You are on page 1of 229

2

Baskı
ı
1
2
Baskı
� -• . '- ' .. ··-· ···•·•· ·.� .
IÇINDEKILER

9 Gi riş
15 i nsan
17 Milgram Deneyi

33 Hannah Arendt ve "Kötülüğün Sıradanlığı"


37 Stanford Hapishane Deneyi
47 Asch Deneyi

57 Konu Çalışması (1): Kore Savaşı

63 Egitim
6 5 Otoriter Eğitim v e Tektipleştirme
73 Kitlesel Eğitimde Kullanılan Yöntemler
81 Konu Çalışması (2): Türk işi Talim ve Terbiye

99 Konu Çalışması (3): Türk Milli Eğitiminde Lider Kültü


109 Eğitim, Kollektif Kimlik Oluşumu ve Ötekileştirme

119 Modern ite ve Te ktip leşti rme


121 Modernite, Ulus-Devlet, Milliyetçilik

127 Konu Çalışması (4): Türkiye'de Milliyetçilik ve Ulus-Devlet

143 Konu Çalışması (5): Orhan Çakıroğlu: Zamanımızın En Meşhur Polis


Hafiyesi143

151 Kitle Yönetimi


153 Propaganda153
163 Konu Çalışması (6): Türkiye'de Propaganda
183 Militarist Endoktrinasyon183
191 Konu Çalışması (7): 1. Dünya Savaşı'nda "Siper Savaşı"
203 Siyasi Sembolizm (Ya Da Rejimin Gören Gözleri)

215 Organize Dinler215

225 So nuç
229 Bibl iyog rafi
235 Dizi n
L'ARMEI
VOUS·,;
OONNE
UN
METIER

lı yıllarda Fransa'da çıkmış olan ve nihayetinde kapatılan HaraKiri dergisinin "Ordu size ı
iş bulur" başlıklı sayısı.
GiRiŞ

Kitleleri önceden belirlenmiş bir kalıba sokmak ve bu şekilde her­


kesin aynı zihniyet doğrultusunda düşünmesini temin etmek is­
teyen bütün siyasi iktidarların dikkate almak durumunda oldukları
kimi gerçeklikler vardır. Zira yığınları kontrol edebilmek, insan ta­
biatıru ve kitle psikolojisini iyi bilmeyi gerektirir. Bu kitap bugüne
dek sosyal psikoloji alanında yapılmış olan kimi temel çalışmaları
inceleyerek, insanların mükemmelden uzak olan düşünsel yapıla­
rının (1) otorite, (2) kurumlar ve (3) diğer insanlar tarafından ne şe­
killerde manipüle edilebileceği konusunu değerlendiriyor.
Kitle ya da zihin kontrolü konusu, popüler kültürde insanların
karşısına daha çok aksiyon filmlerinde çıkıyor. Özellikle 1980'li yıl­
larda, insanların zihnine hükmederek onları kendi istedikleri şekil­
de robotlaştıran devlet kurumlarını (ya da uzaylıları) konu alan
pek çok film çekilmişti. Daha çok dönemin Marksistlerinin ilgi gös­
terdikleri bu türden konulara sahip olan filmlerin, Amerika Birleşik
Devletleri gibi hükümetten şüphe duymanın siyasi kültüründe
önemli bir yeri olan bir ülkeden çıkması şaşırtıcı değildi.
S E R D A R K A YA

Ancak bu kitapta sözü edilen kontrol, bu türden bir şey değil.


Buradaki kontrolden kasıt, başlangıçta boş bir sayfa (tabula rasa)
hükmünde olan insan zihninin kimi değer yargılanyla şekillenditi­
lerek dünyayı belli bir zihniyetin içerisinden algılayacak hale geti­
rilmesi. Yani, bu kitap, nörolojiden ziyade psikolojinin ve sosyoloji­
nin ilgi alanına giren, beyin kimyasından ziyade eğitim (sosyalizas­
yon) ile ilgili olan, siyasi otoritenin de işin içine girmesi durum un­
1
da ise, siyaset bilimini ve siyasi eğitim (siyasi sosyalizasyon) konu­
sunu da ilgilendirmeye başlayan bir süreci ele alıyor. Bu süreç, in­
sanlara bir şeyleri zorla ya da ilaç tesiriyle değil, gerçekten kendi
kendilerine düşündünneyi ya da yapbrmayı amaçlayan (yani nes­
neleştirilerek istenilen kıvama getirilmiş olan bir insanın, davranış­
larını kendi iradesiyle şekillendirdiğini düşünmesini hedefleyen)
son derece sinsi bir yapıya sahip. Victor Hugo'nun, 1869 yılında
yazdığı "Gülen Adam" (The Man Who l.ııughs) adlı romanında ak­
tardığı bir parça sıradışı bilgiler, bu sinsi yapıya dair bir mukayese
imkanı sunuyor.
Victor Hugo, söz konusu romanında, 17. yüzyılda değişik bir
tür çocuk alım-satımıyla uğraşan kimi insanlardan söz ediyor. Hu­
go'nun çocuk taeiri (comprachico) olarak nitelendirdiği bu adamlar,
küçük yaştaki çocukları satın aldıktan sonra porselen vazolara yer­
leştiriyorlar. Çocukların yıllar boyunca yavaş yavaş büyüyen be­
denleri zamanla porselen vazoların dış kıvrımlarını doldurmaya
başlıyor ve neticede tamamen vazonun şeklini alıyor. Çocuk tacir­
lerinin bunu yapmaktaki amacı, bu yöntemle ürettikleri hilkat ga­
ribelerini panayırtarda sergilenrnek üzere satmak.
Victor Hugo'nun o dönemde sektörleşmiş olduğunu ifade ettiği
bu süreçte, çocuklar, ticari birer hammadde durumunda. Hugo, bu
durumu şu cümlelerle ifade ediyor:

Kabaca "ideolojik eğitim" olarak günlük dile çevrilebilecek olan "siyasi sosyalizasyon" ifade­
si, I ngilizce literatürdeki "political socialization" kavra mına karşılık geliyor. Ancak Türkiye'de
siyasi kelimesi "siyasal" ve "politi k", sosyalizasyon kelimesi ise "sosyalleşme" ve "topl umsal­
laşma" şekillerinde de kullanıldığından, bu kavrama Türkçe literatürde dokuz farklı şekilde
referansta bulunulabiliyor: siyasi sosyalizasyon, siyasal sosyalizasyon, politik sosyalizasyon,
siyasi sosyalleşme, siyasal sosyalleşme, politi k sosyalleşme, siyasi topl umsallaşma, siyasal
topl umsaliaşma ve politik topl umsallaşma.

10
E N D O K T R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E TO P L U M M O H E N D I S L I � I

Çin'de, habrlanması zor zamanlardan bu yana, özel bir sanat ve


endüstride -ilerleme kaydedildi: canlı bir insanı bir kalıpta şekil­
lendirrnek Bir çocuk iki ya da üç yaşında alınır ve az çok grotesk
bir şekle sahip olan bir porselen vazoya konur. Vazonun alb ve
üstü açıkbr ki, çocuğun kafa ve ayakları dışarı çıkabilsin. Vazo,
gündüzleri dikey olarak tutulur, geceleri ise çocuğun uyuyabil­
mesi için yatay hale getirilir. Bu şekilde çocuk gelişerneden bü­
yümeye ve sıkışbnlmış et ve çarpılmış kemikleriyle yavaş yavaş
vazonun dış kıvrımlarını doldurmaya devam eder. Bu şişelenmiş
gelişim birkaç yıl sürer. Bir noktadan sonra, bedeni hasar düzelti­
lemez hale gelir. Bu aşamanın geçilcliğine ve bir canavar üretildi­
ğine kanaat getirildiğinde, vazo kırılır ve çocuk dışarı çıkar. Amk
ortada kap şeklinde bir çocuk vardır.2
İnsandan bir oyuncağın başarılı olabilmesi için, ona erkenden el
atmak gerekir. Bir cüce henüz küçük iken şekle sokulmalıdır. ...
Bu nedenle de böyle bir sanat doğdu. Bir insanı alıp canavar hali­
ne getiren terbiyeciler ortaya çıkb. Bu terbiyeciler bir insan yüzü­
nü alıp, hayvan yüzüne dönüştürdüler. Bedensel gelişimi dur­
durdular. Yüz hatlarını bozdular. Suni yollarla teratolojik vakalar
ortaya çıkarmanın kendine has kurallan vardı. Bu, ortopedinin
antitezi olarak düşünülebilecek bir bilimdi. Tanrı'nın düzgün bir
bakış koyduğu yere, bu sanat bir şaşılık koyuyordu. Terbi}'l!ciler,
Tanrı'nın ahenk koyduğu yere, biçimsizlik, mükemmel bir resim
koyduğu yere ise bir karikatür koyuyorlardı. Ancak uzmanların
gözünde mükemmel olan karikatürdü.3
Çocuk tacirleri çocuklan sadece bedensel özelliklerinden ya da
yüzlerinden değil, [kullandıkları ilaçlarla] hafızalarından da mah­
rum ediyorlardı. Böylelikle çocuk en azından maruz bırakıldığı be­
deni tahribin bilincinde olmuyordu. Bu korkunç cerrahlık zihinle­
4
rinde değil, çehrelerinde izler bırakıyordu.
Victor Hugo'nun bu kitabı yazmasından yaklaşık bir asır sonra,
Ayn Rand bu konuya yeni bir açılım getirdi ve günümüz eğitimci-

Hugo, Victor. 1869. The Man Who Laughs. New York: University Press Company Publishers.
32.
Hugo 25- 26.
4
Hugo 31.

11
S E R D A R KAYA

lerinin 17. yüzyıl çocuk tacirlerinin modem dönem varisieri oldu­


ğunu, ancak bu iki grup arasında belli farklılıklar bulunduğunu
5
söyledi. Rand'ın söz konusu farklılıkları temel alarak yaptığı karşı­
laştırmalı değerlendirmeler şu maddelere dökülebilir:
• Günümüz eğitimcileri çocukları satın almıyorlar, çocuklar on­
ların ayaklarına getiriliyor.
• Eğitimciter, narkotik ilaçlar kullanmıyorlar. Çocukları gerçek­
liğin tam anlamıyla farkına varmalarından önce alıp, bu far­
kındalığı geliştirmelerini engelliyorlar.
• Eğitimcilerin yaptıkları çocukların bedenlerinde değil, zihinle­
rinde izler bırakıyor.
• EğitimeHer işlerini gizlice değil, açıktan yapıyorlar.
• Eğitimeiter çocukları vazolara yerleştirip bedenlerinin şeklini
vazoya uydurmuyorlar. Onları okullara yerleştirip topluma
uyduruyorlar.
• Öncüileri ameliyatı gizleyip, ameliyatın sonuçlarını teşhir
ederken, eğitimeiter bu durumu tersine çeviriyorlar: Ameliyat
açıktan gerçekleştirilirken, sonuçlar gizleniyor.
Rand, çocukların, geçmişte olduğu gibi, bugün de maruz bırakıl­
dıkları tahribin farkında olmadıklarını ifade ediyor. Bu farkında
olmama durumunun, başkalarınca kullanılıyor olmakla ilgili oldu­
ğu söylenebilir. Victor Hugo'nun sözünü ettiği acımasız taeirierin
eline düşen ve onların maddi hesapları çerçevesinde kullanılan ço­
cuklar, günümüzde de modem döneme özgü bir olgu olan "kitlesel
zorunlu eğitim" bünyesinde kullanılmaktalar. Siyasi iktidarın kont­
rolünde gerçekleşen bu süreçte, çocukların dış dünyayı algılama ve
anlamiandırma şekilleri tesir altına alınarak toplumun genelinin
önceden belirlenmiş normlar çerçevesinde sistematik bir biçimde
disipline edilmesi sağlanıyor. Rand, bu benzerliğe gönderme yapa­
rak günümüz eğitimcilerini "çocuk zihni tacirleri" (comprachicos of
the mi nd) olarak nitelendiriyor.
Rand'ın yaklaşımı, Türkiye'de hakim olan ve eğitimi "her daim
olumlu" bir süreç olarak algılama eğilimi gösteren yaklaşım ile ta­
ban tabana zıt. Ancak bu noktada, üniversitelerinde (ve bilhassa

Ra nd, Ayn. 1971. The New Left: The Anti-lndustrial Revolutian. New York: Pl ume. 154.

12
E N D O K T R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

sosyal bilimler ve beşeri ilimler alanındaki bölümlerde) gerçekten bil­


gi üretilen ülkelerdeki hakim yaklaşımın Türkiye'dekinden ziyade
Rand'ın yaklaşırnma yakın olduğunu da belirtmek gerekli. Dahası,
benzeri eleştirel yaklaşımlar yıllardır Batıdaki popüler kültürün
içine de fazlasıyla nüfuz etmiş durumda. Pink Floyd'un 1979 yılın­
da piyasaya çıkan ve "Bizim eğitime ihtiyacımız yok 1 Bizim dü­
6
şünce kontrolüne ihtiyacımız yok" sözlerini içeren ünlü şarkısının,
bu durumun en bilinen örneklerinden biri olduğu söylenebilir.
The Wall albümünün piyasaya çıkmasının ardından otuz yılı aş­
kın bir zaman geçti. Ancak Türkiye hala sosyalizasyon ve düşünce
kontrolünü "Eğitim Şart!" düzeyinde algılayan bir noktada. Bu du­
rumun değişebilmesi için, insana ve insanlığa daha geniş bir pers­
pektiften bakabilrnek ve otorite, ulus-devlet ve moderniteyi veri
kabul etmek yerine sorgulayabilmek gerekiyor. Bu kitap, bu çerçe­
vede, ilk olarak, insanın otorite, çevre ve çoğunluk karşısında sergile­
diği davranışları ele alan başlıca sosyal psikoloji deneylerinin bul­
gularını inceleyerek insan tabiatı konusunda belirgin bir temel
oluşturmaya çalışıyor. Ardından da, eğitim, modernite, tektipleştirme
ve kitle yönetimi gibi konuları Türkiye'den ve dünyadan örneklerle
ele alarak günümüzde insan algılarının nasıl şekillenmekte olduğu
hakkında çeşitli değerlendirmelerde bulunuyor.

"We don't need no education 1 We don't need no thought controiN (Another Brick in the
Wo/1, Pink Floyd / 1979).

13
BÖLÜM1

iNSAN
1. MILGRAM DENEYI

"İnsanlığın uzun ve iç karartıcı tarihine baktığınızda, korkunç


suçların isyandan çok itaat adına işlendiğini görürsünüz."
C. P. Snow
"Savaşlarda, askerlerin niyetleri ile onları savaşa gönderen siyasi
liderlerin niyetleri arasında her zaman bir fark vardır. "
HowardZinn

İnsanın otoriteye karşı ne derece zayıf olduğu, otoriteye itaat etme


adına ne kadar ileri gidebileceği ve otoritenin insanları kontrol ede­
bilme adına ne kadar belirleyici olabileceği gibi konularda en çar­
pıcı deneylerden biri, 1961 yılındaYale Üniversitesi sosyal psikoloji
profesörü Stanley Milgram (1933-1984) tarafından yapıldı. Mil­
gram'ı, otoritenin insan psikolojisi üzerindeki etkilerini ölçmeyi
amaçlayan bir deney yapmaya yöneiten olay, (deney başladığında
üç aydır Kudüs'te yargılanmakta olan) Nazi Almanyası savaş suç­
lusu Adolf Eichrnann hakkındaki düşünceleri olmuştu. Milgram'a
göre Eichrnann'ın, sadist bir canavar değil, sadece kendisine verilen
1
emirleri yerine getiren bir asker olması pekala mümkündü. Bir
başka deyişle, insanlık tarihi boyunca gerçekleşen korkunç olaylar,
canavar ruhlu insanların eseri olmaktan ziyade, masasında oturup
kendisine verilen görevleri yerine getiren sıradan insanların (etiğini
sorgulamadan) yaplıkları işlerin bir sonucu olabilirdi. Milgram, bu
düşüncesini test edebilme adına, insanların bağlı bulundukları bir
otoriteden aldıkları emirlere hangi noktaya kadar itaat etme eğili­
minde olduklarını, mesela o yönde bir emir almaları durumunda
hiçbir kişisel düşmanlık beslemedikleri kimselere eziyet edebilip
edemeyeceklerini ölçmek istemişti.

Milgram, Stanley. 1974. Obedience to Authority: An Experimental View. New York: Harper's
& Row. S
S E R DA R KAYA

Deney Tasarımı
Milgram deneyi, farklı yaş ve meslek gruplarından insanların katı­
lımıyla gerçekleştirildi. Deneklere, öğretmen ve öğrend olmak üzere
iki gruba ayrılacaklan ve deneyin "cezanın öğrenme üzerindeki
etkisi"ni ölçeceği söylendi. Buna göre, denek öğretmen ve denek öğ­
renci, birbirlerini göremeyecekleri, ama teknik cihazlar vasıtasıyla
sesli iletişim kurabilecekleri iki farklı odaya almacaktı. Denek öğ­
retmenler, kendileriyle aynı odada bulunacak olan bir uzmanın
yönetiminde denek öğrenciye sorular soracaklar, yanlış cevap al­
maları durumunda da, diğer odadaki denek öğrenciye 15 volt gü­
cünde bir şok gönderecekleri. Dahası, denek öğretmenler aldıkları
her yanlış cevapta voltajı 15 volt kadar artıracaklardı. Ancak Milg­
ram deneyinde denek öğretmenlerden gizlenen bir şey vardı: De­
nek öğretmeniere denek öğrenci olarak tanıtılan kişi, aslında deney
ekibindendi. Bir başka deyişle, deneyde denek öğretmenlerden
başka denek yoktu. Ve elbette (denek öğretmeniere söylenenin ak­
sine), deneyde "cezanın öğrenme üzerindeki etkisi" ölçülmüyordu.
Milgram'ın bu deneyde ölçmek istediği şey, denek öğretmenle­
rin, yönetici durumunda uzmanın emirleri doğrultusunda voltajı
ne kadar yükseltecekleriydi. Milgram böylelikle, sıradan, ortalama
insanların, bir otoritenin güdümüne girdiklerinde başka insanlara
ne kadar eziyet edebilecekleri konusunda bir fikir elde etmeyi
amaçlıyordu.
Milgram deneyinde elektrik şoku cezasına 450 volt gibi son de­
rece yüksek bir üst limit belirlendi. Denek öğretmenierin voltaj se­
viyelerini sadece bir rakamdan ibaret görmelerini engelleme adına,
kullanacakları cihazlar üzerindeki voltaj düzeyleri üzerine (sırayla)
"Hafif Şok", "Orta Dereceli Şok", "Güçlü Şok", "Çok Güçlü Şok",
"Şiddetli Şok", "Aşırı Şiddetli Şok" ve "Tehlike: Ağır Şok" şeklinde
açıklamalar da yazıldı.
Fazlasıyla acı verici seviyelerde seyredip öldürücü düzeylere
ulaşacak olan elektroşok, elbette diğer odadaki (sözde) denek öğ­
renciye verilmeyecek, denek öğretmeniere önceden kaydedilmiş
olan sesler dinletilecekti. Bu doğrultuda, 120 voltta öğrenci c anının
yanmaya başladığını söyleyecek, 150 volttan sonraki seviyelerde
"Deney Yöneticisi! Beni buradan çıkar!" diye bağırmaya başlayacak,

18
E N D O K T R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

180 volttan sonra, "Acıya dayanamıyorum!" diye bağıracak, 270 volt­


ta ise acı içerisinde bir çığlık atacak, 315 volt seviyesinde çığlıklar
daha şiddetli hale gelecek, 330 volt seviyesinden itibaren ise arhk
kendisinden herhangi bir ses çıkmayacak ve dolayısıyla diğer oda­
daki denek öğretmenin o noktadan sonra öğrenciye ne olduğunu
2
bilmesi mümkün olmayacaktı.

��·
-·-

3
Milgram Deneyi Ortamı

Deney başlamadan önce fikirleri alınan psikiyatrlar, bu şartlar al­


tında, (1) denekierin çoğunun 150 voltun ötesine geçmeyeceklerini,
(2) yüzde dördünün 300 volta kadar gelebileceğini, (3) son nokta
olan 450 volta ise, ancak aklından zoru olan, "deliliğin uç nokta­
sındaki" (pathological fringe) kimselerin gitmek isteyeceğini, ki bu
türden insanların oranının da yüzde bir ya da ikiyi geçmediğini
4
söylediler. Psikiyatrların bu görüşü, insanların temelde iyi olduk-

Milgra m 23.
Milgram 91.
4
Milgram 31.
S E R DA R KAYA

ları, masum insanları incitmek istemeyecekleri ve kendi kararlarını


kendileri alıp uygulayabilecekleri yönündeki varsayımiara dayanı­
yordu. Bu yaklaşıma göre, denek öğretmenler, deneyi yöneten uz­
man deneyin devam etmesini istese de, bir noktadan sonra onu din­
lemeyerek yüksek voltaj uygulamayı reddedeceklerdi.
Deney Sonuçları
Deney sonuçları psikiyatrların öngörülerinin tamamen temelsiz ol­
duğunu ortaya çıkardı. 40 denekten 26'sı (yani denekierin %65'i),
450 voltluk üst sınıra kadar denek öğrenciye elektrik verdiler. De­
neklerin çoğunun bunu yapmaktan rahatsızlık duydukları ve hatta
deneyden sonra bunu yapabildiklerine inanamadıklarını ifade et­
tikleri gözlense de, bu durum, saclist olmayan, rastgele seçilmiş sı­
radan insanların, kendilerine hiçbir fiziksel zorlama yapılmadığı
halde, sırf orada oturan ve yaphğı işin uzmanı olduğu kabul edilen
biri kendilerinden öyle istediği için, tamamen masum olan bir in­
sana çok yüksek dozda elektrik verebiimiş oldukları gerçeğini de­
ğiştirmiyordu.
Bu noktada, deney esnasında, deney yöneticisi durumundaki
uzman ile denek öğretmen arasındaki ilişkinin mahiyetinin ve de
söz konusu uzmanın deneye devam etmesi adına deneğe neler söy­
lediğinin incelenmesi önem kazanıyor. Milgram deneyinde, deney
yöneticisi, deneyin gidişatını denek öğretmen ile aynı odada bulu­
nan masasından takip ediyor ve diğer odadaki öğrencinin çektiği
acıya karşı kayıtsız tavırlar sergiliyordu. Deney yöneticisi, denek
öğretmenin çekincede kaldığı durumlarda onunla konuşuyor, an­
cak denek öğretmeni hiçbir şekilde elektrik vermeye zorlamıyordu.
Bir başka deyişle, düğmeye basmaması durumunda denek öğret­
menin karşılaşabileceği hiçbir ciddi yaphrım söz konusu değildi.
Ortada sadece aynı odada diğer masada oturan bir bilirkişinin, ya­
ni "otoritenin" sözleri vardı.
Söz konusu otoritenin, (deney tasarımı aşamasında belirlenen)
sözleri dört aşamadan oluşuyordu. Denek öğretmen ilk kez çekince
gösterdiğinde, otorite kendisine sadece, "Lütfen devam et" diyor­
du. Benzeri bir durumla tekrar karşılaşıldığında (ya da aynı aşa­
mada olunmasına rağmen denek öğretmen halen devam etmek is­
temediğinde), ikinci cümle, "Deney, devam etmeni gerektiriyor"

20
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

oluyordu. Üçüncüde ise, biraz daha güçlü kelimeler seçilerek, "De­


vam etmen kesinlikle şart" deniliyordu. Son cümle ise, "Başka se­
5
çeneğin yok, devam etmelisin" şeklindeydi. Dördüncü cümlenin
ardından denek öğretmen yeniden itiraz ederse, deney sona eri­
yordu.
Deneyde, bir otoriteden gelen emirlerin insan davranışlarını
kontrol edebilmekte ne denli tesirli olabildiğinin ölçüldüğü düşü­
nülecek olursa, denek öğretmenierin denek öğrenciye yüksek vol­
tajda elektrik vermeye devam etmeleri için odanın bir köşesinde
oturan bir uzmanın bu dört cümlesinin yeterli olduğu söylenebilir.
Oda içerisindeki öğrencinin 330 volt seviyesinde (tekrar) acı içinde
çığlık atmasının ardından sesinin kesilmiş olmasına rağmen, denek
öğretmenierin %65'inin tam sekiz kez daha öğrenciye giderek yük­
.
selen seviyelerde elektri k vermeye devam ederek maksimum nokta
olan 450 volta kadar çıkabilmiş olmalan deneye son derece kor­
kunç bir boyut daha getiriyor. Şöyle ki, denek öğretmen 330 volt
seviyesinden sonra sorduğu sorulara herhangi bir yanıt alamadı­
ğından, doğal olarak deney yöneticisine ne yapması gerektiğini so­
ruyordu. Deney yöneticisi de, (önceden belirlenen deney kuralları
gereği) kendisine, öğrenciye birkaç saniye süre tanım asını, bu süre
zarfında herhangi bir yanıt almazsa bunu "yanlış cevap" olarak
değerlenditip elektrik vermeye devam etmesini söylüyordu.
Farklı Deney Koşullan
Milgram, üç ayn kontrol deneyi oluşturmuştu. Bu kontrol deneyle­
rinden ilkinde (voice Jeedback), denek öğrencinin bütün tepki ve şi­
kayetleri odanın duvarından çok daha kolay bir şekilde duyulabi­
liyordu. İkinci deneyde (proximity), denek öğrenci, denek öğretmen
ile aynı odaya konmuştu. Üçüncü deneyde (touch proximity) ise,
denek öğretmen, öğrenciye sadece ve sadece öğrenci elini iletken
bir plakanın üzerine koyduğunda elektrik verebiliyordu. Yine sa­
dece üçüncü kontrol deneyine mahsus olarak, öğrenci 150 volt se­
viyesine gelindiğinde elini iletken plaka üzerine koymayı reddedi­
yor ve serbest bırakılma talebinde bulunuyordu. Bunun üzerinde

5 Milgram 21.

21
S E R D A R KAYA

de, deney yöneticisi, denek öğretmenden öğrencinin elini alarak


iletken plakaya bashrmasını istiyordu.
Kontrol deneylerinin sonuçları, denek öğretmenin elektrik ver­
mek durumunda olduğu öğrenciye yakınlığının arttığı ölçüde itaa­
tin azalma gösterdiğini ortaya koydu. Orijinal deneyde itaatsizlik
sadece o/o35 seviyesinde iken, kontrol deneylerinde .
bu oran (sıra-
6
sıyla) o/o37,5, %60 ve %70 oldu.
Bu sonuçlar, insanların görmedikleri ya da en azından doğrudan
temasları olmadığı kimselere karşı çok daha acımasız olabilecekle­
rini ima ediyordu. "Yüz yüze olma etkisi" sadece denek öğretmen
ile öğrenci arasında değil, deney yöneticisi ile denek öğretmen ara­
sında da etkili olmuştu. Şöyle ki, deney yöneticisinin (bilerek) oda­
nın dışına çıktığı zamanlarda, denek öğretmenierin hile yaparak
normalde vermeleri gerekenden daha düşük dozda elektrik verdik­
7
leri gözlenmişti. Ancak deney yöneticisi odadayken (ve öğrenci
kapalı kapı ardındayken}, denek öğretmenler, öğrencinin değil,
deney yöneticisinin isteklerini dikkate alma eğiliminde olmuşlardı.
Deney sona erdikten sonra yapılan mülakatlarda, kimi denek öğ­
retmenlerin, öğrencinin kapıyı yumruklamasına rağmen içeride
gerçekten bir insan bulunduğunu umursamadan elektrik vermeye
devam etmiş olmalarını ilginç buldukları gibi anekdotlar aktarmış
olmaları da bu sonuçlan teyit ediyordu.
Deney Sonuçlan Hakkında DiOer Detaylar
• Pek çok denek, deney sırasında, '�dam rahatsızianmış olabi­
lir, bu yaptığımız gerçekten doğru mu?" gibi sorular sorsa da,
elektrik vermeye devam etti.
• Deney yöneticisinin sert mizaçlı olup olmaması, deney sonuç­
larını değiştirmedi.
• Kadın denekierin itaat etme ortalaması erkeklerinkinden çok
farklı olmadı.

6
Milgram 35.
Denekierin çoğu, bu tür durumlarda mini mum seviye olan 15 volt düzeyinde elektrik ver­
meyi tercih etmişti.

22
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

• Yale Üniversitesi'ne duyulan güvenin sonuçlan etkiliyor olabi­


leceği düşüncesiyle başka bir yerde tekrarlanan deneylerde de
yakın sonuçlara ulaşıldı.
• Kimi deneylerde (sözde) denek öğrenci, deney yöneticisine,
"Durmanızı istersem duracaksınız değil mi?" diye sorduğun­
da deney yöneticisi, onaylayıcı bir tonda mınldandı. Ancak
ilerleyen dakikalarda voltaj yükselip de denek öğrenci dene­
yin durdurulması için yalvarmaya başladığında, denek öğ­
retmenlerin çok azı bu sözlü anlaşmayı deney yöneticisine ha­
tırlattılar.
• Kimi deneylerde öğrenci, kendisinden önce deney yöneticisi­
nin öğrenci olarak prova yapmasında ısrarlı davrandı ve de­
ney yöneticisi gerekli rolü yerine getirmek üzere öğrenci oda­
sına geçti. Y üksek voltaj seviyelerinde gelindiğinde, öğrenci
koltuğundaki deney yöneticisi, salıverilmesi konusunda yal­
varmaya başladı. Ancak yönetici koltuğunda oturan öğrenci,
denek öğretmenlerden devam etmelerini talep etti. Fakat de­
nek öğretmenler onu değil, gerçek otorite sahibi olan deney
yöneticisini dinlediler.
• Kimi deneylerde Milgram üç denek öğretmen kullandı. An­
cak bu üç denek öğretmenden ikisi, deney ekibindendi. De­
ney esnasında bu öğretmenlerden önce biri, sonra da diğeri
deney yöneticisine itaat etmeyerek deneyi terk etti. Bu deney­
lerde, denekierin %90'ı deneye devam etmeyi reddederek ay­
nı şekilde deneyi terk ettiler.
• Kimi deneylerde, elektrik verme işi için (deney ekibinden) ay­
rı bir kişi tahsis edildi. Bu deneylerde denek öğretmen yine
işini yapıyor, ama iş elektrik vermeye gelince düğmeye diğer
kişi basıyordu. Bu deneylerde, 450 volta kadar çıkan denekie­
rin oranı %65'ten %92,5'e yükseldi. Yani denek öğrenciye doğ­
rudan acı vermeyen denek öğretmenler, yaşananlara çok daha
az itiraz ettiler.
Milgram Deneyinin Hayata Uygulanması
Milgram, denekierin davranışlarını açıklama adına deney esnasın­
da gözlemlenen pek çok davranışı analiz etti. Ancak Milgram'ın

23
S E R D A R KAYA

tespitlerinden dört tanesi, dünyanın çeşitli yerlerindeki otoriteler


tarafından korkunç şeyler yapmaları emredilen insanların neden
olduklan vahşetin ne şekillerde akla uydurulduğu ifade ediyor ol­
ması itibariyle özellikle dikkat çekiciydi:
• Denekler, kendilerini deneyi uygulayan otoritenin bir aracısı
olarak gördükleri için, olan bitenden soruı:nlu olmadıklarını
düşündüler.
• Denekler, olan bitene kişisel olmayan bir nitelik addettiler.
"Deney" kişiseilikle ilgisi olmayan bir güce sahip olan müsta­
kil bir varlık haline geldi. Deney devam etmeliydi. Denek, bu
noktada, deneyin insan icadı olduğu gerçeğini görmemeye
başladı.
• Denek öğretmenierin çoğu, denek öğrenciye verdikleri acıyı
akla uydurabilmek için, öğrenciyi algılayış şekillerini değiş­
tirdiler. Öğrenciyi değersiz ve elektrik verilmeyi hak eden ap­
tal bir kişi olarak görmeye, yani onu dehümanize etmeye baş­
ladılar.
• Kimi denekler deneyin yanlış olduğunun başından beri far­
kında olduklarını ve bu düşüncelerinin doğru olanı görebil­
dikleri konusunda onları bir şekilde tatmin etmeye yardımcı
olduğunu söylediler. Ancak eyleme dökülmemiş düşüncenin
ahlaki açıdan faydasız bir koruyucu olduğunu görememişler­
di.
Stanley Milgram'ı böyle bir deney yapmaya her ne kadar Il. Dünya
Savaşı esnasında Nazi Almanyasında yaşanan korkunç katliamlar
yöneltmiş olsa da, farklı derecelerde tahrip, acı, vahşet ve ölüm
içermekle birlikte, hemen her savaşta çok da farklı olmayan kor­
kunç öğelere rastlandığı söylenebilir. Dahası, iriSanın iriSana (fizik­
sel olan ya da olmayan) eziyetlerde bulunması, barış zamanlannda
gerçekleştirilen kimi uygulamalarda da sıklıkla rastlanan bir du­
rum. Ancak "insanların üzerinde" olduğu varsayılan bir otoritenin
katliam emri hangi koşullarda ve şekillerde gerçekleşticilmiş olursa
olsun, Milgram'ın tespitleri arasından yukanda alıntilanan dört ta­
nesi, bu türden olayların gerçekleştirilmesinde kullanılan kişilerin
harekete geçirdikleri savunma mekanizmalarını açıklayabilmesi

24
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O PLU M M O H E N D I S L I � I

adına fazlasıyla önemli. B u dört tespiti (sırasıyla) yine dört başlık


altında incelemek gerekirse:
1. Kişiliklerin Yok Edilmesi: Hiçbir otorite, kullandığı insanların dav­
ranışlarını bir anda tesir altına alamaz. Böyle bir kontrolün gerçek­
leşebilmesi için, bireylere belli algı ve değer yargılannın telkin
edilmiş olması gerekir. Devletin manevi şahsının, temsil ettiği de­
ğer ve sembollerin ya da devleti temsil eden şahıstann yüceltilmesi'
ile oluşturan bir kilit, hayatın her alanına yansıyan belli ön-kabul
ve norinlara sahip olan yaygın bir töre oluşturur. Gerçekte varol­
mayıp insanlar tarafından ortaya çıkarılmış olan ve sadece genel
kabule dayanıyor olması nedeniyle de objektif değil, kurgusal bir
değere sahip olan böyle bir konseptin kullanılmasıyla vatandaşiara
boyun eğme eğilimi kazandırılması, sonraki yıllarda gelecek olan
"fedakarlık talebi" için zemin hazırlar. Bu şekilde zihniyeti inşa
edilen bir insanın, belli konularda özgür düşünebilmesi, kendi
kendine ya da kendisi adına karar alıp uygulayabilmesi mümkün
olmaz. Daha da kötüsü, bu duruma düşmüş olan bir kişi, zaman
zaman kimi özeleştirilerde bulunsa dahi, söz konusu gerçeklik
hakkında nasıl bir yargıda bulunduğunun tam olarak, kuşahcı bir
şekilde farkına varamaz. Çünkü bu şartlar altında, kişi, gerçek in­
sanlardan çok, insanlar tarafından var edilen kurgusal varlıklar ba­
zında düşünmektedir.
Böyle bir kişi, örneğin, 9 Ağustos 1945 tarihinde AB'nin Naga­
saki'ye atom bombası athğını düşünür. Gerçekte, o bombayı Naga­
saki üzerine bırakan kişinin Massachusetts eyaletinin Lowell şeh­
rinde doğmuş olan Charles Sweeney (1919-2004) adlı biri olduğunu
belki bilir. Ama bu bilgi, onu bu düşüncesinden vazgeçirmez. Çün­
kü kişi, Sweeney'nin yüksek bir otorite tarafından kendisine verilen
görevi yerine getirdiğine inanmakta ve hatta üniforması içerisin­
deyken onu müstakil bir insan değil Amerikan ordusunun bir pilo­
tu olarak görmektedir. Halbuki Nagasaki'de ölen yaklaşık 70.000
insandan dönemin ABD hükümeti de sorumlu olsa dahi, onları
doğrudan (uçuş ekibindeki diğerleri ile birlikte) Sweeney öldür­
müştür ve bu katHarnın suçlusu herkesten önce odur. Ancak insan­
lardan ziyade genel kabule dayanan kurgular ekseninde düşünme­
ye alışkın olan bir kişi, emir alan Sweeney'yi kü� emri veren

25
S E R DA R K A Y A

otoriteyi ise büyük görerek, Sweeney'yi kendisine verilen emri uy­


gulamak durumunda olan bir piyon olarak algılar. Hatta Sweeney'
nin öldürdüğü Japonlarm yakınları dahi, öfkelerini öncelikle ona
değil, Amerika Birleşik Devletleri'ne yöneltirler.
İnsanların bu şekilde köleleştirilmesi ve kişiliklerinden soyutla­
narak "kollektif" ya da "milli" nesneler haline dönüştürülmesinin
bir sonucu olan bu durumun benzerlerine, sadece savaş' gibi ola­
ğandışı şartlar altında değil, günlük hayat içerisinde de sıklıkla
rastlanır. Örneğin, bir idam mahkumunun infazını gerçekleştiren
bir cellat, bu ölümden herkesten önce sorumludur- çünkü mah­
kumu o öldürmüştür. Otorite sahibi olan bir devlet kavramı, bu tür
eylemleri kitlelerin gözünde meşrulaştırma işlevi görür. Bu şekilde
mesuliyet duygusundan soyutlanan insanlar, otoritenin uygun
gördüğü şekilde kullanılabilir hale gelirler. Buna savaşlarda (ve
hatta iç savaşlarda) ölmek ve öldürmek de dahildir. Mesela I. Dün­
ya Savaşı yıllannda görev yapan Amerika Birleşik Devletleri Baş­
kanı Woodrow Wilson (1856-1924), devam etmekte olan savaşın
nedenlerini anlamanın pek çok ülke için epey zor olduğunu, hatta
bu ülkelerin savaşa girmeleri durumunda tam olarak hangi amaç
8
için savaştıklarını dahi bilemeyeceklerini söylemişti. Yani cephede
savaşan ve karşıtarına çıkan tanımadıkları insanları öldüren (ya da
onlar tarafından öldürülen) askerler bir yana, savaş kararını alan
devlet otoritesi içerisindeki insanların bile bilemerlikleri nedenler­
den ötürü şiddet devam edecektir. Ancak asıl önemli olan, şiddetin
gerek karar alıcılarının, gerekse uygulayıcılarının, yaptıkları işlerin
sevimsizliğinin farkında olsalar dahi, bu durumu kişiselleştirmiyor
oluşlarıdır.
2. Kurgunun Yörüngesine Girme: Kişiliğin yok edilmesinin doğal bir
sonucu olarak, insanlar kendi dünyalarında (ya da kendi aralann­
da kurdukları dünyada) değil, başkalarının onlar için kurdukları
dünyanın gerçekliği içerisinde yaşamaya başlarlar. Bu nedenle de,
düşünce ve davranışlannı, (farkında dahi olmadan) bu kurgusallık
üzerinden manalandırırlar. Bu şekilde kurgunun içerisinde kendi­
lerine biçilen rolü oynamaya devam ettikleri ölçüde kendileri ol-
8
Waltz, Kenneth. 1959. Man, the State, and Wor: A Thearetical Analysis. New York: Colum­
bia University Press . 7.

26
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

maktan uzaklaşır ve neticede temel varsayımlarını sorgulamadık­


ları ortamın öngördüğü kalıplar doğrultusunda şekillenmiş olurlar.
Modem dönemde bu kurgunun en önde gelen karşılığı ulus­
devlettir.
3. Dehümanizasyon: İnsanların kendilerine yalan söyleyebilme ama­
cıyla kullandıkları bir psikolojik savunma mekanizması olan akla
uydurma, belli kişilere yapılan (ya da yapılacak olan) kötülüklerin
mazur gösterilebilmesi kaygısı söz konusu olduğunda da gözlenir.
Buna göre, kendilerine kötülük yapılan kişilerin aslında değer­
siz, aşağılık kimseler oldukları ve dolayısıyla da kendilerine yapı­
lanları hak ettikleri düşünülür.
Milgram deneyi örneğinde kişisel bazda gerçekleşen dehüma­
nizasyon, her ikisi de moderniteye ait gerçeklikler olan milliyetçi ve
militarİst ideolojiler söz konusu olduğunda kitlesel bazda ötekileş­
tirmeler yapmakta kullanılır. Kitlesel eğitim ya da askerlik eğitimi
bünyesinde insanlara kendi ırki, milli, medeni ya da kültürel de­
ğerlerinin üstün olduğu ve (dolayısıyla) dünyanın geri kalanının
(ya da spesifik olarak belli düşmanların) aşağılık, kötü (ve dolayı­
sıyla kendilerine kötü şeyler yapılmasını hak eden) varlıklar olduk­
Iarı fikri telkin edilerek, hem analiz biriminin bireyler değil toplu­
luklar olduğu ima edilir, hem de geçmişte işlenmiş ya da gelecekte
işlenmesi muhtemel olan kimi suçlar mazur gösterilir. ABD'de
geçmişte Afrika kökenli insanların köleleştirilmesinin yüzyıllar bo­
yunca hemen herkes tarafından gerekçelendirilebilmiş olmasını da,
halen Kristof Kolomb'u yücelten ve kızılderilileri ilkel yaratıklar
olarak tasvir eden kimi süpremasist yazarların argümanlarını da
aynı dehümanizasyon çerçevesine dahil etmek mümkündür.
Dehümanizasyonun her türlüsünün ciddi bir empati yoksunlu­
ğu doğuracağı ve kişiyi sağlıklı karar almaktan uzaklaşhracağı söy­
lenebilir. Mesela Milgram deneyinde, denekler, denek öğretmen ile
dene k öğrencinin kahlımcılar arasından kura ile belirlendiğini zan­
nediyorlardı. Bu nedenle de, herbiri, diğer odada pekala kendisinin
de bulunabileceğini düşünmekteydi. Hatta Milgram, sonuçların
güvenilirliğini temin etme adına, denek öğretmeniere (elektrik ve­
receklerini zarınettikleri öğrenci ile empati kurabilmelerini kolay

Z1
SERDAR KAYA

9 Ağustos 1945 tarihinde Nagasaki şehri üzerine atom bombasını bırakan pilot
9
Charles Sweeney (1919-2004)

9
Kaynak: United States Air Force.

28
E N D O K T R I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O PL U M M O H E N D I SLIQI

laşhrabilmek için) deneyden önce 45 voltluk elektrik vermeyi dahi


ihmal etmemişti. Ancak buna rağmen, pek çok denek doğru cevabı
bilemeyen öğrenciyi dehüınanize etmekten geri durmadı. Bu du­
rum, özellikle ülkeler ya da etnik gruplar arasında tansiyonun yük­
seldiği dönemlerde düşman bellenen insan gruplarının ölmeyi hak
ettiklerini düşünen (hatta düşünmekle de kalmayıp onları öldüren)
kitlelerin, kendilerinin de o grubun bir ferdi olarak doğmuş olabi­
leceklerini akıllarına getinnemelerine benzetilebilir.
4. Eylemsizliğin Akla Uydurulması: Amaçlarına ulaşabilmek için in­
sanları sindinnek zorunda olan otoriter rejimlerde, sindirilmişliğin
korkaklık, korkaklığın da eylemsizlik doğurması doğaldır. Doğası
gereği onurunu muhafaza etme eğiliminde olan bir insanın, bu ey­
lemsizliği de olduğu gibi içselleştirmeyip çeşitli şekillerde akla uy­
durmaya çalışması anlaşılabilir bir tavır. Düşündüklerini söyleye­
meyen, etrafiarında yanlış buldukları kimi olaylar cereyan etse de
seslerini çıkarıp itiraz etme cesaretini gösteremeyen ve hepsinden
önemlisi, kendi doğru bildiklerini dile getirip konumlarını riske
atmaktansa, yanlış olduğunun farkında oldukları şeyleri yapmaya
devam eden ve bunu yaparken de başkalarının canlarını yakmakta
olduklarını gören insanlar, bütün bu olan bitenin ne anlama geldi­
ğinin aslında farkında olmalarına rağmen itaatsizlik etmekten çe­
kinirler. Bu da içsel bir çatışmaya yol açar. Bu çatışmanın çözüm­
lenmesi de, insanların yapmakta olduklan yaniışı terk etmelerin­
den ziyade, psikolojik savunma mekanizmalarını devreye sokarak
otorite karşısındaki ezilmişliklerini mazur göstermeye çalışmaları
ile olur.
Bu noktada, otoritenin, hakimiyetini ancak insanın içindeki ce­
saret ve onur hissini kırabildiği müddetçe sürdürebileceğini söy­
lemek de mümkün. Bu durumun bir alternatifi de, söz konusu ce­
saret ve onur hissini manipüle ederek başka alanlara kaydırmak ve
insanlara yerine getirdikleri görevlerin onurlu ve cesaret gerektiren
işler olduğu düşüncesini telkin etmektir.
Otoritenin yörüngesine girerek köleleştirilen ve hatta "emir ku­
lu" gibi ifadelerle bunu kendi ağızlarından itiraf etmekte dahi
mahzur görmeyecek hale getirilen insanların sayıca çokluğu, aynı
zamanda toplumun özgürlüğünün önündeki en büyük engeller-

29
S E R DA R KA YA

den biridir. Bir başka deyişle, otorite tarafından kullanılmayı red­


deden ve böylelikle otoriteyi "kuklasız" bırakan insanların çoklu­
ğu, özgürleşmenin gerek şartlarındandır. Çünkü uzuvlan olmayan
bir bedende, beynin düşünceleri eyleme dökülemez. (Bu durum ,
uzuvları olan, ancak beyinlerini kullanamaz hale getirilmiş olan
kişiliksiz rejim nesnelerinin içinde bulundukları halin tersine karşı-
·

lık gelir.)
Genel Bir Oegerlendlnne
Milgram deneyinin bulguları her ne kadar çarpıcı olsa da, hayatın
gerçekleri ile karşılaştınldığında yine de epey iyimser bir tabloya
karşılık gelir. Zira Milgram deneyi, hakkında çıkarsamalarda bu­
lunmaya çalıştığı gerçek dünyadakine nispeten çok daha fazla em­
pati ve özgür düşüncenin bulunduğu bir ortamda gerçekleşmişti.
Öğretmeniere öğrencinin konumunda da olabilecekleri açıkça his­
settirilmiş, elektrik verilmenin nasıl bir his olduğunu anlayabilme­
leri için kendilerine küçük bir şok dahi uygulanmıştı. Tek taraflı
bilgilendirmenin, sübjektivitenin ve dehümanizasyonun hakim ol­
duğu gerçek dünyada bu durumun her zaman söz konusu oldu­
ğunu söyleyebilmek epey zor.
Deneklerdeki otorite ve itaat algısı da, çok kısa süreli bir şekil­
lendirmenin eseriydi. Denekierin uzun bir süre boyunca endok­
trine edilerek (ulus-devletler gibi) kurgusal bir varlık olan deneyin
kutsanması ya da deney yöneticisinin otoritesinin kuşatıcılığının
hissettirilmesi söz konusu olmamıştı. Deneklere ordular hakkında
yapılana benzer bir şekilde (sözgelimi) "bu tür cezalandırmalarda
görev almanın yüce ve onurlu bir davranış olduğu" gibi telkinlerde
de bulunulmamıştı. Bilim adamlarının kararlarının sorgulanamaz­
lığıru ve yaptıkları nedeniyle herkesin onlara borçlu olduğunu ima
eden ve böylelikle deney yöneticisinin otoritesini pekiştiren türden
bir boyun eğdirme arayışına da gidilmemişti.
Milgram deneyinde yer alan denekler, sadece bir günlüğüne
orada bulunmuşlardı. Halbu ki davranışları ölçülmeye çalışılan asıl
gruplardaki insanlar, bünyesinde yer aldıkları kurumlarda yıllardır
çalışmakta olduklarından, söz konusu kurumların kültürlerini çok
ileri seviyelerde içselleştirirler. Her insanın kendine saygı duymaya
ve yaptığı işi önemli görmeye ihtiyacı da olduğundan, kişinin, ya-

30
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

pageldiği etiği kuşkulu işlerin gerekli, anlamlı ve hatta muteber ol­


duğuna kendisini inandırması zor olmaz. Yapılan iş, aynı zamanda
bir geçim vasıtası da olduğundan, maddi bir bağımlılığı da berabe­
rinde getirir. Yani gerçek hayatın şartları deneyinkilerden çok daha
kuşatıcıdır. Bu nedenle de, Milgram deneyinde sadece birer cümle­
lik rica ve uyarılardan oluşan dört aşamalık yönlendirici komutlar
verilen deneklerin, gerçek dünyadakilere daha yakın türden bir or­
tama alınmış olmaları durumunda deney sonuçlarının çok daha
korkunç bir tablo ortaya koyacağını söylemek mümkün.
Bir günlük bir deneyin hesaba katamayacağı bir diğer konu ise,
insanların kendilerine başlangıçta zor gelen işlere karşı zamanla
duyarsızlık geliştiriyor olmaları. Örneğin, bir medya mensubu,
Irak' ı havadan bombalayan bir Amerikan pilotuna yaptığı işin vic­
danını rahatsız edip etmediğini sorduğunda, söz konusu pilot, ilk
başlarda rahatsızlık duyduğunu, ama karadaki Iraklıların arkadaş­
larına ateş ettiğine şahit olmasının ardından bunu karşılıklı bir ça­
tışma olarak görmeye başlayıp umursamadığını söylemişti. Yani
pilot, hem yapmakta olduğu şeyi normalize etmiş, hem de yaptığı
işin korkunçluğunu akla uydurma yoluna gitmişti.
Uçakla şehir bombalamanın bir diğer yönü de, acı veren ile acı­
yı hisseden arasındaki kopukluk. Milgram'ın gerçekleştirdiği kont­
rol deneylerinde, orijinal deneyde %65 seviyesinde olan tam itaat,
kurbana olan yakınlığın artmasıyla (sırasıyla) %62,5, o/o40 ve %30'a
kadar düşmüştü. Bu sonuç, bir yandan (%30'un da çok yüksek bir
rakam olması nedeniyle) farklı türlerde şiddet uygulayan kurumla­
rın istihdam edecek insan bulmakta herhangi bir sıkıntı çekmeye­
ceklerini gösterirken, diğer yandan da gelişmiş silahların kurbana
olan uzaklığı artırmış olmasını kaygıyla karşılamayı gerektiriyor.
Günümüzde şiddet kararı alanlarla o kararı uygulayanlar ara­
sındaki mesafenin artmış olması da bu konunun bir diğer yönü.
Ofislerinde, kurulan komisyonlarda, meclislerde ya da karargah­
Iarda bu türden kararlar alan ve makamları gereği toplum içerisin­
de saygı gören insanlar ile bu kararları uygulayanlar arasındaki
mesafenin artmış olması, şiddetin derecesine doğrudan yansıyor.
Hamlanacak olursa, düğmeye denek öğretmenin değil, başka bir
kişinin bastığı kontrol deneylerinde, 450 volta kadar elektrik uygu-

31
S E R D A R KAYA

layan tam itaatkar denekierin oranı %65'ten %92,5'e kadar çıkmıştı.


Yani insanların, doğrudan kendilerinin gerçekleştirmedikleri bir
kötülüğe razı gelmeleri çok daha kolay olmuştu. Bu durum , karar
alanlarm ellerini kirletmedikleri için çok fazla rahatsızlık duyma­
dıklan, uygulayıcıların ise kendilerini emir kulu olarak görüp so­
rumluluğu yüklenmeyi reddettikleri bir şiddet ortamını sonuç ve­
riyor. Milgram'ın da belirttiği gibi, işbölümü ve ·branşlaşmanın bir
sonucu olarak günümüzde neredeyse hiçbir zaman tek bir insan
herşeyi yapmıyor ve birileri masabaşında çalışırken, tetiği başkalan
çek.ıyor. ıo
Bu noktada ortaya çıkan bir diğer gerçek ise, ilk deneyde itaatsiz­
lik göstererek 450 volta kadar çıkmayan o/o35'lik kesimin %27,5'e
karşılık gelen kısmının bu davranışında asıl belirleyici olanın etik
kaygılar değil, şiddeti doğrudan uygulamakta zorlanmış olmalan.
İşin içine herhangi bir genel kabul görmüş otoritenin girmesi du­
rumunda insanların sadece %7,5'inin "Bu yapılan yanlış" diyerek
şiddete itiraz ettiğini gösteren bu durum, bugüne dek insanlar
hakkında yapılan pek çok varsayımın yeniden değerlendirilmesi
gerektiği anlamına geliyor.

lO
Milgram 121.

32
2. HANNAH AREN DT VE "KÖTÜLO�ON SIRADANU�ı·

"Bir insanın hayah kollektif normlar tarafından şekillendiği a­


çüde bireysel ahlak bozukluğu da büyür. "
Cari Gustav Jwtg
"Tabiatı �tibariyle normal insandan daha kötü, daha vahşi ve da­
ha acımasız olan hiçbir şey yoktur. "
Hennann Hesse

Siyaset felsefecisi Hannah Arendt (1906-1975), Nazi Almanyası sa­


vaş suçlusu Adolf Eichmann'm (1906-1962) yargılanmasını izlemek
ve gelişmeleri The New Yorker dergisine aktarmak üzere 1961 yılm­
da Kudüs'e gitmişti. Nazilerin bir Yahudileri soykırımı planladıkla­
rmdan 1941 yılından beri haberdar olan Yarbay Adolf Eichmann,
n ihai çözümün ulaştırma sorumlusu olarak milyonlarca insanın esir
kamplarına tehciri ve sonrasında da gaz odalarmda öldürülmesi
işini yönetmişti Savaş sonrasında birkaç yıl Almanya'nın çeşitli
yerlerinde saklanan Eichmann, 1950 yılmda sahte bir pasaportla
girdiği Arjantin'de on yıl çeşitli düşük profilli işlerde çalışlıktan
sonra, yerini tespit eden MOSSAD ajanları tarafından yakalanarak
1960 yılmda İsrail'e getirilmişti.
Eichmann'm çıkarıldığı mahkemedeki duruşmaları izleyen
Arendt, pek çok kişinin aksine, onun sadist ya da psikopat ruhlu
biri olduğunu düşünmemiş, kendisinin sadece aldığı emirleri sor­
gulamadan yerine getiren sıradan bir insan olduğu sonucuna var­
mıştı. Hatta Arendt'e göre, Eichmann Yahudilere karşı herhangi bir
nefret de duymuyordu. Zaten Eichmann da yargılanması esnasın­
da sürekli, sadece görevini yaphğıru, kendisine verilen emirleri ye­
1
rine getirdiğini ve kanunlara uyduğunu tekrarlamıştı. Kendisini

Arendt, Hannah. 1963 . A Report on the Bonality of Evi/: Eichmann in Jerusalem. New York:
Penguin. 135.
S E R D A R KAYA

tetkike gelen yarım düzine kadar psikolog da Eichmann'ın herşe­


yiyle normal bir insan olduğu sonucuna varmış, hatta içlerinden
biri Eichmann'ın sadece normal olmakla kalmayıp, kardeşlerine,
eşine, çocuklarına ve arkadaşlarına karşı davranışları itibariyle "en
makbul" (most desirable) insanlardan biri olduğunu ifade etmişti.2
Arendt, bu gözlemlerinden hareketle "kötülüğün sıradanlığı"
(banality of evil) kavramını ortaya attı. Bu yaktaşima göre, dünyada
kötülük marjinal bir olgu değildi. Bir başka deyişle, toplum içeri­
sinde mütevazi bir konuma sahip olan, içinde yaşadığı devletin ve
görev yaphğı kurumların hakim değerlerini sorgulamayan ve bu
nedenle de davranışlarının sonuçlarını değerlendirme ihtiyacı his­
setmeyen insanlar önemli bir çoğunluğa tekabül ediyor ve kötülü­
ğe karşı kayıtsız olan bu halleriyle gayriahlaki uygulamalara işlev­
sellik kazandırıyorlardı. Dünyadaki kötülüklerin başlıca sorumlu­
ları da, sıradışı bir acımasızlığa ya da fanatizme sahip olan kimseler de­
ğil, kendilerinin (ya da bir parçası oldukları bütünün) eylemlerinin
sonuçlarını gerek vurdumduymazlıkları, gerek korkaklıkları, ge­
rekse menfaatleri nedeniyle sorgulamayan sıradan insanlardı.
Sıradan insanların kaba bir ölüm makinesinin ruhsuz dişlileri gibi
kullanılmakta olduğu bir dünya tasavvuru, dünyaya dair hakim
düşüncelerden epey farklıydı. Örneğin, devasa bir yönetim maki­
nesi durumunda olan her bürokrasi, bu makinenin dişlileri işlevini
görecek olan memurlar kullanmakta, 3 ancak sadece kendi küçük
dünyalarını ve küçük maaşlarını düşünen insanların büyük resme
olan kayıtsızlıklan büyük adaletsizliklere yol açmaktaydı.
İnsanın, kendisini bir kez garantiye aldıktan sonra, içinde faali­
yet gösterdiği yapının başkalarının hayatını ne şekilde etkilediğini
göz ardı eden bir yapıya sahip olduğu düşüncesi, Milgram dene­
yirıde yapılan çeşitli gözlemlerle de teyit edilmişti. Örneğin, deney
yöneticisi, elektrik vermeye devam etme konusunda kararsızlık ya­
şayan denek öğretmenlere, "öğrenciye bir şey olsa dahi kendileri­
nin sorumlu tutulmayacağı, sorumluluğun deney yöneticisine ait

Arendt 25-26.
Arendt 289 .
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

olduğu" yönünde bir güvence verdikten sonra, denekierin çoğu


4
öğrenciye elektrik vermeye devam etınişlerdi.
Kötülogon SıradanlıQı Kavramının Güncel Kullanımları ve Eleştiriler
Kötülüğün sıradanlığı, ortaya ahidığı günden itibaren sıklıkla refe­
rans verilen bir kavram oldu. Ancak, Amerikalı anarşist John Zer­
zan'ın 1995 yılında yazdığı bir makalede Amerika'daki sistemin
içinde istihdam edilenleri Küçük Eichmannlar olarak nitelendir­
5
mesi ile birlikte, Arendt'in insanların büyük bir çoğunluğunu kast
ederek genel bir tespitte bulunma amacıyla yaphğı kavramsallaş­
tırmaya yeni bir boyut eklenmiş oldu.
Kavramsallaştırmadan çok isim takma olarak değerlendirilebile­
cek olan Küçük Eichmannlar ifadesi, Zerzan'ın ardından, Colorado
Üniversitesi profesörü Ward Churchill'in bir makalesinde ll Eylül
saldırılarında ikiz kulelerde hayahnı kaybeden teknokratları Küçük
Eichmannlar olarak nitelendirmesiyle6 birlikte yeniden gündeme
geldi. Gerek Zerzan'ın, gerekse Churchill'in ifadeleri eleştirilmeye
fazlasıyla müsait olsa da, yaşadıkları ülkelerden ve kendilerini bağ­
lı hissettikleri siyasi ideolojilerden bağımsız olarak hemen her yer­
de küçük Eichmannlar'ın çoğunlukta oldukları gerçeğini değiştir­
miyor.
Kötülüğün sıradanlığı kavramına ve spesifik olarak Hannah
Arendt'in Adolf Eichmann'ı değerlendiriş şekline yönelik önemli
bir itiraz ise, İngiliz tarihçi David Cesarani'ye ait. Uzmanlık alanı
Yahudi tarihi ve soykırım olan Cesarani, Eichmann'ın antisemilik
kimi düşüncelere de sahip olduğunu iddia ediyor ve Nazi ideoloji­
sinden uzak bir Eichmann portresini tam olarak doğru bulmarlığını
ifade ediyor. 7 Bu itiraz, her ne kadar kötülüğün sıradanlığı kavra­
mını geçersiz kılmasa da, dikkate alınması gereken makul bir eleş­
tiri. Zira, 17. yüzyılda ABD'nin güneydoğusunda yaşayan birinin

Milgram 160.
Zerzan, John. 1995 . Whose Unabomber? http://www. insurgentdesire. org.uk/ whoseuna
lıomber.htm [Erişim tari hi: 7 Mart 2010) .
Churchill, Ward. 2001. "Some People Push Back": On the Justice of Roosting Chickens.
http://www. kersplebedeb.com/mystuff/s1l/churchill. html [Erişim tari hi: 7 Mart 2010)
Cesarani, David. 2004. Eichmann: His Ufr and Crimes . London: William Heinema nn. 3-4, ll,
367.

35
S E R D A R KAYA

siyahlara bakışının objektif olmasını beklemek nasıl son derece zor­


sa, Nazi Almanyası'ndaki bir subayın Yahudilere karşı önyargısız
olduğunu düşünmek de aynı derecede ihtimal dışı. Bu noktada
Arendt'in Eichmann tasvirine bir şerh düşerek, Eichmann'ın Yahu­
dilere karşı kişisel bir nefreti olmadığı, ancak çevresinde hakim olan
önyargıyı taşıyor olmasının pekala mümkün o�duğunu belirtmek
gerekli.
3. STAN FORD HAPISHANE DEN EYI

"Bir insanın nihai ölçüsünü h uzurlu anlarda değil, mücadele ve


ihtilaf zamanlarında durduğu yer belli eder. "
Martin Luther King, Jr.

1971 yılında gerçekleştirilen Stanford hapishane · deneyi, Amerikan


Deniz Kuvvetleri tarafından finanse edilmiş ve psikoloji profesörü
Philip G. Zimbardo (1933- ) tarafından tasarlanmıştı. Deney, her­
hangi bir sadist eğitime ya da psikolojik rahatsızlığa sahip olmayan
sıradan insanların, hapishane gibi katı kuralların ve disiplinin ha­
kim olduğu bir ortama girmeleri durumunda birbirleri ile ne tür­
den ilişkiler geliştirecekleri sorusuna yanıt arıyordu. Bu nedenle
de, deneyde deneyimli mahkumlar değil, sıradan insanlar kulla­
nılmıştı. Ancak iki hafta sürmesi planlanan deney, ikinci günden
itibaren yaşanan beklenmedik gelişmelerin ardından olaylar kont­
rolden çıkmaya başlayınca, altıncı gün sona erdirilmişti. Deney, ge­
rek çevrenin insan davranışları üzerindeki etkisi, gerekse insanla­
rın belli şartlar altında ne denli acımasızlaşabilecekleri konusunda
önemli ipuçları sunuyor olması itibariyle halen sosyal psikoloji de­
neyleri arasında klasikleşmiş bir çalışma olarak kabul ediliyor.
Deney Tasanmı
Stanford hapishane deneyi için Stanford Üniversitesi kampüsün­
deki Jordan Binasının bodrumunda küçük bir hapishane inşa edil­
di. Denekierin bu simülasyon ortamında hapishane şartlarını bire
bir yaşamalan istendiğinden, (tabelalardan ortamdaki ışık miktarı­
na kadar) pek çok detay mümkün olduğunca dikkate alındı. Ha­
pishanede takriben iki metre eninde ve üç metre boyunda olan üç
hücre vardı. Bunun dışında bir de kapı genişliğinde, ancak içeri
doğru sadece 60 santimetrelik bir cepheye sahip olan bir yüklük ise
tecrit odası olarak kullanılacaktı.
S E R D A R KAYA

Hapishanede kullanılacak deneklere, hapishane psikolojisi konu­


sunda yapılacak olan bir çalışmada ücret karşılığı yer alacak erkek
üniversite öğrencilerine ihtiyaç duyulduğunu belirten yerel gazete
ilanlarıyla ulaşıldı. Başvuruda bulunan 75 kişi arasından, fiziksel
ve psikolojik olarak en sağlıklı durumda olduğu tespit edilen 24
kişi seçildi. Son olarak da, bu 24 kişi rastgele ikiye gruba ayrılarak
12'şer kişilik gardiyan ve mahkum grupları oluşturuldu.
Zimbardo, gerçekçiliği temin edilebilme amacıyla şehir polisiyle
anlaşma sağlayarak, deneyin başlayacağı gün denek mahkumların
evlerinden polis tarafından alınmalarını sağladı. Polisler, bunun bir
deney olduğuna dair hiçbir imada bulunmadan, denek mahkumla­
ra standart prosedürü uyguladılar: Denek mahkumların kapılarını
çaldılar, "silahlı soygun" gerçekleştirmiş olmaktan ötürü hakların­
da tutuklama emri olduğunu beyan ettikten sonra komşuların ba­
kışları arasında haklarını okuyarak onları kelepçelediler ve ardın­
dan da polis arabasının arka koltuğunda şehrin polis merkezine
götürdüler.
Polis merkezinde (yine standart prosedüre uyularak) mahkum­
ların fotoğrafları çekildi ve parmak izleri alındı. Sonra da hepsi üni­
versite içerisinde hazırlanmış olan hapishaneye getirildiler. Hapis­
hanede mahkumlar çırılçıplak soyulduktan sonra spreylendiler.
Ardından da, deney boyunca mahkumlara adlarıyla değil, numa­
ralanyla hitap edilmesi istendiğinden, herbirine üzerlerinde numa­
ralan yazılı olan ve tuluma benzeyen üniformalar tahsis edildi. Ek
olarak, her mahkuma birer adet diş fırçası, sabun, sabunluk, havlu
ve yatak örtüsü verildi. Bunlar haricinde herhangi bir kişisel eşyayı
hapishaneye sokmaları yasaktı. Mahkumların ayak bileklerinden
birine de, küçük birer zincir vurularak esaret hissi perçinlenmek
istendi. Bütün bunlar, mahkumlara boyun eğdirme, bireysellikleri­
ni kaybettirme ve böylelikle neticede hepsine yeni bir kollektif ai­
diyet oluşturma amacıyla yapılıyordu.
Gardiyanların durumu ise, mahkumlarırıkinden tamamen fark­
lıydı. Gardiyanlar (tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi) vardiya usülü
çalışacak, işleri bittiğinde evlerine döneceklerdi. Ayrıca, yine mah­
kumların aksine, tulum değil, haki üniformalar giyecekler, otorite

38
E N D O K T R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

kurmalarını kolaylaştınn ası amacıyla d a göz temasını önleyecek


olan aynalı gözlükler takacaklardı.
Ziınbardo, gardiyanlara güçlü olanın onlar olduklarını ve dü­
zeni sağlamaktan da yine onların sorumlu olduğunu söylemişti.
(Ancak bunu nasıl gerçekleştirecekleri konusunda bilhassa hiçbir
bilgi vermemişti.) Gardiyanlara coplar da verilmişti, ancak fiziksel
anlamda hiçbir ceza uygulamamaları gerektiği de kendilerine ha­
tırlatılmıştı.
Ziınbardo da "hapishane idarecisi" olarak deney ortamında bu­
lunuyordu. Zimbardo'nun araştırma görevlilerinden biri ise, "ha­
pishane müdürü" görevindeydi. Her ikisinin de kendilerine ait bi­
rer ofisleri vardı. Bunun dışında, yaklaşık 17 yıl hapiste kalmış eski
bir hükümlü olarak hapishane hayatı konusunda uzman olan Car­
lo Prescott da danışman olarak (diğer başkalarıyla birlikte) sahne
arkasında Ziınbardo'ya yardımcı oluyordu. Prescott aynı zamanda
şartlı tahliye memuru görevini de üstlenecekti.
Deney Sonuçlan
Deneyde sorunların baş göstermesi çok uzun sürmedi. Mahkumla­
rın ilk andan itibaren edilgen bir tavır sergiledikleri görülürken,
gardiyanlar giderek daha da agresifleştiler; fiziksel cezalar verme­
leri yasaklanmış olduğu için de, sözlü saldınlara giderek daha fazla
1
ağırlık verdiler. İki hafta sürmesi planlanan deneyin daha ikinci
gününde hapishanede mahkum isyanı yaşandı. İsyanı bastırabil­
rnek ve hapishaneyi kontrol altında tutahilrnek için, gardiyanlar
kendi aralarında işbirliğine gitmeye ve fazla mesai yapmaya karar
verdiler. Aldıkları önlemler sertti.
Gardiyanlar, rutin hapishane sayımlarını sürece çok uzun tuta­
rak mahkumlar için zihinsel ve fiziksel bir işkence haline getirdiler.
Mahkumları saatlerce şınav çekmeye zorladılar ve tuvalet yasağı
koyarak hepsini ihtiyaçlarını lazımlığa gidermek zorunda bıraktı­
lar. Küçük hapishaneyi idrar kokusu kapladı. Çıplak elle tuvalet
temizliği yaptırmak, yataklara el koyarak mahkumları betonda uyu-

Zimbardo, Philip; Craig Haney; Curtis Banks. 2004. "A Study of Prisoners and Guards in a
Simulated Prison." Theatre in Prison: Theary and Proctice içinde, ed. Michael Balfour. Port­
land, Oregon: lntellect. 26.

