Professional Documents
Culture Documents
Downloaded from Academia.edu
Simülakrlar ve Simülasyon -Jean Baudrillard
Jean Baudrillard
Simülakrlar ve Simülasyon
Çeviri: Oğuz Adanır
DOĞU BATI
Fransız dü ünür ve sosyolog. Medya üzerine yaptığı çalı malarla bütün dünyada ün kazanmı tır.
Simülasyon kuramıyla günümüz siyasi ve ideolojik akımlarına radikal ele tiriler yöneltmi tir.
Baudrillard'a göre artık gerçek dünya ile imgeleri arasında ayırım yapma becerisine sahip değiliz.
Bugün, reklâmlar ' ey'lerden çok imgeler satıyor bize. Chanel, Calvin Klein veya GAP gibi
markaların temsil ettiği nitelik veya değerden çok etiketlerini veya göstergesini satın alıyoruz.
Baudrillard'ın en ünlü açıklaması, Körfez Sava ı'nın "gerçekten ya anmadığı" ile ilgiliydi.
Ortadoğu'nun ekrandaki temsili dü manı iblisle tirmek için kullanıldı, görüntüleme araçlarıyla
güdümlü füzeler fırlatıldı ve hedefler vuruldu. CNN izleyicileri sava ı daha gerçekle irken bir
'medya olayı' olarak rahat ve geni koltuklarında cipsi yiyerek izledi. Sava ın yeri ve bölgesi
herhangi bir sınır içermiyordu. Bu sava yayılarak Batı'da televizyon ekranlarına ta ınmı tı. Füze
bombardımanı ile imge bombardımanı arasında bir ayırımın yapılamayacağı noktaya dek üstelik...
Baudrillard böyle bir dünyada ele tiri gücünü tamamen yitirmi olduğumuzu öne sürer.
Özgün Metin
Simulacres et Simulation
Panoptiğin Sonu
Yörüngesel ve Nükleer
"Retro" Bİr Senaryo Olarak Tarİh
Holocauste
China Syndrom
Apocalypse Now (Kıyamet)
BEAUBOURG'UN BIRAKTIĞI İZLENİM/ETKİ
İçin İçin Kaynama/Patlama ve Caydırma
Hipermarket ve Hipermal
ileti im araçlarında için için Kaynayan/Patlayan Anlam
Reklamın Mutlakıyeti Reklamın Hiçliği
Clone Story
Hologramlar
Crash
simülasyon ve bilimkurgu
Hayvanlar
Kalıntı
Sarmalla an Ceset
"Değer"in Son Tangosu
nihilizm üzerine
Dizin
SIMÜLAKR: Bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm.
SİMÜLASYON: Bir araç, bir makine, bir sistem, bir olguya özgü i leyi
biçiminin incelenme, gösterilme ya da açıklanma amacıyla bir maket ya da bir
bilgisayar programı aracı˙ığıyla yapay bir ekilde yeniden üretilmesi.
geciktirse bile yine de) 'göreceli' bir hızla sürdüren Türkiye gibi bir ülkenin artık
tarihsel ve toplumsal açıdan kesinlikle bir duraklama dönemine girmi bulunan
Modern toplumlara yabancıla ması kendinden kaçabilmenin olanaksız olduğu
bir süreçtir.
Üçüncü, dördüncü, vb. dünyalar için bu bir tarihi fırsattır. İdeolojik ve kültürel
açıdan Baudrillard'ın deyimiyle sonu gelen her kültür ya da uygarlık gibi o da
evrenselle erek ortadan kaybolmak durumundadır. Dünya bu durumu iyi
değerlendirirse, Modern toplumların elinden dünyaya dünya konusunda söylev
çekme ayrıcalığına bir son vererek, durumu tersine çevirebilir ve bu konuda en
azından ( imdilik) bu birinciler kadar söz hakkı olduğunu gösterebilir (tabii
Modern toplum kökenli dü üncenin büyüleyiciliğinden kendini kurtarabilir daha
doğrusu hazıra konma alı kanlığından vazgeçebilirse!).
Öte yandan nasıl olur da "Simülasyon Kuramı" gibi bir kuram üreten bir
dü ünür, bu kuramdan nasıl yararlanılması gerektiği konusunda herhangi bir
fikre sahip olmaz? Bu soruyu yanıtlayabilmek pek kolay değildir. Kanımca
Baudrillard içinde ya adığı çağı ve ait olduğu tarihsel, toplumsal, kültürel,
politik ve ekonomik sürece özgü yapılanmaları en doğru ve sağ˙ıklı (en nesnel)
ekilde algılayarak, en doğru çözümlemeleri üretmi dü ünürlerden biridir.
Ancak bu durum onun tüm insanlık tarihiyle, tüm dünya toplumlarını aynı
düzey ve yoğunlukta kavrayabilmi ve açıklayabilmi olduğunu göstermez. Bu
noktada biz ünlü dü ünürün içinde bulunduğu durumla Lumiere karde lerin
sinematografı icat ettikleri günler arasında bir benzerlik bulunduğunu
dü ünüyoruz. öyle ki: Sinematografı icat eden mucit karde ler bu icadın ne
i e yarayabileceği ya da aradan elli ya da yüz yıl kadar bir süre geçtikten
sonra bu aracın nasıl bir toplumsal, kültürel, ekonomik ve politik anlam, içerik
ve i leve sahip olabileceği konusunda en ufak bir fikre sahip değillerdi. Hiç
ku kusuz o günlerde bu araç konusunda tahmin yürütenler olmu ancak hiç
kimse günümüzde sinemanın dün-
Simülakrlar ve Simülasyon 11
Yanıt bu kadar kesin ve açık olmasına kar ın, dünyanın birçok ülkesinde
Baudrillard post-modern bir dü ünür olarak da-yatılmaya çalı ılmaktadır.
Bunun nedenleri konusunda daha önce açıklama yapmı tık.
Simülakrlar ve Simülasyon'da dü ünür, 1972 yı˙ından itibaren üstünde
çalı maya ba ladığı ve 1976 yı˙ında Simgesel Deği Toku ve Ölüm'le birlikte
artık somut bir açıklamaya sahip olan
11 Önsöz
Baudrillard'a göre hâlâ büyüsünü bütünüyle yitirmemi bir sanat olan sinema,
simülasyon evrenine yakı an öyküler sunarken, televizyon ve reklam bu
simülasyon evrenine ait asal araçlardır. Örneğin Coppola'nın "Kıyamet"i
simülasyon evreninde bir sava simülakrından ba ka bir eye benzemeyen
Vietnam Sava ı'nın beyaz perdedeki simüle edilmi kar ı˙ığıdır. Buna kar ın
"Holocauste" adlı dizi film simülasyon evreninde Yahudi Katliamını
anımsatmaktan çok unutturmaya yönelik bir giri imdir. Medyanın güncel
konumunun açıklamasını yaptığı "Kitle İleti im Araçlarında İçin İçin Kaynayan
Anlam" ba ˙ıklı yazıdaysa ileti im araçlarının ileti im değil ileti imsizlik, bir
ba ka deyi le yalnızca iletim aracı olabileceklerini çünkü (örneğin haber
düzeyinde) olayla izleyici arasındaki mesafeyi ortadan kaldırarak bir anındalık
ya da doğrudan katı˙ım izlenimi bırakan bu araçların aslında hiçbir ey
iletmediklerini (Modern toplumlar bağlamında) dile getirdikten sonra günlük
ya amı yansıtmak yerine, günlük ya amı yeniden üreten medya olmadan olay
çıkmadığını (yani "medya varsa olay var") söylemektedir. Çünkü gerçeklik,
kitle ve simülasyon düzeyinde yeniden üretilebilen bir eydir.
Okuyucuya bir kez daha, klasik terminolojilerin çok dı ında yer alan ve ahsen
büyük bir keyif alarak okuduğum bu metinleri ancak sabırlı bir okuma süreciyle
özümseyebileceğini anımsatmak istiyorum.
Ekleziyast
İnsanın aklına gelebilecek en güzel simülasyon alegorisi olduğunu
dü ündüğümüz bu Borges masalında: İmparatorluğun hizmetindeki
haritacıların çizdikleri harita sonunda imparatorluğun topraklarına birebir e it
boyutlara sahip bir belgeye dönü mektedir. Ancak çökmeye ba layan
imparatorlukla birlikte lime lime olmu bu harita parçalarıyla çölde kar ıla an
insanlar vardır. Sonuçta bu harap olmu soyut metafizik güzelliğin,
imparatorluğun anına yakı an bir görünüme sahip olduğu ve eskidikçe
gerçeğiyle birbirine karı tırılan sahtesi gibi İmparatorluğun da bir le gibi
çürüdükçe özüne yani toprağa dönü tüğü görülmektedir. Bu güncelliğini
yitirmi masal ikinci basamak (ordre) simülakrların gizli çekiciliğine sahiptir.1
1
Bkz. J. Baudrillard, Simgesel Deği Toku ve Ölüm, "Simülakrlar Düzeni"
bölümü, (Paris, Gallimard, 1975).
13 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
tır. Simülasyon kavramının harita üzerindeki bir toprak parçası, bir töz ya da
referans sistemiyle hiçbir ili kisi yoktur. Bir köken ya da bir gerçeklikten
yoksun gerçeğin modeller aracı˙ığıyla türetilmesine hipergerçek yani
simülasyon denilmektedir. Bir ba ka deyi le harita öncesinde ya da
sonrasında bir toprak parçası yoktur. Bundan böyle önce harita, sonra
topraktan -gerçeğin yerini alan simülakrlardan— söz etmek gerekecektir.
Borges'in masalını günümüze uyarlayacak olursak, artık harita üzerinde lime
lime olmu toprak parçalarıyla kar ıla ıldığını söylemek gerekecektir. Bundan
böyle sağda solda kar ıla acağımız harabe ve yı˘ıntılar haritaya değil
gerçeğe, çölde kar ımıza çıkan kalıntılarsa İmparatorluğa değil bize, Çöle
dönü mü bir gerçeğe ait olacaklardır.
tomlar gibi "üretilemez mi"? Dü ler birer semptom olarak kabul edilmiyor mu?
Oysa yabancıla tırma yorumuna dayanan bir hekimlik "her zihinsel rahatsızlık
biçiminin, simülatörün bilmediği bir semptomlar düzenine sahip olduğunun ve
hekimin bu düzende görülecek bir aksamanın farkına varmamasının mümkün
olmadığını ileri sürmektedir". Bu (1865 yı˙ından miras kalan) dü üncenin
amacı, ne pahasına olursa olsun hakikat ilkesinin varlığını koruyabilmek ve
simülasyonun yol açtığı sorunları engelleyebilmektir. Çünkü bu sorgulama
hakikat, gönderen ve nesnel nedenin ortadan kalkmasına yol açmaktadır.
Hekimler hastalık ya da sağ˙ığın ötesinde ya da berisinde dolanan bu verileri,
ba ka bir deyi le hastanın hastalığı konusunda (hastalığı yeniden üreten
söylev) söylediklerini doğru ya da yanlı olarak değerlendirme konusunda aciz
kalmaktadırlar. Simüle edilen öyleyse maskesini indirmenin mümkün olmadığı
2
çünkü ki inin yalan söylediğini kanıtlayabilmenin imkânsız olduğu bir bilinçaltı
söylevinin bu ekilde tekrarlanması kar ısında psikanalizin yapabileceği bir
ey yoktur.
2
Bu söylev, transfer sırasında bile çözülememektedir. Birbirine karı an bu iki
söylev yüzünden psikanaliz, sonu gelmeyen bir tedavi yöntemine
dönü mektedir.
17 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
bu bakı açısı doğrultusunda bütün delilerin birer simülatör oldukları ve deli ile
simülatör arasındaki bu farkı ayırt edeme-meninse akla gelebilecek en pis
yı˘ıcı eylem biçimi olduğu söylenebilir. Klasik mantık, simülasyona kar ı tüm
kategorileriyle silahlanmaya çalı maktadır. Oysa günümüzde, simülasyon bu
mantığı çoktan a ıp geçerek hakikat ilkesinin yerini almı tır.
Simülasyonun bilinçli olarak seçtiği tıpla ordu dı ında bir de din olayının
bulunduğunu söyleyebiliriz. Din konusunda bir tanrısal güç simülakrına
gönderme yapılmaktadır. "Simülakrla-rın mabetlere sokulmasını yasakladım
çünkü doğaya hayat veren tanrısal güç yeniden canlandırılamaz." Bu doğru
değildir çünkü bu tanrısal güç yeniden canlandırılabilmektedir. Örneğin bu güç
ikona ya da simülakrlar eklinde çoğaltıldığında neler olup bitmektedir?
Örneğin imgelere dayalı görsel bir teolojiye dönü türüldüğünde hâlâ ilâhi bir
gücün özelliklerine sahip olabilmekte midir? Belki de kendi ihti am ve
çekiciliğini devreye sokarak bu ilâhi gücün ortadan kalkmasına neden
olmaktadırlar? İkonlar aracı˙ığıyla tezgâhlanan bu oyun sayesinde sonuçta
görüntüler algılanabilen ve anla ılabilen bir Tanrı Dü üncesinin yerini
alabilmektedirler. Bin yıldır süregelen ve ikonoklastları (=kutsal imgeleri yok
eden insanlara verilen ad. Kutsal imgelere tapınmaya kar ı olan Bizans
İmparatorlarının yanda ı olan insanlar) hep korkutmu olan bu mücadele
henüz sona ermemi tir.3 İkonoklastların, simülakrların sahip olduğu bu mutlak-
güçten korkmalarına neden olan ey, ikonaların Tanrı dü üncesini insanların
bilincinden silip atabileceklerini sezmenin yanısıra, sonuç itibariyle bu korkunç
hakikatin Tan-rı'nın asla var olmadığı, yalnızca simülakrları aracı˙ığıyla var
olabildiği hattâ kendi simülakrlarından ba ka bir ey olmadığı dü üncesine
göndereceğinin farkına varmı olmalarıdır. Zaten ikonoklastlar da bu yüzden
imgelerden nefret ediyor ve onları yok etmeye çalı ıyorlardı. Simülakrların,
Platoncu bir Tanrı
3
Bkz. M. Perniole, Icones, Visions, Simulacres, s. 39
Jean Baudrillard 18
Sonuç olarak imgeler her zaman ölümcül bir güce sahip olmu lardır. Tıpkı bir
model olarak benimsedikleri Tanrı'nın ilâhi kimliğini yok etmeye çalı an Bizans
ikonaları gibi. Öldü
19 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
rücü bir güce sahip imgenin kar ısına, gerçeğin görünen ve algılanabilen
yanlarını sunan yeniden canlandırmanın diyalektik gücüyle çı˘ılmaktadır. Batı,
bu yeniden canlandırma olayının önemine ya da göstergenin derin bir anlama
sahip olabileceğine, bir göstergenin, bir anlamın yerini alabileceğine ve bir
eylerin —bu tabii ki Tanrı'dır— bu deği toku un gerçekle mesini sağladığına
bütün kalbi ve iyi niyetiyle inanmaktadır. Tanrı bile simüle edildikten, Tanrı'ya
olan inanç, göstergelerine in-dirgenebildikten sonra gerisini varın siz dü ünün!
İ te o zaman bütün sistem yer çekiminin etkisinden kurtulmu bir kütle, devasa
bir simülakra dönü mektedir. Bu gerçek dı ı bir ey değil bir simülakrdır,
gönderenden yoksun ve nerede ba layıp nerede bittiği bilinmeyen, hiçbir eyin
durduramadığı bir kapalı devre içinde, gerçeğin değil yalnızca kendi kendinin
yerine geçebilen bir ey.
— gerçekliğin hiçbir çe idiyle ili kisi olmayan, kendi kendinin saf simülakrı
olan imge
Jean Baudrillard 20
Birinci durumda imge olumlu bir niteliğe sahiptir çünkü imge burada bir tür âyin
görevi yapmaktadır. İkinci durumda imge olumsuz bir niteliğe sahiptir. Kötü
büyü türünden bir eydir. Üçüncü durumda imge bir görünümün yerini almaya
yani bir büyüleme aracı olmaya çalı maktadır. Dördüncü durumdaysa imge
artık görüntü düzenine değil simülasyon düzenine ait bir eydir.
Böyle bir paradoks içine dü mek istemeyen etnologlar ise Tasadaylılar'ı bir
güvenlik çemberi içine alarak, aslında kendilerini kurtarmaya çalı mı lardır.
Çünkü o andan itibaren Tasa-daylılar'a dokunmak yasaklanmı tır. Ke fedilmi
bir maden yatağının i letmeye açılmadan kapatılması gibi insanlar da or-
manlarına kapatılmı lardır. Burada nesne kazanmı , bilim kaybetmi tir. Bilimin
elinden kaçırdığı nesne, bu kez "bekâretini" koruyabilmi tir. Burada bir
fedakârlıktan (bilim asla fedakârlık
Jean Baudrillard 22
yapmaz, o her zaman için öldürücü bir özelliğe sahiptir) çok kendi gerçeklik
ilkesini korumaya çalı an bilimin yaptığı bir fedakârlık simülasyonundan söz
edilebilir. Dondurularak buzluğa yerle tirilen Tasadaylılar etnoloji için kusursuz
bir bahane, sonsuza dek kendisinden yararlanılabilecek bir tür güvencedir. Bu
noktada Jaulin, Castaneda, Clastres gibi insanlarla ortaya çıkan uçsuz
bucaksız bir anti-etnoloji olayıyla kar ıla ılmaktadır. Çünkü normal bir geli me
sürecini ya ayan bir bilim giderek nesnesinden uzakla mak ve sonunda ondan
vazgeçmek durumundadır. Bu durumda bilimsel özerklik fantastik bir eye
dönü mekte ve o saf, anlamsız biçimine kavu maktadır.
nesnel bilim dalı olmak yerine nesnesini özgür bırakıp, canlı olan her eyi
kapsayarak simülakrlara özgü, her yerde hazır ve nazır, görünmez bir
dördüncü boyuta dönü mektedir. Artık hepimiz birer Tasadaylı, bir ba ka
deyi le o ilk görünümlerine ancak etnolojinin tezgâhından geçtikten sonra
kavu an —evrensel bir etnolojik gerçekliğin varlığını nihâyet if a eden—
Yerlilere benziyoruz.
Sonuç olarak etnoloji, bize verebileceği tek ve son derste kendine bir son
verilmesini sağlayacak (oysa Vah iler ondan çok önce bunun farkına
varmı lardı) "ölümün intikamı" denilen sırrı if a etmektedir.
Bilimsel nesnenin kilit altına alınarak bir yerlere tı˘ılması deliler ve ölülerin bir
yerlere tı˘ılmasıyla e değer bir anlama sahiptir. Elden ele dola an bir delilik
aynası (dü üncesi, açıklaması), bula ıcı bir hastalık gibi tüm toplumu nasıl bir
daha iyile tirilemeyecek hâle getirdiyse, keza bilim de kendisi için bir kar ı
ayna görevi yapan bu bula ıcı bir hastalığı andıran nesneyi öldüren mikrobu
kaparak, ölmekten ba ka bir seçeneğe sa
Jean Baudrillard 24
ses bizim için bir anlam ifade etmemektedir. Paha biçilemeyen eyse onun
mumyasıdır çünkü mumya kültürel birikimin bir anlama sahip olduğunu
gösteren kesin bir kanıttır. Geçmi i gün ı ığına çıkarıp depolayamadığı
takdirde u bizim çizgisel ve bir birik(im)tirme anlayı ı üzerine oturan
kültürümüz çökme tehlikesiyle kar ı kar ıya kalacaktır. İ te bu yüzden Fira-
vunları mezarlarından, mumyalarıysa içine kapatılmı oldukları o sessiz
dünyadan çekip çıkarma gereksinimi duyulmu tur. İ te bu yüzden onları
unutulmaktan kurtarmaya ve askeri alandaki ba arı ve ereflerinin kutlandığı
bir törene ihtiyaç duyulmu tur. Bu yapı˙ırken de mumyalar bilime ve
kurtçuklara yem edilmi lerdir. Oysa binlerce yıldan bu yana onların
bozulmadan kalmasını sağlayan ey sırlarıydı. O eski düzende çürümeyi
engelleme gücü, ölüme üstün gelmek demekti. Sahip olduğumuz bilimsel
düzeyse mumyaları onarmanın ötesine geçememektedir. Bir ba ka deyi le
görünmesi gereken bir düzeni onarmaktan ba ka bir ey yapamıyoruz. Oysa
mumyalama i lemi gizli bir boyutu ölümsüzle tirilmek istenen efsanevi bir
çalı maydı.
rensel yasalardan bir anlığına kurtulma olası˙ığı kar ısında insanlar a ˘ınlık
ve hayretten ne yapacaklarını bilemeyecek hâle gelmi lerdi. Bu durumda iki
seçenekten birini onaylamaları gerekiyordu: Ya İsa yasalarının evrensel
yasalar olmadıklarını kabul etmek ya da bu yasaların her yerde geçerli
olmadığını gösteren Kızılderilileri yok etmek. Genel olarak Kızılderililer
Hıristiyanla tırılmı lar ya da yalnızca ke fedilmi lerdir ki, her iki durumda da
Kızılderililer açısından bunun anlamı yava bir ölümdür.
Ramses'i yok edebilmek için onu gün ı ığına çıkartıp, bir müzeye yerle tirmek
yeterli olmu tur. Mumyaları kemirip yok eden ey o küçük kurtçuklar değil,
simgesel düzeni yer deği tirmeye zorlayan, hiçbir konuda yetkin olmayan ve
kendinden önce var olmu kültürleri çürümeye ve ölüme mahkûm etmekten
ba ka bir ey bilmeyen, onları önce öldürüp sonra bilimsel yöntemler
aracı˙ığıyla diriltmeye çalı an bize özgü bir tarih, bilim ve müze anlayı ıdır.
Tüm bu sırlara kar ı yapılan bir saldırı, sırdan yoksun bir uygarlığın
saldırısıdır. Bu, üstüne oturduğu temellerden nefret eden bir uygarlıktır.
simülakrın bir tur attıktan sonra "gerçeklikle" üst üste çakı -masıdır.
Görüldüğü gibi her yerde tuhaf denilebilecek bir ekilde orijinaline benzeyen
bir evrende ya ıyoruz. eyler harıl harıl kendi ikizlerini üretmeye çalı ıyorlar.
Ancak geleneklerin iddia ettiği gibi bunun anlamı eylerin ortadan kalkacağı
türünden bir sonuç değildir çünkü eyler artık ölümsüz kı˙ınmı lardır. Tıpkı
"funeral homes"un (cenaze i leriyle ilgilenen irketler) ölüyü gömülmeden
önce, makyajla, modelin ya arkenki görünümünden daha doğal ve
mütebessim hâle getirmeleri gibi.
Jean Baudrillard 28
Dü sel ve Hipergerçek
Disneyland bütün simülakr düzenlerinin iç içe geçmi olduğu kusursuz bir
modeldir. Disneyland her eyden önce: Korsanlar, Geleceğin Dünyası vb.
eylerden olu an bir illüzyon ve fantazm oyunudur. Bu dü sel evren kendine
dü en görevi ba arıyla yerine getirmektedir. Aslında kalabalıkları buraya
çeken ey çeli kileri ve güzellikleriyle gerçek Amerika'nın minyatürle tirilmi
toplumsal bir mikrokozmosuna benziyor olması ve alınan kolektif (dini
denilebilecek türden) keyiftir. Aracınızı otoparka bıraktıktan sonra içerde
kuyruğa giriyor ve sonunda dı arıya yapayalnız ve kendi hâlinize terk edilmi
bir vaziyette çı˘ıyorsunuz. Bu dü sel evrendeki tek olağanüstü ey, içerdeki
kalabalıktan yayılan sıcaklık ve sevecenliğin yanısıra insana pek çok deği ik
duygu ya atan bol miktardaki oyun ve oyuncağın varlığıdır. Bir konsantrasyon
kampına benzeyen otoparkla içerdeki kalabalık arasında tam bir tezatlık
vardır. Ba ka bir deyi le içerdeki bin bir çe it oyuncak, insanları bir nehir
misali oradan oraya sürüklerken, dı arı çıkan insan yalnızlığa (oyuncağına),
arabasına doğru ilerlemek zorunda kalmaktadır. Olağanüstü bir rastlantı
sonucu (bu türden rastlantılar ku kusuz bu evrene özgü bir çekiciliğin bir
ürünüdür) bu zamanın dondurulmu olduğu çocuksu evren, bugün kendisi de
dondurulmu bulunan bir adam tarafından tasarlanarak hayata geçirilmi tir.
Adı Walt Disney olan bu adam -180 derecelik bir ısı altında dünyaya yeniden
döneceği günü beklemektedir.
Disneyland'ın her kö esinde nesnel bir Amerika modeliyle kar ıla abilmek
mümkündür. Bu görüntü kalabalık ve bireylerin morfolojik yapısına kadar giden
bir benzerlik göstermektedir. Burada Amerika'nın sahip olduğu tüm değerler
minyatür-le tirilmekte ve çizgi filmler aracı˙ığıyla çoğaltılarak, kendilerinden
geçmektedir. Tıpkı içi doldurularak süs e yasına dönü türülen ölü vah i
hayvanlar gibi. Buradan yola çıkarak (L. Mar-tin'in, Utopiques, jeux
d'espaces'da çok güzel bir ekilde açık
29 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
sahip olabileceği tek sır olduğunu belgeleyen kanıtlardır. Muazzam bir alana
yayılmı olan bu kent, aslında bir uzam ve bir boyuttan yoksundur. Elektrik ve
atom santralleri ya da sinema stüdyoları gibi bu kent de artık kurmaca bir öykü
(film senaryosu) ve sonu gelmeyen bir kaydırmaca (travelling) hareketine
benzemektedir. Çocuksu gölgelerle tahrif edilmi fantazmlar-dan olu an bir
sempatik sinir sistemi gibi Los Angeles'ın da pabucu dama atılmı eski
dü selliğe ihtiyacı olduğunu söylemek yanlı olmayacaktır.
Politik Üfürükçülük
Disneyland'ın tasarlanma biçimiyle Watergate skandalının tasarlanma biçimi
arasında hiçbir fark yoktur (bu dü sel oyun da ilki gibi önceden belirlenmi
yapay sınırların ötesinde herhangi bir gerçekliğin bulunmadığını gizlemeye
çalı maktadır) Bu skandal, olgular ve if â edili biçimleri arasında hiçbir fark
bulunmadığını gizlemeye çalı maktadır (CIA görevlileriyle Washington Post
gazetecileri aynı yöntemlere ba vurmaktadırlar.) Politik skandal sonuç olarak
bir yandan ahlâki ve politik bir ilkeyi eski sağ˙ığına kavu turmaya çalı ırken,
diğer yandan da dü gücünü harekete geçirerek yitip gitmekte olan gerçeklik
ilkesine o ilk görünümünü yeniden kazandırma gayreti içindedir.
Zira böyle bir saptama, olsa olsa ideolojinin formülü olabilir. Zaten Bourdieu
olayın ideolojik yanını ortaya koyduğunda aslında "güç ili kilerini" kapitalist
egemenliğe özgü bir hakikat olarak kabul ettirmeye çalı makta ve bunun da bir
skandal olduğunu söylemektedir. Öyleyse Bourdieu de Washington Post
gazetecileri gibi determinist ve ahlâkçı bir konuma sahiptir. Bu açıdan
değerlendirildiğinde aslında yapılan ey, düzenin ahlâki açıdan temizlenip
paklanması ve ovulup parlatılarak yeniden devreye sokulmasından ba ka bir
ey değildir. İnsanların ahlâki ve politik vicdan anlayı larına göre anlamsız ve
dinamik biçimlere benzeyen güç ili kilerinin ötesine geçildiğindeyse kar ımıza
toplumsal düzene özgü simgesel iddetin gerçek bir iddete dönü tüğü bir
hakikat düzeni çıkmaktadır.
