Professional Documents
Culture Documents
Talat Turhan. Derin Devlet (PDFDrive)
Talat Turhan. Derin Devlet (PDFDrive)
Talat Turhan. Derin Devlet (PDFDrive)
Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan'a ait olup izinsiz
çoğaltılamaz, alıntı yapılamaz, başka sitelerde kullanılamaz.
© Copyright 2008 Talat Turhan
Giriş
2. Baskıya Önsöz
Derin Devlet adlı kitabın birinci baskısı Ekim 2005’te yapılmıştı. O günden günümüze
kadar geçen süre içinde özellikle “Kurtlar Vadisi” dizi ve filminin kamuoyu tarafından
gördüğü ilgi bu konudaki televizyon tartışma programları ve yazılan yapıtlar içinde özellikle
Org. (E) Kemal Yamak’ın Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler Kitabı ve Org. (E) Sabri
Yirmibeşoğlu’nun açıklamaları nedeniyle; yayınlandığı tarihten bu yana konu yeniden
gündeme gelerek, görsel ve yazılı medyada büyük ölçüde tartışıldı.
Yazılan kitaplardan bir diğeri yine Derin Devlet ismini taşıyor. Ömer Lütfi Mete ve
Mahir Kaynak’la Cem Küçük’ün söyleşisinden oluşuyordu.1
Diğeri ise; Şu Derin Devlet.2
Yukarda adı geçen kitapların yazarları kanımca soruna mikro düzeyde bakmayı
yeğlemiş; Susurluk, Şemdinli, Kurtlar Vadisi gibi olaylar bağlamında sorunu irdelediklerini
değerlendiriyorum
Bu kitapta ise Derin Dünya Devleti’nin 1000 yıllık Siyonist ve masonik geçmişi öne
çıkarılmaya ve de günümüzde ABD’de somutlaşan gizli ABD Derin Devleti’nin içyüzü
olabildiğince makro düzeyde açıklanmaya çalışılmaktadır.3
Birinci baskıdan sonra okuyucularımdan sürekli aldığım önerilerde, Derin Dünya
Devleti’nin Siyonik ve masonik oluşumu şemasına biraz daha açıklık getirmem konusundaki
istemlerine yanıt vermek için, yeni baskıya eklemeler yapmak gereksinimi duydum.
Geçen dönemde bir haftalık dergide4 yayınlanan makalede en etkili üst masonik
örgütlerden biri sayılan Gül ve Haç Kardeşliği (kuruluş 1618), örgütüne üye olan Türklerin
isimlerini araştırmacı yazar Aytunç Altındal açıklıyordu:
1950 yılında Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar’ın küçük Amerikancı olması acaba kendi
yeğlemesi miydi? Yoksa örgüt tarafından yapılan bir zorlama mıydı? Tarihçiler bu sorunun
yanıtını vermek zorundalar.
İstanbul valileri, sırayla Mustafa Üstündağ ve Lütfi Kırdar’ın ABD isteğine karşın
bugünkü Hilton Oteli’nin inşa edildiği araziyi yeşil saha olması gerekçesi ile ABD’lilere
vermemesine karşın, Fahrettin Kerim Gökay’ın Valiliğe getirilerek bu izni vermesi acaba
yetkisi içinde miydi? Ya da bağlı olduğu masonik ve Siyonist örgütten aldığı yönergeyi mi
yerine getiriyordu. Şahsen ikinci olasılığı ön plana çıkarıyorum, çünkü Gökay, Hilton
Oteli’nin yerini ABD’ye peşkeş çektikten sonra ABD’nin dünyada en yaygın premasonik
örgütü olan LIONS kulübünün kurucu başkanlığına getirilerek ödüllendirilmiştir.
Masonizm Siyonizme, Siyonizm küreselleşmeye, küreselleşme ABD Derin Devleti’ne
hizmet eder.
… Amerika, su andaki konum ve gücü ile bütün dünyaya kumanda edebilir…. Amerika
hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır…. Amerika daha uzun zaman
dünyanın kaderinde çok önemli bir rol oynayacaktır… Bu realite kabul edilmeli... Tarihte
gücü elde eden her ülke, dünya hakimiyeti iddiası içine girmiştir… Aşırı komünist akımlar
herhangi bir akli, mantıki dayanağa dayanmadan Amerika düşmanlığı yapıyorlar, Amerika
bize düşmanlık yapabilir, fakat birlikte yaşadığımız bir dünyanın genel ahengi
düşünüldüğünde bazen düşmanımızla bile iyi geçinmek mecburiyetinde oluruz…
Zaman zaman küreselleşmeci medyada Fethullah Gülen ile yaşadığı ABD’de çarşaf
çarşaf röportajları yayınlanıp bu kişi parlatılmaya devam ediliyor. Türkiye ve yurtdışına
sarkan cemaati her geçen gün gücünü arttırıyor. Ama bu medya kuruluşlarından hiçbiri
Gülen’in ormanlık bir villa içinde oturduğunu yazmasına karşın, villa sahibi yeğeninin
özgeçmişinden söz etmeyi aklına getiremiyor. Yeğeni kimdir? Ne zaman Amerika’ya
gitmiştir? Ne iş yapmaktadır? Servetinin kaynağı nedir sorularının kaynağını araştırmayı
yaşamsal değerde görüyorum.
Bir Müslümanın, Siyonist ve masonik bir devlet olan ABD’ye bu derece bağlı olmasının
nedenleri, başta cemaati olmak üzere tüm Türkiye’ye açıklanmalıdır. Nitekim yazılan bir
kitapta Fethullah Müslüman mı? sorusu sorulmaktadır.6
BOP bağlamında ABD’nin olası İran saldırısına destek olmayı yeğlemek, iktidar adına,
“gaflet”, “hıyanet” hatta “delalet” olduğu tüm Kurtuluş Savaşı yandaşlarınca kabul edilip,
yasal karşı koyma yöntemlerine vakit geçirmeksizin başvurulmalıdır…7
MÖ. XIX. yy.da Batı Samilerin geçtikleri bölgeye, dinsel bir deyim olan Verimli Hilal
tanımı yapılmaktadır. Bu hilal, Basra Körfezi’nin başından itibaren bir kemer çizerek yukarda
bugün Türkiye sınırları içerisinde bulunan Fırat Vadisi’ne, güneyden Suriye ve Filistin’den
geçerek Mısır’ a kadar uzanan bir bölgeyi içine alır...
Bu tanım bir anlamda BOP’un kapsama alanı ile örtüşmektedir; bilmem ne demek
istediğimi anlatabildim mi?
Bu çerçevede ABD Derin Devleti’nin kuyrukçuluğuna takılıp ABD hegemonyasına
hizmet etmek; İslam alemine yapılacak en büyük alçaklıktır.
Bu kitabın oluşmasında Berat ve isimlerini saymak istemediğim arkadaşlarım ile Özgür
Erdem’e, Nedret Ebcim’e ve İleri çalışanlarına sonsuz teşekkürlerimi sunarken
okuyucularımdan da saygılarımı kabul etmelerini istirham ederim.
Kuzguncuk
3 Nisan 2006
Kaynakça ve Açıklamalar
1. Derin Devlet, Ömer Lütfi Mete-Mahir Kaynak, Konuşan: Cem Küçük, Timaş
Yayınları, 2. baskı, Ekim 2005
2. Şu Derin Devlet, Hasan Taşkın, Truva Yayınları, 1. baskı, 2006
3a. Gizli Ordular, Halid Özkul, Sorun Yayınları, Aralık 2005
3b. Yeni Din Yeni Tanrı, Alpaslan Işıklı, Otopsi Yayınevi, Kasım 2005
4. Kurtlar Vadisi’ni Artık Derin Devlet Değil, Dünyanın En Eski ve En Tehlikeli
Yeraltı Örgütü Illuminati Yönetecek-Kanlı Illuminati Vadisi’ne Hoş Geldiniz, Hakan Turpçu,
Haftalık, 18-24 Ekim 2005
5. Fethullah Gülen ile New York Sohbeti, Nevval Sevindi, Sabah Kitapları, 1.
baskı, İstanbul, Ekim 1997, s. 39-41
Görünmeyen hükümet, resmî bir kuruluş değildir. Bu, görünen hükümetin birçok
kısımlarından alınarak bir araya getirilmiş bireylerden ve örgütlerden kurulu dağınık ve
şekilsiz bir topluluktur. Merkezî Haberalma Örgütü bu topluluğun kalbi olmakla birlikte,
görünmeyen hükümet, sadece CIA’dan ibaret değildir. İstihbarat ailesi diye bilinen dokuz
örgütle de (Milli Güvenlik Kurulu, Savunma Haberalma Örgütü, Milli Güvenlik Örgütü, Kara
Kuvvetleri İstihbaratı, Deniz Kuvvetleri İstihbaratı, Hava Kuvvetleri İstihbaratı, Dışişleri
Bakanlığı Haberalma ve Araştırma Bürosu, Atom Enerjisi Komisyonu, Federal Araştırma
Bürosu)2 sınırlı değildir.
Görünmeyen hükümet, görünüşte diğer hükümetin normal kısımlarıymış gibi gelen
birçok birim, örgüt ve bireyleri de içine alır. Dıştan özel gibi görünen ticaret şirketleri ya da
kurumları, görünmeyen hükümetin birer organı olabilir. Bir bakıma yeni yeni farkına varılan
gerçek şudur ki, bu görünmeyen hükümet 190 milyon Amerikalının hayatına şekil verir.
Barış, savaş gibi ana kararlar halkoyunun bilgisi dışında alınmaktadır.
İstihbarat ağı, 1964’te, aşağı yukarı 200 bin kişi kullanan ve bir yılda birkaç milyar
dolar3 harcayan büyük ve gizli bir organı oluşturur. 1947 yılında çıkan Milli Güvenlik yasası,
Allen Dules’ın sözleriyle, “İstihbaratımıza hükümet içerisinde öyle bir yer vermiştir ki, buna,
dünyanın başka bir hükümeti içinde rastlamak mümkün değildir.”
Bu büyüklüğü ve gizliliği nedeniyle görünmeyen hükümet bazı kuşku ve eleştirilerin
hedefi olmuştur. Eski Başkan Harry S. Truman da dahil, birçok ileri gelen senatör ve devlet
adamı, bu kuruluşu, kendine özgü bir dış politika yürütmek ve başkanlıktan yetki almaksızın
başka ülkelerin işlerine karışmakla suçlamışlardır.
Görünmeyen hükümet hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmeyen Amerikan halkı, bu
suçlamaları değerlendirecek durumda değildir. Bu kuruluşun memur kadroları gizli,
faaliyetleri ondan da gizlidir. Bütçesi diğer ödenekler arasına saklanmıştır. Kongre,
görünmeyen hükümete verdiği paranın ne miktarını bilir, ne de ne yolda harcandığını. Bir
avuç kongre üyesine, bu kuruluş, ara sıra sözde bilgi verir; ama bu kongre üyeleri bile, bu
kuruluşun çalışmaları hakkında pek az şey bilirler.
Dış ülkelerin başkentlerinde, sözde, Amerikan elçileri, Amerikan Cumhurbaşkanı’nın
en yüksek temsilcisidir ve bunlara görünmeyen hükümetin ajanlarını denetleme yetkisi
verilmiştir. Ama bütün bunlar mümkün olabilmekte midir? Ajanlar kendi muhabere
kanallarını ve şifrelerini kullanmaktadırlar. Elçilerin yetkisi ise, Senato Komitesi’nce, “nazik
bir hayal” diye nitelendirilmektedir.
Amerika dahilinde hukuken araştırma yetkisi FBI’ındır, ama CIA’nın birçok büyük
kentlerde büroları vardır. Radyo istasyonlarından tutun da, deniz nakliyat şirketlerine,
üniversitelere kadar çeşitli işlerle ve kuruluşlarla yakından ilgilenmektedir.
2005 yılında CIA yönetiminin geliştirmiş olduğu yeni konseptle beraber CIA da
dünyanın her yerinde hiçbir otoriteden izin almaksızın operasyon yürütecek bir kapasiteye
ulaşmıştır. Bu ise ABD’ye bağımlı ülkelerdeki istihbarat örgütlerinin Soğuk Savaş yıllarında
CIA güdümündeki politikalarını gözden geçirmelerini dayatmaktadır. Amerikan halkı kırk yıl
önce olduğu gibi görünmeyen hükümetten bugün de haberdar değildir. Çünkü Amerikan
medyası doğrudan bu hükümete bağlanarak Amerikan halkının aptallaştırılması ve
uyuşturulması görevini yerine getirmektedir. Bu amaçla 1971 yılında kurulan Trilateral
Komisyon üyelerinin 87 kişisi ABD medyasından, 63 kişisi ise ABD Ordusu’ndan
oluşmaktadır. Sanırım “Küresel Çete”ye dönüşmüş olan görünmez hükümetin kitleleri nasıl
uyuttuğuna dair bir göstergedir.
2. Milli Güvenlik Kurulu: NSC (National Security Council)
Savunma Haberalma Örgütü: DIA (Defense Intelligence Agency)
1947’de Profesör Friedrich von Hayek tarafından kuruldu. Soğuk Savaş’ın akademisyen
ve beyin kadrosunu bir araya getirdi. Çok dar ve elit bir örgütlenme olan Mont Pelerin’in esas
amacı tüm dünyada güçlenen sosyalizm ve devletçilik akımına karşı liberalizmin mutlak
egemenliğini yeniden kurmaktı. Üyelerini yalnızca mektup ve özel toplantılarla bilgilendirir.
- The European Round Table of Industrialists - ERT (Avrupa Sanayicileri Yuvarlak
Masası):
1983’te Mont Pelerin örgütünün kararıyla kuruldu. AB’nin oluşması, tek para politikası
ve bütünleşmeyi yönetmeyi amaçlıyor.
- Henry Jackson Cemiyeti
Son olarak Derin Devlet üzerine otuz yılı aşkın çalışmamın sonucu olarak da
değerlendirebileceğiniz bu çalışmanın sizlere ulaşmasında emeği geçen İleri dergisi Genel
Yayın Yönetmeni İnan Kahramanoğlu’na ve Editör Yavuz Selim’e teşekkür etmek isterim.
Saygılarımla,
Talat Turhan
Kuzguncuk, 5 Ekim 2005
1. Bölüm
Derin Devlet ve Küreselleşme
ABD Derin Devletinin Oluşumu ve Küreselleşme
1989 yılında Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi, 1990 yılında Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) parçalanması ve izleyen yıllarda Varşova Paktı’nın
dağılması ile başlayan süreç; 1945’ten beri süregelen ‘Soğuk Savaş Dönemi’ni başka bir
deyim ile “İki Kutuplu Dünya Düzeni”ni sona erdirmiş ve “Tek Kutuplu Dünya Düzeni”ne
geçilmiştir.1 Rakibi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) çöküşü, Amerika
Birleşik Devletleri’ni (ABD) rakipsiz “Küresel Güç” haline getirmiştir.
Her ne kadar ABD, dünya liderliğini ele geçirince yeni politikalarını açıklamış ve bu
döneme “Yeni Dünya Düzeni” adını vermişse de, uygulamanın kökeni ABD’nin kuruluşuna
kadar gitmektedir. Bu konu ile ilgili ayrıntılı bilgileri Çeteleşme ve Küresel Çete adlı
kitaplarımda açıklamaya çalıştım.
ABD eski Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger Diplomasi2 isimli yapıtında eski
dünya politikalarını:
Tek süper güç kalitesi, yapıcı bir davranış biçimi, ayrıca ABD’nin üstünlüğüne kafa
tutabilecek herhangi bir milleti ya da milletler grubunu caydırmaya yeterli askeri güçle
sürdürülmelidir. ABD’nin önderliğine karşı çıkmasınlar, yerleşik siyasi ve ekonomik düzeni
değiştirmeye kalkmasınlar!
Derin Dünya Devleti’nin İdeologları
Bugün oynanan senaryoların daha iyi anlaşılması için, bu oyunu sahneye koyan Yeni
Dünya Düzeni’nin mimarlarının incelenmesi gerekmektedir.
ABD’yi, dolayısı ile dünyayı yöneten kadrolar, bir ideal peşinde koşmaktadır. Bu
kadroların uzun erimli bir hedefleri olduğu anlaşılıyor. Dün bu projelerde Disraelli, Hitler,
Lenin, Stalin, Gorbaçov, Yeltsin vb. kullanıldı. Bugün ise George W. Bush, Tony Blair ve
Ariel Şaron kullanılmaya çalışılıyor.
Dün dünyaya şekil veren fikir adamlarınin bazıları; Adam Smith, Hegel, Hobbes, Karl
Marks ve Ferderich Engels ve Lenin sayılabilirken, bugün karşımıza Henry Kissinger, John
Naisbitt, Samuel Huntington, Françis Fukuyama, Zbigniew Brezinski, Bernard Lewis, Alvin
ve Heidi Toffler, Graham Fuller öne çıkmaktadır.
Kaynakça ve Açıklamalar
1. Paris Şartı, Kasım 1990, 34 ülkenin katılımıyla.
Üzücü olan tarafı ise; “Türkiye Üzerine Oynanan Oyunları” tüm belgeleri ile beraber
kamuoyuna sunanlar ya yok edildi, ya yaşam kaynakları elinden alındı, ya da insanlık onurları
ayaklar altına alındı. Bu yurtseverler içinde kimler yoktur ki: Uğur Mumcu’lar, Bahriye
Üçok’lar, Doğan Öz’ler, Eşref Bitlis’ler, Ahmet Taner Kışlalı’lar, Necip Hablemitoğlu’lar ve
daha niceleri...
Ancak şurası da bir gerçektir ki, bugün bu vatan topraklarında hâlâ Türk bayrağı
dalgalanıyorsa, yok edilmeye çalışılan Kemalizm hâlâ ayaktaysa ve bu vatan hâlâ
parçalanmamışsa bunun tek nedeni canlarını vatana adayan yurtseverlerdir.
Yaşadığım sürece “Türkiye Üzerine Oynanan Oyunları” araştırdım, mazlum uluslar
aleyhine işleyen emperyalizm ve kapitalizme karşı mücadele etmeye çalıştım. Ancak karşı
devrim sürecinde yer alan güçlerin hedefi oldum. Emperyalizm ve kapitalizmin temsilcileri ile
beraber yerli işbirlikçileri tarafından uydurulan hayali “Bomba Davası” davası yüzünden
“Vatan Haini” ilan edildim, tutuklandım. “Ziverbey Köşkü”nde ağır işkenceler gördüm ve
ağır hakaretlere uğradım, yıllar boyunca belleğimden silinmeyecek psikolojik baskılara maruz
kaldım.
Dostların ihanetini, çıkarın onur yerine yeğlendiğini gördüm, yaşam kaynaklarım
elimden alındı, acılar çektim. Yılmadım, mücadele etmeyi ve onurlu yaşamayı ilke edindim.
Ancak, 1803 sayılı af yasasının lehimdeki tüm hükümlerini kabul etmememe karşın dava
örtbas edilerek kapatıldı ve serbest bırakıldım.
Celil Gürkan: Önce kısaca tanımlayalım: Talat Turhan “çağdaş bir İttihat ve Terakki
Subayı”; “kaya gibi Kemalist” ve ödün vermez bir “devrimci”; sapına kadar Atatürkçü ve
ilerici; sağlam inançlı ve kişilikli; sözünün eri bir emekli subay. 12 Mart’ın en ıstıraplı
uygulamalarına hedef olmasına rağmen, başını hiç eğmeyen inançlarından ödün vermeyen bir
kişi...
Uğur Mumcu: Kabibay ve Esin, size bir an önce düğmeye basılması için baskı
yapıyorlar; ya Talat Turhan?...
Celil Gürkan: Kabibay ve Esin’in tersine, Talat Turhan İttihatçı karakterine karşın
ölçülü, serinkanlı, geniş görgülü, sentezci görüş ve telkinleri ile temas ettiğim kişiler arasında
en dikkat çekici olanıydı. Aslında herkesin hepimizden çok daha riski göze alacak bir
karakterde olmasına karşın eğer bir müdahale kaçınılmaz hale gelirse bunun olabildiğince
disiplin içinde, rizikoları asgariye indirilmiş biçimde yapılmasından yanaydı. Sanmıyorum ki,
kafasında, “İşler altüst olsun, bu arada ben pay kapayım!..” düşüncesine zerre kadar prim
vermiş olsun...
Uğur Mumcu: Talat Turhan’a bugün de saygınız çok...
1 Mayıs katliamından on gün sonra 7 Gün dergisinde Emekli Kurmay Albay Talat
Turhan imzalı bir yazı yayımlandı. İktidarların Çeteleşmesi başlıklı bu yazı 20 yıl sonra açığa
çıkacak çeteleri ilk kez haber verirken, kontrgerilla örgütlerinin çalışma yöntemlerini de
anlatıyor ve adeta olacakları duyuruyordu:
Bugün tartışılan “derin devlet” kavramının, mikro ve içsel açıdan bakıldığında, Türk
Silahlı Kuvvetleri ve yargı başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarını
yıpratmaya, etkinliğini azaltmaya ve “Ulus Devlet”i yıkmaya yönelik olduğu görülmektedir.
Türk Devleti’nin geleceğini ağır bir tehlikeye düşürecek nitelikteki kanun dışı gizli
örgüt uygulamalarını açıklamış ve bir Parlamento Araştırma Komisyonu kurularak
iddialarımın saptanmasını ...
istemiştim. Ne yazıktır ki, bugüne kadar dilekçeme cevap verilmediği gibi, bu konu
hakkında TBMM’ye sunulan araştırma ve soru önergeleri de sonuçsuz kalmıştır.
Ziverbey İşkence Köşkü’ndeki4 gizli yapılanmanın açığa çıkartılması için 1975 yılında
10 klasörden oluşan 5.000 sayfalık bir savunma hazırlayarak, Sıkıyönetim Askeri
Mahkemesi’ne sundum. Daha sonra da 1990 yılına kadar olan süreçte bu doğrultudaki
çabalarımı çeşitli etkinliklerle sürdürmeye devam ettim. 1990 yılında İtalya’da, sağ ve sol
terörü idare eden NATO’ya bağlı Gladio isimli bir yeraltı örgütü ortaya çıkınca, bu konuda on
yedi yıldan beri sürdürdüğüm yasal kavga Türkiye ve dünya genelinde kabul gördü ve bu
dönemde iç ve dış basınla söyleşiler yaptım, yurtiçi ve yurtdışı konferans, televizyon ve radyo
programlarına katıldım.7
Ayni doğrultuda iki kitap daha yayınladım: Özel Savaş ve Kontrgerilla Cumhuriyeti. Bu
dönemde sırasıyla: “Seferberlik Tetkik Kurulu”, “Özel Harp Dairesi”, “Özel Kuvvetler
Komutanlığı” diye tanımlanan kuruluş da tartışmaya katıldı. Böylece örgütün Türkiye’de
“kontrgerilla” diye tanımlanan yeraltı yapılanması ortaya çıktı ve Bülent Ecevit, Özel Harp
Dairesi adlı bu örgütü “vatanseverlerden” olusan “sivil uzantı” diye tanımladı. Özel Harp
Dairesi eski Başkanı Orgeneral (E) Kemal Yamak, bu yıl yayınlanan kitabında örgütünün
ABD’den yılda bir milyon dolar aldığını itiraf etmiştir.5
Çalışmalarımı sürdürerek derin devletle istihbarat örgütleri arasındaki ilişkiyi ortaya
çıkartmak için iki kitap daha yazdım:
- Doruk Operasyonu
- Mehmet Eymür
O dönemde “MİT’in sivilleştirilmesi” konusu gündeme getirilmişti. MİT’te askerler ve
sivillerden oluşan iki kanat bulunuyordu. Sivil kanadın önde gelen kişileri mason olduğu için
bir bahane ile askerleri safdışı bırakıp istihbarat örgütünü masonlar adına ele geçirmek
istiyorlardı. Hiram Abas ve Mehmet Eymür’den oluşan iki silahşor, bu kavganın ön
safhalarında yer alırken, kendilerini teşkilat dışına vurdular ve konuşmaya başladılar.
Yukarıda söz ettiğim iki kitabım istihbarat dünyasının derin devlet bağlamında iç ve dış
ilişkilerini ana hatlarıyla gözler önüne sermektedir.
İlk önce Ziverbey’deki yapılanmadan başlayan ABD, Pentagon, CIA, AID, NATO’ya
kadar uzanan ilişkileri 1973-1999 arasında yayınlanan başvuru ve kitaplarımda
değerlendirdim. Daha sonra bu kuruluşları da yöneten ABD Derin Devleti’nin gizli örgütlerini
açıklamaya koyuldum.
Sürdürdüğüm bu mücadele sırasında iki kitap daha yazarak 1954 yılından bu yana
Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in küresel ilişkilerini de açıkladım: Çeteleşme ve Küresel
Çete.
1950 yılından bu yana süregelen küçük Amerikancılık özlemi, derin devlet gizli
örgütleri bağlamında süregelmiş, 1990’lardan bu yana eski CIA ajanı Graham Fuller
tarafından doktrine edilen “Ilımlı İslam modeli”ne uygun bir iktidar ile sürece devam
edilmeye çalışılmaktadır. Üst bir masonik örgüt olan Bilderberg grubu içinde, ılımlı İslam
söylemi ile AKP yönetim kadrosuna girmiş olan Ali Babacan’ın ne işi var?
Bir dergide yayınlanan makalede, Masonlar AKP’ye ve Devletin Zirvesine Kanca Attı6
başlığı atılmıştır. Eğer bu haber doğru ise, AKP iktidarının bugüne kadar sürdüregeldiği
Amerikan yanlısı faaliyetleri de göz önüne alındığında “AKP masonlaşıyor mu?” sorusunu
sorabiliriz. Hatta AKP’nin ABD ve AB yanlısı politikalarıyla da yeni dünya düzeni ve BOP’a
daha faydalı hizmetler sunacağını bile iddia edebiliriz.
1973’ten günümüze değin süregelen ve bir işkence odasında başlayan eylemsel ve
kuramsal boyuttaki derin devlet mücadelemi bugün bile onaylayan kişilerin çıkmış olması, bu
konudaki öncülüğümü yadsınamayacak şekilde ortaya sermiştir. Örneğin Orgeneral (E)
Kemal Yamak’ın kitabında 1973’ten beri öne sürdüğüm “kontrgerilla”, “Gladio”, “Süper
NATO”, “Paralel NATO” ve “derin devlet” konusundaki sürdürdüğüm yasal mücadelenin
birinci ağızdan onaylanması olarak kabul edilebilir:
Sayın Talat Turhan 18 Kasım 1990 tarihli Milliyet gazetesinde “kontrgerilla” lafını ilk
kez Erenköy görevlilerinin çıkardığını söyledi. Onlar gerçekten Özel Harp Dairesi’nin
adamları mıydı?... Kesin yanıtı henüz verilmiş değil. Yalnız eskiden beri bir iddiam var: “Bir
kurum kendisini temize çıkarmak istiyorsa, adına iş yapanlara hesap sorar” diyor ve doğru
değilse adının, gerçeklere dayanılarak temize çıkarılması gereğini vurguluyor. Bu ihtiyaca
Genelkurmay Özel Harp Dairesi’nde görev alan, yaptıkları görevin ulviyetine inanan ve bu
münakaşalardan çok büyük üzüntü duyan bütün personel katılmaktadır.
Org. (E) Kemal Yamak’ın kitabının yayınlandığı Ocak 2000’den beri “derin devlet”
tartışması Türkiye’nin gündemini uzun süre işgal etti. İşbirlikçi küresel medya, ismimi
geçirmemeye özenle dikkat etti. Sadece Yıldırım Türker, yazdığı makalesinde, bu konuda ilk
kez kamuoyuna mal ettiğim bir kitaba gönderme yaparak onurlu ve medya etiğine uyan bir
davranış sergiledi.7 Gerçekte bu olay benim açımdan sürpriz olmadı; buna karşılık tüm
pisliklerini bildiğim medyayı yeniden test etmek olanağını buldum. Zaman bulursam bu
konuyu ayrıntılarına girerek irdeleyeceğim.
Kuşkusuz, bütün dünyayı ilgilendiren bu yaşamsal sorunu kamuoyuna mal etmekten
onur duyuyorum. Çünkü kitaplarımda yer verdiğim konular, binlerce makale ve kitapta da yer
alarak haklılığımı kanıtlamaya devam etmektedir. Medya içindeki sahtekarlar beni
ilgilendirmez.
Örneğin İsviçreli akademisyen Daniele Ganser Ekim 2005’te yayınlanan kitabında
Türkiye bölümünde beni kaynak kişi göstermektedir.8
Aslında kitaba ekli şemada (Ek:1) açıklıkla görüldüğü gibi derin devletin Siyonist ve
Masonik geçmişinin Türkiye’deki uzantılarına ek olarak “TÜSİAD”, “Küresel Medya”,
“İkinci Cumhuriyetçiler”, “Ilımlı İslamcılar” ile “Mason”, “Siyonist” ve “Evangelist” destekli
“NGO”lar (“Sivil Toplum Örgütleri” ile “Sivil Toplum Kuruluşları”) devreye sokulmuş, bir
anlamda dış destekli bu kuruluşlar neredeyse siyasi partilerin önüne geçirilerek bir tür
demokrasi modeli oluşturulmak istenmektedir. “Soros” destekli bu model, “turuncu
devrimler” şeklinde sahneye konulmuştur. “Ilımlı İslam modeli” de gerektiğinde bu amaca
hizmet etmek için geliştirilmektedir diye düşünüyorum. Bu yapay oluşum daha şimdiden
Ukrayna’da geri tepmiştir.
Kaynakça ve Açıklamalar
1. 9 Mart 1972, Ertuğrul Alatlı, Alfa Yayınları, Ekim 2002, s. 285-286
2. Ergenekon, Can Dündar ve Celal Kazdağlı, İmge Kitapevi, 1. baskı
Temmuz 1997
3. Türklerin Kirli Savaşı Açıklandı…, Los Angeles Times, 14.04.1998
4. Ziverbey Köşkü, İlhan Selçuk, Çağdaş Yayınlar (sayısız baskı yapan bu kitapta
İlhan Selçuk, sadece bana gönderme yapmaktadır.)
5. Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler, Kemal Yamak, Doğan Kitap,
1. baskı, Ocak 2006
...Bir dünya hükümeti ister istemez kurulacak; tek sorun bu sonuca güzellikle mi yoksa
zorla mı ulaşılacağıdır....
cümlesiyle ifade etmiş ve görüşlerini şöyle açıklamıştır:
...ABD, çıkarlarına hizmet etmeyen devletleri iktidardan düşürür. Tarihsel anlamı ile
emperyalizm, bir devletin başka bir devlet ya da devletler topluluğu üzerinde siyasi,
ekonomik, askeri mali ve kültürel hegemonya kurarak yeraltı ve yerüstünün ele
geçirilmesidir...
Bu teorilerin hepsi beraber değerlendirdiğinde, ortaya atılan hakimiyet teorilerinin bir
bütünün parçası olduğu tespit edilecektir. Aslında bu teoriler, çok iyi bir şekilde senkronize ve
koordine edilmiş Yeni Dünya Düzeni’nin bir parçasıdır. Önceki bölümlerde açıkladığım gibi,
bu teorilerin amacı da Dünya Hakimiyeti’nin ele geçirilmesi, hedefi Küresel İmparatorluğun
kurulmasıdır.
Yeni Dünya Düzeni’nin ilk hedefi, ekonomik coğrafya bölgelerinin ele geçirilmesidir
(Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya). İkincisi, devlet ve yönetim sistemlerinin değiştirilmesi;
üçüncüsü, ulus devletlerin yok edilmesi; dördüncüsü, etnik kökene dayalı küçük devletlerin
kurulması; beşincisi, en az yedi-sekiz Birleşik Devletler’in kurulması ve sonuncusu ise
Küresel İmparatorluğun kurulmasıdır.
Bugün dikkatlerimiz, başka yöne çekilerek, beyinler işgal edilmekte, dirençler
kırılmakta, kırılan dirençler sayesinde sosyal ve siyasi, kültürel ve ekonomik işgale zemin
hazırlanmaktadır.
Bugün, uygulanan yöntemler ile BOP’ta yer alan ülkeler parçalanmaya çalışılmaktadır.
Irak aşaması bitmek üzere olan bu senaryonun daha sonraki aşamalarında, ilk etapta Suriye,
İran ve Kuzey Kore vardır. Daha sonraki aşamalarda aday adayı “haydut devletlere” sıra
gelecektir.
Yaşanan ekonomik krizler, sosyal ve siyasi çalkantılar yaşanan kültürel değişimlerin bir
sonucudur. Ukrayna ve Kırgızistan’da yaşanan gelişmeler; Küresel Krallık planlarının hızla
devam ettiğini ortaya koymaktadır.
Bunun için bize dayatılan görüşlerden ziyade; konu araştırmalı ve bizlere sunulan tez ve
anti-tezlerden, sentez oluşturmalı, görsel, işitsel ve yazılı basın tarafından dayatılan bilgiler
yerine, derinlemesine araştırıldığında çarpıcı sonuçlar ile karşılaşacağımız bir gerçektir.
Dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkmış olan yeni politik hareket biçimlerini,
özellikle bunların içinden doğrudan küresel iktidar biçimlerine hitap eden ve saldıranları
analiz etmek zorundayız.
Çünkü sorun tüm dünya ülkelerini ve milletlerini ilgilendirmektedir. Bu nedenle
ABD’nin Irak’taki hedefleri, çatışmaların kaynağı ve ABD hedefleri ile beraber
incelenmelidir
Akşam gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Serdar Turgut, 24 Haziran 2004 tarihli Akşam
gazetesindeki Renkler isimli köşesinde yazmış olduğu;
Bu gidişatın, bu savaşın temelinde muazzam maddi çıkarlar yatıyor. Petrol var işin
içinde ve ondan daha fazla önemli olan su var. Ancak bölgede aktif olarak savaşan ABD ve
İsrail’in hedeflerini sadece bu maddi öğelere bakarak açıklayamazsınız. Protestan- Yahudi
ittifakı çok uzun zamandır hazırlandıkları bir hesaplaşmanın zamanının geldiğine
inanmaktadırlar...
...Bazı çevrelerin sürekli yıpratmaya çalıştığı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yeni gelecek
dönemde daha da güçlü olması gerekiyor. Zayıflık gösteren ülkelere acımayacaklar, öyle
gözüküyor ve o tür kaos ortamlarında her şey hatta bağımsızlığı kaybetmek bile gerçek bir
risktir...
