. Sonradan hallaç olduğunu tahmin ettiğim bu adamı bir daha
görmedim; fakat giderken, yayını boynundan geçirip omuzuna astı. Koyu giy
silerin içine gizlenmiş -ya da ustaca doldurulmuş- pamuktan adam
gövdesini, kamı ya da sırtındaki bir konuşan bebek ipini, sadece biraz daha
150 Defter
Bahçesinden içeri girdiğim ev, boş değil, donuktu. Neredeyse bütün ışıkları
yanan, tek katlı dörtgen bir yapı.
Müziği işitmedim, ama dans ediliyordu... Kah bir laf, kah bir lokma için
açılıp kapunan ağızlar, yalpalayan bacaklar, arkalarına pamuk sıkıştırılmış bi
rer pahalı çift ayakkabı sayesinde, dans uğruna geceye katlanan ayaklar.
İlerleyen saatlerin elektrik ışığına yapıştırılmış gibi duran insanlar; tehlikesi
abartılan bir halının saçaklarına takılıp düşmekten korkar gibi, bütün geceyi
kandırabilecek güçte, ufak, muzip, çoğu zaman temkinli adımlarla birbirine
yanaşan, ya da dokunmadan geçmeyi daha uygun bulan gövdeler. Çantasını,
paltosunu, çocuğunu ya da sokak kapısını arayan bir kadının telaşlı, tombulca
yüzü. Elini, bir, gözündeki kocaman sargıbezinin altından taşan pamuğa, bir,
neredeyse bütün ağzını kapatan kara bıyığına götürerek, gecenin girdisini
çıktısını öğrenmeye çalışan bir adam. Bir köşede fal açan bir kadın. Onun az
ilerisinde, yüzünü buruşturmuş ya da yüzü buruşuk bir çoçuk; parmaklarıyla
kulaklarını tıkamış; benim işitmediğim müziği duyuyor olmalı. Kısa panto
lon giydirmişler; ayakları yere değmiyor. Kalabalıktan yere çömelmiş bir
kadın, gülerek, çocuğun önce sol, sonra sağ dizine tentürdiyot sürüp üflüyor.
Çocuğun katılmadığı tuhaf bir acı yatıştırma oyunu bu. Ortada, örtüsü
kaymış yuvarlak bir yemek masası. Masanın tam kenarında, gecenin belki de
"'i
Ha-Ah-Bakıh-Zukrum 151
başlangıcından beri yere düşecekmiş gibi duran, fakat etrafta hüküm süren
umursamazlıktan yararlanarak cambazlık yapan bir tabağın içinde, etrafında,
pasta artıkları, pasta boncukları; büyüklerin, çocuklardan, birbirlerine
gülümseyip çocuk taklidi yaparak kaçırdıkları, ucu sivri pasta mumlukları,
topaçlar, yemek artıkları, çatal bıçak...
Masayı özel günlere özgü tozlu bir ışık içinde bırakan avizenin etrafında,
içerinin genleşen sıcağına dayanamayıp pörsümüş birkaç mavi uçan balon...
Balonların tavana yansıyan belli belirsiz gölgeleriyle tepeleri arasındaki iki
parmak boşlukta, bir köşeye oturtulmuş, dizleri tentürdiyotlu çocuğun, çok
yumuşak bir çift büyük ayakkabısının tılsımlı dokusuna gizlice kaydırdığı
ayakları; sonra, bu iki parmaklık boşlukta, gerek tavanda, gerek balonların
tepesinde, büyük ayakkabılarına bakmaktan dizkapaklarının yukarısını unuta
rak, kimse görmeden sabaha kadar dans edişi...
Ve kim olduğu dört bir tarafta oturanlarca görülsün diye, alaşağı edilişi; aynı
anda, birden, belden yukarısını hatırlayıp iki yüzlü, iki gövdeli bir oyun vale
sine öykünmesi; ardından da, artık bir oyun valesi olduğu için, yumuşaklığını
hisetmediği pamuğu yeni atılmış bir şiltenin üstünde, üşüyen gözlerini, gece
başlarken her şeyi bütün sıcaklığıyla hazırlayarak giden hallacın yayına
çevirişi bekli.
Aklımda kalanların gülünç bir taslağı da olabilir bu, dedi, anlatısını nasıl biti
receğini kestiremediğini söylemek ister gibi, hiç canı çekmediği halde, ken
dine rağmen konuşuyormuş gibi, gözlerini yumarak duvara dayandı. Öğle
güneşine çevirdi yüzünü. Şehrin gürültüsüne kulak kabarttı. Sonra, gözlerini
kapayarak, şimdiye kadar sizi katmadım, soru sormadım; söyler misiniz niçin
ışığa kallanamıyorum ben? dedi.
Elini kıskıvrak yakalayarak, yüzüne vuran öğle güneşini bıçak gibi kestim.
Ses çıkarmadı. Gözlerini açıp yüzüme bakmadı. Dayanabiliyordu. Onu orada
bırakıp yürüdüm.
Aklımdan çıkmıyor.