Professional Documents
Culture Documents
Mutluluk
28. Basım
Remzi Kitabevi
Mutluluk
Ömer Zülfü Livaneli
ISBN 975-14-0900-4
http://sanalktphane.blogspot.com
ÖMER
ZÜLFÜ
LİVANELİ
i
yınladı.
lk hikâye kitabını
1978 yılında ya-
Arafatta Bir
Çocuk adını taşıyan kitap
çeşitli dillere çevrildi,
İsveç ve Alman televiz-
yonları tarafından film ya-
pıldı.
1996 yılında Milliyet
gazetesinde tefrika edilen Engereğin Gözündeki Kamaşma ro-
manı, Balkan Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Birçok dile çevrildi,
İspanya, Yunanistan, Güney Kore gibi ülkelerde en çok satan
kitaplar listesine girdi ve dünya basınında övgülerle karşılandı.
Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm romanı ise 2001 yılı Yunus
Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. Kitabın yayın hakları birçok ül-
kenin yanı sıra, Fransa'daki Edition Gallimard tarafından
alındı.
Mutluluk, yazarın dördüncü edebiyat yapıtı.
Kültür ve sanat çabalarıyla dünya barışma yaptığı katkı-
lardan dolayı UNESCO Paris tarafından Büyükelçilikle onur-
landırılan Zülfü Livaneli, otuzdan fazla ulusal ve uluslararası
ödülün sahibi. Bunlar arasında San Remo Yılın Bestecisi
ödülü, Alman Plak Eleştirmenleri Birliği Büyük Ödülü, Hol-
landa Edison Ödülü, Valencia ve Montpellier Film Festivalle-
rindeki "En İyi Film" ödülleri sayılabilir.
Harvard, Princeton gibi üniversitelerdeki ilgi gören kon-
feransları, dünya kültür zirvelerinde sunduğu bildirileri, bes-
teleri, konserleri, filmleri ve kitaplarıyla tanınan Livaneli'nin
1997 Mayıs ayında Ankara Hipodromu'nda yarım milyon kişiye
verdiği konser, bu alanda bir rekor oluşturuyor. (25Temmuz)
Meryem'in Uçuşu
Profesör Ağlıyor
Cemalin Sırrı
Bölgeye alışkın olmayan gözlerin, uzaktan bakınca orada
bir köy olduğunu anlaması mümkün değildi. Dağın yamacına
kurulmuş ve topraktan yapıldığı için rengi kıraç araziden ayırt
edilemeyen tek katlı evleri, ancak çok yakınma geldiğiniz
zaman görebiliyordunuz. İnsanların yaşadığını gösterecek bir
ağaç, bir dere, bir çeşme de görünmüyordu hiç. Her şey kar
altında kalmıştı.
Cemal'in timi köye girdiği zaman, ortada bir tek canlıya
rastlayamadılar. Evlerin damlarında kar birikmişti. Bacalardan
duman tütmüyordu. Ortalıkta ne bir insan görülüyordu ne de
bir hayvan. Cemal bu hale alışmıştı artık. Çarpışma bölgesinde
kalmış olan Kürt köyleri PKK ile ordu arasında eziliyor ve ça-
resizlikten ne yapacağını bilmeden, evlere saklanarak zaman
kazanmaya çalışıyorlardı. Bir gece önce birkaç teröristin o
köye uğradığı ihbar edilmişti. Gündüz vakti çoktan gitmiş ola-
caklardı ama Cemal'in timinin görevi o köyü boşaltıp militan-
ların barınacakları bir mekân durumundan çıkarmak için evleri
yıkıp ateşe vermekti. Dağlardaki ormanlar da bu yüzden yakıl-
mıştı zaten. Teröristler ormanlara girip gözden kaybolmasın
diye yakılmadık orman bırakılmamıştı. Cemal yakılan köylerin
de binlerce olduğunu duyuyordu. Kendisi en az yirmi köyün
yakılışına katılmıştı ve bu görüntülere alışmıştı artık; kanıksa-
mıştı.
