You are on page 1of 392

JEAN-FRANÇOIS LYOTARO

AYRl�MA
. ....

.. t'
' .,

.•

ÇEVİRMEN EMİNE SARIKARTAL


Aynşma
jean-François Lyotard

Orijinal Adı 1 Le Difftrrnd

İnka Kitap 1 11 1 Edebiyatdışı


Çeviren 1 Emine Sankartal
Yayına Hazırlayanlar 1 Ahmet Öz ve Emine Sankartal
Kapak 1 Murat Özgül
Sayfa Düzeni 1 Tülay Malkoç

1. Baskı 1 Haziran 2021 (2000 adet)

ISBN l 978-605-70664-0-4

Copyright © Les Editions de Minuit, 1984

Türkçe Yayın Hakkı © İnka Kitap, 2020

Türkçe Çeviri Hakkı © Emine Sankartal, 2020

"Ce livre a ete publie avec l'aide du Ministtre de la Culture-Centre National du Livre."

"Bu kitap Fransız Kültür Bakanlığı-Centre National du Livre'in desteğiyle


yayınlailmıştır."

İNKA KİTAP
Osmanağa Malı. Halil Ethem Sok.
Yeğiner İş Merkezi A Blok No:32/28 Kadıköy/İstanbul
Tel: 0216 337 00 09
Yayıncı Sertifika No: 44966
inkakitap@gmail.com

Baskı ve Cilt 1 Vizyon Basımevi


Matbaa Sertifika No: 28640

Bu kitabın bütün haklan saklıdır. Yayıncının yazılı izni olmaksızın kısmen


ya da tamamen ve hiçbir yolla çoğaltılamaz.
JEAN-FRANÇOIS LYOTARD

Ayrışma

6inka
iÇiNDEKiLER

Çevirenin Notu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7
Okuma Özeti . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31
Ayrışma . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . 41
Protagoras Notu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46
Gorgias Notu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . .. . . .... . . ..... .. 63
Platon Notu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 72
Gönderge, Ad . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . .. . . .. . . .. .. . . . . . .. .. . . . . . . . .. . . . . . . . 96
Antisthenes Notu . . ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 102
Mevcut-Kılan-Sunuş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 147
Kant Notu 1 151
Gertrude Stein Notu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . . ... . . . . . . . 162
Aristoteles Notu . . . .... . . ........ . ..... . . . .. . . . . . ..... . . . ... . ... . . . .. . . . . . . . . . . . . . 172
Netice . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . . . . 200
Hegel Notu . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 210
Yükümlülük . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 240
Levinas Notu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 245
Kant Notu 2 . . .. . . . . . . . . . . .... . .... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . ... . . . .... . . . . . . . . .. 263
Cins, Norm . . . . . . . . . . . . .. . ..................... . ..... . ... . .. . . .... . . . . . . . . . . . . 282
Kant Notu 3 . ...... . . . .... . . ........ . .. . . . . . . . ... . . . ........ . . . .. . . . . . . . .. . . . ....... 285
1789 Bildirisi Notu . . . . . . . ... . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . ... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . 314
Tarih İmi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. 325
Cashinahua Notu . . .... . ...... . . .... . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . .... . . .... . ........... . . 327
Kant Notu 4 ... . .... . . ..... . . ....... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 343

Alıntılanan Eserler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . 383


ÇEViRENiN NOTU

jean-François Lyotard'ın "felsefe kitabım" 1 dediği Aynş­


ma, hem felsefi hem de stilistik açıdan Lyotard felsefesinde
bir dönüm noktası gibi düşünülebilir. Lyotard'ın yıllardır
üzerinde düşündüğü ayrışma, tekillik ve fark felsefesi, bu
kitapta son derece yetkin bir stilde ve bütüncül bir yapıda
vücut buluyor. Bunda bir çelişki olup olmadığını sorabili­
riz. Örneğin Ayrışma' dan dört yıl önce yayımlanan ve cüm­
le sorunsalının. ilk ifadelerinden biri sayılabilecek Hakkıy­
la (Au juste) ile karşılaştırıldığında, Lyotard düşüncesinin
dallanıp budaklanmakla kalmayıp bir ustalık havası buldu­
ğu, kendi tarzında bir sisteme (açık bir sistem de olsa) dö­
nüştüğü fark edilebilir. Kuşkusuz bunun en çarpıcı işareti
Lyotard'ın Hakkıyla'da olduğu gibi Aynşma'da da diyalog
formundan faydalanması ama bu kez kendine hayali diya­
log partnerleri yaratmış olmasıdır. Sanki Lyotard diyalo­
ğa girmek istemekte ama kendi söyleminin dışına çıkmak

1 j . -F. Lyotard, Le Difftrend, Minuit Yayınlan, 1 983 , arka kapak.


is�ememekte ve bu yüzden kendi kendisiyle diyaloğa gir­
mektedir. Platon diyaloglarından bahsettiği bir bölümde,
benzer bir yöntemin burada uygulanıyor olmasını eleştirel
bir dille anlatır ama kendisinin de bu eleştirinin altına dü­
şebileceğini fark etmiyor gibidir. Kendi yazısı sanki tüm
bunların üzerindedir.
Felsefi açıdan bu dönüşümün ne ifade ettiği tartışılabi­
lir, buna çeşitli yorumlar getirilebilir. Lyotard okurları bu
konuda bolca yazıp çiziyorlar. Yine de aşağı yukarı hem­
fikir oldukları nokta, Lyotard eserleri içinde Ayrışma'nın
dikkat çekici bir yer tuttuğu , Lyotard felsefesinin Ayrış­
ma' dan sonra yeni bir renk kazandığı. Kimileri bu yeniliği
bir tür kopuş, geriye dönüşsüz bir değişim olarak okurken
kimileri de Lyotard'ın ilk dönemleriyle son dönemi ara­
sında benzerlikler bulmanın, geçişler, köprüler kurmanın
mümkün olduğunu savunuyor. Bir Lyotard okuru olarak
ben, her iki tarafın da belirli bakımlardan haklı olabileceği­
ni düşünüyorum. Öte yandan bu tartışmalarda fazla atıf ya­
pılmayan kimi metinlerin Lyotard felsefesini yorumlarken
yeni bir bakış açısı getirebileceği kanısındayım. Bunlar,
Lyotard'ın Ayrışma ile aşağı yukarı aynı dönemde kaleme
aldığı, Ayrışma ile paralel metinler diyebileceğimiz sanat ve
estetik yazıları.
Lyotard 70'li yılların ortasından itibaren Aynşma'yı
oluşturan sorunsallar hakkında düşündüğünü çeşitli mü­
lakatlarında belirtir.2 Ölümünden sonra bir araya toplanan
kimi metinlerinde ise uzun zamandır bir Ayrışmaya Ek

2 Ômeği.n bkz. "Les lumieres, le sublime" , içinde: ]ean-François Lyo­


tard: Retcrire la modernitt, Les Cahiers de la Philosophie, no. 5, 1988.

8
Hakkında dosyası üzerinde çalıştığı ortaya çıkar.3 Dolayı­
sıyla Aynşma'nın Lyotard felsefesinin ilk dönemleriyle son
dönemini birbirine bağlamaya izin verdiği düşünülebilir.
Öte yandan bu kitabın ele aldığı meselenin Lyotard felse­
fesi için yeni olduğu da söylenebilir. Postmodern Durum'la
birlikte sorunsallaşmaya başlayan söylem cinslerinin ayrı­
lığı meselesi, Aynşma ile felsefi bir özellik kazanır. Bu ba­
kımdan Aynşma, Jürgen Habermas'ın kritik proj esine bir
cevap niteliğindedir: Lyotard, Habermas'a atfettiği yaşam
ve düşüncenin organik birliği projesine karşı Wittgenste­
in' daki dil oyunlarının çoğulluğu fikrini ve Kant'ın kritik
felsefesini kendine özgü bir yorumla birlikte okur. Bu sı­
rada Hegelci mirası Adorno'nun politik felsefesine ve Levi­
nas etiğine dayanarak sorgular. Postmodern Durum' da işaret
edilen yasallık sorunu böylece deneyimin birliğini sağla­
maya çalışarak değil, hakikat ve adalet söylemlerinin he­
terojenliğini tespit ederek karşılanır. Böylece Lyotard, mo­
dem tarih ve özne felsefelerinin açmazlarından kurtulmaya
çalışır. Modern totalitarizm deneyimleri sonrasında siyaset
pratiklerine karşı oluşan güven sorunu belki de böyle aşı­
labilecektir.
Bu tabloda Kant felsefesinden Lyotard'ın çıkardığı ders,
onun bir anlaşma ve iletişim felsefesi değil, bir antinomi fel­
sefesi olduğudur. Kant'ın estetik alanında sözünü ettiği ile­
tişim ve ortaklık fikri Lyotard'a göre ancak ufukta görülen,
belirip kaybolan, her zaman yapılan, bozulan ve yeniden
yapılması gereken bir müştereğe gönderir. Lyotard bura-

3 Bkz. J.-F. Lyotard, Misere de la philosophie, Galilee Yayınlan,


2000.

9
da, refleksif yargıyı esas alan bir politika imkanı görür. Ve
bu imkanı düşünmek üzere ayrışmanın, uyumsuz seslerin
biraradalığının en yetkin örneği olacak yüce duyguya yö­
nelir. İşte Aynşma'ya paralel bir düzlemde yer alan estetik
ve sanat yazıları bunu irdelemeye izin verir. Lyotard birçok
sanatçıyla, özellikle çağdaş ressamlarla yakın ilişkiler kurar
ve doğrudan ressam atölyelerinde çalışır. Politika sahnesi­
ne çıkmak yerine, "düşüncenin onuru" olacak ayrışmayı
ve çoksesliliği koruma işini refleksif yargıya devreder. Lyo­
tard'a göre sanat ve özellikle yüce estetiği, refleksif yargıyı
tüm karmaşıklığı içinde yakalamaya izin verecektir.4
Yazıya başlarken belirttiğim gibi, bu türden bir tota­
litarizm eleştirisi oluştururken Lyotard'ın kendi felse­
fesinin nasıl bir tarza büründüğü tartışılabilir. Buna ek
olarak çeşitli filozofları okurken, özellikle Kant'ı bu şekil­
de yorumlarken, onlara ne kadar sadık kaldığı da sorgu­
lanabilir. Bu tartışmaların Türkçe felsefe dünyasında bir
yer bulabileceğini düşünerek, çevirimin buna katkı sağ­
lamasını umuyorum. Bu yazının devamında ise Lyotard
felsefesinin dönüm noktası olarak değerlendirdiğim Ay­
nşma'yı Türkçeye çevirirken karşılaştığım bazı zorluklara
ve yaptığım tercihlere dikkat çekmeye çalışacağım.
En baştan belirtmek gerekiyor ki Aynşma, çevirirken
soru işaretleriyle dolu bir kitap. Cümleler arasındaki ilişki­
lere dair belli fikirler öne sürüyor ama çeviri deneyimi bu

4 Lyotard'ın l 970'li yılların başından beri dağınık halde yayımla­


dığı sanat ve estetik yazılan, Ecrits sur l'art contemporain et les
artistes başlığıyla 2009-20 1 3 yıllan arasında altı cilt (yedi kitap)
halinde Presses Universitaires de Leuven/Louvain tarafından bir
araya getirildi.

10
fikirleri her zaman onaylamıyor. Çeviri pratiği, mümkün
olabilmek için, sabit bir anlamdan vazgeçmeyi, en azından
bu riski almayı gerektiriyor. Anlamın sabitliğini sorgula­
mak kanımca Lyotard'a uygun bir tavır. Ama Aynşma'da
Lyotard'ın çeviri fikrini ele alışı bu tavırla uyuşmuyor. Lyo­
tard'a göre çeviri sorusu, sadece bir dilden diğerine geçer­
ken değil, cümle aileleri ve söylem cinsleri arasında geçiş
yaparken de sorulması gereken bir soru. Ama anlamın sa­
bitliğini yitirmesi, çeviriyi imkansız kılıyor gibi görünüyor.
Lyotard, heteroj enlikle nitelediği dil olayları arasındaki ge­
çişin tam da çevirisiz bir geçiş olduğunu , bu olaylar arasın­
da ayrışmanın kaçınılmaz olduğunu savunuyor. Dolayısıy­
la çevirinin kendisini bir iletişim türüne indirgemiş oluyor.
Oysa bir dildeki veya söylemdeki anlamın bir başkasına
geçerken öyle ya da böyle kaybolmasını, değişmesini göze
almak, çevirinin olmazsa olmazı. Benjamin'in çeviri hak­
kında dediği gibi, bunu bir kayıp gibi değil de bir çoğalma
ve tamamlanma gibi, çeviride yaşanan bir anlam çoğalma­
sı gibi görmek mümkün. O zaman çeviri metin ile özgün
metin arasında, bir mesajın iletilmesine indirgenemeyecek
tamamlayıcı bir ilişki kurulabilir. Çevirmen olarak, Lyo­
tard'ın metniyle bu riskli ilişkiyi kurmaya çalıştım.
Zorlandığım, tartışılması gerektiğini düşündüğüm bazı
çeviri tercihlerine burada kısaca değineceğim. Öncelikle
kullandığım dilin genel özelliklerine dair tüm çevirilerde
başvurduğum yöntemi belirtebilirim. Türkçe kökenli söz­
cüklerle Arapça ya da Farsça kökenli Türkçe sözcükleri
veya Batı dilleri kökenli Türkçe sözcükleri bağlama uygun
şekilde bir arada kullanıyorum. Aynı şekilde Latince ve

11
Yunanca kökenli felsefe terimlerini mümkünse Türkçe'ye
olduğu gibi aktarıyorum, böylece farklı dilleri kateden
felsefe kavramları, özgün halleriyle Türkçeleşebiliyorlar.
Bu yöntemi tercih ediyorum, çünkü dile dair saflık veya
evrensellik tartışmalarının ötesinde, felsefe kavramlarının
tarih içinde varoluşuna dayalı bir dili Türkçe kurmaya ça­
lışıyorum.
Kitabın başlığına dair kısa bir açıklama yapmak yerinde
olur. Differend sözcüğünü, özellikle hukuk dilinde kullanı­
lan "ihtilaf' yerine "ayrışma" olarak çevirdim. Bunun bir­
kaç nedeni var. ilk ve en basit neden, "ayrışma" sözcüğü­
nün "ihtilaf' sözcüğünden daha fazla kullanılıyor olması,
dolayısıyla daha anlaşılır ve erişilebilir olması. Bu özelli­
ğiyle "ayrışma" , kitapta konu edilen ana fikri daha iyi ifade
ediyor, çünkü Lyotard aslında son derece gündelik ve sıra­
dan bir ayrışma halini tespit etmeye çalışıyor. Buna bağlı
olarak belirtebileceğim ikinci neden, "ihtilaf' teriminde
içerilen birbirini izleme, birbirinin yerine geçme fikrinin
Lyotard'ın meselesiyle örtüşmüyor olması. Her ne kadar
"ihtilaf' , zıtların birbirini izlemesi olarak düşünülebilse ve
bu anlamda Lyotard'ın differend ile kastettiği uyumsuzluk,
heteroj enlik halini dile getiriyor gibi görünse de, bu kav­
ramın öne sürdüğü çok önemli bir fikri dile getirmeye izin
vermiyor: Lyotard differend durumunu tüm sıradanlığıy­
la tespit ederken, uyumsuzların bir arada nasıl mümkün
olduğunu, birbirlerine haksızlık etmeden nasıl yan yana
durabileceklerini tartışmaya çalışıyor. "Ayrışma" , bu tar­
tışmayı ifade etmek için daha uygun görünüyor. Son olarak
etimolojik nedenlerle "ihtilaf' yerine "ayrışma" kullanmak

12
bana daha doğru geldi. Differend sözcüğü, tahmin edilebi­
leceği gibi, "farklılık, ayırıcı özellik" anlamındaki difference
sözcüğünden geliyor. Bu kökeni canlı tutmak için de "ay­
rışma" başlığını tercih ettim.
Metnin içeriğine dair ilk vurgulamak istediğim konu, dili
düşünmeyi merkezine alan bir kitapta farklı dillerin yapı­
sal özelliklerinin çeviride yarattığı zorlukla ilgili. Elbette bu,
aşağı yukarı her çeviri deneyiminde karşılaşılabilecek türden
bir zorluk. Aynşma'nın tek farkı, işlediği konu dolayısıyla bu
zorlukların çevirmenin karşısına fazlaca çıkıyor olması. Ay­
nca Lyotard, kitabı Fransızca yazmış olmakla birlikte özel­
likle Almanca ve Antik Yunanca kavramlara önemli yer ayı­
rıyor. Tüm bunlar çeviriyi zorlaştırdığı gibi, bazı kavramları
tam olarak çevirmek mümkün olmuyor. Antik Yunanca to ti
en einai, Fransızca sözcüklerde yapılan eril ve dişil vurgular
ile genel olarak artikellerin tartışma konusu edildiği yerler
bu türden zorluklara örnek olarak verilebilir. Sözkonusu
terimlere elimden geldiğince karşılık bulmaya çalışarak, ge­
nelde terimlerin özgün halini de metinde vererek ve açıkla­
yıcı notlar hazırlayarak bu zorlukları aşmaya çalıştım.
Birden fazla dilin devreye girmesinden doğan bir diğer
zorluk, kimi kavramların Fransızca karşılıkları ve Türkçe
karşılıkları arasında uyumsuzluk olması. Buna ek olarak
Lyotard çoğu zaman sözkonusu kavramın kullanılagelen
Fransızca karşılığı yerine başka bir karşılık öneriyor veya
onu kullanıyor ama tartışmaya açıyor. Bu durumların hep­
si için bağlama göre bir yöntem benimsedim. Kimi zaman
Fransızca kullanıma sadık kaldım, çünkü aynı sözcük me­
tinde başka yerlerde de geçmekteydi. Kimi zaman ise Lyo-

13
tard'ın dile getirdiği düşünceyi ön planda tutarak Fransızca
kullanımdan saptım ve kavramı özgün dilinden çevirmeye
çalıştım. Bu sırada Türkçe felsefe dilinde oturmuş kulla­
nımları mümkün olduğunca izlemeye gayret ettim.
Örneğin Lyotard'ın Hegel ve ondan hareketle Adorno
düşünceleri bağlamında başvurduğu Aujhebung kavramı,
metinde hem Almanca haliyle hem de Fransızca releve, rele­
ver, enlever, maintenir, supprimer gibi çeşitli terimlerle karşı­
lanmış halde geçiyor. Bunların hepsini Türkçe "kaldırmak"
fiiliyle, gerektiğinde de onunla kurulan bileşik fiillerle kar­
şıladım. Aujhebung'un çağrıştırdığı farklı anlamlar Fransızca
tek bir fiille karşılanamazken, Türkçe "kaldırmak" fiili buna
izin veriyor: yükseğe kaldırmak, ortadan kaldırmak, sakla­
yıp kaldırmak (korumak) gibi. 5
Hegel terminolojisinden bir diğer örnek Resultat kav­
ramı. Lyotard bunu olduğu gibi Fransızcaya aktarıp resul­
tat şeklinde kullandığı gibi, bağlamını canlı tutmak adına
sık sık Almanca orijinalini de kullanıyor. Çeviride Resultat
karşılığı olarak, Fransızca resultat için genelde kullanılan
"sonuç" yerine "netice" kullandım, çünkü Hegel düşünce­
sinde Resultat bir sürecin sonlanmasına değil, ortaya çıkar­
dığı ürüne, neticeye işaret ediyor.
Lyotard'ın Almanca kavramlara sık başvurduğu, müm­
kün olduğunca Almanca düşünmeye çalıştığı bir alan da
Kant felsefesi. Aynşma boyunca Kant'tan gelen kavram­
ların etkisi hissediliyor. Bunlar arasında ilk göze çarpan
faculte ve capacite kavramları. Fransızca Kant terminolo-

5 Bu konuya derslerinde dikkat çeken Nami Başer'e teşekkür ede­


rim.

14
jisinde oturmuş olmakla birlikte, bu iki sözcük arasındaki
ayrımların net olmadığı söylenebilir. Farklı metinlerde bir­
birlerinin yerine geçebilmeleri bunu gösteriyor. Yine de bu
çeviri özelinde belirli bir ayrımı tutmaya çalıştım ve facultt
için Almanca Kraft'a gönderecek şekilde "güç" , capacitt
için ise Vennögen'e gönderecek şekilde "yeti" karşılıklarını
kullandım.
Kant'tan gelen ve Lyotard'ın argümanında geniş yer
tutan bir diğer kavram Teilnehmung. Lyotard bunu , Urteil
(yargı) kavramında da karşımıza çıkan T eil (parça, bölüm)
köküne gönderme yaparak kullanıyor.6 Bu bakımdan Fran­
sızca Kant çevirilerinde Teilnehmung karşılığı kullanılan
prise de position (konum alış) yerine Lyotard participati­
on (pay alma, paylaşma, katılma) karşılığını tercih ediyor.
Kant, Teilnehmung sözcüğünü Fakültelerin Çat ı şmas ı'nda ,

Fransız Devrimi'ni izleyen halkların duyduğu coşkudan


bahsederken kullanıyor. Bu izleyiciler, Devrim'in doğrudan
aktörleri olmamakla birlikte, Devrim karşısında yürekten
gelen bir Teilnehmung, paylaşma arzusu , ortaklaşma hisse­
derler ve Kant'a göre bu , yüce duygunun uç bir türü olan
coşku (Enthusiasm) duygusudur. Bu bağlamdan ve cüm­
ledeki kullanımından sapmadan Teilnehmung'u Türkçe'ye
çevirirken, Lyotard'ın kullandığı participation karşılığını
da hesaba katarak, "ortaklaşma" kelimesini tercih ettim.
Böylece hem Teil kökünü çeviride korumaya çalıştım ("or­
taklaşma" , eski Türkçe "kesmek, pay etmek" anlamındaki

6 Lyotard, Coşku da bunu derinlemesine açıklıyor. Türkçe "yar-gı"


'

derken Teil köküyle bağlantı kurmak mümkün ama Fransızca


jugement buna izin vermiyor.

15
"or-" fiil kökünden geliyor) hem de cümlede konu edilen
"katılma" anlamını canlı tutmak istedim.
Yine Kant'tan gelen ve aynı Almanca kökün dahil oldu­
ğu ama başka bir anlamda kullanılan bir deyim daha var
ki, Aynşma'da önemli rol oynuyor: Kant'ın belirli koşullar
altında duyguların herkesçe paylaşılabilir ve iletilebilir ol­
masından söz ederken kullandığı allgemeine Mitteilbarkeit
(veya allgemein mitteilbar) ifadesi. Bu ifade Fransızca'ya
genelde communicabilite universelle (evrensel iletilebilirlik)
şeklinde çevriliyor ve Lyotard da Aynşma'da bu kullanıma
sadık kalmış. Ama Türkçe "evrensel iletilebilirlik" sözü­
nün Kant'ın dile getirdiği fikri aktarmaya çalışırken kısır
kaldığı fikrindeyim. Mitteilen fiili basitçe "iletmek" olarak
çevrilebilir. Ama Kant'ın bahsettiği "iletilebilirlik" , bir tür
ortaklaşmaya, bir paylaşıma da işaret ediyor. Fransızca'da
communicabilite gibi, aslında çok yaygın olmayan ama söz­
cüğün düz anlamını karşılamaya izin veren bir ifadenin
kullanılmasının sebebi, Kant'ın burada yürüttüğü argüma­
nın bir sensus communis İdesini kabul ederek sonuçlanması
olabilir. Böylece iki terim arasındaki etimolojik bağ koru­
nurken, ortaklık veya müştereklik fikri de ifade edilmiş
oluyor. Aynı fikri Türkçe yakalamak için "iletilebilirlik"
karşılığı yerine mitteilen fiilinin türediği Teil köküne baş­
vurdum ve communicabilite ifadesini serbest bir çeviriyle
"paylaşım" olarak karşıladım.
Yeri gelmişken universel karşılığı olarak "evrensel" kul­
lanımı ve bunun etrafında dönen tartışmalarla ilgili kısa bir
not düşmek istiyorum. Türkçe'de universel karşılığı olarak
"evrensel" kullanımı son yıllarda çokça eleştiriliyor, "tümel"

16
kullanımının daha doğru olduğu iddia ediliyor. Bu iddiaya
çeşitli sebeplerden katılmıyorum. İlki, "evrensel" sözcüğü­
nün reddedilme nedenlerinden biri olan "-sel" ekinin kul­
lanımıyla ilgili. Her ne kadar "-sel" , "-sal" ekiyle yapılmış
sözcüklerin sorunlu olabildiğini düşünsem de, ortaya çıkan
sözcüğün anlamlı ve kullanışlı olup olmadığına bakarak ka­
rar vermeye çalışıyorum. Dolayısıyla "-sel" ekiyle üretilmiş
olması, bir sözcüğü reddetmek için benim gözümde yeter
sebep değil. Kaldı ki "evrensel" yerine önerilen "tümel" söz­
cüğündeki "-el" ekinin durumu da pek farklı değil: aslında
isimden dönüşlü fiil üretmeye yarayan bu ek (kısa: kısal­
mak, az: azalmak gibi) , yakın dönemde isimden isim üret­
mek için kullanılmaya başlandı ve "-sel" , "-sal" ekiyle ben­
zer bir işlev kazandı. "Evrensel" ve "tümel" örneklerinin her
ikisinde de eski Türkçe bir sözcüğün Dil Devrimi dönemin­
de elden geçirilip modem Türkçe'ye sokulması sözkonusu.
Dolayısıyla bunlardan birini reddedip diğerini kabul etmek
için bir neden yok. Kişisel olarak yönelimim, sözcük anlam­
lı, işlevsel ve kullanımdaysa onu benimsemek yönünde. İti­
raz ettiğim ikinci nokta, "evrensel" universel karşılığı olarak
kabul edilebilirken, özellikle Almanca referansla düşünü­
len çevirilerde allgemein ve universal arasına fark koymak
amacıyla bunlardan birincinin "genel" veya "tümel" olarak,
ikincinin ise "evrensel" olarak karşılanması gerektiği fikri.
Bu farkı korumak mantık bağlamında veya mantıksal akıl
yürütmenin sözkonusu olduğu durumlarda anlamlı olabilir.
Ama bunun dışında allgemein için Türkçe'de genellik veya
bütünlük fikrine işaret eden çeviriler daha doğru görünü­
yor ve yerine göre "evrensel" sözcüğü de uygun olabiliyor.

17
Son ve belki de en önemli itirazım Batı dillerindeki universel
sözcüğünün kendisine dayanıyor. "Evrensel" sözcüğünün
universel karşılığı olarak reddedilmesinin bir sebebi de kö­
kenindeki evirmek veya evrilmek fikrine bağlı olarak olanı,
oluşanı, dolayısıyla tekilliği ve olumsallığı çağnştınyor ol­
ması. Buna ben de katılıyorum. Ama bunun "evrensel" ve
universel arasında engel teşkil ettiğini düşünmüyorum. Uni­
vers sözcüğünün etimolojisine bakıldığında tam da "evren"
sözcüğünde bulabileceğimiz bir anlam taşıdığını görüyoruz:
Latince uni-versus, düz bir çeviriyle "bir arada dönenler,
dönerek bir olanlar, bütün olanlar" gibi düşünülebilir. İki
sözcük arasında sadece yapısal değil, anlam bakımından da
ilişki kurmak mümkün görünüyor. Elbette bu tartışma iler­
letilebilir, özellikle mantık dilinde kullanılacak terimlerle
ilgili daha ince ayrımlara gidilebilir. Ama geniş felsefe di­
linde "evrensel" sözcüğünü reddetmeye veya "evrensel" ile
"tümel" arasına katı bir aynın koymaya bence gerek yok.
Dolayısıyla bu çeviride de univers karşılığı olarak "evren" ,
universel karşılığı olarak "evrensel" kullandım.
Aynşma'yı çevirirken karşılaştığım bir diğer zorluk da
Kant'ın sensus communis İdesi etrafında şekillenen commu­
naute (Gemeinschajt) ve commun kavramlarıyla ilgiliydi.
Saf estetik yargıların evrenselce paylaşılabilir olduğunu ,
insanlar arasındaki ortaklığın dayanağı olduğunu anlatan
Kantçı söylemden Lyotard'ın ödünç aldığı bu kavramlar,
Aynşma'nın ana sorunsalı açısından belirleyici rol oynu­
yor. Türkçe'de yerleşmiş çeviri alışkanlıklarına baktığımız­
da, ortak kökenleri olan bu iki kavramın farklı sözcükler­
le karşılandığını görüyoruz: communaute için "topluluk" ,

18
commun için "ortak" kullanımları aşağı yukarı yerleşmiş
durumda. Fransızca sözcüklerin gündelik kullanımlarıyla
uyumlu olan bu karşılıklar, aralarındaki ilişkiyi Türkçe ya­
kalamaya izin vermiyor. Dolayısıyla Aynşma bağlamında
bu iki sözcük için serbest bir çeviri yöntemi benimsedim
ve bu ilişkiyi ifade etmeye çalıştım. Bunun için daha önce
commun terimini çevirirken dayandığım kavramsal çer­
çeveyi bir kez daha kullandım. Etimolojik olarak Latince
munus kökünden gelen ve cum- eki ile kurulan bu terim,
antropolojik bir arka plana sahip ve kabaca "karşılıklı alıp
verme" , "ortak yükümlülüklere birlikte katılma" anlamı
taşıyor. 7 Buradan hareketle commun için katılım ve payla­
şım fikirlerini vurgulayacak şekilde "müşterek" karşılığını
tercih ediyorum. Kant'ın müşterek kavramının formel bir
evrenselliğe dayanması ve cum-munus kökünün antropo­
lojik arka planında vurgulanan birlikte eyleme, eylemde
bulunma fikriyle örtüşmemesi, bu tercihi tartışılır kılıyor.8
Yine de Lyotard'ın Kant'a getirdiği yorumun bu çeviriye
izin verdiğini ve tartışmayı ilginçleştirdiğini düşünüyorum.
Bunu takiben communaute de düz anlamıyla "müştereklik"
olarak karşılanmalıydı ki, mümkün olduğunca böyle yap­
maya çalıştım. Cümlenin yapısı gereği bunun mümkün ol­
madığı durumlarda ise communaute'yi , "müşterek" sözünü

7 Daha ayrıntılı bilgi için bkz. P. Dardot ve Ch. Laval, "Müştereğin


arkeolojisi", çev. E. Sankartal ve F. Taylan, Felsefelogos, no. 68,
20 18/1 .
8 Bu konuda bkz. H. Arendt, Lectures on Kant's Political Philosophy,
The University of Chicago Press, 1992 (Kant'ın Siyasal Felsefesi
Üzerine Dersler, çev. Devrim Sezer, İsmail Ilgar, İletişim Yayınlan,
20 19) .

19
ad olarak kullanarak karşıladım: communaute humaine için
"insanların müştereği" gibi. Bunun da mümkün olmadığı
durumlarda, sorunlu bir yapı olduğunu düşünmekle bir­
likte "müşterek topluluk" ifadesini kullandım ve kavramı
işlevsel olarak canlı tutmaya çabaladım. Aynca sens com­
mun için, daha önceki Lyotard çevirilerinde kullandığım
"ortak duygu" yerine "müşterek duyu" karşılığını tercih
ettim.
Benzer bir değişiklik presenter fiilinin çevirisinde de
sözkonusu. Daha önce "sunmak" olarak karşıladığım bu
fiili Aynşma'da "mevcut-kılıp-sunmak" şeklinde çevirdim.
Bu serbest çeviri hem sözcüğün ikili anlamını yansıtmaya
hem de Lyotard'ın bu kitapta ısrar ettiği fikri vurgulama­
ya daha uygun görünüyor. Presenter, Latince prae-esse ka­
lıbından geliyor ve düz bir çeviriyle "önde var etmek" , "öne
koymak" anlamı taşıyor. Almanca karşılığı Dar-stellung,
yine düz bir çeviriyle "oraya koymak" olarak Türkçeleştiri­
lebilir. Fransızcaya kimi zaman ex-position diye çevrilen bu
kavram, "dışarı koymak" , "ortaya koymak" , "sergilemek"
anlamlarını çağrıştırıyor. Lyotard presenter fiilini Kant'taki
Darstellung fikrine göndermeyle kullanıyor. Kant termino­
loj isinde ise Darstellung yer yer Latince exhibitio ile kar­
şılanıyor ki, bu kullanım da "sergileme" anlamıyla uyum
gösteriyor. Aslında Türkçe "sunmak" fiilinde de benzer bir
anlam bulunuyor: Etimolojik olarak "uza(t)mak" anlamın­
daki "sunmak" fiili ile "yaymak" , "sermek" fiilleri arasında
anlam bağı var. Dolayısıyla "sunmak" , presenter için uygun
bir karşılık gibi görünüyor. Öte yandan bu fiilin içerdiği
present kökü, şimdi burada olanı, orada duranı, hali hazır-

20
da mevcut olanı kastediyor. Lyotard'ın Aynşma'da kullan­
dığı haliyle bu anlam da öne çıkıyor. Presenter, "sunma"yı
ama "mevcut-kılarak-sunma"yı, şimdi buraya koyup var
etmeyi ifade ediyor. Özellikle cümlelerin mevcut kıldığı
merciler meselesinde bu fikir vurgulanıyor. Bu yüzden,
yerleşik olmayan bir kullanım geliştirdim ve dili ağırlaştır­
mak pahasına fiilin anlam dünyasını Türkçe çeviriye yan­
sıtmaya çalıştım.
Lyotard'ın sık kullandığı bir diğer kavram öbeği de
·'etkilenme, maruz kalma, tutulma" anlamındaki Yunan­
ca pathos sözcüğünden ve ondan türemiş Latince pati fi­
}linden g_elen sözcüklerde1! oluşuyor: passion_. passibilite,
passivite, pathos, pathetique, pathologique, apathique, vb.
Lyotard, Platon, Kant ve Levinas yorumlarında bu kavram­
lara başvuruyor ve bunları felsefedeki genel kullanımlarına
aşağı yukarı sadık kalarak, öznenin maruz kaldığı, tutuldu­
ğu izlenimlerle bağlantılı şekilde kullanıyor. Buradan hare­
ketle ben de passion için en alışıldık karşılık olan " tutku"
sözcüğünü kullandım. Passibilite için ise, aynı kavramsal
çizgiyi sürdürecek şekilde " tutulabilme" veya " tutulma"
karşılığını önerdim. Buradaki tutulma, etki altında kalma
fikri ile eylem (action) arasında bir zıtlık olduğunu düşü­
nebiliriz. Bu anlamda passibilite ve passivite, ilişki içindeki
kavramlar. Yine de passivite sözcüğünün geniş gönderme
alanını korumak adına, "pasiflik" karşılığını tercih ettim.
Aynı şekilde pathos için "pathos'' , pathologique için "pa­
tolojik" ve apathique için "apathik" karşılığını kullandım.
Lyotard bu üç sözcüğü tek bir yerde kullanıyor ve coşku­
nun etik geçerliliği olmadığını, bir pathos olduğunu söylü-

21
yor. Bu kullanımda Lyotard'ın Antik retoriğin bölümlerine
gönderme yaptığını düşünebiliriz: dinleyicide uyanan ah­
laki izlenimleri inceleyen ithos ve dinleyicide heyecan ve
tutku uyandırmaya, onu duygulandırmaya yönelik araçları
inceleyen pathos. Bu çerçeveyi akılda tutarak bu kavramları
özgün halleriyle Türkçe'ye aktarmayı tercih ettim.
Çeviride kullandığım "akrabalık" sözcüğü hakkında
da kısa bir açıklama yapmak yerinde olur. Esas olarak bu
sözcüğü affinite karşılığı kullandım. Lyotard, Kant'taki Af­
finitat veya Verwandtschaft fikrine sıkça başvuruyor. Bir
yerde Massigkeit (uygunluk, uyumluluk) karşılığı olarak
da affinite kullanıyor. Bunların hepsini "akrabalık" ile kar­
şıladım. Öte ya �dan metinde antropoloji bağlamında pa­
rente kavramı da seyrek olarak geçiyor. Türkçe antropoloji
terminolojisini izleyerek bunu da "akrabalık" diye çevir­
dim ama köşeli parantez içinde Fransızcasını belirttim.
Affinite ve parente arasındaki ilişkiye dair bir not olarak
parente teriminin kan bağı ile kurulan akrabalığı, affinite
teriminin ise kan bağı olmaksızın, esasen evlilik yoluyla
kurulan akrabalığı belirttiğini söyleyebiliriz. Türkçe'de bu
ayrımı karşılamak üzere parente "akrabalık" olarak, affinite
ise "hısımlık" olarak düşünülebilir. Fakat bu terminolojik
ayrım antropoloji metinlerinin çoğunda gözetilmemekte­
dir, çünkü incelenen birçok örnekte akrabalık ilişkileri bu
ayrımı etkisiz kılan yapılar üzerinden kurulmuştur. Lyo­
tard'ın konu ettiği Cashinahua toplumu da bu örneklerden
biridir. Dolayısıyla Aynşma'yı çevirirken ben de böyle bir
ayrım gözetmedim, köşeli parantez içinde terimin Fransız­
casını vermekle yetindim.

22
Almanca ile karşılaştırmalı çevirmek gereken bu kav­
ramlardan sonra Antik Yunanca'dan gelen terimlerin çevi­
risiyle ilgili bir kısa açıklama yapmak gerekiyor. Özellikle
Lyotard'ın kullandığı iki kavram var ki bunların çevirisi çok
zor ve bu kitabın kapsamını fazlasıyla aşacak nitelikte: ce
qu'etait qu'etre (to ti en einai) ve entite (to einai) . Bunlardan
ilki için Lyotard, Pierre Aubenque'in Aristoteles'i çevirirken
kullandığı terminolojiyi izliyor. Skolastik felsefenin Aristo­
teles ve İbni Sina'ya göndermeyle quidditas (bir şeyin "neli­
ği" , ne olduğu) olarak Latinceleştirdiği bu kavramı Lyotard
kendi terimleriyle tartışmaya açıyor. Bu tartışmaya kısaca,
bir dipnotla değinmeye çalıştım. Ce qu'etait qu'etre ifadesi­
ni ise Fransızcayı temel alarak "varlığının ne olduğu" şek­
linde karşıladım. İkinci kavram entite ise Lyotard özelinde
ilkinden daha farklı bir işleve sahip. Lyotard bu kavramın
tarihini veya kapsamını sorunsallaştırmıyor, etrafındaki tar­
tışmalara gönderme yapınıyor. Kanımca kendi dilini Fran­
sızca' da yerleşik Heidegger terimlerinden ayırarak etre veya
etant kullanmaktan kaçınmak için entite sözcüğünü tercih
ediyor. Dolayısıyla ben de "varlık" ve "olan, varolan" söz­
cükleri dışında bir karşılık bulmaya öncelik verdim ve entite
kavramını Türkçe felsefe metinlerinde benimsendiğini gör­
düğüm "özvarlık" ile karşıladım. Bu çevirinin sorunlu oldu­
ğunu düşünmekle birlikte, Lyotard'ın yaptığı gibi onu genel
kullanımdaki haliyle metne dahil etmek istedim.
Son olarak Il y a ifadesinin çevirisine değineceğim.
Husserl ve Heidegger felsefelerinde kullanılan Almanca Es
gibt kalıbının karşılığı olan bu ifadenin çevirisi birçok zor­
luk barındırıyor. Öncelikle belirtelim ki bunlar, felsefede

23
kavramlaştırılmadan önce günlük dilde çokça başvurulan
Fransızca ve Almanca kalıplar. Doğrudan bir çeviriyle bun­
ları Türkçe "var" sözüyle ifade ediyoruz, "bugün yağmur
var" veya "masanın üstünde kitap var" derken olduğu gibi.
Öte yandan her iki sözcüğü de yapısal bakımdan incele­
diğimizde, Fransızca Il y a içinde avoir (sahip olmak, elde
tutmak) fiilini, Almanca Es gibt içinde ise geben (vermek)
fiilini buluyoruz. Her iki ifadede de bu fiiller üçüncü te­
kil şahısta çekilmiş ve bu kalıplar özelinde bir tür kişisiz
özne olarak düşünebileceğimiz "O" adılına bağlanmış du­
rumdalar. Ayrıca Fransızca ifadede, yer bildiren y belirteci
bulunuyor.
Aynşma'da Lyotard, fenomenoloji geleneğine ve Levi­
nas'a göndermeyle kullandığı Il y a ve Es gibt ifadelerinde
varlığın kendini vermesi (donation) fikrini vurguluyor. As­
lında burada varlık kavramına başvurmak da pek doğru gö­
rünmüyor. Her ne kadar, özellikle Heidegger felsefesinde
bu terminoloji baskın olsa da, Lyotard'ın meselesi olmanın
kendisidir, olayın ortaya çıkışıdır. Il y a , kendini sunan ve
ne olduğu belli olan bir nesne veya nesneyi alımlayacak et­
kin bir özne fikirlerinin her ikisini de bir kenara bırakmaya
izin verecek şekilde, olmanın başa gelmesini vurgulamaya
izin verir. Lyotard için bunu destekleyen bir referans da
Levinas düşüncesi bağlamında adsız bir varolma olarak il y
a' dan söz edilmesidir.
Aslında Almanca geben ve Fransızca avoir fiillerini bir
arada ifade etmeyi sağlayacak Türkçe fiil "tutmak" olabi­
lirdi. Etimolojik olarak geben, "elde tutmak, sahip olmak"
anlamındaki Latince habere fiiline bağlanabiliyor ki, Fran-

24
sızca avoir fiilinin kökeninde de bu fiil var. Bu şekilde dü­
şündüğümüzde geben (vermek) ile avoir (sahip olmak)
arasındaki anlam mesafesi azalıyor. "Tutmak" fiilinin kö­
kenine baktığımızda ise "durdurmak" anlamının öne çık­
tığını, dolayısıyla "durmak" fiiliyle bağlantı kurmanın
mümkün olduğunu görüyoruz. Türkçe "durmak" , olmak,
mevcut olmak anlamı taşıyabiliyor, "kitap masanın üstün­
de duruyor" derken olduğu gibi. Bu anlamın en bariz şekil­
de ortaya çıktığı yer, ek fiil olarak "-dır" kullanımı, çünkü
etimolojik olarak "-dır" , "durmak" fiilinden geliyor. Birçok
dilde "olmak" fiiliyle ifade edilen yapıların karşılığı olarak
Türkçe "-dır" ek fiilini kullanıyoruz, yine aynı örnekle söy­
lersek "kitap masanın üstündedir" diyoruz. Bu kavramsal
arka plandan hareketle Ay n ş ma'da Il y a ifadesini oradadır
şeklinde Türkçeleştirdim. Böylece belirsiz bir yerde, adsız
ve kişisiz başa gelen bir varolmayı ifade etmeye çalıştım.
Elbette bunların tümü , eleştiriye açık tercihler. Bu yazı­
da bahsettiğim kavramların dışında, tartışılabilecek birçok
çeviri tercihi de metinde bulunabilir. Bunların tartışılma­
sının, Türkçe felsefe dilinin gelişmesine destek olacağını
umuyorum.
Bu çeviriye görüşleriyle katkı sağlayanları burada an­
mak isterim. Öncelikle benden desteğini esirgemeyen, sa­
bırlı ve dikkatli okumalarıyla çeviride benim kadar emeği
olan editörüm Ahmet Öz'e teşekkür ediyorum. Ayrıca çe­
viri önerilerini benimle paylaşan Yusuf Yıldırım'a, Hakan
Yücefer'e, Zeynep Direk'e, Yağmur Ceylan Uslu'ya, Eylem
Hacımuratoğlu'na, Gaye Çankaya Eksen'e, Savaş Kılıç'a ve
Kaan Ökten'e içten teşekkürlerimi sunarım. Son olarak

25
tüm bu çalışmanın mümkün olmasını sağlayan İnka Ki­
tap'a teşekkür ederim.

Emine Sarıkartal
Bordeaux, 2021

26
]ean-François Lyotard 1 Ayrışma
aAMma
OKUM A ÖZETİ

Başlık.
Kavganın tersine ayrışma, (en az) iki taraf arasında, her
iki tarafın da argümanlarına uygulanabilecek bir yargıla­
ma kuralı bulunmadığından insaflıca karara bağlanamayan
bir çatışma vakası olacaktır. Argümanlardan birinin meşru
olması, diğerinin meşru olmadığı anlamına gelmeyecektir.
Yine de her iki argümana birden, sanki aralarında ayrışma
değil de kavga varmış gibi, aynı yargılama kuralı uygula­
nırsa, aralarından birine haksızlık edilmiş olur (en azından
birine; eğer ikisi de bu kuralı kabul etmiyorsa her ikisine
de) . Belli bir söylem cinsinin kurallarının ihlal edilmesi
onu zarara uğratır ve bu zarar, sözkonusu kurallara göre
telafi edilebilir. Haksızlık ise yargılamanın yapıldığı söylem
cinsinin kurallarının, yargı konusu olan söylem cinsinin
(veya cinslerinin) kuralları olmamasından doğar. Bir ede­
bi eserin veya sanat eserinin mülkiyeti zarara uğrayabilir
(eser sahibinin manevi haklan hasar görür) ; eseri bir mül­
kiyet nesnesi olarak görmek gerektiğini söyleyen ilkenin

31
Ayrışma

kendisi ise haksızlığa yol açabilir ("eser sahibinin" eserin


esiri olduğu görmezden gelinmiş olur) . Kitabın başlığı (ar­
tikelin taşıdığı genellik değeri dolayısıylaı ) , heterojen cins­
ler arasında evrensel bir yargılama kuralının genel olarak
eksik olduğunu ileri sürmektedir.

Konu.
Tek şüphe götürmez olan, cümle; çünkü cümle derhal
ve aracısız varsayılır (cümle kurulduğundan şüphe etmek
de cümle kurmaktır, susmak cümledir) . Ya da daha iyisi:
cümleler, çünkü tekil çoğulu çağırır (tıpkı çoğulun tekili
çağırması gibi) ve tekil ile çoğul birlikte zaten çoğuldur.

Tez.
Bir cümle, en sıradan cümle, bir grup kurala göre oluş­
turulur (bu onun rejimidir) . Birçok cümle rejimi vardır:
akıl yürütmek, bilmek, betimlemek, anlatmak, sorgula­
mak, göstermek, emretmek, vs. Heterojen rejimlere ait iki
cümle birbirine tercüme edilemez. Belli bir söylem cinsinin
koyduğu ereğe [Jin] göre birbirleriyle zincirleme bağlantı
kurabilirler. Örneğin diyalog kurmak, bir gösterme cüm­
lesini (göstermek) veya bir tanımı (betimlemek) bir sor­
gulama cümlesine bağlayabilir, burada mesele [ enjeu] , her
iki tarafın da bir göndergenin [ referent] anlamı konusunda
hemfikir olmasıdır. Bu söylem cinsleri, heterojen cümleler
için zincirleme bağlantı kuralları üretirler ve bu kurallar
belli hedeflere [ but] varmaya yöneliktir: bilmek, öğretmek,

1 Lyotard, le difftrend ifadesindeki artikelin (le) taşıdığı genellik


anlamına vurgu yapıyor. Kitabın konusu belli bir ayrışma değil,
genel olarak heterojen söylem cinsleri arasındaki kökensel ayrış­
madır. -çn

32
Ayrışma

adil olmak, baştan çıkarmak, haklılaştırmak, değerlendir­


mek, duygulandırmak, kontrol etmek. Genel olarak "dil"2
yoktur, sadece bir İde'nin nesnesi olarak dil vardır.

Soru.
Bir cümle "başa gelir" Onunla nasıl zincirleme bağlan­
tı kurulabilir? Bir söylem cinsi, kuralı gereği bir mümkün
cümleler kümesi sunar, bunların her biri belli bir cümle reji­
mine aittir. Ama başka bir söylem cinsi de başka bir mümkün
cümleler kümesi sunar. Bu kümeler arasında (veya bunları
çağıran cinsler arasında) bir ayrışma vardır, çünkü bunlar
heterojendir. Oysa zincirleme bağlantıyı "şimdi" kurmak ge­
rekir, bir başka cümlenin başa gelmemesi mümkün değildir,
zorunluluktur bu, yani zamandır, sessizlik de bir cümledir,
son cümle yoktur. Kesin karar vermek için evrensel yetkiye
sahip bir cümle rejimi veya söylem cinsi bulunmadığından,
zincirleme bağlantı kurmanın, mümkün cümleleri aktüel­
leşmeyen rejimlere veya söylemlere haksızlık etmesi zorun­
lu değil midir?

Sorun.
1° Çatışmalardan kaçınmak mümkün olmadığına (ka­
yıtsız kalmak mümkün olmadığına) ve 2° çatışmaları son­
landıracak evrensel bir söylem cinsi bulunmadığına göre,
veya şöyle diyelim, yargıcın taraf tutması zorunlu olduğu­
na göre, yargılamayı neyin yasallaştırabileceğini ("doğru"
bağlantıyı) veya en azından düşünmenin onurunun nasıl
kurtarılabileceğini bulunuz.

2 Dilbilim bağlamında langage için "dil" , langue için "dil-sistemi"


karşılığını kullandık. -çn

33
Ayrışma

Mesele.
Okuru (ilk okur, yani Y.3 de dahil olmak üzere) şuna
ikna etmek: bir cümlenin diğer cümleyle arasındaki zincir­
leme bağlantıda duruma göre düşünce, bilgi, etik, politika,
tarih veya varlık da meseleye dahildir. "İnsan" vardır, "dil"
vardır, insan kendi erekleri doğrultusunda dilden faydala­
nır, eğer insan ereklerine ulaşamıyorsa bunun sebebi "daha
iyi" bir dil "aracılığıyla" dil üzerinde iyi bir kontrol sağ­
lanamamış olmasıdır gibi, hümanizm ve "insan bilimleri"
yüzyıllarının okurda yol açtığı önyargıları kırmak. Felsefe­
yi, iki rakibiyle arasındaki ayrışmada savunmak ve methet­
mek: dışarıdaki rakibi ekonomik söylem cinsi (mübadele ,
sermaye) , kendi içindeki rakibi akademik söylem cinsi
(ustalık) . Bir cümlenin başka bir cümleye bağlanmasının
sorunsal olduğunu ve bu sorunun politika olduğunu göste­
rerek, felsefi politikayı "entelektüellerin" ve politikacıların
politikasından uzakta ayağa kaldırmak. Ayrışmaya tanıklık
etmek.

3 (Fr. A.) Yazar, yaratıcı. Lyotard kitap boyunca kendisinden "A. "
olarak bahsediyor. Bununla ilk akla gelen, "eser sahibi" , "yazar"
veya "yaratıcı" anlamındaki "auteur" sözcüğünün kısaltması ola­
caktır. Bu kısaltmaya makale veya kitap değerlendirme yazıların­
da sıkça başvurulur. Lyotard bunu kullanarak kendi metninde
kendisinden bir başkası gibi söz ediyor. Böylece Aynşma, onu
değerlendirecek bir başkayla karşılaşmadan önce, başka kisve­
sine bürünen eser sahibinin kendini dışsallaştırma sahnesine
dönüşüyor. Kitap boyunca Lyotard'ın hayali diyalog partnerleri
üzerinden kendi kendisiyle tartışması, argümanlarına getirilebi­
lecek eleştirileri önceden tahmin edip yanıtlamaya çalışması da
bu duyguyu güçlendiriyor. Bu tavrın, Ay n şma'nın bir olay olarak
ortaya çıkışını baskıladığı, bir tür koruma kalkanı görevi gördü­
ğü düşünülebilir. -çn

34
Ayrışma

Bağlam.
Batı felsefesindeki "dil dönemeci" (Heidegger'in son eser­
leri, Anglo-Amerikan felsefelerinin Avrupa felsefesi içine
dahil oluşu, dil teknolojilerinin gelişimi) ; buna bağlı olarak,
evrenselci söylemlerin çöküşü (modern zamanlann metafizik
öğretileri: ilerleme, sosyalizm, bolluk, bilme anlatılan) . "Te­
ori" karşısındaki bıkkınlık ve ona eşlik eden zavallı gevşeme
(yeni şu, yeni bu, post-şu, post-bu, vs.) Felsefe yapma zamanı.

Bahane.
Y.'ye işaret veren iki düşünce: üçüncü Kritik'in ve tarih­
sel-politik metinlerin ( "dördüncü Kritik"in) Kant'ı, Felsefi
Soruştunnalar'ın ve ölümünden sonra yayınlanan metin­
lerin Wittgenstein'ı. Y.'nin hayal ettiği bağlamda bunlar
modernliğin epilogları ve onurlu bir postmodernliğin pro­
loglarıdır. Evrenselci öğretilerin (Leibnizci veya Russellcı
metafizik) çöktüğünü tespit ederler. Bu öğretilerin, ayrış­
maları kesin çözüme bağlayabildiğini sandıkları terimleri
sorgularlar (gerçeklik, özne, müştereklik [communaute] ,
ereksellik) . Bunları, Husserlci "sağlam bilimin" yaptığın­
dan çok daha sağlam biçimde sorgularlar; Husserlci "sağ­
lam bilim" eidetik çeşitleme ve transandantal apaçıklık
yoluyla ilerler ve bunlar Descartesçı modernliğin nihai
kaynaklarıdır. Tersine Kant entelektüel görü olmadığı­
nı söyler, Wittgenstein da bir terimin imlemesinin onun
kullanımı [ usage] olduğunu. Cümlelerin özgürce incelen­
mesi, cümle rejimleri arasında (kritik) bir ayrıma götürür
(Kant'ta fakültelerin birbirinden ayrılması ve birbiriyle
çatışması; Wittgenstein'da dil oyunlarının ayrıştırılması) .
Saçılma [dispersion] düşüncesini hazırlarlar (diaspora, diye
yazar Kant) ki bu düşünce Y.'ye göre bizim bağlamımızı

35
Ayrışma

oluşturur. Onlann mirası bugün antropomorfizme borç


yükünden kurtarılmalıdır (her ikisinde de "kullanım" fik­
ri, Kant'ta transandantal, Wittgenstein'da empirik antropo­
loj izm) .

Kip.
Kitabın kipi felsefidir, refleksiftir. Y.'nin uyduğu tek
kural, ayrışma vakalarını incelemek ve bu vakalara fırsat
veren heterojen söylem cinslerinin kurallarını aramaktır.
Bir teorisyenden farklı olarak kendi söyleminin kurallarını
önceden varsaymaz, sadece söyleminin bazı kurallara uy­
ması gerektiğini varsayar. Kitabın kipi teorik (veya başka
bir şey) değil felsefidir, yani meselesi kendi kurallarını keş­
fetmektir, ilke olarak bu kuralların bilgisine sahip olmak
değil. Tam da bu yüzden, incelediği ayrışmaları kendi ku­
rallarından hareketle kesin çözüme bağlamayı kendine ya­
saklar (örneğin spekülatif veya analitik cinslerin tersine) .
Bu kip, mantıkçının kullandığı anlamda değil (bir dil-nes­
nenin4 gramerini oluşturmaz) , dilbilimcinin kullandığı an­
lamda bir üstdil5 kipidir (nesnesi cümlelerdir) .

Cins.
Poetik anlamda kitabın cinsi, bir nesneye ilişkin Göz­
lemler, Uyanlar, Düşünceler, Notlar'dır, yani süreklilik
göstermeyen bir Deneme biçimidir. Bir taslak defteri mi?
Refleksiyonlar bir dizi numara halinde sıralanmış ve bö­
lümlere ayrılmıştır. Dizi duruma göre Notlar ile kesilmek­
tedir; bunlar felsefi metinlere ait okuma notlarıdır. Ama
kitabın tamamı baştan sona okunabilir.

4 Fr. langue-objet. -çn


5 Fr. mttalangage. -çn

36
Ayrışma

Stil.
Y.'nin naif ideali stilin sıfır derecesine ulaşmak ve ta­
bir caizse okurun düşünceyi eline almasını sağlamaktır. Bu
zaman zaman ortaya veciz bir bilgelik tonu çıkmasına yol
açar; bunu görmezden gelmek uygun olur. Kitabın tempo­
su "zamanımızın" temposu değildir. Biraz modası geçmiş
mi? Y. en sonda, "zamanımızın" zamanı konusunda bir
açıklama yapmaktadır.

Okur.
Felsefi okur, yani "dilin" sonuna gelmemeyi ve "zaman
kazanmamayı" kabul etmek koşuluyla herkes. Yine de bu
okuma özeti okurun, eğer böyle bir hevese kapılırsa, oku­
madan "kitaptan bahsetmesini" sağlayacaktır. (Notlar için­
se biraz daha profesyonel bir okur. )

Yazar.
Bu refleksiyonları Rudiments Paiens [Pagan Temeller]
( 1977) kitabının "Priere de desinserer" bölümünde6 ve
Postmodern Du ru m 'un ( 1979) Giriş kısmında ilan etmiş­
tir. Kendini tekrar ediyor gibi görünmekten çekinmese, bu
çalışmaya Libidinal Ekonomi'nin ( 1974) yayınlanmasından
hemen sonra başladığını itiraf ederdi. Hatta . . . Bu refleksi­
yonlann nihayetinde gün yüzüne çıkması ancak Paris VIII
(Saint-Denis'deki Vincennes) Üniversitesi ile CNRS arasında
yapılan bir anlaşma ve CNRS araştırmacıları Maurice Cave­
ing ile Simone Debout-Oleszkiewicz'in nezaketi sayesinde

6 Fr . "Yerleştirmeyin lütfen ! " Lyotard bir söz oyunu yaparak Rudi­


ments Paiens için yazdığı kısa önsöze bu başlığı veriyor. Pritre de
desinserer, pritre d'inserer ifadesinin olumsuz hali gibi düşünü­
lebilir: Pritre d'inserer, yeni çıkan kitaplann arasına yerleştirilen
kısa bir basın bültenidir. -çn

37
Ayrışma

mümkün olmuştur. Okur değilse bile Y. onlara müteşek­


kirdir.

Hitap.
Demek önümüzdeki yüzyılda artık kitaplar olmayacak.
Zaman kazanmak başarı sayılırken okumak fazla uzun.
Adına kitap denen nesne medyanın, bir filmin, gazete söy­
leşisinin, televizyon programının, bir kasetin öncelikle adı
ve başlığıyla "mesajını" (enformasyon7 olarak ederini) ilet­
tiği basılı bir nesne olacaktır ve yayıncı (ki kendisi filmi,
söyleşiyi, programı, vs. de üretmiş olacaktır) bunun satı­
şından kar elde edecektir, çünkü genel kanı, embesil yerine
konmamak için, toplumsal bağın kopmaması için, aman
yarabbi, bu nesneye "sahip olmak" (yani onu satın almak)
gerektiği olacaktır. Kitap promosyon olarak dağıtılacak ve
yayıncıya finansal, okura ise sembolik kar sağlayacaktır.
Elinizdeki bu kitap, başka kitaplarla birlikte, seri sonudur.
Düşünceyi iletilebilir kılmak için harcadığı tüm çabaya
rağmen Y. başarısız olduğunu bilmektedir; kitap fazla ha­
cimlidir, fazla uzundur, fazla zordur. Promosyoncular kaç­
mıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse çekingenliği, onlar­
la " temasa geçmesine" engel olmuştur. Neyse ki bir yayıncı
tüm bu sayfaları basmayı kabul etmiştir ve o da (tam da bu
sebeple) mahkum olmuştur.
Filozofların asla kurulu , atanmış [ institues] alıcıları ol­
mamıştır, yeni bir şey değil bu . Refleksiyonun varış yeri

7 Fr. Information. Lyotard için bu sözcüğün bilimsel nitelikli bil­


giden (connaissance) ve genel olarak bilme ediminden (savoir)
farklı bir anlamı var: bilginin maddi içeriğini, salt niceliğini ifade
ediyor. Bunu değiş-tokuş edilen, mübadele değeri taşıyan bilgi
olarak düşünebiliriz. -çn

38
Ayrışma

[destination] de bir refleksiyon konusudur. Seri sonu uzun


zamandır devam ediyor, yalnızlık da öyle. Oysa yeni bir
şeyler var: Bugün "kamusal alanda" hakim olan zamanla
ilişki, neredeyse şöyle yazacağız: "zamanın kullanımı"
Refleksiyonun reddedilmesinin nedeni tehlikeli veya ra­
hatsız edici olması değil, basitçe zaman kaybettirmesi ve
"hiçbir işe yaramaması" , zaman kazandırmaya yaramama­
sıdır. Oysa başarı, zaman kazanmaktır. Örneğin bir kita­
bın ilk baskısı çabuk tükendiyse , bu bir başarıdır. Bu , eko­
nomik cinsin erekliliğidir. Felsefe kendi refleksiyonlarını
birçok cins adı altında yayınlayabilmiştir (sanatsal, politik,
teolojik, bilimsel, antropolojik) , bunun bedeli çeşitli ağır
haksızlıklar ve hor görülme olmuştur ama ne yapalım . . .
- öte yandan ekonomik hesap felsefe için ölümcül görün­
mektedir. Ayrışma, refleksiyonun içeriği ile ilgili değildir.
Onun nihai önkoşuluna dokunur. Refleksiyon, olayın or­
taya çıkışına [ occurrence] dikkat etmeyi, başımıza ne geldi­
ğini önceden bilmemeyi gerektirir. Başa geliyor mu ?8 soru­
sunu açık bırakır. Şimdiyi (sıkıntılı sözcük) elde tutmaya
çalışır. 9 Ekonomik cinsin kuralı, başa gelenin ancak zaten
temize çıktıysa, yani başa geldiyse başa gelebilmesidir.
Mübadelenin önkoşulu , devrin önceden bir karşı-devir ile
geçersiz kılınmasıdır, kitabın baskısının satışı ile geçersiz
kılınmasıdır. Ve bu ne kadar hızlı olursa o kadar iyidir.
Bu kitabı yazarken Y. , tek alıcısının Başa geliyor mu ?
sorusu olduğu duygusuna kapıldı. Gelen cümleler bu so-

8 Fr. Arrive-t-il ? -çn


9 Şimdiyi elde tutmak: Maintenir le maintenant. "Şimdi" anlamın­
daki maintenant sözcüğünün etimolojik kökenine göre doğrudan
çevirisi "elde tutarken" olacaktır. -çn

39
Ayrışma

ruyu çağırmaktadır. Ve elbette Y. , bu cümlelerin varış ye­


rine ulaşıp ulaşmadığını asla bilemeyecektir. Ve de hipotez
olarak zaten bilmemelidir. Tek bildiği, bu bilmemenin olay
[ tvtnement] tarafından zamanın hesaplı kullanımına göste­
rilebilecek nihai direnç olduğudur.

40
AYRIŞ M A

1 . Öğrendiniz ki, dil yeteneğine sahip insanlar öyle bir


duruma sokulmuşlardır ki hiçbiri bu durumun daha önce
nasıl olduğunu şimdi size iletemez. Çoğu o zaman kaybo­
lup gitmiştir, hayatta kalanlar ise bundan nadiren söz eder­
ler. Söz ettiklerinde, tanıklıkları bu durumun ancak çok
ufak bir parçasıyla ilgilidir. O halde bu durumun kendisi­
-

nin var olmuş olduğunu bilmek nasıl mümkündür? Size bu


haberi verenin hayal ürünü olmasın sakın? Ya bu durum
bu şekilde var olmamıştır. Ya da var olmuştur ama size ha­
ber verenin tanıklığı yanlıştır, çünkü o da ya kaybolup git­
miş olmalı ya da susmalıdır, veya konuşuyorsa ancak kendi
tekil deneyimine tanıklık edebilir ve bunun da sözkonusu
durumun bir parçası olduğunu kanıtlamak gerekir.

2. "Binlerce belge analiz ettim. Konunun uzmanlarını ve


tarihçileri sorularımla bıktırdım. Toplama kampına yollan­
mış ve kendi gözleriyle gerçekten bir gaz odası görmüş ol­
duğunu bana kanıtlayabilecek tek bir kişi aradım boş yere"
(Faurisson, içinde Vidal-Naquet, 1981: 227) . "Kendi gözle-

41
Ayrış m a

riyle gerçekten bir gaz odası görmüş" olmak, bu odaların


var olmuş olduğunu söyleme ve buna şüpheyle bakanı ikna
etme yetkisini veren koşul olacaktır. Ayrıca bir de gaz oda­
sının, onu gördüğü anda insanı öldürdüğünü kanıtlamak
gerekir. Öldürdüğünün tek geçerli kanıtı ölmüş olmaktır.
Ama eğer insan öldüyse, bunun gaz odası yüzünden oldu­
ğuna tanıklık edemez. - Şikayetçi, gaz odalarının varlığı
konusunda, yani Nihai Çözüm denen durum hakkında
kandırılmış olmaktan şikayet eder. Argümanı şöyledir: bel­
li bir yerin gaz odası olduğunu tespit etmek için ancak bu
gaz odasının bir kurbanını tanık olarak kabul ederim; oysa
karşı tarafa göre tüm kurbanlar ölüdür, aksi takdirde bu
gaz odası onun savunduğu şey olamazdı; dolayısıyla gaz
odası yoktur.

3. Mesleğini savunan yayıncı şöyle der: tüm yayıncılar


tarafından reddedilmiş, dolayısıyla asla tanınmamış çok
önemli bir kitap örneği verebilir misiniz bana? Bu türden
bir şaheser bilmiyor olmanız en rnuhternelidir, zira eğer
varsa bile kimse bunu bilmiyordur. Ve eğer böyle bir ki­
tap bildiğinize inanıyorsanız , bunun çok önemli bir kitap
olduğunu söyleyemezsiniz , zira kamuya mal edilmemiş­
tir, ancak sizin için önemli olabilir. Dernek ki böyle bir
kitap bilmiyorsunuz ve yayıncı haklıdır. - Buradaki argü­
man da önceki nurnaralardakiyle aynıdır. Gerçeklik [ rea­
lite ] , şu veya bu "özneye" "verili" olan şey değildir, oy
birliğiyle onaylanmış bir protokolle tanımlanan ispatlama
prosedürlerinin uygulanmasından ve bunu herkesin iste­
diği kadar tekrar etme imkanına sahip olmasından kay­
naklanan bir gönderge (sözü edilen şey) halidir gerçeklik.
Yayıncılık bu protokollerden biri olacaktır, tarihsel bilim
de başka biri.

42
Ayrışma

4. İvancıı tanık ya komünist değildir ya da komünist­


tir. Eğer öyleyse, İvan toplumunun komünist olduğuna
tanıklık etmesi gerekmez, çünkü bu toplumun komünist
karakterinin gerçekliğini ispatlayan prosedürleri uygulaya­
bilecek olanların yalnızca komünist yetki sahipleri olduğu­
nu kabul eder. Bu yüzden, nasıl ki sıradan insan bir virü­
sün veya nebulanın varlığını olumlamak için biyoloğa veya
astronoma güvenir, o da aynı şekilde bu yetki sahiplerine
güvenir. Eğer onlara rıza göstermeyi bırakırsa, komünist
olmayı da bırakır. Bu durumda yine başlangıç noktasına
döneriz: komünist değildir. Bu demektir ki İvan toplumu­
nun komünist karakterinin gerçekliğini ispatlayan prose­
dürleri bilmez veya bilmezden gelir. Bu durumda onun ta­
nıklığına, Marslılar'la iletişim kurduğunu söyleyen birinin
tanıklığına ne kadar güvenilirse o kadar güvenilir. Dolayı­
sıyla "muhalefet eylemlerinin, İvan devleti tarafından tıpkı
hırsızlık, çetecilik, spekülasyon, vs. gibi müşterek huku­
ku ilgilendiren bir suç olarak kabul edilmesinde şaşılacak
bir şey yoktur. ( . . . ) Apolitik bir toplumdur bu" (Zinoviev,
1977: 46 1 ) . Daha doğrusu bilgi odaklı devlettir2 ( Chatelet,
1 982) , ancak ispatlanmış gerçekliği tanır ve gerçekliği is­
patlama prosedürlerinin tekeline sahiptir.

5. Oysa komünizm ile bir virüs veya nebula arasında


fark vardır: bunları gözlemleme imkanı vardır, bilgi nesne­
sidirler, oysa komünizm tarihsel-politik aklın bir idesinin
nesnesidir ve gözlemlenemez (Kant Notu 4, § 1 ) . Genel
olarak bir idenin nesnesinin gerçekliğini ispatlamak için

1 Rus Çan Korkunç İvan'a gönderme. Bu tabir, Stalin Rusyası'nda­


ki baskı ortamını ifade etmek üzere kullanılıyor. -çn
2 Fr. l 'Etat savant. -çn

43
Ayrışma

oybirliğiyle onaylanmış bir protokolle tanımlanan ve isten­


diği kadar tekrar edilebilir prosedürler yoktur. Örneğin ev­
ren fiziğinde bile, evrenin gerçekliğini ispatlayacak böylesi
bir protokol bulunmaz, çünkü evren bir idenin nesnesidir.
Genel kural olarak, bütün3 (veya mutlak) kategorisi altında
düşünülen bir nesne, bilgi nesnesi değildir (gerçekliğini bir
protokolle sınayamayız, vs. ) . Bunun tersini söyleyen ilkeye
totalitarizm denecektir. Bir cümlenin göndergesinin ger­
çekliğini bilgi protokolüne göre ispatlama gerekliliği tüm
cümlelere, özellikle de bir bütüne gönderen cümlelere ya­
yılıyorsa eğer, o zaman bu gereklilik, ilkesi gereği totaliter
olur. Bu yüzden cümle rejimlerini ayırmak önemlidir: şu
veya bu mahkemenin şu veya bu cümle için yetkilerini sı­
nırlamak anlamına gelir.

6. Şikayetçinin (no. 2) vardığı sonuç şu olmalıdır: tanık


ancak kurban olabileceğine ve kurban da ölmüş olacağına
göre, hiçbir yerin gaz odası olduğu tespit edilemez. Şika­
yetçi öyle bir yerin olmadığını değil, karşı tarafın bunun
olduğunu kanıtlayamayacağını söylemelidir ve bu, mahke­
meyi zor duruma sokmak için yeterli olmalıdır. Maruz kal­
dığı haksızlığın kanıtını sunmak karşı tarafın (kurbanın)
görevidir !

7 . Haksızlık [ tort ] şudur: zarara uğradığını [ domma­


ge] kanıtlayacak imkanların kaybedildiği bir zarara uğ­
ramak. Eğer kurban hayatından veya tüm özgürlükle­
rinden edildiyse veya fikirlerini ve inançlarını açıklama
özgürlüğünden ya da basitçe zarara uğradığına tanıklık
etme hakkından mahrum bırakıldıysa, veya daha da ha-

3 Fr. tout. -çn

44
Ayrışma

sitçe tanıklık cümlesinin kendisi yetkiden yoksun bıra­


kıldıysa (no . 24-27) durum budur. Tüm bu durumlarda ,
zararın oluşturduğu mahrumiyete eklenen bir imkansız­
lık vardır: zararı başkasının ve özellikle de bir mahke­
menin bilgisine sunma imkansızlığı. Eğer kurban bu im­
kansızlığı aşıp yine de maruz kaldığı haksızlığa tanıklık
etmeye çalışırsa, şu iddiaya toslar: ya şikayet ettiğiniz
zarar gerçekleşmemiştir ve tanıklığınız yanlıştır ya da
gerçekleşmiştir, zira buna tanıklık edebiliyorsunuz , ama
uğradığınız bir haksızlık değil , yalnızca bir zarardır ve
tanıklığınız yine yanlıştır.

8. Ya bir haksızlığın kurbanısınızdır ya da değilsinizdir.


Eğer değilseniz, öyle olduğunuzu söyleyerek yanılıyorsunuz
(veya yalan söylüyorsunuz) . Eğer öyleyseniz, bu haksızlığa
tanıklık edebildiğinize göre, bu uğradığınız bir haksızlık de­
ğildir ve siz, haksızlık kurbanı olduğunuza tanıklık ederek
yanılıyorsunuz (veya yalan söylüyorsunuz) . Yani: p: haksız­
lık kurbanı oldunuz; değil-p: haksızlık kurbanı olmadınız;
Dp: p cümlesi doğrudur; Yp: p cümlesi yanlıştır. Argüman
şu şekildedir: p veya değil-p; eğer değil-p ise o halde Yp; eğer
p ise o halde değil-p, o halde Yp. Eskiler bu argümana iki­
lem4 derlerdi. Palo Alto okulunun incelediği double-bind'ın
anahtarı [ cheville] bu argümandır, aynca Hegel'in diyalek­
tik mantığına da gücünü veren budur (Hegel Notu, § 2) . Bu
anahtar iki mantık işleminin, dışlama: ya . . . ya da. . . ve ge­
rektirme: eğer . . . o halde . . . işlemlerinin iki çelişik önermeye,
p ve değil-p önermelerine uygulanmasından ibarettir. Yani
aynı anda: [ (ya p ya da değil-p) ve (eğer p ise o halde değil-p) ] .

4 Fr. dilemme. -çn

45
Ayrışma

Sanki şöyle diyormuşsunuz gibi: ya beyazdır ya da beyaz


x

değildir; ve: eğer beyaz ise o halde beyaz değildir.

PROTAGORAS

1 . " Derler ki bir gün Protagoras, öğrencisi Evathle'dan ücreti­


ni (misthos) ödemesini istemiş; Evathle en ufak bir zafer bile ka­
zanmadığını (oudepô niken nenikeka) söyleyerek itiraz ettiğinde
ise Protagoras şöyle cevap vermiş: eğer ben kazanmalıysam (egô
men an nikesô) kazanan ben olduğum için (oti egô enikesa) , sen
kazanmalıysan da sen olduğun için paramı ödemen gerek" (Diels
ve Kranz : 80, A l , A4; Capizzi: 1 58) .
Bu hikaye didaktik değer taşır, çeşitli biçimlere bürünmüş
halde ona sıkça tesadüf etmemiz [ occurrences ] bunu kanıtlar
( Capizzi: Apuleius, Aulus-Gellius, Ammonius, Diogenes Laer­
tius, Lukianus) . Birçok paradoks içermektedir (Mackie , Burn­
yeat) .
Üstat ve öğrenci bir anlaşmaya varmıştır: Üstat, ancak öğ­
renci eğitimi boyunca mahkemelerde savunduğu davalardan en
azından birini, aldığı eğitim sayesinde kazanırsa ücret alacaktır.
Seçenekler basit, yargılama kolaydır: Evathle en az bir kere ka­
zandıysa parayı öder; aksi takdirde borcu yoktur. Ve de kazan­
mamış olduğuna göre, bir şey ödemesi gerekmez . Protagoras'ın
cevabı, belirsizliğe yol açan kısalığıyla, bu seçenekleri ikileme
dönüştürür. Eğer Evathle bir kere kazandıysa parayı ödemelidir.
Eğer asla kazanmadıysa yine de en azından bir kere kazanmış
olacaktır ve parayı ödemelidir.
Evathle'ın hep kaybetmiş olduğu halde kazandığını söylemek
nasıl mümkündür? Hep kaybedip kaybetmediğine karar vermek
için göz önüne alınması gereken kavgalar dizisine Protagoras ile

46
Ayrışma

yaşadığı şu anki kavgayı da dahil etmek yeterlidir. Önceki tüm


kavgalarda kaybetmiştir. Öyleyse, bir kere kazandığını söyleyen
Protagoras karşısında, hiç kazanmadığını belirterek kazanmış
olur. Ve bu şekilde Protagoras'la giriştiği kavgada zafer kazanı­
yorsa, en azından bir kere kazanmış demektir.

2. Paradoksun dayanağı , bir cümlenin kendi kendini gön­


derge olarak alma gücüdür [Jaculte ) . Kazanmadım , diyorum
ve derken kazanıyorum. Protagoras modus (bildiren öncüm­
lc: Evathle der ki) ile dictum'u , b ir gerçekliği belirten evrensel
olumsuzlamayı (Evathle bir kere kazanmamıştır) birbirine ka­
rıştırır. Russell bu türden karış ık l ıkla rı ö nlem e k için tipler teo­
risini ortaya atar: eğer bir önerme (üstat ile öğrenci arasındaki
kavgaya dair hüküm) bir önermeler bütününe gönderiyorsa
(önceki kavgalara dair hükümler) , kendisi bu bütünün parça­
sı olamaz. Olursa , olumsuzlama bakımından (yani çelişmezlik
ilkesi bakımından) tutarlılığını kaybeder, doğruluk değeri be­
lirlenemez.
Göndergesi bütün cümleler olan cümle, kendi göndergesinin
parçası olmamalıdır. Aksi takdirde "düzgün kurulmamış" 5 olur
ve mantıkçı tarafından reddedilir. (Yalan söylüyorum şeklinde
gelişen Yalancı Paradoksu'nun durumu budur. ) Mantıkçı, bu il­
keyi bilmeyen sofisti aşağılar; oysa sofist ilkeyi bilmiyor değildir,
onu keşfettirir (ve bunu gülerek yapar, oysa İvan iktidarı ağlatır)
(no. 4) .

5 Fr. phrase mal formte: Lyotard mantıktaki well formed formula


ifadesine gönderme yapıyor. Bununla kastedilen sentaks açı­
sından düzgün önermelerdir. Düzgün kurulmamış önerme ise
sentaks bakımından düzgün kurulmamış, dolayısıyla aslında
önerme de olmayan biz söz öbeğidir. -çn

47
Ayrışma

Russell'ın tipler aksiyomu , mantık cümleleri (önermeler)


için bir kurulum kuralıdır. Erekliliği ile belli bir söylem cinsi­
nin, mantığın sınırlarını çizer: bu erek, bir cümlenin doğruluğu
konusunda kesin karara varmaktır. Protagoras'ın argümanı man­
tıkta kabul edilemez, çünkü kesin karara varmayı engeller. Başka
bir cinste kabul edilebilir mi?

3. Önermenin konusunu oluşturan bütün, dizi şeklindedir: n


sayıda kavga vardır, üstat ile öğrenci arasındaki "aktüel [ edim­
sel] " kavga bunlara eklenir: n + 1 . Protagoras onu hesaba katarak
şöyle demiş olur: n = n + 1 . Aslında bu sentez bir "edim" daha
gerektirir: (n + 1) + 1 . Bu "edim" , Protagoras'ın yargısına karşı­
lık gelir. Bu yüzden Protagoras kararını geniş zamanda (enihesa)
cümleleştirir, belirsizliğin zamanıdır bu: Eğer sen kazanırsan, ka­
zanan ben olurum. Bütünün dizi şeklinde olması , mantık cinsinin
dışında bırakılmış olan zamanın hesaba katılmasını sağlar. El­
bette, en azından kavganın bu yönünü açığa çıkarmayı sağlayan
zamansal mantıklar da vardır.
Bu yönden, Evathle'ın argümanı şöyle olmayacaktır: Hiçbir
savunmam kazanan değil (evrensel olumsuzlama, buna değil-p
diyelim) ; şöyle olacaktır: Hiçbir savunmam kazanan olmamıştır.
Zaman mantığı içinde ifade edildiğinde (Gardies) , bu cümle
şöyle yazılacaktır: Şimdiden önceki tüm zamanlar için, o zamanda
değil-p doğrudur. Doğrunun yeri "şimdi" üzerinden bulunur. O
halde Protagoras'ın şöyle demesinde bir sakınca yoktur: En azın­
dan bir zaman vardır ki ve bu zaman şimdi veya daha sonradır, bu
zamanda p doğrudur.
Şimdi pekala aynı zamansal mantık işlemcisidir, her ne ka­
dar Protagoras'ın cümlesindeki şimdinin dizideki yeri, Evathle'ın
şimdisinin yeriyle aynı olmasa da . Eğer bu şimdileri keyfi bir t0
kökenine göre konumlandırırsak Evathle'ın şimdisi t 1 adını alır-

48
Ayrışma

ken Protagoras'ınki t2 adını alacaktır. Ama t0 gibi keyfi bir köken


tam da şimdi dediğimiz şeydir.
Bu bakımdan Protagoras'ın yaptığı sadece zamansal "şim­
di" deiktiğinin kendine verdiği hem zamansal dizilerin köke­
ni olma ( önce ve sonra) hem de bu dizilerin bir unsuru olma
gücünden faydalam p aktır (Schneider, 1980) . Aristoteles aynı
sorunu , şimdi ile ilişkisi içinde önce/sonra ikilisinin analizin­
de bulur ve inceler (Aristoteles Notu) . Buradaki çelişik cümle­
nin , düzgün kurulmadığı için elenmesi mümkün değildir. Onu
kabul etmesi gereken söylem cinsi mantık değil , " fizik" tir ve
onun da göndergesi cümle değil , hareket halindeki nesnelerdir
(cümleler de dahil) . Genel görelilik ona evren fiziği içinde yer
alma hakkı verecektir.

4. Cümleler, sonsuz bir dizi oluşturan hareket halindeki


nesneler olarak kabul edildiklerinde , fiziksel bir evren oluştu­
rurlar. Bu durumda , bu evrene gönderen cümle hipotez ola­
rak zaten bu evrenin parçasıdır: bir sonraki anda onun parçası
olacaktır. Bu şekilde ele alınan cümleler dizisine tarih dersek,
tarihçinin cümlesi , fiziksel olarak, gönderdiği evrenin "parça­
sı olacaktır" Tarihselciliğin ve dogmatizmin açığa çıkardığı
zorluklar bundan kaynaklanır. İlki , cümlesinin kendi gönder­
gesinin, yani tarihin parçası olduğunu , ikincisi ise olmadığını
bildirir.
Saf aklın antinomilerinin çözümünde (KRV) Kant, dizi so­
rusunun kozmoloj ik İdelerin yol açtığı tüm çatışmaları içinde
barındırdığını yazar. "Son" cümle , öncekilerin sentezini yapar.
Onların oluşturduğu kümeye dahil midir değil midir? Dogma­
tizm hayır diye cevap verir, empirizm evet diye. Kritisizm ise
dizinin asla verili (gegeben) olmadığını, yalnızca önerilmiş (auf­
gegeben) olduğunu , çünkü sentezinin daima sonraya bırakıldı-

49
Ayrışma

ğını belirtir. Diziyi sentezleyen cümle (Evathle'ın savunmaları


kümesiyle ilgili verilen aktüel yargı) , "meydana geldiği" anda
(bir olayın ortaya çıkışı olarak) dizinin parçası değildir ama ka­
çınılmaz olarak bir sonraki cümlenin sentezlediği dizinin par­
çası olmaya yazgılıdır. Dünyanın, özellikle de insan tarihinin
dünyasının oluşturduğu dizi ne sonludur ne de sonsuz (her
ikisi de aynı şekilde savunulabilir) , dizinin sentezine gelince, o
" tanımsızdır" (KRV: 3 8 1 -389) .

5 . Protagoras'ın argümanı bir antistrephon'dur. Tersine çev­


rilebilir. Aulus-Gellius'un versiyonunda üstat ile öğrencinin tar­
tışması mahkeme önünde yaşanır. Onu şöyle aktarabiliriz : Pro­
tagoras: Eğer (bana karşı) kazanırsan, kazanmış olacaksın; eğer
(bana karşı) kaybedersen, her zaman (başkalarına karşı) kaybet­
tiğini söylediğin için , yine kazanmış olacaksın. Yargıçlar şaşırır.
Evathle: Eğer (sana karşı) kaybedersem, kaybetmiş olacağım;
eğer (sana karşı) kazanırsam, her zaman kaybettiğimi söylediği­
me göre , yine kaybetmiş olacağım. Yargıçlar hükümlerini ertele­
meye karar verirler. Dünya tarihi nihai yargılamada bulunamaz .
Yargılanmış yargılardan oluşmuştur.

9. Haksızlığa maruz kaldığını kanıtlayamamak, kurba­


nın durumudur. Şikayetçi, zarara uğramış ve bunu kanıt­
layacak imkanlara sahip olan biridir. Eğer bu imkanları
kaybederse kurban haline gelir. Örneğin onu zarara uğra­
tan, doğrudan veya dolaylı olarak onun yargıcı da olursa,
şikayetçi bu imkanı kaybeder. Bu yargıç, onun tanıklığını
yanlış bularak reddetme yetkisine veya kamuya açık kılın­
masını engelleme yetisine [ capacite] sahiptir. Ama bu sade­
ce tikel bir vakadır. Genel olarak, maruz kaldığını söylediği

50
Ayrışma

haksızlığın mevcut-kılınıp-sunulması [presentation] 6 hiç­


bir şekilde mümkün değilse, şikayetçi kurbana dönüşür.
Aynı şekilde "mükemmel suç" , kurbanı veya tanıkları öl­
dürmek değil (bu , ilkine başka suçlar eklemek ve her şeyi
silmeyi daha da zorlaştırmak demektir) , tanıkların sessiz
kalmasını, yargıçların sağırlaşmasını ve tanıklığın tutarsız­
laşmasını (saçmalaşmasını) sağlamak olacaktır. Tanıklığın
vericisini, alıcısını ve anlamını etkisiz hale getiriyorsunuz
ve sanki hiçbir gönderge (zarar) yokmuş gibi oluyor.7 Eğer
kanıt sunacak kimse yoksa , kanıtı kabul edecek kimse
yoksa, ve/veya iddianın saçma olduğuna hükmediliyorsa,
şikayetçi reddedilir, şikayet ettiği haksızlık belgelenemez.
Şikayetçi kurbana dönüşür. Eğer bu haksızlıktan varolmuş
gibi bahsetmeyi sürdürürse, diğerleri (verici, alıcı, tanıklığı
yorumlayan bilirkişi) kolayca onu deli yerine koyacaktır.
Paranoya tam da şunları birbirine karıştırmak değil midir:
Sanki vuku bulmuş gibi ve Vuku buluyor mu ?

6 Lyotard metin boyunca "sunmak" , "mevcut kılmak" anlamın­


daki presenter fiilini ve ondan türeyen presentation kavramını,
Kant'taki Darstellung kavramına da gönderme yaparak özel bir
anlamda kullanıyor. Sözkonusu olan kabaca , bir şeyin elle tutu­
lur, gözle görülür şekilde sunulması , bu anlamda mevcut kılın­
ması. Ayrıntılar için bkz . "Çevirenin Notu" -çn
7 Lyotard, dil edimlerini bir mesajın iletilmesi olarak gören jakob­
son'un iletişim şemasından esinlenen bir terminoloji kullanıyor:
verici [destinateur] , alıcı [destinataire] , anlam [sens] , gönderge
[ referent] . Buna göre iletişim, bir göndergeyle ilgili anlamlı me­
sajların alıcı ve verici arasında değiş-tokuş edilmesi olacaktır.
Ama bu yapısalcı çizginin tersine Lyotard, mesajın alıcısının,
vericisinin, gönderdiği şeyin ve anlamının, hatta yapı olarak di­
lin kendisinin bile sabit olmadığını, bunların ancak bir cümle
olayıyla meydana gelen ve onunla kaybolan merciler olduğunu
savunuyor. -çn

51
Ayrışma

10. Peki ama diğerleri, belki de vuku bulduğu halde vuku


bulmamış gibi yapmıyorlar mı tam da? Neden gaz odalarının
varlığını reddetmek, olumlamaktan daha az paranoyakça ol­
sun? Çünkü, diye yazar Leibniz, "hiçlik bir şeyden daha ba­
sit ve daha kolaydır" (Leibniz, 1 7 14: § 7) . Bir şeyin olduğu­
nu söyleyen şikayetçidir, bunun ispatını düzgün kurulmuş
cümleler ve onlann göndergesini ispatlamayı sağlayan pro­
sedürler aracılığıyla sunmalıdır. Gerçeklik daima şikayetçi­
nin sorumluluğundadır. Savunmanın tek yapması gereken
iddiayı çürütmek ve bir karşı örnek sunarak kanıtı reddet­
mektir. Bu, Aritoteles'in (Retorik 1 402 b 24-25) ve strate­
jistlerin de kabul ettiği gibi, savunmanın avantajıdır. Aynı
şekilde, bir hipotezin doğrulandığını değil, sadece durum
değişene kadar yanlışlanamadığını söyleyebiliriz. Savunma
nihilisttir, iddia makamı varolamn tarafını tutar. İşte bu yüz­
den toplama kamplanna dair bir kanıt sunmak, kurbanlara
düşer. Gerçekliğin bir veri olmadığını, hakkındaki ispatlama
prosedürlerinin uygulanmasını talep etmek için bir fırsat ol­
duğunu işte bu şekilde düşünüyoruz.

1 1 . Ölüm cezası nihilizmle, göndergeye dair bilişsel


[cognitive] bir değerlendirmeyle , savunma lehine bir ön­
yargıyla kaldırılır. Vuku bulmama ihtimali, vuku bulma
ihtimalinden daha fazladır. Bu istatistik tahmin, bilişsel
cümleler ailesine aittir. Sanığın masum olduğu varsayı­
mı, suçun kanıtım sunma işini iddia makamına yükler ve
aynı bilgi oyununa ait kuralın "hümanist" versiyonudur.
- Eğer oyunun kurallan tersine çevrilirse, suç atılan her­
kesin suçlu olduğu varsayılırsa, savunmanın işi masumi­
yeti ispatlamak olacaktır ve iddia makamının tek yapması
gereken bunu çürütmek ve savunmanın sunduğu kanıtları

52
Ayrışma

reddetmek olacaktır. Oysa bir cümlenin göndergesinin şu


veya bu özelliğe sahip olmadığım ispatlamak, bu özelliğe
sahip olduğunu söyleyen cümlenin çürütülmesine başvur­
ma hakkımız yoksa, imkansız olabilir. Örneğin uyuşturu­
cu taciri olmadığımı kanıtlamam, iddia makamından bunu
kanıtlamasını istemeden ve bu kanıtı çürütmeden nasıl
mümkün olabilir? İşgücünün bir meta olmadığını, olduğu­
nu söyleyen hipotezi yanlışlamadan nasıl ispatlayabiliriz?
Olmayanı ispatlamak, olanı kritik etmeden nasıl mümkün
olur? Belirsiz olanı [ indetermine] ispatlayamayız. Olumsuz­
lamanın, bir belirlenimin olumsuzlaması olması zorunlu­
dur. - İki tarafın üzerine düşen işlerin tersine çevrilmesi,
eğer sanığın iddia makamını kritik etme hakkı yoksa, sanı­
ğı kurbana dönüştürmek için yeterlidir, politik davalarda
bunu görüyoruz. Kafka bu konuda bizi uyarır. Kendinde
masumiyeti ispatlamak imkansızdır. Masumiyet hiçliktir.

1 2 . Şikayetçi şikayetini mahkemeye sunar, sanık suç­


lamanın saçmalığını gösterecek şekilde argümanını kurar.
Ortada bir kavga vardır. Şikayetçinin argüman sunma im­
kanlarından yoksun kaldığı ve dolayısıyla kurbana dönüş­
tüğü vakayı aynşma olarak adlandırmak istiyorum. Eğer
tanıklığın vericisi, alıcısı ve anlamı etkisiz hale getirilmiş­
se, sanki hiçbir zarar oluşmamış gibi olur (no. 9) . İki taraf
arasındaki ayrışma, onları karşı karşıya getiren çatışmanın
"hesaplaşması" taraflardan birinin lisanında [ idiome] 8 yapı-

8 Idiome: Esas olarak "kendi" anlamına gelen Yunanca kökenli


fdios ifadesinden gelir. "Budala" , "zeka özürlü" anlamındaki idi­
yot da bu köktendir. Sevan Nişanyan etimolojik Türkçe sözlü­
ğünde şöyle açıklıyor: " l . kendine has, tuhaf, nevi şahsına mün­
hasır, 2. kamusal olmayan, münferit. " -çn

53
Ayrışma

lıp, diğerinin uğradığı haksızlık bu lisanda imlenemediğin­


de meydana gelir. Örneğin ekonomik taraflar arasındaki
anlaşma ve sözleşmeler, emekçinin veya onun temsilcisi­
nin, emekten sanki bir metaymış ve emekçi de onun mül­
kiyetine sahipmiş gibi konuşmak zorunda kalmasını engel­
lemezler, hatta bunu varsayarlar. Bu "soyutlama" , Marx'ın
dediği gibi (ama bu doğru bir terim değildir, Marx hangi
somutu ima etmektedir? ) , kavganın hesabının görüldüğü
lisanda talep edilir (ekonomik ve sosyal "burjuva" huku­
ku) . Buna başvurmaksızın emekçi, bu lisanın gönderdiği
alanda varolamaz, köle olur. Bu lisanı kullanarak ise şika­
yetçiye dönüşür. Peki ama kurban da olmaktan çıkar mı?

1 3 . Bir yandan şikayetçiye dönüşürken bir yandan da


kurban olarak kalır. Kurban olduğunu ispatlama imkanına
sahip midir? Hayır. O halde öyle olduğunu nereden bili­
yorsunuz? Hangi mahkeme bunu yargılayabilir? Aslında
ayrışma, kavga konusu değildir; ekonomik ve sosyal hu­
kuk, ekonomik ve sosyal taraflar arasındaki kavgayı çöze­
bilir [ regler] ama işgücü ve sermaye arasındaki ayrışmayı
çözemez. Hangi düzgün kurulmuş cümle ile ve hangi is­
patlama prosedürünü kullanarak işçi, bilirkişinin gözünde,
ücret karşılığı patrona haftada şu kadar saat devrettiği şe­
yin bir meta olmadığını geçerli kılabilir? Onun bir şeylerin
mülküne sahip olduğu varsayılmaktadır. Bir var-olmayanı,
en azından bir sıfat-olmayanı [ non-attribut] ispatlama so­
rumluluğuna sahip bir sanık durumundadır. Onu yalanla­
mak kolaydır. Sanki onun olduğu şey, sadece ekonomik ve
sosyal hukukun lisanı [ idiome] olmayan bir lisanda kendini
ifade edebilmektedir. O lisanda ise ancak sahip olduğu şeyi
ifade edebilir ve eğer hiçbir şeye sahip değilse, ya kendini

54
Ayrışma

ifade etmeyecektir ya da sahipmiş gibi, belgelenebilir şekil­


de edecektir. Eğer işçi kendi özünden (işgücü) bahsederse,
yetkili olmayan bu mahkeme onu duyamaz. Aynşma, bu
kanıtlama imkansızlığıyla kendini belli eder. Şikayetçi olan
dinlenir ama kurban olan, ve bu belki de aynı kişidir, ses­
sizliğe mahkum edilir.

1 4 . "Hayatta kalanlar nadiren konuşur" (no . 1 ) . Oysa


koca bir tanıklık edebiyatı vardır . . . ? - Konu bu değil.
Konuşmamak da konuşma yetisinin parçasıdır, zira yeti
bir imkandır ve imkan hem bir şeyi hem de onun tersini
içerir. P mümkündür ile deği l-p mümkündür aynı ölçüde
doğrudur. Mümkünün tanımı zaten aynı anda karşıtları
içermektir. Konuşmanın tersinin mümkün olması , sus­
ma zorunluluğunu getirmez . Konuşmayabilmek, konu­
şamamak ile özdeş değildir. Biri yoksunluk [privation ] ,
diğeri ise olumsuzlamadır (Aristoteles , Yorum Üzerine
21 b 1 2- 1 7 ; Metafizik iV 1 0 2 2 b 22 ve dev) . Hayatta
kalanların konuşmaması , bunu yapamadıkları için mi
yoksa konuşma yetisinin kendilerine verdiği konuşma­
ma imkanını kullandıkları için midir? Zorunlulukla mı
susuyorlar, yoksa, dendiği gibi, özgürce mi? Yoksa bu
soru yanlış mı sorulmuş ?

1 5 . "Dil yeteneğine sahip" insanların, tıpkı taşlar gibi


basit anlamıyla konuşamıyor olduklarını varsaymak saç­
ma olurdu. Burada zorunluluk şu anlama gelecektir: Genel
olarak konuşma yetileri doğrudan veya dolaylı bir saldırı
altındayken, konuşmaları durumunda daha kötü bir sal­
dın tehdidi altında olacakları için konuşmamaktadırlar.
Tehdit altında sustuklarını varsayalım. Tehdidin bir et-

55
Ayrışma

kisinin olabilmesi için, tersini mümkün kılan bir yeti ol­


duğunu da varsaymak gerekir, çünkü tehdit aksi durum
hipoteziyle, yani hayatta kalanların konuşmasıyla ilgilidir.
Peki ama bir tehdit, aktüel olarak mevcut olmayan bir şey
(burada, hayatta kalanların konuşma ihtimali) ile ilgili ise
nasıl etki edebilir? Tehdit edilen nedir? Konuşacak olanın
hayatı, mutluluğu , vs. olduğu söylenir. Ama konuşacak
olanın (gerçek-dışı, koşullu) , tehdit edilebilecek bir hayatı,
mutluluğu , vs. yoktur, zira konuşmadığı müddetçe kendisi
zaten gerçek-dışı veya koşulludur - ancak aktüel bir cüm­
lenin vericisi olduğum doğruysa.

16 . Tehdidin hedefi belli bir birey değil, konuşma ve


susma yetisidir. Bu yeti yok edilme tehdidi altındadır. Bunu
yapmanın iki yolu vardır: konuşmayı imkansız kılmak,
susmayı imkansız kılmak. Bu iki yol birbiriyle uyumludur:
x'in şunun hakkında konuşması imkansız kılınır (örneğin
hapse atılarak) , bunun hakkında ise susması imkansız kı­
lınır (örneğin işkence edilerek) . Yeti, yeti olarak yok edil­
miştir: x şunun hakkında konuşuyor ve bunun hakkında
susuyor olabilir ama hem şu hem de bu hakkında ister
konuşup ister konuşmama yetisine sahip değildir. Şu teh­
dit: "Eğer şunu anlatırsan (imlersen) , bu senin son cümlen
olur" veya: "Bunun hakkında susarsan bu senin son sessiz
kalışın olur" , konuşma veya konuşmama yetisi x'in varolu­
şuyla özdeşleştiği için bir tehdittir ancak.

1 7 . Son cümle (veya son sessiz kalış) paradoksu aynı


zamanda dizi paradoksudur da ve x'e cümleleştirilemez
olanın baş dönmesini değil (buna aynı zamanda ölüm
korkusu denir) cümle kurmanın sonsuz olduğuna dair

56
Ayrışma

çürütülemez bir inanç vermelidir. Bir cümlenin sonun­


cu olması için bunu bildirecek bir cümle daha gerekir ve
dolayısıyla o cümle sonuncu değildir. En azından bu pa­
radoks x'e hem bu baş dönmesini hem de bu inancı ver­
melidir. - Yine de son cümle, x'in söylediği son cümledir !
- Hayır, bu ancak doğrudan veya "aktüel" vericisi x olan
son cümledir.

18. Şöyle demek gerekirdi: verici ve alıcı, bir cümle ta­


rafından mevcut-kılınıp-sunulan, vurgulanan veya vurgu­
lanmayan mercilerdir. Cümle, vericinin ve alıcının cüm­
leden bağımsız şekilde birbirine ilettiği bir mesaj değildir
(Lawler, 1 977) . Bunlar cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu
evrende belli bir duruma yerleştirilmişlerdir, tıpkı cümle­
nin göndergesi ve anlamı gibi. "x'in cümlesi, benim cüm­
lem, senin sessiz kalışın" : acaba bizler, belli bireyler olarak
x, y , onların yaratıcısı ve sahibi olmamız anlamında cümle­
ler kuruyor veya sessiz mi kalıyoruz? Yoksa cümleler veya
sessizlikler, x, y, sen, ben gibi bireylerin, bu cümlelerin ve
sessiz kalışların vericisi veya alıcısı olarak belli durumlara
yerleştirildikleri evrenleri mevcut-kılıp-sunarak meydana
mı gehyorlar (başa geliyorlar, geçip gidiyorlar) ? Ve eğer
böyleyse, nasıl bir yanılma pahasına x'e uygulanan tehdit
"onun" cümlesini de tehdit edebilir?

19. x'in bir şey hakkında konuşması veya susması için


tehdit edildiğini söylemek, onun dili kullanmaya veya kullan­
mamaya kadir olduğunu ve dolayısıyla bu kullanım özgür­
lüğünün tehdit yoluyla ondan alınabileceğini varsaymaktır.
Bu, yanlış değildir; dilden, insanlardan ve onların ilişkisin­
den bahsetmenin bir şeklidir, bazı bilişsel cümlelerden olu-

57
Ayrışma

şan ailenin (insan bilimlerinin) kurallarına uygun bir şekil.


"Tehdit altında, işkence altında, hapis koşullarında 'duyusal
yoksunluk' koşullarında, vs. insanın dil davranışı ona zorla
benimsetilebilir" : Bu cümle düzgün kurulmuş bir cümledir ve
maalesef, bilimadamının "işte buna örnek vakalar" diyeceği
örnekler sunulabilir. Ama dille ilgili insan bilimleri, bilirkişi9
kurulu üyeleri gibidir.

20. Nasıl ki bunlar, yargılamaları gereken tarafların


kendi aralarında mübadele ettikleri bir şeyin mülkiyetine
sahip olduğunu varsayarlar, aynı şekilde insan bilimleri de
bilmeleri gereken insanların kendi aralarında ilettiği bir
şeyin mülkiyetine sahip olduğunu varsayarlar. İktidarlar
da (ideolojik, politik, dini, polisiye, vs.) yönlendirmeleri
veya en azından kontrol altında tutmaları gereken insan­
ların kendi aralarında ilettiği bir şeye sahip olduklarını
varsayarlar. İletişim, mesaj mübadelesidir, mübadele ise
malların iletişimidir. İletişim mercileri, tıpkı mübadele
mercileri gibi, ancak mülkiyet üzerinden tanımlanabilir:
enformasyonların mülkiyeti, kullanımların mülkiyeti. Ve
nasıl ki kullanım akışları kontrol altında tutulabiliyorsa,
aynı şekilde enformasyon akışları da kontrol altında tutu­
labilir. Sapkın bir kullanımın yasaklanması gibi, tehlikeli

9 Fr. prud'hommes. Bu ifadenin kökeninde Yunanca phronesis kar­


şılığı olan Latince prudentia kavramım buluyoruz. Teorik bilgi­
den ve entelektüel erdemden (episteme) farklı olarak phronesis,
pratik alanın, eylemlerle ve davranışlarla şekillenen dünyanın
bilgisine ve bu alana ait erdemlere işaret ediyor. Episteme zorun­
lu ve değişmez olanın bilgisi iken phronesis olumsalı yakalayabi­
len bilgi olarak düşünülebilir: doxa yürütme bilgisi, duruma göre
davranabilme, ne zaman nasıl eylemek gerektiğini bilme erdemi
gibi. -çn

58
Ayrışma

bir enformasyon da yasaklanır. Bir ihtiyacın amacından


saptırılıp yeni bir motivasyon yaratılması gibi, bir verici
de söyleyecek olduğundan başka bir şey söylemeye yönel­
tilebilir. Bu şekilde iletişim terimleriyle ortaya konan dil
sorunu , konuşanların ihtiyaçları ve inanışları sorununa gö­
türür. Dilbilimci, bilirkişi kurulu için bir uzmana [ expert ]
dönüşür. Çözüme kavuşturması gereken esas sorun, ko­
nuşanların ihtiyaçlarından ve inanışlarından bağımsız bir
mübadele birimi olarak meaning sorunudur. Aynı şekilde
iktisatçı için de sorun, ekonomik ortakların arz ve talep­
lerinden bağımsız bir birim olarak malların ve hizmetlerin
değeri sorunudur.

2 1 . Demek istediğiniz, nasıl ki işçi, işgücünün meta sa­


yılmasıyla kurbana dönüşüyorsa, konuşanların da aynı şe­
kilde dili iletişim olarak kabul eden bilimin ve politikanın
kurbanları olduğu mu? İşgücü gibi bir de "cümle gücü"
[force de phrase] olduğunu ve kendini bu bilimin ve poli­
tikanın lisanında ifade edemediğini mi tahayyül etmek ge­
rek? - Böyle bir güç olsun veya olmasın, işgücüyle arasında
asla paralellik kurulamaz. Emeğin meta mübadelesinden
başka bir şey olduğu anlaşılabilir, ve bunu ifade etmek için
bilirkişilerinkinden başka bir lisan gerekir. Dilin enformas­
yon iletişiminden başka bir şey olduğu da anlaşılabilir, ve
de bunu ifade etmek için insani dil bilimlerininkinden baş­
ka bir lisan gerekir. Paralelliğin sona erdiği yer burasıdır:
dilin durumunda başka bir cümle ailesine başvurulur, ama
emeğin durumunda başka bir emek ailesine başvurulmaz,
yine başka bir cümle ailesine başvurulur. Konuları ne olur­
sa olsun, kavgaların ardında gizlenen tüm ayrışmalar için
durum budur. Ayrışmalara hakkını vermek, yeni alıcılar,

59
Ayrışma

yeni vericiler, yeni imlemeler, yeni göndergeler kurmaktır


ki haksızlık kendini ifade edebilsin ve şikayetçi kurbana
dönüşmesin. Bu ise cümleler için yeni kurulma ve bağlantı
kuralları gerektirir. Dilin bu yeni cümle ailelerini ve söy­
lem cinslerini kabul edebileceğinden kimsenin kuşkusu
yoktur. Her tür haksızlık cümleye dökülebilmelidir. Yeni
bir yetkinlik (veya "bilgelik" [prudence] ) mercii bulmak
gerekir.

22. Ayrışma, cümleye dökülebilmesi gereken bir şe­


yin henüz dökülemediği dil anı ve istikrarsız haldir. Bu
hal, olumsuz bir cümle olan sessizliği içerir ama ilke ola­
rak mümkün cümleleri de çağırır. Alelade şekilde adına
duygu dediğimiz şey, bu hale işaret eder. "Ne diyeceğini
bilemiyor, vs. " Ayrışmanın hemen kavgaya dönüşüp bas­
tırılmasını ve duygunun yaptığı uyarının boşa gitmesini
istemiyorsak, duygunun ele verdiği bu ayrışmayı ifade
edebilecek cümleler için yeni kurulma ve bağlantı kural­
ları bulmaya uğraşmak gerek. Ayrışmalar için lisanlar bu­
larak onlara tanıklık etmek bir edebiyatın, bir felsefenin,
belki de bir politikanın meselesidir.

23. Ayrışmada bir şeyler cümleye dökülmeyi "talep


eder" ve o anda dökülememenin haksızlığını çeker. Böyle­
ce insanlar, bir iletişim aracı gibi dilden faydalandıklarını
sanırken, bu sessizliğe eşlik eden acı duygusu sayesinde
(ve yeni bir lisan icat etmenin verdiği keyif duygusu saye­
sinde) , varolan lisanlardaki iletilebilir enformasyon mik­
tarını kendi lehlerine olacak şekilde artırmak üzere değil,
cümleleştirilmesi gerekenin şu anda cümleleştirebildikle­
rinden fazla olduğunu ve henüz varolmayan lisanların ku-

60
Ayrışma

rulmasına izin vermeleri gerektiğini kabul etmek üzere, dil


tarafından çağrıldıklarını öğrenirler.

24. Demek ki hayatta kalanların, konuşma yetileri teh­


dit edilmediği halde konuşmamaları ve daha sonra konu­
şacak olmaları mümkündür. Sosyo-dilbilimci, psiko-dil­
bilimci, biyo-dilbilimci, bu sessiz kalışların sebeplerini,
yarattığı tutku ve çıkarları, bağlamlarını araştırır. Öncelik­
le bunların mantığını araştıralım. Bize göre bu sessiz ka­
lışlar cümle ikameleridir. Sohbette, sorguda, tartışmada,
seanstaki talking sırasında , itirafta, kritik özette, metafizik
sergilemede cümlelerin yerine geçerler. Sessizliğin yerini
aldığı cümle, olumsuz bir cümle olacaktır. Olumsuzladığı
şey, bir cümle evrenini oluşturan dört merciden, alıcıdan,
göndergeden, anlamdan veya vericiden en az biri olacaktır.
Buna göre sessizliğin içerdiği olumsuz cümleler sırasıyla
şöyle ifade edilebilir: Bu vaka sizi ilgilendirmez, Böyle bir
vaka yoktur, Bu vaka imlenebilir değildir, Bu vaka beni ilgi­
lendirmez. Tek bir sessiz kalış, bu cümlelerden birçoğuyla
da ifade edilebilir. - Yine de bu olumsuz ifadeler, aktüel
lisanda mevcut-kılınıp-sunulabileceğini olumsuzladıklan
göndergenin, vericinin, alıcının ve anlamın mevcut-kılı­
nıp-sunulabileceği lisanı da işaret etmiş olurlar.