Kapital de zaten rasyonel bir varlık olarak kabul edilmek ve rasyonellik adına
yargılanmaktan ba ka bir ey istememektedir. Ahlâklı bir varlık olarak kabul
edilmek ve ahlâk adına yargılanmak istemektedir. Çünkü ikisi arasında hiçbir
fark yoktur. Bunu farklı bir ekilde yorumlayabilmek mümkün. Örneğin eskiden
bir skandal gizlenmeye çalı ı˙ırdı; günümüzdeyse tam tersine bunun bir
skandal olmadığı gizlenmeye çalı ılmaktadır.
Watergate bir skandal değildir. Kesinlikle değildir çünkü herkes onun bir
skandal olmadığını gizlemeye çalı maktadır.
33 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
Bütün bunlar aslında kapitalin yeniden o ilk ba langıçtaki (bu kez sahneye
konulmu ) bir görünüp, bir kaybolan anla ılması güç zalimliğinin temelini
olu turan ahlâksızlığa benzedikçe, giderek karanlık bir görünüm arz eden
ahlâk anlayı ının, artan bir panik duygusuyla gizlenmesinden ba ka bir ey
değildir. Aydınlanma kuramından komünizme kadar giden ve ahlâkla ekonomi
arasında bir e değerlik sisteminin bulunması gerektiğine inanan sol dü ünce
aksiyomuna göre asıl skandal budur. Kapitalin böyle bir sözle me yapmı
olabileceğinden dem vurulmaktadır. Oysa "aydınlanmı " dü ünce kapitale
kurallar empoze ederek onu denetim altına almaya çalı mı tır. Bugün devrimci
dü üncenin yerini almı olan ele tirel dü ünceyse kapitali, oyunu kuralına göre
oynamamakla suçlamaktadır. "Bu iktidar haksızlıklar üzerine kurulmu tur. Bu
bir sınıf adaletidir. İktidar bizi sömürüyor" gibi eyler söylemektedir, sanki
kapital yönettiği toplumla bir sözle me yapmı mı gibi. Bu e değerlik
aynasıysa kapitalin kar ısına sol dü ünce tarafından konulmaktadır. Böyle
davranarak kapitalin bu tuzağın içine dü eceğini, bu toplumsal uydurmacasına
kanacağını ve tüm topluma kar ı yükümlülüklerini yerine getireceğini umut
etmektedir. Çünkü kapitalizm bunları yaptığı zaman devrim yapmaya gerek
kalmayacaktır. Kapital bu e değerlik formülünü ya ama geçirdiği takdirde
sorun kendiliğinden çözülmü olacaktır.
Örneğin İtalya'daki bombalı saldırılar kimin i idir? A ırı sol grupların mı? A ırı
sağ provokasyonun mu, yoksa tüm a ırı uçlara mensup teröristlere kar ı bir
tepki olu turabilmek amacıyla iktidardaki merkez sağcıların i i mi? Belki de
güvenlik güçlerinden vazgeçilemeyeceğini göstermek isteyen bir polis
35 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
senaryosudur! Bütün bunlarda bir gerçeklik payı vardır. Ortada bir kanıt olup
olmaması ya da olguların nesnelliği çılgınca yorumlar yapılmasını
engelleyememektedir. Bunun nedeni simü-lasyon mantığının her eyi
egemenliği altına almı olmasıdır. Bu mantığın bir olgular ve nedenler
mantığıyla hiçbir ili kisi yoktur. Çünkü simülasyonun en belirgin özelliği en
önemsiz olguları bile kapsayan gerçeğin yerini almı modellerden olu masıdır.
Önce modeller vardır. Bir bomba gibi yörüngeye yerle tirilen bu modeller
olayın gerçek çekim merkezini olu turmaktadırlar. Bu yüzden olguların
kendilerine özgü bir rotaları yoktur. Modeller aracı˙ığıyla olgulara
ula ılmaktadır. Tek bir olgunun tüm modellere ait olabilmesi mümkündür. Bu
önceden belirlenmi lik, bu daha doğmadan önce ad koyma i lemi, bu kısa
devre yaptırma eylemi, modelle olgunun birbirlerine karı tırılması (olguyla
model arasında anlamsal bir fark yoktur. Negatif bir elektrik akımı da yoktur.
İçin için kaynayan zıt kutuplar) vardır. Modelle olgunun birbirlerine
karı tırılması her defasında çeli kili olanlar da dahil olmak üzere bin bir türlü
yorumun yapılmasına neden olmaktadır. Genelle tirilmi bir süreçten yola
çı˘ılarak modeller gibi, deği toku edilebildikleri ölçüde bir gerçekliğe
kavu abilen olgularla ilgili bu yorumların hepsi geçerlidir.
- Çünkü söylemek istediğinin tam tersi bir anlama da gelebilir (bunun için
psikanalitik bir yoruma gerek yoktur), Komünistlerin iktidarı ele
geçirmelerinden korkabilir ve bu dü üncenin kendince geçerli nedenleri
olabilir.
4
Burada yalnızca söylenenlere ne anlam verilmesi gerektiğinden kaynaklanan
bir umutsuzluk değil aynı zamanda bir anlam doğaçlamasından, saçma bir
anlam ya da aynı anda ortaya çıkarak kar ı˙ıklı olarak birbirlerini yok eden
birçok anlamdan söz edilebilir.
37 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
Can çeki mekte olan bir ülkeye skandal, fantazm ve simüle edilmi ölümle
(bunu olumsuzluk ve bunalım yönteminin kullanıldığı bir tür hormon tedavisi
olarak nitelendirebiliriz) yeniden hayat vermeye çalı an Watergate türünden
bir olay ya da benzeri caydırma yöntemlerini sayıp dökerek tüm i lemsel olum-
suzluk biçimlerini gözden geçirmek oldukça uzun bir zaman alabilir. Bütün
bunlar arasındaki ortak payda gerçeğin dü sel, hakikatin skandal, yasanın
yasak çiğneme, çalı manın i , sistemin bunalım ve kapitalin de kendini devrim
aracı˙ığıyla kanıtlama giri imidir. Tıpkı (Tasadaylılar konusunda olduğu gibi)
etnolojinin kendisini ancak nesnesinden kopma ko uluyla kanıtlaması gibi. Bu
arada:
Saf ve temiz bir görünüme sahip olmak isteyen her ey kar ıtına
dönü mektedir. Tüm iktidarlar ve kurumlar kendi kendilerinden ancak
kendilerini yadsıyabildikleri ölçüde söz edebilmektedirler. Bir ölüm
simülasyonuna ba vurarak, gerçek ölümün elinden kaçabileceklerini
sanmaktadırlar. Kendi ölümünü sahneye koyan (oynayan) bir iktidar az da olsa
bir ya ama (var
39 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
Gerçeğin Stratejisi
Mutlak bir gerçeklikten söz edebilmek ne kadar güçse, illüzyonun
sahnelenmesinden söz etmek de o kadar güç bir eydir. İllüzyondan söz
edebilmek imkânsızdır çünkü ortada gerçek diye bir ey kalmamı tır. Burada
bir parodiye dönü en politikayla hipersimülasyon ya da kar ı saldırıya geçen
simülasyon-dan söz ediyoruz.
Örneğin bir baskı aracı olan polisin, simüle edilmi bir soyguna gerçek bir
soygundan çok daha iddetli bir tepki gösterip göstermeyeceğini kim garanti
edebilir? Çünkü gerçek bir soygunun düzeni bozmaktan ba ka bir amacı
yokken, diğeri yani simülakr, bizzat gerçeklik ilkesinin kendisine
saldırmaktadır.
Jean Baudrillard 40
Böyle bir tehlikeyi göze almaya değer mi? İnsan nasıl olur da bir suç i lemi
gibi yapıp, üstelik bunu kanıtlamaya kalkar? Büyük bir mağazada bir eyler
çalıyormu gibi yapın. Mağazanın gözcülerini bunun simüle edilmi bir hırsızlık
olduğuna nasıl inandıracaksınız? Gerçek hırsızlıkla, simüle edilen hırsızlık
arasında hiçbir "nesnel" fark yoktur. Gerçek bir hırsızlık sırasında ne
yapı˙ıyorsa, simüle edilen bir hırsızlık olayında da aynı eyler yapılmakta; aynı
göstergelere ba vurulmaktadır. Kurulu düzen açısından bunların gerçek
göstergelerden hiçbir farkı yoktur.
nızca gerçeğin bulunduğu bir ortamda var olabilmektedir. Bir suç simülasyonu
ortaya çıkartıldığı zaman eylem ya daha hafif bir ekilde cezalandırılacak
(çünkü böyle bir suçun "cezası" olamaz) ya da kamu düzenini bozmakla
suçlanacaktır. Bu asla bir suç simülasyonu olarak kabul edilmeyecektir. Çünkü
gerçekte simülasyonun e değerlisi olan bir ey yoktur. Çünkü simülasyon
düzeyinde baskı (polis) diye bir ey yoktur. İktidar kendisine meydan okuyan
bir simülasyona kar ı˙ık vermekten âcizdir. Bir erdem simülasyonunu nasıl
cezalandırabilirsiniz ki? Oysa bir erdem simülasyonu da en az bir suç
simülasyonu kadar ciddi bir olaydır. Parodi, boyun eğmeyle, yasak çiğneme
arasındaki farkın doğurduğu yasayı devre dı ı bırakmaktadır. Kurulu düzenin
buna kar ı yapabileceği hiçbir ey yoktur. Zira yasalar ikinci basamak
simülakrlar arasında yer almaktadırlar. Simülasyon ise her türlü toplumsal
olguyla, her türlü iktidarın üstüne oturtulduğu hakikiyle sahte, e değerliklerle
rasyonel ayrımlarının ötesine geçmi durumdadır. Gerçeğin bulunmadığı
yerde düzene saldıracaksınız.
Bu türden bir ba arısızlığa kar ı iktidarın ba vurabileceği tek silah, tek strateji
her tarafa yeniden gerçek ve gönderen sistemleri yerle tirerek, bizi toplumsal
gerçekliğin varlığıyla ekonominin ciddiyeti ve üretimin amaçları bulunduğuna
inan-dırabilmektir. Bunu ba arabilmek için bunalım söyleviyle birlikte (neden
olmasın?) arzu söylevine de ba vurmaktadır. "Arzularınızın gerçekle tiğini
dü ünün!" sözü iktidarın üretebileceği en son slogandır, zira gönderen
sistemlerinden yoksun bir dünyada gerçeklik ilkesiyle, arzu ilkesinin birbirine
karı tırılması bula ıcı bir hastalık gibi her yanı saran hipergerçeklikten daha az
korkutucudur.
5
Enerji bunalımı ve ekoloji sorunları, bir felâket filmi gibi sahneye
konulmaktadırlar. İkisi de hem stil hem de maliyet açısından u anda
Hollywood'a çok para kazandıran filmlere benzemektedirler. Bu filmleri
"nesnel" bir felâket fantazmıyla kar ıla tırmanın bir anlamı yoktur. Asıl önemli
olan, tam tersine, toplumsalın güncel dile getirili biçiminin bir felâket filmi
senaryosuna uygun olduğu gerçeğidir (Bkz. M. Makarius, La Strategie de la
Catastrophe, s. II).
43 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
Gerçeğin ürettiği tarihi tehditlere kar ı iktidar her zaman bir caydırma ve
simülasyon oyununa ba vurmu tur. Bu i i kesintisiz bir ekilde ürettiği gerçeğe
e değer göstergeler aracı˙ığıyla (tabii bu arada bütün kar ıtlıkları da
darmadağın ederek) yapmı tır. Günümüzde simülasyon tarafından tehdit
edilen (göstergeler oyunu içinde yok olup giden) iktidar: Hem gerçek, hem de
bunalım üreterek yapay toplumsal, ekonomik ve politik mücadele biçimleri
sunmaktadır. Oysa atı alan Üsküdar'ı çoktan geçmi tir.
vb.'nin ne zamandır bir anlamı kalmamı tır. Uzun yıllardan bu yana toplumun
hiç durmadan üretip, yeniden can vermeye çalı tığı ey, i te o elinden
kaçırmı olduğu gerçektir. İ te bu yüzden "maddi" üretimin bizzat kendisi
günümüzde hipergerçek bir eye dönü mü tür. Bugün maddi üretim
geleneksel üretimin tüm özelliklerine sahip olmakla birlikte, onun çok daha
büyük, devasa boyutlara ula tırılmı yansımasından ba ka bir ey değildir
(keza hipergerçekçi sanatçıların tüm derinlik ve enerjisiyle, tüm anlam ve
çekiciliğini bir yeniden canlandırma süreci içinde yitirmi olan gerçeğe akıl
almaz bir ekilde benzettikleri gerçek i te böyle bir gerçektir. Böylelikle
simülasyonun ürettiği hipergerçek, gerçeğin her yerde a ırtıcı biçimde ona
benzemesine neden olmaktadır).
Kennedy iktidarından sonra gelen tüm ba kanlar, sanki onu kendileri öldürmü
gibi, bu cinayetin hesabını verme durumuyla kar ı kar ıya kalmı lardır. Bu
hesap verme hem hayal, hem de olgular düzeyinde geçerlidir. Bir kusura
dönü en bu cinayet arkadan gelen ba kanlar arasında bir tür suç ortaklığının
olu masına neden olmu tur. Sonuç olarak bu cinayetin bedelini simüle edilmi
suikastlerle ödemeye çalı mı lardır. Çünkü böyle bir cinayet ancak simüle
edilebilirdi. Ba kan Johnson'la Ford'un hedef oldukları bu ba arısız
suikastlerin önceden planlanmı suikastler olduğu ya da en azından birer
saldırı simülas-yonu olduklarını dü ünebiliriz.
Hiçbir zaman için geçerli bir ölçüt olmayı becerememi olan ölüm, bu durumda
oldukça anlamlı bir konuma sahip olmaktadır. Efsanevi bir isme sahip olan
James Dean, Marilyn Monroe ve Kennedy gibi insanlar gerçekten ölmek
zorundaydılar (bunun nedeni romantizm değildir. Bunun nedeni temel bir ilke
olan tersine çevirme ve deği toku olayıdır). Oysa bu dönem çoktan sona
ermi tir zira içinde ya adığımız dönemin adı artık simülasyon yoluyla
cinayetler, genelle tirilmi simülasyon este-tiğiyle, sözde-cinayetler dönemidir.
Ölümün yeniden alegorik bir anlama sahip olması iktidarı cezalandırmaktan
ba ka bir ey değildir. Çünkü bu ekilde cezalandırılmayan bir iktidar ne bir
töze, ne de kendine ait bir gerçekliğe sahip olabilmektedir.
Jean Baudrillard 46
Kralın kutsal ve resmi bir törenle öldürülmesini isteyen primitif ritüellerin tersine
(kendini kurban etme sözünü veremeyen biri ne kral ne de ef olabilmektedir),
modern politikanın hayâl gücü Devlet ba kanının ölümünü elden geldiğince
geciktirmek ve gizlemekten öteye geçememektedir. Bu saplantı devrimlerle
karizmatik liderler döneminde daha bir yoğunla mı tır. Hitler, Franko ve
Mao'nun "yasal" mirasçıları olmadığın-dan(!), iktidarı sürdürebilecek yeni
liderler de bulunmadığından, bu liderler kendilerine rağmen sonsuza dek
ya amak zorundadırlar. Popüler mitler onların ölmesini engellemektedir.
Firavunlar döneminde de benzer eyler oluyordu. Birbirlerinin ardına sıralanan
tüm Firavun hikâyelerinde kahramanların adı istisnasız bir ekilde nedense
hep Firavun'dur.
Bugün de sanki Mao'yla Franko pek çok kez ölmü ve yerlerini her seferinde
"sosie"leri (ikiz denilebilecek benzerleri) almı ve yeniden ya ama dönmü
gibidirler. Politik açıdan bir
Jean Baudrillard 48
Bir üretim bunalımına dönü türülen grev, modası geçmi araç gereçle yapılan
bir dü ük üretim sürecine benzemektedir. Oysa böyle bir durumda ne grev ne
de çalı madan söz edilebilir. Yapılması gereken ey ikisinden aynı anda söz
etmektir. Sonuç olarak ortaya bamba ka bir adı olan: Çalı ma sihirbazlığı, göz
aldatmacası (bir melodram dememek için), bir üretim "sceno-drame"ı, bombo
bir toplumsal sahnesinde oynanan kolektif bir dramaturji çıkmaktadır.
Panoptiğin Sonu
Amerikan televizyonu (TV-verite) günlük ya am ideolojisiyle gerçekliğe ait
sıradanlık ve özgünlüğü hâlâ bir referans olarak almaktadır. Örneğin 1971
yı˙ındaki Loud ailesi deneyinde olduğu gibi. Yedi ay aralıksız bir ekilde
sürdürülen çekim sonucunda 300 saatlik bir film elde edilmi tir. Üstelik bu
filmin ne senaryosu ne de scripti vardır. Bir ailenin ya adığı dramlar, keyifli
anlar hiçbir atlama ve sıçrama olmadan, kesintisiz bir ekilde "el değmemi "
bir hikâye gibi sunulmu tur. Kısaca bu
51 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
Loud ailesini sanki TV kamerası evin içinde değilmi gibi çektik yakla ımıysa
daha da tuhaftır. Yönetmen: "Aile sanki biz orada değilmi iz gibi davrandı ve
ya adı" diyerek kendi kendine böbürlenmektedir. Bu saçma ve paradoksal bir
formüldür çünkü ne doğru ne de yanlı tır. Sadece ütopik bir formüldür. "Sanki
biz orada değilmi iz gibi" sözüyle "sanki siz oradaymı -sınız gibi" sözü aynı
anlama gelmektedir. Zaten yirmi milyon seyirciyi ba tan çıkartan ey de i te
bu paradoks, bu ütopyadır. Bu programı izleyen seyircilerse, gerçekte
"röntgencilik" yaparak alacakları zevkten fazlasını almı lardır. Söz konusu
olan ey, günlük "hakikatin" bir parçası olan bir sır ya da ahlâksızlık değildir.
Söz konusu olan ey gerçek ya da hipergerçek estetiğin sunduğu bir tür
ürpertidir. Hem içine hile katılmı hem de insanı deh ete dü ürecek bir
gerçekliğin yarattığı ürperti. İnsanı hem yabancıla tıran hem de çok yakından
izleyerek bakı ımızı anormalle tiren, a ırı saydamlığın sonucu olan bir ürperti.
Gösterge ibresi normal anlam çizgisi altına dü tüğü anlarda anlam bolluğunun,
a ırı˙ığının getirdiği bir haz. Çekimler anlamsız olana a ırı anlam
yüklemektedirler. Bugüne kadar gerçeğe hiç bu kadar çok yakla ılmamı tı
("sanki o evin içindey-mi iz gibi"). Gerçeği hipergerçeğe dönü türen
mikroskopik simülasyonun sunduğu haz budur. Pornografik filmlerdeki
görüntüler de a ağı yukarı bu konuma sahiptirler. Pornonun büyüleyiciliği
metafizik olmaktan çok cinseldir.
Zaten i in ba ından itibaren böyle bir ailenin seçimi hiper-gerçek bir olaydır.
İdeal, tipik bir Amerikan ailesi. Kaliforniya'
Jean Baudrillard 52
da ya ayan, üç garajı, be çocuğu olan, toplumda iyi bir yere sahip, mesleki
açıdan oldukça iyi para kazanan, dekoratif bir ev kadınına (housewife) ve
uppermiddle standing (orta sınıfın üst katmanlarındaki ya am kolaylıklarına)
sahip bir aile. Bu anlamda Loud ailesini ölüme mahkûm eden ey i te bu
kusursuzluktur. "American way of life"ın ideal kahramanı olan bu aile, Antikçağ
kurban törenlerinde yapıldığı gibi "medium"un (aracın ya da televizyonun)
ı ıkları altında yüceltilmek ve öldürülmek üzere seçilmi tir. Modern fatum
(modern yazgı) i te budur. Koku mu , çürümü site toplumları artık Tanrıların
gazabına uğramamaktadır. Çünkü bir kamera objektifi, tıpkı bir "laser"in
yaptığı gibi ya anan gerçekliği öldürebilmek için onu parçalarına ayırmaktadır.
Yönetmen: "Loud ailesi televizyon ekranında görünmeyi kabul ederek kendini
ölüme mahkûm etmi bir ailedir" diyecektir. Öyleyse söz konusu olan ey ger-
çekten bir kurban törenidir. Yirmi milyon Amerikalı seyirciye sunulmu bir
kurban töreni. Kitle toplumunu anlatan (litur-gique) dramatik özelliklere sahip
bir tören.
TV-Hakikat. Çok anlamlı˙ığı, anlam karma asını anlatacak daha güzel bir terim
bulunamazdı. Söz konusu olan ey, bu ailenin hakikati midir yoksa
televizyonunki mi? Gerçekte Loud'ların hakikati, televizyonun hakikatidir.
Hakikat televizyonun kendisidir. Bu hakikat dü ünce, ayna, perspektif kurallar,
panoptik sistemle bakı a özgü bir hakikat değildir. Bu hakikat ara tıran,
soru turan anketle; yoklayıp, parçalarına ayıran laser'ın; delikli bir film eridine
dönü mü ya amsal kalıplarla davranı larımızı belirleyen genetik kodun
yanısıra duygusal evrenimizi de örgütleyen hücrelere özgü geçici bir hakikattir.
TV adlı "medium" aracı˙ığıyla Loud ailesinin kar ı kar ıya kalmı olduğu
hakikat, i te böyle bir hakikattir. Bir anlamda bu bir öldürme eylemidir. Burada
hâlâ hakikat denen bir eyden söz edebilmek mümkün müdür?
runlu kılmı olduğu değildir. Çünkü effaflık nesnel bir uzamla (Rönesans devri
uzamı gibi), güçlü bir despotik bakı ı zorunlu kılmaktadır. Bu da bir hapsetme
ve gözaltına alma sistemidir. Panoptiğin odak noktası körle se bile her zaman
dı görünü üzerine kurulan ve bakanla bakılan arasındaki kar ıtlık üstünde
oynayan çok kurnazca bir göz altına alma biçimi.
her eyin de sonu demektir. Örneğin Loud ailesi konusunda televizyon bir
gösteri aracı değildir. Bundan böyle "situation-niste"lerin sözünü ettikleri bir
gösteri toplumu olmaktan çıktığımız gibi, gösteri toplumunun zorunlu kıldığı
özgün bir yabancıla ma ve baskı tipine de sahip değiliz. Bundan böyle "me-
7
dium"u da o eski biçimiyle algılayamayız. "Medium"la mesajın (Mc Luhan)
birbirine karı tırılması yeni çağın ilk önemli ve
7
"Medium"la/mesaj karma ası alıcıyla gönderici karma asının bir sonucudur.
Çünkü alıcı/gönderici ikilisi her türlü ikili (ya da kutupla mı ) yapıya bir son
vermi tir. Oysa dilin söylevsel özelliğini olu turan ikili yapıyla anlamın önceden
belirlenmi eklemlenme biçimi bizi Jacobson'un ünlü i levler çizelgesine
göndermektedir. Bu bağlamda söylev, sözcüğün gerçek anlamında oradan
oraya "dolanan" bir eydir, bir ba ka deyi le söylev bir noktadan yola çı˘ıp bir
ba ka noktaya ula mak yerine bundan böyle hangisinin nerede olduğunun
belli olmadığı gönderici ve alıcı konumları arasında herhangi bir ayrım yap-
madan belli bir kısırdöngüsel düzeni izleyerek ortaya çıkan eydir. Öyleyse bu
durumda iktidara özgü ya da gönderici bir süreçten söz edebilmek
olanaksızdır. Sürekli olarak el deği tiren iktidarın kökenlerini ortaya
çıkarabilmek giderek güçle mektedir. Klasik tanımını yitiren iktidar, egemenle
bağımlı konumlarının sürekli tersine döndürüldüğü bir eye benzemi tir.
Durmadan el deği tiren bir iktidar, bilgi ve söylev, süreçlerin ve kutupların
yerlerinin belirlenmesini olanaksızla -tırmaktadır. Örneğin psikanalitik
yorumlamada yorumlayıcının sahip olduğu "iktidarın" kökeninde yorumladığı
ki i vardır. Bu durum her eyin deği mesine neden olmaktadır çünkü iktidarın
geleneksel sahiplerine bu gücü nereden alıyorsunuz sorusunu sormamıza yol
açmaktadır. Seni kim dük yaptı? Seni kim kral yaptı? Kim yaptı? Yanıt ancak
Tanrı olabilir. Çünkü sorulan sorulara yanıt vermeyen tek varlık Tanrı'dır. Oysa
seni kim psikanalist yaptı sorusuna hekim, sen (yani hasta) yanıtını verebilir!
Bu durumda ters bir simülasyonla "çözümlenenden" "çözümleyene", pasiften
aktife geçilmekte ve sonuç olarak kutupların sürekli olarak nasıl yer
deği tirdikleri ve dolayısıyla iktidarın bu kısırdöngü içinde kusursuz bir
güdümleme nesnesine dönü erek aslında, nasıl yok olup gittiği görülmektedir.
Bundan böyle
55 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
Sonuç olarak sözünü ettiğimiz ey dur durak tanımayan, kronik bir hastalık gibi
gerçeğin içine yerle erek onu deği tirmeye çalı an bir "medium"dur. Burada
"medium"un, süzgeçten geçirerek sunduğu haber ya da bir lazer ı ığının
bo lukta olu turduğu üç boyutlu bir reklam imgesi gibi bir hayalete dönü mü
bir gerçekten söz ediyoruz. Tıpkı ya amın içinde çözülerek eriyen televizyon
ya da televizyonun içinde çözülerek eriyen ya am gibi. Ya amla televizyon
birbirlerinden ayrılması imkânsız bir solüsyona benzemektedirler. Loud'lar gibi
biz de yalnızca medya ve modellerin antajına, iddetine, baskısına ve
Bu tersine çevirme simülakrı ya da kutuplara yer deği tirtme olayı, her türlü
güdümleyici söylevin sırrını olu turan u dâhice bir kaçak dövü tür. Sonuç
olarak iktidar sahnesinin ortadan kalktığı günümüzde buna iktidarın sırrı
deniyor. Bütün söylevlerin yüklendikleri ve zamanımızın en belirgin özelliğini
olu turan u fantastik sessiz çoğunluk olayının kökeninde de aynı ey vardır.
Bütün bunlar demokrasi simülakrı denilen eyle birlikte ortaya çıkmı lardır. Bir
ba ka deyi le iktidarın Tan-rı'dan alınıp halka verilmesiyle ba lamı tır.
Gücünü bir yerlerden (Tanrı, ulus, vb.) alan iktidar yerine bir yeniden canlan-
dırma biçimine dönü mü iktidarla ba lamı tır. Bu Kopernik'in savunduklarının
tam tersini öne süren; iktidar ve bilginin artık a ˘ın denilebilecek bir güne ya
da ı ık kaynağına sahip olmadığını savunan bir devrim gibidir. Her eyin ba ı
artık halktır. Her ey halka aittir. Evrensel güdümleme simülakrı ya da halk
oylaması senaryolarından güncel kamuoyu ara tırma numaralarına kadar
giden bu müthi "yenilenme" hareketi yava yava yerli yerine oturmaktadır.
Oysa televizyonu bir nedenle sonuç, bir özneyle nesne arasına minimal bir
mesafe koyan, o eski iki kutuplu nükleer kasılma ve küçülme emasına uygun
bir ekilde zıt kutupları yok edebilen bir güce sahip DNA yöntemi gibi görmek
gerekiyor.
