Professional Documents
Culture Documents
(Günebakan 8 Öğreti Kitapları - 5.) Lukács, György - Birey Ve Toplum-Günebakan (1978)
(Günebakan 8 Öğreti Kitapları - 5.) Lukács, György - Birey Ve Toplum-Günebakan (1978)
ve
toplum
GüNEBAKAN
YAYINLARI
birey ve toplum
m a rx ’a yo lum
g erç ek çilik sorunu
ö zg ü r y a d a g ü d ü m lü s a n a t
« m a rx 'a y o lu m d a e k
b ire y v e to p lu m
REYO Bagımeyl
I
György Lukacs
BİREY VE TOPLUM
Türkçe®.
Veysel Atayman
GÜNEBAKAN TAYINLARI
' Kapak
Sait Maden
Sunarken/7
Marx’a Yolum/19
«Gerçekçilik Sorunu» Uzerine/27
Gerçekçilik Sorunu/31
ö zgür Ya Da Güdümlü Sanat/88
«Marx’a Yolum»a Ek (1967)/130
Birey Ve Toplum/148
Kişiler Sözlüğü/211
SUNARKEN
7
Sözü geçen kitaptan seçtiğimiz «özgür Ya
Da Güdümlü Sanat» başlıklı yazı, M acaristan’
da stalin d terörün başlangıç yıllan, sayılan
1948’lerde Lukacs’ın yayımladığı (Demokrasi
Ve Edebiyat» kitabından alınmıştır. Sözkonusu
kit&p, Lukacs çevresinde kopanlan «revizyonist»
suçlama-fırtmasma dayanak olmuştu; P a rti ile
Lukacs arasındaki bu tartışm a, Lukacs’ın sus
mayı yeğlemesiyle yatışmıştı. Lukacs, susması
na gerekçe olarak Rajk olayım gösterir. Bilindi
ği gibi Laszlo Rajk, kısa bir Süre sonra, 1949 yı
lında «vatana ihanet» suçlamasıyla idam edil
m işti; 1953 yılına değin stalinci terör Macaris
tan’a egemen olmuştu. Lukacs 1957’de «Demok
rasi Ve Edebiyat» adlı kitabındaki tüm yazıların
kimi aksaklıklarına ve eksikliklerine karşın,
gene de genel çizgide doğru bir yöne oturtulm uş
olduğunu ileri sürecektir.
Aynı kitaptan aldığımız «Marx’a Yolum-
1933» ve «Mara’a Yolum’a Ek-1957» başlıklı iki
yazıda, Lukacs b ir bakınia hem kendisiyle, hem
de Stalin’le hesaplaşmaktadır. Lukacs, Stalin’in
gerek ideolojik, gerek toplumsal-kültürel, gerek
se politik alanda kemikleşmiş, bağnaz yargıları
geçerli kılarak, her üç alanda da gelişmeyi -—de
ğişik derecelerde olmak üzere— giderek engelle
diği sonucuna varır. Kendisinin olup bitenlere
ses çıkarmak şöyle dursun, Stalin’i destekleyici
tavır almış olmasını da, tarihsel nesnel koşulla
ra bağlayarak, «Bu konuda yapılacak her eleşti
ri» karşı yanda savaşı gündeme almış faşizmin
ekmeğine yağ sürebilecekti,» sözleriyle açıklar.
8
Lukacs’a göre Stalin’in yanılgısı, dahası trajedi*
si, tıpkı yirmilerde Troçki’nin «tek ülkede dev
rim» politikasının zorunluğunu kavrayamamış
olması gibi, yeni dünya politikasını, değişmekte
olan dünyayı anlayamamasından ve Çin devri-
miyle birlikte (1948) dünyada halk demokrasi
lerinin yaygınlaşma sürecinin yeni boyutlarını
kavrayamayarak, hâlâ «tek ülkede devrim» dö
neminin yöntem ve politikasını geçerli kılmaya
çalışmasından ileri gelmektedir.
«Gerçekçilik Sorunu» başlıklı yazı, 1937/38
yıllarında Moskova’da yayımlanan «Söz» dergi
sindeki tartışm aların belki de en önemli yazışır
dır. Bu yazıyla ilgili «giriş» bölümünde, yazıyı
aldığımız kitabm önsözündeki bilgilere dayana
rak geniş bir açıklama yapmayı uygun bulduk.
Sözkonusu yazı, sosyalist gerçekçilik tartışm a
larına özellikle kuramsal yönden derin boyutlar
getirecek niteliktedir; bu yönüyle de, Güneba-
kan Yayınlan’hm daha önceleri çıkarmış oldu
ğu, Bertolt Brecht’ten «Sosyalist Gerçekçilik Ve
Tbptum» derlemesinin bir tamamlayıcısıdır.
Kitabın son bölümünde ise, Lukacs’ın çağ
daş sorunlar karşısındaki felsefe anlayışını, bu
sorunları kapsayıcı marksçı görüş açışım orta
ya koyan «Birey Ve Toplum» yer alıyor. Bu yazı,
Lukacs’la Alman toplumbilimcisi Kofler arasın
da geçen, 1967 yılında Budapeşte’de gerçekleşti-
rim iş -bir söyleşi; özellikle kuramsal yönü ağır
basan bu söyleşi, LukacS’m düşüncesinin uzan
dığı derin boyutları da sergilemek bakımından,
9
onu daha yakından tanımamıza olanak verecek
tir.
Ancak ideoloji ve politika üzerine sayısız
yapıtlarıyla [«Tarih Ve Sınıf Bilinci» (1923-
Berlin), «Lenin» (1924-Viyana), «Moses Hess
Ve İdealist Diyalektiğin Sorunları» (1926-Leib-
zig), «Nietzsche Ve Faşizm» (1946-Budapeşte),
«Edebiyat Ve Demokrasi» (1947-Budapeşte),
«Burjuva Felsefesinin Bunalımı» (1947-Buda
peşte), «Genç Hegel. Diyalektik Ve Ekonomi
İlişkileri Üzerine» (1948-Zürih), «Kaderin Dö
nüm Noktası»'(1948-Berlin), «Varoluşçuluk Ya
Da Marksçılık» (1948-Paris), «Yeni Demokrasi
de Marksçı Felsefenin Görevleri» (1948-Buda-
peşte), «Mantığın Yıkılması» (1954-Berlin),
«Estetik Tarihine Katkılar» (1954-Berlin),
«Genç Marx» (1965-Pfullingen), «Eski Alman
ya’nın Mezara Konuşu», «Faust Ve Faustus»,
«Rus Edebiyatı-Rus Devrimi», «Konuşmalar»
(1968), «İdeoloji Ve Politika Yazılan» (1967)
vb.] bir bütün oluşturan bu düşünürü, böylesi
bir kitabın boyutları içinde tanıtabilmek savı
nın sınırlılığı ortadadır.
Kimilerine göre «hegelleştirilmiş» bir
marksçıhğı Lukacs’m yazılarının tümünde bul
mak olanaklıdır (Georg Lichtenheim, «Georg
Lukacs» Dtv. 1971). Kimi zaman lenincilerin
öfkesini üstünde toplamış («Tarih Ve Sınıf Bi
linci» yapıtı nedeniyle), M acaristan’daki politik
gelişmeye kılavuzluk etmek amacıyla hazırladı
ğı izlence (program) nedeniyle (Blum-tezleri)
10
politik çalışmalardan alıkonduğu olmuştur. Ne
var ki, sağlıklı bir toplumcu düşünce, kimin ne
olup ne olmadığını aktarm a «dedikodularla» de-
ğü, nesnel dayanaklı çalışmalarla saptam ak du
rumundadır; yoksa itici «nitelikler» arkasında
zengin düşün hâzinelerinin de kapağı açılmadan
tarihe gömülmesi olasılığı vardır.
1885 yüında Tuna Monarşisi’nin ikinci baş
kenti Budapeşte’de doğan Lukacs, 1906’da fel
sefe doktorasını vermiş, 1919'da beş ay süren
•Komünist Hükümeti sırasında eğitim komiser
liği görevi yüklenmiş, daha sonraları 1944’e dek
geri dönmemek üzere yurdunu terk etmek zo
runda kalmış, yirmi yılı aşkın bu süre içindeki
çalışmalarının çoğunu SSCB’de gerçekleştir
miştir. 1915 yüma değin uzanan gençlik dönemi
ni, Lukacs, burjuva felsefesinin etkisi altındaki
dönem, diye tanımlar. Bu dönemin ürünü 1915’
de yayımladığı «Roman Kuramı»dır.
Sözünü ettiği, burjuva düşün dünyasındaki
1914-18 savaşıyla noktalanan bunalım ve parça
lanmışlığın Lukacs’a da yansıdığı bir dönemdir.
Bu dönem, yeni-kantçılık’tan Dilthey’in manevi
bilimler ve ta rih felsefesine, oradan da Hegel’e
doğru gelişen bir felsefe çizgisiyle belirlenmiş
tir. Herman Cohen ve Paul N athor’un kurdukla
rı yeni-kantçı okul, Marburg okulu diye de anı
lır. Marburg okulu da tüm yeni-kantçı okullar
gibi hem hegelci, hem de olgucu (pozitivist) ma
teryalist anlayışa karşıdır. K ant’m eleştirizmini
mantıkla birleştiren Marburg okulu, Kant’ın et-
hik’ini de 19. yüzyılın son yılları burjuva toplu-
11
muna uygulamayı denemiştir. Marburg okulu
varolanın Özünün bilinemeyeceğini ileri sürer
ken, Dilthey’in felsefesi, toplumsal gerçekleri
konu edinen manevi bilimlerin konularının (ger
çeklerinin) , duygu-özdeşleşmesi (Einfühlung)
yoluyla bilinebileceğini savlar. Tarihi yaratan
ruhun (akim) düşünme faaliyeti içinde dışlaşan
kanıtları ile, tarih içinde gerçeklesen ruh (akıl)
özdeştirler. Bu da sonradan yaşcm tilaştvnlarak
tarihin anlaşılmasını sağlar. Sanatta, kültürde
vb. dışlaşan ruh (akıl) ile, tarih içinde gerçek
leşen ruh (akıl) arasında bağ kurulabilir. K ant’
m parçaladığı «gerçeği bir bakıma birleştirme fel
sefesidir D ilm eyin felsefesi. Ne v ar ki, Dilthey’
in felsefesinde ruhun tarihi ancak izlenebilen b ir
tarihtir, bu tarihi değiştirmek olanaksızdır, çün
kü tarihi yapan ruhun kendisi değişmez. Dukaca,
yeni-kantçı felsefelerle pazitivist (olgucu) felse
felerin yüzeyselliği yanında, Dilthey felsefesinin
tarihsel bir haklılık taşıdığını ve bu felsefelere
yeğ tutulduğunu söylerken, manevi bilimler yön
teminin aslında olguculuğun sorunlarım ne den
li az aştığını göremiyorduk, der.
1900’lerin ilk çeyreğinde tüm Alman düşü
nürlerini etkileyen diğer bir düşünür de Hus-
seri’dir. Salt betimleyici fenomenolojisiyle, salt
aşkın bilinç alanını salt sezginin içinde arayan
Husserl, «Eidetik indirgeme yöntemi»yle C1) bi-
.. >
1> «ÖZe yönelik indirgeme yöntemi* (Ayraç İçi
ne alma [ESnklammerung] yöntemi): Nesnelerin özünü
kavrayabilmek İçin, bütün raslantılanyla birlikte ger.
çek dünyayı, uzay ve zamanla ilgili belirlenimler bakı-
12
linçi ampirik ve öznel katıklarından arındırıp,
salt bilince varmak ister. (Sene savaş arifesinde
Nietzsche’nin akıldışıcı görüşleri de felsefe ala
nını doldurmuştur. Burjuva felsefesinin bu bu
nalım belirtileri içinde öznel idealizmden nesnel
idealizme doğru yol alan Lukacs, bu kargaşada
sulandırılmış marksçılığı bulup tanımak için
1917 Devrimi'ni bekleyecektir. Gerçi Lukacs’ın
ifadesiyle 1923‘de bile hâlâ hegelci gözlüklerle
görülen bir Marx‘tvr bu (Tarih Ve Sınıf Bilinci,
1923).
Dönemin tiim felsefe tartışm alarını enine
boyuna sergilemek ne amacımız içinde, ne de ki
tabın çapı buna elverişli. Biz bu kısa açıklama
ları, 1900’ler ile 1920’ler arasında K ıta Avrupa-
sı’nm bu kesiminde (Macaristan’da) gelişen
olayların kısa bir yorumunu yaparak tamamla
mak istiyoruz. Çünkü, bir düşünürün gelişimi
nin, içinde yetiştiği toplumun çalkantılarından
önemli ölçüde etkilendiği bir gerçek olduğuna
göre, anayurdundaki toplumsal olayların, başka
değişle sınıf savaşımlarının kaba çizgileriyle de
olsa bilinmesi, Lukacs’ın düşünsel oluşumunda
etkisi olan nesnel koşullar hakkında önemli ip
uçları sağlayacaktır.
1902’lerde E rao Szabo (1877-1918) Marx’ı,
Proudhon’u, Bakunin ve Sorel’i birleştiren seç-
------------- T — »" .....
13
meçi (eklektik) bir «anarşist-sendikacılik» dü
şüncesini savunmaktadır. Sosyal demokratlar ve
onlara bağlı sendikalar bu görüşlere karşıdırlar,
öğrenciler ve aydmlar arasında yandaş bulan
Szabo, 1902’de «Sosyalist öğrenciler Kulübü»nü
kurar. Sendikaların genel grevleriyle proleter
devrimin başlatılabileceği ileri sürülmektedir.
Genç Lukacs da «Budapeşte Devrimci Sosyalist
öğrencileri» diye bilinen bu kulübün kurucuları
arasındadır. Demokratik içerikten yoksun, köh-
nemiş, büyük toprak «ağalarının» güdümünde
olan M acaristan parlamentarizminin değiştiril
mesi her sol liberalin özlemini çektiği bir deği
şimdir; bu amaçla, Eduard Bemstein ve Max
Adler’in de katıldıkları seminerler düzenlenir.
Aynı yıllarda, Kautsky’nin determinist marksçı
anlayışına bel bağlamış, işçüeri örgütlemek için
çaba gösteren sosyal demokratlardan biri olan
’Oszkar Jaszi’nin çıkardığı «Yirminci Yüzyıl»
dergisi, büyük toprak sahiplerini Macaristan’ın
baş sorunu saymaktadır. Dergi çevresinin ço
ğunluğunu hali vakti yerinde burjuvalar oluştu
rur. îlke olarak demokratik bir hareketin bile
çok güç görünmesi, burjuva aydınların hareketi
giderek terk etmelerine yol açınca, dergi de sola,
sanayi işçilerine yaklaşmak zorunda kalır.
Marksçı terminolojiyle bir burjuva devrimidir
istenen. Sanayi proletaryasının aydın öncülü
ğünde kitle bilinci getirilerek yapılacaktır bu
devrim.
Bu sırada, savaşın neden olduğu mayalanma
süreci içinde yepyeni bir seçkinler ideolojisi
14
oluşmaktadır. Sanayi kesimindeki mühendisler,
bilim adamları, teknokratlar, kısacası tüm üre-
tim -aydınlan birleşerek bir sendika kurarlar.
Amaçlan meslek çıkarlarım korumanın yanın
da, savaşa karşı çıkanlan da desteklemektir. Bu
harekete sonraları «mühendisler sosyalizmi»
denmiştir. Baş kuramcılarından Gyula Hevesi,
hiç istemediği halde Saint-Simon ideolojisini
yeniden diriltir. Tarihçi Jazef Lengyel bu hare
ket için, «teknokratların ve mühendislerin sabo
tajlarına dayanan bir devrim planı,» der. Heve
si, asıl artık-değeri işçilerin değil de, teknokrat
ve mühendislerin sağladığı görüşündedir. İşte
böylesine yoğun kavram kargaşası içinde bo
calayan M acaristan’da, 1918 yılında Komünist
P a rti kurulur. Lukacs da Komünist Parti'ye gi
rer. Parti başkanı Bela-Kun ve bolşevik yan
daşları çok geçmeden, 1919 Şubatında tutukla
nırlar. Ancak Cumhurbaşkanı Karolyi burjuva
ların desteğini yitirince çekilmek zorunda kalır.
Bunun üzerine yirmi dört saat önce hapiste bu
lunan Kun, Sosyal Demokratlarla bir koalisyon
kurarak iktidara gelir (22 M art 1919). Bu dö
nemde Lukacs, önce «halk eğitim komiseri yar-
hurg Monarşisi’nin yıkılması üzerine Macaris
tan’ın Sırp, Romen v© Çek istilâsı tehdidi altın
da bulunmasıdır. Bu olgu, Bela-Kun’u sosyaliz
mi ulusalcı eğilimlerle birleştirmeye zorlar. Sov
yet kızıl ordusunun yardıma gelmemesi yüzün
den Romenlere yenilgi kaçınılmaz olunca, Kun
Viyana’ya sığınmak zorunda kalır. Beş ay süren
komünist-soSyaliat koalisyonunun ardından,
Miklos Borthy’nirt beyaz ordusu Budapeşte’ye
girer, beş bin kişi öldürülür, yetmişbeş bin kişi
tutüklanır, Bunların arasında, Viyana’da başla
tılan kampanya üzerine birkaç ay sonra serbest
bırakılacak olan Lukacs da vardır. Lukacs Viya-
na’daki yasa dışı Macar Komünist P artisi’ne k a
tılır. Büyük tartışm alara neden olan «Tarih Ve
Sınıf Bilinci» bu tarihlerde yayımlanır; Blum-
tezleri bu tarihlerde geliştirilir. Lukacs İhı tez
lerinde, H orthy rejiminin ancak demokratik b ir
cumhuriyetle aşılabileceğini, arkadan Sosyaliz
min geleceğini ileri sürer. Bu tezleri nedeniyle
M acaristan Komünist Partisi ile çatışır ve tüm
politik işlevlerinden alıkonur; bundan sonra sırf
felsefe ve edebiyat eleştirisine yönelir.
Kolayca görülebileceği gibi, oldukça çalkan
tılı, sınıf savaşımlarının çok belirgin olduğu b îr
toplumda yetişm iştir Lukacs. «Mars’a Yolum»
başlıklı yazısında da açık biçimde belirttiği gibi,
döneminin toplumsal olayları, moda ideolojileri,
her aydın gibi onu da kimi zaman olumlu, çoğu
zaman da olumsuz yönden etkilemiş, düşünce ge
lişimini biçimlendirmiştir. Gençlik döneminin ki
mi ideolojik yanılgıları, onun, «Marx’a varışım»
16
bîr anlamda geciktirmiştir
K itaptaki yazıları oldukça geniş bir zaman
a ra lığ ın ın seçtik (1933-1967). Çevirileri ger
çekleştirirken, özgün metnin daha kolay anlaşıl
masına yardımcı olmak amacıyla kimi küçük
açıklayıcı eklemeler yapmayı, özgün metinde bu
lunmayan bu açıklayıcı eklemelerimizi köşeli ay
raçlarla belirlemeyi uygun bulduk. Kitabın sonu
na bir de kişiler sözlüğü ekledik. Sözlüğe metin
lerde geçen bütün adlan değil de, bizim için gö
rece yabancı sayılabilecek kişileri almayı yeğle
dik.
Veysel Atayrmn
F: 2 17
MARX’A YOLUM
19
Engels’in birçok yazılarını («18 Brumaire», «Ai+
lenin Kökeni» gibi) ve «Kapitaldin birinci cil
dini okumuştum. Bu inceleme marksçılığın bazı
çekirdek noktalarının doğruluğuna aklımın y at
masını sağlamıştı hemen. İlk ağızda artık-değer
kuramının, tarihin sınıf savaşımlarının tarihi
olarak kavranmasının ve toplumun sınıflara bö
lünmüşlüğünün etkisi altında kalmıştım. Bu
arada, hani bir burjuva aydınından en beklenen
şeyi yaparak, bu etkiyi ekonomi ve toplumbilim
le sınırlamıştım. O günlerde, diyalektik maddeci
felsefe ile arasında hiçbir ayrım gözetmediğim
maddeci felsefeyi bilgi teorisi yönünden tümüy
le aşılmış sayıyordum. Yeni-kantçi felsefenin
«bilincin içkinliği» öğretisi, o zamanki sınıf ko
numuma ve dünya görüşüme bir güzel uyuyordu,.
Ben de hiçbir eleştirel sınamadan geçirmeden,
her bilgi-teorik sorunsalın çıkış noktası olarak
kayıtsız şartsız kabul ediyordum onu. Gerçi aşı
rı öznel idealizmin sorunları boyuna kafamı kur
calayıp duruyordu, (örneğin yeni-kantçıjığın
Marburg okulu olsun, Mach’çılık (i) olsun» ger
çeği bilince içkin bir kategori [ulam] sayıp, doğ
rudan biliçten türetmelerine bir türlü aklan er
miyordu.) Gelgelelim bu tutarsızlıklar maddeci1
20
görüşlere yaklaşmama- yol açmadı, tersine, bu
sorunu yer yer akıl-dışıeı-ğörececi yollar
dan, Jrer yer de mistisizme kayarak çöz
meye çalışan okullara, (Wmdelbatıd/Rickert,
Simmel, Dilthey) yaklaştım. Öğrencisi öldü
ğüm Simmel’in etkisi, bu dönemde Marx’dan
edindiğim tüm bilgileri böyle bir dünya görüşü
içine «yerleştirmeme» yol açtı.
Simmel’in «Para Felsefesi» ve Max Weber’
in protestancılık yazılan, içinde Marx’dan bazı
inceltilmiş, rengi uçmuş öğelerin zorunlu olarak
bulunduğu, ama nerdeyse tanınmaz olduğu «ede
biyat sosyoloji »m için örnek aldığım kişilerdi.
Simmel’i örnek alarak, bir yandan «toplumbili
mi» o çok soyut kavranmış ekonomik temelden
koparıyordum, bir yandan da «toplumbilimsel»
çözümlememde estetiğin asıl bilimsel incelenme
sinin («Modem Dramın Gelişim Öyküsü», «(Ede
biyat Tarihi YÖntembilimi-1910», her ikisi de
macarea yazılmıştır) yalnızca bir ön çalışması
nı buluyordum. 1907 ile 1911 arasında çıkan de
nemelerim bu yöntem ile m istik bir öznelciliği*
arasında kayıp duruyorlardı-
Böyle bir dünya görüşü gelişmesi göz önün
de tutulacak olursa, Marx’a ilişkin gençlik izle
nimlerimin de giderek solup belirginliğini y itir
diği ve bilimsel etkinliğim içinde daha az yer
tutm aya başladığı anlaşılır. Marndı hep en uz
man iktisatçı ve «toplumbilimci» sayıyordum
h âlâ; ancak ekonomi ile toplumbilim o zamanki
etkinliklerim arasında geçici olarak az yer tu
tuyordu. Bu öznel idealizmin benî felsefi bir bu
21
nalıma ittiği o gelişim aşamasının tek tek so
runları ve ara basamakları okuyucu için ilginç
değildir. Oysa bu buıialım, emperyalist karşıtlık
ların giderek daha yoğun ortaya çıkmasıyla nes
nel yönden belirlenmiş bir bunalımdı ve dünya
savaşının patlak vermesiyle daha da arttı. Gel-
gelelim bunalımım ilk önce öznel idealizmden
nesnel idealizme geçiş biçiminde gösterdi kendi
ni («Roman Kuramı», 1914-1915). Doğal olarak
da Hegel —ve özellikle «Geist’ın Fenomenoloji'
si» benim için artan bir önem taşımaya başladı.
Savaşın emperyalist karakterinin giderek
daha netleşmesi, daha anlaşılır olması ve He
gel çalışmalarımın derinleşmesiyle birlikte,
Feuerbach’ı da —o' zaman için yalnızca insan-
bilim (anthropologism) yanıyla— işin içine k at
mak zorunda kalmamla, Marx’la ikinci yoğun
uğraşma dönemim başlar. Bu kez «Politik Eko
nominin Elleştir isi »ne (o büyük) girişi didik di
dik incelemiş olmama karşın, Marx’ın gençlik
döneminin felsefi yazılan ilgimi çekiyordu. Bu
kez Simmel’ci değilse de Hegel’ci gözlüklerle ba
kılan bir Marx’dı karşımdaki, yoksa «olağanüs
tü bir bilimci», iktisatçı, toplumbilimci olan
Marx değil. Her şeyi kapsayan düşünür, büyük
diyalektikçi, içimdeki «alacakaranlıktan gün
ışığına çıkmaya başlamıştı artık. Gelgelelim hâ
lâ o günlerde bile, maddeciliğin, somutlaştırma
ve birlikleştirme (bağdaşıklaştırma), diyalekti
ğin sorunlarını tutarlılaştırm a bakımından ta
şıdığı önemi farkedemiyordum. Ancak hegelci
anlamda içeriğin biçiıri karşısında birincil, ön-
22
çelikli olduğu görüşüne varmıştım ve büyük öl
çüde hegelci temele dayanarak, Marx ve Hegel’i
bir tarih felsefesi içinde birleştirmeye çalışıyor
dum. Anayurdum olan Macaristan’da, en etkili
«sol-sosyalist» ideolojinin Ervin Szabo’nun sen-
dikalizmi olması nedeniyle, bu denemem özel bir
anlam taşıyordu. Ervin Szabo’nun sendikacılık
la ilgili yazılan «tarih felsefesi çalışmalarıma»
olumlu bazı katkılarda bulunurken (örneğin,
«Goatha îzlencesi’nin Eleştirisi »ni onun sayesin
de tanımıştım), yoğun soyut-öznelci, bu neden
le ahlaksal yönü ağır basıcı özellikler de kazan
dırdı. Akademik bir aydın olarak yasa dışı işçi
hareketlerinin dışında kaldığım için, savaş sıra
sında ne Spartakus yazılarını, ne de Lenin’in sa
vaş üzerine yazılarını görmeni mümkün oldu.
Yoğun ve kalıcı bir etkilenmeyle Rosa Luxem-
burg’un savaş öncesi yazılarını okuyordum; Le-
iıin’in «Devlet Ve Devrim»ini ancak 1918-1919
devrimi sırasmda tanıyabildim.
İşte böyle ideolojik bir mayalanma içindey
ken, 1917 ve 1918 devrimleri beni kıskıvrak ya
kaladı. Kısa bir kararsızlıktan sonra, 1918’de
M acaristan Komünist Partisi’ne katıldım ve o
günden sonra devrimci işçi hareketinin safların
da yer almaya başladım. P ratik çalışmalarım,
çok geçmeden Marx’ın ekonomik yazılarıyla da
ha yoğun bir biçimde uğraşmamı gerektirdiği
gibi tarihi, ekonomi tarihini, işçi hareketleri ta
rihini vb. de daha iyi öğrenmemi, felsefi temel
lerimi yeniden gözden geçirmemi zorunlu kılı
yordu. Marksçı diyalektiği gerçekten tümüyle
23
kavrayabilmem için giriştiğim bu, boğuşma çok
uzun sürdü. Macar devrimînin deneyimleri, her
türlü sendikacı kuramın ne denli tutarsız olabil
leceğini çok kesin gösterdi (Parti’nin devrimdeki
ro lü ); gelgelelim aşırı sol öznelcilik içimde daha
uzun süre yaşadı. (1920'deki parlam entam m
tartışm asında aldığım tavır, M art eylemine k ar
şı tutumum, bunun sonucudur.) Bütün bunlar,
özellikle diyalektiğin maddeci yanım gerçek an
lamıyla ve doğru kavramamı engelledi. «Tarih
Ve Sınıf Bilinci» kitabım (1923) bu geçişi çok
net gösterir. Hegel’i M anı’la «aşmak» için giriş
tiğim bilinçli denemeye karşın, diyalektiğin
ayirtgan sorularını hâlâ idealistçe çözüyordum.
(Doğa diyalektiği, imge kuramı vb.) Sımsıkı
sarıldığım LuXe£nburg’un birikim kuramı, aşın-
sol-öznelci bir eylemcilikle organik olmayan
bir biçimde birleşiyordu hâlâ.
Ancak devrimci işçi hareketiyle uzun yılla
rın pratiğinden gelen kaynaşmam, Lenin’in ya
pıtlarını inceleyip öğrenmem ve onları —yavaş
yavaş— en temel anlam ve önemleriyle kavra
mam, M ara’la uğraşmamın üçüncü aşamasını
başlattı. Gelgelelim ilk kez şimdi, hemen hemen
on yıl süren pratik b ir çalışmadan sonra, M ara’
la en azından on yılı aşan kuramsal bir boğuş
madan sönra, maddeci diyalektiğin kapsayıcı
ve birlikli [bağdaşık] karakteri gözümün önün
de som ut olarak açık seçikleşti. Ama özellikle
bu açık seçikleşme, Mara’ı hakiki anlamıyla Öğ
renmemin asü şim di başladığını ve bundan böy
le de durmak bilmeyeceğini gösteriydi bana.
24
Çünkii Lenin’in çok yerinde saptadığı gibi, «fe
nomen yasadan daha zengindir.., bu nedenle ya
sa, her yasa dar, eksik, yaklaşık’tır.» Yani ; Di
yalektik maddeciliğin gerektirdiği gibi, doğa’
nın ve toplumun fenomenlerinin enine-boyuna-
derinliğine bilgisine dayanarak, bu fenomenleri
nihaî biçimde kavradığını sanan her kimse, ka
çınılmaz biçimde, canlı diyalektikten mekanik
donukluğa düğmekten, kapsamlı maddecilikten
idealist tekyanlılığa gerilemekten kurtulamaz.
Diyalektik maddecilik, M ars’ın Öğretisi, her gün,
her saat, pratiğe dayanarak işlenmeli, yeniden
mal edilmelidir, ö te yandan M ars'ın öğretisi,
Özellikle yıkılmaz birliği ve bütünlüğüyle, prati
ğin sürdürülmesi, fenomenlerin ve yasaların de
netlenmesi, öğrenilmesi için biricik silâhı oluştu
rur. Eğer bütünlüğün içinden bir öge koparıla
cak olursa (ya da en azından ihmal edilirse), ge
ne donukluk ve tekyanlılık doğar; uğrakların
birbirlerine olan oranlarını bilemezsek, gene
ayağımızın altındaki maddeci diyalektik zemini
yitirebiliriz. «Çünkü her hakikat,» der Lenin.
«abartılınca, geçerliğinin sınırları aşılınca an
lamsızlığa dönüşür, dahası böyle durumlarda ka
çınılmaz olarak anlamsızlığa dönüşmelidir.»
Komünist Manifestosu’nu çocukken ilk kez
okuduğumdan bu yana otuz yılı aşkın bir zaman
geçti M ars’ın yazılan içine —düz bir çizgide de
ğil, çelişkilerle dolu da olsa— giderek artan öl
çüde girmem, toplum açısından bir anlam taşi-
dığı ölçüde, benim de entellektüel gelişmemin ve
bundan öteye tüm yaşantımın öyküsüdür [ta ri
25
hidir]. Bana Öyle geliyor ki, Marx’ın ortaya çıkı
şını izleyen çağda, kendini önemseyen her düşü
nür için Marx’la hesaplaşma, düşünürün baş so
rununu oluşturmalıdır; Marx’ın yönteminin ve
ortaya koyduğu sonuçların düşünürce benimsen
me tarzı ve derecesi, düşünürün insanlık gelişi
mi içindeki yerini, konumunu belirler. Bu geliş
me sınıfsallıkla belirlenmiştir. Ama sözkonusu
olan donmuş, kemikleşmiş değil, diyalektik bir
belirlenmişliktir: Sınıfların savaşımındaki ko
numumuz marksçılığı kendimize mal edişimizin
[ benimseyişimizin] tarz ve derecesini büyük öl
çüde belirler; öte yandan bu benimseyişimizin
[öğrenmemizin] her aşaması, yaşamla ve prole
taryanın pratiği ile kaynaşmamıza yol açan bir
etki yaptığından, böylelikle yeniden geriye dö
nerek, Marx’m öğretisiyle kurduğumuz ilişkileri
bir kez daha derinleştirmemizi zorunlu kılar.
1933
26
GERÇEKÇİLİK SORUNU ÜZERİNE
27
ğin gerçekçilik tartışm ası, Alm anya'da olsa otsa
burjuvaziyi ilgilendiren bir sorun sayılm aktan,
burjuvazinin bir iç sorunu gibi görünm ekten öte
ye bir anlam taşım am ıştır,
Savaşın bitişinden sonra, sürgündeki sol gö
rüşlü aydınların çoğu B atı yerine Doğu Alm an-
yfa'ya dönmeyi yeğlem işler, ya da Avrupa'nın
öteki ülkelerinde kalm ışlardır. Sürgünden dö
nenlerin deneyimlerinden çıkarılm ası gerekli so
nuçlar, B atı Alm anya'daki politik ortam m buna
elverişli olmaması yüzünden, özellikle böyle bir
edebiyat tartışm ası gerçekleşemediği için ve
rim li olam am ıştır.
1987'de başlayan dışavurum culuk tartışm a
sı, sosyalist edebiyatın gelişmesi bakımından ol
dukça ayvrtgan bir yer tutar. A ynı yıllarda B it
ler M ünih'te açtırdığı sergide tüm m odem sa
natı ve dışavum m cukığu «yozlaşmış sanat»
damgasıyla tarihe gömme çabasındadır. Sovyet
resm i politikasında da sosyalist gerçekçilik
adına dışavurum culuk «yoz sanat», «çöküntü
sanatı» diye tanım lanm aktadır.
Dışavurumculuğun sosyalist gerçekçilik adı
na bir «çöküntü sanatı» diye tanımlanmasının
özgül sınıfsal konuma dek uzanan nedenleri var
dı; bu tanımlama, edebiyat m irasının faşizm e
kdrşı savaşım da ne denli kullanılabileceğine ya
da kuManilamoyacağına İlişkim m arksçt bir de
ğerlendirmenin ürünüydü. H itler politikası yö
nünden dışavurumculuğun «yoz sanat» olarak
yorumlanması ise, aslında Alman klasiğini ku
zey Alman Özü ile Özdeşleştirme, kaynaştırm a
28
çabalarından kaynaklanm akta, tutucu-ahlâksal
kafadan doğan bir öfkeyle bütünlenm skteydi.
Moskova’da yayınlanan «Söz» dergisinde
îB8*l-88 yılla n arasında sürdürülen bu tartışm a,
salt dışavurum culuk tartışm ası niteliğinde de
ğildir, bir bakıma m arksçı bir gerçekçilik anla
yışının düşünceyle yoğrulm asıdır da. Daha son
raları, Lukacs ile Anna Seghers arasındaki ya
zışmalarda, Brecht-Lukacs polemiğinde uzar gi
der tartışm alar.
önce Alm an yazarı (şairi) G ottfried Benn’
in Nazi D evletinden yana çıkm asıyla başlayan
tartışm a, Klaus Mann’m ve A lfred Kurella’nm,
«dışavurumculuğu doğuran düşünce ve ruhun
faşizme de yol açtığınnı öne sürm eleriyle bir an
da alevlenir, özellikle Kurella’nm kışkırtım sal
dırıları, tartışm aya bir anda on beş yazarın ve
edebiyat eleştirmeninim katılm asına neden otur.
Bu yazarlar arasında Henoard WaMen, R udclf
Leorikarâ, E m si Bloch gibi eski dışavurumcu
lar .da vardır.
Tartışm anın doruk noktaları bir yanda Lu
kacs ile Bloch, öde yanda yine Lukacs ile Brecht
arasındaki görüş ayrılıklarında ortaya çıkar. Bu
dönemde adı geçen Alman yazarları içinde en
çok edebiyat yazısı yazm ış olan Lükacs’dvr.
«Rusya proleter yazarlar tophüuğuv>nda Önemli
bir yeri varfdtr Lükacs’m ; tartışm aya gerçekçi
liği en geniş boyutuyla getiren> «G erçekçilik So
run»» yazısıyla yine o olm uştur. 198J?de Mosko
va’da yayınlanan «Uluslararası E debiyat» dergi-
Sinde dışavurumculukla hesaplaşmış («Dtşanu-
29
rumcüluğun Büyüklüğü Ve Çöküşü») ve Brecht’
le Bloch’un da belirttikleri gibi, doğru birçok gö
rüş ortaya koym uştur, örneğin, dışavururnculu-
ğun burjuvaziye, burjuvalığa karşı çok soyut bir
«m uhalefet» oluşturduğunu, öznel duygunun
abartıldığını, gerçek önüride düşünceye sığınıla
rak gerçek’ten kakıldığım, bütün bunlardan da
gerçek’ten uzaklaştırıcı bir ideoloji doğduğunu,
doğru olarak saptayabilm iştir. Ancak Eloch, dı
şavurumculuğun öznelciliğini, bireyciliğini, içe
rikten yoksun oluşunu faşizm e teslim oluşunun
nedeni olarak gösteren L/ukacs’m, tüm bu sorun
ları sanat biçimlerinden tamamen kopararak ele
aldığını söyler.
D ışavurum culuk tartışm asına sırf Lukacs
açısından yaklaşm ak, doğru bir değerlendirme
y i eng enleyebilir. B u değerlendirmeyi yaparken,
otuzlarda Sovyetler B irliği’ne egemen olan ger
çekçilik anlayışım , bu sorun üzerindeki tartış
maları, edebiyat m irasım n, «halk cephesi» ha
reketinin birleştirici politikası ışığında marksçı
açıdan yeniden işlenip değerlendirilmesi çabar
lanm da göz önünde bulundurmalıyız.
30
g e r ç e k ç il ik s o r u n u
31
şavurumcu diye nitelenmeyi hak ettiğinin so
m ut olarak söylenmesi istendiğinde, görüşler
birbirinden öylesine kesin ayrılıyor ki, ta rtış
masız kabul edilen tek bir ad’a raslamak olası
değil. H attâ en ateşli savunma konuşmalarını
bile okurken, arasıra: Acaba gerçekten dışavu
rumcular var mı, diye düşünüp, kuşkuya kapıl
m aktan kendini alamıyor insan.
Burada tek tek yazarların değerlendirmesini
yapmayıp, edebiyatın gelişmesindeki ilkeler üze
rinde duracağımızdan, bu sorunun açıklığa ka
vuşması da bizim açımızdan öyle pek büyük bir
önem taşımıyor. Edebiyat tarihi açısından, ya
zarıyla olsun, eleştiricisiyle olsun, dışavurumcu
bir yönelim var kuşkusuz.
Aşağıdaki düşüncelerimde ilkesel sorunlarla
sınırlayacağım kendimi.
1.
önce bir önsoru: Bazı yazarların benim
eleştiri faaliyetimi saldırılarına hedef yaparken
özellikle vurguladiklan gibi, burada [bu ta rtış
mada] sözkonusu edilen, modem edebiyat ile
klasik edebiyat arasındaki karşıtlık m ıdır? So
ru ’nun böyle konması temelden yanlıştır sanı
yorum. Bu tutum un arkasında, çözülmeye yüz
tutm uş doğalcılıktan (natıüralizm) ve izlenimci
likten (empresyonizm) başlayıp, dışavurumcu
luk (ekspresyonizm) üzerinden geçerek gerçek
üstücülüğe (sürrealizm) varan bir gelişim çizgi
sinin, yani günümüz sanatı ile, bu edebiyat akım
larının birbiriyle özdeşleştirilmesi gizlidir. Bloch
32
Ve Hanns Eisler’in «.Yeni Dünya Sahnesûndeki
yazılarında bu kuram en kesin ve tartışm asız bi
çimiyle belirlenir. Bu yazarlar, modem sanattan
söz ederlerken, modem sanatın sözcüleri olarak
yalnızca yukarıda sözü edilen gelişim çizgisinin
temsilcilerinin kastedildiği görülür.
Şimdilik önyargıda bulunmak istemiyoruz.
Yalnızca soruyoruz: Zamanımızın edebiyat tari
hine bir dayanak olabilir mi bu kuram?
Ne olursa olsun, bugün bu konuda başka bir
görüş de var. Edebiyatın gelişmesi, —özellikle
kapitalizmde (özellikle kapitalizmin bunalım dö
neminde)— alabildiğine karmaşık bir görünüm
dedir. Ancak kabaca söyleyecek olursak, tek tek
yazarların gelişimlerinde elbette sık sık kesişen
üç büyük döngüyü (daireyi), günümüz edebiya
tı içinde birbirinden ayırdedebiliriz.
Birincisi : Mevcut sistemin [dizgenin] sa
vunuculuğunu ve sözcülüğünü yapan, çoğunluk
la yer yer gerçekçilik-karşıtı, yer yer de Uydu
ruk gerçekçi olan edebiyat. Buna burada değin
meyeceğiz.
İkincisi ; öncü [yenilikçi] denen, doğalcı
lıktan gerçeküstücülüğe değin uzanan edebiyat
(asıl öncü edebiyat üzerinde daha sonra duraca
ğız.) Bu edebiyatın temel eğilimi nedir? Burada
konuyu biraz öne alarak yalnızca şu kadarını
söyleyebilirim: Ana eğilim, gerçekçilikten gide
rek uzaklaşma, gerçekçiliğin gittikçe artan öl
çüde tasfiyesidir.
ÜçünGüsü ; Bu dönemin önemli gerçekçile
rinin edebiyatı. Bu yazarlar çoğu durumda ede
F: 3 33
biyat yönünden kendi kendilerine dayanmakta
dırlar; edebiyattaki gelişimin akıntısına karşı,
edebiyatın yukarda sözü geçen her iki küme’si-
nin oluşturduğu akıntıya karşı kürek çekmekte
dirler. Bu çağdaş gerçekçiliğin üstünkörü ta
nımlanması için Gorki, Thomas ve Heinrich
Mann, Romain Rolland vb. adlarmı saymam
şimcülik yeter.
Sözde klasikçilerin kendini beğenmişlikleri
ve bilgiçlikleri karşısında modem sanatın hak
larını canla başla savunanların tartışm a yazı
larında, günümüz edebiyatının bu doruk kişile
rinin adı bile geçmez, «öncülükten yana» [yeni
likçi] tarih-yazımmda ve bugünkü edebiyatın
irdelenmesinde bunlar yok sayılırlar. E m st
Bloch’un ilginç, düşünce ve gereci [malzemesi]
bol «Bu Dönemin Mirası» kitabında, eğer belle
ğim beni yanıltmıyorsa, Thomas Marnı adı yal
nızca bir kez geçer. Yazar onun (Mann’ın) —ve
Wassermann’ın— «bakımlı burjuvalığından»
s&s eder. Böylece Bloch için bu olay kapanmıştır.
Böyle görüşlerle tüm tartışm a başı üzerine
dikilmektedir; onu yeniden ayakları üzerine yer
leştirmek ve bugünkü edebiyatın en iyi yamm,
anlayışsız küçümseyicüer karşısında savunmak
zamanı gelmiştir. Demek ki, kavga modeme
karşı klasik kavgası olmayıp, şu soruyla belirle
nir: Günümüz edebiyatında hangi yazarlar, han
gi edebiyat akım lan ilerlemeyi temsil ederler?
Konumuz gerçekçilik sonm u’dur.
2.
Özellikle E m st Bloch, dışavurumculuk üze
34
rine yazdığım o eski yazımda (Uluslararası
Edebiyat Dergisi, Sayı 1, Moskova-1934) bu akı
mın kuramcılarıyla gereğinden fazla uğraşmakla
suçluyor beni. Bu yanlışı hani burada da yine
ler, modem edebiyat üzerine eleştirici görüşle
rini burada da irdeleme konusu yaparsam, beni
bağışlasın. Çünkü —kuramsal yanlışlıklar ta-
şısa da—r sanatsal eğilimlerin kuramsal yönden
dile getirilmesinin önemsiz olduğuna inanmıyo
rum. özellikle bu durumlarda, bu yanlışlıklar
akımın aslında özenle gizlenmiş «sırlarını» [giz
lerini] dışa vururlar. Ve Bloch, döneminin Pi-
card, Pinthus vb. gibi kuramcılarından çok fark
lı niteliklere sahip bir kuramcı olduğundan,
onun kuramlarını biraz daha ayrıntılı ele al
mam olağandır.
Bloch saldırısını benim «bütünsellik» anla
yışıma yöneltiyor. (Anlayışımı ne kerte doğru
yorumladığı sorusunu bir yana bırakıyorum;
önemli olan benim haklı olup olmadığım ya da
Bloch’un beni doğru yorumlayıp yorumlamadığı
değil, asıl konunun kendisidir.) Bloch, klasiğin
sahip olduğu parçalanmamış nesnel gerçekçilik
ilkesine karşıdır. Bloch1a göre ben, «... her yer
de ka/palı (bütünsel) bir bağlcm kk gösteren bir
gerçeğin...» varlığını şart koşuyorum. Devam
ediyor: «Bunun gerçeğin kendisi olup olmadığı
tartışılabilir; ancak eğer bu gerçekse, gereli dı
şavurumcu parçalama ve ekleme girişimleri, ge
rekse en yeni ara verme ve kurgu girişim leri bo
şuna eğlenmekten başka bir şey değildir.»
Bloch bu «bağlandık, birlik durumundaki
35
gerçek*, görüşünü, klasik idealist sistemlerin
[dizgelerin} düşüncemdeki kalıntısından başka
bir şey saymıyor ve kendi görüşlerini şöyle dile
getiriyor:
«BeZfci hakiki bir gerçek aym zamanda ke
sintilidir de. Lukacs nesneîei-kapdh bir gerçek
kavramına sahip olduğundan, dışavurumculuk
sorununu ele alırken, bir dünya tablosunu (bu
dünya tablom kapitalist dünya tablom da olsa)
parçalayan her türlü sanatsal girişim e karşı çı
kıyor. Bu nedenle yüzey-bağlavüıklarm ın par
çalanmasını değerlendiren ve boşluklarda yeni
şeyler keşfeden bir sanatta da yalnızca öznelci
parçalama buluyor, öyle olunca da parçalama
girişimlerini çöküntü durumuyla bir kefeye ko
yuyor.»
Burada modern sanatın gelişmesini kuram
sal yönden temellendiren, kapalı [içinde tu ta r
lı], ve bir dünya görüşüne değin gerilere uzannn
bir anlayışla karşılaşıyoruz. Bloch’un yerden
göğe kadar hakkı var; bu sorulan temellendi
ren kuramsal bir açıklamada şöyle diyor:
«.D iyalektik maddeci imge kuram ının tüm
sorunlarının dile getirilm esi gerekir.»
Böyle bir tartışm aya girmekten kişisel ola
rak çok memnun olurdum, ancak burası yeri de
ğil; şimdi ele alınması gereken sorun çok daha
basit bir soruyla ilgili, o da şu: Ekonomik ve
İdeolojik birliğiyle bir süreç oluşturan kapita
list sistemin ve burjuva toplununum «kapalı
bağlandığı*., «bütünselliği,» bilinçten bağımsız
nesnel bir bütün oluşturur mu gerçekte?
36
Marksçılar arasında, —ve Bloch son kitabın
da tüm gücüyle marksçılığa bağlandığım açık
lıyor— bu kotluda herhangi bir ikilik olmamalı
dır. Marx der ki:
«Her toplumun üretim ilişkileri bir bütün
oluştururlar
Burada her sözcüğünün altını çizmeliyiz;
çünkü Bloch günümüz kapitalizminin özellikle
bu «bütünselliğini» kabul etmiyor. Kısacası a ra
mızdaki karşıtlık doğrudan, biçimsel, felsefi ol
mayan, kapitalizmin kendisini ekonomik-top-
lumsal yönden ele alışımızda ortaya çıkan bir
karşıtlık; gelgeldim felsefe, gerçeğin düşünce
de yansıması [yansıtılması] olduğundan, bura
da önemli felsefi ayrılıklar ortaya çıkıyor.
Elbette Marx’m alıntısını tarihsel olarak
anlamalıyız, yani: Ekonominin bütünselliğinin
kendisi de tarihsel olarak dönüşen bir şeydir.
Ancak bu dönüşmeler aslında her,bir ekonomik
fenomen arasındaki nesnel bağlandığın yaygın-
laştırdmasmdan ve sağlamlaştırılmasından, ya
ni «bütünselliğin» giderek ağır basmasından
ye daha zengin içerikli olmasından ibarettir.
