You are on page 1of 232

birey

ve
toplum

GüNEBAKAN
YAYINLARI
birey ve toplum
m a rx ’a yo lum
g erç ek çilik sorunu

ö zg ü r y a d a g ü d ü m lü s a n a t
« m a rx 'a y o lu m d a e k
b ire y v e to p lu m

REYO Bagımeyl
I
György Lukacs

BİREY VE TOPLUM

Türkçe®.
Veysel Atayman

GÜNEBAKAN TAYINLARI
' Kapak
Sait Maden

Garanti Matbaacılık ve Neşriyat


Tel: 26 TO 20 — 22 85 15 — İstanbul — 1978
İÇİNDEKİLER

Sunarken/7
Marx’a Yolum/19
«Gerçekçilik Sorunu» Uzerine/27
Gerçekçilik Sorunu/31
ö zgür Ya Da Güdümlü Sanat/88
«Marx’a Yolum»a Ek (1967)/130
Birey Ve Toplum/148
Kişiler Sözlüğü/211
SUNARKEN

Yirminci yüziyılın batı kültüründe çok say­


gın bir yeri olan ünlü marksçı edebiyat eleştir­
meni, estetikçi ve kültür düşünürü György Lu~
kacs, bizde genellikle Brecht ile yaptığı «ger­
çekçilik» tartışm asından yenik ayrılmış bir dü­
şünür olarak bilinmektedir. Bu kitaba aldığı­
mız yazıların seçimini yaparken, Lukacs’a çeşit­
li dönemlerde yakıştırılmış kimi nitelikleri ne
önlemek, ne de pekiştirmek kaygısı taşıdık.
Amacımız, bir yandan yukarda sözü geçen ta r­
tışmaya yeni kuramsal boyutlar getirebilmek,
bir yandan da Lukacs’ı, bu dar çalışmanın sı­
nırlarına sığabildiği ölçüde, nesnel olarak ta ­
nıtmaktı. Çıkış noktası aldığımız M arksçıhk Ve
Stdlincilik (Rowohlts Deutsche Enzyklopaedie-
Ausgewaehlte Schriften IV, Hamburg 1970) ge­
nellikle politik nitelikte yazılardan oluşuyordu;
yazıların kuramsal düzeyi ise, derinleştirici ol­
maktan çok sergileyici bir işlev taşıyordu. Bu
nedenle yazı seçimini M arksçilik Ve Stdlincilik
derlemesinin dışına da taşırmayı yeğledik.

7
Sözü geçen kitaptan seçtiğimiz «özgür Ya
Da Güdümlü Sanat» başlıklı yazı, M acaristan’
da stalin d terörün başlangıç yıllan, sayılan
1948’lerde Lukacs’ın yayımladığı (Demokrasi
Ve Edebiyat» kitabından alınmıştır. Sözkonusu
kit&p, Lukacs çevresinde kopanlan «revizyonist»
suçlama-fırtmasma dayanak olmuştu; P a rti ile
Lukacs arasındaki bu tartışm a, Lukacs’ın sus­
mayı yeğlemesiyle yatışmıştı. Lukacs, susması­
na gerekçe olarak Rajk olayım gösterir. Bilindi­
ği gibi Laszlo Rajk, kısa bir Süre sonra, 1949 yı­
lında «vatana ihanet» suçlamasıyla idam edil­
m işti; 1953 yılına değin stalinci terör Macaris­
tan’a egemen olmuştu. Lukacs 1957’de «Demok­
rasi Ve Edebiyat» adlı kitabındaki tüm yazıların
kimi aksaklıklarına ve eksikliklerine karşın,
gene de genel çizgide doğru bir yöne oturtulm uş
olduğunu ileri sürecektir.
Aynı kitaptan aldığımız «Marx’a Yolum-
1933» ve «Mara’a Yolum’a Ek-1957» başlıklı iki
yazıda, Lukacs b ir bakınia hem kendisiyle, hem
de Stalin’le hesaplaşmaktadır. Lukacs, Stalin’in
gerek ideolojik, gerek toplumsal-kültürel, gerek­
se politik alanda kemikleşmiş, bağnaz yargıları
geçerli kılarak, her üç alanda da gelişmeyi -—de­
ğişik derecelerde olmak üzere— giderek engelle­
diği sonucuna varır. Kendisinin olup bitenlere
ses çıkarmak şöyle dursun, Stalin’i destekleyici
tavır almış olmasını da, tarihsel nesnel koşulla­
ra bağlayarak, «Bu konuda yapılacak her eleşti­
ri» karşı yanda savaşı gündeme almış faşizmin
ekmeğine yağ sürebilecekti,» sözleriyle açıklar.

8
Lukacs’a göre Stalin’in yanılgısı, dahası trajedi*
si, tıpkı yirmilerde Troçki’nin «tek ülkede dev­
rim» politikasının zorunluğunu kavrayamamış
olması gibi, yeni dünya politikasını, değişmekte
olan dünyayı anlayamamasından ve Çin devri-
miyle birlikte (1948) dünyada halk demokrasi­
lerinin yaygınlaşma sürecinin yeni boyutlarını
kavrayamayarak, hâlâ «tek ülkede devrim» dö­
neminin yöntem ve politikasını geçerli kılmaya
çalışmasından ileri gelmektedir.
«Gerçekçilik Sorunu» başlıklı yazı, 1937/38
yıllarında Moskova’da yayımlanan «Söz» dergi­
sindeki tartışm aların belki de en önemli yazışır
dır. Bu yazıyla ilgili «giriş» bölümünde, yazıyı
aldığımız kitabm önsözündeki bilgilere dayana­
rak geniş bir açıklama yapmayı uygun bulduk.
Sözkonusu yazı, sosyalist gerçekçilik tartışm a­
larına özellikle kuramsal yönden derin boyutlar
getirecek niteliktedir; bu yönüyle de, Güneba-
kan Yayınlan’hm daha önceleri çıkarmış oldu­
ğu, Bertolt Brecht’ten «Sosyalist Gerçekçilik Ve
Tbptum» derlemesinin bir tamamlayıcısıdır.
Kitabın son bölümünde ise, Lukacs’ın çağ­
daş sorunlar karşısındaki felsefe anlayışını, bu
sorunları kapsayıcı marksçı görüş açışım orta­
ya koyan «Birey Ve Toplum» yer alıyor. Bu yazı,
Lukacs’la Alman toplumbilimcisi Kofler arasın­
da geçen, 1967 yılında Budapeşte’de gerçekleşti-
rim iş -bir söyleşi; özellikle kuramsal yönü ağır
basan bu söyleşi, LukacS’m düşüncesinin uzan­
dığı derin boyutları da sergilemek bakımından,

9
onu daha yakından tanımamıza olanak verecek­
tir.
Ancak ideoloji ve politika üzerine sayısız
yapıtlarıyla [«Tarih Ve Sınıf Bilinci» (1923-
Berlin), «Lenin» (1924-Viyana), «Moses Hess
Ve İdealist Diyalektiğin Sorunları» (1926-Leib-
zig), «Nietzsche Ve Faşizm» (1946-Budapeşte),
«Edebiyat Ve Demokrasi» (1947-Budapeşte),
«Burjuva Felsefesinin Bunalımı» (1947-Buda­
peşte), «Genç Hegel. Diyalektik Ve Ekonomi
İlişkileri Üzerine» (1948-Zürih), «Kaderin Dö­
nüm Noktası»'(1948-Berlin), «Varoluşçuluk Ya
Da Marksçılık» (1948-Paris), «Yeni Demokrasi­
de Marksçı Felsefenin Görevleri» (1948-Buda-
peşte), «Mantığın Yıkılması» (1954-Berlin),
«Estetik Tarihine Katkılar» (1954-Berlin),
«Genç Marx» (1965-Pfullingen), «Eski Alman­
ya’nın Mezara Konuşu», «Faust Ve Faustus»,
«Rus Edebiyatı-Rus Devrimi», «Konuşmalar»
(1968), «İdeoloji Ve Politika Yazılan» (1967)
vb.] bir bütün oluşturan bu düşünürü, böylesi
bir kitabın boyutları içinde tanıtabilmek savı­
nın sınırlılığı ortadadır.
Kimilerine göre «hegelleştirilmiş» bir
marksçıhğı Lukacs’m yazılarının tümünde bul­
mak olanaklıdır (Georg Lichtenheim, «Georg
Lukacs» Dtv. 1971). Kimi zaman lenincilerin
öfkesini üstünde toplamış («Tarih Ve Sınıf Bi­
linci» yapıtı nedeniyle), M acaristan’daki politik
gelişmeye kılavuzluk etmek amacıyla hazırladı­
ğı izlence (program) nedeniyle (Blum-tezleri)

10
politik çalışmalardan alıkonduğu olmuştur. Ne
var ki, sağlıklı bir toplumcu düşünce, kimin ne
olup ne olmadığını aktarm a «dedikodularla» de-
ğü, nesnel dayanaklı çalışmalarla saptam ak du­
rumundadır; yoksa itici «nitelikler» arkasında
zengin düşün hâzinelerinin de kapağı açılmadan
tarihe gömülmesi olasılığı vardır.
1885 yüında Tuna Monarşisi’nin ikinci baş­
kenti Budapeşte’de doğan Lukacs, 1906’da fel­
sefe doktorasını vermiş, 1919'da beş ay süren
•Komünist Hükümeti sırasında eğitim komiser­
liği görevi yüklenmiş, daha sonraları 1944’e dek
geri dönmemek üzere yurdunu terk etmek zo­
runda kalmış, yirmi yılı aşkın bu süre içindeki
çalışmalarının çoğunu SSCB’de gerçekleştir­
miştir. 1915 yüma değin uzanan gençlik dönemi­
ni, Lukacs, burjuva felsefesinin etkisi altındaki
dönem, diye tanımlar. Bu dönemin ürünü 1915’
de yayımladığı «Roman Kuramı»dır.
Sözünü ettiği, burjuva düşün dünyasındaki
1914-18 savaşıyla noktalanan bunalım ve parça­
lanmışlığın Lukacs’a da yansıdığı bir dönemdir.
Bu dönem, yeni-kantçılık’tan Dilthey’in manevi
bilimler ve ta rih felsefesine, oradan da Hegel’e
doğru gelişen bir felsefe çizgisiyle belirlenmiş­
tir. Herman Cohen ve Paul N athor’un kurdukla­
rı yeni-kantçı okul, Marburg okulu diye de anı­
lır. Marburg okulu da tüm yeni-kantçı okullar
gibi hem hegelci, hem de olgucu (pozitivist) ma­
teryalist anlayışa karşıdır. K ant’m eleştirizmini
mantıkla birleştiren Marburg okulu, Kant’ın et-
hik’ini de 19. yüzyılın son yılları burjuva toplu-

11
muna uygulamayı denemiştir. Marburg okulu
varolanın Özünün bilinemeyeceğini ileri sürer­
ken, Dilthey’in felsefesi, toplumsal gerçekleri
konu edinen manevi bilimlerin konularının (ger­
çeklerinin) , duygu-özdeşleşmesi (Einfühlung)
yoluyla bilinebileceğini savlar. Tarihi yaratan
ruhun (akim) düşünme faaliyeti içinde dışlaşan
kanıtları ile, tarih içinde gerçeklesen ruh (akıl)
özdeştirler. Bu da sonradan yaşcm tilaştvnlarak
tarihin anlaşılmasını sağlar. Sanatta, kültürde
vb. dışlaşan ruh (akıl) ile, tarih içinde gerçek­
leşen ruh (akıl) arasında bağ kurulabilir. K ant’
m parçaladığı «gerçeği bir bakıma birleştirme fel­
sefesidir D ilm eyin felsefesi. Ne v ar ki, Dilthey’
in felsefesinde ruhun tarihi ancak izlenebilen b ir
tarihtir, bu tarihi değiştirmek olanaksızdır, çün­
kü tarihi yapan ruhun kendisi değişmez. Dukaca,
yeni-kantçı felsefelerle pazitivist (olgucu) felse­
felerin yüzeyselliği yanında, Dilthey felsefesinin
tarihsel bir haklılık taşıdığını ve bu felsefelere
yeğ tutulduğunu söylerken, manevi bilimler yön­
teminin aslında olguculuğun sorunlarım ne den­
li az aştığını göremiyorduk, der.
1900’lerin ilk çeyreğinde tüm Alman düşü­
nürlerini etkileyen diğer bir düşünür de Hus-
seri’dir. Salt betimleyici fenomenolojisiyle, salt
aşkın bilinç alanını salt sezginin içinde arayan
Husserl, «Eidetik indirgeme yöntemi»yle C1) bi-
.. >
1> «ÖZe yönelik indirgeme yöntemi* (Ayraç İçi­
ne alma [ESnklammerung] yöntemi): Nesnelerin özünü
kavrayabilmek İçin, bütün raslantılanyla birlikte ger.
çek dünyayı, uzay ve zamanla ilgili belirlenimler bakı-

12
linçi ampirik ve öznel katıklarından arındırıp,
salt bilince varmak ister. (Sene savaş arifesinde
Nietzsche’nin akıldışıcı görüşleri de felsefe ala­
nını doldurmuştur. Burjuva felsefesinin bu bu­
nalım belirtileri içinde öznel idealizmden nesnel
idealizme doğru yol alan Lukacs, bu kargaşada
sulandırılmış marksçılığı bulup tanımak için
1917 Devrimi'ni bekleyecektir. Gerçi Lukacs’ın
ifadesiyle 1923‘de bile hâlâ hegelci gözlüklerle
görülen bir Marx‘tvr bu (Tarih Ve Sınıf Bilinci,
1923).
Dönemin tiim felsefe tartışm alarını enine
boyuna sergilemek ne amacımız içinde, ne de ki­
tabın çapı buna elverişli. Biz bu kısa açıklama­
ları, 1900’ler ile 1920’ler arasında K ıta Avrupa-
sı’nm bu kesiminde (Macaristan’da) gelişen
olayların kısa bir yorumunu yaparak tamamla­
mak istiyoruz. Çünkü, bir düşünürün gelişimi­
nin, içinde yetiştiği toplumun çalkantılarından
önemli ölçüde etkilendiği bir gerçek olduğuna
göre, anayurdundaki toplumsal olayların, başka
değişle sınıf savaşımlarının kaba çizgileriyle de
olsa bilinmesi, Lukacs’ın düşünsel oluşumunda
etkisi olan nesnel koşullar hakkında önemli ip­
uçları sağlayacaktır.
1902’lerde E rao Szabo (1877-1918) Marx’ı,
Proudhon’u, Bakunin ve Sorel’i birleştiren seç-
------------- T — »" .....

mandan nesnede bulunan her şteyi, özellikle bireysel va.


roluşu, gelip geçici edimleriyle yaratıcı ben’in kendi-
sini bile ayraç İçine alma. («Felsefe Terimleri Sözlüğü»
Bedla Akarsu, TDK yayınlan.)

13
meçi (eklektik) bir «anarşist-sendikacılik» dü­
şüncesini savunmaktadır. Sosyal demokratlar ve
onlara bağlı sendikalar bu görüşlere karşıdırlar,
öğrenciler ve aydmlar arasında yandaş bulan
Szabo, 1902’de «Sosyalist öğrenciler Kulübü»nü
kurar. Sendikaların genel grevleriyle proleter
devrimin başlatılabileceği ileri sürülmektedir.
Genç Lukacs da «Budapeşte Devrimci Sosyalist
öğrencileri» diye bilinen bu kulübün kurucuları
arasındadır. Demokratik içerikten yoksun, köh-
nemiş, büyük toprak «ağalarının» güdümünde
olan M acaristan parlamentarizminin değiştiril­
mesi her sol liberalin özlemini çektiği bir deği­
şimdir; bu amaçla, Eduard Bemstein ve Max
Adler’in de katıldıkları seminerler düzenlenir.
Aynı yıllarda, Kautsky’nin determinist marksçı
anlayışına bel bağlamış, işçüeri örgütlemek için
çaba gösteren sosyal demokratlardan biri olan
’Oszkar Jaszi’nin çıkardığı «Yirminci Yüzyıl»
dergisi, büyük toprak sahiplerini Macaristan’ın
baş sorunu saymaktadır. Dergi çevresinin ço­
ğunluğunu hali vakti yerinde burjuvalar oluştu­
rur. îlke olarak demokratik bir hareketin bile
çok güç görünmesi, burjuva aydınların hareketi
giderek terk etmelerine yol açınca, dergi de sola,
sanayi işçilerine yaklaşmak zorunda kalır.
Marksçı terminolojiyle bir burjuva devrimidir
istenen. Sanayi proletaryasının aydın öncülü­
ğünde kitle bilinci getirilerek yapılacaktır bu
devrim.
Bu sırada, savaşın neden olduğu mayalanma
süreci içinde yepyeni bir seçkinler ideolojisi

14
oluşmaktadır. Sanayi kesimindeki mühendisler,
bilim adamları, teknokratlar, kısacası tüm üre-
tim -aydınlan birleşerek bir sendika kurarlar.
Amaçlan meslek çıkarlarım korumanın yanın­
da, savaşa karşı çıkanlan da desteklemektir. Bu
harekete sonraları «mühendisler sosyalizmi»
denmiştir. Baş kuramcılarından Gyula Hevesi,
hiç istemediği halde Saint-Simon ideolojisini
yeniden diriltir. Tarihçi Jazef Lengyel bu hare­
ket için, «teknokratların ve mühendislerin sabo­
tajlarına dayanan bir devrim planı,» der. Heve­
si, asıl artık-değeri işçilerin değil de, teknokrat
ve mühendislerin sağladığı görüşündedir. İşte
böylesine yoğun kavram kargaşası içinde bo­
calayan M acaristan’da, 1918 yılında Komünist
P a rti kurulur. Lukacs da Komünist Parti'ye gi­
rer. Parti başkanı Bela-Kun ve bolşevik yan­
daşları çok geçmeden, 1919 Şubatında tutukla­
nırlar. Ancak Cumhurbaşkanı Karolyi burjuva­
ların desteğini yitirince çekilmek zorunda kalır.
Bunun üzerine yirmi dört saat önce hapiste bu­
lunan Kun, Sosyal Demokratlarla bir koalisyon
kurarak iktidara gelir (22 M art 1919). Bu dö­
nemde Lukacs, önce «halk eğitim komiseri yar-
hurg Monarşisi’nin yıkılması üzerine Macaris­
tan’ın Sırp, Romen v© Çek istilâsı tehdidi altın­
da bulunmasıdır. Bu olgu, Bela-Kun’u sosyaliz­
mi ulusalcı eğilimlerle birleştirmeye zorlar. Sov­
yet kızıl ordusunun yardıma gelmemesi yüzün­
den Romenlere yenilgi kaçınılmaz olunca, Kun
Viyana’ya sığınmak zorunda kalır. Beş ay süren
komünist-soSyaliat koalisyonunun ardından,
Miklos Borthy’nirt beyaz ordusu Budapeşte’ye
girer, beş bin kişi öldürülür, yetmişbeş bin kişi
tutüklanır, Bunların arasında, Viyana’da başla­
tılan kampanya üzerine birkaç ay sonra serbest
bırakılacak olan Lukacs da vardır. Lukacs Viya-
na’daki yasa dışı Macar Komünist P artisi’ne k a­
tılır. Büyük tartışm alara neden olan «Tarih Ve
Sınıf Bilinci» bu tarihlerde yayımlanır; Blum-
tezleri bu tarihlerde geliştirilir. Lukacs İhı tez­
lerinde, H orthy rejiminin ancak demokratik b ir
cumhuriyetle aşılabileceğini, arkadan Sosyaliz­
min geleceğini ileri sürer. Bu tezleri nedeniyle
M acaristan Komünist Partisi ile çatışır ve tüm
politik işlevlerinden alıkonur; bundan sonra sırf
felsefe ve edebiyat eleştirisine yönelir.
Kolayca görülebileceği gibi, oldukça çalkan­
tılı, sınıf savaşımlarının çok belirgin olduğu b îr
toplumda yetişm iştir Lukacs. «Mars’a Yolum»
başlıklı yazısında da açık biçimde belirttiği gibi,
döneminin toplumsal olayları, moda ideolojileri,
her aydın gibi onu da kimi zaman olumlu, çoğu
zaman da olumsuz yönden etkilemiş, düşünce ge­
lişimini biçimlendirmiştir. Gençlik döneminin ki­
mi ideolojik yanılgıları, onun, «Marx’a varışım»

16
bîr anlamda geciktirmiştir
K itaptaki yazıları oldukça geniş bir zaman
a ra lığ ın ın seçtik (1933-1967). Çevirileri ger­
çekleştirirken, özgün metnin daha kolay anlaşıl­
masına yardımcı olmak amacıyla kimi küçük
açıklayıcı eklemeler yapmayı, özgün metinde bu­
lunmayan bu açıklayıcı eklemelerimizi köşeli ay­
raçlarla belirlemeyi uygun bulduk. Kitabın sonu­
na bir de kişiler sözlüğü ekledik. Sözlüğe metin­
lerde geçen bütün adlan değil de, bizim için gö­
rece yabancı sayılabilecek kişileri almayı yeğle­
dik.
Veysel Atayrmn

F: 2 17
MARX’A YOLUM

Dünya görüşünün aydınlığa kavuşmasını,


toplumsal gelişimi, hele hele günümüzdeki duru­
mu ve bu durum içinde kendi konumunu, günü­
müzdeki durum karşısmda tavır alışını önem­
seyen her kişi için Mant'la kurduğu üişki, bir öl­
çüt niteliğindedir. Bu soruyu ne denli derinden
ve köklü kavradığına bakıp, dönemimizin dünya-
tarihsel savaşımları karşısında açık seçik bir
tavırdan —bilerek ya da bilmeyerek— kaçınmak
mı, yoksa kaçınmamak mı istediğini saptayabi­
liriz herkesin. Mant’la olan ilişkinin, marksçılık-
la düşünce düzeyinde kapışmanın biyografik bir
taslağı, biyografinin kendisi —benim örneğim­
de olduğu ğibi— hiçbir şekilde kamu oyunun il­
gisini toplama savı taşım asa da, emperyalist dö­
nem aydınlarının sosyal tarihine bir katkı ola­
rak, genel anlamda belli başlı b ir ilgiyi uyandın-
cı görünüştedir.
M ant’la ilk tanışmam (Komünist Fanifes-
tosu’yla) lise dönemlerime raslar. îlk etki olağa­
nüstü büyük olmuş, henüz öğrenciyken Mant ve

19
Engels’in birçok yazılarını («18 Brumaire», «Ai+
lenin Kökeni» gibi) ve «Kapitaldin birinci cil­
dini okumuştum. Bu inceleme marksçılığın bazı
çekirdek noktalarının doğruluğuna aklımın y at­
masını sağlamıştı hemen. İlk ağızda artık-değer
kuramının, tarihin sınıf savaşımlarının tarihi
olarak kavranmasının ve toplumun sınıflara bö­
lünmüşlüğünün etkisi altında kalmıştım. Bu
arada, hani bir burjuva aydınından en beklenen
şeyi yaparak, bu etkiyi ekonomi ve toplumbilim­
le sınırlamıştım. O günlerde, diyalektik maddeci
felsefe ile arasında hiçbir ayrım gözetmediğim
maddeci felsefeyi bilgi teorisi yönünden tümüy­
le aşılmış sayıyordum. Yeni-kantçi felsefenin
«bilincin içkinliği» öğretisi, o zamanki sınıf ko­
numuma ve dünya görüşüme bir güzel uyuyordu,.
Ben de hiçbir eleştirel sınamadan geçirmeden,
her bilgi-teorik sorunsalın çıkış noktası olarak
kayıtsız şartsız kabul ediyordum onu. Gerçi aşı­
rı öznel idealizmin sorunları boyuna kafamı kur­
calayıp duruyordu, (örneğin yeni-kantçıjığın
Marburg okulu olsun, Mach’çılık (i) olsun» ger­
çeği bilince içkin bir kategori [ulam] sayıp, doğ­
rudan biliçten türetmelerine bir türlü aklan er­
miyordu.) Gelgelelim bu tutarsızlıklar maddeci1

1) Fizikçi, filozof E m st Mach’ın (1838-1916) öğ­


reti Si için Lenin’in ve lenincilerin olumsuz anlamda
kullandıkları bir tanım. Yeni olguculuğa, etki yapan
Mach için bilim «düşünme ekonomieisydi. filim in gö­
revi, deneyimden elde edilen olguları düzenlemekti. Oy.
sa olgular da Mach için yalnızca duyumlamalardı [al.
gılamalardı}.

20
görüşlere yaklaşmama- yol açmadı, tersine, bu
sorunu yer yer akıl-dışıeı-ğörececi yollar­
dan, Jrer yer de mistisizme kayarak çöz­
meye çalışan okullara, (Wmdelbatıd/Rickert,
Simmel, Dilthey) yaklaştım. Öğrencisi öldü­
ğüm Simmel’in etkisi, bu dönemde Marx’dan
edindiğim tüm bilgileri böyle bir dünya görüşü
içine «yerleştirmeme» yol açtı.
Simmel’in «Para Felsefesi» ve Max Weber’
in protestancılık yazılan, içinde Marx’dan bazı
inceltilmiş, rengi uçmuş öğelerin zorunlu olarak
bulunduğu, ama nerdeyse tanınmaz olduğu «ede­
biyat sosyoloji »m için örnek aldığım kişilerdi.
Simmel’i örnek alarak, bir yandan «toplumbili­
mi» o çok soyut kavranmış ekonomik temelden
koparıyordum, bir yandan da «toplumbilimsel»
çözümlememde estetiğin asıl bilimsel incelenme­
sinin («Modem Dramın Gelişim Öyküsü», «(Ede­
biyat Tarihi YÖntembilimi-1910», her ikisi de
macarea yazılmıştır) yalnızca bir ön çalışması­
nı buluyordum. 1907 ile 1911 arasında çıkan de­
nemelerim bu yöntem ile m istik bir öznelciliği*
arasında kayıp duruyorlardı-
Böyle bir dünya görüşü gelişmesi göz önün­
de tutulacak olursa, Marx’a ilişkin gençlik izle­
nimlerimin de giderek solup belirginliğini y itir­
diği ve bilimsel etkinliğim içinde daha az yer
tutm aya başladığı anlaşılır. Marndı hep en uz­
man iktisatçı ve «toplumbilimci» sayıyordum
h âlâ; ancak ekonomi ile toplumbilim o zamanki
etkinliklerim arasında geçici olarak az yer tu ­
tuyordu. Bu öznel idealizmin benî felsefi bir bu­

21
nalıma ittiği o gelişim aşamasının tek tek so­
runları ve ara basamakları okuyucu için ilginç
değildir. Oysa bu buıialım, emperyalist karşıtlık­
ların giderek daha yoğun ortaya çıkmasıyla nes­
nel yönden belirlenmiş bir bunalımdı ve dünya
savaşının patlak vermesiyle daha da arttı. Gel-
gelelim bunalımım ilk önce öznel idealizmden
nesnel idealizme geçiş biçiminde gösterdi kendi­
ni («Roman Kuramı», 1914-1915). Doğal olarak
da Hegel —ve özellikle «Geist’ın Fenomenoloji'
si» benim için artan bir önem taşımaya başladı.
Savaşın emperyalist karakterinin giderek
daha netleşmesi, daha anlaşılır olması ve He­
gel çalışmalarımın derinleşmesiyle birlikte,
Feuerbach’ı da —o' zaman için yalnızca insan-
bilim (anthropologism) yanıyla— işin içine k at­
mak zorunda kalmamla, Marx’la ikinci yoğun
uğraşma dönemim başlar. Bu kez «Politik Eko­
nominin Elleştir isi »ne (o büyük) girişi didik di­
dik incelemiş olmama karşın, Marx’ın gençlik
döneminin felsefi yazılan ilgimi çekiyordu. Bu
kez Simmel’ci değilse de Hegel’ci gözlüklerle ba­
kılan bir Marx’dı karşımdaki, yoksa «olağanüs­
tü bir bilimci», iktisatçı, toplumbilimci olan
Marx değil. Her şeyi kapsayan düşünür, büyük
diyalektikçi, içimdeki «alacakaranlıktan gün
ışığına çıkmaya başlamıştı artık. Gelgelelim hâ­
lâ o günlerde bile, maddeciliğin, somutlaştırma
ve birlikleştirme (bağdaşıklaştırma), diyalekti­
ğin sorunlarını tutarlılaştırm a bakımından ta ­
şıdığı önemi farkedemiyordum. Ancak hegelci
anlamda içeriğin biçiıri karşısında birincil, ön-

22
çelikli olduğu görüşüne varmıştım ve büyük öl­
çüde hegelci temele dayanarak, Marx ve Hegel’i
bir tarih felsefesi içinde birleştirmeye çalışıyor­
dum. Anayurdum olan Macaristan’da, en etkili
«sol-sosyalist» ideolojinin Ervin Szabo’nun sen-
dikalizmi olması nedeniyle, bu denemem özel bir
anlam taşıyordu. Ervin Szabo’nun sendikacılık­
la ilgili yazılan «tarih felsefesi çalışmalarıma»
olumlu bazı katkılarda bulunurken (örneğin,
«Goatha îzlencesi’nin Eleştirisi »ni onun sayesin­
de tanımıştım), yoğun soyut-öznelci, bu neden­
le ahlaksal yönü ağır basıcı özellikler de kazan­
dırdı. Akademik bir aydın olarak yasa dışı işçi
hareketlerinin dışında kaldığım için, savaş sıra­
sında ne Spartakus yazılarını, ne de Lenin’in sa­
vaş üzerine yazılarını görmeni mümkün oldu.
Yoğun ve kalıcı bir etkilenmeyle Rosa Luxem-
burg’un savaş öncesi yazılarını okuyordum; Le-
iıin’in «Devlet Ve Devrim»ini ancak 1918-1919
devrimi sırasmda tanıyabildim.
İşte böyle ideolojik bir mayalanma içindey­
ken, 1917 ve 1918 devrimleri beni kıskıvrak ya­
kaladı. Kısa bir kararsızlıktan sonra, 1918’de
M acaristan Komünist Partisi’ne katıldım ve o
günden sonra devrimci işçi hareketinin safların­
da yer almaya başladım. P ratik çalışmalarım,
çok geçmeden Marx’ın ekonomik yazılarıyla da­
ha yoğun bir biçimde uğraşmamı gerektirdiği
gibi tarihi, ekonomi tarihini, işçi hareketleri ta ­
rihini vb. de daha iyi öğrenmemi, felsefi temel­
lerimi yeniden gözden geçirmemi zorunlu kılı­
yordu. Marksçı diyalektiği gerçekten tümüyle

23
kavrayabilmem için giriştiğim bu, boğuşma çok
uzun sürdü. Macar devrimînin deneyimleri, her
türlü sendikacı kuramın ne denli tutarsız olabil
leceğini çok kesin gösterdi (Parti’nin devrimdeki
ro lü ); gelgelelim aşırı sol öznelcilik içimde daha
uzun süre yaşadı. (1920'deki parlam entam m
tartışm asında aldığım tavır, M art eylemine k ar­
şı tutumum, bunun sonucudur.) Bütün bunlar,
özellikle diyalektiğin maddeci yanım gerçek an­
lamıyla ve doğru kavramamı engelledi. «Tarih
Ve Sınıf Bilinci» kitabım (1923) bu geçişi çok
net gösterir. Hegel’i M anı’la «aşmak» için giriş­
tiğim bilinçli denemeye karşın, diyalektiğin
ayirtgan sorularını hâlâ idealistçe çözüyordum.
(Doğa diyalektiği, imge kuramı vb.) Sımsıkı
sarıldığım LuXe£nburg’un birikim kuramı, aşın-
sol-öznelci bir eylemcilikle organik olmayan
bir biçimde birleşiyordu hâlâ.
Ancak devrimci işçi hareketiyle uzun yılla­
rın pratiğinden gelen kaynaşmam, Lenin’in ya­
pıtlarını inceleyip öğrenmem ve onları —yavaş
yavaş— en temel anlam ve önemleriyle kavra­
mam, M ara’la uğraşmamın üçüncü aşamasını
başlattı. Gelgelelim ilk kez şimdi, hemen hemen
on yıl süren pratik b ir çalışmadan sonra, M ara’
la en azından on yılı aşan kuramsal bir boğuş­
madan sönra, maddeci diyalektiğin kapsayıcı
ve birlikli [bağdaşık] karakteri gözümün önün­
de som ut olarak açık seçikleşti. Ama özellikle
bu açık seçikleşme, Mara’ı hakiki anlamıyla Öğ­
renmemin asü şim di başladığını ve bundan böy­
le de durmak bilmeyeceğini gösteriydi bana.

24
Çünkii Lenin’in çok yerinde saptadığı gibi, «fe­
nomen yasadan daha zengindir.., bu nedenle ya­
sa, her yasa dar, eksik, yaklaşık’tır.» Yani ; Di­
yalektik maddeciliğin gerektirdiği gibi, doğa’
nın ve toplumun fenomenlerinin enine-boyuna-
derinliğine bilgisine dayanarak, bu fenomenleri
nihaî biçimde kavradığını sanan her kimse, ka­
çınılmaz biçimde, canlı diyalektikten mekanik
donukluğa düğmekten, kapsamlı maddecilikten
idealist tekyanlılığa gerilemekten kurtulamaz.
Diyalektik maddecilik, M ars’ın Öğretisi, her gün,
her saat, pratiğe dayanarak işlenmeli, yeniden
mal edilmelidir, ö te yandan M ars'ın öğretisi,
Özellikle yıkılmaz birliği ve bütünlüğüyle, prati­
ğin sürdürülmesi, fenomenlerin ve yasaların de­
netlenmesi, öğrenilmesi için biricik silâhı oluştu­
rur. Eğer bütünlüğün içinden bir öge koparıla­
cak olursa (ya da en azından ihmal edilirse), ge­
ne donukluk ve tekyanlılık doğar; uğrakların
birbirlerine olan oranlarını bilemezsek, gene
ayağımızın altındaki maddeci diyalektik zemini
yitirebiliriz. «Çünkü her hakikat,» der Lenin.
«abartılınca, geçerliğinin sınırları aşılınca an­
lamsızlığa dönüşür, dahası böyle durumlarda ka­
çınılmaz olarak anlamsızlığa dönüşmelidir.»
Komünist Manifestosu’nu çocukken ilk kez
okuduğumdan bu yana otuz yılı aşkın bir zaman
geçti M ars’ın yazılan içine —düz bir çizgide de­
ğil, çelişkilerle dolu da olsa— giderek artan öl­
çüde girmem, toplum açısından bir anlam taşi-
dığı ölçüde, benim de entellektüel gelişmemin ve
bundan öteye tüm yaşantımın öyküsüdür [ta ri­

25
hidir]. Bana Öyle geliyor ki, Marx’ın ortaya çıkı­
şını izleyen çağda, kendini önemseyen her düşü­
nür için Marx’la hesaplaşma, düşünürün baş so­
rununu oluşturmalıdır; Marx’ın yönteminin ve
ortaya koyduğu sonuçların düşünürce benimsen­
me tarzı ve derecesi, düşünürün insanlık gelişi­
mi içindeki yerini, konumunu belirler. Bu geliş­
me sınıfsallıkla belirlenmiştir. Ama sözkonusu
olan donmuş, kemikleşmiş değil, diyalektik bir
belirlenmişliktir: Sınıfların savaşımındaki ko­
numumuz marksçılığı kendimize mal edişimizin
[ benimseyişimizin] tarz ve derecesini büyük öl­
çüde belirler; öte yandan bu benimseyişimizin
[öğrenmemizin] her aşaması, yaşamla ve prole­
taryanın pratiği ile kaynaşmamıza yol açan bir
etki yaptığından, böylelikle yeniden geriye dö­
nerek, Marx’m öğretisiyle kurduğumuz ilişkileri
bir kez daha derinleştirmemizi zorunlu kılar.

1933

26
GERÇEKÇİLİK SORUNU ÜZERİNE

Yaklaşık otuz yıl kadar önce, edebiyat m i­


rasına doğru sahip çıkm a konusundaki■ değişik
düşünceler bir tartışm aya yol açm ıştı. Miras so­
runu önce m arksçüar tarafından ortaya atılm ış­
tı. Dışavurumculuk j(ya da gerçekçilik) tartış­
m ası denilen bu tartışm a, 1937-38 yıllarında
sürgünde sürdürülen bir tartışm aydı. Aslında
faşizm in Avrupa'daki varlığı bu tartışm ayı be­
lirleyen bir olguydu; ancak savaşın bitişinden
sonra Adenauer ortamımın buyurucu ve «antiko-
m ünist» niteliği, sözkonusu tartışm anın verim li
uzantılarını (Federal Alm anya içinde) kesip,
tartışm ayı dondurmuştur. İlk kez altm ışların
sonlarına doğru, Almanya’da bağnaz olmayan
bir m arksçı estetiği, proleter-devrimci edebiyatı,
proletarya yüceltim ini kendilerine uğraş edinen­
ler, maddeci bir edebiyat bilim i aracılığıyla
«üstyapı» tartışm alarını başlatm ayı başarmış­
lar, gerçekçilik düşüncesine, m arksçı edebiyat
kuramına ve estetiğe yeniden artan bir ilgi du-
yulm asım Sağlamışlardır. O ysa o günlere de­

27
ğin gerçekçilik tartışm ası, Alm anya'da olsa otsa
burjuvaziyi ilgilendiren bir sorun sayılm aktan,
burjuvazinin bir iç sorunu gibi görünm ekten öte­
ye bir anlam taşım am ıştır,
Savaşın bitişinden sonra, sürgündeki sol gö­
rüşlü aydınların çoğu B atı yerine Doğu Alm an-
yfa'ya dönmeyi yeğlem işler, ya da Avrupa'nın
öteki ülkelerinde kalm ışlardır. Sürgünden dö­
nenlerin deneyimlerinden çıkarılm ası gerekli so­
nuçlar, B atı Alm anya'daki politik ortam m buna
elverişli olmaması yüzünden, özellikle böyle bir
edebiyat tartışm ası gerçekleşemediği için ve­
rim li olam am ıştır.
1987'de başlayan dışavurum culuk tartışm a­
sı, sosyalist edebiyatın gelişmesi bakımından ol­
dukça ayvrtgan bir yer tutar. A ynı yıllarda B it­
ler M ünih'te açtırdığı sergide tüm m odem sa­
natı ve dışavum m cukığu «yozlaşmış sanat»
damgasıyla tarihe gömme çabasındadır. Sovyet
resm i politikasında da sosyalist gerçekçilik
adına dışavurum culuk «yoz sanat», «çöküntü
sanatı» diye tanım lanm aktadır.
Dışavurumculuğun sosyalist gerçekçilik adı­
na bir «çöküntü sanatı» diye tanımlanmasının
özgül sınıfsal konuma dek uzanan nedenleri var­
dı; bu tanımlama, edebiyat m irasının faşizm e
kdrşı savaşım da ne denli kullanılabileceğine ya
da kuManilamoyacağına İlişkim m arksçt bir de­
ğerlendirmenin ürünüydü. H itler politikası yö­
nünden dışavurumculuğun «yoz sanat» olarak
yorumlanması ise, aslında Alman klasiğini ku ­
zey Alman Özü ile Özdeşleştirme, kaynaştırm a

28
çabalarından kaynaklanm akta, tutucu-ahlâksal
kafadan doğan bir öfkeyle bütünlenm skteydi.
Moskova’da yayınlanan «Söz» dergisinde
îB8*l-88 yılla n arasında sürdürülen bu tartışm a,
salt dışavurum culuk tartışm ası niteliğinde de­
ğildir, bir bakıma m arksçı bir gerçekçilik anla­
yışının düşünceyle yoğrulm asıdır da. Daha son­
raları, Lukacs ile Anna Seghers arasındaki ya ­
zışmalarda, Brecht-Lukacs polemiğinde uzar gi­
der tartışm alar.
önce Alm an yazarı (şairi) G ottfried Benn’
in Nazi D evletinden yana çıkm asıyla başlayan
tartışm a, Klaus Mann’m ve A lfred Kurella’nm,
«dışavurumculuğu doğuran düşünce ve ruhun
faşizme de yol açtığınnı öne sürm eleriyle bir an­
da alevlenir, özellikle Kurella’nm kışkırtım sal­
dırıları, tartışm aya bir anda on beş yazarın ve
edebiyat eleştirmeninim katılm asına neden otur.
Bu yazarlar arasında Henoard WaMen, R udclf
Leorikarâ, E m si Bloch gibi eski dışavurumcu­
lar .da vardır.
Tartışm anın doruk noktaları bir yanda Lu­
kacs ile Bloch, öde yanda yine Lukacs ile Brecht
arasındaki görüş ayrılıklarında ortaya çıkar. Bu
dönemde adı geçen Alman yazarları içinde en
çok edebiyat yazısı yazm ış olan Lükacs’dvr.
«Rusya proleter yazarlar tophüuğuv>nda Önemli
bir yeri varfdtr Lükacs’m ; tartışm aya gerçekçi­
liği en geniş boyutuyla getiren> «G erçekçilik So­
run»» yazısıyla yine o olm uştur. 198J?de Mosko­
va’da yayınlanan «Uluslararası E debiyat» dergi-
Sinde dışavurumculukla hesaplaşmış («Dtşanu-

29
rumcüluğun Büyüklüğü Ve Çöküşü») ve Brecht’
le Bloch’un da belirttikleri gibi, doğru birçok gö­
rüş ortaya koym uştur, örneğin, dışavururnculu-
ğun burjuvaziye, burjuvalığa karşı çok soyut bir
«m uhalefet» oluşturduğunu, öznel duygunun
abartıldığını, gerçek önüride düşünceye sığınıla­
rak gerçek’ten kakıldığım, bütün bunlardan da
gerçek’ten uzaklaştırıcı bir ideoloji doğduğunu,
doğru olarak saptayabilm iştir. Ancak Eloch, dı­
şavurumculuğun öznelciliğini, bireyciliğini, içe­
rikten yoksun oluşunu faşizm e teslim oluşunun
nedeni olarak gösteren L/ukacs’m, tüm bu sorun­
ları sanat biçimlerinden tamamen kopararak ele
aldığını söyler.
D ışavurum culuk tartışm asına sırf Lukacs
açısından yaklaşm ak, doğru bir değerlendirme­
y i eng enleyebilir. B u değerlendirmeyi yaparken,
otuzlarda Sovyetler B irliği’ne egemen olan ger­
çekçilik anlayışım , bu sorun üzerindeki tartış­
maları, edebiyat m irasım n, «halk cephesi» ha­
reketinin birleştirici politikası ışığında marksçı
açıdan yeniden işlenip değerlendirilmesi çabar
lanm da göz önünde bulundurmalıyız.

30
g e r ç e k ç il ik s o r u n u

Devrimci burjuvazi kendi döneminde sınıfı­


nın davası için amansız bir savaşım sürdür­
müştür; bu savaşımında tüm araçları kul*
lanmıştır, güzel yazın''araçlarım da. Şöval­
yeliğin son kalıntılarını genel alay (konu­
su) yapan neydi? Cervantes’in «Don Qui-
jote»u burjuvazinin, feodalizme, aristok­
rasiye karşı yerdiği savaşımda, elindeki en
güçlü s ilâhdi.
Devrimci proletarya da, ona tıpkı böyle bir
silâh verebilecek, en azından küçük bir
Cervantes’i gereksinmektedir. (Alkışlar,
coşkunluk...)
Georgi Dimitroff
(Moskova Yazarlar Binası’nda-
kl Antifaşizm Gecesi konuşma­
sından.)

«Söz» (das Wort) dergisinin dışavurumculuk


(ekspresyonizm) tartışm ası, tartışm aya sonra­
dan katılanlar için belirli bir güçlük getiri­
yor; birçok kişi dışavurumculuğu büyük bir tu t­
kuyla savundu. Ancak, Mm’in örnek bir dışavu­
rumcu yazar olduğunun, daha doğrusu kimin dı-

31
şavurumcu diye nitelenmeyi hak ettiğinin so­
m ut olarak söylenmesi istendiğinde, görüşler
birbirinden öylesine kesin ayrılıyor ki, ta rtış­
masız kabul edilen tek bir ad’a raslamak olası
değil. H attâ en ateşli savunma konuşmalarını
bile okurken, arasıra: Acaba gerçekten dışavu­
rumcular var mı, diye düşünüp, kuşkuya kapıl­
m aktan kendini alamıyor insan.
Burada tek tek yazarların değerlendirmesini
yapmayıp, edebiyatın gelişmesindeki ilkeler üze­
rinde duracağımızdan, bu sorunun açıklığa ka­
vuşması da bizim açımızdan öyle pek büyük bir
önem taşımıyor. Edebiyat tarihi açısından, ya­
zarıyla olsun, eleştiricisiyle olsun, dışavurumcu
bir yönelim var kuşkusuz.
Aşağıdaki düşüncelerimde ilkesel sorunlarla
sınırlayacağım kendimi.

1.
önce bir önsoru: Bazı yazarların benim
eleştiri faaliyetimi saldırılarına hedef yaparken
özellikle vurguladiklan gibi, burada [bu ta rtış­
mada] sözkonusu edilen, modem edebiyat ile
klasik edebiyat arasındaki karşıtlık m ıdır? So­
ru ’nun böyle konması temelden yanlıştır sanı­
yorum. Bu tutum un arkasında, çözülmeye yüz
tutm uş doğalcılıktan (natıüralizm) ve izlenimci­
likten (empresyonizm) başlayıp, dışavurumcu­
luk (ekspresyonizm) üzerinden geçerek gerçek­
üstücülüğe (sürrealizm) varan bir gelişim çizgi­
sinin, yani günümüz sanatı ile, bu edebiyat akım­
larının birbiriyle özdeşleştirilmesi gizlidir. Bloch

32
Ve Hanns Eisler’in «.Yeni Dünya Sahnesûndeki
yazılarında bu kuram en kesin ve tartışm asız bi­
çimiyle belirlenir. Bu yazarlar, modem sanattan
söz ederlerken, modem sanatın sözcüleri olarak
yalnızca yukarıda sözü edilen gelişim çizgisinin
temsilcilerinin kastedildiği görülür.
Şimdilik önyargıda bulunmak istemiyoruz.
Yalnızca soruyoruz: Zamanımızın edebiyat tari­
hine bir dayanak olabilir mi bu kuram?
Ne olursa olsun, bugün bu konuda başka bir
görüş de var. Edebiyatın gelişmesi, —özellikle
kapitalizmde (özellikle kapitalizmin bunalım dö­
neminde)— alabildiğine karmaşık bir görünüm­
dedir. Ancak kabaca söyleyecek olursak, tek tek
yazarların gelişimlerinde elbette sık sık kesişen
üç büyük döngüyü (daireyi), günümüz edebiya­
tı içinde birbirinden ayırdedebiliriz.
Birincisi : Mevcut sistemin [dizgenin] sa­
vunuculuğunu ve sözcülüğünü yapan, çoğunluk­
la yer yer gerçekçilik-karşıtı, yer yer de Uydu­
ruk gerçekçi olan edebiyat. Buna burada değin­
meyeceğiz.
İkincisi ; öncü [yenilikçi] denen, doğalcı­
lıktan gerçeküstücülüğe değin uzanan edebiyat
(asıl öncü edebiyat üzerinde daha sonra duraca­
ğız.) Bu edebiyatın temel eğilimi nedir? Burada
konuyu biraz öne alarak yalnızca şu kadarını
söyleyebilirim: Ana eğilim, gerçekçilikten gide­
rek uzaklaşma, gerçekçiliğin gittikçe artan öl­
çüde tasfiyesidir.
ÜçünGüsü ; Bu dönemin önemli gerçekçile­
rinin edebiyatı. Bu yazarlar çoğu durumda ede­

F: 3 33
biyat yönünden kendi kendilerine dayanmakta­
dırlar; edebiyattaki gelişimin akıntısına karşı,
edebiyatın yukarda sözü geçen her iki küme’si-
nin oluşturduğu akıntıya karşı kürek çekmekte­
dirler. Bu çağdaş gerçekçiliğin üstünkörü ta ­
nımlanması için Gorki, Thomas ve Heinrich
Mann, Romain Rolland vb. adlarmı saymam
şimcülik yeter.
Sözde klasikçilerin kendini beğenmişlikleri
ve bilgiçlikleri karşısında modem sanatın hak­
larını canla başla savunanların tartışm a yazı­
larında, günümüz edebiyatının bu doruk kişile­
rinin adı bile geçmez, «öncülükten yana» [yeni­
likçi] tarih-yazımmda ve bugünkü edebiyatın
irdelenmesinde bunlar yok sayılırlar. E m st
Bloch’un ilginç, düşünce ve gereci [malzemesi]
bol «Bu Dönemin Mirası» kitabında, eğer belle­
ğim beni yanıltmıyorsa, Thomas Marnı adı yal­
nızca bir kez geçer. Yazar onun (Mann’ın) —ve
Wassermann’ın— «bakımlı burjuvalığından»
s&s eder. Böylece Bloch için bu olay kapanmıştır.
Böyle görüşlerle tüm tartışm a başı üzerine
dikilmektedir; onu yeniden ayakları üzerine yer­
leştirmek ve bugünkü edebiyatın en iyi yamm,
anlayışsız küçümseyicüer karşısında savunmak
zamanı gelmiştir. Demek ki, kavga modeme
karşı klasik kavgası olmayıp, şu soruyla belirle­
nir: Günümüz edebiyatında hangi yazarlar, han­
gi edebiyat akım lan ilerlemeyi temsil ederler?
Konumuz gerçekçilik sonm u’dur.
2.
Özellikle E m st Bloch, dışavurumculuk üze­
34
rine yazdığım o eski yazımda (Uluslararası
Edebiyat Dergisi, Sayı 1, Moskova-1934) bu akı­
mın kuramcılarıyla gereğinden fazla uğraşmakla
suçluyor beni. Bu yanlışı hani burada da yine­
ler, modem edebiyat üzerine eleştirici görüşle­
rini burada da irdeleme konusu yaparsam, beni
bağışlasın. Çünkü —kuramsal yanlışlıklar ta-
şısa da—r sanatsal eğilimlerin kuramsal yönden
dile getirilmesinin önemsiz olduğuna inanmıyo­
rum. özellikle bu durumlarda, bu yanlışlıklar
akımın aslında özenle gizlenmiş «sırlarını» [giz­
lerini] dışa vururlar. Ve Bloch, döneminin Pi-
card, Pinthus vb. gibi kuramcılarından çok fark­
lı niteliklere sahip bir kuramcı olduğundan,
onun kuramlarını biraz daha ayrıntılı ele al­
mam olağandır.
Bloch saldırısını benim «bütünsellik» anla­
yışıma yöneltiyor. (Anlayışımı ne kerte doğru
yorumladığı sorusunu bir yana bırakıyorum;
önemli olan benim haklı olup olmadığım ya da
Bloch’un beni doğru yorumlayıp yorumlamadığı
değil, asıl konunun kendisidir.) Bloch, klasiğin
sahip olduğu parçalanmamış nesnel gerçekçilik
ilkesine karşıdır. Bloch1a göre ben, «... her yer­
de ka/palı (bütünsel) bir bağlcm kk gösteren bir
gerçeğin...» varlığını şart koşuyorum. Devam
ediyor: «Bunun gerçeğin kendisi olup olmadığı
tartışılabilir; ancak eğer bu gerçekse, gereli dı­
şavurumcu parçalama ve ekleme girişimleri, ge­
rekse en yeni ara verme ve kurgu girişim leri bo­
şuna eğlenmekten başka bir şey değildir.»
Bloch bu «bağlandık, birlik durumundaki

35
gerçek*, görüşünü, klasik idealist sistemlerin
[dizgelerin} düşüncemdeki kalıntısından başka
bir şey saymıyor ve kendi görüşlerini şöyle dile
getiriyor:
«BeZfci hakiki bir gerçek aym zamanda ke­
sintilidir de. Lukacs nesneîei-kapdh bir gerçek
kavramına sahip olduğundan, dışavurumculuk
sorununu ele alırken, bir dünya tablosunu (bu
dünya tablom kapitalist dünya tablom da olsa)
parçalayan her türlü sanatsal girişim e karşı çı­
kıyor. Bu nedenle yüzey-bağlavüıklarm ın par­
çalanmasını değerlendiren ve boşluklarda yeni
şeyler keşfeden bir sanatta da yalnızca öznelci
parçalama buluyor, öyle olunca da parçalama
girişimlerini çöküntü durumuyla bir kefeye ko­
yuyor.»
Burada modern sanatın gelişmesini kuram­
sal yönden temellendiren, kapalı [içinde tu ta r­
lı], ve bir dünya görüşüne değin gerilere uzannn
bir anlayışla karşılaşıyoruz. Bloch’un yerden
göğe kadar hakkı var; bu sorulan temellendi­
ren kuramsal bir açıklamada şöyle diyor:
«.D iyalektik maddeci imge kuram ının tüm
sorunlarının dile getirilm esi gerekir.»
Böyle bir tartışm aya girmekten kişisel ola­
rak çok memnun olurdum, ancak burası yeri de­
ğil; şimdi ele alınması gereken sorun çok daha
basit bir soruyla ilgili, o da şu: Ekonomik ve
İdeolojik birliğiyle bir süreç oluşturan kapita­
list sistemin ve burjuva toplununum «kapalı
bağlandığı*., «bütünselliği,» bilinçten bağımsız
nesnel bir bütün oluşturur mu gerçekte?