İki kutupluluğun sona ermi olduğu tüm alanlarda; örneğin politika, biyoloji,
psikoloji, medya, vb. alanlarda simülasyon evresine geçilmi tir. Öyleyse bu
evre salt bir güdümleme evresidir ancak bu bir edilginlik evresi değildir çünkü
aktifle pasif arasında bir fark kalmamı tır. İ te DNA bu rastlantısal indirgemeyi
canlı bir töz gibi sunmaktadır. Loud ailesi örneğinde televizyon denilen araçta
bu belirsizlik had safhaya ula maktadır. Çünkü Loud'ların televizyon
kar ısındaki konumları canlı tözün, kendi moleküler kodu kar ısındaki
tözünden daha aktif ya da daha pasif değildir. Genetik kod ya da televizyon
olayında, en yalın elemanlarına indirgendiğinde bile, kendisi ya da gerçekliği
çözülemeyen bir (nebülöz) bilmece vardır.
Yörüngesel ve Nükleer
Nükleer, simülasyonun ula abileceği en üst a amadır. Oysa ya amın kılcal
damarlarına kadar içten içe sızmı caydırıcı bir sistem, korkutabilmek için o
muazzam gücünü bir gösteri nesnesine dönü türmek zorundadır. Askıya
alınan nükleer tehlike, dünyanın her yerinde sürüp giden nedensiz iddet
olaylarının yanısıra, bize sunulan seçeneklerden olu an rastlantısal düzenekle
medyanın merkezindeki caydırma düzenini kilitlemekten ba ka bir i e
yaramamı tır. Davranı larımızın en önemsizi bile nötralize edilerek, anlamsız
ve birbirinden farksız (e değerli) göstergeler tarafından belirlenmektedir. Tıpkı
"strateji oyunlarını" düzenleyen anlamsız göstergeler gibi. Oysa gerçekler
ba ka türlüdür ve buradaki bilinmeyen, nükleer silahların tamamına
hipergerçek bir görünüm kazandıran simülasyonun bir deği keninden ba ka
bir ey değildir. Üstelik bu simülakr, bütün dünyayı egemenliği altına alıp, tüm
olayları "anlamsızla tı-rarak", anlamı kısa süreli "geçici" senaryolara,
ya amıysa bir hayatta kalma mücadelesine hattâ sıradan bir iddia, bir meydan
okumaya dönü türmektedir. Bu kar ı˙ığı ölümle ödenmeye
59 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
İnsanın ya antısını paralize eden eyin adı atom bombası atma tehdidi
değildir. Ya amımızı kanser eden eyin adı caydırmadır. Üstelik bu caydırma
oyunun kökeninde bulunan ey gerçek bir nükleer sava olası˙ığının ortadan
kalkmı olması bile değildir. Çünkü bir göstergeler sisteminde gerçeğin
gerçekle me ihtimali önceden yok edilmi durumdadır. Herkes nükleer bir
sava ihtimaline inanıyormu gibi yapmaktadır. Askerlerin böyle bir olası˙ığa
inanmaları anla ılması kolay bir davranı tır çünkü onlar bunu büyük bir
ciddiyet içinde ve "strateji" konusundaki tüm bilgilerini ortaya dökerek
yapmaktadırlar. Oysa ortada bu düzeyde herhangi bir iddia ya da meydan
okuma yoktur. Zaten durumun özgünlüğü de toptan yok olu un ihtimal dı ı
olmasından kaynaklanmaktadır.
gerçek olayların yanısıra, daha genelinde, sistem içinde bir olay niteliğine
sahip olabilecek ve onun dengesini bozabilecek her eyi kapsayabilmektedir.
Terör dengesi aslında bu dengenin yol açmı olduğu bir terörden ibarettir.
Caydırma bir strateji değildir. Tıpkı spekülatif para yörüngesine özgü akı
süreciyle dünyadaki tüm para alım satımını denetleyen uluslararası
sermayeler gibi, caydırma da, nükleer silahlara sahip ba rol oyuncuları
arasında deği toku edilmekte ve el deği tirmektedir. Böylelikle uluslararası
para piyasalarında gerçek bir üretim referansından yoksun spekülatif sermaye
dolanımı gibi nükleer bir yörüngede dönüp duran gerçek bir yok etme
referansından yoksun yok edici nitelikteki para, yeryüzündeki tüm potansiyel
çatı ma ve iddetin denetlenebil-mesini sağlamaktadır.
dondurma i lemiyle her türlü dü sele kar ı çıkmaktadır. Artık kusursuz bir
program konusunda aka bile yapılamamaktadır. Programı izlemek bile
büyüleyici bir olaya dönü mektedir. Bu kusursuz bir dünyanın ürünüdür.
8
Paradoks yani bombalar tertemiz nesnelerdir. Sahip oldukları tek kirletici
özellik patlamadıkları zaman çevreye saçtıkları bir güvenlik ve denetleme
sistemidir.
63 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
eye dönü türülen sürecin adı dünyaya özgü gerçeklik ilkesidir. Aslında bir
denetleme sistemi olan bu süreç: Barı içinde birlikte ya ama gibi yörüngesel
bir süreç görünümünü aldığında, yeryüzündeki tüm mikro-sistemler
özerkliklerini yitirerek birer uyduya dönü mü lerdir. Tüm olaylarla enerjiler bu
merkezkaç (eksantrik) yerçekimi denilen ey tarafından emilmektedir. Her ey
sanki tek bir denetleme mikro-modeline (yörüngele mi uydu) indirgenmeye
çalı ılmaktadır. Tıpkı biyoloji evreninde her eyin genetik kodun moleküler
mikro-modeline indirgenmeye çalı ılması gibi. Aynı anda tırmanı a geçen
nükleer ve genetik gibi iki temel caydırma kodu, her türlü anlam ilkesini
emerek, gerçeğin çevreye yayılmasını imkânsızla tırmaktadır.
1975 yı˙ının Temmuz ayında ya anan iki olay bu olguyu kesin bir ekilde
doğrulamı tır. Bu olayların birincisi Amerikan ve Sovyet süper uydularının
uzaydaki bulu masıdır. Barı içinde birlikte ya amanın en uç noktası;
diğeriyse Çinliler'in zaman içinde ideogramlardan olu an alfabelerini terk
ederek Latin alfabesine geçi i benimsemi olmalarıdır. Bu sonuncu olay soyut
ve bir model özelliğine sahip bir göstergeler sisteminin "yörüngele me"
sistemine girmeyi kabul etmesi anlamına gelir ki, bu yörünge stil ve yazımla
ilgili daha önceleri özgün bir ekilde var olmu tüm biçimleri kendiliğinden
yutacak demektir. Burada uydula an ey bir dildir. Bu, Çin usulü bir barı
içinde birlikte ya ama formülüdür. İki uydunun gökyüzünde bulu tuğu anda,
yeryüzünde de bu olay gerçekle mi tir. İki Büyüğün yörüngele en uçu uyla,
yeryüzünde kalan tüm diğerlerinin nötralize olup, homojenle meleri.
Böylesine acımasız, uzun ve vah i bir sava nasıl olur da bir hokkabaz
numarasına benzer ekilde, birdenbire, aniden duru-verir?
Amerika neden bozguna uğramı tır? (bu ABD tarihinin en büyük bozgunudur).
Bu bozgunun Amerika'nın iç ya antısı üstünde hiç mi etkisi olmamı tır? Bu
sava gerçekten de ABD'nin yeryüzü boyutlarındaki stratejisinin ba arısızlığı
anlamına gelmi olsaydı Amerikan politik sistemiyle ülkedeki iç dengeyi de
zorunlu olarak allak bullak etmesi gerekirdi. Oysa böyle bir ey olmamı tır.
Hedefe ula ıldığı an, sava "kendiliğinden" sona ermi tir. İ te bu yüzden bu
kadar kolay bir bozgun ve çökü le kar ıla ılmı tır. Aynı eyleri Vietnam için de
söyleyebilmek mümkün. Çünkü (komünist Vietnamlılar da) sağ˙ıklı bir politika
ve disiplinli bir iktidarın var olmasını engelleyen tüm unsurları ortadan
65 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
muazzam özverilerde bulunmayı kabul etmi lerdir) bir i bölümü yapmı lardır.
Zaten günümüzde bizi egemenliği altına almı olan barı içinde birlikte
ya ama (ya da caydırma) süreci, gerçekte sava la barı ın ötesinde bir eydir.
Caydırma her zaman için sava ve barı la e değerli bir eydir. Orwell: "Sava
barı demektir" diyordu. Burada iki farklı kutbun birbiri içinde eriyip gidi ine ya
da birbirlerine taze kan ta ımaya çalı ma giri imlerine tanık olmaktayız.
Kar ıtlıkların zamansal çakı ması hem bir parodi
67 Gerçeğin Yerini Alan Simülakrlar
tanındığı için bu türden sonuçlarla kar ıla ılmaktadır. Zaten caydırma süreci
de böyle bir eydir.
Nükleer, hem var olan tüm enerji çe itlerinin en önemlisi; hem de bütün enerji
denetim sistemlerinin maksimum düzeye çıkartılması demektir. Denetleme ve
kilitleme düzeni, gücül/sa-nal düzeydeki özgürle tirme hareketleriyle aynı
geli me hızına sahiptir. Modern anlamda devrimlerin gerçekle mesini engelle-
yen ey de bu mantıktır. Enerjileri donduran ey sahip oldukları ate gücüdür.
Enerjileri caydıran ey bizzat kendileridir. Sahip olduğu nötralize olmu , i e
yaramaz, anla ılmaz, patlaması imkânsız güçlerin bizzat kendi üstünde
muazzam bir bıkkınlık ve kö esine çekilme duygusu yarattığı sistemde,
bunların gerisinde hangi amaç, güç, strateji ya da öznenin yattığı belli değildir.
Belki de bütün bunların gerisinde, bir felâket süreci içinde yok olup gidecek
bütün bu enerjilerin içedönük bir ekilde patlama olası˙ığı vardır. Sözcüğün
yazı˙ı anlamında ya da bir ba ka deyi le bütün sürecin tersine çevrilerek
minimal bir nokta, tüm enerjilerin tersine çevrilerek minimal bir düzeye
indirgenmesi vardır.
"RETRO" BİR SENARYO OLARAK TARİH
iddetin belirleyici olduğu tarihsel ve güncel bir dönemde (bu iki dünya
sava ıyla soğuk sava arasında kalan süre olsun), dü sel bir içerik olarak
değerlendirilen mit, sinemada belirleyici bir rol oynamı tır. Bu dönem, önemli
despotik ve efsanevi dirili lerin altın çağıdır. Tarihsel iddetin de etkisiyle
gerçeğin dı ına itilen mit sinemaya sığınmak durumunda kalmı tır.
Tarih yitirmi olduğumuz bir gönderenler sistemidir, yani tarih artık bize özgü
bir mittir. Zaten ekran üzerindeki mitlerden nöbeti devralmasının nedeni de
budur. "Politikanın üniversiteye giri i" gibi bir dü ünce bizi nasıl
keyiflendirdiyse, "sine
71 "Retro" Bir Senaryo Olarak Tarih
ma aracı˙ığıyla bir tarih bilincine sahip olma" gibi bir dü ünceden alınacak
keyif de bir illüzyondan ba ka bir ey olmayacaktır. Aynı yanlı anlama ve
kandırmaca bu konu için de geçerlidir. Tarihi terk eden politika üniversiteye
girmi tir. Bu tözünü yitirmi ve kendisine yasal bir yüzeysel uygulama alanı
sunulmu retro bir politikadır. Bu politika cinsellik ya da meslek içi eğitim (ya
da bir zamanların sosyal sigortası) gibi öldükten sonra liberalle tirilen bir
politikadır.
sonrası gibi konuları i leyen sayısız film bize daha tahrik edici, daha yoğun,
daha ba döndürücü ve daha bildik kokular sunmaktadır). Bu durumu (belki bu
da retro bir varsayımdır) Fre-udçu feti izm kuramıyla açıklayabiliriz. Bu travma
(gönderen sistemlerinin yitirilmesi) çocuktaki cinsel ayrımın ke fedilmesine
benzemektedir (en az bu ke if kadar ciddi, önemli ve tersine çevrilmesi
olanaksız bir eydir). Bir ba ka deyi le bir nesnenin feti le tirilmesi dayanması
zor (insana acı veren) bir ke fin (=cinsiyet ayrımı) gizlenmesini
amaçlamaktadır. Zaten Freud da, bu, herhangi bir nesnel değil, çoğu kez
çocukta travma yaratan ke iften hemen önce farkına varılmı en son nesnedir
demektedir. Öyleyse feti le tirilen tarih özellikle bizim "göndermelerden
yoksun" çağımızdan hemen önce ya anmı olan dönemi kapsayacaktır.
Böylelikle retro denilen dönemde fa izmle tarihe neden öncelik tanındığı
ortaya çıkmaktadır. Bunun politik bir çakı ma ya da benzerlikle ili kisi yoktur.
Fa izmi anlatan filmlerden yola çıkarak bunların fa izmin yeniden
canlanmasına neden olacağına inanmak safça bir dü üncedir. Artık fa ist bir
dönemde ya amadığımız, daha da kötü bir ba ka dönemde ya adığımız için,
vah eti retro süzgecinden geçirilerek, estetize edilen fa izm yeniden çekici bir
1
görünüme sahip olabilmektedir.
1
Bugüne kadar hiçbir yorumlamanın (ne egemen sınıfların politik
güdümlemesi üzerine oturtulmu Marksist yorum, ne Reich'ın cinselliği baskı
altına alan kitleler yorumu ne de Deleuze'cü despotik paranoya yorumu) tam
olarak açıklamayı ba aramadığı fa izmin, ortaya çı˘ı biçimi ve sahip olduğu
kolektif enerjinin sırrı öyle açıklanabilir. Batı'da değer ve kolektif değerlerin
çekiciliklerini yitirmeye, ya amın çağda bir rasyonellik ve tek boyutlu bir
görünüme kavu turulduğu, toplumsal ve bireysel ya amın bütünüyle
i lemselle tirilmi olduğu bir sırada fa izm, mitik ve politik gönderen
sistemlerinin "irrasyonel" boyutlara ula tırılması, kolektif değerin (kan, ırk,
halk, vs.) çılgınca abartılması, ölümün ya da "politik bir ölüm estetiğinin"
yeniden en-jekte edilmesi anlamına gelmektedir. Bir kez daha bu değer
felâketiyle
73 "Retro" Bir Senaryo Olarak Tarih
Tarih ancak öldükten sonra sinemaya böyle görkemli bir giri yapabilmi tir
("tarihi" teriminin de ba ına aynı ey gelmi ve öldükten sonra fosille mi
"tarihi" bir an, bir anıt, bir kongre, bir figür olarak yeniden ortaya çıkmı tır).
Tarihin sinema aracı˙ığıyla yeniden ırıngalanmaya çalı ılmasının
bilinçlenmeyle değil, yitirilmi bir gönderenler sistemine duyulan özlemle ili kisi
vardır.
Bu sinemanın tarihe hiç önem vermediği, güncel bir süreç, bir dirili değil bir
direni biçimi olarak gösterilmediği anlamına gelemez. Gerçek ya amda da
sinemadakine benzeyen bir tarih olmu tur, ancak bugün bu tarih ortadan
kaybolmu tur. Sinemanın bize "gösterdiği" (bizden çalınmı ) tarihin "tarihsel
gerçek"le olan ili kisi, resim alanında klasik gerçekçi görüntülerle neo-
figürasyon arasındaki ili kiden yoğun değildir. Neo-figürasyon bir yandan
benzerlikten yardım dilenirken, bir yandan da yeniden canlandırılan nesnelerin
artık namevcut olduklarını, yani hipergerçek bir eye dönü mü olduklarını
gösteren kesin bir kanıttır. Bu resimlerdeki nesneler hiperbenzerlikten
kaynaklanan bir parlaklığa (tıpkı güncel sinemadaki tarihin parlaklığı gibi)
sahiptirler ki, bu da onların aslında hiçbir eyi yeniden canlandıramayan,
gerçeğe benzeyen bombo görüntüler oldukları anlamına gelmektedir. Bu bir
ölüm kalım sorunudur, yani bu nesneler ne canlıdır ne de ölü. Zaten bu
yüzden âni bir gerçek kaybına uğrayacak olursak gerçeğin tıpkısı, ku
nemanın zorunlu kıldığı üst düzeyde bir teknik sihirbazlık bu filmde hayranlık
uyandıracak bir uyum içindedir.
lüklerini yitirmi lerdir. Birbirlerine doğru asla birbirlerine kavu amayacakları bir
düzlemde ilerleyen iki soğuk medyanın, mutlak bir gerçek içinde yok olmaya
çalı an sinemayla uzun bir süreden bu yana sinematografik (ya da televizüel)
hipergerçek-lik tarafından emilmi bir gerçeğin, cinsellikten arındırılmı
ni anlı˙ığı, "cool" bir suç ortaklığı ve ileti imden yoksun birlikteliği.
Tarih, belki de bilinçaltıyla birlikte son büyük güçlü mitti. Bu mit olaylarla
nedenler arasında "nesnel" bir mantıksal süreklilikle söyleve özgü bir anlatım
sürekliliği olabileceği olası˙ığını dolaylı bir ekilde gündeme getirmektedir.
Tarihle roman aynı ya lardadır. Giderek yitirdiğimiz ey, i te bu bir olay ya da
öyküye ait mitik enerjiyle masalsı özelliktir. Giderek ba arı˙ı ve ikna edici bir
mantığın ardında yatan tarihe sadık kalma ya da kusursuz bir görüntü elde
etme saplantısı (ba ka bir filmdeyse bula ık yıkamakta olan Jeanne
Hilmann'ın gündelik ya amına ait, gerçek zaman dilimi içinde kaydedilmi ,
kusursuz görüntüler vardır. Geçmi in gerçekliğine, geçmi ya da günümüzden
bir sahneye bu olumsuz anlamdaki sadakat; geçmi ya da günümüze ait
mutlak bir simülakrın kusursuz bir yeniden sunumu tüm değerlerin yerini
almı tır. Bizler bu sürecin suç ortakları olup, bu durumu tersine çevirmenin bir
olanağı yoktur. Çünkü sinema, tarihin ortadan kaybolmasına ve egemenliği bir
ar ivin eline geçirmesine bizzat katkıda bulunmu tur. Fotoğraf ve sinema,
yararlandıkları mitlerden vazgeçme pahasına, tarihin çağda la tırılma
sürecine görsel ve "nesnel" bir biçim kazandırarak büyük ölçüde katkıda
bulunmu lardır.
yok edilmektedir. Böylelikle unutma, yani yok etme sonunda estetik bir boyuta
da sahip olabilmekte ve sonunda kitlesel bir düzeye ula arak geçmi e ait
görüntüler içinde eriyip yok olmaktadır.
ve yok edici sistemlere ait ve soğuk kitleleri de kapsayan (bu katliam sırasında
öldükleri için bu olayla daha da yakından ilgilenen, muhtemelen onu
yönlendiren en kızgın kitle, bu i e ölümüne inanmı ve kendi ölümlerinden de
emin olan Yahudi-ler'dir) ilk önemli olaydır. Bu soğumu olay televizyon adlı
soğuk ileti im aracıyla yeniden ısıtılarak, bu görüntüler kar ısında caydırıcı
özelliğe sahip gerçek bir ürperti hissedecek ve heyecan duymadan izleyecek,
kendileri de soğuk olan kitlelere sunulacaktır. Sonuç olarak gerçek katliam bir
tür iyi niyetli bir felâket estetiğiyle unutulmaya mahkûm edilecektir.
adlı aracın ba arılarından söz edilmesini sağlamaktır. Bunun için, bu iki eyin
sürekli olarak birbirine karı tırılması gerekmektedir.
Filmin sonunda basın ve televizyonun toplu olarak ikinci kez nükleer santrale
dalmaları bir drama yol açarak, teknik müdürün Özel Tim tarafından
öldürülmesiyle sonuçlanmaktadır. Bir ba ka deyi le gerçekle meyeceği bilinen
bir nükleer felâket yerine dramatik bir ölüm olayı konulmaktadır.
buna caydırıcı˙ık açısından çok önemli olan felâketin gerçek-le meyip seyirciyi
merakta bırakması da dâhil olmak üzere, tıpatıp benzemi tir. Gerçek, filmdeki
simülakrına benzemeyi becermi ve bir felâket simülasyonu üretmi tir.
Ancak bu film, özgün bir Harrisburg olayının ortaya çıkmasını sağlayan bir
prototip de değildir. Biri gerçek, diğeri onun simülakrı değildir çünkü ortada
yalnızca simülakrlar vardır ve Harrisburg bir anlamda ikinci dereceden bir
simülakrdır. Bir yerlerde zincirleme bir tepki olu mu tur ve belki de bu yüzden
ölüm tehlikesiyle kar ı kar ıya kalabiliriz. Ancak bu zincirleme tepki, asla
nükleer kökenli olmayıp simülakrlar düzeni ve simü-lasyon evrenine ait bir
zincirleme tepki yani gerçeğe ait tüm enerjinin muazzam bir gösteriye
benzeyen nükleer bir patlama eklinde değil de gizli ve sürekli bir için için
kaynama eklinde yutulması, günümüzde korkutma amaçlı tüm patlama
biçimlerinden çok daha ölümcüldür.
Patlama hep bir vaat, bir umut ı ığı olmu tur. Örneğin Har-risburg'de herkes
filmdeki gibi nükleer patlamanın gerçekle eceği ânı beklemekte ve patlasa da
biz de u ne idüğü belirsiz panik duygusuyla caydırma amaçlı nükleer patlama
dü üncesinden kurtulsak diyecek hâle gelmektedir. u reaktörün "kalbi"
gerçek yok etme gücünü göstererek, bize gerçekten yok edici bir enerjiye
sahip olduğunu kanıtlayarak bu felâket gösterisine tanık olmamızı sağlasa
diyecek hâle gelmektedir. Aslında herkes nükleer bir felâket gösterisine tanık
olamayacağını bilmektedir. Çünkü nükleer enerji bir gösteriye dönü emez (Hi-
ro ima artık geçmi te kalmı tır). Zaten nükleer bir felâket gös
Jean Baudrillard 86
Böyle bir kıyamet olayıyla bir daha asla kar ıla mayacağız. Çünkü bundan
böyle hep içe yönelik, için için kaynama/patlamalar olacaktır, yoksa asla dı a
dönük patlamalar değil. Bundan böyle enerjinin asla bir gösteriye, destansı bir
biçime dönü mesine [dı a dönük bir patlamanın romantizmiyle çekiciliğine, ki
bunlar aynı zamanda devrimin özellikleridir] tanık olmayacağız. Olsa olsa
simülakrların soğuk enerjisiyle soğuk haber sistemlerinin içine homeopatik
dozlarda (azar azar) karı tırılmasına tanık olabileceğiz.
Yalnızca var olmaları bile bir olay çıkması için yeterli olan ileti im araçları
Tanrı'dan ba ka ne isteyebilirler ki? Bu durumdan herkes ikâyetçi olmakla
birlikte gizliden gizliye bu olası˙ık tarafından büyülenmi gibidir. Bu bir simülakr
mantığıdır. Bundan böyle ilâhi bir yazgıdan çok gerçeğin yerini almı
modellerden söz edilebilir. Ancak bu sonuncular da bir yazgı kadar
acımasızdır. Zaten olaylar da bu yüzden anlamlarını yitirmi lerdir. Bir ba ka
deyi le olaylar anlamsız eyler değildirler sadece yerlerine geçmi olan
modelleriyle çakı mak zorunda olan süreçlere dönü mü lerdir. Keza China
Syndrom'da anlatılan öykü, Fransız Elektrik Kurumu (EDF) gazetecilere
Fessen-heim'deki santralı gezdirdiği sırada yinelenseydi müthi bir ey olurdu.
Kameramanın o büyülü merceğinin ya da ileti im araçlarının o an orada
bulunmalarından kaynaklanacak bir kaza! Ne yazık ki hiçbir ey olmadı. Hayır
oldu! Çünkü simülakrların mantığı öylesine güçlüdür ki, bu ziyaretten bir hafta
sonra sendikalar nükleer santrallerde çatlaklar bulmaya ba ladılar. Bir
bulu ma ya da benzer zincirleme tepkiler mucizesi!
Filmin asıl konusu, Jane Fonda ki iliğinin neden olduğu Watergate türünden
bir olay ya da televizyonun nükleer santrallerde gizlenmeye çalı ılan günahları
açığa çıkarması türün
87 China Syndrom
den bir ey değildir. Tam tersine asıl konu, televizyonun nükleer fizikte görülen
zincirleme reaksiyonlar ve bunlara ait yörüngenin bir ikizine dönü mesidir.
Zaten filmin sonunda (tam bu noktada filmin kendisi ortaya atmı olduğu
argümana kar ı acımasızla maktadır). Jane Fonda canlı yayında gerçekleri
topluma açıkladığı sırada (maksimum düzeye çıkartılmaya çalı ılan Watergate
türünden bir etki), bu görüntülerin ardından ekran üzerinde âniden beliren
sıradan bir reklam görüntüsü Fon-da'nın görüntüsünü ekran yüzeyinden silip
atmaktadır. Network etkisi, Watergate etkisinden çok daha güçlü olduğundan
Harrisburg etkisinin içine yayı˙ıp dağılarak geli mektedir. Bir ba ka deyi le
nükleer bir tehlikenin yarattığı etkiden çok, nükleer bir felâket simülasyonunun
içine yayılarak geli mektedir.
Filmde gerçek bir patlamanın gösterilmesi çok kötü bir gerekçe olabilirdi. Bu
durumda film sıradan bir felâket filmine dönü ebilirdi. Çünkü bu türden
önemsiz filmlerde önemli olan tek ey felâket olayıdır. Oysa China Syndrom
etkileyiciliğini felâket olgusunu filtre edebilmesine, olay ânında nükleer tehli-
keyi orada hazır bulunan televizyon kameraları aracı˙ığıyla damıtarak
vermesine borçludur. Bize (bir kez daha farkında olmadan) söylemeye çalı tığı
bir ey varsa o da nükleer felâke
Jean Baudrillard 88
tin gerçekle memi olduğu, gerçekle mek gibi bir niyetinin olmadığıdır. Zaten
gerçekte de nükleer felâketin gerçekle memesi gerekmektedir. Tıpkı soğuk
sava yıllarında atom silahlarının kullanılmaması gerektiği gibi. Çünkü
insanları korkutma politikası, bu sonsuza dek sürüp gidecek her an bir nükleer
patlama olabilir olası˙ığı üzerine kurulmu tur. Atom bombasıyla nükleer
santraller, caydırma amaçlı bir kanser hastalığı gibi her yanı sarmı lardır.
Felâketin gücünü aptalca bir ekilde göstermek yerine dur durak bilmeyen
haber ağları içine homeopatik, moleküler dozlarda ırıngalamak çok daha
akıllıca bir eydir. Gerçek bula tırma yöntemi, yani zihinsel bir felâket
stratejisine uygun bir yapısal bozukluğa neden olan budur, yoksa biyolojik ya
da radyoaktif yöntem değil.
Çok dikkatli bir ekilde izleyecek olursak filmin bize Water-gate'tekinin tam
tersi denebilecek bir eyler söylemeye çalı tığını görebiliriz. Çünkü
günümüzdeki temel strateji sonsuza dek sürdürülmeye çalı ılacak bir felâket
simülasyonu aracı˙ığıyla zihinsel bir terör yaratma ve caydırma dü üncesi
üzerine kuruluysa, bu senaryoyu gizleyebilmenin tek yolu bir felâket yaratmak,
gerçek bir felâket üretmek ya da yeniden üretmektir. Zaman zaman doğa da
böyle yapmaktadır. Zaman zaman Tanrı bu türden doğal felâketler yaratarak
insanları içinde bulundukları bu terör düzeninden geçici olarak kurtarmaktadır.