Marx’a göre kapitalizmin tayinediei ilerici rolü,
özellikle dünya pazarım oluşturm aktır; böylece
dünya ekonomisinin tümü nesnel bağlamh bir
bütün olur, tikel ekonomüer de çok kapalı görü
nen bir yüzey oluştururlardı; gerçi ilksel [en
eski] bir komünist köyü, ya da Ortaçağ başın
daki, bir kıyı kentini düşünelim. Ancak böyle
bir «kapalılık», zaten böyle bir ekonomi alanı
nın, çevresiıie, insan tophımunun tümünün geli-
37
çimine çok az bağlarla bağlı olmasından ileri
gelmektedir. Buna karşın kapitalizmde ekono
minin parçaları, uğraklar, o zamana değin gö
rülmemiş bir tarzda kendi başına buyruklaşır-
lar. (Kapitalizmde ticaretin ve paranın bağım
sızlaşmasını düşünelim; bu İkincisi, para dönü
şümünden kaynaklanan para bunalımı olasılık
larına değin uzanmıştır.) Kapitalizmin yüzeyi
[dışı] ekonomik sistemin nesnel yapısı sonucu
«parçalanmış» görünür, bu [yüzey] nesnel açı
dan zorunlu olarak kendilerini bağımsızlaştıran
uğraklardan oluşmuştur. Bu da elbette kapita
list toplumda yaşayan insanların, giderek yazar
ve düşünürlerin bilincinde de yansıyacaktır.
Parçasal uğrakların kendi başlarına buy-
ruklaşmaya yönelmeleri, kapitalist ekonominin
öteden beri nesnel bir olgusudur. Ne ki bu, tüm
sürecin yalnızca bir parçası, bir uğrak olarak
kalır. Nesnel olarak varolan kaçınılmaz bağım
sızlaşmaya karşın, birlik, bütünsellik, tüm par
çaların nesnel bağlamlığı, en yoğun ifadesini
özellikle bunalımlarda bulur. Marx uğrakların
bu zorunlu bağımsızlaşmasındaki diyalektik
bağlandığı çözer:
«Aslında birbirlerinin parçası oldukların
dan, bir arada bulunmaları gereken uğrakların
kendi başlarına buyruJdaşmalart, ancak zorla
narak ortaya çıkabilir; bu, yıkıcı süreç olarak
belirir. O [bu süreç], onların [uğrakların] bir
liğinin, farklılaşm aların birliğinin faaliyete geç
mesinden Heri gelen bunalımdır içte. Birbirine
ait olan ve birbirini tamamlayan uğrakların kar-
38
şıhkh olarak elde ettikleri başına buyrulduk,
zorlanarak yok edilir. Demek ki bunalım, bir
birine karşı başına bm/ruklaşmış uğrakların bir
liğini kanıtlar.»
Bunlar kapitalizmdeki toplumsal bağlandı
ğın «bütünselliğinin» temel nesnel uğraklarıdır
lar. Ve her marksçı, kapitalizmin temel ekono
mik kategorilerinin [ulamlarının] insanların
kafasında daima ters yansıdığını [yansıtıldığı
n ı] bilir. Konumuz bakımından bu, doğrudan
doğruya kapitalist yaşamın içinde yer alan in
sanın, kapitalizmin «normal işleme» denen dö
nemlerinde [bağımsızlaşmış uğraklar aşamasın
da] bir birlik algıladığı ve (varolduğunu) dü
şündüğü, bunalım devrelerinde ise [bağımsızlaş
mış uğrakların birliğinin kurulması dönemlerin
de ise] parçalanmışlığı bir yaşantı olarak algı
ladığı anlamına gelir. Kapitalist sistemin genel
bunalımı sonucunda, bu sonuncu yaşantı [olay],
kapitalizmin fenomenlerini doğrudan doğruya
kendi yaşantılarının içinde bulanların geniş çev
relerinde uzun süre "yerleşip kalır.
3.
Bütün bunların edebiyatla ilgisi ne?
Edebiyatın nesnel gerçeklik ile ilişkisini
yadsıyan dışavurumcu ya da gerçeküstücü bir
kurama göre hiçbir ilgisi yok; marksçı bir ede
biyat kuramı için ise, bütün bunların edebiyatla
ilgisi pek çok. Eğer edebiyat gerçekten de nes
nel gerçeğin özel bir yansıma biçimiyse, bu ger
çeği aslında nasılsa öyle kavramalı ve neyin, na-
39
sil doğrudan göründüğünü vermekle yetinme
meli. Yazar gerçeğin böyle, «aslında nasılsa öy
le» kavranmasına ve gösterilmesine çalışırsa,
yani hakikaten bir gerçekçiyse, gerçek yazarca
düşüncede nasıl formüle edilirse edilsin, gerçe
ğin nesnel bütünselliği sorunu büyük bir önem
taşır.
Lenin bütünsellik kategorisinin pratikte ta
şıdığı önemi her zaman vurgulamaktan geri kal
mamıştır:
«Bir eşyayı Işeyi] gerçekten tanım ak için,
onun her yemim, her bağlamlığmı ve ‘bağlantıla
rını'' kavram ak, araştırm ak gerekir. Bunu hiçbir
zaman tamamen perim getiremeyeceğiz, ancak
her yanlılığı isteme bizi yanılmalardan ve katı
laşmalardan koruyacaktır.» (Tarafundan altı
çizildi G. L.1
Her hakiki gerçekçinin edebiyat pratiği,
nesnel toplumsal toplam-bağlamlığın ve ona ege
men olmak için gerekli olan «her yanlılığı is
tememin önemini göstermektedir. Gerçekçi bir
yazann canlandırmasının derinliği, etkinliğinin
genişliği ve süresi, büyük ölçüde, ■— [gerçeği |
canlandırırken— onun tarafından tasarlanmış
bir fenomenin gerçekte neyi gösterdiğini açık
seçik bilmesine bağlıdır, önemli yazann gerçek
ile ilişkisini böyle ele almak, —Bloch’un düşün
düğü gibi— toplumsal gerçeğin yüzeyinin «par
çalanmalar» gösterdiğini ve dolayısıyla [top
lumsal gerçeğin yüzeyinin] insanın bilincine bu
na [bu parçalanmalara] uygun biçimde yansıdı
ğım hiçbir zaman dışlamaz. Gerçeğin ele alını-
40
şındaki bu uğrağı ne denli göz önünde bulundur
duğumu, dışavurumculuk üzerine yazdığım eski
yazının dayanağım oluşturan alıntı göstermek
tedir. Lenin’den dayanak olarak seçtiğim alıntı
şöyle başlar: >
«...Asü-olm ayan, görünürde-olan, yüzeyde
butunun sık sık kaybolur, ‘öz’ gibi ‘sağlam’, ‘sım
sıkı’ durmaz..,»
Ancşk önemli olan, yalnızca toplam-bağlam-
lığın bu uğrağının varlığını kabul etmek değil;
-—hele günümüzde— bu uğrağı, toplam bağlam-
llğm uğrağı olarak tanımak, onu düşüncemizde,
duygularımıza kapılarak biricik gerçek sayma
m aktır; yani öz ile fenomenin diyalektik bir
liğini doğru kavram aktır; başka deyişle: önem
li olan, «yüzeyin!» dıştan katıştırılm ış bir açık
lamasına başvurulmadan, öz ile fenomen ara
sındaki bağlamı, anlatılan yaşam kesiti içinde
sanatkârca canlandıran, yeniden yaşattıran,
canlı bir tasarımdır.
Öz ile fenomen arasındaki bağlamın camlan-
dirilm iş karakterinin altını çiziyoruz; çünkü po
litik tavırlarıyla solda yer alan gerçeküstücüle-
rin çok sevdikleri, (gerçeğin parçalarıyla) içten
hiçbir bağlan bulunmayan tezleri gerçeğin par
çalan içine «yerleştirme» tutumunu, Bloch’un
aksine, bu sorunun sanat düzeyinde bir çözümü
olarak görmüyoruz. Thomas Mann’m «bakımlı
kentsoylulüğu»nu Joyce’un gerçeküstücülüğü
ile bir karşılaştıralım. Her ikisinin kahraman
larının bilmemde, Bloch’un çok haklı olarak em
peryalist dönemdeki birçok insanin bîlinÇ-duru-
41
mu için karakteristik saydığı bu parçalanma,
kesiklik, bu ara vermeler ve «boşluklar» canlan
dırıl mıştır. Gelgelelim Bloch’un y anılgısı, bu gö
rüntüyü gerçek ile karşılaştırarak, parçalanmış
görüntünün özünü, nedenlerini, bağlantılarını
vb. somut olarak ortaya koymak yerine, bu bi
linç durumunu doğrudan doğruya gerçeğin ken
disi ile, bu bilinçde bulunan görüntüyü olanca
parçalanmışlığıyla (çarpıtılmışlığıyla) şeyin
kendisi ile özdeşleştirmektir.
Bloch bu tutumuyla kuramsal olarak dışa
vurumcuların ve gerçeküstücülerin sanat-düze-
yinde yaptıklarının aynısını yapmaktadır. Joyce’
un canlandırma taram a bir göz atalım. Onun
[Joyce’un] görüntüsü, okuyucunun gözünde be
nim itici tutumumla yanıltıcı bir görünüş ka
zanmasın diye, Bloch’un ona ilişkin sözlerini ak
tarıyorum :
«Benliksiz bir ağız burada akan bir sürükle
nişin ortasındadır, evet, zaman zaman onu [aü-
rüklenişi'] içer, kekeleyerek anlatır, göz önüne
serer. DU bu parçalanmışlığı izler, bitm em iştir
ama çoktan oluşturulm uştur, ölçülere bağlanma
m ıştır, hem açık, hem karışıktır. Aslında yor
gunluk dönemlerinde, konuşma aralarında beli
ren, ya da hayalci, kararsız insanların konuştu
ğu, yalan yanlış gevelediği sözcük oyunları: bu
rada ipini tüm üyle koparm ıştır. Sözcükler iş
görmez olmuş, anlam ilişkilerinden uzaklaştırıl
m ıştır; dil bir bakarsınız parçalara ayrılm ış
kurtçuk gibi kıvranır, bir bakarsınız sahne ta
vam gibi eylemin içine sarkm ıştır.»
42
Bu bir betimleme... Son değerlendirme de
şöyle:
«.Değeri bej para etm ez (bir şey), ama aynı
zamanda işitilm edik bir rağbet görüyor. Sıkış
tırılıp topaklaşttnlm ış kâğıtlardan oluşan bir
keyfilik, m aymun gevezeliği, yılan balığı dilim
leri, hiç'den fragmanlar, ve aym zamanda kar
gaşa içine skolastik kurm a girişim i (...) bir sü
rü yol arasınida yolsuz, bir sürü hedef arasında
hedefsiz. Kurgu şim di çök iş başarıyor, eskiden
öyle gelişigüzel yalnızca düşünceler yanyana du
rurdu, şim di şeyler de, en azından su basmış böl
gede, boşluğun düşsel balta girm em iş ormanın
d a .»
Bu uzun alıntıyı buraya almak zorundaydık,
çünkü Bloch’un dışavurumculuğu tarihsel de
ğerlendirmesinde gerçeküstücü kurgu çok önem
li, hattâ belirleyici bir yer tutar. Kitabının daha
önceki bir yerinde, dışavurumculuğu savunan
herkes gibi, onun [dışavurumculuğun] görünür
deki ve hakiki temsilcileri arasında o da ayırım
gözetir. Ve Bloch’a göre hakiki dışavurumculuk
eğilimleri yaşamaya devam etmektedir. Diyor
ki:
«Fakat bugün bile dışavurumcu kökenli ol
mayan, hiç değilse onun [dışavurumculuğun]
alabildiğine fırtınalı etkisi altında kalmamış
olan büyük bir yedm ek düşünülem ez. Son dışa
vurumculuğu, gerçeküstücü diye adlandırılan
lar sürdürdüler; bunlar küçük bir küme [grup]
oluşturuyorlardı, ama gene öncülük [yenilik']
anlardaydı ve: gerçeküstücülük asıl-kurgudur...
43
Gerçeküstücülük^ yaşan tı-gerçeğinin karmaka-
rıştkkğm m devrilm iş uyaklarla ve duraklarla
betimlenmesidir.» (Tarafımdan altı çizilmiştir
G, L.)
Okuyucu burada, dışavurumculuğun savu
nucusu Bloch’un, dönemimiz edebiyatının gelir
şim çizgisinden ne anladığını, çağımızın önemli
gerçekçilerinin tümünü bile bile, kafasının diki
ne giderek nasıl edebiyatın dışına koyduğunu
açık seçik görüyor.
Thomas Mann kendisini bu bağlam içinde bir
karşıt örnek olarak ele almamamı bağışlasın.
Tonio Kröger’i ya, da Christian Buddenbrook’u
ya da Büyülü Dağ’ın baş tiplerini bir düşünün.
Gene düşünün ki, bunlar Bloch’un istediği gibi,
kendilerinden bağımsız bir gerçek ile karşı k ar
şıya getirilerek değil de, salt kendi bilinçlerin
den hareket edilerek canlandırılmış tipler ol
sunlar. Açıktır ki, olduğu gibi [alınan] bilinç
leriyle, ^çağrışım süreçlerini nasıl gerçekleşti;
riyoriarsa öyle, «yüzeyin parçalanmışlığı»nda
Joyce’unkilerden hiç de aşağı kalmayan bir
tarzda karşımızda duracaklardı; onlarda da
en az Joyce’daki kadar «boşluk» bulunurdu.
Bu yapıtların o bunalımdan Önce doğmuş oldu
ğu söylenmesin —sözgelimi Christian Budden-
brook’daki nesnel bunalım, ruhun, Joyce’un
kahramanlarında olduğundan daha fazla par
çalanmasına yol açıyor. Ve Büyülü Dağ dışa
vurumculukla aynı döneme düşer. Demek ki,
Thomas Mann eğer bu insanların doğrudan
alınmış, fotoğrafı çekümiş ve sonra bir
44
birine bağlanmış düşüncelerinde ve yâşantı-par-
çalannda takılıp kalmış olsaydı, Joyce’un yaptı
ğı gibi, Bloch’un hayranlığmı uyandıran «sanat
sal düzeyde ilerici» bir abide dikerdi.
Thomas Mann böylegine modem kollularda
neden sanat-düzeyi bakımından hâlâ «eski mo
da,» «eskiye bağlı» kalıyor ve öncülük etmiyor?
İşte hakiki bir gerçekçi olduğundan; bu durum
en başta —yaratıcı [canlandırıcı] sanatçı ola
rak— Christian Buddenbrook’un, Tonio Kroger’
İn, Haııs Castrop’un, Settembrini ya da N aphta’
nm kim, olduklarını gayet iyi bildiğini gösterir
onun. Bunu soyut-bilimsel bir toplumsal çözüm
leme [analiz] anlamında bilmesine gerek yok
tu r; burada yanılıyor olabilir, tıpkı kendisinden
önce Balzac’ın, Dickens’i» ve L. Tolstoy’un ya
nılmış oldukları gibi —ancak o, yaratıcı gerçek
çi anlamında biliyor bunu; düşünme ile duy-
ma’nın toplumsal varlığın içinden nasıl bü
yüyüp taştığım, yaşantılarla duyguların nasıl
gerçeğin tüm karmaşasını» parçaları olduğu
nu biliyor. Gerçekçi olarak, bu parçanın ye
rinin yaşamın tüm karmaşası içinde nerede
bulunduğunu, toplumsal yaşamın neresinden
geldiğini, nereye gittiğini vb, gösteriyor.
Yani, eğer Thomas Mann Tonio Kröger’i
yalnızca «şaşırmış bir burjuva» olarak tanım
lamakla kalmayıp, burjuvazi ile arasındaki do
laysız karşıtlığa, burjuva yaşamı içinde yeri
yurdu bulunmamasına, burjuva yaşantısının dı
şına itilmiş olmasına karşın, onun neden ve na
sıl «şaşırmış bir burjuva» olduğunu canlandıra
45
rak gösteriyorsa; işte özellikle bu nedenle,
—yalnızca yaratıcı olarak değil, aynı zamanda
toplumsal gelişimin kavranmasında da— bur
juva karşıtı ruh durumları yüzünden küçükbur-
juva kürklerini —o da çoğun estetik yönden—
kabul etmeyişlerinin, kadife koltukları ya da mi
marideki uyduruk rönesansı küçümseyişlerinin,
kendilerini, —nesnel olarak— burjuva toplumu-
nun uzlaşmaz düşmanlan durumuna getirmeye
yettiğini sanan şu «aşırı-köktenciler»in bir kule
boyu yükseklerine çıkmıştır.
4.
Emperyalist dönemde doğalcılıktan gerçek
üstücülüğe değin birbirinin yerini hızla alan
modem edebiyat akımlarının tümü, gerçeği, ya
zara ve onun yaratıcılığına [canlandırmasına]
doğrudan nasıl görünüyorsa öyle almaları bakı
mından, birbirlerine benzerler. Bu dolaysız gö
rünüş biçimi, toplumsal gelişim boyuncu deği
şip durur. Ve hem kapitalist gerçeğin az önce
anlattığımız nesnel görünüş biçimlerinin değiş
mesine göre, hem de sınıfsal katmanların değiş
mesinin, sınıf savaşımının, bu yüzeyin çeşitli
yansjtılış biçimlerini doğurmasına göre, ger
çeğin bu doğrudan görünüş biçimi gerek nesnel,
gerekse öznel olarak değişir. Bu değişme, çeşit
li yönelimlerin özellikle birbirlerinin yerine geç
melerini ve birbirleriyle amansız bir savaşım
sürdürmelerini zorunlu kılar.
Bu dönemlerde, eski edebiyatın ve edebiyat
kuramının devede kulak gelenekleri ile tüm mo
46
dem akımlar arasındaki karşıtlık, bu akımlara
sözde «bildikleri gibi» yazmayı yasaklayan bir
eleştirinin bilgiçliğine karşı sürdürülen ateşli
bir karşı çıkışla birlikte doruğuna ulaştı. Bu
çeşitli akımların temsilcileri, (ve yalnızca sanat
alanında değil) kendiliğindenliğin tabanında,
doğrudanlığa bağlı kalınarak gerçek özgürlüğe,
emperyalist dönemin tepkici önyargılarından
kurtuluşa ulaşılamayacağının ayırımına yaramı
yorlardı. Çünkü emperyalist kapitalizmin kendi
liğinden gelişmesi, zaten bu tepkici Önyargıları
durmadan yükselen bir merdiven basamağında
kesiksiz üretir ve yeniden üretir. (Emperyalist
burjuvazinin, bu yeniden üretim sürecini bile
rek teşvik ettiğini bir yana bıraksak bile...) Ve
emperyalist çevrenin kendi yaşantıları [olayla
rı] içindeki tepkici etkenliğini bulup çıkarmak,
eleştirerek bu etkenliğin ötesine geçmek için,
zorlu bir çalışma, doğrudanlığm terkedilmesi ve
aşılması, toplumsal gerçekteki tüm öznel yaşan
tıların [olayların] —bu yaşantıların gerek içe
rik, gerekse biçimlerinin— tartılıp ölçülmesi,
gerçeğin derinden araştırılması gerekir.
Dönemimizin önemli gerçekçileri bu zorlu
çalışmayı, sanat-düzeyi, dünya görüşü Ve poli
tika açısından yapmışlardır, yapmaktadırlar.
Romain Rolland’m, Thomas ve Heinrich Mann’
ın gelişimlerini ansımak yeter. Bu gelişinjler her
yönden birbirlerinden çok farklı oldukları halde
—oözkonusu özellik hepsinde ortaktır.
Çeşitli modem akımların doğrudanlık düze
yinde takılıp kaldıklarını saptarken, doğalcılık
47
tan gerçeküstücülüğe değin ciddi yazarların or
taya koydukları sanatsal çalışmayı yadsımak is
temiyoruz, Çünkü bunlar kendi yaşantılarından
hareket ederek bir anlamda tutarlılıkla sürdü
rülmüş, üstün yetenek ürünü, çekici ve ilginç
ifade tarzları yaratmışlardır. Ama tüm bu çalış
malar, onların toplumsal gerçek ile ilişkilerini
g6z önüne alacak olursak, ne dünya görüşü, ne
de sanat düzeyi bakımından doğrudanlık düzeyi
nin üstüne çıkarlar.
Ve bu nedenle, bunlarda ortaya çıkan sanat
sal ifade soyuttur, tekyörilüdür. (Bu arada söz*
konusu akıma eşlik eden estetik bir ktıramm sa
nattaki «soyutlama»dan yana ya da ona karşı
olmasının hiçbir önemi yoktur, ö te yandan, dı
şavurumculuktan hu yana, soyutlamanın üzerin
de kuramsal yönden duruluyor.) Belki anlattık
larımızda bir çelişki bulunduğunu düşünen oku
yucular vardır; doğrudanlıkla soyutlama birbir
lerini tamamen dışta bırakıyorlammş gibi görü
nüyor. Oysa diyalektik yöntemin en büyük ka
zançlarından biri, —daha Hegel'de— doğrudan-
Iık ile soyutlamanın iç-biraradahklannı bulup,
doğrudanlık zem ini üzerinde yalnızca soyut bir
düşüncenin oluşabileceğini kanıtlamış olması
dır.
Marx burada da Hegel felsefesini ayaklan
üstüde dikmiştir ve ekonomik bağlamların çö
zümlenmesinde tekrar tekrar, doğrudanlık ile
soyutlamanın birbirlerinin parçalan oldukları
nı, ve bu özelliğin ekonomik olguların yansıma
sında nasıl dile geldiğini kanıtlamıştır.
48
Burada konumuza ancak değinen çok kısa
bir açıklamayla yetinmek zorundayız. Marx, pa
ra dolaşımı ile bu dolaşmam aracı, yani para-ti-
cârCt sermayesi arasındaki bağlamların, kapita
list sürecin tümünün en ileri düzeydeki soyutla
masını meydana getirdiğini ve tüm bağıntıları
silip süpürdüğünü göstermiştir. Şimdi bu bağ
lamları toplam süreçten bağımsızmış gibi, gö
ründükleri biçimde, aldatıcı bağımsızlıklarına
kanarak ele alacak olursak, düşünceden yoksun,
tamamen fetişleştirilmiş bir soyutlama niteli
ğine bürünürler! «Para getiren para.» Gelgele-
lim sırf bü nedenle kapitalizmin fenomen-yüze-
yinin doğrudanlığmda takılıp kalan kaba ikti
satçılar, bu fetişleştirilmiş soyutlama dünyasın
da, doğrudanlık görüşlerinin kanıtlandığı duy
gusuna kapılıp sudaki balık gibi rahatlayınca,
iktisatçıdan toplumsal yeniden üretim sürecinin
tümünü göz önüne almasını isteyen marksçı
eleştirinin «ukalalığına» öfkeyle karşı çıkmak
tadırlar. M ant’ın Adam Müller için söylediği gi
bi: Bunların bu konudaki m elankdlikliği, her
zaman olduğu gibi, yüzeyin toz bulutlarım gör
m ekten ye bu toza balanmış olanı haksız olarak
giz dolu, anlamlı bir şey gibi göstermelerinden
ileri gelm ektedir,
Bu soy düşüncelerden kalkarak, dışavurum
culuk üzerine yazdığım eski yazımda, dışavu
rumculuğu «gerçek’ten uzaklaşan b ir soyutla
ma» dîye nitelemiştim. Gerçi: Soyutlamasız sâ-
uat olmaz. Olabilseydi tip ik nasıl meydana gele
bilirdi ? Ancak —her hareket gibi— soyutlama-
F: 4 49
run da bir yönü vardır ve önemli olan bu yöndür.
Belli bir yeri olan her gerçekçi [sanatçı], gerek
nesnel gerçeğin yasa demetlerine ulaşmak, ge
rekse toplumsal gerçeğin daha derinlerde yatan,
gizli, dolayımlı, algılamalara açık olmayan bağ
lamlarına uzanabilmek için, yaşantının içinden
çıkardığı gerecini [malzemesini] —Soyutlama
nın araçlarından da yararlanarak— işler.
Ancak sözkonusu bağlamlar öyle hemen yü
zeyde bulunmadıklarından, ve bu yasa-demetle-
ri çok düzensiz, karmaş-dolaş, sırf eğilime göre
[gelişigüzel] işlediklerinden, hakiki g e re k çi
için sanat düzeyinde ve dünya görüşü düzeyin
de olmak üzere bir çifte çalışma zorunluğu do
ğar: Bir yandan sözkonusu bağlamların düşün
ceyle kavranıp sanatla canlandırılması, öte yan
dan —bu İkincisi birinci çalışmaya sımsıkı bağ
lıdır— soyutlanarak ele alınmış bu bağlamların
sanatla örtülmesi, yani soyutlamanın giderilme
si gerekir, işte bu ç ifte çalışmanın sonucunda
[sanatla] canlandırılmış yeni bir doğrudanlık
doğar; yaşamın canlandırılmış, biçimlendirilmiş
bir yüzeyidir bu; öyle ki, her an özü açık seçik
saydam laştırıp gösterir bu yüzey (yaşamın doğ-
rudanlığmda raslanmayan bir durumdur b u );
ama gene de yaşamın yüzeyi, yaşamın doğ-
rudanlığı olarak görünür. Başka deyişle, yal
nızca bu toplam bağlamların karmaşası içinden
yalıtılmış, koparılmış, öznel olarak algılanmış
ve soyutlanarak yükseltilmiş bir uğrak olarak
değil, yaşamın öz belirleyicilerinin tümünün yü
zeyi olarak görünür.
50
Bu, öz üe fenomen arasındaki sanatsal di
yalektiktir. Bu diyalektik ne kerte zengin, çeşit
lenmiş, dolaşık, «kurnaz» (Lenin) ise, yaşamın
canlı çelişkisini, toplumsal belirleyicilerin birliği
ile zenginliği arasındaki çelişkinin canlı birliğini
ne denli güçlü kavrarsa, gerçekçilik o denli bü
yük, o denli derin olur.
Peki bunun karşısında «gerçek’ten uzakla
şan soyutlama» ne anlama gelir? Saydam olma
yan, parçalanarak yansıtılmış, kargaşa içinde
görünen, anlaşılmamış, ancak doğrudan yaşan
mış olan dış-yüzey, nesnel bağıntıların hemen
hemen bilerek bir kenara bırakılması ve yok sa
yılmasıyla, düşünceyle bu düzey üzerine yüksel
tilmeden saptanır.
Gerçekte hiçbir yerde hareketsizlik [durgun
luk] bulunmaz. Zihinsel ve sanatsal çalışma ya
gerçeğe doğru, ya da gerçek’ten uzaklaşan yön
de hareket etmelidir. Bu sonuncu hareket [ger
çek’ten uzaklaşan] —görünürde çelişik gibi—-
ama daha doğalcılık’da ortaya çıkmıştı. Çevre-
crtam teorisi, fetişleştirilerek m it durumuna
gelmiş bir kalıtım, doğrudan yaşamın sıradan-
lıklannı soyutlayarak saptayan bir ifade biçimi
ve diğer bazı şeyler, daha burada [doğalcılık’da]
öz ile fenomenin diyalektiğine sanatla yaklaş
manın yollarım tıkam ışlardır; ya da daha açık
ifade edersek: doğalcı yazarlarda böyle bir [öz
ile fenomenin diyalektiğine] giden yolun bulu
namamış olması, sözkonusu ifade biçimini do
ğurmuştur. Her ikisi de canlı bir karşılıklı etki
leşim içinde bulunmaktadırlar.
51
Bu nedenle doğalcılığın gerek fotoğrafla,
gerekse yazıyla öylesine [gerçeğe] sadık kala
rak yansıttığı yaşam yüzeyleri, iç hareketten
yoksun, ölü kalmaktan öteye gidememişlerdir
—durumsa! olmaktan öteye geçememişlerdir.
O zaman dıştan alabildiğine birbirinden değişik
görünen doğalcı oyunlar ve romanlar nerdeyse
birbirleriyle karıştırılacak denli birbirlerine
benzerler; (çağımızın en büyük sanat trajedile
rinden birini bu bağlam içinde ele almak gere
kirdi aslında: Gerhard Hauptmann’m o parlak
başlangıçlarından sonra büyük bir gerçekçi ola
mayışının nedenleri bu yönden araştırılmalıydı,)
Bunun yeri burası değil. Yalnız Dokumacılar ve
K astor K ürk’nn yazan için doğalcılığın bir kö-
rükleyici olmaktan çok bir engel olduğunu (on
da doğalcılığın aşılmasının, doğalcılığın dünya-
görüşsel temellerinin ötesine geçmeden gerçek
leştiğini) belirtmekle yetineceğiz.
Doğalcı ifade biçimlerinin sanata getirdiği
engelleyici sınırlamaların ayrımına çabuk vanl-
dı. Gelgeldim, hiçbir zaman temelden b ir deştiri
yöneltilmedi bunlara, Soyut bir doğrudanlığm
karşısına, boyuna, başka soydan, sözde ona k ar
şıt, ama aslında tıpkı onun gibi soyut bir doğru-
danlık çıkarılıp duruldu. Tüm bu gelişim Çizgi
sinin sanat kuramı ve sanat pratiği yönünden
karakteristik yanlarından biri, geçmişin, özü ge
reği hep bir önceki yöndimle sınırlanmasıdır :
izlenimcilik için doğalcılıktır bu geçmiş vb. Böy-
lece teori ve pratik bu alabildiğine dışsal (yü
zeysel), tamamen soyut karşıtlık içinde sıkışıp
52
kodrmştvr. Bu inceleme tarzı bizim tartışmamız
içine bile uzanmıştır. Rudolf Leonhard dışavu
rumculuğun tarihsel zorunluğunu da böyle tü
retiyor:
i.,.çü n kü katlanılm az, olanaksız duruma
gelm iş izlenim ciliğin oluşturduğu bu karşıtlık,
dışavurumculuğun nedenlerinden biridir.» Böyle
diyor ve bu görüşü açık seçik, anlaşılır biçimde
sürdürüyor, ama diğer nedenlere öyle fazla so
kulmuyor. Görünürde dışavurumculuk, daha ön
ce ortaya çıkmış olan edebiyat yönelimlerine
karşı çok kesin, diğerlerini dışta bırakan bir
karşıtlık Oluşturuyor. Dışavurumculuk özün or
taya çıkarılmasını kendi canlandırma (anlatım)
tarzının odak noktası sayar. Leonhard bunu dı
şavurumculuktaki «nihilist olmayan» yan di
ye tanımlıyor.
Ne var ki bu öz, gerçeğin, tüm sürecin nes
he! özü değildir. Bu öz zaten salt öznel olandır.
Şimdi burada dışavurumculuğun pek saygın ol
mayan eski kuramcılarına el atacak değilim.
E m st Bloch asıl dışavurumculuk ile hakiki ol
mayanı birbirinden ayırırken özellikle bu öznel
yanı vurgular :
«özgün ^dışavurumculuk daha çok resim
parçalamasıydı; orijinal bakımdan da, yani
zorla yırtûıp parçalanan ve birbirine kavuştu
rulan özde açışından da, yariliM ş-yvrtilmış yü
zeydi.»
Öz’ün özellikle böyle tanımlanması, onun bi
le bile, üsluplandınlarak, bağlandığından soyut
lanarak, bağıntılarından koparılarak, kendi ba
53
sına yalıtılarak ele alınmasına yol açmıştır. Tu
tarlı dışavurumculuk, gerçek ile her bağıntıyı
yadsır; gerçeğin olanca içeriğine öznel bir sa
vaş açmaktan geri kalmaz. Burada Gottfried
Benn’in ne ölçüde gerçek ya da tipik bir dışavu
rumcu sayılabileceği tartışm asına katılacak de
ğilim. Ancak E m st Bloch’un dışavurumculuk ve
gerçeküstücülük çalışmalarında öylesine göz
alıcı, öylesine büyüleyici betimlediği yaşam duy
gusunun, Benn’in Sanat Ye Güç kitabmda en
sert, en dürüst, en görsel ifadesini bulduğunu
sanıyorum :
«...Avrupa’da 1910 ile 1925 arasında doğal-
cıhk-karşıtm dan başka hiçbir üslup yoktu. Ger
çek, de yoktu zaten, en fazla bölük pörçük [ger
çek] parçaları vardı. Gerçek, kapitalistçe bir
kavram dı... Ruhun gerçeği yoktu.»
YVangenheim da aslında kendisinin olmayan
düşüncelerden bolca yararlanarak yaptığı dışa
vurumculuk savunmasında —tabiî yalnızca be-
timleyici olmaktan öteye geçmeyen ve düşünce
yi sonuna dek tutarlı götürmeyen bir çalınma—
aynı saptamalara gelip dayanıyor:
«O rtalıkta dışavurumculuğa uyarlı bir ger
çek bulunmadığı için, öyle fazla bir şey başarıla
madı (...) kim i dışavurumcu, ayaklan altında
her zem ini yitirince, havaya sıçrayıp bulutlara
asılarak yeni bir dünyanın zeminine ulaşmak
istedi.»
Buna karşın Heinrich Vogel’in yazısında
nesnel-olgu’nun ve sonuçlarının açık seçik dile
getirildiğini görüyoruz. Dışavurumcu soyutla
54
manın doğru bilgisinden kalkarak doğru sonu
ca vanyor:
«O (yani dışavurumculuk) burjuva sanatı
nın ölüm, danstych... Dışavurumculuk ,eşyalarm
özü’nü verdiğini samyordu, ama vere vere çürü
m eyi verdi.»
Gerçeğe yabancı, h attâ düşman bir tav n n
zorunlu sonucu olarak, «öncü sanat »ta, giderek
artan ölçüde, gelişim süreci içinde ilkece bir
içeriksizliğe, ilkece bir içerik-düşmanlığma va
ran bir içerik-yoksulluğu, durmadan büyüyen
bir yoksulluk ortaya çıktı. Gene Gottfried Benn
bu bağlandığı en anlaşılır biçimde dile getiriyor:
«... içerik kavramının kendisi de su götürür
oldu. İçerik ne demek, tüm bunlar eriyip çözül
müş, bitm iş tükenm iş, (yalnızca) görüntüyü dol
durmaya yarayan şeyler —^yüreğin rahatlıMarı,
duygu katılaşm aları, yalana kapılm ış tözlerin
oluşturduğu küçük bir sürü, yaşam yalanları,
um utsuz, biçimden yoksun şeyler.,.»
Okuyucunun da bir yargıya varabileceği gi
bi, bu betimleme Bloch’un yaptığı dışavurum
cu ve gerçeküstücü dünya betimlemesine çok ya
kın düşüyor. Aslında Benn ve Bloch bu sapta
malardan birbirine tamamen aykırı sonuçlar çı
karıyorlar. Bloch kitabında yer yer, tanımını
yaptığı bugünkü dünya anlayışından kaynakla
nan sanat sorunsalını [Problematik] oldukça net
görüyor:
«Böylece önemli yazarlar konularının içine
doğrudan giremeyip, onu parçalıyorlar. Vardan
dünya onlar açısından öykülendirebilecekleri
55
— anlatılabilecek bir görünüm oluşturm uyor;
yalnızca boşluk, .»
Bloch bunun üzerine burjuvazinin devrimci
döneminde Goethe’ye değin uzanan yolu araştı
rarak şöyle devam ediyor;
«.Gocthe’den sonra eğitim ci roman devam
edeceğine, Fransız desülusionizm i geldi. Ve hele
bugün büyükburjuvasal boşluğun içinde kusur
suz karşı-dünyada, dünya olmayan dünyada ya
da yıkıntılar dünyacında *uzlaşma* (uyuşm a),
som ut yazarlar için ne bir tehlikedir, ne de ola
naklıdır. Burada diyalektik davranıştan başka
davranışın [yeri yo ktu r); Ya diyalektik kurgu
için gereç [malzemej oluşturman;, yti da onan
[diyalektik kurgunun!?) deneyi olacaktır [bu
davranış) f . J * ,
Burada Bloch’la ayrıntılar üzerinde kavga
edecek değiliz. Yani, ne diyalektik sözcüğünü
sırf bireysel bir anlam vererek kullanmasının,
ne de düşleri yıkan romanı (Desillusionsroman)
Goethe’ye doğrudan bağlamasının üzerinde du
ruyoruz. (Zaten benim eski Roman K uram ım ,
Bloch’un bu yanılgısına katkıda bulunmanın gü
nahını taşır.) Şimdi sorun daha önemli bir y^r-
de. O da Bloch’un, —değerlendirmeye ters işa
ret koyarak— edebiyat yapıtlarında öykünün ve
kompozisyonun, insanın nesnel gerçek ile ilişki
sine bağımlı olduğu görüşünü ortaya atmasında.
•Buraya dek her şey doğru. Bloch dışavurumcu
lukla gerçeküstücülüğün tarihsel hakkını (or
taya çıkma hakkını) kanıtlamak isterken, dö
nemimizin eyleyen İnsanı ile toplum arasındaki
56
nesnel ilişkileri araştırm ayıp —Je<m C hfistoph
bu ilişkilerin bir eğitimci romana bile olanak ta
nıdığım gösterir—, belirli bir aydın tabakasının
yalıtılarak alrnmış bilinç-durumundan çıkarak,
bugünkü dünyanın nesnel durumunu kuruyor;
tabiî bu dünya ona, tutumunun kaçınılmaz so
nucu olarak, —ve ne yazık ki Benn’in düşünce
lerin^ de çok yakınlaşarak— «dünya olmayan
dünya» olarak görünüyor. Gerçeğin karşısında
böyle tavır alan yazarlar için elbette «yerleşik,
geleneksel türden» hiçbir eylem, hiçbir kurm a
hiçbir içerik, hiçbir kompozisyon mümkün de
ğildir. Dünyayı yaşantılarına böyle geçiren in
sanların yaşam duygularını dile getirmek için
gerçekten de dışavurumculuk ve gerçeküstücü
lük ancak biricik olanaklı ifade biçimleridir
artık. Dışavurumculuğun ve gerçeküstücülüğün
böyle felsefe yoluyla aklanıp paklanması, Bloch’
un gerçeğe yönelmek yerine, öylece hiç eleştir
meden dışavurumculuğun ve gerçeküstücülüğün
gerçek karşısında pozunu renkli bir kavram di
line dönüştürmesiyle, oldukça yaralanıyor.
Tüm değerlendirmelerdeki bu kesin aykırı
lıklara karşın, Bloch’un belirli olguları saptama
sını gene de doğru ve değerli sayıyorum. Bloch,
dışavurumculuktan gerçeküstücülüğe uzanan
zorunlu gelişiriı çizgisinin gösterilmesinde tüm
«Önqüler»in içinde en tutarlı olanıdır. H atta
kurguyu hu gelişim aşamasının zorunlu sanat
sal ifade biçimi olarak görebilen ilk kez odur.
(Üstelik kurgunun yalnızca çağdaş «öncü sa
nat» akımında değil, çağdaş burjuva felsefesin
57
de de bulunduğunu büyük bir zeka ustalığıyla
kanıtlamış olması, onun bu konudaki onur payı
nı arttırıyor.)
Ve işte sırf bu nedenle de, tüm bu gelişi
m in gerçek-karşıtı tek yönlülüğü, onda, bu yö
nelimin diğer düşünürlerinden çok daha net or
taya çıkıyor. Bu tek yönlülük —ama Bloch buna
değinmiyor— daha doğalcılıkta varolan bir şey.
izlenimciliğin doğalcılıktan farklı olarak ge
tirdiği sanatsal «cilalama» [süsleme], sanatı
karmaşık bağlarından, nesnel gerçeğin birbirine
dolanmış yollarından, canlandırılmış öykülerde
ve insanlardaki varlık ile bilincin nesnel diyalek
tiğinden daha çok «armdırmıştır» [koparmış
tır]. Sembolizm zaten bile bile seçilmiş bir tek-
yÖnlüliiktür. Çünkü sembolün anlamsal kabuğu
ile sembolün içeriği arasındaki ayrışıklık [he
terojenlik'}, öznel [bireysel] çağrışımın dar, tek
hatlı yolunda sembolik bağım kurabilir ancak.
Kurgu bu gelişimin doruk noktasıdır; bu ba
kımdan Bloch’un kurguyu tam bir kararlılıkla
gerek felsefi, gerekse sanatsal yönden «öncü»
edebiyatın ve düşüncenin merkezine koymasını
saygı ile karşılıyoruz. Kurgunun özgün biçimiy
le fotomontaj olarak şaşırtıcı, hattâ arasıra
güçlü bir ajitasyon etkisi yapması, özellikle, ta
mamen ayrışık [heterojen], nesnel olarak bir-
birleriyle hiç ilişkisi bulunmayan, yalıtılarak
[bütünden] koparılmış gerçek parçalarının şa
şırtıcı biçimde bir araya getirilmesinden ileri
gelir, iyi fotomontaj, iyi bir espiri etkisi yapar.
Ancak bu tek yönlü bağlama —espiri de yerin
58
de ve etkili olsa bile— gerçeği (her ne kerte bu
gerçek, gerçek olmayan biçiminde kavranıyor
sa da), bağlandığı (her ne kerte bu bağlandık
bağlamsızlık biçiminde formüle ediliyorsa da)
ve bütünselliği (her ne kerte bu bütünsellik bir
kargaşa olarak yaşantılaştınlıyorsa da) can
landırma iddiasıyla ortaya atıldığı anda, sonuç
ta yaratacağı etki derin bir tekdüzelik [mono
tonluk] olmaktan öteye gidemez. Tek tek ayrın
tılar en alacalı bulacalı renklerle ışıldayabilir
ler, tüm hiç de iç açıcı olmayacak biçimde gri
dir; tıpkı parçalan çeşitli renklerde göze çarpsa
da, sokak ortasında toplanmış suyun bir pis su
birikintisinden başka bir şey olamayacağı gibi.
Bu tekdüzelik nesnel gerçek-yansısınm bir
yana bırakılmasının, zengin bir karm aşa oluş
turan bağlantıların birlik ve çokyanhlığının can-
landınlması ve bu bağlantıların tipler içinde
yansıtılması için sanatsal bir çaba harcanması
nın kaçınılmaz bir sonucudur. Çünkü bu dünya-
duygusu, canlandırılan yaşam gerecinin [mal
zemesinin] içinden, gerçek tabiatından bir kom
pozisyonun, bir yapınm kurulmasına, bir ses
yükseltilmesine, ya da yükseltilen sesin kısıl
masına olanak tanımaz.
Eğer bu sanatsal eğilimleri yozlaşma [çö
küntü] eğilimleri diye tanımlarsak, hemen, «seç
kin akademicilerin cehaletinden ileri gelen bil
giçliğe» karşı bir öfke ve kızgınlığın bağır
tıla n sık sık duyulur. Bu nedenle, bana karşı
çıkanların bile öteki konularda büyük bir oto
rite saydıkları, değer t erdikleri, yozlaşma [çö-
59
küntüj konularının uzmanı sayılan bir kişiyi,
Friedrich Nietzsche’yi yardıma çağırmanla izin
verin. «Her edebi yozlaşma [çöküntü] neyle
belli olur?» diye soruyor ve yanıtlıyor:
«( ..,) yaşamın bundan böyle bütün içine
oturmaması için. Sözcük başıboş hale gelir ve
cümlenin içinden fırlayıp gider: cümle ağırlık
kazanır ve yanın [ayrıntının] anlamını karar
tır; yan [ayrıntı] bütünü yok ederek can ka
zanır —-bütün a rtık bütün değildir. Am a bu,
yozlaşmanın [çöküntünün] her üslubu, için ge
çerli bir denklem dir: Her keresinde atomların
anarşisi, iradenin darmaâağımklığı ( ...) Yaşa
ma gelince, aym canlılık, yaşam ın titreşim i ve
bereketliliği, en küçük nesnelerin'içine zorla
sıkıştırılm ış; geri kalan ise, yaşamdan, yoksun
luk. Her yanda felç, acı, donukluk ya da düş
m anlık ile kargaşa var: Her ikisi de, Örgütle
menin tırm anılan biçimleri ne denli yüksekse,
ö denli göze batıcı. B ütün ise artık hiç yaşam ı,
yor; büeştirüm iştir o, ölçülüp biçilm iştir, ya
paydır, bir gözbağcılıksan başka bir şey değil
dir.»
Nietzsche’nin oldukça karakteristik bu be
timi* sözkonusu yönelimlerin sanatsal eğilimle
rinin tıpkı Benn ve Bloch denli iyi bir betimidir.
Ve dışavurumculuğun her türlü eleştirel yoru
munu «kabalaştırma» diye yadsıyan, dışavu
rumculuğun teori ve pratiğinden alman her Ör
neği, hiçbir şey kanıtlamayan kaba dışavurum
culuk, diye görüp kulak arkası eden Walden’
den dilediğimiz, Nietzsche’nin bu yozlaşma ku
60
ramım, genelleştirilmiş dilsel biçim verme kura
mı biçiminde kullanışı karşısında tavır alması
dır;
«Neden yalnızca cümle kavranabilsin de söz
cük kavranam asm f... Ve yazarlar egemen, ol
maya başladıkları için, hemen sözcüğe aldırış et
m eksizin bir cümle yayıyorlar. Am a sözcük ege
men oluyor. Sözcük cüm leyi parçalıyor, böylece
edebiyat parça-yapıt’a dönüşüyor. Yalnızca söz
cükler birleşiyör* Cümleler hep dağılmıştır.»
İşte bu «kaba-dışavurumcu» dil kuramı
Walden’in eseri. Kuşkusuz ilkeler hani Joyce'da
bile yüzdeyüz bir tutarlılıkla sürdürülemez.
Çünü yüzdeyüz bir kargâşa ancak delilerin ka
fasına egemendir ve Schopenhauer’in bir kez
haklı olarâk ileri sürdüğü gibi, yiizdeyûzlük bir
kuşkuculuk ancak tımarhanede bulunabilir. An
cak kargaşa fkaos] öncü sanatıh dünya görüşü
dayanağını oluşturduğundan, birbirine dayan-
m iş tüm ilkeler konuya yabancı [maddeye ya
bancı] bir gereçten türem iş olmak zorundadır
lar. Bu nedenle bu kurgusal yorumlar, bu bir
araya toplamalar vb. yalnızca yedek parça ola
bilirler ancak, bunlar bir sanatın tek hatlüığı-
nın artmasından öteye anlam taşımazlar.
5.
Tüm bu edebiyat yönelimlerinin doğuşu,
ekonomiden, toplumsal yapıdan, emperyalist dö
nemin sınıf savaşımlarından çıkılarak anlaşıla
cak bir şeydir. Bu bakımdan Rudolf Leonhard
dışavurumculukta zorunlu bir tarihsel fenomen
61
bulurken haklıdır. Ancak ünlü Hegel cümlesini
şöylece değiştirip düşüncelerini sürdürürken ya-
rıyarıya haklıdır:
«Dışavurumculuk (eskiden), yani bir za
manlar, o zamanlar m antıklıydı.»
Her ne denli Hegel idealizmi, mantık kav
ramı içine zaman zaman varolanın savunmasını
yerleştiriyorduysa da, «tarihin mantığı* Hegel’
de bile böylesine basit değildir; hele hele marks-
çılık için bu «mantıklılık* (tarihsel zorunluk)
hiç de öyle kolay değildir. Tarihsel zorunluğun
kabul edilmesi marksçılıkta ne varolanın haklı
gösterilmesi (hattâ varolanın döneminde bile)
anlamına geliyordu, ne de tarihte kaderci bir
zorunluğun ifadesi sayılıyordu. En iyisi gene
ekonomi alanından bir örnekle gösterebiliriz bu
nu. Kuşkusuz ilk para birikiminin oluşması, ya
ni küçük üreticilerin üretim araçlarından kopa
rılmaları, proletaryanın yaratılması vb. tüm in
sanlığa sığmayan canavarlıklara karşın tarihsel
bir zoruluktu. Gelgelelim hiçbir aklı başında
marksçı, bu dönemin İngiliz burjuvazisini —He
gel mantığının taşıyıcısı (gerçekleştiricisi) ola
rak kutlamayı düşünmez. Ve gene burada kapi
talizmden sosyalizme geçişin kaderci bir zorun-
luğunu görmek, hiçbir marksçının aklına gel
mez. Marx daha kendi döneminde devrinin Rus
ya’sı için ilk birikimden kapitalizme geçme yo.
lunun biricik kaçınılmaz yol sayılmasına şiddet
le karşı çıkmıştı; ve bugün, Sovyetler Birliği’n-
de gerçekleştirilmiş sosyalizmin koşullan altın
da, geri kalmış ülkelerin ancak ilk birikim yo
62
lundan önce kapitalizme, oradan da sosyalizme
geçebilecekleri görüşleri karşı-devrimin izlence,
sinden [programından] başka bir şey değildir.
Kısacası Leonhard gibi düşünerek dışavurumcu
luğun doğuşunu tarihsel bir zorunluk olarak ka
bul etsek bile, bu hiçbir zaman onun sanat açı
sından doğru, yerinde bir akım olduğunu, gele
ceğin sanatı için kaçınılmaz bir uğrak, yapı taşı
niteliği taşıdığını kabul etmemiz anlamına gel
mez. Bu nedenle Leonhard, dışavurumculukta
«yeni gerçekçiliğin olanaklaştınlm ası yolunda
insanın saptanması ve şeylerin tavlanmasını,
sertleştirilmesini» görürken ona katılamayız.
