You are on page 1of 325

PEGASUS
'•' • ... .ol\· .. .

Bilim, pek çok insanı korkutur. Ancak


bilim hayatın her yerindedir ve günlük
yaşamın içindeki bilim, sandığımız
kadar karmaşık da değildir. Hint asıllı
Alman Fizikçi Ranga Yogeshwar, bu
kitabında bize bu 'anlaşılır' bilimsel
gerçekleri sunuyor. Çoğumuzun,
gereksiz olduğuna inandığı ama
cevabını bilmediği soruların yanıt­
larını öğrenince, çok şaşıracak ve
bazı cevapları yaşamınızda uygulayıp
ne kadar işe yaradıklarını görecek­
siniz . Örneğin; badrum katındaki
nemlenme, bu kitabı okuduktan
sonra sizin için sorun olmaktan
çıkabilir. Ya da asansör fobinizi,
onunla ilgili gerçeği öğrendikten
sonra yenebilirsiniz . Bu kitapla,
hayatın nüanslarını yeniden keşfede­
cek vB yaşama bir kez daha hayran
kalacaksınız!

VE DAHA FAZLASI...
Başka Sorusu Olan?
Pegasus Yayınları: 361
Popüler Bilim: 1

BAŞKA SORUSU OLAN?


RANGA YOGESHWAR
Özgün Adı: Sonst noch Fragen? Warum Frauen kalte Füll.e haben und andere
Ratsel des Alltags

Editör: Duygu Bolut


Düzelti: Berna Sirman
Bilgisayar Uygulama: Meral Gök
Kapak Tasarım: Yunus Bora Ülke
Kapak Baskı: Gündüz Ofset
Film-Grafik: Mat Grafik

Baskı-Cilt: Alioğlu Matbaacılık


Orta Mah. Fatin Rüştü Sok. No: 1/3-A
B ayra mpaşa/İsta nbul
Tel: 0212 612 95 59

2. Baskı: Eylül 2011


ISBN: 978-605-4456-96-3

PEGASUS YAYINLARI ©Türkçe Yayın Hakları, 2010


Copyright ©Verlag Kiepenheuer & Witsch GmbH & Co. KG, Köln/Germany, 2009
Tüm hakları saklıdır.

Bu kitabın Türkçe yayın hakları


Onk Telif Hakları Ajansı'ndan alınmıştır.

Yayınevinden yazılı izin alınmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

Yayıncı Sertifika No: 12177

PEGASUS YAYlNLARI
Gümüşsuyu Mah. Osmanlı Sk. Alara Han
No: 27/9 Taksim 1 İSTANBUL
Tel: 0212 244 23 SO (pbx) Faks: 0212 244 23 46
www. pegasusyayinlari.com 1 info@pegasusyayinlari.com
RANGA YOGESHWAR

BAŞKA
SORUSU OLAN?
Almancadan Çeviren:
İLHAN YABANTAŞ

PEGASUS YAYlNLARI
Yazar

1 959 doğumlu fızikçi Ranga Yogeshwar 1 987 ile 2008 yılları arasında
Westdeutschen Rundfunk (WDR) Köln'de önce bilimsel redaktör
olarak çalışmış, ardından da Bilim Bölümü Başkanlığı görevini
üstlenmiştir. Şu anda serbest olarak çalışmaktadır. Popüler bilim
konulu birçok program hazırlamış ve "Quarks&Co': "Doğa Muci­
zeleri" ve "8'den önce Bilim" programlarının sunuculuğunu yap­
mıştır. Çalışmalarından dolayı Georg Von Holtzbrinck Gazetecilik
Ödülü ( 1 998), Helmut Schmidt Gazetecilik Ödülü ( 1998), Grimme
Ödülü ve Bilim Dalında Yılın Gazetecisi Ödülü gibi birçok ödüle
layık görülmüştür. Eşi, dört çocuğu, üç kedisi ve bir köpeğiyle Köln
yakınlarında yaşamaktadır.
içindekiler

Önsöz ...................................................................................................................... 15

Teşekkür . .. ......................................................... .. .. . .
.......... . .............. ........... .......... 19

Kadınların ayakları neden soğuktur?

Duyu ve zeka: Bedenimiz nasıl çalışır?

1 Banyo yaptıktan sonra parmaklarımız neden buruşur? ............... .... 23

2 Kan grubu nedir? . . .. .


.................. ............. . . . .
... ........... .. .................... ............... 25

3 Dolunay gecelerinde daha çok çocuk doğar mı? .. ........... .. ................ 29

4 Suyun altını neden net göremiyoruz? . . . .


........ .......... ............. .... .............. 33

S Sivrisinekler kokan ayakları m ı sever? .


............... ................................. .... 35

6 Kas Tutulması nasıl oluşur?...................... ....................................... ........ .... . 3 9

7 Bir ses tizken bir diğeri neden pestir? . .......... ... ..... ....... ... .......... ... .......... .41

8 indirimli alışverişlerde aklımız neden durur?.. ... . . .


.......... .. .................... 43

9 120/80 tansiyon ne demektir? ............................................. ............... ...... .45

10 Bazı insanlar sütü neden sindiremez? ... ....... ......... ............. ....... .... ..... ..47

11 "Hissedilen sıcaklık" ne demektir? ..........................................................49

12 El ve ayaklarımız neden bazen karıncalanır? ..................................... 5 1

1 3 Tüylerimiz neden diken diken olur? ...................................................... 5 3

1 4 Hapşırırken n e olur? .................................................................................... 5 5

1 5 Esnemek bulaşıcı mıdır?......................... ............... ..... ........... ............ .. ....... 57

1 6 Kadınların ayakları neden soğuktur? . ............. ............................... ....... 5 9

1 7 Nasıl 3 - boyutlu görürüz? ......................................................................... 61

Yıldızlar neden parlar?

Sonsuz alanlar: Uzay, Rüzgar ve Hava ........................................................ 65

18 Gökyüzü neden mavidir?........................................................................... 67

• 7.
19 Gökkuşağı rengini nereden alır? ............................................................. 71

20 Bulutlar nasıl meydana gelir?................................................................... 73

21 Sis nasıl oluşur? ............................................................................................. 75

22 Yıldızlar neden parlar? ............................................ ..... ... .... ........................ 77

23 Samanyolu nedir?. ........ ....... ...... ...... ....... ........ ... ........................... ................ 81

24 Kar yağdığında etraf neden sessizleşir? ............................................... 85

25 Ay'da neden o kadar çok krater var da " Dünya"da yok? ................ 87

26 Hepimiz aynı Ay'ı mı görürüz?................ ........ ... ..... ....... .... .. ..... .......... .. ... 89

27 Dünya neden döner? ....................................... .. ........ .................... .. .......... . 91

28 Metcezir nasıl oluşur? .............. .. ...... .. ..... ... ................................................. 93

29 Zıplayan 5 0.000 kişi deprem yaratabilir mi?...... ............. .................... 97

30 Yıldız kayması nedir? ......... ........................... .......... ... .................................. 99

31 Bahar ne zaman başlar? .............................................. .............. .............. 101

32 Güneş tutulması, Ay tutulmasına oranla neden daha

seyrek gerçekleşir? . . . . . 103


................................... ................................ .. ....... ..

33 Yüksek yapıların çevresinde neden esinti olur? ..... ........................ 107

34 Bataklıkta batılır mı? ........ ....................... ........................................ .......... 109

35 Yer çekiminin olmadığı durumlar nasıl oluşur? .


... ......................... 113

Asansör düşebitir mi?

Yeni başlayanlar için teknik bilgiler

36 ıMadeni paraları otomata sürtmenin bir faydası var mıdır?....... 119

37 Asansör düşer mi? ............... ....... ........ ..... .................................................. 121

38 Bir ağaca çarprnakla karşıdan gelen araca çarpmanın

şiddeti farklı mıdır? . . .


........................ ..................... ....................... ............ 123

39 Yüksek gerilim hatları neden vardır?................. ... ........ ... ... ... ............. 125

• 8.
40 Havaya ateş etmek- Mermi düşerken ne kadar hızi ıdır? .......... 127

41 lşınlanma hayali bir gün gerçek olacak mı? .................................... 129

Fillerin kulakları neden büyüktür?

Hayvanların gizli hayatı

42 Kuşların V şeklinde uçuşunun arkasında ne var? .......................... 133

43 Güveler neden ışığa doğru uçar? ........................................................ 135

44 Fillerin kulakları neden büyüktür? ...................................................... 13 7

45 Kedi gözü neden parlar?......................................................................... 13 9

46 Sinekleri yakalamak neden bu kadar zordur? ................................ 141

47 Neden bazı yumurtalar beyaz, bazılarıysa kahverengidir? ........ 143

48 Kuşlar uyurken daldan neden düşmez?............................................ 147

49 Buzun üstündeki ördekler neden donmaz? .................................... 149

Tost ekmeği neden hep reçel sürülmüş tarafının üstüne düşer?

Bunların dışında: Günlük yaşam

50 Mendiller neden kare şeklindedir? ..................................................... 153

51 Rüşveti kim icat etti? ................................................................................ 155

52 Yıldırım düştüğünde ne yapmalıyız?.................................................. 157

53 Schultüte nereden geliyor? ..................................................................... 161

54 08/15 Kavramı nasıl ortaya çıktı?......................................................... 163

55 Güneş kremi nasıl etki eder? ................................................................. 165

56 Alman bayrağı neden siyah-kırmızı-sarıdır? .................................... 169

57 Kırmızı halı nereden çıktı? ...................................................................... 173

58 DIN-A4 ne anlama geliyor? .................................................................... 175

59 Neden bazen gözlerimiz fotoğraflarda kırmızı çıkar?.................. 177

• 9.
60 iş görüşmesi ya da Kanalizasyon kapakları

neden yuvarlaktır? .................................................................................... 179

61 Saatin akreple yelkovanı neden hep sağa doğru döner? .......... 183

62 Tost ekmeği neden hep reçel sürülmüş tarafının üstüne düşer?185

Edebiyat olimpik disiplinlerden biri olarak kabul ediliyor muydu?

Daha hızlı, daha yükseğe, daha uzağa: Sportif meydan okuma

63 Bir maraton neden tam olarak 42.195 metredir? .......................... 189

64 Golf topunun neden çukurları vardır? ............................................... 191

65 Doping nasıl başladı? ............................................................................... 195

66 Edebiyat olimpik disiplinlerden biri olarak

kabul ediliyor muydu? ............................................................................ 197

67 Love:15 ne demektir? ................................................................................ 199

Arabada bir şeyler okurken midemiz neden bulanır?

Havada, karada ve suda: Araba ve Trafik

68 Normal nedir, dizel nedir? ...................................................................... 203

69 Arabada bir şeyler okurken neden midemiz bulanır? ................. 205

70 8/og terimi nereden geliyor? ................................................................. 209

71 Bir araba ne kadar C02 üretir? .............................................................. 213

72 Lastik kayması sırasında ne olur? ........................................................ 217

73 Hava yastığı nasıl çalışır?......................................................................... 219

74 Sokaklar, navigasyon cihazına nasıl giriyor?.................................... 221

75 Yolcu uçağının kanadı kırılabilir mi? ................................................... 225

76 Zaman nerede kaldı?................................................................................ 227

• lO .
Şampanyadaki baloncuklar nasıl oluşuyor?

Afiyet olsun: Mutfak, yemek salonu ve kilerden ilginç bilgiler

77 Müsli nasıl hayat kurtarır? ...................................................................... 233

78 Kruvasan nereden geliyor? .................................................................... 237

79 Kapuçino neden "gürler"?....................................................................... 23 9

80 Dondurmanın sırrı nedir? ....................................................................... 241

81 Muzlar nerede olgunlaşır?...................................................................... 243

82 Tuz ve şeker yiyecekleri nasıl muhafaza eder? ............................... 245

83 Çikolata neden yanar? ............................................................................. 247

84 Pastörize süt ile UHT-süt arasındaki fark nedir? ............................ 249

85 Son kullanma tarihi nasıl hesaplanır? ....................... ......................... 25 1

86 Şampanyadaki baloncuklar nasıl oluşuyor? .................................... 253

87 Madensuyu mu içme suyu mu? Aralarındaki fark nedir?........... 255

88 Kahveye katılan süt neden kesilir?...................................................... 257

Dans eden su damlacıklarının sırrı nedir?

Evim, güzel evim: Evinizle ilgili bilmeniz gerekenler

89 Badrum katları neden yaz mevsiminde hep nemli olur?.......... 261

90 Klozet kapağı temizlik bezine karşı -

Evdeki en kirli yer neresi? ........................................................................ 263

91 Plastik bulaşıklar bulaşık makinesinde neden kurumaz? ........... 265

92 Sabunla nasıl daha temiz olur? .............. .............................................. 267

93 Dans eden su damlacıklarının sırrı nedir? ........................................ 271

94 Duş yaparken duş perdesi neden hep içeriye doğru kıvrılır? ... 273

95 Banyo küvetindeki su, giderden akarken hangi yöne

doğru döner? ............................................................................................... 277

• ll.
96 Bitlere karşı ne yapılabilir? ..................................................................... 281

97 Çoraplar makinede yıkanırken neden yorgan kılıfının

içine dolar? .................................................................................................. 283

98 Birisinin aynada kendini tam boyutuyla görebilmesi için

aynanın ne kadar büyük olması gerekir? ......................................... 285

Loto'da neden 1, 2, 3, 4, S, 6 sayılarını işaretlememeliyiz?

Sayılar, lütfen! ............................................................................................................

99 Sıfır nereden gelir? .................................................................................... 291

10013 sayısını özel kılan nedir?................................................................. 293

101 Dijital ne demektir?................................................................................ 295

102 Taksitli alışverişler neden daha pahalıya gelir?............................ 299

103 Denizcilik hesaplamalarında neden deniz mili kullanılır? ....... 301

104 Lotoda neden 1, 2, 3, 4, 5, 6 sayılarını işaretlememeliyiz?....... 303

1OS Seyirci Jokeri hakkını kullanmak ne kadar güvenilirdir?.......... 305

106 Almanya'nın merkezi neresidir?......................................................... 307

107 Hesap yapabiliyor musunuz? ............................................................. 311

108 Bu kitapta neden 1 08 bölüm var? .................................................... 315

• 12 .
Bana soru sormayı sevdiren sevgili babama ...
Ön söz

"I was like a boy playing on the sea-shore, and diverting myself
now and then fınding a smoother pebble or a prettier shell than
ordinary, whilst the great ocean of truth lay all undiscovered
before me:· '
Isaac Newton

Dünyamız harikalada dolu. Manolya ağaçları ilkbaharda ne zaman


çiçek açacaklarını biliyor ve karasinekler şeffaf kanatlarını arka ba­
caklarıyla temizliyor. Kediler güpegündüz patilerini hızlı hızlı ha­
reket ettirerek rüya görüyor ama kimse nedenini bilmiyor. Minicik
tek hücreliler, sessiz mikro dünyalarında azimle çalışıyor ve bir su
damlasının okyanusunda uzay gemileri gibi süzülüyor.

Günlük yaşamımızın koşuşturması içinde nasıl büyük ya da


küçük bilmece ve gizemlerle dolu harika bir dünyada yaşadığımızı
kolaylıkla unutabiliyoruz.

Işıl ışıl bir sonbahar havasında çiy taneleri neden otların tepesine
doğru tırmanır? Örümcekler niçin kendi ördükleri ağa sinekierin
yapıştığı gibi yapışmaz? Nereye bakılırsa bakılsın, her yerde sorular
gizlidir ancak çoğunun pratik bir açıklaması yokmuş gibi görünür.
Günlük hayat açısından bir çıkar sağlamazlar, ticari fikirler değil­
dirler, etkili bir faydaları yoktur!

1 "Dünyaya nasıl göründüğümü bilmiyorum ama ben kendimi, henüz keşfedilmemiş ger­
çeklerle dolu bir okyanusun kıyısında oynayan, pürüzsüz bir çakıl taşı ya da güzel bir
denizkabuğu bulduğunda sevinen bir çocuk gibi görüyorum:·

• ıs.
Görünürde faydasız olan sorular her daim beni kendilerine
hayran bırakmıştır. Daha çocukken bile bir solucanın yemek yeme­
sini saatlerce izleyebilirdim ve bu arada da ödevlerimi unuturdum.
Bulutların gökyüzüne çıkışını ve şekil değiştirmelerini izlemek büyük
bir keyifti; bazıları hikayeler anlatır ve yüzleri yaşlanarak maviliğin
içinde kaybolurdu. Sıcak havalarda, yere doğru yeterince eğildiğimde
minik böceklerin sap ve köklerden örülmüş şehirlerinde, yollarını
bulmaya çalıştıkları yepyeni bir evren önüme serilirdi. Hepsi sürekli
hareket halindeydi ama nereye gideceklerini nereden biliyorlardı?

Su borularının çapları ya da vergi ödemelerinin hesaplanma­


sının, kızgın tavada dans eden su damlacıklarından daha önemli
olduğu bir dünyada buna benzer birçok gereksizmiş gibi görünen
soruyla karşılaşıyordum.

Daha sonra ise sorular arasında 'önemli' ve 'önemsiz' diye bir


ayrımın olmadığını keşfettim çünkü her soru kendi başına araştı­
rılmaya değerdi. Buna karşın ansiklopedilerim ve okul kitaplarım
kendilerinden çok emin cevaplar veriyordu, çünkü pek çok şüphe ve
yanılgıdan, yanlış teori ve hipotezlerden, bilgi yolunu sürüncemede
bırakan tarihi yan yollardan hiç bahsetmiyorlardı. Bu kitaplardaki
formül, kanun ve fenomenler bizlere sarsılmaz gerçekler, sorgula­
namaz mutlak kurallar olarak lanse ediliyordu. Pisagor teoremi bir
inanç bildirgesi gibi kabul ediliyor ve kuşaklar boyunca öğrenci­
ler, 'doğru' ile 'yanlış' arasında gidip gelen eğitimsel bir engizisyon
korkusuna tabi tutuluyordu. Matematiksel işlemler için tek bir yol
vardı ve farklı bir yol tercih edilse ve sonuca daha hızlı ulaşılsa
bile, aforoz edilmeyle karşı karşıya kalınıyordu. Bizler öğrenmiyor,
ezberliyoruz ve yirmi yıllık bir öğrenimden sonra bile çoğumuz,
en basit soruların cevabını dahi bilmiyoruz: "Kendimizi bütünüyle
görmek için hangi büyüklükte bir aynaya bakmak gerek?" (Bunun
cevabını size bu kitapta vereceğim!)

• 16 .
Kavrayış, asla nihai bir sonuç değil, aksine uzun ve sürprizlerle
dolu bir sorgulama sürecinin ara toplamıdır.

İlerleme, birçok 'saçmalama'nın sonucudur ve kendi yolunda


gitme konusunda kendine güvenen meraklı insanlarla beslenir. Za­
manında, çağdaşları muhtemelen Luigi Galvani'yi deli ilan etmiştir.
On sekizinci yüzyılda kurbağa bacaklarının neden seğirdiğini araştı­
rıyardul Ölü olmasına rağmen, neşterle dokunulduğunda kurbağının
hacağını hareket ettirdiğini gözlemlemişti. Ancak bu olay sadece
neşterdeki bakır ve demirin birbirine temas etmesi durumunda ortaya
çıkıyordu. Çağdaşı olan bilim insanları, kendilerini günlük hayatın
daha 'önemli' olaylarına adarken; İtalyan biyolog değişik metaller,
teller, neşterler ve kurbağalada deneyler yapıyor ve elektrik denen
alışılmışın dışındaki kıtada kendine bir yol açıyordu. Bugünse iler­
lemenin önünü açan insanlardan biri olarak gösteriliyor.

Hintli fızikçi Sir C.V. Raman, 1 92 l 'in yazında gemiyle Avrupa'ya


gitti. Muhtemelen bolca zamanı oluyor ve okyanusun çarpıcı renk­
lerinin tadını çıkarıyordu, ancak diğer yolcuların aksine Akdeniz'in
derin mavi suları ona rahat vermiyordu. Yaşadığı şehir Kalküta'ya
dönünce bu fenarneni araştırdı ve ışık dalgalarının hareketleri üze­
rinde yeni bulgular elde etti. 1 930 yılında ışığın moleküler dağılımı
konusundaki çalışmalarından dolayı Nobel ödülünü aldı. Bugün
Raman Dağılımı2 birçok modern teşhis yönteminin temelini oluş­
turmaktadır.

Seğiren kurbağa bacakları, denizin rengi. . . Aranan cevaplara


her zaman ulaşamasa da, önemsizmiş gibi görünen bazı soruların
şaşırtıcı derecede önemli cevapları olabilir, ancak fark edilmezler.
Kaç kere karmaşık sorular, başarısız denemeler ve şüphe bilimin

2 Lineer optik süreçte, elastik olmayan foton saçılmalarından biridir. Hint asıllı fizikçi C.
V. Raman'ın adıylıı anılan bu saçılma türü, 1922 yılında Molecular Diffraction of Light
(Işığın Moleküler Dağılımı) adlı yayınla Raman ve ekibi tarafından bilim camiasma
duyurulmuştur. (ed.n.)

. ı 7.
beton zeminini sarsmış ve büyük başanlara yol açmış, kaç kere
çizgi dışı kimseler dünyamızı değiştirmiştir! Samimi sorular sormuş,
bunlara samimi yanıtlar aramış ve ayan olanın kendilerini yanılt­
masına izin vermemişlerdir. Yolları güvensizlik ve yalnızlıktan ya
da harika bir duygudan etkilense de, doğaya ve sırlarına kendilerini
yaklaştırmışlardır.

Merak bir soruyla başlar ve sonu gelmez. Dünyamızın gerçek


güzellikleri kendilerini, keşfetmek ve kendi yolunda yürümek isteyen
kişilere gösterir. Bunun ödülü Nobel ya da teknik araç-gereçler değil,
kendini bulmaktır. Önemli olan bir fenarneni çözen ilk kişi olmak
değil, hissedilenin yerine getirilmesi ve bağlılıktır. Hepimiz bu dünyayı
kendi başımıza keşfediyoruz! İlk yıldızlı gökyüzü, ilk şimşek, meyve
sineklerinin ilk balesi, sıcak sütün üzerindeki kaymak tabakasının
göze ilk çarptığı yer ... Her fenomen bizi aynı hayranlıkla ödüllendi­
riyor: Gökkuşağının ışıltısı binlerce yıldır salınadı ve yeni doğan ay
geceyi sanki daha önce hiç doğmamış gibi büyülüyor. Gözlerimizi
açtığımız her saniye eşsiz bir başka güzellikle ödüllendiriliyoruz.

Bu kitap, heyecan verici ve şaşırtıcı dünyamıza giden yolda bir


küçük rehberdir. Sağda ya da solda heyecan veren bir şeye rastlar­
sanız, yoldan ayrılın ve kendiniz keşfedin!

• 18 .
Teşekkür

Bu kitap benim için ayrı bir meydan okumaydı. Bölümlerin her biri
kısa fakat anlaşılır olmalıydı. Yine de çoğu konu başlığı o kadar de­
rindi ki, detaya inip konunun gerektirdiği güzelliği yaratma çağrısına
karşı koymak oldukça zor oldu. Hangi konunun kasti olarak dışarıda
bırakılacağı, açıklama için hangi dolaylı anlatımlar ve örneklerin
kullanılacağı konularında önceliği belirlemek için kriterler neler
olacaktı? Çok şey öğrendim çünkü aynı problem televizyon için
hazırladığım "Quarks&Co': "Doğa Harikaları Show'u" ve elbette
kısa formatlı "8'den önce Bilim'' programları için de geçerliydi. 'Geli­
şim' sanatı konusunda öneri ve eleştirel savlarıyla bana yol gösteren
dikkatli redaktörlerim, iş arkadaşlarım ve seyircilerim olduğu için
kendimi şanslı sayınalıyım. Doğru yolda llerlernem konusunda büyük
emekleri geçti. Yoğun işbirlikleri ile yapıcı öneri ve fikirlerinden
dolayı kendilerine teşekkür etmek istiyorum.

Bu yüzden "Quarks&Co"daki WDR çalışanlarına, WDR medya


grubuna, SWR'ye, First Entertainment ve Colonia Media çalışanlarına
teşekkür ederim. Fikirlerimi anlayan ve zenginleştiren rejisörüm
Birgit Quastenberge özellikle teşekkürlerimi iletiyorum. Ayrıca kimi
konu başlıklarında araştırmalarıma yardımcı olan Marcus Anhaeuser
ve resmi konularda danışmanlığıını yürüten Tilmann Leopold'a da
sonsuz teşekkürler. . .

Frank Schaetzing bu muhteşem yayınevi konusunda karar


vermemde bana yardımcı oldu. Helge Malchow beni içten ve açık
tavrıyla bu proje için yüreklendirdi. Yayınevinden Martin Breitfeld
empati becerisiyle kitabın yazım süresince bana eşlik etti. Kitabın
bütünselliği konusundaki fikir ve yönlendirmelerinin karşılığı öde­
nemez. Teşekkürlerı

• 19 .
Çoğu yazar kendini yalnız hisseder ancak ben büyük ve muhte­
şem bir ailem olduğu için çok şanslıyım. Çocuklarımdan dünyamızı
açık ve meraklı gözlerle incelerneyi ve varlığı belli olmayan ancak
yine de önemli olan detaylara dikkat etmeyi öğreniyorum.

Eşim Uschi yazma konusunda bana yoğun destek verdi. Mü­


dahaleleri çok açıktı ve kararsız kaldığım anlarda desteği yolumu
bulmayı sağladı.

Kedime de ekran ile klavye arasına oturduğu anlarda beni konudan


uzaklaştırıp dikkatimi farklı şeylere çektiği için teşekkür ediyorum...

Hennef2009

o 20 o
Kadmlarm ayaklar• neden soğuktur?

Duyu ve zeka :
Beden i m iz nas1l ça hş1r?

• 21 •
Banyo yaptiktan sonra parmaklanmiz neden
buruşur?

1
Banyodan sonra kızım kaygıyla, "Baba, parmaktarım buruş buruş
oldu; bu bir hastalık mı?" diye sordu. "Bunlar sonradan geçer mi?"

Eminim, şu anda gülümsüyorsunuzdur; tabii ki geçer. Peki, hiç


bu buruşmadan, neden göbeğimiz değil de sadece el ve ayakları­
rniz etkilenir diye düşündünüz mü? Farklı olan şey nedir? Cildimiz
kendini sürekli olarak yenileyen mükemmel bir ambalajdır. Yaklaşık
olarak her yirmi yedi günde bir b aştan aşağı yenileniriz. Dış yüzey,
yani üst deri dediğimiz kısım bir çeşit kalkandır. En dış yüzeyde
birbirine yapışmış ölü hücrelerden meydana gelmiş ve bizi mekanik
ve kimyasal etkilerden koruyan birkaç katlı bir tabaka vardır. Altta
sürekli olarak yeni hücreler oluşur. Üst deri normalde 0.1 mm ka­
lınlığındadır. Ancak el ve ayak gibi çok fazla kullanılan uzuvlarda
bu kalınlık 5 ının'yi bulur ve buna nasır denir.

Diğer deri hücrelerinden farklı olarak nasır derisindeki tuz oranı


daha yüksektir ve ciltteki buruşmaya bu tuzlar neden olur. Nasır
derisi, hücrelerin şişmesine neden olan suyu çeker. Hücreler daha
fazla yere ihtiyaç duyar ve deri şişer. El ve ayaklarda daha fazla na­
sırtı deri olduğu için bu uzuvlarımız buruşur. Ayrıca el ve ayaklarda
olmayan yağ bezleri cildin diğer kısımları üzerinde koruyucu bir
tabaka oluşturur. Suda uzun süre kaldığımızda bu koruyucu tabaka
yağ kaybeder ve su deriye nüfuz edebilir.

Derinin bumşmasının nedeni az tuzlu su ile tuzlu nasır de­


risinin denge sağlamak için yaptıkları tuz ve su alışverişidir. Bu
dengeleme olayına aynı zamanda osmoz (geçişme) da denir. (Aynı

• 23 .
fenomene Şeker ve tuz yiyecekleri nasıl muhafaza eder? bölümünde
de rastlayacaksınız.) Basit bir deney yapabilirsiniz: İki kase alın ve
birini çeşme suyuyla, diğerini de tuzlu suyla doldurun. Sonra yirmi
dakika boyunca ellerinizi bekletin. Az tuzlu çeşme suyu nasırlı de­
riden içeriye sızıp hücreleri şişirecek ve deriniz buruşacaktır. Tuzlu
sudaysa denge söz konusu olduğundan burada geçişme olmayacak
ve deriniz olduğu gibi kalacaktır. Bu denge yüzünden tuzlu deniz
suyunda deriniz daha az buruşur. Ölü denizin tuzlu sularında bu­
ruşmadan saatlerce yüzebilirsiniz.

Banyodan sonra nasırlı deri tekrar kurumaya başlar ve su dışa­


rıya sızar. Sonuçta deri yine eski halini alır. Bu açıklama kızımı da
rahatlattı. Fakat eşim bir sonraki banyo gününde küvetin yanında
bir tuzluk bulduğunda hayretler içerisinde kalmıştı.

• 24 .
Kan grubu ned i r?

Doğanın çeşitliliği harikuladedir. Hiçbir canlı diğerine benzemez.


Her birimiz eşsiziz; farklı ellerimiz, karakteristik burunlarımız, özel
göz renklerimiz ve farklı kan gruplarımız var. Kırmızı kan hücreleri
temel yapı anlamında aynı olsa da insandan insana farklılık gösterir:
Kan hücrelerinin dış yüzeyinde bulunan karbonhidrat ve protein
yapısı karakteristiksel açıdan çeşitlilik gösterir. Bileşimleri, farklılıkları
meydana getirir. Kan grupları, doğanın temel yapı taşlarından basit
bileşimler meydana getirerek nasıl çeşitlilik yarattığının güzel bir
örneğidir. Malekiller yapılar basitçe yuvarlak, üçgen ve kare şeklinde
imgeler olarak düşünülebilir.

Yüzeyinde 'yuvarlak' molekülleri gördüğümüz gruba A Grubu


diyoruz. Üçgenler gördüğümüze B Grubu ve ikisini birlikte gördükle­
rimize de AB Grubu diyoruz. Bazen de Rhesusfaktor adında üçüncü
bir faktör devreye giriyor. Rhesus faktörü mevcutsa Rhesus+, değilse
Rhesus- adını veriyoruz. Kanınızda bu üç faktörün hepsi mevcutsa
AB Rh+ grubuna dahiisiniz demektir. Hiçbiri yoksa o zaman ne A
ne de B grubundasınızdır, yani O grubusunuzdur. Rhesus faktörü de
yoksa; o halde 0- grubundasınızdır. Elbette daha farklı bileşimler de
mümkündür: 0+, A-, A+, B-, B+ ve AB. Kısacası üç temel faktörden
toplamda 8 değişik kan grubu meydana gelir.

Tüm bunlar kan nakli yapıldığında çok önemli oluyor çünkü kan
ayak diretiyor ve sadece kendine uygun olanı kabul ediyor; yabancı
olanı itiyor. Örneğin A+ kan grubundaysanız A-kan size uygundur
çünkü vücudunuz 1\yı tanıyor. Bu durumda Rhesus faktörü hesaba

• 25 .
katılmaz. Tersi durumundaysa A- grubu A+ kanı kabul etmez çünkü
buradaki Rhesus faktörü A- için yabancı bir unsurdur.

Aynı şekilde A ve B grupları arasında nakil de mümkün değildir


çünkü vücudunuz bu faktörü tanımamaktadır. Kısacası bedeniniz
sadece tanıdığı kanı kabul eder.
Bu durumda 0- kan grubu nötr olduğundan ideal kan verici
grup olarak karşımıza çıkmaktadır. 0- kan grubundan insanlar kan
vericilerdir. Bu diğer gruptaki insanlar açısından bir şansken 0- grubu
sadece kendi grubundan kan alabilir. Eğer AB+ iseniz şansiısınız
demektir çünkü her üç element de size tanıdıktır: Her gruptan kan
alabilirsiniz. Ancak verici olarak çok da aranan bir grup değildir,
zira bu grup sadece AB+ olanlara kan verebilir.

• 26 .
Verici

0- 0+ A- A-t- B- B+ AB- AB+

0- ıl
0+ ıl ıl
A- ıl ıl
Q A+ ıl ıl ıl ıl
<C
B- ıl ıl
B+ ıl ıl ıl ıl
AB- ıl ıl ıl ıl
AB-;- ıl ıl ıl ıl ıl ıl ıl ıl

Kan gruplarının yoğunluğunun her bölgeye göre değiştiği göz­


lenmektedir. Örneğin: Avrupa'da en çok görülen kan grubu Xdır.
Peruöa ise 0- sık görülmektedir. Bu farklılık evrim sürecinde şekil­
lenmiştir. Kan grupları bu şekilde bize geçmişte yaşanan Kavimler
Göçü'nün tarihine de ışık tutmaktadır!