36
Marksçılar arasında, —ve Bloch son kitabın­
da tüm gücüyle marksçılığa bağlandığım açık­
lıyor— bu kotluda herhangi bir ikilik olmamalı­
dır. Marx der ki:
«Her toplumun üretim ilişkileri bir bütün
oluştururlar
Burada her sözcüğünün altını çizmeliyiz;
çünkü Bloch günümüz kapitalizminin özellikle
bu «bütünselliğini» kabul etmiyor. Kısacası a ra ­
mızdaki karşıtlık doğrudan, biçimsel, felsefi ol­
mayan, kapitalizmin kendisini ekonomik-top-
lumsal yönden ele alışımızda ortaya çıkan bir
karşıtlık; gelgeldim felsefe, gerçeğin düşünce­
de yansıması [yansıtılması] olduğundan, bura­
da önemli felsefi ayrılıklar ortaya çıkıyor.
Elbette Marx’m alıntısını tarihsel olarak
anlamalıyız, yani: Ekonominin bütünselliğinin
kendisi de tarihsel olarak dönüşen bir şeydir.
Ancak bu dönüşmeler aslında her,bir ekonomik
fenomen arasındaki nesnel bağlandığın yaygın-
laştırdmasmdan ve sağlamlaştırılmasından, ya­
ni «bütünselliğin» giderek ağır basmasından
ye daha zengin içerikli olmasından ibarettir.
Marx’a göre kapitalizmin tayinediei ilerici rolü,
özellikle dünya pazarım oluşturm aktır; böylece
dünya ekonomisinin tümü nesnel bağlamh bir
bütün olur, tikel ekonomüer de çok kapalı görü­
nen bir yüzey oluştururlardı; gerçi ilksel [en
eski] bir komünist köyü, ya da Ortaçağ başın­
daki, bir kıyı kentini düşünelim. Ancak böyle
bir «kapalılık», zaten böyle bir ekonomi alanı­
nın, çevresiıie, insan tophımunun tümünün geli-

37
çimine çok az bağlarla bağlı olmasından ileri
gelmektedir. Buna karşın kapitalizmde ekono­
minin parçaları, uğraklar, o zamana değin gö­
rülmemiş bir tarzda kendi başına buyruklaşır-
lar. (Kapitalizmde ticaretin ve paranın bağım­
sızlaşmasını düşünelim; bu İkincisi, para dönü­
şümünden kaynaklanan para bunalımı olasılık­
larına değin uzanmıştır.) Kapitalizmin yüzeyi
[dışı] ekonomik sistemin nesnel yapısı sonucu
«parçalanmış» görünür, bu [yüzey] nesnel açı­
dan zorunlu olarak kendilerini bağımsızlaştıran
uğraklardan oluşmuştur. Bu da elbette kapita­
list toplumda yaşayan insanların, giderek yazar
ve düşünürlerin bilincinde de yansıyacaktır.
Parçasal uğrakların kendi başlarına buy-
ruklaşmaya yönelmeleri, kapitalist ekonominin
öteden beri nesnel bir olgusudur. Ne ki bu, tüm
sürecin yalnızca bir parçası, bir uğrak olarak
kalır. Nesnel olarak varolan kaçınılmaz bağım­
sızlaşmaya karşın, birlik, bütünsellik, tüm par­
çaların nesnel bağlamlığı, en yoğun ifadesini
özellikle bunalımlarda bulur. Marx uğrakların
bu zorunlu bağımsızlaşmasındaki diyalektik
bağlandığı çözer:
«Aslında birbirlerinin parçası oldukların­
dan, bir arada bulunmaları gereken uğrakların
kendi başlarına buyruJdaşmalart, ancak zorla­
narak ortaya çıkabilir; bu, yıkıcı süreç olarak
belirir. O [bu süreç], onların [uğrakların] bir­
liğinin, farklılaşm aların birliğinin faaliyete geç­
mesinden Heri gelen bunalımdır içte. Birbirine
ait olan ve birbirini tamamlayan uğrakların kar-

38
şıhkh olarak elde ettikleri başına buyrulduk,
zorlanarak yok edilir. Demek ki bunalım, bir­
birine karşı başına bm/ruklaşmış uğrakların bir­
liğini kanıtlar.»
Bunlar kapitalizmdeki toplumsal bağlandı­
ğın «bütünselliğinin» temel nesnel uğraklarıdır­
lar. Ve her marksçı, kapitalizmin temel ekono­
mik kategorilerinin [ulamlarının] insanların
kafasında daima ters yansıdığını [yansıtıldığı­
n ı] bilir. Konumuz bakımından bu, doğrudan
doğruya kapitalist yaşamın içinde yer alan in­
sanın, kapitalizmin «normal işleme» denen dö­
nemlerinde [bağımsızlaşmış uğraklar aşamasın­
da] bir birlik algıladığı ve (varolduğunu) dü­
şündüğü, bunalım devrelerinde ise [bağımsızlaş­
mış uğrakların birliğinin kurulması dönemlerin­
de ise] parçalanmışlığı bir yaşantı olarak algı­
ladığı anlamına gelir. Kapitalist sistemin genel
bunalımı sonucunda, bu sonuncu yaşantı [olay],
kapitalizmin fenomenlerini doğrudan doğruya
kendi yaşantılarının içinde bulanların geniş çev­
relerinde uzun süre "yerleşip kalır.

3.
Bütün bunların edebiyatla ilgisi ne?
Edebiyatın nesnel gerçeklik ile ilişkisini
yadsıyan dışavurumcu ya da gerçeküstücü bir
kurama göre hiçbir ilgisi yok; marksçı bir ede­
biyat kuramı için ise, bütün bunların edebiyatla
ilgisi pek çok. Eğer edebiyat gerçekten de nes­
nel gerçeğin özel bir yansıma biçimiyse, bu ger­
çeği aslında nasılsa öyle kavramalı ve neyin, na-

39
sil doğrudan göründüğünü vermekle yetinme­
meli. Yazar gerçeğin böyle, «aslında nasılsa öy­
le» kavranmasına ve gösterilmesine çalışırsa,
yani hakikaten bir gerçekçiyse, gerçek yazarca
düşüncede nasıl formüle edilirse edilsin, gerçe­
ğin nesnel bütünselliği sorunu büyük bir önem
taşır.
Lenin bütünsellik kategorisinin pratikte ta ­
şıdığı önemi her zaman vurgulamaktan geri kal­
mamıştır:
«Bir eşyayı Işeyi] gerçekten tanım ak için,
onun her yemim, her bağlamlığmı ve ‘bağlantıla­
rını'' kavram ak, araştırm ak gerekir. Bunu hiçbir
zaman tamamen perim getiremeyeceğiz, ancak
her yanlılığı isteme bizi yanılmalardan ve katı­
laşmalardan koruyacaktır.» (Tarafundan altı
çizildi G. L.1
Her hakiki gerçekçinin edebiyat pratiği,
nesnel toplumsal toplam-bağlamlığın ve ona ege­
men olmak için gerekli olan «her yanlılığı is­
tememin önemini göstermektedir. Gerçekçi bir
yazann canlandırmasının derinliği, etkinliğinin
genişliği ve süresi, büyük ölçüde, ■— [gerçeği |
canlandırırken— onun tarafından tasarlanmış
bir fenomenin gerçekte neyi gösterdiğini açık
seçik bilmesine bağlıdır, önemli yazann gerçek
ile ilişkisini böyle ele almak, —Bloch’un düşün­
düğü gibi— toplumsal gerçeğin yüzeyinin «par­
çalanmalar» gösterdiğini ve dolayısıyla [top­
lumsal gerçeğin yüzeyinin] insanın bilincine bu­
na [bu parçalanmalara] uygun biçimde yansıdı­
ğım hiçbir zaman dışlamaz. Gerçeğin ele alını-

40
şındaki bu uğrağı ne denli göz önünde bulundur­
duğumu, dışavurumculuk üzerine yazdığım eski
yazının dayanağım oluşturan alıntı göstermek­
tedir. Lenin’den dayanak olarak seçtiğim alıntı
şöyle başlar: >
«...Asü-olm ayan, görünürde-olan, yüzeyde
butunun sık sık kaybolur, ‘öz’ gibi ‘sağlam’, ‘sım ­
sıkı’ durmaz..,»
Ancşk önemli olan, yalnızca toplam-bağlam-
lığın bu uğrağının varlığını kabul etmek değil;
-—hele günümüzde— bu uğrağı, toplam bağlam-
llğm uğrağı olarak tanımak, onu düşüncemizde,
duygularımıza kapılarak biricik gerçek sayma­
m aktır; yani öz ile fenomenin diyalektik bir­
liğini doğru kavram aktır; başka deyişle: önem­
li olan, «yüzeyin!» dıştan katıştırılm ış bir açık­
lamasına başvurulmadan, öz ile fenomen ara­
sındaki bağlamı, anlatılan yaşam kesiti içinde
sanatkârca canlandıran, yeniden yaşattıran,
canlı bir tasarımdır.
Öz ile fenomen arasındaki bağlamın camlan-
dirilm iş karakterinin altını çiziyoruz; çünkü po­
litik tavırlarıyla solda yer alan gerçeküstücüle-
rin çok sevdikleri, (gerçeğin parçalarıyla) içten
hiçbir bağlan bulunmayan tezleri gerçeğin par­
çalan içine «yerleştirme» tutumunu, Bloch’un
aksine, bu sorunun sanat düzeyinde bir çözümü
olarak görmüyoruz. Thomas Mann’m «bakımlı
kentsoylulüğu»nu Joyce’un gerçeküstücülüğü
ile bir karşılaştıralım. Her ikisinin kahraman­
larının bilmemde, Bloch’un çok haklı olarak em­
peryalist dönemdeki birçok insanin bîlinÇ-duru-

41
mu için karakteristik saydığı bu parçalanma,
kesiklik, bu ara vermeler ve «boşluklar» canlan­
dırıl mıştır. Gelgelelim Bloch’un y anılgısı, bu gö­
rüntüyü gerçek ile karşılaştırarak, parçalanmış
görüntünün özünü, nedenlerini, bağlantılarını
vb. somut olarak ortaya koymak yerine, bu bi­
linç durumunu doğrudan doğruya gerçeğin ken­
disi ile, bu bilinçde bulunan görüntüyü olanca
parçalanmışlığıyla (çarpıtılmışlığıyla) şeyin
kendisi ile özdeşleştirmektir.
Bloch bu tutumuyla kuramsal olarak dışa­
vurumcuların ve gerçeküstücülerin sanat-düze-
yinde yaptıklarının aynısını yapmaktadır. Joyce’
un canlandırma taram a bir göz atalım. Onun
[Joyce’un] görüntüsü, okuyucunun gözünde be­
nim itici tutumumla yanıltıcı bir görünüş ka­
zanmasın diye, Bloch’un ona ilişkin sözlerini ak­
tarıyorum :
«Benliksiz bir ağız burada akan bir sürükle­
nişin ortasındadır, evet, zaman zaman onu [aü-
rüklenişi'] içer, kekeleyerek anlatır, göz önüne
serer. DU bu parçalanmışlığı izler, bitm em iştir
ama çoktan oluşturulm uştur, ölçülere bağlanma­
m ıştır, hem açık, hem karışıktır. Aslında yor­
gunluk dönemlerinde, konuşma aralarında beli­
ren, ya da hayalci, kararsız insanların konuştu­
ğu, yalan yanlış gevelediği sözcük oyunları: bu­
rada ipini tüm üyle koparm ıştır. Sözcükler iş
görmez olmuş, anlam ilişkilerinden uzaklaştırıl­
m ıştır; dil bir bakarsınız parçalara ayrılm ış
kurtçuk gibi kıvranır, bir bakarsınız sahne ta ­
vam gibi eylemin içine sarkm ıştır.»

42
Bu bir betimleme... Son değerlendirme de
şöyle:
«.Değeri bej para etm ez (bir şey), ama aynı
zamanda işitilm edik bir rağbet görüyor. Sıkış­
tırılıp topaklaşttnlm ış kâğıtlardan oluşan bir
keyfilik, m aymun gevezeliği, yılan balığı dilim ­
leri, hiç'den fragmanlar, ve aym zamanda kar­
gaşa içine skolastik kurm a girişim i (...) bir sü­
rü yol arasınida yolsuz, bir sürü hedef arasında
hedefsiz. Kurgu şim di çök iş başarıyor, eskiden
öyle gelişigüzel yalnızca düşünceler yanyana du­
rurdu, şim di şeyler de, en azından su basmış böl­
gede, boşluğun düşsel balta girm em iş ormanın­
d a .»
Bu uzun alıntıyı buraya almak zorundaydık,
çünkü Bloch’un dışavurumculuğu tarihsel de­
ğerlendirmesinde gerçeküstücü kurgu çok önem­
li, hattâ belirleyici bir yer tutar. Kitabının daha
önceki bir yerinde, dışavurumculuğu savunan
herkes gibi, onun [dışavurumculuğun] görünür­
deki ve hakiki temsilcileri arasında o da ayırım
gözetir. Ve Bloch’a göre hakiki dışavurumculuk
eğilimleri yaşamaya devam etmektedir. Diyor
ki:
«Fakat bugün bile dışavurumcu kökenli ol­
mayan, hiç değilse onun [dışavurumculuğun]
alabildiğine fırtınalı etkisi altında kalmamış
olan büyük bir yedm ek düşünülem ez. Son dışa­
vurumculuğu, gerçeküstücü diye adlandırılan­
lar sürdürdüler; bunlar küçük bir küme [grup]
oluşturuyorlardı, ama gene öncülük [yenilik']
anlardaydı ve: gerçeküstücülük asıl-kurgudur...

43
Gerçeküstücülük^ yaşan tı-gerçeğinin karmaka-
rıştkkğm m devrilm iş uyaklarla ve duraklarla
betimlenmesidir.» (Tarafımdan altı çizilmiştir
G, L.)
Okuyucu burada, dışavurumculuğun savu­
nucusu Bloch’un, dönemimiz edebiyatının gelir
şim çizgisinden ne anladığını, çağımızın önemli
gerçekçilerinin tümünü bile bile, kafasının diki­
ne giderek nasıl edebiyatın dışına koyduğunu
açık seçik görüyor.
Thomas Mann kendisini bu bağlam içinde bir
karşıt örnek olarak ele almamamı bağışlasın.
Tonio Kröger’i ya, da Christian Buddenbrook’u
ya da Büyülü Dağ’ın baş tiplerini bir düşünün.
Gene düşünün ki, bunlar Bloch’un istediği gibi,
kendilerinden bağımsız bir gerçek ile karşı k ar­
şıya getirilerek değil de, salt kendi bilinçlerin­
den hareket edilerek canlandırılmış tipler ol­
sunlar. Açıktır ki, olduğu gibi [alınan] bilinç­
leriyle, ^çağrışım süreçlerini nasıl gerçekleşti;
riyoriarsa öyle, «yüzeyin parçalanmışlığı»nda
Joyce’unkilerden hiç de aşağı kalmayan bir
tarzda karşımızda duracaklardı; onlarda da
en az Joyce’daki kadar «boşluk» bulunurdu.
Bu yapıtların o bunalımdan Önce doğmuş oldu­
ğu söylenmesin —sözgelimi Christian Budden-
brook’daki nesnel bunalım, ruhun, Joyce’un
kahramanlarında olduğundan daha fazla par­
çalanmasına yol açıyor. Ve Büyülü Dağ dışa­
vurumculukla aynı döneme düşer. Demek ki,
Thomas Mann eğer bu insanların doğrudan
alınmış, fotoğrafı çekümiş ve sonra bir­

44
birine bağlanmış düşüncelerinde ve yâşantı-par-
çalannda takılıp kalmış olsaydı, Joyce’un yaptı­
ğı gibi, Bloch’un hayranlığmı uyandıran «sanat­
sal düzeyde ilerici» bir abide dikerdi.
Thomas Mann böylegine modem kollularda
neden sanat-düzeyi bakımından hâlâ «eski mo­
da,» «eskiye bağlı» kalıyor ve öncülük etmiyor?
İşte hakiki bir gerçekçi olduğundan; bu durum
en başta —yaratıcı [canlandırıcı] sanatçı ola­
rak— Christian Buddenbrook’un, Tonio Kroger’
İn, Haııs Castrop’un, Settembrini ya da N aphta’
nm kim, olduklarını gayet iyi bildiğini gösterir
onun. Bunu soyut-bilimsel bir toplumsal çözüm­
leme [analiz] anlamında bilmesine gerek yok­
tu r; burada yanılıyor olabilir, tıpkı kendisinden
önce Balzac’ın, Dickens’i» ve L. Tolstoy’un ya­
nılmış oldukları gibi —ancak o, yaratıcı gerçek­
çi anlamında biliyor bunu; düşünme ile duy-
ma’nın toplumsal varlığın içinden nasıl bü­
yüyüp taştığım, yaşantılarla duyguların nasıl
gerçeğin tüm karmaşasını» parçaları olduğu­
nu biliyor. Gerçekçi olarak, bu parçanın ye­
rinin yaşamın tüm karmaşası içinde nerede
bulunduğunu, toplumsal yaşamın neresinden
geldiğini, nereye gittiğini vb, gösteriyor.
Yani, eğer Thomas Mann Tonio Kröger’i
yalnızca «şaşırmış bir burjuva» olarak tanım­
lamakla kalmayıp, burjuvazi ile arasındaki do­
laysız karşıtlığa, burjuva yaşamı içinde yeri
yurdu bulunmamasına, burjuva yaşantısının dı­
şına itilmiş olmasına karşın, onun neden ve na­
sıl «şaşırmış bir burjuva» olduğunu canlandıra­

45
rak gösteriyorsa; işte özellikle bu nedenle,
—yalnızca yaratıcı olarak değil, aynı zamanda
toplumsal gelişimin kavranmasında da— bur­
juva karşıtı ruh durumları yüzünden küçükbur-
juva kürklerini —o da çoğun estetik yönden—
kabul etmeyişlerinin, kadife koltukları ya da mi­
marideki uyduruk rönesansı küçümseyişlerinin,
kendilerini, —nesnel olarak— burjuva toplumu-
nun uzlaşmaz düşmanlan durumuna getirmeye
yettiğini sanan şu «aşırı-köktenciler»in bir kule
boyu yükseklerine çıkmıştır.

4.
Emperyalist dönemde doğalcılıktan gerçek­
üstücülüğe değin birbirinin yerini hızla alan
modem edebiyat akımlarının tümü, gerçeği, ya­
zara ve onun yaratıcılığına [canlandırmasına]
doğrudan nasıl görünüyorsa öyle almaları bakı­
mından, birbirlerine benzerler. Bu dolaysız gö­
rünüş biçimi, toplumsal gelişim boyuncu deği­
şip durur. Ve hem kapitalist gerçeğin az önce
anlattığımız nesnel görünüş biçimlerinin değiş­
mesine göre, hem de sınıfsal katmanların değiş­
mesinin, sınıf savaşımının, bu yüzeyin çeşitli
yansjtılış biçimlerini doğurmasına göre, ger­
çeğin bu doğrudan görünüş biçimi gerek nesnel,
gerekse öznel olarak değişir. Bu değişme, çeşit­
li yönelimlerin özellikle birbirlerinin yerine geç­
melerini ve birbirleriyle amansız bir savaşım
sürdürmelerini zorunlu kılar.
Bu dönemlerde, eski edebiyatın ve edebiyat
kuramının devede kulak gelenekleri ile tüm mo­

46
dem akımlar arasındaki karşıtlık, bu akımlara
sözde «bildikleri gibi» yazmayı yasaklayan bir
eleştirinin bilgiçliğine karşı sürdürülen ateşli
bir karşı çıkışla birlikte doruğuna ulaştı. Bu
çeşitli akımların temsilcileri, (ve yalnızca sanat
alanında değil) kendiliğindenliğin tabanında,
doğrudanlığa bağlı kalınarak gerçek özgürlüğe,
emperyalist dönemin tepkici önyargılarından
kurtuluşa ulaşılamayacağının ayırımına yaramı­
yorlardı. Çünkü emperyalist kapitalizmin kendi­
liğinden gelişmesi, zaten bu tepkici Önyargıları
durmadan yükselen bir merdiven basamağında
kesiksiz üretir ve yeniden üretir. (Emperyalist
burjuvazinin, bu yeniden üretim sürecini bile­
rek teşvik ettiğini bir yana bıraksak bile...) Ve
emperyalist çevrenin kendi yaşantıları [olayla­
rı] içindeki tepkici etkenliğini bulup çıkarmak,
eleştirerek bu etkenliğin ötesine geçmek için,
zorlu bir çalışma, doğrudanlığm terkedilmesi ve
aşılması, toplumsal gerçekteki tüm öznel yaşan­
tıların [olayların] —bu yaşantıların gerek içe­
rik, gerekse biçimlerinin— tartılıp ölçülmesi,
gerçeğin derinden araştırılması gerekir.
Dönemimizin önemli gerçekçileri bu zorlu
çalışmayı, sanat-düzeyi, dünya görüşü Ve poli­
tika açısından yapmışlardır, yapmaktadırlar.
Romain Rolland’m, Thomas ve Heinrich Mann’
ın gelişimlerini ansımak yeter. Bu gelişinjler her
yönden birbirlerinden çok farklı oldukları halde
—oözkonusu özellik hepsinde ortaktır.
Çeşitli modem akımların doğrudanlık düze­
yinde takılıp kaldıklarını saptarken, doğalcılık­

47
tan gerçeküstücülüğe değin ciddi yazarların or­
taya koydukları sanatsal çalışmayı yadsımak is­
temiyoruz, Çünkü bunlar kendi yaşantılarından
hareket ederek bir anlamda tutarlılıkla sürdü­
rülmüş, üstün yetenek ürünü, çekici ve ilginç
ifade tarzları yaratmışlardır. Ama tüm bu çalış­
malar, onların toplumsal gerçek ile ilişkilerini
g6z önüne alacak olursak, ne dünya görüşü, ne
de sanat düzeyi bakımından doğrudanlık düzeyi­
nin üstüne çıkarlar.
Ve bu nedenle, bunlarda ortaya çıkan sanat­
sal ifade soyuttur, tekyörilüdür. (Bu arada söz*
konusu akıma eşlik eden estetik bir ktıramm sa­
nattaki «soyutlama»dan yana ya da ona karşı
olmasının hiçbir önemi yoktur, ö te yandan, dı­
şavurumculuktan hu yana, soyutlamanın üzerin­
de kuramsal yönden duruluyor.) Belki anlattık­
larımızda bir çelişki bulunduğunu düşünen oku­
yucular vardır; doğrudanlıkla soyutlama birbir­
lerini tamamen dışta bırakıyorlammş gibi görü­
nüyor. Oysa diyalektik yöntemin en büyük ka­
zançlarından biri, —daha Hegel'de— doğrudan-
Iık ile soyutlamanın iç-biraradahklannı bulup,
doğrudanlık zem ini üzerinde yalnızca soyut bir
düşüncenin oluşabileceğini kanıtlamış olması­
dır.
Marx burada da Hegel felsefesini ayaklan
üstüde dikmiştir ve ekonomik bağlamların çö­
zümlenmesinde tekrar tekrar, doğrudanlık ile
soyutlamanın birbirlerinin parçalan oldukları­
nı, ve bu özelliğin ekonomik olguların yansıma­
sında nasıl dile geldiğini kanıtlamıştır.

48
Burada konumuza ancak değinen çok kısa
bir açıklamayla yetinmek zorundayız. Marx, pa­
ra dolaşımı ile bu dolaşmam aracı, yani para-ti-
cârCt sermayesi arasındaki bağlamların, kapita­
list sürecin tümünün en ileri düzeydeki soyutla­
masını meydana getirdiğini ve tüm bağıntıları
silip süpürdüğünü göstermiştir. Şimdi bu bağ­
lamları toplam süreçten bağımsızmış gibi, gö­
ründükleri biçimde, aldatıcı bağımsızlıklarına
kanarak ele alacak olursak, düşünceden yoksun,
tamamen fetişleştirilmiş bir soyutlama niteli­
ğine bürünürler! «Para getiren para.» Gelgele-
lim sırf bü nedenle kapitalizmin fenomen-yüze-
yinin doğrudanlığmda takılıp kalan kaba ikti­
satçılar, bu fetişleştirilmiş soyutlama dünyasın­
da, doğrudanlık görüşlerinin kanıtlandığı duy­
gusuna kapılıp sudaki balık gibi rahatlayınca,
iktisatçıdan toplumsal yeniden üretim sürecinin
tümünü göz önüne almasını isteyen marksçı
eleştirinin «ukalalığına» öfkeyle karşı çıkmak­
tadırlar. M ant’ın Adam Müller için söylediği gi­
bi: Bunların bu konudaki m elankdlikliği, her
zaman olduğu gibi, yüzeyin toz bulutlarım gör­
m ekten ye bu toza balanmış olanı haksız olarak
giz dolu, anlamlı bir şey gibi göstermelerinden
ileri gelm ektedir,
Bu soy düşüncelerden kalkarak, dışavurum­
culuk üzerine yazdığım eski yazımda, dışavu­
rumculuğu «gerçek’ten uzaklaşan b ir soyutla­
ma» dîye nitelemiştim. Gerçi: Soyutlamasız sâ-
uat olmaz. Olabilseydi tip ik nasıl meydana gele­
bilirdi ? Ancak —her hareket gibi— soyutlama-

F: 4 49
run da bir yönü vardır ve önemli olan bu yöndür.
Belli bir yeri olan her gerçekçi [sanatçı], gerek
nesnel gerçeğin yasa demetlerine ulaşmak, ge­
rekse toplumsal gerçeğin daha derinlerde yatan,
gizli, dolayımlı, algılamalara açık olmayan bağ­
lamlarına uzanabilmek için, yaşantının içinden
çıkardığı gerecini [malzemesini] —Soyutlama­
nın araçlarından da yararlanarak— işler.
Ancak sözkonusu bağlamlar öyle hemen yü­
zeyde bulunmadıklarından, ve bu yasa-demetle-
ri çok düzensiz, karmaş-dolaş, sırf eğilime göre
[gelişigüzel] işlediklerinden, hakiki g e re k çi
için sanat düzeyinde ve dünya görüşü düzeyin­
de olmak üzere bir çifte çalışma zorunluğu do­
ğar: Bir yandan sözkonusu bağlamların düşün­
ceyle kavranıp sanatla canlandırılması, öte yan­
dan —bu İkincisi birinci çalışmaya sımsıkı bağ­
lıdır— soyutlanarak ele alınmış bu bağlamların
sanatla örtülmesi, yani soyutlamanın giderilme­
si gerekir, işte bu ç ifte çalışmanın sonucunda
[sanatla] canlandırılmış yeni bir doğrudanlık
doğar; yaşamın canlandırılmış, biçimlendirilmiş
bir yüzeyidir bu; öyle ki, her an özü açık seçik
saydam laştırıp gösterir bu yüzey (yaşamın doğ-
rudanlığmda raslanmayan bir durumdur b u );
ama gene de yaşamın yüzeyi, yaşamın doğ-
rudanlığı olarak görünür. Başka deyişle, yal­
nızca bu toplam bağlamların karmaşası içinden
yalıtılmış, koparılmış, öznel olarak algılanmış
ve soyutlanarak yükseltilmiş bir uğrak olarak
değil, yaşamın öz belirleyicilerinin tümünün yü­
zeyi olarak görünür.

50
Bu, öz üe fenomen arasındaki sanatsal di­
yalektiktir. Bu diyalektik ne kerte zengin, çeşit­
lenmiş, dolaşık, «kurnaz» (Lenin) ise, yaşamın
canlı çelişkisini, toplumsal belirleyicilerin birliği
ile zenginliği arasındaki çelişkinin canlı birliğini
ne denli güçlü kavrarsa, gerçekçilik o denli bü­
yük, o denli derin olur.
Peki bunun karşısında «gerçek’ten uzakla­
şan soyutlama» ne anlama gelir? Saydam olma­
yan, parçalanarak yansıtılmış, kargaşa içinde
görünen, anlaşılmamış, ancak doğrudan yaşan­
mış olan dış-yüzey, nesnel bağıntıların hemen
hemen bilerek bir kenara bırakılması ve yok sa­
yılmasıyla, düşünceyle bu düzey üzerine yüksel­
tilmeden saptanır.
Gerçekte hiçbir yerde hareketsizlik [durgun­
luk] bulunmaz. Zihinsel ve sanatsal çalışma ya
gerçeğe doğru, ya da gerçek’ten uzaklaşan yön­
de hareket etmelidir. Bu sonuncu hareket [ger­
çek’ten uzaklaşan] —görünürde çelişik gibi—-
ama daha doğalcılık’da ortaya çıkmıştı. Çevre-
crtam teorisi, fetişleştirilerek m it durumuna
gelmiş bir kalıtım, doğrudan yaşamın sıradan-
lıklannı soyutlayarak saptayan bir ifade biçimi
ve diğer bazı şeyler, daha burada [doğalcılık’da]
öz ile fenomenin diyalektiğine sanatla yaklaş­
manın yollarım tıkam ışlardır; ya da daha açık
ifade edersek: doğalcı yazarlarda böyle bir [öz
ile fenomenin diyalektiğine] giden yolun bulu­
namamış olması, sözkonusu ifade biçimini do­
ğurmuştur. Her ikisi de canlı bir karşılıklı etki­
leşim içinde bulunmaktadırlar.

51
Bu nedenle doğalcılığın gerek fotoğrafla,
gerekse yazıyla öylesine [gerçeğe] sadık kala­
rak yansıttığı yaşam yüzeyleri, iç hareketten
yoksun, ölü kalmaktan öteye gidememişlerdir
—durumsa! olmaktan öteye geçememişlerdir.
O zaman dıştan alabildiğine birbirinden değişik
görünen doğalcı oyunlar ve romanlar nerdeyse
birbirleriyle karıştırılacak denli birbirlerine
benzerler; (çağımızın en büyük sanat trajedile­
rinden birini bu bağlam içinde ele almak gere­
kirdi aslında: Gerhard Hauptmann’m o parlak
başlangıçlarından sonra büyük bir gerçekçi ola­
mayışının nedenleri bu yönden araştırılmalıydı,)
Bunun yeri burası değil. Yalnız Dokumacılar ve
K astor K ürk’nn yazan için doğalcılığın bir kö-
rükleyici olmaktan çok bir engel olduğunu (on­
da doğalcılığın aşılmasının, doğalcılığın dünya-
görüşsel temellerinin ötesine geçmeden gerçek­
leştiğini) belirtmekle yetineceğiz.
Doğalcı ifade biçimlerinin sanata getirdiği
engelleyici sınırlamaların ayrımına çabuk vanl-
dı. Gelgeldim, hiçbir zaman temelden b ir deştiri
yöneltilmedi bunlara, Soyut bir doğrudanlığm
karşısına, boyuna, başka soydan, sözde ona k ar­
şıt, ama aslında tıpkı onun gibi soyut bir doğru-
danlık çıkarılıp duruldu. Tüm bu gelişim Çizgi­
sinin sanat kuramı ve sanat pratiği yönünden
karakteristik yanlarından biri, geçmişin, özü ge­
reği hep bir önceki yöndimle sınırlanmasıdır :
izlenimcilik için doğalcılıktır bu geçmiş vb. Böy-
lece teori ve pratik bu alabildiğine dışsal (yü­
zeysel), tamamen soyut karşıtlık içinde sıkışıp

52
kodrmştvr. Bu inceleme tarzı bizim tartışmamız
içine bile uzanmıştır. Rudolf Leonhard dışavu­
rumculuğun tarihsel zorunluğunu da böyle tü ­
retiyor:
i.,.çü n kü katlanılm az, olanaksız duruma
gelm iş izlenim ciliğin oluşturduğu bu karşıtlık,
dışavurumculuğun nedenlerinden biridir.» Böyle
diyor ve bu görüşü açık seçik, anlaşılır biçimde
sürdürüyor, ama diğer nedenlere öyle fazla so­
kulmuyor. Görünürde dışavurumculuk, daha ön­
ce ortaya çıkmış olan edebiyat yönelimlerine
karşı çok kesin, diğerlerini dışta bırakan bir
karşıtlık Oluşturuyor. Dışavurumculuk özün or­
taya çıkarılmasını kendi canlandırma (anlatım)
tarzının odak noktası sayar. Leonhard bunu dı­
şavurumculuktaki «nihilist olmayan» yan di­
ye tanımlıyor.
Ne var ki bu öz, gerçeğin, tüm sürecin nes­
he! özü değildir. Bu öz zaten salt öznel olandır.
Şimdi burada dışavurumculuğun pek saygın ol­
mayan eski kuramcılarına el atacak değilim.
E m st Bloch asıl dışavurumculuk ile hakiki ol­
mayanı birbirinden ayırırken özellikle bu öznel
yanı vurgular :
«özgün ^dışavurumculuk daha çok resim
parçalamasıydı; orijinal bakımdan da, yani
zorla yırtûıp parçalanan ve birbirine kavuştu­
rulan özde açışından da, yariliM ş-yvrtilmış yü ­
zeydi.»
Öz’ün özellikle böyle tanımlanması, onun bi­
le bile, üsluplandınlarak, bağlandığından soyut­
lanarak, bağıntılarından koparılarak, kendi ba­

53
sına yalıtılarak ele alınmasına yol açmıştır. Tu­
tarlı dışavurumculuk, gerçek ile her bağıntıyı
yadsır; gerçeğin olanca içeriğine öznel bir sa­
vaş açmaktan geri kalmaz. Burada Gottfried
Benn’in ne ölçüde gerçek ya da tipik bir dışavu­
rumcu sayılabileceği tartışm asına katılacak de­
ğilim. Ancak E m st Bloch’un dışavurumculuk ve
gerçeküstücülük çalışmalarında öylesine göz
alıcı, öylesine büyüleyici betimlediği yaşam duy­
gusunun, Benn’in Sanat Ye Güç kitabmda en
sert, en dürüst, en görsel ifadesini bulduğunu
sanıyorum :
«...Avrupa’da 1910 ile 1925 arasında doğal-
cıhk-karşıtm dan başka hiçbir üslup yoktu. Ger­
çek, de yoktu zaten, en fazla bölük pörçük [ger­
çek] parçaları vardı. Gerçek, kapitalistçe bir
kavram dı... Ruhun gerçeği yoktu.»
YVangenheim da aslında kendisinin olmayan
düşüncelerden bolca yararlanarak yaptığı dışa­
vurumculuk savunmasında —tabiî yalnızca be-
timleyici olmaktan öteye geçmeyen ve düşünce­
yi sonuna dek tutarlı götürmeyen bir çalınma—
aynı saptamalara gelip dayanıyor:
«O rtalıkta dışavurumculuğa uyarlı bir ger­
çek bulunmadığı için, öyle fazla bir şey başarıla­
madı (...) kim i dışavurumcu, ayaklan altında
her zem ini yitirince, havaya sıçrayıp bulutlara
asılarak yeni bir dünyanın zeminine ulaşmak
istedi.»
Buna karşın Heinrich Vogel’in yazısında
nesnel-olgu’nun ve sonuçlarının açık seçik dile
getirildiğini görüyoruz. Dışavurumcu soyutla­

54
manın doğru bilgisinden kalkarak doğru sonu­
ca vanyor:
«O (yani dışavurumculuk) burjuva sanatı­
nın ölüm, danstych... Dışavurumculuk ,eşyalarm
özü’nü verdiğini samyordu, ama vere vere çürü­
m eyi verdi.»
Gerçeğe yabancı, h attâ düşman bir tav n n
zorunlu sonucu olarak, «öncü sanat »ta, giderek
artan ölçüde, gelişim süreci içinde ilkece bir
içeriksizliğe, ilkece bir içerik-düşmanlığma va­
ran bir içerik-yoksulluğu, durmadan büyüyen
bir yoksulluk ortaya çıktı. Gene Gottfried Benn
bu bağlandığı en anlaşılır biçimde dile getiriyor:
«... içerik kavramının kendisi de su götürür
oldu. İçerik ne demek, tüm bunlar eriyip çözül­
müş, bitm iş tükenm iş, (yalnızca) görüntüyü dol­
durmaya yarayan şeyler —^yüreğin rahatlıMarı,
duygu katılaşm aları, yalana kapılm ış tözlerin
oluşturduğu küçük bir sürü, yaşam yalanları,
um utsuz, biçimden yoksun şeyler.,.»
Okuyucunun da bir yargıya varabileceği gi­
bi, bu betimleme Bloch’un yaptığı dışavurum­
cu ve gerçeküstücü dünya betimlemesine çok ya­
kın düşüyor. Aslında Benn ve Bloch bu sapta­
malardan birbirine tamamen aykırı sonuçlar çı­
karıyorlar. Bloch kitabında yer yer, tanımını
yaptığı bugünkü dünya anlayışından kaynakla­
nan sanat sorunsalını [Problematik] oldukça net
görüyor:
«Böylece önemli yazarlar konularının içine
doğrudan giremeyip, onu parçalıyorlar. Vardan
dünya onlar açısından öykülendirebilecekleri

55
— anlatılabilecek bir görünüm oluşturm uyor;
yalnızca boşluk, .»
Bloch bunun üzerine burjuvazinin devrimci
döneminde Goethe’ye değin uzanan yolu araştı­
rarak şöyle devam ediyor;
«.Gocthe’den sonra eğitim ci roman devam
edeceğine, Fransız desülusionizm i geldi. Ve hele
bugün büyükburjuvasal boşluğun içinde kusur­
suz karşı-dünyada, dünya olmayan dünyada ya
da yıkıntılar dünyacında *uzlaşma* (uyuşm a),
som ut yazarlar için ne bir tehlikedir, ne de ola­
naklıdır. Burada diyalektik davranıştan başka
davranışın [yeri yo ktu r); Ya diyalektik kurgu
için gereç [malzemej oluşturman;, yti da onan
[diyalektik kurgunun!?) deneyi olacaktır [bu
davranış) f . J * ,
Burada Bloch’la ayrıntılar üzerinde kavga
edecek değiliz. Yani, ne diyalektik sözcüğünü
sırf bireysel bir anlam vererek kullanmasının,
ne de düşleri yıkan romanı (Desillusionsroman)
Goethe’ye doğrudan bağlamasının üzerinde du­
ruyoruz. (Zaten benim eski Roman K uram ım ,
Bloch’un bu yanılgısına katkıda bulunmanın gü­
nahını taşır.) Şimdi sorun daha önemli bir y^r-
de. O da Bloch’un, —değerlendirmeye ters işa­
ret koyarak— edebiyat yapıtlarında öykünün ve
kompozisyonun, insanın nesnel gerçek ile ilişki­
sine bağımlı olduğu görüşünü ortaya atmasında.
•Buraya dek her şey doğru. Bloch dışavurumcu­
lukla gerçeküstücülüğün tarihsel hakkını (or­
taya çıkma hakkını) kanıtlamak isterken, dö­
nemimizin eyleyen İnsanı ile toplum arasındaki

56
nesnel ilişkileri araştırm ayıp —Je<m C hfistoph
bu ilişkilerin bir eğitimci romana bile olanak ta ­
nıdığım gösterir—, belirli bir aydın tabakasının
yalıtılarak alrnmış bilinç-durumundan çıkarak,
bugünkü dünyanın nesnel durumunu kuruyor;
tabiî bu dünya ona, tutumunun kaçınılmaz so­
nucu olarak, —ve ne yazık ki Benn’in düşünce­
lerin^ de çok yakınlaşarak— «dünya olmayan
dünya» olarak görünüyor. Gerçeğin karşısında
böyle tavır alan yazarlar için elbette «yerleşik,
geleneksel türden» hiçbir eylem, hiçbir kurm a
hiçbir içerik, hiçbir kompozisyon mümkün de­
ğildir. Dünyayı yaşantılarına böyle geçiren in­
sanların yaşam duygularını dile getirmek için
gerçekten de dışavurumculuk ve gerçeküstücü­
lük ancak biricik olanaklı ifade biçimleridir
artık. Dışavurumculuğun ve gerçeküstücülüğün
böyle felsefe yoluyla aklanıp paklanması, Bloch’
un gerçeğe yönelmek yerine, öylece hiç eleştir­
meden dışavurumculuğun ve gerçeküstücülüğün
gerçek karşısında pozunu renkli bir kavram di­
line dönüştürmesiyle, oldukça yaralanıyor.
Tüm değerlendirmelerdeki bu kesin aykırı­
lıklara karşın, Bloch’un belirli olguları saptama­
sını gene de doğru ve değerli sayıyorum. Bloch,
dışavurumculuktan gerçeküstücülüğe uzanan
zorunlu gelişiriı çizgisinin gösterilmesinde tüm
«Önqüler»in içinde en tutarlı olanıdır. H atta
kurguyu hu gelişim aşamasının zorunlu sanat­
sal ifade biçimi olarak görebilen ilk kez odur.
(Üstelik kurgunun yalnızca çağdaş «öncü sa­
nat» akımında değil, çağdaş burjuva felsefesin­

57
de de bulunduğunu büyük bir zeka ustalığıyla
kanıtlamış olması, onun bu konudaki onur payı­
nı arttırıyor.)
Ve işte sırf bu nedenle de, tüm bu gelişi­
m in gerçek-karşıtı tek yönlülüğü, onda, bu yö­
nelimin diğer düşünürlerinden çok daha net or­
taya çıkıyor. Bu tek yönlülük —ama Bloch buna
değinmiyor— daha doğalcılıkta varolan bir şey.
izlenimciliğin doğalcılıktan farklı olarak ge­
tirdiği sanatsal «cilalama» [süsleme], sanatı
karmaşık bağlarından, nesnel gerçeğin birbirine
dolanmış yollarından, canlandırılmış öykülerde
ve insanlardaki varlık ile bilincin nesnel diyalek­
tiğinden daha çok «armdırmıştır» [koparmış­
tır]. Sembolizm zaten bile bile seçilmiş bir tek-
yÖnlüliiktür. Çünkü sembolün anlamsal kabuğu
ile sembolün içeriği arasındaki ayrışıklık [he­
terojenlik'}, öznel [bireysel] çağrışımın dar, tek
hatlı yolunda sembolik bağım kurabilir ancak.
Kurgu bu gelişimin doruk noktasıdır; bu ba­
kımdan Bloch’un kurguyu tam bir kararlılıkla
gerek felsefi, gerekse sanatsal yönden «öncü»
edebiyatın ve düşüncenin merkezine koymasını
saygı ile karşılıyoruz. Kurgunun özgün biçimiy­
le fotomontaj olarak şaşırtıcı, hattâ arasıra
güçlü bir ajitasyon etkisi yapması, özellikle, ta ­
mamen ayrışık [heterojen], nesnel olarak bir-
birleriyle hiç ilişkisi bulunmayan, yalıtılarak
[bütünden] koparılmış gerçek parçalarının şa­
şırtıcı biçimde bir araya getirilmesinden ileri
gelir, iyi fotomontaj, iyi bir espiri etkisi yapar.
Ancak bu tek yönlü bağlama —espiri de yerin­

58
de ve etkili olsa bile— gerçeği (her ne kerte bu
gerçek, gerçek olmayan biçiminde kavranıyor­
sa da), bağlandığı (her ne kerte bu bağlandık
bağlamsızlık biçiminde formüle ediliyorsa da)
ve bütünselliği (her ne kerte bu bütünsellik bir
kargaşa olarak yaşantılaştınlıyorsa da) can­
landırma iddiasıyla ortaya atıldığı anda, sonuç­
ta yaratacağı etki derin bir tekdüzelik [mono­
tonluk] olmaktan öteye gidemez. Tek tek ayrın­
tılar en alacalı bulacalı renklerle ışıldayabilir­
ler, tüm hiç de iç açıcı olmayacak biçimde gri­
dir; tıpkı parçalan çeşitli renklerde göze çarpsa
da, sokak ortasında toplanmış suyun bir pis su
birikintisinden başka bir şey olamayacağı gibi.
Bu tekdüzelik nesnel gerçek-yansısınm bir
yana bırakılmasının, zengin bir karm aşa oluş­
turan bağlantıların birlik ve çokyanhlığının can-
landınlması ve bu bağlantıların tipler içinde
yansıtılması için sanatsal bir çaba harcanması­
nın kaçınılmaz bir sonucudur. Çünkü bu dünya-
duygusu, canlandırılan yaşam gerecinin [mal­
zemesinin] içinden, gerçek tabiatından bir kom­
pozisyonun, bir yapınm kurulmasına, bir ses
yükseltilmesine, ya da yükseltilen sesin kısıl­
masına olanak tanımaz.
Eğer bu sanatsal eğilimleri yozlaşma [çö­
küntü] eğilimleri diye tanımlarsak, hemen, «seç­
kin akademicilerin cehaletinden ileri gelen bil­
giçliğe» karşı bir öfke ve kızgınlığın bağır­
tıla n sık sık duyulur. Bu nedenle, bana karşı
çıkanların bile öteki konularda büyük bir oto­
rite saydıkları, değer t erdikleri, yozlaşma [çö-

59
küntüj konularının uzmanı sayılan bir kişiyi,
Friedrich Nietzsche’yi yardıma çağırmanla izin
verin. «Her edebi yozlaşma [çöküntü] neyle
belli olur?» diye soruyor ve yanıtlıyor:
«( ..,) yaşamın bundan böyle bütün içine
oturmaması için. Sözcük başıboş hale gelir ve
cümlenin içinden fırlayıp gider: cümle ağırlık
kazanır ve yanın [ayrıntının] anlamını karar­
tır; yan [ayrıntı] bütünü yok ederek can ka­
zanır —-bütün a rtık bütün değildir. Am a bu,
yozlaşmanın [çöküntünün] her üslubu, için ge­
çerli bir denklem dir: Her keresinde atomların
anarşisi, iradenin darmaâağımklığı ( ...) Yaşa­
ma gelince, aym canlılık, yaşam ın titreşim i ve
bereketliliği, en küçük nesnelerin'içine zorla
sıkıştırılm ış; geri kalan ise, yaşamdan, yoksun­
luk. Her yanda felç, acı, donukluk ya da düş­
m anlık ile kargaşa var: Her ikisi de, Örgütle­
menin tırm anılan biçimleri ne denli yüksekse,
ö denli göze batıcı. B ütün ise artık hiç yaşam ı,
yor; büeştirüm iştir o, ölçülüp biçilm iştir, ya­
paydır, bir gözbağcılıksan başka bir şey değil­
dir.»
Nietzsche’nin oldukça karakteristik bu be­
timi* sözkonusu yönelimlerin sanatsal eğilimle­
rinin tıpkı Benn ve Bloch denli iyi bir betimidir.
Ve dışavurumculuğun her türlü eleştirel yoru­
munu «kabalaştırma» diye yadsıyan, dışavu­
rumculuğun teori ve pratiğinden alman her Ör­
neği, hiçbir şey kanıtlamayan kaba dışavurum­
culuk, diye görüp kulak arkası eden Walden’
den dilediğimiz, Nietzsche’nin bu yozlaşma ku­

60
ramım, genelleştirilmiş dilsel biçim verme kura­
mı biçiminde kullanışı karşısında tavır alması­
dır;
«Neden yalnızca cümle kavranabilsin de söz­
cük kavranam asm f... Ve yazarlar egemen, ol­
maya başladıkları için, hemen sözcüğe aldırış et­
m eksizin bir cümle yayıyorlar. Am a sözcük ege­
men oluyor. Sözcük cüm leyi parçalıyor, böylece
edebiyat parça-yapıt’a dönüşüyor. Yalnızca söz­
cükler birleşiyör* Cümleler hep dağılmıştır.»
İşte bu «kaba-dışavurumcu» dil kuramı
Walden’in eseri. Kuşkusuz ilkeler hani Joyce'da
bile yüzdeyüz bir tutarlılıkla sürdürülemez.
Çünü yüzdeyüz bir kargâşa ancak delilerin ka­
fasına egemendir ve Schopenhauer’in bir kez
haklı olarâk ileri sürdüğü gibi, yiizdeyûzlük bir
kuşkuculuk ancak tımarhanede bulunabilir. An­
cak kargaşa fkaos] öncü sanatıh dünya görüşü
dayanağını oluşturduğundan, birbirine dayan-
m iş tüm ilkeler konuya yabancı [maddeye ya­
bancı] bir gereçten türem iş olmak zorundadır­
lar. Bu nedenle bu kurgusal yorumlar, bu bir
araya toplamalar vb. yalnızca yedek parça ola­
bilirler ancak, bunlar bir sanatın tek hatlüığı-
nın artmasından öteye anlam taşımazlar.