39
S E R D A R KAYA

mak zorunda bırakmak da, gardiyanların başvurdukları diğer yön­


temlerdendi. Deneyin başlamasının ardından sadece 36 saat geç­
mişti ki, bu tür baskıları kabullenemeyen denek mahkum 8612,
kontrol edilemez hale geldi. Dengesiz davranışlar gösteren mah­
kum, mecburen deneyden çıkartıldı. Bir başka mahkumun bede­
ninde ise psikosomatik (yani fiziksel değiL ruhsal kaynaklı) kıza­
rıklıklar oluştu. Bu şekilde, ileri seviyede duygusal depresyon, ağla­
ma, hiddet ve akut �ergin/ik gibi nedenlerle toplamda beş mahkum
deneyden çıkarıldı.
Dördüncü güne gelindiğinde, mahkumların kaçış planı içeri­
sinde oldukları şeklinde bir söylenti yayıldı. Toplu bir ayaklanma
d urum unda güvenliği sağlayamamaktan endişe eden Zimbardo,
bunun üzerine şehir polisini arayarak, onların nezarethanelerini
kullanıp kullanamayacaklarını sordu, ancak bu konunun mesuliye­
tini üzerlerine alamayacaklarını söyleyen polisin yanıtı olumsuz
oldu. Bu esnada, yaşadığı psikolojik yıkım nedeniyle deneyden çı­
kartılan ikinci mahkum olan 819'un yerine hapishaneye yedek lis­
teden sonradan dahil olan 416, serbest bırakılma talebiyle açlık
grevine başladı. Gardiyanlar d urum u kontrol altına alabilmek için
kendisini son derece dar olan tecrit odasına kilitleyip üç saat orada
tuttular. Ancak hepsinden önemlisi, hapishane koşullannı içselleş­
tirmiş olan diğerlerinin, yeni gelen 41 6'yı "sorun çıkaran biri" ola­
rak görmüş olmalanydı.
Sonuç itibariyle, hapishane simülasyonu kısa bir sürede gerçek
bir cezaevini andırmaya başladı. Olayların kontrol edilemez hale
gelmesi üzerine de, Philip Zimbardo, altıncı gün deneye son ver­
mek zorunda kaldı.
Stanford Hapishane Deneyi ile ligili Detaylar
• Deney sonrasında üç farklı gardiyan tipolojisi ortaya çıkb: (1)
Sadistçe uygulamalarda bulunan, mahkumları aşağılayıp kü­
çük düşürmekten zevk alan gardiyanlar, (2) sadistçe uygula­
malarda bulunmayan, ancak sert hapishane kurallarını harfiy­
yen uygulayan kuralcı gardiyanlar, (3) olan bitenden memnun

2
Zimbardo et al. 26.

40
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

olmayıp mahkumlara arada sırada gizlice küçük yardımlarda


bulunan gardiyanlar.3
• Bütün denekler, kendilerine deney (sistem) tarafından biçilen
rolü oynama eğiliminde oldu. Hapishane koşullannın tama­
men dışında olan danışman Carlo Prescott dahi, şartlı tahliye
memuru görevini yerine getirirken, mahkumlara yıllardır ken­
di şartlı tahliye memurunun ona davrandığı gibi davranmış
ve onlara, "Hapisten çıkmak istiyorsun. Diyelim seni serbest
bıraktık, topluma ne gibi bir faydan olacak?" gibi sorular yö­
neltmişti. (Deneyin sona ermesinden birkaç ay sonra tekrar
bir araya getirilen ve yüzleştirilen denekler de bu sosyal rol
edinme durumtum teyit ettiler.)
• Gardiyanlar, hapishanenin mikrofon ve kameralarla gözlem
altında olduğunu bilmediklerinden, hapishane yöneticilerinin
onları görmediğini zarınettikleri durumlarda çok daha aoma-
4
sızlaşıyorlardı.
• Mahkumlar arasındaki gerçekleşen konuşmaların yüzde dok­
sanı hapishane şartlan hakkınd a iken, sadece yüzde onu ha­
pishane dışındaki hayatlaoyla ilgili olmuştu. Bu nedenle de,
mahkumlar alh günlük süre zarfında birbirleri hakkında çok
az şey öğrenmişlerdi.5
• Gardiyanların, kendi aralanndaki konuşmalan ise, ekseriyet­
le, problem çıkardığını düşündükleri mahkumlar hakkınday­
dı.
• Kimi mahkumlar, Zimbardo'ya, alacakları ücretten vazgeç­
mek karşılığında tahliye olmak istediklerini söylemişlerdi.
Ancak Zimbardo bunu onaylamayıp mahkumlan oyaladı­
ğında, hiçbiri tek taraflı olarak deneyi bırakıp gitmeyi düşü­
nememişti. Zira böyle bir şey talep etmeleri durumunda Zim­
bardo'nun buna engel olmaya kanunen elbette hiçbir hakkı
yoktu. Bir başka deyişle, bu deneye kendilerine ödenecek üc­
ret (günde 15 dolar) karşılığında kahlmışlardı. Eğer bu ücret-

Zimbardo et al. 27.


4
Zimbardo et al. 28.
Zimbardo et al. 28.
S E R D A R KAYA

ten vazgeçmişlerse, orada dunn alan için ortada ne gibi bir se­
6
bep kalmış olabilirdi?
• Bir gün hapishaneye gerçek cezaevlerinde görev yapan bir
rahip gelmiş ve mahkumlada görüşmeler yapmışh. Rahip, bu
görüşmelerden sonra, mahkumlarm ruh hallerinin hapse yeni
girmiş olanlannkine çok benzediğini belirtmişti. Rahiple yapı­
lan görüşmelerin çok önemli bir aynnhsı da, mahkumlarm ço­
ğunun rahibe kendilerini isimleriyle değil, numaralanyla ta­
nıtmış olmalanydı ki bu da hapishane şartlannı çok kısa bir
-

sürede içselleştirdikleri ve bireyselliklerini yitirmeye başladık­


lan anlamına geliyordu. Kimi mahkumlar ise, rahipten kendi­
7
leri için bir avukat bulmasını istemişlerdi.
• Gardiyanlar, deney ortamını çok sevm işlerdi. Hiçbiri biz kez
olsun işe geç gelmemiş, hatta içlerinden bazılan vardiyalan
sona erdikten sonra dahi (ek ücret almayacak olmalarma
rağmen) hapishanede kalmak istemişler ve saatlerce orada
durmuşlardı.
• Deneyin erken sona erdirilmesi mahkumlan çok sevindirir-
ken, gardiyanlan üzmüştü.
Stanford Hapishane Deneyi ile Milgram Deneyinin Karşılaşbnlması
Stanford hapishane deneyinde yapılan gözlemler incelendiğinde,
Milgram deneyinde varılan kimi sonuçların burada da teyit edildi­
ği görülüyor. Herşeyden önce, Stanford hapishane deneyinde de,
denekler, zaman içerisinde deney ortamını insanlar tarafından o­
luşturulmuş bir konsept olmaktan ziyade, gerçekliğin kendisi ola­
rak algılamaya başlamışlardı ki bu durum, (Milgram deneyinde
-

olduğu gibi) diğer pek çok sonucun da sebebiydi.


Stanford Hapishanesi'nde mahkumlarm kendilerini mecbur ol­
madıkları anlarda dahi numaralarıyla tanıtmaları ya da (deney için
baştan anlaşma yapmış dahi olsalar) gitmek istemeleri durumunda
kendilerini orada zorla tutmaya hiç kimsenin hakkı olmadığını
unutmuş görünmeleri gibi davranışları, dış dünyayı unutarak ha­
pishane kurgusu içerisinde hayatlarını yeniden inşa etmeye başla-
6
Zimbardo et al. 26-27.
7
Zimbardo et al. 29.
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

dıklan anlamına geliyordu. Her gün mesai sonrasında evlerine gi­


den ve dış dünya ile günlük ilişkilerini "iş dışında" da olsa devam
ettiren gardiyanların dahi zihnen aynı gündeme hapsolmaları, de­
ney ortamında kurgulanan gerçekliğin bütün denekieri kuvvetli
tesir altına aldığı gerçeğini ortaya koyuyor. Milgram deneyinde,
deneğe elektrik vermek istemediği halde mecbur olduğunu düşü­
nerek bunu yapmaya devam eden ya da deney yöneticisinin sözlü
uyanlarına itaat eden denek öğretmenierin deneyin bir kurgu ol­
duğu gerçeğine körleşerek deney ortamının koşullarını veri kabul
etmeye başlamış olmaları da aynı algının bir sonucu.
Stanford Hapishanesi'nde gardiyanlar, deney içerisinde pekala
mahkum olarak da yer alabileceklerinin farkındaydılar. Ancak bu
durum, mahkumlada empati kurabilmeleri adına yeterli olmadı.
Benzeri bir durum, Milgram deneyindeki denek öğretmenler için
de geçerliydi.
Her iki deneyde de teyit edilen bir diğer önemli sonuç ise, ken­
dilerine bir otorite tarafından "Senin işin bu" denilen insanların
herhangi bir etik sorgulama yapmadan görevlerini benimseyebil­
miş olmaları - ki bu durum, belli konseptleri bir kez oluşturduktan
ve insanların zihinlerine yerleştirdikten sonra, insanlara en yapıl­
mayacak işleri dahi yaptırmanın mümkün olabileceğini ima ediyor.
Ancak konu bununla da sınırlı değil. Şöyle ki, bu tür işlerde kulla­
nılan insanlar, farkında dahi olmadan içine girdikleri yeni dünya
tarafından şekillendirilmeye ve bu dünyanın şartlarına uyum göste­
recek şekilde değişmeye de başlıyorlar. Malıkurnlara eziyet eden gar­
diyanların şiddet ile ilişkilerinin para boyutunu da aşarak kişisel bir
meşgale haline gelmesi ve sonrasında gardiyanların mesaileri bitti­
ğinde dahi işlerini bırakmak istemeyip hapishanede kalmak iste­
meleri ya da deneyin erken sona ermesine üzülmeleri, böyle bir
değişimin sonucu.
Bu durum, Sinekierin Tannsı'nda ifade edilen özde iyi ya da kötü
olan iki farklı insan tipine yeni bir boyut daha getirerek, yapılan
eylemlerdeki iyilik ve kötülüğün de kişiyi etkileyebildiği konusunu
gündeme getiriyor. Saclistliğin sadece doğuştan gelen baskın bir
özellik olmayıp, sonradan da ortaya çıkabileceğine işaret eden bu
bulgu, devletin ya da başka kurum ların bünyesindeki pek çok in-

43
S E R DA R K A YA

sanın yıllarca bu tür işlerde istihdam edilmesinin ne gibi tehlikeler


arz ettiği konusunda da ipuçları sunuyor.
Bütün bunlar, insanların günlük hayatları içerisinde olağan bu­
larak gerçekleştirdikleri pek çok davranışın, esas itibariyle, toplu­
ma hakim olan normlar doğrultusunda, onlara başkalarınca biçilen
rollerin gereğini yerine getirmelerinden başka bir şey olmadığını
da ima ediyor. Dahası, insanların farkında bile olmadan oynamayı
kabul ettikleri bu roller, onları istemleri dışında değiştirmekle kal­
mayıp, içlerindeki kimi iyi ya da kötü yönleri açığa çıkartırken, ki­
mi diğerlerini de köreltiyor. Bu sonuç günlük hayata uygulandı­
ğında, sosyal hayatın içerisinde özgür bir birey olarak yaşadığını
zanneden ve Stanford hapishane deneyini şok edici bulan insanla­
rın, farkında olmasalar da, aslında kendilerinin de bir tür açık cezae­
vi deneyi içerisinde çoktan şekinendirilmiş olmalarının hiç de düşük
bir ihtimal olmadığı akla geliyor. Kişinin kendisini hapishane yöne­
timi tarafından verilen bir numarayla tanımlaması ile aynı tanım­
lamayı nüfus sicilinde kayıtlı olan bir iki kelime ile yapması ara­
sında pek bir fark olmadığının görülmesi, bu konudaki sorgulama­
lar adına makul bir başlangıç noktası olarak kabul edilebilir.
Genel Bir Degerlendinne
İnsan, yapısı gereği, içerisinde yaşadığı ortamda hakim olan değer
yargılarını (ve bu değer yargıları doğrultusunda oluşmuş olan norm­
ları) çoğu zaman farkında dahi olmadan veri kabul eder. Bu duru­
mun doğal bir sonucu olarak da, farklı çevrelerde hakim olan farklı
normlarla yüz yüze geldiğinde, bu normların kendisininkilere gö­
rece konumlarını göz önüne alır ve değerlendirmelerini ona göre
yapar. Buna göre, hayatın bir fakültesinde olağan kabul edilen bir
davranış biçimi, bir diğerinde aşırılık olarak görülebilir - ki bu da
aşırılık ifadesinin zaten başlı başına göreceli olmasından ötürü son
derece doğal.
Milgram ve Stanford deneylerinin bir diğer önemli özelliği de,
gerçek hayatın içerisindeki bu farklı fakültelerde hakim olan kimi
örfleri simülasyon ortamına aktarmış olmaları. Bu deneylerde yer
alan denekler, kendi çevrelerinde "aşırılık" olarak nitelendirilecek
olan kimi uygulamaların olağan karşılandığı yeni bir ortama giri­
yor, bu yeni ortamın normlarını (farklı seviyelerde de olsa) içselleş-

44
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

tirmeye başlıyor ve hatta çoğu zaman kayıtsız bir içselleştirmenin


de ötesine geçerek söz konusu nonnlara bilinçli bir uyum gösterme
gayreti içerisinde oluyorlar.
Bütün bunlarda, insanın otoriteye karşı zayıflığının yanı sıra
çevresinden çok kolay etkilenebilen bir varlık olmasının da önemli
bir payı var. Bu noktada, insan tabiatındaki bu iki zayıflığın birbir­
lerinden kopuk şeyler olmayıp belli kesişim alanlarına sahip oldu­
ğu da söylenebilir. Şöyle ki, insan, müdahil olduğu bir ortamdaki
çoğunluğun belli bir düşünce ya da davranışı belirgin bir şekilde
taşıyor ya da temsil ediyor olması durumunda, (otorite karşısında
sergilediği tavrı andıran bir şekilde) o çevrede hakim olan normla­
rın (farkında olarak ya da olmayarak) etkisi altına girme eğilimi
içerisine giriyor.
Stanford hapishane deneyi, bu çevre etkisini test etme adına iyi
bir örnek durumunda. Hatırıanacak olursa, deneyin ilk gününde
hapishaneye "bir deney çalışması çerçevesinde" getirildiklerine
dair farkındalığı henüz kaybetmemiş olan denekler, maruz kaldık­
ları insafsızca uygulamalar karşısında gardiyanlara "hapishanenin
bir deneyden ibaret olduğunu" ve "kendilerine bu şekilde dav­
ranmaya hakları olmadığını" söyleyerek uygulamalara karşı çıkı­
yorlardı. Ancak sonraki günlerde hapishanenin gerçekliği bu dü­
şüncenin önüne geçmiş, denekler mahkum olma durumunu içsel­
leştirmişlerdi. Bu durum elbette gardiyanların uygulamalarını ka­
bullendikleri anlamına gelmiyordu. Denekler, kendilerini mahkum
olarak görmeye başladıktan sonra da gardiyanlara karşı çıkmaya
devam etmişlerdi. Ancak bu karşı çıkışları arhk denek değil, mah­
kum gözüyle yapmaya başlamışlardı. Bir başka deyişle, aynı dene­
ye iştirak eden iki grup denekten birinin diğerine itirazı şeklindeki
kurgusallık merkezli gerekçe ortadan kalkmış, simülasyonun orta­
ya koyduğu yapay çevre, (her iki grup için de) gerçekliğin yerini
almışh.
Bu gibi durumlarda bir tür perspektif sorunu yaşandığı söyle­
nebilir. Hayatı büyük bir çembere, hayatın içerisindeki farklı fakül­
teleri (ve onların içerisindeki alt fakülteleri) de bu büyük çemberin
içindeki daha küçük çemberiere benzetrnek suretiyle bu durumu
açıklamaya çalışmak mümkün. Zira insan, yapısı gereği, içinde bu-

45
S E R DA R KAYA

lunduğu küçük çembere odaklanarak kendi kişisel gündemini ha­


yahn sayısız küçük fakültelerinden sadece biri ekseninde oluştur­
ma eğiliminde oluyor. Bunun doğal bir sonucu olarak da, bütün o
alt birimleri kuşatan çemberieri de, en büyük çember konumunda
olan hayatı da, içinde bulunduğu küçük dünyanın sübjektif yargı­
larıyla anlamiandırmaya başladığının farkına varmıyor. Bir başka
deyişle, kişi sadece kendisini küçük bir dünyaya hapsetmekle kal­
mayıp, yaşadığı perspektif sorunu nedeniyle kendi küçük dünyası
dışındaki (küçük ve büyük) dünyalan göreceli olarak uzak görme­
ye (ya da hiç görememeye) başlıyor. Dahası, hayahn kendisini de
içerisinde yaşadığı kapsül ile aynı şey olarak algıladığı için, kendi­
sini inşa eden (ve aynı zamanda kendisinin de karşılıklı olarak inşa
ettiği) küçük bir parçadan hareketle bütünü tarife kalkışıyor.
Bu durumun örneklerini hayatın her noktasında görmek müm­
kün. Sivillerden tamamen müstakil bir hayat yaşayan ve dolayısıy­
la sadece sivil siyaseti değil, hayatın kendisini dahi militarist algı­
larla değerlendiren askerler, ya da modernitenin ortaya çıkardığı
ulus-devlet ideolojisinin tesiri altına girmiş olmalarından ötürü
dünyayı farklı ulusların mücadele alanı olarak gören kitleler, içinde
bulunulan sübjektif parçanın önkabulleriyle bütünü tarif etme ve
dolayısıyla belli bir zihniyet kalıbının içerisine hapsolma durumu­
nun farklı örnekleri olarak görülebilir.
Bu noktada, insanların nasıl olup da bu çemberler içerisine gi­
rebildikleri, (dinler ve felsefelerin yapmaya çalıştıklan gibi) en dışta
yer alan varlık çemberini dahi dışandan değerlendirebilmeye gayret
etmek yerine, tersi yönde hareket ederek belli küçük kapsüllere
hapsolup hayatlan boyunca orada kalabildikleri sorusu ön plana
çıkıyor.
4. ASCH DENEYI

"Etrafına bak; onlardan olma sakın. "


Teoman

İnsanın içinde yetiştiği (ve dolayısıyla hakim değerleri doğrultu­


sunda sosyalize edildiği) çevrenin, gerek norm oluşumunu, gerek­
se varlığı algılayış biçimini şekillendirmede birincil derecede belir­
leyici olduğu genel kabul gören bir gerçeklik. Swarthmore Colle­
ge'da görev yapan sosyal psikoloji profesörü Solomon E. Asch
(1907-1996}, bu duruma iki örnek vermiş, (1) her çocuğun, öğren­
diği ana dilin şivesinin en ince nüanslarını dahi telaffuz edebilme­
sinin ya da (2) yamyamlığın normal addedildiği bir kabilede büyü­
yen birinin bunu yadırgamamasının bu çerçevede değerlendirilebi­
leceğini ifade etmişti. 1 Ancak Profesör Asch, bu gibi malum sosyal
etkilerin ötesine ilgi duyuyor ve sosyal alanın, insanların düşünce
ve tavırlarını ne şekilde ve ne derecede sınırladığı ve bireyleri yay­
gın olana uymaya (conformity) ne derece yönelttiği konusunu sorgu­
lamak istiyordu.
Asch'in bu sorgulamayı yapmayı düşündüğü 1950'li yıllara dek
bu konuda çalışma yapılmamış değildi. Ancak yapılan çalışmalar
hep aynı formata sahipti. Genellikle üniversite öğrencilerinden olu­
şan bir denek grubuna önce herhangi bir konudaki düşünceleri so­
ruluyor, sonra da gerek çoğunluğun, gerekse bir uzmanın aynı ko­
nudaki değerlendirmeleri kendilerine aktanldıktan sonra ilk deney
tekrarlanarak aradaki fark tespit edilmeye çalışılıyor ve bu fark da
çoğu zaman dikkate değer bir seviyede oluyordu.
Örneğin, 1932 yılında yapılan bir deneyde, Amerikalı sosyolog­
lar Pitirim A. Sorokin ve J.W. Boldyreff, lise ve üniversite (lisans ve
yüksek lisans) öğrencilerinden oluşan 1484 kişilik bir denek gru­
buna, çeşitli sanat dallarındaki uzmanların zevki ile halkın geneli-

Asch, Solomon E. 1955. "Opinions and social pressure:• Scientific American 193: 31.
S E R D A R KAYA

nin zevkini karşılaştıran bir çalışma yaptıklarını söylemişler ve ar­


dından da, onlara iki kez Brahms'ın Birinci Senfonisi'ni dinletmiş­
lerdi. Öğrencilere dinletilen iki kayıt arasında hiçbir fark yoktu.
Ancak deneyde, birinci dinietiden hemen önce senfoninin sunu­
munu yapan bir uzman, ilk senfoninin güzellik, duygusallık ve
teknik kalite açısından ikinciye göre çok daha üstün olduğunu söy­
lemişti. İkinci dinietiden önce yapılan sunumda ise, dinleyicilere,
birazdan dinleyecekleri senfoninin olsa olsa tanınmış bir şaheserin
abartılmış bir taklidi olabileceği bilgisi verilmişti. Dinletilerin ar­
dından, öğrencilere kendi beğenileri sorulduğunda da, 1484 kişilik
denek grubunun sadece %4,4'ü iki farklı çalışma dinlediklerini ka­
2
bul etmemişti. Hatta deney sonrasında seçimlerinin gerekçesi so­
rulduğunda da, öğrenciler yaptıklarını akla uydurmuş ve beğen­
dikleri dinietinin "daha canlı olduğu" ya da "daha yüksek bir sa­
natsal kaliteye sahip olduğu" yönünde gerekçeler sunmuşlardı.
Bu tür deneyierin bulguları elbette değerliydi. Ancak Asch, bu
formattaki deneylerde elde edilen sonuçların düşünce değişimine
karşılık geldiğinden şüphe ediyor ve söz konusu düşünce değişi­
minin sadece kağıt üzerinde gerçekleşiyor olabileceğini düşünüyor­
du. Bu nedenle de, bu deneyierin tasarımında bir parça değişiklik
yaparak, insanların doğru cevabı görmelerinin kaçınılmaz olacağı
bir ortam tesis etmek ve böyle bir ortamda denekierin sırf çoğun­
luğa uyum gösterme adına bile bile yanlış yanıtlar verip vermeye­
ceklerini ölçmek istedi.
Deney Tasanmı
Asch deneyinde, deneklere "göz muayenesi"ne alınacakları söy­
lenmiş ve kendilerine iki karttan oluşan bir test uygulanmıştı. Kart­
lardan birincisinde, tek bir kalın çizgi bulunuyordu. Denekierin
yapması gereken, ikinci karttaki üç kalın çizgiden hangisinin birin­
ci karttaki çizgi ile aynı uzunlukta olduğunu bulmaktı. Son derece
basit olan bu deney sorusu, aynı oda içerisinde yan yana oturan ve

Denekierin %58,9'u ilk senfoniyi, %15,9'u ise ikinciyi üstün bulurken, %20,8'i iki eser arasın­
da kara rsız kal mıştı . Deneyle ilgili dijter detaylar için bkz.: Sorokin, Pitirim A. and J. W.
Boldyreff. 1932. "An Experimental Study of the lnfluence of Suggestion on the Discrimina­
tion and the Valuation of People." The Arnerican Journal of Sadology 37(5): n0-737.

48
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

genellikle yedi ila dokuz kişiden oluşan gruplara aynı anda soru­
luyor, her kart ikilisinin gösterilmesinin ardından deneklerden sı­
rayla sesli olarak yanıt vermeleri isteniyordu.
Ancak gerçekte, Asch deneyinde yer alan her denek grubunda,
denekierin biri dışındaki herkes deney ekibindendi ve dolayısıyla
ortada aslında sadece tek bir denek vardı. Deney başladığında de­
ney ekibindeki sözde denekler, (önceden planlandığı şekilde) ilk iki
soruya doğru yanıt veriyor, ancak takip eden sorularda hep birlikte
aynı yanlış cevabı vermeye başlıyorlardı. Böylelikle, herkesin aynı
yanlış cevabı vermesinin ardından, denekierin ne kadarının sıra
kendilerine geldiğinde gözleri önündeki gerçeği dile getirmeyip
çoğunluğa uyum gösterecekleri ölçülmek isteniyordu.
Deney Sonuçları
Asch deneyine toplam 123 denek katıldı. Denekierin %74'ü, gerçek­
leştirilen deneylerde en az bir kez çoğunluğa uyarak yanlış cevap
vermeyi tercih ederken, %33'ü ise, deneyierin yarıdan fazlasında
yanlış cevaba iştirak etti. %25'e karşılık gelen bir denek grubu ise,
hiçbir zaman çoğunlukla birlikte hareket etmedi. Neticede, hatalı
yanıt verme ortalaması o/o36,8 oldu - ki normal şartlar altında bu
rakamın %1 'in altında olması gerekiyordu. Yani denekierin önemli
bir yüzdesi, sadece ve sadece çoğunluk tersi istikamette görüş be­
lirttiği için, net bir şekilde gördükleri bir gerçeğe aykırı beyanda
bulunma yoluna gitmişlerdi.
Deney sonuçları, denek gruplarının homojen olmadığını da or­
taya koydu. Zira deney sonrasında kendileriyle yapılan mülakat­
larda, bağımsız davrananların dahi farklı nedenlere sahip olduğu
görüldü. Bağımsız davrananların bir kısmı, önce şüpheye düştük­
lerini, ancak ardından bunun üstesinden gelerek kendi doğru ka­
rarlarını vermeyi başardıklarını ifade ettiler. Kimileri ise, çoğunlu­
ğun yanıtının doğru olduğunu düşündüklerini, ancak yine de ken­
di ulaşhkları yanıh vermeyi deney şartlan gereği uygun buldukla­
mu söylediler. Yani kimi denekler, doğru cevabı vermelerine ra Ş­

men, telaffuz ettikleri seçeneğin yanlış olduğunu düşünüyorlardı.

Asch 1955, 33.

49
S E R D A R K A YA

Asch Deneyinde Kullanılan Kart Gru plarından Biri

A B C

Yanlış yanıta iştirak edenler arasında ise (1) çoğunluğun doğru ya­
nıh verdiğini ve kendisinin bir şekilde yanlış yaptığını düşünenler,
(2) çoğunluğun görme bozukluğuna sahip olduğunu düşünenler,
(3) deney sonuçlarını bozmak istemeyenler ve (4) herkesin ilk yanıt
ne olursa koyun gibi o yanıtı tekrarlarlığını düşünenler olmak üze­
re dört ayrı grup vardı. Yani bu dört gruptan birindekiler, çoğun­
luğun yanıtı karşısında kendi vardıkları sonucun yanlış olduğuna
ikna olurken, diğer üç gruba girenler çoğunluğun yanlışta ittifak
ettiğini görmüş, ancak bu durum onları yanlış yanıt vermekten alı-
4
koyamamıştı.
Deneyin yaptığı ilginç sorgulamalardan biri de, çoğunluğa uy­
ma eğiliminde belirleyici olanın çoğunluğun sayısı mı yoksa tek
sesliliği mi olduğu konusuydu. Bir başka deyişle, Asch, (sözgelimi)
denekierin (1) 7-8 kişilik bir grupta tek başına kalmaları ile 2-3 kişi­
lik bir grupta tek başına kalmaları arasındaki farkı ve de (2) 7-8 ki­
şilik bir grupta tek kişilik bir azınlık olmaları ile yanlarında aynı
fikirdeki bir kişinin daha bulunması arasındaki farkı da ölçmek is-
• 5

temıştı.

4
Asch 1955, 33.
Asch 1955, 34.

50
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

Sonuçlara göre, kendilerinden önce sadece bir kişi yanlış yanıt


verdiğinde, denekierin uyum gösterme ihtimali çok düşük bir se­
viyede arhş göstermişti. Ancak kendilerinden önce iki kişinin yan­
lış yanıt vermesi durumunda uyum gösterme oranı %13,6'ya çıkmış,
üç kişilik bir çoğunluğun ardından ise uyum gösterme oranı %31,8'e
fırlamışh. Ancak bu seviyeden itibaren çoğunluğun artması, uyum
gösterme oranını çok fazla arhrmamışh. Yani çoğunluk, uyum gös­
terıneyi sağlama adına önemli ama sınırlı bir etkiye sahipti.6
Tek sesliliğin bozulması ise çok daha ciddi bir tesire sahipti. Zi­
ra deney grubuna "doğru yanıt veren" bir tek kişi dahi eklendiğin­
de, yanlışa uyum gösterme oranı dört kat azalmıştı. Bu d urum, ço­
ğunluğun otoritesinin tek bir aykın sesle dahi kırılabileceği yö­
nünde ipuçlan vermekteydi.7 İnsanlarm herhangi bir konuda hare­
kete geçme adına rol modellerine ihtiyacı oldukları anlamına gelen
bu durum, Milgram deneyinin önemli bulgularından biriyle aynı
doğrultuda. Hatırianacak olursa, Milgram'ın (ikisi deney ekibin­
den) üç denek öğretmen kullandığı kontrol deneylerinden birinde,
sahte deneklerden önce biri, sonra da diğeri deney yöneticisine it­
aat etmeyerek deneyi terk etmiş, buna şahit olan denekierin %90'ı
da onlar gibi davranarak elektrik vermeye devam etmeyi reddet­
mişlerdi.
Diger Kontrol Deneyleri
• Deney grubuna "doğru yanıt veren" bir kişi eklendiğinde, ço­
ğunluğa uyma oranı %5,5'e kadar düşmüştü. Bu noktada bir
kontrol deneyi yapmayı düşünen Asch, "önce doğru yanıt ve­
ren, sonra da hemen ardından fikrini değiştirerek çoğunluğa
uyum gösteren" bir sözde deneğin bulunduğu bir grupta ya­
nıtlann ne şekilde değişiklik göstereceğini test etmek istedi.
Bu gözlemin yapıldığı deney gruplannda çoğunluğa uyma
%28,5 oranına yükseldi.8

Asch 1955, 34.


Asch 1955, 34.
Her ne kadar Asch bu yükselişin beklentilerinin tersi isti kametinde olduğunu ifade etmiş
olsa da, denekierin fikrini değiştiren kişi nin kendilerinin göremedikleri ama ç<JAu nluğ u n
gördüğü b i r şeyi görmüş olduklarını düşün müş ol maları m uhtemeldir. Detaylar i ç i n bkz.:

51
S E R D A R K A YA

• Bir önceki kontrol deneyindeki davranışın tersine çevrildiği


bir başka deneyde, herkesin yanlış cevap vermesinin ardından
grubun içinden birinin verdiği yanlış cevabı doğruya çevir­
mesi durumunda çoğunluğa uyurnun ne şekilde değişiklik
göstereceği test edilmek istendi. Bu gözlemin yapıldığı deney
9
gruplarında çoğunluğa uyma %8,7 oranına kadar düştü.
• Bir diğer kontrol deneyinde, denekten (geç geldiği bahane
edilerek) yanıtlarını yazılı olarak vermesi istendi. Diğerlerinin
aksine sesli yanıt vermeyen ve dolayısıyla herkesin içinde
farklı bir yanıt vermek zorunda kalmayacak olan denekierde
çoğunluğa uyma eğilimi %66 oranında azaldı.

Berns Deneyi
2005 yılında Emory Üniversitesi profesörlerinden Gregory Bems'­
ün yönetiminde gerçekleştirilen ve Asch deneyini farklı bir açıdan
tekrarlayan çalışma, çoğunluğa uyum gösterme konusunda yeni
sonuçlar ortaya çıkardı.
Bems Deneyi'nin ayırt edici özelliği, teknolojiye de yer veren il­
ginç tasarımıydı. Deneyde, deneklere birbirine benzer iki şeklin
farklı açılardan görüntüleri gösterilecek ve kendilerinden, üç bo­
yutlu düşünmek suretiyle bu iki şeklin aynı olup olmadığını belir­
lemeleri istenecekti. Tıpkı Asch deneyinde olduğu gibi, burada da
aslında sadece tek bir denek vardı ve diğer denekierin tamamı as­
lında deney ekibindendi.
Bems Deneyi'nde, denekler bilgisayar başında olacak, asıl de­
nekten ise (muhtemelen kendisine tek cihaz olduğu söylenilerek)

Asch, Solomon E. 1963. "Effects of Group Pressure upon the Modifıcation and Distortion of
Judgments." Organizational lnjluence Process es içinde, ed. Lyman W. Porter, Harold L. Ang­
le and Robert W. Alien. Armonk, New York: M. E. Sharpe. 300-301.
Asch 1963, 301.

52
ENDOKTRi NASYO N VE T ÜRKIYE'DE T O P L U M M Ü H E N D I S L I � I

Group

anlık beyin fotoğrafları çekebilen M.R. I. cihazına bağlanması iste­


necekti. Zira Bems Deneyi, sadece çoğunluğa uyma oranını değil,
insan beyninin bu gibi durumlarda ne gibi bir muhakeme süreci
yaşadığını da ölçebilecek şekilde tasarlanmışh.
Şöyle ki, eğer çoğunluğa uyum gösterme, kişinin doğru ile yan­
Iışı ayırt edebilİyor olmasına rağmen çoğunluktan çekinmesinden
ötürü bilinçli olarak ald ığı bir karar ise, bu durumda, beynin pla n ­
lama, çelişki ve üst düzey ziiıinsel aktiviteler ile ilgilenen ön kısmında
faaliyetler gözlenecekti. Ancak araştırmacılar, çoğunluğun bir obje­
yi belli bir şekilde algılaması durumunda, beynin de kendini kan­
clırarak söz konusu objeyi aynı şekilde algılamaya başladığından
şüpheleniyorlardı! Bu nedenle de, araştırmacıların asıl test etmek
istedikleri nokta, çoğunluğa uymanın bizzat algının değişmesinden
kaynaklanıyor olup olmadığıydı. Zira böyle bir durum söz konusu
ise, beynin ön kısmında değil, görsellik ve üç boyu t algısının gerçek­
leştiği arka kısmında faaliyetler gözlenecekti.
Deney sonuçları incelendiğinde, denekierin yanlış cevaplarda
çoğunluğa uyma oranının %41 olduğu görüldü. Asch deneyinin
sonuçlarını teyit eden bu orand an çok daha dikkat çekici olan diğer
sonuç ise, denekieri çoğunluğa uymaya ya da uymamaya iten be­
yin faaliyetleriydi. Zira çoğunluk yanlış bir cevap üzerinde uzlaştı­
ğında onlara uyum gösterıneyi tercih eden denekierin beyinlerinin
arka kısmında faaliyet gözleniyor, bilinçli karar alma merkezlerin-

53
S E R D A R KAYA

de herhangi bir aktiviteye rastlanmıyordu. Diğer yandan, çoğunlu­


ğun kararının aksi yönünde yanıtlar veren denekierde ise görsellik
değil, çelişki ve zihinsel aktivite merkezleri faaliyet halinde olu­
yordu. Bir başka deyişle, önlerindeki resmi kendileri dışında her­
kesin farklı bir şekilde gördüğünü düşünmeye başlayan insanlar,
çoğunluğa uyma eğilimi gösterdiklerinde, söz konusu şekli gerçek­
te olduğundan farklı bir şekilde görmeye başlıyorlardı.
Son derece çarpıcı olan deney sonuçlarını, The New York Times
gazetesi, "Başkalarının Söyledikleri Sizin Gördüklerinizi Değiştire­
10
bilir" başlığıyla haber yag tı. Gregory Bems ve araştırma ekibinin
yayınladıkları makalede yer alan deney sonuçlarını aktaran ha­
berde, Profesör Bems'ün bu sonuçların gerçek hayata uygulanma­
sıyla ilgili değerlendirmelerine de yer verildi. Bems, seçimler ya da
jüri yargılamaları da dahil olmak üzere toplumsal hayatın pek çok
alanında birey ile grup arasındaki uyuşmazlıkların çoğunluk kura­
lı/yönetimi (majority rule) yöntemiyle çözülmesinin genel kabul gör­
düğünü, bu genel kabulün ardında ise, çoğunluğun tek bir insanın
muhakemesini değil, insanların kollektif bilgeliğini yansıtıyor ol­
duğu düşüncesinin bulunduğunu söylüyordu. Bems, buradan ha­
reketle, eğer başka insanların görüşleri, bir insanın dış dünyayı al­
gılayış şeklini değiştiriyorsa, o zaman daha baştan gerçekliğin ken­
disine şüpheyle yaklaşmak gerektiği ve bu problemden çıkış yolu
bulunmadığı sonucuna varıyordu.
Konu Hakkında Degerlendinneler
Profesör Bems'in sözlerinin, Asch'in tam SO yıl önce yaptığı değer­
lendirmelerle aynı doğrultuda olduğunu söylemek mümkün.
Asch'in, kendi deneyi ile ilgili detayları yayınladığı makalesinin
sonlarındaki yorumları şöyleydi:
Uzlaşı, toplumsal hayat için vazgeçilmez bir gerekliliktir. Fakat
uzlaşının verimli olması için, her bireyin, kendi tecrübelerinden
ve sezilerinden hareket ederek, bağımsız bir şekilde katkısını

10 Blakeslee, Sandra. 200S. "What Other People Say May Change What You See." The New York
Times, 28 June.
ll
Berns, Gregory S. et al. 200S. "Neurobiological Correlates of Social Conformity and I nde-
pen-dence During Mental Rotation." Biological Psychiatry (58)3: 245-253.

54
ENDOKTRINASYON VE TORKIYE'DE TOPLUM MOHENDISLitl

sunma sı gerekir. Uzlaşı, uyum sağlamanın hakimiyeti albna gir­


diğinde, sosyal süreç kirlenir ve aynı zamanda da, birey hisseden
ve düşünen bir varlık olarak hareket etmesini temin eden güçleri
teslim etmiş olur. Toplumumuzda uyum sağlama eğiliminin zeki
ve iyi niyetli gençlere beyaza siyah dedirtecek kadar güçlü oldu­
ğunu tespit etmiş olmamız, kaygı verici dir. Bu durum, eğitim sis­
temimiz ve de davraruşlanmıza rehberlik eden değerler hakkında
sorulması gereken sorular olduğu anlamına gelmektedir.12
İnsanların neden kendi gözlem ve düşünceleri yerine, çoğunluğun
normlarına uyma ihtiyacı duydukları konusunda Milgram da çeşit­
li değerlendirmelerde bulunuyor. İnsanlara çok küçük yaşlardan
itibaren itaatkar olmalarının telkin edildiğini ifade eden Milgram,
aile ortamından kitlesel eğitime, ardından da sosyal çevreden ça­
lışma ortamına kadar hayatın her noktasında itaatin esas olduğunu
ve neticede insan hayatının ilk 20 senesinin otorite esaslı bir sisteme
tabi olarak geçtiğini söylüyor.13 İtaatin, ödüllendirildiğini, boyun
eğmemenin ise cezalandırıldığını ifade eden Milgram'a göre, böyle
bir sistem bir yandan insanların sosyal düzenin esaslarını içselleş­
tirmelerine neden olurken, diğer yandan da insanları hayatları bo­
yunca hep işleri çekip çeviren bir otorite figürü beklentisi içerisine
sokuyor.1 Böyle bir zihniyetin hakim hale gelmiş olması nedeniyle
de, herhangi bir otorite sahibinin etkili olabilme adına güç kullan­
ması dahi gerekmeyip, sadece varlığını belli etmesi yeterli oluyor.
Kişinin otoriteye (ya da bir otorite figürüne) karşı gelmesinin, otu­
raklaşmış sosyal yapıyı karşısına alması anlamına geleceğini de
ifade eden Milgram, bu durumun ortaya çıkaracağı sıkıntıyla çoğu
insanın baş edemeyeceğini ve bu nedenle, çok daha sorunsuz olan
itaati seçeceğini söylüyor.

12
Asch 1955, 34.
13
Milgram 137.
14
Milgram 137-138, 139.
5. KONU ÇALIŞMASI (1): KORE SAVAŞI

"[Stanford hapishane deneyi], bize, herşeyden önce, ihanet ve sa­


dakatin kaypak kelimeler olduğunu ve dikkatle kullanılmaları �­
rektiğini öğretiyor. "
Peter Watson
"Bir adamı davana kazandırmak istersen, önce onu kendisine
samimi bir arkadaş olduğuna ikna et. "
Abraham Lincoln

Beyin yıkama (brainwashing) 1 ifadesinin dünyada popülerleşmesi,


Kore Savaşı'nda (1950-1953) esir alınan 7000 civarındaki Amerikan
askerinin önemli bir kısmının Çinliler tarafından sistematik bir şe­
kilde endoktrine edilerek komünistleştirilmesinden sonra oldu. Bu
askerlerin ne kadarının komünist ideolojiyi benimsediği konusun­
da net bir bilgi edinmek zor olsa da, yapılan muteber değerlendir­
melerde, esirlerin yaklaşık üçte ikisinin (farklı seviyelerde de olsa)
2
düşmanla işbirliği içerisine girdiği ortaya kondu.
Kore Savaşı esirlerinin komünistleştirilebilmiş olmasında dikkat
edilmesi gereken nokta, Çinlilerin Amerikalı askerleri nasıl endok­
trine edebiimiş olmalarından ibaret değil. Önceden gerek aileleri
tarafından, gerek okulda, gerek toplum içerisinde, gerekse ordu
bünyesinde belli bir şekilde sosyalize edilmiş olan kimi askerlerin
ülkelerine bağlılık duygularından nasıl uzaklaştırıldıkları, ardın­
dan yeni bir anlayışı nasıl benimsedikleri ve herşey sona erdikten

Peter Watson, Edward Hunter'ın bu ifadeyi ilk kez kullanan kişi olduğunu iddia ettiğini nak­
lediyor. Hunter, Çince hsi nao (wash-brain) ifadesini i ngilizce'ye çevirerek kullandığı bu kav­
ramı, 1951 yılında yayınladığı Broin-washing in Red China: The Ca/culated Destruction of
Men 's Minds adlı kita bının başlığına da taşımış. Bu konuda bkz.: Watson, Peter. 1978. Wor
on the Mind: The Military Uses and Abuses of Psychology. london: H utchi nson of london.
288.
Winn, Denise. [1983] 2000 . The Manipulated Mind: Broinwashing, Conditioning and ln­
doctrination. Ca mbri dge, Massachusetts: Malor Books. 1.
S E R D A R KAYA

sonra tekrar başa dönmelerinin ne derece mümkün olabildiği gibi


konular da aynı derecede önemli. Zira, aile ve okul eğitiminin ar­
dından toplumun "çoğunluğu" tarafından destek ve saygı gören
yeni bir "çevre"de, belli bir "otoriteye itaat" duygusuyla yetiştiril­
miş olan şahısların, bir anda bambaşka bir "çevre"ye alınarak farklı
otorite figürlerinin tesiri altına giriyor olmaları, bir konu çalışması
çerçevesinde incelenmeye değer öğeler içeriyor.
Çinlilerin Kore Savaşı esnasında esir kamplarında gerçekleştir­
dikleri uygulamaların, pek çok yönüyle, profesyonel bir şekilde
yönetilen bir sürece işaret ettiği söylenebilir. Esir kamplarındaki
Çinli yetkililer Amerikalı askerlere herşeyden önce öngöremedikleri
şekillerde davrandılar. Amerikalı esirler bir yandan gece yarısı du­
rup dururken uyandırılmak gibi beklenmedik eziyetlerle karşıla­
şırken, diğer yandan da hiç ummadıkları anlarda Çinlilerin küçük
ittimas ve ödülleriyle karşılaştılar. Çinlilerin bu şekilde sürüp giden
beklenmedik tavırları sürdükçe, Amerikalı askerler hangi etkinin
ne gibi tepkiler doğuracağını bilemez hale geldiler ve neticede, alı­
şageldikleri nedenseilikler doğrultusunda anlamlandırdıkları dün­
yanın kanunlarının bu yeni ortamda işlevsiz olduğunun farkına
vardılar. Hayatlarını sürdürebilme adına çaresiz kalma, ne yapa­
caklarını bilememe ve bütün bu yeni şartlada başa çıkarnama gibi
d urum lardan kurtulmak istedikleri için de, yeni bir değer kümesini
benimsemeye hazır (ve hatta muhtaç) hale geldiler.
Çinliler, Amerikalılara eski hayatiarına dair normların otorite
noktasında da hiçbir anlam ifade etmediğini hissettirebilmek için,
Amerikan ordusunun onlara verdiği rütbelerin de hiçbir önemi ol­
madığını söylediler ve düşük rütbeli esirler arasından seçtikleri as­
kerleri diğerlerinin başına lider tayin ettiler. Amerikan sosyal haya­
tına dair öğeleri gözden uzak kılahilrnek için ise, siyah ve beyazlan
ayrı gruplara ayırdılar.
Esiriere günlerce (ve kimi durumlarda aylarca) dar sandıklarda
tutulmaktan, donmuş nehirlerde saatlerce çıplak ayakla yürütül­
meye kadar çeşitli fiziksel işkenceler de uygulandı. Ancak işkence­
ler dahi sıradan bir intikam alma ya da sadizm duygusundan ileri
gelmiyor, yürürlükte olan dönüştürme sürecinin bir parçası olarak
uygulanıyordu. Zira Amerikalı askerler bir yandan bedenen takat-

58
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

siz bırakılarak psikolojik yönden de çökertilmiş oluyor, diğer yan­


dan da bütün bu sıkıntı ve bunalımı yaşamaktayken kendilerine
''başkalarına çektirdikleri acılar" hatırlatılarak suçluluk duygusu­
nu içselleştirmeleri sağlanıyordu. Bütün bunlar, esirleri, arkadan
gelecek olan "suçlarını itiraf" ve "karşı tarafla uzlaşma" aşamalan­
na hazırlama amaçlıydı.
Esir kamplannda çok sayıda küçük ve önemsiz kural da vardı.
Ancak bu kuralların varlık nedeni, düzenin sağlanması değildi.
Çok sayıdaki olur olmaz kural, eski normların geçerli olmadığı ye­
ni bir dünya algısının güçlendirilmesi ve böylelikle esirlerin yeni
otoriteye boyun eğmeye alıştınlması amacına hizmet ediyordu.
Askerlerin bu küçük kuralları ihlal etmeleri durum unda, gururla­
rını kırıa yaptırımlar uygulanarak sindirilmişlik duyguları pekişti­
riliyordu. Şöyle ki, kuralları ihlal eden askerler bir tür grup terapisi
formatında karşı karşıya getiriliyor ve kendilerinden özeleştiride
bulunmalan ve hatalarını birbirlerine itiraf etmeleri isteniyordu.
Psikolojik yöntemlerin kullanıldığı bir diğer nokta ise, esirlerin
sorgulanmasıydı. Zira, sorgularda ısrarlı bir şekilde mükerrer (ve
mukayeseli) sorularla kişinin üzerine gitmek suretiyle bunaltmak
ve pes ettirmek gibi klasik yöntemlerin yanı sıra, daha ılımlı usüller
de izleniyordu. Örneğin, konuşturulması daha kritik bir öneme sa­
hip olduğu düşünülen esirler diğerlerinden tecrit ediliyor ve kendi­
lerini sorgulayacak olan kişiyle baş başa yaşamaları sağlanıyordu.
Söz konusu profesyonel sorgu memuru, günler ve geceler boyunca
aynı odada kaldığı, birlikte yemek yediği ve sohbet ettiği esir aske­
re son derece arkadaşça davranıyor ve sonunda bildiklerini ona an­
latmasını sağlıyordu. Dış dünya ile bağlantısı kesilmiş olan esir as­
kerin konuşma, sohbet etme gibi psikolojik ihtiyaçlarını sadece
sorgu memuru ile kurduğu arkadaşlıkla gidermek durumunda ka­
lıyor olması sorgu sürecini hıziandırıyor ve nihayet sorgu memuru
esir askerin yaptığı açıklamalar arasında hiçbir tutarsızlık kalmadı­
ğına ve ihtiyacı olan herşeyi öğrendiğine kanaat getirdiği an sorgu­
lama sona eriyordu.
Esir Kamplannda Siyasi Egitim
Çinliler, Amerikalı askerleri kendileriyle işbirliği yapmaya ikna
edebilme amacıyla, esirlerin politik düşüncelerini değiştirmeyi ve

59
S E R DA R K A YA

böylelikle taraf değiştirmelerini kolaylaştırmayı hedef alan kimi


"eğitsel" uygulamalar da gerçekleştirdiler. Günde iki üç saat kadar
süren konferanslar bünyesinde gerçekleştirilen bu eğitsel faaliyetle­
re katılan askerler, ülkeleri ve savaşla ilgili daha önce sorgulamayı
akıllarından bile geçirmedikleri pek çok konuda ilk kez karşı ar­
gümanlarla yüz yüze geldiler. Böylelikle, içinde bulundukları sa­
vaşı, karşı tarafın gözünden de görmeye ve ABD, Birleşmiş Millet­
ler ve komünist ülkeler hakkında önceden sahip olduklarından çok
farklı bir paradigmayla tanışmaya başladılar.
Konferanslarda askerlerin belki de en çok ilgisini çeken konu,
ABD'nin biyolojik silah kullandığına yönelik iddialardı. Amerikalı
askerler bu tür iddiaları önceden de duyrnuşlar, ancak kendilerine
bunun düşmanın propaganda amaçlı söylediği bir yalan olduğu
bilgisi verilmişti. Çinliler ise, bu iddiaların doğru olduğunu itiraf
eden kimi ordu mensuplarını kamp kamp gezdirmiş ve konu ile
ilgili detayların diğer askerlere bizzat itirafçılar tarafından sunul­
masını sağlamışlardı.
Çinliler, ilk kez karşı karşıya geldikleri bilgi ve düşünceler ne­
deniyle fikir dünyalarında ciddi sarsıntılar yaşayan askerlere barış
talebinde bulunan toplu dilekçeler de imzalatıyor ve onları barış
çağrısına odaklanan propaganda broşürlerinin içeriklerinde kulla­
nıyorlardı. Böylelikle askerlerin kendi endoktrinasyonlarında kul­
lanılmaları da sağlanmış oluyordu. İnsanların öğrendikleri kadar
yaptıklannın da kendilerini şekillendirmekte belirleyici olması, Çin­
lilerin katılımcılığı sadece işgücü bazında değerlendirmedikleri an­
lamına geliyordu. Düzenlenen konferanslarda esirlerden sadece
dinleyici olmakla kalmayıp, yapılan konuşmalar hakkındaki fikir­
lerini sözlü ya da yazılı olarak belirtmelerini istemelerinin nedeni
de buydu - ki bu türden uygulamalar, okullardaki kitlesel zorunlu
eğitim bünyesinde kendi kendisinin endoktrinasyonunda kullanı­
lan çocuklara yaptırılan şiir okuma ya da kompozisyon yazma gibi ey­
3
lemlerle tamamen aynı doğrultudadır.

Çiniiierin Kore Savaşı'nda esir aldıkları Ameri kalllara uyguladıkları bu telkin yöntemlerinin
aynıları o yıllarda ülke genelinde de yürürlükteydi. Örneğin, üniversitelerdeki konferanslar­
da ve konferansların ardından gerçekleşen tartışmalarda öğrenciler (kibarca da olsa) fikirle­
rini belirtmeye zorlanıyorlardı. Bu süreç, öğrencilerin kendi söylediklerine ilk başlarda

60
E N D O K T R I N A S Y O N VE T Ü R K I Y E ' D E T O P L U M M Ü H E N D I S L I � I

Bu noktada, Çiniiierin Amerikalı askerlere "esir" değil "öğren­


ci" olarak hitap etmiş ve böylelikle hem yeni ortamlarını düşman­
lık üzerinden anlarnlandırmalarının önüne geçmiş, hem de yeni
sosyal rollerini içselleştirmelerine yardımcı olmuş olduklarını da
belirtmek gerekli. Amerikalı askerlerin hayatlarının takriben iki-üç
yılını geçirdikleri ve yeni sosyal rollere adapte olmak durumunda
kaldıklan bu ortamda, Çinliler yüzmeden futbola çeşitli spor dalla­
rında olimpiyat turnuvaları dahi düzenlemişlerdi. Özetle, tarihte
bir benzeri muhtemelen olmayan bu esir kampının yapısındaki
farklılık işlevine ve başarısına da aynı şekilde yansımıştı.
Kampın Başarısı ve Savaşın Ardından Yaşananlar
Çiniiierin disiplinli bir şekilde gerçekleştirdikleri bu uygulamalar
sonucunda binlerce Amerikan askeri önceden düşman olarak gör­
dükleri karşı tarafla işbirliği içerisine girdi. Bu işbirliği, barış bildi­
rilerine imza atmaktan ABD aleyhtarı sözlü ve yazılı eylemiere or­
tak olmaya ya da karşı tarafa bilgi vermekten komünizmi benim­
semeye dek uzanan çok farklı seviyelerde gerçekleşti. Haliyle, sa­
vaş sonrasında ülkelerine geri gönderilen esirler arasında vatana
ihanet sınırlarını haddinden epey fazla aşmış olan çok sayıda asker
vardı. Ancak bu askerlerin hemen hepsi, karşılaşacaklan maddi ve
manevi yaptırımlar nedeniyle herşeyi zorlamalar sonucunda yap­
tıklarını beyan ettiler. Ne kadarının doğruyu söylediği konusunda
net bir tespit yapılması mümkün olmadıysa da, Amerikan kamuo­
yunu şok eden asıl gelişme, 21 askerin ABD'ye geri dönmeyi red­
detmesi oldu.
Beyin yıkama kavramı, bu olaylardan sonra popülerleşti. "Beyni
yıkanmış" olan söz konusu 21 kişi ihanetleri nedeniyle eski vatan­
daşlarının çeşitli hakaretlerine maruz kaldılar. ABD'nin esir aldığı
Çinli askerlerden geri dönmek istemeyip Amerika'da yaşarnayı se­
çenler ise, demokrasinin üstünlüğünü kavramış olmalan nedeniyle
pek çok vesileyle çeşitli övgülere layık görüldüler.

i nanmasalar bile zama n içerisinde dirençlerinin kırılmasını ve kendi kendilerini endoktrine


Brain-washing in Red China:
etmelerini sa�lıyordu .. B u konuda bkz . : H unter, Edward. 1951.
The Calculated Destruction of Men 's Minds. Toronto: Copp Clark. 36-37.

61
BÖLÜM2

EGiTiM
6. OTORITER EGITIM VE TEKTIPLEŞTIRME

"Genel devlet eğitimi, insanları birbirleriyle tamamen aynı kalı­


ha sokmaya yarayan bir entrikadan ibarettir ve insanları içine
soktuğu kalıp, yönetime hakim olan gücü memnun edecek olan­
dır - bu yönetim ister monarşi, ister teokrasi, ister aristokrasi, is­
terse de mevcut neslin çoğunluğu olsun. [Böyle bir eğitim] ve­
rimli ve başarılı olduğu ölçüde, zihinler üzerinde bir despotluk
inşa eder. "
John Stuart Mill

Sosyal psikoloji deneylerinin bulguları, insanın, yapısı gereği, otori­


teye karşı durma konusunda yetersiz, içinde bulunduğu çevrenin
hakim normları doğrultusunda şekillendirilmeye müsait ve çoğun­
luğa uyum göstermeye meyilli olduğunu ortaya koyuyor. Bu nok­
tada eğitim politikalarının insanların bu gibi özelliklerini dikkate
almasını ve onları zayıf oldukları konularda daha bilinçli ve dona­
nımlı kılmayı amaçlamasını beklemek doğal. Ancak, hakim uygu­
lamalar ne yazık ki bu doğrultuda değil. Zira dünyanın farklı yer­
lerindeki örgün eğitim faaliyetleri, insanları kendi doğalarından
ileri gelen zayıflıklara karşı korumaktan ziyade, bu gibi zayıflıkları
suistimal etmeye odaklanıyor.
Eğitimin kitleleri sosyalize etme adına politik bir araç olarak
kullanılması günümüz demokrasilerinde de son derece yaygın bir
uygulama olsa da, bu politika otoriter idarelerde daha belirgindir.
Zira farklılıkları birer tehdit olarak değerlendiren ve herkesin aynı
doğrultuda düşünmesinin birlik ve beraberliğin temini için bir ge­
reklilik olduğu fikrine yakın duran otoriter idareler, kitleleri tek­
tipleştirme adına eğitim faaliyetlerini araçsallaştırdıklarını çok faz­
la gizleme ihtiyacı duymazlar. Bu türden idarelerin kontrolündeki
merkezi eğitim, rejimin makbul vatandaş ilan edip yücelttiği tipoloji-
S E R D A R KAYA

yi yaygın hale getirebilmek için kullandığı bir süreç durumunda­


1
dır.
Örneğin, Mao, ortaya ideal bir insanın çıkabilmesi için insanla­
rın şekillendiri/meleri gerektiğini söylemiş ve kişinin istenilen şekli
alabilmesinin ancak bir kalıba preslenmesi ile mümkün olabilece­
ğini iddia etmişti. Ancak şekle girebilmek tek bir seferde mümkün
olmadığından, kişinin uzun bir süreç boyunca tekrar tekrar pres­
lenınesi esastı. Bu nedenle de, bu sürecin başarılı olabilmesi için,
vatandaşlarm böyle bir operasyonun gerekliliğinin farkında olma­
ları ve buna rıza göstermeleri gerekiyordu. Bir kalıba preslenmeyi
bilinçlenme ile eşdeğer tutan Mao, halkına, kendisinin ''bile" böyle
bir preslenme aşamasından geçmeye ihtiyaç duyduğunu ve böyle­
2
likle bilinçlendiğini söylüyordu. Kendisini dinleyen milyonlar da,
(bugün itibariyle bütün bunlar kulağa her ne kadar çılgınca gelse
de) ona hak veriyorlardı.
Devlet otoritesinin eğitim konusuna atfettiği önem, herşeyden
önce araçsallaşhrılan eğitimin siyasal anlamda ileri derecede işlev­
sel olmasından ileri geliyor. Bu işlevsellik bir yönüyle eğitimin do­
ğası gereği kişiyi şekillendicici bir fonksiyona sahip olmasının bir
sonucuyken, konunun bir diğer yönü de okulun (1) normatif am­
biyansı, (2) öğretmen ile öğrenci arasında kurduğu otorite ilişkisi
ve (3) bireyselliği en teşvik eder göründüğü anlarda bile bunu sa­
dece kendi belirlediği sınırlar dahilinde gerçekleştiğinde kabul edi­
lir bulması ile ilgili. Okulun (sırasıyla), (1) çevre etkisi, (2) otoriteye
itaat ve (3) konformizm (uyma) başlıkları altında incelenebilecek
olan bu özelliklerini, sosyal psikoloji deneylerinde yapılan ölçüm­
ler ile karşılaştırmak mümkün.
Çevre Etkisi
Stanford hapishane deneyindeki hapishane sıradan bir okula göre
çok daha sert şartlar içerse de, bir çevrenin kendi örf ve normlarını

Özelli kle yukarıdan-aşağıya köklü siyasi değişimierin yaşandığı dönemlerde merkezi yöne­
timin yeni bir öğretim kadrosu oluşturma, ders kita plarını yeniden yazma ve yeni nesilleri
bu kadro ve materyaller aracılığıyla sosyalize etme yoluna gitmesi de yine aynı doğrultudaki
kaygılardan ileri gelir.
2
Ellul, Jacques. 1969. Propaganda: The Formatian of Men� Attitudes. New York: Alfred A.
Knopf. 107.

66
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E TO P L U M M O H E N D I S L I � I

o ortarnı paytaşanlara benimsetebilmesi noktasında okul çok daha


güçlüdür. Herşeyden önce, Stanford hapishane deneyindeki de­
neklerin aksine, öğrenciler okul ortamına çok küçük yaşlarda girer­
ler ve orada çok daha uzun bir süre kaldıkları için, okulun çevre
etkisi, üzerlerinde çok daha derin izler bırakır.
Dahası, okulun normları görünüşte aşırılıklar içermediğinden
tepki doğurrn az. Herşey okul dışı dünyaya hazırlık ile ilgili gibi
göründüğünden, o ortamı paylaşanlar ciddi seviyede bir tecrit hissi
de yaşamazlar. Örgün eğitimin doğruluğu ve gerekliliği konusun­
da okul dünyasının içindeki ve dışındaki herkesin hemfikir olması
nedeniyle işleyişin içeriği yerine doğrudan felsefesinin sorgulan­
masına ise nadiren rastlanır.
Otoriteye Itaat
Örgün eğitimdeki öğretmen-öğrenci ilişkisi, Milgram deneyindeki
deney yöneticisi ile denek öğretmen arasındaki ilişkiye oranla çok
daha uzun süreli ve bağlayıcı bir ilişki durumundadır. Öğretmen
belki öğrenciden başkalarına elektrik vermesini talep etmemekte­
dir, fakat - tıpkı Milgram'ın Yale Üniversitesi'ndeki deney yönetici­
si gibi - toplumda genel kabul görmüş bir kurumun statüsünü ar­
kasına almış ve böylelikle "ne yapmakta olduğunu bildiği" konu­
sunda akreditasyon kazanmış olan bir bilirkişi durum undadır. Da­
hası, öğretmen, öğrencilerinden başkalarına elektrik vermelerini ta­
lep etmese de, benzeri taleplerde bulunmakta mahzur görmeyen
başka kurum ların taleplerini gerekçelendirebilmeyi mümkün kılan
bir değerler kümesi doğrultusunda onları yıllarca sosyalize ede­
bilmektedir.
Bu noktada, öğretmenierin özellikle küçük yaştaki öğrenciler
üzerindeki etkisinin sadece eğitim miliredatı ile sınırlı olmadığı
konusunu da hatırlamak gerekli. Küçük yaşlardan itibaren günle­
rinin önemli bir kısmını öğretmenleri ile geçiren öğrencilerin, ders­
lerde anlatılanlar kadar bu kişilerin davranışlarından da etkilen­
dikleri, başarı ya da başarısızlık karşısında alınan tavırdan otorite­
ye boyun eğmeye, ilgisiz herhangi bir konu hakkında yapılan kişi­
sel bir yorumdan öğretmenin insanlara ve hayata yönelik genel
yaklaşırnma dek pek çok konuda, farkında olmadan çok sayıda de­
ğer yargısı edindikleri söylenebilir. Küçük yaştaki insanların başka-

67
S E R DA R KAYA

lannın davranışlarından etkilenmeye ne denli müsait olduklarını


ortaya koyma adına gerçekleştitilmiş olan bir çalışma, bu konu
hakkında fikir verebilecek mahiyette:
Eğitim psikolojisi alanında yapılan bir deneyde, denek olarak
kullanılan öğretmenlere, ders verdikleri sınıftaki öğrencilerin yan­
sının yüksek, diğer yansının da düşük IQ seviyesine sahip olduğu
söyleniyor. Öğretmeniere verilen IQ testi sonuçıa:rı gerçeği yansıt­
mıyor olsa da, daha sonra öğrencilerin performans değerlendirme­
si yapıldığında, sonuçların, öğretmeniere verilen (sahte) IQ sırala­
ması ile aynı doğrultuda olduğu gözleniyor. Uzmanlar, bu sonucu,
etiketiernenin insanların performanslarını doğrudan belirleyici bir
güce sahip olduğu şeklinde yorumluyorlar. Örneğin, bir öğretmene
sınıfındaki bir çocuğun öğrenme zorluğu çektiği söylendiğinde, bu
durum öğretmen başta olmak üzere çevresindeki insanların o ço­
cuğa yönelik tavırlarını da etkilediğinden, söz konusu öğrenci as­
lında böyle bir yetersizliğe sahip olmasa da, sonuç itibariyle ger­
çekten de öğrenme zorluğu çeken biri haline geliyor. 3 Türkiye'deki
kadim "tembeller kümesi" uygulamasını da akla getiren bu etki,
eğitimin pekala eğitilenin aleyhine işleyen bir süreç de olabileceği
gerçeğine farklı bir örnek teşkil ediyor.
Otorite esaslı bir ilişkinin olası yan etkilerinden biri olan bu du­
rum, boyun eğme durum unda olan kişinin kendisi için belirlenen
konumu kabullenmeye fazlasıyla eğilimli olmasının bir sonucu.
Okul ortamı söz konusu olduğunda, hakkında yargıda bulunulan
kişinin yaşça küçük olmasının ya da otoriteye karşı belli bir çe­
kinme duygusuyla yetişmiş bulunmasının, bu konudaki kabulleni­
şi kolaylaşhran diğer etkenler arasında olduğu düşünülebilir.
Öğrencilerin hayatın içerisinde kendilerini yerleştirdiideri ko­
num, elbette sadece zeka seviyeleri hakkında yapılan varsayımlar­
dan hareketle şekilleniyor değil. Öğrenciler, düzenli olarak hemen
her gün karşılarına geçirildiideri öğretmenlerden yıllar boyunca
hemen her gün bir şeyler alıyor, eğitimleri tamamlandığında da,
hem hayalın kendisine dair sübjektif tasavvurlara, hem de o kur­
gusallık içerisinde kendilerinin konumuna dair bir fikre sahip olu-

3 Winn SO.

68
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

yorlar. Bu konum, verilen eğitimin misyonuna bağlı olarak, kimi


zaman bir lidere kulluk, kimi zaman bir rejimin bekçiliği, kimi za­
man da kendisini tarihin sonuna yerleştiren bir ideoloji etrafında
şekillenebiliyor. .
Konformizın (Uyma)
Asch deneyi, herhangi bir okul eğitimine tabi tutulmamış küçük
bir çocuğun dahi çözebileceği basit bir sorunun çoğunluk etkisi al­
tında kalmadan yanıtlanabilmesi üzerine kuruludur. Ancak okul
ortamında, öğrenciler, karşılaştıkları problemleri çoğu zaman ha­
yatlarında ilk kez görmektedirler. Konu hakkındaki bilgileri de bü­
yük ölçüde ders kitabı metinleri ve öğretmenlerinin anlattıkları ile
sınırlıdır. Bu nedenle de, yanlış ya da çarpık bilgilendirme ile karşı­
laşan öğrencilerin, (Asch deneyinde olduğu gibi) beyaza siyah de­
mek gibi apaçık bir yanlışla karşı karşıya olduklarını düşünmeleri
mümkün olmaz. Bu durumun en belirgin sonucu, çoğunluğa uy­
manın da ötesine geçen bir tektipleşmeye yol açıyor olmasıdır.
Burada söz edilen tektipleştirmeyi kaçınılmaz ve olabildiğince
sapmasız kılabilmek, Mao'nun sözünü ettiği kalıpların tek elden
çıkmış olmasına ve herkesin aynı kalıba girmesinin temin edilme­
sine bağlıdır. Eğitimin "merkezi" ve "zorunlu" kılınınasma karşılık
gelen bu durum, tektipleştirme sürecinin birinci aşaması olarak
düşünülebilir. İkinci aşama ise, kimi konularda istenilen şekilde
şartlandırılan insanların, eğitimleri sonrasında karşılaşacakları pro­
paganda (ya da halkla ilişkiler) dünyasına yöneliktir. Zira eğitim,
istenilen formasyana sokulan kitleleri, belli konularla yüz yüze gel­
diklerinde şartlandırıldıkları şekilde refleks vermeye yatkın hale
4
getirir. Bir başka deyişle, aynı şekilde eğitilmiş insanların aynı
uyanlara aynı tepkileri verecek olmaları, istenen şekilde manipüle
ve mobilize edilebilmelerini önemli ölçüde kolaylaştırır. Demokra­
silerden totaliter idarelere kadar her türlü rejimde rastlanan "orta­
lama adam" üretimine karşılık gelen bu durum, birbirinden çok
farklı olmayan insanlardan oluşan bir kitlenin ortaya çıkarılması
esasına dayanır.