• 27 .
Dolunay gecelerinde daha çok çocuk doğar ml?

Eşim anlatmasını yasaldamıştı ancak kızıının ağzında bakla ıslan­


maz: "Bir büyücü kadına gittik.. :' Dalunayda kızıının küçük siğilinin
üzerine bir parça çiğ et koydu. "Yok oldu!"
Böyle durumlarda ikilemde kahyorum çünkü açık söylemek
gerekirse büyüye inanmam! Bir siğilin yok olmasının birçok nedeni
olabilir ve asıl nedeni bulmak oldukça zordur. Ayın nelere kadir ol­
duğuna dair söylentiler inanılmaz: Örneğin; ruhlar dalunayda daha
aktifmişler, dolunay sırasında toplanan elmaların tadı daha güzel
olurmuş ve dalunayda daha çok çocuk doğarmış. Ruhlar, elmalar ve
siğiller konusu tamamen inanç meselesi olabilir ancak doğum oranları
belgelerle araştırılabilir. Bi-
:
. . , .�;1�...,�'":):''? ··

limin bu konuda bir şansı


var işte!
Bizim hastanenin ye­
nidoğan bölümünde ebe ve
doktorlarla birlikte bir tak­
vim hazırladık Her doğum
sonucunda bu takvllne renkli
işaretler kondu. Erkek çocuk­
lar için mavi kalemle, kızlar
için kırmızı kalemle bir nokta
koyuldu. Bir yılın sonunda
bilançoya baktık: Eğer ayın
doğumlar üzerinde bir etkisi

• 29 .
varsa bu, takvimdeki noktaların yoğunluğundan anlaşılabilecekti.
Takvimde dolunay günleri özellikle işaretlenmişti. Noktaları sayınca
ben, ebe ve doktorlar sonucu gördük: Dalunayda özel bir doğum
artışı görünmüyordu. Ne doğum artışı ne de o gecelerde doğan kız
ve erkek çocuk oranında bir değişiklik oluyor.

Bu elbette yapılan ilk ve tek araştırma değildi. Dünya çapında bu


konuda lOO'ün üzerinde araştırma yapıldı! Viyana Üniversitesi'nin
Avusturyalı araştırmacıları büyük bir çalışmayla Avusturya'daki 1970
ila 1 999 yılları arasındaki kayıtlı tüm doğumları incelediler. 371 ay
döngüsü izlediler. Onlar da net bir sonuç açıkladı: Ay evreleri ile
doğum oranları arasında bir bağlantı yoktu.

Kısacası bilimsel açıdan bakıldığında bu konuda net bir cevap


var: Dalunayda daha fazla çocuk doğmuyor.

Yine de batıl inanç devam ediyor. Sözde modern endüstri top­


lumunda kaç kişinin iki nokta arasında gidip geldiğini ve bunlardan
anlam çıkardığını görmek çok anlamsız. Tüm teknik gelişmelere
rağmen, pek çok insan büyülü taşlardan medet umuyor, kartlar
açıyor ve şifacılara tedavi oluyor. Özellikle de bir olgu ya da hastalık
birçok nedenden etkilenirken, sebep ve sonuç bağlantısını kurmak
kolay olmuyor.

İşte tam bu noktada hokuspokus devreye giriyor. Bir 'ziyaret'


saprasındaki iyileşme, bunun büyücü kadının iyileştirici gücü ol­
duğunu göstermez. Yine de birbiriyle ilgisi olmayan belirsiz konu­
ları bir araya getirmekten hoşlanıyoruz. İşe yaradığında da hemen
inanıyoruz! "Gördün mü, işe yaradı!.:' Ne yazık ki çoğu zaman açık
kanıtlar bile sayısız etkinin olduğu durumlarda basit kontrol me­
kanizması oluşturamıyor. Dolunaydaki doğurolarsa bu konuda hoş

• 30 .
karşılanabilir bir istisna oluşturuyor. Kolayca kontrol edilebiliyor.
Aralarında bir bağlantı yok! Kızıının siğiliyse bir büyücü kadın
tarafından iyileştirildi... Ancak bir şeyi çok iyi biliyorum: Kızım
dolunayda doğmadı!

• 31 •
Suyun alt1n1 neden net görem iyoruz?

Muhtemelen küvette ya da havuzda denemişsinizdir: Suya dalıp da


gözlerinizi açtığınızda her şey bulanık görülür. Bu neden böyledir?
Gözümüz hava ortamına göre optimize edilmiş bir mercek sis­
temidir. Işık dalgaları havada kırılarak gözümüze ulaşır, gerçekliğin
sureti doğrudan ağ tabakasına iletilir ve net görürüz.

Ancak gözün önünü su kapladığında, ışığın kırılması değişir.


Bu bir büyüteçle kolayca kanıtlanabilir:

........ ,_.__ _ '


,.,.. -- . ----

Hava ortamında büyüteçle harfler büyük görünür ancak bü­


yüteci suya batırdığımızda bu etki kaybolur. Işığın kırılmasında en
önemli unsur, iki ortam arasındaki geçiştir: Büyüteç örneğinde bu,
hava ile cam arasındaki geçiştir. Büyüme böyle gerçekleşir. Ancak
sudan cama geçişte bu olmaz.

• 33 .
Gözlerimizde de buna benzer bir durum meydana gelir: Hava
ile göz arasındaki geçişte ışık doğru bir şekilde kırılır ve net görürüz.
Suyun altındaysa ışık dalgaları sudan geçip göze ulaşır. Ancak su ile
göz tabakası arasındaki optik fark çok az olduğundan ışık kırılması
daha az olur. Sonuç: Nesnelerin net sureti ağ tabakasına değil, daha
arkadaki bir noktaya düşer. Bu yüzden suyun altında hipermetrop
oluruz ve bulanık görürüz.
Yine de suyun altında net görme şansımız var; dalış gözlüğüyle.
Bu durumda gözümüzün önünde su değil hava olur ve ışık yine
düzenli biçimde kırılır.
Balıklar suyun altında net görür ve bu, dalış gözlüğü olmadan
olur. Çünkü göz yapıları bizimki gibi yuvarlak değil, daha düzdür.
Uygun ışık kırılması yuvarlak şekilli mercek üzerine düşer.
Gözlerimiz yaşadığımız ortama göre uygun şekilde optimize
edilmiştir: Suyun altındaki insan hipermetrop ve dışarıdaki bir ba­
lıksa oldukça miyoptur!

• 34 .
Sivrisi nekler kokan aya klari m 1 sever?

'hlşam olup da trafık yoğunlaştığında bataklıklardan kana susamış


sivrisinekler, yağmur bulutları gibi havaya yükseliyor ve insan dış­
kısının ince buğusu, ruhların derinliğinde ölüm gerçeğini kederle
ve istikrarsızca deşiyordu :·
..

Gabriel Garcia Marquez

'

'i
't:.
""'',�-...

\,

• 35.
İnsanın sıcak bir yaz akşam keyfini berbat edebilirler. 170 mil­
yon yıldır kurhaniarına işkence ediyor ve tropik ülkelerde tehlikeli
hastalıklar taşıyorlar: Sivrisinekler. Titizlikle incelenirse sokanların
sadece dişiler olduğu görülür. Sivrisinekler aslında vejetaryendir ve
meyveler ile çiçeklerin özsularıyla beslenirler. Dişiler, erkek tarafın­
dan döllendikten sonra yumurdamak için değişik proteinlere ihtiyaç
duyar ve bunu kurbanlarının kanından elde eder. Kan emmek, bu
böceklerin üremeleri için olmazsa olmazdır.
Bu can veren sıvıya ulaşabilmek için sinek, hortumunu deriye
batırır. Bu hortum o kadar incedir ki neredeyse hiç fark etmeyiz;
tabii ardından başlayan o kaşıntı olmazsa. Emdiği yerdeki kanın
pıhtılaşmasını önlemek için sinek buraya belirli proteinler salgılar
ve bu pıhtılaşmayı önleyici proteinler sinir bozucu bir kaşınmaya
ve hatta bazen de alerjiye yol açar.
Bilim insanları yıllardır bu altı hacaklı küçük yaratıkların kur­
banlarını nasıl seçtiğini araştırıyor. Vücut ısısı belirli bir rol oynuyor
ve ayrıca nefes verirken dışarı çıkan karbondioksit de bunu etkiliyor
gibi görünüyor. Ancak bazı sivrisinekler koku konusunda bir başka
şeyi çok çekici buluyor: Giyilmiş çoraplar! Ayak terimiz çeşitli kim­
yasal maddeler barındıran bir kokteyldir. Biz insanlara kötü gelen
ayak kokusu sivrisinekler için çok çekici bir parfüm gibidir.
Kenya'daki Uluslararası Böcek Araştırma Enstitüsü'nde (ICIPE)
bunu bizzat test etme şansım oldu. Özel bir çadırın içine iki sinek
tuzağı kuruldu: Kapanlardan birine benim giyilmiş çoraplarımı; di­
ğerine de temiz bir çift çorap koyduk. Gece boyunca iki yüz sinek
çoraplar arasında tercih yapacaktı. Ertesi gün sayım yapıldı. So­
nuç: Temiz çorapların olduğu bölümde sadece iki sinek vardı. Kirli
çoraplarımın olduğu kapandaysa seksen! Açık bir kanıt: Giyilmiş,
kirli çoraplar sinekleri çeker. Kenyalı bilim insanları tehlikeli sıtma
hastalığının yayılmasını önlemek amacıyla yeni sivrisinek tuzakları

• 36 .
üzerinde çalışıyorlar. Kenya gibi ülkelerde bu şekilde, herhangi bir
kimyasal kullanmadan birçok insan hayatı kurtarılmış olacak.
Belki bizler de bu bilgiden faydalanabiliriz. Bu rahatsız edici
varlıkları yanlış yönlendirin: Çoraplarınızı çıkarıp yatak odasının
kapısının önüne asın. Dişi sivrisinekler buna bayılır!

• 37 .
Kas Tutulmasi nas1l oluşur?

İnsan kendini harekete geçirir, spor yapar, sağlığı için bir şeyler
yapar ve anında cezalandırılır; kas tutulmasıyla! Bu nasıl olur? Yıllar
boyunca bu olgunun kaslara aşırı asit yüklenmesinden kaynaklandığı
düşüniüdü: Aşırı ve alışılan seviyenin üstünde hareket kaslarda çok
fazla laktik asit oluşturur. Bunlar çok hızlı yakılamaz ve o bilindik
olguya götürür: Kas tutulması.
Ancak geçtiğimiz yıllarda bilim bize tamamen farklı bir açıklama
sundu: Kaslar gücünü kasılmaktan alır. Kas gücü sayısız mikroskobik
kasılmanın toplamından meydana gelir.

OIIIJO
1
Aktin
11111111 1
Miyozi n

Kaslardaki en küçük yapı birimi sarkomerlerdir. Kas lifleri bu


birimlerin birleşiminden oluşur. Sarkamerler iki bölümden oluşan
yay sistemlerine benzer: Miyozin molekillleri Aktin iplikçiklerini
kanca gibi tutar ve birbirlerine çekerler. Böylece miyozin ve aktin
proteinleri tıpkı teleskop anteninin parçaları gibi iç içe geçerler.
Bu sırada tek bir sarkamer milimetrenin binde birinden daha
azı kadar kısalır. Bu kısalma asgari düzeyde olmasına rağmen her
bir kas lifini oluşturan binlerce sarkoroerin bu hareketi toplamda

o 39 o
bir bütün oluşturur. Bu, bütünde kendini belli eder, kas kasılır ve
böylelikle bacaklarırnızı hareket ettirebilir ya da ağırlık kaldırabiliriz.
Kas tutulması sırasında enteresan şeyler gözlemlenmiştir. Aşırı
yüklenme sırasında en ufak kas birimlerinde yırtılmalar görülür:
Sarkamerler hasar görür. Kas tutulması aslında kaslarda meydana
gelen mikro yaralanmalardır. Hasar oluşmasının sebebi, bu birim­
lerin kapasitelerini aşan bir gerilmeye tabii tutulmasıdır. Kas lifleri
aşırı gerilir ve bu nedenle zarar görür. Ve bu acı verir!
Kas tutulması spordan önce yapılan esneme çalışmalarıyla en­
gellenebilir mi? Gözlem çalışmaları buna olumsuz yanıt veriyor:
Engellemez. Ya sonra? Antrenman biçimi mi değiştirilmeli ya da
üzerine mi gidilmeli? Bunun sonuçları kötü olabiliyor; bu durumda
yaralanmaların iyileşme süreci daha da uzuyor. Spordan sonra masaj
mı? Daha da kötü bir hale getiriyor.
Bu moral bozucu, ancak kas tutulmasına dayanmaktan başka
seçenek yok. Ama bir teselli var: Bunun sonunda daha fazla lif olu­
şuyor ve güçleniyoruz! Spor salonlarının duvarlarında ne de güzel
yazar: "No pain, no gain:' Acı yok, kazanç yok!

• 40 .
Bir ses tizken bir diğeri neden pestir?

Çocukken, insanlar ne kadar büyükse, seslerinin de o kadar kalın


olduğunu düşünürdüm. Ancak bu tam olarak doğru olamazdı çünkü
operaya ilk gidişimde şunu fark etmiştim: Bas pes, tenor da tizdi
ancak iki adam da aynı boydaydı! Bir ses tiz çınlarken bir diğeri
neden pestir?

En güzel Mozart aryası bile fiziksel açıdan bakıldığında aslında


titreşen havadan başka bir şey değildir! Bu titreşimler ciğerlerden
gelen havanın, onu ince, küçük bölümlere ayıran ses tellerinden
geçip dışarıya çıkmasıyla meydana gelir. Biz bu bölünmüş havayı
ses dalgası olarak algılarız.

\ ('

"_, ( ı
'1

Nefes borusunun üzerinde yer alan ses telleri başlangıçta ka­


palıdır. Diyaframın yardımıyla ciğerlerimiz, yeterli derecede güç-

• 41 •
lendiğinde havanın ses tellerinden geçebilmesini sağlayacak olan
basınç oluşur. Dışarıya çıkan hava açılan boşlukta bir alt basınç
oluşturur ve böylece elastik ses telleri kendiliğinden yeniden kapanır.
Ciğerlerdeki basınç yeniden güçlendiğinde süreç tekrarlanır ve bir
sonraki hava dalgası dışarı çıkar. Bu gelgit durumu yaklaşık olarak
saniyede birkaç yüz kere tekrarlanır ve bizim ses olarak duyduğumuz
basınç dalgalanmalarını meydana getirir. Ses tellerinin gerilmesiyle
gelgit hızlanır ve tiz sesler oluşur. Gelgit daha yavaş olduğundaysa
sesimiz pes çıkar.
Her insan doğal bir ses tonuna sahiptir: Tenor ve bas arasın­
daki fark, ses tellerinin kalınlık farkından meydana gelir. Teller ne
bdar kalınsa, gelgitleri o kadar yavaş olur ve ses o kadar pes çıkar.
Soğuk algınlığındaysa ses tellerimiz şişer, kalıntaşır ve herkes hasta
olduğumuzu sesimizin kalınlığından anlar. Kısacası, sesin pesliği
bedenin büyüklüğüyle değil, ses tellerinin kalınlığıyla alakalıdır.

• 42 .
i ndirimli alişverişierde a kh m 1z neden d u rur?

Alışveriş benim için katışıksız bir stres kaynağıdır. Her yerde, alış­
veriş yapmamız için teşvik ediliriz: "Şimdi alın!': "indirim!': "Tadilat
nedeniyle indirim!': "imalat fiyatına!" Ne dersiniz? Bunlardan etkile­
niyar muyuz yoksa kafamız fırsatlar yağmur ormanında sakinliğini
koruyor mu?

"Quarks&Co'öan bir arkadaşımla ilginç bir şey denedik: Trafiğe


kapalı bir alanda tezgah kurduk. Masada satılacak çeşitli temizlik
malzemeleri vardı. Uzman bir satış elemanı da bize destek oldu. İlk
önce insanlarla konuştu, potansiyel müşterileri lafa tuttu ve ardından
şu tekiifte bulundu: 0.59 Avro'ya tek bir ürün ya da 1.99'a üçlü set.
Müşteriler üzerinde ilginç bir gözlernde bulunduk: Çoğu müşteri
daha pahalı olmasına rağmen üçlü seti almayı tercih etti! Ürünü tek
tek alsalar üçü 1.77 Avro'ya geliyordu. Üçlü setin fiyatıysa bundan
22 sent daha pahalıydı.

Elbette daha sonra tüm müşterileri bu konuda aydınlattık. Peki


neden bu indirim tuzağına düşüyoruz? Bonn'lu bilim insanları de­
neklerin indirim tabelalarına nasıl tepki verdiklerini MR tetkikleriyle
incelediler: Deneklere video gözlükleri vasıtasıyla ürün resimleri
gösteriliyor. Bazı resimlerde ürün fiyatının yanında 'indirim' ibaresi
yer alıyor. Ve bilim insanları ilginç bir şekilde indirim ibaresinin
yer aldığı ürün resimlerine bakarken denekierin ödüllendirme sis­
temlerinde, yani striatumda özel bir hareketlilik meydana geldiğini;
kontrol ve mantık merkezindeyse aktivitenin düştüğünü gözlemliyor.

Büyülü "indirim" kelimesi biz fark etmeden beyinsel aktivi­


telerimizi etkiliyor gibi görünüyor. Ufak bir kazanç elde ettiğimiz

• 43 .
varsayımı ödüllendirme merkezimize çekici geliyor ve hatta hesap
yapmamızı bile engelliyor. Bu etki "Sadece bugün! " ya da "Stoklar
tükenene kadar! " gibi zaman kısıtlayıcı bir unsur eklendiğinde daha
da artıyor. İçimizdeki kar avcısına seslenildiğinde beyin devre dışı
kalıyor!

• 44 .
1 20/80 ta nsiyon ne demek?

Tansiyon ölçümü. Ciddi bir ifadeyle pompa sıkılıyor ve dinleniyor,


sonra da daktorun rahatlamış yüz ifadesi: "120'ye 80. Her şey yo­
lunda:' Peki, bu rakamlar ne anlama geliyor?

Doktorlar kan basıncı ölçümüyle kan dolaşım sistemimiz hakkında


bir izienim edinir. Vücudumuzda, içinde kanın dolaştığı dallanıp
hudaklanmış bir arter ve damarlar sistemi mevcuttur. Kalp pompa
görevi görür. Vücuttaki damar basıncı önemlidir. Örneğin; damar­
lardaki basınç azaldığında kan beynimize yeterli derecede oksijen
sağlayamaz ve bayılırız. Damarlar yaşlandıkça çatlar ve esnekliğini
kaybeder. Bu durum eski ve yeni iki su hortumuyla mukayese edi­
lebilir. Yeni hortum bükülüp bırakıldığında tekrar eski halini alır
ve suyu iletıneye devam eder. Eski hortumdaysa aynı şey olmaz ve
hortumdaki su basıncı artar.

Basınç ölçümünde doktor kolun üst kısmına bir basınç man­


şeti yerleştirir ve şişirir. Arter, kan içinden geçmeyecek duruma
gelinceye dek sıkılır. Su hortumunu, içinden su geçmeyecek kadar
sıktığınızı düşünün. Kan basıncı ölçümünde doktor bunu duyabilir
çünkü manşetin hemen altına yerleştirilen stetoskoptan buradaki
atışını durduğu anlaşılır. Doktor sonra manşetteki basıncı yavaşça
azaltır ve kalp atış sesini duyana kadar bekler. Hortumu yavaşça
bıraktığınızı hayal edin. Su yavaş yavaş akrnaya devam eder. Da­
marlardaki kan basıncı, manşetin hasmeını geçince kan yeniden
akrnaya başlar. Bu sistolik arter basıncı, kalbin o anda oluşturabildiği
en yüksek basınçtır. Göstergede bu basınç görünür: Örneğimizde
olduğu gibi 120. Manşetteki hava azaltılmaya devam edilir. Manşet

• 45 .
hala sıkıdır ve kan akışını rahatsız etmektedir. Hortumu bırakmaya
devam edersiniz, su düzensiz olarak akınaya devam eder. Arterdeki
kan da aynı şekilde düzensiz akar. Bu, stetoskopta tıslama sesi olarak
duyulmaktadır. Bir süre sonra arterdeki kan, manşettekine üstün
gelir ve etkisini hertaraf eder. Kan rahatça akınaya başlar ve tıslama
sesi kaybolur. Basınç tekrar kaydedilir; bu diyasolik basınç da denen
ikinci rakamdır. Örneğin 80.
Bu "120'ye 80" sayısı basınç miktarlarını işaret eder. Bu ölçüm
metodunun yaklaşık yüz yıllık bir geçmişi olduğundan, geleneksel
milimetre civa birimi kullanılmaktadır.
Genç yaşlarda damarlarımız esnektir ve genleşebilir. Böylece
damar sistemimizde yüksek bir basınç birikimi olmaz. Ancak yaşımız
ilerledikçe damarlarımız sertleşir ve yıpranır dolayısıyla basınç da
bir o kadar artar. Kalp bu yüzden daha fazla çalışmak zorunda kalır
ve bu süreçte bu durum iyi bir şey değildir. Tansiyonu yüksek has­
talara bu yüzden tansiyon düşürücü ilaçlar verilmektedir. Tansiyon
gün içinde bile o anda yapılan aktiviteye göre inip çıkabilmektedir.
Fiziksel zorlanmalar, stres ve heyecan durumlarında yükselmekte;
bedensel ve zihinsel dinlenme evrelerinde düşmektedir.
Normal kabul edilen kan basıncı 120/80'dir. 140/90 değeri ve
üzerindeki bir tansiyon, düzenli olarak kontrol edilmelidir. Sonra
tekrar ölçülmeli ve ciddi anlamda kulak verilmelidir.

• 46 .
Baz1 insanlar sütü neden sindiremez?

10

Hayatımızın başlangıç evresinde emzirilir ve anne sütüyle besleniriz.


Ne de olsa büyürnek ve gelişmek için ihtiyaç duyduğumuz her şey
sütte vardır.

Biz insanlar gelişim evresinin ilk dönemlerinde hayvanları


evcilleştirmeyi ve sütlerini içmeyi öğrendik. Sert bir bakış açısına
göre, insanlar olarak buzağı, keçi ve kuzuların sütünü aşırıyoruz.
Süt onların bebek mamaları! Ancak bu suçumuz pek de cezasız kal­
mıyor. Karın ağrısı, kramplar, şişkinlik ve ishal sıklıkla karşılaşılan
sonuçlardan bazıları.

Gl i koz

\ 1 ' 1
,

/�
\®!

Laktoz

Galaktoz

Laktoz

Çoğu memeli hayvan emzirme döneminden sonra laktozu (süt


şekeri) sindiremez. Bu anlaşılır bir durumdur, zira hayvanlar sütü
sadece emzirme döneminde annelerinden alır. İnsanlar da emzirme
döneminde laktozu sindirir. Vücut bu evrede laktaz adında bir enzim
salgılar. Bu, süt şekerini glikoz ve galaktoz adında, kolay sindirilebilen
iki tür şekere dönüştüren bir çeşit ayrıştırıcıdır .

• 47 .
Dünya genelinde insanların çoğu süt sindirimi açısından so­
run yaşar. Almanya bu konuda azınlıktadır (1 16 oranında) ancak
dünyanın diğer bölgelerinde bu normal karşılanan bir durumdur.
Örneğin; Çin'de süt içebilen insana uzaylı gibi bakılır zira buradaki
insanların % 99 sütü sindiremez. Afrika'nın bazı bölgelerinde de
neredeyse kimse süt içemez. Bazı kesimlerindeyse bu oran onda
bire kadar düşer.
Avrupa'da bu konuda kuzey-güney ayrımı söz konusudur: İsveç
ve Danimarka'da halkın yaklaşık % 10 süt ile sorun yaşar. Fransa ve
İspanya'daki oransa %50'dir. Hatta Sicilya'da %70'tir.
Bir yetişkin olarak sütü sindirebilme yeteneği evrim sürecinde,
bundan yaklaşık 7000 yıl önce ortaya çıkmıştır; yani oldukça geç
bir dönemde. Atalarımız bu devirde inek, keçi ve koyun beslerneye
başladı. Süt ve süt ürünleri yetişkin insanların gündelik besin kay­
nakları arasına girdi. Bu, yeni bir durumdu ve bedenimiz buna uyum
sağlamalıydı. Bilim insanları halen devam etmekte olan bu gelişim
ve yayılma sürecini genetik analizler vasıtasıyla izleyebilmektedir.
Kimbilir belki de süt hazımsızlığı, doğanın, süt emen yavruları
iştirakçilerden koruma yöntemlerinden biridir. Teorik olarak yetiş­
kin hayvanların yavruların sütünü çalması ihtimali vardır çünkü.
Absürt bir örnekle açıklarsak: Babalar annelerin sütünü bitirdiği
takdirde yavruya bir şey kalmazdı! Ancak doğa, bu konuda bir ön­
lem almıştır: Küçük ağız yapısı ve doğuştan gelen emme refleksi
sayesinde yavrular yetişkinlerden çok daha güçlü emerler. Hem de
dah,a küçük ve güçsüz olmalarına rağmen!

Bu şaşırtıcı bir şey değil: Bir bardak süt, insanoğlunun evriminin


tüm hızıyla devam ettiğini gösteriyor!

• 48 .
11Hissed i len s1cakhk" n e demektir?

11

Belki şu fark sizin de dikkatinizi çekmiştir: Güneşin altında, gölgede


otuz derecede uzamrken ya da yüzme havuzunda, otuz derece sı­
caklıktaki suda yüzerken, güneşin altındaki otuz derece sudakinden
daha sıcak hissedilir. Bu neden böyledir? Otuz derece her zaman
aynı değil midir?

Elbette hava ile su arasında belirgin farklar vardır. Su ısıyı hava­


dan yirmi kat daha hızlı iletir. Yüzerken vücudumuz suyla çevrilidir.
Vücut ısısı yaklaşık olarak otuz yedi derecedir fakat otuz derecelik
su daha soğuktur. Isıyı dengelemek için bedenimiz sürekli olarak ısı
kaybeder. Ilık havuzda saatlerce oynayan çocuklar çabuk üşütürler
çünkü çok ısı kaybederler.

� -:c · ;_ ,.· �

l!J
--

. ......_. 4i:. •• .,... f- �

Dalgıçlar ılık sularda bile neopren dalgıç kıyafeti giyer. Bu ku­


maş cinsi, su geçirmez olmamasına rağmen vücut tarafından ısıtılan
suyu tutar ve ısı alışverişi daha az olur, böylelikle vücut ısısı daha
uzun süre korunur.

• 49 .
Havadaysa durum çok farklıdır. Hava harika bir yalıtım yete­
neğine sahiptir ve ısıyı çok az iletir. Havanın sıcaklığı, hissedilen
sıcaklık konusundaki faktörlerden sadece biridir. Bu konuda rüzgar
ve havadaki nem oranı da önemli rol oynamaktadır.

Rüzgarsız ortamlarda, tenimizi saran ve sıcak havadan mey­


dana gelen bir bölge oluşur. Yani görünmez olan ve bizi sıcak tutan
havadan yapılmış bir kıyafet giymiş gibi oluruz . Kuşların tüylerini
kabartması ve bizlerin içi tüylü montlar giymemizin sebebi de budur.
Kendimiz ile dış ortam arasında ne kadar hava tutarsak, ısı kaybı o
kadar azalır. Tüy ve kürkler rüzgarda bile içlerindeki havayı tutar.
Rüzgar estikçe bizi çevreleyen bu hava örtüsü zarar görür. Tenimiz
sürekli olarak yeni ve soğuk havayla temas eder ve ısı sürekli olarak
dışarı taşınır. Hava sıcakken bile cereyanda kaldığımızda üşütme­
mizin nedeni de budur.

Havanın nem oranı da hissedilen sıcaklığı etkilemektedir. Rüz­


garsız, kuru havada sıfırın altındaki on derece bize yağmurlu ve
rüzgarlı havadaki beş dereceden daha sıcak gelmektedir.

Bunun tam tersi olarak yüksek nemli havada sıcaklık daha da


çekilmez olur. Saunaya giden herkes, odaya buhar basıldığında ne
kadar dayanılmaz bir sıcaklık olduğunu bilir. Çocukluğumu geçir­
diğim Hindistan'da, sıcak ve nemli geçen muson aylarının ne kadar
dayanılmaz olduğunu hatırlıyorum. Havadaki nem oranı vücudu­
muzun soğutma sistemini bozacak kadar artar. Ter buharlaşmaz
ve soğutma işlevini yerine getiremez. Geceleri bile sıcaklık otuz
derecenin altına düşmez. Bu zamanlarda tüm yaşam bir uyuşukluk
haline geçer ve sinekler bile yavaş çekimde uçuyormuş gibi görü­
nür. Sıcak, soğuktan daha zor katlanılan bir durumdur: Sömürge
döneminde tüm İngiliz-Hint yönetimi sıcak Kalküta ve Delhi'den
Himalayalar'ın eteğinde bulunan serin Shimla'ya taşınırdı. Demek
ki ölçülen sıcaklık ile hissedilen arasında ciddi bir fark var!

• so .
El ve aya kla n m iz neden bazen kar1nca lan1r?

12

Komik bir hisÜr: Uzun süre oturursunuz, ayağa kalkarsınız ve uyu­


şukluk hissinin kaybolmasının hemen ardından ayaklarınız karın­
calanmaya başlar. Teşhis, ''Ayaklarım uyuşmuş;' olur.

Rahatsız bir yerde oturup da bacaklarımızı hareket ettiremedi­


ğimiz ya da geceleri kolumuzun üzerinde yattığımız zamanlarda da
benzer bir durum yaşanır. Kol ve bacaklarımız korkunç derecede
karıncalanır ve uyuşur. Ne olmuştur?

Vücudumuz geniş bir sinir ağından oluşur ve bunlar vücudun


farklı bölgelerinden beyne sürekli olarak sinyal gönderirler. Fizik­
sel his bu iletilen verilerin toplamından oluşmaktadır. Yanlış vücut
pozisyonu bu sinir akışını kesebilir. Sinirler arasındaki akış, elektro­
kimyasal etkileşimierin toplamı olarak düşünülebilir. Bu akış düzenli
ve kesintisiz olduğunda, beyin düzenli olarak veri sinyali alır ve kol
ve hacaklar hissedilir. Beyne giden bu sinyal akışı kesildiğinde söz
konusu sinirlerdeki uyarı yönetimi de kesildiğinden, kesintinin ol­
duğu bacak ya da kolumuzu hareket ettirmekte sorun yaşarız. Hiçbir
şey hissetmeyiz. Normalde duyusal bilgileri uzuvlardan beyne ve
beyinden de bedenin farklı bölgelerine ileten sinir akımı engellenmiş
olur. Uzuvlar, bize ait değillermiş gibi gelir. Bazı durumlarda bu
kesinti kan akışının kesilmesi nedeniyle de oluşabilir. Bu durumun
uzun sürmesi kalıcı sorunlara yol açabilir, ancak bedenimiz tepki
verir ve bize sinyal gönderir: "Lütfen pozisyon değiştir!"

Hareket ettiğimizde basınç ortadan kalkar. Kan, akınaya devam


eder ve sinirlerin sinyal akışı da yeniden devreye girer. Ancak bu akış
başlangıçta düzensiz seyreder ve sinirlerin kendilerini topadaması ve

• sı •
sinyallerin düzene girmesi zaman alır. Bu düzelme evresinde beyne
karışık sinyaller gider ve biz bunu karıncalanma ve batına olarak
hissederiz. Akabinde sıklıkla bir yanma hissi de gelir.

Vücudumuzda birçok sinir yolu vardır. 'His' ya da 'hareket'


bilgileri� farklı kalınlıklardaki sinir yollarından iletilir. Bunlar da
birbiri ardına uyanır. Bu yüzden ayaklarımız uyuşuk olsa da tekrar
hareket ettirebiliriz .
El ve ayaklarda hissettiğimiz karıncalanma gerçekte kafamızdaki
bir karıncalanmadır. Ayrıca karnıınııda hissettiğimiz bir karınca­
lanma da vardır ancak bu farklı bir hikayedir...

• 52 .
Tüyler neden d i ken d i ken ol ur?