5.
Tüm bu edebiyat yönelimlerinin doğuşu,
ekonomiden, toplumsal yapıdan, emperyalist dö­
nemin sınıf savaşımlarından çıkılarak anlaşıla­
cak bir şeydir. Bu bakımdan Rudolf Leonhard
dışavurumculukta zorunlu bir tarihsel fenomen

61
bulurken haklıdır. Ancak ünlü Hegel cümlesini
şöylece değiştirip düşüncelerini sürdürürken ya-
rıyarıya haklıdır:
«Dışavurumculuk (eskiden), yani bir za­
manlar, o zamanlar m antıklıydı.»
Her ne denli Hegel idealizmi, mantık kav­
ramı içine zaman zaman varolanın savunmasını
yerleştiriyorduysa da, «tarihin mantığı* Hegel’
de bile böylesine basit değildir; hele hele marks-
çılık için bu «mantıklılık* (tarihsel zorunluk)
hiç de öyle kolay değildir. Tarihsel zorunluğun
kabul edilmesi marksçılıkta ne varolanın haklı
gösterilmesi (hattâ varolanın döneminde bile)
anlamına geliyordu, ne de tarihte kaderci bir
zorunluğun ifadesi sayılıyordu. En iyisi gene
ekonomi alanından bir örnekle gösterebiliriz bu­
nu. Kuşkusuz ilk para birikiminin oluşması, ya­
ni küçük üreticilerin üretim araçlarından kopa­
rılmaları, proletaryanın yaratılması vb. tüm in­
sanlığa sığmayan canavarlıklara karşın tarihsel
bir zoruluktu. Gelgelelim hiçbir aklı başında
marksçı, bu dönemin İngiliz burjuvazisini —He­
gel mantığının taşıyıcısı (gerçekleştiricisi) ola­
rak kutlamayı düşünmez. Ve gene burada kapi­
talizmden sosyalizme geçişin kaderci bir zorun-
luğunu görmek, hiçbir marksçının aklına gel­
mez. Marx daha kendi döneminde devrinin Rus­
ya’sı için ilk birikimden kapitalizme geçme yo.
lunun biricik kaçınılmaz yol sayılmasına şiddet­
le karşı çıkmıştı; ve bugün, Sovyetler Birliği’n-
de gerçekleştirilmiş sosyalizmin koşullan altın­
da, geri kalmış ülkelerin ancak ilk birikim yo­

62
lundan önce kapitalizme, oradan da sosyalizme
geçebilecekleri görüşleri karşı-devrimin izlence,
sinden [programından] başka bir şey değildir.
Kısacası Leonhard gibi düşünerek dışavurumcu­
luğun doğuşunu tarihsel bir zorunluk olarak ka­
bul etsek bile, bu hiçbir zaman onun sanat açı­
sından doğru, yerinde bir akım olduğunu, gele­
ceğin sanatı için kaçınılmaz bir uğrak, yapı taşı
niteliği taşıdığını kabul etmemiz anlamına gel­
mez. Bu nedenle Leonhard, dışavurumculukta
«yeni gerçekçiliğin olanaklaştınlm ası yolunda
insanın saptanması ve şeylerin tavlanmasını,
sertleştirilmesini» görürken ona katılamayız.
Burada Bloch gerçeküstücülükde, kurgunun
yaygınlaşmasında dışavurumculuğun kaçınıl­
maz ve zorunlu sonucunu görmekte çok haklıdır.
Wangenheim’a gelince, o da dışavurumculuk
içinden sosyalist gerçekçilikte kullanılmak üze­
re yitirilmemesi gereken bir kalıt çıkarmaya
çalışıyor. Dışavurumculuktan kurtarm aya ça­
lıştığı parçalan şöyle savunuyor:
«İlke olarak: Dışavurumculuk tiyatrosu
güçlü etki yaptıysa da, dünyayı bölük pörçük
yansıttı. Sosyalist gerçekçiliğin tiyatrosu, bi­
çimlerinin tüm. çeşitliliği içinde, (gene de) birli­
ği yansıtır.»
Ve bu nedenle dışavurumculuğun, sosyalist
gerçekçiliğin temel yapı taşlanndan biri olması
gerekiyor demek? Bu gerekliliği verecek ne es­
tetik, ne de mantıksal bir kanıt bulamazsı­
nız^...)
Eski yazımda açık seçik dile getirilmiş olan

63
dışavurumculuğun tarihsel değerlendirilmesin,
den hareket eden Bloch, şu suçlamada bulunu­
yor bana karşı:
«Üstyapıda geleceği önceden, yakalayan
[haber veren] hlareketler gerçek olmasaydı, geç
kapitalist toplumda öncülük (yenilikçilik) yo k *
tur.-»
Bu suçlamanın kaynağı, Blgch’un bugünkü
sanatın yolunu yalnızca gerçeküstücülüğe ve
kurguya giden yolda bulmasında yatıyor. Bu yö­
nelimin öncülük [yenilikçilik] rolü tartışılırsa,
Bloch’a göre, toplumsal gelişim eğilimlerinin
ideolojik düşeyde önceden saptanması olanağı
da kabul edilmiyor demektir.
Ne ki bu doğru değildir. Marksçılık ideolo­
jinin bu önceden görme işlevini her zaman ka­
bul etmiştir. Edebiyat alanında kalmak istersek,
Paul Lafargue'ın Marx’a dayanarak Balzac’a
ilişkin neler söylediğine bir kulak verelim:
«Raime yalnızca döneminin toplum tarihçi­
s i değil, aynı zamanda Loius Philippe [samanın­
da"} henüz embrio durumunda dian ve ancak
onun ölümünden sonra, Napoleon III zamanın.
da tamamen gelişebilen peygambersi tiplerin de
yarattcm ydı.» (Altını ben çizdim G. I m)
Peki bu marksçı anlayış bizim dönemimiz
için de geçerli mi? Elbette. Ancak böyle «pey­
gambersi tipleri» yalnızca önemli gerçekçilerde
bulabiliyoruz. Maksim Gorki'nin romanlarında,
uzun öykülerinde ve dramlarında [oyunlarında]
böyle tipler sürüsüne bereket. Sovyetler Birli­
ğindeki son gelişmeleri [1937] dikkatle ve net

64
bir bakışla izleyebilen kimse, Gorki’nin «Sivri­
sinek» (Kamora)* «Klim Samgin’in Yaşamı»,
«Dogtiyagev» gibi yapıtlarında gerçek varlıkla,
rı ancak şim di tamamen su yıüzüne çıkabilmiş
bir dizi tipi, M ars'ın anlamında önceden görüp
saptayabildiğini farkedecektir...
Benzer örnekleri Alman edebiyatında da
bulabiliriz. Heinrich Mann’ın ilk yapıtlarını, söz­
gelimi «Uyruk» ya da «Profesör Unrat»ı ve öte­
ki birçok yapıtı düşünelim. Burada Alman bur­
juvasının ve demagojiyle yolundan saptırılmış
Alman küçükburjuvasımn sonradan faşizmle tü_
müyle serpilip gelişen tiksindirici, bay ağı-hay­
vanca bir dizi özelliklerinin «peygamberce» ön­
ceden bildirildiğini kim yadsıyabilir? Ve bu açı­
dan Mann’ın «IV. Henri» karakterine bakılsın;
gerçekten yaşamdaki gibi sahici, tarihsel yön­
den hakiki bir figürdür b u ; ama aynı zamanda,
antifaşist cephenin savuşmaları sırasındaki geli­
şim boyunca, ancak faşizmin yenilmesi süreci
içinde serpilip gelişen insancıl özelliklerin ön­
ceden yakalanmasıdır da.
Gene zamanımızdan bir karşı Örnek alalım.
Savaşa karşı ideolojik savaşım, en iyi dışavu­
rumcuların ana konularından biriydi. Peki çev­
remizde öfkeyle kuduran, tüm namuslu dünyayı
tehdit eden yeni emperyalist savaşın [1937] ön­
ceden habercim olarak ne kalm ıştır bu edebiyat­
tan geriye. Sanırım hiç kimse bugün bu edebi­
yatın tümüyle eskimiş olduğuna ve günümüze
kesinlikte uygulanamayacağım yadsımayacak-
tır. (Buna karşın, gerçekçi Amold Zweig Çavuş

F: 5 65
Grisoha’smd&, Verdun önünde Eğitvm’inâe, sa­
vaş ile onun arka planı arasındaki bağlandığı,
«normal» kapitalist hayvanlığın savaştaki top­
lumsal ve bireysel devamım, boy göstermesini
öylesine canlandırmıştır ki, yeni savaşın can
alıcı yanlarından birçoğunu önceden haber ve­
rebilmiştir.)
Bütün bunlarda öyle gizemli [esrarengiz]
ya da aykırı bir yan yok; özellikle her sahici,
önemli gerçekçiliğin özü (yapısı) budur. Don
Q uijottfdm Ofolomot;’a, buradan da günümüzün
gerçekçilerine uzanan böyle bir gerçekçilik; ka­
rakterlerin yaratılmasına yönelmiş bir gerçekçi­
lik olduğundan, insanlarda, insanların birbirle-
riyle ilişkilerinde, insanların eylemlerini gerçek­
leştirdikleri durumların içinde, toplumun, ve
h a ttâ tüm insanlık gelişiminin nesnel gelişme
eğilimleri olarak uzun dönemler boyunca etkin­
liğini sürdürmüş olan kalıcı, süreikli yanlan
aramalıdır.
B u soydan yasarlar gerçek bir ideolojik ön­
cülük [akimi] oluştururlar; çünkü nesnel ger­
çeğin canlı, ama henüz gizlilikten kurtulamamış
eğilimlerini öylesine derin ve doğru canlandırır­
lar ki, onların, canlandırmaları [yaratmaları]
daha ilerdeki gelişimce doğrulanır. Hani bu
doğrulamayı, başarılı bir fotoğrafın aslı ile öyle
basit bir örtüşmesi, ona tıpatıp benzemesi an­
lamında değil de, özellikle gerçeğin çok yanlı ve
zengin bir biçimde kavranmasının ifadesi, onun
[gerçeğin] daha ilerdeki bir gelişim basamağın­
da tamamen serpilip açılacak ve herkesçe algı-

66
lanabilirleşeoek bir fenomene dönüşecek yanla­
rının, (şimdilik) yüzey altında gizlenmiş eği­
limlerinin yansıması olarak düşünmeliyiz, ö y ­
leyse büyük gerçekçilikte, gerçeğin, doğrudan
doğruya pek büyük önem taşımadığı halde, nes­
nel yönden o denli can alıcı, sürekli bir eğilimi­
ni canlandırmaktayız. Yani gerçek ile çok yanlı
ilişkileri içindeki insanı ve özellikle bu zengin
çok yanlılık, çok çeşitlilik içinde halıcı diam, sü­
rekliyi [canlandırırız]. Ve öte yandan, gelişme­
nin, canlandırıldığı, dile getirildiği sıralarda he­
nüz filizimsi varlığım sürdüren ve [içinde ba­
rındırdığı] tüm nesnel ve öznel olanakları [be­
lirlenimleri] gerek toplumsal* gerekse insana
ilişkin yönleriyle açıp geliştiremeyen bîr eğilim
de ayrımsanıp [farkedilip] canlandırılır. Böyle
eğilimleri yakalayıp canlandırmak, edebiyatta^
k i hakiki öncülüğün gövemdir. B ir yazarın öncü
akıma gerçekten girip girmediğini gelişmenin
kendisi gösterir; onun [yâzann] insan karakter­
lerinin önemli özelliklerini, gelişme yönlerini,
toplumsal işlevlerini doğru ayrımsayıp, etkileri
kalıcı olacak biçimde canlandırmasına bakar bu.
Herhalde şimdiye değin yaptığımız açıklama­
lardan sonra, edebiyatta böyle bir öncülüğü an­
cak önemli gerçekçilerin oluşturabilecekleri, or­
tay a çıkmıştır.
Hani sorun, öznel yaşantıda dürüst bir ön­
cülük duygusu taşımak değüdir; önemli olan ön­
cülük duygusu taşıyarak sanat gelişiminin
önünde yürümeye çalışmak, dahası, ne denli göz
kamaştırıcı olursa olsun, bir takım teknik yeiıi-

67
likler [yapmak] değil —^öncülüğün toplumsal
ve insana ilişkin içeriği, «peygamberce» önce­
den haber verilenin genişliği, derinlikliliği ve
doğruluğudur.
Kısacası: üstyapıda önceden haber veren
bir hareket olanağının yadsınması, buradaki
tartışm anın odak noktasını oluşturmaz. T artış­
ma şu sorularda odaklanmaktadır: Gelişmeyi
kim önceden yakalamış, haber vermiştir? Nasıl
ve neyi haber vermiştir?
Yukardaki çoğaltılması çok kolay kimi ör­
neklerde, günümüzün önemli gerçekçilerinin sa­
natsal düzeyde, karakterler yaratarak neyi ön­
ceden haber verdiklerini gösterdik. Şimdi şu
karşı soruyu sorarsak: Dışavurumculuk neyi ön­
ceden haber verm iştir? Bloch’dan yalnızca şu
yanıtı alırız: gerçeküstücülüğü. Yani, toplumsal
gelişmeleri insan karakterlerinde canlandırarak
önceden haber verme yeteneğinden ilkece yok­
sun olduğu, en büyük savunucularının yaptık­
ları karakteristik tanımlamadan açık seçik bel­
li olan bir başka edebiyat aJcvmrn: «Peygamber-
si tiplerdin yaratılmasıyla, ilerki gelişmelerin
önceden gerçek anlamda yakalanması ile, öncü-
lükçülüğün hiçbir ilişkisi yoktur, olmamıştır,,
olamaz.
Eğer böylece edebiyattaki öncülüğün ölçü­
tünün ne olduğunu anladıksa, somut soruların
yanıtlanması da zor phnayacaktır artık. Edebi­
yatımızda öncü kimdir öyleyse? Gorki gibi «pey-
gambersi» canlandırmaları gerçekleştirenler mi;
yoksa, doğalcılıktan gerçeküstücülüğe değin h er

68
yeni modanın bandobaşısı gibi en önünde giden,
her akımı modası geçmeden bir yıl önce «aş­
mak» için kasıla kasıla gezinen, toprağı bol ol-
slın, Hermann B ahr mı? Bay B ahr elbette b ir
karikatürü bu işin; dışavurumculuğun, inançlı
savunucularını onunla bir tutmak aklımın ucun­
dan bile geçmez. Ama gerçek olan bir şeylerin
karikatürüdür o: Biçimci, içerikten yoksun, top­
lumsal gelişmenin büyük akıntısından kopmuş
öncülüğün.
Marksçılığın bilinen doğrularından biri, in­
sanın her faaliyetinin, eylemde bulunan öznenin
faaliyetine ilişkin kendisinin ne düşündüğüne
bakılarak değil de, o faaliyetin nesnel olarak
toplam bağlandık içinde neyi temsil ettiğine ba­
kılarak yargılanabileceğidir. t 1)
öyleyse her yönden bilinçli bir «öncü» Ol­
mayı istemek zorunlu olmadığı gibi (kralcı Bal-
zac’ı düşünebiliriz), öte yandan sanatta devrim
yapmaya, «kökten yepyeni» bir şey yaratm ış
olmaya yönelik en ateşli istek, en yürekten inanç
bile, sırf istemede, sırf inançta kaldığı sürece,
hiçbir yazarı geleceğin gelişim eğilimlerinin ha­
bercisi kılamaz.

1 ) Nasıl bir bireyin ne olduğu hakkında onun ka­


fasından geçenlere bakarak karar veremezsek, böyle
bir alt.tlst olma dönemini de, o dönemin bilincine ba­
karak yargılayanlayız. Bu bilinç daha çok maddi ya­
şamı» çelişkilerinden hareket edilerek, üretim güçle­
ri ile üretim ilişkileri arasındaki mevcut çelişkiye da­
yanılarak. açıklanmalıdır. (Politik Ekonominin ElşMrisi
önsözünden. [K, Manej)

69
6.
Bu eski bilinen hakikati çok güncel biçimde
de dile getirebiliriz: Cehennemin yolu iyi niyet­
le döşenmiştir. Aramızdan herkes kendi geliş­
mesini ciddiye alıp, gözünü budaktan sakınma­
dan nesnel bir eleştiriden geçirirse, bu eski, bili­
nen doğruyu ara sıra öğrenmektedir. Bu uygu­
lamaya kendimden başlamak istiyorum. 1914-
1915 kışı: öznel olarak savaşa, savaşın anlamsız­
lığına, insanca olmayışına, kültür ve uygarlığı
yok ediciliğine tutkuyla karşı çıkma. Çaresizlik­
le bezenmiş karam sar bir ruhsal durum. Kapita­
lizmin güncel durumunu Fichte’nin anlayışına
uygun olarak «günahkârlığın tamamlanmış ça­
ğı» diye tanımlama. Yani öznel dilek, itici bir
karşı koyma’ya dönüşmüş. Bunun nesnel sonu­
cu: içi-dışı idealist mistisizm kokan, her yanıyla
sapına kadar tepkici-gerici ve tarihsel gelişime
ilişkin tüm değerlendirmeleri yanlış olan Roman
Kuramı kitabimdir. 1922’ye gelindiğinde, dev­
rim sabırsızlığıyla bezenmiş bir havanın heye­
canı. Kızıl savaşm emperyalistlere karşı sıktığı
kurşunlar kulaklarımın dibinde vızıldıyor hâ­
lâ; M acaristan’da yasadışılığm heyecanıy­
la tirtir titriyorum ; varlığımın tek bir teli
[parçası] bile, ilk büyük devrimci dalganın geç­
miş olduğunu, komünist öncü [hareketin] ka­
rarlı devrimci iradesinin kapitalizmi yıkma ye­
teneğinden yoksun bulunduğunu hâlâ kabul et­
mek istemiyor. Yani öznel temel: devrimci sabır­
sızlık. Nesnel sonuç: (bir ürün) Tatrih, Ve Sınıf

70
Bilinci. İdealizminden, yansıma-kuramını eksik
kavrayışından, doğadaki diyalektiği yadsıma­
sından dolayı tepkici-gerîci bir yapıt. Elbette
ben bu dönemde başına böyle şeyler gelen tek in­
san değilim. Tersine, kitlesel bir olay bu. Ve be­
nim şu önceki dışavurumculuk yazımda birçok­
larını karşıma almama yol açan görüşüm, yani
dışavurumculuğu USPD (2) ideolojisiyle bir bağ
içine sokmam, aslında yukarda sözünü ettiğim
eski doğruya [hakikate] dayanmaktadır.
Bizim dışavurumculuk tartışmamızda dev­
rim (dışavurumculuk) ve Noske —tam dışavu­
rumcu bir biçimde— karşı karşıya konuyorlar.
Peki ama acaba Noske USPD’nin kararsız, çe­
kingen, komitelerin iktidarı almalarını engelle­
yici, karşı tepkicilerin örgütlenmesine ve silâh­
lanmasına göz yuman tutum u olmasaydı, yani
kısaca USPD olmasaydı, devrimi bastırabilir
miydi? USPD'nin varlığı zaten Alman işçileri­
nin duygusal yönden devrime en çok gönül ver­
miş, en köktenci kitlesinin bile, ideolojik bakım­
dan devrim için henüz donanmamış olduğunun

2) Alman Sosyal Demokrat Partisi’nden ayrılanla-


n n kurdukları grup (Sosyal Demokrat P arti Birliği).
1916 Martında 18 merkezci sosyal demokrat, bütçeye
kırmızı oy verince partiden atılırlar. Bunun üzerine
sosyal-şovenizme karşı açık seçik bir programı olma­
yan Sosyal Demokrat tgçl Birliği kurulur. Savaşa kar-
şı devrimci savaşımı yedsıyan, kendisini Sosyal De­
mokrat P arti’nin bir parçası olarak gören, pasifist ni­
telikteki bu grup, partiden kapı dışarı edilince, TJSPD’-
yi kurar. (Çev.)

71
p arti düzeyindeki, örgüt düzeyindeki en belirgin
ifadesiydi. Spartakus Birliği’nin USPD’den yam­
yaş yavaş kopması, ilkece yetersiz eleştirisi, Le-
nin’in daha baştan beri Spartakus Birliği’nde kı­
yasıya eleştirdiği, Alman devrimindeki öznel
etmenin [faktörün] zayıflığının ve gelişmemiş-
liginin önemli bir yanım dile getiriyordu.
Elbette durum tümüyle böyle basite indir­
genecek gibi değildi. Eski yazımda USPD’nin
önderleri ile kitle arasında kesin bir ayvrvrn
yaprmştvm. Kitleler güdüce devrimciydiler. Nes­
nel yönden de devrimciydiler; savaşla doğrudan
ilgili işletmelerde, fabrikalarda grevler yapmış­
lar, cepheyi parçalamışlardı; devrimci heyecan­
la n Ocak devrimine yol açmıştı: Ancak ne olur­
sa olsun, kararsızdılar ve durumu açık seçik
kavramış değillerdi, paçalarını önderlerinin de­
magojisine katırdılar, önderlerinden kimileri
(Kautsky, Bemstein, Hilferding) bilinçli karşı-
devrimcilerdi; nesnel olarak eski Alman sosyal
dem okratlan ile işbölümü yaparak (bunu ken­
dileri itiraf etmişlerdir) burjuva egemenliğinin
kurtarılm ası için kendilerine düşeni yerine ge­
tirmişlerdi. Nesnel anlamda gerçekten dürüst
devrimci önderlere gelince, bunalım döneminde
devrime yöneltilmiş bu sabotaja karşı etkili bir
direnişte bulunma yeteneğinden yoksundular,
öznel (kişisel) dürüstlüklerine, karşı koyuşla-
n n a karşın, sağ önderlerin halata asılmalarına
engel olmadılar; dirençleri giderek bir kırılma­
ya, kopmaya, USPD’nin parçalanmasına, so­
nunda da kendi sonlarının hazırlanmasına, en­

72
gel Olmadı. USPD hareketinde gerçekten dev­
rimci eğilimler, USPD’nin, USPD ideolojisinin
parçalanmasına çalışanlardı.
Peki ya dışavurumcular? Onlar ideologlar­
dır. önderler ile kitleler arasında dururlar. Ki­
şisel [öznel] olarak çoğunlukla ham, belirsiz,
bulanık, karmakarışık inançlar ve düşünceler
taşısılar da, dürüsttürler. Ama aynı zamanda,
bir tek o ham devrimci kitlelerin kendilerini
alamadıkları kaypaklıktan başka, çok çeşitli
kârşı-devrimci parolaların kolaylıkla kullanar
bileceği tüöı olasıl tepkici-gerici önyargılarla
da tıka basa doluydular, (Soyut pasifizm, şid­
dete başvurmama ideolojisi, burjuvazinin so­
yut eleştirisi, anarşist çılgınlıklar vb.) Ve
ideologlar olarak, bu belirli geçiş , durumunu,
gerek düşünce, gerekse sanat düzeyinde dura­
ğanlaştırdılar. Ve devrimci açıdan bakıldığın­
da, bu bazı bakımlardan kararsız, sallantılı
USPD kitlelerinin içinde bulundukları ide­
olojik geçiş durumundan çok daha gerici
bir geçiş durumuydu. Ancak böyle ideolojik bir
geçiş durumunun devrimci anlam ve önemi akış
içinde bulunmasından, ileri doğru zorlamasın­
dan, kendini <fara>ğanlcLştıtmcmasından [bir
yerde yerleşmemesinden] ileri gelir. Bu geçiş
ideolojisinin dışavurumculukça gerek sanat, ge­
rekse düşünce düzeyinde durağanlaştırılması,
hem dışavurumcuların kendileri, hem de onla­
rın etkisi altında bulunanlar bakımından, bun­
ların devrimci yönde yürümelerini engelledi.
Sallantılı geçiş ideolojilerinin sistemleştirilme-

73
sinde hep raslanan bu zararlı etki, dışavurum­
culukta özel bir gerici-tepkici nitelik kjazanmış-
tır. B ir yandan hitlerciliğin o debdebeli, bol ke­
seden atan iddialarında, ukalalıklanda, ebedi
hakikatler biçimindeki vaazlarında beliren bu
gericilik-tepkicilik, dışavurumculuğun devrim
yıllarındaki yapısının [özünün] belirtüerinden-
di. ö te yandan dışavurumculukta, yanlış eği­
limlerin sanatın derinden kucakladığı bir ger­
çeğin yardımıyla denetlenmelerinin ya da aşıl­
malarının engellenmesi sonucunu doğuran öz-
gül-gerçek karşıtı eğilimler, dışavurumculuğun
bu özelliğine yol açmışlardır.
Gördüğümüz gibi dışavurumculuk, sıkı sıkı­
ya sarıldığı doğrudanlık anlayışına gerek sa­
nat, gerekse dünya görüşü düzeyinde uyduruk
bir derinlik, uyduruk bir tamamlanmışlık ka­
zandırmak isterken, böyle bir geçiş ideolojisi­
nin durağanlaştınlmasıyla zorunlu bağlandık
içinde bulunan tüm tehlikeleri de artırır.
Eğer dışavurumculuk gerçekten de ideolo­
jik bir etkinliğe sahip olmuşsa, etki altına al­
dıklarının devrimci aydınlanma süreçlerini
olumlu yönde körüklememiş, tersine, bu süreç­
leri engellemiştir. Bu etkisi de USPD ideoloji­
siyle aynı çizgide yürür: Her ikisinin de aynı
gerçeğe çarpıp parçalanmaları raslantı değildir.
Eğer, Noske’nin yengisi dışavurumculuğu da
yıkmıştır, deniyorsa, bu, gerçeğin bağlamları­
nın dışavurumculuğa özgü biçimde basitleşti-
rilmesidir. Dışavurumculuk bir anlamda birin­
ci devrim dalgasının sonuyla birlikte batıp g it­

74
m iştir ve bu devrimin sonuca ulaşmamasında
USPD ideolojisinin suçu büyüktür. Bir başka
anlamda da, olgunluktan uzak başlangıç döne­
minin devrimci gevezeliklerinden gittikçe daha
güçlü kurtulmaya başlayan kitlelerin devrimci
bilincinin arınmasıyla [aydınlığa kavuşmasıy­
la] çökmüştür.
Almanya’da dışavurumculuğu yalnızca ilk
devrimci dalganın yenilgisi değil, aynı zaman­
da proleter devrimin Sovyet Rusya’da gerçek­
ten yerine oturması da tahtından düşürmüştür.
Proletaryanın egemenliği ne denli sağlamlık ka­
zanmışsa, sosyalizm Sovyetler Birliği’nin eko­
nomisine ne denli kapsamlı ve derinliğine yer­
leşmiş, emekçi kitleleri kültür devriminin kapsa­
mına ne denli köklü ve yaygın almışsa, «öncü sa­
nat» da, Sovyetler Birliği’nde gittikçe güçlenen
gerçekçilik tarafından o denli güçlü ve hiçbir
umuda yer bırakmaksızın geri itilmiştir, ö y ­
leyse dışavurumculuğun yenilgisi son tah­
lilde devrimci kitlelerin olgunluklarının ürü­
nüdür. Mayakovski ya da bizdeki Becher gi­
bi şairlerin gelişim yolu, dışavurumculuğun ölü­
münün hakiki nedeninin kitlelerin olgunlaşma­
sında aranıp bulunabileceğini özellikle gösteren
örneklerdir.

7.
Tartışmamız katıksız edebiyat tartışm ası
mıdır? Sanıyorum ki, değil. Bu tartışm anın en
son dayandığı yer, hepimizi ilgilendiren, hepi­
mizi aynı ölçüde harekete geçiren politik bir

75
sorun açısından önemli sayılmasaydı, sanıyo­
rum edebiyat yönelimleri ile onların kuramsal
yönden açıklanmaları arasındaki çekişme böy-
lesine geniş dalgalar oluşturmazdı: Halk cep­
hesi oluşmazdı.
Bem hard Ziegler çok sivri bir biçimde halk­
çılık (halka Özgürlük) sorusunu tartışm aya so­
kuyor. Her yanda bu soru’nun yol açtığı heye­
canı duyuyoruz; kuşkusuz bu yoğun ilgi olum­
lu bir şey. Bloch dışavurumculukla birlikte
halkçılığı da kurtarm ak istiyor. Diyor ki;
Dışavurumculuğun halka yabancı boşyüce-
liği [gururu] hiç yoktu, dahası tam tersi: «Ma­
v i (Binici» tablosu (*) M um aci (yöresinin) cam
süslemelerini kopya eder; [bu tablo] en başta
duygulandırıcı, inanılmaz ve giz dolu köylü sa­
natına, çocukların ve tutuklularm resimlerine,
akil hastalarının şaşırtıcı belgelerine, ilkellerin
sanatına bakışa yol açtı.
Böylesine bir halkçılık anlayışıyla her şey
karmakarışık oluyor. Halkçılık ilkel «ürünle­
rin» (sanat ürünleri] ideolojik seçimden yoksun
olarak, artistik ölçütlere göre, ağız tadına göre
kabulü [toplanması] değildir. Gerçek halkçılı­
ğın bütün bunlarla ilgisi yoktur, öyle olsaydı,
cam resimleri ya da zenci plastiği toplayan
her «meşe odunu», kafayı üşütünce insanın me­
kanik aklın bağlarından (zincirlerinden) kurtul- 3

3) Alman Dışavurumcu ressamı P. Marc’m yapıtı


(Çev.}

76
masını kutlayan her züppe, halkçılığın da öncü
savaşçılarından biri olurdu.
Kuşkusuz bugün doğru bir halkçılık anla­
yışını saptamak oldukça güçtür. Çünkü halkın
yaşamının, kapitalizmin aslında ilerici olan eko­
nomik etkenleriyle parçalanması, halkın dünya
görüşünde, sanat çalışmalarında, zevklerde, ah-
lâksal yargılarda bir güvensizlik yaratm aktadır
—demagojik zehirlenme olanaklarım doğur­
maktadır. Ve halk üretim inin eski ürünlerini
gelişigüzel, seçmeden kendimize yaklaştırm a­
mız, her durum ve koşul altında, her bağlamlık
içinde kesinlikle ilerici bir tutum olmadığı gibi,
halkın her türlü engele karşın gene de yolunda
ileriye yönelen canlı güdülerini körükleyici
bir çağrı da değildir. Gene aynı nedenlerle, bir
edebiyat ürününün ya da edebiyat yöneliminin
geniş bir yaygınlık göstermesi de, onun halk-
çilığınm bir ölçütü olamaz. Gerek geri kalmış
geleneksel sanat türleri («yurt-s&nab» gibi),
gerekse kötü modern türler (polisiye romanlar
gibi), herhangi bir yönden gerçekten halkçı
olmamakla birlikte, alabildiğine yaygınlık gös­
teren türlerdir.
Ne var ki, tüm bu karşı çıkmaların ve kay­
gıların haklı bir yanı da vardır; günümüzün
gerçek edebiyatından neyin ne ölçüde kitlelere
iletilebildiği önemlidir. Peki son on-yıllann «ön-
cülükçü» akımından hangi yazar bu yönüyle
Gorki ile, Anatole France, Romain Roiland, ya
da Thomas Mamı ile karşılaştırılabilir? Sanat­
sal düzeyi böylesirte yüksek BuAdenbrook A ile­

77
si gibi bir romanın milyonları bulan baskısı he­
pimizi düşündürmelidir. Halkçılığın tüm sorun­
salı, burada derlenip toparlanamayacak denli
«geniş bir alan» oluşturur. Burada halkçılığın
iki uğrağına değinmekle yetineceğiz; hani bun­
ları da tüketici bir biçimde ele alma bilgiçliğine
kesinlikle sapmadan tabiî.
Şimdi önce kalıt [miras] ilişkisi. Halkın
yaşantısıyla kurulan her canlı ilişki içinde ka­
lıt [miras], ilerlemenin harekete geçirilmiş sü­
reci depıektir; gerçek anlamda bir yaşatma,
(sentez kurarak) aşma, koruma, halkm tüm
geleneklerindeki, acı ve sevinçlerindeki, devrim
geleneklerindeki canlı, yaratıcı güçleri daha
yüksek düzeye çıkarma demektir. Kalıt ile can­
lı bir ilişki içinde olmak demek, halkm bir ço­
cuğu olmak, halkının gelişim akıntısıyla sürük­
lenmek demektir, işte Gorki Rus, Romain Rol-
land Fransız, Thomas Marnı Alman halkının bi­
re r çocuğudurlar. Yazılarının içeriği ve sesi,
tüm bireysel özgünlüklerine karşın, tüm yapay­
lıktan, yapmacılıktan, .seçip-toplayıcılıktan, il­
kel zevklere yönelik olmaktan uzak yanlarına
karşın, yaşamın içinden çıkmışlardır, halkları­
nın tarihi içinden çıkmışlardır, halklarının ge­
lişiminin birer ürünüdürler. Bu nedenle, yazı­
larının sanat düzeyindeki yüksekliğe karşın, Öy­
le bir hava egemendir ki onlarda, bu hava halkın
geniş kitlelerinde yankısını bulacaktır ve bul­
muştur.
«öncülükçülüğün» kalıt karşısındaki ta v n
ise bunun kesin karşıtı bir durumu oluşturur.

78
öncülükçülüğün halkm karşısındaki tavrı,
büyük bir haraç-mezat satışı karşısında takını­
lan tavır gibidir. Bloch’un yazılan kanştın la-
cak olursa, kalıtlardan ve kalıttan söz edilirken,
ancak şu ifadelerin kullanıldığı görülecektir:
«Kullanılabilir kalıt parçalan,» «yağmalamak»
vb. Bloch, bu sözcükler kaleminden raslantıyla
kaçmış olamayacak denli bilinçli bir düşünür
ve üslupçudur; bu sözcükler kalıt karşısındaki
genel bir tavrı dile getirir daha çok. Bloch için
kalıt, içini gelişigüzel k a n ştın p eşeleyebileceği­
niz, içinden o an için kullanılabilecek gelişigü­
zel parçalan kopanp alabileceğiniz ve gene an­
lık gereksinmelere göre gelişigüzel birbirine
bağlayabileceğiniz ölü bir yığındır.
Bu düşünceyi Hanns Eisler Bloch’la birlik­
te yazmış olduğu bir makalede çok belirgin bir
biçimde dile getirmiştir. Haklı olarak Berlin'
deki Don Carlos gösterisine hayran olmuş
Hanns Eisler. Gelin görün ki, Schiller’in ger­
çekten ne olduğunu, onun gerçek büyüklüğünün,
sınırlarının, engellerinin nerede bulunduğunu,
kendi halkı olan Alman halkı için ne anlam ta­
şımış olduğunu ve hâlâ hangi anlamı taşıdığını
irdeleyecek yerde; Schiller’in halkçı-ilerici et­
kisini, halk cephesinin, Alman halkının ku rtu ­
luşunun silâhı yapmak bahanesiyle gerici-tep-
kici önyargılar çöpünün nasıl ayıklanması ge­
rektiğini düşünecek yerde —tüm bunları bir
yana bırakıp, sürgündeki yazarlar için kalıtla
ilgili şu eylem izlencesini [programım] düzen­
liyor: «Peki Alm anya dışındaki görevimi# ne­

79
dir acaba? B e lle r id, böyle bir savaşıma elver
rişli olan klasik, gerecin [malzemenin] ayıklan­
masına ve hazırlanmasına yardım etm ek zorun­
dayız yalım ca.»
Eisler, klasikleri antifaşist bir «Büch-
mann»a parça parça ayırıp, sonra «elverişli
parçaları» birleştirmemizi öneriyor. Alman hal­
kının parlak edebiyat geçmişi karşısında bun­
dan daha yabancı, daha boşyücelikli, daha red­
dedici davranılamazdı.
Halkın yaşamı nesnel olarak süreklidir.
«ÖBCÜlükçüler»inki gibi devrimlerde, yalnızca
çatlakhk, kopukluk, tüm geçmişi yok etmek is­
teyen, büyük, parlak, görkemli geçmiş ile her
sürekliliği (bağı) kopartmak isteyen felâket­
lerden başka bir şey görmeyen öğreti, Cuvier’
in öğretisidir, yoksa Marx ya da Lenin’in değil.
Bu öğreti, reformculuğun evrim Öğretisinin
anarşist bir tamamlayıcısıdır. Evrim öğretisi
yalnızca sürekliliği görürken, öteki yalnızca
çatlaklan, kopuklukları, uçurum ve felâketleri
görür. Oysa tarih, süreklilik üe kesikliğin, ev­
rim ile devrim in cavdı diyalektik birliğidir.
Burada da önemli olan, her yerde olduğu
gibi, doğru görülmüş, anlaşılmış içeriktir. Le-
nin kalıtçı kalıt anlayışıyla ilgili olarak şun­
ları söyler:
«M arksçtlik, devrimci proletaryamın ideolo­
jisi olarak dünya-tarihsel anlamını [önemini],
burjuva döneminin en değerli kazanımlarım
hiç de yadsm aytp, tersine, inşan düşüncesinin
ik i bin y ü ı aşkm gelişiminin ve insanlık kültil-

80
rutinin değerli olan her şeyim kendisine m al et­
me»i ve işleyip değerlendirmesiyle elde etm iş­
tir.-»
öyleyse, önemli olan, bu gerçekten değerli
olanın nerdde aranması gerektiğidir.
Eğer soru balkın yaşantısıyla ve onun ile­
rici eğilimleriyle bağlandıkları içinde, yanı doğ­
ru ele abnmışsa, biri organik olarak ikinci so­
ru küme’sine, yani gerçekçilik sdrularma götü­
rüp. «öncülükçü» sanat kuramlarının yoğun et­
kisi altında kalan modem halk sanatı anlayış­
ları, halkın sanatsal faaliyeti içindeki en-ilk
gerçekçiliği ilgi alanının kıyı ve bucağına it­
mişlerdir tümüyle. Gene bu sorüyu da burada
enine boyuna açmamız olanaksız; doğru bir
noktaya dikkati yöneltmekle yetinmeliyiz.
Burada edebiyatı yazmaktan söz ediyoruz.
Ve Alman tarihinin tra jik akışı sonucu, edebi­
yatımızdaki [Alman edebiyatı] halkçı-gerçek-
çi yönelimin, İngiltere, Fransa ve Rusya’da uzun
süre güçlü olmadığım unutmamalıyız. Ama
özellikle bu olgu, en yoğun dikkatimizle Alman
geçmişinin varolan halkçı-gerçekçi edebiyatına
eğilmemiz, onun yaşamı körükleyen üretken ge­
leneklerini ayakta tutmamız için bize gayret
vermeli. Ve eğer bu yönü tutacak olursak, tüm
«Alman sefaletim e karşm bu halkçı gerçekçi
edebiyatın, sözgelimi Grimmelshausen’in Sirnp-
lizissim usfu (4) gibi dev başyapıtlar yarattığı­

4) Simplizius Simpliztssimus; Grimmelahausen’in


1669’da yayımlanan romanı. Eserin amacı, okuyucuya,

F: 6 81
nı görürüz. Bu başyapıtın parçalanmış öğeleri­
nin kurgu değerini takdir etmeyi Eisler’e bıra­
kalım; bu başyapıt, yaşayan Alman yazın-ya-
pıtları bakımından büyüklüğüyle (ve sınırla­
rıyla) yaşayacak ve güncel bir bütün olarak
varlığını sürdürmeye devam edecektir.
Çünkü ancak gerçekçiliğin geçmişteki ve
günümüzdeki başyapıtlarına bir bütün olarak
bakmayı becerebüir, onlardan öğrenir, onların
yaygınlaşması için çaba harcar, doğru anlaşıl­
malarını sağlarsak; büyük gerçekçi canlandır­
manın güncel, kültürel ve politik değeri dile ge­
lir: «öncülükçülüğün» —özellikle espri anla­
mındaki— tekyanhlığına karşın, gerçekçiliğin
tükenmez çokymütZtğt. Okuyucu, Cervantes ve
Shakespeare’e, Balzac ve Tolstoy’a, Grimmels-
hausen ve Gottfried Keller’e, Gorki, Thomas
Mann ve Heinrich Mann’a halkın geniş kitlele­
rinden, kendi yaşantısından giriş bulur. Büyük
gerçekçiliğin yaygın ve kalıcı etkisi, özellikle
bu giriş olanağının —diyebiliriz ki— sonsuz sa­
yıda kapıyla sağlanmış olmasıdır. Canlandır­
manın zenginliği, insan yaşamının tipik görü­
nüş tarzlarını doğru ve kalıcı olarak kavrama,
bu başyapıtların büyük, ilerici etkisini oluştu-

insanın Tanrı’ya ve dünyaya karşı takındığı değişik


tutumları allegorlk biçimde göstermektir. Otuz yıl
savaşları romanda yalnız bir dekor olarak belirmez;
bir yandan da bu olay aracılığıyla bireyin dengesizlik­
leri ve tutarsızlıkları yansıtılmak istenir. Kitabın al­
tıncı bölümü Alman edebiyatındaki ilk «rotoinsonad»tır.
(Çev.)

82
ra r: Bunların okuyucuları, sözkonusu yapıtları
benimsedikleri süreç içinde, kendi yaşantılarını
ve yaşam deneyimlerini aydınlığa kavuşturur­
lar, insansa!, toplumsal ufuklarını genişletirler
ve canlı bir insancılık sayesinde, halk cephesi­
nin politik parolalarını kendilerine mal etmeye,
bunların politik insancılığını kavramaya hazır­
lanırlar; insanlığın büyük ilerici ve demokratik
gelişim çağlarının gerçekçi sanat yapıtınca ile­
tilen anlayışı, halk cephesinin savunduğu yeni
tip devrimci demokrasi için geniş kitlelerin ru­
hunda verimli bir zemin hazırlayacaktır. Anti-
faşist savaşım edebiyatı, bu toprağın içinde
ne denli derin kökleşmişse, o denli derinden te­
mellendirilmiş, örnek alınacak ya da nefret
edilecek karakterler yaratacaktır —bu edebi­
yatın halktaki yankısı o denli güçlü olacaktır.
Joyce ya da «öncülükçü» edebiyatın öteki
temsilcilerine ancak çok d ar bir kapı açılmak­
tadır: Orada ne olup bittiğini anlayabilmek için
«belirli bir hileyi çözmek» gerekir. Ve büyük
gerçekçilikteki kolay giriş yolu insan için zen­
gin bir kaynak oluşturduğu halde, halkın geniş
kitleleri «öncülükçü» edebiyattan hiçbir şey öğ­
renemezler. özellikle bu edebiyatta gerçeğin
kendisi, yaşamın kendisi bulunmadığı için, oku­
yuculara (politik deyimiyle: tarikatçı bir bi­
çimde) yaşamın dar ve öznel bir anlayışı zor­
la kabul ettirilirken; gerçekçilik, canlandırıl­
mış zenginliğiyle, okuyucuların koyduğu soru­
lara yanıtlar getirir —yaşamın koyduğu soru­
lara yaşamın kendi yanıtını verir! Buna karşın,

83
akla karayı seçerek anlaşılmasına çalışılan ön-
ctilükçü sanat için, gerçeğin öylesine öznelleşti­
rilmiş, çarpıtılmış ve saptırılm ış yankılan, ruh
durumuna göre [dile getirilmiş] yankıları var­
dır ki, halktan gelen adam bunları ölse kendi
yaşam deneyimlerinin diline çeviremez.
Halk yaşantısıyla canlı ilişki, kitlelerin ken­
di yaşam deneyimlerinin ilerici bir tutum la ge­
liştirilmesi işte budur edebiyatın büyük gö­
revi [misyonu]. Genç Thomas Mann’ın batı Av­
rupa edebiyatının sorunsalını ve yaşamdan kop-
müşluğunu yapıtlarında acı acı eleştirerek, de­
rinlikli ve yaratıcı bir eleştiriyle edebiyat bağ­
lamı içindeki doğru yerin© koyması, 19. yüzyılın
Rus edebiyatına «kutsal edebiyat» demesi bir
raslantı değildir. Burada sözkonusu edilen, iş­
te özellikle yaşamı uyandırıcı bu halkçı ilerici­
liktir.
Halk cephesi demek: gerçek halkçılık için
savaşım vermek, kendi halkının tarihsel olmuş,
tarihsel anlamda kendine özgü olmuş yaşantı­
sına çokyanlı bağlı olmak, demektir; bu halk
yaşantısı içinden yeni, politik, etkili bir yaşamı
uyandıracak ilerici eğilimleri, tutunulacak yer­
leri ve parolaları bulmak demektir. Halk yaşan­
tısının tarihsel kendine özgülüğünün bu canlı
kavranması, anlaşılması, kendi tarihinin eleş­
tirisini de elbette dışta bırakmaz. —Tersine:
böyle bir eleştiri kendi tarihini tanımanın, bil­
menin, kendi halkının yaşantısını gerçekten an­
lamanın zorunlu bir sonucudur. Çünkü ilerici
demokratik eğilimler hiçbir halkta mükemmel,

84
eksiksiz ve aşinmasız yerine yerleşmiş değildir,
hele Alman halkının tarihinde bu hiç olmamış­
tır. İlericiliğin ve demokrasinin yoğun tıkanık­
lıklarını, tutukluluklarını (gerek politik, gerek­
se kültürel alanda) em peryalist dönem yarattı­
ğı için; bu sürecin politik, kültürel ve sanatsal
çöküntü fenom enlerinin (belirtilerinin) sıkı bir
eleştirisi, gerçek halkçılığa geçit açmanın zo­
runlu bir öğesidir. Sanat alanındaki en temel
çöküntü görünümleri arasında, —bilerek ya da
bilmeyerek— gerçekçiliğe karşı savaşım ı, bir
de buna bağlı olarak ortaya çıkan edebiyat ve
sanatın fakirleşm esi ve yalıtılm asını göstere­
biliriz.
incelememizde, bu çöküntü sürecinin hiç­
bir zaman kaçınılmaz bir yazgı gibi kabul edil­
memesi gerektiğini, bu çöküntüyle, yalnızca po­
litik ve kuramsal yönde değil, aynı zamanda
sanatsal camlandırma (yaratma) araçlarıyla da
her yanda savaşım veren güçlerin, canlı güçler
rin harekete geçtiğini, bugün de hareket halin­
de olduğunu gördük. Görevimiz, köklü ve önem­
li gerçekçiliğin bu olumlu güçlerine yönelmek­
tir.
Sürgünlük, Almanya’daki ve öteki ülkeler­
deki halk cephesinin savaşımları, bu eğilimleri
zorunlu olarak güçlendirm iştir. Burada, deği­
şik çıkış noktalarından kalkarak, bu yıllarda
özellikle dünya görüşü ve edebiyat değeri bakı­
mından eski yıllardan daha büyüyen Heinrich
ve Thomas Mann’ı örnek almamız yeter. Ancak
»özkonusu olan, antifaşist edebiyattaki yaygın

85
bir gelişme eğilimlidir. Halktan kopuk tarihsel
bir öznelciliğin belirli eğilimlerini aşmak ve ger­
çek halk yaşantısının sorunlarını kendisine mal
edip canlandırmak amacıyla ne denli canla baş­
la çabaladığını görmek için, Feuchtwanger’in
«Oğullarımı, «Yahudi Savaşı» ile karşılaştır­
mak gerekir. Bundan kısa bir süre önce Alfred
Döblin Paris SDS’de bir konferans verdi; kon­
feransın, edebiyatın politik-tarihsel güncelliği­
ni vurgulaması ve Gorki tipi gerçekçiliği örnek
gerçekçilik sayması, edebiyatımızın gelişmesi
bakımından küçümsenmeyecek bir değer taşır.
Ve Brecht, «Söz» dergisinin üçüncü sayısında,
faşizmin insana-karşılığma karşı, çok sesli, çok
renkli gerçekçi, kendisi için yeni bir tarzda sa­
vaşım verdiği tek perdelik bir oyun (der Spit-
zel-«Muhbir») yayımladı. Oyunda Almanya’da­
ki faşist terör korkusunun, insan yazgısı aracı­
lığıyla iletilen canlı bir görüntüsünü veriyor,
bu [korku ve terörün] birlikte yaşamanın tüm
insancıl temellerini, kan-koca-evlât arasındaki
güveni nasıl yok ettiğini, faşist insana-karşılı-
ğın, sözde koruduğunu ileri sürdüğü aileyi, en
temel dayanaklarım parçalayarak nasıl parala­
yıp yok ettiğini gösteriyor. Yukarda saydıkla­
rımızdan başka —özellikle en önemli ve en ye­
tenekli— birçok yazar bu yola girmişlerdir, ya
da bu yola girmeye başlamışlardır.
Gene de bu saptamayla emperyalist döne­
min gerçek-karşıtı geleneğine karşı savaşımın
artık bitm iş olduğu ileri sürülmüş olmasın. Tam
tersine, tartışmamız bu geleneklerin birçok

86
önemli, politik yönden ilerici düşünceli yandaş­
ta kök salmış olduğunu kanıtlamaktadır. Sırf
bu nedenle, böyle bir dostça-sakınmasız tartış­
ma büyük önem taşımaktaydı. Çünkü yalnız
kitleler değil, aynı zamanda ideologlar da (ya­
zarlar ve eleştirmenler de) sınıf savaşımındaki
kendi deneyimleri yoluyla öğreniyorlar, özel­
likle halk cephesindeki savaşımların deneyim­
lerinin sonucunda, sürgünde olmaları nedeniyle
bu sorunlar karşısında çok daha başka türlü
düşünmüş olan yazarları da sarmaya başlayan,
gerçekçiliğe karşı o canlı ve giderek güçlenen
eğilimi görmemek büyük hata olur. H alk cep­
hesi, edebiyatın halkçılığı ve hakiki gerçekçi­
lik arasındaki çokyanlı, çokyanlı iletilen iç
bağlamlığın varlığım kanıtlamak, bu inceleme­
nin göreviydi.

1987

87
ÖZGÜR YA DA GÜDÜMLÜ SANAT

Günümüzün bu en önemli, en güncel oldu­


ğu kadar en can sıkıcı sorusu, hemen her yerde
karşımıza çıkaroldu. îşte çok önemli olması,
onu kulak arkası etmemizi engelliyor. Açık se­
çik biçimde yanıtlanması gereken bir soru bu.
Gelgelelim —günümüzün tüm önemli sorunla­
rında yapılageldiği gibi— bir çözüm yolu arar­
ken, sorulan —son zamanlarda yaygın olduğu
biçimde— ortaya koyacak ve yanıtlayacak
olursak, yanlış seçenekler girdabına kaptırmış
oluruz kendimizi. Günümüzde iki yaygın seçe­
nek var:
Biri sanat ve edebiyatın salt propaganda
olduğunu söylüyor. (Kimi zaman bunların ken­
dilerine özgü araçlan bulunduğunu da ekliyor.)
Hangi eğilimin toplumsal yengisini, hangi top­
lumsal sorunun çözümünü kollarsa kollasın, sa­
natın biricik görevi, gerek çağının, gerekse top­
lumun ve savaşım veren sınıfların uzlaşmazlık­
larında belli bir yer tutm aktır, deniyor. Sana­
tın önüne konan bu hedefin dışında kalan her

88
şeye, «sanat için sanat», «fildişi kule», vb. ya­
kıştırmalarla karşı çıkılıyor. Upton Sinclair bu
anlayışın uluslararası düzeydeki temsilcilerin­
den biridir.
İkinci seçeneğe gelince, bu da, sanat ve ede­
biyatın yalnızca kendi başlarına birer amaç oluş­
turdukları görüşünü yerleştirmeye çalışıyor.
Yok, sanat ve edebiyat toplumda olup bitenler
karşısında kayıtsız kalmalıymış; yok, dolaysız
toplumsal sanatlardan ve sorunlardan bağımsız­
mışlar, tarihin büyük sorunları da onları ilgi­
lendirmezmiş, sanatçı ne bir içerik, ne de bir
biçim yasasına bağlıymış, geçerli ve yerleşik
ahlâktan, insancıllık düşüncelerinden, derin,
boyutlu düşüncelerden, kısacası her türlü dü­
şünceden bağımsız olunmalıymış falan... Sana­
tın en yüce ilkesini, sanatçının kişiliği —daha
doğrusu— yaratım anındaki ruh durumu oluş­
tururmuş.
Kendisini [aslına uygun] yansıtan bir ifa­
denin, ancak, bilinçli yüzeysel ve duygusal araç­
la r tarafından belirlendiği bütünüyle başıboş ve
oyunsu bir açılma, [serpilme], sanatın biricik
nesnesi ve ölçüsüymüş.
Gerçekten ancak bu iki seçenekten, este­
tik görüşten ille de birini seçmek zorunda mı­
yız?

I
Neredeyiz? Nereye gideceğiz? Bu sorulara
somut bir yanıt verebilmek için nereden geldi­

89
ğimizi bilmemiz gerekir, [özgür ya da güdüm­
lü sanat] sorusuna nereden geldik? Nasıl orta­
ya çıktı bu soru? Çünkü insan varlığının de­
ğişmez öğelerini ilgilendiren sorular karşı­
sında —sözgelimi varlığımızın önkoşulla­
rını sağlamak için çalışmak zorundayız-
dır-^- başka türlü; toplumsal gelişmenin her­
hangi bir .belirli tarihsel basamağının öğeleri­
ni, değişkeni ilgilendiren sorular karşısındaysa
yine başka türlü oluyor tutumumuz. Gerçekten
de: Her çağ, özellikle her çağın estetiği, dün­
ya karşısındaki tutumunu mutlaklaştırmak ve
bunu, artık insanın ve sanatın bundan böyle
değişmeyecek, bulunabilmiş en son tutum u say­
mak eğilimindedir. Az önce değindiğimiz iki
yanlış seçeneğin temsilcilerine tam yakışmak­
tadır bu eğilim.
Gerçeğe gelince: Diyelim ki salt düşünceye
dayanarak bir varsayımdan hareket ediyoruz
ve bir an için Aiskhylos ya da Giotto’nun [öz­
gür ya da güdümlü sanat] tartışm asına değgin
ne düşünebileceklerini kestirmeye, çalışıyoruz.
Herhalde daha neyin tartışm asını yaptığımızı
bile onlara anlatmanın olanaksızlığını görürdük.
Hiç de raslantı değil bu olanaksızlık; çün­
kü yalnızca sanat ve sanat anlayışlarında de­
ğil, bu her iki ayırfegan yaşam gerçeği ve biçi­
minde de —ve doğal ki, bunların kavramların­
da da— tarihin akışı içinde derin organik ve
nitelikle değişmeler getiren bir gelişme görü­
lür. Başta özgürlük kavramı yönünden geçer-
lidir bu gelişme. Odak noktasına aldığımız bu

90
soruya değinirken, ayrı yorumlara açık düşün­
ce [ve ifadelere] yer vermemek için, özgürlük
sorununa kısa da olsa değinmek zorundayız.
Çünkü bu türden bulanıklıklar, tartışan ta ra f­
ları yaratıcı ikili konuşmalara götüreceği yer­
de, birbirine koşut yürüyen kendi kendine söy-
lenmelere itecektir kaçınılmaz olarak; değişik
temel kavramlardan hareket eden kanıtlamalar
birbirleriyle buluşma olanağı bile bulamayacak­
lardır.
Kısaca ele alacak olursak: Antik çağm öz­
gürlük anlayışında insan özgürlüğünün somut
önkoşulları ayırtgan bir önem taşırdı. Antik
çağın insan ülküsü —gerek insanın toplumsal
ilişkileri, gerekse kendi iç yaşantısı bakımın­
dan— her yanıyla uyumlu, özgür insandı. Bu­
radan iki sonuç çıkar. Bir yandan, içinde öz­
gürlüğün ancak insanların bildirleriyle kur­
dukları etkin, canlı ilişkilerle işlerlik kazana­
bileceği özgür bir toplum gereksinimi doğar.
Antik çağın özgürlüğü, öncelikle devlet y u rt­
taşlarının (citoyen) özgürlüğüdür, ö te yandan
Özgürlük, herkesin kendi özgürlüğüne gerçek­
ten sahip olmasını ve özgürlükle sımsıkı bağ­
lanalı yükümlülüklerini yerine getirebilmesini
sağlayan insancıl davranışın [tavrın] eğitim
ve kendi kendini sıkıdenetim altma alma yoluy­
la gerçekleştirilmesi demektir.
Antik çağm özgürlüğünün, günümüz deyi­
miyle, entellektüel niteliği bu olgulara bağlı­
dır. Antik çağ ahlâkları, her ne kadar koyduk­
ları hedefler ve uyguladıkları yöntemlerle bir­

91
birlerinden ayrılırlarsa da, hep ortak bir yan
taşıyagelmişlerdir: özgürlük denince —tek in­
sanın özgürlüğü denince— insanın kendi içgü­
düleri üzerindeki baskısı anlaşılır. Epikurosçu
ahlâkın temel ilkesi hemen hemen budur.
Böyle olunca: Antik çağın kesin inancı, ih­
sanın ancak özgür bir toplum içinde gerçekten
özgür olabileceğiydi. Bu özgürlük yok edilince,
ya da insan elverişsiz tarihsel koşullar altında,
özgürlük üzerine kurulmamış bir toplumda ya­
şamak zorunda bırakılınca, onun iç özgürlüğü,
yalnızca tiranlığın isteklerine boyun eğmemek
anlamına gelmeyip, aynı zamanda kendi iç dün­
yasının işleyişinde içgüdülerinin, duygu ve
tutkularının, ruhsal durumlarının yaşamın asıl
iç, ahlâksal zorunluğuna baskın çıkması sonu­
cunu doğuran, yani salt fiziksel varlığını oluş­
turan bağlara da boyun eğmemesi demektir.
Antik çağın özgürlük kavramının bu nite­
liği, özgürlük üzerine kurulmuş ahlâkın daima
somut bir ahlâk olmasını sağlamıştır. Bu ah­
lâk özgür bir iç ve dış [toplumsal] eylemin, ya­
ni özgür bir varlığı oluşturan tüm basamakla­
rın karmaşık karşılıklı etkileşimlerinin ve ön­
koşullarının somut olarak bilinmesini önkoşar.
Genel kurallar ve ilkeler, somutu olgunlaştır­
mak ve insan yetkinliğine ulaşabilmek için, bu
somut bağlandıkları bulmak zorundaydılar. An­
tik ahlâkda —sırf Aristoteles’te değil— iki aşı­
rı uç arasında kalan bir ortanın ayırtgan bir
nitelik taşıması bundandır ve raslantısal de­
ğildir.