Burada Bloch gerçeküstücülükde, kurgunun
yaygınlaşmasında dışavurumculuğun kaçınıl
maz ve zorunlu sonucunu görmekte çok haklıdır.
Wangenheim’a gelince, o da dışavurumculuk
içinden sosyalist gerçekçilikte kullanılmak üze
re yitirilmemesi gereken bir kalıt çıkarmaya
çalışıyor. Dışavurumculuktan kurtarm aya ça
lıştığı parçalan şöyle savunuyor:
«İlke olarak: Dışavurumculuk tiyatrosu
güçlü etki yaptıysa da, dünyayı bölük pörçük
yansıttı. Sosyalist gerçekçiliğin tiyatrosu, bi
çimlerinin tüm. çeşitliliği içinde, (gene de) birli
ği yansıtır.»
Ve bu nedenle dışavurumculuğun, sosyalist
gerçekçiliğin temel yapı taşlanndan biri olması
gerekiyor demek? Bu gerekliliği verecek ne es
tetik, ne de mantıksal bir kanıt bulamazsı
nız^...)
Eski yazımda açık seçik dile getirilmiş olan
63
dışavurumculuğun tarihsel değerlendirilmesin,
den hareket eden Bloch, şu suçlamada bulunu
yor bana karşı:
«Üstyapıda geleceği önceden, yakalayan
[haber veren] hlareketler gerçek olmasaydı, geç
kapitalist toplumda öncülük (yenilikçilik) yo k *
tur.-»
Bu suçlamanın kaynağı, Blgch’un bugünkü
sanatın yolunu yalnızca gerçeküstücülüğe ve
kurguya giden yolda bulmasında yatıyor. Bu yö
nelimin öncülük [yenilikçilik] rolü tartışılırsa,
Bloch’a göre, toplumsal gelişim eğilimlerinin
ideolojik düşeyde önceden saptanması olanağı
da kabul edilmiyor demektir.
Ne ki bu doğru değildir. Marksçılık ideolo
jinin bu önceden görme işlevini her zaman ka
bul etmiştir. Edebiyat alanında kalmak istersek,
Paul Lafargue'ın Marx’a dayanarak Balzac’a
ilişkin neler söylediğine bir kulak verelim:
«Raime yalnızca döneminin toplum tarihçi
s i değil, aynı zamanda Loius Philippe [samanın
da"} henüz embrio durumunda dian ve ancak
onun ölümünden sonra, Napoleon III zamanın.
da tamamen gelişebilen peygambersi tiplerin de
yarattcm ydı.» (Altını ben çizdim G. I m)
Peki bu marksçı anlayış bizim dönemimiz
için de geçerli mi? Elbette. Ancak böyle «pey
gambersi tipleri» yalnızca önemli gerçekçilerde
bulabiliyoruz. Maksim Gorki'nin romanlarında,
uzun öykülerinde ve dramlarında [oyunlarında]
böyle tipler sürüsüne bereket. Sovyetler Birli
ğindeki son gelişmeleri [1937] dikkatle ve net
64
bir bakışla izleyebilen kimse, Gorki’nin «Sivri
sinek» (Kamora)* «Klim Samgin’in Yaşamı»,
«Dogtiyagev» gibi yapıtlarında gerçek varlıkla,
rı ancak şim di tamamen su yıüzüne çıkabilmiş
bir dizi tipi, M ars'ın anlamında önceden görüp
saptayabildiğini farkedecektir...
Benzer örnekleri Alman edebiyatında da
bulabiliriz. Heinrich Mann’ın ilk yapıtlarını, söz
gelimi «Uyruk» ya da «Profesör Unrat»ı ve öte
ki birçok yapıtı düşünelim. Burada Alman bur
juvasının ve demagojiyle yolundan saptırılmış
Alman küçükburjuvasımn sonradan faşizmle tü_
müyle serpilip gelişen tiksindirici, bay ağı-hay
vanca bir dizi özelliklerinin «peygamberce» ön
ceden bildirildiğini kim yadsıyabilir? Ve bu açı
dan Mann’ın «IV. Henri» karakterine bakılsın;
gerçekten yaşamdaki gibi sahici, tarihsel yön
den hakiki bir figürdür b u ; ama aynı zamanda,
antifaşist cephenin savuşmaları sırasındaki geli
şim boyunca, ancak faşizmin yenilmesi süreci
içinde serpilip gelişen insancıl özelliklerin ön
ceden yakalanmasıdır da.
Gene zamanımızdan bir karşı Örnek alalım.
Savaşa karşı ideolojik savaşım, en iyi dışavu
rumcuların ana konularından biriydi. Peki çev
remizde öfkeyle kuduran, tüm namuslu dünyayı
tehdit eden yeni emperyalist savaşın [1937] ön
ceden habercim olarak ne kalm ıştır bu edebiyat
tan geriye. Sanırım hiç kimse bugün bu edebi
yatın tümüyle eskimiş olduğuna ve günümüze
kesinlikte uygulanamayacağım yadsımayacak-
tır. (Buna karşın, gerçekçi Amold Zweig Çavuş
F: 5 65
Grisoha’smd&, Verdun önünde Eğitvm’inâe, sa
vaş ile onun arka planı arasındaki bağlandığı,
«normal» kapitalist hayvanlığın savaştaki top
lumsal ve bireysel devamım, boy göstermesini
öylesine canlandırmıştır ki, yeni savaşın can
alıcı yanlarından birçoğunu önceden haber ve
rebilmiştir.)
Bütün bunlarda öyle gizemli [esrarengiz]
ya da aykırı bir yan yok; özellikle her sahici,
önemli gerçekçiliğin özü (yapısı) budur. Don
Q uijottfdm Ofolomot;’a, buradan da günümüzün
gerçekçilerine uzanan böyle bir gerçekçilik; ka
rakterlerin yaratılmasına yönelmiş bir gerçekçi
lik olduğundan, insanlarda, insanların birbirle-
riyle ilişkilerinde, insanların eylemlerini gerçek
leştirdikleri durumların içinde, toplumun, ve
h a ttâ tüm insanlık gelişiminin nesnel gelişme
eğilimleri olarak uzun dönemler boyunca etkin
liğini sürdürmüş olan kalıcı, süreikli yanlan
aramalıdır.
B u soydan yasarlar gerçek bir ideolojik ön
cülük [akimi] oluştururlar; çünkü nesnel ger
çeğin canlı, ama henüz gizlilikten kurtulamamış
eğilimlerini öylesine derin ve doğru canlandırır
lar ki, onların, canlandırmaları [yaratmaları]
daha ilerdeki gelişimce doğrulanır. Hani bu
doğrulamayı, başarılı bir fotoğrafın aslı ile öyle
basit bir örtüşmesi, ona tıpatıp benzemesi an
lamında değil de, özellikle gerçeğin çok yanlı ve
zengin bir biçimde kavranmasının ifadesi, onun
[gerçeğin] daha ilerdeki bir gelişim basamağın
da tamamen serpilip açılacak ve herkesçe algı-
66
lanabilirleşeoek bir fenomene dönüşecek yanla
rının, (şimdilik) yüzey altında gizlenmiş eği
limlerinin yansıması olarak düşünmeliyiz, ö y
leyse büyük gerçekçilikte, gerçeğin, doğrudan
doğruya pek büyük önem taşımadığı halde, nes
nel yönden o denli can alıcı, sürekli bir eğilimi
ni canlandırmaktayız. Yani gerçek ile çok yanlı
ilişkileri içindeki insanı ve özellikle bu zengin
çok yanlılık, çok çeşitlilik içinde halıcı diam, sü
rekliyi [canlandırırız]. Ve öte yandan, gelişme
nin, canlandırıldığı, dile getirildiği sıralarda he
nüz filizimsi varlığım sürdüren ve [içinde ba
rındırdığı] tüm nesnel ve öznel olanakları [be
lirlenimleri] gerek toplumsal* gerekse insana
ilişkin yönleriyle açıp geliştiremeyen bîr eğilim
de ayrımsanıp [farkedilip] canlandırılır. Böyle
eğilimleri yakalayıp canlandırmak, edebiyatta^
k i hakiki öncülüğün gövemdir. B ir yazarın öncü
akıma gerçekten girip girmediğini gelişmenin
kendisi gösterir; onun [yâzann] insan karakter
lerinin önemli özelliklerini, gelişme yönlerini,
toplumsal işlevlerini doğru ayrımsayıp, etkileri
kalıcı olacak biçimde canlandırmasına bakar bu.
Herhalde şimdiye değin yaptığımız açıklama
lardan sonra, edebiyatta böyle bir öncülüğü an
cak önemli gerçekçilerin oluşturabilecekleri, or
tay a çıkmıştır.
Hani sorun, öznel yaşantıda dürüst bir ön
cülük duygusu taşımak değüdir; önemli olan ön
cülük duygusu taşıyarak sanat gelişiminin
önünde yürümeye çalışmak, dahası, ne denli göz
kamaştırıcı olursa olsun, bir takım teknik yeiıi-
67
likler [yapmak] değil —^öncülüğün toplumsal
ve insana ilişkin içeriği, «peygamberce» önce
den haber verilenin genişliği, derinlikliliği ve
doğruluğudur.
Kısacası: üstyapıda önceden haber veren
bir hareket olanağının yadsınması, buradaki
tartışm anın odak noktasını oluşturmaz. T artış
ma şu sorularda odaklanmaktadır: Gelişmeyi
kim önceden yakalamış, haber vermiştir? Nasıl
ve neyi haber vermiştir?
Yukardaki çoğaltılması çok kolay kimi ör
neklerde, günümüzün önemli gerçekçilerinin sa
natsal düzeyde, karakterler yaratarak neyi ön
ceden haber verdiklerini gösterdik. Şimdi şu
karşı soruyu sorarsak: Dışavurumculuk neyi ön
ceden haber verm iştir? Bloch’dan yalnızca şu
yanıtı alırız: gerçeküstücülüğü. Yani, toplumsal
gelişmeleri insan karakterlerinde canlandırarak
önceden haber verme yeteneğinden ilkece yok
sun olduğu, en büyük savunucularının yaptık
ları karakteristik tanımlamadan açık seçik bel
li olan bir başka edebiyat aJcvmrn: «Peygamber-
si tiplerdin yaratılmasıyla, ilerki gelişmelerin
önceden gerçek anlamda yakalanması ile, öncü-
lükçülüğün hiçbir ilişkisi yoktur, olmamıştır,,
olamaz.
Eğer böylece edebiyattaki öncülüğün ölçü
tünün ne olduğunu anladıksa, somut soruların
yanıtlanması da zor phnayacaktır artık. Edebi
yatımızda öncü kimdir öyleyse? Gorki gibi «pey-
gambersi» canlandırmaları gerçekleştirenler mi;
yoksa, doğalcılıktan gerçeküstücülüğe değin h er
68
yeni modanın bandobaşısı gibi en önünde giden,
her akımı modası geçmeden bir yıl önce «aş
mak» için kasıla kasıla gezinen, toprağı bol ol-
slın, Hermann B ahr mı? Bay B ahr elbette b ir
karikatürü bu işin; dışavurumculuğun, inançlı
savunucularını onunla bir tutmak aklımın ucun
dan bile geçmez. Ama gerçek olan bir şeylerin
karikatürüdür o: Biçimci, içerikten yoksun, top
lumsal gelişmenin büyük akıntısından kopmuş
öncülüğün.
Marksçılığın bilinen doğrularından biri, in
sanın her faaliyetinin, eylemde bulunan öznenin
faaliyetine ilişkin kendisinin ne düşündüğüne
bakılarak değil de, o faaliyetin nesnel olarak
toplam bağlandık içinde neyi temsil ettiğine ba
kılarak yargılanabileceğidir. t 1)
öyleyse her yönden bilinçli bir «öncü» Ol
mayı istemek zorunlu olmadığı gibi (kralcı Bal-
zac’ı düşünebiliriz), öte yandan sanatta devrim
yapmaya, «kökten yepyeni» bir şey yaratm ış
olmaya yönelik en ateşli istek, en yürekten inanç
bile, sırf istemede, sırf inançta kaldığı sürece,
hiçbir yazarı geleceğin gelişim eğilimlerinin ha
bercisi kılamaz.
69
6.
Bu eski bilinen hakikati çok güncel biçimde
de dile getirebiliriz: Cehennemin yolu iyi niyet
le döşenmiştir. Aramızdan herkes kendi geliş
mesini ciddiye alıp, gözünü budaktan sakınma
dan nesnel bir eleştiriden geçirirse, bu eski, bili
nen doğruyu ara sıra öğrenmektedir. Bu uygu
lamaya kendimden başlamak istiyorum. 1914-
1915 kışı: öznel olarak savaşa, savaşın anlamsız
lığına, insanca olmayışına, kültür ve uygarlığı
yok ediciliğine tutkuyla karşı çıkma. Çaresizlik
le bezenmiş karam sar bir ruhsal durum. Kapita
lizmin güncel durumunu Fichte’nin anlayışına
uygun olarak «günahkârlığın tamamlanmış ça
ğı» diye tanımlama. Yani öznel dilek, itici bir
karşı koyma’ya dönüşmüş. Bunun nesnel sonu
cu: içi-dışı idealist mistisizm kokan, her yanıyla
sapına kadar tepkici-gerici ve tarihsel gelişime
ilişkin tüm değerlendirmeleri yanlış olan Roman
Kuramı kitabimdir. 1922’ye gelindiğinde, dev
rim sabırsızlığıyla bezenmiş bir havanın heye
canı. Kızıl savaşm emperyalistlere karşı sıktığı
kurşunlar kulaklarımın dibinde vızıldıyor hâ
lâ; M acaristan’da yasadışılığm heyecanıy
la tirtir titriyorum ; varlığımın tek bir teli
[parçası] bile, ilk büyük devrimci dalganın geç
miş olduğunu, komünist öncü [hareketin] ka
rarlı devrimci iradesinin kapitalizmi yıkma ye
teneğinden yoksun bulunduğunu hâlâ kabul et
mek istemiyor. Yani öznel temel: devrimci sabır
sızlık. Nesnel sonuç: (bir ürün) Tatrih, Ve Sınıf
70
Bilinci. İdealizminden, yansıma-kuramını eksik
kavrayışından, doğadaki diyalektiği yadsıma
sından dolayı tepkici-gerîci bir yapıt. Elbette
ben bu dönemde başına böyle şeyler gelen tek in
san değilim. Tersine, kitlesel bir olay bu. Ve be
nim şu önceki dışavurumculuk yazımda birçok
larını karşıma almama yol açan görüşüm, yani
dışavurumculuğu USPD (2) ideolojisiyle bir bağ
içine sokmam, aslında yukarda sözünü ettiğim
eski doğruya [hakikate] dayanmaktadır.
Bizim dışavurumculuk tartışmamızda dev
rim (dışavurumculuk) ve Noske —tam dışavu
rumcu bir biçimde— karşı karşıya konuyorlar.
Peki ama acaba Noske USPD’nin kararsız, çe
kingen, komitelerin iktidarı almalarını engelle
yici, karşı tepkicilerin örgütlenmesine ve silâh
lanmasına göz yuman tutum u olmasaydı, yani
kısaca USPD olmasaydı, devrimi bastırabilir
miydi? USPD'nin varlığı zaten Alman işçileri
nin duygusal yönden devrime en çok gönül ver
miş, en köktenci kitlesinin bile, ideolojik bakım
dan devrim için henüz donanmamış olduğunun
71
p arti düzeyindeki, örgüt düzeyindeki en belirgin
ifadesiydi. Spartakus Birliği’nin USPD’den yam
yaş yavaş kopması, ilkece yetersiz eleştirisi, Le-
nin’in daha baştan beri Spartakus Birliği’nde kı
yasıya eleştirdiği, Alman devrimindeki öznel
etmenin [faktörün] zayıflığının ve gelişmemiş-
liginin önemli bir yanım dile getiriyordu.
Elbette durum tümüyle böyle basite indir
genecek gibi değildi. Eski yazımda USPD’nin
önderleri ile kitle arasında kesin bir ayvrvrn
yaprmştvm. Kitleler güdüce devrimciydiler. Nes
nel yönden de devrimciydiler; savaşla doğrudan
ilgili işletmelerde, fabrikalarda grevler yapmış
lar, cepheyi parçalamışlardı; devrimci heyecan
la n Ocak devrimine yol açmıştı: Ancak ne olur
sa olsun, kararsızdılar ve durumu açık seçik
kavramış değillerdi, paçalarını önderlerinin de
magojisine katırdılar, önderlerinden kimileri
(Kautsky, Bemstein, Hilferding) bilinçli karşı-
devrimcilerdi; nesnel olarak eski Alman sosyal
dem okratlan ile işbölümü yaparak (bunu ken
dileri itiraf etmişlerdir) burjuva egemenliğinin
kurtarılm ası için kendilerine düşeni yerine ge
tirmişlerdi. Nesnel anlamda gerçekten dürüst
devrimci önderlere gelince, bunalım döneminde
devrime yöneltilmiş bu sabotaja karşı etkili bir
direnişte bulunma yeteneğinden yoksundular,
öznel (kişisel) dürüstlüklerine, karşı koyuşla-
n n a karşın, sağ önderlerin halata asılmalarına
engel olmadılar; dirençleri giderek bir kırılma
ya, kopmaya, USPD’nin parçalanmasına, so
nunda da kendi sonlarının hazırlanmasına, en
72
gel Olmadı. USPD hareketinde gerçekten dev
rimci eğilimler, USPD’nin, USPD ideolojisinin
parçalanmasına çalışanlardı.
Peki ya dışavurumcular? Onlar ideologlar
dır. önderler ile kitleler arasında dururlar. Ki
şisel [öznel] olarak çoğunlukla ham, belirsiz,
bulanık, karmakarışık inançlar ve düşünceler
taşısılar da, dürüsttürler. Ama aynı zamanda,
bir tek o ham devrimci kitlelerin kendilerini
alamadıkları kaypaklıktan başka, çok çeşitli
kârşı-devrimci parolaların kolaylıkla kullanar
bileceği tüöı olasıl tepkici-gerici önyargılarla
da tıka basa doluydular, (Soyut pasifizm, şid
dete başvurmama ideolojisi, burjuvazinin so
yut eleştirisi, anarşist çılgınlıklar vb.) Ve
ideologlar olarak, bu belirli geçiş , durumunu,
gerek düşünce, gerekse sanat düzeyinde dura
ğanlaştırdılar. Ve devrimci açıdan bakıldığın
da, bu bazı bakımlardan kararsız, sallantılı
USPD kitlelerinin içinde bulundukları ide
olojik geçiş durumundan çok daha gerici
bir geçiş durumuydu. Ancak böyle ideolojik bir
geçiş durumunun devrimci anlam ve önemi akış
içinde bulunmasından, ileri doğru zorlamasın
dan, kendini <fara>ğanlcLştıtmcmasından [bir
yerde yerleşmemesinden] ileri gelir. Bu geçiş
ideolojisinin dışavurumculukça gerek sanat, ge
rekse düşünce düzeyinde durağanlaştırılması,
hem dışavurumcuların kendileri, hem de onla
rın etkisi altında bulunanlar bakımından, bun
ların devrimci yönde yürümelerini engelledi.
Sallantılı geçiş ideolojilerinin sistemleştirilme-
73
sinde hep raslanan bu zararlı etki, dışavurum
culukta özel bir gerici-tepkici nitelik kjazanmış-
tır. B ir yandan hitlerciliğin o debdebeli, bol ke
seden atan iddialarında, ukalalıklanda, ebedi
hakikatler biçimindeki vaazlarında beliren bu
gericilik-tepkicilik, dışavurumculuğun devrim
yıllarındaki yapısının [özünün] belirtüerinden-
di. ö te yandan dışavurumculukta, yanlış eği
limlerin sanatın derinden kucakladığı bir ger
çeğin yardımıyla denetlenmelerinin ya da aşıl
malarının engellenmesi sonucunu doğuran öz-
gül-gerçek karşıtı eğilimler, dışavurumculuğun
bu özelliğine yol açmışlardır.
Gördüğümüz gibi dışavurumculuk, sıkı sıkı
ya sarıldığı doğrudanlık anlayışına gerek sa
nat, gerekse dünya görüşü düzeyinde uyduruk
bir derinlik, uyduruk bir tamamlanmışlık ka
zandırmak isterken, böyle bir geçiş ideolojisi
nin durağanlaştınlmasıyla zorunlu bağlandık
içinde bulunan tüm tehlikeleri de artırır.
Eğer dışavurumculuk gerçekten de ideolo
jik bir etkinliğe sahip olmuşsa, etki altına al
dıklarının devrimci aydınlanma süreçlerini
olumlu yönde körüklememiş, tersine, bu süreç
leri engellemiştir. Bu etkisi de USPD ideoloji
siyle aynı çizgide yürür: Her ikisinin de aynı
gerçeğe çarpıp parçalanmaları raslantı değildir.
Eğer, Noske’nin yengisi dışavurumculuğu da
yıkmıştır, deniyorsa, bu, gerçeğin bağlamları
nın dışavurumculuğa özgü biçimde basitleşti-
rilmesidir. Dışavurumculuk bir anlamda birin
ci devrim dalgasının sonuyla birlikte batıp g it
74
m iştir ve bu devrimin sonuca ulaşmamasında
USPD ideolojisinin suçu büyüktür. Bir başka
anlamda da, olgunluktan uzak başlangıç döne
minin devrimci gevezeliklerinden gittikçe daha
güçlü kurtulmaya başlayan kitlelerin devrimci
bilincinin arınmasıyla [aydınlığa kavuşmasıy
la] çökmüştür.
Almanya’da dışavurumculuğu yalnızca ilk
devrimci dalganın yenilgisi değil, aynı zaman
da proleter devrimin Sovyet Rusya’da gerçek
ten yerine oturması da tahtından düşürmüştür.
Proletaryanın egemenliği ne denli sağlamlık ka
zanmışsa, sosyalizm Sovyetler Birliği’nin eko
nomisine ne denli kapsamlı ve derinliğine yer
leşmiş, emekçi kitleleri kültür devriminin kapsa
mına ne denli köklü ve yaygın almışsa, «öncü sa
nat» da, Sovyetler Birliği’nde gittikçe güçlenen
gerçekçilik tarafından o denli güçlü ve hiçbir
umuda yer bırakmaksızın geri itilmiştir, ö y
leyse dışavurumculuğun yenilgisi son tah
lilde devrimci kitlelerin olgunluklarının ürü
nüdür. Mayakovski ya da bizdeki Becher gi
bi şairlerin gelişim yolu, dışavurumculuğun ölü
münün hakiki nedeninin kitlelerin olgunlaşma
sında aranıp bulunabileceğini özellikle gösteren
örneklerdir.
7.
Tartışmamız katıksız edebiyat tartışm ası
mıdır? Sanıyorum ki, değil. Bu tartışm anın en
son dayandığı yer, hepimizi ilgilendiren, hepi
mizi aynı ölçüde harekete geçiren politik bir
75
sorun açısından önemli sayılmasaydı, sanıyo
rum edebiyat yönelimleri ile onların kuramsal
yönden açıklanmaları arasındaki çekişme böy-
lesine geniş dalgalar oluşturmazdı: Halk cep
hesi oluşmazdı.
Bem hard Ziegler çok sivri bir biçimde halk
çılık (halka Özgürlük) sorusunu tartışm aya so
kuyor. Her yanda bu soru’nun yol açtığı heye
canı duyuyoruz; kuşkusuz bu yoğun ilgi olum
lu bir şey. Bloch dışavurumculukla birlikte
halkçılığı da kurtarm ak istiyor. Diyor ki;
Dışavurumculuğun halka yabancı boşyüce-
liği [gururu] hiç yoktu, dahası tam tersi: «Ma
v i (Binici» tablosu (*) M um aci (yöresinin) cam
süslemelerini kopya eder; [bu tablo] en başta
duygulandırıcı, inanılmaz ve giz dolu köylü sa
natına, çocukların ve tutuklularm resimlerine,
akil hastalarının şaşırtıcı belgelerine, ilkellerin
sanatına bakışa yol açtı.
Böylesine bir halkçılık anlayışıyla her şey
karmakarışık oluyor. Halkçılık ilkel «ürünle
rin» (sanat ürünleri] ideolojik seçimden yoksun
olarak, artistik ölçütlere göre, ağız tadına göre
kabulü [toplanması] değildir. Gerçek halkçılı
ğın bütün bunlarla ilgisi yoktur, öyle olsaydı,
cam resimleri ya da zenci plastiği toplayan
her «meşe odunu», kafayı üşütünce insanın me
kanik aklın bağlarından (zincirlerinden) kurtul- 3
76
masını kutlayan her züppe, halkçılığın da öncü
savaşçılarından biri olurdu.
Kuşkusuz bugün doğru bir halkçılık anla
yışını saptamak oldukça güçtür. Çünkü halkın
yaşamının, kapitalizmin aslında ilerici olan eko
nomik etkenleriyle parçalanması, halkın dünya
görüşünde, sanat çalışmalarında, zevklerde, ah-
lâksal yargılarda bir güvensizlik yaratm aktadır
—demagojik zehirlenme olanaklarım doğur
maktadır. Ve halk üretim inin eski ürünlerini
gelişigüzel, seçmeden kendimize yaklaştırm a
mız, her durum ve koşul altında, her bağlamlık
içinde kesinlikle ilerici bir tutum olmadığı gibi,
halkın her türlü engele karşın gene de yolunda
ileriye yönelen canlı güdülerini körükleyici
bir çağrı da değildir. Gene aynı nedenlerle, bir
edebiyat ürününün ya da edebiyat yöneliminin
geniş bir yaygınlık göstermesi de, onun halk-
çilığınm bir ölçütü olamaz. Gerek geri kalmış
geleneksel sanat türleri («yurt-s&nab» gibi),
gerekse kötü modern türler (polisiye romanlar
gibi), herhangi bir yönden gerçekten halkçı
olmamakla birlikte, alabildiğine yaygınlık gös
teren türlerdir.
Ne var ki, tüm bu karşı çıkmaların ve kay
gıların haklı bir yanı da vardır; günümüzün
gerçek edebiyatından neyin ne ölçüde kitlelere
iletilebildiği önemlidir. Peki son on-yıllann «ön-
cülükçü» akımından hangi yazar bu yönüyle
Gorki ile, Anatole France, Romain Roiland, ya
da Thomas Mamı ile karşılaştırılabilir? Sanat
sal düzeyi böylesirte yüksek BuAdenbrook A ile
77
si gibi bir romanın milyonları bulan baskısı he
pimizi düşündürmelidir. Halkçılığın tüm sorun
salı, burada derlenip toparlanamayacak denli
«geniş bir alan» oluşturur. Burada halkçılığın
iki uğrağına değinmekle yetineceğiz; hani bun
ları da tüketici bir biçimde ele alma bilgiçliğine
kesinlikle sapmadan tabiî.
Şimdi önce kalıt [miras] ilişkisi. Halkın
yaşantısıyla kurulan her canlı ilişki içinde ka
lıt [miras], ilerlemenin harekete geçirilmiş sü
reci depıektir; gerçek anlamda bir yaşatma,
(sentez kurarak) aşma, koruma, halkm tüm
geleneklerindeki, acı ve sevinçlerindeki, devrim
geleneklerindeki canlı, yaratıcı güçleri daha
yüksek düzeye çıkarma demektir. Kalıt ile can
lı bir ilişki içinde olmak demek, halkm bir ço
cuğu olmak, halkının gelişim akıntısıyla sürük
lenmek demektir, işte Gorki Rus, Romain Rol-
land Fransız, Thomas Marnı Alman halkının bi
re r çocuğudurlar. Yazılarının içeriği ve sesi,
tüm bireysel özgünlüklerine karşın, tüm yapay
lıktan, yapmacılıktan, .seçip-toplayıcılıktan, il
kel zevklere yönelik olmaktan uzak yanlarına
karşın, yaşamın içinden çıkmışlardır, halkları
nın tarihi içinden çıkmışlardır, halklarının ge
lişiminin birer ürünüdürler. Bu nedenle, yazı
larının sanat düzeyindeki yüksekliğe karşın, Öy
le bir hava egemendir ki onlarda, bu hava halkın
geniş kitlelerinde yankısını bulacaktır ve bul
muştur.
«öncülükçülüğün» kalıt karşısındaki ta v n
ise bunun kesin karşıtı bir durumu oluşturur.
78
öncülükçülüğün halkm karşısındaki tavrı,
büyük bir haraç-mezat satışı karşısında takını
lan tavır gibidir. Bloch’un yazılan kanştın la-
cak olursa, kalıtlardan ve kalıttan söz edilirken,
ancak şu ifadelerin kullanıldığı görülecektir:
«Kullanılabilir kalıt parçalan,» «yağmalamak»
vb. Bloch, bu sözcükler kaleminden raslantıyla
kaçmış olamayacak denli bilinçli bir düşünür
ve üslupçudur; bu sözcükler kalıt karşısındaki
genel bir tavrı dile getirir daha çok. Bloch için
kalıt, içini gelişigüzel k a n ştın p eşeleyebileceği
niz, içinden o an için kullanılabilecek gelişigü
zel parçalan kopanp alabileceğiniz ve gene an
lık gereksinmelere göre gelişigüzel birbirine
bağlayabileceğiniz ölü bir yığındır.
Bu düşünceyi Hanns Eisler Bloch’la birlik
te yazmış olduğu bir makalede çok belirgin bir
biçimde dile getirmiştir. Haklı olarak Berlin'
deki Don Carlos gösterisine hayran olmuş
Hanns Eisler. Gelin görün ki, Schiller’in ger
çekten ne olduğunu, onun gerçek büyüklüğünün,
sınırlarının, engellerinin nerede bulunduğunu,
kendi halkı olan Alman halkı için ne anlam ta
şımış olduğunu ve hâlâ hangi anlamı taşıdığını
irdeleyecek yerde; Schiller’in halkçı-ilerici et
kisini, halk cephesinin, Alman halkının ku rtu
luşunun silâhı yapmak bahanesiyle gerici-tep-
kici önyargılar çöpünün nasıl ayıklanması ge
rektiğini düşünecek yerde —tüm bunları bir
yana bırakıp, sürgündeki yazarlar için kalıtla
ilgili şu eylem izlencesini [programım] düzen
liyor: «Peki Alm anya dışındaki görevimi# ne
79
dir acaba? B e lle r id, böyle bir savaşıma elver
rişli olan klasik, gerecin [malzemenin] ayıklan
masına ve hazırlanmasına yardım etm ek zorun
dayız yalım ca.»
Eisler, klasikleri antifaşist bir «Büch-
mann»a parça parça ayırıp, sonra «elverişli
parçaları» birleştirmemizi öneriyor. Alman hal
kının parlak edebiyat geçmişi karşısında bun
dan daha yabancı, daha boşyücelikli, daha red
dedici davranılamazdı.
Halkın yaşamı nesnel olarak süreklidir.
«ÖBCÜlükçüler»inki gibi devrimlerde, yalnızca
çatlakhk, kopukluk, tüm geçmişi yok etmek is
teyen, büyük, parlak, görkemli geçmiş ile her
sürekliliği (bağı) kopartmak isteyen felâket
lerden başka bir şey görmeyen öğreti, Cuvier’
in öğretisidir, yoksa Marx ya da Lenin’in değil.
Bu öğreti, reformculuğun evrim Öğretisinin
anarşist bir tamamlayıcısıdır. Evrim öğretisi
yalnızca sürekliliği görürken, öteki yalnızca
çatlaklan, kopuklukları, uçurum ve felâketleri
görür. Oysa tarih, süreklilik üe kesikliğin, ev
rim ile devrim in cavdı diyalektik birliğidir.
Burada da önemli olan, her yerde olduğu
gibi, doğru görülmüş, anlaşılmış içeriktir. Le-
nin kalıtçı kalıt anlayışıyla ilgili olarak şun
ları söyler:
«M arksçtlik, devrimci proletaryamın ideolo
jisi olarak dünya-tarihsel anlamını [önemini],
burjuva döneminin en değerli kazanımlarım
hiç de yadsm aytp, tersine, inşan düşüncesinin
ik i bin y ü ı aşkm gelişiminin ve insanlık kültil-
80
rutinin değerli olan her şeyim kendisine m al et
me»i ve işleyip değerlendirmesiyle elde etm iş
tir.-»
öyleyse, önemli olan, bu gerçekten değerli
olanın nerdde aranması gerektiğidir.
Eğer soru balkın yaşantısıyla ve onun ile
rici eğilimleriyle bağlandıkları içinde, yanı doğ
ru ele abnmışsa, biri organik olarak ikinci so
ru küme’sine, yani gerçekçilik sdrularma götü
rüp. «öncülükçü» sanat kuramlarının yoğun et
kisi altında kalan modem halk sanatı anlayış
ları, halkın sanatsal faaliyeti içindeki en-ilk
gerçekçiliği ilgi alanının kıyı ve bucağına it
mişlerdir tümüyle. Gene bu sorüyu da burada
enine boyuna açmamız olanaksız; doğru bir
noktaya dikkati yöneltmekle yetinmeliyiz.
Burada edebiyatı yazmaktan söz ediyoruz.
Ve Alman tarihinin tra jik akışı sonucu, edebi
yatımızdaki [Alman edebiyatı] halkçı-gerçek-
çi yönelimin, İngiltere, Fransa ve Rusya’da uzun
süre güçlü olmadığım unutmamalıyız. Ama
özellikle bu olgu, en yoğun dikkatimizle Alman
geçmişinin varolan halkçı-gerçekçi edebiyatına
eğilmemiz, onun yaşamı körükleyen üretken ge
leneklerini ayakta tutmamız için bize gayret
vermeli. Ve eğer bu yönü tutacak olursak, tüm
«Alman sefaletim e karşm bu halkçı gerçekçi
edebiyatın, sözgelimi Grimmelshausen’in Sirnp-
lizissim usfu (4) gibi dev başyapıtlar yarattığı
F: 6 81
nı görürüz. Bu başyapıtın parçalanmış öğeleri
nin kurgu değerini takdir etmeyi Eisler’e bıra
kalım; bu başyapıt, yaşayan Alman yazın-ya-
pıtları bakımından büyüklüğüyle (ve sınırla
rıyla) yaşayacak ve güncel bir bütün olarak
varlığını sürdürmeye devam edecektir.
Çünkü ancak gerçekçiliğin geçmişteki ve
günümüzdeki başyapıtlarına bir bütün olarak
bakmayı becerebüir, onlardan öğrenir, onların
yaygınlaşması için çaba harcar, doğru anlaşıl
malarını sağlarsak; büyük gerçekçi canlandır
manın güncel, kültürel ve politik değeri dile ge
lir: «öncülükçülüğün» —özellikle espri anla
mındaki— tekyanhlığına karşın, gerçekçiliğin
tükenmez çokymütZtğt. Okuyucu, Cervantes ve
Shakespeare’e, Balzac ve Tolstoy’a, Grimmels-
hausen ve Gottfried Keller’e, Gorki, Thomas
Mann ve Heinrich Mann’a halkın geniş kitlele
rinden, kendi yaşantısından giriş bulur. Büyük
gerçekçiliğin yaygın ve kalıcı etkisi, özellikle
bu giriş olanağının —diyebiliriz ki— sonsuz sa
yıda kapıyla sağlanmış olmasıdır. Canlandır
manın zenginliği, insan yaşamının tipik görü
nüş tarzlarını doğru ve kalıcı olarak kavrama,
bu başyapıtların büyük, ilerici etkisini oluştu-
82
ra r: Bunların okuyucuları, sözkonusu yapıtları
benimsedikleri süreç içinde, kendi yaşantılarını
ve yaşam deneyimlerini aydınlığa kavuşturur
lar, insansa!, toplumsal ufuklarını genişletirler
ve canlı bir insancılık sayesinde, halk cephesi
nin politik parolalarını kendilerine mal etmeye,
bunların politik insancılığını kavramaya hazır
lanırlar; insanlığın büyük ilerici ve demokratik
gelişim çağlarının gerçekçi sanat yapıtınca ile
tilen anlayışı, halk cephesinin savunduğu yeni
tip devrimci demokrasi için geniş kitlelerin ru
hunda verimli bir zemin hazırlayacaktır. Anti-
faşist savaşım edebiyatı, bu toprağın içinde
ne denli derin kökleşmişse, o denli derinden te
mellendirilmiş, örnek alınacak ya da nefret
edilecek karakterler yaratacaktır —bu edebi
yatın halktaki yankısı o denli güçlü olacaktır.
Joyce ya da «öncülükçü» edebiyatın öteki
temsilcilerine ancak çok d ar bir kapı açılmak
tadır: Orada ne olup bittiğini anlayabilmek için
«belirli bir hileyi çözmek» gerekir. Ve büyük
gerçekçilikteki kolay giriş yolu insan için zen
gin bir kaynak oluşturduğu halde, halkın geniş
kitleleri «öncülükçü» edebiyattan hiçbir şey öğ
renemezler. özellikle bu edebiyatta gerçeğin
kendisi, yaşamın kendisi bulunmadığı için, oku
yuculara (politik deyimiyle: tarikatçı bir bi
çimde) yaşamın dar ve öznel bir anlayışı zor
la kabul ettirilirken; gerçekçilik, canlandırıl
mış zenginliğiyle, okuyucuların koyduğu soru
lara yanıtlar getirir —yaşamın koyduğu soru
lara yaşamın kendi yanıtını verir! Buna karşın,
83
akla karayı seçerek anlaşılmasına çalışılan ön-
ctilükçü sanat için, gerçeğin öylesine öznelleşti
rilmiş, çarpıtılmış ve saptırılm ış yankılan, ruh
durumuna göre [dile getirilmiş] yankıları var
dır ki, halktan gelen adam bunları ölse kendi
yaşam deneyimlerinin diline çeviremez.
Halk yaşantısıyla canlı ilişki, kitlelerin ken
di yaşam deneyimlerinin ilerici bir tutum la ge
liştirilmesi işte budur edebiyatın büyük gö
revi [misyonu]. Genç Thomas Mann’ın batı Av
rupa edebiyatının sorunsalını ve yaşamdan kop-
müşluğunu yapıtlarında acı acı eleştirerek, de
rinlikli ve yaratıcı bir eleştiriyle edebiyat bağ
lamı içindeki doğru yerin© koyması, 19. yüzyılın
Rus edebiyatına «kutsal edebiyat» demesi bir
raslantı değildir. Burada sözkonusu edilen, iş
te özellikle yaşamı uyandırıcı bu halkçı ilerici
liktir.
Halk cephesi demek: gerçek halkçılık için
savaşım vermek, kendi halkının tarihsel olmuş,
tarihsel anlamda kendine özgü olmuş yaşantı
sına çokyanlı bağlı olmak, demektir; bu halk
yaşantısı içinden yeni, politik, etkili bir yaşamı
uyandıracak ilerici eğilimleri, tutunulacak yer
leri ve parolaları bulmak demektir. Halk yaşan
tısının tarihsel kendine özgülüğünün bu canlı
kavranması, anlaşılması, kendi tarihinin eleş
tirisini de elbette dışta bırakmaz. —Tersine:
böyle bir eleştiri kendi tarihini tanımanın, bil
menin, kendi halkının yaşantısını gerçekten an
lamanın zorunlu bir sonucudur. Çünkü ilerici
demokratik eğilimler hiçbir halkta mükemmel,
84
eksiksiz ve aşinmasız yerine yerleşmiş değildir,
hele Alman halkının tarihinde bu hiç olmamış
tır. İlericiliğin ve demokrasinin yoğun tıkanık
lıklarını, tutukluluklarını (gerek politik, gerek
se kültürel alanda) em peryalist dönem yarattı
ğı için; bu sürecin politik, kültürel ve sanatsal
çöküntü fenom enlerinin (belirtilerinin) sıkı bir
eleştirisi, gerçek halkçılığa geçit açmanın zo
runlu bir öğesidir. Sanat alanındaki en temel
çöküntü görünümleri arasında, —bilerek ya da
bilmeyerek— gerçekçiliğe karşı savaşım ı, bir
de buna bağlı olarak ortaya çıkan edebiyat ve
sanatın fakirleşm esi ve yalıtılm asını göstere
biliriz.
incelememizde, bu çöküntü sürecinin hiç
bir zaman kaçınılmaz bir yazgı gibi kabul edil
memesi gerektiğini, bu çöküntüyle, yalnızca po
litik ve kuramsal yönde değil, aynı zamanda
sanatsal camlandırma (yaratma) araçlarıyla da
her yanda savaşım veren güçlerin, canlı güçler
rin harekete geçtiğini, bugün de hareket halin
de olduğunu gördük. Görevimiz, köklü ve önem
li gerçekçiliğin bu olumlu güçlerine yönelmek
tir.
Sürgünlük, Almanya’daki ve öteki ülkeler
deki halk cephesinin savaşımları, bu eğilimleri
zorunlu olarak güçlendirm iştir. Burada, deği
şik çıkış noktalarından kalkarak, bu yıllarda
özellikle dünya görüşü ve edebiyat değeri bakı
mından eski yıllardan daha büyüyen Heinrich
ve Thomas Mann’ı örnek almamız yeter. Ancak
»özkonusu olan, antifaşist edebiyattaki yaygın
85
bir gelişme eğilimlidir. Halktan kopuk tarihsel
bir öznelciliğin belirli eğilimlerini aşmak ve ger
çek halk yaşantısının sorunlarını kendisine mal
edip canlandırmak amacıyla ne denli canla baş
la çabaladığını görmek için, Feuchtwanger’in
«Oğullarımı, «Yahudi Savaşı» ile karşılaştır
mak gerekir. Bundan kısa bir süre önce Alfred
Döblin Paris SDS’de bir konferans verdi; kon
feransın, edebiyatın politik-tarihsel güncelliği
ni vurgulaması ve Gorki tipi gerçekçiliği örnek
gerçekçilik sayması, edebiyatımızın gelişmesi
bakımından küçümsenmeyecek bir değer taşır.
Ve Brecht, «Söz» dergisinin üçüncü sayısında,
faşizmin insana-karşılığma karşı, çok sesli, çok
renkli gerçekçi, kendisi için yeni bir tarzda sa
vaşım verdiği tek perdelik bir oyun (der Spit-
zel-«Muhbir») yayımladı. Oyunda Almanya’da
ki faşist terör korkusunun, insan yazgısı aracı
lığıyla iletilen canlı bir görüntüsünü veriyor,
bu [korku ve terörün] birlikte yaşamanın tüm
insancıl temellerini, kan-koca-evlât arasındaki
güveni nasıl yok ettiğini, faşist insana-karşılı-
ğın, sözde koruduğunu ileri sürdüğü aileyi, en
temel dayanaklarım parçalayarak nasıl parala
yıp yok ettiğini gösteriyor. Yukarda saydıkla
rımızdan başka —özellikle en önemli ve en ye
tenekli— birçok yazar bu yola girmişlerdir, ya
da bu yola girmeye başlamışlardır.
Gene de bu saptamayla emperyalist döne
min gerçek-karşıtı geleneğine karşı savaşımın
artık bitm iş olduğu ileri sürülmüş olmasın. Tam
tersine, tartışmamız bu geleneklerin birçok
86
önemli, politik yönden ilerici düşünceli yandaş
ta kök salmış olduğunu kanıtlamaktadır. Sırf
bu nedenle, böyle bir dostça-sakınmasız tartış
ma büyük önem taşımaktaydı. Çünkü yalnız
kitleler değil, aynı zamanda ideologlar da (ya
zarlar ve eleştirmenler de) sınıf savaşımındaki
kendi deneyimleri yoluyla öğreniyorlar, özel
likle halk cephesindeki savaşımların deneyim
lerinin sonucunda, sürgünde olmaları nedeniyle
bu sorunlar karşısında çok daha başka türlü
düşünmüş olan yazarları da sarmaya başlayan,
gerçekçiliğe karşı o canlı ve giderek güçlenen
eğilimi görmemek büyük hata olur. H alk cep
hesi, edebiyatın halkçılığı ve hakiki gerçekçi
lik arasındaki çokyanlı, çokyanlı iletilen iç
bağlamlığın varlığım kanıtlamak, bu inceleme
nin göreviydi.
1987
87
ÖZGÜR YA DA GÜDÜMLÜ SANAT
88
şeye, «sanat için sanat», «fildişi kule», vb. ya
kıştırmalarla karşı çıkılıyor. Upton Sinclair bu
anlayışın uluslararası düzeydeki temsilcilerin
den biridir.
İkinci seçeneğe gelince, bu da, sanat ve ede
biyatın yalnızca kendi başlarına birer amaç oluş
turdukları görüşünü yerleştirmeye çalışıyor.
Yok, sanat ve edebiyat toplumda olup bitenler
karşısında kayıtsız kalmalıymış; yok, dolaysız
toplumsal sanatlardan ve sorunlardan bağımsız
mışlar, tarihin büyük sorunları da onları ilgi
lendirmezmiş, sanatçı ne bir içerik, ne de bir
biçim yasasına bağlıymış, geçerli ve yerleşik
ahlâktan, insancıllık düşüncelerinden, derin,
boyutlu düşüncelerden, kısacası her türlü dü
şünceden bağımsız olunmalıymış falan... Sana
tın en yüce ilkesini, sanatçının kişiliği —daha
doğrusu— yaratım anındaki ruh durumu oluş
tururmuş.
Kendisini [aslına uygun] yansıtan bir ifa
denin, ancak, bilinçli yüzeysel ve duygusal araç
la r tarafından belirlendiği bütünüyle başıboş ve
oyunsu bir açılma, [serpilme], sanatın biricik
nesnesi ve ölçüsüymüş.
Gerçekten ancak bu iki seçenekten, este
tik görüşten ille de birini seçmek zorunda mı
yız?
I
Neredeyiz? Nereye gideceğiz? Bu sorulara
somut bir yanıt verebilmek için nereden geldi
89
ğimizi bilmemiz gerekir, [özgür ya da güdüm
lü sanat] sorusuna nereden geldik? Nasıl orta
ya çıktı bu soru? Çünkü insan varlığının de
ğişmez öğelerini ilgilendiren sorular karşı
sında —sözgelimi varlığımızın önkoşulla
rını sağlamak için çalışmak zorundayız-
dır-^- başka türlü; toplumsal gelişmenin her
hangi bir .belirli tarihsel basamağının öğeleri
ni, değişkeni ilgilendiren sorular karşısındaysa
yine başka türlü oluyor tutumumuz. Gerçekten
de: Her çağ, özellikle her çağın estetiği, dün
ya karşısındaki tutumunu mutlaklaştırmak ve
bunu, artık insanın ve sanatın bundan böyle
değişmeyecek, bulunabilmiş en son tutum u say
mak eğilimindedir. Az önce değindiğimiz iki
yanlış seçeneğin temsilcilerine tam yakışmak
tadır bu eğilim.
Gerçeğe gelince: Diyelim ki salt düşünceye
dayanarak bir varsayımdan hareket ediyoruz
ve bir an için Aiskhylos ya da Giotto’nun [öz
gür ya da güdümlü sanat] tartışm asına değgin
ne düşünebileceklerini kestirmeye, çalışıyoruz.
Herhalde daha neyin tartışm asını yaptığımızı
bile onlara anlatmanın olanaksızlığını görürdük.
Hiç de raslantı değil bu olanaksızlık; çün
kü yalnızca sanat ve sanat anlayışlarında de
ğil, bu her iki ayırfegan yaşam gerçeği ve biçi
minde de —ve doğal ki, bunların kavramların
da da— tarihin akışı içinde derin organik ve
nitelikle değişmeler getiren bir gelişme görü
lür. Başta özgürlük kavramı yönünden geçer-
lidir bu gelişme. Odak noktasına aldığımız bu
90
soruya değinirken, ayrı yorumlara açık düşün
ce [ve ifadelere] yer vermemek için, özgürlük
sorununa kısa da olsa değinmek zorundayız.
Çünkü bu türden bulanıklıklar, tartışan ta ra f
ları yaratıcı ikili konuşmalara götüreceği yer
de, birbirine koşut yürüyen kendi kendine söy-
lenmelere itecektir kaçınılmaz olarak; değişik
temel kavramlardan hareket eden kanıtlamalar
birbirleriyle buluşma olanağı bile bulamayacak
lardır.
Kısaca ele alacak olursak: Antik çağm öz
gürlük anlayışında insan özgürlüğünün somut
önkoşulları ayırtgan bir önem taşırdı. Antik
çağın insan ülküsü —gerek insanın toplumsal
ilişkileri, gerekse kendi iç yaşantısı bakımın
dan— her yanıyla uyumlu, özgür insandı. Bu
radan iki sonuç çıkar. Bir yandan, içinde öz
gürlüğün ancak insanların bildirleriyle kur
dukları etkin, canlı ilişkilerle işlerlik kazana
bileceği özgür bir toplum gereksinimi doğar.