şeklinde ifade etmiş ve bir başka yazısında da şu çarpıcı açıklamaları yapmıştır:
...Söz konusu yazı Pentagon’un yaptırmış olduğu önümüzdeki 20 yıl içinde olacak
iklim değişiklikleri ve bunların vahim sonuçlarını araştıran raporla ilgili. Raporla ilgili haber
22 Şubat 2004 tarihli İngiliz The Observer gazetesinde yayınlanmış. Haberde imzaları
bulunan gazeteciler Mark Tovvsend ve Paul Harris. Aslında son derece gizli olan,
Pentagon’un ve Bush yönetiminin saklamaya çalıştığı ama gizliliği Observer tarafından
bozulmuş olan raporda, önümüzdeki 20 yıl içinde olacak büyük iklim değişikliklerinin
dünyaya terörizmden çok daha büyük bir tehlike arz ettiği, dünya çapında ayaklanmalar ve
hatta nükleer savaş tehlikesinin bile olabileceği ve global kaosta milyonlarca yaşamın
kaybedilmesine hazırlıklı olunması gerektiği yazılmış...5
Kaynakça ve Açıklamalar
1. Bu konuda Çeteleşme kitabımıza bakılabilir.
2. Une maine cachee dirige- Jacques Bordist, Librairie Francais, Paris 1974,
Jacques Bordist’in yine aynı konu üzerine 1983 yılında yayınladığı Le Government Invisible
(Görünmeyen Devlet) adlı kitabı ile de görüşlerine derinlik katmıştır. Aslında YDD de bu
hedefler doğrultusunda yol almaktadır.
3. Derin Dünya Devleti, Atilla Akar, Timaş Yayınları, 4. baskı, Ekim 2003
4. Haydut Devlet-Dünyanın Tek Süper Gücü İçin Bir Rehber, William Blum,
Türkçesi: Erdal Yüzak, Hayat Kütüphanesi, 1. baskı, 2003
5. Bana İnanmıyorsanız İşte Gizli Rapor adlı makale, Serdar Turgut, 2 Nisan
2004, Akşam gazetesi.
ABD Derin Devleti ve Türkiye Üzerine Oynanan Oyunlar
Yalnız Atatürk’e değil, Türk Ulusu’na karşı da yoğun saldırılar yeniden başlatılmıştır.
Öylesine ki, Türkiye üzerine oynanan oyunlar, ABD’liler tarafından bile dile getirilmektedir.
Texe Marrs kitabında:1
şekilde açıklamıştı.
1975 yılında Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde yapmış olduğum savunmada bu
konuya yer vermiştim.6
...Birinci bin yılda Avrupa’yı, Afrika’nın bir kısmını; ikinci bin yılda, Kuzey ve Güney
Amerika’yı Hıristiyan yaptık. Üçüncü bin yılda, Asya, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’yı
Hıristiyanlaştıracağız. Hıristiyanlaştırılacak ilk ülke Türkiye’dir...7
Üçüncü bin yıldaki Haçlı Seferleri, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W.
Bush’un
“...Bu bir Haçlı Seferi’dir!...”
söylemiyle, 11 Eylül saldırıları bahane edilerek fiilen devreye girmiştir. Üçüncü bin
yıldaki Şark Meselesi uygulamalarını David Marley ve Kevin Robins,8
Bu yüzyılın büyük bir kısmı boyunca Sovyet İmparatorluğu Doğuda tabii bir sınır
oluşturduysa da, Soğuk Savaş’ın bitimi bu ehven duruma son vermiş oldu. Bir kere daha
Doğu Sorunu gündeme gelmiş oluyor ve bununla birlikte Güney Sorunu ortaya çıkıyor.
Gerçekten de Balkan Sorunu’nun Avrupa medyasında tekrar manşetlere çıkması ile birlikte
karşı karşıya kaldığımız durum, “tarihin sonu”ndan ziyade “tarihin geri dönüşü”ne
benzemektedir.
diye nitelemektedirler.
Özetle; üçüncü bin yılda da Türkiye Cumhuriyeti ve Türkler büyük tehlikelerle karşı
karşıyadır. Tarihsel süreç boyunca; Türklere düşman olanlar, emellerine ulaşmak amacıyla
her türlü yönteme başvurmuş dahası planladıkları eylemleri vakit geçirmeden uygulamaya
koymuşlardır. Ancak tarih bize gösteriyor ki, bir “Türk devleti” yok olduğunda yeni bir “Türk
devleti” mutlaka kurulmuştur.
Kaynakça ve Açıklamalar
1. Illuminati, Texe Marrs, Çeviri: Ali Çimen- Petek Demir, Timaş Yayınları
9. baskı, Nisan 2003
2. Büyük Devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu Parçalama Çabalarında
Hıristiyan Azınlıkların Rolü, Salahi R. Sonyel, Belleten Yayınları, Sayı 195, Nisan 1986,
s. 447
3. Bitmeyen Oyun, Metin Aydoğan, Umay Yayınları, 30. baskı,
4. Avrasya’da Misyonerlik, Ömer Turan, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi-
ASAM, Ankara, 2002, s. 6
5. 4’te age
6. Bomba Davası Savunma-I, Talat Turhan, 1. baskı , Ocak 1986, s. 91
7. Terorizm Olgusunda Dinin Yeri, Dr. V. Fatih Güven, Stratejik Analiz dergisi,
Haziran 2004, Aktaran: Talat Turhan, Bomba Davası Savunma-I “Yargılayanları
Yargılıyorum”, Sorun Yayınları, 3. baskı, Eylül 2004, s. 28
8. Kimlik Mekanları, David Marley-Kevin Robins, Ayrıntı Yayınları, 1997
9. ABD-Avrupa Birleşik Devletleri Rekabeti ve Türkiye-Neo Liberalist
Yaklaşım, Yasar Onay, Jeopolitik dergisi, Çağatay Yayınları, Bahar 2003 sayısı, s. 78
Günümüzdeki ABD Politikası
11 Eylül 2001 baskını üçüncü bin yılın bir dönüm noktası olarak ABD’nin süregelen
saldırgan politikasına yeni bir ivme kazandırmıştır. ABD Başkanı George W. Bush 15 Eylül
2001 günü CNN televizyonunda Ulusa Sesleniş programında ABD halkına, dünya
kamuoyuna şöyle seslenmiştir.1
...Sizden istenen sabırlı olmanız, çünkü bu savaş kısa sürmeyecektir. ...Sizden istenen
sabırlı olmanız azimli olmanız, çünkü bu savaş kolay geçmeyecek. Sizden istenen kuvvetli
olmanız çünkü zafere giden yol uzun olabilir. ...ABD’ye savaş açanlar, kendi yıkımlarını
elleriyle seçmişlerdir. Terörist ülkelere ve onlara kucak açıp destekleyenlere yönelik bir dizi
kararlı eylemle sağlanacaktır bu zafer. Sizi temin ederim sembolik bir eylemle
yetinmeyeceğiz... Bizim vereceğimiz karşılık çok kapsamlı, güçlü ve etkili olmalıdır.
11 Eylül sonrasında radikal İslam birinci tehdit ilan edilmiş ve “Sonsuz Adalet”
operasyonu çerçevesinde Afganistan’a müdahale edilerek yerleşilmiş ve bu suça NATO da
ortak edilmiştir.2
Afganistan işgalinden sonra, “Önleyici Müdahale Konsepti” ile terörist ülkelerin
yerinde cezalandırılacağı karara bağlanmıştır. Daha sonra “Şer Ekseni”ne3 dahil ettiği
ülkelerden Irak’a müdahale etmiş ve Ortadoğu bölgesine yerleşmiştir. Ve bu suretle
“Asimetrik Savaş” diye tanımlanan bir savaş türü uygulanmaya konulmuştur.
ABD’nin sözde barış getirmek için gittiği Irak’ta, yaşananları Servet Cömert’ten
aktaralım:4
...Irak’ın binlerce yıllık tarihi, kültürü tahrip edildi. 7000 yıllık tarihi eserlerin
bulunduğu müzeler yağmalandı. Her yerde enkaz, korku, talan açlık, susuzluk, çıplak ayaklı
çocuklar... Her yerde ölüm, öldüren, öldürenler. Yönetim yok; kargaşa, kaos, anarşi kol
geziyor...
Stratejik müttefikimiz ABD(!), “Serseri (Haydut) Devletler” kuramını Taşkın Şenol şu
şekilde tanımlamaktadır.5
Birincisi, Asıl Serseri Devletler: Bunlar Irak, İran, Suriye, Libya ve Kuzey Kore...
Amerika’ya düşman bu ülkeler terörizmi desteklemekte ve ellerinde kitlesel imha silahları
bulundurmaktadır. Tümünde kimyasal silah vardır...
İkincisi, Aday Serseri Devletler: Çin, Hindistan, Pakistan, Güney Kore, Mısır, Tayvan,
Türkiye... ABD’ye göre bu ülkeler, hegemonya kurma ve kitlesel silahlar sahip olma arzusu
içindedirler. Bu ülkeler her ne kadar şu anda Amerika’nın dostu ve müttefiki
konumundaysalar da gelecekte taraf değiştirebilirler. Görüldüğü gibi Türkiye de ABD’nin
serseri devletleri arasındadır. Türkiye kırk yıldır uğraşmasına karşın Avrupa Birliği’ne aday
olmamış ama bir çırpıda Amerika’nın serseri devletler adayları arasına girmiştir!...
Üçüncüsü, Aday Adayı Serseri Devletler: Arjantin, Brezilya, Küba, Endonezya, İsrail...
Pentagon stratejistlerine göre Arjantin ve Brezilya nükleer silahlara sahip değildir ama bu
arzuyu taşımaktadırlar. Meksika ve Endonezya hem büyük nüfuza sahip hem de büyük askeri
güç yaratma potansiyeli taşıyorlar. ...Kitlesel imha ve nükleer silahlara sahip olan İsrail’in bu
sınıfa dahil edilişi aslında bir Amerikan kandırmacası. Zira İsrail’in ABD’nin yanından
ayrılmayacağını cümle alem biliyor...
1955 yılında, Türkiye’nin karıştırılmasına karar verildiği anlaşılıyor. Nitekim CNN’de
yapılan bir söyleşide eski bir CIA ajanına sorulan sorulur ve alınan yanıtlar bunu
göstermektedir:6
Soru: Eskiden Sovyetler Birliği’nde bir çok ajanınız vardı. Şimdi Rusya ile dost olundu
ve siz ajanlarınızı çektiniz. Peki bu ajanlar şimdi nerede? Siz ajanları bir yere yığarsanız orası
karışacak demektir. Söyleyin bakalım hangi ülke karışacak?
Yanıt: Türkiye
Soru: Nereden çıktı bu?
Yanıt: Evet Türkiye!.. Önümüzdeki dönemde dünyanın en çok karışacak ülkesi. Siz
bunun henüz farkında değilsiniz; ama şu anda Türkiye gizli servislerin ajandasında 1
numaraya yerleşti, daha sonra Güneydoğu ve Ege’den söz edip dünya ajanları orada
toplandı...
diye yanıtlar.
Türkiye, Harvard Üniversitesi Dekanı Allison’ın tanımlaması ile:7
“ABD’nin 51. eyaleti” yapılmak isteniyor.
Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türkleri mevcut yöntemler ile yok edemeyenler, Türkiye’nin
önüne iki seçenek koymaya başlamışlardır. İçi tuzaklarla dolu: Ya Avrupa Birliği’ne katıl, ya
da “Büyük Ortadoğu Projesi”nde ABD ile beraber hareket et. İki yol da mümkündür ancak
yok olmak şartıyla!...
Emekli Korgeneral Suat İlhan AB’ye katılımı:8
Büyük Ortadoğu Projesi içerine alınan bu bölgeler şunlardır: Kuzey Afrika Ülkeleri
(Mısır, Fas, Cezayir, Fas, Libya), Ortadoğu Ülkeleri (Suudi Arabistan, İran, Irak, Suriye),
Kafkasya Ülkeleri (Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan), Orta Asya Ülkeleri (Pakistan,
Afganistan) ile Türkiye’yi kapsamaktadır. Bu proje içinde bazı devletler uzlaşma, bazı ülkeler
işgal ve saldırı ile ABD politikalarına bağımlı hale getirilecektir. Bu projenin görünen ve
açıklanan hedefi, bu bölgelere demokrasi ve özgürlük getirmek olarak açıklansa da, asıl
hedefi Çokuluslu Şirketler için pazar yaratma ve bu ülkelerin petrol ve enerji kaynakları başta
olmak üzere yeraltı ve yerüstü zenginliklerine el koymaktır. ABD Savunma Bakanı Mc
Namara, Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde 1967 yılında yapmış olduğu
konuşmada Ortadoğu’nun ABD için önemini şu sözler ile açıklamıştır:
... Ortadoğu, taşıdığı stratejik önem nedeni ile Birleşik Devletler açısından önemlidir Bu
bölge askeri ve ekonomik çıkarlarımızın birleştiği kavşaktır ve Ortadoğu petrolü Batı için
yaşamsal önemdedir.1
20. yüzyılın ilk elli yılı Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasının paylaşılmasının yol
açtığı değişiklikler ile geçti. 21. yüzyılın ilk elli yılı da Türkiye’nin alacağı doğrultu ile
şekillenecektir. Türkiye modelinin, hem İslam dünyası, hem Türkiye’nin bulunduğu bölge
hem de Avrupa için büyük etkileri olacaktır.
şeklindeki sözleri ile Türkiye’nin ve Türklerin Yeni Dünya Düzeni’ndeki öneminden
söz ediyor ve Berlin Duvarı’nın yıkılışının 10. yıl törenleri için gittiği Georgetown
Üniversitesi’nde yaptığı konuşmasındaki: “Önümüzdeki yüzyılın büyük ölçüde, Türkiye’nin
bugünkü ve yarınki rolünü nasıl tanımlayacağına bağlı olarak şekilleneceğini umuyorum”
sözleri ile de, Yeni Dünya Düzeni senaryoları içerisinde Türkiye’nin ve Türklerin alacağı
rolün çok önemli olduğuna işaret ediyordu.
Türkiye hem taşımış olduğu tarihi misyon hem de bulunmuş olduğu jeopolitik konum
nedeni ile dünya coğrafyasının Kalpgah-ı’dır. Bu açıdan Türkiye, dünya üzerinde yaşayan,
sömürülmek ve yok edilmek istenen ulus devletler açısından da bir direnç noktası olarak
görülmektedir. Yok edilmek istenen ulus devletler açısından Türkiye örnek bir ülkedir,
modeldir. Bunun için Türkiye ve Türkler öncelikle yok edilmek istenmektedir. Türkiye ve
Türkler yok edildiği takdirde, “Domino Teorisi” ile diğer uluslar daha kolay yok edilecektir.
Bugün Türkler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti namlunun
ucundadır.
Bu kapsamda; ilk aşama da Amerika Birleşik Devletleri, ikinci aşamada Avrupa
Birleşik Devletleri (AB) kurulmuştur. Üçüncü aşamada Ortadoğu Birleşik Devletleri’nin
temeli BOP ile ortaya atılmıştır.
Sonraki aşamalarda ise Asya Birleşik Devletleri, Afrika Birleşik Devletleri, Güney
Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulacağı değerlendirilmektedir. Bu amaçlarına ulaşmak için
önce Avrupa Birliği’nin kurulmasına destek vermişlerdir. Bugün ise Büyük Ortadoğu Projesi
adı altında Ortadoğu Birleşik Devletleri’ni kurmaya çalışmaktadırlar. Yarın Uzakdoğu
Birleşik Devletleri, Orta Asya Birleşik Devletleri, Afrika Birleşik Devletleri adları altında
yeni birleşik devlet kurduracaklardır. Bu projeler ile, dünyayı altı birleşik devlet ile yönetmeyi
arzu etmektedirler. Ancak bu birleşik devletler, gerçek amaca ulaşmak için araç olarak
kullanılacaktır. Bugünlerde; Yeni Dünya Düzeni’nin bir parçası olan ve Doğulu oryantalist
Bernard Lewis tarafından ortaya atılan ve ABD Başkanı George W. Bush tarafından açıklanan
Büyük Ortadoğu Projesi, bölgede sosyal yapıyı düzeltmekten ziyade Ortadoğu Birleşik
Devletleri (Büyük İsrail Devleti’ni)’ni kurmaya yöneliktir.
BOP üç aşamada gerçekleşecektir. Birinci aşamada: Kürt bölgesi diye adlandırılan
bölgede yeni bir devlet oluşturulacaktır. İkinci aşamada, Irak’ın başına Yahudi asıllı veya
destekli biri getirilecek. Üçüncü aşamada ise, böylece Vaat Edilmiş Topraklar
birleştirilecektir. ABD, İngiltere ve İsrail beyinli bir “Ortadoğu Birleşik Devletleri”
kurulacaktır. Tek Dünya Devleti kurulacaktır. Kısacası, gelişen süreçte oyuncular ve araçlar
değişmiş, fakat amaç aynı kalmıştır. Batılıların sosyal, siyasi ve kültürel bu bakış açıları
aslında bir yanıltmadır. Ekonomik değeri olan bu bölgelerin ele geçirilmesi asıl nedendir.
Müslüman devletlere demokrasi getirilmesi amacının arkasındaki asıl neden, Batının ürettiği
mal ve hizmetlerin bu bölgelere arzu edilen şekilde satılmasıdır. Enerjinin ele geçirilmesidir.
Mehmet Eymür’ün portresi her ne kadar olumlu bir profil vermiyorsa da, yazdığı MİT
raporları, gazetelerde yayınlanan söyleşileri, yazdığı kitapta sergilenen çirkin ilişkiler
“düzenin mafyalaşması”na ışık tutmaktadır. İbretle tekrar tekrar okunmalı ve her an el altında
bulundurulmalıdır. Çünkü Eymür suçladığı kişilerin tümü -biri hariç- sessiz kalmayı
yeğlemişlerdir. Bu kişiler zaman içinde Genel Müdürlük, Milletvekilliği, Bakanlık ve hatta
Meclis Başkanlığı makamlarına oturmalarına karşın, bu kişilerin gücü, Mehmet Eymür’ün
MİT’e geri dönerek göreve başlamasını engellemeye yetmemiştir. Bu olgu bile tek başına,
Eymür’ün derin devlet içindeki etkin konumunu algılayabilmek için yeterli bir kanıt
sayılabilir... Uyuşturucu ticareti, kara para aklama, kumarhane işletmeciliği, hayali ihracat ve
hatta fuhuş yoluyla palazlanan mafyanın, politikacılarla akçalı çıkar ilişkilerine girmiş olduğu,
tüm çıplaklığıyla Susurluk kazasıyla ortaya çıkmış olmasına karşın olay “af yasası” ile
kapatılmak istenmektedir...
Dünün hayali ihracatçı üç kağıtçıları günümüzün saygın özel sektör temsilcilerine
dönüşmüştür. Çıkarları globalizmle bütünleştiği için, emperyalist işbirlikçilerinin hıyanetleri
süregelmektedir.
Mafya başkalaşmış, işini bilenler, ya da “vatansever tetikçiler örgütü”ne taşeronluk
yapanlar patronlaşmış, rant pazarında kolay yoldan trilyonlarına trilyonlar katmakta ve
kirlenmiş politikaya ve politikacıya ve bürokratlara destek sağlayıp çıkarlarının devamlılığını
sağlamaya çalışmaktadır...
At izine it izleri karışmış, düzen yozlaşmış, kokuşmuş ve hiçbir sorunu çözemez duruma
düşürülen ekonomiye can suyu vermek için iktidarlar IMF buyruklarını yerine getirmek
suretiyle ekonomik iflası önlemek için zaman kazanmaya çalışmaktadır... Susurluk kazasında
ortaya çıkan suçlular koalisyonunun pisliklerini örtmeye çalışan iktidarın foyası deprem
felaketi ile bir kez daha ortaya çıkmış gibi görünüyor. Kuşkusuz 1950’li yıllardan bu yana
emperyalizmin ve kapitalizmin uyduluğunu benimseyen sağcı iktidarlar bugün görünen
çürümenin baş sorumluları olarak tarihte yerlerini alacaklardır...
Mehmet Eymür bu süreçte kilit bir isim olduğu için kendisinden söz edilmektedir.
Öyleki bu kişi bu karmaşık ilişkiler ağı içinde son ana kadar parlamenterlere dahi nasip
olmayan bir dokunulmazlığa sahip olmuştur. Çünkü bu pisliklerin içinde debelenenler onun
bildiklerinden hep ürkmüşlerdir. Eymür’ün:
- Uzun süre MİT’te çalışan ve subay olan babası Mazhar Eymür masondur. O’nun da
mason olduğu söylenilmektedir.
- Eymür’ün MİT’te gönülden bağı olduğu eylem ve düşün birliği içinde bulunduğu
Hiram Abas mason bir aileden gelmektedir.
- Hiram Abas ve Mehmet Eymür, istihbaratta ABD ekolünü temsil etmişler, MİT
yasasını zaman zaman hiçe sayarak sorgulamalara katılmışlar, yurtiçinde “ramboculuk”
yapmışlar, yurtdışı operasyonlarda “vatansever, şerefli, tetikçi, uyuşturucu kaçakçısıyla
işbirliği” yapmaktan çekinmemişlerdir.
- H.A ve M. E, MİT’in sivilleşmesi projesine tüm provakatif güçleriyle katılıp kendi
önlerini temizlemek suretiyle Özal’ın desteğiyle Hiram Abas’ın MİT müsteşarlığını ele
geçirmeye çalışmışlardır.
- Özal’ın itimadını kazanmak adına “saraydan kız kaçırma” senaryosunun karşıtı “damat
kaçırma” operasyonunda yer alıp örgütlerine büyük ziyan vermişlerdir.
- Bu iki kişinin fütursuz ve ilke tanımaz tutumları devletin önemli kurumları arasında
süregelen çatışma ve kamplaşmanın zeminini oluşturmada önemli katkısı olmuştur.
- İktidar dengelerini iyi değerlendirmemeleri sonucu MİT raporunu yazdıktan sonra
örgüt dışı kalan iki silahşörden biri, bir zamanlar antikomünizmin şampiyonluğunu yapan
müflis fakat itibarlı (!) -Cavit Çağlar gibi- bir işadamının korumacılığını üstlenmiş, Eymür ise
vakit geçirmeksizin fabrika sahibi olabilmiştir.
- Yasal olarak ve yerleşik teamüle göre bazı kurumlardan ayrılanların -hele ayrıldıktan
sonra konuşmuşlarsa- örgütlerine dönmeleri olanaklı olmamasına karşın bir güç(!) yerleşik
bütün kuralları hiçe saydırarak bu iki kafadarı MİT’te göreve döndürmeyi başarabilmiştir.
- Mehmet Eymür’ün mal varlığına baktığımızda şaşırmamak elde değil... Türkiye’de ve
ABD’de evler, apartmanlar, dolarlar ve arabalar... Hele bu arabalardan bir tanesi varki 4x4
Chevrolet Grande Cheroke, 90.000 $ değerinde, bir derginin yazdığına gör bir ülküdaşı(!)
hediye etmiş ama bu devlet geleneği ve etik dışı davranışların hesabını sormaya iktidarların
gücü yetmiyor...6
- Mehmet Eymür ikinci kez MİT’e döndüğünde adı Susurluk olayına karıştı. Ona,
başlangıçta iktidar gene dokunamadı. Hatta Başbakan Mesut Yılmaz’ın kendisiyle pazarlık
yaptığı “Sen bize lazımsın, bir müddet Washington’da dinlen.” dediği basına yansıdı. Daha
sonra değişen dengeler sonucu Mehmet Eymür’ü “Şeker Şirketi”nde görevlendirdiler... Bilgi
ve becerilerini şekercilere öğretsin diye(!)..
- Eymür kendisine yapılan haksızlığa(!) dayanamadı. Danıştay’da iptal davası açtı.
Danıştay’a verdiği 75 sayfalık dilekçede son sözlerini söyledi. Okunmaya değer...
- Hakkında, çeşitli eylemleri nedeniyle dava açıldı ve gözaltına alınma kararı çıktı.
- Bazılarına dokunur diye Anavatan’ına gitti diyemiyorum ama, ABD’ye kaçtı...
Masonluğun kabesinde bir antikomünistin aç kalacağını her halde düşünemezsiniz? Kaldı ki
evlerini, arabalarını daha öncesi almış, hazırlığını yapmıştı...
Diğerleri nasıl paşalar gibi yaşıyorsa o da yaşıyacak. Uzur ömürler diliyorum, anılarını
yazıp itiraflarda bulunması için...
Bizim senaristlerin gücü yeter mi bilmem ama7 ABD’liler Eymür’ün yaşam
öyküsünden Akbabanın Üç Günü’nü gölgede bırakan bir film üretebilirler. Mehmet Eymür iki
nedenle beni ilgilendirdiği için ondan 1989 yılından bu yana söz ediyorum.
Bilindiği gibi, masonluk, kapitalist enternasyonalizmi dolayısıyla “küreselleşmeyi”
temel ilke olarak benimseyen bir örgüttür. Bu nedenle gerçekten milli olan kurumlarda
masonların varlığını hiç bir zaman içime sindiremedim. Slh. K’lerde, Milli Savunma
Bakanlığı’nda, Milli Eğitim Bakanlığı’nda, İçişleri Bakanlığı’nda, istihbarat örgütlerinde
masonların ne işi var? Ulusal bir devlette, enternasyonalist bir cumhurbaşkanı ya da başbakan
nasıl mason olabiliyor? Atatürk, Mason Locaları’nı neden kapattı?
Aslında sorunun yanıtı açık. Kapitalist dünyanın lideri ABD yönetimi masonların
denetiminde, kapitalizmin dümen suyuna girmeyi yeğlemiş ülkelerin denetimi neden
masonlarda olmasın ki?
1989 yılında kaleme aldığım Doruk Operasyonu8 adlı kitapta istihbarat örgütlerindeki
masonların sakıncalarından söz etmem zaman içinde İtalya’da ortaya çıkan P-2 Mason Locası
skandalı ile öngörüye dönüştü. (Sayfa 156)
Şöyle ki, İtalya’da legal Komünist Partisi’nin iktidara gelmesini engellemek için her ay
CIA’dan 10 bin $ alan P-2 Mason Locası üstadı Licio Gelli, güvenlik ve istihbarat örgütleri ve
antikomünist diğer güçlerin desteğinden yararlanıp İtalya’da “devletin bilgisi dahilindeki”
terörü organize ettiği ve toplumun destabilisation (istikrarsızlaştırma) ve demagnatisation
sürecinde aktif rol almaktan mahkûm olması, bizde bir P-X Mason Locası neden olmasın
sorusunu akla getirmektedir. Aslında son söylemde derin devlet diye tanımlanan ve bir türlü
gizi çözülemeyen güç, bu P-X Mason Locası olmasın?
Özellikle 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri öncesi darbe ortamı hazırlamak ve
toplumu istikrarsız hale getirmek için güvenlik ve istihbarat örgüt elemanlarının doğrudan
doğruya ya da taşeron yönetimiyle tıpkı İtalya’da olduğu gibi sağ ve sol terörü
yönlendirdiğine dair o döneme ait dava dosyalarında sayısız örnekler bulunabilir.
İtalyan provokatörü P-2 Mason Locası üstadı Licio Gelli La Verita-Hakikat- adlı kitabı
nedeniyle çıktığı bir televizyon programında masonizmin uluslararası gücünü, yanında
işbirliği yaptığı grupları açıklamaktadır:
- Üst düzeyde iş adamları
- Politikacılar
- Subaylardan oluşan bir örgütlenme ile devlet terörünü düzenleyen L.Gelli, “1971
yılında Hristiyan Demokrat Parti’den Cumhurbaşkanlığına seçilen Giovanni Leone’nin,
parlamentodaki masonların oylarıyla seçildiğini, Arjantinli masonların desteği sayesinde, Juan
Peron’un yeniden iktidara gelmesine yardımcı olduğunu ve ABD Başkanı Reagan’ın yemin
törenine davet edildiğini ve bu davette Cumhuriyetçi Parti ile işbirliği yaptığı için kendisine
takdir belgesi verildiğini” açıklamıştır9.
CIA desteğiyle, İtalya işbirlikçilerinin katkılarıyla devlet terörü’nü bağlı olduğu
Loca’nın onayıyla yürüten ve değişen deneyler sonucu mahkûm edilen bu adamın, İtalya’dan
Arjantin’e oradan ABD Başkanı’na kadar uzanan serüveni emperyalizmin ve kapitalizmin
iğrenç iç yüzüne yeterince ışık tutmuyor mu?
- Talat Turhan: Mehmet Bey, benim bu konuda net bir açıklamam yok. Yalnız siz
Analiz adlı kitabınızda bir teğmeni sorguladığınızı yazıyorsunuz. Dolayısıyla oradaki
koşulları çok yakından biliyorsunuz demektir. Ben bunu ifade etmeye çalışıyorum. Bakınız
Mehmet Bey, ben sizi hiç tanımıyorum. Size de bir husumetim söz konusu olamaz. Ancak ben
istihbarat örgütlerinin yabancı istihbarat örgütleriyle çok içli dışlı olmasından çok tedirgin
olduğumu ve bu nedenle de bu konularla ilgilendiğimi belirttim.
-Mehmet Eymür- O konuda haklı olabilirsiniz.
Tabii ki o konuda haklı idim. Ta 1959’lu yıllardan bu yana tanıdığım, komutanlığımı
yapmış ve 1960-1962 yılları arasında MAH ve MİT Başkanlığı görevinde bulunmuş dostum
Tümgeneral Naci Aşkın’la bu konuları yıllarca tartışıp, o değerli kişinin özelleştirilerini
dinledikten sonra çabalarımın haklılığından da emindim.
Peki yazıldığı gibi Mehmet Eymür mason ise, masonik ilkelerle yüzseksen derece karşıt
olması gereken bir işkence merkezinde onun ne işi vardı? İtalya’da Mason Üstadı Licio Gelli,
CIA dolarlarıyla neden terörü yönlendiriyordu?
3-4 Temmuz 1972 gecesi Ziverbey Çetesi beni de esir alıp, bir ay süreyle işkence
yaptıktan sonra, yüzlerce sahte suçlamayla sıkıyönetime gönderip Bomba Davası adlı yapay
bir davanın başsanığı yaptı, Çünkü varlığımı kendileri için tehlikeli görüyorlardı...
Anayasa’sında “demokratik hukuk devleti” yazan bir ülkede kişisel ve toplumsal onur
adına bu Çete’yle-”Pentagon boys”larla- o günden bu yana yasal kavga veriyorum.
“Bir gayrinizami kuvvetin yeraltı unsurları, kaide olarak kanuni olarak yasal statüye
sahip değildirler.” diye yazılıyordu
Bu maddeyi okuduğumda Ziverbey Çetesi mensuplarının neden Anayasa ve yasa
tanımadığını net ölçülerde algıladım. Bu anlayışın süregelmesi Susurluk olayında tüm
çıplaklığıyla ortaya çıkmış olmasına karşın, yeraltı güçlerinin egemenliği devam ediyor olmalı
ki; olay “afla” kapatılmak isteniyor.
ABD’nin müttefiki olan tüm ülkelerde CIA dolarlarıyla finanse edilen, örgütlenen ve
eğitilen, aynı yöntem ve anlayışla kullanılan “vatanseverler örgütü”, ABD adına kendi
ülkelerinde istikrarsızlık yaratmak ya da istikrar sağlamak için soğuk savaş döneminde
komünizme karşı savaş ve mücadele için kurulmuşlardır. Bu nedenle kapitalist uydusu düzene
başkaldıran ya da muhalefet eden örgüt ve kişileri “gerilla” olarak nitelendirmişlerdir. Bu
anlayışla Ziverbey çetesi mensupları kendilerine “Kontrgerilla örgütü” adını vermişlerdir.
-ABD’den getirttiğim daha önemli resmi bir belge FM 31-16 Counterguerilla
Operations- (Türkçesi: FM 31-16 Kontrgerilla Operasyonları) olayın boyutunun
“vatanseverler örgütü” ile sınırlı olmadığını, ABD çıkarları adına kurtuluş savaşlarıyla ya da
komünizmle mücadele için örgütlenmenin içinde toplumun her kesiminden yetkili kişilerin
olduğunu gördüm. Bu talimnamede-Sivil Asker Gözlem Talimnamesi- Civil Military
Advisery Commitee=CMAC(Ek:3) adlı örgütlenme içinde:
(1) Local police chief: Yerel polis şefi
(2) Superintendent of school or school principal(s): Okul yöneticisi ve müfettişler
(3) Senior members of dominant redigivous faiths: Üst düzey din adamları
1990 yılında İtalya’da Gladio olayı patlak verince, skandalın boyutu aylarca tüm NATO
ve Avrupa ülkelerinin medyasında gündem oluşturdu. Bu bağlamda kuşkusuz Türkiye de
kendini yeniden kontrgerilla tartışmalarının içinde buldu16. Bu tartışmalar içinde bir
milletvekili ilginç açıklamalarda bulundu ve yazımızın bu bölümüne kadar madde başlıkları
boyutunda derin devletin derinliğini anlamamıza katkıda bulundu. Bağımsız Bingöl
Milletvekili İlhami Binici diyor ki17: “12 Mart sonrasında kendisine de işkence yapıldığını,
Ziverbey Köşkü’nde 23 gün kaldığını, kontrgerillanın işkencesinden geçtiğini, kontrgerilla
konusunda bazı şeyler bildiğini, ama konuşursa öldürüleceğini, can güvenliği sağlanırsa
konuşabileceğini” açıkladıktan sonra örgüt elemanlarını sınıflandırıp, derin devleti oluşturan
çete üyelerini bu bölüme kadar açıklananların koşutunda betimledi. Binici, anılan örgütün
içinde:
- Uyuşturucu kaçakçıları,
- Mafya elemanları,
- Subaylar,
- Polisler,
- Doktorlar,
- Askerî ve sivil savcılar,
- Subaylar
- Emniyetçiler,
- Profesörler,
- İş adamları,
- Şuradan insanlar,
- Çeteler.
Soğuk savaş döneminde CIA tüm dünyada legal ve illegal örgütler içinde
antikomünizmi örgutledi. Bu güçlerin desteğiyle ABD çıkarlarının korunması için, hep
Amerikancı iktidarların iktidarda kalmasını sağlamaya çalıştı, Neo-faşist ve Neo-Naziler tüm
dünyada ABD yanlısı düzenin devamlılığını sağlamak için, CIA dolarlarıyla beslenip
ülkücülük, vatanseverlik adında gerektiğinde idam mangaları21 oluşturup emperyalistlerin
tetikçiliğine soyundular. Bu kirli ya da örtülü operasyonların finansmanı uyuşturucu ticareti,
kara para aklama, hayali ihracat, kumarhane işletmeciliği, fuhuş vb. yollarla sağlandı. Bu
pisliğe bulaşanlar bol para ve gerektiğinde devlet desteğini de yanlarına alıp mafyalaştı ve
çeteleşti... Palazlandıkça bu sergerde takımına yurtiçi az geldi. Küreselleştiler!... Ele
geçirdikleri maddi olanaklar o kadar boyutlandı ki, işlerini kolaylıkla yürütmek için bürokrat
ve politikacıları satın alıp, düzendeki kokuşmanın nedenlerini oluşturdular.
Aslında emperyalistler el attığı ülkelerin kokuşmasını kendi sömürülerinin devamlılığı
adına arzu ederler...