25. Basitleştirerek şöyle demek gerekirdi: bir cümlenin


mevcut-kılıp-sunduğu sözkonusu olan şeydir, vakadır, ta
pragmata'dır, bu onun göndergesidir; vakayla ilgili imle­
nen şeydir, anlamdır, der Sinn'dir; vakayla ilgili imlenen şe­
yin neye doğru veya neye yönelik olduğudur, yani alıcıdır;
vakayla ilgili imlenen şeyin ne "itibariyle" veya ne adına
imlendiğidir, yani vericidir. Bir cümle evreninin düzeni,

61
Ayrışma

bu mercilerin birbirlerine göre bulunduğu durumlardan


oluşur. Bir cümlede birçok gönderge, birçok anlam, birçok
alıcı, birçok verici bulunabilir. Bu mercilerin her biri cüm­
lede vurgulanmış veya vurgulanmamış olabilir (Fabbri ve
Sbisa, 1 980) .

26. Sessizlik, hangi mercinin olumsuzlandığına işaret


etmez, bir veya birçok mercinin olumsuzlandığına işaret
eder. Hayatta kalanlar susarlar ve biz şunları duyabiliriz:
(1) sözkonusu durum (vaka) , alıcıyı ilgilendirmez (yetkin
değildir veya kendisine bundan bahsedilmesini hak etme­
mektedir, vs. ) ; (2) sözkonusu durum meydana gelmemiştir
(Faurisson'un duyduğu budur) ; (3) bununla ilgili söylene­
cek hiçbir şey yoktur (anlamsızdır veya ifade edilemezdir) ;
( 4) bundan bahsetmek hayatta kalanların işi değildir (buna
layık değillerdir, vs. ) . Veya bu olumsuzlamalardan birkaçı­
nı birlikte duyabiliriz.

2 7 . Hayatta kalanların sessizliği , Faurisson'un inan­


dığı veya inanıyormuş gibi yaptığı üzere , gaz odalarının
var olmadığına tanıklık etmez . Alıcının yetkisine karşı
(Faurisson'a verecek hesabımız yok) , tanığın kendi yet­
kisine karşı (biz , kurtulanlar, bundan bahsedecek yet­
kiye sahip değiliz) veya dilin gaz odalarını imleme yeti­
sine karşı (ifade edilemez bir saçmalık) tanıklık ediyor
da olabilir. Eğer gaz odalarının var olduğunu ispatlamak
istiyorsak, şu dört sessiz olumsuzlamanın ortadan kaldı­
rılması gerekir: Gaz odaları var olmadı mı? Oldu . - Var
oldularsa da bu ifade edilemez mi? Edilebilir. - Edile­
bilirse de en azından kimsenin bunu yapma yetkisi yok

62
Ayrışma

mu veya bunu duyacak kimse yok mu (iletilebilir değil


mi? ) Var.

GORGIAS

Gerçekliği ispat eden argümantasyonun formu , Gorgias'ın


Var Olmayan Üzerine'de yaptığı nihilist akıl yürütmeyi takip
eder: "Hiçbir şey yoktur, zaten olsaydı da bilinemezdi , olsay­
dı ve bilinseydi de başkalarına gösterilemezdi" (İsimsiz 10 979
a 12).
Argümantasyonun çerçevesini (ta.xis'ini) , karşı tarafa verilen
taviz oluşturur. Bu tarafa x diyelim. x şöyle der: Bir şey vardır. -
Gorgias: Hiçbir şey yoktur. x cevap verir: Bir şey vardır ve bu şey
yakalanabilir. - Gorgias: Bir şey olsa bile yakalanamaz olurdu
(akatalepton anthropô diye yazar Sextus, 65) . x devam eder: Bu
olan ve yakalanabilen şey, başkasına iletilebilir. - Gorgias: Başka­
sına iletilemez (anexoiston heterô, diye yazar Sextus, 83 ; oistos sı­
fatı, pherô, taşımak fiilinden türemiştir; öte yandan İsimsiz şöyle
yazar: "gerçeklikler bilinebilir olsa bile, nasıl olur da birisi onları
başkası için belli kılar? " ) .
Sözkonusu olan mantıksal bir geri çekilmedir (taviz) , tıpkı
kazan "sofizminde" olduğu gibi (Freud ona bu adı verir) . Şika­
yetçi x, sanık Gorgias'a sağlam bir kazan ödünç verdiğini ve
onun kendisine kazanı delinmiş olarak geri getirdiğini söyler.
Diyalektik argümantasyon şöyledir: x: Ödünç alındı . - Gorgi­
as: Alınmadı. x: Ödünç alındığında sağlamdı. - Gorgias: Ödünç
alındığında delikti . x: Ödünç alındığında sağlamdı , geri veril­
diğinde delikti . - G orgias: Geri verildiğinde sağlamdı ( Freud,
1 905: 79-80) . Bir gerçeklik olsa bile (ödünç alındı) , buna bir

10 Fr. A n ony me . -çn

63
Ayrışma

yüklem verilemez (sağlam/delik) ; verilse bile, yüklenen sıfata


karşılık gelen vaka gösterilemez (geri verildiğinde sağlamdı/
geri verildiğinde delikti) . Suçlama argümanlarından soyutlan­
dığında saçma hale gelen mantıksal geri çekilme, bilişsel cüm­
leler ailesinin kurallarını keşfeder: göndergenin belirlenmesi
(kazan ödünç alındı veya alınmadı) , beyanın [ enonce] öznesi­
nin bir yüklemle vasıflandırılması (ödünç alındığında sağlam
veya delikti) , kanıt görevi görecek bir vakanın gösterilmesi
(geri verildiğinde deliktir veya değildir) . Unutmayalım ki bu
davada Gorgias savunma tarafındadır.
Barbara Cassin onun Parmenides'in tezini "savunduğunu"
gösterir. Gorgias, tanrıçadan gelen vahiyle sınırlı kalmak yeri­
ne bu tezi argümanlaştırmaya çalışır ve böylece onu yerle bir
eder. "Ne var olmak ne de var olmamak mümkündür (ouk esti) "
Vardığı sonuç budur. Akıl yürütmesi şöyledir: " Çünkü eğer var
olmamak var olmuyor olmak ise [ Parmenides böyle yazar] , var
olmayan da var olan kadar olacaktır: gerçekten de nasıl ki var
olan var olan olmaktaysa, var olmayan da var olmayan olmak­
tadır, öyle ki füli1 1 şeyler (ta pragmata) oldukları kadar olmazlar
da" (979 a 25 s) . Şöyle ekler: "Oysa eğer var olmama olmaktaysa,
onun karşıtı, yani var olma, olmamaktadır. Gerçekten de eğer
var olmama olmaktaysa, var olmanın olmaması uygun olur. " O
halde hiçbir şey olmayacaktır, ya olmak ve olmamak aynı şeydir
ya da değildir. Aynı şey iseler, olmak olmamak olduğu için; aynı
şey değillerse de olmak olmamak olmadığı için ve ancak bir çifte
olumsuzlamayla olumlanabildiği için.
Gorgias bu şekilde, Hegel'in Wissenschaft der Logik in ilk bö­
'

lümünde yürüttüğü argümantasyonu önceden haber vermiş olur.


Hegel bu argümantasyona içkin Resultat'a oluş [devenir] adını ve-

1 1 Fr. effectives. -çn

64
Ayrışma

rir, Gorgias ise buna "ne olmak ne de olmamak" der. Spekülatif


diyalektiğe gücünü veren netice [ resultat) kuralını (Hegel Notu)
"bilmemektedir" Bu kural, Gorgiasçı çürütmeye direnemeyecek
olan bir Kendi'nin [ Soi) (bir tür Aristotelesçi tanrı) erekliliğini
önkoşul olarak varsayar.
Logos, argüman, kurulurken, şeytanın cümlesini, Parmeni­
des'in şiirinin başındaki vahyi yerle bir eder. Onu çürütmez, bir
cümle ailesi haline getirir. Ontolojiye, poiesis'e izin vardır, bir
cinstir bu. Bu cins, diyalektik cins ile (Yunanlardaki anlamıyla)
aynı kurallara sahip değildir. Özellikle de tanrıça, çürütme ku­
rallarına tabi bir konuşmacı değildir. Parmenides'in düşüncenin
önünde iki yolun, var'ın ve var deği l'in yolunun bulunduğunu
göstermesiyle Gorgias'ın bunları bir diyalektik içinde tarafların
argümanlaştırdığı teze ve antiteze dönüştürmesi ve birini diğe­
riyle çürütmeye girişmesi bir olur, tanrıça bu diyalektikte mev­
cut bulunmaz. Ontoloji yolların ikiliğini kaldıramaz, bu ikilik
zıtlığa yol açar ve bir negatif diyalektiğe yetki verir.
Diyalektik bazı kurallara uyar. (Aristoteles özellikle Topik­
l er'de ve Sofistik Çürütm eler'de bunları ispat etmeyi amaçlar.)
Ama bu kurallar ne olursa olsunlar ve onları ispat etmek ne ka­
dar zor olursa olsun, bir tür üst-ilkeyi önkoşul olarak kendileri
varsayarlar. Barbara Cassin (bu ilkeye arkhe-köken12 adını verir)
tartışmalı bir cümleye özgün bir yorum getirerek İsimsiz'in ak­
tardığı İnceleme'den bunu çıkarır: "O halde eğer hiçbir şey var
değil ise, ispatlamalar istisnasız her şeyi söylemektedir (ei men

oun ouden, tas apodeixeis legein hapanta)" (980 a 9) . Gerçeklik


sorusunu bu şekilde, hem nihilist hem de logolojik bakımdan
ele alıyoruz ve inceliyoruz. Gerçeklik bir tanrıçanın parmağının
ucuyla göstereceği bir şey değildir, "ispatlanıp gösterilmesi" ,

1 2 Fr. archiorigine. -çn

65
Ayrışma

yani argüman olarak geliştirilmesi ve vaka olarak mevcut-kılı­


nıp-sunulması gerekir. Ve ispatlanmış gerçeklik, bilişsel cümle­
lerin göndergesinin bir halidir. Bu hal, kısaca "hiçbir şeyin var
olmamasını" engellemez.
Wittgenstein gibi Gorgias da rengi, gerçeklik sorusunun
paradigması olarak kullanır. Şu türden cümleler: "Öncelikle o,
bir renk değil bir söyleme söyler" (980 b 5) , veya "Renge dair
ne kavrama (dianoesthai) olur ne de görme, nasıl ki gürültüye
dair sadece işitme varsa" (980 b 6) , şu cümlelerle yan yana ge­
tirilmelidir: "Zira bakış yoluyla renklerin kavramları hakkında
hiçbir şey öğrenemeyiz" ; veya "Renk körlüğünden mustarip bir
halk düşünelim, bu kolayca mümkün olabilirdi. Bu halkın renk
kavramları bizimkilerle aynı olmayacaktır. Zira, örneğin Fran­
sızca konuştuklarını ve Fransızca tüm renk sözcüklerine sahip
olduklarını varsaysak bile, bizden farklı şekilde bunlardan fay­
dalanacaklar ve bizden farklı şekilde bunları kullanmayı öğrene­
ceklerdir. Veya , yabancı bir dil konuşuyor olsalar, onların renk
sözcüklerini kendimizinkilere tercüme etmek bizim için zor
olurdu" ; veyahut "Yapmaya çalıştığımız , (fizyolojik, psikolojik,
vs. ) bir renkler teorisi değil , renk kavramları mantığı kurmaktır.
Ve bu , genellikle teoriden haksız yere beklenen şeyi yerine geti­
rir" (Wittgenstein, 1 950-5 1 : 1 72, 1 1 3 ) .

28. Göndergenin gerçekliğini ispat etmek için, Gorgias'ın


ileri sürdüğü dört sessizliği çürütmek ama bunu, sıralarını
tersine çevirerek yapmak gerekir: göndergeyi imleyecek ve
onu imleyen cümleyi anlayacak birileri vardır; gönderge
imlenebilir; gönderge var olmaktadır. Gaz odalarının ger­
çekliğine dair kanıt getirmek, eğer kanıt getirme kuralları­
na uyulmazsa mümkün değildir. Bu kurallar bilişsel cümle

66
Ayrışma

evrenlerini belirlerler, yani gönderge, alıcı, verici ve anlam


mercilerine bazı işlevler verirler. Buna göre: verici, gönder­
genin anlamı konusunda alıcının rızasını almaya çalışma­
lıdır: tanık, alıcıya gaz odası ifadesinin imlemesini açıkla­
malıdır. Alıcı, açıklayıcı cümleye herhangi bir itirazı yoksa,
vericiye rızasını göstermelidir: imlemeyi, yani vericinin yap­
tığı açıklamayı kabul eder veya etmez. Eğer etmiyorsa, ifade­
ye başka bir açıklama önermelidir. Anlaşmaya varıldığında
ise düzgün kurulmuş bir ifade ortaya çıkar. Her iki taraf da
şöyle diyebilir: Bir gaz odasının şu veya bu olduğu konusun­
da anlaşmaya vardık. Ancak o zaman bu ifadenin göndergesi
olmaya uygun bir gerçekliğin var olduğu, şu formdaki bir
cümleyle "gösterilebilir" : Şu veya bu bir gaz odası vahasıdır.
Bu cümlenin gösterme işlevi vardır, bu işlev bilişsel cinsin
kuralları tarafından da talep edilmektedir.

29 . Peki ama bilimlerde gerçekten böyle mi olur? Bun­


dan şüphe edebiliriz (Feyerabend, 1975) . - Bu soruya, eğer
böyle değilse , sözkonusu cümle hakkında oynanan oyun
bilimsel değildir diyerek bile cevap vermemek gerekir.
Latour ( 198 1) bunu söyler: bu oyun retoriktir, der. Peki
ama bu cümlenin kendisi hangi oyuna aittir? Daha ziya­
de şöyle cevap vermek gerekir: böyle değil de başka türlü
olduğunun kanıtını getirmek size düşer. Ve bu , minimal
kanıt getirme kurallarına göre (no. 65) yapılacaktır veya
hiç yapılmayacaktır. Bilimlerde gerçekten böyle olmadı­
ğını söylemek, gerçekten ne olup bittiğini ispat edebilme
iddiasında olmak demektir ve bu ancak, bir göndergenin
gerçekliğini ispat etmeye izin veren bilişsel bilim cümleleri
ailesinin kurallarına göre yapılabilir. Eğer bilimin gerçekte
bir retorik olduğunu söyleyen cümle bilimsel ise şu ikisin-

67
Ayrışma

den biri geçerlidir: Ya bu cümlenin kendisi de retoriktir,


çünkü bilimseldir ve ne göndergesinin gerçekliğine dair
ne de anlamının taşıdığı hakikate dair kanıt sunabilir. Ya
da bu cümlenin retorik olmadığı için bilimsel olduğu ilan
edilmiştir, o zaman da kendisinin evrensel olarak olum­
ladığı şeye istisna oluşturur ve bilimin retorik olduğunu
değil, bazı bilimlerin retorik olduğunu söylemek gerekir.

30. Neden "imlemeli cümle" yerine "düzgün kurulmuş


ifade" deniyor? İkincisi, doğru ve yanlışın oyuna dahil ol­
duğu bilişsel cümlelerin kurulma kurallarına tabidir. Bu
kurallar ise formel mantık incelemelerinin ve, cümleler
gönderme sahalarıyla ilgili olduğu ölçüde, aksiyom incele­
melerinin konusudur. Bu kurallara uyan cümlelerin, sıra­
dan dildeki [ langage ordinaire] anlam anlamında imlemeli
olmalarının veya olmamalarının, düzgün kurulmaları ba­
kımından bir önemi yoktur. Sıradan dile aktarıldıklarında
saçma görünebilirler. Veya tersine, sıradan dilin cümleleri
bu dilde "imlemeli" oldukları halde, bilişsel kurallar bakı­
mından düzgün kurulmamış veya en azından çokanlamlı
olabilirler. x, uzun zamandır görmediği arkadaşı y'ye te­
lefon eder ve şöyle der: Sana uğrayabilirim (no. 137, 1 39,
140) . Kritik bir durumda yetki sahibi bir memur, altında
çalışanlara şöyle bir emir verebilir: İtaatsizlik edin. Bu cüm­
lelerden ilki çokanlamlıdır, ikincisi düzgün kurulmamıştır
ama her ikisinin de imlemeli olduğu , alıcılar tarafından ka­
bul edilir. Aynı şekilde, Çôp kutusu dolmuş cümlesi man­
tıkçı veya bilimadamı için, şu sıradan cümleyi getirmez:
Tamam, ben çıkannm (Fabbri, 1 980) . Bilimler içinde kabul
edilebilir olan cümlelerin doğrulamasının veya yanlışla­
masının etkili olabilmesi için, bu cümlelere bazı "kısıtla-

68
Ayrışma

malar" getirilmesi zorunludur: bu kısıtlamalar uygulanan


prosedürleri belirlerler ve onların tekrar edilebilir şekilde
uygulanması, verici ve alıcı arasında anlaşmaya izin verir.

3 1 . Bu "kısıtlamalar" kısıtlama değildir. Tersine, cümle­


lerin geçerli kılınma kuralları ne kadar belirlenirse o kadar
farklı kural ortaya çıkarılabilir ve başka lisanlar tasarlana­
bilir. Top oyununun kuralı topun asla yere değmemesi ise
farklı, her oyuncu topa dokunduğunda topun bir kere yere
değebilmesi ise farklı, her serviste rakip alanda bir kere
yere değebilmesi ise farklı, her iki alanda da birer kere yere
değebilmesi ise farklı bir oyun sözkonusu olacaktır. Sanki
anlamın koşulları değişmektedir. Vidal-Naquet, Cyrano de
Bergerac'ı alıntılayan Lucien Febvre'i alıntılar: "Bir insa­
nın her şeyine inanmamak gerekir, çünkü insan her şeyi
söyleyebilir. İnsanda ancak insanca olana inanmak gere­
kir" ( 1 98 1 : 268) . Tarihçi şöyle sorar: "İnsanca olan? İm­
kansız olan? Tüm mesele, bu iki sözcüğün hala bir anlamı
olup olmadığını bilmektir. " Auschwitz tanıklıklarının ak­
tardığı insanca-olmayana [ l'inhumain ] inanmak gerekmez
mi? - İnsanca-olmayan, belli bir insanlık İdesi ile uyumlu
olmayan demektir. Bu İdenin zorunlu olarak oyuna da­
hil olduğu etik, hukuki, politik ve tarihsel cümle aileleri
için bu anlam uygundur. Bilişsel cümlelerde insanca olan
bir yüklemdir, insan türüyle ilgili olan ve örnek vakala­
rını sunabileceğimiz bir olayın yüklemidir. Auschwitz'in
kurbanları, cellatları ve tanıkları, insanlar sınıfına dahildir;
onlardan aldığımız mesajlar imlemeli mesajlardır ve belli
bir insanlık İdesi ile uyumlu olmasalar bile doğrulamaya
tabi tutulabilirler. Voyager Ifnin Satürn ile ilgili yolladığı
mesaj ların ise ikinci anlamıyla neredeyse insanca olmadı-

69
Ayrışma

ğı söylenebilir, çünkü insanların büyük çoğunluğu bunları


duymamaktadır ve belgeleyemezler; öte yandan bu mesaj ­
lar e n azından ilk anlamıyla insancadır, zira bilgi yolunda
ilerlemekte olan bir insanlık İdesi tarafından gerektirilmiş
olmasalar meydana gelmezlerdi.

32. Doğrulama prosedürleri gerektiği gibi belirlenmiş


olsa bile, verici, alıcının anladığı şeyin kendi söylemek is­
tediği şey olduğunu ve onun da kendisi gibi bahsettikleri
şeyin hakikatinin ispat edilmesini istediğini nasıl bilebilir?
- Bunu varsayar. Böyle olduğuna inanır. Alıcının da veri­
ciyle, yani kendisiyle ilgili olarak buna inandığına inanır.
Vs. - İşte siz de insan bilimleri yapıyorsunuz , bu özvar­
lıkların [ entites ] , insanların mülkü olduğunu varsaydığınız
demek-istemeleri (meaning) , arzuları, inanışları araştırı­
yorsunuz. Tam da bu yüzden insanların belli erekler için
dilden faydalandığını varsayıyorsunuz. Psikoloji, sosyoloji,
pragmatik ve belli bir dil felsefesinin ortak varsayımı, dü­
şünceler ile dil arasında bir araçsallık ilişkisi olduğudur.
Bu ilişki, teknolojik bir modeli izler: düşüncenin erekleri
vardır, dil, düşünceye bazı imkanlar sunar, alıcı nasıl olup
da mesajda kullanılan dilin sunduğu imkanların altında
vericinin ereklerini ayırt edebilir? Başka sahalara ait olan
Homo , Homo faber, istenç ve iyi niyet idelerinin dil sorula­
rı için uygun olduğuna kuşku yok gibidir !

33. Yine de eğer Faurisson " kötü niyetli" davranırsa,


Vidal-Naquet onu Gaz odalan vardı cümlesinin doğru ol­
duğuna ikna edemeyecektir. Tarihçi aynı şekilde, "hala
anti-Dreyfusçuların olduğunu" acıyla tespit eder ( 198 1 :
269) . Gerçekliği ispatlama prosedürlerinin izin verdiği öl-

70
Ayrışma

çüde gerçekliği ispatlanmış bir vakayla ilgili, örneğin Albay


Henry'nin hazırladığı sahte belgeyle ilgili bile anlaşmaya
varılamayabilir. Dolayısıyla kötü istenç veya kötü niyet ya
da kör bir inanış (örneğin Lig'in Fransız Vatanı ile ilgili
ideolojisi) , hakikatin ortaya çıkmasını ve adaletin sağlan­
masını engelleyebilir. - Hayır. Sizin kötü istenç, vs. dedi­
ğiniz şey, karşı tarafın meselesinin gerçeğin ispatlanması
olmamasına, bilişsel cümlelerin kurulma ve geçerli kılın-
'

ma kurallarını kabul etmemesine, hedefinin ikna etmek


olmamasına verdiğiniz addır. Eğer Faurisson iknanın, yani
tanımlı bir gerçeklik hakkında anlaşmaya varmanın oyu­
na dahil olmadığı başka bir söylem cinsinde "oynuyorsa" ,
tarihçinin onu ikna etmeye çalışmasına gerek yoktur. Eğer
tarihçi bu yolda ısrar ederse kendini kurban konumunda
bulacaktır.

34. Peki ama karşı tarafı ikna etmeye çalışmadan ve o da


davranışıyla bilişsel bilimsel kuralları hor gördüğünü açığa
vurmadan, karşı tarafın kötü niyetli olduğunu nasıl bilebi­
liriz? - Bu kuralların izin verdiği "oyunu oynarız" ; alıcının
cevabı, bunlara uymadığını gösterir. - Peki ya karşı taraf
bilginin kurallarına uymadığını saklamaya, bunlara uyu­
yormuş gibi yapmaya çalışıyorsa? Onun niyetini bilmem
lazım . . . - Şunlardan ancak biri geçerlidir: Onun alıcısı
olduğu cümleler ya bu kurallara uyuyordur ya da uymu­
yordur. Bu bakımdan çokanlamlı olamazlar, çünkü çokan­
lamlılık tam da bu kuralların dışladığı bir şeydir. - Ama bu
cümleler kurallara uyuyormuş gibi, tek anlamlılarmış gibi
yapabiliriz; buna dair deliller uydurabiliriz. Genelkurmay
tereddüt etmemiştir. - Elbette, ama gerektiği kadar ve iddia
geri çekilene dek argümanı çürütmek, tanığı geri çevirmek,

71
Ayrışma

kanıtı reddetmek savunmaya düşer. O zaman görülecektir


ki iddia makamı başka bir oyun oynamaktadır. - Kuşku­
suz, peki ama ayrışmayı önceden hesaplayarak ondan ka­
çınmak mümkün değil midir? - Öyle görünüyor ki bu im­
kansızdır. Bu türden bir hesaplamayı, karşınızdaki tarafın
kişiliğine, cümle kurma tarzına dair, lehte veya aleyhte, bir
önyargıdan ayırt eden ne olacaktır? Önyargıda bulunmak,
bilişsel bilimsel cümlelerin kuralları tarafından dışlanır. -
Ama bu kuralları koyanlar, kendilerinin bunları koymak
için yetki sahibi oldukları konusunda önyargıda bulunmu­
yorlar mı? Gerçekten de bu kurallar henüz konmamışken
ve dolayısıyla yetki sahibini belirleyecek herhangi bir kri­
ter yokken, nasıl olup da önyargıda bulunmayabilirler ki?

PLATON

1 . Kuvvetli ve zayıf.
Meletos, der Sokrates, mahkemeye beni şikayet etmiş. Ama
beni bu şikayetten daha fazla endişelendiren bir dedikodu uzun
zamandır ortalıkta dolaşıyor: yerin altında ve göklerde olanlarla
ilgili şüpheli araştırmalar yapıyormuşum; en zayıf argümanı en
kuvvetli argüman haline getirmeyi biliyormuşum, tanrılara inan­
mamayı öğretiyormuşum (Savunma, 18 b, 19 b-c, 23 d) . Aslın­
da bunlar, yirmi beş yıl önce Bulutlar'da Aristofanes'in Sokrates'e
yönelttiği başlıca suçlamalardır. Komedya yazan aynca Sokratik­
ler'deki cinsel tersine dönüşü de eleştiriyordu.
Davanın konusu, konuşma tarzındaki bir tersine dönüştür,
dine aykırı bir söylem cinsidir. Aristoteles, en zayıf argümanı en
kuvvetlisi haline getirme sanatını Protagoras'a ve Corax'a atfeder
(Retorik, il 24: 1402 a 23) ; Eusebius, Sextus, Diogenes Laertius,

72
Ayrışma

Philostratus, Hesychius, Platon ve Cicero ise tanrıların var olup


olmadığını veya kim olduklarını bilmenin, zaman ve gösterilebi­
lir kanıt yokluğu dolayısıyla imkansız olduğunu söyleyenin Pro­
tagoras olduğunu belirtir (Diels-Kranz 80 B4, A l 2 , A l , A2, A3 ,
A23) . Diogenes, Philostratus ve Eusebius ayrıca Atina'da Pro­
tagoras'm kitaplarının toplatılıp yakıldığını, Sextus da Protago­
ras'm dinsizlik suçlamalarından kurtulmak için çareyi kaçmakta
bulduğunu aktarır (Diels-Kranz 80 A l , A2, A4, A l 2 ) . Kaçma ola­
yı dışında Sokrates ve Protagoras'ın adları, mantıksal bir altüst
etme suçlaması altında birbirinin yerine geçebilir.
Dinsizlik sorusunun çözümü , Platon'un eserinin meselelerin­
den biridir. Sözkonusu olan, ontologos'un çöküşünü tasdik etmek
ve yeni logologos'un kurallarını tanımlamakur. Parmenides'ten
bize ulaşan cümle, Parmenides'in tanrıların ağzından duyduğu
cümledir. Bir söylem cinsi olarak ontoloji, şu karanlık aydınlan­
mayı önkoşul kabul eder: cümleleştirdiği şey, varlık, aynı zamanda
onun ağzından konuşan şeydir, gönderge aynı zamanda vericidir.
"Var olmak ve düşünmek aynıdır. " Ontolojik cümle öncelikle dı­
şarıdan alınmış bir cümledir ve varlık düşünürü bir alıcıdır, ta­
nıktır. Bu noktada retorikçi veya sofıst, tanığın öne çıkmasını ve
kanıtlarını sergilemesini ister. Tanığın kanıtı yoktur, ya herhangi
bir gönderge olmadığı için ya bu gönderge kavranabilir olmadığı
için ya da son olarak iletilebilir olmadığı için. Gorgias'ın olan ve
olmayanla ilgili söylediklerini Protagoras tanrılarla ilgili söyler.
Hem olan ve olmayan hem de tanrılar göndergeye, ispat edilme­
si gereken mercilere dönüşmüştür. İşte bu bakımdan yeni söylem
dinsiz ilan edilir; bu söylem vahye başvurmaz, göndergenin ger­
çekliğinin ispatlanması için çürütme ( "yanlışlama" ) yapılmasını
talep eder. Dinsizlik, verici ve alıcı mercilerinin argüman sunmak­
la yükümlü olmasıdır. Logos sözcüğünün anlamı değişir. Anık ka­
bul eden-söyleme değil, argüman yürüten-söylemedir.

73
Ayrışma

Platon için sözkonusu olan, argüman yürütme kurallarını tes­


pit etmek ve en zayıf argümanın, inandırıcı (büyüleyici, goeteia,
Meneksenos 234 c-235 a) etkisiyle en kuvvetli argüman karşısın­
da galip gelmesini yasaklamaktır. Meneksenos diyaloğunda bu
kurallar, cenaze konuşması cinsiyle ilgili olarak, pastiş kisvesi
altında betimlenir (Loraux, 1 9 74: 1 72-2 1 1 ; 1 98 1 : 267-332) . Sok­
rates, cenaze konuşmasında gerçekleşen merci kaymalarını be­
lirler. Epidiktik cinsin bir türü olan logos epitaphios'un kurulu-a­
tanmış vericisi, Konsey tarafından önerilen bir konuşmacıdır,
alıcısı Yurttaşlar Meclisi'dir, göndergesi vatan için çarpışırken
ölmüş yurttaşlardır. Kurulu anlamı, bu yurttaşların övülmesidir.
Alıcı üzerinde bir tür "büyü" etkisi yapar (dinleyici kendini Kut­
lular Adası'na gitmiş sanır) .
Bu duyguya karşılık gelen, merciler üzerindeki adların ka­
yarak yer değiştirmesidir: çarpışmada ölmek "güzel ölüm"dür;
güzel ölüm "iyi" yaşam demektir; Atina yaşamı iyidir; bu yaşamı
süren Atinalı iyidir; siz iyisiniz . Epitaphios'un mevcut-kılıp-sun­
duğu görünür evrendeki merciler üzerinde bulunan adların du­
rumları şöyledir: ben, konuşmacı, size (siz Meclis'e) savaş mey­
danında ölenlerin iyi olduğunu söylüyorum. Bu evrenle beraber
mevcut-kılınıp-sunulan (örtük) evrendeki durumlar ise şöyledir:
ben size sizin iyi olduğunuzu söylüyorum. Ve hatta, en sondaki
canlandırmayı da (ölü kahramanların dile gelmesini) hesaba ka­
tarak: onun (konuşmacının) aracılığıyla biz (ölü kahramanlar) ,
bize (yaşayan yurttaşlara) diyoruz ki biz (yaşayanlar ve ölüler)
iyiyiz. İlk evrendeki alıcı aynı zamanda ikinci evrende gönderge
durumundadır. Ayrıca ilk evrendeki gönderge de ikincide verici
haline gelir (no. 1 56, 1 60) .
Meclis'ten söz alması, argüman yürütmesi ve hatta yargıda bu­
lunması beklenmez. Epidiktik, diyalektik değildir, hatta hukuki

74
Ayrışma

retorik veya müzakere retoriği de değildir, daha ziyade poetikaya


benzer. Sözkonusu olan, alıcıda cümlelere değil, birer cümle-ben­
zeri 13 olan sessiz duygulara yol açmaktır. Eğer cümleler meydana
gelseydi, pathos'un çokanlamlılığını şöyle veya böyle ortadan kal­
dırır ve büyüyü dağıtırlardı. (Burada bazı cümle aileleri için, poe­
tik cümleler için meselenin, duygunun işareti olarak alıcının ses­
sizliği olduğunu gözlemleyelim) . Pathos'un sessizliği, Sokrates'in
betimlediği baş dönmesi, merciler üzerindeki adların durumları­
nın, aynı anda birçok yerde bulunmak olmasından kaynaklanır:
alıcı kendisi hakkında söyleneni orada değilmiş gibi duymaktadır,
yani hem alıcı olarak yaşamaktadır hem de gönderge olarak ölü­
dür, ölümsüzdür. (Bu şekilde aynı anda birçok yerde bulunmaya
arzunun tamamına ermesi denebilir, ama bu, metafizik bir adlan­
dırmadır) .
Bu paralojik işlemler grubuna Platoncu dilde metabole, mime­
sis ve peithô denir. Bunlar alıcıda bir tutulma yetisi [passibilitt] ,
bir patheia, bir etkilenme ve duygulanma yetisi , bir metamorfoz
yetisi olduğunu varsayarlar (bulut bunun sembolüdür) ; vericide
ise bir rol yapma, bir gizlilik, sahtelik [apocryptie (sic.) ] varsa­
yarlar (benim ağzımdan cümleler söyleyen ben değilim, tanrı­
lardır, kahramanlardır: ölülerin canlandırılması, Parmenides'in
tanrıçayı canlandırması) .

2 . Dinsizlik.
Bu işlemler grubu ne bakımdan dinsizlikle ilişkilidir? Ön­
celikle tanrıların alıcı olduğu kabul edilmiştir. "Yasada dendiği
gibi tanrıların olduğuna inandığımızda, dindarlığa karşı eylemde
bulunamayız veya bile bile yasaya karşı konuşamayız. Eğer bunu
yapıyorsak bir hastalığa tutulmuşuz (paschôn) demektir ve üç tür

13 Fr. quasi-phrases. -çn

75
Ayrışma

hastalık vardır: ya tanrıların olmadığına inanırız ya olduklarına


ama insanlarla ilgilenmediklerine inanırız veyahut onların hedi­
yeler sayesinde kolayca boyun eğdirileceğine, kıymetli taşlarla
baştan çıkarılacağına inanırız" (Yasalar X 885 b) . Üç tür dinsiz­
lik. Ya tanrılar bizim cümlelerimizin alıcısı değildir ya da, eğer
öylelerse bile bize cevap vermezler, karşımızdaki konuşmacılar
değildirler veyahut, cevap veriyorlarsa bile bozulmaya ve tutku­
lara tabidirler, adil değildirler. Yani: var değildirler; varlarsa bile
dilsizdirler; konuşuyorlarsa bile onlara söyletileni söylerler. İkin­
ci şahsa, yani alıcıyı işaret eden merde aktarıldıklarında, dinsiz
cümleler sırasıyla şöyle olacaktır: siz yoksunuz; siz konuşmuyor­
sunuz ; siz benim size söylettiklerimi söylüyorsunuz. Her durum­
da benden daha az kuvvetlisiniz ; ben varım, konuşuyorum ve ne
istersem onu söylüyorum. Dinsizlik, güç ilişkilerindeki bu altüst
oluşta yatar. Geleneksel olarak tanrılar, özellikle de Aristofanes
ve Platon tarafından, "en güçlüler (kreittones)" olarak adlandırı­
lırlar (Des Places: 1, 299-300) .
Tanrılarla değil de tanrılardan konuşarak da dinsiz olunabi­
lir. O zaman tanrılar, insandan insana mübadele edilen cümlele­
rin göndergesi durumunda olurlar. Birçok geleneksel anlatının,
muthoi'nin durumu budur: tanrılar iyiliğin ve kötülüğün nedeni­
dir, şekil değiştirirler (yani yalan söylerler) ; bunlar mythopoietes
ve logopoioi tarafından, yani şairler, retorikçiler ve sofistler tara­
fından sayılan iki zayıflık belirtisidir (Devlet il 376 c ve dev) . Bu
söylem cinslerinin kanonik cümlesi şöyledir: Sana diyorum ki
onlar da senin ve benim kadar zayıftır. İşte bu yüzden bu cümle
kurucular, ideal siteden uzaklaştırılır (Devlet) , gerçek sitede ise
en kötü cezalara çarptırılırlar (Yasalar) .
Son olarak dinsizlik, tanrıların doğru-sözlülüğüne ihanet et­
mek olabilir. Bu sefer tanrılar, cümlelerin vericisi durumundadır.

76
Ayrışma

Dinsizlik onlara şöyle dedirtmektir: Yalan söylüyoruz, sizi kan­


dınyoruz, şöyle diyoruz oysa böyledir. Burada Platoncu kritik
(Devlet IIl 392 c-398 b) tanrılara söyletilen şeye değil, esas olarak
onların konuşturulması prosedürüne, logos'tan ziyade lexis'e sal­
dınr. Bu prosedür mimetiktir: tanrıyı verici merciine yerleştire­
rek "has" vericiyi , yani normalde anlatıcıyı, gizlemiş olur. Mime­
tik poetikanın katıksız örneği tiyatrodur: yazar sahneye çıkmaz ,
saklı ve sahte kalır. Tersine ditiramp doğrudan bir yazı türüdür,
"sahici [ authentique] " vericihin izlerini korur. Homeros destan­
ları mimesis ile diegesis'i bir arada barındınr (age) .
Mimesis ilke olarak reddedilmelidir. İkinci bir doğa yaratır,
kılık değişikliklerine ve metabol ai ye yer vererek uygunsuzluğa
'

zemin hazırlar (Devlet IIl 395 d, 397 b) . Yatak idesine göre tanrı
ne ise yatağa göre de marangozun o olması yine idare eder, gö­
rünen ile olan arasındaki sefil ama ontolojik, ikili düzenlemedir
bu . Ama ressamın bir de buna yatak hayalini eklemesi acınası
bir yapaylıktan ibarettir, duyulur olanı, yani en güçsüz varolanı
ikiye çıkartarak ontolojik sefaleti katlamaya yarar sadece.
Oysa Devlet'in VII. Kitap'ında Sokrates de bu yapaylıktan fay­
dalanır. İdeler için iyi ne ise nesneler için de güneşin o olduğunu
açıklamak üzere , olabilecek en mimetik analogonu kullanarak
analojiyi ikiye katlar: el yapımı nesneler için, der, mağaranın gi­
rişine konmuş ve nesnelerin gölgesini yansıtan ateş ne ise onun
gibi. Sokrates şu kolaylığı kullanır: mimesis yasaklanmalıdır ama
yasaklanamaz. Aslında şeylerin kendileri değil, hayalleri yaka­
lanabilir. Eğer şeyler yakalanabilseydi, cümle kurmaya gerek
kalmazdı. Veya eğer cümle kurmuyor olsaydık, mim yapmaya
[ taklide ] gerek kalmazdı. Cümle kurma , cümlesi kurulanın var­
lığı eksik olduğunda meydana gelir. Dil, var olanın varlığını bil­
mediğimizin imidir. Bunu bildiğimiz zaman, var olanızdır, ses-

77
Ayrışma

sizlik olur (Mektup VII , 342 a-d) . O halde mimesis ile ancak taviz
vererek anlaşmak mümkündür.
Simülakr da idol (eidolon) gibi yanıltıcıdır ama eikos (haki­
kiye benzer) olarak alındığında aynı zamanda hakikiye , "has
olana" 1 4 giden yolda bir işarettir (Phaidros 26 1 ve dev . ) . Benzer
olanı kurala bağlamak gerekir. Uygun (eoikota) simülakrlar vere­
cek iyi basma matrisleri, iyi typoi gerekir (Devlet il 377 e-379 a) .
Taklidin zorunlu olduğunun işareti, dilin bize küçüklüğümüzde
sütannelerin, bakıcıların ve kadınların anlattığı hikayelerle gel­
miş olmasıdır (age, 377 b) . Bundan kaçınmak mümkün müdür?
Ancak basımı iyileştirebiliriz . Platoncu poetikanın kanonik cüm­
lesi neticede şu olacaktır: Seni mümkün olan en az şekilde kan­
dırıyorum.

3. Diyalog.
Taraflar arasında, göndergesini gerektiği gibi teşhis eden bir
cümle üzerinde anlaşmaya varmayı sağlayan kurallar, gönder­
genin gerçekliğinin kaybıyla veya çöküşüyle ilgili bu sorunsal
içinde kurulur işte. Diyalektik cins içinde yeni bir söylem türü
gerekmektedir. Anlaşma arayışı, ne olursa olsun kazanmayı he­
defleyen eristiğin, paralı bir eristik olan sofistiğin ve hatta kana­
atleri [opinion] sınamaya çalışan deneysel diyalektik türü peiras­
tiğin düzenleyici ideali değildir (Aristoteles, Sofistik Çürütmeler:
2, 8, 1 1 ) . Cümlelerin kurulmasına ve birbirine bağlanmasına ve
kanıtların sunulmasına dair kurallar, tartışarak hakikati arayan­
lar için bile tespit edilmiş ve üzerinde uzlaşılmış olmaktan uzak­
tır. Tartışma çoğu zaman şöyle kesilir: Böyle olmaz. Bu kuralların
tespit edilmesi aynı zamanda Topikler'in, Sofistik Çürütmeler'in
ve Retorik'in de konusudur.

1 4 Fr. propre. -çn

78
Ayrışma

Sokrates Polos'a , aralarındaki münakaşanın hukuki veya


politik retorik değil , dialegesthai cinsine ait olduğunu söyleye­
rek itiraz eder (Gorgias 47 1 e-472 b, 474 a ve dev . , 475 d-476
a) . Mahkemede değiliz , "ben politika yapanlardan değilim"
Avukat, kürsüdeki konuşmacı, çok sayıda tanık çağırarak ka­
rarı etkileyeceğini düşünür: "Bu tür bir çürütmenin" , der Sok­
rates , "hakikat bakımından hiçbir değeri yoktur. " Onun için
önemli olan tek tanıklık, karşı taraftaki Polos'un tanıklığıdır.
Kendisinin ve Polos'un bir cümle üzerinde uyum (homologia)
sağlamaları , hakikatin işareti olacaktır. Bu beklenti karşılıklı
olmalıdır: Polos'un da tüm isteği , Sokrates ile uyum sağlamak
olmalıdır. Üçüncü kişi olarak tanık bu şekilde reddedilir: gön­
dergeye dair kabul edilebilir tek tanıklık, gönderge hakkında
t artışarak onunla ilgili tüm tanıklıkları çürü tmenin eleğinden
geçirenlerin tanıklığıdır.
Devlet diyaloğunda (I 348 a-b) Sokrates , mahkemede veya
mecliste devreye giren diğer üçüncü şahsı, yargıcı da iptal et­
meyi önerir. Thrasymakos'a antilojik cinsi betimler: argümana
karşı argüman sunulur, herkes sırayla cevap verir, daha sonra
argümanları saymak ve değerlendirmek gerekir, dolayısıyla bu
elemeyi (diakrinôn) yapacak bir yargıca ihtiyaç vardır. Ama "eğer
anlaşmak üzere [anamologoumenoi , aynı zamanda şöyle demek­
tir: bir yandan anlaşmadığımız halde) hep birlikte şeyleri inceler­
sek o zaman hem yargıç hem de davacı [ rhetores ] oluruz"
Bu ikili reddediş (veya ikili sıkıştırma) , diyaloğu, göndergenin
teşhis edilmesini eksen almayan retoriklerden ve diyalektiklerden
kurtanr. Kamusal alanlardan uzakta bir kurum vücut bulur. Ora­
da mesele kazanmak değil uyum sağlamaktır. Cümleler arasında­
ki agôn, müzakere politikasının (no. 210-2 15) ve politik yaşamın
kuralıdır. Ama Akademi'nin içindeki kural, daha ziyade mathemati-

79
Ayrışma

koi'nin, yani Orfeusçu Pisagorcular çevresinin müritlerinin izlediği


kurallara benzer, daimon'lann ifşa olması dışında (Detienne, 1963).
Mathemalar po liti koi'ye öğretilir ama onlarla birlikte geliştirilmez.
Ezoterik seminer ile eksoterik sergilemenin bilmeyle ilişkileri
arasındaki fark, sözlü diyalog ile kitap arasındaki farkla örtüşür.
Yazı , diyaloğun ölümü demektir: kendi kendinin vericisi değildir
ve tek başına kendini savunamaz (Phaidros 275 d) ; diyalog ada­
mının karşı tarafı seçtiği gibi kendi okurunu seçemez (275 e) ;
yazı , imleri dolayısıyla formel ve mekanik mnemotekniğe başvu­
rur, sesin yaptığı gibi içeriklerin aktif anamnesis'ine [ hatırlama ]
başvurmaz ( 275 a) ; yazıyla öğrenme, taklit15 (kısa) zamanda ya­
pılır, yapay bahçelerdeki bitkilerin büyümesi gibi, der Adonis ,
oysa canlı söz ile döllenme, diyaloğun yavaş ve uzun, belki de
bitimsiz zamanını gerektirir (276 b-277 a) .
Yazıda yasa dair olan şey, politikayı yönetir: yasaların yazıl­
masının gerekmesi, tıpkı tıbbi reçetelerin yazılması gibi, bile­
nin, doktorun, yaşayan yasa koyucu olan "kralın" yokluğunda
da yönetebilmek içindir (Politika 293 a-295 c) . Hayalkırıklığı­
na uğramış Pisagorcu , ontolojik ve politik yasını tutar, yazmak
gerekmektedir, yazıyla yönetmek, yazıyla öğretmek, taklide razı
gelmek gerekmektedir ( " Zira yazıda korkunç olan, resim ile ara­
sındaki benzerliktir" , Phaidros 2 75 d) , ve adına politikos, okur
denen, diyaloğa layık olmayan şu alıcıyı kurumsallaştırmak ge­
rekmektedir. Sözlü diyalojik cümlelerin karşısına, yazılı pedago­
j ik cümleler koymak gerekecektir.

4. Seçme.
Canlı diyaloğa herhangi birinin katılması kabul edilemez .
"Sokrates" katılımcı bulma engeliyle karşılaşır: ya ahmaksa veya

1 5 Fr. simule. -çn

80
Ayrışma

kötü niyetliyse? N ihai erek olan homologia'nın kurulabileceğin­


den asla şüphe edilmez , o bir idenin nesnesidir, bir ereğin erek
olarak kalmak için gerçekleşmesine gerek yoktur, daha ziyade
gerçekleşmemesine gerek vardır, belki de bu yüzden diyaloğun
zamanı sonsuzdur. Ama diyaloğun kurulması için gerekli olan,
taraflar arasında en azından meseleye dair, yani uyum arayışına
dair bir uyum sağlanmasıdır. Afrodisiaslı Aleksander, yöntem
i le ilgili anlaşmaya koinologia adını verir: eğer en sonunda tez­
lerin özdeş olması gerekiyorsa, en azından iki tarafın lisanının
ve onu kullanım biçimlerinin en baştan beri müşterek olma­
sı gerekir. Diyalog adayının kaba saba biri , aptal veya yalancı
o lduğunu düşünsenize, öyle birinin elbette elenmesi gerekir.
Sokrates Elealı Yabancı'ya hangi yöntemle argümanlarını sun­
mayı düşündüğünü sorar: uzun söylevler halinde mi yoksa soru
cevap olarak mı? Yabancı şöyle der: "Birinin eşlik ettiği yön­
tem, zorluk çıkarmadan cevap vermesi ve özü sözü bir [ henia,
gem sözcüğünden euhenios ] 16 olması koşuluyla, daha kolaydır;
değilse tek başına" (Sofist, 2 1 7 c-d) . Örneğin form dostlarıyla
diyalog kurmak mümkündür, her şeyi bedene indirgeyen mad­
decilerden daha " evcildirler" (ehlileşmişlerdir, hemerôteroi)
(age, 246 c) . Maddecilerin ise diyaloğa kabul edilmeden önce
" medenileştirilmeye" (nômimôteron) ihtiyaçları vardır. Ama bu
halde (ergô) sözkonusu olamaz . Dolayısıyla medenilermiş gibi
(logô) yapılacaktır: onların yerine konuşulur, tezleri yeniden
yorumlanır (aphermeneue) ( 246 d) , diyaloğa uygun hale geti­
rilir.

1 6 Lyotard, gem sözcüğünden gelen euhenios'u franc du collier de­


yimiyle karşılıyor. İlk anlamıyla atın, boynuna takılan hamutu
serbestçe ve güçlü biçimde çekiştirmesi demek olan bu deyim,
"art niyet taşımamak" , "söylediği ile düşündüğü bir olmak" an­
lamında da kullanılır. -çn

81
Ayrışma

Aslında sözkonusu olan sadece diyaloğa girme iddiasındaki


zavallı kafasızları elemek değil, aynı zamanda çekingen kalıp is­
temeyenleri de cezbetmek ve ehlileştirmektir. Oynanan diyalog
onları çekmeye yarar. Maddeci, diyalog sahnesine çıkmaz ama
orada temsil edilir. Koinologia'yı taklit etmek, elbette ergô orada
olmadığı halde logô taklit etmek, iyi mimesis'tir. Bu işlem, Yasa­
la r'daki Atinalı tarafından özenle betimlenir (X 892 d ve dev. ) .
Atinalı , ruhun [a.me] bedene önceliğiyle ilgili bir tartışma baş­
latmadan önce, Kleinias'a ve Megillos'a şöyle der: şiddetle akan
bir su akıntısından geçmemiz gerekiyor. Ben sizden daha sporcu
ve daha deneyimliyim . Bırakın önce ben geçmeyi deneyeyim ve
sizin için uygun olup olmadığına bakayım. Eğer değilse sadece
ben risk almış olurum. Akla yatkın değil mi? "Pekala, gelen ar­
gümanlar çok güçlü , belki de sizin gücünüz bunları aşmaya yet­
mez" , sorulara cevap verme alışkanlığınız yok, kaybolacaksınız .
"Dolayısıyla bana öyle geliyor ki şimdi şu şekilde ilerlemek zo­
runludur: ben soruları kendi kendime sorayım, siz onları güven­
le dinleyin, sonra ben kendi kendime cevabı vereyim ve bu şe­
kilde tüm argümanı katedelim" (age) . Ve hemen harekete geçer:
"Böylece, eğer bahsettiğimiz türden sorularla beni sıkıştırırlarsa,
güven içinde şöyle cevap verebilirim: - Sen yabancı, derler, acaba
. . . ? - Belli olmaz , diye cevap veririm . . . " Ardından oynanan bir
diyalog gelir (893 b-894 b) ve şöyle sona erer: "Pekala dostlarım,
acaba . . . ? "
Adı geçen dostlar kimdir? Atinalı'nın tek sesli diyaloğunda
oynadığı konuşmacılar mı, yoksa "gerçek" konuşmacılar Spartalı
Megillos ve Giritli Kleinias mı? Öte yandan Atinalı, ister kur­
maca olsun ister "gerçek" , "dostlarım" ile zincirleme bağlantı
kurar ve bir soru sorar. Demek ki taşkın sulardan geçebilmiştir.
Poetikacı bu oyuna metalepsis adını verir (Genelle, 1972: 243 ) ,

82
Ayrışma

göndergenin ele alınışındaki bir seviye değişikliği. Aristoteles,


bir metalepsis olan translatio disputationis'in kullanımını ince­
ler (Topikler 11: 1 l l b 3 1 ) , ama onun değişikliğini betimlediği
ele alma, taraflara değil argümana uygulanır. Genette'in bunun­
la ilgili söyledikleri ve verdiği örnekler, metalepsis'e farklı bir
kapsam kazandırır: metalepsis bir sınınn geçilmesidir, bu sınır
" hareketli ama kutsaldır ve iki dünyayı birbirinden ayınr: hika­
yenin anlatıldığı dünya ve hikayede anlatılan dünya" (245 ) . Bu­
nun örneklerini verir, Balzac veya Proust'taki zararsız örnekler
ve Sterne, Diderot, Pirandello ve Genet'deki gözüpek örnekler.
Genelle metalepsis'in arketipini, Theaitetos diyaloğunun giriş
kısmında bulur: Euklides Terpsion'a, Theaitetos, Theodoros ve
Sokrates arasında geçen bir tartışmayı aktanr, bunu da kendi­
sine Sokrates aktarmıştır. Ama der, diye cevap verdi , dedim, diye
onayladı gibi anlatı işaretlerinin gereksiz tekrarından kaçınmak
üzere Euklides, konuşmayı ezberden yazıya geçirirken bu ifadele­
ri kaldırmıştır. Dolayısıyla Terpsion ve biz, Euklides'in okurları,
Sokrates'in Theodoros ve Theaitetos ile diyaloğunu sanki arada
hiçbir aracı olmadan dinliyormuş gibi okuruz. Bu , kusursuz bir
ınimesis vakasıdır: yazann silinmesiyle, Euklides'in sahteliğiyle
kendini belli eder. Yasalar'daki Atinalı, monolog diyaloğunda oy­
nadığının işaretlerini bırakıyordu hiç değilse. Aynca yazar Platon
da okuduğumuz (ve ona atfettiğimiz) diyaloglardan aynı şekilde
kendini silmektedir. Bu şekilde , öyle görünüyor ki, Sokrates'in
Devlet'te ilan ettiği poetik yasamayı ihlal eder ve tezi açısından
olmasa bile formu açısından dinsizlik suçlamasıyla karşı karşıya
kalma riski taşır.
Yine de çoğu zaman diyalogların giriş kısımlan, sahneleme­
nin izlerini taşır: x y 'ye der ki z ile karşılaşmıştır ve z ona şöyle
anlatmıştır . . . Buradaki en önemli seviye çekilmeleri (Genelle,

83
Ayrışma

1972: 238 ve dev.) birkaç çeşittir: Yasalar'da bir çekilme seviye­


si: (Platon) > Atinalı ve karşısındaki konuşmacılar; Devlet'te iki
seviye: (Platon) > (Sokrates) > Sokrates ve karşısındaki konuş­
macılar; Theaitetos'ta dört seviye: (Platon) > Euklides, Terpsion
> Euklides, Sokrates > Sokrates, Theodoros, Theaitetos (yazılı) .
Ayrıca proimia içindeki kişi ve mesafe çeşitlenmelerini de ince­
lemek gerekir (Genette, 1972: 25 1 , 1 83) . Seviyelerdeki çoğalma ,
alıcının (okur) göndergeye olan mesafesini artırır. Örneğin Ya­
salar'da, bahsettiğimiz pasajda, Kleinias ve Megillos sahneden
salona yollanmıştır ve Atinalı'nın kendi kendisiyle giriştiği kur­
maca diyaloğu dinlerler. "Platon" tarafından yazılmış diyalog­
ların okuru olarak biz de aynı kaderi paylaşıyoruz: sahneleme
işlemleri ile belli bir mesafeye atılmış olduğumuzdan, diyaloğa
katılanlarla özdeşleşmemiz gecikmiş gibi görünüyor.
Anlatıdaki bu mesafelendirme işlemcileri, "Sokratik" diyalog­
da üçüncü şahıslan vuran dışlama kurallarının oynadığı rolün
aynısını Platoncu poetikada oynar: nasıl ki Giritli ve Spartalı oy­
nanan diyaloğa kabul edilmiyorsa, biz okurlar da yazılı diyaloğa
kabul edilemeyiz. Ya onlar gibi fazla zayıfızdır ya da maddeci­
ler gibi kaba ve dikkafalı. Diyaloğun ana kuralı, gönderge hak­
kındaki uyuma sadece bizim varmamız ve bunu kendi başımıza
yapmamız gerekmesidir; oysa biz, diyaloğun kuralları hakkında
uyuma varmayı beceremeyiz. Biz, gerçeklik konusunda üçüncü
şahısların kararına güveniriz. Üçüncü şahıs önünde kazanılan
başarının hakikatin imi olduğunu düşünürüz. Agonistiğe inanı­
rız. En az kuvvetli argümanın bazı manevralar yaparak kazanma­
sına izin veririz.

5. Metalepsis.
O halde agonistik taraftarlarıyla diyalog taraftarları arasında,
gerçekliği ispatlama araçları konusunda bir ayrışma vardır. Bu

84
Ayrışma

ayrışma nasıl çözüme bağlanmalı? Bir taraf diyalogla, der; diğer


taraf agön ile. Eğer burada kalınırsa ayrışma ancak devam etti­
rilmiş olur ve bir tür üst-ayrışmaya, gerçekliği ispatlama yoluyla
ilgili ayrışmayı çözüme bağlama yoluyla ilgili bir ayrışmaya dö­
nüşür. Ve tam da bu yüzden agonistik ilkesi, elenmek şöyle dur­
sun, yine kazanmış olur. Böyle bir tekrarın oluşturduğu tehdidi
yumuşatmak için " Platon" , diyalogdaki karşı taraf metalepsis'ini
sahneye koyar ve bu belki de pedagojinin çekirdeğini oluşturur.
Bu sahnelemenin paradoksu şudur. Diyalog ilke olarak, tar­
ı ışmanın göndergesinin gerçekliğini ispatlamak için üçüncü şa­
hıslara başvurmayı kabul etmez . Bu gerçekliğin kriteri hakkında
ıaraflar arasında anlaşma olmasını talep eder ve bu kriter, bu ger­
çeklikle ilgili belli bir cümle konusunda anlaşmaya vanlmasıdır.
Üçüncü şahıslann ortadan kaldınlması, zaten diyaloğun sahnesi
olan bir sahnede meydana gelir. Ama bu sahne de üçüncü şa­
hıslan, yani salondaki izleyicileri devreye sokar. Bunlar tam da
diyalogdan elenen üçüncü şahıslardır. Kendilerini agonistiğe,
yani üç kişilik oyunlara, geleneksel retoriklere , diyalektiklere ve
poetikalara (özellikle de teatral) vermişlerdir. Diyalog sahnesine
göre üçüncü şahıs konumuna yerleştirilmiş olduklarından, şu
repliğin, bu olayın veya o bölümün diyalojik olup olmadığına
ı anıklık etmek veya buna dair yargıda bulunmak durumunda­
dırlar. Ama eğer böyleyse, diyalog da üç kişilik bir oyun olarak
kalır ve ilkesi de poetik ve retorik agonistiktir. Sanki "Sokrates" ,
Thrasymakos'un başının üstünden, görüşmede hazır bulunan iz­
leyicileri, en kuvvetlinin kim olduğuna karar verecek bir okur
kitlesini hedeflemektedir. O halde tam da üçüncü şahıs olarak
devreye girdiklerini sandıklan anda üçüncü şahıs olmayı, diya­
loglann izleyicisi, tanıkları ve yargıçlan olmayı bırakıp, diyalo­
�un katılımcısı konumuna yerleşmeleri gerekir. Tartışmanın ele

85
Ayrışma

alınışındaki bu değişikliği oluşturan metalepsis'tir. Bunu gerçek­


leştirdiklerinde izleyiciler artık sahnelenen diyaloğun alıcıları
olmayı bırakıp Thrasymakos veya Kleinias ile birlikte, "Sokra­
tes"in veya Atinalı'nın karşısındaki alıcılara dönüşürler, tıpkı bi­
zim önce okur olup, diyalog halindeki "Platon"un karşısındaki
alıcılara dönüşmemiz gibi.
Öyleyse ayrışmaların metalepsis'ler tarafından emildiği ve
göndergeyle ilgili anlaşmaya olmasa bile en azından müşterek
bir dile ulaştırıldığı bir diyalog dinamiği olduğunu mu kabul
etmek gerekir? O zaman Bir'in çokluktan daha kuvvetli oldu­
ğunu , anlaşmazlıklardan geçerek anlaşmanın arandığını ve bu­
lunduğunu da kabul etmek gerekir. Bunun gibi ilke değeri ta­
şıyan cümleler için , gösterilebilecek herhangi bir kanıt yoktur.
Dolayısıyla bir tartışmada taraf olanların, hatta diyaloğa tanık
olanların bile, diyaloğun katılımcılarına dönüşecekleri hiçbir
şekilde kesin, hatta muhtemel bile değildir. Kesin olan yalnızca
bunun, geleneksel diyalektiklerden farklı bir söylem cinsi oldu­
ğudur. Bu cins, adına bilimsel bilgi dediğimiz şeyin kurallarını
hem kurar hem de kurmaya çalışır.

3 5 . Peki ama tanıklık eden , Bu oradadır cümlesinin


vericisi , yani iddia makamı, en azından o, tanıklığının
kabul edilebilir olup olmadığına karar vermeyi sağlaya­
cak bazı yetkinlik kriterlerine, ahlaklılık (Aristo teles'te­
ki ethos) , samimiyet veya doğru-sözlü olma kriterlerine
tabi değil midir? - Vidal-Naquet, gaz odalarının gerçek­
liği lehine tanıklık etmek konusunda kendi yetkisini
sorgular. Şu iki gerekçe arasında tereddüt eder: unut­
maya karşı hafızayı korumak, intikam almak. ilk gerek­
çe tanığı yalnızca bilişsel bilim cümlelerinin kurallarına
tabi kılar: insanların geçmişindeki olguları tespit etmek.

86
Ayrışma

İkincisi ise bambaşkadır. Tarihçi bunun arketipini Cha­


teaubriand'ın şu cümlesinde bulur: "Ne zaman ki iğren­
menin sessizliğinde sadece kölenin zinciri ve ispiyoncu­
nun sesi yankılanır, ne zaman ki tiranın önünde herkes
titreşir ve onun gönlünü kazanmak da gözünden düşmek
kadar tehlikeli olmaya başlar, işte o zaman tarihçi beli­
rir ve halkların intikamını üstlenir" ( 1 98 1 : 270) . İşte ,
der Vidal-Naquet, uzun zaman boyunca tarihçinin işiy­
le ilgili fikri bu olmuştur. Ama artık "savaş bitmiştir" ,
traj edi laikleşmiştir, halklar, en azından Yahudi halkı ,
sesini duyurmaktan ve telafi elde etmekten aciz değildir,
kurban olmayı bırakmıştır. Tanığın tanıklık etme yet­
kisine sahip olmadığı için sessizliğin kendini dayattığı
4. durumla (no . 26 ve 27) veya tanıklık edilebilecek bir
göndergenin, bu örnekte kurbanın olmadığı 2. durumla
karşı karşıyayız gibi duruyor. Öyleyse tarihçinin elinde
kalan sadece bilginin ye tkisi olacaktır, işi "yüceliğini yi­
tirmiş" olacaktır (White, 1 982: 1 2 ) .

36. "Artık kurban yoktur" (no . 35) . Öncelikle, Yahu­


dilerin artık kurban olmaması farklı, artık hiç kurban ol­
maması farklı bir şeydir. Tikelden evrensele çıkarım ya­
pılamaz. Daha sonra, Artık kurban yoktur cümlesi (Artık
aynşma yoktur cümlesiyle totolojiktir) bilişsel bir cümle
değildir ve bilişsel cümlelerin ispatlanıp geçerli kılınması­
nı sağlayan yollarla ne doğrulanabilir ne de yanlışlanabilir.
Örneğin işgücü göndergesi bir kavramın nesnesidir ama,
Kant gibi konuşmak gerekirse, görüye yol açmadığı için
bilgi mahkemesi önünde fikir ayrılığına veya kesin karara
da yol açmaz. Onun kavramı bir İdedir (Kant Notu 3, § 2

87
Ayrışma

ve 3) . Başka bir örnek: Martinikli biri, Fransız vatandaşı­


dır; Fransız vatandaşı olarak haklarının zedelenmesi karşı­
sında şikayette bulunabilir. Fransız vatandaşı olduğu için
maruz kaldığını düşündüğü haksızlık, Fransız hukukunda
bir kavga konusu değildir. Özel veya kamusal uluslarara­
sı hukukta öyle olabilirdi fakat bunun için Martinikli'nin
artık Fransız vatandaşı olmaması gerekir. Oysa öyledir.
Dolayısıyla, vatandaşlığı yüzünden haksızlığa maruz kal­
dığını öne süren önerme, açık ve fiili prosedürlerle doğru­
lanamaz. Bu örnekler, İde cümlelerinin (Kantçı anlamda) ,
ulus İdesinin, değer yaratımı İdesinin cümlelerinin evren­
lerinde mevcut-kılınıp-sunulmuş durumlardır. Bu durum­
lar, bilgi cümlelerinin göndergesi değildir. Bilgi anlamında
bunların gerçekliğini ispatlayacak veya çürütecek kurulu
prosedürler yoktur. Bu yüzden ayrışmalara yol açarlar. Bu
ayrışmaların ifade edilmesi paradoksa yol açar, en azından
bilişsel cümle ailelerinin kuralları bakımından.

3 7 . Hipotezinizi kabul edelim: zararın mahkemenin ve


karşı tarafın müşterek dilinde ifade edilmemesi, haksızlığa
yol açsın ve bu da bir ayrışma doğursun. Peki ama bu hipo­
teze göre kurbanın cümlesinin göndergesi tam anlamıyla
bilgi nesnesi olmadığına göre, siz nasıl ayrışma olduğu yar­
gısında bulunabiliyorsunuz? Hatta böyle bir durumun var
olduğunu olumlayabiliyorsunuz (no. l ) ? Tanıklar olduğu
için mi? Ama hipoteze göre tanıklar da olumladıkları şeyin
gerçekliğini ispatlayamıyorlarsa, niçin onların tanıklığına
inanıyorsunuz? Ya ayrışmanın nesnesi ispatlanmış bir ger­
çekliktir ve o zaman ayrışma, ayrışma değil kavgadır, ya
da eğer nesnenin herhangi bir ispatlanmış gerçekliği yok
ise, o zaman ayrışmanın nesnesi yoktur ve ortada ayrış-

88
Ayrışma

ma kalmaz. - Pozitivizm böyle konuşur işte. Gerçeklik ile


göndergeyi birbirine kanştınr. Oysa birçok cümle ailesin­
de gönderge gerçek olarak sunulmamıştır: Tüm doruklarda
/ Banş; 2 x 2 = 4; Dışan çıkın; O zaman yola çıktı . . . ; Bu çok
güzel . Bu, tüm bu cümlelerin meydana gelmesini engelle­
mez. (Ama meydana gelmek17, acaba gerçek olmak ile aynı
şey midir? Hiç de değil) (no. 1 3 1 ) .

38. Birisi, bir hayvanın zarara uğraması durumunda,


insanın zarara uğraması durumundakinden daha çok acı
çekiyor. Çünkü hayvan, zararın ispat edilmesine ilişkin in­
sani kurallara göre tanıklık etme imkanından yoksundur
ve dolayısıyla uğradığı her zarar bir haksızlık gibidir ve
onu ipso facto kurban haline getirir. - Ama eğer hiç tanıklık
etme imkanı yoksa, o zaman zarar da yoktur, en azından
bunu ispat edemezsiniz. - Söylediğiniz şey tam da benim
haksızlıktan anladığım şeyi tanımlıyor: hayvanı savunanı
ikilem karşısında bırakıyorsunuz (no. 8) . İşte bu yüzden
hayvan bir kurban paradigmasıdır.

39. Ama eğer farklı rejimlere veya cinslere, örneğin bilgi


cinsine veya ide cinsine ait cümleler, bu ayrışmalara yol
açacak şekilde karşılaşıyorlarsa, bunların müşterek özel­
liklerinin olması ve "karşılaşmanın" aynı evrende meyda­
na gelmesi lazım demektir, yoksa hiç karşılaşma olmazdı !
- Sizin bahsettiğiniz evren, cümlelerin karşılaşacağı ama
cümlelerden önceki bir evrendir; oysa bu evreni mev­
cut-kılıp-sunan sizin cümlenizdir. Onu tüm cümlelerden
önce oradaymış gibi mevcut-kılıp-sunmaktadır. Genelde
gerçekliğin işareti olan paradoks işte buradadır: ona dair

17 Fr. avoir lieu. -çn

89
Ayrışma

bilişsel prosedürlerle geçerli kılınabilecek hiçbir tanıklık


olmasa bile gerçeklik vardır (no. 3 7 , 47) . - Hayır, bu evre­
nin gerçeklik olduğunu söylemiyorum, sadece cümlelerin
karşılaşmasının koşulu olduğunu, dolayısıyla ayrışmaların
koşulu olduğunu söylüyorum. - Bu karşılaşmanın koşulu
bu evren değil, sizin onu mevcut-kılıp-sunan cümlenizdir.
Bu , empirik değil transandantal bir koşuldur. Sözkonusu
evrene gelince, onun karşılaşmanın koşulu olduğu kadar
sonucu olduğu da söylenebilir (iki ifade birbirine denktir) .
Aynı şekilde dilbilimcinin cümlesi, gönderdiği dil-sistemi­
nin transandantal koşuludur. Bu, o dil-sisteminin, dilbi­
limcinin cümlesinin empirik koşulu olmasını engellemez .
Transandantal ve empirik, sadece iki farklı cümle ailesine
işaret eden terimlerdir: kritik felsefi (kritisist) cümle ve bi­
lişsel cümle. Ve son olarak: heterojen rejimlere veya cinsle­
re ait cümleler özel adlar üzerinde, ad ağlannın belirlediği
dünyalarda "karşılaşırlar" (no. 80, 8 1 , 60) .

40. Heterojen rejimlerden gelen cümleler arasında neden


karşılaşma olsun? Söylediğinize göre aynşmalar, bu karşı­
laşmalardan doğmaktadır. Bu temaslardan kaçınılamaz mı?
- İmkansız, temas zorunludur. ilk olarak, başa gelen bir
cümleyle zincirleme bağlantı kurmak gerekir (bu isterse ses­
sizlikle olsun, sessizlik de bir cümledir) , bağlantı kurmama
imkanı yoktur. İkinci olarak, bağlantı kurmak zorunludur
ama nasıl bağlantı kurulacağı olumsaldır. Sana uğrayabilirim
cümlesiyle çeşitli şekillerde zincirleme bağlantı kurulabilir
(no. 1 3 7, 139, 140) . - Ama bu bağlantılann bazılan yerinde,
bazılan ise tutarsızdır. - Ama bağlanma kurallarını belirle­
yen söylem cinsleri vardır (no. 147, 1 79 , 1 80) ve aynşma­
lardan kaçınmak için bunlara uymak yeterlidir. - Söylem

90
Ayrışma

cinsleri meseleleri belirler, farklı rejimlerden cümleleri tek


bir erekselliğe tabi kılarlar: soru, örnek, argümantasyon, an­
latı, ünlem; tüm bunlar hukuki retorik içindeki heterojen
inandırma araçlarıdır. Bunun sonucunda cümleler arasında­
ki ayrışmalar ortadan kalkmaz. Her bir cümle, başka bir söy­
lem cinsi tarafından başka bir ereklilik içine kaydedilebilir.
Söylem cinslerinin tek yaptığı, ayrışmaları rejim düzeyinden
erek düzeyine çekmektir. - Peki ama birçok bağlantının
mümkün olması onlar arasında bir ayrışma olmasına yol aç­
maz mı? - Açar, zira tek seferde ancak tek bir bağlantı başa
gelebilir ("aktüelleşmiş" olabilir) (no. 184, 186) .

4 1 . Bağlantı kurmak gerekir ama bağlanmanın kipi asla zo­


runlu değildir, uygun veya uygunsuzdur. Sana uğrayabilir mi­
yim? - Dolar nasıl gidiyor? Veya: Sermayenin fazla artışına bağlı
bir kriz bu - Dişlerini ftrçaladın mı ? Veya: Yardım edin - Kime?
Veya: p veya q; eğer p ise o halde değil-q. - Onun geldiğini biliyor
muydun? Veya: Kapıyı kapat! - Kapıyı kapatmamı söylüyorsun.
Bu uygunsuzluklar, ikinci cümle tarafından ilk cümlenin ma­
ruz bırakıldığı zararlardır. İlk cümle kendisini geçerli kılacak
bir zincirleme bağlantı kuramadığı için bu zararların haksızlığa
dönüştüğünü mü söyleyeceksiniz? - öyle bile değil. Geçer­
li kılma, bir söylem cinsidir, cümle rejimi değil. Hiçbir cümle
kendi rejimi içinde geçerli kılınamaz: betimleyici bir cümlenin
bilişsel olarak18 geçerli kılınması ancak bir gösterme cümlesi­
ne başvurarak mümkündür (İşte bunun örneği) . Buyurucu bir
cümle hukuki veya politik olarak normatif bir cümle ile geçerli
kılınır (. . . olması bir normdur), etik olarak bir duygu ile geçerli
kılınır (bu duygu .. . yapmalısın ile bağlantılıdır) , vs.

1 8 Fr. cognitivement. -çn

91
Ayrışma

42. "Yalnızca kurbanın intikamının alınması, tanıklık


etme yetkisi verir" (no. 35) . Yetki sözcüğü çokanlamlıdır.
Kurban, maruz kaldığı haksızlığa tanıklık etmek için huku­
kun imkanlarına sahip değildir. Eğer kendisi veya savunu­
cusu "adaleti kendisi sağlarsa" , bu ancak hukuka karşı ola­
bilir. Hukuka göre suçu ispat etme, karar verme ve cezayı
belirleme yetkisi, kendilerini aynı dilde, hukukun dilinde
ifade eden her iki tarafı da dinlemiş olan mahkemeye aittir.
Kurbanın, mahkemenin adaletine karşı başvurduğu adalet,
hukuki veya adli söylem cinsinde beyan edilemez. Oysa hu­
kuk kendini bu cinste beyan eder. Öyleyse intikamın vere­
bileceği yetkiye hak denemez. Şikayet, şikayetçi (verici) ta­
rafından üçüncü şahsa (yargıca) yöneltilmiş bir zararı telafi
etme talebidir. İntikamcı, bir adalet savunucusudur, talep
(çığlık) , tıpkı bir yargıca yöneltildiği gibi ona yöneltilmiştir
(alıcı) , üçüncü bir şahsa, yerine getirilmek üzere olsa bile
aktarılamaz (bireydil19) , meşruluğu tartışma götürmez, da­
ğıtılarak ölçülemez, çünkü göndergesi, haksızlık, bilinebilir
değildir.

43 . Yine de intikam, şikayetin takipsiz kalmasını ba­


hane eder. Telafi elde edemeyince intikam çığlıkları atı­
lır. - Bu, psikolojinin veya sosyo-psikolojinin konusudur.
Her durumda, teleolojik bir ilkenin bir söylem cinsinden
(bilişsel cinsten) başka bir söylem cinsine (İde cümlesine)
geçişi yönettiğini sorgulamadan kabul etmek demektir bu.
Oysa söylem cinslerinin birbirinin yerini doldurduğuna
dair kanıtımız var mıdır? Şöyle diyebilir miyiz: bunu ispat
edemediğime göre anlatabiliyor olmam gerekir? Öncelikle

19 Fr. idiolecte. -çn

92
Ayrışma

gönderge, kendisine gönderen cümle aynı aileden gelmi­


yorsa aynı değildir. Zarar, haksızlık değildir; ispat edilmesi
gereken özellik, anlatılması gereken olay değildir, aynı adı
taşısalar bile. Ayrıca bu göndergenin bir "ikinci" cümle­
nin konusu olması neden zorunlu olsun? Tek zorunluluk,
zincirleme bağlantı kurmaktır, o kadar. Belli bir söylem
cinsinin içinde , bağlantılar belli kurallara uyar, o kurallar
da meseleleri ve erekleri belirler. Ama bir cinsten diğeri­
ne geçerken ne böyle kurallar ne de genel bir erek vardır.
Bu konuda klasik bir örnek, bir buyruk cümlesiyle bilişsel
cümlenin birbirine bağlanmasıdır: bir göndergenin gerçek
olarak ispatlanmış olmasından, bu göndergeyle ilgili bir
şey yapılması veya söylenmesi gerekliliğine varılamaz (Yü­
kümlülük Bölümü) . Aynı şekilde, bir buyruk cümlesinden
hareketle mümkün olan birçok cümle türü vardır. "Şöyle
diyoruz: 'Emir, bunu emreder, ve bunu yapıyoruz; bir de
şöyle diyoruz: 'Emir, şunu emreder: yapmalıyım.' Emri
bazen bir önermeye, bazen ispata, bazen de eyleme aktarı­
yoruz" (Wittgenstein: PhU, § 459) . Veya bir değerlendir­
meye aktarıyoruz: Subay Avanti ! diye bağırır ve hendeğin
dışına atlar, askerler heyecanla Bravo ! diye bağırırlar ve
yerlerinden kımıldamazlar.

44. İntikamın yasal bir yetkisi yoktur, mahkemelerin


yetkisini sarsar, farklı lisanlara, cümle ailelerine, söylem
cinslerine başvurur, her neyse, sonuçta bunların sesini
duyurma hakkı yoktur. İntikam, yetkinliklerin gözden ge­
çirilmesini veya yeni mahkemeler kurulmasını talep eder.
Kendini cümlelerin tek yüksek mahkemesi olarak suna­
cak her türden cümle mahkemesinin yetkisini inkar eder.
intikamın hukuka karşı başvurduğu şeye "insan hakları "

93
Ayrışma

dernek hatadır. İnsan kesinlikle bu temyiz makamına uy­


gun bir ad değildir, hak da onun faydalandığı yetkinin adı
değildir (no. 42) . Başkanın hakkı da daha iyi değildir. Son­
suzun yetkisi belki, ya da heterojenin yetkisi; ama bunlar da
fazla süslü sözlerdir.

45 . "Tarih mahkemesine" güven duyulur, Hegel "dünya


rnahkernesi"nden bahseder. Bunlar ancak semboller olabi­
lir, tıpkı nihai yargılama gibi. Cümlelerin geçerlilik iddia­
ları, bağlı bulundukları ailelere ve cinslere göre değişiklik
gösterdiğine göre, yüksek mahkemenin tüm cümlelerin ge­
çerlilik iddiaları hakkındaki yargısını vermesi hangi söylem
cinsinde, hangi cümle ailesi içinde mümkün olabilir? Kolay
bir cevap, alıntının kullanımı (üstdiF0) olacaktır, alıntı tüm
cümleleri yalnızca bilişsel rej ime tabi kılar. Kapıyı açın emri
yerine mahkeme, betimleyici Kapının açılması emredildi
cümlesini yargılayacaktır; Kırmızı mı ? sorusu yerine mah­
keme, betimleyici Kırmızı olup olmadığı soruldu cümlesini
yargılayacaktır; betimleyici Duvar beyazdır cümlesi yerine
mahkeme, betimleyici Duvann beyaz olduğu bildirildi cümle­
sini yargılayacaktır. Bunun üzerine mahkeme şu soruyu so­
rar: Kırmızı olup olmadığı fiilen soruldu mu , duvarın beyaz
olduğu fiilen ilan edildi mi? Fiilen şu anlama gelir: alıntıla­
nan cümle (emir, soru, betimleme) söylediğimiz özelliklere
sahip mi (emir mi, soru mu, vs.) ? Meydana geldi mi (böyle
bir vaka oldu mu) ? Bu sorular, bilişsel bir cümleyi (Bu duvar
beyazdır gibi) geçerli kılmak sözkonusu olduğunda yerinde
sorulardır. Peki ama Kes şarkı söylemeyi gibi bir emri veya
Ne güzel arya! gibi bir değerlendirmeyi, bu sorular aracılı-

20 Fr. mttalangage. -çn

94
Ayrışma

ğıyla geçerli kılabilir miyiz? Sanki emrin geçerli kılınması


daha ziyade alıcının şarkı söylemeyi bırakmasıyla, değerlen­
dirmeninki ise alıcının vericinin heyecanını paylaşmasıyla
olacaktır (no. 1 49) .

46. Alıntı, cümlenin form değiştirip kendi kendini ad­


landırmasına21 yol açar. Cümle şöyledir: Kapıyı açın; alın­
tılandığında ise şuna dönüşür: "Kapıyı açın " cümlesi. Bu
durumda aktüel cümle olma özelliğini kaybettiği söylenir.
Ama "aktüel" nedir? Şöyle demek daha akla yatkındır: bir
emirden sonra, onun buyurduğu şeyin fiili olmasını (bir
yorumdan veya değerlendirmeden ziyade) ,bekliyorsak,
onun "aktüel" olduğu söylenebilir. Ve: emrin dönüşüm ge­
çirip kendi kendini adlandırması, öncelikle fiili olmasının
beklenmemesi demektir. Teğmenin saldın başlatan Avanti !
cümlesiyle bağlantıyı Bravo ! çığlıklarıyla kuran askerler,
onun kendi kendini adlandırmasını sağlamaktadırlar. Öyle
ki bir cümlenin aktüeli, bir sonraki cümlenin bağlanma
kipine göre değişir. Seans kapanmıştır cümlesi, onu izle­
yen cümleler seansın konusuna göndermeyi bırakmakla
kalmayıp, alıcılarını ve onların alıcılarını öncelikli olarak
bu göndergenin anlamı sorusuna göre bir duruma yerleş­
tirmeyi de bıraktığında, aktüel bir performatif cümle olur
ancak.

2 1 Fr. transformation autonymique. -çn

95
G ô N D E RG E , Ao

47 . Göndergenin gerçekliği nasıl olur da doğrulama pro­


sedürlerinin uygulanmasına, ya da en azından, isteyen her­
hangi birinin bu prosedürleri uygulamasına izin veren tali­
matlara indirgenebilir? Gerçekliğe dair kendiliğinden sahip
olduğumuz fikir bunun tam tersidir: eğer bir şey, diye düşü­
nürüz, var olduğunu doğrulayacak kimse olmadığında bile
var oluyorsa o zaman gerçektir; örneğin masanın, bulundu­
ğu yerde herhangi bir tanık olmadığında bile hala oradaysa
gerçek olduğunu ·söyleriz. - Veyahut: bir bayrak yanşı hayal
edin. Gerçeklik, koşucuların elden ele geçirdiği, adına "ta­
nık" denen nesne olsun. Koşucular koşarak bu nesneyi var
etmezler. Aynı şekilde konuşmacılar da argüman yürüterek
bahsettikleri şeyi gerçek kılmazlar. Varoluş çıkarsanamaz.
Ontolojik argüman hatalıdır. Gerçeklik hakkında, onu ön­
koşul olarak varsaymayan hiçbir şey söylenemez.

48. Gerçekliğe dair sıradan fikrin çürütülmesi (no. 4 7) ,


formu bakımından no. 8'de sunulan ikilem ile özdeştir.

96
Ayrışma

Gaz odalarının gerçekliğinin yok olması, doğrulama prose­


dürleri sırasında göndergenin gerçekliğinin yok olmasıyla
uyumludur. Tarihçi, Faurisson'a "kağıt Eichmann" adını
takar: o da "gerçek imhanın devamı olacak şekilde kağıt
üzerinde imha denemesi" yapmaktadır ( 1 98 1 : 226) . Çünkü
gerçeklik ancak "belgelendiyse" vardır. Rosset şöyle derdi:
ancak kendi kopyası sayesinde vardır (Rosset, 1 976) . Vi­
dal-Naquet, (gaz odası konusundaki) "revizyonistlerin" ,
gaz odası meselesine yaklaşırken bir "ontolojik olmayan
kanıta" başvurduklarının altını çizer. Ama en azından bu
konuda basitçe size ve bana benzerler, gerçeklik tezini çü­
rütmemiz gerektiğinde olduğu gibi. Batı'nın Parmenides ve
Gorgias'tan beri yaptığı budur.

49. "Ben oradaydım, bunun hakkında konuşabilirim. "


Faurisson'un argümanı da aynı ilkeye bağlıdır: "gerçekten,
kendi gözleriyle görmüş olmak" (no. 2) . Tanığın tüm yet­
kisi, tarihçinin otopsi adını verdiği şeyden gelecektir (Har­
Log, 1 980: 27 1 -3 1 6) . Kimsenin kendi ölümünü göremeye­
ceğini söyleyerek Faurisson'a cevap veriyoruz. Kimsenin
esas anlamıyla "gerçekliği" göremeyeceğini söyleyerek her
Lürden gerçekçiliğe cevap veriyoruz. Bu , o gerçekliğin bir
özel adı olduğunu varsayar ve özel ad görülemez (Kripke,
1 982: 3 1 ) . Adlandırmak göstermek değildir. jean, jacqu­
es'a şöyle der: Seni temin ederim ki Louis oradaydı. jacques
nerede diye sorar. jean şöyle der: Yahu, bahsettiğim kon­
serde! jacques'ın konser salonunun adını bildiğini varsa­
yanz. Ama konser salonunun neresinde, ve hangi gün ? jean
eğer Louis'nin mevcudiyetinin gerçek olduğunu kabul
ettirmek istiyorsa, ilk cümlesinin mevcut-kılıp-sunduğu

97
Ayrışma

zaman-mekandan bağımsız bir işaretleme sistemi içinde,


sözünü ettiği oradayı ve ne zamanı belli bir duruma yerleş­
tirmelidir. Şöyle der: Sahneye bakarken arkada sağda, ve:
Noelden önceki cumartesi. Kronoloj ik, topografik, yer ad­
larından ve kişi adlarından oluşan sistemlere başvurarak
jean, jacques'a bu cümlenin göndergesinin gerçekliğini
doğrulayacak araçlar verir, bu araçlar jean'ın kendisinin
"orada olmasını" gerektirmez.

50. Deiktikler, içinde bulundukları cümlenin mev­


cut-kılıp-sunduğu evrenin mercilerini, "aktüel" bir
mekan-zamansal kökenle ilişkilendirirler, bu kökene
"ben-burada-şimdi" de denebilir. Bu deiktikler, gerçekliğin
belirticileridir [ designateurs ] 1. Nesnelerini dil-dışı bir sü-

1 Lyotard'ın sıkça başvurduğu designation (belirtme) kavramı,


Frege'nin Bedeutung kavramından esinlenmiştir. 1 9 7 l 'de yayın­
lanan tezi Discours, figu re'den beri Lyotard bu kavramı significa­
tion (imleme) ile karşıtlık içinde kullanır. Böylece Fransızcaya
genellikle sensldtnotation olarak çevrilen Frege'nin Sinn/Bedeu­
tung ikiliğini, Lyotard significationldesignation olarak karşılamış
olur ve yapısalcı terminolojiyi de bu kavramsal çerçeveye dahil
eder. Öte yandan Lyotard bu terminolojiye sıkı sıkıya bağlı de­
ğildir, Sinn karşılığı olarak sens (anlam) veya Bedeutung karşılı­
ğı olarak denotation kullandığı da olur. Esasen sözkonusu olan,
dilin duyulur olana başvurmaksızın gönderme yaptığı fikrini
tartışmaya açmaktır. Bu tartışmada Lyotard, Hegel'den yapısalcı­
lığa ve Lacan'a kadar uzanan bir geleneğin kritiğini yaparak ken­
dini Frege, Wittgenstein ve Kripke ile birlikte konumlandırır.
Burada designation kavramını, Bedeutung için genelde yapıldığı
gibi "gönderme" terimiyle karşılamıyor olmamızın iki sebebi
var. Birincisi, Lyotard'ın dilinde referent, referer, reference gibi
sözcüklerin designation ile ilişkili olarak ve yer yer Frege'deki
Bedeutung'a karşılık gelecek şekilde zaten sıkça geçiyor olması.
Bunları "gönderme" ve türevleriyle karşılıyoruz. İkincisi ise Eski
Türkçede işaret anlamına gelen "belgü" isminden türemiş "be-

98
Ayrışma

reklilik olarak, bir "veri" olarak belirtirler. Öte yandan söz­


konusu "köken" , kendisi bir süreklilik oluşturmak şöyle
dursun, deiktiklerin vurgulandığı cümlenin evreniyle bir­
likte mevcut-kılınıp-sunulur. Bu evrenle, yani bu cümleyle
birlikte belirir ve kaybolur (Hegel, 1806: 1, 83-85 ; Gardies,
1975: 88) . Benim sıram = bu cümle "meydana geldiğinde"
gönderici (ben) durumunda olanın (burada belirtilmemiş
bir şeyi yapma) sırası. Ne sandın ki ? = bu cümle "meydana
geldiğinde" alıcı (sen) durumunda olan kişiye , bu cümle­
nin "meydana gelmesinden" önceki bir zamanda (burada
belirtilmemiş bir göndergeye) hangi gerçek-dışı anlamı
verdiği soruluyor. "Beyan eden özne"2, aktüel cümlenin
mevcut-kılıp-sunduğu evrendeki verici merciidir. Bu mer­
ci (bir adla veya bir adılla) vurgulanmış (Sana yemin ede­
rim, Ne bileyim ben ?) veya vurgulanmamış (Yanlış çözüm,
Dikkat! ) olabilir. O da diğer deiktiklerin vurguladığı diğer
mercilerle aynı kaderi paylaşır.

5 1 . Bu satırları okuyana ben şunu açıklıyorum: bura­


da, şimdi, ben, "aktüel" cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu
bir "köken" ile ilişkilenmektedir. Okurum, burada, şimdi,
ben sözcüklerinin "aktüel" deiktik değerlerine göre (yuka­
rıdaki ben açıklıyorum veya bu satırlar ifadelerinde olduğu
gibi) değil, herhangi bir cümledeki genel deiktik anlamla­
rına (yani kullanımlarına) göre alınması gerektiğini anlar.
Okur, şimdi ile şimdi arasındaki farkı anlar. "Şimdi " ken­
di kendine gönderir dediğimde "şimdi" , kendi kendini ad­
landırma değeri uyarınca, kendisinin hayali olarak kabul

lirtme" sözcüğünün, etimolojik olarak designation ifadesindeki


signe (im, işaret) kökünü korumaya izin veriyor olması. -çn
ı Fr. sujet de l'enonciation. -çn

99
Ayrışma

edilir. Ne zaman gidiyorsunuz? sorusuna Şimdi diye cevap


verdiğimde böyle değildir. "Şimdi " kendi kendine gönderir
cümlesinde şimdi kendi kendine göndermez, çünkü bu
cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu evrenin gönderge merci­
ine yerleştirilmiştir, "beyanın [ enonce] öznesi"dir. Şimdi
gidiyorum cümlesinde ise şimdi, cümlenin "meydana gel­
diği" zamana göre göndergenin (benim gitme eylemimin)
durumunu vurgular. Bir önceki cümlede olduğu gibi ken­
disi cümlenin göndergesi değildir.

52. Bir cümledeki "beyan eden özne" hakkında ko­


nuştuğumda (no. 5 1 ) , bu cümlenin verici mercii, aktüel
cümlenin (benimkinin) gönderge mercii durumuna yer­
leştirilmiştir. Bunların ikisi de aynı özel adı taşır (eğer
adlandırılmışlarsa) . Ama iki cümle evreni birbirine denk
değildir. Örneğin Kant'ın Fransız Devrimi ile ilgili olarak,
onu izleyenlerde coşku yarattığını yazdığını aktarıyorum.
"Kant" , şu cümledeki "beyan eden özne"dir: Fransız Devri­
mi, kendisini izleyenlerde coşku yaratmıştır; oysa şu cümle­
deki göndergedir (veya "beyanın öznesi"dir) (bu cümlede
"beyan eden özne" "ben"im) : Kant der ki Fransız Devrimi. . .
Eğer Kant "benim" cümlemdeki (ikinci cümledeki) beya­
nın öznesi olmasaydı, onun ilk cümledeki beyan eden özne
olduğunu nasıl söyleyebilirdim? Taşıdığı ad dışarıdan gel­
miştir (illa "ben"den olmak zorunda değil) , ve belki de her
tür özel adın dışarıdan gelmesi gerekir.

53. Bir özel adın "beyan eden özne" konumundan "be­


yanın öznesi" konumuna geçmesi, aktüel p cümlesinin
evrenindeki verici durumundan aktüel q cümlesinin evre­
nindeki gönderge durumuna geçmesi demektir. Kant p ev-

1 00
Ayrışma

reninde Fransız Devrimi ile ilgili bir şey yazar ve başka biri
("ben" ) , q evreninde Kant ile ilgili bir şey yazar. Bu geçiş
en az iki cümle gerektirir ve öyle görünüyor ki bu cümle­
ler birbirini takip etmelidir. Buradaki başka biri, aynı adı
taşıyabilir. Örneğin, Hukuk Fakültesiyle Çatışma'nın yaza­
rı , Fransız Devrimi ile ilgili cümleyi "Kant" adıyla imzalar.

Cümle ( 1 ) şöyledir: Fransız Devrimi, kendisini izleyenlerde


coşku yaratmıştır; imza cümlesi (2) ise şöyledir: Kant der ki
Fransız Devrimi . . . Cümle (2)'nin vericisinin adlandırılma­
mış olduğu gözlemlenmektedir: konuşan kimdir? "Kant"
veya başka biri olabilir ama onu adlandırmak için bir cüm­
le (3) gerekecektir (şunun gibi: Kant (veya x) der ki Kant
der ki Fransız Devrimi. . . ) . Her ne olursa olsun, önemli olan
en az iki cümlenin birbirine bağlanıyor olması ve ikincinin
birinciye, birincide adlandırılmamış olan ve ikincide gön­
derge durumunda bulunan bir verici atfetmesidir.

54. "Beyan eden özne"nin adlandırılarak beyanın özne­


sine dönüşürken yaşadığı yer değişikliğinde anlaşılmayacak
bir şey yoktur, aktüel bir cümlenin alıntılanmış bir cümleye
dönüşmesine örnektir bu, Frege bunu anlam ile ilgili olarak
incelemiştir, burada ise vericiye uygulanmıştır (Frege, 1 892:
l 12- 1 22; Descombes, 1977: 1 75- 1 78) . Nasıl ki p'deki anlam
(Sinn) , q'daki göndergeye dönüşüyorsa, aynı şekilde p'de­
ki verici de adlandırıldığında q'daki göndergeye dönüşür.
Russell, "kavramların" (Frege'deki Sinne) Platoncu ideler
gibi değişmez olmasını, yani cümledeki yerlerinden bağım­
sız olmasını ister. Alıntılamaya bağlı dönüşüm onu tedirgin
eder: alıntı, p cümlesindeki "kavramı" q cümlesinde "terim"
(gönderge) konumuna yerleştirerek onu belirli bir "nesne"
haline getirir ve evrensel değerinden yoksun bırakır. Russell

101
Ayrışma

burada Hegelci diyalektiğin tehdidini görür ( 1903: § 49) .


Ama Frege için bir cümlenin anlamı (Sinn) , onun bağlam­
dan ve konuşmacıdan bağımsız olarak olduğu şeydir. Cümle
( l )'in cümle (2)'ye dönüşmesi, ( l)'in anlamını bozmaz, onu
(2)'nin anlamıyla iç içe geçirir ve gönderge değerini (Bedeu­
tung) değiştirir. Bir gösterme cümlesinin (İşte bunun örneği
gibi) mevcut-kılıp-sunabileceği bir gerçekliği ispatlayarak
bir cümleyi geçerli kılmaya yönelik prosedürler, artık cüm­
le ( l )'in anlamına değil, cümle (2)'nin anlamına uygulan­
maktadır. Geçerli kılınması gereken artık Devrim'in halk­
larda coşku yaratmış olması değil, Kant'ın böyle olduğunu
düşünmüş olmasıdır. Ama ( l )'in anlamı olduğu gibi kalır,
Kant bunu düşünmüş olsun veya olmasın. - Vericinin adı
da alıntılar (iç içe geçmeler) ve onlara eşlik eden gönderge
dönüşümleri boyunca aynı kalır ama farklı bir sebepten ötü­
rü. Bir adın hakikatini geçerli kılmak sözkonusu olamaz; ad
bir göndergeye betimleme (bilişsel cümle) yoluyla yüklenen
bir sıfat değildir. Sadece bir göstergedir [index] ve örneğin
kişi adlan örneğinde tek bir insan varlığını belirtir. Bu adın
belirttiği insana yüklenmiş sıfatlar geçerli kılınabilir ama ad
geçerli kılınamaz. Ad insana hiçbir özellik eklemez. Her ne
kadar birçok ad başlangıçta bir şeyler imlese de, bu imlemeyi
kaybeder ve kaybetmelidir de. Buna x adını veriyorum ( vaf­
tiz) veya Şuna y denir (öğrenme) gibi adlandırma cümleleri,
bilişsel cümle veya gösterme cümlesi değildir (no. 62, 63) .

ANTISTHENES

Gorgias'ın öğrencisi, Sokrates'in hayranı ve arkadaşı, dok­


sografiye göre Köpek Diogenes ( Caizzi) ile birlikte Kinizm'in

102
Ayrışma

kurucusu sayılan Antisthenes'in savunduğu iki paradoks vardır,


Aristoteles bunları aktarır. Birincisi hata ve çelişkiyle ilgilidir.
Aristoteles, diyalektiğin kurallarını tespit etmek istemektedir.
Felsefede önemli biri tarafından savunulan ve genel kanıya ters
düşen (paradoxos) bir iddiaya diyalektik tez adını verir. Bunun
örneği olarak Antisthenes'in tezini gösterir: " Çelişkiye düşmek
mümkün değildir" ( Topikler 1 04 b 2 1 ) . Metafizik IVte bir kav­
ramlar kataloğu çıkaran Aristoteles , yanlış kavramını inceler:
"Yanlış bir cümle (logos) , yanlış olduğu için, olmayan şeylere
gönderen cümledir. Bu yüzden, doğru cümlenin gönderdiği şey­
den başka şeye gönderen tüm cümleler yanlıştır, örneğin çembe­
re gönderen cümle üçgenle ilgili yanlıştır. Her göndergeyle ilgili,
bir anlamda tek bir cümle vardır, onun 'varlığının ne olduğuna3'
gönderen cümle [ Aubenque, 1 966: 462] , bir anlamda ise çok
cümle vardır, çünkü ne de olsa göndergenin kendisi ve [bir özel­
likle] donanmış gönderge aynı göndergedir, örneğin Sokrates
ve müzisyen Sokrates . Yanlış cümle , mutlak anlamda hiçbir şeye
göndermeyen cümledir. Buna göre Antisthenes'in, her gönderge­
ye bir cümle düşecek şekilde , bir şey ancak kendi cümlesi (oikeiô
logô) ile söylenebilir demesi, darkafalı düşünmesindendir. Bu­
radan vardığı sonuç, çelişkiye düşmenin ve dahası yanılmanın
mümkün olmadığıydı" (Metafizik 1024 b 27-34) .
Platon Euthydemos'un ağzına buna o kadar benzeyen bir argü­
man yerleştirir ki Ktesippos'un karşısında Antisthenes'in bir dublö­
rü olduğu konusunda anlaşma oluşmuştur. Göreceğimiz gibi, argü­
manın doksografi içinde günümüze dek yol açtığı yanılgı (ve hor
görme) , Yunanca legein fiilinin ikircikliğinden4 gelmektedir: bir şey
söylemek mi, bir şeyden bahsetmek mi, bir şeyi adlandmnak mı?

3 Fr. ce qu'etait qu'etre; Yun. to ti en einai. Bkz. s. 186, dipnot 23. --çn
4 Fr. amphibologie. -çn

1 03
Ayrışma

"Yanılabileceğimize inanıyor musun? - Tabii ki evet, delir­


mediysem. - Cümlenin (logos) ilişkilendiği şeyden (pragma)
bahsederken mi bahsetmezken mi? - Bahsederken. - Eğer on­
dan bahsediyorsak, bahsettiğimizden başka bir şeyden kesinlikle
bahsetmiyoruzdur, değil mi? - Elbette. - Ve bahsettiğimiz şey
de , diğer şeylerden bağımsız olarak, var olan şeylerden birisidir,
değil mi? - Kesinlikle. - O halde, ondan bahsederken, var olan­
dan bahsediyoruz, değil mi? - Evet. - Var olandan ve var olan
şeylerden bahsettiğimizde, hakikati söyleriz. Ve Dionysodoros
var olan şeylerden bahsettiğinde, hakikati söylemektedir demek
ki; ve hiçbir konuda seni yanıltmamaktadır" (Euthydemos 284 e) .
Burada ti legein'in "bir şeyden bahsetmek, bir şeye gönder­
mek" anlamındaki gönderme değerini korumaya ve "bir şey söy­
lemek, söylemek istemek" anlamındaki semantik değerini göz
ardı etmeye karar verdim. Bunların ikisi de mümkündür. Yine
de seçtiğim versiyon, Euthydemos'un hiç de çokanlamlı olmayan
ilk sorusu dolayısıyla öne çıkıyor gibi görünmektedir: " cüm­
lenin ilişkilendiği şey [ to pragma peri hou an ho logos e, cümlenin
ilişkilendiği düşünülen şey] "
Çelişkiye düşmenin imkansızlığına gelince, Euthydemos'un
yerine geçen Dionysodoros, işte şu argümanla karşısındakini ses­
sizliğe mahkum etmiştir: " - Hiçbirimiz şeyin logos'unu söylemi­
yorsak, nasıl olur da birbirimizle çelişebiliriz? - Ktessipos bunu
onaylar. - Ama eğer ben şeyin logos'unu söylüyorsam, peki o za­
man birbirimizle çelişir miyiz? Ben şey hakkında konuşuyorum
[ !ego to pragma] , sen konuşmuyorsun: Nasıl olur da [ şey hakkın­
da ] konuşmamak [ ho me legôn] , konuşmak ile çelişebilir? "
Paradoksu ortadan kaldırmak için burada ti legein'i (bir şey
hakkında konuşmak) "bir şeyi adlandırmak" olarak anlamak
yeterlidir, legein buna izin verir. Hakkında konuşulan her şeye ,

1 04
Ayrışma

ona ait bir ad verilir ve ona ait olan sadece odur. Aynı şekilde,
verilen her ada karşılık gelen tek bir gönderge vardır. O halde,
eğer birisiyle aynı şey hakkında konuştuğunuzu sanırken onunla
anlaşmaya varamıyorsanız, iki farklı şey hakkında konuşuyorsu­
nuz demektir. Zira aynı şey hakkında konuşuyor olsaydınız ona
aynı adı verirdiniz ve dolayısıyla hakkında aynı şeyi söylerdiniz .
Aristoteles'in Antisthenes'e isnat ettiği hen eph'henos şu şekilde
anlaşılmalıdır: her belirtilene karşılık bir ad ve her ada karşılık
bir belirtilen. Ve eğer hata yoksa, bunun sebebi varlık-olmayanın
olmamasıdır: yanlış bir cümlenin göndergesi yokluk değil, gön­
derdiği nesneden başka bir nesnedir.
E ut hy de m os 'daki iki sofist, olmak [e tre] ile söylemek [ dire]
arasındaki gedikten geçmektedir, bu gedik Parmenides'in şi­
irinde yazılıdır ve Gorgias tarafından daha önc e , hakkında
konuştuğumuz şeyin "ne olması ne de olmaması"na doğru
genişletilmiştir ( Gorgias Notu) . Göndergeyle [ referent] ilgili
ne söylenebilir? Bir şey hakkında söylediğimizin veya söyle­
yeceklerimizin yanlış veya doğru olduğunu bilmeden önce , ne
hakkında konuştuğumuzu bilmek gerekir . Peki ama bir gön­
dergeye sıfatlar yüklemeden, yani zaten hakkında bir şeyler
söylemeden, hangi gönderge hakkında konuştuğumuzu ne­
reden bilebiliriz? Antisthenes , tıpkı bazı Megaralılar ve daha
sonra Stoacılar gibi, imleme [ signification] ve belirtmeden [ de­
signation ] hangisinin diğerinden önce geldiği sorusunu sor­
maktadır. Adlandırma tezi sayesinde çemberden çıkar. Gön­
dergeyi sabitlemek gerekir, ad, Kripke'nin dediği gibi, katı bir
belirticidir ve göndergeyi sabitler.
Belirtme, hiçbir şekilde l ogos'un varolanın varlığına denk gel­
mesi değildir, olamaz. Antisthenes'in, adın adlandınlandan türe­
tilmesi veya çıkarılması tezini savunmasının hiçbir sebebi yoktur,

105
Ayrışma

Platon bu tezi Kratylos'a isnat eder, her ne kadar Kratylos'un yazan


kardan dilediğince kanştınyor olsa da (Kratylos 429 c-430 a) . As­
lında bu çıkanın betimlenemez, bunun için adlandırılmış olanın
özünü , adından bağımsız olarak zaten biliyor olmamız gerekir
ki bu saçmadır. Genette'in "adın ad vermesi [eponymie du nom) "
( 1 976: 1 1 -37) dediği bu mimoloji, Antisthenes'in adcılığının [no­
minalisme) tam karşı ucundadır. Adlandırma aktif bir belirtmedir,
"ne olan ne de olmayan"ın belirsizliği (Gorgias Notu) içinden te­
killikler çekip çıkaran bir poi ei n'dir (Euthydemos: 284 c) .
Aristoteles'in alıntıladığı ikinci paradoks belirlenim [ determi­
nation ) ile ilgilidir ve aynı şekilde , logos'un belirtici5 olarak anla­
şılmasından kaynaklanır. Aristoteles, ev adından yalnızca tuğla­
ların, evin maddesinin anlaşılamayacağını, onu bir sığınak haline
getirecek şekilde bu maddenin düzenlenişindeki nihai formu da
anlamak gerektiğini gösterir. Unsurlarla sınırlı kalarak, evin tö­
züne (ousia) ulaşılamaz . Peki ama unsurun kendisi nasıl belir­
lenecektir? Dolayısıyla, der Aristoteles, "Antisthenesçilerin ve
onlar gibi başka cahillerin ortaya koyduğu çıkmaz [aporie) yersiz
değildir: derler ki 'ne olduğunu' (to ti esti orisasthai) tanımlamak
mümkün değildir, çünkü tanım bir büyük cümledir (makros
logos) . Buna karşılık 'ne gibi olduğunu' anlamak ve öğretmek
mümkündür: örneğin gümüşün ne olduğunu söyleyemeyiz ama
kalay gibi olduğunu söyleriz . Öyleyse tanımı ve cümlesi (horon
kai logon) olabilecek tek bir töz (ousia) türü vardır ve o da bileşik
tözdür, ister duyulur olsun isterse de düşünülür. Onu oluşturan
en genel unsurlara gelince, onların tanımı olamaz, çünkü tanım­
layan cümle (ho logos ho horistikos) bir şeyi bir şeyle ilişkilendirir
ve bu cümlenin bir bölümü zorunlu olarak madde rolü oynarken
diğer bölümü form rolü oynar" (Metafizik VII 1 043 b 23-32) .

5 Fr. designateur. -çn

1 06
Ayrışma

Açığa vurulan hor görmeye rağmen, adlandırma tezine ta­


nınan ayrıcalık dikkate değerdir: basitler tanımlanamaz , ad­
landırılır. Bu ayrıcalık, oiheios logos'a verilmesi gereken anlamı
aydınlatır: bu bir tanım değildir, tanım bir "büyük cümle"dir,
çünkü en az iki bileşen barındırır, yani bir özne ve bir yüklem,
Aristoteles'e göre madde ve form barındırır. Oiheios logos bir
kısa cümledir, tek yerli , yani tek sözcüklü bir cümledir. "Ait"
olması , göndergesinin özüne uygun olduğu için değil (bu man­
tıksal olarak , tabir caizse , daha sonraki bir sorundur) , "Eu thy­
demos"un dediği gibi, "diğerlerini dışarıda bırakarak" sadece
bir göndergeyi belirttiği içindir. Bu sözcük, gramer bakımından
doğası ne olursa olsun, bir ad değeri taşır öyleyse. Antisthe­
nes'in ortaya koyduğu sorunu Aristotelesçi terimlere aktarır­
sak şöyle deriz : belki de bir göndergenin "varlığının ne ol­
duğu [ ce qu'etait qu'ttre] " söylenebilir ama onu , özne olarak
hakkındaki tüm yüklemlemelerden " önce" adlandırmış olmak
gerekir. Basit olan, unsurlara dair olan , nesnenin bir bileşeni
değil adıdır ve tanımlayan cümlenin evreninde gönderge du­
rumuna yerleşecektir. Bu , hakika t kurallarına göre kendiliğin­
den tu tarlı olmayan basit bir mantıktır , yani mantık-öncesidir
(Wittgenstein , Ph U: § 49) .

5 5 . Metafizik gereklilik ve yanılsama: adlar özel [prop­


res] olmalıdır, dünyadaki bir nesne, herhangi bir hata
mümkün olmaksızın adın çağrısına [appel ] (isimlendirme­
ye [appellation ] ) cevap vermelidir. Aksi takdirde, der dog­
matizm, hakiki bilgi nasıl mümkün olabilir? Wittgenstein,
basitlere "nesne" adını verir (TLP 2.02) , bunlar bağlanıp
hep birlikte şeyin hallerini oluştururlar (2.0 1 ) . Bu haller,
istikrarsız olan "nesne konfigürasyonları"dır (2.0272) ,

107
Ayrışma

öte yandan "nesneler" "istikrarlıdırlar" ve "varolmakta­


dırlar" (2.027 1 ) . Bu nesnelere "imgede" (Bild) , yani bura­
da bilişsel dilde karşılık gelen "unsurlar" bulunur (2. 13) .
Bu unsurlar basit imlerdir (3 . 20 1 ) ve önermelerde kulla­
nıldıklannda "ad" olarak isimlendirilirler (3 .202) . "Nes­
ne" , Fregeci anlamda adın göndergesidir, Bedeu tung udur '

(3. 203) . Simetrik olarak "önermedeki ad, nesnenin tem­


silcisidir [vertritt] " (3 . 22) . Dolayısıyla nesneleri bilmeyiz,
ancak adlandırabiliriz (3 . 22 1 ) . Basillerle [ simples ] unsur­
lar [ elements ] arasında antenler (Fühler) bulunur (2. 1 5 1 2) .
Bunların sabitliği istikrarsız olanın, nesne bileşiklerinin
bilinmesine izin verir. - Yine de bilgi, unsurların diliyle
basillerin dünyası arasındaki leksikal karşılık ilişkisinden
fazlasını gerektirir. Ayrıca bir de dildeki unsurlann bileş­
me kuralı ile dünyadaki basillerin bileşme kuralının "müş­
terek" olması gerekir (2. 1 7 , 2. 1 8) . İmgenin formu -imge
mantıksal olduğunda önerme formu- bir tür ölçü mode­
li (Massstab) oluşturur ve gerçekliğe uygulanır (angelegt)
(2. 1 5 1 2) . Bunu ancak gerçekliğin formu da imgeninki gi­
biyse yapabilir. Peki ama bu uygunluk veya müştereklik
nasıl kanıtlanabilir? Mevcut-kılmanın6 formunu (Form
der Darstellung) veya temsil etmeninkini7 (der Abbildung)
mevcut-kılıp-sunmak veya temsil etmek, onu önkoşul
olarak varsaymaksızın (petitio principii) mümkün değildir
(2. 1 73 ) . Ve bu varsayım, leksik teorisini de yönetmektedir:
adlar ile basit nesneler arasında bire bir8 (antenlerle sağla­
nan) bir "eşleşme" olmalıdır. Ama basit olan bilgi nesne-

6 Fr. prtsentation. -çn


7 Fr. reprtsentation. -çn
8 Fr. biunivoque. -çn

1 08
Ayrışma

si olmadığından, basit bir nesneye verilen adın doğru mu


yanlış mı olduğunu bilemeyiz.