Antik çağın özgürlüğü, öncelikle devlet y u rt
taşlarının (citoyen) özgürlüğüdür, ö te yandan
Özgürlük, herkesin kendi özgürlüğüne gerçek
ten sahip olmasını ve özgürlükle sımsıkı bağ
lanalı yükümlülüklerini yerine getirebilmesini
sağlayan insancıl davranışın [tavrın] eğitim
ve kendi kendini sıkıdenetim altma alma yoluy
la gerçekleştirilmesi demektir.
Antik çağm özgürlüğünün, günümüz deyi
miyle, entellektüel niteliği bu olgulara bağlı
dır. Antik çağ ahlâkları, her ne kadar koyduk
ları hedefler ve uyguladıkları yöntemlerle bir
91
birlerinden ayrılırlarsa da, hep ortak bir yan
taşıyagelmişlerdir: özgürlük denince —tek in
sanın özgürlüğü denince— insanın kendi içgü
düleri üzerindeki baskısı anlaşılır. Epikurosçu
ahlâkın temel ilkesi hemen hemen budur.
Böyle olunca: Antik çağın kesin inancı, ih
sanın ancak özgür bir toplum içinde gerçekten
özgür olabileceğiydi. Bu özgürlük yok edilince,
ya da insan elverişsiz tarihsel koşullar altında,
özgürlük üzerine kurulmamış bir toplumda ya
şamak zorunda bırakılınca, onun iç özgürlüğü,
yalnızca tiranlığın isteklerine boyun eğmemek
anlamına gelmeyip, aynı zamanda kendi iç dün
yasının işleyişinde içgüdülerinin, duygu ve
tutkularının, ruhsal durumlarının yaşamın asıl
iç, ahlâksal zorunluğuna baskın çıkması sonu
cunu doğuran, yani salt fiziksel varlığını oluş
turan bağlara da boyun eğmemesi demektir.
Antik çağın özgürlük kavramının bu nite
liği, özgürlük üzerine kurulmuş ahlâkın daima
somut bir ahlâk olmasını sağlamıştır. Bu ah
lâk özgür bir iç ve dış [toplumsal] eylemin, ya
ni özgür bir varlığı oluşturan tüm basamakla
rın karmaşık karşılıklı etkileşimlerinin ve ön
koşullarının somut olarak bilinmesini önkoşar.
Genel kurallar ve ilkeler, somutu olgunlaştır
mak ve insan yetkinliğine ulaşabilmek için, bu
somut bağlandıkları bulmak zorundaydılar. An
tik ahlâkda —sırf Aristoteles’te değil— iki aşı
rı uç arasında kalan bir ortanın ayırtgan bir
nitelik taşıması bundandır ve raslantısal de
ğildir.
92
Toplumsal bakış açısının [çıkarların] ön
plana alınması hiçbir zaman kişiliğin baskı al
tına alınması anlamına gelmemiştin Fikirlerin,
ahlâk ve bilincin gücü [baskısı] hiçbir zaman
keşişliğe yol açmamıştır.
Burada kabataslak ahlâkın tarihini çizmek
bize düşmez. Ancak günümüzdeki özgürlük an
layışının zamana bağlılığını, belirli toplumsal
ilişkilerce koşullanmışlığım yeterli netlikte göz
önüne koyabilmek için antik üzerinde böyle ay
rıntılı durduk.
Çağımızın ahlâk niteliğini belirleyen ayirt-
gan dayanak gerek toplumun kapitalist geliş
mesi, gerekse bu gelişim basamağına uyarlı
devletlerin, hukuk dizgelerinin ve ahlâk öğre
tilerinin türemesidir. Gerçi yeni toplum, bilin
diği gibi, salt bir etkenliğin ürünü olmayıp, feo
dalizmin çözülüp dağılmasıyla, feodalizmin yı
kıntıları üstünde onun parçalanmasıyla doğup
gelişmiştir. Sorunumuz bakımından bunun an
lamı şudur: Devrimci döneminde antik çağın
etkisi altında kaldığı süreoe salt ideolojik ni
telikte olan yeni ahlâk, feodal ilişkilerin parça
lanmasıyla toplumsal gerçek için de geçerlilik
kazanmıştır. Ancak bu (gelişim) savaşımları
sırasında birey ile toplum arasında kapitalist
ürettin düzeninin yarattığı yeni ilişkilerden do
layı ilkece yeni bir özgürlük kavramı meydana
çıkmıştır.
Feodalizmde insan hep herhangi bir top
luluğun üyesi (kast, lonca, vb.) olagelmişti.
Biraz abartarak, feodalizmin (ne îlkçağ’daki,
93
ne de modem dönemdeki anlamda) özgürlük
kavramım hiç tanımadığı ve yalnızca olumlu ve
olumsuz kast ayrıcalıkları ile ödevlerine yer
verdiği söylenebilir. Hani burada özgürlükten
söz edilebilirse, bu yalnızca ruhun kendi mane
vî mutluluğunu sağlayan ahlâksal özgürlüktü,
iyi ile kötü arasında bir iç seçim yapma özgür
lüğüydü, diyebiliriz; her türlü davranışın içe
riğiyse kast toplumu tarafından saptanmıştı.
Böylece oluşan iç ahlâk, her türlü kanaldan ge
çerek (özellikle kapitalizmin çöküş aşamasın
da) kapitalist toplum ahlâkının içine sızmış
tır.
Kendisinden önceki tüm üretim düzenlerin
den ayrılan kapitalist üretim düzeni, her in
sanın yazgısının toplumun gizli kalmış hare
ket yasalarına bağımlılığını arttırıp yoğunlaş
tırır. Aynı zamanda her insana (meta değişimi
nin öznesine) daha önceki toplumlardan hiçbi
rinin görmediği denli yüzeysel ve sözde bir ba
sma buyrukluk verir. Gerçi meta değişimi îlk-
çağ’da ve O rtaçağ’da da vardı. Ancak m eta de
ğişiminin, insanların aralarındaki ilişkileri ve
onların toplumsal bağlarım kurucu bir belirt-
gen olması: bu tarihte yeni bir olguydu. Ama
işte kapitalist üretim düzeninin nesnel gerçek
içinde ortaya koyduğu, özellikle bu yeni bağ
landıktı. Bu bağlamlara uyarlı devletleri yara
tan devrimler de, insan haklarının propaganda
sını yaparken, bu dokuyu açığa çıkarıyorlardı.
Yeni yaşamın ahlâkı —gerçeği hakikaten cid
diye alarak ciddiye alınacak düşünceler ortaya
94
koyunca— teori ve pratikte bu yeni yaşam ol
gularını bir dizge içinde bir araya getirdi.
Büyük Fransız Devrimi’nin doruk nokta
sında 1793 Anayasası, özel mülkiyeti (meta de
ğişiminin evrenselliğini temellendiren hukuk
sal önkoşulları) ve özgürlüğü (yeni ifadesiyle:
meta değişiminin evrenselliğini temellendiren
ahlâksal önkoşulları) belirlerken, herkesin ken
di mülkiyetinden sınırsız yararlanm a hakkını
güvence altına almayı amaçlamıştı, özgürlük,
başkasının sınırsız eylem özgürlüğünü zedele
mediği sürece bütünseldir.
Günümüze değin etkinliğini sürdüren
Kant’ın felsefesi, haklı olarak, Fransız Devri
mi’nin felsefî ifadesi sayılagelmiştir. K ant’ın
ahlâk öğretisini anımsayan, bu öğretinin tüm-
yönteminin, gerçekten de kapitalist üretim
düzeninin gelişmesiyle ortaya çıkan ye Fransız
Devrimi tarafından insanın temel hakları ola
rak anayasaya alınan toplumsal olguların dü
şünceyle kavranması olduğunu da bilecektir.
K ant’ın bu ahlâk anlayışını antik çağmkiy-
le karşılaştırdığımızda, her iki özgürlük kavra
mı arasındaki ayırtgan karşıtlığı da hemen gö
rürüz. Eski ahlâk, toplumun nesnel dokusunu
belirlemiş ve buradan bireysel eylemin [davra
nışın] ahlâk yasalarını türetm iştir. Yenisi, her
insanın bireysel davranışını, biricik çıkış nok
tası olarak almış, her toplumsal kategori, an
cak bu davranışın ışığında ahlâksal bir anlam
kazanabilmiştir. Eskisi, özgürlüğü toplumsal
düzenin kendi ahlâksal hedefleriyle bağdaşır
95
biçimde somut olarak ve içerik bakımından be
lirlemiş; yenisi, yalıtılmış bireyin davranışını
temel aldığı için, soyut ve biçimsel bir özgür
lük getirm iştir. Eskisi, olgulara dayanan (posi-
tiv) bir ahlâktır: Gerçek insanın, gerçek, her
şeyi kapsayan iç ve dış eyleminin [davranışı
nın] hakiki yönlerini arar. Buna karşın diğeri,
olgulara dayanmayan (negativ) bir ahlâktır:
Eylem [davranış] olanaklarının sınırlarını yal
nızca kendinedönük bireyin ve kapitalist top
lumun durumunu göz önüne alarak koyar. Özet
lersek: Özgürlük antik çağ için insanların bir
likteki somut yaşamlarının ve eylemlerinin en
üst düzeydeki biçimidir. Kapitalist toplumda
ise, ruhsal bir olgu sayılıp, bireysel bir davra
nış korsesine sıkıştırılır.
Karşılaştırmalarımızda buraya değin yal*
nızca büyük Fransız Devrimi dönemine, yani
bugün egemen olan toplum düzeninin doğuş dö
nemine bağlı kaldık. Yürekli savaşım önderleri
nin, bu toplumu gerçekleştirmek için, toplumun
bu kıvranışından yeni bir antik çağın doğaca
ğı, insan ve yurttaşlık haklarının yeni b ir top
lumsal insanın doğuşunu, devlet yurttaşının
[citoyen] doğuşunu başlatacağı yanılsamasını,
coşkulu bir yanılsamayı yarattıkları bir dönem
le bağ kurduk. (Bu yiğitçe yanılsama klasik
Alman felsefesinin özgürlük savaşımlarına da
felsefî bir heyecan kazandırmıştır.)
Ne var ki, feodalizmin yıkılması yeni bir
(antik çağ) devleti yerine, bir genel m eta deği
şimi toplumu, dünya pazarlarının büyük buna-
96
lım lanndan doğan bir toplum yarattı. Tek’in
-—kendisi için genellikle hiç de saydam olma
yan— istisadî ilişkilere bağımlılığı ne denli
arttıysa, kendi içine kapanmış, görünürde ken
dinden başka hiçbir şeye gereksinimi olmayan,
yaşamın anlamım yalnızca kendi içinde arayan
atomun, monad’ın [Leibniz] bilinci de, o denli
güçlendi. Aşağı yukarı yarım yüzyıl önce Sim-
mel, modern özgürlük kavramının yöntemce
gerçi hâlâ K ant’a bağlı kaldığım, ancak o za
mandan bu yana [bu kavram yapışında] temel
dönüşümlerin meydana çıktığım saptamıştı.
K ant’ın bireyciliği aslında eşitlik ilkesine daya
nıyordu; K ant eşit değerdeki insandan (meta
değişiminin öznelerinden) hareket etmişti. Oy
sa Simmel'e göre yeni insan için önemli olan,
o katıksız bireysellikti; bir bireyi nitelikçe di
ğerinden ayıran şeydi. Ahlâk da buna uymuş,
özgürlük, böyle anlaşılan bir bireyin özgürlüğü
olmuştu.
Bilindiği gibi Simmel’in bu düşüncesi, em
peryalist dönemin düşüncesine egemen olmuş
tu r. Günümüzün moda felsefesi varoluşçuluk,
kişiliğe ilişkin böyle bir birey kavramını çok
daha somut, çok daha içerikli ve gerek toplum,
gerekse insanla olan ilişkileri bakımından, çok
daha dolgun ele alarak Simmel’den ayrılır. Va
roluşçuluğun özgürlüğü, çoktan atom laştınl-
mış insanın kararlarını da atom laştınr: Kişinin
k ararlan onun bireysel, niceliksel varlığım ne
geçmişine, ne de geleceğine bağlar.
Böylelikle atom laştınlnuş insan yanılsa
F: 7 97
ması o zamana dek uzanagelen gelişimin doru
ğuna varmış oluyor: «özgür» kavramının içi
tamamen oyulup boşaltılmaktan kurtulamıyor;
özgürlük, kendinden başka dayanağı olmayan
[başkasına gereksinimi bulunmayan] bireysel
bilincin belli bir an için kendisinin sandığı şey
se, sırf bu soyut genelliğinden dolayı yok edili
yor demektir.
Çünkü her şey özgürse, özgürlük yok de
mektir. Herhangi bireysel, yalıtılmış bilincin
kendinin saydığı her içerik özgürlüğün içeriği
olabilirse, özgürlük boş laf demektir. Üstelik
19. ve 20. yüzyıldaki gelişmeler, bireyciliğe iliş
kin her şeyin ahlaksal geleneklerle bağlarını
kopararak, bu özelliği daha da artırmışlardır.
Her ne kadar K ant’ın özgürlük kuramı
olumsuz [olgulara, dayanmayan] ve salt biçim
sel bir kuramdıysa da: Fransız Devrimi'nin yü
reklendirici yanılsamalarının çağdaşı olan
Kant, kişilikten, hep tüm kişiliğin kendi salt
fiziksel ve ruhsal verileri, dolaysız içgüdüleri
üzerindeki egemenliğini anlar. (Bu egemenli
ğin Kant’ta giderek abartık bir keşişliğe dönüş
müş olması ay n bir konudur.) Oysa 19. ve 20.
yüzyılın toplumsal ve düşünsel gelişimi, artık
her toplumsal ilişkinin, her ahlâksal kuralın
(ölçütün) içinde, giderek artan ölçüde, kişili
ğin, özgürlüğün baskı altına alınmasını bul
makla kalmamış, aslında bireysel yaşama sağ
lamlık, kişiliğe belkemiği ve dayanıklılık kazan
dıran ruhsal güçleri, aklı ve anlama yetisini de,
özgürlüğü yok edici baskı nedenleri olarak de
98
ğerlendirmiştir. Kant için ise böyle bir ö b ü r
lük anlayışı, heyecan ve duyguların (ruhsal du
rumun), kendi başına bırakılmış içgüdülerin,
ansal olanın başıboş bırakılması demekti. Ni
tekim bu anlayışın şeytanca bir karikatürü,
h er ahlâkı yadsıyan Hitler ve yandaşlarının
«dünya görüşleri »nde kendini göstermiştir.
K ant’ta vicdan» henüz ahlaksal özgürlüğün vü-
cud bulması, ve onu ayakta tutan temel ilke
dir. Hitler ve yandaşlan için ise, özellikle bu
vicdan, onların özgürlük dedikleri şeyin, yani
tüm dayanaktan yoksun ve aşağılık içgüdüle
rin sınırsızlığının en büyük engelleyicisidir.
Hitler’in bu anlayışı şeytanca bir çarpıtmadır.
Gelgelelim [bu anlayışın] karikatür biçiminde
birçok öncü düşüncelerin içine sızdığım da
unutmayalım.
BÖylece toplumsal büyük-evren (makro-
kozmos), [yani] kapitalist üretim düzeni, em
peryalist çağm kişilik ve özgürlük anlayışının
uyduruk atomlarının küçük-evreni (mikrokos-
mos) içinde ahlaksal yansısını bulur. Varoluş
çuluğun özgürlük öğretisi, yaşamın içinde za
ten yıllardan beri yaygın olan bir tutumun yal
nızca düşünsel bir ifadesidir.
n.
99
şali kuram alanında yerine oturttuğumuz bazı
saptamaların, bu soruya olduğu gibi Uygulana
mayacağını açık seçik görürüz. Gerçi bunu ka
bul etmek, genel toplumsal deneyimlerin [bilgi
lerin] sanatın iç sorularıyla bir bağlandık oluş
turmadığı, ya da toplumsal ahlâktaki çöküntü
nün, sânatın gerçekten kendini bulması anla
mına geleceği biçimindeki modem Önyargılara
katılmak demek değildir. Gerçi bugün, böyle
olduğunu kabul etme eğilimi yaygındır; hele
özellikle, az önce üstünde durduğumuz sorun
açısından, yani içgüdülerin sınırsız egemenli
ğinin hakiki özgürlüğün nesnelleşmesi sayıldı
ğı durumlarda. Ne var ki modem çöküntü [dö
neminin] önde gelen düşünürleri bile pek inan
mamışlardır büna. Hani kimsenin, çağımızdaki
güdüleri yüceltme [tulumunun] ilkece herhal
de düşmam sayamayacağı Nietzsche bile, bir
sanatçının güdü dünyasının, sanatçının bilin
cinde durmadan bir iyiyi bir kötüyü, bir değer
liyi bir değersizi ürettiğini, ve özellikle burada
örtâya çıkan seçme yeteneğinin [yoksa top
lumsal ahlâktaki çöküntünün değil] sanatçıyı
sanatçı yaptığım açık biçimde söylemiştir.
Modem felsefenin an’a dayanan özgürlük
kavramının, olduğu gibi [koşulsuz] sanata uy
gulanamayacağı her ne denli belliyse de, bu, sa
natsal özgürlük sorununun —gene de genel top
lumsal ve düşünsel gelişimin çerçevesi iğinde—
ama tabiî kendi Özelliğiyle kavranması gereken
Özgül bir sorun Olduğunu yadsımak anlamına
gelmez..
100
îşte bu anlamda sorulabilir ve sorulmalı
dır: Sanatçı eskiden özgür müydü? Bugün öz
gürlük denep şey özgürlük müdür?
Bizim anlayışımıza göre eskiden sanatçı öz
g ü r değildi. —Kolaylık sağlasın diye, sanatçının
içinde bulunduğu bağların tümünü, aralarında
ÇOk temel ayrım lar olduğunu bile bile, bir ara
da ele alacağıa— Geçmişin sanatçısı günümü
zün sanatsal özgürlük kavramından bile haber
sizdi. Sanat, îlkçağ’da, Ortaçağ’da Ve h a ttâ Rö
nesans’ta resmi yaşamın bir parçasıydı ve sa
natçılar hiç duraksamadan bunun tüm sonuç
larıma katlanıyorlardı; yani gerek dünya görüş
lerinde, gerekse konularında, ortaya koydukları
biçimlerde ve biçim dilinde, kendi yapıtlarının
da içinde yer aldığı kamu yaşamının taşıyıcısı
olan toplumun etkisi altındaydılar. Daha So
m ut ifade edersek: Doğum ya da yaşamları bo
yunca oluşan inançları nedeniyle, içine konduk
ları sınıfın dünya görüşü, konusal, içeriksel ve
biçimsel çıkış noktaları, onlar için birer ölçüy
dü. Başka türlü de olabileceğini akıllarına bi
le getiremezlerdi.
Peki böyle olması tümüyle bir bağımlılığa,
güdümlü bir sanata, bir özgürlük eksikliğine
mi yol açm ıştır? Ne gezer. Dahası en genel, en
kolay kavranacak uğraklar olan dünya görüşü
ve politika uğrağı yönünden de, güdümlülükten
söz edemeyiz. Şu anda bireysel ifadeleri, ya da
bireysel ton farklarını falan düşünmüyorum;
bunlar hakiki sanatın ancak çok dar bir «faa
liyet alanı »m oluştururlar. Bu yaratm a süre-
fOt
cinin ve yaratm anın [yapıtın] birer parçasını
oluşturdukları toplum ve resmi yaşam, katı,
kemikleşmiş bir birlik oluşturmadıkları gibi,
yalnızca tek bir yönde —yaratm anın [sanat
yapıtının] herhangi bir yerden bu gidişe katıla
bileceği— tek bir yönde de yürümezler. Toplum
ve resmi yaşamın bu birliği, karşıtların ve bir-
birleriyle savaşım veren güçlerin karmaşık,
durmadan değişen bir sonucudur. Her etmen,
bu hareket içindeki birliğin bir parçası olarak
geçerlidir ve [toplum ve resmi yaşam arasın
daki] bu birliğin kendisi de, çok değişken, çok
renkli savaşımların değişebilen bileşkeninden
başka bir şey değildir. Herhangi bir bütünün
ya da herhangi bir bütün oluşturan bü
tün parçasının önemli bir tasarımı, yani
bir sanat yapıtı doğunca, —biçimsel ve içe-
riksel bağlar, dünya görüşü ve politik düzeyde
ki bağımlılıklar ne kerte büyük olurlarsa ol
sunlar— şeylerin mantığı, diyalektik gerçek ve
bu gerçeğin diyalektik yansıması, gene de ide
olojik bağımsızlık için belirli bir «faaliyet ala
nı» sağlarlar; tersi kurumsal olarak olanaksız
olurdu. Daha doğrusu: Bu güçlerin toplumsal
zorunluyu sırf belli bir anda [aslına] uygun
olarak gerçekleştirebilmek uğruna bağımlı [gü
dümlü] bir yapıt istemeleri, kurumsal yönden
olanaksızdır.
Eğer bu bir sanat ideolojisi, belirli toplum
sal yönelimlerin ifadesi olarak geçerli bir ku
ralsa, tüm özgül estetik sorunlar yönünden de
bir kat daha geçerlidir. Çünkü gerek modem
102
kuramlarda gerekse günümüzde yaşayan sa
natçıların önemli bir bölümünün kendi yaratım
süreçlerine ilişkin düşüncelerinde görüldüğü
gibi, sanat bir «ifadedir». Nesnel bakıldığında,
gerçeğin görüntüsünün kendine özgü bir biçimi
olan sanat, gerçeğin kendisine ve —eğer sözko-
nusu hakiki bir sanatçıysa— gerçeğin hareke
tini ve hareket yönünü, kısacası varlığın, daya
nıklılığın [kalıcılığın] ve değişmenin bellibaş-
lı öz-niteliklerini yansıtır. Bir kez daha yinele
yelim: Eğer sözkonusu hakiki bir sanatçıysa,
bu yansıma, yapıtı doğuran öznel niyetten, ira
deden, kararlılıktan daha büyük ve geniş, daha
kapsamlı ve derin, daha zengin ve hakikate
daha yakındır. Büyük bir sanatçının büyük sa
natı, her zaman onun sandığından ve duyduğun
dan daha özgürdür; bu sanat nesnel türeyimi
belirleyen toplumsal koşulların gösterdiğinden
daha özgürdür. Daha özgürdür, çünkü gerçe
ğin özüne, öznel ve nesnel türeyimin [genesis]
içinde ortaya çıkan eylemin gösterdiğinden da
ha köklü bağlanmıştır.
Gelgelelim bu türden haklı düşünceler eski
ve yeni sanatsal özgürlük kavramı arasındaki
temel ayrımı gözden silmemelidir. Bu ayrım
nesneldir. Sorun, sanatçının kendisini eskiden
özgür saymaması sorunu değildir; çünkü hak
bile iddia etm em iştir özgürlük üzerinde. Oysa
modern bir sanatçı için özellikle Özgürlük, onun
sanat bilincinin temel yaşantılarından [olayla
rından] bifidir. Sanat nesnel olarak her zaman
toplumsal yaşamın bir parçası olagelmiştir.
103
İlkece yankısue ve başkaları için anlaşılmaz ci
lan sanat, kendin söyle kendin işit’ten öteye
geçemeyeceği için, tıpkı tutarlı bir kuşkucu
felsefe gibi, tımarhanede varolabilir. Bir kar
şılığın [bulunması] zorunluğu* yani yankı al
ma olanağı —bir sanat yapıtının kendisinden
kopanlamaz ayırtgan belirticisi, biçimsel ve içe-
riksel özelliği olarak— her zaman her hakiki
sanat yapıtının temel yanlarından birini oluş
turur. Bir sanat yapıtının izleyicisiyle, yani be
lirli bir toplumla, daha doğrusu bu toplumun
tarihsel olarak belirlenmiş şu ya da bu parça
sıyla kurduğu ilişki, az çok öznel ya da nesnel
olarak varolan yapıta sonradan eklenen bir şey
olmayıp, gerek türeyimi, gerekse- estetiği bakı
mından, [yapıtı] kurucu bir temeldir. Hem es
ki, hem de yeni sanat için aynı ölçüde geçerli-
dir bu.
Peki ayırım nerede? Varsa, nerede bulunu-r
yor? Kısaca özetleyerek söylemek gerekirse,
denebilir ki, Antik çağın sanatçısı ile izleyicisi
arasında dolayımsız bir bağ, bu nedenle de can
lı ve verimli bir karşılıklı etkileşim vardı. Bu
nun da, sanatçının bağlılığı, anlayacağımız, sa
natın güdülmesi gibi görünmesi aldatıcıdır.
Çünkü bugün (artık yalnızca oyunda, o da bir
çok çarpıklıkla, sahne ile izleyici arasında
varolan karşılıklı etkileşim, ve etkileşimden
türeyen bağımlılık, üzerinde yaratıcı bir bulu
şun ve öz-olanı (asıFı) doğru kavrayışın ger
çekten özgürce gerçekleştirildiği o «faaliyet
alanım ı da yaratır. Tüm eski yapıtların konu
104
yönünden nasıl bağımlı olduklarını düşünelim.
Ük ve Ortaçağ’daki yontu ve mimari ilişkisini
düşünelim. Fresk'in mimari ile ilişkisini düşü
nelim, Gerçek bir anlatım’ın, epik biçimlerin ve
üslubun doğuşunda hangi etkiyi yaptığım dü
şünelim. Ancak, burada doğan bağımlılığın, ne
biçime, ne de içeriğin birbirinden tamamen ya
lıtılmış sorunlarına bağlanamayaCağma hep
dikkat etmemiz gerekiyor. İsterse doğrudan
bir çıkış noktasına sahip olsun, gene de her ba
ğımlılık, biçimsel ya da içerikse! somut uygu
lanışı .sırasında, kaçınılmaz olarak başka bir
bağımlılığa dönüşür. Hakiki bir öykü, yalnızca
görünürde biçimsel bir zorunluktur; çünkü
tüm kuruluşa, yapıya, düzenlemeye, karakter
lerin ve yazgının gösterilişine öylesine derin
den etki eder ki, giderek içerik olur çıkar. An
cak yüzeysel bir inceleme, konunun zorlayıcı-
lığma bakıp, onu içerik olarak kavrayabilir. Oy
sa hiçbir konu, sırf ham (işlenmemiş) bir ge
reç değildir ve ancak belirli bir dünya görüşü
bağlandığı içinde içerike dönüşebilir. Oysa, ko
nunun yalnızca bam gereç olmaması ve an
cak belirli bir dünya görüşüyle bağlam
kurduktan sonra içerik’e dönüşebilmesi ne
deniyle, konunun içerdiği olanaklar, bu dö
nüşüm Sırasında, aynı zamanda yapıta da bi
çimini veren ve yapıtın yapısını düzenleyen
kuvvetlere dönüşürler. (Orestes konusu, Giot-
to, LeonardO ve Tintoretto’da «Son Akşam Ye
meği» betuhleri.)
Burada daha önce değinilen soru yeniden
105
ve daha somut karşımıza çıkıyor. Sözkonusu
bağı kuran toplumsal gerçeğin kendisi de dur
madan değişir. Bu değişme, daha önce değindi
ğimiz gibi bir yandan sanatsal özgürlüğe «faa
liyet alanı» sağlarken, öte yandan bağlayıcı bir
yol da gösterir: Böyle koşullar altında, ancak
toplumun değişmeleri karşısında çok önemli
şeyler söylemesi gereken sanatçı, gerçek bir sa
n at yapıta meydana getirebilir. Çünkü ancak
çok önemli bir bildirim [haber], toplumun ço
ğunlukla yalnızca su altından hareket eden güç
lerini ve bu güçlerin güncel değişmelerini kav
rayarak, buradan biçim ile içeriğin organik ve
verimli bir gelişimine olanak sağlayacak denli
derin ve güçlü olabilir. Böyle zamanlarda biçi
min gerçekten değişmesi, ancak derinlemesine
yeni bir içeriğin varlığıyla olasıdır; sözgelimi,
Aîskhylos’un ikinci oyuncuyu oyuna sokması,
yalnızca biçimsel bir yeniliktir. Gerçekte ise,
[bu yenilikte] trajik çatışma artık sanat düze
yinde doğırtaktadır.
Gelgelelihı kapitalist gelişine sanat ile izle
yicisi arasındaki bu doğrudan ilişkiyi koparıp
neredeyse tümden yok etmiştir. Bu sorunun te
melinde yatan tarihsel süreci kaba taslak da ol
sa verecek değiliz. Goethe’nin Schiller’e yazdığı
bir mektupta, [kapitalistleşen] toplumda sa
natsal özgürlüğün doğuşuna ilişkin dile getirdi
ği görüşleri, bir gevşemenin kokusunu aldığım
gösteriyor; eski bağın yitip gidişinin kokusu
dur bu; ama Goethe bunu gene de kabul edile
cek bir özgürlük, ya da sanatsal özgürlüğün
106
eninde sonunda varolması gibi görmekten ke
sinlikle kaçınmış, tersine, sanatçıya toplumsal
gerçek tarafından zorla kabul ettirilen bu öz
gürlükte önemsenecek bir tehlikeyi sezinlemiş-
ti.
Kapitalist üretim düzeni ne denli yetkin
serpilirse, bu özgürlük de o denli sınırsızlaşır.
Her türlü konu sınırlaması sona erer; yaratm a
özgürlüğü burada bir zorlamaya dönüşür artık.
H erbir sanat türünün kendi izleyicisiyle ara
sındaki doğrudan bağlam, yapıtın kapsamının,
yapısının ve anlatılış tarzının karşılıklı etki
leşimleri, belirli, somut bir algılama-yansıtma
türünün karşısında yitip gider. Burada da her
şey sanatçının bireysel buluş yeteneğine bağlı
dır; burada da sanatçının yeni özgürlüğü [bir
anlamda] tamamen eksiksiz bir özgürlüktür.
(Dramda bu bağlam yalnızca görünürde koru-
nagelmiştir. Tiyatronun kapitalist bir girişime
dönüşmesi ve izleyicinin yalnızca eğlenmek iste
mesiyle, tiyatronun, bu dramatik biçimi somut
ve yaratıcı yönde etkileyen karakteri de yitip
gitm iştir. Sahne tekniği dramdan bağımsızlaşır
ve öznel edebi bir zanaat olup çıkar; ama 19.
yüzyılda dram da —kendi zararına— bağımsız
laşır: K itap dramı doğar.)
Bütün bunlar sanatçı ile izleyici arasındaki
doğrudan ilişki ve dolayımsız karşılıklı etki
leşimin yalnızca gevşemesi ya da yitip gitmesi
demek değildir. İzleyicinin adsız, belli bir biçim
den yoksun, çehresiz duruma gelmesi anlamını
da taşır. Eskiden sanatçı yapıtıyla kime yö
107
neldiğini bilirdi. Bugün ise —nesnel olarak sa
natın toplumsal işlevini incelerken— soyut pa
zarın karşısında meta üreticisi olarak belirir.
Sanatçının özgürlüğü —tipki bir mal üreticisi
nin özgürlüğü gibi, görünürde— genellikle sı
nırsızdır. (özgürlüksüz pazar olmaz;) ama ta
biî pazar yasaları tıpkı bir fabrikatör gibi sa
natçıyı da egemenliği altında tutar.
Genel olarak doğru olan bu saptamanın bir
yanılgıya dönüşüp donmaması için somutlaştı
rılması gerekir; kapitalist gelişim, sanat yapı
tı ile izleyicisi arasındaki ilişkiyi gitgide bir
mal pazarı [ilişkisine] dönüştürmüştür. Bura
da olguları sıralamak boşuna yer kaplamak
olur. Herkes sinemanın, gazetenin ve yayımcı
lığın büyük sermaye ile ilişkilerini, bir konser
menejeriöin’ müzik alanındaki, bir sanat sergi
sinin güzel sanatlar alanındaki önemini bilir.
Sanatçı ile izleyicisi arasındaki ilişki, yalnızca
o eski dolaysızlığım yitirmekle kalmadı, ara
larına yeni bir aracı yerleşerek tüm sanat alan
larına el a ttı: Sermaye, 19. yüzyıl kapitalizm
denizi içinde ancak birkaç kapitalizm-öncesi ada
tanıyordu. Deneysel sahneleri, canını dişine
takmış yayımcıları, yazarlar tarafından çıkarı
lan dergileri filan tanıyordu bu yüzyıl. K apita
lizm ise başlangıçta ve esas olarak, gerçek bir
kitle bilidirişimiüin nesnesini oluşturan ve bu
özelliğine karşın gene de hakiki sanat olan bir
sanatı hedef almıştı. Gelgelelim kapitalizmin
gelişmesine koşut olarak —-hele iyi sanatın da
bir ticaret olabileceği ve h attâ en muhalif, en
108«
öncü, [yenilikçi] sanatın bile, çqk geniş ola
naklı, dahası başarılı bir kazancın nesnesi ola
bileceği belli olunca— bu adalar da birbiri ar
dından yitip gittiler. Sanatın tümü, iyi ve kötü
sanat, usta yapıtlar ve zevksiz yapıtlar, klasik
ler v6 öncüler, hepsi de aynı ölçüde kapitaliz
me boyun eğdi.
Bu durum, sanatın modern özgürlüğünün
niteliğini, onun gerçek içeriğini ve bu içeriğe
zorunlu bağlanan yanılsamaları belirledi. Bu
rada da bilinen olguları tazeleyecek değiliz.
K apitalist kitlesel üretimin «kibar» en iyi sa
tandan, dahası «Öncü»den (yenilikçiden) —ya
da düne kadar yenilikçi sayılandan— içgıcıkla-
yıcı, bayağı edebiyattan tutun da, seri imalât
ürünü sıradan romanlara değin, bayağılığın
çağdaş biçimlerinin en değişik türlerini ortaya
koyduğunu bilmeyen yoktur. Büyük sermaye
nin, bu alanda da, tıpkı giyim ve ayakkabı sa
nayindeki gibi, karşı konamaz modalar yarat
tığını herkes bilir.
Ne var ki, bu durumun mekanik olduğunu
ve sanatçının Özgürlüğünü yüzde yüz yıkacağı
nı sanmak, dıirumu kabaca basitleştirmek de
mektir. K apitalist büyük Sanayi bile —özellik
le moda yaratırken— bireysel katkı, beğeni ve
fikirler olmaksızın yaya kalır. Hele sanatın
m eta (mal) olduğu yerde daha da geçerlidir bu.
Sanatçı kışüik olarak kapitalist için bir değer,
bir «marka» temsil eder. Bu kişilik ne kadar
açık seçik, elle tutulur, usluluğa varan bir nite
lik taşırsa, değeri de kapitalist için o ölçüde
109
yükselir. Kuşkusuz böylelikle doğan «özgür
lük», kendi geçerliğini kabul ettiren kişilik,
hakiki sanatın güvencesi değildir; tersine: Ka
pitalizmin edebiyatında «daha yüksek değerde
ki», «kibar» bayağılığı, özellikle kişiliğin, öz
gür, sanatsal buluş yeteneğinin böylesine ab ar
tılması belirler. Kari K raus’un edebiyat ve
sanat eleştirisi, kapitalist temeller üzerinde
doğmuş olan bu özgürlük ve kişilik putlaştır
masını çok yerinde ve ince bir alayla senelerce
kurcalayıp durmuştur.
Peki hakiki sanat? Gerçek bir sanatçının
özgürlüğü? Bu sorunu unutmuş değiliz. H attâ
bir taslak çerçevesi olmasma karşın, bu çerçe
veyi olabildiğince tam çizmeye çalışarak, kapi
talist toplumdaki hakiki sanatın gerçek «faa
liyet alanı»nı somutlaştırmak istedik. Andre
Gide bir kez çağımızdaki her hakiki edebiya
tın zamana karşı olduğunu saptamıştı. Bu ta
mamen doğrudur; gerek içerik, gerekse biçim
bakımından. Ancak bu muhaliflik, kapitaliz
min desteklediği sanatm biçim ve içerik yönün
den yadsınmasının çok ötesine uzanır. Bir bakı
ma tüm sistemi kapsar. Bugüne değin, sanat
çıların kapitalizme karşı oldukları gibi, ken
dilerine karşı da böylesine yabancı davrandık
ları başka hiçbir toplum düzeni yoktur.
Yabancı: Bu sözcüğün içinde modern sa
natsal özgürlüğün tüm görkemli heyecanı ve
sınırlılığı içerilmiştir. Bu görkem çaresiz, şaş
kın, kendini savunmanın görkemidir. Yalnızca
110
kapitalizmin yarattığı mal üreten ve dağıtan
işleyiş değildir hakiki sanatı yutulma tehdidi al
tında tutan. Yani yalnızca bu işleyişe, bu işleyi
şin yaygınlaştırdığı sıradan roman bayağılığına
ve diğer uyduruk sanata karşı değil, bu fenomen
lerin doğurduğu, bu fenomenlerden türeyen tüm
yaşam biçimlerine ve insan değerlerine karşı da
ölümüne bir savaşım vermek zorunludur. Tıpkı
sanatçıların eskiden safdilce bir olağanlıkla ya
d a bilinçli bir hayranlıkla çağlarımn ve toplum-
larının çocükları olmaları gibi, modern sanat
çıların çoğu da —ve özellikle en iyileri de—
toplumun o içine kondukları ve kendilerinden
ona uymaları istenen kalabalığını öfke ve acıy
la, dahası ürpertici ve tiksintiyle gözlemlemiş
lerdir. Böylece sanatsal özgürlük abartılmış bir
öznelliğe dayanılarak, ancak ve ancak bu öz
nelliğin adına istenmiştir. [Bu düzende] sanat
çı kişilik, sözkonusu toplumu sırf kendi iç esi
nine göre canlandırabilmek için bu bağımsızlık
hakkını ister, öyleyse modem sanatçı sözkonu
su edilince, özgürlük kavramı da soyut, bi
çimsel ve olgulardan uzaktır (olumsuzdur) :
Onun bağımsızlığına kimsenin karışamayaca-
ğından başka bir içeriği yoktur.
Bu biçimsel ve olumsuz soyutlama modem
sanatsal özgürlüğün sınırlarını belirler. Sınır
lar iki görüngeden göze çarparlar. Birincisi sa
natçıyı giderek artan bir kararlılıkla kendini
kendi öznelliği içine hapsetmeye iter. Sanatçı
lar gerçekten önemli konulardan, anlatım-can-
landırma biçimlerinden, bunlarla uğraşmak sa
111
nat açısından artık Verimsiz sayıldığı için, g it
gide uzaklaşırlar; .çünkü onlar kapitalizmin önü
alınamaz yavan edebiyatına teslim olmuşlardır.
Giderek sanatsal özgürlük için salt iç yaşam
dan, katıksız öznel yaşantılardan, olaylardan
başka bir «faaliyet alanı» kalmaz.
Bu kendi bildiğini okuyan, küstahlıkla ç a r
pıtılmış «içine kapanıklık,» bağımsızlığın için
de ancak a t oynatabildiği bu dar alanın yer al
dığı bir dünyaya karşı sürdürülen umutsuz bir
karşı çıkıştır; tüm bu olayların asıl amacı bu-
dur. (Katıksız öznelliğin birçok yapıtta ve yara
tıcı dışavurumda evrensel bir fenomen olarak
tanıtılması, olguların kendisinde de hiçbir de
ğişiklik yapmaz.)
Böylece çelişik bir durum ortağa çıkmış
tır: O eski, bağlı, bağımsızlığının daha az bi
lincinde olan özgür sanat, döneminin tophımu-
nu eleştirirken, bugünkü sanattan çok daha
özgür davranmıştır. Soyut, olgulara dayanma
yan [olumsuz], biçimsel bir özgürlük, ancak
somut özgürlüğün yok edilmesi pahasına va
rolur. Modem sanat, ösaıel özgürlük uğruna
nesnel gerçeğin ele geçirilmesinden vazgeçmiş
tir.
öznel sanatsal bağımsızlığı içinde, kendi
ni dışa vurduğu toplumsal koşullarla somut
olarak karşılaştırırsak, bu karşıtlık daha da be
lirginleşir. îşte bu, öznel özgürlüğün nesnel sı-
mrlanmışlığının ikinci uğrağıdır. Bu içe yönel
me, kapitalizmin kesinlikle yadsınması, görü
nüşte, anlamsız, sanat düşmanı bir dış dünyaya
112
karşı sanatçının düşünce dünyasında oluşan
alabildiğine devrimci bir davranıştır [jesttir].
Bu davranışın [jestin] çok derinden duyulan
heyecanını, inatçı ve uzlaşma bilmez iradesini
birçok ünlü sanatçı da yaşam ıştır ve yaşamak
tadır. Soru yalnızca şudur: Bu davranışın nes
nel anlamı ve değeri nedir? Daha somut olarak:
O yadsınan, yargılanan ve aşağılanan nesne,
yani kapitalist dış dünya, [sanatçının] bu tu
tumu karşısında nasıl davranmaktadır?
Tarihsel bir boylamdan bakıldığında tra-
jik-komik bir çelişki görünür. İkisi arasındaki
ilişki oldukça iyidir. Çünkü bugün, kapitaliz
min sermaye yatırımının ve meta değişiminin
sanata hani herdeyse sınırsızca egemen oldu
ğunu kabul etmek ve saptamak, doğrudan doğ
ruya [kapitalizmin] kâr emellerine hizmet et-
meyeh tüm sanat yapıtlarının yasaklandığı, bas
kı altına alındığı ve SUsmak zorunda bırakıldı
ğı anlamına gelmez kesinlikle. Hani en eleşti
risel gerçekçiliğin bile duruma göre yağlı bir
kazanç sağlayabileceğini ve kaynağı sırf Zola
ya da Steinbeck olduğu için böyle bir yüksek
kazanç olanağım geri çevirecek tek bir kapita
listin bile bulunamayacağını da eklemek yersiz.
Ne var ki, burjuva toplumunun genel sanat ti
c a re ti ve sanat politikası oldukça çokyanlıdır:
Gördüğümüz gibi sanatçının kişiliğine ve öznel
sanatsal öigüriüğe olanaklar oranında oldukça
büyük bir «faaliyet alanı» açar. Ancak çalışan
kitleler için ayrılmış bulunan ve çok yaygın
olan bayağılığın Olağanüstü sert yasaları var
F; 8 113
dır (Hollywood.) Ü stteki onbinlerin tüketimi
için belirlenmiş sanatta, soyut bir başkaldır
ma ruhunun egemen olması engel anlamına gel
meyebilir; kapitalizmin can alıcı çıkarlarına
dokunmaz bu başkaldırma, ne kerte içe döner,
soyutlaşırsa, o kerte az zararlı olur bu çıkarlara.
Böylece ortaya çıkan özgürlük, içinde sanat
çının gelişimi bakımından büyük tehlikeler giz
lemektedir. Kendi-içine-dönmüşlük nesnel top
lumsal sorunlardan kaçış anlamına gelir aslmda.
Bu kaçış [uzaklaşma] —çok ender olarak açıkça
söylenen— bir uzlaşmayla, bu temel üzerinde sa
natçı ile (kapitalistin aracılığı sayesinde) izleyi
cisi arasında gerçekleşen bir uzlaşmayla daha
da artar, (ö te yandan sanatçı tarafından öznel
iyimserlikle desteklenen, en yaygın kaçıştır
bu.) Bu uzlaşmada belli şeyler üzerine, belli
türden, belli tondan konuşmak yasaklanmıştır.
Ancak böyle [sınırlı] bir çerçevenin içinde sı
nırsız bir bağımsızlıkla hareket edebilir sanat
çı. Uzlaşma sözcüğü gerçi kulağa hoş gelmeye
bilir, ama bunu örneklerle göz önüne sermek
gerektiğine bile inanmıyoruz, çünkü bu sözcük
çok bilinen bir gerçeği dile getiriyor.
Tecrübeli her yazar, hangi yazılarının han
gi dergide, hangi gazetede, ya da hangi yayın
evinde basılabileceğini bilir ve —dürüst ola-
hm— birçok durumda —az çok açıklıkla söyle
mek gerekirse— bu olanak, konunun seçimini
ve gelişimini bile belirlemiştir. Böyle dile geti
rilen ya da sessizce katlanılan uzlaşmaların,
çoğunlukla sanatı yolundan alarak ince ya da
114
kaba, bayağı üretimlere yönelttiği o çok ras-
lanır durumdan söz etmiyorum. Bizde Franz
Molnar böyle bir kapitalist «özgürlüğün» sa
nat üzerindeki sözkonusu etkisine en göze ba
tıcı örnektir.
öyleyse modem sanatsal özgürlük, dolay
sız bireysel ifadenin, dolaysız bireysel sanatsal
yaşantının, öznel, sınırlanmamış özgürlüğü di
ye nitelendirilebilir. Buradan —toplumsal ya
şam ve nesnel dış dünya bu ifadenin gereçleri
[malzemesi] olsalar da— sanatçılar dolaysız
yaşantı içinde birçok durumda nasıl dışarı ta
şıyorlarsa [nasıl göze çarpıyorlarsa], kendileri
ni öyle gösterdikleri sonucu çıkar. Ama herkes
bu saptamanın [manifestation] hiçbir toplumda
(hele kapitalist toplumda) toplumsal dünyanın
özü ve onun hareket eden güçleri ile özdeş ola
mayacağını bilir. Modem sanatçıların çoğu, gi
derek gericileşen emperyalist dünyanın içinde
soyut yaşantı ve ifade özgürlüklerini kurtarm a
ya çalıştıklarından, toplumsal dünyayı tanıya
mamaktadırlar. Birçok güdü [motif] bunu gös
termektedir. Burada yalnızca sanat ile iktisadi
yapı arasındaki karşılıklı etkileşim anlatıldı;
oysa gerek sanatçının kamu yaşamma yabancı
laşmasına yol açan toplumsal zorunluk, gerekse
bu kendi içine dönüklüğe, bu topluma yabancı
laşmaya anlaşılır ve çoğunlukla saygıyla kar
şılanır bir karşı çıkma niteliği yakıştıran son
on-yıllann gerici politik gelişimi, hep bu konu
ya girerler. Bu konuya ayrıntılarıyla değindim.
Bu karşı çıkış —bir kez daha yineleyim— ço
115
ğunlukla saygı duyulur bir karşı çıkıştır, an
cak i Salt karşı çıkışın öznel yaşantısının ne ide
olojik, ne de sanatsal bakımdan bir «yüksek
değer» oluşturmadığını, böyle oluşan bireycili
ği «bodrum bireyciliği» diye tanımlayan Dos-
toyevski daha o yıllarda açık seçik ayrımsa-
mıştı.
Nedenlerin birbirine dolaşması ve düğüm
lenmesi nasıl olursa olsun, şu olgu değişmez:
Modem sanatçı özgürlüğü uğruna en büyük üc
reti ödemiştir: gerçek sanatın hakiki özgürlü
ğünden vazgeçmiştir; insanın hakiki dünyası
na, tüm insansal ifade olanakları arasından en
derin ve en kapsamlı ifadeyi vermekten vazgeç
miştir. Derinlere inen bir ilişki ve gerçeğin nes
nel özüne parçalanmaz bir bağlılık: îşte hakiki
nesnel sanatsal özgürlük. —Bu özgürlük nesnel
dir, çünkü çoğu durumda sanatçının bildiğin
den, tasarlayabileeeğinden ve amaçladığından
daha büyüktür, İşte sanat, modem gelişim yü
zünden, özgürlüğün krallığına giden bu yoldan
geri çevrilmiştir. Sanatçının karşı Çıkan
içe dönüklüğü, tonlumun sanat karşıtı eğilim
leri karşısında öznel bir çelişkidir; nesnel
olarak ise: dış etkenlerle doğmuş süre
cin ivmelendiribnesi ve derinleştirilmesinden
başka bir şey değildir, d ıe sterto n «iç aydın
lanmanın, aydıhlahmanın en iğrenç türü» oldu
ğunu söylemişti. Hem dış, hem de iç gerçeği
çarpıttığı için gerçekten de en İğrencidir. Ve
—bu çok önemli— bu çarpıtma, kendi içine dö
nüklüğe ne denli köklü dayanırsa, sözkönusu
116
içe dönüklük ne denli ideolojik nitelik kazanır
sa, o denli güçlüdür. Bu durum modem geliş
menin hemen başında ortaya çıkmıştır. Goethe
genel toplumsal dönüşümlerin sanat üzerindeki
olumsuz etkilerini betimlerken, kısa bir süre
sonra da Ludwig Tieck, Alman romantik ku
şağının bu ilk ve önde gelen temsilcisi, «kendi
içine dönüklüğün» dünya görüşü bakımından
taşıdığı anlamı büyük bîr övgüyle dile getirir:
117
şündeki bu öznelciliğin, bu ilkece kendi içine
dönüklüğün, dünyanın sanat düzeyinde kavran
masında hareket ettirici bir güç olacağı yanıl
samaları yaygındı. Oysa romantiğin sanat dü
zeyindeki gelişmesi bu düşleri yıktı götürdü.