13

Şunu hatırlarsınız: Öğretmen tahtaya bir şey yazar, tebeşir kayar ve


iğrenç bir ses çıkarır. Bu ses yüzünden çoğu kişinin tüyleri diken
diken olur. Bir müzik de aynı etkiyi yaratabilir, hatta bir örümceğin
görüntüsü ya da bir fılmin sonu bile . .. Tüylerin ürpermesi kontrol
edilemez. Peki, bu durum neye bağlı olarak gerçekleşiyor? Her şeyden
önce, heyecan ya da korkunun yanı sıra soğuk hava da aynı olguyu
tetikler. Üst deri tabakası nokta nokta kabarır ve heyecan ya da stres
nedeniyle terleme yaşandığında, bu ter sırtımızdan soğuk soğuk
akar. Deriye yakından bakıldığında ince tüylerin havaya kalktığı
görülür. Bu, derimizde var olan kıl kökü kaslarının kasılmasının
bir sonucudur ve bunun ardından tüyler dikilir. Tüylerin dikilmesi
hayvanları soğuktan korur, çünkü bu yolla tüylerin arasında bulunan
hava yastığı kalınlaşır ve daha iyi bir yalıtım sağlar. Atalarımızın
kalın postu, evrim süresince giderek ineelip ince tüylere dönüşmüş
olsa da, bu refleks olduğu gibi kalmıştır. Kalın, sıcak bir post yerine
bize kalan sadece çıplak bir ürpertidir. Üşüdüğümüzde tüylerimizin
diken diken oluşu çok açık bir gerçektir. Duyguların da bazı insanların
tüylerini diken diken edişinin nedeni bugüne dek bilimsel açıdan
hclla açıklığa kavuşturulamamıştır. Görünüşte genetik faktörler bunda
rol oynar, zira biri tahtaya tebeşir sürttüğünde çıkan ses yüzünden
herkesin tüyleri ürpermez.

o 53 o
Hapş1r1 rken ne olur?

14

Hayatta, haaappşşu... diye hapşırdığımız belirli -çoğunlukla uygun­


suz- anlar vardır. Bu neden kaynaklanır?

Mantıklı görünen açıklama şöyle der: Burnumuzu temizleyip


toz ve diğer yabancı cisimlerden arındırıyoruz. Burun mukozasında
oluşan bir uyarı, ağız ve burundan refleks halinde dışarıya hava
atılmasına neden olur. Bilim dünyasında burun mukozasından
gelen uyarı ile beyinden gelen sinyallerin, omurilikte birleştiği ve
işlendiği bir hapşırma merkezinin olduğu yönünde bir görüş vardır.
Çeşitli sinir sinyalleri birbirlerini karşılıklı etkiler ve bu sebeple
hapşırırken otomatik olarak gözlerimizi kaparız. Ancak, "Çok yaşa!"
lafını duymadan önce ''Ağzını kapat;' cümlesini duyarız ve bunun
nedenleri vardır:

Bir program için bir keresinde hapşırma eylemini yavaşlatma


özelliği olan bir kamerayla kaydetmiştik. Prodüksiyon tam bir iş­
kenceydi çünkü çalışma arkadaşlarım komut üzerine aynı anda
hapşırmak zorundaydılar. Birkaç deneme çekiminin ardından toz
ve karabiber kullanarak çekimi tamamlamayı başardık Görüntüler
hepimizi şaşkınlığa uğrattı:

Kayıtlarda odaya savrulan binlerce minik damlanın patlaması


görülüyordu. Hapşırırken önce basınç oluşturmuz (bu Haapp . . .
aşamasıdır) ve sonra bu basınç serbest bırakılır ( . . . şuu) . Burada
dışarıya çıkan hava bazen 160 km/s hızında olabiliyor! Mesafe öl­
çümleri büyük damlaların bile üç metre kadar ileriye gidebildiğini
gösteriyor. Soğuk algınlığı sırasında sık sık hapşırılır ve hastalık
kolaylıkla etrafta bulunan herkese bulaştırılabilir. ''Ağzını kapa! "nın

• 55 .
faydası vardır ancak bu sefer de virüsler el içlerine yapışır ve kolay­
lıkla dokunduğumuz her yere dağıtılır. Kapının tokmağı, telefon,
bilgisayar klavyesi ve "İyi günler Bayan Schulz"a kadar . . .
Çıkarılacak ders açıktır: Her kim hapşırdıysa ellerini hemen
yıkamalıdır.

Hapşırmak için illa hasta olmak gerekmiyor. Her dört kişiden


biri, güçlü bir ışık kaynağına baktığında istemsiz olarak hapşırmak
zorunda kalıyor. Işığa alışıldığındaysa bu refleks zayıflıyor. Bilim
dünyası bu olguya hala eksiksiz bir yanıt arıyor. Şimdiye kadar sü­
regelmiş çalışmalara göre ışık-hapşırma refleksinin kalıtsal olma
ihtimali de var ancak bilim bir konuda emin olmadığında, her zaman
karışık kavramların arkasına saklanır ve bu hapşırma olgusunun da
adı şudur: ACHOO Sendromu (Autosomal Dominant Compelling
Ophthalmic Outburst of Sneezing)3 • • • Çok yaşayın!

3 Halk arasında 'Işık Alerjisi' olarak bilinen, güneşe ya da yüksek voltajlı ışığa bakıldığın­
da şiddetli ve kontrol edilemeyen hapşırma nöbetidir. Hapşırma sayısı 40-50'yi bulabilir.
(ed.n.)

• 56 .
Esnemek bulaş1c1 m1d1r?

ıs

Aynısı sizin başınıza da hiç geldi mi: Masada oturuyorsunuz ve


karşınızdaki kişi esniyor, ardından siz de hemen esnemeye baş­
lıyorsunuz. Esnemek bulaşıcı mıdır? Cevap evetse, nedeni nedir?

Genelde esneme oksijen yetersizliğiyle açıklanır ancak durum


bu değildir. Çünkü deneyler gösteriyor ki, yüksek karbondioksit
içeren kötü havada da, oksijen düzeyi yüksek havada da esneme
oranında bir değişiklik gözlenmez. Esneme her zaman yorgunluk
belirtisi de değildir. Örneğin; olimpiyat sporcuları yarışlardan önce
tuhaf bir şekilde sıkça esnerler. Bu, beklenen bir aktivitenin oldu­
ğunun belirtisi de olabilir. Bilim esnemenin sırrını hala tam olarak
çözememiştir. Mesela karşımızdaki esnediğinde ne olur? Esneme
gerçekten bulaşıcı mıdır?

Bu olguyu bir deneyle test ettik: Bremen şehrinin ortasında


yoldan geçenlerden bir araştırmaya katılmaları istendi. Kendilerine
bunun bir dikkat testi olacağı söylendi ancak bu, bir şaşırtmacaydı.
Katılımcılarımızdan kendilerine gösterilen resimleri akıllarında
tutmaları istendi. Bir gruba resimlerin arasında arada bir esneyen
insanların resimlerini de gösterdik. Ve tepki hemen geldi: Her iki
kişiden biri (%57) hemen esnemeye başladı. Karşılaştırılacak olan
gruba esneme fotoğrafları gösterilmedi ve hemen hemen hiç kimse
esnemedi. Bu deney enteresan bir şekilde insansı maymunlarda da
benzer sonuçlar gösteriyor: Şempanzelerde de esneme bulaşıcı. Es­
neme bir çeşit grup sinyali olabilir. .

En son açıklama modern beyin araştırmalarından geldi: Birkaç


yıl önce, sinir hücrelerinden oluşan özel bir ağ keşfedildi. Bu sinirler

• 57 .
sadece biz eylemi gerçekleştirirken değil, başkasının eylemini izledi­
ğimiz anlarda da aktif hale geliyor. Etrafımızda olan bitenleri sürekli
olarak beynimizde yansıtıyoruz gibi görünüyor. Bu yüzden bu sinir
hücrelerine ayna nöronları da deniyor. Karşımızda esneyen birisini
gördüğümüzde, beynimiz de onunla birlikte esnemeye; birisi bir
yerini kestiğinde acı duymaya ya da güldüğünde gülmeye başlıyoruz.
Dış dünyayı o ana dek bildiğimiz halinden daha derin bir şekilde
algılıyoruz. Bunu belki de ayna nöronlarının keşfinden çok daha
önce tahmin ediyorduk. Kelimesi kelimesine çevrildiğinde birlikte acı
çekme anlamına gelen 'sempati'4 kelimesi de bunu göstermektedir!
Beyin hücrelerinin bu bağlantısı çok hassastır, sadece esneme
konusunda da değil. . . Örneğin; anneler çocuklarını beslerken ağız­
larını açarlar. Çocuk hareketi görür, beyin yansıtır ve ağız açılır.
Artık durumu biliyorsunuz: Bir dahaki sefere esnerken yaka­
lanırsanız mazeretiniz hazır: "Beynim yansıtıyor!"

4 Sempati kelimesi etimolojik olarak Eski Yunancadaki sun (birlikte, beraber) ve pathas'un
(acı çekme) bir araya gelerek oluşturduğu sumpatheia'dan gelmiştir. (ed.n.)

• 58 .
Kad 1 n l a n n aya klan neden soğ u ktur?

16

"Soğuk ayaklar rahatsızlık verir; özellikle de şahsi olanlar:'

Wilhelm Busch

Kadınlar erkeklerden daha uzun yaşar, bu istatiksel olarak kanıtlan­


mıştır. Yine de hayatta adalet denen bir şey var. Bu da muhteme­
len kadınlar ile erkekler arasındaki şu farklılıktır: Kadınların %80 'i
ayaklarının üşümesinden şikayet ederler.

Cinsiyetler arası vücut ısısı istatistiklerine bakılırsa, erkekler


daha avantajlıdır. Çünkü erkeklerin vücut ağırlığının yaklaşık %40'ını
kaslar oluşturur. Bir kas çalıştığında ürettiği enerjinin sadece üçte
biri yapılan işe harcanır; geri kalanın büyük bölümüyse ısı olarak
depolanır. Kaslar bedenimizin ısıtma sistemidir. Üşüdüğümüzde
titreriz ve böylece gereksizmiş gibi görünen bu kas faaliyetleriyle
üşüyen bedenimiz ısınır.

Kadınların kas oranıysa sadece %23 'tür ve bu oran erkeklerin


yarısı kadardır. Yani kadınların 'vücut ısıları' önemli ölçüde daha
zor sağlanır.

Bunun dışında, ısı kaybı konusu da vardır. Burada belirleyici


olan vücudun dış yüzeyidir. Bilirsiniz, üşüdüğümüzde kıvrılır ve
kapladığımız alanı daraltırız. Böylece de daha az ısı kaybetmiş oluruz.

Erkek ile kadın arasındaki vücut dış yüzeyi açısından da küçük


bir fark görülür: İkisi de aynı boyda olduğunda kadınların göğüsleri
yüzey açısından bir fark yaratır ve daha fazla ısı kaybederler.

• 59 .
Yüksek ölçüde ısı kaybı ve zayıf ısıtma sistemi elverişsizdir.
Üşüdüğümüzde vücudumuz can sıkıcı bir tasarruf durumuna geçer:
Hayati organları ve beyni 37 derecede tutahilrnek için el, ayak ve
burun gibi uzuvlara giden kan miktarı azalır. Isı vücudun mer­
kezine odaklanır. Soğukta kadınların ayaklarındaki kan damarları
daha çabuk daralır. Kanın akmadığı yerlerde sıcaklık olmaz. Ayak
parmaklarının ısısı 8 dereceye kadar düşebilir! Kadınların üşüyen
ayakları, biyolojik bir hayatta kalma stratejisidir.
Bu, erkeklerin onlara doğadan daha fazla yardımcı olabildiği
ender durumlardan biridir...

o 60 o
Nas1l 3-boyutl u görürüz?

17

Başlangıçta Figueres'teki ünlü Dali Müzesi'nin ziyaretçilerinin de­


lirdiğini düşünmüştüm. Duvardaki bir resme gözlerini şaşı yaparak
bakıp ardından hayranlıklarını ifade ediyorlardı. Sonra aynı şeyi
kızım da yapmaya başladı: "inanılmaz . . . Ahhh . . . böyle bir şey ola­
maz! . . Üstelik o kadar net ki .. :
'

Kısa süre sonra ben de Salvador Dali'nin üç boyutlu resimlerinin


müptelası oldum. Garip, renkli şekiller, birden derinlikli yapılara
dönüşüyordu. İki boyutlu resimler, bir bakışta yeni bir bakış açısının
alışılmışın dışındaki dünyasına açılıyordu; hem de kelimenin tam
anlamıyla. Resimlerin içine bakıyordum ve bir saatlik şaşı bakmanın
sonunda başım çatiayacak gibi ağrımıştı.

Sihir, gözlerimizden çok beynimizle ilgili bir durumdur, çünkü


resimler beynimizde oluşur. Görme eylemi, beynin üst üste gelen
bilgi selini algılamak ve kavramak zorunda olduğu karışık bir öğ­
renme sürecidir.

• 61 •
İki gözümüz de farklı resimler gördüğünden, beynimiz bundan
dsınin uzaklığını tespit edebilir. Bunda tabii ki görüntünün keskin­
liği de önemli rol oynar. Keskinlik ile bakış açısı arasındaki ilişki
beynimize yılların getirdiği deneyimlerle kazınmıştır. Üç boyutun
optik yanılsaması da bütün bu tecrübelere dayanmaktadır. Nesne­
leri net görmek isteriz ve bu ancak şaşı baktığımızda gerçekleşir.
Bu hileyle gözlerimiz tamamen farklı bir resim algılar ve beynimiz
mantıklı bir cevap arama sürecinde bu görüş tecrübesini üç boyutlu
olarak yorumlar.

Memeli hayvanların görmeyi doğduktan sonra 'öğrençliği: birkaç


yıl önce bana göre korkunç olan bir deneyle desteklenmişti. Yeni
doğmuş kedi yavrularının gözleri bağlandı, böylece yaşamlarının
ilk üç ayı boyunca hiçbir şey göremeyeceklerdi. Bu süreçten sonra
bandajlar çözüldü. Gözleri fiziksel açıdan sağlıklıyken kediler kördü
çünkü beyinleri görmeyi öğrenememişti.

Şu anda belki farkında değilsiniz ancak siz de kısmen körsünüz;


hem de iki gözünüz birden. Eğer bana inanmıyorsanız aşağıdaki
görme testini yapın:

Sağ gözünüzü kapayın ve 1O cm uzaklıktan fareye odaklanın.


Gözünüzün ucuyla peyniri de görürsünüz. Ancak kitaba biraz daha
yaklaştığınızda, peynir gözden kaybolur! Bunun nedeni fare değildir
(o kımıldamadı) . Nedeni, ağ tabakasın yer alan görme hücrelerinin
bulunmadığı kör nokta denen bölgedir.

Ağ tabakasındaki yüz yirmi beş milyon sensör; renk algılayıcı


tıpa ile ışığı algılayıcı çubuklar olarak ikiye ayrılır. Çubuklar ışığa
tıpalardan yaklaşık 10.000 kat daha duyarlıdır, bu yüzden karanlıkta

• 62 .
çevremizi renkli değil, gri tonlarda algılarız. (Tam olarak bu nedenden
dolayı tüm kediler geceleri gridir.) Bu sensörlere ne kadar az ışık
düşerse, tepki vermeleri için, o kadar uzun zamana ihtiyaç duyarlar.
Bu prensipten sonra size evde kendi kendinize deneyebileceğiniz
sıra dışı bir deney önermek istiyorum:
Hareket eden bir cismin önüne bir lamba yerleştirin ve duvar­
daki gölgelerine dikkat edin .

..-: ..

Bir gözünüzün önüne bir güneş gözlüğünün koyu renk camını


yerleştirin. Gölgenin, duvarın içine doğru hareket ettiğini fark ede­
ceksiniz; üç boyutlu olarak algılanacaktır! Karartılmış olan göz, ha­
reket eden gölgeyi biraz geç algılar. Beyin bu gecikmeyi iki resim
olarak tanımlar. Normal üç boyutlu görmede olduğu gibi, iki farklı

• 63 .
resimin birden üst üste binmesini de derinlik olarak algılar. Bakış
açısını değiştirdiğİnizde ve gözlükten diğer gözünüzle baktığınızda
daha da garip bir şey olur: Az önce duvarın içine doğru hareket
eden gölgenin hareket yönü aniden değişmiştir, şimdi duvardan
dışarıya doğru hareket etmektedir.

Bu sonucu ilk kez gördüğümde bir an için algılarımdan şüphe


etmiştim. Algıların bu şekilde yanılması, Yunan filozof Platon gibi
büyük düşünürlere de ilham vermiştir. Mağara Mitosu 'nda Platon,
gölgeleri gerçeklik olarak algılayan insanları anlatmıştır. Ancak fılozof
gölge varlığa aldanmaz ve ışığın gerçek kaynağını arar. Eski Hintli
filozoflar bir adım daha ileri gitmişlerdir: Dünyamızın 'Mayalar'dan5
yani büyük bir bilinmezlik ve ilüzyondan başka bir şey olmadığını
söylemişlerdir.

Bugünkü televizyon dünyamızı görselerdi kimbilir ne derlerdi?

5 Maya Uygarlığı. Modern Amerika'nın keşfinden önce Meksika'nın güneydoğusu ve Orta


Amerika'yı kapsayan, kuruluşları milattan öncesine dayanan binlerce yıllık bir uygarlık.
(ed.n. )

• 64 .
Y1ld1zlar neden parlar?

Sonsuz ala nlar:


Uzay, Rüzgar ve Hava

• 65 .
Gökyüzü n eden mavi d i r?

18

"Görüyor musun çocuğum, melekler gökyüzünde kurabiye pişiri­


yor! " Bu, büyükannemin çocukluğum kızıl gün batıroları için yap­
tığı açıklamaydı. Her akşam dikkatlice bakınama rağmen kurabiye
pişiren tek bir melek bile göremezdim ve zamanla bu açıklamadan
şüphe etmeye başlamıştım. Zaten güneş ışığının sürekli değişen rengi
beni oldukça meşgul ediyordu. Örneğin; güneş ışığının beyaz ren­
ginin gökkuşağındaki tüm renklerin toplamından oluştuğu sadece
bir yetişkine mantıklı gelebilirdi. Bunu, boya kutumdaki boyalarla
denemeye kalktığımda ve bütün renkleri birbirine karıştırdığımda
elde ettiğim sonuç beyaz değil, hayal kırıklığı yaratan bir kahveren­
giydi. Babam bana önemli bir ipucu vermişti: En renkli topaç bile
yeterince hızlı döndüğünde beyaz görünür!

Çok daha sonraları kızıl gün batımlarının, beyaz bulutların ve


gökyüzünün mavisinin ışık dağılımı ya da Rayleigh saçılımı6 adında
tek bir olguyla bağlantılı olduğunu öğrendim: Güneş ışınlarının
yolu takip edilirse, yolculuklarının siyah uzay boşluğundan geçerek
dünyamızın atmosferine ulaştığı görülür. Işık dalgaları çok küçük
hava molekülleriyle çarpışır ve her bir yöne dağılır. Ancak burada
enteresan bir olgu oluşur: Işığın renkleri aynı oranda dağılmaz. Mavi
ışık, kırmızı ışıktan daha sık ve yoğun dağılır. Parlayan atmosferi­
miz en yoğun saçılan ışığın renginde ışıldar: Mavi. Bu mavi ışık
zikzaklar çizerek hava katmanlarından geçer ve doğrudan güneşe

6 Işığın veya diğer elektromanyetik radyasyonun, ışığın dalga boyundan daha küçük tan­
ecikler tarafından saçılımını ifade eder. Işık, saydam katı veya sıvıların içinden geçtiğinde
de meydana gelse de en çok gazlarda gözlenir. Gökyüzünün mavi görünmesinin temel
nedeni, açık atmosferde güneş ışığının Rayleigh saçılırnma uğramasıdır. (ed. n.)

• 67 .
bakmasak bile bu saçılan ışığı görürüz. Gökyüzünün gündüzleri
aydınlık olmasının nedeni budur. Işık dağılımı olmasaydı, gökyüzü
tıpkı astronotların gördüğü uzay gibi zifıri karanlık olurdu.
Hepsinden önce mavi ışığın dağıldığını, bir bardak suya birkaç
damla süt damlatarak gözlemlemek çok kolaydır: Yandan gelen ışık
süt damlacıklarının yanından geçer ve tıpkı gökyüzündeki gibi mavi
görünür! Sütteyse tüm renkler dağılır: Beyaz süt - beyaz bulutlar!

• Kızılca batan güneşin sebebiyse, uzak mesafeden kaynaklanan


güçlü ışık dağılımıdır. Gün batımında eğik gelen güneş ışınları gö­
zümüze ulaşana kadar atmosferde daha uzun bir yol katetmektedir.
(Atmosferde uzun yol katetme konusunda Yıldızlar neden parlar?
başlığına bakınız.) Katedilen yol yeterince uzun olduğunda, güneş
ışınlarının mavi bölümlerinin tamamı dağılır. Geriye sadece batan

• 68 .
güneşin muhteşem kırmızı rengi kalır, çünkü kırmızı ışık dalgaları
neredeyse hiç dağılmaz ve böylece doğrudan gözümüze ulaşır.
Tek bir fiziksel olgunun, Rayleigh saçılımının; gökyüzünün
maviliği, bulutların beyazı ya da akşam güneşinin kızıllığı gibi bu
kadar çeşitli renkleri meydana getirebiliyor olması beni her zaman
şaşırtmıştır. Kimbilir, bir gün bir yerlerde torununuzia oturur ve
kızıl gün batımını izlersiniz. Açıklama olarak da kurabiye pişiren
melekler yerine fıziğin büyüsünden bahsedersiniz .

• 69 .
Gökkuşaği rengini nereden a hr?

19

Barış, hoşgörü ve umudun sembolüdür: Gökkuşağı. Peki, bu renkli


doğa olayı nasıl gerçekleşir?

Yağmur ve güneş ışığı gereklidir. Güneş ışığı tüm renkleri ba­


rındırır. Işık bir yağmur damlasıyla buluştuğunda, ışık dalgaları
hava ortamından su ortamına geçer.

����:.�: · .
' ''..;\.. '

t'
,...__.#f
"' .. --.:�-"- ��"� .
. ·� .

Bu arada ışık kırılır; yani güneş ışığı spektral renklerine ayrışır.


Yağmur damlalarının içinden geçen ışık dalgaları ters açıdan yansır

• 71 •
ve tekrar dışarıya çıkar. Her damla bir tür ayna görevi görür: Beyaz
ışık içeri, renkli ışık dışarı.
Peki, yay şekli nasıl oluşur?
Renkli, kırılmış güneş ışığını tam anlamıyla görebilmemiz için
yağmur damlaları ve ışıkla aramızda tam olarak kırk derecelik bir
eğimin olması gerekir. Belki fark etmişsinizdir; gökkuşağı ancak güneş
alçaktayken görülebilir durumdadır. Güneş gökyüzünde yükseldi­
ğinde, damlalar, Güneş ve gözümüz arasındaki açı o kadar büyüktür
ki renkli kınlmayı göremeyiz.
Bu kırk derecelik sabit optik açı daireyi amınsatır ve teorik
açıdan bakıldığında gerçekten de renkli bir daire oluşur. Eğer şan­
sınız varsa, uçaktan böyle bir gökkuşağı dairesi gözlemleyebilirsi­
niz. Ancak genelde yeryüzünde olduğumuz için bir eğiklik görürüz
çünkü düşen yağmur damlalarındaki renkli ayna sadece dairenin
üst yarısını doldurur.

Çocukken bu renkli kuşağı yakından incelemek isterdim ancak


hep benden kaçıyormuş gibi gelirdi. Ben yaklaştıkça uzaklaşırdı. Çok
sonraları bu olgunun gözlemlenebilmesi için o optik açıya ihtiyaç
olduğunu öğrendim . Bu yüzden arabada giderken gökkuşağı bizi
takip ediyor gibi görünür ve daha da derin düşünüldüğünde, aslında
her birimiz sadece kendi kişisel gökkuşağına bakar.

• 72 .
Bulutlar nas1l meydana gelir?

20

Kayıp saraylar, çirkin büyücü yüzleri ve savaşan canavarlar! Bazen


başka bir şekle bürünmeden önce bana bakarlardı. Bir sonraki okul
günü için ev ödevim olan matematik alıştırmalarını çözmek yerine,
bütün öğleden sonrayı yolumun üzerindeki çimierin üzerinden gelip
geçen bulutlara bakıp hayallere dalarak geçirebilirdim. Daha sonra
çocukluğurnun o hayali görüntülerinin sadece su olduğunu öğren­
diğimde, biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Yine de bulut bilimi
hayallerimden hiç de aşağı kalmayan başka gizemler barındırıyor.

Güneş yeryüzünü ısıtınca, sıcak hava büyük, görünmez bir balon


gibi gökyüzüne yükselir. Yükseklerde, azalan atmosfer basıncından
dolayı genleşir ve soğur. Sıcak hava soğuk havaya oranla oldukça
fazla nem taşıyabildiğinden, bu sağuma esnasında sıvı fazlalığı
oluşur. O ana kadar görünmez olan sıcak hava balonu su yükünü
mikroskobik damlalar halinde taşımaya başladığı için artık görünür
olur: Bir bulut olarak.

Avcı kuşlar ve planörler yeni oluşmaya başlayan bu bulutları


arar ve onlara ait hava akımının yardımıyla yükselir. Bulutların alt
kısımları düzdür, ancak hepsinden önce güçlü kümülüs bulutları
yandan aldıkları rüzgarlada birlikte hızla yukarıya doğru çoğalır.

Meteorologlar yaklaşık iki yüzyıl önce bulutların çeşitliliğini


araştırıp onları üç ana gruba ayırarak on farklı çeşidini belirlemiştir:
kümülüs (öbek), sirüs (parça parça) ve stratus (gergin/bir katmanla
örtülmüş) . Hava tahminlerinde bu şekiller hala önemli rol oyna­
maktadır.

• 73 .
Kümülonimbus bulutları özellikle dikkat çeker çünkü bu yak­
laşan fırtına alametlerinin on kilometre yüksekliğe ulaşabilen örs
şeklindeki formlarının yanında, çapları da on kilometreye ulaşabilir.
Bu devasa enerji paketleri, yarım milyon tondan fazla su taşır ve
aniden bastıran yağmur şeklinde yeryüzüne iner. Daha sonra güneş
açar ve açık gökyüzünde masumca büyüyen hayaller yaratan, beyaz,
güzel hava kümülüs bulutları tekrar görünür.

• 74 .
Sis nasil ol uşur?

21

"Belirsizliktir bizi çeken.

Sis her şeyi güzelleştirir:'

Oscar Wilde

Kimileri için saf romantizmin ifadesi, kimileri içinse rahatsız edici


bir trafik engeli: Sis.

Sis özellikle sonbaharda, geceler daha soğuk olduğunda ve toprak


gittikçe soğuduğunda daha belirgin olur. Gündüz, güneş açtığında
toprak nispeten daha soğuk kalırken, hava tekrar ısınır. Isınan hava
soğuk havadan daha fazla nem taşıyabilir ve görünmez su buharı
oluşur. Güneş batarken soğuk toprağın üzerindeki hava hızla soğur
ve fazla su sis olarak açığa çıkar. Özellikle açık gecelerde toprağa
yakın hava katmanları o kadar hızlı soğur ki, suyun bir bölümü
bırakılmak zorunda kalınır, su buharı yoğunlaşır ve ince su dam­
lacıkları haline gelir.

Yani sis, aslında yere temas eden bir çeşit bulut gibidir; sıcak,
nemli hava soğuk zemine değdiğinde oluşur. Kelimenin Yunanca'daki
karşılığı nephele yani buluttur.

Soğuk kış günlerinde nefes verirken bile sis oluşur, çünkü ci­
ğerlerimizden gelen hava soğur ve barındırdığı nemi daha fazla
taşıyamaz. Bir kısmı yoğunlaşır ve küçük bir buluta dönüşür.

Ancak sisin nasıl oluştuğu konusunda farklı ihtimaller de vardır:


Örneğin, nehir ve göl kenarlarında oluşan sis tipiktir. Sonbaharda su
nispeten sıcaktır ancak üzerindeki hava geceleri belirgin derecede

• 75 .
daha soğuktur. Bu soğuk ve henüz kuru olan hava, su yüzeyinin
hemen üzerinde ısınır, bu arada nem toplar ve bunun akabinde
yükselir. Buradaysa nemin yeniden yoğunlaşmasını sağlayan soğuk
hava katmanlarıyla karşılaşır. Göllerin üzerini sonbahar akşamlarında
sis kaplamasının nedeni tam olarak budur.
Sis, havanın taşıyabileceği kadar hafif olan sayısız küçük su
damlacıklarından meydana gelir.
Gösteri dünyasında ne zaman bir şeyin heyecanlı olması ge­
rekse, yapay sis olayı devreye girer. Ancak buradaki sis bir düğmeye
basarak oluşturulur: Sis makineleri küçük ağızlıklardan sıcak yağ
püskürtür. Bu minik yağ damlacıkları havada süzülür ve projektör
ışığında gerçek sis gibi görünür. Bu yüzden çekimler sırasında şöyle
denir: "Sis açık, ses açık, kamera, motor .. :'

Bu tür bir sisin romantizmle bir ilgisi yoktur tabii. . .

• 76 .
Yl ld1zlar neden parlar?

22

"Twinkle, twinkle, little star,

How I wonder what you are . .:· 7

İngiliz çocuk şarkısı

Yıldızlı gökyüzü benim büyük tutkumdur. Beni her zaman çekmiştir.


Bazı yaz gecelerinde, çayırımızın ılık toprağına yatar ve gecenin
karanlığını izlerdim . Gözümü rahatsız edecek hiçbir şey olmazdı;
ne ağaçlar, ne çalılar, ne de sokak lambaları. Görüş açıının tamamı
uzaklardan gelen sihirli panltılada kaplanırdı. O anlarda uzayda
süzüldüğümü görürdüm ve üzerine uzandığım yeryüzü de sırt çan­
tam olurdu. Başı ve sonu bilinmeyen uzay boşluğunda diğer pek
çok parça gibi dolaşırdım. Hiç hareket etmeden ne kadar uzun süre
yukarıya bakarsam, o kadar çok yıldız görünürdü. Işıkları farklı
farklıydı. Bazısı kırmızı renkte, bazısı mavimsi bir buğuyla örtül­
müş halde parlıyordu. Sayısız yıldıza sahip Samanyolu'na bir bakış,
tüm dert ve sevinçlerimizle akıl almaz sonsuzluğun içinde, sadece
bir toz zerreciği olduğumuzu bize kanıtlar. Bazı yıldızların ışığı,
yolculuğuna daha yeryüzünde hiç yaşam yokken, milyonlarca yıl
önce başlamıştır. Modern teleskoplar uzun süre önce yok olmuş
uzak yıldızların ışığını bile yakalayabiliyor.. .

Her kim açık havada gece gökyüzüne bakarsa birçok parlak


nokta görür. Bazıları parlar, bazıları parlamaz. Neden böyle olur?

7 'Parla, parla küçük yıldız, ne olduğunu öyle merak ediyorum ki. . .' (ed. n.)

• 77 .
Çoğu nokta, çok uzaklarda olan yıldızlardır. Bize en yakın yıldız,
çok parlak bir ateş topu olan güneştir. Diğer yıldızlar da yakından
iziense aynı şekilde görünebilirdi, ancak bir nesne bizden ne kadar
uzaklaşırsa o kadar küçük görünür. Yani güneşimiz de daha uzak
mesafeden diğer yıldızlar gibi görünürdü. Evrendeki uzak mesafeler­
den yıldızların sadece ışığı bize ulaşır. Şekilleri parlak bir noktacık
haline gelir. Bazı yıldızlar o kadar uzaktadır ki teleskoptan bakınca
bile küçük parlak noktalar halinde görülür.

{1

1
1

Parlama oluşur çünkü yıldızın ışığı gözümüze ulaşmadan önce


dünya atmosferine girmek zorundadır. Işık dalgaları düzensiz at­
mosfer tabakalarında kolayca yön değiştirir. Yani başlangıçtaki ışık
kaynağı bir ileri bir geri oynar ve parialdığı dalgalanır: Yıldız ışıldar.
Ufuk çizgisindeki yıldızlar, tepe noktasına yakın yıldızlardan daha
çok parlar, çünkü eğimli olarak gelen ışıkları hareketli atmosferde
daha uzun mesafe kateder. Astronotlar içinse ışıldama yoktur, onun

• 78 .
yerine sadece evrendeki yanan noktalar vardır, çünkü atmosferin
dışında dolaşmaktadırlar.
Mars, Satürn ve Venüs gibi gezegenlerse, yıldızlar kadar uzakta
değildir ve bu yüzden bize nokta olarak değil, küçük daireler şek­
linde görünür. Gezegenlerin kendi ışıkları yoktur, güneşten gelen
ışığı yansıtır. Onların ışığı da atmosferden geçerken salınır ancak
mesafeleri nedeniyle bu salınma çok düşük seviyededir. Bu yüzden
gezegenler parlamaz. Böylece gece gökyüzünde yıldızlar ile gezegepJeri
birbirinden ayırmak kolaylaşır: Yıldızlar parlar, gezegenler parlamaz.

• 79 .
Samanyo l u nedir?