92
Toplumsal bakış açısının [çıkarların] ön
plana alınması hiçbir zaman kişiliğin baskı al­
tına alınması anlamına gelmemiştin Fikirlerin,
ahlâk ve bilincin gücü [baskısı] hiçbir zaman
keşişliğe yol açmamıştır.
Burada kabataslak ahlâkın tarihini çizmek
bize düşmez. Ancak günümüzdeki özgürlük an­
layışının zamana bağlılığını, belirli toplumsal
ilişkilerce koşullanmışlığım yeterli netlikte göz
önüne koyabilmek için antik üzerinde böyle ay­
rıntılı durduk.
Çağımızın ahlâk niteliğini belirleyen ayirt-
gan dayanak gerek toplumun kapitalist geliş­
mesi, gerekse bu gelişim basamağına uyarlı
devletlerin, hukuk dizgelerinin ve ahlâk öğre­
tilerinin türemesidir. Gerçi yeni toplum, bilin­
diği gibi, salt bir etkenliğin ürünü olmayıp, feo­
dalizmin çözülüp dağılmasıyla, feodalizmin yı­
kıntıları üstünde onun parçalanmasıyla doğup
gelişmiştir. Sorunumuz bakımından bunun an­
lamı şudur: Devrimci döneminde antik çağın
etkisi altında kaldığı süreoe salt ideolojik ni­
telikte olan yeni ahlâk, feodal ilişkilerin parça­
lanmasıyla toplumsal gerçek için de geçerlilik
kazanmıştır. Ancak bu (gelişim) savaşımları
sırasında birey ile toplum arasında kapitalist
ürettin düzeninin yarattığı yeni ilişkilerden do­
layı ilkece yeni bir özgürlük kavramı meydana
çıkmıştır.
Feodalizmde insan hep herhangi bir top­
luluğun üyesi (kast, lonca, vb.) olagelmişti.
Biraz abartarak, feodalizmin (ne îlkçağ’daki,

93
ne de modem dönemdeki anlamda) özgürlük
kavramım hiç tanımadığı ve yalnızca olumlu ve
olumsuz kast ayrıcalıkları ile ödevlerine yer
verdiği söylenebilir. Hani burada özgürlükten
söz edilebilirse, bu yalnızca ruhun kendi mane­
vî mutluluğunu sağlayan ahlâksal özgürlüktü,
iyi ile kötü arasında bir iç seçim yapma özgür­
lüğüydü, diyebiliriz; her türlü davranışın içe­
riğiyse kast toplumu tarafından saptanmıştı.
Böylece oluşan iç ahlâk, her türlü kanaldan ge­
çerek (özellikle kapitalizmin çöküş aşamasın­
da) kapitalist toplum ahlâkının içine sızmış­
tır.
Kendisinden önceki tüm üretim düzenlerin­
den ayrılan kapitalist üretim düzeni, her in­
sanın yazgısının toplumun gizli kalmış hare­
ket yasalarına bağımlılığını arttırıp yoğunlaş­
tırır. Aynı zamanda her insana (meta değişimi­
nin öznesine) daha önceki toplumlardan hiçbi­
rinin görmediği denli yüzeysel ve sözde bir ba­
sma buyrukluk verir. Gerçi meta değişimi îlk-
çağ’da ve O rtaçağ’da da vardı. Ancak m eta de­
ğişiminin, insanların aralarındaki ilişkileri ve
onların toplumsal bağlarım kurucu bir belirt-
gen olması: bu tarihte yeni bir olguydu. Ama
işte kapitalist üretim düzeninin nesnel gerçek
içinde ortaya koyduğu, özellikle bu yeni bağ­
landıktı. Bu bağlamlara uyarlı devletleri yara­
tan devrimler de, insan haklarının propaganda­
sını yaparken, bu dokuyu açığa çıkarıyorlardı.
Yeni yaşamın ahlâkı —gerçeği hakikaten cid­
diye alarak ciddiye alınacak düşünceler ortaya

94
koyunca— teori ve pratikte bu yeni yaşam ol­
gularını bir dizge içinde bir araya getirdi.
Büyük Fransız Devrimi’nin doruk nokta­
sında 1793 Anayasası, özel mülkiyeti (meta de­
ğişiminin evrenselliğini temellendiren hukuk­
sal önkoşulları) ve özgürlüğü (yeni ifadesiyle:
meta değişiminin evrenselliğini temellendiren
ahlâksal önkoşulları) belirlerken, herkesin ken­
di mülkiyetinden sınırsız yararlanm a hakkını
güvence altına almayı amaçlamıştı, özgürlük,
başkasının sınırsız eylem özgürlüğünü zedele­
mediği sürece bütünseldir.
Günümüze değin etkinliğini sürdüren
Kant’ın felsefesi, haklı olarak, Fransız Devri­
mi’nin felsefî ifadesi sayılagelmiştir. K ant’ın
ahlâk öğretisini anımsayan, bu öğretinin tüm-
yönteminin, gerçekten de kapitalist üretim
düzeninin gelişmesiyle ortaya çıkan ye Fransız
Devrimi tarafından insanın temel hakları ola­
rak anayasaya alınan toplumsal olguların dü­
şünceyle kavranması olduğunu da bilecektir.
K ant’ın bu ahlâk anlayışını antik çağmkiy-
le karşılaştırdığımızda, her iki özgürlük kavra­
mı arasındaki ayırtgan karşıtlığı da hemen gö­
rürüz. Eski ahlâk, toplumun nesnel dokusunu
belirlemiş ve buradan bireysel eylemin [davra­
nışın] ahlâk yasalarını türetm iştir. Yenisi, her
insanın bireysel davranışını, biricik çıkış nok­
tası olarak almış, her toplumsal kategori, an­
cak bu davranışın ışığında ahlâksal bir anlam
kazanabilmiştir. Eskisi, özgürlüğü toplumsal
düzenin kendi ahlâksal hedefleriyle bağdaşır

95
biçimde somut olarak ve içerik bakımından be­
lirlemiş; yenisi, yalıtılmış bireyin davranışını
temel aldığı için, soyut ve biçimsel bir özgür­
lük getirm iştir. Eskisi, olgulara dayanan (posi-
tiv) bir ahlâktır: Gerçek insanın, gerçek, her
şeyi kapsayan iç ve dış eyleminin [davranışı­
nın] hakiki yönlerini arar. Buna karşın diğeri,
olgulara dayanmayan (negativ) bir ahlâktır:
Eylem [davranış] olanaklarının sınırlarını yal­
nızca kendinedönük bireyin ve kapitalist top­
lumun durumunu göz önüne alarak koyar. Özet­
lersek: Özgürlük antik çağ için insanların bir­
likteki somut yaşamlarının ve eylemlerinin en
üst düzeydeki biçimidir. Kapitalist toplumda
ise, ruhsal bir olgu sayılıp, bireysel bir davra­
nış korsesine sıkıştırılır.
Karşılaştırmalarımızda buraya değin yal*
nızca büyük Fransız Devrimi dönemine, yani
bugün egemen olan toplum düzeninin doğuş dö­
nemine bağlı kaldık. Yürekli savaşım önderleri­
nin, bu toplumu gerçekleştirmek için, toplumun
bu kıvranışından yeni bir antik çağın doğaca­
ğı, insan ve yurttaşlık haklarının yeni b ir top­
lumsal insanın doğuşunu, devlet yurttaşının
[citoyen] doğuşunu başlatacağı yanılsamasını,
coşkulu bir yanılsamayı yarattıkları bir dönem­
le bağ kurduk. (Bu yiğitçe yanılsama klasik
Alman felsefesinin özgürlük savaşımlarına da
felsefî bir heyecan kazandırmıştır.)
Ne var ki, feodalizmin yıkılması yeni bir
(antik çağ) devleti yerine, bir genel m eta deği­
şimi toplumu, dünya pazarlarının büyük buna-

96
lım lanndan doğan bir toplum yarattı. Tek’in
-—kendisi için genellikle hiç de saydam olma­
yan— istisadî ilişkilere bağımlılığı ne denli
arttıysa, kendi içine kapanmış, görünürde ken­
dinden başka hiçbir şeye gereksinimi olmayan,
yaşamın anlamım yalnızca kendi içinde arayan
atomun, monad’ın [Leibniz] bilinci de, o denli
güçlendi. Aşağı yukarı yarım yüzyıl önce Sim-
mel, modern özgürlük kavramının yöntemce
gerçi hâlâ K ant’a bağlı kaldığım, ancak o za­
mandan bu yana [bu kavram yapışında] temel
dönüşümlerin meydana çıktığım saptamıştı.
K ant’ın bireyciliği aslında eşitlik ilkesine daya­
nıyordu; K ant eşit değerdeki insandan (meta
değişiminin öznelerinden) hareket etmişti. Oy­
sa Simmel'e göre yeni insan için önemli olan,
o katıksız bireysellikti; bir bireyi nitelikçe di­
ğerinden ayıran şeydi. Ahlâk da buna uymuş,
özgürlük, böyle anlaşılan bir bireyin özgürlüğü
olmuştu.
Bilindiği gibi Simmel’in bu düşüncesi, em­
peryalist dönemin düşüncesine egemen olmuş­
tu r. Günümüzün moda felsefesi varoluşçuluk,
kişiliğe ilişkin böyle bir birey kavramını çok
daha somut, çok daha içerikli ve gerek toplum,
gerekse insanla olan ilişkileri bakımından, çok
daha dolgun ele alarak Simmel’den ayrılır. Va­
roluşçuluğun özgürlüğü, çoktan atom laştınl-
mış insanın kararlarını da atom laştınr: Kişinin
k ararlan onun bireysel, niceliksel varlığım ne
geçmişine, ne de geleceğine bağlar.
Böylelikle atom laştınlnuş insan yanılsa­

F: 7 97
ması o zamana dek uzanagelen gelişimin doru­
ğuna varmış oluyor: «özgür» kavramının içi
tamamen oyulup boşaltılmaktan kurtulamıyor;
özgürlük, kendinden başka dayanağı olmayan
[başkasına gereksinimi bulunmayan] bireysel
bilincin belli bir an için kendisinin sandığı şey­
se, sırf bu soyut genelliğinden dolayı yok edili­
yor demektir.
Çünkü her şey özgürse, özgürlük yok de­
mektir. Herhangi bireysel, yalıtılmış bilincin
kendinin saydığı her içerik özgürlüğün içeriği
olabilirse, özgürlük boş laf demektir. Üstelik
19. ve 20. yüzyıldaki gelişmeler, bireyciliğe iliş­
kin her şeyin ahlaksal geleneklerle bağlarını
kopararak, bu özelliği daha da artırmışlardır.
Her ne kadar K ant’ın özgürlük kuramı
olumsuz [olgulara, dayanmayan] ve salt biçim­
sel bir kuramdıysa da: Fransız Devrimi'nin yü­
reklendirici yanılsamalarının çağdaşı olan
Kant, kişilikten, hep tüm kişiliğin kendi salt
fiziksel ve ruhsal verileri, dolaysız içgüdüleri
üzerindeki egemenliğini anlar. (Bu egemenli­
ğin Kant’ta giderek abartık bir keşişliğe dönüş­
müş olması ay n bir konudur.) Oysa 19. ve 20.
yüzyılın toplumsal ve düşünsel gelişimi, artık
her toplumsal ilişkinin, her ahlâksal kuralın
(ölçütün) içinde, giderek artan ölçüde, kişili­
ğin, özgürlüğün baskı altına alınmasını bul­
makla kalmamış, aslında bireysel yaşama sağ­
lamlık, kişiliğe belkemiği ve dayanıklılık kazan­
dıran ruhsal güçleri, aklı ve anlama yetisini de,
özgürlüğü yok edici baskı nedenleri olarak de­

98
ğerlendirmiştir. Kant için ise böyle bir ö b ü r ­
lük anlayışı, heyecan ve duyguların (ruhsal du­
rumun), kendi başına bırakılmış içgüdülerin,
ansal olanın başıboş bırakılması demekti. Ni­
tekim bu anlayışın şeytanca bir karikatürü,
h er ahlâkı yadsıyan Hitler ve yandaşlarının
«dünya görüşleri »nde kendini göstermiştir.
K ant’ta vicdan» henüz ahlaksal özgürlüğün vü-
cud bulması, ve onu ayakta tutan temel ilke­
dir. Hitler ve yandaşlan için ise, özellikle bu
vicdan, onların özgürlük dedikleri şeyin, yani
tüm dayanaktan yoksun ve aşağılık içgüdüle­
rin sınırsızlığının en büyük engelleyicisidir.
Hitler’in bu anlayışı şeytanca bir çarpıtmadır.
Gelgelelim [bu anlayışın] karikatür biçiminde
birçok öncü düşüncelerin içine sızdığım da
unutmayalım.
BÖylece toplumsal büyük-evren (makro-
kozmos), [yani] kapitalist üretim düzeni, em­
peryalist çağm kişilik ve özgürlük anlayışının
uyduruk atomlarının küçük-evreni (mikrokos-
mos) içinde ahlaksal yansısını bulur. Varoluş­
çuluğun özgürlük öğretisi, yaşamın içinde za­
ten yıllardan beri yaygın olan bir tutumun yal­
nızca düşünsel bir ifadesidir.

n.

Şimdi bu deneyimlerimizle [bilgilerimiz­


le] «sanat düzeyinde özgürlük» nedir sorusu­
na yönelecek olursak, öteki alanlarda, özellikle

99
şali kuram alanında yerine oturttuğumuz bazı
saptamaların, bu soruya olduğu gibi Uygulana­
mayacağını açık seçik görürüz. Gerçi bunu ka­
bul etmek, genel toplumsal deneyimlerin [bilgi­
lerin] sanatın iç sorularıyla bir bağlandık oluş­
turmadığı, ya da toplumsal ahlâktaki çöküntü­
nün, sânatın gerçekten kendini bulması anla­
mına geleceği biçimindeki modem Önyargılara
katılmak demek değildir. Gerçi bugün, böyle
olduğunu kabul etme eğilimi yaygındır; hele
özellikle, az önce üstünde durduğumuz sorun
açısından, yani içgüdülerin sınırsız egemenli­
ğinin hakiki özgürlüğün nesnelleşmesi sayıldı­
ğı durumlarda. Ne var ki modem çöküntü [dö­
neminin] önde gelen düşünürleri bile pek inan­
mamışlardır büna. Hani kimsenin, çağımızdaki
güdüleri yüceltme [tulumunun] ilkece herhal­
de düşmam sayamayacağı Nietzsche bile, bir
sanatçının güdü dünyasının, sanatçının bilin­
cinde durmadan bir iyiyi bir kötüyü, bir değer­
liyi bir değersizi ürettiğini, ve özellikle burada
örtâya çıkan seçme yeteneğinin [yoksa top­
lumsal ahlâktaki çöküntünün değil] sanatçıyı
sanatçı yaptığım açık biçimde söylemiştir.
Modem felsefenin an’a dayanan özgürlük
kavramının, olduğu gibi [koşulsuz] sanata uy­
gulanamayacağı her ne denli belliyse de, bu, sa­
natsal özgürlük sorununun —gene de genel top­
lumsal ve düşünsel gelişimin çerçevesi iğinde—
ama tabiî kendi Özelliğiyle kavranması gereken
Özgül bir sorun Olduğunu yadsımak anlamına
gelmez..
100
îşte bu anlamda sorulabilir ve sorulmalı­
dır: Sanatçı eskiden özgür müydü? Bugün öz­
gürlük denep şey özgürlük müdür?
Bizim anlayışımıza göre eskiden sanatçı öz­
g ü r değildi. —Kolaylık sağlasın diye, sanatçının
içinde bulunduğu bağların tümünü, aralarında
ÇOk temel ayrım lar olduğunu bile bile, bir ara­
da ele alacağıa— Geçmişin sanatçısı günümü­
zün sanatsal özgürlük kavramından bile haber­
sizdi. Sanat, îlkçağ’da, Ortaçağ’da Ve h a ttâ Rö­
nesans’ta resmi yaşamın bir parçasıydı ve sa­
natçılar hiç duraksamadan bunun tüm sonuç­
larıma katlanıyorlardı; yani gerek dünya görüş­
lerinde, gerekse konularında, ortaya koydukları
biçimlerde ve biçim dilinde, kendi yapıtlarının
da içinde yer aldığı kamu yaşamının taşıyıcısı
olan toplumun etkisi altındaydılar. Daha So­
m ut ifade edersek: Doğum ya da yaşamları bo­
yunca oluşan inançları nedeniyle, içine konduk­
ları sınıfın dünya görüşü, konusal, içeriksel ve
biçimsel çıkış noktaları, onlar için birer ölçüy­
dü. Başka türlü de olabileceğini akıllarına bi­
le getiremezlerdi.
Peki böyle olması tümüyle bir bağımlılığa,
güdümlü bir sanata, bir özgürlük eksikliğine
mi yol açm ıştır? Ne gezer. Dahası en genel, en
kolay kavranacak uğraklar olan dünya görüşü
ve politika uğrağı yönünden de, güdümlülükten
söz edemeyiz. Şu anda bireysel ifadeleri, ya da
bireysel ton farklarını falan düşünmüyorum;
bunlar hakiki sanatın ancak çok dar bir «faa­
liyet alanı »m oluştururlar. Bu yaratm a süre-

fOt
cinin ve yaratm anın [yapıtın] birer parçasını
oluşturdukları toplum ve resmi yaşam, katı,
kemikleşmiş bir birlik oluşturmadıkları gibi,
yalnızca tek bir yönde —yaratm anın [sanat
yapıtının] herhangi bir yerden bu gidişe katıla­
bileceği— tek bir yönde de yürümezler. Toplum
ve resmi yaşamın bu birliği, karşıtların ve bir-
birleriyle savaşım veren güçlerin karmaşık,
durmadan değişen bir sonucudur. Her etmen,
bu hareket içindeki birliğin bir parçası olarak
geçerlidir ve [toplum ve resmi yaşam arasın­
daki] bu birliğin kendisi de, çok değişken, çok
renkli savaşımların değişebilen bileşkeninden
başka bir şey değildir. Herhangi bir bütünün
ya da herhangi bir bütün oluşturan bü­
tün parçasının önemli bir tasarımı, yani
bir sanat yapıtı doğunca, —biçimsel ve içe-
riksel bağlar, dünya görüşü ve politik düzeyde­
ki bağımlılıklar ne kerte büyük olurlarsa ol­
sunlar— şeylerin mantığı, diyalektik gerçek ve
bu gerçeğin diyalektik yansıması, gene de ide­
olojik bağımsızlık için belirli bir «faaliyet ala­
nı» sağlarlar; tersi kurumsal olarak olanaksız
olurdu. Daha doğrusu: Bu güçlerin toplumsal
zorunluyu sırf belli bir anda [aslına] uygun
olarak gerçekleştirebilmek uğruna bağımlı [gü­
dümlü] bir yapıt istemeleri, kurumsal yönden
olanaksızdır.
Eğer bu bir sanat ideolojisi, belirli toplum­
sal yönelimlerin ifadesi olarak geçerli bir ku­
ralsa, tüm özgül estetik sorunlar yönünden de
bir kat daha geçerlidir. Çünkü gerek modem

102
kuramlarda gerekse günümüzde yaşayan sa­
natçıların önemli bir bölümünün kendi yaratım
süreçlerine ilişkin düşüncelerinde görüldüğü
gibi, sanat bir «ifadedir». Nesnel bakıldığında,
gerçeğin görüntüsünün kendine özgü bir biçimi
olan sanat, gerçeğin kendisine ve —eğer sözko-
nusu hakiki bir sanatçıysa— gerçeğin hareke­
tini ve hareket yönünü, kısacası varlığın, daya­
nıklılığın [kalıcılığın] ve değişmenin bellibaş-
lı öz-niteliklerini yansıtır. Bir kez daha yinele­
yelim: Eğer sözkonusu hakiki bir sanatçıysa,
bu yansıma, yapıtı doğuran öznel niyetten, ira­
deden, kararlılıktan daha büyük ve geniş, daha
kapsamlı ve derin, daha zengin ve hakikate
daha yakındır. Büyük bir sanatçının büyük sa­
natı, her zaman onun sandığından ve duyduğun­
dan daha özgürdür; bu sanat nesnel türeyimi
belirleyen toplumsal koşulların gösterdiğinden
daha özgürdür. Daha özgürdür, çünkü gerçe­
ğin özüne, öznel ve nesnel türeyimin [genesis]
içinde ortaya çıkan eylemin gösterdiğinden da­
ha köklü bağlanmıştır.
Gelgelelim bu türden haklı düşünceler eski
ve yeni sanatsal özgürlük kavramı arasındaki
temel ayrımı gözden silmemelidir. Bu ayrım
nesneldir. Sorun, sanatçının kendisini eskiden
özgür saymaması sorunu değildir; çünkü hak
bile iddia etm em iştir özgürlük üzerinde. Oysa
modern bir sanatçı için özellikle Özgürlük, onun
sanat bilincinin temel yaşantılarından [olayla­
rından] bifidir. Sanat nesnel olarak her zaman
toplumsal yaşamın bir parçası olagelmiştir.

103
İlkece yankısue ve başkaları için anlaşılmaz ci­
lan sanat, kendin söyle kendin işit’ten öteye
geçemeyeceği için, tıpkı tutarlı bir kuşkucu
felsefe gibi, tımarhanede varolabilir. Bir kar­
şılığın [bulunması] zorunluğu* yani yankı al­
ma olanağı —bir sanat yapıtının kendisinden
kopanlamaz ayırtgan belirticisi, biçimsel ve içe-
riksel özelliği olarak— her zaman her hakiki
sanat yapıtının temel yanlarından birini oluş­
turur. Bir sanat yapıtının izleyicisiyle, yani be­
lirli bir toplumla, daha doğrusu bu toplumun
tarihsel olarak belirlenmiş şu ya da bu parça­
sıyla kurduğu ilişki, az çok öznel ya da nesnel
olarak varolan yapıta sonradan eklenen bir şey
olmayıp, gerek türeyimi, gerekse- estetiği bakı­
mından, [yapıtı] kurucu bir temeldir. Hem es­
ki, hem de yeni sanat için aynı ölçüde geçerli-
dir bu.
Peki ayırım nerede? Varsa, nerede bulunu-r
yor? Kısaca özetleyerek söylemek gerekirse,
denebilir ki, Antik çağın sanatçısı ile izleyicisi
arasında dolayımsız bir bağ, bu nedenle de can­
lı ve verimli bir karşılıklı etkileşim vardı. Bu­
nun da, sanatçının bağlılığı, anlayacağımız, sa­
natın güdülmesi gibi görünmesi aldatıcıdır.
Çünkü bugün (artık yalnızca oyunda, o da bir­
çok çarpıklıkla, sahne ile izleyici arasında
varolan karşılıklı etkileşim, ve etkileşimden
türeyen bağımlılık, üzerinde yaratıcı bir bulu­
şun ve öz-olanı (asıFı) doğru kavrayışın ger­
çekten özgürce gerçekleştirildiği o «faaliyet
alanım ı da yaratır. Tüm eski yapıtların konu

104
yönünden nasıl bağımlı olduklarını düşünelim.
Ük ve Ortaçağ’daki yontu ve mimari ilişkisini
düşünelim. Fresk'in mimari ile ilişkisini düşü­
nelim, Gerçek bir anlatım’ın, epik biçimlerin ve
üslubun doğuşunda hangi etkiyi yaptığım dü­
şünelim. Ancak, burada doğan bağımlılığın, ne
biçime, ne de içeriğin birbirinden tamamen ya­
lıtılmış sorunlarına bağlanamayaCağma hep
dikkat etmemiz gerekiyor. İsterse doğrudan
bir çıkış noktasına sahip olsun, gene de her ba­
ğımlılık, biçimsel ya da içerikse! somut uygu­
lanışı .sırasında, kaçınılmaz olarak başka bir
bağımlılığa dönüşür. Hakiki bir öykü, yalnızca
görünürde biçimsel bir zorunluktur; çünkü
tüm kuruluşa, yapıya, düzenlemeye, karakter­
lerin ve yazgının gösterilişine öylesine derin­
den etki eder ki, giderek içerik olur çıkar. An­
cak yüzeysel bir inceleme, konunun zorlayıcı-
lığma bakıp, onu içerik olarak kavrayabilir. Oy­
sa hiçbir konu, sırf ham (işlenmemiş) bir ge­
reç değildir ve ancak belirli bir dünya görüşü
bağlandığı içinde içerike dönüşebilir. Oysa, ko­
nunun yalnızca bam gereç olmaması ve an­
cak belirli bir dünya görüşüyle bağlam
kurduktan sonra içerik’e dönüşebilmesi ne­
deniyle, konunun içerdiği olanaklar, bu dö­
nüşüm Sırasında, aynı zamanda yapıta da bi­
çimini veren ve yapıtın yapısını düzenleyen
kuvvetlere dönüşürler. (Orestes konusu, Giot-
to, LeonardO ve Tintoretto’da «Son Akşam Ye­
meği» betuhleri.)
Burada daha önce değinilen soru yeniden

105
ve daha somut karşımıza çıkıyor. Sözkonusu
bağı kuran toplumsal gerçeğin kendisi de dur­
madan değişir. Bu değişme, daha önce değindi­
ğimiz gibi bir yandan sanatsal özgürlüğe «faa­
liyet alanı» sağlarken, öte yandan bağlayıcı bir
yol da gösterir: Böyle koşullar altında, ancak
toplumun değişmeleri karşısında çok önemli
şeyler söylemesi gereken sanatçı, gerçek bir sa­
n at yapıta meydana getirebilir. Çünkü ancak
çok önemli bir bildirim [haber], toplumun ço­
ğunlukla yalnızca su altından hareket eden güç­
lerini ve bu güçlerin güncel değişmelerini kav­
rayarak, buradan biçim ile içeriğin organik ve
verimli bir gelişimine olanak sağlayacak denli
derin ve güçlü olabilir. Böyle zamanlarda biçi­
min gerçekten değişmesi, ancak derinlemesine
yeni bir içeriğin varlığıyla olasıdır; sözgelimi,
Aîskhylos’un ikinci oyuncuyu oyuna sokması,
yalnızca biçimsel bir yeniliktir. Gerçekte ise,
[bu yenilikte] trajik çatışma artık sanat düze­
yinde doğırtaktadır.
Gelgelelihı kapitalist gelişine sanat ile izle­
yicisi arasındaki bu doğrudan ilişkiyi koparıp
neredeyse tümden yok etmiştir. Bu sorunun te­
melinde yatan tarihsel süreci kaba taslak da ol­
sa verecek değiliz. Goethe’nin Schiller’e yazdığı
bir mektupta, [kapitalistleşen] toplumda sa­
natsal özgürlüğün doğuşuna ilişkin dile getirdi­
ği görüşleri, bir gevşemenin kokusunu aldığım
gösteriyor; eski bağın yitip gidişinin kokusu­
dur bu; ama Goethe bunu gene de kabul edile­
cek bir özgürlük, ya da sanatsal özgürlüğün

106
eninde sonunda varolması gibi görmekten ke­
sinlikle kaçınmış, tersine, sanatçıya toplumsal
gerçek tarafından zorla kabul ettirilen bu öz­
gürlükte önemsenecek bir tehlikeyi sezinlemiş-
ti.
Kapitalist üretim düzeni ne denli yetkin
serpilirse, bu özgürlük de o denli sınırsızlaşır.
Her türlü konu sınırlaması sona erer; yaratm a
özgürlüğü burada bir zorlamaya dönüşür artık.
H erbir sanat türünün kendi izleyicisiyle ara­
sındaki doğrudan bağlam, yapıtın kapsamının,
yapısının ve anlatılış tarzının karşılıklı etki­
leşimleri, belirli, somut bir algılama-yansıtma
türünün karşısında yitip gider. Burada da her
şey sanatçının bireysel buluş yeteneğine bağlı­
dır; burada da sanatçının yeni özgürlüğü [bir
anlamda] tamamen eksiksiz bir özgürlüktür.
(Dramda bu bağlam yalnızca görünürde koru-
nagelmiştir. Tiyatronun kapitalist bir girişime
dönüşmesi ve izleyicinin yalnızca eğlenmek iste­
mesiyle, tiyatronun, bu dramatik biçimi somut
ve yaratıcı yönde etkileyen karakteri de yitip
gitm iştir. Sahne tekniği dramdan bağımsızlaşır
ve öznel edebi bir zanaat olup çıkar; ama 19.
yüzyılda dram da —kendi zararına— bağımsız­
laşır: K itap dramı doğar.)
Bütün bunlar sanatçı ile izleyici arasındaki
doğrudan ilişki ve dolayımsız karşılıklı etki­
leşimin yalnızca gevşemesi ya da yitip gitmesi
demek değildir. İzleyicinin adsız, belli bir biçim­
den yoksun, çehresiz duruma gelmesi anlamını
da taşır. Eskiden sanatçı yapıtıyla kime yö­

107
neldiğini bilirdi. Bugün ise —nesnel olarak sa­
natın toplumsal işlevini incelerken— soyut pa­
zarın karşısında meta üreticisi olarak belirir.
Sanatçının özgürlüğü —tipki bir mal üreticisi­
nin özgürlüğü gibi, görünürde— genellikle sı­
nırsızdır. (özgürlüksüz pazar olmaz;) ama ta ­
biî pazar yasaları tıpkı bir fabrikatör gibi sa ­
natçıyı da egemenliği altında tutar.
Genel olarak doğru olan bu saptamanın bir
yanılgıya dönüşüp donmaması için somutlaştı­
rılması gerekir; kapitalist gelişim, sanat yapı­
tı ile izleyicisi arasındaki ilişkiyi gitgide bir
mal pazarı [ilişkisine] dönüştürmüştür. Bura­
da olguları sıralamak boşuna yer kaplamak
olur. Herkes sinemanın, gazetenin ve yayımcı­
lığın büyük sermaye ile ilişkilerini, bir konser
menejeriöin’ müzik alanındaki, bir sanat sergi­
sinin güzel sanatlar alanındaki önemini bilir.
Sanatçı ile izleyicisi arasındaki ilişki, yalnızca
o eski dolaysızlığım yitirmekle kalmadı, ara­
larına yeni bir aracı yerleşerek tüm sanat alan­
larına el a ttı: Sermaye, 19. yüzyıl kapitalizm
denizi içinde ancak birkaç kapitalizm-öncesi ada
tanıyordu. Deneysel sahneleri, canını dişine
takmış yayımcıları, yazarlar tarafından çıkarı­
lan dergileri filan tanıyordu bu yüzyıl. K apita­
lizm ise başlangıçta ve esas olarak, gerçek bir
kitle bilidirişimiüin nesnesini oluşturan ve bu
özelliğine karşın gene de hakiki sanat olan bir
sanatı hedef almıştı. Gelgelelim kapitalizmin
gelişmesine koşut olarak —-hele iyi sanatın da
bir ticaret olabileceği ve h attâ en muhalif, en

108«
öncü, [yenilikçi] sanatın bile, çqk geniş ola­
naklı, dahası başarılı bir kazancın nesnesi ola­
bileceği belli olunca— bu adalar da birbiri ar­
dından yitip gittiler. Sanatın tümü, iyi ve kötü
sanat, usta yapıtlar ve zevksiz yapıtlar, klasik­
ler v6 öncüler, hepsi de aynı ölçüde kapitaliz­
me boyun eğdi.
Bu durum, sanatın modern özgürlüğünün
niteliğini, onun gerçek içeriğini ve bu içeriğe
zorunlu bağlanan yanılsamaları belirledi. Bu­
rada da bilinen olguları tazeleyecek değiliz.
K apitalist kitlesel üretimin «kibar» en iyi sa­
tandan, dahası «Öncü»den (yenilikçiden) —ya
da düne kadar yenilikçi sayılandan— içgıcıkla-
yıcı, bayağı edebiyattan tutun da, seri imalât
ürünü sıradan romanlara değin, bayağılığın
çağdaş biçimlerinin en değişik türlerini ortaya
koyduğunu bilmeyen yoktur. Büyük sermaye­
nin, bu alanda da, tıpkı giyim ve ayakkabı sa­
nayindeki gibi, karşı konamaz modalar yarat­
tığını herkes bilir.
Ne var ki, bu durumun mekanik olduğunu
ve sanatçının Özgürlüğünü yüzde yüz yıkacağı­
nı sanmak, dıirumu kabaca basitleştirmek de­
mektir. K apitalist büyük Sanayi bile —özellik­
le moda yaratırken— bireysel katkı, beğeni ve
fikirler olmaksızın yaya kalır. Hele sanatın
m eta (mal) olduğu yerde daha da geçerlidir bu.
Sanatçı kışüik olarak kapitalist için bir değer,
bir «marka» temsil eder. Bu kişilik ne kadar
açık seçik, elle tutulur, usluluğa varan bir nite­
lik taşırsa, değeri de kapitalist için o ölçüde

109
yükselir. Kuşkusuz böylelikle doğan «özgür­
lük», kendi geçerliğini kabul ettiren kişilik,
hakiki sanatın güvencesi değildir; tersine: Ka­
pitalizmin edebiyatında «daha yüksek değerde­
ki», «kibar» bayağılığı, özellikle kişiliğin, öz­
gür, sanatsal buluş yeteneğinin böylesine ab ar­
tılması belirler. Kari K raus’un edebiyat ve
sanat eleştirisi, kapitalist temeller üzerinde
doğmuş olan bu özgürlük ve kişilik putlaştır­
masını çok yerinde ve ince bir alayla senelerce
kurcalayıp durmuştur.
Peki hakiki sanat? Gerçek bir sanatçının
özgürlüğü? Bu sorunu unutmuş değiliz. H attâ
bir taslak çerçevesi olmasma karşın, bu çerçe­
veyi olabildiğince tam çizmeye çalışarak, kapi­
talist toplumdaki hakiki sanatın gerçek «faa­
liyet alanı»nı somutlaştırmak istedik. Andre
Gide bir kez çağımızdaki her hakiki edebiya­
tın zamana karşı olduğunu saptamıştı. Bu ta ­
mamen doğrudur; gerek içerik, gerekse biçim
bakımından. Ancak bu muhaliflik, kapitaliz­
min desteklediği sanatm biçim ve içerik yönün­
den yadsınmasının çok ötesine uzanır. Bir bakı­
ma tüm sistemi kapsar. Bugüne değin, sanat­
çıların kapitalizme karşı oldukları gibi, ken­
dilerine karşı da böylesine yabancı davrandık­
ları başka hiçbir toplum düzeni yoktur.
Yabancı: Bu sözcüğün içinde modern sa­
natsal özgürlüğün tüm görkemli heyecanı ve
sınırlılığı içerilmiştir. Bu görkem çaresiz, şaş­
kın, kendini savunmanın görkemidir. Yalnızca

110
kapitalizmin yarattığı mal üreten ve dağıtan
işleyiş değildir hakiki sanatı yutulma tehdidi al­
tında tutan. Yani yalnızca bu işleyişe, bu işleyi­
şin yaygınlaştırdığı sıradan roman bayağılığına
ve diğer uyduruk sanata karşı değil, bu fenomen­
lerin doğurduğu, bu fenomenlerden türeyen tüm
yaşam biçimlerine ve insan değerlerine karşı da
ölümüne bir savaşım vermek zorunludur. Tıpkı
sanatçıların eskiden safdilce bir olağanlıkla ya
d a bilinçli bir hayranlıkla çağlarımn ve toplum-
larının çocükları olmaları gibi, modern sanat­
çıların çoğu da —ve özellikle en iyileri de—
toplumun o içine kondukları ve kendilerinden
ona uymaları istenen kalabalığını öfke ve acıy­
la, dahası ürpertici ve tiksintiyle gözlemlemiş­
lerdir. Böylece sanatsal özgürlük abartılmış bir
öznelliğe dayanılarak, ancak ve ancak bu öz­
nelliğin adına istenmiştir. [Bu düzende] sanat­
çı kişilik, sözkonusu toplumu sırf kendi iç esi­
nine göre canlandırabilmek için bu bağımsızlık
hakkını ister, öyleyse modem sanatçı sözkonu­
su edilince, özgürlük kavramı da soyut, bi­
çimsel ve olgulardan uzaktır (olumsuzdur) :
Onun bağımsızlığına kimsenin karışamayaca-
ğından başka bir içeriği yoktur.
Bu biçimsel ve olumsuz soyutlama modem
sanatsal özgürlüğün sınırlarını belirler. Sınır­
lar iki görüngeden göze çarparlar. Birincisi sa­
natçıyı giderek artan bir kararlılıkla kendini
kendi öznelliği içine hapsetmeye iter. Sanatçı­
lar gerçekten önemli konulardan, anlatım-can-
landırma biçimlerinden, bunlarla uğraşmak sa­

111
nat açısından artık Verimsiz sayıldığı için, g it­
gide uzaklaşırlar; .çünkü onlar kapitalizmin önü
alınamaz yavan edebiyatına teslim olmuşlardır.
Giderek sanatsal özgürlük için salt iç yaşam­
dan, katıksız öznel yaşantılardan, olaylardan
başka bir «faaliyet alanı» kalmaz.
Bu kendi bildiğini okuyan, küstahlıkla ç a r­
pıtılmış «içine kapanıklık,» bağımsızlığın için­
de ancak a t oynatabildiği bu dar alanın yer al­
dığı bir dünyaya karşı sürdürülen umutsuz bir
karşı çıkıştır; tüm bu olayların asıl amacı bu-
dur. (Katıksız öznelliğin birçok yapıtta ve yara­
tıcı dışavurumda evrensel bir fenomen olarak
tanıtılması, olguların kendisinde de hiçbir de­
ğişiklik yapmaz.)
Böylece çelişik bir durum ortağa çıkmış­
tır: O eski, bağlı, bağımsızlığının daha az bi­
lincinde olan özgür sanat, döneminin tophımu-
nu eleştirirken, bugünkü sanattan çok daha
özgür davranmıştır. Soyut, olgulara dayanma­
yan [olumsuz], biçimsel bir özgürlük, ancak
somut özgürlüğün yok edilmesi pahasına va­
rolur. Modem sanat, ösaıel özgürlük uğruna
nesnel gerçeğin ele geçirilmesinden vazgeçmiş­
tir.
öznel sanatsal bağımsızlığı içinde, kendi­
ni dışa vurduğu toplumsal koşullarla somut
olarak karşılaştırırsak, bu karşıtlık daha da be­
lirginleşir. îşte bu, öznel özgürlüğün nesnel sı-
mrlanmışlığının ikinci uğrağıdır. Bu içe yönel­
me, kapitalizmin kesinlikle yadsınması, görü­
nüşte, anlamsız, sanat düşmanı bir dış dünyaya

112
karşı sanatçının düşünce dünyasında oluşan
alabildiğine devrimci bir davranıştır [jesttir].
Bu davranışın [jestin] çok derinden duyulan
heyecanını, inatçı ve uzlaşma bilmez iradesini
birçok ünlü sanatçı da yaşam ıştır ve yaşamak­
tadır. Soru yalnızca şudur: Bu davranışın nes­
nel anlamı ve değeri nedir? Daha somut olarak:
O yadsınan, yargılanan ve aşağılanan nesne,
yani kapitalist dış dünya, [sanatçının] bu tu­
tumu karşısında nasıl davranmaktadır?
Tarihsel bir boylamdan bakıldığında tra-
jik-komik bir çelişki görünür. İkisi arasındaki
ilişki oldukça iyidir. Çünkü bugün, kapitaliz­
min sermaye yatırımının ve meta değişiminin
sanata hani herdeyse sınırsızca egemen oldu­
ğunu kabul etmek ve saptamak, doğrudan doğ­
ruya [kapitalizmin] kâr emellerine hizmet et-
meyeh tüm sanat yapıtlarının yasaklandığı, bas­
kı altına alındığı ve SUsmak zorunda bırakıldı­
ğı anlamına gelmez kesinlikle. Hani en eleşti­
risel gerçekçiliğin bile duruma göre yağlı bir
kazanç sağlayabileceğini ve kaynağı sırf Zola
ya da Steinbeck olduğu için böyle bir yüksek
kazanç olanağım geri çevirecek tek bir kapita­
listin bile bulunamayacağını da eklemek yersiz.
Ne var ki, burjuva toplumunun genel sanat ti­
c a re ti ve sanat politikası oldukça çokyanlıdır:
Gördüğümüz gibi sanatçının kişiliğine ve öznel
sanatsal öigüriüğe olanaklar oranında oldukça
büyük bir «faaliyet alanı» açar. Ancak çalışan
kitleler için ayrılmış bulunan ve çok yaygın
olan bayağılığın Olağanüstü sert yasaları var­

F; 8 113
dır (Hollywood.) Ü stteki onbinlerin tüketimi
için belirlenmiş sanatta, soyut bir başkaldır­
ma ruhunun egemen olması engel anlamına gel­
meyebilir; kapitalizmin can alıcı çıkarlarına
dokunmaz bu başkaldırma, ne kerte içe döner,
soyutlaşırsa, o kerte az zararlı olur bu çıkarlara.
Böylece ortaya çıkan özgürlük, içinde sanat­
çının gelişimi bakımından büyük tehlikeler giz­
lemektedir. Kendi-içine-dönmüşlük nesnel top­
lumsal sorunlardan kaçış anlamına gelir aslmda.
Bu kaçış [uzaklaşma] —çok ender olarak açıkça
söylenen— bir uzlaşmayla, bu temel üzerinde sa­
natçı ile (kapitalistin aracılığı sayesinde) izleyi­
cisi arasında gerçekleşen bir uzlaşmayla daha
da artar, (ö te yandan sanatçı tarafından öznel
iyimserlikle desteklenen, en yaygın kaçıştır
bu.) Bu uzlaşmada belli şeyler üzerine, belli
türden, belli tondan konuşmak yasaklanmıştır.
Ancak böyle [sınırlı] bir çerçevenin içinde sı­
nırsız bir bağımsızlıkla hareket edebilir sanat­
çı. Uzlaşma sözcüğü gerçi kulağa hoş gelmeye­
bilir, ama bunu örneklerle göz önüne sermek
gerektiğine bile inanmıyoruz, çünkü bu sözcük
çok bilinen bir gerçeği dile getiriyor.
Tecrübeli her yazar, hangi yazılarının han­
gi dergide, hangi gazetede, ya da hangi yayın­
evinde basılabileceğini bilir ve —dürüst ola-
hm— birçok durumda —az çok açıklıkla söyle­
mek gerekirse— bu olanak, konunun seçimini
ve gelişimini bile belirlemiştir. Böyle dile geti­
rilen ya da sessizce katlanılan uzlaşmaların,
çoğunlukla sanatı yolundan alarak ince ya da

114
kaba, bayağı üretimlere yönelttiği o çok ras-
lanır durumdan söz etmiyorum. Bizde Franz
Molnar böyle bir kapitalist «özgürlüğün» sa­
nat üzerindeki sözkonusu etkisine en göze ba­
tıcı örnektir.
öyleyse modem sanatsal özgürlük, dolay­
sız bireysel ifadenin, dolaysız bireysel sanatsal
yaşantının, öznel, sınırlanmamış özgürlüğü di­
ye nitelendirilebilir. Buradan —toplumsal ya­
şam ve nesnel dış dünya bu ifadenin gereçleri
[malzemesi] olsalar da— sanatçılar dolaysız
yaşantı içinde birçok durumda nasıl dışarı ta ­
şıyorlarsa [nasıl göze çarpıyorlarsa], kendileri­
ni öyle gösterdikleri sonucu çıkar. Ama herkes
bu saptamanın [manifestation] hiçbir toplumda
(hele kapitalist toplumda) toplumsal dünyanın
özü ve onun hareket eden güçleri ile özdeş ola­
mayacağını bilir. Modem sanatçıların çoğu, gi­
derek gericileşen emperyalist dünyanın içinde
soyut yaşantı ve ifade özgürlüklerini kurtarm a­
ya çalıştıklarından, toplumsal dünyayı tanıya­
mamaktadırlar. Birçok güdü [motif] bunu gös­
termektedir. Burada yalnızca sanat ile iktisadi
yapı arasındaki karşılıklı etkileşim anlatıldı;
oysa gerek sanatçının kamu yaşamma yabancı­
laşmasına yol açan toplumsal zorunluk, gerekse
bu kendi içine dönüklüğe, bu topluma yabancı­
laşmaya anlaşılır ve çoğunlukla saygıyla kar­
şılanır bir karşı çıkma niteliği yakıştıran son
on-yıllann gerici politik gelişimi, hep bu konu­
ya girerler. Bu konuya ayrıntılarıyla değindim.
Bu karşı çıkış —bir kez daha yineleyim— ço­

115
ğunlukla saygı duyulur bir karşı çıkıştır, an­
cak i Salt karşı çıkışın öznel yaşantısının ne ide­
olojik, ne de sanatsal bakımdan bir «yüksek
değer» oluşturmadığını, böyle oluşan bireycili­
ği «bodrum bireyciliği» diye tanımlayan Dos-
toyevski daha o yıllarda açık seçik ayrımsa-
mıştı.
Nedenlerin birbirine dolaşması ve düğüm­
lenmesi nasıl olursa olsun, şu olgu değişmez:
Modem sanatçı özgürlüğü uğruna en büyük üc­
reti ödemiştir: gerçek sanatın hakiki özgürlü­
ğünden vazgeçmiştir; insanın hakiki dünyası­
na, tüm insansal ifade olanakları arasından en
derin ve en kapsamlı ifadeyi vermekten vazgeç­
miştir. Derinlere inen bir ilişki ve gerçeğin nes­
nel özüne parçalanmaz bir bağlılık: îşte hakiki
nesnel sanatsal özgürlük. —Bu özgürlük nesnel­
dir, çünkü çoğu durumda sanatçının bildiğin­
den, tasarlayabileeeğinden ve amaçladığından
daha büyüktür, İşte sanat, modem gelişim yü­
zünden, özgürlüğün krallığına giden bu yoldan
geri çevrilmiştir. Sanatçının karşı Çıkan
içe dönüklüğü, tonlumun sanat karşıtı eğilim­
leri karşısında öznel bir çelişkidir; nesnel
olarak ise: dış etkenlerle doğmuş süre­
cin ivmelendiribnesi ve derinleştirilmesinden
başka bir şey değildir, d ıe sterto n «iç aydın­
lanmanın, aydıhlahmanın en iğrenç türü» oldu­
ğunu söylemişti. Hem dış, hem de iç gerçeği
çarpıttığı için gerçekten de en İğrencidir. Ve
—bu çok önemli— bu çarpıtma, kendi içine dö­
nüklüğe ne denli köklü dayanırsa, sözkönusu

116
içe dönüklük ne denli ideolojik nitelik kazanır­
sa, o denli güçlüdür. Bu durum modem geliş­
menin hemen başında ortaya çıkmıştır. Goethe
genel toplumsal dönüşümlerin sanat üzerindeki
olumsuz etkilerini betimlerken, kısa bir süre
sonra da Ludwig Tieck, Alman romantik ku­
şağının bu ilk ve önde gelen temsilcisi, «kendi
içine dönüklüğün» dünya görüşü bakımından
taşıdığı anlamı büyük bîr övgüyle dile getirir:

«Düşünürsek varolur tüm varlıklar,


Buğulu bir uzaklığın ardmdadır evren,
Ve karanlık çukurlarına evrenin
Yanımızda taşıdığımız bir kıvılcımdır düşen:
Niçin dönüşülüyor evren yabanıl yıkıntılara?
Yazgıyız biz, ayakta tutan evreni!
..Ne diye ürpertiyor Öyleyse
Donuk ışıltılarını yarattığım nesneler beni?
Varsın çiftleşsin erdemle kötülük!
Hepsi firman, hepsi sis, gölge!
Bir ışık uzanıyor içimden karanlık geceye.
Erdem ®ni, var yalnızca düşüncemde.»

Kendi içine dönüklüğün böylesine göklere


çıkarıldığı ideolojik Övgüye ekleyecek bir şey
olmasa gerek. Belirmekte olan 19. ve 20. yüz­
yıldı sanat düzeyindeki bireyciliği, aslında ro­
mantik dönemde daha önceden boyutları açık
seçik dile getirilmiş olanı değişik biçimlerde yi*
nelemekten başka bir şey yapmaz. Gene de
önemli bir aynm vardır [iki dönem arasın d a]:
Romantizmin başlangıç evresinde dünya görü­

117
şündeki bu öznelciliğin, bu ilkece kendi içine
dönüklüğün, dünyanın sanat düzeyinde kavran­
masında hareket ettirici bir güç olacağı yanıl­
samaları yaygındı. Oysa romantiğin sanat dü­
zeyindeki gelişmesi bu düşleri yıktı götürdü.
Bu ideolojik tavır sonradan, günümüzde yay­
gınlaşınca, pek bilincinde olmasa da, eski yenil­
gisinin ruhsal izlerini taşımaya devam etmiş­
tir. Romantik inancın gerilim gücü azaldıkça
—buna koşut olarak— gerçeği çarpıtan bir eği­
lim de yoğunlaşmıştır; çünkü (bilinçsiz de olsa)
ancak bu yoldan sanatı kurtaran bir «kendi-içi-
ne-dönük-olma» yanılsamasının ayakta durma­
sı mümkündür.
Bu çelişiklik günümüzde iyice açığa çıkmış­
tır. Son on-yıllann öncü yönelimi gerçeküstü­
cülük, sanatçının tümüyle bağımsız olması özel­
liğini kurtarm ak amacıyla dış düpyanm nes­
nelliğini bile bile dışta bırakmıştır. Ve kapita­
list toplumun hunharca etkilerine karşı çıkan
bu etkin karşı koyuş, çelişik bir sonuç vererek,
sanatçınm insanlıktan uzaklaşmasına yol aç­
mıştır. «Yazar, insanın insan olmaktan çıktığı
yerde, insan olmaya başlar.» Ben demiyorum,
Ortega y Gasset söylüyor. Bu gelişimin hay­
ranı olan Gasset daha da ileriye gidiyor: Bu
yaşantı ve ifade tarzının nesnel dünyanın özü
ile nasıl bağlam oluşturduğunu gösteriyor; çün­
kü bu en öznelci sanat olan gerçeküstücülükte
de elbette bir dış dünya var. Ama nasıl bir dış
dünya? Ortega y Gasset bu konuda şunları söy­
lüyor: Şeylerin özünü dönüştürmek zorunlu de­

118
ğildir, onları yeni imlerle belirtmemiz, «yaşa­
mın ikincil yanlarının devasa büyüklükte ön
planda durduğu bir sanat yaratmamız» yeter.

m.