Bu köyde de aynı şeyler yaşandı; evlerinden çıkarılan in-
sanlar bir karakola dönüştürülen okulda sorgulandılar. Militan-
lar hakkında zorla bilgi toplama gayretleri, ağlayan bağıran
kadınların bağırlarını yırtmaları, itaat etmedikleri için herkesin
önünde çırılçıplak soyulan erkeklerin utancı, sert ve sivri taşlar
üstünde yalınayak yürümeye zorlananlar, yüzbaşının, "Yarım
saate kadar köyü boşaltın!" talimatı, boşa giden yalvarıp ya-
karmalar, dün akşam PKK'lılarm da onları dövdüğünü söyle-
yerek kendini acındırma çabaları, komutanın herkesin silahını
teslim etmesi emri karşısında inatla susarak hiçbir şey söyle-
meyen köylüler... Cemal bunların hepsine alışıktı. Emri veren
komutan da, Cemal ve arkadaşları da biliyorlardı ki hiç kimse
silahını teslim etmeyecekti. Daha bugüne kadar askerlere,
köyün dışında bir yerde toprağa gömdüğü silahın yerini söy-
leyen bir köylüye rastlanmamıştı.
Cemal iyiden iyiye kanaat getirmişti ki bu insanların üç
önemli şeyi vardı: Silahı, katırı ve hayaları. Silahlarını teslim
etmiyor, geçim kaynağı olan katırlarını gözleri gibi koruyor ve
dayak yerken, "Aman komtani, hayalarıma vurma!" diye yal-
varıyorlardı. Herhalde başlarına bir iş gelir de erkeklikleri elden
gider diye korkuyorlardı. Cemal timde Kürtçe bilen tek asker
olarak, köylülerin kendi aralarındaki konuşmalarını zor da olsa
anlayabiliyordu. Çünkü kendisinin Memo'dan öğrendiği kırık
dökük Kürtçe, bütün şiveleri kavramasına yetmese de, yine de
iyi kötü bir şeyler çıkarabiliyordu.
Kadınlar ağlayarak birkaç parça eşyayı karın üstüne çı-
karıyor, çocuklar bohçalar taşıyor ve erkekler de korkunç bir
çaresizliğin pençesinde yalvarıp duruyorlardı. Köylülere, "Ne-
reye isterlerse oraya gitmeleri" söyleniyordu. Çoğu yollara dü-
şüyor; bazıları Diyarbakır'daki akrabalarının yanına, bazıları
İstanbul'a, İzmir'e, Antalya'ya, Adana'ya, Mersin'e göç edi-
yordu. Maksat o bölgeyi insandan arındırarak, PKK'nın sakla-
nabileceği, yiyecek bulabileceği köyleri yok etmekti.
Cemal telsizde duyduğu sesi düşünüp duruyordu ve
belki Memo'nun da geceyi o köyde geçirmiş olabileceği aklına
gelince, en yakın arkadaşına onca yakın ve onca uzak olmanın
tuhaf duygusunu daha fazla taşıyamayacağını anlıyordu. Me-
mo'yu düşündüğü zaman, bu savaş da kasabadaki müsame-
reler gibi bir şaka izlenimi uyandırıyordu ama başının
üzerinden vızır vızır geçen Kalaşnikof mermileri ve roketlerin
içine saldığı derin ürperti bu şaka duygusunu bir anda silip at-
maya yetiyordu, ilk zamanlar Memo'yu hep eski haliyle aklına
getiriyordu; bostandan kopardıkları kavunlarla karpuzları ne-
hirdeki sazlıklar arasında soğutmaları, zorla tuttukları balıkları
tenekede kızartmaları, erkekliğe adım atan arkadaşlarının içtiği
kaçak rakı ve kendisinin şeyh babasının korkusundan menfur
içkiye elini bile sürememesi, arkadaşlarının alayları ve eşeğin
kuyruğuna nasıl taş bağlayıp da ilişkiye girdiklerini ballandıra
ballandıra anlatmaları, Cemal'in duyduğu dehşetli utanç ve
suçluluk duygusuyla dalga geçmeleri, her türlü ayrıntıyla süs-
lene süslene dünyanın en şehvetli hikâyesi haline dönüşen
Saf Gelin maceraları ve kendisinin bütün bu cinsel tahrikler
karşısında eli kolu bağlı kalarak ve 'istimna' yaparsa en büyük
günaha gireceğini, kör olacağını söyleyen şeyh babasının kor-
kusuyla her gece rüyasına giren hain şeytanın aldatmalarına
açık yaşaması.