23

Bulutsuz gecelerde gökyüzünde yıldızlardan oluşan parlak bir şerit


uzanır: Samanyolu. Samanyolu'nu tam olarak görebilmek için ışıl­
dayan şehirden uzak olunmalı ve gökyüzü de mümkün olduğunca
açık olmalı. Peki, Samanyolu tam olarak nedir?

Gece gökyüzünde görünen bu incecik, ışıldayan şerit, geçmişte


atalarımızın da dikkatini çekmiştir ve gaZaksi kelimesi de Yunancada
süt anlamına gelen gala kelimesinden gelir. Antik Yunan mitoloji­
sine göre en büyük tanrı Zeus, ölümlü Alkmene'yle birleşir ve bu
birleşmeden Herakles adında bir oğlu olur.

o 81 o
Zeus, gayrimeşru çocuğuna tanrısal güçler verebilmek için,
uyuyan karısı Hera'dan süt emmesini sağlar. Ancak bebek o kadar
şiddetli emer ki Hera uyanır ve onu itip yanından uzaklaştırır. Bu
sırada tanrısal sütü gökyüzüne fışkırır!
Dürbünle bakıldığında bu sütümsü yapının sayısız yıldızın bir
araya gelmesinden meydana geldiği görülür. Çoğunlukla galaksi
denilen devasa kümelerden oluşmuşlardır. Güneşimizin meydana
geliş hikayesi de aynıdır. Yaklaşık olarak 200 milyar kardeş yıldız
vardır ve hepsi birlikte bizim galaksimizi oluşturur; çubuklu sar­
mal gökada denen bu yapı akıl almaz büyüklüktedir. Çapı yaklaşık
olarak 100.000 ışık yılıdır, bu da ışığın galaksimizi bir kez baştan
sona geçmesi için 100.000 yıla ihtiyacı olduğu anlamına geliyor.
Karşılaştırmak için örnek vermek gerekirse: Işığın dünyamızdan
aya kadar gitmesi bir saniye sürmektedir! Dünyamızdan Güneşe
ulaşmasıysa sekiz ışık dakikada olur.

Güneşimiz ve güneş sistemimizin bir parçası olan dünyamız


da aynı şekilde bu devasa yapının yan kollarından birinde yer al­
maktadır. (Alttaki resme bakınız.)

Uzayın derinliklerinden bakıldığında galaksimiz bir devasa bir


girdaba benzetilebilir, ancak bu yapının bir parçası olduğumuzdan,
bu görüş açısım görebilmemiz mümkün değildir. Galaksimizin mer-

• 82 .
kezine baktığımızda birçok yıldızdan oluşan bir şerit görürüz, ancak
burası.galaksinin geri kalanından daha az yıldızla ödüllendirilmiştir..
Yani Samanyolu, galaksinin bizim sınırlı görüş açımızdan görünen
bir parçasıdır. Gece gökyüzünde gördüğümüz her yıldız bizim ga­
laksimize aittir. Aşırı iyi görüş koşullarında yaklaşık 15.000 parlak
nokta görülür. Galaksimizin 200 milyar yıldızdan meydana geldiği
düşünülürse, ne kadar küçük bir kısmı gördüğümüz anlaşılıyor.
Galaksimizin daha geniş çevresinde, Andromeda takımyıldızında
bizimkine benzer bir galaksi vardır. Hatta bunu çıplak gözle bile gör­
mek mümkündür. Net olmayan, soluk bir yıldız gibi görünmektedir.
Gökbilimciler arasında Messier-Objesi ya da M3 1 olarak da
bilinen Andromeda galaksisi şu anda bizden 2,7 milyon ışık yılı
uzaklıktadır. Yani bugün burada gördüğümüz ışık, bundan 2,7 mil­
yon yıl önce yola çıkmıştır!

o 83 o
Işığın kesin ölçümleri sonucunda gökbilimciler bu galaksinin
266 km/s hızla üzerimize doğru geldiğini hesaplamıştır. Galaksi
yaklaşık üç milyar yıl sonra bizim Samanyolumuzla karşılaşacaktır.
Demek ki biraz daha zamanımız var...

• 84 .
Ka r yağd1ğ 1nda etraf n eden sessizleşi r?

24

Hayatıının ilk kar yağışını çok geç tecrübe ettim. Çocukluğum sü­
resince yaşadığım Güney Hindistan'da kar yağışı söz konusu olma­
mıştı. Noel zamanı uzak Avrupa'da yaşayan büyükannemi telefonla
arardık Telefon bağlantıları çok kötüydü ve annem ile büyükannem
aniaşabilmek için karşılıklı olarak ahizeye bağırırlardı. Bazen hattın
diğer ucundan şöyle bir söz duyulurdu: "Noel beyaz geçiyor:' Uzun
bir süre bütün Avrupa'nın sürekli olarak karlada kaplı olduğunu
düşündüm. Annemin memleketi bu yüzden çok özeldi. Yıllar sonra
Lüksemburg'a gittiğimizde adeta hayal kırıklığına uğramıştım: Kar
neredeydi? Mevsim yazdı! Takip eden kış aylarında kada ödüllendi­
rildim ve yeni ve olağanüstü bir tecrübe edindim. Kar tam anlamıyla
sihirliydi! Tüm dünya bir anda sessizleşiyordu. Bunun arkasında
yatan neden neydi?

Öncelikle kar koşuşturmacayı engelliyordu: Arabalar buzlanan


yollar yüzünden daha yavaş ilerlemek zorunda kalıyor ve insanlar
evde kalmayı tercih ediyorlardı; en azından yetişkinler için bu ge­
çerliydi! Ancak kar örtüsü çevrenin akustiğini de değiştiriyordu. Ses
dalgaları çevrenin yapısına göre değişik şekillerde dağılır. Herkes
sesimizin kilisede, telefon kulübesindekinden daha farklı çıktığını
bilir çünkü ses dalgaları duvar ve zeminde yankılanır. Kapalı gözlerle
bile mekan "duyulabilir" ve mesela yerlerin halı mı yoksa karo mu
döşeli olduğu anlaşılabilir. Yüzey ne kadar sert ve düzse, ses dalga­
ları da o kadar iyi yansır. Tamamen halıyla kaplı olan bir oda sesi
emer çünkü ses dalgaları duvarlar tarafından emilir ve yansıtılmaz.

• 85 .
Taze karın yaklaşık olarak % 90'ı havadan meydana gelir, çünkü
kar kristalleri düzensiz bir şekilde üst üste yığılmıştır ve aralarında
bolca boşluk vardır. Kar kalın, buzlu strafora benzer. Ses dalgaları
kara çarptığında birçok yöne dağılır, bir kısmı kar örtüsünün içine
gömülür ve dışarıya giden yolu bulamaz. Dalga enerjisinin bir kısmı
kar örtüsünün içinde kaybolur. Amerikalı bilim insanları bunu ta­
banca sesleriyle test etmiştir:
Tabanca sesleri, özel mikrafonlarla yazın ve kışın ayrı ayrı kay­
dedildi. Aralarındaki fark oldukça belirgindi: Ses karda katbekat
daha fazla emiliyordu. Ayrıca dikkat çeken ayrıntılardan biri de
karın, tiz sesleri daha fazla emdiğiydi. Bu olgunun bir benzeri kafa
yorganın altındayken yaşanır. Tiz frekanslar dalıa fazla emilir ve
her şey daha derinden duyulur. Toz halindeki taze kar en iyi ses
emicisidir. Kar erir ve daha çok birbirine yapışır, hava oranı azalır
ve emilim zayıflar.
Sayın ebeveynler: Çocuklarınız kar topu savaşı yaptıklarında ve
seslendiğİnizi duymadıklarında kızmayın! Bunun suçlusu çocuklar
değil, kardır!
Ay'da neden o kadar çok krater var da Dünya'da
yok?

25

Sanki birazcık suçiçeği çıkarmış gibi duruyor: Ay. Yüzeyi kraterlerle


kaplıdır. Dünyamızsa Ay'a oranla daha pürüzsüz görünür. Bu, neden
böyledir?

Bundan yaklaşık 4,6 milyar yıl önce eski dünya oluşmuştur. Bu­
gün, bir gök cismiyle çarpışması sırasında Dünya'nın bir parçasının
koptuğuna inanılıyor. Sonra bu iki dsınin maddesinden Ay meydana
gelmiştir. Bu oluşum sürecinde güneş sistemimizde sürekli olarak
Dünya ile Ay'a çarpan birçok gök cismi bulunmaktaydı. Bu büyük
bombardıman yaklaşık olarak 300 milyon yıl sürmüştür. irili ufaklı
meteorlar ses hızının 200 katı hızla yüzeye çarpmaktaydı. Çarpma
enerjisi öyle yüksekti ki katmanlar patlıyor ve buharlaşıyordu. Bu
esnada çevreye materyaller fırlatıp yer yer devasa krater bölümleri
oluşturuyordu.

Dünyamızın ve uydusunun farklı gelişim süreçleri vardır. Ay'ın


aksine Dünya'nın çevresinde zamanla atmosfer oluşmuştur. Bunun
sebebi Dünya'nın ağırlığının daha büyük olmasıdır. Soğuyan taş­
lardan çıkan gazlar, bu ağırlığın çekim kuvveti sayesinde tutulmuş
ve uzaya dağılmamıştır.

Dünyamız üzerindeki koşullar öyle uygundur ki okyanuslardaki


suda hayat oluşabilıniştir. Yağmur, rüzgar, hava ve hatta gelgitler
milyonlarca yıllık süreçte Dünya'nın çehresini değiştirmiş ve olu­
şum sürecinin ilk dönemlerinde yeryüzünde açılan krater izlerini
düzleştirıniştir. Ay'ın ise atmosferi, suyu ve yağmuru yoktur. Bu

• 87 .
yüzden Ay'da bu düzleşme süreci yaşanmamıştır ve çocukluğunda
aldığı yara izlerini bugün dahi olduğu gibi bize gösterir.

Yine de yeryüzündeki kraterler tamamen yok olmamıştır, çünkü


hala uzaydan gelen cisimler yeryüzüne çarpmaktadır. Örneğin;
Arizona'daki Barrioger Krateri8 oldukça yeni sayılır. Bundan sadece
50.000 yıl önce oluşmuştur. Çölde yağmur yağmadığından erozyon
çok azdır ve krater olduğu gibi kalabilmiştir. Hatta Almanya'da bile
bu kraterlerin izleri bulunabilir. Svabya ve Frank Alpleri arasında
yer alan Nördlinger Ries'de bundan 14,4 milyon yıl önce yaşanan
çarpmanın kalıntısı, birçok jeolog için cezbedici bir yerdir. .

Ay'da birçok krater vardır; Dünya'daysa sayıları çok azdır ve


bu,nun nedeni bizim sevgili atmosferimizdir!

8 Bundan tam 49.000 yıl önce yaklaşık 300.000 ton ağırlığında, 45 metre genişliğinde
büyük bir nikel-demir göktaşının 65.000 km/saat hızla dünyaya çarpması sonucu
oluşmuştur. Dünya üzerinde bulunan bozulmadan korunmuş en iyi kraterdir. Kraterin
çapı 1 ,2 km, derinliği 175 metredir. (ed.n.)

• 88 .
Hepimiz aynı Ay'• m ı görürüz?

26

"Ay doğdu" der Matthias Claudius, geceleri gökyüzünde parlak hilali


gördüğümüz o büyülü an hakkındaki ünlü şarkısında .. . Gökyüzüne
baktığımızda dünyanın her yerinden aynı şeyi mi görürüz?
Ay, Dünya'nın etrafında döner ve Güneş onu aydınlatır. Dünya'nın
etrafında dönmesi yaklaşık 27 gün sürer. Demek ki Dünya'dan ba­
kıldığında açı değiştirmektedir ve Ay'ın durumuna göre onu hilal ya
da bütün ışığını yansırtığında dolunay olarak görürüz. Almanya'daki
çocuklara hilalin durumundan büyüyen ve küçülen ayı nasıl ayırt
edebileceklerini öğretiyor:

küçülen büyüyen

Bu bilgi, diğer ülkelerde de işe yarar mı peki? Hayır, çünkü güneye


doğru indikçe ayın görüş açısı değişmektedir. Hilal dönmektedir!
Ekvator yakınlarında Ay kase şeklindedir ve daha da güneye indikçe
hilal dönmektedir. Avustralya'daysa tamamen baş aşağı durmaktadır.
Dünya'nın farklı yerlerinde Ay'ı farklı gördüğümüz bazı bayrak­
lardan da bellidir. Türkiye, Pakistan ve Moritanya'nın bayrakları buna
iyi birer örnektir. Türk bayrağındaki hilal 'C' formundayken, Pakistan
bayrağındaki hilalin ağzı hafifçe yukarıya dönüktür. Moritanya'nın
hilaliyse açık şekilde 'U'dur. Farklı ülkeler, farklı aylar!

o 89 o
--�- :·(/ /.�',-'' ·. lll .

;rr;
/
·:;< .
.

'
. ·

" ·'·
,. . · . , ·
lN
' •.

Jw
.
·. '
. çF
Türkiye Pakistan Mauretanien

Hepimiz aynı Ay'ı görürüz ama yine de Ay, hepimize farklı


görünür. Bu -hayatın her alanında olduğu gibi- bir bakış açısı me­
selesidir!

• 90 .
Dünya neden döner?

27

Bugün artık her çocuk Dünya'nın kendi ekseni etrafında döndüğünü


bilir. Ancak tam olarak neden döner?

Ekvatorun üzerinde durduğumuzda, saatte 1.667 km:lik bir


hızla, yani ses hızının 1,3 katı hızında Dünyanın ekseni etrafında
dönüp bir turu 24 saatte tamamlarız. Elbette bunu hissetmeyiz.
Gezegenimiz, Kuzey Kutbu'ndan bakıldığında saatin ters yönünde
döner. Bu kendi ekseni etrafındaki dönüş tüm gezegenlerde vardır
ve ayrıca tüm gezegenlerin -Venüs ve Uranüs hariç- aynı yönde,
saatin tersi yönünde hareket ettiği dikkati çeker. Güneş sistemindeki
her gezegen ayrıca Güneş etrafında dönerken de aynı yönde hareket
etmektedir. Bu aynı yönde ilerleyen kozmik atlıkarınca -bugünkü
bilimsel veriler ışığında bakıldığında- Güneş sisteminin başlangı­
cından beri devam etmektedir. Her şey devasa bir toz bulutunun
yoğunlaşmasıyla başlamıştır. Parçacıklar karşılıklı olarak birbirlerini
çekmiş ve yaklaşmıştır. Parçacıklar üzerlerine etki eden birçok çe­
kim kuvveti olduğundan dönmeye başlamıştır. Yoğunlaştıkça hız­
ları artmış ve yapıyı oluşturmuşlardır, daha sonraları da Güneş ve
gezegenler olmuştur.

Bu etki, buz patenindeki pirouette hareketinde görülebilir. Pa­


tenci kolları ve hacakları açık durumdayken yavaşça dönmeye başlar.

Kendini küçülttükçe, dönüşünün hızı artmaktadır. Bunun ar­


kasındaysa Açısal Mom enturu Korunması Kanunu yatmaktadır ve
tüm doğa kanunları evrensel olduğundan olayın buz patencisi ya
da Güneş sistemimizin oluşumu olmasının arasında bir fark yoktur.
Dünyamız da ilk etapta dönmeye dev bir dansçı gibi başladı. Çekim

• 91 •
gücüyle giderek yoğunluk kazanmaya başlayan maddelerden daha
fazla toplanmaya başladı ve dönüş hızı gittikçe arttı.

Zaman içinde Dünyamız hızını azalttı: Dünya'nın içindeki kat­


manların karşılıklı olarak birbirine sürtünmeleriyle enerji kaybedilir
ve gelgitler de fren işlevi görür
çünkü dönen Dünya enerjisini
sürekli olarak gaspeder ve gü­
nümüzü yavaşlatır. İleri geri
hareket eden su denizin dibine
ve kıyılara sürtünmekte, rüz­
gar ve hava da bu duruma etki
etmektedir. Bu etki küçük olsa J1
V
da sonuçları belirgindir: Dört
�yar yıl önce, o zamanlar genç c
olan Dünyamızın bir günü 14 •
saatti. Daha 400 milyon yıl önce
bir dönüş 22 saat sürüyordu. Bugünse 24 saat sürmektedir. Zaman
darlığından yakınanlara bir müjdem var: Günler uzuyor; sadece
birkaç milyon yıl daha beklememiz gerekiyor o kadar!

o 92 o
Metcezi r nas1l oluşur?

28

I ler çocuk bu olayı bilir ancak büyükler bunun nasıl gerçekleştiğini


anlatırken oldukça zorlanır: Metcezir nasıl oluşur?

Genelde klasik cevap şöyledir: "Bu durum Ay'la ilgili, suyu


kendine çeker:' Meraklı çocuklar daha da kurcalar: "O zaman neden
hep met ya da hep cezir olmuyor? "

"Dünya met evresindeyken yükselen suların altında dönmeye


devam eder. Sular Ay tarafından çekilir ve Ay'ın bulunduğu yönde
daha yüksektir. Denizin ortasındayken bu yükseklik farkı anlaşılmaz
ancak kıyılarda durum farklıdır: Yükselen sular kıyının büyük bir
kesimini kaplar. Met aşaması budur. Dünya dönmeye devam ettiğin­
den kıyıdaki bu su geri çekilmeye başlar. Su seviyesi düşer ve cezir
aşaması gelir. Dünyanın dönmesiyle, met ve cezir peş peşe yaşanır:'

Ay
�.. ... . .

Dünya

Daha sonra şu sert soru gelir: "O zaman gün içinde sadece bir
kez metcezir yaşanınası lazım ama sular iki kez yükseliyor! İkinci

• 93 .
dalga nereden geliyor?" Bu basit çocuk sorusundan karmaşık bir
cevap doğar!

İkinci metcezir, Dünya ve Ay'ı uzayda dans eden iki dansçı


gibi birlikte dönen bir sistem olarak düşünüldüğünde tam olarak
anlaşılabilir. İkisi de ortak bir çekim noktasının etrafında döner. Ay
ve Dünya aynı ağırlıkta olsaydı, bu çekim noktası iki gök cisminin
tam ortasında yer alırdı. Ancak Dünya, Ay'dan yaklaşık olarak 81
kat daha ağır olduğundan, çekim merkezi yeryüzü çekirdeğinden
farklı bir noktadadır. Her iki gök cismi de Güneş'in etrafında attıkları
turlarını bu ortak çekim merkezi üzerinden gerçekleştirir.

.:. •·

..-""'
,-

o
.

Hemen bir düşünce deneyi yapın: Bir an için Dünya'nın kendi


etrafında döndüğünü unutun ve sadece Dünya-Ay döngüsüne odak­
lanın.

• 94 .
Farklı ağırlıklarından dolayı Dünya, ortak çekim merkezinin
etrafında 'yumurta' şeklinde bir rota izlemektedir. Ay'a dönük olan
taraf, dönme noktasına, Ay'a dönük olmayan taraftan daha uzak
olduğu için daha hızlı dönmektedir. Bu tecrübeyi dönme dolaptan
hatırlarsınız: Ne kadar dış tarafa (yani merkezden uzağa) oturursanız,
merkezkaç kuvvetine o kadar güçlü itaat edersiniz. Dünya ile Ay'ın
birlikte dönüşlerinde geçerli olan merkezkaç kuvveti, Dünya'nın
Ay'a dönük tarafında toplanan bir su yığını oluşturma eylemini
gerçekleştirir. Böylece ikinci metcezir olayını da açıklamış oluruz!
Metcezir iki dönüş hareketinin birleşiminden oluşmaktadır:
Dünya'nın dönmesi ve Ay-Dünya dönüş sistemi. Gezegenimiz her
gün iki su dalgasının altında dönüyor.
Bu arada fark etmeden önemli bir fiziksel prensiple karşılaş­
mış olduk: Tüm karmaşık süreçler basit hareketlerin toplamı olarak
açıklanabiliyor.
Bu şekilde suların neden her 12,4 saatte bir yükseldiği de anla­
şılabilir: Bunun sorumlusu Ay'ın kendi dönüş süresidir. Gökyüzüne
bakıldığında, ayın yine aynı noktaya gelmesi tam olarak 24,8 saat
sürmektedir. İki kez su yükselmesi yaşandığından, ikisi arasındaki
süre 12,4 saat tutuyor. Aradaki bu farkla metcezir her gün biraz
daha ileri bir saate kayıyor. Bu yüzden denize girilen yerlerde günlük
metcezir saatleri duyurulur.
Bu arada neredeyse metcezir oyununda önemli bir oyuncuyu
unutuyorduk: Güneş. Oldukça uzakta olmasına rağmen devasa bir
kütleye sahiptir. Metcezire olan etkisi ayın %40'ı kadardır.
Yeni ayda, özellikle Ay ile Güneş aynı taraftayken çekim gücü
artar ve biz bunu denizin kabarmasından anlarız. O zaman metee­
zir aşırı derecede artar ve met aşamasında sular çok fazla yükselir.
Çocuk soru sormaya devam ettiğinde ("Gel-gider değişik de­
nizlerde neden daha şiddetli?") en iyisi ona şu cevabı verin: "Bunun

o 95 o
sebebi kıyı şeritlerinin şekillerindeki farklılıklardır. Denizler bazı
bölgelerde bir huni gibi daralır. Bir ileri bir geri akan su böyle bir
kıyı kesimine ulaştığında metcezir daha şiddetli gerçekleşir. Bölgesel
rüzgarlar da etkili bir rol oynar, çünkü suyu körfeze itebilir ve böy­
lece gel-git şiddetini artırabilir. Başka soru?.:' Çocuk muhtemelen
bir süreliğine susacaktır.

• 96 .
Z1playan 50.000 kişi deprem yaratabi l i r m i ?

29

Devler yaklaştığında yer sarsılır. Filmlerde bu efekt sıklıkla kullanılır.


Spielberg'ün furassic Park filminde aç Tyrannosaurus Rex9'in gelişi
bardaktaki suyun dalgalanmasından belli olur... Gerçek hayatta ne
devler ne de Tyrannosaurus Rex boyutunda canlılar vardır. 50.000
kişinin aynı anda zıpladığını hayal edin. Bu, bir deprem yaratabilir mi?

Bu deneyi yaptık. Depremler en ufak yer hareketlerini tespit


edebilen sismometreyle kaydedilir. Bugün elektronik olarak yapı­
lan ölçümler eskiden kağıt üzerinde hesaplanıyordu. 100 kilometre
uzaklıktaki bir sarsıntının kağıt üzerindeki 1 ının'lik vuruşu, Richter
ölçeğine göre 3 şiddetine tekabül ediyor. Bu ölçek deprem sırasında
açığa çıkan enerji miktarını gösteriyor. Bu ölçünün doğrusal değil,
logaritmik olarak dereedendirildiği unutulmamalıdır. Bunun anlamı
şudur: 4 gücündeki (magnitüd) bir sarsıntı 3 şiddetindeki bir sarsın­
tının 10 katı büyüklüğündedir. 5 gücündeki magnitüd ise 3'ten 100
kat daha büyüktür. Böyle bir aletin ne kadar hassas olabileceğini bir
jimnastikçi yardımıyla keşfettik: Sporcu salto takla atarken yarattığı
sarsıntı birkaç metre öteden ölçülebiliyordu. Her yere inişinde ufak
bir sarsıntı oluşuyor ve bu dalga her yöne dağılıyordu. Bu da sismo­
metre tarafından ölçülüyordu. 70 metrelik bir mesafeden sonraysa
bu sinyal gürültünün içinde kayboluyordu, çünkü Dünyamız zaten
üst üste binen birçok küçük sarsıntıyla titreşiyor: Seyir halindeki
otobüs ve trenler, inşaat faaliyetleri ölçüm aletinin titremesini sağlıyor.
9 Bir tür dinazor. 14 metre uzunluğunda ve 5-6 metre boyundadır. Etle (özellikle de diğer
dinozorlarla) beslenir. Bundan 67 milyon yıl önce Kuzey Amerika, Çin ve büyük bir
olasılıkla Güney Amerika ile Hindistan'da yaşamıştır. (ed.n.)

• 97 .
Rock am Ring konserleri sırasında bu büyük deneyi gerçekleş­
tirdik: 50.000 seyirci aynı anda zıpladı. Bir kilometre öteden bile
sismometre zıplamayı kaydedebiliyordu ancak şiddeti 0,2'ydi. Bir
insan bunu hissedemez, çünkü onca insanın zıplamasına rağmen
ortaya çıkan enerji bir depremle karşılaştırılamaz bile. Hatta Çin'deki
1,3 milyar insan aynı anda zıplasa bile ortaya çıkan enerji en iyi
ihtimalle Richter ölçeğine göre zar zor 3'ü bulur.
Dünyada zıplayarak deprem yaratabilmek için çok sayıda Tyran­
nosaurus Rex'e ihtiyacımız var; bunu da Hollywood mümkün kılıyor!

• 98 .
Yl ld1z kaymasi ned i r?

30

Geceleyin gökyüzünde görüldüğünde şans getirdiğine inanılır: Yıldız


kayması. Her ne kadar harika görünse de gökteki bu aydınlanmanın
sebebi o kadar da heyecan verici değildir. Bu, uzaydan gelen ve
meteor olarak da adlandırılan, dünya atmosferine girerken yanarak
eriyen taş parçacıklarıyla ilgili bir durumdur. Bu sırada hızları saatte
200.000 kilometrenin üstüne çıkabilir!

1 ı:: -

..•

('

Bu parçacıklar genelde bir milimetre büyüklüğünde olsalar


da enerjileri öyle muazzamdır ki, atmosferdeki havayla ilk temas
ettikleri anda buharlaşırlar. Atmosferdeki bu değiş tokuş sırasında
etraflarındaki havayı öyle güçlü ısıtırlar, ki hava parlamaya başlar.

• 99 .
Yani aslında gördüğümüz şey meteorun kendisi değil, sebep olduğu
sıcak, parlak havadır. Kayan yıldızların çoğu yeryüzünden 80 ki­
lometre yukarıda eriyerek yok olur. Uzay onlarla doludur. Güneş
sistemimiz; gezegenler, kuyruklu yıldızlar, taş parçacıkları ve yığınla
tozla çevrelenmiş bir atlıkarıncadır.
Kuyruklu yıldızlar çok özel parçacık yığınlarıdır. Güneş'in et­
rafındaki dönüşlerinde sürekli olarak parçacık kaybeder ve arka­
larında tanecik ve tozdan oluşan bir iz bırakırlar. Dünya, Güneş'in
etrafındaki dönüşü esnasında bazen böyle 'kirli' bölgelerden geçer
ve o zamanlarda gece, gökyüzünde yıldız kaymalarının yarattığı
tam bir havai fişek gösterisi gerçekleşir.

!_,
/Kahraman
1 takımyıldızı (Perscus)

Dünya'dan gözlendiğinde, yıldız kaymaları hep aynı yönden geli­


yormuş gibi görünür. Düzenli olarak yaşanan bu meteor yağmurları,
içinden geldikleri düşünülen yıldız burçlarına göre isimlendirilir.
Örneğin; Perseid Meteor Yağmurları çok ünlüdür: Her yıl ağustos
ayının 12'sinde, Dünya 1 09P!Swift-Tuttle kuyruklu yıldızının toz­
larının arasından geçer.
Evrende temizlik yapılmaması ne kadar güzel! Toz bazen şans
&etirebiliyor!

• 100 .
Ba har ne za man başla r?

31

Bahar uyanışı: Her yıl büyük bir gösteri yaşanır. . . Yabani bir devi­
nim, vızıldamalar ve mırıltılar; doğa aşka gelir!

Bahar ya da mevsimlerin meydana gelişi, Dünya ile Güneş


arasındaki farklı farklı durumlarla ilgili değildir. Eğer öyle olsaydı,
Dünya'da her yerde mevsimler aynı olurdu. Ancak kuzey yarımkü­
rede balıara girilirken Yeni Zelanda ve Avustralya'da ağaçlar yaprak
döküyor, çünkü güney yarımkürede sonbahar hüküm sürüyor.

Bu farklılığın nedeni Dünya ekseninin eğimiyle alakalıdır. Yaz


mevsimini yaşadığımız sırada, yeryüzünün kuzey kısmının yönü
Güneş'e dönüktür. Kuzey yarımkürede günler uzun, geceler kısadır.
Kışınsa yeryüzüne daha az güneş ışığı düşmektedir. Bu karanlık
mevsimdeyken günler kısa, geceler uzundur. Güney yarımküredeyse
durum bunun tam tersidir.

Kozmik bir dönme dolabın içinde yaşıyoruz: Bir yıl süresince


Dünya Güneş'in etrafında bir tur atıyor ve bu esnada büyük bir me­
safe katediyor. Yani uzayda saniyede 30 km hızla hareket ediyoruz.
Gezegenimiz günlük olarak kendi ekseni etrafında dönmekte ve
bu haliyle Güneş'in etrafında dönen bir topacı andırmaktadır. Bu
iki dönme hareketine bakıldığında bir özellik dikkati çekmektedir:
Dünya Güneş'in etrafında dik bir eksen üzerinde dönmemektedir,
aksine 23,4 derecelik bir eğim vardır. Bu eğim her zaman sabittir
çünkü her bir topaç, büyük ya da küçük olsun, durağan bir eksene
sahip olma eğilimlidir. Tam olarak bu sebepten kuzey yarımküre
yazları güneşe dönüktür ve kışınsa Güneş'in ters yönündedir. Eğer

• 101 •
eksen çizgisinin uzatıldığı düşünülürse, bu çizginin her zaman kuzey
yıldızını gösterdiği görülür.

* ilkbahar
--Sonbahar - -
'�
Yaz* r
- '

,�Kış
Kış •.r , o 'r

Yaz
- -

-Sonbahar
N -

r
i l kbahar
Dönüş sırasında gün ile gecenin eşit olduğu iki an bulunmaktadır.
İşte bu gündönümü olarak adlandırılan gündüz ve gecenin eşitliği
astronomik olarak baharların başlangıcını gösterir, sonbaharın me­
sela... İlkbahar noktasında günler uzamaya başlar ve güneş ufukta
giderek yükselir. Doğal olarak güney yarımkürede tam tersi olur;
Avustralya'da o gün sonbahar başlar.
Ağaç ve bitkiler muhtemelen eksenlerden, astronomiden anlamaz,
ancak ne zaman açacaklarını çok iyi bilir: Sıcaklar artmaya başladığı
zaman. Bu bölgesel olarak değişiklik gösterir: Dağlık bölgelerde bahar
yavaş yavaş yamaçlardan yukarıya tırmanır ve şehirlerde korunaklı
bölgelerde yaşayan ağaçlar, şehir dışındaki yerlere göre sık sık daha
erken çiçek açar.
Bahar çizgisi günde 30-40 km hızla kuzeye doğru ilerler. Bi­
yologlar, elma ağaçları çiçek açtığında ve leylaklar koku saçmaya
başlar başlamaz bahar gelmiştir der. Tam olarak ne zaman geleceğini
kimse söyleyemez, ancak geleceğinden herkes emindir.

• 102 .
Güneş tutulmasi, Ay tutulmasina oranla neden
daha seyrek gerçekleşir?

32

ıı Ağustos ı 999 yılında Almanya'dan görülebilecek ilk ve son tam


güneş tutulması gerçekleşti. Bu kaçırmak istemediğim, yüzyılın ola­
yıydı. Hiçbir zaman yağmurlu havamıza ve bulutlara o gün olduğu
kadar küfretmemiştim: Sağanak yağmur yağarken hava kararınıştı
ve bu muhteşem astronomik hadiseyi kaçırmıştım. Doğru zamanda
yanlış yerdeydim! Ay tutulması neredeyse her yıl yaşanır ve birçok
kez de tanık olmuşurodur ancak tam bir güneş tutulması çok ender
yaşanır. Şayet hayatımda böyle bir olay tecrübe etmek istiyorsam
çok seyahat etmek zorundayım.

Güneş

Güneş tutulması sırasında Ay, tam Dünya ile Güneş arasına


girer. Gezegenimizin üzerinde hareket eden bir gölge oluşur. Ay
Dünya'dan daha küçük olduğundan, asla bütün yeryüzünü gölge­
leyemez, sadece bir kısmında gölge olur. Bu yüzden Güneş ışığının
tamamen kesildiği ve tutulmanın izlenebileceği çekirdek bölge çok

o 1 03 o
küçüktür. Çapı 1 00 kın'den biraz daha büyüktür. Güneş tamamen
karardığında tam olarak doğru bölgede olmak için çok şanslı olmak
gerekir. Binlerce yıllık süreçte Dünya'da hala Güneş tutulmasının
yaşanmadığı birçok nokta vardır!