- Trilateral Commission= TC
- Eisenhower Exchange Fellowship= EEF’den söz edip masonluk üstü bu örgütlere üye
olan küresel seçkinler ve seçilmiş Türk vatandaşlarını ismen açıklıyorum.24 Kuşkusuz bu
örgütlenme hiyerarşisinin en altında bulunan Bilderberger’lerin”Yeni Dünya Düzeni”
hiyerarşisi içinde üst örgüt üyelerinden direktif almaları da doğaldır. Serbest piyasa
ekonomisine geçiş, özel sektörün öne çıkartılması, özelleştirme, sosyal güvenlik reformu(!),
sendikasızlaştırma, IMF buyruklarına uyum, tahkim, çok taraflı yatırım anlaşmaları, MAI,
MIGA oluşumları gerçekleştikçe iktidarların emperyalistler nezdindeki itibarları artmakta
“globalizm” adına ulus devletler ve ulusal değerler ufalanmaktadır. Bu olguya da globalizmin
mafyalaşması diyebiliriz
“YDD”nin en etkin ve köklü örgütü masonluk baz oluşturmak üzere mason üstü ve
premasonik örgütler globalizmin gerçekleşmesi için yıllardan bu yana çaba sürdürüyorlar,
gene bu örgütlerde emperyal çıkarlar uğruna alınan kararlar seçilmiş yerel küresel seçkinler
aracılığıyla yaşama geçirilmektedir. Ticaret ve sanayi burjuvazisi ve örgütleri, ABD yanlısı
neo-liberal partiler, bürokrasi, iktidarı tutan diğer güçler, ılımlı İslâm, neo-faşistler ve
örgütleri, ikinci cumhuriyetçiler, Amerikan mandacılarının ardılları, Sevr yandaşları vb.
güçler, Atatürk’ün “tam bağımsız, özgür, anti-emperyalist, anti-kapitalist” ulus devletiyle ve
yandaşlarıyla kıyasıya çatışma içine girmiş bulunuyorlar. Bu cepheye karşı global karşı
koyacak güç ve sınıfların örgütlenmeleri için kaybedecekleri bir gün bile olmaması
gerektiğini düşünüyorum.
Enternasyonal kapitalizmin masonluk üstü örgütleri ABD, Avrupa, Japonya ve
Türkiye’de örgütlenmiş, bunun dışında dünyadaki emperyal çıkarları korumak için masonlar
ve premasonik örgütlerin desteklerini yeterli buldukları anlaşılmaktadır. EEF (Eisenhower
Exchange Fellowship) bağlamında sisteme dahiledilmiştir. Türkiye’nin öneminden sıkça söz
edilmektedir. Kuşkusuz bu söyleme değişik anlamlar yüklenilebilir. Bunlardan biri de
ülkemizde 40 kadar EEF üyesi, 38 tane Bilderberg üyesinin bulunması emperyalistler adına
yadsınması olanaksız bir kazanım olarak değerlendirilebilir.
- Büyükelçiler
- Akademisyenler
- CIA Başkanı ve görevlileri
- NATO Başkanı ve genel sekreterleri
- Medya kuruluşlarının patronları, editörler
- ABD Gn.Bşk. ve Kuvvet Komutanları vb.
Henry Kissinger’in Süleyman Demirel’le de çok yakın dost olduğu anlaşılıyor. Hem de
evinde davet edebilecek boyutta.
1995 yılının Nisan ayında Arjantin’i ziyaretinde Cumhurbaşkanı Menem’in çiftlik
evinde verdiği kahvaltıda Henry Kissinger’de bulunmaktadır. “Demirel, Kissinger ile çok
eskiye dayanan dostluklarının bulunduğu belirterek, “Türkiye’ye gel, çok önemli konular var,
konuşalım.” dediği açıklandı.31 “Demirel, Kissinger’in de ekim ayında ABD gezisi sırasında
kendisini evinde ağırlamak istediğini söylediğini bildirdi.”
Demirel’in, ABD’ye gittiğinde ne konuştuklarını, Kissinger’in evine konuk olup
olmadığını bilemiyoruz ama Kissinger’in Ecevit, Özal ve Çiller gibi politikacılar yanında
Ayşegül Nadir’le çok özel ilişkileri fotoğraflarla basına yansıdı.
TÜSIAD, 13-14 Kasım 1996 günleri arasında “Siyasette Kirlenme ile Temiz Politikacı”
konulu bir seminer düzenledi. Kissinger baş konuşmacı idi. Bu davet kanıma dokunmuştu. Bir
Atatürk milliyetçisinin bir globaliste karşı olmasından daha doğal ne olabilirdi? Bir basın
toplantısı düzenledim Kissinger’in iç yüzünü açıkladım. Daha sonra yazılı metini tüm basına
faksladım. Ne sponsorum, ne de yardımcım vardı. Ama girişimimin medyada çok az yer
alması bile benim için bir ölçüttü.
H. Kissinger’in bağlı olduğu örgütlerin ve onun yandaşlarının gücünün, medyayı
denetime aldığını algılamıştım. Medyamız genellikle globalleşmişti!32
Bu bölümün özeti 1986 yılında Bomba Davası Savunma I adlı yapıtımda yayınlanmış
bu konulara yer verilmiştir.
16. Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla,1992 ve Kontrgerilla Cumhuriyeti,1993 adlı
yapıtlarıma bakınız.
17. Milliyet: 17 Kasım 1990
18. Yeni Asya: 4 Aralık l990
19. Can Dündar, Celal Kazdağlı, Ergenekon-Devlet İçinde Devlet, 2.baskı,
Temmuz 1997, s.73-94.
20. En Kirli Yeraltı Örgütü, Sabah, 23-28 Aralık 1996: Anılan dizi yazıdan
Hazırlayan: Mehmet Yalçın, Mehmet Tez, Şahin Artan “Talat Turhan, söylediği olaylarla
diğer NATO ülkelerindeki olaylar arasındaki paralellikler de var.”
21. Talat Turhan, Doruk Operasyonu, Sorun Yayınları, 1. baskı, Ağustos 1989, s.
85-97
22. Talat Turhan, Mehmet Eymen, Mont Pelerin-Küresel Sermayenin Beyni, İleri
Yayınları, Mart 2005
23. Y.n. - 2. Körfez Savaşı ve Afganistan’ın işgalinden önce yazılmıştır.
24. Ayrıntılı açıklama için Bkz. Talat Turhan, Küresel Çete, İleri Yayınları, Şubat
2005. Ayrıca bu kitabın “önsüz yerine” bölümündeki şemaya bakılabilir.
25. Bu vesika karşısında lütfen saygı ile eğiliniz Sayın Demirel, Yeni İstanbul, 26
Ocak 1968
Demirel’i Kızdıran Soru: Mason musunuz?, Hürriyet: 8 Haziran 1989
26. Y.n. Bu konudaki ilk açıklama 1975 yılında mahkemedeki savunmamla
yapılmıştır. (Bomba Davası, Savunma 1 adlı yapıtıma bakınız.)
- 1999’da yayınlanan Çeteleşme adlı yapıtımda internetten yararlanıp, bu konuda
ayrıntılı bilgi vermeye çalıştım.
- Bakınız: “Demirel’i ikinci kez, önemli kişiler yetiştiren EEF örgütü Amerika’ya
çağırdı .”,Örsan Öymen, Milliyet: 12 Şubat 1976
27. Y.n. NGO (Non Goverment Organisation)’lar STK genellemesi içinde bilinçli
olarak gizlenmektedir. Dış güçlerce finanse edilen bu kuruluşlar globalizme hizmet etmekte
ve ulus devlet aleyhine çalışmakta ve misyonerlik çalışmalarını sürdürmektedirler. (Bakınız:
Mont Pelerin ve İleri dergisindeki Talat Turhan ve Mehmet Eymen tarafından kaleme alınan
“AEGEE: Küresel Çeteleşmenin Gençlik Cephesi” adlı makale.
28. Mafya, CIA, George Bush- ABD’de Devletin En Yüksek Kademelerine Kadar
Çıkan Yolsuzluk Skandalı, Pete Brewton, Milliyet Yayınları, 1. baskı, İstanbul, Eylül 1993,
Çeviren: Şen Süer Kaya (Bakınız: ‘Siluet ve Gölge’-Güneri Civaoğlu- Milliyet: 10 Kasım
1996)
29. Talat Turhan, Orhan Gökdemir, Mehmet Eymür-Ziverbey’den Susurluk’a bir
MİT’çinin portresi, Sorun Yayınları, 9. baskı, Eylül 2000,s. 271-292.
Talat Turhan TÜSİAD’ın girişimleri ve Henry Kissenger’ın iç yüzü.
30. Talat Turhan, Orhan Gökdemir, Mehmet Eymür-Ziverbey’den Susurluk’a bir
MİT’çinin portresi, Sorun yayınları, 9. baskı, Eylül 2000,s. 271-292.
2. Y.n. Mesut Yılmaz, Erdal İnönü ve Selahattin Beyazıt ile 1990 yılında ABD’de
Glen Cove- Newyork’da yapılan Bilderberg toplantısına katıldığı yazıldı. Hürriyet: 15 Mayıs
1990
3. Yn. Mesut Yılmaz’ın globalleşmede önü açık görünüyor. İddia doğru ise
masonluk -Bilderberg üyeliği- Başbakanlık çizgisi onun global etkisini daha da artırabilir.
4. Y.n. Bir yerde yanlış yapmış olmalı ki, küresel seçkinler arasına katılmış
olmasına karşın halen Yüce Divan’da yargılanıyor. Sonucunu göreceğiz.
ABD-CIA-Pentagon-NATO-Gladio Uzantısındaki İstihbarat Örgütleri Neye
Hizmet Ediyor?1
Bizler, 10’larca yıldır düzenin bozuk olduğunu iddia ederiz; yalnızca ve salt bu iddiayla
da kalmaz, sözümüzün arkasında durduğumuzu da kanıtlarız; “bozuk düzen”in oluşmasında
rol alanlarla birlikte, neden-sonuç ilişkisi bağlamında bazı saptamalarda ve yorumlarda da
bulunuruz...
- Bazı valiler babalara mektup yazıp, makam arabası hibe etmeleri için özel ricada
bulunuyordu.
- Emniyet Genel Müdürü, bu göreve bir baba tarafından tayin edildi.
- Üst rütbeli bazı subaylar, tanınmış bir gazinoda bedava yemeye karşılık, babaların
askerlik işlerini takip ediyordu.
- Dünyaca ünlü uyuşturucu kaçakçısı, ülkenin kaderini değiştiren ihtilâl lideri
generallerden birine İsviçre’de villa aldı.5
Mehmet Eymür, “Susurluk Çözülmez” yargısına da açıklık getiriyor:
Kanaatimce Susurluk olayının tam olarak çözülmesi zordur. (...) Sonyıllarda iki tip
illegal faaliyet sürdürülmüştür. Bunlar Devlet yararına olduğuna inanılan işler ile çıkar
sağlamaya yönelik faaliyetlerdir. Her iki faaliyet iç içedir. (...) Devlet yararına olduğuna
inanılan işlerin açıklanması ülkeyi zora sokabilir. (...) Devlet yararına yapıldığına inanılan
işler belli bir emir-komuta zinciri içinde yerine getirilmiştir. Emirleri icra eden kişiler ulvi bir
görevi yerine getirdikleri inancı ile bu işleri yapmışlardır.
Eymür, aynı bakış açısıyla “şerefli vatansever tetikçi”lerden(!) söz ediyor. Peki bu
kimselerin kullanılması yasal mıdır? Yasal değilse ya da devlet adına iş yapıyorum derken, bu
arada kendi adına uyuşturucu ticareti yapan tetikçinin -Ölüm Mangası lideri ya da elemanı-
eyleminden siyasi iktidarlar sorumlu değil midir? Bu sorular sistemin mantığına göre bile
sorulmuş olsa, kimse ağırlığının altından kalkamayacaktır.
Eymür, bir anlamda bu soruya da yanıt veriyor: “soruşturmaların ‘önemli makam’lara
ulaşınca kestirildiğini veya ifadelerin değiştirildiğini, para gücünün, her şeyi örtbas etmesi ve
satın alması, resmî kişilerin ‘müesseseler yıpranmasın’ gibi ciddiyetsizlikleri sonucu bu güne
gelindiğini”, “günümüzde siyasi güçte kazanan yeraltı dünyası, kendisiyle uğraşan resmî
görevlilerden çekinmeye başladı. Ayrıca “hazırladığı ünlü MİT raporundaki bilgilerin de
bugün çoğunluğunun doğru çıktığını da” açıklamaktadır.
Eymür’ün bu konudaki kimi yorum ve saptamalarına katılmamak olanaksız. Ancak,
bütün bu kokuşmuşluğun bir adı ve sorumlusu olmalı. Eymür bunları siyasal-sosyal devrimini
gerçekleştirmiş bir siyasi iktidara değil, kuşkusuz, en azından 50 yıldan beri ABD
güdümündeki bir bozuk düzenle her türden çıkarları örtüşen siyasi iktidarların bu oluşumun
birincil sorumluları olduğunu bilerek “görevini” yerine getirdiğini sanmaktadır. Kanımca,
istihbarat örgütleri ve sistemin bütünleyici bir parçası olarak, bürokrasinin her iki kanadının
da bu hiyanete bilinçli olarak ortak olup ülkemizi “Mafya Cumhuriyeti”ne dönüştürmüşlerdir.
Bu ülkede, “uluslar ötesi” tekelci sermayenin avantalar ve yağmalar ülkesinde daha da
“Karun” olması için neler yapılmaz ki... Koç ve Sabancı ve diğer holdinglerin yüksek
çıkarlarını kollayan bir “demokrasi” de, MİT görevlisi Eymür de böyle bir “dokunulamayan
adam” kimliğinde olur... Gizli cinayet şebekelerinde “kirli işlerini” temizlemek için kullanılan
tetikçiler de, isimleri afişe edilen faşist bozuntuları gibi olur... Yeri gelmişken söylemek
durumundayım, çeşitli niyet ve gerekçelerle bozuk düzene karşı isyan ederek ayağa kalkan
bütün devrimciler, polis, işkence, cezaevi deneyimlerinde davasına sahiplenir, en anlamlı
zamanlarını içerde bırakır, aç ve işsiz kalır, ya da çeşitli kıyım ve kırımlardan geçirilir...
Mesut Yılmaz, bir gazetede yer alan açıklamasında: “Çetelerin büyümesi devletin
zaafındandır. Türkiye, Mafya Cumhuriyeti’ne dönüşmüş. Biz, devleti bu zaaftan kurtardık.”
diyebilmektedir.6
Hayali ihracat, İLKSAN, faili meçhul cinayetler (keyfî-fiilî infazlar), kayıp silahlar,
Susurluk kazası, uyuşturucu ticareti, kara para aklanması, vb. gibi sorunlar orta yerde
dururken, Mesut Yılmaz, bu türden bir “başarıyı” acaba nasıl gösterebiliyor?..
Biz, Mesut Yılmaz’ın “yeni keşfettiğini sandığımız bu türden saptamaları yıllar
öncesinde yayınladığımız çeşitli kitap ve yazılarımızda, ayrıca, Kontrgerilla Cumhuriyeti adlı
kitabımızda, sorunun “uluslar ötesi” emperyalist sisteme ilişkin boyutunu öne çıkarmaya
çalışmıştık. Bunların yanı sıra Doruk Operasyonu adlı kitapta ise, çeşitli istihbarat örgütlerinin
konumunu, bu arada MİT içinde Hiram Abas ve Mehmet Eymür’ün başını çektiği, ve yine
ayrıca emperyalizmin gizli-açık cinayet şebekeleri ve örgütleriyle organik ilişkili masonik
kanadın varlığını, bu bilinçli “sızma”yı neden içimize sindiremediğimizi, devrimci ve
yurtsever kimliğimizle açıklamaya çalışmıştık. Bunun gibi, eğer “ulusal çıkar” söz konusu ise,
“milli” olan (olması gereken) bir kurumun saygınlığını koruması ve bu sıfata layık olabilmesi
için ön koşulun “uluslar ötesi” emperyalist örgütlere üye olan kişilerin teşkilatta
görevlendirilmemesi gerektiğini vurgulamıştık...
Aslında olay derinliğine araştırılabilse İtalya’daki P-2 Mason Locası’nın bir benzerinin
ülkemizde sahneye konulduğu ortaya çıkarılabilirdi.
Oysaki siyasi iktidarların duyarlı kilit noktaları, angajmanları yıllar öncesi yapılmış ve
kapitalist enternasyonalin en tehlikeli örgütlerinden masonlar, premasonik örgütler ve
masonluk üstü kuruluşların örgüt elemanlarınca çoktan tutulmuş olduğundan, olaylar (bir
anlamıyla) bir türlü aydınlanamamaktadır. Türkiye’yi açık-gizli örgütleriyle kuşatan
emperyalizm o denli donanımlıydı ki, sistemin işleyiş kuralları ve mantığı bile
işlemeyebiliyordu... Cumhuriyet, demokrasi, hak-hukuk, anayasa ve yasal düzenlemeler,
burjuvazinin yasallık ve meşruiyetine ilişkin söylem ve savlarıyla bir kalemde silip
süpürebiliyordu...
Bütün bu konulara 1999’ da yayınlanan Çeteleşme adlı kitabımda yeterince
değinilmiştir.
İtalyan Gladiosu’nu ortaya çıkaran araştırmacı-gazeteci A., “Çatlı, Gladio’nun merkez
kadrosundaydı...7” demektedir. ABD’nin çıkarları doğrultusunda, CIA ve Gladio’nun, hemen
hemen bütün dünyada manipüle ettiği, kışkırttığı, kullandığı birinci, ikinci, üçüncü vs.
dereceden örgüt ve kişiler, yerine ve duruma göre sansasyonla magazinleştirilerek
sunulmaktadır. Böylelikle sorunun ana kaynağına inilmemiş, sözümona kitleler yanıltılmış
olunuyor... CIA’nın ya da pekçok istihbarat örgütünün yöntemlerinden biri de, konuyu kişi
veya örgütlere indirgeyerek sunan, basın, yayın, TV, vb. gibi araçlar arasında bir “rekabet
hissi” yaratıp-pompalamak, emperyalizmin kucağındaki kurumlar arasında çözümsüz
çelişkiler varmış gibi yanılsamalı düşünceleri ortaya sürmektir. Böylelikle emperyalizmin ne
teorik-ideolojik kimliği, ne sınıfsal konumu kavranılmamış olacaktır(!) İşçi sınıfı ve emekçi
halkların gözünden ustaca saklanan bir emperyalizm ve onun yerli ortakları, “yeni dünya
düzeni”, “küreselleşme”, “sosyal barış”, “insan hakları” ve “demokrasi” şampiyonluğuna
soyunur... Ayrıca, emperyalizm, hegemonların “dünyayı yönetme” nihaî amaçlarını
maskeleyerek, “ulus sevgisi” ve “yurtseverlik” vb. gibi henüz emperyalizm tarafından kirlenip
tahrip edilmemiş duyguları, bu arada “ulus” ve “ulusal çıkar” gibi emperyalizmin başını
ağrıtan “belâ”lardan kurtulmak isteyişi olgusunu da vurgulamak gerekiyor...
Emperyalizmin gizli terör örgütleri ağıyla bütünleşmiş kuruluşların başındaki bütün
kişilerin ideolojik-teorik esin kaynağı daima, ya İtalyan faşizmine ya da Alman Nazizmine
çıkar. Günümüzde ABD faşizmi, bunları “sollamış”tır. Gladio’nun Türkiye ayağında şu ya da
bu düzeyde görev yapan veya kullanılanların tamamı da ırkçı-faşist ideolojinin uzantısında
yeralmışlardır. Görünen o ki, yalnızca en üst yönetimde bulunanların masonik yapılarına özen
gösteriliyordu.
İtalya’nın ünlü faşisti Stefano Delle Chiaie, faşist yönetimlere pekçok hizmet sunmuş.
İtalya, Almanya, Fransa, İspanya, Venezüela vb. ülkelerde, CIA’nın “gerilim stratejisi”
doğrultusunda görev yapmıştı. “Abdullah Çatlı’nın arandığı 1982’de, gerçek kimliğiyle kontra
eğitim merkezi Miami’de ABD’ye giriş yaptığını (...), hem de İtalyan Gladiosu’nun önde
gelenlerinden Stefano Delle Chiaie’yle birlikte (...) Çatlı’nın hocası; İtalya’nın yaşayan en
ünlü faşisti, Franco’dan Salazar’a bir sürü diktatörün “danışmanı” ve Latin-Amerika
kontrgerillalarının eğitmeni.. .”8 olduğu biliniyordu.
Susurluk kazası, şimdiye kadar adeta bir “sis perdesi” altında tutularak gizlenmeye
çalışılan gizli örgüt ile birlikte, pek çok olay ve olguyu ortaya çıkardığı gibi, Gladio ve
istihbarat örgütlerinin nasıl ve hangi amaçlar çerçevesinde kullanılmış olduğunun da önemli
işaretlerini vermiştir.
Emperyalizmin kışkırtıp kuşattığı, hedef gösterdiği cinayet ve “kirli işler”de kullandığı
kimseler, her ne kadar “vatanseverdik” kisvesine bürünerek savunma konumuna gereksinme
duymuş olsa bile, her “kirli iş”in tamamlayıcısı (ikizi) uyuşturucu, silah, para ve kadın
“aksesuarı” mutlaka aranacaktı...
“Parasal” ilişkileri araştıran bir gazete, “Korkut Eken, İbrahim Şahin ve son olarak
Mehmet Eymür: Kimi emniyetçi, kimi istihbaratçı ama sonuç olarak hepsi devlet memuru.
Dolayısıyla kullandıkları lüks cipler memur maaşından ‘artırılarak’ alınabilecek cinsten değil.
Kimi ‘Benim cipim yok’ diyor, kimi arkadaşından “ödünç” aldığını söylüyor ama, MİT/
Kontrterör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür’ün kullandığı Chevrolet marka cip bizzat
kendisine ait. İşin ilginç yanı, Eymür’ün 90 bin dolar değerindeki cipi polis tutanaklarında
ismi sıkça geçen, cezaevini ‘şereflendirmiş’ eski bir ülkücüden ‘devralmış’ olması.”9
Vukuatı ayyuka çıkan M.Eymür’ün Washington Büyükelçiliği’ne hukuk müşaviri
olarak atandığı (...) “Virginia Eyaleti’nde bir apartman dairesi ile son model iki otomobil satın
aldığını” (...) “bunların yaklaşık 150 bin dolar değerinde olduğu”10 ve böylelikle “hini
hacette” gelecekte sunacağı hizmetleri için nasıl korunduğunu ortaya çıkarmıştır.
Daha sonra “ABD’ye yerleşme planları” yaptığı yolundaki haberlerin doğru olmadığını
savunan Eymür, “Çağrıldığım gün Türkiye’ye hemen dönerim.” demeyi de ihmâl etmedi.11
Eymür: “MİT’in iç operasyonlarda faal rol alması gayet doğaldır. MİT, başında ‘milli’
kelimesi bulunan birkaç devlet kuruluşundan biridir.”12 diyerek 1971 sıkıyönetim
koşullarında gerçekleştirilen, 30 Mart 1972’deki Kızıldere operasyonunu ve kimi devrimci
gençlerin katledilmesi olaylarını “doğal” ve “olağan” göstermektedir.
Gestapo ve Nazi istihbarat örgütlerinde yaptığı görevlerden sonra CIA’ya da “hizmet”
servisi sunan Gehlen”in “yöntemlerinden”13 esinlenen Eymür, mevcut anayasa ve yasal
mevzuatı nasıl çiğnediğini, Gestapo ve Gladio’nun mantığına göre şöyle açıklamaktadır: “Bir
istihbarat servisinin, devletin diğer kuruluşları için konulan kurallarla yönetilmesi her zaman
mümkün değildir.” demektedir.14
Eymür’ün “vukuatı” bütün olaylarda sırıtıyordu. “Ünlü MİT raporunu yazan Mehmet
Eymür’ün müsteşar yardımcılığına atanması, operasyon yetkisi verilen özel timlerin başına
getirilmesi (...) TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk, Milli Eğitim Bakanı (Dönemin
İstanbul Valisi) Nevzat Ayaz ve Devlet Bakanı Mehmet Ali Yılmaz’a (Trabzonspor Başkanı)
giderek, “Size mafya diyerek bunları raporuna geçiren Eymür’ün himaye edilmesini
durdurun.” dediler. Cindoruk ise, Eymür’ün MİT içindeki etkinliği konusunda özel
müşavirlerinden bilgi aldı. Cindoruk, kendisine gelerek, “Ağırlığınızı koyun Eymür köşesine
çekilsin. Sizinle birlikte Eymür’e karşı biz de ortak girişimde bulunalım.” diyen DYP’li bakan
ve milletvekillerine, “Devletin bekası için bir tuğlaya ihtiyaç varsa; o tuğlanın konmasına ben
yardımcı olurum, tuğlayı kırmam.” yanıtını verdi. Böylelikle MİT’e darbe önlenmiş oldu.
Eymür, skandaldan sonra Antalya’ya yerleşmişti. Çiller’in Başbakan olması üzerine MİT
Raporu’nda suçlananlardan eski Bölge Başkanı Nuri Gündeş, Başbakan’ın özel güvenlik
danışmanı, Mali Şube eski müdürü Cevdet Saral Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele
Daire Başkanlığı’na getirilmişti.”15
Eymür, 1988 yılında kendisi tarafından hazırlanan MİT Raporu’nun “hukuki bir
sorumluluk getirmediğini”,16 TBMM Susurluk Komisyonu’na verdiği 26.12.1996 günlü
ifadesinde de belirtmiştir. Tolga Atik, Erkan Gürvit vb. isimlerle olan ilişkileri, “Tarık
Ümit’in MİT teşkilatının görev sahasına giren konularda istihbarati olarak kullanılan bir kişi
olduğunu,”16 Haluk Kırcı’nın nasıl gözaltına alınıp bırakıldığı, “1982 yılında Dündar Kılıç,
Şükrü Balcı ve diğer kaçakçılık konularında uyuşturucu kaçakçılığı konusunda bazı ifadeleri
olduğunu, kimlerin “özellikle uyuşturucu kaçakçılığı konusunda emniyet birimlerine yardım
ettiğini genel hatlarıyla bildiğini,”16 “MİT teşkilatına zaman zaman özellikle ihtilâller ve
sıkıyönetimlerinden sonra özel görevler verildiğini, kendisinin de birçok kez bu tür görevlerde
yer aldığını, bunların kanuni görev sınırlarını aşan görevler olduğunu,” “birkaç kişinin yaptığı
olumsuz şeyler varsa bunların ortaya çıkmasını kendisinin istediğini,” “olayların yabancı
istihbarat teşkilatlarıyla bağlantılı yönlerinin araştırılması gerektiğini,”16 “Abdullah Çatlı gibi
kişilerin sadece suç yönünden değil, yabancı istihbarat teşkilatlarıyla bir bağlantıları olup
olmadığının da incelenmesi gerektiğini,” bir “hukukçu” kimliği ve “uzmanlığıyla ifade
etmiştir!..
Burada yeri gelmişken sıcağı sıcağına şu saptamayı yapmalıyız: Gladio ve istihbarat
ağında kullanılan tetikçi, taşeron, katil, ülkücü, lümpen vb. gibi pekçok “insan” malzemesi,
Eymür benzeri sorumlu kimselerin, “A Takımı” kadrolarıyla bütün siyasi partilere
dağılanların sayesinde olduğu anlaşılmaktadır. 12 Mart ve 12 Eylül gibi açık veya örtülü faşist
yöntemlerin pervasızca kullanılageldiği, sıkıyönetim ve olağanüstü hal sürecinde daha
pervasız bir üst konuma sıçrama başarısını göstermiştir. Bu dönem kır ve kent burjuvazisinin,
Koç ve Sabancı vb.’lerinin yanı sıra Anadolu Kaplanları’nın daha da palazlanıp büyüdüğü bir
dönemdir. 1989’larda dünyanın 500 tekelci en büyük şirketi arasında 134. sırada bulunan
Koç, 1998’de 55. sıraya gelmiştir. “Anadolu Kaplanları”nın ise, hem siyasal hem ekonomik
açıdan uluslararası tekelci sermaye ile “nasıl bütünleşiriz” ölçütüyle öne çıktığını görüyoruz.
Türkiye’deki, 12 Eylül ara rejimi bir ölçüde, devam ediyor. Emperyalist-kapitalist ilişkilerin,
NATO’cu politikaların, doğal bir uzantısı olan Gladio ve istihbarat örgütlerinin konumunu bu
bağlamda değerlendirmek durumundayız. Gladio, mafya, gizli cinayet şebekeleri sömürücü
kapitalist anarşik ilişkilerinin bir bileşeni ve vazgeçilmez parçasıdır. Mevcut siyasi iktidarlar,
aşağıdan gelen sosyal muhalefetin baskısıyla ne esnemiş, ne de geri adım atmıştır. Türkiye’de
“tutarlı bir demokrasi” mücadelesi verdiğini ileri süren siyasî partiler bile bu sorunun üzerine
gidemiyorsa, Susurluk kazasıyla yalnızca “Pandora Kutusu”nun kapağı aralanmıştır. Hepsi o
kadar...
Başbakan Mesut Yılmaz, “Siyasi, çetelerle iç içe”16 ve “Türkiye Mafya Cumhuriyeti’ne
dönüşmüş. Biz devleti bu zaaftan kurtardık”16 derken sorumluluğu altında yapılan istihbarat
örgütlerinin nasıl yasadışı bir konuma düştüğünü bildiği halde, onları koruduğu anlışılmıştır.
ANAP’lı milletvekili ve bakan Eyüp Aşık “Trabzon seninle gurur duyuyor!”
sloganlarıyla karşılanırken mafya elebaşlarından ülkücü Alaattin Çakıcı ile yaptığı “mahut”
telefon görüşmelerini, Aşık’ın “Çeteler devleti teslim alıyordu,”17 yolundaki savunmasını
büyük bir pişkinlikle destekleyen Mesut Yılmaz’ın “demokratlığı” da bir hayli yara alacaktı...
Gladio ile ilişkili ve istihbarat ağında adlan geçenler çoğunlukla, ailece bu işin
içindeydiler. “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım’ın oğlu Murat Yıldırım MHP’nin 18 Mayıs
1997 günü yapılan kongresinde olay çıkarıp ruhsatsız silahla havaya ateş açmıştır. Murat
Yıldırım, “Adem Özbay, Ülkü Ocakları eski Genel Başkanı Azmi Karamahmutoğlu, Mustafa
Hakan Üner, Yılmaz Ünal ve Aytekin Yıldırım’ın da aralarında bulunduğu 50 kişilik bir
grupla birlikte MHP’nin 5. olağanüstü kongresinde olay çıkarmıştı.”18
Haluk Kırcı’nın “vukuatı”19 öteki MİT ve CIA güdümlü kimselerinkine benzemektedir.
Bahçelievler’de, 7 TİP’linin hunharca katledilmesi, pek çok kirli iş ve cinayetlerin sanığı bu
kişinin, Susuzluk kazasından sonra da korunarak serbest kalabilmesi, ve en sonunda
yakalanışı, Gladio ilişkili istihbaratın üzerindeki “şalı” açmaya yetmeyecektir. Kırcı “İdam
cezasına mahkûm olduğu için askeri hastane psikiyatri servisinden aldığım (askerliğe)
elverişli olmadığıma dair rapor nedeniyle askere gitmedim.”20 diyerek ne denli “koruma”
altında olduğunu gizleyememiştir. “Urfa’da yakalanan silahlar Kırcı ekibinin” haberi de bu
türden işlere girenlerin eylemleri için hangi ilişkiler içinde olduğunun kanıtıydı. Kırcı,
ifadesinde: “Çatlı bana MİT’ten Mehmet Eymür’ün görev teklif ettiğini, kendisinin kabul
etmediğini ancak Korkut Eken’in teklifini geri çevirmediğini anlattı. Eken’in
görevlendirilmesinden Ağar’ın bilgisi vardı. Çatlı’nın İbrahim Şahin’le de ilişkisi vardı.
Yemeğe gittiklerini biliyorum. Korkut Eken, Abdullah Çatlı’ya yurtdışı operasyonlarda
kullanılmak üzere sayısını bilmediğim miktarda Uzi tabir edilen silah vermiş. (...) Çatlı’nın
sürekli yanında taşıdığı içinde tüm ilişkilerini kayıt ettiği defter ve rehberlerle Mikro Uzi silah
bulunan şifreli Bond çanta Susurluk kazasından sonra kayboldu.”21
Haluk Kırcı, 7 TİP’li öğrencinin Ankara-Bahçelievler’de katledilmesiyle ilgili bir
soruya, “Şimdi pişman mısınız?” sorusuna, “Evet pişmanım. Yaptığımız hayvanlıktı,
vahşetti...”22 diyerek yanıtlamıştır.
Haluk Kırcı çok açık biçimde korunduğu bilinen konumuyla, “Katliamdan sonra
Erzurum’da görüştüğü, dönemin ÜGD Genel Başkanı, halen BBP Genel Başkanı Muhsin
Yazıcıoğlu’nun, “Yakalanırsan hiç acımadan Abdullah Çatlı’yı suçla ve onun evinde
saklandığını söyle. Çünkü Çatlı son zamanlarda teşkilata ters düşmeye başladı.” dediğini
aktarıyor. Kırcı, Yazıcıoğlu ile görüşmesi konusunda, “Suçu tamamen üstlenmemi söyleyerek
beni teskin etti.” açıklamasını yapıyor.”23
“Susurluk davasında ilk kez sorgulanan faşist katliamcılardan Haluk Kırcı, suç ortağı
Abdullah Çatlı’nın devlet tarafından kullanıldığını savundu. Kırcı, Çatlı’nın eylemlerini
aralarında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de bulunduğu birçok siyasetçinin bildiğini
öne sürdü.”24 Kırcı, savunmasında: “Haluk Kırcı, 1980 öncesi olaylara katılmıştır. Hattâ
cinayet işlemiştir. Hiçbir şekilde gurur duyacağım bir şey değildir. Ben şiddete en karşı olan
insanlardan biriyim. Ülkücü kesimin silahlarını bırakması gerektiğini, terörün ve şiddetin yine
terör ve şiddet getireceğini söyleyen ilk kişiyim.(...) Bizim jenerasyonumuz mahvoldu.
Abdullah Çatlı gibi bir değer, belki de dünyaya bir daha gelmeyecek. Ama o Türkiye’nin en
büyük katili.”25
Gladio ilişkili istihbarat sonucu gerçekleştirilen cinayet ve katliamlardan sonra MİT’in
yeni bir çehreye büründürülmesi kaçınılmaz olacak ki, MİT yetkilileri çeşitli paneller,
söyleşiler düzenlemiş, bazı etkin gazetecilerle röportajlar yapma gereksinimini duymuştur.
MİT’in idarî, personel, eğitim vb. alanlarda daha özenli çalışması gerektiği vurgulanıyor.
İstihbarat yerine katliamlarla, failî meçhul (fiili-keyfi infazlarla) iş bitirmenin faturası kime
çıkartılacaktır? Yetkililer, “taşeron devri bitti.”26 demekle anayasal ve yasal konumunun
dışına çıkanlar, Çatlı, Kırcı, Yeşil vb.’lerine bütün “suçu” yıkıp temize çıkamazlar. Bir MİT
yetkilisinin bir gazeteciye verdiği demeç oldukça düşündürücüdür: “Yeşil’in kullanılması
bizim için büyük bir hata oldu. Bunun bedelini teşkilat olarak ağır ödedik. Yeşil aslında başka
devlet birimleriyle de daha uzun süreli çalışmıştı. Ama faturası bizim üzerimizde kaldı.