Bu gelişim öyle dümdüz ve bunalımsız yü­


rümüş değildir; oysa burada da karşı akımlar,
şöyle kabataslak da olsa, ayaküstü gösterile­
mez. K apitalist dönem sanatçılarının büyük
gerçekçiliği nasıl yarattıklarım öteki yazılarım­
da ayrıntılarıyla anlatmıştım. Burada yalnız­
ca Carly’nin, Ruskin ve Morris’in, bir yapıtm
bir zamanlar varolan bağlanmışlığını, yani o es­
ki öğürlüğü, doğrudan bir ilişkiyi değişik yol­
lardan kurmayı deneyen sanat eleştirilerine
yollamalar yapmak isterim. Şimdi günümüz sa­
natıyla kıyaslanabilecek kadar serpilmemiş olan
dönemin sanatını, «sanatsal» bir «taşracılık» di­
ye tanımlayan Tolstoy'a değineceğim. Tolstoy
bunu söylerken eski sanatın evrenselliğine kar­
şı çıkıyordu. Halkın yaşam biçimleriyle kuru­
lacak sürekli ve dolaysız bir bağlantının, sana­
tı, modern yaşamın girdabından kurtaracak bi­
ricik yol olduğunu açıkça ayrımsamıştı. öteki
yapıtlarımda bu konuyla ilgili geniş bilgi var­
dır.
Peki sanatsal ö b ü rlü k sorununu böylesine
güncelleştiren günümüzün yeni sorunu nedir
acaba? Modem sanatsal öğürlü ğ ü n eleştiril­
mesi bugün artık umutsuz bir durumdan yakın­

119
mak değil, somut, gerçek çıkış yollan aramak*
tır. Yeni durum, sosyalizmin Sovyetler Birli-
ği’ndeki yengisidir Yeni durum için verilen sa­
vaşım, halk demokrasilerinin Avrupa’nın büyük
bir bölümündeki yengisi içindir. Bu iki feno­
men ilkece temelden birbirinden ayrılır. 1917
Devrimi Rusya'da kapitalist üretim düzenini
yıkmış ve bir insan ömrünü dolduracak zaman
aralığında sınıfsız bir toplum yaratm ıştır. Biz-
deki [Macaristan'daki] —ve öteki birçok ülkede­
ki— halk demokrasisi henüz bu aşamanın baş­
langıç eVresindedir.
Aralarındaki ilkesel aynm lafa karşın
—Özellikle kültür ve sanat alanında— halk de­
mokrasisi ile .sosyalizmin sorunları arasında
kesişme noktalan vardır. Düşman ise, —kötü
niyetle— [sosyalizm île halk demokrasisi] ara­
sına bir eşitlik işareti yerleştirmektedir; işçi­
lerin çıkarlarını savunan tüm önlemleri komü­
nizm diye karalamaktadır. Kendine halk özgür­
lüğü adına bir yol alçmak isteyen her şeyi, sa­
nat ve kültürün baskı altında tutulm ası diye
ilân etmektedir; halk demokrasisinin korunma­
sı ve sağlamlaştırılmasından söz edüdikçe, sos­
yalizme karşı demokrasinin korunmasından dem
vurm aktadır vb.
Burada dar ablamda ekonomik ve politik
sorunlardan söz etmiyoruz. Ama sanat ve kül­
türün sorunlarım ön plana alınca, başka bir
bağlam içinde daha önce değişik biçimlerde de­
ğindiğim göze batıcı bir olguyla karşılaşıyo­
ruz: Bir yandan faşizmin kendisi, eski biçim­

120
sel demokrasinin bunalımından doğmuştur. Bi­
çimsel demokrasi olmadan olanaksızdı, ö te yan­
dan kültür bunalımı tüm emperyalist dönem
devletlerinde aynı sanat bunalımı olarak orta­
ya çıkmıştır. Yalnızca biçimsel yönden en yet­
kin demokrasinin yaygın olduğu id le rd e de­
ğil, egemenliğin yüzde yüz gericiliğin eline düş­
tüğü yerlerde de böyle olmuştur. Bu bakımdan,
günümüzde yeni sorunlara karşı çıkan diren­
cin* biçimsel demokrasinin yandaşlarında en
yoğun durumda bulunması bir raslantı değil­
dir.
Böylece «güdümlü sanat» sorusuna gelip
dayandık. Demokrasinin, en gelişmiş biçimi olan
sosyalizm gibi halk demokrasisi de, kültür poli­
tikasının odak noktasına: birincisi, tüm kültü­
rü ve sanatı, çalışan halk ile —ilk ağızda bu­
güne değin kültürden hemen hemen tümüyle
yoksun bırakılmış işçi ve köylüler ile— gene
doğrudan bir ilişki içine sokma görevini, İkin­
cisi, hem etken hem de edilgen olarak, kültü­
rün bugüne değin ele geçirilen tüm değerli ka­
zançlarını halkın malı yapma, böylece halkı, bu
kültürü alabilecek, özümleyebilecek yeteneği
kazanacak düzeye yükseltme görevini koyar.
Ama aynı zamanda halkın malı olabilecek, hal­
kın içinde kendini tanıyabileceği ve gerçekten
de kendi malı olarak benimseyebileceği bir kül­
tü r yaratm a görevidir bu. îşte döst-düşman bu
kültür programına bakıp, «güdümlü» sanat gibi
yanlış bir parolayı ortaya atmaktadır.
Açık seçik ayrımsayabilmemiz için bu tü r­

121
den ayrıntılı felsefi ve tarihsel açıklamalara
gereksinim vardı: Yanlış bir paroladır sözko-
nusu olan; —hangi yandan olursa olsun— bi­
zi Upton Sinclair politikası ile, katıksız öznel­
cilik politikasından birini yeğleme durumunda
bırakan bir ikilemin aslında uydurma bir ikilem
olduğunu görmemiz için [gerekliydi bu]. Yad­
sımayalım: Her iki görüşün de azımsanmaya­
cak taraftarı vardır. Anlattıkları en basit köy­
lü ve en cahil işçi tarafından kolaylıkla anlaşı-
labilsin ve bunların tadına varılabilsin diye, sa­
natçılardan, yeni toplumun kuruluşunun günlük
konularıyla uğraşmalarını ve tüm olayları (ko­
nuları), bu alandan sekmelerini isteyen bir eği­
lim yaygındır; ama öte yandan özellikle sa­
natçılar arasında yaygın bir eğilim daha var­
dır, bu eğilim der ki: «İsterseniz halkı sanat ile
ilişki içine sokun, ama halk neyse o kalır, sa­
natçılar da neyseler odurlar.» Yani halk, bu
sanatı nasılsa öyle hazmedebileceği konuma
yükseltilmelidir; bu başarılamazsa, eh halkın
şansı yokmuş diyeceğiz. BÖylece son yüzyılın
önde gelen düşünürlerinin ikide birde ileri sür­
dükleri bir görüşe varıyoruz; yani sanatın ilke
olarak aristokrat karakter taşıdığı savına. Bu­
radan çıkarılacak vargılar çok değişiktir. Yer
yer demokrasiye karşı politik sonuçlar bile tü ­
retilir buradan; kültür düşmanı olduğu baha­
nesiyle bu demokrasiye son bile verilebilir. Yer
yer de halk demokrasisinde her şeyin eskiden
olduğu gibi kaldığı, yani sanatçıların bildikle­
rini yenilemek zorunda bulunmadıkları ve geri-

122
Ci dönemde olduğu gibi gene yalnız kaldıkları
saptamasıyla yetinilmektedir. Sanatçıların sa­
n atta içkin bir yetkinliğin peşinde oldukları,
eskiden dayanılan o eğitimli, yetişkin tabaka­
nın yok edilmesi, ya da eski önemini yitirmesi
nedeniyle, bu demokraside konumların daha da
kötüleştiği ileri sürülmektedir. Aslında her iki
bakış açısını da —özel tartışm alarda bile— ken­
dilerini dışa vuruşlarından daha kesin dile ge­
tiriyorum burada.
Öyleyse «güdülen» sanat parolası altında
ne yatm aktadır? Halk demokrasisinin yukar­
da betimlenen kültür politikasını som utlaştır­
mak istersek, o zaman şu çabayı göstermemiz
gerektiğini görürüz: Sanat gelişiminin toplum­
sal yaşamın temel dayanaklarındaki değişme­
leri izlemesinin yalnızca sanatçıların değil, ay­
nı zamanda sanatın da yararına olduğuna sa­
natçıları inandırmak. Bunun niçin sanatın da
yararına olduğuna gelince. Sanırım buraya de­
ğin yapageldiğim açıklamalar buna bir yanıt
vermişlerdir: Kapitalist kültür ve özellikle em­
peryalist dönemdeki kültür sanatçüarı bir çık­
maz sokağa saptırdığı için... Sanatçüar Dosto-
yevski’nin «bodrum» bireyciliğinden vazgeçer-
lerse, sanatın o en eski durumunu: sanatın ka­
mu yaşamının önemli bir parçası olduğu, ve sa­
natçının —özellikle yaratıcı bir insan olarak—.
bu kamu yaşamına derinden katıldığı durumu
yeniden gerçekleştirmeye çalışırlarsa, şimdi ye­
niden doğmuş bulunan izleyicileriyle, yani çalı­
şan halk ile doğrudan ilişki kurma olanağından

123
yararlanırlarsa; yıllarboyu olağan sayılmış bir
tutum u terketmek, öznel olarak bir kurban,
veremekten başka bir şey olmayacağı için, iş­
te bu anlamda bir kurban istenmiş olur sanat-
çılardan; ama onlardan istenen, gerek sanat,
geteköe insancılık yönünden, verimli olacak bir
kurbandır.
Yalnız günümüz koşullan altında akla-uyr
gun olmakla olanaklı sayılan her «güdüm» bu
çok genel çizginin dışına taramaz. Çünkü her
ne kadar halk demokrasisinin taraftarı olan i§-
çilerih ve köylülerin yaşamlarının, sanatçı ile iz­
leyicisi arasında yeniden doğrudan ilişkiler ku­
racak, kapitalist sanat izleyicisinin niteliksiz,
değişken biçimli, çehreden yoksun karakterini
ortadan kaldıracak olanakları içerdiğinden, bu
yaşamların nesnel zenginlikleri ve gelecek ,tı~
mutlarının yoğunluğuyla, sanatçı için, içine ka­
panık, içe yönelik bir ben’in kendinden geçmiş
düşlerinden çok daha verimli bir zemin sağla­
yabileceğine hiç kuşku yoksa da; günümüzde
yalmzça olanak niteliğinde olup, gerçeğe dö­
nüşmemiş bulunan bu olanakları, kullansınlar
diyen sanatçıların önüne hazırlop koyabilecek
kimse yoktur ve olamaz, özellikle bu bağlam
içindeki her ütopya, her ütopik-öntahnjinsel de­
ney, alabildiğine tehlikelidir. Büyük dönüşüm­
lerin ağzında duruyoruz. Programlı ön-tahmin­
lerin tehlikesi ise, en verimlisinin hangisi ola­
cağım, geleceğin gerçeğinde Şimdiden kimsenin
bilemeyeceği mevcut sınırsız olanakları sınır­
landırmasıdır. Her ütopydmn tehlikesi, somut

124
gerçek’den esnek yararlanıldığında, gerçekleş­
tirilebilir olanakların çok çok gerisinde kalma­
sıdır.
Böyle bir kanıtlamanın inandırıcı gücü,
omüı yalnızca genel derinliklerinin doğruluğun­
dan ileri gelmeyip, bir-halk demokrasisinin iz­
lediği genel politikanın kültürel dayanakların­
dan da kaynaklanır. Sanatçı ile izleyici arasın­
da, kapitalist aracılığıyla ortadan kalkmış bu­
lunan bir doğrudanlığm yeniden kurulabilece­
ğinden söz ediyorsak, somut toplumsal olanak­
ları sözkonusu ediyoruz demektir. Açıktır ki:
kapitalizmi yok eden sosyalizm, doğal olarak
bu aracılığın da- kökünü kazır. Halk demokrasi­
sinin ekonomi politikasında, birinci hedef ola­
rak, büyük toprak sahibi ile büyük sermayenin
gücünü birleştiren tekelci sermayenin bizde
[Macaristan Halk Cumhuriyeti] ayakları üstü­
ne diktiği tek başına egemenliği ortadan kal­
dırmak gelir. Toprak reformu, sendikaların
yaygınlaştırılması, sarı sendikacılıkların önü­
nün aJbnması, madenciliğin ve öteki merkezi gi­
rişimlerin devletleştirilmesi, bu durumun eko­
nomik temellerini yaratırlar.
Soru kendini gösteriyor: Sanatın kapita­
lizmden ileri gelen sorunlarının ortadan kalk­
mam, ya da hiç değilse azalması için bu durum­
dan sanat alanında nasıl yararlanılabilir? Şim­
diye değin üzanagelen deneyimler, bu alanda
üpıııt verici olanakların bulunduğunu göster­
mektedir. Sanatçı ile İzleyicisi arasındaki aracı
rolü kapitalist Egemenlikten alınıp işçilerin

125
toplumsal organlarına devredilirse, bir sanat
yapıtının yalnızca o katıksız m eta olma niteliği
değil, salt kazanca yönelen bir aracılık da (tüm
zararlı sonuçlarıyla birlikte) son bulmakla kal­
maz, sanatçı ile izleyicisi arasında yeni, verim­
li, öncekilerden nitelikçe farklı, dolaysız bir
ilişki kurulabilir. Bir köylü ve işçi kültürünün
serpilip açılması, bugün şimdiden hiç de kes-
tirilemeyecek ölçüde bu yeni ve doğrudan ilişki­
leri gerek sanatçı, gerekse izleyici bakımından
verimlileştirebilir.
Bu yeni, dolaysız ilişkilerin toplumsal ön­
koşullarının bugün çoktan doğmakta oldukları
bellidir. Ancak: Henüz doğma [oluşma] duru­
mundadırlar; öznel de olsa, nesnel de olsa, hâlâ
birer olanaktırlar, gerçek değil. Bunların ger­
çekleşmesi belirli tarzda, evet ancak belirli
tarzlarda ivmelendirilebilir. Çünkü son insan
kuşağının gerici, emperyalist kapitalizminin
oluşturduğu çağdaş sanatçıların büyük bir bö­
lümünün, ve gene bu dizgenin tüm baskı ve se­
faletine katlanmak zorunda bırakılan köylü ve
işçilerin önemli bir bölümünün şu anda böylesi-
ne meyve verecek bir karşılıklı etkileşim ger­
çekleştirecek yetenekten uzak oldukları da açık­
tır. Bunların her ikisi de kendilerini geliştirme­
lidirler; böyle verimli bir karşılıklı etkileşimin
doğabilmesi için hem öğrenmeli, hem de [o za­
mana değin] öğrendiklerini yeni bir düzeyde
ele almalıdırlar.
Burada her iki ta ra f için de «ğüdülme» so­
rusu ortaya çıkıyor. Bu «güdülme» ancak kar­

126
şılıklı yakınlaşmanın engellerinin toplumsal,
ideolojik ve sanatsal düzeyde aşılmasından, so­
runların tüm yanlarıyla her iki tarafa da tanı­
tılıp öğretilmesinden, olanakların, boyutların
açıklanmasından, bir işbirliğinin maddi, kültü­
rel ve sanatsal ön-koşullarmm yaratılmasından
oluşabileceği gibi, demokratik devletin ve işçi­
lerin toplumsal örgütlerinin yardımlarından
oluşan bir «güdümlülük» de sözkonusu olabi­
lir. Bu sorunu bürokratik kafayla yönetmelik­
lere, kimi belirlenimlere uygun olarak kavra­
yan herkes (ister parti yönetmeliği olsun, is­
terse sınıfsal kurallar vb. olsun) en büyük za­
rarlara yol açabilir ve gelecekteki olanakları
daha çekirdekteyken boğar.
Daha önceki bir yazımda, bir parti edebi­
yatçısının oynadığı rolü çok özel bir tanımla:
partizanlık diye belirlemiştim; amacım, onsuz
hiçbir parti edebiyatının varolamayacağı o
özgürlüğü, o vazgeçilemez «faaliyet alanı»nı
göstermekti. Oysa buradaki sorun daha geniş
kapsamlı. Parti edebiyatçısı gerçi edebiyatta
önemli bir tiptir, ama edebiyatı (tümüyle) çok
az doldurur; yeni demokratik toplumda yalnız­
ca parti edebiyatçılarının yazı yazacaklarını
umanların aklı hiçbir şeye ermiyor demektir.
Bu ciddi bir demokratik ülkü olamaz herhalde.
Çünkü bu ülkü, [birimleri] aynı ortak payda
altında toplamayı ve yalınlaştırmayı içermez,
tersine: gerek herbir sanatçının yapıtında, ge­
rekse sanatçıların tümünde zenginlik, çokyan-
lılık, çokseslilik [öngörür]. Yukarlarda son

127
on-yıllarm gelişiminin uyumsuzluğuna değinir­
ken, amacımız, bir kişisel yapmaeıklığm o ge­
lişmiş ton farklarına karşın, gene de ayırtgan
sorunlarm [işlenmesinde] bir daraltmanın, bir
fakirliğin kanımızca ortaya çıktığını göster­
mektir. Bunun aşılmasında —inanıyoruz ve bi­
liyoruz»*-. halkın kurtuluşunun katkısı olacak­
tır; kuşkusuz kendiliğinden, insanların tepe­
sinden geçerek olmayacak bu; ancak insanla­
rın kararları ve eylemleriyle gerçekleşecek. Hiç­
bir- «önlem,» «kurum» ya da «güdümlülük» sa­
nata yeni bir gelişme yönü getiremez. Bunu yal­
nızca sanatçılar kendileri gerçekleştirebi-
lirler, ama tabiî toplumsal yaşamdan, toplum­
daki değişimlerden bağmışız değillerdir.
Tüm bunlar öyle sanatın kendi sorunu ol­
mayıp* ideolojik değişmelerin bir parçasıdırlar.
Sanatsal özgürlük her ne kadar özgürlüğün ge­
nel toplumsal ve felsefe sorunlarıyla özdeş de­
ğilse de bunlardan bağımsız da değildir. Bu dü­
şünceler, sanatçıları, şimdiye kadar olduğun­
dan başka türlü çalışmaları gerektiğine inan-
dırmamalıdır. Üslup sorunları kararlarla dü-
zenlenmeyip, sanatçılann gelişmelerinin iç di­
yalektiğim* belirlenirler. Sanatçı ise, bir toplu­
mun içinde yaşar ve —istesin, istemesin— bir
dünya görüşüne dayanır. Ve bu dünya görüşü­
nü üslubunda da dile getirir. Topluma bağımlı
olan bu dünya görüşü yanında sanatçının dünya
görüşü sorununu, sanatçının gözü önüne ser­
meyi denedim, Tüm toplumsal yaşam dönüşüm
aşamasındadır. Onunla birlikte, her temel top­

128
lumsal dönüşümlerde olduğu gibi, özgürlüğün
içeriği ve biçimi de değişir. Sanatçıların bu de­
ğişmelerle bir ilintilerinin bulunmadığını, dün­
yadaki değişmelerin, onlann içinde, bani şu en
duyarlı gereç üzerinde herhangi bir iz bırakma­
yacağını sanmak bir yanılgıdır, Ve ancak en
derin inanca dayanan, özgür istem’e dayanan
ve özgürlük içinde gerçekleşen dönüşüm en ve­
rimli dönüşümdür.
—Hegel— «özgürlük» zorunluğun öğrenil­
mesinden fbilgisinden] başka bir şey değildir,
der. İşte burada —kendi içine kapanmış bir
ben’in «bodrum» dünyasında değil— yeni, ha­
kiki özgürlük yatmaktadır. Dünyada bunalım­
ların olmasından sanatçılar da sorumlu değil
midir? Bu bunalımları kendileri ve sanatları
için kullanabilmeleri onlara bağlı değil midir?
Kaçınılmaz zorunluk içinde ne kadar özgürlük
bulabilecekleri ve bu özgürlüğü kendüeri ve
sanatları yönünden ne denli özgür ve yaratıcı­
lıkla kullanabilecekleri ohlara bağlı değil mi­
dir?

F: 9 129
«MARX'A YOLUMDA EK (1957)

Okuduğunuz satırlar [Marx’a Yolum (1933)


yazısı-Çev.], herkesin de görebileceği gibi,
gerilimli bir ruh durumunda kaleme alınmıştır,
içine düştüğüm ruh durumunun nedeni, bunca
düşünce serüveninin ardından, hani elli’ye de
merdiven dayamışken, ayağımın altında bun­
dan böyle sağlam bir zeminin varlığını duyum­
samam değil. Geçip giden son on beş yılın olay­
larının da bunda yoğun payı vardı, ilk devrim
yılları üzerine hemen konuştum. Ama Lenin’in
ölümünden sonraki dönem için bir şey söy­
lemedim. Bir savaşım yandaşı olarak, Stalin’in
Troçki ile Sinovyev’e karşı yürüttüğü Lenin’in
mirasım koruma savaşımım yaşadım ve Le­
nin’in bize sunduğu kazançların kurtarılışım,
[sosyalizmin] kuruluşunu sürdürmek için bun­
lardan yararlamlışını gördüm. 1924-30 döne­
mine (lişkin bu yargılarıma aradan geçip giden
yıllar, ve geçip giden yılların deneyimleri önem­
li bir değişilik getirmedi. Üstelik, 1929-30
yıllarındaki felsefe tartışm aları, bende, Hegel-
Marx, Feuerbacb"Marx, Marx-Lenin arasında­
ki bağıntıları açıklayabileceğimiz ve bu bağın-

130
tılan Plehanov’un Ortodoksluğundan kurtara­
bileceğimiz, felsefe araştırm asına yeni ufuklar
açabileceğimiz umudunu yaratmıştı. Hep k ar­
şıtı olduğum Rus Proleter Yazarlar Topluluğu'
nun dağılmasıyla da (1932), ben ve başka bir­
çok kişi için ğeniş bir perspektif açılmıştı:
sosyalist edebiyatın, marksçı edebiyat kuramı­
nın ve eleştirinin, herhangi bir bürokratik
engele çarpmadan atılım yapabilmesi ola­
nağı doğmuştu. Burada iki özelliğin, ede­
biyat kuramının ve edebiyat eleştirisinin
marksçı-leninci karakterinin, bir de bürokratik
engel ve sınırlamaların ortadan kalkışının altını
aynı kalınlıkta çizmek gerekir. Yine bütün bun­
lara sözkonusu yıllarda genç Marx’m temel ya­
pıtlarım, özellikle «Ekonomik-Felsefi Elyazma­
la r ın ı ve Lenin’in felsefi mirasım öğrendiğimi­
zi de eklersem, otuzların başındaki o yoğun he­
yecanı ve büyük um utlan doğuran ölguları say­
mış olurum.
—Hani iyimser bir ifadeyle— o yıllarda bi­
le kalıba uymayan her iki düşünceden birinin
boğucu ya da saldırgan bir direnmeyle karşı­
laşması, bu umutlara yavaş yavaş yayılan bu­
lanık bir renk katm aya başlamıştı. Başlangıçta
ben ve benimle birlikte birçok kişi, henüz ta­
mamen aşılmamış geçmişin kalıntılarıyla kar­
şı karşıya bulunduğumuzu («Rapp’çılar», kaba-
toplumbilimciler vb.) sanıyorduk. Derken, tüm
bu kuramsal ilerlemeleri engelleyen eğilimlerin
sağlam, dirençli bürokratik dayanak noktalan
bulunduğunu anladık. Gene de, dogmatizmi sa-

131
vumna sisteminin son kez, bir raslantı sonucu
ortaya çıkışına tanık olduğumuza bir süre da­
ha inandık durduk. Aramızdan birçoğu zaman
zaman Stalin’i kastederek içini çekiyordu: «Ah»
si le roi le savait.» («Ah, bunu bilseydi kral.»)
Böyle bir durum elbette sonsuza dek sürmezdi,
ileriye doğru sürükleyen, marksçı kültürü zen­
ginleştirilen akıntılar ile, her bağımsız düşün­
cenin bağnazca, bürokratça-tiranca ezilmesi
arasındaki çelişkinin kaynağıma bizzat Stalin
rejiminin kendisinde, dolayısıyla da Stalin’in
kişiliğinde aranması gerektiği gerçeğini gör­
mek lâzımdı artık.
Şimdi bu duruma karşı tavır almak gere­
kince, aklı başında herkesin dünya-tarihsel ko­
numu göz önünde bulundurarak hareket et­
mesi gerekiyordu: Dünya-tarihsel konum
H itler’in tırmanışını ve sosyalizmi yıkma
savaşma hazırlanışmı gösteriyordu. Bu duru­
mun doğuracağı kararlara her şeyin —ve kişisel
olarak en değerli saydığım şeylerin bile, yaşa­
mımı verdiğim yapıtımın b ile * ’ kayıtsız şa rt­
sız boyun eğmesi gerektiğini anlamıştım, iyi
bildiğim alanlarda marksçı-leninci dünya görü­
şünü doğru uygulamayı, ve açığa çıkarılan ye­
ni nesnel olguların gerektirdiği ölçüde bu dün­
ya görüşünü geliştirmeyi yaşamımın temel gö­
revi bellemiştim. Ancak etkili olduğum bu dö­
nemlerin tarihsel savaşımı, biricik sosyalist
devletin, dolayısıyla da sosyalizmin varlığının
korunmasına yönelik olduğundan, tüm görüşle­
rimi, tavırlarım ı (hattâ kendi yapıtlarıma k ar­

132
şı tavrımı bile) bu gerçekleri kollayan kararla­
rın doğrultusunda ortaya koydum, Gerçi bu,
sözkonusu savaşım boyunca ortaya çıkan, pro­
pagandası yapılan, sonra da çekip giden ber
türlü ideolojik eğilime eyvallah dediğimiz an­
lamına gelmez elbette. Ancak bu dönemlerde
bir karşı çıkışın yalnızca fiziksel anlamda ola­
naksızlığından başka, aynı zamanda da can düş­
manımızın, her türlü kültürün yıkıcısının kolay­
ca düşünsel-ahlâksal bir desteğine dönüşebile­
ceğini de açık seçik görüyordum.
Bu takım dan bilimsel fikirlerim uğruna bir
tü r partizan savaşımı vermeye, yani Stalin’den
birkaç alıntı yaparak çalışmalarınım yayımlan­
masını sağlamaya ve sonra bu çalışmalarda ka­
lıptan uzaklaşan görüşlerimi varolan tarihsel
hareket alanının el verdiği ölçüde gerekli dik­
katle ortaya koymaya mecburum- Sonuç olarak
arada bir susma buyruğuyla karşılaştım, ö r ­
neğin savaş sırasında Hegel’i Fransız Devrimi
karşısında feodal gericüiği-tepk&çiHği savunan
bir filozof olarak ilân eden bir kararın açıklan­
dığı bilinmektedir. Ben de genç Hegel üzerine
yazdığım kitabımı o günlerde yayımlayarnadırn
tabiî. Şöyle düşünüyordum: Savaşı hani böy­
le bilim dışı ahmaklıklara başvurmadan da ka­
zanmak olanaklıdır, Ama madem ki anti-hit-
lerci propaganda bu yanlış düşünceye bir kez
bulaşmıştı, artık o an içip önemli olan Hegel’in
doğru anlaşılması uğruna kavga çıkarmak de­
ğil, savaşı kazanmaktı. Bilindiği gibi bu yan­
lış kuram savaştan sonra da uzun yıllar sürdü

133
gitti. Ama benim de «Genç Hegel» kitabımı ge­
ne tek bir satır değiştirmeden yayımladığım bi­
linmektedir (1948).
Ama sözkonusu olan çok daha önemli top­
lumsal sorunlar vardı ve bu sorunlar stalinci
yöntemin olumsuz yanım gene bu dönemlerde
açık seçik dışa vurmuşlardı. Tabiî büyük du­
ruşmaları düşünüyorum şu anda. Bunların hak­
la hukukla bağdaşırlığını başından beri kuşkuy­
la karşılamıştım, hani büyük Fransız Devri-
mi’ndeki Jirodenler ile Danton yandaşlarına
karşı yürütülen davalardan pek ayrılır yanlan
yoktu; yani duruşmalann yasallıklan sorununa
pek büyük bir ağırlık vermeden, tarihsel zorun-
luklannı kabul ediyordum, hepsi bu. (Bugün
Kruşçev, bu duruşmaların politik yönden de
gereksiz olduklannı kesinlikle vurgularken hak­
lıdır sanırım.)
Tavrım ilk kez, troçkizm ve benzeri düşün­
celerin tüm köklerinin kazınması buyruğu ve­
rildiğinde, temelden değişmeye başladı. Bunun,
çoğunluğu suçsuz insanlann kitleler halinde
yargılanıp yok yere hüküm giymesi anlamına
geleceğini daha baştan kavramıştım. Bugün ba­
na tavrımı niçin açıkça ortaya koymadığım so­
rulacak olursa, yeniden fiziksel olanaksızlığı
ortaya atacak değilim —o sıralar siyasal sür­
gün olarak Rusya’da yaşıyordum— ; bunun ne­
deni ahlâkla ilintiliydi: Sovyetler Birliği faşiz­
me karşı bir ölüm kalım savaşının eşiğindeydi.
İnançlı bir komünist şöyle diyebilirdi: «Right
or wrong, my party.» («Doğru da olsa, yanlış

134
da olsa, benim partim.») Bu durumda Stalin ön­
derliğindeki parti ne yapıyorsa, —-partiden bir­
çok kişi de benim gibi düşünüyordu— bu sava­
şımda onunla koşulsuz bir dayanışma içinde bu­
lunmamız, ve bu dayanışmayı her şeyin üstün­
de tutmamız gerekiyordu. Zaferle biten savaş
durumu kökünden değiştirdi. Yirmi altı yıllık
sürgünden sonra yurduma geri dönebildim. Tıp­
kı savaş sırasında olduğu gibi, sosyalist olsun
burjuva olsun, dünyanın tüm demokratik güç­
lerinin gericiliğe-tepkiciliğe karşı bağlaşması­
nın mümkün olabileceği bir aşamaya varmış ol­
duğumuz kanısındaydım. «Recontres Intem ati-
onales»de, Cenevre’de yaptığım 1946 tarihli ko­
nuşmamda bu görüşlerimi dile getirdim. 5 Mart
1946’da Churchill’in Fulton’da yaptığı konuş­
madan bu yana, kapitalist dünyadaki karşı eği­
limleri, Batı’nın etkili ve yetkili çevrelerinin sa­
vaş bağlaşımım yok etmek ve savaştaki düş­
manına gerek politik, gerekse ideolojik yönden
yaklaşmak amacıyla nasıl çırpındığını görme­
mem için kör olmam gerekirdi. Daha Cenevre’
de Jean-R. de Salis ve Deniş de Rougemont Rus­
ya’yı Avrupa kültürünün dışında bırakmak için
hazırlanmış taslaklar ileri sürdüler. Ama öte
yandan böyle bir girişim karşısında sosyalist
kamptan gelen tepkinin, benim ve benim gibi
birçok barış yanlısının, O rta Avrupa’da halk
demokrasilerinin kurulmasıyla güçlenen sos­
yalizm sayesinde silineceğini umduğumuz ide­
olojinin birçok Özelliğini barındırdığını görme­
mek için de kör olmak gerekirdi. Dünyadaki

135
yeni dorumun bir buyruk gibi önümüze çizdiği­
ne inandığıin ve hep inanacağım bu yolun gerek­
tirdiği çabalara bağlı olduğumdan, 1948 Wroc-
law Kongresinde O) barış hareketine büyük
bir heyecanla katıldım ve bugüne kadar da bu
hareketin inançlı bir yandaşı olmayı sürdür­
düm. Wroclaw konuşmamın konusu dünkü ve
bugünkü düşmanın: emperyalist gericiliğin-tep-
kiciliğih diyalektik birliği ve farklılığıydı,
1948 yılı belki de 1917’den bu yana en bü­
yük dönüm noktalarından biriydi: Çin’de pro­
leter devrimin zaferi, özellikle bu devrim ara­
cılığıyla Stalin'in teori ve pratiğindeki çelişki­
ler bir kez daha gün ışığına çıkmıştı.
Çünkü bu zafer, nesnel olarak, Stalin’in
Troçki’ye karşı —ve haklı olarak— savun­
duğu, «tek ülkede devrim» döneminin artık ta ­
rihe karıştığını gösteriyordu: O rta Avrupa’da­
ki halk deihOİbr&Silerinin doğuşu ise, bu yeni
duruma tam bir geçişti artık, öznel yönden ise,
Stalin ve yandaşlarının kökten değişen dünya
koşullarından teorik ve dolayısıyla da pratik
sonuçlan çıkarmak istemedikleri, dahası çıka­
ramadıkları görüldü. Çok akıllı bir kişi olan
Stalin, pratiği içinde yeni durumun kimi belir­
tilerini ve uğraklarını elbette kavram ıştı; an-1

1) WrocIaw’da (Breslau) 26 ve 30 Ağustos 1948


arasında «Barışı Koruma Kongresi» düzenlendi. Lukacs’
ut bu kongredeki konuşması, «Aydınların Sorumluluk­
ları» başlığı altında, 1955’de «Lukacs’ın Yetmişinci Do­
ğum Yıldönümü» derlemesinde yayımlandı.

136
cak ortaya çıkan bu yeni dununun, «tek ülkede
sosyalizm» döneminin yöntemlerinden —sana­
yi yönünden geri kalmış Rusya'nın nesnel olarak
sürekli tehlike altında kalışından türem iş bu­
lunan, ancak Stalin’in kendisi tarafından bu
zorunluğun çok ötelerine değin geliştirilen yön­
temlerden kopma anlamına geleceği, Stalin’in
kavrama ufuklarının çok ötesinde kalıyordu.
BÖylece yeni bir strateji ve taktiğin varlığını
buyuran yeni dünya durumu, eski stra te ji ve
taktiğin kaçınılmaz biçimde yeniden sivrilmesi­
nin, aşırılıkla gündeme alınmasının bir örneği­
ni sahneleyen bir girişimle yanıtlandı: Sovyet-
ler Birliği ile Yugoslavya’nın arası açıldı. Bu­
nun devamı elbette büyük durulm alar zama­
nından artakalan yöntemlerin yeniden tezgâh-
lanüıasıyda.
Bu yeni taban ile eski ideoloji arasındaki
çelişki, «Edebiyat Ve Demokrasi» adlı kitabım
üzerine 1949 ile 1950 arasında Sürdürülen ta r­
tışmalarla benim için daha da kolay anlaşılır
oldu, örgütleyim anlamında yönetici bir eylem­
di Olmamama karşın, 1944 yılında M acaristan’a
dönüşümden bu yana, ortaya çıkan yeni durum­
dan sosyalizme geçişi giderek İknaya dayanan,
kerte kerte açılan yeni yollardan gerçekleşti­
rebilmemin gerekli sonuçların» çıkarmaya çalışı­
yordum. Az önce sözünü ettiğim kitaptaki yazı­
lar ve konuşmalar bu çabalara ayrılmıştı. Her
ne denli bugün bu yazıları bazı yönlerden yeter­
siz, am açlan açık seçik belirlenmemiş, çıkarsa-
m alan yanlış yazılar sayıyorsam da, gene de

137
hareket yönleri doğruydu. Oysa bağnazlığın
ideolojisini savunanlarla anlaşabilmenin ne
denli umutsuz olduğunu gösterdi bu tartışm a­
lar.
Bu tartışm anın ve tartışm ada bilinçli ola­
rak gerilememin —o sıralarda Rajk duruşmaları
vardı (2) ~ birinci yararı, çok dallanmış bu­
daklanmış eylemci işlevimi bir yana bırakarak
tümüyle kuramsal çalışmalara yönelmem oldu.
Tartışmaların deneyimleri ve günün etkili olay­
ları, marksçılık-leninciliğin sorunlarım bun­
dan böyle Stalin’in ve yandaşlarının yöntemle­
rine karşı daha derinlikli, daha köklü gözden
geçirmeme yol açtı. Dünyanın durumunda or­
taya çıkmış bulunan belirleyici yenüiği Stalin’
in kavrayamamış olduğu kanısı, geçmişi şöyle
didik didik incelemekle yaygınlaşıp genelleşti.
Yirminci yüzyılın yirmilerinin ikinci yansında
faşizme karşı savaşım en önde gelen sorun olup
çıktığında, Stalin’in, bu savaşınım önemini bi­
le ancak on yıl geçtikten sonra kavrayabildiği-
ni anlamıştım. Sosyal demokrasiyi faşizmin

2) Laszlo Rajk (1909-1949), 1932-33 yıllan ara­


sında Ispanya’da iç savaşa katılmış, 1941-44 arası giz­
lice geri geldiği yurdunda tutuklu kalmış, 1944’de Al­
m anya'ya götürülmüş, 1945’de tekrar Macaristan’a dön.
müştür. Macar Komünist Partisi I. sekreterliği, içişle­
ri ve dışişleri bakanlığı yapan Rajk, devlete karşı
komplo düzenlediği gerekçesiyle idam edilmiştir. Daha
sonraları suçsuzluğu anlaşılan Rajk, Macaristan'da
başlayan Stalin terörünün ilk kurbanı sayılır.

138
«ikiz kardeşi» sayan öğretisi, işçi sınıfının, da­
hası tüm demokratik öğelerin oluşturacakları
birleşik cephenin, insan kültürünün varolma ya
da yokolma sorununa dönüştüğü dönemde, böy­
le bir cephe birliğinin kurulmasını olanak dışı
yapıp çıktı. Yani 1917’nin devrim fırtınaların­
da ve devrimin hemen ertesinde haklı olan, ama
fırtınanın yatışmasından sonra, en gerici te­
kelci sermayenin her yönden saldırısının yay­
gınlaşmasından sonra nesnel olarak tümüyle
eskimiş bulunan bir strateji ve taktiğe dört el­
le sarılmıştı hâlâ. Bu bakımdan 1948’den sonra
olup bitenleri yirmilerin temel yanlışlarının yi­
nelenmesi gibi değerlendirmekten kendimi ala­
madım.
Görüşlerimin iç gelişimi, burada irdeleyece­
ğim bağlamların asıl konusu. Ancak yanlış gö­
rüşlerin temelinde yatan düşünce sistemini şöy­
le taslağımsı olarak bile çizmem olanaksız. Ama
Stalin’in düşüncesindeki trajik çelişkinin
gittikçe daha açık seçik gözlerimin önüne seril­
diğini söylemeliyim.
Lenin emperyalist aşamanın başında öznel
etmen’in anlam ve önemini klasiklerin öğretile­
rinden de öteye geliştirmişti. Stalin bundan, öz­
nel dogmalardan oluşan bir sistem türetti. Sta­
lin’in tra jik çelişkisi, büyük yeteneğinin, zen­
gin deneyimlerinin, keskin zekâsının bu öznel
büyü çemberini sık sık kırmasına, dahası öznel­
ciliğin hatalı olduğunu net olarak görmesine yol
açmasıdır. Bu bakımdan, son yapıtmda («SS

139
CB’de Sosyalim in Ekonomik Sorunları») eko­
nomik öznelciliğin doğru bir eleştirisini ortaya
koymasına karşın, bu öznel ekonom im in mane­
vi babasının, sabırlı, kararlı körükleyicisinin
kendisinden başkası olmadığını akimın köşesin­
den bile geçirmemiş olması, bana çok trajik
geliyor, ö te yandân, böyle bir düşünce sistemi
içinde birbıriyle kıyasıya çelişen görüşler hiç
rahatsızlık vermeden yanyana bulunabiliyorlar,
örneğin, zorunlu olarak durmadan artan sınıf
k a rşıtlık la r kuramı ile, sosyalizmin en son aşa­
masının, komünizmin elle tutulabilecek kadar
yalanda bulunduğu kuranımın yanyana oluşları
gibi. Bu birbirini karşılıklı olarak dışlayan sav­
ların birbirine dolaşması, sonunda, «herkes ye­
teneğine göre, herkese gereksinmesi kadar» di­
ye özetlenen özgür ilkenin otokratik düzenlen­
miş polis devletinde gerçekleştiği bir komünist
devletin doğuşuna yol açtı. Lenin’in «tek ülke­
de sosyalim » kuramını Troçki’ye karşı başarıy­
la savunmuş olmanın, böylece de büyük bir iç
bunalım döneminde sosyalim i kurtarm anın
onuruna sahip çıkan Stalin, 1948'le birlikte or­
taya çıkan yeni dönem karşısında, tıpkı bir za­
manlar Troçkfnin Sovyetler Birliği’nin gelişim
zorunluğu karşısında takındığı anlayışsız ku-,
ramsa! tavrı takınm ıştır. Stalin’in geride kal­
ması ve anlayışsızlığı yüzünden, emperyalist
düşmanlarının soğuk savaşı kolaylıkla sürdür­
melerini sağladığı, bugün çok kişi tarafından
görülebilmiştir artık.
Yineliyorum: Burada yalnızca kendi gö-

140
nişlerimin gelişmesi anlatılacaktı; o da marks-
çılığın kuramsal sorunlan açısından. Buraya
değin Stalin üzerinde söylenenler, sorunsalı doğ­
ru olarak ortaya koymamızı kolaylaştıracak ar­
ka planı ve ortamı sağlamak içindi. Büyük Sta-
lip devriminin ilk yıllarında Önemli bir bölüm
aydmm o heyecanlı havası düşünülecek olursa*
Lenin’in marksçılıkta dahice gerçekleştirdiği
çifte reform yapıtı bu devrimin hazırlayıcıları
arasındadır. Bir kere Lenin, marksçılığm usta­
larıyla ilgili yıllardah beri süregelen önyar-
g ılan süpürüp atmıştı. Ve bu temizleme işlem­
lerinde, Marx ve Engels’in yapıtlarının o zama­
na dek henüz gün ışığma çıkarılmamış çok ge­
niş bilgilerle dolu olduğu görülmüştür, ö te yan­
dan yılmaz gerçekçilik duygusuyla, yaşamın
gündeme getirdiği yeni sorunlar karşısında, us­
talardan aktarılan «şaşmaz» alıntılara öylöce
bel bağlamanın olanaksızlığına dikkati çekmiş­
ti; Komünist Parti Merkez Komîtesi’nin politik
raporunu sunarken, emperyalizmin çağdaş gö­
rünümü konusunda bu türden marksçılara kar­
şı iğneleyici bir alaycılıkla şuhlan demişti:
«Marx bile bu konuda tek bir sözcük olsun yaz­
mayı aklına getirmemiş, tam olan tek bir alın­
tı* ÇÜTütülemez tek bir değinme bırakmadan da
ölmüştür. Bu nedenle, şimdi paçamızı kendi
başımıza kurtarmalıyız.»
Marksçılığm Lenin’ce bir inşası umudunu,
burada da belirttiğim gibi, Lenİh’in ölümünden
sonraki ilk yıllarda korumuştum. K erte kerte
artan, gelişen düş kırıklığımı da açık seçik an­

141
lattım burada. Sonuçta, bu durumun bilimsel-
kuramsal yönden önemli olan yanını derlemek
kalıyor geriye. Sorun, Stalin’in düşünsel-mane-
vi egemenliğinin yerleşmesi ve bir kişi yücelti-
mine dönüşülesi ölçüsünde, marksçı araş-
tırmanm da «kesin hakikatler »in yorumu­
na, uygulanmasına ve yaygınlaştırılması-,
na dönüşüp yozlaşması sorunudur. Yaşamın
tüm sorunlarına verilen yanıt, yaygın öğretiye
bakılacak olursa, marksçılığm ustalarının, özel­
likle Stalin’in yapıtlarında saptanmıştı. Bu ara­
da başlangıçta Lenin M ars’ı ve Ehgels’i, sonra
da Stalin Lenin’i giderek daha çok arka plana
ittiler, örneğin, diyalektiğin yasalarını Lenin’in
«Felsefe Defterleri »ne göre ele alan bir filozo­
fun içine düştüğü güç durumu anımsıyorum.
Onu, Stalin’in «Parti Tarihi»nin dördüncü bö­
lümünde diyalektik yasaların sayısını ve tanı­
mını kesinleştirdiğini ileri sürerek suçladılar.
Yapılması gereken, işlenen soruna uygun yeri
Stalin’den bulup, alıntı biçiminde saptamaktı.
Bir keresinde Alman arkadaşlarımdan biri, «Bir
fikir nedir?» diye sormuştu, «Fikir [bu] alıntı­
lar arasında bağ kurmaktır.» Gerçi marksçılık-
leninciliğin geliştirilmesine açılan kapınm yine
de tümüyle kapanmamış olduğunu yadsımak
yanlış olur. Gelgelelim, sonsuz hakikatler hâ­
zinesini yenileriyle zenginleştirme, ya da o güne
kadar çürütülmez sayılan bir hakikati devre
dışı bırakma ayrıcalığına yalnızca S ta lin . sa­
hipti.
Bilimsel yaşamın böylesine bir sistemden

142
çok zarar gördüğünü enine boyuna anlatmaya
hiç gerek yok sanırım. Yalnızca, marksçılığm
geliştirilip ilerletilmesi için kuramsal yönden en
önemli büimlerden olan politik ekonominin ve
felsefenin, o günlerde tümüyle felç edildiğini
belirtmek isterim. Doğa bilimlerinin gelişmesi
ise, bu yüzden öyle fazla engellenmiş değildir.
Her ne denli bu alanlarda da arada bir sürtüş­
meler, anlaşmazlıklar ve dahası bunalımlar or­
taya çıkmışsa da, bu bilimlerin pratikte gelişti­
rilmesi öylesine yaşama ilişkin bir sorundu ki,
doğa bilimleri alanındaki ilerlemenin durdurul­
ması olanaksızdı. Bu vermsiz «almtıbüim»in
(«Zitatologie») tehlikeli sonuçları örneğin yön-
tembüim (metodoloji) sorunlarında, dünya gö­
rüşünün temellerini saptamada vb. daha belir­
gin su yüzüne çıkar.
Bu dondurma, kemikleştirme ruhuna [dü­
şüncesine] karşı partizanca savaşım veren bir
tek ben değilim. Stalin’in ölümünden bu yana,
özellikle XX. Kongre’den beri bu sorun karma­
şası nitelikçe yeni bir aşamada ortaya çıktı:
Tüm bu sorunlar sonunda açıklıkla tartışıldı;
bilimin resmi düşüncesi iyi kötü anlaşılır bi­
çimde dile getirilmeye başlandı. Gene burada
sözkonusu tartışm aların durumuna ve ta rtış­
malarda ortaya çıkan eğilimlere şöyle ucundan
da olsa değinmemiz, bu çalışmanın görevi dı­
şında kalır. Kendi görüşümü kısaca derlemek­
le yetineceğim: Bugün marksçılık için en büyük
tehlikenin revizyonist eğilimlerde yattığına ina­
nıyorum. Onbeş-yirmi yıldır Stalin’in ortaya

143
attığı her şey marksçılıkia özdeş, h attâ marks-
Çilığm tırmandığı en uç nokta olarak tanıtıl­
dığından; burjuva ideologları, Stalin’in yanlış­
lığı artık ayyuka çıkan birçok tezini ve uygu­
ladığı yöntemin önemli uğraklarım kullanarak,
bunlarla birlikte, bunlarla özdeşmiş gibi gös­
terilmeye çalışılan ustaların vardıkları sonuç­
la n da yadsımaya çalışmaktadırlar. Ve bü dü­
şünce yönelimi, kalıpçı-bağnaz eğitimleri so­
nucu düşünce yönünden savunmasız duruma
gelmiş bulunan birkaç komünisti de etkilediğin­
den, burada önemli bir tehlikeden söz edilmeli­
dir. Ama bu bağnazlar, Stalin’in marksçılığın
ustaları ile özde özdeş olduğu görüşüne dört
elle sarılmaya devam ederlerse, böyle akıntıla­
ra karşı tıpkı saf revizyonistler gibi çaresiz,
savunmasız kalacaklardır. Marksçılık-lenincili-
ğin korunması ve geliştirilmesinin sürdürülme­
si için bu çıkmaz sokaktan bir ara yol, bir çıkış
yolu bulmak gerek; yani revizyonizmle etkili
bir savaşım için bu bağnazlığın kökünün kazın­
ması zorunludur.
Az önce de belirttiğim gibi, Lenin burada
alınması zorunlu olan tavrın dayanak noktası­
nı açıkça göstermiştir. Eğer marksçılığın bize
gelişebilmesi için gerekli güvenilir bir yöntem,
bir dizi sağlam hakikat, birçok verimli dayanak
bıraktığını; bunları derinlemesine öğrenip be­
nimsemeden ve değerlendirmeden ileriye doğru
tek bir bilimsel adım atamayacağımızı; yalnız*
ca marksçılığın tabanı üzerinde evrensel bilim­
lerin oluşturulup geliştirilmesinin bir görev ol*

144
duğunu, ancak bunun çoktan hazırlanıp önümü­
ze konmuş bir şey olmadığını bilirsek —bütün
bunlar açık seçik anlaşılırsa, marksçı araştır­
mada yeni' bir atılım olanağı ortaya çıkacaktır.
Engels ölümünden Önce m arksçılann önündeki
bu göreve dikkati çekmişti. Lenin ise onun uya­
rılarını yineledi. İnanıyorum ki: Şimdi bu is­
tekleri yerine getirmenin zamanı gelmiştir. He-
nüz bir marksçı mantığımız; marksçı estetiği­
miz, marksçı ethik’imiz, marksçı psikolojimiz
vb, yok dersek, yıldırıcı, umut kırıcı bir şey söy­
lemiş olmayız. Tersine, birçok kuşağın yaşa­
m ım verimlileştirecek, yaşamını dolduracak bü­
yük ve sürükleyici bilimsel ödevlerden umut
dolu bir coşkuyla söz ediyoruz.
Bu çerçeve içinde, böyle bir çalışmanın bo­
yutlarına ilişkin somut olarak konuşmak ola­
naksız. Daha kendi çalışmalarım için bile, yer
darlığı nedeniyle böyle bir açıklama yapmam
olası değil. Yalnızca şunu söyleyebilirim:
Marksçılığın ustalarıyla uğraşım, bana yaşa­
mımda ilk kez çabalarımın her zaman yönelik
olduğu şeyi gerçekleştirme olanağını verdi: Ma-
nçvi-düşünsel dünyanın fenomenlerini gerçekte
olduğu gibi, kendinde olduğu gibi, tarihsel-sis-
temli yapılarıyla doğru görmek, bu yapıya bağ­
lı kalarak betimlemek ve bunları hakikatlerine
uyarlı biçimde dile getirmek» Bu açıdan bağnaz­
lığa karşı savaşım da bir bakıma kendini savun­
madır. Çünkü başlangıçta etkisi altında kalarak
faaliyetim© başladığım burjuva ideologları, bu
fenomenleri hiç kuşkusuz çarpılmışlardır. An­

F: 10 145
cak dogmacılık, öznel «çürütülmezliği» ile, nes­
nenin derinlemesine incelenmesine, nesneden
hareket eden her türlü genellemeye karşıydı:
Düşünce yapısında çevreyi görmesini engelle­
yen bu soy kapakçıklar bulunan herkes, ancak
hazırlop dogmalardan birtakım açıklayıcı ta ­
nımlamalar türetebilir ve gerçekle her türlü ba­
ğı yitirmeye mahkumdur. Dogmacılığa karşı
sürdürdüğüm partizan savaşımım, yaşamla, ya­
şamın nesneleriyle olan canlı ilişkimi koru­
makla kalmamış, bu ilişkiyi geliştirmiştir. Bu­
gün bir estetikle uğraşabiliyor ve bir ethik’in
düşünü kurabiliyorsam, bunu bu savaşıma
borçluyum.
Böylece bu satırları da coşkun umutların,
bekleyişlerin heyecanı içinde yazıyorum. Bili­
yorum: Yeni yollan araştıran çabaların biti­
şine daha çok var; dogmacılığa kayışlann re-
vizyonizmin aynı ölçüde güçlenmesiyle karşı­
landığı kimi durum lan yaşadık, bugün de yaşı­
yoruz. Evrensel nitelikte marksçı bir bilimin
oluşturulması doğrultusunda ortaya konacak
ciddi çalışmalann —burada öncelikle kendim­
den söz ediyorum— bana sarsılmaz ve tükenmez
bir yaşama anlamı kazandıracağı kesindir.
(Kendi çalışmalanmm hangi nesnel değerleri
kazanacağı konusunda tarih karar verecek; ben
bunu yargılayacak yetkide değilim.) Bugün de
sayısız engelle karşı karşıyayız. Devrimci işçi
hareketi doğuşundan bu yana çok çeşitli dar
boğazlan aşmak zorunda kalmıştır. Bugüne
dek bunu hep başardı, gelecekte de başaracak,

146
buna inancım sonsuz. Ben de bu taslağımsı ya­
zıyı Zola’mn biraz değiştirilmiş bir deyişiyle
bitirmek istiyorum: «La verite est lentement
en marche et â la fin des fins rien ne I ’arrete-
ra.» («Hakikat yavaş yavaş örtaya çıkıyor ve
sonuçta bunu hiçbir şey önleyemeyecek.»)