56. Gerçeklik, jean'ın ilk cümlesinin evreninde "veri­


li"dir (no. 49) . En azından orada, o zaman gibi deiktikler
buna işaret eder. Ama göndergenin aktüel cümlenin gön­
dericisine "verili" olduğunu vurgulayan şeyler, yani deik­
tikler, bunu bir gerçeklik haline getirmeye yetmez. Rüya,
halüsinasyon, duyusal hata veya genel olarak bireydil ör­
nekleriyle buna itiraz edilir. Gerçeklik ispat edilmelidir,
bağımsız tanıklıklar olduğu sürece bu daha iyi yapılacak­
tır. Bunlar aynı göndergeyi paylaşan ama derhal ve aracısız
birbirlerine bağlanmamış cümlelerdir. Göndergenin aynı
olduğunu nereden biliyoruz? Aynı, en azından gönderge­
nin müşterek ve ulaşılabilir gönderme sistemlerinde aynı
yerde bulunabildiği anlamına gelir. Kronolojinin, topogra­
finin adlan veya kişi adları buna izin verir. Gönderge bu
sistemlerin içine bir kez yerleştirildiğinde, orada, o anda
gibi aktüel "veri" vurgularını kaybeder. Verili olduğu yer
ve an, istendiği kadar çok geçerli kılma işlemine tabi tutu­
labilir. Orada ve o zaman, aynı göndergeyle tekrar edilemez
ama Pleyel'in son sırasında sağda ve 23 Aralık 1 95 7 tekrar
edilebilir gibi görünmektedir.

5 7 . "Önemli olan, en az iki cümlenin birbirine bağlan­


masıdır" (no. 53) . Kripke kendi "zincirleme bağlantı" fik­
rini açıklar: "Bir bebek doğar; anne-babası ona bir ad verir.
Onun hakkında arkadaşlarıyla konuşurlar. Başka insanlar
onunla tanışır [ . . . ] . O [beyan eden] , bir iletişim zincirine
bağlıdır ve bu zincirin bir ucunda, gönderme yaptığı adam
bulunur" ( 1 982: 79) . Önemli olan şudur: "Anne-babası

1 09
Ayrışma

ona bir ad verir. Onun hakkında arkadaşlarıyla konuşur­


lar. " "Kant" diye imza atacak olan verici, öncelikle bir "Se­
nin adını Kant koyuyorum"un alıcısı ve "Kant bu hafta çok
büyüdü"nün göndergesi olmuştur. Özel ad da deiktik gibi
bir belirticidir [designateur] , tıpkı onun gibi imlemesi [sig­
nification ] yoktur, tanımlı bir betimlemenin veya bir betim­
lemeler demetinin kısaltılmış dengi değildir (age) . Belirtme
işlevini vurgulayan katıksız bir işarettir. Ama deiktiklerden
farklı olarak bu işaret "aktüel" cümleden bağımsızdır. Kişi
adları sözkonusu olduğunda bu işaretin aktüel cümleden
bağımsızlığı, vurguladığı şey bazen verici bazen alıcı bazen
de gönderge (hatta bazen gramer bakımından yüklem: "Bu
bir Kant'tır") durumunda bulunduğu halde kendisinin bir
cümleden diğerine değişmeden kalmasıdır. Onun katılığı
bu değişmezliktir. Ad, aynı şeyi belirtir, çünkü aynı kalır.
Özel adın değişmeden katettiği diğer "mümkün evrenler"
yalnızca ona bağlanabilecek tanımların farklı olduğu evren­
ler değildir: Kant, Saf Aklın Kritiği'nin yazarı; Kant, Yargıla­
manın Kritiği nin yazarı; Thomas de Quincey'nin son günle­
'

rini anlattığı Kant . . . Bunlar öncelikle adın, çeşitli merciler


üzerinde farklı durumlarda bulunduğu evrenlerdir: Sana
Kant adını veriyorum; Sevgili kardeşim, seni kucaklıyorum,
imza Kant; sanki bir Kant [metni] bu; Kant o zamanlar Güzel
ve Yüce Üzerine Gözlemler'i yazıyordu.

58. Adlar şimdi'yi tarih, burada'yı yer, ben, sen, o'yu ]ean,
Pierre, Louis haline getirirler. Sessizliklerin kendisi tanrı­
lara gönderiyor olabilir (L. Kalın, 1 9 78) . Takvimlerde, ha­
ritalarda, şecerelerde, soykütüklerinde bir araya getirilmiş
adlar, mümkün gerçekliklerin işaretleridir. Tarihlerden,

1 10
Ayrışma

yerlerden, insanlardan oluşan göndergelerini veriler olarak


mevcut-kılıp-sunarlar. Başka türlü bir deiktik vurgu taşı­
mayan bir cümle, orası yerine Roma'yı mevcut-kılıp-sunar.
Roma adı bir deiktik gibi çalışır: gönderge, verici ve alıcı
bir "sanki-bura9"ya göre belli bir duruma yerleşir. Bu de­
iktik-benzeri 10, bir ad olduğu için, cümleler dizisi boyunca
sabit kalır; deiktik için bu sözkonusu değildir (bir yazış­
mada, p cümlesindeki burası q cümlesindeki orası olabi­
lir) . Roma, birçok cümlede aktüel hale getirilmiş birçok
buranın "imgesi"dir (Titus-Livius'un bahsettiği burası, ar­
kadaşlarımız B.'lerin oturduğu burası) . Bu sabit imge, "ak­
tüel olarak" bulunduğu cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu
evrendeki adlandırma tarafından bağımsız kılınmıştır.

59. Ad belirticilerinin katılığı, aralarındaki ilişkilere


de yayılır. Roma gibi bir "sanki-bura" ile Bolonya gibi bir
"sanki-ora" arasındaki açıklığı bir başka cümle zaman veya
mesafe olarak sabitler. Bu aralık "seyahat" ile, yani burası
yerine aradaki farklı yer adlarının ve şimdi yerine aradaki
farklı an adlarının art arda geçişi ile tespit edilebilir. Ama
aralığın ölçüsü tespit edilemez, o da sabit bir belirticiyi,
ayak, fersah, mil, metre, zaman birimleri gibi bir ölçü bi­
rimini önkoşul olarak varsayar. Bu belirtici, herhangi bir
mümkün değişiklik olmaksızın cümle evrenlerini kateder,
çünkü bir addır (Wittgenstein, PhU: § 50; Kripke, 1 98 1 :
42) . Tıpkı Bu Roma'dır dediğimiz gibi Bu bir metredir deriz
ve "sonra" adlandırılmış olanın ne olduğunu sorarız, onu
tanımlamaya çalışırız. - Renkler mantığının, renk adlarının

9 Fr. comme-si ici. -çn


10 Fr. quasi-dtictique. -çn

111
Ayrışma

gönderme işlevi bakımından incelenmesi gerekiyor olabilir


(Gorgias Notu) . Bu adlar da dışarıdan alınmıştır. Onlar da
adlandırdıkları şeye dair hiçbir bilgi sunmazlar. Acaba Bu
kırmızıdır demek, Bu Roma'dır demekten daha mı gizem­
lidir?

60. "Nesne" adlarından ve ilişki adlarından oluşan de­


iktik-benzeri ağlan bazı "verileri" ve onlar arasındaki verili
ilişkileri, yani bir dünyayı belirtirler. Buna dünya diyorum,
çünkü bu adlar "katı" olduklarından, gönderdikleri şey
orada olmasa bile her biri bir şeye gönderir; ve çünkü bu şe­
yin aynı olduğu , adıyla ona gönderen tüm cümleler tarafın­
dan varsayılır; ve de çünkü bu adların her biri, kendilerine
gönderen cümle evrenlerinden, özellikle de bu evrenlerde
mevcut-kılınıp-sunulan vericilerden ve alıcılardan bağım­
sızdır (no. 56) . - Bu demek değildir ki birçok cümlede aynı
ada sahip olan bir şey aynı anlamı taşır. Ona dair farklı
betimlemeler yapılabilir ve bu şeyin bilgisi sorusu , adı tara­
fından kapatılmaz, açılır. Bilgi, adın terk edilmesine, başka
adlarla değiştirilmesine, yeni adların kabul edilmesine veya
yaratılmasına götürebilir. Adlar, Antisthenes'e atfedilen şu
ilkeye tabidir: bir göndergeye bir ad, bir ada bir gönderge.
Eğer "Sabah Yıldızı" ile "Akşam Yıldızı"nın betimlemesi
aynıysa, bunların göndergesine tek bir ad verilir. (Ad ben­
zerliği durumunda tam tersi sözkonusudur) . - Peki ama bu
gönderge farklı yerlerde ve farklı anlarda gösterildiğinde
tek bir gönderge olduğunu nasıl bilebiliriz? Gerçeklik sa­
dece göstermeyle ispat edilmez. Betimlemelerin ispatladığı
özellikler, göstermelerin neden farklı olduğunu açıklama­
ya izin verir (dünyanın hareketine dair hipotezler) ; göster-

1 12
Ayrışma

meler bu özellikleri belgeler (böyle vuku bulur) ; ve, son


olarak, eğer göstermelerin kendisinin de farklı olduğunu
bilebiliyorsak, bunun sebebi deiktiklerin yerine takvim ad­
larının, daha önce adlandırılmış gezegenlere olan mesafe
adlarının, vs. geçmesidir; bu adlar gösterilen şeyi "aktüel"
gösterme cümlesine göre değil, göstermelerden bağımsız
bir adlar dünyasına göre bir duruma yerleştirirler.

6 1 . Bilişsel bir cümle başka bir cümle sayesinde, bir gös­


terme cümlesi sayesinde geçerli kılınır. Bu cümle şöyle ifa­
de edilir: İşte buna örnek vaka. Bu cümledeki bu [na] , bilişsel
cümleye gönderir. Sözkonusu olan, örnek değeri taşıyan
bir gerçekliği göstermektir ve bilişsel cümle bu örnek için
doğrudur. Göstermenin deiktiklerden temizlenmiş olması
ve göndergeyi (vakayı) "ben-burada-şimdi"den bağımsız
sistemlerde mevcut-kılıp-sunması gerekir, öyle ki alıcı, bu
sistemlerin sağladığı işaretler sayesinde gösterme işlemini
tekrar edebilsin. İşte kınnızı bir çiçek cümlesi, iki cümle­
ye dönüşür: "Kırmızı, bir nesneden yayılan radyasyonla­
rın 650- 750 nanometre bandındaki dalga boyuna karşılık
gelir" , bu bir bilişsel cümledir (tanım) ; ve: "İşte buradaki
çiçeğin rengi buna örnek bir vakadır" , bu da bir gösterme
cümlesidir. Aynca bu gösterme cümlesindeki deiktiği, "işte
buradaki" ifadesini de temizlemek ve onun yerine aktüel
cümleden bağımsız sistemlere dayalı bir işaret koymak ge­
rekir ("X Enstitüsü'nün botanik laboratuvarında y tarafın­
dan 1 7 Nisan 1961 tarihinde gözlemlenen çiçek" ) .

62. Kendine-gönderen evrendeki vurgu işaretleri (deik­


tikler) bir kez ortadan kaldırıldığında, başlangıçtaki cümle­
nin gönderge olarak mevcut-kılıp-sunduğu çiçek dışındaki

1 13
Ayrışma

herhangi bir "kırmızı çiçek" , kırmızıyı tanımlayan bilişsel


cümleyi geçerli kılabilmek koşuluyla, gösterme cümlesin­
deki gönderge merciine yerleşebilir. O zaman, yaydıkları
radyasyon 650- 750 nanometre bandındaki dalga boyunda
bulunan tüm çiçekler, bilişsel cümleyi geçerli kılmak için
örnek görevi görebilir. Elbette bu imkan hiçbir zaman fi­
ili olmaz, çünkü bir bütünle [ totalite] , kırmızı çiçeklerin
bütünüyle ilgilidir. Gerçeklik, şöyle altüst olur: cümlenin
betimlediği verili şey iken, belgelerden, betimlemeyi ge­
çerli kılan örneklerden çekip çıkarılan bir arşive dönüşür.
- Ama belge yine de deiktik-benzerlerinin kullanıldığı bir
işaret sistemi barındırır, kırmızı, bir renk adları kataloğun­
da bulunur. Ve betimleme cümlesinin kendisi de bundan
muaf değildir, ölçü adları !eksiğine ait nanometre terimi­
ni içinde barındırır ve bu terim de katıksız bir vericidir.
Betimleme, adlandırmadan kurtulamaz, gönderme anlama
indirgenemez (Tarski, 1923-44: 295) . Adlandırmanın gön­
dermeden başka işlevinin olmaması, betimlemenin (bilgi­
nin) sonsuzca incelmesini sağlayabilir. Peki ya gerçekliğe
ne sağlar?

63 . Ama göndergesi gerçek olan bir adla göndergesi ger­


çek olmayan bir adı pekala ayırt edebiliyoruz? Bonaparte ile
jean Valjean'ı, Ütopya Adası ile Terra America'yı aynı ke­
feye koymuyoruz. Sefiller'in (bu kitabın "dünyasını" oluş­
turan bir adlar sistemi içindeki) kahramanları dışında hiç
kimse j ean Valjean ile karşılaşmamıştır, hiç kimse Ütop­
ya'ya ayak basmamıştır (Raphael Hythloday adanın coğrafi
koordinatlarını vermeyi unutmuştur) . Ad, cümle evrenle­
ri boyunca "sabitçe" belirtir, gerçekliklerin bulunmasını

1 14
Ayrışma

sağlayan ad ağlarına kayıtlıdır ama göndergesine gerçeklik


katmaz. Filojistik ve hidrojen ifadelerinin her ikisi de ad
olsa bile, ikincinin gerçek bir göndergesi varken birincinin
yoktur. - Ama Valj ean ile "karşılaşmak" , "Ütopya'ya ayak
basmak" , bunlar gerçeklik testi değildir ki. Baştan alalım.
Bu Sezar'dır bir gösterme cümlesi değil, adlandırma cümle­
sidir. Oysa bu cümle , Sezar'ın önünde olduğu kadar Sezar
portresinin önünde de "meydana gelebilir" (Marin, 1 98 1 :
279-284) : göndergeyi adlandırmak, onun "mevcudiyetini"
göstermek değildir. İmlemek başka, adlandırmak başka
şeydir, göstermek ise daha da başka bir şeydir.

64. Bir x'in, x P'dir gibi bir bilişsel cümleye örnek vaka
olduğunu göstermek, x'i gerçek olarak mevcut-kılıp-sun­
maktır. Gösterme cümlesi göndergesini verili bir şey ola­
rak mevcut-kılıp-sunduğu için, bilişsel olma iddiasındaki
bir betimlemeyi geçerli kılabilir. Bir şeyin verili olması,
hem bunun göndergesinin orada olduğu , hem de gösteril­
mediğinde de orada olmaya devam ettiği anlamına gelir.
Hatta bu gönderge cümleye dökülmediğinde bile, "dildışı
olarak" (no. 4 7 , 48) var olacaktır. - O halde karşı tarafın,
göndergenin gerçekliğini olumlayan birini şu ikileme hap­
sederek çürütmesi kolaydır: ya gösterilen gönderge sadece
gösterilenden ibarettir ve gerçek olması zorunlu değildir
(görünüş, vs. olabilir) ; ya da gösterilenden fazlasıdır ve
gerçek olması zorunlu değildir (orada olmayan bir şeyin
gerçek olduğu nasıl bilinebilir?) . Bu, gösterme felsefelerini
vuran ikilemdir (Descombes, 198 1 -a) . Bundan kurtuluşları
genelde, yanılması imkansız bir üçüncü merdin tanıklığı­
na başvurarak olur; "aktüel" gösterme cümlesinin alıcısın-

ı ıs
Ayrışma

dan saklanan şeyin bu mercie mutlak olarak (daimi olarak)


gösterildiği varsayılır. Bu bakımdan Descartesçılar'ın Tan­
n'sı ile fenomenologların yüklem-öncesi cogito'su arasında
pek az fark vardır. Her ikisi de "kozmik sürgün" halindeki
bir özvarlığı [ entite] kabul ederler (Mc Dowell, içinde Bou­
veresse, 1 980: 896) .

65. Gönderge, gerçek olsun veya olmasın, bir cümlenin


evreninde mevcut-kılınıp-sunulmuştur, yani bir anlama
göre belli bir duruma yerleştirilmiştir. Örneğin Kapı aç ı k ­
tır cümlesinde göndergenin kendisine göre durum aldığı
anlam, betimleme cümleleri rejimine tabidir. (Anlamın
her zaman bu rejim altında mevcut-kılınıp-sunulmadığını,
dolayısıyla göndergenin her zaman beyanın öznesinin ye­
rinde olmadığını fark etmek önemlidir. Kapıyı açın gibi bir
buyruk cümlesinin bir anlamı mevcut-kılıp-sunması için,
göndergenin (şöyle bir şeyin: bir sonraki anda sizin tarafı­
nızdan açılan kapı) bir betimlemenin nesnesi olmasına ge­
rek yoktur. Bu nasıl kapı ! Hep açık ! gibi bir ünlem cümlesi,
Kapıyı açtı mı ? gibi bir soru cümlesi veya Kapı açıldı gibi
bir anlatı cümlesi; hepsi bir anlamı mevcut-kılıp-sunarlar,
oysa göndergeleri betimleme kurallanna göre imlenme­
miştir) . Bir önceki cümlenin rejimi ne olursa olsun, gön­
dergenin gerçekliğinin ancak bu cümleyle ilgili Hangi kapı
sözkonusu ? gibi bir soruya cevaben olumlanması gerekir.
Buna verilecek sıradan cevap, bir gösterme cümlesidir: Şu
kapı. Bu cümle, bir önceki cümleyi geçerli kılmaya yetmez.
Aktüel cümleden bağımsız olarak kapının bulunabilmesini
sağlamak gerekir. Bunun için adlar sistemine başvurulur:
Albert'in evinin batıya bakan kapısı. Adlarla birlikte sabit

1 16
Ayrışma

ve müşterek zaman-mekanlar devreye girer. Betimleme:


İmparatorluğun politik merkezinde başkent bulunur. Adlan­
dırma: Bu başkentin adı Roma'dır. Gösterme: İşte Roma (Bu
şehir, buna ôrnek vahadır) . Başka bir örnek: Hic Rhodus, hic
salta. Salta, anlamı buyruk rejiminde mevcut-kılıp-sunar,
Rhodus adı mevcut-kılıp-sunar, hic göstermeyi vurgular. Bu
üç durumda, imlemede, adlandırmada ve göstermede aynı
olduğu ilan edilen gönderge, gerçektir. Dolayısıyla sırasıy­
la: Bir esir kampında, odalarda Zyklon B ile kitlesel imhalar
olmuştur; bu kampın adı Auschwitz'tir; işte burası. Dör­
düncü bir cümle, imlenen göndergenin, adlandırılan gön­
dergenin ve gösterilen göndergenin aynı olduğunu bildirir.

66. Bu üç cümledeki göndergenin özdeş olduğu bir kez


ispatlandığında da iş bitmez. "Her seferinde" bu özdeşlik
olumlanmalıdır. Gerçekten de özdeşlik, gösterme cümle­
sindeki deiktiklere tabidir ve bunlar belirttikleri şeyi ancak
cümle "meydana geldiğinde" belirtirler, o kadar. t + 1 anın­
daki işte buna ôrnek vaka'nın, t anındaki işte buna ôrnek vaha
ile aynı göndergeyi göstermesi zorunlu değildir. Bundan
emin olmak için ada başvurulur: Roma buna ôrnek va­
hadır. Öte yandan, ad gibi bir katı belirtici her ne ka­
dar istikrarlı bir göndergeye gönderse de , adlandırmanın
göndergesi göstermeden kendiliğinden bağımsızdır (Se­
zar'ın portresi, Sezar'dır; metal cetvelden bağımsız ola­
rak metre metredir) (Kripke , 1982: 42-44) . Bu yüzden
yine adlandırılmış olana uygulanabilen betimlemelerin
özdeşliğine yöneliriz. Deriz ki, eğer her iki durumda da
Roma aynı özelliklere sahipse t anında Roma buna ôrnek
vahadır ve t + 1 anında Roma buna ôrnek vahadır. Ama an-

117
Ayrış ma

lamla sınırlı kalırsak, t'deki göndergenin ve t + l 'deki gön­


dergenin teşhis edilip özdeşleştirilmesi ancak şu totoloj ik
önerme sayesinde olur: xı P'dir = xı + 1 P'dir. Şu cümlelerde
olduğu gibi x'e farklı sıfatlar yüklendiğinde, sözkonusu
olanın aynı x olduğunu nasıl bilebiliriz: x, İmparatorluk'un
başkenti olan şehirdir ve x, Senato'nun bulunduğu şehirdir
(veya betimlemelerden çıkmak istersek: x şehrini kuşat­
mak gerekir) ? Bunu ancak x'in Aristoteles anlamında bir
özü [essence] veya Leibniz anlamında bir kavramı [ notion]
olduğunu ve bunun tanımının her iki yüklemi de içerdi­
ğini önkoşul olarak varsayarsak yapabiliriz. Bu x özü veya
kavramı şöyle beyan edilir: x (P'dir, Q'dur) ; ve x'in aynı
göndergeyi belirttiğini önkoşul olarak varsayar, ona ister P
ister Q yüklensin. Bu varsayım, x'in adlandırılmasına bağlı­
dır. O halde iki göndergenin özdeşliğini temin eden anlam
değil, adın içi boş "katılığı" olacaktır. Eğer ad, deiktikler
barındıran bir gösterme cümlesiyle anlam veya anlamlar
barındıran herhangi bir cümle arasında anahtar görevi gö­
rebiliyorsa, bunun sebebi aktüel göstermeden bağımsız ve
anlamdan yoksun olduğu halde hem belirtme hem de imle­
nebilme yetisine sahip olmasıdır. Ama fiilen anahtar görevi
görmesi ve göndergesini gerçeklikle donatması, en azından
bu , olumsaldır. İşte bu yüzden gerçeklik asla kesin değildir
(olasılığı hiçbir zaman l'e eşit değildir) .

67. Bu'nun (bir gösterme cümlesinin gösterdiği şeyin)


gerçek olması, örneğin göndergesi bu ile aynı adı taşıyan
bilişsel bir cümlenin geçerli kılınması için zorunludur. Bu
ada cevap veren göndergeye yüklenebilecek bir sıfat değil­
dir gerçeklik. Ontolojik argüman yanlıştır ve bu, anlam ile

1 18
Ayrışma

gerçekliğin birbirine denk olmasını gerektiren spekülatif


yolu izlemeyi bırakmak için yeterli görünmektedir (Ne­
tice Bölümü) . Öte yandan bu'nun gerçek olması, gönder�
genin ortaya konması (Setzung) da değildir; ortaya koyma
Kant'ta, "verili" bir şeyin görü formları içinde alırlık gücü­
ne (duyarlığa) sunulup-mevcut-kılınmasına (Darstellung)
karşılık gelir. Bu mevcut-kılma, bir "özne" tarafından bir
"verinin" katıksızca "alımlanması" değildir (Kant Notu 1 ) .
Gösterme cümlelerinden oluşan ailenin adıdır: Oradaki şu,
O zamanki bu (tıpkı buyurmanın, emir, rica, vs. cümlele­
rinden oluşan ailenin adı olması gibi) . Deiktik işlemcilere
başvurur. Gerçeklik tek başına anlamdan çıkarılamadığı
gibi, tek başına göstermeden de çıkarılamaz. Her ikisini
de gerektirdiği sonucuna varmak yetersizdir. Nasıl olup da
Bu şudur gibi bir gösterme cümlesi ile Bu, İmparatorluk'un
başkenti olan şehirdir gibi bir betimleme cümlesinin İşte bu,
İmparatorluk'un başkenti olan şehirdir cümlesinde birbirine
eklemlendiğini göstermek gerekir. Ad, anahtar [ cheville]
rolüne yerleşir. Roma, deiktiğin yerine geçer (Bu Roma'dır)
ve betimleme cümlesindeki göndergenin yerini alır (Roma,
İmparatorluk'un başkenti olan şehirdir) . Başka rejimlere ait
cümlelerde başka mercilerde de bulunabilir: Roma, küskün­
lüğümün tek nesnesi ! Ben (Roma) sizi sapkın ilan ediyorum,
vs. Bunlar bizim örneğimizdeki betimleme cümlesinin ye­
rine geçebilir. Ad bu anahtar görevini görür, çünkü boş ve
sabit bir belirticidir. Deiktik kapsamı, aktüel olarak bu­
lunduğu cümleden bağımsızdır ve birçok semantik değer
alabilir, çünkü alamayacağı değerler sadece kendisinin ad
ağları içindeki yeriyle bağdaşmayanlardır (Roma bir tarih
değildir, Roma İtalya'da bulunur, veya Georgia veya New

1 19
Ayrışma

York veya Oregon ve Tennessee eyaletlerinde bulunur,


ama Kalifomiya'da bulunmaz, vs. ) .

68. Bu şekilde ada yüklenen işlev, Kant'ın şemaya yük­


lediği işlev değil midir (KRV, Yargının Analitiği1 1 ) ? Şema
da duyulur olan ile kavramı eklemlemeye yarar. - Ama,
ilk olarak, şema yalnızca bir bilişsel cümlenin geçerli kı­
lınması çerçevesinde iş görür, ad öyle değildir. İkinci ola­
rak, şemanın, kritik refleksiyon içinde, (Kant anlamında)
bilgi için zorunlu bir a priori olarak çıkarımının yapılması
gerekir. Burada kuşkusuz gerçeklik iddiasından hareketle
adların işlevini çıkarıyorum ama tekilliklerini çıkaramam:
Roma, Auschwitz, Hitler . . Onu ancak öğrenebilirim. Adla­
.

rı öğrenmek, cümleler aracılığıyla onları başka adlara göre


belli durumlara yerleştirmektir. Auschwitz, Güney Polon­
ya'da bir kenttir ve 1 940'ta Nazi yönetimi buranın yakın­
larında bir imha kampı kurmuştur. Bu , sayı gibi bir şema
değildir. Bir adlar sistemi bir dünyayı mevcut-kılıp-sunar,
adları bir araya getiren cümlelerin mevcut-kılıp-sunduğu
evrenler, bu dünyanın imlenen kesitleridir. Bir adın öğre­
nilmesi, daha önce anlam yüklenmiş olan ve göndergeleri­
nin gösterme cümleleriyle nasıl gösterileceğini bildiğimiz
başka adlar sayesinde olur. Örneğin beyazı (renk adları­
nın da özel adlar gibi olduğu doğruysa) (no. 6 1 , Gorgias

1 1 Saf Aklın Kritiği içinde "Yargının Analitiği" adını taşıyan bir


bölüm bulunmuyor. Lyotard büyük olasılıkla Kritik'in ikinci ki­
tabı olan "İlkelerin Analitiği" içinde, transandantal şemaların ele
alındığı "Anlama Yetisinin Saf Kavramlarının Şematizmine Dair"
başlıklı birinci bölüme gönderiyor. Bundan hemen önce gelen
Giriş bölümü , "Genel Olarak Transandantal Yargı Gücüne Dair"
başlığını taşır. -çn

1 20
Ayrışma

Notu) , kar ile, çarşaf ile, kağıt ile, bunlara bağlı anlamlarla
(üstünde kaymak, içinde yatmak, üstüne yazmak) ve müm­
kün göstermeleriyle (İşte bu, kardır, vs.) birlikte öğrenirim
ve bunların da geçerli kılınması için yine adlara gitmek ge­
rekir (Hani, Chamonix'deki gibi) . Aristoteles için de aynısı
geçerlidir.

69. Ne ad anlam tarafından ne de anlam ad tarafından


belirlendiğine göre, anlam ada nasıl bağlanır? Deneyim
fikrine başvurmaksızın ad ile anlam arasındaki zincirleme
bağlantı anlaşılabilir mi? Deneyim ancak fenomenolojik
bir diyalektik aracılığıyla betimlenebilir. Örneğin algı de­
neyimi: bu şey bu açıdan görüldüğünde beyaz, şu açıdan
görüldüğünde gridir. Burada olay, şeyin az önce beyazken
şimdi gri olmasıdır. Elbette şey aynı zamanda ve aynı ilişki
içinde hem beyaz hem gri değildir ama en azından ardışık­
lık içinde öyledir. Beyazın ve grinin hep birlikte aynı gön­
dergeyle ilişkilendirilmesi gerekir, biri onun aktüel tonu
olarak, diğeri ise aktüel olarak mümkün tonu olarak. Gön­
dergenin uzaydaki varoluşunun kurulmasına (üç boyut­
luluğa) karşılık, algılayan merci tarafında, art arda gelen
taslakların zamansal sentezi bulunur. Böylece "nesne" ve
"özne" , algı alanının iki ucunda birlikte oluşurlar. - Bu be­
timlemeden akılda kalması gereken tek unsur, gerçekliğin
tesisine mümkün olanı da dahil etmesidir. Görülen şeyin
artık olamayan veya henüz olmayan ama olabilecek olan
bir arka yüzü vardır. Fenomenolog şöyle der: aynı şekilde
görme de gören ile görüleni temasa sokan bir çizgi üzerin­
de değil, aradan görülen yanallıklarla [ lateralites ] dolu bir
görünürlük alanında meydana gelir. Görmek için, tekrar

121
Ayrışma

eden çarpıntılarla aktüel olandan mümkün olana doğru tit­


reşiriz. O halde gerçeklik, x şöyledir türünden bir cümley­
le değil, x şöyledir ve şöyle değildir türünden bir cümleyle
ifade edilir (no. 8 1 , 83) . Gerçeklik iddiasına, olumsuzlama
karşısında tutarsız bir betimleme karşılık gelir. Bu tutarsız­
lık, imkan kipliğinin özelliğidir.

70. Gösterme cümlesi, yani vakanın gösterilmesi, aynı


zamanda vuku bulmayanın da ima edilmesidir. Bir tanık,
yani bir betimlemeyi geçerli kılan bir gösterme cümlesinin
vericisi, bu cümleyle bir şeyin şu veya bu yüzünün gerçek­
liğini belgeler (veya belgelediğine inanır) . Ama tam da bu
nedenle, gösteremediği başka yüzlerin de mümkün oldu­
ğunu kabul etmelidir. Her şeyi görmemiştir. Eğer her şeyi
gördüğünü söylerse, inanılırlığını kaybeder. Eğer kendisi­
ne inanılıyor ise bu tam da her şeyi görmediği, yalnızca
şu veya bu yüzü gördüğü içindir. O halde mutlak şekil­
de inanılır değildir. Bu yüzden şu ikilemin altında kalır
(no. 8) : ya orada değildiniz ve tanıklık edemezsiniz, ya da
oradaydınız ve her şeyi göremezdiniz, dolayısıyla her şey
hakkında tanıklık edemezsiniz. Deneyim fikrini yöneten
mantıksal diyalektik de olumsuzlama karşısındaki bu tu­
tarsızlığa dayanır.

7 1 . Deneyim düşüncesi, olup biten şeylerin (olayların)


özelliklerini toplayarak kendini oluşturan (Bildung) ve on­
ların zamansal sentezini yaparak gerçekliği tesis eden bir
ben [je] düşüncesini önkoşul olarak varsayar. Olaylar bu
ben'e göre fenomendir. Fenomenoloji adını buradan alır.
Ama ben düşüncesi ve ona bağlı deneyim düşüncesi, ger­
çekliğin betimlenmesi için zorunlu değildir. Bu düşünceler,

1 22
Ayrışma

hakikat sorusunun apaçıklık öğretisine tabi kılınmasından


gelir. Bu öğreti, ontolojik geri çekilmenin 12 (Heidegger)
-mantıksal emekliliğin [ retraite logique] demeyi tercih
ederim- üzerine, Descartes ve Augustinus tarafından bina
edilmiştir, Gorgias'ın nihilizmini besleyen de budur (Gor­
gias Notu) . Ama gerçekliğin nötralize edilmesi ("ne var ol­
mak ne de var olmamak") Gorgias'ı "ispatlamalar her şeyi
söyler" ilkesine götürür ve argüman yürütme felsefeleriyle
cümle analizlerine kapıyı açan da budur. Tersine monoteist
ve monopolitik ilke , gerçekliğin nötralize edilmesini ya da
en azından göstermenin imkan kuralıyla sınırlandırılma­
sını, bütüne sahip olmayan tanığın sonluluğuna atfetme­
ye izin verir. Her şeye sahip olma ayrıcalığı ancak mutlak
bir tanığa (Tanrı'ya, Sezar'a) tanınır. Deneyim düşüncesi,
göreli olan ile mutlak olanı bir araya getirir. Diyalektik
mantık, deneyimi ve deneyimin öznesini görelilikte bıra­
kır, spekülatif mantık onları birikme13 özelliği (Resultat,
Erinnerung) ile donatarak nihai mutlak ile devamlılık içine
sokar (Hegel Notu) .

72. Modern Cogito (Augustinus, Descartes) , aktüel ve­


ricisini birinci kişi adılını vurgulayarak mevcut-kılıp-su­
nan ve onun var olduğu sonucuna varan bir cümledir. Adıl
vurgusu bir deiktik gibi iş görür. Ben, bu ile aynı özellikle­
re sahiptir, ne az ne de fazla. - Oysa bir deiktik, belirttiği
şeyin geçerliliğini tek başına sağlayamaz. Gerçek gönder­
ge, "orada olmadığında" bile oradadır (no. 47, 48) . Aktü­
el cümlenin evrenine aşkın olmalıdır [ transcender] . Deik-

12 Fr. retrait ontologique. -çn


13 Fr. accumulation. -çn

1 23
Ayrışma

tiğin, aktüel olarak belirttiği cümle evreni dışında hiçbir


kapsamı yoktur. Dolayısıyla Düşünüyo rum daki ben ile Va­
'

nm'daki ben, bir senteze gereksinim duyarlar. Gerçekten


de Descartes şöyle yazar: "Varım, var olurum önermesi,
onu söylediğim veya zihnimde [ esprit] kavradığım her se­
ferinde zorunlu olarak doğrudur" (Meditasyonlar II, § 3) .
Ama bir seferden diğerine benim aynı olmamın garantisi
yoktur. Aktüel apaçıklıkların (göstermelerin) sentezi de,
bu felsefenin ilkesi gereğince , diğerleriyle sentezlenmesi
gereken aktüel bir apaçıklığa gereksinim duyar (Hume,
1 739: l l , 342-356) . O halde bir özne, "kendi" deneyiminin
birliği değildir. Gerçeklik iddiası, en azından bir adın kul­
lanılmasından kaçınamaz. Zincirin içi boş bir halkası gibi
olan ad sayesinde t zamanındaki ben ile t + 1 zamanındaki
ben, kendi aralarında ve İşte ben (gösterme) ile zincirleme
bağlantı kurabilirler. Gerçeklik imkanı, özneninki de dahil
olmak üzere, gerçekliğin bir deneyimde gösterilmesinden
ve imlenmesinden "önce" ad ağlarında sabitlenmiştir.

73 . Demek ki gerçeklik bir deneyimin neticesi değil­


dir. Bu , onu bir deneyim gibi betimlemeyi engellemez.
Bu türden bir betimleme için uyulması gereken kurallar,
spekülatif mantığın (Hegel Notu) ve bir tür romansı poe­
tikanın kurallarıdır (anlatının kişisini ve kipini belirleyen
bazı kurallara uyan poetika) (Genette, 1972: 183- 184; 25 1 -
252) . Ama bu betimlemenin felsefi değeri yoktur, çünkü
kendi varsayımlarını (ben veya kendi, spekülatif mantığın
kuralları) sorgulamaz. Oysa bu varsayımlar, bir gönderge­
nin gerçek olduğunu iddia etmek için zorunlu değildir. Bu
iddia için zorunlu olan, göndergenin kendini adlandıran

1 24
Ayrışma

adın kalıcılığından faydalanmasıdır, eğer böyle denebilirse


(adlandırılmış olanın katılığı, belirticinin, yani adın katı­
lığının gölgesini taşır) . Öte yandan, bu iddia için aynı şe­
kilde zorunlu olan ve bir öncekiyle çelişiyor gibi görünen
bir özellik daha vardır: adlandırılmış bir gönderge, aynı
zamanda bilinmeyen bir anlam (henüz aktüel olmayan bir
cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu bir anlam) için örnek ol­
ması mümkün bir vaka (bir gösterme cümlesinin nesnesi)
ise gerçektir. Gerçeklik iddiasında, göndergenin ısrarcılığı
(Bu pekala x'tir, onu tanırız) ile bir anlam olayı (Bak şu da
x, onu keşfederiz) bir araya gelmiştir.

74. Gerçek bir göndergeye hangi anlamların uygun


geleceği a priori olarak belirlenemez. Gönderge, henüz
meydana gelmemiş cümlelerin mevcut-kılıp-sunduğu an­
lamlara "örnek vaka"dır. Bazı (adlar içeren) betimleme­
ler aracılığıyla Aristoteles'e anlamlar yüklenir: Stagira'da
doğmuş filozof, Platon'un öğrencisi, İskender'in akıl hocası.
Bunların hepsi, adlandırma cümlelerinde Aristoteles'in ye­
rine geçebilir: İskender'in akıl hocası , gönderge değerinde
herhangi bir değişiklik olmaksızın (adlandırma ağlarının
katılığı) , Bu Aristoteles'tir'in yerine geçebilir. Ama böyle be­
timlemelerden kaç tanesinin uygun olduğunu ve bunların
hangileri olduğunu önceden bilemeyiz. Aristoteles'in veya
onun kabul edilmiş denklerinden birinin imlendiği bir
cümlenin (tarihçinin, felsefecinin veya filoloğun cümlesi­
nin) meydana geldiği her seferde, tam da bu sebeple yeni
bir ifade aynı mantıksal koşullar altında Aristoteles'in veya
onun denklerinin yerine geçebilir. Örneğin: "Metafiziğinin
bilim statüsüne sahip olmadığı Pierre Aubenque tarafından

1 25
Ayrışma

açıklanan düşünür. " Bu betimleme (içerdiği adla birlikte) ,


öngörülebilir değildir. Aynca tam tersine, bir adın, argü­
man yürütme yoluyla, kendisinden bağımsız olan cümlele­
re onların anlamını canlandırmak üzere bağlandığı da olur.
(Örneğin bir ressamın eğilimlerinin ve renklerle ilişkisinin
Oidipus adıyla canlandırıldığı olur.) (Kaufmann, 1 967) .

75. Adlandırılmış bir göndergeye bağlanan ve onun adı­


nın yerine geçebilecek cümlelerin mevcut-kılıp-sunduğu
anlamların sayısının sınırsızca artması mümkün müdür?
Yerine geçebilirlik ilkesine bağlı kalarak, Musa, Homeros,
Perikles, Sezar gibi adların yerine geçebilecek cümleleri
. . .

saymaya çalışın. Bir ad hakkındaki her şeyin imlenmiş ol­


duğu ( "x ile ilgili her şeyin söylendiği") kanıtlanamaz, çün­
kü herhangi bir bütün kanıtlanamayacağı gibi, adın kendisi
de gerçekliği belirtmediği için (bunun için bir anlamın ve
gösterilebilir bir göndergenin onunla birleşmesi gerekir) ,
ona bağlanabilecek anlamların enflasyonu, göndergesinin
"gerçek" özellikleriyle sınırlı değildir.

76. Elbette bir ada bağlanabilecek anlamların enflas­


yonu , Frege'nin analiz ettiği mantık kurallarının uygu­
lanmasıyla yumuşatılabilir ( 1 89 2 : 1 22) . Örneğin Kara­
ciğerinden rahatsız olan İmparator muhafız birliğini feda
etti cümlesi , en azından salvo sensu14, Napolyon muhafız
birliğini feda etti cümlesinin yerine geçemez , çünkü sağ­
lık durumu ile stratej i arasında bir bağıntı (nedensellik,
kısıtlama , vs. ) çağrıştırmaktadır ve diğer cümle bunu
dikkate almaz . (Bu , birinci cümlenin anlamsız olmasını

14 Lat. "anlamı değişmeksizin" . -ç n

1 26
Ayrışma

gerektirmez . ) Ayrıca anlam enflasyonu , bilişsel cümlele­


rin geçerli kılınma kurallarının uygulanmasıyla da diz­
ginlenebilir. Tarih bilimi denen söylem cinsinin, adlar
bakımından esas işlevi budur. Anlatısal ve bilişsel olma
özelliği taşıyan tarihsel cinsin kurallarını çiğnemeden
Napolyon yerine Karaciğerinden rahatsız olan İmpara­
tor'u geçirmek istersek eğer, Napolyon'un karaciğerin­
den rahatsız olduğundan emin olmak gerekir, yani tarih
alanındaki genel kanıt sunma koşulları içinde kalarak
göndergenin gerçek olduğuna dair kanıt sunabilmek ge­
rekir. Anlamların adlara doğru çekilmesi (bu , mitema­
lara 1 5 , vs . yol açar) , böylelikle bilişsel cümleler rej imine
-en azından aktüel olmayan göndergelerle ilgili bilişsel
cümlelerin rej imine- tabi kılınmış olur. Tarihsel kritik
denen şey budur. - Yine de bu yumuşatma , iki sebepten
ötürü fazla ileri gidemez . Öncelikle adlar, gönderdikleri
gerçeklikler değildir, ancak gösterme cümlesinin gön­
dergesinin örnek vaka teşkil ettiğini gösterdiği bir an­
lamla donanmış iseler aktüel gösterme işlevlerini yerine
getirebilirler. Bir şey kanıtlanamaz , ancak bir şeyin im­
lenen özelliği mevcu t-kılıp [presente] taşıdığı kanıtla­
nabilir. Kanıtlamadan önce imlemek gerekir. Dolayısıyla
tarihsel bilginin kendisi de bir yığın anlama (hipoteze,
yoruma) yol açar ve bunların da kanıt sunmanın eleğin­
den geçirilmesi gerekir.

15 Fr. mytheme: Claude Levi-Strauss tarafından yaratılan bu sözcük,


kabaca bir mitin temel birimini oluşturan cümleyi veya söz öbe­
ğini ifade eder. Bu cümle mitin versiyonlarında tekrar edilir ve
nasıl oluştuğunu izlemeye izin verir. -çn

127
Ayrışma

77. Adlara bağlanan anlamların enflasyonunun tam


olarak durdurulamamasının ikinci sebebi (no . 76) , haki­
kat koşullarının eleğinden geçen bilişsel rejim altındaki
cümlelerin, anlamın tekeline sahip olmamalarıdır. Bunlar
" düzgün kurulmuştur" Ama düzgün kurulmamış cüm­
leler saçma değildir. Stendhal kuşağıyla birlikte , Bona­
part ismi bir buyruk değeriyle donatılır: Bonapart gibi
virtu 'y a16 sahip bir halk kahramanı ol. Bu değerin anlamlar
arasında sayılması gerekir, her ne kadar onu mevcut-kı­
lıp-sunan cümle bilişsel cümle, hatta betimleme cümlesi
olmasa bile. Bir insanın adına bir yaşam ideali bağlayan ve
bu adı bir parola haline getiren cümlenin taşıdığı bir tali­
mat potansiyeli vardır, bir etiktir bu , bir stratejidir. Bu ad,
Kant'taki anlamıyla pratik veya politik aklın bir İdealidir.
Bu cümle ne yapılması gerektiğini mevcut-kılıp-sunar ve
aynı zamanda onu yapması gereken alıcıyı da mevcut-kı­
lıp-sunar. Doğru/yanlış kriterine bağlı değildir, çünkü
betimleme cümlesi değildir, buyruk cümlesi olduğu için
adaletli/adaletsiz kriterine bağlıdır. Bu cümlenin adil olup
olmadığı sorulabilir. Ama adaletsiz olsa bile anlamı ola­
caktır, tıpkı bir cümlenin yanlış olsa da anlamlı olması
gibi (Wittgenstein, TLP: 2 . 2 1 , 2 . 22 , 2. 222) . Öte yandan,
adalet kriteri için uygun olan anlam ile hakikat kriteri
için uygun olan anlam heteroj en anlamlardır. Dolayısıy­
la hakikat kriteri için uygun olmayan anlamlara bilişsel
cümlelerin geçerli kılınma kurallarının uygulanması, bu
anlamların adlar tarafından uğradığı çekimi yumuşatma­
yı sağlamaz. Genç Bonapartçı Stendhal vakasında, Bona-

16 Lat. "beceri, yetenek" -çn

1 28
Ayrışma

part'ın barındırdığı mesele, bilişsel değil estetik, etik ve


politik bir meseledir.

78. Farklı rej imlere tabi cümleler birbirine tercüme


edilemez. Leksikten gelen anlamı bir kenara bırakarak,
sadece bir cümlenin formundan (sentakstan) kaynak­
lanan anlama bakalım. Dil-sisteminden dil-sistemine
bir çeviri, başlangıç dil-sistemindeki bir cümlenin mev­
cut-kılıp-sunduğu bir anlamın, varış dil-sistemindeki bir
cümle tarafından tekrar kurulabileceğini önkoşul olarak
varsayar. Sentaktik forma bağlı anlam, cümlenin tabi ol­
duğu cümle rej imine ve içinde bulunduğu söylem cinsine
bağlıdır. Bu rej im ve bu cins, kendilerine tabi cümlelerin
oluşmasına, birbirine bağlanmasına ve geçerli kılınması­
na dair bir kurallar bütünü belirlerler. O halde çeviri, bir
dil-sistemindeki belli bir rej imin ve cinsin diğer dil-siste­
minde de benzerinin olduğunu , en azından bir dil-siste­
mindeki iki rej im veya iki cins arasındaki farkın benzeri­
nin diğer dil-sisteminde de olduğunu varsayar. Örneğin
Fransızcadaki betimleme cümleleri ile anlatı cümleleri
arasındaki zıtlıktan gelen yananlamı [ connotation] (Kapı­
yı açıyor/ Kapıyı açar) Çincede de yeniden kurabilmeliyiz,
en azından Fransızcayı Çinceye çevirme iddiasındaysak.
Yani çeviri, dilleri " kateden" uygunluklar gerektirir. Oysa
bu uygunlukların sabit durması, doğrudan veya dolaylı
olarak, cümle rej imleri ve söylem cinsleri arasındaki fark­
lar tarafından güvenceye alınmıştır. O halde nasıl olur da
farklı rejimlere ve/veya cinslere ait cümleler (ister aynı
dil-sisteminde ister iki dil-sistemi arasında olsun) birbiri­
ne tercüme edilebilir (no. 79) ?

1 29
Ayrışma

79. Muhtemelen sözcüğün esas anlamıyla tercüme edi­


lemezler. Peki ama birbirlerine aktarılamazlar mı? Çıkmalı­
sınız cümlesi, Çıkın için geçerli bir aktanmdır. Bu güzel bir
imgedir cümlesi, Ne güzel imge! için geçerli bir aktarımdır.
Başlangıç cümlesindeki yükümlülük veya değerlendirme an­
lamı, her iki örnek vakada da varış cümlesinde korunmamış
mıdır? - Mantıkçı filozof buna inanabilir, çünkü anlam öz­
deşlikleriyle (tanımlarla) yetinir (Wittgenstein, TLP: 3.343)
ve yükümlülüğün bir durumda davet gibi, hatta enformas­
yon gibi, diğer durumda ise emir gibi mevcut-kılınıp-sunul­
masını, veya değerlendirmenin bir yerde tespit gibi bir yerde
ünlem gibi mevcut-kılınıp-sunulmasını göz ardı edilebilir
bulur. Ama bir çocuk, bir diplomat, bir ast veya bir üst, im­
genin yaratıcısı, özgün cümleyle ve onun "aktarımıyla" aynı
şekilde bağlantı kurmazlar. Onlar için iki cümle arasında­
ki "anlamların" benzerliği, sadece bunların indirgenebile­
ceği soyut kavramlar arasındaki benzerlik değildir, her iki
cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu ve kendilerinin de içinde
belli durumlarda bulunduğu evrenlere de yayılmalıdır. Bu
evrenler, mercilerin (yalnızca anlamın değil, göndergenin,
vericinin ve alıcının da) içinde bulunduğu durumlardan
ve merciler arasındaki ilişkilerden oluşur. Fakat bir ünlem
cümlesinin vericisinin anlama göre içinde bulunduğu du­
rum, bir betimleme cümlesinin vericisininkiyle aynı değil­
dir, bir emrin alıcısının vericiye veya göndergeye göre içinde
bulunduğu durum, bir davetin veya enformasyonun alıcısı­
nınkiyle aynı değildir (no. 80-83) .

80. Heterojen ailelere ait cümleler aynı özel adın gönder­


gesini etkileyebilirler, mevcut-kılıp-sundukları evrenlerde

1 30
Ayrışma

onu farklı mercilere yerleştirebilirler. Bir çift ayrılacaktır.


Üçüncü bir kişi (yargıç, tanık) , içinde bulunulan hali şöyle
diyerek betimler: x ve y aynlacaklar. .x'in cümlesi, bir değer­
lendirme bildirir: Sanınm en iyisi aynlmamız olacak. y'nin
cümlesi ise patetik bir sorudur: O zaman on yıl boyunca niye
birlikte kaldık ? Bu halde x ismine bağlanan cümlelerin üçü­
nün de alıntılanmış olduğunu düşünelim. Eğer x'i bu hal
içinde tanımlamak gerekirse, bu üç cümleden biri diğerle­
rinden daha iyi bir tanım olacak mıdır? x daha ziyade bir
bildirimin vericisi midir, bir sorunun alıcısı mıdır, yoksa bir
betimlemenin göndergesi midir? Yalnızca şöyle diyebiliriz:
adı, üç bağımsız cümle içinde sırasıyla bu üç mercide de bu­
lunur. Ve onu bu hal içinde uygun şekilde betimleyen de
budur. Bunu söyleyerek, ilk üç cümleye gönderen ve kendisi
de başka bir rejime ait olan dördüncü bir cümleye başvur­
muş oluruz (üstdil) . Bu cümledeki x adı başka durumlarda
bulunur (önceki üç durumda bulunur ama bunlar "birbiri­
nin içine geçmiştir") , başka bir anlamla donatılmıştır (an­
lamlan heterojen olan bir gönderge örneği sunar) .

8 1 . Bonapart, Auschwitz gibi bir özel adın göndergesi,


hem ad ağlan ve adlar arası ilişki ağlan (dünyalar) (no . 60)
içinde işaretlenmiş olduğundan kuvvetle belirlenmiştir,
hem de merci olarak içinde yer alabileceği cümle evren­
lerinin heteroj en ve çok sayıda olması dolayısıyla zayıfça
belirlenmiştir. Yine de bu, tarih nesnesi olarak bir özel adın
göndergesiyle algı nesnesini birbirine karıştırmaya izin
vermemelidir (no. 69) . Algı nesnesi, içinde deiktikler (ben
ve s en , bura ve ora, şimdi ve az önce) barındıran gösterme
cümleleri tarafından mevcut-kılınıp-sunulur. Algı feno-

131
Ayrışma

menoloğu, bu cümlelerin evrenlerini analiz ederek alan ve


deneyim düşüncelerini geliştirir. Bir özel adın göndergesi
(tarih nesnesi) ise bir deiktikle değil, bir deiktik-benzeri
olan adla belirtilir. Ad bu nesneyi, ben'e veya herhangi bir
deiktiğe göre bir duruma yerleştirmesine gerek kalmadan,
ad ağları içine yerleştirir. Algı nesnesi bir alana aittir (bu
alan, deiktikler barındıran gösterme cümlelerinin oluştur­
duğu tutarsız bir komplekstir) , tarih nesnesi bir dünyaya
aittir (bu dünya, adlandırma cümlelerinin oluşturduğu gö­
rece sabit bir komplekstir) . Ne zaman ki tarih nesnesi bir
de bilişsel bir cümlenin geçerli kılınma prosedürlerine tabi
tutulur (tarih biliminin nesnesi olur) , işte o zaman gös­
terme cümlelerinin de göndergesi haline gelir ve deiktik­
ler aracılığıyla bir alan içinde belli bir duruma yerleştirilir
(Şuna bakın, işte aradığım kanıt! ) .

82. Gerçeklik: bir anlam sürüsü , bir dünya tarafından


yeri işaretlenen bir alana gelip konar. Gerçeklik hem im­
lenebilir hem gösterilebilir hem de adlandırılabilir. Vurgu
bazen bunlardan birinde bazen diğerindedir. Gösterme­
deyse: İşte burada o bıçak, Elisa'nın sana verdiği. Bu cüm­
lede gerçeklik sırasıyla gösterilmiş, imlenmiş ve adlandı­
rılmıştır. Adlandırmadaysa: İşte bu Hector, başkanın kocası.
Gösterilmiş, adlandırılmış, imlenmiş. Vurgu anlamdaysa:
Ses kaydı yapmaya yarayan şey mi ? Bir mikrofon bu, Brük­
sel'den almıştım. İmlenmiş, gösterilmiş, adlandırılmış.

83 . Bir gösterme cümlesinin göndergesi (algı nesnesi)


ile bir adlandırma cümlesininki ( tarih nesnesi) birbirin­
den çok farklıdır (no. 81) . Ama bir müşterek yanları da
vardır: aktüel cümle olmayan ve aktüel olarak bilinmeyen

132
Ayrışma

cümleler onlara gönderir ve aktüel anlamdan başka anlam­


lar yüklerler (no. 69) . Nasıl ki Bu sayfa beyazdır (buradan
görüldüğünde) ve beyaz değildir (oradan görüldüğünde:
gridir) , aynı şekilde Napolyon bir stratejisttir (belli bir ad
ağında) ve bir stratejist değildir (başka bir ad ağında: im­
paratordur) . Hem alan (algısal) hem de dünya (tarihsel) ,
gösterilenin ve adlandırılanın (farklı farklı) barındırdığı
olumsuzlama tarafından "oyulmuştur" Miktar ve nitelik
bakımından belirsiz bir mümkün "anlamlar sürüsü" , bu
"oyuğu" doldurur.

84. Bu anlamların mümkün olması ne demektir? Anlama


has olan, mümkün olmak değil midir zaten? Eğer anlamın
mantıksal anlamıyla sınırlı kalınırsa, bu, düzgün kurulmuş
ifadelerle, önermelerle mevcut-kılınıp-sunulur. Bunlar bir
"mantıksal mekandaki" yerleri doldururlar (Wittgenstein,
TLP: 3.4) . Bir önermenin yerini belirleyen, onun doğru olma
imkanıdır. Bu imkan, iki temel önerme arasındaki tüm müm­
kün bağıntıları tanımlayan doğruluk tabloları aracılığıyla he­
saplanır. Wittgenstein doğruluk tablolarını oluşturarak bu
"mantıksal mekanı" çizer (TLP: 5 . 1 0 1 ) . Bu mekan bir ucunda
totoloji ile, diğer ucunda da çelişki ile sınırlanmıştır. İlkinin
doğru olması, ikincinin yanlış olması zorunludur. Bir tarafta
eğer p ise o halde q, ve eğer q ise o halde p, diğer tarafta da p
ve değil-p, ve q ve değil-q, "imlerin bağlantısına örnek teşkil
eden birer uç vakadır, yani bu bağlantının çözülmesidir (Auf­
lösung)" (TLP: 4.466) . Bunlar anlamdan yoksun (sinnloss)
ifadelerdir, hiçbir şey öğretmezler, çünkü zorunludurlar tam
da. Yağmur yağı.yor veya yağmur yağmıyor ifadesi, dışarıdaki
havaya dair bilgi vermez (TLP: 4.46 1 ) . Yine de bunlar öner-

133
Ayrışma

medir, saçma (unsinnig) değildirler ve bu yüzden "manuksal


mekana" aittirler (TLP: 4.462; TB: 1 2. 1 1 . 19 14) .

85 . Mantıksal söylem cinsi, bilişsel söylem cinsi değil­


dir. Gerçek bir göndergenin bir önermenin anlamını kar­
şılayıp karşılamadığı sorusu ona ait değildir. Bilişsel soru ,
karşı karşıya olduğumuz imler arası bağlantının (doğruluk
koşullarının uygulandığı örnek vakalardan biri olan ifa­
denin) , gerçek göndergelerin bu ifadeye karşılık gelmesi­
ni mümkün kılıp kılmadığı sorusudur. "Doğruluk koşullan,
önerme tarafından olgulara açık bırakılan alanı (Spielraum)
belirler" (TLP: 4.463) . Ama olgular, mantıksal olarak öner­
meyi ne onaylayabilir ne de çürütebilir (TLP: 6. 1 222) ,
çünkü önermenin mümkün doğruluğu sadece "mantıksal
mekan" içindeki yerine bağlıdır. Dolayısıyla mümkün olan,
anlamın mantıksal kipidir. Eğer bir önerme zorunluysa an­
lamı yoktur. Onun bir gerçeklikle ilgili doğru olup olmadı­
ğı ise bir mantık sorusu değildir. Anlam (Sinn) ve gönderge
(Bedeutung) daima birbirinden ayrılmalıdır (TB: 236) . Bu,
zor bir ayrımdır, çünkü mantıksal imkan (anlam) , ona kar­
şılık gelen göndergenin gerçekliğinin ispatlanması için ön­
koşul olarak varsayılır. Buradan çıkan sonuç sadece bilişsel
rejimin mantık rejimini önkoşul olarak varsaydığıdır, bu
ikisinin birbirine karıştığı değil.

86. O halde mantıksal olarak, mümkün olan, anlama


hiçbir şey katmaz (no . 83) . Ama eğer sözkonusu olan, ad­
landırılmış ve gösterilmiş bir göndergenin mümkün an­
lamları ise, bu imkan artık yalnızca "mantıksal mekana"
ait değildir, bu mekanın bir cümlenin, daha doğrusu iki
cümlenin (adlandırma ve gösterme) göndergesiyle ilişki-

1 34
Ayrışma

sini de içinde barındırır ve bu cümleler önerme değildir.


Ne gösteren cümle ne de adlandıran cümle " mantıksal
forma" uygundur. Bunlar düzgün kurulmuş ifadeler de­
ğildir. Birbirleriyle koordine edildiklerinde , deyim yerin­
deyse göndergeyi önerme "obj ektifi" altına getirirler. Bu
durumda anlamın imkanı, mantıksal olarak ispatlanmış
anlamın örnek vakalarla, yani adlandırılmış ve gösteril­
miş bir göndergeyle geçerli kılınma imkanı demektir.
Wittgenstein "önerme tarafından olgulara açık bırakılan
alan (Spielraum) " hakkında düşünürken, bu imkanı in­
celemektedir (onu her zaman mantıksal zorunluluktan
açıkça ayırmaz) . Bild (imge) olarak önerme gibi genel
bir modelin esiri olarak ( Tractatus döneminde) , müm­
kün anlamın gerçeklikle karşılaşmasını , dil-dışı olgular
dünyası olarak kavranabilecek bir şey üzerinde bir tem­
sil yaptırımı (esas olarak optik bir yaptırım) uygulanma­
sına benzetir. Totoloji ve çelişki, temsil düzeneğinin iki
ucu gibidir, bunlar "gerçekliğin imgeleri değildir. Hiçbir
mümkün durumu (Sachlage) mevcut-kılıp-sunmazlar.
Zira biri herhangi bir mümkün durumu kabul eder, diğeri
ise hiçbirini" ( TLP: 4.462, 4.463) . İmler arası bağlantının
(anlamın) çözüldüğü sınırlar, aynı zamanda gerçekliğin
mevcut-kılınıp-sunulmasını çevreleyen sınırlardır da: bu
"diyafram" , totoloji durumunda fazlasıyla açıkken, çeliş­
kide fazlasıyla kapalıdır. Fazla açıldığında mantıksal alan
beyazı kaydeder, yeterince açılmadığında ise siyahı. Eğer
(Wittgenstein'ın da daha sonra yaptığı gibi) şeyin halleri­
ne dair imgeleri önerme formunda sunacak bir optik aygıt
benzetmesini bir kenara bırakırsak geriye şu kalır: bilişsel
rejim altında mantıksal bir cümlenin "gerçeklik" tarafın-

135
Ayrışma

dan geçerli kılınması, cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu


anlama (Sinn) karşılık gelen göndergeye örnek teşkil ede­
cek bir vaka olan bu'nun gösterilmesini ve adlandırılması­
nı gerektirir (böylece bu, belli bir bu haline gelir) .

87. Bu ikili işlemin mümkün olması için, adların an­


tenle dokunur gibi belirttiği "basit nesneler" hipotezine
başvurmaya gerek yoktur (no. 5 5 ; TLP: 2. 1 5 1 5 ) . Bu , as­
lında bir hipotez değildir, çünkü yanlışlanabilir değildir.
Adlarla nesnelerin eşbiçimli olduğu [ isomorphisme] , nes­
nelerin dünyadaki düzeninin ve adların dildeki düzeninin
bir "müşterek formu" olduğu ilkesine dayanır (TLP: 2 . 1 7,
2 . 1 8 , 3 . 2 1 ) . Oysa bu ilke geçerli kılınamaz, çünkü tam da
geçerli kılma yetkisi veren ilkedir bu: "Önerme tüm ger­
çekliği mevcut-kılıp-sunabilir ama onu mevcut-kılıp-suna­
bilmek için gerçeklikle müşterek olarak sahip olması gere­
ken şeyi -mantıksal formu- mevcut-kılıp-sunamaz" (TLP:
4. 1 2) . "Önerme mantıksal formu mevcut-kılıp-sunamaz,
mantıksal form önermede kendini yansıtır. Dilde kendini
yansıtan şeyi dil mevcut-kılıp-sunamaz. Önerme, gerçek­
liğin mantıksal formunu gösterir. Gösterilebilen, söylene­
mez" ( TLP: 4. 1 2 1 , 4. 1 2 1 2) . - Eğer böyleyse, dil ve ger­
çeklik için müşterek bir mantıksal formdan bahsetmemek
gerekir. Ve bu , anlamla donatılmış bir ifadenin, yani bir
gösterme cümlesinin ve bir adlandırma cümlesinin, bilişsel
olarak geçerli kılınmasıyla ilgili herhangi bir şeyi değiştir­
mez. Sözkonusu olan bir teori inşa etmek değil, betimle­
mektir (PhU: § 109) ki bu da mantıksal açıdan imlemeli
[ significative] bir cümlenin bilişsel geçerliliğini bulması ve
böylece bilişsel bakımdan doğru olması için şarttır. Yeter

136
Ayrışma

ki bir şey gösterilmiş ve adlandırılmış olsun (yani, deik­


tiklerden bağımsız ad ağlarında sabitlenmiş olduğu için,
istendiği kadar çok gösterilebilsin) ve bir sonraki aşamaya
kadar, yani canlandırdığı bilişsel cümle yeni bir argüman­
la çürütülene veya bir karşı örnek getirilene kadar, bu şey
kanıt olarak kabul edilsin. Bu şekilde "bugün A fenomeni
için empirik epifenomen (Begleiterscheinung) görevi gören
şey yarın A'nın tanımı için kullanılacaktır" (PhU: § 79) :
"bilimsel tanımların çalkalanması" işte budur. Ve bu şekil­
de bugün tanımlamada görev alan bir şey yarın tali bir şey
olarak ikinci plana itilecektir. Bu ancak kavramların "bu­
lanık" (PhU: § 70 ve dev.) olmasını istemekle kalmayıp,
gerçekliklerin de kavramlar gibi birbirine eklemlenmesini
isteyen bir düşünce için sorun teşkil eder. Metafizik istek.

88. Gerçeklik bir mutlak tanık meselesi değil, bir gele­


cek meselesidir. "Hiçbir şey kazara olmaz" diyen mantıkçı,
mümkün anlamların nesnede kayıtlı (prajudiziert) olmasını
ister; aksi takdirde, neyse o olan nesne (basitler teorisi) (no.
55) , neden sonra (nachtrd.glich) tesadüf eseri yeni bir anlamla
donatılabilir. "Mantıksal mekandan" alınan ve adlandırılmış
gerçeklikler dünyasına uygulanan bu istek, burada örneğin
şöyle bir gereklilik doğurur: Rubicon Irmağı'nı geç yüklemi,
Sezar kavramında önceden kayıtlı olsun (Leibniz, 1 686: §
XIII) . Böylesi bir kavram, alıcısı mutlak bir tanık, Tanrı ola­
cak bir cümledir. Bu ilke, mantıkta bile, ancak basit nesneler
kabul edilirse ve doğruluk ideali totoloji ise geçerlidir (TB:
20 . 1 1 . 19 14) . Ama "basitler" , adlara cevap veren boş gönder­
gelerdir. Sadece betimleme cümleleriyle (en azından bilişsel
rejim altında) ve gösterme cümleleriyle "doldurulurlar" ki

137
Ayrışma

bunların adlandırma cümleleriyle bağlantısı her zaman so­


runludur. Bu koşullar altında, yeni anlamların adlandırılmış
göndergelere "yüklenebilmesinin" gizemli bir yanı yoktur.
Sez.ar adının göndergesi, Sezar öldüğünde bile, tam tanımı
yapılabilecek bir öz değildir (no. 74) . Özcülük, adın gönder­
gesini sanki bir tanımın göndergesiymiş gibi düşünür. Bir
tanımın göndergesi, olduğu haliyle yalnızca mümkündür
(TLP: 2.01 1 , 2.012, 2 .0 1 2 1 ) . Gerçek olabilmesi için, kabul
edilen tanımı yanlışlamayan göndergelerin adlandırılabil­
mesi ve gösterilebilmesi gerekir. "Nesne" böylece gerçeklik
sınavından geçirilmiş olur, bu sınav yalnızca olumsuzdur
ve adların kullanılması sayesinde, sınavda başrolü oynayan­
ların erişebileceği örnek vakaları belirtecek bir dizi çelişik
deneme yapılmasından ibarettir (no. 90) . Bu sınavdan geçen
"basit" yoktur. Gerekirse basitler değiştirilecektir.

89 . Öte yandan mutlak şekilde gerekli olan, geleceğin


olumsal olmasıdır. Ve bundan anlaşılması gereken sade­
ce "olayların" değil anlamların da olumsallığıdır. 1932
yılında, Karol Woj tila'nın bir gün papa seçilmesi ve Neil
Armstrong'un bir gün ayda yürümesi mümkündü. Bu iki
"olay" mantıksal açıdan mümkündü , çünkü hiçbiri örne­
ğin şu cümle gibi saçma değildi: Bir üçgenin iç açılannın
toplamı Wojtila'dır. Oysa bu "olaylara" ait anlamlar, aynı
şekilde 1932 yılında bilişsel rejim bakımından, yani ger­
çeklik bakımından mümkün değillerdi. O zamanlar papa
olmak yüklemiyle ilgili her tür cümleyi belgeleyecek im­
kana (adlandırma ve gösterme cümleleriyle) sahiptik ama
ayda yürümek yüklemiyle ilgili hiçbir cümleyi belgeleyecek
imkana sahip değildik. Bu yüklemle ilgili cümle, geçerli kı-

1 38
Ayrışma

lınabilir olanla kılınamaz olanı birbirine karıştıran kurma­


ca anlatılar cinsine aitti. Bu cümle, 1982 yılında17, bilişsel
kurallara uygun olarak geçerli veya geçersiz kılınabilir. O
halde adlandırılmış ve gösterilmiş bir göndergenin "müm­
kün anlamları" derken, bu anlamı ifade eden cümleye p
diyerek, en azından şunu anlıyoruz: Ancak ve ancak şimdi
p doğruysa veya bir gün p doğru olacaksa p mümkündür
(Rescher, 1967: 33 ve dev. ) . Mümkün olanın tanımını
şimdi deiktiği ile işaretlenmekten kurtarıp doğruluktan
ne anladığımızı daha da belirginleştirebiliriz : Köken ka­
bul edilen o zamanıy la aynı andaki veya ondan sonraki bir
t zamanı vardır ki bu zamanda p'nin mevcut-kılıp-sunduğu
anlam geçerlidir. O zaman anlamın geçerli kılınmasıyla ve
köken kabul edilen zamanın tarihlendirilmesiyle (adlan­
dırılmasıyla) , mümkün olanı bilişsel düzene dahil etmiş
oluruz. Mantıkçının uyarısının tersine, bu durumda artık
"olayı" değil (bu sözcüğün kendisi sözkonusu olan şeyi ön­
koşul olarak varsayar - yeni bir şeyler başa gelmektedir) ,
adlandırılmış örnek vakayı gösteren gösterme cümlesini
göz önünde bulundururuz (Gardies: 85) .

90. Olumsuzlama , tanıklığın tam kalbinde yer alır.


Anlam gösterilmez , bir şey gösterilir, bu şey adlandırıl­
mıştır ve şöyle denir: en azından bu , sözkonusu anlamın
kabul edilmesini engellemez. "Geçerli kılma" , geçici yan­
lışlanmama vakaları göstermekten ibarettir. Gerçeklik bir
gösterme cümlesinin (ve bir adlandırma cümlesinin) gön­
dergesidir ve bu gönderge iki şekilde alıntılanır (yardıma
çağrılır, örneğin bilimsel tartışmada) : 1 . Tartışılan anlam-

17 Aynşma'nın yazıldığı tarih. -çn

139
Ayrışma

la çelişen anlamı çürüten şey olarak; 2 . Bir sonraki aşama­


ya kadar tartışılan anlamı savunmayı engellemeyen bir şey
olarak. Bilgi mahkemesine sunulan örneğin, kelimenin
tam anlamıyla kanıtlama yetkisi yoktur, serbest bırakır:
bazen (en azından size gösterdiğim bu sefer) şöyle düşün­
meye bir engel yoktur. Ortada apaçıklık değil, şüpheciliğe
tanınmış bir erteleme imkanı vardır. "Şurası hesin ki . . " .

değil, ihtimali dışarıda bırakılamaz" Adlandırarak ve


göstererek eleriz. Kanıt, çürütme anlamında olumsuz­
dur. Agonistik veya kanıtlama prosedürleri konusunda
anlaşma varsa , diyaloj ik bir tartışma içinde ileri sürülür.
Ama gösterme cümlesi ve adlandırma cümlesi, örneğin
Charlemagne'ın filozof olmasını dışarıda bırakmaya yeti­
yorsa, bundan çıkan tek sonuç onun filozof olmadığıdır.
Ne olduğu söylenmiş olmaz. p cümlesinin çürütülmesi,
değil-p'nin olumlanmasına izin verir ama değil-p belir­
siz kalır. Filozof olmayan, imparator değildir. Bu yüklem
yalnızca mümkün olarak bir kenarda durur. Gerçeklik,
bir anlamın olumsuzlanmasını engellemek için gösterme
cümlesi ve adlandırma cümlesi tarafından yardıma çağrı­
lır. Tüm çelişik anlamların mümkünler konumuna yer­
leştirilmesine izin verir. Burada, bunlardan birinin en ola­
sı olduğu , yeni adlandırmalar ve göstermeler aracılığıyla
diğerlerinin çürütülmesi sayesinde kanıtlanacaktır. Buna
göre , adlandırılmış ve gösterilmiş göndergenin taşıdığı
" oyuk" (Wittgenstein'ın bahsettiği gölge) ( TB: 9 . 1 1 . 1 914,
15. 11. 1914) aynı zamanda gerçekliğin taşıdığı anlamların
imkanıdır. Ve bu imkan, merkezinde geleceğin bulundu­
ğu bir kip olduğundan, bu "oyuk" , kiplenmelerin koşulu
olarak düşünülen zamandır da.

1 40
Ayrışma

9 1 . Wittgenstein, önermeyi "mantıksal mekanda" bir


"yeri" dolduran bir "beden" gibi, bu önermenin olumsuz­
lanmasını da, bu "bedenin" bu "mekana" düşen "gölgesi"
gibi düşünerek ( TB: 9, 1 5 ve 23. 1 1 . 19 14, 9.6. 1 9 1 5 ) , gös­
terme cümlelerinin göndergelerini "duyulur" alanda sarıp
sarmalayan "oyuğu" mantıksal düzene aktarır. Böylelikle
mantıksal olumsuzlama ile "algısal" olumsuzlama arasında
benzerlik olduğunu kabul eder. Ve algısal olumsuzlamayı,
bir özne (bir göz) tarafından duyulur olanın deneyimlenme­
sini model alarak düşündüğü için (TLP: 5.6 ve dev.) , feno­
menolojiye mantığın kapısını aralar (Tsimbidaros) . Kontrol
dışı kalan fenomenoloji, "deneyimin betimlenmesi" baha­
nesi altında, daha sonraki araştırmalara hükmedecektir. Bir
ben [un je] dilden "yararlanacak" , "başkasıyla" veya "başka­
larıyla" birlikte onunla "oynayacaktır" Antropomorfizmin
başarısı, düşüncenin yenilgisidir bu (no. 188) . Oysa tersi­
ne, Wittgenstein'ın kendisinin mantıksal dil ile ilgili açık­
ça dile getirdiği ilkeyi sıradan dile uygulamak gerekir: onu
anlamak için gereken, bir şeyin şöyle veya böyle davrandı­
ğına dair deneyim değil, bir şeyin olduğunun önkoşul olarak
varsayılmasıdır. "Ve bu bir deneyim değildir." Sıradan dilin
mantığı "her tür deneyimden önce" gelir, tıpkı mantık gibi.
"Nasıl'dan öncedir ama ne'den önce değildir" (TLP: 5 . 552) .
Duyulur bir alanı, tarihsel bir dünyayı deneyime başvurma­
dan betimlemek gerekir. Geleceğin kesin olmadığını "man­
tıkçı" gibi anlamak gerekir (ve bu, "zaman mantığı" yapmak
demek değildir) . Gerçeklikteki imkan kipinin barındırdığı
olumsuzlamayı bir öznenin deneyimine benzetmeksizin,
cümlelerin birbirleriyle zincirleme bağlantısı olarak anla­
mak gerekir. Vericiyi de tıpkı gönderge, alıcı ve anlam gibi,

141
Ayrışma

bir cümle evreni içinde belli bir durumda bulunan bir mer­
ci olarak anlamak gerekir. "Biz" dili kullanmıyoruz (PhU: §
569) . Ve bir de, sözkonusu olan gerçeklik olduğunda, onun
sadece gösterme ve adlandırma cümleleriyle bağlanan biliş­
sel cümlelerin konusu olmadığını anlamak gerekir; gerçek­
lik, adını verdiğimiz bu üç aile içinde olduğu kadar tüm di­
ğer cümle aileleri içinde de olup biter (ama bunlar ne ilk üç
aileye ne de birbirlerine tercüme edilebilirler) .

92. Gerçeklik, ayrışma barındırır. Bu Stalin, işte orada.


Bunda uzlaşırız. Peki ama Stalin'in ne demek olduğu konu­
sunda? Cümleler gelip bu ada bağlanır, sadece onun farklı
anlamlarını betimlemekle kalmazlar (bu yine bir diyalog ile
tartışılabilir) , adı farklı mercilere yerleştirmekle kalmazlar,
ayrıca bir de heterojen rejimlere ve/veya cinslere tabidirler.
Bu heterojenlik, müşterek bir lisan [ idiome commun] bu­
lunmadığında anlaşmayı imkansız kılar. Stalin'e bir tanım
tayin edilmesi, Stalin ile ilgili tanıma dair olmayan ve bu
tanımın, en azından bir süre için görmezden geldiği veya
ihanet ettiği cümlelere zorunlu olarak haksızlık eder. Adla­
rın etrafında intikam kol gezer. Sonsuza dek mi?

93. "Auschwitz'e yok etme kampı denmesi boşuna değil­


dir" (Kremer, içinde Vidal-Naquet, 198 1 : 258) . Milyonlarca
insan orada yok edilmiştir. Suçu veya suçun somut mik­
tarını kanıtlayacak birçok araç da yok edilmiştir. Hatta bu
araçları tespit edecek mahkemenin yetkisi de yok edilmiştir,
çünkü Nuremberg mahkemesinin kuruluş yasası, Müttefik­
ler'in İkinci Dünya Savaşı'nın galibi olmasını gerektirmek­
teydi ve bu savaş, uluslararası ilişkilerin yasallığı ile ilgili bir
anlaşma eksikliğinden doğan bir tür iç savaş olduğundan

1 42
Ayrışma

(Descombes, 198 1 -b: 741 ; 1 789 Bildirisi Notu, § 5) , suçlu­


nun yargıcına bakıp, savaşta şansı kendisinden yaver gitmiş
bir suçludan başka bir şey görmemiş olması mümkündür.
Hitler, Auschwitz, Eichmann gibi Nazi adlanna bağlı aynşma,
kavgaya dönüştürülüp karara bağlanamaz. Nihai Çözüm ile
sadece hayatlanndan değil, uğradıklan haksızlığı ifade etme
imkanından da yoksun bırakılanlann gölgesi, belirsiz şekil­
de ortalarda dolaşmaya devam eder. Hayatta kalanlar İsra­
il devletini kurarak haksızlığı zarara, aynşmayı da kavgaya
dönüştürüyorlardı, kamusal uluslararası hukukun ve yetki
sahibi siyasetin müşterek lisanında konuşmaya başlayarak,
mahkum edildikleri sessizliğe bir son veriyorlardı. Ama ge­
riye, bu devletin kurulmasından önce Auschwitz'de yaşanan
haksızlık kalıyordu ve bu gerçekliğin ispatlanması gerekir,
oysa bu gerçeklik ispatlanamaz, çünkü anlaşma yoluyla is­
patlanamamak, haksızlığın esasıdır (no. 7, 9) . Tarih bilimi,
suçun somut miktannı ispatlayabilirdi. Ama geçerli kılmayı
sağlayacak çok sayıda belge de imha edilmiştir. En azından
bu ispatlanabilir. Buradan çıkan netice şudur ki, katliama
dair sayısal kanıt sunulamaz ve davanın revize edilmesi ge­
rektiğini savunan bir tarihçi, suçun miktannın somut olarak
ispatlanamadığını söyleyerek uzun süre itiraz edebilir. - Ama
bilgiye dayatılan sessizlik, unutmanın sessizliğini dayatmaz,
bir duygu dayatır (no. 22) . Bir deprem düşünün, yalnızca
yaşanılan, yapılan, nesneleri değil, dolaylı ve dolaysız olarak
depremleri ölçmeye yarayan aletleri de imha etmiş olsun. Bu
depremi somut olarak ölçmenin imkansız olması, hayatta
kalanlann topraktan gelen çok büyük bir kuvveti düşünme­
sini engellemek şöyle dursun, bu düşünceyi aşılar onlara.
Bilimadamı bunu bilmediğini söyler, sıradan insan ise kar-

143
Ayrışma

maşık bir duygu yaşar, belirsizin olumsuz olarak mevcut-kı­


lınıp-sunulmasından doğan duygudur bu. Mutatis mutandis,
Auschwitz suçunun tarihçiye dayattığı sessizlik, sıradan in­
san için bir imdir. İmler (Kant Notu 3 ve 4) , bilişsel rejim al­
tında geçerli kılınabilecek imlemelerin bağlandığı gönderge­
ler değildir, bir şeylerin cümleye dökülmesi gerektiğine ama
kabul edilmiş lisanlarda bunun yapılamadığına işaret ederler
(no. 23) . Bir cümle evreninde göndergenin im durumunda
bulunmasına bağlı olarak, aynı evrendeki alıcı duygulanmış
biri durumunda, anlam da çözülmemiş bir sorun, belki bir
sır, bir gizem, bir paradoks durumunda bulunur. - Bu duygu,
bir öznenin yaşadığı deneyimden kaynaklanmaz. Dahası hiç
yaşanmamış olabilir. Zaten yaşanmış olduğu veya olmadığı
nasıl ispatlanabilir ki? Bireydillerden [idiolectes ] kaynakla­
nan zorluklarla karşılaşılır (no. 144, 145) . Auschwitz bir yok
etme kampıydı cümlesinin etrafını çevreleyen sessizlik, bir
ruh hali değildir, geriye cümleye dökülmesi gereken bir şey
kaldığının ama bunun yapılamadığının ve bu şeyin belirli
olmadığının imidir. Bu im, bir zincirleme cümle bağlantısını
etkiler. Sürüncemede bırakılan anlamların belirsizliği, onları
belirlemeye yarayacak şeylerin yok edilmesi, gerçekliği dağı­
tacak kadar [ onun] altını oyan olumsuzlamanın gölgesi, yani
kurbanların uğradığı haksızlık - Auschwitz adıyla zincirle­
me bağlantı kurmak üzere bilinmeyen cümleleri davet eden
işte bunlardır, bir ruh hali değil. "Revizyonist" tarihçiler bu
ada sadece tarihsel gerçekliği ispatlayacak ve onun anlamı­
nı geçerli kılacak bilişsel kuralları uygulamak peşindedir.
Eğer adalet yalnızca bu kurallara uymaktan ibaret olsaydı ve
tarih sadece tarih bilimine yol açsaydı, onları adaleti inkar
etmekle suçlayamazdık. Gerçekten de onlar duruma uygun

1 44
Ayrışma

bir adalet sunmakta, pozitif olarak kurulu hukuku uygula­


maktadırlar. Aynca, hiçbir şey ispatlaması gerekmeyen bir
taraf konumuna yerleştiklerinden (no. 10, 1 1 ) , olumsuzun
tarafını tutarlar, kanıtlan çürütürler ve bu, savunma olarak
onların hakkıdır. Ama kendi savunmalarında argüman ola­
rak kullandıkları gür sessizlik karşısında tedirgin olmuyor
olmaları, bu sessizliğin oluşturduğu ime ve çağırdığı cümle­
lere haksızlık yapıldığını ortaya koyar. Diyeceklerdir ki duy­
gularla tarih yapılmaz, olguların ispatlanması gerekir. Ama
Auschwitz ile birlikte, tarihte yeni bir şey meydana gelmiş­
tir, bu bir olgu değil ancak bir im olabilir: olgular, burada ve
şimdi'lerin izini taşıyan tanıklıklar, olguların anlamına veya
anlamlarına işaret eden belgeler, ve adlar, yani bir araya gel­
meleri gerçekliği oluşturacak envai çeşit cümlenin imkanı,
bunların hepsi mümkün olduğunca imha edilmiştir. Yal­
nızca zararı değil, haksızlığı da hesaba katmak tarihçinin işi
midir? Yalnızca gerçekliği değil, gerçekliğin imha edilmesi
olan üst-gerçekliği18 de hesaba katmak? Tanıklığı değil de,
tanıklık (ikilem ile) imha edildiğinde ondan geriye kalanı,
duyguyu? Kavgayı değil de ayrışmayı? Tabii ki evet, eğer ay­
nşmasız tarih olmayacağı, ayrışmanın bir haksızlıktan doğ­
duğu ve bir sessizlikle işaret verdiği, bu sessizliğin de cümle
olaylarının sürüncemede kaldığına işaret ettiği, duygunun
bu acılı bekleyiş olduğu doğruysa. Ama o zaman tarihçinin,
bilişsel cümleler rejiminin tekeline bırakılmış tarih anlayı­
şından kopması ve bilgi kuralları içinde mevcut-kılınıp-su­
nulamayacak olana kulak kabartma macerasına atılması ge­
rekir. Her gerçeklik bu beklentiyi içinde banndınr, çünkü

18 Fr. meta-realite. -çn

145
Ayrışma

henüz bilinmeyen mümkün anlamlar taşır. Bu bakımdan


Auschwitz, gerçekliklerin en gerçeğidir. Onun adı, tarihsel
bilginin yetkisinin reddedildiği sınırlan çizer. Bundan çıkan
sonuç, anlamsızın alanına girdiğimiz değildir. Seçenekler
şunlardan ibaret değildir: ya bilimin ispatladığı imleme ya
da saçmalık, mistik saçmalık da dahil olmak üzere (White,
1 982; Fackenheim, 1970) .

1 46
M EVC UT- K I L A N - SU N U Ş

94. Evrensel şüphenin sınavından geçen düşünen veya


refleksif ben değil (Apel, 198 1 ) , cümle ve zamandır. Şüp­
he ediyorum cümlesinden var olduğum neticesi çıkmaz, bir
cümle olmuş olduğu çıkar. Başka bir cümle (az önce okudu­
ğumuz cümle: Bir cümle olmuş olduğu) , birinciyle zincirleme
bağlantı kurmuş ve kendini onu izleyen cümle olarak mev­
cut-kılıp-sunmuştur. Ve bir üçüncü cümle, az önce okumuş
olduğumuz cümle, /Bir cümle olmuş olduğu! Şüphe ediyo­
rum'u/ izler, ilk iki cümleyle zincirleme bağlantı kurmuş ve
onlar arasındaki bağlantıyı düzenli zamansal dizi ( . . . olmuş
olduğu, izler) formunda mevcut-kılıp-sunmuştur.

9 5 . Şüphe ediyorum bir ilk cümle değildir, Düşünüyo­


rum veya Es denkt veya Cogitatur veya Phrazetai de ilk
cümle değildir. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi: Şüphe
ediyorum, önkoşul olarak ben'i ve şüphe etme'yi veya ben'i
ve düş ün m e 'yi varsayar. Ve bu "terimlerin" her biri de baş­
ka cümleleri varsayar: tanımları, "kullanılan" örnekleri,

147
Ayrışma

vs. Bir dil-sistemi [ langue] içindeki mümkün cümlelerin


bütünü [ totalite] olarak dili [ langage] varsayar. Bütün bü­
tünler gibi dil de bir betimleme cümlesinin göndergesidir,
bir gösterme cümlesi olmadan bu göndergenin gerçekliği
ispatlanamaz (bütünü betimleyen cümle Kant anlamın­
da bir İde cümlesidir) . Gerçekten de betimleyebiliriz : Dil
şöyle ve böyledir, ama gösteremeyiz: İşte bu dildir. Bütün,
gösterilebilir değildir. İkinci sebep: birinci konumda ol­
duğu kabul edilen Şüphe ediyorum'un veya başka herhan­
gi bir cümlenin fiilen öyle olduğunu doğrulamak için, en
azından olayların düzenli bir dizisi olduğunu önkoşul ola­
rak varsaymak gerekir, birinci yüklemi anlamını buradan
alır. Oysa bu dizinin kendisi, Wittgenstein'ın önermeler­
le ilgili açıkladığı gibi, "bir önermeden diğerine geçişin
( Übergang) genel formunun" neticesidir (TLP: 6 .0 1 ) . Bu
form, tam sayılar dizisinin meydana gelmesini sağlayan
bir işlemdir (TLP: 6.02) . Bu işlem daima kendi neticesine
uygulanabilmelidir. Oysa, işlemin kendi neticesine uygu­
lanmasının yinelenmesi ilkesini çağrıştıran "daima" ile
birlikte , ardışıklığın kendisi zaten varsayılmış olur. Dizi
işlemcisi işte böyledir: Ve böyle devam eder (TLP: 5 . 25 23) .
Buna göre, bir cümlenin birinci olduğunu söylemek, bu
cümlenin kendini birinci olarak mevcut-kılıp-sunduğu
zamansal bir cümleler dizisini önkoşul olarak varsaymak­
tadır.

96. Şunu eklemek gerekir: Şüphe ediyorum cümlesi yal­


nızca dili ve dizi işlemcisini (ardışıklığı) önkoşul olarak
varsaymakla kalmaz, zincirleme bağlantı kurduğu bir ön­
ceki cümleyi de varsayar ve bunu yaparken onun evreni-

1 48
Ayrışma

ni mevcut-kılıp-sunduğu rejimi dönüştürür. "Aynı" evren


önce asertorik, sonra problematiktir. Varsayılan bu önceki
cümlenin dışında bir de ona uygulanan bir soru olduğu
ima edilmektedir (Ducrot, 1977: 33-43 ) : Şüphe edilemez
olan nedir?

97 Bir cümleden diğerine geçiş işleminin genel formu­


nu ifade eden cümle, dizinin oluşması için a priori olarak
varsayılsa bile, yine de geçişi ifade eden cümleden son­
ra meydana gelir. En azından no. 94'te durum budur, ilk
cümleden ikincisine geçişin formunu , yani bu örnekte di­
ziyi ifade eden cümle, üçüncü konumdadır. Nasıl olur da
önkoşul olarak varsayılan sonra gelebilir? Mantıksal veya
transandantal öncelik ile kronik önceliği birbirinden ayır­
mak gerekmez mi? - Bu her zaman mümkündür ve eğer
mesele, bir cümleden diğerine geçişin mantıksal veya bi­
lişsel rejimde (özellikle de gereklilik rejiminde) gerçekleş­
mesiyse kuşkusuz gereklidir de. Bu durumda bu rejimin
kurallarından biri, a pri o ri önermelerin veya tanımlarla
aksiyomların da sıradan dilin cümleleriyle sunulup-mev­
cut-kılındığını ve bu cümlelerin kronik olarak onlardan
sonra geldiğini göz ardı etmektir. Bir başka kural, mantık­
sal öncellik fikrinde (örneğin eğer, o halde işlemcisi içinde)
sorgulanmayan kronizmin kendisini de göz ardı etmektir,
bu bir üst-kronizm1 olsa bile. Mantıkçıdan veya teorisyen
dilbilimciden farklı olarak filozofun kuralı, şu olguya sırtı­
nı dönmemektir: bir cümleden diğerine geçişin genel for­
munu ifade eden cümlenin kendisi de bu geçiş işlemine
tabidir. Kantçı terimlerle: dizinin sentezi de diziye ait bir

1 Fr. metachronisme. -çn

1 49
Ayrışma

unsurdur (KRV, Kozmolojik Çatışmanın Kritik Çözümü:


3 76) . Protagorasçı terimlerle: tartışmalar dizisiyle ilgili
tartışma da bu dizinin parçasıdır (Protagoras Notu) . Witt­
gensteincı terimlerle: "dünya olguların bütünüdür" , "imge
bir olgudur" ve "mantıksal imge, dünyanın imgesi olabilir
(die Welt abbilden) " (TLP: 1 . 1 , 2 . 1 4 1 , 2. 1 9 ) . (Ama cümleye
"imge" dememek gerekir. Wittgenstein daha sonra bundan
vazgeçer) (no. 133) .

98. Felsefi söylemin kuralı, kendi kuralını keşfetmektir:


meselesi [enjeu] , kendi a priori'sidir. Sözkonusu olan, bu ku­
ralı ifade etmektir ve bu ancak sona erişildiğinde olabilir,
bir erek varsa eğer.2 Dolayısıyla zaman bu söylemin dışında
bırakılamaz, aksi takdirde bu söylem felsefi olmaktan çıkar.
Buna karşılık mantıksal söylem, ilke olarak zamanı dışarı­
da bırakır. Kant, "aynı zamanda" şartının çelişmezlik ilke­
sinin beyanından3 çıkarılmasını ister: çelişmezlik ilkesinin
geçerliliği, deneyimin mümkün olma koşullarından birine
tabi değildir, zira bu ilke, verili olsun veya olmasın, tüm
mümkün (düşünülür) nesneleri kapsar (KRV, Tüm Analitik
Önermelerin Üstün İlkesi: 1 57) . Heidegger tersine bu şartın
korunması gerektiğini düşünür, çünkü sözkonusu olan, der,
bir nesnenin (var olanın) zamandaki (zaman içi) özdeşliği
değil, bir nesnenin özdeş olarak teşhis edilebilme imkanının
ta kendisidir. Bu nesne her ne olursa olsun, özdeş bir nesne
olarak teşhis edilmesi için saf tanıma [ recognition] sentezi
gereklidir (Heidegger, 1929: § 33c, 34) , sözkonusu olmuş

2 Cümlenin orijinali şöyle: Il s'agit de formuler cette regle, elle ne


peut l'etre qu'a la fin, s'il y a une fin. -çn
3 Bir şey aynı zamanda hem kendisi hem de kendisinden başka
olamaz. -çn

1 50
Ayrışma

olanın ve sözkonusu olacak olanın aynı nesne olduğunu gü­


venceye alan bu sentezdir. Böylece Heidegger çelişmezlik il­
kesini formel değil transandantal bir mantık içine yerleştirir.
Transandantal mantık açısından sorun, farklı şimdilerdeki
farklı hedeflemeler [visees ] ("görüşler" [vues ] , diye yazar)
boyunca kendi kendisiyle özdeş bir nesnenin kurulmasıdır.
Heidegger bu yüzden kurucu zamanı4 genel olarak nesnele­
ri tutma gücüyle, yani transandantal (üretici) hayal gücüyle
veya mevcut-kılıp-sunma gücüyle (Darstellung) özdeşleş­
tirir. Peki ama güçlerin [facultes] idesi bir özneyi önkoşul
olarak varsaydığında, onları öznenin organlan olarak kabul
etmek mümkün müdür?

KANT 1

Metafizik yanılsama, bir mevcut-kılan-sunuşa [presentation]


durum [ situation ] muamelesi yapmak olacaktır (no . l l S , l l 7).
Özne felsefesi buna elverişlidir.
Veri (aracısız veri) fikri , mevcut-kılan-sunuş fikrini alıp san­
sürlemenin bir yoludur. Mevcut-kılan-sunuş bir evreni kimse
için mevcut-kılıp-sunmaz , o evrenin mevcut olma [presence]
olayıdır (ele gelmez) . Bir veri, kendisini alan ve işlemden geçiren
bir özneye verilmiştir. Onu işlemden geçirmek, belli bir duruma
sokmaktır, bir cümle evreninde bir yere yerleştirmektir. Tran­
sandantal Estetik'in başlangıç kısmında bu işlemi izleyebiliriz
(KRV, B § 1 ) .
Görü , bilginin nesnelerle aracısız ilişkisidir. Bu ilişki ancak
nesneler "bize" verili olduğunda meydana gelir. Bu aracısız veril-

4 Fr. le temps constituant. -çn

151
Ayrışma

me ise ancak " orada duran nesne, bir yoldan zihnimizi etkiledi­
ğinde" meydana gelir. Bu yol, duyumdur. Zihne [esprit] duyum
yoluyla verilmeyen hiçbir nesne yoktur. Dolayısıyla, özne felse­
fesinin mantığı içinde, öznede bir " temsilleri alma yetisi" (veya
alırlık5) olduğunu önkoşul olarak varsaymak gerekir ve bu yeti,
duyarlık yoluyla nesnelerden etkilenme yetisidir.
Böylelikle, duyulur veri gibi bir cümle-benzerinin [qua­
si-phrase] mevcut-kılıp-sunduğu evrende bir alıcı mercii ortaya
konmuş olur. Ortaya konmuş: bilgi öznesinin tam kalbine yer­
leştirilmiş; ayrıca anlama yetisi, yargılama ve akıl olan bu özne,
Kantçı cümle tarafından kategori etkinliği , şema etkinliği ve ide
etkinliği olarak mevcut-kılınıp-sunulmuştur. Etkinlik sayesinde
öznenin bulunduğu durum, anlamın vericisi merciidir.
Öte yandan etkinlik [activite] , Estetik düzeyinde görünün
formlarında çoktan başlamıştır. Duyum yalnızca fenomenin
maddesini getirir. Bu madde sadece çeşitli olanı, tekil olanı verir,
çünkü etkilenmeden, nesnenin temsil gücünde bıraktığı izlenim­
den (Wirkung) ibarettir. Tek başına duyum, hiçbir evrensellik
ümidi taşımaz. Zevkler ve renkler tartışılmaz . Ve eğer burada
kalınırsa, elimizde tam anlamıyla veriler bile olmayacaktır, nes­
nelerle ilişkilendirilmemiş etkilenimler, izlenim momentleri ola­
caktır. Basit Gemüt halleri , bireydiller. Empirizm tehdidi, alırlık
(kadınlık? ) sözkonusu olduğunda her zaman olduğu gibi.
Aslında, Kant'ın metni incelendiğinde , görülecektir ki du­
yarlık tarafından verili olanın kurulması için bir değil iki cümle
(veya cümle-benzeri) gerekir. Duyarlıkta da aktif bir "özne" var­
dır, bu kez verici durumundadır ve onun etkinliği duyumlara
formların, zamanın ve mekanın izini vurmaktır, bu formlar ise
veri değildir. Zaman-mekan filtresinden geçerek madde, kendi

5 Fr. receptivite. -çn

152
Ayrışma

başına üretemeyeceği ve onu fenomen haline getiren bir anlam


kazanır. Bir verici merciinden, duyarlığın aktif öznesinden za­
man ve mekan formlarını alır.
O halde Transandantal Estetik'in ilk iki sayfası iki moment
halinde analiz edilebilir. Bunların her biri birer cümle evreni
gibi yapılandırılmıştır. İlk moment: bilinmeyen bir verici , bu
lisana açık bir alıcıyla maddece (İngilizce gibi) konuşur, bu alı­
cı, en azından bu lisandan etkilenmek anlamında , onu duyar.
Madde cümlesi ne hakkında konuşmaktadır, göndergesi nedir?
Henüz göndergesi bulunmaz , duygusal bir cümledir bu, gön­
derge işlevi minör durumdadır, önemli olan, Jakobson'un de­
miş olabileceği gibi, çağrışım [ conative] işlevidir. Madde cüm­
lesi sadece alıcıyla , alırlığın öznesiyle ilişki kurar.
İkinci moment: alırlığın öznesi, verici merciine geçer, ilk cüm­
lenin vericisine -artık alıcı olmuştur- zaman-mekanın cümlesini,
form cümlesini yollar ve bu, madde cümlesinden farklı olarak, bir
gönderge işleviyle donatılmıştır. Göndergesi, fenomen adını taşır.
Duyulur iz, Kant'ın yazdığı gibi, fenomen adlı "bir nesneyle ilişki­
lendirilmiştir" Bu durumda beliren gönderge işlevi, ilk cümlenin
alıcısı üzerinde maddesiyle bir duyulur izlenim veya etki (Wir­
hung) bırakan şeyin yerini ve momentini göstermek üzere öznenin
sahip olduğu yetinin neticesidir ve bu aktif bir yetidir. Gösterme
yetisi6 dediğimiz şey budur: İşte orada, Bu biraz önceydi. Duyumun
yarattığı izlenim üzerine deiktiklerin vurgusunu koyan bu ikinci
cümleye, Kant leksiğinde görü adı verilir.
Görüldüğü gibi, verinin "aracısızlığı" derhal ve aracısız de­
ğildir. Tersine verinin kurulması için, verici ve alıcı mercilerin­
deki rollerin mübadele edilmesi gerekir, yani izlenimin ve (za­
man-mekansal) form vermenin meydana geldiği iki cümle veya

6 Fr. capacite ostensive. -çn

1 53
Ayrışma

cümle-benzeri gerekir. Bu karşılıklı yer değiştirme, sırasıyla ve­


rici ve alıcı olan iki tarafı ilgilendirir, bir gönderge, fenomen, bu
diyalojik veya diyalektik zincirleme bağlantı sayesinde kurulur.
Ama "ilk" verici, yani duyum yoluyla "özneyi" etkileyen
verici, özne tarafından bilinmez. Bu demektir ki madde-lisanı,
duyuluyor olsa bile özne tarafından anlaşılmaz , yani özne , ilk
(numenal) vericinin cümlesinde hissettiği izlenimin neye gön­
derdiğini bilmez ve Kant'a göre asla bilemeyecektir. Madde-cüm­
lesini "nesnel" bir gönderge değeriyle donatmak için, onu ala­
cak ve ilk vericiye geri yollayacak ikinci bir cümle-benzeriyle ,
form-cümlesiyle ona bir ek yapmak gerekir. Form-cümlesi za­
man-mekanın lisanını konuşur. Peki ya ilk verici -artık alıcı ol­
muştur- öznenin onunla konuştuğu görünün formlarının dilini
duyar mı? Acaba mekanın ve zamanın kendilerinde bir geçerli­
likleri var mıdır? Özne bunu da asla bilemeyecektir, bu yüzden
de onun cümle-benzerinin gönderge mercii üzerinde kurduğu
nesne kesin olarak bir fenomendir ve gerçeklik değeri daima
şüpheli kalmasa bile en azından daima geçerli kılma işlemlerine
bağlı kalacaktır (Kavramın ve Yargılamanın Analitiği7) . Eğer "en­
telektüel görü " olsaydı, Kant'ın da yazdığı gibi, tüm bu Kritik'i
bina etmeye hiç gerek olmazdı . Özne ilk vericinin dilini bilir ve
ilk cümlenin gönderge değerini aracısız (en azından iki konuş­
macının da bildiği bir dilde söylenmiş tek bir cümlenin dolayı­
mıyla) anlardı .
Bunun birçok sonucu vardır. Öncelikle, ilk verici ve özne
arasında bir ayrışma vardır. Özne kendi lisanını, zaman-meka­
nı bilir ve ancak bu lisanda söylenen cümleye gönderge değeri
atfedebilir. Ama duyumdan etkilenmiş alıcı olarak, alırlık ola­
rak, bilir ki başkanın tarafında da bir şeyler, bir anlam, kendini

7 Bkz. s. 1 20, dipnot l l . --çn

1 54
Ayrışma

cümleye dökmeye çalışmakta ve zaman-mekan lisanında bunu


yapamamaktadır. Bu yüzden duyum, duygunun bir kipidir, yani
ifadesini bekleyen bir cümledir, hisli bir sessizliktir. Bu beklen­
ti asla karşılanmaz, meydana gelen ifade, öznenin "konuştuğu"
zaman-mekan formlarının dilinde söylenir, özne bu dilin baş­
kanın da dili olup olmadığını bilmez . Bu ayrışma, doğa kavra­
mının kaybolmasına yol açacak boyutlardadır. Bu kavram Yargı
Gücünün Kritiği 'nin ikinci bölümünde kabul edilebilecektir ama
yalnızca İde olarak kalacaktır, başkanın (kendinde'nin8) özneye
onun (teleolojik) lisanında yolladığı imleri "cümleye dökme" de­
neyiminden gelen bir kanıtı ortaya koyacak hiçbir örnek, hiçbir
gösterilebilir vaka bulunmayacaktır. Bunu varsaymanın önünde
bir engel yoktur. Ama bunun bilgisine sahip olmak da, transan­
dantal yanılsamaya düşmeden mümkün değildir.
Yine de kendinde ( ! 'en-soi ] ile yaşanan ayrışma, Transan­
dantal Estetik'in cümlelerinin analizinin de gösterdiği gibi ,
onun anlamsızlığını hesaba katacak kadar ileri gitmez . Hesaba
katılan, kendinde'nin sessizliğidir ama bu , iz bırakan, etkileyen
bir sessizliktir, yani zaten im olarak sessizliktir. Empirizm, öz­
nenin öncelikle alıcı olduğu ilkesine bağlı kaldığı sürece onun­
la kopuş yaşanmaz. Kopuş, nesneyi kuran cümlenin ikileşme­
sinde , maddeye zaman-mekan formunun verilmesinde yaşanır,
böylece fenomen ortaya çıkar ve Kant'ta fenomen (Hume'dan
farklı olarak) , ilk vericiye hiçbir şey borçlu değildir. İzlenim­
lerin alışkanlık veya bitiştirme yoluyla bir araya getirilmesi ,
verili olmayan ve dolayısıyla ilk vericinin lisanına da ait olma­
yan düzenleme kurallarını varsayar. Transandantal idealizm,
form cümlesini, yani aktif öznenin, vericinin cümlesini , madde
cümlesinin üzerine yerleştirir (form cümlesinin vericisi , madde

8 Fr. l'en-soi. -çn

155
Ayrışma

cümlesinin evreninde alıcıdır) ve böylece empirik gerçekçiliğin


üzerini örter. Onu ortadan kaldırmaz. Bir ilk cümle vardır ve
bu cümle özneden gelmemektedir. Bu yüzden bu üzerini örtme
işi istikrarsız kalır.
Üçüncü olarak, Transandantal Estetik'teki düzeneğin incelen­
mesi, en azından Kant'taki mevcut-kılan-sunuş, Darstellung fikrini
yeniden ele almaya götürür. Teorik sahada bir nesnenin (Estetik
düzeyinde önceden kurulmuş bir nesnenin) mevcut-kılınıp-su­
nulması, belirleyici bir yargının, yani bir bilgi cümlesinin geçerli
kılınması için gereklidir. Bu mevcut-kılan-sunuş, genel olarak bi­
lişsel olan ile teoretik olanı birbirinden ayıran şeydir, teoretik olan
İdeyi içerir ve burada mevcut-kılıp-sunmak mümkün değildir.
Görü kavrama ister a priori olarak bağlanmış olsun (bu durum­
da kavram kurulmuş olur) ister deneyim yoluyla, kavramın basit
bir örneği olarak bağlanmış olsun, "her iki durumda da görüyü
kavrama bağlama faaliyetine nesnenin Darstellung'u (exhibitio) adı
verilir; o olmadan (ister aracılı olsun ister aracısız) bilgi olamaz"
( 1 79 1 : Ek 1, ikinci kesim) . O halde mevcut-kılıp-sunma basit bir
gösterme değil, görü ile kavrama arasında köprü kurulmasıdır.
Kantçı Darstellung, taşıdığı ada rağmen, bir cümle evreninin
mevcut-kılınıp-sunulması değildir hiçbir şekilde. Farklı rejim­
lerden gelen iki cümlenin bağlanıp birleştirilmesidir. Örneğin
bir gösterme cümlesiyle bilişsel cümlenin birleştirilmesi, bilgi
rej iminde gerekli olan birleşme: bir göndergeyle ilgili bir şeyler
imlenir ve bu anlamı "doğrulayan" bir örnek gösterilir. " Kavra­
mın yanına ona karşılık gelen bir görü yerleştirerek" exhibitio
yapmak, "yargı gücünün işlevidir" (KUK, Giriş VIII) . Daha genel
olarak mevcut-kılıp-sunma , bir kurala uygun örneği veya vakayı
bulma ve bunu da kuralsız yapma yetisini varsayar ( 1 798-a: §
44) .

1 56
Ayrışma

Bu şekilde belirleyici olmayan yargılar verme yetisi, bilgi sa­


hasının dışında kullanılır. Ahlak alanında: burada adil eylemi,
ahlak yasası dışında herhangi bir talimat olmaksızın belirlemek
gerekir, ahlak yasası ise onu belirsiz bırakmalıdır. Veya estetik
duyguda: bu duygu , kavrama gücü ile nesneleri tutma gücü ara­
sındaki uyumlu veya imkansız ilişkinin neticesi olan keyif veya
keyifsizlik hissine bağlı olarak bir nesneyi güzel veya yüce ilan
eder (Ayrıca bu konuda Kant !eksiğindeki bir tereddüdü de hesa­
ba katmak gerekir: nesneleri tutma gücü , yani hayal gücü, "mev­
cut-kılıp-sunma gücü" diye de adlandırılır) (KUK: § 1 7 , 23) .
Genel olarak Darstellung, ispatlanmış veya bilinmeyen bir ku­
ral ile bir görünün (veya onun yerine geçen şeyin) (Kant Notu 3)
birbirine eklenmesi, bağlanıp birleştirilmesi, yan yana konması,
karşılaştırılmasıdır. Özne bir nesneyi , belirlenmiş olan veya ol­
mayan bir kuralın önünde mevcut-kılıp-sunar, hedef bu kuralın
geçerli kılınması veya keşfedilmesidir ya da nesnenin değerlen­
dirilmesidir. Mevcut-kılan-sunuş özneden başka bir yerden gel­
mez , öznenin eserlerinin öznenin başka eserleriyle karşı karşıya
getirilmesidir, öyle ki bunların karşılaşma noktası, kurallı olsun
veya olmasın, heteroj en güçler [facultes ] arasında, yani farklı re­
jimlere veya cinslere tabi cümleler arasında meydana gelir.
İşte daha önce Transandantal Estetik'te meydana gelen de
bu geçiş düzeneğidir: duyulur izlenimler edinme gücü ile onları
düzene sokma ve zaman-mekan formlarıyla nesneleştirme gücü
arasında "köprü kurulur" . Bu bakımdan, duyarlığı baştan beri et­
kileyen ikileşme, öznenin mevcut-kılan-sunuşlara değil, sadece
temsillere sahip olabileceğinin habercisidir; burada temsil, mev­
cut olmayan bir nesnenin yerine geçmek olarak teatral anlamıyla
değil , "güçlerin" birbirlerine durmaksızın ibrazlarda , uyarılarda,
şikayetlerde bulunmaları, yani kendi nesnelerini karşı karşıya

157
Ayrışma

getirerek birbirlerini kritik etmeleri olarak hukuki anlamıyla


kullanılır. Dolayısıyla güçler, sırasıyla birbirlerine karşı verici ve
alıcı konumundadırlar. Duyum eğer saf görünün uyarısına ma­
ruz kalmasaydı, iletilemez bir bireydilden ibaret olurdu . Saf görü
eğer hayal gücünün ve kavramın gereklerine tabi olmasaydı nok­
tasal bir gösterme cümlesi olarak kalırdı, hayal gücü ile kavrama
gücü de eğer duyarlığın uyarılarına kayıtsız kalsalardı, hiçbir ya­
ratıcı veya bilişsel kapsama sahip olamazlardı, vs.
O halde özne aktif veya pasif değildir, her ikisidir de ama
biri veya öbürü olması ancak belli bir cümle rejimine girdiğinde ,
kendi kendisine başka bir rejimden gelen bir cümleyle itiraz etti­
ği ve iki rej imin anlaşmasını değilse bile en azından aralarındaki
çatışmanın kurallarını aradığı sürece, yani birliği tehdit altında
olduğu sürece mümkündür. Bunun tek istisnası duyum gibi gö­
rünmektedir, duyumda "özneden" gelmeyen bir şeyler özneyi
etkilemektedir sanki. Yine de gördük ki bu şey hemen cümle ev­
renleri diyalektiğinde bir merci olarak belli bir duruma yerleştiri­
lecek ve bir ilk verici ve ikinci alıcı muamelesi görecektir, öyle ki,
bu şeyin "verilişi" bir mübadelenin momenti haline gelecektir.
Kant'la birlikte Darstellung mevcut-kılan-sunma değil , belli
bir duruma sokmadır (no . 1 1 4 , 1 1 5 , 1 1 6) . Mevcut-kılan-sunu­
şun temsil (durum) altında bastırılması güçler [facultes ] dokt­
rini tarafından , nihayetinde de " özne" metafiziği tarafından
serbest bırakılır ve cesaretlendirilir. Yakalar olay değil, yargı
önüne çıkma celbidir. Duyulur veri kisvesi altında bir an için
hatırlanan Oradadır9 sorusu , ne oradadır10 sorusu uğruna hızla
unutulmuştur.