Dışarıdan adam kullandığınız takdirde, en önemli sakıncası kullandığınız kişinin de sizden
istifade etmeye çalışması oluyor. (...) Artık teşkilat dışından kimseye gebe kalmak
istemiyoruz.” (...) MİT de “Dışardan gerekirse kanundışı kişilerden istifade edebilirsiniz. Bu
yetkimizin olması gerekir.” tezi ile “Hayır, dışardan taşeron kullanmak, teşkilatı zora sokar,
hukuk dışı bir çizgiye itebilir. Kendi yeteneklerimizle yetinelim.” tezi arasındaki tartışma,
yeni politika ile birlikte ikinci tezin lehine sonuçlanmış görünüyor.”26
Gladio, istihbarat vb. konularda adı, Susurluk kazasından sonra öne çıkan Mehmet
Eymür’ün 83 sayfalık savunmasını ele geçiren gazeteler, konuyu, Eymür’ün İntikamı27
başlığıyla sunmaktadır. Adları pek çok kirli işe çıkan istihbaratçılar, ister Gladio bağlantılı,
ister taşeron, ve ister henüz işlevi yeterince bilinmeyen ilişkiler ağı çerçevesinde olsun, neden
aralarındaki uzlaşmaz gibi görülen çelişkiler içinde kavga ediyorlar? Bu konuyu ayrıntılı
tartışmak gerekiyor.
İstihbarat örgütleri edilgen, eylemsel bir yapıda olabilir. Eğer bir istihbarat örgütünü
eylemsel bir yapıda kurarsanız örgütü pis ilişkilere girmekten kurtaramazsınız. Aslında
emperyalist ülkelerin örgütleri “Kirli Operasyonlar”a sıkça başvurup kendi çıkarlarını
korumaya çalışırlar. Buna karşın emperyalist güdüm ve uyum içine alınmış ülkelerin
istihbarat örgütleri “işbirliği” kelimesinin ardına sığınıp emperyalist büyük devletlerin(!)
değirmenine su taşırlar. Bu oluşumda mason localarının ve masonik ideallerin rolü
tartışılamaz. Bu nedenle düzenin ve sermayenin kilit noktaları masonluk üstü ve premasonik
(Rotary, Lions, Diners, vb. gibi) örgütler tarafından ele geçirilmeye çalışılmakta, işbirliğinin
masonik ilişkiler içinde sürdürülmesi sağlanılmaktadır. MİT içinde başını Hiram Abas ve
Mehmet Eymür’ün çektiği masonik operasyonel klik bu kişilerin örgütten ayrılmasıyla
kuşkusuz tasfiye olmuş değildir. Uluslararası bir örgüt üyesinin ulusal bir kuruluş içinde
bulunmasının gerekçesi akıl ve mantıkla açıklanamaz. Neo-faşist ve Neo-Nazist ilişkilerden
“ölüm mangaları”na kadar uzanan taşeron kullanan kanlı geçmiş Susurluk’ta uç göstermiş,
ancak önü tıkanmış, geçmişin pislikleri üzerine şal örtülmüştür.
Böyle bir ortamda geçmişin hesabı sorulmadan MİT’de yöntem değişikliğine
gidilmesinin bir anlamı ve işlevi olabileceğini sanmıyorum. Hele ABD’nin dayattığı “Türk-
İslam Sentezi” modelinde birinci ayak çeşitli propaganda ve akçalı yöntemlerle
güçlendirilirken, ikinci ayağın bir süre için geriye çekilmesi mevcut dengeleri daha da
bozacak bir eğilime yöneldiği görülmektedir.
Avusturya Büyük Mason Kurultayı’nda 1989 yılında alınan kararlar geçen 7 yıllık süre
içinde ne ölçüde yaşama geçirilmiştir?
Bu sorunun yanıtını hiçbir etki altında kalmadan ve çıkar gözetmeden vermek göreviyle
karşı karşıya bulunduğumuzu düşünüyorum ve sloganlar ardına sığınarak hiyanetlerini
maskelemeye çalışan çevreleri ve onların ardındaki emperyalist işbirlikçi güçleri tok sesle
kınıyorum.
Mehmet Eymür, ne “34 USG...”-USG: United State Goverment-plakalı arabasının, ne
de bir devlet memuru olarak “yoldaşlarıyla” kurduğu şirketlerin açık bir hesabını
verebiliyor.27
Bu kısacık özetin özeti bir anlatımla bile ne devletin, ne anayasa ve yasaların, ne
istihbarat kurumlarının, ne de adeta “yasaüstü” özellikleriyle baş sorumlu Mehmet Eymür’ün,
sıradan, basit ve sade vatandaşı ikna etmesi mümkündür. Ortalama demokrat bir anlayışın bile
büyük ölçüde köreltildiği günümüz ortamında “devletin bekası” diye söze başlayanların
söyleyeceği hiçbir şey yoktur. Mızrak çuvala sığmamaktadır!
“1. MİT, açığa çıkan bu denli somut olay ve olgulardan sonra, artık “taşeron”
kullanılmasından vazgeçiyor. Fakat Mehmet Eymür’e kimse bir şey söyleyemiyor. Bu
“dokunulmazlık”ın nereden gelmektedir?
2. MİT Raporu, çok önemli soru ve sorunları dile getiriyor. Rapor: Necdet Üruğ, Nevzat
Ayaz, Mehmet Ali Yılmaz, Hüsamettin Cindoruk, Mehmet Ağar, Ünal Erkan vb. kişileri
açıkça suçluyor. “Devletin bekası” nakaratıyla mangalda kül bırakmayanlardan ses soluk
çıkmıyor. Neden?
3. Suçlanan kişilerden yalnızca Orgeneral(E) Necdet Üruğ mahkemeye başvurarak
“kişilik” haklarını koruma yolunu seçiyor. Mahkeme 40 milyon lira tazminat verilmesine
karar veriyor. Bir kamu görevlisi yaptığı işten dolayı devleti ziyana sokarsa, devlet rücu etme
hakkına sahiptir. Devleti koruduğunu söyleyenler devletine zarar veriyor! Devlet, Üruğ’a
verilen bu parayı Eymür’den aldı mı?
4. Eymür MİT’ten atılıyor. Konuşuyor. Rapor veriyor. Danıştay’a başvuruyor.
“Gemileri yaktığı”, “köprüleri attığı” anlaşılıyor. MİT elemanı ve baş sorumlusu olarak
yaptığı iş gereği bunları yapamaz. Yapmaya cüret ettiğine göre bir daha geri dönemez.
5. Hal böyle iken Başbakan Mesut Yılmaz, “Sen lüzumlu bir adamsın, Amerika’ya git,
1-2 yıl dinlen, sonra yine beraber çalışırız...” mealinde bir “teminatı” bu kişiye nasıl veriyor,
verebiliyor? Görevi istihbarat olması gereken birinin düşünsel ve eylem bağlamındaki, gizli
ve açık angajman ve bağlantıları bilindiği halde, nasıl oluyor da önceleri Orman Bakanlığı
bünyesinde, daha sonra ise (Eymür’ün bu bakanlıkça istihdamının inandırıcı bir açıklaması
var mıdır? Yoksa Aziz Nesin vari birileriyle “dalga” mı geçiliyor?), ABD Büyükelçiliği’nde
“hukuk müşaviri” perdesi altında istihdamı düşünülüyor? Eymür adının hukuk ve etik ile
hangi ilişkisi vardır?
6. Eymür, kendisi, karısı, bir “üçüncü adam” ve oğlundan oluşan şirket kuruyor.
Ticaretle uğraşıyor.28 Uğraşabiliyor. ABD’de ev ve arabalar alıyor. Alabiliyor.’ Fakat bunun
mevcut anayasa ve yasalar bağlamında bir açıklaması ve mantığının olması gerekiyor.
Anlıyoruz, emperyalist-kapitalist sistemin pek onurlu olmayan “kirli işlerinde” rol üstlenen
kimileri gibi, burada da ilerici bir politikanın, bilimin, sanatın, etikin, aklın ve mantığın yeri
aranamayacaktır. Bu türden ilişkilerin arasında kapitalist anarşinin “mantığı” ve “etiği” söz
konusu olacaktır!.. Arabasına “34 USG...” plakasını takarak mesaj verenlerin, Gladio ve
istihbarat örgütleri konusunda daha anlamlı bir mesajına gereksinme var mıdır?”
Türkiye’de yaşayıp da sağda ve “sol”da politika yapan, ya da yaptığını sananların,
“demokrat” ve “yurtsever” sıfatlarını bilerek-bilmeyerek kullananların, herkesin bu soru ve
sorunları daha da çoğaltmasını diliyorum...29
Kaynakça ve Açıklamalar
1. Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütleri-Doruk Operasyonu, Sorun
Yayınları, 2. baskı, Mart 1999 içinde yeralan aynı adlı makalenin gözden geçirilmiş halidir.
2. Y.n. Susurluk kilit ismi Mehmet Eymür’ün Danıştay’a sunduğu 83 sayfalık
savunmasını ele geçirdik, Saygı Öztürk, Star, 8-10 Nisan 1999.
3. Mesut Yılmaz, Haberim Olduğu Doğru, Star, 8-10 Nisan 1999.
4. Y.n. Mehmet Eymür, Başbakanlığı mahkemeye vermiştir. O nedenle
Danıştay’a sunduğu yazılı savunmada (83 sayfa) açık konuşmaktadır. (Y.n.)
5. Saygı Öztürk, Star, 9 Nisan 1999.
6. Siyasilerle Çeteler İç İçe, Dündar Kırçuval, Cumhuriyet, 21 Ekim 1998.
7. Oral Çelik ve Gladio Lideri Licio Gelli, Aktüel, 5-11 Aralık 1996, Sayı: 283, s.
23-24.
8. Susurluk’tan Türk Gladiosu’na. İşte Çatlı’nın Gladio Hocası!, Aktüel, 5-11
Aralık 1996, Sayı: 283, s. 27-28-29-30.
19. Susurluk’un “Kara Kutusu”nun Yeni “İşleri” Ortaya Çıktı, Aydınlık, 17 Ocak
1999.
20. “Ölüm Orucu” Ağar ve Bucak’a Mesajdı, Aydınlık, 24 Ocak 1999.
21. Kırcı: Uzileri Eken Verdi, Milliyet, 20 Ocak 1999.
22. Haluk Kırcı: Yaptığımız Hayvanlıktı, Uğur Dündar Yazıyor, Hürriyet, 17 Ocak
1999.
23. Katliamın İtirafı, Cumhuriyet, 16 Ocak 1999.
24. Çatlı’nın Eylemlerini Demirel Biliyor, Cumhuriyet, 16 Mart 1999.
25. Kırcı: En Büyük Katil Çatlı, Milliyet, 16 Mart 1999.
Aslında özel savaş yöntemlerini kuramlaştıran ve bağlaşıklarına ithal eden ABD, kendi
çıkarları gerektiğinde destabilizasyon(istikrarsızlaştırma ve demagnetizasyon yöntemleriyle
darbeleri yönlendirmeye devam edegeliyordu. 27 Mayıs, bir anlamda dipten gelen bir dalga
olduğu için, ABD’nin denetimi dışında kalmış olması olgusu bile ABD’nin 27 Mayıs’a karşı
olması için yeterli bir gerekçe sayılabilir. Bu nedenlerle ABD, 27 Mayıs’a, onun getirdiği
Anayasa’ya ve 27 Mayıs sonrasındaki sürece karşı oldu. Bu nedenle devrimle birlikte
karşıdevrim süreci de başlamış oldu.
27 Mayıs’tan sonra 42 sayılı kanun gereğince binbaşı dahil daha üst düzeyde bulunan
bütün subaylardan kendi istekleriyle emekli olmak istediklerine dair birer dilekçe vermeleri
istendi. Eğer dilekçeyi verirseniz, yönetim emekli edildiğinizde size çift ikramiye vermeyi
öneriyordu. Eğer dilekçe vermezseniz, emekli edildiğinizde alacağınız ikramiye tek olacaktı.
Böylesine de özendirici, o günün koşullarında yadsınamayacak ölçüde parasal bir yeğlemeyle
karşı karşıya bırakılmıştık.
27 Mayıs’tan sonra İskenderun 39. Tümen Harekat ve Eğitim Şube Müdürlüğü’ne
vekalet ediyordum ve kurmay binbaşıydım. Bir gün Tümen Kurmay Başkanı Kurmay Albay
beni odasına çağırdı. Odada birkaç subay daha vardı. Bana hitaben:
“Binbaşım, kolordumuz bölgesinde emeklilik dilekçesi vermeyen tek kişinin siz
olduğunu biliyor musunuz?” şeklinde bir soru yöneltti.
“İlk defa sizden duyuyorum.” şeklinde yanıtladım. Kurmay Başkanı tehdit dozajını
biraz daha artırarak:
“Yani siz bu davranışınızla MBK’nın davranışını tasvip mi etmiyorsunuz?” dedi.-Bu
kişi 42 sayılı yasaya göre emekliye ayrıldı-
O dönemde MBK’nın icraatına karşı çıkmak ertesi gün kendinizi sokakta bulmakla
eşanlamlıydı. Kurmay Başkanı’na yanıt olarak duraksamadan:
“Evet, kendi adıma tasvip etmiyorum. Dilekçe vermeyeceğim. Eğer TSK adına faydalı
bir unsur değilsem, tek ikramiye alarak emekli edilmeyi yeğlerim çünkü 36 yaşındayım,
mesleki kariyerimin en üst noktasındayım, bu durumu bir ikramiye uğruna kendi rızamla
mesleğimi bırakmamı bana kimse kabul ettiremez.” dedim ve ayrıldım.2
42 sayılı kanuna dayanarak 238 general ve 5 bin kadar subay bir gecede emekli edildi.3
2. Dünya Savaşı nedeniyle TSK’nın kadroları şişmişti. Generallerin tasfiye edilmesinin
nedenini, “Eğer bu generaller Demokrat Parti’ye (DP) bu derece uşaklık yapmasaydı, 27
Mayıs’a gereksinim kalmazdı” diye açıkladılar.
Hatta o zaman sıfır general diye bir tartışma oldu. Fakat ne yazık ki bu gerçekleşemedi.
19 general kaldı. Kanıma göre hepsini yakından tanıdığım bu 19 generalin en iyileri olduğu
söylenemez. MBK, kendisine itaat edecek ve tehlikeli olmayacak kişileri bırakmayı
yeğlemişti. Daha sonraki süreçte bu generallerin bir çoğu karşıdevrimci saflarda yer alıp,
olayları yönlendirdiler.
Bu yasa iki taraflı çalıştı ve tabii haksızlıklar da oldu. Kalan 5 yıllık süreç içinde ilerici,
Atatürkçü, devrimci, ulus devletçi kişiler tasfiye edildi. Onlardan biri de benim. 14 Ağustos
1964 günü 42 sayılı kanun gereğince emekli edildim. Emekli edildiğim vakit devremdeki
kurmay subayların kıdem bakımından birincisiydim. Olumlu sicil aldığımdan 16 gün sonra
Albaylığa terfi edecektim.
27 Mayıs’tan sonra hemen başlayan karşıdevrim sürecinde devrimden hoşnut
olmayanlar, iktidarı ele geçirdiklerinde tasfiye edilen general ve subayların sanki DP yandaşı
olduğu için görevlerinden ayrıldıkları anlayışını kendi çıkarlarına uygun buldular.
Olabildiğince bu kişileri bürokrasi ve politikada etkin konuma getirerek TSK içindeki
dalgalanmalara neden oldular. Bu arada Süleyman Demirel’in Başbakanlık dönemlerinde 42
sayılı kanunla tasfiye edilen subaylara parasal hatta rütbesel ayrıcalıklar tanıyan ek yasalar
çıkartarak bu grubu sempatizan olarak elde tutmayı yeğledi. Örneğin ek yasaların bir
maddesinde “... bu yasa 1961 yılının Ekim ayına kadar emekli olanlar için geçerlidir.” kaydı
düşülüyor, bu suretle Adalet Partisi kendinden yana saydığı 5 bin emekli subayı kollarken,
1961-1965 yılları arasında 42 sayılı kanunla emekli edilen kendine karşı saydığı, TSK
içindeki devinimlerde yer almış bir kaç yüz subayı hak dışı bırakarak, Anayasa’nın eşitlik
ilkesini fütursuzca çiğniyordu. Bu haksızlık günümüzde de düzeltilmiş değildir...
Örneğin 1960 yılında 42 sayılı yasa gereğince binbaşı rütbesinde emekli olan bir kişi,
bugün albay maaşı almaktadır. Buna karşın aynı yasayla emekli edilen ben, onlardan hem bir
rütbe fazla hem de dört yıl daha fazla hizmetim olmasına karşın emekli yarbay maaşı
almaktayım. Parasal olayı hiçbir zaman sorun yapmadım. Örneği vermekteki amacım
karşıdevrimcilerin yasaları ilkel öç alma duygularına nasıl alet ettiklerini vurgulamaktır.
Dickson Raporu diye bir belgeden söz edildi. Haydar Tunçkanat4 açıklamıştı
Cumhuriyet Senatosu’nda. Dickson Raporu’nda tasfiye edilecek kişilerin isimleri yazılıydı.
Silahlı Kuvvetler’deki en büyük tasfiye 22 Şubat 1962, 21 Mayıs 1963 olayları bahane
edilerek yapıldı. Hatta 21 Mayıs olayı, daha evvelden hükümetin haberi olduğu halde
önlenmemiştir ki, tasfiye yapılabilsin. Bu hususu Suphi Karaman Cumhuriyet Senatosu
konuşmalarında açıkça dile getirilmiştir. 22 Şubat dönemindeki tasfiyede beni de emekliye
ayırmak istediler. Ancak Milli Savunma Bakanlığı Özel Kalem Müdürü olduğum için Bakan
İlhami Sancar karşı çıkmış ve “Bütün silahlı kuvvetlere imza atarım, Talat Turhan’a atmam.
Bu bana karşı ayıp değil mi? Bana sormadan, benim en yakın elemanımı nasıl emekliye
ayırırsınız?” demiş. Nihayet pazarlık sonucu Afyon’a sürgün edildim. Afyon’da da peşimi
bırakmadılar.
Daha sonra 21 Mayıs’ta 1459 Harp Okulu öğrencisi tümüyle TSK’dan atıldı. Harekete
katılan 150-200 subay da tasfiye edildi. Bu meyanda iki arkadaşımız da ne yazık ki hayatlarını
kaybettiler. Talat Aydemir, Fethi Gürcan…
Sonra 70’li yıllara geldik. 1969’da Hava Harp Okulu’nda, sol bilinç yönetimi rahatsız
etmişti. Kütüphanelere ajanlar koyuyorlar. Hangi kitabı kimin okuduğunu saptıyorlar. Ona
göre de ideolojisini tespit ediyor, sonra da izlemeye alıyorlardı. Hava Harp Okulu
kütüphanesine de ajan koymuşlardı ve de kütüphaneyi de sol kitaplarla doldurup tuzak
kurmuşlardı. Kütüphanede mini etekli, güzel bir genç kız sahneyi tamamlıyordu. Genç
çocuklar oraya gidiyorlardı. Bol bol sol kitap alıyorlar, bir yandan da fişleniyorlardı.
Bu genç subaylar Göksenin diye bir yıllık çıkardılar. Ama hiç alışılmış türe
benzemiyordu.. Birinci sayfası Hava Piyade Yüzbaşı Salih Zeki Yılmaz’ın İsyan isimli şiiriyle
başlıyordu. İkinci sayfası Genç Kemalistler Marşı’yla sürüyordu. Benim yargılandığım
davanın da ismi Genç Kemalistler Davası. Daha sonra genç hava subayı olan bu kişilerin
çoğu, THKP-C davası sanığı yapılmak suretiyle elendiler. Hv. Teğmen Saffet Alp de onlardan
biriydi; Kızıldere’de öldürülen Saffet Alp.
Hava Kuvvetleri’nden önce, Deniz Kuvvetleri subayları ki onlar da sol bilinç sahibi
olmuşlardı, Göksenin bahane edilip sağcı basın tarafından Slh.K.lere hakaret edilince
dayanışma gösterip “69’lar Bildirisi”ni yayınladılar. Bu sefer bu bildiri bahane edilerek 12
Mart döneminde 84 sanıklı bir dava sanığı yapılarak TSK’dan uzaklaştırıldılar. Bu süreç
antikomünizm histerisine tutulmuş karşıdevrimci güçlerce sürdürüldü.
Karşıdevrim bugün çok ileri bir noktada bulunuyor. Görevimiz çok büyük, çok güç, çok
zorlu. Bugün her zamandan daha çok Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ve Bursa Nutku’ndaki
önerilerini rehber edinip, anımsamamız gereklidir diye düşünüyorum...
Devleti ve Ülkeyi Kimler Yönetiyor ve Yönlendiriyor?
Türkiye’de yıllardan beri yönetim tartışılıyor. 1987 yılında bir bakan “iç politikayı,
dışarıdan esen rüzgarlar yönlendiriyor”5 diyor. 1990 yılında Necmettin Erbakan ise:
“Türkiye’yi seçilmiş kişiler değil, başka kişiler yönetiyor...”6 diyordu. Süleyman Demirel
1993 yılında “Bu memleketi IMF mi yönetiyor?”7 diyor. Bir gazetede yayınlanan 1994
yılında yapılan bir ankette % 68 yabancı devlet, % 64 işadamları, % 44 büyük şirketler, % 36
partiler, % 34 tarikat, % 32 MİT, % 26 hükümet, gazete, televizyon % 22, başbakan % 18,
cumhurbaşkanı % 17, mafya % 15, aşiretler % 8.8 Bu tablodan çıkan sonuç Türkiye’yi
yönetmek durumunda olanlar yönetmiyor. Farklı güçler yönetimi ele geçirmişlerdir.
Mahir Kaynak, 1994 yılında “İttihat ve Terakki benzeri bir örgütün Türkiye’yi
yönettiğini”9 iddia ediyor. Prof. İzzettin Önder 1995 yılında “Ülkeyi holdingler yönetiyor.”10
diyor. Amerikalı ünlü senatör Alfonse D’amato 1995 yılında “Türkiye’yi bir haydut çetesi
yönetiyor”11 diyor. Bu demece karşı medyada hiçbir tepki görülmüyor. Amerikan
Büyükelçisi Abromoviç “Türkiye’nin sorunlarını ancak devletten güçlü hükümetler çözer.”12
diyor. Ben, 1995 yılında bir gazeteye verdiğim demeçte “ülkeyi istihbarat örgütlerinin
yönettiğini”13 söylüyorum. TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Başkanı
Sadık Avundukoğlu 1995 yılında: “Devlette gizli örgüt yapılanıyor.”14 diyor.
“Çağımızda iktidarlar, ulusal hükümetlerden tüm dünyaya egemen olmak isteyen
çokuluslu şirketlerin ve holdinglerin tekeline geçiyor.” Bu da Newsweek’ten 1995 yılında
aktarılmış bir görüş.15 1995 yılında Ecevit “dışarıdan yönetildiğimizi”16 söylüyor. Gerçekten
de doğru söylüyor. Ancak söylemek yetmez. Bu durumu nasıl içine sindirebiliyor? Korkut
Özal: “Ülkeyi ordu, mafya, dış güçler yönetiyor.”17diyor. Deniz Baykal 1996 yılında “Ülkeyi
çeteler yönetiyor”18 diyor.
Bütün bu görüşlerin sonucunda gelinen noktada “devlet üzerinde devlet”, “karanlık
güçler”, “güç odakları”, “Milli Güvenlik Kurulu”nun ülkeyi yönettiği kanısı yaygınlık
kazanıyor. Bugünkü tanımlamasıyla da “Derin Devlet” yönetiyor kanısı yaygınlaştı.
Türkiye’yi bu noktaya Demokrat Parti (DP ) ile başlayan süreç ile 12’li darbeler getirdi.
Şimdi çok yakın bir tarihte 12 Mart döneminin Kültür Bakanı Talat Halman anıları bir
gazetede19 yayınlandı. Halman diyor ki; Memduh Tağmaç’a -o dönemde cunta lideri-
“Tiyatrolarımızdan, kültür hizmetlerimizden TSK’yı yararlandıralım”. Memduh Tağmaç’ın
yanıtı: “TSK’nın kültüre ihtiyacı yoktur.” Bu yanıt 12 Mart yönetiminin faşizan anlayışını çok
açık ortaya koyuyor. Bir anlamda kültürle kültürsüzlerin çatışması. Karanlıkla aydınlığın
çatışması.
Memduh Tağmaç 1969 yılında yeni Genelkurmay Başkanlığına atandı. Ve NATO’ya
gitmesi lazım fakat bilgi ve yeteneğine güvenmediğinden gitmekten korkuyor. Ve ilk defa bir
Genelkurmay Başkanı NATO toplantısına katılmıyor. O dönemde bir general 5 aylık bir
çalışmasının ürününü koyuyor önüne. “Ege’deki dengeler değişmiştir. NATO’ya gidildiği
zaman Türk tezini şu şekilde savunun.” Fırlatıyor dosyayı atıyor. “Benim bulunduğum
dönemde Amerikalılarla ihtilaf olmayacak...”20 İşte Türkiye böyle kafalarla bu noktaya geldi.
Şimdi 12 Mart dönemi iktidarının onursuzluğunu belirten bir örnek daha vermek istiyorum.
Nihat Erim -o dönemin başbakanı- Atilla Karaosmanoğlu’nu bakan seçmek için Amerika’dan
izin istiyor.21 Cüneyt Arcayürek’in, “Cüneyt Arcayürek Anlatıyor: Büyüklere Masallar -
Küçüklere Gerçekler” isimli dizi kitapları yayınlandı. Bu kitap serisinde, Adnan Menderes,
Fatin Rüştü Zorlu’yu Dışişleri Bakanı yapmak için Amerika’dan müsaade alıyor. Böyle
onursuz bir politikanın, böyle onursuz iktidarın tabii Türkiye’yi getirdiği yer bugünkü
noktadır.
Amerikan Emperyalizminin Türkiye ve
Kurtuluş Savaşı’na Bakış Açısı
Bunlar yavaş yavaş, ağır ağır gerçekleşiyor. Ve Paul Waurburg devam ediyor :24
“… Hoşunuza gitsin ya da gitmesin bir Dünya Hükümeti’ne sahip olacağız. Tek sorun
bunun işgal ile mi, gönül rızası ile mi kurulacağı sorunudur.”
Buradan çıkaracağımız sonuç, eğer bu hedeflere ulaşılırsa ulus devletlerinin sonunun
geleceğidir.
Küreselleşmenin Üç Gizli Örgütü
Şimdi bu yere nasıl geldik?
Anglo-Amerikan kitaplara da baktığımızda küreselleşeme üç gizli örgütün çabalarıyla
yaşama geçiriliyor. Bu örgütler:25
1) Council On Foreign Relations (CFR) (1921)
2) Bilderberg Group (B.B) (1954)
3) Trilateral Comission (T.C) (1971)
1989 yılında Avusturya Büyük Mason Kurultayı’nda Türkiye’yi yönetmek için kararlar
alınmış olduğu görülüyor. Bu geçen 16 yı içindeki uygulamalara bakıldığında, düzenlemelerin
tümüyle bu kararlar doğrultusunda olduğu görülüyor:
EEF örgütü 1954 yılında kurulmuş. İlk katılımcısı Süleyman Demirel. Süleyman
Demirel iki yıldızlı oldu. Bir Bilderberg üyesi bir de EEF üyesi. Amacı Amerikan ideallerini
benimsetmek. Bu program çerçevesinde 9 ay Amerika’da gezdiriyorlar, Amerikan sistemini
sevdiriyorlar, tanıtıyorlar ve gönderiyorlar. Buradaki olanakları kullanmak suretiyle, basını
kullanmak suretiyle çıtasını yükseltiyorlar.43 1954’de genç bir su mühendisi olan şimdiki
Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel buradaki kursa katılmıştır.44
Bugüne kadar EEF örgütüne üye olmuş kimselerin listesine göz attığımızda ilginç bir
noktaya rastlıyoruz. 1954’ten 1993 yılına kadar 25 kişi gitmiş. 1993 yılında dünya kontenjanı
iptal ediliyor Amerika ve bizden 10 kişi alıyor. Seçenler kim? Amerikan Büyükelçisi,
Eczacıbaşı ve diğer holdinglerden birer temsilci seçiyor bu 10 kişiyi. Bu 10 kişiye dikkat. 20
sene sonra karşımıza başbakan, cumhurbaşkanı olarak çıkabilirler. Çok ilginçtir, Tema Vakfı
çok güzel işler yapıyor. Türkiye’yi erozyondan kurtarmak çok büyük bir ideal. Ama binlerce
sivil toplum örgütü içinden neden TEMA öne çıkıyor? Bakıyoruz ki TEMA Vakfı Genel
Sekreteri Leyla Derya Çelikel de EEF üyesi olarak çıkıyor karşımıza. Bunu düşünmek
gerekli.
Darbe Okulları
Biliyorsunuz ABD vatandaşı, yahudi kökenli ünlü bir yazar var: Noam Chomsky. ABD
Terörü adlı kitabında 4 özgürlükten söz ediyor. Bunları zamanında Özal da kopya etmişti. Sık
sık söylüyordu. Rooswelt 4 özgürlükten söz etmiş. Konuşma, ibadet, yaratma, yaşama
özgürlüğü. Chomsky bir tane daha ekliyor. Adına “5. özgürlük” diyor. (Ek: 9) “Soyma,
sömürme, hüküm altına alma, güce başvurma.” Dünyada yaşanan da bu. ABD saldırganlığının
çok somut olarak ifadesi.45 Bütün bu soyma, sömürme, hüküm altına alma, güce başvurmayı
gerçekleştirebilmek için bazı mekanizmalara gerek var. Bütün dünyada işkence, darbe v.s.
aynı yöntemlerle oluyorsa, bunun mutlaka bir hocası, bir merkezi, bir yöntemi vardır. W.
Bush yönetimi N. Chomsky’e taş çıkartıyor.
Latin Amerika’da İspanyol Genel Valisi Simon de Bolivar, başkaldırmak suretiyle
Bolivya’yı kuruyor. Latin Amerika’da darbe geleneğini başlatıyor. Orası darbeler coğrafyası.
Bu geleneği Amerikan emperyalistleri geliştiriyorlar. Geçen yüzyılın başlarında ABD Başkanı
Monroe “Amerika Amerikalılarındır” diye bir doktrini ortaya attı. Yani “Güney Amerika
Kuzey Amerikalılarındır” anlamında algılamak lazım bu doktirini. ABD, doktrin uyarınca o
bölgeyi çeşitli yöntemlerle ele geçirdi. Bu amaçla da darbe yöntemlerini kuramlaştırdı.
Ağırlıklı olarak Latin Amerika’yı darbe laboratuarı gibi kullanıp, darbeleri bütün dünyaya
çıkarları doğrultusunda ihraç etti.
Amerika ilk darbe okulunu yani Fort Gullic’i 1946 yılında Panama’da kuruyor. Okul
1984’e kadar kalıyor burada. Güney Amerika’daki bütün faşist katiller, işkenceciler,
darbeciler, bu okuldan yetişiyor. Sonra okulu ABD’ye Fort Benning’e 1984 yılında taşıyor.
Fort Benning’de aslında piyade okulu var. Piyade okulu olağanüstü büyük bir alana yerleşmiş.
SOA buraya taşınınca işkence, darbe, katiller okulu olarak da anılıyor. Bütün bu okulların en
büyüğü Fort Bragg denilen yerde. Buna aynı zamanda “Kennedy Özel Savaş Okulu” da
(1963) deniyor. En üst düzeydeki darbeciler de bu okulda yetişiyor. Bu okullara School Of
Americas (SOA) deniliyor. Halkın tepkisi üzerine deşifre olan okulun adı “Batı Yerküre
Güvenlik Enstitüsü” diye değiştiriliyor.
Ancak ABD’nin işkence ve darbe okulları bunlarla sınırlı değil. Tüm NATO ülkelerine
ve diğer müttefik ülkelere bu okullar ağı yayılmış durumda. Bu okullar çeşitli bağlarla
birbirine bağlanıyor. Ve aynı emir komuta zinciri altında. Bu okulların aralarında dört değişik
şekilde bağ var.
Bu bağlardan birincisi CIA bağı. Bütün dünya bu açıdan da CIA vasıtasıyla kontrol
ediliyor. ABD’nin başkentinden dünyanın bütün başkentlerine CIA ve diğer istihbarat
örgütleri arasındaki ilişki sayesinde böyle bir bağ kuruluyor. ABD cani, katil, suikastci,
provokötör, sabotajcı, işkenceci ve darbecileri yetiştiren okullardan çıkan adamları
vasıtasıyla, gerektiğinde devlet terörü ile bir bakıma gözetim altında tutuyor dünyayı.
Emir kumanda bağlantısı ikinci bağ; ABD Denizaşırı Kuvvetler Komutanlığı bütün
dünyaya bu anlamda hükmediyor. Bunun da da ucu gene Almanya’da Bad Tölz isimli
kasabada.
Okullar arasında üçüncü olarak eğitim bağlantısı var. Fort Bragg ana okul. Ona bağlı
olarak Amerika’da Fort Benning okulu var. Bunun Avrupa ucu ise Almanya’nın
Oberammergau kasabasındaki “Ayaklanmaları Bastırma ve İstihbarat” okulu.
Bütün NATO ülkelerinde yukarıda bahsettiğim kategorideki insanlar yetiştiriliyor.
Derin devletin bir NATO bağlantısı var. Bu bahsettiğim dünya çapında derin devlet aslında.
Brüksel’deki Shape karargâhına bağlı bütün bu merkezler. Brüksel’deki Shape karargahında
(NATO Müttefik Başkumandanlığı) ACC denilen bir örgüt var. Bu bir yeraltı örgütü. Bütün
NATO ülkelerinin yeraltına kumanda ediyor burası. Allied Coordination Center (Müttefik
Koordinasyon Merkezi-.Ek:3), ACC’nin açılımı. Yani derin devletin bir ucu Washington’dan
Brüksel Shape karargahına geliyor. (Bkz. Kitabın sonundaki, “Derin Devlet’te Militer
Yapılanma” haritası)
Basında devamlı SOA hakkında haberler çıkıyor. Bütün dünyanın katilleri, işkencecileri
biliyoruz da, bizimkileri bilmiyoruz. Hangisi hangi okulda okumuş bilemiyoruz. Ben bir basın
toplantısına Ahmet Yıldız’ı çağırdım. O Fort Bragg’tan geçmiş. Geldi anlattı. 27 Mayıs’tan
sonra Amerikalılar Ahmet Yıldız’ı yoklamışlar, olumlu izlenim alamayınca uzaklaşmışlar.
Sadece Ahmet Yıldız Fort Bragg’ta kurs gördüğünü basın önünde açıkladı. Bu okullardan
yetişmiş, her biri ülkelerinde ABD çıkarları doğrultusunda faşist rejimler kurarak on binlerce
insanı katleden bu isimlerin bazıları: Manuel Noriega, Leopaldo Galtirei, Humbarto Regalado,
Hugo Banzer Suarez, Roberto D’aubuisson…46 Hepsi cani, katil bu okullardan yetiştirilmiş.