Tam Güneş tutulmasının yanında kısmi Güneş tutulmaları da


olur. Ay'ın görülebilen büyüklüğü değişir, çünkü Dünya'nın etrafında
eliptik bir düzlemde hareket etmektedir. Bazen, gezegenimize yak­
laştığında daha büyük görünür ve uzaklaştığında da daha küçüktür.

Gezegenimiz de Güneş etrafında eliptik bir yol izler ve bu yol


Güneş'in görünebilen büyüklüğünü belirler. Göksel saat meka­
nizmasında sürekli olarak Ay'ın Güneş ile Dünya arasına girerek
Dünya'nın üzerinde karanlık bir bölge oluşturduğu değişik ve özel
kümelenmeler meydana gelmektedir. Ancak Dünya'nın, Ay ve Güneş
arasındaki değişik pozisyonlarına göre de değişik markajlar oluşur.

Güneş büyüyüp Ay küçüldüğünde, Ay Güneş'i tamamen kapat­


maz. Bunun sonucu halka şeklinde bir güneş tutulmasıdır.

--

Tersi durumdaysa Güneş küçük, Ay büyük olduğundan tam


Güneş tutulması izlenir. Sadece bu iki tür tutulmanın izlenmesinin
nedeniyse Dünyaöan bakıldığında Ay ile Güneş'in eşit büyüklükte
görünmesidir.

• 104 .
Ay tutulmasında da bir kararına olur: Bu kez Dünya, Güneş ile
Ay arasına girer ve uydumuza gelen güneş ışığını keser. Fakat Dünya
Ay'dan çok daha büyük olduğundan, Ay'ı tamamen gölgeleyebilir.
Böyle gecelerde tam Ay tututmasını gözlemleyebiliriz.
Yani Ay tutulmasının sık ve Güneş tutulmasının ender görül­
mesinin nedeni, Ay ile Dünya arasındaki boyut farkıdır. Dünyamız
Ay'ın yüzeyine daha büyük bir gölge düşürür. Tabii bu keyfın önemli
bir koşulu var: Açık bir gökyüzü!

• lOS •
Yüksek yapilarm çevresinde neden esinti olur?

33

Köln Katedrali benim favori yapılanın arasındadır. Bu etkileyici


katedrali her gördüğümde yeni bir şey keşfedip tekrar tekrar şaşı­
rırım. Hızlı değişen bir dünyanın içinde kalıcılığı temsil etmektedir.
Katedralin önündeki alandaysa sürekli bir fırtına, boran vardır. Bu
olayı, şehrin geri kalanında esinti yokken bile çevresinde kuvvetli
rüzgarlar esen yüksek binalarda da gözlemleyebiliriz.

Güneş açtığında yer ısınır. Büyük şehirler genelde kırsal ke­


simlerden daha sıcak.tır, çünkü beton ve çelikten yapılmış binalar
çayır, orman ya da göllerden daha çabuk ısınır. Sıcak şehir havası
yükselir ve kırsal kesimin serin havasını şehrin içine çeker. Hava
şehrin sınırlarına ulaştığında ilk etapta yüksek binalar tarafından
frenlenir. Ancak oradan sokaklara indiğinde hemen yeniden hızla­
nır çünkü bina ve sokaklar bu aşamada alanı daraltan bir huni gibi
çalışır. Hava hacminin tamamı, dar sokaklardan geçmek zorunda
kalır ve bu yüzden hızlanır. Bu hızlanan rüzgar, binaların cepheleri
gibi engellerle karşılaştığında sirkülasyonlar meydana gelir. Özellikle
kavşaklarda ve büyük binaların köşelerinde bu etki yoğun ve can
sıkıcıdır: Buralar çok rüzgarlıdır. Frankfurt gibi büyük şehirlerde
bu durum ölçülmüştür: Rüzgar hızı cadde boyunca köşebaşlarında
on katına kadar çıkabilmektedir.

Hatta büyük katedraller yüksek rüzgarları toplayan ve aşağıya


ileten yelken görevi görür. İdeal hunilerdir; bazı günlerde bütün
rüzgarı alt geçitiere iletir. Şehirde hafif bir esinti varken bu tür ge­
çitlerde rüzgarın hızı bazen saatte 1 50 kilometreyi bulur!

• 1 07.
Modem şehir planlamasında rüzgar akunlan dikkate alınmaktadır.
Bilim insanları gerçek şehir ölçeğinde özel rüzgar kanallarının her
iki yanında da evlerin dizili olduğu caddeler kuruyorlar ve rüzgar
hareketlerini analiz ediyor. Bu şekilde yeni bir yapının, şehirdeki
rüzgarı nasıl etkileyebileceği önceden görülebiliyor. Bu olaya Urban
Breeze adı verilir. Ancak benim Köln Katedrali'me daha geleneksel
bir ad daha çok yakışacaktır.

• 1 08 .
Bata kh kta bat1 hr m 1 ?

34

Karanlık hikayeler hiçbir yere, bataklıklara yakıştırıldığı gibi yakış­

tırılmamıştır. Bataklıkta batılır mı? Anlatılanlara inanacak olursak

bu mümkün görünüyor. Bataklığa düşüldüğü andan itibaren yavaş

yavaş çamurun içine batılıyor ve ne kadar hareket edilirse, kurtulma

şansı da o kadar düşüyor; feci bir ölüm.

Ancak bilimin güzelliği şüphededir ve bu yüzden bunu kendim

denedim.

Dalgıç kıyafetinin korumasında ve güvenilir bir rehber eşliğinde

Bremen yakınlarındaki Teufelsmoor'u 10 araştırdım. Bataklıklar, su ile

kara arasındaki ekolojik geçiş bölgeleridir. Örneğin; sürekli yağan

yoğun yağmurların yol açtığı fazla su miktarının dışarıya vurulrnasıyla

oluşurlar. Yoğun çamur birikintisi yüzünde ölen bitki örtüsünün tam

olarak çürüyememesine ve turba haline gelerek birikmelerine neden

olan oksijen yetersizliği meydana gelir. Turba birikimi sonucunda

bataklıkların yüzeyi yıllar içinde genişler. Bataklığın sabit bir zemini

yoktur; aksine bataklık, adım attıkça içine batılan yüzeyi örtülmüş

bir su birikintisidir. Ancak sıvı, çamurlu alt katmanın üzerindeki sulu

tabakanın bazı bölgelerinde delikler bulunmaktadır. İşte özellikle

bu gözle görülemeyen çamur çukurları çok tehlikelidirler.

Deneyimiz sırasında enteresan bir biçimde iki görüş ortaya

çıktı: Bir grup eski hikayelere inanıyordu. Diğerleri ise, ki ben de

bu gruba dahildim, fizik kurallarına güveniyordu. Bugüne kadar

doğa kanunlarının beni yarı yolda bıraktığı hiç olmamıştı ancak bu

10 (Alm.) Şeytanların bataklığı. (ç.n.)

• 109 .
deneyde nasıl yaygın bir önyargıya karşı mücadele etmem gerektiğini
açıkça hissediyordum.

Deneyim, beklediğimin tam aksi yönünde başladı: Kendimi


bataklığa bıraktım ve hemen batmaya başladım. Bu tür sahneler
açgözlü kameralar için idealdL Dramatik müzik gelir, sunucu batar.
O kadar güvendiğim doğa kanunları nerede kalmıştı? İlk şaşkınlık
saniyelerinin ardından hemen yardımıma koştular: Batıyordum,
ancak çok derine değil. Rejisörün gözlerindeki hayal kırıklığı ve
şaşkınlığı gördüm. Hatta çırpındıkça da batmadım. Bataklığa gö­
mülmemiştim, fizik kazanmıştı. Bunun nedeni kaldırma gücüydü.
Sudan daha hafif olan nesneler yüzer, daha ağır olanlar batar. De­
taylı olarak bakıldığında mesele ağırlık değil itmedir. Bir obje suya
atıldığında ağırlığı kadar suyu iter. Büyük gemiler yüzer çünkü ağır
metallerden yapılmış olmalarına rağmen şekillerinden dolayı çok su
iterler. Kaldırma kuvveti, itilme oranına göre belirlenir. Kaldırma
gücü söz konusu şekle göre oluşur. Ortamın durumu değiştikçe,
kaldırma gücü de bundan direkt olarak etkilenir. Ortamın yoğunluğu
ne kadar yüksekse, kaldırma kuvveti o kadar büyüktür. Ölü Deniz'in
aşırı tuzlu suyunda insan kendiliğinden yüzer ve suda yatarken ga­
zete okuyabilir. Tuzlu suyun yoğunluğu daha yüksektir, bu yüzden
vücudumuz yüzrnek için daha az su itmelidir.

Bataklığın çamurlu suyu tuzlu sudan çok daha yoğundur ve


bu yüzden kaldırma kuvveti nispeten daha yüksektir. Kısacası bu
yoğun sıvının içinde tamamen batmak mümkün değildir.

Bu bataklık deneyini daha sonra bir televizyon programında


gösterdiğimizde birçok seyirci buna inanamadı. Küçük bir kız bana
bir e-posta göndererek bir açıklama yapmamı rica etti çünkü öğ­
retmeni çocuklara, bu deneyin çok tehlikeli olduğunu söylemişti:
"insan bataklıkta batar; inanın bana!"

. ılO.
Kız öğrenci birkaç gün sonra içi suyla dolu plastik bir şişeyle
şu deneyi gerçekleştirdi:

. J>; .

\-"�-�-
�-- Su
i
'
i

- ·· .....- ��...-

Çamur

Normal suda şişe kolaylıkla batıyor, ancak çamurlu suda yü­


züyor ve hatta dibe bastırdıkça tekrar yüzeye çıkıyordu. Çamurun
yoğunluğu daha fazladır ve şişenin üzerinde daha fazla kaldırma
etkisi vardır.
Bu deney herhalde şüpheci öğretmeni de ikna etmiştir. "Peki, şu
bilindik bataklık cesetleri ne oluyor? Onlar bataklıkta ölmediler mi?"
diye düşünebilirsiniz. Bataklıkta bulunan ölülerin ölüm nedenleri
çoğunlukla başkadır. Çoğu cesede daha ağır olsunr ve batsın diye
taş bağlanmıştır. Bataklık, cesetleri çok iyi korur ve bu yüzden de
onlarca yıl sonra bile çürümemiş cesetler bulunabiliyor.
Bir dahaki sefere izlediğiniz polisiye fılmde bataklık tehlikeli bir
sisle kaplıyken ve dikkat çekici kurban bağırarak çamura gömülür­
ken, yönetmenin fizikteki kaldırma kuvvetinden hiç anlamadığım
biliyor olacaksınız!

• llı .
Yer çekiminin olmad1ğ1 durumlar nasil oluşur?

35

Eğer uzay yolculuğu fırsatı yakalasaydım mesleğimi saniyesinde bı­


rakırdım! Gezegenimizi o perspektiften bir kez olsun görmek ina­
nılmaz bir tecrübe olmalı ve ayrıca yer çekiminin olmaması olayı
da var! Boşlukta süzülen astronot görüntüsü harika bir şeydir. Peki,
yer çekimsiz bir ortam nasıl yaratılır?

Bunun cevabı kolay değil, çünkü yer çekimsizlik yapay olarak


elde edilemez. Yeryüzünde, öyle düğmeye basıldığında her şeyin
havada uçuştuğu bir laboratuvar yok. Ayrıca uzay seyahatleriyle
ilgili tasavvurlarımız da bizi yanıltıyor, çünkü uzay istasyonunda
el sallayan astronotlar yeryüzünden sadece birkaç yüz kilometre
uzaklıktaki boşlukta süzülür. Yani aslında gezegenimizin hemen
yanı başında bulunuyor ama buna rağmen boşlukta süzülüyorlar.

Yer çekim;_ maddelerin karşılıklı olarak birbirini çekmesi so­


nucu meydana gelir. Bu kitabı okuduğunuz şu sırada Dünya büyük
kütlesiyle bedeninizi çekiyor ve yerde kalmanızı sağlıyor. Kütlesi
bulunan her obje; siz, şu an okuduğunuz kitap, oturduğunuz sandalye,
her şey çekim gücünden etkileniyor, yeryüzü tarafından çekiliyor.
Isaac Newton, elmanın yere düşmesine sebep olan kuvvetin, Ay ile
Dünya'yı birbirine bağlayan kuvvetle aynı olduğunun farkına varan
ilk kişi olmuştur.

Birbirini çeken kütleler küçüldükçe çekim kuvveti azalır.

Ay, yeryüzünün kütlesinin seksen birde biri kadarı olduğundan


uydumuzdaki çekim kuvveti de nispeten daha zayıftır. Ay'ın yüze­
yinde zıplayarak dolaşan astronotlardan da bu durum anlaşılabilir.

• 1 13 .
İki kütle arasındaki mesafe ne kadar artarsa çekim kuvveti de
o kadar azalır. Yani çekimin gerçekten olmaması için tüm kütleler­
den çok çok uzaklaşıp uzay boşluğuna gitmemiz gerekirdi, böylece
kütlelerin çekim alanları çok azalmış olurdu. Ancak şimdiye kadar
hiçbir insan bu kadar uzağa gidememiştir.
Yine de bir seçenek var: Serbest düşüş.

Şeffafbir film kutusu yardımıyla bunu kolayca gözlemleyebili­


riz: Kutunun içinde su ve hava var. Suyun kütlesi havaya göre daha
ağır olduğundan aşağıya daha güçlü çekilir. Yer çekiminden dolayı
su altta, hafif olan hava üsttedir. Ancak kutu havaya atıldığında
içinde, tam ortasında, bir hava kabarcığı oluşur. Yani su ve hava
serbest düşüş esnasında aynı kütleye sahip gibi görünürler. Kuvvet
farkı ortadan kalkar ve bu yüzden artik, su aşağıda, hava yukarıda
değildir. Hava ve su arasında, kutu tekrar yere düşene kadar çekim
kuvvetinin olmadığı bir durum oluşur.
Serbest düşüş esnasında yer çekiminin etkisi çok fazla hissedil­
mez. Eğer kutu yeterince büyük olursa ve siz de içine girebilirseniz,
serbest düşüş sırasında siz de tıpkı su ya da hava gibi süzülürsünüz.
Kutu ne kadar yükseğe atılırsa, düşüş süresi de o kadar uzar ve
kutunun içindeki yer çekimsizlik durumu o kadar uzun sürer.

• 1 14 .
'
\

--

Kutunun penceresi olmasaydı ve siz de düştüğünüzü göreme­


seydiniz, havada süzüldüğünüzden kesinlikle emin olurdunuz. Sizin,
suyun ya da havanın üzerine etki eden çekim kuvveti hissedilmez,
çünkü her şey eşit ağırlıkta ya da daha doğrusu eşit ağırsızlıkta olurdu.

• 1 15 .
Kutunun bin kilometre uzaklığa atılabildiği düşünüldüğünde,
parabol olarak adlandırılan formda bir yay çizerek bir kıtadan di­
ğerine uçardı ve tüm bu uçuş esnasında kutunun içinde astronotlar
gibi havada süzülürdünüz. Eğer bu düşünce deneyinin biraz daha
ilerletilip kutunun daha da yükseğe atıldığı varsayılırsa nereye uça­
cağıyla ilgili hususta Dünya'nın şekli önemli bir rol oynardı. Kutu
düşer ancak Dünya'nın yuvarlak yapısı yüzünden yere düşmez, ge­
zegenin etrafında dönmeye başlardı.
Kutunun içinde sürekli olarak yer çekiminin olmadığı bir durum
etkili olurdu. Kutunun daha büyük olduğunu düşünürseniz, bu kez
Dünya etrafında dönen uzay istasyonu ve içinde uçuşan mürettebat
oluşur. Dünyanın etrafında her 90 dakikada bir tur atarlar. Turu bu
hızda tamamlamalıdırlar çünkü aksi takdirde tekrar yeryüzüne dü­
şerlerdi. Astronotlar havada süzülürler çünkü sürekli olarak düşerler!

o 1 16 o
Asa nsör düşebil i r m i ?

Yen i başlayanlar için tekn ik bilgi ler


Madeni paralan otomata sürtmen in bir fay­
dasi var m 1 d 1 r?

36

Otomatlarda gözlemlenebilen çok garip bir olay vardır: Paranın


atıldığı yere yakın kısımlarda çizikler görülür. Çoğu insan bozuk
parayı, içine atmadan önce otomata sürtmenin bir faydası olduğunu
düşünür. Peki, doğruluk payı var mıdır?
Teoride otomatın neden çizik bozuklukları daha kolay kabul
etmesi gerektiğinin bir açıklaması yok. Bu yüzden geriye sadece
pratik olarak test etmek kalıyor: Yüz tane kullanılmış madeni para
kullandık. Paraları önce makinenin herhangi bir yerine sürtmeden
attık. Sonuç: Yüz paranın dördü iade edildi. Sonra da paraları sürt­
tük. Sonuç: Bu sefer de beş tanesi iade edildi!
Parayı sürtüp sürtmemenin pratikte bir farkı yok. Paranın kabul
edilip edilmemesi yapıldığı madde ve çapıyla alakalı.
Otomatın içinde bobinlerden oluşan bir sistem sayesinde elek­
tmmanyetik bir alan oluşturulur. Para, madeni olduğu için aşağıya
doğru kayarken bu alanda değişikliğe uğrar. Bu değişiklikle paranın
hangi madenden yapıldığı anlaşılır. Sahte paraların farklı bileşimleri
vardır ve bu manyetik alanı farklı etkiler. O zaman iade edilir.
Otomat, her bir para atılışında yapılan toplam dokuz ölçümün
sonuctınu bir bilgisayara aktarır: Bozukluğun elektromanyetik olarak
ince ince test edildikleri bobinierin sekiz ölçümü ve bozukluğun
çapının ölçümü. Para kontrolörü, sürtülen ve sürtülmeyen paralar
arasında bir ayrım yapmaz, yine de pek çok insan sürtmenin işe
yaradığına inanır. Bu, psikoloji ve kuruntuyla ilgili. Para normal
olduğunda çoğunlukla kabul edilir ve mutlu oluruz. Fakat bir de

• 1 19 .
şu durum var: Para kabul edilmeyebilir. Bu olabiliyor çünkü para
kontrolörü öyle duyarlıdır ki bazen gerçek parayı kabul etmeyip
onun yerine sahteyi alabiliyor. Para iade ediliyor ve o anda garip
bir refleks gösteriyoruz: Parayı bir yere sürtüyoruz. Bir kez daha
makineye atılınca da hemen kabul ediliyor. Buyurun: Kendimizi
onaylanmış hissediyoruz ve bu başarıyı paranın sürtülmesine bağlı­
yoruz. Parayı yeniden makineye atmadan önce havaya da atabilirdik
ve otomat kabul edince de parayı havaya atmanın faydası olacağını
düşünürdük. Halbuki bu iki hareketin de bu olayla bir ilgisi yoktur.
İster sürtün ister sürtmeyin. Makinenin parayı ikinci atışta kabul
etme oranı çok yüksektir. Parayı sürtenler doğal olarak bunun bir
faydası olduğunu düşünüyor. Bu kendini inandırma girdabından
kurtulmak kolay değil.
Bütün bunlar bana sürekli olarak parmağını şıklatan adamı
hatırlattı:
* "Bunu neden yapıyorsun?"
* "Kutup ayılarını uzak tutuyor!"
* ''Ama onlar zaten binlerce kilometre uzakta!"
* "Gördün mü; işe yarıyor!"

• 1 20 .
Asa nsör düşer m i ?

37

Asansöre binmek: Hayatınız bir çelik halata bağlı; bir sarsıntı. . . ve


sonrasında korku gezintisi. En azından bazen filmlerde böyle oluyor.
Böyle bir senaryo gerçek olabilir mi?
19. yüzyılın ortalarına kadar zenginler alt katlarda, birinci bal­
kanda, 'güzel' katlarda otururlardı. Hizmetçiler ile fakir kiracılar
merdivenleri çıkmak zorundaydı. Ancak şehirler giderek büyüdü,
binalar yükseldi ve ilk asansörler yapıldı. Gerçi yük ve ağır eşyalar
uzun süredir halat ve vinçlerle yukarılara taşınıyordu ancak halat­
ların kopma ve düşme korkusu çok büyüktü.
1854 yılında bir çığır açıldı: Mekanik ustası Elisha Graves Otis
New York Crsytal Palace'daki endüstri fuarında bir gösteri sundu
ve yeni 'emniyetli asansör'ünün tanıtımını yaptı. Otis bir platform
üzerinde yukarıya taşındı. Sonra halat kesildi. Ancak platform düş­
mek yerine birkaç santimetre sonra raylarda sıkışıp durdu. Asansör
düşmedi ve Otis'in sistemi hızla faydalı bir standart haline geldi.
Emniyet freni sistemi geçen yıllar içinde çok değişti ancak baş­
langıçtaki mekanizma prensibi bugün hemen hemen tüm modern
asansörlerde hala vardır: Makine dairesinde, asansör kabininin üze­
rinde bulunan ve hız kesici görevi gören özel bir tekerlek yer alır.
Kabin bu tekerleğe bağlı bir emniyet halatma bağlıdır. Asansör inip
çıktığında bu halat tekerleğin dönmesini sağlar.
Şimdi ana halatın koptuğunu hayal edelim. Asansör aşağıya
düşer ve hızlanır. Emniyet halatında raylara bağlı olan kilit siste­
mini harekete geçiren bir geritme oluşur. Hız kesici tekerlek anında
kilitlenir. Emniyet halatının gerilmesiyle kabin raylara sıkıştırılır ve

• 121 •
durur. Bu sistem emniyetlidir ve şimdiye kadar çalışan bir asansörde
düşme vakası hiç yaşanmamıştır.
Bu arada asansörler sürekli olarak geliştirilmektedir. 600 metre
yükseklikten sonra çelik halatların taşıdıkları ağırlıklar, kopmala­
rına neden olacak kadar artmaktadır. Bu yüzden günümüzün büyük
gökdelenlerinde farklı sistemler kullanılmaktadır ancak bunlarda
da güvenli bir mekanizma mevcuttur.
Demek ki bu korku unsuru sadece filmlerde oluyor. Kimi zaman
dursalar bile korkmayın, asansörler asla düşmez!

• 1 22 .
Bir ağaca çarpmak ile ka rş1dan gelen a raca
çarpma n i n şiddeti fa rkh m 1 d 1 r?

38

Otoyolda iledediğinizi ve şeridinizde size doğru gelen bir araba


gördüğünüzü hayal edin. Önünüzde iki seçenek var: Ağaç ya da
karşıdan gelen araba. Bir duvara çarpmak ile karşıdan hızla gelen
bir araca çarpmanın şiddet açısından bir fark var mıdır?
Bu deneyi yapma riskine girdik; tabii ki tamamen güvenli ve
çarpışmaların gerçekleşmesi istenilen bir ortamda: Lunaparktaki
çarpışan otolarda. Öncelikle kenar şeritlerine direkt olarak çarprnayı
test ettik. Çarpmadan sonra aracımız şeritten geriye doğru 3,23
metre savruldu. Bu mesafe çarpışmanın enerjisi için bir ölçüttü.
Karşılaştırma yapabilmek için ikinci seferinde burun buruna çarpış­
manın simülasyonunu gerçekleştirdik: Arabalar eşit ağırlıkta olsunlar
diye direksiyon başına tek yumurta ikizlerini oturttuk. Araçların
çarpışmadan sonra geldikleri noktalardaki mesafeyi ölçtük. Sonuç
6,4 metreydi, yani iki araba da geriye doğru 3,2 metre savrulmuştu.

İkinci çarpışma sırasında araçlar arasındaki orantısal hız iki kat


olmasına rağmen çarpma enerjisi iki araca eşit dağılıyor. Teoride iki
seçenek arasında -ağaç ya da araba- bir fark yoktur. Burada önemli
olan bir unsur karşıdan gelen aracın sizinle aynı hızda ve ağırlıkta
olmasıdır. Karşıdan bir kamyon geldiği takdirde doğal olarak sonuç
değişecektir. Pratikteyse dikkat edilmesi gereken çok önemli bir
unsur daha vardır: Karşıdan gelen araçta kazaya karışacak olan en
az bir insan söz konusudur. Bu yüzden ağaç her zaman daha iyi
bir seçenektir.

• 1 23 .
Yüksek geri l i m h atlan neden vard1r?

39

Eskiden çoğu işletme ve fabrika kendi elektriğini jeneratörler yar­


dımıyla kendisi üretmek zorundaydı. Bugünse elektrik şebekeden
gelir. Prizdeki elektriğin voltajı 220-240 volttur. Elektriği iletmek
için yüksek gerilim hatları kullanılır. Neden?
Bunun sebebi gerilim düşüşüdür: Örneğin, nispeten düşük gerilimli
olan 1 2 voltluk bir araba aküsü alalım ve bunun yardımıyla bir dizi
lambayı aydınlatalım. Kablonun boyu ne kadar uzarsa, lambalar da
o kadar zayıf ışımaya başlar. Her elektrik iletkeni aynı zamanda bir
dirençtir ve iletim mesafesi ne kadar artarsa gerilim o kadar düşer.
Elektriğe geçiş dönemlerinin başlangıcında bu sorun öncelikle
kalın kablolar kullanılarak çözülmeye çalışıldı çünkü iletkenin çapı
arttıkça gerilim düşüşü azalır.
Ancak yüksek gerilim hatları çok daha iyi bir seçenektir. Bu
durumda kalın ve pahalı kablolardan vazgeçilebilir, çünkü ince kab­
lolar da aynı işlevi görüyor. Ancak burada akımın transformatörler
vasıtasıyla alçak gerilimden yüksek gerilime çevrilmesi gerekiyor.
Bu dönüştürme işlemi yalnızca alternatif akımla mümkün oluyor,
bu yüzden evdeki prizlerde pillerin aksine sabit artı ve eksi kutuplar
bulunmuyor.
19. yüzyılda, elektriğe geçiş döneminin başında, Amerika'da
ampulün mucidi Thomas Alva Edison ile rakibi George Westin­
ghouse arasında büyük bir mücadele yaşanmıştır. Elektriği uzun
mesafelere nakletmek için Edison düşük gerilimi; Westinghouse
ise transformatörler vasıtasıyla yüksek gerilim hatlarını kullanmak
istiyordu. Westinghouse'un alternatif akım prensibinin önemli bir

• 125 .
avantajı vardı: İnce iletim kabloları daha az bakır kullanıyordu ve
bu yüzden çok daha ucuzdu.
Gerçek anlamda bir elektrik savaşı yaşandı: Mayıs 1886'da Wes­
tinghouse ve yardımcıları bu yöntemle elektriği ilk kez bir enerji
santralinden bir mil uzağa iletebildiklerini gösterdi. Bu deney oldukça
ses getirdi ve herkes Westinghouse'un yüksek gerilim hatlarından
bahsetmeye başladı. Edison rakibine karşı utanmaz bir karalama
kampanyası başlattı. Ona karşı sözde patent ihlali suçundan dava
açtı ve alenen halka açık yerlerde yüksek gerilimin ne kadar tehlikeli
olabileceğine dair gösteriler yaptı. Bunun için kedi ve köpekleri
yüksek gerilimli elektrikle öldürdü ve hatta ilk elektrikli sandalyeyi
icat etti! Bugün büyük bir mucit olarak anılan Edison, aslında ama­
cına ulaşmak için hiçbir şeyi yapmaktan çekinmeyen utanmaz bir
fırsatçıydı. Elektrikli sandalyenin kullanılması konusunda baskılarını
artırdı ve 6 Ağustos 1 890'daki bir insanın ilk feci infazının ardından,
elektrikli sandalyeyle infaz olayına "Westinghouse'a" adının veril­
mesini önerdi! Ne de olsa giyotin de mucidi olan Doktor Joseph-Ig­
nace Guillotin'in adını almıştı. Yine de tüm alçakça kampanyalarına
rağmen Edison başarısız oldu ve Westinghouse'un alternatif akım
prensibi geçerli oldu.

• 126 .
Havaya ateş etmek - Mermi düşerken ne ka­
dar h 1zhd 1 r?

40

Muhtemelen hayatınızda bir kez kutlamalar sırasında havaya ateş


edildiği için irkilmişsinizdir. Peki, kendinize hiç kurşun yere düş­
tüğünde ne olduğunu sordunuz mu hiç?
Askeri selamlama klasik bir örnektir. Son askeri geleneklerden
biridir ve önem durumuna göre bazen az, bazen fazla sayıda silah
atışı yapılır. Konsolos için 7 atış, general için ı 7, büyükelçi için ı 9
ve imparator için 33 atış! Bugün hala. ateş ediliyor, ancak gerçek
kurşun kullanmadan!
Tabancayla havaya ateş edildiğinde, kurşun namludan 1 . 500
km hızla fırlar. Kurşun sadece dokuz milimetre çapında olsa bile
yüksek teknoloji sayesinde takip edilebiliyor. Bir test sırasında kul­
lanılan özel mermiler arkalarında kızılötesi kamerayla iki saniye
boyunca izlenebilen sıcak bir iz bırakıyordu. Sonrasındaysa izler
radardan takip edilebiliyordu. Kurşun önce giderek yükseliyor ve
yavaşlıyordu. ı 3 saniye sonra ı , ı kilometrelik bir yüksekliğe ulaştı
ve tepe noktasında bir an için durdu. Sonra da serbest düşüş başladı.
Bu arada kurşun doğal olarak tekrar hızlanıyordu. Ancak havanın
sürtünme gücünden dolayı asla çıkış hızını yakalayamadı. 42 saniye
sonra saatte 350 km hızla yere çakıldı.
Yere düşen kurşunlar kafamız için ciddi tehlike oluşturur. Bu
olgu, özel üretilmiş düşük patlayıcılt mermilerle test edilebilir. Düşme
hızı, tıpkı yere düşen kurşunlarda olduğu gibi saatte 350 kilometreydi.
Üzerinde yapay bir kafatası olan jelatin bir blok bunu kanıtladı:
Kurşun yine de kafatasımızı delip geçebiliyor.

• 127 .
Yere düşen kurşun yukarıya sıkılan kurşundan daha yavaştır
ancak yine de çok tehlikelidir. Bu yüzden günümüzde askeri selam­
lamalar kuru sıkıyla yapılmaktadır!

• 1 28 .
lş1nlanma haya l i bir g ü n gerçek olacak m 1 ?

41

" Uzay, sonsuz boşluk.. :' Çocukluğurnun kült programı her cumartesi
iiğleden sonra bu kelimelerle başlardı. Atılgan gemisinin müretlebatı
uzayın derinliklerinde macera ve bize yabancı bir zeka bulabilmek
için seyahat ediyor ve çoğu zaman da ikisini birden buluyordu!

Atılgan gemisi ailesi zaman zaman dramaturjiye hizmet için


klasik fizik kurallarını zorluyordu. Cesur mürettebat, seyahatleri
sırasında garip solucan deliklerinden ve açıklanamayan geçitler­
den geçip kendilerini düşman askerlerine karşı koruma kalkanları
ve lazer silahlarıyla savunuyor ve sapma hızında kozmik kaçışlar
gerçekleştiriyordu. Özellikle en heyecanlı anlarda, başarılı kaptan
Kirk şu komutu verirdi: "Beni köprüye ışırıla, Scotty!" Sonra bedeni
birkaç saniye içinde "moleküllerine ayrılıp" öbür tarafta tıslayip ışıl­
dayarak eski haline geri dönüyordu. Bu tür bir yolculuk pek çok
yöneticinin hayalidir. Zaman kaybettiren kıtalar arası yolculuk yok,
rahatsız otel yatakları yok ve akşamları çocuklara, yataklarında iyi
geceler öpücüğü vermek için tekrar ışınlanılabilir!
Birkaç yıl önce şans eseri Los Angeles'taki bir konferansta
Hollywood'dan, aralarında Uzay Yolu dizisinin görsel efekt danış­
manı olan Dan Curry'nin de olduğu birkaç özel efekt uzmanıyla
tanıştım. Buluşmanın konusu kurgu ile bilim arasındaki ince çiz­
giydi. Birçok efekt üzerinde konuştuk, örneğin uzaydaki patlamaların
sessiz olması gerektiği ya da uzay gemisindeki seyir fenerlerinin
özel bir zeka gerektirmediği gibi. Elbette bu konuları fazla ciddiye
almadık ve bolca güldük. Dan bize birkaç küçük sır açıkladı ve süt
tozu ve eski plastik kutularla gerçekçi film hileleri yapılabileceğini

o 129 o
anlattı. Sunumu sırasında benim dizüstü bilgisayarımı kullandı ve
hatta bana Atılgan gemisinin birkaç çizimini bıraktı! Ben ve fızikçi
Lawrence Kraus konferanstaki bilimsel cepheyi oluşturuyorduk. Bir
bilim kurgu hayranı olan Lawrence, ışınlanma konusunu fiziksel
açıdan derinlemesine incelemişti.
Elde ettiği sonuçlar şaşırtıcıydı: İstediğiniz bir noktaya ışın­
landığınızı hayal edin. Bunun için vücudunuzdaki tüm atomların
durumu kayıt altına alınmalı, sonra taşınmalı ve hedef noktasında
tekrar bir araya getirilmeliydi. Yolculuğunuzun sonunda yine aynı
insan olabilmeniz için atomlar birbirine karışmamalıydı. Işınlanma
teknolojisi bu yüzden tek tek atomların konumunu değil, aynı za­
manda da komşu atomlada bağlantılarını ve enerji düzeylerini de
bilmesi gerekir. Her bir atom için bu bilgi yaklaşık bir daktilo kağıdı
tutar. Atom atom hesaplandığında bu bilgi 10 üssü 28 kilobayt yer
kaplıyor! Bu bilgiyi bugünkü sabit disklerle yazmaya kalksak ve
diskleri üst üste koysak buradan Samanyolu'nun merkezine giden
yolun üçte birlik kısmı kadar uzun bir sütun oluşurdul
Bu bilgilerin varış noktasına taşınması da ayrı bir sorun. Bu­
günkü en yüksek veri iletim tekniğinde { 100 Mbit/s) beden bilgile­
rinin gönderilmesi için evrenin yaşının yaklaşık iki bin katı kadar
süreye ihtiyaç duyulurdu. Ayrıca başka bir sorun daha var: Vücut
ışınlanma sırasında enerjiye dönüşrnek zorunda. Kütleden enerjiye
olan böyle bir dönüşümde (E=mc2) binlerce atom bombasına eşit
miktarda bir enerji açığa çıkar!
, Sonuç: Işınlanma imkansızdır! Bu sonuca rağmen hiç üzül­
medik, aksine: Uzun bir gece geçirdik ve farklı ışınlama teknikleri,
egzotik solucan delikleri ve paralel evrenler konusunda tahminlerde
bulunduk...