Bu ideolojik tavır sonradan, günümüzde yay
gınlaşınca, pek bilincinde olmasa da, eski yenil
gisinin ruhsal izlerini taşımaya devam etmiş
tir. Romantik inancın gerilim gücü azaldıkça
—buna koşut olarak— gerçeği çarpıtan bir eği
lim de yoğunlaşmıştır; çünkü (bilinçsiz de olsa)
ancak bu yoldan sanatı kurtaran bir «kendi-içi-
ne-dönük-olma» yanılsamasının ayakta durma
sı mümkündür.
Bu çelişiklik günümüzde iyice açığa çıkmış
tır. Son on-yıllann öncü yönelimi gerçeküstü
cülük, sanatçının tümüyle bağımsız olması özel
liğini kurtarm ak amacıyla dış düpyanm nes
nelliğini bile bile dışta bırakmıştır. Ve kapita
list toplumun hunharca etkilerine karşı çıkan
bu etkin karşı koyuş, çelişik bir sonuç vererek,
sanatçınm insanlıktan uzaklaşmasına yol aç
mıştır. «Yazar, insanın insan olmaktan çıktığı
yerde, insan olmaya başlar.» Ben demiyorum,
Ortega y Gasset söylüyor. Bu gelişimin hay
ranı olan Gasset daha da ileriye gidiyor: Bu
yaşantı ve ifade tarzının nesnel dünyanın özü
ile nasıl bağlam oluşturduğunu gösteriyor; çün
kü bu en öznelci sanat olan gerçeküstücülükte
de elbette bir dış dünya var. Ama nasıl bir dış
dünya? Ortega y Gasset bu konuda şunları söy
lüyor: Şeylerin özünü dönüştürmek zorunlu de
118
ğildir, onları yeni imlerle belirtmemiz, «yaşa
mın ikincil yanlarının devasa büyüklükte ön
planda durduğu bir sanat yaratmamız» yeter.
m.
119
mak değil, somut, gerçek çıkış yollan aramak*
tır. Yeni durum, sosyalizmin Sovyetler Birli-
ği’ndeki yengisidir Yeni durum için verilen sa
vaşım, halk demokrasilerinin Avrupa’nın büyük
bir bölümündeki yengisi içindir. Bu iki feno
men ilkece temelden birbirinden ayrılır. 1917
Devrimi Rusya'da kapitalist üretim düzenini
yıkmış ve bir insan ömrünü dolduracak zaman
aralığında sınıfsız bir toplum yaratm ıştır. Biz-
deki [Macaristan'daki] —ve öteki birçok ülkede
ki— halk demokrasisi henüz bu aşamanın baş
langıç eVresindedir.
Aralarındaki ilkesel aynm lafa karşın
—Özellikle kültür ve sanat alanında— halk de
mokrasisi ile .sosyalizmin sorunları arasında
kesişme noktalan vardır. Düşman ise, —kötü
niyetle— [sosyalizm île halk demokrasisi] ara
sına bir eşitlik işareti yerleştirmektedir; işçi
lerin çıkarlarını savunan tüm önlemleri komü
nizm diye karalamaktadır. Kendine halk özgür
lüğü adına bir yol alçmak isteyen her şeyi, sa
nat ve kültürün baskı altında tutulm ası diye
ilân etmektedir; halk demokrasisinin korunma
sı ve sağlamlaştırılmasından söz edüdikçe, sos
yalizme karşı demokrasinin korunmasından dem
vurm aktadır vb.
Burada dar ablamda ekonomik ve politik
sorunlardan söz etmiyoruz. Ama sanat ve kül
türün sorunlarım ön plana alınca, başka bir
bağlam içinde daha önce değişik biçimlerde de
ğindiğim göze batıcı bir olguyla karşılaşıyo
ruz: Bir yandan faşizmin kendisi, eski biçim
120
sel demokrasinin bunalımından doğmuştur. Bi
çimsel demokrasi olmadan olanaksızdı, ö te yan
dan kültür bunalımı tüm emperyalist dönem
devletlerinde aynı sanat bunalımı olarak orta
ya çıkmıştır. Yalnızca biçimsel yönden en yet
kin demokrasinin yaygın olduğu id le rd e de
ğil, egemenliğin yüzde yüz gericiliğin eline düş
tüğü yerlerde de böyle olmuştur. Bu bakımdan,
günümüzde yeni sorunlara karşı çıkan diren
cin* biçimsel demokrasinin yandaşlarında en
yoğun durumda bulunması bir raslantı değil
dir.
Böylece «güdümlü sanat» sorusuna gelip
dayandık. Demokrasinin, en gelişmiş biçimi olan
sosyalizm gibi halk demokrasisi de, kültür poli
tikasının odak noktasına: birincisi, tüm kültü
rü ve sanatı, çalışan halk ile —ilk ağızda bu
güne değin kültürden hemen hemen tümüyle
yoksun bırakılmış işçi ve köylüler ile— gene
doğrudan bir ilişki içine sokma görevini, İkin
cisi, hem etken hem de edilgen olarak, kültü
rün bugüne değin ele geçirilen tüm değerli ka
zançlarını halkın malı yapma, böylece halkı, bu
kültürü alabilecek, özümleyebilecek yeteneği
kazanacak düzeye yükseltme görevini koyar.
Ama aynı zamanda halkın malı olabilecek, hal
kın içinde kendini tanıyabileceği ve gerçekten
de kendi malı olarak benimseyebileceği bir kül
tü r yaratm a görevidir bu. îşte döst-düşman bu
kültür programına bakıp, «güdümlü» sanat gibi
yanlış bir parolayı ortaya atmaktadır.
Açık seçik ayrımsayabilmemiz için bu tü r
121
den ayrıntılı felsefi ve tarihsel açıklamalara
gereksinim vardı: Yanlış bir paroladır sözko-
nusu olan; —hangi yandan olursa olsun— bi
zi Upton Sinclair politikası ile, katıksız öznel
cilik politikasından birini yeğleme durumunda
bırakan bir ikilemin aslında uydurma bir ikilem
olduğunu görmemiz için [gerekliydi bu]. Yad
sımayalım: Her iki görüşün de azımsanmaya
cak taraftarı vardır. Anlattıkları en basit köy
lü ve en cahil işçi tarafından kolaylıkla anlaşı-
labilsin ve bunların tadına varılabilsin diye, sa
natçılardan, yeni toplumun kuruluşunun günlük
konularıyla uğraşmalarını ve tüm olayları (ko
nuları), bu alandan sekmelerini isteyen bir eği
lim yaygındır; ama öte yandan özellikle sa
natçılar arasında yaygın bir eğilim daha var
dır, bu eğilim der ki: «İsterseniz halkı sanat ile
ilişki içine sokun, ama halk neyse o kalır, sa
natçılar da neyseler odurlar.» Yani halk, bu
sanatı nasılsa öyle hazmedebileceği konuma
yükseltilmelidir; bu başarılamazsa, eh halkın
şansı yokmuş diyeceğiz. BÖylece son yüzyılın
önde gelen düşünürlerinin ikide birde ileri sür
dükleri bir görüşe varıyoruz; yani sanatın ilke
olarak aristokrat karakter taşıdığı savına. Bu
radan çıkarılacak vargılar çok değişiktir. Yer
yer demokrasiye karşı politik sonuçlar bile tü
retilir buradan; kültür düşmanı olduğu baha
nesiyle bu demokrasiye son bile verilebilir. Yer
yer de halk demokrasisinde her şeyin eskiden
olduğu gibi kaldığı, yani sanatçıların bildikle
rini yenilemek zorunda bulunmadıkları ve geri-
122
Ci dönemde olduğu gibi gene yalnız kaldıkları
saptamasıyla yetinilmektedir. Sanatçıların sa
n atta içkin bir yetkinliğin peşinde oldukları,
eskiden dayanılan o eğitimli, yetişkin tabaka
nın yok edilmesi, ya da eski önemini yitirmesi
nedeniyle, bu demokraside konumların daha da
kötüleştiği ileri sürülmektedir. Aslında her iki
bakış açısını da —özel tartışm alarda bile— ken
dilerini dışa vuruşlarından daha kesin dile ge
tiriyorum burada.
Öyleyse «güdülen» sanat parolası altında
ne yatm aktadır? Halk demokrasisinin yukar
da betimlenen kültür politikasını som utlaştır
mak istersek, o zaman şu çabayı göstermemiz
gerektiğini görürüz: Sanat gelişiminin toplum
sal yaşamın temel dayanaklarındaki değişme
leri izlemesinin yalnızca sanatçıların değil, ay
nı zamanda sanatın da yararına olduğuna sa
natçıları inandırmak. Bunun niçin sanatın da
yararına olduğuna gelince. Sanırım buraya de
ğin yapageldiğim açıklamalar buna bir yanıt
vermişlerdir: Kapitalist kültür ve özellikle em
peryalist dönemdeki kültür sanatçüarı bir çık
maz sokağa saptırdığı için... Sanatçüar Dosto-
yevski’nin «bodrum» bireyciliğinden vazgeçer-
lerse, sanatın o en eski durumunu: sanatın ka
mu yaşamının önemli bir parçası olduğu, ve sa
natçının —özellikle yaratıcı bir insan olarak—.
bu kamu yaşamına derinden katıldığı durumu
yeniden gerçekleştirmeye çalışırlarsa, şimdi ye
niden doğmuş bulunan izleyicileriyle, yani çalı
şan halk ile doğrudan ilişki kurma olanağından
123
yararlanırlarsa; yıllarboyu olağan sayılmış bir
tutum u terketmek, öznel olarak bir kurban,
veremekten başka bir şey olmayacağı için, iş
te bu anlamda bir kurban istenmiş olur sanat-
çılardan; ama onlardan istenen, gerek sanat,
geteköe insancılık yönünden, verimli olacak bir
kurbandır.
Yalnız günümüz koşullan altında akla-uyr
gun olmakla olanaklı sayılan her «güdüm» bu
çok genel çizginin dışına taramaz. Çünkü her
ne kadar halk demokrasisinin taraftarı olan i§-
çilerih ve köylülerin yaşamlarının, sanatçı ile iz
leyicisi arasında yeniden doğrudan ilişkiler ku
racak, kapitalist sanat izleyicisinin niteliksiz,
değişken biçimli, çehreden yoksun karakterini
ortadan kaldıracak olanakları içerdiğinden, bu
yaşamların nesnel zenginlikleri ve gelecek ,tı~
mutlarının yoğunluğuyla, sanatçı için, içine ka
panık, içe yönelik bir ben’in kendinden geçmiş
düşlerinden çok daha verimli bir zemin sağla
yabileceğine hiç kuşku yoksa da; günümüzde
yalmzça olanak niteliğinde olup, gerçeğe dö
nüşmemiş bulunan bu olanakları, kullansınlar
diyen sanatçıların önüne hazırlop koyabilecek
kimse yoktur ve olamaz, özellikle bu bağlam
içindeki her ütopya, her ütopik-öntahnjinsel de
ney, alabildiğine tehlikelidir. Büyük dönüşüm
lerin ağzında duruyoruz. Programlı ön-tahmin
lerin tehlikesi ise, en verimlisinin hangisi ola
cağım, geleceğin gerçeğinde Şimdiden kimsenin
bilemeyeceği mevcut sınırsız olanakları sınır
landırmasıdır. Her ütopydmn tehlikesi, somut
124
gerçek’den esnek yararlanıldığında, gerçekleş
tirilebilir olanakların çok çok gerisinde kalma
sıdır.
Böyle bir kanıtlamanın inandırıcı gücü,
omüı yalnızca genel derinliklerinin doğruluğun
dan ileri gelmeyip, bir-halk demokrasisinin iz
lediği genel politikanın kültürel dayanakların
dan da kaynaklanır. Sanatçı ile izleyici arasın
da, kapitalist aracılığıyla ortadan kalkmış bu
lunan bir doğrudanlığm yeniden kurulabilece
ğinden söz ediyorsak, somut toplumsal olanak
ları sözkonusu ediyoruz demektir. Açıktır ki:
kapitalizmi yok eden sosyalizm, doğal olarak
bu aracılığın da- kökünü kazır. Halk demokrasi
sinin ekonomi politikasında, birinci hedef ola
rak, büyük toprak sahibi ile büyük sermayenin
gücünü birleştiren tekelci sermayenin bizde
[Macaristan Halk Cumhuriyeti] ayakları üstü
ne diktiği tek başına egemenliği ortadan kal
dırmak gelir. Toprak reformu, sendikaların
yaygınlaştırılması, sarı sendikacılıkların önü
nün aJbnması, madenciliğin ve öteki merkezi gi
rişimlerin devletleştirilmesi, bu durumun eko
nomik temellerini yaratırlar.
Soru kendini gösteriyor: Sanatın kapita
lizmden ileri gelen sorunlarının ortadan kalk
mam, ya da hiç değilse azalması için bu durum
dan sanat alanında nasıl yararlanılabilir? Şim
diye değin üzanagelen deneyimler, bu alanda
üpıııt verici olanakların bulunduğunu göster
mektedir. Sanatçı ile İzleyicisi arasındaki aracı
rolü kapitalist Egemenlikten alınıp işçilerin
125
toplumsal organlarına devredilirse, bir sanat
yapıtının yalnızca o katıksız m eta olma niteliği
değil, salt kazanca yönelen bir aracılık da (tüm
zararlı sonuçlarıyla birlikte) son bulmakla kal
maz, sanatçı ile izleyicisi arasında yeni, verim
li, öncekilerden nitelikçe farklı, dolaysız bir
ilişki kurulabilir. Bir köylü ve işçi kültürünün
serpilip açılması, bugün şimdiden hiç de kes-
tirilemeyecek ölçüde bu yeni ve doğrudan ilişki
leri gerek sanatçı, gerekse izleyici bakımından
verimlileştirebilir.
Bu yeni, dolaysız ilişkilerin toplumsal ön
koşullarının bugün çoktan doğmakta oldukları
bellidir. Ancak: Henüz doğma [oluşma] duru
mundadırlar; öznel de olsa, nesnel de olsa, hâlâ
birer olanaktırlar, gerçek değil. Bunların ger
çekleşmesi belirli tarzda, evet ancak belirli
tarzlarda ivmelendirilebilir. Çünkü son insan
kuşağının gerici, emperyalist kapitalizminin
oluşturduğu çağdaş sanatçıların büyük bir bö
lümünün, ve gene bu dizgenin tüm baskı ve se
faletine katlanmak zorunda bırakılan köylü ve
işçilerin önemli bir bölümünün şu anda böylesi-
ne meyve verecek bir karşılıklı etkileşim ger
çekleştirecek yetenekten uzak oldukları da açık
tır. Bunların her ikisi de kendilerini geliştirme
lidirler; böyle verimli bir karşılıklı etkileşimin
doğabilmesi için hem öğrenmeli, hem de [o za
mana değin] öğrendiklerini yeni bir düzeyde
ele almalıdırlar.
Burada her iki ta ra f için de «ğüdülme» so
rusu ortaya çıkıyor. Bu «güdülme» ancak kar
126
şılıklı yakınlaşmanın engellerinin toplumsal,
ideolojik ve sanatsal düzeyde aşılmasından, so
runların tüm yanlarıyla her iki tarafa da tanı
tılıp öğretilmesinden, olanakların, boyutların
açıklanmasından, bir işbirliğinin maddi, kültü
rel ve sanatsal ön-koşullarmm yaratılmasından
oluşabileceği gibi, demokratik devletin ve işçi
lerin toplumsal örgütlerinin yardımlarından
oluşan bir «güdümlülük» de sözkonusu olabi
lir. Bu sorunu bürokratik kafayla yönetmelik
lere, kimi belirlenimlere uygun olarak kavra
yan herkes (ister parti yönetmeliği olsun, is
terse sınıfsal kurallar vb. olsun) en büyük za
rarlara yol açabilir ve gelecekteki olanakları
daha çekirdekteyken boğar.
Daha önceki bir yazımda, bir parti edebi
yatçısının oynadığı rolü çok özel bir tanımla:
partizanlık diye belirlemiştim; amacım, onsuz
hiçbir parti edebiyatının varolamayacağı o
özgürlüğü, o vazgeçilemez «faaliyet alanı»nı
göstermekti. Oysa buradaki sorun daha geniş
kapsamlı. Parti edebiyatçısı gerçi edebiyatta
önemli bir tiptir, ama edebiyatı (tümüyle) çok
az doldurur; yeni demokratik toplumda yalnız
ca parti edebiyatçılarının yazı yazacaklarını
umanların aklı hiçbir şeye ermiyor demektir.
Bu ciddi bir demokratik ülkü olamaz herhalde.
Çünkü bu ülkü, [birimleri] aynı ortak payda
altında toplamayı ve yalınlaştırmayı içermez,
tersine: gerek herbir sanatçının yapıtında, ge
rekse sanatçıların tümünde zenginlik, çokyan-
lılık, çokseslilik [öngörür]. Yukarlarda son
127
on-yıllarm gelişiminin uyumsuzluğuna değinir
ken, amacımız, bir kişisel yapmaeıklığm o ge
lişmiş ton farklarına karşın, gene de ayırtgan
sorunlarm [işlenmesinde] bir daraltmanın, bir
fakirliğin kanımızca ortaya çıktığını göster
mektir. Bunun aşılmasında —inanıyoruz ve bi
liyoruz»*-. halkın kurtuluşunun katkısı olacak
tır; kuşkusuz kendiliğinden, insanların tepe
sinden geçerek olmayacak bu; ancak insanla
rın kararları ve eylemleriyle gerçekleşecek. Hiç
bir- «önlem,» «kurum» ya da «güdümlülük» sa
nata yeni bir gelişme yönü getiremez. Bunu yal
nızca sanatçılar kendileri gerçekleştirebi-
lirler, ama tabiî toplumsal yaşamdan, toplum
daki değişimlerden bağmışız değillerdir.
Tüm bunlar öyle sanatın kendi sorunu ol
mayıp* ideolojik değişmelerin bir parçasıdırlar.
Sanatsal özgürlük her ne kadar özgürlüğün ge
nel toplumsal ve felsefe sorunlarıyla özdeş de
ğilse de bunlardan bağımsız da değildir. Bu dü
şünceler, sanatçıları, şimdiye kadar olduğun
dan başka türlü çalışmaları gerektiğine inan-
dırmamalıdır. Üslup sorunları kararlarla dü-
zenlenmeyip, sanatçılann gelişmelerinin iç di
yalektiğim* belirlenirler. Sanatçı ise, bir toplu
mun içinde yaşar ve —istesin, istemesin— bir
dünya görüşüne dayanır. Ve bu dünya görüşü
nü üslubunda da dile getirir. Topluma bağımlı
olan bu dünya görüşü yanında sanatçının dünya
görüşü sorununu, sanatçının gözü önüne ser
meyi denedim, Tüm toplumsal yaşam dönüşüm
aşamasındadır. Onunla birlikte, her temel top
128
lumsal dönüşümlerde olduğu gibi, özgürlüğün
içeriği ve biçimi de değişir. Sanatçıların bu de
ğişmelerle bir ilintilerinin bulunmadığını, dün
yadaki değişmelerin, onlann içinde, bani şu en
duyarlı gereç üzerinde herhangi bir iz bırakma
yacağını sanmak bir yanılgıdır, Ve ancak en
derin inanca dayanan, özgür istem’e dayanan
ve özgürlük içinde gerçekleşen dönüşüm en ve
rimli dönüşümdür.
—Hegel— «özgürlük» zorunluğun öğrenil
mesinden fbilgisinden] başka bir şey değildir,
der. İşte burada —kendi içine kapanmış bir
ben’in «bodrum» dünyasında değil— yeni, ha
kiki özgürlük yatmaktadır. Dünyada bunalım
ların olmasından sanatçılar da sorumlu değil
midir? Bu bunalımları kendileri ve sanatları
için kullanabilmeleri onlara bağlı değil midir?
Kaçınılmaz zorunluk içinde ne kadar özgürlük
bulabilecekleri ve bu özgürlüğü kendüeri ve
sanatları yönünden ne denli özgür ve yaratıcı
lıkla kullanabilecekleri ohlara bağlı değil mi
dir?
F: 9 129
«MARX'A YOLUMDA EK (1957)
130
tılan Plehanov’un Ortodoksluğundan kurtara
bileceğimiz, felsefe araştırm asına yeni ufuklar
açabileceğimiz umudunu yaratmıştı. Hep k ar
şıtı olduğum Rus Proleter Yazarlar Topluluğu'
nun dağılmasıyla da (1932), ben ve başka bir
çok kişi için ğeniş bir perspektif açılmıştı:
sosyalist edebiyatın, marksçı edebiyat kuramı
nın ve eleştirinin, herhangi bir bürokratik
engele çarpmadan atılım yapabilmesi ola
nağı doğmuştu. Burada iki özelliğin, ede
biyat kuramının ve edebiyat eleştirisinin
marksçı-leninci karakterinin, bir de bürokratik
engel ve sınırlamaların ortadan kalkışının altını
aynı kalınlıkta çizmek gerekir. Yine bütün bun
lara sözkonusu yıllarda genç Marx’m temel ya
pıtlarım, özellikle «Ekonomik-Felsefi Elyazma
la r ın ı ve Lenin’in felsefi mirasım öğrendiğimi
zi de eklersem, otuzların başındaki o yoğun he
yecanı ve büyük um utlan doğuran ölguları say
mış olurum.
—Hani iyimser bir ifadeyle— o yıllarda bi
le kalıba uymayan her iki düşünceden birinin
boğucu ya da saldırgan bir direnmeyle karşı
laşması, bu umutlara yavaş yavaş yayılan bu
lanık bir renk katm aya başlamıştı. Başlangıçta
ben ve benimle birlikte birçok kişi, henüz ta
mamen aşılmamış geçmişin kalıntılarıyla kar
şı karşıya bulunduğumuzu («Rapp’çılar», kaba-
toplumbilimciler vb.) sanıyorduk. Derken, tüm
bu kuramsal ilerlemeleri engelleyen eğilimlerin
sağlam, dirençli bürokratik dayanak noktalan
bulunduğunu anladık. Gene de, dogmatizmi sa-
131
vumna sisteminin son kez, bir raslantı sonucu
ortaya çıkışına tanık olduğumuza bir süre da
ha inandık durduk. Aramızdan birçoğu zaman
zaman Stalin’i kastederek içini çekiyordu: «Ah»
si le roi le savait.» («Ah, bunu bilseydi kral.»)
Böyle bir durum elbette sonsuza dek sürmezdi,
ileriye doğru sürükleyen, marksçı kültürü zen
ginleştirilen akıntılar ile, her bağımsız düşün
cenin bağnazca, bürokratça-tiranca ezilmesi
arasındaki çelişkinin kaynağıma bizzat Stalin
rejiminin kendisinde, dolayısıyla da Stalin’in
kişiliğinde aranması gerektiği gerçeğini gör
mek lâzımdı artık.
Şimdi bu duruma karşı tavır almak gere
kince, aklı başında herkesin dünya-tarihsel ko
numu göz önünde bulundurarak hareket et
mesi gerekiyordu: Dünya-tarihsel konum
H itler’in tırmanışını ve sosyalizmi yıkma
savaşma hazırlanışmı gösteriyordu. Bu duru
mun doğuracağı kararlara her şeyin —ve kişisel
olarak en değerli saydığım şeylerin bile, yaşa
mımı verdiğim yapıtımın b ile * ’ kayıtsız şa rt
sız boyun eğmesi gerektiğini anlamıştım, iyi
bildiğim alanlarda marksçı-leninci dünya görü
şünü doğru uygulamayı, ve açığa çıkarılan ye
ni nesnel olguların gerektirdiği ölçüde bu dün
ya görüşünü geliştirmeyi yaşamımın temel gö
revi bellemiştim. Ancak etkili olduğum bu dö
nemlerin tarihsel savaşımı, biricik sosyalist
devletin, dolayısıyla da sosyalizmin varlığının
korunmasına yönelik olduğundan, tüm görüşle
rimi, tavırlarım ı (hattâ kendi yapıtlarıma k ar
132
şı tavrımı bile) bu gerçekleri kollayan kararla
rın doğrultusunda ortaya koydum, Gerçi bu,
sözkonusu savaşım boyunca ortaya çıkan, pro
pagandası yapılan, sonra da çekip giden ber
türlü ideolojik eğilime eyvallah dediğimiz an
lamına gelmez elbette. Ancak bu dönemlerde
bir karşı çıkışın yalnızca fiziksel anlamda ola
naksızlığından başka, aynı zamanda da can düş
manımızın, her türlü kültürün yıkıcısının kolay
ca düşünsel-ahlâksal bir desteğine dönüşebile
ceğini de açık seçik görüyordum.
Bu takım dan bilimsel fikirlerim uğruna bir
tü r partizan savaşımı vermeye, yani Stalin’den
birkaç alıntı yaparak çalışmalarınım yayımlan
masını sağlamaya ve sonra bu çalışmalarda ka
lıptan uzaklaşan görüşlerimi varolan tarihsel
hareket alanının el verdiği ölçüde gerekli dik
katle ortaya koymaya mecburum- Sonuç olarak
arada bir susma buyruğuyla karşılaştım, ö r
neğin savaş sırasında Hegel’i Fransız Devrimi
karşısında feodal gericüiği-tepk&çiHği savunan
bir filozof olarak ilân eden bir kararın açıklan
dığı bilinmektedir. Ben de genç Hegel üzerine
yazdığım kitabımı o günlerde yayımlayarnadırn
tabiî. Şöyle düşünüyordum: Savaşı hani böy
le bilim dışı ahmaklıklara başvurmadan da ka
zanmak olanaklıdır, Ama madem ki anti-hit-
lerci propaganda bu yanlış düşünceye bir kez
bulaşmıştı, artık o an içip önemli olan Hegel’in
doğru anlaşılması uğruna kavga çıkarmak de
ğil, savaşı kazanmaktı. Bilindiği gibi bu yan
lış kuram savaştan sonra da uzun yıllar sürdü
133
gitti. Ama benim de «Genç Hegel» kitabımı ge
ne tek bir satır değiştirmeden yayımladığım bi
linmektedir (1948).
Ama sözkonusu olan çok daha önemli top
lumsal sorunlar vardı ve bu sorunlar stalinci
yöntemin olumsuz yanım gene bu dönemlerde
açık seçik dışa vurmuşlardı. Tabiî büyük du
ruşmaları düşünüyorum şu anda. Bunların hak
la hukukla bağdaşırlığını başından beri kuşkuy
la karşılamıştım, hani büyük Fransız Devri-
mi’ndeki Jirodenler ile Danton yandaşlarına
karşı yürütülen davalardan pek ayrılır yanlan
yoktu; yani duruşmalann yasallıklan sorununa
pek büyük bir ağırlık vermeden, tarihsel zorun-
luklannı kabul ediyordum, hepsi bu. (Bugün
Kruşçev, bu duruşmaların politik yönden de
gereksiz olduklannı kesinlikle vurgularken hak
lıdır sanırım.)
Tavrım ilk kez, troçkizm ve benzeri düşün
celerin tüm köklerinin kazınması buyruğu ve
rildiğinde, temelden değişmeye başladı. Bunun,
çoğunluğu suçsuz insanlann kitleler halinde
yargılanıp yok yere hüküm giymesi anlamına
geleceğini daha baştan kavramıştım. Bugün ba
na tavrımı niçin açıkça ortaya koymadığım so
rulacak olursa, yeniden fiziksel olanaksızlığı
ortaya atacak değilim —o sıralar siyasal sür
gün olarak Rusya’da yaşıyordum— ; bunun ne
deni ahlâkla ilintiliydi: Sovyetler Birliği faşiz
me karşı bir ölüm kalım savaşının eşiğindeydi.
İnançlı bir komünist şöyle diyebilirdi: «Right
or wrong, my party.» («Doğru da olsa, yanlış
134
da olsa, benim partim.») Bu durumda Stalin ön
derliğindeki parti ne yapıyorsa, —-partiden bir
çok kişi de benim gibi düşünüyordu— bu sava
şımda onunla koşulsuz bir dayanışma içinde bu
lunmamız, ve bu dayanışmayı her şeyin üstün
de tutmamız gerekiyordu. Zaferle biten savaş
durumu kökünden değiştirdi. Yirmi altı yıllık
sürgünden sonra yurduma geri dönebildim. Tıp
kı savaş sırasında olduğu gibi, sosyalist olsun
burjuva olsun, dünyanın tüm demokratik güç
lerinin gericiliğe-tepkiciliğe karşı bağlaşması
nın mümkün olabileceği bir aşamaya varmış ol
duğumuz kanısındaydım. «Recontres Intem ati-
onales»de, Cenevre’de yaptığım 1946 tarihli ko
nuşmamda bu görüşlerimi dile getirdim. 5 Mart
1946’da Churchill’in Fulton’da yaptığı konuş
madan bu yana, kapitalist dünyadaki karşı eği
limleri, Batı’nın etkili ve yetkili çevrelerinin sa
vaş bağlaşımım yok etmek ve savaştaki düş
manına gerek politik, gerekse ideolojik yönden
yaklaşmak amacıyla nasıl çırpındığını görme
mem için kör olmam gerekirdi. Daha Cenevre’
de Jean-R. de Salis ve Deniş de Rougemont Rus
ya’yı Avrupa kültürünün dışında bırakmak için
hazırlanmış taslaklar ileri sürdüler. Ama öte
yandan böyle bir girişim karşısında sosyalist
kamptan gelen tepkinin, benim ve benim gibi
birçok barış yanlısının, O rta Avrupa’da halk
demokrasilerinin kurulmasıyla güçlenen sos
yalizm sayesinde silineceğini umduğumuz ide
olojinin birçok Özelliğini barındırdığını görme
mek için de kör olmak gerekirdi. Dünyadaki
135
yeni dorumun bir buyruk gibi önümüze çizdiği
ne inandığıin ve hep inanacağım bu yolun gerek
tirdiği çabalara bağlı olduğumdan, 1948 Wroc-
law Kongresinde O) barış hareketine büyük
bir heyecanla katıldım ve bugüne kadar da bu
hareketin inançlı bir yandaşı olmayı sürdür
düm. Wroclaw konuşmamın konusu dünkü ve
bugünkü düşmanın: emperyalist gericiliğin-tep-
kiciliğih diyalektik birliği ve farklılığıydı,
1948 yılı belki de 1917’den bu yana en bü
yük dönüm noktalarından biriydi: Çin’de pro
leter devrimin zaferi, özellikle bu devrim ara
cılığıyla Stalin'in teori ve pratiğindeki çelişki
ler bir kez daha gün ışığına çıkmıştı.
Çünkü bu zafer, nesnel olarak, Stalin’in
Troçki’ye karşı —ve haklı olarak— savun
duğu, «tek ülkede devrim» döneminin artık ta
rihe karıştığını gösteriyordu: O rta Avrupa’da
ki halk deihOİbr&Silerinin doğuşu ise, bu yeni
duruma tam bir geçişti artık, öznel yönden ise,
Stalin ve yandaşlarının kökten değişen dünya
koşullarından teorik ve dolayısıyla da pratik
sonuçlan çıkarmak istemedikleri, dahası çıka
ramadıkları görüldü. Çok akıllı bir kişi olan
Stalin, pratiği içinde yeni durumun kimi belir
tilerini ve uğraklarını elbette kavram ıştı; an-1
136
cak ortaya çıkan bu yeni dununun, «tek ülkede
sosyalizm» döneminin yöntemlerinden —sana
yi yönünden geri kalmış Rusya'nın nesnel olarak
sürekli tehlike altında kalışından türem iş bu
lunan, ancak Stalin’in kendisi tarafından bu
zorunluğun çok ötelerine değin geliştirilen yön
temlerden kopma anlamına geleceği, Stalin’in
kavrama ufuklarının çok ötesinde kalıyordu.
BÖylece yeni bir strateji ve taktiğin varlığını
buyuran yeni dünya durumu, eski stra te ji ve
taktiğin kaçınılmaz biçimde yeniden sivrilmesi
nin, aşırılıkla gündeme alınmasının bir örneği
ni sahneleyen bir girişimle yanıtlandı: Sovyet-
ler Birliği ile Yugoslavya’nın arası açıldı. Bu
nun devamı elbette büyük durulm alar zama
nından artakalan yöntemlerin yeniden tezgâh-
lanüıasıyda.
Bu yeni taban ile eski ideoloji arasındaki
çelişki, «Edebiyat Ve Demokrasi» adlı kitabım
üzerine 1949 ile 1950 arasında Sürdürülen ta r
tışmalarla benim için daha da kolay anlaşılır
oldu, örgütleyim anlamında yönetici bir eylem
di Olmamama karşın, 1944 yılında M acaristan’a
dönüşümden bu yana, ortaya çıkan yeni durum
dan sosyalizme geçişi giderek İknaya dayanan,
kerte kerte açılan yeni yollardan gerçekleşti
rebilmemin gerekli sonuçların» çıkarmaya çalışı
yordum. Az önce sözünü ettiğim kitaptaki yazı
lar ve konuşmalar bu çabalara ayrılmıştı. Her
ne denli bugün bu yazıları bazı yönlerden yeter
siz, am açlan açık seçik belirlenmemiş, çıkarsa-
m alan yanlış yazılar sayıyorsam da, gene de
137
hareket yönleri doğruydu. Oysa bağnazlığın
ideolojisini savunanlarla anlaşabilmenin ne
denli umutsuz olduğunu gösterdi bu tartışm a
lar.
Bu tartışm anın ve tartışm ada bilinçli ola
rak gerilememin —o sıralarda Rajk duruşmaları
vardı (2) ~ birinci yararı, çok dallanmış bu
daklanmış eylemci işlevimi bir yana bırakarak
tümüyle kuramsal çalışmalara yönelmem oldu.
Tartışmaların deneyimleri ve günün etkili olay
ları, marksçılık-leninciliğin sorunlarım bun
dan böyle Stalin’in ve yandaşlarının yöntemle
rine karşı daha derinlikli, daha köklü gözden
geçirmeme yol açtı. Dünyanın durumunda or
taya çıkmış bulunan belirleyici yenüiği Stalin’
in kavrayamamış olduğu kanısı, geçmişi şöyle
didik didik incelemekle yaygınlaşıp genelleşti.
Yirminci yüzyılın yirmilerinin ikinci yansında
faşizme karşı savaşım en önde gelen sorun olup
çıktığında, Stalin’in, bu savaşınım önemini bi
le ancak on yıl geçtikten sonra kavrayabildiği-
ni anlamıştım. Sosyal demokrasiyi faşizmin
138
«ikiz kardeşi» sayan öğretisi, işçi sınıfının, da
hası tüm demokratik öğelerin oluşturacakları
birleşik cephenin, insan kültürünün varolma ya
da yokolma sorununa dönüştüğü dönemde, böy
le bir cephe birliğinin kurulmasını olanak dışı
yapıp çıktı. Yani 1917’nin devrim fırtınaların
da ve devrimin hemen ertesinde haklı olan, ama
fırtınanın yatışmasından sonra, en gerici te
kelci sermayenin her yönden saldırısının yay
gınlaşmasından sonra nesnel olarak tümüyle
eskimiş bulunan bir strateji ve taktiğe dört el
le sarılmıştı hâlâ. Bu bakımdan 1948’den sonra
olup bitenleri yirmilerin temel yanlışlarının yi
nelenmesi gibi değerlendirmekten kendimi ala
madım.
Görüşlerimin iç gelişimi, burada irdeleyece
ğim bağlamların asıl konusu. Ancak yanlış gö
rüşlerin temelinde yatan düşünce sistemini şöy
le taslağımsı olarak bile çizmem olanaksız. Ama
Stalin’in düşüncesindeki trajik çelişkinin
gittikçe daha açık seçik gözlerimin önüne seril
diğini söylemeliyim.
Lenin emperyalist aşamanın başında öznel
etmen’in anlam ve önemini klasiklerin öğretile
rinden de öteye geliştirmişti. Stalin bundan, öz
nel dogmalardan oluşan bir sistem türetti. Sta
lin’in tra jik çelişkisi, büyük yeteneğinin, zen
gin deneyimlerinin, keskin zekâsının bu öznel
büyü çemberini sık sık kırmasına, dahası öznel
ciliğin hatalı olduğunu net olarak görmesine yol
açmasıdır. Bu bakımdan, son yapıtmda («SS
139
CB’de Sosyalim in Ekonomik Sorunları») eko
nomik öznelciliğin doğru bir eleştirisini ortaya
koymasına karşın, bu öznel ekonom im in mane
vi babasının, sabırlı, kararlı körükleyicisinin
kendisinden başkası olmadığını akimın köşesin
den bile geçirmemiş olması, bana çok trajik
geliyor, ö te yandân, böyle bir düşünce sistemi
içinde birbıriyle kıyasıya çelişen görüşler hiç
rahatsızlık vermeden yanyana bulunabiliyorlar,
örneğin, zorunlu olarak durmadan artan sınıf
k a rşıtlık la r kuramı ile, sosyalizmin en son aşa
masının, komünizmin elle tutulabilecek kadar
yalanda bulunduğu kuranımın yanyana oluşları
gibi. Bu birbirini karşılıklı olarak dışlayan sav
ların birbirine dolaşması, sonunda, «herkes ye
teneğine göre, herkese gereksinmesi kadar» di
ye özetlenen özgür ilkenin otokratik düzenlen
miş polis devletinde gerçekleştiği bir komünist
devletin doğuşuna yol açtı. Lenin’in «tek ülke
de sosyalim » kuramını Troçki’ye karşı başarıy
la savunmuş olmanın, böylece de büyük bir iç
bunalım döneminde sosyalim i kurtarm anın
onuruna sahip çıkan Stalin, 1948'le birlikte or
taya çıkan yeni dönem karşısında, tıpkı bir za
manlar Troçkfnin Sovyetler Birliği’nin gelişim
zorunluğu karşısında takındığı anlayışsız ku-,
ramsa! tavrı takınm ıştır. Stalin’in geride kal
ması ve anlayışsızlığı yüzünden, emperyalist
düşmanlarının soğuk savaşı kolaylıkla sürdür
melerini sağladığı, bugün çok kişi tarafından
görülebilmiştir artık.
Yineliyorum: Burada yalnızca kendi gö-
140
nişlerimin gelişmesi anlatılacaktı; o da marks-
çılığın kuramsal sorunlan açısından. Buraya
değin Stalin üzerinde söylenenler, sorunsalı doğ
ru olarak ortaya koymamızı kolaylaştıracak ar
ka planı ve ortamı sağlamak içindi. Büyük Sta-
lip devriminin ilk yıllarında Önemli bir bölüm
aydmm o heyecanlı havası düşünülecek olursa*
Lenin’in marksçılıkta dahice gerçekleştirdiği
çifte reform yapıtı bu devrimin hazırlayıcıları
arasındadır. Bir kere Lenin, marksçılığm usta
larıyla ilgili yıllardah beri süregelen önyar-
g ılan süpürüp atmıştı. Ve bu temizleme işlem
lerinde, Marx ve Engels’in yapıtlarının o zama
na dek henüz gün ışığma çıkarılmamış çok ge
niş bilgilerle dolu olduğu görülmüştür, ö te yan
dan yılmaz gerçekçilik duygusuyla, yaşamın
gündeme getirdiği yeni sorunlar karşısında, us
talardan aktarılan «şaşmaz» alıntılara öylöce
bel bağlamanın olanaksızlığına dikkati çekmiş
ti; Komünist Parti Merkez Komîtesi’nin politik
raporunu sunarken, emperyalizmin çağdaş gö
rünümü konusunda bu türden marksçılara kar
şı iğneleyici bir alaycılıkla şuhlan demişti:
«Marx bile bu konuda tek bir sözcük olsun yaz
mayı aklına getirmemiş, tam olan tek bir alın
tı* ÇÜTütülemez tek bir değinme bırakmadan da
ölmüştür. Bu nedenle, şimdi paçamızı kendi
başımıza kurtarmalıyız.»
Marksçılığm Lenin’ce bir inşası umudunu,
burada da belirttiğim gibi, Lenİh’in ölümünden
sonraki ilk yıllarda korumuştum. K erte kerte
artan, gelişen düş kırıklığımı da açık seçik an
141
lattım burada. Sonuçta, bu durumun bilimsel-
kuramsal yönden önemli olan yanını derlemek
kalıyor geriye. Sorun, Stalin’in düşünsel-mane-
vi egemenliğinin yerleşmesi ve bir kişi yücelti-
mine dönüşülesi ölçüsünde, marksçı araş-
tırmanm da «kesin hakikatler »in yorumu
na, uygulanmasına ve yaygınlaştırılması-,
na dönüşüp yozlaşması sorunudur. Yaşamın
tüm sorunlarına verilen yanıt, yaygın öğretiye
bakılacak olursa, marksçılığm ustalarının, özel
likle Stalin’in yapıtlarında saptanmıştı. Bu ara
da başlangıçta Lenin M ars’ı ve Ehgels’i, sonra
da Stalin Lenin’i giderek daha çok arka plana
ittiler, örneğin, diyalektiğin yasalarını Lenin’in
«Felsefe Defterleri »ne göre ele alan bir filozo
fun içine düştüğü güç durumu anımsıyorum.
Onu, Stalin’in «Parti Tarihi»nin dördüncü bö
lümünde diyalektik yasaların sayısını ve tanı
mını kesinleştirdiğini ileri sürerek suçladılar.
Yapılması gereken, işlenen soruna uygun yeri
Stalin’den bulup, alıntı biçiminde saptamaktı.
Bir keresinde Alman arkadaşlarımdan biri, «Bir
fikir nedir?» diye sormuştu, «Fikir [bu] alıntı
lar arasında bağ kurmaktır.» Gerçi marksçılık-
leninciliğin geliştirilmesine açılan kapınm yine
de tümüyle kapanmamış olduğunu yadsımak
yanlış olur. Gelgelelim, sonsuz hakikatler hâ
zinesini yenileriyle zenginleştirme, ya da o güne
kadar çürütülmez sayılan bir hakikati devre
dışı bırakma ayrıcalığına yalnızca S ta lin . sa
hipti.
Bilimsel yaşamın böylesine bir sistemden
142
çok zarar gördüğünü enine boyuna anlatmaya
hiç gerek yok sanırım. Yalnızca, marksçılığm
geliştirilip ilerletilmesi için kuramsal yönden en
önemli büimlerden olan politik ekonominin ve
felsefenin, o günlerde tümüyle felç edildiğini
belirtmek isterim. Doğa bilimlerinin gelişmesi
ise, bu yüzden öyle fazla engellenmiş değildir.
Her ne denli bu alanlarda da arada bir sürtüş
meler, anlaşmazlıklar ve dahası bunalımlar or
taya çıkmışsa da, bu bilimlerin pratikte gelişti
rilmesi öylesine yaşama ilişkin bir sorundu ki,
doğa bilimleri alanındaki ilerlemenin durdurul
ması olanaksızdı. Bu vermsiz «almtıbüim»in
(«Zitatologie») tehlikeli sonuçları örneğin yön-
tembüim (metodoloji) sorunlarında, dünya gö
rüşünün temellerini saptamada vb. daha belir
gin su yüzüne çıkar.
Bu dondurma, kemikleştirme ruhuna [dü
şüncesine] karşı partizanca savaşım veren bir
tek ben değilim. Stalin’in ölümünden bu yana,
özellikle XX. Kongre’den beri bu sorun karma
şası nitelikçe yeni bir aşamada ortaya çıktı:
Tüm bu sorunlar sonunda açıklıkla tartışıldı;
bilimin resmi düşüncesi iyi kötü anlaşılır bi
çimde dile getirilmeye başlandı. Gene burada
sözkonusu tartışm aların durumuna ve ta rtış
malarda ortaya çıkan eğilimlere şöyle ucundan
da olsa değinmemiz, bu çalışmanın görevi dı
şında kalır. Kendi görüşümü kısaca derlemek
le yetineceğim: Bugün marksçılık için en büyük
tehlikenin revizyonist eğilimlerde yattığına ina
nıyorum. Onbeş-yirmi yıldır Stalin’in ortaya
143
attığı her şey marksçılıkia özdeş, h attâ marks-
Çilığm tırmandığı en uç nokta olarak tanıtıl
dığından; burjuva ideologları, Stalin’in yanlış
lığı artık ayyuka çıkan birçok tezini ve uygu
ladığı yöntemin önemli uğraklarım kullanarak,
bunlarla birlikte, bunlarla özdeşmiş gibi gös
terilmeye çalışılan ustaların vardıkları sonuç
la n da yadsımaya çalışmaktadırlar. Ve bü dü
şünce yönelimi, kalıpçı-bağnaz eğitimleri so
nucu düşünce yönünden savunmasız duruma
gelmiş bulunan birkaç komünisti de etkilediğin
den, burada önemli bir tehlikeden söz edilmeli
dir. Ama bu bağnazlar, Stalin’in marksçılığın
ustaları ile özde özdeş olduğu görüşüne dört
elle sarılmaya devam ederlerse, böyle akıntıla
ra karşı tıpkı saf revizyonistler gibi çaresiz,
savunmasız kalacaklardır. Marksçılık-lenincili-
ğin korunması ve geliştirilmesinin sürdürülme
si için bu çıkmaz sokaktan bir ara yol, bir çıkış
yolu bulmak gerek; yani revizyonizmle etkili
bir savaşım için bu bağnazlığın kökünün kazın
ması zorunludur.
Az önce de belirttiğim gibi, Lenin burada
alınması zorunlu olan tavrın dayanak noktası
nı açıkça göstermiştir. Eğer marksçılığın bize
gelişebilmesi için gerekli güvenilir bir yöntem,
bir dizi sağlam hakikat, birçok verimli dayanak
bıraktığını; bunları derinlemesine öğrenip be
nimsemeden ve değerlendirmeden ileriye doğru
tek bir bilimsel adım atamayacağımızı; yalnız*
ca marksçılığın tabanı üzerinde evrensel bilim
lerin oluşturulup geliştirilmesinin bir görev ol*
144
duğunu, ancak bunun çoktan hazırlanıp önümü
ze konmuş bir şey olmadığını bilirsek —bütün
bunlar açık seçik anlaşılırsa, marksçı araştır
mada yeni' bir atılım olanağı ortaya çıkacaktır.
Engels ölümünden Önce m arksçılann önündeki
bu göreve dikkati çekmişti. Lenin ise onun uya
rılarını yineledi. İnanıyorum ki: Şimdi bu is
tekleri yerine getirmenin zamanı gelmiştir. He-
nüz bir marksçı mantığımız; marksçı estetiği
miz, marksçı ethik’imiz, marksçı psikolojimiz
vb, yok dersek, yıldırıcı, umut kırıcı bir şey söy
lemiş olmayız. Tersine, birçok kuşağın yaşa
m ım verimlileştirecek, yaşamını dolduracak bü
yük ve sürükleyici bilimsel ödevlerden umut
dolu bir coşkuyla söz ediyoruz.
Bu çerçeve içinde, böyle bir çalışmanın bo
yutlarına ilişkin somut olarak konuşmak ola
naksız. Daha kendi çalışmalarım için bile, yer
darlığı nedeniyle böyle bir açıklama yapmam
olası değil. Yalnızca şunu söyleyebilirim:
Marksçılığın ustalarıyla uğraşım, bana yaşa
mımda ilk kez çabalarımın her zaman yönelik
olduğu şeyi gerçekleştirme olanağını verdi: Ma-
nçvi-düşünsel dünyanın fenomenlerini gerçekte
olduğu gibi, kendinde olduğu gibi, tarihsel-sis-
temli yapılarıyla doğru görmek, bu yapıya bağ
lı kalarak betimlemek ve bunları hakikatlerine
uyarlı biçimde dile getirmek» Bu açıdan bağnaz
lığa karşı savaşım da bir bakıma kendini savun
madır. Çünkü başlangıçta etkisi altında kalarak
faaliyetim© başladığım burjuva ideologları, bu
fenomenleri hiç kuşkusuz çarpılmışlardır. An
F: 10 145
cak dogmacılık, öznel «çürütülmezliği» ile, nes
nenin derinlemesine incelenmesine, nesneden
hareket eden her türlü genellemeye karşıydı:
Düşünce yapısında çevreyi görmesini engelle
yen bu soy kapakçıklar bulunan herkes, ancak
hazırlop dogmalardan birtakım açıklayıcı ta
nımlamalar türetebilir ve gerçekle her türlü ba
ğı yitirmeye mahkumdur. Dogmacılığa karşı
sürdürdüğüm partizan savaşımım, yaşamla, ya
şamın nesneleriyle olan canlı ilişkimi koru
makla kalmamış, bu ilişkiyi geliştirmiştir. Bu
gün bir estetikle uğraşabiliyor ve bir ethik’in
düşünü kurabiliyorsam, bunu bu savaşıma
borçluyum.