9 Fr. I l y a. -çn
1 0 Fr. ce qu'il y a. -çn

1 58
Ayrışma

99. Şüpheden kurtulabilen, en azından bir cümle olma­


sıdır, nasıl bir cümle olursa olsun. Bunu ideo facto1 1 doğru­
lamadan olumsuzlamak mümkün değildir. Cümle yoktur
bir cümledir, Yalan söylüyorum bir cümledir, her ne ka­
dar düzgün kurulmuş bir ifade olmasa da (Koyre , 1 947;
Wittgenstein, Fişler: § 69 1 , 692) . Ne biliyorum ? Bir cüm­
ledir. Aktüel olarak cümleye dökülen bu cümle yoktur bir
cümledir (Burnyeat; Salanskis, 1977) . Ortaya çıkan olay
olarak ele alınan cümle , kendine gönderen önermelerin
yol açtığı mantıksal paradokslara düşmez . Bu paradoks­
lar, düzgün kurulmuş ifadelerin tabi olduğu rejim, özel­
likle de olumsuzlama bakımından tutarlılık kuralı (veya
çelişmezlik ilkesi) onlara uygulandığında açığa çıkarlar.
Bu rejim, önerme işlevinin kendi başına kendisinin ar­
gümanı olmasına izin vermez (TLP: 3.332, 3 . 333) . Ama
cümleler önerme değildir. Önermeler, mantık rej imi ve
bilişsel rejim altındaki cümlelerdir. Oluşumları ve zincir­
leme bağlantıları belli bir meseleye tabidir: doğruyu söyle­
mek. Mantıksal olarak doğru önerme anlamdan yoksundur
(sinnloss) (TLP: 4.46 1 , 6. 1 , 6. 1 1 , 6. 1 1 3) , bilgi bakımından
doğru önerme anlamla donanmıştır (İşte örnek vaha cüm­
lesiyle gösterme kuralına tabidir) . Oysa olumsuz bir cüm­
lenin kendine göndermesi, onun doğruluğu veya yanlışlığı
hakkında karar vermeyi engeller (Russell, 1959: 92- 1 06) ;

1 1 Kullanımı pek yaygın olmayan Latince ideo facto ifadesini aşağı


yukan " (işte) bu olgu" veya "bu olgu yüzünden" şeklinde Türk­
çeleştirebiliriz. Lyotard burada Descartes'ın metodik şüphesiyle
cümle felsefesini ele alıyor ve şüphe edilemeyecek olanın şüphe
ediyor olduğum değil, en azından bir cümle kurulması olduğu­
nu söylüyor. Bu argümana göre , cümle kurulduğundan şüphe
etmek de bir cümle olacağından, cümle olgusunu veya olayını
olumlamadan onu yanlışlamak mümkün değildir. --çn

1 59
Ayrışma

olumlu bir cümleninki ise herhangi bir beyanı ispat etmeye


izin verir (Curry, içinde Schneider) . Ama cümleler, mantık
rejiminden veya bilişsel rejimden başka rejimlere de bağlı
olabilirler. Doğrulukta başka bir meseleleri de olabilir. Bir
cümlenin önerme olmasını engelleyen şey, cümle olmasını
engellemez. Önermelerin olması, önkoşul olarak cümlele­
rin olmasını varsayar. Hiçbir şeydense bir şey oluyor ol­
masına şaşırdığımızda, hiç cümle olmamasındansa bir veya
birçok cümle olmasına şaşırırız. Ve haklıyızdır da. "Mantık
Nasıl'dan öncedir, Ne'den önce değil" (TLP: 5 . 552) . Cümle
bir ne'dir.

100. Geçiş işlemcisini ifade eden cümle, ve bağlacını


kullanır (vesaire, ve böyle devam eder) . Bu terim, basit bir
eklenmeye işaret eder, bir terimin diğerinin yanına koşul­
masıdır, o kadar. Auerbach ( 1 946: böl. 2 ve 3) bunun, kla­
sik sentaksın tersine "modern" stilin, yani parataksın özel­
liği olduğunu söyler. Ve ile bağlanan cümleler veya olaylar
birbirini izler ama belli bir düzen kategorisine uymazlar
(çünkü; eğer. . . o halde . . . ; olması için; yine de . . . ) . Bir önceki
cümleye ve ile eklenen cümle yokluktan doğar ve onunla
zincirleme bağlantı kurar. Böylece parataks, cümleler ara­
sında açılan var-olmayanın uçurumunu çağrıştırır, söyle­
nen söylendiği sırada bir şeylerin başlıyor olmasına şaşır­
maya vurgu yapar. Ve bağlacı, zamanı kuran süreksizliğin
(veya unutmanın) tehdidine en fazla kapı açan bağlaçtır,
bir yandan da ona, aynı şekilde kurucu olan süreklilik (tut­
ma12) ile meydan okur. En azından bir cümle (no. 99) der-

1 2 Fr. Retention: Lyotard'ın Husserl fenomenolojisinden ödünç al­


dığı bu kavram, deneyimlerin bilinçli şekilde, sürekli art arda
gelmesinin süreklilik deneyimini kurmaya yetmediği fikrine

1 60
Ayrışma

ken işaret edilen de budur. Ama ve yerine, aynı parataksik


işlevi yerine getirecek şekilde, virgül de konabilir veya hiç­
bir şey konmayabilir.

1 0 1 . " Cümle, evrensel şüphenin sınavını atlatır. " Ama


cümlenin nesi? Gerçekliği mi, anlamı mı? Ve cümle, şu
anki "aktüel" cümle midir yoksa genel olarak cümle mi?
Görüyorum ki gerçeklik, anlam, aktüel, genel olarak, bu
soruların oluşturduğu cümle evrenleri içinde göndergeler
olarak alınmıştır. Bir cümle, diğerini Çağırır, hangisi olursa
olsun. İşte bu , geçiş, cümle, cümle ve zaman (cümlede za­
man, zamanda cümle) şüphenin sınavını atlatır. Bir cümle­
nin ne anlamı ne de gerçekliği şüphe edilmezdir. Anlamı,
onu açıklayacak başka bir cümleyle kurulacak bağlantıya
bağlı olduğu için. Gerçekliği, şüphenin sınavını barındıran
gerçekliğin ispatlanma kurallarına bağlı olduğu için (Gön­
derge Bölümü) . Ama cümle olmaması, işte bu mümkün
değildir.

102. Cümle olmaması mümkün değildir, Ve bir cümle


olması zorunludur. Zincirleme bağlantı kurmak gerekir.
Bu bir yükümlülük, Sollen değil, bir zorunluluktur, Müs­
sen'dır. Zincirleme bağlantı kurmak zorunludur, nasıl ku­
rulacağı zorunlu değildir (no. 135) .

1 03 . Ve bir cümle olması zorunluluğu, mantıksal (nasıl ?


sorusu) değil, ontolojiktir (ne ? sorusu) . Yine de hiçbir apa­
çıklığa dayanmaz (Apel) . Apaçıklık, cümlelerin zincirleme

dayanır. Deneyimler birer birer, şimdi meydana gelir. Süreklili­


ğin kurulabilmesi için her bir şimdinin bilincinde, önceki şimdi­
lerin bilincinin de tutulması gerekir. Bu tutulma sırasında, önce­
ki şimdilerin bilinci değişikliğe uğrar. -çn

161
Ayrışma

bağlantısından bağımsız bir tanığın, bu bağlantının daima


meydana geldiğini belgeleyebilmesini gerektirirdi. Üçlü
çıkmaz: 1° bir nesnenin tanık için apaçık olması (yani tanı­
ğın vericisi olduğu İşte örnek vaha gibi bir gösterme cümle­
si) , bu nesnenin gerçekliğini ispatlamaya yetmez (no. 6 1 -
64) ; 2° "bir gerçekliğin mutlak tanığı" fikri tutarsızdır (no.
70) ; 3° Ve bir cümle, tanıklık edilebilecek bir nesne değil,
"nesneler" , onların " tanıkları" ve geriye kalan her şey için
önkoşul olan bir varsayımdır.

1 04. Bir cümle ile kastettiğim, vuku bulan cümledir, der


Fall, token cümle, olay cümledir. Tip-cümle, bir olay-cüm­
lenin göndergesidir. Cümlenin evrensel şüphenin sınavına
tutulmaması ne gerçek olmasından ne de doğru olmasın­
dan gelir (no. 1 0 1 ) , sadece başa gelen olmasından, what is
occurring, das Fallende olmasından ileri gelir. Şüphe ettiği­
miz zaman, bir şeylerin başa geldiğinden şüphe edemeyiz:
şüphe ediyor olduğumuz başa gelmektedir. Ve eğer Şüphe
ediyor olduğumuz başa gelmektedir cümlesi, Şüphe ediyoruz
cümlesinden başka bir cümle ise, o halde başka bir cümle
başa gelmektedir. Ve eğer o cümlenin başa geldiğini değil
de başa gelmiş olduğunu anlıyorsak, bunu anlıyor olduğu­
muz başa gelmektedir. Ne'den şüphe etmek için daima çok
geçtir. Sorunun cevabı çoktan vardır, başka bir soru.

GERTRUDE STEIN

"Cümle heyecanlı değildir, paragraf öyledir" (G. Stein, 193 1 a ve


b) . (Çünkü duygu zincirleme bağlanudır, geçiştir. Düşebilir mi ne?
Hiçbir şey, ama hiç fazla olurdu. Bir cümle, ve ve.) "Eğer iki cüm­
le paragrafsa küçük bir parça uygun olur, çünkü daha iyi ayrılmış

1 62
Ayrışma

olurlar. " "Paragraf gerizekalı gibi bir şey." "Orada olduğu zaman
orada dışarıda. Bu bir duygu cümle değil. il Fakat düşünülmesi değil
"
bağlanması gereken bir şey. "Cümleler yüzünden çok mutsuzum.
Cümleler yüzünden ağlayabilirim fişler yüzünden değil. " " Cümleyi
kurtarmak çok zor." "O kadar hafif ki bu bir heyecan ve dolayısıyla
bir paragraf. Evet dolayısıyla bir paragraf." "Cümleler size iç çekti­
rir." "Eğer becerebilseydim bir cümle kullanırdım. " "Bir cümle kur­
tarıldı herhangi bir cümle değil hayır herhangi bir cümle değil he­
nüz değil." (Bir cümle kurtarıldığında, kurtarılmış olan Ve bir cümle
olacakur ve işte o zaman başarmış olabiliriz.) "Sakın kimseye bir
cümlenin ne olduğunu veya olmuş olduğunu sorma." "Eğer biz der­
sek gideceğimizi hissediyoruz. // Bu basit bir anlamdır. Basit olan bir
cümle bir anlamla çaprazlanmış. // Ne demek istediğimi biliyorsun
diyor bir cümle. " "Bir cümlenin asla sım olmadığını görebilirsin. Sır
bir alımlama olurdu. Onlar hiçbir şey almaz. " "Kim bilir kaç tanesi
bilge idi. Cümleler harika şekilde tek kerede bir yapılır. Kim yapar
onları. Kimse yapamaz onları, çünkü kimse gördükleri ne olursa
olsun herhangi bir şey yapamaz. " "Tüm bunlar cümleleri öyle ber­
rak kılıyor ki onları nasıl sevdiğimi görüyorum. // Bir cümle nedir
esas olarak bir cümle nedir. Onlar için bir cümle bizimle birliktedir
bizim üzerimizedir bizimle ilgili her şeydir bir cümlenin olduğu her
şeyi isteriz pekalA. Bir cümle onların önlemlerle olamamasıdır bu
konuda şüphe vardır. " "Büyük soru şudur acaba bir cümle düşünü­
lebilir mi. Bir cümle nedir. Bir cümle düşündü. Onu çağıran gelme­
sini söyler o da bunu yapu."
Yorum yok. Alıntılamak üzere seçim yapmak bile haksızlık.
Bir iki gözlem daha.
Bir. Fransızcada paragraf yazıdaki bir bölünmedir (ve/veya
onun işaretidir) . Birleştirdiği şeyi ayırır. Bu Yunanca kelime,
yana yazılanı imler. Paragramma bir yasaya veya sözleşmeye ek

1 63
Ayrışma

olarak getirilen şarttır. Paragraphe, bir şikayetin kabul edilmesi­


ne karşı savunmanın sunduğu istisnadır. Paragraphein: bir şart
eklemek, özellikle de hileyle (Liddell-Scott) .
İki. Paragraf yapmak, şöyle yazmaktır: Ve, Ve aynca, Ve yine
de . . . Ayrışma, kavgayı çözümlemesi gereken şeyin tam kalbine,
yasa ile suçlanan vaka arasına yeniden sokulur.
Üç. "Orada dışarıda. Bu bir duygu . Bu düşünülmesi değil bağ­
lanması gereken bir şey. " Zincirleme bağlantı şüphe konusudur,
gerizekalıdır, düşünülmez, kuralsızdır.
Dört. Bir cümle esrarlı değil, berraktır. Söylemek istediğini
söyler. Ve hiçbir "özne" onu alıp yorumlamaz. Aynı şekilde hiç­
bir "özne" onu (bir şey söylemek üzere) yapmaz. Cümle kendi
vericisini ve alıcısını çağırır, onlar onun evrenine gelip yerlerini
alırlar.
Beş. " Tek kerede bir, harika şekilde. " Harika olan keredir,
olayın ortaya çıkışıdır. Latince vice, İngilizce weak, Almanca
weichen, Wechsel ( ? ) . Bir cümle olaydır, hiçbir şeydense bir
şeylerdir ve yerini bırakır: zayıflık. " Cümleyi kurtarırken" de
( 1 93 1 -a) : "Bir cümlenin olay olarak dilekleri vardır. " Dilekleri:
yerini başka bir cümleye bırakmak, invice.
Altı. Cümleyi kurtarmak: onu altına sokulduğu ve bağlantı
kurallarıyla alıkonduğu , kendisini sarıp sarmalayan, erekleriyle
cezbeden söylemlerin içinden çıkarmak. Onu bırakmak ki olsun.
Tıpkı Cage'in seslerle ilgili yazdığı gibi. " Cümleler ve paragraf­
lar"da (age) : "Hiçbir şey gürültü yapmaz. " Sessizlik'te olduğu
gibi.
Yedi. Gertrude S.tein'ın metninden cümleler seçme haksızlığı:
"ben" onları kullanıyorum, bir argüman yürütmek için onlardan
faydalanıyorum, cümleleri tabi kılan ve "benim" metnimdeki
uçurumları dolduran, uzaktan ayıran ve bağlayan bir söylemin

1 64
Ayrışma

hizmetine sokuyorum onlan. Stein'ın metninde bir cümle bir ke­


redir, bir olaydır, başa gelir. Yeniden başlamama kaygısı, varlığın
durması kaygısı paragraflar arasına mesafe koyar.
Sekiz. " Kadın yazısı" : bir cümleden diğerine aranın dolduru­
lamayacağını kağıda dökmek mi? Bu bir cins midir?
Dokuz. Bunlar sıradan cümleler olduklan kadar üstdilin de
cümleleridir: " Çok güzel tereyağ ile yapıyorlar. Ben tereyağsız
tercih ederim. " Ve bunların paragraflanması: " Gözyaşlanyla bir
cümle nedir. Dokumasındaki kırmızı dokumasında kırmızı mı
kullanır. "

1 0 5 . Ve bir cümle'nin zorunlu olması, cümlenin mev­


cut olmamasının (sessizlik, vs.) veya zincirleme bağlantı­
nın mevcut olmamasının da (başlangıç, son, düzensizlik,
yokluk, vs.) cümle olduğu anlamına gelir. Bu cümleleri di­
ğerlerinden ayıran nedir? Çokanlamlılık, duygu, "dilekler"
(ünlem) , vs. (no . 22, 23 ve Gertrude Stein Notu) .

1 06. Cümle'den ne anladığınızın tanımını verin. - Böyle


bir buyrukla, cümle adlı bir nesneyi, tip-cümleyi varsayı­
yorsunuz. Ayrıca argüman yürütebilmemiz ve bu nesnenin
doğası hakkında bir uyum yakalayabilmemiz için buna dair
bir tam tanımın verilmesi gerektiğini de varsayıyorsunuz,
değil mi? İzin verin size şunu göstereyim: 1° bir tip-cümle­
nin (veya cümle nesnesinin) bir olay-cümlenin yerine geç­
mesini gerektiren bir cümle rejimi vardır: tanımlama rejimi
(sadece bir üstdilin nesneleri olarak kabul edilmiş ve kesin
betimlemeleri belirlenmiş terimler söyleme dahil edilir) , ve
bir söylem cinsi vardır: diyalog cinsi. Sizin buyruğunuz, bu
rejimin ve bu cinsin kurallarından biridir. Bu rejim mü­
kemmel bir yetkiye sahip midir? (Platon Notu) . 2° Bu ki-

165
Ayrışma

tabı oluşturan cümlelerin bağlı olduğu söylem cinsi (eğer


öyle bir cins varsa) , tanımlama rejimine ayrıcalık tanıyor
gibi görünmemektedir. Soru şudur: Tanımı nasıl tanımla­
malı? Mantıksal düzendeki sonsuz çekilme [ rtcession] , bir
karara veya anlaşmaya başvurulmuyorsa eğer. Birbirini iz­
leyen olay-cümlelerin sonsuz geçidi [procession ] , ve bura­
da istisna yoktur, zaman vardır (Descombes, 198 1 ) .

1 07. Cümle'den ne anladığınızın tanımını verin. - Ta­


nım, mantıksal ve bilişsel kurallara uyan bir cümledir. Ama
örneğin sizin Cü m le den ne anladığınızın tanımını verin
'

cümleniz, bu kurallara uymayan bir buyruktur. - Öyle ol­


sun. Yine de bu buyruğun tanımını vermenizi engellemez
bu. Tanımlı olan ile tanımın aynı cümle rejimine ait olması
zorunlu değildir. - Değildir gerçekten de. Ama bir tanımın
nesnesi olan (tanım cümlesinin göndergesi olarak alınmış)
cümlenin değerinin, başka bir cümlenin göndergesi ola­
rak, üstdile ait olan tanım cümlesinin göndergesi olarak
alındığında, form değiştirmesi gibi bir zorunluluk vardır
(no. 43 , 45, 46) . Cümlenin tanımını verin emrinin geçerli
kılınması için, cümlenin tanımını vermek gerekir. Eğer bu
emrin mantıksal ve bilişsel cümlelerin rejimine uymadı­
ğı gösterilerek cevap verilirse, bu emir "aktüel" cümlenin
göndergesi durumuna yerleştirilmiş olur, ondan mantıksal
ve bilişsel cümlenin karşı-örneği yapılmış olur. Bu emir
geçerli kılınmamıştır, bir gösterme cümlesinin göndergesi
olarak (İşte bilişsel olmayan cümlelere örnek bir vaha) , baş­
ka bir cümleyi, bir betimleme cümlesini geçerli kılmaya ya­
rar (Bazı cümleler bilişsel olmayan bir rejime tabidir) (Kant
Notu 2, § 1 ) . Fakat siz de aynı üstdil işlemini Bir cümle
derken yapıyorsunuz. Bir cümle ifadesini bir cümle olarak

1 66
Ayrışma

alıyorsunuz. Onu "aktüelliğinden" (bağlamından demiyo­


rum, bkz. no. 1 4 1 ) , olay olarak sahip olduğu "pragmatik"
gönderge kapsamından yoksun bırakıyorsunuz ki bunlar
birçok mümkün cümleyi çağırır. Üstdile ait bir tanım cüm­
lesi kullanarak, onunla zincirleme bağlantı kurma emri ve­
riyorsunuz. Buna hakkınız var. Ama bilin ki bu bir emirdir.

1 08. Cü m le nin tanımı yoksa, ne hakkında konuştuğu­


'

muzu ve aynı şey hakkında konuşup konuşmadığımızı asla


bilemeyiz. Peki ya siz, cümleler hakkında konuşurken, siz
de bir üstdil kullanmıyor musunuz? - Ne konuda cümle
kurduğumuzu bilmek kolay değildir (Antisthenes Notu)
ama "cümle kurduğumuz" şüphe götürmez, en azından
bunu bilmek için. Ve burada "benim" cümlelerimde sözko­
nusu olan üstdile gelince, onun mantıksal statüsü yoktur,
bir terimin anlamını sabitlemek gibi bir işlevi yoktur. Sıra­
dan dilin kendi kendine gönderme gücüne başvurur: Senin
/belki/Zerinden bıktım artık; /Marie/ bir özel addır; Onun /Sizi
Seviyorum!u komedi türündedir (Rey-Debove) .

1 09. İşte bazı cümleler (onlann kendi kendini adlandır­


ma değerine işaret etmesi gereken italikten bu seferlik vazge­
çelim) : Gündüz oldu; Çakmağı bana ver; O da orada mıydı?
Son kurşunlarına kadar savaştılar; Kötü havaya yakalanmasa
bari ! /Bir cümle vardır/ cümlesi, bir hüküm bildirme cümlesi
[denotative] 13 midir? ; ax2 + bx + c = O; Ay! ; Ama ben tam da
istiyordum ki . . . ; Sanıyor musun ki ben . . . ? ; Bir cümle var­
dır; Bu bir cümle değildir; İşte bazı cümleler.

13 Bkz. s. 98, dipnot 1 . -çn

1 67
Ayrış m a

1 10. Genç İskit erkeklerine, iyi savaşçılar olan Amazon­


lar'dan çocuk yapma talimatı verilmiştir. Aralarından bir
tanesi, ihtiyacını gidermek üzere gruptan ayrılan bir savaş­
çıyı hazırlıksız yakalar. "Savaşçı onu reddetmez, kendisiyle
birlikte olmasına izin verir." Ve ertesi gün yine gelmesini
ister: Pnônesai men ouk eikhe, te de kheiri ephraze (Herodot:
iV, 1 1 3) : Kendini anlatamadığı için [aynı dilde konuşma­
maktadırlar] , eliyle cümle kurar" Fransızca Aie, İtalyanca
Eh, İngilizce Whoops birer cümledir. Göz kırpma, omuz
silkme, ayak vurma, kızarma, çarpıntı birer cümle olabi­
lir. - Peki ya bir köpeğin kuyruk sallaması, bir kedinin
kulaklarını dikmesi? - Peki ya denizde Batı'dan yükselen
bir rüzgar? - Bir sessizlik (no. 24, 26) ? - Ei d'axunemôn
ousa me dekhei logon / su d'anti phônes phraze karbonôi kheri
(Aiskhilos, Agamemnon: 1 055- 1 06 1 ) . Agamemnon, Truva
dönüşünde, Atreus'un sarayına girmiş ve esiri Kassandra'yı
arabasında hareketsiz halde bırakmıştır. Klitemnestra onu
da içeri buyur eder. Kassandra az önce yaşadığı vahşetin
etkisi altındadır, duymaz ve cevap vermez: "Yeni yakalan­
mış bir hayvan gibi davranmaktadır" ( 1 063) . Kraliçe sabır­
sızlanır: "Dilimize kapalı olduğundan ne dediğimi anlamı­
yorsan eğer, sesin yoksa, bari barbar hareketleriyle [barbar
eliyle ] konuş bizimle [ cümle kur bize] . " - Cümle olarak
sessizlik. Başa geliyor mu ?'nun bekleyişi olarak sessizlik.
Şimdi cümleye dökülemeyenin cümlesi olarak duygu . Ar­
zunun derhal ve aracısız iletilemezliği, cinayetinki. Aşkın
cümlesi, ölümün cümlesi. Argüman yürütmedeki boşluk
olarak "kadınlık" veya "hayvanlık" (logos, phône) . Zincir­
leme bağlantının askıya alınması. Tuvalete giden Amazon
gibi komik olduğu kadar, öldürecek kraliçe gibi trajik.

1 68
Ayrışma

l l 1 . Bir cümle en azından bir evreni mevcut-kılıp-su­


nar (no. 1 8 , 25) . Bağlı olduğu rejimler ne olursa olsun, bir
Oradadır barındırır. Neyin imlendiği, ne hakkında imlen­
diği, kime imlendiği ve kim tarafından imlendiği oradadır:
bir evren. En azından bir evren, çünkü anlam, gönderge,
verici ve alıcı çokanlamlı olabilir (no. 1 3 7- 1 40) .

l l 2. Oradadır ifadesi, cümledeki mevcut-kılan-sunuşu


vurgulayan bir işaret olacaktır. Mevcut-kılan-sunuşun baş­
ka işaretleri de var mıdır?

l l 3 . Bir cümlenin barındırdığı mevcut-kılan-sunuşa


varlık ismi verilebilir mi? Ama bu bir mevcut-kılan-sunuş­
tur veya: bir vaka-cümlede vaka olandır. Varlık bir vaka,
bir olayın ortaya çıkışı olacaktır, "düşme" , "koşuşma" "ol­
gusu" (Fall, occurrence) olacaktır. Varlık [ l'etre] değil, bir
varlık [ un etre] , bir kere.

l l 4. Bir mevcut-kılan-sunuş, bir cümlenin evreninde


merci olarak mevcut-kılınıp-sunulabilir. Yani varlık [l'etre]
mevcut-kılınıp-sunulabilir, bir varolan [un etant] gibi. Ama
onu mevcut-kılıp-sunan cümlenin kendisi de mevcut-kı­
lıp-sunmadığı bir mevcut-kılan-sunuşu barındırır. Hatta
bu sunuşun saklandığını veya kendini ertelediğini söyle­
mek mümkün müdür? Bu onun birçok cümlede aynı kal­
dığını varsaymak olurdu. Tanımlı artikelin özdeşleştirici
etkisi: genel olarak [ la] mevcut-kılan-sunuş. 14

14 Fr. Effet identitaire de l'article defini, la presentation. 1 1 3 ve 1 14


numaralı paragraflarda Lyotard, Fransızca artikellerin dildeki et­
kisiyle ilgili bir düşünce yürütüyor ve tanımlı artikeller (le, la,
les) ile tanımsız artikeller (un, une, des) arasındaki farka vurgu
yapıyor. -çn

1 69
Ayrışma

l l 5 . Mevcut-kılan-sunuş, en azından bir evrenin orada


olmasıdır. Durum [situation] ise bir cümlenin mevcut-kı­
lıp-sunduğu evrenin içinde, o cümleyle zincirleme bağlan­
tı kuran cümlelerin formunun (cümlenin belli bağlantıları
çağıran rejiminin) işaret ettiği bağıntıların, mercileri birbi­
riyle bağıntıya sokmasıdır. Onu gördüm cümlesi, üç mercii
belli bir duruma yerleştiren bir cümledir (alıcı merciine
cümlede işaret edilmemiştir) ve bu durum esas olarak belli
bir zamanın belirlenmesidir. Onu işte orada gördüm cüm­
lesi, aynı üç mercinin belli bir duruma yerleşmiş olduğu
mekan-zamanı belirler. Sana diyorum ki onu orada gördüm
cümlesi, "saptayıcı" ifade -Sana diyorum ki. . . - sayesinde
özellikle vericiyi belli bir duruma yerleştirir (Haberrnas,
1 97 1 : l l l ve dev. ) . Cümlelerin formu, mercilerin birbirine
göre durumuna işaret eder. Bu durumların bütünü , mev­
cut-kılınıp-sunulan evrene form verir.

l l 6. Bir vaka-cümlenin barındırdığı mevcut-kılan-su­


nuş, bu cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu evrende mev­
cut-kılınıp-sunulmamıştır (ama cümlede vurgulanmış
olabilir, örneğin Oradadır sayesinde) . Bu sunuş belli bir
duruma yerleştirilmemiştir. Ama başka bir vaka-cümle
onu başka bir evrende mevcut-kılıp-sunabilir ve dolayısıy­
la onu bir duruma yerleştirebilir.

1 1 7. Aristoteles'in, Kant'ın ve daha başkalarının kate­


gorileri, durum aileleri veya türleridir, yani bir cümle ev­
reninde mevcut-kılınıp-sunulmuş merciler arasındaki ba­
ğıntı aileleri veya türleridir. Onları, mevcut-kılan-sunuş
(veya varlık) (Aubenque: 1 76- 1 80) kipleri ya da cinsleri
diye adlandırmak, yanlış bir kullanımdır. Bir cümledeki

1 70
Ayrışma

mevcut-kılan-sunuş, ancak başka bir cümlenin mevcut-kı­


lıp-sunduğu evrende bir duruma yerleştirildiyse , yani an­
cak mevcut-kılınıp-sunulmuş mevcut-kılan-sunuş olarak,
cinslerin belirlenimine uğrar. Bu yüzden mevcut-kılan-su­
nuş cinsleri, eğer böyle bir şey varsa, ancak durum cinsleri
olarak mevcut-kılınıp-sunulabilirler.

1 1 8. Kolaylık olması için iki cümle düşünelim: ( 1 ) ve


(2) şu şekilde zincirleme bağlantı kurmuş olsunlar: cümle
( 1 ) bir evreni mevcut-kılıp-sunar, bir mevcut-kılan-sunuş
barındırır; cümle (2) , cümle ( l )'deki mevcut-kılan-sunuş
hakkında bir şeyler imler, öyle bir evreni mevcut-kılıp-su­
nar ki burada cümle ( l )'deki mevcut-kılan-sunuş, diye­
lim ki gönderge durumundadır. Mevcut-kılınıp-sunulmuş
olan sunuş ( 1 ) , (2)'de barındırılmaz; barındırılmış olan su­
nuş (2) ise (2)'de mevcut-kılınıp-sunulmaz. Öyleyse mev­
cut-kılınıp-sunulan bir sunuş ile barındırılan bir sunuş,
iki mevcut-kılan-sunuş etmez. İki mevcut-kılan-sunuştan
oluşan kümede, aynı cümle tarafından, yani cümle (3) ta­
rafından mevcut-kılınıp-sunulan iki sunuş bulunur. Cüm­
le (3)'ün barındırdığı mevcut-kılan-sunuş ise, onun mev­
cut-kılıp-sunduğu sunuş ( 1 ) ve sunuş (2) kümesine dahil
değildir, veya: bir vaka-cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu
sunuşlar dizisinin sentezi, bu vaka-cümlenin mevcut-kı­
lıp-sunduğu diziye dahil olmayan bir sunuş barındırır.
Ama o da başka bir vaka-cümle ile mevcut-kılınıp-sunula­
bilir. Ve bu böyle devam eder.

1 19 . Bir cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu evren, bir


"özne" gibi birine veya bir şeye mevcut-kılınıp-sunulmaz.
Bu evren, cümle vuku bulduğu sürece oradadır. Bir "özne" ,

171
Ayrışma

bir cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu evrende belli bir du­


ruma yerleştirilmiştir. Özne dünya dışı [ hors monde] ilan
edildiğinde bile -örneğin mevcut-kılan-sunuşun vericisi
veya alıcısı olarak, Descartes'taki düşünen Ben, Husserl'de­
ki transandantal Ego, Kant'taki ahlak yasasının kaynağı
veya Wittgenstein'daki özne ( TLP: 5 . 632; TB: 7.8. 1 9 1 6
ve dev.)- kendisini dünya dışı ilan eden felsefi cümlenin
mevcut-kılıp-sunduğu evrende bir duruma yerleştirilmiş
olur. Evren ve "dünya" arasındaki fark budur. "Dünya"
dışı olan, özne, aşkınlık [ transcendance] bağıntısı altında
bir duruma yerleştirilmiş olduğu bir cümle evreni içinde
mevcut-kılınıp-sunulur. Ama aşkınlık, onu bildiren cüm­
lenin mevcut-kılıp-sunduğu evrene içkin [ immanent] bir
durumdur.

ARISTOTELES

1 . Önce ve sonra.
Sofist veya eristik, karşı tarafı çürütürken, ikili anlamlar15, eş­
seslilikler, bölünmeler, vs. kullanarak dilin yüzeyinde leksisle oy­
nayabileceği gibi, logos'un kendi kategorileriyle de oynayabilir ve
o zaman ortaya paralojizmler çıkar (Sofistik Çürütmeler: 1 66 b 20) .
Zaman kategorisi ile ilgili paralojizmlere parakronizm (bu sözcük
Aristoteles'e ait değildir) denebilir (Protagoras Notu) . Kategoriler,
diyalektikte göndergenin imlenme tarzının sınırlarım çizmeye ya­
rayan düzenleyicilerdir. Örneğin beyaz, sıfat [attribut] olarak, töz
[substance] olarak veya nitelik [qualite] olarak alınabilir: Gül be­
yazdır, Acaba beyaz saydam olabilir mi ? Beyazken ısıtıyoruz.

15 Fr. amphibologie. -çn

1 72
Ayrışma

Post-yüklemler (Kategoriler'in 1 0 ila 1 5 . bölümleri) , argü­


man yürütürken zamanı düzenleyen iki işlemciden bahseder:
to proteron ve to hama, öncel olarak ve eşzamanlı olarak. Hama,
çelişmezlik ilkesinin ifade edilişinde rol oynar. Aynı "nesne" ,
Aristotelesçi anlamda aynı töz, çelişik sıfatlar alabileceğinden,
bir cümle gönderge olarak alınmış bir nesnenin şu özelliğe sahip
olduğunu söylerken başka bir cümle tam tersi özelliğe sahip ol­
duğunu söyleyebilir ve bunların ikisi de doğru olabilir. Ama aynı
anda doğru olmamalıdırlar. Örneğin: Sokrates oturuyor ve Sokra­
tes ayakta duruyor. Bunun ne zaman olduğunu söylemek gerekir
(Kategoriler: 4 a 1 0 ve dev. ) . Aksi takdirde zaman bakımından
paralojizm mümkün hale gelir: "Aynı [ şey] , hem ayaktadır hem
de oturmaktadır, çünkü ayakta olmak için kalkmak gerekir ve
ancak oturan (ho kathemenos) kalkar" (Sofistik Çürütmeler: 1 65
b 38) . Oturan sofizminin bir paralel versiyonu da hasta/iyileş­
miş ikilisinde bulunur. Aristoteles bunu , proteron işlemcisine
başvurarak çürütür: "Oturanın şunu yaptığını veya buna maruz
kaldığını söyleyen cümlenin tek bir anlamı yoktur, sözkonusu
olan bazen şimdi (nun) oturandır bazen de daha önce (proteron)
oturuyor olandır" (age: 1 66 a 4) . Aynı şekilde, iyileşmiş olan ak­
tüel olarak hasta değildir, elbette hastadır ama bir zamanların
hastasıdır.
Bu çürü tme , yönü belli olan bir eksen üzerindeki hareketli
bir şeyin konumlarını önce/sonra karşıtlığına ( ikiliğine) göre
sayabileceğimizi varsayar. Fizik'te verilen bir zaman tanımı
böyledir: " İşte zamanın ne olduğu : önceye ve sonraya göre
hareketin sayısı" ( 2 1 9 b 1 -2) . Ele alınan cümlenin gönderge­
si hareketli olandır. Cümlenin meselesi doğruluktur, rej imi
mantıksal veya bilişseldir. Eğer sıfatlandırma cümlesi meyda­
na geldiğinde hareketli şeyin bulunduğu konumu belirtmez-

1 73
Ayrışma

sek, onu sıfatlandıran yüklemin doğruluğu hakkında karar


veremeyiz.
Bu konumun "sayılandınlması" gerekir (arithmoumenon) .
Bunun için, iki konumun önce/sonra ikilisi yardımıyla karşı­
laştırmalı bir düzene yerleştirilmesi, parakronizmden kaçınmak
için yeterlidir. Hareketin sayısının, örneğin bir kronometriden
veya kronolojiden alınmış bir rakam olmasına gerek yoktur. İki
duraklı önce/sonra işlemcisini hareket süremine [ continuum]
yerleştirmek, çelişik sıfatların ayrı konumlara dağıtılabilmesi
için yeterlidir. Bu işlemci sayesinde sürem, hareketli şeyin ko­
numlarının kümesi olarak düzenlenmiş olur. Onun konumla­
rından biri , hangisi olursa olsun (ve dolayısıyla tartışma konusu
olan sıfat) , daima bir başka konumdan önce veya sonra olacaktır.
"Ruh iki şimdi olduğunu bildirir, biri önce biri sonra, ve o zaman
deriz ki bu zamandır" (Fizik: 2 1 9 a 28-29 ) .
Eğer neye göre önce veya sonra diye sorulursa, bu yer belirle­
me için bir köken aranırsa, analizin bu aşamasında bunun cevabı
karşılaştırmanın içkin olarak yapıldığıdır: sonra olana göre önce
ve önce olana göre sonra. Göndergenin hallerinin dizisini kuran
işlemci, bu dizinin içinde işlem yapar. Dolayısıyla gönderge (hare­
ketli olan) , şimdi olduğu varsayılan anlık halinde ne ise o olmakla
kalmaz, bunun önceki veya sonraki başka hallerle de ilişkilendiril­
mesine yol açar. Dahası, göndergenin anlık hali gibi bir fikrin ken­
disi, onun şimdiki hali kabul edilen hal, onun olduğu ve olacağı
başka hallerin de mümkün olmasına yol açar zaten. Sadece önce ve
sonra içkin olarak birbirine yol açmakla kalmaz, önce/sonra ve şim­
di de birbirine yol açar, hem de hareketli olana gönderen cümlenin
mevcut-kılıp-sunduğu evrenden hiç çıkmadan.
Tüm bunlarda sözkonusu olan, durumdur [ situation] (no .
l l 5). Gönderge hareketli bir şey olduğundan, göndergesi olduğu

1 74
Ayrışma

cümle onu hareketliliği bakımından mevcut-kılıp-sunarsa, yani


onun önce a, sonra b olduğunu mevcut-kılıp-sunarsa, onun ko­
numlarını veya sıfatlarını saymış olur (önce ve sonra diye ayırarak
az önce buna tanık olduk) ve bu sayma (veya sayı) , en azından
önce/sonra ikilisine gereksinim duyar. Bu ikili tam da hareketin
sayısıdır, bu cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu evrendeki gönder­
genin sayılmış hareketidir. Miktar gibi sayı da, gerçek olduğu
varsayılan (cümle evreninin dışındaki) göndergede değil, cüm­
lenin içinde, zaman zarfı formunda bulunur ve hareketli olanın
konumlarını veya çelişik sıfatlarını ikişer ikişer düzene sokar. Ve
bu diziye sokma içinde şimdinin herhangi bir ayrıcalığı yok gibi­
dir. Önce, henüz olmamış bir şimdidir; sonra, artık olmayan bir
şimdidir; şimdi ise ikisinin arasında bir şimdidir, yani birinden
öbürüne geçmektedir. Tekrar edelim ki, sözkonusu olan cümle­
nin mevcut-kılıp-sunduğu evrenin içinde işaretlenen yerlerdir,
yani mevcut-kılan-sunuşlar değil durumlardır.

2. Şimdi.
Zorluk bu içkinlikten doğar ve Aristoteles'in şimdiye verile­
cek statü hakkında tereddüt etmesine yol açar. Şimdi , aynı za­
manda diyakronik işaretleme sisteminin de kökeni değil midir?
"Öyle görünüyor ki şimdi ile belirlenen, zamandır" (Fizik: 2 1 9 a

29) . Bu ifade , zamansallaştırma işlevini mevcut ana veriyor gibi­


dir. Bununla beraber, arkasından son derece çekinceli bir hypo­
keisthô ( "böyle kabul edelim") gelen "öyle görünüyor ki" ifadesi,
bu işlevi şimdiye vermekteki zorluğu vurgular.
Başka bir ifade, kararsızlığı daha da artırır: "Eğer şimdi zama­
nı ölçüyorsa, bu , önce ve sonra şeklindedir" (age: 2 1 9 b 1 1 - 1 2) .
Anlaşılıyor ki şimdi , zamanın dışa taşmasının kalıcı kökenidir.
Bu , zamansallaştırmanın "modem" versiyonu olacaktır, Augus­
tinus'ta ve Husserl'de geçerli olan budur: transandantal öznenin

1 75
Ayrışma

yükümlülüğünde bir kurucu zaman, "yaşayan mevcut zaman" ,


nesne tarafında ise kurulmuş, diyakronik bir zaman, hikayeleş­
tirilmiş [ diegetique] gönderge. Peki ama transandantal zaman ile
empirik zamanın sentezi hangi zamanda yapılacaktır? Zira şim­
dinin diyakroniden kaçamadığı doğruysa, bu sentezin yapılması
gerekir.
Özne felsefesiyle ilgili bir şey bilmeyen Aristoteles ise hiçbir
şekilde bu fenomenoloj ik yöne sapmaz . Zorluğu şöyle belirtir:
" Geçmişi ve geleceği sınırlandıran şimdinin daima bir ve aynı
mı kaldığını yoksa başka mı olduğunu görmek kolay değildir"
( 2 1 8 a 8) . İçkinlik hipotezine geri dönelim. Önce ile sonra ara­
sındaki ayrımın sınırı da , veya öndeki ile arkadakinin temas
ettiği bölgenin kendisi de önce/sonranın etkisi altındadır: şimdi
şimdi değildir, ya henüz olmamıştır ya da artık olmamaktadır,
şimdi şimdi diyemeyiz , ya çok erkendir (önce) ya da çok geç
(sonra) . Az önce gelecek olan, şimdi geçmiştir, yani bir cümle­
lik zaman zarfında . Sınır noktasal veya çizgisel değildir, arka­
daki durmaksızın öndekine doğru uzanır. Şimdi , elde tutula­
mayandır tam da16• Hareketli olanın konumlarının önce/sonra
olarak dağıtılması için köken görevi görebilmesi anlaşılmaz .
Aslında son derece "adi" olan bu gözlemler, zamanın mevcu t
andan hareketle tesis edilmesinden vazgeçmek için yeterlidir:
zira ya bu an diyakroniye batmıştır ya da ona aşkındır. Her iki
durumda da onun için sayı görevi göremez .
Aristoteles başka bir yol açar. Şöyle sormaktaydı: acaba şimdi
bir ve aynı mı kalır, yoksa daima başka mı olur? Şöyle cevap ve­
rir: şimdiyi "bir yandan aynı olarak bir yandan aynı olmayarak"
almak gerekir ( 2 1 9 b 1 2) . "Bu kere ne ise o olarak" (ho pote on:

16 Fr. Le maintenant est justement ce qui ne se maintient pas. Bkz. s.


39, dipnot 9. -çn

1 76
Ayrışma

219 b 1 7, 219 b 26; ho pote ôn: 219 a 20; ho pot'en: 2 1 9 b 1 1 , 223 a


27) veya "her keresinde olmuş bulunan" olarak (Aubenque: 436)
alındığında, ne ise odur. Ama tô logô olarak ( 2 1 9 b 20, 220 a 8) ,
"cümle olarak" , veya böylesi tercih edilirse (Aristoteles metninde
bu iki ifade birbirinin yerine geçebilir) to einai, "bir özvarlık [ en­
titt] olarak" , bu cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu bir merci ola­
rak ele alındığında ( 2 1 9 a 2 1 , 2 1 9 b 1 1 , 2 1 9 b 27) , kendisinden
başkadır. "Bu kere ne ise o olarak" şimdi, bir olay olarak, olayın
ortaya çıkışı olarak alınmıştır. Şöyle derim: olay-cümle . Şu ifade
de bunu onaylar: "Sınır olarak şimdi zamana ait değildir, gelmek­
tedir (sumbebeken) " (220 a 2 1 ) . Oradadır oradadır, olayın ortaya
çıkışı olarak, ne olarak alınmış bir cümle vardır ve bu , doğrusu­
nu söylemek gerekirse, genel olarak şimdi [ le maintenant] değil,
şimdidir. Ama olayın ortaya çıkışı, kendi kendisine bir özvarlığa
(to einai) gönderir gibi gönderen bir başka cümlenin (tô logô)
evreninde yakalandığı anda, şimdi genel olarak şimdi haline gelir
ve ne olarak, başa geldiği kere olarak yakalanamaz, diyakroninin
kaçınılmaz dönüşümüne uğrar, cümle rejimine bağlanır.
Böylece Aristoteles, cümlelerin mevcut-kılıp-sunduğu evren­
lerde, bu evrenleri kuran mercileri birbirlerine göre bir duruma
yerleştiren zaman (önce/sonra, genel olarak şimdi) ile mev­
cut-kılan-sunma-olayım (veya olayın ortaya çıkışını) birbirin­
den ayırır. Bu olay mutlaktır (şimdi) . Onu cümleye döktüğümüz
anda, cümle evrenindeki bağıntıların içine yerleştirmiş oluruz.
O zaman mevcut-kılan-sunuş, mevcut-kılınıp-sunulmuş olur.
Bir cümlenin barındırdığı mevcut-kılan-sunuşu yakalamak için,
bu sunuşun mevcut-kılınıp-sunulduğu bir başka cümle gerekir.
"Mevcut andaki" mevcut-kılan-sunuş şimdi cümleye döküle­
mez, ancak başka bir cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu evrendeki
durum (önce/sonra) olarak cümleleştirilebilir: o zamanın mev-

1 77
Ayrışma

cut-kılan-sunuşudur. Aristoteles, cümle evrenlerinde iş gören di­


yakronik işlemcilerle cümlenin ortaya çıkışı (veya cümle-olayı17)
arasındaki bağlantıyı keser. "Aktüel" mevcut-kılan-sunuş mev­
cut-kılınıp- �unulamaz , olay korunduğu (genel olarak sonra) , ön­
ceden beklendiği (genel olarak önce) veya elde tutulduğu (genel
olarak şimdi) ölçüde olay olarak unutulur.

3. Birkaç gözlem.
3 . 1 . - Yine metafizik bir "okuma" , mevcut anın egemenliği
altında , diyecektir Derrida ( 1 968-b: 73) . - Öyledir gerçekten de ,
eğer soru olarak zamanın zaten metafiziğe ait olduğu doğruysa.
Yine de şuna dikkat çekmek isterim. Olayın ortaya çıkışı, cümle ,
ne olarak, gelen olarak, hiçbir şekilde zaman sorusuyla ilgili de­
ğildir, varlık/varlık-olmayan sorusuyla ilgilidir. Bu soruyu çağı­
ran bir duygudur: hiçbir şey başa gelmeyebilir. Beklemekte olan
cümle olarak sessizlik değil , cümle-olmayan, ne olmayan olarak
sessizlik. Bu duygu , kaygı veya şaşkınlıktır: hiçbir şey olmamasın­
dansa bir şeyler vardır. Bu tam cümleye dökülmüştür ki, olayın
ortaya çıkışı, bu cümlenin ortaya çıkışında zincirleme bağlantıya
sokulur, kayıt altına alınır ve unutulur: Oradadır diye bildiren
bu cümle , ortaya çıkanı mevcut olmayışıyla kıyaslayıp bağlar.
Zaman , cümle evrenlerindeki önce/sonra ile birlikte , mercilerin
düzenli şekilde dizilmesi olarak meydana gelir. Bu dizilme mer­
cilere içkindir. Zaman varolanın bir kategorisidir pekala. Varlık
zaman değildir. Mevcut-kılan-sunuş bir verme edimi değildir
(bir Es'ten, bir O'ndan gelmez ve hele de bize, insanlara yönelik
değildir kesinlikle) . Mevcut-kılan-sunuştan anladığım (bunu be­
lirtecek tüm terimler yanılsamalıdır, yanıltıcıdır, nedenini söy­
ledim) bir dynamis, bir kuvve edimi veya bu kuvvet istencinin

1 7 Fr. phrase-occurrence. -çn

1 78
Ayrışma

bir edimi, dilin tamamına erme arzusu da değildir. Sadece bir


şeylerin meydana gelmesidir. Bu şey bir cümledir, şüphe götür­
mez (no. 99) . Bir cümle bir evreni mevcut-kılıp-sunduğundan,
cümlenin meydana gelmesine mevcut-kılan-sunuş diyorum.
3.2. - Sizin " okumanız" , Sein und Zeit' taki ve bu dönemin
eserlerindeki Ereignis'e yaklaşan meditasyonla pek de alakasız
sayılmaz (Heidegger, 1 962: 5 7-69) . - Farkı şudur: bu meditas­
yon ısrarla belirtir ki, Ereignis'te korunup geri çekilirken veren
ve kendini veren vermenin alıcısı "insandır" , ve özellikle ısrar
eder ki, bu vermeyi kabul eden, zamanın sahiciliğini duyarak
insan olma hedefine varan insandır. Hedefe varma, alıcı, verici
ve insan, burada cümlelerin mevcut-kılıp-sunduğu evrenlerdeki
merciler veya bağıntılardır, duruma dairdirler, tô logô. Oradadır
meydana gelir, olayın ortaya çıkışıdır (Ereignis) 18, ama kimseye
hiçbir şeyi mevcut-kılıp-sunmaz, kendini mevcut-kılıp-sunmaz ,
ve mevcut an olmadığı gibi mevcudiyet19 de değildir. Mevcut-kı­
lan-sunuş, cümleye dökülebilir (düşünülebilir) olduğu ölçüde,
ortaya çıkan olay olarak kaçırılır.
3.3. - Burada zaman sorusu , cümle sorunsalı içinde sorul­
muştur. Geben20 ( ? ) , varolanlan vermez, varolanları (evrenlerde­
ki mercileri) dağıtan cümleleri verir ( ? ) . Cümlelerin kendisi de
başka cümleler için varolanlara dönüşürler. Ama "başa gelmişler­
dir" , tıpkı Aristoteles'in şimdi ile ilgili söylediği gibi. Mevcut-kı­
lan-sunuş , bir cümlenin başa gelmesidir. Ama bu cümle "olduğu
gibi" , ne olarak, zamanda değildir. "Bayağı" zaman, cümlenin
mevcut-kılıp-sunduğu evrendedir. Oysa bayağı zaman yoktur,

18 Lyotard occurrence terimini Heidegger'in Ereignis kavramıyla


ilişkilendirirken bu kavramın barındırdığı "temellük etme" an­
lamını hesaba katmıyor gibi görünüyor. -çn
19 Fr. presente. -çn
20 Alın. "vermek" . Ayrıntılar için bkz. "Çevirenin Notu". -çn

1 79
Ayrışma

Derrida haklıdır (age: 59) , veya sadece o vardır, zira cümle de


"bayağıdır"
3.4. - Hiç kimse mevcut-kılan-sunuşun hedeflediği bir alı­
cı olmadığına ve onu kaçırmadan ona gönderme yapamadığına
göre, mevcut-kılan-sunuş gibi bir şeyi cümleye dökme iznini
nereden alıyorsunuz? Yoksa siz de mi bir iz [ trace) , olayı silen
bir sessizlik, bir beyazlık hipotezi öne sürüyorsunuz (age: 75 ve
dev . ) ? Yoksa Ereignis gerçekten de bir şeyin (bir cümle evreni­
nin) belirmesini sağlayan ama aydınlattığı şeyde kendisi körleşen
ve körleştiren bir parıltı mıdır (Heidegger, 1 953- 1954: 1 25 ) ? Bu
geri çekilmenin kendisi de bir cümle midir (no. 22, 1 1 0) ? Dört
çeşit sessizlikten hangisidir (no. 24, 26) ? Yahut başka bir sessiz­
lik mi sözkonusudur? - Başka bir sessizlik. Bir cümle evreninde­
ki bir merciyle değil, bir cümlenin ortaya çıkışıyla ilgili sessizlik.
Sanki artık hiçbir mevcut-kılan-sunuş olmayacaktır. - Ama di­
yorsunuz ki " Cümle olmaması imkansızdır" (no. 1 02) ! - Tam da
bu : imkansızın mümkün olduğu duygusu . Zorunluluğun olum­
sal olması. Zincirleme bağlantı kurmak gerekmesi ama bağlantıyı
kuracak bir şey olmaması. Alınıp tutulamayan "ve" Dolayısıyla
sadece zincirleme bağlantının nasılının olumsallığı değil, bir de
son cümlenin verdiği baş dönmesi. Saçma, elbette. Ama parıltı
meydana gelir, - gecenin, bulutların, mavi göğün hiçliğinde ay­
dınlatır, patlak verir.

1 20. Bir cümleden bağımsız mekan ve zaman olmaz.

1 2 1 . Mekanın ve zamanın durum çeşitleri arasında ol­


duğunu nereden çıkarıyorsunuz, diye sorulacak olursa
eğer, şöyle cevap verilebilir: Şunun gibi cümlelerden çıka­
rıyorum: Markiz saat beşte çıktı, Gelmişti, Git buradan, Yat­
tı ! Şimdiden mi ? vs. Ama öncelikle, zamanı ve mekanı ön-

1 80
Ayrışma

koşul olarak varsayan Mekanın ve zamanın durum çeşitleri


arasında olduğunu nereden çıkanyorsunuz, cümlesinden. Ve
şöyle eklenebilir: bunu ben çıkarmıyorum, cümleler ken­
dileri böyle çıkabilirler, yani mercilerini böylece bir duru­
ma yerleştirebilirler ve kendileri de birbirlerine göre böyle
bir duruma girebilirler. Mekan ve zaman, cümle evrenle­
rindeki durum etkilerini bir araya toplayan başlıklardır, bu
etkileri üreten ise şöyle ifadelerdir: arkada, çok daha geç,
tam üstünde, doğmuştur, başlangıçta, vs. (ve: vs. ) . Rejimle­
ri bu vurgulan gerektiren cümleler olduğu gibi (örneğin
anlatı cümleleri) , hipotez olarak bunları dışlayan cümleler
de vardır (matematiğin, mantığın cümleleri, her ne kadar
zaman mantığı diye bir şey olsa da) .

1 22. Ne kadar cümle varsa o kadar da evren vardır. Ve


ne kadar evren varsa mercilerin içinde bulunduğu o kadar
durum vardır. - Ama diyorsunuz ki, merci durumlarından
oluşan aileler vardır, mekan ve zaman gibi (no. 1 2 1 ) ? O hal­
de, en azından kendi içlerinde analog olan cümle evrenleri
mi vardır? - Bir üstdil cümlesi, bu cümlelerden birçoğuna
gönderge olarak sahiptir ve onların benzerliğini bildirir.
Bu, onların heteroj enliğini azaltmaz (Bambrough, 1 96 1 :
198- 1 99) . Mekan veya zaman ya da mekan-zaman, bu du­
rumlara verilen aile adlandır. Bunların hepsinde birden
müşterek olan hiçbir unsur yoktur. - Adcı [nominaliste]
mısınız? - Hayır; benzerlik, antropolojik empirizm kurba­
nı Wittgenstein'ın düşündüğü gibi "kullanım" ile değil, bir
göndergenin gerçekliğini ispatlama prosedürüyle ispatlana­
bilir (no. 63 ve dev.) . - Ama bu prosedürün gerekli kıldığı
cümle çeşitleri arasında, orada, o zaman gibi mekan-zaman­
sal deiktikler kullanan gösterme cümleleri de vardır! - Bu

181
Ayrışma

yalnızca, üstdilin de sıradan dil-sisteminin parçası olduğunu


gösterir (Descles ve Guentcheva Descles, 1977: 7) .

1 23. Cümle evrenlerinde yaptığınız bölümlendirme


(no. 1 8 , no. 25) insanmerkezli değil mi, pragmatik değil
mi? Bu evrenlerde dört merci olduğunu nereden çıkarıyor­
sunuz? - Zincirleme bağlantı kurma biçimlerinden: Örne­
ğin şu cümle: Ay ! Zincirleme bağlantıyı vericiyle kurmak
için: Canın mı yandı ?, alıcıyla kurmak için: Elimden bir şey
gelmez, anlamla kurmak için: Acıyor mu ?, göndergeyle kur­
mak için: Diş eti çok hassastır denebilir. Merciler, zincir­
leme bağlantının birleşme değerleridir [valence] . - İnsan
dilinde böyledir, peki ya kedinin kuyruğu? - Kedinin kal­
dırdığı kuyruğuyla sırasıyla şöyle zincirleme bağlantı kuru­
labilir: Ne istiyorsun ?, Canımı sıkıyorsun, Yine mi acıktın ?,
Kedilerin kuyruğu çok şey söyler. Ne mercilerin ne de içinde
bulundukları durumların vurgulandığı cümleleri bilerek
seçiyorum. Eğer pragmatik, bir mesajın vericiden alıcıya
gittiğini ve bunların mesaj olmadan da "var olacaklarını"
önceden varsayıyorsa veya böyle bir önyargıya sahipse, bu
bölümlendirme pragmatik değildir. Hümanist de değildir:
bu mercilerden herhangi birinde bulunamayacak insan
olmayan özvarlıklar bulun bakalım ! Tüm mercilerin vur­
gulandığı nadirdir belki de. (Modern edebiyatta kullanılan
birçok prosedür, mercilerdeki vurguların kaldırılmasına
bağlıdır: Kayıp Zamanın İzinde' nin vericisi, Değişme'nin
alıcısı, Kartpostal'da her ikisi de, Georgiques'te gönderge,
L'Apocryphe'te anlam; bunlar son dönem Fransız edebi­
yatından bazı örnekler sadece. Ve düzmece yazar (Puech,
1 982) . Vurgunun kaldırılması, cümlelerin sponte sua mey­
dana gelmesi gibi bir etki doğurur: konuşanın "insan" ol-

182
Ayrışma

duğu önyargısının kritiği. " Cümlelerin sevgisi, insanların


sevgisizliği" "Onun cümleleri hep sevmiş olması benim
hesaba kattığım bir şey değil ama ben de ahkam kesmeye­
yim" (Pinget, 1 980: 149 , 5 7) .

1 24. Bir cümlenin taşıdığı mevcut-kılan-sunuş, o cümle


tarafından unutulur, Lethe'ye dalar (Detienne, 1 967: 1 26-
135) . Bir başka cümle onu oradan çekip çıkarır, mevcut-kı­
larak-sunar ve bu sırada kendi taşıdığı mevcut-kılan-sunuşu
unutur. Hafıza unutmayla birleşir. Metafizik, unutmaya kar­
şı mücadele eder, ya unutma için mücadele edene ne denir?

1 25 . Augustinus'un Tanrı'sı veya Husserl'in Yaşayan


Şimdi'si21 , şimdileri sentezleyen mercinin adı olarak su­
nulmuştur. Ama ancak onu mevcut-kılıp-sunan cümleler
sayesinde öyledir ve bu cümlelerin her birinin şimdisinin,
bir başka cümlede diğerlerininkiyle sentezlenmesi gerekir.
Tanrı daha sonra, "birazdan" olacaktır; Yaşayan Şimdi biraz­
dan gelecektir. Ancak başa gelmeyerek gelir bunlar. Beckett
bunu demek ister. Bilinç zamandan yoksun değildir, zaman,
bilinci kendi kendinden yoksun bırakır.

1 26. Bir cümlenin taşıdığı mevcut-kılan-sunuşu mutlak


diye niteliyorsunuz. Onu bu şekilde niteleyerek mevcut-kı­
lıp-sunmuş oluyorsunuz. Onun mutlaklık niteliği, sizin
cümlenizin mevcut-kılıp-sunduğu evrende, ona göre, belli
bir durumda bulunuyor. İşte bu yüzden mutlak olan, mev­
cut-kılınıp-sunulamaz. Yüce ile birlikte Kant (Darstellung'u
buradaki gibi anlamak kaydıyla) daima belli bir Hegel'in üs-

21 Alın. die lebendige Gegen w a rt; Fr. le Present Vivant. -çn

1 83
Ayrışma

lesinden gelir. Erhabene22 ayak direr, Aufgeh oben'lann öte­


sinde değil, tam bağrında.

1 27. Mevcut-kılınıp-sunulmayan, var değildir. Bir


cümlenin taşıdığı mevcut-kılan-sunuş, mevcut-kılınıp-su­
nulmamıştır, var değildir. Veya: varlık var değildir. Şöy­
le denebilir: taşınan bir mevcut-kılan-sunuş mevcut-kılı­
nıp-sunulduğunda taşınmamış, belli bir durumda bulunan
bir mevcut-kılan-sunuş olur. Veya: varolan olarak alınan
varlık, varlık-olmayandır. Wissenschaft der Logik 'in ilk bö­
lümünü böyle anlamak gerekir. Hegel'in belirlenim adını
verdiği ve varlıktan varlık-olmayana geçiş yapmayı sağ­
layan şey, bir cümle evrenindeki varlık (veya mevcut-kı­
lan-sunuş) durumudur, yani ilk cümlenin taşıdığı mev­
cut-kılan-sunuştan ikinci cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu
(birinci cümledeki) mevcut-kılan-sunuşa geçiş yapılması­
dır. Ama bu "çözülme" (varlıktan varolana veya varlık-ol­
mayana geçiş yapılması) ancak ikinci cümlenin meselesi
mevcut-kılan-sunuşu mevcut-kılıp-sunmak ise bir değer
taşır; yani ancak ikinci cümlenin meselesi ontolojik söylem
cinsininkiyse. Böyle bir zincirleme bağlantıyı ve onun neti­
cesi olan geçişi veya çözülmeyi buyuran bu söylemi kuran
kurallardan biridir bu: Resultat kuralı (Hegel Notu) . Ama
kurallar tarafından buyurulan meselenin, mevcut-kılan-su­
nuşu mevcut-kılıp-sunmak olmadığı, dolayısıyla "çözül­
menin" zorunlu olmadığı birçok söylem cinsi vardır.

128. İşte bu yüzden, cümlenin taşıdığı mevcut-kılan-su­


nuşu mevcut-kılıp-sunmak için olumsuzlama gereklidir. O

22 Alın. "yüce , yücelik" ; Alın. Aufgehoben: " (ortadan) kaldırmak,


yok etmek, saklamak" -çn

1 84
Ayrışma

ancak varolan olarak, yani varlık-olmayan olarak mevcut-kılı­


nıp-sunulabilir. Lethe sözcüğü bu anlama gelir.

1 29. Aristoteles, açık entimema olarak sınıflandırdığı


şu argümanın bir paralojizm olduğunu söyler: "Bilinme­
ze dair bir şey biliyoruz, çünkü bilinmezin bilinmez oldu­
ğunu biliyoruz" (Episteton to agnôston, esti gar episteton to
agnôston hoti agnôston) (Retorik: 1402 a) : burada mutlak
ile göreli olan birbirine karışmıştır (Aristoteles'in Antisthe­
nes'e isnat ettiği bir hata veya kurnazlık yüzünden) . Ger­
çekten de argüman, mevcut-kılan-sunuşun ( "biliyoruz" ,
mutlak) mevcut-kılınıp-sunulmamış olanı (imlenmemiş
olan, "bilinmez" ) öne sürecek kadar ısrarlı olmasına daya­
nır; mevcut-kılınıp-sunulmamış olan, Bilinmeze dair bir şey
biliyoruz cümlesi ile mevcut-kılınıp-sunulmuştur, yani ona
görelidir. Ama bu zincirleme bağlantıya paralojizm adını
vermek, mantıksal söylem cinsini kuran bir karardır: quod
ile ilgilenmez (no. 9 1 ) .

1 30. Aynı göndergeyle ilgili olarak, onun anlamını ve o


anlamın tersini (bir olumsuzlama) (bilinmezle ilgili olarak
bilinmezin anlamını ve bilinirin anlamını; varlıkla ilgili ola­
rak varlığın anlamını ve varlık-olmayanın anlamını) mev­
cut-kılıp-sunma gücüne, Hegel'in yaptığı gibi olumsuzun
mucizevi kuvveti, die ungeheure Macht des Negativen adını
vermemek gerekir (PhG: Önsöz) . Eğer ortada bir kuvvet
varsa, nerededir? Bir cümlenin, bir göndergenin yoksun
olduğu bir özelliği mevcut-kılıp-sunabilmesinde mi? Bu
(yalnızca) "olumsuzlamanın gizemidir" (Wittgenstein, TB:
9, 1 5 . 1 1 . 19 14) (no. 90) . - Bir cümlenin, bir özelliği hem
mevcut hem de mevcut değil olarak mevcut-kılıp-sunabil-

185
Ayrışma

mesinde mi? Ama durum bu değildir: bir cümle onu mev­


cut olarak mevcut-kılıp-sunar, diğer bir cümle onu mevcut
değil olarak mevcut-kılıp-sunar. Bunlar "aynı zamanda"
olmaz. - Aynı göndergeyle ilgili iki cümlenin hem belli bir
şeyi hem de onun tersini söyleyebilmesinde mi? Ama bun­
ların aynı göndergeyle ilgili olduğunu ispat etmek gerekir
(no. 68, 80) . Bu son durumda mucize olumsuzdan değil,
Ereignis'ten gelir. Zira "ikinci" cümle hiç olmamış olabilir.
İmkansız olan, yokluk, mümkün olabilir. Mucize, bunun
böyle olmamasıdır.

1 3 1 . "Her cümle vardır. " Olan her şey cümle midir?


Vardır, olan değildir. Vardır, gerçektir de değildir. Şöyle di­
yemeyiz: Her cümle gerçektir. Veya şöyle: Akla uygun [ rati­
onnel ] olan her şey gerçektir [ reel ] . Gerçeklik, ispatlanması
gereken bir gönderge özelliğidir ( Gönderge Bölümü) , var
değildir. Bir cümlenin gerçekliği de buna dahildir. Gerçek
olan her şey akla uygundur, evet, eğer akla uygun şunu im­
liyorsa: bir göndergenin gerçekliğini ispatlama prosedür­
lerine uygun. Her cümle vardır, derken her cümle şunu
-

imler: başa gelen her şey; vardır şunu imler: oradadır, başa
gelir. Ama başa gelir, başa gelen şey değildir, quod'un quid23

23 Lyotard'ın sıkça başvurduğu quod ve quid ifadeleri, Aristoteles ile


başlayıp İbni Sina ile devam eden ontolojik tartışma geleneğine
gönderiyor. Latince "ne" anlamındaki soru adılı quid, Fransızca
quidditt teriminin kökenindeki Skolastik quidditas kavramının te­
melini oluşturuyor. Kaba bir çeviriyle bunu "nelik" olarak Türk­
çeleştirebiliriz. Quidditas, ibni Sina'nın Metafizik eserinin Latince
çevirileriyle Batı felsefesine girmiş bir kavramdır. "Hakikat" veya
"mahiyet" karşılığı olarak kullanılır. İbni Sina, Aristoteles'in Me­
tafizih'indeki lO ti en einai ifadesini karşılamak için bu kavramlara
başvurur. Antisthenes Notu'nda (bkz . s. 102 ve dev.) Lyotard'ın
belirttiği gibi Aristoteles, Antisthenes'in oiheios logos öğretisini

1 86
Ayrışma

olmaması anlamında (mevcut-kılan-sunuşun durum ol­


maması anlamında) . O halde vardır, oradadır'ı imlemez,
gerçektir'i de imlemez. Vardır, hiçbir şeyi imlemez, ortaya
çıkanın imlenmesinden (içeriğinden) "önce" olayın ortaya
çıkışını belirtecektir. 24 Belirtecektir ve belirtmez, çünkü be­
lirttiğinde onu belli bir duruma sokar (imlemeden "önce")
ve dolayısıyla husteron p roteron ' daki25 nun'u26 karanlıkta bı­
rakır (Aristoteles Notu) . Vardır daha ziyade şu olacaktır:
Başa geliyor mu ? (gizli özne, göndergenin dolduracağı boş
bir yere işaret eder) .

1 32. Sonuç olarak, olaylar vardır: bir şeyler başa gelir,


başa gelenin ne olduğu ile totolojik değildir bu. Başa ge-

tartışırken, bir şeyin ti en einai'sini açığa çıkaran logos'tan bahse­


der. (Lyotard buradaki logos'u bir küçük cümle, yani ad olarak
yorumlar.) Skolastik gelenekte ise quidditas veya quid est, yani bir
şeyin ne olduğu meselesi, quod est ile, yani basitçe bir şeyin olması
ile karşıtlık içinde tartışılmıştır. Bir şeyin ne olduğu ve bir şeyin
olup olmadığı iki farklı sorudur. Bu genel çerçeveden hareketle
Lyotard, bir şeyin olmasıyla, başa gelmesiyle ilgili quod sorusuna,
neyin başa geldiğini, olanın ne olduğunu soran quid sorusu kar­
şısında öncelik tanır. Bu öncelik, Aynşma ile birlikte iyice belir­
ginleşen olay felsefesinin temel duruşlarından biridir. Olanın ne
olduğu (quid) sorusu, olmanın kendisini bir bağlama yerleştirerek
nötralize etmektedir. Olay felsefesi quod (Oluyor mu ?, Başa geliyor
mu?) sorusuna dikkat etmeli, onun quid (Ne oluyor?) sorusunun
altında kaybolmasına izin vermemelidir. -çn
24 Fr. Est ne signifie rien, designerait l'occurrence "avant " la signifi­
cation (le contenu) de l 'occurrence. Bkz . s. 98, dipnot 1 (dtsigna­
tion) . -çn
25 Yun. "arkada önde" veya "sonra önce" anlamına gelen bir retorik
kullanım. Anlatımda olayların zamansal veya mantıksal sırası­
nın değiştirilmesi. Lyotard Aristoteles Notu'ndan beri bahsettiği
önce/sonra ikiliğine ve şimdinin yakalanamazlığına gönderme
yapıyor. -çn
26 Yun. "şimdi" . -çn

1 87
Ayrışma

lenin adına vaka mı diyorsunuz? - Vaka, der Fall , neyin


başa geldiğinden, quid'den ziyade, bir şeylerin başa gelme­
si, quod olacaktır. - Wittgenstein gibi "dünya [ le monde] ,
her vuku bulandır (alles, was der Fall ist) " mı diyorsunuz?
- Denebilir, eğer vaka ile vuku bulan ayırt ediliyorsa. Witt­
genstein vuku bulana olgu (Tatsache) adını da verir (TLP:
2) . Dolayısıyla şöyle yazabilir: "dünya, olguların hepsidir
(die Gesamtheit) " ( 1 . 1 ) , veya şöyle: "bütün [ fiili] gerçeklik
(die gesamte Wirklichkeit) dünyadır" (2.063) . Hepsi , bütün,
bunların kendisi vaka değildir. Kantçı anlamda ideler'in
göndergeleridir. Veya mantıksal niceleyicilerdir. Bütün,
gerçeklik sınavından geçirilemez. - Ama vaka, vuku bu­
lan değildir. Vaka şudur: Oradadır, Başa geliyor. Yani (no.
1 3 1 ) : Başa geliyor mu ?

1 3 3 . "Bizim" "oluşturacağımız" bir "dünya imgesi"


yoktur ( TLP: 2. 1 ) . Ama gerçekliğin bütünü olarak dün­
ya, bir (kozmolojik) cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu
evrendeki bir merci olarak bir duruma yerleştirilebilir.
Kant'ın betimlediği antinomilere yol açar. Bunlar, dünya
göndergesinin bilgi nesnesi olmadığını, gerçeklik sınavı­
na tabi tutulamadığını ortaya koyarlar. Olguların imgesi
(Bild, eikôn) kavramı, cümlelerin olgulardan sonra gelme­
si gibi bir önyargıyı, bir tersine çevirmeyi, bir metafizik
yanılsamayı yoğunlaşmış halde içinde barındırır. Bu an­
lamda temsil yoktur. Dünya derken (no . 60) , bir adlar
-

ağını kastediyorum. Bunu hiçbir cümle tüketemez. Hiçbir


cümle adların her birinin yerine eksiksiz bir betimleme
koyamaz: " Öyle görünüyor ki, en azından benim şimdi
görebildiğim kadarıyla, adların yerine tanımları koyma­
nın sonu gelmedi" ( TB : 1 3 . 5 . 1 5 ) .

188
Ayrışma

134. "Her şeyi söyleyemeyiz." (Descombes, 1 977) - Ha­


yalkınklığı mı? Söylemek mi isterdiniz? Ya da en azından
bir şeyler, "dil" mi öyle isterdi? Tüm gücünü ortaya sermek
mi isterdi? Bir istenç mi? Bir "yaşam" mı? Bir arzu, bir yok­
sunluk mu? Tamamlanma teleolojileri, tamamlanmamışın
melankolileri. - Ama "bir şeylerin cümleye dökülmeyi talep
ettiğini" (no. 23) kabul ediyorsunuz değil mi? - Bu, her şe­
yin söylenmek zorunda olduğu veya söylenmek istendiği an­
lamına gelmez. Bir olayın ortaya çıkışının, tam da her şeyin
söylenmemiş olması "mucizesinin" beklendiği anlamına gelir
(no. 130) . Nöbet. Bu beklenti cümle evrenindedir. Her cümle
rejiminin merciler üzerinde yarattığı özel "gerilimdir" bu.

1 3 5 . "Bir şey hakkında konuşulamıyorsa susmak gere­


kir" (TLP: 7) . - Buradaki gerekir (muss man) insana veya
tine [ esprit] mi hitap eder? Konuşamadıkları şey hakkın­
da susmak onların elinde değildir. Çoktan cümleye dö­
külmüştür o, bilinen lisanlarda cümleye dökülemeyen
olarak, duygu olarak. İtiraf edilmiştir. Olayın ortaya çıkı­
şının arifesinde, bilinmeyen bir lisanın kaygısı ve neşesi
başlamıştır. Zincirleme bağlantı kurmak "bizim" kurtu­
labileceğimiz veya kendimize pay çıkarabileceğimiz bir
ödev değildir. "Biz" başka türlü yapamayız. Zorunluluk
[necessite] ve yükümlülük [ obligation ] birbirine karıştırıl­
masın. Eğer bir Gerekir varsa bu bir Yükümlüsünüz değil­
dir27 (no. 1 02) .

1 3 6 . Zincirleme bağlantı kurmak zorunludur, herhan­


gi bir zincirleme bağlantı ise zorunlu değildir. Ama uygun

27 Cümlenin orijinali şöyle S'il y a un 11 faut, il n'est pas un Vous


devez. -çn

1 89
Ayrışma

olduğu bildirilebilir, bunu bildiren cümle bir zincirleme


bağlantı kuralıdır. Bir söylem cinsinin kurucu parçaların­
dandır bu cümle: şu türden cümlelerden sonra izin veri­
lenler şunlardır. Analitikler bu şekilde klasik mantıktaki
zincirleme bağlantıların, Mantık Bilimi modern diyalek­
tiktekilerin, Vorlesungen über neuere Geometrie modern
aksiyomatiktekilerin cinslerini belirler (Pasch, içinde
Blanche: 22-26) . Zincirleme bağlantı kuralları bildirilme­
miş pek çok söylem cinsi vardır.

137. Bir cümle öyle kurulmuş olabilir ki birçok evre­


ni birlikte mevcut-kılıp-sunar. Çokanlamlı olabilir, sadece
anlam bakımından değil, gönderge, verici ve alıcı bakımın­
dan da. Örneğin: Sana uğrayabilirim. Çokanlamlılık ben,
uğramak, sen üzerinde etkili olabilir. yapabilmek fiiliyle
sınırlı kalırsak, birlikte mevcut-kılınıp-sunulan evrenler­
den bazıları şunlardır:
1 . 1 . Bunu becerebilirim.
1 . 2. Bunu yapacak zamanım var.
1 .3 . Senin bir evin var ve ben adresini biliyorum.
2. Bunu yapmam mümkün.
3 . 1 . Bunu yapmayı arzuluyorum.
3.2. Bana bunu yapmamı söylemeni arzuluyorum.
4. Buna iznim var.
Yeti ( 1 ) , olasılık (2) , dilek (3) , hak (4) . Betimleme ( 1 ,
2 , 4) ; temsil (3. 1 ) (Habermas'taki "temsil" cümleleri anla­
mında ( 1 97 1 : 1 1 2) : istiyorum, endişe ediyorum, arzuluyo­
rum ki . . . ); düzenleme (3 . 2) ( . . . 'yı size emrediyorum, siz­
den rica ediyorum, size vaat ediyorum derken olduğu gibi) .
yapabilirim çokanlamlı olduğu gibi, diğer mercilere de
çokanlamlılık bulaşır. Betimlenen bir göndergenin parçası

1 90
Ayrışma

olan sen ile bir buyruğun alıcısı olan sen aynı değildir; ben
için de aynı şekilde.

138. Bir zincirleme bağlantı, bir önceki cümledeki ço­


kanlamlılığı ortaya çıkarabilir. Kapı kapalı, şunlardan bi­
rine yol açabilir: Elbette, kapılar ne işe yarar sanıyorsun ?,
veya: Biliyorum, beni kapatmaya çalışıyorlar, veya: Daha iyi,
ben de seninle konuşmak istiyordum, vs. Bu zincirleme bağ­
lantılarda kapalı kapı, tartışılması ve doğrulanması gere­
ken bir hal olmaktan çıkar. Saplantılı birinin kapılarla ilgili
yaptığı işlevselci tanımı doğrular, bir paranoyağın kapılar­
la ilgili kendine anlattığı hikayeyi onaylar, vs. Sözkonusu
olan aynı kapı mıdır, aynı alıcı, vs. midir? İki konuşmacı
düşünün, kapalı kapıdan bahsediyorlar, bir tanesi Elbette,
vs. diyor, diğeri Biliyorum, vs: işte bir ayrışma. Onların ara­
sındaki karanlık dalaşı, Basit bir betimleme sözkonusu di­
yerek çözmeye çalışan mantıkçı sadece ayrışmayı güçlen­
dirmiş olur. La Fontaine'in Masallar'ında bu karmaşaların
hukuki-politik etkileriyle birlikte krokisi vardır. Uygun
zincirleme bağlantı hangisidir?

139. Sonraki cümlenin vericisinin, önceki cümlenin alı­


cısıyla "aynı" olduğu varsayılır. Eğer ikinci cümlenin evre­
ni, en azından birinci cümlede birlikte mevcut-kılınıp-su­
nulan evrenlerden birini mevcut-kılıp-sunuyorsa veya
yeniden birlikte mevcut-kılıp-sunuyorsa, yani temsil edi­
yorsa [ re-prtsente] , zincirleme bağlantının uygun olduğu
söylenemez mi? Örneğin Sana uğrayabilirim (no. 137) ile
( 1 . 1 ) versiyonunda şöyle bağlantı kuruluyorsa: Yürüyebilir
misin ? Araban tamir oldu mu ? Emin misin ? ( = Gerçekten
bunu yapacak hareket yetisine sahip misin? ) . Veya ( 1 . 2)

191
Ayrışma

versiyonunda şöyle bağlantı kuruluyorsa: Hayır, zamanın


olmaz, Evet, evim seninkine çok yakın, Emin misin ? (= Ger­
çekten bunu yapacak zamanın var mı?) . Veya ( 1 .3) versiyo­
nunda şöyle bağlantı kuruluyorsa: Ama beni kapıya koydu­
lar. Veya (2) versiyonunda şöyle bağlantı kuruluyorsa: Hiç
sanmam, Emin misin ? (= Gerçekten mümkün mü?) . (3. 1 )
versiyonunda şöyle bağlantı kuruluyorsa: Sen öyle diyorsun
(= Bunu yapmayı arzuladığına inanmıyorum) , Emin misin ?
(= Bunu arzuluyor musun?) . (3 . 2) versiyonunda şöyle bağ­
lantı kuruluyorsa: Gerek yok ( = Benim arzum bu değil) ,
Nasıl istersen (= Bu konuda herhangi bir arzum yok) , Emin
misin ? (= Gerçekten benim arzumu öğrenmek istiyor mu­
sun? ) . (4) versiyonunda şöyle bağlantı kuruluyorsa: Hadi
ya! Emin misin ? (= Sana fiilen böyle bir izin verildi mi? ) .
Pek çok uygun durum var.

140. Birinci cümlenin alıcısı, Sana uğrayabilirim ile şöy­


le zincirleme bağlantı kurabilir: Chantal nasıl ? Bu bağlantı­
nın uygun olmadığını mı söyleyeceğiz? Ducrot şöyle derdi
( 1 977) : az önce incelediğimiz önkabullerle sınırlı kalınırsa
uygun değildir, bunların dışında üstü kapalı olarak şunun
söylendiğini kabul edersek uygundur: Sana uğrayabilirim,
Chantal yok. Uygunluk bir "doğru" zincirleme bağlantı ku­
ralı olduğunu varsayar. Çokanlamlı bir cümleyle zincirleme
bağlantı kurmak için birçok doğru kural vardır. Pragmatik­
çi (Engel, 198 1 ) , işte burada konuşmacıların yönelimleri
meselesine eğilir ve iletişimi batmaktan kurtarmaya çalışır.
Ama bilinç metafiziği, başkası çıkmazıyla karşılaşınca kara­
ya oturur: beşinci Kartezyen Meditasyon. Zincirleme bağlantı
cümlesinin vericisi, her ne derse desin, "kendi" cümlesinin
mevcut-kılıp-sunduğu evrende, "başkanın" cümlesine göre

192
Ayrışma

tesadüfi olmayan bir durumda bulunur. Emin misin? bile,


çokanlamlılığı ortadan kaldırmadan zincirleme bağlantı
kurmanın bir yoludur: bir soru cümlesidir ve ilk cümlenin
tüm versiyonlarına uygun düşer. Bu yol tesadüfi değildir, en
azından sorgulamaya başvurur.

141 . Ama en azından bağlam, birinci cümlenin verici­


sinin ne demek istediğini ve alıcısının, yani ikinci cümle­
nin vericisinin, neyi anlamakta haklı olacağını belirlemeye
izin vermelidir. . . - Bağlamı da mevcut-kılıp-sunmak gere­
kecektir, cümleler aracılığıyla. Birlikte mevcut-kılınıp-su­
nulan cümleleri sunarken bunu ana hatlarıyla gösterdim.
Veya bağlama başvurarak cümleniz sizi bilişsel bir evren­
deki alıcı durumuna sokar, burada verici bağlamdır ve
kendi kendisiyle ilgili size bilgi verir. Neden bu vericinin,
birinci cümlenin vericisinden daha inandırıcı olduğuna
hükmediyorsunuz?

14 2. Örneğin Oturum açıldı cümlesi, vericisi oturumun


başkanı olduğu için performatif değildir. Bu cümle perfor­
matif olduğu ölçüde ancak vericisi de oturumun başkanı­
dır. Başkanlık-performatiflik denklemi, bağlamdan bağım­
sızdır. Vericisi başkan olmadığı halde cümle performatifse
eğer, verici başkan haline gelir; vericisi başkan olduğu hal­
de cümle performatif değilse de verici başkan olmaktan
çıkar. - Ama en azından bu seçeneklerin kendisi bağlama
bağlı değil midir? - Bağlamın kendisi, sözkonusu cümleyle
arasında zincirleme bağlantı bulunan cümlelerden oluş­
muştur. Oturum açıldı cümlesiyle birinci durumda Tamam,
siz başkanlık edin gibi bir cümleyle, ikinci durumda da
Hayır açılmadı veya Hangi hakla ? gibi cümlelerle zincirle-

1 93
Ayrışma

me bağlantı kurulabilir. - Peki ama bu cümlelerin vuku


bulması zaten bağlama bağlı değil midir? - Sizin bağlam
dediğiniz şeyin kendisi bilişsel cümlelerin göndergesinden
ibarettir, örneğin sosyoloğun cümlelerinin. Bağlam bir ve­
rici değildir. Pozitivizm, özellikle de insan bilimlerindeki
pozitivizm, gönderge olarak bağlam ile verici olarak bağ­
lam arasındaki bu karışıklıkta yatar. Bağlamla birlikte söz,
sıradaki "bilim insanının" nesnesine geçer, sanki bu gön­
derge bir vericiymiş gibi.

143 . Yine de daha sonra, ilk cümlenin gerçekten mev­


cut-kılıp-sunduğu evrenin hangisi olduğunu bileceğiz değil
mi? Sonradan gelecek cümleler dizisi, birinci cümlenin re­
jimini belirleyecek değil mi? - Sonradan gelecek dizi hiçbir
şeyi belirlemeyecek (tıpkı " olup olmadığını tarihin bize
söylemeyeceği" gibi) . Eğer bir belirleme varsa, bu, dizinin
"götürüldüğü" söylem cinsinden gelir. Tüm cinslerin iki
uç kutup arasında dağıldığını düşünün. Birincisi, bilgi söy­
lemi, diziyi, başlangıçtaki çokanlamlılığı dağıtmaya doğru
götürme amacı güdecektir. Diğeri, bilinçdışının söylemi,
mümkün olduğunca çokanlamlılığı sürdürme amacı güde­
cektir. Bunlardan birinin, dilin "özüne" diğerinden daha
sadık olduğunu veya birinin "kökensel" , diğerinin ikincil
olduğunu söylemeye gerek yoktur. Önermeler düzeninde
totoloji ve çelişme nasılsa, bunlar da söylemler düzeninde
öyledir: akıl cümlesi mevcut-kılıp-sunduğu evreni mev­
cut-kılıp-sunar, tutku cümlesi bir arada mümkün olmayan
evrenleri birlikte mevcut-kılıp-sunar.

144. Onların birlikte mümkün olmadığını söylüyorsu­


nuz (no. 143) , çünkü onları bilgi söylemine göre imliyor-

1 94
Ayrışma

sunuz. Freud'un bir cümleyle adlandırdığı kadın fantazma­


sı analizini ele alalım: "Ein Kind wird geschlagen. " Kadın,
yani kadının adı, bu cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu
evrende bir alıcıdır (allak bullak bir alıcı: cümle meyda­
na geldiğinde, mastürbasyon vardır) . Ama aynı zamanda
kadın cümlenin göndergesidir: dövülen çocuk odur. Öte
yandan gönderge merciinde bulunan ve baba tarafından
dövülen "başka bir çocuk" vardır. Baba ise gönderme ola­
rak mercilendirildiği gibi, bir yandan da hiç mercilendiril­
memiştir (silinmiştir) . Peki ya birbirine girmiş bu evren­
lerde mevcut-kılınıp-sunulan verici kimdir? Cümlede veya
cümlelerde verici hiçbir zaman vurgulanmaz. Lacan me­
tafiziğindeki büyük Başka mıdır verici? Gördüğünüz gibi,
birlikte mümkün olmayanlar, harika şekilde birlikte varo­
luyorlar. - Evet ama semptom oluyorlar. - Wittgenstein'ın
dil-sistemine göre, bireydil [ idiolecte] oluyorlar. - Peki ya
mastürbasyon? Birlikte mümkün olmayanların eşzamanlı
vuku bulduğu bir kip, tıpkı rüya, kızarma, kramp, gözden
kaçırma, hastalık, sessizlik, duygu, alkol, uyuşturucu gibi.
Yani çalkantı , aynı anda bir versiyondan diğerine atlamak:
Guyotat'nın Prostitution'u ( 1975) .

145. Ama beden gerçek, değil mi? - "Kendine ait" be­


den [ corps "propre"] , bireydiller ailesinden bir addır. Ay­
rıca çeşitli rej imlere tabi cümlelerin göndergesidir. Dişim
ağrıyor: bu bir betimleme cümlesi, onunla birlikte mev­
cut-kılınıp-sunulan bir talep ona eşlik ediyor: Kurtarın
beni bundan. Dişçi, çektiğiniz ağrıyı, bilişsel bir cümleyi
doğrulayan bir vaka haline getirir (üç cümle işlemini uy­
gulayarak: işte şurası, şuranın adı diş minesi, büyük ihti­
malle minede çürük var) . Bu vakayla ilgili olarak, sizin ta-

195
Ayrışma

lebiniz doğrultusunda, sağlığınızı geri getirecek eylemler


buyurur (sağlığın kendisi bir İde'nin nesnesidir) . Mutatis
mutandis diğer "beden" profesyonelleri için de aynı şey
sözkonusudur: spor eğitmeni, erotizm danışmanı, mutfak
sanatçısı, dans veya şan öğretmeni ya da askerlere talim
yaptıran eğitmen için beden, belli bir iyi beden İdesi'nden
hareketle okunan ve tedavi edilen bir semptomlar küme­
sidir. - Ama diş ağrısı bir acıdır, yaşanan bir şeydir, vs. !
- Yaşandığı nasıl doğrulanabilir ki? Bu acının tek alıcı­
sı sizsiniz. Tanrı'nın sesi gibidir o: "Tanrı'nın başkasıyla
konuştuğunu duyamazsın, ancak sana hitap ederse onu
duyarsın" (Fişler: § 7 1 7) . Wittgenstein ekler: "Bu bir dil­
bilgisi uyarısıdır" Bu uyarı, bireydilin sınırlarını çizer:
onu duyan ve anlayan yalnızca "ben" olabilirim. Bireydil
kolayca ikileme düşer (no. 8) : eğer yaşantınız iletilebilir
değilse, onun varolduğuna tanıklık edemezsiniz , eğer ile­
tilebilir ise onun varolduğuna yalnızca sizin tanıklık ede­
bileceğinizi söyleyemezsiniz .

146. En azından şunu kabul edin: sıradan dilin cümle­


leri çokanlamlıdır ama tekanlamlılığı aramak ve çokanlam­
lılığı sürdürmemek asil bir iştir. - En azından Platoncu bir
iştir. Ayrışmadansa diyaloğu tercih ediyorsunuz. Ve tekan­
lamlılığın ilk olarak mümkün olduğunu, ikinci olarak da
cümlelerin sağlığı demek olduğunu varsayıyorsunuz. Peki
ama ya düşüncenin ( ? ) meselesi anlaşmadan ziyade ayrış­
maysa? Hem asil cinste hem de sıradan söylem cinsinde
böyleyse ya? Hem de "sapasağlam" , en uyanık haliyle dü­
şüncenin meselesi buysa? Çokanlamlılığın sürdürülmesi
demek değildir bu. Tekanlamlılığın [ univocite] ucunda bir

1 96
Ayrışma

şeyler (duygu yoluyla) bu " tek sesin"28 cümle kuramadığı­


nı ilan eder.

14 7. Bir cümle rej iminden (betimleyici, bilişsel, bu­


yurucu , değerlendirici, sorgulayıcı . . . ) diğerine zincir­
leme bağlantı kurmak uygun değildir. Kapıyı açın ile
zincirleme bağlantı kurmak için Bir buy ruk cümlesi dile
getirdiniz veya Ne güzel kapı ! uygun olmaz . Bu uygun­
suzluk, bir söylem cinsi için elverişli olabilir. Bir söylem
cinsi , cümleler arasındaki zincirleme bağlantının me­
selesini belirler (no . 1 78 ve dev . ) . Örneğin inandırma ,
ikna etme , yenme, güldürme , ağlatma , vs . Bu etkilerden
birine veya diğerine ulaşmak için uygunsuz biçimde
zincirleme bağlantı kurmak elverişli olabilir. Teleoloj i ,
cümlelerle değil, söylem cinsleriyle başlar. Ama cümle­
ler birbirlerine zincirleme bağlanmış olarak, daima (en
az) bir söylem cinsinin içinde tutulurlar.

148. Bir söylem cinsinin meselesi, cümleler arasındaki


zincirleme bağlantıları belirleyecektir. Ama bunu ancak
bir ereğin araçları belirlediği gibi yapabilir: elverişli ol­
mayanları eleyerek. Eğer mesele acil eyleme geçmekse,
Silah al ! ile Az önce buyurucu bir cümle kurdunuz arasında
zincirleme bağlantı kurulmaz. Mesele güldürmekse kuru­
labilir. Ama ereğe ulaşmanın birçok başka aracı da vardır.
Cazibe fikrini29 genişletmek gerekir. Bir söylem cinsi, bir
cümle evreni üzerinde cazibe uygular. Bu cümlenin mev­
cut-kılıp-sunduğu mercileri belli zincirleme bağlantılara
meyilli hale getirir, ya da en azından o cinsin peşinde ol-

28 Fr. voix unique. -çn


29 Fr. l'idee de seduction. -çn

1 97
Ayrışma

duğu ereğe uymayan başka bazı zincirleme bağlantılardan


onları uzaklaştırır. Alıcı, verici tarafından cezbedilmez.
Verici, gönderge ve anlam da en az alıcı kadar, söylem
cinsinin meselesinin uyguladığı cazibenin etkisine kapı­
lırlar.

149. Nasıl ki haksızlık zarar değilse, incitmek de uy­


gunsuz olmak değildir30 (no. 4 1 ) . İncitmek, bir cümle reji­
minin diğeri üzerinde hegemonya kurmasıdır, yetkiyi gasp
etmesidir. Kapıyı açın. - Kapının açılmasını söylediniz, yani
bir buyruk cümlesi kurdunuz. Böyle vuku bulup bulmadığı­
nı anlamak için tartışırız (buyruğun tanımı, verilen emrin
bu tanıma uyup uymadığı, vs. ) . Böyle vuku bulduğunu var­
sayalım. Bu durumda Bir buyruk cümlesi kurdunuz, geçerli
kılınmış bir cümledir. Kapıyı açın'a bir sıfat yükler, buyruk
olma sıfatıdır bu. Uygunsuz olmak, bir emirle zincirleme
bağlantıyı onu yerine getirerek değil yorumlayarak kur­
maktır. İncitmek ise emri yorumlayanın, ki aynı zamanda
emrin alıcısıdır da, şöyle demesi olacaktır: "Kapıyı açın' ın
hangi cümle ailesine ait olduğunu anladım ve bu yüzden
bu emri yerine getirmeme gerek yok" Bu , spekülatif incit­
medir ve genelde üstdilseldir (no. 45) .

1 50. Son yargıdaki haksızlık: Bu söylediğimden sonra ar­


tık söylenecek bir şey kalmadı. - Ama bunu söylüyorsunuz !
Az önce söylenen şeye eklenecek bir şey olmadığını ilan
ederek ona ne eklemiş oluyorsunuz? Ya az önceki cüm­
lenin sonuncu olduğunu eklemiş oluyorsunuz ya da sizin
"son" cümlenizden sonra gelecek cümlelerin, önceki cüm-

30 Fr. L'offense n'est pas l'impertinence, comme le tort n'est pas le


dommage. -çn

1 98
Ayrışma

lelerin totoloj ileri olduğunu eklemiş oluyorsunuz. Bunlar­


dan ilki anlamsız bir açıklama (sondan sonraki) , ikincisi
ise gelecek bir yeni cümle olmadığının ispat edilmesini
gerektiriyor. Bu ispat konusunda ise şunlardan ancak biri
mümkün: ya önceki cümlelerin totolojilerinden oluşmu­
yor ya da oluşuyor. İlk durumda bu ispat de jure ispatladı­
ğı şeyi de facto çürütüyor; ikinci durumda ise ispat henüz
yapılmadan önce yapılmış oluyor. - Peki siz daha önce
yapılmış olmadığını nereden biliyorsunuz? - Tek bildiğim
bu ispatın daha önce yapılmış olduğunun henüz gösteril­
memiş olduğu . Bunun gösterilmesi de, de jure ispatlamış
olduğu şeyi de facto çürütmüş olacak.

1 5 1 . Nasıl olur da bir cümle diğerini incitebilir, ona


haksızlık edebilir? Cümlelerin bir onuru , gururu mu var­
dır? Antropomorfizm sırası sizde mi? - Sadece: E reign i s in
'

ne olduğu asla bilinmez. Hangi lisanda bir cümle? Hangi

rejime ait? Haksızlık daima onu önceden tahmin etmektir,


yani yasaklamaktır.

199
N ETiCE

1 52. Model.

Tartışmayız, diye hüküm verir, tartıştığımızı sanırız.


Çekişme bir söylem cinsine, dialektike'ye aittir: tezler, ar­
gümanlar, itirazlar, çürütmeler; Topikler ve Sofistik Çürüt­
meler bunları analiz eder ve normlarını belirlemeye çalışır.
"Büyük" diyalektik ise, yani spekülatif diyalektik, bu cinsi
havai ilan ederek bir kenara koyar: "İtirazlar, eğer gerçek­
ten yöneltildikleri şeye bağlı iseler, tek taraflı belirlenim­
lerdir [ ] Bu tek taraflı belirlenimler, şeye bağlı oldukları
. . .

ölçüde, onun kavramının momentleridir; yani bu kavramın


serimlenmesi sırasında, kendi momentlerinde ortaya çık­
mışlardır ve kavramın içkin diyalektiği onların olumsuzlan­
dığını göstermelidir [ . ] " Dolayısıyla, Göschel'in (Hegel'in
. .

yorumladığı Afori zmalar' ın yazarı) yapmış olduğu gibi iti­


razları bir araya toplama işinin "fazlalık teşkil etmesi Bilim
tarafından beklenebilir, zira bu işe yol açan ancak düşün­
cenin kültürsüzlüğüdür, yeterince gelişmemiş bir düşün­
cenin havailiğinden gelen sabırsızlıktır" (Hegel, içinde Leh-

200
Ayrışma

run 1972: 221-222) . Hegelci anlamda Bilim, Aristotelesçi


didaktiğin yaptığı gibi dialektike'yi kendi yanında tutmaz.
Onu kendi söylem cinsinin, yani spekülatif söylemin içi­
ne sokar. Bu cinste , paralojizmlere ve çıkmazlara malzeme
veren dialektike'deki iki, didaktik ereğin, birin hizmetine
sunulmuştur. Hakiki tartışma yoktur.
Ama işte bir cümle (spekülatif kural) tartışılır olmayı
bırakmıyor. Böyle olması tam da "bizim" işimiz, cümlele­
rin zincirleme bağlantısıyla ilgili bir iş. Cümlelerin zincir­
leme bağlantısının amacı, yani yasası, tek ve biricik midir?
İnsan, "bizim" işimizdeki "biz" , kendi biricik adını olaylan
bire bağlamaktan mı alır yalnızca?
Bir cümleler zinciri, bu kural ile bağlantı kurar. İşte bazı
halkalar:
"Negatif diyalektiğin tanımı ve anlamı gereğince, bü­
tüncül bir şeymiş gibi kendiyle yetinip durulmaması gere­
kir, ona ümit görünümü veren budur. "
"Evrensel körleşme zincirinin [ rapport] 1 hem bir sureti
hem de kritiği olan diyalektik, son bir hareketle kendine
karşı dönmelidir. "
"Metafizik, tam da kendi kavramı dolayısıyla, varolanla
ilgili bir tümdengelim cümleleri zinciri [ chafne] 2 olamaz.
Düşünmeyi korkutup taciz edecek bir mutlak farklılık mo­
deli [modeleP gibi de düşünülemez. "
"Bunu takiben metafizik ancak okunabilir bir varolan­
lar kümelenmesi olarak mümkün olacaktır [ als lesbare
Konstellation von Seiendem ] . "

1 Alın. Zusammenhang. -çn


2 Alın. Zusammenhang. -çn
3 Alın. Muster. -çn

20 1
Ayrışma

"Varolanı, bileşenlerinin yazı olarak bir araya toplandı­


ğı bir konfigürasyon haline getirecektir. "
"En küçük dünyevi [ intramondain] 4 özellikler, mutlak
açısından bir öneme [Relevanz fürs Absolute] sahip olacak­
tır. "
"Metafizik, mikrolojiye göç eder. Mikroloji, bütüncül
[ totale] metafizik karşısında metafiziğin sığındığı yerdir. "
Bu cümleler Negatif Diyalektik'in sonundan alınmıştır
(Adorno, 1966: 3 1 6-3 1 7)5. Orada denir ki "mikrolojik ba­
kış, kapsayıcı cins kavramının kriterine uygun olarak [bu­
rada hedef Hegel ve birinci Analitik'in Kant'ıdır] ümitsizce
yalıtılmış olanın kabuklarını soyar ve onun özdeşliğini [va­
kanınkini] , yani onun basit bir örneklemden [ exemplaire] 6
ibaret olduğu yanılsamasını parçalar [yerle bir eder] . "
Bu örneklem sorusu çok önemlidir. Ad sorusudur bu .
Kendi adı denen şey, nasıl bir kavramsal anlam taşır? Ol­
gusal adın yerine hangi düşünülür cümle, hangi diyalektik
cümle konabilir? Kendi adı ne demektir? Adorno'ya göre
spekülatif soru işte budur. Bu soru tekil olanın cinsin bir
örneğine [ exemple] dönüşüp altüst olduğunu varsayar. Bu
yüzden Adorno , Negatif Diyalektik'in Önsöz'ünde şöyle ya­
zar: "Üçüncü bölümde negatif diyalektik modelleri geliş­
tirilmektedir. Bunlar örnek [ exemple] 7 değildir; [ . . . ] genel

4 Alın. innerweltliche. -çn


5 Bkz. Theodor W. Adomo, Negatif Diyalektik ( 1 966) , çev. Şeyda
Ôztürk, 20 16, Metis Yayınlan. Çeviride bazı değişiklikler yap­
tım. Köşeli parantez içinde Türkçe kavramlann Lyotard'ın kul­
landığı Fransızca karşılıklannı verdim, gerektiğinde Almanca
orijinalini dipnotla belirttim. Köşeli parantez içindeki Almanca
ifadeler ise metinde mevcut olanlar. -çn
6 Alın. Exemplar. -çn
7 Alın. Beispiel. -çn

202
Ayrışma

düşünceleri açıklamakla yetinmezler. Örneklerin kendin­


de ehemmiyetsiz şeyler olarak kullanılması felsefede Pla­
ton'un başlattığı ve ondan beri sürdürülen bir şey [dir] . "
"Modelle" başlığını taşıyan bu üçüncü bölümün "Me­
tafizik Üzerine Meditasyonlar" kısmı, "Auschwitz'ten son­
ra" adlı, nasıl diyelim, bazı mikrolojilerle başlar. Burada ve
çevresindeki kısımlarda şu cümlelere rastlanz:
"Yücelik tınısı taşıyan hiçbir söz [ wom Hohen getöntes
Wort] , teolojik söz bile, Auschwitz'ten sonra form değiştir­
meden hak iddia edemez. "
"Ölüm, felsefenin boş yere olumlayarak uzak tutmaya
çalıştığı o mutlaksa eğer, o zaman bütün her şey mutlak
olarak hiçbir şeydir ve hatta bu düşüncenin kendisi bile
boşluktaki bir düşüncedir. "
"Toplama kamplannda ölüm yepyeni bir dehşete bü­
rünmüştür: Auschwitz'ten beri ölümden korkmak, ölüm­
den beter bir şeyden korkmak demektir" (age: 288, 29 1 ,
290) .
Tartışılmaz olan, spekülatif olan tartışılıyorsa eğer, bu
sadece sabırsızlıktan, havailikten, kültürsüzlükten midir?
"Auschwitz" ve "Auschwitz'ten sonra" , yani şimdiki dü­
şünce ve Batı yaşamı, spekülatif söylemi tartışmakta mıdır?
Eğer öyleyse, havai midir? Eğer öyle değilse, spekülatif ola­
nın spekülatif olmayacak layığı nedir ve başına ne gelmek­
tedir? O zaman adı "Auschwitz" olan ve onu tartışan söy­
lem hangisidir? Veya tartışmaya çalışan ama başaramayan?
Sonra, bir dönemlendirme içerir. Adorno zamanı (ama
hangi zamanı? ) "Auschwitz"ten itibaren saymaktadır. Kro­
nolojik bir kökenin adı mıdır bu? Hangi devir başlamakta­
dır bu olayla? Bu sorudaki saflık, Mantık Bilimi'nin birinci

203
Ayrışma

bölümünde ve daha önce Kant'ın ikinci Antinomi'sinde


diyalektiğin başlangıç fikrini maruz bıraktığı çözülme dü­
şünüldüğünde açığa çıkmaktadır. Adorno bunu unutmuş
mudur?
Adorno için "Auschwitz" bir örnek değil, modeldir.
Platon'dan Hegel diyalektiğine kadar felsefede örneğin iş­
levi bir ideyi canlandırmaktır; örnek, canlandırdığı şeyle
zorunlu olarak bağıntı içinde değildir, onun karşısında
"ehemmiyetsiz" kalır. Model ise tersine "negatif diyalek­
tiği gerçeğe taşır" "Auschwitz" , model olarak, diyalektiği,
negatif olanını bile canlandırmaz. Negatif diyalektik, kav­
ramın Resultat kuralından gelen figürlerini bulandırır ve
kavramın hareketindeki aşamaları canlandırması beklenen
adlan serbest bırakır. Model fikri, diyalektiğin kaderinin
tersine çevrilmesi demektir: model, bir tür kıyı-deneyimin
[para-experience] adıdır; burada diyalektik, olumsuzlana­
maz bir olumsuzla karşılaşacak ve onu bir "netice" olarak
ikiye katlama imkansızlığı içinde kalacaktır. Burada tinin
yarası kabuk bağlamayacaktır. Burada, diye yazar Derrida,
"ölüme yapılan yatırım tam olarak telafi edilemeyecektir"
( 1 968-a: 1 25) .
"Auschwitz" modeli, spekülatif söylemi duraklatan bir
dil "deneyimini" belirtecektir. Bu söylem "Auschwitz'ten
sonra" sürdürülemeyecektir. İşte öyle bir ad ki "içinde"
spekülatif düşünce meydana gelemez. Demek ki bu, He­
gel'in anladığı anlamda bir ad, yani tin göndergenin imleri­
ni yok ettiğinde, göndergenin ve onun anlamlarının kalıcı
olmasını sağlayacak bir hafıza figürü olmayacaktır. Spekü­
latif "adı" olmayan, bir kavram olarak kaldırılamayacak bir
ad olacaktır bu.

204
Ayrışma

1 53 . Deneyim.
Deneyim lafı, Tinin Fenomenolojisi'nin lafıdır: "bilincin
deneyiminin bilimi"8• Deneyim, "bilincin kendi kendisine
uyguladığı diyalektik hareket" tir (PhG: 1, 77, 75) . Kendi­
ne ait alanda deneyim, spekülatif unsuru, "ölüme dayanan
ve onda kendini idame ettiren" yaşam olarak "tinin yaşa­
mını" varsayar (age: 1, 29) . Buradaki konaklaması [sejour]
tinin Zauberkraft'ını9, olumsuzu varlığa çevirme gücünü,
"göttliche Natur des Sprechens"i10 serbest bırakır (age: 1 ,
92) . "Auschwitz" modeliyle ilgili olarak deneyimden söz
edebilir miyiz hala? "Sihirli gücün" el değmeden kaldığını
varsaymak olmaz mı bu? "Auschwitz" adını taşıyan (veya
ad taşımayan) ölüm de altüst olmanın, varlık-olmayanın
olumlandığı eski paradoksun meydana gelebileceği bir "ko­
naklama" mıdır? "Auschwitz'ten beri ölümden korkmak,
ölümden beter bir şeyden korkmak demektir" Ölümün en
beteri olmaması, sadece son olmamasıyla, yalnızca sonlu
olanın sonu ve sonsuzluğun ifşası olmasıyla mümkündür.
Bu sihirli ölümden daha beter olan, tersine çevrilemeyen
ölüm olacaktır, sonsuz olanın sonu da dahil olmak üzere
sadece son olacaktır.