• 1 30 .
Fil lerin kul a klari
neden büyü ktür?

Hayva n i a n n g izli hayati


Ku şlarin V şekl i nde uçmas1n1n a rkasinda ne
va r?

42

"Geldiler! Dışarıya bakın çocuklar, ilkbahar başlıyor!" Annem ev


iizlemi ve hayranlık karışımı bir ifadeyle gökyüzünde geri dönen
yabani kazları gösteriyordu. Büyük bir 'V' şeklinde üzerimizden
uçuyorlardı ve doğal olarak bizler de kendi aramızda göçmen kuşların
neden böyle bir düzenle uçtuğu hakkında tahminler yürütüyorduk.
Her bahar farklı bir açıklama getiriyorduk. "Bu şekilde daha iyi yön
buluyorlar;' demişti babam bir keresinde ve abiarn bir seferinde
şöyle bir açıklama getirmişti: "Kuşlar bunu sadece annemin hoşuna
gitsin diye yapıyor!.:'
Bu şekilde yan yana, kanatları neredeyse birbirine değecek şe­
kilde uçmalarının nedeni neydi? itiraf etmeliyim ki, akla yatkın
cevabı çok sonraları anlamıştım: Enerji tasarrufu!
Kuşların ve uçakların kanat uçlarında enerjilerinin bir kısmı­
nın boşa harcanmasına neden olan büyük hava girdapları oluşur.
Fakat hayvanlar, bu girdapta bir kaldırma kuvvetinin olduğunun da
farkındadır. Yani göçmen kuşlar yazlık memleketlerine olan uzun
yolculukları süresince bu kaldırma kuvvetinden faydalanır. Teorik
hesaplamalar başka bir faydayı daha ortaya çıkarmıştır: Bu uçuş
tekniğiyle yaşlı kuşlar, gençleri çekim rüzgarının oluşturduğu gö­
rünmez rüzgar bağlarıyla arkalarından çekiyor.
Tehlikeli bir deneyde bilim insanları, kuşların bu birlikte uçuş
düzenini gerçek uçaklarla test ettiler. Ancak test pilotları, vakvak­
layan kazların doğaları gereği yapabildiklerini gerçekleştiremedi.

• 1 33 .
Ancak özel ve karmaşık uçuş sistemlerinin eklenmesiyle yakın uçuş
gerçekleştirilebildi.
V şeklinde uçuş, testte önemli enerji tasarrufu sağladı. Yakıt
kullanımı %15'e kadar azalmıştı.
V düzenini uçuş hatlarında kullanmak oldukça avantajlı olurdu.
Kıtalar arası uçak şirketleri birlikte ve kardeşçe ülke ve okyanusların
üzerinden uçardı. .. Ancak daha o kadar ilerleyemedik ne yazık ki.
Bir dahaki sefere uçağa bindiğİnizde ve pencereden baktığı­
nızda, kanatların ucunda vakvaklayan yol arkadaşlarının modern
alternatifini göreceksiniz: Kanatların ucunda kozmetik bir hüküm
vardır. Winglet11 denilen bu kısım kullanılmayan girdap enerjisinin
miktarını azaltıyor, her uçak tipine göre değişiklik gösteriyor ve
yakıttan yaklaşık olarak %2 tasarruf sağlıyor; bu uzun mesafeli bir
uçuşta tonlarca kerosen 12 demek!
Aerodinamikçiler bu özel bükümle çok gurur duyuyor ancak
eve dönen kazları, kuğuları ve turnaları görünce şunu itiraf etmeleri
gerekiyor: Kuşlar bu işi daha iyi biliyor!

ıı Kıvrık kanat. Genellikle sabit kanatlı uçaklarda uçağın verimliliğini artırmak için kulla­
nılan bir kanat ucu tasarım modelidir. (ed.n.)
ıı Uçak yakıtı olarak kullanılan bir maddedir. Parlama derecesi 40 °C'dir. Bu derecenin
altındaki herhangi bir ateş temasında yanmaz. Uçak yakılı olarak da kullanılmasının asıl
nedeni bu özelliğidir. Herhangi bir kaza/kırılına anında yangın riskini minimize eder.
(ed.n.)

• 1 34 .
Güveler neden 1ş1ğa uçar?

43

Böcekler büyülü bir biçimde ışığa doğru çekilir. Geceleri hareket


halinde olan pek çok güve ve kanatlı böcek için bu ölümcül bir
çekimdir. Peki, neden ışığa doğru uçarlar?
Doğada geceleri hareket halinde olan birçok böcek Ay'a göre
hareket eder, Ay onlar için bir rehber ve akıllı yön bulma sistemi
yardımcısıdır. Ay, çok uzakta olduğu için böceklere göre pratikte hep
aynı yerdedir, gece hareket halindeki bir arabadan dışarıyı seyretmiş
olan herkes bu olayı bilir. Böcek düz uçabilmek için belirli bir açıdan
Ay'ı kendine rehber olarak alır. Ancak yakınlarda sokak lambası
gibi daha parlak ışık kaynakları
olduğu zaman böcekler oraya
yönelir. Böylece yön bulma gü­
düleri karışır. Böcek lambayı
hedef alarak bildiği 'Ay açısında'
uçmak ister ancak lamba çok
yakında olduğu için uçuş açısı
değişir ve böcek, uçuşu sırasında
açısını çok hızlı bir biçimde
yeniden değiştirir. Bu sürekli açı
düzeltmeyi e ve istemsiz olarak
doğrudan lambaya giden spiral
bir uçuşla sonuçlanır.
Ancak neyse ki bunun bir
çaresi var: Böcek gözleri bizler­
den farklı görür. Kısa dalgalı,

• 135 .
mavi bölgelere duyarlıdır. İki tip sokak lambası vardır: Civa buharlı
yüksek basınç lambası mavimsi soğuk ışık saçar. Sodyum buharlı
yüksek basınç lambalarıysa sarı ışık verir. Biz insanlar her ikisini
de görürüz ancak böcek gözleriyle sadece mavi olan görülür. Mavi
yanan lambalarımızın değiştirilmesinin hem insanlara hem de bu
hayvanlara faydası olacaktır, çünkü sarı ışık enerji tasarrufludur.
Neyi bekliyoruz? Yetkililerimizin kafasında bir an önce bir (sarı)
ampul yanmalı!

o 1 36 o
Fil lerin ku laklari neden büyüktür?

44

Filler en büyük kara hayvanlarından biridir. Yetişkin bir Afrika fili


birkaç ton ağırlığındadır. Bir televizyon programı esnasında çekici
bir dişi fille birlikte yayma girme şerefine erişmiştim. Dişi filin de­
neme çekimlerinde çok zaman geçirdim ve filler de çok zeki hay­
vanlar olduğundan, bu bayan ona verebileceğim bir sürü tatlı abur
cuburum olduğunu fark etti. Program başladı, birlikte yayınımızı
yaptık. Tatlı bayanımızın oldukça gergin olduğu ortadaydı, çünkü
kulisin arkasındayken hazımsızlık çekiyordu. Kariyerimde şimdiye
dek hiç makyözlerin ve ses teknisyenlerinin kulisten bu kadar hızlı
kaçtıklarını görmemiştim. Fillerin her şeyi büyük olur! Peki, kendi
kendinize hiç fillerin kulaklarının neden bu kadar büyük olduğunu
sordunuz mu? Filler daha mı iyi duymak zorundadır? Ya da aşırı
sıcaklarda yelpaze görevi mi görür? Hemen hemen!

Çoğu memeli hayvanda vücuttaki kas hareketlerinden dolayı


meydana gelen fazla ısı, deri üzerinden dışarı atılır. Bedensel ola­
rak zorlandığıınııda terler ve bu yolla serinleriz. Fillerin ter bezleri
yoktur ama bir fil otuz yetişkin insanın ürettiği kadar ısı üretir! Bu
kalın derili hayvanlar, serinleyebilmek için ısıyı bir şekilde dışarıya
vermek zorundadır. Ancak işte burada bir sorun vardır: Bir hayvan
ne kadar büyükse, yüzeyi o kadar dardır. Ağırlığına oranla filin
kapladığı alan farenin bedensel yüzeyine oranla sadece %5'tir.

Büyük hayvanlar deri vasıtasıyla dışarıya çok az miktarda ısı


atabilir. Bu noktada doğa buna ilginç bir çözüm getirmiştir: Kulaklar
vasıtasıyla serinleme. Afrika fıllerinin kulakları vücut yüzeylerinin

• 137 .
altıda birini oluşturur ve ince bir damar sistemiyle donatılmıştır.
Filler kulaklarını saHayarak vücut ısılarını dengeleyebilir.
Afrika bozkır fılleri ile Hint orman fılleri kulak büyüklükleriyle
ayırt edilebilir. Sebep şudur: Orman fılleri genelde gölgeli ortamlarda
bulunur ve bu nedenle bozkır fılleri gibi fazla serinlemeye ihtiyaç
duymaz. Bu yüzden Hint orman fıllerinin kulakları daha küçüktür.
O kadar uzağa seyahat etmeye gerek yok. "Kulaktan serinleme"
prensibi tavşanlar için de geçerlidir, ancak yelpazelenme olayı henüz
o kadar işlemiyor...

• 138 .
Ked i gözü neden parlar?

45

Eğer geceleyin bir kediye rastladıysanız, muhtemelen gözlerinin


parladığını fark etmişsinizdir. Ancak bu parlama sadece kedinin
gözüne ışık yansıdığı zaman gözlemlenebilir. Ekstra bir ışık kaynağı
olmadan gözleroleyen kişi kedinin gözlerini etraftan daha parlak
görmez. Yani gözler kendiliğinden parlamaz; kedi gözleri bir ayna,
reflektör gibi işler ve gelen ışığı yansıtır.

Kediler geceleri aktiftir ve az ışıklı artarnlara mükemmel bir


biçimde adapte olmuştur: Göz bebekleri 14 milimetre çapını bulana
kadar açılır. Karşılaştırma yaparsak: Biz insanların göz bebekleri
en fazla 8 milimetre kadar açılır. Kedinin gözlerine daha fazla ışık
girebilir ve bu ışık en iyi şekilde değerlendirilir. Çünkü kedilerin
gözlerinde ışığı artıran tapetum lucidum adı verilen bir tabaka mev­
cuttur. Bu "parlayan halı", ağ tabakasının altında bulunan ince bir
ayna tabakasıdır. Göze düşen ışık bu yansıtıcı tabakadan gözün içine
yansıtılır ve ağ tabakasından bir kez daha geçer.

Bu gelgit, ışık hassasiyetini artırır çünkü ağ tabakasındaki duyusal


hücrelerin düşen her ışık kuantumunu ikinci kez değerlendirme şansı
vardır. Bunun dışında kedilerin gözlerinde ışığa duyarlı birçok hassas
bir çubukçuk vardır. (bkz. Nasıl 3 boyutlu görürüz?) Bu reseptör türü
renkleri değil, aydınlık farklarını algılar ve renkleri algılama görevi
olan, koni hücreleri denen diğer tür reseptörlere göre ışığa karşı çok
daha duyarlıdır. Kediler daha çok siyah beyaz görmektedir. Gözleri
anatomik birer sanat eseridir: Bu yumuşak patili dört ayaklılar biz
insanlara oranla altı kat daha az ışıkla idare edebilir.

• 1 39 .
Kendi kedimle ilgili hep şunu düşünmüşümdür: Kediler, biz
insanların göremediklerini görür.

• 1 40 .
Sinekleri yaka lamak neden bu kadar zord ur?

46

"Tüm gücüyle vurur,

Sinek yere serilir:'

Wilhelm Busch

Wilhelm Busch'un burada tarif ettiği genelde o kadar da kolay de­


ğildir. Bu tecrübeyi siz de mutlaka yaşamışsınızdır: Sinekler aşırı
derecede hızlıdır ve onları elle yakalayabilmek neredeyse imkansızdır.

Bu olay, California Institute of Technology'den 13 bilim insanları


tarafından etraflıca araştırıldı ve ortaya çıkan sonuç şaşırtıcıydı: Saniyede
5400 kare çekebilen yüksek hızlı bir kamerayla sinekierin üzerlerine

sineklik inerkenki davranışlarını kaydettiler. Sinekler, refleks olarak


hemen kaçmak yerine öncelikle tehlikenin nereden geldiğini analiz
ediyordu. Tehlikenin geldiği yönü tespit ettikten sonra bacaklarını
kaçmak için en uygun başlangıç pozisyonuna getiriyorlardı. Kaçış,
saniyenin onda biri kadar kısa bir sürede gerçekleşiyordu, ancak bu
yine de bir refleks olarak değil, ince planlanmış bir manevra olarak
gerçekleşiyordu! Refleksler otomatik olarak devreye girer ancak bu
uçuş kusursuz gözler ve hızlı düşünme yeteneği gerektiriyor. Bizim
gözlerimiz genel anlamda oldukça tembeldir. Bir stroboskop14 ile
bu tembellik ölçülebiliyor: Saniyede yaklaşık 40 ışık çakmasından
sonra insan gözü bunu sürekli bir aydınlık olarak görür ve karanlık
ile aydınlık arasındaki değişimi algılayamaz. Sırf bu yüzden sinema

13 Kaliforniya Teknoloji Endüstitüsü (ed.n.)


14 Yarıldı diskten yapılmış, sabit bir hızla dönen ve hız ölçen bir cihaz (ed.n.).

o 141 o
filmlerini ve televizyon yayınlarını sürekli bir kare akışı olarak değil
tek ve akan bir görüntü olarak algılıyoruz. Sinekierin gözleriyse bileşik
göz denen 3000 ayrı gözden meydana gelir. Köln Üniversitesi'nden

hayvanbilimciler, sinekierin gözlerine çok küçük elektrotlar bağladı


ve ışık çakmalarına karşı nasıl ve ne kadar hızlı tepki verdiklerini
ölçtüler. Sinek gözü de saniyede yaklaşık 300 ışık çakmasından sonra
karanlık-aydınlık ayrımını yapamıyor! Yani sinekierin başı, televizyon
izlerken kötü programlardan dolayı ağrımaz.

Bunun yanı sıra sinekler 360 derecelik yuvarlak görüş alanla­


rından dolayı yaklaşan bir tehlikeyi çabucak fark eder. Yüksek hız
kamerasının görüntülerinden tipik davranış şekilleri incelenebili­
yor: Tehlike önden geldiğinde sinek ilk önce orta bacaklarını geriye
doğru hareket ettiriyor. Sonra bir hamle yapıyor ve geriye doğru
havalanıyor. Tehlike yandan geldiğinde orta hacaklar sabit kalıyor
ve havalanmadan önce tüm bedeniyle yana doğru hamle yapıyor.
Gelen tehdidin yönüne karşılık farklı bir stratej i geliştiriyor; bilim
insanları bunu, yapılan hareketin basit bir refleks değil, düzenli ve
"düşünülmüş" olduğunun bir kanıtı olarak kabul ediyor.

Sineklik sayesinde biz insanlar doğal olarak bir avantaj kazanı­


yoruz çünkü bu yapay uzantı, kol vuruşumuzu hızlandırıyor. Bilim
insanlarından gelen ipucu şu: Sineği değil, gideceği yönü hedef alın:
Sineğe arkadan saldırdığınızda sineğin üzerine değil, önüne nişan alın.

İnsanın ölçülebilen en hızlı tepki verme süresi saniyenin dörtte


biri kadardır. Bizler, sineğin düşünebildiği sürenin yarısı hızında
ı

bile hareket edemiyoruz! Belki de biraz daha insaflı davranmamız


gerekiyordur.. .

• 142 .
Neden baz1 yu m urta lar beyaz, baz1lar1ysa
kahverengidir?

47

Beyaz tavukların beyaz yumurta, kahverengi tavukların kahverengi


yumurta yumurtladıkları doğru mudur? Bu olguyla ilgili ne kadar çok
teori olduğunu görmek şaşırtıcı. Test yapıldığında şu ortaya çıkıyor:
Doğru değil. Beyaz yumurta yumurdayan kahverengi tavuklar ve
kahverengi yumurta yumurdayan beyaz tavuklar vardır. Aynı za­
manda beyaz yumurta yumurdayan beyaz ve kahverengi yumurta
yumurdayan kahverengi tavuklar da vardır. Tek dikkat çeken unsur,
bir tavuğun iki farklı renkte yumurdarnadığıdır. Yumurtanın kabuk
rengi kesinlikle tavuğun tüylerinin rengiyle ilgili değildir.

Belki de beslenmeyle bir ilgisi vardır. En azından yumurtanın


sarısı için bu geçerlidir. Yumurta sarısı bundan etkilenir. Eskiden
tavuklara yapay boya maddeleri verilirdi; bugünlerdeyse mısır ve
kırmızıbiber veriliyor. Ancak yumurta sarısının rengi yumurtanın
kalitesini göstermez, günün modasına göre renklendirilir.

Dünyamız gerçekten ilginç bir yer: Farklı kültürler, farklı yumurta


sarıları. Çoğu ülkede insanlar sarıyı tercih ederken, buna karşılık
Almanya yumurta sarısı rengi olarak turuncuyu tercih ediyor.

Fakat bunun, yumurtanın kabuk rengiyle yine bir ilgisi yoktur.


Yumurtanın renginin kaynağı genetikle ilgilidir ve tavuğun türüne
bağlıdır. Kahverengi yumurta yumurdayan cinslerde, tavukların
organİımasına göre değişen ve yumurtanın kireç kabuğunda biri­
ken bu renk, kırmızı kan boya maddesi ile safradaki boya maddesi

• 143 .
pigmetleriyle ilgilidir. Beyaz yumurta yumurdayan tavuklarda bu
boya maddeleri devreye girmiyar gibi görünüyor.

Bazı kimseler tavukların kulaklarına bakarak ne renk yumurta


yumurtladıklarını anlayabiliyor: Kulak memeleri beyazsa beyaz, kır­
mızıysa kahverengi yumurta yumurtluyor. Ancak bu numara da her
zaman işe yaramıyor.

Çoğu kişi kahverengi yumurtaların daha sağlıklı olduğunu söy­


lüyor, çünkü organik yumurtaların çoğu kahverengi oluyor. Ancak
bu da sadece modayla ilgilidir. Klasik kalıvaltı yumurtası eskiden
beyazdı; şimdilerdeyse kahverengi isteniyor. Almanya'da satılan her

• 144 .
on yumurtadan altısı kahverengidir. Kısaca, kabuğun rengine dikkat
etmek yerine ambalajına ve yumurtanın üzerindeki tarihe dikkat
etmelisiniz.

• 1 45 .
Kuşlar daldan neden uyu rken düşmez?

48

Geceleri yatağa yatıp uyuduğumuzda kuşlar da uyur; dallarda. Peki,


derin uykuya geçtiklerinde neden ağaçtan düşmezler?

Ellerimizle bir dala asıldığırnızda kollarımızdaki ve ellerimizdeki


kaslarımız gerilirdi. Bu esnada uyuduğumuz takdirde kaslarımız
gevşerdi ve dala daha fazla tutunamazdık. Buna karşın kuşlar bir
dala tünemiş durumdayken bir sorun yaşamadan uyur. Gerçi bazı
kuşlar uykularını kontrol edebilir ve tehlikeli ortamlarda uyuyup
beyinlerinin bir yarısı uyanıkken, bir diğer yarısını dinlendirebilir.
Bu süreçte bir gözleri açık kalır. Yine de derin uykuda bile daldan
düşmezler.

Kuşların ayakları bir çeşit kilit mekanizmasına sahiptir: Kuş


oturduğunda, bacak boyunca devam eden bükücü kaslar ve lifler
çekilerek ayak parmaklarını kapatır. Oturuş pozisyonu ne kadar
alçalırsa, parmaklar dalı o kadar sıkı kavrar. Bu mekanizmayla kuşun
tek başına vücut ağırlığı sağlam bir tutuş sağlar. Kuş tekrar doğrul­
duğunda lifler gevşer ve pençelerini açabilir. Bunu uyanan kuşlarda
kolayca gözlemleyebiliriz. İlk önce gerinmeleri gerekir, sonra kas ve
lifler gevşer, pençeler açılır ve böylece havalanabilir.

Yarasalar da tüm vücut ağırlıklarını herhangi bir kas gücü har­


camak zorunda kalmadan, kapalı pençeleriyle taşıyabilecek şekilde
kuşlarınkine benzer bir kilit mekanizması geliştirmiştir.

• 147 .
---·�·:.:.
_-· · .
.<--

Avcı kuşların kıvrık pençeleri de aynı prensibi kullanır: Bir


kartal avına saldırdığında hacakları çarpmanın etkisiyle kasılır ve
pençeleri kilitlenir. Bu otomatik kilitlenmenin gücü aşırı derecede
yüksektir. Kuşların pençeleri bizim ayaklarımıza benzemez. Çünkü
kuşlar, biz insanlarla karşılaştırılırsa, parmak ucunda topuklarıyla
havada yürüdükleri söylenebilir.

Kuşların pençe mekanizması -iddia edildiği gibi- o kadar iyi


çalışır ki bazen ölmüş kuşlar bile dallarına kenetlenmiş durumda kalır.

• 148 .
Buzun üstü ndeki ördekler neden don maz?

49

Her süreci saçmalık derecesinde en uygun hale getiren bir mükem­


melliğe odaklanmış toplumumuzun tam ortasında, zaman zaman
keyif verici kırılmalara rastlıyorum. Geçen kış çıkan bir haber biz
insanların hala idealist olduğunu ve rasyonelleştirilmiş ölçünün dik­
tatörlüğüne boyun eğmediğimizle ilgili duyduğum güveni perçinledi:
Dalış kıyafetleri giymiş yirmi itfaiyeci şişme bir bota binmiş, buzcia
mahsur kalmış bir ördeği kurtarıyordu. Soylu şövalyelerin "Henry"
adı verdikleri ördek sonunda Flensburger Hayvan Barınağı'na emanet
edildi. Ancak Henry bir istisnaydı!

Dışarıda hava buz kestiğinde, donmuş bir gölün üzerinde pinek­


leyen, tüyleri kabarmış ördekler görülür. Uzun süre aynı pozisyonda
kalmalarına rağmen donup kalmazlar. Neden?

Sıcak olan ellerimizle aşırı soğuk olan nesnelere dokunduğu­


muzda, nesneye yapışıp kalabiliriz. Derin dondurucudan bir paket
çıkarırken ya da soğuk kış sabahlarında arabanın kapısını ısıtma
amacıyla halılarken de başınıza bu gelebilir. Sıcak dudaklarınız önce
yüzeydeki buzun erimesine sebep olur fakat hemen sonra su tekrar
donar ve siz de yapışıp kalırsınız!

Eğer ördeklerin sıcak ayakları olsaydı üzerinde durduğu buz


erirdi. Bu aşamada oluşan ince su tabakası -düşük hava sıcaklığı
yüzünden- kısa sürede tekrar donar ve onlar da Henry gibi kalırlardı.

Peki, kadınlar ile ördekler arasındaki ortak nokta nedir? Soğuk


ayaklar! Isı kamerasıyla bakıldığında ördeklerin buz gibi ayakları
olduğu görülür. Ayaklarındaki perdelerin sıcaklığı neredeyse O de­
recedir! Ördeklerin ayaklarına yakından bakıldığında tıpkı soğuk

• 149 .
bölgelerde yaşayan bazı başka hayvanlarda olduğu gibi, ördeklerin
de doğalarında bir çeşit donmayı önleyici bir sistem olduğu görülür.
Bu hayvanlarda kan dolaşımı sistemi, ısı dengeleyicileri mantığıyla
çalışır. Arterlerde kalpten gelen sıcak, oksijen bakımından zengin
kan akar ve damarlara soğuk, karbondioksitin yoğun olduğu kan
gider. Bu arada ördeklerin ayaklarında arter ve damarlar paralel
olarak devam eder ve bunlar birbirlerine çok yakın örülmüştür. Bu
şekilde vücudun içine akan soğuk kan ısıtılır ve hacağa akan sıcak
kan da ayaklardan gelen soğuk kan tarafından soğutulur. Yani ayak­
lara ulaşmadan önce soğumuş olur. Böylece şu sonuca varıyoruz:
Ördeklerin ayakları buz tarafından soğutulrnaz; onlar zaten soğuktur.
Biz insanlar için oldukça rahatsız edici olan bu durum ördekler
için oldukça pratiktir. Soğuk olan taban buzu eritmeyeceğinden
tekrar donma da olmaz. Yani vücut sıcaklığı dışarıya verilmez, eğer
verilseydi ördek hemen donardı. Soğuk ayaklarıyla oldukça fazla
miktarda enerji tasarrufu yapıyorlar.

'Ördek ayağı prensibi' bugünlerde ısı geri kazanımı prensibi


doğrultusunda tasarlanan modern ve kontrol edilebilir ev ısıtma
sistemlerinde de kullanılmaktadır. Isı dengeleyiciler evin içindeki
sıcak ve kullanılmış havayı çeker ve dışarıdan gelen soğuk ve temiz
havayı ısıtır. Bu büyük bir enerji tasarrufu sağlar; ördekler sağ olsun!

• ıso .
Tost ekmeği neden_ hep reçel
sürü l m üş taraf1 n 1 n üstüne düşer?
Bunla rin d1ş1nda:
G ü n l ü k yaşam

• ısı .
Mendi l ler neden kare şekl i nded i r?

so

Ülkemizde, bir toplumun medeniyet seviyesini garip şeylerle ölçü­


yoruz: Çatal kaşık kullanımıyla, deodorant kullanımıyla, kravatın
bağlanmasıyla ya da her zaman hazırda tutulan mendille. Peki, daha
önce hiç bunu fark ettiniz mi? Mendiller, ister kağıt ister kumaş ol­
sun, neredeyse her zaman kare şeklindedir. Bu şekil tesadüf değildir,
çünkü mendilin tarihi kurallar ve yasaklarla doludur.

İlk mendiller kesinlikle burun silmek için düşünülmemişti. Burun


silme eylemi o zamanlar işaret ve başparmalda yapılıyor, sonra da
ceketin koluna ya da masa örtüsüne siliniyordu! Sıradan halk bazen
sağ elini bazen de solunu kullanırdı; sosyeteyse her zaman sol elini...

Öte yandan mendiller genelde inci, altın ya da değerli taşlarla


süslenmiş ve ipek gibi pahalı kumaşlardan yapılmış birer statü
sembolüydü. 13 . yüzyıldan itibaren soylu halkın dar bir kesiminde
kullanılmaya başlanmıştı. Bu soylu kumaş parçası daha çok elbise­
nin zarif bir parçası olarak hizmet ederdi. Bazı mendillerse adeta
parfüme batırılırdı. Unutmayalım; o zamanlar şehirler korkunç bir
şekilde kokardı!

Saraylardaki yüksek sosyetede zamanla ince bir mendil dili ge­


lişti. Vedataşırken sallanan mendil, "Sana sadık kalacağım;' anlamına
gelirdi; pencereye asılmış bir mendilse "Dikkat, gözetleniyorum;'
demekti; cepten kasten düşürülen bir mendilse "Kalbim birisine
ait" anlamındaydı.

Mendil nihayetinde aşkın bir sembolü haline geldi; tıpkı William


Shakespeare'in Othello'sunda olduğu gibi: Desdemona, Othello'nun
hediye ettiği mendili kaybeder. Othello mendili, Jagdnun gizlice cebine

• 1 53 .
koyduğu Cassio'nun üzerinde bulduğunda, bunu Desdemona'nın
-bedelini hayatıyla ödediği- sadakatsizliğinin kanıtı olarak görür.

Mendil şekillerinin çeşitliliği muazzamdı: yuvarlak, üçgen,


dikdörtgen. Ancak bu durum modayı yakından takip eden Fransa
kraliçesi Marie Antoinette'in hiç hoşuna gitmiyordu. Böylece kocası
XVI. Ludwig mendillerin kare olmasını emreden bir kanun çıkarttı.
Bundan kısa bir süre sonra Fransız Devrimi başladı ve Kral ile Kraliçe
idam edildi. Mendil demokratikleşti ve tüm dünyada zengin, yok­
sul herkes tarafından kullanılmaya başlandı. Önceleri kumaştandı;
1 929'dan itibarense kağıttan da yapılmaya başlandı. Değişmeyen
şeyse kare şekli oldu; böylesi, Kraliçe'nin hoşuna gidiyordu çünkü!

• 1 54 .
Rüşveti ki m icat etti?

51

"Between you, me and the camel;


give me bakshish . :•ıs .

Gize Piramitleri'nin dibinde bir deve çobanı

Rüşvet söz konusu olduğunda, genellikle "Yağlama Parası"ndan


bahsedilir. Peki, bu kelime nereden gelir?

Rüşvet, atlı posta arabaları zamanına dayanır. 18. ve 19. yüz­


yılda bu arabalada şehirden şehre seyahat edilirdi. Ancak bu seyahat
zorluydu: Genelde günlerce yollarda seyahat edilir, atlar durmadan
değiştirilir, arabanın oku kötü yollarda kırılır ve yağmur yağdığında
da tekerlekler çamura saplanırdı. Kışın ısıtılan arabanın içi buz gibi
olur ve iğrenç kokardı.

Kısacık hayatının üçte birini seyahatlerde geçirmiş olan Wol­


fgang Amadeus Mozart sövüp sayarmış: ".. . bu arabalar adamın
ruhunu bedeninden çıkarır! .. At arabasına binmektense yayan git­
.
meyi tercih ederim:'

Tüm bu zorlukların yanında farklı bir şey daha vardı: Seyahat


etmek pahalıydı ve sadece zenginler seyahat etme deneyimini ya­
şayabilirdi. Normal yolcu ücretinin yanında işin içine birçok vergi
dahil oluyordu: Yol vergisi, araba koşucusu parası, kapı ve köprü
paraları ve yağlama parası!

Burada anlatılan yağlama, araba seyahat sırasında çok ses çıkar­


masın ve daha rahat ileriesin diye dingilere sürülen makine yağıydı.

lS 'Sen, ben ve deve arasında kalsın; bahşiş ver bana .. .' (ed. n.)

o 1 55 o
Yağlama parası sabit bir vergiydi. Goethe İtalyadan Wettersteinmassive

yaptığı yolculukta 1 0 Kreuzer16 yağlama parası vermişti.

Aynı şekilde diğer işler de biraz "destekle'' yağ gibi hallediliyordu.

Ancak o zaman yağlama makine yağıyla değil, parayla oluyordu...

...

i:. .

\_·... ��
· ..,. '
-·""\�-�-�--�.r�·:�.�
. , J'ff·

./�
\

..�.

16 19. yüzyılda Doğu Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nda kullanılan,


bakır ya da gümüş olarak basılan eski bir para birimi. (ed.n.)

• 1 56 .
Y1 ld1r1m düştüğünde ne ya pma hy1z?

52

Beyaz önlüklü yaşlı adam kafesin kapısını arkasından kapadı ve kısa


bir süre sonra etrafında büyük şimşekler çakmaya başladı. Tepemizde
patlamalar oluyor ve elektriklenen hava tuhaf bir biçimde yanık
kokuyordu. Şaşkınlıkla adamın hayatta olduğunu gördük! Günler
boyunca, kıvılcımlar saçan elektriğin zarar veremediği ve kafesinde
büyüklük taslayan şimşeklerin efendisi, biz çocukların rüyalarına
girmişti.