147
BİREY ve toplum

KOİELER: Nicedir belli bir soru, sürekli il­


gilendiriyor beni; kafamı kurcalayıp duruyor.
Bugünlerde ideolojiyi tek yanlı ele alıp, onun
yanlış bilinç ile aynı şey olduğunu ileri sürer­
ken, sözde bunun karşıtı olan, «boşlukta duran
bilinç» diye tanımlanan bilinci, özgür, bağım­
sız bilinç saymak olağan oldu. Amaç buradan
burjuva ideolojisini destekleyici sonuçlar tü ­
retmek. Böyle olunca şu soruyla karşılaşıyo­
ruz: Bunu söyleyen kişiler nüfusun yansım
oluşturan işçi sınıfının da burjuvalaştlğmı za­
fer kazanmışçasına ileri sürmekten geri kalmı­
yorlar. Söylenmek istenen şu: işçinin eskiden
yanlış bir smıf bilinci vardı, bugün sırf burjü-
va bilincini aldığı için doğru bir bilince sahip­
tir. Bu ise bir çelişki anlamına gelir: öyle ya,
bir yandan tanımı gereği doğru bilinci bağım­
sız, özgür, boşta duran bilinçle bir saymak, son­
ra kalkıp işçiçilerin bundan böyle bâğlı bir bi­
lince (burjuva) sahip olmalarıyla doğru bir bi­
linçlerinin bulunduğunu ileri sürmek abes olmaz

148
nu? Bu çelişki burjuva ideolojisinin kaçınama­
yacağı bir zorunluk mudur, yoksa bir raslantı-
nın ürünü müdür?
LUKACS: İzin verirseniz, soruyu belli bir
ölçüde yalınlaştıracağını Önce. Sanıyorum ki
Gramsçi, ideoloji sözcüğünü genel olarak bir­
birinden tümüyle ayrı iki anlamda kullandığı­
mızı ileri Şürerken haklıydı. Bir yanda, her in­
sanın toplumda belirli bir sınıfsal konum için­
de yaşadığını, insanın içinde bulunduğu döne­
min kültürünün de bu sınıfsal konumun bir
parçası olduğunu, giderek, verilmiş belli bir an­
daki durumun belirlemediği tek bir bilinç içe­
riğinin bulunamayacağını gösteren marksçı bir
olgu var; Öte yanda ise, ideoloji sorununu yu­
karıdaki gibi koyunca, belli başlı bazı çarpıtma­
lara da yol açabiliriz. Sözgelimi İdeolojiyi, ger­
çeğe karşı gösterilen bir tepki -—belli bir biçim
bozumuna uğramış— bir tepki saymak alışkan­
lığı da yaygındır. Sanıyorum ki, ideoloji kav­
ramım kullanırken bu iki anlayışı birbirinden
tamamen ayırmalıyız, ve bu amaçla —şimdi
varlıkbilimsel (ontölojik) soruya dönüyorum—
insanın daha başlangıçtan bu yana her orga­
nizma gibi çevresindeki uyarittılara karşılık ve­
ren bir varlık olduğu gerçeğinden hareket etme-
liy ii Yani İnsan, kendi gerçeği içinde ortaya
çıkan sorunlardan sorular yapıp, bunlara yanıt
arar. Gelgelelim öyle başıboş, boşlukta dur­
duğu söylenen, hiçbir katkı olmaksızın ken­
dinden, içten dışa işleyen bir bilinç ne olmuş­
tur, ne de olabileceğini kanıtlayan çıkmıştır

149
şimdiye kadar. Boşlukta duran «zekâ» kavra­
mının da, tıpkı günümüzün o pek hoşa giden
«ideolojiden arındırma» kavramı gibi, gerçek
insanın gerçek toplumdaki gerçek konumuyla
uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur.
KOFLER: Gene bu bağlam içinde, sınıflar­
dan bağımsız, anlayacağınız sınıfsal konum ta ­
rafından belirlenemeyen ideolojik fenomenler,
yani üstyapı fenomenlerinin bulunup bulunma­
dığı sorusu ikide birde ortaya atılıyor. Siz ken­
diniz Bay Prof. Lukacs, eski çalışmalarınızda
ideoloji sorusunun sınıf ile doğrudan ilişki so­
runu olmadığını, sımf tûplumunun bütünselli­
ğine giren bir sorun olduğunu kesinlikle vur­
gulamıştınız. Ve gerçekten de, gerek burjuva-
ziye, gerek işçiliğe ve gerekse küçükburjuvazi-
ye bağlanabilen belli başlı ideolojik fenomenler
bulmak mümkün; sözgelimi dil alanında, önce­
likle de nesnelleştirme dünyasından türeyen
terminoloji alanında; örneğin: «Teknik bize
hükmediyor,» «atom bombası bizi tehdit edi­
yor,» «enflasyon her şeyi pahalüaştınyor,» ya
da «ezüme kitle toplumundan i 1) türüyor.»

1) «Kitle toplumu» çağdaş burjuva felsefe ve


toplumbiliminin, emperyalizmin sınıfsal karakterini
gizlemek ve sosyalizmi yermek için başvurduğu bir
kavramdır. Emek-sermaye çelişkisine değinmeden, üre.
tim ve nüfusun hızla artışı sonunda, insanın, insanlı­
ğım yitirmesine yol açan büyük bir çarkın bir parçası
durumuna girdiğini ileri süren burjuva düşünürleri,
içinde yaşadıkları toplum düzenini, sınıfsal yapıya de­
ğinmeden eleştirme imkânları aram aktadırlar (Çev.)

150
Marx olsa alaylı bir biçimde «Sıkıntı burada
yoksulluktan türüyor,» derdi. Sözün kısası dilin
bu genel-kullanım biçimleri, gerçekten de, her
ne denli sınıflı toplumdan bağımsız biçimler ola­
rak değilse de, sırf belirli bir [tek] sınıfa bağ­
lanamayan [düzenleşimlenemeyen-koordine edi­
lemeyen] biçimler olarak sınıflandırılabilirler;
çünkü bunlar nesneleştirilmiş, fetişleştirilmiş
toplumsal bir durum içindeki belli başlı davra­
nış tarzlarının yansımalarıdırlar.
LtJKACS: Gene burada sorunu biraz daha
ileri götürmek isterim. İnsan yaşamı doğa ile
insan arasındaki bir madde özümlemesine da­
yandığından, bu özümlemeyi sürdürürken elde
ettiğimiz hakikatlerin (örneğin matematiksel,
fiziksel, geometrik) genel bir geçerlüik taşı­
dıkları su götürmez. Ne var ki, bu genel geçerli
hakikatlerden burjuvasal anlamda birer fetiş
yaratılm ıştır; çünkü bu hakikatler, duruma gö­
re sınıf savaşımına sımsıkı bağlanabilirler; ve
eğer bugün astronominin hakikatleri sınıflara
bağlı değildir, diyorsak, doğrudur bu; ama öte
yandan Kopemikus ve Galilei üzerine sürdürü­
len tartışmalarda, kişinin Galilei’nin yanında ya
da karşısında tavır almış olması, onun sınıfsal­
lığını belirleyen en önemli uğraklardan biriydi.
Toplum ile doğa arasındaki özümleme de
toplumsal bir süreç olduğundan, bu süreç için­
den elde edilen kavramların bir toplumdaki sı­
nıf savaşımlarına etkin olmaları olanağı her
zaman vardır. Şimdi ben «evrim», «ilerleme» ve
benzeri kavramları seçerken kullandığım söz-

151
cûkler tam, kesin değil; aslına bakılacak olur­
sa, «evrim,» sınıflardan bağımsız olduğunu söy­
leyeceğimiz bir olgu; sözgelimi Darvvin’deki
türleri» evrimi’nde olduğu gibi. Gelgelelim, öte
yandan özellikle darvincilik sorunu nice yıllar
toplumsal bir tartışm am » da konusu olagel­
miştir. İnsanlığın bağdaşık bir evrim mi izle­
diği, yoksa değişik kültür hareketlerinin başta
ve sonda ortaya mı sıktıkları, anlayacağınız,
burada bir döngünün bulunup bulunmadığı so­
rusu da* gene bir toplumun sınıfsal katmanlaş­
masından bağımsız yanıtlanacak bir soru de­
ğildir.
Şimdi burada, bir yanda insan aklmm, in­
sanın anlama yetisinin, çeşitli sınıfların kendi­
sini nasıl değerlendirdiğine aldırmaksızın tüm
toplum, hattâ tüm doğa görünüşü için geçerli
şeyler saptayabilmesine, öte yanda insanın olan­
ca kişiliğiyle toplumsal savaşımın içine katıl-
mışlığına bakarak —bu durumda herhangi bir
önermenin kabul edilmesi ya da reddedilmesi,
insanın smıfsallığmm koşulladığı bir sonuç­
tu r artık— sınıflara bağlı olma ve olmama ko­
nusunda kaygan sınırlar bulunduğunu söylemek
istiyorum. Yani, genel bir ayrımlamaya gide­
meyeceğimiz kanısındayım: Burada ideoloji bi­
ter, burada başka bir şey başlar, diyemeyiz.
Sözkonusu olan, toplumun verilmiş yapışınca ve
bp yapıyla bağlam içindeki sınıf savaşımlarının
mevcut düzeyince belirlenmiş olup, soyut cüm­
lenin açıklayamayacağı kaygan, akışkan bir
şeydir, «Boşlukda duran» diye tanımlanan sı-

152
rufların dununu da aynen böyledir. öyle fazla
çalkantılı olmayan —diyelim ki— sakin dö­
nemlerde, bir sınıfın, o sırada egemen olan sa­
vaşımlar karşısında tamamen tarafsız tavırlar
takındığı dtırumlara Taslandığı tartışm a götür­
mez, Ancak, toplumun içinde, her türlü olasıl
sınıf farklılıkları karşısında tarafsız kalaca­
ğını hemen baştan ileri sürebüeceğimiz bir in­
sanın bulunamayacağını kesinlikle söyleyebili­
rim.
Pratikte bir bağımsızlığın ve daha da öte­
ye, en olasılık dışı bağlaşmaların olanaklılığı,
tarihin çok renkli olmasını sağlamaktadır. 19.
Yüzyılın, ilk yansı İngiltere'sinde belli başlı
işçi reformlarında, en tutucu alristokrasinin
burjuvaziye karşı çıktığını ve çalışma saatleri­
nin kısaltılmasını sağladığını sanırım anımsa­
yacaksınız. H er ne denli bu olgu, bir olgu ol­
maktan öteye, o zamanki sınıf Savaşımları göz
önünde tutulduğunda, [aristokrasi] sınıfının
anlaşılır bir eylemi idiyse de, kalkıp da, aris­
tokrasinin çalışma saatlerinin kısaltılmasından
yana Oluşu bü sınıfın sınıfsal çıkarları gereği­
dir, gibi bir sonuca varacak phirsak, biraz ile­
ri gitm iş oluruz. Anlayacağınız, hakikatin so­
m ut öldüğünü söyleyen temel diyalektik ilkeyi,
idteoloji sorununda da ayakta tutmamız gerekir.
KOFLER: Sararım burada olağanüstü
önemli bir açık-seçiklik sağlama zorunluğuyla
karşı karşıyayız. Şimdi bizim çevrelerde çok
tartışılan bir konuya parmak basmak istiyo-
~rom. Kavramların akmasından, birbirine geç-

153
meşinden, kendilerini kabul ettirmelerinden,
bir genellemeden... söz ettiniz.
LUKACS: Evet...
KOFLER: örneğin ilerleme kavramında ol­
duğu gibi... H attâ biraz daha genişleteyim: Sö­
zünü ettiklerim soyutlama kavramları. Son gün­
lerde bunun nasıl gerçekleştiği sorusu ortaya
atılıp, sonunda akıldışıcılığa gelip dayanıldığı-
nı görüyoruz. Akıldışıcılığm insan ruhunun bir
yapımı olduğunu yadsıyamayız kuşkusuz. Ge­
rekirse sergiyi, boşlukda durduğu söylenen «ak­
lı, bilinci,» yaratıcı olanı vb. sayabilirim bura­
da. Siz, yazılarınızda akıldışıcılığa hep saldırdı­
nız ve gerek kavramların oluşturulmasında,
gerekse ideolojik somutlaştırma alanında taşı­
dığı tehlikelere dikkati çektiniz. Aşağı yukarı
ruhsal yaşantı alanında, içde olup bitenin, ak-
la-uygun olan karşısında bağımsızlaştırüdjığı-
nı, aşın vurgulandığım, böylece yaşantının, da­
ha doğrusu iç yaşantının —alabildiğine modem
sorulara geçtik bile— yani akıl-dışı olanın, asıl
dünyanın yerine geçtiğini söylemek istiyordu­
nuz sanırım.
Sonra şu mitleştirme sorunu var. Bir yanda
akıl ile mantığın, öte yanda akıl ile iç hakika­
tin karşı karşıya getirilmesi sorusu var. Gide->
rek akıldışı anlayışta «ilerleme» kavramımn
yadsınması da buna eklenebilir. Sonuçta «yaşan-
ti» ile, «asıl değerli olan» ile ve «iç-insamn özel
yanı» ile bağdaşamayacağı ileri sürülen insan­
cılık (hümanizma) alaya almıyor. Yani insan­
cıl olan yüzeysel, dışsaldır; diğeri ise ince, du­

154
yarlı, içsel bir şey olup, ondan üstündür. Sizden,
ileride değineceğim Alınan tarihinde akıldışı-
cılık sorunundan bağımsız olarak, bu soruya
tamamlayıcı ya da yorumlayıcı biçimde yaklaş­
manızı isteyeceğim.
LUKACS: Evet, bakın, önce olağanüstü
yaygın ve güncel olan bir yanılgıyı bir yana it­
mek istiyorum; yani bir yanda içsel bir şey
olan sezginin, öte yanda düşünsel çıkarsama­
nın (akıl yürütmenin) karşıtlar olarak ele
alınmasını. Sezgi, bilgi teorisi kavramı olarak
ele alındığında, tümüyle yankştır ve arkası
bomboştur. Ama salt ruhbilimsel bir kavram
olarak, her zaman ortaya çıkan bir olağanlık­
tır. Bu kavramın mitleştirilmesine karşı şunu
saptamak gerekir: Sezgi hep, kişi bir düşünce-
karmaşasıyla çok uğraşınca ve bu karm aşa ki­
şinin bilinç altında uzun zaman işledikten son­
ra, «ansızın» ortaya çıkar, —tırnak işaretleri
içinde ansızın diyorum— bir sonuca varır. Böy­
le bir sezgiyi matematiğin içinde bile bulabüir-
siniz; yalnızca sanatla böylesine sımsıkı bağ­
lanmış olması kesinlikle yanlıştır; ancak —işte
şimdi bilgi teorisi yanma geliyoruz— herhangi
bir önerme için ya da herhangi bir önermeye
karşı, o önermenin sezgi ile mi, yoksa sezgi-
siz mi bulunduğu konusunda bir şey söyleye­
meyiz. Önerme ya mantıksal, ya da tarihsel
olarak doğrulanmalı ve sezgi ile mi yoksa sez-
gisiz mi bulunduğuna bakılmadan, önermenin
doğruluğu sınanmalıdır.
Bu saptamayı önemli saymamın nedeni, ka­

155
nımca hani bilgi teorisi yönünden bir nedene
dayandırmak gereği bile duymadan, Alman fel­
sefesinde Şchelling’ten bu yana, h a ttâ daha
Kant'ın «Yargı Gücünün Ele§tirisi»xüle, sezgi­
sel bilgiye sezgisel olmadığı varsayılan bilgi
karşısında üstünlük tanınmış olmasıdır. Sez­
ginin üstünlüğü belirli bir bağnaz tavırla Öy­
lece kabul edilmiştir. Bu işin belirli Ölçüde öz­
nel olan yam. işin nesnel yanma gelince; insa­
nın nesnel-gerçek pratiğinde somut olan ve man­
tık anlamına gelen akıl ile, yüzyıllar boyu abar­
tılmış soyut akıl arasında bir uzaklık bulundu­
ğu kanısındayım. Çalışmamızdan, nesnel-ger-
çeği altetm e çabamızdan çıkan şey, akla-uygun
olandır, demek istiyorum; örneğin, gerçekte
işlerliği olan, geçerli bir bağlamlığı buluşumda
olduğu gibi. Ellimden bir taş bırakırsam^ o taş
yere düşerse ve bu deneyi birkaç kez yineler*
sem, Galilei’nin, daha yüksek bir düzeyde düş­
me yasası biçiminde formüle ettiği mantıksal
bir bağlandık bulurum. Ne var ki, yaşamın için­
de bulduğumuz her gerçek akla-uygunluk, bir
«öyle olursa-böyle» akla uygunluğudur. Her­
hangi somut bir durum, somut sonuçları ile bağ
içindedir ve bu [bağ], yaşamımız içinde bir
yasalar demetiyle birlikte yeniden ortaya çıktı­
ğı için, haklı olarak, böyle bir bağlam akla uy­
gundur, diyoruz. Gelgelelim mantığın, mantık
içinde yakalananın abartılmasıyla dünyanın
[evrenin] genel bir akla uygunluğuna varılmış­
tır ki, olgusal olarak (de facto) yoktur böyle
bir akla uygunluk. Demek istiyorum ki, bugün

156
egemen olan doğa yasaları için, bir taşın yer­
yüzüne düşmesi akla uygundur. Ama taşın yu­
karı doğru uçtuğu ve düzenli olarak hep yukarı
uçacağı bir başka dünya tasarlayacak olursam,
böyle bir dünyanın insanları da bunu [taşın
uçuşunu} akla-uygun sayacaklardır. Böyle
olunca —işte burada «öyle olursa böyle» akla
uygunluğu işe karışıyor— taşın yere düşmesi
herhangi akla-uygun nedenlerden değil de, do­
ğanın o durumda öyle olduğu için (başka türlü
değil) zorunlu kıldığı bir akla uygunluktur.
' Şimdi toplumda da, toplumsal gelişmede de,
ikide birde, dün akla-uygun görünenin bugün
olgular ile bağdaşmadığı, anlayacağınız, top­
lumsal (anlamda) yukan doğru uçan bir taşla
uğraşmak zorunda kaldığımız durumlar orta­
ya çıkıyor. Bu durumda insanlık iki tavır takı­
nabilir, Birinci tavır insanın çalışma sırasında
doğa karşısında takındığı tavırdır: Eğer bir
madde, o zamana değin bilinen yasalara belirli
bir ölçüde ters düşüyorsa, o zaman yeni yasaJ-
lık bulunana değin başka açıklamalara baş vu­
rulur. Bu toplumsal gelişimde de sık sık görü­
len bir olaydır, ö te yandan toplumsal gerçeğin
bijyle bir değişimi, —işte gene sınıf durumuna
geri dönmüş oluyoruz— belli başlı sınıflar için
tamamen saçma, anlamsız bir şeydir; [böyle
bir değiştirmede], toplumsal anlamda söyleye­
cek olursak, belli başlı sınıflar için çok yalın
ve akla-uygun görünen şeylerin, egemen sınıf­
lar ve onlara yakınlık duyanlar tarafından kar-
gaşamsı ve akıldışı sayıldığı Fransız Devrimi’

157
ildeki sınıflann durumunu alm. Düşüncemiz da­
ima toplumsal durumumuza bağlı olup, onunla
bir bağlamlılık oluşturduğundan, tarihte her
zaman, önemli sınıflarla onları temsil eden
önemli düşünürler, belirli durumlarda, yeni bağ­
landıkları ve toplumun yeni gelişimini eski
aklın açısından inceleyip yargılamaktan geri
kalmayacaklardır. Çünkü şunu unutmamalısı­
nız: Her ne denli, Fransız Devrimi sırasında o
zamanki feodal sınıfın yandaşlan, akıl-dışı bir
görüş açısını benimsemiş idiyseler de, feoda­
lizm, Aquinalı Thomas döneminde hiç de akıl-dı-
şı değildi. Aauinalı Thomas, feodalizmi haklı
olarak mantığın vardığı zorunlu bir sonuç ola­
rak kavramıştı; çünkü o dönemin toplum ger­
çeği içinde, o zamanki «öyle olursa-böyle» ger­
çeğine uyan birçok şey vardı.
Oysa M arat ile Robespierre’in pratiği feo­
dal sınıf İn akılcı bir sistemi içine yerleştirile­
mezdi; öyle olunca da, toplumsal konumdan
akıldışıcılık dediğimiz şey çıktı; modem geli­
şim açısından işin ayırtgan yanı, yeni aklın yad­
sınmasında ya da ondan duyulan kuşkuda takı­
lıp kalmmayıp, giderek olağanüstü yaygınla­
şan ve —nasıl desem— bu sistemin kurucula­
rının hiç de istemediği şeyler üzerinde etkile­
rini gösteren b ir akıldışıcılık sisteminin oluş­
masıdır. îyice göz önüne serebilmek için iki
örnek alacağım. Max Weber'in politik toplum­
bilimini ele alm. Uğraş Olarak Politika adlı ya­
pıtında birçok tanrının dünyaya egemen oldu­
ğunu ileri süren öğretisini inceleyin. Bu, Max

158
Weber’in, karşısında durduğu toplumda açık
seçik bir «öyleyse-böyle» akıl kavramma vara-
mayıp, daha fazla akla uygunlaştıramadığı söz-
konusu çeşitli güçlerin, birbirleriyle savaşım
durumunda bulunduklarında karar kılıp kalması
demektir. Çünkü bu güçleri akla uygunlaştır­
mak, onun bütünleyemeyeceği sonuçlan ortaya
çıkaracaktı; bunun üzerine gerçekte birbirleriy­
le savaşım sürdüren tanrılar biçimindeki söy-
lencesel (mitolojik) bir tasarımın arkasına sı­
ğındı. Denebilir ki,... sanıyorum rahatlıkla di­
yebiliriz ki, bu noktada akıldışıcılık Max We-
ber’in sistemine girmiştir. Ya da yeni-olgucu-
luk [neopozitivizm] gibi tüm dünyayı [evreni]
denetlenebilen bir akılcılığa indirgeyen ve bu­
nun dışında kalan her şeyi reddeden bir düşün­
ce sistemini alın. Aslmda yeni-olguculuğun ku­
ru m la n arasında bağlangıçta W ittgenstein gi­
bi gerçek bir düşünür vardı. Yeni-olguculuğun
ilkelerini felsefi yönden temellendiren W itt-
genstein, bu ilkelerin [temel önermelerin] kıyı­
sında, deyim yerindeyse, bir akıldışıcılık çölü­
nün, yani yeni-olguculuğun akılcılığı ile kendi­
sine ilişkin hiçbir şey ortaya koyamayacağımız
bir yamn bulunduğunu kesinlikle görmüştü.
Wîttgenstein, olgucu önermelerin ötesinde ka­
lan bu dünyanın varolmadığım akima getirme­
yecek denli zeki bir düşünürdü elbette; ve Witt-
genstein felsefesinin kenarında —bu yalnızca
benim gözlemim değil, çoğu bu gözlemde bu­
lunmuştur— bir akıldışıcılık alanı bulunduğunu
Sanıyorum. Ve 19. ve 20. yüzyıl boyunca çeşit-

159
li biçimlerde büyük bir akıldışıcılık dalgasıyla
karşılaştığımız kanısındayım. Tümüyle haklı­
sınız, yalnızca Almanya’da değil; çünkü, Örne­
ğin Amerikan pragmatizminin akıl-dışı uğrak­
ları olduğunu, Bergson'un çok tipik biçimde
akıl-dışı yanlar taşıdığını, (istesin istemesin)
Croce’un akıl-dışı uğraklarla dolu olduğunu
kimse yadsimayacaktır; kısacası akıldışıcılık
yalnızca Almanya'ya özgü değil, uluslararası
bir fenomendir. Yalnız (Almanya için), özgül
olan yan, lA lmanya’da akıldışıcılığm gerici ve,
en gerici politik gücün ideolojisi durumuna
gelmesidir ki, bu diğer ülkelerde görülmeoıiğ’
bir durumdur.
KOFLER: Siz bu Alman akıldışıcıhğım,
dışsal olan aklın güçleri karşısında yer alan iç
güçlere, bir iç-karşıkonulmazlığa duyulan
inanç biçiminde tanımlıyorsunuz. Acaba toplum­
sal, yani dışsal olan ile görünürde bir karşıtlık
oluşturan ve iç (ruhsal) olana duyulan bu abar­
tılmış inancı, Alman tarihi ile —gerçi bunu bir
ölçüye değin zaten yapmıştınız— belki de tüm
o talihsiz Alman geçmişi ile bir ilinti içine o tu rt­
mamız gerekmez mi ? örneğin 1410 ve 1466'da-
ki şövalyelerin yenilgisinden tutun da, 156fMe
şövalye devletinin (derebeyliğin) bölünmesin­
den, ticaret yollarının değişmesinden, getirdiği
her sonuçla 30 yıllık savaştan, köylülerin ye­
nilgisiyle sonuçlanan o gerçekten talihsiz yıllar­
dan, klasiğin yalıtılmasından, 48 Devrimi’nin
yenilgisinden başlamamız doğru olmaz mı?
Gerçi daha önce [diğer yapıtlarda] dağınık da

160
olsa bu konulara değinmiştiniz. Ancak öğrenci­
lerim, sizin, Almanya’da, akıldışıcı yollardan
çözüm aram a ve çözümlenmemiş sorunlar üslu­
bunda yanıt verme eğilimi bulunduğunu kanıt­
lamaya çalışmanızı ilgiyle karşıladılar. Somut
olarak [bu düşüncenizi] hangi bağlandıklar
içine koyabileceğimizi, akddışıcı ideolojinin ne­
den özellikle Almanya’da bütünsel bir egemen­
liğe kavuşabildiği^ ve Alman halkının (nen­
deyse) ayırtgan öz niteliklerinden birine dö­
nüştüğünü --elbette tarihsel anlamda— nasıl
açıklayabileceğimizi bilmek istiyorlar.
LUKACS: Bunun Almanya’nın özgül ta ri­
hi ile gerçekten bir bağlam içinde bulunduğuna
vç özellikle, şimdi «akılcı» adı altında toplaya­
bileceğimiz belli başlı felsefi-toplumbilimsel bi­
çimlerin, batınıh [öteki] büyük ülkelerinde, in­
sanların kendilerinin ürünü olduğuna inanıyo­
rum. Yani ulusların büyüyüp kaynaşarak po­
litik birlikler oluşturmasının, modern toplumun
ortşya çıkışı ile sımsıkı bir yakınlığı olduğu dü­
şüncesindeyim. Doğallıkla her Fransız ya da
İngiliz, uluslaşmasını, üzerinde Öyle fazla dü-
şünmeksizin, kendi yapımı olarak duyacaktır.
Yoğunlaştırıcı mutlakiyetten Fransız Devrimi’
ne ve Napoleon’a değin halkı bir birlik içinde
bağlaştıran şeyin Fransız mantığı olduğuna
inanıyorum; kişisel eylem, insan olmak ve yu rt­
sever olmak doğrudan birbirleriyie bağdaşan,
kaynaşan şeylerdi. Buna karşın Almanya’da,
Alman halkının kendi gücüne dayanarak bir
ulus, modern bir ulus biçiminde birleşme yete­

F: 11 161
neği gösteremediği bir gelişim ortaya çıkınca,
nesnel gerçek, bir ikileme yol a ç tı; belli bir öl­
çüde, hâlâ eski gerçeğin toprağında yaşayan,
ama mantıklıysa, kendi görüşlerine dayanarak
bu eski gerçeğin tu ta r tarafı kalmadığını an­
layan, gene de politik alanda yürürlüğe konabi­
lecek çözümler bulamayan katıksız Alman’ın
iç duygusal dünyasından ileri gelen bir ikilem­
di bu. Böylece 18. yüzyıl Almanya’sında Justus
Möser, Herder ve genç Goethe’de dile gelen bir
karşıtlık ortaya çıkmıştı. Gerçi bir iç devrim
bazı şeyleri değiştirebilirdi, ama Almanya’nın
iç ve dış koşulları buna yatkın değillerdi, vte He-
gel gibi büyük bir akıldışıcılık düşmanının, Nâ-
poleon’un varlığında, bir yandan —kendini ger­
çekleştirmeye doğru yol alan— çevresel ruhu,
öte yandan da Almanya'nın işlerini Paris’te na­
sılsa bir düzene koyabilecek devlet adamını
görmesi bir raslantı değildi. Bu ikicilik gide­
rek başarısızlığa uğrayan 48 Devrimi’ne dayan­
dı; ve aslında içe alman bir dışsalın akıl-dışı
görüntüsü ile, aslında dışsal olan bir içselin
akıl-dışı görüntüsünün, Alman halkının kendi
güçlerini gözden uzak tutacak biçimde ters çev­
rilmesiyle, tepeden inme bir devrim, oldukça
karmaşık bir çözüme dönüştü.
Diş dünyanın ilerici gelişimi karşısında, bu
gelişimi benihısemeyip, ona tepki gösteren bir
ilksel insan tözünün varolduğunu ileri süren
bir bölümü dış kaynaklı çeşitli kuramlar, söz-
konusu ikililiğin (dualite) yapıcısı olmuşlardır.
Bu görüş yalnız H itler’in öğretisinde değil, dü­

102
şünceyi, aklı (tin) ruhun düşmanı sayan Klages’
in tezlerinde de ortaya çıkar; Heidegger ideolo­
jisinde de ortaya atılmış olan bu anlayıştan, Hit-
ler’e yalnızca elle tutulur bir demagoji üretmek
kalmıştı; o da bu içliliğin [akıldışıcılığın] ta­
şıyıcısı olarak eski katıksız ırklı Germen’i
seçti. Almanya’nın iç güçler tarafından ger­
çekleştirilemeyen gecikmiş uluslaşması, yalnız­
ca batı ülkeleriyle değil, Almanya’dan çok da­
ha geri kalmış toplumsal bir yapıya sahip ol­
makla birlikte, ulusal birliğin mutlakiyet ta ra ­
fından daha önce gerçekleştirilmiş bulunduğu,
bu nedenle Fransız Devrimi’nden itibaren, De-
kabristlerden (2) 1917’ye değin Çarlığa karşı
yapılan önü alınmaz ayaklanmalar zincirinin bir­
birini izlediği Rusya’daki gelişme ile de tam bir
zıtlık oluşturan toplumsal bir durumun doğ­
masına yol açtı, işte bu yüzden, AJmanlarm,
heeaplaşamadıkları ve altedemedikleri bir geç­
mişleri bulunduğunu ve gerek bu gerçeğin he-
nü£ tümüyle üstesinden gelemedikleri, gerekse
kendi yarattıkları, ilerici bir tarihe sahip olma­
ma bilinci egemen olduğu için, H itler’le hesap­
laşmalarının da olanaksız olduğunu ileri sürüp
dtfjruyorum. Almanların kendi yarattıkları, «ge-
rici-olandır,» Bismarck Rayhı’dır, H itler’in 3.
Rayhı’dır. Tüm bunları bir bakıma kendi yara­
tıla n olarak kabul ederler; ve yirminci yüzyıl
boyunca günümüzde de geniş ölçüde— libera-

2) 1825’de Petersburg’da yapılan başarısız bir su­


baylar ayaklanmasına katılanlar.

163
İLzm ve demokrasiye Almanya’da ithal malı gö­
züyle bakılması elbette bir raslantı değildir.
Sosyalistçe bir değerlendirme yaptıklarından
değil, liberalizm ve demokrasiyi Alman varlı­
ğıyla, özüyle bağdaştıramadıkları için, batının
ithal malı sayıp kabul etmeyen birçok düşünür
vardır orada hâlâ.
KOFUER: Hazır Budapeşte’de bulundu­
ğuma göre, bu kolay ele geçmez olanaktan ya­
rarlanarak, son zamanlarda aydınlar arasında
tartışm ası sürdürülen ve batı dünyasını tümüy­
le ilgilendiren bir soruna değinmek istiyorum-
Aslında felsefenin, bilimin ve edebiyatın sorun­
larını değil de, ileri sanayi toplamlarındaki kit­
lelerin kendiliğinden akıldışıcılığım hedef alan,
akıldışıcılıkla bağlam içindeki bir sorun bu. Ol­
dukça kendine özgü yanlan olan [Çok özel tarz-
lı], yan-marksçı ya da sol burjuva kökenli ta-,
nınmış düşünürleri çok uğraştıran, saptanması
[açıklanması] güç bir akıldışıcılıktan söz edi­
yorum. Belki bu nedenlerle de, ne olduğu pek
bilinemeyen bir akıldışıcılık; batı toplundan-
nın yem bir fenomeni olduğu için yazılarınızda
değinmemişsiniz. Bu konudan ne anlaşıldığını
açıklıkla ortaya koyabilmek için çok somut ba­
zı özetlemeler vermek isterim. Sınıflı toplumun
içinde oluşup burada yerleşmelerine karşın, sı­
nıfsallıkla ilişkisi hemen hemen yok sayılabile­
cek kavram ve düşünceler bunlar. Bugün artık
«özgür-istemli bütünleşme», saf kendiliğinden
bilinç için, eski anlamda olduğu gibi, mantıklı
düşünmeye ve akıllı kararlara dayanarak [dav-

164
ranzşlara] katılmak anlamına gelmeyip, körii-
körüne bir eyet’e akıldışıcı yollardan yönlendi­
rilmiş olmanın sonucunda, [davranışlara] ka­
tılmak anlamına gelmektedir. Bugün «memnun
olma» yazgıyla akla dayanan bir uzlaşma sağ­
lamak ya da gözle görülür bir başarıyla yetin­
mek anlamına gelmeyip, kendisi de yöneltilen
tüketim-tekniğinin yöneltici güdüsüne bakarak
yön bulan yönlendirilmiş (manipule) bir düşün­
ce demektir.
Burada tamamen akıl-dışı süreçlerle karşı
karşıya bulunduğumuz apaçık ortada; tüketim
istemlerinin ideolojik yöneltme sonucu keşişle­
re özgü bir nefis köreltme Ölçüsünde sınırlan­
dırılması, zorlama Oluşturulmuş bir tüketim bi­
linci ile nesnel-olgusal yetenekler arasında aşa­
ğı yukarı bir denge sağlamayı amaçlar. Ya da
günümüzdeki kitlelerin akıldışı düşünce dünya­
sını incelerken karşılaştığımız başka bir ilginç
kavram «özel» kavramıdır, «özel» kavramı,, bir
zamanlar olduğunun tersine, çoktan beri kamu­
salın (resmînin) karşıtı olmaktan çıkıp, ideolo­
jik yardım yapıda, h a ttâ bireyin güçlerini ha­
rekete geçirme, çalıştırma bahanesiyle baştan
ayağa dış dünyanın etkisi altına sokulmuş bi­
reysel yaşam anlamına geliyor. Ya da «muhale­
fet» kavramını alalım. Muhalefet artık «birlik­
te davranma»dan (beraber yapma’dan) kaçın­
ma anlamına gelmiyor; tersine ■—şu anda ak­
lıma Alman Sosyal Demokrat Partisi’ni getire­
rek konuşuyorum— daha önce denenmiş* yer­
leştirilmiş olana katılmak için hak iddia etmek,

165
demek, «özgürlük» de artık herkesin ya da ço­
ğunluğun yaptığının tersini yapma, ya da ço­
ğunluğun söylediğinin, arzuladığının tersini söy­
leme, arzulama değildir; özgürlük, baskıcı dü­
zenin resmen özgür diye ilân ettiklerini seçe­
bilme hakkıdır artık. Baskıcı düzende anlaya­
cağınız! Bu örnekler yoğunlaştırılabilir, ama
Budapeşte’ye nutuk çekmeye gelmedim! Amacım
bu konulan olabildiğince ayrıntılı ve anlaşılır
biçimde açıklamamzdır. Bu sorunların büyük
bir önem taşıdıkları kanısındayım, çünkü bir­
kaç açıklama, değinme dışında geleneksel
marksçılığm hiç el atmadığı bir sorun demeti
bu.
LUKACS: Çok doğru. Kanımca tüm bunlar,
1929’uıı büyük ekonomik bunalımından sonra
kapitalizmin belli başlı temel sorunlannda bazı
dönüşmelerin görünmesine bağlanabilir.
Bu dönüşüm, kapitalizmin kapitalizm ol-t
maktan çıktığı, ya da herhangi bir halk kapita­
lizmi filan doğduğu anlamına gelmez; az sonra
kısaca açıklayacağım gibi, çok yalın anlamda
bir dönüşmeydi bu bana göre. 80-100 yıl kadar
öncesine geri dönersek, Marx’ın yaşadığı yıl­
larda, üretim araçları sanayinin, büyük kapita­
list örgütlenmenin temel direğini oluşturduğunu
görürüz. Buna tekstil sanayi hammaddelerini,
öğütme ve şeker sanayini de katacak olursak, o
zamanki asıl kapitalist ekonomi kollarının he­
men hemen tümünü saymış oluruz. Derken bu
dönemi izleyen 30 yıl içinde tüketimin tümü ka-
pitalistleştirildi. Yalnızca ayakkabı ve giyim

136
sanayinden söz etmiyorum; çok ilginçtir, ev ba­
kımının tümü de, ne bileyim, soğutuculardan
tutun da, çamaşır, bulaşık m akinalanna kadar
ne varsa ağır sanayinin bir nesnesi olmaya yüz-
tu ttu ; eh buna koşut olarak da hizmet alanı bi­
le büyük kapitalistçe bir şeylere dönüşüyor.
Marx’ın dönemindeki y an feodal ev hizmetçisi
bile artık çağın gerilerinde kalan bir olguya dö­
nüştü; kapitalist hizmetler dizgesi doğuyor ar­
tık. Sorunun ilkin yüzeyde kalan bir yanını ir­
delemek istiyorum. Marx dönemindeki bir bü­
yük fabrika ya da işletme sahibini ele alalım;
böyle bir insanın çok sınırlı bir ticari çevresi
olduğunu biliyoruz; öyle çok olağanüstü bir iş-
leyiş-düzeni kurmadan, ürününü kişilere ulaş­
tırabilirdi; oysa büyük sanayi araçlarıyla üre­
tilen bir kitle tüketim ürünü —sözgelimi traş
bıçağı^- ortaya çıktıktan sonra, bu milyonlar­
ca tra ş bıçağının tek tek tüketicilere götürüle­
bilmesi için özel bir işleyiş düzeni kurmak zo­
runludur, ve az önce sözünü ettiğimiz düşünce
denetimi (yönlendirilmesi) sisteminin bu eko­
nomik gereksinmeden doğduğuna ve oradan
toplumsal ve politik alanlara yayılmış olduğu­
na hiç kuşkum yok. Şimdi bu işleyişin başkan
seçiminden boyunbağı ve sigara seçimine değin
toplumsal yaşamın hemen her köşesine ege­
men olduğunu görebilmemiz için, elimize her­
hangi bir dergiyi alıp sayfalarını şöyle bir ka­
rıştırmamız yetecektir. Ancak bu gelişmenin bir
başka sonucu da, işçi sınıfının sömürülmesinin
bundan böyle mutlak artık-değer sömürüsün­

167
den nispi artık-değer (relativer Mehnvert) sö­
mürüsüne doğru kaymasıdır. Anlayacağınız,
işçi sınıfının ortalam a yaşam düzeyi yükseltil­
dikçe artan bir sömürüyle karşı karşiyayız.
M antin zamanında böyle bir şey yoktu demi­
yorum ; ancak başlangıç belirtileri geziyordu or­
tada, Nispi artık-değeri ekonomik yönden sa­
nırım ilk kez Marx aynmlamıştı. ö te yandan,
«Kapitaldin basılmamış bir bölümünde, bir pe­
resinde çok ilginç bir saptam a yaparak, mutlak
artık-değerde (absoluter M ehm ert), üretimin
yalnızca biçimsel olarak sermayenin altında yer
aldığım ve ancak nispi artık-değerin ortaya
çıkmasıyla gerçek anlamda kapitalizmin alt-ka-
tegorilerinden biri durumuna geldiğini söyler,
îş te günümüzün belirtisidir bu. Sözünü ettiği­
niz tüm sorunlar bu saptamaya bağlanabilir.
[Böylece] yabancılaşma sorunu da tamamen
yeni bir çehreye bürünüyor. Marx Ekonom ik
Felsefi Elytrnnalart’m hazırlarken, işçi sınıfı-,
nın yabancılaş (tırıl) ması, işçiyi nerdeyse hay­
vansı b ir düzeye indirgeyen küçültücü, baskıcı
bir çalışma demekti ve yabancılaşma belirli an­
lamlarda insanlıktan edilmeyle özdeşleştirilmiş-
ti; öyle ki, sınıf savaşımı, uzun yıllar ücret
arttırıcı ve çalışma zamanım kısaltıcı istem­
lerle, işçilerin insan gibi yaşayabilmeleri için
en-azlann güvenceye alınmasına yönelikti.
İkinci Enternasyonalin ünlü üç sekizi [8 saat
çalışma, 8 saat uyku, 8 saat boş zaman] bu sı-'
m f savaşımının bir belirtisidir Oysa bu sorun
şimdi belli bir anlamda bir alan kayması gös­

168
teriyor; belli bir anlamda diyorum. Şöyle bir
anımsamaya çalışın, Federal Almanya Başba­
kanı Erhard, reform girişimlerini sürdürürken,
ilk yaptığı, çalışma saatlerinin haftada bir saat
uzatılmasını istemek olmuştu. Bunun mutlak
artık-değer açısından anlaşılır bir önlem oldu­
ğu ortadadır. İngiltere’de Wilson’un politika­
sına bakarsanız, aynı öykünün yinelendiğini
görürsünüz. Mutlak artık-değer ölmemiştir kı­
sacası, ancak neden beri Marx’ın dönemlerinde
oynadığı baş-belirleyicilik rolü gerilerde kal­
mıştır.
Bundan ne çıkar? Emekçinin ufkunda yeni
bir sorunun, yani anlamlı bir yaşam sağlama
sorununun kendini gösterdiği. Mutlak artık-de-
ğer döneminin sınıf savaşımı, anlamlı bir ya­
şamın nesnel koşullarını sağlamaya yönelikti;
bugün haftada 40 saatlik çalışma ve bunun
karşılığında alman ücretle anlamh bir yaşam
sağlamanın ilk adımları atılmış sayılır, ancak
günümüzde sigara satışından başkan seçimine
değin uzanan düşünce denetiminin (Manipula-
tion)y insan ile anlamlı bir yaşam arasına ara
duvarı gibi çekildiğine tanık oluyoruz; çünkü
sözkonusu düşünce denetiminin amacı, resmen
sık sık ileri sürüldüğü gibi, tüketiciye hangi so­
ğutucunun ya da hangi tra ş bıçağının daha kali­
teli olduğunu öğretmek değil, onun bilincini
yönlendirmektir. Tek bir örnek alacağım.
«Gauloises tipi» denen reklâm Örneğini. Bu
reklâmda Gauloises sigaraları içen bir kişi
olağanüstü canlı, güçlü bir insan görüntiî-

169
simdedir, Ya da krem mi, sabun mu, her ney­
se böyle bir malı tanıtan reklâmlardan birin­
de sözkonusu malın (sabun ya da kremin)
çekici erotik kokusuna kapılmış iki güzel kadı­
nın sarıldığı genç bir adam görürüm. Ne demek
istediğimi anlıyorsunuz sanırım. Bilincin böy-
lesine yöneltilmesi sonucu, işçi, çalışan insan,
boş zamanını nasıl değerlendireceği sorusuna
yanıt aramaktan alıkonur; tüketim, yaşamı dol­
duran bir amaç olarak kabul ettirilir ona; tıp­
kı 12 saatlik iç gününde çalışmanın zorlayıcı,
tepeden inmeci bir tarzda yaşama egemen ol­
ması gibi. Burada karmaşık ve güç bir so ru n ,
çıkıyor karşımıza; bu sorun yeni bir direnme
biçiminin örgütlenmesi zorunluğundan doğuyor.
Basit, kaba marksçılığı değil de, Marx’ın anla­
dığı marksçılığı alacak olursak, yabancılaşma- ,
nın bu yeni biçimlerine karşı verilecek savaşı­
mın motifleriyle karşılaşırız. Marx’ın «Kapî^
tal»in 3. cildindeki «özgürlük dünyası ve zorun-
luk dünyası »m sözkonusu eden o ünlü yazısın­
dan (3) söz ediyorum.

3) Bu «söyleşlsyi aldığımız kitabın bir başka bö­


lümünde, «Kapitalsin 3. cildindeki yukarda sözü ge­
çen yazı var. Aynı kitaptaki Marx’ın sözkonusu yazı­
sına ilişkin açıklamayı özetledikten sonra, «özgürlük
dünyası ve zorunluk dünyasısna ilişkin bu bölümü not­
larımıza katmayı uygun bulduk (Çev.):
Marx’ın bu yazısı, özgürlük gibi tartışmalı bir
kategori üzerine Marx’ın yazdığı en ünlü yazılardan
biridir, Bireysel yetenşk ve gereksinimlerin her yanıy­
la geliştirilmesi anlamına gelen özgürlük (genç Marx

170
M ant’ın, çalışmanın zorunlu olarak hep bir
zcrunluklar dünyası içinde kaldığını saptam a­
sı çok önemlidir. Marx, sosyalist gelişmenin,
çalışmaya insan onuruna yaraşır ve insanm ge­
lişmesine uygun biçimler kazandırmak anlamı­
na geldiğini eklemiştir. Çalışmanın, insan için

«bütünsel insan»dan söz eder) doğanın teknlk-bilimsel


olanaklarla denetim altına alınmasında, bu imkânla­
rın ulaştıkları d ü z e y l e yalın bir orantı oluşturmaz;
özgürlüğün sınırları doğa denetimini sağlayan bilim-
sel-teknik olanakların toplumsal örgütlenme biçimine
bağlıdır. Ekonomi alanım, özgürlüğün at koşturabile-
. eeği başlıca alanlardan biri sayan (serbest rekabet)
liberal kuramların tersine, bu alan, Marx’da daima,
doğa zorlamalarıyla yaşam gereksinmelerinin baskısı
altında kalan, yani «dış amaca uygunluğun» dümen su­
yuna giren bir alandır.' Bu alanda Özgürlük, insanların
- ortaklaşa çabalarıyla kendileri ile «doğa arasındaki
madde özümlemesini» denetlemede gösterebildikleri ba­
şarıy a bağlıdır; başka değişle doğa tarihini nihayet
arkalarına almalarına bağlıdır. Marx için gerçek öz­
gürlük boş zamanla eş anlamlıdır, ama toplumsal tu ­
rizm devrinin «boş zamanı» değildir bu. Manc’ın yansı
özgün biçimiyle şöyledir:
Toplumun gerçek zenginliği ve onun [toplumun]
yeniden üretilme sürecinin sürekli olarak geliştirilme
olanağı, (...) onun üretkenliğine ve içinde onun [bu
Üretkenliğin] gerçekleştiği az çok zengin içerikli üre­
tim koşullarına bağlıdır, özgürlük dünyası, gerçekte
ancak güçlüklerin ve dış amaca uygunlukların belir­
lediği çalışmanın bittiği yerde başlar; yani sorunun ta­
biatı gereği, [özgürlük dünyası] asıl maddi üretim ala­
nının dışında kalır. Yabanın, gereksinimlerini karşıla­
mak, yaşamını sürdürmek ve yeniden üretmek için do­
ğayla boğuşması nasıl gerekiyorsa, uygar da, her top­

• 171
bir yaşam gereksinimi olmasını komünizm için
ön-koştuğu *Goatha îzlencesi’nirt Eleştirisi^n-
deki istemiyle tamamlayabiliriz bunu. Günü­
müzde bir çalışma bilimi var şimdi, işçilere de
ruhsal tedavi uygulanıyor; ne ki işçilerin ruh--
sal durumlarını düzeltme uydurması altında,
günümüzde varolan kapitalist teknolojiyi [uy-
gulayımbilimi], düşünceyi yönlendirme araçla­
rıyla işçilere kabul ettirm ekten başka bir ama­
cı yok bunun; ancak çalışmanın işçi bakımından
yaşamın vazgeçilmez gereksinimi olan bir uğ­
raşa dönüşmesini sağlayacak bir teknoloji de­
ğildir bu. Bizde kemikleşmiş bir önyargı şöyle
der; Kapitalizm zaten öyle olduğu, teknoloji­
deki her yenileştirme kârın arttırılm asını hedef

lum biçiminde, her olasıl üretim biçimi altında öyle^


yapmak zorundadır. Onun [uygarın] gelişmesiyle, gş-"
reksinmeler nedeniyle bu doğa zorunlukları dünyası d&
genişler; ama aynı zamanda bunları [gereksinmeleri]
karşılayan üretim güçleri de gelişir. Bu alandaki özgür­
lük, toplumsallaş[tınl]mış insanın, birleştirilmiş üreti­
cilerin, doğa İle kendi aralarındaki madde özümlemesi­
ni —kör bir güç olan bu özümlemenin egemenliğinden
kurtularak— akılla düzenlemelerinden, ortak denetim,
leri altına almalarından, onu [özümlemeyi] en az güç
harcamasıyla ve kendi İnsan doğalarına [onurlarına]
en yakışan, en uygun koşullar altında gerçekleştirme­
lerinden ibarettir. Ama. o [özümleme] gene de bir zorun,
luklar dünyası olarak kalır hep. Bunun ötesinde, inşa­
ma kendi amacı olan insansal güç-geUştirfknesi, yani
özgürlüğün gerçek dünyası başlar; ama bu da, kendi
tabanım oluşturan o zorunluklar dünyasının üzerinde
belirebilir, tş gününün kısaltılması temel koşuldur.