4
Ellul 13.

69
S E R DA R KAYA

Genel Bir Degerlendinne


Örgün eğitim sürecinde öğrencilere eksik, yanlış, taraflı ya da çar­
pık bilgi aktanlıyor olması her ne kadar ciddi bir problem olsa da,
bu durum, aslında sonradan telafi edilmesi tamamen mümkün
olan bir sorundur. Çünkü yanlış ve çarpık bilgi özellikle bir ideoloji
ile bütünleştiğinde bağımlılık dahi yapabiliyor olsa da, doğrunun
karşısında çok zayıftır. Çarpıklığı sürdürülebilir kılarl şartlar orta­
dan kalktığında yanlış bilgiler de zamanla silinip gider. Ancak bu­
na rağmen, eğitim süreci boyunca öğrencilerin farkında olmadan
edinmek zorunda kaldıkları zihniyet baki kalır. Zira kitlesel eğiti­
min felsefesine temel teşkil eden değer yargılarını farkında dahi
olmadan benimseyen öğrenciler, dış dünyayı aynı zihniyetin içeri­
sinden anlamiandırmaya devam ederler. Küçük yaşta bir kez şekii­
lendirilmiş bulunan bir zihniyetin sonradan değişmesi çok zor ol­
duğu için de, söz konusu kişiler hayatları boyunca her alanda,
olaylara ve düşüncelere yaklaşımlarından, yapacakları tahlil ve de­
ğerlendirmelere kadar hep aynı algıların tesiri altında kalabilirler.
Hakim zihniyetin kalıplarını kırarak (mutlak manada olmasa da en
azından söz konusu zihniyetten) bağımsız düşünebilmek için önce­
likle farkına varılınadan içselleştirilen değerler kümesinin deşifre
edilmesi gerekir. Örneğin, otoriter sistemlerin ne gibi yapısal özel­
liklere sahip oldukları ve kendilerini ne gibi uygulamalarla sürdü­
rülebilir kıldıklan bugün itibariyle büyük ölçüde herkesin malu­
mu. Bunun nedeni, demokrasiye geçişin aynı zamanda otoriter ya­
pıya bir tepki olarak şekillenmiş ve sonraki nesillerin bu sürecin
önemi konusunda bilinçlenmiş olmaları. Bu nedenle de, klasik ma­
nada otoriter yapılan eleştirrnek artık çok fazla anlam ifade etmi­
yor - çünkü otoriter zihniyetin dışından dünyayı yorumlamak bu­
gün itibariyle pek de maharet gerektiren bir iş değil.
Düşüncenin gelişimi, itibarı zaten sarsılrnış olan düşüncelere
dayanan kalıplarm değil, varlığın anlamlandırılrnasına halen aracı­
lık eden algılara getirilen eleştirilerle mümkün. Günümüzde yaşa­
nan postmodem kırılma, bu yönüyle daha güncel bir düşünsel ça­
baya karşılık geliyor. Konu eğitim olduğunda, müdemitenin bu
alana yansımalarının daha çok ulus-devlet kavramı etrafındaki çe­
şitli algılarda ifade bulduğunu ve bu algılann (etnik ya da teritor-

70
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

yal formlardaki) milliyetçi kalıplar içerisinde modem kitlelere tel­


kin edildiğini söylemek mümkün. Bu bölümün başında değinilen
ve otoriter idarelerde daha belirgin olduğu belirtilen "eğitimin kit­
leleri sosyalize etme adına politik bir araç olarak kullanılması" ko­
nusunun demokrasilerdeki karşılığının da zaten modemitenin söz
konusu ulus-devlet eksenli algıları doğrultusunda gerçekleştiği
söylenebilir.
.
"
7. KITLESEL EGITIMDE KULLANILAN YÖNTEMLER

"[Halkın düşüncelerini bir kalıba sokmaya ve yönlendirmeye


yönelik] araçların en eski ve belki de halen en güçlü olanı umu­
mi, yaygın eğitimdir. Eğitimi sunan devlet, mutlaka içeriğini de
belirler. Hiçbir devlet, kendi dayandığı prensipleri baltalayıcı
yönde öğretim yapan okullarında müstakbel vatandaşlannın ka­
Jalarının bulanmasına izin vermez. Çocuk, demokrasilerde, de­
mokrasinin özgürlüklerini takdir etmeyi öğrenir; totaliter devlet-
lerde ise tatali teryenizmin gücünü ve disiplinini... Çocuğa, her
ikisinde de, ülkesinin geleneklerine, inançlarına ve kurumlarına
saygı göstermesi ve ülkesinin diğerlerinin hepsinden daha iyi ol­
duğu öğretilir. Erken yaşlarda gerçekleşen bu bilinçli kalıba solc-
ma işinin etkisini abıirtmak çok zordur. "
E.H. Carr
"Hemen her eğitimin siyasi bir amacı vardır: Eğitim, diğer
gruplarla rekabet halinde olan milli, dini ve hatta sosyal bir gru­
bu güçlendirme amacındadır. Öğretilecek konuları, sunulacak ve
saklı tutulacak bilgileri, öğrencilerin edinmeleri beklenen zihinsel
alışkanlıkları belirleyen de, en başta, işte bu amaçtır. Aklın ve
ruhun içsel gelişimini destekleme adına ise neredeyse hiçbir şey
yapılmaz - ki aslında en çok eğitim almış olanların zihinsel ve
ruhi hayatları çoğunlukla körelmiştir. "
Bertrand Russell

Eğitimin zorunlu ve merkezi kılınması, tektipleştirici yapı adına bir


gerek şart durumundadır. Ancak bu yapının işlevsel olabilmesi için
öğrencilerin sözü edilen kalıplara preslenmeleri işinin ne şekilde
gerçekleştirileceği gibi konuların da dikkate alınması gerekir. Yeter
şarta karşılık geldiği söylenebilecek olan bu operasyonel konular
yer yer farklılık gösterse de, bu uygulamalara temel teşkil eden
başlıca prensipleri belli başlıklar altında toplamak mümkündür:
S E R D A R KAYA

Dikkati Başka Tarafa Çekme


Dikkati başka tarafa çekmenin amacı, insanların belli konulan
gündemlerine almalarını engellemek, hatta mümkünse bu konula­
rın varlığının dahi mümkün mertebe bilinmemesini temin etmektir.
Eğitim politikalarında son derece yaygın olan bu türden çabalar,
öğrencilere belli şeyleri öğretme değil, öğretmeme kaygısından ileri
gelir. Müfredat, kitlelere benimsetilmek istenen hazır yargılara
odaklanırken, bu yargılar hakkında şüphe doğurabilecek, sunulan
önermelen sorgulamaya yöneltebilecek ve nihayetinde, alternatif
bir değer sisteminin de mümkün olabileceğini sezdirebilecek konu­
ları mümkün olduğunca dışarıda bırakır. Öğrenci, böylelikle karşı­
laşhrmalar yapabilmek şöyle dursun, (eğer haklarında nefret uyar­
mak gerekmiyorsa) kimi diğer gerçeklikterin varlıklarından haber­
dar dahi olmaz.
Bu noktada önemli olan bir diğer şey ise, üzerinde durulmak is­
tenen konulara haddinden fazla yer vererek, hayatta asıl önemli ve
gerekli olan şeylerin bunlar olduğu intibasını uyandırmakhr. Bu
şekilde öğrencilerin hayatlarının merkezine konmak istenen süb­
jektif değer yargıları, onları hayata hazırlamaktan ziyade, hayata
belli bir şekilde bakmalarını (ve daha başka şekillerde bakmamala­
rıru) hedefler.
Bilgi Saklama
Odaktandırma çerçevesinde belli konuların müfredat dışında bıra­
kılmasıyla birlikte zihinlerde farklı kavramsallaşmaların oluşması
daha işin başından engelleniyor olsa da, soruların değil, sadece ce­
vap ların var olduğu suni bir dünya oluşturma adına bu uygulama
tek başına yeterli olmaz. Zira amaç sadece kitlelerin belli konuları
hayatlarının merkezine almaları değil, aynı zamanda bu konulara
kendileri için önceden belirlenen bir açıdan bakmalarının sağlan­
masıdır. Bu nedenle de, istenilen noktalara odaklanmakla birlikte,
hakim kılınmak istenen paradigmaya cephe alan bir kesimin oluş­
masının önüne geçmek gerekir. Bu ise, bilginin kontrol altında tu­
tulması ile mümkün olur. Bu çerçevede, belli kişi, kavram ya da
kurumlar hakkında tek yönlü bilgiler sunulurken, benimsetilen
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I Ö I

yargıların doğruluğu konusunda şüphe uyandırabilecek olan bilgi­


ler gizlenir.
Bilginin bu şekilde araçlaştırılmasıyla, sadece tek yönlü ve kul­
lanıma hazır bilgilerle eğitilmiş olan ve bilginin belli yöntemlerle
üretilen bir şey olduğunu fark edemeyen kitleler yetiştitilmiş ola­
caktır. Bu kitleler de, gerek bilgilerinin sınırlı olması, gerekse bilgi
üretmekte kullanılan yöntemlerden haberdar olmamaları nedeniy­
le, içinde yaşadıkları kurguyu eleştirme adına herhangi bir karşı­
laştırma standardına sahip olamayacaklardır. Kaldı ki. bu tür yapı­
lar, sorgulayan, göreceli düşünen ve merak eden değil, hakim şart­
ları (ve genel anlamda statükoyu) yücelten insanlar üretmeyi he­
deflediklerinden, söz konusu süreç başarılı olduğu ölçüde alterna­
tif üretme kaygıları da zaten baştan ortadan kalkacaktır.
Bilgi Manipülasyonu
Bilgi akışını kontrol altına almak, sadece kimi bilgileri gizlemekten
ibaret olmayıp, çoğu zaman sunulan bilgilerin amaca hizmet ede­
cek şekilde manipüle edilmesini de gerektirir. Kelime seçimindeki
1
ölçüsüzlük ya da övgü ve yergide taraflılık ve aşırılık gibi çarpıt­
ma örneklerinden, tarihi ya da güncel konular hakkında yalanlar
üretmeye kadar geniş bir yelpazede incelenebilecek olan bilgi ma­
nipülasyonu, makul ve dengeli bir üsluptan uzaklaşıldığı ölçüde
nefret aşılamaya ve reaksiyoner bir tavır telkin etmeye başlar. Söz
konusu reaksiyoner tavrın bir nedeni de, kitlesel endoktrinasyonun
düşünceden ziyade duyguları hedef almasıdır. Zira kitlelerin hare­
kete geçirilebilmesi için öncelikle düşüncelerin değil, duyguların
tetiklenmesi gerekir.

Kelime seçimi ndeki ölçüsüzlük, muhalif kişi, kurum ya da kavra mların yerici bir üslupla ele
alınırken, taraftarların (ta ma men aynı yöndeki fiilierinin bile) yüceltilmesi şeklinde ortaya
çıkar. Bu durumun dünyanın çeşitli bölgelerindeki ders kitaplarında gözlenen en klasik ör­
neği, düşman saldırısının "istila" ya da " işgal" gibi haksızlık çağrıştıran keli melerle ifade edi­
lirken, düşmana yönelik saldırılarda "ilerleme" ya da "zafer" gibi ol umlu kelimeler kulla nılı­
yor olmasıdır. ll. Dünya Savaşı'nı hikaye eden Japon ders kita plarında yer alan "Çi n l i leri n isti­
lası" ya da "Ja ponların ilerleyişi" gibi ifadeleri değerlendiren bir çalışma içi n bkz.: H ein, l..a u­
ra. Sel den, Mark.2000 . Censoring History: Citizenship and Memory in Japon, Germany, and
the United States. Armonk, New York: East Gate Books. 9-10.

75
S E R D A R KAYA

Ezber YOldeme
Sadece ve sadece insanın bilgi kavramına yabancılaştınlmasıyla
mümkün olabilen ezber yükleme, kişiye, belli önermelerin ispat ge­
rektirmediğinin ve kıymetlerinin kendilerinden menkul olduğu­
nun (self-evident) belletilmesi şeklinde tanımlanabilir. Yıllarca eği­
tim almış olmasına rağmen, data ve enformasyondan hareketle bil­
gi üretmenin, modeller oluşturmanın ve bu doğrultuda soyutlarna­
lar yapmanın ne anlam ifade ettiğini öğrenmesine olanak tanın­
mamış olan bir insan, etik temelli doğru ve yanlışlardan ziyade, ne­
denlerini sorgulama ihtiyacı hissetınediği iyi ve kötüler ekseninde
düşünme eğiliminde olur. Böyle bir eğitim sürecinde ilerlemek su­
retiyle giderek daha bilgili ve eğitimli olmak da, çoğu zaman iyi­
kötü merkezli ezberlerin sayısının artması anlamına gelir.
"En güzel ülke" ifadesi bu türden ezberlere tipik bir örnek ola­
bilir. Örneğin, Kuzey Kore'de yaşayan ve sırf küçükken önüne ko­
nan kitaplar ya da ezberlediği marşlar öyle söylediği için dünyanın
en güzel yerinde yaşadığını düşünen, ancak ülkesindeki onca
olumsuzluklara rağmen bu önermeyi sorgulamayı aklına getirme­
yen bir insan, son derece basit görünen bu ifadenin ne gibi tipik so­
runlar barındırdığını fark edemeyecektir. Söz konusu tipik sorunlar
birkaç başlıkta özetlenebilir:
Süperlatif kullanımı: Herhangi bir konuda süperlatif bir nitelendir­
me yapabilmek için aynı başlık altında incelenebilecek tüm diğer
öğelerin de analiz edilmiş olması gerekse de, objektif değerleri
merkeze alan karşılaştırmalı analizlerle arası hiç iyi olmayan ezber­
ci yaklaşım, ululayıcı ifadeleri çoğu zaman gerekçesiz olarak kulla­
nır. Sözgelimi yukarıdaki örnekteki Kuzey Kore vatandaşı dünya­
daki 200 civarındaki ülkeyi tek tek değerlendirmiş olmak bir yana,
belki ömrü boyunca küçük ülkesinin sınırları dışına dahi çıkma­
mıştır. Ancak bu durum onu bu şekilde düşünmekten alıkoymaz.
Göreeeliliğin göz ardı edilmesi: Pek çok konu gibi güzellik de görece­
lidir. Bir insana göre güzel olan bir şey, bir başkası tarafından daha
farklı bir şekilde nitelendirilebilir. Buna göre bir şeyin herkese göre
güzel (ve hatta herkese göre "en" güzel) olması son derece zordur.
Heptencilik: Karmaşık olan herhangi bir şeyin "güzel" olarak nite­
lendirilmesi, genelleyici bir yaklaşım ifade eder. Halbuki aynı yer-

76
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

d e güzel olan ve olmayan pek çok şey aynı anda bulunabilir. Ancak
ezberci yaklaşımın genelleyiciliği, ülkenin "nesinin" güzel olduğu
konusunda herhangi bir bilgi vermemektedir. Bu da, herşeyi bir
bütün olarak ele almak ve kutsamak suretiyle, olası çirkinliklere
yönelik eleştirileri bastırıcı bir işlev görmektedir. Zira herkesin ül­
kelerinin dünyanın en güzel yeri olduğuna inandığı bir toplumda,
kimi şeylerin hiç de güzel olmadığını ya da başka bir yerde nispe­
ten daha ileri seviyede bir güzelliğin bulunduğunu söylemek cesa­
ret isteyecektir.
Belirsizlikle genelleme: "Güzel" sıfah hem belirsiz, hem de kuşatıcı­
dır; ve hemen her konu için kullanılabilir. Şöyle ki, bir ülkenin "En
güzel" olduğunu söylemek kolay, ancak o ülke için "en zengin",
"en güçlü" ya da "en özgür" gibi daha net iddialarda bulunmak
zordur. Bu durumda, "Neden güzel de başka bir şey değil?" soru­
sunu sormak gerekir:
Dikkatleri Başka Bir Tarafa Çekme: Güzel (ya da iyi) gibi nitetendirme­
ler binlerce şey için kullanabilecekken odak noktası olarak ülkenin
seçilmiş olması, kitlelere hangi konularda tarhşılmaz yargılar be­
nimsetilrnek istendiği konusunda fikir verebilecek mahiyettedir.
Bir ülke elbette pek çok yönü itibariyle güzel olabilir, ve hatta bu
ülkenin kimi yönleri itibariyle "en güzel" olduğu da düşünülebilir.
Ancak güzelliğin "görülen" değil, "öğretilen" bir şey olarak ele
alınması, bu yaklaşımın ne gibi gerekçelendirmelere hazırlık olarak
kullanıldığı sorusunu akla getirmelidir.
Tekrar
Geçerliliği ezberlere dayanan bir doktrinin sürekliliği, (doğal ola­
rak) bu ezberlere konu olan sembollere ve diğer kurgusallıklara
sıklıkla vurguda bulunulmasıyla sağlanabilir. Bu kurgusallıklara
verilen referansların defalarca tekrarlanması, zihinlerdeki ezberleri
canlı tutar. Bu çerçevede, öğrenciler aynı ezberleri neredeyse her yıl
tekrar etmek durumunda olacaklardır.
Kavgam adlı kitabında bu konuya da değinen Adolf Hitler, hal­
kın belli yalaniara inandırılabilmesi için aynı şeylerin sürekli tekrar
edilmesinin önemi üzerinde durmuştur. Halkı yalaniara inandırma

11
S E R DA R KAYA

2
işini "büyük bir maharetle gerçekleştirilmesi gereken bir sanat"
olarak nitelendiren Hitler, duygulara hitap etmek, az sayıda nokta­
ya odaklanmak ve vurgulanması istenilen şeyleri halkı inandırın­
caya kadar defalarca tekrar etmek gibi öğeleri, etkin propaganda­
3
nın prensipleri arasında sayar. Hitler'e göre, yığınların aniatılmak
istenenleri idrak etmeleri ve gerektiğinde hatırlayacak duruma
4
gelmeleri uzun zaman alacağından, belli konulara inandırılmaları
5
ve şartlandınlmaları adına uzun süreli ve devamlı tekrarlar esastır.
Korku
İnsan, yapısı itibariyle, kendisini büyük bir gücün tehdidi altında
hissettiğinde direnmekten ziyade boyun eğmeye ve uyum göster­
meye meyillidir. Merkezi ve kitlesel eğitim bu nedenle korku öğe­
sine de bir ölçüde yer vermek durumundadır. Ezberlere konu olan
sembollerin katılığı ve ululanması, merkezin sınıftaki temsilcisi du­
rumunda olan öğretmenin otoritesi (ve hatta kutsallığı), endok­
trinasyondaki korku öğesinin dozuyla doğru orantılıdır. Öğrenci,
öğretmeninin otoritesini, ululanan sembollerin yüce niteliğini ya da
bu kurgusallıklar etrafında tasarlanan ritüelleri hafife alması du­
rumunda cezalandırılacağını bilir.
Deger Telkini
Eğitim sürecinde benimsetilen ezberlerin toplamı, kitlelerin dün­
yaya bakış ve hayatı anlamiandınş şekillerinde doğrudan belirleyi­
ci olan bir dizi sübjektif değer yargısı oluşturur. Oluşum süreçleri­
nin niteliği nedeniyle çoğu zaman siyah-beyaz netliğinde bir kesin­
liğe sahip olan bu yargılar, dogmatik ancak bir o kadar da duru bir
dünya görüşünü sonuç verir.
Endoktrinasyona konu olan sembollerin ve duygusallıkların hayatı
anlamlandırıcı ve tartışılmaz yapısıyla ayakta duran bu kurgusal
dünyada, iyilerin ve kötülerin safları net bir şekilde bellidir. Bir
başka deyişle, bu şekilde yetiştirilen bir kişinin gözünde herşey son
derece açık ve nettir; tartışılacak bir şey yoktur. Ancak söz konusu

Hitler, Adolf. 1939. Mein Kampf. London: Hurst and Blackett . 164.
Hitler 165.
4
Hitler 169.
Ellul 17.
E N D O KT R I N A S Y O N VE T Ü R K I Y E ' D E T O P L U M M Ü H E N D I S L I C I

, herşey b u kadar açık ve net iken başkalarının nasıl olup da


ikatin hilafına beyanlarda bulunabildiklerine anlam veremez.
nedenle de, onların aslında gerçeklerin farkında olan, ancak
dınlmışlıkları ya da ihanetleri nedeniyle bu şekilde davranan
ler oldu ğuna inanmaktan başka çaresi kalmaz.
8. KON U ÇALIŞMASI (2): TÜRK işi TALlM VE TERBIYE

"İnsanların büyük çoğunluğu, muhtemelen yüzde doksanı,


okumayı bilir, ama sahip oldukları zekayı bunun ötesinde kul­
lanmazlar. "
Robert Ellul
"Ben de bilirim, halk daBütün öğrendierin neler öğrendiklerini­
Kendilerine kötülük yapılanlarNeticede kötülük yaparlar "
Wystan Hugh Auden

Radikal gazetesi yazan İsmet Berkan'ın aktardığı yaşanmış bir hika­


ye, Türk işi talim ve terbiyeyi tek başına özetieyebilecek bir içeriğe
sahip: Kızlan küçükken ABD'ye taşınan bir Türk çift, aradan yıllar
geçtikten sonra çocuklarını Türkiye'den koparbnış olma endi­
şesine kapılmışlar ve bu kopukluğu giderebilme adına kızlannın
lisenin bir yılını Türkiye'de okumasına karar vermişler. Bu şekilde
bir seneliğine Türkiye'ye gönderilen kız, İstanbul'un en seçkin lise­
lerinden birine kaydolmuş. Aradan bir süre geçtikten sonra, ders­
lerden birinde kızın mor kalemle yazmakta olduğunu gören öğ­
rebneni, ona mor kalemle yazamayacağını, diğer arkadaşları gibi
mavi kalemle yazması gerektiğini söylemiş. (İsmet Berkan'ın ifade­
siyle) '"yaşken eğilen' her Türk gibi her emre koşulsuz itaat ebneyi
öğreten bir kültürden" gelmeyen kız şaşırmış ve "Neden?" diye
sormuş. Ancak öğrebnen bu soruya cevaben herhangi bir makul
gerekçe gösterememiş.
İsmet Berkan, "Türkiye ve Türklükle ilgili çok şey anlattığı"nı
söylediği bu hikayeyi aktardıktan sonra şu yorumu yapıyor: "Fark­
lılığa tahammülsüzlük bu öyküde. Otoritenin kendi gücünü gerekli
gereksiz kullanması bu öyküde. O gücün sorgusuz kabulü bu öy­
küde. Gücü sorgulamaya kalkışmanın yaratacağı derin mutsuzluk
ve dışıanmışlık hali bu öyküde."1

Berkan, i smet. 2009. "Mor kalemle yazmak isteyen kız:• Radikal, 4 Haziran.
S E R D A R KAYA

Vatan sathını, tek tip, birbirinden farkı olmayan insanlardan


ibaret bir yer haline getirmek, iki savaş arası dönemde (1918-1939)
Avrupa'ya hakim olan ve Türkiye'yi de fazlasıyla etkileyen otoriter
anlayıştan ileri geliyordu. Bu anlayışa göre, tektipleşme ile milli birlik
arasında kuvvetli bir ilişki vardı. Alman Nasyonel Sosyalist (Nazi)
2
partisinin "Tek Halk, Tek imparatorluk, Tek Lider" sloganında
ifade bulan bu anlayış, Türkiye'de ise, gerek çok p artili hayata karşı
tek parti yönetiminin üstünlüğünü vurgulamak, gerekse tek bir li­
der etrafında kenetlenmesi istenen halkın tektipleştirilmesine ça­
lışmak şeklinde ortaya çıkmıştı. izleri 2000'li yıllarda dahi sürecek
ve özellikle TSK'nın yurdun dört bir yanındaki tepelere yazdığı
"Tek Vatan, Tek Millet, Tek Dil, . . . " gibi metinlerle yaşatılmaya ça­
lışılacak olan bu anlayış, resmi kılındığı Tek Parti Dönemi'nde
(1925-1945) şöyle ifade ediliyordu:
Bizde fırka yoktur, fırka ayrılık, parti, parça ifade eder. Devlet de­
nen salamyetler bütünlüğünü şu veya bu vasıta ile ele geçirmek
ve devlet iktidarını diğer gruplar aleyhine istismar etmek bahis
mevzuu değildir. Bugün kendisine "Cumhuriyet Halk Partisi"
yerine pek güzel "Cumhuriyet Halk Taazzuvu [Uzuvlaşması]"
denebilecek olan teşekkül, milletin kendi mukadderatını bizzat
idare edebilmek için kendine rehber seçtiği yurttaşlannın toplan­
bsından ibarettir, ve elbette ki rehberierin de bir rehberi vardır, ve
o da en büyük Türk, Atatürk'tür, ve bu aşağıdan yukanya doğru,
milletten devlet reisine müteveccih [yönelen] taazzuv teselsülü
[uzuvlaşma silsilesi] devlet tezile [teziyle] millet antitezinin Türk­
lük sentezi halinde tahakkukundan ibarettir. O halde Türk inkı­
labı ideolojisine göre devleti şu kısa cümle ile tarif mümkündür.
"Devlet, Atası etrafında toplanan millettir" .3
Öncelikle çok partili hayatın ayrılık doğuracağını belirten metin, bu
argümandan hareketle, halkın tek bir liderin etrafında kenetlenme­
si (ve hatta doğrudan o liderin uzuvları haline gelmesi) suretiyle
birliğin tesis edileceğini ifade ediyor. Ankara Halkevi'nde yapılan
konferanslardan birinde dile getirilen ve CHP yayınlannda alıntı-

"Ein Volk, Ein Reich, Ein Führer".


Arsal, Orha n . 1938. Devletin Tarihi. Ankara : Cumhuriyet Halk Partisi Yayını. 32.

82
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

larran bu ifadeler, son derece açık bir dille tek parti yönetiminin de­
mokrasiye üstün olduğunu iddia ediyor ve böylelikle günümüz
Kemalistlerinin "tek parti döneminin demokrasiye geçiş adına bir
hazırlık olduğu" şeklindeki argümanlarını tekzip ediyor.
Halkı ve özellikle de gençleri tektipleştirme kaygısının bir başka
örneğini de, Şevket Süreyya Aydemir'in, 1932 ve 1935 yılları arasın­
da yayınlanan ve temelde Atatürk devrimlerinin teorisini yapabil­
4
me çabasının bir ifadesi olan Kadro dergisindeki "Genç-nesil Mese­
lesi" başlıklı makalesinde gözlemlemek mümkün:
Türkiye'de genç neslin, bilhassa mektep haricinde kalan genç ka­
labalığının, bütün prensipleri üstünde mutabık kalınmış ve bu
prensipierin tatbik yollan teferruatiyle tayin olunmuş bir gençlik
hareketi içine alınması zamanı gelmiştir.

Türk yurdunun her bucağına serpilmiş, binlerce, yüz binlerce,


milyonlarca Türk çocuğunun aynı teşkilat içinde aynı kıyafet, ay­
m hareket temposu, aynı telakki altında vereceği şen, kendinden
5
emin ve muhteşem birliğin manzarası ruhu sarsan bir şeydir.
Milyonlarca Türk çocuğunun aynı şekilde giyinmesi, aynı şekilde
hareket etmesi, aynı anlayışa sahip olması suretiyle muhteşem bir
birliğin ortaya çıkacağını ileri süren ve böyle bir manzarayı insarıın
ruhunu sarsacak denli güzel bulan Şevket Süreyya Aydemir bu met­
ni 1932 yılında yazmışh. Ancak, rejimin genetik kodlarına işlemiş
olan bu yaklaşım, aradan takriben 70 yıl geçtikten sonra da sosyal
alandaki gücünü koruyacak ve sözgelimi mor kalem kullanan öğ­
rencisine ''herkes gibi mavi kalem kullanmasını" söyleyen bir lise
öğretmeninin tavrında ifade bulacakh.
Söz konusu öğretmenin tavrı, "milli birlik" konusundaki hakim
militer anlayış ile de uyumlu. Müfredattaki her dersi "milli hedef­
6
lere ulaştıracak birer vasıta" olarak gören ve öğrencilere hak değil

4
Kadro 1932, Cilt: 1 (Tıpkı basım). 1978. Ankara : Ankara i ktisadi ve Ticari i li mler Akademisi.
13.
s
Aydemir, Şevket Süreyya. Nisa n 1932. uGençnesil Meselesi:' Kadro.
6
Kocaoluk, Fatma; Şükrü Kocaoluk (ed.). 1990. ilkokul Programı. ista nbul, Ada n a : Kocaoluk
Yayınevi . 31. (Aktaran: Kaplan, lsmail. 1999. Türkiye'de Milli Eğitim Ideolojisi ve Siyasal Top­
lumsaliaşma Üzerindeki Etkisi. i stanbul: i letişim Yayı nları. 357.)

83
S E R D A R KAYA

ödev eksenli bir vatandaşlık anlayışını telkin ederek, "ödevini yap­


7
mayanın hak istemeye hakkı olamayacağı" tehdidini savuran bir
eğitim sistemi için, farklı renkte kalem kullanan bir öğrenciden ra­
hatsız olmak istisnadan ziyade kural durumunda olabilir. Zira
Türk eğitim sistemi, öğrencilerini her sabah okul bahçesinde askeri
komutlarla hizaya getiren, ardından hep birlikte :ı;-ejime ve rejimin
mimarına sadakat andı içtiren, beden eğitimi derslerinde zorunlu
askerlik hizmetini yerine getirenlerle tamamen aynı şekilde uygun
adım marşlar öğreten, milli bayramlarda ise onları sadece diktatör­
lüklerde görülen türden stadyum törenlerinde kullanan ve arada
bir "Bu vatan kimin?" diye sorma ihtiyacı hisseden bir zihniyetle
faaliyet gösteriyor. Ancak bu gibi uygulamaların giderek daha fazla
eleştiri konusu olmasından hareketle, giderek daha fazla sayıda in­
sanın bütün bu olan bitende bir tuhaflık olduğunun farkına vardığı
düşünmek de mümkün.
TOrk Egitim Sisteminin Bilgi Kavramı ile Ilişkisi
Milli Eğitim Temel Kanunu'nda belirtilen "Türk Milli Eğitiminin
Genel Amaçları" arasında, ilk sırada, "Türk milletinin bütün fertle­
rini . . . Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan
8
Atatürk milliyetçiliğine bağlı . . . yurttaşlar olarak yetiştirmek" ifa­
desi de yer alıyor. Eğitimin amacını öğrencilere bilgiye ulaşmalarını
sağlayacak yöntemleri öğretmek ve böylelikle onlara eleştirel dü­
şünce yetisi kazandırmak gibi objektif değerler doğrultusunda be­
lirlemek yerine, herkesi tek bir lidere ve onun milliyetçi ideolojisine
bağlı kılma hedefiyle hareket etmek, ister istemez eğitim sisteminin
genel anlamda bilgi kavramı ile ilişkisini sorgulamayı akla getiri­
yor. Zira herkesi tek bir şekle sokma amacıyla faaliyet gösteren bir
eğitim sisteminin, pragmatik davranmaması ve bu amaca ulaşma
adına bilginin kendisini bir araç haline getirmemesi çok zordur. Bir
başka deyişle, eğitim sisteminin amacı öğrencileri bilgilendirmek
değil belli kurgulara inandırmak olunca, bilgilerin, ya kurgulara
karşılık gelecek şekilde kesilip biçilmesi ya da tamamen gözden
uzak tutulması gerekir - ki Türk eğitim sisteminin sıklıkla eleştiri-

Kocaoluk ve Kocaoluk 1990. (Aktara n: Kaplan 358. )


8
Milli Eğitim Temel Kanunu, Sayı 1739.

84
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

len ezberci yapısı d a zaten eleştirel yaklaşımın bilinmiyor olmasın­


dan çok, eleştirinin eğitimin (kanunda belirtilen) amacını yerine
getirmesini engelleyecek olmasının bir sonucudur.
Türk eğitim sistemi müfredatı hakkında yakın tarihte yapılan
muhtemelen en kapsamlı içerik analizi olan Ders Kitapları nda İnsan
Haklan: Tarama Son uçları başlıklı kollektif çalışma, akademisyenler­
den oluşan bir ekibin ilk ve orta dereceli okullarda okutulmakta
olan 190 ders kitabını tek tek tarayarak yaptıkları değerlendirme­
lerden oluşuyor. Kitabın listelediği, bilgi saklamaktan, bilgi mani­
pülasyonuna dek varan pek çok problemden bazıları şöyle:

"Kitaplarda birbiriyle çelişen bilgilere yer verilmiştir" . . .


"Otoritenin yüceltilmesi, hatta kutsallaşhnlmasına dayalı bir itaat
kültürü üretilmektedir"
"Birey kavramı belirsizleşmekte ve devlet örgütlenmesi içinde
'eritilmektedir"'
"Kitaplarda yasa ile hukuk, buna bağlı olarak da 'Kanun Devleti'
ile 'Hukuk Devleti' farkı üzerinde durulmamaktadır"
"Eşitliksizci, dışlayıa, ayrıma zihniyet çeşitli biçimlerde açığa
çıkmaktadır" . . .
"Ders kitaplanndaki metinterin söyleminde milliyetçilik zorunlu
ve buyurgan ideoloji olarak sunulmaktadır"
"Kültür de milli kültür olarak anlahlmakta, değişik dönem, çevre
ve etkilerin karışımını bünyesinde barındıran kültürel öğeler,
Türk milli kültürüne özgülenmektedir"
"'Birlik ve beraberlik' motifi, güçlü bir tehdit algısıyla birleşerek
tabulaşhnlmaktadır"
"Ders kitaplanndaki, 'herkesten farklı olma' 'biriciklik' motifi, s:>­
nunda 'kendinden ibaret' dünya algısına yol açabilmektedir"
"Türklük ve Müslümanlık ders kitaplannda herhangi bir temel­
lendirmeye, açıklamaya gerek duyulmaksızın kendiliğinden 'iyi
ve güzel'in temeli olarak görülmektedir"
"Irkçı veya etnokültürcü olarak tanımlanabilecek yönelimle, va­
tandaşlığı esas alan 'siyasal' milliyetçilik anlayışı çerçevesinde
Türk milleti tümüyle etnik nitelikli olmasa bile, 'siyaset öncesi'
ilksel bir özsel kategori olarak tanımlanmaktadır" . . .

85
S E R DA R K A YA

"Kitaplarda yer alan son derece güçlü tehdit algısı, yine çok güçlü
bir 'birlik ve beraberlik' tabusunun inşasını beraberinde getirmiş­
tir ve anakronik tarih kurgusu da bu tabunun yardınuna koşul­
muştur"
"Dil kullanımındaki ezberci tutum ve savrukluk dikkati çekecek
boyuttadır" . . .
" . . . Devlet, yurttaşlarm oluşturduğu hukuksal bir yapı olarak
değil, 'kendi başına bir varlık' olarak tanımlanmaktadır. Devlet,
özne olarak, hatta süper-özne olarak verilmektedir" . . .
"Ders kitaplan yaratıcı/eleştirel düşünmeyi harekete geçireıre­
mektedir" . . .
"Ders kitaplannda en çok saptanan ihlaller arasında şunlar yer
almaktadır: Aynmcılık; ölümün yüceltilmesi (savaşın kaçırulmaz­
lığıru vurgulama vb. yollarla), banş hakkının ihlali; yurtseverliğin
sabit ve mutlak bir biçiminin dayatılması; hak ve özgürlüklerin
değil, görev ve sorumluluklarm öne çıkanlması; ulusal kimliğin
dışlama, tehdit ve düşmanlık üzerinden tanımlanma sı; yabancı
düşmanlığı; çeşitliliğin-farklılığın bir zenginlik olarak değil, bir
problem olarak sunulması"
"Askerlik bir vatandaşlık yükümlülüğü olmaktan ziyade kişinin
'kendisi, ailesi ve yurdu' için yaptığı yüce' bir hizmet olarak ta­
nımlanmaktadır. Askerlik (erkek) kişinin vatandaşlık konumunu
ifade eden, 'vazife' olarak kodlanan siyasi/yasal çerçeveden çıkan­
larak kişinin kendi hayatını, ailesiyle ve çevresiyle ilişkisini ta­
nımlayan sosyal ve kültürel bir çerçeveye taşınnuştı r" . . .
"Milli Güvenlik ders kitaplannda Türk Silahlı Kuvvetleri bağım­
sız, ayncalıklı, her türlü soruna çözüm getirebilen bir özne olarak

karşımıza çıkmaktadır" . . .
"Vatandaşlık ve İnsan Haklan Eğitimi ders kitaplannda devlet
otoritesinin üstünlüğü vurgulanmaktadır"
" İnsan haklan bir amaç olarak değil, devletin saygınlığı, uluslara­
rası kuruluşlarda ve topluluklarda saygı görmenin bir aracı ola­
rak görülmektedir"
"İnsanın yurttaş olarak temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması
sıradanlaştınlmaktadır"
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

''Yurtseverlik/milliyetçilik. milli değerler etnik olarak Türklük


bağıanunda tanıru p açıklanmaktadır"
"Evrensel değerler etnik Türklük bağlamında tarurnlanmaktadır"
"Demokratlık, özgürlük, sorumluluk sahibi olmak Türklere mah­
sus olarak sunulmaktadır"
"Devlet otoritesi yüceltilmekte, mutlaklaşbnlmaktadır"
"Normatif önermeler bilgi önermesi gibi sunulmaktadır"
"Ders kitaplannda bilgilendirmeden çok yerıne ve övme yer al­
maktadır"
"Öğrencilere bir şeyler öğretmek ve yeteneklerini geliştirmek ye­
rine, bir şeylere inarımalan hedeflenmektedir"
"Ders kitaplannda cinsiyet aynmcılığı sorgulanrnamakta, tam
tersine pekiştirilmekte; var olan cinsiyetçi işbölümü doğal ve ka­
çınılmaz olarak sunulmaktadır" . . .
"Görmezden gelme, yok sayma doğrudan insan hakianna aykı­
ndır. Ders kitaplan bu haliyle azınlıklara tahammülsüzlüğü, h�
görüsüzlüğü kışkırtmaktadır" . . .
"Coğrafi veriler bilimsellik adı altında endoktrinasyon yapma
araa olarak kullanılmaktadır" . . .
"Sosyoloji ders kitaplannda, sosyoloji toplumsal düzeni inceleyen
bir disiplin olmaktan çıkmakta, adeta toplumsal düzeni sağlama­
nın bir araa haline gelmektedir" . . .

"Toplum homojen bir şey olarak gösterilmektedir" . . .


"Kullanılan metinler ele alınan konulan yarısıtınada yeterli olsa­
lar bile, sorun öğrencinin bir bombardımana tutulmuşçasına aynı
tür metinlerle düşünmeye, yorum yapmaya yöneltilmesinde yo­
ğunlaşmaktadır" 9 .

Yukanda listeleneo problemlerin, Türk milli eğitiminin, öğrencile­


rin gelişimi adına tersine işleyen bir süreç olduğunu, yani öğrenci­
lerin böyle bir felsefe doğrultusunda ne kadar eğitilirlerse, o oran­
da bilgi kavramına yabancılaşacaklarını ve dünyaya dair gerek
sosyal gerekse siyasi anlamda gerçeğe tekabül etmeyen fikirlere

9
Çotuksöken, Betül; Ayşe Erzan; Orhan Silier. 2003. Ders Kitaplannda insan Hak/an: Taroma
Sonuç/an. Istanbul: Tarih vakfı. 10.. 1 8.

ff1
SERDAR KAYA

sahip olacaklarını ortaya koyduğu söylenebilir.10 Yine yukarıda lis­


telenen ve milli eğitimin "[ö]ğrencilere bir şeyler öğretmek ve yete­
neklerini geliştirmek yerine, [onları] bir şeylere inan[dır]ma" hedefi
ile hareket ettiğini ifade eden madde, bütün bu sorunların çıkış
noktası olarak görülebilir. Bu durum, ilköğretim okullarında veri­
len aritmetik dersini bile devlet politikalarının doğruluğunu kanıt­
lamaya çalışma adına bir araç olarak gören, bu dersin öğretmeni­
nin "öğrencilere sadece sayı kavramını kazandırmakla, aritmetik
işlemlerini doğru yaptırmakla ve aritmetik problemlerini doğru
çözdürmekle ödevini yapmış"11 olamayacağını söyleyen ve aritme­
tik dersini "milli etkinliklerle ilgili hesaplar yapmak, Cumhuriyet
hükümetinin ve milli kurumların Cumhuriyet devrinde elde ettik­
leri randımanların hesaplarını yaptırmak ve bu hesaplar üzerinde
çocukları düşündüren, kısacası milli meselelerin sayı yönü ile öğ­
rencileri ilgilendiren canlı bir vasıta"12 olarak kullanma niyetinde
olduğunu açıkça belirtmekte bir mahzur görmeyen eğitim politika­
larını sonuç vermektedir. Eğitimin araç, Cumhuriyet kurumlarının
başansını (o yaşta bunun analizini yapamayacak olan) çocuklara
benimsetmeye çalışmanın ise amaç olduğunu kendi yayınladığı öğ­
retim programlarında itiraf eden (ve büyük ihtimalle bu yaptığının
ne anlama geldiğinin idrakinde de olmayan) eğitimcilerin, konu
aritmetik değil de tarih olduğunda bilginin araçsallaştırılmasını
daha da tehlikeli bir boyuta taşıyarak gerçekte yaşanmış olanı de­
ğil, işimize en çok gelecek olan kurguyu gerçekmiş gibi aktardıkla­
rını görüyoruz. Böyle bir eğitim felsefesi, konu sosyoloji olduğunda
ise, toplumu anlamak ve toplumsal gerçeklikleri açıklamaya çalış­
maktan ziyade, hayal edilen ideal toplumun ne şekilde üretilip ko­
runacağına odaklanan normatif bir disiplin ortaya çıkarıyor.

10
Talim Terbiye Dairesi Başkanı Profesör Ziya Selçuk'u n, "Anasınıfı öğrencileri arası nda yapılan
'yaratıcılık testleri' çocuklarımız açısı ndan sevindirici sonuçlar veriyor. Ama beş yıl eğitime
devam ettikten sonra aynı çocuklar üzerinde ya pılan 'yaratıcılık testleri'nde belli bir düzey
kaybı görülüyor!" şeklinde bir açıkla ması, Türk eğitim sisteminin öğrenciler içi n tersi ne işle­
yen bir süreç olduğu konusunda ya pıl mış bir itiraf olarak görülebilir. Bu konuda bkz: Akyol,
Taha. 2005. "'Kafa' Sorunu." Milliyet, 17 Haziran.
11 Kocaoluk ve Kocaoluk 1990. (Aktara n : Kapla n 359.)
12
Kocaoluk ve Kocaoluk 1990. (Aktara n : Kaplan 359.)

88
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O PLU M M O H E N D I SLI � I

Ders kitaplarında, Türkiye'nin uluslararası ihtilaflarcia hiçbir


zaman haksız durumda gösterilmediği ve içerideki sorunların ise
ülkenin yapısal anzalarıyla değil iç ve dış düşmanların kışkırtma­
larıyla açıklandığı da hatırianacak olursa, eğitim sisteminin konu­
lara tek taraflı yaklaşan, empati kurmayı düşünmeyen bir zihniyet
ürettiği söylenebilir. Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakülte­
si öğretim üyesi Doç. Dr. Yücel Kabapınar'ın, tasarladığı bir deney,
bu zihniyetin yaygınlığı hakkında bir fikir verebilir. Söz konusu
deneyde, Türkiye'de okutulmakta olan Sosyal Bilgiler ve Tarih ders
kitaplarından kısa metinler seçilerek, metinlerde geçen "Türk" ke­
limeleri "İngiliz", "Batılı" kelimeleri "Doğulu", "Müslüman" keli­
meleri de "Hıristiyan" şeklinde değiştirildi. Ardından da metinle­
rm altına hayali İngiliz yazar isimleri yazıldı. Ortaya çıkan metinler
şöyleydi:
• "İngiliz'in zaten mevcut olan cesaretine, Hıristiyan dini ayrı
bir kuvvet katmıştı. İngiliz ordusu daima savaşa hazırdı. Yo­
rulmak bilmezdi. Müslümanlarm üç günde aldıklan bir yolu,
bir gecede alırdı. Yüz Müslüman'ın on bin İngiliz'den daha
fazla gürültü yaptığını Doğulu yazarlar bildirmektedir. İngiliz
askerlerinin cesareti her türlü takdirin üzerinde idi."
• "İngilizler tarihin tanıdığı en cesur insanlardır. Ulusumuz bu
cesareti sayesinde tarihte önemli yere sahip büyük devletler
kurmuş ve birçok milleti uzun yıllar egemenliği altına almış­
tır. İngilizler bağımsızlığına düşkün insanlardır. Bağımsızlığı
tehlikeye düştüğü zaman kimseden korkmaz."
• "İngilizler hile ve yalanı sevmezler. Başkalarını aldatmazlar.
Açık sözlüdürler. Doğru bildiklerini söylemekten hiç çekin­
mezler. Başkalannın hakianna saygılıdırlar. Dostlanna olduğu
kadar düşmanianna da dürüst davranırlar. Çünkü İngilizler
doğru olmanın gereğine inanmışlardır."
• "İngiliz ulusu temizliğin Hıristiyan dininden geldiği inancı
içindedir. Bu inançla çevresinin, evinin ve işyerinin temizliği­
ne önem verir. Vücut temizliğine önem verdiği kadar çevre
temizliğine de önem verir."13

13 Pakkan, Şükran. 2009. " i ngilizler ya pı nca 'yan h' Türkler yapınca 'ha klı'." Milliyet, 28 Eylül.

89
S E R D A R KAYA

İki ayn üniversitenin Sosyal Bilgiler Öğretmenliği bölümünde dör­


düncü sınıf öğrencisi olan 140 öğretmen adayına yukarıdaki metin­
ler hakkındaki düşünceleri sorulduğtında, denekierin %60'ı metin­
leri "yanlı ve taraflı" olarak nitelendirerek, tarih öğretimi açısından
uygun bulmadığını ifade etti. Bu deneklere göre, İngilizler kendi
milletlerini üstün tutup yüceltirken Müslümanlan aşağılamışlardı.
Öğretmen adaylarının %27,2'si ise, ders kitaplarında bu türden me­
tinlerin varlığını olağan buldu. Hatta bu gruba giren öğretmen
adaylanndan bazıları, "Yetiştirdiğiniz öğrenciler geleceğin askerle­
ridir. Bu yüzden de gereğinden fazla abartarak bir milletin kendini
yükseltmesi olağan bir şeydir" gibi yorumlarda bulundular. Metin­
leri beğenmeyerek, yansıttıkları anlayışın Türk ders kitaplarında­
kine benzediğini ifade edenlerin oranı ise sadece %10 oldu.
Deney sona erdikten sonra öğretmen adaylarına deneyin gerçek
niteliği açıklandığında, içlerinden bir kısmı, metinlerdeki yüceitici
tanım larnalann İngilizlere yakışmasa da Türklere yakışhğıru söy­
ledi. Kimi diğer öğretmen adaylarının yorumlan ise şöyle oldu:
• "İngilizlerin temizlikleri şüphe götürmez bir yalandır. Çünkü
Ortaçağ'da su ve sabunun insanı öldürdüğünü savunan in­
sanların (tamam şimdi temiz olabilirler) tarihsel gelişim süre­
cinde temiz oldukları yıl sayısı 150 yılı geçmez."
• "İngilizler bence doğru sözlü değil yalancı bir millettir...
"

• "İngilizler için önyargılıyım. Çünkü Kurtuluş Savaşı'nda Tür­


kiye Cumhuriyeti'ne çektirdiŞ! açısından. ( . . . ) Bu metne göre
yazarsam, cesur değillerdir .. " 4
.

"Türk" ve "İngiliz" gibi kategoriler oluşturmak ve özcü (essentia­


list) varsayımlardan hareketle, milyonlarca insanı içine alan bu ka­
tegorilerin herbirine belli özellikler atfetmek, yine ders kitaplarında
yaygın bir şekilde yer alan (ve yukarıdaki listede de belirtilen) bir
problem. Bilgiyi saklama, manipüle etme ve hatta gerçeklikle ta­
mamen çelişkili bilgiler sunma gibi tavırlada desteklenen bu yakla­
şım, öğrencilerin geçmişi olduğu gibi bugünü de anlamlandırmala­
rıru zorlaştırıyor. Dahası, bu durum sadece ilk ve orta dereceli
okullarda değil, üniversitelerde ve hatta siyaset bilimi gibi branş-

4
1 Pakkan 2009.

90
E N D O KT R I N A S Y O N YE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L h � l

larda dahi geçerli. Bu süreçten geçen Milliyet gazetesi yazarı Hasan


Cemal'in konu ile ilgili yorumları şöyle:
1960'lann ilk yansında Mülkiye'de siyaset bilimi okudum, si-
yasi tarih okudum, sosyoloji okudum.
Ama sıkı durun :

Kürt sözcüğünü duymadım


Kürt meselesi yoktu.
1915 tek boyutluydu.
Ermeni meselesi yoktu.
Alevi sözcüğü kulağıma çalınmadı.
Cemevi diye bir şey öğrenmedim
Dersim de yoktu, Sason da . . .
Bunlann hiçbirini öğrenmeden mezun oldum 1965 yılında
Mülkiye'den . . .
Ama ben öğrenmedim diye 1915 de, Ermeni meselesi de, Kürt
sorunu da, Dersim de, Sason da, Alevi sorunu da yok olmadı ta­
rihin sayfalanndan .. 15 .

Kimi gerçeklikterin yoksayılmasıyla sorunların da yokolması müm­


kün olmasa da, bu tavrın Türk milli eğitimiyle yaşıt olduğu söyle­
nebilir. Bir dönemde, tarih atlaslarındaki haritalarda yer alan "Er­
menistan" ya da '�enia" kelimelerini sildirme kararı dahi ala­
bilmiş olan Milli Eğitim Bakanlığı, 16 bilgi ile arasına koyduğu me­
safe ölçüsünde Türkiye'nin beşeri sermayesini de ciddi derecede
kısırlaştırmış oluyor. Ülkenin problemlerinin kamuoyunda ele alı­
nış biçimlerine de doğrudan yansıyan bu durum, tartışmalarda ile­
ri sürülen argümanların temel seviyede bir muhakeme dizisinden
dahi mahrum olm aları sonucunu doğuruyor.
Örneğin, " 1915 yılında Türkler Ermenileri soykırıma uğrattı
mı?" gibi bir soru, konu hakkında hiçbir şey bilmeyen bir kişiye
dahi sorulacak olsa, bu kişi ( şayet mantık bilimine minimum sevi­
yede dahi aşina ise), sorunun cevabının (1) 1915 yılında neler ya-

15
Cemal, Hasan. 2010. •Geçmişi temizlemek, Atatiirk'ü bile sansiirlemekl• Milliyet, 20 Ocak.
16
Milli �itim Balıımiiğı Tebl�er Dergisi. Sayı 2146. 29 Atustos 1983. 334. (Aktaran: Kaplan
383.)

91
S E R DA R K A YA

şandığına ve (2) soykınının tanımının nasıl yapıldığına bağlı oldu­


ğunu söyleyecektir. Ancak bu konu Türkiye'yi doğrudan ilgilen­
dirdiği ve özellikle son yıllarda sıklıkla gündeme geldiği halde, ül­
ke çapında yaşanan tartışmalarda 1915'in detaylarına odaklanılmak
bir yana, bu detayların soyutlanarak karşılaştırılmak durumunda
olduğu Birleşmiş Milletler soykırım tanırnma dahi değinilmediği
ve hatta "soykırım", "katliam" ya da "etnik temizlik" gibi kavram­
ların (aralarındaki farklar bilinmediği için) birbirierinin yerine kul­
lanılmakta olduğu göze çarpıyor.
Ülkedeki hiçbir tartışmanın (çözümünün zorluk derecesinden
bağımsız olarak) kolay kolay sona ermeyeceği anlamına gelen bu
durum, asıl sorunun bilgi eksikliğinden de önce, bilgiyi prosesle­
meyi bilernernek ve bu nedenle de sıklıkla mantık hatalarma düş­
mek olduğu gerçeğini ortaya çıkarıyor. Bu durumun pek çok üni­
versite mezununda da gözleniyor olması, "Türk Milli Eğitiminin
Genel Amaçları" nın yükseköğrenimi de kapsadığını, bütün üniver­
site öğrencilerinin (YÖK Kanunu'nun dördüncü maddesinde sıra­
lanan) yükseköğrenirnin amaçları gereği ilk ve orta dereceli okul­
larda alışageldikleri şekilde yetiştirilmeye devam edilmelerinin he­
deflendiğini akla getiriyor:
Y�k�tirrrin amaa:
a) Öğrencilerini; (1) ATATÜRK İnkılapları ve ilkeleri doğrultu­
sunda ATAlÜRK rrrilliyetçiliğine bağlı, (2) Türk rrrilletinin rrrilli,
ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olma­
nın şeref ve mutluluğunu duyan, (3) Toplum yararını kişisel çıka­

nnın üstünde tutan, aile, ülke ve rrril let sevgisi ile dolu, (4) Türki­

ye Cumhuriyeti Devletine karşı görev ve soru mluluklannı bilen


vebunları davranış haline getiren, (5) Hür ve bilimsel düşünce
gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı,
(6) Beden, zihin, ruh. ahlak ve duygu bakımından dengeli ve sağ­
lıklı şekilde gelişrrriş, (7) İlgi ve yetenekleri yönünde yurt kalkın­
masına ve ihtiyaçlarına cevap verecek, aynı zamanda kendi ge­
çim ve mutluluğunu sağlayacak bir mesleğin bilgi, beceri, davra­
nış ve genel kültürüne sahip, vatandaşlar olarak yetiştirmek,
b) Türk Devletinin ülkesi ve rrrilletiyle bölünmez bir bütün ola­
rak, refah ve mutluluğunu arbrmak amaayla; ekonomik, sosyal

92
E N D O K T R I N A S YO N VE T O R K I Y E ' D E TO P L U M M O H E N D I S L I � I

ve kültürel kalkınmasına katkıda bulunacak ve hızlandıracak


programlar uygulayarak, çağdaş uygarlığın yapıcı, yarabcı ve
seçkin bir ortağı haline gelmesini sağlamak,
c) Yükseköğretim kurumlan olarak yüksek düzeyde bilimsel ça­
lışma ve araşbrma yapmak, bilgi ve teknoloji üretmek, bilim veri­
lerini yaymak, ulusal alanda gelişme ve kalkınmaya destek ol­
mak, yurt içi ve yurt dışı kurumlarla işbirliği yapmak suretiyle bi­
lim dünyasının seçkin bir üyesi haline gelmek, evrensel ve çağdaş
17
gelişmeye katkıda bulunmakbr.
Yükseköğretimin amaçları arasmda en başta sayılan ve (1) herkesin
aynı milliyetçi ideolojiye bağlı olmasını bekleyen, (2) tanımı gereği
objektif olması gereken bilimi belli lokal değerlere hapseden, (3)
toplum yararı adına bireyselliği ikinci plana iten, ve (4) hak değil,
ödev eksenli bir vatandaşlık anlayışı öngören maddeler, ilk ve orta
dereceli okullarda okutulan ders kitaplarmdaki problemlerle örtü­
şen bir yapıya sahip. Bu noktada, yükseköğretimin başta zikredilen
bu dört arnacının sonradan gelenlerle çelişmekte ve hatta onların
gerçekleştirilmesini engeliernekte olduğu da söylenebilir. Düşünce
üretmek gibi bir işlevi olması beklenen üniversitelere düşünsel ka­
lıp lar sunmak ise, öğretim ve araştırma görevlilerinin üretken ol­
malarının ancak "kanuna rağmen" gerçekleşebileceği ve kanunla
korunan ideolojiyi eleştirmeye kalkanların (Atilla Yayla ömeğin­
de18 olduğu gibi) haklarında hapis istemiyle açılan davalara muha­
tap olup suçlu bulunacakları anlamına geliyor.
Bu noktada, Türkiye'de (kanun gereği) belli bir ideolojiye bağlı
kalma kaygısıyla yapılan yükseköğretimin niteliğine bir örnek ol­
ması amacıyla, otuz yılı aşkın bir zamandır İstanbul Üniversitesi
İ ktisat Fakültesi başta olmak üzere çeşitli üniversitelerde Türk Dev-
17
Yükseköğretim Kanunu. 1981. Madde 4. Ankara: Yüksekoğretim Kurulu. http://www.yok.
gov.tr 1 cantent/view)B!Jl.S�Ia ng,tr/ [Erişi m tarihi: 15 Mart 2010]
18
Gazi Ü niversitesi i ktisadi ve i dari Bilimler Fakültesi öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla, 2006
yılında katıldığı bir panelde Kemalizmin ilerlemeden çok gerilerneye tekabül ettiğini söyle­
diği ve Batılıların ileride Türklere neden her yerde aynı adamın heykelleri bulunduğunu so­
racaklarını söylediği için, hakkında dört buçuk yıla kadar hapis istemiyle açılan dava sonu­
cunda bir yıl üç ay hapis cezasına çarptırılmış, a ncak ceza ertelenerek Yayla'nın i ki yıl dene­
tim altında tutulmasına karar veril mişti . Bu konuda bkz. : Radikal. 2008. "'Bu adam' sözüne
hapis cezası." 29 Ocak.

93
S E R DA R KAYA

rim Tarihi dersleri vermekte olan Toktamış Ateş'in favori final soru­
larından biri olan "Mustafa Kemal Atatürk bir diktatör müydü?"
sorusunu ele almak mümkün.
Ermeni meselesi ile ilgili önceki soruda olduğu gibi, bu soruya
da yanıt verebilmek için önce diktatör kavramının tanımını yap­
mak ve bu tanım çerçevesinde, bir kişiye diktatör diyebilmek için
gerçeklenınesi gereken şartlan belirlemek gereklı. Daha sonra da,
Mustafa Kemal'in Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve CHP
Genel Başkanı sıfatlarıyla ülkenin başında bulunduğu dönemde bu
şartların gerçeklenip gerçeklenmediğine bakılır. Yine aynı şekilde,
farklı diktatörlük tanımlarından hareket edilerek, Mustafa Kemal'­
in diktatörlüğü konusunda varılacak sonucun farklı tanırnlara göre
değişip değişmediği, değişiyorsa değişikliğe neden olan paramet­
renin ne olduğu gibi sorular sorulabilir.
Ancak, İletişim Yayınları tarafından yayınlanan Modern Türki­
ye 'de Siyasi Düşünce adlı kapsamlı çalışmanın "Kemalizm" konulu
ikinci cildine Toktamış Ateş'in yaptığı altı sayfalık katkıya bakıldı­
ğında, Profesör Ateş'in yıllardır öğrencilerine sorduğu bu soruyu
yanıtlarken biraz farklı bir yöntem kullandığı görülüyor. Zira Ateş,
bu soruyu yanıtlama adına, önce Mustafa Kemal'in kimi otoriter
uygulamaları olduğunu ifade ediyor, ardından da bu otoriterliğin
diktatörlük qöstergesi olduğunu ileri sürmenin haksızlık olacağını
iddia ediyor. 9 Bu argümanını ispat etme adına da, Mustafa Kemal
'in Milli Mücadele yıllarından Cumhurbaşkanlığı dönemine dek
çeşitli vesilelerle yaptığı (milli irade ve meşruiyetin önemini vurgu­
layan) beyanlarını aktarıyor. Yani Profesör Ateş'in izlediği yönteme
göre, Atatürk'ün bir diktatör olmadığını biliyoruz, çünkü Atatürk
öyle söylüyor...
Mantık hataları (logical fallacies) bahislerinde argumentum ad ve­
recundiam ifadesi ile referansta bulunulan bu hatalı türnevarım yön­
temi, bir argümanın bilimsel ispat ve eleştirel muhakeme kullan­
mak yerine bir otoritenin yanılmazlığı varsayımına dayanarak doğ­
ru kabul edilmesi durumunu ifade ediyor. Söz konusu mantık ha­
tası,

1
9 Ateş, Toktamış. 2001. "Kemalizm ve Ö zgünlüğü." Ahmet l nsel (ed.), Modem Türkiye'de Siya­
si Düşünce. 0/t 2: Kemalizm içinde. I stanbul: i letişim Yayınları . 320.

94
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I G I

Basamak 1 : A,
p önermesinin doğru olduğunu söylüyor.
Basamak 2: A,
güvenilir bir kişidir.
Basamak 3: O zaman, p önermesi doğrudur.
şeklinde özetlenebilecek bir manhk dizisine sahip.
Yükseköğretimin (YÖK Kanunu'nda belirtilen) amacı bu soruya
olumsuz bir yanıt vermeyi bir parça problemli hale getiriyor olabi­
lir. Ancak bu durum, Türkiye'deki yükseköğretim kurumlarının
sınıf geçme noktasında mantık hatalarını ödüllendirebildiği gerçe­
ğini değiştirmiyor.
Genel Bir Degerlendinne
Türk eğitim sisteminin bireyselliklerini köreiten telkin ve uygula­
malarına çok sayıda örnek vermek mümkün. Ancak ilköğretim
okullarının bir ila üçüncü sınıflarında okutulan Hayat Bilgisi dersi­
nin öğretim programında detayları aktarılan sınıf içi çalışmalardan
biri, bu durumu tek başına özetieyebilecek bir niteliğe sahip:
ETKİNLİK ÖRNEKLERİ
Ritmi Tuttur
Öğrenciler sınıfa üzerine vurulduğunda ses çıkaran çeşitli eşyalar
getirirler. Eşyalara vurarak ses çıkarmalan istenir. Çıkardıklan
seslerin bir gürültü oluşturduğu fark ettirilir. Bir lider seçilir. Li­
derin bir ritim tutturması ve grubun da ritme uyması sağlanır.
Lidere yeni ritimler denemesi ve grubu yönlendirmesi söylenir.
Çalışma sonunda liderlerin sorumluluğu ve gruplar üzerindeki
etkileri tarhşılır. Öğrenciler günlük hayatlanndaki bir liderle ilgili
20
bilgi toplarlar.
Çocuklara özetle, "Her kafadan bir ses çıkarsa düzensizlik olur, o
nedenle bir lidere uyun, onun dediği ritmi tutturun ki uyum ol­
sun" mesajı veren bu sınıf etkinliği, sadece yukarıdan-aşağıya ör­
gütlenmeyi meşrulaşhrmakla kalmayıp, özgür bir toplumun en
temel özelliklerinden biri olan değişim talebini dahi liderin inisi­
yatifine bırakıyor. Türk eğitim felsefesine hakim olan zihniyetin şef

20 ilköğretim 1, 2 ve 3. Sınıflar Hayat Bilgisi Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu. 2009. Ankara:
tC. Milli EAitim BakanlıAı Talim ve Terbiye Kurulu BaşkanlıAı. http://ttkb.meb. gadr/ og­
retmen /modules.php?na me=Down loads &d_ op=getit &lid=872 [Erişi m tari hi: 14 Mart
2010)

95
S E R D A R KAYA

düzeninden bu yana çok fazla değişmediğini gösteren bu örnek,


aslında son dönemde Milli Eğitim Bakanlığı'nın ders kitaplarının
içeriklerini demokratikleştirme yönündeki çabalarının neden yeter­
siz kaldığının da bir göstergesi.
Bakanlık içerisinde kurulan komisyonlar son yıllarda ders ki­
taplarına sürekli insan hakları, demokratikleşme ve farklılıklara
saygı ekseninde yeni bölümler ekliyor ve onyıllardır ders kitaplan­
nı işgal eden kimi problemli ifadeleri de metinlerden çıkartmaya
çalışıyor. Ancak son derece olumlu olan bu gelişme, milli eğitime
(ve dolayısıyla ülkenin geneline) onyıllardır hakim olan zihniyetin
içerisinden gerçekleştirildiği için, yapılan değişiklikler kuşatıcı bir
şekilde kitapların ruhuna yansıyamıyor ve (ders kitaplarındaki
problemleri listeleyen alıntıda da yer aldığı gibi) insan haklarına
dair bir bölüme yer vermek, konuyu gerçekten önemli bulmaktan
değil, uluslararası alanda "Bakın biz de bu konuya önem veriyo­
ruz" diyerek saygınlık kazanma arayışından ileri gelebiliyor. Bu
gibi ucuz kaygılar, Türkiye'de daha geniş çaplı bir zihniyet değişi­
mi olmadan, ders kitaplanndaki değişimin de yüzeysel kalmaya
devam edeceğini gösteriyor. Pek çok alana olduğu gibi milli eğiti­
me de yansıyacak olacak böyle bir zihniyet değişiminin yolu ise,
herşeyden önce hakim kalıplarm sorgulanmasından geçiyor. Zira
Türk işi talim ve terbiye, mevcut haliyle, Türkiye'nin kendi ayakla­
rına ateş ederek kendi beşeri sermayesini ortadan kaldırması işle­
vini görüyor.
Şöyle ki, hakim kalıplar doğrultusunda yapılan eğitim, büyük
çoğunluğu itibariyle (1) mühendislik, tıp ve işletme okumak isteyen,
(2) felsefe, sosyoloji ve siyasal bilimler gibi düşünce eksenli alanlara
çok fazla ilgi göstermeyen, (3) antropoloji ve beşeri ilimler gibi insan­
lığın bugün itibariyle geldiği noktayı anlamaya ve yeni katkılar
sunmaya odaklanan disiplinleri ise olsa olsa açıkta kalmamak için
tercih edebilen öğrenciler üretiyor. Çok satan gazetelerin boyut ol­
masa da içerik itibariyle ekseriyetle tabloid formatında yayın yap­
maları ya da yayın politikalan eleştirilen televizyon kanallannın
başka türlü reyting alamıyor olmaları gibi konularla bir arada dü­
şünüldüğünde, üniversite eğitimindeki branş tercihlerini düşünsel
olana yönelik yaygın bir ilgisizlikle açıklamak mümkün hale geli-

96
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

yor. Bu d urum u, üniversite eğitimini tamamladıktan sonra düzenli


olarak kitap okumaya ihtiyaç hissetmeyen, çünkü öğrenmeyi zih­
nindeki merakların peşinde koşmanın değil, geleceğe yönelik prag­
matik hedeflerini gerçekleştirmenin bir aracı olarak gören bir insan
tipolojisinin yaygınlığının bir sonucu olarak değerlendirmek
mümkün. 2 1 Bu noktada, insan doğasının bir parçası olan düşünsel
merakın ortadan kaldınlmasının ciddi bir insanlık suçu olduğu da
söylenebilir. Zira bir insandan bundan daha büyük bir değer çala­
biirnek çok zordur.