Bunlar, savaştan önceki masum kasabanın delikanlı sır-
larıydı ama zamanla mayınlar, Kalaşnikoflar, pusular ve kopan,
parçalanan, naylon torbalara doldurulan arkadaş cesetleri
hepsini silip süpürmeye başlamıştı. Kasabada bir arada yaşa-
dıkları dönem sanki akla en aykırı düşlerden biriydi ve hiç ol-
mamıştı.
İşin garibi, kurtuluş törenlerinde Memo'nun Türk askeri,
kendisinin de Rus askeri rolünü oynamalarıydı. Şimdi roller
değişmiş, Cemal Türk askeri, Memo ise Kürt gerillası olmuştu.
Her gece telsizden Memo'nun kendilerine teslim olmala-
rını söyleyen gevrek sesini ve gerilla arkadaşlarıyla Kürtçe ha-
berleşmesini dinliyor ama kimseye ağzını açıp da bir kelime
söylemiyordu. Aslında arkadaşları ve kendisi ölüm tehdidi al-
tındayken bu sırrı saklamak Cemal'e çok ağır geliyordu. Tel-
sizden duyulan sesi tanıdığı halde, hiçbir şey olmamış gibi rol
yapmak kolay değildi doğrusu. Zaten bu yüzden bir gece ran-
zasının alt bölümünde yatan ve askerlikten sonra da birbirle-
rini arayıp bulma yemini ettikleri sırdaşı Selahattin'e bu sırrı
açmış, koğuşta fısıl fısıl, o sesin kime ait olduğunu bildiğini
söylemişti. Ondan daha akıllı olduğuna inandığı Selahattin
bunun üzerine, "Ağzını açma! Çünkü bu iş seni zora sokar!"
demiş, Cemal de onun öğüdünü dinlemişti.
Selahattin, Rizeli bir ailenin çocuğuydu ve bütün Kara-
denizliler gibi onun burnu da, daha ilk bakışta nereli olduğunu
ele veren irilikteydi. Zaten asker arkadaşlarının çoğu Batı'dan
veya Karadeniz'den geliyorlardı. Aralarında Trakyalı, Egeli olan
çoktu. Cemal gibi Doğu illerinden gelen pek enderdi. Selahat-
tin ona İstanbul'u anlatıyor, balık halindeki dükkânlarından,
Sarıyer'deki amcalarının balıkçı teknelerinden, Ege'deki balık
çiftliklerinden söz ediyordu. Bütün bunlar bir rüya gibi geli-
yordu Cemal'e.
Selahattin de dinine çok düşkün olduğu için fırsat bula-
bildiklerinde birlikte nafile namazı kılıyor, ramazanda oruç tu-
tuyorlardı. Cemal'in babasının şeyh olması, Selahattin'in ona
ayrı bir saygı duymasına yol açmıştı. Kendilerinin Uşşaki tari-
katına mensup olduğunu söylüyor, durmadan babası hakkında
sorguya çekiyordu onu ama Cemal'in anlattıkları Selahattin'in
aklına pek yatmıyordu. Bir kere, onca meraklı olmasına ve
sekiz yıl Kuran kursuna gitmesine rağmen, Cemal'in babasının
şeyhi olduğu Cemaliye tarikatını hiç duymamıştı. Cemal baba-
sının Türkçe, Arapça, Farsça kelimeler kullanarak anlattıkla-
rından kaptığı kadarıyla bu tarikatın, Allah'ın gül cemalinin,
dünyanın her ahvalinde tezahür ettiği ilkesine dayandığını ak-
tarıyor ama bu, din konularını iyi bilen Selahattin'e hiç de inan-
dırıcı gelmiyor, Cemal'in babasının Anadolu'yu saran sahte
şeyhlerden biri olmasından kuşkulanıyordu.