Aşağıdaki bilgiyi ABD’nin Syracuse kentinden bir akrabam bana gönderdi. Amerikan
Senatörü Daniel Patrick Moynihan senatoda bir önerge veriyor. Önerge şu şekilde:47
“60 bin Latin Amerikalı askerin eğitim gördüğü Fort Benning’deki Amerikalılar
Okulu’nu (SOA) inceledim.
SOA diplomalı görevliler tüyler ürpertici eylemlerde bulunuyorlar. Bu okullarda
işkence, gasp, suikast ve insanları kaçırma yöntemleri öğretilmektedir.
1996 yılı Eylülünde Pentagon (Savunma Dairesi) ‘İşkence Eğitim El Kitabı’nı SOA’nın
kullanmasına izin verdi. Bu kitapta sahte suçlama48 şantaj yapma, yanlış bilgilendirme, fiziki
ve diğer işkence yöntemleri SOA’daki görevli personel tarafından Latin Amerikalı askerlere
halkını öldürme, tehdit, özellikle dini çalışma, sendikalarla diğer çalışma ile yoksulluğu
kullanma taktikleri öğretiyor.
Bu ‘Cinayet Okulu’ yılda yaklaşık 20 milyon dolara mal olmaktadır. Oysa bizim
çocuklarımıza ve insanlarımıza yönelik yatırımlarımız tamamlanmış değildir. Lütfen SOA’yı
Durbin yasa tasarısıyla kapatınız.”
Aynı şekilde Joseph Kennedy de bir önerge veriyor fakat tabii ki bu önergeler
reddediliyor. Gerekçe ise şöyle: “Okulun Latin Amerika demokrasilerini güçlendirmek için
önem taşıdığı...”
Bu noktada ABD Genelkurmay eski Başkanı Oramiral William Crove’un ilginç bir
demecine yer vermek istiyorum:49
“Biz müttefik ülke subaylarına ABD’de eğitim görmeleri için askeri kurslar veririz. Bu
kursların amacı tabii ki bu ülkelerin orduları, askeri ve siyasi lider kadroları üzerinde etki
sağlamaktır.”
Fort Benning denen cinayet okulunun bulunduğu yer. Kapısında şöyle yazıyor United
States Army Infantry School, yani Amerikan Ordusu Piyade Okulu. Yine bizim basında yer
almış bir haber. “Fort Bragg’ta50 işkence, adam kaçırma, cinayet alanında uzmanlık kazanan
‘Gafe’ adı verilen özel birlikler restoran bombaladılar.”51
Kanımca Dreyfus davasından yüz kere daha önemli sayılması gereken bu olay 40 yıllık
uğraşıma karşın kamuoyunca tam olarak kavranmış değildir. Nitekim bu akıl almaz, çirkin
komployu sergilemek için yazdığım 4500 sayfalık “Savunma” hâlâ elimde durmaktadır.
12 Mart dönemi, karanlığın aydınlığa saldırısı olduğu için bütün aydınları, Prof’ları içeri
aldılar. Ve Mümtaz Soysal gibi saygın bir kişiye tokat atıyorlar. Böyle bir dönem! Şimdi,
Demirel, Clinton karşısında düğmelerini ilikliyor. İşkence olduğunu kabul ediyor.54 Bunun
sorumlusu kim? Herhalde biz değiliz.
Derin Devletin İçyüzü
Derin devlet nedir? Derin devlet aslında kontrgerillanın başkalaşmasıdır. İlk önce
kontrgerilla çıktı, sonra Gladio, sonra Süper NATO, en sonunda derin devlette işi bağladılar.
EEF örgütünün 1200 üyesi var. Ve başkanı George Bush. Eski CIA Başkanı sıfatıyla bu
kişilerin de lideri. Bu grup içinde devlet, hükümet başkanları, bakanlar üst düzey yetkilliler,
sivil kuruluşlar, akademisyenler. EEF anlamında derin devleti kategorize edersek bunlar
karşımıza çıkıyor. Bunlardan her biri derin devletin elemanı olabilir.
Özetle; FM 31-16 numaralı Amerikan Kontrgerilla Talimnamesi, EEF örgütü, İlhami
Binici’nin açıklamaları, hepsi birbiriyle örtüşüyor ve derin devlette yeralan unsurlar
açıklanıyor.
Bana göre derin devlet, ABD derin devletinin uzantısı olan küresel bir yapılanmadır.
Kaynakça ve Açıklamalar:
Talat Turhan, Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri-2, Sorun Yayınları, birinci
baskı, Ocak 2005
-Talat Turhan, Genç Kemalistler Ordusu, İleri Yayınları, Eylül 2004
3. Y.n. Bu grup kendilerini EMİNSU (Emekli Subaylar) diye tanımladı.
4. Talat Turhan, Bomba Davası Savunma 1, syf 104-105
5. Milliyet, 3 Ekim 1983
6. Günaydın, 17 Kasım 1990
7. Aktüel, 1-7 Nisan 1993
8. Hürriyet, 20 Ekim 1994
9. Y.n. Daha fazla bilgi için Emperyalizm Bataklığında İstihbarat Örgütleri -
Doruk Operasyonu isimli kitabıma bakınız.
10. Aktüel, 10-16 Kasım 1991
11. Zaman, 14 Ocak 1995
12. Milliyet, 13 Mart 1995
13. Selam, 17-23 Nisan 1995
27. Halid Özkul, Yeni Dünya Düzeni, Anahtar Kitapları Kasım 1992
28. Who’s Who Of The Elite, Robert Geylon Ross, Sr. Published by RIE
29. James Adams, Bull’s Eye, Ney York, Time Books, 1992
30. Talat Turhan, Çeteleşme, Akyüz Yayıncılık, Haziran 1999. s. 156
31. 30’da age
32. Harun Yahya, Masonluk ve Kapitalizm adlı eserinden aktaran Talat
Turhan, 9’da age
33. Ayrıntılı bilgi için bkz. Talat Turhan, Mehmet Eymen, AEGEE: Küresel
Çeteleşmenin Gençlik Cephesi, İleri Dergisi sayı:25
22 Ekim 1992 günü Genelkurmay Harekat Daire Başkanlığı’na bağlı Özel Kuvvetler
Komutanlığı, basın mensuplarının çağrılı olduğu bir özsunuş düzenledi. Bu toplantıdan önce
Özel Kuvvetler’e mensup olan özel timlerin gösterileri izletildi. Bu timlerin özel donanımlı
olduğu ve özel eğitimden geçirilmiş, attığını vuran elemanlardan oluşturulduğu anlatılmaya
çalışıldı.
Kuşkusuz, birçok ülkenin silahlı kuvvetlerinde olduğu gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri
içinde de böyle özgün bir birliğin bulunmasından, her yurtsever gibi biz de kıvanç duyarız.
Ancak Türkiye’de bu kuruluş üzerinde yoğunlaşan kuşkuların varlığı da bir gerçektir. Bu
özsunuş ve gösteri, özel eğitimli timlerin varlığı; düşünen, irdeleyen gerçekleri araştıran
çevrelerdeki kuşkuların daha çok artmasına neden oldu.
Bu arada Türk kamuoyu kuruluşun adının değiştirildiğini de ilk kez öğrenmiş oldu.
Türkiye’nin 1952 yılında NATO’ya girmesinden hemen sonra, eylül ayında bugünkü
Milli Güvenlik Kurulu’nun işlevlerine sahip Milli Müdafaa Yüksek Kurulu’nun bir kararıyla
bugünkü Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın atası olarak bilinen Seferberlik Tetkik Kurulu adı
altında yeni bir organizasyona gidildi. İşlevi ile ismi arasındaki uyumsuzluk görülmüş olmalı
ki, daha sonra kuruluşun adı Özel Harp Dairesi olarak değiştirildi.
Şimdi de Özel Kuvvetler Komutanlığı adının yeğlendiği görülüyor. Gerçekten de Özel
Kuvvetler Komutanlığı, gerek kuramsal bakımdan, gerekse kuruluş şeması ve işlevi
bakımından, örgüte verilebilecek en uygun isimdir. Eski isimlerinden vazgeçilerek gerçeğe
dönüş yeğlenmiştir. Daha doğrusu isimlendirme düzeyinde de ABD talimnameleri esas
alınmıştır. Çünkü ABD kaynaklı bütün belgeler, talimnameler ve yönergeler Türkiye için de
aynen geçerlidir. ABD kaynaklı FM 31-20 resmi talimnamesinin ismi Special Forces
Operational Techniques, yani Özel Kuvvetler Harekat Teknikleri’dir. Aynı şekilde FM 31-21
Amerikan resmi talimnamesinin ismi Special Forces Operations, yani Özel Kuvvetler
Harekatı’dır. Örneğin bu talimname Türkiye’de aynı simgeyle, ST 31-21 Gerilla Harbi ve
Özel Kuvvetler Harekatı ismiyle yayımlanarak uygulamaya konulmuştur. Bunun gibi FM 31-
21A Special Forces Operations (U), (Gizli) Özel Kuvvetler Harekatı resmi ABD talimnamesi
de bu örgütlerin kullandığı yöntemleri içermektedir.
Daha önemlisi de, Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından yayımlanan ST (Sahra
Talimnamesi) simgeli talimnameler, ABD kaynaklı FM (Field Manuel) simgeli
talimnamelerden aynen çevrilmiştir. (Ek: 5 )
FM 31-16 simgeli ve Counter Guerilla Operations (Kontrgerilla Harekatı) adlı ABD
resmi talimnamesinde yer alan komando alayı kuruluş şeması, FM 31-15 simgeli ABD
talimnamesinden, (Ek:1) ST 31-15 simgeli Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat
Talimnamesi’ne(Ek:2) aynen aktarılmıştır. Bu durum ST 31-15 talimnamesinin de, aynı
zamanda bir kontrgerilla talimnamesi olduğunu kesinlikle kanıtlamaktadır. Kaldı ki ST 31-15
talimnamesinin adını etimolojik açıdan incelersek, gene aynı sonuca ulaşabiliriz:
Silahlı Kuvvetler örgütlenmesi, nizami ve gayrinizami olarak ikiye ayrılır. Birinci
bölüm düzenli ordular için, ikincisi gerilla güçleri için kullanılır. Bu durumda: Gayrinizami
Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi, Gerillaya Karşı Kontrgerilla Harekatı olarak
adlandırılabilir.
Üçüncü bir olay da Başbakan iken Turgut Özal’a 1988 yılında yapılan suikast
girişimidir. Suçun faili olarak yakalanan Kartal Demirağ, 4 yıl cezaevinde kaldıktan sonra
tahliye olunca yazdığı “anılar”ında Dazkırı’1da kontrgerilla eğitiminden geçtiğini
açıklamıştır. Bu konu ile ilgili olarak Turgut Özal tarafından kurulan Soruşturma
Komisyonu’nda görev alan Yargıtay onursal üyesi Uğur Tönük tehdit edildiğinden dolayı
görevi bıraktığı için, suikast girişimi olayı bugün de gizini sürdürmektedir.
Bu demeçlerle Türkiye’de yaşanan olayları karşılaştırdığımızda, kontrgerilla konusunda
kamuoyuna mal olan kuşkuların nedenleri kolaylıkla anlaşılabilir. Konuyla ilgili olarak,
ÖHD’nin eski başkanlarından emekli general Cihat Akyol’un yazdıklarını da gözardı
edemeyiz. Cihat Akyol, 1971 yılında Silahlı Kuvvetler Dergisi’ne yazdığı bir makalede
şunları dile getiriyordu:
32. Gün programının yayımından sonra, Kanal 6 Tv, 6 Aralık 1992 günü gösterilmek
üzere benimle İşkenceler, Cuntalar ve Kontrgerilla konusunda bir söyleşi yaptı Bu amaçla 3
Aralık 1992 günü stüdyoda çekim yapıldı. Daha program yayımlanmadan, 4 Aralık 1992
günü Hürriyet gazetesi, bana atıf yaparak Orhan Kilercioğlu hakkındaki bazı savları da gene
bana mal ederek haber haline getirdi. Programın gösterilmesinden sonra da, aynı yöndeki
haberler Hürriyet ve diğer basın organlarında sürdü. Hürriyet gazetesi, tüm düzeltme
başvurularımı gözardı etti.Noterden ve mahkeme kararıyla gönderdiğim düzeltme yazılarımı
yayınlamadı.
Devlet Bakanı Orhan Kilercioğlu bu maksatlı yayınlara dayanarak, benimle tartışmaya
girişti. Orhan Kilercioğlu-Talat Turhan tartışması kamuoyunun gündemine girdi. Gerçeğe
olan saygımdan dolayı, Kilercioğlu’nu Cumhuriyet gazetesi aracılığı ile açık tartışmaya
çağırdım. (Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleri, 8 Aralık 1992) Bu açık çağrıma karşın, Orhan
Kilercioğlu, kontrgerilla konusunda bir tartışmaya girmeyeceğini açıklamakla yetindi.
(Cumhuriyet, 9 Aralık 1992)
Kilercioğlu, sadece bir dergi hakkında, Aktüel dergisinin 5-11 Aralık 1991 tarihli 22.
sayısında Kilercioğlu Ne Kadar Şeffaf başlıklı yazıda yer alan görüşler hakkında, şahsına
yönelik savlarla ilgili olarak dava açmıştır. Bununla da kalmamış, ikinci bir davanın hedefi
olarak da beni seçmiştir. Yayımlanmasının üzerinden 10 ay geçtikten sonra, Özel Savaş Terör
ve Kontrgerilla başlığını taşıyan kitabımın 31-33. sayfalarında kendisi hakkında sıralanan
savları dava konusu yapmıştır. Orhan Kilercioğlu, 1993 yılında açtığı davayı, 12 yıl geriye
götürerek kendisini aklama çabası içerisine girmiştir.10
Burada çok daha önemli bir noktanın gözden kaçırılmaması gerekiyor: Orhan
Kilercioğlu’nun Hürriyet gazetesinin 4 Aralık 1992 günlü maksatlı yayınına dayanarak
yaptığı başvuru üzerine, Ankara 18. Asliye Hukuk Mahkemesi, 4 Aralık 1992 gün ve
1992/477-284 İş sayılı kararıyla, Medeni Kanun’un 24/a maddesi gereğince, Kanal 6’da, 6
Aralık 1992 günü gösterime girecek Bizim Koltuk programının yayınını ‘tedbiren’ durdurma
kararı aldı. Türkiye’de ilk kez, bir TV programı yayından önce ve içeriği görülmeden, bir
mahkeme kararıyla yayımdan kaldırılmak istendi.11 Basın-yayın özgürlüğüne saygılı
kurumların, Türkiye Barolar Birliği’nin, baroların bu olayın üzerine gitmesi gerekirken
medya, mahkeme kararı karşısında sessiz kalmayı yeğledi. Zaman tümüyle geçmiş sayılmaz.
Kişisel bir kaygı ile hareket etmediğimin bilinmesini istiyorum. Amacım, siyasal iktidarın,
yargı üzerindeki somut baskılarını açığa çıkaran bir örneği gündeme getirerek, yansız bir
adalet mekanizmasının yaratılmasına katkıda bulunmaktır.
Kontrgerilla Örgütlenmesinin Devasa Boyutları
Bunu izleyen süreçte, Nokta dergisi, 13-19 Aralık 1992 günlü 51. sayısında kontrgerilla
konusunda benimle yaptığı bir söyleşiyi kapaktan yayımladı. (Üçüncü Bölüm)
Bugüne kadar sürmekte olan kontrgerilla tartışmalarında ÖHD’nin, Gayrinizami
Kuvvetlerin yeraltı ve yerüstü olmak üzere iki gruptan oluştuğu, yerüstü örgütlenmesinin
komando birliklerinden, yeraltı örgütünün ise “vatanseverler”den meydana geldiği genel
kabul görmüştür. Bu kabul, özel savaş örgütünün boyutunu küçültmeyi, lokalize etmeyi,
olduğundan daha az göstermeyi amaçlamaktadır. Halbuki 1975 yılında İstanbul Sıkıyönetim I
Askeri Mahkemesi’ne sunduğum savunma12 da, özel savaş örgütlenmesinin çok boyutlu
olduğunu, toplumun tüm kesitlerine kadar yayıldığını, resmi ABD belgelerine dayanarak
açıklamıştım, 1975 yılında mahkemede yaptığım savunmanın yeterince yankı bulmaması
üzerine, 14 Eylül 1977 günlü 7 Gün dergisinde, özel savaş örgütlenmesinin boyutları
tarafımdan yeniden gündeme getirildi. 1977 yılında da belirttiğim gibi,
Amerikan emperyalizminin azgelişmiş ülkelerin kuramsal düzenlerini, uygulamada
kendi sömürü olanaklarını korumaya yönelik sivil-asker karması örtülü faşizme dönüştürmede
kullandığı yöntemlerden en etkili olanı kontrgerilla örgütlenmesidir.
“1967 yılında CIA’nın yurtdışındaki yararlı dost ve unsurları desteklemek için harcadığı
para yılda on milyon dolara yükselmişti. Bu paranın büyük bir bölümü bizim sendikalar,
öğrenci dernekleri, özel kuruluşlar aracılığıyla yurt dışındaki benzeri kuruluşlara
aktarılıyordu. Bizim sendikalar, dernekler bir tür paravan kuruluş görevi yaparak, para
kaynağının CIA olduğu gerçeğinin öğrenilmesini önlüyordu. Böylece, bizden para alan
yabana sendika ve derneklerin ‘Amerikan kuklası’ diye anılmasını da önlüyorduk Bu öylesine
büyük bir operasyondu ki, Ford, Rockefeller ve Carnegie Vakfı dışındaki yabancılara burs
veren kurumların 1963-1967 arasında harcadığı paranın üçte biri CIA’dan geliyordu. 13”
Sinai Kalkınma Bankası, bu alanda çok önemli bir kuruluştur. Sinai Kalkınma Bankası,
Türkiye’de işbirlikçi özel sektörü palazlandırmak için kurulmuştur. Bankanın yabancı kökenli
sermayesi, Avrupa Kalkınma Bankası, Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD) ile
International Finance Cooperation’a (IFC) aittir. Sinai Kalkınma Bankası’nın iştirakçileri
arasında çok önemli bir kuruluş daha vardır: Amerikan Kalkınma Teşkilatı (AID). AID
konusuna aşağıda tekrar döneceğiz, ama hemen belirtelim ki AID, ABD’nin bir casusluk
örgütüdür. Eski CIA ajanı Philip Agee CIA Günlüğü adıyla yayımladığı kitabında AID’i “geri
kalmış ülkelerde CIA için paravan görevi yapan bir örgüt” olarak tanımlamaktadır.
Daha 1989 yılında AID’ın Türkiye’nin önde gelen özel sektör örgütleri ile işbirliği
yapacağı açıklanmıştı. Hattâ ABD Büyükelçisi Abramowitz ile TOBB Başkanı Ali Coşkun’un
imzaladıkları bir de anlaşma parafe edilmişti. Anlaşmanın imzalanmasından bir hafta kadar
önce, Ali Coşkun “Bu uzman kuruluşun bilgi birikiminden yararlanacağız.”14 diye demeç de
vermişti.
Nokta dergisinin, daha sonraki sayılarında yayımlamaktan kaçındığı şemayı bir belge
olarak ekte sunuyorum. (Ek: 7)
ST 31-15 simgeli Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi’nin “Harekat
Anafikri ve Sevk-i İdaresi” başlığını taşıyan ikinci bölüm birinci kısım “Komuta ve Kontrol”,
“Soğuk Harp Durumları” arabaşlığının 11. maddesinin (b) ve (c) şıklarında cumhurbaşkanına
verilen görev şu şekilde formüle edilmektedir:
“b. Her memleketteki Türk diplomatik misyon şefi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir
mümessili sıfatıyla, kaide olarak dış politika konusunda bir hükümet ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin bu memleketlerdeki bütün makam ve hizmetlere mensup temsilcilerinin
faaliyetlerinde kıdemli koordinatör durumundadır. Bazı hallerde, diplomatik temsilcilik
mevcut olmayabilir veya diplomatik temsilci ile askeri komutan arasındaki münasebet,
Cumhurreisi tarafından ayrıca çizilebilir. (Ek: 7)
c. Bir soğuk harp durumunda birleşik kuvvet karargahları veya müşterek ya da kombine
komutanlıklar gayrinizami kuvvetlere karşı harekatı idare edebilirler. Bu harekata, ev sahibi
durumundaki memleketin iştiraki normaldir ve genel olarak bir kombine komutanlığı zaruri
kılar.
d. Sivil kontrol ve idare ile ilgili sorumluluk, ev sahibi hükümetle varılan anlaşmalarda
açıkça belirtilir ve kaide olarak, mümkün olan azami ölçüde, meşru şekilde kurulmuş
hükümete verilir. Askeri kuvvet komutanına, eğer sivil sorumluluk verilmişse anlaşmalarda,
genel olarak, kurtarılmış ve emniyet altına alınmış bölgelere ait bütün sorumlulukların, askeri
durum müsaade eder etmez, mahalli makamlara devredileceği ifade edilir.”
Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat Talimnamesi’nde ve eldeki şemada da
görülebileceği gibi, “gayrinizami savaş” içinde cumhurbaşkanı da, bir koordinatör olarak
bulunmaktadır. Sadece Türkiye’de değil, tüm NATO ülkelerinde cumhurbaşkanlarına bu
görevi yükleyen, ABD kaynaklı FM 31-15 simgeli talimatnamedir. İtalya Cumhurbaşkanı
Cossiga’nın Gladio ile ilişkisi açığa çıktıktan ve Gladio skandalının bütün Avrupa’yı
sarsmasından sonra “Ulusa hizmet eden bir sırrın parçası olduğumu söylemekten gurur
duyarım.” (Internatianal Herald Tribüne, 13 Kasım 1990) şeklindeki demeci anımsanmalıdır.
ABD Başkanı Clinton, selefleri gibi, ABD’nin ulusal ve evrensel çıkarlarını korumak
için yemin ederek görevi teslim aldı. Kuşkusuz bir ülke başkanının, kendi ülkesinin çıkarlarını
korumasından daha doğal birşey olamaz. İtirazımız bu noktada değil. İtirazımız, sözünü
ettiğimiz talimnameye uyarak, ABD dışındaki ülkelerin devlet başkanlarının veya
cumhurbaşkanlarının ABD çıkarlarını savunma konumuna sokulmalarıdır.
Sorunun çok ilginç bir boyutu daha var: Talimname uyarınca Kara Kuvvetleri
Komutanı, cumhurbaşkanına görev vermektedir. Bu durum, Anayasa’nın görev-yetki
hükümleri ve hiyerarşik örgüsü ile nasıl bağdaşmaktadır? Dahası cumhurbaşkanları
talimname ile kendilerine verilen görevin farkında mıdırlar?
ABD kaynaklı FM 31-15 talimnamesinden aynen tercüme edilerek 30 yıldan bu yana
ülkemizde uygulanmakta olan ST 31-15 simgeli Kara Kuvvetleri Komutanlığı Sahra
Talimnamesi’nin önemli bazı maddelerini ek olarak kitabıma alıyorum. (Ek: 2 )
Anayasa ve yasal sistemin üzerinde olduğunu kendi resmi talimnamesi ile 1965’den beri
açıklayan bir kuruluşun, demokrasi anlayışıma aykırı olduğunu 1973 yılından beri iddia
ediyorum.
Başta parlamento olmak üzere, tüm demokratik kuruluşların yetkililerine ve resmi
devlet yetkililerine yeniden sormak istiyorum: Bu tip kuruluşların denetimden çıkabileceğinin
eski bir Genelkurmay Başkanı’nın ağzından dahi itiraf edildiği bir ülkede, kendini yasaların
üstünde bir statüye oturtan böylesine bir yapılanmaya daha ne kadar tahammül
edilebilecektir?
“Güneyden Gelen Tehdit” ve
1990 yılında imzalanan AKKA Antlaşması gereğince 39. paralelin güneyi ve ek olarak
da Mersin Limanı, hem konvansiyonel, hem de paramiliter güçler açısından indirim kapsamı
dışında tutuldu. Eski NATO stratejisine hakim olan “Kuzey’den gelen tehdit” olgusunun, yeni
NATO stratejisine göre “Güney’den gelen tehdit”e dönüştürülmesi suretiyle, özel savaş
örgütlenmesinin stratejik gerekçesi hazırlanmış oldu. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin değişen
dünya koşulları çerçevesinde yeniden örgütlendirilmesi, ABD ve NATO tarafından gündeme
getirilmiş ve yeni planlamaya uygun olarak da özellikle Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra
Türkiye adeta askeri malzeme akınına uğramıştır. Yeni örgütlendirme projesine göre, Türk
Kara Kuvvetleri’nin üçte ikisinin komando tugaylarından oluşacağı öngörülmektedir. Özel
Savaş Terör ve Kontrgerilla adlı kitabımda da açıkladığım gibi, komando birlikleri özel savaş
örgütlenmesinin, görünen legal bir biçimlenmesidir. J. F. Kennedy’nin tanımlamasına göre:
“Bu savaş gerillaların, yıkıcı unsurların (..) yaptığı bir savaştır. Çarpışma yerine pusu
kurma, tecavüz yerine sızma, düşmanla yüz yüze dövüşme yerine onu yıpratma ve takattan
düşürme yolu ile zafere ulaşmak istenen bir savaştır. Bu savaşlar, ekonomik huzursuzluklar ve
ırk mücadelesinden istifade eder. Yepyeni bir strateji, tamamen farklı bir kuvvet ve dolayısı
ile yeni ve bambaşka bir eğitime ihtiyaç vardır.20
Özel Harp Dairesi eski başkanlarından Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun
tanımlaması ile de “en basit direnişten başlayarak, şiddet kullanmaya kadar uzanan bir seri
mukavemet faaliyeti”21 özel savaş kapsamı içinde değerlendirilmektedir.
Bu durumda, böyle bir örgütlenmeyi öngören güçlerin, ülke içindeki demokratik
eylemleri ve etnik oluşumları bastırmanın yanında, ülkemizi, kendi amaçları doğrultusunda
İslam ülkelerine yönelik olarak kullanmayı düşündüklerini varsayabiliriz.22
ABD’nin ilk kez, “Amerika Amerikalılarındır” sloganıyla Amerika kıtasını mutlak
egemenliği altına alması, özel savaş örgütlenmesi ile birleşti. Panama ABD üslerinde
Southern Command’a bağlı kontrgerilla okulları (Escuela De Las Americas) kuruldu. 40
değişik kursta, bugüne kadar 30-40 bin askeri personel eğitildi. Bunlardan 170’i, ülkelerinde
Devlet Başkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı gibi üst düzey görevlerine geldiler.
Şili ve Arjantin cunta liderleri de bu kurslardan geçmişlerdir. Meksika devlet eski
başkanlarından Luis Echeverria’nın aynı zamanda bir CIA ajanı olduğu ve örgüt arşivinde
Litempo-14 kod adıyla kayıtlı olduğu da açıklandı.23 Kosta Rika eski cumhurbaşkanlarından
Jose Figures CIA hesabına 30 yıl çalıştığını ve örgütle 200 değişik konuda işbirliğine
girdiğini, Latin Amerika ülkelerinin birçok devlet adamı için de aynı şeyin söylenebileceğini
ifade ediyor.24 Ürdün eski Kralı Hüseyin, CIA’dan para aldığını itiraf etmiştir.25
Kuşkusuz ABD’nin özel savaş örgütlenmesi sadece Amerika kıtası ile sınırlı kalmadı,
bütün dünyaya yaygınlaştırıldı. NATO ve Avrupa ülkeleri, Belçika’dan NATO karargahından
yönlendirilmekte ve açıkladığım gibi ACC (Allied Coordination Comitee) tarafından idare
edilmektedir. Bu örgütlenmenin askeri birimi Almanya’dadır. ABD’nin Almanya’daki
komutanlığı Bad Tölz’dedir. Bu komutanlığa bağlı olarak Oberammergau’da Ayaklanmaları
Bastırma Okulu ile İstihbarat Okulu bulunmaktadır. Paraşüt Okulu da Songav’dadır. Bütün
NATO ve Avrupa ülkelerinde görev yapan özel kuvvet birimlerinin elemanları bu okullarda
yetiştirilmektedir. Kuruluş şeması aşağıdadır.
ABD Özel Kuvvetler Komutanlığı
A= Özel Harekat Timi= 11 Kişi
A+A= 2 Özel Harekat Müfrezesi= B Özel Harekat Timi= 22 Kişi
A+A+A= 3 Özel Harekat Müfrezesi= C Company= 33 Kişi
Sonuç
Görüldüğü gibi ABD emperyalistleri kendi çıkarlarını güvence altına almak için, bütün
dünyaya tepeden tabana kadar örgütlemişlerdir.
Sivas Kongresi’nden başlayarak Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın temelinde, Amerikan
mandacılığına karşı tam bağımsızlığı savunan yurtseverlerin kanı vardır.
Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapmak için yola çıkmış olanların, ülkemizi getirmiş
oldukları bağımlılık bataklığı bütün iğrençliği ile artık gizlenemez olmuştur.
Türkiye’nin önünde sadece demokrasi savaşımı değil, İkinci Kurtuluş Savaşı da vardır.
Bu savaş demokratik yöntemlerle yürütülmesi gereken uzun erimli bir mücadeleyi
gerektirmektedir.27
1947’den bu yana ABD emperyalizminin ülkemiz üzerinde ilmik ilmik ördüğü ihanet
ağları tek tek sökülüp atılmadan ve bağımsızlık bilinci benimsenmeden, kontrgerilla
tartışmalarını sürdürmeye devam edeceğiz. Emperyalizmi, kapitalizmi ve küreselleşmeyi
mercek altına almayı sürdüreceğiz.
Kaynakça ve Acıklamalar
Bu anlamda ABD’nin tüm kirli işlerini CIA’ya yüklemekle, asıl hedefi göz ardı etmek
gibi bir yanılgıya düşmüş oluyoruz. Bu bağlamda AID (Uluslararası Kalkınma Ajansı,
Uluslararası Kalkınma İçin Yardım, Uluslararası Gelişme Örgütü, Amerikan İktisadi İşbirliği
Teşkilatı vb. adlarla anılıyor) de CIA’nın gizli işlerine paravanlık yapmaktadır. Oysa ki
bundan önce yayımlanan yazılarımda da6 çok yönlü ve tehlikeli bu paravan casusluk
örgütünün işlevinden söz etmiştim. Anılan örgütün dünyada ve gerekse ülkemizde ipliği
pazara çıkartıldığı için kapatıldığından söz edildi ve bu yolla unutturulmaya çalışıldı.
Oysa ki AID’nin kapitalist dünyanın uyduları haline dönüştürülen ülkelere yönelttiği
hıyanet eylemleri saymakla bitmez.
Bir gazetede yer alan habere göre7 Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nde yapılan
törende, ABD Büyükelçisi Abramowitz, özel sektörlerin aralarındaki ilişkiyi geliştirmelerinin,
iki ülkenin de yararına olduğunu ifade etmiştir.
Aynı gazetenin diğer bir haberine göre de8 Abramowitz itimatnamesini sunar sunmaz,
ayakkabısındaki cila ile Odalar Birliği Başkanı ile bir sözleşme imzalamıştır. Sözleşmeye
göre Ankara’da kurulacak bir büro, ABD’li firmaların Türkiye’de yatırım yapmalarında
öncülük edecek, bu firmalarla bizimkiler arasında ortak yatırım projeleri geliştirecektir. ABD
Büyükelçisi, bu girişimden duyduğu memnuniyeti dile getirmektedir: “Türkiye’de
bulunmamın önemli amaçlarından biri, doğrudan ABD yatırımlarını Türkiye’ye getirmektir...
ve bu ek yatırım imkanlarından Türk işadamları da yararlanacaktır...”
Anlaşmaya göre ABD’nin Uluslararası Kalkınma Ajansı (US-AID)9 Türkiye’nin önde
gelen özel sektör örgütleriyle de işbirliği yapacak.
Alıntı yaptığımız haberlerden de kesinlikle anlaşılacağı gibi Abramowitz ile birlikte
AID, yeniden Türkiye’deki çalışmalarını sürdürmektedir. Aslında dünya halklarına
yutturulduğu gibi AID’in kapatılması da söz konusu değildi.
Bugün serbest piyasa ekonomisi adı altında halkımıza dayatılmaya çalışılan model’in
itici gücü: Amerikan casusluk örgütünün finansmanı ile palazlanan, işbirlikçi sermayedar özel
sektörden oluşmaktadır. Abramowitz’in Ali Coşkun ile imzaladığı anlaşma bu işbirliğini daha
geniş bir alana (orta ve küçük büyüklükteki işyerlerine) yaymak için yapılmaktadır. Bu yolla
işbirlikçi özel sektör, tabanını daha geniş bir alana yayarak, ekonomik sömürünün alt yapısı
güçlendirilmeye çalışılmaktadır.
Uzun bir süreç içerisinde örgütlenen işbirlikçi sermayenin, özellikle 80’li yıllardan
sonraki iktidar üzerinde söz sahibi olduğu ve ABD yanlısı partilerin iktidara gelmesi ve
kalması için destek sağladığı günümüzde daha da açıklığa kavuşmuş bulunmaktadır. Özellikle
12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren’in, bir işadamının talimatına itibar ettiğini itiraf
etmesi10 üzerinde önemle durulmalıdır.
AID’in çok yönlü ve etkili bir casusluk örgütü olduğundan söz etmiştik. Nitekim ev
sahibi ülkelerde11 bir yandan işbirlikçi özel sektör yetiştirirken, diğer yandan sarı
sendikacılığı örgütlemekte ve finanse etmektedir.12
CIA ajanı Philips Agee; AID’ın, CIA’e paravanlık görevi yapmak amacıyla kurulmuş
bir Amerikan casusluk örgütü olduğunu açıklamaktadır.13
Bu örgütün az gelişmiş ülkelerde yüklendiği görevlerden bazıları şunlardır:
1) Özel Sektörle İlişki ve Ekonomiyi Yönlendirme
AID, az gelişmiş ülkelerin ekonomilerini, emperyalist metropollerin gereksinmeleri
doğrultusunda düzenleme amacını güttüğü halde “yoksulluğa karşı uluslararası işbirliğinin
somut belirtileri olarak” gösterilmeye çalışılmaktadır.14
Oysa gerçekte güdülen amaç, diğer AID görevlerinin başarılması için, ekonominin özel
sektör kesimine egemen olmak, az gelişmiş ülkelerin iş adamlarıyla ilişki kurmak ve onları
örgütlemektir.15 AID, bu manivelayı kullanarak, iktidarlar üzerinde egemen olmaktadır.
a) Sınai Kalkınma Bankası’nın Yabancı Kökenli Sermayesi
Avrupa Kalkınma Bankası, Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD), Amerikan
Kalkınma Teşkilatı (AID) ve International Finance Cooperation (IFC) (Uluslararası Finans
Birliği) örgütlerinin katkılarından oluşmaktadır. Dünya Bankası’nın yan kuruluşu olan bu
kuruluş bir süredir doğrudan doğruya özel sektörü finanse etmektedir.
1. Talat Turhan’ın Küresel Çete, İleri Yayınları, Mart 2005 kitabında yer alan
aynı adlı makalenin gözden geçirilmiş şeklidir.