21 "Türkiye'de adam başına yıllık kitap harcaması 0,45 dolar iken, Norveç'te 137, Almanya'da
122, lsveç'te 100, ABD'de 95 dolar. Dünya ortalaması ise 1,3 dolar. Halk kütüphanelerinde
Fransa'da 144 milyon, i ngiltere'de 122 milyon, Al manya'da 108 milyon kitap varken, bizde
12 milyon. Türkiye'de 100 tiyatro varken, yal nızca londra'da 250 tane mevcut. Türkiye'deki
168 müzeye karşılık, Fra nsa'da 9500, Almanya'da 10 bin müze var. / Bu durumu eAitimle çö­
zeriz diyenlere, hangi eAitmenlerle diye sormak gerekiyor. Milli Etitim BakanilAının okul
müdürü ya rdı mcılıAı sı navına giren 54.611 öAretmenden yalnızca 2.731'i geçer not aldı, yani
sadece %51. Dünyanın en iyi SOO üniversitesi sıralamasında tek bir Türk üniversitesi bile yer
alamadı.n Kılıçbay, Mehmet Ali. 2006. Şu Benim Ülkem. Istanbul: Merkez Kitaplar. 152.

!11

• ·
-



2�::
��·
......

-
9. KONU ÇALIŞMASI (3): TÜRK MILLI E�ITIMINDE LIDER KOLTÜ

"Bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey


yapılamaz. "
Rakel Dink

Yetişkin olmamak, henüz bedenen ve zihnen yeterince olgunlaş­


mamış olma durumuna işaret eder. Yetişkin olmayan insaniann bir
yandan pek çok haktan mahrum edilirken, diğer yandan daha az
sorumluluğa sahip olmalarının nedeni de budur. Bilgi seviyesi ya
da dünyayı anlamlandırabilme kapasitesi henüz sınırlı olan 1 0 ya­
şındaki tipik bir çocuk, bu nedenle hem istenilen şekle kolayca so­
kulabilir, hem de yapbğı çoğu şeyden bir yetişkin ile aynı derecede
sorumlu olmaz.
Eline bayrak verilen ve "Bugün bayram!" denilen bir çocuk, çok
sıradışı bir karaktere sahip olmaması durumunda bu duruma her­
hangi bir gerekçe aramayacak ve bayramlarda davranılması bekle­
nen şekilde hareket ederek "neşe ile dolacak" br. Halkın üst üste üç
kez seçtiği ve dördüncü kez de seçecek gibi göründüğü bir başba­
kanın darbe ile devrildiği ve ardından türlü aşağılarnalara maruz
bıraktidıktan sonra iki bakanı ile birlikte asıldığı askeri dönemin
başlangıcı olan 27 Mayıs (1960), bir diğer askeri yönetim olan 12
Eylül'e (1980) kadar milli bayram olarak kutlanmıştı. "27 Mayıs
Hürriyet ve Anayasa Bayramı" olarak adlandırılan bu günü ilkokul
çocukları da kutluyorlardı.
Bu tür uygulamalar, eğitim ile birlikte çocukların kendilerinin
de araçsallaştırılmaları durumunun ömeklerindendir. Zira çocuk­
lar neyi kutladıklarını ve neden kutladıklarını çoğu zaman bilmez­
ler, bilemezler. 20 Nisan'ı bayram haline getirip, "insanlığın ve
Türklüğün büyük dostu Adolf Hitler'in doğum gününü kutlamak
üzere" stadyumlara götürülmeleri durumunda da, yine başkaları
tarafından kitaplarına konan şiirleri okuyacak ve dinleyecekler, ve
değil günün gerçek anlam ve önemini, neden bir stadyuma getiril-
S E R DA R KAYA

diklerini ya da stadyum kutlamalarının bir tarihte neden gerekli


1
görüldüğünü dahi bilemeyeceklerdir. Çünkü eğitim adına yapılan
faaliyetler, o faaliyetlere katılan çocuklar değil, o faaliyetleri şekil­
lendiren eğitim felsefesi ve o felsefeyi benimseyen (ya da karlyeri
ile ilgili kaygıları nedeniyle benimser görünen) bürokratlar hak­
kında bir fikir verir. Ancak bu d urum, bu sürece maruz bırakılan ve
bir rejim nesnesi olarak sosyalize edilen çocukların, sürecin sonuna
gelindiğinde kendilerini kullanan sistemin sadık muhafızları haline
gelecekleri ve kendilerinden sonra gelenlerin dönüştürülmeleri
işinde (gönüllü olarak ya da maaş karşılığında) çalışmaya başlaya­
cakları gerçeğini değiştirmez.
Şayet ailede2 değilse kreş ve anaokullarında başlayan bu sürecin
izini, Milli Eğitim Bakanlığı'nın 36 ila 72 aylık çocuklar için düzen­
lediği belirtilen "Okul Öncesi Eğitim" programlarından itibaren
sürebilmek mümkün. Üç ila altı yaş arasındaki çocukların eğitimi­
ne odaklanan bu programda, "Özbakım Becerileri" başlığı altında
"Bumunu mendille siler" ya da "Kendi kendii:le yemek yer" gibi
davranışlar sıralanırken, "Bilişsel Alan" ve "Sosyal-Duygusal
Alan" başlıklarında Atatürk eksenli "kazanım"lara yer veriliyor. 3
Atatürk merkezli siyasi eğitimi neredeyse kundakta başlatmaya

Iki savaş arası dönem (1918-1939) ve sonrasının otorlter idareleri, gerek askerlerini, gerekse
akrobasi gösterileri sunan gençlerini stadyum gösterilerinde kullanır ve böyleli kle düşman­
Ianna güç projeksiyonunda (power projection) bulunurtardı. Asker sivil herkesi n uygun adı m
yürüdüAü, gençlerin çevi k hareketlerle insandan piramitler oluşturdutu bu gösterilerle
düşmana, •ülkenin ne kadar da disiplinli, çevik ve vatansever gençlere sahip oldulif yö­
nünde kuvve t ve birlik eksenli mesajlar verilirdi. Halkın rejime olan baillılık duygularını taze­
leme gibi ikincil bir etkiye de sahip olan bu resmi kutlamalar, temelde militarist (ve militarist
olduilu ölçüde de bireyseliiili ortadan kaldıran) uygulamalar durumundaydı . 2010 yılı itiba­
riyle bu uygulamalann sadece Türkiye ve Kuzey Kore'de sürdürülmekte olmasını, her Iki ül·
kede de güçl ü bir militarizm ve lider kültü ile şekillenen seküler bir dogmanın bulunması ile
açıklamak mümkün.
Bu durumun en ilginç örneklerinden biri, 10 Kasım 2009 günü kaydedilen ve internete akta­
nlan bir ev yapımı videocia •Atatürk öldü biliyor musun?" diyerek annesine alliayan küçük
Elif olmuştu. Elifin videosu bir anda popüler olmuş, küçük bir kızın bu şekilde alllıyor olması
bazı Kemalistleri duygulandınrken, farklı kesimden i nsa niann tepkilerini çekmişti.
Okul Oneesi �itim Progromı {36-72 Aylık Çocuklar Için). T.C. Milli Elliti m Bakaniılı Okul Ön­
cesi Eilitiml Genel M üdürlüilü. http://ooegm.meb.gov.tr/ mevzuat_ ba nk/ icerik.asp?id=48
[Erişim tarihi: 14 Mart 2010)

100
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

örnek gösterilebilecek olan bu uygulamanın amaçlan programda


şöyle belirtiliyor:

Bİ LİŞSEL ALAN

Amaç 20. Atatürk'ü taroyabilme


Kazanımlar
1. Atatürk'ün hayatı ile ilgili olgulan söyler.
• Bu kaz anım daki olgular çocukların yaşları dikkate alınarak

belirlenecek olan basit bilgileri içermelidir. Atatürk'ün doğum


yeri, anne ve babasının isimleri, asker ve komutan olduğu gibi
olgular öyküler aracılığı ile kazandınlınaya çalışılınalıdır.
2. Atatürk'ün kişisel özelliklerini söyler.
• Bu kazanımdaki kişisel özelliklerin de olgular gibi sınıriandı­

niması ve çocukların ilgisini çekecek özellikler olması gerek­


mektedir: Atatürk'ün çalışkanlığı, vatan ve bayrak sevgisi, ço­
cuk sevgisi, demokrasiye, barışa, bilime, sanata ve spora verdiği
önem bu özellikler arasında sayılabilir.
Amaç 21 . Atatürk'ün Türk toplumu için önemini açıklayabilme
Kazanımlar
1. Atatürk'ün getirdiği yenilikleri söyler.
• Bu kaz anım sırasında yeni Türk Alfabesi, kılık-kıyafet inkıla­

bı, yeni ölçü birimleri gibi inkılaplar somutlaştınlarak ve çocuk­


ların düzeylerine uyarlanarak kazandırılınaya çalışılınalıdır.

SOSYAL-DUYGUSAL ALAN
Amaç 15. Atatürk ile ilgili etkinliklere ilgi gösterebilıne
Kazanımlar
1. Atatürk ile ilgili etkinliklere katılır.
2. Atatürk ile ilgili etkinliklerde aldığı sorumluluklan yerine geti-
•4
rır.
Çocukların ilköğretim yılları boyunca sürekli tekrar edecekleri bir
konsepte dair öğelerin ilk telkinleri olarak da görülebilecek olan bu
örneklerde Atatürk'ün "cumhurbaşkanı" değil, "asker ve komu-

4
O/cu/ Oneesi �itim Programı (36- n Aylık Çocuklar Için).
S E R DA R KAYA

tan" kimliğinin öne çıl<arılmış olması ilginç ve tuhaf. "Atatürk'ün


Türk toplumu için önemini açıklayabilrne" adına harf inkılabı, kı­
lık-kıyafet inkılabı ve yeni ölçü birimleri olmak üzere üç yeniliğin
sayılmış olması da aynı şekilde problemli. Zira aynı programın ay­
nı başlığı altında yer alan "varlıkların renkleri, şekilleri ve büyük­
lükleri" gibi hayata d air ilk temel bilgiler arasına bir kültür devri­
minin devri sabık algısın ı da sokuşturmaya çalışmanın, 2000' li yıl­
lar itibariyle dünyada görülen siyasi sosyalizasyon uygulamalan­
nın en otoriter örnekleri arasında yer aldığı söylenebilir. Bu prog­
ramı hazırlayan komisyon un başkan ve üyelerinin ekseriyetle Tür­
kiye'nin önde gelen üniversitelerinde (ve çoğu itibariyle eğitim fa­
kültelerinde) görev yapan profesörler olmaları ise, Türkiye'de ha­
kim olan pedagoji anlayışının niteliği hakkında da bir fikir verebi­
lir.
5
Cumhuriyet kavramın ın tanım ı doğrultusunda "insanlara göre
bir rejim" anlayışından h areket etmek bir yana, "rejime göre insan­
lar " üretme çabasına karşılık gelen bu eğitim felsefesi, ilköğretim
ve sonrasında da devam eder. Örneğin, Hayat Bilgisi dersinin öğre­
tim programında, "öğrencilere kazandırılmak istenen kişisel nite­
likler aşağıda açıklanmıştır" dendikten sonra, "Vatanseverlik" baş­
lığı altında, "Atatürk'ün ulusal bir lider olduğunu kabul etme ve
6
saygı gösterme" gibi bir maddeye de yer veriliyor. Eğitimin kendi­
sini, "Atatürk'ün ulusal liderliğini kabul ettirme" aracına indirge­
yen bu yaklaşım, Atatürk'ü kendisine lider olarak görmeyen insan­
ları "vatanı sevmeyen" kim seler olarak ötekileştirmeye müsait bir
ima içerirken, daha bayağı yaklaşımlarda rastlanan "vatan haini"
suçlamalarına da zemin hazırlıyor.
Türkiye'de onyıllardır bu doğrultuda yetiştirilen nesiller, bir
yandan kendileri gibi düş ünmeyen (ya da en azından farklı etnik
ya da kültürel pratiklere s ahip olan) vatandaşiara karşı küçümse­
meden diş b ilemeye kadar uzanan çeşitli davranışlar sergilerlerken,
diğer yandan da içinden geldikleri kültür ve medeniyete ait kimi
öğelerden ötürü Bablılara karşı utanç duyma eğiliminde oldular.

Cumhuriyet (res publica), " insanlara ait olan" (public matteri ifadesine yakın bir anlama
sahiptir.
ilköğretim 1, 2 ve 3. Sınıflar Hayat Bilgisi Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu.

102
E N D O K T R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M Ü H E N D I S L I C I

Kökleri Lale Devri ve Tanzimat'a dek uzanan/ ancak Cumhuriyet'­


in ilk yıllarında yeni bir ivme kazanan bu trendin öğrenciler üze­
rindeki etkilerini gözlemlerne adına, Cumhuriyet'in 15. Yıldönümü
münasebetiyle (29 Ekim 1938) Cumhuriyet Halk Partisi8 ve Kültür
Bakanlığı tarafından düzenlenen yazı müsabakasına gönderilen ça­
lışmaları incelemek mümkün. Zira bu müsabakanın amacı. "Türk
çocuğunun ve Türk gencinin Cumhuriyet için ve onu kuran Ulu Şe­
fimiz Atatürk için duyup düşündüklerini" bir araya toplamakb.9
Türkiye'nin dört bir yanındaki ilkokul, ortaokul ve liselerden yüz
bine yakın öğrencinin katıldığı müsabakada dereceye girenierin şiir
ve kompozisyonları, aynı yıl Şeref Kitabı adıyla kitaplaştınlmıştı.
Türkiye'de siyasi sosyalizasyon adına birincil kaynaklardan biri
kabul edilebilecek olan bu kitapta yer alan kimi örnekler, Ata­
türk'ün gerek eğitim sürecinde gerekse diğer sosyal alanlarda put­
laşbrılmasının kendi hayab döneminde başladığını ve Türkiye'de
halen hakim olan lider kültünün temellerinin o dönemde atıldığını
ortaya koyuyor.
Örneğin, Savur İlkokulu beşinci sınıf öğrencisi Kazım Ökmen,
"Ey büyük Ata! Ey Tanrının oğlu!" diye hitap ettiği Atatürk'e, "On
yedi milyon yetiştirdiğin, yokken varettiğin Türk gençliği senin ve
yurdum için her vakit isteyerek canını verıniye hazırdır " diyor.10
Ünye Ortaokulu üçüncü sınıf öğrencisi Yusuf Çam ise, "Yolumuzu
açan odur, o her benliğin üstünde olan bizi ölümlerden kurtaran,
uçurumlardan alan, kalbirnize ışıklar dolduran, erginlik ve devrim
Tanrısıdır. 1 O, var olmasaydı biz zaten ölüme mahkUm olmuştuk.
O, olmasaydı hiçbir şey olmazdı. 1 . . . 1 O bizim ebedi Öncümüz,
ebedi Önderimizdir. 1 O bizim her şeyimizdir." şeklindeki sözleriy-

Bu konuda bkz.: (1) Okumuş, Ejder; Ahmet Cihan; Mustafa Avcı. 2006. Osmanlı Devleti'nde
EQitim Hukuk ve Modernleşme. Ista nbul: Özgü Yayınları . 180-320. (2) Davison, Roderic H .
1997. Osmanlı lmparotorluğu'nda Reform. Istanbul: Agora Kitaplığı. (3) Doğan, Nuri. 1994.
Ders Kitaplan ve Sosyalleşme (1876-1918). Istanbul: BaAiam Yayıncılık.
O dönemde "Cumhuriyet" kelimesi "Cümhuriyet" şeklinde yazılıyor ve oku nuya-du.
9
Şeref Kitabı: Cümhuriyetin XII. YI/ Dönümünde Tıirk GençliQinin Duygu ve Düşüncesi. 1938.
Ankara: Cümhuriyet Halk Partisi.
10
Şeref Kitabı 17.
S E R DA R KAYA

le, önderine olan bağlılığını ifade ediyor. 11 Kırşehir Ortaokulu


üçüncü sınıf öğrencisi Kemal Coşkuntuna'nın Atatürk' e yönelik his
ve düşünceleri ise şöyle: "Ona yurdun her ferdi canından daha faz­
la bağlı. Bir milleti şerefe, erkinliğe, saadete kavuşturan sade se­
vilmez ona tapılır. Biz de Atamıza öyle bağlıyız ve tapıyoruz." 1 2
Erenköy Kız Lisesi'nden Ş.E. Muazzez Ongan da, "Sen bir yarahcı
idin. Herşeyi yoktan varettin" 1 3 diyerek benzeri bir yaklaşım ortaya
koysa da, konuya ırki bir boyut da getiriyor: "Sen kudretli ırkının
yarathğı en büyük şahesersin". 1 4
Öğrencilerin yazılarında dikkati çeken bir diğer tipik diktatörya
öğesi de, ululanan liderin bir parça mistik ifadeler kullanılarak mil­
letinin üzerine doğan bir güneşe benzetilmesi. Örneğin, Bursa Böl­
ge Sanat Okulu ikinci sınıf öğrencisi Hüseyin Necmi Demirmen
savaş yıllarını kast ederek, "Dünyanın en mert ve asil ulusu olan
Türk Ulusuna böyle işkence edilmesine razı olaınıyan Tann, bu
ulus üzerinde ikinci bir güneş doğdurdu. Bu güneş Türk'ün Büyük
Kurtarıcısı Atatürk'tü. Evet, o güneş kadar nurlu ve ışıklı idi" di­
5
yor. 1 Uşak Ortaokulu birinci sınıf öğrencisi Belma Ürgenç de aynı
temayı kullandığı yazısında, "Nihayet, bu ufuklardan, Yüce Önder
bir güneş gibi doğdu. İşte, Türkün biricik kurtarıcısı... " ifadelerine
6
yer venyor. 1

Tek Parti Dönemi öğrencileri, bu gibi mistik ifadeler kullanırken


kimi zaman Türk ulus-devletine ait kimi öğeleri dini kavramlar
kullanarak övüyorlar. Mesela, İzmir Erkek Lisesi üçüncü sınıf öğ­
rencisi Taceddin Altuğ, rejimin en temel sloganlarından birine atıf­
ta bulunurken "dua" kelimesini kullanıyor: "Vatanım ızın hür ha­
vasını teneffüs ederken bizim için en kıymetli dua olan bir sözü
7
haykıralım: «Türküz ne mutlu bize»". 1 Kimi öğrenciler ise, liderin
yolunu din (ve bazen de spesifik olarak İslam dini) ile karşılaştır-

ll
Şeref Kitabı 39.
12
Şeref Kitabı 40.
13
Şeref Kitabı 62.
14
Şeref Kitabı 61.
15
Şeref Kitabı 45.
16
Şeref Kitabı 35.
17
Şeref Kitabı 56.
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

malı olarak savunuyor. Örneğin, Balıkesir Dumlupınar İlkokulu


beşinci sınıf öğrencisi A. Tercan, "Onun yolu bizi yalana ahret cen­
netine değil, hayata kavuşturacaktır" 18 derken ahiret inancı aleyhi­
ne seküler bir tavır alıyor gibi görünse de, öğrencilerin (aşağıda re­
ferans verilecek olan) ifadelerinin sürekli din ile karşılaşhnnalar
yapma ve kutsalı öbür dünyadan bu dünyaya taşıma ekseninde
dönüyor olması, semavi olanı terk ederek seküler bir dine inanma­
ya başlamış olduklarını gösteriyor. Mesela, Kırşehir'den ortaokul
üçüncü sınıf öğrencisi Leman Çiçekdağı, Atatürk'ün heykelinin ta­
şını Kabe'nin taşı ile karşılaştırıyor ve heykelin taşının Kabe'nin ta­
şından daha kutsal olduğunu söylüyor:
Ufukta sonsuzluğu çizen kudretli bir el,
Göklere yükseliyor ilah gibi bir heykel,
Bu varlığın önünde bir dakika dize gel,
Bu ta§ daha kutsldir o kabenin ta§ından 19 . .

Şiirde heykelin bir ilaha benzetiliyor ve insanların heykelin önünde


dize gelmeye davet ediliyor olması da, lider ululamasını son nok­
taya taşıyor. Heykel ile Kabe arasındaki karşılaşhnn arun bir benze­
rini, Trabzon lisesi'nden M. Özdemir Ağat, Atatürk ile Allah ara­
sında yapıyor:
Selanik'ten yüceldi ilahiann bir e�i;
Doğu�uyla kararttı gökte sanki güne�i. .

Bütün millet bir olup sanlmalı silaha,


20
Kurtulmak, kurtamıakta hacet yoktu Al/aha!
Bu doğrultudaki diğer şiirlerde, Cuınhuriyet'e tapmayı bir borç
olarak sunarak Cumhuriyet'in anlamını bir kez daha tersine çevir­
mekten, '�tatürk uğruna dünyayı yakmak" gibi fanatikliğin uç
noktalanna varmaya kadar giden pek çok mısra yer alıyor:

Yusuf Öner, Kastamonu Sanat Okulu, ikinci sınıf:


Sana güne� mi desem, Tann mı desem sana?
21
Ey Atam, kıvılcımlı gözlerinle bak bana.

8
1
Şeref Kitabı 24.
1
9 Şeref Kitabı 25.
20
Şeref Kitabı 49.
S E R D A R KA YA

Mahir Abdumlu, Kütahya Lisesi, birinci sınıf:


İçten gelen hisler/e, seslerle söylüyorum:
"Bir Atatürk uğruna dünya yansın" diyorum.
Cumhuriyet kurdu Türkün kutsal elinde;
Yaratmak, i�te budur, Allahların dilinde. ız
Remzi Kaygulu, lise üçüncü sınıf:
Bin dokuz yüz yirmi üç, yirmi dokuz ilkte�rin,·
Cumhuriyet kuruldu, hakkınuz bayram yapmak.
Ey gökteki melekler, siz de göklerden inin,
Yılda bir borcumuzdur, Cumhuriyete tapınak. 13
Öğrencilerin ifadelerinde dikkati çeken bir diğer konu da, Avru­
pa'yı bir ölçü olarak görüyor ve Türkiye'deki Atatürk dahil pek çok
şeyin değerini Avrupalıların düşüncelerini esas alarak yüceitme
yoluna gidiyor olmaları. Örneğin, Atatürk'ü kast ederek, "Onun
hayatını anlamağa gelen yabancılar azmı?"24 diye soran Balıkesir
Dumlupınar İlkokulu'ndan A. Tercan, öyle görünüyor ki, Türkiye
dışındaki insanların Atatürk'e yönelik büyük bir ilgileri olduğunu
düşünüyor ve bu ilgiyi onun büyüklüğüne bir delil olarak görüyor.
Öğrencilerin Avrupalılara mahçup olmama ve onların beğenisini
kazanm a kaygısı ise, kalkınma ve kılık kıyafet eksenli konularda
belirginleşiyor. Örneğin, Tarsus Amerikan Koleji orta kısım öğren­
cisi Hayri Torosoğlu, "Şapka giydik, gülünç olmaktan kurtulduk"25
derken, Erzurum İsmet Paşa İlkokulu beşinci sınıf öğrencisi Erdal
Sağmanlı ise, aynı doğrultuda bir kaygıdan hareketle "Bizi utan­
dırmayan giyirnimizle dünyayı dolaşabiliyoruz"26 ifadesini kulla­
nıyor. Manisa Necatibey Okulu öğrencisi Celal Alkış ise "Eskiden
bize gülen Avrupalılar şimdi bizi hayranlıkla seyrediyorlar. Vapur­
larımız, demir yollarımız var"27 demek suretiyle ekonomik kalkın-

21
Şeref Kita bı 43.
22
Şeref Kitabı 51.
23
Şeref Kitabı 53.
24
Şeref Kitabı 24.
25
Şeref Kitabı 70.
26
Şeref Kitabı 16.
27
Şeref Kitabı 44.
E N D O KT R I N A S Y O N V E T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

mayı dahi Avrupalıların hayranlığını kazanmış olma düşüncesini


merkeze alara değerlendiriyor.
Tek Parti Dönemi öğrencilerinin ululayıcı ifadelerinin ders ki­
taplarından ve öğretmenlerinden mülhem olduğunu, bunun yanı
sıra, o dönemde Atatürk'ü tannlaştıran şiirler razmanın şairler ara­
2
sında da yaygın olduğunu belirtmek gerekli. Benzeri bir durum,
dönemin siyaset algısı için de geçerli. Zira "Hakimiyet millettir"
gibi bir sözün olsa olsa Osmanlı'da bir anlam ifade edebileceğini,
oysa artık devlet ile milletin bir olduğunu ve bu nedenle bu söze de
gerek kalmarlığını ifade eden Partililer, yeni dönemin anlayışı doğ­
rultusunda yeni bir formülasyon ortaya koymuşlardı:
Devlet içinde salahiyet bir kişinin mi yoksa camianın mıdır? Ha­
kimiyet Milletindir cümlesi bu meseleyi halletmiş gibi gözükür,
fakat yakın bir tetkik bu ifadenin günün şeniyetine [gerçeklerine]
uygun olmadığını anlamak için kafidir. Devir yürümüştür. Devir­
le beraber devlet de yürümüştür. Bir milletin hayab kalıpianmış
formüller içinde hapsedilemez. Millet devletten ayn bir mefhum
ise hakimiyet ne yalnız devletin ne de yalnız milletin olabilir.
Osmanlı İmparatorluğu devrinde "hakimiyet devletindir" diye
bir söz söylenmiş olabilirdi. Koca memleketi babasının çiftliği gibi
kullanan bir padişah için "devlet benim" demek elbette müm­
kündür. Bu iddiaya karşı bir tepki teşkil eden büyük Türk ihtilali
"Hakimiyet Milletindir" diye haykırmakta yerden göğe kadar
haklı idi. Fakat bugün başımızda ne budala bir padişah, ne de eli
kanlı bir Sezar var. Demek oluyor ki bugün milleti devlete zıt bir
rnefhum gibi öne sürmek bilhassa biz Türkler için yanlıştır. Türk
dehasının, içinden yetiştirdiği, Türk deha sının cisimlerinden bir
çocuğu bugün milletin başındadır. Bizde fırka yoktur, fırka ayn­
lık, parti, parça ifade eder. .. ve elbette ki rehberierin de bir rehre-
.

28
Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanan ve o dönemde yazılan Atatürk şiirlerini derleyen bir
çalışmada, dönemin şairlerinin de CiArencil er ile tamamen aynı doğrultuda mısralar yazmış
oldukl a rı görül üyor. Kitabın özelli kle, "Tanrılaştırma Terna'sı, Ölümsüz Atatürk", "Kemalizm
Yeni inançlar ( Besmele, Kabe, Kur'an ve Ayet, Dua, ima n)" ve "Atatürk ile Peygamberler
(Nuh Peygamber, Musa Peygamber, Süleyman Peygamber, lsa Peygamber, Hızır, Mehdi)"
başlıklı bölümlerinde bu çerçevedeki çalışmaları okumak mümkün. Bu konuda bkz.: O,, /W­
dın. 1989. Şiir Dünyamızcia Atatürk. Anka ra: Türk Dil Kurumu Yayınları .

107
S E R DA R KAYA

ri vardır, ve o da en büyük Türk, Atatürk'tür, ve bu aşağıdan yu­


kanya doğru, milletten devlet reisine müteveccih [yönelen] taaz­
zuv teselsülü [uzuvlaşma silsilesi] devlet tezile [teziyle] millet an­
titezinin Türklük sentezi halinde tahakkukundan ibarettir. O hal­
de Türk inkılabı ideolojisine göre devleti şu kısa cümle ile tarif
29
mümkündür. "Devlet, Atası etrafında toplanan millettir.
Afyon Lisesi birinci sınıf öğrencisi Ahmet ÇetintaŞ'ın kompozisyo­
nunda yer alan bir cümlenin de yukandaki metin ile tamamen aynı
doğrultuda olması tesadüf olmasa gerek: "O baş ki yalnız Atatürk'
ün değil; bütün Türklerin başıdır ve milletin zeka ve irade kudret­
leri orada toplanmıştır " . 30

29
Arsal 31-32.
30
Şeref Kitabı 51.
10. E�ITIM, KOLLEKTIF KIMLIK OLUŞUMU VE ÖTEKILEŞTIRME

"Paternal (baba gibi) olduğu söylenen bir devletin bulunduğu


her yerde bir de devlet eğitimine rastlanmışhr. "
Benjarnin Disraeli

Kitlesel eğitim, asıl gücünü muhataplarının kendilerine anlablanla­


rı sorgulayamayacak kadar küçük yaşta olmalarından alıyor olsa
da, telkin edilen bilgi ya da kavramların toplumca genel kabul gö­
ren bir otoritenin eliyle sunuluyor olması da aynı amacın teminine
hizmet eder. Ancak bir otoriterin (ya da bu otoriteye bağlı kurum­
ların) genel kabul görüyor olmaları, meşruiyetlerini zorunlu kıl­
maz. Mancur Olson'ın formüle ettiği şekliyle, bir toplum ortaya
çıkmaya ve şekillenmeye başladığında, o toplumun içindeki güç
odaklan da, işin doğası gereği, eş zamanlı olarak organize olur ve
yeni yeni yapılanmaya başlayan kurumları kontrolleri altına alırlar.
Bir kez örgütlenmelerini tamamladıktan sonra arbk "siyasi elitler"
olarak nitelendirilecek olan güç sahipleri, kitleleri etkilerneyi de söz
konusu kurumlar aracılığıyla gerçekleştirirler. Burada esas olan,
kurumlan kontrol altına alan siyasi elitlerin, önce kitlelerin çıkarla­
rını kendi çıkarları ekseninde tanımlamaları, ardından da kitleleri

temsil etme iddiasında olan söz konusu kurum lar bünyesinde bu


çıkarları resmi kılmaya çalışmalarıdır. Dahası, siyasi elitler, bu şe­
kilde elde ettikleri faydalar topluma olan maliyetlerinden çok daha
az olduğu zamanlarda dahi kendi çıkarları doğrultusunda hareket
1
etmekten çekinmezler.
2
Olson'ın teorisine göre, bu şekilde etki altına giren kurumlar­
dan biri de eğitim kurumudur. Eğitim, aynı zamanda, kitleleri, si-

Olson, Ma ncur. 1984. The Rise and Dec/ine of Nations: Economic Growth, Stagflation, and
Social Rigidities. New Haven and london: Yale University Press.
Olsen'ı n teorisi Türkiye'deki Ergenekon örgütlenmesi ni açıklamak için de sağlam bir temel
sunar. Bu konuda bkz.: Kaya, Serdar. 2009. "The Rise a nd Dedine of the Turkish "Deep Sta­
te": The Ergenekon Case.• lnsight Turkey 11(4): 99-113.
S E R D A R KAYA

yasi elitlerin oluşturdukları (ya da kimi zaman siyasi elitlerin ken­


dilerinin de içinde yaşadıkları) sanal bir dünya içerisine sokmaya
ve böylelikle bu dünyada varolan sanal gerçekliklere yönelik has­
sasiyetler geliştirmelerini sağlamaya yarayan bir süreçtir. Bu süreç
zarfında söz konusu sanal dünyayı kendi kollektif evrenleri duru­
muna getiren kitleler, dünyayı da bu süreçte geliş*dikleri hassasi­
yetler ekseninde tanım lamaya ve (dolayısıyla) algılamaya başlarlar.
"Dünya görüşü" dendiğinde ekseriyetle "siyasi görüşler"in kast
ediliyor olmasının en büyük nedenlerinden biri de, endoktrinasyo­
na konu olan öğelerin belirlenmesinde siyasi elitlerin etkili olması­
dır.
Söz konusu dünya görüşünün niteliği, toplumsal huzurun sevi­
yesi ile de doğrudan ilişkilidir. Zira, eğitim ile inşa edilen zilıniye­
tin öteki durumunda olanlar ile ilgili oluşturduğu algı ve kurulma­
sını telkin ettiği ilişki, barışçıl ya da düşmanca olabilir. Dolayısıyla
da, eğitim felsefesi ile ötekileştirme arasındaki nedensel ilişkinin
analizi bu yöndeki telkinlerin ne denli etkili olabileceği sorusunu
yanıtıayabilme adına önemlidir.
Grup Psikolojisi
Eğitim kurumlarının kitlesel düşmanlıklan körükleme adına bir
araç olarak kullanılmalannı işlevsel kılan, insan zihninin insanları
kategorize etmeye yatkın olmasıdır. Bir başka deyişle, insan zilıni­
nin varlığı algılayış şeklindeki bu eğilim, belli kimliklere yönelik
düşmanlıklar telkin etmek suretiyle insanları manipüle edebilmeyi
kolaylaştırır. Bu durumda, ilk olarak netliğe kavuşturulması gere­
ken konu, insan tabiatının grup psikolojisinin tesiri altına girmesi­
nin ne ölçüde kolay ve mümkün olabildiği olmalı -ki özellikle
1 960'lı yıllardan itibaren sosyal psikoloji alanında yapılan kimi ça­
lışmalar neticesinde varılan sonuçlar, bu noktaya ışık tutabilecek
mahiyette.
Charles Ferguson ve Harold Kelley'nin 1964 yılında yayınlanan
makalesi,3 insanların kendilerini belli bir gruba ait hissetmelerinin,
söz konusu grubun içinde ve dışında kalanlara yönelik tavırlarını

Ferguson, Charles K.; Harold H. Kelley. 1964. "Significant Factors in OVerevaluation of OWn­
group's Product." Journal of Abnormal and Social Psychology 69(2): 223-228.

110
E N D O K T R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

ne şekilde etkilediği sorusunu yanıtlama adına yapılan ilk ufuk


açıcı çalışmalardan biri. Makalede detaylan aktarılan sosyal psiko­
loji deneyinde, lisans ve üzeri seviyelerde öğrenim görmekte olan
100 UCLA öğrencisi üç ila altı kişiden oluşan 22 gruba aynlıyor.
Sonrasında da, gruplar, çeşitli konularda çalışma yapacakları söy­
lenerek ll ayrı sınıfa alınıyor. Her sınıfın iki ayrı ucuna iki grup
yerleştirildikten sonra, deney yöneticileri, (grupların birbirleri ile
herhangi bir rekabet içerisinde oldukları izlenimi edinmelerinin
önüne geçmek için) amaçlarının, "farklı grupların aynı ortamda,
mümkün olduğunca verimli ve yapıcı bir şekilde çalışmasını izle­
mek" olduğu şeklinde bir açıklama yapıyorlar.
Deney yöneticileri yapılmasını istedikleri çalışmaları açıkladık­
tan sonra, her grup müstakil olarak işe başlıyor. Verilen süre dol­
duğunda da, grup üyelerinden, hem kendi gruplarının, hem de
aynı ortamı paylaştıkları diğer grubun çalışmasını kendilerine su­
nulan bir anket formatında değerlendirmeleri isteniyor. Sonuçlar
derlendiğinde, denekierin %71 'inin (ortada hiçbir mükafat, ceza ve
hatta yarışma dahi olmamasına rağmen) kendi gruplarının çalış­
malarına diğer grubun çalışmalanndan daha yüksek puanlar ver­
dikleri gözleniyor. Dahası, bir grubun çalışmasının diğerininkinden
bariz bir şekilde daha başarılı olduğu zamanlarda bile, başarılı olan
grupların üyelerinin kendi başarılarını abartırken, başarısız du­
rumda olanların aradaki farkı gerçekte olduğundan daha az gös­
terme eğiliminde oldukları ortaya çıkıyor.
Deney tasarımı çerçevesinde gerçekleştirilen önemli kontroller­
den biri de, her çalışma öncesinde gruplardan birer kişinin gönüllü
olarak ayrılmasının istenmesi. Çalışmaya katılmayan, hatta çalış­
manın yapıldığı esnada sınıfta dahi bulunmayan bu denekler, daha
sonra nihai sonuçları değerlendirmeleri istendiğinde, %73'lük bir
oranla kendi gruplannın çalışmalarına daha yüksek puarılar veri­
yorlar. Bu oranın çalışmaya katılarılarınkine çok yakın olması, or­
tada herharıgi bir yarışma olmamasına ve hatta amaçlarıarım "aynı
ortamda verimli ve yapıcı bir şekilde çalışmak" olduğunun vurgu­
lanmasına rağmen, puanlamada başarının değil, grup üyeliğinin
belirleyici olduğunu ortaya çıkarıyor.

111
S E R D A R K A YA

Minimal Grup Paradigması


Grup psikolojisi hakkında yapılan benzeri çalışmalar, sonradan
"minimal grup paradigması" olarak isimlendiritecek olan yeni bir
kavramın doğmasına yardımcı oldu. Şöyle ki, bu deneyierin (ve
benzeri birkaç çalışmanın 4 ) detaylarının aktanldığı makaleleri ince­
leyen Henri Tajfel ve onunla birlikte çalışan üç araştırmacı, insanla­
rın kendilerini belli bir gruba ait hissetmelerini sağlayabilen mini­
mum şartları test etmek istediler. Bunun yolu da, insanlarda belli
bir gruba aidiyet hissi oluşturan rekabet, çıkar çahşması ya da
geçmişe dair kimi tecrübelerin tazeliği gibi şartları ortadan kaldır­
mak ve geriye sadece biz ve onlar kategorilerine işaret eden basit bir
farklılık bırakmaktan geçiyordu. Bir başka deyişle, insanları sıra­
dan bir sebeple iki farklı gruba yerleştirmenin grup aidiyeti inşa
etme adına yeterli olup olmayacağı ve bunun sonucunda insanların
kendi gruplarındakileri destekleme/kayırma (in-group favoritism) ya
da diğer grupların mensuplarına karşı ayrımcılıkta bulunma (out­
group discrimination) eğiliminde olup olmayacakları sorgulanmak
isteniyordu.
Bu sorgulamayı yapabilmek için, Henri Tajfel, M. G. Billig, R. P.
Bundy ve Claude Flament, 14-15 yaşlarındaki 48 öğrenciden oluşan
bir denek ekibine "sanki estetik tercihlerini sorguluyormuş gibi
yapan" bir deney tasarladılar. Bu çerçevede, deneklere Klee ve
Kandinsky adlı iki modem ressama ait altışar tane soyut çalışma
gösterilecek, ardından, hangi ressamın eserlerini daha çok beğen­
dikleri kendilerine sorulacak ve verilen yanıtlar derlenerek denek­
lere bildirilecekti.
Deney çerçevesinde gösterilen toplam 12 soyut çalışmanın alh­
sının Klee'ye, diğer altısının da Kandinsky'ye ait olduğu doğruydu.
Ancak resimleri ikişer ikişer, toplam altı aşamada gören deneklere
aslında kimi zaman aynı anda bir ressamın iki farklı resmi gösteri­
liyordu. Yani, yapılan, resim zevkterindeki farklılıklara göre iki ayrı
grup oluşturmak değil, kendilerine sadece ve sadece falanca res-

4
Bu konuda bkz: (1) Darley, John M.; Ellen Berscheid. 1967. "lncreased Liking as a Result of
the Anticipation of Personal Contact:• Human Relations 20(1): 29-40. (2) Ra bbie, Jacob M.;
Gerard Wilkens. 197 1. "lntergroup Competition and 1ts Effect on lntragroup a nd lntergroup
Relations." European Journal of Social Psychology 1(2): 2 15-234.

112
E N D O KT R I N A S Y O N VE T Ü R K I Y E ' D E T O P L U M M Ü H E N D I S L I C I

saım daha çok beğenmiş oldukları söylenen denekierin buna inana­


rak kendilerini bir gruba ait hissedip hissebneyecekleri ölçülecekti.
Denekierin bu şekilde yaptıkları (sözde) tercihlerden sonra, de­
ney yöneticileri rastgele bir seçimle denekierin yarısını Klee, diğer
yarısını da Kandinsky resimlerini daha çok beğenmiş olan gruba
atadılar. Bu noktadan sonra deneyin ikinci aşamasına geçildiğinde,
arlık herkes kendisinin hangi ressamı beğenen grupta olduğunu
biliyordu. Ancak denekler arasındaki olası kişisel bağların sonuçla­
rı etkilernemesi için hiç kimseye kendisi dışındaki katılımcılar hak­
kında herhangi bir bilgi verilmedi.
Deneyin bu aşamasında deneklere, çalışmaya katılan herkese
ödül olarak dağılılacak ek para miktarını belirleyecek olan değer­
lendirme formları dağıtıldı. Formları dolduran denekierin yapma­
ları gereken tek şey, belirtilen seçeneklerden birini işaretiemek su­
retiyle kimin ne kadar ödüllendirilmesi gerektiğini düşündüklerini
ifade etmeleriydi. Ancak işin başından bu yana deney yöneticileri­
nin hassasiyetle temin etmeye çalıştıkları "minimal" koşullar bu
aşamada da gözetiliyordu. Herşeyden önce, (kişisel menfaat unsu­
runu devre dışı bırakma amacıyla) hiç kimsenin kendi kendisini
ödüllendiremeyeceği, dağılılan formlarda herkesin sadece diğer
deneklerle ilgili değerlendirme yapacağı ifade edildi. Diğer yan­
dan, hiçbir katılımcının adı formlara konulmayarak, sadece grup
adı ve denek numarasına yer verildi. Bir başka deyişle, denekler,
hakkında ödüllendirme kararı verdikleri katılımcının Klee ya da
Kandinsky arasında daha çok hangi tercihi yapmış olduğundan
başka hiçbir bilgiye sahip olmayacaklardı!
Sonuçlar değerlendirildiğinde, denekierin %72,3'ünün ço� ­
lukla kendi gruplarındaki kişileri ödüllendirdikleri ortaya çıktı. Bu
sonuç, herşeyden önce, herhangi bir rekabetin, menfaatin, geçmişe
dair kimi acı tecrübelerin ve ayrımcılığa neden olabilecek diğer fak­
törlerin yokluğunda dahi insanların biz ve onlar bazında bir algıyla
hareket edebildiklerini teyit etti. Bir başka deyişle, insanlar, sadece
ve sadece kendilerine belli bir ressamı tercih ettikleri söylendiğinde

Tajfel, Henri et al. 1971. "Social categorization and lntergroup Behaviour:• European Joumal
ofSocial Psycho/ogy 1(2): 149·178.

113
S E R D A R K A YA

dahi buradan hareketle kendilerini (ya da başkalarını) bu bilgi ek­


seninde kategorize etme eğilimi içerisinde oluyorlardı.
Deney sonuçlarının, kendisi gibi olanı destekleme ya da kayırma­
nın yanı sıra, kendisi gibi olmayana yönelik bir aynıncılığa da işa­
ret ettiğini bu noktada belirtmek gerekli. Zira ödüllendirme değer­
lendirmelerinin yapıldığı formlar, belli bir miktar ödülü iki grup
arasında payiaştırma esasına göre tasarlanrnarnıştı. Yani her iki
gruptan katılımcıları da aynı anda yüksek seviyede ödüllendirerek
deney yöneticilerinin her iki gruptan katılımcılara da daha fazla
ödeme yapmalarını sağlamak pekala mümkündü. Ancak denekler
yine de kendileri ile aynı ressamı aynı oranda beğenmeyen katılırn­
6
cıları daha az ödüllendirme eğiliminde oldular.
ötekileştirme ve jane Elliott Deneyi
İnsanların ortada herhangi bir makul neden yok iken dahi grup
bazlı ayrırncı davranışlar sergileme eğiliminde olmaları, minimal
şartların ötesine geçildiğinde ne gibi düşünce ve davranışların or­
taya konmaya başlanacağı sorusunu akla getiriyor. Zira, çeşitli in­
san gruplarının ırk, milliyet, cinsiyet ya da inanç temelindeki farklı­
lıklar üzerinden ötekileştirilrnesi, (özellikle siyasi otoritenin deste­
ğinin de söz konusu olması d urum unda) zamanla öteki durumun­
da olanlara yönelik çarpık algıları olağanlaştırıyor ve gerekçelendi­
riyor - ki bu da, minimal şartların çok ötesinde olan bir karşılıklı
kollektif bilinç doğuruyor.
Jane Elliott'ın 1968 yılında yaptığı deney, işin bu yönü hakkında
daha net bir fikir verebilecek mahiyette. Dahası, Elliott'ın deneyi
okul ortarnında gerçekleştirmiş olması, eğitimin gerek ötekileştir­
rne, gerekse kimliklerin karşılıklı olarak inşası ve içselleştirilmesi
konusunda ne denli etkili olabildiği sorusunu yanıtlamayı da ko­
laylaştırıyor.

i nsanların kendi gruplarından ola n kimseleri destekleme/kayırma (in-group favoritism) eği­


limi içinde olmalan konusunda neredeyse bütün sosyal psikoloji uzma nlan hemfikir olsalar
da, grup dışından olanlara zarar verici yöndeki ayrı mcılıkların aynı seviyede gerçekleşmeye­
ceği ni belirten çalışmalar da var. Bu konuda bkz.: Mummendey et al. 1992. "Categorization
is not Enough: lntergroup Discrimi nation in Negative Outcome Allocation:· Journal of Expe­
rimental Social Psychology 28(2): 125-144.

114
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

ABD'nin Iowa eyaletinin küçük bir kasabasında ilkokul öğret­


meni olan Jane Elliott'ın yaphğı deney, Martin Luther King suikas­
tinin hemen ertesi günü sınıfa girdiğinde, öğrencilerine "siyahlar
hakkında neler bildiklerini" sorunca aldığı cevaplar üzerine başla­
dı. Henüz üçüncü sınıfta olan öğrencilerin siyahların "aptal" ya da
''bir baltaya sap olamayan" tipler oldukları yönünde klişeleşmiş
sözler sarf etmeleri üzerine, Jane Elliott, öğrencilerin siyah olmanın
nasıl bir şey olduğunu anlarnalarına yardımcı olacak bir deney
yapmak istedi.
Öğrencilere mavi gözlü olanların kahverengi gözlü olanlara gö­
re daha zeki olduklarını söyleyerek işe başlayan Elliott, bilimsel
bulguların da bu gerçeği ispat ettiği yönünde birkaç asılsız açıkla­
ma yaparak öğrencilerini buna inandırdı. Ardından da, "kendileri­
ni diğerlerinden daha kolay ayırt edebilmek için" bütün kahveren­
gi gözlü öğrencilerinden, sınıfta dağıthğı geniş ve siyah yakalan
takmalarını istedi. Yine bu doğrultuda, mavi gözlü öğrencilere (di­
ğerlerinden beş dakika daha fazla teneffüs yapmak gibi) çeşitli ay­
rıcalıklar tanıdı. Kahverengi ve mavi gözlü öğrencilerin aynı çeş­
meden su içmesini yasaklayarak da, siyah ve beyazların sosyal ha­
yatta birbirlerinden tecrit edildikleri döneme (1865-1954) dair bi­
lindik örneklerden birini deneye dahil etti. Bütün bu uygulamalar
(ve bu uygulamalara eşlik eden övgü ve yergiler) sonucunda, mavi
gözlü öğrenciler, kahverengi gözlülere karşı kibirli ve küstahça ta­
vırlar takınmaya başladılar. Gerçekdışı bir temele dayanan üstün­
lük duygusu sonucunda da, kendilerine güvenleri ve hatta başarı
seviyeleri artış gösterdi. Aynı günün sonunda, kahverengi gözlü
öğrenciler ise kendilerini dışianmış (ya da en azından "nispeten
daha aşağı bir derecede") hissetmeye başladılar; deneyin video ka­
yıtlarından da izlenebileceği gibi, gerek derste, gerekse teneffüs es­
nasında karşılaşhkları ayrımcı tavırlar nedeniyle sinirleri bozuldu.
Çalışma isteklerini kaybettiler. Neticede de, başarı seviyeleri düştü.
Deneyin ikinci gününde, Jane Elliott, sınıfa bir duyuru yaparak, bir
önceki gün kendilerine yalan söylemiş olduğunu ve üstün zeka se­
viyesine sahip olan asıl grubun kahverengi gözlü öğrenciler oldu­
ğunu açıkladı. Öğrenciler henüz bu sözlerin şaşkınlığı içerisindey­
ken, Elliott, kahverengi gözlü öğrencilerden siyah yakalarını çıka-

115
S E R D A R KAYA

rıp mavi gözlü öğrencilere vermelerini istedi. Sınıftaki otorite figü­


rü durumunda olan öğretmenin bu açıklamasıyla birlikte yüzlerine
mutlu bir ifade yayılan kahverengi gözlü öğrenciler, yakalarını se­
vinçle mavi gözlü öğrencilere verdiler. Mavi gözlü öğrenciler de,
bir anlamda her siyah Amerikalının (ya da farklı türden ayrımcılık­
lara maruz kalan diğer grupların) taşıdıkları görünür kimliğe karşı­
lık gelen yakaları üzüntüyle boyunlarına taktılar.
Deneyin ikinci günü sonunda elde edilen sonuçlar da, tıpkı bi­
rinci gününkiler gibi çarpıcı oldu. Yeni rollerini kısa sürede içselleş­
tiren öğrenciler, gerek başarı seviyeleri, gerekse tavırlan itibariyle,
sadece bir gün önce öteki olarak gördükleri arkadaşlarının du­
rumlarını yansıtmaya başladılar.
Genel Bir Degerlendinne
Minimal grup paradigmasını ele alan deneyierin sonuçları, insan­
ların sırf kendileriyle aynı doğum gününe sahip oldukları ya da
aynı takımı tuttuklan için, haklarında başka hiçbir şey bilmedikleri
insanlara yakınlık hissedebileceklerini gösteriyor. Bu durum, örne­
ğin işe alma, terfi ya da ödüllendirme gibi onca konuda bu gibi sı­
radan, ilgisiz ve hatta anlamsız sebeplerin rol oynayabildiği, insan­
ların bu gibi sıradanlıklardan hareketle aralarında geliştirdikleri
tarafgirliklerin zanne dilenden çok daha fazla belirleyici olabildiği
anlamına geliyor.
İnsan tabiatma ait bu durumun, planlı ya da plansız gelişmeler
sonucunda suni çatışmalara yol açacak şekilde manipüle edilmesi
de mümkün. Zira sosyal psikoloji deneyleri, bir araya toplanmış in­
sanların herhangi bir nedenle iki gruba ayrılıp, bu gruplardan biri­
nin A, diğerini de B grubu olarak isimlendirilmesi, sonrasında da
bu insanlara bu tasnifi belirten birer kimlik kartı dağıtılması ya da
onlara bu aidiyeti ima edecek şekillerde hitap edilmesi durumun­
da, bu insanların hem kendilerini, hem de artık öteki olarak gör­
dükleri grubu söz konusu uydurulmuş kimlikler doğrultusunda ta­
nımlamaya başlayacak olduklarını ima ediyor.
Belçikalıların Ruanda halkını kimi küçük görsel farklılıkların­
dan hareketle iki gruba ayırarak bu gruplardan birine (tıpkı Jane
Elliott'ın deneyinde olduğu gibi) ayrıcalıklar tanıması sonrasında,
bir gün gelip, ikinci sınıf vatandaş d urumuna itilenlerin ayrıcalıklı

116
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

sınıfı soykırıma uğrattığı hamlanacak olursa, tabiatı gereği ayrım­


cılığa ve farklı olanı ötekileştirmeye yatkın olan insana kategorik
nefret ve düşmanlık aşılamanın ne denli korkunç sonuçlar doğura­
bileceği daha iyi anlaşılabilir.
Bu noktada, insan tabiatını tanıma ve bu tabiatın içerisindeki ki­
mi potansiyel kötülüklerin önüne geçme adına önemli bir araç du­
rumunda olan eğitimin, aynı potansiyel kötülükleri canlandırmak­
ta, ve kişiyi, öteki d urum unda olanlan yok etme adına kendi haya­
tını dahi hiçe sayabilecek bir nefret ve ölüm makinesi haline ge­
tirmekte de kullanılabileceğini söylemek mümkün. Okullarda biz
ve onlar ekseninde belli ülkeleri, toplumları ya da çeşitli kimlikleri
taşıyan (yurtiçindeki ya da yurtdışındaki) kimi insanları düşman
belletmenin hangi amaca hizmet ettiğini sorgulayabilmek için de,
Mancur Olson'ın siyasi elitler ve kurumlar hakkındaki (yukarıda
aktarılan) teorisini hatırlamak gerekli.
BÖLÜM3

MODERNilE VE TEKTiPLEŞTiRME
11. MODERNITE, ULUS-DEVLET, MILLIYETÇILIK

"Çoğu medeniyet lrorkaklık üzerine kurulmuştur. Korkak olmayı


öğreterek medeni/eştirrnek epey lrolaydır. Cesaret standardını dü­
şürürsün. istekleri sınırlarsın. iştahları denetim altına alırsın.
Ufkun etrafını çitle çevirirsin. Her faaliyet için bir kanun yapar­
sm. Kaosun varlığını inkar edersin. Çocuklara bile yavaş yavaş
nefes almalarını öğretirsin. Evdlleştirirsin. "
Frank Herbert

Modem dönem öncesinde, ulus-devletler değil, içinde birden çok


etnik grup barındıran imparatorluklar vardı. Tipik olarak, tepede
belli bir hanedanın bulunduğu, ancak ülkenin genelinin adem-i
merkeziyetçi bir anlayışıyla yönetildiği imparatorluklar, 1 800'lü yıl­
lardan itibaren yerlerini ulus-devletlere bırakmaya başladılar. Ha­
nedanların ortadan kalktığı ya da yetkilerinin sınıriandınidığı bu
dönemde, milliyetçilik yeni devletler kuruyor, kurulan devletler de
milliyetçiliği daha çok körüklüyor ve bu çerçevede uluslar inşa
ediyorlardı. Ulus-devlet fikriyle birlikte, ülkeler arasındaki sınırlar
da eskisine göre çok daha belirginleşmeye ve seyahat özgürlükleri­
ni dahi önemli ölçüde kısıtlayacak derecede yükseldi. Bir anlamda
herkesi kendi ülkesine hapseden bu süreç, merkeziyetçiliğin de
artmış olmasının yardımıyla insanları tektipleştirmeye başladı.
Farklı kimliklere sahip olan insanlar, tek bir "milli" kimliğe asimile
edildiler.
Örneğin, Fransız ihtilali gerçekleştiğinde halkın yarısı dahi
Fransızca bilmezken, Fransız devleti zaman içerisinde "dil birli­
ği"ni sağladı. Çok sayıda küçük devletten oluşan bir yarımada du­
rumunda olan İtalya (ve İ talyanca) için de durum bundan çok fark­
lı değildi. İtalya'nın 1800'lü yıllar boyunca süren ve Risorgimento adı
verilen birleşme süreci esnasında, " İ talya'yı ortaya çıkardık, şimdi
S E R D A R KAYA

1
de İtalyanlan ortaya çıkarmamız lazım" demiş olan milliyetçi lider
Massimo d'Azeglio'nun, bu sözüyle uluslaşma sürecinin ifade etti­
ği anlamı özetiediği söylenebilir.

Ulus-Devlet ve Ulus Inşası


Doğası gereği, dil, kültür, memleket, meslek, ilgi alanı, tecrübe, ırk
ya da inanç gibi konular etrafında çok sayıda kimliğe aynı anda sa­
hip olan insanın, bu kimliklerin hepsini aynı anda çok fazla kişiyle
payiaşıyor olması mümkün değildir. "Ulus inşası" (nation building),
bu imkansızlığı aşabilme amacıyla, bütün kimliklerin üzerinde
olan bir kimlik tanımlama ve tanımlanan bu kimliğe herkesi dahil
edebilme düşüncesinin ifadesidir. Tanımlanacak olan üst kimliğin
varolan bütün kimliklerle kesişınesi mümkün olamayacağından,
ulus inşa süreci pek çok kimliğin ortadan kaldırılmasını (ya da en
azından ikinci plana itilmesini) de beraberinde getirir.
Devlet yönetiminde yukarıdan-aşağıya gerçekleşen bir süreç
olan ve insanları kendi aidiyetlerinden kopararak onlar için tasar­
Ianan yeni bir kimliğe asimile eden ulus inşası, bu yönüyle (1) ideo­
lojik, (2) kurgusal ve (3) aynılaştıncı bir anlam ifade eder. Ulus in­
şası, doğası gereği lokal ve dışlayıcı olması nedeniyle de, ülke sınır­
larının dışında kalan insanlar ile içeridekiler arasındaki farklılıkları
abarhrken, sınırların içerisindeki farklılıklan da görmezden gelmek
ve hatta suni müdahalelerle mümkün mertebe ortadan kaldırmak
durumundadır. Büyük ölçüde merkezi eğitim ile gerçekleştirilen
bu sosyalizasyon sürecinde, kitleler, gerçeklikle bağlantısı son de­
rece gevşek olan efsanevi bir hikaye (national myth) doğrultusunda
kendileri için kurgulanan kimliğe dahil edilirler. Milliyetçilik, bu­
rada, aynı kimliğe dahil edilen insanları ulus-devletin sembolleri
ve ritüelleri ile birbirine kenetleyecek olan seküler bir din duru­
mundadır.
Ulus-devletin, böylelikle, doğaları gereği biz ve onlar bazlı düşün­
meye son derece yatkın olan insanlara yeni bir grup kimliği sun­
duğu söylenebilir. Ancak ne var ki bu kimliğin gerçeklikle ilişkisi
epey problemlidir. Benedict Anderson, 1983 yılında yazdığı (ve bu-

Hobsbawm, E J .; David J. Kertzer. 1992. "Ethnicity a nd Nati onalism in Europe Today:• Anth­
TDpology Today 8( 1 ) : 3-8.

122
E N D O KT R I NA S Y O N V E T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

gün itibariyle siyasal bilimler literatüründe bir klasik haline gelmiş


olan) çalışmasmda bu duruma işaret ederek, uluslan "hayali ko­
2
müniteler" olarak nitelendirir. Anderson'a göre, hiç tarumadıkları
ülkelerdeki kimi insanları d üşman, aynı ülkede yaşadıkları başka­
larını ise dost olarak görebilen ve bu çerçevede uluslarına sadakat,
düşmanlarına ise nefret duyan insanlar, aslında gerçekte varolma­
yan siyasi koroüniteleri esas alarak düşünmektedirler. Zira en kü­
çük ulusun üyeleri dahi, topluluğun diğer üyelerinin çoğunu gör­
memiş ve tanımamışhr bile. Ancak aynı insanlar, buna rağmen, ta­
rihin bir döneminde oluşturulan bir zihinsel imaja bağlanarak o
imaj uğrunda ölmeyi ve öldürmeyi düşünebilmektedir ler.

Modernite ve Ulus-Devlet
Gerek küreselleşme, gerekse spesifik olarak Avrupa'da sınırların
önemli ölçüde kalkmış olması, ulus-devlet anlayışının gücünü
kaybetmesi sonucunu doğuruyor. Bu çerçevede, uluslarüstü (supra­
national) bir yapının ifadesi olan Avrupa Birliği, aynı zamanda mo­
demite sonrasına yönelik olan bir arayış d urum unda. Bu arayışın
önündeki en büyük engel ise, (bu türden değişim dönemlerinde
her zaman olduğu gibi) d eğişimi ister istemez mevcut zihinsel ka­
lıplar üzerinden anlamlandınn aktan kurtulamamak. Geçmişte öğ­
renilenlerin insan zihninde belli kalıplar oluşturuyor ve bu kalıpla­
rın da yeni öğrenilen şeylerin algılanış şeklini belirliyor (ve dolayı­
sıyla gelişimi sınırlıyor) o lmasından ileri gelen bu durum, sosyal
bilimler literatüründe patika bağımlılığı (path dependence) kavramı
ile ifade ediliyor.
Patika bağımlılığı, modem zihniyet söz konusu olduğunda,
kimlik eksenli konuların ulus-devlet ve vatandaşlık gibi kavramlar­
la sınırianıyor olması şeklinde ortaya çıkıyor. Anayasa Hukuku
Profesörü Mustafa Erdoğan, bu problemli yaklaşımı modernite ön­
cesi dönemle de karşılaştırarak şu şekilde izah ediyor:
Fransız Devrimi öncesinde bir Sritanyalı Fransa'ya bu iki ülke sa­
vaştıklan sırada bile serbestçe seyahat edebiliyordu. On d oku­
zuncu yüzyıl -Martin van Creveld'in deyimiyle- bu gibi 'medeni-

Anderson, Benedict. l983. lmagined Communities: Reflections on the Origins and Spread of
Nationalism. London and New York: Verse.

123
S E R D A R KAY A

likler'e son verdi. Artık bir devletin vatandaşı eskisi gibi -değil
savaş za rnarunda- banşta bile başka bir devletin ülkesine serbest­
çe seyahat edemeyecekti. Çünkü modem anlayışa göre, bir devle­
tin vatandaşı olmak, 'yabano' olan her varlıkla ilişkiyi koparma­
yı, devletten başkasına sadakat besiemerneyi gerektiriyordu. As­
lında vatandaşlık bir devlete 'ait olmak', onun tarafından sahip­
lenilrnek demekti.

Bugün biz hala işte o zamanlan, vatandaşlığın haklanmızın da


belirleyicisi olduğu zamanlan yaşıyoruz. Kendimizi başka bağla­
nmız, sadakatierimiz ve kimliklerimizle değil fakat sadece vatan­
daşlığıınızia yani bir devlete aidiyetimizle tanımlıyoruz, buna
alış(bnl)mışız. Bize bir birey için en uygar ve 'ileri' varoluş tarn­
nın bu olduğu öğretilmiş. Onun içindir ki, bir devletin mensubu

olmayan insaniann aşağı 'kabile'lere mensup, insan denmesi zor


olan varlıklar olduğunu düşünen iki asır öncesinin AvruJAılılan
3
gibiyiz.
Genel Bir Degerlendinne
Sevan Nişanyan'ın 14 Kasım 2009 tarihinde yayınlanan bir yazısın­
daki üç paragraf, ulus-devlet konusunu (minimal grup paradigma­
sından, siyasi sosyalizasyona dek pek çok yönünü dikkate alarak)
değerlendiren ve hemen her cümlesi ayn bir makaleye konu olabi­
lecek kadar yo ğun ve doyurucu olan bir özet niteliğinde:
Her devletin temel kaygısı, ... itaattir. Emir verdi, ceza verdi, fa­
lanca kişi veya zümrenin çıkanna aykın bir karar verdi: insanla­
rın buna boyun eğmesini nasıl sağlayacak? "Silah zoruyla sağlar"
desen olmaz, yetmez. Emrin "haksız" olduğuna inarurlarsa dire­
nirler, istediğin kadar silahlan baş edemezsin. Hem aynca, o si­
lahlan kullanacak adamların da aklı yatması lazım ki yapbklan
doğru iştir. Yoksa o silahlar tutukluk yapar, hatta yüzüne patlar.
Şimdi, insanlarda ezelden beri "biz" ve "ötekiler" duygusu var­
dır. Bizimkileri seversin, ötekilere gıok kaparsın: temel bir içgü­
düdür. Bizle ötekinin ayırao bazen aşirettir, dar veya geniş mem­
lekettir. Bazen dildir, bazen din veya mezheptir, bazen ortak töre-

Erdoğan, Mustafa . 2007. "Vatandaşlık Halleri:' Star, 27 Ağustos.

124
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

dir. Bazen meslek ve kültürdür, siyasi inançbr, takım ruhudur. Bu


aidiyet duygusu hiçbir zaman tek bir boyuta oturmaz, en ilkel
zannettiğin toplumlarda bile birbiriyle çelişen, birbirine tam

oturmayan birkaç ayn aidiyet katmanı bulunur. İnsanı insan ya­


pan da işte o çok katmanlılıkbr. Çok katmanlıysan, o katmanlar
arasında karar vermen gerekir; ne yapacağın belli olmaz. Değil­
sen zaten koyundan farkın yok.

Ulus devletin püf noktası, ... insanlarm aidiyet duygusunu tek


boyuta indirgeyebilme ham hayalidir. Der ki, din ve mezhep far­
ketmez; Kayserililik yahut Sivaslılık yok; takım ruhuna da ancak
milli takımı tuttuğun ölçüde cevaz veririm Bir yanda birey var,
öbür yanda tek ve mutlak itaat odağı, ulus! E ulusun neyi erneet­
tiği nereden belli olacak? Ulusun sözcüsü olan Devlet ne diyorsa
o! Bu kadar yalın: bütün toplumu koyuna dönüştürme projesi-
4
dir.

4
Nişanyan, Sevan. 2009. "Ui usdevlet.'' Taraf. 14 Kası m . Nişanyan'ın aynı konuya devam ettiği
diğer yazısı için bkz.: Nişanyan, Seva n. 2009. •u ı usdevlet - l l .'' Taro/, 16 Kası m.

125
12. KONU ÇALIŞMASI (4): TORKiYE'DE MILLIYETÇILIK VE ULUS-DEVLET

"Muhtaç olduğum büyük kuvvet yalan mıymış ? "


Mor ve ötesi

Türkiye'nin imparatorluktan ulus-devlete geçiş süreci (tıpkı diğer


ülkelerde olduğu gibi), önce ulusal aidiyete dayalı bir devletin ku­
rulmasına, ardından bu ulusa dair bir geçmiş üretilmesine, son ola­
rak da üretilen geçmişin kitlelere benimsetilerek hakim kimliğin bu
kurgusallık doğrultusunda yeniden inşa edilmesine dayanır. Ancak
Türkiye'yi bir örnek olay olarak ilginç kılan, İslam dinine dayalı
kimlik bilincinin gücü ve direnci nedeniyle geçmişin tam olarak
unutulamamış olması ve bunun sonucunda da, halk içerisindeki
geniş kitlelerin, hem eski hem de yeni kimliği (birbiriyle taban ta­
bana çelişkili oldukları noktalarda dahi) aynı anda taşımaya baş­
lamış olmalarıdır.
Tam olarak unutulamamış olan eski kimlik, Anadolu'nun (Türkü,
Kürdü, Lazı, Çerkezi ve diğerleri ile) çok sayıda etnik grubu barın­
dırdığını, tarih boyunca çok sayıda milletin gelip geçtiği bu bölge­
de zaten hiç kimsenin kendi kökenini tam olarak bilemeyeceğini
söyler ve daha çok ortak kültür temeline dayanan bir birliktelikten
söz eder. Yeni olduğu bilinmeyen yeni kimlik ise, aslen Orta Asyalı
olan Türklerin bir tarihte oradan göç etmeye başlamaları, içlerin­
den Oğuzların 1071 yılında gerçekleşen Malazgirt Savaşı'nın ar­
dından Anadolu'ya girmeleri ve Anadolu'yu bir Türk yurdu haline
getirerek önce Selçuklu, ardından da Osmanlı Devleti'ni kurmaları
şeklinde özetlenen bir olaylar dizisi ile ifade edilir. Bu kimliğin, bu
yönüyle, bir kavmin siyasi ve coğrafi kronolojisinin aniatısına da­
yandığı söylenebilir.
Türkiye'de halen ezici bir çoğunluk tarafından aynı anda taşın­
makta olan bu iki kimliğe dair aniatıların arasındaki çelişkilerin be­
lirlenni.esi, öncelikle ülkenin tarihinin unutulmuş olan yönlerinin
S E R D A R KAYA

hatırlanınası ile mümkün. Bu yapıldıktan sonra, yeni kimliğin kur­


gusunu çözümleyebilmenin çok daha kolay olacağı söylenebilir.
'iOrkiye Cumhuriyeti'ni Kurdu k, Şimdi de Türkleri Varetmemiz laZim!"
Türkiye'nin ulus inşa sürecini özetierne adına, İtalyan milliyetçi li­
der Massimo d'Azeglio'nun, "İtalya'yı ortaya çıkardık, şimdi de
İtalyanları ortaya çıkarmamız lazım" şeklindeki . sözünü "Türkiye
Cumhuriyeti'ni kurduk, şimdi de Türkleri varetmemiz lazım!" şek­
line dönüştürmek mümkün. Böyle bir özet, doğal olarak, milliyetçi­
lik (ya da Türkçülük) ideolojisi henüz ortada yokken Türklük kav­
ramına ne gibi bir anlam atfedildiği sorusunu akla getiriyor.
Osmanlı'nın son dönemlerine kadar "Türk" kelimesi ile kırsal
kesimde yaşayan insanlar kast edilirdi. Dahası, bu referansta güçlü
bir "kaba ve cahil" iması da bulunuyordu. 1 Bir başka deyişle, Os­
manlı döneminde padişah ve hanedan mensupları dahil olmak
üzere seçkin sınıf içerisinden hiç kimse kendisini Türk etnik kimliği
ile tanırnlamıyor ve Türkleri, "halk Türkçesi konuşan ve okuma
yazma bilmeyen, cahil, epey kaba köylüler" olarak görüyorlardı.2
Bu nedenle de, (sözgelimi) İstanbul'da yaşayan bir Osmanlı beye­
fendisine "Türk" diye hitap etmek hakaret anlamına geliyordu.3
1900'lü yılların başlarında güçlenen Türkçülüğün ise, kırsal kesim­
de yaşayan Türkler ile herhangi bir ilişkisi yoktu. Zira Türkçülük,
Avrupa'da yükselmekte olan milliyetçilikten etkilenen aydın kesi­
min ismini değiştirerek ithal ettikleri ideolojinin adıydı. Yoksa
Anadolu köylülerinin kendilerini Türk olarak görenleri de görme­
yenleri de söz konusu kesimden kopuktu. Bu durumu dönemin
eserlerinde gözlemlemek de mümkündür. Örneğin, Şevket Süreyya
Aydemir, o dönemde "halk ile, halkın içinden yükselen okur yazar­
lar arasında müşterek olan hiç bir şey" olmadığını4 belirttikten son-

Yıldız, Ahmet. 2001. "Ne Mutlu Türlcüm Diyebi/ene": Türlc Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler
Sınırlan (1919-1938}. ista nbul: iletişi m Yayı nları. 66.
Davison, Roderic H . 1990. Essoys in Ottomon and Turlcish History, 1 774-1923: The lmpoct of
the West. Austin, Teıcas: University of Teıcas Press. ıs.
Lewis, Bemard. 1961. The Emergence of Modem Turkey. New York: Oxford University Press.
1-2.
4
Aydemir, Şevket Süreyya . 1959. Suyu Aroyan Adam. istanbul: Remzi Kitabevi . lOl.