Köy tamamen boşaltıldıktan sonra evlere girip arama
yaptılar. Tahmin ettikleri gibi bir şey çıkmadı. Sonra benzin dö-
kerek evleri ateşe verdiler. Köy cayır cayır yanarken kadınların
feryadı gökyüzünü tuttu. Gözlerinin önünde evlerini, eşyalarını
çıra gibi tutuşturan ateş, sanki onların bir de yüreklerini yakı-
yordu. Ürküp kaçmamaları için katırlarının yularından tutmuş
erkekler ağlamıyor ama gözbebeklerine oturan müthiş bir hın-
çla seyrediyorlardı yanan köyü.
Eskiden olsa, Cemal böyle şeylere müthiş üzülür, en azın-
dan evini yitiren insanların acılarını paylaşmayı, onları biraz
teselli etmeyi düşünürdü ama askerlikte geçen uzun aylar bo-
yunca öyle çok acı görmüştü ki kılı kıpırdamıyordu artık. Köy
yakmalar ise gördüğü diğer olaylar yanında çocuk oyuncağı
gibi kalıyordu. Daha iki hafta önce öğretmen bir karı kocanın
kararmış cesetlerini görmüştü. Yirmili yaşlarını sürmekte olan
öğretmen çifti PKK militanları minibüsten indirip kurşuna diz-
mişlerdi ve Cemal hayretle iki genç gövdenin simsiyah oldu-
ğunu görmüştü; yüzleri bile kararmıştı.
Bu dağlar korkunçtu ve telsizden kendilerine seslenen
Memo, "dağların ve gecelerin hâkimi" olduklarını söylüyordu
durmadan. Doğrusu dağları, mağaraları, kovukları daha iyi bi-
liyor, bölgedeki Kürt halkıyla daha yakın ilişki kuruyor, hay-
vanları bile kendilerinden daha iyi tanıyorlardı. Cemal bir köye
yaklaştıkları zaman köpeklerin kendilerine deli gibi saldırdık-
larını, yeri göğü birbirine katarak havladıklarını görüyordu; bu
yüzden birkaç Karabaş'ı vurmak zorunda bile kalmışlardı.
Oysa aynı köylere gerillalar sızdığında, gece karanlığında hiç-
bir köpek havlayıp da haber vermiyordu. Uzun süre bu işin sır-
rını çözmeye çalıştılar. Sonunda bir gün, Kürt köylülerin
köpeklere seslenişini duydu Cemal. Kendileri, "Hoşt!" falan
gibi Türkçe'de kullanılan sözleri söylüyorlardı ama Kürtler gırt-
laktan acayip bir ses çıkararak, bu sesle köpekleri susturuyor-
lardı. Cemal o sesi taklit etmeye çok çalıştı ama biraz Kürtçe
bilmesine rağmen kesinlikle beceremedi. Bu yüzden, diğer as-
kerler gibi hiçbir köpekle iletişim kuramadı.