2. Y.n.: Başlangıçta G-7’ler olarak bilinen katılımcı ülkeler daha sonra Rusya’yı
da aralarına alarak G-8’ler olmuşlardır.
3. Y.n: AFS
4. Y.n.: AB fonları da bu amaçla kullanılmaktadır. Bakınız. Talat Turhan,
Mehmet Eymen, Mont Pelerin Cemiyeti-Küresel Sermayenin Beyni, İleri Yayınları, Mart
2005. Özellikle Ermeni Konferansı’na ev sahipliği yapan Bilgi Üniversitesi’nin nasıl ve
nereden fonlandığı kitapta açıklanmaktadır.
Bilindiği gibi, 2. Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş döneminde Doğu ve Batı
blokları oluştu. Bu evrede az gelişmiş ülkeler, SSCB’nin desteğinde Kurtuluş Savaşı vererek
bağımsızlıklarını kazanmaya başladılar. Bu ülkeler gerilla yöntemlerine başvuruyorlardı.
Doğal olanı da bu idi. Gerilla savaşı ile yirmi kat güçlü düşmanı bile yenmek olası hale
gelebiliyordu. Bu oluşum ABD’yi rahatsız ettiği için Özel Savaş türü ile gerillaya karşı
Kontrgerilla yöntemleri geliştirilmesi düşünüldü.2
Bu anlayış sonucu ABD’de Fort Bragg’da, J. F. Kennedy Özel Savaş Okulu kuruldu.
Daha sonra da girişim dünya çapında yaygınlaştırıldı.
Örneğin bu amaçla Panama’da kurulan kontrgerilla okullarında (Escuela De Las
Americas)3 tüm Latin Amerika özel savaşçıları kurslardan geçirildi. Latin Amerika’daki
askeri darbeler burada yetiştirilmiş generaller tarafından sahnelendi.
NATO ülkeleri ve Batı blokundaki diğer Avrupa ülkelerinin özel savaşçılarının lider
kadroları ise Almanya’daki okullarda yetiştirilmektedir. Oberammergau’da European
Command Intelligence School’da4 1946 yılında Alman tarih doçenti olan H. Kissinger, 1946-
49 yılları arasında askeri istihbaratta görev almış, daha sonra da Harvard Üniversitesinde
Counter-Insurgency, Warfare-Theory and Practice (Karşı Ayaklanma, Savaş-Teori ve Pratik)
adlı kitabın yazılmasına katkıda bulunmuştur. “Özel Savaş”çılık ve istihbaratçılıkla başlayan
kariyerini, ABD Dışişleri Bakanı olarak tüm dünyada uygulama fırsatı bulmuştur.
Anti-komünizm ile beyinleri yıkananlar, ülkelerindeki sosyalistlere savaş açmış,
kendilerini milliyetçi sanarak bilinçli ya da bilinçsiz ABD çıkarlarına hizmet etmişlerdir.
ABD’nin Rolü
Özel Savaş kuramını ABD geliştirmiş ve eğitimi ABD öncülüğünde tüm dünyaya
yayılmıştır.
Özel Savaş; gayri nizami savaş (Unconventional Warfare), istikrar harekâtı
(Stabilisation Operations) ve psikolojik savaş (Psychologic Warfare) ana başlıklarına
ayrılmaktadır.5 (Gayri nizami savaş ise; gerilla harekatı, mukavemet harekatı, kurtarma-
kaçırma harekatını kapsamaktadır.
ABD’de yayınlanan FM 30, FM 31, FM 41 simgeli (FM=Field Manual) resmi
talimatnamelerde istihbarat, kontrgerilla, psikolojik harekat ve sivil işler konularının teorisi
ayrıntılarıyla açıklanmakta, AR 515-1 adlı resmi belgede Soğuk Savaş kuramına yer
verilmektedir. (Army Cold War Activities)
Tüm NATO ülkelerinde bu talimatnamelerin gizli olmayanları tercüme edilip yürürlüğe
konulmuştur
İtalya örneğinde bu tür örgütlerin doğası gereği iç politikaya, terör ve cinayet olaylarına
karıştığı anlaşıldığına göre, böyle bir örgütü demokrasi ile bağdaştırmak olanaklı
görülmemektedir.
Örneğin FM 31-16 simgeli Counterguerilla Operations adlı resmi ABD talimnamesinde
yer alan CMAC’ı (Civil-Military Advisory Committee) da demokrasiyle bağdaştırmak
olanaklı değildir.
Polisle yargıcı, işverenle işçiyi bir araya getirmekle örtülü faşizme davetiye
çıkarılmakta ve bu durumda ülkelerin düzenleri “Kontrgerilla Cumhuriyetleri”ne
dönüştürülmektedir.
ABD Özel Kuvvetler Komutanlığı
47 bin kişilik Özel Kuvvet’in 11 bini Yeşil Bereliler’den oluşmaktadır. Yeşil Bereliler
savaş alanından çok yurtiçindeki, ayaklanma, terör uyuşturucu satıcılarıyla mücadele ile
görevlidirler.
ABD, müttefik ülkelerdeki özel kuvvetlerle yakından ilgilidir. Bu güçleri Soğuk Savaş
öncesi anti-komünizmle koşullandırıp, kendi halkına karşı düşman edip sosyal demokrat
görüşün bile gelişmesini engelleyerek, politik çıkarların garanti altına almayı hedeflemiş ve
bunda da başarılı olmuştur.
Soğuk Savaş Sonrası Durum
Özel Savaş’ın, Soğuk Savaş döneminin ürünü olduğu söylenegelmiştir. 1990 yılında
Paris Şartı ile başlatılan AGİK sürecinde Soğuk Savaş’ın bittiği açıklanmasına karşın, özel
savaş birlikleri ve yöntemleri Yeni Dünya Düzeni içinde kapsamlı bir şekilde
kullanılmaktadır. Ancak bu kez dünya liderliğini dayatmakta kararlı görünen ABD:
-Çıkarlarını korumak için BM’yi amacına alet etmeyi denemekte, genellikle kendi
açısından başarılı sonuçlar almaktadır.
Nitekim Başkan George Bush’un Ulusal Güvenlik danışmanı olan Brent Scowcroft
Yeni Dünya Düzeni’ni:
“ABD gücünü, koşullara bağlı olarak bazen BM, bazen bölgesel ittifaklar ve
koalisyonlar yoluyla farklı biçimlerde de gösterebilir. Bu tür bir globalizm Amerika’nın ulusal
çıkarlarına son derece uygun...”
diye tanımlamaktadır.
ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher ise,
“ABD dünya lideri olma sorumluluğunu taşımaya devam edecektir. Gerektiği zaman
çıkarlarımızı korumak için tek başımıza hareket edeceğiz, toplu karar alınmasının daha uygun
olduğu zaman da bu cevapları sağlayacak ülke yine biz olacağız ama, yanılgıya düşmeyin
yöneteceğiz...”
şeklinde konuşmaktadır.
ABD, Özel Harekat Birliği Komutanı Gn. Carl Stliner ise özel timlerin “Amerikan dış
politikasının en önemli unsuru ve ulusal güvenlik stratejisinin en sağlam desteği” olduğunu
açıklamaktadır.
Bu anlayış sonucu ABD Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı özel timler, 1991 yılında
41 ülkede 195 değişik görev üstlenmiştir. Bu birliklerin Bangladeş ve Florida’da meydana
gelen kasırga1arın tahribatını gidermek için kullanılmasına da tanık olmaktayız. Başlangıçta
Somali’ye de yardım amacıyla gidildiği açıklanmasına karşın, bugün amacın farklı olduğu
görünür hale gelmiştir.
Kuşkusuz her ülkenin kendi çıkarlarını öncelikle düşünmesi en doğal bir davranış
biçimidir. Ama diğer ülkeleri bu amaçla kullanması onaylanamaz. ABD çıkarlarını kendi özel
kuvvetleri ve çoğunlukla müttefiklerin özel kuvvetleri’ni kullanarak kırk yıldan beri
sürdürdüğü bu stratejiyi uygulamaktadır. Yeni Dünya Düzeni’nde diğer ülkeler açısından
temel sorun, kendi ulusal çıkarlarıyla ABD çıkarları arasındaki dengeyi bulmaktadır. Az
gelişmiş ülkeler açısından böyle bir dengenin kurulabileceğini sanmıyorum.7
ABD eski Adalet Bakanı Ramsey Clark ve yazar Noam Chomsky, ABD’nin
makyavelist, oportünist ve saldırgan politikasına karşı çıkmaktadırlar.
ABD kendi hegemonyasına gölge düşürür diye Almanya-Fransa öncülüğünde kurulması
öngörülen Avrupa ordusu fikrine bile soğuk bakmaktadır.
Gladio ve Diğer NATO Ülkeleri
İtalya’da yürütülen soruşturma Başbakan Andreotti’nin mafya ilişkilerine kadar
uzanmıştır. Yasadışı örgüt elemanlarına dokunmazlık tanınırsa, sonuçta varılan nokta sürpriz
sayılmamalıdır. Benzeri olayların yaşandığı herhangi bir ülkede, İtalya örneğinde olduğu gibi
araştırma yapılabilirse varılacak sonuç aynıdır. Çünkü yeraltı örgütlerinin arkasındaki güç
CIA, dolayısıyla ABD’dir. Hür Dünyanın Lideri ABD (!)...
Kuşkusuz böylesine kapsamlı bir organizasyonun NATO içinde de uzantısı
bulunmaktadır. Brüksel’de NATO Komutanlığı’na bağlı Allied Coordination Commitee
(ACC), (Müttefik Koordinasyon Komitesi) NATO ülkeleri yeraltı örgütleri arasında
koordinasyon sağlamak için eş zamanlı olarak toplanmaktadır. 1990 yılında, Belçika Ordusu
İstihbarat Daire Başkanı General Raymond Van Calster’in NATO çerçevesinde Gladio türü
yeraltı örgütlerinin dönem başkanlığı yaptığını açıklamıştır.
Gene NATO bünyesinde The Clandestine Planing Committe (CPC) aynı amaçla eş
zamanlı olarak toplanmaktadır. Örneğin: Ekim 1990’da böyle bir toplantının Brüksel’de
yapıldığı basına yansımıştır.
Almanya’daki Örgütlenme
Daha önce açıkladığım Almanya’daki okullarda Türkiye dahil olmak üzere tüm NATO
ülkelerinin özel savaşçılarının lider kadrosu yetiştirilmektedir. Tıpkı Panama kontrgerilla
okullarında olduğu gibi...
Alman Özel Timi’nin adı Grenz Schütze Gendarmerid Neuen = (GSG 9)’dur. Alman
polisine bağlı olup, sadece, baskın ve rehine kurtarma olaylarının son anında tüm tekniklerden
yararlanarak görevlerini sürdürmektedirler. Bu şekli ile de yararlı işlevleri bulunmaktadır.
Özel Savaş’ın özellikle yeraltı unsurları ile istihbarat örgütleri, kendi ideolojisine yakın
partilerin gençlik örgütlerini dünyanın her yerinde taşeron olarak kullanmaktadırlar. Bunun
için Neo-Nazist ve Neo-faşist parti ve örgütler elverişli bir kaynak oluştururlar. Ancak
toplumlardaki iç kargaşa ve çatışmaların önemli nedenlerinden birini oluşturan bu görüş,
sakıncalarına karşın terkedilmiş değildir, Bu anlayış sonucu B. Almanya’da 1950 yılında
“Teknik Hizmet” (BDJ = Bund Deutscher Jugend) adlı bir gizli örgüt kurulmuş örgütün iç
politikada KDP ve SPD’ye karşı çaba göstereceği, silahlı bir direniş örgütleyerek bu amaçla
CIA’nın teknik eğitim ve finansal desteğinden yararlandığı, Ekim 1952’de Frankfurt am Main
Savcılığı tarafından saptanılıp mahkemeye gönderilmiş olduğu halde, ucu CIA’ya dayandığı
için dava sürdürülememiştir,
BDJ örgütlenmesinin NATO’nun kuruluş yıllarına denk düşmesi kuşkusuz rastlantı
değildir, Tıpkı üyelerinin eski Nazi subayları ile SS’lerden oluşmasının da bir rastlantı
olmadığı gibi... 8
Demokrasi, İstihbarat Örgütleri Ve Özel Savaş
CIA ve diğer ABD istihbarat örgütleriyle NATO ülkelerinin istihbarat örgütlerinin
işbirliği boyutunu aşan ilişkilere girdiği ve yasadışı eylemlere başvurduğu bilinmektedir,
Özel Savaş’ın yeraltı birliklerinin kuramının ve eğitiminin ABD denetimi ve liderliği
altında olduğunu kanıtlarıyla açıkladım.
Gladio örneği, tüm yeraltı örgütlerinin CIA’nın denetimi ve finansmanı ile kurulduğunu
göstermektedir,
ABD, müttefiki olan ülkelerdeki yandaşı olan partileri CIA dolarları ile
desteklemektedir.
- ABD, ülkelerin hem istihbarat örgütlerini hem de yeraltı örgütlerini denetlemekte ve
bu örgütler arasındaki çelişkilerden yararlanarak kendi istihbaratını güçlendirmekte ve
çıkarlarını garanti altına almaktadır.
- ABD, yeraltı örgütlerinin “yasalara bağlı olmadığı” kuralını koyup, bunu diğer
ülkelere de kabul ettirmiştir.
- ABD, psikolojik harp yöntemlerini kullanıp insanlarının beynini yıkamakta ve dünya
liderliğini sürdürmeye çalışmaktadır.
- ABD, müttefiki olan ülkelerdeki çıkarları için ortak işbirlikçilere destek vermekte ve
bunları uluslararası örgütler içine almak suretiyle işbirlikçi ağı kurarak yandaşı olan partilerin
iktidarda kalmasını sağlamaktadır.
Tüm bu ve benzeri anti-demokratik zorlamalara karşın, ülkeler kendi demokratik
değerlerini, uygarlık aşamaları, kültürleri, teknik üstünlükleri ve de ekonomik gücü oranında
ulusal çıkarlarını korumak gibi güç bir sorunla karşı karşıya bulunmaktadırlar.
Türkiye’deki Durum
Özel Savaş kuramları NATO bağlamında ülkemiz için de geçerli bulunmaktadır.
Ülkemizde Gladio türü yeraltı örgütlerine halkımız “kontrgerilla” örgütü adını vermiştir.
Konuşmamın başında da açıkladığım gibi Ziverbey Köşkü işkencelerinden kaynaklanan
kontrgerilla savı gerek benim ve gerekse siyasal partiler ve politikacılar ile demokratik kitle
örgütleriyle basın ve yayın organlarının tüm girişimlerine karşın açıklığa
kavuşturulamamıştır.
Yıllardan bu yana suçluları yakalanamayan kuşkulu eylemlere sahne olmaktayız. Bunlar
arasında başbakanlara suikast girişimleri de bulunmaktadır.
1. Talat Turhan’ın Küresel Çete, İleri Yayınları, Şubat 2005, kitabında yayınlanan
aynı adlı makallenin güncellenmiş halidir.
2 Y.n.: Günümüzde “Asimetrik savaş” yöntemleri kullanılmakta, ABD de
“terörle mücadele” bahanesiyle uygarlığın tüm kazanımlarını yok sayarak küresel
saldırganlıkla hegemonyasını kurmaya çalışırken Irak’ta bataklığa saplanmış görünüyor.
Yarın dergisi’ndeki tanıma göre (Yılmaz Tezkan, “Asimetrik Savaş Üzerine”, sayı 41,
s. 25) “Asimetrik Savaş; birbirine benzemeyen, denk olmayan organizasyonlar arasında
cereyan eden bir mücadele şeklidir. Bir tarafta toplumun güvenliğini sağlamaktan sorumlu
olan devlet, diğer tarafta yeri yurdu belli olmayan kişiler,örgütler, şebekeler, “network”ler
gibi devlet dışı aktörler vardır. Devlet belli kurallar içinde mücadelesini sürdürürken, devlet
dışı aktörleri bağlayan hiçbir hukuki ve ahlaki kural yoktur. Bu savaşa verilen “asimetrik”adı,
tarafların benzemezliğinin ve denk olmayışlarının bir ifadesidir. Asimetrik savaşçı
devletin/devletlerin karşısına çıkan kişidir.”
Yine asimetrik savaş kavramının ortaya çıkmasına yol açan 11 Eylül saldırılarının
kapsamlı bir değerlendirmesi için Bkz. Talat Turhan, 11 Eylül-Baskın, İleri Yayınları, Eylül
2004
3. Y.n.: School of Americas: SOA (Bu isim deşifre olduğu için “Batı Yerküre
Güvenlik Enstitüsü” olarak değiştirildi.)
4. Y.n.: Avrupa Komutanlığı İstihbarat Okulu
5. Talat Turhan, Çeteleşme, Akyüz Yayıncılık, İstanbul, 1999.
6. Y.n.: Irak’ın işgali bu anlayışın devam ettiğini göstermektedir.
7. Y.n.: Nitekim Irak saldırısına katılan Koalisyon güçleri havlu atmış, ABD ve
de W. Bush’a yaranmak için hiçbir haklı gerekçeye dayanmayan işgal suçuna katılmak gibi
bir açmaza düşmüşllerdir.
P-2 Locası’nın üstadı Gelli, dünyanın elit tabakasından pek çok kişiyle, kişisel dostluk
kurmuş. Bunlar arasında ABD’nin eski Başkanı Ronald Reagan, Arjantin eski Devlet Başkanı
Juan Peron, Sicilyalı Bankacı Michele Sindona gibi isimler bulunuyor.
P-2 açığa çıkarıldığında Gelli kaçmıştı. Daha sonra Güney Amerika’ya gitmek
üzereyken İsviçre’de tutuklandı. Yedi yıl sonra İtalya’ya iade edildi. Ancak iadesi çok
tartışmalı oldu. İadesi için yapılan özel anlaşma aşağı yukarı ceza muafiyeti sağlıyordu.
P-2’yi soruşturan parlamento komisyonunun üyesi Anselmi, “Şunu unutmamak gerekir
ki, P-2 başlangıçta gizli bir locaydı. Örgütlenmesinin bu boyutlara vardığını çok az kişi
tahmin edebilmişti. P-2 ve onun temsil ettiği tehlike keşfedildiği zaman, olanların bir daha
tekerrür etmemesi için hiçbir tedbir alınmadı.” diyor.
Kaynakça ve Acıklamalar
“Bir devletin başı çok sıkışır. O zaman devlet için canını verecek adamlar ortaya çıkar.
Her şeylerini bir kenara atarlar. Devlet onları derinden bir öper. Biz de yaptık birşeyler.”8
Böyle diyerek varlığını zımnen de olsa kabul etmektedir. Bu durumda Ağar, “yaptığı
şeyleri” kumuoyuna açıklamak durumundadır.
Görüldüğü gibi Ağar hem derin devleti yadsımakta hem de “Biz de yaptık bir şeyler.”
demektedir. O halde sormak gerekir: Ne yaptın? Bir kamu görevlisi iken yaptıkların hukuka
ne kadar uygundu?
Böyle bir yapılanma içerisinde bir de bakıyoruz ki Ziverbey’in işkenceci
müdavimlerinden Korgeneral Turgut Sunalp, küresel sermayenin beyni olan Mont Pelerin
Cemiyeti toplantılarına davetli olarak katılmaktadır.9 Bu durumda bir ucu derin devlet
işkencehanelerine, bir ucu mason localarına, bir diğer ucu da dünya ekonomisini yöneten
ekonomik örgütlere değin uzanan ve tümleşen yapılanmanın ne anlama geldiği korkunç bir
tuzağın bütün boyutlarını sergilemektedir.
Doların Üzerindeki Işıklı Göz
Biz tekrar kontrgerilla konusuna dönmek istediğimizde, anlattığı hiçbir kişi veya olayın
bu konunun dışında olmadığını söylüyor Talat Turhan ve devam ediyor: “Nerede
dokunulmaz, hiçbir dönemde yerini kaybetmemiş bir kişi varsa o kişi bana kontrgerilla
ilişkilerini çağrıştırır. Nerede karanlıkta kalmış bir cinayet, suikast, üzeri kapatılmaya çalışılan
bir bilinmez varsa şüphelenirim.” Talat Turhan’ı bu denli şüpheci kılan, biraz da duyarsızlık.
Yıllarca bu konu ile ilgili kamuoyuna belge ve isim sunduğunu, ne bu isimlerden ne de bu
belgelerden bir karşılık alabildiğini anlatıyor Turhan.
“Biz yine de bir kez daha soralım.” deyince, “Mesela Halit Narin.” diyor Talat Turhan.
Turhan’a göre hiçbir zaman gündemden düşmeyen, hep önde, yukarıda kalmış bir isim Halit
Narin. “Adam hem müflis, hem devlete borçlu, hem de evinde bakanlar ağırlıyor, bakanlarla
beraber. Ben bu tür dokunulmaz insanlardan ürküyorum.” diyor Turhan ve “80’den bu yana
başbakan ve cumhurbaşkanının yurt dışı seyahatlerine katılanlar arasında Narin var. O
gezilerde acaba Narin para ödüyor mu? Yoksa onun parasını birisi mi veriyor?” sorusunu
soruyor. Ama anlattıkları arasında asıl ilginç olanı biraz geçmişe uzanıyor.
Abas’ın Narin İlişkisi
12 Eylül’den hemen sonraki günlerde o zamanın Konsey üyesi Nurettin Ersin Paşa’nın
Muğla’ya geleceği duyulunca, Muğla Valisi ve Garnizon Komutanı, Valilik’te karşılama
protokolünü hazırlamak üzere biraraya geliyor. Çalışmanın ortalarında bir yerde kapı açılıyor
ve içeri iki kişi giriyor. Talat Turhan olayın devamını şöyle anlatıyor: “Girenlerden biri Halit
Narin, diğeri bodyguard, bu kişi MİT’ten emekli edilen Hiram Abas... Konuşmanın nasıl
başladığını bilemiyorum ama Hiram Abas ile Mülkiye’den sınıf arkadaşı Muğla Valisi
arasında yüksek perdeden bir tartışma başlar. Konu Nurettin Ersin’in gelişinden sonra nerede
kalacağı üzerinedir. Son sözü Hiram Abas söyler: “Nurettin Ersin yarın gelecek ve bizim
misafirimiz olacak!” ve Narin’in ardından kapıyı çarpıp çıkar.”3
Bir sonraki gün Muğla’ya gelen Konsey Üyesi Nurettin Ersin, resmi devlet töreni ile
karşılandıktan kısa bir süre sonra Marmaris’in yolunu tutuyor. Vali ve komutanın değil, Abas
ve Narin’in konuğu oluyor. Talat Turhan’ın sözleriyle, “Ersin Paşa Halit Narin’in
Marmaris’teki otelinin üst katında bulunan karârgahına konuk olur. Ertesi gün de oradan
helikopterle Gümüşlük’e gider.”
Talat Turhan bu olayı ve ilişkiyi anlayamadığını söylüyor ve ekliyor: “O olayın ertesi
günü Muğla Valisi oradan sürüldü. Narin’in bodyguardı Hiram Abas’ı ise bir güç oradan aldı
ve MİT’in üst düzeyinde yeniden göreve başlattı. Kanımca Abas’ı MİT’in başına koymak
devletin onuruna yakışmazdı. Eğer MİT Raporu olayı olmasaydı gerçekten de MİT’e başkan
olacaktı.” Hiram Abas’ın MİT’e başkan olarak getirilmek istenmesinin nedeni ise asker-sivil
çekişmesinin ardında yatıyor. Turhan, sivil kanadın başındaki Hiram Abas’ın ilişkileri ve
bağlılıklarını Doruk Operasyonu adlı kitapta yazdıklarını örnek vererek açıklıyor. Bu
dokunulmazların kontrgerilla örgütlenmesi içindeki olası yerini ise bir belgeyle işaretliyor
Turhan. Bu belge de hayli ilginç. FM 31-16 kodlu ve Counterguerilla Operations4 başlıklı bir
talimname belgesi bu. Turhan’a göre son derece ilginç bir sivil örgütlenmeyi göz önüne
seriyor bu belge. Ve basın-yayın yöneticileri, polis şefleri, sendikacılar, din adamları, iş
dünyası temsilcilerinin kendilerine yer bulduğu bir örgütlenmeyi anlatıyor.
Bu kişiler kimler olabilir sorusu geliyor akla tabii ki ve biz de soruyoruz. Turhan’ın
imaları var elbette; “Yeri hiç değişmeyen sendika temsilcileri, iş dünyasının hep gündemdeki
temsilcileri, parlamenterlere oturduğu yerden hakaret edip koltuğu dahi sallanmayan yargı
temsilcileri ile flaşları hiç sönmeyen yayın dünyası yöneticileri” gibi imalar bunlar. “Bir örgüt
içinde, polis ile yargı yöneticilerini biraraya getiriyorsanız, bu çok tehlikeli bir durumdur”
diyen Turhan, anayasal sistemi reddeden bu oluşumun CIA ve AID tarafından kontrol
edildiğini ve denetlendiğini de sözlerine ekliyor. Turhan’ın DGM’lere yönelik sözleri ise “12
Mart’ın bütün pisliklerine bulaşmış insanların göreve getirildiği olağanüstü mahkemelerin
doğası, zaten istihbarat örgütleriyle birlikte çalışmalarına uygundur.” oluyor.
Bütün bu anlatılanlardan sonra “kontrgerilla yoktur” denilemez belki ama kontrgerilla
gerçekten yok. Çünkü kontrgerilla bir kurum değil bir yöntem. O yöntemi uygulayan yeraltı
kuruluşuna kamuoyunun koyduğu bir ad bu. Çünkü hala ortaya çıkartılabilmiş değil. “Ancak
bu arada bir şeyin de karıştırılmaması gerekir.” diyor Turhan. Ona göre karıştırılmaması
gereken Özel Kuvvetler Komutanlığı adlı legal oluşumun işlevlerinin, illegal oluşumlarla
beraber yorumlanması. Bunu şöyle anlatıyor: “Bir savaşta, iç savaşta direniş örgütlemek,
devlet güçlerinin kendini savunma hakkı. Ama bu işin CIA tarafından finanse edilmesi ve
illegal sivil askeri uzantılarla farklı alanlara kaydırılması başka şey.” Bu sivil ve asker
uzantıların kimler adına ne işler yaptıklarının bilinemediği gibi bilinenlerin de denetlenmediği
kanısında Turhan. “1 Mayıs 1977 Katliamı’nı zamanın yöneticileri önceden biliyorlardı da ne
oldu, engelleyebildiler mi?” diyor. Son sözü daha da ilginç:
“O 1 Mayıs gösterileri sırasında orada silah kullanan kalabalığa ilk ateşi açan birkaç kişi
biliniyordur herhalde, bu kişiler şimdi nerede ve hangi görevdeler?”5
Ecevit’e suikast girişiminde kullanılan silahın ve balistik raporunun nerede olduğu
sorusu da var ortada. Ya Özal’a suikast girişimindeki bilinmezler. Turhan’a göre örnekleri
çoğaltmak mümkün ama soruların yanıtlarına ulaşmak o kadar mümkün görünmüyor.
Kontrgerilla yöntemleri, suikastler, cinayetler, bombalamalar, rüşvet ve yolsuzluk ve
yozlaşma anlatılmakla tükenmiyor kuşkusuz. İlginç dokunulmazlıklar ve dokunulmazlar hep
var. Aslında “dokunulmazlık” güzel bir şey olsa gerek. Yasal ve bize özel olunca... Ama gelin
görün ki yıllardır “dokunulamazlar”ın baskısı altında yaşama talihsizliğinden kurtulabilmiş
değiliz. “Dokunulamaz” kişi ve kurumların fena halde “dokunduğu” bir demokrasiyle yaşayıp
gidiyoruz. Nedense hiçbir şey “dokunmuyor” bize; “dokunmadan” yaşayıp gidiyoruz.
Kaynakça ve Açıklamalar
Bu belgeden anlaşıldığı gibi, Demirel, 1954 yılında mason olmuş, ancak Devlet Su işleri
Genel Müdürlüğü’ne atandıktan sonra üyelik ödentilerini yatırmamıştır. 1964’de Hikmet
Turat birader aracılığı ile, Türk Yükseltme Derneği antetli kağıda Necdet Egeran’ın imzasını
attırıp, “Kaydına rastlanmamıştır.” diye bir kağıt almış, bunu AP Kongresi’nde okumuştur.
Demirel, Devlet Su İşleri Genel Müdürü oluncaya kadar masonları kullanmış, AP Genel
Başkanı ve Başbakan olduktan sonra, “Masonlara karşıyız” diyen MSP ve MHP’yi ve de
ülkücü gençleri kullanıp, iktidarını, iktidarı ile birlikte kardeşleri ve yeğeninin kazanç
düzenini ayakta tutmasını bilmiştir.
Mason biraderlerce Demirel hakkında hazırlanan bu raporu, gensoru öncesinde MSP
milletvekillerine armağan ediyorum. “Batı Kulübü” budur, böyle oynatır.
Ekler:
Ek-1: Mason Sözlüğü*
Türk Yükseltme Cemiyeti: Türkiye’deki Masonluğun tarihçesindeki derneklerden biri...
Bu derneğin adı, 1929 yılında, bundan iki yıl önce kurulmuş olan Tekâmül-ü Fikrî Cemiyeti
yerine alınmıştı. 1933’de derneğin adına Türkiye Büyük Maşrıkı adı da eklendi. 1957 yılında
ise bu masonik örgütün resmî adı Türk Yükseltme Derneği oldu.
Türkiye’de Dernekler: Türkiye’de masonik kurallar ve yöntemler uyarınca oluşturulmuş
kuruluşların, devletin yasalarına uygun olarak kurmuş bulundukları, ilgili kamu organlarında
resmî kayıtları yapılmış olan örgütler... Cumhuriyet’in ilanından sonra Cemiyetler Kanunu
çıkarılınca, Türkiye’de masonik etkinliklerde bulunmak üzere ilk kez 1926’da Yetimlere
Yardım Cemiyeti adı altında bir dernek kuruldu. Türkiye Büyük Maşrıkı adını almış olan
ulusal obediyans,1 927 yılında İstanbul’da Tekâmül-ü Fikrî Cemiyeti’ni oluşturunca
İzmir’deki ilk dernek kapandı. 1929 yılında Tekâmül-ü Fikrî Cemiyeti’nin adı Türk
Yükseltme Cemiyeti olarak değiştirildi. 1933 yılında cemiyetin adına Türkiye Büyük Maşrıkı
terimi de eklendi. Büyük Maşrık ile Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin yüksek derece
atölyelerini yöneten Yüksek Şûra’nın çalışma ve statüleri birbirinden farklı olduğundan, 1932
yılında Türkiye Yüksek Masonluk Cemiyeti de kuruldu. Gene 1932 yılında, Türkiye Büyük
Maşrıkı’ndan ayrılarak Müstakil Türk Masonluğu Azim Mahfil-i Alisi adı altında bir
bağımsız loca kurmuş olan masonlar da, aynı isim altında bir dernek kurdular.
Türk Masonluğu’nun 1935-1948 yılları arasındaki “Uyku Dönemi”nden sonra, yeniden
etkinliğe geen Yüksek Şûra, Türkiye Yüksek Masonluk Cemiyeti’nin yerine Türkiye Mason
Derneği’ni kurdu. Türk Yükseltme Cemiyeti’nin yerine Türk Yükseltme Derneği’nin
kurulması ise,sonunda Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonları Büyük Locası adını alan
ulusal obediyansın ülke çapındaki örgütlenmesinin gecikmesi nedeni ile 1957 yılını buldu.
Ancak bu arada Ankara’da 1956 yılında Türkiye Masonlarının Büyük Locası Derneği adıyla
bir dernek daha kurulmuş, türk Yükseltme Derneği’nin kuruluşundan sonra feshedilmişti.
Türk Masonluğu’nun 1966 yılında ikiye bölünmesiyle kurulan Türkiye Büyük Mason
Mahfili, aynı adı taşıyan bir dernek çatısı altında örgütlendi. 1967’dte oluşturulan İkinci Eski
ve Kabul Edilmiş İskoç Riti Süprem Konseyi de, 1968 yılında Türkiye Fikir ve Külltür
Derneği’ni kurdu.
1973 yılında T.C. dernekler Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle, Türkiye’deki
derneklerin “Türk” ve “Türkiye” sıfatlarını kullanmaları kısıtlandı. Bunun üzerine,
etkinliklerini sürdürmekte olan dört dernek de, tüzel kişi ünvanlarının başında yer alan
“Türkiye” sözcüğünü peyderpey kaldırdılar. Yükseltme Derneği’nin adı da 1981 yılında Hür
ve Kabul Edilmiş Masonlar Derneği oldu.
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası: Türkiye’deki ulusal mason
obediyanslarından biri... Bu opediyans, 1981 yılı öncesinde Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş
Masonları Büyük Locası adını taşımaktayken,T.C. D ernekler Kanunu’nun getirdiği kısıtlama
nedeniyle ‘Türkiye’ başlığı kaldırılarak bu adı almıştır. Adının uzunluğundan dolayı Türkiye
Büyük Locası olarak da anılmıştır. Bu Büyük Loca aslında 1957 yılında kurulmuştur; ancak
Türkiye’deki ulusal Masonluğun tarihçesi bu obediyansın da tarihçesini
oluşturduğundan,masonik belgelerde kuruluş tarihi 1909 olarak benimsenmiştir. 1935
yılından önce Türkiye’deki ulusal mason obediyansı Türkiye Büyük Maşrıkı adını
taşımaktaydı. 1935-1948 yılları arasındaki “Uyku Dönemi”nden sonra geçen dokuz yılda
ise,tüm Türk ulusal localarını bir araya toplayan bir obediyans oluşturulamamıştı. 1950’li
yılların başlarında Türkiye’de, Ankara, İstanbul ve İzmir’de kurulu ve her biri birer Granloj
adını taşıyan üç ayrı obediyans varken, bunların yeniden birleşimiyle önce Hür ve Kabul
Edilmiş Türk Masonlarının Türkiye Büyük Locası kuruldu. Bu isim, kısa bir süre sonra
Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonları Büyük Locası olarak değiştirildi.
Türk Masonluğunda 1966 yılında oluşan bölünmeden sonra Hür ve Kabul Edilmiş
Masonlar Büyük Locası, Anglo-sakson Masonluğu’nu Türkiye’de uygulamaya yöneldi ve
1970 yılında ritüellerini de buna göre yeniden düzenledi.
1987 yılı başında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın İstanbul’da 39,
Ankara’da 21, İzmir’de 9, Manisa’da 3, Bursa’da 1 ve Adana’da 1 olmak üzere toplam 74
etkin locası, beş bin dolayında da üyesi bulunmaktaydı.
Göz: Dikkatin, araştırmanın, incelemenin, uyanıklığın simgesi... Masonluk’ta bir simge
olarak Göz, iki ayrı şekilde değerlendirilerek yorumlanmaktadır. Bunlardan birine göre Göz,
Doğa’yı ve evrensel gerçekleri inceleyip anlamayı öğütler; bunu yaparken de dikkatli ve
uyanık olmayı, Doğa Yasaları arasındaki ilişkileri ve farklılıkları kaçırmamaya dikkat etmeyi
önerir. Diğer yoruma göre ise Göz, bir masona, tutum ve davranışlarında masonik ilke ve
gerekliliklerden ayrılmaması gerektiğini öğütleyerek, tüm yapıp etmelerinin sürekli bir
şekilde izlenip denetlendiğini anımsatır.