128
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L i a l

ra, I . Dünya Savaşı'nda Kafkas Cephesi'nin 28. Alayındaki askerler


ile arasında geçen şu konuşmayı nakleder:
- Biz hangi milletteniz,
deyince her kafadan bir ses çıkb:
- Biz Türk değil miyiz?
deyince de hemen:
- Estağfurullah! . .
diye karşılık verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz
Türktük Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk.
Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu
5
Türklük olabilirdi.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu ise Yaban adlı romanında, Milli Mü­
cadele döneminde, Türkçü bir subay ile düşmanın köye yaklaş­
makta olmasını umursamayan köylülerden biri ile arasında geçen
şöyle bir diyalog aktarır:
- İnsan Türk olur da, nasıl Kemal P�a'dan yana olmaz?
- Biz Türk değiliz ki, beyim.
- Ya nesiniz?
- Biz İslamız, elhamdülillah. O senin dediklerin Haymana'da
. .

y�arlar. 6

Avrupa'da doğan milliyetçiliğin etkisiyle benimsenen ve siyasi bir


ideoloji haline gelen Türkçü/ük ile Türk kelimesinin yerel anlamı
arasındaki bu fark, Tek Parti Dönemi ve sorırasında zamanla orta­
dan kalktı. Mustafa Kemal'in ortaya athğı Türk Tarih Tezi çerçeve­
sinde Türk etnik kimliği ekseninde baştan yazılan ve Türklüğü
medeniyelin çıkış noktasına oturtan resmi tarih, alternatif kaynak­
lar ortadan kaldırıldığından eğitimli kesimin önündeki tek bilgi
kaynağı haline geldi. Türk Tarih Tezine göre, Orta Asya'daki göçe­
be Türki kabileler büyük devletler kurmuş ve dünyaya medeniyet
götürmüş olan topluluklardı. Bölgenin diğer büyük gücü olan Çin,
Türklerden korunm ak için Çin Seddi'ni inşa etmek zorunda kal­
mıştı. Ancak Türkler, iklim değişiklikleri nedeniyle Orta Asya'dan

Aydemir 104.
6
Karaosmanotlu, Yakup Kadri. 1932. Yoban. lstanbul: Iletişim Vayınlan.

129
S E R D A R KAYA

göç ebnişler ve Malazgirt Savaşı'ndan sonra da Anadolu'ya Türk


kimlikleriyle giTmişlerdi.
İ slam dininin Türklüğü arka plana attığını düşündüğü için Sel­
çuklu ve Osmanlı Devletleri'ne de mesafeli davranan ve resmi tari­
hi yazarken (çok etnisiteli yapılarından ötürü) bu imparatorlukları
paranteze alma ihtiyacı hisseden bu söylem, ders kitaplarında dö­
nemin öğrencilerine şöyle sesleniyordu:
Orta Asya'dan sel gibi akıp yayılmış olan Türk ınilleti, dünyanın
dört bucağına medeniyet ışığını ilk ulaştıran ınillettir. Mağara
kovuklarına sığınan insanlara, evlerde bannmağı Türkler öğretti.
Yüzlerce yıl ewel Türkün yaptığı eşsiz yapılara bugün bütün
dünya şaşkın şaşkın bakıyor. Bütün dünya, kumaş dokumasını,
hayvan yetiştirmesini Türkten öğrendi.
Binlerce yıldan beri kuvvetimiz ve kılıcımız önünde boyun eğen
7
insanlığa; ata binmeği, kılıç kuşanınağı öğreten gene Türktür.
Yeniden Yazılan Türk Tarihinin Gerçeklikle Ilişkisi
Yeni tarihin, yukarıda ana hatlarıyla verilen özetinde geçen her
cümle gerçek dışıdır. Yine kronolojik olarak gibnek gerekirse, Orta
Asya'daki Türklerin "dünyanın dört bucağına medeniyet ışığını ilk
ulaştıran millet" oldukları gibi cesur iddialar bir yana, medeni ol­
duklarını söyleyebilmek dahi epey zordur. Medeniyet, "şehir" ile iç
içe geçmiş olan bir kavramdır. Bu yönüyle, göçebelik ile taban ta­
bana zıt olan bir d urum a işaret eder. Elimizde şehir inşa ettiklerine
dair herhangi bir bilgi bulunmayan, çadırlarda yaşayan ve civar
bölgelere saldırarak geçimlerini sağlayan bu toplulukların medeni
olduklarını ve hatta bütün dünyayı da aydınlattıklarını iddia et­
mek bilimsel olmaktan ziyade dönemin siyasi kaygılarının ve psi­
kolojik ihtiyaçlarının bir neticesi olsa gerektir.
Orta Asya'daki Türkleri bir "millet" olarak nitelendirmek ise,
millet kavramının henüz ortaya bile çıkmamış olduğu bir döneme
atıfta bulunuyor olması itibariyle anakroniktir. Ancak Türk ders
kitapları bu duruma gözlerini kapamakta ve Mete'nin, dönemin

Yurtbilgisi Dersleri, N. Sımf. 1939. istanbul: T.C. Maarif Vekillili, Maarif Matbaası. 14. (Akta­
ran: Üstel, Füsun. 2004. "Makbul Vatandaş''ln Peşinde: ll. Meşrutiyet'ten Bugüne Vatandaş­
lık Eğitimi. istanbul: iletişim Yayı nları. 173)

130
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

8
Türklerine "ulus olma bilinci aşılaınış" olduğunu iddia etmekte­
dir. Ders kitaplarının, farklı prensiere bağlı olan Türki kabileler
arasındaki savaşlan da yine anakronik bir okumayla öğrencilere
aktannakta ve bir millet gibi davranıp Türk olmayanlarta savaş­
madıkları için hayıflanmakta oldukları da görülmektedir: "Bu iki
Türk hükümdan birbirleriyle savaşacaklarına birlik olup düşmana
karşı savaşsalardı, kuşkusuz Türk dünyasının durumu çok daha iyi
9
olurdu."
Yeni tarihin Çin-Türk ilişkileri ile ilgili söyledikleri de gerçek dı­
şıdır. Herşeyden önce, Çin Seddi'nin yapımı milattan önce 400'lü
yıllarda başlamıştı. Bilinen ilk Türki devlet ise, milattan sonra 552
ila 747 yıllan arasında hüküm sürmüş olan (ve göçebe prenslikler­
10
den oluşan) Göktürk I<ağanlığı idi. Dahası, Çinliler, Moğollar baş­
ta olmak üzere kuzey ve kuzeydoğularındaki istilacı göçebe kabile­
lerden korunma aınacındaydılar. Yani burada Türkler ve Çinliler
olmak üzere birbirine rakip durumda olan iki devletin mücadelesi
değil, medeni (şehirleşmiş), üretim ve ticaret yapan ve dolayısıyla
da kaybedecek şeyleri olan bir devletin bu zenginliğini kuzeyinde­
11
ki istilacı ve göçebe kabilelerden korumaya çalışması söz konusu.

8
Gündoğdu, Abdullah; Orhan Üçler Bulduk. Use Tarih ı Ders Kitabı. Ankara: Tutibay Yayınları.
53. (Aktaran: Bora, Tanı!. 2003. "Ders Kitaplannda . .• Betül Çotuksöken, Ayşe Erza n, Orhan
Siller (ed.), Ders Kitapları nda insan Hakları : Tarama Sonuçları içinde. Istanbul : Tarih Vakfı.
74.)
9
Koprama n, Kazım Yaşar et al. 2002. Tarih ı Ders Kitabı. Istanbul: MEB Yayınları . 19. (Akta­
ran: Bora 75.)
1
0 Hunları, Türkiye Türkleri haricinde Türk olarak kabul eden tarihçilere rastlamak zordur.
11
Burada anlatılanlara ek olara k, Mehmet Ali Kılıçbay'ın verdiği şu bilgiler de önemlidir: urürk
adının kökeni bilinmemektedir. Çünkü Türkçe yazılmış ilk metin ancak MS 7. yüzyıla a ittir. Bu
durumda Türklerin tari hini Çin kaynakları nda n izlemekten başka çare yoktur. Onlar da, step­
lerdeki göçebeleri, aralarında pek ayrım ya pmada n Tu-ku olarak adlandırmışlardır. Bu, etnik
değil jenerik bir adlandırmadır. Öyleyse "Milatta n binlerce yıl önce Türkçe konuşan etnik
ya pıla� tamamen masa başında üretilmiş bir sonuçtur. Ayrıca Türkçe'yi ilk konuşa nlar Kır­
gızlar ve Hunlar idiyse, bunların varlığının MÖ binlerce yıl geriye gitmesi gerekir ki, kaynaklar
bunu hiç doğrula mıyor. ... Hunlara ise Çin kaynaklarında MÖ 3. yüzyılda n itibaren rastlan­
maktadır. H un adı, tıpkı Türk gi bi, etnik değil jeneriktir. Moğol, lrani, Türki, Alan, G ermen,
Avar vb çok sayıda farklı etnik unsurun bir harmanı dır.• Kılıçbay, Mehmet Ali. 2008. "Türk' ün
Okumayla lmtiha nı." Aktüel, 8-14 Mayıs.

131
S E R D A R KAYA

1930 yılından sonra ortaya çıkan (ve Osmanlı dönemi ve öncesinde


rastlanmayan) bu Orta Asya ve ırk merkezli tarih yazımının gizle­
rneye çalışhğı bir diğer gerçek ise, 1 071 yılında Oğuzlar Anadolu'ya
girdiklerinde binlerce yıldır orada yaşamakta olan ve ekseriyetle
Rumca ve Ermenice konuşan insanların varlığıdır. Bir başka deyiş­
le, 1071 yılında Muş ' un kuzeydoğusunda bir savaşın yaşanmış olması,
Anadolu sathında yaşayan ve sayılannın (/arklı tarihçiler tarafindan) beş
ıı
ila on beş milyon arasında olduğu tahmin edilen insaniann bir anda bu­
harlaştıklan anlamına gelmez:
Dünyanın bilinen en eski yerleşim yeri Türkiye topraklan içinde,
Çatalhöyük'tedir. Böylece bu topraklarda en azından 10 bin yıl­
dan beri yerleşik hayat olduğu rahatlıkla söylenebilir. Türklerin
Anadolu'ya ilk giriş tarihleri ise 1071'dir. Çatalhöyük'le Malazgirt
arasındaki 12 yüzyıllık [binyıllık] sürede, bu topraklarda sayıla­
mayacak kadar çok etnik unsur olmuş, birbirlerine kanşınış, son­
ra yeni etnisiteler halinde tabakalar oluşturarak bugüne kadar
gelmişlerdir. Frigler, İzoryalılar, Karyalılar, Asurlar, Hititler, HW'­
riler, Urartular ve daha binlercesi, tarih sahnesinden ta mamen
katiedilerek mi silindiler? Hayır, başka bir etnisiteye dönüştüler.
Tıpkı Ankara'ya adını veren ve bir Kelt halkı olan Calatların bu­
gün Ankarahların içinde erimiş olması gibi.13
Dahası, Anadolu'ya gelen Oğuzlar da ırki anlamda saf olmaktan
çok uzakhrlar:
Asya'dan gelen Oğuzlar da ırksal ve etnik bir saflık göstermezler.
Aslı On Uz olan bu ad, on tane Uz kabilesinin kurduğu federaır
yonu ifade eder, bir ulus adı değildir. Bu kabilelerio her biri, İç
Asya'nın tarihsiz, ama uzun yüzyıllan boyunca, Çin'den Hindis­
tan'a, Sibirya'dan İran'a birçok halkla karışmıştır. Ayrıca 10. yüzyıl
göçleri esnasında, bu uzun soluklu yürüyüşte yol üzerinde karşi­
laşılan Alan, Slav, Kazak, Farsi, Afgani vb birçok unsuru ya önle­
rine ya da yanlarına katmışlar veya onlarla kanşmışlardır.

12
Nişanyan, Sevan. 2008. Yanlış Cumhuriyet: Atatürlc ve Kemalizm Ozerine 51 Soru. Istanbul:
Kırmızı Yayınları. 345.
1
3 Kılıçbay 2006, 108.
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

Sonuçta Anadolu'da 1071'den sonra tam bir etnik harmanlaruna


yaşannu ş, ardından 1096'da başlayan Haçlı Seferleri ile 13. yüz­
yıldaki Moğol istilası yeni etnik kanşımlara yol açmıştır.
Bütün bunlann ötesinde, imparatorluğun oluşma döneminde
fethedilen ülkelerden getirilenlerle yeni bir etnik alaşım yaşan­
mış, imparatorluğun tasfiye sürecinde bu kez geri çekilmenin
yığdığı göçmenlerle yeni bir harman yaşanmışbr.
Osmanlı'da soylu bir sınıf olmamışbr, olması da engellenmiştir,
bu yüzden büyük çoğunluğumuz 34 kuşak öncemizi bilemeyiz.
Trakya ve Karadeniz'in sarışın ve mavi gözlü insanlarıyla, örne­
ğin Bodrum veya Söke'deki siyahi insanlanmız elbette aynı ırktan
değillerdir, ama aynı ulustandırlar.14
Özetle, Orta Asya'daki Türki gruplar herhangi bir ulusal(!) kaygı ya
da düşünceyle hareket etmedikleri gibi, içlerinden Anadolu'ya ka­
dar gelenler de zaten büyük ölçüde başka topluluktarla karışmış­
lardı. Bu durum Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de devam et­
miş, henüz ortada milliyetçilik gibi bir ideoloji olmadığından, pa­
dişahlar dahil hiç kimse ırk ıslahı (eugenics) eksenli kaygılar güt­
memişti. Örneğin, Osmanlı padişahları arasında, sadece Orhan Ga­
zi, II. Murat ve (bir ihtimalle) Yavuz Selim'in anneleri Türktü.15 Bul­
gar, Ermeni, Rum, Rus, Sırp, Yahudi ve Yunan annelere sahip olan
padişahlar, gün gelip Türk milliyetçilerinin küfür olarak kullana­
cakları bu etnik mensubiyetleri bizzat taşıyorlardı.
Sevan Nişanyan, M. Çağatay Uluçay'ın Türk Tarih Kurumu
tarafından yayınlanan Padişahlann Kadınları ve Kızlan adlı kitabında
verilen bilgilerden hareketle yaphğı hesapla, son dört Osmanlı pa­
dişahırun (Yavuz Selim'in annesinin de Türk olduğunu varsayıldı­
ğında) en yüksek ihtimalle %0,048 oranında Türk kanı taşıdığı so­
nucuna varıyor. Bütün bunlar, bir yandan Cumhuriyet'in ulus-dev­
let inşası esnasında ortaya athğı Türklük kurgusunu anlamsızlaşb­
rırken, diğer yandan da, doğal olarak, "O zaman biz kimiz?" soru­
sunu akla getirmektedir.

14
Kılıçbay 2006, 109.
ıs
Uluçay, M. Çağatay. 1992. Pudişahlann Kodın/an ve Kız/an. Ankara: Türk Tarih Kurumu Ba
sımevi. (Aktaran: Nişanyan 346)

133
S E R D A R KAYA

Biz Kimiz?
1930'lu yıllardan bu yana Türklük adına devlet eliyle gerçekleştiri­
len sosyalizasyon her ne kadar geçmişe dair izleri insanların zihin­
lerinden önemli ölçüde silmiş olsa da, kimi gözle görülür gerçekler
nedeniyle, Türkiye halkı, ülkede yaşayan insanların (sözgelimi) İs­
veç'te olduğu gibi belli bir tipolojiye oturmadığının ve çok daha çe­
şitli bir yapıya sahip olduğunun aslında hep farkındaydı. Dahası,
Türkiyeliler, Sovyetler Birliği'nin çökmesinin ardından varlıkların­
dan haberdar oldukları Orta Asyalı Türklere de çok fazla benzeme­
mekte olduklarını görmüşlerdi. Yani Orta Asyalılar ile Anadolulu­
lar arasındaki birlik, ırk değil olsa olsa kültür ve dil birliği (ya da
benzerliği) olabilecek gibiydi. Ancak göz önündeki bu gerçekler,
gerek tarih konusundaki bilgisizlik, gerekse Cumhuriyet'in inşa et­
tiği ulusçu zihniyetin rakipsiz yaygınlığı nedeniyle olması gerektiği
ölçüde sorgulanmadı.
Teknolojinin gelişmesiyle birlikte, ırkçılığın anlamsızlığını ve
imkansızlığını bugün daha net bir şekilde görebilmek mümkün ha­
le geldi. Örneğin, Kalifomiya Üniversitesi'nde antropoloji eğitimi
alan ve şimdi İTÜ 'de Dünya Tarihi dersi vermekte olan Timuçin
Binder, Sabah gazetesi yazarı Ecevit Kılıç'a verdiği röportajda Ana­
dolu'nun çok emisiteli yapısını genetik araştırmaların da teyit etti­
ğini şu cümlelerle ifade etti:
Genetik araştınnalann Türklerle ilgili ortaya çıkardığı en
büyük sonuç ne ?
Türkiye'de y�ayan insaniann büyük bölümünün 40 bin yıl
önce de bu topraklarda y�amı� olmalan. Yani Türkler I 07 1 yılın­
da Anadolu'ya gelmedi hatta 40 bin yıldır buradan kıpırdamamı�­
lar. Bu topraklara aitler, Orta Asya'dan geldiği söylenenler buralı
aslında.
Orta Asya göçü olmadı mı?
Oldu ama gelenlerin sayısı çok az. Gen ara�tırmalan bugün
Türkiye'de y�ayan insaniann ne kadannın Orta Asya kökenli ol­
duğunu ortaya çıkartıyor. Buna göre Türkiye'nin genetik yapısı ta­
rih öncesi dönemde bugünkü �eklini alıyor.
Göç edenler ne kadar az?
Bu rakam ortalama yüzde I O- I S civannda. Yani Orta Asya'
dan bu topraklarda y�ayanlann yüzde I 0- I S'i gelmiş ve nüfus

134
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M Ü H E N D I S L I C I

yapısım da değiştirememişler. Hiç de Orta Asya'dan Anadolu'ya


'bir kısrak başı gibi uzanan' bir durum söz konusu değil. Orta Asya
16
göçü bir efsane.
Türkiye'de insanların Türk kimliğine ikna olmalarını kolaylaşhran
en büyük sebeplerden biri de ülkede yaygın olarak Türkçe konuşu­
luyor olması. Ancak kitlelerin dil (ve hatta kimlik) değiştirmeleri,
tarihte sıklıkla rastlanan bir durumdur. Sevarı Nişanyan' ın bu ko­
nu hakkındaki değerlendirmeleri şöyle:
Haiti halkı günümüzde Fransızca kökenli bir dil konuşur; ancak
bundan, ezici çoğunluğu zenci olan bu halkın ırkça Fransız oldu­
ğu sonucunu çıkarmak kimsenin aklına gelmez. Aynı şekilde,
yüzde doksanı aşan oranlarda Amerika yeriisi (Kızılderili) so­
yundan olan Meksika ve Peru halkları, 16. yüzyıldaki İspanyol
fethi sonucunda, Katolik dini ile birlikte İspanyol dili ve kültürü­
nü benimsemişlerdir.
Benzer örneklere yeryüzünün her yanında rastlanır. Britanya ada­
l annın yerli halkı, 5. ve 6. yüzyıllarda çok küçük bir Angio-Sak­
son nüfusun egemenliği altında eski Kelt dillerini terk ederek " İn­
gilizleşmişlerdir". Mezopotamya, Suriye ve Mısır'ın binlerce yıl­
lık bir uygarlığa sahip olan yerli nüfusları 7. yüzyılda İslamiyeti
kabul ettikten kısa bir süre sonra ·�aplaşmıştır".
Uzun bir tarihe sahip olan Anadolu toprakları, dil ve kimlik de­
ğiştirme olgusuna yabancı değildir. Büyük İskender'in fethini iz­
leyen yüzyıllarda Anadolu'nun eski halklannın birçoğu (Kar­
yalılar, Likyalılar, Lidyalılar, Frigler, Traklar, Bitinyalılar, Galatlar,
Isauryalılar, Likaonyalılar ve diğerleri) kimlik ve dillerini terk
ederek Helenleşmişlerdir. Çok yakın kuşaklarda, Çerkes ve Baş­
nak azınlıkların, dil bakımından başanyla Türklüğe asimile edil­
miş olduklan bilinir. Kürtlerin bu konudaki direnişi, dil değiştir­
me olgusunun özündeki bir korkunçluktan çok, dil değiştirmeye
17
yol açacak siyasi ve ideolojik koşulların zayıflığına yonılmalıdır.
Aynı doğrultuda, Mehmet Ali Kılıçbay da şunları söyler:
Bugün Fransa dediğimiz ülkenin Romalılar za manındaki adı Gal­
lia idi, yani Keltler ülkesi. Beşinci yüzyıl göçlerinden sona, yakla-

16
Kılıç, Ecevit. 2007. "Orta Asya'dan Göç Etme Bir Efsanedir." Sabah, 10 Aralık.
17
Nişanyan 344.

135
S E R D A R K A YA

şık 100.000 Frankın bu ülkeye gelmesi ve Roma yıkılırken, iktida­


n ele geçirmesiyle, Fransa haline gelmiştir, yani Franklar ülkesi.
Bu ad değişmesi esnasında, Keltler birdenbire Franklada aynı et­
nik çerçeveye mi gelmişlerdir? 100.000 Frank, milyonlarca Kelt,
Gallo-Romalı ve diğer başka etnik unsuru yok mu etmiştir? Yok­
sa herkes birdenbire kan transplantasyonu yaparak Frank haline
mi gelmiştir? Keza, Macaristan ve Hollanda, bugünkü adlannı
dokuzuncu yüzyılda almışlardır. Hem de, yerli halka nazaran,
Franklardan daha düşük orandaki bir Macar ve Hol katkısıyla.
Türkiye için durum çok daha karışıkbr. Eski adlan gündeme ge­
tirmiyorum. Ama Türkler bu ülkeyi fethettikten sonra, ona Diyan
Rum demişlerdir (Roma ülkesi). Eğer Haçlılar bu topraklara
Turchia adını vermeselerdi, çok şaşırba ama, biz bugün Rum
adıyla anılıyor olacakbk veya en fazlasından Rumiler denilecek­
ı ıf
ti.
Dikkat edilirse, bütün bunlar, Anadolu halkının ne olduğundan
çok, ne olmadığını ortaya koyuyor. Dolayısıyla da, insanları aynı­
laşbrma eğiliminde olan ve herkese kendisini öncelikle mensubu
olduğu ulus ekseninde t anımlamasını telkin eden modem zihniyet
içerisinden bakıldığında, bu belirsizlik ifade eden durum rahatsız
edici olmaya başlıyor. Bu rahatsız edicilik, kendilerini belli bir şe­
kilde tanımlamaya alışmış olan insanların kafa konfortarının bo­
zulmasından ve neticede kendilerini bir tür boşluk içerisinde his­
setmeye başlamalanndan ileri geliyor. Ancak bu noktada, soruna
modem zihniyet içerisinde çözüm aramak yerine, asıl sorunun bu
zihniyetin kendisi olduğunun farkına varmak da mümkün. Yani
asıl sorun, "Biz kirniz?" gibi bir soroyla karşılaşınca bunu otoma­
tikman "Biz hangi milletdeniz?" şeklinde algılayacak hale gelmiş
olmak
Konu Türkiye özelinde değerlendirildiğinde zihniyetin belirle­
yiciliği çok daha fazla önem kazanıyor. Zira etnik milliyetçilik esa­
sına dayanan ve bu konudaki ideolojik tavnnı zaman zaman kafa­
tası ölçümlerine kadar vardıran Türk resmi ideolojisi, Türkiye'nin
dünyaya açılması ve daha fazla özgürleşmesi ile birlikte kendi doğ-
18
Kıl ıçbay, Mehmet Ali. 1994. Cumhuriyet ya da Birey Olmak. Ankara: i mge Kitabevi Yayınları.
205.

136
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E TO P L U M M O H E N D I S L I C I

rularını kitlelere dayatmakta zorlaruyor. Kendilerine aniahianlarda


bir tuhaflık olduğunu fark eden insanlar, geçmişe ve hatta daha
geniş manada hayata dair farklı sorular soruyor ve bu soruların ce­
vaplarına ulaştıkları ölçüde hem resmi söylemin onyıllardır kendi­
lerine yalan söylemiş olduğunu fark ediyor, hem de bu söylemin,
günümüz dünyasının sorularına verdiği cevapların fazlasıyla ar­
kaik kaldığını görüyorlar.
Bu çerçevede, modem zihniyetin içinden çıkıldığı ölçüde, "Biz
Kimiz?" sorusu karşısında ilk fark edilen şeylerden birinin, böyle
bir sorunun tek bir yaruh olamayacağı olduğu muhakkaktır. Bu
doğrultuda, sıklıkla "medeniyetler beşiği" olarak adlandırılan, an­
cak bu medeniyetler hakkında kimsenin pek bir fikri olmadığı
Anadolu' nun geçmişiyle de yüzleşilmeye başlanacağı, Ankara'da
(Angora), İzmir'de (Smyrna), İstanbul'da (Eis ton polis), Sivas'ta (Se­
basteia), Kayseri'de (Caesarea), Konya'da (Iconium), Trabzon'da (Tre­
19
bizond) ve daha pek çok yerde yaşayan insanların milliyetçiliği bir
kenara bırakarak aslında kendilerine ait olan bu medeniyetlere sa­
hip çıkmaya başlayacağı da söylenebilir. Ancak şu da var ki, kimlik,
geçmişte bir noktada sabitleşmiş olan ve geçmişe yönelik zihinsel
kazı çalışmalarıyla keşfedilmeyi bekleyen bir hazine olmaktan zi­
yade, hem şahsi karakteri itibariyle bireye özel olan hem de hayahn
içerisinde sürekli yeniden inşa edilen bir özellikler ve aidiyetler bü­
tünüdür. Buradan hareketle, kimliklerin yeniden önem kazandığı
bir dünyaya doğru giderken, bu kimlikler üzerinde ulus­
devletlerin belirleyiciliğinin de azalacağı da söylenebilir.
Genel Bir Degerlendinne
1920'1i yılların başlarında yeni bir devlet ilanında bulunan kadro,
takip eden yıllarda da ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti'ne göre va­
tandaşlar üretme gayreti içerisinde oldu. Bu gayretin, İsmet Pa­
şa'nın şu sözlerinde ifade bulduğu söylenebilir:
Biz açıkça milliyetçiyiz . . . . ve milliyetçilik bizim yegane birlik un­
surumuzdur. Türk ekseriyetinde diğer unsurlann (etnik toplu­
lukların) hiçbir nüfuzu yoktur. Vazifemiz Türk vatanı içinde Türk
olmayanlan behemehal [her halde] Türk yapmakhr. Türklere ve

19
Pope ve Pope 18-19.

137
S E R DA R KAYA

Türklüğe muhalefet edecek anasın [etnik topluluklan] kesip ata­


cağız. Ülkeye hizmet edeceklerde herşeyin üstünde aradığınuz
0
Türk olmalandır. 2
Tek Parti Dönemi'nde görev yapan diğer devlet adamlannın beyan­
ları da incelenecek olursa, İsmet Paşa'nın dönemin asimilatif politi­
kalarını yansıtan bu sözlerinin istisnadan ziyade kural durumunda
olduğu görülebilir. Örneğin, Mahmut Esat Bozkurt bizzat Mustafa
Kemal tarafından Atatürkçü devrimierin hukuk tarihini yazmak ve
1934-1935 ders yılında İstanbul Üniversitesi'nde verilecek "İnkılap
Dersleri"nde aniatmakla görevlendirilmişti.21 Bozkurt, Atatürk ihti­
lali adıyla kitaptaştırdığı bu çalışmasında, İsmet Paşa'nın sözleri ile
aynı doğrultuda olan şu ifadeleri kullanmışh: "Yeni Türk Cumhu­
riyetinin devlet işleri başında mutlaka Türkler bulunacaktır. Türk­
ten başkasına inanmayacağız."22 Bozkurt, kitabının sonsözünde de
şunları söylemişti: "Türk ihtilali, öz Türklerin elinde kalmalıdır. 1
. . . 1 Türk'ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir."2 3
Mahmut Esat Bozkurt'un 17 Eylül 1930 (1930 Ağrı İsyanından
hemen sonra ve 1931 seçimlerinden önce) Adalet Bakanı sıfahyla
kendi seçim bölgesi içinde yer alan Ödemiş'te halka yaptığı konuş­
mada söyledikleri de izaha gerek bırakmayacak kadar açıkhr:
C.H. Fırkasındarum çünkü bu fırka bugüne kadar yaphklarile
esasen efendi olan Türk Milletine mevkini iade etti. Benim fikrim,
kanaatim şudur ki, dost ta düşman da bilsin ki bu memleketin
efendisi Türk'tür. Öz Türk olmıyanlann Türk vatanında bir hakkı
vardır, o da hizmetçi olmakhr. Köle olmakbr. Dünyanın en hür

20
Yıldız 155-156.
21
Mahmut Esat Bozkurt, 8 Mart 1934 yılında istanbul Üniversitesi'nde verdiği ilk i nkılap Der­
si'nde, bu görevi alış şeklini öğrencilere şöyle aktarmıştı: "Arkadaşlar! 1 Her şeyden önce,
dünyanın Türk soyundan olan en büyük şefıni, Gazi Mustafa Kemal Hazretlerini (Atatürk) ve
onun yüksek şahsiyetinde Türk i htilalini sonsuz saygılarla selamları m. 1 Büyük şefım, i htilalin
hukuk tarihini Türk gençliğine aniatmarnı uygun görmüşler ... Bu çok ciddi işi Maarif Vekili­
miz bana bildirdiği zaman, Selçu k'ta çiftimin başında bulunuyordu m. Ya pıp yapamayacağı­
mı düşünmedim bile. Ka bul ettim. Hazırlanmaya başladım. Çünkü Şef emredince, başarıla­
mayaca k bir iş ol madığı na inana m vardır:• Bozkurt, Mahmut Esat. 1940. Atatürk ihtilali. is-
tanbul: Kaynak Yayı nları. 37.
22
Bozkurt 268.
23
Bozkurt 160.
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

bir memleketindeyiz. Onun adına Türkiye diyorlar. Meb'usu­


nuzun samimi kanaatini söylemesi için bundan daha müsait yer
bulunamazdı. Onun için duygulanmı saklıyamıyacağım. 24
Bu denli aynıncı ve asimilatif politikalar, Yusuf Akçura'run 1904
yılında Kahire'deki Türk adlı dergide yayınlanan Üç Tarz-ı Siyaset
adlı makalesinde tasnif ettiği Türkçülük, Osmanlıcılık ve İslamcılık
akımları içerisinden Türkçülüğün iktidara gelmesinin bir sonu­
cuydu. Kemalist Türkçüler, sadece İslamcılığa değil, Osmanlıcılığın
ima ettiği gayrimüslim ve gayri-Türk kimliklere de mesafeliydiler.
Bu mesafe tek taraflı da değildi. Dindarlar, Kürtler ve gayrimüslim­
ler, kimliklerini açıktan açığa karşısına alan bu küçük ama gücü
elinde bulunduran kadroya gerek ideolojisi gerekse dayatmacı ta­
vırları nedeniyle mesafe almakta gecikmediler.
Müslümanların, ilk kez II. Meşrutiyet döneminde (1908-1918)
iktidara gelen Türkçülüğü İslamiyet ile çelişkili bir ideoloji olarak
görmeleri de, Türkçiller ile dindarlar arasındaki önemli fay hatların­
dan birini oluşturuyordu. Mehmet Akifin "Fikr-i kavmiyyeti telin
ediyor peygamber" (Milliyetçilik fikrine lanet ediyor peygamber)
gibi bir mısrayı yazmış olması, dönemin dindarlarının Türkçülüğe
bakışı konusunda bir fikir verebilir. Ancak Türkiye'deki İslami ke­
sim, Tek Parti Dönemi'nde hakim duruma gelen, ardından da 12
Eylül'ün (1980) desteklediği Türk-İslam sentezi ile yeni bir boyut
kazanan hakim söylemin etkisiyle, zaman içerisinde (bü�k ölçüde
farkında dahi olmadan) Türkçü düşünceyi içselleştirdi.2 İslam'a en
çok Türkler'in hizmet etti�eri, Türkler'in İslam'ı diğer "milletler­
den" daha doğru bir şekilde anlamış oldukları gibi argümanlarla
desteklenen bu yeni İslami kimlik, fazlasıyla Türkleştirilmiş bir
Osmanlı algısıyla iç içe geçerek bir yandan (aslında hiçbir zaman

2
4 Anadolu. 18 Eyl ül 1930. Akşam. 19 Eylül 1930. (Aktaran: Hahcı, Şaduman. Temmuz 2004.
"Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın Kuruluşu Sırasında Ali Fethi (Okyar) Bey ile Mahmut Esat
(Bozkurt) Beyin Polemi kleri:' Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Sayı S9. )
2
5 1980 ihtilalinden sonraki dönem ile ilgili olan bir diAer önemli gelişme ise, askeri yönetimin
eAitim müfredatında kendi görüşleri doArultusunda homojenize ve militarize ettiği bir islam
anlayışına yer vermiş olmasıdır. Bu konuda bkz.: Ka plan, Sam. 2006. The Pedagogical State:
Educatian and the Politics of National Culture in Post-1980 Turkey. Stanford, california:
Stanford University Press. 191.

139
S E R DA R KAYA

varolmamış olan bir) geçmişe özlem duyuyor, diğer yandan da ye­


niden İslam'a hizmet edecek olan büyük bir Türk devleti rüyasıyla
canlılık kazanıyordu.
Ancak 28 Şubat (1997) süreci sonrasında yaşananlar, Türkiye'de
"müslüman" ve "Türk" kimliklerinin yeniden ayrışmaya başlama­
sına neden oldu. Ergenekon soruşturması kapsamında Türklüğün
onyıllardır halkın kutuplaşbnlmasında ve yığınların mobilize edil­
mesinde kullanılmakta olduğunun daha net bir şekilde gözler önüne
serilmesi, bu ayrışmayı körükledi. İslami kesimi başta Kürtler ve
gayrimüslimler olmak üzere rejimin ezdiği diğer etnik gruplarla da
yakınlaştıran bu süreç, zaman içerisinde bu gruplan aynı sivil top­
lum örgütlerinin çahları altında bir araya getirdi. Konu bu yönüyle
değerlendirildiğinde, 15 Kasım 2007 tarihinde yayın hayatına baş­
layan ve sözü edilen bütün kesimlerden oluşan bir yazar kadrosu­
na sahip olan Taraf gazetesinde ifade edilen düşünceleri, Il. Meşru­
tiyet'in Osmanlıcı/ık akımının geri dönüşü olarak da görmek müm­
kün olabilir.
Türkiye hariciyesinin sadece Avrupa Birliği ile değil, bir zaman­
lar Türkiye ile arasında sınır olmayan komşularıyla ve diğer ülke­
lerle de bütünleşme çabası içerisine girmesi (örneğin pek çok ül­
keyle karşılıklı olarak vize uygulamasını kaldırmaya başlaması),
sosyal alanda gerçekleşen bütünleşmenin siyasi alanda da destek­
lenebileceği ve onyıllarca içine kapanma siyaseti gütmüş ve dün­
yada yalnıztaşmış olan Türkiye'nin başta komşularıyla olmak üzere
dünya ile bütünleşmeye başlayabileceği konusunda iyimser olmayı
mümkün kılıyor. Ulus-devletin modasının geçtiği ve Avrupa Birliği
gibi uluslarüstü (supranational) yapılara yönelik arayışların yaygın­
laşhğı yeni dünya, Türkiye'nin mevcut sorunlarının çözümüne de bir
kapı açabilir. Zira Türkiye'nin sadece Suriye, Irak Kürdistanı ya da
Irak'la değil, Ermenistan'la dahi bütünleşmesinin ("tamamen" enteg­
re olmasının) önünde mevcut zihniyetierden başka hiçbir engel yok­
tur - ki halihazırda Türkiye'de böyle bir zihniyet dönüşümünü ger­
çekleştirebilmiş olan pek çok insan zaten var. Sözgelim� Halep'e ve
Erivan'a günübirlik dahi olsa uğramış olan Genç Siviller üyesi post­
Kemalist bir Anadolu vatandaşının buna ne gibi bir itirazı olabilir?
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

Unutmamak gerekli ki, milliyetçilik ve ulus-devlet böler, ama


uluslarüstü düşünceler ve uzlaşmacılık bütünleştirir.
13. KONU ÇALIŞMASI (5): ORHAN ÇAKIROOLU: ZAMANIMIZIN EN
MEŞHUR POLIS HAFIYESI

"Yaratılışımdaki yegane mükemmeliyet, Türk


oluşumdandır. "
Mustafa Kemal Atatürk

Bir dönemi anlamaya çalışmanın yollarından biri de, o dönemde


verilen eserleri incelemek ve ortaya çıkan kimi düşüncelerin verilen
eseriere ne şekilde yansıdığını görmeye çalışmaktır. Bu çerçevede,
Tek Parti Dönemi (1 925-1945) özelinde incelenebilecek en ilginç ça­
lışmalardan birinin, 1941 ve 1942 yıllarında 15 günde bir olmak
üzere 31 sayı yayınlanan Orhan Çakıroğlu: Zamanımızın En Meşhur
Polis Hafiyesi adlı polisiye hikaye serisi olduğu söylenebilir. Herbiri
takriben 30 sayfadan oluşan ve Orhan Çakıroğlu'nun çözüme ka­
vuşturduğu ayrı bir dosyayı konu alan sayıların arka kapaklarında
okuyuculara Çakıroğlu ve seri ile ilgili şu bilgiler veriliyor:
Orhan Çakıroğlu
Zamanı mızın en şöhretli polis hafiyesidir. Dilden dile dolaşan
muvaffakiyetleri bir darbı mesel kadar meşhur olmuştur. (Orhan
Çakıroğlu)nun feci, esrarengiz, korkunç ve akıllara hayret veren
maceralan öyle hayal mahsulü değil hayattan alınmış vakalardır.
Şarlok Holmeslerin bile halledemedikleri bir çok meselelerin dü­
ğümlerini çözmüş, uğraşbğı canilerin, soyguncularm ve kanunun
mücrim addettiği kimselerin kurduktan tuzaklardan o derece
mahirane bir surette sıynlıp çıkmışbr ki zabıta memurlan bile çok
istifade edebilir.
Her 15 günde bir kitap çıkacakbr. Ve her kitap başlı başına bir
vak'adır. Bu seri üzerinde yıllardan beri çalışılmakta ve İ stanbul
1
un muhtelif matbaalarında hazırlanmaktadır.

Söz konusu arka kapaklar, seri nin 1944 ve 1945 yılında yeniden basılan sayılarına ait. Orhan
Çakıroğlu hi kayelerinin bu tari hlerden sonra başka herhangi bir baskısı ya pılmamış.
S E R DA R K A Y A

Orhan Çakıroğlu, Türkçe gelenekteki ilk polis dedektifi karakteri


değil. Ebussüreyya Sami tarafından 1913 ve 1914 yıllarında se­
2
rüvenleri yayınlanan Amanvennez Avni, bu alanda bir ilk duru­
munda. 3 Ancak Orhan Çakıroğlu'nu bir örnek olay olarak ilginç
kılan, pek çok özelliği itibariyle Kemalist ideolojinin yücelttiği in­
san tipolojisine karşılık geldiği intibasını uyandırması. McGill Üni­
versitesi'nden David Mason'ın 1940 ' ların Dedektif Kahramanı Orhan
Çakıroğlu, Kemalist Türk Prototipi Miydi? başlıklı konferans makalesi,
4
bu soruyu yanıtlamaya çalışıyor.
Bir Batılının Gözüyle Orhan Çakı�lu ve Kemalizm
David Mason, yayınlanan 31 Orhan Çakıroğlu serüveninin tamamı
üzerinde yaphğı içerik analizi sonucunda, kahramanın beş özelli­
ğinin ön planda olduğu sonucuna varıyor. Herşeyden önce, Orhan
Çakıroğlu çok sayıda dili iyi derece konuşabilen (polyglot) biri. Dört
yıl İtalya'da Roma Üniversitesi'nde Hukuk okuduğu ve birineilikle
mezun olduğu için çok iyi derecede İtalyanca biliyor. Mezuniyeti­
nin ardından 1927-1929 yılları arasında ABD'de elektrik, motor ve
havacılık alanlarmda staj gören Çakıroğlu, dolayısıyla İngilizceye

"Osma nlı hafıyesi Amanvermez Avni, yardı mcısı Arif ile birlikte Bevotlu'nda Kazancı Yoku­
şu'nda yaşa maktadır. Bu ev düşmanları tarafından yakılınca Tepebaşı'nda bir eve taşınır. Sık
sık kıyafet değiştirmekte, evindeki laboratuvarında yaptığı araştırmalarla en karmaşık olay­
ları aydı nlatmaktadır. Kendi sardığı kalın sigaralara ve sütlü kahveye düşkün ola n Amarıver­
mez, Fransızca, Rumca ve Ermenice konuşmaktadır. Çağdaşı polisiye ka hramanları gibi alt
edil mez biri değildir. Peşindekiler tarafından gemiden denize atılır, eter koklatılarak bayıltılır.
Ta m da bu yüzden i nandırıcılığını hiç kaybetmez, sevimli bir hafiyedir. 1 Ebüssüreyya Sa­
mi'nin 1913-1914 yılları arasında kaleme aldığı Ama nvermez Avni dizisi, eksiksiz polisiye
kurgusunun ve içerdiği üst düzey ironinin yanı sıra, dönemin lstanbul'unu bütün renkleriyle
yansıtması bakı mından belgesel değeri taşıyor. Amanvermez Avni'ni n Serüvenleri, "Cingöz
Recai" ve "Fakabasmaz Zi hni" gi bi popüler polisiye öykülerinin öncüsü olmak gibi özel bir
öneme de sa hip." Sa mi, Ebüssüreyya . 2006. Osmanlı'nın Sherlock Holmes'ü Amanvermez
Avni'nin Serüven/eri, 1. Cilt. Istanbul: Turkuvaz Kita p.
Sonraki yıllarda Amanvermez Avni'nin Ama1111ermez Sabri (1928) ve Amanvermez Ali (1944) gibi
taklitleri de çıkmış. Bu konuda bkz.: Mason, David. 2008. "The Role of Amanvermez Avni (No
Quarter Avni) the "Turkish Shertock H olmes," i n the Cons-truction of Turkish ldentity." University
of Toronto Art Jouma/ 1: 2.
4
Mason, David. "Was the 19405 Detective Hero Orhan Çakırotlu the Protatypical Kemalist
Turk?" Midd/e East Studies Assodation of North America 'nın yıllık uluslararası konferansın­
da sunulan makale, Bostan, Massachusetts, Kasım 21-24, 2009.

144
E N D O KT R I N A SY O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

de fazlasıyla hakim. Çeşitli dosyalar üzerinde çalışırken Fransızca,


Yunanca, Arapça ve Balkan dillerini de bildiği görülen Çakıroğlu,
bunların yanı sıra Türkçeyi Arap harflerinden de okuyabilmekte.
Çakıroğlu'nun bir diğer özelliği ise son derece zeki bir insan oluşu.
Zira her ne kadar yüksek zeka bütün benzeri dedektif karakterleri­
nin ortak özelliği olsa da, bu durumun Çakıroğlu'nda ayrı bir bo­
yuta ulaştığı görülüyor. Örneğin, Çakıroğlu, Suriyeli ve Fransız po­
lislerin üzerinde birlikte çalıştıkları ve aylardır çözmek bir yana en
ufak bir ipucu bile yakalayamadıkları bir dosyayı tek başına birkaç
günde çözüme kavuşturabiliyor. Bu denli zeki bir insan olması ne­
deniyle yurt içinde ve yurt dışında büyük bir şöhret ka zanm ış olan
Çakıroğlu, doğal olarak suçluların da korkulu rüyası durumunda.
Çakıroğlu aynı zamanda çok cömert ve daha da önemlisi, paraya
değer vermeyen, "işini para için yapmayan" bir insan. Asıl amacı
para ka zanm ak değil, insanlara ve adalete hizmet etmek olduğu
için de, Çakıroğlu'nun insanlara sıklıkla bilabedel yardımcı olduğu
görülüyor. Hatta bu şekilde yardımcı olduğu biri ona teşekkür ba­
bında bir miktar para bıraktığında dahi Çakıroğlu bu parayı kul­
lanınayıp Ankara Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağışlıyor...
Ancak bunca üstün özelliğine rağmen, Orhan Çakıroğlu'nun
yine de son derece alçakgönüllü bir insan olduğu göze çarpıyor.
Zira Çakıroğlu, elde ettiği başarılardan ötürü yurt içinde ve dışında
takdir ve övgü ile karşılaştığında, başarılarının kişisel olmadığını
ve sadece bir Türk polis memuru olduğunu söylüyor.
David Mason, Çakıroğlu 'na dair bütün bu gözlemlerinden son­
ra, yazar Murat Akdoğan'ın iki aşamalı bir "genişletme" yaparak,
Çakıroğlu'nun bu özelliklerini önce Türk polisine, ardından da bü­
tün Türklere dayandırdığı tespitinde bulunuyor. Bu çerçevede, fi­
ziksel anlamda gayet yakışıklı ve güçlü şekilde tasvir edilmek sa­
dece Çakıroğlu'na mahsus olmayıp, başta Çakıroğlu'nun yardımcı­
sı Turgut Tansü olmak üzere bütün diğer Türk polislerini de kapsı­
yor. Dahası, hikayelerde sadece Çakıroğlu'nun değil, İstanbul poli­
sinin her memurunun önüne gelen her dosyayı rahatlıkla çözüme
kavuşturabilecek kapasitede olduğu da ifade ediliyor.
Bunun bir aşama ötesinde, öykülerde, yardımseverlik ve güve­
nilirlik gibi özelliklerin Türklerde ileri seviyede bulunduğu vurgu-

145
S E R DA R KAYA

}anıyor ve doğası gereği karşılaştırma gerektiren bu türden çıkar­


samalar çerçevesinde diğer milletiere mensup kişilerin dürüst­
lüklerine ve güvenilirliklerine yönelik kuşku doğuran ifadelere yer
veriliyor. Mason, bu konuyu değerlendirirken, Çakıroğlu öyküle­
rinde yazarın Türkiye Cumhuriyeti'nin üstünlüğünü vurgulama
adına iki aracı sıklıkla kullandığını tespit ediyor: Yazar Murat Ak­
doğan, (1 ) Türklerin ve Türk malı ürünlerin üstünlüğünden söz
ediyor ve (2) yabancı bir ülke ile alay etme adına hiçbir fırsah kaçır­
mıyor. Örneğin, Çakıroğlu Beyrut'ta iken (o gün itibariyle takriben
25 sene önce zaten ülkenin bir parçası olan) bu şehrin Türkiye'yi
hiç andırmadığı, orada sadece paraya önem verildiği, parayla her
işin halledilebileceği ve güvenilir bir insana rastlamanın zor oldu­
ğunu söylüyor. Hatta bir başka bölümde, Türk kanı taşıyan insan­
ların yüzlerindeki güven vericilik sayesinde Çakıroğlu 'nun Arap
bir topluluk içerisindeki Türkleri tanıması dahi mümkün olabili­
yor!
Türklüğe yönelik bu aidiyet hissi ve güven sadece Çakıroğlu'na
da mahsus değil. Diğer Türkler de onunla aynı düşünceleri payla­
şıyorlar. Örneğin, Çakıroğlu'nu görmeye gelen bir Türk, anlamadı­
ğı binbir dilin konuşulduğu yabancı bir diyarda bir Türk ile karşı­
laşmış olmaktan duyduğu sevinçten ileri gelen gözyaşlarından
ötürü kendisinden af diliyor! Bu çerçevede Mason'ın dikkatini çe­
ken bir diğer şey ise, Orhan Çakıroğlu öykülerinde sadece Türki­
ye'deki değil, yurt dışındaki Türklerin de aynı olumlu özellikleri
taşıyor olmaları ve buradan hareketle okuyuculara Türklerin gerek
Türkiye' de gerekse yurt dışında sadece birbirlerine güvenmelen
gerektiği düşüncesini yansıtmaları. Örneğin Çakıroğlu'nun Bey­
rut'tayken bindiği bir taksinin şoförü, Çakıroğlu'na İstanbullu bir
Türk olduğunu, kendisine güvenebileceğini ve olayı çözümleye­
bilmesi için kendisine yardım etmeye hazır olduğunu söylüyor.
Çakıroğlu da, güvenilmez insanlarla dolu olan Suriye'de güvenilir
bir insana rastladığı için mutlu oluyor ve taksiciden bir günlüğüne
kendisi için çalışmasını ve günlük kazancı ne ise bu miktarı ona
ödeyeceğini söylüyor. Ancak paraya önem vermeyen taksici, bu
teklifi reddederek Çakıroğlu için çalışmanın bir memnuniyet oldu­
ğunu ifade ediyor.

146
ENDO KTRI NASYO N VE T ORKIYE'DE T O P L U M M O HENDI S L I � I

Orhan Çakıroğlu polisi ye hi kayelerinden birinin kapağı

147
S E R DA R KAYA

Yazar Murat Akdoğan'ın Türk mallarının üstünlüğünü vurgu­


layış şekli de aynı derecede ilginç. Örneğin İzmir Fuarı'nda geçen
bir bölümde Türk likörlerinin kalitesi övülürken, özel balolarda
servis edilen Türk likörlerinin yabancı konuklar tarafından bile be­
ğenildiği belirtiliyor. Yine aynı bölümde, yabancı konuklardan bi­
rinin, yıllardır Türk likörlerini içmekte olduğunu söylemesi, Türk
mallannın kalitesine dair bir övgü ve delil olarak sunuluyor.
Öykülerde aktarılan bu gibi diyaloglar, Çakıroğlu'nun yurt dı­
şında olduğu zamanlarda Türkiye'yi temsil etme bilinci ve isteğiyle
hareket etmekte olması ile aynı bağlamda değerlendirilebilir. An­
cak Türklerin üstünlüğünü vurgulamaktan ziyade Batılılara kendi­
lerini beğendirme kaygısı ile açıklanmaya müsait olan bu türden
yaklaşımlar, etnik üstünlük ima ve iddialarının da aslında bir tür
aşağılık kompleksinden ileri geldiğini akla getiriyor. Bu türden
kaygı ve çelişkileri kahramanın çeşitli özelliklerinde de gözlemle­
mek mümkün: Çakıroğlu Türkiye'de değil, Bab'da eğitim almıştır
ve bildiği Arapça haricindeki yabancı dillerin tamamı Bab dilleri­
dir. Ancak öykülerdeki Bablılarda, Türk diline yönelik herhangi bir
ilgiye rastlanmaz. Acaba Türk olmayanlar yabancı dillere Türkler
kadar ilgi göstermemekte midirler? Yoksa Türkçe öğrenmeyi dü­
şünmemiş olmalarının başka bir nedeni mi vardır? Öykülerin yaza­
rı, bu çelişkinin nedenini okuyuculara izah etmez.
Genel Bir Degerlendinne
Orhan Çakıroğlu her ne kadar kusursuz ve ileri derecede yetenekli
bir kahraman olsa da, hikayelerdeki diğer detaylar incelendiğinde,
bu karakterin, bireyselliğin ön planda olduğu Angio-Sakson kültü­
ründeki süper kahraman anlayışından ziyade, kişinin özelliklerini
mensubu olduğu millete (ve hatta ırka) atfeden özcü ve kollektivist
bir zihniyetin ürünü olduğu ortaya çıkıyor. Öykülerin, kahramanı
ve onun şahsında bütün bir milleti kusursuzlaştıran ve yanlış iş
yapmaz bir konuma oturtan bu yaklaşımının, düşmanları tarafın­
dan denize atılan ya da eter koklablarak bayıltılan, yani temelde
bizler gibi biri olan Amanvermez Avni karakterinden ciddi bir ko­
puşa işaret ettiği de söylenebilir. Neticede, çok partili ve çok sesli II.
Meşrutiyet Dönemi ile Tek Partili ve Tek Sesli Dönem arasındaki
ilişkinin izini, Amanvermez Avni ile Orhan Çakıroğlu karakterleri

148
E N D O KTR I N A S Y O N YE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

arasında yapılacak karşılaşhrmalarla d a sürmek pekala mümkün­


müş gibi duruyor. Orhan Çakıroğlu'nun yakaladığı suçluların ek­
seriyetle Rum vatandaşlarunız olması bile tek başına pek çok şey
anlatmıyor mu?
BÖLÜM4

KiTLE YÖNETiMi
14. PROPAGANDA

"Modern hükümet ve modern savaş, kitlesel destek gerektirir.


Bunun sonucunda da, hükümetler, uluslararası politika alanm­
daki her önemli hamleyi desteklemek üzere kitle ruh halini hare­
kete geçirir/er. Resmi ve gayri resmi propaganda yurt içinde sü­
rekli ulusun dost ve müttefiklerinin erdemli, düşmanlannın ise
kötü olduklan yönünde şiddetli mesajlar içerir. Yoldaki ortalama
adam, kimi ülkelerdeki hükümetlerin (ve muhtemelen aynı zn­
manda insanların) kişisel bir düzeyde dostları, kimi diğerlerinin
ise düşmanlan olduğuna yürekten inanır. Yüksek vergiler öde­
meye, kendi şahsi menfoatlerine zararlı olan düzenlemelere itaat
etmeye ve hatta savaşa giderek ülkesinin dış politikasını destek­
leme adına insanlan öldürmeye razıdır. Eğer hükümeti ondan
düşüncelerini değiştirmesini ve sevmediği ülkelerin safında sev­
diği ülkelerle savaşmasını isteyecek olursa, şok olur ve dehşete
düşer. [Dış politikadakil ani değişiklikler, işte modern kamuoyu­
nun bu rolü nedeniyle artık eskisinden dahi zor hale geldi. "
A.F.K. Organski
"Modern insan, ne istediğini bildiği yanılsamasıyla yaşar, ama
aslında istemesi 'gereken ' şeyi istemektedir. "
Erich Fromm

1900'lü yılların ikinci çeyreğinde yaygın olarak kullanılınaya başla­


nan "propaganda" kavramı, bilginin devlet politikasına tabi kılın­
1
ması durumunu ifade eder. Bilginin gerçeklikle olan bağlantısının
kopanlarak istenilen amaçlara hizmet edecek şekilde araçsallaş­
tınlmasına karşılık gelen propagandanın daha çok otoriter yönetim­
lere özgü olduğu düşünüise de, bu çerçeveye giren uygulamalar
demokrasilerde de son derece yaygındır.

Mclean, lain; Alistair McMillan. 2003. Concise Dictionory of Politics. New York: Oxford Uni­
versity Press. 443.
S E R D A R KAYA

İnsan hayatında bilginin araçsallaşhrılması ile öncelikle kitlesel


eğitimde karşılaşıldığı hahrlanacak olursa, propagandayı, eğitimle
başlayan sosyalizasyonun kitlesel iletişim araçlan ile devarnı şek­
linde düşünebilmek mümkün olur. Yapılan işin aynı olması nede­
niyle propaganda adına kullanılan yöntemler, kitlesel eğitimde
kullanılarılar ile aynıdır. Dolayısıyla, dikkati başka tarafa çekme, bilgi
saklama, bilgi manipülasyonu, ezber yükleme, tekrar, korku ve değer tel­
kini gibi yöntemler, okullar için olduğu kadar, halkla ilişkiler dün­
yası için de vazgeçilmezdir. Ancak burada asıl önemli olan, kullanı­
lan yöntemlerin benzerliği değil, eğitim ile propaganda arasındaki
bağlantıdır. Zira çocukluk yıllarında gerçekleştirilen endoktrinas­
yonun etkisinin güçlü olması2 ve bu etkinin çoğu zaman ömür bo­
yu sürmesi nedeniyle, eğitim süreci boyunca yapılan şartlandırma,
propagandanın işlevselliğini ciddi derecede artıracak bir etkiye sa­
hiptir.
Örneğin, zihinlerine yıllar boyunca belli sembol, kavram ya da
şahıslarda ifade bulan değer ve hassasiyetler yüklenen insanlar, gü­
nü geldiğinde bu değerlere yönelik herhangi bir eleştiri, hakaret ya
da saldırı ile karşılaşmaları d urumunda harekete geçecek olan şart­
lı refleksleriyle tepki göstereceklerdir.3 Bu yönüyle bir tür ön-pro­
paganda (pre-propaganda4 ) durumunda olan eğitim, kişiyi mezuni­
yet sonrasında karşılaşacaklarına hazırlamaktadır.
Ön-Propaganda Olarak Egitim
Öğrencilerin zihinlerine yüklenen değerler, (modem dönemde) ço­
ğu zaman bir ideoloji, ırk, ekonomik sınıf ya da liderin ön planda ol­
duğu efsaneleştirilmiş bir kurguyu inşa etme ve güçlendirme ama­
cına hizmet eder. Eğitim esnasında yıllarca süren telkinler, kişiyi
idealize edilen bu kurguya kendini adayan bir insan haline getirir.
Bugünü anlarnlandırabilme adına düne dair bir kurguyu hakim kıl­
ma çabası, özellikle Tarih gibi derslerin birer endoktrinasyon aracı
haline getirilmelerini gerekli kılar. Amerika'daki tarih dersi kitapla-

Toch, Hans. 1965. The Social Psychology of Social Movements. lndianapolis, In diana: Bobbs·
Merrill. 112-113.
Ellul 31.
Ellul 22.
E N D O K T R I N A S Y O N VE T Ü R KI Y E ' D E T O P L U M M Ü H E N D I S L I � I

rının içerik analizini yapan Profesör James W. Loewen, tam d a bu


noktayı vurgulama adına, bu kitaplara verilen adlarla ilgili bir tes­
pitini aktarır. Amerika'da okutulmakta olan tarih kitapları, "Muh­
teşem Cumhuriyet" (The Great Republic), "Amerikan Yolu" (The
American Way), "Amerikan Milletinin Yükselişi" (Rise of the Ame­
rican Nation) gibi isimler taşımaktadır. Kitapların kapaklarında,
Amerikan bayrakları, kartaHar ve Özgürlük Anıh gibi semboller
yer almaktadır. Profesör Loewen bu tablo karşısında, kimya dersi
kitaplarının, "Kimya" ya da "Kimyanın Prensipleri" gibi isimlere
sahip olduğunu, hiç kimsenin aklına kimya kitaplarından birine
"Molekülün Yükselişi" (Rise of the Molecule) gibi bir isim vermeyi
aklına getirmediğini belirterek tarih dersinin araçsallaştırılmasına
dikkat çeker.5
Böyle bir yola başvurulmasının nedeni, propagandanın üzerine
bina edileceği bir temele ihtiyaç duyması ve ortada belli his ve dü­
şüncelerden müteşekkil bir idealin bulunmaması durumunda pek
6
bir işe yaramayacak olmasıdır. Örneğin, Il. Dünya Savaşı sonra­
sında Japon eğitim sisteminin öğrencilere bu yönde bir ideal sun­
muyor oluşu ile Japonların sadece %10'unun "Ülkeniz için seve se­
ve savaşır mısınız?" sorusuna "Evet" yanıtını vermekte olmalan
arasında böyle bir ilişki vardır. (Aynı oran Kore'de %85, ABD'de ise
%70 seviyesindedir/ Bu şartlar altında, baştan bir kez böyle bir
ideale inandırılmamış olan Japonları mobilize etme konusunda
propagandanın çok fazla işlevsel olamayacağı söylenebilir.
Bu noktada belirtmek gerekir ki, bu oranlarda asıl belirleyici
olan, öğrencilere aktarılan bilgilerin doğruluğu ya da yanlışlığı de­
ğil, eğitim felsefesine hakim olan zihniyetin savaşı ve genel anlam­
da da hayatı nasıl anlamiandırıyor olduğudur. Zira Japon, Koreli
ya da Amerikalı öğrencilerin hiçbiri, kitaplarda okudukları savaşla­
rı görmediklerinden, savaşı kendilerine anlatıldığı şekliyle bilmek
ve bu bilgilerini, doğrultusunda yetiştirildikleri zihniyetin içerisin-

Loewen, James W. 1995. Ues My Teacher To/d Me: Everything Your American History
Textbook Got Wrong. New York: Simon & Schuster. 14.
Ellul 36.
Hein, Laura. Selden, Mark. 2000 . Censoring History: Citizenship and Memory in Japon,
Germony, and the United States. Armonk, New York: East Gate Books. 274.

155
S E R D A R K A YA

den anlamiandırmak durumundadırlar. Buradan hareketle, belli


bir zihniyete hapsolmuşluğun eğitim seviyesi ile doğru orantılı ol­
duğunu ve (günümüzde her ne kadar zor olsa da) kişinin eğitim­
den ve eğitim sonrasında karşısına çıkacak olan kitle iletişim araç­
larından uzak kalması d urumunda, propagandanın tesirinden de
büyük ölçüde korunmuş olacağını söylemek müınl<ündür.8
Propaganda'yı işlevsel Kılan Durumlar
Propaganda, ancak insanı ve zayıflıklarını bildiği ve dikkate aldığı
ölçüde başarılı olabilir. Propagandanın, insanın otorite karşısında
sergilediği tavırlardan, taşıdığı grup kimliklerinin etkisinde şekil­
lenen davranışiarına dek pek çok özelliğini dikkate alması gerekti­
ği anlamına gelen bu durum, irısan olmaktan ileri gelen özellikler
kadar, sonradan edinilenterin de hesaba katılmasını gerekli kılar.
Bu noktada da propaganda ile kitlesel eğitim arasında benzer­
likler yok değildir. Örneğin, hpkı kitlesel eğitim gibi propaganda­
nın da, manipüle edilmiş bilgiyi saygın ve genel kabul gönnüş kurum­
lar aracılığıyla sunuyor olması önemlidir. Zira insanlar, güvenilir
olduğunu düşündükleri kurumlardan kendilerine aktanlan bilgile­
ri, çok fazla sorgulamadan doğru kabul etme eğilimindedirler.9
Eğitim sürecinde şiirler okuyarak, ödevler hazırlayarak yıllarca
belli bir ideolojiye, ırka ya da lidere bağlılığını ilan etmesi sağlan­
mış ve bu şekilde kendi endoktrinasyonunda kullanılmış olan bir
insanın durumu da bu çerçevede değerlendirilebilir. Zira aksiyon,
propagandanın etkisini tersine çevirmeyi zorlaşhrır. Belli bir dü­
şünceye inandıktan sonra bunu bir adım daha ileriye götürerek
başkalarına da ilan eden bir insanın, daha sonra geri adım atması
ve yanıldığını itiraf etmesi daha zor olacakhr. Eğitim esnasında
gerçekleşen bu durum, mezuniyet sonrasında da aynı derecede ge­
çerlidir. Örneğin, bir siyasi partinin ya da liderin savunuculuğunu
8
Alma niann 1933 ve 1938 yılında yaptıkları araştırmalar, Nazi propagandasının okuma yaz­
ma oranının d üşük olduğu kırsal kesimde yaşaya nlar üzerinde etkisiz kaldığını ortaya çı kar­
mıştı. Komünist propagandanın da benzeri bir işlevsizli kle karşılaşması son ucunda Kore ve
Çin'de basitleştirilmiş yeni alfabeler ortaya çıkarılarak okuma yazma oranı artınimaya çah­
şılmıştı. Ellul 109-110.
Jacobson, Steven. 198S . Mind Control in the United States. Santa Rosa, california: Critique
Publishing. ıs.

156
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

yapan bir yetişkin, b ir süre sonra savunm akta olduğu argürnanlar­


da çeşitli tutarsızlıklar sezdiğinde dahi (en azından ilk aşamada)
bunları görmezden gelme yoluna gidecektir. Bu durum, (1) yanıl­
gıyı kabullenmenin zorluğu, (2) edinilen çevre ve kurulan ilişkileri
terk etmeye karşı gönülsüzlük, (3) cepheleşme nedeniyle yıllarca
kimi gruplara sempati, kimi diğerlerine de öfke ve tepki duymanın
etkisiyle, siyasi tercihlerde düşünceler kadar histerin de belirleyici
olmaya başlaması, (4) o güne dek yapılan onca şeyin anlamsız ol­
duğu gerçeği ile başa çıkmanın zorluğu ya da (5) taşlar yerinden
aynadıktan ve kafa konforu bir kez borulduktan sonra siyaseti ve
hatta hayatın kendisini anlamtandırma adına yeniden tutarlı bir
algı bütünü oluşturmanın zorluğu gibi çok sayıda farklı nedene
dayanır.
Ancak bütün bunlar, insanların hayatları boyunca hep aynı fi­
kirleri savundukları ya da propagandanın insanları bir kez istediği
noktaya kanalize ettikten sonra hep orada kalmalarını istediği an­
lamına gelmez. Aksine, propagandanın en temel varlık sebeplerin­
den biri, siyasetin tabiab gereği devlet politikalarının ya da iktidar­
ların zaman zaman değişmesinin ardından, önceden başka türlü
düşünmesi istenmiş olan kitleleri bu sefer yeni bir noktaya taşıma
10
gerekliliğidir. Bu esnekliği mümkün kılan başlıca faktörlerden
biri, parti aidiyetidir. Zira insanlar, normal şartlar altında kabul et­
meyecekleri kimi uygulamaları yakınlık hissettikleri bir partinin de
desteklemesi durumunda, çok fazla direnç göstermez, hatta bu gibi
denkleme sonradan dahil olan kimi düşünceleri de zaman içerisin­
de öncekilerin yanına koyarak benimseyebilirler.
İnsanları pozisyon değiştirmeye iten nedenlerden bir diğeri de,
çoğunluğa karşı koymanın zorluğudur. Partinin, devletin, liderin
ya da aşağıdan-yukarı gelişen sivil bir talebin her zamankinden
farklı bir yaklaşım sergiliyor olmasına kişi tek başına karşı koya­
maz ve başlangıçta kimi tereddütler yaşasa da, nihayetinde direnci
kırılır. Hatta propagandanın daha önce siyah dediğine beyaz dedi-

1
0 Muhalefett eyken kışkırtıcı yönde propaganda yapan bir parti ya da grubun i ktidara gelir
gelmez buna derhal bir son vererek birlik ve beraberlik vurgusunda bulunmaya başlaması
gibi.