İç içe ya adığımız terörizm de zaten böyle yapmakta ve bu gizli güvenlik
saldırısına kar ı gerçek, elle tutulabilen somut bir iddete ba vurmaktadır.
Terörizmin ne yapmaya çalı tığını zaten bu yüzden anlayamıyoruz.
APOCALYPSE NOW (KIYAMET)
Coppola'nın "Kıyamet"i yapı biçimiyle, Amerikan ordusunun sava ma biçimi
arasında bir fark yoktur. Zaten film bu olguyu çok güzel bir ekilde
kanıtlamaktadır. Çünkü Coppola, filmini Amerikan ordusununkine benzer bir
haddini bilmezlik, teknik rahatlık ve inanılması güç benzer bir saflıkla yapmı ...
ve sonuçta da benzer bir ba arı elde etmi tir! Bir kafa bulma, teknolojik ve
psikedelik bir hayâl kurma biçimi olarak sava . Bir özel efektler silsilesi olarak
sava . Vietnam Sava ı öykülü bir film hâline gelmeden çok önce filme çekilmi
ya da bir filme dönü türülmü olan bir sava tır. Bu sava teknolojik testler
arasında gürültüye gitmi tir. Zaten Amerikalılar için sava demek, önce
teknolojik deneme yapmak yani silahlarını, yöntemlerini ve güçlerini test
edebilecekleri devasa bir alan demektir.
düzeyde yüceltilmi hâlidir. Sava bir filme, filmse bir sava a dönü mü , yani
teknik bu iki olayı aynı potada bulu turmu tur.
Westmoreland, gerçekte nasıl sava tıysa, Coppola da tıpkı öyle sava mı tır.
Doğal olarak Güney Vietnam cehennemini yeniden canlandırabilmek için
Napalm bombalarının atıldığı Filipin ormanları ve köylerinin olu turdukları o
müthi ironik görüntüleri saymazsak! Bu film olan biten her eyin tıpatıp
aynısını yeniden yapmı tır. Örneğin çekim sırasında da o insafsız Mısır tanrısı
Moloch'un aldığı keyfin bir benzeri ya anmı tır. Milyarlar harcanır, yani o
kadar araç gereç ve malzeme yok edilir, o kadar olay ya anırken de kutsal bir
keyif alınmı tır. Bu film bir olanaklar ve olaylar enliğidir. Dünya çapında tarihi
bir olay olarak tasarlanan bu film çarpıcı bir paranoyanın ürünüdür. Yaratıcının
usunda Vietnam Sava ı budur, bir ba ka deyi le ona göre böyle bir sava
olmamı tır. İnanın ki adına Vietnam Sava ı denilen bir ey hiçbir zaman
gerçekle memi tir. Bu sava yalnızca bir dü , yani Napalm bombalarıyla
tropik ormanlar sayesinde barokla an bir dü tür. Asla politik bir içeriğe sahip
olmamı ya da zaferi amaçlamamı (psikotropik) bir ilâcın neden olduğu bir
dü , ama aynı zamanda sava sırasında bu sava görüntülerini çeken bir
gücün sayısı belirsiz bir kurban verme gösterisi. Coppola Vietnam Sava ı'na
adadığı bu süper filmle bir kitle gösterisine dönü mü olan bu sava a da bir
son verecektir.
Filmde sava a kar ı herhangi bilinçli bir "tavır alma", herhangi bir ele tiri,
gerçek sava la gösterisi arasına konmaya çalı ılan herhangi bir mesafe
(yabancıla tırma) yoktur. Bir ba ka deyi le filme vah i bir nitelik kazandıran
ey, sava ın yol açtığı ahlâk psikolojisi tarafından kirletilmemi olmasıdır.
Coppola, kimseden çekinmeden helikopter pilotunun ba ına bir hafif süvari
alayı apkasını geçirebilmekte ve Wagner müziği e liğinde ona bir Vietnam
köyünü bombalatabilmektedir. Bunlar yabancıla mayı hedefleyen ele tirel
göstergeler değildir. Film, bunlarla dolup ta maktadır. Bunlar yalnızca birer
özel efekttir. Cop
91 Apocalypse Now (Kıyamet)
Zaten film de bu andan itibaren ilginçle meye ba lamakta yani bizi birkaç yıl
öncesine götürerek (hattâ birkaç yıl öncesine bile götürdüğü söylenemez
çünkü zaten filmin kendisi bu sonuçlanamayan sava ın bir evresidir), politik
terimlerle konu mak gerekirse, bir sava ta neyin mantıksız neyin yok edici
olduğunu göstermektedir. Çünkü Amerikalılar'la Vietnamlılar daha sava
sırasında uzla mı lar ve çatı malar biter bitmez de Amerikalılar Vietnamlılar'a
ekonomik yardımda bulunmu lardır. Amerikalılar tropik ormanlarla kentleri
hangi mantığa uyarak yok ettiler, ekonomik yardımı hangi mantığa uyarak
yaptı-larsa filmi de aynı mantığa uyarak çekmi lerdir. Eğer bu iki olgu yani
iyilikle kötülük, ahlâk ve ideoloji arasında herhangi bir fark bulunmadığını,
bunların ne iyi ne de kötü olduklarını,
Jean Baudrillard 92
buna kar ı˙ık yı˘ıp yok etme ve üretim süreçlerinin birbirlerinin yerini
alabileceğini; bomba yağdırmadan film eridine kadar uzanan tüm
teknolojilerin organik metabolizmasıyla eylerde içkin bir devrimcilik
potansiyeli bulunduğunu anlamadığımız sürece ne sava ı anlayabiliriz ne de
filmi.
BEAUBOURG'UN BIRAKTIĞI İZLENİM/ETKİ
Merkez de bu modele uygun bir ekilde çalı arak, kültürel sızıntı ve politik
caydırma görevini yerine getirmektedir.
Bununla birlikte Merkezdeki dengeli bir akı kan madde do-lanımından söz
edebilmek mümkün değildir. Havalandırma, soğutma, elektrik ağı gibi
"geleneksel" akımlarda hiçbir sorun yoktur. Buna kar ın ziyaretçi akı ı iyi
düzenlenmemi tir. Plastik saydam boruların içinde yürüyen merdivenler arkaik
bir çözümdür. Bana kalırsa ziyaretçiler, örneğin, giri te emilmeli ve bir yerlere
doğru fırlatılmalıydı, en azından böylesi, bu iskeleti olu turan akı kanların
barok i leyi ine uygun bir çözüm olurdu. Yapıtları, nesneleri, kitapları ta ıyan
malzemeyle, güya "çok i levli" iç mekânı olu turan malzemelerin hiçbiri
yerinden bile kıpırdamamaktadır. Merkezin içinde ilerledikçe devinim giderek
azalmaktadır. Bu durum yolcuları "uzay" dizaynlı fütü-rist bir merkezden
"uydulara", vb. doğru gönderen ama sonunda basbayağı yolcu uçaklarına
bindiğimiz Roissy havaalanındaki durumunun tam tersidir. Uyumsuzluk her
ikisinin ortak özelliğidir (Ya u bir ba ka akı kan olan paranın Beau-bourg'daki
dolanma, emilme ve saçılma biçimi konusunda ne söylenebilir?).
Ayakta durup, sürekli olarak hareket eden bu insanlar rahat, esnek, gösteri li
bir davranı biçimi sergilerlerken, dolayısıyla "modern" bir mekânla "uyum"
içinde bulunduklarını kanıtlamaya çalı maktadırlar. Oysa bir kö eye bile
benzemeyen kö elerine oturdukları zaman bu kö eden çevreye yapay bir
yalnızlık duygusu, kendi dünyasına kapanmı insan izlenimi yaymaktadırlar.
Bu insanların tüm enerjilerini bireysel bir savunma için tüketmeye mahkûm
eden güzel bir caydırma taktiğidir. Her nedense bu çeli kiyle yani devingen,
deği ken, rahat (cool) ve modern bir dı görünüme sahip (iç mekân eski
buru mu değerler üzerine oturtulmu tur) " ey" dediğimiz Beaubourg'da
kar ıla ıyoruz.
Beaubourg yani kendi ağırlığı altında ezilen bir kültür figürü, tıpkı dirençli
düzgün bir geometrik yüzeye âniden sapla-nıp/sabitlenen otomobil tekerlekleri
gibi Sezar usulü bir basınç altındadır. u dı yüzeylerin/kaportaların
çarpı masıyla gerçekle en ideal bir kazanın elinden sağ kurtulan yerine;
araçların mekanik ve metalik iç yapısına bağ˙ı çok küçük mekânsal boyutlara
indirgenmi ölçülere uygun demir boru, levye, kaporta, metal ve insan eti
parçalarının karmakarı ık bir görünüm sundukları binlerce kübik demir
parçasından olu an içsel bir kazaya uğramı Sezar'ın arabaları gibi.
Beaubourg'un sunmaya çalı tığı kültür parçalanmı , bükülüp kesilerek,
presleme yöntemiyle en yalın ve küçük elemanlarına indirgenmi bir kültürdür.
Beaubourg ölü, donmu bir metabolizma olup etrafa ı ık hüzmeleri yayan
mekanik bir bilimkurgu yaratığına benzemektedir.
Oysa burada kültürün tamamını, zaten ezici bir görüntüye sahip Beaubourg
adlı iskelet içinde parçalamak ve ezmek yerine Sezar'ın 'yapıtlarıyla' Dubuffet
ve kar ı-kültür sergilenmektedir ki, bunların tersine çevrilen simülasyonu,
ölmü bir kültüre ait gönderen sistemi görevi yapmaktadır. Göstergelerin bu
yararsız i lemselliğini simgeleyen bir anıt kabir olabilecek Bea-ubourg adlı bu
iskeletin içinde Tinguely'nin çabuk bozulan ve kendi kendilerini yok eden
makineleri, kültürün sonsuzluğu ba ˙ığı altında tekrar tekrar sergilenmektedir.
Böylelikle her ey, aynı devinim içinde nötralize edilmekte, yani Tinguely'nin
97 Beaubourg'un Bıraktığı İzlenim/Etki
Belki de kendi ekseni etrafında dönüp duran ve sürekli yanıp sönen ı ıkların,
mekânı çizgisel bir ekilde tarayıp böldüğü bir ortamda ziyaretçi kalabalığı asal
bir devingen unsur olabi-
lirdi(?)
ma, boyut küçültme, geli igüzel zincirleme art arda gelmeler ya da geli igüzel
bir ekilde ortalığa dağılmaların denendiği bir yer. San Francisco'daki
Exploratorium ya da Philip Dick'in romanlarında olduğu gibi. Kısaca bir
simülasyon ve büyüleme kültürü, yoksa sanıldığı gibi bir üretim ve anlam
kültürü değil. Sefil bir antikültür kapsamına girmeyecek tek öneri bu olabilirdi.
Böyle bir ey mümkün müdür? Bu ülkede değil! Oysa bu kültürle her yerde ve
hiçbir yerde kar ıla mıyorsunuz. Bundan böyle tek gerçek kültürel uygulama,
u bizim kitlelere, yani bize ait (ikisi arasında artık bir fark yoktur) ve anlamdan
yoksun göstergelerin rastlantısal ve içinden çı˘ılması olanaksız bir ekilde
güdümlenmesi üzerine oturan bir uygulamadır.
her zaman nefret etmi oldukları bir kültürün yasını tutma fırsatını kitle hâlinde
ilk kez ellerine geçirmi olmalarıdır.
Bo bir alanda dola an kitle bir akıma dönü ürken, aynı zamanda "opaque"lık
ve tepkisizliğiyle de bu "çok i levli" alanı dümdüz etmektedir. Katılmaya,
simüle etmeye, modellerle oynamaya davet edilen bu kitle, kendisinden
istenilenden fazlasını yaparak, sunulan nesnelerle o kadar çok oynayıp,
olaylara öyle yoğun bir ekilde katılmaktadır ki, hem kültürel giri im hem de
binanın altyapısını tehlikeye sokmaktadır. Böylelikle kültür si-mülasyonuna bir
tür parodi, bir hipersimülasyonla kar ı˙ık veren ve aslında kültürün sermayesi
olması gereken kitleler, Beaubourg denilen utanç abidesinin temsil ettiği bir
kültürü yok etme aracına dönü mektedirler.
101 Beaubourg'un Bıraktığı İzlenim/Etki
İçeriğin -burada kültür, orada haber ya da mal olmasının bir önemi yoktur-
ileti im sürecine özgü bir dayanak olduğu hiç bu kadar açık ve seçik bir
ekilde ortaya konulmamı tır. Aracın (medium) i levi kitleler olu turup, türde
bir insan ve zihniyet akı ı üretmektir. Banliyölerde oturan ve çalı ma (i )
merkezleri tarafından her gün belli saatlerde emilen ve geri püskürtülen, belli
istasyonlarda araç deği tirmek zorunda kalan kitleler gibi Beaubourg'da da
devasa boyutlara ula an bir gelgit vardır. Bu da bir tür i tir. Test ve anketlerle,
yönlendirici sorgulama çalı maları yani ziyaretçiler buraya kendi kendilerine
sordukları soruların nesne-kar ı˙ıklarını seçmeye (bulmaya) ya da burada
sergilenen nesnelerin kendilerine yönelttiği gü-dümlenmi ve i levsel soruların
yanıtı olmaya gelmektedirler. Öyleyse bu bir i ve disiplin düzeninden çok,
dayattığı ko ullar bir ho görü kandırmacasına benzeyen, programlanmı bir
disiplin düzenidir. Geleneksel kapitalist kurumların çok ötesinde bir yerlerde
bulunan hipermarket gibi bir "kültür hipermarketi" olan Beaubourg gelecekte
kar ıla ılabilecek her türlü denetim altına alınmı toplumsalla ma biçimine
imdiden modellik yapmakta, yani beden ve toplumsal ya amın (i , eğlence,
medya, kültür) dağınık i levlerini bir araya getirip, tüm kar ıt akı
Jean Baudrillard 10 3
mi tir. Oysa bize toplumsalın kendisi olarak yutturulmaya çalı ılan kitle, tam
tersine toplumsalın için için kaynayıp, ortadan kaybolduğu yerdir. Kitle
toplumsalın için için kaynadığı ve dur durak tanımayan bir simülasyon süreci
tarafından yutulduğu, giderek yoğun bir görünüm arzeden eydir.
Aklınıza gelebilecek her türlü stok iddet yüklüdür. Her insan kitlesi de özgün
bir iddetle yüklüdür. Kitlenin çekim gücü ve neden olduğu tepkisizliğin giderek
yoğunla masından kaynaklanan bir iddet. Bir atalet odağı olan kitle aynı
zamanda yepyeni, açıklanması olanaksız ve dı a dönük iddetten farklı bir
iddet biçiminin de merkezidir.
Tehlikeli kitle. İçin için kaynayan kitle. Ziyaretçi sayısı 30.000'i a tığı takdirde
Beaubourg'un iskeleti "yamulabilir". Yapının bir mıknatıs gibi çektiği kitle
yapının kendisini yok edebilecek bir deği kene dönü mektedir. Binayı
tasarlayanlar bunu bilinçli olarak yapmı olabilirler mi (nerede o günler)? Eğer
binayı ve kültürü aynı anda yok etme ansı tanıyacak e
Jean Baudrillard 10 5
Açı˙ı ının ertesi günü kalabalık tarafından demonte edilerek, kaçırılacak bir
Beaubourg, bu kültürel demokrasi ve saydamlık adlı saçma meydan okuma
dü üncesine kar ı verilebilecek en güzel yanıt olabilirdi. Herkes bu
feti le tirilmi kültürden birer feti -somun götürebilirdi.
Hiçbir görünür nedeni olmayan yava çekim bir panik... Tıkanıp kalmı bir
topluma özgü içsel bir iddet yani için için kaynama/patlama.
Yı˘ıcı eylem ve iddet aracı˙ığıyla ortadan kaldırma bir üretim biçimine uygun
dü mektedir. ebeke, ağ, kombinatuvar ve
Jean Baudrillard 10 7
Bir yeraltı kenti senaryosu bile (yapıların Çin usulü gömülme biçimi) naif bir
senaryodur. Halen kentler genel bir üretim ya da bir yeniden canlandırma
emasıyla ilintili bir yeniden üretim eması doğrultusunda
yinelenmemektedirler (İkinci Dünya Sava ı'ndan sonra kentler bu emaya
uygun bir ekilde restore edilmi ledir). Kentleri diriltebilmek artık bir rüya. İçe-
rik düzeyinde de bu böyle (kentler artık zaman içinde birikmi sibernetik bellek
aracı˙ığıyla genetik koda benzer bir ekilde kendini durmadan
yineleyebilmektedir). Borges'in bütün o coğrafi alanı kaplayan ve onun ikizi
sayılabilecek harita ütopyası sona ermi tir. Bugün simülakr üretimi ikiz ya da
düplikasyon yoluyla değil genetik minyatürle tirme sayesinde gerçekle ti-
rilmektedir. Burada da yeniden canlandırma ve için için kaynama sona ermi tir
çünkü bundan böyle kentler de hiç kimseye ait olmayan ve hiçbir eyi
unutmayan bir bellek tarafından en küçük boyutlara indirgenmektedir. Tersine
döndürülmesi olanaksız, içkin, giderek yoğunla an, potansiyel olarak tıkanmı
ve özgürle tirici bir patlamaya asla tanık olmayacak bir düzen simülasyonu.
Bir zamanlar kültürümüz bir özgürle tirme gücüne (rasyonel) sahipti. Bu kültür
ister kapital, ister üretici güçlerin özgür
107 Beaubourg'un Bıraktığı İzlenim/Etki
Bu kültüre e lik eden iddetse ortaya çok daha geni , büyük bir dünya, yani
üretim dünyasının çıkmasına neden olmu tur. Bu tür bir iddet diyalektik,
enerjetik, katartik bir iddettir. Bu toplumsala yön veren ve sonunda toplumsal
alanın bütünüyle tıkanmasına yol açan bir iddettir. Bu belirlenmi , analitik ve
özgürle tirici bir iddettir.
yana olan bütün felsefe akımları aynı yönde yani kılcal bo luklara kadar
tıkanma ve sonsuzluğa yönelik bir ağla ma doğrultusunda ilerlemektedirler.
Molerle moleküler arasındaki fark bir modülasyon farkından ibarettir. Belki de
bu, yayılmacı sistemlere özgü temel enerjetik süreç içinde yer alan, en son
mo-dülasyondur.
Bin yıl süren bir enerjiyi özgürle tirme ve salıverme evresi ve bir tür maksimal
düzeye ula mı bir parıldama, ı ık saçma sürecinden sonra (Bataille'ın kayıp
ve kazanç kavramlarıyla, o muhte em antropolojisini üzerine oturtmu olduğu
tükenmek bilmeyen bir parıltıya sahip güne mitini, bu bakı açısı doğrul-
tusunda yeniden gözden geçiriniz. Çünkü bu bizim ı ık saçabi-len ve devrimci
özelliğe sahip felsefemize ait "son" miti genel bir ekonomi dü üncesine ait son
havai fi ektir. Ancak bunun bizim için bir anlamı kalmamı tır) bir için için
kaynama, toplumsalın tersine çevrili evresine geçiyorsak o zaman ba ka.
Tıkanma noktasına gelmi bir toplumun devasa boyutlara ula an tersine
çevrilme süreci. Yıldız sistemleri ı ın yayma güçlerini yitirdikten sonra da
varlıklarını sürdürürler; yani önce yava bir için için patlama sürecine boyun
eğerler, daha sonra da giderek hızlanıp, müthi bir süratle küçülürler ve bir
kara delik görünümünü alıncaya kadar çevrelerindeki tüm enerjileri yutarak
dı tan içe doğru eğilip, kıvrılan sistemlere dönü üp, bizim bildiğimiz anlamda
tükenmek bilmeyen bir yansıma ve sonsuz bir potansiyel enerji kaynağı olarak
bildiğimiz dünyayı içlerine çekerek yok ederler.
için kaynamayı olumsuz, tepkisiz, geriletici bir süreç olarak dayatıp bunun tersi
olan geli me, devrim gibi kavramları yüceltmemek gerekir. İçin için
kaynama/patlama sonuçlarını ön görebilmenin olanaksız olduğu bir süreçtir. İlk
için için patlama olayı, ku kusuz 1968 Mayıs'ı, bir ba ka deyi le devrimci
terimlerle yapılan yorumlamanın tam tersine, toplumsal tıkanmaya kar ı
gösterilen ilk iddetli tepki; bir büzülme ve bizzat olaya katılanların, toplumu
daha üst bir konuma götürmeyi amaçlayan ideolojisiyle çeli en toplumsalın
egemenliğine kar ı, bir meydan okumadır. Hâlen bu rüyanın etkisi altında
bulunduğumuz söylenebilir. Zaten 1968 olaylarının büyük bir bölümü bu
devrimci dinamikle ilgili olup, devrimci bir iddettir. Ancak aynı anda ortaya
belli bir konuda âniden dı tan içe doğru kıvrılan bir toplumsal ve bunun
sonucunda da âniden için için kaynamaya ba layan bir iktidar çıkmı tır. Kısa
sürede ortaya çıkan bu için için kaynama o gün bu gündür devam etmektedir.
Toplumsalın, kurumların ve iktidarın bu için için kaynaması derinden derine
sürüp gitmektedir. 1968 Mayıs'ı enerjisini nerden aldığı belli olmayan devrimci
bir dinamiğin ürünü değildir. Tam tersine devrimin, hattâ devrim fikrinin kendisi
bile için için kaynamakta/patlamaktadır ve bu için için patlamanın yol açacağı
sonuçlar devriminkinden çok daha önemlidir.
Burada kar ımıza kesinlikle bir ba ka tür çalı ma, toplumsal bir kültür
yaratma, kar ıla tırma ve inceleme yapmayla toplumsal bir yasa ve
yargılamaya dayalı biçim çıkmaktadır. Çünkü insanlar buraya kendi
kendilerine sorabilecekleri her türlü sorunun nesnele mi -yanıtlarını bulmaya
ve aralarından bir seçim yapmaya gelmektedirler. Daha doğrusu nesnelerce
olu turulan i levsel ve yönlendirilmi bir sorunun kar ı˙ığı olmaya gelmek-
tedirler. Nesneler burada bir mal olma özelliklerini yitirerek,
111 Hipermarket ve Hipermal
Bakı larımızı etkileyebilecek bir rölyef, bir perspektif, bir ufuk noktasından
yoksun olan hipermarket; düzenlenme biçimi nedeniyle art arda gelen ve
e değerli göstergelere benzeyen reklam panoları ve ürünlerden olu an total
bir ekrana benzemektedir. Bu hipermarketlerde yalnızca ön sahne düzenleme-
siyle uğra an, yani bo alan rafları düzenleme i inden sorumlu insanlar vardır.
Bunlar tüketicilerin açtığı delikleri tıkamakla görevlidirler. Bu derinlikten
yoksunluğa bir de "self-service" olayını ekleyin, yani her yeri birbirine
benzeyen, alıcıyla satıcının kar ı kar ıya gelmeyip, insanlarla eylerin bir
araya getirildiği dolaysız bir güdümlenme mekânını. Peki kim kimi güdüm-
lüyor?
Bu simülasyon evreninde baskı bile ancak bir göstergeye dönü tüğü ölçüde
onunla bütünle ebilmektedir. Bu ikna etme evreninde caydırıcı bir güce
dönü en baskı, diğerlerinden farksız bir göstergedir. Hırsızlığı önlemek
amacıyla konulan televizyon kameraları bu simülakrlardan olu an dekorun bir
parçası gibidir. Çünkü kusursuz bir güvenlik sistemi mağazanın maliyetinden
daha büyük bir yatırım yapmayı gerektirecektir. Böyle bir güvenlik sistemi
mağaza açısından verimli bir yatırım olmayacaktır. Öyleyse var olan güvenlik
düzeni baskıyı anı tıran, yani baskı simülasyonuna benzeyen bir eydir. Bu
göster-gele mi baskının diğer göstergelerle bir arada bulunmasında hiçbir
sakınca yoktur. Hattâ bu göstergenin tam tersi bir anlama sahip ve sizi
rahatlatarak sakin sakin alı veri yapmaya davet eden devasa panolar bile.
Aslında bu panolar da sizi o
Jean Baudrillard 11 3
"polis görevi yapan" kameralar kadar iyi ya da kötü bir ekilde gözetlemekte ve
izlemektedirler. Televizyon kamerası size bakarken, siz de kalabalığın
arasında kendi kendinizi izliyorsunuz. Tüketim adlı etkinliğin bir parçası
olmamızı sağlayan sırsız bir ayna gibi. Bu dünyayı kendi içine kapatan bir ikiye
bölme ve ikizini üretme oyunu.
ket kırsal kesimle kentin ortadan kalkarak yerini köyle-kent arası bir yere
(agglomeration) bırakan yeni bir ya am biçiminin dı avurumudur [tüketime
e değer, onun mikromodeli, tamamıyla i aretlerden olu an i levsel bir kent
dı ı- banliyö tipi alı veri yeri (zoning)]. Dahası hipermarket "tüketim" merkezi
olmanın ötesinde bir anlama sahiptir. Burada sergilenen nesneler özgün bir
gerçeklikten yoksundur, bir ba ka deyi le önemli olan onların geleceğe özgü
toplumsal ili ki modelini andıran seriler, daireler ve seyirlik eyler eklinde
düzenlenmi olmalarıdır.
- İkinci varsayıma göre haberin anlamla hiçbir ili kisi yoktur. Öyleyse, haber bir
ba ka düzen ya da gruba aittir. Haber, anlamla anlam dolanım ya da dola ım
düzeni dı ında kalan
117 ileti im Araçlarında için için Kaynayan/Patlayan Anlam
Haber kendi ürettiği içerikleri yok etmektedir. İleti imi ve toplumsalı yok
etmektedir. Bunun iki nedeni vardır.
Burada hangi terimin öncelikli olduğu sorusu yersizdir çünkü öncelikli bir terim
yoktur. Bu, kısırdöngüle mi bir simülasyon süreci, yani hipergerçek bir
süreçtir. Anlam ve ileti im hiper-gerçekle mi tir. Gerçeğe bir son veren ey
gerçekten daha da gerçek gibi görünendir.
Haber, anlamla toplumsalı ardı arkası kesilmeyen bir tür nebulayı andıran
1
yeniliklerle değil, bunun tam tersi sayılabilecek mutlak bir antropiye mahkum
ederek yapmaktadır.
1
Burada haberi yalnızca ileti imin toplumsal boyutu içinde ele alıyoruz. Oysa
bu varsayımı sibernetik haber kuramına uyarlamak çok
Jean Baudrillard 12 1
Burada anlam, anlama ait içeriklerin tümünün egemen bir ileti im aracı
tarafından yutulması demektir. Olay çıkmasını sağlayabilen tek ey ileti im
aracıdır. İçeriklerin tutucu ya da yı˘ıcı olması arasında bir fark yoktur. Bu
durum her türlü anti-medya, korsan radyoculuk gibi olaylar için de ciddi bir
sorundur. Ancak McLuhan'ın bile içinden çıkamadığı daha ciddi sorunlar
vardır, zira tüm içeriklerin nötralizasyonunun ötesinde,
Tipik modern biçimlerden biri olan ileti im araçları da dâhil olmak üzere tüm
modern biçimlerin "geleneksel" konumları bugün tartı malı bir hâle gelmi tir.