Katırlarla da durum aynıydı. Köylüler, onun hiçbir zaman
taklit edemeyeceği garip sesler çıkararak katırları yönlendiri-
yor, sanki onlarla konuşuyorlardı ama geçenlerde bir köylü-
nün bunu başaramadığını görmüştü Cemal. Bir dere yatağına
pusu atmışlardı. Önlerinde mayınlı bir arazi uzanıyordu. Ara-
zinin öbür tarafından bir köylünün katırıyla mayınlara doğru
yaklaştığını gördüler. Adamı uyarsalar pusu berbat olacak,
uyarmasalar adam dosdoğru mayının içine düşecekti. Ancak
patlama sesi daha çok duyulacaktı. Bu yüzden köylüye bağı-
rıp, "Yaklaşma, mayın var!" dediler. Köylü durmuş ama şaş-
kınlıktan olacak, katırı mayınlı
arazide bir koşu tutturmuş, kendilerine doğru geliyordu.
Köylü bin bir ses çıkararak katırı durdurmaya çalıştı, başara-
mayınca kendini tutamayıp katırın arkasından mayınlı araziye
doğru koştu. Cemal katırın, onca mayın arasından geçtikten
sonra, tam kendilerine yaklaşırken bir patlamayla havaya uç-
tuğunu gördü. Ön iki ayağı kopan katırı sevabına öldürmek de
Selahattin'e düşmüştü. Köylü ölen katırının başında epeyce
gözyaşı döktü. Artık hayatının mahvolduğunu söylüyor, ağıt
yakıyordu.
Cemal, Memo'nun tepecilerden biri olduğunu tahmin edi-
yordu. Çünkü eskiden beri çok keskin nişancıydı.
Memo'nun sesini ilk duyduğu zamanlardaki sıcaklık kal-
mamıştı içinde artık. Tertipleri teker teker şehit düştüğü
zaman, bu acının tek sorumlusu olarak Memo'yu görüyor, ken-
disini de her an öldürebilecek olan bu tepeciden nefret edi-
yordu. Gece nöbet tutarken bile her an Memo'nun attığı bir
kurşunun ciğerini delebileceğini düşünüyordu. Kendisi Me-
mo'yu görecek olsa gözünü kırpmadan öldürür, bu devlet mil-
let düşmanından, kucağında şehit düşen, kolu bacağı kopan
tertiplerinin öcünü alırdı.
Cayır cayır yanan köyün harareti yüzlerine vururken ça-
resiz kalan köylülerin hüzün içinde uzaklaşmaya başladığını
fark etti Cemal. Katırlarına yükledikleri kilimleri, bohçaları ve
çocuklarıyla yavaş yavaş uzaklaşıyorlardı.
Yatalak bir ihtiyarın yüzbaşıya yalvardığı duyuldu: "Ayak-
larım tutmiir kumtani! Ben nere gidem?" Zar zor konuştuğu
Türkçeyle derdini anlatmaya çalışan beyaz sakallı yaşlı ada-
mın gözleri derinlere kaçmıştı. Yanında, 9-10 yaşlarında gös-
teren kavruk bir oğlan çocuğu duruyordu. Bir süre sonra
anlaşıldı ki yaşlı adamın, küçük torunundan başka kimsesi
yok. Bütün ailesi öldürülmüş; köyün dışındaki bir evde yedi
koyun, üç keçiyle yaşıyor ve geçinmeye çalışıyor. Yaşlı adam
kanlı yaş döküyor, yüzbaşıya, hayvanlarıyla birlikte orada kal-
malarına izin vermesi için yalvarıyordu. Yüzbaşı baktı ki çare
yok, kötürüm adamı başka yere götürmek çok zor, "Peki
kalın!" deyiverdi. Cemal bu izin üzerine çocuğun gözlerinde
parlayıveren sevinci gördü. Kavruk yüzünde daha da büyük
duran iri kara gözleri vardı çocuğun; güldüğü zaman iki yana-
ğında gamzeler oluşuyordu. Yüzüne vuran alevlerin kızıl- lı-
ğında bile gülüyordu çocuk. Çünkü köyün dışında olduğu için
bir tek kendi evlerine dokunulmamış ve dedesiyle birlikte kal-
masına izin verilmişti. Herhalde koyun keçi güttüğü o tepeler-
den ayrılmak istemiyordu. Ne kentleri hayal edebiliyordu ne
de dağların ötesini.