Münih'teki Alman Müzesi'nde yer alan Faraday kafesleri gös­


terisi muhteşem bir sihirbazlık şöleni gibiydi, ancak arada bir fark
vardı: Sihirbazlık numarasının açıklaması yapılıyordu: Demir par­
maklıklar iletkendi. Yıldırım düştüğünde elektrik, parmaklıklardan
akıp geçiyordu; kafesin içindeki insana geçmiyordu. İletken kafes,
iç bölgeyi elektrikli alandan koruyor ve böylece yıldırımlar içeriye
giremiyordu. Adını İngiliz fızikçi Michael Faraday'den alan bu pren­
sibe günlük hayatımııda sıkça rastlıyoruz. Mesela cep telefonu ve
radyolar pek çok binanın içinde kötü sinyal alır, çünkü duvarlardaki
ve dış cephedeki demir ve çelik kolonlar binanın içini dışarıdan gelen
elektromanyetik telefon ve radyo sinyallerine karşı korur.

Şu saniye itibariyle de dünya geneline yaklaşık 2-3 bin yıldırım


düşmektedir. Gezegenimizde bu olay çok sık gerçekleşmekte ve sa­
dece Almanya'ya bile yılda yaklaşık bir milyonun üzerinde yıldırım
düşmektedir. Bunların çoğu bulutların üzerinde gerçekleşir ve ışık
saçar. Neyse ki yıldırımların sadece onda biri yeryüzüne düşer ve
bu bile oldukça tehlikelidir. Sadece Almanya'da her yıl ortalama beş
kişi yıldırım çarpması yüzünden hayatını kaybetmektedir.

• 1 57 .
Pırtmaya yakalanıldığında ne yapmalı? Öncelikle fırtınanın ne
kadar uzakta olduğu hesaplanmalıdır. Şimşeğin çaktığı yerde ısı
30.000 dereceye kadar çıkabilir. Isınan hava hızla yayılır ve bizim
gökgürültüsü olarak duyduğumuz bir basınç dalgası oluşturur. Ses
dalgaları ışıktan daha yavaş hareket ettiği için basit bir sayımla yıl­
clınının mesafesi belirlenebilir: Şimşek çakar, ses dalgası saniyede
343 metre hızla ilerler. Şimşek her üç saniyede bir yaklaşık olarak
bir kilometre yol alır. 2 1 , 22, 23 ... Örneğin; şimşek çaktıktan sonra
sesi duyduğumuzcia aradan altı saniye geçmişse, aradan yaklaşık iki
kilometre olduğunu anlarız.

Yıldırımlar çok yakınımza düşmüşse derhal bir binanın ya da


aracın içine girmelisiniz. Bulunduğunuz yere yıldırım düştüğünde
arabanın karoseri ya da binanın duvarındaki çelik kısımlar iletken
görevi görecek ve elektrik size ulaşmayacaktır. Peki ya bu mümkün
olmadığında? Bu durumda iki şeye dikkat etmelisiniz: Öncelikle
kapladığınız alanı daraltın; en iyisi çömelin, çünkü ne kadar az
yer kaplarsanız yıldırımın sizi görmeme olasılığı o kadar artar. Zira
yıldırımlar yüksek nesnelere düşmeyi tercih eder. Kesinlikle açık
arazide yere yatmamalısınız. Çünkü elektrik yere düştükten sonra
tek bir noktada kalmaz, aksine düşme noktasından toprağın her
yerine dağılır. Daha sonra o bölge bir süre için gerilimli bir alan olur.

Bir voltaj düşüklüğü olduğunda, sonrasında her zaman bir


akım oluşacağını bilmek (hayati! ) önem taşır. Örneğin; bir yüksek
ge�ilim kablosunun üstüne tünemiş olan kuşların korkmasına hiç
gerek yoktur, çünkü ayakları arasında gerilim farkı olmadığından
vücutlarıyla kapalı bir akım devresi oluşturmazlar.

• 158 .
� ·:· -
. .-::
�. �
·-� "-
....

. ---�
".
.......
'.
•. .
..

.....__
.. ....��.
....
-· ...... . ,_ _ _ ___ ____

Yıldırım düşmesi olayındaysa durum farklıdır. Düştüğü yerde


bir metre içinde binlerce voltluk farklar oluşur. Bilim insanları Adım
Gerilimi'nden de bahsederler, çünkü bir adımlık mesafede bile ge­
rilim farkı yüksektir ve tehlikeli bir akım vücudunuzdan geçebilir.
Yere yattığınızda alanı büyütür ve böylece de gerilim farkı alanını
genişletirsiniz!

Martin Luther'in öğrenciyken 1 505 yılının yazında büyük bir


fırtınaya yakalandığı anlatılır. Ölüm korkusuyla Azize Anna'ya dua
eder: 'Azize Anna, yardım et! Hayatta kalınama izin verirsen, ra­
hip olacağım:' Yıldırım düşer, Luther hayatta kalır ve sözünü tutar.
Babasının arzusuna karşı gelerek hukuk eğitimini yarıda bırakır ve
Erfurt'taki Augustineremiten Manastırı'na kapanır.

Kısacası fırtınaya yakalandığınızda şunu yapın: Diz çökün,


ayaklarınızı bitiştirin ve... dua edin! Tabii ki hemen manastıra ka­
panmak zorunda değilsiniz. Ayrıca ilginç bir detay daha: Yıldırımlar
olmasaydı, bugün Almanya'da protestanlar olmayacaktı!

• 1 59 .
Schu/tüte17 nereden gel iyor?

53

İlk okul günüm bir fıyaskoydu. Hindistan'da okul üniforması zo­


runluluğu vardı ve dersten önce ]alahalli'deki18 Cluny Convent
Okulu'nun tozlu avlusunda zorlu bir yoklama yapılmıştı. Ailemin
yanında yaşadığım özgürlüğün bir anda neden hemen sona ermek
zorunda olduğunu anlayamamıştım. Bir sürü "A, B, C" lerle dolu
tekdüze hayat ve tozlu kara tahtayla ilgili şüphelerim vardı. Yine
de o güne dair olumlu bir hatıram var: Kız öğrenci arkadaşlarımın
örgülü saçlarının tatlı kokusu... Eğer Hindistan'da da Almanya'daki
gibi bir gelenek olsaydı, her şey daha farklı olabilirdi belki: Schultüte!
Peki, Almanya için tipik olan bu gelenek nereden çıktı?

Bu geleneğin geçmişi 19. yüzyıla dayanıyor gibi görünüyor. Bu


şeker külahlarının ilk yayıldığı bölgeler Thüringen, Anhalt, Vogtland
ve Erzgebirge'dir. Tarihi kaynaklarda belirtildiği üzere Thüringen'deki
Juiıa'da, kilise korosunun şefi çocuklara çok büyük bir külahta şe­
kerlemeler ve Dresden'de de babalar, okula başladığı için oğullarına
pastaneden aldıkları tatlılarla dolu bir külalı hediye diyordu. Görünüşe
göre bu şekerleme jestinin tam olarak nerede başladığı bilinmiyar
ancak bu gelenek kısa sürede tüm ülkeye yayılıyor. Halk bilimcilerin
görüşüne göre bu schultüten geleneğinin başlamasının asıl nedeni
genç öğrencilerin motivasyonunu artırmaktı: Okula başlayanların
büyük günü kutlanıyor ve bunun yanı sıra hayatın yeni bir kesitinin
başlangıç aşaması olabildiğince keyifli bir hale getirilmeye çalışılıyordu.

1 7 Alman kültürüne ait geleneksel bir olgudur. Koni şeklinde bir kartonun içerisine
şekerleme, tatlı, oyuncak, küçük okul malzemesi vb. koyularak okula yeni başlayan
öğrenciye, ilk gününde hediye olarak verilir. Öğrencinin heyecanını azaltmak ve okulu
sevdirrnek amacıyla yapılan ve günümüzde de sürdürülen bir gelenektir. {ed. n)
18 Hindistan'ın Bangalore şehri yakınlarındaki küçük bir bölge. (ed. n)

• 161 •
Schultüte artık katı kurallara bağlı ve vazifelerle dolu bir hayat için
bir teselli oluyordu. Aileler, okul başlangıcındaki coşkunun, hemen
ardından başlayan gündelik hayatın zorlukları tarafından hertaraf
edileceğini bildikleri için henüz b aşlayan "Hayatın Ciddiyeti"ni bu
külahlar yardımıyla biraz olsun tatlandırmaya çalışıyordu.

Schultüte'nin öncüsü okul simidiydi: Okula başlayanlara, oku­


lun bodrumunda ya da çatısında, üzerinde sirnit yetişen bir sirnit
ağacı olduğu anlatılıyordu. Öğretmen okulun ilk gününün sonunda
öğrencilere birer ya da ikişer tane sirnit dağıtırdı. Yaklaşık iki hafta
sonra ağaçta toplanacak sirnit kalmadığı için sirnit dağıtımı sona
ererdi. Başlarda sirnit masraflarını belediyeler üstleniyordu sonra bu
masrafların ailelere yıkılmasıyla -bu fıkir her nereden çıktıysa- sirnit
yerine başka bir şeyler, şeker külahı mesela, hediye etme düşüncesi
doğdu.

Böylece Albert Sixtus'un bir klasiği olan Zuckertütenbaum19 hika­


yesi de ortaya çıktı: Hizmetçi Ruprecht, cücelere ekilip büyüyünce bir
şeker külahı ağacı olan sihirli bir soğan hediye eder. Sonunda cüceler
şeker külahiarını okula getirir ve bunlarla öğrencileri sevindirirler.

İlk okul günüm Hindistan'da geçmişti, orada şeker külahiarı


yoktu ama kızlar çok şekerdi!

19 (Alm.) Şeker külahı ağacı. (ç.n.)

• 1 62 .
08/1 5 Kavram i nasil ortaya ç1kt1?

54

Bu kavram "geleneksel", "harcıalem" "ortalama" ya da "standart"


anlamına gelmektedir: 08/ 1 5 . Peki, bu kavram nasıl oluştu?

Bu olgu, Birinci Dünya Savaşı zamanına kadar gitmektedir.


Cephede sayısız tüfeğe ihtiyaç olurdu, ancak bir problem vardı: Her
fabrika, üretimde kendi ölçülerini ve araç-gereçlerini kullanıyordu.
Savaş zamanlarında hızlı ve çok sayıda silah üretebilmek için bütün
Alman İmparatorluğu çapında birbirine uyumlu parçaların üretimi
planlandı. Bunun için standart bir plan, araç-gereç ve tasarımlada
çalışmak gerekliydi. Bu yüzden devlet tarafından üretimde standart­
laştırmayla görevli "Kraliyet Piyade Fabrikasyon Bürosu" ve "Kraliyet
Topçu Fabrikasyon Bürosu" (kısaca Fabo-1 ve Fabo-A) adında iki
birim kuruldu. Burada çalışan mühendisler normalizasyonla ilgili
bir kurul oluşturup ileride Alman Standartıaştırma Enstitüsü (resmi
kayıtlı dernek) olacak olan birimin temellerini attı. Bu, standartlaş­
tırmanın doğum tarihidir.

O zamanlar en çok rağbet gören silah türü 1 908 yapımı Ma.xim


marka makineli tüfeklerdi. Tüfeğe 1 9 1 5 yılında o güne dek kullanıl­
mış olan kabzanın yerine iki ayaklı destek monte edildi ve bununla
beraber silah nispeten daha hafif oldu. MG 08/15 tanımı bu iki yı­
lın, yani 1 908 ve 1 9 1 5 yıllarının birleşiminden meydana geldi. MG
08/ 1 5 standart bir ürün olmalıydı: Alman Standartıaştırma Ensti­
tüsü tarafından standartları belirlenen ve üretilen ilk parça, 08/ 1 5
tipinde, koni şeklinde bir pimdi. B u metal pim, tüfeğin süngüsündeki
bağlantı noktasıydı. Tüfeğin tamamı cephedeki herhangi bir asker
tarafından tümüyle sökülüp tekrar birleştirilebiliyordu. Tamirat ve

• 163 .
bozulan parçaların standart yedek parçalada değiştirilmesi müm­
kündü, çünkü tüm parçalar birbirine uyumluydu.

Küçük pirnin adı DINl 'di. Dünya çapında, modern endüstri


normlarına göre üretilmiş ilk standart parçadır.

Yeni normlar ve tek bir standart oluşturulması sayesinde tüfeği


fazla sayıda üretmek artık sorun olmaktan çıkmıştı. Bazı işletmeler
tek tek parçaların üretiminde uzmanlaştı. Vidalar, pimler, yaylar,
bağlantı elemanları, hepsi tek bir standarda göre üretiliyordu ve
standart; benzersizlikti. Tüfeğin sökülüp tekrar birleştirilmesi askeri
eğitimin bir parçasıydı. Bir kez yapılabildiğinde, her zaman tekrar
yapılabilirdi. Yani 08/ 1 5 her zaman aynıydı!

• 1 64 .
Gü neş kremi nas1l etki eder?

ss

Biz insanlar biraz deliyiz. Hindistan'a tatile gitliğinizde mesela, bronz­


laşmak için bilerek güneşin altına yatan insanlar görmezsiniz. Aksine,
güney ülkelerinde moda meraklıları olabildiğinde solgun görünmek
için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Asya'da giderek büyüyen bir
beyazlaştıncı krem sektörü vardır. Almanya'da ise bronzlaşmak zarif
bulunuyor; ancak bu önceden böyle değildi.

Daha geçen yüzyıl da solgunluk soyluluk göstergesiydi, çünkü


sadece fakirler güneşin altında çalışmak zorundaydılar. Solgun ten
zenginlikle eş anlamlıydı ve yüksek sosyete mensupları kendilerini
şemsiyeler, uzun kıyafetler, şapkalar ve plaj koltuklarıyla koruyordu.

Açık ve esmer ten arasındaki fark, melanin denen doğal renk


maddesinin yoğunluk farklılığıdır. Derideki melanin ne kadar yük­
sekse, ten o kadar koyulaşır. Melanin üretimi güneşin UVB ışınları
tarafından tetiklenir. Bu yüzden güneşte esmerleşiriz. Melanin, zararlı
ışınlara karşı etkili bir ışık koruyucusudur.

Ancak uzun güneş banyoları sırasında ek olarak kremlenmek


gerekir. Kabaca iki tür güneş kremi vardır: Kimyasal ve fiziksel
UV filtreleri. Kimyasal olanlar deriye nüfuz eder ve -tıpkı melanin
gibi- fotokimyasal bir reaksiyonla güneş ışınlarını, onlar size zarar
veremeden, ısıya çevirmeye çalışır. Ancak güncel araştırmalar bazı
kimyasal koruyucu kremlerin zaman içinde bizlere zarar verdiğini
göstermiştir. Deriyi tahriş edebiliyor ve bazı insanlarda alerjilere
yol açabiliyorlar.

• 1 65 .
İkinci grup, yani fiziksel fıltrelerse fiziksel koruma sağlar. Deri
minicik titanyum dioksif0 taneciklerinden oluşan beyaz bir koruyucu
tabakayla kaplanır. Bunlar sık bir şekilde yan yana durur ve küçük
birer ayna görevi görür; zararlı UV ışınlarını yansıtırlar. Bu modern
kremler sadece yüzeyden koruma sağlar ancak sık sık tekrar sürmek
gerekir ve pahalıdırlar. Derinin üzerindeki beyaz pırıltılarından an­
laşılırlar. Bu, titanyum dioksit taneciklerinden kaynaklanır.

/ \

20 Kozınetikte kalınlaştırıcı, beyazlaştırıcı, yağlayıcı ve güneş ışınlarını kesici bir madde


olarak da kullanılan bir mineral. Cildi UVA ve UVB radyasyonundan korur ve cildi
tahriş etme riski yoktur. (ed.n.)

• 1 66 .
Titanyum dioksit mi? Bunu okulda kullandığınız boyaların
kutularından mutlaka hatırlarsınız: Beyaz!

Yani en sonunda kahverengi olabilmek için prensip olarak önce


beyaza boyanıyoruz! Biz insanlar gerçekten biraz deliyiz...

• 1 67 .
Alman bayraği neden siya h-k1 rm•z•-sar1d1r?

56

Şahsen hiçbir zaman ulusal bayraklarla aram iyi olmadı. Bunun


altında belki kökenim yatıyordur. Bunun nedeni babamın Hintli,
anneminse Lüksemburglu olması ve ulusal bayram gürılerinde milliyet
ayrımı kaynaklı kökenimle ilgili sıkıcı soruların hüküm sürmesiydi.
Lüksemburglu musun yoksa Hintli mi? Ben her ikisiydim ve hala da
her ikisiyim, her türlü ayrımcılık ve dışlama beni her zaman rahatsız
etmiştir. Hayatımda hiç milli marşlar olmadı ve insanların ayağa
kalkıp uluslarını yücelten marşlarını söylediği her anda kendimi
dışlanmış hissettim. Hiçbirine ait değildim, en azından tam olarak.
Bu gibi resmi anlarda her zaman diğer yanını, diğer ulusal kimliğimi
düşünürüm. Hayalimde kendi bayraklarımı, kendi marşlarımı yara­
tıyor ve sınırların olmadığı milliyetler düşlüyorum. Bayrağım tüm
insanlığın bayrağı olurdu ve tolerans, sevgi ve açıklığı temsil ederdi!

Yıllar boyunca bazı bahçelerde göklere çekilmiş bayrakları gör­


düğüm zaman şüpheyle yaklaşmışımdır. Çoğunlukla arkasında gizli
bir yabancı düşmanlığı saklıydı ve o üç renk benim gibi insanlar
için yasak işareti gibiydi. Görünmeyen harflerle şunlar yazılıydı:
"Defol git!"

Aslında, Fransa ve ABD gibi diğer ülkelerin aksine Almanya'nın


bu üç renge karşı kopuk bir bağı olmuştur. Nazi döneminin yarala­
rından ötürü gözle görülür bir geri çekilme söz konusuydu. Ancak
sonra yaz masalı başladı. 2006'daki futbol şampiyonası dönüm noktası
oldu. Her yerde Alman bayrağı dalgalanmıştı ve dışlama söz konusu
değildi. Hoşgörü ve sevinç eski rahatsızlığı ortadan kaldırmış ve
tutukluğum çözülmüştü. Bu taze görüntü tüm ülkeyi değiştirmişti.

• 1 69 .
Peki, Alman bayrağı neden siyah-kırmızı-san?

Bu renk bileşiminin kaynağı, 1 8 1 3 - 1 8 1 5 yılları arasındaki kur­


tuluş mücadelesine dayanır. O zamanlar pek çok gönüllü ordusu
Napolyon ordularına karşı mücadele etmişti. Fransa düşman olmasına
rağmen ortak bir bayrağı vardı. 1 8 1 3 yılında Lützower Gönüllüler
Birliği oluşturulurken üniformalar için para yoktu. Bu yüzden si­
vil kıyafetler her şeyi kapatabilen siyah renge boyandı. Kıyafetler
üniformaya daha çok benzesin diye Prusya ordusunda olduğu gibi
yaka ve koliarına kırmızı şeritler dikildi. Dore pirinç düğmelerse o
dönemde çok ucuzdu. Yani başlangıçtaki bu renk seçiminin teme­
linde, daha sonraları severek anlatıldığı gibi ulusal semboller falan
değil, pratik nedenler yatıyordu.

Gönüllü orduya yazılmış birkaç öğrenci, ilk öğrenci birliği olan


Jenaer Kardeşliği'ni kurdu. Tamamen milliyetçi düşüncelerden ya­
naydılar. Öğrenciler siyah üniformalarını giymeye devam etti ve
flama olarak da üniformalarının siyah ve kırmızı renklerini seçti.
Ayrıca bayraklarını dore bir meşe dalıyla süslemişlerdi. 1 825 yılına
kadar bu siyah-kırmızı bayrak, modern Fransız üç rengini örnek
alarak üç renkli haline bürünmüştür. Ancak bu üç rengin sırala­
ması başlarda değişkenlik göstermiştir: 1 832 yılında vatandaşlık
özgürlüğü ve ulusal birlik taleplerinin dile getirildiği Hamhacher
Şenlikleri'nde sarı rengin üstte olduğu bayraklar görülmüştür. Gerçi
üç renkli bayrak Alman Birliği'nin ( 1864- 1871) devlet bayrağı olmuş­
tur� ancak 1 8 7 l 'de imparatorluğun kuruluşuyla birlikte bu durum
yeniden değişmiştir. Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna kadar göklerde
Prusya'nın siyalı-beyaz-kırmızı renkleri dalgalanmıştır. 19 19Cla ulusal
birlik toplantılarında siyah-kırmızı-sarı renkleri 2 1 l 'e 90 oy alarak
Weimar Cumhuriyeti'nin bayrağı seçilmiştir. Sonra Naziler gelmiş
ve renkler yeniden değişmiştir...

• 1 70 .
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından önceden var olan tüm ulusal
bayraklar işgal kuvvetleri tarafından yasaklamıştır. 3 Kasım 1 948
yılında siyah-kırmızı-sarı renkler geri gelmiştir. Herkesin bir birleşik
devletin hayalini kurmasına rağmen bölünmüş Almanya'da yine iki
farklı bayrak dalgalanıyordu. Ancak birleşmeden sonra ülkemizin
tek bir bayrağı oldu. 2006'daki yaz masallarından sonra renkleri
yeniden tazelendi. Üç özel renk. . . Başlangıçta, üniforma yaptırmaya
para yetmediği için seçilenler!

• 171 •
K1rm1z1 h a h nereden ç1kt1?

57

Kendini beğenmişlik defılesi, aç fotoğrafçılara yem, dedikodu köşesi


yazariarına malzeme, yıldız v.e yıldızcıklar kendilerini orada gös­
terıneyi sever. . . O, panltı ve şöhretin sembolü: Kırmızı halı. Peki,
bu halı neden kırmızı?

En meşhur "kırmızı halı olayı" Hollywood'daki Oscar Ödülleri


törenidir. Akademi Ödülleri'nin resmi tarihine göre bu gelenek201h
Century Limited adında, 20. yüzyılın başlarında New York-Chicago
arasında sefer yapan ve müşterilerine kırmızı halı ayrıcalığını sunan
bir hızlı trenden devralınmıştır.

Ancak kırmızı halı, tarihte çok daha eskilere dayanır: Yunan


mitolojisinde Argos'un21 kralı Agamemnon Truva'dan zaferle evine
döner ve sarayına erguvani bir halının üzerinde yürüyerek girer.
Burada hain karısı Klytaimnestra ve onun sevgilisi tarafından öldü­
rülür. Kırmızı halı burada muzaffer olanın kendine aşırı güveninin ve
cezalandırılmasının sembolü olarak görülür. Muhtemelen bugünkü
yıldızcıklar bunu bilmiyordur. . .

Kırmızı sadece kanın rengi değildir, aynı zamanda e n pahalı


renklerden biri sayılır. Erguvani renk kumaş boyası, köken olarak
denizden gelir ve erguvan salyangozunun dış salgı bezlerinden elde
edilirdi. Efsaneye göre kırmızı renk Fenike'de keşfedilmiştir: Bir
tanrı sahilde, bir nymphe22 olan sevgilisiyle dolaşır. Çifte bir köpek
eşlik etmektedir. Köpek sahilde bulduğu bir salyangozu ısırır ve
ağzı harika bir erguvani kırmızı renge boyanır. Nymphe bu renkten

21 Modern Yunanistan'ın güneydoğusundaki Antik Yunan şehridir. (ed.n.)


22 Yunan mitolojisinde yeri ve denizi dolduran sayısız çokluktaki dişi, tanrısal varlıklardır.
Doğurganlık ve zariflik simgesidirler. (ed. n.)

• 173 .
o kadar çok hoşlanır ki, hemen sevgilisinden bu erguvan tonunda
bir manto ister.

Bu rengin elde edilmesi hiç zarafet içermiyor elbette: Salyan­


gazdan elde edilen sıvı tuzlu suyla karıştınlıyor ve ardından idrarla
kaynatılıyordu. Bu sıvıya hatırılan kumaşlar güneşte renk değişti­
riyordu. Bu masraflı süreç sırasında etrafa iğrenç kokular yayıldı­
ğından, boyama işlemi yapılan yerler, yerleşim yerlerinin uzağında
bulunurdu ve böylece koku şehre doğru değil denize doğru eserdi.
Bir gram erguvan kırmızısı elde edebilmek için 1 0.000 salyangoza
ihtiyaç vardı! Bu yüzden erguvan kırmızısı kumaşlar ateş pahasıydı.
Tarihte hiçbir renk böylesine toplumsal prestij göstergesi olmamıştır.
Kırmızının, pembeden mora kadar geniş bir yelpazesi vardı. Güç­
lülerin rengiydi: Örneğin, Roma'da sadece imparator ve senatörler
erguvan kırmızısı giyebilirdi. Sonraki yıllarda da kırmızının sadece
tanrı ve krallara ait olduğu kanunlarla sabitlenmişti. Kırmızı bugün
ha.la kardinallerin rengidir: Kardinal pelerininin adı İtalyancacia
porpara ve kardİnalin kendisi de porporato'dur.
Modern tekstil kimyasının gelişmesiyle birlikte renkler sentetik
olarak da elde eçl.ilebilmiştir. Bir zamanlar çok değerli olan kırmızı
krallara layık konumunu kaybetmiştir. Yani bugün bu yüzden sürekli
olarak kırmızı halıların üzerinde yürüyoruz: otel girişleri, havaalanı
terminalleri ve alışveriş merkezlerinde. Tabii bir de ödül törenlerinde...

• 1 74 .
DI N-A4 ne a n lama gel iyor?

58

Yüzlerce, hatta binlerce kez kullanmışsınızdır: Bir sayfa kağıt, DIN­


A4. Peki, arkasında yatan sırrı biliyor musunuz?

DIN, Alman Standartıaştırma Enstitüsü'nün23 kısaltmasıdır. 08/15


Kavramı nasıl ortaya çıktı? Konulu başlıkta bu standardizasyonun
başlangıç hikayesini okudunuz.

Her sayfa tam olarak aynı boydadır: 21 x 29,7 cm. Bu sayıların


böyle küsuratlı olmasının önemli bir sebebi vardır: Sayfayı tam or­
tadan katladığınızda yeni oluşan boyutların en ve boy oranı önceki
haliyle aynıdır. DIN-A4'ten DIN-AS oluşur ve kağıt tam olarak aynı
oraniara sahiptir.

İki DIN-A4 sayfasını yan yana koyduğunuıda DIN-A3 oluşur ve


burada da yine aynı oranlar söz konusudur. Başka hiçbir formatta bu
mümkün değildir. Bir kareyi katlarsınız, o bir kare olmaktan çıkar.
Oranların korunması çok pratiktir ve örneğin fotokopi çekerken
bir sayfaya küçülterek iki sayfayı tam olarak kopyalayabilirsiniz.
Bu başka formatlarda asla mümkün değildir. ABDöe bulunmuş her
insan, oradaki kağıtlarla uğraşmanın ne kadar zor olduğunu bilir.
Hiçbiri gerçekten birbirini tutmaz.

DIN oranının arkasında matematik vardır. Her zaman aynı olan


oranın koruma formülü hesaplanabilir. Bunlar her zaman birbirini
tutar çünkü en ile boy arasında tanımlanmış kesin bir matematiksel
ilişki vardır:

Uzunluk = V2 x Genişlik
23 Deutsches Institut für Norrnung. (ç.n.)

• 175 .
İster kimlik ya da sinema afışi, ister kartvizit ya da ihbarname
olsun; bu muhteşem uzunluk oranına her yerde rastlıyoruz.

Ayrıca başka bir konu daha düşünülmüş ve saptanmıştır: Bir


DIN-AO formu bir metrekaredir! Münferit DIN-Formatları yan yana
getirildiğinde ortaya şu sonuç çıkar:

lm2 = 1 x DIN-AO = 2 x DIN-Al = 4 x DIN-A2 = 8 x DIN-A3 =

16 X DIN-A4

Bu çok pratiktir: On altı tane DIN-A4 kağıdını yan yana getirip


tam olarak bir metrekare alanı bulabilirsiniz. Ya da kağıdın ağırlığını
kolayca hesaplayabilirsiniz.

Standart kağıtların metrekaresi 80 gramdır. Bu 16 sayfaya denk


gelir. Normal bir DIN-A4 kağıdının ağırlığı 5 gramdır. Neden terazi
kullanılsın ki? Bazen yazılmamış bir kağıdın arkasında bile tahmin
edilenden daha fazlası vardır!

• 1 76 .
Neden bazen gözlerimiz fotoğraflarda k1rm1z1
Çikar?

59

Bir aile toplantısı, herkes gülüyor ve tabii ki fotoğraflar çekiliyor. . .


Peki, sevgili teyzenin gözleri fotoğrafta neden kırmızı çıkıyor?

Bu olayın teyzelerle bir ilgisi yoktur: Bu etkiye, insanlar doğ­


rudan flaş ışığına maruz kaldıklarında rastlarız. Bu, genelde dahili
flaşlı fotoğraf makinelerinde olur. Çekim yapılan oda o ana kadar
karanlıktır ve bu sırada göz bebeklerimiz açıktır. Flaş patladığında
göz bebekleri duruma çabucak ve yeteri kadar adapte olamaz ve
kısılmak yerine fotoğraf çekilirken halihazırda açık kalır.

Yoğun ışık gözden içeriye girer ve gözün arkasını aydınlatır. Sonuç:


Kanla dolu ağ tabakası merceğin arkasından görünür ve gözlerimiz
fotoğrafta kırmızı çıkar. Aslında bu fotoğraflarda, normalde görüle­
meyecek bir şey görürüz, çünkü parlak ışıkta göz bebeği otomatik
olarak kısılır ve böylece ağ tabakasına yeterli ışık düşmediğinden
böyle bir kırmızılık direkt olarak görülmez.

Göz doktorları ağ tabakasını incelerken hastalara önceden göz


bebeklerini büyüten bir göz damlası verirler. Doktor o zaman flaş
patladığında gördüğümüze benzer bir olayı gözlemler: Kırmızı gözler;
daha doğrusu kırmızı ağ tabakası.

Fotoğraflardaki kırmızı gözleri önleme konusunda birkaç ola­


sılık vardır:

- Önceden flaş patlatmak: Böylece göz bebekleri gerçek çe­


kimden önce kısılır ve kırmızı göz olayı azalır.

- Harici flaş kullanmak: Bu durumda flaş fotoğraf makine­


sinin üst kısmında yer alır ve böylece flaş ışığı doğrudan gözlerin

• 1 77 .
ön kısmına değil, yukarıda patlar. Işık eğik bir açıyla gözden içeriye
girer ve makinenin lensine yansımaz.
- Kırmızı gözleri çekimden sonra bilgisayar programıyla dü­
zeltmek. . . Ancak dikkat edilmediği takdirde fotoğraftaki teyze daha
sonra tanınmayabilir.

o ı 78 o
i ş görüşmesi

Ya da
Kanal izasyon kapaklari
neden yuvarlakt1r?

60

Önünüzdeki bir saat hayatınızı değiştirebilir. Yeni takım elbisenizi


tavsiye edildiği gibi daha önce bir kere giydiniz ve herbere de git­
tiniz, çünkü köklü şirketlerde ziyadesiyle uzun olan saçlar olumsuz
bir izienim bırakır.

İş görüşmeleri heyecanlıdır! Bekleme salonunda tehlikeli, sessiz


bir atmosfer vardır. "Birkaç dakika daha var; lütfen oturun:' Yatı­

rım danışmanı olmak istiyorsunuz. Yüzlerce başvuran arasından

görüşmeye çağrıldınız. Hedefinize çok yaklaştınız. Sonra kapı açıldı.

Ofis geniş ve oldukça derli toplu . . . Personel müdürü saygılı

ve abartılı bir biçimde güler yüzlü davranıyor. Kesinlikle pozitif ve


kendinden emin bir izienim bırakmalısınız. Tokalaşma gayet güçlü
oluyor.

Önce geçmişiniz hakkında konuşacak, sonra nerede okuduğu­


nuzu, kariyer hedeflerinizi ve esnek çalışma programına uyup uya­
mayacağınızı soracak.Konuşması net, kelime seçimleri profesyonelce

ve tırnakları b akımlı. İnternette araştırma yaptınız, işletmeyi tanı­

yorsunuz ve şimdi gençlik hatalarınızdan bahsediyorsunuz, çünkü

onun da internet bağlantısı var. Ekonomik konular açılıyor. İyi hazır­

landınız. Almanya'daki çocuk bezi piyasası ne kadar büyük? Yatırım

danışmanları açık olmalı ve yaratıcı düşünebilmeli. Hesaplıyorsunuz:

• 1 79 .
Kaç küçük çocuk var? Bezleri günde kaç kez değiştiriliyor? Kız ve
erkek bezleri var mı? .. Dinliyor ve başıyla onaylıyor. Sonra da o soru
geliyor: "Kanalizasyon kapakları neden yuvarlaktır?" Terliyorsunuz.
Tuzak sorusu mu? Karşı atağa geçiyorsunuz: "Kare şeklinde değiller
mi?" Hayır. Kanalizasyon ve kuyu kapaklarını, kanalizasyon baca
kapaklarıyla karıştırmamalı. Onlar, akan sular için düşünülmüştür
ve gerçekten de kare şeklindedir. Yuvarlak kanalizasyon kapaklarının
altında kanalizasyonun içine giriş vardır.