Göz “Herşeyi Gören”: Fr. L’Oeil qui voit t out; İngi. All-seeing Eye
Masonluk’ta Teizm’e uygun bir inancın zorunluğunu savunan masonik kuruluşların
benimseyişlerine göre, Tanrı’nın kullarını sürekli olarak gözlediğini belirten simge.
Üçgen “Işıklı”: Bir mason mabedinin doğusunda bulundurulan, ortasında bir “Göz”
resmi yer alan simge...
Işıklı Üçgen, Masonluğun simgesel derecelerinde çalışan her locanın oturumlarını
yaptığı Mabet’te mutlaka vardır. Bu üçgen, genellikle içten aydınlatmalı olacak şekilde
düzenlenir ve oturumun başından sonuna kadar aydınlık tutulur.
Işıklı Üçgen, içeriğinde yer alan Göz ile birlikte bir bileşik simgedir. Bazı mason
kuruluşlarının benimseyişlerine göre burada Üçgen, Bilim’in ancak Bilgelik ile birleştiği
zaman insanlığa yararlı olabileceğini simgeler; üçgenin içinde yer alan Göz ise, Uyanıklık
kavramını, bir masonun gerçekleri her zaman dikkatle inceleyerek ve akıl süzgecinden
geçirerek arayıp değerlendirmesi gerektiğini vurgular. Bazı mason kuruluşlarının
benimseyişlerine göre ise bu üçgen, tanrısal gücün ve buyrultunun simgesidir; Üçgen’in
ortasındaki Göz, Tanrı’nın kullarını sürekli olarak hem gözettiğini hem de denetlediğini,
Tanrı’dan hiç bir şeyin saklanamayacağını vurgular.
Kaynakça ve Açıklamalar
1. “Derin Devlet-1”, Evrensel, gazetesinden 13 Mayıs 2005 günü Fatih Polat’la
yaptığım söyleşinin genişletilmiş ve güncelleştirilmiş halidir.
2. Talat Turhan, Bomba Davası Savunma-1, Talat Turhan, Emperyalizmin
Bataklığında İstihbarat örgütleri-Doruk Operasyonu, Sorun Yayınları, 3. baskı, Eylül 2004
Maliye Müfettişi Ferit Aseo, Gümülcine Mebusu Hoca Fehmi Efendi, Mustafa Doğan,
Mustafa Necip, İçişleri Bakanı CHP Genel Sekreteri Şükrü Kaya, Dışişleri Bakanı Tevfik
Rüştü Aras, İçişleri Bakanı Mehmet Cemil Uybadın,
Dr. Rasim Ferit Talay, Danıştay Başkanı Mustafa Reşat Mimaroğlu, TBMM Başkanı
Kazım Özalp, Emniyet Sandığı Murakıbı Raşit Reşat, Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel,
İstanbul Üniversitesi Umumi Katibi Ferit Zühtü, Milletvekili Süleyman Asaf, Kızılay
yöneticilerinden Haydar Ali Kerman, Atatürk'ün doktoru Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Ankara
Valisi Nevzat Tandoğan, Donanma Kumandanı Amiral Mehmet Ali Paşa, Bakan Rıza Tevfik
Bölükbaşı, Faik Süleyman Paşa,
Felsefe tarihçisi ve yazar Orhan Hançerlioğlu,
YÖK Başkanı İhsan Doğramacı ve gazeteci Erol Simavi.
Ek-3: ABD Başkanlarının Siyonist ve Masonik Örgüt Bağlantıları
1- George Washington 1789-1797 Mason
43- George W. Bush (oğul) (2000'den bu yana)Mason, Kurukafa kemik Cemiyeti, CFR
(İngiliz kralı III. Henry ve Tudor sülalesinden geliyor)
Ek-4: Masonluktaki Dereceler
1. Derece: Çırak
2. Derece: Kalfa
3. Derece: Usta
4. Derece: Ketum Üstat
5. Derece: Mükemmel Üstat
6. Derece: Sır Kâtibi
7. Derece: Nazır
Kuran’da ise kitabı kendi elleri ile yazıp sonra onu az bir değerle değiştirmek için şunlar
yazılıdır:
“...Bu Allah katındandır… Vay haline! Ellerinin yazdığından dolayı vay hallerine!
Kazandıkları günahlarından dolayı vay hallerine!..”
Kuran’a göre (Bakara Suresi, 79):
“...Allah’ın ayetlerini yalan saymakta olan kavmin durumu ne kadar kötüdür. Allah
zalim olan bu kavmi hidayete erdirmez (Cuma Suresi 5).
Nitekim Kuran’da işaret edildiği gibi “Yahudi zulmü”, onların Filistin’e girerken birçok
şehri yakıp yıkmaları ve yaşayanları katletmeleri ile başlamıstır.
Tevrat’ta bu sanki Allah’ın emriymiş gibi gösterilir, oysa gerçekte bunun, uygulanan
vahşete mazeret bulmak için gösterildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Yahudi yazar Chaim Potok,
Wandering-Gezginler adlı kitabında Yahudilerin istila sırasında yaptıklarını şöyle
anlatmaktadır:5
Talmut yazarlarının tüm yeryüzünde şiddetle karşı oldukları kişi Hz. İsa’dır. Yine
Talmut’a göre Yahudiler, ellerine geçen İncilleri eğer şartlar uygunsa yakmakla hükümlüdür.
Bu da o dönemdeki Musevi-Katolik çatışmasına ve dolayısı ile Haçlı Seferleri’ne ışık
tutmaktadır.8
***
Bu bölümde özellikle “Dünya Egemenliği” sözüne dikkat çekmek isterim. Zira George
W. Bush yönetimi, Irak işgali ve BOP ile Tevrat’ta yer alan “Vaat Edilmiş Topraklar”ı ele
geçirmeyi hedeflemektedir. Siyonist Evanjelist inancı ile bunu Tanrı adına yaptığına
inanmaktadır. Yani bir anlamda bölgede İsrail adına, onun tetikçiliğine soyunmuştur. Doğal
olarak da “üstün ırk” saydığı Yahudilere hizmet etmektedir. Böyle bir oluşum içinde de
kuşkusuz en büyük müttefiki İsrail olmaktadır. O halde günümüzde Hıristiyanlık-Musevilik
ile İslamiyet arasında bir savaş süregelmektedir.
Bu gerçek karşısında “dinler arasında diyalog” ve “medeniyetler uyuşması’ söylemini
öne sürenler, bilerek ya da bilmeyerek aynı amaca hizmet etmektedirler. Hele hele her iki
kavramın da başını çekenlerin Amerikan yanlısı olduğu bilindikten sonra…
Kitaba ekli şemada (Ek:1) Siyonizm ve masonizmin bin yıllık geçmişinden söz
etmiştim. Bu durumda o kadar gerilere gitmeksizin bugünkü “dinler arasındaki çatışma”yı
algılamak için Siyonizme kısaca bakmamız gerektiğini düşünüyorum.
Martin Luther reform hareketleri başlamadan önce Yahudilikle, Tevrat’la ve İbranice ile
ilgileniyordu.11
Luther’in Yahudilerle ilgili söylemleri bu konudaki ilgisini açıkça gösteriyor:
...Siyonizmin kuvvetlendiği 1840’lar ile İsrail devletinin kurulduğu 1948 yılı arasında
Avusturya’da 95, Fransa’da 75, Almanya’da 150, İngiltere’de 90, sömürgelerinde 78,
İtalya’da 54, Polonya’da 156, ABD’de 50 civarında Yahudi, üst düzey devlet kademelerinde
bakanlık, başbakanlık ve parlamento üyeliği yapmıştır…15
Başlangıcından İsrail’in kuruluşuna dek Siyonizme en büyük desteği veren ülke
İngiltere idi. XIX. yy. başlarında Siyonistler ülkede büyük bir etkiye sahiptiler. Özellikle
İngiliz ekonomisinde ve Parlamento’da büyük söz sahibiydiler. Bunun sonucu olarak İngiliz
politikacıları 1848’li yıllardan itibaren Filistin’de bir Yahudi devleti kurma planlarına ilgi
göstermeye başladılar.
1890’lı yıllarda da aynı girişimin öncülüğünü ABD’deki Evanjelist papazlar
üstlenmişlerdir.
Bu dönemde Sefardim Yahudisi Benjamin D’Israeli başbakanlığa seçildi. Ülkenin
yönetimindeki etkilerinin gücüne güvenerek İngiltere isminin İsrail olarak değiştirilmesini
Parlamento’ya teklif etti.
Benjamin D’Israeli;
Kral VII. Edward (Kralice Victoria’nın oğlu) büyük mason üstadı.
Baron Lionel Avam Kamarası
Nathaniel DeRothschilde16
Sir Arthur Montegue,
Lionel Kohen,
Sir Julian Goldschmit
gibi büyük servet sahibi Yahudi bankerlerden destek aldı.
1885 yılında Lord Rothschilde’e asilzadelik unvanı verildi.17
Her ikisi de Yahudi olan Lord Ishaac Reading Adalet Bakanlığı’na, Sir Herbert Samuel
de Vaat Edilmiş Topraklar’ı idare etmek ve orada bir Yahudi devleti kurmak için Filistin
Yüksek Komiserliği’ne atandı. Bu dönemde İngiltere’de başbakanlığı mason Llyod George
yürütüyordu. Kabinesinde 6 Yahudi, baş müşavir olarak görev yapmaktaydı. Bununla birlikte
Siyonistler, İngiltere’de masonluğu yaygın hale getirdiler. Birçok kral, prens, kont ve dük
mason oldu. İngiliz devlet adamlarından mason olanlardan birkaçı şunlardır:
İngiltere Kralı IV George18
Kral VIII. Edward, İngiltere ve İrlanda İmparatoru Frederic DeGalle19
1876’da Siyonist liderliği üstlenen George Elliot tarafından “Siyon Aşıkları” adlı ilk
İngiliz Siyonist teşkilatı kuruldu. Örgütün politikası, zengin Yahudileri ve İngiliz
politikacıları bir araya getirerek “Siyon ideali”nin gerçekleşmesini sağlamaktı.20
Fransa’da ise Siyonistler çok sayıda olmamalarına karşın, Fransız masonluğu sayesinde
hükümeti destek verecek şekilde yönlendirebildiler.
Almanya’da ünlü Siyonist lider Theodor Herlz, yüksek dereceli bir mason olan Alman
İmparatoru II. Wilhem ile temasa geçti bunun sonucunda Almanlar Osmanlı
İmparatorluğu’nun Alman vatandaşlara tanıdığı toprak satış iznini Yahudiler adına
kullandılar. Diğer Avrupa ülkelerinden gelen Yahudileri Alman vatandaşı yaparak Filistin’de
toprak satın almalarını sağladılar. Bu şekilde Filistin’e çok sayıda Yahudi yerleştirilmiş oldu.
Siyonistler tefecilik ve faiz yoluyla elde ettikleri büyük serveti kullanarak bulundukları
ülkelerdeki kralları, başbakanları ve üst düzey devlet adamlarını kontrol altına aldılar.
Gerçekte bu oluşum Tevrat’ta yer alan bir vaadin yaşama geçirilmesiydi:
“…ve ecnebiler senin duvarlarını yapacaklar, ve krallar sana hizmet edecekler (İsa
bölümü 60/10)…”
...Yavuz Sultan Selim 1517 yılında İsrail’i topraklarına kattı. Daha önceki tarihlerde de
1492 yılından başlamak üzere Sultan II. Beyazıt döneminde (1481-1512) İspanya’dan göç
eden Yahudiler Kudüs de dahil olmak üzere Osmanlı topraklarına yerleştirildiler.
İstanbul’da 30.000 nüfus 44 sinagog ile Avrupa’nın en büyük Yahudi yerleşimi
oluşturuldu…21
Mezopotamya merkez olmak üzere Ortadoğu bölgesi, kitabi dinlerden önce Sümerler
başta olmak üzere birçok uygarlığa beşiklik yapmıştır. Bu uygarlıklar içerisinde en
önemlilerden birisi de Babil Krallığı’dır.
Babil Kralı II. Nabukadnazar, MÖ 587 yılında İsrail Krallığı’nı işgal etti ve İsrail kralı
ve peygamberi Hz. Süleyman (bazı kaynaklara göre MÖ 971) ve Hz. Davut döneminde inşa
edilen ünlü Süleyman Mabedi’ni yerle bir ederek Yahudileri köle olarak Babil’e götürdü.
(Sırası gelmişken, Saddam Hüseyin’in tugaylarından bir tanesinin adının Nabukadnazar
olduğunu hatırlatmak isterim.)
Her dinde olduğu gibi Musevilerin de kutsal emanetleri bulunmaktadır. Bu emanetler
“Ahit Sandığı” denilen altın kaplı bir sandıkta ve Süleyman Tapınağı’nın en kutsal bölümü
olan ikinci bölümde saklanmaktaydı. 12 kabileden oluşan Yahudilerde mabedin bu bölümüne
sadece dinsel açıdan en üstün sayılan Levililer girebilirlerdi. Mabet olmadığı dönemlerde Ahit
Sandığı Levililer sorumluluğunda olup, Kohen Kabilesi de Levililere yardımcı olurlardı.
Sandık gerektiğinde gerektiği yerde bulundurulurdu.
Babil Krallığı Pers Kralı Syrus tarafından yıkılır ve Syrus, Yeuda Krallığı’na ve
Yerusalayim’e (Kudüs) egemen olur. Syrus Babil’deki Yahudilerin anavatanlarına
dönmelerine izin verir. Bu dönemde Kudüs yeniden inşa edilir ve Yahudi Peygamberi Ezra
döneminde Kudüs yeniden dini merkez haline getirilir. Bu durum Helen hükümdarı Büyük
İskender’in kutsal toprakları MÖ 322 yılında fethetmesine dek sürer. Bu arada (MÖ 516) inşa
edilen 2. Süleyman Mabedi, MS 70 yılında Romalıların Kudüs’ü işgali sırasında şehirle
birlikte tekrar yıkılır.
Yahudiler için yeni sürgün hayatı başlar… Günümüzde 2. mabetten 50 metre eninde 18
metre yüksekliğinde “Ağlama Duvarı” diye tanımlanan bir duvar kalmıştır. Bu duvar,
Yahudilerin en önemli kutsallarından biri olduğu için her gün televizyonda Yahudilerin bu
duvar önünde ibadet ettiğini görüyoruz. Bu duvara Ağlama Duvarı adı verilmesinin nedeni
Yahudilerin tek emeli olan üçüncü mabedin inşası için dua ederken ağlamalarıdır.
Kabalacı Haham Shlomo Chaim Hacohen Aviner Süleyman Tapınağı’nın önemini şöyle
belirtiyor:
ABD başlangıçta Monroe Doktrini ile tüm Amerika’yı eline geçirdi. Ama görüyoruz ki,
küresel başkaldırı Brezilya’nın Porto Alegre Kenti’nde başlamış, bütün dünyayı sarmaya
devam etmektedir.
Güney Amerika’da Küba dışındaki, Venezüella başta olmak üzere, Bolivya ve Şili
domino taşları gibi ABD etkisinden kendilerini kurtardılar. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı ve
Soğuk Savaş döneminde Amerika’nın gücü zirveye çıktıysa da, Vietnam’da yediği tokat bu
başarısını gölgeledi. Her ne kadar Birinci Körfez Savaşı’nın Amerikan halkında oluşan
Vietnam kompleksini yendiğini sandıysa da, İkinci Körfez Savaşı’nda diğer yanağına tokadı
yedi.30
Afganistan ve Irak işgali gerçekten de üçüncü evrenin başlangıcı sayılabilir. Çünkü
ABD ve yandaşı olan ülkeler gerçekten Irak bataklığına saplanmış, oradan kurtulmanın
çarelerini aramaktadırlar. Çünkü Irak Savaşı ABD’ye günde 1 milyar dolara mal olmaktadır.
Üç yılda yaklaşık 1 trilyon 100 milyar dolar sarf edilmiştir. ABD ekonomisi çıkmazda olup
sürekli bütçe açığı vermektedir. Bu savaşı sürdürme güç ve yeteneğine sahip değildir.
Bunun yanında elindeki teknolojik üstünlüğü kullanarak her yeri işgal edeceğini sanan
stratejilerin, insan unsurunu hesaba katmamaları akıl almaz bir ahmaklık olarak
değerlendirilebilir. Önemli olan, işgal kadar da işgali sürdürmek imkan ve kabiliyetidir.
Parayla toplanmış bir avuç Hispanik çapulcunun işgali sürdüremeyecekleri anlaşılınca Ebu
Garip Hapishanesi’ndeki vandalizmini sergileyerek öç almak aymazlığına düşmüşlerdir. Öç
almaya kalkışmak uygar olduğu sanılan bir ulusa yakışmaz.
Homojen bir yapısı olmayan ABD ulusundan toparlanan paralı askerlerle savaşı
sürdürmek olası olmadığı gibi, haydut devletler diye tanımladığı, başta İran olmak üzere,
diğer ülkelere de saldırırsa ABD’nin çöküşü daha da hızlanacaktır. Aslında İran’ı karadan
imkân ve kabiliyeti sıfır olduğu için işbirlikçi ülkelere havadan vurma için bile gereksinim
duymaktadır.
Hiç siz tarihte ABD’lilerden kamikaze saldırısı yapan bir intihar pilotu gördünüz mü?
ABD ve AB halkından bir intihar komandosu çıkabileceğini tasavvur edebilir misiniz? Son
çözümde savaşları inançlı ve imanlı ulusların kazandığı tarihsel bir gerçektir. Tıpkı Ulusal
Bağımsızlık Savaşımızda Mustafa Kemal’in yaptığı gibi.
O halde ABD’nin üstünlüğünü abartmayalım, yılgınlığa kapılmayalım. Yineliyorum;
ABD İmparatorluğu fikri daha şimdiden okyanuslara gömülmüştür. Mazlum ulusların bir an
evvel bir araya gelerek, yem olmadan direnmelerinin zamanının geldiğine inanıyorum
Sonuç olarak bir tarafta ABD, AB ve Japonya’dan oluşan trilateral coğrafyada yer alan
uluslar ve onların destekçileri ile tüm dünyanın Siyonistleri ve masonları bir cephede; diğer
cephede tüm mazlum uluslar ve küreselleşme karşıtları bir araya gelerek bu vahşeti
önlemelidir. Direnelim, direnelim, direnelim ki bağımsızlık, özgürlük ve ulusal onurumuzu
koruyalım.
Kaynakça ve Açıklamalar
1. Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Samuel P.
Huntington, Çevirenler: Mehmet Turhan-Y. Z. Cem Soydemir, Okuyanus Yayınları, 3. baskı,
Mart 2004
2. 11 Eylül-Baskın, Talat Turhan, İleri Yayınları, Eylül 2004
3. Guide, Kitap III , Maimonides, Bölüm 51; Jewish history, Jewish religion,
Israil Shaeke, s. 82
15. The Universal Jewish Encyclopedia c. 7, Public Office Jews, sh. 22-29
16. 13’te age.
17. Encyclopedia Judaica England, c. 6, s. 750-758
18. Mimar Sinan dergisi, sh. 22,
19. Türk Mason dergisi, Sayı 21, s. 50
20. Bkz: Siyon Protokolleri, Victor Varsden, Çeviri: Abdullah Mustafa, Sayfa
Yayınları, 2. baskı, Nisan 2004
21. Salom gazetesi, 6 Haziran 1990
22. Türkiye Yahudileri, Moshe Sevilla-Sharon, s. 42
Bugün dünya hakimiyetini ele geçirmek isteyen ABD’nin asıl hedefi budur. Bu nedenle
Kaos ve Kıyamet Teorisi olarak adlandırdığım senaryoyu uygulamaya çalışıyorlar. Kutsal
idealleri gerçekleştirme uğruna yapılan bu savaşların galibinin kim olacağını tarih yazacaktır.
Ancak ortaya atılan savlara göre Armageddon Savaşı olarak adlandırılan bu savaş
Müslümanlarla Yahudiler arasında olacaktır. Bu amaçlarını hangi yöntemler ile
gerçekleştirecekler?
Evanjelik Hıristiyanlık ile Yahudi ittifakı, yani ABD ve İsrail, şu anda inisiyatifi ele
almıştır ancak bunlarla, özellikle Avrupa’da gücü büyük olan gizli tarikatların hedefleri
aynıdır. Hem Evanjalik Hıristiyanlık hem Yahudiler hem de Hıristiyanlık dünyasının içinde
doğmuş olan gizli tarikatlar yüzyıllardır inandıktan efsanelerin nihayet gerçekleşmesi
zamanının yaklaştığını düşünmektedirler. Ayrıca kendilerine verilmiş olduğunu düşündükleri
dünyayı yeniden kendi inanışları doğrultusunda düzenleme görevinin uygulanma zamanının
geldiğine de inanmaktadırlar.
Din ise misyonerlik faaliyetleri ile emperyalizmin bir öncü kuvveti olarak
kullanılmaktadır. Bugün Türk dünyası olarak tanımlanan bölge -ki bölgeler Türkiye merkez
olmak üzere Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya, Kafkaslar bölgesidir- sistemli misyonerlik
faaliyetleri ile karşı karşıyadır. Bu faaliyetler rastlantı değil, aksine, sistemli bir planın
parçasıdır. Çünkü, misyonerler açısından Anadolu toprakları bir “İncil Ülkesi”dir ve
Hıristiyanlar için pek çok önemli merkez Anadolu’dadır.
Misyonerlerin kendi ifadesi ile “Bu mukaddes ve Vaat Edilmiş Topraklar silahsız bir
Haçlı Seferi ile geri alınacaktır” sözü Türkiye’nin hedef olduğunun açık bir göstergesidir.
Dahası, hedeflerini saklamaya gerek görmeden “Misyonerlik faaliyetleri açısından Türkiye,
Asya’nın anahtarıdır” şeklinde açıkça ifade etmektedirler. Ülkemiz topraklarını ele geçirmek
isteyen ülkelerin görevlendirdiği misyonerlik kuruluşlarının parolası haline gelen bu cümle
çok anlamlıdır. Bu cümle içerisinde, Hıristiyan-Yahudi ittifakını görmemek mümkün değildir.
Çünkü “Vaat Edilmiş Topraklar” Yahudilerin, “Kutsal Topraklar” da Hıristiyanların kutsal
hedefi içindedir. Ama her ne hikmetse aleyhimize faaliyet gösteren bu kurumların serbestçe
çalışmalarını sürdürmelerine izin verilmektedir. Dahası, çalışmalarını daha rahat yapabilsinler
diye özel kanunlar bile çıkarılmaktadır. Vay benim Türkiye’m nasıl bu hale geldin demek
dahi vatansever bir insanın vicdanını sızlatmaktadır.
Sovyetler Birliği başta olmak üzere eski Doğu Bloğu ülkelerinde “ateizm” bir anlamda
resmi devlet dini sayılıyordu. Bu bloğun çöküp dağılmasından sonra misyonerler söz konusu
coğrafyadaki insanlarda ortaya çıkan inanç boşluğunu doldurmak maksadı ile bu bölgeye
ağırlık vermişlerdir. Bilindiği gibi bu bölgeler Arnavutluk’tan, eski Yugoslavya’dan,
Bulgaristan’dan, Kırım’dan, Kafkasya’dan, Orta Asya’da ki Türki cumhuriyetlerden Çin’e
kadar uzanan bu şerit, aynı zamanda Türklerin yoğun olarak yaşadıkları ve Türkçeden başka
bir dil konuşulmadan baştan başa gezilebileceği ifade edilen bir bölgedir. Misyonerler; dün bu
coğrafyada yaşayan gayri Müslim azınlıklara yönelik faaliyette bulunuyorken, bugün bu
faaliyetlerini gayri Müslimler ile birlikte dini ne olursa olsun etnik kökenlilere çevirmişlerdir.
Bugün başta “Kürt” meselesi olmak üzere “azınlıklar” meselesi bu açıdan da
değerlendirilmelidir. Araştırmacı yazar Ömer Turan yazmış olduğu Avrasya’da Misyonerlik
adlı kitabında şunları yazmaktadır:
...Gelişmeleri zamanında görmek, moda deyimle iyi okumak gerekir. Şurası açıktır:
ABD’nin dünya imparatorluğu iddiası vardır ve küresel egemen bir güç olmak için de
gerektiğinde silah başvurmaktadır. Bu yüzden Irak’ı işgal ederken ne uluslararası hukuku ne
Birleşmiş Milletler’i ne meşrutiyeti ne de uluslararası kamuoyunu dinlemiştir...
Görünen odur ki, ABD nereye elini atsa, bırakın oraya herhangi bir düzen getirmeyi,
tersine, bir kaos ortamı götürmektedir.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk 3 Mart 1922’de yapmış olduğu konuşmada,
emperyalist devletlerin geçmişte uyguladığı politikaları şu şekilde değerlendirmiştir:
Ulu Önderimizin ifade ettiği gibi, tüm devletler ve uluslar, vahşi emperyalizm (küresel
faşizm) ve vahşi kapitalizmin (Neo Liberalizm, Liberal Demokrasi) boyunduruğu altında
yaşamaya mahkum edilmiştir. Ancak bu mahkum edilme, kin ve nefrete dönüşmüş
durumdadır.
Dünya çapında kaosun en önemli unsuru kitlelerin kafalarının iyice karıştırılması ve
kendi ülkelerine, sistemlerine inançların zayıflatılmasıdır. 11 Eylül saldırısından bu yana ben
son derece kuşkucu oldum. O tek günde Amerikan insanının nasıl da tamamen değiştiğini,
gerekirse demokrasiden bile vazgeçmeye hazır hale geldiğini yaşadım. Ve evet, Amerika’da
bugün gerektiği zaman ülke yönetimini devralmaya hazır olan bir gizli kabine vardır. Onun
yapacağı sıkıyönetim uygulamalarının yazılı emri de ellerindedir.
Dünyanın tepesindeki ahtapot, güneşin ışıklarına engel olduğu gibi, gölgesiyle de
evrenin insanlara sunduğu imkanlardan eşit olarak faydalanmasını istememektedir. Çünkü bu
ahtapotun içtiği su kan, yediği ekmek insan, giydiği elbise emperyalizm, ideolojisi ise
despotizmdir. Diğer bir ifade ile liberal faşizm dünyayı ve insanlığı sonucu kestirilemeyecek
bir sona doğru sürüklemektedir. ABD’yi, dolayısı ile dünyayı yöneten Başkan George W.
Bush ve ekibi, bazıları tarafından “Evrenin Efendileri” ya da “Neo-Liberaller” olarak
adlandırılsa da; bazıları tarafından “Küresel Çete” veya “Modern Cellat” olarak
adlandırılmaktadır. Bugün bu çete içerinde görev yapan kadronun bir çoğu Musevi kökenlidir.
Kendilerini üstün ırk olarak gören Yahudiler; kendilerini, Tanrı Tarafından Seçilmişler ya da
Tanrının Evlatları olarak görmektedirler. Dünyada yaşanan kaosun durdurulması ve barışın
sürekli sağlanması için kendilerini görevlendirilmiş olarak kabul etmekte ve bu görevin
kendilerine Tanrı tarafından verildiğini iddia etmektedirler.
Yıllarca değişik devletlerin boyunduruğu altında yaşayan ve bu ezikliklerini gidermek
için İsrail devletini suni bir şekilde Milletler Cemiyeti’ne kurduran Yahudilerin en büyük
arzuları kutsal ve Vaat Edilmiş Topraklar’ın (Arz-ı Mevüd, Nil ile Fırat Nehirleri arasındaki
bölge )ele geçirilerek Büyük İsrail Devleti’nin kurulmasıdır. Yahudilerin, devlet kurma isteği
Osmanlı döneminde başlamış ve ne yazıktır ki bu hayallerini İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni
kullanarak gerçekleştirmişlerdir.
Bazı bilim adamlarına göre dünya coğrafi olarak çok büyük bir değişime uğrayacaktır.
Ayrıca 21. yüzyılın ilk çeyreğinde dünyanın yakınından geçeceği tahmin edilen Nibiru
Gezegeni’nin yaymış olduğu manyetik alanın, dünyada çok büyük iklimsel ve coğrafi
sonuçlara neden olacağıdır. Tarihsel süreç içerisinde yaşanan coğrafi ya da jeopolitik
değişimler (kitabın diğer bölümlerine kaynakları ile açıklanmıştır) incelendiğinde, bu
değişimlerin tüm canlı ve cansız yaşamında büyük etkileri olmuştur. Buzul Çağı’nın oluşması,
evrenin aşırı ısınması sonucu meydana gelen kuraklıklar, bazı canlı türleri (dinozorlar) ile
uygarlıkların yok olmasına neden olmuştur. Atlantis uygarlığının yok oluşu, Nuh Tufanı,
depremler gibi... Bu değişimlerin en büyük etkisi canlı ve devlet yaşamında olacağı bir
gerçektir. Gılgamış Destanı’nda, Kuran’da, Tevrat’ta ve İncil’de yazmaktadır.
Kıyamet olarak da adlandırılacak bu değişimden en fazla insanlar ve devletler
etkilenecektir. Çünkü böyle bir ortamda; canlı yaşamının devam ettirilmesi için, kurallar değil
içgüdüsel yaşam tarzı geçerli olacak ve kabile (ilkel) yaşamına geri dönülecektir. Modern
yaşamda kullanılan teknolojik araçlar (televizyon, telefonlar, bilgisayar, füzeler, uçaklar
gibi...) oluşan manyetik enerji sonunda çalışamayacak duruma gelecektir. İşte böyle bir
ortamda ABD’nin gücü işe yaramayacaktır. Dünyayı tekrar ele geçirmek böyle bir ortamda en
az ve daha az etkilenecek bu bölgelerin ele geçirilmesi lazımdır. İnsanoğlunun yönetilmesi
için de yeni bir düzenin oluşturulması lazımdır. Bunun için de insanları yola getirecek ve
insanları düzene sokacak bir gücün elde edilmesi gerekecektir. Bu güç de yeni bir dinin ortaya
çıkarılması ile sağlanacaktır.
Ancak bu hedefler, herkesin bildiği ve tahmin ettiği hedeflerdir. Diğer bir ifade ile bu
teoriler, aslında tali hedeflerdir. Nihai hedef, Küresel İmparatorluğun kurularak dünya
hakimiyetinin ele geçirilmesi de değildir. Bugün yaşanan kaos ortamının nedeni dünya
hakimiyeti değildir, sorun var olma sorunudur, sorun yaşam sorunudur. Nihai hedef,
bazılarının bildiği ve sakladığı gerçeklerdir. Bu projelerin arkasındaki ideologların Yahudi
olması, dünya tarihinde yaşanan büyük askeri, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel olayların
Yahudi kaynaklı olması ile beraber değerlendirildiğinde, mazisi çok eskilere ve dinsel
hedeflere dayayan bir amacın nihai hedef olduğunu tespit etmek güç olmayacaktır. Bu
bütünün son hedefi “Küresel Kraliyet veya Dünya Krallığı”nın kurulmasıdır. Bu görüş Tek
Dünyacılık olarak adlandırılmaktadır. Yeni Dünya Düzeni, diğer bir ifade ile Küresel
İmparatorluk yedi aşamada kurulacaktır.
Ek
Büyük Mason Sözlüğü’nde Süleyman Mabedi ile İlgili Maddeler
Herod Mabedi
Fr: Temple du He'rod ; İng: Temple of Herod
Kudüs'te inşa edilmiş olan üçüncü mabet…
MÖ 40 yılında Herod, Roma imparatorları Antonius ve Octavius tarafından Yahudi
Krallığı'na atanmıştı. Herod, MÖ 20 yılında mabedin yapımını yeniden başlattı. Bazı
kaynaklara göre bu üçüncü mabedin yapımı MS 7 yılında bitti; bazı kaynaklara göre ise 62
veya 64 yılında tamamlandı. Yahudilerin Roma İmparatorluğu'na karşı bir direniş eylemi
başlatmaları üzerine de bu mabet 70 yılında yerle bir edildi.
İkinci Mabet
Fr: Temple Se'condaire; İng: Second Temple
Süleyman Mabedi'nin MÖ 516 yılında tamamlanmış olan İkinci Mabet, yapısal
özellikleri bakımından Süleyman Mabedi'ne benzer. Ancak Süleyman Mabedi kadar zengin
olmadığı gibi, boyutları da ilk görkemli mabedin üçte biri kadardır.
Kutsalların Kutsalı
La: Sanctum Sanctorum; Fr: Saint des Saints; İng: Holy of the Holies; Al; Heilig der
Heilige
Süleyman Mabedi'nin ana tapınak binasının içindeki bir özel bölme…
Bu bölme, ana tapınağın Kutsal Yer olarak anılan büyük salonundan parmaklıklarla
ayrılmıştı. Buraya ancak yetkili olanların girmelerine izin verilirdi. Bu bölme, her zaman bol
ışıkla aydınlatılırdı.
Süleyman Mabedi
Fr: Temple de Salomon; İng: Solomon's Temple; Al: Solomonis Tempel
Masonlukta bir ülkü olarak benimsenmiş olan ideal İnsanlık Mabedi'nin simgesi..
İsrailoğulları Kudüs ve dolaylarına yerleştikten sonra burada görkemli bir mabet
yapılmasını ilk kez Kral Süleyman'ın babası Davut tasarlamış, bu amaçla birçok ön hazırlık
yapmıştı. Ancak, Davut'un hemen hemen tüm yaşamı savaşla geçtiğinden, mabedin yapımına
Süleyman tarafından, Sur Kralı Hiram'ın da desteğiyle MÖ 966 yılında başlanmıştı. Yedi
buçuk yılda bitirilen mabedin görkemi ise ancak 33 yıl sürebilmiş, MÖ 925'te Kudüs'ü işgal
eden Mısırlıların yağmasına uğramıştı. Bundan sonra zaman zaman onarılan ve zaman zaman
gene yağmalanan bu mabet, 370 yıl ayakta kaldı. MÖ 586 yılında Babil Kralı
Nebukadnezar'ın orduları Kudüs'e girdiklerinde, Süleyman Mabedi'ni de yakarak yıktılar.
Süleyman Mabedi'nin tarihteki varlığı da böylece sona erdi.