8 Hegel, eserine öncelikle Bilincin Deneyiminin Bilimi başlığını


vermiş, daha sonra baskı aşamasında Tinin Fenomenolojisi ola­
rak değiştirmiştir. Fakat son anda yapılan bu değişiklik baskıda
aksaklıklara yol açmış ve kimi nüshalar yeni başlıkla, kimi nüs­
halar eski başlıkla, kimileri ise iki başlıkla birden basılmıştır. Bu
yüzden "Bilincin Deneyiminin Bilimi" , Tinin Fenomenolojisi'nin
altbaşlığı olarak kabul edilir. Hegel'in özellikle Giriş bölümünde
sıkça kullandığı bir ifade olan "bilincin deneyiminin bilimi" , ese­
rin birinci bölümünü oluşturur. -çn
9 Alın. "sihirli güç" , "sihir gücü" -çn
10 Alın. "sözün tanrısal doğası" . -çn

205
Ayrışma

O halde buna deneyim denemeyecektir, çünkü bir ne­


ticesi olmayacaktır. Bunun bir spekülatif adının olmama­
sı, hakkında konuşmak gerekmesini engellemez yine de.
"Auschwitz"in ortaya koyduğu soru , "Auschwitz" ile zin­
cirleme bağlantı kuracak söylem cinsi sorusudur. Bu cins,
spekülatif değilse eğer ne olabilir? Aujheben'dan değilse
yetkisini nereden alır? Aujheben, Selbst'i1 1 aracısız bir cüm­
lenin evrenindeki gönderge konumundan, önceki cüm­
leyle "zincirleme bağlantı kuran" bir cümlenin evreninde
verici ve alıcı konumuna geçirerek aslında ikinci cümleye
yetki veren bir harekettir: zira bu ikinci cümlede, birinci­
nin göndergesiyle ilgili söylenen şeyi söyleyen, verici ola­
rak bu göndergenin kendisidir ve bunu alıcı olarak kendi
kendisine söyler. Bu hareketin dışında "Auschwitz" , dı­
şarıdan düşünülen şey, yalnızca "kendi evinde [ aupres de
soi ] " 12 (an sich) "bizim için" (jür uns) konmuş gönderge,
nasıl olur da içselleştirilebilir, aracısız konma olarak or­
tadan kaldırılabilir ve kendi-için'in (jür sich) özdeşliğinde
(geçici bir özdeşlik dahi olsa) kendine kendini gösterebilir,

1 1 Alın. "kendi" -çn


1 2 Lyotard, Hegel'in A n sik l opedi 'sinin 1 830 baskısının Maurice de
Gandillac çevirisinden alıntı yapıyor. Gandillac bu çeviride Al­
manca an sich ifadesinin Fransızca karşılığı olarak en soi yerine,
"kendi evinde, kendine yakın" anlamına gelen aupres de soi ifa­
desini tercih ediyor. En soi terimini ise yer yer in sich karşılığı
olarak kullanıyor. Bu tercih, her ne kadar Hegel'in an sich für uns
derken kastettiği düşünceyle uyumlu olsa da, çeviride kavram
karmaşasına yol açmaktadır. Nitekim an sich için en soi, bei sich
karşılığı olarak aupres de soi veya chez soi, in sich için ise dans
soi ifadeleri bugün yaygın olarak kullanılmaktadır. Biz yine de
Lyotard'ın yazısına sadık kalarak, an sich kastedilmesine rağmen
aupres de soi karşılığı olarak "kendi evinde" terimini, en soi kar­
şılığı olarak ise "kendinde" terimini kullandık. -çn

206
Ayrışma

kendini bilebilir? Bu karşılıklı yer değiştirme [pennutation]


olmadığı zaman, Hegel'e göre, sadece boş, öznel, keyfi ge­
vezelik olabilir, en iyi ihtimalle "soyut akılsal [ ratiocinan­
te] " düşünceye doğru, anlama yetisinin söylemine doğru,
sonluluğun "gösterişsizliğine" doğru bir geri gidiş olabilir.
Bu gösterişsizlik ise, boş öznellik hevesinin mutlak diye
yüceltilmesi olduğu için, "kötücül olan"dır ( 1 830: § 386) .
Yine de "Auschwitz"in neticesini ifade etme gereklili­
ği konusundaki bu ihtar, adsız olanla ilgili spekülasyonda
bulunma ihtarı, onun hakkında konuşmak gerektiğini ama
hakikaten konuşmanın ancak cümlenin adsız göndergesi
cümlenin vericisi ve alıcısı haline gelirse ve böylece "ad­
lamrsa" mümkün olduğunu bildirir - işte bu tehdit (veya
uyarı) , nesnenin doğası hakkında önyargıda bulunur.
"Auschwitz"in sakladığı ad, sihirli "güzel ölümün" ölü­
müyse eğer, nasıl olur da spekülatif hareketi destekleyen
güzel ölüm, kamplardaki ölümden sonra ayağa kaldırılabi­
lir? Ve ayrıca, "Auschwitz'ten sonra" spekülatif söylemin
öldüğü varsayılırsa, onun yerine ancak öznel gevezeliğin,
gösterişsizliğin kötücüllüğünün geçeceği anlamına gelir mi
bu? Bu alternatif, spekülatif mantık içinde formüle edil­
miştir. Onu kabul ederek bu mantığı sürdürmüş oluruz.
"Auschwitz" adsızından "sonra'' , onun spekülatif ne­
ticesi olmayacak bir tür cümlenin başka bir mantığa göre
meydana gelmesi mümkün müdür? Şunu düşünebilmek
gerekecektir: "Auschwitz" ile Batı düşüncesinin geçirdi­
ği bölünme, spekülatif söylemin dışında olup bitmesin,
yani, spekülatif söylemin dışı olmadığına göre, bu bölün­
menin etkisi bu söylemin içinde tamamlanmamış, geçer­
siz , ifade edilmemiş bir çıkış olarak belirlenmesin, iyi ba-

207
Ayrışma

kıldığında sadece bir moment olması gereken bir figürün


( "Auschwitz" ölüm figürünün) üzerindeki bir tür nevro­
tik tıkanma [ stase] olarak belirlenmesin; bunun yerine
bu bölünme spekülatif mantığın sadece etkilerinde değil,
kendisinde de çatlaklara yol açsın, işlemcilerinin hepsi­
nin değil de bazılarının çalışmasını engellesin, ne iyi ne
kötü olacak veya her ikisi birden olacak ayarı bozulmuş
bir sonsuza onu mahkum etsin.

1 54. Septisizm.
"Auschwitz" adından negatif diyalektik için ve onun
içinde bir model yaparak Adorno, burada sonu gelenin
yalnızca bir olumlayıcı diyalektik olduğunu ima eder. Peki
ama diyalektik nasıl olumlayıcı olur? Felsefi Hazırlık'ta13
Hegel, mantığın içinde bir ayrım yapıyordu: "diyalektik
yön, yani negatif şekilde akılsal yön ve spekülatif yön, yani
pozitif şekilde akılsal yön" ( 1 809: 1 65) . Bu ayrım Ansiklo­
pedi' de de tekrar edilmiştir: "Diyalektik moment, bu türden
sonlu belirlenimlerin kendi kendini ortadan kaldırdığı ve
karşıtlarına geçtiği edimdir [ . . . ] . Spekülatif, veya pozi­
tif-akılsal olan, belirlenimlerin karşıtlıkları içindeki bir­
liğini, onların çözülmesinde ve aşılma ediminde olumlu
olanı yakalar" ( 1 830: § 82) .
Eserin tamamında bu ayrım gözetilmemiştir. Kaynağını
tam da negatifin sihirli bir olumlama gücü olmasından alan
bir söylem zaten bunu nasıl yapabilir ki? Esas şaşılması ge­
reken, karşıtlığın kurulmuş ve kendi diyalektikleştirilmesi
dışında da sürdürülmüş olması, anlama yetisinin düşünce-

13 Propedeutique philosophique. Hegel'in 1 809- 1 8 1 1 yıllan arasında


Nuremberg Lisesi'nde verdiği derslerin notlan. -çn

208
Ayrışma

sine gözlerden ırak şekilde ama çok önemli bir konuda ade­
ta taviz verilmiş olmasıdır. İşte bu, spekülatif söylemdeki
bir izdir, kabuk bağlamış bir yaranın izidir ve bu söylem bu
yaranın tedavi edilmesidir. Nihilizm yarasıdır bu. Kazara
olmamıştır, mutlak şekilde felsefidir. Septisizm (antik olan
kastediliyor) , herhangi bir felsefe değildir, o, "üzeri örtük
biçimde [ . . . ] , tüm felsefenin serbest yönüdür" , diye yazar
Hegel 1802'de ve şöyle devam eder: "Akılsal bir bilgiyi ifa­
de eden herhangi bir önermenin refleksiyonlu yönü , yani
onda bulunan kavramlar yalıtılırsa ve bu kavramların nasıl
bağlandığı ele alınırsa, zorunlu olarak ortaya çıkar ki bu
kavramlar aynı zamanda kaldırılmıştır [aufgehoben] veya
öyle bir şekilde birleşmişlerdir ki birbirleriyle çelişirler;
aksi takdirde bu , aklın değil anlama yetisinin bir önermesi
olacaktır" ( 1 802: 3 7-38) . 1830 tarihli Ansiklopedi'nin 39.
Paragrafında Hegel, 1 802 tarihli makaleyi hala onaylarca­
sına ona gönderme yapar.
Öte yandan 78. Paragrafta, felsefenin belirlenimleri çöz­
me serbestliğine katı bir ayar getirilir: "Bilmenin tüm biçim­
lerini etkileyen bir negatif bilim olarak septisizm, bu türden
varsayımların yok hükmünde [nichtig] olduğunu ortaya ko­
yan bir giriş gibi görülebilirdi. Oysa bu sadece hoş olmayan
değil, gereksiz de bir yol olacaktır, çünkü, hemen gösteri­
leceği gibi, diyalektiğin kendisi olumlu bilimin özsel bir mo­
mentidir." Bu ayar, Tinin Fenomenolojisi'nin Giriş bölümün­
de zaten getirilmiştir: "Septisizm neticeyi sadece bir katıksız
yokluk olarak görür ve bu yokluğun, belirli bir şekilde neti­
cesi olduğu şeyin yokluğu olduğunu göz ardı eder" (1, 70) .
Tinin Fenomenolojisi'nin hayvanları, duyulur olanın ha­
kikati karşısında bilgelik örneği olarak verilmiştir: duyulur

209
Ayrışma

hakikatin gerçekliğinden ümidi kesip onu tüketirler (zehren


sie auj) (I, 9 1 ) . Septisizm hoş değildir, çünkü tinin hayvan­
lığıdır, işkembesidir, belirlenimleri tüketir. İşte nihilizmin
yaralar açan büyüsü budur, kalıntı bırakmayan bir tüketme
veya eritip bitirme. Bunun merhemi ve cin çıkarma yöntemi
şudur: bu ümit kıncı negatifliği bir olumlama üretmek için
çalıştırmak. "Auschwitz" adsızı bir negatif diyalektik mode­
liyse, - o zaman nihilizmin ümitsizliğini uyandırmış olacak­
tır ve "Auschwitz'ten sonra" düşüncenin belirlenimlerini bir
ineğin otlarını veya bir kaplanın avını tükettiği gibi, neticesiz
tüketmesi gerekecektir. Batı bir ahıra veya ine dönüşmüştür,
orada bu tüketmenin ardından ne geliyorsa o bulunacaktır
ancak: atık, bok. Nichtige'nin sonsuz tekrarı olarak, "kötü
sonsuz" olarak sonsuzun sonuna böyle denmeli işte. Tinin
gelişmesini umuyorduk, bokunu bulduk.
"Auschwitz"in neticesi ne olabilir? Netice nedir? An­
siklopedi'nin yine 82. Paragrafında Hegel şöyle yazar bir
de: "Diyalektiğin pozitif bir neticesi vardır, çünkü belirli
bir içeriği vardır, veya çünkü onun neticesi hakikaten boş,
soyut yokluk değil, bazı belirlenimlerin yok sayılıp olumsuz­
lanmasıdır; bunlar tam da neticede içerilir, netice derhal ve
aracısız bir yokluk değil, pekala bir neticedir. " Netice var­
dır, çünkü belirlenim vardır.
Ama belirlenim de ancak bu spekülatif söylem cinsinin
kurallarıyla belirlenir.

HE GEL

1 . Tinin Fenomenolojisi'nin önsözünde Hegel yüklemlemeyi


betimler: bir yandan Selbst (sözkonusu olan, önermenin öznesi) ,

210
Ayrışma

zemini, Basis'i oluşturur, hareketsiz bir dayanaktır [ base) ; diğer


yandan onunla ilişkilenen içerikler bir gel-git hareketine tabidir,
Selbst'e ait değillerdir, başka "zeminlere" [ "bases ") uygulanabilir­
ler ve başka beyanlara yol açarlar. Beyanlar sıfatlandırma yargısı
formundadır, içerikler ise yüklemlerdir. "Soyut akılsal" cümle,
das Rasonnieren budur işte. Aristotelesçi ve Kantçı anlamda anla­
ma yetisi felsefesi, der Hegel, şu soruda takılıp kalır: bir yargının
öznesiyle yüklemi arasındaki ilişkinin (sentezin) keyfi olması
nasıl engellenir? Kavrayan, "yakalayan" düşünce, das begriefende
Denken, özne olarak cümlenin öznesini, durma halindeki Selbst'i,
hareketsizlik içinde arazlara (Hegel artık yüklemlerden bile söz
etmez) dayanak teşkil edecek (das unbewegt die Akzidenzen tragt)
ein ruhendes S ubjek t i 1 4 kabul etmez; onun öznesi, "kendini kendi
'

oluşu [ devenir) olarak temsil eden nesneye has Selbst" tir, yani
"hareket etmekte ve kendi belirlenimlerini geri almakta olan
kavram"dır (PhG: 1, 50-5 5 ) .
Kant'tan Hegel'e gerçekleşen b u "özne" değişikliğinde altı çi­
zilmesi gereken üç yön vardır. Öncelikle anlama yetisinin söy­
lemi, cümlede gönderge ile (nesne, Selbst veya Aristoteles'teki
anlamıyla töz ile) onun anlamını (kavramı) birbirinden ayırır.
Bu söylemin "zorlukları" bu ayrımdan kaynaklanmaktadır. He­
gelci "çözüm" onu ortadan kaldırmaktır: gönderge kavramdan,
anlamından başka bir şey değildir. Hakkında cümle kurulan,
cümleye dökülendir de (gerçek olan akla uygundur) . Bu özdeş­
lik doğal dil-sistemlerinde zaten vardır ama kendinde kalır ve bu
sistemlerde ancak "bizim için" , "aktüel" cümlenin dışında kalan
ve zaten spekülatif söylem içinde bir durumda bulunan biz alı­
cılar için görünür haldedir. Spekülatif söylemin içinde bu dış,
içselleşir, "bizim için" , "kendi için"e dönüşür, spekülatif söylem-

14 Alın. "dingin, hareketsiz bir Özne" -çn

21 1
Ayrışma

den atılan veya onun içine dahil edilen "biz"in yerine, spekülatif
cümledeki alıcı merciine Selbst gelip yerleşir. Böylece Selbst üç
mercide bulunur: gönderge, anlam ve alıcı. Bunu izleyen iki soru
vardır: 1) spekülatif verici sorusu ; 2) mercilerin basitçe özdeş
olması imkansızdır ( "Tibetliler'in Omu"dur bu) , aynının çeşitli
mercilerde bulunması, çelişik şekilde olur. Hegel'in belirlenim
dediği ve boş özdeşlikten kurtulmak için oyuna soktuğu şeye
gizlice güç veren, cümle evrenlerinin birçok merci halinde dü­
zenlenmiş olmasıdır.
İkinci yön: Spekülatif lisanda "kendinde"den "kendi için"e
geçiş olarak ifade edilen " özne" değişikliği, mantıkçının ve dilbi­
limcinin (birbirinden farklı anlamlarda) dil-nesneye [ langage-ob­
jet] dair bir üstdil [metalangage] oluşması dedikleri şeydir. Ka­
pıyı açmak gerekmez, Kapıyı açın cümlesinin hakikatini ortaya
koymak gerekir (no. 45 , 1 49) .
Üçüncü yön: spekülatif düzeneğin, cümleleri oluşturan terim­
lerin (veya cümlelerin kendilerinin: Hegel için terimler, gelişme­
miş cümlelerdir) Doppelsinnigkeit'ına15 veya Zweifelhaftigkeit'ına16
ihtiyacı vardır. İkilik ve şüphelilik, Selbst'in özdeşliğinin çelişik
olduğunun işaretleridir. Sözkonusu olan yalnızca geçici, nihai te­
kanlamlılıktan önceki özellikler değildir. Örneğin Estetik Üzerine
Dersler' de ( 1 835: Il, 1 2) sembol, "özünde zweideutig" doğası ile ni­
telendirilmiştir: bir madalyonun üzerine kazınmış aslan, "bir form
ve bir duyulur varoluş"tur. Bir sembol müdür? Belki. Eğer öyleyse,
neyin sembolüdür? Buna karar vermek gerekir. O halde iki kesin­
liksizlik seviyesi vardır: duyulur mu sembol mü? İkinci durumda
imleme nedir? Bu sorular cevaplanıp çokanlamlılık dağıtılır, sem­
bol parçalanır, bir göndergeye bir anlam yüklenir.

1 5 Alın. "çiftanlamhhk" . -çn


16 Alın. "şüphelilik" . -çn

212
Ayrışma

Ama çokanlamlılık ve şüphelilik, duyulur cümleyle zincir­


leme bağlantı kuran dilsel cümlede yeniden bulunmalıdır. Bir
doğal dil-sisteminin sözcüklerinde birçok anlam bulmak, " ti­
nin mutluluğu" dur (WL: 1 2- 1 3 ; 1 830: § 96) . Anlamlar birbirine
karşıt, entgegensetzte olduğunda, bu mutluluk doruğa ulaşır. Bir
dil-sisteminde bu duruma ne kadar sık rastlanırsa, "spekülatif
tin" orada o kadar ikamet eder. "Karşıt anlamlar taşıyan tek bir
sözcükte yine naifçe sözdağarcığına dahil olan" çelişiklerin bu­
luşması, " tin için bir zevk" tir. Bu zevk, Almanca aujheben ile do­
ruk noktasına ulaşır: aujheben'da, Latince tollere'de olduğu gibi,
olumlu yükseğe kaldırmak ile olumsuz ortadan kaldırmak birleş­
mekle kalmaz, olumlama zaten olumsuzlamayı içerir: yükseğe
kaldırmak, kaldırıp korumaktır (erhalten) ve "bir nesneyi kaldı­
rıp korumak, onu aracısızlık halinden ve bu yüzden de dış etki­
lere açık bir varoluştan çekip almadan mümkün değildir" (WL:
94) .
Aujheben ile düşüncenin zevkinin doruğa ulaşması, sıradan
dil-sistemindeki bu terimin aynı zamanda en üstün spekülatif
işlemin adı olmasındandır. Selbst veya sıradan cümlenin ya da
anlama yetisi cümlesinin öznesi, spekülatif söylem tarafından bu
cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu çeşitli merciler üzerinde dolaşı­
ma sokulmuştur. Bu oluş içindeki Selbst, hem kaldırılıp korun­
muş hem de ortadan kaldırılmıştır.
Bu arada spekülatif olanın yaptığı, sıradan olanın "naifçe"
yaptığından ibarettir. Spekülatif olan, bir dil-nesnenin üstdili
değil, kaldırılıp korunmuş ve ortadan kaldırılmış dil-nesnenin
kendisidir. Mantık (diyalektik mantık) , "nesnelerinden ve içe­
riklerinden ayrı bir şey değildir (nichts Unterschiedenes) ; kendin­
de içeriktir o, içeriğin kendinde sahip olduğu , sistemi ilerleten
diyalektiktir" (WL: 36) , bir merciden diğerine doğru , kendin-

213
Ayrışma

de anlamdan (göndergeden) kendi için anlama (alıcıya) doğru


Selbst kendini ortadan kaldırır ama aynı zamanda kendini kal­
dırıp korur ve yükseğe kaldırır, çünkü cümle evreninin speku­
lumunda yansımaktadır. Bu spekülatif söylem, Selbst'in sonsuz
değişme hareketini ortaya çıkarmaktan başka bir şey yapmadığı
iddiasındadır; Selbst, birçok merci halinde düzenlenmiş olan en
küçük cümle evreninde kuvve halinde bulunur. Spekülatif söy­
lem Selbst'in, cümle evrenindeki mercileri birleştiren durum iliş­
kilerini katetmesine izin verir.

2. Katedilen bu güzergah, spekülatif söylemdir. Hakikat tek


cümleyle ifade edilemez , kendi çokanlamlılığının açılmasıdır ha­
kikat, zincirleme bağlanmış birçok cümleye gereksinim duyar.
Spekülatif zincirleme bağlantı , herhangi bir bağlantı değildir.
Güzergahın uyduğu bazı kurallar vardır. Varlık diyalektiğiyle sı­
nırlı kalınırsa, olmazsa olmaz üç kural (WL: 76) .
İlk olarak, varlık [ etre] dendiğinde belirli bir şey denmiş ol­
maz , hiçbir şey [ rien ] denir (Nichts , yokluk [neant] ) : ve dolayısıy­
la, hiçbir şey dendiğinde varlık da denmiş olur, zira varlık hiçbir
şeydir. Böylece varlık yoklukta kaybolur, yokluk da varlıkta. İki
terimin karşılıklı birbirinde kaybolmasından terimlerin özdeşli­
ği doğar: varlık veya hiçlik demek aynıdır. Bu özdeşlik boştur.
Varlık veya hiçlik demek, hiçbir şey dememektir; veya: varlık ve
yokluk aynı şeydir. "Soyut akılsal" düşünce burada , bu boşluğa
gelince durur.
İkinci bir kural bu tıkanıklığı açar: "Daha yakından bakıl­
dığında, kendi içinden geçerek kaybolma hareketine sahip bir
önerme buraya konmuş bulunur. Böylece, kendi içeriğini yap­
ması (ausmachen) 17 gereken şey, yani oluş, onun başına gelir

1 7 Fr. effectuer. -çn

214
Ayrışma

(geschieht an ihm) " (WL: 78) . Varlık ve yokluk aynı şeydir den­
diğinde bu cümle, bir sıfatlandırma önermesinin formuna sahip
olduğu için, söylemin boş özdeşlikte tıkanıp kalmasına yol açar.
Öte yandan başka bir şeyi içinde barındırır, kendi için bir anlam
değil, onun içinden geçen bir "yapma"dır bu : akıl yürütmenin
yaptığı, varlığın yoklukta, yokluğun da varlıkta kaybolması ha­
reketi (kural 1 ) . Bu hareket, varlık ve yoklukla ilgili cümlenin
"kendi içeriği"dir. Aslında zaten oluştur ama bu oluş henüz ken­
di kendine görünmez ( "bize" görünür) .
Üçüncü kural: bu "içerik" (varlığın ve yokluğun karşılık­
lı kaybolma hareketi) , cümlenin formunda ifade edilmediği
müddetçe , ancak onun "başına gelir" Cümle onun yapılması­
dır yalnızca. Kendisinde onu ifade etmez. İfade edilmemiş (nicht
ausgedrückt) bir yapma, spekülatif bir netice değildir. Bir terim
(başka bir cümle) Varlık ve yokluk aynı şeydir cümlesinin içeriği­
ni ifade etmelidir. Peki ama bu ifade nasıl sağlanacaktır? Örneğin
bu cümlenin varlık ile yokluğun birliğini imlediğini söylersek, ne
yapmış oluruz? Wir meinen, görüşümüzü bildiririz, kanaatte bu­
lunuruz. Oysa, der Hegel, "Meinen öznel olanın bir formudur, bu
dizideki mevcut-kılan-sunuşa ait değildir (das nicht in diese Reihe
der Darstellung gehört) " Mevcut-kılan-sunuştan (burada sergi­
leme anlamında , dar-) kaynaklanmayan, öznel şekilde dışarıdan
içeriye sokulmuş her cümleyi, her tür heteroj en üçüncü terimi
elemek gerekir. "Varlık ve yokluğun içinde durduğu (Bestehen)
üçüncü terim de burada meydana gelmelidir ve gerçekten de
burada meydana gelmiştir, oluştur bu . " Aranan üçüncü terimin,
iki karşıtla aynı "aktüel" mevcut-kılan-sunuşta meydana gelme­
si ve onlarla dizi (Reihe) oluşturması "gerekir" Oysa karşıtların
karşılıklı kayboluşunun mevcut-kılınıp-sunulduğu hareketin
içinde, ifade edilmemiş şekilde , onu zaten bulmuştuk. Bu mev-

215
Ayrışma

cut-kılan-sunuşta zaten meydana gelmişti o ama yalnızca yapma


olarak. Yapılması, ifade edilmesinden önce olmuştu . "Hakikat ne
varlıktır ne de yokluk; varlığın yokluğa, yokluğun da varlığa geç­
mesi (übergehen, geçiş yapması) değil, geçmiş olmasıdır (über­
gegangen) hakikat" (WL: 67) . -Mişli geçmiş [parfait] , kendi için
ifadenin, kendinde yapmadan geç geldiğini belirtir ama bu gecik­
me de üçüncü terimin (oluş , geçiş) dizide ancak diğer ikisinden
sonra, onların diyalektik toplamı olarak mevcut-kılınıp-sunula­
bileceğini gösterir. Yapma 1 +2 ise, netice 3xl olacaktır.
Aynı argümanı başka türlü söylemeye çalışayım. Dizi kavra­
mı, geçiş kavramım getirir (no. 94-97) . Ama bir terimden diğeri­
ne geçiş ancak dizinin içinde, ancak bir terim olarak, ancak son­
radan belirtilebilir (bu üç kısıtlama aslında tek bir kısıtlamadır) .
Geçiş, terimlerini ancak geçmiş olarak ifade eder. - İtiraz: her
tür geçmişin geçiş olmuş olduğu anlamına mı geliyor bu ? De­
vamlı olana, önce/sonraya, Ereignis karşısında öncelik vermektir
bu . Hegel düşüncesinde bu ayrıcalık şüpheli (veya çokanlamlı)
görünmez. Adına da Selbst, kendi denir.
Böylece cümlelerin oluşumuna ve zincirleme bağlantısına
dair spekülatif söylem için zorunlu üç kuralı ortaya koyduk.
Bu söylemde çokanlamlılık kuralı ancak birçok evreni birlikte
mevcut-kılıp-sunabilecek bir terimi veya cümleyi kabul eder. Bu
kuralın güvencesi, sadece bir evreni mevcut-kılıp-sunan basit bir
cümlenin aynı zamanda bu evrende birçok mercii birlikte mev­
cut-kılıp-sunuyor olmasıdır.
Zincirleme bağlantıyla ilgili içkin türetme kuralı veya para­
doksal kural şunu buyurur: Eğer p ise, o halde değil-p, ve: Eğer de­
ğil-p ise, o halde p. Eğer kazanırsan, kaybedersin; eğer kaybedersen,
kazanırsın (Protagoras Notu) . Eğer varlıksa, o halde varlık-olma­
yan; eğer varlık-olmayansa, o halde varlık (Gorgias Notu) . Bu ku-

216
Ayrışma

ral, karşılıklı gerektirme formunda çokanlamlılığın gelişmesidir.


Çelişkiye götürür: p ve değil-p (Wittgenstein anlamında) . Sıradan
anlamıyla bir q "neticesine" yol açan (değil-p tarafında) fazladan
bir gerektirme " turu " sayesinde, ikileme izin verir (Protagoras
anlamında) : Eğer p ise, o halde q; ve: Eğer değil-p ise, o halde p, o
halde q (no. 8) .
Üçüncü kural, ifade veya netice kuralı (spekülatif anlamda) ,
p'den değil-p'ye geçişin ve değil-p'den p'ye geçişin hep birlikte
üçüncü bir q terimi (veya cümlesi) tarafından ifade edilmesini
buyurur: Eğer p ise, o halde değil-p, o halde q; ve: Eğer değil-p ise,
o halde p, o halde q. Sıradan "neticeden" farklı olarak burada ve
kurala dahildir ve bu iki " tur" her iki taraftan da beklenir. Bu
düzenek, ikilemi ortadan kaldırır.

3. Bu şekilde spekülatif söylemin bir cins olarak yalıtmış ol­


duğuna inanılır: bir grup oluşum ve zincirleme bağlantı kuralına
tabi mümkün cümleler kümesi. Oysa kural kavramı, "soyut akıl­
sal" [ "ratiocinante" I bir düşünceden, anlama yetisi düşüncesinden
kaynaklanır. Cümleler ile, burada spekülatif söylemin cümleleri
ile, bu cümlelerin oluşumunu ve zincirleme bağlantısını sağlayan
işlemciler, kurallar arasına (formalist) ayrım koyar bu kavram. Ya­
pılmış olan kural incelemesi, incelenen dile (spekülatif söylem)
göre üstdil düzeyinde bulunur. Spekülatif söylem, nesne-dil ko­
numuna yerleştirilmiştir. Öyleyse spekülatif söylem ve formalist
söylem birbirine karşıttır.
Öte yandan karşıtlık tam da spekülatif söyleme gücünü ve­
ren şeydir. Bu söylemle ona yabancı olduğunu sanan söylem ara­
sında da devreye girer. Sözde üstdil ne yapmıştır? Spekülatifin
(gönderge olarak aldığı spekülatifin) varsayımlarını geliştirmiş­
tir. Bu söylemin imlemesini yalıtıp ortaya koymuştur (spekülatif
söylem, türetilmemiş kurallarla yönetilmektedir) ve bu imleme,

217
Ayrışma

spekülatifin kendine verdiği imlemeyle çelişiktir (cümlelerin


zincirleme bağlantısında hakikatin doğuşuyum ben) . Bu karşıt­
lığın neticesine bir ad vermiştir (spekülatif, bir söylem cinsidir;
başka söylem cinsleri de vardır) . Böylece spekülatifin incelemesi,
spekülatifin yapmakla kalmayıp kendi için ifade de ettiği başlıca
işlemleri bilmeden, yani yalnızca kendinde yapmıştır. O zaman
cümle rejimleri ve söylem cinsleri, Selbst'in18 gelişmesinin geçi­
ci neticeleri olarak ele alınmalıdır. "Üstdil" bunun refleksif mo­
mentidir. Spekülatiften çıkılmaz.
Olumsuzluğa direnen, biz değil kendidir [ le soi] . Tinin Feno­
menolojisi'nde biz, üstün bir yer tutar, çünkü bu fenomenoloji,
bilinç deneyimi alanında gelişmektedir ve burada "ben, hem iliş­
kinin terimlerinden biridir hem de ilişkinin tamamıdır" ( 1 830: §
4 1 3 ) . Bu ayrıcalık, mantık veya nesnel tin sözkonusu olduğun­
da, yani spekülatif söylem bilinç olmayan nesnelere yayıldığında
kaybolur. Orada görülür ki biz, zorunlu ama daha aşağıda bu­
lunan soyut momentin, dışsallık momentinin yerinde bulunur,
spekülatifin içinde spekülatiften başka olanın (anlama yetisinin)
yeridir bu. Ama en üst momentte biz kaybolur; felsefe idesinin
momentidir bu ve onun "kendi evinde [ aupres de] ve kendi için
(an und für sich) " olduğu söylenir (age: § 577) . O zaman, Tann
olan bu idenin kendiyle ilişkisini ifade etmesi için bir bize ihtiyaç
yoktur.
Ansihlopedi'de für uns, bizim için ifadesi genellikle an sich,
hendi evinde [ aupres de soi] ifadesiyle birleşmiştir. Bunlar, birlik­
te kavramın gelişmesinin soyut momentini vurgularlar, burada
düşüncenin nesnesi ile , yani kendi evinde olan kendi ile özne,
yani bu kendiyi koyan biz arasındaki dışsallık korunup kaldırılır.
Spekülatif moment ise tersine bu dışsallığın çözüldüğü moment-

18 Alın. "kendi" . -çn

218
Ayrışma

tir, orada kendi, bizin "yerine" geçer (biz artık orada değildir) ,
düşüncenin nesnesi kendini nesneleştiren düşünce ve kendini
düşünen nesne olur, für sich, kendi için olur.
Örneğin neden [cause] ile amaç [but] arasındaki fark böyle­
dir: "Nedenin öncelikle etkideki neden olması ve kendisine [ en
elle-mtme] 19 dönmesi ancak kendi evinde [aupres d'elle] 2° veya
bizim için olur. Amaç ise tersine kendi kendinde [ en lui-mtme] 21
belirliliği veya nedende hala ancak başkalık olarak görüneni içer­
mek için konmuş gibidir [ . . . ] . Amacın, spekülatif olarak yakalan­
ması gerekir [ . . . ] " (age: § 204) . Aynı şekilde karşılıklı-eylem (die
Weschelwirkung) sözkonusu olduğunda da, bu eylemlilik for­
munun belirlenimleri öncelikle ancak "kendi evlerinde [ aupres
d'elles-mtmes) 22" , "bizim refleksiyonumuzda" "yok hükmün­
dedirler" (nichtige) : ama Weschelwirkung'un birliğine ulaşması
ancak belirlenimlerinin birliği orada "kendi için de olduğunda" ,
karşılıklı-eylemin kendisi her bir belirlenimi kendi karşıt belirle­
nimine dönüştürerek ortadan kaldırdığında olur (köken ve etki,
aksiyon-reaksiyon, vs.) ( § 1 5 5 ve 1 56). Spekülatifin bedeli, dışa­
rıdan düşünen veya cümle kuran özdeşlik olarak bizin ortadan
kaldırılmasıdır.
Jena'dan çıkan ilk Realphi losophie şunu öğre tir: "bir ger­
çek-varlık olarak im, derhal kaybolmalıdır" ve "ad, kendinde
şeysiz ve öznesiz bir kalıc ıdır [permanent) . Adda , imin kendi
için varolan gerçekliği yok olur" ( 1 804 : 81 ve 83) . Ben, o, sen,
biz , imlerdir, tüm adıllar gibi; özdeşlik onlar üzerinde mey­
dana gelemez . Adlar üzerinde meydana gelir ve bunun bedeli,

1 9 Alın. in sich: kendi içine. Bkz. s. 206, dipnot 12. -çn


20 Alın. an sich: kendinde. Bkz. s. 206, dipnot 12. -çn
21 Alın. in ihm selbst: kendi kendisinin içinde. Bkz. s. 206, dipnot
1 2 . -çn
22 Alın. an sich. -çn

219
Ayrışma

imlerin imsizleşmesi, adılların yok edilmesidir. Bu şekilde "bu


şey işler"
Peki ya adlar, en azından şeyin işlememesi için zorunlu mu­
durlar? Şey daha ziyade hepoburdur, adlan da yutar. Zira adlar,
hafızanın imlerle yaptıklarından ibarettir ancak (age: 82) . Ama
hafızanın kendisi, "düşünmenin tektaraflı varoluş kipidir" , onun
"makinaya benzer" yönüdür, "bizim için veya kendi evinde" dü­
şünmedir, Ansihlopedi'nin de hatırlattığı gibi ( § 464 ve Not) . Ter­
sine eğer sadece adlar olsaydı şey işlemezdi, çünkü tam da onun
yerine ad makinası, "adcılık [nominalisme] " işlerdi. Derrida, şu
"önermeye" "cüret eder" : "Hegel'in asla düşünememiş olduğu şey,
çalışan bir makinadır" ( 1 968-a: 1 26) . Makinalar zararına çalışır.
Spekülatif, bir kazanma makinasıdır, yani rahatsızdır. "Şey" an­
cak atıklarını kazanca çevirerek işler, adlar ve adıllar da buna
dahildir.
Bu bozulma, diyalektik zorunluluktur ve ereklilik onun ken­
disidir. Fenomenoloji'nin Önsöz'ünde şöyle yazar: "Akıl, amaca
gôre yapmadır (das zwechmdssige Tun) . " Bu erekliliğin modeli
Aristoteles'ten alınmıştır. Spekülatif oyun sadece anlama yetisi­
nin bakışıyla canavarca görünür, oysa anlama yetisi onun varsa­
yımlarım tanımaz , onları apaçıklıklar olarak, aksiyomlar olarak
veya imkan koşulları olarak alır. Bazı cümleleri ilk kabul eder. İlk
cümle yoktur. İlk, aynı zamanda sondur. Buna göre , felsefenin
ihtiyacıyla, tinin yalnızca "kendi evinde" olduğu bir figürle baş­
lanır ama ihtiyacın nesnesini ifade etmek ve bu ihtiyacı ortadan
kaldırmak için, tinin "kendi evinde olduğu şeyi kendi için olma­
sı" için, bütün cümleler gereklidir ( 1 830: § 387 Not) . Kendi için
kendini ifade etmek, spekülatif cümlede kendinin sıçrayışlarına
rehberlik eden erektir. Bu erek, "kendi bilincinde olan aklın olan
akılla, fiililikle anlaşmasıdır" (age: § 6) . Bu amaca durmaksızın

220
Ayrışma

ulaşılır ve dolayısıyla asla ulaşılmaz. Eğer ulaşılırsa, ulaşılmamış


olur. Ulaşılmadığı zaman, yine de ulaşılmıştır. İçkin türetme ve
negatif diyalektik kuralı burada amaca, yani neticenin kendisine
uygulanır. Ama diyalektikleştirilmiş amaç, amaç olmaktan çık­
maz. Teleoloji yalnızca in�likli hale getirilmiştir. Spekülatiften
çıkılmaz.

4. En azından oraya girmiş olmak lazım. Spekülatife bir ko­


şulla girilir: başlangıçta öznenin çokbiçimli [polymorphe) bir
Selbst'in yerini alması. Resultat kuralına bir giriş olan "çıkışta" ,
bu varsayımı yeniden buluruz. Tek bir X vardır. Bu X çeşitli
formlar altında, tüm işlemlerden geçerken aynıdır ve bu yüzden
tek bir Resultat olarak bütünleşir, bu netice de sırası geldiğinde
yeni işlemlerle çözülür. Yine bu aynının varsayılmasıyla , cümle­
den cümleye kurulan zincirleme bağlantıların kiplerinin ve orta­
ya çıkışlarının zorunlu olduğu ve diyalektiğin bir kaldırma oldu­
ğu söylenir. Oysa bu aynılık varsayımı yanlışlanabilir. Metafizik
söylemi yöneten bir kuraldır o (bu söylemin kapanışıdır) . Felse­
fi inceleme böyle bir özne-tözü asla açığa çıkarmaz . Cümleleri ,
cümle evrenlerini ve olayların ortaya çıkışını açığa çıkarır, bun­
lara karşılık gelen mevcut-kılan-sunuşları , mevcut-kılınıp-sunu­
lanları ve olayları açığa çıkarır.
Elbette Selbst varsayımına itiraz olarak "gerçekte böyle değil"
denemez . Şöyle itiraz edilebilir: bu varsayım belli bir söylem cin­
sinin kurallarından biridir, kendi kurallarını doğurmaya çalışan
metafizik cinstir bu ama işte tam da varsayım kuralı, bu söylem­
den doğamaz.
Söylemin meselesinin, kuralı oluşturmak olması (veya: cüm­
leye dökülen şeyin nasıl cümleye döküldüğünü öğrenmek için
cümle kuruluyor olması) , felsefi cinste kuraldır. Cümleye dökü­
lenin yasal olup olmadığını bilmeden cümle kurmaya "başlarız"

221
Ayrışma

daima. Zira kural, söylemin meselesi olduğu sürece kuralı değil­


dir ve söylem deneme yanılma yoluyla, olduğu kadar kurar zin­
cirleme bağlantılannı. Ve kural denen cinsin kuralı olarak " teşhis
edildiğinde" , bu cinsin meselesi aruk bu kural değildir ve cins de
deneme veya kritik değildir. "Spekülatif' kural, Resultat kuralı,
yani üçüncü kural, işte bu yüzden zorunlu olarak varsayılır. İlk iki
kural, yani çokanlamlılık ve içkin türetme kuralları böyle değildir.
Mevcut cümle de dahil olmak üzere tüm cümleleri çohanlamlı yapın
(veya: diyalektikleştirin) gibi bir buyruk, çokanlamlılık ve diyalek­
tik işlemcilerinin buyruğun kendisine de uygulanması gerektiğini
imler. Başka bir deyişle felsefi söylem içinde, bu söylemin kuralı
olarak kendini sunan her cümle çokanlamlılığa ve diyalektikleştir­
meye tabi kılınmalı ve yeniden oyuna sokulmalıdır. Kendi kendiy­
le alay eden bu buyruk, septisizme uygun düşer.
Spekülatif kural veya Resultat kuralı ise şöyle dile getirilecektir:
Mevcut cümle de dahil olmak üzere tüm cümleleri, ônceki cümlelerin
özdeşliğinin ifade edilmesi olarak oluşturun. Fakat anlama yetisi ta­
rafından bir kural olarak ele alındığında bu cümle mantıksal ola­
rak birincidir, öncesi yoktur. Dolayısıyla kendinden öncekilerin
özdeşliğinin ifade edilmesi olamaz. İtiraz olarak, spekülatif olarak
ele alındığında bu "başlangıcın" da oluşturulmuş olması gerekti­
ği ve ancak sonda yer alabileceği, başlangıçtan beri onu "izleyen"
cümlelerin neticesi olabileceği söylenecektir. Ama başlangıcın bu
nihai netice olarak görünmesi, ancak başlangıçtan beri Resultat
kuralı varsayılmış olduğu içindir. Bu kurala uygun olarak ilk cüm­
leyle sonraki cümle ve diğer cümleler arasında zincirleme bağlantı
kurulmuştur. Ama o zaman bu kural oluşturulmamış, sadece var­
sayılmıştır. Eğer başlangıçtan beri uygulanmıyorsa, sonda bulun­
ması da zorunlu değildir ve eğer sonda bulunmuyorsa, oluşturul­
mamış olacaktır, demek ki aranan kural o değildi.

222
Ayrışma

Felsefi söylemin meselesi, aranması gereken bir kuraldır


(veya kurallardır) , o bulunmadan bu söylem bu kurala uyduru­
lamaz. Bir cümleden diğerine kurulan zincirleme bağlantı, bir
kural tarafından değil, kural arayışı tarafından yönetilir.

155. Biz.
Eğer "Auschwitz'ten sonra" Resultat eksik kalıyorsa, bu,
belirlenim olmadığındandır. "Auschwitz" spekülatif ada
sahip değildir, çünkü o bir kıyı-deneyime, hatta deneyimin
yok edilmesine verilmiş özel addır. "Auschwitz" ten Resul­
tat'ı olan bir deneyim yapmak için onda eksik olan belirle­
nim hangisidir? Biz'in imkansızlığı mı? Kamplarda birinci
çoğul kişide bir özne olmuş olamaz. Böyle bir özne yoksa,
"Auschwitz'ten sonra" da geriye "Auschwitz"i adlandırarak
kendi kendini adlandırmakla övünecek hiçbir özne, hiçbir
Selbst kalamaz. Hiçbir cümlenin bu kişiye göre çekilme­
si mümkün olamaz: şunu yapıyoruz, böyle hissediyoruz,
bizi o aşağılamaya maruz bıraktılar, bu şekilde idare edi­
yorduk, umuyorduk ki, düşünmüyorduk ki . . . , hatta: her
birimiz yalnızlığa ve sessizliğe mahkum edilmişti. Kolektif
tanık olamaz. Kamplara sürgün edilenlerin çoğunda sessiz­
lik hüküm sürer. Çoğunda, sürgün edilenlerin tanıklıkla­
rı karşısında utanma duygusu uyanır. Bu bokta bir anlam
bulduklarını söyleyen düşünürlerin açıklamaları, yorumla­
rı karşısında, ne kadar incelikli olurlarsa olsunlar, utanma
ve öfke duyguları uyanır. (Özellikle de şu argüman karşı­
sında: tam da Tanrı yanıldığı için ona sadık kalmak gerek) .
Bir tür yetkisizlik (dört sessizlikten en az biri, belki daha
fazlası) (no. 26, 2 7) . Sözkonusu olan, diyasporadan da be­
ter bir dağılma, cümlelerin dağılması mıdır?

223
Ayrışma

Cumhuriyette, birinci çoğul kişi adılı gerçekten de yet­


kilendirme söyleminin anahtarıdır [ cheville] . Bir özel adın
yerine geçen bu adılın (Biz, Fransız halkı. . . ) , buyruklar­
la (kanun maddeleri, içtihatlar, yasalar, kararnameler,
kararlar, genelgeler, emirler) onların yasalaştırılması [ le­
gitimation] arasında "uygun şekilde" zincirleme bağlantı
kurabilmesi gerekir. Bir yükümlülük buyruğu düşünelim:
A eylemini gerçekleştirmek x için bir yükümlülüktür. Bu
yükümlülüğün yasalaştırılması şöyle kağıda dökülebilir:
"A eylemini gerçekleştirmenin x için bir yükümlülük olma­
sı " y için bir normdur (Kalinowski, 1972) (no. 203-209) .
Cumhuriyet rejiminin yasallık [ legitimite] ilkesi, normun
vericisi, yani y ile yükümlülüğün alıcısının, yani x'in aynı
olmasıdır. Yasa koyucu , norm haline getirdiği yükümlü­
lükten kaçmamalıdır. Ve yükümlü olan da, kendisini yü­
kümlü kılan yasayı çıkarabilir. Birincisi, yasayı söyleyerek,
ona saygı göstermesi gerektiğini ilan eder. İkincisi, yasaya
saygı göstererek onu yeniden ilan eder. x ve y adları ilke
olarak, en azından iki merci arasında, normatif cümlenin
vericisi ile buyurucu cümlenin alıcısı arasında, sorunsuz­
ca birbirlerinin yerine geçebilirler [ commutables ] . Böylece
bu adlar aynı biz'in içinde birleşmiş olur: kendine "Fransız
yurttaşlar" gibi bir kolektif ad veren biz. O zaman yetkilen­
dirme şöyle dile getirilecektir: A eylemini gerçekleştirmenin
bizim için bir yükümlülük olmasını norm ilan ediyoruz. Oto­
nominin ilkesi budur.
Ama böyle bir homoj en biz'in inşası, ikili bir heteroj en­
liği gizlemektedir. Öncelikle, adıllarla ilgili heteroj enlik.
Norm cümlesi şöyledir: Biz, Fransız halkı, norm olarak ilan
ediyoruz ki. . , vs. ; buyurucu cümle ise şöyledir: Biz, Fran-
.

224
Ayrışma

sız halkı, A eylemini gerçekleştirmeliyiz. Ama bu iki biz, iki


cümlenin mercilerinde aynı konumda bulunmaz. Normatif
cümlede, normun vericisidir; buyurucu cümlede, yüküm­
lülüğün alıcısıdır. Bir yanda: Bildiriyorum, diğerinde: yap­
malısın. Özel ad bu yer değişikliğini maskeler, biz de öyle,
çünkü ben ile sen'i birleştirebilir. Yine de yükümlülükte
ben, buyuran mercidir, buyruğun hitap ettiği merci değil.
Yasayı hem yapmak hem de ona maruz kalmak mümkün­
dür ama "aynı yerde" değil, yani aynı cümlede değil. Ger­
çekten de buyurucu cümleyi yasalaştırmak için bir başka
cümle (normatif cümle) gerekir. Yalnızca bu ikilikten bile,
hukuku söyleyen ile kendisine hukuk uygulanan arasında­
ki özdeşliğe dair bir kuşku doğar (Kant Notu 2) . Septisizm.
Cümlelerin heterojenliği, bu parçalanma tehdidini
ağırlaştırır. Normatif cümle bir performatif cümleye ben­
zemektedir (no . 204-209) . Normun norm olması için ve
norm haline getirdiği yükümlülüğün yasalaşması için, dile
getirilmesi yeterlidir. Onun vericisi hemen yasa koyucu
olur, yükümlülüğün alıcısı buyruğa hemen saygı göster­
mekle yükümlüdür. Performatif cümle, yükümlülüğü dile
getirerek onun yasalaşmasını fiili hale getirir. Normun
yasallığını ortaya koymak için onunla zincirleme bağlantı
kurmaya hiç gerek yoktur.
Buyurucu cümlenin durumu ise böyle değildir. Daha
sonraki bir cümlenin gerekliliğini barındırır o, kendisi­
ne uyulup uyulmadığı, yani alıcısına mevcut-kılıp-sunma
emri verdiği yeni evrenin meydana gelip gelmediği orada
ortaya çıkacaktır. Çünkü yükümlülükte, alıcının zincirle­
me bağlantı kurması gerekir (Kant Notu 2, § 6) ve alıcı
bunu birçok şekilde yapabilir (no. 136- 140) . İşte bu yüz-

225
Ayrışma

den yükümlülüğün, yükümlü olanın özgürlüğünü [içinde]


barındırdığı söylenir. Bu bir "dilbilim uyansı"dır, etik cüm­
lenin çağırdığı zincirleme bağlantı kipiyle ilgili bir uyan.
Bu durumda: norm tarafında, bir vericinin hesabına
yüklenmiş, derhal ve aracısız her ne ise o olan, geri dönüş­
süz bir cümle evreni (Fiat lux et lux fuit'teki yücelik mode­
linde olduğu gibi) . Yükümlülük tarafında, alıcıyı merkeze
alan, onun emirlere göre zincirleme bağlantı kurma sorum­
luluğunu almasını bekleyen bir cümle evreni. Aynı özel ad
-tekil veya kolektif- bu iki heteroj en durum arasında kal­
mış bir özvarlığı belirtir. Bu türden heterojenlikleri kabul
etmek, özel adların özelliğidir (no. 80, 8 1 ) . Ama aynı anda
hem bir "beyan eden özne" olacak (buyurucu cümlenin ve­
ricisi olmadığı halde) , hem de bir kendinin kalıcılığı olacak
(bir cümleden diğerine geçerken bir merci durumundan
diğerine sıçradığı halde) bir özne-töz varsaymak, yasal de­
ğildir, hatta bir yanılsamadır, Kantçı transandantal yanıl­
sama anlamında bir yanılsamadır. Taşıdığı özel ad, onu bir
adlar dünyasında bulup işaretlemeye izin verir, heteroj en
rejimli cümlelerin zincirleme bağlantısında değil; bunların
evrenlerinin ve üzerlerinde uygulanan gerilimlerin müşte­
rek ölçüsü yoktur. Katı (sabit ve sürekli) bir belirtici olan
ad ile "aktüel" belirtici olan tekil adıl arasındaki yolun tam
yarısında duran biz, bu transandantal yanılsamanın taşı­
yıcısı olacaktır. Yükümlülüğün "aktüelliğinde" , yükümlü
olan ile yasa koyanı birleştirmesi gereken biz'in bölünme
tehdidi altında olmasında şaşılacak bir şey yoktur.

1 56. "Güzel ölüm"


Bu tehdit, alıcıya verilen yükümlülük ölmek oldu­
ğunda doruğa ulaşıyor gibi görünmektedir. Bir anlığı-

226
Ayrışma

na "Auschwitz" e dair kanonik ifadenin şöyle olduğunu


düşünelim: x'in ölmekle yükümlü olması, y 'nin ilan ettiği
bir normdur. Emrin içeriğinin, yani alıcının ölmesinin,
biz'in oluşumunu engellediği sonucuna varılır. Norm­
daki biz'in kendi ölüm kararını ilan etmesi saçma ola­
caktır. Oysa hiç de böyle değildir. Kamusal yetki (aile ,
devlet, parti yetkisi , askeri , dini yetki) kendi alıcılarına
ölmeyi emredebilir. Ya da en azından ölmeyi tercih et­
meyi . Ol emri kiplenmelidir: Kaçmaktansa öl (hapisteki
Sokrates) , Köle olmaktansa öl (Komüncüler) , Yenilmek­
tense öl (Thermopylae'de, Stalingrad'da) . Ölüm, başka
bir yükümlülüğe alternatif olarak, bu yükümlülüğün fi­
ilen uygulanamadığı durumlar için buyurulmuştur (iyi
yurttaşlık, özgürlük, askeri zafer) . "Auschwitz " in duru­
mu bu değildir. SS yetkisinin kamplardakilere yönelttiği
buyruk yapmak tansa öl, değil , sadece ôl'dür.
"Ölme sebebi" daima biz'in bağlarını oluşturur. Ölme
emrinin paradoksu , bu emrin alıcısının adının, eğer alıcı
emre itaat ederse, daha sonraki doğrudan cümlelerin ve­
rici merciinde asla yer alamayacak olmasıdır, özellikle de
şu türden normatif cümlelerin: Norm olarak ilan ediyorum
ki . . . Doğrudan cümlelerin gönderge merciine mahkum
edilmiştir o: ondan bahsedilecektir; ve eğer onu verici
merciinde bulursak bu ancak dolaylı cümlelerde olacak­
tır: alıntılar, seslendirmeler, her türden anlatma.
Oysa bu alıcı, kendisine ölmeyi emreden yasa koyucuy­
la özdeşleştiğinde, kendi adını taşıyan tüm gelecek cümle­
lerin göndergesi olmak gibi sefil bir kaderden kurtulmuş
olur: Yunan düşüncesinde ölülerin sefaletidir bu. Bunu da
ancak emre itaat ederek başarabilir, çünkü bunu yaparak

227
Ayrışma

emri yeniden norm olarak ilan etmiş olur. Böylece kendi


adını, yasa koyucu kolektif yetkinin adına dahil eder, bu
ad bir katı belirtici olduğu için sabit ve sürekli bir vericidir.
Bilinen tek yöntem olan özel adın sürdürülmesi yöntemi­
ni kullanarak ölümden kurtulur. Bu ad sadece ilgiliye özel
değil, topluluğa da özel olmalıdır (soyadı, ad verme veya
uyruk sayesinde) , çünkü bireysel özel adların sürekliliği­
ni güvence altına alan, kolektif addır. İşte Atina'da "güzel
ölüm" böyledir: sonlu olanın sonsuzla değiştirilmesi, eska­
ton'un telos ile, ôlmemek için öl ile değiştirilmesi.

1 5 7 . İstisna.
"Auschwitz" , güzel ölümün yasak olmasıdır. Biz'i par­
çalamaya yetecek olan, emrin içeriği değildir, yani emrin
(varsayılan) alıcısının ölümü değildir. Hatta bunun tam
tersi olurdu, en azından ölüm ona bir İdenin fiili kılınma­
sına alternatif olarak buyrulmuş olsaydı. Ama kampa yolla­
nanların hiçbir alternatifi yoktur. Ve eğer alternatifi yoksa,
demek ki bir yükümlülüğün alıcısı değildir. "Auschwitz"e
dair kanonik formül Ol, bunu ilan ediyorum olamaz, bu
cümle sen'in ben yerine geçebileceği bir çokanlamlılığın
devam etmesine izin verir. Bu formül, "yasa koyucu" ola­
rak SS üzerine odaklanırsa, daha ziyade şöyle olacaktır:
ôlsün, bunu ilan ediyorum, "yükümlü kılınan" kamptaki­
lere odaklanırsa ise şöyle: ôleyim, bunu ilan ediyor. Ölümü
emreden, yükümlülüğün dışında tutulmuştur, ona maruz
kalan ise yasalaştırma sürecinin dışındadır. SS'in yetkisi,
kampa yollananların sonsuza dek dışına atıldığı bir biz' den
gelmektedir: yalnızca emretme hakkını değil, yaşama hak­
kını da, yani cümle evrenlerindeki çeşitli mercilerde bu­
lunma hakkını da veren ırktır bu biz. Bu yetkiye göre,

228
Ayrışma

kampa yollananlar, bir ölme emrinin alıcıları olamaz, çün­


kü onu fiili kılmaları için hayatlarını verebiliyor olmaları
gerekirdi. Oysa sahip olma haklarının olmadığı bir hayatı
veremezler de. Ne kurban etme ne de ölümsüz bir kolektif
ada yükselme onlar için uygundur. Ölümleri yasaldır, çün­
kü hayadan yasadışıdır. Bireysel adı öldürmek gerekir (bu
yüzden sicil numaralan kullanılır) , kolektif adı da (Yahu­
di) öldürmek gerekir, böylece geriye bu adı taşıyan hiçbir
biz kalmayacak ve kamptakilerin ölümünü ebedileştireme­
yecektir. Dolayısıyla bu ölümü öldürmek gerekir, ölümden
beter olan işte budur. Zira eğer ölüm yok edilebilirse, öldü­
rülecek bir şey de yok demektir. Yahudi adı bile.
SS'in, kamptakilere imlediği ölüm kararını onların
önünde yasalaştırmasına gerek yoktur. Kamptakilerin de
bu karar karşısında kendilerini yükümlü hissetmesine
gerek yoktur. ôlsün, ilan ediyorum ve ôleyim, ilan ediyor
cümlelerinin evrenlerinin herhangi bir müşterek uygu­
lamasının olması mümkün değildir. Buyurucu cümle ile
onun yasalaşmasının, parçalanıp iki cümleye bölünmesi­
nin vurguladığı şey budur. SS'in normunun alıcısı SS'tir.
Kamptakilerin maruz kaldığı buyruğun vericisi, kamptaki­
ler tarafından bilinmez, alıcı o vericiyi " tanıyamaz" , çünkü
yasalaştıran bir zincirleme bağlantı içinde gelip o mercide
yer alamaz. Dağılma doruk noktasındadır. Benim yasam
onu öldürüyor, o benim yasama bağlı değil. Ölümüm onun
yasasına bağlı, ben o yasaya hiçbir şey borçlu değilim. Ya­
sallığın bozulması [delegitimation] tamamlanmış, buyru­
ğun normuyla zincirleme bağlantı kurmasını sağlaması
gereken biz'in üzerinde dolaşan kuşkuyu tamamına erdiri­
yor: bu biz bir kurgudan ibaret. Eğer bu biz'in adı insanlık-

229
Ayrışma

sa (ama dernek ki bir kolektif özel ad değildi) , "Auschwitz"


pekala bu adın soyunun tükenmesidir.
İşte bu yüzden "Auschwitz " ? sorusu aynı zamanda
"Auschwitz'ten sonra" ? sorusudur. En uç yükümlülük olan
ölüm ile onu yasalaştıran arasındaki zincirleme bağlantının
kopması, suçtan "sonra" da devam eder; septisizm, hatta
nihilizm, bundan sonsuzca beslenmekte haklıdır. Zira,
Hegel'in sandığı gibi, yasalaştıran zincirleme bağlantının
"yok hükmünde olmasını" , belirli bir biz'in yok edilme­
sini, inirnize çekilip geviş getirir gibi evirip çevirmek bile
değildir bundan sonra bize kalan. "Auschwitz" adı altında
işlemekte olan diyalektik, dağıtıcı, yalnızca negatif, nere­
deyse analitik, "pozitif-akılsal işlemcisinden" , Resultat'tan
yoksun kalmış diyalektik, hiçbir şey doğuramaz, tinin bo­
kunu ağzında geveleyecek septik biz'i bile. Başka adlarla
birlikte bir dünyanın ağında tutulan, rnekanografik veya
elektronik bir hafızaya aktarılmış ad, boş kalacaktır. Kim­
seye ait olmayan, kimse için olmayan, hiçbir şey hakkında
olmayan bir hafızadır bu.

1 58. Üçüncü?
Spekülatif diyalektik, bu söylem cinsi, bu türden bir
sonu kabul edemez. Kendini nihilizm tarafından mağlup
edilmiş olarak görmez. Yine şu iki cümleyi alalım: ôlsün,
benim yasam bu; ôleyim, onun yasası bu. Az önceki analizin
de altım çizdiği gibi, " tarafların" her birinin diğerinin cüm­
lesinde üçüncü kişiye, yani gönderge durumuna geçmesiy­
le, biz imkansız hale gelmiştir.
Ama biz'in, ben ve sen'in birleşimiyle oluştuğu varsayıl­
dığı için böyle olur ancak. Biz, yükümlülüğü yasalaştıran
otonominin öznesiyle karıştırılmıştır.

230
Ayrışma

Oysa ben ve o da bir biz oluşturabilir. Örneğin bir temsil­


cinin, bir sözcünün, bir vekilinki. Fakat o, bir üçüncü şahsa
hitap eder: Ben ve yoldaşlanm size bildiriyoruz ki. . . Bu biz
ancak sen'in de belli bir durumda bulunduğu bir cümle evre­
ninde meydana gelebilir. Alıcısı bellidir. Oysa "Auschwitz" ,
mevcut-kılıp-sunduğu evrende vurgulanmış bir alıcısı ol­
mayan bir cümlenin, daha doğrusu iki cümlenin adıdır. Na­
zilerin kendilerinden başka kimseye gönderme yapmadan
yasayı yaptıklarını bildirirken, Yahudilerin de kendi hayatla­
rının Tanrı'ya bu şekilde kurban edilmiş olmasını Tanrı'nın
istemiş olamayacağından kuşkulanırken imledikleri budur.
Alıcı olmaması demek, tanık olmaması demektir. "Aus­
chwitz"in kaldırılmasında eksik olan, bu tarafta ve o tarafta,
Nazilerin tarafında ve kamptakilerin tarafında, yalnızca ken­
di evinde [aupres de soi ] kendini-sunup-mevcut-kılanı yeni
bir cümlede kendisi için [pour soi ] devralacak bir mercidir.
"Auschwitz" , iki sırrın birlikte varolmasıdır, Nazilerin
sırrı ve kampa yollananların sırrı. Her biri, diğeriyle ilgili
bir şeyi "kendi evinde" bilir (biri: ôlsün, diğeri: Onun ya­
sası bu) ama bunu kimseye bildiremez. İletişimle ilgili "en
iyi" imkan, ikili oynayan bir casus olacaktır. Ama çift ta­
raflı casus ancak bir üçüncü şahsın gözünde çift taraflıdır:
bu şahıs onun, taraflardan her birinin kendisiyle ve karşı
tarafla ilgili bildiklerini bildiğine tanıklık eder. Bu üçüncü
şahıs olmaksızın çift taraflı casus çift taraflı değil, iki takma
ad taşıyan iki basit casustur. Ancak maskesi düştüğünde,
sır dağıldığında, bir üçüncü (dördüncü) şahıs tarafından
ona tek bir ad verildiğinde ikili olur.
Ama işte üçüncü şahıs oradadır, diye itiraz eder spe­
külatif. Üçüncü şahsın soyunun tükenmesi olarak "bizim"

23 1
Ayrışma

az önce nitelendirdiğimiz tanıksız dağılmanın, bir üçüncü


şahıs tarafından ifade edilmesi gerekti. "Biz" , en azından,
Auschwitz'de biz'in kaybolduğunu söyledik. Kamptakile­
rin cümlesinin evreninden SS'in cümlesinin evrenine ge­
çiş yapılamaz. Ama bunu olumlamak için, hem bu evreni
hem de diğerini olumlamamız gerekti, sanki "biz" sırasıy­
la kamptaymışız ve SS'mişiz gibi. Bunu yaparken "biz" ,
"biz"in peşinde olduğu şeyi, yani bir biz'i fiili kılmış olduk.
Onu ararken biz kendini arıyordu . Bu yüzden de en baş­
tan beri nasıl kendini fiili kılıyorsa, hareketin sonunda da
kendini ifade eder. Zira düşünen bir "biz"in böyle kalıcı ol­
duğu varsayılmazsa, herhangi bir arayış hareketi de olma­
mış olacaktır. Bu hareket elbette "Auschwitz" adı altında
sözkonusu olan benlerin, senlerin ve onların bütünleşmesi
[ totalisation] değildir, zira hakikaten bu ad, bu türden bir
bütünleşmenin imkansızlığını belirtir. Ama bu imkansızlı­
ğın refleksiyona tabi tutulmuş [ rejlechi] hareketidir o, yani
kendini bilmeye gelen ve yokluğun olumlanmasıyla yok
oluştan kendini ayağa kaldıran dağılmadır. En azından ya­
zan benden ve okuyan senden oluşmuş biz.

1 59. Neticesiz.
Yalnızca fiili hale getirilmiş olan bu hareketin olumsal
adı "Auschwitz"tir. Ama onun spekülatif adı, kavram adı,
birleştirilemez iki cümlenin birleşimini belirtmelidir tam
olarak, alıcısız bir normu , yasallığı olmayan bir ölüm ka­
rarını belirtmelidir. Akıllara terör gelir. Ama jakoben Te­
rör, istisnalardan mustarip değildir: ben Robespierre bile,
evrenselleştiren mantığın altına düşerim. Yasa koyucu da
başkaları gibi saf istencin saydam olması yükümlülüğüyle
karşı karşıyadır, demek ki o da onlar gibi bir şüphelidir. Bu

232
Ayrışma

terörün tek yaptığı, otonomi ilkesini doğrulamaktır. "Aus­


chwitz" te ise tersine istisna hüküm sürer. Onun spekülatif
adı, iyi istenç her senden beklenebilir olduğu için sonsuzca
yayılan akla uygun terör değildir. Nazizm, "Aryan" olma­
yandan hiçbir şey beklemez , varoluş görüntüsünün son
bulması dışında. Buna karşılık, tek alıcısı olan "Aryanla­
rın" her birinden beklediği, özellikle de "Aryan" olmayan­
ları ortadan kaldırarak ırk kökeninin saflığı yükümlülüğü­
ne uymalarıdır.
Eğer nazizmde terör diye bir şey varsa, bu , daima yete­
rince saf olmama şüphesi altında bulunan "saflar" arasında
uygulanmaktadır. Onlar, saf olmayan her şeyden kendi­
lerini muaf tutarak üzerlerindeki şüpheyi kaldırırlar: ant
içme, muhbirlik yapma, pogrom, nihai çözüm. Bu terör,
sonsuz yayılma ilkesini kendinde barındırmaz, çünkü "saP'
olamayana uygulanamaz. Yahudiler (ve diğerleri) şüphe­
li değildir, çoktan yargılanmışlardır. Akla uygun terörün
önünde, karşısına çıkabilecek her şeyin üzerinden kaldı­
rılması gereken sonsuz şüphe vardır, bu anlamda içerici
ve "ilerlemecidir" : mahkeme kalıcı bir mahkeme olacak­
tır, istenç asla yeterince iyi olmayacaktır. Irkçı ve istisna­
cı " terör" ise dışlayıcı ve gerilemecidir, şüphe "iyi" ırk ile
sınırlıdır, bu ırktan olmayıp onun önüne çıkacak olanlar,
önüne çıkmadan önce kötüdürler, kökenleri kötüdür.
Kötü olmuşlardır. Dolayısıyla yok hükmündedirler, çünkü
istencin hiçbir rolü yoktur: istenç başlangıçta, tek seferde
rolünü "oynamıştır" Mahkemenin kurulmadığı, cezanın
açıklanmadığı bir " terördür" bu. Ölüm yeterlidir, çünkü
yaşamaması gerekenin yaşayamayacağını kanıtlar. Çözüm
nihaidir.

233
Ayrışma

"Auschwitz " te doruk noktasına ulaşan istisna, bir se­


çim ilkesine dayanır: yaşam kuvveti, tarihteki adlar dün­
yasında kendini göstermek için tüm adlar arasından "Ar­
yan" adını seçmiştir. Ama başka bir seçimin tersine, yani
Yahudi halkına yasa karşısındaki (bu halkın yasası da
dahil olmak üzere) her tür kendini beğenmişliğe karşı ta­
nıklık etmeyi ve ilkesinin aşkınlığını dinlemeyi buyuran
seçimin tersine, yaşam kuvveti tarafından yapılan seçim,
seçilmemiş olduğu halde , açıklanamaz bir "kusur" yü­
zünden , yine de hala hayatta olanın yok edilmesini buyu­
rur sadece . İyi istenç kalıtsaldır ve soyağacı ile kanıtlanır.
Aristokrasi (kan ve toprak, asker ve "emekçi" ) yasalaştı­
ran cümlenin kendisinden başka alıcısı olduğunu kabul
etmez . Başkalarını öldürmez bile , onların kaybolmasına
yardım ederek yaşam kuvveti sorununu nihai çözüme ka­
vuşturur.
Aslında bu terör değildir, basit bir yaşamsal polisiye ön­
lemdir, politik veya polisiye Darwinizm'dir. Bir mit, Kuzey
halklarının anlatısı, soykütüğün ve iyinin birbirine karış­
masını sağlar. Bu ad altında ve bu anlatılar sayesinde belli
bir özvarlık, kendi olumsallığını unutur, kendisinin zorun­
lu ve faziletli olduğuna dair hezeyanlara kapılacak kadar
batıl inançlarını geliştirebilir. Yasalaştırma heteronomdur,
buyruk bir "halkla" sınırlıdır, dışarıyla paylaşılamaz, dışa­
rıda sadece ölüler vardır.
Spekülatif söylemin kavramsal olarak adlandırma­
sı gereken ve empirik "Auschwitz" adında kendi evinde
ikamet eden işte budur. Bu söylem onu adlandırmış mı­
dır? Benim kalemimle, az önce yazmış olduklarımla ad­
landırmış olabilir mi? Spekülatif söylem ancak verilecek

234
Ayrışma

adla ilgili tereddüt edebilir. Daha uzun zaman tereddüt


edecektir: tinin "Auschwitz " te kazanmış oldukları nasıl
ayırt edilebilir? Tin orada kendi kendiyle çelişki halinde
değildir, kendi evrensel erekliliğinden, kendi fiili hale ge­
lişinin geleceğinden ve kendi ifadesinden kendini muaf
tutar. Orada bir istisna yapmıştır: diyalektik olarak bir­
likte olmayan iki cümle orada, tarihçinin belirttiği yer ve
momentte "birliktedir" Cümlelerden birinde cinayetin
yasalaştırılması evrensel değil tikel ve ada bağlı bir yasa­
ya başvurur, diğerinde ölüm herhangi bir yasalaştırma­
ya başvurmaz ve kurban etme olarak kaldırılamaz . "Biz"
ise "sonra" , bu iki cümleyi iki sessizlik olarak alırız. Bu
iki sessizliği bir Resultat cümlesinde imlemek şöyle dur­
sun, onları konuşturmanın bile onlara saygı göstermek­
ten daha tehlikeli olduğunu düşünüyoruz "biz" "Aus­
chwitz"in neticesinde ortaya çıkan bir kavram değil bir
duygudur (no. 93) , imkansız bir cümledir, SS'in cümlesi
ve kampa yollananların cümlesi arasında zincirleme bağ­
lantı kuracak cümledir.

1 60. Geri dönüş.


Menehsenos diyaloğunda Platon, "güzel ölüm"ün övül­
mesiyle alay eder (Platon Notu, § 1 ) . Sokrates de herkes
gibi "iyi ölmeyi" diler. Ama "iyi ölmüş" yurttaşların yaşa­
yan yurttaşlar önünde övülmesinin, onları erdemli olduk­
larına inandırmasını istemez. Atina'nın normatif yetkinin
adı olması ve onun adına ölenlerin Atinalı olarak adlandı­
rılmaya hak kazanmış olması adildir. Adil olmayan, epidik­
tik söylemin, onu dinleyen yaşayanlara kendilerini ölmüş
kahramanlarla bir tutma izni vermesidir. Dinleyiciler, der
Sokrates, sitenin yasasını her şeyden çok isteyerek Atina-

235
Ayrışma

lı adım hak ettiklerini henüz kamtlamamışlardır. Hipotez


gereği, henüz onun için ölmemişlerdir, birçoğu onun için
ölmeyecektir ve birçoğu, yurttaşlık erdemi göstermeden
yaşayıp gidecektir. Oysa paraloj izmin üzerini örten biz
sayesinde, karışıklık işlemeye başlar. Onlar, ölüler, kahra­
mandırlar; Atinalıdırlar; biz, yaşayanlar da Atinalıyız; biz,
Atinalılar (ölüler ve yaşayanlar) , kahramanlarız. Biz , ön­
celikle yaşayanlara uzanır: ben, konuşmacı, ve siz, meclis;
sonra da ölülere uzanır: onlar, siz ve ben. Adın yerini alan
adıl üzerindeki bu kaydırma sayesinde, "iyi ölmek" gerek­
tiğini söyleyen en üstün erdem, istisnai bir ayrıcalığa , iyi
doğmuş olma ayrıcalığına dönüşür. İstisna, erdem momen­
tinin diğer tarafa geçmesine yol açar: meydana gelmişti.
Ben, bir Aryan, bir Aryan olan sana , bizim Aryan ata­
larımızın yaptıklarım anlatıyorum. Aynı Aryan adı, anlatı
cümlesinin evrenlerindeki üç mercide birden bulunuyor.
Anlatı cümlesinin anlamı daima, dolaylı veya dolaysız
olarak, "güzel ölüm"dür. İyi ölmüş olduğumuzu kendi
kendimize anlatırız . Bu bir istisna destanıdır. Aynı ad al­
tında, biz sayesinde, onlar, senler, benler birbirinin yerini
alabilir. Kapalı anlatı hücresi , buyurucu olarak iş görür.
Bu hipotetik bir buyruktur: eğer Aryansan, Aryan "gü­
zel ölümü"nü anlat, dinle , tamamına erdir. Ama temel­
lendirme gücüne sahip olan, anlam (güzel ölüm) değil,
zincirleme bağlantı kipidir. Eğer dinliyorsan, anlat, veya
yap. Eğer anlatıyorsan, dinle , veya yap. Eğer yapıyorsan,
dinle, veya anlat. Gerektirme karşılıklıdır. Yani anlatı
döngüsüne girilmez , ya hep zaten orada olunur veya hiç
orada olunmaz. Mitik anlatı cinsi böyledir. Döngüsel olan
onun teması değil, iletilmesidir (pragmatiğidir de dene-

236
Ayrışma

bilir) . Bu yüzden gelenek, ritüel niteliğinde bir protokol


uygular: ben, Aryan, bir Aryan'ın bana anlattığı bu Aryan
hikayesini size anlatıyorum, onu dinleyin, onu fiili kılın
Aryanlar. Anlatının iletilme kurallarından çıkan buyruk,
cümlenin meydana geldiği zamandan bağımsızdır. Anlat
= anlattı = anlatacak; yap = yaptı = yapacak. Ayrıca anla­
tıların zamanı ile hikayelerin zamanı ayırt edilmemiştir:
anlatmak veya dinlemek zaten "güzel ölmek" tir, ve "güzel
ölmek" de dinlemek ve anlatmaktır. Halk, eyleyerek (öle­
rek) kendini cümleye döker ve kendini cümleye dökerek
iyi ölür. Bu halktan olmayan dinleyemez, anlatamaz ve
iyi ölemez. Yalnızca bu halk "hakiki adamlardan" oluş­
muştur, etninin [ethnie] kendine taktığı addır bu (D'Ans,
1978) . Temellendiren istisnayı vurgular.
İşte bu yüzden vahşiler savaşırlar. Kendi bizlerinin an­
latısını sonsuzca gerçekleştirirler, yani sonsuzca dinler
ve anlatırlar. Kendi adlarını hak ederler (Clastres, 1977) .
Rakibin kim olduğunun hiçbir önemi yoktur. Onlar rakip
değildir. Daha önce başa gelmemiş olan hiçbir şey onlar
sayesinde başa gelmeyecektir.
Nazizm, modernliğin yerle bir ettiği bu söylemi yeniden
ayağa kaldırır. Bunu ancak parodik şekilde yapabilir, san­
ki büyük modem cinsler, bilimsel bilgi, müzakereye dayalı
[deliberative] politika, sorgulayıcı felsefe, eskatolojik vahiy
zaten bambaşka meseleler ve zincirleme bağlantı kipleri
önermiyormuş gibi ve bu söylem cinsinin karşısına rakipten
beter bir şey koymuyormuş gibi: kozmopolit kahramanlar.
Parodi, halkı kendi istisnai doğasına inandırmak için kul­
lanılan yöntemlerde yatar. Halka yönelik nazi politikası,
epidiktik amaçlı bir estetiktir öyleyse, halkın yaşamının dı-

237
Ayrışma

şındaki her yere uzanmış bir cenaze konuşması estetiğidir.


Halka yabancı olan, ya bir yok oluş polisine (Auschwitz) yol
açar ya da kurbansal bir "güzel ölüm"e (Stalingrad) .
SS cümlesiyle toplama kampına yollananların cümlesi
arasındaki zincirleme bağlantı bulunamaz, çünkü bu iki
cümle aynı söylem cinsine bağlı olamaz. İki cümlenin hiç­
bir müşterek meselesi yoktur. Nazizm, Yahudileri yok ede­
rek, alıcının vurgulandığı (Dinle, İsrail) ve vericinin (Efen­
di'nin) ve anlamın (Tann'nın ne demek istediğinin) teşhis
edilmesinin onur kırıcı ve tehlikeli bir kendini beğenmişlik
olarak görüldüğü bir cümle rejimini ortadan kaldırır. Ka­
bala (gelenek) adı verilen söylem cinsi, sorgulama ve yo­
rumlama olarak, yaban anlatı geleneğinin karşıt kutbunda
yer alır. Bu gelenek zaten-orada olanın rejimine bağlıdır,
Yahudi lisanı ise Başa geliyor mu ? rejimine. Nazizm olayın
ortaya çıkışına, Ereignis'e yüklenir (Aristoteles Notu , § 3 ;
no. 1 3 1 ) . Böylece bütün modernliğin zamanına saldırır.
SS ile Yahudi arasında ayrışma bile yoktur, çünkü hiç
değilse haksızlık yerine bir zararın (no. 7, 9) dile getirile­
bileceği herhangi bir müşterek lisan (mahkemeninki) yok­
tur. Dolayısıyla herhangi bir davaya, parodik davaya bile
gerek yoktur. (Komünistlerin durumu böyle değildir) . Ya­
hudi cümle meydana gelmemiştir. Başa geliyor mu ? yoktur.
Gelmiş geçmiştir.
Spekülatif diyalektik, mitik anlatı cinsinde tıkanıp kalır.
Bu cins bir neticeye değil, kendiyle özdeş bir tekrara yol
açar. Yahudi lisanı gibi bu tekrara girmeyenler, kaldırılmak
yerine görmezden gelinirler, unutulmaya itilirler. Mit, spe­
külatif olarak çözülemez. Onu , spekülatif olmayan şekilde
yok etmek gerekir ve edilmiştir. Ama nazizmin yıkımı, ar-

238
Ayrışma

kasında bir de sessizlik bırakır: nazizmi düşünmeye cüret


etmeyiz, çünkü kuduz bir köpek gibi, polis tarafından vu­
rulup öldürülmüştür o , rakiplerinin bağlı olduğu söylem
cinslerindeki kurallara uygun şekilde değil (liberalizmde
argüman yürütme, marksizmde çelişki) . Çürütülmemiştir.
Bir Resultat yerine birçok sessizlik. Bu sessizlikler, on­
lardan (kamplara yollananlardan, SS'lerden) bize, onlar
hakkında konuşan bizlere uzanan zinciri kesintiye uğra­
tır. Onlara gönderen söylemlerin "özneleri" olarak "bizim"
için olan bu tözlerin, nasıl olup da "aynı zamanda" ( "bir o
kadar da" , ebenso sehr) bu özneler olduğunu anlamayız. Bu
sessizlikler Selbst'in kesintiye uğradığının, bölündüğünün
işaretidir.

239
Y0K0ML0 L0K

1 6 1 . Kendinin bölünmesinin hiç değilse onun kendini


beğenmişliğini yerle bir etmek gibi bir erekliliği olduğu id­
dia edilebilir. Yasanın her tür zekaya [ intelligence] aşkın ol­
duğunu hatırlatmak gibi bir ereklilik. Hem de, Rousset'nin
dediği gibi ( 1979) , iğrenç bir soytarılık görüntüsü altında.
Elbette yasanın alıcısı olmak yerine yasayı belirleyen, bir
yargıç olamaz , zorunlu olarak bir suçlu olacaktır. Ve bu
şekilde belirlenmiş bir yasaya maruz kalan da ancak bir
kurban olabilir. Yargıç, yargılanmamıştır. Mahkum edile­
nin veya suçundan arındırılanın ise kefareti ödenmemiştir.
Oysa "Auschwitz"teki spekülatif anlamsızlık, bir inanç pa­
radoksunu gizleyebilirdi (Kierkegaard, 1 843) .

162. İbrahim'e gelen oğlunu kurban etme emri, bir bas­


kını, konvoyu, toplamayı, yavaş ölümü ve hızlı ölümü dü­
zenleyen bir genelgeden daha fazla mı akla uygundur? Bir
bireydi! meselesi değil midir bu (no. 144, 145) ? İbrahim
şunu duyar: İshak ölsün, benim yasam budur, ve itaat eder.
O anda Efendi sadece İbrahim ile konuşur ve İbrahim de

240
Ayrışma

sadece Efendi karşısında sorumludur. Efendi'nin değilse


bile en azından ona atfedilen cümlenin gerçekliği ispatla­
namaz olduğuna göre, İbrahim'in cinayet (çocuk cinayeti)
eğilimleri taşıyan bir paranoyak olmadığını nereden bilebi­
liriz? Veya bir sahtekar?

1 63 . Bu bir itaat sorusu bile değil, bir yükümlülük soru­


sudur. Bir çağrıya benzer bir şey duyduğumuzda, ona ka­
pılmakla sorumlu olup olmadığımız sorusudur. Bu çağrıya
karşı koyabilir veya yanıt verebiliriz ama öncelikle onu, ör­
neğin bir fantezidense bir çağrı olarak kabul etmiş olmak
gerekir. Bir buyruğun alıcısı konumuna yerleşmiş bulun­
mak gerekir (talep, bir buyruk kipidir) .

1 64. - Ama Başkan Schreber'i bezdiren talep, İbrahim'i


rahat bırakmayan talep ve SS'i harekete geçiren talep bir­
birinden çok farklıdır ! - Ne demek istiyorsunuz? Bir ta­
nesinin fantazmatik bir figürden, diğerinin Tanrı'dan,
üçüncünün ise bir politik liderden geldiğini mi söylüyor­
sunuz? Bildiğiniz gibi, vericinin kimliği ayrışma konusu­
dur: Flechsig'e göre Schreber'e musallat olan hayaletin adı,
Schreber'in lisanında Tanrı'dır, vs. - Ama en azından, bu
farklı yetkiler aynı edimi buyurmazlar ! Ne yapmayı emret­
tiklerine bakarak onları tanıyabiliriz ! - Yasanın içeriğinin
ne olduğu fark etmez demiyorum, ama bu içerik, iyi yet­
ki ile sahtekarlığı birbirinden ayırmaya izin vermez. Ve de
özellikle diyorum ki öncelikli soru, bu özvarlıktan gelen
talebin yasa olarak alınıp alınmadığıdır. Üçüncü kişiye bu
bakımdan yol gösterecek tek işaret, alıcının yükümlü kı­
lınmış olmasıdır. Hipotez gereği (bireydi!) , üçüncü kişinin
ne vericiye ne de cümleye erişimi vardır. Histerik ile karşı

24 1
Ayrışma

karşıya kalan Charcot gibidir o, rüyanızı anlattığınız arka­


daşınız gibidir.

165. Eğer bir cümlenin alıcısı yükümlü kılınmış [ ob­


lige] ise o cümle bağlayıcıdır [ obligatoire] . Alıcı, neden
yükümlü olduğunu açıkladığını düşünebilir belki de. Ne
olursa olsun, açıklama başka cümleler gerektirir, o cüm­
lelerde o artık alıcı durumunda değil verici durumundadır
ve o cümlelerin meselesi artık itaat etmek değil, kendisini
yükümlü kılan sebeplere bir üçüncü kişiyi inandırmaktır.
Yorum cümleleri. Bu cümleleri fırsat bilerek ben'in yarattı­
ğı körleşme yeniden galip gelebilir.

1 66. Neden körleşme (no. 1 65 ) ? Çünkü bir betim­


-

lemeden bir buyruk türetmek imkansızdır. Bir ülkede iki


milyon işsiz bulunması, neden işsizlik sorununa bir çö­
züm getirmek gerektiğini açıklamaz. Bunun için bir küçük
önermeyi varsaymak gerekir: çalışabilecek herkesin çalış­
ması gerektiği buyruğunu. Körleşme, veya transandantal
yanılsama, iyi [ bien] veya adil olanın [juste] temeline doğ­
ru olanı [ vrai ] koymaktan, yani olması gerekenin temeline
olanı koymaktan gelir. Temeline koymak derken burada
basitçe, bilişsel cümlelerden bir buyruk cümlesine varma­
yı sağlayan gerektirmeleri aramayı ve birbirine bağlamayı
kastediyorum. İbrahim için de aynı şey geçerlidir. Tanrı,
İshak'ın kendisine kurban edilmesini emreder. İbrahim ita­
at eder, "çünkü" emri veren Tann'dır. Buradaki varsayım,
Tanrı tarafından verilen emirlerin adil olduğudur. Bu emir
(Tanrı'nın emri) adildir, çünkü Tann'nın bütün emirleri
adildir, adaletsiz olamazlar. Oysa bir bütünlük hakkında
(asla verili olmadığı için) hiçbir şey tespit edilemez, bu is-

242
Ayrışma

terse tanrısal emirlerin bütünü olsun, onun hakkında bi­


lişsel olarak hiçbir olumlama yapılamaz. Tann'nın "ken­
disinin" ethos'una gelince, ona ancak verdiği emirlerin
bütünü üzerinden erişilebilir. Oysa bu bütünlük, az önce
dediğimiz gibi, vs. (Ve aynca, Tann'nın ve emirlerinin adil
olduğu varsayılsa bile, emri verenin Tanrı olduğunu nasıl
bilebiliriz? ) (no . 1 62) .

1 67 Meleklerin kendisi de bu körleşmenin kurbanıdır.


Levinas şöyle anlatır: "İbrahim'in evinden kovulan Hacer
ve İsmail, çölde kaybolmuştur. Suları kalmamıştır. Tann
Hacer'in gözlerini açar ve bir kuyuyu fark etmesini sağlar.
Hacer, ölmekte olan oğluna su içirir" ( 1 9 76-b: 260) . Buraya
kadar her şey normaldir, kendisi İyilik olan bir Tanrı'dan
ancak bu beklenir. Fakat bu cömertlik, meleklerden oluşan
ilahi konseyin (yoksa kötü Eonların mı?) itiraz etmesine
yol açar; burunlarının ucundan daha ileriyi görmektedir
onlar, hikayenin (tarihin) kurnazlıklarından haberleri var­
dır: "Melekler şöyle der: daha sonra İsrail'i acılara boğa­
cak olana su mu içireceksin? " Tanrı Hegelci tuzağı bozar:
"Hikayenin sonunun ne önemi var, der Ebedi-ve-Ezeli [ l'E­
ternel ] . Ben herkesi ne olduğuna göre yargılanın, ne olaca­
ğına göre değil. " Tann'nın kendisi de olayların bütününü
bilmez veya bilmemelidir. Şimdiyi yargılamak için yann
yapılacak olanı hesaba katsa adaletsiz olurdu. Yani Hitler
susamışken Hitler'e su vermiş olabilir.

1 68. Holokosttan bahsederken, Tann'nın nazi celladı­


nın eline hükmettiğini, Yahudi halkının da İshak'ın ye­
rinde olduğunu imliyoruz. Ama İbrahim'in Efendisi'nin
babadan oğlunu kurban etmesini istemesinin nedeninin,

243
Ayrışma

İbrahim'in Efendi'ye karşı sadakatini sınamak olduğu


kabul edilir. Tanrı SS'in kendine karşı sadakatini mi sı­
namak istemektedir? Aralarında bir bağ [alliance] mı
vardır? Peki ya SS, babanın oğlunu sevdiği gibi mi sev­
mektedir Yahudi'yi? Aksi takdirde suç , nasıl olur da bir
kurban olma gibi görünür kurbanın gözüne? Veya cella­
dın gözüne? Veya bundan fayda sağlayanın gözüne? Yok­
sa halkının bir bölümünün yaşamını kurban olarak sunan
Tanrı mıdır? Ama bunu hangi tanrıya sunabilir ki? İsra­
il'in günahları için, esas günahı olan kibri için cezalandı­
rılması gerektiği söylenir bir de. Kurbanı açıklamak için
tanrısal yönelimi (sınamak, cezalandırmak) betimleyen
bu cümlelerden hiçbiri yanlışlanabilir değildir ( Gönderge
Bölümü) . Ve hiçbiri, öldürme emrinin açıklaması yerine
geçemez, yani onu yasallaştıramaz. "Auschwitz" ölümün­
den bir "güzel ölüm" (no . 1 5 6 , 1 60) yaratmak, ancak bir
retorik sayesinde mümkün olabilir.

1 69 . Körleşme, kendini başkanın yerine koymaktır,


onun yerine ben demektir, onun aşkınlığını ortadan kal­
dırmaktır. Efendi'nin yönelimlerini ortaya seriyorsak eğer,
onun bireydilini biliyoruz demektir, kendi kendine nasıl
konuştuğunu, vericisi ve alıcısı olduğu ve emirleri oluştur­
ması gereken cümleleri ve onların anlamlarını biliyoruz de­
mektir. "Auschwitz"i, Efendi'nin halkına duyduğu öfkeden
çıkarsıyoruz örneğin. Ama tek başına bu çıkarsama bile eti­
ğe karşı işlenmiş bir suçtur: güya halkı yükümlü kılan bir
emirdir, çünkü halk onun anlamını anlayabilecektir !

1 70. Yükümlülüğü, yükümlü kılınan için bir skandal


olarak betimlemek gerekir daha ziyade. Kendine "özgür-

244
Ayrışma

ce" sahip olmaktan mahrum, narsistik imgesi tarafından


terk edilmiş, bu konuda engellenmiş, şu konuda ketlen­
miş, içinden geldiği gibi kendisi olamama kaygısı taşıyan.
- Ama bunlar, kendini kaybetmiş veya yanlma yaşayan bir
bilince dair fenomenolojik veya psikanalitik betimlemeler.
Fazlasıyla insanca, hümanist betimlemeler. Dağıldığını tes­
pit ederken bile kendiliği koruyorlar. Kendinin nostaljisine
girmeden, dağılmayla başlayamaz mıyız? Ve böylece ken­
dinin bölünmesini her tür erekliliğin dışında düşünemez
miyiz, hele de erekliliğin, bir nesne üzerinde, onu bir anlı­
ğına yarmak için bile olsa, önceden ve uzaktan işlem yapan
bir kendinin eylemi olduğu doğruysa? O zaman herhalde
bölünme fikrini de terk etmek gerekirdi, çünkü bölünme
güzel bir bütünlüğü , neticeyi varsayar.

LEVINAS

1 . Yükümlülük skandalının koşulu: "Ayrılığın güvencesi olan


içselliğin, mutlak şekilde kendi üzerine kapanmış, kendi yalnız­
lığını diyalektik şekilde başkaya karşıtlığından almayan bir varlık
üretmesi gerekir. Ve de bu kapalılığın, içselliğin dışına çıkmayı
engellememesi gerekir, dışsallığın onunla konuşabilmesi, öngö­
rülemez bir hareket içinde kendini ona ifşa edebilmesi gerekir"
( 1 96 1 : 1 22 ) . Benlik [ le moi ) için bir skandal olarak etik ilişki, iki
çekirdek cümleyi varsayar: Benlik başkadan gelmez; Başka benli­
ğin başına gelir [ advient) . Eğer benlik, kendinin diyalektik deği­
şiminin kapalı (soyut) bir momentinden ibaret olsaydı, sen bana
bende zaten olmayan hiçbir şeyi ifşa edemezdin.
Levinas beşinci Kartezyen Meditasyon'un uğradığı başarısızlık­
tan yola çıkar: transandantal aynı, başkayı başka olarak tesis ede-

245
Ayrışma

mez. Ben (jel kurulduğu sahada kapalı kalırken, benlik [moi ) de


kendi deneyim sahasında, yani varlığından ve sahip oldukların­
dan haz aldığı sahada kapaulmıştır. Başka, onun başkasıdır. Ama
bu sonluluk, hem empirik hem transandantal sonluluk, başkanın
başka olması için, yani "harikulade" olması için şarttır (age: 269) .
Dışlayıcı ayırma önermeleri birbirine denktir: eğer benlik başka­
dan gelseydi, başka harikulade olmazdı; eğer başka harikulade ol­
masaydı, kendi [soi) başkadan gelirdi. O halde ya benlik ya başka.
Başka ancak benliğin başına gelebilir o halde, bir ifşa gibi, kapıyı
kırarak. Eğer anlam kendinin diyalektiğine ait bir şeyse, başka ola­
yı orada bir anlamsızlıktır. Başka nasıl başa gelebilir ki? Benliğin
kendinde bunu anlayacak yeterlilik yoktur. Onu kendi kurulma ve
deneyim sahasındaki bir oluşum olarak açıklamak ister. Onu bil­
mek ister ve bilmeye çekilir. Ama başka, bilmenin yetersiz kaldığı­
nı duyurur, sebebi benlikte olmayan bir dışsallıktır. Başka, hiçbir
anlamı duyurmaz, duyurunun kendisidir o, yani anlamsızlıktır.
"Haberci haberdir [Le messager est le message) " ( 1 968-a: 104- 1 05) .
Yazıya geçirelim, mümkün mü? Bir verici ortaya çıkar, ben
onun alıcısıyımdır ve onun hakkında, beni alıcı merciine yerleş­
tirmiş olması dışında hiçbir şey bilmem. İfşanın şiddeti, benliğin
haz, güç ve bilgi işini yürüttüğü verici merdinin dışına atılma­
sıdır. İfşanın şiddeti, yerinden edilip sen merciine konmuş bir
benliğin yaşadığı skandaldır. Sen haline gelmiş benlik, kendini
kaybetmesine yol açanı kavrayarak yeniden kendini bulmaya
çalışır. Onun yeniden verici durumuna geldiği bir başka cümle
oluşarak, başkanın cümlesinin yol açtığı skandalı ve onun ken­
di kendinden yoksun kalmasını yasallaştırır veya reddeder, fark
etmez . Bu yeni cümle , kaçınılmaz bir baştan çıkma gibi, daima
mümkündür. Ama olayı iptal edemez, sadece evcilleştirebilir ve
kontrol altına alabilir ve böylece başkanın aşkınlığını unutabilir.

246
Ayrışma

Başka, beni Ue] kendi seni haline getirerek onun efendisi olur
ve onu esir eder. Ama onu tahakküm altına aldığı için değil, talep
ettiği için onun efendisi olur. Kendilik düzeneği içinde ve ken­
dinin dünyasına hapsolmuş ben, başkaya dair hiçbir şey bilmez
ve bilemez. Başkanın belirişi bir bilgi olayı değildir. Bir duygu
[sentiment] olayıdır. Sen konumuna yerleştirilmiş ben, kendisine
bir buyruk yöneltilmiş birisidir, basitçe buyruk olması gerektiği­
ni söyleyen bir buyruktur bu (yalnızca betimleme, yalnızca bilgi
değil, buyruk da olması gerektiğini söyleyen bir buyruk) . Bu du­
rumdaki ben hiçbir şey öğrenmez, çünkü öğrenecek hiçbir şey
yoktur (emir, enformasyon değildir) , başkanın da bir ben olup
olmadığını bilmez , başkanın kendisinden ne istediğini, hatta bir
şey isteyip istemediğini bile bilmez ama derhal onun tarafından
yükümlü kılınır. Yer değiştirerek sen merciine geçmesinin vur­
guladığı budur. Yapmalısın. Levinas başkanın çıplak kalmasını
yorumlar: başka, benim alanımda mutlak yoksulluk görüntüsü
altında ortaya çıkar, sıfatsızdır, yeri , zamanı, özü yoktur, kendi
talebinden ve benim yükümlülüğümden ibarettir.
Etik cümlenin evreni böyledir işte: cümlelerin vericisi olma
yanılsamasını kaybetmiş, alıcı merciinde yakalanmış bir ben [jel ,
anlaşılmaz şekilde. Yükümlülük derhal ve aracısızdır, her tür
anlayıştan [ intelligence] öncedir, "yabancının kabulünde" , bana
hitap edilmesinde yatar ve bu , zaten var olan bir ilişkiyi tersine
çevirmekten çok daha fazlasını yapar, yeni bir evren kurar. Bu al­
tüst oluş, başkanın, onun talebinin, benim özgürlüğümün doğa­
sıyla ilgili her tür yorumdan önce gelir. Levinas Şabat ı 1 yorumlar
'

(88 a-b) , özellikle de şu ayeti: "Duymadan önce yaptılar" , ve şöy-

1 Talmud'un ilk bölümü Mişna'nın ikinci kısmı Moed, Yahudilik'te­


ki kutsal günlerle ilgilidir ve 1 2 altbölüme ayrılmıştır. Şabat bu
altbölümlerden ilkidir ve Şahat günüyle ilgili kuralları içerir. -çn

247
Ayrışma

le yazar: "T ora'nın verilişi gibi bir olayın kıyaslanamaz özelliği,


onun bilinmeden kabul edilmesidir [ . . . ] . Burada sözkonusu olan
yapma, basitçe teorinin karşıtı olan praksis değil, mümkün olan­
dan başlamaksızın bir aktüelleştirme şeklidir [ . . ] Duymadan ye­
. .

rine getiriyorlar ! [ . . . ] . Sizinle konuşan bir sesi duymak, konuşan


karşısındaki yükümlülüğü ipso facto kabul etmektir" ( 1 968-a:
9 1 , 95, 98, 1 04- 1 05 ) . Buradaki aracısızlığı performatif cümlenin­
kiyle kıyaslamak gerekir. Şöyle derim: Oturum açılmıştır, Savaş
ilan edilmiştir, ve öyle olur. Şunu duyarım: Ave2 ve melek tarafın­
dan mecbur bırakılırım, başka'nın seni olurum.
Ben/sen ilişkisindeki asimetrikliğe vurgu yapılmıştır ( 1 96 1 :
1 90) . Bu ilişki tersine çevrilebilir değildir, bir zamanlar benin
ben olduğu [ le je etait j e l (kendinin kendi olduğu , özdeşlik ol­
duğu) bir bilmenin istikrarsızlaşmasını dayatır ve korur. Bu iliş­
ki, halihazırda benin ben olduğu bir cümlede yeniden yakalanıp
ayağa kaldırılamaz. Bu cümlede ben artık etikten hiçbir şey an­
lamaz, sadece anladığını sanabilir. Etik cümleyle bilme cümlesi
arasındaki geçiş, ancak birincinin unutulması pahasına yapılabi­
lir. Bilişsel cümlenin alıcı ve verici mercileri üzerinde yarattığı
gerilimde, bildirme cümlesindeki benin hitap ettiği sen, kuvve
halindeki bir benden ibarettir ancak. Müşterek hazırlanacak bir
o hakkında, bir gönderge hakkında onay vererek veya itiraz ede­
rek, ben diyerek zincirleme bağlantı kuracaktır. Ben ve sen bir
anlaşma oluşturmaya çalışırlar.
Levinas, Buber'deki Umfassung'un3 ( 1 976-a: 40) karşısına,
talepte başka ile benliği ayıran "yükseklik farkının" unutulma-

2 Latince "selam" anlamına gelen Ave, isa'mn doğumunu Mer­


yem'e önceden haber veren Cebrail'in ona seslenirken kullandığı
sözcüktür. -çn
3 Alın. "kucaklama, çevreleme, içine alma" . -çn

248
Ayrışma

sım koyar. Buber'in dialogisches Leben4 betimlemesinin düştüğü


tuzak, bilişsel cümleler rejiminin tekrar etik ilişkinin betimlen­
mesine dahil olmasıdır. Etik, diyaloğu yasaklar, çünkü diyalog
adların merciler üzerinde yer değiştirmesini gerektirir. Buber
istediği kadar verici-alıcı eksenine vurgu yapsın ve onu gönder­
ge ilişkisinden azat etsin, hatta göndergenin, o'nun, ıskalanmış
veya eksik, ulaşılamaz bir sen figürü olduğunu, benim bu figürle
konuşmadığımı, bana kalanın sadece bu figür hakkında konuş­
mak olduğunu açıklasın (Buber, 1 938: 30, 37, 1 44) , - Buber'in
cümlesini yakalayan ve onun da ben/sen ilişkisini diyalog figü­
ründe nesneleştirmesine yol açan tam da göndergeye dair betim­
lemenin bu şekilde yabancılaşması ve geri dönmesidir (Levinas,
1976-a: 46-47)
Bu itirazdan çıkan bir sonuç: Levinas için göndergenin haki­
ki bir aşkınlığı yoktur. Nesne, bilme diyalektiğine aittir. "Ken­
di evinde" olan, spekülatif kurallara göre "kendi için" olmaya,
neticelenmeye davet edilir. Spekülatif cins , gerçeklik adı verilen
şeyin tüm bölgesini işgal eder. Etik aşkınlığın bu alanda yeri yok­
tur. Hiçbir yeri yoktur, çünkü başkanın yeri bulunamaz. Eğer
bulunabilir olsaydı, ben senin efendin olurdum, seni bilmem ge­
rekirdi. Etik saha bir saha değildir. Halihazırda, benin ben olduğu
cümle evreninde bir karışıklık olarak, öngörülemez şekilde başa
gelen ben/sen durumunun bir kipidir.

2. Levinas düşüncesinde sözkonusu olan yükümlülük, ön­


ceden ben veya biz tarafından yasallaştırılmış bir yetkinin ne­
ticesi değildir. Benim başka tarafından yükümlü kılınmam, ona
doğrudan veya dolaylı olarak vermiş olduğum bir beni yüküm-

4 Alm. "diyalog halinde yaşam" veya "diyalojik yaşam" Martin


Buber'in 194 7 tarihli eserinin başlığı. -çn

249
Ayrışma

lü kılma hakkı olduğu için değildir. Benim özgürlüğüm onun


yetkisinin kaynağı değildir: özgür olduğumuz ve senin yasan
benim yasam olduğu için yükümlü değiliz, senin talebin benim
yasam olmadığı için, başkaya tutulabilir [passible] olduğumuz
için yükümlüyüz. Özgürlük yoluyla, rızayla yükümlülük, ikin­
cildir. Öncelikle tutulmanın mümkün olmasını, benliğin kale­
sinde bir çatlak olmasını varsayar: "Bu kapanış, içselliğin dışına
çıkışı engellemesin. " Aşkınlığa yatkınlık mı? Yazıya dökelim: yer
değiştirerek alıcı merciine geçmiş olan vericinin, orada olmama­
sı gerektiğini hatırlama yetisi . Skandal ama skandala yatkınlık;
bir özvarlığın cümle evrenlerinin mercileri arasında hareketli
olmasından gelen, bu hareketlilik karşısındaki direncinden ve
karşılaşma-sonrasında karşılaşma-öncesini hatırlamasından ( ta­
raf değiştirmesinden) gelen bir yatkınlık. Bu koşullar, özel adın
kalıcı olmasını gerektirir. Tersine, çıplak kalan başkanın adı bile
yoktur. O çağrılmaz, çağırır.
Öte yandan bu tutulma , etiğin mümkün olmasının koşulu
değildir, yükümlülüğün arkhesi değildir. (Bütünlük ve Sonsu z' da
filizlenen mümkün olma koşulu ve arkhe kavramları daha son­
ra, Zor Ôzgürlük'ün [Difficile liberte] sonunda ve "Hümanizm ve
Anarşi [ Humanisme et anarchie] "de reddedilir) ( 1 968-b) . Bu tu­
tulma zaten etiğin tamamıdır, onun iki yüzü olan özgürlüğü ve
zulmü birlikte barındırır. Bu ikisi arasındaki fark, heteronomi ile
otonomi arasındaki fark gibi değildir. Her ikisi de benin üe] baş­
kaya bağlanmasını, bağımlı olmasını, esir alınmasını gerektirir.
Zulme yol açan şey benin "pasifçe" , kendi isteği dışında, tutul­
maya itiraz eden ve dışsallığı kabul etmeyen narsisizminin geri
dönüşleri içinde bağlanmış olmasıdır. Başkanın onu yerleştirdiği
sen durumuna benin geri dönüşü , başkayı zulmeden durumuna
düşürür. Suçlanırım, çünkü sana ihanet ederim, seni dışarı ata-

250
Ayrışma

rım veya içeri almam. "Tanrıtanımaz yaratıklar" , "sınırsız belir­


tili nesne" rejimi altında birbirlerini sonsuzca suçlarlar5 ( 1 974:
132- 1 33 , 1 4 1 - 142, 1 50- 1 5 1 ) . Şifresi kırılamaz mesajın verilmesi­
ne, taleple gelen seçilmeye evet demek, hiçbir şey olmayan baş­
kayla kurulan (imkansız) ittifak, bendeki [j e l çatlağın üstlenil­
mesi anlamına gelir. "Yaratığın buyurgan çağrısından kaçmak"
imkansızdır: ama " [ pasifliğin] üstlenilmesi hiçbir şekilde pasifli­
ğin sınırlarından taşmaz" ( 1 968-a: 1 08) .
Nasıl olur da kapalı olan, benlik, bir dışsallığın aşkınlığına
böylesine açık olabilir, böylesine tutulabilir? Eninde sonunda
sözkonusu olan bir kıyı, bir sınır diyalektiği, son derece Hegel­
ci bir hareket olmasın sakın: dışsallık olmadan içsellik, içsellik
olmadan da dışsallık olmaz? Başka olmadan benlik, benlik ol­
madan başka olmaz. Levinas, etik merciler arasındaki asimetriyi
güçlendirerek, bu tersine çevrilebilir bütünlüğü kırmaya, spekü­
latif mantığı bozmaya çalışır. Başka olmadan benlik olmaması,
eğer başka onun başkasıysa kabul edilebilir. Benlik, onu kendi
için olmaya iten narsistik hareket içinde, kendi kendini kaybe­
derek ve yabancılaşmalarından sonra yeniden (ayağa) kalkarak
kendini kurar. Ama bensiz olamayan başka, yine de benim baş­
kam değildir, benim yolculuğumdaki anlık bir yabancılaşma de­
ğil, o yolculuğu bozan şeydir. - Nereden biliyorsunuz? - Onun
talebinin yol açtığı bu bozulmadan, kendini kaybetmeden, tut­
kulardan biliyorum. Beni zenginleştirmek, bana deneyimimi bü­
yütme ve aydınlatma fırsatı vermek şöyle dursun, başkanın gelişi
bir deneyimin öznesi olarak beni ortadan kaldırır.

5 Fr. Les "crtatures athtes " s'accusent sans fin dans le rtgime de
l'"accusatif illimitt" İlk anlamıyla "suçlamak" demek olan accu­
ser fiilinin diğer anlamı "bir şeyi belirtmek" , "bildirmek" , "vur­
gulamak"tır. Buradan hareketle, kabaca ismin belirtme hali ola­
rak düşünebileceğimiz accusatif çekimi adlandırılmıştır. -çn

251
Ayrışma

- Peki ama bunu , " tininizi geri bulduktan" , cümle kuran


(veya kurduğunu sanan) ben [jel durumunuzu geri kazandıktan
sonra, etik cümleyi koruyarak aştıktan sonra, ve böylece onu de­
neyiminizin kendi için oluşuna bir moment olarak dahil ettikten
sonra değilse eğer, nasıl söyleyebilirsiniz? Acaba sizin yazınız,
tam da tutulma yazınız , metinsiz , deneyimsiz ve efendisiz olanla
bir efendilik ilişkisi, bir deneyim, bir metin örmüyor mu? İkinci
kişide nasıl yazılır ki? Olsa olsa üçüncü kişide ikinci kişi betim­
lenebilir. Sen [ le tul yazılır. Levinas'ın Buber'de itiraz ettiği ter­
sine çevirme, Levinas'ın metninde de işlemekte değil midir? Bu
metin, her tür yorumda eksik kalması gerekenin yorumu değil
midir tam da? Bu metin fenomenoloj ik olmayabilir mi (no . 7 1 ) ?