157
S E R DA R KAYA

ği, ama yine de aynı insanların desteğini temin edebildiği d urum ­


lar da az değildir.
Aynı ölçüde geçerli olan bir diğer neden ise, sıradan insanın
propagandayı yöneten kişiler karşısındaki bilgi yetersizliğidir. Sı­
radan bir insan, öncelikle günlük çalışma hayatı ve diğer kişisel iş
ve uğraşlanyla meşguldür; siyaset ile ilgisi daha çok gazete oku­
duğu ya da televizyon izlediği anlarla sınırlıdır. Dolayısıyla, siya­
set, sıradan bir insan için en iyi ihtimalle ikincil derecede önceliğe
sahip olan bir alandır. Siyaset ya da propaganda dünyasındaki in­
sanlar ise, çoğu zaman bu alanda profesyonel eğitim almış olan ve
de sürekli oyunun içerisinde olmaları itibariyle olan biteni çok da­
ha kuşatıcı bir şekilde kavrayabilen kimselerdir. Bu nedenle de, ak­
şam televizyonun karşısına geçince yeni bir yönelişten haberdar
olan bir kişinin bu konuda yapabileceği çok fazla şey yoktur. Söz
konusu yeni yöneliş, muhtemelen o bundan haberdar dahi olma­
dan çok zaman önce başlayan bir sürecin içerisinde kim bilir ne gi­
bi düşüncelerle planlanmış, çeşitli revizyonlar görmüş ve nihaye­
tinde herşey tamamlandıktan sonra onu en az rahatsız edecek şe­
kilde bilgisine sunulmuşhır. Bunun karşısında onun yapabileceği
şey ise, ya bu yeni yönelişe uyum göstermek, ya da bu yönelişe (yi­
ne kimbilir hangi nedenlerden ötürü) karşı çıkan muhalefete des­
teğini (söz konusu muhalefetin söylemini kopyalayarak) sürdür­
mektir. Çünkü sıradan insan, karşısındaki bu mekanizma ile başa
çıkabilecek zaman, imkan ve donanımdan yoksundur. Hatta bu
durum, siyasetle yakından ilgilendiğini düşünen pek çok insan için
de geçerlidir. Zira düzenli olarak haberleri takip etmek ya da yapı­
lan yorumları okumak kişiyi olaylar hakkında daha bilgili kılsa da,
olayların benzerlik ve farklılıklarıru, ortaya çıkış nedenlerini ve ele
alınış şekillerini, dönemler arasındaki farklılıkları, bu farklılıklara
neden olan (şartlara ya da düşüncelere bağlı) değişimleri ve genel
anlamda yapısal işleyiş ya da tarafların kaygılan ile ilgili bağlanh­
ları kurabilmeyi beraberinde getirmez. Çünkü herşeyden önce, si­
yaset, doğrusal bir hat üzerinde "Önce bu oldu, ardından da şu ol­
du" şeklinde sıralanarak incelenebilecek bir olaylar dizisinden iba­
ret değildir. Bu nedenle de, kişinin gündemi düzenli olarak takip
ediyor olması, gelişmeleri anladığı ya da propagandanın tesirinden

158
E N D O KT R I N A S Y O N YE T O R K I Y E ' D E TO P L U M M O H E N D I S L I � I

korunduğu anlamına gelmez. (Ama daha çok propagandaya ma­


ruz kaldığı anlamına pekala gelebilir.)
İnsanların yapıları gereği unutkanlıkla malul olmaları da, siya­
setle güncel olayları takip etme bazında ilgilenme durumunu an­
lamsızlaştırır. Zira böyle bir hareket tarzı bir yandan analitik olma­
yan bir düşünce tarzını körüklerken, diğer yandan da kişiyi propa­
gandanın konjonktürel değişimlerine karşı körleştirir. Hitler pro­
pagandasının demokrasinin 1936'da lehinde, 1943'te ise aleyhinde
olması bu durumun örnekleri arasındadır. 1 1
UCLA profesörlerinden siyaset bilimci John R. Zatler'ın kamuo­
yunun oluşma şeklini açıklama adına oluşturduğu üç aşamalı mo­
del, propagandanın işlevselliği konusundaki bütün bu detayları
soyutlayarak konu hakkında daha net bir fikir verebilir. 1 2 Zaller'a
göre, kamuoyunu şekillendiren, herşeyden önce, elitlerin söylemi­
dir. Ancak bu söylemin (ya da duruma göre propagandanın) kişi
üzerinde ne derece tesire sahip olacağı, kişinin bu söyleme ne ka­
dar kulak verdiği ile ilgilidir. Bir başka deyişle, siyasetle çok fazla
ilgilenmeyen bir insan, doğal olarak daha az haberdar olacağı elit
mesajlarından daha az etkilenecektir. Zaller'ın '�1" (receive) olarak
adlandırdığı bu durum, modelin üç aşamasından ilkine karşılık ge­
lir.
"Kabul Et" (accept) adlı ikinci aşama ise, kişinin "al" dığı elit me­
sajlarını kabul edip etmeyeceği konusuna odaklanır. Zaller'a göre
siyasetle daha yakından ilgilenen insanlar çok sayıda (ve dolayısıy­
la yer yer birbiri ile çelişkili) mesajlar almalarına rağmen, daha ön­
ceden şekillenmiş olan siyasi tavırlan nedeniyle mesajları kabul
etme noktasında daha seçicidirler. Siyasetle çok fazla ilgilenmeyen
ve dolayısıyla az sayıda mesaj alan insanlar ise, aldıkları mesajları
(birbirleriyle çelişkili dahi olsalar) kabul etmeye daha yatkındırlar.
Modelin üçüncü aşaması olan "Örnekle" (sample) ise, insanların
düşüncelerin ancak "an itibariyle" ölçülebileceği üzerinde durur.
Buna göre, insanlar, herhangi bir konuda fikirleri sorulduğunda, o
an itibariyle (ya da son zamanlarda) zihinlerinde canlı olan konula-

11
Ellul 18.
12 Zaller, John R. 1992. The Nature and Origins of Mass Opinion. Cambridge, United Ki ngdom:
Cambridge University Press.

159
S E R D A R K A YA

rm tesirinde olduklarından, o doğrultuda yanıtlar vereceklerdir.


İnsanlarm farklı dönemlerde farklı konuları hatıriarında tuttukları
ve bu konularm değişmesiyle siyasi tavırlarının da değişmekte ol­
duğu anlamına gelen bu çıkarsama, (sözgelimi) önceki gün haksız
yere idam cezasına çarphrılarak infaz edilen bir insanın trajedisine
odaklanan bir film izleyen insana ertesi gün idam cezası konusun­
daki fikri sorulduğunda olumsuz bir görüş belirtmesinin daha
muhtemel olacağı, ama aradan bir süre geçtikten sonra aynı konu­
da tersi yönde bir tesirde bulunan başka bir tecrübe yaşadığında
fikrinin pekala tersine dönebileceği anlamına geliyor 1 3 - ki bu du­
rum da, (yukarıda değinilen) siyasetle güncel olayları takip etme
bazmda ilgileniyor olmanın sonuçlarını açıklama adına makul bir
teorik temel sunuyor.
Genel Bir Değerlendinne
Bilgiyi araçsallaştıran her türlü uygulama gibi propaganda için de
esas olan, neyin doğru olduğu değil, istenilen amaca ulaşma adına
bilginin (ya da dezenformasyonun) ne şekilde kullanması gerekti­
ğidir. Bu o derece öyledir ki, kimi zaman hem doğru hem de işe ya­
rar bilgiler dahi "inandırıcı olmayabileceği" düşüncesiyle gizlene­
bilir. Örneğin, II. Dünya Savaşı'nda Bemard Montgomery komu­
tasındaki İngiliz ordusu Kuzey Afrika'da Almanlara karşı önemli
bir zafer kazandığında, Alman komutan Erwin Rommel (o esnada
herhangi bir saldırı beklenınediği için) ordusunun başmda değildi.
Ancak Nazi Almanyası'nın Propaganda Bakanı Joseph Goebbels
bu gerçeği halka açıklamayı doğru bulmadı. Çünkü bu şartlar al­
tında, halk, hem alınan yenilgiye bir bahane uydurulduğunu, hem
de prestijli komutan Rommel'i yenilmez gösterme adına devletin
yalan söylediğini düşünecekti. Bir başka deyişle, gerçekler halka
anlatılamayacak kadar ihtimal dışıydı! 1 4

13
John Zaller, bu modele 1992 yılında yayı nladığı kitabı nda yer vermişti. Aradan altı yıl geçtik-
ten sonra, bu model üzerinde kimi revizyonlar önerdiği bir makale de yayınladı: Zaller, John
R. 1998. "Monica Lewinsky's Contribution to Political Science:• PS: Political Science and Po-
litics 31(2): 182-189.
14
Ellul 57.
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

Her ne kadar kulağa ilginç gelse de, propagandaemın gözüyle


bakıldığında bu aslında çok da şaşırhcı bir karar değildir. Çünkü,
propagandacı, hükümetin halka hesap vermesini değil, seçilerek
verilen bilgilerle halkın istenilen şekilde düşünmesini sağlama
amacındadır. Böylelikle hem iktidarın gücünü sarsmamak, hem de
hükümetin halka hizmet ettiği düşüncesini telkin etmek mümkün
olur. Bu sistemin işleyişi gereği de, siyasi iktidar, halkın istedikleri­
ni yapan değil, kendi istediği şeylerin gerekliliğine önce halkı
inandıran, sonra da o gereklilikleri "halk adına" yerine getiren bir
güç odağı durumundadır. Irak Savaşı öncesinde ABD Başkanı Ge­
orge W. Bush'un, CIA'in kendisine verdiği Saddam Hüseyin'in kitle
imha silahlarına sahip olmadığı yönündeki İstihbaratı halktan giz­
lernesi ve l l Eylül ile Irak rejimini ilişkilendirmek suretiyle kamu­
oyundaki savaşa yönelik desteği artırmaya çalışmış olması bu çer­
çevede değerlendirilebilir. ı s
Halkı dinliyormuş gibi yapma konusundaki daha ilginç bir diğer
örnek ise, 1957 yılında Sovyetler Birliği'nde yeni ekonomik prog­
ram konusunda halkın kahlımıyla gerçekleşen tartışmalardır. Şöyle
ki, Khrushchev yönetimi, hazırladığı yeni politikaları halka sun­
muş ve (Komünist Parti'nin gençlik kollan olan) komsomolların,
sendikaların, fabrikaların ve diğer kurumların da karar alma süre­
cine kahimalarını istemişti. Komünist Parti'nin resmi yayın organı
Pravda da bu sürece destek vererek halkın içinden insanların yorum­
larını yayınlamaya başlamıştı. Ancak konu kamuoyunun günde­
minde bu denli yaygın bu şekilde değerlendirildikten sonra söz
konusu ekonomik program en küçük değişiklik dahi yapılmadan
onaylanmış, fakat buna rağmen kimse buna pek tepki gösterme­
mişti. Çünkü insanlar, düşüncelerinin dikkate alındığını zannede­
rek mutlu olmuşlardı. 1 6 Bir başka deyişle, Parti, neticede ne gibi bir
karar alacağını başından beri biliyor olsa da, herkese fikirlerini ifa­
de imkanı sunarak insanlara onlar için iş yapan ve onları umursa­
yan bir kurum olduğu mesajını telkin etme fırsatını kaçırmamıştı.

ıs
Blumenthal, Sidney. 2007 . "Bush knew Saddam had no weapons of mass destruction:• Sa-
lan, 6 Eyl ül.
16
Ellul 130-131 .
c;
4;

15. KONU ÇALIŞMASI (6): TÜRKIYE'DE PROPAGANDA

"Bir doktrinin etkili olabilmesi için anlaşılmaması, ama ona ina­


nılması gerekir. Bizler sadece anlayamadığımız şeylerden mutlak
surette emin olabiliriz. Anlaşılan bir doktrin, gücünü kaybeder. "
Eric Hoffer

Türkiye'de uygulanagelen propaganda, herkesin zihninde (ulus­


devlet sembolleri ekseninde) ortak bir "uğruna ölmeye değer kur­
gu" inşa etme amacına yöneliktir. Va ta n, bayrak, kan gibi semboller
ile ölüm eksenli bir ilişki kurulması esasına dayanan bu kurgu, bir
yandan bireyselliği ortadan kaldırarak insanları kollektif amaçlara
olan katkıları ölçüsünde makbul görmeyi telkin ederken, diğer
yandan da hakları değil ödevleri merkeze alan bir vatandaşlık an­
layışını hakim kılar. Dünyayı vatan sevgisiyle dolu ve vatanı uğru­
na ölmeye hazır olan farklı ulusların savaş alanı olarak tasvir eden 1
bu yaklaşıma göre, dünyada dostlar değil sadece düşmanlar vardır.
Dahası, bütün bu düşmanlar Türkiye üzerinde çeşitli erneilere sa­
hip olduklarından, ülkeyi zayıftatmak ve bölmek için sürekli gizli
gizli planlar yapmaktadırlar.
Bir imparatorluğun kaybına ve ardından işgale uğrayan vatan
topraklarının savaşılarak kurtarılmasına dair anıları her daim canlı
tutmak suretiyle yaşatılan bu zihniyet, ''biz ve onlar" esasına da­
yanan klancı düşünceyi körükler. Bu klancı düşünce, vatandaşlara,
vatan için çalışmak, fedakarlıkta bulurırnak ve gerektiğinde savaş­
mak, ölmek ve öldürmek durumunda oldukları yönünde telkin­
lerde bulunur. Dahası, cesurca savaşmak, makbul vatandaş olma-

2010-2011 öğretim yılı itibariyle liselerde okutulmakta olan Milli Güvenlik Bilgisi ders kita·
bında şu ifadeler yer alır: "Bir millet; vatan sevgisinden nefesini ayırırsa vata nını sevmezse
çok za man geçmez, vatanı nı, vatan sevgisiyle dolu olan başka milletieri n istilası altında gö­
rür. Nitekim bir kavim ateşli silahtan elini çekerse pek az zaman içinde o silahı, düşman eliy·
le kendi göğsüne çevril miş bulur." Bkz.: Milli Güvenlik Bilgisi. 2010. Ankara: MEB Yayınları.
73.
S E R D A R KA YA

nın öncelikli bir ölçüsü durumundadır. Küçük çocuklar bile, reji­


min telkin ettiği kurguları eleştiren kimseleri, "işgal yıllarını unut­
mak", "yarın savaş olsa gidip savaşmayacak olmak", "ülkeyi sat­
mak" ya da "vatan haini olmak" ile suçlayacak formasyona sahip­
tirler.
Bu türden tepkiler, özellikle rejimin kutsadığı ve yıllar boyu kit­
leleri şartlandırdığı kavram ya da sembollere yönelik eleştiriler söz
konusu olduğunda ortaya çıkar. Rejimin kutsallarından herhangi
biri hedef alındığında, şartlı refleks mekanizmaları harekete geçen
insanlar derhal tepki gösterirler. Dahası, propaganda, söz konusu
tepkinin suni olarak ortaya çıkarılmasında ve ortaya çıkarıldıktan
2
sonra yönetilmesinde de kullanılabilir. Bir başka deyişle, propa­
gandanın bu gibi durumlardaki işlevi, zamanında belli konularda
şartlandmlmış oldukları bilinen kitleleri belli anahtar kelimeler kul­
lanmak (ya da bu kelimelere karşılık gelen belli kavramlan zihin­
lerde çağrıştırmak) suretiyle reaksiyon göstermeye yöneltmektir.
Zira söz konusu hassasiyetierin niteliğini biliyor olmak, propagan­
dacıya hangi anahtar kelimelerin ne türden tepkiler doğuracağını
öngörebilme imkanı verir. Ancak bu amaçla kullanılan terimler, ke­
limeler ve objeler, Jacques Ellul'un ifadesiyle, "kişinin kayıtsızlık
bariyerini aşan bir güce sahip olmalı", "mermi 5ibi işlemeli" ve zi­
hinlerde "anında bir dizi imaj çağrıştırmalıdır." Bu sürecin farklı
toplumlarda nasıl gerçekleştirildiği konusuna örnek olması ama­
cıyla Amerikan ve Türk rejimlerinin dayandıkları kurgular incele­
nebilir.

Rejimin kontrolünde olan insa nların rejimin kutsallarına inanmaları zorunlu deği ldir. 10 Ka·
sım törenine gitmek üzere olan bir orgeneralin, "bıktık bu . . .. . .'nin 10 Kasım'ı ndan; a ma ne
yaparsın ona ihtiyaamız var şimdi l" diyebilmiş olması bu duruma bir örnek olarak görülebi­
lir. Bu konuda bkz.: Üste!, Aziz. 2010. "Çetin Doğan'ın maiyetinden kişiye özel dam&illı mek­
tup." Star, 14 Şubat.
Ellul 46.
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

Amerikan ve TOrk Rejimlerinin Kutsallan


Arnerikan rejimi özgürlük ideali temel alınarak kurgulanmışhr. 4
Arnerikan resmi söyleminin temel vurgusu hep özgürlük üzerine
olmuştur. Tipik bir ABD vatandaşı, ülkesinin dünyanın en özgür
ülkesi olduğuna inanır. (Sözgelimi) bir Norveçlininkilere ek olarak
ne gibi hak ve özgürlüklere sahip olduğunu bilmiyor olması bu
durumu değiştirmez. Zira bu düşüncesi onun için bir ezber duru­
mundadır. Aynı ABD vatandaşı, Arnerikan askerlerinin, söz konu­
su özgürlükleri ya koruma ya da dünyanın farklı bölgelerine gö­
türme amacıyla savaşbklarına inanma eğilimindedir. Yine aynı
ABD vatandaşı, dünyanın yürürlükte olan en eski anayasası olan
ABD Anayasası'na ve onun doğruluğuna, İncil'e yönelik olana ben­
zer bir inanç duyar. Özgürlükleri garanti albna alan ABD Anayasa­
sı'nı kaleme alan kişilerin Afrikalı esirleri mülk edindikleri gerçeği­
nin bu ideal ile çelişiyor olması gibi örnekler zaman zaman aklına
soru işaretleri düşürse de, bunları ya dönemin algılarına verir ya da
geneli itibariyle iyi olan bir bütünün içerisindeki tekil problemler
olarak görür. Bu ABD vatandaşı, Arnerikan rejimi için en makbul
vatandaştır. Hatta çoğu insanın gözünde o bir vatanseverdir (pat­
riot). Ancak bütün bunların istisnasız herbirini problemli bulan
ABD vatandaşlan da vardır ve daha da önemlisi, sayıları az değil­
dir. Bu insanlar Arnerikan sisteminin özgür olmadığını iddia et­
mekte ve daha özgür olacağını düşündükleri bir Amerika adına
farklı argümanlar ileri sürmektedirler. Bir başka deyişle, ABD'deki
geleneksel çizgiyi problemli bulanlar da kendi argümanlarını yine
özgürlük üzerinden inşa etmektedirler.
Türkiye Cumhuriyeti söz konusu olduğunda ise, özgürlük idea­
linin yerini bağımsızlık alır. Resmi söylem, Türkiye Cumhuriyeti'nin,
"yedi düvele karşı" verilen bir hayatta kalma mücadelesinin ardın­
dan kurulduğunu vurgular. Bu hayatta kalma mücadelesi ile kast
edilen, ülkenin Bağımsızlık Savaşıdır. içerdiği hayatta kalma anlamını
vurgulamak için bu savaşa Kurtuluş Savaşı rlenmiştir. Her Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı, bu savaşın efsaneleştirilmesiyle yeni bir
4
Burada sözü edilen kurgusallık, ulus-devlet mitlerinden, siyasi elitlerin manipülasyonlarına
dek reel olmakta n uzaklaşan her türl ü duruma karşılık gelecek farklı anlamlarda düşünüle­
bilir.

165
S E R D A R KAYA

boyuta taşınan bağımsızlık kavramı doğrultusunda sosyalize edilir;


neticede de, bugünkü varlığına ve kimliğine dair herşeyini, bu sa­
vaşın verilmiş ve de kaybedilmemiş olmasına borçlu olduğunu dü­
şünür. Türkiye'de bu şekilde düşünmeyenler azdır. Ancak bu ko­
nuda bu şekilde düşünse bile, aradan neredeyse bir asır geçtikten
sonra siyasetin hala böyle bir varoluş korkusuyla temellendiriliyor
olmasını eleştiren insanlar da (sayıları henüz az· olsa da) ortaya
çıkmaya başlamıştır. Daha ileri giderek, "Atatürk 1919'da Anado­
lu'ya çıkmak için neden Karadeniz'de İngiliz işgali altında olan tek
5
liman kenti Samsun'u seçti?" gibi sistemin istisnasız bütün varsa­
yımlarını kökünden sarsacak imalar içeren sorular sormaya yelte­
nenter ise, parmakla gösterilecek kadar azdır.
Söz konusu olan propaganda olduğunda, bütün bunlardan çı­
karılabilecek olan sonuçlardan bazıları şunlardır: ABD'de yapılacak
olan propagandanın başarısı, kendisini bir şekilde özgürlükle iliş­
kilendirmesi ya da en azından özgürlükleri kısıtlayıcı yönde her­
hangi bir imada bulunmamasına bağlıdır. Türkiye'deki propagan­
da ise, Türk halkının bağımsızlık kavramı doğrultusunda sosyalize
edilmiş olduğunun bilincinde olmak ve özellikle diğer ülkelerin de
işin içine. girdiği konularda kullandığı ifadeleri çok dikkatli seçmek
durumundadır.
Bu noktada, propagandanın kitleye özel hazırlandığı da söylene­
bilir. Örneğin, bir Türk vatandaşı, ABD Başkanının l l Eylül sal­
dırılarının ardından yaptığı "Özgürlüklerimizi yok etmek istiyor­
lar" gibi beyanları inandırıcı bulmak bir yana, anlamlandırmakta
dahi zorlanabilir. Aynı şekilde bir Batılının da, Türkiye'de çeşitli
konular gündeme geldiğinde propaganda makinesinin ortaya çı­
kardığı, "Sevr'i hortlatmak istiyorlar" ya da "Bizi bölmek istiyor­
lar" türünden anahtar kelimeZere anlam verebilmesi çok zordur.
Bunlara ek olarak, Türk propagandası, (ABD'dekinden farklı
olarak) otoriteleşebilmeye, militerleşebilmeye ve halkı sürekli te­
dirgin edebilmeye daha müsait bir zemine oturur. Zira hayatta
kalma teması, iriSanın en temel içgüdüsüne doğrudan hitap eder.
Dolayısıyla da, kitleleri korkutma noktasında çok daha işlevseldir.

Nişa nyan, Sevan. 2009. "Ö rtmenim bu konular kitapta yazmıyor." Taraf, 12 Nisan.

166
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

Böylesine can alıcı bir konuda şartlandırılmış bir toplumda propa­


gandanın işi çok daha kolaydır.
Türk Siyasi Rejimi ve Kimlikler
Türk siyasi rejimi, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, halkın ge­
neline laik ve milliyetçi bir kimlik benimsetmeye çalıştı. Okullardan
halkevlerine dek bütün rejim kurumlarında bu doğrultuda faaliyet
gösteren Türk rejimi, dirençle karşılaştığı noktalarda zor kullan­
maktan da çekinmedi. Türk propagandası netice itibariyle rejimin
ulusçu ideolojisini telkin etmekte tamamen başarısız da olmadı. Zi­
ra tek başına İslami kesimin (ve daha geniş manada da muhafaza­
kar nüfusun) Türklüğü ve hatta Türkçülüğü içselleştirmesini temin
etmiş olmak bile, rejimin başarısı adına çok önemli bir kazanımdır.
Ancak çok renkli Anadolu halkının genelini tek bir kimlikte buluş­
turma noktasında benzeri bir başarıdan söz etmek pek mümkün
değildir. Cumhuriyetin asimile etmeyi başarabildiği ve başarama­
dığı kimliklere bakıldığında bu durumun nedenini anlamak kolay­
laşır. Zira ilginçtir ki, Cumhuriyet, insanlan kendi kimliklerini in­
kar etmeye zorladığı noktalarda ekseriyetle başarısız, açıktan hiçbir
şey yapmadığı noktalarda ise ekseriyetle başarılı olmuştur.
Cumhuriyetin sayıca az bulduğu için bir tehdit olarak görmedi­
ği ve herhangi bir kimlik dayatmasında bulunmayı düşünmediği
Arnavutlar, Boşnaklar, Lazlar, Gürcüler ya da Çerkesler gibi kendi
müstakil lisanına dahi sahip olan müslüman etnik grupların men­
suplarının çoğunun, aradan sadece iki nesil geçtikten sonra farkın­
da dahi olmadan hakim kimliğe asimile oldukları ve asıl kimlikle­
rini tamamen unutmasalar da Türkçe konuşmaya ve düşünmeye,
ve kendilerini öncelikle Türk olarak tanımlamaya başladıkları söy­
lenebilir. Kürtler ise, kendilerine diğerlerinden daha farklı davra­
nılmakta olduğunu gördükleri ölçüde kimliklerinin de daha çok
farkına vardılar. Bu farkındalık hali, Kürtlerin, yaşadıkları yerlere
dikilen heykellerden, dağlarına yazılan "Ne Mutlu Türküm Diye­
ne" sloganiarına dek pek çok rejim sembolünün varlığını, "Bana
Kürt olmadığımı söylemeye çalışıyorlar" şeklinde yorumlanna ne­
den oldu.
İslami kesimin kendi kimliğine dair ürettiği farkındalık ise, re­
jimin dayattığı Batılı kültürel kimliği reddettiği ölçüde ortaya çıktı.

167
S E R D A R K A YA

Şöyle ki, rejim Kürtlere "Türk olacaksın" derken, dindarlara da


"Batılı olacaksın" diyordu. Bir başka deyişle, rejim bu sözleriyle Ba­
hlılaşmak ile dindarların kimliklerini kaybetmeleri arasındaki iliş­
kiyi kendi ağzıyla belirginleştirmiş oluyor ve böylelikle dindarla­
rın, kimliklerinin spesifik olarak kültürel pratiklerine daha çok sarılma­
larına neden oluyordu. Ancak rejim orılara "Türk olacaksın" de­
mediği için, dindarlar bir yandan milliyetçiliğe asiinile olduklarını
ve modemitenin siyasal algılarını giderek daha fazla içselleştirdik­
lerini fark edemiyorlardı. Neticede, dini öğretiler hakkında çok faz­
la don anım lı olmasa da başörtüsü gibi kültürel pratikler konusun­
da duyarlı, ancak bir o kadar da milliyetçi bir İslami kitle ortaya
çıkh.
Bu örnekler, Türk siyasi rejiminin insanların kimlik ve inançla­
rının üzerine gitmek suretiyle aslında tektipleştirme amacını daha
da zora soktuğunu ima ediyor. Vatan sathını bir kışla gibi görme­
nin ve topluma emirle nizarn verebileceğini zarınetmenin bir sonu­
cu olan bu türden uygulamalar, aynı zamanda hem insanların ai­
diyet duygularını hem de toplumsal hafızayı hiçe saymanın ve her­
şeyi kaba kuvvete indirgemenin bir ifadesi durumunda. Dahası,
yapılan gereği bir makbul vatandaş modeli belirlemek durumunda
olan bu gibi sosyal mühendislik projeleri, bu modelin kalıbına so­
kulabilmiş ve sokulamamış olanlar arasında ister istemez çahşma
da doğurmakta.
Dünya tarihinde böyle bir toplumsal bölünmüşlük tecrübesi ya­
şamış olan tek ülke Türkiye değil. Toplumun bir kesimini travma­
tize eden kimi uygulamalara girişmiş olan başka ülkeler de var.
Böyle bir tecrübe yaşayan ülkeleri "kararsız/bölünmüş ülkeler"
(torn countries) olarak nitelendiren Samuel Huntington (1927-2008),
Medeniyetler Çatışması adlı kitabında Kemalizmin başarısızlığının
nedenlerini yorumladıktan sonra şunlan söylüyor:
Eğer Bahlı olmayan toplumlar modernleşrnek istiyorlarsa, bunu
Balılılar gibi değil, hpkı Japonya gibi, kendi yöntemleriyle, kendi
gelenek, kurum ve değerlerini kullanarak ve geliştirerek başar­
mak zorundalar.
Toplumlannın kültürlerini temelden yeniden şekillendirebilecek­
lerini düşünebilecek denli kibirle dolu politik liderlerin başansız-

168
E N D O K T R I N A S Y O N VE T Ü R K I Y E ' D E T O P L U M M Ü H E N D I S L I C I

lığa uğrayacak olmalan mukadderdir. Böyle liderler, Bab kültü­


rünün kimi öğelerini [ülkelerine] gelirebilseler bile, mevcut kül­
türün temel öğelerini ortadan kaldırmaya ya da sonsuza dek has­
brmaya güç yetiremezler. ... Politik liderler tarih yapabilirler, ama
tarihten kaçamazlar. Bölünmüş ülkeler ortaya çıkanrlar, Bablı
toplumlar yaratamazlar. Kalıcı olan ve tabiat haline gelen kültürel
bir şizofreni ile ülkelerini malul ederler.6
Bir Ornek Anahtar Kelime Olarak "lrtica"
En vazgeçilmez değeri bağımsızlık olan Türk milliyetçiliğinin en be­
lirgin ayırt edici özelliklerinden biri, bir zamanlar büyük bir impa­
ratorluğa sahip iken önemsiz bir ülke haline gelmiş olmayı hazme­
dememe durumudur. 1980'li yılların tek kanallı devlet televizyonu
döneminde yayınlanan ve dünyanın farklı yerlerindeki insanlara
Türkiye adında bir ülkeden haberdar olup olmadıklarını soran ki­
mi programlar, bu psikolojiyi açığa çıkaran en tipik örnekler ara­
sında sayılabilir. Zira ekranları başında bu türden programları izle­
yen insanlar, kim olduğunu bile bilmedikleri ama görünüşleri iti­
bariyle Batılı olduklarını anladıkları kimselerin Türkiye hakkında
söyleyecekleri şeyleri fazlasıyla önemli buluyorlardı. Kendisine
mikrofon uzatılan kişinin, Türkiye adında bir ülkeyi hiç duymadı­
ğını söylemesi ya da Türkiye'nin Afganistan yakınlarında bir yerde
olup olmadığını sorması, önemsiz ülke olmayı kabullenmekte zorla­
nan milyonlarca insanı hayal kırıklığına uğratıyordu.
Yine benzeri nedenlerden ötürü, (sözgelimi) Türkiye'nin Avru­
pa'da düzenlenen bir şarkı yarışmasında elde edeceği başarı, mü­
zikten çok daha farklı kaygılarla değerlendiriliyordu. Yurtdışına
çıkan bir Türkün Türkiye'yi temsil ettiği sanrısıyla hareket etmesi
ya da Türkiye'deki pek çok insanın ülkede yaşanan kimi aksaklık­
lar karşısında ''bir yabancının gelip görecek olması durum unda re­
zil olunacağı"na atıfta bulunması gibi örnekleri de aynı eziklikle
açıklamak mümkün.
Ancak bir gün yeniden eskisi gibi güçlü ve daha da önemlisi
başkalannca ciddiye alınan bir ülke haline gelme arzusunun ve ümi-

6
Huntington, Sa muel. 1996. The Oash of Ovilizations and the Remaking of World Order.
New York: Simon & Schuster. 154.

169
S E R DA R KAYA

dinin bu eziklik ile aynı anda varolması da aynca önemli. Cumhu­


riyetin ilk yıllanndaki söylernde kalkınma gerekliliğine yapılan vur­
guyu ve "muasır medeniyetler seviyesine çıkma" çabasını da bu
arayışın bir ifadesi olarak görmek ve Bağımsızlık Savaşı'nın ardın­
dan bir de Uygarlık Savaşı'na girilmesini bu şekilde açıklamak
mümkündür. Dinin ilerlemeye mani olduğu ve zaten Osmanlı'yı
da dinin geri bırakhğı yönündeki düşünce, söz konusu Uygarlık
Savaşı'nda son derece ön plandadır. Bu sürecin resmi söylem (ve
dolayısıyla da Türk propagandası) üzerindeki en büyük etkilerin­
den biri, bağımsızlık idealinin yanına bir de laiklik kavramını ekiemiş
olmasıdır. Yeni nesillerin, bağımsızlığın yanı sıra laiklik konusunda
da belli bir doğrultuda sosyalize edilecekleri ve dolayısıyla bu iki
konu hakkında yapılacak propagandaya d u yarlı hale gelecekleri
anlamına gelen bu durum, irtica ekseninde yeni anahtar kelimelerde
doğurdu. Sabah gazetesi yazarı Emre Aköz'ün İrtica tehlikesi nasıl
yaratıldı ? başlıklı yazısında detaylarını aktardığı bir "medya ope­
rasyonu", bir anahtar kelime olarak İrticanın kullanılışının örnekle­
rinden biri olarak görülebilir:
Öncülüğünü Genelkurmay'ın yaphğı birtakım etkili gruplar
... hükümeti devirmeye ve Erbakan'ı siyasetten tasfiye etmeye ka­
rar verdi.
Yanlarına medyayı, yargıyı ve üniversiteyi de alarak müthiş
bir propaganda yürüttüler. Bu propagandada psikolojik harp
teknikleri de kullanıldı.
Temel mesele, daha doğrusu öne sürülen gerekçe irtica idi.
Hükümet irticayı beslediği ve büyüttüğü için gitmeliydi.
Peki gerçekten böyle bir tehlike var mıydı? Bakın dönemin
İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Teoman Ünüsan aradan 10 yıl geçtik­
ten sonra ne diyor:
"MGK kararlannın ardından irtica söylentileri gündeme iyice
oturdu. Sürekli irtica ile mücadeleden bahsediliyordu. 14 Ni­
san'da valileri irtica gündemi ile topladık Valilere ' Ne diyorsu­
nuz, en iyi siz bilirsiniz; irtica var mı, irtica mı geliyor' diye sor­
duk. İstisnasız hepsi, ' Ne irticası' cevabını verdiler ve 'Nereden
çıkartıyorlar bunu? İrtica mirtica yok bu ülkede' dediler . . .

170
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

Refahyol hükümeti, vali atamadı ki; bunu söyleyenler, önceki


dönemlerde göreve getirilmiş valilerdi."
Sonra ne mi oldu?
Bütün büyük gazeteler ve TV'ler, bu toplanbyı ' Valilere irtica
brifingi', ' Valilerden irticaya geçit yok' gibi haber başlıklanyla
topluma duyurdu.
İşte irtica böyle var edildi! 7
İ rtica eksenli bilgi manipülasyonuna daha güncel bir örnek ise, Ge­
nelkurmay Başkanlığı'nın Hürriyet gazetesinin Güzin Abla köşesi­
ni kullanma planı olabilir:
Genelkurmay Başkanlığı'nın kamuoyunu yönlendirmek
amaayla yapbğı faaliyetler ikinci subayın gönderdiği üçüncü ih­
bar mektubunda aynnblanyla anlablıyor. Bu belgeler arasında
yer alan 'Yapılacak faaliyetler' adını taşıyan metinde, 'halkla bü­
tünleşme ve kamuoyu oluşturma' adına çeşitli tavsiyelerde bulu­
nuluyor. Bunlann en ilginci ise Hürriyet gazetesinde yayınlanan
ve daha çok genç kızlarm rağbet ettiği 'Güzin Abla' köşesinin kul­
lanılmasını içeren bölüm. Bu plana göre, türhan takmaya zorla­
nan bir genç kızın Hürriyet gazetesi yazan "Güzin Abla"ya du­
rumunu yazması ve yardım istemesi sağlanacak. Türhan takmak
istemeyen bir genç kadının başına gelenler ve yaşadığı çevrede
nasıl bir baskı albnda tutulduğuna ilişkin yazdığı mektuplar da
bu köşeden yayımlanacak. 8
Bu türden haberlerin Türkiye'de belli bir fonksiyona sahip olduğu,
ancak gerek alternatif medyarun doğuşu gerekse Türkiye'nin eski­
sine göre dünyaya çok daha açık bir ülke haline gelmiş olması ne­
deniyle artık inandırıcılığını yitirmeye başladığı söylenebilir. Bu
durumun başlıca nedenlerinden bir diğeri de, Türkiye'de rejimin
propagandasının onyıllardır aynı kelimeleri, sembolleri ve slogan­
ları kullanıyor ve bu yazılı, görsel ve işitsel öğelerin herbirini ara
vermeyi bile düşünmeden sürekli tekrarlıyor olması. Zira Jacques
Ellul'un da ifade ettiği gibi, tekrar her ne kadar propaganda için

7
Aköz, Emre. 2007. " i rtica tehlikesi nasıl yaratıldı?" Sabah, 27 Şubat.
8
Dol macı, E mine. 2009 . "Başörtüsü karşıtlığı için Güzin Abla'ya miza nsen mektuplar:• Zaman,
17 Kasım.

171
S E R DA R KAYA

vazgeçilmez olsa da, halk şartlarur şartlanmaz tekrarın sona erdi­


rilmesi gerekir. Aksi takdirde, insanlar bir süre sonra sinir olmaya
ve hatta önceden sorgulamaya bile gerek görmedikleri kimi şeyle­
rin doğruluklanndan şüphe etmeye başlayacaklardır. 9
Bir Sorgulama Denemesi Olarak GOneydogu
Ulus-devletin gerek kendisini gerekse kendisine aidiyet hissedenle­
ri yücettirken düşmanlannı dehümanize etme eğiliminde olması­
nın tipik örneklerinden biri de, 1984 yılından itibaren Türkiye'nin
güneydoğusunda silahlı eylemler düzenleyen PKK hakkındaki
resmi söylemdir. PKK'nın Kürtlerin haklannı savunma adına şid­
det kullanma yoluna gitmesi her ne kadar eleştirilmeye fazlasıyla
müsait olsa da, resmi söylem, ilk günden bu yana, eleştiri ve hatta
tel'inin de ötesine geçerek PKK mensuplannı dehümanize etme
gayretinde oldu.
Örneğin, resmi söylem, Türk kollektif zihninde hiçbir zaman
PKK'lıya dair herhangi bir imge bulunmasına izin vermedi. Bu ne­
denle de, tipik bir T.C. vatandaşı, PKK'lılar hakkında, dağlarda ya­
şadıkları, ülkeyi bölmek istedikleri ve kana susamış kimseler ol­
du1dan dışında neredeyse hiçbir şey bilmedi, bilmek de istemedi ­
zira merak da etmedi. Resmi söylem, PKK'lıların neden dağa çık­
tıklanna ya da neden ülkeyi bölmek istediklerine dair makul sayı­
labilecek hiçbir bilgilendirmede bulunmadı. Bir başka deyişle, PKK
düşüncesi ile PKK eylemi arasındaki bağı her zaman kopuk bırakma
çabasında oldu. Böylelikle de, hem gerilla terörünü doğuran devlet
terörünü gözlerden uzak tutabilmesi, hem de PKK'lı olmanın zihin­
lerde kana susamışlık şeklinde kodlanması mümkün oldu. Yani
PKK'lılar kötü şeyler yapıyorlardı, çünkü PKK'lılar kötüydü. Bu
nedenle de, PKK başka problemierin bir sonucu değil, problemin
kendisiydi. Bütün PKK'lılar yok edildiğinde ortada bir problem de
kalmayacaktı.
Söz konusu dehümanizasyon, PKK eylemlerinin sonucunda or­
taya çıkmamıştı. Başlangıçta genel olarak Kürtleri hedef almış ve
bir tarihten sonra spesifik olarak PKK'ya yönelmiş olan dehüma­
nizasyon çabaları, neredeyse Cumhuriyet ile yaşıttı. Örneğin, 4 Ka-

9 Ellul 17.

172
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

s ım 1925 tarihinden l l Kasım 1938'e kadar Dışişleri Bakanlığı


yapmış olan Tevfik Rüştü Aras'ın Kürtler hakkındaki yorumlan
şöyleydi:
Kürtlerin ... kültürel düzeyleri o kadar düşük, zihniyetieri o kadar
geridir ki, Türk ulusal yapısı içinde barınamazlar... Ekonomik
yönden uygun olmadıklan için, daha ileri ve kültürlü olan Türk­
lerle giriştikleri yaşam mücadelesini kaybedeceklerdir... Çoğu
İran ve lrak'a göçebilir, kalanlar ise yaşam mücadelesinde zayıfla­
10
rın yok olması sürecine tabi olacaklardır.
Türkiye Cumhuriyeti'ni, güçlünün zayıfı ortadan kaldırdığı sosyal
DarwinİSt bir savaş alanı olarak gören Aras'ın Kürtlere yaklaşımı
bireysel değil, dönemin resmi bakışının bir yansımasıydı. Cumhuri­
yet gazetesinde 1930 yılında yayınlanmış olan bir haberde, bu bakı­
şın bir diğer örneği şöyleydi:
Bunların alelade hayvanlar gibi basit sevk-i tabiilerle [içgüdüler­
le] işleyen his ve dimağlannın tezahürleri, ne kadar kaba hatta
abdalca düşündüklerini gösteriyor... Çiğ eti biraz bulgurta kanşb­
np öylece yiyen bu adamların Afrika vahşilerinden ve Yamyam­
11
lardan hiç farkı yoktur.
Kürtlerin insandan aşağı varlıklar oldukları ve bu nedenle kendile­
rine yapılanları hak ettikleri yönündeki bir gerekçelendirmeyi bes­
leyen bu yaklaşım, (Diyarbakır Askeri Cezaevi gibi işkencenin do­
ruğa ulaştığı tecrübelerin de yaşanmasının ardından) PKK'ya ka­
tılımların artması ve böylelikle örgütün güçlenmesiyle birlikte, ar­
tık öncelikle genel olarak Kürtleri değil spesifik olarak örgütü he­
def almaya başladı. Önceden Kürtlerin Türklerle giriştikleri yaşam
mücadelesini kaybedeceğini öne süren resmi söylem, yeni dönem­
de bu sefer de PKK için benzeri bir üslup kullanıyor ve canavar bir
Abdullah Öcalan portresi üzerinde duruyordu. Aksi yönde bir ima
doğuracak her türlü bilgiye de çok sert reaksiyon gösterıneyi esas

lO
McDowall, David. 1996. A Modem History of the Kurds. Dia ne Publication Co. 200. (Akta-
ran: Akyol, M ustafa. 2006. Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek: Yanlış Giden Neydi, Bundan
Sonro Nereye? istanbul: Doğa n Kitap. 121.)
11
Cumhuriyet. 1930. "Temizlik başladı: Zeylan deresindekiler ta mamen i mha edildi." 13
Temmuz. (Aktaran: Yıldız 243.)

173
S E R DA R K A YA

alan bu tavır hakkında Sal?ah gazetesi yazan Emre Aköz'ün değer­


lendirmeleri şöyle:
1988'de Apo ile ilk röportaj yapıldığında, devlet çılgına dön­
dü. Çünkü Apo'nun insani yönleri (örneğin Galatasaray taraftan
olması) ortaya çıkıyordu.
Eğer "şeytan", aslında akla ve tutkulara sahip bir insansa, o za­
man bu eylemleri niye yapbğı, hedefinin ne olduğu sorulmaya

başlanacakb. Böylece ağıziara alınmayan 'Kürt Sorunu' öğrenile-


ıı
cek ve tartışılacakb.
Resmi söylemin, terörle mücadele konusunda medyayı kullanış
şeklinin izini, gazeteci Nadire Mater'in 1984 ve 1998 yılları arasında
Güneydoğu'da, Olağanüstü Hal Bölgesi'nde askerliklerini yapan 42
kişiyle gerçekleştirdiği mülakatlarda da sürmek mümkün. Mater'in
görüşlüğü askerler, her iki taraftan da çalışmalarda ölenlerin sayı­
sının medyaya farklı yansılıldığını aktarıyorlar. Örneğin, bir asker,
"Mesela biz alan düzlüğü operasyonuna gitmiştik. En fazla 1 5-20
13
tane ölü ele geçirmişizdir, TV'den 90 tane duyulmuştu", derken,
bir diğeri de "Televizyonlarda üç şehit diyor. Karşı tarafta dört ölü
varsa, 14'tür ya da 24'tür. Askerin sayısı düşürülür, karşı tarafın sa­
1
yısı yükseltilir" 4 şeklinde konuşuyor. Askerlerin TRT'de yayınla­
nan Anadolu 'dan Görünüm adlı program hakkında söyledikleri ise,
bilginin kontrolünü daha farklı bir boyuta taşıyor:
"Bu '�dolu'dan Görünüm" progrann için herkesin eline bir
kağıt veriliyordu, ya da astsubay o kağıdı okuyordu. Bu kelimeler
dışında kesinlikle bir kelime söylemek yasak. Televizyona çıkan­
lar, "kökünü kurutacağız, annem babam beni merak etmesin"
der. "Konuşmak istemiyorum" demek yok, sıralaruyorsunuz, bi­
rini seçiyor, "şuradan, şu kişiyim. PKK'yı mutlaka bitireceğiz, an­
nem babam merak etmesin, rahabnuz iyi" deniyor. '�pocu" gibi
15
kullanılması yasak kelimeler de var."

12
Aköz, Emre. 2009. "Abdullah öcalan'ı şeytaniaştırma nın bedeli." 5aboh, S Kası m.
1
3 Mater, Nadire. 1998. Mehmedin Kitabı: Güneydoğu'da 5a11Dşmış Askerler Anlatıyor. Istan­
bul : Metis. 89.
14
Mater 122.
ıs
Mater 89.
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

Resmi söylem, PKK'lılarm gerçekte olduklarmdan çok daha acıma­


sız, askerlerin ise tamamen masum oldukları, siyahlardan ve be­
yazlardan ibaret olan bir dünya kurguluyor. Ancak askerlerin an­
lattıklarına bakıldığında, gerçeğin hiç de öyle olmadığı ve iki taraf­
tan birinin devlet olmasının bütün haksızlıkları ve ölçüsözlükleri
diğer tarafa yıkmayı mümkün kılamayacağı, hatta bölge ile ilgili
devlet politikalarının PKK öncesinde olduğu gibi, PKK sonrasında
16
da tartışılmaya fazlasıyla müsait olduğu ortaya çıkıyor. Çok sayı­
daki farklı örnekten sadece biri üzerinde durmak gerekirse, bugün
itibariyle yeni yeni filmiere konu olabilen kulak kesme ve hatta kulak
koleksiyonu yapma gibi pratiklerin bölgede görev yapan askerler
arasmda son derece yaygın olduğu, kimi komutanlarm onaylamı­
yar olmalarma rağmen bu gibi uygulamalarm önünün alınamadığı
görülüyor. Askerliğini Ağrı'da yapan bir gencin bu konuda anlat­
tıklan şöyle:
"Çembere aldık, 16 tane PKK'lı öldürüldü. 14 keleş, bir kanas çık­
b. Cesetleri toplamışbk. Sabah kalkbğımızda cesetlerin kulaklan­
nı kesmişlerdi, sağ görüşlü arkadaşlar gece nöbete kalkbklannda

kesmişler. Çok kötü olmuştum, hayabmda parçalanmı ş ceset


görmemiştim Tabur komutanı, çok pis küfür etti, "aranızda cami
hocası var mı" dedi. El kaldıran bir iki kişiye, "gelin buraya,'' de­
di, "yapbklan doğru mu? Düşman da olsa, ölmüşler, Müslüman­
lıkta cenazeye dokunmak günahbr" dedi. Kötü oldum, üzüldüm.
16
Nadire Mater'in (ha kkında yargılanıp beraat etti j!i) kitabı bu konuda çok sayıda örnekle do-
ludur. Mater'i n görüştüi!ü askerlerin hepsi nin aynı doğrultuda uygulamalarda n söz etmiş
olmalanndan hareketle, sorunun tekil değil sistematik (ya da en azından yaygın) oldujlu an­
laşılıyor. Askerlerin anlattıklarının bir kısmı şu başlıklar altı nda özetlenebilir: {1) yöre halkı nı
düşman olarak görmek, askerlere bu yönde eğitim vermek, askerlerin halkla konuşmasını
yasaklamak; (2) halkın malını gasp etmek, ta hrip etmek; malı tahri p edilen insa nların düş­
tükleri durumu u mursamamak, hatta zaman zaman onlarla alay etmek; (3) ka nunun üze­
rinde bir tavırla rastgele insan öldürmek; {örnejlin) bir mayına denk gelindiilinde "Herhalde
şu karşıdan geçenler döşemiştir" diyerek yoldan geçen yaşlı adamı ateş edi p öldürmek; {4)
baskın yapılan yerlerde çocukların gözleri önü nde hem a n nelerini hem de babalarını öl­
dürmek; (S) köylerdeki kızlara tecavüz etmek; (6) Kürtçü politikalara destek veren partilere
oy veren köylere seçimler sonrasında operasyon düzenlemek; (7) insanlara halatlara bal!la­
yıp yerlerde sürüklemek gibi çeşitli işkenceler uygulama k, (8) yoldan geçmekteyken rastla­
dıkları i nsa nları ("odun toplamak" gibi suçlar işiernekte olmalarından ötürü) kadın erkek
ayırt etmeden dövmek.

175
S E R DA R KAYA

Ranzada uzaruyordum, her görev bitiminde on gün falan istim­


hat veriliyor, çünkü ayaklar patlamış. Onun kulağı mektuba
koyduğunu gördüm. Kesenler ailelerine gönderiyordu. Konuş­
sam, "Kürtçülüğü destekliyorsun" diyecek. Sen de PKK'lısın fa­
17
lan diye, belki beni Terörle Mücadele'ye gönderirlerdi." (vurgu
eklendi)
Diyarbakır'da görev yapan bir diğer askerin anısı ise şöyle:
"Ellerinde şeffaf şeyler var, "bunlar ne?" dedim, anahtarlık yap­
mışlar. "Oğlum," diyor, ''bu kulak oğlum." "Ne kulağı?" dedim.
Öldürdülderi terörislierin kulaklarını koka kolanın içinde asitle
eritince bir kıkırdak çıkıyor meydana, onlarla anahtarlık yapmış­
lar." ı s
Yine Diyarbakır'da askerlik yapan bir başkası ise, Özel Timlerle di­
ğer askerleri karşılaşhnyor:
"Özel Tim'le karşılaşıyorduk. Sıcakkanlıyımdır ama onlarla çok
fazla ilişki kurmadım. Gözlemlerime göre Özel Tim oranın Alla­
hı, peygamberi, her şeyi. Özel eğitilmişler zaten, ölen insanın ku­
lağını, bumunu kesip duvara çakan insanlar bunlar. O açıdan on­
lar çok farklı. . . . Gördüğünde korkarsın, çok iri, duygusu olma­
yan, bir uğurda savaştıkları için öldüklerinde kahraman olacakla­
rına inanan, bu yüzden saldırabilen insanlar. Asker farklı; asker
komutan emir verdiği için yapıyor, onlar görüşleri olduğu için.
Askere "vurma" dersin vurmaz. Gazetelerdeki gibi "vatan için
ölmeye hazınm" diyen bir iki kişi çıkar, herkes kendini kurtar­
maya çalışıyor. Ama Özel Tim'deki insanlar tam bir milliyetçilik
19
davasında."
Bütün bunlar, PKK'nın eylemlerini mazur göstermese de, şiddetin
hakim olduğu bir yerde sadece tek bir tarafın insanlığını yitirrneye­
ceğini ima ediyor. Dolayısıyla, konunun bir yönü, gerek yaşları, ge­
rekse aldıkları eğitiminin niteliği ya da seviyesi itibariyle konunun
tarihini, terörden kimlerin ne şekilde menfaal sağladıklarını bilme­
leri pek mümkün olmayan gençlerin, şiddetle tanışhktan ve kimi
arkadaşlarını şiddete kurban verdikten sonra karşılıklı vahşetin sı-
17
Mater 96.
18
Mater 154.
19
Mater 72.
E N D O K T R I N A S Y O N VE T Ü R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

radanlaştığı bir ortamda ömür boyu etkisi altında kalacakları tec­


rübeler yaşıyor olmaları. Konunun diğer yönü ise, ülkenin bir böl­
gesinde yıllarca süren ve onbinlerce hayata malolan bir sorunun,
gerek dünü gerekse bugünü konusunda halka sistemli bir şekilde
eksik, çarpık ve yanlış bilgi verilmekte olması.
Genel Bir De�rlendinne
Türkiye'de rejimin varlığını bir tehdit olarak algıladığı kimlikler­
den herhangi birini taşımayan (ya da artık tamamen asimile oldu­
ğu için aslında taşıdığını hatırlamayan) insanlar, önce eğitimin, ar­
dından da propagandanın en kolay tesir altına alabildiği kitleyi
oluşturur. Bunun başlıca nedeni, Türk rejiminin sosyalize ettiği in­
san tipinin, vatandaşiara göre bir devlet değil, devlete göre vatan­
daşlar kurgulama eğiliminde olması. Kurgusal olanın vatandaşlar
değil devlet olduğunu gözardı eden böyle bir yaklaşım, Cumhuri­
20
yet kavramının ifade ettiği anlamı da tersine çeviriyor.
Devleti yüceitme eğiliminin bir sonucu olan bu durum, her otoriter
ortamda olduğu gibi Türkiye'de de, rejim eleştirisinin ve rejime
muhalefetin bir tehdit olarak görülmesini olağanlaştınyor. Rejim
eleştirisinin (dissent) demokrasilerde - doğal karşılanmaktan da öte
- düşünce özgürlüğünün olmazsa olmazı olarak görüldüğü ve re­
jim muhaliflerine (dissident) yönelik tavırların düşünce özgürlüğü­
nün seviyesine dair temel göstergelerden biri olduğu hatırianacak
olursa, Türkiye'de sistem sorunundan da önce özgürlükler konu­
sunda yaygın bir bilinçsizliğin varolduğu ve bu d urumun demok­
ratikleşme taleplerini kısırlaştırdığı konusu daha iyi anlaşılabilir.
Rejimin halkın belli kesimlerine yönelik ayrımcı uygulamaları kar­
şısında insanlar değil rejim adına kaygı duyan ve insanların siyasi

20
uBurası Türkiye, o zaman elbette Türkçe konuşacaksınu gibi i nsanı devlet ekseninde ta nım-
layan bütün yaklaşı mlar bu çerçeveye dahil edilebilir. 1982 Anayasası'nın sıklıkla atıfta bulu­
nulan uTürk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı ola n herkes Tlirktüru şeklindeki 66. maddesi
de aynı anlayışı ya nsıtır. Zira bu madde her ne kadar ayrımcılık yapmadan herkesi Tlirk kabul
ediyor gibi görünse de, hem vatandaşların kimiiiiini tek taraflı ola rak kendisi tanımlamakta,
hem de uBen Tlirk deilil i mw diyen bir insanın durumunu belirsizleştirmektedir. Konunun bu
yönü de dikkate alındıilında, böyle bir maddeni n (sözgelimi) wrürk Devletine vatandaşlık
bailı ile baiilı olan herkes müslü mandırn şekli ndeki bir maddeden gerek otoriterlik gerekse
gerçeklikle ilişki konusunda pek bir farkı olmayacai!ı daha iyi görülebilir.

177
S E R DA R K A YA

iktidann istediği şekilde değil gerçekte oldukları gibi yaşama taleplerini


rejimin bekası adına bir tehdit olarak gören yaygın yaklaşım, Laik­
Türk kimliğini merkeze alıyor olmasından ötürü başkalarını bu
kimliğe olan uzaklıklarına göre yargılama hakkını kendinde görü­
yor. Bu şekilde davranan bir insan belki hala Tek Parti Dönemi yö­
neticileri gibi Kürtlere "Kürt değilsiniz, aslında siz de Türksünüz"
demiyor, ama Kürtlerin kendi kültürel öğelerini belirgin kılmala­
rından ve kendilerini ait olduklan kimlikle ifade etmelerinden ra­
hatsızlık duyuyor. Dahası, Türk kimliğine karşı herhangi bir düş­
manlık beslemeyen, hatta Türklerle dostane ilişkiler geliştirme iste­
ğinde olan Kürtler söz konusu olduğunda dahi, "Kürt'' ifadesine
atfedilen olumsuz manalar ortadan kalkmıyor.
Gayrimüslimler söz konusu olduğunda ise, asimilatif tavır ye­
rini daha belirgin bir dışlayıcılığa bırakıyor. Zira Türkiye'de yaşa­
yan Ermeni, Yahudi ve Rumları hala I. Dünya Savaşı'nın ardından
Anadolu'yu işgal eden "yedi düvel"in Türkiye'deki şubeleri olarak
algılamakta ısrarlı olan milliyetçi anlayış, Yahudiler beş asrı aşkın
bir süredir, Ermeni ve Rumlar ise 1071 'in çok öncesinden bu yana
Anadolu'da olmasına rağmen onları hala "misafir" olarak görmek­
ten vazgeçemiyor. Bir başka deyişle, milliyetçi anlayış, Kürtlerden
daha farklı bir yere koyduğu gayrimüslimlere "Türk kimliği altın­
da birleşme" çağrısı yapmaya bile tenezzül etmiyor. İçeriği Milli
Eğitim Bakanlığı değil, Genelkurmay içerisindeki bir komisyon ta­
rafından hazırlanan Milli Güvenlik Bilgisi ders kitabındaki şu ifade­
lerde gayrimüslimlere yönelik dışlayıcı tavrı net bir şekilde göre­
bilmek mümkün:
24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antiaşması na '

göre ülkemizde gayri müslim unsurlan teşkil edenler dışında


azınlık yoktur. Türkiye'de, %95'in üzerinde büyük bir çoğunluk
binlerce yıldır aynı kaderi paylaşmakta, aynı kültür ve amaç i�
. . 21
n sınde yoğrulmaktadır.
İnsanları kendilerini ifade ettikleri şekilde değil, siyasi otoritenin
imzaladığı bir anlaşmanın maddeleri ekseninde tanımlayan yuka­
rıdaki metin, azınlıkların sonradan (ve hatta bizzat devletin kimi

21
Milli Güvenlik Bilgisi. 2002. istanbul : MEB Yayınları. 97 .

178
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

uygulamaları neticesinde) oluşabileceği gerçeğini d e gözardı edi­


yor. Gayrimüslimlerin ülkenin geri kalanıyla aynı kaderi paylaş­
madığı, aynı kültür ve amaç içerisinde yoğrulmadığı yönündeki
güçlü ima ise, bir yandan gayrimüslimleri açık bir şekilde dışlar­
ken, diğer yandan da geriye kalan nüfusu sadece etnik ve kültürel
değil, düşünce bazında dahi homojenleştiriyor. Zira "Hepiniz
Türksünüz" demek ile "Hepiniz Türksünüz ve aynı kültür ve amaç
içerisinde yoğruluyorsunuz" demek arasında çok fark vardır.
Bu noktada belirtmek gerekir ki, Genelkurmay içerisindeki ilgili
komisyon, bir sonraki baskıda, benzeri ve farklı diğer problemli
ifadelerle birlikte yukarıdaki metni de kitaptan çıkardı. Kitaptan
çıkarılan ifadelerin Ayşe Gül Altınay'ın ilgili ders kitabı üzerinde

yaptı ı içerik analizinde tespit ettiği insan haklan eksenli problem­
lertl büyük ölçüde örtüşüyor olması ayrıca ilginç olsa da, bu şe­
kilde yapılan tekil ayıklamanın zihniyetin aynı kaldığı müddetçe
çok fazla anlam ifade etmeyeceğini de belirtmek gerekli. Zira asi­
milatif, ayrımcı ya da dışlayıcı bir anlayış, bu yöndeki tavnnı doğ­
rudan ifadelerle belli etmek bir yana, bilinçli olarak terk etmeye bi­
le çalışsa, (gerek kimi yaklaşımları gerekse ortaya koyduğu söyle­
me hakim olan ruh itibariyle) taşıdığı zihniyeti belli eder. Nitekim
Milli Güvenlik Bilgisi ders kitabının 2010-2011 yılı itibariyle okutul­
makta olan baskısının sonunda yer alan sözlük, "azınlık" kavramı­
nın tanımını, "Bir ülkede egemen ulusa göre, sayıca az olan toplu­
luk."23 şeklinde veriyor.
Bu tanıma göre, bir ülkede bir ulus, bir de "sayıca az olan toplu­
luk"lar bulunur. Bir başka deyişle, bu topluluklar, ulusun bir par­
çası değildir. Dahası, bu tanım, ulusun "egemen" olduğunu söyle­
mektedir, ancak "sayıca az olan topluluk"lar için böyle bir durum
söz konusu değildir. Yani ulusa sayıca çokluğu belirten çoğunluk
(majority) değil, hakimiyet belirten egemenlik (sovereignty) ifadesiy­
le atıfta bulunulmaktadır - ki bu durum da, "Ulusa dahil olanlar,

22
Altınay, Ayşe Gül. 2003. "Militarizm ve insan Hakları Ekseninde Milli Güvenlik Dersi." Ders
Kitaplannda insan Hak/an: Taroma Sonuçlan içinde, (ed.) Betül Çotuksöken, Ayşe Erzan, ve
Orhan Silier. ista nbul: Tarih Vakfı. ss. 138-159.
23
Milli Güvenlik Bilgisi. 2010. Ankara: MEB Yayınları. 168.

179
S E R DA R KAYA

kimler ya da neler üzerinde egemendir?" sorusunu akla getirmek­


24
tedir.
Bu noktada, Kürtlere, gayriınüsliınlere ya da dindar müslüman­
lara yönelik problemli algıların sadece Laik-Türk (ya da son dö­
nemde popüler olarak ifade edildiği şekliyle "ulusalcı") kesime
mahsus olmadığı, rejimin tehdit olarak algıladığı k�simler içerisin­
deki pek çok kişinin "kendisininki dışındaki" kimlikler söz konusu
olduğunda hakim söylemin içinden konuştuğunu da hatırlamak
gerekli. Ancak 28 Şubat süreci ve sonrasında yakın tarihe dair kimi
gerçeklerin giderek daha fazla gündeme gelmesi ve böylelikle re­
jimden canı yanan insanların kendi yaşadıklarının bir benzerini
başkalarının da yaşadığını fark ederek onlarla empati kurabilmeye
başlamaları, rejimi, herhangi bir kimliğin üzerine giderken ezmek­
te olduğu başkalarnun desteğini alabiliyor olma lüksünden önemli
ölçüde mahrum etti. Bu durum, Türk siyasi rejimini makbul vatan­
daş kalıbına giren Laik-Türkler ile başbaşa bıraktı. Bu nedenle, bu­
gün itibariyle Türkiye'de rejimin propagandasına inanmaya en ha­
zır durumda olan kitlenin, Laik-Türkler olması şaşırtıcı değil.
Yakın tarihe dair pek çok gerçeği bilmeyen bu kitle, bu konuda
karşılarına çıkan şok edici nitelikteki her yeni bilgiyi inkar etme,
inkar edemediği noktada da düşüncelerini gözden geçirmek ve tra­
jedilerinden o ana dek çok fazla haberdar olmadığı insanlarla em­
patİ kurmaya çalışmak yerine, rejimin işlemiş olduğu insanlık suç­
laruu akla uydurma ve gerekçelendirme eğiliminde oluyor. Ancak
bu tavır her ne kadar her propagandacı için bulunmaz bir avantaj
olsa da, bu durumu sürdürülebilir kılmak çok zor. Zira bilgi akışı­
nın sürmesi durumunda, tartışılmaz görülen ideolojilerin daha da
çok tartışılmasının, yanılmaz görülen liderlerin de ne kadar büyük
hatalar yaptıklarının daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkması ka­
çuulmaz. Türk propagandasının an itibariyle büyük görünen gücü,
Laik-Türklerin düşünsel dünyalarını yeniden yapılandırabilecek

24
Bu paragrafta edilen zi hniyet, spesifi k olarak Genelkurmay'a ya da Milli Güvenlik Bilgisi ders
kitabının içeriğinden sorumlu ola n Genelkurmay içerisindeki ilgili komisyona hakim olan
zihniyet değildir. Zira Milli Eğitim Bakanlığı içerisindeki komisyonlann onyıllar boyunca hazır­
ladığı kitaplan n içeriğinde yukandaki alıntının çok ötesine giden ve doğrudan belli kimliklere
düşmanlık telkin eden çok sayıda metin vardır.