McLuhan'ın simülasyon çağına ait emektar formülü Medium is message
(mesaj ileti im aracının kendisidir) -yayıcı gerçekte alıcıdır- tüm kutuplar bir-
birlerine karı arak kısır döngüsel bir görünüme bürünmü lerdir. Panoptik ve
perspektif uzam sona ermi tir. Bütün bunlarla modernliğimizin hem ba ı hem
de sonunda kar ıla ılmaktadır, bir ba ka deyi le tüm içerik ve mesajlar ileti im
aracı tarafından buharla tırı˙ıp yok edildiğinde geriye kalmı tek ey gibi görü-
nen bu formülü gidebileceği en uç noktaya kadar götürdüğümüzde, ileti im
aracının bizzat kendisi de buharla ıp yok olmak durumuyla kar ı kar ıya
kalmaktadır. Aslında ileti im aracına bir inandırıcı˙ık katarak, ona farklı,
belirgin bir ileti im aracı konumu kazandıran ey mesajdır. Mesajdan yoksun
bir ileti im aracı bizim tüm önemli güncel değer ve yargılama sistemlerimiz gibi
tanımı belirsiz bir eye dönü ecektir. Etkisini ânında hissettiren tek bir model
mesaj, ileti im aracı ve "gerçeği" aynı anda üretmektedir.
deyi le bir gerçeklikle bir diğeri, gerçeğin bir konumuyla ba ka bir konumu
arasında aracı˙ık yapan bir süreç yoktur. Ne içerik ne de biçim düzeyinde. İçin
için kaynama denilen ey budur. Kutupların birbirleri tarafından emilmeleri,
ileti im aracı ve gerçek gibi belirgin kar ıtlıkların yok edilmesi de dâhil olmak
üzere farklı anlamlar üreten kutuplara sahip sistemlerde kutupların birbirlerine
˘ısa devre yaptırmaları -öyleyse iki kutup ya da bir kutupla diğeri arasında
aracı˙ık yapma ya da diyalektik bir müdahalede bulunabilme olanaksızlığı.
İleti im araçlarının etkisi denilen ey kısır döngüsel bir görünüm arz
etmektedir. Sözcüğün yazı˙ı anlamında anlamı bir kutuptan diğerine tek yönlü
bir ekilde sürdürebilmek olanaksızdır. Bu tehlikeli, ancak özgün durumu
gidebileceği en uç noktaya kadar götürmem gerekiyor çünkü bundan ba ka
seçeneğim yok. İçeriğe dayalı bir devrim dü lenmesi aynen biçime dayalı bir
devrim dü lenmesi kadar anlamsızdır. Çünkü ileti im aracı ve gerçek içinden
çıkmanın olanaksız olduğu tek bir nebulaya dönü mü lerdir.
Oysa "felâket" (ölüm) teriminin böyle bir "felâketimsi" son ve yok olu anlamını
kazanması ancak sistemin bize dayatmaya çalı tığı üretim ve çizgisel bir
kapitalizm anlayı ıyla mümkündür. Etimolojik anlamda felâket sözcüğü bizi
ortadan kaldırılması olanaksız "haberin sınırları", "anlamın sınırları" denilen bir
eğrilik, a ağı doğru sarmal bir ekilde inen yineleme düze
123 ileti im Araçlarında için için Kaynayan/Patlayan Anlam
nine götürmektedir. Bunun ötesinde bizim için bir anlam ifade eden hiçbir ey
yoktur. Anlam antajına bo verdiğimiz anda felâket güncel dü gücümüzün
ürettiği nihilist ve ölüm gibi bir anlama sahip olma ayrıcalığını yitirmektedir.
Burada bir düzeltme yapmamız gerekiyor. Bu sisteme oranla bizler bir "double
bind" konumunda (popüler bir deyimle açıklamak gerekirse bu konum a ağı
tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık konumudur -ç.n.) bulunuyoruz. Tıpkı
çocukların büyüklerin evreninde kar ıla tıkları türden zorunluluklar gibi.
Çocuklar bir yanda özerk, sorumlu, özgür ve bilinçli varlıklar olmak
zorundayken öte yandan boyun eğmek, tepki göstermemek, itaat etmek ve
kurallara uymak zorundadırlar. Çocuk, bütün bu alanlarda mücadele etmek
durumundadır. Örneğin, uymak zorunda kaldığı çeli kili bir mecburiyete ikili bir
stratejiyle kar ı koymaktadır. Kendisinden bir nesne olması istendiğinde buna
her türlü itaat etmeme, kar ı koyma, özgürlük arzusu kısaca bir özne tavrıyla
kar ı koymakta; bir özne olması istendiğindeyse bu kez aynı inat ve kararlı˙ıkla
bir nesne direni i göstermektedir. Bir ba ka deyi le bir öncekinin tam
125 ileti im Araçlarında için için Kaynayan/Patlayan Anlam
tırmaktadır), basit, i lemsel, az buçuk ayartıcı ve uzla tırmacı bir biçim üzerine
oturmaktadır]. Daha genelinde reklam, tüm tuhaf içeriklerin birbirlerine
dönü tükleri anda, birbirleri içinde yok olabildikleri bir biçimdir. Oysa "dopdolu"
olarak nitelendirilebilecek önermelerden olu an ve birbirlerine eklemlenebilen
anlamlar (ya da bir stil) birbirlerine dönü türülemezler, tıpkı birbirlerine
dönü türülmesi mümkün olmayan oyun kuralları
gibi.
Sonuç olarak reklam, tüm diğer dil yetileri aleyhine sayılabilecek bir geli me
temposuyla giderek nötr, birbirinin aynı, duyarlıktan yoksun, Yves Stourdze'nin
dediği gibi bizi çepeçevre ku atan (böylelikle çok tartı malı bir ey olan "inanç"
ve etkinlik sorunu da bir anda ortadan kaybolmaktadır. Çünkü reklam
dü ünmeye iten gösterilenler yerine eskiden birbirlerinden farkı olan
göstergeleri aynı düzeye indirgeyerek, onları böyle olması gerektiğine
inandırmaktadır) 'sözdizimsel-kar ıtı (asyntaxique) bir nebulayı andıran bir
retoriğe dönü mü tür. Böylelikle reklamın sahip olduğu gücün güncel sınırları
ve ortadan kaybolu ko ullarını anlamamız kolayla maktadır. Çünkü
günümüzde önemini ve anlamını yitirmi olan reklam "geleneksel bir alı -
kanlığa dönü mekte" ve bir anda yirmi yıl önce sahip olduğu toplumsal ahlâk
ve dramatürjinin dı ına itilmektedir.
Jean Baudrillard 13 1
ara kademeye benzeyen, bireyleri otomatik bir pilota bağlar gibi enformatik ve
psikotik ağlara bağlama taslağıdır.
Günümüzdeki reklamın en ilginç yanı özgün bir biçim ya da bir ileti im aracı
olarak yoğunluğunu yitirmesi ve ortadan kay-bolmasıdır. Reklamcı˙ık artık bir
ileti im ya da haber-bilgi verme aracı değildir (acaba hiç olmu mudur?).
Acaba reklam u kendi varlıklarını kanıtlayabilmek için her an referanduma gi-
den a ırı geli mi sistemlere özgü bir çılgınlık hastalığına yakalanarak bir
reklam parodisine mi dönü mü tür? Bir zamanlar sınai bir mal nasıl aynı
zamanda kendi kendinin reklam aracı olduysa (zaten o zamanlar ba ka
reklam yapma biçimi ya da türü yoktu), günümüzde de reklam bunun tam
tersini yaparak ticari bir mala dönü mü tür. Reklam mı, yoksa ticari bir mal
mı? İkisi birbirine karı mı durumdadır (kendini gülünç bir duruma sokmasına
neden olan erotizm ise, aslında yalnızca kendi kendine gönderme yapan bir
sisteme ait "auto-erotique endeks"ten ba ka bir ey değildir. Burada kadın
vücudunun "yabancıla ması" gibi bir eyden söz etmek saçmalıktır).
Kendi kendinin mesajına dönü en bir ileti im aracı olarak (bunun anlamı
bundan böyle reklam denilen eyin var olmu olmaktan ba ka bir amacı
olmayacağıdır ki, bu durumda reklama "inanma" ya da "inanmama" gibi bir
sorundan söz edebilmek de mümkün değildir) reklam, toplumsalla tam bir
uyum içindedir çünkü bu a amada tarihi zorunluluk denilen ey saf ve yalın bir
toplumsallık talebi tarafından emilip yutulmu tur. Bu noktada toplumsaldan bir
irket, bir hizmet kurumu, bir ya am ya da bir hayatta kalabilme biçimi gibi i
görmesi istenmektedir. Nasıl doğanın korunmasından söz ediliyorsa günü-
müzde toplumsalın da kurtarılması gereken bir eye dönü tüğü söylenebilir
çünkü toplumsal bizim yuvamızdır. Oysa bir zamanlar toplumsal devrim
demekti. Bu dü ünce artık rafa kaldırılmalıdır çünkü toplumsal artık bu illüzyon
gücünü yitirmi ve arz-talep düzeninin bir parçası hâline gelmi tir. Tıpkı
çalı manın kapitalin kar ısında yer alan bir güç olma niteliğini yitirerek
Jean Baudrillard 13 3
sıradan bir "i sahibi olmaya" indirgenmi olması yani bir mal olarak
algılanmaya ba lanması (muhtemelen de zor bulunan bir mal) ve diğerleri gibi
sıradan bir hizmete dönü mü olması gibi. Öyleyse bundan böyle tıpkı
toplumsal gibi çalı manın, bir i sahibi olmanın sağladığı co kunun da reklamı
yapılabilecektir. Günümüzde reklam bu toplumsalı biçimlendirmeye, bin bir
˘ı˙ığa sokarak övmeye, eksikliği her geçen gün daha derinden hissedilen bir
toplumsalı inatla ve kı ˘ırtıcı bir ekilde anımsatmaya çalı ma biçimidir.
Bir panik olayının tersini dü ünün yani denetlenmesi olanaksız, paniğe yol
açan zincirleme kitlesel tepki içinde eriyip gidecek bir toplumsalı. Ancak
toplumsal aynı zamanda ters bir tepki, yani zincirleme bir kitlesel tepkisizlik
içinde de eriyip gidebilir. Bu tıkanmı toplumsal, kendi varlığını sürdürebilecek
hâle getirilmi , enformatize edilmi ve bir otomatik pilota bağlanmı (ki isel)
mikro-evrenin içinde eriyerek gidebilir. Bunun ilk örneği reklam, yani bir teleks
eridine benzeyen ardı arkası
133 Reklamın Mutlakiyeti Reklamın Hiçliği
Ne var ki büyüleyicilik etkisini sürdürüyor. Kusursuz bir reklam kenti olan Las
Vegas'ı (yani çılgıncasına reklam yılları olan 1950'li yıllardan kalan ve bugün
hâlâ o "retro" özelliklere sahip Las Vegas'ı) gördüğünüzde bunun ne demek
olduğunu anlıyorsunuz. Çünkü günümüzde farklı kentlerin ortaya çıkmasına
neden olacak enformatik programlama mantığı reklamı gizlice mahkûm
etmi tir. Gün batımında Las Vegas'a çöl tarafından baktığımızda reklam
ı ıklarının pırıl pırıl aydınlattığı bir kent görürsünüz. Gün doğarken çöle geri
döndüğünüzde reklamın duvarları süsleyen ya da enlendiren bir ey değil
duvarların görülmesini engelleyen, sokakları, bina yüzeylerini, tüm mimariyi
yok eden, her türlü dayanak ve derinliği ortadan kal
Jean Baudrillard 13 5
dıran bir ey olduğunu görürsünüz. Zaten her eyin reklam denilen yüzey
tarafından emilmesi, anlamsızla tırılması (burada görülen göstergelerin ne
oldukları önemli değildir) insanı a ırtıcı bir hipergerçekliğin içine sokarak
rahatlatmakta ve ayartma adlı kar ı konulmayan bu bo biçimi hiçbir eyle
deği toku etmeyecek hâle gelmemizi sağlamaktadır.
Dil yetisi kendi ikizi tarafından sürüklenip götürülürken, aynı anda en iyiyle en
kötüyü yan yana getirebilen tükenmi bir akılcı˙ıkla bulu turarak: "Herkes
inanmak zorundadır" gibi bir formüle indirgemektedir. Kitle ileti im araçlarıyla
bize masaj yapanların verdikleri mesaj budur.
Öyleyse reklam da haber gibi anlamlı yoğunla malara son vererek, tepkisizliği
hızlandırmaktadır. Tüm anlam ve saçmalık oyunlarının bıkkınlık veren
yinelenme sürecine bakın. Aynı eyle ileti imin tüm düzenek ve yöntemlerinde
de kar ıla abilirsiniz (ili ki kurma i levi yani "Beni duyuyor musunuz?" "Beni
izliyor musunuz?" "Konu sana ya!" gibi. Gönderge i levi hattâ poetik i lev,
anı tırma, ironi, söz oyunları, bilinçaltı bile buna dâhildir. Bunlar tıpkı porno
filmlerde kimseyi kandıramayan yorgunluk emareleriyle bezeli bir müstehcenlik
anlayı ının sahneye koyduğu cinsel ili kiye benzer bir ekilde sahneye konul-
maktadır. İ te bu yüzden bundan böyle reklamı bir dil gibi çözümlemek
anlamsız bir giri imdir çünkü artık ba ka eyler vardır, yani bu dil (keza
görüntü) dublörünü ne dilbilim ne de göstergebilim çözebilir. Çünkü onların asıl
derdi tüm i levleri komik derecede abartılan dil yetisinin bu durumundan hiç
etkilenmeden, anlamın nasıl ortaya çıktığını belirleyebilmek, bir ba ka deyi le
gülünçle mi (saçmala mı ), gülünç oldukları ve tüm önemlerini yitirerek
kolektif bir gösteri nesnesine dönü tükleri için "tüketilen" göstergelerden
olu an muazzam bir alan ara tırmasıdır. Tıpkı beyaz perde üzerinde devasa
boyutlara
135 Reklamın Mutlakiyeti Reklamın Hiçliği
varan kurmaca, gülünç, barokla mı bir cinsel ili kinin kolektif bir gösteri
nesnesine dönü türülerek tüketildiği porno filmler gibi. Orgazm hâlindeki
heykellerde dini içeriği yok eden barok sanat, sahtenin gülünç bir zafer
kazanmasını sağlamı tır.
Ya reklamcı˙ığın altın çağında ne yapılmı tır? Sorun bir nesnenin bir imge
tarafından yüceltilmesi miydi, yoksa muazzam reklam harcamalarıyla satın
alma ve tüketimin yüceltilmesi mi? Kapitalin yönlendirilmesinde reklamın rolü
nedir? Oysa yapılan açıklamalarda reklamın ekonomik ve toplumsal boyutu
her zaman için atlanmı ve bu soru yanıtsız kalmı tır. Reklam her zaman
boyun eğmeden fazlasını yapmı ve ekonomi politikle ticari e yayı yansıtan bir
ayna i levine sahip olmu tur. Paramparça olsa da yüzeysel geli mesini
sürdüren bir dünyada, bir ara görkemli bir dü selliğin temsilciliğini yapmı tır.
Ticari mal günümüzde doyuma ula tığı (tıkandığı) için artık yeni bir ey
üretmeyen bu dünyaya değil, kendi üstüne kapanmı bir dünyaya aittir. Bu
yüzden bir anda o görkemli dü selliğini yitirmi ve bir anlamda ayna
evresinden, yas tutma evresine geçmi tir.
nın (domaine public) neye dönü mü olduğunu çok iyi bir ekilde
göstermektedir.
Bundan böyle mutlu ve ortalıkta açık saçık bir ekilde dolanan bir ticari e ya
olmayacaktır. Ticari e ya artık güne ten kaçan, gölgesini yitirmi bir adama
benzemektedir. Keza bu açıdan "Forum des Halles"in bir cenaze levâzımatçısı
dükkânına benzediğini söyleyebiliriz. I ıksız, siyah bir güne in ı ınları
kar ısında saydamla an, toprağa gömülmü bir ticari e yanın süslü püslü lüks
tabutuna benzeyen bir ey. Bir ticari e ya sandukası.
alanın bir kefen beziyle kaplanarak, ticari e yayı ula abileceği en üst a amaya
çıkardıktan sonra imdi de mezara gömen bir uygarlığın el değmemi kanıtı
olarak saklanmasıdır. Burası Tautavel'den, Marx'a oradan Einstein ve nihâyet
Dorothee Bis'e kadar giden uzun süreci anlatan bir fresk gibidir... Bir
parçalanmayı tasvir eden bu freski neden koruma altına almayalım ki?
Geleceğin yeraltı ara tırmacıları, gölgesinden kurtulabilmek için Forumla
birlikte yeraltına kaçan, ayartıcı˙ığı ve kandırıcı imgelerini de (sanki onları
bilinçli olarak öteki dünyaya yollamak ister gibi) kendisiyle birlikte yer altına
gömmü bir kültür bulacaklardır.
CLONE STORY
Vücut tarihinin ba ından sonuna kendisiyle en çok kar ıla ılan ey protez
olup, bunu vücudun ikizi olarak adlandırabiliriz. Oysa ikiz bir protez değil, ruh
ya da gölge gibi dü sel bir görüntüdür. Aynadan yansıyan ikiz saplantısı
öznenin pe ini bırakmamaktadır çünkü aynadaki görüntü onun için hem kendi
benzeri hem de kendisiyle hiçbir ili kisi bulunmayan bir eydir. Bu yüzden
kendi ölüsüne benzettiği, bir görünüp bir kaybolan bu aksini aynada gördükçe
ondan eytan görmü gibi korkup, kaçmaktadır. Bu her zaman böyle değildir
çünkü öznenin ikizi somutla ıp görünür hâle geldiğinde, bu, ölümün soluğu
ensesinde anlamına gelebilmektedir.
Ölümle bağlantısı olan bir cinsel üretim yerine sonsuza dek sürüp gidebilecek
bir "birebir ikizini" yaratma dü ü. İkiye bölünen hücre dü ü. Diğerinden (yani
kar ı cinsten) vazgeçilerek (oysa yine de bir kadın rahminin döllendiği bir
kadın yumurtasının varlığı zorunludur. Nereden bakarsanız bakın anonim ve
˘ısa ömürlü bir dayanaktır bu. Onun yerine di i bir protezden de
yararlanılabilir) tıpkısının aynısının dünyaya getirilmesini sağlayan en saf
akrabalık biçimi. Genetik yöntemle karma ık varlıklar olan insanları tek
hücrelilere benzetmeye çalı an bir tek hücreliler ütopyası.
1
Bkz. D. Rorvik, A son image: la copie d'un homme, Paris, Grasset, 1978.
Jean Baudrillard 14 1
Bir cinselliğe sahip olan varlıkları, bir cinsellik öncesi üretim biçimine yani
geriye doğru gitmeye zorlayan ey bir ölüm içte-pisi değilse nedir? Zaten
cinsellikle ili kisi olmayan bu örnek-semeli üreme ve çoğalma biçimi bizim
hayal gücümüzün derinlerinde bir yerlerde gizlenmi olan bir ölüm ya da ölüm
içtepisi anlamına gelmiyor mu? Bu üreme biçimi cinselliği yadsıyan ve yok
etmeye çalı an bir eydir çünkü cinsellik ya amsal süreklilik demektir, bir
ba ka deyi le tehlikeli ve ölümcül bir yeniden üretim biçimi. Bu arada bir
cinselliğe sahip bu varlıkları metafiziğe benzer bir yoldan her türlü ba kala ma
biçimi, yani Aynıyı ba kala tırabilecek her türlü yakla ımı yadsıyarak, aynı
kimliği sonsuza dek sürdürme ve doğumla ilgili tüm a amalardan arındırılmı
saydam bir genetik yazı˙ıma doğru iten bir ölüm içte-pisi.
Ölüm içtepisini bir kenara bırakalım. Söz konusu olan ey bir kendi kendini
doğurma fantazmı mıdır? Hayır, çünkü bu olay her zaman biri erkek biri di i
olan bir ana ve bir baba figürünü zorunlu kılmaktadır. Özne onları devre dı ı
bırakarak yerlerine geçmeyi dü leyebilir ancak bu i i üremenin simgesel
yapısını yadsımadan yapmak, kendi kendinin çocuğu olmayı kabul etmek
durumundadır. Oysa bu yine de birinin çocuğu olmak anlamına gelecektir.
Halbuki klonla tırma Analık ve Babalığın yanısıra genlerinin birbirine
karı masını, farklı˙ıklarının karma ıkla masını, özellikle de iki ki inin varlığını
zorunlu kılan üreme eylemini radikal bir ekilde ortadan kaldırmaktadır. Bir
klon üretmek isteyen ki i kendi kendini doğurmamak-ta, kendine ait tüm
bölütlerin yardımıyla bir sürgün gibi geli mektedir. Gerçekten de Oidipus
özelliği ta ıyan her türlü cinselliğe ânında çoğalma ve örnekseme yoluyla
üreme, yani "insana özgü olmayan" bir cinsellikle son veren bitkisel bir dallan-
ma ve budaklanmanın çe itliliği konusunda tartı ılabilir. Burada söz konusu
olan ey, artık kendi kendini doğurmak değildir çünkü Ana ve Baba ku ku
uyandıran bir özne özgürlüğü yararına değil kod olarak adlandırılabilecek bir
kalıp yararına orta
141 Clone Story
dan kaybolmaktadır. Artık bir ana ve bir babaya değil bir kalıba ihtiyacımız
olacaktır. Genetik kod adlı bu ana kalıp bundan böyle cinsellik konusunda her
türlü ku kuya son veren i lemsel bir yöntemle dünyaya sonsuz sayıda "çocuk
getirebilecektir". Bundan böyle bir özne olmayacaktır çünkü bir kimlik
(kopyası) tekrarı söz konusu olacağından özne (Ben ve Öteki olarak)
bölünmesi diye bir ey de olmayacaktır. Ayna evresi klonla -mada öznenin
ideal alter egosundaki narsistik ve bellek dı ı (immemoriale) dü sel
projeksiyon yüzünden bir imge aracı˙ığıyla gerçekle mek durumundadır, yani
öznenin aynada kendine yabancıla masından sonra her aynaya bakı ında
kendini tanımasını sağlayan ya da aynaya her bakı ında kendi ölüsünü
gördüğünü sanmasına neden olan ayartıcı ve ölümcül bir imge. Oysa
klonla ma olayında bunların hiçbiri yoktur. Burada ne medyum vardır ne de
imge. Seri/sınai üretim ürünü nesnelerin hiçbiri diğerinin tıpatıp aynısı değildir.
Bu nesnelerden birine baktığınızda diğerini görmü olmaz ya da unutmazsınız.
Bu nesneler birbirlerine eklenerek çoğalabildiklerinden cinselliğe dayalı
üremeyle nesnelerin ölümlü olduklarından bihaberdirler.
Üstünde durulan ey ikizlik değildir çünkü ikizlerde iki ki i olmanın sağladığı bir
özgünlük, daha ilk andan itibaren bir değil iki ki i olmaktan kaynaklanan özel
ve kutsal bir büyüleme gücü vardır. Oysa klonla mada aynının yinelenmesi
yani: 1 + 1 + 1 + 1 + 1, vs.'den ba ka bir ey yoktur.
Bir bölütün üreyebilmek için hayali bir aracıya ihtiyacı yoktur. Tıpkı
parçalanmı bir solucanın her bir parçasından yeni bir solucanın üreyebilmesi,
tıpkı bir Amerikalı genel müdürün her hücresinin yeni bir genel müdür
üretebilme yeteneğine sahip olması gibi. Tıpkı hologramın her bir parçasının
hologra
Jean Baudrillard 14 3
mın tamamını yeniden üretebilen bir kalıba dönü ebilmesi gibi. Her bir
hologram parçası tamamlanmada biraz sı˘ıntı çekse bile bütünün sahip
olduğu bilgilerin yüzde yüzüne sahiptir.
Bütünsellik olayına i te bu ekilde bir son verilmi tir. Eğer bütüne ait özellikler
her bir parçada bulunabiliyorsa o zaman bütün, anlamını yitirmektedir. Bu aynı
zamanda birbirlerine eklenebilen türden bir hücre bölünmesi düzenine sahip
olmama gibi bir sırra sahip vücut ya da adına vücut denilen tuhaf eyin sonu
demektir (bu bir paradokstur çünkü klonla tırma sonsuza dek bir cinselliğe
sahip varlıklar üretecektir, zira klonlar modelin aynısı olmak zorundadırlar). Bu
durumda cinsellik yararsız bir i leve dönü mektedir. Zaten cinsellik diye bir
i lev yoktur. Cinsellik bir vücudu vücut yapan eydir. Vücut kendine ait tüm
parçalarla, bu parçaların i levlerinin ötesine geçen bir eydir. Cinsiyet (ya da
ölüm, bu durumda ikisi arasında bir fark yoktur) bir vücut konusunda sahip
olunabilecek bilgilerin tümü demektir. Peki bu bilgilerin bir araya getirildiği yer
neresidir? Genetik formüldür. Zaten genetik formül de bu yüzden cinsellik ve
ölümden bağımsız, özerk bir üreme biçimi bulmaya çalı acaktır.
İ levsel ve mekanist bir bakı açısından her organ kısmi ve farklı bir protezdir,
bir ba ka deyi le bunun adı "geleneksel" simülasyondur. Sibernetik ve
enformatik bir bakı açısından ise, bu vücuda ait her hücre onun "embriyon"
cinsinden bir protezine dönü mektedir. Her hücrede kayıtlı olan genetik formül
tüm vücutlara ait gerçek birer modern proteze dönü mektedir. Genelde kabul
gördüğü ekliyle eğer protez bozuk bir
143 Clone Story
organın yerine geçen yapay bir organ ya da bir vücudun yerine getirmesi
gereken görevi yerine getiren araçsalla mı bir uzan-tıysa, o zaman, vücutla
ilgili tüm bilgilere sahip olan ve bu vücudun kendi kendini kendisi aracı˙ığıyla
sonsuza dek sürdürüp götürmesini sağlayabilecek olan DNA formülünün en
kusursuz protez olduğu söylenebilir -DNA formülü tarafından bakıldığında bu
vücut kendine ait sayısı belirsiz serilerden olu an protezlerden ibaret bir
eydir.
Her türlü mekanik protezden hem çok daha karma ık hem de çok daha yapay
bir sibernetik protez. Çünkü genetik kod "doğal" değildir, yani özerk bir bütüne
ait her soyut parça bu bütünün yerini (etimolojik anlamı pro-thesistir) alarak
deği mesine yol açabilecek yapay bir protezdir. Bir canlıya ait bütün verilerin
içinde yoğunla tığı yani bu canlıyla ilgili tüm "bilgilerin" içine kapatılmı olduğu
(genetik simülasyondaki inanılmaz iddetin kaynağında da bu vardır) ileri
sürülen genetik kodun bundan böyle yeniden üretilmek yerine yalnızca
yinelenme yöntemiyle elde edilerek aynı komutlara boyun eğecek birbirlerinin
tıpatıp aynısı olacak varlıklar üretmeye yarayacak yapay bir ey, i lemsel bir
protez, soyut bir kalıba benzeyeceği söylenebilir.
Bir sperm, bir yumurtayla kar ıla tığında sahip olabileceğim genetik servet
artık bir daha deği memek üzere sabit-lenmi demektir. Bu servet beni ortaya
çıkaran ve çalı mamı sağlayan tüm biyo-kimyasal süreçlerin bir özetinden
olu maktadır. Bu özetin birer yazı˙ı kopyasını bugün beni olu turan on
milyarlarca hücrenin her birinde bulabilirsiniz. Bu hücrelerin her biri benim
nasıl ben olabileceğimi açıklayabilecek bilgiye sahiptir. Daha benim
karaciğerim ya da kanıma ait bir hücre olmadan önce, o bana ait bir hücreydi.