172
aldığı ve bunun ötesinde her şey önemsiz oldu­
ğu için, teknolojik [ uygulayımbilimsel] yenilik­
lerin ille de kapitalizmin hizmetinde olma zoruıi-
luklan, teknolojinin varlığının ayrılmaz bir ni­
teliğidir. Bu konuda yalnızca tarihsel bir örnek,
—ortaçağın son dönemleriyle kapitalizmin baş­
langıç dönemleri arasında kalan bir olaydan,
çok ilginç bir geçişten— örnek vereceğim; yani
el zanaatlarının yetkinleşmeleriyle birlikte sa­
nat olmaya doğru bir yön tutm aları olayından
söz edeceğim. Anâığııtı öyle büyük sanatlar de­
ğil, mobilyalar, masalar, koltuklar; bunların o
dönemdeki üretiminden söz ediyorum...
Kapitalizmle birlikte teknolojik uygulama
alanında da --sözgelimi bir masanın imalatın­
da da— erekbilimsel saptamalardan (teleolo-
gisChe Setzung) başka ilkeler ortaya sürüldüğü
iğin, adı sam yitip giden bir gelişmeydi bu. O
Zaman 15. yüzyıl bir el zanaatçısının kapita­
lizmle birlikte doğmakta olan bu sorunları ta ­
mamen doğal-dışı bir şey Olarak algıladığından
[duyduğundan] emin olabiliriz; tıpkı böyle, gü­
nümüzün bir teknologu da, bir üretim planının,
sözkonusu üretimin işçiler bakımından anlamlı
b ir duruma sokulmasını sağlayacak biçimde ha­
zırlanmasını doğal-dışı ve anlamsız bulacaktır.
Oysa Rönesans’ın üstün niteliklere sahip, sa­
natsal yanı yoğun teknolojisiyle karşılaştırıl­
dığında, gönümüzün nicel yanı ağır basan kit­
lesel teknolojiği oldukça yeni bir. şey olduğu
halde, işçiler için anlam taşıyacak bir üretim
sağlayan sözünü ettiğimiz Soydan bir teknoloji

173
günümüz teknolojisine göre fazla bir yenilik de-
ğüdir. Teknolojinin toplum tarafından ne öl­
çüde belirlenen bir yenilik olduğu unutuluyor
ve kapitalist teknolojinin yeniliklerinden belir­
li anlamda «insan olma »ya bağlı bir «kendinde
şey» yapılıyor. Bu işin çalışmayı ügilendiren
yanı; diğer yanı boş zamanın değerlendirilme­
siyle ilgilidir ki, bu da sözünü ettiğimiz düşün­
ce denetiminin insanın öz çıkarlarıyla çeliştiği­
ni giderek daha geniş ölçüde anlatan ideolojik
bir çalışmadan, kitleyi ideolojik bir aydınlat­
ma görevinden başka bir şey olamaz.
Gtene az önceki gibi sıradan bir moda örne­
ği almamı bağışlayın, ama moda yazılarını bü­
yük bir toplumbilimsel ilgiyle okuduğumu sak-
layamam. Haute Cauture’de yirmi yıldan beri
kadın giyiminde her ne pahasına olursa olsun
uzun eteğin yerleştirilmeye çalışılması, bu alan­
dan düşünce yönlendirilmesine yeni bir örnek­
tir. Bu sağlanırsa kumaş endüstrisinin kazancı
elbette artacaktır. Gelgelelim şu her şeyi yapa­
bilir dediğimiz moda bu noktada başarısızlığa
uğramıştır. Paris’teki büyük moda dergilerinde
yirmi yıldır uzun etek şamatası yapılmasına
karşın, kadınlar işe giderken ağzıpa kadar tıka
basa dolu bir yeraltı taşıyıcısına uzun etekle­
riyle sıkışmayı kabul etmeyip, haklarım savun­
maktadırlar. Bu örneklerle ne söylemek istedi­
ğim ortada. Düşünce denetimi ilkesel olarak
mutlak-yetkin değildir; gerçi insanın kişiliğini
geliştiren gerçek gereksinimleri onda uyandır­
mak [beyin yıkamayla yaratılan gereksipimle-

174
rin yerine koymak için] elbette çok daha zor
bir iştir, re bu noktada çok uzun ve uğraştırı-
cı bir süreçle karşı karşıya olduğumuza inanı­
yorum; gene de son aşamada başarıya ulaşacak
bir süreçtir bu; çünkü yalnız işçi sınıfını ilgi-
ledirmekle kalmayıp, nispi artık-değer ve dü­
şünde denetimi yönünden tüm aydınlan ve kü-
çükburjuvalan ilgilendirmektedir; çünkü bun­
lar kapitalizme, daha doğrusu kapitalizmin dü­
şünce denetimine tıpkı işçi sınıfı gibi boyun eğ­
mekten kurtulamazlar. Demek ki görev, ola­
nakları günümüze değin uzanagelmiş ekonomik
gelişim tarafından hazırlanmış, gerçekten ba­
şına buyruk kişiliği yaratabilmektir. Çünkü,
bütün insanların insanca, uygar [kültürlü] bir
varoluşun olanaklarına kavuşabilmeleri için,
insanın fiziksel varlığının yeniden üretimi için
zorunlu olan iş miktarı gitgide azaltılmalıdır.
Bu eski kültürde —Marx’ın belirttiği gibi—
ekonömik-kurnazlık tarzında gerçekleşmişti;
örneğin Atina’nın köleciliği, bir üst tabakayı,
büyük Atina kültürünün doğmasını gerçekleşti­
rebilecekleri kerte çalışma zorunluğundan uzak
tutmuştu. Yaşam tarzları içinde kapitalizmin
eski kategorilerinin [ulamlarının] hâlâ geçerlik­
lerini korudukları bazı toplumsal katmanların
varolduğu yadsınamaz. îşte bunların ortadan
kalkmasına çalışmak, işçiler için yeni bir yaşam
düzeyi getirmek, büyük bir görevdir kuşkusuz.
Gerçi işçinin kendini yeniden üretimi için zorun­
lu olan çalışmasının azaltılmasıyla, gerek kafa,
gerekse kol emekçilerinin, yani çalışanların ge­

175
niş bir bölümünün özgür ve insan gibi bir yaşam
sürme koşullarının doğmaya başladığını görüyo­
ruz, ama böyle bir gelişmeyi tamamlamak için
yabancılaşmayı bugünkü düzeyde ele alıp, ilke­
sel yönden iyice irdelememiz gerekir, Gelgele-*
lim, bunu yapmak isteyenlerin «genç Marx»ı
olgun Marx’a yeğ tutm aları (4) tarihsel bir sa­

4) Birçok Marx eleştirmeni, genç, hümanist Marx’ı


olgun, ekonomici Manc’tan ayırma eğilimindedir. Tümü
kavrayamayanların kaçmamadıklan bir ameliyattır bu,
Sözde genç Marx daha çok kuramcı bir filozof, olgun
Marx İse pratiğe dönük toplum, çözümleyicisi, eleştirici,
sidir. Lukacs'ın bu söyleşisini aktardığımız kitabın baş.
ka bir bölümünde, Alman düşünürlerinden dr, fil. Alfred
Schmidt özet olarak şunları söyler (Çev.):
Marx’ı böyle bir kesinlikle ikiye ayırmak olanak­
sızdır. Hane bir filozoftan çok, İÜ. yüzyılın büyük H *
gel eleştlrlcilerindendlr. 19. Yüzyılda Hegel’den sonra
profesörler felsefesi görülmez. Marx felsefeyi «gerçek,
leştirerek» onu olumsuzlamiştır. Ekonomi blltmi baş­
langıçta Mara’ı duymamazlıktan gelmişti. Kautsky dö­
nemlerinde de marksçılık önceleri ulusal-ekontsnlk bir
sorundu. Derken Parts Taslakları bulundu, Marksçv ku­
ramı bir tü r «yabancılaşma insanbilimine» çevirme eği­
limi varoluşçuluğun da etkisiyle yoğunlaştı. Mant’ın ilk
kez Hegel ve Feuerbach’la hesaplaştığı bu başlangıç
döneminin taslaksı çalışmalarında, henüz geleneksel
felsefenin terim ve kavramlarım [dilini] kullanması tela­
dandı. Ama bu olgu, onun bu dönemini filozofluk döne­
mi diye ilftn etmenin saçmalığını önlemez. Sıradan bir
evrimcilik anlayışıyla, insan niteliklerinin, bireysel ye­
tenek ve gereksinimlerin özgürlüğe kavuşturulması için
olgunluk çağında maddi dayanaklar veren Marx’ı, bu
tutumuyla genç döneminden ayırmaya çalışanlara en

176
laklıktır bence. Ekonom ik F elsefi Taslaklar
[elyazmalan] yabancılaşma fenomenini bize
oldukça plastik ve felsefi bir biçimde gösteril.
Ancak bugün yabancılaşmanın güncel so­
runu bundan 120 yıl kadar önce Marx dönemin­
de olduğundan bambaşka bir çehreye bürün­
müştür, ve görevimiz bu yeni yabancılaşma bi­
çimini saptayıp ortaya koymaktır; bunun için
bu sorun karmaşasının tüm tarihsel diyalekti­
ğini bilmek gerekir; çünkü günümüzde, sanki
teknik gelişme önü alınmaz bir biçimde her şeyi
yutan bir canavarmış gibi, tekniğin fetişizmine
kendini kaptırmış, birer aydın ve insancıl düşü­
nür olarak büyük övgüye değer, olağanüstü ze­
ki ve yürekli iyi insanlar var. Bu da yanlış.
Marksçılığa dayanılarak kanıtlanabilir yanlış­
lığı, Kırk yıl önce tekniği ayırtgan üretim gü­
cünden sayan Buharin’in anlayışına karşı çık-
ıhiştım ; günümüzde atom enerjisinin kullanıl­
ması, gibi büyük yeni buluşlarla bağlantılı ola­
rak bu yanılgı daha da bir yaygınlaşmıştır. Gö­
revimiz, daha doğrusu buradaki marksçı görev,
fetfşleştirilmiş kaderciliği insanların kafasın­
dan kazıyıp çıkarmak ve tekniğin hiçbir zaman
üretim güçlerinin gelişimini sağlayan bir araç
olmaktan öteye geçemediğini, üretim güç­
lenilin eninde sonunda insandan ve onun
yeteneklerinden başka bir şey olmadığını

güzel yanıtı gene Marx verir: Maymunun anatomisini


[ancak] insandan kalkarak açıklayabiliri^ ama tersi
olanaksızdır.

F: 12 177
belirtmektedir; insanın yeniden biçimlen­
dirilmesi göreyim odak noktasına almanın,
marksçılıkta yeni bir aşama anlamına gele­
ceğini göstermek gerekir. Yani, hiçbir biçimde
karşı-marksçı bir şey değil bu söylenen; çünkü
genç Marx’ın daha Hegel'in H ukuk Felsefesi­
nin E leştirisi’nde, insan için kökün, insanın ken­
disi olduğunu söylediğini unutmayın. îşte
marksçılığm bu yanı öyle havanda su döven bir
propaganda biçiminde değil de, bugünkü kapita­
lizmin çözümlenmesine dayanılarak ön plana
alınmalıdır; böylelikle günümüzdeki yabancı­
laşmaya karşı bir savaşım tabanı oluşturulabi­
lir ancak. îşte sorunuza kaba taslak verebile­
ceğim yanıt bu aşağı yukarı.
KOFLER: Bilinç yöneltiminin [manipula-
tion] öyle «kudreti mutlak» olmadığını konuş­
mamız kanıtlıyor. Ama bunu şöyle ya da böyle
açıklamanın da öyle pek kolay olmadığı görülü­
yor. Belki sizin şu dinsel tanrıtanımazlık kav­
ramını, şu salt entellektüel düşünce tarzının bir
parçası sayıldığı alandan çıkarıp ele almamı­
za...
LUKACS: Evet...
KOFLER: ...ve bu dinsel tanrıtanımazlı­
ğın, günümüzde öznel olarak «asıl» dünyanın
yerine geçirilmiş entellektüel ben’i değil de...
LUKACS: Evet...
KOFLER: ...tüketimi, tatili (tatil günü­
nü), keyif yapmayı vb. —ama tabiî daha önce
sözünü ettiğimiz gibi bilincin yöneltilmesi so­
nunda^— Tanrı’nın yerine geçirme eğilimlerinin

178
geniş kitlelerde yaygınlık kazandığını kanıtla­
mama izin verirsiniz sanırım: ve bu nedenle
—hani burada birtakım a ra halkalara ayrıntı­
larıyla değinemeyiz ama— kitlelerin ruhsal ya­
bancılaşması öylesine ileri varm ıştır ki, Marx’
ın işaret ettiği gibi, geleneksel kökenli din bilin­
ci çözülmeye, dağılmaya yüz tutm uştur; Marx’
ın öngördüğünden çök önce, sınıflı toplumu filan
beklemeden, her ne denli başka nedenlerden ötü­
rü de olsa. Burada bir soy dinsel tanrıtanımaz­
lıkla karşı karşıyayız; hani bugün kilise­
lerin yer yer tanrıtanımazlarca tıka basa
doldurulmasından da belli bu. Aynı za­
manda büyüye doğru alabildiğine çarpıcı,
ilginç kaymalara olanca somutluğuyla tanık
oluyoruz. Anlayacağınız, insan yazgısını spor
toto ya da yıldız falı yoluyla etküeme çabala­
rının modem «akla-uyma» gelişmesi karşısın­
da dinsel ya da büyüsel birer mitos olarak sı-
nıflandırümaları mümkün olduğuna göre, asıl
özgün-dinsel olanın yerine büyünün geçtiğini
öne sürebiliriz sanırım. Uyuşturucu maddelere
dayanan bir yaşam değeri bulma girişimleri de
bu gelişimin parçasıdır. Şu anda ünlü LSD’yi
düşünüyorum. Düşünür Huxley’in uyuşturucu
maddeyi öven bir kitap yazdığını duyunca, so­
runa daha da ciddiyetle eğilmek gerek sanırım.
LUKACS: Biliyorum kitabı...
KOFLER: Biliyor musunuz? Bilmediğiniz ne
var, sayın Lukacs? Ben de tam bilmediğiniz bir
şeyi size tanıtm aya hazırlanıyordum. Neyse.
Algılam anın K apûan adlı bu kitapta Huxley

179
«yeni bir yol »un mitolojisini yaratıyor; salt
öznel soydan bir mitoloji, ama gücünü uyuştu­
rucudan alan, uyuşturucunun sağladığı bir mi­
toloji bu. Harvvard Ü niversitesinin tanınmış
ruhbilimcilerinden Leary gibilerinin «aşkın bir
yaşam» eğitimi için öbekler oluşturması, din
profesörü Clark gibi, din öğrencileriyle —üstü­
ne baba basa söylüyorum: din öğrencileriyle—
öğrencilerin ve din adamlarının LSD aracılığıyla
Tanrı’ya yaklaştıklarını —Clark da aynen böyle
der: Tanrı’ya yaklaşmak— ileri sürdürecek so­
nuçlar veren deneyler yapmaları, oldukça hu­
zursuzluk verici olsa gerekir...
LUKACS: Doğru...
KOFIjER. Olup biteni biraz daha izleye­
cek olursak, diyalektiğini, insanın modem so­
runlarının çözümünde ipini koparmış bir ken­
dinden geçmenin büyüsel biçimlerinden yarar­
lanma, diye tanımlayabileceğimiz, çok ilginç bîr
süreçle karşılaşırız, örneğin Beatles gösteri­
lerinin o kendinden geçirici —spazma tutul-
muşeasma sarsıcı görünüşlerini düşünün. So­
run, doğal ki ben’in özel alanına giriyor; ben’
in çalışma yerinde, resmi ve toplumsal yaşam­
da baskı altında tutulduğu için boşalamamasın-
dan ileri gelen, bir soy dinsel gibi gözüken bir
bilinç, bir yeni tanrı yaratılıyor. Gele gele akil-
dışıcılığın ve dinsel tanrıtanımazlığın yeni, tü-./
müyle modem bir biçimine gelip dayanıyoruz;
bunların incelenmesi, çözümlenmesi, bugün her
zamankinden daha yaygın bir gelişim içindeki

180
modern marksçılık yönünden büyük bir önem
taşım aktadır her halde.
LUKACS: ...Tamamen haklı olduğunuza
inanıyorum. Ancak, müsaade ederseniz bir bü­
tün içinde ele aldığınız sorunu iki ayrı bölüme
ayıracağım. Birinci bölüm, bugün içinde yaşa­
dığımız toplumsal-ekonofliik biçimlerin sava­
şımlara tanık olmuş dönüşümlerinin genel bir
tarihidir. Bu gelişmelerin ve özellikle içlerinde­
ki öznel etmen’in gelişmesinin dümdüz bir doğ­
ru izlediğini sanmak yanılgıların büyüğüdür.
Hani sırf dinsel yanı ele alacak olursak, O rta­
çağın sonlarında ve Rönesans’da dinin, bir soy
her yanı aydınlatılmış bir kayıtsızlığa dönüşüp
sönmesinin ardından, köylü savaşları ve Re-
form’la birlikte yeni bir dinselliğe yol açacak
biçimde alevlenmesi, bir yüzyıl öncesinden kes-
tirilemeyecek bir şeydi. Bu anlamda çok önem­
sediğim bir gerçeği dile getirmek istiyorum: 19.
ySzyılın bitiminde, 19. yüzyılın ikinci yansında
aslında durmadan sertleşen bir sınıf savaşımı,
ilk dünya savaşında ve 1917’de doruğuna ulaş­
tık tan sonra; İkinci Dünya Savaşı’mn ardından
yeni bir durumla yepyeni bir şeyler doğdu ve
bizim —şöyle söyleyeyim: sabırsız— gençleri­
mi», solun bugünkü kızgın genç insanlan, geli­
şim onları yeterince hızlı izleyemediğinden, Çin­
ce sapmalara düşmekten, Amerika'da hemen
yarınki bir devrimin düşünü kurmaktan kurtu-
lamayıp, bu da yetmeyince, yurtseverlik yap­
mak için kalkıp Güney Amerika'ya bile gidi-
yöriar. Marksçılar olarak görevimiz, birinci bü­

181
yük dönemin ardından bu soy olayları açık se­
çik kavrayabilmektir. Kapitalizmin nispi artık-
değerin egemenliği altına girme dönüşü­
müyle birlikte, işçi hareketinin, devrimci
hareketin yeni bir başlangıca itildiğini
ve günümüzde sözde çoktan aşılmış olması
gereken 18. yüzyıldaki «makinaya saldırı» gibi
ideolojilerin çarpık ve gülünç biçimlerde yeni
bir rönesans yaşadıkları bir durumun doğduğu­
nu görüp, bunu çözümlemek zorundayız. Belki
bugün kadınları ve kızları kapsayan büyük
seks dalgasının içinde bir soy kadının bağım sı^
lığını elde etme savaşını görmek ve bunu 18‘
yüzyılın makina saldırısına benzetmek size çe­
lişik gibi görünüyor, ama öyle sanıyorum ki,
burada makinaya saldın’ya benzeyen bir şey
var; ve bugün öznel etmen’i uyandırmak ister­
ken, yüzyılın yirmilerini yenileyip sürdürebile­
ceğimizi sanmıyorum, tersine yeni bir başlan­
gıcın temeli üzerinde bugüne değin uzanagelen
işçi hareketinden ve marksçılıktan edindiğimiz
deneyimlerin tümünden hareket etmemiz gere­
kir. Ancak yeni bir başlangıçla başbaşa oldu­
ğumuzu kesinlikle kabul etmek zorundayız;
—bir benzetme yapabilmek için— 20. yüzyılın
yirmüerinde değil de, belli bir anlamda 19. yüz­
yılın başlarında, Fransız Devrimi’nden sonra
işçi hareketinin kıvamım bulmaya başladığı dö­
nem gibi bir dönemdeyiz. Bu saptamanın ku­
ramcılar bakımından çok önemli olduğu kanı­
sındayım; çünkü belirli hakikatlerin söylen­
mesi çok sınırlı bir yankı yaparsa, hemencecik

182
bir kuşkudur yayılır ortaya. Saint-Simone ve
Fourier’in söyledikleri çok önemli şeylerin
önceleri çok az yankı yaptığını ve ancak 19. yüz­
yılın otuz ve kırklarında işçi hareketinin yeni­
den canlanabildiğim anımsayalım. Elbette ben­
zetmeleri fazla abartanlayız, öte yandan ben­
zetmeler koşutluklara dönüşmezler. Ancak yeni
bir dönemin başlarında bulunduğumuzun ke­
sinlikle kabul edilmesi gerektiğini söylerken,
ne demek istediğim anlaşılıyor sanırım; bizim
görevimiz, kuramcılar olarak vereceğimiz bil­
gilerin kitlelerdeki yansısının şimdilik az ola­
cağını bile bile, içinde bulunduğumuz dönemin
insanlarının ellerindeki olanaklara açıklık ka­
zandırmaktır. Kuşkusuz, bunun S.S.C.B. ndeki
stalinci gelişmeyle, bu gelişmeyi aşmada görü­
len duraksamayla ve buna uyarlı olarak sosya­
lizmin gecikmiş gelişmesiyle bağlantısı yar­
dir; büyük olaylar öznel etmen üzerinde çok
olumsuz etkiler yapabilirler—tamamen tarih­
sel bir örnek alayım— Fransız Devrimi’ndeki
sol Jakobenlerin korkunç başarısızlığı, sosya­
lizmin, devrimci demokratik hereketle hiçbir
ilişkisi bulunmadığı düşüncesini, ütopyacılığı
doğurmuştur. Aslında bu, 1793 ve 94 yılların­
daki Fransız gelişmesinden duyulan hoşnut-
suzluğun ve gelişmenin yarattığı kırgınlığın di­
le gelmesidir; ancak bu olgu, işçi hareketine çok
sonraları etki etm işti; ve gerçekte ilk kez Marx,
demokratik devrim savaşımını devrimci sosya­
lizm için savaşımın ön basamağına yerleştir­
miştir. Biz bugün elimizdeki bilgileri toplumsal

183
pratike, politik pratiğe uygulayabilecek yetenek­
teki politikacılardan yoksunuz. Aslında 1917
döneminde Lenin’in kişiliğinde çok önemli bir
kuramcı ile politikacının karışımını bulabil­
memiz» hani çekici olduğu kadar, bir kezlik bir
örnek olmaktan Öteye geçmez. Bu bakımdan
politikanın gelecekte de böyle bir birleşmeyle
sürdürülebileceğini kesinlikle söylemek olanak­
sızdır. Şu anda teorinin başlangıçları elimizde,
ama bu teoriyi politik sözcüklere çevirebilecek
politikacı ufukta gözükmüyor, gene de hareke­
tin güçlenmesiyle bu politikacının ortaya çıka-,
cağından kesinlikle eminim-
Bu bağlam içinde şimdi sorunun ikinci
parçasına, yani din yanına geçiyorum- Bu he­
men hiç kimsece ve özellikle biz marksçılarca
değinilmemiş bir soru; çünkü dogmatik markş-
çılık daha hâlâ aşamadığı 19. yüzyılın kırkla­
rından kalma din anlayışını atamadı bir türlüf.
Günümüzde uzaya fırlatılan füzelerin hiçbir
yerde T a n n ’yı. bulamadıklarını söyleyen yazı­
lar bile okuduk, ve böyle bir kanıtm herhangi
bir insanı etkileyebileceğini sanan tanrıtanı­
mazlar var; günümüzde Dante’nin İlahi Komed­
ya’sm dakı, ya da Açuinalı Thomas’m anladığı
anlamda gökyüzündeki T an n ’ya inanan tek bir
çamaşırcı kadın bulabilir misiniz acaba? Eski
dinin varlıkbilimsel fontolojik] temelinin yıkı­
lıp gittiği tartışm a götürmez, ve bu varlıkbi-
limsel [ontolöjik] temel insan eylemini her
zaman belirleyen bir uğrak olagelmiştir.
Bütün dindar insanlar, dünden-bugünden de­

184
ğil, neden beri, h a ttâ Schleiermacher’in «En
Yalm İçtenlikli Bağımlılık öğretiais-nden (5) bu
yana, dindeki eski varlıkbilimi [ontolojiyi] bir
yana bırakıp, benim «E stetik»de dinsel gerek­
sinim dediğim şey için herhangi yeni bir var-
lıkbilim arama zorunluğuyla karşı karşıyadır-
lar. Peki nedir bu dinsel gereksinim? Bu, yaşa­
mının anlamsız bir yaşam olduğunu düşünen
insanın boğucu, sıkıcı duygusudur; ve insan ya­
şamında yönünü yordamını bulamazken, dinin
eski varlıkbilimi de yıkıldığına göre, —şu an­
lamda yıkıldığına göre: bugün eski ve yeni Tev­
ra t^ tarfhsel-ontolojik (varlıksal) yönüyle ey­
lemlerine kılavuz yapacak bir katoliğin ya da
protestanin var olduğunu sanmıyorum— şimdi
bu insanlar da bir soy «tüm değerleri yadsıma»
durumundalar; ve sizin hani doğru saptadığınız
gibi, büyü’ye değin uzanan şey, bu şaşkınlığın,
bu bomboş uzayda durmanın sonucunda, ken­
dine yeni bir dayanak aram aktan başka bir şey
değildir. Kapitalizmin yöneltilen dünyası kar­
şısında marksçı anlayışla ele aldığım anlamlı
yaşam sorununun, temelde, bugün dinsel gerek­
sinim sorunu denen sorunun aynısı öldüğü gö­
rülüyor; işte burada bir geçit bulmayı deneme­
liyiz, Geçitte iki engelle karşılaşıyoruz. Birinci
I..........

5) Schleiermacher bu öğretide dinin öfretllemez


olduğunu, kişinin onu yaşantısıyla, deneyimiyle kavra­
mış olması gerektiğini, tannsal-ruhsal-tarihsel bir dün.
yaya olan yalın içten bağımlılığın, alçakgönüllülüğü,
sevgiyi, utancı, insafı, pişmanlığı vb. öğreteceğini ileri
sürer (Çev,)

185
engel, birçok marksçının tanrı tanımazlığın
bugün her türlü etkisini yitirmiş bulunan eski
gerekçelerine dayanan bağnaz anlayışlarıdır,
ö te yadan, örneğin Gafaudy gibilerinin belir­
li kişilere, örneğin Teilhard de Chardin’e ideolo­
jik yönden yaklaşmaya çalışmaları bir raslantı
değildir. Elbette gerçekte bir yakınlaşma söz
konusu değildir, ve dinsel gereksinimi sahici
olan, ancak bu gereksinim için yanlış ideolojik
dayanaklara sarılan bu insanlara, dayanakla­
rının yanlışlığım kabul ettirerek yardımcı ola­
mayız. Burada marksçılığm alabildiğine kar-,
maşık sorunlarından biriyle daha karşılaşıyo­
ruz, şöyle söyleyeyim: Genç Marx’ın doktora
çalışmasını Epikuros'dan seçmiş olması bir
raslantı değildi. Anlayacağınız bu epikuroscu-
luk, tanrıların dünyanın Intermund’larında
(Epikuros’a göre sonsuz dünyalar arasında bu­
lunduğu varsayılan yerler) yaşadıklarını, ya­
ni Tanrı’mn, tanrısal olanın, aşkın, ilkenin in-ı
san yaşamı üzerinde herhangi bir etkisi bulun­
madığını, bulunamayacağını ve insanın kendi
yaşamına ancak kendisinin bir anlam katabile­
ceğim kabul etmesini ve anlamlı yaşam için ve­
rilen bu savaşımda tıpkı «Enternasyonalcin de­
diği gibi, ona hiçbir tanrının yardımcı olamaya­
cağını söyler.
îşte bu, dinsel tanrıtanımazlığı gerçek bir
tanrıtanımazlığa çevirebileceğimiz noktadır. Bu
da bir sürü felsefi sonjnu gündeme getirir; şim­
di burada birçok soruya açıklık kazandırırken
yaptığım gibi, Nicolai Hartmann’in bu konuda­

186
ki katkılarına dikkati çekmek isterim, H art-
mann erekbilim [teleologie] üzerine yazdığı kü­
çük kitabında, insanın günlük olaylarını sanki
kendisinden bağımsız bir erek tarafından
yönetiliyormuş gibi yaşadığını söyler. Tu­
tun ki, kendisine yakın bir insan ölüyor;
o zaman insan sanki X ’in, Y’nin ölümü, Z’
nin ahlâksal yaşamını değiştirmesini sağlamak
için ereksel bir ölümmüş gibi (amacı önceden
belirlenmiş bir ölümmüş gibi), bu neden benim
başıma geldi diye sormaktadır. İşte sanıyorum
ki burası marksçılığm inşasında dayanabilece­
ğimiz diyalektik-epikuroscu noktadır ve bu nok­
tayı açıklığa kavuşturarak bu tanrıtanımazla­
ra yardımcı olabiliriz. Kuşkusuz tüm büyük ki­
liseler Reform sonrası döneminin büyük ideo­
lojik bunalımıyla karşılaştırılabilecek bir buna­
lım içindedirler. Bu konuda, katolik dünyada­
ki Reform bunalımının doğmasına, katolik kili­
sesinin sırf feodalizmin korunmasına göre ayar­
lanmış olması nedendir diyebilirim, ve buna­
lımdan sonra Loyola’mn büyük başarısı, kato­
lik kilisesinin ancak doğmakta olan kapitalizm
ile bağlaşarak bir kilise olma niteliğini sürdü­
rebileceğini ve genişleyebileceğim ayrımlamış
olmasından ileri gelir. Şimdi gene katolik kili­
sesinin ve diğer kiliselerin, kapitalizm ile can
yoldaşlığı yapmanın tehlikeli bir şey olduğunu
görmeye başladıkları bir bunalım içindeyiz. Pa­
pa X X m . Johannes’in kapitalizmin dinsel des­
teğine tek yanlı yönelmenin bir yana bırakıla­
rak yeni bir yön bulmanın gerektiğini iyice kav­

187
radığı görülüyor. Bu nedenle benzeşmeli olarak
17. yüzyıldaki Loyola’yı örnek aldım. Bugünkü
dinsel gereksinimlerin ne dogmatik, ne de ide­
olojik yönden dayanaksın bir çözümlemesini
yapmaktan kaçınmalıyız; çünkü bugün dinsel
bunalım içinde bulunanlara ancak birinci yol­
dan yardımcı olabiliriz, yani çeşitli yollardan
anlamlı bir yaşamın olanaklarını gerçekleştir^
mek ve bir bağlaşım kurabilmek için savaşım
vermejniz gerekir. Böyle bı'r bağlaşımın üçün­
cü bağlaşığı sosyalist ülkelerde stalinciliği te­
mizlemeye çalışan m arksçılar olacaktır. Çünkü
ancak stalinciliğin temizlenmesinden sonra sos­
yalist ülkelerde yaşamı anlamlılaştıran, ve as­
lında sosyalizmde, kapitalizmden daha Önce ve
çok daha açık seçik ortaya çıkabilecek yaşam
eğilimleri gerçekleştirilebilecektir. Oysa bu eği­
limler, bugüne değin stalinci sistem ve stalincı
yoldan aşılma çabaları nedeniyle geri bırakıl­
mışlardır. Bilmem, burada değişik güçlerin çok
karmaşık biçimde birlikte etkin olduklarını, ve
eğer bilinç yöneltiıpine karşı savaşımdan her­
hangi spekülatif sonuçlar beklersek, geçici de
olsa, kendimizi yanılsamalara kaptıracağımızı
anladınız mı? En önemli şey, başta mkrkSçıIl-
ğın bugün ne anlama geldiğini ve neler yapa­
bileceğini tamamen kuramsal yönüyle açıklığa
kavuşturmamızdır.
KOFLER: Ayrıntılı ve çokyanlı açıklama­
larınızda üç şey dikkatimi çekti. Şimdi diğer
iki sorunun hiç değilse Varolduğuna işaret e t­
tikten sonra, yalnızca bir tek sorunu tartışm a­

188
ya sokmak istiyorum. Dini aynı zamanda bil-
gi-teorisi ve insanbilim (antropoloji) dayanak­
larından türettiniz, ama galiba bu türetm e
Marx’m dini «sıkıntı idindeki yaratığın İnilti­
si» diye belirleyiciyle de bağlantı içine sokul­
malıdır. Sizin, «Estetiklin gerek birinci, gerek­
se ikinci cildinde din sorunu üzerinde çok ay­
rıntılı durduğunuz dikkatimi çekti; gerçi değin­
diğim bu ilişkiyi ortaya koymuyorsunuz* ama
sanırım burada bunu tartışmamıza gerek yok.
Yalnız şu sözünü ettiğimiz kadınların ve kız­
ların «makinalara saldırısı» na ilginç bir biçim­
de katlan ildiğini, hattâ, tutumun arkalanıp teş­
vik edildiğini görüyoruz, neden acaba? Ve bu­
rada bir kuşku doğuyor; geleneksel tabulara
karşı bu soy başkaldırma biçimi, diğer yandan,
bu karm şşık diyalektik içinde, acaba bunları
kurulu düzenle bütünleştirme eğilimlerinin ger­
çekleşmesini de sağlayabilir mi?
L.UKACS: Bakın, çok haklı olduğunuzu sa­
nıyorum. Şimdi bu ilişki içinde cinselliği ma­
kinalara saldırıyla karşılaşm ıyorsak, bu karşı­
laştırm a en son insansa! güdülere dayanıyor,
yoksa hareketin kendisine değil. Makina sal­
dırısı o zamanki kapitalizmle bütünleştiriieme-
di, oysa bu anlaşılmaz ideolojik hareketler ga­
yet güzel biitünleştirilebilirler kurulu düzenle.
Burada ilginç b ir örnek vermek isterim: Mann-
heim’ın tanınmış kitabım (ideoloji ve ütopya)
ele alalım. Mannheim ideolojiye oldukça sert
davranırken, ütopyaya karşı bağışlayıcı bir za­
af, Sevgiden doğan bir hoşgörü gösteriyor. Be­

189
lirttiğimiz gibi bir ütopya, ütopya olarak dü­
zenle çok kolay bütünleşebilir —çünkü ideoloji
ile ütopya arasında devrimci pratik yitip gi­
der— çünkü hedefleri alabildiğine uzak olduğu
için gerçekleşemeyeceği daha baştan belli olan
muhalefet, bugünkü soydan bir kapitalizm ta ­
rafından düzenle bir güzel bütünleştirilebilir.
Kimi şeyler saygı ile karşılanırken, kimilerinin
pek de saygı uyandırmayışını anlamak kolay.
Hani ciddi bir düşünürü ele almak için, diyelim
ki Bloch, sosyalizmle birlikte doğanın da deği­
şeceğini söylüyorsa, buna kimsenin bir diyeceği
olmaz; sosyalizmi isterse doğayı bile temelden
değiştirecek kerte köktenci olsun; Bloch bu
söyledikleriyle saygı duyulan ve övülen bir dü­
şünür olabilir, oysa ben şimdi kalkıp da Nietzsc-
he ile Hitler arasm da bir ilişki bulunduğunu
ileri sürecek olsam, Alman ruhunun kutsal ge­
leneklerini zedeleyen bir hükümet ajanı ya da
ne bileyim onun gibi bir şey olurum, çünkü
Nietzsche’yi eleştirmek demek, bugünün milli­
yetçiliğine de olanca canlılığıyla dokunmak de­
mektir. Kişisel bir örnek aldığım için bağışla­
yın, ama bu örnek gösteriyor ki, —bilinç yön­
lendirilmesine karşı verilen savaşımın genişle­
tilmesinde çok önemli bu nokta— olağanüstü
köktenci şeyler ilginç diye karşılanabilirken, çok
basit, ruhsuz, cansız şeyler, —nasıl desem bü-
mem ki— bağnaz, akıldan yoksun, eskimiş, ne
bileyim bunun gibi yargılarla karşılanıyor. Kı­
sacası bugünkü bu durumu açık seçik görmek
gerekir.

190
KOFLER: Tabiî başka örnekler de verilebi­
lirdi, yoksa sırf Bloch’u...
LUKACS: Bloch’u en iyisi saydığım için
örnek aldığımı söylememe izin verin; başkala­
rından çok daha sağlam örnekler alabilirdim.
Bloch’un dürüstlüğünden kuşku duyamayız,
yeteneğinden de öyle...
KOFLER: ö te yandan sizin dediğiniz gibi,
gerçi savaşmak için Vietnam’a gitmemekte dire­
nen, ama öfkeleri içinde yarı devrimci yarı ay­
dınca kapitalizm karşıtı kesilen, yarı yarıya da
boyun eğici bir tavrı benimseyen şu öfkeli genç­
leri çıkaran okullar var. Açıkçası Frankfurt
ekolünün yönü bu. Şimdi aynı zamanda yazı­
larınızda da bir sorun olarak ele alman soruna,
yani o yalnızca öfkeli olmakla kalmayan ve yap­
tıkları eleştirilerden sonra kalkıp da herhangi
bir biçimde boyun eğmeyen, taviz vermeyen,
«olumlu örnekler» dediğiniz soruna değinmek
istiyorum. Alman Gerçekçileri adlı kitabınızda,
Gottfried Keller’den söz ederken, şöyle diyor­
sunuz aşağı yukarı: Keller’in sanatının belli
başlı eğilimleri, büyük geleceğin içlerine değin
uzanan bir anlam taşırlar; bir yaşamın burada
canlandırılan gerçek «örnek kişileri» demokrasi
içinde karşımıza çıkarlar; her sahici demokrasi­
nin gerçekten insancıl ve demokratik yanlan,
gerçeklerinden bir şey yitirmeden, ideal bir bi­
çime bürünürler; gerçi bu burada tartışılması
olanaksız, ilginç bir biçimde oluyor ama, altını
kalın çiziyorsunuz: «gerçeklerini yitirmeden»
diye. Yani burada sözkonusu edilenler hakiki

191
örnek kişilerdir, özellikle bunun üstüne basmak
istiyorum. «Gerçeklerini yitirmeden,» yani, giz­
li bir ütopya durumuna düşmeden’ Peki ama
aynı zamanda, böyle gerçek insancıl bir demok­
rasiyi nesneleştiren bu tipleri bugünkü yaşam­
da da bulmamız gerekmez mi? Başka bir şey
daha: Bu tiplere bütünüyle biçim bozulmasına
uğramış ve fetişleştirilmiş bir yaşamda —ki
bu günümüzün ayırtgan belirtisidir-— Taslana­
bilir mi acaba? Ve eğer belli ölçüde... özür di­
lerim... bir şey daha...
LUKACS: Buyrun!...
KOFLER: ...ve eğer belli ölçüde de olsa
bulunabilir mi... sonra eğer düzenle zorla bü­
tünleştirmeyi incitmeden sağlayan yöntem hâ­
lâ ağırlığını koruyorsa, burada, görevini belir­
li sınırlar içinde gerçekleştirebilen, ancak sü­
recin tümüne dokunmadan önünden geçip gi­
den, hedefi şaşıran ütopik bir ideolojinin üze­
rinde durmuş olmuyor muyuz? Hemen altını
çizeyim, bunlar benim görüşlerim değil, öğren­
cilerimden size sunmak üzere getirdiğim soru­
lardan.
LUKACS: Bilinçli bir azınlığın oluşturulma­
sı, kitle hareketinin ön koşuludur, derim. Sanı­
rım «Ne Yapmtih» kitabında Lenin bunu çök
iyi betimlemiştir, Şimdi Keller örneğine geri
dönüp, öyle odak noktasında duran bir motifi
değil de, sıradan, ama söylemek istediğimi açık
seçik gösterecek bir parçayı seçeceğim. Bayan
Regel Am rain uzun-öyküaünü eğitim sorununu
irdelemek için alıyorum, Bayan Amrain’in, oğ-

192
lumın kötü ya da berbat davrandığı her durum­
da, bunlan büyük bir hoşgörü Ve merhametle
karşılarken, onda insana özgü bir aşağılık be­
lirtisi gördüğünde kesinlikle kargısına çıkması
çok üstünde durulacak bir olgudur. îşte burada
bir «örnek olma» sorunu vardır ve Bayan Am-
rain'in bildiğimiz gibi çökegitmekte olan bir İs­
viçre toplumuna bağlı olması, bu sorunun de­
dirmesine yol açmaz. Gerçekçilik her zaman bir
«göstermezdir ve burada da çöken İsviçre top-
luöıû gösterilmektedir. Ne olürsa olsun, aşağı­
lığa ve aşağılanmaya karşı savaşım sorunu, bu
ahlâksal sorun geçerliliğini korur ve bizim «bi­
lincimizin yönlendirilmesi» sorunu bakmamdan
büyük bir önem taşır. —Bugün de tamamen
mümkündür-^ gene güncel' bir örnek alacağım,
Jorge Semprun’un B üyük Gezi romanından söz
ediyorum; içinde pek çok önemli yan Var. Bu­
günkü durumdan ve bunu gösteren edebiyattan
söz ettiniz. Son yirmi yılın tüm edebiyatını in­
celersek —biraz da utanç verici olduğunu söy­
lemeliyim— ellilerde yayımlanmış, ölüme mah­
kûm bir antifaşistin son mektuplarım İçleyen
ve insanın büyüklüğünü, yürekliliğini ve dire­
niş gücünü bol bol dile getiren bu kitabın, ya­
zarlara esin kaynağı olmadığını söylemeliyim.
Oysa Semprun’un kitabı, edebiyatın, yaşamın
içinde gerçekleştirilmiş bulunan bu mektupların
insancıl düzeyine yaklaşabildiği ilk kitaplardan
biridir. Hani benzer yapıtların bulunmadığını
söylemek istemiyoriim, sözgelimi Hochhuth’un
ÜŞüm-öyküSü Berlinli A ntigon var, sonra Böll’

F; 13 193
ün D okuzbuçukta Bilardo’sands. çok iyi yerler
bulabiliriz. Bakın sanattan değil, yaşamdan söz
ediyorum burada. Böll’de tımarhaneye kapatı­
lan ve sonunda delice bir öfkeyle askere ateş
eden kadın, faşizme gerçekten karşı çıkan bir
tiptir, ve bu davranış, Almanya’da süregiden
yaşamın karşıtı bir tutumla, faşizmin içten yok
edilmesine yönelik bir davranıştır. Ve Semp-
run’da altını çizmeyi çok istediğim bir yer var,
çünkü yapıt faşizmin o korkunç olaylarından
birine dayanıyor; anlayacağınız, çoğunlukla
kaba, şiddete başvuran bir bilinç yöneltiminin.
örneği olarak gösterilmeyen yahudi sorununa.
Gelingörün ki bugün Almanya’da faşizmin aşıl­
masını yahudi sorununun ortadan kaldırılma­
sına indirgemek alabildiğine yanlıştır derim.
Aslında romandaki sıradan bir olaydır ve
SempTuft* olanaktan yararlanarak bunu çok gü­
zel ve yürekli bir biçimde yahudiliğin de bir
eleştirisine dönüşttirebilmiştir. Semprun’da
bir komünist Alman yahudisi var, F ransa’ya
geçip partizanlarla birlikte savaşıyor ve parti­
zan olarak ölüyor; Semprun onu şöyle konuş­
turuyor: «Ben yahudi ölümüyle ölmek iste­
mem.» Çünkü yahudi ölümü, yüzbinlerin, mil­
yonların çıt çıkarmadan, en ufak bir direnç gi­
rişiminde bulunmadan gaz fırınlarını boylama­
ları demekti. Gerçekte Varşova gettosundaki
yahudi ayaklanması da buna benzer bir şeydi,
ama demek istediğim şu: Gerçeği edebiyat ile,
diyelim ki yahudilik sorunu üzerinden giderek
netleştirmek istiyorsunuz, o zaman bu F ransa’

194
da ölen yahudi partizanı, edebiyat yönünden
Varşova'daki ayaklanmayla aynı yaşam dü­
zeyinde duran ilk yahudidir. Bilmem ne
demek istediğim anlaşılıyor mu? Ve bura­
da edebiyata büyük sorunlar düştüğü kanı­
sındayım. örneğin tamamen başka bir alandan
bu konuya dikkati çekmiştim. Solşenizin’in
İvan D em ssovitfin Yaşamından B ir Gün roma­
nını, diğer büyük toplama kampları romanla­
rıyla karşılaştırırsanız, büyük bir farkın ay­
rımına varırsınız; bir yanda vahşet girişimleri­
nin doğalcı anlatımı; öte yanda, Solşenizin’
de, insanın bir toplama kampında hang i biçim­
lerde, hangi hilelere başvurarak, ne bileyim han­
gi yollardan insansal bütünlüğünü koruyabile­
ceği sorunu. Burada Solşenizin’in romanının
yeni, değişiklik getiren yanı görülüyor. Burası
edebiyatın, «yöneltilm eye karşı savaşımda
destek olabileceği yerdir, yeter ki yöneltilmeyi
bir yazgı olarak alıp, yöneltilme karşısında
edebiyatçı olarak pes etmeyin, örnekleri belli
bir amaçla seçtim, çünkü ölüme hükümlü anti-
faşistin son mektuplarında bulduğunuz bu ger­
çek başkaldırmanın bugünkü araçlarla ve olay­
larla, ya da eski olaylara geri dönerek, aynı
ölçüde, bugünkü insanın «bilinç yönettirmene
karşı verdiği savaşımda onun eylemine örnek
oluşturacak tarzda, edebiyatın edebiyatlığından
bir şey yitirmeden, gösterilebileceğine işaret
etmek isterim. Böyle edebiyatın varolduğu ta r­
tışılmaz. örneğin şu Amerikalı William Sty-
ron’un «Te E vi A teşe Verdi» romanı var. Ki­

195
tapta «yöneltilme» Dostoyevski anlamında bü­
yük bir insansal, patlayım trajedi olarak ele
alınıyor. Bir yandan zengin insanın kaçınıl­
maz olarak yönelten bir tirana, yoksul in­
sanın da bu yöneltimin kurbanına dönüş­
mesi gösterildikten sonra, sonlara doğru
kişisel bir karşı çıkma olarak * gerçek'
leştjrilen öldürme olayıyla, yoksul insanın «yö­
neltilm eye karşı işyanı dile getiriliyor; yok­
sulun mutlu raslantılar sonucu cinayetin sonuç­
larından kurtulabilmesi ve cinayetten sonra
mutlu, anlamlı bir yaşam sürdürebilmesi, bu
geniş görüş açısından oldukça ilginç. BöyA
le yapıtlara çok az raslanır olmakla bir­
likte, örnekler çoğaltılabilir. Yalnızca şu­
nu demek istiyorum: Bu yöneltilmeye kar­
şı çıkan hareketin çok güçsüz olmasına ba­
kıp da karam sar olmamalıyız. Olanaklarımız
var, yandaşlarımız, bağlaşlanmız var, iç hoş­
nutsuzlukları olan insanlar var, sandığımızdan
fazla bunlar ve şimdi önemli olan nasıl ve han­
gi hızla burada uyandırıcı bir çalışma yapabi-
leceğimizdir.
KOFLER: «Yöneltim»e teslim olma komi-
suna dikkati çekmiştiniz, bana Thomas Maun
çözümlemenizde Raabe ile bağlandı olarak ke­
nar kahramanlardan söz ettiğiniz yeri anımsat­
tı...
LUKACS: Evet.,.
KOFLER: ...savaşım larda büyük dünya­
ya açılan bir deliği, geçidi yok yere arayalı

196
kenar (dışta kalan) kahram anlar ya da kenar
tipleri..,
LUKACS: Evet..,
KOFLER: Sonuç insanın çarpıtılmasıdır
—şöyle demek isterim, bugünkü dünya açısın­
dan: mezhepçiliğe varmadır. Çağımızda büyük
dünyaya geçmek için olağanüstü çaba harca­
yan, ancak...
LUKACS: Evet...
KOFLER: ...ancak bağnazlıklarından ta-
rihsel değişmeleri yanlış anlayan ya da başka­
sını ihanetle suçlayan, oysa bu yüzden kendi­
leri ya düşleri içinde sıkışıp kalan,.
LUKACS: Evet.!.
KOFLER: ...ya da tersine burjuva-kapi-
talist yaşam konumundan insan yaşamı anla­
mında, insanm demokratikleşmesi anlamında
kendileri için bir Şeyler çıkarmak isteyen...
LUKACS: Evet...
KOFLER: ...ve sonunda olup bitene razı
olan Ve tıpkı uyduruk karşi-uçlar gibi sözünü
ettiğimiz çarpıklıkları gösteren birçok tip ta ­
nıyoruz.
LUKACS: Evet...
KOFLER: Şimdi böyle olunca şu soru çı­
kıyor ortaya: Acaba hıezhepçüik, içinde her
şeye karşın yeni bir şeylerin oluştuğu bir bu-
nalım dönemi fenomeni değil midir? Birincisi,
bu kendi bilinçlerine göre ilerici olan gerek bur­
juva, gerekse Sosyalist kökenli güçlerin böyle
dağılıp harcanmaları, ilerici güçlerin bunalım
konumuyla açıklanabilecek bir zorunluk mu­

Î97
dur? İkincisi, acaba mezhepçilik gelecekte bir
işe yaramaz mı, ve ne işe yarayacağım tarih-
sel-kuramsal bir derinlik içinde önceden sapta­
yamaz mıyız? İşte kenar kahramanlar ve tipler
sorunu günümüzdeki durumuyla bana bunları
düşündürüyor.
IAJKACS: Gerçekten büyük bir hareket ne
kerte az gelişmişse, yanılgıların gelişim değeri
de o kerte fazladır. Bugün, çalışmanın bir oyuna
dönüşeceğini ileri süren Fourier’in düşüncesinin
tamamen yanlış bir düşünce olduğunu görüyo­
ruz. Oysa o zaman kapitalist çalışmalım körü-
körüne göklere çıkarılması karşısında, daha
önce Schiller’in estetiğinde de karşılaştığımız
Fourier’in bu düşüncesi olumlu bir anlam taşı­
yordu. Derken Marx çıkıp doğru yolu bulunca,
olumsuz bir değer kazanmaktan kurtulamadı.
Elbette, bugün «yöneltilm ece karşı çıkan bir­
çok girişim (her girişimi buraya katıyor deği­
lim) iyi bir anlam taşıyabilir. Yazıyı henüz
okumadım ama, M adem Zamanlar dergisinin
son sayısında yöneltimin ideologu sayılan Teil-
hard de Chardin’e karşı bir eleştirinin tartış­
maya konduğunu duydum. Gerçekten de Teil-
hard de Chardin’in düşünceleri ile —bilmem ki
nasıl söylesem— bu yeni-olgucu yöneltim dün­
ya görüşü arasında sımsıkı bir bağlam vardır,
Burada Hegel'e dayanarak, hakikat somuttur,
diyeceğim ve belirli bir yönde geleceğe olum­
lu katkısı olacak mezhepler bulunabileceği gi­
bi, etkileri bugün bile olumsuz olan mezhep­
ler bulunduğunu sanıyorum.