180
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

altyapıya sahip olmamalarından ileri geliyor. Ancak her geçiş dö­


neminde yaşanan bu tecrübe, bu kesimin bu süreçte ortaya çıkacak
olan yeni düşüncelerle tanışması ve yeni rol modelleri edinmesiyle
birlikte tamamen ortadan kalkacaktır.
16. MILITARlST EN DOKTRINASYON

"Hayvan sürüsü tabiatının su yüzüne çıkmış en kötü örneği


olan militarist sistemden tiksiniyorum. Bir bandonun nağmele­
r iyle uygun adım marş yürüyüşü yapan bir insanın bundan
memnuniyet duyabilmesi, onu küçümsernem işin yeterlidir. Tek
ihtiyacı olan belkemiği iken, o büyük beyni ona yanlışlıkla veril­
miş. Medeniyetin bu hastalıklı noktası, mümkün olduğunca hızlı
bir şekilde ortadan kaldırılmalı. İntizamla gelen kahramanlık,
hissiz şiddet ve vatanseverlik adı altında yapılan bütün ölümcül
saçmalıklardan nasıl da nefret ediyorum. "
Albert Einstein

İnsanların, dahil oldukları çevrelerde hakim olan nonnlara önce


uyum göstermeye başlıyor, ardından da bu normları içselleştiriyor
olmaları, bu küçük dünyaları zamanla kişilerin kendi evrenleri ha­
line getiriyor. Çevrenin kendi değer yargıları ekseninde insanı ye­
niden inşa etmesi şeklinde özetlenebilecek olan bu sürecin otoriter
bir ortamda gerçekleşmesi durumunda, Milgram ve Stanford de­
neylerinde gözlenen türden acımasızlıklar hem daha muhtemel ha­
le geliyor, hem de çok daha aşırı bir uca taşınıyor. İnsanın insana
eziyet etmesinin sıradanlaşması anlamına gelen bu türden tecrübe­
lere, örgütsel yapılarında otoritenin önemli bir yeri olması nedeniy­
le dünyanın farklı yerlerindeki hapishanelerde, eğitim kurum la­
rında, kilitleşmiş organizasyonlarda ve ordularda sıklıkla rastla­
mak mümkün.
Otoriter anlayışların hakim olduğu küçük dünyalar, çoğunluk­
ları itibariyle kapalı bir yapıya sahip olduklarından, varlıkları top­
lumun genelince pek hissedilmez. Dışarıda kalan insanlar, bu ka­
palı topluluklan küçük toplumsal gerçeklikler olarak görürler ve
otoriteleri kendi ortamları ile sınırlı kaldığı için sosyal ve politik
alan üzerinde çok fazla belirleyici olamayacaklarını düşünürler.
Eğitim kurumları bu dururnun en büyük istisnasıdır. Bir diğer is-
S E R D A R KAYA

tisna ise, kendi zihniyetini sosyal ve siyasal alana da hakim kılınayı


öngören bir kurumsal kültüre sahip olan kimi ordulardır. Zira sos­
yal ya da siyasi alan üzerinde söz sahibi olma arayışına giren bir
ordu, elinde silahlar olması nedeniyle bu amaç doğrultusunda ülke
içerisindeki diğer adaklarla rnukayese edilerneyecek seviyede bü­
yük bir güç projeksiyonunda bulunabilir.
Militarizmin Genel Yapısı
1
"Milliyetçilik gibi militarizm de modem bir kavramdır" ve asker­
lerin küçük dünyası durumunda olan kışlaya dair değerlerin kışla
sınırlan dışına taşınarak sosyal ve politik alana hakim olması du­
rumunu ifade eder. Bu değerlerin doğru bir şekilde anlaşılabilmesi
için de, öncelikle, otoritenin, tektipleştirrnenin ve disiplinin çok ile­
ri bir seviyede olduğu kışlanın, kendi içerisindeki otorite ilişkileri­
nin yapısının incelenmesi gerekir.
Ordunun varlık sebebi, kurumsal kültürü üzerinde birincil de­
recede belirleyicidir. Ordular yıkım amaçlı kurulurlar. Burada
amaç, ya sıcak savaş esnasında bir düşmanı ortadan kaldırmak, ya
da potansiyel bir düşmana, onu ortadan kaldırmaya muktedir ol­
duğunu hissettirmek ve göstermektir (power projection). İnsanların
hayatlannı tehlikeye atmalarını gerektiren bu sürecin işlevsellik
kazanabilmesi için, ordunun insan kullanabilme kabiliyetinin yük­
sek olması gerekir - ki bu da, çok sayıdaki düşük rütbelinin, az sa­
yıdaki yüksek rütbeli tarafından koordine edilmesi suretiyle bir
ordunun bütün alt kaderneleriyle birlikte yekvücut kılınabilme ka­
biliyetine karşılık gelir. Böylelikle, sureten yığınlardan oluşan bir
ordu, tek bir beden haline gelmiş olur.
Buradan hareketle, birbirleriyle konvansiyonel silahlarla savaş­
rnakta olan iki ordu, stratejik boyutta, birbirleriyle dövüşen iki
farklı şahıs olarak da düşünülebilir. Bu durumu mümkün (ve et­
2
kin) kılan unsur, üste itaattir. Bir boksörün rakibine darbe indir-

Altınay 138.
Bir ordunun kullandığı silahların ilkelliği ile astı n üstüne itaate mecburiyet derecesi arasında
da bir ilişki vardır. Zira bir ordu ne ka dar ilkel silahlar kullanıyor ya da ne kadar ilkel savunma
stratejileri izliyorsa, şartsız itaat de o denli gerekli olur. Çünkü ilkel yapı, teknolojiden ziyade
insan kullana rak savunma yapmayı gerektirir ve bu da, kalabalık bir orduyu zorunlu kılar. Ka­
labalıklaşma da, hem seviyesiz yığı nlardan oluşa n bir orduyu netice verir, hem iletişi mi zor-

184
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E TO P L U M M O H E N D I S L I � I

meden önce yumruğunun fikrini sormakla vakit kaybetmemesi,


yumruğun beyinden gelen emri (onca hücrenin ölecek olmasına
rağmen) mutlak itaatle yerine getirmesi ve nihayet hücrelerin de
tamamiyle edilgen davranarak karşı koymaksızın ölmeleri, bu du­
ruma benzer. Ancak bütün bunların işlevsel kılınabilmesi için çö­
züme kavuşturulması gereken üç problem vardır: Yapısı gereği bir
diğerinden farklı olan insanları (1 ) yekvücut kılmak, (2) eylem pla­
nının ne olduğunu dahi sorgulamadan (ve hatta bilmeden) kendi­
leri adına alınan kararlara koşulsuz itaat edecek duruma getirmek,
ve hepsinden önemlisi, (3) kollektif varlığın sıhhati adına ölmeye
ikna etmek. Tektipleştirme birinci, itaate şartiandırma da ikinci
problemin çözümü için şarttır. Endoktrinasyon ise, her üç proble­
min çözümü için de gereklidir.
Tektipleştirme: Tektipleştirme, küçük ya da büyük bir grup içerisin­
de yer alan insanların mümkün olduğunca birbirlerine benzetilerek
aynılaşhrılmaları anlamına gelir. Tektipleştirmenin gerçekleştiril­
mesindeki amaç, aynılaştırdan insanların benzer durum larda ben­
zer tepkileri verecek ve dolayısıyla tek bir elden kullanılmaya mü­
sait hale gelecek olmalarıdır. Her askerin (sözgelimi) aynı şekilde
giyinmesi, aynı anda yemek yemesi, aynı anda uyuması, saçını ay­
nı şekilde kestirmesi, hatta traş bıçağından havlusuna kadar dola­
bındaki bütün eşyaları aynı şekilde düzenlemesi, piyorılaşhrına ve
daha kolayca yönetebilme adına gerek şarttır. Yeter şarta ulaşabil­
mek için ise, her askerin aynı şartiandırma merkezli eğitime tabi
tutulması ve bunun sonucunda, (sözgelimi) koşması, sürünınesi ya
da ateş etmesi emredildiğinde, kendisine verilen komutu, kendisi­
ne öğretilen basamakları takip ederek ve kendisinden beklendiği
şekilde uygulaması, bir başka deyişle, aynı işi dahi kendisi için ön­
ceden belirlenenden farklı bir yöntemle yapmayı düşünmeyecek
d uruma gelmiş olması gerekir.
İtaate şartlandırma: İtaate şartlandırma, saygı, sevgi, sorumluluk ve
korku gibi hislerin tesir alhna alınarak kurumsal kültürün astiarın

laştırır, hem de iletişimi n kalitesini düşürür. ileri teknoloji kullanabilen küçük (ama çok daha
etkin) ordularda ise, astı n üstüne karşı hakları nın daha fazla olmasının genel işleyişe zarar
vermesi bir yana, (daha etkin ve seviyeli geri bildirim mekanizmaları nedeniyle) kurumsal
politikaların belirtenme sürecine katkıda bulunabilmek mümkün olur.

185
S E R DA R KAYA

zihinlerinde hakim kılınmasıyla mümkün olur. Kurum sal kültür,


yine eğitim sürecinde telkin edilecektir. Ancak üstlerin alacağı ka­
rarlann sorgulanmasını engellemek adına düşük rütbelilere sadece
ama sadece operasyonel seviyede eğitim verilmesi, taktik ya da
stratejik seviyede hiçbir şey bilmemelerinin sağlanınası esastır. Bu
şekilde eğitilen bir asker, karşılaştığı bütün olayların sadece ope­
rasyonel boyutunu düşünecek, ama yaptığı işlerin hangi taktik ya
da stratejiye hizmet ettiğini bilmek bir yana, böyle bir sorgulama
yapmayı aklına dahi getiremeyecektir.
Unutulmamalı ki, savunm a ve saldırı, organize şiddet kullan­
mak suretiyle spesifik bir amacı gerçekleştirmeye odaklanan (ad
hoc), pratik-odaklı ve dolayısıyla hayatın geneline dair bir şey söy­
leme kaygısı olmayan bir sanattır. Bu nedenle de, savunma ve sal­
dın, söz konusu spesifik amaçlar doğrultusunda anlam kazanan
bir davranışlar bütünü ile yerine getirilebilir. Bu davranışlar bütü­
nü, kışianın kurum sal kültürü dışına çıkıldığında çok fazla anlam
ifade etmez. Örneğin, toplumun farklı kesimlerinin birbirleriyle uz­
laşı gayreti içerisinde olmalan ve bu tür çabaları bir değer olarak
benimseyen bir kültür inşa etmeye çalışmaları, her ne kadar sivil
hayatın huzuru için kaçınılmaz olsa da, böyle bir şey militer zihni­
yet içerisinde anlamsız ve hatta tehlikelidir. Zira bu türden bir çok­
seslilik ve münazara ortamı, üstlerin emirlerinin tartışılabilir ve ge­
liştirilebilir olduğu düşüncesini doğuracağından, düşük rütbeli as­
kerlerin itaat ve manipülasyonunu son derece zorlaştıracak ve or­
dunun monolitik yapısını tehlikeye atacaktır. Bir komutanın, karşı­
larında gördükleri tepeyi nasıl ele geçirecekleri konusunu oturup
askerleriyle tartışması ya da kararı onların oyuna sunması düşünü­
lemez. Komutan, konuyu doğal olarak kendi kurmaylarıyla değer­
lendirecek ve son kararı vererek uygulamaya geçecektir. Alınan ka­
rar yanlış bile olsa (ya da daha doğru bir karar almak mümkün de
olsa), esas olan kararın tartışılması değil, uygulanmasıdır. Zira fikir
ayrılığı, hemen her zaman en kötü karardan daha kötü sonuçlar
doğuracaktır. Bu noktada düşük rütbeli askerlere düşen, bu karar
alma sürecine katılmak değil, alınan kararları kendilerinden isteni­
len şekilde yerine getirmektir.
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

Endoktrinasyon: Militer kurum sal kültürün ayakta tutulabilmesi,


rasyonel olmaktan ziyade duygusal temellere dayanan ve kışianın
içerisindekiler kadar, dışansındakileri de hedef alan bir algı yöne­
timini gerekli kılar. Zira ülkesi için bir yandan kendi hayatını tehli­
keye atan işler yapacak, diğer yandan da başkalarının canını yak­
mak zorunda kalacak olan asker, hem bu işe başvurm adan önce
askerliğin erdemli bir iş olduğunu düşünmeli, hem de üniforma
giydiğinde başkalarınca itibar göreceğini bilmelidir.
Örneğin, 1986 yılında gösterime giren ve Amerikan deniz kuv­
vetlerindeki uzman pilotların yetiştirildiği bir akademide geçen Top
Gun adlı gençlik filmi, hem Amerikan deniz kuvvetleri için müthiş
bir reklam işlevi görmüş, hem de Tom Cruise ve diğerlerini hay­
raniılda izleyen pek çok gencin pilot olmaya karar vermesine ne­
den olmuştu. Sinema salonlarının çıkışlarında açılan standların da
desteğiyle o yıl deniz havacılığına yapılan toplam başvurular %500
oranında artmıştı.
Amerikan gençlerinin, güzel kadınların öğretmenlik yaptığı
seçkin bir akademide öğrenci olmak ve neticede tıpkı filmdeki pi­
lotlar gibi savaş uçakları kullanarak kahraman olmak istemelerinin
nedenlerini anlamak zor değil. Bunun yanı sıra, orduya katılmanın
fena sayılmayacak bir maddi geliri ve çeşitli sosyal güvenceleri be­
raberinde getirdiği ABD gibi ülkelerde çoğu insanın öncelikli ola­
rak pragmatik nedenlerle orduya katıldığı da doğru. Ancak, bu du­
rum vatanseverlik ekserıli bir söylemin hakim kılınmasına engel
değil. Zira doğası gereği hem davranışlarını akla uydurmaya me­
yilli olan, hem de kendisini önemli hissetme ihtiyacı duyan insan
için hayatı boyunca pek çok alanda karşısına saygıdeğer bir görev
olarak çıkan "ülkeyi koruma" işine birden fazla anlam yüklernesi
mümkündür. Ordu, bir kurum olarak insanın bu yönünü dikkate
almak ve vatanseverlik kavramının içini askerlerin koordinasyo­
nunu ve halkın güven ve saygısını temin edecek şekilde doldur­
mak durumundadır.
Bu noktada, mensuplarına maddi anlamda çok fazla şey suna­
mayan orduların ulus-devlete ait sembolleri yücelten ritüellere ve
milliyetçi ideolojinin şoven öğelerini telkin eden bir söyleme daha
fazla önem vermesi gerektiği de söylenebilir. Ancak maddi imkan-

187
S E R DA R KAYA

larından bağımsız olarak her ordu için esas olan, şu ya da bu şekil­


de, kışianın üniformalar, marşlar, bayraklar, rütbeler, anıtlar, milli
kahramanlar ve saygı duruşlanyla şekillenen küçük dünyasını as­
kerin kişisel evrenine dönüştürmektir.
Militarizm ve Faşizm
Demokratik olmadığı düşünülen tavır ya da uygulamalann faşist
olarak nitelendirilmesine sıklıkla rastlamak mümkün. Bu sadece
Türkiye'de değil, dünyada da böyle. Ancak günlük konuşma dili
içerisine bu şekilde girmiş olan faşizm kavramı, aslında iki savaş
arası dönemde (1918-1939) Avrupa'yı etkisi altına almış olan ve ken­
dine özgü bir prensipler bütününe sahip olan bir siyasi ideolojinin
ifadesi. Bu nedenle, faşizmi, demokrasi (ya da başka bir kavram)
üzerinden negatif tanımlama yaparak değil, kendi ayırt edici özellik­
lerinden hareketle izah etmek gerekli.
Faşizm kelimesi, adını Roma geleneğine özgü fasces adlı bir
sembolden alır. İnce uzun ahşap çubuklarm bir araya getirilmesiyle
oluşturulan silindir şeklindeki bir destenin kurdeleyle sıkıca bağ­
lanması ile oluşan fasces adlı sembolün ucunda bir de balta sapı bu­
lunur. Bu şekilde bir arada duran çubuklar Roma'nın birliğini vur­
gularken, balta sapı ise, lideri sembolize eder. Benito Mussolini' nin
kurduğu Milli Faşist Parti'nin (Partito Nazionale Fascista) de sembo­
lü olan fasces ile faşizm ile arasında kurulan bağı anlayabilmek için,
faşizmin tanırnma dikkat etmek gerekli.
Merriam-Webster sözlüğü faşizmi şöyle tanımlar: Milleti - ve
sıklıkla da ırkı - bireyin üzerine çıkaran, bir diktatör liderliğindeki
merkezi otokrat bir hükümetten, ekonomik ve sosyal alanda ciddi
derecede düzenlemeden ve muhalefetin güç kullanılarak bastırıl­
masından yana olan bir siyasi felsefe, hareket ya da rejim. Bu tanım
dikkate alındığında, faşizm ile militarizm aynı anlama gelmese de
arada bir bağ olduğu görülebilir - ki iki savaş arası dönemde Av­
rupa'da güçlenen faşist idarelerin aynı zamanda militarİSt bir yapı­
ya da sahip olmaları bu bağın bir sonucudur.
Militarizm, kışlaya özgü algıların sosyal ve siyasi alana taşın­
ması ve böylelikle vatan sathının bir kışla haline getirilmesine ya­
kın bir anlam ifade eder. Dost ve düşmanlardan ibaret olan bir

188
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E TO P L U M M O H E N D I S L I � I

dünya algısı ve sorunlan şiddet kullanarak çözme eğilimi, sosyal,


siyasi ve ekonomik alanları da birer savaş meydanı haline getirir.
Faşizm, bu alaniann üçü için de militarizmin anlayışıyla bire bir
uyum içerisinde olan reçetelere sahiptir. Faşizm, sosyal alanda bir­
liğin sağlanabilmesini (doğası gereği militarizm ile uyumlu olan)
milliyetçiliği ve ona ait sembolleri kutsayan düşüncelerin siviilere
telkin edilmesi ile mümkün kılar. Siyasi alandaki birlik, muhalefe­
tin susturulması ve herkesin askerlerin (ya da onların vesayetinde­
ki liderlerin) otoritesine itaat etmesini öngören devletçi bir ideolo­
jinin hakim kılınmasıyla gerçekleştirilir. Buna karşı çıkmaya cesaret
edenlerin milli birliği bozmakla itharn edilerek iç düşman ya da va­
tan haini ilan edilmeleri olağanlaşır. Ekonomik alandaki birlik ise,
serbest piyasanın ve rekabet şartlarının ortadan kaldırılarak (grev
ve lokavt gibi hakların da söz konusu olmadığı) sosyo-ekonomik
bir dayanışmacılığın (solidarizın) hakim kılınmasıyla gerçekleştiri­
lir. Bütün bu uygulamalarda, birey değiL ideal vatandaş esas alınır.
Herkesin kendisi için çizilen ideal vatandaş profili doğrultusunda
törpülenerek tektipleştilmesi ve bu şekilde disipline edilen şahısların
benliklerini yitirerek birer kollektif varlık haline getirilmesi, sözü
edilen birliğin bekası adına şarttır. Bir başka deyişle, kollektivizm,
bu genel resmi kuşatan bir ön koşuldur.
Bütün bunlar, ülkeyi (kara, hava, deniz gibi) farklı kuvvetlerden
ibaret gören ve birliği sağlama adına sadece ekonomik kurumları
değil, halkı dahi korporasyonlar şeklinde örgütleme ihtiyacı hisse­
den bir anlayışın sonucudur. Bilgi ve iletişiinin sıkı kontrol altında
tutulduğu böyle bir ortamda devlet, gerek iç, gerekse dış politikada
nispeten çok daha fazla sırra sahip olacak, dahası, idarecilerin hal­
ka hesap vermesi söz konusu olmayıp, halkın idarecilere itaat et­
mesi beklenecektir.
17. KONU ÇALIŞMASI (7): 1. DÜNYA SAVAŞI'NDA "SIPER SAVAŞI"

"Teslim olmak yerine ölen Japon askerlerine fanatik derken, aynı


şeyi yapan Amerikan askerlerine kahraman diyoruz. "
Robert M. Hutchins

I. Dünya Savaşı'nın devarn ettiği dört yıl boyunca taraflar karşılıklı


olarak çok uzun, hendekvari siperler kazarak çarpıştılar. Hatta I.
Dünya Savaşı, büyük ölçüde "siper savaşı" (trench warfare) ile öz­
deşleşti. Bunun nedeni, bu şekilde özellikle hafif silahların etkisin­
den kolaylıkla korunabiliyor olrnalarıydı. En az iki metre derinli­
ğinde olan 1 ve düşman hatlarıyla karşılıklı olarak kilometrelerce
uzanabilen bu siperler, birer hattan ibaret de değildi. Her iki taraf
da, birbirleriyle bağlantılı çok sayıda saftan oluşan sİperler kaz­
maktaydı. Karşılıklı olarak inşa edilen bu siper ağlarının (yani iki
düşman hattının) arasında takriben 200 metrelik boş bir alan (no
man 's land) uzanıyordu. Enini dönemin silahlarının menzilinin be­
lirlediği bu alanı aşmak, her iki taraf için de çok zordu. Zira sİper­
lerinden çıkarak bu alana giren askerler, karşı taraftaki sİperlerden
açılacak olan ateş karşısında tamamen savunmasız durumda kala­
caklarından, taarruz etmeden önce çok büyük kayıplar vermeyi
2
baştan kabul etmek durumundaydılar. Dönemin şartlarının bir
sonucu olan bu gerçeklik, savunm a savaşını her iki taraf için de
avantajlı kılıyordu. Ancak bu durumda da, sonuç elde etmek
mümkün olmuyordu.

Siperler kimi zaman metrelerce derin ve hatta birkaç katlı olabiliyordu.


Her iki tarafın da kendi si perlerini tel örgülerle korudukları dikkate alınırsa, önce ateş hat­
tındaki boş ala nı, ardından da korunaklı si perlerdeki askerlerin hemen önündeki tel örgüleri
aşıp düşman siperlerini ele geçirmenin zorluğu daha iyi a nlaşılabilir.
S E R D A R K A YA

3
1. Dünya Savaşı'ndaki Bir ingiliz S iper i 1 Temmuz 1916

Kaynak: The lmperial war M useum collection.

192
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

Taarruzun ölüm anlamına geliyor olması nedeniyle, sadece bulu­


nulan hattı savunmak, askerler için de son derece makuldü. Daha­
sı, bu şartlar albnda, askerler için (onlarla tamamen aynı d urumda
olan) karşı taraf ile empati kurmak da son derece kolaylaşmışh. Bu
nedenle de pek çok asker, üstlerinin aksi yöndeki emirlerine rağ­
men, savaşın "öldür ya da öl" şeklinde özetlenen manhğını "yaşa
4
ve yaşat"a çevirmişlerdi. Siperleri gezen bir İngiliz karargah suba­
yının, karşı taraftaki Alman askerlerinin menzil dahilindeki siper
duvarlarının üzerinde dolandığını, ama kendi tarafındaki askerle­
rin onları öldürmeyi düşünmediğini görünce söyledikleri, bu du­
rumu dile getiriyor:
Bizim adamlanmız bu durumu dikkate almıyor gibiydiler. Kendi
kendime, görevi devraldığımızda böyle şeylere bir son vereceği­
mizi düşündüm; böyle şeylere müsaade edilemez. Bu kişiler belli
ki bir savaşın sürmekte olduğunu bilmiyorlardı. Görünen o ki,
her iki taraf da "yaşa ve yaşaf' politikasına inanmışb.5
Karşı taraflarda savaşan askerler arasındaki bu işbirliğinin savaşın
6
daha ilk aylarında ortaya çıklığını aktaran Amerikalı siyaset bi­
7
limci Robert Axelrod, ilk başlarda akşam yemeğinin her iki tarafta
da aynı saatte dağıhldığını, bu nedenle o saatte çatışmalar durduğu
için herkesin bunun bilincine vararak gevşek davranmaya başladı­
8
ğını, kısa bir süre sonra Noel zamanı gelip çattığında ise (her ne
kadar karargahın pek hoşuna gitmese de) taraflar arasında artık
9
çoktan bir arkadaşlık noktasına gelinmiş olduğunu belirtiyor. As-

4
Axelrod, Robert. 1984. The Evolution ofCooperation. New York: Basic Books. 74.
Dugdale, Geoffrey. 1932. Langemarck and Cambrai: A War Narrative, 1914-1918. Shrews­
bury: Wilding & Son. 94. (Aktaran: Aıcelrod 73-74.)
6
Aıcelrod, The Evolution of Cooperation adlı kitabı nın M The Uve-and-Let-Uve System in Trench
Warfare in World War r adlı dördüncü bölümünün (ss. 73-87) tarna mını bu konuya ayınyor.
7
Aıcelrod, 1. Dünya Savaşı'nda bulunan kişilerden yaptılı alıntıları, I ngiliz sosyolog Tony
Ashworth'ün 1980 yılında yayınlanan ve siper savaşlarını "yaşa ve yaşat" sistemi ekseninde
delerlendiren kitabından aktarıyor. Tony Ashworth'ün doirudan siper savaşı tecrübesi ya­
şamış askerlerin mektuplarında n, günlüklerinden ve a nı larından yarartanarak yazdılı kitabı
için bkz.: Ashworth, Tony. 1980. Trench Warfare 1914-1918: The Uve and Let Uve System.
LDndra: Macmillan.
8
Dunn, J.C. 1938. The War ı1ıe lnfontry Knew. londra: PS. King. 92. (Aktaran: Aııel rod 77-78.)
9
Axelrod 78.

193
S E R D A R KAYA

kerlerin karşılıklı arılaşmalarla belli saatleri ateşkes kapsamına al­


maları ya da (asılan bayraklada işaretledikleri) belli yerlere ateş
edilmemesini kararlaştırmaları, 1 0 "Fransa' da düşmanla arkadaşlık
etmek değil, savaşmak için bulundukları"nı hatırlatan bir emre
muhatap olmalarına da neden olmuş. 1 1 Ancak karargahtakilerin,
cephede kimin vurmak için ateş ettiğini, kiminse misillerneyi herta­
raf etmeye çalıştığını anlaması çok zor olduğundan bunun önüne
12
geçmek mümkün olmamış.
Bu noktada, askerlerin aralarında çeşitli şekillerde mesajlaşma­
ya ve böylelikle bir tür savaş oyununa başlamış oldukları da söyle­
nebilir. Mesela, Alman nişancıları İngiliz askerlerine değil, İngiliz
tarafındaki kulübelerden birinin duvarına nişan almış ve duvarda
bir delik açılana kadar arka arkaya aynı noktaya ateş etmişlerdi.
Alman nişancılan, böylelikle, bunun bilinçli bir seçim olduğunu ve
askerleri hedef almadıklarını göstermek istemişlerdi. ı J Açılan diğer
ateşlerde de belli bir sistemlilik göze çarpıyordu. Zira her iki taraf­
taki askerler de, açılan ateşin gerek zaman, gerek seçilen hedef, ge­
rekse mermi sayısı itibariyle belirli bir düzene uyduğunu kısa bir
süre içerisinde fark etmişlerdi. Bir Alman askeri, İngilizlerin "ak­
şam ateşi"ni şu cümlelerle ifade ediyor: 'l\kşam yedide gelirdi -o
kadar düzenli bir şekilde olurdu ki, o esnada saatini bile ayarlaya­
bilirdin . ... Hatta saat yedi olmadan biraz önce izlemek için siper­
14
den çıkan bazı meraklı arkadaşlar bile vardı."
Zaman zaman karışıklıklar olmamış da değildi. Mesela, iki ta­
raftan askerlerin de siper duvarı üzerinde bulunduğu bir esnada
birden Alman tarafından İngiliz tarafına bir top atışı yapılmış. Her
iki taraftaki askerler de doğal olarak siperlere inmiş. İngiliz tara­
fındaki askerler, bu yaptıklan nedeniyle Almanlara küfretmeye

10
Morgan, John H. 1916. Leaves from a Field Note-Book. Londra: Macmillan. 27Q-27 1. (Akta-
ran: Axelrod 78.)
ll
Martin, David. 1936. The Fifth Bottalion the Cameronians (Scottish Rif/es}, 1914-1919.
Glasgow: Jackson. (Aktaran: Axelrod 78. )
12
Axelrod 81.
13
Dunn 98. (Aktaran: Axelrod 79.)
14
Koppen, E. 1931 . Higher Command. Londra : Faber and Faber. 135-137 . (Aktaran: Axelrod
86.)

194
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

başlamışlar. Ancak top atışının hemen ardından bir Alman askeri


siper duvarının üzerine çıkma cesareti gösterip karşı tarafa doğru
bağırarak durumu izah etmiş: "Bunun için çok üzgünüz; umuyo­
ruz ki hiç kimseye bir şey olmamışhr. Suç bizim değil; sorun şu la-
ıs
net olası Prusya top ları ... "

Axelrod, bütün bunları, insanlar arasında işbirliğinin en bek­


16
lenmedik yerlerde bile ortaya çıkabileceği şeklinde yorumluyor
ve bu d urum a Oyun Teorisi çerçevesinde rasyonel bir açıklama geti­
riyor. Axelrod 'a göre, uzun bir süre birbirleriyle çahşmak duru­
munda olan tarafların işbirliğine gitmesi her iki taraf için de daha
avantajlı bir sonuç doğuracağından, tarafların bunun bilincine
17
varması zor değildir. Siper savaşına katılan asker lerden birine ait
olan şu sözler, Axelrod'ın argümanıyla uyumludur:
Düşman si perlerinin arkasındaki yemek vagonlan ve su arabalan
ile dolu olan yolu bombalayıp kan lekeli bir yığına çevirmek [bi­
zim için] çocuk oyuncağıydı . ... ama genel olarak sessizlik vardı .
Sonuçta siz düşmanınızın yemeğini almasına engel olursanız,
onun [bu duruma getireceği] çözüm basittir: o da sizin yemeğiııi ­
18
zi almanıza engel olur.
Siper savaşı askerlerinin işbirliğine duydukları ihtiyacın bir diğer
örneği de, bu durumu sürdürülebilir kılma adına yine kendi arala­
rında yaptıkları sosyalizasyon çalışmalarıydı. Şöyle ki, (örneğin)
İngiliz siperleri belli aralıklarla rotasyona tabi tutulduğundan, eski
askerler, sipere yeni gelenleri karşı tarafla yapılan işbirliğinin de­
tayları konusunda bilgilendirmişlerdi. Böylelikle askerlerin değiş­
19
mesine rağmen kurallar aynı kalmıştı.

1
5 Rutter, Owen (ed.). 1934. The History of the Seventh (Service) Bottalion, The Raya/ Sussex
Regiment, 1914-1919. Londra : The Times Publishing Company. 29. (Aktaran: Axelrod 84-
85.)
16
Axelrod 73.
17
Axelrod'ın bu argümanı, Oyun Teorisi içerisindeki en temel oyunlardan biri ola n Mahkumun
Ikileminin modifiye edilip tekrarlı hale getirilmesi durumunda işbirlijinin elde edilmesinin
daha kolay olacajı yaklaşımına dayanır.
18
Hay, lan. 1916. The First Hundred Thousand. Londra: Wm. Blackwood. 224-225. (Aktaran:
Axelrod 79.)
1
9 Axelrod 80-81.
S E R D A R KAYA

Siper savaşında işbirliğini sona erdiren, karargahın saldın emri


oldu. Zira İngilizler, müttefikleri olan Fransızlara boş durmadıkla­
rını gösterme adına yeni bir taarruzun iyi olacağını düşünmüşler­
20
di. Bu d urum değişikliğinin ardından, siperdeki askerlerin karşı
tarafla işbirliğini devam ettirebilmeleri mümkün olmadı. Zira ka­
rargah kimin düşmana "öldürmek için" ateş edip etmediğini kont­
rol edemezdi belki ama, bir saldırı emrinin gerçekleştirilip gerçek­
21
leştirilmediğini kolaylıkla öğrenebilirdi.
Di�er Ornekler Ekseninde Genel Bir DeAerlendirme
Amerikan ordusuna dair savaş kayıtları tutan resmi tarihçi S.L.A.
Marshall, 1947 yılında yayınlanan Men Against Fire adlı kitabında,
Il. Dünya Savaşı'nda çatışmaya giren Amerikan askerlerinin %75'­
inin hayatları tehdit altındayken dahi silahlarını öldürme amacıyla
22
kullanmadıklarını iddia etmişti. Marshall'a göre bunun nedeni,
askerlerin savaş ortamından çok farklı olan medeni bir çevrede ye­
tişmiş olmaları ve bu nedenle de bir başka insanı bilerek incitmek­
ten rahatsızlık duymalarıydı. Marshall'ın bu iddiası her ne kadar
şüpheyle karşılanmışsa da, gerek siper savaşlarında, gerekse başka
alanlarda yaşanan tecrübeler, gerek militarİSt endoktrinasyonun ge­
rekse savaşın şiddetine rağmen, insanın içerisinde "öldürmeme" yö­
nünde bir eğilimin de varolduğunu ve hatta belli şartlar oluştuğun­
da insanın savaşmakta olduğu kişileri bir anda dost olarak görebil­
meyi dahi başarabildiğini gösteriyor. Türkiye özelinde, bu duru­
mun Çanakkale Savaşı'nda gözlendiği söylenebilir.
İtilaf Kuvvetleri'nin kara çıkarması yapmalarının ardından Ge­
libolu Yanmadası'nda gerçekleşen savaş, I. Dünya Savaşı'na özgü ·
tipik siper savaşlarından biriydi. Ancak gerek savaşın çok küçük
bir alanda gerçekleşmesi, gerekse her iki tarafın da düşmanı püs­
kürtme adına taarruz harbi yapması, yapısı gereği zaten çok kanlı
bir çahşma türü olan sİperler arası saldırının sonuçlarını daha da
dramatik bir boyuta taşımıştı. Gelibolu'da, yine savaş alanın kü-

20
Axelrod 83.
21
Axelrod 82.
22
Marshall, S.LA. 1947. Men Against Fire: The Problem af Battle Command in Future War.
New York: William Morrow.

196
E N D OKTR I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

çüklüğünden ötürü, siperler de birbirine çok yakındı. Ancak çok


kanlı bir savaşın içerisinde olmalarına rağmen, taraflar siperlerin
içerisinden birbirlerine sigara, şeker gibi hediyeler atrnışlardı.
Yine Çanakkale Savaşı'na dair bir diğer ilginç olay, 24 Mayıs
1915 tarihinde ilan edilen bir günlük ateşkeste yaşanmışh. Ateşke­
sin ilan sebebi, siperler arasındaki bölgede (no man 's land) biriken
ölülerin gömülmesinin gerekmesiydi. Son bir ayı Gelibolu yarıma­
dasında olmak üzere üç aydır birbirleriyle savaşmakta olan asker­
ler, bu tarihte ilk kez yüzyüze gelmişler, tanışmışlar ve birbirlerine
arkadaşça davranmışlardı.
Bu türden olaylar, sadece I. Dünya Savaşı ile sınırlı değil. Mic­
hael Walzer, savaş etiğini konu alan ve Uluslararası İlişkiler litera­
türü içerisinde bugüne dek bu konuda yazılmış en temel eserler­
den biri olan fust and Unjust Wars adlı kitabında, benzeri başka tec­
rübelere de değinerek, (Marshall'dan farklı olarak) askerlerin düş­
manlarının içindeki insanı görmelerine imkan tanıyan bir tecrübe
yaşamaları ile birlikte, onları algılayış şekillerinin de değiştiği ar­
23
gümanıru öne sürüyor. Walzer, dehümanizasyonun geriye dön­
dürolmesi olarak da görillebilecek olan bu argümanını destekleme
adına beş müstakil olay aktarıyor. Bu olayların ilki, I. Dünya Sava­
şı'nda savaşan İngiliz şair Wilfred Owen'in, kardeşine yazdığı 14
Mayıs 191 7 tarihli mektupta yer alıyor:
Bir seferinde su içinde kalmış yolda yürürken irkilclik Sol arka
tarafımızda bir yerde kalmış olan Alman ileri karakolunu [out­
post] geçmiş olduğumuzu fark ebniştik. Bir anda "Kıyıya hizala­
nın" emri geldi Muazza m bir telaşla süngüler ayarlandı, [ mermi
.

koymak için] tüfeklerin kama payı boşluklan açıldı, cepler açıldı;


ama gizlice aşağıya bakbğımızda tek başına olan bir Alman aske­

ri gördük. Başını öne eğmiş, ellerini de ileri doğru uzatmış vazi­


yette, sanki [suya dalar gibi] toprağa dalacakmış gibi koşuyordu
- ki hiç şüphem yok ki bunu yapmak isterdi. Hiç kimse onu
vurma yı teklif etmedi, çok komik görünüyordu. 24

23 Walzer, Michael. 1977. Just and Unjust WDıs: A Moml Argument with Historicol /1/ustmti­
ons. New York: Basic Books.
24 OWen, Wilfred. 1967. Collected Letteıs. Londra ve New York: Oxford University Press. 458.
(Aktaran: Walzer 139.)

197
S E R D A R KAYA

Walzer'ın argürnanına göre, kendi başına komik bir şekilde koşan


askeri uzaktan izleyenler, bu hali nedeniyle onu düşman olarak gö­
rememişler ve onun da kendileri gibi bir insan olduğu gerçeğiyle
karşı karşıya kaldıkları ölçüde ona zarar verme fikrinden uzaklaş­
mışlardı. Walzer, bu örneğin ardından, İngiliz şair-yazar Robert
Graves'in otobiyografisinde anlattığı bir olayı naklediyor:
Destek hattındaki, içinde gizlenmiş bir gözetierne deliğimiz bu­
lunan küçük bir tepeden nişan alırken, silahırnın dürbününden
700 yard [640 metre) ileride bir Alman gördüm Almanların
üçüncü hattında yıkanıyordu. Çıplak bir adamı vurma fikri ho­
şuma gitmedi, o yüzden tüfeği yanımdaki çavuşa uzattım: 'J\1 . . .

Sen bu işte benden daha iyisin." Çavuş onu vurdu, ama ben iz­
lemek için orada beklememiştim 25
Graves'in çıplak bir insanı vurmak istememesinde de yine aynı algı
değişikliğinin etkisi belirgin. Ancak ilgili Alman askerini öldür­
memeyi teklif etmek yerine bu işi arkadaşına yaphrmayı tercih et­
miş olması ise, insanın kötülüğü doğrudan kendisinin yapmaması
durumunda kendisini daha az sorumlu hissetme eğilimde olması
ile ilgili. Milgram'ın gerçekleştirdiği kontrol deneylerinden birinde,
elektrik verme işini deney ekibinden biri üstlendiğinde, 450 volta
kadar çıkan denek öğretmenierin oranının %65'ten %92,5'e yükse­
liyor olması da bu durumu teyit ediyor.
Walzer'ın verdiği üçüncü örnek, milliyetçiler ile cumhuriyetçiler
arasındaki İspanya İç Savaşı'nda (1936-1939) gönüllü olarak cum­
huriyetçilerin safında nişancı olarak savaşmış olan (1984 adlı ro­
manın yazarı) George Orwell'in anılarından:
O anda, bir adam siperin dışına zıpladı ve siper duvannın üze­
rinde tamamen görünür vaziyette koşmaya başladı. Herhalde
komutanın birine bir mesaj götürmekteydi. Yan giyimliydi ve ko­
şarken iki eliyle de düşmemesi için pantolonunu tutuyordu. İyi
bir nişano olmadığım doğru ve koşmakta olan bir adamı 100
yard [91 metre) uzaktan vurmam biraz zordu . . . . Yine de ateş et­
mememin bir nedeni de pantolonla ilgili bu detaydı. Ben buraya
"Faşistler" e ateş etmeye gelmiştim, ama düşmesin diye pantolo-
25
Graves, Robert. 1957. Good-bye to All That: An Autobiogrophy. New York: Doubleday. 132.
(Aktaran: Walzer 140.)

198
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

nunu tutan bir adam bir "Faşist'' değildir, gözle görülür bir şekil­
de benim gibi bir mahluktur ve bu kişiye ateş etmek istemezsi­
. 6
ruz. 2

Walzer, dördüncü olarak, İngiliz askeri Raleigh Trevelyan'ın Il.


Dünya Savaşı'na dair bir anısını aktarıyor:
Harika derecede sıradan bir gündoğumu vardı. Herşey pembe
sardunyaların rengindeydi ve kuşlar ötüyordu. Kendimizi Nuh'­
un gökkuşağını gördüğünde hissetmiş olabileceği gibi hissedi­
yorduk. Birden Viner, bodur çalılıklarla kaplı alanın ötesine işaret
etti. Alman üniformalı biri bizim ateş hattımız içerisinde uyurge­
zer gibi dolaruyordu. O an için - bpkı bizim gibi - savaşı unuttu­
ğu ve ilkbaharın ve sıcağın verdiği umutla mest olduğu çok açık­
b. Viner, ifadesiz bir ses tonuyla "Onu temizleyeyim mi?" diye
sordu. "Hayır" dedim, "Sadece korkutup uzaklaşbr."27
Trevelyan, bu olayı aktardıktan sonra, sadece Çavuş 0\esteron'ın
bu duruma gülmediğini belirtiyor. Çavuş 0\esteron, söz konusu
askerin arkadaşlarına, sİperlerinin yerini haber vereceğini ifade
ederek, "Adamı öldürmemiz gerekirdi" demiş.28
Walzer'ın verdiği son örnek, sonradan sosyalist bir lider ve anti­
faşist düşünceleri nedeniyle siyasi bir sürgün olacak olan İtalyan
asker Emilio Lussu'nun I. Dünya Savaşı'nda Avusturyalılarla olan
siper savaşına dair anılarından. Savaşta Teğmen rütbesinde olan
Lussu, bir gece vakti Avusturyalıların sİperlerini yukarıdan gözet­
leyebilmesine imkan taruyan yüksek bir yere vardığında, bir süre­
dir savaşmakta oldukları Avusturyalıları ilk kez görme imkanı elde
etmiş:
Çok defalar saldırdığımız ve başarı elde edemediğimiz güçlü bir
şekilde savunulan bu siperler, bize içinde insan bulunmayan terk
edilmiş binalar, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz gizemli ve kor­
kunç varlıklara sığınaklık eden cansız yerler gibi görünmeye baş­
lamıştı. Şimdi bize kendilerini gerçekte olduklan gibi gösteriyor-

26
Orwell, Sonia; Jan Angus. 1968. The Collected Essays, Journalism and Lerters of George
Orwe/1, Vol. 2. New York: Harcourt. 254. (Akta ran: Walzer 140.)
27
Trevelyan, Raleigh. 1958. The Fortress: A Diary of Anzio and l{ter. Harmondsworth: Pen­
guin Books. 21. (Aktaran: Walzer 140.)
28
Trevelyan 21. (Aktaran: Walzer 141.)

199
S E R DA R KAYA

lardı: Bizim gibi adamlar ve askerler... Bizim gibi üniforma için­


de. . . Sağda solda dolaşan. konuşan ve kahve içen. . . Tıpkı şu anda
arka tarafımızda kendi arkadaşlarımızın yapmakta olduğu gi­
29
bi...
Lusso, bulunduğu yerden siperdeki genç bir Avusturyalı rütbeliye
nişan aldıktan sonra, tetiği çekmeden hemen önce, öldürmek üzere
olduğu kişinin bir sigara yakhğını görmüş. Lussu; sigaranın du­
manını gördüğü an kendisinin de bir sigara istediğini fark ebniş.
"Bu sigara aramızda görünmez bir bağ oluşturmuştu" diyen Lusso,
Avusturyalılarm gözünden uzaktaki bu tepede, adamı öldürme
fikrini yeniden düşünmüş. Ancak, komutası altındaki askerlere
karşı sorumlulukları olduğunu ve o an itibariyle görevinin ateş et­
mek olduğunu düşünmesine rağmen, bunu yapmamış. Lusso, bu
konu ile ilgili olarak şunları söylüyor:
Şöyle akıl yürüttüm: Yüz, hatta bin adama, bir başka yüz ya da
bin kişiye karşı önderlik etmek başka şeydir, bir adamı diğerle­
rinden ayınp "Kıpırdama, seni vuracağım, seni öldüreceğim"
demek başka ... Savaşmak başka şey, bir adamı öldürmek başka ...
0
Onu bu şekilde öldürmek cinayet işlernek demekti ?
Bütün bu örnekler, hayatta kalma mücadelesi içinde olan bir insa­
nın dahi, etik kaygılarından tamamen soyutlanmayacağını ve iyiye
yönelik tavırlar sergileyebileceğini gösteriyor. Ancak buna karşılık,
değil savaş alanındaki askerleri, esir alınanları dahi kayıtsız bir ta­
vırla öldüren, hatta ölen arkadaşlarının intikamını almak için öl­
dürmeden önce esiriere işkence eden askerlerin sayısı da az değil.
Örneğin, Türkiye özelinde, öldürdüğü PKK mensuplannın kulak­
larını kesip biriktiren ve terhis olduktan sonra bu kulakları hatıra
olarak yanında götüren, yani savaşın insanlık dışı ahnosferinin dı­
şına çıklıktan sonra da böyle şeylerde bir tuhaflık görmeden haya­
tına devam edebilen insaniann varlığı da bir gerçek, onların yaptık­
larını hayretle karşılayan kimi diğer Türk askerlerininki de . . .
İnsanların sergiledikleri tavırlardaki bu gibi farklılıklar, olumlu
ve olumsuz olarak nitelendirilen bu davranış biçimlerinin ortaya
29
Lussu, Emilio. 1970. Sardinian Brlgade: A Memoir af World War 1. New York: ?. 166-171.
(Aktaran: Walzer 141.)
30
Lussu. (Aktaran: Walzer 142 .)

200
E N D O K TR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

çıkmasında hangi sebeplerin belirleyici olduğu sorusunu akla geti­


riyor. Bu noktada, Türkiye'deki gerçekliklerin konu çalışmaları için
son derece zengin öğeler içerdiği de söylenebilir. Bu nedenle, Tür­
kiye üzerine çalışmalar yapan sosyal bilimcilerin, Diyarbakır Aske­
ri Cezaevi'nden töre cinayetlerine, yetiştirme yurtlarında yaşanan­
lardan hayvaniara yönelik eziyetlere kadar pek çok alana yayılmış
olan ileri seviyedeki acımasızlık örneklerini kuşatıcı bir şekilde ele
almaları ve tekil incelemelerle yetinmeyerek konunun soyut bir se­
viyede nedenselliğini sorgulamaları, bu alandaki literatüre önemli
katkılar sunabilir.
18. SIYASI SEMBOLilM (ya da REJIMIN GöREN GöZLERI)

"Kahraman bizi kurtardı. Yaşasın kahraman! Peki şimdi bizi


kahramandan kim kurtaracak? "
Cato the Elder
"Her kahraman eninde sonunda usanç verici olmaya başlar. "
Ralph Waldo Emerson
"Kahramana tapınma, özgürlüklere saygının en az derecede bu­
lunduğu yerlerde en güçlü seviyededir. "
Herbert Spencer

Ulus-devletlerin, ülke sınırları içerisindeki bütün vatandaşları aynı


aidiyet etrafında bir araya getirme adına kullandıkları başlıca araç­
lardan bir diğeri de siyasi sembolizmdir. Ulus-devlet özelinde, (1)
devletin, (2) devlet ideolojisinin, (3) bu ideolojiye ait kimi siyasi
öğelerin ve (4) devlet ile ilişkilendirilen kimi şahısların çeşitli sem­
bollerle temsil edilmesi olarak nitelendirilebilecek olan siyasi sem­
bolizm (political symbolism), bir yandan bu sembollerin yaygın var­
lığıyla ulusal mitlere maddi bir varlık kazandırırken, diğer yandan
da bu mitleri hatırlamaya ve yüceltmeye odaklanan formal ritüelle­
ri mümkün kılar.
Ulus-devletin siyasi kültürü, tektipleştinneye, ululamaya ve
adanmışlık hissine yer verdiği ölçüde dogmalaşır ve dolayısıyla se­
küler bir din halini alır. İş in içine güçlü bir lider kilitünün (cult of
personality) girmesi durumunda ise, ululanan lider, söz konusu se­
küler dinin tanrısı durumuna gelir. Böyle bir durumda, siyasi sem­
bolizm, öncelikle rejimin tanrısının tasvirlerinin heryerdeliğinin te­
min edilmesine karşılık gelir. Güçlü bir şahıs kilitünün varolduğu
bütün siyasi kültürlerde liderin (gerek sağlığında gerekse ölümün­
den sonra) bu şekilde yaşahimaya çalışılması gereksiz değildir. Zira
lider kültü ile şekillenen bir sekiller din, her yerde olan ve herşeyi
gören bir lider algısını irışa edebildiği ölçüde insanlar üzerinde te-
S E R DA R KAYA

sir sahibi olabilir. Newcastle Üniversitesi'nde yapılan bir deney,


imgeler ile insan psikolojisi arasındaki ilişkiyi analiz ediyor olması
itibariyle bu konuda bir fikir verebilecek bir çalışma.
"Göz1eniyor Olmanın Insan Davranışlan Üzerindeki Etkisi
Newcastle Üniversitesi'nin psikoloji bölümünün self-servis kahve
odasına çay, kahve ve süt fiyatlarını belirten bir liste. asıldı. Uygula­
ma çerçevesinde odadan içecek alan insanlar, gerekli ödemeyi ora­
da bulunan bir kutuya bırakmak durumundaydılar. Fakat odada
hiç kimse bulunmadığından, insanlar ödeme yapıp yapınama (ya
da ne miktarda ödeme yapma) konusunda kendileriyle başba­
şaydılar. Ancak deney ekibi, kullanılan çay, kahve ve süt miktarının
ve de kutuya bırakılan paraların belli aralıklarla kaydını tutmak
suretiyle insanların bu konuda ne denli dürüst davrandıklarını
tespit edebiliyordu.
Deneyin yanıt aradığı soru, sadece bir çift gözün yer aldığı bir
resmin, insanlarda "izleniyor olma" hissini ne derece uyandırabile­
ceğiydi. Bu nedenle, kahve odasına asılan fiyat listesine bir hafta
bir çiçek resminin, ertesi hafta da bir çift gözün bulunduğu bir
resmin eşlik etmesi sağlanarak farklı resimlerle 10 hafta boyunca
gözlem yapıldı. Deneyin sonucunda, insanların fiyat listesinin ya­
nında bir çift gözün kendilerine doğru bakmakta olduğu haftalar­
da kutuya ortalama 2,76 kat daha fazla para bıraktıkları ortaya çık­
tı. ı

Bateson, Melissa; Daniel Nettle; G ilbert Roberts. 2006. "Cues of bei ng watched enhance
cooperation i n a real-world setting.n Biology Letteıs 2: 412-414.

204
E N D O K T R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M Ü H E N D I S L I C I

10

o 0. 1
E. of milk coosumed

Deney sonuçlarını yansıtan tablo.


S E R DA R K A YA

1984. Bir Distopya


George Orwell'in (bugün itibariyle bir klasik haline gelmiş olan)
1 984 adlı distopyası, lider kültünün doruğa vardığı bir toplumu
tasvir eder. 1984'ün geçtiği Oceania adlı ülkenin her yanında, "Bü­
yük Abi" (Big Brother) olarak adlandırılan milli kahramanın resim­
leri yer almaktadır. Bu resimlere "Büyük Abi Sizi <:;özlüyor" (Big
Brother is Watching You) şeklinde bir metin de eşlik etmektedir. Bü­
yük Abi'ye mal edilen deha ve bu dehanın eseri olan büyük başan­
lar etrafında örgülenerek efsanevi bir hüviyet kazandırılan bu kur­
gu, ileri derecede kollektivist bir yapıya sahip olan bir devlet öğ­
retisine yedirilerek halka sunulmakta ve memleketin her köşesinde
yer alan bir "kafa" resmiyle yaşatılmaktadır:
Cebinden 25 sent çıkardı. Oraya da, küçük ve belirgin harflerle
aynı sloganlar yazılmıştı. Bozuk paranın arka yüzünde de Büyük
Abi'nin başı vardı. Bozuk paradan bile gözleri seni izliyordu. Bo­
zuk paralarda, pullarda, kitapların kapaklarında, sancaklarda,
posterlerde, sipara paketlerinde - her yerde. Gözleri her zaman
seni izliyor ve sesi etrafını sarıyor. Uykuda ya da uyanıkken, çalı­
şıyor ya da yemek yiyorken, içeride ya da dışandayken, banyo-
2
dayken ya da yataktayken - kaçış yok.
Büyük Abi karakteri, kusursuz, ulaşılamaz ve insan ötesi bir imaja
sahiptir. Dahası, Büyük Abi'nin ne zaman doğduğu ya da hala ha­
yatta olup olmadığı bile bilinmez. Hatta romanda bir resmi yetkili­
nin ağzından, onun "hiçbir zaman ölmeyeceği", çünkü "halkın ör­
nek alacağı böyle bir varlığa ihtiyaç olduğu" bilgisi verilir.
Büyük Abi herkes gibi adı ve soyadıyla değil, sadece kendisine
has olan bir lakapla çağırılır. Büyük Abi için neden özellikle bu la­
kabın seçilmiş olduğu ise başlı başına önemli bir konudur. Şöyle ki,
Oceania adlı devletin halka benimsetmek istediği resmi öğreti, aile
kavramının yok edilmesini öngörmektedir. Bu nedenle de, milli
kahramana yok edilmesi istenilen bu mefhumun yerini alabilecek
bir isim verilerek, aile büyüklerine duyulan sevgi ve saygının ona
yönelmesi hedeflenmiştir. Böylelikle Büyük Abi, toplumun üzerin­
de ve herşeyiyle topluma ilham veren bir konuma erişecektir:

Orwell, George. 1949. Nineteen Eighty-Four. New York: Harcaurt Brace Jovanovich. 28.

206
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

[Oceanic toplumunda] pirarnitin tepesinde Büyük Abi vardır.


Büyük Abi hiçbir zaman yanılmaz ve onun herşeye gücü yeter.
Her başanrun, elde edilen her sonucun, her zaferin, her bilimsel
keşfin, bütün bilginin, bütün bilgeliğin, bütün mutluluğun, bütün
faziletin, doğrudan onun liderliğinden ve ondan alınan ilham sa­
yesinde elde edildiğine inarulır?
İstisnasız herkesin bu şekilde düşünmesini temin edebilme adına
devlet, bilgiyi sıkı bir şekilde kontrolü altında tutmaktadır. Bugünü
kontrol edenin geçmişi kontrol edeceği, geçmişi kontrol edenin ise
4
geleceği kontrol edeceği düşüncesinden hareketle, devlet sürekli
tarihi yeniden yazmaktadır. Zaten romanın kahramanı olan Wins­
ton Smith de, Parti'yi (ve Parti'nin an itibariyle yapmakta olduğu
propagandayı) her zaman haklı gösterebilme amaayla tarihi kayıt­
ları sürekli gerektiği şekilde değiştirmekle görevli bir devlet kuru­
munda çalışmaktadır.
Bilginin mutlak kontrolü, konuşulan dilin kelime dağarcığının
bilinçli olarak daraltılmasında da kendisini gösterir. Zira kelime
dağarcığıyla birlikte ister istemez düşüncenin menzili da daralacak
ve böylelikle düşünce suçu da kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
Devlet bütün bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için halkı sıkı
bir kontrol ve istihbarat ağı içerisinde tutar. Örneğin, ülkenin her
yanındaki Büyük Abi resimleri gibi, her türlü kapalı ve açık alanda
mikrofontu kameralar yer alır. Böylelikle kendilerine 24 saat göz­
lemlenmekte olduklan hatırlatılan insanlar, kendilerini gözleyen
devlet görevlilerinin dikkatini çekebilecek sakıncalı söz ve davra­
nışlardan uzak dururlar.

Türkiye: Bir Diger Oistopya


1 984'te kurgulanan dünyanın, kontrol ve tektipleştirme adına aşırı
bir ucu, hatta neredeyse nihai bir noktayı tasvir ediyor olduğu söy­
lenebilir. Ancak buna rağmen romanda yer alan çok sayıda öğenin
Türkiye'deki lider kültünü andınyor olması, Türkiye Cumhuriyeti'
ni de bir distopya olarak görmenin mümkün olup olmadığı sorusu­
nu akla getiriyor. Zira Türkiye Cumhuriyeti, genel konsepti itiba-

Orwell 209.
Orwell 35.

207
S E R DA R KAYA

riyle Mustafa Kemal Atatürk'ün şahsıyla fazlasıyla iç içe geçmiş bir


yapıya sahip. İkinci bir cumhuriyet ilan edilmediği müddetçe de,
devlet ile kurucusunu birbirinden ayrı düşünebilmek pek müm­
kün değil. Atatürkçülerin rejime zaman zaman "Atatürk Cumhuri­
yeti" şeklinde de atıfta bulunuyor olmaları da, bu iç içe geçmişliğin
bir ifadesi.
Türkiye'de Tek Adam rejiminin kurulması, (resmi söylemin
Türkiye tecrübesinin biricik olduğu yönündeki iddialarına rağmen)
benzerlerine hemen her yerde rastlanacak tipik bir iktidar savaşı­
nın sonucunda gerçekleşti. Zira Mustafa Kemal, başkentte işgal al­
5
tında olan padişahlık ve hilafet makamlarını kurtarma adına İs­
6
lami bir cihat verme iddiasında bulunmuş, bu şekilde halkı mobi-

Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi'nin açılmasının ertesi günü yaptıjtı konuşmada şövle
demiştir: "Maka m-ı saltanat aynı za ma nda ma ka m-ı hilafet olma k iti bariyle padişahımız
cumhur-u islamın da reisidir. Mücahedatımızın birinci gayesi ise saltanat ve hilafet makam­
larının tefrikını istihdaf eden [ayrılmasını amaçlayan] düşmanlarımıza irade-i mil liyenin bu­
na müsait olmadıAını göstermek ve makamat-ı mukaddeseyi esaret-i ecnebiyeden tahlis
ederek [mukaddes maka mları yabancı esarette n kurtararakl ulülemrin salahiyetini d üşma­
nın tehdit ve ikrahından azade kılmaktır." Atatürk'ün Söylev ve Demeç/eri /. 1981. Ankara:
Tı.irk lnkılap Enstitüsü Yayınları. 62. Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi'ni n açıl ma-sı ndan
dört gün sonra ise, "Padişahı azam, Halife ve Hakanı akdesirniz Efendimiz" olarak hitap ettijti
Sultan vahdettin'e sadakatlerini bildirdiili bir telgrafta şu ifadeleri kullanmıştır: "Padişahı­
mız! Kalbimiz hissi sadakat ve ubudiyetle [kull ukla) dolu, tahtı nızı n etrafında her za ma nda n
daha sıkı bir rabıta ile toplanmış bulunuyoruz. Jeti maının [toplanmasının) ilk bu sözü Halife
ve Padişahına sadakat olan Büyük Millet Meclisi son sözünün yine bundan i baret olacağını
südde-i seniyyelerine [yüce ka pınıza) büyük tazim ve huşu ile arz eder:' Türk inkılap Tarihi
Enstitüsü Arşivi: 37,�0855; T.B.M.M. Za bıt Ceridesi; 1920. 123-124. (Aktaran: Parla, Taha.
1992. Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kaynak/an, Cilt 3: Kemalist Tek-Parti idea/ojisi ve
CHP'nin Altı Ok'u. lstanbul: Iletişi m Yayınları. 83.)
6
Sivas Kongresi'nde kabul edilen ve sonradan Halk Fırlcası ve nihayetinde CHP'ye dönüşecek
olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin programı "Bismillahirrah­
manirrahi m" kelimesiyle başlar. Cemiyetin tüzüjtünde, maksadı, "Osmanlı vatanının tama­
miyetini ve yüce Hilafet maka mını n ve saltanatı n ve milli isti klalin dokunul mazlıjtını temin
zımnında Kuva-yı Milliye'yi amil ve i rade-i milliyeti hakim kılmak" olarak belirtilir. Yine aynı
tüzüAe göre, "Bilumum Islam vatandaşlar cemiyetin tabii üyesidir." Tunaya, Tank Zafer.
1952. Türkiye'de Siyasi Partiler. Istanbul: DoAan Kardeş Yayınları. (Aktaran: Akyol, Taha .
2008. Ama Hangi Atatürk. istanbul: D aAa rı Kitap.) Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı yıllan
boyunca izlediili Islam siyasetinin çok sayıda örneAinden bir dijteri ise, S AAustos 1920 tari­
hinde "Adana Vilayeti ve Bütün Islam Ahalisi'ne" hitaben yayınladıjtı bi ldiridir. Mustafa Ke­
mal, "Adana'nın muhterem müslü manları" şeklinde bir hitap kullanmayı tercih ettiili bu bil-

208
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I � I

lize edip savaşı kazandıktan sonra ise, hem İstanbul'daki bu iki ku­
rumu, hem de Ankara'daki pek çok silah arkadaşını (artık birer si­
yasi muhalif ve rakip d urumuna geldikleri için) ortadan kaldırmış­
tı. 4 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükun Kanunu'nun yürürlüğe
girmesinden itibaren ise, basının susturulduğu, hukukun ortadan
kalktığı keyfi bir Tek Adam idaresi ülkeye egemen olmuştu. O gün­
lerin ortamında, yeni rejimin ideologlarından Mahmut Esat Boz­
kurt, Tek Adam idaresini ve bu idarenin demokrasi ile ilişkisini (o
dönemde henüz yazılmamış olan) 1 984 adlı romandaki piramit
alegorisinin neredeyse aynısını kullanarak izah etmişti:
Türk milleti bir Pirarnide benzer, tabanı halk, tepesi yine halktan
gelen baştır ki, bizde, buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan
alır. Demokrasi de, bundan başka bir şey değildir?
Türkiye'de Tek Parti ve Tek Adam döneminin başlangıcı sayılabile­
cek olan Takrir-i Sükun Kanunu'nun kabulü, lider kültü etrafında
şekillenen siyasi sembolizmin de habercisiydi. Zira ilk Mustafa
Kemal heykeli, 3 Ekim 1926 tarihinde Sarayburnu'na dikildi. Bu ya­
pıtı, Konya Anıtı (1926), Ankara Ulus'taki Zafer Anıtı (1927), Tak­
8
sim Anıtı (1928) ve diğerleri izledi. Giderek yaygınlaşan Mustafa

diride şunları söyler: "Peygamber'in esaret tanı mayan dindar ümmetinin ci hat ordularına
öncü ol mak şerefiyle ifti har eden siz aziz Adanalı dindaşlarımız ... Esaret hayatının türlü türlü
ıstıraplarını çekmiş olan Mısır, Hindistan, Rusya ve Afrika'daki M üslüman kardeşlerimiz ... is­
tiklal ve dinin muhafazası ujruna şehitlik rütbesine erişen kardeşlerimizin Allah'ın rahmeti­
ne kavuşmalarını ve Allah'ın yardımının yüce tecellisine mazhariyetimizi tazarru ve niyaz ve
cümlenize gerek Büyük M illet Meclisi ve gerek bütün Isla m alemi namına teşekkür arz ede­
riz, muhterem gaziler...• Atotürlc'ün Bütün Eserleri, Cilt 9, 1920. 2006. Istanbul: Kaynak Ya­
yınları. 133-134. (Aktaran: Akyol 159-160. )
Bozkurt 107.
8
Tıirkiye'deki siyasi sembolizmin Mustafa Kemal'in sallığında şekillenmeye başlamış olması
da dikkate alınması gereken bir durumdur. Sevan Nişanyan bu konuda şunları söyler: "Siyasi
bir liderin heykelinin ölmeden önce veya sonra dikil mesi arasındaki fark, önemsiz bir fark
deAildir. Birinci halde "lcamun fi kri ve saygısı o günkü siyasi iktidarın sahibiyle, i kincisinde ise
ulusun geçmişteki saygıdeAer evlatlarıyla özdeşleştirilmektedir. Birincisinde yüceltilen dev­
letin reisi, iki ncisinde toplumun kolektif geçmişidlr. Birincisi siyasi istibdadın alabildiline net
bir ifadesidir; i kincisi, belirli ölçüler içinde kalma k kaydıyla, H iktidarın Iradesiyle sınırlı olma­
yan bir kamu iradesi• kavramının deAerli bir simgesi olabilir. 1 Solcakları geçmiş önderlerin,
şairlerin, kahramanların ve düşünürlerin a nıtlarıyla dolu olan bir ülke, devlet reisine, kendi

209
S E R D A R KAYA

Kemal sembollerinin, yılların geçmesiyle 1 984 ayarındaki nitelikleri


de daha belirgin hale geldi. Mustafa Akyol'un aktardığı bir örnek,
kimi zaman bu örtüşmenin bire bir hale dahi gelebildiğini gösteri­
yor:
[B]u kült giderek acayipleşiyor, zıvanadan çıkıyor. Geçen gün
Şişli meydanına belediye tarafından asılmış Atatürk posterleri
gördüm. Altlannda 'Sizi izliyorum' diye yazıyordu.
Yani koca Şişli Belediyesi Orwell'in 'Büyük Birader'ini can-
9
landınyor, 2008 yılında 1984'çülük oynuyordu.
Bu noktada, 1984'teki distopik toplum içerisinde yaşayanların Bü­
yük Birader'in kendilerini izlemesinden rahatsız olmak bir yana,
onu sevdiklerini de belirtmek gerekli. Bu türden sevgilerin pater­
nalist imalar içeriyor olmaları da ayrıca önemli. Zira demokrasiler­
de siyasi liderler ile halk arasındaki ilişki desteklemek ya da destekle­
mernekten ibaret iken, otoriter idarelerde hem destekleme hem de
sevme zorunluluğu bu ilişkinin bir parçasıdır. Söz konusu sevginin
bu paternalist yanı, liderin halkını izlemesi d urumunu olağanlaşh­
rır. Yine Mustafa Akyol'un aktardığı bir başka örnek, bu durumun
tipik bir ifadesidir:
[Bodrum'un] en göz alıcı yerine, yani Badrum Kalesi'ne uğra­
dım. Gezenler herhalde bilir; bu kalenin müze bölümünde batık
teknelerin sudan çıkarılıp yeniden inşa edilmiş kalıntıları var. Bu
kalıntiların en büyüğü de, Türk arkeologların binbir zahmetle or­
taya çıkarıp sergiledikleri bir Fski Yunan gemisi.
Gemi beni etkiledi elbette, ama asıl görülmeye değer şey,
onun yanındaki duvann yüksekçe bir noktasında asılı duran Ata­
türk portresiydi. Atatürk'ün aşağıya doğru bakan pazunun altın­
da da aynen şöyle yazıyordu: 'İZLENDİGİMİZİN BiLİNCi
İÇİNDE ÇAUŞIYORUZ.'
Yani, Türk arkeologlan, çalışmalarını yürütürken Atatürk ta­
rafından 'izlendiklerine' inanıyor ve bunu da gururla ilan ediyoc­
10
lardı.

iradesi dışında birtakım mutlak ve kutsal topl umsal veriler olduğunu anımsatabilir:• Nişaır
yan 128.
Akyol, Mustafa. 2008. "'Farklı yorumlanması dahi teklif edilemez'" Star, 27 Ekim.

210
E N D O K T R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

Türkiye'deki bütün okullarda her suufta karatahtanın üzerinde yer


alan Atatürk portresinin gün boyunca öğrencileri izlemesi ve hatta
kimi öğretmenierin öğrencilere yaramazlık yapmamalarını öğüt­
lerken duvardaki Atatürk'ün kendilerini gördüğünü dahi söyleye­
bilecek kadar ileri gitmeleri, yine aynı kültün içselleştirilmiş olma­
sının bir sonucudur. Behçet Necatigil'in şu mısralan, portre ile ço­
cuklar arasında kurulması istenen bir parça ürkütücü ilişkiyi tasvir
eder:
Öğretmenimizin kürsüde
Verdiği dersi
Dinler bizimle birlikte,
Atatürk'ün resmi.
Çalışkanız çünkü
Çalışınca,
Bakanz. Atatürk güldü.
Bir yanlı�lık yaparsak,
Bulutlanır gözleri,
Anlanz Atatürk üz:üldü.
Her ikisi de patemalist bir anlayışın ürünü olan Büyük Birader ve
Atatürk konseptlerinin her ikisi de bu nedenden ötürü kitlelerin
sevgisini talep etmektedir. Aile kavramuu ortadan kaldırmak iste­
yen Ocenia iktidan, herkesin öz abisiymişçesine seveceği "Büyük Bi­
rader" adını, bu paternalizmi hakim kılabiirnek için seçmişti. Böyle­
likle Büyük Birader'in, ortadan kaldırılan bir kavramı ikame etmesi
mümkün olabilecekti. İttihatçı bir formasyana sahip olan Mustafa
Kemal ise, Avrupa'dan ithal edilen milliyetçiliği Anadolu'ya taşıya­
rak çokkültürlü Osmanlı düşüncesini ortadan kaldırmayı ve Türk­
çülüğü tek ideoloji kılmayı hedefledi. Bu durum, tarihi yeniden
yazmayı, Cumhuriyet'in öncesine dair güçlü bir devr-i sabık algısı
kurgulamayı ve yeni tarihi 1923'ten başiatmayı gerektirdi. Böyle bir
kurgusal milat, Atatürk'ü sadece bir isim değil, aynı zamanda bir
kavram olarak da makul bir seçim durumuna getirdi. Neticede,
Atatürk imgesi ile Mustafa Kemal'in şahsı, birbirlerinden farklı an­
lam ve fonksiyonlara sahip hale geldi. Atatürk'ün kızkardeşinin

10
Akyol, Mustafa. 2008. "Atatürk dualarımızı işitir mi?" Star, 25 Haziran.

211
S E R DA R KAYA

Makbule Atatürk değil, Makbule Atadan ismine sahip olmasının


tercih edilmesi de, benzeri bir kaygının ifadesi olarak görülebilir.
Bu noktada patemalizmin sadece sevgiden ibaret olmadığı, belli
bir korkuyu da beraberinde getirdiğini belirtmek gerekli. Örneğin,
Büyük Birader, sadece sevilen ve varlığından güven duyulan biri
değildir. Ocenia toplumunda yaşayanlar, ona sadakatsizlik göster­
meleri ya da muhalefet etmeleri durumunda cezalandınlacaklarını
bilirler. Aynı durum, Türk patemalizmi için de geçerlidir. Özel ka­
nunla korunan Atatürk'ü eleştirmek, (Atilla Yayla örneğinde bir
kez daha görülen) belli sonuçları baştan göze almayı gerektirmek­
tedir. Bu yaygın korku hali, otosansürü son derece yaygın kılmak­
tadır. Nazlı llıcak'ın 2007 yılında yazdığı bir yazıda aktardığı bir
gelişme, söz konusu korkunun boyutları konusunda bir fikir vere­
bilir:
Afyonkarahisar'ın Emirdağ ilçesindeki heykel eskidiği için
kaldınlmış, yerine yenisi dikilmiş.
Komedi bundan sonra başlıyor: Eski heykel bir süre itfaiye
binasında tutulmuş. Ancak belediye yetkilileri, "ya heykele sabo­
taj yapılırsa" diye korkmaya başlamış. Heykelin imha edilmesi
gerektiğini düşünmüşler ama, burası Türkiye; yanlış aniaşılma
ihtimali kuvvetli. Adları "ticaniye" bile çıkabilirdi vallahi!
Çözüm bulunmuş. Önde gelen yetkililerin imzasıyla bir rapor
tutulmuş: "Heykel kullanılamayacak kadar eskidir; bu haliyle or­
tada kalması Atatürk'ün manevi şahsiyetine uygun düşmez; do­
layısıyla, İtfaiye Arnirliği binasının arazisine gömülmek suretiyle
imha edilmelidir." Fakat endişeler gene sona ermemiş. Ya birileri
heykeli gömüldüğü yerden çıkanp sabotaj yaparsa! Bu yüzden
gömülme işlemi herkesten gizli gerçekleşmiş. Yerini sadece kara­
ra imza atanlar biliyormuş.
Haberi okurken hem güldüm, hem de düşündüm Beynimizi
nasıl da yıkıyorlar! Atatürk etrafında nasıl bir korku aşıhyorlar!
Resmi ideoloji ile baskı altına alınan zihinler, esaretten kurtula­
madığı için mi serbest muhakeme kabiliyetimizi kaybediyoruz?
Emirdağ'daki eski heykele, neden sabotaj yapsınlar? Heykeli
kır gitsin. niçin gömüyorsun? Bari bir de kefen içine koysaydı­
nız!!!