Cemal kendisini de şaşırtan bir hareketle cebinden çıkar-
dığı bozuk paraları çocuğun avcuna koydu, sonra da başını
sertçe okşadı. Bu arada kimsenin görmemesine özen göster-
miş ve oğlanın şımarmaması için kaşlarını çatmayı da ihmal
etmemişti. Çocuk kendisine minnetle bakıyordu.
O akşam yakındaki karakollarına döndüklerinde Cemal'i
çok heyecanlandıran bir şey olmuş, telsizde Memo'nun gevrek
sesinin, "TC askerlerine" epey bir sövüp saydıktan sonra,
kendi aralarındaki haberleşme olarak Kürtçe, "Ez diçim ba Nuh
Nebi," dediğini duymuştu. Aslında bu söz, onca laf kalabalığı
arasında hiçbir şey anlatmayabilirdi. Memo Kürtçe, "Nuh pey-
gamberin yanına gidiyorum," diyordu ama Cemal onun eski
şakalarından biliyordu ki Memo kasıtlı olarak Nuh Nebi adını
anıyor ve bununla Cudi dağını kastediyor.
Çünkü o yörelerde, Nuh'un gemisinin Cudi dağında oldu-
ğuna dair kesin bir inanç vardı ve göl kıyısındaki aylak saatle-
rinde ' Memo, bir gün Cudi'ye gidip her yeri karış karış
arayarak Nuh' un gemisini bulmak hayalinden çok söz etmişti.
Demek ki tepeciler günlerdir bulundukları ve üstlerine
ateş yağdırdıkları karlı zirveyi terk ederek Cudi dağına doğru
çekiliyorlardı. Askerler ise tepeden Cudi dağına giden geçidi,
yaşadıkları karakol kadar iyi tanıyorlardı; her taşını, her kaya-
sını biliyorlardı.
Yemekten sonra Cemal, yüzbaşısına, "Size önemli bir şey
söyleyeceğim komutanım!" dedi.
Heyecandan, yüzü al al olmuştu.
Horozlar Niye Ötmüyor?
Pusu ve Kahkaha
Baba Evi
Yeni Yolcular
Beceriksiz Bukalemun
Eşek Ne Dedi?
Çılgın Gece
Son
Günümüz Türkiye'sinin içinden bıçak gibi geçen bu ro-
manda üç kişiyle tanışıyoruz.
Van gölü kıyısındaki kasabada, tecavüze uğramış olan on
yedi yaşındaki Meryem, evlerinin 'izbe' denilen ambarına kilit-
lenmiş durumda yazgısını düşünmektedir.
İstanbul'un tanınmış profesörlerinden Harvard mezunu
ve varlıklı irfan Kurudal, Boğaz'a bakan evinde yaşamını kök-
ten değiştirme planları yapmaktadır.
Cemal ise Gabar dağlarında PKK takibinde, ateş altında-
dır.
Yaşam bu üç kişinin yolunu garip bir rastlantıyla birleşti-
rir ve birbirlerinin ruh fırtınalarını daha yakından tanırlar.
Mutluluk hem bir dönem romanı; hem kentiyle kasaba-
sıyla, istanbul'u ve Ege'siyle bugünkü Türkiye'nin tanığı, hem
de anlattığı kişilerin, psikolojik derinliklerine ulaşan bir baş-
yapıt.
Meryem'i, İrfan'ı ve Cemal'i hiçbir zaman unutamayacak-
sınız.
Zülfü Livaneli, üçüncü romanı olan MUTLULUK'ta, hem
kadim hem güncel olan bir konuyu ustalıkla ve nefes kesici bir
sürükleyicilikle işliyor. Livaneli'nin cesaretle ve derinlemesine
ele aldığı bu roman, bir Shakespeare trajedisi yoğunluğunda.
YAŞAR KEMAL