Kuramsal olarak bu hücrelerden biriyle benim aynım sayılabilecek ikinci bir
varlık yaratabilmek mümkündür.
Profesör A. Jacquard
Jean Baudrillard 14 5
Öyleyse tarihsel açıdan klonla tırma, vücudun bir modele dönü türülmesinin,
soyut ve genetik bir formüle indirgenen bireyin seri hâlinde çoğalmaya
mahkûm edili inin son a amasıdır. Burada Walter Benjamin'in teknik yeniden
çoğaltılabilirlik döneminde sanat yapıtı konusunda söylemi olduklarını yinele-
mek gerekecektir. Seri hâlinde üretilen yapıtın yitirdiği ey, sahip olduğu
"aura", yani u anda burada olma gibi tuhaf nitelikle, sahip olduğu estetik
(zaten ritüel biçimini önceden estetik nitelik içinde yitirmi olmaktadır) biçimdir
ve Benjamin'e göre bu kendinden kaçılması olanaksız yeniden üretilmeye
mahkumiyet, onu politik bir biçime dönü türecektir. Orijinal yitirilmi tir. "Asıl"
yalnızca nostaljik ve retrospektif bir tarih tarafından yeniden olu turulabilir.
Benjamin'in de varlığını sinema, fotoğraf ve çağda kitle ileti im araçlarında
saptamı olduğu bu biçimin en geli mi ve modern örnekleri artık aynı anda
sınırsız sayıda çoğaltılabilme özelliğine sahip, orijinale gerek bile duymayan
süreçlerdir.
nolojik geli meyi öngörememi ti. Sanayi döneminin protezleri dı sal, yani
"exotechniques"tir. Oysa bizim bildiklerimiz dal budak salan cinsten
içselle tirilmi : "esotechniques" protezlerdir. Bundan böyle yumu ak
teknolojilerle bağlantı˙ı bir genetik ve zihinsel "software" çağına girmi
bulunuyoruz.
Vücut adlı sahne tersine döndürülmesi olanaksız bir teknolojik "geli me"
sonucunda deği mek zorunda kalmı tır. Örneğin doğal çevreden yapay bir
ekilde yararlanma anlamına gelen "güne te yanma", yani güne i vücuda ait
bir protez gibi görme eyleminden (burada simüle edilen ey doğal çevredir,
oysa vücudun gerçekliği denilen bir ey olması da gerekmiyor mu?) İç
mekânda iyot ı ığıyla (yine eski bir mekanik teknik) ya da hap ve hormonlarla
bronzla ma (kimyasal ve ağız yoluyla alınan protez) ve nihâyet genetik
formüle müdahaleyle bronzla maya (ku kusuz en ileri a ama budur ancak bu
yine de bir protezdir aradaki tek fark vücuda kesinlikle entegre edilmi olması
ve deri adlı yüzey ya da bedensel girinti çı˘ıntılar yoluyla alınmamasıdır)
uygun vücut çe itleri vardır. Biçimsel dönü üme uğrayan ey genel emadır.
Bozuk ya da eksik bir organı onarmaya yarayan geleneksel protez, vücudun
genel yapısında herhangi bir deği ikliğe neden olmamaktadır. Organ nakilleri
de aynı türden eylerdir. Peki ya psikotroplar ve uyu turucu maddeler
aracı˙ığıyla gerçekle tirilen zihinsel vücut üretimi konusunda neler
söylenebilir? Deği en tek ey "vücut adlı sahnedir". Psikotrop vücut, yeniden
canlandırma, ayna ve söylev perspektifine özgü uzama gerek duymadan
"içsel" denilebilecek ekilde biçimlendirilmi bir vücuttur. Sessiz, zihinde olu -
turulan ve bu hâliyle bile moleküler (yoksa speküler değil) bir
147 Clone Story
vücut. Doğrudan metabolize edilerek, eylem ya da göz gibi bir aracıya gerek
duymayan içkin, ba kala ması olanaksız; sahne ve a ˘ınlıktan yoksun,
beyinsel, içsalgısal akımların içsel patlamaya benzeyen metabolizmalara
mahkûm edilmi olduğu, duyarsız çünkü algılamayı değil içsel terminallerle
(zaten bu yüzden vücut "hiçle ip", anlamını yitirmi bir duyarlı˙ık içine
hapsedilebilir. Bunun için kendisini çevreleyen dünyayı deği tirmeden hassas
noktalarıyla olan bağlantısını kesmek yeterlidir) bağlantı˙ı bir vücut. Daha
imdiden homojenle mi , do-kunsal anlamda kendini yenileyebilen bir doku ve
zihinsel esnekliğe sahip, her çe it psikotropizme açık, nükleer ve genetik
güdümlemeyi andıran, bir ba ka deyi le vücut imgesinin tamamıyla yok
olduğu, ne kendisi ne de diğerleri tarafından yeniden canlandırılmasının
olanaklı olduğu, genetik bir formüle dönü türme ya da biyo-kimyasal bir
devinimle çekirdeği alınmı ve anlamsızla tırılmı vücutlar, yani geriye dönü ü
olmayan, kendisi de kılcal damarlara kadar etkin olabilen bir mole-küler
teknolojinin göklere çıkartılması.
NOT: Kanserli yayılmayı, genetik kodun komutlarına sessiz bir kar ı gelme
biçimi olarak da yorumlayabiliriz. Kanser, canlı varlıkların nükleer enformatik
algılanma mantığına hem uyan hem de akıl almaz boyutlara ula mı bu
mantığın yadsınması demektedir. Çünkü gidi at total bir çözülme, total bir
enformasyondan yoksun bırakılmaya doğrudur. Richard Pinbas, "Fictions"
("Gizemli Bir Hastalık Konusunda Sinoptik Notlar") adlı çalı masında bunu
organik bağlantı kopukluğu konusunda geli tirilen "devrimci" bir patoloji olarak
adlandıracaktır. Buna enformasyonel sistemlerde negantropiye direnen orga-
nizmaların antropik çılgınlıkları da denilebilir (Yapılandırılmı toplumsal
formasyonlar açısından kitleler de aynı konjonktüre boyun eğmektedir, bir
bakıma kitleleler de her türlü organik toplumsal yapılanmanın dı ında kalan
kanserli metastazlardır).
Jean Baudrillard 14 9
Klonla tırmada da aynı karma ayla kar ıla ılmaktadır çünkü klonla tırma
yönlendirici bir varsayım yani kodla genetik enformasyonun kazandığı bir
zafere benzemekle birlikte aynı zamanda bu uyumu bozan eksantrik bir
bozgundur. Zaten görünü e göre (ancak bunu ilerideki bir tarihe bırakabiliriz)
"klon-la mı ikiz" bile dünyaya gelmesini sağlayan orijinalin tıpatıp aynısı
olamayacaktır. Bu "klonla mı ikiz" ancak "genetik kodun kendisini deği tirdiği
ölçüde deği ebilecektir". Birbirine geçen binlerce veri içermesi nedeniyle ikiz
yine de farklı bir varlık olacaktır. Evet babasının mavi gözlerine sahip olabilir,
ancak bu yeni bir olay değildir. Ve klonla tırma deneyi en azından
enformasyon ve koda egemen olunduğu zaman bile bir süreci
denetleyebilmenin olanaksız olduğunu herkesin kesin bir ekilde görmesini
sağlayacaktır.
HOLOGRAMLAR
Kendi aksini suda izleyen Narsis'ten bu yana, gerçekliği tüm canlı˙ığıyla
hemen o an yakalayabilme hayali bugünlere kadar sürüp gelmi tir. Gerçeği
dondurabilmek (kaydedebilmek) amacıyla yakalamak. Vadesi dolan ikizini
askıya almak. Tanrı kendi yarattığı kulların üzerine nasıl eğiliyorsa siz de
hologramınızın üzerine o ekilde eğilebiliyorsunuz. Çünkü yalnızca Tanrı du-
varların ve insanların içinden geçebilme ve onların kar ısında bir ruh gibi
durabilme gücüne sahiptir. Oysa biz kendi içimizden geçerek, kendi
kendimizin kar ısına bir ruh gibi dikilmek istiyoruz. Kar ınızdaki uzam içinde
holografik ikiziniz muhtemelen devinir ve konu urken siz de böyle bir mucize
gerçekle tirmi olacaksınız. Bir dü olma özelliğini yitireceği için bu olay
ku kusuz çekiciliğini de yitirmi olacaktır.
Kendi aksini görme hayalinden (ayna, fotoğraf) sonra imdi sıra kendi aksi
etrafında dolanmaya ve özellikle de bir hayalete dönü türülen kendi aksimiz
ya da vücudumuzun içinden geçmeye gelmi tir. Holografik özellikler ta ıyan
herhangi bir nesne öncelikle medyumların vücudundan çıktığı söylenen uçucu
madde (ectoplasme) örneği vücudunuzdan çıkarak yayılan bir
151 Hologramlar
Her zaman dü lerimizi süslemi olan hologram (oysa bunlar uyduruk kaydırık
eylerdi) bizi duygulandırmakta, ı ıktan klo-na benzeyen ikizimiz yani
vekâleten bizim adımıza doğamadığı için, bizi bu süreci ya amaktan
alıkoyarak, kendi vücudumuzun içinden geçip, arkasından çıkmak gibi
ürkütücü bir duygu ya atmaktadır.
Kusursuz bir imge olan hologram dü selliğin sonu demektir. Daha doğrusu
hologram bir imge bile değildir. Gerçek medyum yoğunla tırılmı , rafine
edilmi , görünmez ya da yansıtıcı özellik ta ımayan ancak soyut bir
simülasyon ı ığına benzeyen lazerdir. Lazer/bıçak. Sizi bir tümörden kurtarır
gibi ikizinizden kurtaran ı ıklı ameliyat. İçimizde (Vücudumuz, bilinçaltımız?)
saklanan ve sırrı çözülememi gizemli biçim olarak, sırrı çözülmediği sürece
dü gücümüzü beslemi olan bu ikiz lazerle vücuttan sıyrı˙ıp alınmakta,
sentetize edilerek içinden yürüyüp geçebileceğimiz bir ekle sokulmaktadır. Bu
tarihi bir andır çünkü zihinsel bir simülakr düzeni ve çevredeki özel efektler
sayesinde bir masal dünyasında ya amaya mahkûm edilen bizim gibi insanlar
için bir tür yazgı anlamına gelen "rahatlığın en uç biçiminin" bir parçası hâline
gelmi tir. Toplumsal ya da toplumsal adlı hayalet bile ı ık hüzmeleriyle
tasarlanıp olu turulan, havası alınmı kolektif bir mutluluk hayaleti, bir özel
efekte dönü mü tür.
Jean Baudrillard 15 3
Simülakr üç boyutlu olup, gerçeğe iki boyutlu simülakrdan daha çok benzer.
Üç boyutlu simülakr gerçeğe daha yakın olduğunu iddia etmektedir. Oysa gizli
hakikat yani her eyin sırrını gizleyen boyut olarak sunduğu dördüncü boyut
bir anda somutla arak üzerimizde tuhaf bir izlenim bırakmaktadır. Si-mülakr
giderek kusursuz bir görünüm kazandıkça (bu nesneler kadar sanat yapıtları
ya da toplumsal ve psikolojik ili ki modelleri için de geçerlidir) kar ımıza
(simülasyonun kötülük meleğinden daha da kötü olan ve içimize yerle en
inançsızlığın kötülük meleği olarak nitelendirilebilecek) her eyin yeniden
canlandırma, ikiz ve benzerliğin elinden kaçabildiği bir durum çıkmaktadır.
Kısaca gerçek diye bir ey yoktur ve üçüncü boyut denilen ey iki boyutlu
dünyanın; dördüncü boyut ise üç boyutlu bir evrenin yarattığı dü sel bir
eydir... Art arda eklenen bu boyutlar sayesinde gerçek üretiminde de bir artı
görülmektedir. Ancak bu durum bir kar ı hareketin de tırmanı a geçmesine
neden olmu tur, bir ba ka deyi le gerçekten ayartıcı ve doğru olan tek ey bir
boyut eksiğiyle oynayabilendir.
nesnelerdir. Kısmi ayna ve e değerlilik oyunlarıdır. Her türlü ikizle me, her
türlü genelle tirme, her türlü sınırları zorlama ve her türlü holografik geli me
(evrenin abartılmı bir görüntüsünü yaratma hevesi) bu kısmi nesnelerin
saçma bir görünüme bürünmelerine neden olmaktadır.
Bu bakı açısı doğrultusunda fen bilimlerinin bile tehlikeli bir ekilde dü sel
bilimlere doğru kaydıkları görülmektedir. Çünkü onlarda eylerin kendi
kendilerine benzediklerinden söz eden naif ve inatçı bir anla manın yanısıra
dünyayı en küçük ayrıntılarına kadar bozarak yeniden yapmak gibi nesnel bir
heves ya da holograma benzeyen bir eyler vardır. Gerçek ya da gerçek
nesnenin kesinlikle kendinin ikizi, tıpkısının aynısı olması, aynaya bakan bir
insanın yüzü kendine ne kadar benziyorsa gerçeğin de kendine o kadar
benzemesi gerektiği dü ünülmektedir. Gerçeğin tek tanımı bu gücül
benzerlikle sınırlı olandır. Oysa holografik olan da dâhil olmak üzere bu tanım
üzerine oturan bütün giri imler ba arısızlığa mahkûmdurlar çünkü kendi
gölgesinin, görünmeyen görüntüsünün içinde yitip giden nesneyi ve "sırrını"
göz ardı etmektedirler. Çünkü bu gölge sayesinde gerçek kendi kendinin ikizi
olmaktan kurtulmaktadır. Bu evrende sözcüğün gerçek anlamında kendi
gölgesinden kurtulan (kendi kendini a ıp geçen) gerçek, saydamla- arak
gözden kaybolmaktadır.
CRASH
Klasik (hattâ sibernetik) bir perspektiften bakıldığında teknoloji, vücudun bir
uzantısıdır. İ levsel açıdan insan organizmasının daha karma ık hâle
getirilmi bir biçimi olan teknoloji doğaya kafa tutmaya ve ona üstünlük
taslayıp egemenliği altına almaya çalı maktadır. Marx'tan McLuhan'a
makineler ve dil yetisi aynı pragmatist bakı açısı doğrultusunda, insan
vücudunun organik bir parçası olmakla yükümlü ideal doğal (mekanik
anlamda) aracılar/araçlar, uzantılar ve medya-medyatörler olarak
değerlendirilmi lerdir. Bu "rasyonel" bakı açısı doğrultusunda vücut bir
araçtır.
2
Oysa Crash'ın o barok ve sanki bir kıyametten söz eden versiyonunda teknik,
tam tersine, vücudun anatomik yapısını öldürücü darbeler vurarak
parçalayan/bozan bir eydir. Teknik artık i levsel bir araçtan çok, ölümün bir
uzantısı gibidir. A ağılayıcı bir anlatımla (kurmacayla değil) örneğin, organları
kopan ve parçalanan bir vücut, benliğini yitiren özne misali (nedense
psikanaliz hâlâ bunun üzerine oturmayı sürdürmek
2
J. G. Ballard, Crash, Calman-Levy, 1974.
Jean Baudrillard 15 7
Ölü ve paramparça olmu bedenine ait her organ, yüzünün çe itli görünümleri,
tenindeki her ben izi ve cesedin duru u, vücudu paramparça eden teknolojik
bir i lemle biçimsel dönü üme uğratı˙ıyordu... Araçların birbirleriyle
çarpı masını izleyen herkes, o tanınmaz hâle gelen cinsel organla, o insafsız
otomobil teknolojisinin (bilimle) birbirine geçmi olduğu, bu parçalanmı kadın
cesedi görüntülerini unutamayacaklardı. Herkes kendi arabası içinde oturup
ünlü yıldızın yaralarını kendi hayâl gücüyle örtmeye çalı ıp, bir yandan aracını
kullanmak için kalıpla mı bir davranı biçimini benimserken diğer yandan
yumu ak, sümüksü maddeleriyle sertle en organını ok ayacaktı. Herkes
dudaklarını o kanlı yarığa dayayıp (...), göz kapaklarını i aret parmağının
yırtılmı kiri lerine bastırarak, erkeklik organını, di ilik organının fıtık gibi
i mi çeperlerine sürtecekti. Hasretle beklenen ünlü yıldızla hayranlarının
bulu ması sonunda bir araba kazası sayesinde gerçekle ecekti (s. 215).
Bütün bunların gerisinde bir duygusallık, bir psikoloji, duygusal bir kabarma ya
da bir arzu, bir libido ya da ölüm içtepisi türünden bir ey yoktur. Ölüm, vücuda
kar ı giri ilen bu önlenemez iddet açıklamasının içinde doğal bir yere
sahiptir, ancak bu asla sadistçe veya mazo istçe bilinçli ve sapık bir iddet ya
da anlam ve cinsel ili kiyi (neye oranla?) çarpıtmaya yönelik bir iddet değildir.
Baskı altında tutulan bir bilinçaltı (etkilemeler ya da zihinsel yeniden
canlandırmalar) yoktur ya da varsa psikanalitik modele göre kendisine zorla
anlam yüklenmi ikincil bir okumaya uygun bir bilinçaltı vardır. Vücutla teknik
arasındaki bu karı ımda içkin bir saçmalık ve vah ilik vardır çünkü bu karı ım
birinin ânında diğerine dönü mesi eklinde gerçekle mekte ve ortaya daha
önce hiç görülmemi türden bir cinselliğin çıkmasına neden olmaktadır. Aynı
vücuda ait anlamsız göstergelerin yazıya dökülmesiyle ortaya çıkan bir tür po-
tansiyel a ˘ınlık biçimi. New York metrosundaki graffitilerde rastlanan türden
bir simgesel çizme, yaralama ve iz bırakma ritüeli.
Jean Baudrillard 15 9
organlar, hattâ vücut bile bir fantazm, bir metafor, bir tümce eklinde
algılanamamaktadırlar -La Colonie Penitentiaire'in Makinesinde, metinsel bir
dayanak i levi gören yara bere içindeki vücuttan farklıdırlar. Keza Deleuze'e
göre Kafka'nın makinesi bile bunun yanında püriten, baskıcı bir "anlam üretim
makinesine" benzemektedir çünkü Crash'taki teknoloji ı ık saçan, ayartıcı, mat
ya da masum bir teknolojidir. Ayartıcıdır çünkü anlamsızdır. Parçalanmı ,
peri an insan vücutlarından ba ka bir ey yansıtamayan yalın bir aynadır.
Vaughan'ın vücudu büzülmü krom parçaları, buru mu çamurluklar ve
spermlerin ıslattığı bir saç aksamı gibidir. Birbirine geçmi , birbirleri tarafından
ayartılmı , içinden çı˘ılması olanaksız bir vücut ve teknoloji.
Vaughan'ın yana tığı benzin istasyonunda yanıp sönen neon ı ıklı tabela,
korkunç yaralar, ön panonun ezdiği yeti kin bir kız çocuğunun memeleri,
˘ısmen parçalanmı memeler... ön panodaki çelik bir araba markası amblemi
tarafından kesilip, parçalanmı memeler; direksiyon milinin (çarpma sırasında)
ve ön camın neden olduğu cinsel organ yaralarıyla bezenmi bu fotoğrafların
üzerine lâl renkli kırmızı bir ı ık dü üyordu... Parçalanmı erkeklik organları,
ezilmi yumurtalıklar, kesilmi di ilik organı fotoğrafları bu soğuk ı ık altında
gözlerimin önünden akıp geçiyorlardı. Bu belgelerin büyük bir çoğunluğu
yaralanmaya neden olan mekanik ya da dekoratif parçaların yakın çekim,
büyütülmü görüntüleriyle tamamlanmaktaydı. Çatal batırılmı gibi görünen bir
erkeklik organını gösteren fotoğrafın hemen yanı ba ında bir el freninin
görüntüsüyle kar ıla ılmaktaydı. Yakın çekim zedelenmi bir di ilik organının
hemen üstünde, üretici firma ambleminin görüldüğü yakın çekim bir direksiyon
göbeğiyle kar ıla ı˙ıyordu. Bu yırtılmı cinsel organlarla araçların kasa aksamı
ya da önpanoya ait parçaların bulu ması ortaya etkileyici ölçü
Jean Baudrillard 16 1
birimleri, yeni bir acı ve arzu dolanımıyla ilgili maddi birimler çıkmasına neden
oluyordu (s. 155).
Tıpkı bir vücut dü üncesinden yoksun vah ilerin vücutları üzerinde yaralar
açarak bu dü ünceye bir iddet eylemiyle kar ı çıkmaları gibi, vücut üzerinde
olu turulan her çizik, her iz ve her yara suni bir tersine çevirme i lemine
benzemektedir. Yalnızca simgesel düzeyde yaralı bir vücut (kendisi ve
diğerleri için) var olabilir. "Cinsel" "arzu", vücutların sahip oldukları göstergeleri
deği toku edebilme ve birbirine geçirme/karı tırma olası˙ığı demektir. Oysa
cinsel organlarla cinsel eylemleri kendilerine atfetme alı kanlığına sahip
olduğumuz birkaç doğal delik, tüm yaralar ve kazaların neden olduğu tüm
yapay delikler (neden "yapay" olsunlar ki?), iç ve dı olarak ayrımlanma
özelliklerini yitirmi yarıklardan olu an kimi topografik uzamlar gibi, ters yüz
edilmi bir vücut kar ısında anlamlarını tamamen yitirmektedir. Bizim
dü ündüğümüz ekliyle cinsel ili ki bir vücudun; doğal yollardan çok yapay, bir
simülakr, bir kaza aracı˙ığıyla içinde yer alabileceği tüm simgesel ve kutsal
uygulamaların ayrıntı˙ı ve uzmanla mı bir tanımından ba ka bir ey değildir.
Cinsel ili ki önceden belirlenmi bölgeler üzerinde arzu olarak adlandırılan
itkisel yoğunluğun azalmasından ba ka bir ey değildir. Cinsel ili ki bir tür,
vücudun tamamını kapsayacak bir ekilde anagramla tırılan simgesel yara
çe itlerinden olu maktadır. Öyleyse bunun adı cinsel ili kiden ba ka bir eydir
çünkü cinsel ili ki denilen ey ayrıcalıklı bir gösterenin belleğe geçirilmesi ve
birkaç sıradan izden ba ka bir ey değildir. Bu, vücudun deği toku
edebileceği tüm göstergelerle üzerinde olu turabileceği yara sayısı yanında
solda sıfır kalır. Vah iler dövme, i kence ve öğreti yoluyla bütün vücuttan bu
amaca uygun bir ekilde yararlanabiliyorlardı. Onlarda cinsellik simgesel deği
toku düzenine ait çok önemli ve çok itibarlı sayılamayacak sıradan bir
metafordu. Oysa biz (orgazm olma da dâhil olmak üzere) onu organik ve
i levsel bir ey olarak
161 Crash
bir uyum vardır. Ölüm ve cinsel ili ki arasında da aynı ili ki vardır çünkü ikisi
birlikte orgazm olma eylemine eklemlenen bir tür süper-tasarım içine
oturtulmu lardır. Zaten burada söz konusu olan ey, orgazm olmaktan çok en
basit ve saf biçimiyle bir de arj olma eylemidir. Kitabın ba ından sonuna kadar
kar ımıza çıkan çiftle meyle spermin sahip oldukları duygusal değer, arka
plandaki yaraların sahip olduğu iddet ya da meta-forik değerden daha çok
değildir. Bunlar birer imza gibidir. Son sahnede X parçalanmı araç
kalıntılarını spermiyle damgalamaktadır.
XX. yüzyıla ait o inanılmaz enerjinin tamamı sanki bu evrensel görünümde bir
deği iklik olmaması için harcanıyordu (s. 173).
Oysa Crash'ta teknolojiyle cinselliğin birbirlerine karı malarının (bu "birle me"
bir ölüm dü üncesine yol açmaktadır, yoksa bir yas tutma dü üncesine değil)
dı ında yer almakla birlikte bu karı ımın ayrılmaz bir parçası olarak kabul
edilebilecek bir ba ka boyut, fotoğraf ve sinema boyutu vardır. Kaza ve sonu
gelmeyen bir araç trafiğine doymu parlak asfalt yüzey bir derinliğe sahip
olmamakla birlikte yine de Vaughan'ın kamerasına ait objektif tarafından
görüntülenmekte yani yinelemektedir. Vaughan kaza fotoğraflarını tanık-kanıt
belgeler gibi stokla-maktadır. Tezgâhlamaya çalı tığı bu çok önemli olayın
genel provası (tek ba ına aracında ölü üyle yıldızın Elizabeth Taylor'la
çarpı arak ölmesi aynı anda gerçekle mektedir. Oysa bu çarpı ma aylar
öncesinden tekrar tekrar simüle edilerek kusursuz bir hâle getirilmi tir) bir film
çekimi sırasında yapılmı tır. Bu hipergerçekçi kopukluk olmadan bu evren
hiçbir eye benzemeyecektir. Teknoloji, cinsellik ve ölümün birbiriyle kayna -
tırılmasını sağlayan bir ey varsa o da suretini çıkarma ya da ikinci dereceden
bir görsel sergilemedir. Aslında fotoğraf burada ne bir araç ne de yeniden
canlandırma düzenine ait bir eydir. Burada söz konusu olan ey, ne imgenin
"daha da" soyut hâle getirilmesi, ne de tamamıyla kontrolden çıkmasıdır. Fo-
tografik film eridi (tıpkı otolar ve evlerdeki transistorlu radyo müziği gibi)
hipergerçek, metalik ve bir yek vücut görünümü sunan araç trafiği ve trafik
akı ları tarafından olu turulan ev
Jean Baudrillard 16 5
Havada yaratılan basınç dalgasıyla çenesi kalkan manken iyice geriye doğru
kaykılmı tı. Elleri bir kamikaze gibi aracın komut kollarına bağlanmı , sırtı ise
ölçüm aletleriyle doldurulmu tu. Onun kadar soğukkanlı diğer dört mankenden
olu an aile, kar ıdaki arabanın içinde onun gelmesini bekliyorlardı. Yüzlerine
içrek (aynı gruba ait olduklarını belirten) göstergeler çizilmi ti.
Kulaklarımızda âniden bir kırbaç ı˘ırtısı çınlar gibi oldu. Bir ba ka deyi le
ölçüm kabloları rayların yanındaki otların içinde döne döne sürüklenerek
kaydılar. Metalik bir patlamayla birlikte bir motosiklet aracın ön tarafına çarptı.
Her iki araç seyircilerin ta kesmi bakı ları arasında ilk sıralara doğru
sürüklendiler. Motorla sürücüsü ön kaportanın üstünden uçarak, ön cama
çarptıktan sonra parçalanarak kara bir kütleye dönü mü olan tavanda dans
etmeye ba ladılar. Arabanın iskeleti geriye doğru üç metre kayarak rayların
üstünde durdu. Ön kaporta, ön cam ve tavan çökmü tü. İçerdeki aile fertleri alt
alta üst üsteydiler. Kadının sırtında patlayarak parçalanan ön camın pırıltı˙ı
˘ırıntıları parçalanmı vücudunu kaplamı tı... Mankenin yüzü ve omuzlarından
çıkartılan parlak ve sivri cam parçaları arabanın çevresinde gümü renkli
kardan bir örtü ya da iç karartıcı bir konfeti yığınına benziyordu. Helene, sanki
zihinsel engelli bir çocuğa yardım eder gibi elimden tuttu ve
165 Crash
Crash'ta her ey hiperi levseldir çünkü araç trafiğiyle kaza, teknikle ölüm,
cinsel ili kiyle simülasyon senkron tek bir makine gibidirler. Bu, malın
"hipermala" dönü tüğü hipermağaza bir ba ka deyi le hipermal ve çevresini
saran araç trafiğinin dur durak bilmeyen görüntülerinden olu an evrenin
tıpkısıdır. Oysa Crash'taki i levselci tavır kendi rasyonelliğini yok etmektedir
çünkü i levsizlik denilen eyden bihaberdir. Bu, paradoksallık sınırlarını
yıkarak, a maya gidebilecek kadar radikal bir i lev-selciliktir. Bir anda
belirginliğini yitiren bu i levselciliğin, ilgi çekici bir eye dönü tüğü
görülmektedir. Bu ne iyi ne de kötü, yalnızca çok i levli bir eydir. Hedefe bir
anda kestirmeden ula mak isteyen ölüm ya da moda gibi. Bir tartı ma konusu
hâline geldiğinde bile o eski i levselciliğin böyle bir ey yapabilmesi söz
konusu değildir, bir ba ka deyi le bunun hiç de kestirme sayılamayacak, uzun
bir yolun götürmediği yere götüren, daha da iyisi dü sel bilimler yöntemiyle bir
Littre (Sözlük) taklidi yaparak, "hiçbir yere çıkmayan ancak diğerlerinden daha
˘ısa bir yol" olduğunu söyleyebiliriz.