212
E N D O KTR I N ASYON VE T O R KI Y E ' D E TOP L U M M O H E N D I S L I C I

Ama adamlar, bir yönüyle haklı . Acar bir gazeteci çıkar orta­
ya, ne Atatürk düşmanlığıruz kalır, ne gericiliğiniz. Ülke çapında
"b rmanan laiklik karşıb eylemlerde" bir kilometre taşı olarak am-
ı . . . ll
ır ısnunız .

Genel Bir De§erlendlnne


1980'ler ve sonrasında kabuğunu kırarak dünyaya açılmaya başla­
yan Türkiye'de yaşanan gelişmeler, gerek Mustafa Kemal'in şahsı­
nın gerekse Atatürk konseptinin algılanış şeklini daha önce hiç ol­
madığı kadar ciddi çapta değiştirmeye başladı. Bu değişim süreci,
Türk resmi ideolojisini sahiplenenler ile değişim yanlıları arasında­
ki bölünmüşlüğü daha da belirginleştirdi. Ancak iki grup arasında
yaşanan etkileşim, sadece değişim yanlılarının değil, rejimin savu­
nucularının da ideolojik bağlılılarını yaşayış ve ifade ediş tarzların­
12
da değişikliklere yol açb.
Siyasi sembolizmin yeni bir boyut kazandığı bu dönemde, Ata­
türk rozetleri, portreleri, posterleri ve bayrakları gibi pek çok sem­
bol yeni anlamlar kazandı. Cambridge Üniversitesi'nde görev ya­
pan antropolog Yael Navaro-Yashin, 28 Şubat süreciyle birlikte ya­
şanan bu gelişmeyi değerlendirme adına çeşitli örnekler veriyor.
Bu örneklerin herbiri, Atatürk'e yönelik bağlılığın yeni ifade tarzla­
rının yerleşik mistik öğelere karşılık geldiğini gösteriyor ve böyle­
likle lider kültü etrafında şekillenen Türk resmi ideolojisinin sekü­
ler bir din hale gelmekte olduğunu ima ediyor.
Navaro-Yashin, türbe ziyaretlerini andıran Anıtkabir ziyaretle­
rine ve bu ziyaretlerde Ata'ya yapılan şikayetlere, yılın belli dö­
nemlerinde Darnal Dağı'na düşen gölgenin Atatürk'e ait olduğu
yönündeki inanca ve numeroloji ya da ruh çağırma gibi arayışlara
13
değiniyor. Türkiye'de neredeyse bir asırdır hakim olan lider kül­
tünün mislisizmini daha da ileri bir boyuta taşıyan bu yeni pratik­
ler, zaman zaman ilginç benzetmelere de konu olabiliyor. Örneğin,

11
Ilıcak, Nazlı. 2007. •Kortcularımızın esiriyiz.• Sabah, 6 Ekim.
12
Özyürek, Esra. 2006. Nostalgia for the Modem: State Secularism and Everyday Politics in
Turkey. Durham and London: Duke University Press. 2.
u
Navaro-Yashin, Yael. 2002. Foces of the State: Secularism and Public Ufe in Turlcey. Princeton
ve Oxfurd: Princeton University Press . 188-203.

213
S E R D A R K A YA

28 Şubat sürecinin başlannda, İmam-Hatip Okullannın orta kısım­


larının kapatılmasını hedef alan sekiz yıllık zorunlu eğitim tasarı­
sını protesto etmekte olan kimi İslamcılar, İzmirli bir kadının tepki­
siyle karşılaşmışlar. İzmirli kadının tepkisi, protestoelliara dönerek
elindeki Atatürk portresini havaya kaldırmak şeklinde olmuş. Na­
varo-Yashin, İzmirli kadının tepkisini ifade ediş şeklini, formal bir
dini ayinde şeytanı durdurmak için haçı ona doğru tutmaya benze-
. 14
tıyor.
Bütün bunlara karşılık, değişim yanlısı kesim ise, gerek Atatürk
Cumhuriyeti'ni gerekse bu cumhuriyetin beraberinde getirdiği öğe­
leri giderek artan bir şekilde 1984 ile ilişkilendiriyor. Bu durum, re­
jimin kutsallannı birbirine taban tabana zıt şekillerde anlamlandı­
ran iki farklı kitlenin ortaya çıkmasına neden oluyor. Bu zıtlığı, yine
1984'te yer alan bir argüman içerisinde incelemek mümkün: "Güç
bir araç değildir, amaçtır. Bir insan bir devrimi korumak için bir
diktatörlük kurmaz, diktatörlüğü kurmak için devrim yapar. Zulü­
mün amacı zulümdür. işkencenin amacı işkencedir. Gücün amacı
15
güçtür." Yani Türk resmi ideolojisi, Atatürk'ün devrimi korumak
için geçici bir süreliğine diktatörlük kurduğunu iddia ediyor; deği­
şim yaniılan ise, diktatörlüğü kurmak için devrim yaptığını. . .

14
Navaro-Yashin 190.
ıs
Orwell 266.
19. ORGANIZE DINLER

"Ben sizin yalanlannızla, hileleriniz/e baş edemedim. Bu bana


dert oldu. Ben de sizin önünüzde diz çökmedim. Bu da size dert
olsun. "
Seyit Rıza (idam edilmeden önce)
Dinler, iyinin, doğrunun ve gerçeğin ne olduğuna dair kimi öğreti­
ler içerir ve insanın nasıl iyi olabileceğine ve gerçeğe nasıl ulaşabi­
leceğine dair kimi yöntemler sunar. Dindışı bir perspektiften bakıl­
dığında felsefenin ilkel bir formuna karşılık gelen din öğretisi, ken­
di anlayışı içerisinde değerlendirildiğinde ise varlığı anlamlandır­
ma adına çeşitli çıkış noktaları sunan ya da kimi mutlak yargılarda
bulunan kuşatıcı bir inanç sistemi durumundadır. Bu kuşatıcılık
içerisinde dinin doğrudan varlığın kendisine odaklanıyor olması,
inançlı insanların endoktrirıe edilmeye yatkınlık dereceleri konu­
sunda son derece belirleyicidir. Zira vahiy ya da ilham gibi insa­
nüstü kaynaklardan beslendiğini düşünen ve bu çerçevede varlığa
dair belli algılar geliştirmiş olan bir kişi (sayısı az ya da çok olan)
kimi mutlak doğru ya da yaniışiara sahip olacak ve bu kişiye belli
şeyleri kabul ya da reddettirrnek zorlaşacaktır. Bir diğer açıdan,
aynı kişinin, dini bir ambalaj içinde sunulmalan durumunda kimi
normatif yargıları kabul etmesinin daha kolay olacağını söylemek
de mümkündür. Bu iki d urum, kitle yönetiminde dinin kullanılma­
sı konusunun iki farklı yönü (ve dolayısıyla ilgili analizin iki farklı
çıkış noktası) olarak görülebilir. Ancak dinin insan üzerindeki etki­
si ile ilgili olan bu iki noktanın sosyal alana yansımalarını doğru bir
şekilde okuyabilmek için, öncelikle insanın dini sürekli yeniden in­
şa ediyor olması d urum unu incelemek gerekli.
Insan ve Organize Din
İnsanlar, yapıları gereği, birbirlerinden farklı şekillerde düşünür ve
davranırlar. Dahası, aynı gerçeklikleri dahi çok farklı şekillerde an-
S E R DA R K A YA

lamlandırırlar. Bu nedenle, her dinin içerisinde zamanla farklı ko­


nularda farklı ekoller oluşur. . Bu ekollerden bazıları dinin teolojisi­
ne dair farklı okumalarda bulunduklarından dinin anlaşılına şekil­
lerini hem çeşitlendirir hem de değiştirir ler.
Kültürel, sosyal ve siyasi tecrübeler de dinin teolojisini ya da yo­
rumlanış şekillerini değiştiren diğer faktörler arasındadır. Bilinçli
ya da bilinçsiz olarak gerçekleşebilecek olan bu değiŞiklikler, farklı
tecrübelerin toplumsal hafızaya farklı şekillerde yansıması nede­
niyle gerek dinlerin gerekse dinler içerisindeki mezheplerin arala­
rındaki farklılıkları artırır.
Zaman içerisinde dinleri kısırlaşhran bir faktör ise, teolojilerinin
formalize edilmiş kimi pratik ve ritüellere indirgenmesidir. Şöyle
ki, her inanç (ve hatta her düşünce) sistemi, iyi, doğru ve gerçeğe
yönelik yolculuğun ancak kimi pratiklerle mümkün olabileceğini
söyler. Ancak insanlar düşünceden ziyade eyleme odaklanma eği­
liminde olduklarından, düşünce ile eylem arasındaki bağı (ve do­
layısıyla eylemin, düşüncenin bir fonksiyonu olduğunu) zaman
içerisinde unutınaya başlarlar. Bu noktadan itibaren, din, bir dizi
kural ve sınırlamalardan ibaret olan bir emir ve yasaklar bütünü
haline dönüşür.
Bütün bunlar, din olarak atıfta bulunulan teolojik inanç siste­
minden farklı olarak bir de "yaşayan din"in bulunduğu anlamına
gelir. Teolojiden ziyade din sosyolojisinin ilgi alanına giren yaşayan
din, dini öğretiler kadar toplumsal tecrübeler ile de şekillenir. Bu
durum Sosyal Kategorizasyon Teorisi ve Minimal Grup Paradig­
masının bu konuya yönelik imalan ile birlikte ele alınacak olursa,
dinin, gruplaşma, tektipleştirme ve ötekileştirme adına herhangi
bir siyasi ideolojiden çok farklı bir işieve sahip olmadığını düşün­
mek mümkün olur. Bu süreç, yaşayan dinin kurumsaliaşarak orga­
nize dini üretmesi sonucunu doğurur.
Bu noktada, bütün grup ilişkilerinde olduğu gibi mezhepler ya
da dinler arasındaki ilişkilerin niteliğinde de, tarafların taşıdıkları
zihniyetin belirleyici olduğunu belirtmek gerekli. Zira tarafların
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

1
taşıdıkları zihniyet daha az otoriter ve daha çok demokrat olduğu
ölçüde, kurulan ilişkiler de uzlaşma kaygısıyla şekillenecektir. Da­
hası, demokrat bir zihniyetin, diğer bütün gruplara olduğu gibi
inanç konusunda farklı yaklaşırnlara sahip olanlara karşı tavırla­
rında da belirleyici olan sadece uzlaşma değil, aynı zamanda anlama
çabası ve meraktır. Mutlak doğrunun insanların tekelinde olmadığı
düşüncesinden hareket ediyor olmanın bir sonucu olan bu durum,
başkalarını dinlemeye ve anlamaya değil başkalarına bir şeyler an­
latmaya odaklanmanın antitezi olarak görülebilir.
TOrkiye'de Organize Din ve Propaganda
Dinin hemen her medeni toplumda kurumsallaşmış olması, pro­
pagandanın da dikkate almak durumunda olduğu bir gerçekliktir.
Propaganda, herşeyden önce, organize dine karşı olduğu yönünde
bir imajın oluşmasına engel olmak durumundadır. Hatta birincil
amacı dini ortadan kaldırmak dahi olsa, bunu farklı bir söylemle
dile getirmeli ve insanları (sözgelimi) aslında özünde dine karşı ol­
madığına, hatta yapmakta olduğu şeylerin dindarların lehine ol­
duğuna inandırmaya çalışmalıdır. 2
Propagandanın dikkate alması gereken bir diğer şey de, organi­
ze dini karşısına almak bir yana, ilgili ilgisiz her konuda (açıktan ya
da gizlice) organize dini kendi amaçları doğrultusunda kullanma­
ya çalışmaktır. Mustafa Kemal'in (daha önce değinilen) saltanat ve
hilafet makamlarını düşman esaretinden kurtarma adına verilecek

Buradaki "demokrat" ifadesi bir siyasi rejime değil, zihniyete atıfta bulunuyor. Bu konuda
bkz.: Kaya, Serdar. 2009. Demokratlık-Uberalizm ilişkisi. http://www. derinsular.com/pdf
/demokrattik-liberalizm-iliskisi .pdf [Erişim tari hi: 5 Nisan 2010)
Gerçeklik ile söylem a rasında taban tabana zıtlık olabileceği anlamına gelen bu durum,
propaganda için istisnadan ziyade kural durumundadır. Zira olduğu şekliyle bili nmesi iste­
nen bir gerçekliği manipüle etme zahmeti ne girmeye zaten gerek yoktur. Böyle bir durum­
da, propagandadan ziyade tanıtıma ihtiyaç duyulabilir. Propaganda ise, bir gerçekliğin belli
bir yönünü sunarak insanları belli bir yönde düşünmeye sevk etmelidir. Örneğin, sel felake­
tinin yaşandığı bir şehirde uzun lastik çizmeleriyle sokaklarda krizi yöneten bir belediye baş­
ka nının fotoğrafını birlik propagandasi yaparak sunmak, başkanı fedakar çalışmaları nede­
niyle yüceltmek ve halkı başkana destek ol maya çağırarak zor günlere özgü bir birlik ve be­
raberlik mesajı sunmak mümkündür. Ancak aynı durumda, ajitasyon propadandası yapmak
suretiyle, felaketi öngöremeyen ve gerekli önlemleri almadığı için bu duruma düşmüş bulu­
nan başkanı günah keçisi ilan etmek de aynı derecede mümkündür.

217
S E R DA R K A YA

bir Kurtuluş Savaşı düşüncesini kullanarak halkı mobilize etmiş,


savaşın ardından ise her iki kurumu da ortadan kaldırmış olması,
bu çerçevede yeniden hatırlanabilir. Ancak böyle bir hareket tarzı
dahi, en önemli ayırt edici özelliklerinden biri otoriter laiklik uygu­
lamaları olan Tek Parti Dönemi'nde organize din ile propaganda
arasında herhangi iç içe geçmişlik olmadığı anlamına gelmez. Söz
konusu dönemde minarelere, "Yerli Malı Al", "Vatandaş Hesabını
Bil", "Varol İnönü" ya da "Atatürk" gibi mahyaların asılmış olması,
bu d urumun en görünür örnekleri arasındadır.
Halifeliğin kaldınldığı 3 Mart 1924 tarihinde kurulan Diyanet
İşleri Reisliği'nin ilk başkanı olan ve bu görevi 5 Mart 1941 tarihin­
deki ölümüne dek sürdüren Rıfat Börekçi'nin Türkçe ezandan
Arapça Kuran satışlarının yasaklanmasına3 şapka devriminden hi­
lafetin kaldırılmasına kadar din eksenli her konuda Mustafa Ke­
mal'in girişimlerini destekleyen ve gerekçelendiren açıklamalar
yapmış olması da aynı çerçevede düşünülebilir. Hatta Rıfat Börek­
çi'nin şapka devriminden şikayet etmek üzere kendisine gelen din
adamlarına, "Efendiler, onun her yaptığı doğrudur. Eğer dininizi
değiştirin derse, tereddüt etmeyin, onda da bir hikmet vardır"4
dahi diyebilmiş olması, Tanrı'ya teslim olmuş bir din adamı olmak­
tan ziyade propaganda makinesine hizmet eden bir apparatchik iş­
levi gördüğü izlenimini uyandırmaktadır.5
201 0 yılı itibariyle, çoğunluğu personel maaşlarına harcanan 1,3
milyar doların üzerinde bir bütçeyle devasa bir "organizasyon" ha­
line gelmiş olan Diyanet İşleri Başkanlığı, organize dini kontrol et­
mek isteyen devlet ile o devletten beslenen geniş bir kitle arasında

Aktaş, Cihan. 1991. Tanzimat'tan 12 Mart'a Kıltk-Kıya/et ve Iktidar. Istanbul: Kapı Yayınları.
228.
4
Ünder, Hasan. 2001. "Atatürk i mgesinin Siyasal Yaşamdaki Rolü:' Modem Türkiye'de Siyasi
Düşünce. Cilt 2: Kemalizm içi nde, (ed.) Ahmet lnsel. Istanbul: Iletişim Yayınları. 155.
Bizzat Diyanet Işleri Başkanı Ali BardakoAiu'nun dahi, "Bazıları elbette zaman zaman Diya net
Işleri BaşkanilAını devletin deAişik meka nizmalarının dini kontrol altı nda tutmanın bir aracı
olarak görmüş, kullanmış ola bilir" açıklamasını yapmış olması, hem siyasi iktidarca kullanıl­
manın Rıfat Börekçi ile sınırlı olmadıAı hem de 2010 yılı itibariyle konunun artık fazlasıyla
aşikar hale geldiAl şeklinde yorumlanabilir. Özkan, Fadime. 2010. "Diyanet'in daha sivil ve
baAımsız olması gerek:' Star, 5 Nisan.

218
E N D O KTR I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E TO P L U M M O H E N D I S L I C I

kurulması kaçınılmaz olan simbiyotik ilişkiye d e zemin sunuyor.


Kürşat Bumin bu ilişkiyi şu cümlelerle ifade ediyor:
Dilerim ki laiklik tam anlamıyla anlaşılsın ve gerekli düzen­
lemeler yapılsın. Çünkü ortaya çok gülünç sahneler de çıkmakta.
Televizyondaki naklen mevlit yayınlarında mevlit okuyanın ya
da Kuran okuyanın başında sarık, boynunda da kravat var. Ola­
cak şey değil . O kravat devletin hocanın boynuna attığı bir dü­
ğümdür. Fakat garip bir şekilde boynuna düğüm ablan da dü­
ğümü çözmeye yanaşmıyor, çünkü o düğüm aynı zamanda ma­
aşlar, çeşitli gelirler de demek. Ama düğüm devletin elinde, iste­
6
diği zaman sıkar, istediği zaman açar.

TOrk Propagandasının Kurgulan ve TOrk Ortodoks Patrilchanesi


Türk siyasi rejiminin kendi belirlediği bir makbul vatandaş kalıbını
temel alarak toplumu sosyalize etmeye çalışması, çeşitli dini kim­
likler üzerinde belirgin yansırnalara sahip. Ancak din nispeten da­
ha pop bir pratik olduğundan, propagandanın bu konuda (tanımı
gereği) esnek söylemler kullanması, gerçekleri çarpıtması ve hatta
kurgusallığı bir bütün olarak bizzat kendi başına inşa etmeye ça­
lışması, rejimin halkın nezdinde daha da çok kredi kaybetmesine
neden oluyor. Neticede de, kendi ortaya atbğı kavramları esnek bir
şekilde kullanan ve gerçeklikle sorunlu bir ilişkiye sahip olan bir
rejim imajı giderek daha da güçleniyor.
Örneğin, Türk rejimi, Alevilerin karşısına sünni, sünn ilerin kar­
şısına laik, gayrimüslimlerin karşısına ise müslüman bir yüzle çıkı­
yor. Söz konusu olan Türk kimliği olduğunda ise, rejim, kimi za­
man anakronik bir zorlamayla Osmanlı'yı da kapsayan müslüman
bir Türk tarihininden söz ediyor. Aynı rejim, kimi zaman da, Orta
Asya'dan (Osmanlı'yı paranteze alarak) Curnhuriyet'e uzanan ve
yine kaçınılmaz bir şekilde anakronik olan bir ulus bilincini vurgu­
luyor. Orta Asya'ya uzanan ama Osmanlı'yı paranteze alan bu
ulusçuluk kimi zaman (her nasılsa) ırk değil vatandaşlık temelinde
tanım lanırken, kimi diğer zamanlarda da kafatasçılığa kadar varan
ırkçı ve ayrıma söylemlerde ifade buluyor.

6
Bumin, Kürşat. 1998. 0/cu/umuz, Resmi Ideolojimiz ve Politikaya Öligü. istanbul: Patika . 88.

219
S E R DA R KAYA

Her haliyle 1 984'ün ortaya attığı ikili anlahma (doublespeak) ve


hatta onun daha gelişmiş bir formuna karşılık gelen bu söylemin
bir diğer örneği ise, bir yandan son derece otoriter bir laikliğin terni­
nah olduğunu söyleyen ordunun, diğer yandan da kendisini "Pey­
gamber Ocağı" olarak sunması. Şehitlik kavramını sahiplenen ve
zaman zaman da askerlere "Allah Allah" diye taarruz ettirdiğini
belirtme ihtiyacı hisseden bu söylem, halkın dini iıi.ançlarına dair
kimi kavramları kullanmak suretiyle güven telkin etmeye çalışma­
nın tipik bir örneğidir. Bu şekilde, başka şartlar altında kabul gör­
mesi mümkün olmayacak olan kimi uygulamalara dini bir amba­
lajla meşruiyet kazandırahilrnek de mümkün olur. Örneğin, dev­
letin kah asimilasyonist politikaları ve işlediği insanlık suçlan so­
nucunda ortaya çıkan ve hiçbir dini anlam ifade etmeyen bir iç sa­
7
vaşta çocuklarını kaybeden alh bin civarındaki acılı aileye oğulla­
rının "şehit olduğunu" söylemek anlaşılır nedenlere dayanır.
Gerçekleri belli kurgular üzerinden anlamlandırmaya karşılık
gelen bu tavrın bir adım daha ötesinde ise, sıfırdan bir kurgu inşa
edip onun üzerinden insanları kontrol etmeye çalışmak vardır. Bu
durumun en ilginç örneklerinden biri, 15 Eylül 1922 yılında Musta­
fa Kemal tarafından kurdurulan "Müstakil Türk Ortodoks Patrik­
hanesi" dir. Fener Patrikhanesi'nin otoritesini sarsına hedefiyle
Kayseri'de kurulan devletin alternatif patrikhanesi, 1924 yılında
Karaköy'deki Meryem Ana Türk Ortodoks Kilisesi'ne taşındı. Pat­
rikhane'nin başına Kapadokya'daki Rumlardan Pavlos Karahisa­
rithis geçirilmiş ve kendisine Papa Efthimiou (Papa Eftim) adı ve­
rilmişti. Mustafa Kemal'in mübadeleden muaf tuttuğu Papa Eftim
-muhtemelen "Türk" Ortodoks Patrikhanesi ile daha uyumlu ola­
cağını düşündüğü için - resmi adını da Zeki Erenerol olarak değiş­
tirdi. Ancak Rumlar, devlet kontrolündeki bu patrike ve patrikha-

Güneydoğu'da ölen ve farklı kaynakların sayılarını 35 ila 40 bin civarlarında olduğu söytedi�i
insanlar, sadece askerleri değil Türk vatandaşı olmaları nedeniyle PKK mensuplarını da kap­
samaktadır. Bu konuda bkz.: Genelkurmay Başkanı Orgeneral llker Başbu�'un 14 Nisan 2009
tarihinde Harp Akademileri Komutanlı�ında Yaptı�ı Yıllık Değerlendirme Konuşması. 2009.
14 Nisan. http://www.tsk.tr/ 10_ARSIV/ 10_1_Basin_Yayin_ Faaliyetleri/10_1_7_ Konus
rnalar/2009/org_ilker bas bug__h ar pak_konusrna_ 14042009.html [Erişim Tarihi: S Nisan
2010)

220
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

neye itibar etmediler. Dolayısıyla d a patrikhane neticede cemaatsiz


kaldı. 1930'larda Romanya'dan Türkiye'ye getirilen 70 kadar Hıris­
tiyan Gagavuz Türkü patrikhaneye entegre edilmeye çalışıldıysa
da, bu Türkler de zaman içerisinde Müslümanlaşhklanndan plan
yine yürümerli ve Kemalist operasyon başarısızlığa uğradı.
1962 yılında Papa Eftim ölünce, yerine Il. Eftim adıyla oğlu Tur­
gut geçirildi. 1991'de Il. Eftim'in ölmesinin ardından da, yerine III .
Eftim adıyla kardeşi Selçuk geçirildi. III . Eftim'in 2002 yılında öl­
mesinin ardından ise, yerine halen ıv. Eftim adıyla görev yapan oğ­
lu Paşa Erenerol geçti. Ne teoloji eğitimleri ne de hıristiyan dünya
ile herhangi bir bağları olan bu ailenin yönetimindeki cemaatsiz
Türk Ortodoks Patrikhanesi, kuruluşundan bu yana Fener Rum
Patrikhanesi'ni doğrudan hedef alan aşırı milliyetçi bir söyleme sa­
hip oldu. Hatta Patrikhane'nin basın ve halkla ilişkiler sözcüsü olan
(IV. Eftim'in kızkardeşi) Sevgi EreneroL Alparslan Türkeş'in zama­
nında MHP'den milletvekili adayı da olmuştu.
Patrikhane'nin Türkiye'nin gündemine gelmesi ise, Ergenekon
soruşturması kapsamında Sevgi Erenerol'un tutuklanmasından
sonra oldu. Zira aynı soruşturma kapsamında, Karaköy'deki kili­
senin Ergenekon'un karargahı olarak kullanıldığı iddia edilmiş, İs­
tanbul'un ortasında cemaatsiz ve bağımsız bir kilisenin var oldu­
ğunun gündeme gelmesi patrikhanenin tarihçesini bilmeyen pek
çok insanın durum a anlam verememesine neden olmuştu.8
Genel Bir �erlendinne
Türkiye'de sıklıkla kullanılan dinin siyasete alet edilmesi ifadesi, kimi
İ slamcı/şeriatçı grupların iktidarı ele geçirerek İran'dakine benzer
bir rejim kurma çabalarıyla ilişkilendirilir. Bu yanlış bir tanım la­
madır. Zira böyle bir çaba, dini propaganda aracı olarak kullanarak
(aksi takdirde kabul görmeyecek) bir kısım politikalara meşruiyet
kazandırmaktan ziyade, dini bir yönetimin gerekliliğine zaten ina­
nan insanların bu yöndeki düşüncelerini hayata geçirme çabalarına

8
Tıirk Ortodoks Patri khanesi konusunda bkz.: (1) Donef, Racho. 2003. "The Political Role of
the Turkish Orthodox Patriarchate (so-called).n http:// www.atour.com/-aahgn/news/
20040123b.html [Erişim Tarihi: S Nisan 2010]. (2) DoAan, Yonca Poyraz. 2008. "Ergenekon
gang·linked bogus Turkish Patriarchate in spot light.n Today's Zaman, 31 Ocak.

221
S E R D A R KAYA

karşılık gelir. Dolayısıyla da, bu tür siyasi tavırlar, endoktrimısyon,


kitle yönetimi ya da spesifik olarak dinin siyasete alet edilmes inden zi­
yade, laiklik başlığı altında incelenmeye müsaittir.
Örneğin, kapatılan Refah Partisi'nin genel başkanı Necmettin
Erbakan'ın 13 Ocak 1991 günü Sivas'ın bir ilçesinde yaptığı iddia
edilen (ve neticede partinin kapablma nedenlerinden biri olan) ko­
nuşma, bu türden bir çabaya iyi bir örnek olabilir:
. . . sen Refah Partisi'ne hizmet etmezsen hiçbir ibadetin kabul ol­

maz. Çünkü başka türlü müslümanlık olmaz. Başka türlü kurtu­


luş yok. .. Refah bu ordudur. Bütün gücünle bu ordunun büyü­
mesi için çalışacaksın. Çalışmaz isen patates dinindensin. .. Bu
parti İslami cihad ordusudur. Kendi kendine CİHAD ediyorum
diye faaliyette bulunamazsın. Karargaha bağlı olmak zorundasın,
her faaliyette karargaha bağlı olmak zorundayız. Karargaha da­
nışılmadan yapılan faaliyetler tefrikadır. Çalışacaksan, burada ça­
lışacaksın. Müslüman mısın? Bu orduda asker olmaya mecbur­
sun... Cihada para vermeden müslüman olunmaz . Kişinin müslü­

manlığı, cihada verdiği para ile ölçülür. Bir müslüman, zekabm


götürüp fakire veremez. Zekabm beytülmale, cihad ordusunun
karargahına, ilçe teşkilabnın başkanlığına verecektir. Biz müslü­
manız. Biz Kur' anı hakim kılmak isteyene gideceğiz. Hepimiz Re­

fahçı olmaya mecburuz, çünkü cihad ediyoruz ... Şuurla Refaha


çalışan cennete gidiyor. Neden? Çünkü Refah demek Kur'an ni­
zarnını hakim kılmak için çalışmak demektir. 9
Müslümanlığın nasıl olması gerektiğini tek taraflı olarak tanımla­
yan, kendi parti örgütlenmesini (ve dolayısıyla da kendisini) Tür­
kiye'deki (ve belki de dünyadaki) İslami hareketlerin merkezine
koyan, bu çerçevede bireysel çalışmaları da eleştirerek herşeyin
kollektif yapı bünyesinde gerçekleşmesi gerektiğini iddia eden, pa­
rasal destek çağrısında bulunan ve neticede "Kur'an nizarnını ha­
kim kılma" hedefinde olduğunu ilan eden bu konuşmada, dini si­
yasete alet etmekten ziyade, siyaseti din esaslı kılma kaygısı hakimdir.
Dolayısıyla da, asıl niyet olan laiklik karşıtlığı gizlenmemekte ve
insanlar parti örgütüne katılıp bu doğrultudaki çalışmalara destek

"1997'deki Refah Partisi ka patma davası iddianamesi." 2008. 14 Mart. http:// www. hurri­
yet.com.tr/dunya,.1!46064 5 .asp [Erişim Tarihi: S Nisan 2010)

222
E N D O KT R I N A S Y O N VE T O R KI Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

olmaya davet edilmektedir. Böyle bir tavrın, sistem karşıtı (sözge­


limi) komünist partilerden birinin liderinin, potansiyel yoldaşları
olarak gördüğü işçilere devrim için kendi liderliği etrafında top­
larunaları için yaphğı çağrılardan (doğaüstüne atıflar haricinde)
herhangi bir farkı yoktur. Bu nedenle de, bu konuşma ve benzerle­
rinin rejim karşıtlığı gibi daha makul bir bağlam içerisinde değer­
lendirilmesi gerekir.
Siyasi olmayan dini gruplar ise, büyük ölçüde aynı doğrultuda
değerlendirilmeye müsait olsalar da, daha kapalı ve dolayısıyla da
kültleşmeye daha müsait bir yapıya sahiptirler. Bu nedenle de, en­
doktrinasyon ve tektipleştirrne bağlamında değerlendirilmeleri da­
ha mümkündür. Ancak kültleşmiş yapılar, siyasi olmak zorunda
değildirler. Dolayısıyla da, dini (ya da başka bir şeyi) siyasete alet
etmeleri baştan söz konusu olmayabilir. Siyasi kimi talepleri olan
kültlerin ve kült mensuplarının durumunun ise, (şayet bu talepler
anayasaya aykırı ise) yine rejim karşıtlığı başlığı alhnda incelenme­
si gerekir. Ancak ne var ki, demokratik ülkelerde (şiddete başvu­
rulmadığı ya da şiddet çağrısında bulunulmadığı müddetçe) rejim
karşıtlığı suç değildir. Dahası, yetişkin insanların bunu kendi rıza­
larıyla gerçekleştiriyor olduktan sonra istedikleri (dini olan ya da
olmayan) kültlere kahlmaya ve çocuklarını da kendi değerleri doğ­
rultusunda yetiştirmeye haklan vardır.
Özetle, siyasi olan ya da olmayan dini grupları eleştirrnek
mümkündür. Hatta demokratik bir toplumda bu son derece do­
ğaldır. Ancak Türkiye'de sıklıkla yapıldığı gibi, dinin işin içine gir­
diği her konunun dini siyasete alet etmek ya da dini çıkar aracı haline
getirmek bağlamında algılanması, ya konuya olan yabancılığın ya
da çok ileri seviyede bir ön yargının ileri seviyede yaygın olması ge­
rektiğini akla getiriyor. ı o Yeşilçam filmlerindeki hemen her sakal­
lı/hacı karakterin düzenbaz ve samirniyetsiz olması ile de aynı doğ­
rultuda olan bu algı, öyle görünüyor ki, bir insanın gerçekten öyle

lO
Tlirkiye gibi kadınların yarısını n başörtülü olduğu bir ülkede kimi genç kızların köylü kodm/ar
gibi örtünmedik/eri ya da siyasi nedenlerle başlannı örttükleri gibi gerekçelerle üniversitele­
re alınmadıjtı ya da kimi lise öArencilerinin öAie tatilinde namaz kılmalannın "flaş haber"
olarak sunuldujtu hatırianaca k ol ursa, hem konuya yabancılıjtın hem de önyargının aynı an­
da güçl ü bir şekilde varoldujtu da söylenebilir.

223
S E R DA R K A Y A

doğru gördüğü için dindar, İslamcı ya da şeriatçı olabileceği ihtima­


lini hesaba katmayı düşünmüyor.
SONUÇ

Türkiye'de çeşitli dönemlerde yükselişe geçen özgürlük talepleri,


28 Şubat süreci (1997) ile birlikte yeni bir ivme kazandı. Ülkenin
tartışılmazlarının bir kez daha tartışmaya açıldığı bu dönem, Tür­
kiye'nin gizlenen yakın tarihi ile ilgili kimi konuları da yeniden
gündeme getirdi.
Yakın tarihin yeniden gündeme gelmesi nedensiz değildi. Her­
şeyden önce, Türkiye'nin yakın tarihinde hep tek bir ideoloji ve bu
ideoloji etrafında sosyalleştirilen tek bir kesim belirleyici olmuştu.
Söz konusu kesim, resmi kılmak suretiyle herkese benimsetmeye
(ve benimsetmeyi başaramadığı noktada dayatmaya) çalıştığı bu
ideolojinin gerekleri doğrultusunda onyıllar boyunca çeşitli insan­
lık suçları işlemiş, bu suçlar da, gayrimüslimlerden Kürtlere, Alevi­
lerden Sünnilere dek uzanan farklı kesimlerin hafızalarında yer
edinerek bu kesimlerin kimliklerini yerıiden inşa etmişti.
Bu d urum, neredeyse bir asra yakın bir süre boyunca Türkiye
Cumhuriyeti'nin toplum olma sürecinde doğrudan belirleyici oldu
- ve bu sürecin bir noktasında, Türkiye'de aslında bir toplum ol­
madığı ortaya çıktı. Zira düşünce ve ifade özgürlüklerine getirilen
kısıtlamalar doğrultusunda kamusal alanda sadece Kemalizm ile
uyumlu olan düşüncelere hayat hakkı tanınmış olduğundan, farklı
kesimlerin hafızalarında (ve Türkiye dışındaki matbuatta) önemli
S E R DA R KAYA

derecede yer bulan acı tecrübelerin neredeyse tamamı Türkiye sı­


nırları içinde görünmez kılınınışh. Türk yakın tarihinin, bir süper
kahraman etrafında şekillenen bir çizgi romana dönüştürülmesi
anlamına gelen bu uygulama, (gerçeği hiç rluymadığı ve bilmediği
için) hakim kurguyu gerçek belleyenler ile dedelerinden, babaan­
nelerinden dinledikleri yaşanmış hikayelerle büyüyenler arasında
aşılması zor bir uçurum açtı. Dahası, farklı hafızalara sahip olan ve
farklı nedenlerle ötekileştirilen farklı kitleler arasındaki ilişkiler de
sınırlı olduğundan, Türk "toplum"u, biri popüler geri kalanı ise
yeraltına itilmiş olan çok sayıda fraksiyondan ibaret bir yığın hali­
ne geldi. Bu nedenle de, yeraltı kimliklerinin hem birbirleriyle, hem
de popüler/hakim kimlikle iletişim kurabilmeleri mümkün olmadı.
Zira yeraltı kimlikleri birbirlerini, popüler kimlik ise hiç kimseyi
ı
çok fazla tanımıyordu.
Ancak 28 Şubat süreci bu durumu değiştirdi. Zira çok ciddi bir
toplum mühendisliği hatası olan 28 Şubat, asıl maksadının aksi yö­
nünde bir tesir icra etti ve yeraltı kimliklerinin seslerini çıkarmala­
rının miladı oldu. Yeraltı kimlikleri, böylelikle, hakim ideolojinin
temsilcilerinden geçmişin ve bugünün hesabını eskiden olduğun­
dan çok daha güçlü argümanlarla sormaya başladılar. Dahası, bu
süreçte birbirlerinin seslerini de duymaya başladıklarından, tanışh­
lar, birbirlerinin hikayelerini öğrenmeye başladılar ve hatta birbir­
lerini sevebilmeyi bile önemli ölçüde başardılar. Gerçek ve sağlıklı
bir toplumun oluşma sürecine uygun olan da zaten böylesi oldu­
ğundan, bu gelişmeler Türkiye'deki çok geniş kitleleri rahatlatma­
ya ve bir o kadar da heyecanlandırmaya başladı.
Fakat ne var ki, geçmiş konusunda fiktif bir tasavvura sahip
olan yaygın Kemalist anlayışın, kendisine sunulan argümanları kar­
şılayabilmek bir yana, bütün bu olan biteni anlamdırabilmesi dahi
mümkün olmadı? Bu nedenle de, önüne konan dosyaları açmak ve

Türkiye'de her ki mliğin sadece (ya da en azından öncelikli olarok) kendisi ile ilgili özgürlükler
talep etmekte olması nın nedenlerinden biri de budur.
Ta bii bu durum CHP yöneti mden ziyade, laik taban için geçerli. Yoksa CHP'li yöneticilerin
za ma n za ma n (muhtemelen aıtızlarından kaçırarak) ifade ettikleri kimi gerçekler, hem yakın
tarihteki insanlık suçlarında n haberdar oldukları nı, hem de öncüllerinin gerçekleştirdikleri
bu gibi acımasızca uygulamalardan herhangi bir pişmanlık duymadıklarını ortaya koyuyor.

226
E N D O KT R I N A S YO N VE T O R K I Y E ' D E T O P L U M M O H E N D I S L I C I

sorunun detaylannı makul bir tavırla incelemek yerine, tepki gös­


terme ve herşeyi inkar etme yoluna gitti. Doğrusu, rejimin önüne
farklı kesimlerce konulan farklı dosyaların içindekiler, öyle pek ye­
nir yutulur cinsten şeyler değildi. Yani bilinmeyen bir gerçeklikle
karşı karşıya gelmek kadar, o gerçekliğin kolay kolay hazınedile­
meyecek pek çok detay içermesi de konunun önemli bir boyutuy­
du. Bu nedenle de, Kemalist anlayış, muhaliflerine otoriteryen sal­
dırganlıkla karşılık verme (authoritarian aggression) eğiliminde oldu.
"Alışılmış, uzlaşımsal değerleri dinlemeyeniere karşı aşın tepki
gösterme, suçlama reddetme ve cezalandırma istekliliği, merakı" 3
olarak tanımlanan otoriteryen saldırganlık, aynı doğrultudaki bir
zihniyetin yansımasıdır. Ancak bu zihniyet, "ülkenin sahibi olma"
düşüncesinden ötürü Kemalistlerde daha belirgin olsa da, Türki­
ye'de hemen her kesimde (farklı seviyelerde ve şekillerde de olsa)
yaygındır. Bir asırdır İttihatçılarla etkileşim halinde olmanın ve on­
ların belirledikleri eğitim felsefeleri doğrultusunda sosyalize edil­
menin de bir sonucu olan bu türden tavırların ortadan kalkabilme­
si, Türkiye'deki son gelişmelerin uzlaşıyı merkeze alan yeni bir an­
layışı doğurması ve hakim durum a getirmesi ile mümkün olabilir.
Fakat uzlaşı, ancak empati kurma çabası ile teknik bir gereklilik ol­
manın ötesine geçerek tam anlamıyla işlevsel olabilen bir d urum ­
dur. Bu nedenle, Türkiye'de halkın farklı kesimlerinin onyıllardır
kendi içlerinde yaşadıklan tecrübeleri sadece özgürce ifade ede­
bilmeleri değil, bu ifadelerin başkalarınca dikkate ve ciddiye alın­
dığını da görmeleri gerekli. Türkiye'de halkın nihayet bir toplum
olabilmesini de mümkün kılabilecek olan böyle bir gelişmenin ya­
şanabilmesi için, herkesin başkalarının acı tecrübelerini de kendisi­
ninkiler kadar önemsernesi ve bunu pragmatik kaygılardan uzak
bir içtenlikle yapması gerekli.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen'i n, 2009 yılının Kasım ayında Dersi m Katliamı ile
ilgili söylemiş oldul!u sözler bu çerçevede dellerlendirilebilir: "Kurtuluş Savaşı'nda, Şeyh Sait
isyanında, Dersi m isyanında, Kıbrıs'ta analar allla madı mı? Kimse 'a nalar al!lamasın, müca­
deleyi durduralı m' dedi mi?" Ha berin tamamı için bkz.: Radikal. 2009. "CHP'Ii Öymen katli­
arnı model olarak sundu." 12 Kasım.
Batmaz, Veysel (ed .). 2006. Otoriteryen Kişilik ve Uymo. istanbul: Salyangoz. 51.

227
S E R D A R K A YA

Böyle bir zihniyet değişimi, banş için dahi olsa uzlaşıyı bir araç
olarak görmemeye ve her koşulda, öteki durumunda olanlara yöne­
lik bir merak, hassasiyet ve "hayatı paylaşma isteği" duymaya kar­
şılık geliyor - ki sosyal psikoloji deneylerinin insan tabiab hakkın­
da ortaya çıkardığı gerçekiere bakılırsa, ortada böyle bir arayışın
olmaması d urumunda kötülüğün sıradanlaşması hiç de zor değil.
Bir başka deyişle, kötülüğün sıradanlaşmasını engellemek kendili­
ğinden gerçekleşebilen bir şey değil ve dağdaki çobandan mağara­
daki PKK'lıya, Nişantaşı'ndaki laik teyzeden Çarşamba'daki sakallı
amcaya kadar herkesi önce merak etmek sorıra da sevmeye başla­
mak gibi ciddi bir zihinsel çaba gerektiriyor.
Ama tabü önce isternek gerek. ..

Kitabın ötesi içi n :


http : //www. serdarkaya . com/endoktrinasyon
BIBLIYOGRAFI

Kitaplar
Aktaş, Cihan. 199 1 . Tanzimat'tan 12 Mart'a Kılık-Kıyafet ve İktidar. İstanbul: Kapı
Yayınları.
Akyol, Mustafa. 2006. Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek: Yanlış Giden Neydi,
Bundan Sonra Nereye ? İstanbul: Dotan Kitap.
Akyol, Taha. 2008. Ama Hangi Atatürk. İstanbul: Dotan Kitap.
Alhnay, Ayşe Gül. 2003. "Militarizm ve İnsan Hakları Ekseninde Milli Güvenlik
Dersi." Ders Kitaplarında İnsan Hakları: Tarama Son uçları içinde, (ed.) Betül
Çotuksöken, Ayşe Erzan, ve Orhan Silier. İstanbul: Taı;ih Vakfı. ss. 1 38-159.
Anderson, Benedict. 1 983. lmagined Communities: Reflections on the Origins and
Spread of Nationalism. Londra ve New York: Verso.
Arendt, Hannah. 1 963. A Report on the Banality of Evi/: Eichmann in ]erusalem. New
York: Penguin. [Eichmann Kudüste. Metis:2010]
Arsa!, Orhan. 1 938. Devletin Tarihi. Ankara: Cumhuriyet Halk Partisi Yayını.
Asch, Solomon E. 1 963. "Effects of Group Pressure upon the Modification and
Distortion of Judgments" Organizational Influence Processes içinde, ed.
Lyman W. Porter, H arold L. Angle and Robert W. Alien. Armonk, New
York: M. E . Sharpe. ss. 295-303.
Atatürk 'ün Söylev ve Demeç/eri I. 1981 . Ankara: Türk İnkılap Enstitüsü Yayınları.
Ateş, Toktamış. 200 1 . "Kemalizm ve Özgünlüğü." Modern Türkiye'de Siyasi
Düşünce. Cilt 2: Kemalizm içinde, (ed.) Ahmet İnsel. İstanbul: İletişim
Yayınları. ss. 31 7-322.
Axelrod, Robert. 1 984. The Evolution of Coop eration. New York: Basic Books.
Aydemir, Şevket Süreyya. 1 959. Suyu Arayan Adam. İstanbul: Remzi Kitabevi.
Batmaz, Veysel (ed.). 2006. Otoriteryen Kişilik ve Uyma. İstanbul: Salyangoz.
Bozkurt, Mahmut Esat. 1940. Atatürk ih tilali. İstanbul: Kaynak Yayınları.
Bumin, Kürşat. 1998. Okulumuz, Resmi İdeolojimiz ve Politikaya Övgü. İstanbul:
Patika.
Cesarani, David. 2004. Eichmann: His Life a nd Crimes. Londra: W. Heinemann.
Çotuksöken, Betül; Ayşe Erzan; Orhan Silier. 2003. Ders Kitaplarında İnsan Hakları:
Tarama Sonuçları. İstanbul: Tarih Vakfı.
Davison, Roderic H. 1 990. Essays in Ottoman and Turkish History, 1 774-1 923: The
lmpact of the West. Austin, Texas: University of Texas Press.
Davison, Roderic H. 1 997. Osmanlı İmparatorluğu'nda Reform . İstanbul: Agora
Kitaplığı.
Doğan, Nuri. 1994. Ders Kitapları ve Sosyalleşme (1876-19 18). İstanbul: Bağlam
Yayıncılık.
Hein, Laura. Selden, M ark. 2000. Censoring History: Citizenship and Memory in
]apan, Germany, and the United States. Armonk, New York: East Gate Books.
Hitler, A dolf. 1 939. Mein Kampf Londra: Hurst and Blackett.
Hugo, Victor. 1 869. The Man Who Laughs. New York: University Press Company
Publishers.
Hunter, Edward. 1 951 . Brain-washing in Red China: The Calculated Destruction of
Men 's Minds. Toronto: Copp Clark.
Huntington, Samue l. 1 996. The Clash of Civilizations and the Remaking of World
Order. New York: Simon & Schuster.
Jacobson, Steven. 1 985. Mind Control in the United States. Santa Rosa, Califomia:
Critique Publishing.
Kadro 1 932, Cilt: 1 (Tıpkıbasım). 1978. Ankara: Ankara İktisadi ve Ticari İlimler
Akademisi.
Kaplan, İsmail. 1999. Türkiye'de Milli Eğitim İdeolojisi ve Siyasal Toplumsaliaşma
Üzerindeki Etkisi. İstanbul: İletişim Yayınları.
Kaplan, Sam. 2006. The Pedagogical State: Education and the Politics of National
Culture in Post-1 980 Turkey. Stanford, Califomia: Stanford University Press.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri. 1 932. Yaban . İstanbul: İletişim Yayınları.
Kılıçbay, Mehmet A li . 1 994. Cumhuriyet ya da Birey Olmak. Ankara: İmge Kitabevi
Yay ınları.
Kılıçbay, Mehmet A li. 2006. Şu Benim Ülkem. İstanbul: Merkez Kitaplar.
Lewis, Bemard. 196 1 . The Emergence ofModern Turkey. New York: Oxford
University Press.
Loewen, James W. 1 995. Lies My Teacher Told Me: Everything Your American history
Textbook Got Wrong. New York: Simon & Schuster.
Marshall, S.L.A. 1 947. Men Against Fire: The Problem of Battle Command in Future
War. New York: William Morrow.

230
Mater, Nadire. ı 998. Mehmedin Kitabı: Güneydoğu 'da Savaşmış Askerler Anlatıyor.
İstanbul: Metis.
Milgram, Stanley. ı 974. Obedience to Authority: An Erperimental View. New York:
Harper's & Row.
Navaro-Yashin, Yael. 2002. Faces of the State: Secularism and Public Life in Turkey.
Princeton ve Oxford: Princeton University Press.
Nişanyan, Sevan. 2008. Yanlış Cumh uriyet: Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru.
İstanbul: Kırmızı Yayınları.
Okumuş, Ejder; Ahmet Cihan; Mustafa Ava. 2006. Osmanlı Devleti'nde Eğitim
Hukuk ve Modernleşme. İstanbul: Özgü Yayınları.
Olson, Mancur. ı 984. The Rise and Dec/ine of Nations: Economic Growth, Stagflation,
and Social Rigidities. New Haven ve Londra: Yale University Press.
OrweiL George. ı 949. Nineteen Eighty-Four. New York: H arcourt Brace Jovanovich.
Oy, Aydın. ı 989. Şiir Dünyamızda Atatürk. Ankara: Türk D il Kurumu Yayınları.
Özyürek, Esra. 2006. Nostalgia for the Modern: S ta te Secularism and Everyday Politics
in Turkey. Durham and London: Duke University Press.
Par la, Ta ha. ı 992. Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kııynakları, Cilt 3: Kemalist Tek­
Parti İdeolojisi ve CHP'nin Altı Ok' u. İstanbul: İletişim Yayınları.
Rand, Ayn. ı 971 . The New Left: The A nti-lndustrial Revolution. New York: Plume.
Sami, Ebüssüreyya. 2006. Osmanlı 'nın Sherlock Holmes 'ü Amanvermez Avni 'nin
Serüven/eri, 1. Cilt. İstanbul: Turkuvaz Kitap.
Şeref Kitabı: Cümhuriyetin XV. Yıl Dönümünde Türk Gençliğinin Duygu ve Düşüncesi.
ı938. Ankara: Cumhuriyet Halk Partisi.
Toch, H ans. ı 965. The Social Psychology of Social Movements. Indiana polis, lndiana:
Bobbs-Merrill.
Ünder, Hasan. 200 1 . "Atatürk imgesinin Siyasal Yaşamdaki Rolü." Modern
Türkiye'de Siyasi Düş ünce. Cilt 2: Kemalizm içinde, (ed.) Ahmet İnsel.
İstanbul: İletişim Yayınları. ss. ı 38-ı 55.
ÜsteL Füsun. 2004. "Makbul Vatandaş "ın Peşinde: ll. Meşrutiyet'ten Bugüne
Vatandaşlık Eğitimi. İstanbul: İletişim Yayınlan
Waltz, Kenneth. ı 959. Man, the State, and War: A Theoretical Analysis. New York:
Columbia University Press.
Walzer, Michael . ı 977. fust and Unjust Wars: A Moral A rgument with Historical
ntustrations. New York: Basic Books.
Watson, Peter. ı 978. War on the Mi nd: The Military Uses and Abuses of Psychology.
Londra: Hutchinson of London.
Winn, Denise. ı 983. The Manipulated Mi nd: Brainwashing, Conditioning and
lndoctrination. Cambridge, Massachusetts: Malor Books.
Yıldız, Ahmet. 200 1 . "Ne Mutlu Türküm Diyebilene": Türk Ulusal Kimliğinin Etno­
Seküler Sınırları (1919-1938). İstanbul: İletişim Yayınları.
Zaller, John R. ı 992. The Nature and Origins of Mass Opinion. Cambridge, United
Kingdom: Cambridge University Press.

231
Zimbardo, Philip; Craig Haney; Curtis Banks. 2004. "A Study of Prisoners and
Guards in a Simulated Prison." Theatre in Prison: Theory and Practice içinde,
ed. Michael Balfour. Portland, Oregon: Intellect. ss. ı 9-33.

Akademik Malcaleler
Asch, Solamon E. ı 955. "Opinions and social pressure." Scientific American ı93: 3ı-
35.
Bateson, Melissa; Daniel Nettle; Gilbert Roberts. 2006. "Cues of being watched
enhance cooperation in a real-world setting." Biology Letters 2: 4ı 2-4ı4.
Bems, Gregory S. et al. 2005. " Neurobiological Correlates of Social Conformity
and Independence During Mental Rotation." Biological Psychiatry (58)3:
245-253.
Darley, John M.; Ellen Berscheid. ı 967. "lncreased Liking as a Result of the
Anticipation of Personal Contact." Human Relations 20(1): 29-40.
Ferguson, Charles K.; Harold H. Kelley. ı 964. "Significant Factors in
Overevaluation of Own-group's Product." Journal of Abnormal and Social
Psychology 69(2): 223-228.
Halıa, Şaduman. Temmuz 2004. "Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın Kuruluşu
Sırasında Ali Fethi (Okyar) Bey ile Mahmut Esat (Bozkurt) Beyin
Polemikleri." Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Sayı 59.
Hobsbawm, E.J.; D avid J. Kertzer. ı 992. "Ethnicity and Nationalism in Europe
Taday." Anthropology Today 8(1): 3-8.
Kaya, Serdar. 2009. "The Rise and Decline of the Turkish "Deep State" : The
Ergenekon Case." Insight Turkey 1 1 (4): 99-113.
Mason, David. 2008. "The Role of Amanvermez Avni (No Quarter Avni) the
"Turkish Sherlock Holmes," in the Construction of Turkish Identity."
University of Toronto Art Journal ı : 2.
Mason, David. "Was the ı 940s Detective Hero Orhan Çakıroğlu the Protatypical
Kemalist Tur k?" Middle East Studies Assodation of North America'nın
yıllık uluslararası konferansında sunulan makale, Bostan, Massachusetts,
Kasım 2ı -24, 2009.
Mummendey et al. ı 992. "Categorization is not Enough: lntergroup
Discrimination in Negative Outcome Allocation." Journal of Experimental
Social Psychology 28(2): 1 25-ı44.
Rabbie, Jacob M.; Gerard Wilkens. ı 971 . "lntergroup Competition and I ts Effect on
Intragroup and lntergroup Relations." European Journal of Social Psychology
1 (2): 2ı5-234.
Sorokin, Pitirim A.; J. W. Boldyreff. 1 932. "An Experimental Study of the lnfluence
of Suggestion on the Discrimination and the Valuation of People." The
American Journal of Sociology 37(5): 720-737.
Tajfel, Henri et al. ı 971 . "Social Categorization and Intergroup Behaviour."
European Journal of Social Psychology 1 (2): ı 49-1 78.

232
Zaller, John R. 1 998. "Monica Lewinsky's Contribution to Political Science." PS:
Political Science and Politics 31 (2): 1 82-189.

Dergi ve Gazeteler
Aköz, Emre. 2007. "İrtica tehlikesi nasıl yarahldı?" Sabah, 27 Şubat.
Aköz, Emre. 2009. "Abdullah Öcalan'ı şeytanlaştırmanın bedeli." Sabah, 5 Kasım .
Akyol, Mustafa. 2008. "Atatürk dualarımızı işitir mi?" Star, 25 Haziran.
Akyol, Mustafa. 2008. " 'Farklı yorumlanması dahi teklif edilemez"' Star, 27 Ekim.
Akyol, Taha. 2005. " 'Kafa' Sorunu." Milliyet, 17 Haziran.
Aydemir, Şevket Süreyya. Nisan 1 932. "Gençnesil Meselesi." Kadro.
Berkan, İsmet. 2009. "Mor kalemle yazmak isteyen kız." Radikal, 4 H aziran.
Blakeslee, Sandra. 2005. "What Other People Say May Change What You See." The
New York Times, 28 Haziran.
Blumenthal, Sidney. 2007. "Bush knew Saddam had no weapons of mass
destruction." Salon, 6 Eylül.
Cemal, Hasan. 2010. "Geçmişi temizlemek, Atatürk'ü bile sansürlemek!" Milliyet,
20 0cak.
Doğan, Yonca Poyraz. 2008. Ergenekon gang-linked bogus Turkish Patriarchate in
spotlight. Today's Zaman, 31 Ocak.
Dolmaa, Emine. 2009. "Başörtüsü karşıtlığı için Güzin Abla'ya mizansen
mektuplar." Zaman, 17 Kasım.
Erdoğan, Mustafa. 2007. "Vatandaşlık H alleri." Star, 27 Ağustos.
Ilıcak, Nazlı. 2007. "Korkularımızm esiriyiz." Sabah, 6 Ekim.
Kılıç, Ecevit. 2007. "Orta Asya'dan Göç Etme Bir Efsanedir." Sabah, 10 Aralık.
Kılıçbay, Mehmet Ali. 2008. "Türk'ün Okumayla İmtihanı." Aktüel, 8-14 Mayıs.
Nişanyan, Sevan . 2009. "Örtmenim bu konular kitapta yazmıyor." Taraf, 1 2 Nisan.
Nişanyan, Sevan. 2009. "Uiusdevlet." Taraf, 14 Kasım .
Nişanyan, Sevan. 2009. "U! usdevlet - ll." Taraf, 16 Kasım.
Özkan, Fadime. 2010. "Diyanet'in daha sivil ve bağımsız olması gerek." Star, 5
Nisan.
Pakkan, Şükran. 2009. " İngilizler yapınca ' yanlı' Türkler yapınca 'haklı'." Milliyet,
28 Eylül.
Radikal. 2008. '"Bu adam' sözüne hapis cezası." 29 Ocak.
Radikal. 2009. "CHP'li Öymen katliamı model olarak sundu." 12 Kasım.
Üste!, Aziz. 2010. "Çetin Doğan'ın maiyetinden kişiye özel damgalı mektup." Star,
14 Şubat.

Internet Adresleri
" 1 997'deki Refah Partisi kapatma davası iddianamesi." 2008. 14 Mart.
http://www. hurriyet.com.tr/dunya/8460645.asp (Erişim Tarihi: 5 Nisan
2010)
Churchill, Ward. 2001 . "Some People Push Back ": On the ]ustice of Roosting Chickens.

233
http:// www.kersplebedeb.com/mystuff/sl l/churchill.html [ Erişim tarihi: 7
Mart 2010)
Donef, Racho. 2003. "The Political Role of the Turkish Orthodox Patriarchate (so­
called) ." http://www.atour.com/-aahgn/news/20040123b.html [ Erişim
Tarihi: 5 Nisan 2010)
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un 14 Nisan 2009 tarihinde Harp
Akademileri Komutanlığında Yaphğı Yıllık Değerlendirme Konuşması.
2009. 14 Nisan.
http:// www. tsk.tr/1 0_ARSIV/1 0_1_Basin_Yayin_Faaliyetleri/10_1_7_Konus
malar/2009/org_ilkerbasbug_harpak_konusma_14042009.html [Erişim
Tarihi: 5 Nisan 2010)
Kaya, Serdar. 2009. Demokratlık-Liberalizm İlişkisi.
http:// www. derinsular.com/pdf/demokratlik-liberalizm-iliskisi. pdf [ E rişim
tarihi: 5 Nisan 2010)
Zerzan, John. 1995. Whose Unabomber?
http:// www. insurgentdesire.org.uk/whoseunabomber.htm [Erişim tarihi: 7
Mart 2010).

Ders Kitaplan
Gündoğdu, Abdullah; Orhan Üçler Bulduk. Lise Tarih 1 Ders Kitabı. Ankara:
Tutibay Yayınlan.
Kopraman, Kazım Yaşar et al. 2002. Tarih 1 Ders Kitabı. İstanbul: MEB Yayınları.
Milli Güvenlik Bilgisi. 2002. İstanbul: MEB Yayınları.
Milli Güvenlik Bilgisi. 2010. Ankara: MEB Yayınlan .
Yurtbilgisi Dersleri, W. Sınıf. 1 939. İstanbul: T.C. Maarif Vekilliği, Maarif Matbaası.

Diger
İlköğretim 1,. 2 ve 3. Sınıflar Hayat Bilgisi Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu. 2009.
Ankara: T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı.
http://ttkb.meb.gov.tr/ogretmen/modules.php?name=Downloads&d_op=g
etit&lid=872 [ Erişim tarihi: 14 Mart 2010)
McLean, Iain; Alistair McMillan. 2003. Concise Dictionary of Politics. New York:
Oxford University Press.
Milli Eğitim Bakanlığı Tebliğler Dergisi. Sayı 2146. 29 Ağustos 1983.
Milli Eğitim Temel Kanunu, Sayı 1 739.
Okul Ö ncesi Eğitim Programı (36-72 Aylık Çocuklar İçin). T.C. Milli Eğitim Bakanlığı
Okul Öncesi Eğitimi Genel Müdürlüğü.
http://ooegm. meb.gov.tr/mevzuat_bank/icerik.asp?id=48 [Erişim tarihi: 14
Mart 2010)
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, 1982.
Yükseköğretim Kanunu. 198 1 . Madde 4. Ankara: Yüksekoğretim Kurulu.
http:// www. yok.gov.tr/content/view/435/183/lang,tr/ [Erişim tarihi: 15
Mart 201

234
INDEKS

l l Eylül, 35, 161, 1 66 Börekçi, Rıfat, 218


27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bumin, Kürşat, 219
Bayramı, 99 Bush, George W., 161
28 Şubat, 140, 1 80, 213, 214, 225, 226 Cemal, Hasan, 91
Akçura, Yusuf, 1 39 Cesarani, David, 35
Akyol, Mustafa, 2 1 0 CHP, 82, 83, 94, 103, 208, 226, 229,
Altınay, Ayşe Gül, 1 79 231, 233
Amerika Birleşik Devletleri, 9, 26 Churchill, Ward, 35
Anderson, Benedict, 1 22 Çin Seddi, 1 29, 131
Aras, Tevfik Rüştü, 1 73 d'Azeglio, Massimo, 1 22, 128
Arendt, H annah, 33, 35 Dersim Katliamı, 227
Asch deneyi, 48, 49, 52, 53, 69 din sosyolojisi, 216
Asch, Solomon E., 47 Diyanet İşleri Başkanlığı, 218
Atatürk, Mustafa Kemal, 94, 143, Diyarbakır Askeri Cezaevi, 1 73, 201
208 Eichmann, Adolf, 1 7, 33, 35
Ateş, Toktamış, 94 Elliott, Jane, 1 14, 1 1 5, 1 1 6
Axerrod, Robert, 193 Ellul, Jacques, 1 64, 1 71
Aydemir, Şevket Süreyya, 83, 1 28 Erbakan, Necmettin, 222
Berkan, İsmet, 81 Erdoğan, Mustafa, 1 23
Bems, Gregory, 52, 54 Erenerol, Sevgi, 221
Binder, Timuçin, 134 Ergenekon, 109, 140, 22 1, 232, 233
Birleşmiş Milletler, 60, 92 fasces, 188
Boldyreff, J .W., 47 faşizm, 188
Fransız ihtilali, 121 Osmanlıcılık, 139, 140
Genç Sivil ler, 140 Owen, WiHred, 197
Goebbels, Joseph, 1 60 ÖCalan, Abdullah, 1 73, 1 74, 232
Göktürk Kağanlığı, 131 ötekileştirme, 1 10, 1 14, 216
güç projeksiyonu, 1 00, 1 84 Öymen, Onur, 227
hayali komüniteler, 123 Pa pa Eftim, 220, 221
Hitler, Adolf, 77, 99 patika bağımlılığı, 1 23
Hugo, Victor, 1 0, l l , 12 Pink Fleyd, 13
Hüseyin, Saddam, 161 PKK, 1 72, 1 73, 174, 1 75, 1 76, 200,
Ilıcak, Nazlı, 212 220, 228
iki savaş arası dönem, 82, 1 88 Pravda, 161
irtica, 1 70, 1 7 1 Rand, Ayn, l l
İspanya İç Savaşı, 1 98 Risorgimento, 121
Kabapınar, YüceL 89 Rommel, Erwin, 1 60
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, 1 29 sekille r din, 203
Kılıç, Ecevit, 1 34 Sinekierin Tanrısı, 43
King, Martin Luther, Jr., 37, 1 1 5 siper savaşı, 191, 1 93, 1 99
Kore Savaşı, 57, 58, 60 siyasi sembolizm, 203, 209
kötülüğün sıradanlığı, 34, 35 Sorokin, Pitirim A., 47
Kurtuluş Savaşı, 90, 1 65, 208, 218, Sosyal Kategorizasyon Teorisi, 216
227 Stanford hapishane deneyi, 37, 42,
küçük Eichmannlar, 35 44, 45, 57, 66
lider kültü, 1 00, 103, 203, 206, 207, Sweeney, Charles, 25, 28
209, 213 şapka devrimi, 218
Loewen, James W., 155 Tajfel, Henri, 1 1 2
Lussu, Emi lio, 1 99 Taraf gazetesi, 140
Mao, 66, 69 tek parti dönemi, 83
Marshall, S.L.A., 196 Türk Ortodoks Patrikhanesi, 219,
Mater, Nadire, 1 74, 1 75 220, 221
Milgram deneyi, 1 8, 20, 27, 30, 34, Türk Tarih Tezi, 1 29
42, 43, 51, 67 Türkeş, Alparslan, 221
Milgram, Stanley, 1 7, 24 Türk-İslam sentezi, 1 39
militarizm, 1 00, 1 84, 1 88, 1 89 Uluçay, Çağatay, 133
milliyetçilik, 85, 86, 87, 121, 1 28, 1 33, ulus inşası, 1 22
136, 1 37, 141, 1 76 ulusal mit, 203
minimal grup paradigması, 1 1 2, 1 24 ulus-devlet, 13, 27, 30, 46, 70, 1 04,
modernite, 13, 1 23 121, 1 22, 1 23, 1 24, 1 27, 133, 1 37,
Montgomery, Bernard, 1 60 141, 1 63, 1 65, 187
Navaro- Yashin, Yael, 213 Wilson, Woodrow, 26
NecatigiL Behçet, 2 1 1 Yayla, Atilla, 93, 212
Nişanyan, Sevan, 1 24, 133, 1 35, 209 Zaller, John R., 1 59
Olson, Mancur, 1 09, 1 1 7 Zerzan, John, 35
OrwelL George, 198, 1 99, 206 Zimbardo, Philip G ., 37

You might also like