Böylece bu satırları da coşkun umutların,
bekleyişlerin heyecanı içinde yazıyorum. Bili
yorum: Yeni yollan araştıran çabaların biti
şine daha çok var; dogmacılığa kayışlann re-
vizyonizmin aynı ölçüde güçlenmesiyle karşı
landığı kimi durum lan yaşadık, bugün de yaşı
yoruz. Evrensel nitelikte marksçı bir bilimin
oluşturulması doğrultusunda ortaya konacak
ciddi çalışmalann —burada öncelikle kendim
den söz ediyorum— bana sarsılmaz ve tükenmez
bir yaşama anlamı kazandıracağı kesindir.
(Kendi çalışmalanmm hangi nesnel değerleri
kazanacağı konusunda tarih karar verecek; ben
bunu yargılayacak yetkide değilim.) Bugün de
sayısız engelle karşı karşıyayız. Devrimci işçi
hareketi doğuşundan bu yana çok çeşitli dar
boğazlan aşmak zorunda kalmıştır. Bugüne
dek bunu hep başardı, gelecekte de başaracak,
146
buna inancım sonsuz. Ben de bu taslağımsı ya
zıyı Zola’mn biraz değiştirilmiş bir deyişiyle
bitirmek istiyorum: «La verite est lentement
en marche et â la fin des fins rien ne I ’arrete-
ra.» («Hakikat yavaş yavaş örtaya çıkıyor ve
sonuçta bunu hiçbir şey önleyemeyecek.»)
147
BİREY ve toplum
148
nu? Bu çelişki burjuva ideolojisinin kaçınama
yacağı bir zorunluk mudur, yoksa bir raslantı-
nın ürünü müdür?
LUKACS: İzin verirseniz, soruyu belli bir
ölçüde yalınlaştıracağını Önce. Sanıyorum ki
Gramsçi, ideoloji sözcüğünü genel olarak bir
birinden tümüyle ayrı iki anlamda kullandığı
mızı ileri Şürerken haklıydı. Bir yanda, her in
sanın toplumda belirli bir sınıfsal konum için
de yaşadığını, insanın içinde bulunduğu döne
min kültürünün de bu sınıfsal konumun bir
parçası olduğunu, giderek, verilmiş belli bir an
daki durumun belirlemediği tek bir bilinç içe
riğinin bulunamayacağını gösteren marksçı bir
olgu var; Öte yanda ise, ideoloji sorununu yu
karıdaki gibi koyunca, belli başlı bazı çarpıtma
lara da yol açabiliriz. Sözgelimi İdeolojiyi, ger
çeğe karşı gösterilen bir tepki -—belli bir biçim
bozumuna uğramış— bir tepki saymak alışkan
lığı da yaygındır. Sanıyorum ki, ideoloji kav
ramım kullanırken bu iki anlayışı birbirinden
tamamen ayırmalıyız, ve bu amaçla —şimdi
varlıkbilimsel (ontölojik) soruya dönüyorum—
insanın daha başlangıçtan bu yana her orga
nizma gibi çevresindeki uyarittılara karşılık ve
ren bir varlık olduğu gerçeğinden hareket etme-
liy ii Yani İnsan, kendi gerçeği içinde ortaya
çıkan sorunlardan sorular yapıp, bunlara yanıt
arar. Gelgelelim öyle başıboş, boşlukta dur
duğu söylenen, hiçbir katkı olmaksızın ken
dinden, içten dışa işleyen bir bilinç ne olmuş
tur, ne de olabileceğini kanıtlayan çıkmıştır
149
şimdiye kadar. Boşlukta duran «zekâ» kavra
mının da, tıpkı günümüzün o pek hoşa giden
«ideolojiden arındırma» kavramı gibi, gerçek
insanın gerçek toplumdaki gerçek konumuyla
uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur.
KOFLER: Gene bu bağlam içinde, sınıflar
dan bağımsız, anlayacağınız sınıfsal konum ta
rafından belirlenemeyen ideolojik fenomenler,
yani üstyapı fenomenlerinin bulunup bulunma
dığı sorusu ikide birde ortaya atılıyor. Siz ken
diniz Bay Prof. Lukacs, eski çalışmalarınızda
ideoloji sorusunun sınıf ile doğrudan ilişki so
runu olmadığını, sımf tûplumunun bütünselli
ğine giren bir sorun olduğunu kesinlikle vur
gulamıştınız. Ve gerçekten de, gerek burjuva-
ziye, gerek işçiliğe ve gerekse küçükburjuvazi-
ye bağlanabilen belli başlı ideolojik fenomenler
bulmak mümkün; sözgelimi dil alanında, önce
likle de nesnelleştirme dünyasından türeyen
terminoloji alanında; örneğin: «Teknik bize
hükmediyor,» «atom bombası bizi tehdit edi
yor,» «enflasyon her şeyi pahalüaştınyor,» ya
da «ezüme kitle toplumundan i 1) türüyor.»
150
Marx olsa alaylı bir biçimde «Sıkıntı burada
yoksulluktan türüyor,» derdi. Sözün kısası dilin
bu genel-kullanım biçimleri, gerçekten de, her
ne denli sınıflı toplumdan bağımsız biçimler ola
rak değilse de, sırf belirli bir [tek] sınıfa bağ
lanamayan [düzenleşimlenemeyen-koordine edi
lemeyen] biçimler olarak sınıflandırılabilirler;
çünkü bunlar nesneleştirilmiş, fetişleştirilmiş
toplumsal bir durum içindeki belli başlı davra
nış tarzlarının yansımalarıdırlar.
LtJKACS: Gene burada sorunu biraz daha
ileri götürmek isterim. İnsan yaşamı doğa ile
insan arasındaki bir madde özümlemesine da
yandığından, bu özümlemeyi sürdürürken elde
ettiğimiz hakikatlerin (örneğin matematiksel,
fiziksel, geometrik) genel bir geçerlüik taşı
dıkları su götürmez. Ne var ki, bu genel geçerli
hakikatlerden burjuvasal anlamda birer fetiş
yaratılm ıştır; çünkü bu hakikatler, duruma gö
re sınıf savaşımına sımsıkı bağlanabilirler; ve
eğer bugün astronominin hakikatleri sınıflara
bağlı değildir, diyorsak, doğrudur bu; ama öte
yandan Kopemikus ve Galilei üzerine sürdürü
len tartışmalarda, kişinin Galilei’nin yanında ya
da karşısında tavır almış olması, onun sınıfsal
lığını belirleyen en önemli uğraklardan biriydi.
Toplum ile doğa arasındaki özümleme de
toplumsal bir süreç olduğundan, bu süreç için
den elde edilen kavramların bir toplumdaki sı
nıf savaşımlarına etkin olmaları olanağı her
zaman vardır. Şimdi ben «evrim», «ilerleme» ve
benzeri kavramları seçerken kullandığım söz-
151
cûkler tam, kesin değil; aslına bakılacak olur
sa, «evrim,» sınıflardan bağımsız olduğunu söy
leyeceğimiz bir olgu; sözgelimi Darvvin’deki
türleri» evrimi’nde olduğu gibi. Gelgelelim, öte
yandan özellikle darvincilik sorunu nice yıllar
toplumsal bir tartışm am » da konusu olagel
miştir. İnsanlığın bağdaşık bir evrim mi izle
diği, yoksa değişik kültür hareketlerinin başta
ve sonda ortaya mı sıktıkları, anlayacağınız,
burada bir döngünün bulunup bulunmadığı so
rusu da* gene bir toplumun sınıfsal katmanlaş
masından bağımsız yanıtlanacak bir soru de
ğildir.
Şimdi burada, bir yanda insan aklmm, in
sanın anlama yetisinin, çeşitli sınıfların kendi
sini nasıl değerlendirdiğine aldırmaksızın tüm
toplum, hattâ tüm doğa görünüşü için geçerli
şeyler saptayabilmesine, öte yanda insanın olan
ca kişiliğiyle toplumsal savaşımın içine katıl-
mışlığına bakarak —bu durumda herhangi bir
önermenin kabul edilmesi ya da reddedilmesi,
insanın smıfsallığmm koşulladığı bir sonuç
tu r artık— sınıflara bağlı olma ve olmama ko
nusunda kaygan sınırlar bulunduğunu söylemek
istiyorum. Yani, genel bir ayrımlamaya gide
meyeceğimiz kanısındayım: Burada ideoloji bi
ter, burada başka bir şey başlar, diyemeyiz.
Sözkonusu olan, toplumun verilmiş yapışınca ve
bp yapıyla bağlam içindeki sınıf savaşımlarının
mevcut düzeyince belirlenmiş olup, soyut cüm
lenin açıklayamayacağı kaygan, akışkan bir
şeydir, «Boşlukda duran» diye tanımlanan sı-
152
rufların dununu da aynen böyledir. öyle fazla
çalkantılı olmayan —diyelim ki— sakin dö
nemlerde, bir sınıfın, o sırada egemen olan sa
vaşımlar karşısında tamamen tarafsız tavırlar
takındığı dtırumlara Taslandığı tartışm a götür
mez, Ancak, toplumun içinde, her türlü olasıl
sınıf farklılıkları karşısında tarafsız kalaca
ğını hemen baştan ileri sürebüeceğimiz bir in
sanın bulunamayacağını kesinlikle söyleyebili
rim.
Pratikte bir bağımsızlığın ve daha da öte
ye, en olasılık dışı bağlaşmaların olanaklılığı,
tarihin çok renkli olmasını sağlamaktadır. 19.
Yüzyılın, ilk yansı İngiltere'sinde belli başlı
işçi reformlarında, en tutucu alristokrasinin
burjuvaziye karşı çıktığını ve çalışma saatleri
nin kısaltılmasını sağladığını sanırım anımsa
yacaksınız. H er ne denli bu olgu, bir olgu ol
maktan öteye, o zamanki sınıf Savaşımları göz
önünde tutulduğunda, [aristokrasi] sınıfının
anlaşılır bir eylemi idiyse de, kalkıp da, aris
tokrasinin çalışma saatlerinin kısaltılmasından
yana Oluşu bü sınıfın sınıfsal çıkarları gereği
dir, gibi bir sonuca varacak phirsak, biraz ile
ri gitm iş oluruz. Anlayacağınız, hakikatin so
m ut öldüğünü söyleyen temel diyalektik ilkeyi,
idteoloji sorununda da ayakta tutmamız gerekir.
KOFLER: Sararım burada olağanüstü
önemli bir açık-seçiklik sağlama zorunluğuyla
karşı karşıyayız. Şimdi bizim çevrelerde çok
tartışılan bir konuya parmak basmak istiyo-
~rom. Kavramların akmasından, birbirine geç-
153
meşinden, kendilerini kabul ettirmelerinden,
bir genellemeden... söz ettiniz.
LUKACS: Evet...
KOFLER: örneğin ilerleme kavramında ol
duğu gibi... H attâ biraz daha genişleteyim: Sö
zünü ettiklerim soyutlama kavramları. Son gün
lerde bunun nasıl gerçekleştiği sorusu ortaya
atılıp, sonunda akıldışıcılığa gelip dayanıldığı-
nı görüyoruz. Akıldışıcılığm insan ruhunun bir
yapımı olduğunu yadsıyamayız kuşkusuz. Ge
rekirse sergiyi, boşlukda durduğu söylenen «ak
lı, bilinci,» yaratıcı olanı vb. sayabilirim bura
da. Siz, yazılarınızda akıldışıcılığa hep saldırdı
nız ve gerek kavramların oluşturulmasında,
gerekse ideolojik somutlaştırma alanında taşı
dığı tehlikelere dikkati çektiniz. Aşağı yukarı
ruhsal yaşantı alanında, içde olup bitenin, ak-
la-uygun olan karşısında bağımsızlaştırüdjığı-
nı, aşın vurgulandığım, böylece yaşantının, da
ha doğrusu iç yaşantının —alabildiğine modem
sorulara geçtik bile— yani akıl-dışı olanın, asıl
dünyanın yerine geçtiğini söylemek istiyordu
nuz sanırım.
Sonra şu mitleştirme sorunu var. Bir yanda
akıl ile mantığın, öte yanda akıl ile iç hakika
tin karşı karşıya getirilmesi sorusu var. Gide->
rek akıldışı anlayışta «ilerleme» kavramımn
yadsınması da buna eklenebilir. Sonuçta «yaşan-
ti» ile, «asıl değerli olan» ile ve «iç-insamn özel
yanı» ile bağdaşamayacağı ileri sürülen insan
cılık (hümanizma) alaya almıyor. Yani insan
cıl olan yüzeysel, dışsaldır; diğeri ise ince, du
154
yarlı, içsel bir şey olup, ondan üstündür. Sizden,
ileride değineceğim Alınan tarihinde akıldışı-
cılık sorunundan bağımsız olarak, bu soruya
tamamlayıcı ya da yorumlayıcı biçimde yaklaş
manızı isteyeceğim.
LUKACS: Evet, bakın, önce olağanüstü
yaygın ve güncel olan bir yanılgıyı bir yana it
mek istiyorum; yani bir yanda içsel bir şey
olan sezginin, öte yanda düşünsel çıkarsama
nın (akıl yürütmenin) karşıtlar olarak ele
alınmasını. Sezgi, bilgi teorisi kavramı olarak
ele alındığında, tümüyle yankştır ve arkası
bomboştur. Ama salt ruhbilimsel bir kavram
olarak, her zaman ortaya çıkan bir olağanlık
tır. Bu kavramın mitleştirilmesine karşı şunu
saptamak gerekir: Sezgi hep, kişi bir düşünce-
karmaşasıyla çok uğraşınca ve bu karm aşa ki
şinin bilinç altında uzun zaman işledikten son
ra, «ansızın» ortaya çıkar, —tırnak işaretleri
içinde ansızın diyorum— bir sonuca varır. Böy
le bir sezgiyi matematiğin içinde bile bulabüir-
siniz; yalnızca sanatla böylesine sımsıkı bağ
lanmış olması kesinlikle yanlıştır; ancak —işte
şimdi bilgi teorisi yanma geliyoruz— herhangi
bir önerme için ya da herhangi bir önermeye
karşı, o önermenin sezgi ile mi, yoksa sezgi-
siz mi bulunduğu konusunda bir şey söyleye
meyiz. Önerme ya mantıksal, ya da tarihsel
olarak doğrulanmalı ve sezgi ile mi yoksa sez-
gisiz mi bulunduğuna bakılmadan, önermenin
doğruluğu sınanmalıdır.
Bu saptamayı önemli saymamın nedeni, ka
155
nımca hani bilgi teorisi yönünden bir nedene
dayandırmak gereği bile duymadan, Alman fel
sefesinde Şchelling’ten bu yana, h a ttâ daha
Kant'ın «Yargı Gücünün Ele§tirisi»xüle, sezgi
sel bilgiye sezgisel olmadığı varsayılan bilgi
karşısında üstünlük tanınmış olmasıdır. Sez
ginin üstünlüğü belirli bir bağnaz tavırla Öy
lece kabul edilmiştir. Bu işin belirli Ölçüde öz
nel olan yam. işin nesnel yanma gelince; insa
nın nesnel-gerçek pratiğinde somut olan ve man
tık anlamına gelen akıl ile, yüzyıllar boyu abar
tılmış soyut akıl arasında bir uzaklık bulundu
ğu kanısındayım. Çalışmamızdan, nesnel-ger-
çeği altetm e çabamızdan çıkan şey, akla-uygun
olandır, demek istiyorum; örneğin, gerçekte
işlerliği olan, geçerli bir bağlamlığı buluşumda
olduğu gibi. Ellimden bir taş bırakırsam^ o taş
yere düşerse ve bu deneyi birkaç kez yineler*
sem, Galilei’nin, daha yüksek bir düzeyde düş
me yasası biçiminde formüle ettiği mantıksal
bir bağlandık bulurum. Ne var ki, yaşamın için
de bulduğumuz her gerçek akla-uygunluk, bir
«öyle olursa-böyle» akla uygunluğudur. Her
hangi somut bir durum, somut sonuçları ile bağ
içindedir ve bu [bağ], yaşamımız içinde bir
yasalar demetiyle birlikte yeniden ortaya çıktı
ğı için, haklı olarak, böyle bir bağlam akla uy
gundur, diyoruz. Gelgelelim mantığın, mantık
içinde yakalananın abartılmasıyla dünyanın
[evrenin] genel bir akla uygunluğuna varılmış
tır ki, olgusal olarak (de facto) yoktur böyle
bir akla uygunluk. Demek istiyorum ki, bugün
156
egemen olan doğa yasaları için, bir taşın yer
yüzüne düşmesi akla uygundur. Ama taşın yu
karı doğru uçtuğu ve düzenli olarak hep yukarı
uçacağı bir başka dünya tasarlayacak olursam,
böyle bir dünyanın insanları da bunu [taşın
uçuşunu} akla-uygun sayacaklardır. Böyle
olunca —işte burada «öyle olursa böyle» akla
uygunluğu işe karışıyor— taşın yere düşmesi
herhangi akla-uygun nedenlerden değil de, do
ğanın o durumda öyle olduğu için (başka türlü
değil) zorunlu kıldığı bir akla uygunluktur.
' Şimdi toplumda da, toplumsal gelişmede de,
ikide birde, dün akla-uygun görünenin bugün
olgular ile bağdaşmadığı, anlayacağınız, top
lumsal (anlamda) yukan doğru uçan bir taşla
uğraşmak zorunda kaldığımız durumlar orta
ya çıkıyor. Bu durumda insanlık iki tavır takı
nabilir, Birinci tavır insanın çalışma sırasında
doğa karşısında takındığı tavırdır: Eğer bir
madde, o zamana değin bilinen yasalara belirli
bir ölçüde ters düşüyorsa, o zaman yeni yasaJ-
lık bulunana değin başka açıklamalara baş vu
rulur. Bu toplumsal gelişimde de sık sık görü
len bir olaydır, ö te yandan toplumsal gerçeğin
bijyle bir değişimi, —işte gene sınıf durumuna
geri dönmüş oluyoruz— belli başlı sınıflar için
tamamen saçma, anlamsız bir şeydir; [böyle
bir değiştirmede], toplumsal anlamda söyleye
cek olursak, belli başlı sınıflar için çok yalın
ve akla-uygun görünen şeylerin, egemen sınıf
lar ve onlara yakınlık duyanlar tarafından kar-
gaşamsı ve akıldışı sayıldığı Fransız Devrimi’
157
ildeki sınıflann durumunu alm. Düşüncemiz da
ima toplumsal durumumuza bağlı olup, onunla
bir bağlamlılık oluşturduğundan, tarihte her
zaman, önemli sınıflarla onları temsil eden
önemli düşünürler, belirli durumlarda, yeni bağ
landıkları ve toplumun yeni gelişimini eski
aklın açısından inceleyip yargılamaktan geri
kalmayacaklardır. Çünkü şunu unutmamalısı
nız: Her ne denli, Fransız Devrimi sırasında o
zamanki feodal sınıfın yandaşlan, akıl-dışı bir
görüş açısını benimsemiş idiyseler de, feoda
lizm, Aquinalı Thomas döneminde hiç de akıl-dı-
şı değildi. Aauinalı Thomas, feodalizmi haklı
olarak mantığın vardığı zorunlu bir sonuç ola
rak kavramıştı; çünkü o dönemin toplum ger
çeği içinde, o zamanki «öyle olursa-böyle» ger
çeğine uyan birçok şey vardı.
Oysa M arat ile Robespierre’in pratiği feo
dal sınıf İn akılcı bir sistemi içine yerleştirile
mezdi; öyle olunca da, toplumsal konumdan
akıldışıcılık dediğimiz şey çıktı; modem geli
şim açısından işin ayırtgan yanı, yeni aklın yad
sınmasında ya da ondan duyulan kuşkuda takı
lıp kalmmayıp, giderek olağanüstü yaygınla
şan ve —nasıl desem— bu sistemin kurucula
rının hiç de istemediği şeyler üzerinde etkile
rini gösteren b ir akıldışıcılık sisteminin oluş
masıdır. îyice göz önüne serebilmek için iki
örnek alacağım. Max Weber'in politik toplum
bilimini ele alm. Uğraş Olarak Politika adlı ya
pıtında birçok tanrının dünyaya egemen oldu
ğunu ileri süren öğretisini inceleyin. Bu, Max
158
Weber’in, karşısında durduğu toplumda açık
seçik bir «öyleyse-böyle» akıl kavramma vara-
mayıp, daha fazla akla uygunlaştıramadığı söz-
konusu çeşitli güçlerin, birbirleriyle savaşım
durumunda bulunduklarında karar kılıp kalması
demektir. Çünkü bu güçleri akla uygunlaştır
mak, onun bütünleyemeyeceği sonuçlan ortaya
çıkaracaktı; bunun üzerine gerçekte birbirleriy
le savaşım sürdüren tanrılar biçimindeki söy-
lencesel (mitolojik) bir tasarımın arkasına sı
ğındı. Denebilir ki,... sanıyorum rahatlıkla di
yebiliriz ki, bu noktada akıldışıcılık Max We-
ber’in sistemine girmiştir. Ya da yeni-olgucu-
luk [neopozitivizm] gibi tüm dünyayı [evreni]
denetlenebilen bir akılcılığa indirgeyen ve bu
nun dışında kalan her şeyi reddeden bir düşün
ce sistemini alın. Aslmda yeni-olguculuğun ku
ru m la n arasında bağlangıçta W ittgenstein gi
bi gerçek bir düşünür vardı. Yeni-olguculuğun
ilkelerini felsefi yönden temellendiren W itt-
genstein, bu ilkelerin [temel önermelerin] kıyı
sında, deyim yerindeyse, bir akıldışıcılık çölü
nün, yani yeni-olguculuğun akılcılığı ile kendi
sine ilişkin hiçbir şey ortaya koyamayacağımız
bir yamn bulunduğunu kesinlikle görmüştü.
Wîttgenstein, olgucu önermelerin ötesinde ka
lan bu dünyanın varolmadığım akima getirme
yecek denli zeki bir düşünürdü elbette; ve Witt-
genstein felsefesinin kenarında —bu yalnızca
benim gözlemim değil, çoğu bu gözlemde bu
lunmuştur— bir akıldışıcılık alanı bulunduğunu
Sanıyorum. Ve 19. ve 20. yüzyıl boyunca çeşit-
159
li biçimlerde büyük bir akıldışıcılık dalgasıyla
karşılaştığımız kanısındayım. Tümüyle haklı
sınız, yalnızca Almanya’da değil; çünkü, Örne
ğin Amerikan pragmatizminin akıl-dışı uğrak
ları olduğunu, Bergson'un çok tipik biçimde
akıl-dışı yanlar taşıdığını, (istesin istemesin)
Croce’un akıl-dışı uğraklarla dolu olduğunu
kimse yadsimayacaktır; kısacası akıldışıcılık
yalnızca Almanya'ya özgü değil, uluslararası
bir fenomendir. Yalnız (Almanya için), özgül
olan yan, lA lmanya’da akıldışıcılığm gerici ve,
en gerici politik gücün ideolojisi durumuna
gelmesidir ki, bu diğer ülkelerde görülmeoıiğ’
bir durumdur.
KOFLER: Siz bu Alman akıldışıcıhğım,
dışsal olan aklın güçleri karşısında yer alan iç
güçlere, bir iç-karşıkonulmazlığa duyulan
inanç biçiminde tanımlıyorsunuz. Acaba toplum
sal, yani dışsal olan ile görünürde bir karşıtlık
oluşturan ve iç (ruhsal) olana duyulan bu abar
tılmış inancı, Alman tarihi ile —gerçi bunu bir
ölçüye değin zaten yapmıştınız— belki de tüm
o talihsiz Alman geçmişi ile bir ilinti içine o tu rt
mamız gerekmez mi ? örneğin 1410 ve 1466'da-
ki şövalyelerin yenilgisinden tutun da, 156fMe
şövalye devletinin (derebeyliğin) bölünmesin
den, ticaret yollarının değişmesinden, getirdiği
her sonuçla 30 yıllık savaştan, köylülerin ye
nilgisiyle sonuçlanan o gerçekten talihsiz yıllar
dan, klasiğin yalıtılmasından, 48 Devrimi’nin
yenilgisinden başlamamız doğru olmaz mı?
Gerçi daha önce [diğer yapıtlarda] dağınık da
160
olsa bu konulara değinmiştiniz. Ancak öğrenci
lerim, sizin, Almanya’da, akıldışıcı yollardan
çözüm aram a ve çözümlenmemiş sorunlar üslu
bunda yanıt verme eğilimi bulunduğunu kanıt
lamaya çalışmanızı ilgiyle karşıladılar. Somut
olarak [bu düşüncenizi] hangi bağlandıklar
içine koyabileceğimizi, akddışıcı ideolojinin ne
den özellikle Almanya’da bütünsel bir egemen
liğe kavuşabildiği^ ve Alman halkının (nen
deyse) ayırtgan öz niteliklerinden birine dö
nüştüğünü --elbette tarihsel anlamda— nasıl
açıklayabileceğimizi bilmek istiyorlar.
LUKACS: Bunun Almanya’nın özgül ta ri
hi ile gerçekten bir bağlam içinde bulunduğuna
vç özellikle, şimdi «akılcı» adı altında toplaya
bileceğimiz belli başlı felsefi-toplumbilimsel bi
çimlerin, batınıh [öteki] büyük ülkelerinde, in
sanların kendilerinin ürünü olduğuna inanıyo
rum. Yani ulusların büyüyüp kaynaşarak po
litik birlikler oluşturmasının, modern toplumun
ortşya çıkışı ile sımsıkı bir yakınlığı olduğu dü
şüncesindeyim. Doğallıkla her Fransız ya da
İngiliz, uluslaşmasını, üzerinde Öyle fazla dü-
şünmeksizin, kendi yapımı olarak duyacaktır.
Yoğunlaştırıcı mutlakiyetten Fransız Devrimi’
ne ve Napoleon’a değin halkı bir birlik içinde
bağlaştıran şeyin Fransız mantığı olduğuna
inanıyorum; kişisel eylem, insan olmak ve yu rt
sever olmak doğrudan birbirleriyie bağdaşan,
kaynaşan şeylerdi. Buna karşın Almanya’da,
Alman halkının kendi gücüne dayanarak bir
ulus, modern bir ulus biçiminde birleşme yete
F: 11 161
neği gösteremediği bir gelişim ortaya çıkınca,
nesnel gerçek, bir ikileme yol a ç tı; belli bir öl
çüde, hâlâ eski gerçeğin toprağında yaşayan,
ama mantıklıysa, kendi görüşlerine dayanarak
bu eski gerçeğin tu ta r tarafı kalmadığını an
layan, gene de politik alanda yürürlüğe konabi
lecek çözümler bulamayan katıksız Alman’ın
iç duygusal dünyasından ileri gelen bir ikilem
di bu. Böylece 18. yüzyıl Almanya’sında Justus
Möser, Herder ve genç Goethe’de dile gelen bir
karşıtlık ortaya çıkmıştı. Gerçi bir iç devrim
bazı şeyleri değiştirebilirdi, ama Almanya’nın
iç ve dış koşulları buna yatkın değillerdi, vte He-
gel gibi büyük bir akıldışıcılık düşmanının, Nâ-
poleon’un varlığında, bir yandan —kendini ger
çekleştirmeye doğru yol alan— çevresel ruhu,
öte yandan da Almanya'nın işlerini Paris’te na
sılsa bir düzene koyabilecek devlet adamını
görmesi bir raslantı değildi. Bu ikicilik gide
rek başarısızlığa uğrayan 48 Devrimi’ne dayan
dı; ve aslında içe alman bir dışsalın akıl-dışı
görüntüsü ile, aslında dışsal olan bir içselin
akıl-dışı görüntüsünün, Alman halkının kendi
güçlerini gözden uzak tutacak biçimde ters çev
rilmesiyle, tepeden inme bir devrim, oldukça
karmaşık bir çözüme dönüştü.
Diş dünyanın ilerici gelişimi karşısında, bu
gelişimi benihısemeyip, ona tepki gösteren bir
ilksel insan tözünün varolduğunu ileri süren
bir bölümü dış kaynaklı çeşitli kuramlar, söz-
konusu ikililiğin (dualite) yapıcısı olmuşlardır.
Bu görüş yalnız H itler’in öğretisinde değil, dü
102
şünceyi, aklı (tin) ruhun düşmanı sayan Klages’
in tezlerinde de ortaya çıkar; Heidegger ideolo
jisinde de ortaya atılmış olan bu anlayıştan, Hit-
ler’e yalnızca elle tutulur bir demagoji üretmek
kalmıştı; o da bu içliliğin [akıldışıcılığın] ta
şıyıcısı olarak eski katıksız ırklı Germen’i
seçti. Almanya’nın iç güçler tarafından ger
çekleştirilemeyen gecikmiş uluslaşması, yalnız
ca batı ülkeleriyle değil, Almanya’dan çok da
ha geri kalmış toplumsal bir yapıya sahip ol
makla birlikte, ulusal birliğin mutlakiyet ta ra
fından daha önce gerçekleştirilmiş bulunduğu,
bu nedenle Fransız Devrimi’nden itibaren, De-
kabristlerden (2) 1917’ye değin Çarlığa karşı
yapılan önü alınmaz ayaklanmalar zincirinin bir
birini izlediği Rusya’daki gelişme ile de tam bir
zıtlık oluşturan toplumsal bir durumun doğ
masına yol açtı, işte bu yüzden, AJmanlarm,
heeaplaşamadıkları ve altedemedikleri bir geç
mişleri bulunduğunu ve gerek bu gerçeğin he-
nü£ tümüyle üstesinden gelemedikleri, gerekse
kendi yarattıkları, ilerici bir tarihe sahip olma
ma bilinci egemen olduğu için, H itler’le hesap
laşmalarının da olanaksız olduğunu ileri sürüp
dtfjruyorum. Almanların kendi yarattıkları, «ge-
rici-olandır,» Bismarck Rayhı’dır, H itler’in 3.
Rayhı’dır. Tüm bunları bir bakıma kendi yara
tıla n olarak kabul ederler; ve yirminci yüzyıl
boyunca günümüzde de geniş ölçüde— libera-
163
İLzm ve demokrasiye Almanya’da ithal malı gö
züyle bakılması elbette bir raslantı değildir.
Sosyalistçe bir değerlendirme yaptıklarından
değil, liberalizm ve demokrasiyi Alman varlı
ğıyla, özüyle bağdaştıramadıkları için, batının
ithal malı sayıp kabul etmeyen birçok düşünür
vardır orada hâlâ.
KOFUER: Hazır Budapeşte’de bulundu
ğuma göre, bu kolay ele geçmez olanaktan ya
rarlanarak, son zamanlarda aydınlar arasında
tartışm ası sürdürülen ve batı dünyasını tümüy
le ilgilendiren bir soruna değinmek istiyorum-
Aslında felsefenin, bilimin ve edebiyatın sorun
larını değil de, ileri sanayi toplamlarındaki kit
lelerin kendiliğinden akıldışıcılığım hedef alan,
akıldışıcılıkla bağlam içindeki bir sorun bu. Ol
dukça kendine özgü yanlan olan [Çok özel tarz-
lı], yan-marksçı ya da sol burjuva kökenli ta-,
nınmış düşünürleri çok uğraştıran, saptanması
[açıklanması] güç bir akıldışıcılıktan söz edi
yorum. Belki bu nedenlerle de, ne olduğu pek
bilinemeyen bir akıldışıcılık; batı toplundan-
nın yem bir fenomeni olduğu için yazılarınızda
değinmemişsiniz. Bu konudan ne anlaşıldığını
açıklıkla ortaya koyabilmek için çok somut ba
zı özetlemeler vermek isterim. Sınıflı toplumun
içinde oluşup burada yerleşmelerine karşın, sı
nıfsallıkla ilişkisi hemen hemen yok sayılabile
cek kavram ve düşünceler bunlar. Bugün artık
«özgür-istemli bütünleşme», saf kendiliğinden
bilinç için, eski anlamda olduğu gibi, mantıklı
düşünmeye ve akıllı kararlara dayanarak [dav-
164
ranzşlara] katılmak anlamına gelmeyip, körii-
körüne bir eyet’e akıldışıcı yollardan yönlendi
rilmiş olmanın sonucunda, [davranışlara] ka
tılmak anlamına gelmektedir. Bugün «memnun
olma» yazgıyla akla dayanan bir uzlaşma sağ
lamak ya da gözle görülür bir başarıyla yetin
mek anlamına gelmeyip, kendisi de yöneltilen
tüketim-tekniğinin yöneltici güdüsüne bakarak
yön bulan yönlendirilmiş (manipule) bir düşün
ce demektir.
Burada tamamen akıl-dışı süreçlerle karşı
karşıya bulunduğumuz apaçık ortada; tüketim
istemlerinin ideolojik yöneltme sonucu keşişle
re özgü bir nefis köreltme Ölçüsünde sınırlan
dırılması, zorlama Oluşturulmuş bir tüketim bi
linci ile nesnel-olgusal yetenekler arasında aşa
ğı yukarı bir denge sağlamayı amaçlar. Ya da
günümüzdeki kitlelerin akıldışı düşünce dünya
sını incelerken karşılaştığımız başka bir ilginç
kavram «özel» kavramıdır, «özel» kavramı,, bir
zamanlar olduğunun tersine, çoktan beri kamu
salın (resmînin) karşıtı olmaktan çıkıp, ideolo
jik yardım yapıda, h a ttâ bireyin güçlerini ha
rekete geçirme, çalıştırma bahanesiyle baştan
ayağa dış dünyanın etkisi altına sokulmuş bi
reysel yaşam anlamına geliyor. Ya da «muhale
fet» kavramını alalım. Muhalefet artık «birlik
te davranma»dan (beraber yapma’dan) kaçın
ma anlamına gelmiyor; tersine ■—şu anda ak
lıma Alman Sosyal Demokrat Partisi’ni getire
rek konuşuyorum— daha önce denenmiş* yer
leştirilmiş olana katılmak için hak iddia etmek,
165
demek, «özgürlük» de artık herkesin ya da ço
ğunluğun yaptığının tersini yapma, ya da ço
ğunluğun söylediğinin, arzuladığının tersini söy
leme, arzulama değildir; özgürlük, baskıcı dü
zenin resmen özgür diye ilân ettiklerini seçe
bilme hakkıdır artık. Baskıcı düzende anlaya
cağınız! Bu örnekler yoğunlaştırılabilir, ama
Budapeşte’ye nutuk çekmeye gelmedim! Amacım
bu konulan olabildiğince ayrıntılı ve anlaşılır
biçimde açıklamamzdır. Bu sorunların büyük
bir önem taşıdıkları kanısındayım, çünkü bir
kaç açıklama, değinme dışında geleneksel
marksçılığm hiç el atmadığı bir sorun demeti
bu.
LUKACS: Çok doğru. Kanımca tüm bunlar,
1929’uıı büyük ekonomik bunalımından sonra
kapitalizmin belli başlı temel sorunlannda bazı
dönüşmelerin görünmesine bağlanabilir.
Bu dönüşüm, kapitalizmin kapitalizm ol-t
maktan çıktığı, ya da herhangi bir halk kapita
lizmi filan doğduğu anlamına gelmez; az sonra
kısaca açıklayacağım gibi, çok yalın anlamda
bir dönüşmeydi bu bana göre. 80-100 yıl kadar
öncesine geri dönersek, Marx’ın yaşadığı yıl
larda, üretim araçları sanayinin, büyük kapita
list örgütlenmenin temel direğini oluşturduğunu
görürüz. Buna tekstil sanayi hammaddelerini,
öğütme ve şeker sanayini de katacak olursak, o
zamanki asıl kapitalist ekonomi kollarının he
men hemen tümünü saymış oluruz. Derken bu
dönemi izleyen 30 yıl içinde tüketimin tümü ka-
pitalistleştirildi. Yalnızca ayakkabı ve giyim
136
sanayinden söz etmiyorum; çok ilginçtir, ev ba
kımının tümü de, ne bileyim, soğutuculardan
tutun da, çamaşır, bulaşık m akinalanna kadar
ne varsa ağır sanayinin bir nesnesi olmaya yüz-
tu ttu ; eh buna koşut olarak da hizmet alanı bi
le büyük kapitalistçe bir şeylere dönüşüyor.
Marx’ın dönemindeki y an feodal ev hizmetçisi
bile artık çağın gerilerinde kalan bir olguya dö
nüştü; kapitalist hizmetler dizgesi doğuyor ar
tık. Sorunun ilkin yüzeyde kalan bir yanını ir
delemek istiyorum. Marx dönemindeki bir bü
yük fabrika ya da işletme sahibini ele alalım;
böyle bir insanın çok sınırlı bir ticari çevresi
olduğunu biliyoruz; öyle çok olağanüstü bir iş-
leyiş-düzeni kurmadan, ürününü kişilere ulaş
tırabilirdi; oysa büyük sanayi araçlarıyla üre
tilen bir kitle tüketim ürünü —sözgelimi traş
bıçağı^- ortaya çıktıktan sonra, bu milyonlar
ca tra ş bıçağının tek tek tüketicilere götürüle
bilmesi için özel bir işleyiş düzeni kurmak zo
runludur, ve az önce sözünü ettiğimiz düşünce
denetimi (yönlendirilmesi) sisteminin bu eko
nomik gereksinmeden doğduğuna ve oradan
toplumsal ve politik alanlara yayılmış olduğu
na hiç kuşkum yok. Şimdi bu işleyişin başkan
seçiminden boyunbağı ve sigara seçimine değin
toplumsal yaşamın hemen her köşesine ege
men olduğunu görebilmemiz için, elimize her
hangi bir dergiyi alıp sayfalarını şöyle bir ka
rıştırmamız yetecektir. Ancak bu gelişmenin bir
başka sonucu da, işçi sınıfının sömürülmesinin
bundan böyle mutlak artık-değer sömürüsün
167
den nispi artık-değer (relativer Mehnvert) sö
mürüsüne doğru kaymasıdır. Anlayacağınız,
işçi sınıfının ortalam a yaşam düzeyi yükseltil
dikçe artan bir sömürüyle karşı karşiyayız.
M antin zamanında böyle bir şey yoktu demi
yorum ; ancak başlangıç belirtileri geziyordu or
tada, Nispi artık-değeri ekonomik yönden sa
nırım ilk kez Marx aynmlamıştı. ö te yandan,
«Kapitaldin basılmamış bir bölümünde, bir pe
resinde çok ilginç bir saptam a yaparak, mutlak
artık-değerde (absoluter M ehm ert), üretimin
yalnızca biçimsel olarak sermayenin altında yer
aldığım ve ancak nispi artık-değerin ortaya
çıkmasıyla gerçek anlamda kapitalizmin alt-ka-
tegorilerinden biri durumuna geldiğini söyler,
îş te günümüzün belirtisidir bu. Sözünü ettiği
niz tüm sorunlar bu saptamaya bağlanabilir.
[Böylece] yabancılaşma sorunu da tamamen
yeni bir çehreye bürünüyor. Marx Ekonom ik
Felsefi Elytrnnalart’m hazırlarken, işçi sınıfı-,
nın yabancılaş (tırıl) ması, işçiyi nerdeyse hay
vansı b ir düzeye indirgeyen küçültücü, baskıcı
bir çalışma demekti ve yabancılaşma belirli an
lamlarda insanlıktan edilmeyle özdeşleştirilmiş-
ti; öyle ki, sınıf savaşımı, uzun yıllar ücret
arttırıcı ve çalışma zamanım kısaltıcı istem
lerle, işçilerin insan gibi yaşayabilmeleri için
en-azlann güvenceye alınmasına yönelikti.
İkinci Enternasyonalin ünlü üç sekizi [8 saat
çalışma, 8 saat uyku, 8 saat boş zaman] bu sı-'
m f savaşımının bir belirtisidir Oysa bu sorun
şimdi belli bir anlamda bir alan kayması gös
168
teriyor; belli bir anlamda diyorum. Şöyle bir
anımsamaya çalışın, Federal Almanya Başba
kanı Erhard, reform girişimlerini sürdürürken,
ilk yaptığı, çalışma saatlerinin haftada bir saat
uzatılmasını istemek olmuştu. Bunun mutlak
artık-değer açısından anlaşılır bir önlem oldu
ğu ortadadır. İngiltere’de Wilson’un politika
sına bakarsanız, aynı öykünün yinelendiğini
görürsünüz. Mutlak artık-değer ölmemiştir kı
sacası, ancak neden beri Marx’ın dönemlerinde
oynadığı baş-belirleyicilik rolü gerilerde kal
mıştır.
Bundan ne çıkar? Emekçinin ufkunda yeni
bir sorunun, yani anlamlı bir yaşam sağlama
sorununun kendini gösterdiği. Mutlak artık-de-
ğer döneminin sınıf savaşımı, anlamlı bir ya
şamın nesnel koşullarını sağlamaya yönelikti;
bugün haftada 40 saatlik çalışma ve bunun
karşılığında alman ücretle anlamh bir yaşam
sağlamanın ilk adımları atılmış sayılır, ancak
günümüzde sigara satışından başkan seçimine
değin uzanan düşünce denetiminin (Manipula-
tion)y insan ile anlamlı bir yaşam arasına ara
duvarı gibi çekildiğine tanık oluyoruz; çünkü
sözkonusu düşünce denetiminin amacı, resmen
sık sık ileri sürüldüğü gibi, tüketiciye hangi so
ğutucunun ya da hangi tra ş bıçağının daha kali
teli olduğunu öğretmek değil, onun bilincini
yönlendirmektir. Tek bir örnek alacağım.
«Gauloises tipi» denen reklâm Örneğini. Bu
reklâmda Gauloises sigaraları içen bir kişi
olağanüstü canlı, güçlü bir insan görüntiî-
169
simdedir, Ya da krem mi, sabun mu, her ney
se böyle bir malı tanıtan reklâmlardan birin
de sözkonusu malın (sabun ya da kremin)
çekici erotik kokusuna kapılmış iki güzel kadı
nın sarıldığı genç bir adam görürüm. Ne demek
istediğimi anlıyorsunuz sanırım. Bilincin böy-
lesine yöneltilmesi sonucu, işçi, çalışan insan,
boş zamanını nasıl değerlendireceği sorusuna
yanıt aramaktan alıkonur; tüketim, yaşamı dol
duran bir amaç olarak kabul ettirilir ona; tıp
kı 12 saatlik iç gününde çalışmanın zorlayıcı,
tepeden inmeci bir tarzda yaşama egemen ol
ması gibi. Burada karmaşık ve güç bir so ru n ,
çıkıyor karşımıza; bu sorun yeni bir direnme
biçiminin örgütlenmesi zorunluğundan doğuyor.
Basit, kaba marksçılığı değil de, Marx’ın anla
dığı marksçılığı alacak olursak, yabancılaşma- ,
nın bu yeni biçimlerine karşı verilecek savaşı
mın motifleriyle karşılaşırız. Marx’ın «Kapî^
tal»in 3. cildindeki «özgürlük dünyası ve zorun-
luk dünyası »m sözkonusu eden o ünlü yazısın
dan (3) söz ediyorum.
170
M ant’ın, çalışmanın zorunlu olarak hep bir
zcrunluklar dünyası içinde kaldığını saptam a
sı çok önemlidir. Marx, sosyalist gelişmenin,
çalışmaya insan onuruna yaraşır ve insanm ge
lişmesine uygun biçimler kazandırmak anlamı
na geldiğini eklemiştir. Çalışmanın, insan için
• 171
bir yaşam gereksinimi olmasını komünizm için
ön-koştuğu *Goatha îzlencesi’nirt Eleştirisi^n-
deki istemiyle tamamlayabiliriz bunu. Günü
müzde bir çalışma bilimi var şimdi, işçilere de
ruhsal tedavi uygulanıyor; ne ki işçilerin ruh--
sal durumlarını düzeltme uydurması altında,
günümüzde varolan kapitalist teknolojiyi [uy-
gulayımbilimi], düşünceyi yönlendirme araçla
rıyla işçilere kabul ettirm ekten başka bir ama
cı yok bunun; ancak çalışmanın işçi bakımından
yaşamın vazgeçilmez gereksinimi olan bir uğ
raşa dönüşmesini sağlayacak bir teknoloji de
ğildir bu. Bizde kemikleşmiş bir önyargı şöyle
der; Kapitalizm zaten öyle olduğu, teknoloji
deki her yenileştirme kârın arttırılm asını hedef
172
aldığı ve bunun ötesinde her şey önemsiz oldu
ğu için, teknolojik [ uygulayımbilimsel] yenilik
lerin ille de kapitalizmin hizmetinde olma zoruıi-
luklan, teknolojinin varlığının ayrılmaz bir ni
teliğidir. Bu konuda yalnızca tarihsel bir örnek,
—ortaçağın son dönemleriyle kapitalizmin baş
langıç dönemleri arasında kalan bir olaydan,
çok ilginç bir geçişten— örnek vereceğim; yani
el zanaatlarının yetkinleşmeleriyle birlikte sa
nat olmaya doğru bir yön tutm aları olayından
söz edeceğim. Anâığııtı öyle büyük sanatlar de
ğil, mobilyalar, masalar, koltuklar; bunların o
dönemdeki üretiminden söz ediyorum...
Kapitalizmle birlikte teknolojik uygulama
alanında da --sözgelimi bir masanın imalatın
da da— erekbilimsel saptamalardan (teleolo-
gisChe Setzung) başka ilkeler ortaya sürüldüğü
iğin, adı sam yitip giden bir gelişmeydi bu. O
Zaman 15. yüzyıl bir el zanaatçısının kapita
lizmle birlikte doğmakta olan bu sorunları ta
mamen doğal-dışı bir şey Olarak algıladığından
[duyduğundan] emin olabiliriz; tıpkı böyle, gü
nümüzün bir teknologu da, bir üretim planının,
sözkonusu üretimin işçiler bakımından anlamlı
b ir duruma sokulmasını sağlayacak biçimde ha
zırlanmasını doğal-dışı ve anlamsız bulacaktır.
Oysa Rönesans’ın üstün niteliklere sahip, sa
natsal yanı yoğun teknolojisiyle karşılaştırıl
dığında, gönümüzün nicel yanı ağır basan kit
lesel teknolojiği oldukça yeni bir. şey olduğu
halde, işçiler için anlam taşıyacak bir üretim
sağlayan sözünü ettiğimiz Soydan bir teknoloji
173
günümüz teknolojisine göre fazla bir yenilik de-
ğüdir. Teknolojinin toplum tarafından ne öl
çüde belirlenen bir yenilik olduğu unutuluyor
ve kapitalist teknolojinin yeniliklerinden belir
li anlamda «insan olma »ya bağlı bir «kendinde
şey» yapılıyor. Bu işin çalışmayı ügilendiren
yanı; diğer yanı boş zamanın değerlendirilme
siyle ilgilidir ki, bu da sözünü ettiğimiz düşün
ce denetiminin insanın öz çıkarlarıyla çeliştiği
ni giderek daha geniş ölçüde anlatan ideolojik
bir çalışmadan, kitleyi ideolojik bir aydınlat
ma görevinden başka bir şey olamaz.
Gtene az önceki gibi sıradan bir moda örne
ği almamı bağışlayın, ama moda yazılarını bü
yük bir toplumbilimsel ilgiyle okuduğumu sak-
layamam. Haute Cauture’de yirmi yıldan beri
kadın giyiminde her ne pahasına olursa olsun
uzun eteğin yerleştirilmeye çalışılması, bu alan
dan düşünce yönlendirilmesine yeni bir örnek
tir. Bu sağlanırsa kumaş endüstrisinin kazancı
elbette artacaktır. Gelgelelim şu her şeyi yapa
bilir dediğimiz moda bu noktada başarısızlığa
uğramıştır. Paris’teki büyük moda dergilerinde
yirmi yıldır uzun etek şamatası yapılmasına
karşın, kadınlar işe giderken ağzıpa kadar tıka
basa dolu bir yeraltı taşıyıcısına uzun etekle
riyle sıkışmayı kabul etmeyip, haklarım savun
maktadırlar. Bu örneklerle ne söylemek istedi
ğim ortada. Düşünce denetimi ilkesel olarak
mutlak-yetkin değildir; gerçi insanın kişiliğini
geliştiren gerçek gereksinimleri onda uyandır
mak [beyin yıkamayla yaratılan gereksipimle-
174
rin yerine koymak için] elbette çok daha zor
bir iştir, re bu noktada çok uzun ve uğraştırı-
cı bir süreçle karşı karşıya olduğumuza inanı
yorum; gene de son aşamada başarıya ulaşacak
bir süreçtir bu; çünkü yalnız işçi sınıfını ilgi-
ledirmekle kalmayıp, nispi artık-değer ve dü
şünde denetimi yönünden tüm aydınlan ve kü-
çükburjuvalan ilgilendirmektedir; çünkü bun
lar kapitalizme, daha doğrusu kapitalizmin dü
şünce denetimine tıpkı işçi sınıfı gibi boyun eğ
mekten kurtulamazlar. Demek ki görev, ola
nakları günümüze değin uzanagelmiş ekonomik
gelişim tarafından hazırlanmış, gerçekten ba
şına buyruk kişiliği yaratabilmektir. Çünkü,
bütün insanların insanca, uygar [kültürlü] bir
varoluşun olanaklarına kavuşabilmeleri için,
insanın fiziksel varlığının yeniden üretimi için
zorunlu olan iş miktarı gitgide azaltılmalıdır.