Süleyman Mabedi "Tek ve Ulu Tanrı" adına inşa edilmiş olan ilk mabet olduğundan,
yalnızca Musevilerce değil, Hıristiyanlar ve Müslümanlar tarafından da hep saygı ve övgüyle
anılmıştır. Yıkılmasından yetmiş yıl kadar sonra aynı yerde yapılan İkinci Mabet, bunun da
yıkılmasından sonra gene aynı yerde MS 7 yılında yapımı bitirilen Herod Mabedi, Süleyman
Mabedi kadar önem ve değer kazanamamışlardır. Mason ritüellerinde Süleyman Mabedi'nden
söz edilirken, tüm mabet külliyesine değil, külliyenin ortalarında yer alan ana tapınak binasına
değinilir. Ritüellerde, bu binanın girişine 12 basamaklı bir merdiven ile çıkıldığı, bu
basamakların sonunda eni ve boyu 20'şer arşın olan bir tarasın yer aldığı, tapınağın girişinin
tam önünde bu terasın döşemesinin 5 arşın eninde ve 7 arşın boyunda siyah-beyaz kareli bir
mozaik ile süslenmiş olduğu, giriş kapısının her iki yanında bronzdan dökme birer süsleme
sütununun bulunduğu, bu sütunların başlıklarının zambak yaprağı şeklinde işlemelerle
zenginleştirilmiş birer taç gibi olup üzerlerine birer nar (bazı literatürde küre), altlarına da
yedi sıra dolanmış olarak birer altın zincir asılmış olduğu anlatılır. Bundan sonra bu binanın
içine geçilerek, 20 arşın eninde, 60 arşın boyunda ve 45 arşın yüksekliğinde olduğu, içeriye
girildiğinde Kutsal Yer olarak anılan ilk bölmenin 40 arşın uzunluğunda olduğu, bunun
arkasındaki Kutsalların Kutsalı bölmesinin önceki bölmeden zeytin yaprağı şeklindeki
işlemelerle süslü altın parmaklıklarla ayrılmış bulunduğu ve her zaman bol ışıkla
aydınlatıldığı belirtilir.
Süleyman Mabedi, ayakta bulunduğu dönemde, öneminin yanı sıra yapımında
kullanılmış olan malzemelerin değerinden ötürü adeta bir hazine niteliği taşımıştır.
Tutsaklık Dönemi
Fr: Pe'riode de Captivite'; İng: Captivity Period
İnsanlık Mabedi
Masonluğun evrensel amaç ve ülküsünün tasarımsal simgesi…
Masonluğun evrensel boyutta benimsemiş olduğu amaç, tüm insanları ve bu insanların
oluşturdukları tüm toplumları içermek üzere bir İnsanlık İdeali'ne yönelmiştir. Bu ideal,
insanlığın nesnel ve tinsel birliğini kurmakla özdeştir.
Masonluğun bu evrensel amacının gereği olarak, bütün insanların ve bütün toplumların
sonsuz ve koşulsuz bir barış içinde esenlik ve mutlulukla dolu olarak yaşamaları, birbirlerine
güvenle ve sevgiyle sarılmaları, hep birlikte evrim doğrultusunda ilerlemeleri
öngörülmektedir.
İşte bu İnsanlık İdeali, Masonlukta İnsanlık Mabedi ya da Ülkü Mabedi olarak dile
getirilmektedir. Böylesine bir amaç, ancak "Mabet" sözcüğüyle simgelenebilir; çünkü amacın
yüceliği onu kutsallaştırmaktadır.
Bu mabet, bir dinsel yükümlülüğün yerine getirileceği somut bir mabet değildir. Bu
mabet, aynı ya da benzer inançlıların bir araya getirilerek bireysel huzur ve mutluluk arayışını
topluca yürütecekleri bir mabet de değildir. Bu mabet geçmişimizde yoktu; çağımızda da
yoktur; gelecekte kurulabileceği umulmaktadır. Bu geleceğin tasarımsal mabedi, tüm
iyiliklerin, güzelliklerin ve doğrulukların kaynaştığı bir ortam olacaktır.
İnsanlık Mabedi, bir toplumsal düzendir. Bu düzende bütün insanlar, dogmalardan,
bağnazlıklardan, batıl saplantılardan, nesnel tutkulardan, bireysel yararlanma kaygılarından
arınmışlar, gerçek özgürlüklerini kazanmışlardır. Bu toplumsal düzende, insanlar arasında
hiçbir nedenle ayırım ve ayrıcalık yoktur; herkes, her koşulda Tüze'nin gerektirdiği eşit
haklara sahiptir. Bu toplumsal düzende, insanlar, hiçbir karşılık beklemeksizin birbirlerine
saygıyla, sevgiyle, güven ve anlayışla bağlanmışlardır.
Böylesine bir İnsanlık İdeali'nin hiçbir zaman gerçekleşmesine olanak bulunmadığı,
hiçbir zaman da olanak bulunamayacağı, dolayısıyla İnsanlık Mabedi'nin bir imge ya da
düşten başka bir şey olmadığı ileri sürülebilir. Tüm olumsuz etkenlere karşın Masonluk,
insanın evrim yeteneğinin sınırsızlığına güvenerek, bu yüce idealin bir gün gerçekleşeceği
umudunu korumakta, bunun için de simgesel bir deyişle İnsanlık Mabedi'nin yapıtaşlarını
hazırlamaya çalışmaktadır.
İkinci Mabet
Fr: Temple Se'condaire; İng: Second Temple
Süleyman Mabedi'nin yıkılmasından sonra Kudüs'te yapılan mabet…
Yapımı MÖ 516 yılında tamamlanmış olan İkinci Mabet, yapısal özellikleri bakımından
Süleyman Mabedi'ne benzer. Ancak Süleyman Mabedi kadar zengin olmadığı gibi, boyutları
da ilk görkemli mabedin üçte biri kadardır.
Mozaik Döşeme
Fr: Pave' mosaique ; İng: Mosaic Pavement
Bir mason mabedinin, siyah-beyazlı karelerden oluşmak üzere düzenlenmiş bölümü…
Etimolojik bakımdan "mozaik" sözcüğünün Musa'nın ardından türetildiği söylenir.
Süleyman Mabedi'nin batı girişindeki terasın, mozaik döşemeyle kaplanmış olduğu belirtilir.
Mason mabetlerinde, mozaik döşeme üç ayrı türde uygulanmaktadır:
a) Mabedin tüm döşemesinin siyah-beyaz karelerden oluşacak şekilde düzenlenmesi.
b) Mabedin ortasında, özellikle Üç Sütun ile çevrelenmiş bölümün siyah-beyaz kareli
olarak düzenlenmesi.
c) Mozaik Döşeme'nin "Derecenin Tablosu" üzerinde temsilen gösterilmesi.
Mozaik Döşeme'nin nasıl oluşturulduğundan daha önemli olan, simgesel anlamıdır. Bu
konudaki yorumsal değerlendirmelerden bazıları şöyledir:
- Siyah kareler Doğa'nın henüz bilinmeyen gerçeklerini, beyaz kareler de bilim ve akıl
yoluyla aydınlığa çıkarılmış olan gerçekleri simgelerler.
- Masonluk, birbirleri arasında çok çeşitli farklılıklar ve çelişkiler bulunan insanları,
birbirlerine karıştırmadan, fakat uyumlu bir şekilde bağdaştırmaktadırlar.
- Doğa'daki diyalektik kavramlar, birbirlerine karşıttırlar; fakat birbirlerinin
bütünleyicisi olarak sürekli sentezler oluştururlar.
Mabedin tüm zemininin değil de, orta yerde bir bölümünün Mozaik Döşeme ile
yapılması veya derecenin tablosu üzerinde Mozaik Döşeme'ye bir simge olarak yer verilmesi
durumunda, dış ölçüleri 5/7 oranında olmak üzere alınır. 5/7 oranı, eski mimari ilkelerinde, bir
bina bölümünün yatay düzlemdeki en uyumlu ölçü oranı olarak benimsemiştir.
Sütunlar
Fr: Colonnes; İng: Pillars; Al: Saulen
Yapılarda kemerlerin, kirişlerin ve tavanların düşey taşıyıcı desteği olup, mason
mabetlerinin de önemli öğeleri…
Çağdaş masonlukta asıl önemli olan, İkiz Sütunlar'ın tarihçesi ya da boyutları değil, bir
mason mabedinde niçin bulundukları ve neyi simgeledikleridir. Bazı yorumlara göre bu iki
sütun, doğa yasalarının üstünlüğünü ve ölmezliğini simgelerler. Bazı yorumlara göre, eski
çağların ezoterik ekollerinde olduğu gibi masonlukta da, doğada her şeyin bağlantılı olduğu
ve bir karşıtının bulunduğunu, bir başka deyişle "diyalektik oluşum"u belirtir ve temsil
ederler. Öte yandan bu iki sütun, bir masonun iç dünyasının sınırları olarak da nitelendirilirler;
bu sınırlar, aralarında hiçbir zaman denge kurulamayacak olan Doğum ve Ölüm'dür. Bu iki
sütunun arasındaki uzaklık da, karanlıktan aydınlığa geçiş, yani noksanlıktan yetkinliğe
ulaşma için gerekli Zaman'ı simgeler.
Sütunların üzerinde asılı zincirler, tutsaklıktan sıyrılarak özgürlüğünü elde edememiş
olanların bu mabede giremeyeceklerini, mason mabedinin "özgürlük ortamı" olduğunu
simgeler. Sütun başlıkları üzerindeki yarık narlar, birbirlerine kardeşçe ve sıkıca bağlanmış
olan masonların, çalışmalarını "düzen" içinde yürüttüklerini belirtir.
Üç Sütun- Simgesel Dereceler'de çalışan mason localarının mabetlerinin hemen hemen
tam ortasında yer alan ve Antik Çağ'ın üç ünlü mimari stilinde düzenlenmiş olan sütunlardır.
Bazı mabetlerde bu sütunların yalnızca piyadestalleri (temelleri) yer alır. İyon Sütunu Akıl ve
Bilgeliği, Dor Sütunu Güç'ü, Korint Sütunu da Güzelliği temsil eder.
Beş Sütun- Antik Çağ'ın beş ayrı mimari stilinde düzenlenmiş olan sütunlardır. Bu
sütunlar, İyon, Dor ve Korint stillerine, Tuskan Sütunu ile Kompozit Sütun'un eklenmeleri ile
tamamlanırlar. Beş Sütun, çağdaş Masonluk ilkeleriyle birlikte Mimarlığın Beş Temel
İlkesi'ni temsil etmek üzere kullanılırlar: 1. Kullanışlılık (Bilim), 2. Rahatlık (Akıl), 3.
Yeterlik (Bilgelik), 4. Sağlamlık (Güç), 5. Estetik (Güzellik).
Kırık Sütun- Bazı mason kuruluşlarında, Mabet'teki üç sütuna ek olarak bulundurulan,
gövdesinin orta yerinden kırılmış sütun parçasıdır. Kırık Sütun, mabedin yapımı sırasında
mimarının öldürülmesi nedeniyle işlerin yüzüstü kalmış olduğunu temsil eder. Ancak, bu bir
tek sütunun kırılmış fakat diğerlerinin çatıyı tutmak üzere sağlam kalmış oluşu, yapılmış olan
bütün işlerin boşa gitmemiş olduğunu simgeler. Böylelikle Kırık Sütun, İnsanlık Mabedi'nin
yapımı sırasında engellerle, kötülüklerle ve olumsuzluklarla karşılaşılacağını simgesel bir
şekilde belirterek, acıları da tadıp bunlara katlanmak gerektiğini vurgular.
Kırılmış Sütun Parçaları- Bazı masonik derecelerde kullanılan dekoratif öğelerdir. Bu
öğeler, mabetlerin yıkılmış olduğunu, insanın umutlarını mabetlerde değil başka yerlerde
araması gerektiğini simgeler.
Yarım Kolonlar- Simgesel Dereceler'de çalışan bir locanın mabetlerinin duvarlarına
yapışık olan kolonlardır. Bu dekoratif öğeler her hangi bir simgesel anlam taşımaz, yalnızca
mason mabedinin Süleyman Mabedi'ni de temsil ettiğini anımsatırlar.
Kutsalların Kutsalı
La: Sanctum Sanctorum; Fr: Saint des Sains; İng: Holy of the Holies; Al: Heilig der
Heilige
Süleyman Mabedi'nin ana tapınak binasının içindeki bir özel bölme…
Bu bölme, ana tapınağının Kutsal Yer olarak anılan büyük salonundan parmaklıklarla
ayrılmıştı. Buraya ancak yetkili olanların girmelerine izin verilirdi. Bu bölme, her zaman bol
ışıkla aydınlatılırdı.
Orta Bölme
Es: Hücre-i Vasatî; Fr: Chambre du Milieu; İng: Middle Chamber; Al: Mittlere Kammer
1. Üstad derecesinde çalışma yapılırken, mabedin simgesel niteliği.
2. Süleyman Mabedi'nin bölümlerinden biri…
Tarihsel bilgilerin derlenmesinden anlaşılmış bulunduğu üzere Süleyman Mabedi'nin
ana tapınağının üç yanı, çepeçevre üç katlı ek bölmelerle donatılmıştı. Mabedin inşaatı
sırasında bu üç katlı bölümün orta katı, Mabedin yapımcıları arasında Usta derecesinde
bulunanların toplanmaları için kullanılırdı. Bu bölmeye bir Dönüşlü Merdiven ile çıkılırdı; bu
merdivenin önce üç, sonra beş, daha sonra yedi basamağı vardı.
Basamaklarının sayısıyla birlikte bu Dönüşlü Merdiven, çağdaş masonlukta Orta
Bölme'den de daha önemli bir simge niteliğini taşır.
Orta Bölme, Üstad derecesine gelmiş olan bir masonun, bireysel gelişiminin ilk
aşamalarından geçerek belirli bir düzeye yükselmiş olduğunu, ancak henüz yükselişinin
tamamlanmamış bulunduğunu simgeler.
Son Söz yerine
Başlığı yadırgamış olabilirsiniz. İşlediğimiz konu “Derin Devlet” her geçen gün
etkinliğini artırarak bütün dünyadaki hegemonyasını sürdürecektir diye düşünüyorum. O
nedenle bu konuda daha binlerce kitap yazılacağını düşündüğüm için başlığa “son söz”
diyemiyorum.
Derin devletin silahşörleri olduğu gibi kalemşörleri de vardır. Eğer küresel hıyanet
çetelerinden oluşan derin devletin içyüzünü açıklamaya kalkarsanız ilk önce onlar size
saldırırlar. Bu görevlerini inançları uğruna yaparlarsa kuşkusuz bunu doğal karşılarız. Ancak
bu kişiler, emperyalist güçlerin istihbarat örgütleri ve sayısız fonlarıyla beslendikleri için bir
anlamda satılmışlardır. Bu nedenle satılmış kalem tanımlamasına tepki verirler. Bu tür sözde
yazarlar efendilerinin işlerine gelmeyen gerçekleri yazanları karalamak için “komplo teorisi”
deyiminin ardına saklanırlar. Oysa ki bu konuda yazılmış yüzlerce kitap, sayısız kanıt
gösterecek derin devlet yapılanmasını neredeyse bin yıllık geçmişini gözler önüne
sermektedirler.
Bir kumandan, istihbaratçı ya da politika yorumcusu herhangi bir konuda bir çok
olasılıkları gözönüne alarak durum muhakemesi yapar. Bunlardan gerçeğe en uygun olanı
seçerek, uygulamaya koyar. Bu nedenle, yazılan yorumu “komplo teorisi” diye küçümsemek
aymazlıktır. Ancak zaman içerisinde olaylarla, yazılanlar doğrulanırsa bundan istihbaratçının
haklı olduğu anlaşılır. Doğrulanmaz ise yanılgı olarak değerlendirilir.
Gehlen’in Anıları’ndan da anlaşılacağı gibi istihbarat örgütleri medyayı kullanmak
suretiyle gerektiğinde karaborsacılığa kadar her türlü yönteme başvurabilmektedir. ABD
istihbarat örgütlerinin sabıkası kamuoyunca bilinmektedir. Bu bağlamda (USIS=United State
Information Service) ev sahibi ülke medyasını fonlamakta ve onlar aracılığıyla psikolojik
savaş aracı olarak halkın bilincini emperyal çıkarlar doğrultusunda yönlendirmektedirler.
İstihbarat servislerinde yalan ve yanlış haber üretme bölümleri yeralmaktadır. Bir yandan
işbirlikçi küresel medya, sistem içine aldığı kendi adamlarını parlatırken diğer yandan hedef
aldığı ulusalcı kişi ve güçleri pasifize etmeye çalışmaktadır. Bu amaçla hedef seçilen kişi,
medya tarafından sahte haber bombardımanına tutulmakta ve itibardan düşürülmeye
çalışılmaktadır. Bu olguya son zamanlarda “andıç” denilmektedir. Bugün kendilerine andıç
yapılınca ses veren kişiler daha önce yapılan andıçlama suçlarına katıldıklarını unutmuş
görünüyorlar.
“Men dakka dukka” deyimi tam yerine oturuyor. Yani “çalma kapıyı, çalarlar kapını.”
Ben de 1972-75 yılları arasında “Bomba Davası”nda yargılanırken sağcı basın tarafından
andıç bombardımanına tutulmuştum. Bu kalemşörlerin en önde gideni beni şöyle bir iddia ile
suçluyordu: “Henüz sadece ayakları tamamlanmış olan Birinci Boğaz Köprüsü’nü,
yapıldığında havaya uçurmayı düşünüyor!”
Bu iddianın gerçek olmadığı mahkeme kararıyla saptandı. Ancak işbirlikçi medya
Boğaz Köprüsü andıçlamasını sürdürdü.
Bir gün Taksim Meydanı’nda bu satılık kalemlerden birine rastladım ve sordum; “Sen
beni tanıyor musun?” Beni tanımış olmasına karşın hiç tepki vermeksizin “Tanımıyorum
efendim” dedi. “Talat Turhan’ı nasıl tanımazsın? Boğaz Köprüsünü havaya uçuracak adam
benim, benim hakkımda o kadar yazı yazdın!” Gayet ürkek, “Efendim, biz, bize yetkili
merciler tarafından ulaştırılan haberlerin doğruluğunu araştırmaksızın yazarız. Siz açıklama
gönderseydiniz onu da yazardık!” dedi. “Peki siz Asya’da anti-komünist toplantısı için üç ay
gezi yaptınız mı?” dedim. Şaşırdı. “Nerden biliyorsun?” diye sordu. “Yaklaşık üç ay, beleş
bütün Asya ülkelerini gezdiniz, dolaştınız. Paraları da CIA verdi. Eğer namus şerefin varsa
seni evime davet ediyorum, yazdıklarının tümünün yalan olduğunu göstermek için!” dedim.
Daveti kabul etti, tabii ki gelmedi. Satılık kalem örneğim bu tür tiplerden oluşmakta.
Aslında dünyada tek bir Derin Devlet vardır, o da kitabımda büyük ölçüde yer verdiğim
ABD Derin Devleti. ABD uydusu diğer bütün ülkelerin Derin Devletleri ABD’nin
kontrolünde olup, oraya taşeronluk yaparlar. NATO bağlamında bu ilişkilerin düzenlenmesi
gayet kolaydır. Belirttiğimiz gibi Brüksel’deki SHAPE karargahında Allied Coordination
Center-Müttefik Koordinasyon Komitesi (ACC) Derin Devlet ilişkilerini düzenler ve yönetir.
Teşekkürlerimle.
Talat Turhan
Ekim 2005, İstanbul
İlk tanıdığım günden beri kendisine beslediğim takdir hislerim, 12 Mart duruşmalarında
sergilediği sarsılmaz inancı ile daha da pekleşmiştir.
Toplumların, Talat Turhan gibi yiğit, bel bağlanır dava adamı evlatlara ne kadar
gereksinimi olduğunu bir kez daha anladım. Her türlü hücum karşısında onurlu ve vakur
kalmanın en müstesna örneğini vermiş olan ve verdiği mücadelelerde “gerçek”ten
“mertlik”ten sapmayan, ödün vermeyen bir Kemalist olan bu dostuma yürekten teşekkür
ediyorum.
2) 9 Mart 1971, Ertuğrul Alatlı, Alfa Yayınevi, Ekim 2002
Rahmetli Uğur Mumcu’nun, Emekli Tümgeneral Celil Gürkan’la yapmış olduğu
röportaj güvenirliğimin bir kanıtı olarak sunulacak değerde görüyorum.
....Uğur Mumcu: Emekli Kurmay Albay Talat Turhan’ın adı, 27 Mayıs’tan bu yana bir
çok kez geçmekteydi. Turhan, 12 Mart döneminde İstanbul Boğaz Köprüsü’nün
bombalanması gibi hayali suç ile tutuklanmış ve işkence görmüştü. Emekli general Gürkan’a
Talat Turhan’ı soruyorum. Talat Turhan’ın tutumu ne idi, nasıl değerlendirirsiniz Talat
Turhan’ı?
Celil Gürkan: Önce kısaca tanımlayalım: Talat Turhan “çağdaş bir İttihat ve Terakki
Subayı”; “kaya gibi Kemalist” ve ödün vermez bir “devrimci”; sapına kadar Atatürkçü ve
ilerici; sağlam inançlı ve kişilikli; sözünün eri bir emekli subay. 12 Mart’ın en ıstıraplı
uygulamalarına hedef olmasına rağmen, başını hiç eğmeyen inançlarından ödün vermeyen bir
kişi...
Uğur Mumcu: Kabibay ve Esin, size bir an önce düğmeye basılması için baskı
yapıyorlar; ya Talat Turhan?...
Celil Gürkan: Kabibay ve Esin’in tersine, Talat Turhan İttihatçı karakterine karşın
ölçülü, serinkanlı, geniş görgülü, sentezci görüş ve telkinleri ile temas ettiğim kişiler arasında
en dikkat çekici olanıydı. Aslında herkesin hepimizden çok daha riski göze alacak bir
karakterde olmasına karşın eğer bir müdahale kaçınılmaz hale gelirse bunun olabildiğince
diplin içinde rizikoları asgariye indirilmiş biçimde yapılmasından yanaydı. Sanmıyorum ki,
kafasında, “İşler altüst olsun, bu arada ben pay kapayım!..” düşüncesine zerre kadar prim
vermiş olsun...
Uğur Mumcu: Talat Turhan’a bugün de saygınız çok...
Celil Gürkan: İstanbul’da Kuzguncuk’ta annesinden kalan 70 metrekarelik bir evde
yaşıyor. İstese çok parlak işlere de girerdi. Bir ona bakıyorum, bir de Adapazarı “Toprak
Devrimi” diye masaları yumruklayan Kabibay’lara ve Esin’lere!... Ne gariptir ki, 12 Mart
Dönemi’nde Orhan Kabibay’ın kapısını bile çalmayan kuvvet, Talat Turhan’a en ağır
işkenceleri denemiştir!...
3) Uğur Mumcu, Cumhuriyet
“…Talat Turhan’ın kitabını okuyun… Turhan, en hünerli hukukçuları bile
kıskandıracak savunmasında…(Savunma 1- Yazarın notu: Savunma 1 adlı kitabıma gönderme
yapıyor)
Bu bölümde CIA-MİT ilişkisi üzerinde yeniden durmak istiyorum. Çünkü bilindiği gibi
MİT'in yasadışı bir emri ile tutuklanmış bulunuyorum.
8 Eylül 1964 günü Genç Kemalistler Ordusu olayı nedeniyle Gn. Kr. Bşk.lığı Askerî
Mahkemesi'nde yargılanırken yaptığım savunmada:
-MİT'in Silahlı Kuvvetler mensuplarını takip ettiğini ve bu yöndeki girişimlerinin her
geçen gün artacağını ve MİT'in siyasal iktidarın aleti olmaması gerektiğini, MİT'in içinde
görevini kötüye kullanan parazitlerden temizlenmesi gerektiğini belirttikten sonra, örgütün
görevini kötüye kullandığını ve Anayasa'yı ihlâl ettiğini ve Genç Kemalistler Ordusu
olaylarında tıpkı bugünkü gibi yasadışı olarak sorguların MİT'te yapıldığını belirtmiştim.
O gün bu çıkışı yaparken elbette bildiğim gerçeklere dayanıyordum. Nitekim olaylar
beni doğruladı.
Zamanın MİT Başkanı olan Fırat Doğu, Sunay ve Tağmaç'ın da tasvibi ile CIA ve
Savak gibi gizli örgütlerle yakın ilişkiye geçmişti. Bu ilişkinin bir gün 12 Mart muhtırası ile
noktalanmasından daha doğal bir sonucu olamazdı. (Örneğin 21 Mayıs 1963 darbe günü Fuat
Doğu İran'da ve Savak'ın misafiri bulunmaktadır.)
Olayların doğruladığı kanımızı, 9 sene sonra 2 No.lu Sıkıyönetim Askerî
Mahkemesinde yeniden dile getirdim: "Sunay ve Tağmaç'la şahsî bir ilişkim yoktur. Ancak
bunlar özellikle 22 Şubat'tan sonra yönetimi fiilen ele geçirmişler, MİT'i ele geçirmişler,
MİT'i de Amerikalılar ele geçirmiş ve bu şekilde idare edilmeye başlanmıştır. Bu yüzden de
memleket bu hale gelmiştir. Bu konuları savunmamda ayrıntıları ile bildireceğim. (D. Tu. Sh.
16)
İki buçuk sene önce verilmiş bu sözümü yerine getirmiş olduğumu sanıyorum.
MİT'in Erenköy'deki işkence köşkünde Kontrgerilla örgütü adına bana işkence yapanlar
eğer bir iktidar kavgasının karşıt grupları olsa idi onları mazur görürdüm. Hepsinin Amerikan
emperyalizmine yerli işbirlikçi yetiştiren Washington Uluslararası Polis Akademisi'nde
Kontrgerilla ve CIA okullarında yetiştirilmiş olması ardındaki hıyaneti görmemezlikten
gelemezdim."
Talat Turhan'ın bu açıklamaları, İhsan Sabri Çağlayangil tarafından kelimesi kelimesine
doğrulanmıştır. Bu açıklamalar, devrimcilere çektirilen acıların gerekçelerini de anlatmıyor
mu?
Her halde, Kurmay Yarbay Talat Turhan, şimdi İhsan Sabri Çağlayangil'e teşekkür
etmektedir.
Kendini olaylar içinde mücadele ederek yetiştiren, birçok suçlama karşısında büyük bir
inanç, bilinç ve çabayla hazırladığı savunmaları ile gerçekleri ortaya koyan, Atatürk
Türkiye’sini tehdit eden tüm unsurları bilimsel incelemeleriyle su yüzüne çıkaran, gerçek
Atatürkçü, ülkesini ve ulusunu yürekten seven, devrimci, ideolog, araştırmacı-yazar Kurmay
Yarbay Talat Turhan’ın zengin arşivinden cok yararlandım
9) Girdap, c. 1, Emekli Amiral Vedii Bilget,
Kastaş Yayınevi, 1. Baskı, Temmuz 2002
…Talat Turhan da aklını kullanıyordu. Türkiye’de ne gibi oyunlar döndüğünün
derinlemesine bilgisine erişilmeden, Silahlı Kuvvetler içinde tam bir amaç uyumu ve birliği
olmadan, hareket ertesinin tüm plan ve uygulamaları önceden kotarılmadan her hangi bir
atılıma geçmeyi zamansız buluyordu…
Talat Turhan bir süre ilintilendiği hareketten uzak durmaktadır artık. Yılların
deneyimiyle burnuna “kötü kokular” gelmektedir.
Hareketi satıyorlar, dedi gözlerimin içine bakarak. MGK’da hareketin içinde solcular
var, Rusya’daki gibi olacak diye açık bir taktik güdüldü. Bu hareketin yerine, duruma Tağmaç
ve Sunay’ın egemen olacağı başka bir hareket öngörüldü. Bakma sen Batur ve Gürler’in karşı
çıktıklarına. Önerilen harekette etkinlikleri hiç yoktu. Tağmaç ve Sunay onlara da güvenmez.
Bu nedenle karşı çıktılar. Ama önerilen yolda onlara da etkinlik tanınsın, sizi es geçmezlerse
ne olayım.!
Benden bir yanıt beklercesine ara verdi sözlerine. Sustum. Derin bir soluk alıp konunun
can alıcı noktasına girdi.
Tağmaç, alınan soluğu bile izliyor. Erçikan’ın bir namı da telefondur. Her şeyi iletir.
1963’ten bu yana böyledir bu. Sunay’ın telefonudur o!
10) Ergenekon, Can Dündar-Celal Kazdağlı,
İmge Kitapevi, 1. Baskı, Temmuz 1997,
1 Mayıs katliamından on gün sonra 7 Gün dergisinde Emekli Kurmay Albay Talat
Turhan imzalı bir yazı yayımlandı. İktidarların Çeteleşmesi başlıklı bu yazı 20 yıl sonra açığa
çıkacak çeteleri ilk kez haber verirken, kontrgerilla örgütlerinin çalışma yöntemlerini de
anlatıyor ve adeta olacakları duyuruyordu:
...Kontrgerilla örgütleri, gerektiğinde terör ve siyasi cinayetlerle anarşiyi araç olarak
kullanarak faşist askeri darbeler için ortam hazırlar ve bu suretle azgelişmiş ülke düzenlerinin
emperyalist çıkarlara uyarlı şekle dönüştürülmesini sağlarlar.
Tarih Yarbay Talat Turhan’ı yanıltmadı. O günden sonra olaylar bir çığ gibi büyümeye
başladı. Ve ilk hedeflerden biri, 1 Mayıs katliamının faillerini araştıran CHP lideri Bülent
Ecevit oldu. 1 Mayıs katliamından tam 28 gün sonra kurşunların hedefinde bu kez Ecevitler
vardı...”
...
...Sonunda beklenen oldu ve Talat Turhan’ların, Doğan Öz’lerin uyardıkları gibi 12
Eylül darbesi geldi. Ama çetenin işi bitmedi. Aynı isimler, yeni rollerle, yine devlet tarafından
göreve çağırıldılar. Hem de 12 Eylül öncesi karıştıkları olaylardan ellerine kan bulandığı
halde...”
...
...Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tabloyu bu ülkenin Doğan Öz gibi cesur savcıları,
Talat Turhan gibi gözüpek askerleri, Cevat Yurdakul gibi dürüst polisleri, Uğur Mumcu gibi
yürekli gazetecileri daha 20 yıl önce gözler önüne sermişlerdi. Onlara sahip çıkamadık ve tam
20 yıl kaybettik...
11) Los Angeles Times Adlı Amerikan Gazetesinde de Yayınlanan Bir Makalede Aynı
Doğrultuda Açıklamalara
Yer Verilmistir.
...Türkiye’de de bu oldu. Kontrgerilla faaliyetleri konusunda üç kitabın yazarı olan
Emekli Albay Talat Turhan’ın belirttiğine göre, askeri özelliği olan ancak orduya bağlı
olmayan gölge birimler dinleme, baskı ve sol görüşlülere işkence yapılması olaylarına karışan
kontrgerilla örgütü “Bozkurtlar”a silah sağladı...
12) İhtilalci Subaylar, Ersal Yavi, Yazıcı Yayınevi,
2. Baskı, Eylül 2003, İzmir, c. II, s. 389
Bir düşünce bir eylem adamı olan Talat Turhan, 27 Mayıs’tan itibaren hemen hemen
pek çok olayın doğrudan içinde veya tanığı olmuştur. Onun bütün çabası Atatürk
Devrimleri’ni dillendirmek ve ülke yönetiminde ortak ve adil halk katılımcılığını ısrarla ön
plana çıkarması olmuştur. Açıkçası katı askeri disiplin ve hiyerarşi onun kişiliği ile
uyuşmuyordu. Bu nedenle siyasetçiler ve bazı Yüksek Komuta Heyeti’yle sürekli anlaşmazlık
içine düşmüş ve başı dertten hiçbir zaman kurtulmamıştır. 22 Şubat ve 21 Mayıs ihtilal
girişimlerinin doğduran içinde olmamasını rağmen o da tutuklanarak cezaevine konulmuştur.
İhtilalci Subaylar, Ersal Yavi, Yazıcı Yayınevi,
2. Baskı Eylül 2003, İzmir, c. II, s. 390
Talat Turhan’ı Genç Kemalistler Ordusu olayında da görüyoruz. Önceleri kitapta
kısmen değindiğimiz gibi, Talat Turhan sürgün olarak tanımladığı Afyon’da da rahat durmaz
ve Kemalist Devrimleri, genç subaylar ve komutanları arasında kendince bütünleştirme çabası
gösterir.
(*) Yazarın notu: Genç Kemalistler Ordusu, Talat Turhan, İleri Yayınları, 1. baskı,
Eylül 2004.
13) Nato’nun Gizli Orduları, Daniele Ganser,
…Halbuki, 1970’lerin başında “pirkomutan” Em. Kur. Yar. T. Turhan, tek kişilik gerilla
taktik-taarruzlarıyla; karşı-devrimci cepheyi, sığınmış oldukları “kontrgerilla” koruganlarında
yıpratırken, yine onun taktik hurçları sonunda fesat (konspirasyon) odaklarından biri
Eisenhower Exchange Fellowship’in ve yerli işbirlikçilerinin deşifre edilmesiydi. 1970’lerin
sonunda “üç maymun Türk medyası”nda T. Turhan’ın yol göstericiliğinde konuya ilk olarak
değinen, önce bu fesatın izinde katledilmis olan gazeteci Uğur Mumcu ve ardından
Türkiye’nin gelmis-geçmis en namuslu birkaç gazetecisinden biri olup, “kalp krizi” (!?)
sonucu vefat eden Örsan Öymen…
Bütün bu fenomenlerin inkişafında zorunluluk, meyvesini “Gizli Ordular-RT-CFR-BG-
TLC” adlı çalışmam olarak verdi. Kaldı ki, yıllar önce; kavgamızın pirlerinden Em. Kur. Yar.
T. Turhan, beni böyle bir ürün yapılandırmam için de uyarmıştı. Çünkü bu konuda Türkiye’de
büyük bir bilgi eksikliği vardı. Çok ilerlemiş (81) yaşına karşın, 45 yıllık bir kanlı kavganın
yorgunluğu ile çok ağır bir rahatsızlık geçirmesine karşın, bütün onuru ile dimdik kavgaya
devam eden O’nun bu isteğini de yerine getirmek, benim için ayrı bir kıvanç oldu…
15) Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler, Kemal Yamak
... Kontrgerilla konusunda bu sözü ilk duyanlardan Sayın Talat Turhan, 18 Kasım
(1990) tarihli Milliyet gazetesinde:
2- Tek Dünya İmparatorluğu, Hakan Yılmaz Çebi, Kum Saati Yayıncılık-Nisan 2005
3- Masonların Saklı Tarihi, Tuncar Tuğcu, Gökçe Kitapevi Yayınları
4- Yeni Din, Yeni Tanrı, Alpaslan Işıklı, Otopsi Yayınları, Kasım 2005
5- Kaos İmparatorluğu, Alain Joxe, İletişim Yayınları, 2003
6- Derin İhtilal, H. A. Gwynne, Selis Kitaplar, 2003
7- Tapınak Şövalyeleri-Kutsal Kan-Kutsal Kase, Michael Bayent-Richard Leigh-Henry
Lincoln, Nokta Yayınları, Nisan 2004
8- 2012, Mardukla Randevu, Burak Eldem, İnkılap Kitabevi, 2003
9- Ezoterika-Gizli Cemiyetler, Aydoğan Vatandaş, Timaş Yayınları, 2003
10- Uluslararası Güç Odakları, Texe Marrs,Timaş Yayınları, 2003
11-Türkiye'nin Siyasi İntiharı-Yeni Osmanlı Tuzağı, Cengiz Özakıncı, Otopsi Yayınları,
Eylül 2005
Ekler çizelgesi
EK: 1. Amerikan Kontrgerilla Talimnamesi (FM 31-16)