3 . Belki de yazmak daha farklı anlaşılmalı veya sunulmalı­


dır. Kendini bilmeyi arayan bir ben [jel tarafından yürütülen bir
deneyimin betimlemesi olmak yerine , Levinas'ın yazısı belki de
çatlağa dair bir tanıklıktır, Levinas'a bir talep yönelten okurdaki
o başkaya açıklıktır, haberci olan okur karşısındaki sorumluluk­
tur. Sözkonusu olan "ikinci kişide" , sen rejiminde yazmak değil
de başkaya yazmak, onun yasası altında yazmaktır. Levinas'ın
metni bir esirin sırrını açmasıdır. Tutulma orada üstlenilecek­
tir. Şöyle diyecektir bize : Evet, siz benim efendilerimsiniz. El­
bette siz ad verilmiş ve ad verilebilir okurlar değil, benim yazımı
yönelttiğim, yazımın üzerine eğilmiş yüzlerin ötesindeki sizler.
Çünkü okuyan, talep etmiştir, çağırır. Yazan bu taleple bağ­
lanmıştır, rahatsızdır, kendinden çıkmıştır, yazarak bağlanıyor
mu kurtuluyor mu emin değildir. Kendini bizim okur ellerimi­
ze bırakır. Bu eller iyi melekler midir kötü melekler mi? Bizler
nasıl habercileriz, nasıl haberleriz? Yazar bilmez, melekler de;
yanılırlar. Tek bir şey kesindir, bu etik yazının zulümden kur­
tulması ancak " tanrıtanımaz yaratığa" bağlanmamasıyla, yazarın

252
Ayrışma

beninin bu yaratık üzerindeki, daha doğrusu karşısındaki hakla­


rını, orada olmasına rağmen, istememesiyle olur. Yazmak, "bir
haber vermek" değildir. Bu , benin kendini beğenmişliğidir. Ben
sızlanır, esere kendini kurban eder. Hata yapar. Yazı, kurbansal
değil, azizdir ( 1 977: 7- 1 0)6• Bendeki çatlağın, benin bir çağrıyı
dinlemeye yatkın olduğunun tanığıdır. Okurdaki ba_şk�. y�arın
benliğinin ölmesini değil, tutulmaya açık olduğunu kabul etme­
sini talep eder.
Yine de okur, okuduğu hakkında konuştuğu anda, talep ettiği
veya talep ettiğini sandığı şeyle okuduğunu karşılaştırdığı anda,
yorumcu haline gelip kaçınılmaz şekilde esere zulmetmez mi?
Ne talep ettiğini bildiğini sanması ve eserdeki sorumluluk ile
kendi talebinin doğası arasında müşterek bir ölçüt bulunduğu­
nu varsayması bile, bu şekilde yorumlayarak, yeniden betimleme
cümlelerinin rej imine geçmesini, bilmenin cazibesine kapılması­
nı zorunlu kılmaz mı? Yorum, nasıl olur da yorumlanana yapılan
bir zulüm olmayabilir, (yalnızca okur söz aldığı için) talebini dile
getirirken onu bildiğini varsaydığının, ya da en azından bilinebi­
lir kabul ettiğinin bir kanıtı olmayabilir, bu talebin yazının ken­
dini erişilir kıldığı bir harikuladelik olmaktan çıktığının, artık
sadece bir içeriği, bir anlamı olan bir buyruk olduğunun, esir na­
sıl bir vaadi yerine getirmekle yükümlüyse eserin de bu anlama
karşı öyle yükümlü olduğunun kanıtı olmayabilir?
Azizlik kaybolacak ve kutsal olan, kurbansal Aujhebung'u
ile birlikte geri dönecektir. Yazarın yazısını isteyen, onun tutul­
ma yetisini kendinin bilgisine doğru çeken, kendiymiş [ le soi]
meğer ! Kendinin yazıya uyguladığı talep ile karşılığında verdi-

6 Bu kullanımla ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz. Z. Direk, E. Gök­


yaran (ed.) Sonsuza Tanıklık. Emmanuel Levinas'tan Seçme Yazı­
lar, Metis Yayınlan, 200 1 . -çn

253
Ayrışma

ği şeyin müşterek ölçütünün olmaması, sonuçta olumsuz mo­


mentten ibaretmiş, çelişki momentinden, içkin türetme kuralına
uyan momentten (Hegel Notu) ibaretmiş ve onun neticesi de
herşeye rağmen, yine ve daima, kendi-içinmiş. Başka-için, ancak
kendinin kendiye doğru hareketinde basiretsizce ve haksız yere
tek başına bırakılmış bir parçalanma momenti olacakmış. Yazar
ve okur aynının, bir anlığına müşterek ölçütlerini kaybeden iki
figürü olacakmış. Aralarındaki açıklığı artırmak, spekülatif ma­
kinayı daha iyi işletmeye yararmış sadece. Yahudilik figürü işte
bu şekilde , Hegelci düşüncenin en başlarından beri, ayrılığında
huysuzca tıkanıp kalmış ( talebin "sözde" aşkınlığı) soyut bir
moment olarak, güzel bütünleştirme hareketine dahil edilmiştir
(Bourgeois, 1970: l l8) .
Peki bu okuduğumuz yorum zaten Levinas'ın Buber'de itiraz
ettiği ve Hegel'de nefret ettiği şeyi, yani yazı ile okumanın, bir ben
(je] ile bir senin, onları yorumlayan cümlenin evreninde gönder­
ge olarak alınmış olmasını ve bu cümlenin onların ikisini birlikte
bir bütün olarak, asimetrik de olsa bütün olmayı bırakmayan bir
bütün olarak imlemesini gerektirmez mi? Eğer durum buysa, spe­
külatif bu yorumda zaten tüm haklarını kullanıyordu ve bunlar
üst-betimlemenin haklarıdır. Ve Levinas'ın da bu haklan tanıması
ve onlara uyması gerekmez mi, okuru için, okuru yerine, ben [jel
ile sen arasındaki asimetriyi silen bir biz aracılığıyla, bu asimetriye
ne olduğunu yorumlamaya çalışan Levinas'ın?
Sen asla ben olma, ben asla sen olmayayım: bunun hakkında
refleksiyon yapılabilir mi, refleksif şekilde yazılabilir mi? Bu ya­
zılınca şöyle anlaşılır: genel olarak sen [ le tu] asla ben [ le je] olma­
sın, ben asla sen olmasın.7 Etik cümle, kaleme alınırken yok olur:

7 Cümlenin orijinali şöyle: "que le tu ne soit jamais le je, et que le j e


ne soit jamais l e tu. " -çn

254
Ayrışma

onun sım olan adılların asimetrisi, adıllar üçüncü kişide kendi


kendilerini adlandırırken yakalandığında, açığa vurulup etkisiz
hale getirilir. Kavramın sabrı8, talebin sabırsızlığını yola getirir.
Sabırsızlığı kendine karşı çevirir. "Duymadan önce yapmak"
( 1 968-a: böl. 4) , yorumun etik konusunda yaptığı tam olarak bu­
dur işte ! Onu bir yanlış anlaşılma gibi yorumlar ve böylece kendi
anlaşılmama gerekliliğini korumaya devam eder. Yorumcunun
ironisi kolaylıkla zulme kadar varır: seni ne kadar az duyarsam,
der yorumcu Levinas'ın (veya tanrının) metnine, tam da bu nok­
tada sana daha çok itaat edeceğim; zira seni talep olarak (senin
sıranda) duymak istiyorsam eğer, seni anlam olarak duymamalı­
yım. Eğer itaatsizlik ettiği doğruysa Şeytan, Tanrı'nın en iyi hiz­
metkarıdır. Zira "itaatsizlik eden, bir noktada itaat ediyordur"
(Aristoteles, Sofistik Çürütmeler 1 80 b 1 ) , yükümlü kılınmıştır,
emir (veya talep) olduğu haliyle dinlenmiştir, sadece içeriği an­
laşılmamıştır. Şeytan bir etik addır.
Ama Hegel, Şeytan değildir, bir spekülatif addır, kendi, itaat­
sizlik etmek için bile olsa itaat etmez, olmaktadır o, Tanrı yara­
tıklardan hiçbir şey talep etmez ve beklemez, kendi Tanrı'dan ve
yaratıklardan geçerek kendi kendine gider.
Etik cümle (sonsuz) ile spekülatif cümle (bütünlük) arasın­
daki ayrışmayı, hangi mahkeme tanıyabilir ve çözüme bağlaya­
bilir?

8 Fr. La patience du concept. Gerard Lebrun'ın Hegel üzerine


kitabının başlığı , tam adı şöyle: La patience du concept. Essai sur
le discours htgtlien ( 1 972) . Hegel ile ilgili geleneksel kanının
aksine Lebrun, Hegel felsefesini kapalı bir sistem olarak değil,
kendi üzerine dönen ucu açık bir söylem olarak okumayı öne­
riyor. -çn

255
Ayrışma

1 7 1 . Levinas'taki "harikulade" , gnostiklerdeki, özel­


likle de Marcion'daki Qonas, 1 958: 72) "uzaklaşma [ est­
rangement] " ile karşılaştırılabilir. Çevirmen, bir notun­
da, uzaklaşma ile yabancılaşma [ alienation] arasındaki
semantik yakınlığı hatırlatıyor (age: 465) . Yükümlülük,
benliği yabancılaştırır: mutlak şekilde bilinemez bir baş­
kanın seni olur benlik. jonas ayrıca Unheimlichkeit'ı kul­
lanır, bu sözcük ben ile başka arasındaki çelişkili ilişkiyi
kendinde barındırır: talebi kabul ederek kendi evimden
uzaklaşırım, esarete düşerim ama asla senin evinde otur­
mam, çünkü senin ikametin yoktur, öte yandan kendi
evimde olmayı bırakma misyonumu da tamamlamış olu­
rum. Freud ters yönde ilerleyerek sen yerine o'nu koyar ve
benliğe o'nu yerinden etme misyonu verir: nafile bilme­
nin cazibesine kapılacaktır. Ama her durumda, analizin
sonu yoktur, bu yerine geçirmeden ibaret olduğu varsa­
yılsa bile. Başkanın temellükü olarak hakikat, bir "graf'9
tarafından bile temellük edilse , yanlış olacaktır.

1 72. - Peki ama başka, yabancı, Başa geliyor mu ? soru­


sunun tüm özelliklerine sahip değil midir (no . 1 3 1 , 1 3 2) ?
Başa geliyor mu ?, Geliyor musun ? olarak mı anlaşılmalıdır?
Efendi betimlenebilir değilse eğer, onun biri olduğunu, yani
bir verici olduğunu , nasıl söyleyebilirsiniz? Bilinmeyen bir
verici, en azından bir verici olarak bilinmektedir. - Ama,
diyeceksiniz, çağrı veya talep benim adımı bir alıcı adına,
bir senin adına dönüştürdüğüne göre, pekala bir verici, en
azından gizli bir ben merdinin boş yeri, aynı zamanda aynı
cümle evreninde mevcut-kılınıp-sunulmalıdır ! - İtiraz:

9 Çizgi, yazı. -çn

256
Ayrışma

sizin alıcı olduğunuz bu evrende boş bırakılmış, belki de


"mutlak şekilde" , bir sessizlikle bile vurgulanmamış bir ve­
rici mercii bulunması, zaten etik durumdur, yükümlülük
cümlesinin mevcut-kılıp-sunduğu evrenin düzeneğidir.
Ama bu sizin deneyiminize yazılamaz. Çünkü bu evrende
siz sen merciinde mevcut-kılınıp-sunulursunuz, çağrılırsı­
nız; oysa deneyim ve bilgi birinci kişide, en azından ken­
di olarak meydana gelir. Sizin Efendi'nin çağrısı olduğuna
hükmettiğiniz şey, ben'in deneyimden yoksun bırakıldığı,
"uzaklaştırıldığı [ estrange] , yetkisiz kılındığı bir sen du­
"

rumudur. Dolayısıyla Efendi'nin, hatta uzaklaşmanın bile


deneyimine sahip olmazsınız. Eğer olsaydınız, bu Efendi
olmazdı, ve etik de olmazdı. Dolayısıyla sizi çağıranın biri
olduğuna tanıklık edemezsiniz. Etik evren tam da böyledir.

1 73 . O halde Başa geliyor mu ? sorusu (no. 1 3 1 , 132,


1 72) , acı çekmekte olan bir cümleden gelen bir tür çağrı
değil midir? Kendi yabancılığı içinde bir açıklığı, olayın or­
taya çıkışına açık olmayı gerektirmez mi? Oysa siz, henüz
söylenmemiş olanın yaklaşmasına duygu ismini vermemiş
miydiniz (no. 22, 23) ? Bilinen lisanlara tercüme edilemez
cümle olayını çağıran benlik değildir elbette. Ama cümle
değil midir varlığa, olayın ortaya çıkışına uzaktan başvu­
ran ve onları çağıran? Peki ama, cümle çağırır derken, bir
soru cümlesinin evreninde onu bilinmeyen bir verici mer­
ciine yerleştirmiş olmuyor musunuz? Levinas bu konuda
ne derse desin, Heidegger Levinas ile aynı şeyi söylemiyor
mu? Ben [ leje] burada da anlam verme gücünden mahrum
kalarak, kendisine başvurup onu çağıran bir mevcut-kılı­
namazın kulağından ibaret değil midir? - Hayır, bu karı­
şıklığın mümkün olması için, yabancı cümlenin senin ter-

257
Ayrışma

cümanlığın sayesinde kendini cümleye dökmek istediğini,


senden bir şey istediğini, çünkü kendi kendini istediğini
varsaymak gerekirdi. Varlığın (veya dilin) (die Sage) (Hei­
degger, 1953-54: 1 33) insana ihtiyacı olduğunu varsaymak
gerekirdi. Ama sen, başa gelen cümlenin mevcut-kılıp-sun­
duğu evrende, ister alıcı, verici veya gönderge ol, ister an­
lam ol isterse de bu mercilerden birkaçı birden ol, onun
gelişinden başka bir şey değilsin. Cümle seni beklemiyor­
du . Sen, o vardığında gelmiş olursun. Olayın ortaya çıkışı
[ occurrence] , Efendi değildir. Paganlar bunu bilirler ve bu
yol gösteren karışıklıkla alay ederler.

1 74. Yükümlülüğü Redlichkeit ile , Rede'ye karşı dü­


rüstlükle10 (Nancy, 1983 : 63-86) karıştırmamak gerekir.

1 0 Lyotard, Jean-Luc Nancy'nin "Notre Probite ! Sur la verile au


sens moral chez Nietzsche" metnine gönderme yapıyor. Nan­
cy'nin 1 980 yılında Zürih'te bir konferansta sunduğu bu metin,
daha sonra L'imperatif catego rique içinde yayımlanmıştır. Metnin
başlığındaki "Bizim Dürüstlüğümüz ! " olarak karşılayabileceğimiz
"Notre Probite ! " ifadesi, Nietzsche'nin Şen Bilgi'sinden alıntıdır:
" Unsere Redlichkeit!" (§ 335) . Nancy metin boyunca Nietzsche'nin
Redlichkeit anlayışının nasıl bir "başka ahlakı" mümkün kıldığını
tartışır. Buna göre Nietzsche'de Redlichkeit öncelikle bir tür filolojik
erdemdir, metne karşı dürüstlüktür, sözle yüz yüze kalabilme , yo­
ruma başvurmadan bir metni neyse o olarak okuyabilme erdemi­
dir. İkinci olarak Redlichkeit dönüşüm geçiren, oluşum halindeki
dürüstlüktür, yani herhangi bir verili hakikate bağlanamaz. Bu
anlamda Nietzscheci dürüstlük kendi üzerine de dönmeli ve
kendini sorgulamalıdır. Dürüstlüğün hakikati sabit veya verili
değildir. Son olarak Nancy, Nietzche'ye yaptığı göndermenin
ötesine geçerek Redlichkeit'ı dildeki anlamıyla, filolojik bakımdan
yorumlar. Buna göre Redlichkeit etimolojik olarak "söylem" veya
"söyleme" anlamındaki Rede ile aynı kökten gelmektedir. Rede,
Latince ratio ile , yani logos ile ilişkilendirilebilir (ratio, Yunan­
ca logos'un çevirisidir) . Bu anlamda Redlichkeit'ı doğru-sözlülük

258
Ayrışma

Redlichkeit, yükümlü kılmaz: Zincirleme bağlantı kurmak


gerekir demek, Zincirleme bağlantı kurmalısın demek
değildir. Seçme şansımız yoktur demek bile yetersizdir
(no. 102, 1 03 ) : olayın ortaya çıkışı karşısında, yüküm­
lülük karşısındaki gibi sorumlu değiliz . Ama ortaya çı­
kanı cümleye dökmek, cümlelerin bir zorunluluğudur.
Yükümlülük ancak meseleler buyuran söylem cinsleriyle
birlikte meydana gelecektir: şuna varmak için bu şekilde
zincirleme bağlantı kurmalısın. Örneğin, eğer söylemin
felsefi olmalıysa , o zaman onun kuralını bulacak şekilde
zincirleme bağlantı kurmalısın (ve o zaman, Başa geliyor
mu ? sorusuna dikkat etmelisin) . Yükümlülük ancak nasıl
sorusuyla birlikte meydana gelecektir, cinsler bu soruyu
çeşitli meselelere göre belirleyeceklerdir. Yükümlülük
hipotetik olacaktır: eğer istiyorsan, arzuluyorsan, dili­
yorsan, o zaman . . . yapmalısın. Koşul olarak daima ulaşıl­
ması gereken bir erek vardır ve cinsin buyurduğu mesele

olarak düşünebiliriz. Dürüstlük burada sözüne sadık olma, doğ­


ru-sözlü olma anlamındadır. Nancy'nin burada vurguladığı, Red­
lichkeit'ın, hakikat söyleminden, yani söylemin gerçekliğe uygun
olup olmamasından daha farklı bir dürüstlüğü , hakikati doğru­
lanamayacak olan, doğrulama prosedürlerine tabi kılınamayacak
olan bir doğruluğu işaret ettiğidir. ilk bakışta Nancy'nin Redli­
chkeit yorumu Lyotard'ın betimleme ve buyurma cümleleri ara­
sında yaptığı ayrım ile paralel okunabilir. Öte yandan Lyotard,
zorunluluk [ necessite] ile yükümlülük [ obligation] arasındaki
farka işaret ederek bu okumayı reddediyor. Buna göre sözün ta­
rafında kalan Redlichkeit, cümleye dökme zorunluluğu ile, yani
cümleye dökmemenin imkansızlığı ile birlikte düşünülmelidir.
Rede'ye karşı dürüstlük olarak Redlichkeit, bu zorunluluğa karşı
bir dürüstlük olacaktır, mantıksal bir zorunluluğa uygun olma
anlamı taşıyacaktır. Oysa ahlaki sorumluluk olarak yükümlülük,
bu anlamda bir zorunluluk içermez , tersi mümkündür. -çn

259
Ayrışma

de budur. - Ama ödev imkanı (yetisi) hipotetik değildir,


cinsler tarafından, eğer . . . , o zaman .. . 'lar tarafından varsa­
yılmıştır. Bunlar yükümlülüğe yol açar, ama sadece yol
açarlar. Kant, ödevin kendisinin imkanını, koşulsuz ödev
imkanını bu şekilde sorgular.

1 75 . Cümle rejimlerini oluşturan kurallar buyurucu


değildir ve kendiliklerinden yükümlülük yaratmazlar. Yü­
kümlülükleri getiren, söylem cinsleridir. Örneğin, mantık­
sal söylemin meselesi, yani cümlelerin hepsi için bir totolo­
jiye ve özdeşlik ilkesinden gelen ikna haline ulaşmak, zaten
bu cümleler incelenirken ağırlığını koymuş olduğu içindir
ki bu cümlelerin doğru oluşum kuralları belirlenebilir.
Eğer "mantıksal biçimde" konuşmak istiyorsak, bu kural­
lara uyulması gerekir. Tüm söylem cinslerinde cümlelerin
oluşumunun ve zincirleme bağlantısının hipotetik buyruk­
lara, başarı kazanmayı hedefleyen stratejilere tabi olup ol­
madığı sorulmalıdır. Eğer böyleyse, ve etik buyruğun her­
hangi bir hipoteze bağlı olmadığı doğruysa, o zaman etik
bir cins değil midir? Veya etik cins, kuralı ancak koşulsuz
mecburiyeti kural olarak kabul etmek olan bir cins midir?
Bu şekilde etik, felsefi cins ile akraba [apparente] olacaktır.
(Bir buyruğun koşulsuz olduğu nasıl bilinebilir?)

1 76. Söylem cinsi olarak bilgiyi lisan edinmiş olan, yani


sadece bilişsel değeri olan betimleme cümlelerini kabul
eden mahkeme, bir yükümlülük ileri sürene şöyle sorar:
sizi yükümlü kılan (veya kılacak olan) yetki hangisidir?
Yükümlü kılınmış olan bir ikileme düşer: ya yasayı vere­
ni adlandırır ve yasanın yetkisiyle anlamını ortaya serer,
böylece yükümlü olmaktan çıkar, çünkü bu şekilde bilgiy-

260
Ayrışma

le anlaşılır hale gelmiş olan yasa tartışma konusu olur ve


yükümlülük değerini kaybeder; veyahut bu değerin ortaya
serilemeyeceğini, kendisinin yasa yerine cümle kuramaya­
cağını kabul eder ve o zaman bu mahkeme yasanın onu
yükümlü kıldığını kabul edemez, çünkü yasanın akli bir
sebebi yoktur, yani keyfidir. Bilgi lisanında yasa ya akla
uygundur ve yükümlü kılmaz, ikna eder; ya da akla uy­
gun değildir ve yükümlü kılmaz, zorlar. Bu mahkemenin
gerektirdiği, sadece yükümlü kılınmış olanın argüman yü­
rüterek sebebini açıklayabildiği şeyin yükümlü kılıyor [ ob­
ligatoire] olmasıdır. Yani bu mahkeme, benim buyrukların
vericisi yerinde olabileceğimi, buyrukları "üstlenebileceği­
mi" varsayar. Buyruklar yükümlü kılar, çünkü anlamları­
nı anlayabilirim ve mahkemeye açıklayabilirim. Açıklama
değeri, hakikat değeridir, evrenseldir. Bu ikilem sayesinde,
bilişsel cümleler ailesi buyruk cümleleri ailesini ilhak eder,
ben seni siler.

1 77. Aristoteles buyurma cümleleri ile hüküm bildir­


me cümlelerini [denotative] birbirinden ayırır: "Her söylem
semantikos'tur [bir şey imler] , doğal alet [ organon ] olarak
olmasa bile, söylediğimiz gibi, birleştirme yoluyla [ kata
suntheke] . Ama her söylem apophantikos [ hüküm bildiren]
değildir: yalnızca doğruyu veya yanlışı söyleyecek olanlar
öyledir. Oysa bu , her durumda olmaz: örneğin talep [ dua,
euche] bir söylemdir ama ne doğru ne de yanlıştır. O hal­
de diğer türden söylemler bir kenara bırakılacaktır: onların
incelenmesi daha ziyade retoriğin veya poetikanın işidir,
bu çalışmanın [ theoria] konusu yalnızca apofantik söylem­
dir" ( 1 7 a) . Hüküm bildiren cümleler (apofantik cümleler)
mantığı, basit cümlelerin (yüklemler mantığının) oluşma

26 1
Ayrışma

kurallarını veya onların doğruluk değerini hesaplamaya


izin verecek şekilde birbirine bağlanma kurallarını (öner­
meler mantığı) belirlemeyi hedefler. Bu kuralların ifade
edilmesini sağlayacak bir leksik ve bir sentaks oluşturmak
gerekir. Bunlar mantıkçının üstdilini oluşturur. Deontik­
lerin Aristoteles tarafından bir kenara bırakılmış olması,
onların bu üstdilden çıkarılması gibi bir sonuç doğurur
mu? Kimileri bunun zorunlu olmadığını söyler, kimileri
ise apaçık olduğunu. Zorunlu olmadığını söyleyenler, deo­
ntik mantıktaki önerme çekirdeklerinin, önermeler mantı­
ğıyla aynı forma sahip olduğunu düşünürler (von Wright,
1 967) . Diğerleri ise onları, Wittgenstein'ın gösterdiklerini
takiben (PhU: § 433 , 458, 46 1 , 505 , 506, 5 19) , daha zi­
yade şu paradigmaya uygun olarak tasarlarlar: a eylemini
gerçekleştirmek x'in yükümlülüğüdür (Hottois, 198 1 ) . Ama
hepsi hemfikirdir ki eğer buyruk cümlelerinden bahset­
mek istiyorsak, özel işlemciler veya fonktörler1 1 kullanmak
gerekir: örneğin yükümlülük [ obligation] ve izin fonktör­
leri, olmazsa olmaz görünmektedir. - Yine de görünürdeki
bu fikir birliği, yeni bir uyuşmazlığı içinde barındırır. Zira
yükümlü kılanın [ obligatoire] , izinli olanın ve bunlardan
türetilen işlemcilerin, yani hoşgörülen dernek olan yüküm­
lü-kılmayanın ve yasak dernek olan izinli-olmayanın, öner­
meler mantığının işlemcileriyle tamamen analog olduğu
düşünülebilir: sırasıyla zorunlu olan ve mümkün olan, ve
de bunların tersi olumsal olan ve imkansız olan. Bu durum-

1 1 Genel olarak bir fonksiyonu gerçekleştiren işlemciler. Aynca


mantıkta veya matematikte, bir bileşik önermenin doğruluğu­
nun, onu oluşturan basit önermelerin fonksiyonu olduğunu ifa­
de eden işlemci. -çn

262
Ayrışma

da kare, der Aristoteles, betimlemelere dair üstdilin iskeleti


olan kare, buyurma cümlelerinin de değerini hesaplamayı
sağlayan ölçüt olarak kalır. Bunun önemli bir sonucu, bu
koşullar altında buyruk cümlelerinin yorumunun, hüküm
bildiren cümlelerinkinden daha farklı bir doğada olamaya­
cak olmasıdır. Buyrukların normlara dönüşmesi için on­
ları hazırlamak, tartışmak ve sabitlemek gerektiğini kabul
ediyorsak eğer, emirlerin yorumlanma dilinden emirlerin
diline çıkarım yaparak varılabileceğini de önceden varsa­
yıyoruz demektir.

KANT 2

1 . Yasa çıkarsanamaz.
Yasayı yasallaştırmak, onu çıkarsamak olacaktır. Kant, çıka­
rımı "hukuk danışmanlarının" anladığı şekilde anlar. Kavga (ve
belki de ayrışma) konusu olan bir "hak ve gasp" davası vardır.
Olgular hakkında kesin karar vermeden önce, iki tarafın iddi­
alarının yasallığı hakkında kesin karar vermek gerekir: örneğin
taraflardan birinin belli bir mirastan faydalanmayı talep etmeye
(veya karşı tarafın faydalanmasını reddetmeye) hakkı var mı­
dır? Sözkonusu taraf, bu hakka sahip olduğunun kanıtını ortaya
koymalıdır, yoksa mahkeme onun şikayetini kabul edemez. Çı­
karım, bu hakka sahip olduğunun kanıtının sunulmasıdır: tam
anlamıyla yetkilendirme [ autorisation] (KRV, B § 1 3 : 1 00) .
Kant bu soruyu yükümlülük konusuna aktarır. Genel olarak
bir buyruk (bir tarafın mahkemeye şikayette bulunması, buna
örnek bir vakadır) , alıcısını yükümlü kılma yetkisine nasıl sahip­
tir? Bu soruya cevap vermek, buyruğu çıkarsamak olacaktır. Peki
ama özelliğini kaybettirmeden buyruk cümlesini çıkarsamak nasıl

263
Ayrışma

mümkündür? İkinci Kritik'teki Saf Pratik Aklın İlkelerinin Çıka­


rımı işte bu zorluğu ortaya serer (KPV, Çıkarım: 4 1 -50) . Teorik
aklın cümleleri sözkonusu olduğunda, ki bunlar betimleme cüm­
leleridir, bilişsel cümlelerdir, bunların oluşumunu yöneten ilke­
lerin çıkarımı, "bilginin a priori kaynaklarından" hareketle, spe­
külatif olarak (dogmatizmin inandığı gibi) yapılamıyorsa eğer, en
azından deneyim gibi bir Surrogat'a12 (age: 47) , bir ayak oyununa
başvurulabilir. Sonuçta bu çıkarım, diğer koşullar bir kenara bıra­
kılırsa, bilim alanındaki mantıkçının tarzında ilerler: kendisine re­
ferans teşkil eden külliyatta verili hüküm bildiren beyanlardan, bu
beyanların zaten varsaydığı aksiyomları (modem anlamıyla) çekip
çıkarır. Sıkı bir Hume okuru olan Kant için, bu aksiyomlardan en
temelinin nedensellik olduğunu biliyoruz.
Çıkarım'ın kritik üstdilindeki ilkeler ile nesne-dil olan bili­
min söylemi arasındaki ilişki, bilimin dilini deneyimin "verile­
rine" bağlayan ilişkiyle eşbiçimlidir [ isomorphe) . Bu iki ilişkinin
eşbiçimli olması, birincinin transandantal düzeyde, ikincinin ise
empirik düzeyde olmasıyla kesinlikle çelişik değildir. Her iki­
si de betimleme cümlelerini bağlantıya sokarlar. Hatta Kant'ın,
"kaynaklardan hareketle" doğrudan gerçekleştirilemeyen çıkarı­
mın bir Surrogat olarak deneyimden yararlandığını bildirmesine
izin veren de bu eşbiçimliliktir. Bilimin ilkelerinin, özellikle de
nedenselliğin çıkarımını gerçekleştiren kritik söylemin oluştur­
duğu üstdil, kendi düzeyinde, kendi göndergesi olan bilimin
oluşturduğu nesne-dil ile eşbiçimli kalır. Çıkarımı mümkün
kılan bu eşbiçimliliktir. O olmadan ve yukarıda bahsettiğimiz
" kaynakların" yokluğunda, teorik aklın ilkelerinin, özellikle de
nedenselliğin nasıl çıkarsanabileceği anlaşılmaz.

1 2 Alın. "vekil" . -çn

264
Ayrışma

Çıkarımın kritik üstdili ile onun ilkeleri çıkar [sa] ması gere­
ken nesne-dil (bilişsel cümleler) arasındaki bu eşbiçimlilik du­
rumu , sözkonusu dil-sistemi buyruk cümlelerininki olduğunda
eksik kalır. Kant'ın argümanı, buyruk cümlelerinin, betimleme
cümleleriyle aynı şekilde , nedensellik gibi ilkeler tarafından yö­
netilmek şöyle dursun, kendi doğurdukları edimlerin nedeni
olduğudur. Buyruğun bu saf nedenselliği, veya spontanlığı, bir
deneyim olgusu değildir, çünkü deneyimde "verili" olan her şey,
sonsuz neden ve etki dizileri tarafından yönetilmektedir: şunun
nedeni olan bir şey, aynı zamanda bunun da etkisi olarak düşü­
nülür. O halde burada, betimleyici çıkarım üstdili ile onun varsa­
yılan nesne-dili olan buyruk cümleleri arasında başkabiçimlilik
[allomorphie] veya heteroj enlik vardır. İşte bu yüzden, buyruk
cümlelerini pratik ilkeyle yasallaştırması gereken çıkarım sözko­
nusu olduğunda, "saf teorik anlama yetisinin ilkeleri sözkonusu
olduğu zamanki kadar iyi bir başarı elde etmeyi umamayız" (age:
46) . Kant, pratik çıkarımın bu başarısızlığını bir tür tatmin du­
yarak sergiler: "Hiçbir çıkarım, ister spekülatif ister deneyim yar­
dımıyla olsun, teorik aklın hiçbir gayreti, ahlak yasasının nesnel
gerçekliğini kanıtlayamaz; apodiktik kesinlikten vazgeçseydik
bile, bu gerçeklik deneyim yoluyla onaylanıp a posteriori olarak
da kanıtlanamazdı. Yine de , diye ekler Kant, o [ ahlak yasasının
gerçekliği ] kendi kendine ayakta durur (47) . "
O halde buyruk cümlesini yasallaştırmaya yönelik her tür ça­
bayı bir kenara bırakmak mı gerekir? Bu , yetkiyi keyfiliğe teslim
etmek olurdu . Burada Kant'ın analizi, benzersiz bir yola başvu­
rur: çıkanının işleyişi korunabilir ama yönünü tersine çevirmek
şartıyla: "Ahlak ilkesinin, boşuna aradığımız çıkanını yerine,
bambaşka ve son derece paradoksal [ganz Widersinniges ] bir şey
buluruz" ( 4 7) . Aradığımız çıkarımın tam tersi yönde ilerleyen

265
Ayrışma

bir çıkarım buluruz. Kritik üstdil, bir nesne-dilden, orada bu­


lunan buyruk cümlelerine izin verme yetkisine sahip bir ilkeyi
çekip çıkarmaya çalışmalıydı. Eğer başarılı olsaydı, bunu sorunu
ortadan kaldırma pahasına yapacaktı: kritik cümlenin (çıkarı­
mın) evrenindeki gönderge merciine yerleştirilmiş olan buyruk­
lar, bu şekilde kendi kendini adlandıracak ve buyruk cümleleri
olmayı , yani spontan nedenler olmayı bırakıp sonuçta "nesnele­
re" dönüşeceklerdi, yani çıkarımın vardığı ilkenin etkileri haline
geleceklerdi.
Yine de bu başarısızlık üstdil imkanını ortadan kaldırmaz ,
onun yönünü tersine çevirir ama bunu , onun nesnesini değiş­
tirmek pahasına yapar. Yasa yerine çıkarsanabilecek olan özgür­
lüktür. Bu yeni çıkarım, yasadan hareketle yapılır. Ama bu du­
rumda yasa, doğrulama argümanı içinde , buyruklara izin verme
yetkisine sahip cümle olarak, yani üstdilin nesne-dilden çıkardı­
ğı cümle olarak sonuç yerinde değil, bu nesne-dilin bir cümlesi
olarak öncül yerinde bulunur ve üstdil, özgürlüğü ortaya koyan
cümleye izin verme yetkisini elde etmek üzere , ondan hareket­
le varsayımda bulunur. Çıkarımın tersine çevrilmesi budur işte :
"Tersine bu ahlak ilkesinin kendisi [yasa] , temeli irdelenemez
[ unerforschlichen] bir gücün [pouvoir] [ . . . ] , yani özgürlük gücü­
nün çıkarımı için ilke görevi görür [ . . . ] " (age) .
Özgürlük kendini nesne-dilde ifade etmez , ancak kritik yo­
rumda cümleye dökülebilir. Ama o zaman da yasanın, nesne-dile
ait bir ifade olması gerekir . . . Ve gerçekten de Kant " temel yasa­
nın bilincine bir akıl olgusu [Fahtum ] demeyi (56) " önerir. Bu
Fahtum'da "saf akıl, gerçekten pratik olarak bizde kendini gös­
terir" Yalnız "mutlak şekilde açıklanamaz" olan bu olgu , daha
ziyade olgu gibi bir şeydir, bir olgu-benzeridir [quasi-fait] : saf
istencin gerçekliği, diye açıklar Kant, "ahlak yasasında a prio-

266
Ayrışma

ri olarak sanki bir olgu [Faktum] tarafından verilmiştir" (age) .


Sanki bir olgu tarafından, bir olgu tarafından değil. Bu Faktum,
yalnızca bir olgu-benzeridir, çünkü istencin aracısız belirlenmiş
olması (ki bu yasadır) , daha önce gördüğümüz gibi, asla basit ve
hakiki bir olgu gibi, tek modeli olguların bilgisine dair ilkelerin
çıkarımı ( teorik akıl) olan bir prosedürle (burada bu işlem kri­
tiktir) , ispatlanamaz .
Bu buyruk veya yükümlülük olgusu , empirik ve bilişsel an­
lamda o kadar az olgudur ki, ondan "çıkarsanmış" olacak ve
karşılığında, bilinebilir bir deneyim içinde onun yerini yasallaş­
tırmaya izin verecek bir kavram altında toplanmaya o kadar az el­
verişlidir ki , Kant onu bir İdeyle ilişkilendirerek (nasıl olduğunu
göreceğiz) deneyime karşıt halde konumlandırır: "Ahlak yasası,
bir İdenin peşinden giderek [der Idee nach] bizi öyle bir doğaya
götürür ki orada saf akıl, eğer kendisiyle orantılı bir fiziksel güce
[pouvoir] sahip olsaydı, en üstün iyiyi üretirdi" (43 ) . Yapmalı­
sın13 deneyim-benzerinin [ quasi-experience] sınırlarını çizdiği ve
içine kaydolduğu saha , ne dünyadır ne de hatta doğadır, "du­
yu-üstü bir doğadır" bu saha ve bu doğanın "idesi, istencimizin
belirlenimleri için model görevi görür" (age) . Ahlak "deneyimi"
bir deneyim değildir, yapmalısın, gerçeklik içinde olduğu gibi is­
patlanabilecek bir şey değildir. Yine de yükümlülük alınmıştır,
bu yüzden de ona bir tür olgu denebilir. Ama onu alan, arzulama
gücüdür ve idesel bir doğada almıştır, gerçek dünyada duyarlık
tarafından alınmamıştır yükümlülük.

1 3 Fr. Tu dois. "Ödev" olarak çevirdiğimiz devoir, aynı zamanda ge­


reklilik kipi "-meli, -malı" kullanımının mastar halidir. Kantçı
buyruk cümlesinin formülü olan Tu dois ifadesi, devoir fiilinin
ikinci şahıstaki çekimidir. -çn

267
Ayrışma

2. Yapabilirim. 14
Saf buyruk cümlesi yükümlülük olarak ortadan kaybolma­
dıkça, yani özelliğini kaybetmedikçe yasallaştınlamaz. Ama ters
yönden, olgu-benzeri olarak ele alınan buyruk cümlesi, bir çıka­
rımın, özgürlük çıkarımının başlangıç noktası görevi görebilir.
Eğer yapmalıysan, demek ki yapabilirsin. Özgürlüğün kanonik
cümlesini ikinci kişide formüle ederek Kant, sık rastlanan bir
hataya uygun ortam hazırlar: bir eylemi gerçekleştirmekle yü­
kümlüsün (yani zorunda olmak yerine yükümlüsün) , çünkü tam
da onu gerçekleştirmeme imkanına (olumsallık anlamında) sa­
hipsin. Emrin içeriğiyle ilgili empirik bir seçme özgürlüğü , bu
emirle olumsal bir zincirleme bağlantı kurma şekli.
Yasaya itaat etmeyi bu şekilde reddetme özgürlüğünün nasıl
olup da yasanın -dolaylı yoldan bile olsa- yasallaştırılması ola­
bileceğini anlamak zordur. Yasadan çıkarsanan özgürlük, zincir­
leme bağlantıların olumsallığı değildir. Tam tersine, "ahlak ya­
sası konuştuğu zaman, yapılmalı olana dair özgür seçim nesnel
olarak yoktur artık [ keine freie Wahl ] " (KUK, § 5: 55) . Yasayı
ihlal etsen bile onu tanıyorsun. İtaat başka, yükümlülük duygu­
su, saygı başkadır. Yapma h s ı n 'daki sen'in gösterdiği budur. Alıcı
pekala Bunu yapmayacağım diyerek zincirleme bağlantı kurabilir,
her ne kadar öncelikle yükümlülüğe yakalanmış bir sen olsa da.
Yükümlülük, bir ben'in yer değiştirip alıcı merciine geçmesi, esir
alınması olduğu için bir anlamda zorlamayla analogdur.
Özgürlük cümlesinde yardıma çağrılan, ihtimal anlamında
değil , eyleme yetisi anlamında , yani kozmolojik açıdan bir ilk

14 Fr. ]e peux. "Güç" olarak çevirdiğimiz pouvoir, aynı zamanda ye­


terlik kipindeki "-ebilmek" fiilinin mastar halidir. Bu fiilin bi­
rinci şahıstaki çekimi olan je peux ifadesinin mot-a-mot çevirisi
"-ebilirim" olacaktır. -çn

268
Ayrışma

neden olma anlamında bir yapabilme gücüdür. Bu ilk neden,


deneyimde geçerli kılınamaz. Bu ilk nedenselliğin veya spon­
tanlığın örneği olacak hiçbir olgu mevcut-kılınıp-sunulamaz .
Yine de spontanlık, yükümlülük durumundan çıkarsanabili­
yorsa eğer, ki bunlar açıkça birbirinin karşıtıdır, yükümlülük
durumu spontanlığı zorunlu olarak gerektiriyor demektir. Bu
nasıl mümkündür?
Alıcı yapmalısın'ı "duyarken" , aynı zamanda kamtlayamaya­
cağı ama sanki onun sorumluluğu altında dile getirilmeyi bek­
leyen bir cümleyi de "duyuyor olacaktır" : Yapabilirsin cümlesi.
Her zaman olduğu gibi (no. 22, 23) , bu eli kulağında cümle, bir
betimlemeyle dile getirilemeyecek ve bir yarı-sessizlik, bir duy­
gu , saygı duygusu olarak vurgulanacak veya duyurulacaktır.
Kritik üstdile sorulan soru , Yapmalısın'daki ve Yapabili rsin'deki
sen'lerin aynı olup olmadığı , yükümlü olanın ve ilk nedenin aynı
özvarlık olup olmadığı sorusudur.
Eğer aynı olsalardı, özgür iradeyi [ libre-arbitre) esas alan
açıklamaya geri dönmüş olurduk, oysa bunu az önce eledik.
Yapabilirsin, kuşkusuz bir gizem olan, "anlaşılamaz" , " temeli
irdelenemez" olan (KPV: 5, 47) bir verici gerektirir, Kant ikin­
ci Kr1tik'te buna özgürlük adını verir ama Opus postumum'da
da Tanrı adını verir. Bu vericinin nasıl mümkün olduğu açık­
lanamaz (46) , buna dair tam anlamıyla bir bilgi cümlesi yoktur.
Ama olgu-benzeri yükümlülük, alıcı özvarlığa [ entite) vurulmuş
duygu formunda bir im gibidir. Yükümlü olanın, kendisine hitap
ederek onu yükümlü kılan bir yetki olduğuna dair duygusal bir
tahmini vardır. Bu im, tam da betimleyici olmayan bir cümle re­
j iminde, deneyimi açıklayan bir ilke olmayan bir nedenselliğin,
yükümlü olan üzerinde etkili olduğuna işaret eder. Bu spontan
nedenselliği elinde tutan özvarlık, alıcı olamaz . Alıcı, spontan-

269
Ayrışma

lık duyurusunu bir "bağımlılık" , "zorlama" , "baskı" 15 olarak alır


(32) . Yapabilecek olan, alıcı olarak o değildir. Yapabilecek olan
vericidir, güç [pouvoir) odur. Ve yükümlülük cümlesinin evre­
ninde verici, eğer kendisinden bahsediyor olsaydı, ben Uel derdi,
tıpkı alıcıyı yükümlü kılarken sen diyeceği gibi (yapmalısın) .
O halde Yapmalısın'a karşılık gelen, Yapabilirsin değil, yal­
nızca bir İde olarak Yapabilirim'dir. Bu Yapabilirim, burada ben
orada sen olacak (özgür iradedeki gibi) aynı özvarlık sayesinde
Yapmalısın ile zincirleme bağlantı kuracak bir cümle değildir;
Yapabilirim cümlesi, Yapmalısın ile aynı cümle olmalıdır. Yap ­
malısın, alıcı merdini vurgulayan yükümlülük evreniyle birlikte,
verici merdini vurgulayan bir özgürlük evrenini de mevcut-kı­
lıp-sunar. Kimin ben dediğini bilmek, hatta bu ben'in denip
denmediğini bilmek ise mümkün değildir. Kant genel olarak
"mekanik" nedensellikten bağımsızlık başlığı altında, olumsuz
betimlemelere bolca yer verir ancak. Yapabilirim şöyle anlaşıl­
malıdır: ben bilinebilir nesneleri yöneten zincirleme bağlantılar
tarafından, özellikle de empirik harekete geçirici sebepler ve
çıkarlar tarafından zorlanmam, onları aşarım. İşte böylece yü­
kümlülük cümlesinde hem duygu olarak yasaya bağımlılık hem
de gizemli bir varsayım olarak bilgi rejiminden bağımsızlık mev­
cut-kılınıp-sunulur.
Yasa çıkarsanmamış olmaya devam eder. Özgürlük, alıcı tara­
fından hissedilen kendini kaybetmişlik duygusunun oluşturdu­
ğu etkiden hareketle, bir vericinin derhal ve aracısız gerektirme­
si olarak, yükümlülük cümlesinin kendi içinde çıkarsanmıştır.
Özgürlüğün kimin özgürlüğü olduğu bilinmez . Yalnızca özgür­
lüğün tek yaptığının, yasanın alıcısına , yükümlülük duygusu

1 5 Sırasıyla dependance, contrainte, coercition. -çn

270
Ayrışma

yoluyla kendini duyurmak olduğu bilinir. Özgürlüğün çıkanını,


birinci Kritik'teki bilginin ilkelerinin çıkarımıyla karşılaştırıla­
maz. ilkelerin çıkanını, çıkarımda öncül görevi görmüş empirik
olguların bilgisini mümkün kılan kavramlara vanr. Özgürlüğün
ise ahlaklılık deneyimini, yükümlülüğü mümkün kıldığı stricto
sensu16 söylenemez. Yükümlülük, kanıtlanabilir bir olgu değildir,
yalnızca bir duygu , bir akıl olgusu , bir imdir. Özgürlük olum­
suzlamayla çıkarsanır: yükümlülük duygusunun meydana gel­
mesi için, deneyimi açıklayan nedensellik olmayan bir etkileme
kuvveti olmalıdır, zira deneyim, yükümlü kılmaz . Özgürlüğün
pratik çıkanını olumsuzdur, çünkü olgulardan değil , tam da on­
ların tersinden, olguların ve bilişsel cümlelerin yükümlülük gibi
bir olgu-benzeri karşısında tökezlemesi demek olan Widersinni­
ge'den 17 yola çıkabilir. Olgular, bilişsel cümlelerin göndergesidir.
Yükümlülüğün sen'i ile özgürlüğün varsayılan ben'i arasında,
"üretilecek" olanlar dışında herhangi bir gönderge yoktur (68) .
Ama, diye ekler Kant, bilişsel cümleyle karşılaştırılarak değil,
kendi kendinde ele alındığında etik cümle, özgür nedenselliğin
"nesnel gerçekliğine" dair "yeterli" ( 48) bir kanıt sunar. "Aklın
aşkın kullanımını bir içkin kullanım haline getirir (öyle ki aklın
kendisi , ideler sayesinde , deneyim alanında bir fail neden hali­
ne gelir) " (age) . Yapabilirim'in gücü yalnızca deneyim dünyasını
oluşturan diziler tarafından belirlenmiş olmama gücü değildir;
yapabilirim, olumlu olarak yükümlü kılma gücüdür, derhal ve
aracısız yasanın gücüdür. Böylece pratik aklın "içkinliği" (saf
istenç) , yükümlülük cümlesinde vericinin durumu olarak anla­
şılır. Ben, ideseldir ama bu cümlenin evreninde, onu derhal ve
aracısız fail kılan şey olarak (namevcut olarak) sunulmuştur: sen

16 Lat. "dar anlamda" . -ç n


1 7 Alın. "paradoksal, anlamsız, saçma" -ç n

271
Ayrışma

yapmalı iken, aynı zamanda (yükümlülüğün zamanı) , ben de ya­


pabilir. Ve özel bir cümle rejimi olarak yükümlülüğün kendisi
(bilişsel cümlelerde bunun örneği yoktur) , dizisel olmayan, per­
formatif bir nedenselliğin kanıtıdır. - Alıntıdaki cümlenin zor­
luğu , bu gücün failliğinin "deneyimin alanında" uygulandığını
bildirmesinden gelir. Şu ikisinden sadece biri mümkün olabilir:
ya bu deneyim alanı, eğer . . . , o halde . . . ile yapılan tüm zincirleme
bağlantıların göndergesidir ve o zaman performatifliğe orada yer
yoktur; ya da özgürlüğün performatif olması deneyimin alanında
mümkündür ve o zaman da formu eğer . . . , o halde . . . tipine uygun
olmalıdır ve buyruk kategorik değildir.

3. Uçurum.
Böylece etik cümleyle bilişsel cümlenin heteroj enliği, pratik
çıkarıma getirilen sınırlandırma ile (çıkarımın yönünün tersine
çevrilmesi formunda) vurgulanmış olur. Bu sınırlandırmanın se­
bebi, insanın sonluluğu değildir. Homojen bir dil olmamasından
kaynaklanır o. Çıkarımın kritik üstdili de dahil olmak üzere, her
tür bilişsel cümleyi buyruk cümlesinden ayıran bir "uçurum"
vardır (KUK, Giriş) . Buyruk cümlesi, bilişsel cümlenin gönder­
gesi olarak alındığında, ona yakalanmamalıdır.
Buna itiraz gecikmez . Bilgi tarafından belirlenmiş dünyayla
yükümlülük arasındaki uçurum aşılamazsa eğer, o zaman Kantçı
ahlak bir soyutlamadan ibarettir. Şunu pekala duyarsın: Kapıyı
kapat, ama kapı asla kapanmayacaktır. (Yoksa tersine, ahlaklılık
dünyasının yanında bilgi dünyası mı bir soyutlamadır? ) . - Aslın­
da soyut olan, uçurum sorusunu iki seçeneğe indirgeyerek sor­
maktır, sanki uçurumu ya doldurmak ya da kazmak gerekiyor­
muş gibi. Oysa uçurum, tıpkı genellikle sınır gibi, ancak her iki
taraf da -hukuk veya savaş semboliğine başvurursak- birbirinin

272
Ayrışma

yürüttüğü argüman üzerinde kontrol sağlama hakkını kendine


tanıdığı, iddialarını kendi sınırları dışına taşıdığı için vardır. Her
iki taraf da bu bedeli ödeyerek kendi sınırlarını edinir.
Bizim buradaki lisanımızla bu , bir cümle ailesinin diğerinin
sınırlarını ihlal etmekle kalmayıp, kendi yasallığını ispatlamak
için de diğerine başvurmaktan kaçınamayacağına işaret eder (no .
40, 4 1 ) . Hatta birinin ve diğerinin kritik yargıç veya bekçi önün­
de kendilerini rakip olarak mevcut-kılıp-sunmalarını açıklayan
sebep de budur. Kritik yargıç, bilginin yasallığını hazırlamaya
yol göstermiş olan modele göre etiğin de yasallığını hazırlamaya
çalışmasaydı , yani özgür nedenselliği neden-etki dizisi içindeki
bir nedensellik olarak kavrama pahasına "ahlak ilkesini" sanki
bir bilgi ilkesiymiş gibi çıkarsamaya çalışmasaydı (KRV: 4 75) ,
etiğin bilgi olmadığını nereden bilebilirdi ki? Kritik yargıç bu
geçişi yapmaya çalıştığı için, onun imkansız olduğunu keşfeder,
ahlak yasasına çıkarım yoluyla ulaşılamayacağını tespit eder ve
özgürlüğün kökensel bir nedensellik olduğu , bilişsel bir canavar
olduğu sonucuna varır. İşte o zaman, bir yasallaştırma türünün
basitçe bir sahadan diğerine uzatılması değil, karşılıklı yasallaş­
tırmaları birbirinden ayıran şeyin ortaya konması demek olan bir
geçiş türünü kullanmaya başlar. "Sanki -miş gibi [ comme si] " ,
bu şeyin genel adıdır. Uçurumu ne kazar ne de doldurur, onun
üzerinden geçer veya onun üzerinde olup biter, dolayısıyla onu
hesaba katar, tüm übergange18 için model olan bir übergang dır '

o (Kant Notu 3 ) .
Als ob'lardan19 kaynaklanan analoji, ayrımlar unutulduğunda
ve ayrışma bastırıldığında, bir yanılsamadan ibarettir. Tersine,

18 Alın "geçişler'' , Obergang'ın çoğulu. Mot-a-mot çevirisi "üstün­


.

den geçme" veya "üstgeçit" -çn


19 Alın. "-miş gibi" , "sanki" . -çn

273
Ayrışma

cümlelerin oluşma ve geçerli kılınma kipleri birbirinden ayrılırsa


ve böylece tam olarak ortaya konan ayrışma, Kant'ın ümit etti­
ği gibi, kavgaya dönüştürülebilirse, bu analoj i kritik olacaktır.
-Miş gibi, karşılaştırmanın icadı bakımından transandantal hayal
gücüne bağlı olsa da, düzenlenmesi bakımından yargı gücüne
bağlıdır.

4. Tip.
Etik cümlenin bilişsel cümleye tercüme edilemez oluşundan
çıkan netice, ahlak yasasının dünyada bir etkisinin olmadığı de­
ğil, tam tersine, eğer bir etkisi olacaksa -ve olmalıdır, aksi tak­
dirde ahlak yasasının "olay nedeni" olduğu söylenemezdi- teo­
rik aklın işleyiş formunu ödünç alması gerektiğidir ki, bu form
tam da yasaya uygunluk (Gesetzmassigkeit) formudur. Ahlaki
edimde istencin düsturu [ma.xime] , "genel olarak bir doğa ya­
sası formunun sınavından geçebilmelidir, yoksa imkansız olur"
(KPV: 72) . Neden? " En sıradan anlama yetisi bu şekilde yargı
verir" diye yazar Kant, "doğa yasası onun en alışıldık yargıları
için, hatta deneyim yargıları için bile daima temel görevi görür. "
Yapılmış veya yapılacak bir edimi değerlendirmek gerektiğinde,
diye devam eder Kant, anlama yetisi "daima yasayı elinin altında
bulundurur ve bu doğa yasasından özgürlük yasası için basitçe
bir tip yapar" Görüleri ve onlara bağlı olan şemaları veya örnek­
leri mevcut-kılıp-sunma imkanını etik sahaya taşımaz, sadece
"genel olarak Gesetzmassigkeit [ "yasanın ölçüsüne göre olma" ]
formunu" taşır. Aksi takdirde, diye yazar Kant, "eylemin düstu­
ru , uygulamada kullanılamazdı" (age) . Yasa teoretik olduğunda,
onu görüsel veriye uygulamakla yükümlü olan ve "böyle vuku
bulduğunu" belirleyen yargıya yol gösteren, şemadır. Ama pratik
sahada yargı, iyi İdesine göre düzenlenmelidir ve herhangi bir

274
Ayrışma

İde gibi bu İde için de şema bulunmaz. "Hiçbir görü , dolayısıyla


onu in concreto uygulamaya yönelik hiçbir şema, (kesinlikle du­
yulur olarak koşullanmamış nedensellik olarak) özgürlük yasası
altında, ve dolayısıyla koşulsuz iyi kavramı altında da buluna­
maz" (age: 7 1 ) .
O halde geçişi sağlayan, görünün formu veya şema değil, ya­
sanın formudur, ya da daha ziyade Gesetzmassigkeit formudur.
Etik yargı, vakayı ispatlamak gerektiğinde, teoretik sahadan gelen
bu formu ödünç alır: "Planladığın eylemin, senin de bir parçası
olacağın bir doğanın yasasına göre meydana gelmesi gerektiğini
varsayarak, yine de senin istencin için mümkün olup olmadığını
sor kendine" (age: 7 1 -72) . Kategorik buyruğun dile getirilmesin­
de olduğu gibi adil eylemin değerlendirilmesinde de formel olarak
istencin düsturuna yol gösteren yasallık tipi budur O halde buy­
.

ruğun Handelt so dass20 kısmındaki so dass , "öyle ki" olarak değil


"-miş gibi" olarak anlaşılmalıdır: çünkü düsturdan evrensellik so­
nucu fiilen çıkarılamaz, evrensellik, düstura dair yapılan değerlen­
dirmeye dolaylı biçimde mevcut-kılınıp-sunulabilir yalnızca.

20 Lyotard, Kant'ın formüle ettiği ahlak yasasından bahsediyor:


Handle so, dass die Maxime deines Willens jederzeit zugleich als
Prinzip einer allgemeine Gesetzgebung gelten könne. (Pratik Aklın
Kritiği , § 7: Saf Pratik Aklın Temel Yasası) . Buradaki so dass ifa­
desini "-miş gibi" ile karşılarsak yasa aşağı yukarı şöyle olacaktır:
"Öyle davran ki istencinin düsturu hep aynı zamanda evrensel
bir yasa koyma ilkesiymiş gibi de geçerli olabilsin. " Türkçe'de
"öyle davran ki" ve "-miş gibi" ifadelerini aynı cümlede kul­
lanmak bir sorun oluşturmazken Fransızca'da bu ikisi (de sor­
te que ve comme si) ancak birbirinin yerine geçebilir. Lyotard'ın
yorumuna göre ahlak yasasını "Öyle davran ki eyleminin ilkesi
evrensel bir yasa olsun" şeklinde anlamak doğru olmayacaktır.
Kant'ın burada devreye soktuğu tip fikri uyarınca yasa, ancak ey­
lemi belirleyen düsturun evrensel bir yasaymış gibi geçerli olması
şeklinde ifade edilebilir. -çn

275
Ayrışma

Bu tip, tüm istenç problematiğinin içine bir duy\l-üstü doğa


İdesini dahil eder. Yasaya uygunluğu bilgi sahasından yükümlü­
lük sahasına aktarmak için "sanki bir mekanik doğaymış gibi"
yapmak gerekmeseydi eğer, " tüm pratik akıllı varlıklar" İdesinin
etik alanda hiçbir yeri olmayacağı gibi, kozmopolit bir toplum ve
ilerleme İdesinin de tarihsel-politik sahada yeri olmazdı (Tari­
hin İmi Bölümü) . İki rejim arasında, benim nasıl bildiğimle ilgili
bilgi rejimi ve senin nasıl yapmalı olduğunla ilgili istenç rejimi
arasında karmaşık bir köprü kurma işlemidir tip. Yasallık formu
değiştirilmeksizin bunların birinden alınıp diğerine sokulmaz ,
çünkü nedensellik aynı şekilde işlemez: duyulur dünyanın saha­
sında nedensellik, fen o menler arasındaki bağlantıyı a priori belir­
leyen ve deneyimin bilgisini kuran bir kavramdır; etik sahada ise
nedensellik saf pratik aklın derhal ve aracısız fail olduğuna dair
bir İdedir veya eylemin düsturuna dair özgürlüktür, saygı duygu­
suyla kendini belli eder ve ahlaklılık durumunu , yükümlülüğü
kurar. İlk durumda fenomenler, bir dizi oluşturan, yani Kantçı
anlamda dünya oluşturan (doğadansa dünya, her ne kadar Kant
bu sözcüğü sık sık kullansa da) nedenler ve etkiler olarak kendi
aralarında bağlanmıştır; ikinci durumda ise fenomenler dizisine
ait olmayan (nedeni dizi içinde bulunmayan) bir yükümlülük
duygusu , saygı, refleksif biçimde, bir etki olarak, bilinemez bir
nedene, saf pratik akla, saf istence veya özgürlüğe bağlanmıştır.

5 . Yerine geçirebilme [commutabilitt] .


Ama burada, tip ile sağlanan yasallık analojisinin devreye
soktuğu ve kendini tekrar eden bir transandantal görünüş teh­
didine karşı tedbir almak gerekir. Senin istencinin düsturu "ev­
rensel doğa yasası" olarak kurulabiliyorsa, "evrensel bir yasama"
teşkil edebiliyorsa eğer ( 1 785: 1 3 7 , 1 59) , öyle görünüyor ki ben

276
Ayrışma

ile sen arasındaki disimetri, belli bir evrensel adına, "insanlık"


adına, mübadele edilebilir ben'lerden ve sen'lerden oluşan biz
adına unutulmalıdır: "Öyle davran ki aynı zamanda hem ken­
di şahsında hem de başkasının şahsında insanlık daima bir erek
muamelesi görsün [ . . . ] " , "sanki sen, ereklerin evrensel düzenin­
de daima yasa koyucu bir üyeymişsin gibi" (age: 1 50- 1 5 1 , 1 67) .
Yani sadece yükümlü olan merciinde, Yapmahsın'daki sen mer­
ciinde, bir esirler topluluğu oluşturmak için değil, yasa koyan
merciinde de, Yapabili ri m 'deki ben merciinde de, bir kurucular
topluluğu oluşturmak üzere mübadele edilebilirler.
Peki ama bu şekilde, bu mükemmel simetri sayesinde, uçu­
rum doldurulmuş olmuyor mu ? Ve yükümlülük rejimi, cümlele­
rinin formunun ta kendisinde, bilgi rejimi tarafından ilhak edil­
miş olmuyor mu? Ben'ler ve sen'ler birbirinin yerini alabiliyorsa
eğer, bu sadece onların oluşturduğu bütünü bir doğa modeli üze­
rinden kavrayan bir üçüncünün gözünde mümkündür. Ben'ler
ve sen'ler bu üçüncü için gönderge haline gelmemişler midir?
Bu üçüncü elbette onlardan birinin veya her ikisinin de adını
taşıyabilir ve böylece onların oluşturduğu üstdoğaya [ sumatu­
re] içkin kalabilir, yine de yükümlü yasa koyucunun üstdoğasını
kavradığı ölçüde, yükümlü olanın içinde bulunduğu etik du­
rumdan çıkar. Zaten Kant da, yükümlülük duygusuyla ilgili tüm
analizleri vesilesiyle, herkesin kendisine yasa koyucu muamelesi
yapmasını, yani Yapabilirim cümlesinin evreninde kendini ben
durumuna koymasını isterken, örtük şekilde bunu itiraf etmiş
olmuyor mu? Pratik transandantal görünüş tam da bu değil mi
işte? Bir kez daha etik cümlenin yorumu, burada kritik olan, yine
de her zaman betimleyici olan yorum, etik yasallaştırmayı biliş­
sel yasallaştırmaya indirgemek gibi kaçınılmaz (transandantal
yanılsamayla ilgili söylendiği gibi kaçınılmaz) bir neticeye ulaş-

277
Ayrışma

matlı mı, özellikle de etik yasallaştırmaya taraflar arası anlaşma


ve mübadele edilebilme kuralını, bilişsel yasallaştırmanın kuralı
olan diyalog kuralını (Platon Notu) dayatarak yapmadı mı bunu ?
Ve de bu yanılsamaya karşı tek teminat, Levinas'ın getirdiği etiği
ancak etikçe, yani kritik dahi olsa bilge [savant] olarak değil yü­
kümlü olarak cümleye dökme gerekliliği değil mi?
Duyu-üstü doğa sorusu , en azından şuna dönüşür: bir etik
cümleler topluluğu nasıl mümkündür? Kant bu soruya cevap
vermek için insanlık terimini devreye sokar. İnsanlık, kritik
söylem cinsine (özellikle de "çıkarım yapan" söylem cinsine)
değil , antropolojiye (sözcüğün Kantçı anlamıyla) ait bir kav­
ramdır. Akıllı pratik varlıkların topluluğu (yükümlü olanlar ve
yasa koyucular, hipotez böyledir) , insan olmayan özvarhkları
da içerir pekala . Empirik olarak ortaya konamaz .
Taviz : aslında bu topluluk İdesinin hedefindeki gönder­
genin, onun nesnesinin nasıl mümkün olduğu veya mümkün
olup olmadığı söylenemez, ama en azından bu topluluk kavra­
nabilir, bir "akıl varlığı" değildir o, boş bir kavram değildir: bir
kişiler topluluğudur. - Öte yandan, kişi [personne] teriminin
kendisinin dayanaksız olup olmadığı sorulabilir. Gerçekten de
bu terim, aynı özvarlığın hem yasa koyucu merciinde , Yapa­
bilirim'deki ben merciinde, hem de yükümlü olan merciinde ,
Yapabi lirsin'deki sen merciinde bulunabileceğini imler. Tek
bir özvarhk çapında otonomiyi imler. Akıllı pratik varlıklar
topluluğunun tek yaptığı , bu otonomi ilkesinin çapını, akıllı
pratik varlık tanımına, yani kişi tanımına uymaları koşuluyla
tüm mümkün özvarhklara genişletmektir. İki mercii birbirine
karıştırarak, tek bir "kişide" sıkıştırarak -oysa Kant onların ta­
mamen disimetrik olduğunu kabul etmişti- aralarındaki ayrış­
ma zahmetsizce silinmiş olmaz mı? Yükümlü kılınmış özvarhk

278
Ayrışma

neden aynı zamanda yükümlü kılan da olmalıdır? Ve bu kendi,


neden "insanlık" olsun ki?

6. Etik zaman.
Buyrukların bir doğanın oluşmasına karşı gösterdiği -bu
isterse duyu-üstü doğa olsun- kırılmaz bir direnç vardır. Yasa­
ya uygunluk tipinin gücü onu kırmaya yetmez. Buyruk rejimi,
eğer. . . , o halde . . . (no. 95) modeline göre kendini tekrar eden hiç­
bir zincirleme bağlantıya izin vermez , Kant'ın mekanik nedensel­
lik dediği ve fenomen dizilerini oluşturan bağlantılardır bunlar
(KRV, Saf Aklın Antinomisi, Kısım 7, 8 ve 9, l ve ll: 3 76-394) .
Yükümlülük, koşullu değil kategoriktir; koşullayıcı da değildir.
Saf bir istencin "etkisi" olarak ele alınsa bile, kendisi bir etki­
nin, örneğin ondan kaynaklanacak bir edimin "nedeni" olamaz.
Özgürlükten gelen nedensellik derhal ve aracısızdır, yani aracısı
yoktur ama kendini tekrar da etmez. Failliği anlıktır, saf istenç
yükümlü kılar, o kadar. "Başlangıçtan" ibarettir. Özgürlükten
gelen nedensellik etik cümleyle eşzamanlıdır ve hiçbir şekilde
bu cümlenin daha sonraki cümlelerle arasındaki zincirleme bağ­
lantıyı düzenlemez: olacakla öleceğe çare bulunmaz. (Emre itaat
edilecektir veya edilmeyecektir, gerçekleştirilmesi beklenmekte­
dir ama itaat edilse de edilmese de o bir emirdir) (no. 45-56;
1 47- 1 49 ; Kant Notu 2, § 2) .
Ahlaki diyakroni yoktur. Saf etik zaman, yükümlülüğü ve yü­
kümlü olanı (ve belki de yükümlü kılanı, Yapabilirim'i) tek ham­
lede, her birini kendi kipine göre mevcut-kılıp-sunan cümlenin
şimdisidir. Etik cümle biriciktir, bir İdenin ilk ve son imidir,
dünya saatinde herhangi bir zamanda mümkündür (KRV, Kısım
9, lll: 398, 402-406) . Başa geliyor mu ? gibi ama farklı şekilde ,
Yapmalısın da, olayın ortaya çıkışının bir zincirleme bağlantı

279
Ayrışma

kuralıyla karartılmaktan korunduğu bir cümledir. (Başa geliyor


mu ? ile arasındaki farkın nerede olduğu , no. l 72- l 74'te sorgu­
lanmıştır) .
Denecektir ki Yapmalısın devamını bekler, itaat edilsin veya
edilmesin, ilerideki bir imkanı, bir geleceği resmeder. Ama farklı
rej imlerdeki birçok cümle için böyledir bu , belki de hepsi için
böyledir, çünkü hiçbir cümle sonuncu olamaz (no. 1 7) . Gerçek­
lik ispatı prosedürüne tabi tutulan bilişsel cümlelerin durumu
budur örneğin. Bu prosedür, başka anlamların ve başka göster­
melerin mümkün olmasından faydalanır (no . 86-90) . Zincirleme
bağlantı kipi zorunlu olmayabilir ama bağlantının mümkün ol­
ması zorunludur.
Kant'a göre, buyruğu izleyen eylem "mümkün" olmalıdır
(age: 402) . Ama bu mümkün olma, bir birlikte mümkün olma
olarak anlaşılır: buyruk yalnızca uygulanmalı değildir, uygula­
nabilir de olmalıdır, "doğal koşullarla" uyuşmalıdır. Mümkün
olmanın bu anlamı, heterojenin sentezine , doğa ve özgürlük
arasındaki senteze başvurur: buyrukla zincirleme bağlantı kuran
cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu evrenin, hem bilişsel bağlantıya
hem de etik bağlantıya yol açabilmesi gerekir.
Peki ama etik bağlantı nedir? Kant cümle örneği olarak
"zararlı yalanı" alır ( age: 405-40 7 ) . Onu açıklayarak onunla
zincirleme bağlantı kurarız (sosyoloj i , psikoloj i , vs . ) . Ama
"yalanın failini suçlamaktan da geri kalmayız , sanki o bu ey­
lemle [ yalan söyleme eylemiyle ] , bir sonuçlar dizisini mut­
lak şekilde başlatıyordur" Oysa bu " isnat etme [ imputabi lite]
yargısı" , yalancının koşulsuz bir yükümlülüğün, saygı göster­
memiş olduğu yalan söylememe yükümlülüğünün alıcısı ol­
duğunu varsayar yalnızca. Özgün bir sonuçlar dizisinin faili
olmasını gerektirmez . Zira bunda suçlanacak bir şey yoktur,

280
Ayrışma

ve eğer ortada bir dizi varsa, bu dizi dünyaya aittir. Sonuçlar


etik olamazlar, tanım itibariyle yükümlülük geçişli değildir.
Buna karşılık bir fenomen, bu örnekte yalan, bir etik cümle­
ye , isnat etme yargısına yol açabilir: bu yargı zorunlu olma­
yan , süreksiz bir biçimde , yalanı ahlak yasasının nedeni değil,
(olumsuz) bir imi haline getirir. Ve bilişsel olan ile etik olan
arasındaki çokanlamlılık, bu yargıyı da vurabilir . Bu yargı
bir sonuç olarak veya im (mu tlağın imi) olarak ele alınabilir.
Oysa imler, sonuç değildir.
Özgürlükten gelen nedensellik imler verir, asla tespit edile­
bilir etkiler veya etki zincirleri vermez. Hiçbir "doğa" , duyu-üs­
tü bile olsa, İde olarak bile olsa, yükümlülüğün neticesi olamaz.
Buyruk, bir akıllı pratik varlıklar müştereği [communaute] oluş­
turacak şekilde eylemeyi değil, sanki eylemin düsturu bu top­
luluğun bir yasası olmalıymış gibi eylemeyi emreder. İm olarak
etik cümlenin devamı gelmez , son cümledir o. Ama son cümle
olmadığına göre, bir cümlenin onunla zincirleme bağlantı kur­
ması gerekir. Ve bu bağlantı da bir etik gerektirme bağlantısı ola­
mayacağına göre -bu imkansızdır-, eğer yine de bir gerektirme
olacaksa (sonuçlar dizisi) , bu etik değil bilişsel bir gerektirmedir.
Kant'm istediği gibi saf yükümlülüğün gerçeklikte tespit edilebi­
lir ve bilgi kurallarına göre açıklanabilir bir fenomene, yani bir
göndergeye yol açmasının "mümkün" olması, yükümlülükteki
sen'in daima daha sonraki bir bilişsel cümlenin göndergesi ola­
rak ele alınabilir olması gerektiğini imler. Bu türden bir zincir­
leme bağlantıyı neyin engelleyeceği gerçekten de belli değildir.
Ama bu bağlantının, etik cümlelerle bir dünya (Kantçı anlamda)
yaratmayı engellediği bellidir. Ya gerektirme ya yükümlülük.
Etik müşterek yoktur. "Öyle bir müşterek asla olmayacak ! Diye
bağırdı Haham" (Buber, 1 958: 97) .

28 1
CIMS, N O RM

1 78. Bilişsel cümlelerle buyrukları ayıran uçuruma ne­


den "gizemli" bir derinlik atfedildiği belli değildir (Kant
bazen bunu yapar, Wittgenstein da. Pascal ise, sofistiğe
daha yakın olduğu için, sonuçta daha "makuldür" , sevinç
gözyaşları da dahil olmak üzere. ) Cümle rejimlerinin hete­
rojenliği ve onları (etkisiz hale getirmek dışında) aynı ya­
saya tabi kılmanın imkansızlığı anlamında müşterek ölçü
bulunmayışı, hem bilişsel cümlelerin hem de buyrukların
soru cümleleriyle, performans cümleleriyle, ünlem cümle­
leriyle, vs. arasındaki ilişkiye damgasını vurur. Bu rejimle­
rin her birine karşılık gelen bir evreni mevcut-kılıp-sunma
kipi vardır ve bir kip diğerine tercüme edilemez.

1 79. Açık değil. Müşterek ölçü bulunmayışı, cümle re­


jimleri arasındaki ilişkiyi mi etkiler, söylem cinsleri arasın­
daki ilişkiyi mi? - Her cümle rejimine, bir cümle evrenini
mevcut-kılıp-sunma kipi karşılık gelir. Bir söylem cinsi ise
cümlelerin arasındaki zincirleme bağlantı kipine ilham ve­
rir, bu cümleler farklı rejimlerden olabilir. Bilişsel bir cüm-

282
Ayrışma

lenin mevcut-kılıp-sunduğu evrenle bir ünlem cümlesinin


mevcut-kılıp-sunduğu evren heterojendir. Trajik cinsin
getirdiği meselenin, hedeflediği başarının (alıcılarda korku
ve acıma duyguları uyandırmak diyelim) ve teknik cinsin
getirdiği meselenin, onun kendine has başarısının (gönder­
genin, vericinin isteklerine açık olması diyelim) , müşterek
ölçüsü yoktur ve bunlar, aynı cümleden yola çıksalar bile,
heterojen zincirleme bağlantılara yol açarlar. "Bu beyhude
süsler, bu perdeler nasıl da çöküyor üzerime ! " 1 gibi, acıma
uyandıran bir trajik cümleyle zincirleme bağlantı kuran
bir teknisyen, hafif kumaşlar ve sade bir giyim tarzı araya­
caktır (ve müşteri hanıma gülecektir, veya onunla birlikte
gülecektir) .

1 80. - Diyorsunuz ki bir söylem cinsi, bu cinse has


bir başarı yakalamayı hedefleyen zincirleme bağlantılarla,
birçok heterojen cümleye tek bir ereğin damgasını vurur.
Eğer durum buysa, cümle rejimlerinin heteroj enliği, on­
ların müşterek olarak aynı ereğe tabi kılınmalarını engel­
lemiyor demektir. Onları ayıran uçurum belki doldurula­
maz ama en azından söylem cinslerinin teleolojisiyle üzeri
örtülür veya uçurumun üzerinden atlanır. Daha da ileri
gidelim. Cümlelerin, sizin onları betimlemeyi sevdiğiniz
gibi, heterojenlikleri yüzünden tamamen birbirlerinden
ayrılması ve aralarındaki zincirleme bağlantının öngörüle­
mez ve açıklanamaz olması, ancak cümleler belli bir cinse
bağlı erekliliğin tamamen dışında bir araya geliyor olsalar­
dı, cinssiz bir şekilde meydana geliyor olsalardı mümkün
olurdu. Oysa bu mümkün değildir. Sizin de itiraf ettiğiniz

1 Racine, Phaedra ( 1 677) , Perde 1 , Sahne 3 . -çn

283
Ayrışma

gibi, gelen cümleler "beklenmektedir" , geleceklerinden ha­


beri olan bilinçli veya bilinçsiz " özneler" tarafından değil,
dilbilimciler (bir sohbet sırasında Paolo Fabbri) gibi ko­
nuşmak gerekirse, kendileriyle birlikte "kullanma kılavuz­
larını" da getirdikleri için, yani o cümle vesilesiyle izlenen
erekle ilgili bir talimat da getirdikleri için. Ve eğer, sizin
yaptığınız gibi, zincirleme bağlantıların belirsizliğinde ıs­
rar edilirse, bu da belli bir mesele doğrultusundadır, oku­
runuzu rejimlerin heterojen olduğuna ve olayın ortaya çı­
kışının üstünlüğüne ikna etmek içindir, yani bir cinsin, en
azından bir stilin buyurduğu bir erekliliğe göredir ( Cage'in
müzikal cümleyle veya Gertrude Stein'ın edebi cümleyle
yaptığı gibi) . - Gerçekten de bu okuduğunuz bir felsefe ki­
tabı; burada cümleler öyle bir düzenleniyor ki bu düzenin
kendiliğinden böyle olmadığını, kuralının bulunması ge­
rektiğini gösteriyorlar (Hegel Notu § 4, no. 1 74) .

1 8 1 . - Aynı gözlemden çıkan bir başka sonuç (no. 180) .


Diyorsunuz ki söylem cinsleri, her cinsin kendine has bir
başarı yakalamasını sağlayacak bir düzenlemeyi cümlele­
re erek olarak dayatır. Öyleyse kabul edersiniz ki söylem
cinslerinin hepsi, ne kadar heterojen olurlarsa olsunlar,
aynı evrensel ilkeye, "kazanma" ilkesine tabidirler. Elbet­
te pedagojik söylem, diyalog, trajedi, şarkı sözü , teknik
veya yükümlülük aynı kazancı umamaz. Lublin'li Yaakob
Ytzhak, Yichaya'ya "belki tam da eylemimizle bir şey elde
etmek istemediğimizde eylemiş oluruz" derken (Buber,
1958: 1 06) , etik cinsin meselesinin sınırlarını çizer: onun
başarısı (adalet) , benliğin tamamen çıkarsızlaşması, isten­
cinden kurtulması olacaktır. Ve çocukların oyunu, evin bir
köşesinde oynadıkları evcilik veya asker ve hemşire oyunu,

284
Ayrışma

meselesi basketboldaki veya briçteki gibi rakibi yenmek ol­


masa da, elbette bir kazanç hedefler ve bunun elde edil­
mesi oyunun tüm aşamalarına, "cümlelerine" yön verir:
aktörlerin kendilerinden oluşan seyircilerin paylaştığı bir
keyif. - Öyle olsun; ama bu şekilde yine Philosophische Un­
tersuchungen' deki "dil oyunlarına" , onların antropoloj isine
geri dönmüş oldunuz. Ve eğer bunu istemiyorsanız, bir tür
metafizik istenci veya meaning filozofları gibi bir yönelim­
ler fenomenolojisini onaylamanız gerekecek.

KANT 3

1 . Takımada [L'archipel ] .
Politik aklın Kritik'i yazılmamışur. Kant'ın tarihsel-politik me­
tinlerinin dağınık oluşunda, politika "nesnesinin" özel heterojen­
liğinin imini görmek, belirlenmesi gereken kimi sınırlar içinde
meşrudur. Bu heterojenlik zaten üçüncü Kritik'i etkiler. Orada yar­
gı gücünün bir değil, en az iki tane kendine has nesnesi bulunur:
sanat ve doğa. En azından diyorum, çünkü bu yargı gücünün bir
güç [faculte] olup olmadığı bir sorudur. Kant daha önce bu söz­
cüğe belli bir anlam vermiştir: teoretik için duyarlık, anlama yetisi
ve akıl, pratik için de akıl sözkonusu olmak üzere, belli oluşum ve
mevcut-kılıp-sunma (Kantçı anlamda) kurallarına bağlı bir cümle­
ler potansiyeli. Ama aslında yargı, bir cümleyi geçerli kılmak için,
yani bu geçerli kılmaya izin veren bir nesneyi mevcut-kılıp-sunmak
için "böyle vuku bulmuştur" demenin sözkonusu olduğu her sefe­
rinde, oraya zaten ve zorunlu olarak müdahildir; bilişsel cümleler­
de bu şema rejiminde, diyalektik argümanlarda sembol rejiminde,
buyruklarda sorumluluğu ve ahlaklılığı değerlendirmek sözkonusu
olduğunda ise tip rejiminde yapılmaktadır (Kant Notu 2, § 4) .

285
Ayrışma

Üçüncü Kritik'in Giriş'inde söylem cinslerinin dağınıklığı ka­


bul edilmekle kalmayıp öyle dramatize edilmiştir ki, ortaya konan
sorun, bu heterojen cinsler arasında geçişler (übergange) bulmak­
tır. Ve yargı "gücü", tam da birçok yerde aynı anda bulunabildiği
için, yani bir mevcut-kılan-sunuşla bir cümleyi geçerli kılmak ge­
rektiği her durumda yardıma çağrıldığı için, güçler arasındaki bir
"geçiş" kuvveti olarak belirir, öyle ki birleştirme yetisi bakımından
ona büyük ayrıcalık tanınırken, bir yandan da kendine has bir nes­
neyi bilmek bakımından büyük bir eksikliğe sahip olacaktır, yani:
belirli bir nesnesi yoktur. Bu yüzden de onun, Kantçı anlamda bir
bilme gücü olup olmadığı sorulabilir. Kendi aralarında ne kadar
heterojen olurlarsa olsunlar, tüm söylem cinslerinde Kant'ın yargı
gücü adını vermekte inat ettiği şey (ama belki de Kant yerine inat
eden, onun özne problematiğidir) , bu cinslerin her birine uygun
düşen nesnenin mevcut-kılınıp-sunulacağı kipin belirlenmesidir.
Geniş anlamda bilme yetileri olarak, yani nesnelere sahip olma
yetileri olarak (bazen saha, bazen bölge, bazen de alan olarak) an­
laşılan güçlerin çoğaltılması İdesine hangi nesne karşılık gelebi­
lir (KUK: 23) ? Bu nesne ancak bir sembol olabilir. Şöyle diyelim:
bir takımada. Söylem cinslerinden her biri, bir ada gibi olacaktır;
yargı gücü de, en azından kısmen, bir adadan diğerine seferler dü­
zenleyen ve bir adada bulunan şeyleri (eski anlamıyla buluşları)
başka bir adada mevcut-kılıp-sunan bir armatör veya amiral gibi
olacaktır; bir adada bulunan şeyler böylece diğer adanın onları ge­
çerli kılması için bir "sanki-görü" işlevi üstlenebileceklerdir. İster
ticaret olsun ister savaş, bu müdahale gücünün nesnesi yoktur,
kendi adası yoktur ama bir ortama ihtiyaç duyar, denizdir bu, bir
zamanlar Ege denizine verilen adla esas denizdir, Archepelagos'tur.
Üçüncü Kritik'e Giriş'te bu ortama başka bir ad verilir: alan,
Feld: "Kavramlar nesnelerle ilişkilendirildikleri ölçüde, bu nes-

286
Ayrışma

nelerin bilgisinin mümkün olup olmadığına bakılmaksızın,


kendi alanlarına sahiptirler, bu alan yalnızca kavramın nesne­
sinin genel olarak bilme gücümüzle ilişkisine göre belirlenmiş­
tir . " (age) . Bu genel olarak bilme gücü içinde anlama yetisi , yar­
gı gücü ve akıl vardır. Birinci Kritik'in Diyalektik bölümündeki
Genel Olarak İdeler Hakkında başlıklı kısmın sonunda Kant'ın
çizdiği "aşamalı ölçeğe" bakılırsa (KRV: 266) , buna duyarlığı
da eklemek gerekirdi. Bu güçlerin hepsi bir alanda nesnelerini
bulur, bazıları orada bir bölgenin sınırlarını çizer, diğerleri ise
bir sahanın ; ama yargı gücü bunların hiçbirini bulamaz , diğer
güçlerin bölgeleri ve sahaları arasındaki geçişleri sağlar. Daha
ziyade ortamın gücüdür o, bütün yasallık daireleri bu ortamın
içinde kalır. Dahası , bölgelerin ve sahaların sınırlarını çizmeye
izin veren ve her cinsin kendi adasında yetkisini kuran da odur.
Ve bunu ancak cinsler arasında sürdürdüğü ticaret veya savaş
sayesinde yapabilmiştir.

2. Geçişler.
Takımadayı oluşturan geçişlerden bazılarını belirtebiliriz.
Transandantal yanılsama bunlara örnektir, talihsiz bir örnek. Di­
yalektik cümlelerin, bilişsel cümle formuna sahip olsalar da bi­
lişsel cümle olmadıklarını nasıl biliriz? Ve dolayısıyla akıl yürüt­
menin geçerli olduğu bölgenin , anlama yetisinin yasallık alanıyla
kesişmediğini? Biliriz , çünkü argüman yürütme cümleleri için
görüyle tutulabilen, yani zamanda ve mekanda verili bir nesneyi
mevcut-kılıp-sunamayız. Akıl, kavramı büyütme ihtiyacı (Be­
fürdnis) ile harekete geçer, koşulsuz olana doğru gitmek gibi "sa­
dece mantıksal bir buyruğa (eine bloss logische Vorschrift) " (KRV:
260) itaat eder. Aklın cümlesini yasallaştırabilecek bir nesne ola­
rak mevcut-kılınıp-sunulabilecek şey bir fenomen olamaz . Bura­
da kritik, cümlenin oluşum kuralı bir kez teşhis edildikten sonra

287
Ayrışma

(akıl yürütmek, evrensel yoluyla sonuca ulaşmaktır) , mevcut-kı­


lan-sunuşun kuralını oyuna sokmaktan ibarettir, bundan sonra
diyalektik cümle anlama yetisinin cümlesinden ayrılıp "yalıtılır"
(bir ada haline getirilir) . Transandantal yanılsama bu şekilde or­
tadan kaldırılmış olmaz ama fark edilir. Bu yanılsamanın kaynağı
olan "-miş gibi" ayağa kaldırılır: diyalektik cümle fenomenlere
gönderiyormuş gibi yapar, kritik onun "fenomenmiş gibi yapan­
lara" göndermesini ister. Yani sembollere.
Bir diğer "geçiş" işlemi vakasına -üstün ve yasal bir vakadır
bu- üçüncü Kri tik in 59. Paragrafında, "güzelin, ahlaki iyinin
'

sembolü olduğunu" göstermek sözkonusu olduğunda değinilmiş­


tir. Sembolize etme işlemi genelde ikili bir işlemdir ve analoji adını
alır. "Bu işlem ilk olarak kavramı duyulur bir görü nesnesine uy­
gulamaktan, ikinci olarak da bu görü üzerine yapılacak refleksiyo­
nun basit kuralını bambaşka bir nesneye, birincinin ancak sembo­
lü olduğu bir nesneye uygulamaktan ibarettir" (KUK: 1 74) . Kant
buna iki örnek verir: basit bir makina, el değirmeni, "mutlak ve
tekil bir istenç ile yönetilen" monarşik devletin sembolü olabilir;
organize beden2 ise "halkın iç yasalanyla yönetilen" monarşik dev­
letin sembolü olabilir. Her iki durumda da sembolize eden nesne
ile sembolize edilen nesne arasında hiçbir benzerlik yoktur, iki­
si "bambaşkadır" Ama birinciye uygulanan refleksiyon kuralı ile
ikinciye uygulanan refleksiyon kurallan arasında özdeşlik vardır.
Güzel ile iyi arasında da böyledir. Refleksiyon, bu iki alana ait
nesnelerin vesile olduğu duygulara (keyif, saygı) uygulanır. Bun­
larda aynı formel özellikleri keşfeder: aracısızlık, çıkarsızlık, öz­
gürlük, evrensellik; bunlar (transandantal söylem cinsine göre) ,
bu nesnelerin mümkün olmasının a priori koşullarıdır o halde.

2 Fr. un corps organise: kendi içinde örgütlenmiş, tüm parçalan


düzenli çalışan bir yapı, beden. -çn

288
Ayrışma

Ama bu özellikler iki tarafta farklı farklı uygulanır. Duygunun


aracısız olmasını talep eden, güzel örneğinde duyulur olan iken
iyi örneğinde kavramdır. Beğeni yargısında özgürlük, kavramla
uyum sağlayan hayal gücünün özgürlüğü iken ahlak yargısında
kendisiyle uyum sağlayan istencin özgürlüğüdür, vs.
Fakat buradaki analoji, el değirmenini veya organize bede­
ni politik rejim sembolleri olarak mevcut-kılıp-sunan analojiye
özdeş değildir. Beğeni nesnesini el değirmeniyle veya organize
bedenle aynı şekilde bir fenomen olarak ele almak gerçekten
de imkansızdır. Değirmen ve beden bir Versinnlichung ile, du­
yarlığın yalnızca anlama yetisinin yasalarına uyum sağlayan bir
işlemiyle verilebilirler; ama Sinnlichkeit ile anlama yetisi, beğe­
ni nesnesini tutmaya (yani kurmaya) yetmez. Güzel sorusuyla
birlikte , "düşünülür [ intelligible] olan sözkonusudur ve beğeni
ona doğru bakar [ . . . ] . Burada yargı gücü, deneyimin yasalarının
heteronomisine tabi değildir [ . . . ] . Ne doğa ne de özgürlük olan
bir şeye [ . . . ] , duyu-üstüne bağlanmıştır" (KUK: 1 75 ) . Ve güzel
deneyiminde "duyum" bulunması, birinci Kritik'teki Transan­
dantal Estetik'in belirlediğinden bambaşka bir anlamdadır: "Ke­
yif ve acı duygusunun bir belirlenimine duyum adını verdiğimde
bu terim, bir şeyin temsiline (duyularla, bilme gücüne ait alırlık
olarak duyularla temsiline) duyum adını verdiğim esnadakinden
bambaşka bir şeyi imler" (KUK: 5 1 ) .
Demek ki güzelin iyiyi sembolize etmesi, estetik nesne, hiç­
bir görüsü olmayan etik nesnenin (ahlaki edimin) yerine analoji
yoluyla geçebilecek ve doğrudan görüsü bulunan bir fenomen
olduğu için değildir. Ayrıca estetik nesne bir deneyim nesnesi
de değildir, onun da görüsü bulunmaz, en azından estetik ola­
rak. Formu algılanabilir ama formunun güzelliği algılanamaz.
Onun estetik özellikleri, veriler gibi onun kendisinde değildir,

289
Ayrışma

daha önce sayılmış olan dört a priori'ye tftbi olan beğeni duygu­
sundadırlar. Bu dört a priori , güzelliği değerlendiren (duygusal)
cümleyi kuran kurallar gibidir. Yapmalısın'da, etik cümlede, say­
gı duygusunda da bu kuralları buluruz. Ama estetik değerlendir­
medekiyle aynı mercilere uygulanmazlar. Orada aracısız hissedi­
len nesne değil, yasadır (pratik aklın kavramı) : alıcıyı etkileyen
gönderge değil, anlamdır. Etik cümlenin göndereni hayal gücü
değil istençtir, vs.
Öyleyse burada sembolize etme işi, nesnelerin birbirinin ye­
rine geçmesiyle değil, herhangi bir doğrudan mevcut-kılan-su­
nuşa başvurmaksızın karşılıklı cümle evrenlerindeki mercilerin
yer değiştirmesiyle olur. Yargı gücünün komşu adalar arasında
düzenlediği seferler yalnızca empirik veriler getirmekle kalmaz ,
bu dört a priori gibi oluşum kurallarına (cümle aileleri) ve zin­
cirleme bağlantı kurallarına (söylem cinsi) varıncaya dek getirir
götürürler. Kritik yargıcın Böyle vuku bulmuştur demesine izin
veren kanıt, bir olgu olmak zorunda değildir.
Bir analoji olarak pratik akıldaki tip örneğine geri dönmüyo­
rum (Kant Notu 2, § 4) .
Daha az göze çarpan ama daha az tuhaf olmayan örnekler
de vardır. Örneğin Kant'ın birinci Kritih'te "duyarlığın İdeali"
olarak sunma macerasına giriştiği ve "monogram" adını verdiği
"geçiş" (KRV: 4 1 4) . Bu , diye yazar Kant, "çeşitli deneyimlerin or­
tasında dalgalanan bir desendir" , ressamların (ve fizyonomistle­
rin) yargılarındaki "iletilemez bir hayalettir" , "mümkün empirik
görülerin taklit edilemez modelidir" , " tanımlaması ve incelemesi
mümkün olan hiçbir kural vermez" . Bu ele gelmez şeyi Kant ha­
yal gücünün bir yaratımı yapar. Ama bu hayali şey hayal gücü­
nün bir İdesi değildir, bir İdealdir ve duyarlığın İdealidir, çünkü
bir tür şemadır o, "sanki-şemadır" , duyulur deneyimin sahasında

290
Ayrışma

(yoksa alanında mı? ) hayal gücünün İdesinin şemasıymış gibi


yapan bir şeydir. Burada da yine kural yoktur, "sanki-kural"
vardır, hayal gücünden duyarlığa doğru yapılan düzenleyici bir
aktarım vardır. Ayrıca bir de, daha basit olarak, hayal gücünün
İdesinin kendisi vardır, akıldan hayal gücüne doğru , altüst eden
bir geçiş ile kurulur: kavramsız görü , görüsüz kavramın yerini
alır (KUK: 1 43 , 1 66 ) . Öznel teleoloji ile nesnel teleoloj i arasın­
da iletişim kurmak için bu "geçişin" ne kadar önemli olduğunu
söylemeye gerek yok.

3. Uzlaşma.
" Geçişlerin" envanterini çıkarmaya devam etmek sıkıcı ola­
caktır, tarihsel-politik alanda daha başkalarını da bulacağız .
Takımadayla ilgili son bir gözlem . Transandantal-Matematik
İdelerin Çözümüyle ilgili Son Not ve Transandantal-Dinamik
İdelerin Çözümüyle ilgili Ön Not'ta (KRV, Antinomi) Kant,
transandantal matematik ideler arasında kesin bir seçim yap­
mak sözkonusu olduğunda , yargıcın hiçbir tarafa hak vereme­
diğine , çünkü her iki tarafın da cümlelerini , tezi ve antitezi,
yasallaştıracak nesne olarak sadece "fenomendeki koşulları"
mevcu t-kılıp-sunabildiğine dikkat çeker: "İki matematik tran­
sandantal antinomide elimizde fenomendeki nesnelerden başka
nesne yoktu " , diye yazar. Oysa taraflardan hiçbiri böyle bir nes­
neyi mevcut-kılıp-sunamaz , zira onların cümlesi anlama yetisi­
nin kavramının cümlesi değil bir İde cümlesidir. Ama dinamik
antinomilerle birlikte (özgürlük ve üstün varlık antinomileri) ,
"yepyeni bir perspektif açılmıştır" Orada " aklın dahil olduğu
dava , daha önce bir kenara bırakılmış olan dava [ . . . ) , bu sefer
-yargıcın [ ilk iki antinomide ) her iki tarafın da gözardı ettiği hu­
kuk ilkelerinin (der Rechtsgründe) eksikliğini doldurmasıyla (er­
ganzt den Mangel)- iki tarafı da memnun edecek (Genugtuung)

29 1
Ayrışma

bir uzlaşmayla [bir mutabakat, vergleichen) sonuçlandırılabilir"


(KRV: 393 ) .
Sonuçta bu , heterojenin sentezinin koşullarının serimlenme­
sinden ibarettir. Ama bu serimleme öyle yapılmıştır ki, bu sen­
tezin hukuka uygun olmadığı ve yargıcın burada, heterojenliğe
olumlu şekilde saygı duymak gerektiği ilkesi dışında hiçbir ku­
ralın yetkisine başvurmadan mutabakata vardığı açıktır. Beğe­
ni yargısının antinomisinin çözümünde ve esas olarak üçüncü
Kritik'in 69-7 1 . paragraflarındaki yargı gücünün antinomisinin
çözümünde böyle olacaktır. Esas olarak, çünkü orada, birinci
Kritik'in Not'undaki "hukuk ilkelerinin eksikliğinin" devamın­
da, "yargı gücü kendi kendisi için ilke görevi görmelidir" (KUK:
203 ) denir ve yine bu Not'taki, iki taraf arasında varılan "uzlaş­
manın" devamında benzer bir uzlaşmanın erekselci tez ile meka­
nikçi antitez arasında, doğa teziyle dünya tezi arasında da müm­
kün olduğu söylenir, zira birinci tez, tam olarak refleksif olan
"otonom" yargı gücünün tezi, karşı tarafın savunduğu belirleme
gücünün "heteronom" kullanımından bir şey eksiltmez. Bu mu­
tabakat, "kılavuz (Leitfaden) " (age) adım taşımaktadır. Kılavuz,
bilişsel cümlenin kenarda bıraktığı tekilliklere dikkat eden ref­
leksif yargının, onları "gözetleyerek" aralarında bir düzen arar­
ken, bu düzeni özgürce varsayma, yani sanki böyle bir düzen
varmış gibi yargı verme şeklidir. Ortada yol gösteren bir kılavuz
olduğuna göre, varılacak bir erek var demektir. Ama bu erek, bir
nesne gibi doğrudan mevcut-kılınıp-sunulamaz: "Erekten gelen
bu nedensellik, hiçbir şekilde gerçeklik vermeye çalışmadığımız
basit bir idedir" (KUK: 205 ) .
Yargıç , evrensel bir mahkemenin veya bir son yargının eksik­
liğini doldurur, bu mahkeme önünde bilgi rejimi ile özgürlük re­
j imi, barıştırılamasalar bile -asla barışmayacaklardır- en azından

292
Ayrışma

farklılıkları doğrultusunda yeniden konumlandırılabilecek, dü­


zenlenebilecek, erekleri belirlenebilecektir. Öte yandan, bu ek­
sikliği doldurmaya izin veren, Kantçı anlamda bir doğa İdesidir.
Doğa, nesnel ereksellik idesinin nesnesinin taşıdığı addır ve bu
erekselliğin kendisi, "mekanik şekilde" belirlenmiş dünyadaki
yasallığın açıklayamadığı tekil varoluşları anlamaya çalışan ref­
leksif yargının gereksinim duyduğu bir şeydir ( KR V: 334) . Ama
tersine, kritikte devreye giren ayırt etme işi, Genauigkeit, ayrış­
malara gösterilen dikkat, bir doğanın nesnel erekselliğine başvu­
rarak bu eksikliği doldurma işini üstlenebiliyorsa eğer, bunun
sebebi onun (kritik etkinliğin) kendisinin, doğanın nihai ereğini
hazırlamak üzere devreye soktuğu bir yol olmasıdır (KUK: § 84) .
Felsefede Yakında Vanlacak Ebedi Banş Anlaşmasının Duyuru­
su'nda ( 1 796) Kant şöyle yazar: felsefe , "kendinde şeyleri yanlış
yere fenomen sananlara karşı daima silahlı olma halidir (ein im­
mer bewaffneter Zustand) " Bu silahlı olma hali "aklın etkinliğine
durmaksızın eşlik eder" Ve eğer bu hal, özgürlük İdesi etrafında,
"filozoflar arasında bir ebedi barış perspektifi" açıyorsa, bunun
sebebi filozofların bu İdeyle ilgili bir anlaşmaya varabilecek ol­
maları değil, bu İdenin, özgürlük ilkesini kabul etmek için en
büyük pratik sebeplere sahip olsak bile , ne kanıtlanabilir ne
de çürütülebilir olmasıdır. İşte bu yüzden bu "barış" , fazladan
(überdem) bir ayrıcalık daha (noch ein Vorzug) sunar: "saldırı­
ların [ felsefe karşıtlarının saldırılarının) açıkça tehlikeye attığı
öznenin kuvvetlerini her zaman uyanık (rege) , çalkantılı halde
tutma" ayrıcalığı. Bu çalkantılı barış, "felsefe sayesinde doğanın
tasarısına elverişli ortam hazırlamanın" bir yoludur, doğanın ta­
sarısı "sözkonusu özneyi sürekli canlı tutmak ve onu ölüm uyku­
sundan korumaktır" ( 1 796: 1 1 7) . Savaşçı, kritik, uyanık felsefe,
doğanın tasarısında, "insanlığı nihai ereği doğrultusunda canlı

293
Ayrışma

tutmanın bir aracıdır (Belebungsmittel) " Örneğin Schlosser gibi


bir pozitivist yanılsama kurbanı, felsefenin tartışmalarına son
vermesini isteyecek olursa, onu harekete geçirmiş, uyandırmış
olur ve doğal ereğini yerine getirmesine yardım eder. İstemeden
de olsa (Schlosser bunun tersini istemektedir) "dövüşçü tabiatın
(veya bünyenin) (die streitbare Verfassung) güçlenmesine kat­
kıda bulunur; dövüşçü tabiat savaş değildir, savaşı önleyebilir
ve önlemelidir de" , takımada içinde "barışçıl" seferler düzenler
daha ziyade.
Yine de kritik bekçinin özgürlükle ilgili ayrışmada bir hü­
küm vermeyi sağlayacak yasal bir düzeneğin eksikliğini doldu­
rabileceğini düşünmesinin sebebi, bir İde tarafından kendisine
bu yetkinin verildiğine inanıyor olmasıdır: bu doldurma aracılı­
ğıyla doğanın kendi ereklerini izlemeye devam ettiği İdesi. Peki
ama, hakkı olmadığı halde ona yargılama yetkisi verebileceğine
inandığı bu doğal erek İdesine başvurma yetkisini nereden alır?
Sözkonusu olan bir İde olduğuna göre (doğa ve dolayısıyla erek
İdesi) , bu yetkiyi geçerli kılmak üzere mevcut-kılıp-sunacağı
gösterilebilir bir bu [ceci ] bulunmaz. Bir "sanki-bu"yu3, bir ana­
logonu , bir imi mevcut-kılıp-sunabilir. Bu im onun duygusudur,
hukukun yokluğunda bile yargılamamız gerektiği ve yargılaya­
bileceğimiz duygusu . Ama bu duygu da , ancak doğa bu duygu
aracılığıyla ereklerini izliyorsa hukukun dışında bir yargı verme
hakkı ve ödevi bulunduğunun kanıtı (Beweisen) olabilir. Bu dön­
günün dışına çıkılmaz.
Kritik gözcü için imlerin taşıdığı değer, bu değerin imler
hakkında yargılama oyununu (kurala uygun vakayı ve vakaya
uygun kuralı bulma oyununu) özgür bıraktığı kabul edilse bile,
im yapanın tarafında bir tür yönelim (ereklilik) olduğunu baştan

3 Fr. "comme-si ceci". ---çn

294
Ayrışma

varsayar. Bir sanki-özne, bu imin kisvesi altında bir cümle-ben­


zerinin meydana geldiğini, bunun anlamının bilgiye uygulanan
prosedürlerle geçerli kılınamayacağını ama yine de dikkate alın­
ması gerektiğini, hissettiği duygu aracılığıyla filozofa işaret ede­
cektir. Bu türden bir yönelimi, problematik şekilde dahi olsa, en
baştan varsaymadan imler üzerinden yargı verilebilir mi? Yani
meçhul bir vericinin , imleri bize bırakmakla kalmayıp, şifreleri
çözülsün diye onları bize yolladığı yargısına en baştan varma­
dan?
Öte yandan, eğer tersine , yargı seferlerine yol gösteren hiçbir
kılavuz yoksa , geçişlerin labirentinde yargı nasıl yolunu bulmak­
tadır? Analogonlar salt kurgudan mı ibarettir, hangi ihtiyaca ce­
vap verirler? Bu zaten imkansızdır: yasallık sahalarının sınırlarını
geçişler çizer, onlardan önce zaten orada olup onları hoşgörenler
değil. Biz burada, adalar arasında yolculuk edip, paradoksal bi­
çimde onların rej imlerinin veya cinslerinin müşterek ölçüsünün
bulunmadığını ilan etmekten başka ne yapıyoruz ki?
Doğa İdesi nasıl kabul edilirse edilsin, ona ancak imler üze­
rinden ulaşma hakkı vardır ama im hakkını veren de doğadır.
Doğalığı bozulmuş bir doğa ve hiçliğin imleri bile, postmodern
bir a-teleoloj i bile bu döngüden kaçamaz (no . 182) .

182. Biz bu anlamda mı modern değiliz? Müşterek ölçü


bulunmaması, heterojenlik, ayrışma, özel adların devamlı­
lığı, bir üst mahkeme olmayışı? Yoksa tersine bu , roman­
tizmin sürmesi mi, . . . 'nın geri çekilişine eşlik eden nostalji
mi, vs. ? Nihilizm mi? varlığın ardından iyi bir yas çalış­
ması mı? ve onunla birlikte doğan ümit mi? ve bu da yine
kefaretini ödeyip kurtulma ümidi mi? Tüm bunlar yine
kurtarıcı bir gelecek düşüncesinin bir parçası mı? "Bizim"

295
Ayrışma

kendimize artık hiçbir hikaye anlatmıyor olmamız müm­


kün mü? "Biz" kendi kendimize , ister acıyla olsun ister
neşeyle, büyük anlatılann bittiğini anlatan büyük anlatıyı
anlatmıyor muyuz? Düşüncenin modern kalması için, bir
hikayenin erdiği sona göre düşünmesi yetmez mi? Yoksa
post-modernlik, erekselliğin çöplerini karıştınp orada ka­
lıntılar bulan, bilinçdışlarını, dil sürçmelerini, kıyıları, sı­
nırları, gulagları, parataksları, anlamsızlıkları, paradoksları
elinde sallayan ve bunların yeniliğiyle övünen, bunlardan
değişim vaatleri çıkaran bir ihtiyarın uğraşı mı? Ama bu da
bir insanlık için bir amaçtır. Bir cins. (Kötü bir Nietzsche
pastişi. Neden?)

1 83 . Cinslerle birlikte erekler de gelir değil mi (no .


1 74 , 1 79) ? - Gelir gerçekten ve cümleleri ve cümlelerin
mevcut-kılıp-sunduğu mercileri yakalarlar, yani özellik­
le "bizi" "Biz" erekleri hedeflemeyiz . Bizim "yönelimle­
rimiz" , gerilimlerdir: bir şekilde zincirleme bağlantıya
dahil edilmesi gereken, cümlelerin vericileri ve alıcıla­
rı, göndergeleri, anlamları üzerinde cinslerin uyguladığı
gerilimler. Kandırmak, etkilemek, ikna etmek, doğru ol­
mak, inandırmak, sorgulatmak istediğimizi sanırız ama
aslında bir söylem cinsi, diyalektik, erotik, didaktik, etik,
retorik, "ironik" bir cins, "bizim" cümlemize ve "bizim"
kendimize kendi zincirleme bağlantı kipini dayatmakta­
dır. Bu gerilimlere yönelim ve istenç adını vermek için
hiçbir sebep yoktur, olayın ortaya çıkışına ve onun ken­
disiyle zincirleme bağlantı kurma şekilleri arasında ya­
rattığı ayrışmaya ait olanı kendi hesabımıza geçirme he­
vesinden başka . - Peki ama insanmerkezciliğe yol açan
bu altüst oluşu , bizi (beyan etme yanılsaması) etkileyen

296
Ayrışma

bu transandantal görünüşü nasıl açıklamalı, hatta nasıl


betimlemeli?

1 84. Baştan alalım öyleyse (no. 180, 1 8 1 ) : bir cümle


başa gelir. Kısmetinde ne vardır, hangi ereğe tabi kılına­
caktır, hangi söylem cinsi içinde yerini alacaktır? Hiçbir
cümle ilk değildir. Bu yalnızca başka cümlelerin ondan
önce geldiği anlamına gelmez, daha önceki cümlelerin ge­
tirdiği zincirleme bağlantı kiplerinin, yani mümkün kiple­
rin, onu hesaba katmaya ve bir meselenin peşine katmaya,
onun aracılığıyla kendilerini aktüel kılmaya hazır olduk­
ları anlamına gelir. Bu anlamda, gelen bir cümle, söylem
cinsleri arasındaki bir çatışmada oyuna sokulur. Bu çatış­
ma bir ayrışmadır, zira belli bir cinse has olan başarı (veya
geçerli kılınma) , diğerlerine has olan başarı (veya geçerli
kılınma) değildir. Sana uğrayabilirim (no. 1 3 7 ve dev.) çok
çeşitli zincirleme bağlantıları kabul eder ve bunların her
biri değilse bile en azından bazıları farklı söylem cinsleri­
ne aittir. Söylemlerin çokluğuyla beraber gelen meselelerin
çokluğu , her bir zincirleme bağlantının, cinslerden birinin
diğerleri karşısında kazandığı bir tür "zafer" olmasına yol
açar. Diğer cinsler göz ardı edilmiş, unutulmuş, bastırılmış
imkanlar olarak kalır. Bunu betimlemek için bir istence,
bir yönelime başvurmaya gerek yoktur. Şuna dikkat etmek
yeterlidir: "bir kerede" sadece bir cümle vardır (no. 1 1 3) .
Birçok mümkün zincirleme bağlantı (veya cins) ama tek
bir aktüel "kere"

185. Bir cümlenin rejimini belirleyen oluşum ve zincir­


leme bağlantı kuralları ile söylem cinslerine ait zincirleme
bağlantı kiplerini, yaptığımız gibi, birbirinden ayırmak

297
Ayrışma

gerekir. Wittgenstein'ın dikkat çektiği gibi, tenis veya sat­


ranç oyununu kuran kurallar ve kazanmaya yönelik stra­
tejileri oluşturan tavsiyeler arasında fark vardır. Birincile­
re uymadığınız zaman cümle rejimi değiştirirsiniz, artık
tenis veya satranç oynamazsınız. İkincileri bilmediğiniz
zaman ise "kötü" oynuyorsunuz demektir. "Kötü" oyna­
mak serbesttir. " 'Kötü oynadığımı biliyorum ama daha iyi
oynamak istemiyorum.' Bu durumda karşımdakinin bana
tüm söyleyebileceği: 'Öyle mi, o zaman her şey yolunda' "
(Wittgenstein, 1929- 1930: 144) . Dahası, "kötü" oynamak
görülmemiş, iyi bir strateji olabilir, daha sonra buna "İyi
oyundu ! " denebilir. Söylem cinsleri stratejilerdir. Kimseye
ait olmayan.

1 86. Ne kadar cins varsa, o kadar farklı kazanma yolu


vardır. Çoğu zaman bir cinsin meselesi, kanonik değer ta­
şıyan bir cümleyle belirlenir. Bu cümle, soru rejiminde ifa­
de edilmiş olabilir. Bunun durumu nedir? Ne yapmalıyım?
Anladın mı? Bunun güzel olduğu yargısını verecek miyiz?
Eğer böyleyse, ne yapabiliriz? Sence uygun mu ? İstiyor
musun? yapmak yasal mı? Ne oldu ? Ne olacak? Bunu
izleyen sonuç nedir? Bunun değeri ne kadar? Başarı, anah­
tar cümleye bir "yanıt" vermektir. "Yanıt" , anahtar cümle­
deki sorgulamayı askıya alan bir cümledir. Bu durumda bu
askıya alınmanın yasal olup olmadığı sorulur ve bu soruya
verilen yanıt da yeni ayrışmaların konusudur, farklı taraf­
lar bu yanıtı, kendi cinslerini belirleyen anahtar sorulardan
itibaren sorgularlar.