Bu eski kültürde —Marx’ın belirttiği gibi—
ekonömik-kurnazlık tarzında gerçekleşmişti;
örneğin Atina’nın köleciliği, bir üst tabakayı,
büyük Atina kültürünün doğmasını gerçekleşti
rebilecekleri kerte çalışma zorunluğundan uzak
tutmuştu. Yaşam tarzları içinde kapitalizmin
eski kategorilerinin [ulamlarının] hâlâ geçerlik
lerini korudukları bazı toplumsal katmanların
varolduğu yadsınamaz. îşte bunların ortadan
kalkmasına çalışmak, işçiler için yeni bir yaşam
düzeyi getirmek, büyük bir görevdir kuşkusuz.
Gerçi işçinin kendini yeniden üretimi için zorun
lu olan çalışmasının azaltılmasıyla, gerek kafa,
gerekse kol emekçilerinin, yani çalışanların ge
175
niş bir bölümünün özgür ve insan gibi bir yaşam
sürme koşullarının doğmaya başladığını görüyo
ruz, ama böyle bir gelişmeyi tamamlamak için
yabancılaşmayı bugünkü düzeyde ele alıp, ilke
sel yönden iyice irdelememiz gerekir, Gelgele-*
lim, bunu yapmak isteyenlerin «genç Marx»ı
olgun Marx’a yeğ tutm aları (4) tarihsel bir sa
176
laklıktır bence. Ekonom ik F elsefi Taslaklar
[elyazmalan] yabancılaşma fenomenini bize
oldukça plastik ve felsefi bir biçimde gösteril.
Ancak bugün yabancılaşmanın güncel so
runu bundan 120 yıl kadar önce Marx dönemin
de olduğundan bambaşka bir çehreye bürün
müştür, ve görevimiz bu yeni yabancılaşma bi
çimini saptayıp ortaya koymaktır; bunun için
bu sorun karmaşasının tüm tarihsel diyalekti
ğini bilmek gerekir; çünkü günümüzde, sanki
teknik gelişme önü alınmaz bir biçimde her şeyi
yutan bir canavarmış gibi, tekniğin fetişizmine
kendini kaptırmış, birer aydın ve insancıl düşü
nür olarak büyük övgüye değer, olağanüstü ze
ki ve yürekli iyi insanlar var. Bu da yanlış.
Marksçılığa dayanılarak kanıtlanabilir yanlış
lığı, Kırk yıl önce tekniği ayırtgan üretim gü
cünden sayan Buharin’in anlayışına karşı çık-
ıhiştım ; günümüzde atom enerjisinin kullanıl
ması, gibi büyük yeni buluşlarla bağlantılı ola
rak bu yanılgı daha da bir yaygınlaşmıştır. Gö
revimiz, daha doğrusu buradaki marksçı görev,
fetfşleştirilmiş kaderciliği insanların kafasın
dan kazıyıp çıkarmak ve tekniğin hiçbir zaman
üretim güçlerinin gelişimini sağlayan bir araç
olmaktan öteye geçemediğini, üretim güç
lenilin eninde sonunda insandan ve onun
yeteneklerinden başka bir şey olmadığını
F: 12 177
belirtmektedir; insanın yeniden biçimlen
dirilmesi göreyim odak noktasına almanın,
marksçılıkta yeni bir aşama anlamına gele
ceğini göstermek gerekir. Yani, hiçbir biçimde
karşı-marksçı bir şey değil bu söylenen; çünkü
genç Marx’ın daha Hegel'in H ukuk Felsefesi
nin E leştirisi’nde, insan için kökün, insanın ken
disi olduğunu söylediğini unutmayın. îşte
marksçılığm bu yanı öyle havanda su döven bir
propaganda biçiminde değil de, bugünkü kapita
lizmin çözümlenmesine dayanılarak ön plana
alınmalıdır; böylelikle günümüzdeki yabancı
laşmaya karşı bir savaşım tabanı oluşturulabi
lir ancak. îşte sorunuza kaba taslak verebile
ceğim yanıt bu aşağı yukarı.
KOFLER: Bilinç yöneltiminin [manipula-
tion] öyle «kudreti mutlak» olmadığını konuş
mamız kanıtlıyor. Ama bunu şöyle ya da böyle
açıklamanın da öyle pek kolay olmadığı görülü
yor. Belki sizin şu dinsel tanrıtanımazlık kav
ramını, şu salt entellektüel düşünce tarzının bir
parçası sayıldığı alandan çıkarıp ele almamı
za...
LUKACS: Evet...
KOFLER: ...ve bu dinsel tanrıtanımazlı
ğın, günümüzde öznel olarak «asıl» dünyanın
yerine geçirilmiş entellektüel ben’i değil de...
LUKACS: Evet...
KOFLER: ...tüketimi, tatili (tatil günü
nü), keyif yapmayı vb. —ama tabiî daha önce
sözünü ettiğimiz gibi bilincin yöneltilmesi so
nunda^— Tanrı’nın yerine geçirme eğilimlerinin
178
geniş kitlelerde yaygınlık kazandığını kanıtla
mama izin verirsiniz sanırım: ve bu nedenle
—hani burada birtakım a ra halkalara ayrıntı
larıyla değinemeyiz ama— kitlelerin ruhsal ya
bancılaşması öylesine ileri varm ıştır ki, Marx’
ın işaret ettiği gibi, geleneksel kökenli din bilin
ci çözülmeye, dağılmaya yüz tutm uştur; Marx’
ın öngördüğünden çök önce, sınıflı toplumu filan
beklemeden, her ne denli başka nedenlerden ötü
rü de olsa. Burada bir soy dinsel tanrıtanımaz
lıkla karşı karşıyayız; hani bugün kilise
lerin yer yer tanrıtanımazlarca tıka basa
doldurulmasından da belli bu. Aynı za
manda büyüye doğru alabildiğine çarpıcı,
ilginç kaymalara olanca somutluğuyla tanık
oluyoruz. Anlayacağınız, insan yazgısını spor
toto ya da yıldız falı yoluyla etküeme çabala
rının modem «akla-uyma» gelişmesi karşısın
da dinsel ya da büyüsel birer mitos olarak sı-
nıflandırümaları mümkün olduğuna göre, asıl
özgün-dinsel olanın yerine büyünün geçtiğini
öne sürebiliriz sanırım. Uyuşturucu maddelere
dayanan bir yaşam değeri bulma girişimleri de
bu gelişimin parçasıdır. Şu anda ünlü LSD’yi
düşünüyorum. Düşünür Huxley’in uyuşturucu
maddeyi öven bir kitap yazdığını duyunca, so
runa daha da ciddiyetle eğilmek gerek sanırım.
LUKACS: Biliyorum kitabı...
KOFLER: Biliyor musunuz? Bilmediğiniz ne
var, sayın Lukacs? Ben de tam bilmediğiniz bir
şeyi size tanıtm aya hazırlanıyordum. Neyse.
Algılam anın K apûan adlı bu kitapta Huxley
179
«yeni bir yol »un mitolojisini yaratıyor; salt
öznel soydan bir mitoloji, ama gücünü uyuştu
rucudan alan, uyuşturucunun sağladığı bir mi
toloji bu. Harvvard Ü niversitesinin tanınmış
ruhbilimcilerinden Leary gibilerinin «aşkın bir
yaşam» eğitimi için öbekler oluşturması, din
profesörü Clark gibi, din öğrencileriyle —üstü
ne baba basa söylüyorum: din öğrencileriyle—
öğrencilerin ve din adamlarının LSD aracılığıyla
Tanrı’ya yaklaştıklarını —Clark da aynen böyle
der: Tanrı’ya yaklaşmak— ileri sürdürecek so
nuçlar veren deneyler yapmaları, oldukça hu
zursuzluk verici olsa gerekir...
LUKACS: Doğru...
KOFIjER. Olup biteni biraz daha izleye
cek olursak, diyalektiğini, insanın modem so
runlarının çözümünde ipini koparmış bir ken
dinden geçmenin büyüsel biçimlerinden yarar
lanma, diye tanımlayabileceğimiz, çok ilginç bîr
süreçle karşılaşırız, örneğin Beatles gösteri
lerinin o kendinden geçirici —spazma tutul-
muşeasma sarsıcı görünüşlerini düşünün. So
run, doğal ki ben’in özel alanına giriyor; ben’
in çalışma yerinde, resmi ve toplumsal yaşam
da baskı altında tutulduğu için boşalamamasın-
dan ileri gelen, bir soy dinsel gibi gözüken bir
bilinç, bir yeni tanrı yaratılıyor. Gele gele akil-
dışıcılığın ve dinsel tanrıtanımazlığın yeni, tü-./
müyle modem bir biçimine gelip dayanıyoruz;
bunların incelenmesi, çözümlenmesi, bugün her
zamankinden daha yaygın bir gelişim içindeki
180
modern marksçılık yönünden büyük bir önem
taşım aktadır her halde.
LUKACS: ...Tamamen haklı olduğunuza
inanıyorum. Ancak, müsaade ederseniz bir bü
tün içinde ele aldığınız sorunu iki ayrı bölüme
ayıracağım. Birinci bölüm, bugün içinde yaşa
dığımız toplumsal-ekonofliik biçimlerin sava
şımlara tanık olmuş dönüşümlerinin genel bir
tarihidir. Bu gelişmelerin ve özellikle içlerinde
ki öznel etmen’in gelişmesinin dümdüz bir doğ
ru izlediğini sanmak yanılgıların büyüğüdür.
Hani sırf dinsel yanı ele alacak olursak, O rta
çağın sonlarında ve Rönesans’da dinin, bir soy
her yanı aydınlatılmış bir kayıtsızlığa dönüşüp
sönmesinin ardından, köylü savaşları ve Re-
form’la birlikte yeni bir dinselliğe yol açacak
biçimde alevlenmesi, bir yüzyıl öncesinden kes-
tirilemeyecek bir şeydi. Bu anlamda çok önem
sediğim bir gerçeği dile getirmek istiyorum: 19.
ySzyılın bitiminde, 19. yüzyılın ikinci yansında
aslında durmadan sertleşen bir sınıf savaşımı,
ilk dünya savaşında ve 1917’de doruğuna ulaş
tık tan sonra; İkinci Dünya Savaşı’mn ardından
yeni bir durumla yepyeni bir şeyler doğdu ve
bizim —şöyle söyleyeyim: sabırsız— gençleri
mi», solun bugünkü kızgın genç insanlan, geli
şim onları yeterince hızlı izleyemediğinden, Çin
ce sapmalara düşmekten, Amerika'da hemen
yarınki bir devrimin düşünü kurmaktan kurtu-
lamayıp, bu da yetmeyince, yurtseverlik yap
mak için kalkıp Güney Amerika'ya bile gidi-
yöriar. Marksçılar olarak görevimiz, birinci bü
181
yük dönemin ardından bu soy olayları açık se
çik kavrayabilmektir. Kapitalizmin nispi artık-
değerin egemenliği altına girme dönüşü
müyle birlikte, işçi hareketinin, devrimci
hareketin yeni bir başlangıca itildiğini
ve günümüzde sözde çoktan aşılmış olması
gereken 18. yüzyıldaki «makinaya saldırı» gibi
ideolojilerin çarpık ve gülünç biçimlerde yeni
bir rönesans yaşadıkları bir durumun doğduğu
nu görüp, bunu çözümlemek zorundayız. Belki
bugün kadınları ve kızları kapsayan büyük
seks dalgasının içinde bir soy kadının bağım sı^
lığını elde etme savaşını görmek ve bunu 18‘
yüzyılın makina saldırısına benzetmek size çe
lişik gibi görünüyor, ama öyle sanıyorum ki,
burada makinaya saldın’ya benzeyen bir şey
var; ve bugün öznel etmen’i uyandırmak ister
ken, yüzyılın yirmilerini yenileyip sürdürebile
ceğimizi sanmıyorum, tersine yeni bir başlan
gıcın temeli üzerinde bugüne değin uzanagelen
işçi hareketinden ve marksçılıktan edindiğimiz
deneyimlerin tümünden hareket etmemiz gere
kir. Ancak yeni bir başlangıçla başbaşa oldu
ğumuzu kesinlikle kabul etmek zorundayız;
—bir benzetme yapabilmek için— 20. yüzyılın
yirmüerinde değil de, belli bir anlamda 19. yüz
yılın başlarında, Fransız Devrimi’nden sonra
işçi hareketinin kıvamım bulmaya başladığı dö
nem gibi bir dönemdeyiz. Bu saptamanın ku
ramcılar bakımından çok önemli olduğu kanı
sındayım; çünkü belirli hakikatlerin söylen
mesi çok sınırlı bir yankı yaparsa, hemencecik
182
bir kuşkudur yayılır ortaya. Saint-Simone ve
Fourier’in söyledikleri çok önemli şeylerin
önceleri çok az yankı yaptığını ve ancak 19. yüz
yılın otuz ve kırklarında işçi hareketinin yeni
den canlanabildiğim anımsayalım. Elbette ben
zetmeleri fazla abartanlayız, öte yandan ben
zetmeler koşutluklara dönüşmezler. Ancak yeni
bir dönemin başlarında bulunduğumuzun ke
sinlikle kabul edilmesi gerektiğini söylerken,
ne demek istediğim anlaşılıyor sanırım; bizim
görevimiz, kuramcılar olarak vereceğimiz bil
gilerin kitlelerdeki yansısının şimdilik az ola
cağını bile bile, içinde bulunduğumuz dönemin
insanlarının ellerindeki olanaklara açıklık ka
zandırmaktır. Kuşkusuz, bunun S.S.C.B. ndeki
stalinci gelişmeyle, bu gelişmeyi aşmada görü
len duraksamayla ve buna uyarlı olarak sosya
lizmin gecikmiş gelişmesiyle bağlantısı yar
dir; büyük olaylar öznel etmen üzerinde çok
olumsuz etkiler yapabilirler—tamamen tarih
sel bir örnek alayım— Fransız Devrimi’ndeki
sol Jakobenlerin korkunç başarısızlığı, sosya
lizmin, devrimci demokratik hereketle hiçbir
ilişkisi bulunmadığı düşüncesini, ütopyacılığı
doğurmuştur. Aslında bu, 1793 ve 94 yılların
daki Fransız gelişmesinden duyulan hoşnut-
suzluğun ve gelişmenin yarattığı kırgınlığın di
le gelmesidir; ancak bu olgu, işçi hareketine çok
sonraları etki etm işti; ve gerçekte ilk kez Marx,
demokratik devrim savaşımını devrimci sosya
lizm için savaşımın ön basamağına yerleştir
miştir. Biz bugün elimizdeki bilgileri toplumsal
183
pratike, politik pratiğe uygulayabilecek yetenek
teki politikacılardan yoksunuz. Aslında 1917
döneminde Lenin’in kişiliğinde çok önemli bir
kuramcı ile politikacının karışımını bulabil
memiz» hani çekici olduğu kadar, bir kezlik bir
örnek olmaktan Öteye geçmez. Bu bakımdan
politikanın gelecekte de böyle bir birleşmeyle
sürdürülebileceğini kesinlikle söylemek olanak
sızdır. Şu anda teorinin başlangıçları elimizde,
ama bu teoriyi politik sözcüklere çevirebilecek
politikacı ufukta gözükmüyor, gene de hareke
tin güçlenmesiyle bu politikacının ortaya çıka-,
cağından kesinlikle eminim-
Bu bağlam içinde şimdi sorunun ikinci
parçasına, yani din yanına geçiyorum- Bu he
men hiç kimsece ve özellikle biz marksçılarca
değinilmemiş bir soru; çünkü dogmatik markş-
çılık daha hâlâ aşamadığı 19. yüzyılın kırkla
rından kalma din anlayışını atamadı bir türlüf.
Günümüzde uzaya fırlatılan füzelerin hiçbir
yerde T a n n ’yı. bulamadıklarını söyleyen yazı
lar bile okuduk, ve böyle bir kanıtm herhangi
bir insanı etkileyebileceğini sanan tanrıtanı
mazlar var; günümüzde Dante’nin İlahi Komed
ya’sm dakı, ya da Açuinalı Thomas’m anladığı
anlamda gökyüzündeki T an n ’ya inanan tek bir
çamaşırcı kadın bulabilir misiniz acaba? Eski
dinin varlıkbilimsel fontolojik] temelinin yıkı
lıp gittiği tartışm a götürmez, ve bu varlıkbi-
limsel [ontolöjik] temel insan eylemini her
zaman belirleyen bir uğrak olagelmiştir.
Bütün dindar insanlar, dünden-bugünden de
184
ğil, neden beri, h a ttâ Schleiermacher’in «En
Yalm İçtenlikli Bağımlılık öğretiais-nden (5) bu
yana, dindeki eski varlıkbilimi [ontolojiyi] bir
yana bırakıp, benim «E stetik»de dinsel gerek
sinim dediğim şey için herhangi yeni bir var-
lıkbilim arama zorunluğuyla karşı karşıyadır-
lar. Peki nedir bu dinsel gereksinim? Bu, yaşa
mının anlamsız bir yaşam olduğunu düşünen
insanın boğucu, sıkıcı duygusudur; ve insan ya
şamında yönünü yordamını bulamazken, dinin
eski varlıkbilimi de yıkıldığına göre, —şu an
lamda yıkıldığına göre: bugün eski ve yeni Tev
ra t^ tarfhsel-ontolojik (varlıksal) yönüyle ey
lemlerine kılavuz yapacak bir katoliğin ya da
protestanin var olduğunu sanmıyorum— şimdi
bu insanlar da bir soy «tüm değerleri yadsıma»
durumundalar; ve sizin hani doğru saptadığınız
gibi, büyü’ye değin uzanan şey, bu şaşkınlığın,
bu bomboş uzayda durmanın sonucunda, ken
dine yeni bir dayanak aram aktan başka bir şey
değildir. Kapitalizmin yöneltilen dünyası kar
şısında marksçı anlayışla ele aldığım anlamlı
yaşam sorununun, temelde, bugün dinsel gerek
sinim sorunu denen sorunun aynısı öldüğü gö
rülüyor; işte burada bir geçit bulmayı deneme
liyiz, Geçitte iki engelle karşılaşıyoruz. Birinci
I..........
185
engel, birçok marksçının tanrı tanımazlığın
bugün her türlü etkisini yitirmiş bulunan eski
gerekçelerine dayanan bağnaz anlayışlarıdır,
ö te yadan, örneğin Gafaudy gibilerinin belir
li kişilere, örneğin Teilhard de Chardin’e ideolo
jik yönden yaklaşmaya çalışmaları bir raslantı
değildir. Elbette gerçekte bir yakınlaşma söz
konusu değildir, ve dinsel gereksinimi sahici
olan, ancak bu gereksinim için yanlış ideolojik
dayanaklara sarılan bu insanlara, dayanakla
rının yanlışlığım kabul ettirerek yardımcı ola
mayız. Burada marksçılığm alabildiğine kar-,
maşık sorunlarından biriyle daha karşılaşıyo
ruz, şöyle söyleyeyim: Genç Marx’ın doktora
çalışmasını Epikuros'dan seçmiş olması bir
raslantı değildi. Anlayacağınız bu epikuroscu-
luk, tanrıların dünyanın Intermund’larında
(Epikuros’a göre sonsuz dünyalar arasında bu
lunduğu varsayılan yerler) yaşadıklarını, ya
ni Tanrı’mn, tanrısal olanın, aşkın, ilkenin in-ı
san yaşamı üzerinde herhangi bir etkisi bulun
madığını, bulunamayacağını ve insanın kendi
yaşamına ancak kendisinin bir anlam katabile
ceğim kabul etmesini ve anlamlı yaşam için ve
rilen bu savaşımda tıpkı «Enternasyonalcin de
diği gibi, ona hiçbir tanrının yardımcı olamaya
cağını söyler.
îşte bu, dinsel tanrıtanımazlığı gerçek bir
tanrıtanımazlığa çevirebileceğimiz noktadır. Bu
da bir sürü felsefi sonjnu gündeme getirir; şim
di burada birçok soruya açıklık kazandırırken
yaptığım gibi, Nicolai Hartmann’in bu konuda
186
ki katkılarına dikkati çekmek isterim, H art-
mann erekbilim [teleologie] üzerine yazdığı kü
çük kitabında, insanın günlük olaylarını sanki
kendisinden bağımsız bir erek tarafından
yönetiliyormuş gibi yaşadığını söyler. Tu
tun ki, kendisine yakın bir insan ölüyor;
o zaman insan sanki X ’in, Y’nin ölümü, Z’
nin ahlâksal yaşamını değiştirmesini sağlamak
için ereksel bir ölümmüş gibi (amacı önceden
belirlenmiş bir ölümmüş gibi), bu neden benim
başıma geldi diye sormaktadır. İşte sanıyorum
ki burası marksçılığm inşasında dayanabilece
ğimiz diyalektik-epikuroscu noktadır ve bu nok
tayı açıklığa kavuşturarak bu tanrıtanımazla
ra yardımcı olabiliriz. Kuşkusuz tüm büyük ki
liseler Reform sonrası döneminin büyük ideo
lojik bunalımıyla karşılaştırılabilecek bir buna
lım içindedirler. Bu konuda, katolik dünyada
ki Reform bunalımının doğmasına, katolik kili
sesinin sırf feodalizmin korunmasına göre ayar
lanmış olması nedendir diyebilirim, ve buna
lımdan sonra Loyola’mn büyük başarısı, kato
lik kilisesinin ancak doğmakta olan kapitalizm
ile bağlaşarak bir kilise olma niteliğini sürdü
rebileceğini ve genişleyebileceğim ayrımlamış
olmasından ileri gelir. Şimdi gene katolik kili
sesinin ve diğer kiliselerin, kapitalizm ile can
yoldaşlığı yapmanın tehlikeli bir şey olduğunu
görmeye başladıkları bir bunalım içindeyiz. Pa
pa X X m . Johannes’in kapitalizmin dinsel des
teğine tek yanlı yönelmenin bir yana bırakıla
rak yeni bir yön bulmanın gerektiğini iyice kav
187
radığı görülüyor. Bu nedenle benzeşmeli olarak
17. yüzyıldaki Loyola’yı örnek aldım. Bugünkü
dinsel gereksinimlerin ne dogmatik, ne de ide
olojik yönden dayanaksın bir çözümlemesini
yapmaktan kaçınmalıyız; çünkü bugün dinsel
bunalım içinde bulunanlara ancak birinci yol
dan yardımcı olabiliriz, yani çeşitli yollardan
anlamlı bir yaşamın olanaklarını gerçekleştir^
mek ve bir bağlaşım kurabilmek için savaşım
vermejniz gerekir. Böyle bı'r bağlaşımın üçün
cü bağlaşığı sosyalist ülkelerde stalinciliği te
mizlemeye çalışan m arksçılar olacaktır. Çünkü
ancak stalinciliğin temizlenmesinden sonra sos
yalist ülkelerde yaşamı anlamlılaştıran, ve as
lında sosyalizmde, kapitalizmden daha Önce ve
çok daha açık seçik ortaya çıkabilecek yaşam
eğilimleri gerçekleştirilebilecektir. Oysa bu eği
limler, bugüne değin stalinci sistem ve stalincı
yoldan aşılma çabaları nedeniyle geri bırakıl
mışlardır. Bilmem, burada değişik güçlerin çok
karmaşık biçimde birlikte etkin olduklarını, ve
eğer bilinç yöneltiıpine karşı savaşımdan her
hangi spekülatif sonuçlar beklersek, geçici de
olsa, kendimizi yanılsamalara kaptıracağımızı
anladınız mı? En önemli şey, başta mkrkSçıIl-
ğın bugün ne anlama geldiğini ve neler yapa
bileceğini tamamen kuramsal yönüyle açıklığa
kavuşturmamızdır.
KOFLER: Ayrıntılı ve çokyanlı açıklama
larınızda üç şey dikkatimi çekti. Şimdi diğer
iki sorunun hiç değilse Varolduğuna işaret e t
tikten sonra, yalnızca bir tek sorunu tartışm a
188
ya sokmak istiyorum. Dini aynı zamanda bil-
gi-teorisi ve insanbilim (antropoloji) dayanak
larından türettiniz, ama galiba bu türetm e
Marx’m dini «sıkıntı idindeki yaratığın İnilti
si» diye belirleyiciyle de bağlantı içine sokul
malıdır. Sizin, «Estetiklin gerek birinci, gerek
se ikinci cildinde din sorunu üzerinde çok ay
rıntılı durduğunuz dikkatimi çekti; gerçi değin
diğim bu ilişkiyi ortaya koymuyorsunuz* ama
sanırım burada bunu tartışmamıza gerek yok.
Yalnız şu sözünü ettiğimiz kadınların ve kız
ların «makinalara saldırısı» na ilginç bir biçim
de katlan ildiğini, hattâ, tutumun arkalanıp teş
vik edildiğini görüyoruz, neden acaba? Ve bu
rada bir kuşku doğuyor; geleneksel tabulara
karşı bu soy başkaldırma biçimi, diğer yandan,
bu karm şşık diyalektik içinde, acaba bunları
kurulu düzenle bütünleştirme eğilimlerinin ger
çekleşmesini de sağlayabilir mi?
L.UKACS: Bakın, çok haklı olduğunuzu sa
nıyorum. Şimdi bu ilişki içinde cinselliği ma
kinalara saldırıyla karşılaşm ıyorsak, bu karşı
laştırm a en son insansa! güdülere dayanıyor,
yoksa hareketin kendisine değil. Makina sal
dırısı o zamanki kapitalizmle bütünleştiriieme-
di, oysa bu anlaşılmaz ideolojik hareketler ga
yet güzel biitünleştirilebilirler kurulu düzenle.
Burada ilginç b ir örnek vermek isterim: Mann-
heim’ın tanınmış kitabım (ideoloji ve ütopya)
ele alalım. Mannheim ideolojiye oldukça sert
davranırken, ütopyaya karşı bağışlayıcı bir za
af, Sevgiden doğan bir hoşgörü gösteriyor. Be
189
lirttiğimiz gibi bir ütopya, ütopya olarak dü
zenle çok kolay bütünleşebilir —çünkü ideoloji
ile ütopya arasında devrimci pratik yitip gi
der— çünkü hedefleri alabildiğine uzak olduğu
için gerçekleşemeyeceği daha baştan belli olan
muhalefet, bugünkü soydan bir kapitalizm ta
rafından düzenle bir güzel bütünleştirilebilir.
Kimi şeyler saygı ile karşılanırken, kimilerinin
pek de saygı uyandırmayışını anlamak kolay.
Hani ciddi bir düşünürü ele almak için, diyelim
ki Bloch, sosyalizmle birlikte doğanın da deği
şeceğini söylüyorsa, buna kimsenin bir diyeceği
olmaz; sosyalizmi isterse doğayı bile temelden
değiştirecek kerte köktenci olsun; Bloch bu
söyledikleriyle saygı duyulan ve övülen bir dü
şünür olabilir, oysa ben şimdi kalkıp da Nietzsc-
he ile Hitler arasm da bir ilişki bulunduğunu
ileri sürecek olsam, Alman ruhunun kutsal ge
leneklerini zedeleyen bir hükümet ajanı ya da
ne bileyim onun gibi bir şey olurum, çünkü
Nietzsche’yi eleştirmek demek, bugünün milli
yetçiliğine de olanca canlılığıyla dokunmak de
mektir. Kişisel bir örnek aldığım için bağışla
yın, ama bu örnek gösteriyor ki, —bilinç yön
lendirilmesine karşı verilen savaşımın genişle
tilmesinde çok önemli bu nokta— olağanüstü
köktenci şeyler ilginç diye karşılanabilirken, çok
basit, ruhsuz, cansız şeyler, —nasıl desem bü-
mem ki— bağnaz, akıldan yoksun, eskimiş, ne
bileyim bunun gibi yargılarla karşılanıyor. Kı
sacası bugünkü bu durumu açık seçik görmek
gerekir.
190
KOFLER: Tabiî başka örnekler de verilebi
lirdi, yoksa sırf Bloch’u...
LUKACS: Bloch’u en iyisi saydığım için
örnek aldığımı söylememe izin verin; başkala
rından çok daha sağlam örnekler alabilirdim.
Bloch’un dürüstlüğünden kuşku duyamayız,
yeteneğinden de öyle...
KOFLER: ö te yandan sizin dediğiniz gibi,
gerçi savaşmak için Vietnam’a gitmemekte dire
nen, ama öfkeleri içinde yarı devrimci yarı ay
dınca kapitalizm karşıtı kesilen, yarı yarıya da
boyun eğici bir tavrı benimseyen şu öfkeli genç
leri çıkaran okullar var. Açıkçası Frankfurt
ekolünün yönü bu. Şimdi aynı zamanda yazı
larınızda da bir sorun olarak ele alman soruna,
yani o yalnızca öfkeli olmakla kalmayan ve yap
tıkları eleştirilerden sonra kalkıp da herhangi
bir biçimde boyun eğmeyen, taviz vermeyen,
«olumlu örnekler» dediğiniz soruna değinmek
istiyorum. Alman Gerçekçileri adlı kitabınızda,
Gottfried Keller’den söz ederken, şöyle diyor
sunuz aşağı yukarı: Keller’in sanatının belli
başlı eğilimleri, büyük geleceğin içlerine değin
uzanan bir anlam taşırlar; bir yaşamın burada
canlandırılan gerçek «örnek kişileri» demokrasi
içinde karşımıza çıkarlar; her sahici demokrasi
nin gerçekten insancıl ve demokratik yanlan,
gerçeklerinden bir şey yitirmeden, ideal bir bi
çime bürünürler; gerçi bu burada tartışılması
olanaksız, ilginç bir biçimde oluyor ama, altını
kalın çiziyorsunuz: «gerçeklerini yitirmeden»
diye. Yani burada sözkonusu edilenler hakiki
191
örnek kişilerdir, özellikle bunun üstüne basmak
istiyorum. «Gerçeklerini yitirmeden,» yani, giz
li bir ütopya durumuna düşmeden’ Peki ama
aynı zamanda, böyle gerçek insancıl bir demok
rasiyi nesneleştiren bu tipleri bugünkü yaşam
da da bulmamız gerekmez mi? Başka bir şey
daha: Bu tiplere bütünüyle biçim bozulmasına
uğramış ve fetişleştirilmiş bir yaşamda —ki
bu günümüzün ayırtgan belirtisidir-— Taslana
bilir mi acaba? Ve eğer belli ölçüde... özür di
lerim... bir şey daha...
LUKACS: Buyrun!...
KOFLER: ...ve eğer belli ölçüde de olsa
bulunabilir mi... sonra eğer düzenle zorla bü
tünleştirmeyi incitmeden sağlayan yöntem hâ
lâ ağırlığını koruyorsa, burada, görevini belir
li sınırlar içinde gerçekleştirebilen, ancak sü
recin tümüne dokunmadan önünden geçip gi
den, hedefi şaşıran ütopik bir ideolojinin üze
rinde durmuş olmuyor muyuz? Hemen altını
çizeyim, bunlar benim görüşlerim değil, öğren
cilerimden size sunmak üzere getirdiğim soru
lardan.
LUKACS: Bilinçli bir azınlığın oluşturulma
sı, kitle hareketinin ön koşuludur, derim. Sanı
rım «Ne Yapmtih» kitabında Lenin bunu çök
iyi betimlemiştir, Şimdi Keller örneğine geri
dönüp, öyle odak noktasında duran bir motifi
değil de, sıradan, ama söylemek istediğimi açık
seçik gösterecek bir parçayı seçeceğim. Bayan
Regel Am rain uzun-öyküaünü eğitim sorununu
irdelemek için alıyorum, Bayan Amrain’in, oğ-
192
lumın kötü ya da berbat davrandığı her durum
da, bunlan büyük bir hoşgörü Ve merhametle
karşılarken, onda insana özgü bir aşağılık be
lirtisi gördüğünde kesinlikle kargısına çıkması
çok üstünde durulacak bir olgudur. îşte burada
bir «örnek olma» sorunu vardır ve Bayan Am-
rain'in bildiğimiz gibi çökegitmekte olan bir İs
viçre toplumuna bağlı olması, bu sorunun de
dirmesine yol açmaz. Gerçekçilik her zaman bir
«göstermezdir ve burada da çöken İsviçre top-
luöıû gösterilmektedir. Ne olürsa olsun, aşağı
lığa ve aşağılanmaya karşı savaşım sorunu, bu
ahlâksal sorun geçerliliğini korur ve bizim «bi
lincimizin yönlendirilmesi» sorunu bakmamdan
büyük bir önem taşır. —Bugün de tamamen
mümkündür-^ gene güncel' bir örnek alacağım,
Jorge Semprun’un B üyük Gezi romanından söz
ediyorum; içinde pek çok önemli yan Var. Bu
günkü durumdan ve bunu gösteren edebiyattan
söz ettiniz. Son yirmi yılın tüm edebiyatını in
celersek —biraz da utanç verici olduğunu söy
lemeliyim— ellilerde yayımlanmış, ölüme mah
kûm bir antifaşistin son mektuplarım İçleyen
ve insanın büyüklüğünü, yürekliliğini ve dire
niş gücünü bol bol dile getiren bu kitabın, ya
zarlara esin kaynağı olmadığını söylemeliyim.
Oysa Semprun’un kitabı, edebiyatın, yaşamın
içinde gerçekleştirilmiş bulunan bu mektupların
insancıl düzeyine yaklaşabildiği ilk kitaplardan
biridir. Hani benzer yapıtların bulunmadığını
söylemek istemiyoriim, sözgelimi Hochhuth’un
ÜŞüm-öyküSü Berlinli A ntigon var, sonra Böll’
F; 13 193
ün D okuzbuçukta Bilardo’sands. çok iyi yerler
bulabiliriz. Bakın sanattan değil, yaşamdan söz
ediyorum burada. Böll’de tımarhaneye kapatı
lan ve sonunda delice bir öfkeyle askere ateş
eden kadın, faşizme gerçekten karşı çıkan bir
tiptir, ve bu davranış, Almanya’da süregiden
yaşamın karşıtı bir tutumla, faşizmin içten yok
edilmesine yönelik bir davranıştır. Ve Semp-
run’da altını çizmeyi çok istediğim bir yer var,
çünkü yapıt faşizmin o korkunç olaylarından
birine dayanıyor; anlayacağınız, çoğunlukla
kaba, şiddete başvuran bir bilinç yöneltiminin.
örneği olarak gösterilmeyen yahudi sorununa.
Gelingörün ki bugün Almanya’da faşizmin aşıl
masını yahudi sorununun ortadan kaldırılma
sına indirgemek alabildiğine yanlıştır derim.
Aslında romandaki sıradan bir olaydır ve
SempTuft* olanaktan yararlanarak bunu çok gü
zel ve yürekli bir biçimde yahudiliğin de bir
eleştirisine dönüşttirebilmiştir. Semprun’da
bir komünist Alman yahudisi var, F ransa’ya
geçip partizanlarla birlikte savaşıyor ve parti
zan olarak ölüyor; Semprun onu şöyle konuş
turuyor: «Ben yahudi ölümüyle ölmek iste
mem.» Çünkü yahudi ölümü, yüzbinlerin, mil
yonların çıt çıkarmadan, en ufak bir direnç gi
rişiminde bulunmadan gaz fırınlarını boylama
ları demekti. Gerçekte Varşova gettosundaki
yahudi ayaklanması da buna benzer bir şeydi,
ama demek istediğim şu: Gerçeği edebiyat ile,
diyelim ki yahudilik sorunu üzerinden giderek
netleştirmek istiyorsunuz, o zaman bu F ransa’
194
da ölen yahudi partizanı, edebiyat yönünden
Varşova'daki ayaklanmayla aynı yaşam dü
zeyinde duran ilk yahudidir. Bilmem ne
demek istediğim anlaşılıyor mu? Ve bura
da edebiyata büyük sorunlar düştüğü kanı
sındayım. örneğin tamamen başka bir alandan
bu konuya dikkati çekmiştim. Solşenizin’in
İvan D em ssovitfin Yaşamından B ir Gün roma
nını, diğer büyük toplama kampları romanla
rıyla karşılaştırırsanız, büyük bir farkın ay
rımına varırsınız; bir yanda vahşet girişimleri
nin doğalcı anlatımı; öte yanda, Solşenizin’
de, insanın bir toplama kampında hang i biçim
lerde, hangi hilelere başvurarak, ne bileyim han
gi yollardan insansal bütünlüğünü koruyabile
ceği sorunu. Burada Solşenizin’in romanının
yeni, değişiklik getiren yanı görülüyor. Burası
edebiyatın, «yöneltilm eye karşı savaşımda
destek olabileceği yerdir, yeter ki yöneltilmeyi
bir yazgı olarak alıp, yöneltilme karşısında
edebiyatçı olarak pes etmeyin, örnekleri belli
bir amaçla seçtim, çünkü ölüme hükümlü anti-
faşistin son mektuplarında bulduğunuz bu ger
çek başkaldırmanın bugünkü araçlarla ve olay
larla, ya da eski olaylara geri dönerek, aynı
ölçüde, bugünkü insanın «bilinç yönettirmene
karşı verdiği savaşımda onun eylemine örnek
oluşturacak tarzda, edebiyatın edebiyatlığından
bir şey yitirmeden, gösterilebileceğine işaret
etmek isterim. Böyle edebiyatın varolduğu ta r
tışılmaz. örneğin şu Amerikalı William Sty-
ron’un «Te E vi A teşe Verdi» romanı var. Ki
195
tapta «yöneltilme» Dostoyevski anlamında bü
yük bir insansal, patlayım trajedi olarak ele
alınıyor. Bir yandan zengin insanın kaçınıl
maz olarak yönelten bir tirana, yoksul in
sanın da bu yöneltimin kurbanına dönüş
mesi gösterildikten sonra, sonlara doğru
kişisel bir karşı çıkma olarak * gerçek'
leştjrilen öldürme olayıyla, yoksul insanın «yö
neltilm eye karşı işyanı dile getiriliyor; yok
sulun mutlu raslantılar sonucu cinayetin sonuç
larından kurtulabilmesi ve cinayetten sonra
mutlu, anlamlı bir yaşam sürdürebilmesi, bu
geniş görüş açısından oldukça ilginç. BöyA
le yapıtlara çok az raslanır olmakla bir
likte, örnekler çoğaltılabilir. Yalnızca şu
nu demek istiyorum: Bu yöneltilmeye kar
şı çıkan hareketin çok güçsüz olmasına ba
kıp da karam sar olmamalıyız. Olanaklarımız
var, yandaşlarımız, bağlaşlanmız var, iç hoş
nutsuzlukları olan insanlar var, sandığımızdan
fazla bunlar ve şimdi önemli olan nasıl ve han
gi hızla burada uyandırıcı bir çalışma yapabi-
leceğimizdir.
KOFLER: «Yöneltim»e teslim olma komi-
suna dikkati çekmiştiniz, bana Thomas Maun
çözümlemenizde Raabe ile bağlandı olarak ke
nar kahramanlardan söz ettiğiniz yeri anımsat
tı...
LUKACS: Evet.,.
KOFLER: ...savaşım larda büyük dünya
ya açılan bir deliği, geçidi yok yere arayalı
196
kenar (dışta kalan) kahram anlar ya da kenar
tipleri..,
LUKACS: Evet..,
KOFLER: Sonuç insanın çarpıtılmasıdır
—şöyle demek isterim, bugünkü dünya açısın
dan: mezhepçiliğe varmadır. Çağımızda büyük
dünyaya geçmek için olağanüstü çaba harca
yan, ancak...
LUKACS: Evet...
KOFLER: ...ancak bağnazlıklarından ta-
rihsel değişmeleri yanlış anlayan ya da başka
sını ihanetle suçlayan, oysa bu yüzden kendi
leri ya düşleri içinde sıkışıp kalan,.
LUKACS: Evet.!.
KOFLER: ...ya da tersine burjuva-kapi-
talist yaşam konumundan insan yaşamı anla
mında, insanm demokratikleşmesi anlamında
kendileri için bir Şeyler çıkarmak isteyen...
LUKACS: Evet...
KOFLER: ...ve sonunda olup bitene razı
olan Ve tıpkı uyduruk karşi-uçlar gibi sözünü
ettiğimiz çarpıklıkları gösteren birçok tip ta
nıyoruz.
LUKACS: Evet...
KOFLER: Şimdi böyle olunca şu soru çı
kıyor ortaya: Acaba hıezhepçüik, içinde her
şeye karşın yeni bir şeylerin oluştuğu bir bu-
nalım dönemi fenomeni değil midir? Birincisi,
bu kendi bilinçlerine göre ilerici olan gerek bur
juva, gerekse Sosyalist kökenli güçlerin böyle
dağılıp harcanmaları, ilerici güçlerin bunalım
konumuyla açıklanabilecek bir zorunluk mu
Î97
dur? İkincisi, acaba mezhepçilik gelecekte bir
işe yaramaz mı, ve ne işe yarayacağım tarih-
sel-kuramsal bir derinlik içinde önceden sapta
yamaz mıyız? İşte kenar kahramanlar ve tipler
sorunu günümüzdeki durumuyla bana bunları
düşündürüyor.
IAJKACS: Gerçekten büyük bir hareket ne
kerte az gelişmişse, yanılgıların gelişim değeri
de o kerte fazladır. Bugün, çalışmanın bir oyuna
dönüşeceğini ileri süren Fourier’in düşüncesinin
tamamen yanlış bir düşünce olduğunu görüyo
ruz. Oysa o zaman kapitalist çalışmalım körü-
körüne göklere çıkarılması karşısında, daha
önce Schiller’in estetiğinde de karşılaştığımız
Fourier’in bu düşüncesi olumlu bir anlam taşı
yordu. Derken Marx çıkıp doğru yolu bulunca,
olumsuz bir değer kazanmaktan kurtulamadı.
Elbette, bugün «yöneltilm ece karşı çıkan bir
çok girişim (her girişimi buraya katıyor deği
lim) iyi bir anlam taşıyabilir. Yazıyı henüz
okumadım ama, M adem Zamanlar dergisinin
son sayısında yöneltimin ideologu sayılan Teil-
hard de Chardin’e karşı bir eleştirinin tartış
maya konduğunu duydum. Gerçekten de Teil-
hard de Chardin’in düşünceleri ile —bilmem ki
nasıl söylesem— bu yeni-olgucu yöneltim dün
ya görüşü arasında sımsıkı bir bağlam vardır,
Burada Hegel'e dayanarak, hakikat somuttur,
diyeceğim ve belirli bir yönde geleceğe olum
lu katkısı olacak mezhepler bulunabileceği gi
bi, etkileri bugün bile olumsuz olan mezhep
ler bulunduğunu sanıyorum.
198
KOFLER: Sayın Lukacs, sizi sıkmak iste
mem, ama çok tartışmalı bir yönü olan ve be
nim yönettiğim bir semineri oldukça uğraştıran
bir soru daha sorabilir miyim acaba? Sizin «Es
tetiksin birinci cildinin bir bölümünde, yansıt
ma sorunuyla bağlamlı olarak birlik içindeki
[bağdaşık] gerçekten söz ediyorsunuz.
LUKACS: Evet...
KOFLER: Şimdi şu soru çıkıyor ortaya:
1923’deki Tarih Ve Sım f Bilimci kitabınızda
klasik felsefeye dayanarak, bu felsefenin ger
çeğin bilinirliğini, bu gerçeğin «doğurulmasıy-
la» [yaratılmasıyla] nasıl bağlam içine soktu
ğunu kanıtlıyorsunuz. Bu felsefeyi eleştirir
ken, haklı olarak gerçeğin bilinirliği sorununun
ancak toplumsal pratik kavramının zemini üze
rinde çözülebileceğini söylüyorsunuz. P ratik
kavramı göz önünde tutulm adan bu sorun çö
zülmez, diyorsunuz. Şimdi soru şu: Doğurma
nın (yaratmanın) her iki kavramı olan bilgi-teo-
risi ve toplum kavramları iki ayrı gerçek ala
nına girmezler mi? Söz yerindeyse, biri maddi
üretim alanına bağlıyken, diğeri doğabilimin
ve matematiğin nesnelerine yönelik değil mi
dir? Gerçi sizin türetmeleriniz arada bir ko
pukluk yokmuş gibi okunuyor ama, aslında
eleştirici bir tavırla diyebiliriz ki, iki ay n «do
ğurma» [yaratma-meydana getirme] kavra
mıyla çalışıyorsunuz kitapta.
LUKACS: Bir kere, belki sizin de bildiği
niz gibi, Tarih Ve Svm f Bilinci kitabımı aşıl
mış bir kitap saydığımı belirterek başlamam
199
gerekiyor söze, bu bakımdan Tarih y e Svmf
Bilinci yapıtındaki türetim in Estetifc’de geliş
tirilen sorunla herhangi bir baglantiBi yok,
Gerçeğn birliği (bağdaşıklığı) ve «meydana
getirme» ne anlama- geliyor, ona bakalım; ğer-
çiğin tüm fenomenleri —anorganik, organik
ya da toplumsal fenomenler— gerek kendi iğ
lerinde, gerekse birbirleriyle karşılıklı etkile
şim durumunda bulunan belirli karmaşalarda
ki [kümelerdeki] bir dizi nedenselliğe göre
oluştuğa için, gerçek birliklidir [bağdaşıktır].
Yani bir özdeşlik vardır. Ancak daha önce
Hegel kitabımda da göstermeye çalıştığım gi
bi, Hegel’in diyalektiğe getirdiği en önemli ye
niliklerden biri, «karşıtların birbiriyle savaşı
mı» değil de, «özdeşliğin özdeşliği,» «özdeş ol
m a y sa m , diyalektiğin temel ilkesi yerine
konmasıdır, işte ben, gerçeğin, insanın her
türlü saptamasından (Setzung) —buna bi
razdan döneceğim— bağımsız olarak neden
selliğin içinde akıp gittiğine inandığımdan,
birlikli bir gerçeğin, bir özdeşliğin bulunduğu
nu söylüyorum. Hemen ekleyeyim: Bu gerçeğin
ü§ değişik biçim içinde dışlaşması gerekiyor.
Çalışma içinde «meydana getirme» (yaratma*),
çalışanın kendine gerçekleştirmeyi düşündüğü
erekbilimsel (tdeolojik) bir hedef saptamasıyla
gerçekleşiyor elbette. Bu yönden bakılırsa, do-t
ğada bulunmayan yepyeni bir şeyin meydana
getirilebileceğini görürüz, öyle atom bilimlerine
değin uzanmaya gerek yok. Tekerleği alın, as
lında doğada tekerlek diye bir şey yoktur, în-
200
san, daha gelişim aşamasının başlangıç dönem*
lerinde tekerleğin yapısına geldiğinde, bu doğa
için yepyeni bir kompozisyondu. Erekli koyum
lar (teleologische Setzung), özleri gereği, ne
densellik dizilerinin Öğrenilmesine, ve edinilen
bu' bilgilerin ışığında doğanın bu nedensellik di
zilerinin insan tarafından başka [yeni] bir bi
reşim düzeniyle birbirlerine etki yapmalarına
olanak verirler; öyle ki, tüm bü olup biten, san
ki insanın ereksel saptamaları olmasa da ger-
çekleşebilirmiş gibi gelir bize. Şimdi, biz varolan
nedensel bağlandıkları değiştirenleyiz, yalnızca
öğrenir ve uygulayabiliriz onları. Hegel ilk ya
zılarında çalışmaya değinirken, yerinde bir gö
rüşle, doğanın, insanın aletleriyle kendi kendini
işleyerek tükettiğini söylemiştir. Sözüriü ettiği
miz yaratmada^ «meydana getirmemde bir Özdeş
liğin özdeşliği ve özdeş olmama gizlidir. Şöy
le ki, tekerlek insanın meydana getirdiği bir
şeydir, ama gene de tekerlekte insandan bağım
sız olarak doğada egemen olan nedensel dizile
re aykırı hiçbir Şey yoktur. însan belirli bir yol
da öğrenmiş, tammış olmasıydı, elbette teker
leği meydana, getiremezdi. Yani bu meydana ge
tirme gerçeğin birliğine (bağdaşıklığına) aykı
rı olmayan, ancak çok karmaşık bir süreçtir.
Ben şimdi kalkıp da bu gerçeğin üst düzeyde
k i biçimlerine başvuruyorsam, daha önce din
sel sorunda değindiğimiz bir şeyi kastediyorum,
Örneğin —gerek Organik gerekse anorganik—
doğanın, insanın ereksel saptamalarından ba
ğımsız olarak kendi diyalektiğine göre akıp
201
gittiğini ve gerçekleştiğini, yetkinleştiğini söy
lemek istiyorum. Şimdi, insanın fizyolojik ya
pısı da, ruhsal yangısı da birer raslantıdırlar.