198
KOFLER: Sayın Lukacs, sizi sıkmak iste­
mem, ama çok tartışmalı bir yönü olan ve be­
nim yönettiğim bir semineri oldukça uğraştıran
bir soru daha sorabilir miyim acaba? Sizin «Es­
tetiksin birinci cildinin bir bölümünde, yansıt­
ma sorunuyla bağlamlı olarak birlik içindeki
[bağdaşık] gerçekten söz ediyorsunuz.
LUKACS: Evet...
KOFLER: Şimdi şu soru çıkıyor ortaya:
1923’deki Tarih Ve Sım f Bilimci kitabınızda
klasik felsefeye dayanarak, bu felsefenin ger­
çeğin bilinirliğini, bu gerçeğin «doğurulmasıy-
la» [yaratılmasıyla] nasıl bağlam içine soktu­
ğunu kanıtlıyorsunuz. Bu felsefeyi eleştirir­
ken, haklı olarak gerçeğin bilinirliği sorununun
ancak toplumsal pratik kavramının zemini üze­
rinde çözülebileceğini söylüyorsunuz. P ratik
kavramı göz önünde tutulm adan bu sorun çö­
zülmez, diyorsunuz. Şimdi soru şu: Doğurma­
nın (yaratmanın) her iki kavramı olan bilgi-teo-
risi ve toplum kavramları iki ayrı gerçek ala­
nına girmezler mi? Söz yerindeyse, biri maddi
üretim alanına bağlıyken, diğeri doğabilimin
ve matematiğin nesnelerine yönelik değil mi­
dir? Gerçi sizin türetmeleriniz arada bir ko­
pukluk yokmuş gibi okunuyor ama, aslında
eleştirici bir tavırla diyebiliriz ki, iki ay n «do­
ğurma» [yaratma-meydana getirme] kavra­
mıyla çalışıyorsunuz kitapta.
LUKACS: Bir kere, belki sizin de bildiği­
niz gibi, Tarih Ve Svm f Bilinci kitabımı aşıl­
mış bir kitap saydığımı belirterek başlamam

199
gerekiyor söze, bu bakımdan Tarih y e Svmf
Bilinci yapıtındaki türetim in Estetifc’de geliş­
tirilen sorunla herhangi bir baglantiBi yok,
Gerçeğn birliği (bağdaşıklığı) ve «meydana
getirme» ne anlama- geliyor, ona bakalım; ğer-
çiğin tüm fenomenleri —anorganik, organik
ya da toplumsal fenomenler— gerek kendi iğ­
lerinde, gerekse birbirleriyle karşılıklı etkile­
şim durumunda bulunan belirli karmaşalarda­
ki [kümelerdeki] bir dizi nedenselliğe göre
oluştuğa için, gerçek birliklidir [bağdaşıktır].
Yani bir özdeşlik vardır. Ancak daha önce
Hegel kitabımda da göstermeye çalıştığım gi­
bi, Hegel’in diyalektiğe getirdiği en önemli ye­
niliklerden biri, «karşıtların birbiriyle savaşı­
mı» değil de, «özdeşliğin özdeşliği,» «özdeş ol­
m a y sa m , diyalektiğin temel ilkesi yerine
konmasıdır, işte ben, gerçeğin, insanın her
türlü saptamasından (Setzung) —buna bi­
razdan döneceğim— bağımsız olarak neden­
selliğin içinde akıp gittiğine inandığımdan,
birlikli bir gerçeğin, bir özdeşliğin bulunduğu­
nu söylüyorum. Hemen ekleyeyim: Bu gerçeğin
ü§ değişik biçim içinde dışlaşması gerekiyor.
Çalışma içinde «meydana getirme» (yaratma*),
çalışanın kendine gerçekleştirmeyi düşündüğü
erekbilimsel (tdeolojik) bir hedef saptamasıyla
gerçekleşiyor elbette. Bu yönden bakılırsa, do-t
ğada bulunmayan yepyeni bir şeyin meydana
getirilebileceğini görürüz, öyle atom bilimlerine
değin uzanmaya gerek yok. Tekerleği alın, as­
lında doğada tekerlek diye bir şey yoktur, în-

200
san, daha gelişim aşamasının başlangıç dönem*
lerinde tekerleğin yapısına geldiğinde, bu doğa
için yepyeni bir kompozisyondu. Erekli koyum­
lar (teleologische Setzung), özleri gereği, ne­
densellik dizilerinin Öğrenilmesine, ve edinilen
bu' bilgilerin ışığında doğanın bu nedensellik di­
zilerinin insan tarafından başka [yeni] bir bi­
reşim düzeniyle birbirlerine etki yapmalarına
olanak verirler; öyle ki, tüm bü olup biten, san­
ki insanın ereksel saptamaları olmasa da ger-
çekleşebilirmiş gibi gelir bize. Şimdi, biz varolan
nedensel bağlandıkları değiştirenleyiz, yalnızca
öğrenir ve uygulayabiliriz onları. Hegel ilk ya­
zılarında çalışmaya değinirken, yerinde bir gö­
rüşle, doğanın, insanın aletleriyle kendi kendini
işleyerek tükettiğini söylemiştir. Sözüriü ettiği­
miz yaratmada^ «meydana getirmemde bir Özdeş­
liğin özdeşliği ve özdeş olmama gizlidir. Şöy­
le ki, tekerlek insanın meydana getirdiği bir
şeydir, ama gene de tekerlekte insandan bağım­
sız olarak doğada egemen olan nedensel dizile­
re aykırı hiçbir Şey yoktur. însan belirli bir yol­
da öğrenmiş, tammış olmasıydı, elbette teker­
leği meydana, getiremezdi. Yani bu meydana ge­
tirme gerçeğin birliğine (bağdaşıklığına) aykı­
rı olmayan, ancak çok karmaşık bir süreçtir.
Ben şimdi kalkıp da bu gerçeğin üst düzeyde­
k i biçimlerine başvuruyorsam, daha önce din­
sel sorunda değindiğimiz bir şeyi kastediyorum,
Örneğin —gerek Organik gerekse anorganik—
doğanın, insanın ereksel saptamalarından ba­
ğımsız olarak kendi diyalektiğine göre akıp

201
gittiğini ve gerçekleştiğini, yetkinleştiğini söy­
lemek istiyorum. Şimdi, insanın fizyolojik ya­
pısı da, ruhsal yangısı da birer raslantıdırlar.
Aslında Marx £ir keresinde, devrimci bir duru­
mun işçi sınıfı önünde lider olarak kimi bula­
cağı raslantıdır, diye yazarken çok hakliydi.;
öte yandan, bu salt fizyolojik ve ruhsal bir şey
de değildir burada. Gene de işte ortadan kaldı­
rılmaz bir raslantı payı kalıyor, ve bu raslantı
doğa-olayınin salt nedensel akışından çıkan bir
raslantıdır. Bu açıdan, insan pratiği karşısın­
da birlik içinde bir doğa vardır; ben şimdi kal­
kıp da doğa bilimlerinin ve insan ruhunun vb.
bilgilerine gereksinim duyan herhangi toplum­
sal bir faaliyette bulunsam, bu faaliyet karma­
şası içinde benim önünü alamayacağım yasa-
demetleri etkinlikleri karşımıza çıkar. Gerçi
bilgilerime dayanarak dış gerçeğin üzerinde de­
ğiştirici bir etkinlik yaratabilirim, ama gerçe­
ğin yasaları bensiz de etkindirler; bu ilişki için­
de ben ekonomideki üretici, sanatçı ya da dü­
şünür olarak birlikli, bağdaşık bir gerçeğin
kaşısmda bulunurum; işte bu birliği özdeşliğin
özdeşliği, özdeş-olmama diye anlamam gere­
kiyor.
KÖFLER: Peki Marx’m Felsefi Ekonom ik
Taslaklar’da. ileri sürdüğü, doğa’nın insansız
bir hiç olduğu yargısıyla bu söyledikleriniz
nasıl bir bağlam oluşturuyor?
LUKACS: İçinden çeşitli raslantısallıklar
sonunda insanın çıktığı doğa’mn, onsuz (sözko-
nusu yönden) hiçbir Şey olmadığım söyleyecek

202
olursam, hani güzel bir özdeyişten ucuz bir de­
yiş yapıvermiş olurum. Marx, üstünde insan et­
kinlik gösteriyor diye, dünyanın «varolan» bir
şey olduğunu, buna karşılık Mars ya da Ve-
nüs’de insan yoksa bunların «varolmadıkları­
nı» söylemiş değil ki. Burada Epikuros’un zo-
runluk fikrini geliştiren genç Mant’ın çelişik
gibi görünen bir özetlemesiyle karşı karşıya-
yız. Çünkü eğer tanrılar Intermund’larda yaşı­
yorlarsa, bu, insanların da ancak değiştirici
bir etki yapabilecekleri, bunun ötesinde doğa­
nın tabiî ki kendi başına insandan tamamen
bağımsız geliştiği anlamına gelir. Marx’ın baş­
ka bir şey kastetmiş olacağını sanmıyorum.
KOFLER: Kuşkusuz, böyle de anlaşılması
gerekir zaten. Şimdi en son bir noktaya değin­
mek için soru’nun başlangıcına geri dönmek is­
tiyorum. Hegel, gerçeğin mutlak akıldan (tin’
den) doğmasını «üremesini» toplumdaki üretim
sorunuyla ilişki içine yerleştirmiştir, sanki bu
ikisi (mutlak akıl ve toplum) aynı düzlem üze­
rindeymişler gibi. Burada karıştırm alar ya da
yanlış anlaşılmalar olmaması için, bir ara koy­
mak gerekmez m i?
LUKACS: Bakın, bilgi-teorik soruların iş-
, lenmesi konusunda oldukça şüpheci olduğumu
söylemeliyim. Çünkü bilgi teorisi sorunlarının,
varlıkbilimse! (ontolojik) soru-koyumlann uğ­
rakları olarak ele alınmadıkları sürece, sorun­
ları çarpıttıklarından ve eşitlik olmayan yere
eşitlik (işareti), eşitlik olan yere de tersini koy­
malarından korkarım. Bilgi teorisi konusunda

203
çok dikkatli olmak gerekir. Şimdi önemli
bir olguya değineyim; K ant’ın teorisinde
bizi çevreleyen dünya, arkasında aşkın
ve bilinemez [öğrenilemez] bîr «kendinde
şeysin bulunduğu salt bir görüngü [feno­
men} olduğundan, bizim somut (algılanır) ger­
çeğin içindeki görüngü [fenomen] ve öz ayrı­
mınım, Kant’da ortadan kalkar; Hegel’de ise
gerçek, gerçekten varolan bir öz ile, gene ken­
disi de gerçek olan bir görüngüler dünyasın­
dan (fenomenler dünyasından) oluşun. Daha bu
da gösteriyor ki, burada yalnızca bilgi teorisi
bakmamdan bir gelenek kurabiliriz; ve şimdi
marksçı anlamda «üretme»den söz edecek
olursam, üretme'den elbette yalnızca çalışma­
nın ürünlerini anlayacağız en geniş anlamıyla;
ü re tm e .,
KOFLER: Toplumun üretimi..,
LUKACS: Evet, ama toplumun üretimi ve
işbölümünün yaygınlaşması, birincil ereksel
saptamanın (teleologische Setzung) üstüne ku­
rulan ve duyulmamış bir ereksel saptamalar
sistemi oluşturan, gittikçe karmaşıklaşan erek*
sel saptam alar sonucunda gerçekleşir. Herhangi
biri toplumu gerçekten çözümleyecek olursa,
toplumun kurucu atomunun işte bu ereksel sap­
tam alar olduğu sonucuna varır sanıyorum. An­
cak bileşimleri erekli bir bileşim biçiminde ger­
çekleşmemiştir. Her mal satışının 4® satın al­
manın hep birer ereksel saptam a Olduğunu be­
lirtmeliyiz. Kadının biri pazara gidip beş arm ut
alırsa, bu ereksel bir saptamadır. Ancak pazar

204
yerinde bu binlerce ereksel saptam aların sonu­
cunda, diğer pazar nedensellikleriyle birleşen bir
pazar nedenselliği doğar, vö bu noktadan sonra
artık ereksel saptamaların nedensel sonuçlan­
dır etkinlik gösteren. Herbir ereksel saptam a­
nın oluşturduğu sonucun, bu ereksel saptama­
larda amaçlanandan başka bir şey göstermele­
ri (ttıeydatta getirmeleri) toplumsal varlığın
içindeki yaşadıkların ve nesnelliğin öııü alın­
maz uğrağıdır. Diyelim ki ortalama kâr, aŞırı
kâr sağlama çabasından doğar; o durumda tek
tek saptamaların1 içinde aşırı (fazladan) kâr
çabalan gerçekleşir, h attâ aşın [fazladan] kâr
da gerçekleşir, ne Var ki toplam-gelişifti için­
de göne de ortaya çıkan, tüm sürecin kendisi
olarak azalan kâr haddi belirtisidir, Bu çekir­
dekten hareketle, toplumdaki Özgürlük ve zo­
runduk sorunlarım da felsefece işlemek 'gerekir.
Kanımca bunu yaparken, —ve bu sorun hiçbir
zaman felsefe yönünden yeterince üstünde du­
rulmuş bir sorun değildir-— nedenselliği ve
erekselliği, belirlenmişliğin (determinasyon) iki
biçimi olarak, yanyajia, birbirinden bağımsız
ele almak gerekir. Ereksel olanın tümüyle yad­
sındığı' dönemler olmuştur; oysa kendi başına
ve bağımsız olarak varolan yalnızca nedensel­
liktir, toplumsal varlık içinde buna ereksel sap­
tam a eklenir, ancak ereksel bir saptam a yal­
nızca nedensellikle belirlenmiş bir dünyada
varolabilir, diyebiliriz. Burada, ereksellik ile
nedenselliği bilgi teorisi yönünden birbirinden
bkğlmsız ilişkiler gibi çözümleyebileceğim! söy­

205
lerken ne demek istediğimi görüyorsunuz artık.
Varlıkbilimsel (ontolojik) yönden çözümlemeye
girişirsem, gerçi o zaman görünüşte birbirine
aykırı yanlar bulurum, çünkü bir yandan erek­
sellik ancak nedenselliğin egemenliğinde işleye­
bilir, öte yandan toplumdaki yeni eşyalar, bi­
çimler ve bağlantılar ancak ereksel saptamala­
rın sonucunda meydana gelebilirler. Bu bilgi te­
orisi bakımından çok aykın b ir şey gibi görü­
nüyorsa da, varlıkbilimsel (ontolojik) yönden
yaklaştığınızda, işbölümünün yalın bir çözüm­
lenmesinden başka bir şey değildir.
KOFLER: Çok doğru, araya bir açıklama
koymamın nedeni, üretim kavramıyla bağlamlı
olarak doğabilecek yanlış anlamaları önlemek­
ti...
LUKACS: Tabiî, tabii...
KOFLER: ...hani üretim ’den sırf çalışmayı
anladığınız sonucu... çıkmasın diye, oysa...
LUKACS: Ben çalişma-hedefinin...
KOFLER: ...birincil şey olduğunu... söyle­
mek istiyorsunuz.
LUKACS: Bakın, çalışmanın hedefinden
(saptanmasından) çalışmanın düzenleşimi (ko­
ordinasyonu) kavramı çıkıyor. Entellektüel ön
çalışma kavramı çalışma’ya doğru gelişiyor vb.
Bu süreç toplumsal işbölümü biçiminde geliş­
meye devam ederse, bundan gelenekler ve buna
bağlı sonuçlar doğar. Daha ileri bir basamakta
hukuk doğar buradan; her hukuksal saptama
aynı zamanda bir ereksel saptam adır; her hu­
kuksal yönerge: Franz Müller iki kutu sigara

206
çaldığı için üç ay içeri tıkılsın, dememden iba­
rettir. Hiçbir hukuksal yönerge yoktur ki, ya
kendisi ereksel bir saptam a olmasın, y a da
ereksel bir saptamaya geçişi oluşturmasın. De­
mek istediğim, bilimin en yüksek biçimlerinden
sanata değin, ereksel saptama sorunlarına uğ­
ramadan edemeyiz.
KOFLER: Varlıkbilimden söz ederken, ger­
çekte insanbilimi (antropoloji) kastediyorsunuz
sanınm .
LTJKACS: Hayır, çünkü bir insan olsun ol­
masın, buna bakmaksızın belirli varlıkbihmsel
düzenlemelerin varolduğunu söylemek istiyo­
rum. Sözgelimi, bizim güneş sistemindeki çeşitli
gezegenleri üzerlerinde organik yaşam var mı
diye incelersem, bunun insanla bir alışverişi
yok k i Çünkü b ir gezegen üstünde yaşamın ge­
lişiyor olması olgusu, burada yaşamın ille de
insana varacağı anlamına gelmez. İşte bu nok­
tada elimizdeki bilgilerin, gereçlerin yetersizli­
ği nedeniyle çözümleyemediğimiz bir ikinci sıç­
ram a var, ama bu noktadan ilerdeki çözümle­
melerin çok karmaşık sonuçlara varacağından
hiç kuşkum yok. Marx, darvinciliğin, erek-bi-
limle bir hesaplaşma olduğunu yerinde bir gö­
rüşle dile getirmişti. Ve daha şimdiden canlıla­
rın gelişimine bakarak, gelişimde çıkmaz so­
kaklar bulunduğunu, ve oldukça yüksek bir ge­
lişim düzeyinde, çıkmaz sokaklar bulunduğunu
görüyoruz. Hayvansal toplumun en yüksek bi­
çimlerine en yüksek gelişim düzeyindeki hay­
vanlarda değil de, böceklerde raslarsmız; gelin

207
görün ki, hayvanlardaki toplumsallaşma da on­
ların bundan böyle gelişimini durduran bir sı­
nırdır; işbölümü —örneğin anlarda— biyolojik
bir işbölümü olduğundan, arı kovanı da kendini
ancak biyolojik yönden yenileyebilir, ama kovan­
daki kraliçe egemenliğini bir demokrasiye dö­
nüştüreniz. Burada bilerek eski bir anlamsız­
lığı yineliyorum. Çünkü bundan öteye bir top­
lumsal gelişme, işbölümünün biyolojik değil de
toplumsal bir nitelik taşıdığı insanlardaki dü­
zenlemeyle olanaklı yalnızca.
KOFLER: Kuşkusuz; ne ki bu geleneksel
felsefede başka türlü değil mi? Bu noktada ne­
yi kabul edersek edelim, insansal-toplumsal
alanda her şey başka türlü değil mi, yan} in­
sanbilimi böyle değil mi? örneğin erekbilim (te­
leoloji) kavramı. Bundan bir felsefe yapınca,
felsefeyi uyduruk sorunlara ve uyduruk çözüm­
lere yol açacağı bir alana kaydırmış oluyoruz.
LUKACS: Bugün elbette bu soruyu jnsan-
bilim alanına indirgemeye çalışan çok yoğun
bir akım var. Ama bu indirgeme, doğanın tüm
geçmişini ortadan kaldırıyor; insanlar da, be­
lirli şeylerin sırf anorganik zorunluğun yasalar
rından ileri geldiğini bir yana bırakıyor. Bakın,
bir keresinde aklı başında birisi bana, hareket
organları tek Sayilardan oluşmuş tek bir canlı­
nın bulunmayışının çok ilginç olduğunu söyle­
mişti. Tekli sayılara bizde de raslanıyor, bir
Burnumuz var, bir ağızımız, ancak üç ya da beş
ayağı olan tek bir canlıdan söz edemezsiniz, ya
iki, ya dört, ya sekiz, ya on ayağı var filan; iş­

208
te bu hareketin fiziksel yasalarına hağlı bir şey­
dir ve bu yasalar canlılarda böyle yerleşmişler­
dir, Buna insanbilim mi diyeyim şimdi? Biraz
afchptılmış bir geliştirme olmaz mı? Sanıyorum
insanbilimin öylesine vurgulanmasının nedeni,
doğru ve ilerici saydığım bir düşünceden, yani
insanların, ruhun bilimi denen şeyden biraz kuş­
kuya düşmüş olmalarından kaynaklanıyor. Ruh*
bilim insanın belirli davranış tarzını (dışlaşma
biçimlerini) yalıtarak, insanın her davranış tar-
zmin bir çifte nedenselliğin sonucu olduğunu,
yani bir yandan insanın fizyolojik yapısıyla ve
bu fizyolojik güçlerin etkisiyle koşullanmış bir
şey olduğunu, Öte yandan da toplumsal olay­
lara gösterdiği tepkiyle belirlendiğini görme­
miştir. Bu ruhbilimde birlikli bir ifade kazanır.
Örneğin bir kokudan tiksindiğimi söylersem,
bu katıksız fizyolojik bir tepki değildir; bili­
yorsunuz, kokular ne denli modaya boyun eği­
yor ve insanların belirli kokulara gösterdik­
leri tepkinin ne denli toplumsal olduğu ortada.
Belki iyi bir örnek değil ama, iki yanlı olma­
yan, yknl aynı zamanda birbirinden ayrılmaz
biçimde toplumsal ve fizyolojik olmayan tek bir
ruhsal tepki bulunmayacağını göstermek iste­
dim yalnızca, Zamanla, araştırm alarım bu iki
parçalım karşılıklı etkileşimine yoğunlaştıran
bir insanbilimin doğacağından kuşkum yok, ama
böylelikle toplumsal gelişmenin önemli sorun­
larının çözüleceğini sanmak bir yanılsamadır,
Çünkü toplumsal gelişme —her ne kerte insana
bağlıysa da-— ekonomideki kendine özgü yasa-

F: 14 2Ö9
lann üzerinde gelişir. Ve, hani bir önceki örne­
ğe değinmek için söylüyorum, şu kâr-hadleri-
nin azalmasını insanbilimsel yoldan nasıl açık­
larlar, yaman meraklanıyorum.
KOfFLER: E h burada sonsuza değin ta rtı­
şabiliriz Sayın Lukacs, sabnnız için sonsuz te­
şekkürler.
1967, Budapeşte

210
KİŞİLER SÖZLÜĞÜ

A iskhylos: (İ.ö. 525-456) Yunanlı trajedi ya­


zan. Yapıtlarından yalnızca yedisi tam olarak
bugüne kalmıştır, özellikle adaletin gereklili­
ği üstünde durur, hak sorununu kurcalar. Ver­
mek istediği ahlâk dersi, A tina ahlâkının te­
meli olan üstün erdemliliğe, yani ölçülülüğe çağ-
ndır. Tiyatro sanatına döneminde teknik an­
lamda birçok yenilik getirmiştir.
Aqm naiı Thom as: (1225 [26] -1274) Domini-
kan rahibi. Skolastiğin en önemli temsilcilerin­
den biri. Aristoteles öğretisi ile hıristiyanlık
arasında bir bileşim kurmayı denedi. Doğal ile
doğal-üstü T an n bilgisinin birlikte varolduğu­
nu savundu. Doğa ile «Gnade» (kayra-inayet)
arasındaki karşıtlığı yadsıdı. Onda «Gnade» do­
ğayı bütünler.
Bahr, H arrm nn (1863 - 1934) AvusturyalI ya­
zar. Romanlar, oyunlar ve birçok deneme yaz­
dı.
Becher, Jöhannes: (1891 -1958) Alman toplum­
cu şairi ve oyun yazarı. îlk yapıtlarında dışa­
vurumculuğun etkisi altında kaldı. Sonraları

211
açık, yalın ve gerçekçi bir üsluba yöneldi,
Benn, G ottfried: (1886 -1956) Alman yazarı.
Hem Nietzsche’nin, hem de dışavurumculuğun
etkisinde kaldı. Kutsal sayılan bütün gelenek­
lere karşı çıktı. însanın içine düştüğü nihilizm­
den ancak sanat alanında çaba harcayarak kur­
tulabileceğini savladı.
Bergson} Henri; (1859 -1941) Fransız filozofu.
Salt düşünme yetisi karşısında sezginin (Intu-
ition) üstünlüğünü savundu, «yaşam a atılımı»
anlamındaki «âlân vital» öğretisi, Avrupa felse­
fesini büyük ölçüde etkiledi. Bu öğretiye göre
«yaşama atılımı», yaşamı ileriye götüren iç
güç’ü belirler; bu güç yaşamın her türlü y ara­
tıcı gelişmesinde kendini belirten, yaratmadan
yaratm aya sıçramayı sağlayan güçtür; kısaca
evrenin ana, temel gücüdür.
Bemstein> Eduard: (1850 -1982) Alman politi­
kacısı ve yazan. Reformcu, evrimci sosyalistle­
rin kuramcılanndandır. Başlangıçta benimse­
diği marksçilıktan sonraları vazgeçti.
Bîoch, E m s t; (1885 -1977) Alman filozofu.
Aristo’nun, Hegel’in öğretilerini diyalektik
maddeci tabanla bağdaştırmaya çkUştı. Yahudi1
hıristiyan «öbür dünya bilgisi» (Eschatotogie)
üzerinde bir «umut kuramı» geliştirdi. Bloch’a
göre doğa ve toplum, iç gelişim olanaktan sa­
yesinde, tüm yetersizlikleri aşip maddi-manevi
evrensel bir birliğin kurulmasına yönelebilirler.
Böyle bir gelinim sonunda insanın gerek toplum­
sal, gerekse bireysel yabancilaşmışlığı da aşı­
labilecektir. Bloch bu anlamda diyalektik mad-

212
dĞciliği oldukça uzak, ütopik hedeflerin ger­
çekleştirilmesi amacına koşar. Ona göre ütop­
yalar her zaman varolmuşlardır ve tarihin bir
bütün olarak kavranmasını sağlayan toplumsal
ütopya, insanın kendi bilincine varmasıdır. En
önemli yapıtları: «Ütopya’nm Ruhu» (1918),
«Çağımızın Mirası» (1933), «Heğel’e Nesnel
Açıklamalar» (1951), «Avieenna ve Aristoteles
Solu» (1952), «îlke Umut» (1954), «Doğal Hak
Ve İnsanlık Onuru» (1961), «Yabancılaşmalar»
(1964).
Buharin, TSHkolay: (1888 - 1938) Bolşeviklerin
önde gelenlerinden. Bir öğretmenin oğlu olan
Buharin, okul dönemlerinde yasâ dışı İlân edilen
edebiyatla uğraştı, mârksçihğı öğrendi; 1906’da
bolşeviklere katıldı. 1908’de bolşeviklerin Mos­
kova temsilcilerinden biri oldu, ama 1911'de
Almanya'ya sığınmak zorunda kaldı. Politbüro
üyeliği, komintern başkanlığı yapan Buharin,
1929’da Komünist P arti’den çıkarıldı; üçüncü
Moskova dunışmalarıhda sekiz yıl tutuklu kal­
masına karar Verildi. Ancak 1938’de ensesine bir
kurşun sıkılarak yaşainma Son verildi. En
Önemli eserleri: «Komünizmin Alfabesi» (1921),
«'Tarihsel Maddecilik Kuramı» (1922), «Prole­
te r Devrim Ve Kültür» (1923).
Croce, B&nedetto: (1866 - 1952) Estetikçi, füo-
zof, tarihçi, siyasal bilimci. Felsefe anlayışı
büyük ölçüde Hegel’e dayanır, felsefenin tarih ­
ten ayrılamayacağım ileri sürerek, bilgi ala­
nındaki en önemli yeri tarihe verdi. 1947’de
İtalyan Liberal P artisi’nin başına getirilen Cro-

213
ce’nin en önemli yapıtı «Tin’in Felsefesidir. Es­
tetik konusunda büyük etkisi olmuştur.
Ç im er, Oeorges: (1769 - 1832) Fransız doğa
bilgini. Ona göre organizmadaki tüm değişiklik­
ler birbirlerine bağımlıdır. Çeşitli canlılardaki
kimi nitelikler birbirlerine uyduğu halde, bir kı­
sım nitelikler birbirlerinden tümüyle ayndlr.
Ouver gelişim, evrim öğretisini kabul etmez.
Türlerin değişmezliğini, yeryüzünün sürekli bir
evrim değil, çeşitli zamanlarda «devrimler» ge­
çirdiğini öne sürer.
D ilthey, W ühdm : (1833 - 1911) Alman filozofu.
Bilimsel anlamda geliştirilen bir yaşam felsefe­
si kurdu. Manevî bilimlerin yöntemsel ve bilgi-
teorik bağımsızlığı için çaba harcadı. Tüm dün­
ya görüşü sorunlarını tarihsel evrime katan
Dilthey’e göre bütün varlıklar sürekli bir de­
vinim içindedirler, duran bir şey yoktur; bu­
nun yanında bütün düşünceler, bilgiler ise gö­
recedir.
Döblin, A lfred: (1878 -1957) Alman romancısı.
Eserlerinde toplumsal kurum lan ve kişilerin
toplumsal konumlarını mitologyadan öykülere,
tarihsel olaylara bağladı. Dışavurumculuğa şe­
m atik bir soyutlamayla yaklaşan Döblin, bire­
yin öznelliğini, toplumun nesnelliğinden üstün
tuttu.
E isler H m ns: (1898 - 1962) Alman bestecisi.
Koro müziği çalışmalarında üslubunu iyice ya­
lınlaştırdı. Halk ezgilerinden yararlanırken
çağdaş yorumlara yöneldi. Doğu Berlin’e yer­
leştikten sonra B rechtte birlikte çalışmaya baş-

214
lay&n Eisler, süitler, senfoniler, orkestra için
çeşitli parçalar, koro ve sahne için besteler yaz­
dı. Demokratik Alman Cumhuriyeti ulusal m ar­
şının da bestecisidir.
EpiJcuros: (I.ö. 341 - 271) Yunanlı filozof. Ona
göre tanrılar dünyanın dışında, kendi değimiyle
«Intermund»larda yaşarlar ve insan yazgısına
herhangi bir etkileri yoktur. Ahlâk anlayışı in­
sanın mutluluğuna yöneliktir. Mutluluğa, zevk­
leri akıllıca kullanarak varılabilir.
FeuchtwcmgerJ Leon: (1884 -1953) Alman ya­
zan. «Söz» dergisini Moskova’da çıkaranlardan.
Tarihsel romanı yeniden canlandırmasıyla ün­
lüdür. Hıristiyan ve yahudi tarihinden öyküleri
birleştirm iştir. 1919 yılında Brecht’in yandaş­
la n arasına giren Feuchtvvanger, bir süre onun­
la çalışmıştır. Epik tiyatroyu benimsemiş, son
yapıtlarında diyalektik tarih incelemesi yön­
temleriyle romanları ve oyunları değerlendir­
miştir.
Feuerbach, Luchoig: (1804-1872) Alman filo­
zofu. Hegel’den yola çıkarak maddeciliğe vardı.
Hegelci solu, M ars'ı, Engels’i etkiledi. Feuer-
bach’ın görüşleri üzerine Marx «Feuerbach Üze­
rine Tezler», Engels «Feuerbach Ve Klasik Al­
man Felsefesinin Yıkılışı» ve Lenin «Materya­
lizm Ve Ampriokritisizm» adlı eserleri kaleme
aldılar. Duyumcu bir bilgi öğretisi geliştiren
Feuerbach, T ann düşüncesinin insanların ta ­
sarımlarından ve dileklerinden türediğini öne
sürdü. Başlıca yapıtları: «Hegelci Felsefenin
Eleştirisi» (1839), «Hıristiyanlığın özü»

215
(1841), «Geleceğin Felsefesinin Temelleri»
(1843), «Tanrıların Doğuşu» (1857).
Fichtç, JoJumn G ottlieb: (1762 -1814) Alman
filozofu. «Tüm Vahiylerin Eleştirisi» kitabında
(179Ö) K ant'm eksik din felsefesini tamamla­
mayı denedi. îlk yasaları kozmopolitik ve dev­
rimci nitelikteydi; bilim öğretisi tüm felsefesi­
nin temelini oluşturdu. «Bilim öğretisine Te­
mel», «Töreler Öğretisi Sistemi» gibi yapıtla­
rında, bilincin tüm yapışım, bireyin kendi ko­
ymaları (hedefleri) dışında diyalektik olarak
geliştirmeyi denedi. Fichte’nin diyalektiği, as­
lında, K ant’m usu eleştirme yöntemi olan
transzendentalizminin tu tarlı bir devamıdır. Din
felsefesinde maddi dünya, dinsel görevi yeri­
ne getirmeye malzeme oluşturur. Bu felsefede
Tanrı, töresel dünya, düşeniyle özdeştir. Fiehte
giderek mistisizme kayar, «insanın Belirleni­
mi» (1800) adlı yapıtında, insanın, karakterli,
iradeli olmasını ister, insanın eğitilmesini £şrt
koşar ve devletin sorumluluğunda ulusal bir
eğitim sisteminin kıırulmasım ister. Napoleon’a
karşı çıkıp Alman ulusal birliği için çalışmış,
ulusal düşüncelerin yaygınlaşmasına katkısı
olmuştur.
Fourier, Charles: (1772 -1837) Fransız sosya­
listi. Utopik-sosyalist bir sistem kurmayı de­
nedi. «Falanj» adını verdiği aşağı yukarı 1600
kişiyi barındıran topluluklar kurarak, bu top­
luluklarda çalışmayı insanlar için Cazip ha­
le getirecek Önlemler alıp büyük çapta
üretimi gerçekleştirmeyi, böylece gelir dağılı-

216
mim düzene koymayı, iktisadi sorunları çö­
zümlemeyi tasarladı. Bu topluluklar, herkesin
en az bir his&eyle katıldığı çok ortaklı Şirket ni­
teliğindedir. filde edilen gelirlerin (4/12) si
sermayeye, (3/12) si yeteneğe, (5/12) si ise ça­
lışm aca dağıtılacak, h e r ortak hem sermayesi­
nin, hem yeteneğinin, hem de çalışmasının pa­
yım alacağından, gelir dağılımı sorunu, da çö­
zümlenmiş olacaktır.
Garaıtidy, Roger: (1013) Fransız Komünist Par­
tisi poütbüro üyesi; birçok kez milletvekilliği
yaptı, Clermond-Ferrand Üniversitesinde öğre­
tim görevlisi olarak çalıştı (1962).
Gorki, M aksim: (1868 - 1936) Rus romancısı.
Çağımızın eti güçlü, en önemli yazarlarından
biridir. Çocukhığü ve gençliği çok zor koşullar
altında geçti, hayatın pratiğinden geçmiş olma­
nın onurunü hiçbir zaman yadsımadı. İlk yapıt­
larından sonra büyük bir üh kazandı, 1902’de
«Bilimler Akademisi »nin onur üyesi oldu. Ekim
Devrimi’nin gerçekleştirilmesinde büyük katkı­
sı olan Gorki, bu konuda sosyalist gerçekçi ede­
biyat ürünleri verdi, kuramsal yazılar yazdı*
işçilerle edebiyat üzerine sürekli söyleşiler dü­
zenledi. Son eserlerinde sosyalizmin insanlığa
getirdiği, getirmesi gerekli sevginin savunusu­
na girişti.
Gorki sanatın oluşum ve gelişim koşulları­
nı açıklarken burjuva estetikçilerinden çûk
farklı davranmıştır. Çocukluğunda, ilk genç­
liğinde gördüğü, birlikte yaşadiğı emekçilerin
sanatla yakın ilintisini gerçekçi gözlemlerle ifa­

217
de etmiştir. «Sanat,» diyor Gorki, «kölelerin
zahmetli, yorucu boğuntulu yaşamma sevinci,
şenliği getirdi.» Kişisel gözlemlerden yola çı­
kan yazar, gözlemlerinden yararlanarak îlk-
çağ’ın sanat ürünlerine döner. E trüsk vazola-
rmm, Mısır-Yıman-Roma uygarlıklarındaki ta ­
pınakların, heykellerin, kuyum eşyasmın kim­
lerce yapıldığını anımsatır. «Her günkü yıpra­
tıcı yaşamlarını köleler, sonunda sanata dönüş­
türdüler,» der.
Gorki sanattaki annmışlığm bozulmasını,
yozlaşmasını da sınıflı toplum düzenine bağ­
lar: «Toplum sınıflara ayrılınca emek bir zor­
lama, bir kölelik durumuna geldi, yaratm a alı­
nıp satılır oldu; namuslu ve onurlu yaratım sa­
natçıların günlük ekmek parasını çıkarmak için
giriştikleri mücadeleden doğan rekabete yerini
bıraktı; bu rekabet de ‘beyler için’ yapılan nes­
nelerin sayısını arttırarak, nesnelerin değerini
düşürdü.» Lukacs’a göre Gorki, «... temeli ha­
yat kültürü olan yazınsal kültürünü, en güç
koşullar altında kazandığından çağının en bü­
yük yazarı» olmuştur.
Grvmmelshausen, Hans Jakob Christoph: (1621-
1676) Alman dilinin ilk büyük roman yazarı.
Töreleri çokyönlü yansıtabilmesiyle ünlüdür.
Hartmann, Nicökti: (1882 -1950) Filozof. Temel
kuramında gerçek dünyanın dört ayrı tabaka­
dan oluştuğunu öne sürer. Bu tabakalar bir
anorganik, bir organik, bir ruhsal (seelisch) ve
bir de tinsel (geistig) tabakadır. ,
Hauptmann, Ğerhard: (1862 -1956) Alman

2't8
oyun yazan ve romancısı. Hauptmann’ın bü-
yükbabalan dokumacıydı. îbsen'in oyunlanmn
ve natüralist akımın estetik kuramlarmm etki­
si altında kaldı. Olayı-kişiyi yaşamdakine bağ­
lamaya çalıştı. «Dokuma İşçileri» adlı oyunu,
gerçekçilik tartışm alannda hep sözkonusu
edildi. Sonraları sağcı yönelimler gösterdi.
Heidegger, M artin; (1889-1977) Alman filozofu.
Fenomenoloji yöntemlerini varlıkbilimsel (on-
tolojik) sorunlara uyguladı. 1947’den sonra ya­
yınlanan eserlerinde, varlık sorununu fenome-
nolojik ve varoluşsal bakış açıları dışında irde­
lemeye çalıştı. Felsefesinin, varoluşçuluğun
kavramlarına uygulanamayacağını öne sürdü.
Heidegger varlığı sonsuz belirlenimleriyle or-.
taya koymak yerine, kendi içinde ele alarak
kavramaya çalışır.
Herder, Johann G ottfried van; (1744 -1803) F i­
lozof ve şair. Goethe üzerindeki büyük etkisiyle
tanınır. Halkların dili, kültürü ve edebiyatıy­
la ilgilendi, Alman halk şarkılarını inceledi.
H üferdm g, R udolf: (1877 - 1941) Avusturya kö­
kenli Alman politikacısı. Sosyal Demokrat P ar­
ti’den milletvekili seçildi, 1929'da Maliye Ba­
kanlığı yaptı.
Hochhuth, R olf: (1931) Alman oyun yazarı.
«Stellvertreter» («Temsüci») adlı oyununda,
Papa’y ı nazilerin yahudi katliamına karşı koy­
mamış olmakla suçlar.
Huscley, Aldatış: (1894 -1963) İngiliz yazan.
Çelişkili ve yıkıcı kuşkuculuğu, sonraları yeri­
ni budizmin ve hindu felsefesinin etkisiyle bir

219
tü r gizemciliğe bırakır. Romanlarında felsefe
Çizgisinin dışına çıkmaz.
Joyce, Jam es: (1882 -1941) İrlanda asıllı İn­
giliz romancısı. Katolik bir kileden geliyordu,
sıkıdüzenli bir katolik eğitimi gördü, Çevre­
sinin ve okul arkadaşlarının çabalarına karşın
ulusçu harekete hiçbir zaman katılmadı. Haya­
tı boyunca siyaseti geri plana itmeye ve İr­
landa'nın ulusçu özlemlerine karşı koymaya ça­
lıştı. «Sanatçının Bir Genç Adam Olarak P ort­
resi» (1916) romanında kendi gençliğini, İrlan­
da'daki ulusçuluk hareketlerini, katolik eğitimi
anlatır. Eleştirel bir tutum u vardır yazarın.
«Ulysses» (1922) romanı, üç Dublinli’nin yaşa­
mından bir günü geriye dönüşlerle, bilinç akı­
mı çerçevesinde işler. ÎÇ monölog tekniğinin bü­
yük ustalıkla kullanüdiğı bir eserdir bu. «Fin-
negans Wake» (1936) romanında ise, insanlık
tarihini yorumlamaya kalkan bir meyhaneci­
nin, başarısızlığa uğramasını, düş kırıklığını
yansıtır.
Joyce kişisel bir dil kullanmış, bilinç akı­
şım gündelik sözcükler yerine bu dille yoğur­
muştur. Lukacs Joyce’un değerini yadsımamak-
la birlikte, onu geçerli Ve yararlanılabilir say­
maz. Joyce’un eserleri kopuk, şematik, hayatın
zenginliklerine görece de olsa yaklaşamkmış
ürünlerdir Lukacs’a göre.
K autsky, Kari: (1854 -1938) Sosyalist politika­
cı ve kuramcı. Alman Sosyal Demokrat Parti-
si’nin E rfu rt Program ını hazırlayanlardan.
Ketler, O ottfried: (1819 ■ 1890) Jsviçre’li yazar.

220
Goethe anlamında, bir hümanist olan Keller,
Feuerbach’m etkisiyle duyusal-somut dünyaya,
yönelmiş, dünyanın güzelliğini ve geçiciliğini
etkin politik heyecanla birleştirmiştir. Tüm tö-
resel ölçülere sımsıkı bağlı kaldığı halde, ge­
ne de önyargılardan uzak ve bağımsız davrana­
bilmesi, onun yazar olarak başarısını arttırm ış­
tır. B ir ahlâkçı sayabileceğimiz Keller, sıradan
burjuva yargılarından uzak, daha sıcak* daha
içten bir dünyayı dile getirir. Şiirsel gerçekçi­
liğinde canlandırılanın nesnelliği ile» canlandı­
rılana duyulan sevgi birleşir.
Klages, Ludw ig; (1872-1956) Elyazısı bilimini
kurdu. Genel anlamda bir ifade öğretisi ve ka­
rakter bilgisi geliştirdi, Onda tin ruha karşı
olan, cansız, «yaşama düşman» bir ilkedir. En
önemli yapıtı: «Ruhun K arşıtı Olarak Tin».
Koflenr, JLsq : (1907) Alman toplumbilimcisi. En
önemli yapıtları: «Modem Edebiyat Kuramı
Üzerine. Sosyalist Açıdan öncülükçülük»
(1962), «Burjuva TopUımunun Tarihi Üzerine.
Yeni Çağın Açıklayıcı Bir Araştırısı» (1966),
«Çileli Eros. Sanayi K ültürü Ve İdeoloji. Tin Ve
Toplum» (1967).
Kruus, Kari (1874 -1936) AvusturyalI yazar.
Şiirleri; oyunları ünlüdür. Birçok eleştiri kale­
me almış, çeviriler yapmıştır.
Lafargue, Paul: (1842 -1911) Fransız marksçı
politikacısı ve yazarı. K ari'M ars’ın kızıyla ev­
lendi. Fransız işçi partisini kurdu (1880), Mil­
letvekilliği yaptı.
Z/pary, Tim othy: (1920) Harvard Üniversite-

221 .
si’nde klinik psikolojisi okutmanı. Uyuşturucu
hapların kullanılmasından yana çıktı. En
önemli yapıtları: «Interpersonal Diagnosis»,
«Interpersonal Diagnosis of Personality».
L&ynhard, R udolf: (1889 -1953) Alman şairi.
Devrimi ve evrensel barışı öven, dışavurumcu
nitelikte şiirler yazdı.
Loyola, Ignatus von; (1491 - 1556) 1540 Yılında
İÜ. Paul tarafından da onaylanan Jesu Toplu­
luğunu (Cizvit Tarikatı) kurdu (1534). Ana
amacı, katolik kilisesini sağlamlaştırmak ve
yaygınlaştırmaktı. Her dönemde, katolik yöne­
timlerle çatışan büyük politik etkinliği olmuş­
tur.
Mantı, H emrich: (1871 -1950) Thomas Mann’m
kardeşi. 1930’da Prusya Sanat Akademisi baş­
kanı oldu, ancak 1933’de nazilerin baskısıyla
bu görevi bırakmak zorunda kaldı. Aynı yıl
Fransa’da Barbusse, Gide, Aragon ve Bloch’la
birlikte nazizmi yeren toplantılar düzenledi.
Stendhal, Balzac, Flaubert ve Zola’nın etkisinde
kalmıştır. «Diana», «Minerva», «Venüs» adla­
rındaki üç romanıyla Wilhelm Almanyası top-
lumunu yerer. Toplumsal eleştiri taşıyan yapıt­
larından «Profesör Unrat» (1905), «Mavi Me­
lek» adıyla 1930’da sinemaya aktarılm ıştır, «tm-
rapatorun Ülkesi» romanında toplum eleştirisi
doruğuna erişir; «Küçük Kent» de en iyi ya-
pıtlanndandır. Heinrich Marnı, milliyetçilik ve
militarizmle kıyasıyla bir savaşım sürdürmüş,
hümanist bir toplumculuğun savunuculuğunu
yapmıştır.

222
M am , K laus: (1906 -1949) Thomas Mann’ın oğ­
lu. Genç yaşta tiyatroya başladı; oyunculuğu­
nun yanı sıra eleştiriler, dramlar, hikayeler, ro­
manlar, çeşitli denemeler yazdı. Savaş muhabir­
liği yaptı. E n önemli yapıtları, Çaykovski’nin
yaşamını anlattığı «Patetik Senfoni», ve Alman
göçmenlerini dile getirdiği «Volkanadır.
M am , Thomas: (1875 -1955) Alman romancısı.
Mann edebiyatı etkilemiş bir yazardır. Lu-
kacs’a göre gerçekçiliğin çok yetkin bir temsil­
cisidir. «Buddenbrook Ailesi» (1901) Mann’m
ilk önemli romanı sayılabilir. Eserde burjuva
sınıfının maddi varlığını yitirişi anlatılmıştır.
«Tristan» (1903), «Venedikte ölüm» (1913) gi­
bi kısa romanlarında, sanatsal yaşamla gerçek­
lik arasındaki çelişmeyi irdeler. «Büyülü Dağ»
(1924), «Doktor Faustus» (1947) Mann’ın so­
runsala yönelik bir romancı olduğunu kanıtla­
yan ürünlerdir.
Hitler iktidarında ülkesinden kovulup,
Amerika’ya gitm iştir.
Mann, yaşamı boyunca kaba güce, şiddete,
kan dökücülüğe karşı çıkmış, insancıl değerleri
savunmuştur. Eserleri de bu dünya görüşünün
bir yansıması olarak nitelenebilir. Burjuva dün­
yasını, burjuva sınıfını kabalıkla, vahşetle, ba­
yağılıkla suçlamıştır. Burjuva ahlâkının ikiyüz­
lülüğüne değinmiş, bu ahlâkın karşısına hü­
manist sorunsalı çıkarmıştır.
Mennhem,, Kari: (1893 -1947) Toplumbilimci.
Ona göre ideoloji, tarihin belli bir anında bir
toplumsal sınıfın çıkarlarının aldatıcı amaçla

223
evrenselleştirikneaidir. Aydının görevi, karma­
şık sınıf çatılmalarını kavrayarak ideolojiyi
aşmaktır.
M atck, F rühz; (1880 -1916) Alman ressamı.
GefleİMklte hayvan resimteri çizdi, göz kamaştı­
rıcı renkleri yeğledi. A tlar başlıca tutkiısuydu.
Atlarm varlığında doğayı, a n yaşamı buluyor­
du. Son ürünlerinde Soyutlamaya yönelik bir
tutum içine girdi.
M ayakcmski, Vtodim ir, Vladim iroviğ: (1893 -
1930) Sovyet şairi. Şiirlerinde serbest Ölçüyü
çok başarılı bir biçimde kullandı. Yarım uyak,
eksiltı, söyleyiş araçlan arasında sayılabilir.
Devrimci şiirin en büyük ustalarmdandır.
M olnar, F ra m : (1878 -1952) Macar yazan. Ya­
p ıtta n genellikle oyalayıcı, eğlendirici, ama yü­
zeysel niteliktedir. En ünlü romanı «Pal Soka-
ğı’nın Ç ocuklanklır (1907). «Liliom» (1909)
ve «Olympia» (1927) adlı iki oyunu da tanın­
mıştır.
Möser, Justiis; (1720 -1794) Alman yazan.
«Aydlnlanma»ya karşı çıktı.
MüUer, A dam Hevnrich: (1779 -1829) Alman
romantik okul iktisatçısı ve kamu hukukçusu.
N oske, G ustav: (1868-1946) R. Luxemburg ite
K. Liebknecht’in önderliklerinde gelişen Sparta-
kus işçi hareketini, 6-11 Ocak 1919 tarihlerin*
de kanlı bir biçimde bastıran Alman savunma
bakam. Sosyalist P arti milletvekilliğiyle poli­
tik yaşama atılan Noske, sonradan savunma
bakam olmuştur.
O rtega y G asset, Jose: (1883*1953) M adrit’te

224
metafizik profesörü oldu (1911). Nietzsche ve
Dilthey’in yaşam felsefesinin etkisi altındadır.
Tanrısız bir hıristiyanlık düşüncesinin çözül­
düğü görüşündedir. Felsefesi spirituel bir ço­
ğulculuk olarak nitelendirilebilir. «İnsan kişi­
liğinin asıl çekirdeği ruhtur.»
Rapp, Georg: (1757-1847) İlkel hıristiyanlik-
tan esinlenerek, dinsel ve toplumsal nitelikte
bir «(topluluk» kurmayı düşündü. ABD’de «New
Harmony» adı verilen koloniyi kurdu. Bu kolo­
niyi bir süre işlettikten sonra, 1825’de Robert
Öwen’e sattı. Ohio kıyılarında «New Economy»
adlı ikinej bir koloniyi kurdu.
R ickert, H em rich: (1863-1936) W. Windelband!
m öğrencisi. Onun ölümünden sonra «Baden
Okulu»nu yönetti. Değerler Yo kültür sorunla­
rıyla uğraştı.
RoUcmdj Rom m n; (1860-1944) Fransız yazarı,
önce tarihsel ve felsefi dram lar yazdı. Sonra­
ları büyük sanatçılara, özellikle büyük beste­
cilere ilişkin birçok biyografi kaleme aldı. Bi­
rinci Dünya Savaşı sırasında yazdığı barış yan­
lısı bir bildiri, gerek Fransa’da, gerekse Alman­
ya’da büyük tepkilere yol açtı.
ScheUing, Friğdrich W ühelm von: (1775-1854)
Alman filozofu. Doğa ile tin'in (Geist) özdeş­
liğini savundu. İnşan ve Tanrı arasında yer
alan «doğa duygusu»nu felsefeye katmaya ça­
lıştı. Doğa duygusu Alman romantik şiirinin de
temeli oldu. Ahlâk duygusundan da derin olan
bu duygu, sanat sezgisidir. Schelling’te doğa
felsefesi sanat felsefesine uzanır.

F: 15 225,
S c M U e r F r e d e r ic h : (1759-1805) Alman oyun
yazan ve şairi. Başlangıçta gerçekçiliği, döne­
minin çerçevesinde işlemiştir .Sonradan tarih ­
sel konulara yönelmiş, dram atik öğelerin yük­
sek düzeyde kullanılmasını gerçekleştirmeye
çalışmıştır.
S th le ie rm a c h e r, F r ie d fic h : (1768-1834) Dinbi-
limci ve filozof. İdealist felsefeyle dinbüim ara­
sında bir bağ kurmaya çalıştı. Dinbiliminin ko­
nusu, T ann sözünün anlamından çok, insanla­
rın dinsel büinçlerini kapsar.
Schopenbauer, A r t h u r : (1788-1860) Alman fi­
lozofu. öğretisine göre, dünyanın özü, temelsiz
ve amaçsız istençtir (iradedir). Bu istenç, gö­
rüngüler dünyasında yaşama ve çoğalmaya yö­
neliktir. Ama daha yüksek düzeyde istenç akıl­
dan uzaklığının ve kötülüğünün ayrımına varır
ve gene akıl yoluyla kurtulur, olgunluğa erişir.
Bu, hiçbir çıkar gözetmeden sanat yapıtlarını
izleyerek gerçekleşir; tam anlamıyla kurtuhış,
yaşam istencine karşı çıkılarak sağlanabilir.
(Schleiermacher budizmin etkisinde kalmıştır.)
Onda dünya, bir tasarımdan (Vorstellung) baş­
ka bir şey değildir.
Seghers, A rm a : (1900) Alman yazan. Sosyalist
gerçekçiliğin baş temsilcilerinden sayılır. Tarih,
sanat tarihi ve Sinoloji eğitimi gördü. 1933 Yı­
lında ülkesini terk etti, 1947 yılında Doğu Ber-
lin’ne yerleşti. 1951 Yılında «Stalin ödülü »nü
kazandı. En önemli yapıtları: «St. B arbara Ba­
lıkçılarının Ayaklanması», «Grubetsch», «Ye­
dinci Haç», «Transit», «ölüler Genç kalır».

226
Simmel, G-eorrg: (1858 -1918) Alman filozofu ve
toplumbilimcisi. Soyutlamayı yadsıyan Sim­
mel, bir yaşam ve kültür felsefesi geliştirmeye
çalıştı.
Sinclair, U ptcn: (1878 - 1968) Amerikalı ro­
mancı. Sanatçı kişiliğinden çok, politik görüş­
leriyle ve polemikçiliğiyle tanınır.
Styron, W illkm : (1925) Amerikalı yazar. Ame­
rikan toplumunun bireyi yok edişini ele alan
ve «yitik kuşaklın kaynaklarını betimleyen ro­
manlar ve öyküler yazdı.
Szabo, E rvin: (1877 - 1918) Macar sosyal de­
mokrasisinin sol kanat kuramcılarından, top­
lumbilimci ve tarihçi. «Budapeşte sosyoloji top­
luluğumun kurucularından olan Szabo, anar-
şist-sendikacı eğilimleriyle Lukacs’a gençlik dö­
nemlerinde önemli ölçüde etki etmiş düşünür­
lerdendir.
Teilhand de Chardin, Pierre: (1881 -1955) Ciz­
v it papazı, paleontoloji profesörü, özellikle ta ­
rih öncesi dönemler konusunda uzman sayılır.
Tieck, L uâm g: (1773 -1853) Alman romantik
dönem şairi ve yazan. Satirik-ironik şiirler yaz­
dı, halk masallarını andıran m asallar denedi.
«Aydmlannuuyı eleştiren Tieck’in yapıtlarında
lirik, mistik, allegorik b ir üslup egemendir. Ma­
sallarında ve komedilerinde zamanla, mekânla,
eşyalarla ironik ve serinkanlı bir biçimde oy­
nayışı, ilerde, «absürde» tiyatro yandaşlarının
onunla ilgilenmelerine neden olmuştur. Tieck
«aydınlanma» ile romantik dönem arasında bir
köprü sayılabilir. Yaşlılık dönemlerinde yazdığı

227
kısa romanlar, döneminin tarihi ve toplumu için
yol gösterici birer «rehber» gibidir.
Vogel, Heinrich: (1902) Alman dinbilim pro­
fesörü. Başlıca eserleri: «Yalvaran Isa», «Hıris­
tiyanlık Bilimi», «Hıristiyanlıkta Tanrı», «Buc-
henvvaldlı Vaiz», «Atom Çağında İnsanın Ge­
leceğine İlişkin».
WaHden, H envorth: (1878) - ?) Alman müzikçisi
ve yazan. Dışavurumculuk hareketinin öncü­
lerinden biridir. Romanlar, dışavurumcu oyun­
lar, sanat ve edebiyat eleştirileri yazdı. SSCB’de
ölüm tarihi bilinmez.
Weber, M m ; (1864 -1920) Toplumbilimci ve fi­
lozof. Toplumbilimi ampirik bir bilim sayarak,
değer-bilimlerinden ayırdı.
Windelband, W ilhelm: (1848 -1915) Alman fi­
lozofu. «Baden okulu» diye tanınan yeni-kantçı
okulun kurucusudur. Şeylerin kendi başına var­
lığım yadsıyarak, kantçılığın ötesinde idealiz­
me ve mistisizme yöneldi.
W ittgenstein, Ludvoig Joaeph Johann; (1859 -
1951) AvusturyalI filozof. Olasılık, mantık Ve
matematik kuram lannı temellendirdi. Daha
sonraları felsefi anlatından (ifadeleri) dil ol­
gusuna dayandırmaya çalıştı.
Znoeig, A m oîd: (1887) Alman yazan. Savaşı
sert ve gerçekçi bir dille eleştirdiği «Çavuş
Grischa için Tartışma» romanıyla ün kazandı.
Oyunlar da yazdı.

228
GÜNEBAKAN YAYINLARININ
önceki kitapları

• GİDENLER DÖNMEYENLER

H ulki ATetunç’un uzunca bir süredir


kılı kırk yararak sürdürdüğü hikâyecilik
çabasının usta ürünlerini topladığı bu
kitabı, TÜRK DİL KURUMU HİKÂYE
ÖDÜLÜ’nü kazandı.

• KANLI SÖYLENTİ

Siegfried Lenstin ünlü römaUl...


İkinci Dünya Savaşı, faşizm,
kaba güç karşısında örgütsüz bireyin
çarpıcı dramı.

• BİR AŞK

Dino Buzzati'nin romanı...


İki sınıf. Yönsüz tutkular seli.
Ve bir aşk.
BERTOLT BRECHT

ME-Tt

İnsanlığın yakın tarihine


diyalektik maddeci bir yaklaşım.

HURDA ALIMI

(MESSINGKAUF)
Brecht'in tiyatro kuramlarım topladığı
en önemli yapıtı.

SOSYALİZM İÇİN YAZILAR

Politikadan felsefeye, sanata


faşizmin bir anatomisi.

SOSYALİST GERÇEKÇİLİK VE TOPLUM

Brecht'in sanat konusundaki yazı ve


notlarından derlenen bu kitap,
kısa sürede tükendi.

You might also like