187. Cümle rejimleri ne "ruhun güçleriyle" ne de "bil­


me güçleriyle" örtüşürler. Söylem cinsleri de aynı şekilde.

298
Ayrışma

Zaman zaman kesişmeler mümkündür: bazı betimlemeler


bilme gücüne ait olabilir, bazı buyurma cümleleri arzula­
ma gücüne. Bilişsel cins ile anlama yetisi arasında, diya­
lektik cins ile spekülatif akıl arasında bir akrabalık vardır.
Ya anlatı cinsi ve onun tüm alt-cinsleri? "Yargı gücünün"
sahasını kaplayan bir cümle rejimi var mıdır? Peki ya ün­
lem cümleleri? Bunlar duyguya, "keyif ve acı duyma gü­
cüne" özellikle bağlı mıdır? Böyle bir karşılıklılık tablosu
çizilemez. Platon kökenli üçlü metafizik psikolojinin üze­
rine (bu psikoloji, Kantçı kritik üçlemeyi uzaktan da olsa
hala yönetir) , Aristotelesçi logos cinsleri sınıflandırmasını
oturtmaya çalışmak gibidir bu .

1 88. Dille oynanmaz (no. 9 1 , 1 8 1 ) . Ve, bu anlamda, dil


oyunları yoktur. Söylem cinslerine ait meseleler vardır. Bu
meseleler çözüme ulaştığında başarıdan söz edilir. Demek
ki çatışma vardır. Ama çatışma, insanlar veya başka özvar­
lıklar arasında değildir, bunlar daha ziyade cümlelerin ne­
ticesidir. İçten içe çoğu zaman bir dil en baştan varsayılır,
kendi kendiyle doğal olarak barışık bir dildir bu , "iletişim­
se!" , örneğin yalnızca insanların istençleri, tutkuları, yö­
nelimleri yüzünden çalkalanan bir dil. İnsanmerkezcilik.
Dil konusunda görelilik ve kuantum devrimi henüz yapıl­
madı. Aslında her cümle, rejimi ne olursa olsun, söylem
cinsleri arasındaki bir ayrışmanın meselesidir. Bu ayrışma,
cümleye eşlik eden şu sorudan ileri gelir: bu cümleyi nasıl
zincirleme bağlantıya sokmalı? Ve bu soru da bu cümleyi
"bir sonrakindan" ayıran yokluktan ileri gelir. Ayrışmalar
vardır, çünkü Ereignis vardır (veya ayrışmalar vardır, tıp­
kı Ereignis gibi) . Ama bu , mümkün olduğunca unutulur:
söylem cinsleri yokluğun veya olayın ortaya çıkışının unu-

299
Ayrışma

tulma kipleridir, cümleler arasındaki boşluğu doldurur­


lar. Oysa cinslere özgü ereklilik imkanlarını açan tam da
bu "yokluk" tur. Zincirleme bağlantı kurma tarzı zorunlu
(dolu) olsaydı eğer, birçok mümkün kip olamazdı, hiçbir
boşluk, uzaktan uygulanan bir nedensellik olan "ereksel
nedenselliğe" yer bırakmazdı.

1 89 . Tüm meseleleri kapsayacak bir üstün cinsin, çeşitli


cinslerin anahtar sorularına bir üstün yanıt getirebileceği
fikri, Russell paradoksuna çakılır. Ya bu cins, cinsler kü­
mesinin bir parçasıdır ve meselesi, diğer meselelerden biri­
dir, dolayısıyla yanıtı üstün değildir. Ya da bu cins, cinsler
kümesinin parçası değildir ve dolayısıyla tüm meseleleri
kapsamaz, çünkü kendisininkini dışarıda bırakır. Spekü­
latif cins böyle bir iddiada bulunmuştur (Netice Bölümü ,
Hegel Notu) . Bir cinsin diğerleri karşısındaki mutlak zaferi
ilkesi, anlamdan yoksundur.

190. Eğer politika bir cins olsaydı ve bu cins, bu üs­


tün statüye sahip olma iddiasında bulunsaydı, bunun boş
bir heves olduğu gösterilmekte gecikmezdi. Ama politika,
ayrışma tehdididir. Bir cins değildir, cinslerin çokluğudur,
ereklerin çeşitliliğidir ve en alasından zincirleme bağlantı
sorusudur. 'nın başa geldiği" boşluğa dalar. İsterseniz
politika dilin halidir diyelim, ama bir dil yoktur. Ve politika
dilin bir dil olmamasından, cümleler olmasından ibarettir,
veya varlığın varlık değil, Oradadır'lar olmasından. Tam da
varlık olmayan varlıktır o, varlığın adlarından biridir.

19 1 . Eğer sermayenin bir söylem cinsi olduğu gösteril­


seydi, meselesinin ve diğer cinsler karşısında galip gelmek
için stratejilerinin neler olduğu belirlenseydi, sermayenin

300
Ayrışma

hegemonyasının adaletsiz olmakla kalmayıp boş yere oldu­


ğu da böylece gösterilmiş olurdu. Yine de bütüncül başarı
iddiasında sermayenin spekülatif cinse üstünlüğü , en azın­
dan sermayenin son sözü söyleme, tüm söylem cinslerin­
de meydana gelmiş tüm cümleleri (ereksellikleri ne olursa
olsun) neden sonra bütüncülleştirme [ totaliser] arayışında
olmamasında, bunun yerine bir sonraki sözü söyleme ara­
yışında olmasında yatar. (Marx, Kapital ile Tinin Fenome­
nolojisi arasında bu şekilde bir karşıtlık kurar. Sermayede
gelecek vardır, spekülatifte yoktur) . Sermayenin erekselli­
ğinin ortaya çıkan cümleler üzerinde uyguladığı denetim
önemsiz değildir elbette, rantabilitenin denetimidir bu ,
yani cümlelerin, tüm meselelerin meselesi gibi görünen bir
meseleye, "kazanmaya" (no. 1 8 1 ) tabi kılınmasıdır, her ne
kadar "kazanmak" , para olarak hesaplanan kazanç payıy­
la ölçülen zaman kazanmak (no. 249 , 250) , sadece diğer
meseleler gibi bir mesele olsa da. Ama bu cinsin içinde, bu
ereğin koşulu altında, en duyulmamış olaylar [ occurrence]
kabul edilir, hatta bunların ortaya çıkışı "cesaretlendirilir"
(sanki sermaye Başa geliyor mu ? yu "cesaretlendirebilir­
'

miş" gibi ! ) .

192. Cezanne fırçasını eline aldığında resmin meselesi


sorgulanmaktadır, Schönberg piyanosunun başına oturdu­
ğunda müziğin, Joyce kaleme sarıldığında edebiyatın me­
selesi sorgulanmaktadır. "Kazanmak" için yeni stratejiler
denenmekle kalmayıp, "başarının" doğası sorguya çekil­
mektedir. Sözkonusu olan hala güzel ile "keyif vermek"
midir yoksa yüce ile "keyif vermek-vermemek" midir?
Mesele, felsefi "cinse" yönünü veren meseleye analog değil
midir daha ziyade? Resim eğer alıcıyı resmin ne olduğu-

301
Ayrışma

nu sormakla yükümlü kılıyorsa iyi resim olacaktır (ereğini


gerçekleştirmiş, ereğine yaklaşmış olacaktır) . Eğer en ufak
zincirleme bağlantı vesilesiyle açığa çıkan ayrışma imkanı
politikse, herşey politiktir. Ama eğer politikanın tüm cins­
leri içeren cins olduğuna inanılıyorsa, politika herşey de­
ğildir. Politika bir cins değildir.

193. Eğer "toplumsal" [ social] derken kastedilen, bir


vericinin, alıcının, göndergenin ve anlamın hep birlikte
orada bir durumda bulunmasıysa, bir cümlenin mevcut-kı­
lıp-sunduğu evren aracısız şekilde "toplumsal"dır. "Ara­
cısız" derken, bu mercilerden hiçbirinin diğerinden bir
kökenden çıkarsanır gibi çıkarsanamayacağını söylemek
istiyorum. Bir cümle evreni "oradadır" ve onun rejimine
göre, mevcut-kılınıp-sunulan merciler arasında bazı du­
rumlar "oradadır" , bu merciler bu evreni oluşturmakta­
dır. Toplumsalın "çıkarımı" , toplumsalı varsayar. Örneğin
"sözleşme" söylemi, mitle kıyaslanabilecek bir anlatıdır,
toplumsalın doğuşunu anlatır ama tam da anlattığı için
toplumsal zaten oradadır, anlatıcı olarak, anlatılanı dinle­
yen olarak, anlatılan olarak, soru ve sorunun yanıtı olarak
oradadır. Toplumsal her zaman en baştan varsayılmıştır,
çünkü en ufak cümlede bile mevcut-kılınıp veya birlikte
mevcut-kılınıp-sunulmuştur. Bir üçgenin iç açılarının top­
lamı iki dik açıya eşittir cümlesi bile bir vericiyi, alıcıyı ve
onlar arasındaki tesadüfi olmayan (öğretici) ilişkiyi devre­
ye sokar.

194. "Toplumsal"ın aracısız şekilde karmaşık olduğu­


nu anlamak da kolaydır. Bir cümlenin mevcut-kılıp veya
birlikte mevcut-kılıp-sunduğu evrende belli bir durumda

302
Ayrışma

bulunan birçok merci vardır, bir ben veya biz mercii, bir
sen veya siz mercii, bir o veya onlar mercii. Bunlardan hiç­
biri toplumsalın tamamı değildir. Toplumsal, sosyoloğun
cümlesinde açıkça gönderge olarak alındığında bile, bu
cümlenin mevcut-kılıp-sunduğu tüm mercilerin içinde bu­
lunduğu durumda en baştan varsayılmıştır. Toplumsal, bu
mercilerin içinde bulundukları durumla -bu durum insan
adlarıyla ilişkilendiği ölçüde- oluşturdukları ve cümlenin
imlediği evrendir. Bu şekilde mevcut-kılınıp-sunulan an­
lam, cümlenin uyduğu rejime uyar. Bu rejim, birçok mer­
cilendirme kipine göre (örneğin onlara karşı biz ve siz, size
karşı biz ve onlar, bize karşı siz ve onlar, vs. ) ve birçok
anlamı mevcut-kılıp-sunma kipine göre (bilmek üzere,
buyurmak üzere, sorgulamak üzere, beğenmek üzere, vs. )
bu evreni çeşitlendirebilir. Ayrıca cinsler, meselelere göre
bu evren durumlarına ereklilik katarlar: ikna etmek, kan­
dırmak, hislendirmek, vs. Toplumsaldaki gerilim, hatta
uyumsuzluk, böylece onun cümle evreni tarafından, po­
litik soru da zincirleme bağlantısının kipi tarafından, yani
bir meseleyi erek olarak kabul etmesiyle, aracısız verilmiş
olur.

195. Toplumsalın doğasının, örneğin bir tanım cümle­


siyle teşhis edilmesinin, aracısız ertelendiğini anlamak da
aynı şekilde kolaydır. Zira toplumsal, bir cümlenin evreniy­
le birlikte verildiğinden, bu evrendeki ereklilik (anlamının
anlamı diyelim) , bir önceki cümleyle zincirleme bağlantı
kurmayı sağlayan cümleye bağlı olduğundan, ve bu bağlan­
tı da söylem cinsleri arasında ayrışma konusu olduğundan,
toplumsalın doğası daima hakkında yargı verilecek bir şey­
dir. Bu şekilde toplumsal, daima yeniden yapılması gereken

303
Ayrışma

bir yargılamanın göndergesidir (sonraki bir cümlenin gön­


dergesi olarak alınan önceki cümlenin evreni) . Toplumsal,
çelişik biçimde mahkeme önüne sunulan bir "dava"dır. Ve
bu "davada" , bu dava hakkında hüküm vermesi gereken
mahkemenin doğası da ayrışma konusudur.

196. Ayrışma konusudur, diyorum, kavga konusu de­


ğil. İnsanların kötü olması, çıkarlarının veya tutkularının
birbirine ters düşmesi değil konu. Tıpkı insan olmayanlar
gibi, hayvanlar, bitkiler, Tanrı ve melekler, uzaylılar, mev­
simler, gel-gitler, yağmur ve güzel hava, veba ve ateş gibi,
heterojen cümle rejimleri içinde bir durumda bulunduk­
larından ve heteroj en söylem cinslerine bağlı meselelerce
tutulduklarından, insanların toplumsal varlığının doğası
hakkında verilen yargı ancak bu rejimlerden birine göre, ya
da en azından bu söylem cinslerinden birine göre olabilir ve
bu yüzden mahkeme, bu rejimi veya bu cinsi diğerlerinin
önüne geçirir ve toplumsalda ve onun yorumlanmasında
sözkonusu olan cümlelerin heterojenliğini kendi lisanına
aktararak zorunlu şekilde diğerlerine haksızlık etmiş olur.

197 Savaşın (zorunlu olarak iç savaş) , sınıf mücade­


lesinin, devrimci şiddetin mahkemeden daha adil olduğu,
çünkü ayrışmayı bir kavga kisvesi altında saklamak yerine
ortaya serdikleri bile söylenemez. İntikam, yetkilendirme
değildir (no. 44) . Başka bir mahkemenin, başka yargı kri­
terlerinin (eğer varlarsa) , mümkün ve tercih edilir olduğu­
nu gösterir intikam. Ama bir mahkeme değişikliği olduğu
varsayılsa bile, yeni mahkemenin yargılarının yeni haksız­
lıklar yaratmaması imkansızdır, çünkü bu yargılar da ayrış­
maları kavga gibi çözecek veya çözdüğünü sanacaktır. Bu

304
Ayrışma

yüzden politikaların meselesi iyilik olamaz, en az kötülüğü


mesele edinmeleri gerekir. Veya, isterseniz, en az kötülük
politik iyilik olmalıdır. Kötülük ile kastettiğim ve kastedi­
lebilecek olan sadece her an mümkün cümlelerin yasaklan­
masıdır, olayın ortaya çıkışına meydan okunması, varlığın
hor görülmesidir.

1 98. Toplumsalın bir cümle evreniyle birlikte aracı­


sız verildiği (isterse bu, kedinin kuyruğunun mevcut-kı­
lıp-sunduğu evren olsun) ve bu cümlenin rejimi tarafından
aracısız belirlenmiş olarak verildiği söylenebilir, her ne
kadar belirlenimi hemen başka bir nesnenin konusu olsa
da ve bu cümleyle kurulacak zincirleme bağlantılar ancak
söylem cinsleri arasında ayrışmalara vesile olacak olsa da.
Buradan hareketle denebilir ki, politika bir cümleyle bir­
likte, o cümleyle nasıl zincirleme bağlantı kurulacağı hak­
kında çözümlenmesi gereken bir ayrışma olarak derhal ve
aracısız verilir. Toplumsalın "kökenini" sormak ne kadar
boşsa, politik olanın kökenini sormak da o kadar boştur.
Toplumsal, bir cümlenin evreninde devreye girer, politik
ise onun zincirleme bağlantı kipinde. Nasıl ki Atina politi­
kası veya jakoben politika varsa, aynı şekilde Cashinahua
politikası da vardır, orada anlatının önceliği olayın ortaya
çıkışının taşıdığı tehdidi uzaklaştınyor olsa bile ( Cashina­
hua Notu) . Her durumda sözkonusu olan daima "dilin"
kendi kendisiyle giriştiği iç savaştır. Fark eden, yalnızca,
ayrışmaları düzene sokmak için kavgaları kurma şeklidir.

199. Politika her zaman yanılgıya yol açar, çünkü bir


cins gibi meydana gelir. Cins, normatif önekte kayıtlı yet­
kinin doğasına göre çeşitlilik gösterir. Başvurulan adlar

305
Ayrışma

(y'ler) (no. 155, 206) cinsi belirler, mit, müzakereye dayalı


anlaşma [ consensus delibere] , ilahi hukuk. . . : Ezelden beri
Atalanmız . . . ; 'nın karanyla, biz, halkın temsilcilerinin
meclisi. . . ; Tann'nın lütfuyla imparator olan ben, emrediyo­
rum ki. . . Başka türlü olamaz, çünkü neyin kavga olduğunu
belirleyen ve adalet talep eden, bu yüzden de ayrışmaları
unutan, bastıran ve yeniden yüzeye çıkmalarını sağlayan
mahkeme, bir söylem cinsinin kurallarına göre hükümle­
rini vermeli ve öncelikle yetkisini temellendirmelidir. Ama
aynı zamanda politika hiçbir şekilde bir cins değildir, or­
taya çıkan her cümlede açılan ve söylem cinsleri arasında
ayrışma doğmasına vesile olan yokluğa tanıklık eder.

200. Yunan polis'i, müzakerenin [deliberation] , yani


cümlelerin çatışmasının ve yargılanmasının meydana gel­
diği boş merkezin etrafında organize olmakla politikayı
icat etmez, cümlelerin yönetimine diyalektik ve retorik
cinsi veya cinsleri getirir, böylece aralarındaki ayrışmanın
önünün açılıp, politika kurumunun (boş duran) orta yeri­
ne kavga şeklinde dökülmesine izin verir. Cashinahualar
oraya anlatıyı koyarlar, birinci Fransa Cumhuriyeti İde'yi,
yani Kantçı anlamda diyalektiği, özellikle de meselesi özgür
nedensellik (etik) olan diyalektiği koyar. Sanayi devrimi
ise yargılama ayrıcalığını teknik cinse tanır, onun meselesi
performansı en üst seviyeye çıkarmaktır, yani toplumsal da
dahil olmak üzere herhangi bir gönderge, kendinin isten­
cine (hazzına) göre, Heidegger'in ifadesiyle, çerçeveye alı­
nırken [arraisonnement] 4 en iyi input/output ilişkisini elde

4 Alın. Geste!I: çerçeve, iskelet, düzenek, dayanak. Bkz. M. Hei­


degger, Das Gestell konferansı ( 1 949) , Bremen Konferansları
içinde (metnin düzeltilmiş ve geliştirilmiş bir versiyonu , 1 953

306
Ayrışma

etmektir. Bu türden cins hegemonyaları vardır ve bunlar


politika figürleri gibidir. Zincirleme bağlantı kurma kiple­
ri hakkında kavga ederler. Sermaye, politik hegemonyayı
ekonomik cinse verir (no. 240 ve dev.) .

20 1 . Demokrasi, otokrasi, oligarşi, monarşi gibi yöne­


tim biçimlerini belirten terimler ve cumhuriyet, despotizm

tarihli Die Frage nach der Technih konferansı içinde yer almıştır.
Bu konferans Münih'teki Yüksek Teknik Okul'da, Bavyera Gü­
zel Sanatlar Akademisi'nin düzenlediği "Teknik Çağında Sanat­
lar" başlıklı bir konferanslar dizisinin parçasıdır) . Heidegger bu
kavramı teknikten ve teknolojiden bahsederken kullanır. Ona
göre teknoloji modern bilimin uygulanmasından ibaret değildir,
onun çerçevesi, iskeleti olarak aslında modern bilimin temelidir.
Dahası insanlar doğayla ilişkilerini en baştan beri tekniğin çerçe­
vesi içinden kurarlar, modern dönemde teknolojik ilerlemenin
hızına kapılmaları da bunun bir yansımasıdır. Heidegger'in bu
kavramı kimi Fransızca çevirilerde arraisonnement olarak karşı­
lanmıştır. Raison [ akıl; sebep ] kökünden türetilmiş olan bu söz­
cük, en basit anlamıyla, "akla davet etme" veya "sebeplendirme ,
sebebini anlama" şeklinde aşağı yukan Türkçeleştirilebilir. Bu
ilk iki anlama bağlı olarak sonradan türeyen üçüncü anlamıyla
arraisonnement, "sebebini sorma, sorgulama, denetleme" fikrini
de ifade eder. Özellikle hukuk ve denizcilik terminolojisinde bu
kullanım yaygındır. Bu Fransızca çeviriye ilham veren ve Lyo­
tard'ın da burada öne sürdüğü fikir, akıl ilkesinin doğaya ve tüm
fiziksel alana hakim olduğu fikridir. Lyotard'a göre bu , bir tür
akılsallık metafiziğidir ve Heidegger özelinde kendini metafizik
olmama iddiasıyla ortaya koyar. Heideggerci Gestell'in yansıttı­
ğı dünya görüşünün temelinde , Lyotard'a göre, bilişsel söylem
cinsi ve onun belirleyici yargılan vardır, oysa özellikle politika
ve sanat alanında refleksif yargılar vermek gerekir. Postmodern
Durum'dan başlayarak ve 90'lı yılların metinlerinde daha açık
biçimde Lyotard sermaye ve kapitalizm meselesini de bu so­
runsalın içine katar. Sermaye insanlık tarihine damgasını vuran
ilerleme ve karmaşıklaşma sürecinin bir sonucu olarak ortaya
çıksa da, son kertede kapitalizmin kendisi bilgiyi ve gerçekliği
koşullayan bir çerçeve gibi anlaşılmalıdır. -çn

307
Ayrışma

gibi hakimiyet ve yetki kurma biçimlerini belirten terimler,


son derece antropolojik veya politolojik betimlemelere ait­
tir. Politikada sözkonusu olan ve politikaları birbirinden
ayıran, kavga biçiminde ayrışmaların ve onların "çözü­
münün" formüle edildiği söylem cinsi, yani meseledir. Bu
cins ne olursa olsun, sırf diğer cinsleri dışarıda bıraktığı
için -bu ister yasaklamayla olsun (köleler ve kadınlar)
ister kendi kendine ad vererek etkisizleştirmeyle olsun
ister anlatının kurtarıcılığıyla, vs.- belli bir lisanda çö­
zümlenmemiş ve çözümlenemez bir ayrışma "kalıntısı" bı­
rakır geride, "dilin" iç savaşı daima bu kalıntıdan çıkıp geri
gelebilir ve gelir de.

202. Bu kalıntıya "lanetli pay" adını vermek gereksizce


dokunaklıdır. Kurbanla bağdaştırılan heyecanı [ emotion ]
merkeze alan politika ise ( Cashinahua Notu , § 7) baha­
ne olarak bunun, acı ve sevinç dolayısıyla, ayrışmanın
varolduğuna ve hiçbir kavganın onu ortadan kaldırama­
yacağına dair yanılmaz bir işaret olduğunu öne sürer ve
insancadır, pek insanca: sanki insanca olan seçilmiştir ve
olayın ortaya çıkışının korunmasından sorumludur ! Ba­
taille'da Ereignis'e kapı açılırken bir Hasidik veya pagan
mizah (ikisi aynı şey değildir, biliyorum) eksik kalmış­
tır. Ayrışmanın talep ettiği iddia edilen ve kurbanla (veya
Dienst5 ile) (Heidegger, 1 933 : 49) birlikte gelen duyguyla
yönetmek, sahte üstün insanların politikasına yol açar.
Olayın üstüne fazla titreyince soytarılık başlar. Öte yan­
dan ayrışmaları tespit etmek ve onları cümleye dökecek
(imkansız) lisanı bulmak, düşünce önünde bir sorumlu-

5 Alın. "hizmet, görev ". -çn

308
Ayrışma

luktur. Bir filozof bunu yapar. Bir entelektüel ise şu veya


bu cinsi (kurban etmedeki esrime de dahil olmak üzere)
politik hegemonya için tavsiye ederek, ayrışmaları unut­
turmaya yardım eder.

203. Yetki çıkarsanmaz. Yetkiyi yasallaştırma denemele­


rinin sonunda vardığı yer kısır döngüdür (senin üzerinde
yetkim var, çünkü sen bunun için bana yetki verdin) , peti­
tio principii'dir6 (yetkilendirme yetkiliye yetki verir) , sonsuz
gerilemedir7 (x'e yetki veren y'ye yetki veren z) , bireydi! pa­
radoksudur (Tanrı, Yaşam, vs. , yetki kullanmak üzere beni
seçti, bu vahye tanıklık eden yalnızca benim) . Yetkinin çı­
karsanmasındaki çıkmaz, veya egemenlik çıkmazı, yetkilen­
dirme cümlesinin farklı bir rejime bağlı bir cümlenin netice­
si olamayacağına işaret eder. Normatif cümlenin diğerleriyle
müşterek ölçüsünün bulunmadığına işaret eder.

204. Yetki sorusu normatif cümleyle ilgilidir. Norm, bir


buyruğu yasa haline getiren şeydir. Şu eylemi gerçekleştir­
melisin, buyruğu ifade eder. Normatif cümle şunu ekler:
x veya y tarafından ilan edilmiş bir normdur bu (no. 15 5 ).
Normatif cümle buyruk cümlesini alıntılar. x v e y'nin bu
yetkiyi nereden aldıkları sorulabilir. Bu cümleden alırlar,
bu cümle, buyruğu yetkilendiren evrende onları verici
merciine yerleştirir. Bu evrenin göndergesi buyruk cümle­
sidir, böylece buyruk yetkilendirilmiş olur.

205 . Normatif cümleyi performatif bir cümle gibi be­


timleme eğilimi oluşabilir (no. 14 2) . Oturum açılmıştır, sa-

6 Metindeki ifade "petition de principe": ispatlanması gerekeni baş­


langıç noktası olarak kabul eden akıl yürütme. -çn
7 Fr. regression a l'infini. -çn

309
Ayrışma

vaş ilan edilmiştir ve gerçekten böyle olur; bu cümlelerin


evreni tarafından verici durumuna yerleştirilen, derhal ve
aracısız oturum başkanı olur veya savaşan taraflardan biri
olur, alıcı derhal oturumdaki meclis üyelerinden biri olur
veya savaşılan karşı taraf olur. Normatif cümle de böyle­
dir: Şu eylemi gerçekleştirme yükümlülüğü bulunduğunu ilan
ediyoruz cümlesi biz'i derhal ve aracısız egemenlik ko­
numuna yerleştirecektir. - Ama adına muğlak şekilde bu
"etkiler" [ "effets" ] dediğimiz şey, rejimleri ne olursa olsun
tüm cümlelerde gözlemlenebilir, çünkü bunlar, cümlelerin
mevcut-kılıp-sunduğu evrenlerdeki mercilerin ve onların
karşılıklı durumlarının ortaya serilmesidir sadece. Bu du­
rumda performans terimi o kadar genişlemiş olur ki, özel
bir cümle rejimini belirtme gücünü kaybeder. - Yine de
hiçbir özvarlık, eğer yükümlülüğü norm haline getiren
normatif cümlenin vericisi değilse, yükümlü kılma yetki­
sine sahip olamaz: totolojidir bu. Ve bu verici durumunda
olmayanın, normatif olmayan cümle evrenlerinden hare­
ketle nasıl vericiye dönüşebileceği belli değildir. Bir cümle
rejimi başka bir cümle rejiminden doğmaz.

206. Yükümlülüğün [obligation] kendisinin, dar etik


anlamıyla, meydana gelmek için bir normun yetkilendir­
mesine ihtiyacı yoktur, tersine (no. 1 5 5 , 1 76; Kant Notu 2 ,
§ 1 ) : buyruğu yasallaştırmak, buyruk cümlesinin rejimini
ayırt eden buyruğun disimetrisini ortadan kaldırır. Ama
normatif cümlenin işlevi ya da en azından etkilerinden
biri tam da yükümlü olanın durumunu simetrik hale getir­
mektir zaten. Buyruk cümlesinin önüne x'in şu eylemi ger­
çekleştirmesi gerektiği y tarafından ilan edilmiş bir normdur
ifadesini koyarak normatif cümle, x'i bireydi! kaygısından

3 10
Ayrışma

kurtarır (İbrahim veya Schreber, no. 1 62, 1 64) ki bu kaygı


aynı zamanda başkayla karşılaşmanın harikuladeliğidir ve
Ereignis tehdidinin bir kipidir. Bu tehdit, bu harikulade­
lik ve bu kaygı, yani kurulacak bir zincirleme bağlantının
yokluğu, böylece normalleşmiş olur. Tüm diğer x'ler için,
normlaştırılmış yükümlülüğün tüm sen'leri için aynıdır
bunlar. Etikten dışlanan normatif cümle, politikaya giriş
sağlar. Buyruk cümlesinin alıcılarından bir müşterek top­
luluk oluşturur; bunlar, normatif cümlenin alıcıları olarak,
yasa önünde zorunlu şekilde eşit olmasalar bile en azından
hep birlikte yasaya tabi olduklarının farkındadırlar. Nor­
matif cümle yükümlülüğü geçişli kılmaz - bu imkansızdır
(Kant Notu 2, § 6) - müşterek kılar.

207. Normatif cümlenin formu , bir buyruk cümlesi­


nin alıntılanmasını beraberinde getirir (no . 45 , 46) . Buy­
ruk cümlesi kendi kendini adlandırır hale getirilmiştir.
Normatif cümle , bir cümleyle ilgili bir cümledir, üstdildir
ama betimleyici değildir. Meselesi hakikat değil adalettir.
Üstdilde kurulmuş olması, yetkinin işlevini vurgular: he­
teroj en cümleler arasındaki uçurumun üzerine bir köprü
kurmak. Şu cümlenin izinli, bu cümlenin yasak olduğu­
nu , o cümlenin yükümlü kıldığını [ obligatoire] ilan eden
yetki , onları tek bir meseleye , adalete tabi kılar, ne kadar
heteroj en olurlarsa olsunlar. Şarkı söylemek güzellikle il­
gilidir herhalde; ama şu zamanda, bu yerde, o şarkı ada­
letsiz de olabilir. Öğrenmek hakikatle ilgilidir ama yine
belli koşullar altında, vs. Normatif cümleyle birlikte bir
cins, iddia ettiği yasallık ve bunun formu ne olursa ol­
sun (mit, vahiy, tartışma) , heterojen cümleleri alır ve aynı
meseleye tabi kılar.

311
Ayrışma

208. Bu yüzden normatif cümlenin alıcısı, aynı zaman­


da bu cümlenin normlaştırdığı buyruk cümlesinin de alı­
cısı olsa bile, ikisi aynı adı taşısa bile, ona göre üst-alıcı
[meta-destinataire] durumundadır. Yurttaşın "birey"e göre,
yani "aktüel" heterojen cümlelerin evrenlerinde belli bir
durumda bulunan ve aynı adı taşıyan özvarlığa göre bir
"soyutlama" olduğunu biliyoruz. Ama yurttaşla ilgili doğru
olan, Cashinahua ile ilgili de doğrudur: cinsiyetler, kuşak­
lar ve yanmlar8 üzerinde adların dağıtılmasını yasallaştıran
normatif cümleye saygı gösterilir, çünkü yasadır o, ve aynı
zamanda bu saygı, böyle denebilirse, "bireylerin etkinlik­
lerine" karşılık gelen nesne-dillerin [ langage-objets] cüm­
leleriyle kesişmez (Cashinahua Notu , § 3 ) . Yasaya daima
mizahla saygı gösterilmelidir, çünkü hiçbir zaman tam ola­
rak saygı gösterilemez; bunun aksi, yasanın heterojenlikler
arasındaki zincirleme bağlantı kipinin ta kendisi olduğu,
bütüncül varlığın zorunluluğuna sahip olduğu fikrine paye
vermek olur. Bu mizah, yasallaştırmaya rağmen ve onun
altında varlığını sürdüren heterojenliği hedef alır. "Halk"
[ " le peup le " ] , müşterek ölçüsü bulunmayan cümlelerin
evrenlerinde yakalanmış özvarlıkların o imkansız kümesi,
yasanın adil olduğu için yasa olduğuna inanamaz, onun
yasa olduğu için adil olduğunu bilir (imkansız bir yü­
kümlülükler müştereğinin kurulması anlamında) (Pascal,
1 670: 325 . ve 326. fragmanlar) . "Halk" egemen değildir,
egemene karşı ayrışmaları savunandır. Güleçtir. Politika,

8 Kaba bir açıklamayla "yanın" terimi, sosyal antropolojide top­


lumun iki farklı bölümünü ifade etmek için kullanılır. En sık
rastlanan haliyle bir toplumdaki bireyler iki yanından birine ait
olarak doğar ve ancak karşı yanından biriyle evlenebilirler. --çn

312
Ayrışma

yetkili için traj edi, halk için komedidir. Komik gülüş, olaya
gösterilen saygıdır ve ona ontolojik haysiyetini geri vermek
gerekir. Trajik korkuyu ise kendi yerine geri yerleştirmek
gerekir, en yüksek yerdir bu yalnızca (Poetika'nın kayıp
İkinci Kitap'ı işte bunu yapıyordu) .

209 . Normatif cümlenin alıcıları arasında, yasallaştır­


dığı buyruğun alıcısı olmayan özvarlıklar da vardır. x'e
getirilen şu veya bu eylemi gerçekleştirme yükümlülüğü­
nü yasallaştıran y , aynı zamanda z'yi, bir üçüncü kişiyi
de uyarmış ve haberdar etmiş olur: sözkonusu eylemle
zincirleme bağlantı kurduğunda o da y'nin yetki alanıy­
la karşılaşacaktır. N ormatif cümle aynı zamanda bir bil­
dirme cümlesidir. Normatif önek ile buyruk arasındaki
mesafe, yükümlü olanlar müştereği ile onun dışında olan
ama yasadan haberdar olması gerekenler arasındaki me­
safedir. Peki ama buyruk norm ile yasallaştırıldığına göre,
başkalarının ona tabi olmamasını nasıl kabul edebilir?
Emperyalizmi harekete geçiren güç, bu sorunun cevabın­
da yatar: normatif cümlenin tüm alıcıları, buyruk cüm­
lesinin de alıcıları olsun. 2 1 2 tarihli Caracalla Fermanı ,
3 1 2 tarihli Constantin Fermanı bu gücü açıkça ifade eder:
orbs romana içinde yaşayan her insan Roma vatandaşıdır,
tüm yaratılmış olanlar, göklerin krallığına davet edildik­
leri için yeryüzü krallığına da aittirler. Vatandaşlık, yani
buyruk cümlesinin alıcısının normatif cümlenin alıcısıyla
birleşmesi, ilkesel (idesel) bir sınırla karşılaşmaz, yalnız­
ca olgusal bir sınırla karşılaşır. Uluslar, onların dilleri,
adetleri ve adları "empirik" olanın içine atılıp reddedilir,
İdenin söyleminin ancak olumsuz şekilde gönderge ola-

313
Ayrışma

rak kabul edebileceği nesnelerdir onlar: idesel yasallaştır­


maya uygun değillerdir.

1 789 BİLDİRİSİ

1. Bu bir haklar Bildirisi'dir, yani yerine getirilmesi gereken


buyrukların değil, bu buyruklarda uyulması gereken sınırların
normatif şekilde yasallaştırılmasıdır. Dolayısıyla esas olarak olum­
suz (sınırlayıcı) buyrukların yasallaştırılmasıdır ve buyurucu yet­
kinin kendisi tarafından buna uyulması gerekir. Şu şekilde değil:
. . . 'nın x için yükümlülük olması y'nin ilan ettiği bir normdur;
daha ziyade şöyle: y'nin ilan ettiği ve 'yı x için yükümlülük kılan
normun ancak şu sınırlar içinde bir norm olması, z'nin ilan etti­
ği bir normdur. Bildiri, buyruğun yasallaştırılmasını yasallaştırır.
Politik (üst-normatif9) yasallığın da bir üst derecesindeki yasallığa
geçerek, yetkilendirmelerde bir geriye gidişin taslağını çizer (no.
203 ) . Bu geçiş, onu evrenselleşmeye taşıyan emperyalist ilke tara­
fından, yasallaştırmalann kapsamını kısıtlayan hareketle birlikte
gerçekleştirilir. Bu gerilim, yasallığa getirilen kısıtlamaların ken­
disinin de yasallaştırılmasıyla çözülür. Yetkiye getirilen sınırlar bir
politik Anayasa belirler ( 1 6. Madde) . Sözkonusu sınırlan (Bildi­
ri'nin kendisini) belirleme yetkisi ise İnsan İdesinden gelir.

2. Üst-normatif cümlenin vericisi ve anlamı olan, en üstün


yetki sahibi olarak insanın, Anayasa'nın Önsözü olan Bildiri'yi
imzalamış olması gerekir. Oysa böyle olmamıştır: "Ulusal Mec­
lisi oluşturan Fransız halkının temsilcileri, [ . . ] olduğunu göz
.

önünde tutarak, insanın doğal , devredilemez ve kutsal haklarını


bir resmi Bildiri ile ilan etmeye karar vermişlerdir [ . . . ] . Bunun

9 Fr. meta-normative. -çn

314
Ayrışma

sonucunda ulusal Meclis, şu insan ve vatandaş haklarını kabul


ve ilan eder [ . . . ] . " Normlara getirilecek normu bildiren imzacı z,

bir topluluğu temsil eden bir topluluktur, bir özel ada sahip bir
halkı, Fransızları temsil eden bir meclistir.
3 . Adlar dünyası (no. 60) ve onunla birlikte tarih, Bildiri'nin
yazarının belirtilmesiyle birlikte geri gelir. "Geri gelir" , çünkü
yetkilendirme ilkesi alanını genişlettiği ve üstdil derecesinden de
bir üst dereceye ( üst-üstdil 10 derecesine, yani üst-normatif derece­
ye) geçtiği ölçüde , onlar da dışarı itilmiştir. Bu geri dönüşün işa­
ret ettiği şey bir heteroj enliktir. Bildiri'nin vericisi, politik tarih
içinde bir özel ada sahip değildir, Fransız halkı ise sahiptir. Bildi­
ri , Kantçı anlamda spekülatif rejime uygun bir cümleler kümesi­
dir (göndergeler İdelerin nesneleridir, gerçeklik ispatlama süreç­
lerinde yanlışlanamazlar) . Her ne kadar tarihsel-politik dünyada
adlandırılabilir bir vericiye atfedilmese de , ne ise o olarak kalır:
"diyalektik" bir felsefi söylem (Kantçı anlamda) . Eğer Bildiri'yi
imzalayan bir ulus ise , yani yalnızca adı dolayısıyla, problematik
şekilde bile olsa, gerçekliğin, özellikle de tarihsel-politik gerçek­
liğin dünyasına ait bir özvarlık ise, o zaman Bildiri'nin kendi­
si bir söylemdir, tarihsel-politik bir kapsamı olan bir cümleler
kümesidir. Kapsam ile kastettiğim, Bildiri'nin alıcıyı davet ettiği
zincirleme bağlantının, anlamıyla ilgili bir doğruluk veya yan­
lışlık tartışması (diyalektik) değil, tarihsel-politik dünyada belli
adlar taşıyan ulusal topluluklar tarafından kabul veya reddedil­
mesi olduğudur. Çünkü yalnızca vericinin imzasıyla bu duruma
yerleştirilmiş olan alıcının kendisi de ulusal politik yasalara tabi
bir özvarlıktır. Bu yasalar buyruklardır ama normların normuna
(insan ve vatandaş haklarına) göre norm haline getirilmemişler­
dir. Bu yüzden alıcı, kendisinin tabi olduğu ulusal yasalara yet-

10 Fr. meta-metalangagier. -çn

315
Ayrışma

kilerini veren ve gözüne yanlış yetkilendirilmiş gibi görünmesi


gereken normları gözden geçirmeye davet edilir. l 789'dan sonra,
uluslararası savaşlar aynı zamanda iç savaştır.

4. Fransız ulusunun temsilcilerinin, insanın yerine konuşa­


rak kendi kendilerine mal ettiği yetkiye yetkisini veren, elbette
Bildiri'nin 3. Madde'sidir: "Her tür egemenliğin kaynağı esas ola­
rak ulustur. " Eğer Önsöz'deki ulusun, Maddeler'i, özellikle de 3 .
Madde'yi yazıp buyurma yetkisi varsa, bunun sebebi ulusun bu
Madde'de genel olarak buyurma yetkisine sahip olduğunun ilan
edilmiş olmasıdır. Madde egemeni adlandırır, egemen kendisini
adlandıran ilkeyi ilan ederek bildirir. Oysa egemenin , bildirece­
ği Madde tarafından yetkilendirilmeden önce, yani yetki sahibi
egemen olmadan önce, bildirisine başlamış olması gerekir. Bu ,
yetkinin yasallaştırılmasıyla ilgili genel olarak kabul gören, sıra­
dan bir paradokstur (no. 203 ) , bundan rahatsız olunamaz . (Aynı
kendi kendini yetkilendirme düzeneği Komünist Manifesto'da
veya Uluslararası İşçi Birliği'nin 1 870-7 1 yıllarındaki Açıklama­
lar'ında1 1 da [Adresses ] bulunabilir. Ayrıca görülebilir ki bunların

1 1 Uluslararası İşçi Birliği'nin (Birinci Enternasyonal) kurulu­


şundan Fransa-Prusya Savaşı'mn sonuna kadar olan dönemde,
Lyotard'ın burada tartıştığı konuşan öznenin yetkisi meselesini
ilgilendirebilecek birçok hitap, bildiri veya açıklama metni ya­
yınlanmıştır. Birlik'in kuruluş aşamasında, 1863-4 yıllarında "Biz
bütün ülkelerin işçileri . . . " ifadesiyle başlayan İngiliz işçilerin
Fransız işçilere yazdığı hitabı ve Fransızlar'ın cevabım öncelikle
düşünebiliriz. Yine aynı dönemde Karl Marx'ın yazdığı Birlik'in
Kuruluş Hitabı'm ve Tüzük'ünü de örnek verebiliriz. Buradaki
meşhur "Bütün ülkelerin işçileri, birleşin ! " ifadesi Komünist Par­
ti Manifestosu'nda da tekrar edilmiştir. Son olarak 1870 yılında
Birlik'in Genel Konseyi'nin Marx tarafından kaleme alınan ve İn­
gilizce olarak yayımlanan iki Bildirisi veya Açıklaması (Adress)
bulunmaktadır. Bunlar Fransa-Prusya Savaşı hakkındaki görüş­
leri içerir ve birçok Avrupa diline ve Rusça'ya çevrilmiştir. -çn

3 16
Ayrışma

1 789 düzeneği ile arasındaki en büyük fark, bu Açıklamalar'ın


yetkilerini aldıkları ve hitap ettikleri mercinin, ulus gibi tarih­
sel-politik değil, tıpkı bir İdenin nesnesi gibi kendisinin sorunsal
olmasıdır: işçi evrenseldir ( tıpkı insan gibi) . Nasıl olur da ulusa­
şırı bir özvarlık, işçilerin uluslararası örgütlenmesi, ulusal özel
adları bilmediği halde tarihsel-politik bir gerçekliğe sahip olur?
O zamandan beri ve daha sonrasında, işçi hareketinin karşılaş­
tığı zorluklar ve sonuç olarak ulusal müştereklere indirgenerek
başarısızlığa uğraması (en azından sosyalistlerin 1 9 1 4' teki savaş
bütçesi oylamalarından beri) , şuna işaret edecektir: toplulukla­
rın adlarıyla ve geleneksel anlatılarıyla yasallaştırılması , bir idey­
le yasallaştırmaya direnç gösterir. Bunlar iki heteroj en cinsten
kaynaklanırlar. Tarihsel-politik dünya, telafisi imkansız şekilde
birinci cins yasallaştırmaya mı aittir?)

5 . Üst-normatif cümlenin vericisinin insan olması gerektiği­


nin işaretini, önsözde ulusal yetkiye getirilen şu ekte veya zarar­
da görüyorum: "Ulusal Meclis, Üstün-Varlık'ın [ l'ftre-suprbne]
mevcudiyetinde ve koruması altında kabul ve ilan eder ki [ . . . ] . "
Bu akıl [ raison ] Varlık'ının özel olarak bir ulusu yetkilendirmesi
için hiçbir sebep [ raison ] yoktur. Meclis onun varlığını talep ede­
rek ve tavsiyesi için yalvararak, Fransız olarak değil , insan olarak
kendi kendini yetkilendirir. Buradaki düzenek, az önce betimle­
diğimiz düzeneğin tam tersi yönde çalışır. Vericinin tarihsel-po­
litik bir adı olsa da yaptığı bildirinin kapsamı, bu adın genişleme­
sinden başkaca değildir. Eğer verici bu kapsamı aşacak ve Bildiri
tüm adları kapsayacak şekilde genişleyecek olsa, vericinin ken­
dine ait bir özel adının olmaması gerekir. Bu yüzden adsız olanı,
Üstün-Varlık'ı yardıma çağırır, kendisi de onun yarattığı bir şey,
onun bir parçası veya kipidir (bu Varlık'a ve insanın onunla iliş­
kisine dair Kurucular'ın12 birçok felsefesi vardır) , şöyle diyelim:

1 2 1 789 Kurucu Meclisi'ne seçilmiş vekiller ve yedekleri. -çn

317
Ayrışma

bir varolandır ve kendisi de adsızdır. Bildiri'nin vericisinin Fran­


sız ulusu ve insan olarak ikiye bölünmesi, bildiren cümlenin ço­
kanlamlılığına karşılık gelir: felsefi bir evreni mevcut-kılıp-sunar
ve tarihsel-politik bir evreni de onunla birlikte mevcut-kılıp-su­
nar. Fransız Devrimi'nin politikada yol açtığı devrim, bir evren­
den diğerine yapılan bu imkansız geçişten kaynaklanır. Bundan
böyle , bu şekilde bildirilen ve ilan edilen yasanın Fransız yasası
mı insanlık yasası mı olduğu , haklar uğruna yürütülen savaşın
bir fetih savaşı mı bir kurtuluş savaşı mı olduğu , özgürlük adı­
na uygulanan şiddetin baskıcı mı yoksa pedagoj ik mi (ilerlemeci
mi) olduğu , Fransız olmayan ulusların , Bildiri'ye uygun anayasa­
ları, Fransızlara karşı olsa bile , edindiklerinde Fransız mı yoksa
insan mı olmaları gerektiği artık bilinemeyecektir. Kurucular'ın
izin verdiği ve tarihsel-politik dünyada yayılması vaat edilen bu
karışıklık, her tür ulusal veya uluslararası çatışmayı, yetkinin ya­
sallığına dair çözülmesi imkansız bir ayrışma haline getirecektir.

6. Galiba Kurucular bir " transandantal görünüş" , hatta belki


de bir dementia kurbanı olmuşlardır (Kant Notu 4, § 4) . Yanıl­
samaya düşüp, ulusta insanlığı görmektedirler. Ulusal Konvan­
siyon döneminde13, 8 Mayıs 1 793 tarihinde Robespierre şöyle
der: "Vatanseverlerin teker teker boğazlanmasına razıysanız
eğer, dünya üzerinde erdemli olan ne varsa yok olacaktır. İnsan
cinsini kurtarıp kurtarmamak size kalmış" (Kessel, 1 969: 203) .
Ulus, bir müştereklik [communaute] olduğu ölçüde , dayanıklılı­
ğını ve yetkisini esas olarak ad ve anlatı geleneklerine borçludur
(Cashinahua Notu) . Bu gelenekler dışlayıcıdır. Sınırları ve sınır-

13 Eylül 1 792-Ekim 1 795: Fransız Devrimi sırasında Yasama Mec­


lisi'nden sonra başlayan ve Terör Dönemi'ni de ( 1 793-1 794) içe­
ren dönem. Anayasal monarşinin kaldırılması ve Birinci Cumhu­
riyet'in kurulması bu dönemde olur. -çn

318
Ayrışma

larla ilgili çatışmaları devreye sokarlar. Ulusun yasallığı insanlık


idesine hiçbir şey borçlu değildir, kökene dair anlatıların tekrar
tekrar anlatılarak devam ettirilmesine ise herşeyini borçludur.
Sağ politikaların durmaksızın altını çizdiği budur. Sol politika­
lar ise bir karşı-anlatıya, bir bütün olarak insanlığın hikayesine,
onun uluslararası bir kapsamı olan , halklara özgü kökenleri bu­
lunmayan, kozmopolit kurtuluş anlatısına itibar etmektedirler.
Ama daima vatanı yerle bir etmekle suçlanırlar ve daima onu ,
dış ve ekonomik iç savaşlar sırasında yine de korumaya mahkum
olurlar, çünkü mitlerden (ülkenin bağrından) gelen içkin yetki,
idesel, aşkın üst-norma (insan haklarına) başvuran yetkiye tes­
lim olmaz . Onları uzlaştıracak bir Üstün-Varlık yoktur.

2 1 0. Müzakereye dayalı politikada, yani modern de­


mokrasilerin politikasında, ayrışma kendini sergiler; her
ne kadar onu bitirebilecek tek bir ereklilik olduğu yanılsa­
ması veren transandantal görünüş onu unutturmaya, daya­
nılır kılmaya devam etse de. En azından söylem cinslerinin
ve cümle rej imlerinin düzenlenişini bozmak mümkündür,
oysa geleneksel anlatılarda inandırmak, bilinmesini sağla­
mak, ikna etmek, karar verdirmek gibi çeşitli meselelerin
birleşimi, analize meydan okur (çünkü bu birleşim her bir
cümleye kayıtlıdır ve anlatı formu olayın ortaya çıkışını
maskeler) (no. 2 1 9) . Üstün erek, etik cinsteki gibi, soru
soran bir buyruk cümlesi olan kanonik cümleyle (veya me­
seleyle) ifade edilir: Ne olmalıyız ? Ama bu cümle, mümkün
anlamlarla donanmıştır: mutlu, bilge, özgür, eşit, Fransız,
zengin, güçlü, sanatçı? İnsanlık tarihi felsefeleri, bu sorulara
kendi yanıtlarını verirler. Bu yanıtlar politika kurumu bün­
yesinde nadiren tartışılır, burada onlar hakkında varılmış
bir anlaşmanın bulanık kendini beğenmişliği hüküm sü-

3 19
Ayrışma

rer. - Genel duygu odur ki tartışma, zorunlu olarak Kantçı


anlamda diyalektik, yani kanıt yokluğu dolayısıyla sonu
olmayan bir tartışma (zira sözkonusu olan İdelerdir ve
gerçekliğe başvurmak onlar arasında seçim yapmaya izin
vermez) , ancak biz'in yeniden sorgulanmasına yol açacak­
tır. Biz, bu buyurucu sorunun soyut genelliği içinde, "biz
insanlar" olarak sorgulanır ama adlandırılabilir bir tikel­
lik olarak, "biz Fransızlar" olarak sorgulanmaz, sessizlik
içinde ve sessizlik tarafından onun zaten çözüme kavuştu­
rulduğu varsayılır. Ödev hakkında kendini derinlemesine
sorgulamak, en başta Fransız olma ödevine şaşırma riski­
ni doğuracaktır. Zira Fransız olmak yükümlülük değildir,
herhalde bunu gerçeklik olarak ispatlamak mümkündür,
olsa olsa. (Veyahut Cashinahua tipi bir yasallaştırmayı ka­
bul etmek gerekir) (Cashinahua Notu) . - Demek ki "biz"
her şeyden biraz olmalıyız, zengin, eşit, özgür, vs. , ve tam
olarak Fransız olmalıyız: "biz" zaten öyleyiz.

2 1 1 . Ne olmalıyız ile zincirleme bağlantı kuran, Bunu


(Fransız, zengin, özgür, eşit, vs.) olmak için ne yapmalıyız
sorusudur. Bu zincirleme bağlantı, soru soran buyruk cin­
sinin kanonik cümlesini değişikliğe uğratır. Ödev sorusu­
na yapmak ve için dahil edilince, bu soru hipotetik kipe
geçmiş olur: eğer böyle olmak istiyorsan o zaman şöyle
yap. Ve pratik adıyla kutsanan yapmak, cümlelere ve onla­
rın etkilerine, yani istenen ereğe götürmeyi sağlayabilecek
zincirleme bağlantılara dair bir öngörü hesabından iba­
rettir. Ama eğer burada, tartışmaya dayalı düzenlemenin
içine başka bir söylem cinsi, şu diğer kanonik cümlenin
rejimi altında yerleşiyor olmasaydı, bu "pratik" hesap, ad­
sız olduğundan, soyut kalırdı: Hangi araçlarla ? Bu cinsin

320
Ayrışma

ereği, üstün erekle akrabalıkları bakımından araç olarak


ele alınan verilerin bilinmesidir. Durum analizleri, eldeki
yetilerin sayılması, rakiplerin ve müttefiklerin yetilerinin
tahmin edilmesi, karşılıklı çıkarların tanımlanması, kamu­
oyu araştırmalarıyla, istatistiklerle, işaretlerle, her türden
enformasyonla gerçekleştirilir. Gerçeklikler ispatlanır, bu
cinsin meselesi bilmedir. Uzmanların, eksperlerin, müşavir
ve danışmanların teknobilimi burada katkı sağlar ama ken­
disinin olmayan bir çıkara tabi kalır: üstün buyruğu (zen­
gin olmak, özgür olmak, vs. ) gerçekleştirilebilir kılmak. Bu
şekilde buyruk cinsi, bilişsel cinse ereğini verir.

2 1 2. Veriler bir kez ispatlandığında, yeni bir söylem


cinsi gerekir, onun kanonik cümlesi Ne yapabiliriz'dir. Bu
cümleyle Kant'ın hayal gücü İdesi (kavramsız görü) (KUK:
143 , 1 66) adını verdiği şey veya Freud'un serbest çağrışım
adını verdiği şey arasında analoji vardır, bugün bunlara se­
naryo veya simülasyon adı verilmektedir. Gerçek-olmaya­
nın [ irreel ] anlatılarıdır bunlar, savaş oyunlarındaki gibi:
ya sol kanadımıza saldırırlarsa? O zaman hızla sağ kana­
dımızı açarak onları kapana kıstırırız. Gerçeğe benzerlik
kaygısı olmaksızın birçok mümkün, olması az veya çok
muhtemel hikaye anlatılarak neyin vuku bulacağına dair
tahmin yürütülür. Oyun teorisinin bir bölümü, bunların
işleyişini inceleyip kurallarını bulmaya ayrılmıştır. Onlar
adılıyla birlikte, bir veya birçok rakip ile çatışmaya vurgu
yapılır. Rakibin soyut ve "pratik" erekleri olduğu , bunların
"bizimkilerden" farklı olsa bile onların simetriği olduğu
varsayılır. Daima "kazanmak" sözkonusudur (no. 1 8 1 ) . Bu
hayal gücü cümleleri, özel adlar aracılığıyla mümkün ger­
çekliğe demir atmıştır: eğer ortada rakipler varsa, demek ki

321
Ayrışma

insanlık henüz kendini gerçekleştirememiştir, anlatılar ve


adlarla yapılan yasallaştırmalar hala mevcuttur (no. 1 60;
Cashinahua Notu, § 6) .

2 1 3 . Esas anlamıyla politik müzakere, bu senaryolarla


ilgilidir. Diyalektik ve retorik cinslere itaat eder. Belli bir
senaryo çürütülür: Sen haksızsın veya O haksız, çünkü . . .
Bunlar, karşı tarafı susturmaya yönelik argümanlardan
oluşmuş tartışmalardır. Bir başka erek, karşı tarafı etkileyip
inandırma ereği, buraya karışır; bu erek başka bir söylem
cinsine, Aristoteles'in "müzakereye dayalı" 14 retorik dedi­
ği ve örneğin Meclis'teki iki taraf arasında geçen söylem
cinsine bağlıdır. Retorik'te (II, 24) , Topikler'de ve Sofistik
Çürütmeler'de (passim) betimlenen argümanları (logoi) ve
Retorik 'te (II, 23) sayılan yerleri (topoi) burada bulabiliriz.
Yerler: yapmak suç değil midir? , x'i . . . ile suçluyorum . . .
Açık entimemalar: Kabil ve Salvador hükümetleri Mosko­
va'dan ve Washington'dan yardım istediğine göre, Sovyet
ve Amerikan askerlerinin Kabil ve Salvador hükümetleri­
nin topraklarında bulunması, bu hükümetlerin bağımsız
olduğunun kanıtıdır. Modern demokrasilerde bu cinse
getirilen önemli bir ek, "adli" 15 türden retoriktir, burada
sözkonusu olan karşı tarafı değil, yargıç olan üçüncü şahsı

14 Fr. dtlibtratif; Yun. symbouleutikon. Müşterek çıkarları konu


alan ve sitenin geleceğiyle ilgili neyin yararlı neyin zararlı olduğu
hakkında tavsiyeler veren söylem. -çn
1 5 Fr. judiciaire; Yun. dikanikon. Hukuki anlamda adil olan ve ada­
letsiz olan arasındaki aynından hareketle, geçmişteki edimler
hakkında suçlamada bulunan veya savunma yapan söylem. Mü­
zakereye dayalı söylem ve adli söylem tanımları için bkz. J .-L.
Labarriere , "Du discours politique comme 'trompe-l'reil' chez
Aristote" , Hennes, La Revue, 1 988/1 , no . 1 , s. 7- 1 4 . -çn

322
Ayrışma

etkileyip inandırmaktır. Kamuya açık polemiktir bu, ka­


muoyu yönlendirmesidir, propagandadır: diğeri haksızdır,
demek ki ben haklıyım; o sizin güveninizi hak etmiyor
(karşı taraftaki konuşmacının ethos'u hedef alınır) , o sizi
hakiki ereklerinizden saptırıyor (dinleyicinin pathos 'u he­
def alınır) , (demek ki) benim yaptığım bu değil.

2 14. Bundan sonra, getirdiği erekle birlikte "seçilen" se­


naryo, "karar" gelir: önerge, program, oylama neticesi, yar­
gıcın son kararı. Bu senaryo , araçlar ve erekler sorusuna en
az kötü yanıtı verir (en az zarar ilkesi) (no. 1 9 7) . Yargıdır
bu, cümlelerin en gizemlisi, görünüşte ereklerle, verilerle,
araçlarla ve "varılan sonuçlarla" zincirleme bağlantılar kur­
duğu halde, kurallara itaat etmeyen cümle (Kant Notu 3 , §
3). Önerge, program, oylama formunu alır yargı.

2 1 5 . Geriye yargı cümlesinin yasallaştırılması kalır,


normatif söylemin, genel olarak hukukun, hukuka dair
hukukun (anayasa hukukunun) işidir bu , daha sonra da
yargı cümlesinin icra edilebilir kılınması (kararnameler,
kararlar, yasalar, genelgeler çıkarılması) ve yasanın maruz
bırakıldığı bozulmaların yasal olarak mahkum edilebilir
hale getirilmesi (suçlara ve cezalara bakan hukuki yetki
alanlarının oluşturulması) gerekir.

2 16. Bu düzenleme (no. 2 10-2 1 5) , bir rejime uyan ve bir


cins tarafından ereği verilen bir cümlenin başka bir rejime
uyan veya en azından ereği başka bir cins tarafından verilen
bir cümleyle arasındaki zincirleme bağlantı incelendiğinde,
bütünüyle paradoksal görünür. Örneğin Bunu yapmalıyız ile
Bunu yapabiliriz arasındaki, biz'in paralojizmini saklamayı
beceremeyen zincirleme bağlantı (no. 2 1 1 , 2 1 2; Kant Notu

3 23
Ayrışma

2, § 2) . Veya vanlan bu sonuç dolayısıyla (ya da: . . . yı göz


önünde bulundurarak) karanna vardık şeklinde yapılan
ve yargı cümlesinin kalıntı bırakmaksızın farklı rejimlere ait
cümlelerden, özellikle de bilişsel cümlelerden türetileme­
yeceğini saklayan zincirleme bağlantı (Kant Notu 3) . Veya
normatif cümleyle onun yasallaştırdığı buyruk cümlesi ara­
sındaki zincirleme bağlantı (no. 204-209) . Vs.

2 1 7. Müzakereye dayalı olan, anlatıya dayalı olandan


daha "kırılgandır" (no . 2 1 9 , 220, 230) , söylem cinslerini
birbirinden ayıran, hatta cümle rej imlerini bile birbirinden
ayıran ve "toplumsal bağı" tehdit eden uçurumların fark
edilmesine izin verir. Anlatılan dünyalarda derinlemesine
bir parçalanma olduğunu varsayar ve bunu kayda alır. Ör­
neğin bilimsel cins - ki kanonik cümlesi bilişseldir, gerçek­
liklerin ispatlanmasını gerektirir ve böylece onların potan­
siyel olarak yok edilmesine yol açar (Gönderge Bölümü)
- orada anlatıda sahip olmadığı bir yere sahiptir. Dahası,
tartışmayı oluşturan cinslerin birliğinin tek güvencesi, eğer
böyle denebilirse, buyruğun şu kanonik cümlesine verilen
yanıttır: Ne olmalıyız ? Bu soru , anlatıda ifade edilmez (ol­
duğumuzu olmalıyız, Cashinahua olmalıyız) . Tartışmada
ise bu sorunun yanıtı belirsiz kalır, tezlerle antitezler ara­
sındaki bir diyalektiğe tabidir (Kantçı veya Aristotelesçi
anlamda) . Bu diyalektiğin ereği yoktur, çünkü sözkonusu
olan İdelerdir, "kozmolojik" olmasa bile en azından "ant­
ropolojik" İdeler; veya yine Kant gibi konuşmak gerekirse,
"kozmo-politik" (weltbürgerliche) İdeler. Kısaca: anlatı bir
cinstir, müzakere ise cinslerin belli şekilde düzenlenmesi­
dir ve bu, olayın ortaya çıkışını ve ayrışmaları orada filiz­
lendirmek için yeterlidir.

324
TARiH İ Mi

2 1 8 . Zincirleme bağlantı kuran ve kendisiyle zincirleme


bağlantı kurulması gereken bir cümle her zaman bir pa­
gus' tur, bir sınır bölgesidir, burada söylem cinsleri zincirle­
me bağlantı kipi için çatışmaya girer. Savaş ve ticaret. Pax,
pakt, pagus üzerinde yapılır ve bozulur. Vicus, home, Heim,
söylem cinsleri arasındaki ayrışmanın askıya alındığı bir
bölgedir. Kenarlarda daimi ayrışmalar pahasına "içeride"
banş. (Ego için, kendiyle özdeşleşmek için de aynı düze­
nek geçerlidir) . Bu iç banş, özel adlar topluluğuna güveni­
lirlik kazandıran ve kendi güvenilirliğini de buradan alan
anlatılarla sağlanır. Volk, Heim'ın üzerine kapanır, adlara
bağlanmış olan, olayın ortaya çıkışını ve ondan doğan ay­
nşmalan başarısızlığa uğratan anlatılarda kendiyle özdeş­
leşir. joyce, Schönberg, Cezanne: söylem cinsleri arasında
savaşan pagani.

2 1 9 . Cümle rejimlerinin v e hatta söylem cinslerinin


heteroj enliğinin kendini en iyi unutturduğu söylem cinsi
anlatıdır belki de. Bir yandan anlatı ayrışmayı veya ayrış-

325
Ayrışma

malan anlatır ve onlara, kendi bitimi demek olan bir erek,


bir tamamlanma dayatır. Onun ereği, sona ermektir (Fran­
sızca'nın tuhaf deyişlerinden) 1 • (Anlatı, bir turnuvadaki
" turlardan" biri gibidir. ) Öykünün zamanı içinde nerede
durursa dursun, anlatının bitimi anlamlıdır, anlatılan olay­
ları geriye dönük şekilde örgütler. Anlatı işlevi kendiliğin­
den kurtarıcıdır. Sanki olayın ortaya çıkışı, sahip olduğu
ayrışma gücüyle birlikte tamamlanabilirmiş gibi, sanki bir
son söz varmış gibi yapar. Anlamı bakımından ister mutlu
olsun ister mutsuz, yeri bakımından son söz her zaman iyi
bir sözdür. Ultima verba, ne mutlu barışçıllara. Diğer yan­
dan, şimdinin zincirlerinden kopması, önce/sonra'nın tek­
rarlarıyla zaptedilir. Diyakronik işlemci, ardışıklık işlem­
cisi sorgulanmaz, kiplere ayrıldığında bile. Olayı ve onun
getirdiği ayrışmaları "yutar" . Anlatılar olayı sınırlara iter.

220. Denir ki mit, "en mükemmel mimetik araçtır" ,


parçalanma tehdidi altındaki bir topluma "kimlik verme
kuvvetine" sahiptir (Lacoue-Labarthe, 1 980: 1 0 1 - 1 1 6) .
Nazizm işte bu şekilde, "tarihsel gecikmesiyle" , yenilgi
ve krizle malul bir Alman kimliğini kurtarmak için Kuzey
halklarının mitolojisini elden geçirmiş, yeniden şekillen­
dirmiş, üretmiş ve temsil etmiştir (no. 1 57, 1 58) . - 1 . Mitin
kimlik verme gücü tartışma kabul etmez. Yansıtmalı tem­
sille açıklanabilecek bir şey değildir bu: hasta biri, kendini
aynada seyrederek sağlığına kavuşmaz. Bu güç yalnızca,
değişmez bir adlar dünyasına demir atmış anlatı geleneği­
nin formel özelliklerinden gelir, bu dünyada yalnızca kah­
ramanlar değil, anlatıcılar ve dinleyiciler de yerleşiktir ve

1 Orijinali şöyle: Sa finalitt est qu'il prend fin. -çn

326
Ayrışma

birbirleriyle yer değiştirebilirler, yani kimlikleriyle teşhis


edilebilirler (no. 1 60, Cashinahua Notu) . - 2. Mit ancak
kendisi anlatısal-mitik olmayan bir merci tarafından araç
olarak alınabilir. Buna Nazi kinizmi denir. Bu durumda mit
bir ucubedir: arkaik modern bir politika, insanlık politikası
olarak bir topluluk politikası, idesel bir gelecek politikası
olarak bir gerçek köken politikası. 3. Eğer "mimetik" , tak­
-

lit eden, temsil eden olarak anlaşılıyorsa, mit mükemmelen


mimetik değildir. Eğer mimesis (Lacoue-Labarthe, 1975:
242-3 , 245 , 246) , mevcut-kılan-sunuşun (Darstellung)
asla kendini mevcut-kılıp-sunamayacağı anlamına geliyor­
sa (no. 1 19 , 1 24- 1 27 , 1 3 1 ) , o zaman mit, daha ziyade bir
söylem cinsi olan ve meselesi "olayı" anlatarak etkisiz hale
getirmek, mutlak şekilde sahipsiz olanı sahiplenmek, mev­
cut-kılan-sunuşu temsil etmek olan mit, mimesis'i ortaya
koyduğu kadar onun üzerini de örter.

CASHINAHUA

1 . '"Cashinahualar'da bir miyoi'nin (mit, masal, efsane veya


geleneksel anlatı) tüm yorumlan belli bir ifadeyle başlar: "İşte
. . . 'nın hikayesi, ben bunu hep böyle dinledim. Şimdi de size
anlatacağım, dinleyin ! " Ve bu anlatma, değişmez şekilde şöyle
diyen bir ifadeyle sonlanır: " . . . 'nın hikayesi burada tamamlan­
dı. Onu size anlatan . . . 'dır (Cashinahua adı) , Beyazlar arasında
. . . 'dır (İspanyol veya Portekiz adı) " (Andre-Marcel d'Ans, 1 978:
7). Etnolog bize, biz Beyazlar'a, Cashinahua anlatıcının bir Cas­
hinahua kahramanın hikayesini Cashinahua dinleyicilere nasıl
anlattığını aktarır. Etnolog bunu yapabilir, çünkü kendisi de bir
(erkek) Cashinahua dinleyicidir. Öyledir, çünkü bir Cashinahua

327
Ayrışma

adı taşır. Katı adlandırmalar aracılığıyla bir ritüel, anlatıların


kapsamını ve sıklığını belirler. Anlatıların içerdiği tüm cümleler,
eğer böyle denebilirse, Cashinahua adlan dünyasında adlandı­
rılmış ve adlandırılabilir mercilerin üzerine iliştirilmiştir. Rejimi
ne olursa olsun bu cümlelerin her birinin mevcut-kılıp-sunduğu
her bir evren, bu adlar dünyasıyla ilişkilidir. Mevcut-kılıp-sunu­
lan kahraman veya kahramanlar ve yerler, alıcı ve nihayet gönde­
ren, titizlikle adlandırılmıştır.

2. Kişi adları, üç değişkenli sonlu bir sisteme göre dağıtılmış­


tır: cinsiyetler, kuşaklar ve "egzogamik yarımlar" İki erkek "ya­
rım" , iki kadın "yarım" ve bunların her biri için iki yaş sınıfı (ego
ile aynı veya daha yaşlı ve daha genç) , toplamda sekiz "akrabalık
[parente) " grubu oluşturur. A.-M. D'Ans şöyle yazar: "Bu düz­
lemde ele alındığında egzogamik birleşmelerin açık işlevi, adlan
iletmektir, her yanın, ister kadın olsun ister erkek, iki sınırlı ve
değişmez ad yığınına sahiptir, bunlar birer kuşağa karşılık ge­
lir" (age: 35) . Böylece "akrabalıklar" yalnızca adlar sisteminden
türetilebilir, kan bağının ve evliliğin göz önünde bulundurulma­
sına gerek yoktur, sizin kişisel adınız (isterse sonradan verilmiş
olsun) sizi sekiz gruptan birinin içinde sınıflandırır ve böylece
sizi tüm diğer Cashinahualar'la , herkesin ad grubuna göre tanım­
lanmış olan ilişkilere sokar: yükümlü kılan cümleler, izin veri­
len cümleler, hoşgörülen cümleler, yasak cümleler. Sözkonusu
buyruklar yalnızca dil, çocukların yetiştirilmesi ve cinsellikle
ilgili değildir, hangi şarkıları söyleyebileceğinizle , ne avlayabi­
leceğinizle, ne pişirebileceğinizle, ne ekip biçebileceğinizle, vs.
de ilgilidir.

3. Bu yönetmelik ilke düzeyinde kalır. Olgular düzeyinde ona


harfiyen uyulmaz. Yükümlülük, adlar yığınının kuşaklar boyun-

328
Ayrışma

ca dağıtımıyla ve düzenli sıklığıyla ilgilidir. Yalnızca adlar, sonlu


sayıları, kalıcılıkları (katılıkları) ve dağıtımları sayesinde toplu­
luğun kimliğini oluştururlar. Örneğin, tam anlamıyla cinsel tabu
yoktur. Çok sayıda düzensiz evlilik, evlilikdışı ilişki vardır. Bun­
lardan doğan çocuklar yine de adlandırma kurallarının uygulan­
masıyla yeniden düzenli gruplar içine dağıtılırlar. Ve eğer düzen­
li bir birleşmeden doğan çocuğun hem babanın grubunun hem
de annenin grubunun adını alması ilke olarak mümkün olursa,
nihai olarak hangisinin verileceği konusunda pazarlık edilir. Ör­
neğin bu çiftten doğan çocuklar bir o gruba bir bu gruba dahil
edilecektir. "Bu pazarlık sonuçsuz kalırsa , gebeliğin sonlandırıl­
ması ve hatta çocuk katli sözkonusu olabilir: eğer çocuğun adı
yoksa bir hiçtir o, varolamaz" (age: 38) . İnsanlar adlandırılırlar
veya varolmazlar.

4. Anlatılan dinlemek için, adlandırılmış olmak gerekir. (Tüm


erkekler ve kız çocukları dinleyebilir.) Anlatmak için de (yalnızca
erkekler anlatabilir) . Anlatılan (gönderge) olmak için de (istis­
nasız tüm Cashinahualar anlatılan olabilir) . Ama adlar sistemi
anlatıları doğurmaz , doğuramaz; bu sistem kronik zamanın dı­
şındadır (kuşaklar bu sistem içinde sadece yaş sınıfları olarak ele
alınırlar) ve kendiliğinden imlemesizdir, adlandırmalar betimle­
me değildir (no . 5 7 , 66, 69 , 74-77, 8 1 ) . Adları hikayelerin içine
yerleştiren anlatma , müşterek kimliğin katı belirticilerini "şim­
di"nin olaylarından ve zincirleme bağlantılarının tehlikesinden
uzak tutar. Adlandırılmış olmak, anlatılmış olmaktır, iki bakım­
dan. Her anlatı, görünüşte anekdotik olanlar bile, adları ve ad
ilişkilerini yeniden aktüel hale getirir. Topluluk anlatıyı tekrar
ederek, kendi adlar dünyasının kalıcılığından ve yasallığından
emin olur, çünkü bu dünya hikayelerde hep yeniden karşısına
çıkmaktadır. Öte yandan bazı anlatılar açıkça adlandırma hika-

3 29
Ayrışma

yeleri anlatırlar. Örneğin "egzogamik yarımların" kökeni, A.-M.


D'Ans'ın derlemesindeki 8 numaralı anlatının konusudur, erkek
yarımlardan biri olan Roa Bake grubunun kökeni 9 numarada
anlatılır. Bu anlatıların özel değeri vardır, çünkü bir veya birçok
adın bağlı bulunduğu bir hikayeyi değil, adların kendisinin do­
ğuş hikayesini anlatırlar.

5. Gecenin bulunması (anlatı 1 7) : "O zamanlarda insanla­


rımızın dinlenebileceği bir geceleri yoktu . Elbette [ . . ) 'lan var­
.

dır. Ama, bildiğiniz gibi, [ . . ] . Atalarımız , uyuyamamaktan çok


.

rahatsızdı [ . . ] . " (age: 1 8 5 ) . "Aktüel" anlatıcı, kendisini din­


.

leyenlere hitap eder ve onlara Eskiler'den bahseder. Bu anlatı


(Fransızca haliyle) serbest dolaylı stilde2 anlatılır: Genette'in sı­
nıflandırmasıyla söylersek, Eskiler'in söylemi "aktarılmış" olur
( 1 972: 192; örnek: "Annemi bulacaktım: Albertine ile mutlaka
evlenmem gerekiyordu" ) . Bu anlatısal "mesafe" çeşidi, söylem
şu veya bu vericiye atfedilirken çokanlamlılığa yol açar: atala­
rımız çok rahatsızdı, bunu ben size mi söylüyorum yoksa onlar
kendi kendilerine mi söylüyorlar? Anlatının en başındaki bildi­
ri ( "İşte 'nın hikayesi. [ . . . ] . Şimdi de size anlatacağım [ . . . ] " )
(tıpkı onu sonlandıran bildiri gibi) , başlayacak (veya bitmiş)
anlatının tamamında "aktüel" anlatıcı merciine kuvvetle vurgu
yapar. Ama dinleyenler bunu unutmuştur herhalde (veya unu­
tacaktır) , "hikayeye dalmışlardır" (gerçekten de öyle olmuştur) .
Üstüne üstlük anlatıcı kendisinin de bu hikayeyi "hep dinlediği­
ni" bildirmiştir. Eğer her anlatıcı hep bunu bildirdiyse, demek ki
hikaye Eskiler'in zamanından beri kesintisiz şekilde aktarılmış­
tır, onu ilk anlatan Eskiler aynı zamanda onun kahramanlarıdır.

2 Fr. Style indirect libre: Kahramanın düşüncelerini veya sözlerini,


ne anlatıyı işaret edecek yan-cümleler kullanarak ne de onları
alıntılayarak aktaran edebi yöntem. -çn

330
Ayrışma

Demek ki ilke olarak, aktüel anlatıcı ile Eskiler arasında, krono­


lojik uzaklık dışında uzaklık yoktur. Serbest dolaylı stil, bu tür
bir geleneği niteleyen hikaye-dışı merci (aktüel anlatıcı) ile hika­
ye-içi mercinin (Eskiler) bu şekilde sıkıştırılmasına sadık kalır.
Mitik zamanın "in illo tempore"si3, anlatmanın meydana geldiği
zamandan farklı değildir. Aksi halde anlatma, tüm yetkisini kay­
bederdi. Yetkisini özel adların sabitliğinden alan bir "metalepsis"
(Platon Notu , § 5) , gündüz zamanından karanlık zamanlara geç­
meye izin verir.

6. Eğer Cashinahualar'da geleneğin veya yetkinin kökeni so­


rusu pozitif şekilde sorulursa, bu sorulardaki alışıldık paradoksla
karşılaşılır (no. 203 ) . Bir cümleye yetkisini veren, diye düşünü­
lür, ancak onun vericisinin yetki sahibi olmasıdır. Peki ya ve­
ricinin yetkisi, cümlenin anlamının neticesiyse? Cümle , kendi
evreninin mevcut-kılıp-sunduğu vericiyi yasallaştırarak, kendi
kendisini de alıcı önünde yasallaştırır. Cashinahua anlatıcı, hika­
yeler anlatma yetkisini kendi adından alır. Ama bu ada yetkisi­
ni veren de hikayelerdir, özellikle de adların doğuşunu anlatan
hikayeler. Bu circulus vitiosus4, sıradan bir durumdur (no . 203 ) .
(Marin, XIV. Louis'nin tarih yazımında d a bunu bulur: tarih ya­
zımı kralın yetkisini yasallaştırır ama aynı zamanda kralın tarih
yazıcısının anlattığı hikayeye yetkisini veren de bu yetkidir)
( 1 98 1 : 49- 107) .

7 . Küçük hikayelerden oluşan bir ziyafet. A.-M. D'Ans, Cas­


hinahualar'da kurbandan bahsetmez , onları daha ziyade "laik"
olarak sunar. Ama genel olarak küçük hikayelerle tüketilemeyen
şeyin, ve anlatı cümlelerinin evreninde yeri olmayan şeyin, yani

3 Lat. "o kadim zamanlar [da] " -çn


4 Lat. "kısırdöngü" . -çn

33 1
Ayrışma

ziyafetin artıklarının, kurban edilmiş olduğu söylenemez mi?


Şunu demek istiyorum: olayın ortaya çıkışı, efsanelerde hesaba
katılmayan olay, dar anlamıyla yüceltilmiş, havaya karışıp giden
bir unsura dönüştürülmüş olacaktır: kurban ateşlerinin dumanı,
şaman ruhların uçuculuğu . Anlatmanın ve adlandırmanın bü­
tünleştirme [ inttgrante] yetisinin sınırı bu şekilde tanınmış olur.
Ve böylece uçup giden, belirsizliktir. Bu pay neden lanetli olsun
ki? Kurban, anlatmanın sindiremediği ayrışmayı tanıyıp kabul
eder ve ondan kurtulur.

8. Bu bütünleştirilmiş [inttgrees] cümleler düzeneğinden ha­


reketle , sınırlardaki savaşı nasıl anlamalı (Clastres, 1977) ? O da
etninin kültürünü oluşturan anlatılar dünyasının etrafını çev­
releyen o büyük belirsizlik kalıntısına verilen bir kurban mı?
Kurbanın olayın ortaya çıkışını bastırdığı, rüyanın bir "arzu ha­
reketine" yapacağı gibi onu kabul ettiği ve onunla bütünleştiği
söylenebilir mi? (Kurbanları olmayan Cashinahua erkekleri top­
lu halde güçlü bir halüsinojen olan Ayahuasca alımına girişirler.)
Ama savaşın da olayın ortaya çıkışını, toplumsal "bedeni [ corps ] "
oluşturan anlatı corpus'unun kıyılarında dışarıda bıraktığı söyle­
nebilir mi - tıpkı paranoyanın, "gerçeklik" olarak dışarıdan geri
gelen "arzu hareketine" izin vermesi gibi -?

22 1 . Modem olan, politik soruyu, zincirleme bağlantı­


lar sorusunu , insanlık ölçeğinde sormak ama (ilkesel ola­
rak) adlarla ve anlatılarla yasallaştırmaya başvurmamak
mı olacaktır? - Anlatılarla, en azından mit, masal, söylen­
ti anlamında. Ama anlatı formu ayakta kalır, hikayenin
kahramanıyla aynı yüceltmeye maruz kalır: nasıl ki kah­
raman artık Cashinahua değil, insansa, aynı şekilde artık
"küçük hikayeler" anlatmaz, Hikaye'yi!Iarih'i [ l'Histoire]

332
Ayrış ma

anlatır. Küçük hikayeler adlan kabul ediyor ve veriyordu.


Büyük hikayenin ereği ise adların (tikelciliklerin [particu­
larismes ] 5) sönümlenmesidir. Büyük hikayenin sonunda,
kısaca insanlık olacaktır. Onun almış olduğu adlar fazla­
lık olacak, bir çile yolunun duraklarından başka bir şeyi
belirtmeyeceklerdir (Hegel Notu, § 3) . Bu evrenselcilik ve
bu katıksız teleoloji, Antik dönem anlamında klasik değil,
Hristiyanlık anlamında moderndir. "Tarih felsefeleri" , bir
kefaret geleceği etrafında şekillenirler. (Bir tarih felsefesi­
ne sahip olmayan kapitalizmin kendisi de "gerçekçiliğini" ,
yoksulluktan kurtuluş İdesi altına gizler) .

222. Kozmopolitik olmayan ("yaban") bir anlatı, şöyle


cümlelerle ilerler: O tarihte, o yerde, x'in başına geldi,
vs. Kozmopolitik anlatının sorusu şu olacaktır: bu x, bu
tarih, bu yer birer özel ad olduğuna göre ve özel adlar da
hipotez gereği ad dünyalarına ve tikel "yaban" anlatılara ait
olduklarına göre, nasıl olur da bu tikel "yaban" anlatılar,
tek bir adlar dünyasına ve evrensel bir anlatıya yol açabi­
lirler? - Bu soru saçma gelebilir: bu müşterek topluluklar
insan toplulukları değil midir? - Hayır, bunlar "Cashina­
hua" topluluklarıdır ve istisnai olmasalar bile en azından
başka topluluklardan farklı olarak kendilerine "hakiki in­
sanların" topluluğu adını verirler (D'Ans, 1 978: 1 1 - 1 3 ) . Bu
anlatıların " Cashinahua" adları etrafında ördüğü bağ, yal­
nızca bir " Cashinahua" kimliği sunar. Eğer bu kimlik, koz­
mopolitik olmak anlamında zaten insan kimliği olsaydı,
başka topluluklara göre istisna veya farklılık teşkil etmezdi

5 Partikülarizm, bir toplumsal grubun diğerlerini dışanda bıraka­


cak şekilde kendi özelliklerine bağlı kalmasıdır. -çn

333
Ayrışma

ve insanlığın evrensel tarihi, tikel anlatıların basitçe insan


topluluklarının hepsine yayılmasından ibaret olurdu.

223 . Denecektir ki bir "yaban" müşterekle neticelenen


anlatıların "zaten" , "her şeye rağmen" , kozmolojik bir "kap­
samı" vardır. Onların çokanlamlı olduğunu kabul etmek
yeterlidir: mevcut-kılıp-sundukları şeyi mevcut-kılıp-su­
narlar (" Cashinahua" dünyası) ama mevcut-kılıp-sunma­
dıkları şeyi de ( "insanlığın" dünyası) mevcut-kılıp-sunar­
lar. - Bu konuda bir itiraz yoktur. Soru , zincirleme bağlantı
sorusudur: " Cashinahua" anlatı ile onun içinde evrensel
tarihe ait bir "insanlık" dünyası seçip bulan bir cümle ara­
sındaki zincirleme bağlantıyı yöneten söylem cinsi hangisi­
dir? Şüphe götürmeyen bir şey varsa o da bu cinsin, hangisi
olursa olsun, kendi göndergesinin "zaten" insanlığın ev­
rensel tarihi olduğu ve böylece "yaban" anlatıları bu tarih
içine yerleştirerek onlarla zincirleme bağlantı kurduğudur.
Bu bağlantıyı bir "geleceğe yansıtma" olarak niteleyebiliriz.
Ben buna petitio principii adını vermeyi tercih ederim.6 Eğer
" Cashinahua" hikayesi kendisiyle birlikte insanlığın evren­
sel tarihini de mevcut-kılıp-sunuyorsa, bunun sebebi, ken­
disinin de insanlığın evrensel tarihini önceden varsayan
bir cinste mevcut-kılınıp-sunulmuş olmasıdır. Bu cinsin
değişik çeşitleri vardır. Bunlardan en açık ve en "yoksul"
olanı, Cashinahua hikayesini tarihsel (veya antropolojik)
bilgi cümlelerinin göndergesi merciine yerleştirir. - Bu
her zaman mümkündür (bilişsel cinse uygun herhangi bir
"nesne" , bir bilgi cümleleri evreninde gönderge merciine
yerleştirilebilir) , ama bunun neticesinde ortaya, bu müş-

6 Bkz. s. 309, dipnot 6. -çn

334
Ayrışma

terek toplumun anlatısına ait tarihsel (veya antropolojik)


bilginin, insanlığın evrensel tarihinin kesintisiz yolculuğu
boyunca, köken olarak alınan bu anlatıdan doğduğuna dair
hiçbir kanıt çıkmaz. Oysa bu "doğuş" , evrensel tarih kav­
ramı için şarttır.

224. "Yoksul" çeşitte, tarihsel antropoloğun Cashina­


hua ile (Batı'nın "yabanlar" ile) ilişkisi yalnızca "episte­
molojik" bir ilişkidir. "Arkaik" anlatı bir söylem cinsinin,
kendi kurallarına uyan ve bu kurallar "yaban" ile ilgili bir
iddia için kanıtlar (vakalar, yani örnekler) sunulmasını ge­
rektirdiğinde, "yaban" anlatı cinsini mahkemeye çağıran
bilginin söylem cinsinin nesnesi olur. Bilişsel cins ile onun
göndergesi olan "yaban" anlatı cinsi arasındaki heterojen­
lik şüphe götürmez (bu heterojenlik hiçbir şekilde bilgi­
yi engellemez) . Aralarında bir uçurum vardır. Dolayısıyla
yaban, bu şekilde "bilinmekten" ötürü , yani kendisinin ve
normlarının, kendisinin olmayan kriterlere göre, kendisi­
nin olmayan bir lisanda ve onların "neticesine" göre (Hegel
Notu) , yargılanmasından ötürü haksızlığa uğramış olur.
Yaban anlatıların meselesi, bu anlatıların betimlenmesi de­
ğildir.

225 . İnsanlık tarihçisi, epistemolojik zincirleme bağ­


lantının, evrensel tarih cinsinin bağlantısı olmadığını söy­
leyerek itiraz eder. Daha "zengin" bir zincirleme bağlantı
çeşidine başvurur (no. 2 1 4) . Der ki " Cashinahua" anla­
tısının mevcut-kılıp-sunduğu dünyada varsayılan çokan­
lamlılık, bu anlatıya içseldir. Ancak açılıp ortaya serildi­
ğinde bilinebilir hale gelir. Taşıdığı kavramın tamamen
açığa çıkarılması ve geriye dönük şekilde bu çiftanlam-

335
Ayrışma

lılığı bilmeye izin vermesi ancak o zaman olur. Ama bu


kavram, diye ekler tarihçi, "meşe formunun meşe pala­
mudunda barınması gibi" orada içerilmekteydi. Sembol,
kavram değildir ama "düşünmeyi sağlar" - Spekülatif
cinsi ve onun çeşitlerini (özellikle hermenötiği) tanımak
zor değildir. Bu cins , Cashinahua olmayan ama tarihçi de
olmayan, her ikisinin de figürleri olduğu bir özvarlığın
hareketi olan bir kendi'yi varsaymayı gerektirir. Bu figür­
ler yalıtılıp tek başlarına bırakılmış olmamalıdır. İnsan
sadece bu momentlerin kendi ereğine yaptığı gönderme­
de kendisiyle özdeşleşen özvarlıktır ( tıpkı sinemadaki bir
planın anlamının bir sekansın içine yerleştirilmesine bağ­
lı olması ama sekansın anlamının da planların düzenine
bağlı olması gibi) . - Bu "zengin" zincirleme bağlantının
kuralları, spekülatif cinsin kurallarıdır (Hegel Notu) ve
tarihsel-politik gerçekliklere uygulanırlar.

226. İnsanlığın evrensel tarihi, anlatı cinsinde anlatılma­


lıdır. Tüm anlatılar gibi o da şu türden cümleler aracılığıyla
ilerleyecektir: O tarihte, o yerde, x'in başına . . . geldi, vs. Ama
yaban anlatıdan farklı olarak kişilere, yerlere ve zamanlara
verilen özel adların ve aktarılan olaya verilen anlamın, ev­
rensel anlatının tüm alıcıları tarafından kabul edilmesi ge­
rekir (hatta sırası geldiğinde alıcıların bu anlatının vericisi
olabilmesi de gerekir, eğer anlatı cinsinin peşinde olduğu
mesele buysa: anlatının sıkça tekrarlanması) , bu alıcıların
ait olduğu topluluk hangisi olursa olsun böyledir bu. Dola­
yısıyla kendileri de "evrensel" olan alıcılar gerekecektir. Bu
şekilde yeniden karşımıza çıkan az önceki petitio principi­
i'den (no. 223) kaçınmak istiyorsak, insanlığın tarihinin an­
latılabilmesi için, "insan" anlatıcının ve "insan" dinleyicinin,

336
Ayrışma

birçok tikel "yaban" ( "ulusal") anlatıcıdan ve dinleyiciden


doğması sözkonusu olacaktır öyleyse.

227. Anlatı mercilerinin evrenselleştirilmesi çatışmasız


mümkün değildir. Gelenekler birbirleri için opaktır. İki
müşterek/topluluk arasındaki temas doğrudan bir çatışma­
dır, çünkü birinin adları ve anlatıları diğerininkileri dışlar
(istisna ilkesi, adların kibri ve kıskançlığı) (no. 93, 1 5 1 ) .
Çatışma bir dil [ langue] sorununun neticesi değildir, tüm
diller tercüme edilebilir (yeri geldiğinde dil farklılıklarının
çatışmayı artırmasını engellemez bu) . Bir ayrışma da değil­
dir, çünkü her iki tarafta da söylem cinsi aynıdır: anlatma.
Öyleyse bu çatışma zaman, yer, kişi adlarıyla ilgili, bu adla­
ra bağlanan anlamlarla ve göndergelerle ilgili bir kavgadır
(Bu yer, bu kadın, bu çocuk senin değil) . Ama kavganın
sunulabileceği, argümanlarla tartışılabileceği ve kesin kara­
ra bağlanabileceği bir mahkeme yoktur. Zira bu mahkeme
zaten "evrensel" olmalıdır, insanlığa ait olmalıdır, (ulus­
lararası) bir hukuka sahip olmalıdır, vs. (Ve bu aşamada
evrensel tarihin zaten bu mahkeme olduğunu söyleyerek
tek söylediğimiz, yargının kendi "gidişatı" içindeki gerçek­
lik olduğudur; çünkü eğer zamanın sonunu beklersek artık
bir yargı zamanı olmaz) (Protagoras Notu , no. 1 7, 1 50) .
Denir ki karar veren kuvvettir. Peki ama cümleler arasında
kesin karar vermek sözkonusuysa, kuvvet nedir? Kuvvetli
cümleler ve cinsler ile zayıflar mı vardır (no. 23 1 ) ?

228. Diyorsunuz ki (no. 227) iki tikel anlatı arasında ay­


rışma değil kavga vardır, çünkü ikisi de aynı söylem cinsine
aittir ve aynı meselenin yönetimindedir. Bu yargıya varabil­
mek için, bu anlatıların anlattığı tikel hikayeleri [diegeses]

337
Ayrışma

göz ardı ettiniz ve her ikisinde de özdeş olduğunu bildir­


diğiniz anlatı formunu yalıtıp tek başına bıraktınız öyleyse.
Bu ayrım bir söylem cinsinin, "kritik" incelemenin eseridir
ve bu, anlatı cinsi değildir. Kavga olduğunu bildirerek zaten
"evrensel" bir bakış açısından, söylem cinslerinin analizinin
bakış açısından yargıda bulundunuz. Bu bakış açısının ilgi­
lendiği şey, anlatıların ilgilendiği şey değildir. Siz de onlara
haksızlık ediyorsunuz. Onların meselesi sizinki gibi "dilin
[ langage] " kendi kendini bilmesi değil, olayın ortaya çıkışıy­
la zincirleme bağlantı kurulmasıdır. (no. 2 19) - Gerçekten
de cümlelerin incelenmesi yalnızca bir cinstir, politikanın
yerini tutmaz. Cümlelerin yönetiminde filozofun olma­
sı, hukukçunun, rahibin, hatibin, masalcının (epik şairin)
veya teknisyenin olması kadar adaletsiz olacaktır. Diğerleri
üzerinde egemenlik kurması adil olacak bir cins yoktur. Bir
üst-dil [meta-langage] havasına sahip olan felsefi cins, an­
cak herhangi bir üst-dil olmadığını biliyorsa kendisi (kendi
kurallarını arayan bir cins) olabilir. Böylece popüler, mizahi
olmaya devam eder (no. 208) .

229. Eğer "halk" , nesrin vericilerinin, alıcılarının ve


göndergelerinin bütünü ise, adil olan kesinlikle "halkın"
cümlelerin yönetiminde olmasıdır (nesir bir cins değildir,
hatta bir dil türü bile değildir, tüm rejimlerdeki cümleler­
den ve tüm cinslerdeki -şiir dahil- zincirleme bağlantılar­
dan herhangi biridir. - Oysa bu yönetim biçimine demagoji
denir, halkın kendi kendiyle çeliştiği, kendi arasında par­
çalandığı ve kendini yok ettiği, değersiz ve kanıların esi­
ri olduğu gözlemlenir. - Oynak olan halk değil, "dil"dir.
Olayın her ortaya çıkışında, gelen cümlenin önceki cüm­
lelerle arasındaki devamlılık tehdit altındadır ve ardışıklığı

338
Ayrışma

sağlamak için cinsler arası savaş başlar. Nesir imkansızdır


belki. Bir taraftan despotizmin diğer taraftan anarşinin çe­
kimine kapılır. Tüm cinslerin cinsi haline gelerek despo­
tizmin cazibesine kapılır (halk imparatorluğunun nesri) ,
tüm cümlelerin kuralsız bir araya gelişi olmaya çalışarak
da anarşinin cazibesine kapılır (serserinin nesri, Gertrude
Stein ?) Ama cinslerin birliği veya sıfır noktası imkansızdır.
Nesir ancak onların çokluğu ve onlar arasındaki ayrışmala­
rın çokluğu olabilir.

230. Cümle rejimlerinin ve söylem cinslerinin çokluğu ,


anlatılarda tek beden olmayı, ayrışmaları etkisiz hale ge­
tirmeyi başarır (no. 220) . Anlatma, çeşitli olanın bir araya
gelmesinde ayrıcalık sahibidir. Tüm diğer cinsleri kabul
edebilir gibi görünen bir cinstir o (her şeyin bir hikaye­
si vardır, der Marx) . Halk ile anlatı arasında bir akrabalık
vardır. "Dil"in halka özgü varolma kipi, ritüel özelliğini
kaybetmiş küçük hikayelerdir. Küçük, çünkü bunlar cüm­
le rejimlerine ve ayrışmalara sadık kalırlar, halk anlatıları
ayrışmaları dağıtmaya değil, yalnızca etkisiz hale getirmeye
çalışır. Birbirleriyle çelişirler. Birbirleriyle çelişen düsturla­
ra, özlü sözlere , ana fikirlere indirgenirler. Ulusların bilge­
liği yalnızca sahip oldukları şüphecilik değil, cümlelerin ve
cinslerin "özgür" yaşamıdır. Uzun vadede baskıcının (din
adamının, enformasyonu elinde tutanın, politik, askeri,
ekonomik baskıcının) gelip tosladığı bu yaşamdır. Nesir,
küçük hikayelerden oluşan halktır.

23 1 . Hangisinin daha çok "kuvveti" vardır (no. 227) ,


anlatı cümlesinin mi kritik cümlenin mi? Aryan mitinin
mi Kantçı felsefenin mi? Bu soruya verilecek doğrudan bir

339
Ayrışma

cevap, şunu önceden varsayar: "dil" birliktir, tek bir şey­


le ilgilenir, bir cinsin kuvveti, meselesinin dilin ilgilendiği
şeye az veya çok yakın olmasıyla ölçülür. Oysa cinslerin
müşterek ölçüsü yoktur, her birinin kendi "ilgilendiği şey"
vardır, bir cümlenin "kuvveti" hakkında, bir cinsin kural­
larına göre yargı verilir, aynı cümle meseleye göre kuvvetli
veya zayıf olabilir. İşte bu yüzden en zayıf argümanın en
kuvvetli olabilmesi yasaldır: argümanın yerleştirildiği cin­
sin kuralları değiştirilmiştir, aynı mesele değildir artık söz­
konusu olan. Aristofanes, sofistlerin ve Sokrates'in mesele­
sinin kendi halk geleneğinin meselesi olmadığını görmez.
"İronik" cümle gelenek içinde zayıftır, dışında ise kuvvetli
(Platon Notu, § 1 ) . Dilin tek bir ereği yoktur, veya bir ereği
varsa da bilinmez. Sanki "dil" diye bir şey yoktur.

232. En azından aynı cinse ait iki anlatıdan birinin, an­


latıların amacına daha çok yaklaşıyorsa diğerinden daha
kuvvetli olduğu yargısına yasal olarak varılabilir; bu amaç,
olayın ortaya çıkışını imleyerek ve gönderge yaparak onunla
başlı başına zincirleme bağlantı kurmaktır. Roma'da Hıris­
tiyan anlatı başka anlatılan yendi, çünkü olay [occurrence]
sevgisini anlatılara ve anlatıların anlatılmasına dahil ederek,
cinsin kendi meselesini belirtiyordu. Verilir [don] gibi başa
geleni sevmek, hatta Başa geliyor mu ?'yu bir müjde vaadi
olarak sevmek, başa gelen her şeyle, başka anlatılar da dahil
olmak üzere (ve daha sonra başka cinsler de dahil olmak
üzere) , zincirleme bağlantı kurmaya izin verir. Anlatmaların
ve örnek oluşturan hikayelerin ana işlemcisi olarak sevgi,
geleneksel anlatılan sınırlandıran istisna ilkesinin panze­
hiridir. Anlatma, dinleme ve anlatılma yetkisi, kendileri de
ilksel anlatılardan çıkmış bir adlar dünyasına müşterek ai-

340
Ayrışma

diyetin neticesi değil, evrensel çekim kuvveti bulunan bir


emrin neticesidir: Birbirinizi sevin, tüm kahramanlara, tüm
anlatanlara ve dinleyenlere hitap eden bir emir. Bu emre
yetkisini veren, (kendisi de sevgi dolu) bir ilksel hikayenin
vahyedilmesidir, bu hikayeden, sevgi tanrısının çocukları ta­
rafından yeterince sevilmediğini ve bunun yol açtığı talihsiz
olaylan öğreniriz. Yetki yine anlatıların formu olan döngüsel
formdadır ama tüm anlatılara yayılır. Sevgi yükümlülüğü,
tanrısal mutlak tarafından ilan edilmiştir, tüm yaratılmışlara
hitap eder (onlar bu yükümlülüğün alıcılarından başka bir
şey değildir) ve geçişli bir hal alır (ve bir anlamda çıkarlı
hale gelir, çünkü koşulludur) : eğer seviliyorsan, sevgi bor­
cun vardır; ve ancak seversen sevileceksin.

233 . Sevgi kuralı sayesinde, daha önce kafirlerin ve


imansızların anlatılarında anlatılmış olan olaylar, yeni emri
haber veren imler olarak yeniden anlatılabilir (iki Ahit'te­
ki sinoptik tablolar) . Ve anlatı mercileri evrenselleşmek­
le kalmaz, olayın ortaya çıkışı da sorunsallaşır. Hıristiyan
anlatma yalnızca başa gelmiş olanı anlatıp bir geleneği
sabitlemez, her ne olursa olsun başa gelebilecek olan için
de caritas 7 buyurur. Bu emir, anlatanlara ve dinleyenlere
olayın önüne geçip onun anlatısını, sanki o anlatı sevginin
verilişinin hikayesini anlatıyormuş gibi yapma ve onu ger­
çekleştirme talimatı verir. Her tür gönderge, "biz" yaratıl­
mış olanların sevildiğini haber veren müjdeli haberin imi
gibi imlenebilecektir.

234. Sözkonusu olan bir etik olduğu ölçüde, yükümlü­


lüğün bir vericinin yetkisine ihtiyacı yoktur oysa, hatta tam

7 Lat. "hayırseverlik, sadaka" . -çn

34 1
Ayrışma

tersine ihtiyacı vardır. Onun meselesi şudur: bunu yapmalı


mıyım? Yükümlü olana verilen cevap, Tann'nın bunu iste­
diğidir. Şöyle sorar yükümlü olan: isteği bu mu, hakikaten?
Tann'nın bunu en başta bildirdiği söylenerek ona yanıt veri­
lir. Yükümlü olan: ama ben şimdi bunu hissetmiyorum, Ya­
zılar'ın yetkilendirdiği yorumcuların buyurdukları şeyi duy­
muyorum, başka bir eylemin yükümlülüğünü hissediyorum
ben Oeanne d'Arc'ın mahkemesi) . Bireydil kuşkulan yalnız­
ca cadı mahkemelerini değil, kehanetlerin kabul edilmesini
ve Reform'a gösterilen direnci de haklı gösterir. Ama şüpheli
de kendi zaviyesinden geleneğin yetkisinden kuşkulanır.
Sevgi anlatılarına inanmanın karşısına yükümlülük imlerine
imanı koyar. Yükümlülük ancak yükümlü olanın duygusu
olarak aktüelleşir (vicdanın sesi, ahlak yasasına duyulan
saygı) . Sorgulanan illa sevgi talimatının yetkisi olmasa da,
onun yasallaştırıldığı tekrar eden anlatı kipidir. Daha önce
buyurulmuş olduğu için şunu veya bunu yapmamız gerekti­
ği yargısına varmak, olayın ortaya çıkışına ve alıcının onun
karşısındaki sorumluluğuna meydan okumaktır. Vicdanın
özgür sorgulamasının başvurduğu zaman, önce/sonra değil,
şimdidir. Anlatı politikası sarsılmıştır, onun olayı kabul edip
etkisizleştirme yolu, topluluğu oluşturacak şekilde vericile­
rin, alıcıların ve kahramanların (göndergelerin) birbirinin
yerine geçebilmesi, vs. Olayı imlemek için cinsler arasındaki
rekabeti kabul eden ve yargıyı geleneğin önüne geçiren mü­
zakere düzeni, anlatıdan çok yükümlülükle akrabadır (anla­
tı, kurgusal senaryo sınıfına geçer) (no. 210, 2 1 7) .

235 . Yükümlülük bir evrensel tarihi, hatta tikel bir müş­


terek toplumu bile ortaya çıkaramaz. Kendi yetkilendirme
anlatısıyla birlikte sevgi, yaratılmış olanların kurtuluşuna

342
Ayrışma

doğru ilerleme olarak bir evrensel tarihi ortaya çıkarabilir.


Vahiyden (ereği sabitleyen, başlangıçtaki yetkilendirme an­
latısı) kurtulan sevgi, laik evrensel tarih içinde cumhuriyetçi
kardeşlik, komünist dayanışma olarak varlığını sürdürür. İn­
sanlık, günahlarının kefaretini ödemekte olan yaratılmışlar­
dan değil, özgürleşmekte olan istençlerden oluşur. Yetkilen­
dirmenin barındığı yer bir başlangıç miti değil, erekliliğini
cümleler üzerinde uygulayan ve cinsler arasındaki ayrışma­
larda kesin karar vermeyi sağlaması gereken bir İdedir. Ama
özgürlük İdesinin verdiği bu ereğin önündeki engel, halkın
nesriyle örülmüş olan "ulusal" adlar ve gelenekler formunda
varlığını sürdürür. Ne Tann'nın halkı ne dünya vatandaş­
larının egemen halkı; halklar bir halk oluşturmazlar. Hala
bir dünya değil, dünyalar vardır (çeşitli adlardan ve anlatı­
lardan oluşmuş dünyalar) . Evrenselcilik, ulusal dünyaların
üstesinden gelemez, çünkü küçük halk anlatılarını destanlar
halinde yakalayamaz, "soyut" kalır: adlan silmelidir ( 1 870
yılında, Fransız ve Alman sosyalistler arasındaki kavgadan
Alsace-Lorraine adını silmeye çalışan Marx) . İşçi özgürleş­
mesini anlatan komünist destan bile, ulusal-komünist des­
tanlara bölünür. Ulusal anlatılar arasında ayrışma yoktur
(iki anlatıdan birinin başka bir söylem cinsinin hegemon­
yasını sakladığı durumlar hariç: Avusturya İmparatorluğu
karşısında birinci Fransız Cumhuriyeti) ama özgürlük İdesi
ile yasallaştırma anlatılan arasındaki ayrışma kaçınılmazdır.

KANT 4

1 . Tarih bilimi.
Gerçeklik, başka yerlerde olduğu gibi tarihsel-politik olanda
da, kavramı için görülerin mevcut-kılınıp-sunulabildiği nesne-

343
Ayrışma

dir, fenomendir. Koşullanan ve koşullayan fenomenler, aynca


diyakronik bir dizi oluştururlar ve bu da insanlığın tarihidir. Bu
dizi görüde verili değildir, bir İdenin nesnesidir ve genel olarak
kozmolojik diziyle aynı antitetiğin tehdidi altındadır. Elbette an­
lama yetisi yoluyla bilgi, yani bilimsel cins içindeki betimleme
cümlesi, dizinin görüde mevcut-kılınıp-sunulabilen parçalan
için daima mümkündür. Ama tanım itibariyle bu koşullanan ve
koşullayan parçalar düzenli olmalıdır, yani tekrar etmelidir ve
bundan ne ilerleme ne gerileme ne de aynı yerde sabit durduğu
için ebedi dönüş şeklinde bir oluş [ devenir] çıkmaz (Çatışma: §
3) . Dizideki tekrarı imleyen cümle , bu dizi ister sonuçlardan ne­
dene doğru ister nedenden sonuca doğru bir sentezin nesnesi
olsun, kendisine karşılık gelen nesnelerin fenomende mevcut-kı­
lınıp-sunulabilmesi koşuluyla yasaldır öyleyse. "İnsan, efendiye
ihtiyacı olan bir hayvandır [ . . . ] . Oysa bu efendinin kendisi de
efendiye ihtiyacı olan bir hayvandır" (lde: Önerme 6) . "İnsan
kölelikten nefret eder ama köleliği bitirmek için yeni bir köle­
lik gerekir (Notlar, içinde Vlachos: 92) . Veyahut, eğitim yoluyla
ilerleme ümidini çürütmek için: "Bu eğitimi gerçekleştirmesi ge­
rekenler insan olduğuna göre ve insanların kendilerinin de bunu
yapmak için eğitilmeleri gerektiğine göre . . " (Çatışma: § 1 0) . Bu
.

düzenlilikler yalnızca empirik yasalar değildir, istatistiklerle de


ispatlanabilirler (İde: Giriş) ; bu istatistikler, verileri dizi halinde
sentezlemeyi sağlayan kategorilerin, nedensellik ve karşılıklı ey­
lem kategorilerinin a priori niteliğini gözler önüne serer.
Olumsuzlama (çelişmezlik ilkesi) bakımından ve görüde
mevcut-kılıp-sunma bakımından olmak üzere ikili tutarlılık
kriteriyle bilişsel cümle Kant'ta genellikle boş ümitlerin, yanlış
vaatlerin, kehanetlerin karşısında durur. Başkaldırı hakkını çü­
rütmek için ve yeni bir yetkinin öncekinin yerine şiddet kulla-

344
Ayrışma

narak geçirilmesine karşı çıkmak için kullanılan da yine bilişsel


cümledir. Argüman şöyledir: müşterek varlığın (das gemeine We­
sen) varoluşu , bilişsel bir cümlenin (anlama yetisi cümlesinin)
veya, olsa olsa, nesnel teleolojik cümlenin (organize varlıklarda­
ki ereklilik) göndergesidir. Bu müşterek varlığın İyi'ye ne kadar
yakın olduğu , öznel teleolojik bir cümlede yargılanır (akıllı var­
lıkların ahlaki erekliliği) . Devrim, varolan bir müşterek varlığı
kesintiye uğratır; başka bir müşterek varlık onun yerine geçme­
mezlik edemez (doğa yasası) . İki cümle ailesinin heterojenliği
değişmez. Devrimci politika, politik sahadaki bir transandantal
yanılsamaya dayanır: bilişsel bir cümle için nesne olarak mev­
cut-kılınıp-sunulabilir olanı, spekülatif ve/veya etik cümle için
nesne olarak mevcut-kılınıp-sunulabilir olarila karıştırır; yani şe­
mayı veya örneği analogon ile karıştım (Kant Notu 3 ) . Bir müşte­
rek varlığın iyiye doğru ilerleyişi, empirik görülerle değil, imlerle
yargılanır (Teori ve Pratik; Ebedi Banş Projesi; vs. ) .
Nedenden etkiye giden dizide, etkiden nedene giden dizideki
sentezin karşılaştığı zorluğa (dizinin bütünü ve başlangıcı görü­
lenemez) , bir de henüz orada olmayan etkilerle zincirleme bağ­
lantı kurma zorluğu eklenecektir; bu etkiler için, nedenler için
olduğu gibi belgeler sunmak mümkün değildir. Hatta daha kötü­
sü: nedenden etkiye giden dizilerin (yani gelecek fenomenlerin)
sentezinin, spekülatif transandantal İdeyi bile gerektirmediği ka­
bul edilebilir. Tanımsız olanın antinomisi, kozmolojik dizilerin
başlangıcı sorununu ortaya koyar, sonu sorununu değil. Birinci
Kritik'te Kant şöyle yazar: "Dünyadaki gelecek değişimlerin hep­
sinden oluşan dizinin tamamına dair bir fikir edinsek bile bu an­
cak bir akıl varlığıdır (ens rationis) ve onu ancak keyfi biçimde
kavrarız, akıl onu zorunlu olarak varsaymaz" (KRV, 275 ) . Bura­
da, her ne kadar önemli olsa da, İde (görüsüz kavram) ile akıl

345
Ayrışma

Varlığı arasındaki ilişkiyi tartışmıyoruz; akıl Varlığı, birinci Kri­


tik'in Analitik bölümünün son sayfasında incelendiği gibi, nesne­
siz boş bir kavramdır (KRV, 249) . Spekülatif olarak önümüzde,
en azından kozmolojik zamanda, hiçbir şey yoktur, ne nesne ne
de kavranabilir kavram.
İnsanlığa dair kozmolojik diziyle ilgili teoretik cümlenin su­
numuna karşı getirilen bu sınırlamalara son bir tane daha eklenir
ve Kant, Felsefede Teleolojik İlkelerin Kullanımına Dair makale­
sinde , doğayla ilgili olarak, ısrarla bunun altını çizer. Doğanın
betimle nmesi ile tarihini, fizyografi ile fizyogoniyi birbirinden
.
ayırmak gerekir, diye yazar. Bu iki saha " tamamen heterojen­
dir" , doğanın betimlenmesi büyük bir sistemin tüm pırıltısıyla
kendini gösterir, doğa tarihi ise "şimdilik sadece kesitler veya
sendeleyen hipotezler sunabilir" , "birçok soru için boşluklann
kalabileceği" bir "bilim tasarısıdır" o. (Bunun ardından, "bilimle­
rin birbirinin sınırını aşmasını engellemeye çok özen gösterdim"
konulu, Kant'ın kendi kendini savunduğu [ Forster'a karşı ] uzun
bir bölüm gelir) ( 1 788-b: 1 77- 1 8 1 ) . Oysa burada sözkonusu
olan, dünya tarihinin başlarına doğru geriye giden sentezdir. Ne­
den boşluklar kalması gerektiğini gayet iyi anlıyoruz: fizyogonik
cümleye , dizide kayıtlı her bir tekil varoluş için görüler sunmak
gerekecektir. Burada örnek bile yetersiz kalır, şema ise daha da
yetersizdir. Mevcut-kılıp-sunma gerekliliği, duyuma sıkı sıkıya
sarılır (herşeyin belgesi gereklidir) , oysa dizi bir İdeden ibarettir !
Antropogoni için de aynı durum sözkonusu olacaktır.
Bilişsel cümlenin durumu kısaca budur: kritik yargıcın geçer­
li kılabileceği tarih hakkında onun söyleyeceği fazla bir şey yok­
tur. Tarihsel-politik olandan fiilen haberi yoktur, çünkü görüde
mevcut-kılıp-sunma kuralına bağlı kalır. Başka birçok mümkün
cümle ailesi vardır. Onların mevcut-kılıp-sunma kuralları farklı-

346
Ayrışma

dır. Burada analojinin veya daha genel olarak "geçişin" işlediğini


görmeyi bekleyebiliriz.