Aslında Marx £ir keresinde, devrimci bir duru
mun işçi sınıfı önünde lider olarak kimi bula
cağı raslantıdır, diye yazarken çok hakliydi.;
öte yandan, bu salt fizyolojik ve ruhsal bir şey
de değildir burada. Gene de işte ortadan kaldı
rılmaz bir raslantı payı kalıyor, ve bu raslantı
doğa-olayınin salt nedensel akışından çıkan bir
raslantıdır. Bu açıdan, insan pratiği karşısın
da birlik içinde bir doğa vardır; ben şimdi kal
kıp da doğa bilimlerinin ve insan ruhunun vb.
bilgilerine gereksinim duyan herhangi toplum
sal bir faaliyette bulunsam, bu faaliyet karma
şası içinde benim önünü alamayacağım yasa-
demetleri etkinlikleri karşımıza çıkar. Gerçi
bilgilerime dayanarak dış gerçeğin üzerinde de
ğiştirici bir etkinlik yaratabilirim, ama gerçe
ğin yasaları bensiz de etkindirler; bu ilişki için
de ben ekonomideki üretici, sanatçı ya da dü
şünür olarak birlikli, bağdaşık bir gerçeğin
kaşısmda bulunurum; işte bu birliği özdeşliğin
özdeşliği, özdeş-olmama diye anlamam gere
kiyor.
KÖFLER: Peki Marx’m Felsefi Ekonom ik
Taslaklar’da. ileri sürdüğü, doğa’nın insansız
bir hiç olduğu yargısıyla bu söyledikleriniz
nasıl bir bağlam oluşturuyor?
LUKACS: İçinden çeşitli raslantısallıklar
sonunda insanın çıktığı doğa’mn, onsuz (sözko-
nusu yönden) hiçbir Şey olmadığım söyleyecek
202
olursam, hani güzel bir özdeyişten ucuz bir de
yiş yapıvermiş olurum. Marx, üstünde insan et
kinlik gösteriyor diye, dünyanın «varolan» bir
şey olduğunu, buna karşılık Mars ya da Ve-
nüs’de insan yoksa bunların «varolmadıkları
nı» söylemiş değil ki. Burada Epikuros’un zo-
runluk fikrini geliştiren genç Mant’ın çelişik
gibi görünen bir özetlemesiyle karşı karşıya-
yız. Çünkü eğer tanrılar Intermund’larda yaşı
yorlarsa, bu, insanların da ancak değiştirici
bir etki yapabilecekleri, bunun ötesinde doğa
nın tabiî ki kendi başına insandan tamamen
bağımsız geliştiği anlamına gelir. Marx’ın baş
ka bir şey kastetmiş olacağını sanmıyorum.
KOFLER: Kuşkusuz, böyle de anlaşılması
gerekir zaten. Şimdi en son bir noktaya değin
mek için soru’nun başlangıcına geri dönmek is
tiyorum. Hegel, gerçeğin mutlak akıldan (tin’
den) doğmasını «üremesini» toplumdaki üretim
sorunuyla ilişki içine yerleştirmiştir, sanki bu
ikisi (mutlak akıl ve toplum) aynı düzlem üze
rindeymişler gibi. Burada karıştırm alar ya da
yanlış anlaşılmalar olmaması için, bir ara koy
mak gerekmez m i?
LUKACS: Bakın, bilgi-teorik soruların iş-
, lenmesi konusunda oldukça şüpheci olduğumu
söylemeliyim. Çünkü bilgi teorisi sorunlarının,
varlıkbilimse! (ontolojik) soru-koyumlann uğ
rakları olarak ele alınmadıkları sürece, sorun
ları çarpıttıklarından ve eşitlik olmayan yere
eşitlik (işareti), eşitlik olan yere de tersini koy
malarından korkarım. Bilgi teorisi konusunda
203
çok dikkatli olmak gerekir. Şimdi önemli
bir olguya değineyim; K ant’ın teorisinde
bizi çevreleyen dünya, arkasında aşkın
ve bilinemez [öğrenilemez] bîr «kendinde
şeysin bulunduğu salt bir görüngü [feno
men} olduğundan, bizim somut (algılanır) ger
çeğin içindeki görüngü [fenomen] ve öz ayrı
mınım, Kant’da ortadan kalkar; Hegel’de ise
gerçek, gerçekten varolan bir öz ile, gene ken
disi de gerçek olan bir görüngüler dünyasın
dan (fenomenler dünyasından) oluşun. Daha bu
da gösteriyor ki, burada yalnızca bilgi teorisi
bakmamdan bir gelenek kurabiliriz; ve şimdi
marksçı anlamda «üretme»den söz edecek
olursam, üretme'den elbette yalnızca çalışma
nın ürünlerini anlayacağız en geniş anlamıyla;
ü re tm e .,
KOFLER: Toplumun üretimi..,
LUKACS: Evet, ama toplumun üretimi ve
işbölümünün yaygınlaşması, birincil ereksel
saptamanın (teleologische Setzung) üstüne ku
rulan ve duyulmamış bir ereksel saptamalar
sistemi oluşturan, gittikçe karmaşıklaşan erek*
sel saptam alar sonucunda gerçekleşir. Herhangi
biri toplumu gerçekten çözümleyecek olursa,
toplumun kurucu atomunun işte bu ereksel sap
tam alar olduğu sonucuna varır sanıyorum. An
cak bileşimleri erekli bir bileşim biçiminde ger
çekleşmemiştir. Her mal satışının 4® satın al
manın hep birer ereksel saptam a Olduğunu be
lirtmeliyiz. Kadının biri pazara gidip beş arm ut
alırsa, bu ereksel bir saptamadır. Ancak pazar
204
yerinde bu binlerce ereksel saptam aların sonu
cunda, diğer pazar nedensellikleriyle birleşen bir
pazar nedenselliği doğar, vö bu noktadan sonra
artık ereksel saptamaların nedensel sonuçlan
dır etkinlik gösteren. Herbir ereksel saptam a
nın oluşturduğu sonucun, bu ereksel saptama
larda amaçlanandan başka bir şey göstermele
ri (ttıeydatta getirmeleri) toplumsal varlığın
içindeki yaşadıkların ve nesnelliğin öııü alın
maz uğrağıdır. Diyelim ki ortalama kâr, aŞırı
kâr sağlama çabasından doğar; o durumda tek
tek saptamaların1 içinde aşırı (fazladan) kâr
çabalan gerçekleşir, h attâ aşın [fazladan] kâr
da gerçekleşir, ne Var ki toplam-gelişifti için
de göne de ortaya çıkan, tüm sürecin kendisi
olarak azalan kâr haddi belirtisidir, Bu çekir
dekten hareketle, toplumdaki Özgürlük ve zo
runduk sorunlarım da felsefece işlemek 'gerekir.
Kanımca bunu yaparken, —ve bu sorun hiçbir
zaman felsefe yönünden yeterince üstünde du
rulmuş bir sorun değildir-— nedenselliği ve
erekselliği, belirlenmişliğin (determinasyon) iki
biçimi olarak, yanyajia, birbirinden bağımsız
ele almak gerekir. Ereksel olanın tümüyle yad
sındığı' dönemler olmuştur; oysa kendi başına
ve bağımsız olarak varolan yalnızca nedensel
liktir, toplumsal varlık içinde buna ereksel sap
tam a eklenir, ancak ereksel bir saptam a yal
nızca nedensellikle belirlenmiş bir dünyada
varolabilir, diyebiliriz. Burada, ereksellik ile
nedenselliği bilgi teorisi yönünden birbirinden
bkğlmsız ilişkiler gibi çözümleyebileceğim! söy
205
lerken ne demek istediğimi görüyorsunuz artık.
Varlıkbilimsel (ontolojik) yönden çözümlemeye
girişirsem, gerçi o zaman görünüşte birbirine
aykırı yanlar bulurum, çünkü bir yandan erek
sellik ancak nedenselliğin egemenliğinde işleye
bilir, öte yandan toplumdaki yeni eşyalar, bi
çimler ve bağlantılar ancak ereksel saptamala
rın sonucunda meydana gelebilirler. Bu bilgi te
orisi bakımından çok aykın b ir şey gibi görü
nüyorsa da, varlıkbilimsel (ontolojik) yönden
yaklaştığınızda, işbölümünün yalın bir çözüm
lenmesinden başka bir şey değildir.
KOFLER: Çok doğru, araya bir açıklama
koymamın nedeni, üretim kavramıyla bağlamlı
olarak doğabilecek yanlış anlamaları önlemek
ti...
LUKACS: Tabiî, tabii...
KOFLER: ...hani üretim ’den sırf çalışmayı
anladığınız sonucu... çıkmasın diye, oysa...
LUKACS: Ben çalişma-hedefinin...
KOFLER: ...birincil şey olduğunu... söyle
mek istiyorsunuz.
LUKACS: Bakın, çalışmanın hedefinden
(saptanmasından) çalışmanın düzenleşimi (ko
ordinasyonu) kavramı çıkıyor. Entellektüel ön
çalışma kavramı çalışma’ya doğru gelişiyor vb.
Bu süreç toplumsal işbölümü biçiminde geliş
meye devam ederse, bundan gelenekler ve buna
bağlı sonuçlar doğar. Daha ileri bir basamakta
hukuk doğar buradan; her hukuksal saptama
aynı zamanda bir ereksel saptam adır; her hu
kuksal yönerge: Franz Müller iki kutu sigara
206
çaldığı için üç ay içeri tıkılsın, dememden iba
rettir. Hiçbir hukuksal yönerge yoktur ki, ya
kendisi ereksel bir saptam a olmasın, y a da
ereksel bir saptamaya geçişi oluşturmasın. De
mek istediğim, bilimin en yüksek biçimlerinden
sanata değin, ereksel saptama sorunlarına uğ
ramadan edemeyiz.
KOFLER: Varlıkbilimden söz ederken, ger
çekte insanbilimi (antropoloji) kastediyorsunuz
sanınm .
LTJKACS: Hayır, çünkü bir insan olsun ol
masın, buna bakmaksızın belirli varlıkbihmsel
düzenlemelerin varolduğunu söylemek istiyo
rum. Sözgelimi, bizim güneş sistemindeki çeşitli
gezegenleri üzerlerinde organik yaşam var mı
diye incelersem, bunun insanla bir alışverişi
yok k i Çünkü b ir gezegen üstünde yaşamın ge
lişiyor olması olgusu, burada yaşamın ille de
insana varacağı anlamına gelmez. İşte bu nok
tada elimizdeki bilgilerin, gereçlerin yetersizli
ği nedeniyle çözümleyemediğimiz bir ikinci sıç
ram a var, ama bu noktadan ilerdeki çözümle
melerin çok karmaşık sonuçlara varacağından
hiç kuşkum yok. Marx, darvinciliğin, erek-bi-
limle bir hesaplaşma olduğunu yerinde bir gö
rüşle dile getirmişti. Ve daha şimdiden canlıla
rın gelişimine bakarak, gelişimde çıkmaz so
kaklar bulunduğunu, ve oldukça yüksek bir ge
lişim düzeyinde, çıkmaz sokaklar bulunduğunu
görüyoruz. Hayvansal toplumun en yüksek bi
çimlerine en yüksek gelişim düzeyindeki hay
vanlarda değil de, böceklerde raslarsmız; gelin
207
görün ki, hayvanlardaki toplumsallaşma da on
ların bundan böyle gelişimini durduran bir sı
nırdır; işbölümü —örneğin anlarda— biyolojik
bir işbölümü olduğundan, arı kovanı da kendini
ancak biyolojik yönden yenileyebilir, ama kovan
daki kraliçe egemenliğini bir demokrasiye dö
nüştüreniz. Burada bilerek eski bir anlamsız
lığı yineliyorum. Çünkü bundan öteye bir top
lumsal gelişme, işbölümünün biyolojik değil de
toplumsal bir nitelik taşıdığı insanlardaki dü
zenlemeyle olanaklı yalnızca.
KOFLER: Kuşkusuz; ne ki bu geleneksel
felsefede başka türlü değil mi? Bu noktada ne
yi kabul edersek edelim, insansal-toplumsal
alanda her şey başka türlü değil mi, yan} in
sanbilimi böyle değil mi? örneğin erekbilim (te
leoloji) kavramı. Bundan bir felsefe yapınca,
felsefeyi uyduruk sorunlara ve uyduruk çözüm
lere yol açacağı bir alana kaydırmış oluyoruz.
LUKACS: Bugün elbette bu soruyu jnsan-
bilim alanına indirgemeye çalışan çok yoğun
bir akım var. Ama bu indirgeme, doğanın tüm
geçmişini ortadan kaldırıyor; insanlar da, be
lirli şeylerin sırf anorganik zorunluğun yasalar
rından ileri geldiğini bir yana bırakıyor. Bakın,
bir keresinde aklı başında birisi bana, hareket
organları tek Sayilardan oluşmuş tek bir canlı
nın bulunmayışının çok ilginç olduğunu söyle
mişti. Tekli sayılara bizde de raslanıyor, bir
Burnumuz var, bir ağızımız, ancak üç ya da beş
ayağı olan tek bir canlıdan söz edemezsiniz, ya
iki, ya dört, ya sekiz, ya on ayağı var filan; iş
208
te bu hareketin fiziksel yasalarına hağlı bir şey
dir ve bu yasalar canlılarda böyle yerleşmişler
dir, Buna insanbilim mi diyeyim şimdi? Biraz
afchptılmış bir geliştirme olmaz mı? Sanıyorum
insanbilimin öylesine vurgulanmasının nedeni,
doğru ve ilerici saydığım bir düşünceden, yani
insanların, ruhun bilimi denen şeyden biraz kuş
kuya düşmüş olmalarından kaynaklanıyor. Ruh*
bilim insanın belirli davranış tarzını (dışlaşma
biçimlerini) yalıtarak, insanın her davranış tar-
zmin bir çifte nedenselliğin sonucu olduğunu,
yani bir yandan insanın fizyolojik yapısıyla ve
bu fizyolojik güçlerin etkisiyle koşullanmış bir
şey olduğunu, Öte yandan da toplumsal olay
lara gösterdiği tepkiyle belirlendiğini görme
miştir. Bu ruhbilimde birlikli bir ifade kazanır.
Örneğin bir kokudan tiksindiğimi söylersem,
bu katıksız fizyolojik bir tepki değildir; bili
yorsunuz, kokular ne denli modaya boyun eği
yor ve insanların belirli kokulara gösterdik
leri tepkinin ne denli toplumsal olduğu ortada.
Belki iyi bir örnek değil ama, iki yanlı olma
yan, yknl aynı zamanda birbirinden ayrılmaz
biçimde toplumsal ve fizyolojik olmayan tek bir
ruhsal tepki bulunmayacağını göstermek iste
dim yalnızca, Zamanla, araştırm alarım bu iki
parçalım karşılıklı etkileşimine yoğunlaştıran
bir insanbilimin doğacağından kuşkum yok, ama
böylelikle toplumsal gelişmenin önemli sorun
larının çözüleceğini sanmak bir yanılsamadır,
Çünkü toplumsal gelişme —her ne kerte insana
bağlıysa da-— ekonomideki kendine özgü yasa-
F: 14 2Ö9
lann üzerinde gelişir. Ve, hani bir önceki örne
ğe değinmek için söylüyorum, şu kâr-hadleri-
nin azalmasını insanbilimsel yoldan nasıl açık
larlar, yaman meraklanıyorum.
KOfFLER: E h burada sonsuza değin ta rtı
şabiliriz Sayın Lukacs, sabnnız için sonsuz te
şekkürler.
1967, Budapeşte
210
KİŞİLER SÖZLÜĞÜ
211
açık, yalın ve gerçekçi bir üsluba yöneldi,
Benn, G ottfried: (1886 -1956) Alman yazarı.
Hem Nietzsche’nin, hem de dışavurumculuğun
etkisinde kaldı. Kutsal sayılan bütün gelenek
lere karşı çıktı. însanın içine düştüğü nihilizm
den ancak sanat alanında çaba harcayarak kur
tulabileceğini savladı.
Bergson} Henri; (1859 -1941) Fransız filozofu.
Salt düşünme yetisi karşısında sezginin (Intu-
ition) üstünlüğünü savundu, «yaşam a atılımı»
anlamındaki «âlân vital» öğretisi, Avrupa felse
fesini büyük ölçüde etkiledi. Bu öğretiye göre
«yaşama atılımı», yaşamı ileriye götüren iç
güç’ü belirler; bu güç yaşamın her türlü y ara
tıcı gelişmesinde kendini belirten, yaratmadan
yaratm aya sıçramayı sağlayan güçtür; kısaca
evrenin ana, temel gücüdür.
Bemstein> Eduard: (1850 -1982) Alman politi
kacısı ve yazan. Reformcu, evrimci sosyalistle
rin kuramcılanndandır. Başlangıçta benimse
diği marksçilıktan sonraları vazgeçti.
Bîoch, E m s t; (1885 -1977) Alman filozofu.
Aristo’nun, Hegel’in öğretilerini diyalektik
maddeci tabanla bağdaştırmaya çkUştı. Yahudi1
hıristiyan «öbür dünya bilgisi» (Eschatotogie)
üzerinde bir «umut kuramı» geliştirdi. Bloch’a
göre doğa ve toplum, iç gelişim olanaktan sa
yesinde, tüm yetersizlikleri aşip maddi-manevi
evrensel bir birliğin kurulmasına yönelebilirler.
Böyle bir gelinim sonunda insanın gerek toplum
sal, gerekse bireysel yabancilaşmışlığı da aşı
labilecektir. Bloch bu anlamda diyalektik mad-
212
dĞciliği oldukça uzak, ütopik hedeflerin ger
çekleştirilmesi amacına koşar. Ona göre ütop
yalar her zaman varolmuşlardır ve tarihin bir
bütün olarak kavranmasını sağlayan toplumsal
ütopya, insanın kendi bilincine varmasıdır. En
önemli yapıtları: «Ütopya’nm Ruhu» (1918),
«Çağımızın Mirası» (1933), «Heğel’e Nesnel
Açıklamalar» (1951), «Avieenna ve Aristoteles
Solu» (1952), «îlke Umut» (1954), «Doğal Hak
Ve İnsanlık Onuru» (1961), «Yabancılaşmalar»
(1964).
Buharin, TSHkolay: (1888 - 1938) Bolşeviklerin
önde gelenlerinden. Bir öğretmenin oğlu olan
Buharin, okul dönemlerinde yasâ dışı İlân edilen
edebiyatla uğraştı, mârksçihğı öğrendi; 1906’da
bolşeviklere katıldı. 1908’de bolşeviklerin Mos
kova temsilcilerinden biri oldu, ama 1911'de
Almanya'ya sığınmak zorunda kaldı. Politbüro
üyeliği, komintern başkanlığı yapan Buharin,
1929’da Komünist P arti’den çıkarıldı; üçüncü
Moskova dunışmalarıhda sekiz yıl tutuklu kal
masına karar Verildi. Ancak 1938’de ensesine bir
kurşun sıkılarak yaşainma Son verildi. En
Önemli eserleri: «Komünizmin Alfabesi» (1921),
«'Tarihsel Maddecilik Kuramı» (1922), «Prole
te r Devrim Ve Kültür» (1923).
Croce, B&nedetto: (1866 - 1952) Estetikçi, füo-
zof, tarihçi, siyasal bilimci. Felsefe anlayışı
büyük ölçüde Hegel’e dayanır, felsefenin tarih
ten ayrılamayacağım ileri sürerek, bilgi ala
nındaki en önemli yeri tarihe verdi. 1947’de
İtalyan Liberal P artisi’nin başına getirilen Cro-
213
ce’nin en önemli yapıtı «Tin’in Felsefesidir. Es
tetik konusunda büyük etkisi olmuştur.
Ç im er, Oeorges: (1769 - 1832) Fransız doğa
bilgini. Ona göre organizmadaki tüm değişiklik
ler birbirlerine bağımlıdır. Çeşitli canlılardaki
kimi nitelikler birbirlerine uyduğu halde, bir kı
sım nitelikler birbirlerinden tümüyle ayndlr.
Ouver gelişim, evrim öğretisini kabul etmez.
Türlerin değişmezliğini, yeryüzünün sürekli bir
evrim değil, çeşitli zamanlarda «devrimler» ge
çirdiğini öne sürer.
D ilthey, W ühdm : (1833 - 1911) Alman filozofu.
Bilimsel anlamda geliştirilen bir yaşam felsefe
si kurdu. Manevî bilimlerin yöntemsel ve bilgi-
teorik bağımsızlığı için çaba harcadı. Tüm dün
ya görüşü sorunlarını tarihsel evrime katan
Dilthey’e göre bütün varlıklar sürekli bir de
vinim içindedirler, duran bir şey yoktur; bu
nun yanında bütün düşünceler, bilgiler ise gö
recedir.
Döblin, A lfred: (1878 -1957) Alman romancısı.
Eserlerinde toplumsal kurum lan ve kişilerin
toplumsal konumlarını mitologyadan öykülere,
tarihsel olaylara bağladı. Dışavurumculuğa şe
m atik bir soyutlamayla yaklaşan Döblin, bire
yin öznelliğini, toplumun nesnelliğinden üstün
tuttu.
E isler H m ns: (1898 - 1962) Alman bestecisi.
Koro müziği çalışmalarında üslubunu iyice ya
lınlaştırdı. Halk ezgilerinden yararlanırken
çağdaş yorumlara yöneldi. Doğu Berlin’e yer
leştikten sonra B rechtte birlikte çalışmaya baş-
214
lay&n Eisler, süitler, senfoniler, orkestra için
çeşitli parçalar, koro ve sahne için besteler yaz
dı. Demokratik Alman Cumhuriyeti ulusal m ar
şının da bestecisidir.
EpiJcuros: (I.ö. 341 - 271) Yunanlı filozof. Ona
göre tanrılar dünyanın dışında, kendi değimiyle
«Intermund»larda yaşarlar ve insan yazgısına
herhangi bir etkileri yoktur. Ahlâk anlayışı in
sanın mutluluğuna yöneliktir. Mutluluğa, zevk
leri akıllıca kullanarak varılabilir.
FeuchtwcmgerJ Leon: (1884 -1953) Alman ya
zan. «Söz» dergisini Moskova’da çıkaranlardan.
Tarihsel romanı yeniden canlandırmasıyla ün
lüdür. Hıristiyan ve yahudi tarihinden öyküleri
birleştirm iştir. 1919 yılında Brecht’in yandaş
la n arasına giren Feuchtvvanger, bir süre onun
la çalışmıştır. Epik tiyatroyu benimsemiş, son
yapıtlarında diyalektik tarih incelemesi yön
temleriyle romanları ve oyunları değerlendir
miştir.
Feuerbach, Luchoig: (1804-1872) Alman filo
zofu. Hegel’den yola çıkarak maddeciliğe vardı.
Hegelci solu, M ars'ı, Engels’i etkiledi. Feuer-
bach’ın görüşleri üzerine Marx «Feuerbach Üze
rine Tezler», Engels «Feuerbach Ve Klasik Al
man Felsefesinin Yıkılışı» ve Lenin «Materya
lizm Ve Ampriokritisizm» adlı eserleri kaleme
aldılar. Duyumcu bir bilgi öğretisi geliştiren
Feuerbach, T ann düşüncesinin insanların ta
sarımlarından ve dileklerinden türediğini öne
sürdü. Başlıca yapıtları: «Hegelci Felsefenin
Eleştirisi» (1839), «Hıristiyanlığın özü»
215
(1841), «Geleceğin Felsefesinin Temelleri»
(1843), «Tanrıların Doğuşu» (1857).
Fichtç, JoJumn G ottlieb: (1762 -1814) Alman
filozofu. «Tüm Vahiylerin Eleştirisi» kitabında
(179Ö) K ant'm eksik din felsefesini tamamla
mayı denedi. îlk yasaları kozmopolitik ve dev
rimci nitelikteydi; bilim öğretisi tüm felsefesi
nin temelini oluşturdu. «Bilim öğretisine Te
mel», «Töreler Öğretisi Sistemi» gibi yapıtla
rında, bilincin tüm yapışım, bireyin kendi ko
ymaları (hedefleri) dışında diyalektik olarak
geliştirmeyi denedi. Fichte’nin diyalektiği, as
lında, K ant’m usu eleştirme yöntemi olan
transzendentalizminin tu tarlı bir devamıdır. Din
felsefesinde maddi dünya, dinsel görevi yeri
ne getirmeye malzeme oluşturur. Bu felsefede
Tanrı, töresel dünya, düşeniyle özdeştir. Fiehte
giderek mistisizme kayar, «insanın Belirleni
mi» (1800) adlı yapıtında, insanın, karakterli,
iradeli olmasını ister, insanın eğitilmesini £şrt
koşar ve devletin sorumluluğunda ulusal bir
eğitim sisteminin kıırulmasım ister. Napoleon’a
karşı çıkıp Alman ulusal birliği için çalışmış,
ulusal düşüncelerin yaygınlaşmasına katkısı
olmuştur.
Fourier, Charles: (1772 -1837) Fransız sosya
listi. Utopik-sosyalist bir sistem kurmayı de
nedi. «Falanj» adını verdiği aşağı yukarı 1600
kişiyi barındıran topluluklar kurarak, bu top
luluklarda çalışmayı insanlar için Cazip ha
le getirecek Önlemler alıp büyük çapta
üretimi gerçekleştirmeyi, böylece gelir dağılı-
216
mim düzene koymayı, iktisadi sorunları çö
zümlemeyi tasarladı. Bu topluluklar, herkesin
en az bir his&eyle katıldığı çok ortaklı Şirket ni
teliğindedir. filde edilen gelirlerin (4/12) si
sermayeye, (3/12) si yeteneğe, (5/12) si ise ça
lışm aca dağıtılacak, h e r ortak hem sermayesi
nin, hem yeteneğinin, hem de çalışmasının pa
yım alacağından, gelir dağılımı sorunu, da çö
zümlenmiş olacaktır.
Garaıtidy, Roger: (1013) Fransız Komünist Par
tisi poütbüro üyesi; birçok kez milletvekilliği
yaptı, Clermond-Ferrand Üniversitesinde öğre
tim görevlisi olarak çalıştı (1962).
Gorki, M aksim: (1868 - 1936) Rus romancısı.
Çağımızın eti güçlü, en önemli yazarlarından
biridir. Çocukhığü ve gençliği çok zor koşullar
altında geçti, hayatın pratiğinden geçmiş olma
nın onurunü hiçbir zaman yadsımadı. İlk yapıt
larından sonra büyük bir üh kazandı, 1902’de
«Bilimler Akademisi »nin onur üyesi oldu. Ekim
Devrimi’nin gerçekleştirilmesinde büyük katkı
sı olan Gorki, bu konuda sosyalist gerçekçi ede
biyat ürünleri verdi, kuramsal yazılar yazdı*
işçilerle edebiyat üzerine sürekli söyleşiler dü
zenledi. Son eserlerinde sosyalizmin insanlığa
getirdiği, getirmesi gerekli sevginin savunusu
na girişti.
Gorki sanatın oluşum ve gelişim koşulları
nı açıklarken burjuva estetikçilerinden çûk
farklı davranmıştır. Çocukluğunda, ilk genç
liğinde gördüğü, birlikte yaşadiğı emekçilerin
sanatla yakın ilintisini gerçekçi gözlemlerle ifa
217
de etmiştir. «Sanat,» diyor Gorki, «kölelerin
zahmetli, yorucu boğuntulu yaşamma sevinci,
şenliği getirdi.» Kişisel gözlemlerden yola çı
kan yazar, gözlemlerinden yararlanarak îlk-
çağ’ın sanat ürünlerine döner. E trüsk vazola-
rmm, Mısır-Yıman-Roma uygarlıklarındaki ta
pınakların, heykellerin, kuyum eşyasmın kim
lerce yapıldığını anımsatır. «Her günkü yıpra
tıcı yaşamlarını köleler, sonunda sanata dönüş
türdüler,» der.
Gorki sanattaki annmışlığm bozulmasını,
yozlaşmasını da sınıflı toplum düzenine bağ
lar: «Toplum sınıflara ayrılınca emek bir zor
lama, bir kölelik durumuna geldi, yaratm a alı
nıp satılır oldu; namuslu ve onurlu yaratım sa
natçıların günlük ekmek parasını çıkarmak için
giriştikleri mücadeleden doğan rekabete yerini
bıraktı; bu rekabet de ‘beyler için’ yapılan nes
nelerin sayısını arttırarak, nesnelerin değerini
düşürdü.» Lukacs’a göre Gorki, «... temeli ha
yat kültürü olan yazınsal kültürünü, en güç
koşullar altında kazandığından çağının en bü
yük yazarı» olmuştur.
Grvmmelshausen, Hans Jakob Christoph: (1621-
1676) Alman dilinin ilk büyük roman yazarı.
Töreleri çokyönlü yansıtabilmesiyle ünlüdür.
Hartmann, Nicökti: (1882 -1950) Filozof. Temel
kuramında gerçek dünyanın dört ayrı tabaka
dan oluştuğunu öne sürer. Bu tabakalar bir
anorganik, bir organik, bir ruhsal (seelisch) ve
bir de tinsel (geistig) tabakadır. ,
Hauptmann, Ğerhard: (1862 -1956) Alman
2't8
oyun yazan ve romancısı. Hauptmann’ın bü-
yükbabalan dokumacıydı. îbsen'in oyunlanmn
ve natüralist akımın estetik kuramlarmm etki
si altında kaldı. Olayı-kişiyi yaşamdakine bağ
lamaya çalıştı. «Dokuma İşçileri» adlı oyunu,
gerçekçilik tartışm alannda hep sözkonusu
edildi. Sonraları sağcı yönelimler gösterdi.
Heidegger, M artin; (1889-1977) Alman filozofu.
Fenomenoloji yöntemlerini varlıkbilimsel (on-
tolojik) sorunlara uyguladı. 1947’den sonra ya
yınlanan eserlerinde, varlık sorununu fenome-
nolojik ve varoluşsal bakış açıları dışında irde
lemeye çalıştı. Felsefesinin, varoluşçuluğun
kavramlarına uygulanamayacağını öne sürdü.
Heidegger varlığı sonsuz belirlenimleriyle or-.
taya koymak yerine, kendi içinde ele alarak
kavramaya çalışır.
Herder, Johann G ottfried van; (1744 -1803) F i
lozof ve şair. Goethe üzerindeki büyük etkisiyle
tanınır. Halkların dili, kültürü ve edebiyatıy
la ilgilendi, Alman halk şarkılarını inceledi.
H üferdm g, R udolf: (1877 - 1941) Avusturya kö
kenli Alman politikacısı. Sosyal Demokrat P ar
ti’den milletvekili seçildi, 1929'da Maliye Ba
kanlığı yaptı.
Hochhuth, R olf: (1931) Alman oyun yazarı.
«Stellvertreter» («Temsüci») adlı oyununda,
Papa’y ı nazilerin yahudi katliamına karşı koy
mamış olmakla suçlar.
Huscley, Aldatış: (1894 -1963) İngiliz yazan.
Çelişkili ve yıkıcı kuşkuculuğu, sonraları yeri
ni budizmin ve hindu felsefesinin etkisiyle bir
219
tü r gizemciliğe bırakır. Romanlarında felsefe
Çizgisinin dışına çıkmaz.
Joyce, Jam es: (1882 -1941) İrlanda asıllı İn
giliz romancısı. Katolik bir kileden geliyordu,
sıkıdüzenli bir katolik eğitimi gördü, Çevre
sinin ve okul arkadaşlarının çabalarına karşın
ulusçu harekete hiçbir zaman katılmadı. Haya
tı boyunca siyaseti geri plana itmeye ve İr
landa'nın ulusçu özlemlerine karşı koymaya ça
lıştı. «Sanatçının Bir Genç Adam Olarak P ort
resi» (1916) romanında kendi gençliğini, İrlan
da'daki ulusçuluk hareketlerini, katolik eğitimi
anlatır. Eleştirel bir tutum u vardır yazarın.
«Ulysses» (1922) romanı, üç Dublinli’nin yaşa
mından bir günü geriye dönüşlerle, bilinç akı
mı çerçevesinde işler. ÎÇ monölog tekniğinin bü
yük ustalıkla kullanüdiğı bir eserdir bu. «Fin-
negans Wake» (1936) romanında ise, insanlık
tarihini yorumlamaya kalkan bir meyhaneci
nin, başarısızlığa uğramasını, düş kırıklığını
yansıtır.
Joyce kişisel bir dil kullanmış, bilinç akı
şım gündelik sözcükler yerine bu dille yoğur
muştur. Lukacs Joyce’un değerini yadsımamak-
la birlikte, onu geçerli Ve yararlanılabilir say
maz. Joyce’un eserleri kopuk, şematik, hayatın
zenginliklerine görece de olsa yaklaşamkmış
ürünlerdir Lukacs’a göre.
K autsky, Kari: (1854 -1938) Sosyalist politika
cı ve kuramcı. Alman Sosyal Demokrat Parti-
si’nin E rfu rt Program ını hazırlayanlardan.
Ketler, O ottfried: (1819 ■ 1890) Jsviçre’li yazar.
220
Goethe anlamında, bir hümanist olan Keller,
Feuerbach’m etkisiyle duyusal-somut dünyaya,
yönelmiş, dünyanın güzelliğini ve geçiciliğini
etkin politik heyecanla birleştirmiştir. Tüm tö-
resel ölçülere sımsıkı bağlı kaldığı halde, ge
ne de önyargılardan uzak ve bağımsız davrana
bilmesi, onun yazar olarak başarısını arttırm ış
tır. B ir ahlâkçı sayabileceğimiz Keller, sıradan
burjuva yargılarından uzak, daha sıcak* daha
içten bir dünyayı dile getirir. Şiirsel gerçekçi
liğinde canlandırılanın nesnelliği ile» canlandı
rılana duyulan sevgi birleşir.
Klages, Ludw ig; (1872-1956) Elyazısı bilimini
kurdu. Genel anlamda bir ifade öğretisi ve ka
rakter bilgisi geliştirdi, Onda tin ruha karşı
olan, cansız, «yaşama düşman» bir ilkedir. En
önemli yapıtı: «Ruhun K arşıtı Olarak Tin».
Koflenr, JLsq : (1907) Alman toplumbilimcisi. En
önemli yapıtları: «Modem Edebiyat Kuramı
Üzerine. Sosyalist Açıdan öncülükçülük»
(1962), «Burjuva TopUımunun Tarihi Üzerine.
Yeni Çağın Açıklayıcı Bir Araştırısı» (1966),
«Çileli Eros. Sanayi K ültürü Ve İdeoloji. Tin Ve
Toplum» (1967).
Kruus, Kari (1874 -1936) AvusturyalI yazar.
Şiirleri; oyunları ünlüdür. Birçok eleştiri kale
me almış, çeviriler yapmıştır.
Lafargue, Paul: (1842 -1911) Fransız marksçı
politikacısı ve yazarı. K ari'M ars’ın kızıyla ev
lendi. Fransız işçi partisini kurdu (1880), Mil
letvekilliği yaptı.
Z/pary, Tim othy: (1920) Harvard Üniversite-
221 .
si’nde klinik psikolojisi okutmanı. Uyuşturucu
hapların kullanılmasından yana çıktı. En
önemli yapıtları: «Interpersonal Diagnosis»,
«Interpersonal Diagnosis of Personality».
L&ynhard, R udolf: (1889 -1953) Alman şairi.
Devrimi ve evrensel barışı öven, dışavurumcu
nitelikte şiirler yazdı.
Loyola, Ignatus von; (1491 - 1556) 1540 Yılında
İÜ. Paul tarafından da onaylanan Jesu Toplu
luğunu (Cizvit Tarikatı) kurdu (1534). Ana
amacı, katolik kilisesini sağlamlaştırmak ve
yaygınlaştırmaktı. Her dönemde, katolik yöne
timlerle çatışan büyük politik etkinliği olmuş
tur.
Mantı, H emrich: (1871 -1950) Thomas Mann’m
kardeşi. 1930’da Prusya Sanat Akademisi baş
kanı oldu, ancak 1933’de nazilerin baskısıyla
bu görevi bırakmak zorunda kaldı. Aynı yıl
Fransa’da Barbusse, Gide, Aragon ve Bloch’la
birlikte nazizmi yeren toplantılar düzenledi.
Stendhal, Balzac, Flaubert ve Zola’nın etkisinde
kalmıştır. «Diana», «Minerva», «Venüs» adla
rındaki üç romanıyla Wilhelm Almanyası top-
lumunu yerer. Toplumsal eleştiri taşıyan yapıt
larından «Profesör Unrat» (1905), «Mavi Me
lek» adıyla 1930’da sinemaya aktarılm ıştır, «tm-
rapatorun Ülkesi» romanında toplum eleştirisi
doruğuna erişir; «Küçük Kent» de en iyi ya-
pıtlanndandır. Heinrich Marnı, milliyetçilik ve
militarizmle kıyasıyla bir savaşım sürdürmüş,
hümanist bir toplumculuğun savunuculuğunu
yapmıştır.
222
M am , K laus: (1906 -1949) Thomas Mann’ın oğ
lu. Genç yaşta tiyatroya başladı; oyunculuğu
nun yanı sıra eleştiriler, dramlar, hikayeler, ro
manlar, çeşitli denemeler yazdı. Savaş muhabir
liği yaptı. E n önemli yapıtları, Çaykovski’nin
yaşamını anlattığı «Patetik Senfoni», ve Alman
göçmenlerini dile getirdiği «Volkanadır.
M am , Thomas: (1875 -1955) Alman romancısı.
Mann edebiyatı etkilemiş bir yazardır. Lu-
kacs’a göre gerçekçiliğin çok yetkin bir temsil
cisidir. «Buddenbrook Ailesi» (1901) Mann’m
ilk önemli romanı sayılabilir. Eserde burjuva
sınıfının maddi varlığını yitirişi anlatılmıştır.
«Tristan» (1903), «Venedikte ölüm» (1913) gi
bi kısa romanlarında, sanatsal yaşamla gerçek
lik arasındaki çelişmeyi irdeler. «Büyülü Dağ»
(1924), «Doktor Faustus» (1947) Mann’ın so
runsala yönelik bir romancı olduğunu kanıtla
yan ürünlerdir.
Hitler iktidarında ülkesinden kovulup,
Amerika’ya gitm iştir.
Mann, yaşamı boyunca kaba güce, şiddete,
kan dökücülüğe karşı çıkmış, insancıl değerleri
savunmuştur. Eserleri de bu dünya görüşünün
bir yansıması olarak nitelenebilir. Burjuva dün
yasını, burjuva sınıfını kabalıkla, vahşetle, ba
yağılıkla suçlamıştır. Burjuva ahlâkının ikiyüz
lülüğüne değinmiş, bu ahlâkın karşısına hü
manist sorunsalı çıkarmıştır.
Mennhem,, Kari: (1893 -1947) Toplumbilimci.
Ona göre ideoloji, tarihin belli bir anında bir
toplumsal sınıfın çıkarlarının aldatıcı amaçla
223
evrenselleştirikneaidir. Aydının görevi, karma
şık sınıf çatılmalarını kavrayarak ideolojiyi
aşmaktır.
M atck, F rühz; (1880 -1916) Alman ressamı.
GefleİMklte hayvan resimteri çizdi, göz kamaştı
rıcı renkleri yeğledi. A tlar başlıca tutkiısuydu.
Atlarm varlığında doğayı, a n yaşamı buluyor
du. Son ürünlerinde Soyutlamaya yönelik bir
tutum içine girdi.
M ayakcmski, Vtodim ir, Vladim iroviğ: (1893 -
1930) Sovyet şairi. Şiirlerinde serbest Ölçüyü
çok başarılı bir biçimde kullandı. Yarım uyak,
eksiltı, söyleyiş araçlan arasında sayılabilir.
Devrimci şiirin en büyük ustalarmdandır.
M olnar, F ra m : (1878 -1952) Macar yazan. Ya
p ıtta n genellikle oyalayıcı, eğlendirici, ama yü
zeysel niteliktedir. En ünlü romanı «Pal Soka-
ğı’nın Ç ocuklanklır (1907). «Liliom» (1909)
ve «Olympia» (1927) adlı iki oyunu da tanın
mıştır.
Möser, Justiis; (1720 -1794) Alman yazan.
«Aydlnlanma»ya karşı çıktı.
MüUer, A dam Hevnrich: (1779 -1829) Alman
romantik okul iktisatçısı ve kamu hukukçusu.
N oske, G ustav: (1868-1946) R. Luxemburg ite
K. Liebknecht’in önderliklerinde gelişen Sparta-
kus işçi hareketini, 6-11 Ocak 1919 tarihlerin*
de kanlı bir biçimde bastıran Alman savunma
bakam. Sosyalist P arti milletvekilliğiyle poli
tik yaşama atılan Noske, sonradan savunma
bakam olmuştur.
O rtega y G asset, Jose: (1883*1953) M adrit’te
224
metafizik profesörü oldu (1911). Nietzsche ve
Dilthey’in yaşam felsefesinin etkisi altındadır.
Tanrısız bir hıristiyanlık düşüncesinin çözül
düğü görüşündedir. Felsefesi spirituel bir ço
ğulculuk olarak nitelendirilebilir. «İnsan kişi
liğinin asıl çekirdeği ruhtur.»
Rapp, Georg: (1757-1847) İlkel hıristiyanlik-
tan esinlenerek, dinsel ve toplumsal nitelikte
bir «(topluluk» kurmayı düşündü. ABD’de «New
Harmony» adı verilen koloniyi kurdu. Bu kolo
niyi bir süre işlettikten sonra, 1825’de Robert
Öwen’e sattı. Ohio kıyılarında «New Economy»
adlı ikinej bir koloniyi kurdu.
R ickert, H em rich: (1863-1936) W. Windelband!
m öğrencisi. Onun ölümünden sonra «Baden
Okulu»nu yönetti. Değerler Yo kültür sorunla
rıyla uğraştı.
RoUcmdj Rom m n; (1860-1944) Fransız yazarı,
önce tarihsel ve felsefi dram lar yazdı. Sonra
ları büyük sanatçılara, özellikle büyük beste
cilere ilişkin birçok biyografi kaleme aldı. Bi
rinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı barış yan
lısı bir bildiri, gerek Fransa’da, gerekse Alman
ya’da büyük tepkilere yol açtı.
ScheUing, Friğdrich W ühelm von: (1775-1854)
Alman filozofu. Doğa ile tin'in (Geist) özdeş
liğini savundu. İnşan ve Tanrı arasında yer
alan «doğa duygusu»nu felsefeye katmaya ça
lıştı. Doğa duygusu Alman romantik şiirinin de
temeli oldu. Ahlâk duygusundan da derin olan
bu duygu, sanat sezgisidir. Schelling’te doğa
felsefesi sanat felsefesine uzanır.
F: 15 225,
S c M U e r F r e d e r ic h : (1759-1805) Alman oyun
yazan ve şairi. Başlangıçta gerçekçiliği, döne
minin çerçevesinde işlemiştir .Sonradan tarih
sel konulara yönelmiş, dram atik öğelerin yük
sek düzeyde kullanılmasını gerçekleştirmeye
çalışmıştır.
S th le ie rm a c h e r, F r ie d fic h : (1768-1834) Dinbi-
limci ve filozof. İdealist felsefeyle dinbüim ara
sında bir bağ kurmaya çalıştı. Dinbiliminin ko
nusu, T ann sözünün anlamından çok, insanla
rın dinsel büinçlerini kapsar.
Schopenbauer, A r t h u r : (1788-1860) Alman fi
lozofu. öğretisine göre, dünyanın özü, temelsiz
ve amaçsız istençtir (iradedir). Bu istenç, gö
rüngüler dünyasında yaşama ve çoğalmaya yö
neliktir. Ama daha yüksek düzeyde istenç akıl
dan uzaklığının ve kötülüğünün ayrımına varır
ve gene akıl yoluyla kurtulur, olgunluğa erişir.
Bu, hiçbir çıkar gözetmeden sanat yapıtlarını
izleyerek gerçekleşir; tam anlamıyla kurtuhış,
yaşam istencine karşı çıkılarak sağlanabilir.
(Schleiermacher budizmin etkisinde kalmıştır.)
Onda dünya, bir tasarımdan (Vorstellung) baş
ka bir şey değildir.
Seghers, A rm a : (1900) Alman yazan. Sosyalist
gerçekçiliğin baş temsilcilerinden sayılır. Tarih,
sanat tarihi ve Sinoloji eğitimi gördü. 1933 Yı
lında ülkesini terk etti, 1947 yılında Doğu Ber-
lin’ne yerleşti. 1951 Yılında «Stalin ödülü »nü
kazandı. En önemli yapıtları: «St. B arbara Ba
lıkçılarının Ayaklanması», «Grubetsch», «Ye
dinci Haç», «Transit», «ölüler Genç kalır».
226
Simmel, G-eorrg: (1858 -1918) Alman filozofu ve
toplumbilimcisi. Soyutlamayı yadsıyan Sim
mel, bir yaşam ve kültür felsefesi geliştirmeye
çalıştı.
Sinclair, U ptcn: (1878 - 1968) Amerikalı ro
mancı. Sanatçı kişiliğinden çok, politik görüş
leriyle ve polemikçiliğiyle tanınır.
Styron, W illkm : (1925) Amerikalı yazar. Ame
rikan toplumunun bireyi yok edişini ele alan
ve «yitik kuşaklın kaynaklarını betimleyen ro
manlar ve öyküler yazdı.
Szabo, E rvin: (1877 - 1918) Macar sosyal de
mokrasisinin sol kanat kuramcılarından, top
lumbilimci ve tarihçi. «Budapeşte sosyoloji top
luluğumun kurucularından olan Szabo, anar-
şist-sendikacı eğilimleriyle Lukacs’a gençlik dö
nemlerinde önemli ölçüde etki etmiş düşünür
lerdendir.
Teilhand de Chardin, Pierre: (1881 -1955) Ciz
v it papazı, paleontoloji profesörü, özellikle ta
rih öncesi dönemler konusunda uzman sayılır.
Tieck, L uâm g: (1773 -1853) Alman romantik
dönem şairi ve yazan. Satirik-ironik şiirler yaz
dı, halk masallarını andıran m asallar denedi.
«Aydmlannuuyı eleştiren Tieck’in yapıtlarında
lirik, mistik, allegorik b ir üslup egemendir. Ma
sallarında ve komedilerinde zamanla, mekânla,
eşyalarla ironik ve serinkanlı bir biçimde oy
nayışı, ilerde, «absürde» tiyatro yandaşlarının
onunla ilgilenmelerine neden olmuştur. Tieck
«aydınlanma» ile romantik dönem arasında bir
köprü sayılabilir. Yaşlılık dönemlerinde yazdığı
227
kısa romanlar, döneminin tarihi ve toplumu için
yol gösterici birer «rehber» gibidir.
Vogel, Heinrich: (1902) Alman dinbilim pro
fesörü. Başlıca eserleri: «Yalvaran Isa», «Hıris
tiyanlık Bilimi», «Hıristiyanlıkta Tanrı», «Buc-
henvvaldlı Vaiz», «Atom Çağında İnsanın Ge
leceğine İlişkin».
WaHden, H envorth: (1878) - ?) Alman müzikçisi
ve yazan. Dışavurumculuk hareketinin öncü
lerinden biridir. Romanlar, dışavurumcu oyun
lar, sanat ve edebiyat eleştirileri yazdı. SSCB’de
ölüm tarihi bilinmez.
Weber, M m ; (1864 -1920) Toplumbilimci ve fi
lozof. Toplumbilimi ampirik bir bilim sayarak,
değer-bilimlerinden ayırdı.
Windelband, W ilhelm: (1848 -1915) Alman fi
lozofu. «Baden okulu» diye tanınan yeni-kantçı
okulun kurucusudur. Şeylerin kendi başına var
lığım yadsıyarak, kantçılığın ötesinde idealiz
me ve mistisizme yöneldi.
W ittgenstein, Ludvoig Joaeph Johann; (1859 -
1951) AvusturyalI filozof. Olasılık, mantık Ve
matematik kuram lannı temellendirdi. Daha
sonraları felsefi anlatından (ifadeleri) dil ol
gusuna dayandırmaya çalıştı.
Znoeig, A m oîd: (1887) Alman yazan. Savaşı
sert ve gerçekçi bir dille eleştirdiği «Çavuş
Grischa için Tartışma» romanıyla ün kazandı.
Oyunlar da yazdı.
228
GÜNEBAKAN YAYINLARININ
önceki kitapları
• GİDENLER DÖNMEYENLER
• KANLI SÖYLENTİ
• BİR AŞK
ME-Tt
HURDA ALIMI
(MESSINGKAUF)
Brecht'in tiyatro kuramlarım topladığı
en önemli yapıtı.