Zaten Crash'ı, hâlâ u normal dünyaya ait itici güçlerin geleceğini dü lemeye
çalı an ve o eski i lev/i levsizlik çiftinin etrafında dönüp duran tüm diğer
bilimkurgu öykülerinden ayıran özellik de budur. Kurmaca da aynı oyun
kuralına göre gerçekliği a ıp geçmekte ya da tersi olmaktadır. Crash'taysa ne
dü gücü vardır ne de gerçeklik çünkü hipergerçeklik her ikisine de bir son
vermektedir. Bundan böyle tehlikeli bir gerilemeden de söz edilemeyecektir.
Bu simülasyon ve ölüm aracı˙ığıyla deği en ve bir ba kasının yerine geçen;
arzudan yoksun iddet yüklü bir cinsellikle nötralize edilmi vah i ve ırzına
geçilmi bedenlerle dolu izlenimi bırakan; metalik ve koyu renklerden olu an
içi bo hiperteknik dünya iyi midir yoksa kötü mü? Bunu asla
öğrenemeyeceğiz. Bu dünya yalnızca büyüleyicidir
Jean Baudrillard 16 7
Birinci grupta, ütopya üreten bir dü sellikle kar ıla ıyoruz. İkincide bilimkurgu
üreten bir dü sellik. Günümüzde üçüncüye özgü bir dü sellikten söz
edebilmek mümkün müdür? Bu soruya olsa olsa o eski günlere özgü güzelim
bilimkurgusal dü -selliğin ölmü ve yerini ba ka eylerin almaya ba lamı
olduğu
Jean Baudrillard 16 9
- Ütopyada en üst düzeye ula an bu mesafe ortaya kesinlikle farklı bir evrenle
bir a ˘ınlık çıkmasına yol açmaktadır. A -kınlığın çok derinlere hattâ
bilinçaltına kadar nüfuz edebildiği romantik dü bunun bireysel bir biçimidir.
Zaten bu evrende gerçek ve dü sel dünya arasındaki mesafe en üst düzeyde
olup, Ütopya adasının kar ısındaki kıtanın adı gerçektir.
Gerçeklik ilkesinin egemen olduğu bir dünyada gerçek, dü sel adlı bir
"bahaneye" sahipti. Simülasyon ilkesinin belirlediği günümüz dünyasındaysa
gerçek, modelin kopyasından ba ka bir ey olamamaktadır. Paradoksal bir
ekilde gerçek bizim için hakiki bir ütopyaya dönü mü tür oysa bu ütopyanın
gerçekle me olası˙ığı sıfırdır çünkü bu ütopya yitirdiğimiz gerçeği bir daha
ancak rüyamızda görebileceğimizi söyleyen türden bir eydir.
görmek yerine, geçmi i tüm ayrıntılarıyla, umarsız bir ekilde, bir tür
halüsinasyona dönü türmenin pe inde ko maktadır.
Bugüne kadar hep belli bir dü sellik rezervine sahip olduk oysa bu dü sellik
rezervine bir anlam kazandıran eyle gerçeklik katsayısı arasında belli bir
orantı vardır. Bu dü ünce coğrafi ve mekânsal ke ifler için de geçerlidir.
Dü selliğin ula ıp, içinde dolanabileceği bâkir bir alan kalmadığı ve harita tüm
coğrafi alanları belirlediğinde, gerçeklik ilkesi de ortadan kaybolmaktadır.
Dünya yüzeyini bir gönderen olmaktan çıkartan uzayın fethi bu anlamda geriye
dönü ü olanaksız bir noktanın da habercisidir. Gerçekliğin sınırları sonsuzluğa
çekilince, bu, sınırları belli bir evrende iç uyum anlamına gelen gerçeklik
ilkesinin kanama yapmasına neden olur. Dünyanın ke finden sonra ger
171 Simülasyon ve Bilimkurgu
bir üretkenliğe sahip süper güçlü bir makine gibi i görebilir, bir simülasyon
sürecinden çok, belli amaç ve hedeflere sahip bir evrenin reflekslerine sahip
olabilirler (buna 2001 'deki bilgisayarın değer karma ası ve ba kaldırmasıyla,
Herkes Zanzi-bar'a'daki almanazar da dâhildir.)
Birinci gruba ait (operatique) güdümleyici bir özelliğe sahip (teatral bir konuma,
teatral ve fantastik bir düzeneğe sahip u teknik adlı "büyük opera") olanla,
ikinci gruba ait (operatoire) güdümleyebilme özelliğine (sanayile mi , üretici,
güç ve enerji üreten bir konuma) sahip olan üçüncü gruba (operationnel)
"güdümlenebilen"e (metatekniğin sibernetik, rastlantısal ve deği ken
konumuna) ait tüm veriler bilimkurgu düzeyinde birbirleriyle iç içe geçebilirler.
Üçüncü gruptan ba kasınınsa bizim ilgi alanımıza girmediğini söyleyebiliriz.
HAYVANLAR
territoire et metamorphoses
Öyleyse deney, bir amacın aracı olmaktan çok güncel bir meydan okuma ve
günahtan arındırma i kencesidir. Akla uygun bir ortam olu turamayan bilimsel
deney, eskiden inancını topluluk önünde bağırta çağırta itiraf ettirmeye çalı an
i kenceciler gibi hayvanlara bilimsel denek olduklarını itiraf ettirmeye
çalı maktadır. Hastalık, çılgınlık, hayvanlık gibi görünür nedenlerin, gerçekte
açık bir nedensellik anlayı ı açısından geçici bir çatlak olu turduklarını itiraf
ettirmek. Eskiden ilâhi akıl nasıl kendini kanıtlama deneyleri yaptıysa, bugün
de bilim sürekli benzer deneyleri her yerde tekrarlamaktadır. Bu anlamda
hepimiz, üzerlerinde sürekli testler yapılan ve son a amada her biri akıl
(rasyonel) yoluyla açıklanabilecek refleks davranı lar gösteren birer deney
hayvanı sayı˙ırız. Sessizlikleri nedeniyle bizim için çözülmesi olanaksız vah i
bir düzeni temsil eden hayvanların dünyasının bilinmezliğine bir son verilerek,
reflekse dayalı bir hayvanlık anlayı ı geli tirilmeye çalı ılmaktadır.
Tıpkı sınai yöntemle üretilen hayvanların normlara uygun bir ekilde ölebilmek
için "belli ya am ko ullarına sahip olması gerektiği gibi". Burada hiçbir çeli ki
yoktur. Üretim zorunluluğunun gereklerini yerine getirebilmek için i çi,
sorumluluk almak ve özerk yönetimi bilmek durumundadır. Uyumlanabil
3
Örneğin Teksas'taki bir hapishanede tutuklu bulunan dört yüz kadın ve erkek,
dünyanın en yumu ak cezaevi yönetimine sahiptir. Geçtiğimiz haziran ayında bu
hapishanede bir çocuk doğmu ve son iki yılda yalnızca üç ki i kaçmı tır. Kadın ve
erkek tutuklular öğle yemeklerini birlikte yemekte ve grup psikolojisi seanslarında bir
araya gelmektedirler. Her tutuklu kendi odasına ait tek anahtarın sahibidir. Kimi
tutuklular bo odalarda bir araya gelebilmektedirler. Bugün itibariyle otuz be tutuklu bu
hapishaneden kaçmı , ancak büyük çoğunluğu kendiliğinden geri dönmü tür.
181 Hayvanlar
mek için her insanın psi ik bir yapıya ihtiyacı vardır. Bilinçli ya da bilinçsiz bir
psi ik yapının ba ka bir varolu nedeni olamaz. Altın çağı sürüp giden bu
psi ik yapı tüm alanlarda rasyonel toplumsalla tırmanın olanaksız olduğu bir
dönemle çakı acaktır. İnsanı mucizevi bir yöntemle "rasyonel" davranı lara
sahip bir varlığa indirgeyebilmek mümkün olsaydı, bugün ne insan bilimleri ne
de psikanaliz diye bir ey olurdu. Karma ık yapısı sınırsız bir ekilde uzatı˙ıp,
geni letilebilecek psikoloji adlı disiplinin ortaya çıkmasının kökeninde (i çileri)
öldürünceye kadar sömürebilme, (tutukluları) öldürünceye kadar kapalı
tutabilme, (hayvanları) öldürünceye kadar i manlatma olanaksızlığı vardır.
a maz bir e değerlikler yasasına göre:
Yük hayvanı olup insanlar için çalı tılar. Deney hayvanı olup bilimin sorularını
yanıtlamaya zorlandılar. Tüketim hayvanı olup sınai ete dönü tüler. Psikolojik
rahatsızlıkları fizyolojik hastalıklara yol açmı hayvanlar olarak bugün bu
"psikoloji" terminolojisini bilmek ve kendi psikolojik yapıları ve bilinçaltla-rındaki
kötülükleri açıklamak durumundalar. Onların ba ına bütün bu i leri açanlar
bizleriz. Bizim yazgılarımızla hayvanla-rınki hep aynıdır. Bu olay İnsanın,
ayrıcalıklı bir varlık olarak Hayvandan önce geldiğini kabul ettirmeye çalı an
İnsan Aklını bozguna uğratan acı bir rövan tır.
Bu, ırkçı˙ığa paralel giden bir mantıktır. Nesnel bir hayvanlık düzeninden
ancak İnsanın ortaya çıkmasından bu yana söz edilebilir. Geçmi ten
günümüze insanla hayvanın kar ı˙ıklı konumlarını belirleyen soy ağacını
olu turabilmek çok güçtür ancak ikisi arasındaki uçurum, bir ba ka deyi le
uzay bo luğu ve laboratuvar adlı cehennemlerde hayvanları, sorulan sorulara,
bizim yerimize yanıt vermeye zorlayan ya da Afrika'daki rezervler ve hayvanat
bahçeleri adlı cehennemlerde canlı birer örnek olarak muhafaza edip,
ar ivledikten sonra yok eden anlayı ın gerisinde ırkçı denilebilecek bir
duygusallık yatmaktadır (Brigitte Bardot ve bebek fok balıkları gibi). Bu,
köleliğin ortadan kaldırılmasından sonra ortaya çıkan gerçek ırkçı˙ık gibi,
hayvanların evcille tirilmesinden sonra ortaya çıkan bir uçurumdur.
Ne olursa olsun bize kadar ula an tüm mitolojiler hayvanların ilâhi ve kutsal bir
soya sahip olduklarını göstermektedir. Avlanma sırasındaki öldürme eyleminin
bile, deneysel bir parçalanmanın tersine, simgesel bir ili ki olduğu söylenebilir.
Sınai hayvan üretimine kar ı˙ık evcille tirme simgesel bir ili ki biçimidir. Bunu
anlamak için hayvanların köylerdeki konumlarına bakmak yeterlidir. Öte
yandan hayvanların da katıldığı bir akrabalık sistemi olan ve bir toprak
parçası, bir klanın varlığını zorunlu hâle getiren evcille tirmenin konumuyla
evde bakılan hayvanın konumunu (rezervlerle sınai hayvan yeti tiriciliğinin
dı ında kalabilen tek hayvan türü budur) birbirine karı tırmamak gerekir.
"İçleri" sahiplerinin sevgisiyle "doldurulmu " köpek, kedi, ku lar ve hamsterler
gibi ev hayvanlarından söz ediyoruz. Hayvanların kutsal kurbanlıktan, ambians
müziği bulunan köpek mezarlıklarına; kutsal meydan okumadan, ekolojik
duygusallığa izlemi oldukları yol, zaman içinde sıradan bir varlığa dönü en
insanın sıradan konumu konusunda yeterince bilgi vermektedir. Bu olay bir
kez daha hayvanlarla insanlar arasında öngörülmemi bir kar ı˙ıklı˙ık ili kisi
bulunduğunu göstermektedir.
Eskiden hayvan kurban eden insanlar, onları birer hayvan olarak görmezlerdi.
Hattâ bizim tiksintiyle kar ıladığımız hayvanları biçimsel olarak mahkûm eden
ve cezalandıran u Ortaçağ bile onlara bizden daha yakındır. Ortaçağ'da
hayvanları suçlamak onları onurlandırmak anlamına geliyordu. Günü-
müzdeyse onları adam yerine koymayarak, hiç muamelesi yapıyor ve bu
dü ünceden yola çıkarak kendileriyle "insanca" ili kiler kurmaya kalkı ıyoruz!
Artık onları kurban etmiyor ve cezalandırmadığımız gibi, bununla gurur
duyuyoruz. Oysa bunun nedeni onları evcille tirmi olmamızdır. Daha da
kötüsü onları insana özgü bir adalet anlayı ından çok, toplumsal iyilikseverlik
ve efkat hattâ cezalandırma ve ölümden çok, kasaplık et olarak yok etmeye
ve deney hayvanı olarak öldürmeye lâyık gördüğümüz bir dünyaya ait varlıklar
hâline getiriyoruz.
Korkunçluk kavramı anlam deği ikliğine uğramı tır. Bir terör ve büyülenme
nesnesi olan hayvani korkunçluk anlam deği ikliğine uğramı tır, ancak bu asla
olumsuz bir korkunçluk değildir, zira her zaman için karma ık bir anlama sahip
olmu tur. Örneğin kurban töreni, mitoloji ve hayvan figürü kakmalı nesneler de
bir deği toku ve metafor nesnesi olmu tur. Tüm tehdit ve biçimsel dönü üme
uğrama (metamorfoz) çe itlerinin süslediği ve ya ayan insan kültürünün içine
gizlice yayılarak bir tür dost olma biçimini andıran bu korkunçluğu biz, gösteri
özelliği ta ıyan bir korkunçlukla deği toku ettik. Bu, ormanından çekilip
alınarak, bir müzikhol yıldızına dönü türülen King-Kong'a özgü bir korkunçluk
türüdür. Burada kültürel senaryo bir anda tersine dönmektedir. Eskiden
kültürel hayvan
185 Hayvanlar
vah i hayvanı, yani canavarı yok ederdi. Her yere yayılan kanlardan bitkiler,
insanlar ve kültür fı ˘ırırdı. Bugün artık, King-Kong sanayile mi metropolleri
yıkmaya ve bizi her türlü gerçek vah etten kurtarmaya gelmektedir. Vah etle
yapmı olduğu anla mayı (filmde bu olay kadının ilkel bir ekilde hayvana
sunulması eklinde ortaya çıkmaktadır) bozmu olan ölü bir kültürü yok etmek
için gelmektedir. Filmin büyüleyiciliğinin kökeninde bu anlamın tersine çevrilme
olayı yani insanlık dı ına ait olanın, insanın hesabına geçirilmesi ve tüm
insanlığın avlanan hayvana dönü mesinin yanısıra kadınla hayvanın kar ı˙ıklı
olarak birbirlerini ayartmaları bir ba ka deyi le bir düzenin diğerini ya da insani
ve hayvani düzenlerin birbirlerini müthi bir ekilde ayartmaları vardır. Kong,
bugüne kadar insanlarla hayvanlar arasında hiç ya ama geçirilmeden hep
simgesel ve bir ritüel eklinde var olmu tabu sayılabilecek bir suç ortaklığını,
ayartma yoluyla bir düzenin diğerine dönü ebilirlik olası˙ığını yeniden ortaya
çıkarttığı için ölmü tür.
Hayvanlar konu mazlar. Giderek daha çok konu ulan, insanın itiraflara ve
konu maya zorlandığı bir evrende yalnızca onlar sessiz kalmakta ve bu
yüzden hakikat dünyasından giderek uzakla maktadırlar. Oysa bizi hayvanlara
yakınla tıran ey budur. Bir çevre sorunu hâlini almı olan hayatta kalma
sorunları önemli değildir. Asıl sorun her zamanki gibi sessizlikleridir.
Konu maktan ba ka bir ey yapılmayan, göstergeler ve söylevin hegemonyası
altındaki bir dünyada hayvanların sessizliği bizim anlam düzenimizi giderek
tehdit etmektedir.
Bir dı lama eyleminden sonra, her zaman, kendinden kaçılması olanaksız bir
tersine çevirme olayıyla kar ıla ılmaktadır. Delilerde akıl bulunmadığını
söylemek, er ya da geç bu aklın kökten darmadağın edilmesine yol açmaktadır
(bir anlamda deliler öç almaktadır. Hayvanları bilinçaltı, baskı altında tutma ve
dil yetisiyle karı tırılan simgesellikten yoksun bırakmak, bugün, ruhsal
ya antımızı belirleyen ve hayvanlarla aramızda bir fark olduğunu söyleyen
delilik ve bilinçaltı gibi kavramların geçerliliğinin tartı ılmasına neden olacağı
gibi, er ya da geç bir gün, bu kavramlardan kurtulmamızı sağlayacaktır.
Eskiden İnsanı ayrıcalıklı kılan ey bilinç tekelini elinde tutmasıyken, bugün
ayrıcalıklı kılan ey bilinçaltı tekelini elinde tutuyor olmasıdır.
4
Hayvanların ba ıbo luğu bir masaldan ibarettir. Bugün bilinçaltı ve arzunun
ba ıbo luk ya da göçerlik göstergeleriyle yeniden canlandırılması da bu türden bir
eydir. Hayvanlar asla ba ıbo yaratıklar olmamı lardır. Modern toplumun zorunlu
˘ıldığı ya am ko ullarının aksine ortalığı özgürle tirmeyle ilgili masallar kaplamı tır.
Doğa ve hayvanlar vah i yaratıklar olarak sunulmakta, "gereksinimlerin kar ılanması",
bugün " arzularını gerçekle tirmeye" dönü mektedir. Zira modern Rousseau'culuk
belirsizle en bir iç-tepi, ba ıbo la mı bir arzu ve sonsuz evrendeki göçmenliğe
benzemektedir. Üretilmekten ba ka bir ey istemeyen kodlama, ba ıbo güçler
masalının aynısı. Oysa özgür, bâkir, sınırlar ve bir ya ama mekânı olma özelliğine
sahip olmayan, herkesin içinde istediği gibi dolanabildiği bir doğa egemen düzenin
dü gücünden ba ka hiçbir yerde yoktur. Ekonomik ve kapitalist düzene özgü benzer bir
ya ama alanından yoksun bırakılma (doğa, arzu, hayvansı˙ık, bir yere bağ˙ı olmama)
vah i ya amı yansıtan ideal bir emadır. Bu durumda özgürlüğü yaratan ve ona bir
derinlik kazandıran eyin kapitalizm olduğunu kabul etmek gerekecektir. Öyleyse
değerin (kentsel, sınaî, baskıcı vb.) toplumsal düzenle-
Jean Baudrillard 19 1
mesiyle kar ısına çıkartılan dü sel vah ilik arasında kar ı˙ıklı bağıntı vardır.
Çünkü biri, diğeri örnek gösterilerek, diğeriyse beriki örnek gösterilerek bir
"ya ama alanından yoksun bırakılmı lardır". Zaten güncel kuramlarda uygarlık
soyut bir görünüm kazandıkça "arzunun" da buna ko ut olarak, içinde
ya adığımız gerçek ve dü selliği belirleyen koda, merkezi yapıdan uzakla an
daha "özgür" ancak benzer bir anlama sahip olduğu görülmektedir. Doğa,
özgürlük, arzu, vs. kapitalin tersi sayılabilecek bir dü anlamına gelmedikleri
gibi, bu kültürün gerçekle tirdiği a ama ya da yı˘ımlar konusunda yol gösterici
bir konuma sahip olmaktadırlar çünkü sistemin göreceli bir hâle getirdiği
ya ama alanından yoksun bırakmayı onlar mutlak bir zorunluluğa
dönü türmektedirler. "Özgürlük" isteği sistemden daha hızlı bir ekilde aynı
yönde gitme arzusundan ba ka bir ey değildir. Hayvanlar ya da vah iler
"doğaya" bizimkine benzer bir anlam yükle-memektedirler çünkü onlar için
doğa sınırlandırılmı , belirlenmi ve herkesin bir diğerininkine girmesinin
kesinlikle yasak olduğu ya am alanlarından ibarettir.
5
Henri Laborit de ya ama alanını içgüdü ya da özel mülkiyet terimleriyle yorumlamayı
reddetmektedir. "Hipotalamus ya da ba ka bir yerde ya ama alanı kavramıyla ili kili
sinir kanalları ya da hücre grubu bulunduğuna dair kesin bir bilgi yoktur... Beyinde bir
ya ama alanı merkezi olmadığı söylenebilir... özel bir içgüdüye ba vurmanın bir yararı
yoktur". Bunun yapılmasının nedeni kültürel davranı lara kadar geni letilen
gereksinimlerin belli bir i leve kavu turulmasını sağlayabilmektir. Çünkü bugün bu
terminoloji ekonomi, psikoloji ve sosyolojide, vs. ortakla a bir ekilde kullanılmaktadır.
"Böylelikle ya ama alanı hayatî öneme sahip, içinde mutlu olunan bir mekâna
dönü mektedir... Bu kapalı alan, yani bu ya ama alanı organizmayla sürekli
191 Hayvanlar
Ya ama alanı terimi bize özgü bir özgürlük ve sahiplenme duygusunu içeren
bir mekân da değildir. İster "kültürel", isterse "davranı la ilgili olsun" bir içgüdü,
bir gereksinim ya da bir yapıyla ili kisi olmayan ya ama alanı u ya da bu
ekilde bilinçaltına kar ı çıkmaktadır. Bilinçaltı sınırlanamayan, "yer altına
gömülmü ", baskı altında tutulan bir yapıdır. Ya ama alanıysa açık ve
sınırlıdır. Bilinçaltı öznenin fantazmları ve baskı altında tutmanın sürekli
yinelendikleri bir alandır. Ya ama alanıysa sınırlı bir akrabalık ve deği toku
alanıdır. Özneden ve istisnadan yoksun bir hayvanlar ve bitkiler, bir mal ve
zenginlik, akrabalık ve tür, kadınlar ve ritüel üzerine kurulu bir düzen. Bu
özneden yoksun düzende her ey deği toku edilebilmektedir. Bu mutlak bir
yükümlülük alanıdır. Burada istisnasız her eye kar ı˙ık verilebilmekte, ancak
hiç kimse ölmemektedir çünkü her ey bir ba ka biçime bürünmektedir.
Burada ne özne, ne ölüm, ne bilinçaltı ne de baskı altında tutma vardır çünkü
art arda sıralanan biçimleri hiçbir ey durduramamaktadır.
Hayvanların bilinçaltı yoktur çünkü bir ya ama alanları vardır. İnsanlar kendi
ya ama alanlarını yitirdikleri gün ortaya bilinçaltı denilen ey çıkmı tır.
Ya ama alanlarıyla birlikte insanlar biçimsel dönü üme uğrama olanağını da
yitirmi lerdir. Bilinçaltı bu kayıp nedeniyle sürekli ve umutsuz bir ekilde yas
tutan bireysel yapıdır. Hayvanlar da bu özlemi temsil eden varlıklar. Artık
hayvanlar bize çizgisel ve biriktirmeye dayalı bir
ili ki içinde olan bir mekândır. Bu ya ama alanı içinde hayvan kendi varlığını
koruyabilmek için termodinamik bilgi alı veri mekanizmasını "harekete
geçirmektedir"... İnsanların giderek bağımsız bir konuma kavu malarıyla
birlikte modern büyük kentlerin belirgin özelliği olan suç ortaklığı sayesinde bu
bireysel ya ama alanında müthi bir
Sanki bir insan, bir grup ya da bir hayvanın var olabilmesi yalnızca içine
kapandığı alanın dengeli bir yapıya sahip olmasıyla iç ve dı bilgi
alı veri lerindeki homeostaza bağ˙ıymı gibi."
Jean Baudrillard 19 3
aklın bıraktığı izlerle bilinç ve bilinçaltının bıraktığı izlerin ötesinde yer alan
vah i, simgesel, sınırlı bir alan üzerinde kesintisiz tekrar ve tersine
çevirmelerden olu an bir dünyada ya amıyor muyuz sorusunu sormaktadırlar.
Bizim kültürümüz ve belki de bütün kültürlerin olu turdukları enerji biriktirimi ve
özgürle tirimi üzerine oturtulmu bulunan ideal emanın ötesinde yer alan
dı a dönük bir patlamadan çok bir için için kaynama; enerji yerine bir biçimsel
dönü üme uğrama; özgürlükten çok ritüel meydan okuma hayalleri görmüyor
muyuz? Oysa hayvanlar soru sormuyorlar susmayı yeğliyorlar.
KALINTI
Her eyi alıp götürseniz geride hiçbir ey kalmaz dü üncesi yanlı tır.
Evet, kalıntı diye bir ey vardır ancak tek ba ına bir gerçekliğe sahip olamaz.
Çünkü kalıntı bir bölümlenme, bir sınırlandırma ve bir eleme i leminin
sonucudur... Ba ka? Bir çıkartma i lemiyle açıklanan kalıntı ancak bu ekilde
bir gerçekliğe sahip olabilmektedir... Daha ba ka?
İ in tuhaf yanı kar ıtlardan olu an bir ikilide kar ıt terim yoktur. Örneğin
sağ/sol, aynısı/diğeri, çoğunluk/azınlık, deli/ normal, vb. eylerden söz
edebilirsiniz ama kalıntı konusunda ne söyleyebilirsiniz ki? Çizginin (/) öteki
tarafına ne koyabilirsiniz? "Bütün ve kalıntı", ilâveler ve kalanlar, i leme dâhil
olanlar ve olmayanlar (kalanlar). Bunlar ayrımlayıcı özelliği olan kar ıtlıklar
değildir.
Oysa çizginin öte yanında kalıntı kar ıtı bir ey vardır hattâ bu ey bir yapıya
sahip görünmekle birlikte bir yapıdan yoksun, tuhaf bir asimetrik özellik
gösteren, ayrıcalıklı ve belirgin bir
Jean Baudrillard 19 5
Kalıntı terimi belirgin, açık ve seçik ikili bir kar ıtlık düzeni yerine, tersine
çevrilebilen ve dönerli bir yapıyla asla hangisinin diğerinin kalıntısı olduğu
anla ılmayan ters yüz edilebilir içkin bir düzene aittir. Ba ka bir düzende bu
tersine çevirme ya da iç içe geçirme olayını gerçekle tirebilmek mümkün
değildir. Eril di inin di isi, normal delinin delisi ve sağ da solun solu değildir,
vs. Sorulması gereken soruyu belki de yalnızca bir ayna sorabilir bir ba ka
deyi le gerçek mi görüntünün, yoksa görüntü mü gerçeğin bir yansımasıdır?