2. Kılavuz.
Kozmopolitih Bakış Açısından Evrensel Tarih İdesi ( 1 784) , ta­
rihsel-politik olanla ilgili söylemin doğasını şu argümanla açık­
lar: eğer görüdeki aracısız veriyle sınırlı kalınırsa, politik tarih
bir kaostur. Unwillen'e (küskünlüğe , depresyona) yol açar, çün­
kü bu içler acısı gösterinin "amaçsızca oynayan (zwechlos spie­
lende) bir doğadan" geldiğini, o kadar ki "aklın kılavuzluğunun
yerine, aşağı yukarı olanın perişanlığının (das trostlose Ungefiihr)
geçtiğini" söyler (Önerme 1 ) . Ama herhangi bir perişanlığın
üzüntüsüyle sınırlı kalmak, yani anlamsızlığı tespit etmekle ye­
tinmek, kritik anlamında adil değildir. Neden? Bu tespite eşlik
eden hayalkırıklığının kendisi bir imdir. Akıl İdelerin, özellikle
de özgürlük İdesinin gücüdür. Özgürlük İdesinin kendini ger­
çekleştirmesi gerekir (aksi halde ahlak yasası etkisiz kalır) . Öte
yandan doğanın insan türüne , aklın kullanımıyla akrabalık gös­
teren eğilimler verdiğini varsaymak mümkündür. Eğer insanlık
tarihi gürültü ve öfkeden ibaret olsaydı, o zaman aklın gelişi­
minin "tohumlarını" insana vermiş olan doğanın aynı zamanda
karmaşası yüzünden bu tohumların etkilerini gerçeklik içinde
geliştirmeyi insana yasaklamış olduğunu kabul etmek gerekirdi.
Bu ise çelişkilidir. Başka bir deyişle, tarihteki kaosu tespit eden
bilişsel cümleyle, tarihte özgürlüğün ilerlemesini bekleyen spe­
külatif cümle arasında hiçbir geçiş mümkün olmazdı.
Kritik bekçi, bu duygusal itiraza kayıtsız kalmaz. Her iki tarafı
da çağırır, insanlık tarihinin basitçe düzensizlik olduğunu söyle­
yeni de , ilahi bir doğa tarafından düzene sokulduğunu söyleyeni
de. Taraflardan ilkine tekrar şunu söyler: eğer bilişsel cümlelerle
sınırlı kalırsanız ve bu ailenin her cümlesi için örnekler ve kar-

347
Ayrışma

şı-ömekler getirebilirseniz, o zaman düzensizlikten bahsetmeniz


yasaldır, ama bu ancak az önce belirtilen sınırlar içinde, tarih ko­
nusundaki bilişsel cümlelere ait sınırlar içinde mümkündür. Ve
bununla ancak pragmatik bir politika yapabilirsiniz, Ebedi Banş
Projesi'nin anlattığı gibi, " tüm yönetim biçimlerinin (Regierung­
sarte) tarih içinde birbiriyle çelişen örnekler sunması"na daya­
nan bir bilgelik8 politikası yapabilirsiniz . Ancak "politik bir ah­
lakçı" olabilirsiniz, ahlaklı bir politikacı değil (Proje: 1 3 5 , 1 40) .
Diğer tarafa ise şöyle der: insanlık tarihinde en üstün biçimde
etkin olan ve yalnızca özgürlüğün gerçekleştirebileceği bir son
ereğe doğru bizi götüren bir doğa erekliliği İdesini varsayıyor­
sunuz (KUK, § 84 ) . Böylece, bilişsel cümlelere özgü doğrudan
mevcut-kılan-sunum kuralına göre değil, genel olarak diyalektik
cümlelerin bağlı bulunduğu özgür analojik sunuma göre cümle
kurmuş oluyorsunuz. Dolayısıyla görüde verili bazı fenomenlere
başvurabilirsiniz , ama bunlar, argümanınızın içinde örnek veya
şema değeri taşıyamazlar. Bunlan birbirine bağlayarak elde etti­
ğiniz şey mekanik, hatta organik bir gelişme yasası değil, sadece
yol gösterici bir kılavuzdur. Yargı Gücünün Kritiği' nde açıklandı­
ğı gibi, refleksif olan kılavuz, görülerin kavramlar altına toplan­
masına, yani bilişsel cümlenin kuralına hiçbir şey borçlu olmadığı
gibi zarar da vermez. Bunlar, heterojen olan ve birbiriyle uyuşabilen
iki cümle ailesidir. Aynı gönderge, insanlık tarihi alanından alınmış
şu veya bu fenomen, örnek olarak ümitsizlik söyleminin nesnesini
mevcut-kılıp-sunmaya yarayabileceği gibi, kılavuzun bir kesiti ola­
rak özgürleşme söyleminin nesnesini analojik biçimde sunmaya da
yarayabilir. Ve bu kılavuzla, analojik olarak cumhuriyetçi bir politi­
ka yapılabileceği gibi, ahlaklı bir politikacı da olunabilir (Çatışma: §
8; KUK: § 79, 83; lde: Giriş, Önerme 1 , 9) .

8 Bkz. s. 58, dipnot 9. -çn

348
Ayrışma

3 . Olay.
Hukuk Fakültesiyle Çatışma'nın 5 . paragrafında kullanılan
tarih imi ifadesi, tarihsel-politik olanı cümleye dökmek için ya­
pılması gereken "geçişleri� " karmaşıklığını bir derece daha ar­
tırır. Bu paragrafta sorulan soru şudur (Hukuk Fakültesine kar­
şı) : acaba insan türünün daha iyiye doğru devamlı bir ilerleme
içinde olduğu söylenebilir mi ve eğer söylenebilirse, bu nasıl
mümkündür? Zorluklar çoğalır: daha iyi , ilerleme , insan türü ;
bunlar idelerin nesnesidir ve doğrudan mevcut-kılınıp-sunul­
maları mümkün değildir. Dahası , insanlık tarihinin gelecekteki
bir bölümünü gönderge olarak alan bir cümle , yani bir Vorher­
sagung cümlesi , bir önceden kestirme, tahmin cümlesi sözko­
nusudur. Kant hemen bunu Weissager'in (geleceği söyleyenin)
cümlesinden ayırır ve (bilişsel cümle kurallarına göre) bu cüm­
lenin nesnesinin doğrudan mevcut-kılınıp-sunulamayacağını
hatırlatır, zira cümle gelecekle ilgilidir.
İstenen ispatı yapmak için, başka bir cümle ailesi gerekecek­
tir. Antropolojik sahada görüsel bir veri (bir Gegebene) değil (zira
bu , kendisini betimlemekten fazlasını yapmayan cümleyi geçer­
li kılabilir ancak) , Kant'ın Begebenheit dediği şeyi , olayı [ evbı e­
ment] , kartların yeniden verildiği bir eli, aynı zamanda kendini
özgür bırakmak demek olan bir " teslim olma, kendini verme ola­
yını" aramak gerekecektir (İde'ye hazırlık niteliğindeki Krakov
Elyazması, bunun adına Ereignis der) (KF: 1 69 , 1 72 , 1 73 ) ; insan­
lığın kendi ilerlemesinin hem nedeni (Ursache) hem de yaratıcısı
(Urheber) olabileceğini sadece işaret eden (hinweisen) , ama bunu
kanıtlamayan (beweisen) bir olaydır bu. Daha kesin olarak, diye
açıklar Kant, insanlık tarihi içinde kendini ele veren bu Begeben­
heit öyle bir nedeni işaret etmelidir ki, bunun etkisinin ortaya
çıkması, zaman bakımından (in Ansehung der Zeit) belirsiz (un-

349
Ayrışma

bestimmt) kalsın: özgürlükten gelen nedensellik, mekanik dün­


yanın diyakronik dizilerine tabi kılınamaz (Kant Notu 2, § 4) .
Ve tam da bu yüzden, olayların art arda akışı içinde herhangi bir
zamanda (irgendwann, diye tekrar eder Krakov Elyazması) (KF:
1 69 , 1 70, 1 73) devreye girebilir (Çatışma, § 5).
Hepsi bu kadar d a değil: b u Begebenheit'ın kendisi ilerleme­
nin nedeni değil, sadece ilerlemeye dair bir işaret (hindeutend) ,
bir Geschichtszeichen olmalıdır. Kant, tarih iminden ne anladı­
ğını böylece kesinleştirir: "signum rememorativum, demonstrati­
vum, prognosticon" , hatırlatan , gösteren, haber veren im. Aranan
Begebenheit, özgürlükten gelen nedenselliği üç zamansal yönde
de "mevcut-kılıp-sunmalıdır" , geçmişte, şimdide ve gelecekte.
Nedir bu gizemli, neredeyse çelişik " teslim olma, kendini verme
olayı " ?
Aradığımız bu "yeni verilen elin" , özgürlükten gelen neden­
selliğin gücünü gösteren bir üstün başarı olayı [ haut fait) olması
beklenebilirdi. Ama üstün başarı da eninde sonunda bir veridir,
elbette birçok okumaya uygundur (betimleme cümlesi , diyalek­
tik cümle) , ama böylece , her iki cümle tarafından da yakalana­
bilecek çokanlamlı bir nesne olur ancak. Burada kritik yargıcın
beklentisi , basit bir barışmanın ötesine geçer ve neredeyse para­
doksal görünür. Her iki tarafı da tatmin eden bir ayarlama ya­
parak ne determinizm savunucusuna ne de özgürlük savunucu­
suna hak vermek yetmez , yargıç ikisini de aranan olay üzerinde
birlikte ve olumlu biçimde müşterek yetki [condominium) kul­
lanmaya zorlar. Deneyime ait olmasa da en azından deneyimin
içinde verilmiş, " teslim edilmiş" olan Begebenheit, özgür neden­
sellik İdesinin ikna edici işareti olmalıdır. Begebenheit'la birlik­
te, mekanikçilik ile özgürlük veya ereklilik arasındaki, duyulur
dünyanın sahasıyla duyu-üstünün alanı arasındaki aşılması gere-

350
Ayrışma

ken bu uçurumun iki yakası, uçurumu ortadan kaldırmaksızın


neredeyse kapanır ve bu küçücük aralık, tarihsel-politik olanın
tutarsız, belki de belirsiz ama dile getirilebilir, hatta "ikna edici"
statüsünü sabitlemeye yeter. O zaman insanlığın, spekülatif aklı
kullanmak yönünde sahip olduğu doğal eğilimin gerçekleşebi­
leceğini ve, hata yapma korkusu taşımadan, insanlık tarihinde
iyiye doğru bir ilerleme olduğunu önceden kestirebileceğimizi
kanıtlayabiliriz.
Elimizde , diye yazar Kant, sorunun verilerine karşılık ge­
len bir olay var. Bu kesinlikle bir üstün başarı olayı değil, dev­
rimler değil, " sadec e , bu büyük altüst olma oyunu (devrimler
gibi Umwandlungen) karşısında izleyicilerin (Zuschauer) dü­
şünme tarzının (Denkungsart) açıkça (öffentlich) kendini ele
vermesidir (sich verrat) ; çünkü burada , bir tarafın oyuncula­
rının aleyhine, diğer tarafın ise lehine ifade edilen ortak laşma
( Teilnehmung) o kadar evrensel ve bir o kadar kişisel çıkar­
dan uzaktır ki -hatta bu taraf tutma onlara [ izleyicilere ] zarar
verebilir- en azından bir eğilim [Anlage) olarak, tüm insan
cinsinde (evrenselliği dolayısıyla) müşterek bir özelliği , ah­
laki (moralisch) bir özelliği (çıkarsız olduğu için ahlakidir)
açığa çıkarır (beweist) ; ve bu özellik, iyiye doğru ilerlemeyi
ümit etmeye izin vermekle kalmaz , ilerleme yetisinin şu anda
sahip olduğu sınırlar ölçüsünde bu özelliğin kendisi zaten bir
ilerlemedir" Kant şöyle ekler: "geistreich" , yani ruhu zengin
bir halkın yakın zamanda yap tığı devrim , başarılı da olabilir
başarısız da , sefalet ve vahşet getirebilir, "yine de tüm izleyi­
cilerin (onlar bu oyuna doğrudan katılmamıştır) yüreklerinde
(in den Gemütern) , bu devrim, arzunun peşinden giden bir or­
taklaşma (eine Tei lnehmung dem Wunsche nach) bulur, bu katı­
lım coşkunun (Enthusiasm) sınırlarındadır ve, dışa vurulması

351
Ayrışma

tehlikesiz olmadığından, insan cinsinin ahlaki eğilimi dışında


bir nedeni olamaz" (Çatışma, § 6) .

4. Coşku .
Coşku, bir yüce duygu kipidir. Hayal gücü, aklın bir İdesi için
duyulur, doğrudan bir sunumu mevcut kılmaya çalışır (çünkü bü­
tün, İdenin nesnesidir; örneğin akıllı pratik varlıkların bütünü) ,
bunu başaramaz, böylece güçsüzlüğünü hisseder ama aynı zamanda
varması gereken yeri [destination] keşfetmiş olur: uygun bir sunum
sayesinde, aklın İdeleriyle uyumunu [accord] gerçekleştirmek. Bu
sıkıntılı ilişkinin neticesinde, nesne için bir duygu hissetmek yerine,
bu nesne sayesinde başımıza gelen9 ve "özne olarak bizdeki insanlık
İdesi" (KUK: § 25) için uyanan bir duygu hissederiz. Bu metinde
Kant'ın yorumladığı duygu, saygıdır. Ama aynı analiz, her tür yüce
duygu için -bu duygu bir tür "haksız kazanç [subreption] " sağladığı,
öznenin güçleri arasındaki bir ayarlamayı, nesneyle özne arasındaki
bir ayarlama yerine koyduğu ölçüde- geçerlidir.
Yüce durumundaki bu "iç" ayar, bir ayarsızlıktır. Beğeniden
farklı olarak yücenin ayarı, bozuk olduğunda doğrudur. Yüce ,
bir ereksizliğin [non-finalite] erekliliğini ve bir keyifsizliğin key­
fini barındırır içinde: "Hayal gücünün akıl gücümüzdeki sınır­
sızlığa , yani mutlak bütün İdesine uygun olabilmesi için gerçek­
leştirmesi gereken genişleme yüzünden hissedilen keyifsizlikte,
yani aklın İdeleri ve onların uyandırılması (Erweckung) için ha­
yal gücünün kudretinin ereksizliğinde, [ Unzweckmassigkeit, ak­
raba olmama, amaç bakımından müşterek ölçüye sahip olmama ]
bir tür ereklilik buluyoruz [ . . . ] . Nesne, ancak bir acı dolayımıyla
mümkün olan bir zevkle yüce olarak kavranır" (KUK : § 27) .

9 Fr. a l 'occasion de cet objet. Lyotard bu tamlamayı seçmek su­


retiyle , ilk anlamıyla "fırsat" olarak çevrilebilecek occasion
sözcüğünü cas [vaha] ile ilişki içinde kullanıyor. -çn

352
Ayrışma

Hayal gücü , en geniş hayal gücü bile, İdeyi geçerli kılacak,


"gerçekleştirecek" bir nesneyi mevcut-kılıp-sunmayı başaramaz.
Acı buradan gelir: mevcut-kılıp-sunma güçsüzlüğünden. Yine
de bu acıya tutunan zevk nedir peki? Bu uyumsuzlukta [ discor­
dance] bir akrabalık keşfetmenin zevkidir: kendini doğada çok
büyük bir şey olarak mevcut-kılıp-sunan şey bile (insan doğası
ve insanın doğal tarihi de dahil olmak üzere , örneğin büyük bir
devrim) , "Aklın İdeleriyle karşılaştırıldığında küçüktür" ve hep
öyle olacaktır (§ 26) . Burada keşfedilen sadece İdelerin hiçbir
mevcut-kılan-sunumla müşterek ölçüsü olmayan sonsuz kapsa­
mı değildir, ayrıca öznenin varması gereken yer, "bizim" varma­
mız gereken yer de keşfedilir, ve bu , mevcut-kılınıp-sunulamaz
olan için bir sunum bulma gerekliliğidir, dolayısıyla, İdeler söz­
konusu olduğunda, mevcut-kılınıp-sunulabilecek şeylerin sını­
rını aşmaktır.
Coşku , yücenin uç noktadaki bir kipidir: mevcut-kılan-su­
num denemesi başarısız olmakla ve sözkonusu gerilimi yarat­
makla kalmaz , son derece paradoksal bir sunumu mevcut kılmak
üzere deyim yerindeyse altüst olur veya tersine döner. Kant buna
"basitçe negatif bir sunum" veya bir tür "soyutlama" adını verir
ve bunu gözüpek bir biçimde "sonsuzluğun sunumu " diye nite­
lendirir (KUK, Estetik Refleksif Yargıların Serimlenmesiyle İlgili
Genel Not) . Bu , olabilecek en tutarsız "geçiş" tir, çıkmaz yol olan
bir "geçiş" tir. Kant bunun örneklerini vermeye gayret eder: "Bel­
ki de Eski Ahit'te şu emirden daha yüce bir pasaj (Stelle) yoktur:
Kendine yukarıda gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde, ya da yer
altındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer resim ya da
put yapmayacaksın . . . Yahudi halkının, dört başı mamur dönem­
lerinde kendini başka halklarla karşılaştırdığında, dini karşısında
duyduğu coşkuyu veya İslam dininin uyandırdığı kibir duygusu-

353
Ayrışma

nu yalnızca bu emir açıklayabilir. " Ve şöyle devam eder: "Bizdeki


ahlak yasasının temsilinde veya ahlaklılık eğiliminde de aynısı
sözkonusudur" (age) . Mevcut-kılınıp-sunulabilir olanın ötesini
mevcut-kılıp-sunan bu soyut sunum için hayal gücünden bekle­
nen, kendini "sınırsızlaştırmasıdır" (unbegrenzt) .
Uç noktadaki bu acılı zevk, yani coşku , bir Affekt'tir, güçlü
bir duygulanımdır ve bu haliyle kör bir duygudur, dolayısıyla ,
diye yazar Kant, "aklı tatmin etmeye yarayamaz" (age) . Hatta
bu bir dementia'dır, Wahnsinn'dir10, hayal gücü "zincirlerinden
boşanmış" tır. Bu haliyle de elbette heyecanın patırtısından, yani
Schwarmerei'dan yeğdir, çünkü Schwannerei bir Wahnwitz'dir,
bir insanitas'tır, hayal gücünün "ayarının bozulması" dır, "ruhun
derinliklerine kök salmış bir hastalık" tır, oysa coşku "en sağlıklı
anlama yetisini bile vurabilecek geçici bir arıza"dır. Schwarmerei'a
bir yanılsama eşlik eder: "Duyarlığın tüm sınırlarının ötesinde bir
şey görmek" , yani doğrudan mevcut-kılan-sunum olmadığı halde
bunun olduğuna inanmak; Schwannerei kritik olmayan ve tran­
sandantal yanılsamayla (bilginin tüm sınırlarının ötesinde bir şey
bilmekle) karşılaştırılabilecek bir geçişi gerçekleştirir. Coşku ise
hiçbir şey görmez, daha doğrusu görülebilir olanın hiçbir şey ol­
madığını görür ve bunu sunulamaz olanla ilişkilendirir. Her ne
kadar etik açıdan, patoloj ik olduğu için mahkum edilse de, "es­
tetik açıdan yücedir, çünkü o, İdeler vasıtasıyla ruha şevk veren
kuvvetler arasında oluşmuş bir gerilimdir ve bu şevk, duyulur
temsillerin yarattığı itkiden çok daha güçlü ve kalıcı bir etki bı­
rakır" (age) .
Tarihsel-politik coşku deliliğin sınırındadır öyleyse, patoloj ik
bir ataktır ve bu haliyle etik bir geçerlilik barındırmaz , zira etik,

10 Wahnsinn, dementia: "çıldırma, çılgınlık"; Schwannerei: "hülya";


Wahnwitz, insanitas: "delirme, delilik" . -çn

354
Ayrışma

her tür harekete geçirici pathos'tan kurtulmuş olmayı gerektirir,


yalnızca yükümlülüğe eşlik eden saygı gibi apathik bir pathos'a
izin verir. Öte yandan, kısa süreli bir zincirden boşanma olarak
coşku pathos'u, estetik geçerliliğe sahiptir, enerj etik bir imdir,
Wunsch'un kirişlerinden1 1 biridir. İdenin sonsuzluğu tüm diğer
yetileri, yani tüm güçleri kendine çeker ve yücenin ayırt edici
özelliği olan, "zorlu cinsinden" bir Affekt üretir. Gördüğümüz
gibi, "geçiş" meydana gelmez, geçip gitmekte olan bir "geçiş" tir
bu ve gidişatı , hareketi, hemen oracıkta, müşterek ölçüsüzlüğün
çıkmazında, uçurumun üzerinde bir çalkalanmadır, bir "sarsıl­
madır" diye yazar Kant, "yani aynı nesne tarafından itilmenin ve
çekilmenin hızla art arda gelmesidir" (KUK: § 27) . İşte Fransız
Devrimi'ni izleyenlerin Gemüt hali böyledir.

5 . Belirlenmemiş norm ve insanların müştereği.


Büyük dönüşümler, Fransız Devrimi, ilke olarak, kendilerin­
de yüce değildir. Bunlar, nesne olarak, izleyiciye yüceyi yaşama
fırsatı sunan (fiziksel) doğa gösterilerine12 benzerler: " Doğanın
yüce İdelerini uyandırması daha ziyade kaos ve düzensizlikle , en
vahşi ve ayarı bozuk tahribatlarla olur, tabii eğer burada büyük­
lük ve kuvvet kendini gösteriyorsa" (KUK, § 23) . Yüceyi en iyi
belirleyen, belirlenmemiş olandır, Fonnlosigkeit'tır (§ 24 ) ; "Do­
ğadaki yüce [ . . . ] formsuz ve figürsüz olabilir" (§ 30) ; "Doğanın
hiçbir tikel formu burada temsil edilmemiştir" (§ 23) . Devrimle
ilgili de böyle olmalıdır, ve tarihteki bütün büyük çalkantılarla
ilgili: onlar, insanın tarihsel doğasında formsuz ve figürsüz olan-

1 1 Fr. tenseur. Lyotard'ın kullandığı bu terimin ifade ettiği gerilim


ltension] anlamını, Türkçe'deki "germek" fiilinin türediği "ker-"
kökünden gelen "kiriş" sözcüğüyle karşılıyoruz. -çn
1 2 Fr. "ces spectacles de la nature (physique) il: l'occasion desquels le
regardeur tprouve le sublime" Bkz. s . 352, dipnot 9. -çn

355
Ayrışma

lardır. Etik açıdan geçerli kılınabilir şeyler değillerdir, aksine kri­


tik yargının altına düşerler, politik yanılsamanın ta kendisi olan
bir karışıklıktan, gemeines Wesen fenomeninin doğrudan sunu­
mu ile cumhuriyetçi sözleşme İdesinin analojik sunumu arasın­
daki karışıklıktan kaynaklanırlar.
Tarih imi olması gereken Begebenheit'ın, sadece çalkantıla­
rın gösterisinin izlendiği salon tarafında bulunabilmesi gerekir.
Sahne üzerinde, aktörlerin kendisinde , çıkarlar, sıradan tutkular
[passions ] , empirik (psişik, sosyolojik) nedenselliğin tüm pat­
hos'u , saf ahlaki aklın çıkarından ve cumhuriyet hukuku İdesinin
çağrısından hiçbir şekilde ayırt edilemez . Tersine, gösteri salonu­
nu oluşturan ve genellikle mutlakiyetin hüküm sürdüğü diğer
ulusların sahnelerinde yer alan izleyicilerin, sempati duygularını
açık ederken (ôffentlich) empirik bir çıkar güttüğü düşünülemez ,
hatta kendi hükümetlerinin baskısıyla karşılaşma riskini alırlar.
Bu durumun kendisi, izleyicilerin duygusunun en azından es­
tetik değerini güvence altına alır. Onların coşkusunun, saf bir
cumhuriyetçi ateşin estetik analoğu olduğunu söylemek gerekir.
Bunlara, salon lehine ikinci bir argüman eklenir. Devrimci­
lerin eyleminin, hukuken tek meşru egemen olan halkın yetkisi
altında sadece Fransa'nın politik kuruluşunu değil, tüm insanlığı
ilgilendirecek bir barış proj esi içinde devletlerin federasyonunu
hedefliyor olması pekala mümkündür. Yine de devrimcilerin ey­
lemi Fransız sahnesiyle sınırlı kalır ve Kant'ın dediği gibi, yaban­
cı izleyiciler "aktif olarak burada pay almak gibi bir niyetleri ol­
maksızın (ohne die mindeste Absicht der Mitwirhung) " bu sahneyi
izlerler (Çatışma: § 6) .
Arzunun peşinden giden Teilnehmung, etkin bir ortaklaşma
değildir. Ama böylesi daha iyidir. Zira yüce duygu, tüm ulusların
sahnelerine de facto yayılmış durumdadır, evrenseldir, en azından

356
Ayrışma

potansiyel olarak. Düzgün kurulmuş ve geçerli kılınmış bir bilişsel


cümle gibi evrensel değildir yüce duygu; bilgi yargısının belirle­
nim kuralları "kendisinden önce" gelir, oysa yüce duygu kuralsız
yargı verir. Ama, tıpkı güzel duygusu gibi, bir a priori'ye sahiptir
yine de, halihazırda evrensel olarak kabul edilmiş bir kural değil
de, evrenselliğine dair bir beklenti kuralı olan bir a priori. Estetik
yargının çağrı yaptığı evrensellik, işte bu sürüncemede kalan, acı
çeken evrenselliktir. Kant bu evrenselliğe "sensus communis" adını
verir, yani, diye yazar, "bir gemeinschaftlichen Sinn İdesi, bir müş­
tereklik duyusu , toplum olma duyusu İdesi"13 (KUK: § 20-22, 40) .
Kant şöyle belirtir: " (a priori) düşünürken yargı gücü kendi estetik
refleksiyonunda tüm diğer insanların temsil etme tarzını hesaba
katar" (KUK: § 40) . Bu müşterek duyu [sens commun] veya top­
lum olma duyusu [sens communautaire] "herkesin benim yargıma
uyum göstereceğini değil, herkesin buna uyum göstermesi gerek­
tiğini" güvence altına alır (§ 22) . Bu basitçe "bir ideal normdur" ,
"belirlenmemiş bir norm"dur (age) . Eğer izleyicilerin coşkusu ,
insanlığın daha iyiye doğru ilerlediğini söyleyen cümle için ikna
edici bir Begebenheit ise, bunun nedeni, estetik açıdan saf bir duy­
gu olan coşkunun bir müşterek duyu gerektirmesi, belirlenmemiş
ama haklı ve gerekli bir sensus'tan fazlası olmayan bir "konsensüs"
talep etmesidir; coşku , cumhuriyetin duygusal olarak önceden ha­
ber verilmesidir.
Estetik yargıda a priori beklenen bu evrenselliğin belirlenme­
miş olması, Estetik Yargının Diyalektiği'nde beğeni antinomisini
çözmeye yarayan özelliktir (KUK: § 56 ve dev. ) . Bu yargı kav­
ramlara dayanmamalıdır, der tez, yoksa onun hakkında kavga
ederdik; hayır, der antitez , bu yargı kavramlara dayanmalıdır,
aksi takdirde onun evrensellik iddiasında olup olmadığını tartı-

13 Fr. l'Idee d'un sens communautaire. -çn

357
Ayrışma

şamazdık bile. Bu antinomi, "kendinde belirlenmemiş ve aynı za­


manda belirlenemez olan" bir kavram fikrinin ortaya atılmasıyla
çözülür (§ 57) . Bilgi cümlesi, karşılık gelen bir görünün mev­
cut-kılınıp-sunulmasını bekler: böylece kavram, kendisine uy­
gun gelen bir sunum aracılığıyla belirlenmiş olur ki bu şemadır.
Estetik yargı cümlesi ise tersine, "hiçbir görü ile belirlenemez" ,
"hiçbir şeyin bilinmesini sağlamaz" , "dolayısıyla beğeni yargısı
için hiçbir kanıt sunulmasına izin vermez" (age) .
Tıpkı spekülatif cümlede olduğu gibi, estetik cümlede de
transandantal bir görünüş (bir Schein) ve buna karşılık gelen bir
yanılsama vardır; kaçınılmaz bir yanılsamadır bu , ama çözülmez
değildir. Teoretik kullanımda yanılsama, bilişsel olanın geçerlili­
ğini, cümlenin bir görü sunumuyla belirlenmesinin ötesine taşı­
maktır. Estetik kullanımda ise kritik yargıç şöyle bildirir: estetik
cümle tam olarak mevcut-kılan-sunum gücünün cümlesidir, ama
duyulur veya hayali görüsünü mevcut-kılıp-sunabileceği bir kav­
rama sahip değildir, dolayısıyla bir saha belirleyemez, ancak bir
alan belirleyebilir. Dahası bu alan, deyim yerindeyse ancak ikinci
dereceden bir belirlenime izin verir, yani refleksif olarak belirle­
nir: bir mevcut-kılan-sunumun ve bir kavramın müşterek ölçüye
sahip olmasıyla değil, sunma yetisiyle kavrama yetisi arasındaki
belirsiz müşterek ölçüyle belirlenir. Bu müşterek ölçünün ken­
disi bir İdedir, nesnesi doğrudan mevcut-kılınıp-sunulabilir de­
ğildir. Bundan çıkan netice, güzelin ve yücenin çağırdığı evren­
selliğin yalnızca bir müştereklik [communautt] İdesi olduğudur,
bunun için asla bir kanıt, yani doğrudan bir sunum bulunamaz ,
sadece doğrudan olmayan sunumlar bulunabilir.
Dinamik antinomilerin çözümünde -ki bunlar tam anlamıyla
ayrışmadır- sadece çatışma halindeki heteroj en cümlelerin ge­
çerliliği değil, bu cümlelerin mevcut-kılıp-sunduğu vericilerin ve

358
Ayrışma

alıcıların durumu da sözkonusudur. Estetik duygu konusunda,


güzelin evrenselliğinin taraftarı, hakikat konusunda elde edile­
bilecek anlaşmaya özdeş bir anlaşma talep eder; karşı taraf ise,
bunun imkansız olduğunu göstererek (çünkü estetik mevcut-kı­
lan-sunuma karşılık bir kavram yoktur) her tür evrensellikten
vazgeçiyor gibi görünür. Kantçı çözüm, her iki tarafın da zorun­
lu olarak yaşadığı duyguya başvurur, aksi takdirde uyumsuzluk
içinde olduklarını bile kabul edemezlerdi. Bu duygu, aralarında
bir "paylaşım [ communicabilite) 14" bağı olduğunu kanıtlar ( § 40) .
Duygusal bağ, bir tarafın istediği gibi bir kavramın nesnesi ola­
maz ama duygu , karşı tarafın iddia ettiği gibi, hiç bağ olmaması
da değildir. Bu bağ, bir yandan duygu statüsünü korurken diğer
yandan kendisini harekete geçiren şey, güzel İdesi hakkında açık
bir anlaşmaya dönüşmeyi hedeflemelidir. Beğeni cümlesi askıda
kalmış veya gerilim halindeki bir cümledir (no. 22) , taraflar he­
terojen biçimlerde onunla zincirleme bağlantı kurarlar ama her
ikisi de onun anlamını tam olarak dile getirmeye çalışmalıdır.
Bu yüzden paylaşım, "deyim yerindeyse bir ödev gibi" talep edil­
miştir ve beğeni de, bunun hakkında a priori yargı veren güçtür
(age) .
Öyleyse estetikteki sensus communis , elikteki akıllı pratik var­
lıkların bütünü gibidir. A priori oluşan ve doğrudan sunum ku­
ralı olmaksızın yargılanan bir müştereğe yapılan çağrıdır; sadece
etik yükümlülükte , müşterek, aklın bir kavramının, özgürlük
İdesinin aracılığıyla talep edilir, oysa güzel ile ilgili cümlenin ve­
ricilerinin ve alıcılarının müşterekliği aracısızca, hiçbir kavramın
aracılığı olmadan, yalnızca duyguyla, a priori paylaşılabilir ol­
duğu ölçüde çağrılır. Bu müşterek, beğeni olarak zaten oradadır
ama akla uygun anlaşma olarak henüz orada değildir.

14 Alın. Mitteilbarheit. -çn

359
Ayrışma

"Zamanımızın olayı" olarak coşku , estetik antinominin kura­


lına uyar öyleyse. Ve bu , estetiklerin en çelişkili olanıdır, en uç
noktadaki yücenin estetiğidir. Bunun sebebi, öncelikle yücenin
beğeni gibi sadece çıkarsız bir keyif ve kavramsız bir evrensel
olmakla kalmayıp, aynca bir de -erekliliği yalnızca ereksiz, keyif
duygusu da güçler [facultes ] arası özgür uyumdan kaynaklanan
güzel duygusundan farklı olarak- anti-erekliliğin erekliliğini ve
acının keyfini içinde barındırmasıdır. Yüceyle birlikte Kant, he­
teroj enlikte çok uzağa gider, öyle ki yüce için estetik antinomi­
nin çözümü, güzel için olduğundan daha da zor görünür.

6. Kültür.
Yücenin uçlarında dolanan coşku sözkonusu olduğunda bu
durum daha da şiddetlenir. Kant, "yüce duygusunun zihinde
varsaydığı eğilimin, İdelere karşı eine Empfanglichkeit gerektirdi­
ğini" , zihnin İdelere açık olmasını, duyarlı olmasını gerektirdiği­
ni kabul eder (KUK: § 29) . Daha ilerde ise şöyle der: "doğadaki
[ insan doğası da dahil olmak üzere ] yüceyle ilgili yargı, belirli
bir kültüre ihtiyaç duyar" (age) ; bu demek değildir ki bu yargı
kültür tarafından üretilir, zira "onun temeli insan doğasındadır"
Kültüre yapılan bu gönderme, teleoloj ik yargının kritiğinin do­
ğanın nihai ereğiyle ilgili paragrafında aydınlanır. Burada Kant,
politik Yazılar'ın birçoğunda olduğu gibi, bu ereğin insan türü­
nün mutluluğu olduğunu söyleyen tezi çürütür ve ancak insan­
lığın kültürü olabileceğini ispatlar. "Akıllı bir varlıkta, kendisine
keyif veren ereklere karşı (dolayısıyla özgürlüğü içinde) genel
bir yatkınlık oluşmasını sağlamak, kültürdür" (KUK: § 83) . İnsan
türünde doğanın izlediği nihai erek kültürdür, çünkü insanları
"İdelere daha açık" yapan kültürdür, koşulsuzlar düşüncesine
kapılan açan koşuldur kültür.

360
Ayrışma

Aynı paragrafta Kant, önce beceri15 kültürü ile istenç kültü­


rünü ayırır, sonra da birincisinin içinde maddi beceri ve formel
beceri kültürlerini birbirinden ayım. Beceri kültürünün formel
olarak gelişmesi için, özgürlükler arasındaki çatışmaların etkisiz
hale gelmesi gerekir. Bireyler düzeyinde bu , "bürgerliche Gesell­
schaft, sivil toplum adı verilen bir bütünlük içindeki yasal güç"
sayesinde olur. Ve eğer insanlar, doğanın inayetli planlarını öne
çekmeyi başarabilirlerse, o zaman beceri kültürünün gelişimi,
aynı etkisiz hale gelme durumunu bu kez devletler düzeyinde
gerekli kılar. Bu ise, "kozmopolitik bir bütünlük, ein weltbürger­
liches Ganzes" sayesinde olur ve bu bütünlük bir devletler fede­
rasyonudur (§ 83) . Böylelikle, Fransız Devrimi sayesinde başa
gelen ve kendini kamuya açık olarak ele veren coşku , öncelikle
uç noktada bir yüce duygu olduğu için, daha sonra bu zaten for­
mel bir beceri kültürü gerektirdiği için, en nihayetinde de bu
kültürün ufkunda sivil ve belki de uluslararası barış bulunduğu
için, işte bu coşkunun kendisi "ilerlemeyi ümit etmeye izin ver­
mekle kalmaz , ilerleme yetisinin şu anda sahip olduğu sınırlar
içinde zaten bir ilerlemedir" (Çatışma: § 6) .
O halde insanlığın daha iyiye doğru istiktarlı bir ilerleme için­
de olduğunu kanıtlayabilecek (beweisen) olan, herhangi bir este­
tik cümle değil, uç noktadaki yücenin cümlesidir. Güzel buna
yetmez, o iyinin bir sembolüdür sadece. Ama yüce , bir duygula­
nım paradoksu olduğu için, "formsuz" bir şeyin deneyimin öte­
sini ima ettiğini kamuya açık olarak ve hep birlikte yaşama pa­
radoksu olduğu için, sivil ve hatta kozmopolitik toplum İdesini,
dolayısıyla ahlaklılık İdesini "mevcut-kılan-bir-sunummuş gibi"
yapar ve bunu tam da bu İdenin mevcut-kılınıp-sunulamayacağı
yerde , deneyimin içinde yapar. Bu yüzden yüce bir imdir. Bu im,

1 5 Fr. habilete; Alın. Geschicklichkeit. -çn

361
Ayrışma

özgür bir nedenselliğin sadece işaretidir, ama yine de ilerlemeyi


olumlayan cümle için "kanıt" değeri taşır, çünkü izleyici konu­
mundaki insanlığın, Devrimi "düşünme tarzıyla" bu imi verebil­
mek için zaten kültür içinde ilerlemiş olması gerekir. Bu im, sivil
toplumlar cumhuriyet rejimine yakın olmadığı halde ve devletler
de dünya çapında bir federasyon içinde olmadığı halde, şimdiki
haliyle ilerlemedir, mümkün olduğunca ilerlemedir.
Kritik felsefede (Çatışma'yı yazan Kant'ın felsefesinde) işle­
mekte olan yargı gücü, halkların Devrim lehine coşkusunda bir
tarih imi görür, çünkü bu coşku , bir doğal tür olarak alınan in­
sanlığın tamamında yargı gücünün ilerlediğinin kanıtıdır. Bu im,
tarihsel bilgi cümlelerinin mevcut-kılıp-sunma kuralına göre de­
ğerlendirildiğinde sadece işaret niteliğindedir, görülenebilir ta­
rihsel veriler arasındaki basit bir olaydır. Ama tuhaf yargı cümle­
lerinin oluşturduğu aile içinde , aynı im, 'ilerleme vardır' yargısını
veren Kantçı cümle için kanıt oluşturur. Çünkü bu imin kendisi
zaten bu (halka ait) cümledir, elbette "söylenmiş" değildir, ama
ilkece paylaşılabilir bir duygu olarak ve başa gelen "soyut" bir
veri sayesinde kamuya açık olarak ifade edilmiştir. Kant'ın İlerle­
me vardır'ı, halkların coşkusunda zorunlu olarak içerilen İlerleme
vardır'ın bir refleksiyonudur sadece .
Böylece Kant, biraz da gösterişli bir biçimde şunu ekler: "Ar­
tık hayalci düşüncelere kapılmaksızın, zamanımızın bir şeyleri
önceden haber veren özelliklerine ve işaretlerine (Vorzeichen)
dayanarak, insan türü için bu ereğin gerçekleştiğini (Erreichung)
ve onunla birlikte , aynı zamanda, insanlığın daha iyiye doğru
ilerlediğini, bu ilerlemenin bundan sonra tam olarak geriye dön­
dürülebilir olmadığını şimdiden kestirebileceğimizi ( vorhersagen)
savunuyorum. Zira, insanlann tarihindeki böylesi bir fenomen,
artık unutulamaz (vergisst sich nicht mehr) " (Çatışma: § 7) . Hiçbir

362
Ayrışma

politikacı (po l i t i kanın politikacısı, Kant'ın deyimiyle "politik ah­


lakçı" ) , coşkunun keşfettiği, insan doğasındaki bu daha iyi olma
yetisini, "şeylerin önceki gidişatından çıkarsayabilecek kadar in­
celikli" olamamıştır. "Bunun vaat edilmesi (verheissen) için, do­
ğanın ve özgürlüğün, hukukun iç ilkelerine göre insan türünde
birleşmesi, ama zamanla ilgili olarak sadece belirsiz biçimde ve
sadece rastlantıdan kaynaklanan bir B egeb en h ei t biçiminde bir­
leşmesi" gerekirdi. Zamansızlık [ intemporalite] ve tesadüf, doğa
(Devrim ve onun uyandırdığı duygunun patoloj ik özelliği) ile
özgürlük (aynı duygunun diğer özelliği olan evrensel ve çıkarsız
bir ahlaki mutlak İyi İdesine doğru meyletmek) arasındaki "ge­
çişin" zorunlu olarak, belirli olarak belirsiz olduğunu hatırlatır.
"İlerleme vardır" ; kritik bekçi, buradaki iddianın gönder­
gesi olabilecek bir imi mevcut-kılıp-sunduğu her durumda bu
cümleyi meşrulaştırabilir. Ama bu türden "nesnelerin" ne zaman
kendini sunacağını söyleyemez , çünkü bir dizi oluşturan tarihsel
sekanslar tarihçiye ancak veriler (en iyi ihtimalle istatistik açıdan
düzenli veriler) sunar, asla imler sunmaz. Tarihsel-politik olan
ancak vakalarla iddia konusu olabilir; bu vakalar örnek olarak
değil , şema olarak hiç değil, ancak karmaşık birer hipotiposis16

16 Fr. ve Alın. Hypotypose. Yunanca hypotyposis'ten gelen terimin


sözcük anlamı "altt�ki (hypo) figür (typosis) " olarak düşünülebi­
lir. Typosis, bir yüzey üzerinde baskı yoluyla elde edilen çıkıntılı
veya çukur figür şeklinde tanımlanabilir. Retorik terimi olarak
hipotiposis, şiirdeki bir sahnenin dinleyicilerin gözünde canla­
nacak kadar çarpıcı şekilde betimlenmesi anlamına geliyor. Kant
bu ifadeyi Yargı Gücünün Kritiği'nin 59. Paragrafında, Dars tel ­
lung ve subjectio sub adspectum ifadeleriyle eşanlamlı olacak şekil­
de kullanıyor: "Alle Hypotypose (Darstellung, subjectio sub ads­
pectum) als Versinnlichung ist zwiefach: entweder schematisch
[ . . . ) , oder symbolisch [ . . . ) " Bunu aşağı yukan şöyle Türkçeleş­
tirebiliriz: "Duyulur kılma anlamında her tür hipotiposis (mev­
cut-kılan-sunum, subjectio sub adpsectum) ikiye ayrılır: şematik

363
Ayrışma

olarak iş görür ve en karmaşık olanlar en güvenilir olanlarıdır.


Devrim karşısında halkın duyduğu coşku , tarihsel-politik cüm­
leyi çok geçerli kılan bir vakadır, dolayısıyla çok güvenilir bir
hipotiposis'e izin verir. Ve bunun sebebi basittir: coşkunun ken­
disi zaten fazlasıyla beklenmedik bir hipotiposis'tir ("formsuz"
bir empirik veride, cumhuriyet İdesini tanımak) . Tarih felsefesi
ise kritik düşüncede sözkonusu bile olamaz , imlerin örnek veya
şema gibi görünmesinden doğan bir yanılsamadır o sadece.

236. Marksizm bitmedi , peki ama nasıl devam ediyor?


1 843 yılında Marx: "Öyle bir sınıf ki radikal zincirleri var,
burjuva toplumunun bir sınıfı ama burjuva toplumunun
bir sınıfı değil, evrensel acılarından dolayı evrensel niteliği
olan ve tikel bir hak talep etmeyen bir kesim, çünkü ona
tikel bir haksızlık değil, sadece haksızlık (ein Unrecht sch­
lechthin) yapılmış [ . . ] " (Marx, 1 843: 1 05) . Haksızlık, duy­
.

gunun sessizliğiyle, acıyla kendini ifade eder. Tüm cümle


evrenlerinin ve onların tüm zincirleme bağlantılarının yal­
nızca sermayenin erekliliğine (sermaye bir cins midir ki?)
tabi kılınmış veya kılınabilir, ondan hareketle yargılanır

[ . . . ) veya sembolik [ . . . ) . " Buradaki subjectio sub adspectum, hi­


potiposis fikrine uygun olarak, "bakış altına koymayı" , yani gö­
zünde canlandırmayı ifade ediyor. Dar-stellung teriminin sözcük
anlamının "oraya koymak" olduğunu da hatırlatalım. Sözkonusu
olan, gözle görülür, yani duyulur olmayan bir şeyi göz önüne
koymak, duyarlığın alanıyla ilişkilendirmektir ve Kant'ta bunun
iki yolu vardır. Şematik hipotiposis, anlama yetisindeki kavrama
karşılık gelen bir görünün a priori olarak verilmesidir. Sembolik
hipotiposis ise aklın bir kavramına, yani İdeye karşılık, herhangi
bir duyulur görü sunmak mümkün olmadığından, bir sembolün
mevcut-kılınıp-sunulmasıdır. Sembol, yargı gücünün şematizm­
de izlediği yola analog şekilde, yani refleksiyonun içeriğini değil,
yalnızca biçimini kullanarak mevcut-kılınıp-sunulur. -çn

364
Ayrışma

veya yargılanabilir olmasının neticesidir. Bu ereklilik, tüm


cümleleri ele geçirmiş veya geçirebilir olduğundan, evren­
sellik iddiasındadır. Sermayenin cümlelere ettiği haksızlık,
evrensel bir haksızlık olacaktır o halde. Haksızlık evrensel
olmasa bile (nasıl kanıtlanabilir ki? Bir İdedir bu) , geriye
ayrışmayı işaret eden sessiz duygunun dinlenmesi kalır.
Düşünce önündeki sorumluluk bunu gerektirir. Marksizm
işte böyle bitmemiştir, ayrışma duygusu olarak.

23 7 Marx, sermayeden kaynaklanan acı için gereken


lisanı bulmaya çalışmaktadır. Acıda ve sınıf mücadele­
sinde -bilişsel cümleler için bir göndergedir bu (tarih­
çinin, sosyoloğun, ekonomistin cümleleri)- proletarya­
nın talebini duyduğuna inanır; proletarya , özgürleşmiş
emekçi insanlık, bir İdenin nesnesidir, aklın bir idealidir.
Proletarya komünizmi talep eder, cümlelerin özgür zin­
cirleme bağlantısını, cinslerin yok edilmesini talep eder:
gemeine Wesen. Bu ereklilik, tarih imleriyle, emekçi mü­
cadelelerinin uyandırabileceği coşkuyla imlenir: "Burjuva
toplumunun hiçbir sınıfı, kendinde ve kitlede bir coşku
unsuru doğurmaksızın bu rolü [ özgürleştirme rolünü ]
oynayamaz, bu coşkuda özgürleştirici sınıf genel olarak
toplumla kardeş olur ve birbirine karışır, toplumla öz­
deşleşir ve bu toplumun genel temsilcisi olarak tanınıp
kabul görür" (age: 1 0 1 - 1 02) . Bir kendiyi önceden var­
-

sayan netice mantığının (Hegel Notu) esiri olan Marx,


coşku duygusunu bir kendiden (ideal, özgürleşmiş bir
kendiden) gelen bir talep olarak anlar. Komünizm İdesi­
nin göndergesi, komünizmi buyuran özne (verici) olarak
kopyalanır. Müşterek varlık kendini istemektedir. Bu an­
cak spekülatif cinste dile getirilebilir.

365
Ayrışma

238. Tarihsel-politik gerçeklik içinde bu özneye "söz


vermek" gerekir. - Sözkonusu imler (no. 236) , acı, sınıf
nefreti ve öfkesi, coşku ve dayanışma, onun cümleleri değil
midir? Sadece bu imler mi? - Ama eğer bu imlerin evren­
sel bir değeri varsa, salondan geldikleri içindir (Kant Notu
4, § 5) , "pratik" değil, estetik bir değer taşırlar. Bu imler
beklenirler, herhangi bir zamanda gelirler, eylem değil de­
ğerlendirmedir onlar, sermayenin kurduğu zincirleme bağ­
lantının kalıcılığını ancak rastgele tehdit ederler, sermaye
fırtına geçince kendini reforme eder. Proletaryaya "söz
vermek" , onu bir tarihsel-politik gerçeklikle donatmak
olacaktır. Marx, Uluslararası Emekçiler Birliği'ni kurar.
Komün'ün uyandırdığı coşku imini, gerçek sınıfın politik
proj esini işaret ediyormuş ve gerçek bir partinin örgütlen­
mesini tasarlıyormuş gibi yorumlar. Bu ikinci bir yanılsa­
malı "geçiş" tir: birincisi (no. 237) dayanışma coşkusunun
iminden devrimci bir özne idealine, proletaryaya geçiş ya­
par; ikincisi bu idealden, gerçek işçi sınıfının gerçek politik
örgütlenmesine geçiş yapar.

239. Parti, proletaryanın gerçek olduğunun kanıtını


sunmalıdır ve nasıl ki aklın bir idealinin kanıtı sunulamaz­
sa, bunun da kanıtı sunulamaz. Parti, kanıt olarak ancak
kendi kendini sunabilir ve gerçekçi bir politika izleyebilir
(Makyavelci bir politika, gerçek müştereklerin [ commu­
nautes ] anlatılarına ve özel adlarına bağlı kalan politika) .
Söyleminin göndergesi doğrudan mevcut-kılınıp-sunula­
maz, gösterilebilir değildir. Ancak imlerle kendini gösterir.
Parti, diyalektik cinsin göndergesi (Kantçı anlamda) , öz­
gürleşmiş emekçi insanlık İdesinin ideal nesnesi (ve belki
de öznesi) olan proletaryayı, bilişsel "pozitif' cümlelerin

366
Ayrışma

göndergeleri olan gerçek işçi sınıflarıyla karıştırmak zo­


rundadır. Parti, göndergenin anlamı hakkında kavga eden
söylem cinsleri arasındaki ayrışmanın üzerini örtmek için
(bilimsel cinsin meselesi göndergenin kanıtlanabilir şekil­
de tanımlanmasıdır, "diyalektik" cinsinki ise, göndergeye
dair duyulur kanıtlar sunma kaygısı gütmeden, onun kav­
ramının tam olarak gelişmesidir) , tarihsel-politik gerçek­
liği ispatlama prosedürlerini kendi tekeline alır. Bu tekele
itiraz edenin karşısına ikilem tehdidini koyar (no. 4) . Bas­
tırılan ayrışma, işçi hareketinin içinde geri döner, özellikle
de örgütlenme (yani tekel) konusundaki tekrar eden ça­
tışmalar biçiminde. Ama merkeziyetçilik ve spontanecilik
arasındaki ayrışma bile burada bir kavga örtüsü altına sak­
lanmıştır (çünkü spontaneciliğin merkeziyetçilikten daha
az gerçekçi olmak gibi bir iddiası yoktur, daha çok gerçekçi
olma iddiası vardır) . Ve bu kavga daima merkeziyetçiliğin,
yani tekelin lehine sonuçlanır, çünkü kesin kararı veren
mahkeme, yetkisini ondan (Politik Büro'dan) alır. Ama bu
sonucun tek yaptığı , örgütlenmenin sınırlarında (dışarıda
ve içeride) ayrışmayı yeniden doğurmaktır.

240 . Cümle 1 : x (verici) , y'ye (alıcı) a göndergesini,


bunu (gösterilebilir) devreder. Cümle 2: y (verici) , x'e
(alıcı) b göndergesini, şunu (gösterilebilir) devreder.
Ekonomik cins: şunun devredilmesi, bunun devrini ip­
tal eder. Cümle 1 ve cümle 2, iki tarafı da "serbest bı­
rakmak" , bağlarından kurtarmak üzere (cinsin meselesi,
ereği) zincirleme bağlantı kurarlar. Bunun ve şunun ne
olduğu , anlamları, ancak bunu ve şunu doğru şekilde be­
timlemeye çalışan cümle için önemlidir (antropoloğun,
ekonomistin, sosyoloğun, psikanalistin cümlesi) . Ekono-

367
Ayrışma

mik cümlede anlam (ekonomistin cümlesi değildir bu) ,


mübadele edilen nesnelerin anlamı değildir, anlam mü­
badeledir. Cümle l 'de x hemen alacaklı durumuna, y de
borçlu durumuna yerleştirilir. Cümle 2 bu durumları ip­
tal eder ve ekonomik cinste cümle 1 'in çağırdığı cümle
odur. 2'nin 1 ile zincirleme bağlantı kurması, mübadele­
nin kendisini oluşturur. 2 yoksa 1 de meydana gelmez .
Bu yüzden t+ l zamanı (2'nin vuku bulması) , t zamanının
( l 'in vuku bulmasının) koşuludur. Didaktik bir cümle ,
kendisine uyulmasını, yani başka bir cümleyi "bekler"
ama bu , birincinin koşulu değildir. Bir buyruk cümlesi
gerçekleştirilmeyi bekler ama bu onun koşulu değildir.
Vs. Ekonomik devretme cümlesi, ödeme cümlesini (kar­
şı-devir) beklemez , onu önceden varsayar.

24 1 . Ekonomik cinsi yöneten kurallar, göndergelerin


paritesi ve vericiler ile alıcıların birbiriyle yer değiştirebil­
mesidir. Bir turun sonunda mübadelelerin toplamı sıfırdır
(cümle 1 + cümle 2) . Eğer değilse , borçlar bitene kadar po­
zitif veya negatif hesap bir sonraki turda x'in veya y'nin he­
sabına aktarılır. Borçlar bittiğinde başka bir el başlayabilir
ama bu zorunlu değildir. Eğer cümlelerin değil de "ellerin"
zincirleme bağlantısı olarak ekonomik cins zorunlu olsay­
dı, yeni bir elin başlaması da zorunlu olurdu . Peki ama
bir cinsin zorunlu olduğu nasıl kanıtlanabilir? Toplumsal
bağa başvurulur, vs. ; Robinsonculuğa girişilir. Tüm bunlar
boş yere antropomorfiktir.

242. y'nin x'e olan borcunun, ondan aldığı a karşılı­


ğında ona b verdiği zaman bittiğini nereden biliyoruz? a
ve b ne zaman aynı değerdeler? Birinci hipotez: x b'ye,

368
Ayrışma

y'nin a'ya biçtiği değeri biçtiği zaman. Kullanım değeri ,


ihtiyaç, marjinal yarar, sembolik değer, vs. Ama bu ant­
ropolojik hipotez , pariteler üzerine bir tartışma olduğunu
ve bir değerler ölçeğine göre anlaşmaya varıldığını varsa­
yar, burada aynı soruyla yeniden karşılaşırız : y, kendisi­
nin a'ya değer biçtiği gibi x'in b'ye değer biçtiğini nereden
bilebilir? Bu şekilde sorulan soru , bireydiller (ihtiyaçlar,
arzular, kullanımlar, vs. ) arasındaki iletişimsizlik soru­
sudur (no . 56) . Fiyata (para miktarı olarak değer biçme­
ye) başvurmak, bu soruyu çözmez . Fiyatların değerlerle
ilişkisi, termometrik derecelerin ısılarla ilişkisi gibidir.
Marx'ın verdiği yanıta göre müşterek ölçü , a'ya ve b'ye ka­
tılan ortalama toplumsal emek zamanıdır. Bu durumda a
ve b'nin "üretilmiş" olduğunu varsaymak gerekir. Marx'ın
kabul ettiği gibi (Grundrisse) Aristoteles metafiziğinden
ödünç alınmış ve bir insan öznesinin hesabına geçirilmiş
bir üretim (energeia) metafiziği ve onu tamamlayan üret­
me yetisi (dunamis , emek gücü) metafiziği. Buna karşılık
yalnızca zamanın göz önünde bulundurulması tutarlıdır,
çünkü zaman, ekonomik cümlenin oluşumuna dahildir,
bu cümle, kendisini iptal edecek olan sonraki bir cüm­
lenin ortaya çıkışına tabi olmayı gerektirir (no. 240) .
(Sözkonusu olan aritmetik bir zamandır, Kant'ın, sayıla­
rın doğal dizisinin oluşumuna şema olarak dahil olduğu­
nu söylediği zamandır, hatta daha iyisi, cebir zamanıdır,
Wittgenstein'daki Ve bu böyle devam eder'dir (no . 95) . He­
sabı tutulan zaman. )

243 . Emek, kendinde, mübadeleye, ekonomik cinse ait


değildir. Söylem cinslerinin belli bir şekilde düzenlenme­
sidir emek. Bir gönderenin (doğası ne olursa olsun, insan,

369
Ayrışma

tanrı, hayvan) , şu veya bu nesneyi istediği varsayılır: üre­


tim cinsi için zorunlu cümlelerden biri olan hayal gücü­
nün idesi. Diğeri, nesnelerin aranması ve gereken modele
göre dönüştürülmesidir. Nesneler malzeme olarak alınır,
yani kendi verili erekleri yok sayılarak başka bir ereğe ,
modelin ereğine yönlendirilirler. Bu cümle "metaforik­
tir" , göndergeyi bir yönden diğerine aktarır. Ama meta­
for, neticenin gösterilebilir kalması koşuluna bağlıdır: en
baştaki vericinin istediği nesne budur. Teknikler, dönüş­
türme cümlelerini kendi meseleleri bakımından iyileşti­
rirler, kültürler ( ? ) ve deha ( ? ) da hayal gücü cümlelerini
kendi meseleleri bakımından. Hayal gücü cümlelerinin
neticesi, eğer gösterilebilir ise, bir mübadelenin gönder­
gesi (patent) olabilir.

244. Eğer ekonomik cinsin mübadele kurallarına uydu­


ğu doğruysa, bir metanın üretilme zamanı ekonomik za­
man değildir. Üretim zaman alır ve bu zaman mübadeleden
düşülür. Üretim boyunca zaman birikir, ürünler mübade­
leye sunulana kadar zaman onlarda stoklanır. Bir hizmet
satıcısının niteliklerine değer biçerken, öğrenme zamanı
ölçülür. Bir metanın fiyatı belirlenirken de aynı şekilde.
Metanın basitçe stokta kalması, onun bedelini artırır. Bir
ulusal ekonomi için de aynı şekilde: onun kalkınması, te­
mel donanımlarda ve üretim araçlarında biriken zamanla
(yatırılmış sabit sermaye) orantılıdır. Emek, enerji değil,
zaman harcanmasıdır. Hazza göre geç kalmaz (ekonomik
cinste haz, özsel olmayandır, tamamen mübadeleye tabi
olan iki " taraf' arasında nesnelerin yok edilmesidir) . Hazzı
geciktiren, mübadeledir. Ama üretim, mübadeleye göre geç
kalır. Üretmek çok zaman alır, yakalanması gereken çok

370
Ayrışma

gecikme, iptal edilmesi gereken çok stoklanmış (kaybedil­


miş) zaman, gerçekleştirilmesi gereken çok değer vardır.

245 . Bir tarafta hayal gücü cümleleri, diğer tarafta tek­


nik uygulama cümleleri ve son olarak ekonomik cinsin
kurallarına uyan cümleler arasında heterojenlik vardır.
Sermaye, ilk iki rej imi üçüncüye tabi kılar. İcat etmek ve
uygulamak, kendi meseleleriyle birlikte, cümle 1 -cümle 2
düzenlenişi bakımından zaman kaybı gibi görünür. Ritim­
lerin hızlanması ve genel olarak müşterek toplulukların za­
man çizelgelerinin dolup taşıyor olması, ekonomik cinsin,
mübadele kuralına bağlı olmayan cümlelere uzanmasının
neticesidir: aktüel cümle l'in, devri iptal edecek ve mü­
badelecileri "serbest bırakacak" bir cümle 2'ye tabi kılın­
ması. Tüm borçların (sevgi borcu , eser borcu , hatta yaşam
borcu) bitirilebileceği söylenir. Örneğin x, öldüğü zaman,
dahil olduğu devirlerin iptalinden önce, tamamlanmamış
mübadele döngüleri bırakacaktır. Onun yaşamını sigorta­
layan bir şirket, borç ödeme kapasitesini devam ettirmiş
olur. Yaşamını tanrılara veya yakınlarına değil, sigorta şir­
ketine, yani mübadeleye borçludur.

246. Para, mübadelelerin göndergelerinin (a, b, metalar)


genel eşdeğeri değildir. Onlar gibi dolaşımdan çekilemez (tü­
ketilemez) . Ve nominal değeri17, "üretimine" katılan zaman­
dan bağımsızdır ( 1 dolarlık banknot ile 20 dolarlık banknot

1 7 Fr. valeur faciale; İng. face value. Bir kıymetin üzerinde yazan
değerdir. Örneğin, Hazine Müsteşarlığı tarafından çıkarılan her
bir devlet iç borçlanma senedinin (DİBS) nominal değeri, üze­
rinde fiilen yazan değer olan 1 00 TL'dir. Benzer şekilde 200 TL
banknotun nominal değeri üzerinde yazan değer olan 200'dür.
Kaynak: TCMB Terimler Sözlüğü. -çn

371
Ayrışma

için bu zaman aynıdır) . Ama para, metalara katılan ve onlar


mübadele edilmediği sürece onları üretirken kaybedilmiş
olan zamanın aşağı yukarı eşdeğeri olmalıdır. Karşı-devirde
veya satın almada (cümle 2) , para her tür b'nin yerine ge­
çebilir. a'nın üretimi sırasında x'in kaybettiği zamanı öder.
Nesnelerden alınan hazzın veya onların mülkiyetinin özsel
olmadığını, mübadelenin bir zaman alışverişi [negoce] oldu­
ğunu apaçık ortaya koyar. Bir para birimi simgesi, doğası ne
olursa olsun, birikmiş "soyut" zamandır. Gösterilebilir (hic
et nunc) metaların "aktüel" mübadelesinden kopmuş olarak,
simgesi olduğu zaman paketini bu mübadelelerin herhangi
bir zamanına aktarabilir.

24 7. Diğer mübadelecilerden ne kadar fazla geçmiş


zamana [ de temps passe] sahipsek o oranda servet sahibi­
yizdir. Bu zamanı mübadelede yeniden dolaşıma soktu­
ğumuz oranda sermaye sahibiyizdir. Mübadele zamanına,
yani t anındaki cümle l 'i t+ l anındaki cümle 2'den ayıran
zamana zaman katmak, yalnızca kendileri de daha faz­
la zaman içeren metaları satın alabilmek değildir, iki an
arasındaki aralığı uzatabilmektir de. - "Kendi" zamanları
(hic et nunc) dışında satacak hiçbir şeyi olmayanlar ve el
altında birikmiş zamanları bulunduğundan, zaman dev­
redebilecek olanlar vardır. Bir de, ikisinin arasında, biraz
birikmişi olan ama yeterince olmayanlar . . .

248. Para, avans olarak zaman verebilir, çünkü stoklan­


mış zamandır. Tüketim kredisi (alıcıya yönelik olan) , haz
zamanını öne çekmeye izin verir, dolaşım kredisi (tüccara
yönelik olan) ödeme zamanını (tedarikçilerin ödemesini)
öne çekmeye, yatırım kredisi (girişimciye yönelik olan)

372
Ayrışma

üretim zamanım öne çekmeye, kredi kredisi (bankacıya


yönelik olan) ise borçlunun borcunun biteceği zamanı öne
çekmeye izin verir. Ödünç veren zaman verir, borçlunun
işlemi gerçekleştirmesi için gereken vadeyi onun için or­
tadan kaldırır. Bu durumda paranın, yani zamanın kendisi
"sanki metaymış gibi" ele alınır. Mübadele kuralı altında
paranın devri, her zaman olduğu gibi, bir karşı-devri önce­
den varsayar. Burada alacaklının devrettiği şey bir zaman
avansıdır, karşı-devir, yani avansın geri ödemesi, hipotez
gereği birçok mübadele döngüsü boyunca ertelenir (kısa,
orta, uzun vade) . Yoksa avans olmazdı. Öte yandan, pa­
ranın böyle kredi biçiminde durdurulduğu mübadelelerin
zamanı, tıpkı üretimde durdurulduğu zamanki gibi, fiili
(hic et nunc) mübadelelere göre kayıp zamandır. Bu kayıp
zamanın da kredi bitene kadar yakalanması ve iptal edil­
mesi gerekir. Faiz bu gecikmeyi, ödünç verenin kaybettiği
zamanı öder.

249. Eğer mübadele için emek, kaybedilen zaman olarak


görünüyorsa, onu mümkün olduğunca azaltmak gerekir.
Marx anlamında sömürü (ekonomik cins için tek anlamlı
değer olan göreli artı-değerin elde edilmesi) , bu azalma­
ya ulaşmanın yollarından biridir. Başka yollar da vardır.
Ama bu cinsin ideali bellidir: kayıp zamanı hemen yakala­
mak, örneğin krediyle kayıp zamanı öne çekmek. Ödünç
verilen paranın faizini hemen ödetmek, sanki vade dolana
kadar yapılacak döngüler çoktan geçmiş gibi. Örneğin şir­
ket kendi kendini finanse ettiğinde de böyle olur: metanın
satışından beklenen karın ederi, onun satışa çıkma fiyatına
katılır. Bu eder bir sonraki mübadele döngüsünde, bir ön­
ceki henüz tamamlanmadan, indirime uğrayabilir. Demek

3 73
Ayrışma

ki cümle 1 ile cümle 2 arasındaki en küçük aralık hedefle­


nir ama a'ya sanki bu aralık büyükmüş gibi ödeme yaptı­
rılır, sanki a'nın ödemesi için avans verilmesi gereken bir
ölü zaman olmuş gibi ve sanki y'nin yalnızca a'ya katılmış
zamanın değil, bu kredide kaybolan zamanın da ödemesini
alması gerekiyormuş gibi.

250. Emek, mübadele kuralına iki kere tabidir. Kapita­


list sistemde çalışma koşullarının hepsi, ekonomik cinsin
hegemonyasının neticesidir ve burada sözkonusu olan, za­
man kazanmaktır. Emek ise kendiliğinden bu meseleden
habersizdir (no. 243 , 244) . Çalışmak ve zaman kazanmak
arasında çözülemez bir ayrışma vardır. Sözkonusu çalışma
koşullarına eşlik eden duygular (üzüntü, öfke, nefret, ya­
bancılaşma, tatminsizlik, aşağılanma) bu ayrışmadan do­
ğar ve ona işaret ederler. - Emeğin mübadeleye tabi olma­
sının bir adı da maaşlı çalışmadır. Ekonomik cins bunu ,
bir satıcı ile bir "hizmet" alıcısı arasındaki bir sözleşme
gibi sunar. Ama "gerçek" zamandan kaynaklanan bir fark
vardır ( Gönderge Bölümü) . Bir an şimdi varsa ve zaman
adları (gün, saat, dakika) içinde adlandırılabilirse ona ger­
çek denir. Meta/para mübadelesinde yalnızca mübadele anı
gerçektir: nesneler -ki bunlar soyut zamandır- şimdi, şu
günde, şu saatte mübadele edilirler. " Çalışma sözleşmesin­
de" , mübadele edilen nesne olduğu kabul edilen "hizmet" ,
yalnızca soyut zaman (maaşlı çalışanın nitelik kazanmak­
la geçirdiği zaman, niteliklerinin gelecekte korunacağı
zaman) olarak değil, gerçek zaman olarak da tanımlanır.
Maaşlı çalışan burada (işinin başında) ve şimdi (yılın şu
kadar haftası, haftanın şu kadar günü , şu saatler arasındaki
tüm anlarda) olacaktır. Mübadelecilerden biri satarak di-

3 74
Ayrışma

ğeri satın alarak zaman kazanmayı umabilir, çünkü "ger­


çek" kronoloji üzerinde hareket eden, doğru momentte
mübadele edilebilecek soyut zamanı mübadele ederler.
Ama maaşlı çalışan, gerçek zamanı devrederek, patronun
cümlesindeki deiktiklere (Evet, şu an burada) ve takvime
(Evet, saat sekizde geldi) çakılı kalır. Gerçek zamanın yeri
değiştirilemez. Maaşlı çalışanın para kazanmak için harca­
dığı gerçek zamandan daha fazla soyut zaman (para olarak)
kazandığı varsayılsa bile (bu mümkün müdür?) , birikmiş
zamanı harcayacak (gerçek) zamanının olması pek olası
görünmez. Bu sorun, Tristram Shandy'deki veya L'Emploi
du temps'daki anlatma sorununa benzer: anlatmanın, anla­
tıcının (hikayenin kahramanı olarak) yaşamım anlatmakla
geçirdiği zaman, bu yaşamın gerçekten aldığı zamandan
fazladır. Eserde stoklanmış zamanın herkes için kayıp ol­
madığını umabiliriz yalnızca.

25 1 . Sermayeyle birlikte, mübadele için zaman olmaz.


Mübadele, zaman mübadelesidir, mümkün en az zaman­
da ("gerçek" zaman) mümkün en çok zamanın mübadele
edilmesidir ("soyut" veya kayıp zaman) . Her şey mübadele
edilebilir, yeter ki göndergenin içerdiği zamanın ve mü­
badelede gerektirdiği zamanın hesabı tutulabilsin. İletişim
teorisi, genel olarak cümleler için Boole cebirinde hesapla­
nabilen bir birim belirler: enformasyon biti. Cümleler, bu
koşula bağlı olarak meta olabilirler. Cümle rejimlerinin he­
terojenliği ve söylem cinsleri (meseleler) böylece evrensel
bir lisan bulur: ekonomik cins; evrensel bir kriter bulur:
başarı, zaman kazanmış olmak; evrensel bir yargıç bulur:
en kuvvetli, yani kredisi en yüksek, en fazla zaman vere­
bilen, dolayısıyla zaman kazanabilen para birimi. Üretimi

375
Ayrışma

kısa devreyle safdışı bırakan kambiyolarla ilgili spekülas­


yon, en hızlı olduğu anlaşılan zaman biriktirme yöntemi­
dir: zayıf parayı Cuma günü satın alır, Salı günü güçlendi­
ğinde veya devalüasyondan kaçabildiğinde satarız.

252. Kapitalizm mahkemesi, cümle rejimleri veya söy­


lem cinsleri arasındaki ayrışmaların göz ardı edilebilir ol­
duğuna hükmeder. Bir cümleden diğerine kurulan zorunlu
zincirleme bağlantı kipiyle ekonomik cins (no. 240-24 1 )
olayın ortaya çıkışını, olayı, harikuladeliği, bir duygu müş­
terekliği beklentisini bertaraf eder. Meseleler arasındaki
müşterek ölçüsüzlüğü ve onun bir cümleden diğerine aç­
tığı boşluğu göz önüne almaktan "bıkmazdık" Sermayeyle
birlikte zaman, doludizgin haline ulaşır. Ama daima kaza­
nılan zaman lehine verilen hüküm kavgaları bitirse bile,
tam da bu yüzden ayrışmaları azdırabilir.

253. Ekonomik cinsin diğerleri üzerindeki hegemonya­


sı, özgürleştirici bir tarih felsefesi kisvesine de bürünebilir
pekala. Daha çok zenginlik, daha çok güvenlik, daha çok
macera, vs. Ne olmalıyız ? diye soran politik etiğin kanonik
cümlesine yanıtınız işte bunlardır (no. 2 1 0; Kant Notu 4, §
2) . Ama bu etik soru, ekonomik cinste sorulmamıştır. Bu
cinste kazanmak (meselenin ele geçirilmesi) , yükümlülü­
ğü dinlemiş ve kabul etmiş olmakla değil, zaman kazanmış
ve daha da kazanabilir olmakla olur. Bu yüzden sermaye­
nin ekonomik cinsi, hiç de söylem cinslerinin heteroj en­
liğini kabul eden müzakereye dayalı politik düzenlenişi
gerektirmez. Daha ziyade tam tersidir: onun ortadan kaldı­
rılmasını gerektirir. Tartışmaya dayalı politik düzenlenişi,
ancak toplumsal bağ (henüz) tam olarak yalnızca ekono-

376
Ayrışma

mik cümlenin (devir ve karşı-devir) içinde eriyip gitme­


diyse hoşgörür. Eğer bu bir gün gerçekleşirse, politika ku­
rumu gereksiz olacaktır, tıpkı çoktan gereksizleşmiş ulusal
anlatılar ve gelenekler gibi. Oysa cinslerin çokluğunun ve
her birinin ereğinin kendini ifade edebileceği müzakereye
dayalı düzenleme olmadan, "kendi" ereklerinin efendisi
olmak yerine (metafizik yanılsama) bilinen ve bilinmeyen
çeşitli söylem cinslerinin getirdiği heterojen ereklere du­
yarlı ve mümkün olduğunca onları izleme yetisine sahip
bir insanlık İdesi nasıl ayakta kalabilir? Ve bu İde olmadan,
insanlığın evrensel tarihi nasıl mümkün olabilir?

254. Mübadelede, borcu iptal etmek gerekir, hemen.


Anlatıda borcu kabul etmek, onurlandırmak, ertelemek ge­
rekir. Müzakerede onu sorgulamak, dolayısıyla yine ertele­
mek gerekir. (Ve ayrışma müzakerede, hatta anlatıda veya
anlatının çevresinde böyle gün yüzüne çıkar) . Anlatılarak
örülmüş müşterekler, sermaye tarafından yok edilmelidir:
"geri kalmış zihniyetler" Ve diğer ("gelişmiş") topluluk­
ların müzakere kurumlan aracılığıyla sorduğu sorular kı­
saltılıp ("gevezelik" , "toplantı etkisi" , parlemantarizm kar­
şıtlığı) , mübadelenin kanonik sorusuna indirgenmelidir:
x'in ( "biz" , Fransa, Avrupa, metro kondüktörleri, vs. ) b'yi
elde etmek için y'ye ( "onlar" , Almanya, Amerika Birleşik
Devletleri, ilgili bakanlık, vs. ) devretmesi gereken a nedir?
Üstü kapalı olarak: "biz" geri dönüşsüz şekilde borçlanma­
dan, teşekkür etmemiz gerekmeden, bir sonraki ele başı­
mız dik devam edebilmek için ne vermeliyiz, vs. Ayrışma,
Ve? (no. 1 00) , bir cümlenin diğeriyle zincirleme bağlantısı­
nı askıya alan ve tehdit eden yokluk, bu şekilde, alışverişle
doldurulabilir mi? Devir ve karşı-devirler arasındaki pari-

377
Ayrışma

te kuralının içerdiği Geri gel, sadece pazarlığı edilebilenin


geleceği şekilde Başa geliyor m u ? 'yu (no. 1 3 1 , 1 32) etkisiz
hale getirebilir mi?

255 . Kapitalizm bir evrensel tarih oluşturmaz, global


piyasa oluşturmaya çalışır (bir yandan da bunu erteler,
çünkü ulusal müşterekler arasındaki açıklıklara da ihtiyacı
vardır) . Evrensel tarih diye bir şey varsa eğer, tarih imleriy­
le işaret verir. Bunlar ilke olarak evrenselce paylaşılabilir
duygular olurdu , çıkarsız ve "zorlu " , olaylar sayesinde ka­
musal olarak kendini açık edecek duygular (Kant Notu 4) .
Kant tarih imi olarak, Fransız Devrimi'nin uyandırdığı coş­
kudan bahseder. Artık tarihimizin parçası olan başka adlar
da vardır. Şu soru sorulabilir: içerikleriyle olmasa bile en
azından hatırlatmış olduğumuz formel özellikleri bakımın­
dan özdeş duygular, bu adlara veya bu adlardan bazılarına
bağlanmakta mıdır? (Ama daha önce şu sorulabilir: acaba
"biz" bugün hala tarih imi kavramına güvenebilir miyiz?) .

256. Burke'ü takiben Kant, coşkudan başka yüce duy­


guları da kabul eder. Elbette saygı ve hayranlık, ama bun­
ların dışında üzüntü de, der Kummer, eğer temeli ahlaki
idelerdeyse, "zorlu hislerden" biridir (KUK: 1 1 2) . İde
ölçüsündeki bir şeyi asla gerçeklikte mevcut-kılıp-suna­
mayacak olmanın ümitsizliği, üzüntü durumunda, bunu
yapmaya çağrılmanın neşesinin önüne geçer. Heterojen
söylem cinslerini ayıran uçurum karşısında, ikisi arasında
mümkün bir geçişin işaret edilmesine heyecanlanmaktan
çok bunalıma gireriz. - Zorlu bir melankoli içindeki insan­
lık, insanlığın "daha iyiye doğru ilerlemekte" olduğunun
kanıtını sunmaya yetecek midir öyleyse?

3 78
Ayrışma

257. XIX. ve XX. yüzyıllara ilham vermiş " tarih felsefe­


leri" , heteroj enlik veya olay uçurumunun üzerindeki ge­
çişleri güvenceye alma iddiasındadır. "Bizim tarihimize"
ait adlar, bu iddiaya karşı örnekler sunar. - Gerçek olan
herşey akla uygundur, akla uygun olan herşey gerçektir:
"Auschwitz" , spekülatif doktrini çürütür. En azından bu
suç , gerçek olan bu suç (Ayrışma ve Gönderge Bölüm­
leri) , akla uygun değildir. - Proleter olan herşey komü­
nisttir, komünist olan herşey proleterdir: "Berlin 1 95 3 ,
Budapeşte 1 9 5 6 , Çekoslovakya 1 968 , Polonya 1 980" (ge­
çiyorum) , tarihsel maddeci doktrini çürütür: emekçiler
Parti'ye karşı ayaklanırlar. - Demokratik olan herşey halk
tarafından ve halk içindir, halk tarafından ve halk için
olan herşey demokratiktir: "Mayıs 1 968" , parlementer li­
beralizm doktrinini çürütür. Toplumsalın gündelik hali,
temsil kurumunu başarısızlığa uğratır. - Arz ve talebin
özgür oyunu olan herşey genel zenginleşme için yarar­
lıdır, genel zenginleşme için yararlı olan herşey özgür
arz-talep oyununa aittir: " 1 9 1 1 , 1929 krizleri" , ekonomik
liberalizm doktrinini çürütür. " 1 974- 1 9 79 krizi" ise bu
doktrine getirilen Keynesçi düzenlemeyi çürütür. Büyük
doktrin sentezlerinin vaat ettiği geçişler, kanlı çıkmazlar­
la sonlanır. XX. yüzyılın sonundaki izleyicilerin üzüntü­
sü , buradan gelir.

258. Olumsuz bir duygu olan ama yüceye dokunabi­


len ve idelerle gerçeklerin heterojenliğini ortaya koyabilen
üzüntüden daha kötüsü , hayalkırıklığı duygusudur (kin? ) .
Reformizm, ekonomik cinsin (kapitalizmin) meselesini
kabul ederken bir yandan da mübadelenin neticesini daha
eşitlikçi biçimde yeniden dağıtmakla böbürlenir. Kazanı!-

3 79
Ayrışma

mış zaman ister ama herkes için. Çok zamanı olanlar, az


zamanı olanlara karşılıksız olarak zaman devretsin. Oysa,
birincisi, cinse göre bu proje tutarsızdır: ya bu cins müba­
dele cinsidir (no. 24 1 ) ve her tür devir önceden bir karşılık
varsayar ya da cins, mübadele cinsi değildir ve ekonomik
cinsin diğerleri üstündeki hegemonyası devrilmiş olur. Do­
layısıyla bankacı, herhangi bir şantaja başvurmadan, kendi
cinsinin meselesine uygun olarak, çekingen reform dene­
mesini çürütür: eğer sana avans (kredi) verirsem, onu bana
(faiziyle) geri vermelisin; eğer geri vermezsen, sana avans
vermem, harcama yaparım ( "benim" kazanılmış zamanla­
rımı tüketirim; ekonomik cinsin düşkünlüğü, ortaya çık­
mak için fazla beklemez) . İkinci olarak, reform projesine
etik açıdan itiraz edilebilir: ilke olarak toplumsal müşte­
rek, ekonomik cinsin bir duruma yerleştirdiği taraflar kü­
mesiyle karıştırılamaz; toplumsal müştereğe erek olarak
mutluluğu , yani kazanılmış zamana eşit olarak sahip olma­
yı atfetmek, bunların ikisini birbirine karıştırmaktır, yü­
kümlülüğün sen'ini hazzın ben'i durumuna yerleştirmektir
(Yükümlülük Bölümü) . - ilke olarak reformizm, kimseyi
memnun edemez. Ama nasıl ki reformizmin doğuşunu
çevreleyen ümit zorlu bir duygu değilse, çöküşüne bağlı
hayalkırıklığı da bir yüce duygu değildir. Somurtarak mü­
badeleye geri dönülür.

259. Eğer insanlık daha iyiye doğru ilerliyorsa bu, "herşey


daha iyi olduğu" için ve gerçekliği ispatlama prosedürleriy­
le bu iyiliğin gerçekliği ortaya konabildiği için değil, insanlar
son derece kültürlü, mevcut-kılınıp-sunulması imkansız olan
İdeyi son derece incelikle duyma yetisine sahip hale gelmiş
oldukları, bu İdeye göre görünürde tamamen ilgisiz olgular

380
Ayrışma

sayesinde onun gerilimini hissettikleri ve yalnızca hassasi­


yetleriyle ilerlemenin kanıtını zaten sundukları içindir. De­
mek ki ilerleme, genel olarak "herşeyin daha kötüye gittiği"
duygusuyla uyumlu olabilir. Gözlemlenebilir tarihsel-politik
gerçeklik ile İdeler arasındaki açıklığın artması, sadece İdeler
aleyhine değil, ideler lehine de tanıklık edebilir.

260. Peki ama insanların halihazırda olduklarından


daha kültürlü hale geleceklerinin ne güvencesi vardır?
Eğer kültür (en azından tinin kültürü) emek istiyorsa ve
dolayısıyla zaman alıyorsa, ve eğer ekonomik cins kendi
meselesini, zaman kazanmayı, cümle rejimlerinin ve söy­
lem cinslerinin çoğuna dayatıyorsa, zaman tüketen kül­
türün ortadan kaldırılması gerekir. Bu yüzden insanlar,
gerçeklerin İdelerle müşterek ölçüsünün olmayışı kar­
şısında üzüntü bile hissetmeyeceklerdir artık, çünkü İde
yetilerini kaybedeceklerdir. Mübadele stratejilerinde, ama
sadece orada, git gide uzmanlaşacaklardır. Kültür sözcüğü,
belli bir vakada mevcut-kılınıp-sunulamayanı mevcut-kı­
lıp-sunmayı başarmak için verilmesi gereken emek yerine,
enformasyonların dolaşıma sokulmasını imlemeye başladı
çoktan.

26 1 . Ve insanlık tarihi içinde (no. 255) , tabii eğer eko­


nomik cins onu yok etmediyse, Doğa adı altında bir Ön­
görü'nün/İnayet'in [ Providence] imlemeye, imler vermeye,
kılavuzluk etmeye devam ettiğini varsaymak hala nasıl
mümkündür? Öngörü , erekliliktir ve ereklilik, tamam­
lanmanın ertelenmesidir, bekleyiştir, meraktır [ suspens ] .
Eğer, mübadelenin hegemonyası sürerse, hangi ereklilik
ayakta kalabilir ki? Mübadelede ödeme zamanını kısalt-

381
Ayrışma

mak gerekir, kendinden başka kimseden hiçbir şey, hiçbir


im beklenemeyeceği kendiliğinden açıktır.

262. Sermayenin hegemonyasının önünü kesmek için,


kendi adlan ve anlatılan etrafında birbirlerine sıkı sıkıya
sanlmış müşterek topluluklann direncine güvenilmektedir.
Bu bir hatadır. Öncelikle bu direnç, bu hegemonyaya karşı
çıktığı kadar onu sürdürür de (no. 255) . Dahası, bu direnç
kozmopolitik tarih İdesini uzaklaştınr ve her ne kadar halk­
lann yok olma karşısındaki direncini vücuda getirse de, ye­
niden gelenek yoluyla, hatta mit yoluyla yasallaştırmaya dö­
nülmesi endişesini doğurur. Bağımsızlık için verilen gururlu
mücadeleler, tutucu genç devletlere yol açar.

263 . Ekonomik cinsin hegemonyasının önündeki tek


aşılamaz engel, cümle rejimlerinin ve söylem cinslerinin
heterojenliğidir, "dil" veya "varlık" değil, ortaya çıkan
olayların [ occurrences ] olmasıdır. Engelin dayanağı, insan­
ların şu veya bu yöndeki "istençleri" değil, ayrışmadır. Ay­
rışma, sözde kavgaların çözümünden bile yeniden doğar.
İnsanlara, cümleye dökülecek bir şeyler olduğunu hisset­
mediklerinde bile , bilinmeyen cümle evrenlerinde belli du­
rumlara yerleşmeyi emreder (Çünkü bu bir zorunluluktur,
yükümlülük değil) . Başa geliyor mu ?, her tür zaman kazan­
ma istenci karşısında yenilmezdir.

264. Ama olayın ortaya çıkışı bir tarih oluşturmaz? - Ola­


yın ortaya çıkışı im değildir, doğru. Ama kıyaslanamazlığı da
dahil olmak üzere yargılanabilir. Onunla politik "program"
yapılmaz. Ama onun lehine tanıklık edilebilir. - Peki ya kimse
bu tanıklığı duymazsa, vs. (no. 1 ve dev.)? - Başa geliyor mu?
hakkında önyargıda bulunuyorsunuz.

382
A L I N T I LANAN E SE R L E R*

Theodor W. Adorno 1 966, [Negatif Diyalektik] Dialectique negative (Fr.


çev. College de philosophie), Paris, 1978.
Andre-Marcel d'Ans 1 978, Le dit des Vrais Hommes, Paris.
Kari Otto Apel 1 98 1 , "La question d'une fondation ultime de la raison':
Critique 4 1 3 .
Aristote, [ Yorum Üzerine] "De l'interpretation': içinde: Organon 1 - 1 1 (Fr.
çev. Tricot), Paris, 1 946.
- [Metafizik] La Metaphysique (Fr. çev. Tricot), 2 c., Paris, 1 964.
- [Fizik] La Physique ( Fr. çev. Carteron), Paris, 1 973.
- [Sofistik Çürütmeler] "Les Refutations sophistiques" içinde: Or-
ganon VI (Fr. çev. Tricot), Paris, 1969.
- [Retorik] La Rhetorique (Fr. çev. Dufour), 3 c., Paris, 1 960.
- [ Topikler] "Les Topiques" içinde: Organon V ( Fr. çev. Tricot), Pa-
ris, 1 974.
Pierre Aubenque 1 966, Le Probleme de letre chez Aristote, Paris.
Erich Auerbach 1 946, [Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekliğin Tasviri]
Mimesis. La representation de la realite dans la litterature occidentale
(Fr. çev. Heim}, Paris, 1 968.
Renford Bambrough 1 96 1 , "Universals and Family Resemblances':
içinde: (yay. Pitcher) Wittgenstein. 1he Philosophical Investigations,
New York, 1 966.
Robert Blanche 1 955, I.:Axiomatique, Paris.

*
Bu eserler frankofon okurun kolayca erişebileceği biçimde liste­
lendi ama çeviriler gözden geçirildi ve bazen değiştirildi.

383
Bernard Bourgeois 1 970, Hegel a Francfort, ou /udaisme. Christianisme.
Hegelianisme, Paris.
Jacques Bouveresse 1 980, "Frege, Wittgenstein, Dummett et la nouvelle
'querelle du realisme' : Critique 399-400.
·

Martin Buber 1 93 8 , [Ben ve Sen] /e et Tu, Paris.


- 1 958, Gog et Magog (Fr. çev. Loewenson-Lavi), Paris.
M. F. Burnyeat 1 976, "Protagoras and Self Refutation in Later Greek
Philosophy': The Philosophical Review LXXXV, 1.
F. D. Caizzi 1 964, Antistene, Urbino.
- 1 966, Antisthenis Fragmenta, Milan.
A. Capizzi 1 955, Protagora, Le Testimonianze e iframmenti, Florence.
François Chatelet 198 1 , I.:Etat savant, daktilo, Paris.
Pierre Clastres 1 977, [Şiddetin Arkeolojisi] ''Archeologie de la violence':
Libre 1 .
Jacques Derrida 1 968-a, "Le puits et l a pyramide. Introduction a l a se­
miologie de Hegel", içinde: Marges - de la philosophie, Paris, 1 972.
- 1 968-b, "Ousia et gramme. Note sur une note de Sein und Zeit':
içinde: Marges - de la philosophie, Paris, 1 972.
Descartes 1 64 1 , Meditations touchant la philosophie premiere, içinde:
(yay. Bridoux) CEuvres et lettres, Paris, 1 952 [Meditasyonlar] .
J. -P. Descles ve Z. Gventcheva Descles 1 977, "Metalangue, metalanga­
ge, metalinguistique': içinde: Documents de travail 60-6 1 , Urbino.
Vincent Descombes 1977, L'Inconscient malgre lui, Paris.
- 1 98 1 -a, "La philosophie comme science rigoureusement descrip­
tive': Critique 407.
- 1981 -b, "La guerre prochaine': Critique 4 1 1 -4 1 2 .
Edouard des Places 1 970, Lexique platonicien, 2 c . , Paris.
Marcel Detienne 1 963, La notion de Daiirıôn dans le pythagorisme an­
cien, Paris.
- 1 967, [Arkaik Yunanaa Hakikatin Efendileri] Les Maitres de verite
dans la Grece archaique, Paris.

384
Hermann Diels ve Walther Kranz 1 952 (DK), Die Fragmente der Vor­
sokratiker, c. 1 ve il, Berlin.
Oswald Ducrot 1 977, "Presupposes et sous-entendus� içinde: Strategies
discursives, Lyon.
Eschyle, "Agaınemnon': içinde: Tragedies il (Fr. çev. Mazon), Paris, 1 972.
Paolo Fabbri 1 980, Conversations privees.
- ve Marina Sbisa 1 980, "Models (?) for a pragmatic analysis': /our­
nal of Pragmatics 4.
Pascal Engel 1 98 1 , "Davidson en perspective': Critique 409-4 1 0.
Emil Fackenheim 1 970, La presence de Dieu dans l'histoire. Affirmations
juives et reflexions philosophiques apres Auschwitz (Fr. çev. Delmotte
ve Dupuy), Paris, 1 980.
Paul Feyerabend 1 975, [ Yönteme Karşı] Against Method, Londres.
Gottlob Frege 1 892, "Sens et denotation", içinde: Ecrits logiques (Fr. çev.
Imbert) , Paris, 1 97 1 .
Sigmund Freud 1 905, [Espriler ve Bilinçdışı ile ilişkileri] L e mot desprit
et ses rapports avec l'inconscient (Fr. çev. Bonaparte ve Nathan), Pa­
ris, 1 969.
Jean-Louis Gardies 1 975, La Logique du temps, Paris.
Gerard Genette 1 972, Figures III, Paris.
- 1 976, Mimologiques, Paris.
Gorgias, Du non-etant, Peri tou me ontos, içinde: 1 . Anonyme, "De Me­
lisso, Xenophane et Gorgia'' (yay. ve Fr. çev. Cassin), içinde: Barbara
Cassin, Si Parmenide, Lille, 1 980; 2. Sextus Empiricus, ''.Adversus
Mathematicos': 65 Janacek, içinde: Diels- Kranz, 82 B 3.
Pierre Guyotat 1 975, Prostitution, Paris.
Jürgen Habermas (N. Luhmann ile birlikte) 1 97 1 , Theorie der Gesel­
lschaft oder Sozialtechnologie - Was leistet die Systemforschung?,
Francfort.
François Hartog 1 980, [Herodotos'un Aynası] Le Miroir d'Herodote,
Paris.

385
Georg W F. Hegel 1 802, La relation du scepticisme avec la philosophie
(Fr. çev. Fauquet), Paris, 1 972.
- 1 804 (?), La premiere Philosophie de lesprit (Fr. çev. Planty-Bon­
jour), Paris, 1 969.
- 1 806, [ Tinin Görüngübilimi] La Phenomenologie de lesprit (Fr.
çev. Hyppolite), 2 c., Paris, 1 94 1 . (PhG).
- 1 809, [Felsefi Propedeutik] Propedeutique philosophique (Fr. çev.
de Gandillac), Paris, 1 963.
- 1 8 1 6, [Mantık Bilimi] Science de la logique (Fr. çev. Jankelevitch),
2 c., Paris, 1 947. ( WL).
- 1 830, Encyclopedie des sciences philosophiques en abrege (Fr. çev.
de Gandillac), Paris, 1 970.
- 1 835, [Estetik Üzerine Dersler] Leçons sur lesthetique (Fr. çev.
Jankelevitch), 4 c., Paris, 1 945.
Martin Heidegger 1 929, Kant et le probleme de la metaphysique (Fr. çev.
de Waelhens ve Biemel), Paris, 1 953.
- 1 933, üıuto-affirmation de l'Universite allemande (Fr. çev. Gra­
nel), Trans Europ Repress, 1 982.
- 1 953- 1 954, "D'un entretien de la parole': içinde: Acheminement
vers la parole (Fr. çev. Fedier), Paris, 1 98 1 .
- 1 962, [Zaman ve Varlık] Zeit und Sein (Fr. çev. Fedier), içinde:
(Kolektif) L'Endurance de la pensee, Paris, 1 968.
Herodote, [ Tarih] Histoires iV (Fr. çev. Legrand), Paris, 1 960.
Gilbert Hottois 1 98 1 , "Logique deontique et logique de l'action chez
von Wright': içinde: Revue Internationale de philosophie 1 35.
David Hume 1 739, [insan Doğası Üzerine Bir inceleme] Traite de la na-
ture humaine (Fr. çev. Leroy), 2 c., Paris, 1 946.
Hans Jonas 1 958, La Religion gnostique (Fr. çev. Evrard), Paris.
Laurence Kalın 1 978, Hermes passe, Paris.
G. Kalinowski 1 972, La Logique des normes, Paris.

386
Emmanuel Kant 1 764, [Güzellik ve Yücelik Duyguları Üzerine Gözlem­
ler] Observations sur le sentiment du beau et du sublime (Fr. çev.
Kempf), Paris, 1 980.
- 1 78 1 ve 1 787, [Arı Usun Eleştirisi] Critique de la raison pure, 1. ve
2. baskılar (A ve B) (Fr. çev. Tremesaygues ve Pacaud) , Paris, 1 980.
(KRV).
- 1 784-a: "Idee zu einer allgemeinen Geschichte in weltbürgerli­
cher Absicht': içinde: Politische Schriften (yay. Van der Gablentz),
Köln ve Opladen, 1 965. (ide).
- 1 784-b, " 'Beantwortung der Frage': Was ist Aufklarung?': içinde:
Politische Schriften (bkz. 1 784-a).
- 1 785, [Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi] Fondements de la
metaphysique des mreurs (Fr. çev. Delbos), Paris, 1 957.
- 1 788-a, [Kılgısal Usun Eleştirisi] Critique de la raison pratique (Fr.
çev. Picavet), Paris, 1 945. (KPV).
- 1 788-b, "Sur l'usage des principes teleologiques en philosophie':
içinde: La Philosophie de l'histoire (Fr. çev. Piobetta), Paris, 1 947.
- 1 790, [ Yargı Yetisinin Eleştirisi] Critique de la faculte de juger (Fr.
çev. Philonenko), Paris, 1 979. (KUK).
- 1 79 1 , Quels sont les progres reels que la metaphysique a realises de­
puis lepoque de Leibniz et de Wolf ? (Fr. çev. Guillermit), Paris, 1 968.
- 1793, Sur lexpression courante: il se peut que ce soit juste en theorie,
mais en pratique cela ne vaut rien (Fr. çev. Guillermit), Paris, 1980.
- 1 795, [Ebedi Barış Projesi] "Zum ewigen Frieden. Ein philosophisc­
hes EntwurC içinde: Politische Schriften (Bkz. 1 784-a) . (Proje).
- 1 796, [Felsefede Yakında Varılacak Ebedi Barış Anlaşmasının
Duyurusu] ''.Annonce de la proche condusion d'un traite de paix
perpetuelle en philosophie'' (Fr. çev. Guillermit), içinde: Premiere
Introduction a la Critique de la faculte de juger, Paris, 1 975.
- 1 798-a, Anthropologie du point de vue pragmatique (Fr. çev. Fou­
cault), Paris, 1 970.

387
- 1 798-b, "Oh das menschliche Geschlecht im bestandigen Fort­
schreiten zum Besseren sei?" (Streit der Fakultaten, 2. Abschnitt)
içinde: Politische Schriften (Bkz. 1 784-a). (Çatışma).
- 1 959/60, "Krakauer Fragment zum 'Streit der Fakultaten' � içinde:
Politische Schriften (Bkz. 1 784-a) . (KF).
Pierre Kaufmann 1 967, I.:Experience emotionnelle de l'espace, Paris.
Patrick Kessel 1 969, Les Gauchistes de 89, Paris.
Sören Kierkegaard 1 843, [Korku ve Titreme] Crainte et tremblement (Fr.
çev. Tisseau), Paris, 1 935.
Saul Kripke 1 982, La Logique des noms propres ( 1 972, 1 980) (Fr. çev.
Jacob ve Recanati), Paris.
Philippe Lacoue-Labarthe 1 975, "Typographie': içinde: (kolektif) Mi­
mesis. Des articulations, Paris.
- 1 980, "Le mythe nazi" ( J.-L. Nancy ile birlikte) , içinde: Schil­
tigheim Kolokyumu, Les Mecanismes du fascisme, daktilo baskı.
Bruno Latour 1 984, "Irreductions': içinde: Les Microbes. Guerre et paix
suivi de Irreductions, Paris.
John Lawler 1 977, "Quelques problemes de reference': Langages 48.
Gerard Lebrun 1 972, La Patience du concept. Essai sur le Discours he­
gelien, Paris.
Gottfried W. Leibniz 1 686, "Discours de metaphysique': içinde: CEuvres
choisies (yay. L. Prenant), Paris, 1 940.
- 1 7 1 4, "Principes de la nature et de la grace fondes en raison': için­
de: CEuvres choisies (yay. L. Prenant) , Paris, 1 940.
Emmanuel Levinas 1 96 1 , Totalite et infini, La Haye.
- 1968-a, [Dört Talmud Okuması] Quatre lectures talmudiques, Paris.
- 1 968-b, "Humanisme et anarchie': içinde: Humanisme de lautre
homme, Montpellier, 1 972.
- 1 974, Autrement quetre, ou au-dela de l'essence, La Haye.
- 1976-a, Noms propres, Montpellier.
- 1 976-b, Diffıcile liberte, Paris.

388
- 1 977, Du sacre au saint. Cinq nouvelles lectures talmudiques, Paris.
Nicole Loraux 1 974, "Socrate contrepoison de l'oraison funebre. Enjeu
et signification du Menexene': I.:Antiquite classique 43.
- 1 98 1 , I:Invention di\thenes, Paris-La Haye-New York.
John L. Madde 1 964, "Self Refutation, a Formal Analysis': Philosophical
Quarterly XIV.
Louis Marin 1 98 1 , Le Portrait du roi, Paris.
Kari Marx 1 843, [Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı] "Cont­
ribution a la critique de la philosophie du droit de Hegel': içinde:
CEuvres philosophiques 1 (Fr. çev. Molitor), 1 952.
Jean-Luc Nancy 1 983, I:Imperatif categorique, Paris.
Pascal 1 670, [Düşünceler] Pensees (yay. Brunschvicg), Paris, 1 946.
Robert Pinget 1 980, I.:Apocryphe, Paris.
Platon, [Sokrates'in Savunması] Apologie de Socrate, içinde: CEuvres
completes (Fr. çev. Robin) c. l, Paris 1 953.
- [Kratylos] Cratyle, içinde: CEuvres completes (Fr. çev. Robin), c. l,

Paris, 1 953.
- [Euthydemos] Euthydeme, içinde: CEuvres completes V (Fr. çev.
Meridier), Paris, 1 93 1 .
- [ Gorgias] Gorgias, içinde: CEuvres completes III (Fr. çev. Croiset ve
Bodin), Paris, 1 942.
- [Mektuplar] Lettres, içinde: CEuvres completes (Fr. çev. Robin), c.
2, Paris, 1 942.
- [ Yasalar] Les Lois, içinde: CEuvres completes XII (Fr. çev. Des Pla­
ces ve Dies), 4 c., Paris, 1 956.
- [Meneksenos] Menexene, içinde: CEuvres completes V (Fr. çev. Me­
ridier), Paris, 1 93 1 .
- [Phaidros] Phedre, içinde: CEuvres completes (Fr. çev. Robin), c. 2,
Paris, 1 942.
- [Politika] Le Politique, içinde: CEuvres completes IX (Fr. çev. Dies),
Paris, 1 960.

389
- [Devlet] La Republique, içinde: CEuvres completes VI (Fr. çev.
Chambry), 3 c., Paris, 1 946.
- [Sofist] Le Sophiste, içinde: CEuvres completes VIII (Fr. çev. Dies),
Paris, 1 963.
- [ 1heaitetos] 1heetete, içinde: CEuvres completes (Fr. çev. Robin), c.
2, Paris, 1 942.
Jean-Benoit Puech 1 982, EA.uteur suppose, daktilo baskı, Paris.
Nicholas Rescher 1 967, Temporal Modalities in Arabic Logic, Dordrecht.
Josette Rey-Debove 1 978, Le Metalangage, Paris.
Clement Rosset 1 976, Le Reel et son double, Paris.
David Rousset 1 979, Le pitre ne rit pas, Paris.
Bertrand Russell 1 903, Principles of Mathematics, Londres.
- 1959, Histoire de mes idees philosophiques (Fr. çev. Auclair), Paris, 196 1 .
Jean-Michel Salanskis 1 977, "Paradoxes, singularites, systemes': Cri­
tique 361 -362.
Jean Schneider 1 980, "La logique self-referentielle de la temporalite",
daktilo baskı, Paris.
Gertrude Stein 193 1 -a, "Comment ecrire" içinden iki metin (Fr. çev.
Roubaud), Po&sie 4 ( 1 978, I).
- 1 93 1 -b, "Phrases et paragraphes" (Fr. çev. De la Casiniere ve Bon­
nemaison), Luna-Park - Cahiers du GRIF, Bruxelles, 1 978.
Lawrence Sterne 1678, Tristram Shandy (Fr. çev. Mauron), Paris, 1 975.
Alfred Tarski 1 944, "La conception semantique de la verite� içinde:
Logique, semantique, metamathematique (Fr. çev. Granger), Paris,
1 972, c. 2.
Serge Thion 1 980, Write historique ou verite politique? Paris.
Elias Tsimbidaros 198 1 , "La logique du signe. Commentaire sur les ap­
horismes du Tractatus de Wittgenstein et textes connexes� daktilo
baskı, Paris.
Pierre Vidal-Naquet 1 98 1 , Les Juifs, la memoire, le present, Paris.
Georges Vlachos 1 962, La Pensee politique de Kant, Paris.

390
Hayden White 1 982, "The Politics of Historical Interpretation: Discipli­
ne and De-Sublimation� Critical Inquiry 9 (Eylül 1 982).
Ludwig Wittgenstein 1 9 1 4- 1 9 16, Tagebücher (yay. Anscombe), içinde:
Schriften 1, Francfort, 1 969. ( TB).
- 1 92 1 , Tractatus logico-philosophicus, Londres, 1 96 1 . ( TLP).
- 1 929- 1 930, "Conference sur lethique" (yay. Rhees), içinde: Leçons
et conversations (Fr. çev. Fauve), Paris, 1 97 1 .
- 1 945, [Felsefi Soruşturmalar] Philosophischen Untersuchungen,
içinde: Schriften I, bkz. 1 9 14- 1 9 16. (Ph U) .
- 1 945- 1 948, Fiches (yay. Anscombe ve von Wright, Fr. çev. Fauve),
Paris. (Fişler).
- 1 950- 1 95 1 , Remarks on Colour (yay. Anscombe), Oxford, 1 977.
H. von Wright 1 967, "Deontic Logics': içinde: American Philosophical
Quarterly, 4, 2.
Alexandre Zinoviev 1 977, Les Hauteurs beantes (Fr. çev. Berelowitch),
Lozan.

391
"Felsefe kitabım", dedi.

Bağlam: Batı felsefelerinin "dil dönemeci", evrenselci metafiziklerin çöküşü, Avrupa'da Marksizmin
geri çekilmesi, "teori", yani insan bilimleri karşısındaki bıkkınlık, logoteknolojilerin yaptığı atılım,
sermayenin küresel tahakkümü, politik ümitsizlik.

Belli bir postmodernlik, başka bir figür. Onun düzeyine çıkarak düşünmeye çalışıyoruz. Kant ve
Wittgenstein iyi rehberler. Auschwitz adlı yok etmeyle ilgili ayrışmadan yola çıkıyoruz.

Ayrışma: mevcut-kılınıp-sunulmuş cümlelere uygulanabilecek tek bir yargılama kuralı olı;rıadığından,


insaflıca karara bağlanamayacak bir çatışma. Bu, cümleler heterojen oluşum rejimlerine (göstermek,
emretmek, akıl yürütmek, vs.) ve erekleri dolayısıyla müşterek ölçütü bulunmayan söylem cinslerine
(bilmek, adil olmak, cezbetmek, ikna etmek, vs.) uyduklarında vuku bulur. Genel olarak dil yoktur,
ondan yararlanacak özne yoktur.

Öyleyse cümleler sözkonusu olduğunda barışçıl olunamaz ve kayıtsız kalınamaz. Zincirleme bağlantı
kurmak gerekir. Nasıl, şimdi?

Refleksiyon kipi, bölümler halinde bir araya toplanmış paragraflarla (gönderge ve gerçeklik,
mevcut-kılan-sunuş ve zaman, diyalektik, yükümlülük, norm, tarih). Bir okuma özeti, birçok indeks.

I S B N : 9 7 8 - 6 0 5 - 7 0 6 64 - 0 - 4

Kapaktaki desen Sam Frarıos'e (Untıtled 2. 1976) aınır 9

You might also like