Bu anlamda kalıntıyı bir aynaya benzetebilir ya da buna kalıntının aynası
diyebiliriz. Her iki durumda da sonuç olarak yapısal bir ayrım çizgisinin (/),
anlamı bölen çizginin belirsizle tiğini ve anlamın (yazınsal anlamda: bir
noktadan diğerine, terimlerin kar ı˙ıklı konumlarıyla belirlenmi bir çizgiyi
izleyerek gidebilme olası˙ığı) ortadan kalktığını görürsünüz. Artık terimlerin
kar ı˙ıklı konumları diye bir ey yoktur. Gerçek, yerini gerçekten daha gerçek
olan bir imgeye bırakarak ortadan kaybolurken kalıntı, tam tersine, kendisi için
belirlenen yerde buharla ıp, uçarak kalıntısı olduğu eyin içinden tersine
döndürülmü bir anlamla yeniden ortaya çıkmaktadır, vs.
Kar ıt terimlerin varlığı kadar tuhaf sayılabilecek bir ba ka nokta da, kalıntının
gülünçlüğüdür. Bu temayla ilgili tüm tartı malar hep aynı dil oyunlarıyla
sonuçlanmakta, benzer bir karma aya yol açmakta ve cinsellik ya da ölüm
konusundaki tartı malar kadar müstehcen olmaktadır. Gülmeye yol açan bir
karma ıklığın sonucunda ortaya iki önemli tema: Ölüm ve Cinsellik
çıkmaktadır. Kalıntıysa insanı güldüren üçüncü, belki de gerçekten var olan
tek temadır çünkü diğer ikisi, kendilerini, birer tersine çevrilebilirlik modeli
olarak sunmaktadırlar. İnsan neden güler? eylerin tersine çevrilmesi bizi
güldürür. Tersine çevrilebilen en ünlü biçimler ölüm ve cinselliktir. Erille di i ve
ya amla ölümün her an için tersine çevrilebilme olası˙ığı cinsellikle ölüm
konusunun bir gülme nedenine dönü mesini sağlamaktadır. Kar ıt terimlerin
6
varlığından bihaber bir süreçte tek ba ına ya ayan ve kendi gölgesiyle, kendi
hayali pe inden ko
6
Gölgesini Yitiren Adam, Peter Schlemihl'e yapılan gönderme rastlantısal değildir.
Çünkü gölge de (Praglı Öğrenci'de olduğu gibi) aynadan yansıyan imge gibi kusursuz
bir kalıntı örneğidir. Tüm arkaik dönem büyü düzeni boyunca gölge, insanın dökülen
saçları, dı ˘ısı ya da tırnak parçaları gibi vücudun dı a attığı (dü ürdüğü) kalıntılardan
biridir. Bilindiği gibi bütün bunlar aynı zamanda ruhun, nefesin, Varlığın, özün
"metaforları" insana derinlemesine bir anlam kazandıran eylerdir. Aynadan
yansımayan ya da bir gölgeye sahip olmayan bir vücut saydam bir eye, bir hiçe yani
bir kalıntıya dönü mektedir. Kalıntı müstehcendir çünkü ne tersine çevrilebilmekte ne
de kendi kendisiyle deği toku edilebilmektedir. Müstehcen ve komiktir tıpkı insanı
gülmekten öldüren di iyle erkek, ya amla ölüm arasındaki benzerlik gibi.
Bir kez gölgesinden sıyrılan vücut saydam bir töze dönü mektedir. Vücut gerçekliğini
yitirmekte ve bu gerçekliğin tamamına, gölgele en vücut sahip olmaktadır (Praglı
Öğrenci'de de böyle olmaktadır, aynayla birlikte parçalanan görüntü kahramanın
ölmesine neden olmak-
Oysa bizim kar ı kar ıya bulunduğumuz durum çok daha orijinaldir çünkü
yalnızca basit bir tersine çevirme ve kalıntıların pazarlanması değil, her türlü
yapı ve kar ıtlığı yerinden oynatarak ortada bir kalıntı bile bırakmayan ve
bunun sonucunda da her yeri kaplayan kalıntının, o ikiye bölücü çizgiden (/)
yararlanıp kendi kendini yok ettiği bir evrende ya ıyoruz.
Her eyi alıp götürürseniz geride hiçbir ey kalmaz demek yerine, eyleri
sürekli olarak tersine çevirdiğinizde ve artık toplama çıkarma yapmanın bir
anlamı kalmadığında geride hiçbir ey kalmaz demek daha doğru olacaktır.
Bir cinsel ili ki üretiminden ba ka bir anlama sahip olamayan bir cinsellik
kalıntıya dönü mektedir.
Kalıntı bir birikimin sonucudur. Baskı altında tutmaysa buna tamamıyla ters ve
simetrik bir yerdedir. Duygu depomuzla baskı altında tutulan duyguların
zihinsel düzeyde canlandırılmasını sağlayan stok yeni ittifak alanımızı
olu turmaktadır.
Her eyin baskı altında tutulduğu bir yerde aslında hiçbir ey baskı altında
değildir. Stokların kendi kendine dağılarak, hayal stoklarının eriyip gideceği o
salt baskı altına alma noktasına çok yakla tık. Stoklama, enerji ve geriye kalan
her eyle ilgili dü gücümüzün kökeninde baskı altında tutma vardır. Baskı
altında tutma tehlikeli bir tıkanma noktasına ula arak, (tersine çevrilip)
belirginliğini yitirdiğinde enerjilerin özgürle -tirilmesine, tüketilmesine,
ekonomik bir ekilde kullanılarak üretilmesine gerek kalmayacaktır çünkü
enerji kavramı kendiliğinden buharla arak yok olacaktır.
Enerji kavramını yok edebilmek için enerji tüketimini akıl almaz boyutlara
ula tırmak gerekmektedir. Enerji kavramını yok edebilmek için üzerindeki
baskıyı en üst düzeye çıkartmak gerekmektedir. En son enerji katresi, en son
ekolog tarafından
Jean Baudrillard 20 1
Ortada gerçek anlamda bir iktidar yoktur çünkü o da çökmü tür. Bu yüzden
yeni bir 1968 Mayıs'ının gerçekle ebilmesi olanaksızdır yani bilginin
(üniversitedeki sol aydın kesimi -ç.n.) iktidarı yeniden sorgulamak gibi bir niyeti
yoktur. Üniversite ve iktidar arasındaki çarpıcı kar ıtlığın ya da bilgiyle iktidar
arasındaki suç ortaklığının su yüzüne çıkması da aynı anlama gelmektedir. Bu
olgu politik olmaktan çok simgesel sayılabilecek bir yöntemle tüm toplumsal ve
kurumsal yapıya bir anda bula tırılmı tır. Neden Sosyologlar Var? ba ˙ıklı
metinde de bu durum, yani bilginin içine dü tüğü açmazlar, bilememenin
yarattığı korkunun (bir ba ka deyi le bilgi düzeninde bir değer birikimi
sağlayamama olanaksızlığı ve saçmalığı) nasıl iktidarı ortadan kaldırmaya
yönelik bir silâha dönü tüğü konusu sorgulanmaktadır. İktidarın ba ına da,
bilginin ba ına gelenler gelecek ve benzeri bir ürkütücü senaryoya uygun
olarak iktidar, iktidarını elinden kaçıracaktır. Bunlar 1968 Mayıs'ının
Jean Baudrillard 204
Bunun tam tersini yapan grev eylemleriyse, olası bir üniversite idealiyle
herkesin (nerede olduğu bilinmeyen, artık bir anlamı kalmamı ) bir kültüre
sahip olabileceği rüyasını sürdürmeye çalı maktadır. Grev, ele tirel açıdan
üniversitenin çalı ma düzeni içine yerle erek, ona bir alternatif ya da sağaltıcı
bir yöntem olmaya çalı maktadır. Çünkü grevciler hâlâ bilimsel bir demokrasi
ve tözün var olduğunu dü ünmektedirler. Zaten bugün her yerde sol, bu rolü
oynamaya çalı maktadır. Çürümü , dağılmı , yasallığını ve bilincini yitirmi ve
i leyi düzenine kendiliğinden son vermi bulunan bir düzende sol, toplumsal
ahlâk, mantıksal bir zorunluluk ve kendine özgü bir adalet fikrini yeniden
devreye sokmaya çalı maktadır. Umutsuzca yeniden iktidar üretme ve
yeniden iktidar salgılama mücadelesine giri mi bulunan sol, aslında iktidarı
istediği ve iktidara inandığı için de, sistemin kendisine son vermi olduğu
noktada iktidarı diriltmeye çalı maktadır. Solun tüm aksiyom ve kurumlarına
teker teker bir son veren sistem; tarihsel ve devrimci amaçlarını teker teker
hayata geçirmekle me guldür. Kö eye sı˘ı mı olan solun ise, günün birinde
ben de yararlanabilirim umuduyla özel mülkiyetten küçük i letmeye, ordudan
ulusal güce, püriten ahlâktan küçük burjuva kültürüne, adaletten üniversiteye
giden tüm kapitalist çarkları diriltmekten ba ka bir
205 Sarmalla an Ceset
ansı yoktur. Sistemin, vah ice olduğu doğru ancak o tersine çevrilebilmesi
olanaksız bir devinim içinde yok etmi olduğu her eye sahip çıkmaya
çalı maktadır.
İktidar (ya da onun yerini almı olan ey) artık Üniversiteye inanmamaktadır.
Sonuç olarak bu kurumu belli bir ya grubuna ait insanı bakım ve gözaltında
bulundurduğu bir yer olarak görmektedir. Aralarında bir seçim yapmaya
kalkı masının bir anlamı yoktur çünkü iktidar seçkinlerini ba ka yerlerden seç-
mekte ya da ba ka ekilde arayıp bulmaktadır. Diplomalar artık bir i e
yaramadığından, dağıtmayı reddetmesinin bir anlamı yoktur. Bu yüzden
sistem artık herkese bir diploma vermeye hazırdır. Öyleyse bu kı ˘ırtıcı
politikanın amacı enerjileri, çoktan ölmü ve çürümekte olan gönderen
sistemleriyle sözde amaçlar üzerinde (seçim, i , diploma) yoğunla tırmak
değilse nedir?
1968 Mayıs'ı bunu ba armı tır. Üniversiteyle kültürün yok edilme sürecinin
henüz günümüzdeki boyutlara ula madığı bir sırada, öğrenciler, mobilyaları
kurtarmaktan çok (yitirilmi objeyi idealle tirme yöntemiyle yeniden diriltmeye
çalı mak), iktidara üniversite denilen kurumu derhal yok etmek gibi bir iddiayla
kar ı˙ık vererek, sistemden daha hızlı davranıp, üniversiteyi terk etmi ler ve
ona meydan okuyarak, bu bilim kurumunun batı ı yani tek bir mekânda bir
araya gelmeyi reddetme denilebilecek bilinçli ölüm olayına kar ı˙ık vermeye
zorlamı lardır. Bu bir üniversite bunalımı değildir çünkü bunalım bir meydan
okuma değildir. Tam tersine sistemin oynadığı oyun üniversiteyi ölüme
mahkûm emektedir. İktidarın yanıtlayamadığı soru da budur ya da bu soruyu
ancak çökerek yanıtlayabileceği söylenebilir (iktidar belki bir anlığına ölmü tür
ve biz bu ölümü izleme ansına iyi ki sahip olduk).
10 Mayıs'ta kurulan barikatlar bir alan yani u eski dükkân, Quartier Latin'i
koruma ve müdafaa etmeyi amaçlayan barikatlara benziyorlardı. Bu doğru
değildir çünkü bu görünümün gerisinde yatan gerçeğin adı ölü bir üniversiteyle
ölü bir kültürün iktidara meydan okuyarak muhtemelen kendi ölümlerini tasdik
ettirmeleridir. Sistemin uzun vadede öngördüğü: Kültür ve bilimin tasfiye
i lemini onlar ânında bir kendini kurban etme eylemi, yani kendi kendilerini
tasfiye etme eylemine dönü türmü ledir. Barikatların amacı Sorbonne'u
kurtarmak değildi. Öğrencilerin kar ı tarafa salladıkları ey, Üniversitenin
cesediydi, tıpkı Wattslı ve Detroitli zencilerin kendi ate e verdikleri
mahallelerinin kalıntılarını kar ı tarafa sallamaları gibi.
Bugün artık kar ı tarafa "sallanabilecek" bir ey kalmamı tır. Artık bilim ve
kültürden geriye kalan harabeler bile yeraltındadır, yani ölüler gömülmü tür.
Bundan eminiz çünkü Nanter-re'de yedi yıl boyunca bu olayın yasını tuttuk.
1968 Mayıs'ı ölmü tür. Yalnızca bir yas tutma fantazmı olarak ara sıra tek-
rarlanabilir. Bu fantazm simgesel yani politika ötesi bir iddet olup, bilimsel-
olmayanı yere seren türden bir i lemdir. İktidara
207 Sarmalla an Ceset
Artık iktidara saldırmak anlamsız bir eydir. İktidarı temsil etme, vekâleten
devretmeyle ilgili tüm öğrenci hareketlerinin (daha geni bir planda toplumun
tamamını kapsayan bu hareketlerin), umutsuzluğun yol açtığı suya sabuna
dokunmayan i e yaramaz olayların ön plana çıktıkları söylenebilir. Anla ılmaz
bir Möbiyüs eridi numarasıyla iktidar kendine kar ıt bir eye dönü mü ve
onunla birlikte politikanın mantıksal evreni de yerini simülasyon adlı sonsuz bir
evrene bırakarak eriyip gitmi tir. Bu simülasyon evreninde kimse kimseyi
temsil etmediği gibi, kimse temsil edici bir özelliğe de sahip değildir. Bu
evrende üst üste yığılarak, biriken her eyin aynı hızla dağı˙ıp gittiği
görülmektedir. Bu evrende iktidarı kurtarıp, yönlendirebilecek hayali bir iktidar
ekseni bile yoktur. Tarihle ele tirinin sonsuza dek sürüp gideceğini sandıkları,
o düz çizgiye alı ık sekizgen zihinsel koordinatlarımızın algılayamadığı bir
kötülük eğrisi çizdiği için anlayıp çözmekten aciz kaldığımız bu evren bize
kar ı iddetle direnmektedir. Zaten mücadele edilmesi gereken yer de
burasıdır. Tabii bunun hâlâ bir anlamı kaldıysa! Bizler birer simülant'ız, birer
simülakrız (bu klasik "görünüm" anlamına gelen bir ey değildir). Toplumsalın
yuttuğu içbükey aynalarla bir ı ık kaynağından yoksun yansıtıcılar, kökensiz,
mesafe kavramından bihaber bir güce benziyoruz. Mücadele de zaten bu
taktik simülakr evreninde gerçekle tirilmek duru
Jean Baudrillard 20 7
kine e değerdir. Çalı manın çalı mayı, değerin değeri gömdüğü, can çeki en
bir sistemden geriye tüyler ürpertici bir ayartıcı˙ıktan ba ka bir ey kalmamı tır.
Bataille'ın dediği gibi geriye bâkir, ürkek, göz alabildiğine uzanıp giden ve
yalnızca rüzgârın kımıldatarak, yarenlik edebildiği bir kum çölü kalmı tır.
Oysa can çeki mekte olan bir kapitalizme kar ı mücadele etmeliyiz. Kendi can
çeki me sürecini bile kendi sahneleyebilen bu kapitalist oyunun bizi
etkilemesine izin vermemeli ve bu oyunda can çeki en tarafın asıl biz
olduğunu anlamalıyız. Kapitale kendi ölümünü kendi belirleme ansını tanımak
ona devrimin tüm ayrıcalıklarını tanımak demektir. Değer simülakrıyla kapital
ve iktidar adlı hayaletin belirlediği bir dünyada; değer ve ticari mal yasasına
boyun eğmi bir dünyadakinden çok daha güçsüz ve donanımsız olduğumuz
söylenebilir çünkü kendi ölümünü kendisi hazırlayan sistem bu sorumluluğu
elimizden alarak, ya amımızı adayabileceğimiz bir amacı da elimizden almı
olmaktadır. Sistemin bu son kurnazlığı, yani her türlü olumsuzluğu emip yok
ederek, kendi ölüm simülakrıyla bizi ayakta tutmaya çalı ma numarası ancak
daha üst düzeyde bir kurnazlıkla a ı˙ıp geçilebilir. Bu bir meydan okuma mı
yoksa dü sel bir bilim eklinde mi olmalıdır? Sistemin bizi içine kapatmı
olduğu simülasyon stratejisi ve ölüm adlı bu açmazdan ancak simülakrlara ait
dü sel bir bilim (pataphysique des simulacres) sayesinde kurtulabiliriz.
"DEĞER"İN SON TANGOSU
Her ey darmadığınıksa oraya düzensizlik hâkimdir.
Brecht
Görünü e göre bu yeni bir durumdur. Bu yenilik üniversiteye hâlâ gerçek bir
çalı ma sürecinin egemen olduğunu sanan ve deneyimlerini, nevrozlarını ve
ya amlarını aynı kuruma adayan insanlar için geçerlidir. Üniversitedeki
"öğretenler/öğretim ele
211 "Değer"in Son Tangosu
7
Güncel grev de giderek güncel çalı ma sürecine benzemeye ba lamı tır. Bugünkü
grevlerde eski çalı ma sürecine benzeyen bir belirsizlik, bir anlamsızlık, amaçtan
yoksunluk, kararlı˙ığa kar ı benzer bir alerji, kısırdöngüle mi bir süreç, enerji
konusunda benzer bir yas tutma biçimi ve bitmek bilmeyen bir kısır döngüle meyle
kar ıla ılmaktadır. Kurum-kar ıtı olmayla kurumdan yana olma arasında bir fark
kalmamı tır. Salgın giderek büyümekte ve önlem alabilmek giderek
olanaksızla maktadır. Bundan sonra sıra ba ka eye gelecektir. Hayır, gelmeyecektir
çünkü bu tıkanmayı bir ba langıç noktası olarak kabul ederek kararsızlığı tersine
çevirebilmek ve amaçtan yoksunluğu bir saldırı aracı hâline getirebilmek mümkündür.
Bu boğucu ve öldürücü durumdan, üniversiteye özgü bu zihinsel i tahsızlıktan her ne
pahasına olursa olsun kurtulmak gerekiyor. oysa öğrenciler derin bir koma evresine
girmi bulunan bir kuruma yeniden enerji pompalamaya çalı ıyorlar ki, bunun adına
olsa olsa zorla hayatta tutma denebilir. Bir tür umutsuzluk tedavisi anlamına gelen bu
yöntem bireylere uygulanabildiği gibi kurumlara da uygulanabilmektedir. Üstelik bu her
"Amansız bir değer yasası", "Kapitalist yasa" çekip gittiğinde her yanı nasıl bir
hüzün, bir panik duygusu kaplayacaktır? Zaten bu yüzden fa ist ve otoriter
yasaların ya ayacağı güzel
213 "Değer"in Son Tangosu
günler henüz sona ermemi tir çünkü bunlar varlıklarını sürdürebilmek için
iddeti yeniden ya ama döndürmektedirler. Bu iddete maruz kalmakla
uygulamak arasında bir fark yoktur. Ritüel, çalı ma, bilim, kan, iktidar, politika
kökenli bir iddet olumludur! Güç ili kileri, çatı malar, sömürü ve baskı konu-
sunda her ey açık seçik ve berraktır! Bütün bunların eksikliğini duyuyor ve
özlüyoruz. Bugün Üniversitede böyle bir oyunun oynandığını söyleyebilirsiniz
(oysa tüm politik düzenin aynı ekilde i lediğini unutmamak gerekiyor).
Örneğin "özgür bir söylev" çeken öğretim elemanı kendi kendini yönetme ve
diğer modern saçmalıklar sayesinde bu iktidar oyununu sürdürmektedir.
Herkes ne yaptığının farkındadır. Sadece derin bir dü kırıklığıyla yitirilmi
roller, statüler ve sorumlulukların pe i sıra gelen o inanılmaz demagojinin
yarattığı felâketten kaçabilmek için profesörün, bu a ırı-sol tarafından
yaratılmı yasal bir alan içinde olsa bile, yeniden bir bilim ve iktidar mankeni
hâline dönü mesini sağlamak gerekmektedir. Aksi takdirde kimse bu duruma
tahammül edemeyecektir. Zaten bu uzla ma sayesinde yani yapay bir
oyunculuk sergileyen öğretim elemanıyla suç ortaklığı yapan öğrenci
sayesinde, eylerin, böyle bir hayali pedagojik senaryo doğrultusunda sürüp
gittiği hattâ belki de sonsuza dek sürüp gidebileceği görülmektedir. Zira
değerle çalı ma ölümlü olabilirler ama değer ve çalı ma simülakrları
ölümsüzdür. Simülasyon evreni gerçek-ötesi, sonsuzluk-ötesi, yani hiçbir
gerçeklik giri iminin kendisine bir son vermeyeceği bir evrendir. Doğal olarak
bu evrenin tamamıyla çökerek yok olması gibi çılgınca bir umut dı ında.
Mayıs 1977
nihilizm üzerine
Bugün nihilizm XIX. yüzyıl sonunda sahip olduğu o Wagnerci ve Spenglerci isli
ve karanlık anlama sahip değildir. Nihilizmin artık Tanrı'nın ölümüyle birlikte
ortaya çıkan o metafizik radikallik ya da bir çökü Weltanschauung'uyla bir
ili kisi kalmamı tır. Günümüzde olsa olsa saydamla mı bir nihilizmden söz
edebiliriz ve bu nihilizm bir anlamda kendinden önce var olmu tarihsel
biçimlerden çok daha acımasız ve radikaldir. Bunun nedeni u saydamlık ve
bir bo lukta yüzer gibi olma hâlinin hem sistem, hem de onu çözümlediğini
iddia eden tüm kuramların ayrılmaz bir parçasına dönü mü olmasıdır.
Tanrı'nın ölümünü açıkça ifade etme cesaretini gösterebilmi tek insan
Nietzsche'dir! Sonsuzlukla cesede dönü en bir Sonsuzluğun kar ısına
dikilebilen büyük nihilist. oysa hipergerçekliğin egemenliği altına girmi ,
materyalist ya da idealist (Tanrı ölmedi, hipergerçek bir eye dönü tü) bir
gerçeklik simülakrıyla simü-lasyonun her eyi açıkladığı, belirlediği, her eyin
simüle edildiği saydam ve hipergerçek bir dünyada, kendi kullarına sahip
çıkabilecek kuramsal ya da ele tirel bir Tanrı yoktur.
215 Nihilizm Üzerine
Birincisi estetik (dandy görünümlü) bir biçime sahip olan bir nihilizmken,
ikincisi tarihsel ve metafizik (terörizm) yani politik bir biçimdir.
Biz bu iki biçimle ya kısmen ili kiliyiz ya da hiçbir ili kimiz yok. Saydam bir
nihilizm estetik ve politik bir biçime sahip olamayacağı gibi Kıyamet
konusundaki son cı˙ız kıvılcım ya da ayrıntıları görünümler veya anlamın yok
edilme süreciyle ili ki-lendirememektedir. Artık bir kıyametten söz edilemez.
Kıyamet izlenimi bırakmaya çalı an tek ey politik bir anlama sahip olmayan
rastlantısal terörizmdir. Böyle bir terörizmin ortaya çıkmasını ve ortadan
kaybolmasını sağlayabilecek tek bir yöntem vardır: İleti im araçları. Oysa
ileti im araçları o üstünde toplumsal konuların yer aldığı bir sahne özelliğine
sahip değildir. İleti im araçları bir bant, bir pist, delikli bir eritten ba ka bir ey
değillerse, biz de onların seyircileri yani alıcıları olama
Jean Baudrillard 21 5
Diyalektik ve ele tiri alanları artık bombo tur. Artık böyle alanlar yoktur.
Bundan böyle bir anlam terapisi ya da anlam destekli bir terapi yoktur çünkü
bundan böyle terapi genel duyarsızlık sürecinin bir parçasıdır.
diye bir eyin var olabilmesi olanaksızdır çünkü tüm umutsuzluğuna kar ın o
hâlâ belirginliğini yitirmemi bir kuramdır. Bir Kıyamet dü ü üretebilmekte, bir
felâket8 Weltanschauung'unun belirleyiciliğine sahip olabilmektedir].
Fokur fokur anlam kaynatan ileti im araçları. Fokur fokur toplumsal kaynatan
kitleler. Sistemin hızlanmasıyla orantı˙ı bir ekilde sonsuza dek büyüyebileceği
dü ünülen bir kitle. Enerji çıkmazı. Duyarsızlık noktası.
Tıkanma noktasına gelmi bir dünyanın mahkum olduğu tepkisizlik adlı yazgı.
Tepkisizlik olaylarının hızla artmakta olduğu söylenebilir. Durdurulmu ya da
dondurulmu biçimlerde bir artı görüldüğü ve geli menin hastalıklı
(kanserdeki metastaz anlamında) bir büyümenin içine hapsedilmi olduğu
söylenebilir. Amaçlarının ötesine geçmi hastalıklı, anormal bir geli me
biçiminin sırrı böyle bir eydir. Bu bizim geli tirdiğimiz bir amaçları yok etme
yöntemidir. Öyleyse aynı doğrultuda
8
Yalnızca kendi kökleriyle ilgili dü ler üreten ve kendi sonları hakkında hiçbir fikre
sahip olmayan kültürler vardır. Hem kendi kökleri hem de sonlarını sabit fikir hâline
getirmi olan ba ka kültürler vardır.... Bunların dı ında kalan iki olası˙ık vardır...
Yalnızca kendi sonla-
rıyla (bizim nihilist kültürümüz gibi) ilgili dü ünce üretenlerle; kökenleri ve (yakla an
belirsiz) sonları konusunda hiçbir fikre sahip olmayan kültürler.
Jean Baudrillard 21 7
Bir üretim yöntemine saplanıp kalmak yerine, bir ortadan kaybolma yöntemine
saplanıp kalmak nihilist olmaksa, o zaman ben bir nihilistim. Ortadan
kaybolma, aphanisis, için için erime, Furie des Verschwindens ve politika ötesi
(gerçek, anlam, sahne, tarih, toplumsal ve birey tarafından) birer ortadan
kaybolma biçimi olarak bilinçli olarak seçilmi alanlardır. Gerçeği söylemek
gerekirse buna nihilizm denilemez. Çünkü ortadan kaybolma ya da u her
eyin duyarlıktan yoksun, geli igüzel ve anlamsız inkâr edili biçiminde,
nihilizme özgü bir duyarlık, dokunaklı ve co ku dolu sözler yoktur. Nihilizmin
hâlâ güçlü görünmesini sağlayan ey u efsanevi enerjisiyle bu efsanevi
radikallik ve yadsıma biçiminin yanısıra, eylerin ortaya çı˘ı biçimlerini
öngörüp, dramatize etme yeteneğidir. Hayâl kırıklığına özgü o nostaljik ve
ayartıcı ses tonunun büyüleyicili
219 Nihilizm Üzerine
ği bile artık hayal kırıklığına özgü bir ey olmaktan çıkmı tır. Buna kısaca
ortadan kaybolma denilmektedir.
Bu, geçen yüzyıl sonuna özgü kara sevda ya da insanı sarıp sarmalayan
cinsten sımsıcak bir melankoli duygusu değildir. Bunun tutkulu bir hınç
duygusuyla her eyi yok ederek ortalığı normalle tirebileceğini sanan
nihilizmle de bir ili kisi yoktur. Hayır, melankoli i levsel sistemlere, güncel
simülasyon, programlama ve enformasyon sistemlerine özgü temel bir
niteliktir. İ lemsel sistemlerde melankoli, anlamın yok edilmesini ya da ortadan
kaybolmasını sağlayan yöntemlerin özünde bulunan bir niteliktir. Bu anlamda
hepimizin melankolik olduğu söylenebilir.