"iniş? Ah, evet..:' Şimdi elinizde ne varsa vermelisiniz. Neden


yuvarlak? Yuvarlak kapak yuvarlarıabilir. Öyle bir kapak rahat SO kilo
vardır. Köşeli kapakta böyle bir şans yoktur ve belinizi sakatlarsınız.
Karşınızdaki adam gözlük camlarının arkasından size bakıyor.

Delil iki: Emniyet. Köşeli bir kapak delikten içeriye düşebilir:


Paralel olarak çevrildiğinde delikten içeriye girebilir. Yuvarlak kapak
ne yapılırsa yapılsın içeriye girmez, o her zaman delikten büyük
olacaktır. Personel müdürünün sessizliği, düşünmeye devam etmek
için bir zorlama niteliği taşıyor.

Yuvarlak kapaklar her zaman uyumludur; yeniden düzenlen­


meleri gerekmez. Hem altındaki kanalizasyon deliği de yuvarlaktır
ve yukarıdan bakıldığında insanın şekli de yuvadağa benziyor ve
böylece delikten içeriye girebiliyor! Yuvarlak bir kuyu her zaman
kare bir kuyudan daha sağlamdır. Kapak olmadığında, delik üze­
rinçle köşeli kapaklardaki gibi etrafa zarar verecek kenar ve köşeler
olmayacaktır. Araba tekerlekleri bu formda çabucak zarar görmez.
Ayrıca imalat açısından da bir delil mevcut: Yuvarlak parçalar, köşeli
parçalara oranla daha kolay hazırlanır...

"Hem biliyor musunuz; New York'taki karıalizasyon kapaklarının


birçoğu Hindistan'da üretilmiştir. Size haber vereceğiz.. :' Sizi uğurlar.

• 1 80 .
Binayı terk ettikten sonra gözleriniz sayısız kanalizasyon kapa­
ğına takılır. Hepsi yuvarlaktır. Nereden geliyorlar acaba? Hindistan,
Çin, Rusya? Bunları binlerce kilometre ötede yaptırmak kimin aklına
geldi acaba? Zeki bir yatırım danışmanı olduğu kesin!

• 181 •
Saati n a kreple yel kovan 1 neden hep sağa
doğru döner?

61

"Oh dear! Oh dear! I shall be late!" 24


Lewis Carroll

Alice Harikalar Diyarında'nın büyüleyici hikayesi, deliğine atlayıp


gözden kaybolmadan önce saatine bakan sıkıntılı, beyaz bir tavşanla
başlar. Alice birçok heyecan verici serüven yaşar ve hep akıllıca
sorular sorar. Şu nasıl mesela:

Kadranlı saatierin tümünde bir özellik var: Göstergeler hep


sağa doğru döner. Neden?

Bunun nedeni henüz hiçbir saatin tik tak etmediği zamanlara


dayanır. O zamanlar insanlar kendilerini güneşin hareketine göre
ayarlardı. Kimsenin bir sıkıntısı yoktu, ancak belirli bir zamanda
buluşmak da oldukça zordu. Yaklaşık 5000 yıl önce ilk güneş saatleri
ortaya çıktı: Üzerine güneş ışığının düştüğü çubuk bir gölge oluşturur,
bu gölgeden saatin yaklaşık olarak kaç olduğu okunabilirdi. Güneş
ufukta hep aynı şekilde ilerliyordu: Doğudan doğuyor ve sonunda
batıdan batana kadar güneye doğru hareket ediyordu.

Güneş saatinin gölgesine bakıldığında gölgenin de tıpkı güneş


gibi 'sağa' doğru hareket ettiği görülür. Güneşin hareketini takip
eder. Güneş saatleri zamanla gelişme gösterdi. Bazısı yuvarlaktı ve
bazısı da eğimliydi; böylece çubuk yere paralel dururdu.

24 (İng.) ''Aman Tanrım! Aman Tanrım! Geç kalacağım" (ed.n.)

• 1 83 .
Güneşin durumunun mevsimlere göre değiştiği dikkate alınırdı
ancak gölge hep sağa doğru Uerlerdi.

t:ı.::'i .r , �

- -·-_.
,. "'··. --·\
-·· ---
..
···-�- . . . _ı
...... ....... ..,

.._ __ _

Güneşin gölgesi yüzyıllar boyunca zaman kavramımızı belirledi.


Saatin okunmasının mümkün olmadığı günlerin de olduğu aşikardı,
muhtemelen o zamanlar havanın bulutlu olduğu zamanlardı. (Ne
harika bir bahane: "Kusura bakma geç kaldım, hava bulutlu da!")
Ortaçağın başlarında Uk mekanik saatler ortaya çıktı, karmaşık çark­
lar sistemiyle güneşin hareketi taklit edilmeye çalışıldı ve kilise ile
manastırların günlük faaliyetlerini belirleyebilmek için tik taklar
başladı. Bu kadranlı saatierin akrep ve yelkovanları tıpkı güneş sa­
atlerinin gölgesi gibi sağa doğru hareket ediyordu. Böylece "saat
yönüne doğru" kavramı ortaya çıkmıştı.

' Ancak yine de unuttuğumuz önemli bir konu var: Güney yarım
kürede her şey 'baş aşağı' durur. Güneş orada soldan sağa değil,
sağdan sola ilerlemektedir ve bu yüzden güneş saatinin gölgesi de
değişir. Eğer mekanik saat Avustralya ya da güney yarım küredeki
diğer ülkelerden birinde icat edilmiş olsaydı, saatlerimiz şimdikinden
daha farklı tik tak edecekti!

• 1 84 .
Tost ekmeğ i neden hep reçel sürü lmüş tara­
fi nin üstüne düşer?

62

''I've never had a piece of toast


particularly long and wide,
but fell upon a sanded floor,
and always on the buttered-side:•ıs
James Payn

Bir klasik: Kalıvaltı yapıyorsunuz, ufak bir dikkatsizlik ve kızar­


tılmış tost ekmeğiniz yere düşüyor; hem de reçel sürülmüş olan
tarafının üzerine. Başlangıçta bunun bir tesadüf olduğuna inanı­
lır. Bir bu yüzünün, bir öteki yüzünün üzerine düşebilirdi elbette,
ancak aynı şey tekrarlandığıncia çabucak fark edilir: Ekmek hep
reçel sürülmüş tarafının üzerine düşer. Reçelin çilek ya da vişne
olmasıyla bir bağlantısı yoktur. Düşüşü ağır çekimde izlediğinizde
önemli bir sebep görüyoruz: Ekmek dilimi masadan düştüğü anda
eğiliyor. Masa kenanndan aşağıya düşerken, düşüş süresince devam
eden bir dönme hareketi başlıyor. Yarım bir turun ardından reçelli
yüzünün üzerine düşüyor. Daha yüksek bir yerden düşse dönmeye
devam edecektir ancak burada bir standart söz konusudur: Yemek
masalarının yüksekliği 75 cm yüksekliğindedir ve bu tüm Avrupa
Birliği için geçerlidir! Hatta tost ekmeğinin bile bir standardı vardır
ve 9 x 9 cm'dir. Fiziksel olarak, bu koşullar her seferinde aynı dönüşe
neden oluyor ve böylece ekmek dilimi yanlış tarafın üzerine düşüyor.

25 (İng) "Daha önce hiç zunparalı zemine, hem de her zaman yağlı tarafına düşmemiş bir
tost ekmeği yemedim:'(ed.n.)

• 185 .
Yine de bunun için birkaç önlem var: Daha küçük bir tost ekmeği
dilimi kullanabilirsiniz. Dönüş hareketi daha hızlı olacaktır. Mesela
peksirnet bu yüzden her zaman reçelli tarafının üzerine düşmez.
Yine de standart tost ekiDeğinizde ısrarlıysanız, başka çözümler
de mevcut: Düşüş mesafesini artırmak! Düşme kuralları sayesinde
enteresan bir "Tost ekmeği formülü" ortaya çıkıyor. (h yükseklik,
1 ekmeğin uzunluğu, g yeryüzü hızı, t düşüş zamanını gösteriyor):

-
- 12h '
'1 g ·' 1 i 2/ı '
+ O,o o0 -1
'

O, l 5 2 \;-
'J1 l X 2;r X / _ + 0,083 X
ll 0,956 X /
=

\J g
= ·

Dönüş sayısı (u), masa yüksekliğinin kareköküne de bağlıdır.


Düşüş yüksekliği ne kadar artarsa, düşüş süresi de o kadar uzar ve
ekmek o oranda döner. Bunu hesaplamak yerine kendiniz deneye­
bilirsiniz: 120 cm yükseklikten düşen ekmeğin yeterince zamanı
olur ve diğer tarafının üzerine düşer.
Yani problem kolayca çözüldü: Ayakta, yüksek bir taburede
ya da tezgahın üzerinde kalıvaltı edin. Farklı ekmek türlerine geçiş
yapmanın da bir faydası yok; onlarda hep reçelli tarafın üzerine
düşüyor!

• 1 86 .
Edebiyat, olimpik disiplinlerden biri
olara k ka bul ed il iyor m uyd u?
Daha h 1zh, daha yükseğe, daha uzağa:
Sportif meyd a n oku m a

i'"::
�J ,}�-·:.:....-�.:..'--""��' -.... .
" . . -�:-: · ·· ··.:ı. '
-······

,-.":J: �- .. :•
. -· · · :_; ·--
"'- -:� ;,•·.•!-.(v.: '.
- ·--.- -·�·!.ıo<; r

�. }.--
.�

....
' • ·"

.. __ . - - j
•. - ...
. .·.. · -:
. . r·,·.,:�i:"'!·:.•
"
·' . . .
. -·
· . '
·
--
�"

• 1 87 .
Bir maraton neden tam olarak 42.1 95 metredir?

63

En zor olimpik disiplinlerden biri 42, 1 95 kilometrelik maraton ko­


şusudur. Bu küsuratlı sayı tam olarak nasıl oluşmuştur?

Maraton koşusu, antikçağın olimpiyat oyunları geleneğine aittir.


Geleneğin MÖ 490 yılındaki Pers-Atina savaşına dayandığı söylenir.
Bir ulak, muharebeden sonra Atİnalıların zaferini iletmek üzere
Maraton'dan Atina'ya koşmuş. Bu mesafe yaklaşık 40 kilometreymiş.
Sonra da yere yığılmış . . . efsane böyledir.

1 896'da Atina'da yapılan yeniçağın ilk olimpiyat oyunlarında


mesafe tam olarak 40 km olarak belirlenmiştir ancak sonraki yıllarda
bu mesafe oyunların yapıldığı yere göre tekrar tekrar düzenlenmiştir.

1 908'deki olimpiyat oyunları aslında Roma'da yapılacaktı. Ancak


1906 yılında Vezüv Yanardağı patladı ve yakınında bulunan Napoli'yi
yerle bir etti. Şehrin yeniden inşa edilmesi milyonlara mal oldu.
İtalya'nın devlet ekonomisi öylesine sarsılmıştı ki, olimpiyatlardan
vazgeçildi. Kısa süre sonra Londra devreye girdi ve 1 908 yılının yaz
oyunlarının müsabaka yeri burası oldu.

Wales Prensesi'nin maratonun başlangıcını Windsor Şatosu'ndaki


odasının penceresinden izieyebilmesi için koşu binanın doğu tera­
sının önünden başlatıldı. Bu soylu konuk yorgun koşucuların bitiş
çizgisine gelişini de izlemek istemişti. Bu yüzden bitiş çizgisi White
City Olimpiyat Stadyumu'nun kraliyet ailesine ayrılmış locanın önüne
çekildi. "Londra Mesafesi" 26 mil 385 yard, yani tam olarak 42. 1 95
metreydi.

Koşu oldukça dramatik sonlanmıştı: İtalyan Dorando Pietri


beş kez yere düşmüş, yardım alarak tekrar ayağa kalkmış ve yarışı

• 1 89 .
kazanmıştı. Ancak dışarıdan yardım aldığından dolayı diskalifıye
edilmişti. Böylece yarışı, 32 saniye geride bitİrınesine rağmen Ame­
rikalı Johnny Hayes kazanmış oldu. Bu tartışmalı sonuç yıllarca
maratonun imajına gölge düşürdü. İlk kez 1921 yılında Uluslararası
Atletizm Federasyonu (IAAF) bugünkü bilinen maraton mesafesini
kesin olarak teyit etmiştir.

Küsuratlı bir sayı: 42. 195 metre. Bunun sorumlusuysa bir ya­
nardağ patlaması ve İngiliz kraliyet ailesinin merakıl

o 1 90 o
Golf topunun neden çukurlari vard1r?

64

İskoçya'nın doğusundaki kıyıda bulunan St. Andrews vahşi ve harika­


dır. Sahilde, yeşil otların arasında sayısız kwnul yükselir. 600 yıl önce
insanlar burada, bugün evrensel olarak saygınlığın bir simgesi haline
gelen bir spor icat ettiler: Golf! St. Andrews Üniversitesi'ndeki bu
sporla hiçbir ilgisi olmayan bir fılm çekimi sırasında "Old Course"un
hemen bitişiğİndeki Rusacks otelinde kaldım. Kalıvaltı salonu doğ­
ruca golf sahasına bakıyordu. Onun hemen yanındaysa, genelde
R&A olarak da adlandırılan "Royal and Ancient Golf Club of St.
Andrews"26 bulunuyordu. Burası sayısız golf kuralının belidendiği
enstitüdür.
Şahsen hiç golf oynamadığım halde, merakım beni küçük topun
Mekke'si sayılacak bu yeri ziyaret etme konusunda zorlamıştı. Çim­
lere basarken başlangıçta oldukça tedirgindim, çünkü Britanya'nın
kendine has kuralları vardır: İki yıl önce Oxford Üniversitesi'nde
verdiğim bir seminer sırasında enstitü yöneticisinden sıradan öğren­
cilerin çimiere basmasının yasak olduğunu öğrenmiştim. Bu çimler
profesör ve benim gibi 'okutmanlara' aitti!
16 yaşlarında iki genç oyuncudan izin aldıktan sonra R&A'nın
çimlerine mütevazı bir ineelikle ayak bastım. Gençler hiç de kibirli
davranınadı ve golfün St. Andrews'ta aileler, çocuklar ve gençler
için bir halk sporu olduğunu anlattı. "Başkaları futbol ya da ragbi
oynar; biz golf oynarız:' İçimdeki gerginlik çözülmüştü ve o anda
bu tarihi yerin, burnu büyüklü� ve züppeliğin anavatanı olmadığını
kavramıştım. Buradaki oyuncuların sadeliği diğer yerlerle kıyaslan-
26 Dünyanın en eski ve en prestijli golf kulüplerinden biridir. Dünya genelinde golfün
anavatanı olarak bilinir. 1 754'te kurulmuştur. (ed.n)

• 191 •
dığında insanı rahatlatıyordu. "Siz de denemek ister misiniz?" diye
sordu gençlerden birisi ve sapasını bana uzattı. Topuro bilinmeyen
bir yere uçtu, güldük ve o günden beri de golf oyununun o en kutsal
yeşil alanında bir kez bile olsa topa vurmuş olmakla övünebiliyorum
en azından.

Golf topunun üzerinde minicik çukurlar vardır. Eskiden pürüz­


süzdü ancak sonradan oyuncular enteresan bir gözlernde bulundu:
Hafif pürüzlü olan eski toplar, yeni ve pürüzsüz toplara oranla daha
uzağa gidiyordu. Bu yüzden de topların yüzeyine çakıyla küçük
çentikler açmaya başladılar.

Sonraları bu gelişmenin nedeni anlaşıldı. Top, vuruştan sonra


havada süzülüyor ve yüzeyi hava akımıyla karşılaşıyor. Top havayı
yarıyar ve hava akımı topun arkasında yeniden birleşiyor. Uçan top,
bu havayı yarma ve akım birleşmesi olayını ne kadar hızlı gerçek­
leştirirse, o kadar aerodinamikleşir. Düşük hızlarda pek bir sorun
yaşanınasa da hız arttığında topun arkasında bir hava sirkülasyonu
oluşuyor. Topun üzerinden geçen düz hava akımları devreder ve
topun arkasında birleşen akımlarını da birbirine eklerler. Bu aero­
dinamik ağırlık uçan topu beraberinde sürüklüyor ve böylece daha
güçlü bir biçimde frenleniyor.

Topun üzerindeki küçük çukurlar yüzünden yüzey engebelidir.


Bu yüzden uçuş esnasında yüzeyinde birçok minik, lokal sirkülas­
yon oluşur. Top uçarken adeta sirkülasyonlar tarafından sarmalanır.
Vuruştan sonra artık havada düz ve sert değil, kendi içinde sirkü­
lasyonlarla sarmalanmış bir top olur. Akımı eskisi gibi güçlü olmaz
ve topun arkasında daha çabuk birleşir.

Rüzgar tünelinde bu olay çok rahat gözlemlenir. Düz topun


karşılaştığı hava direnci, çukurlu topunkinden iki kat daha büyüktür.
Daha az hava direnci doğal olarak daha uzun uçuş mesafesi demektir.

• 1 92 .
Dimples da denen bu çukurlar, uçan topu rüzgara karşı daha
dayanıklı hale getirir. Bu çukurların tam sayısı ve düzeni kendi
başına bir bilim dalıdır ve oyunda olduğu gibi kesin kurallar söz
konusudur. Ancak benim oyundaki engelimde bunun hiçbir rolü yok!

o 193 o
Doping nas1l başlad 1 ?

65

"Daha yüksek, daha hızlı ve daha güçlü:' Bu, olimpiyat oyunlarının


düsturuydu. Daha sonraysa bu bilindik "Daha yükseğe, daha hızlı
ve daha uzağa'' haline gelmiştir. Yeni başarı ve rekorları gördükçe
şaşırırız. Tüm hayranlığıma rağmen içimde her zaman bir nebze
şüphe de olur: Her şey kurallara uygun mu; yoksa işin içinde biraz
destek de var mı?

Bundan yaklaşık yüzyıl önce seyirciler de kendilerine bu soruyu


sormuştu: Hem de at yarışlarında. Amerika'daki büyük hipodrornlarda
doping kavramı ortaya çıktı. Bu yeni kelime, o zamanlar "tehlikeli
ilaç karışımı" anlamına gelen dope kelimesinden türemişti. Gerçi
o zamana kadar da yarışlarda atların performansını bir süreliğine
yükselten alkol ve kahve gibi yardımcı maddeler kullanılıyordu ancak
"iğneci doktorlar" farklı çalışıyordu.

Birdenbire hiç dikkate alınmayan atlar yarış kazanmaya baş­


lamıştı ve katılanlar büyük paralar kazanıyordu. Doping, bahisçi­
lerin sistemini altüst etmişti ve bunun üzerine at yarışları yapılan
hipodromlarda atlara doping vermek yasaklandı. Ancak gizliden
gizliye doping devam etti. Yarışlardan önceki hazırlıkları gözleyen
birçok polis olmasına rağmen doping yapanlar yakalanmadı. Do­
ping karışımlarında kullandıkları maddeler ilginçti: New Jersey kış
koşularının kötü şöhretli ismi 'Doc' Ring, atıarına onları anında
harekete geçiren nitrogliserin, kokain ve gül suyundan meydana
gelen bir karışım veriyordu. Veterinerler ilaçlanan hayvanların aşırı
kemik erimesinden muzdarip olduğunu ve en ufak yaralanmalarda
bile kemiklerinin kırıldığını fark edince karışımın içeriği değiştirildi:

• 195 .
Nitrogliserinin yerine striknin, zencefıl ve karabiber kullanılmaya
başlandı.

Tüm ahırlar doping şüphesi altındaydı ancak bu durum hep


gizli kalıyordu, çünkü yalnızca bu şekilde zengin olunabiliyordu. 'Hi­
podromların baş belası' yayılmış, İngiltere, Avrupa ve hatta uzaktaki
Avustralya'ya bile ulaşmıştı. 1 900'ün kış mevsiminde Avusturya­
Macaristan Jokey Kulübü, yerel at yarışlarında uygulanacak genel
bir doping yasağı getirdi.

Yasaklar vardı, yasaklar hala var ancak doping yapmanın se­


bepleri hala aynıdır. Bahis, ödül ve karlı sözleşmeler... Değişen tek
bir şey oldu: Atların yanına başkaları da katıldı!

• 1 96 .
Edebiyat o l i m pik disi p l i n lerden biri olara k
ka bul ed i l iyor muyd u ?

66

'�h spor, tanrıların armağanı, yaşam iksiri!

Neşeli güneş ışığı çalışma yorgunu zamanımızı aydınlatıyor.. :'

1912 yılında Georges Hohrod ve Martin Eschbach tarafından yazıldığı


söylenen Ode an den Sporf7 adlı şiir bu sözlerle başlıyor. Neredeyse
unutmak üzereydik ama 1 9 1 2'den 1 948 yılına kadar sportif dalla­
rın dışında sanatsal yarışmalar da düzenleniyordu ve bu dalların
arasında mimari, müzik, resim, heykel ve edebiyat da vardı. Tıpkı
spor yarışmalarında olduğu gibi kazananlar altın, gümüş ve bronz
madalya alıyordu. Dokuz kıtadan oluşan Ode an den Sport jüriye
sunuldu ve yarışmanın tüm kıstaslarını yerine getirdiğinden madalya
aldı: Altın madalya! Ancak karar verildikten sonra ortaya çıktı ki;
yazarlar aslında yoktu, isimleri uydurmaydı.

Peki, olimpiyat oyunlarının ilk edebiyat altın madalyası kime


verilecekti? Şiirin gerçek yazarının, modern zamanların olimpiyat
oyunlarının mimarı olan ve Pierre de Fredy olarak anılan Baran
de Coubertin olduğu ortaya çıkınca yaşanan şaşkınlık çok büyük
olmalıydı! Oyunlarda bedeni, ruhu ve aklı birleştirmek istiyordu ve
edebiyat dalındaki ilk olimpiyat birincisi oldu.

O zamanlar kimse taraf tutma konusuna kafayı takınarnıştı


anlaşılan, şiirin beşinci kıtasında şöyle deniyordu:

"Hile ve yalanla zafere ulaşmak isteyen,

küçümsenip cezalandırılacaktır:'

27 (Alm.) Spor kasidesi (ç.n.)

• 1 97 .
O zamanlar sadece spor değil, sanat da olimpiyatlara sıkı sıkıya
bağlıydı.

Hatta Macar yüzücü Alfred Hajos gibi önce yüzme dalında


madalya kazanan ve yıllar sonra da Paris'te mimarlık dalında al­
tın madalyaya layık görülen sporcular da vardı. 1 9 1 2'de Amerikalı
Walter Winans sadece okçu olarak değil, heykeltıraş olarak da çok
başarılı olmuştu! Bir Lüksemburglu olarak hemşehrim Jean Jacoby
doğal olarak gurur duymaktayım, çünkü resim dalında iki kez altın
madalya kazanarak tüm zamanların en başarılı olimpiyat sanatçısı
unvanını elde etmiştir!

Coubertin'in sanat ile spor arasında bir bağ oluşturma hayali her
yerde aynı şekilde olumlu karşılanmadı ne yazık ki. Organizasyon
komitesi bu fikre karşı çıktı ve finansal sorunları kanıt olarak sundu.
Sanatçıların kendileri de bu olaya sıcak bakınamıştı: 1 9 1 2 yılında
sanat dalında sadece 35 sanatçı başvuruda bulunmuştu. 1 949 yılında
yayımlanan bir rapor, yarışmalara katılan sanatçıların, olimpiyat­
ların temel kıstaslarından biri olan amatör olma koşulunu yerine
getirmediğini ortaya çıkarmış, çok ses getirmiş ve tartışmalara yol
açmıştır. 1 954 yılında Roma'daki IOC28 Kongresi sanat yarışmalarını
olimpiyatlardan çıkararak Coubertin'in hayalini infılak ettirmiştir.

Ruh, beden ve aklın olimpik bütünlük hayali suya düşmüştü.


Bu yüzden bugün artık olimpiyat törenlerinde Avustralya'dan sulu
boya ressamlarını ya da Kenya'dan altın madalyalı koro sanatçılarını
hayranlıkla izleyemiyoruz. 'Lirik edebiyat' dalı da artık programda
yet almıyor ve Pekin'de ya da başka bir yerdeki yarışlarda karşı­
laşmaları aktaran spikerler heykel dalındaki finaileri anlatamıyor.
Terden sırılsıklam olmuş ve kürsüye çıkan bakır işlernceisi atieti
alkışlayamıyoruz artık.Biraz yazık olmuş, değil mi?

28 Uluslararası olimpiyat komitesi (ed.n.)

• 198 .
Love: 1 5 ne demektir?

67

Tenis maçlarındaki garip sayma biçimi belki sizin d e dikkatinizi çek­


miştir. All England Lawn Tenis Kulübü'nün kraliyet çimleri üzerinde
Love:lS diye bağınlması garip, değil mi? Aslında oyunda durumun
O'a karşı ıs olduğu kastediliyor ancak O'ın aşkla ne ilgisi var?

En mantıklı açıklamalardan biri şudur: O rakamı kağıt üzerindeki


haliyle yumurtaya benzemektedir. Fransızcacia yumurta l'oeuftur. Daha
sonra bu love'a dönüşmüştür. Ancak tarihçiler bu basit açıklamanın
doğruluğundan şüphe etti ve başka bir izaha dikkatleri çektiler. Cevabı
bulmak için 400 yıl geriye gidilmesi gerekiyor, Fransa'dan çıkan, tüm
Avrupa'ya yayılan bir top oyunu ve tenis sporunun atası olan ]eu de
Paume zamanına . . . İngiltere, Almanya, İspanya ve Hollanda'd a her
yerde özel oyun salonları kurulmuştur. Özellikle, Fransız Devrimi
öncesinde ulusalcıların toplantılarını gerçekleştirdiği Versailles'deki
oyun salonu oldukça ünlüdür. Bu ünlü 'oyun salonu' daha sonraları
monarşinin yıkılmasını sağlamıştır.

La Paume avuç içi olarak tercüme edildi, çünkü başlangıçta


oyuncular topa elleriyle vuruyordu. Rakct ve file daha sonra ortaya
çıkmıştır, hakemler de aynı şekilde. Sadece oyun sahası tenisten
farklı değildi, ama kuralları da çok daha karışıktı.

O dönemki hemen hemen her oyunda olduğu gibi, bu oyun


da para için oynanırdı. Bahis miktarı oynanan top başına bir Gros
Denier'dF9• Oyuncu puan kaybettiğinde ıs Denier kaybederdi, bu
da tam olarak ı Gros Denier değerindeydi. Oyuncu ikinci topu da
kaybettiğinde yine ıs Denier verirdi. Oyun 0:30 olurdu.

29 Ortaçağın başlarında Şarlman tarafından icat edilen Fransız madeni parası. (ed. n.)

• 1 99 .
Bu garip puan sistemi daha sonra tenis sporuna da geçmiştir,
ancak o dönemin hiçbir kaynağında İngilizlerin bu oyunda sıfır
yerine neden love dediğine değinilmez. Bu sırada birçok liberal Bol­
landalının ülkesinden kaçmak zorunda kalmasına neden olan din
savaşları yaşanır. Katolik İspanyollardan korktuklarından, birçoğu
İngiltere'ye sığınmış ve adayı kendi kültürleriyle zenginleştirmiş­
tir. Sığınınacı Hollandalıların etkisi İngiliz oyun sahalarının diline
de yansımıştır ve oyunu kaybeden bir Hollandalı İngiliz oyuncuya
şunu söyleyebilmiştir: "Ik speel niet om Geld, maar amme Laf' Para
kaybedilmiş olabilirdi ancak kaybedenin hala şerefi vardı: Laf!

Böylece İngilizler bu Hollandaca kelimeyi sayma biçimi ola­


rak aldılar. Bu yüzden bugün hala tenis maçlarında şunu duyarız:
Love:lS. Teniste love kelimesi geçtiğinde, şeref anlamını taşır. Bu
iyi bir şey, çünkü bu da olmasa oyunda sevgi beş para etmeyecektil

• 200 .
Arabada bir şeyler okurken midemiz
neden bulan1r?

Havada, ka rada ve suda:


Araba ve Trafi k
Normal ned i r, dizel ned i r?

68

Hayatta bazen öyle durumlar olur ki, insan yer yarılsa da içine
girsem der. Arabam yeniydi ve dalgınlıkla istasyonda dizel yerine
normal benzin doldurttum. Şans eseri parayı öderken hatarnı fark
ettim. Yeni ve hala pırıl pırıl olan arabam bir kamyona yüklendi
ve tamirhaneye çekildi. Yanlış benzin depodan boşaltılmalıydı. Ne
utanç verici! Çalışan personel benimle ve arabamla adeta alay et­
mişti. Çıraklar gülümsüyor, ustalar sırıtıyordu. "Böyle bir şeyin sizin
gibi birisinin başına gelmesi ilginç!" Evet, benim de başıma geliyor
böyle şeyler! Teşekkür etmek amacıyla tüm çalışanlara dondurma
ısmarlamıştım. Bugün hala ustalarla karşılaştığımda benimle dalga
geçerler: "Hey, benzini doğru aldınız mı?.:'

Buradan hemen şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Benzin ile dizel
arasında tam olarak ne fark var? Başlangıçta her zaman yoğun ve pis
kokan bir sıvı vardır: Ham petrol. Söz konusu olan sıvı, SOO farklı
maddenin karışımından meydana gelir. Bu sıvı, bu haliyle pek bir
işe yaramaz ve rafinerilerde işlenir. Farklı yoğunluklardaki maddeler
birbirinden ayrılır. Bu işleme literatürde crackingıo adı verilir.

Dizel ile benzin arasındaki fark, benzindeki hidrokarbür zinci­


rinin benzinde dizele göre daha kısa olmasıdır. Bu zincir ne kadar
kısalırsa, yakıt o kadar hızlı yanar. Yani benzin dizele oranla daha
kolay yanar. Bt�nzin motoru dizel motorundan farklı çalışır; bunu
daha amatör olanlar arabanın sesinden anlayabilir! Motor daha iyi
çalışsın diye, iki yakıtın içinde de çeşitli kimyasal maddeler vardır.

30 Otomotiv sektöründe kullanılan, 'parçalama, ayırma' anlarnma gelen terim. (ed.n.)

• 203 .
Bu maddeler, örneğin arabanın ilk icat edildiği yıllarda yaşandığı
gibi, yanma hatalarını engeller.

Dizel arabalar nispeten daha ekonomik sayılır, ancak dikkat:


Bir litre dizel yakıt, bir litre benzinden daha ağırdır. Ayrıca dizelin
hidrokarbür zinciri daha uzun olduğundan yanma sırasında daha
fazla karbondioksit ortaya çıkar: 7,6 litre dizel yakıtı, benzinin 10
litrede ürettiği kadar karbondioksit üretir!

Farklı otomobillerin yakıt gereksinimleri arasında adil bir kar­


şılaştırma yapılırken bu konu da göz önünde bulundurulmalıdır.
Bu yüzden karbondioksit salınım oranlarını baz almak objektif bir
yaklaşım olacaktır. Şimdilik dizel, normal benzinden daha ucuz,
ancak gelecekte yakıt fıyatları doğrudan karbondioksit salınırnma
göre hesaplanacaktır. Bunun dışında dizel ile normal mazot arasında
neredeyse hiçbir fark yoktur. Mazot doğal olarak daha az vergilen­
dirilir ve bu yüzden çok daha ucuzdur. Gençliğimde bazı sivri akıllı
arkadaşlarım pahalı dizel yerine daha ucuz olan mazotu kullanıyordu.
Elbette bu yasaktı ve polis kontrollerinden çekiniyorlardı: Mazot
renklendirilmişti ve basit bir testle anlaşılabiliyordu. Bugün bu ucuz
yakıtı kullanınanızı tavsiye etmem çünkü artık dizel yakıtta daha
fazla ek kimyasallar var. Modern motorlar artık basit mazotu kabul
etmiyor. Geriye bir tek benzin istasyonu kalıyor. İlk otomobiller
zamanında bunlar yoktu. O zamanlar benzin eczanelerden alınırdı.
Bu yüzden fıyatlar da o günlerden bugüne iyileşemedi gitti. . .

• 204 .
Arabada bir şeyler okurken neden midemiz
bula n 1 r?

69

Çocukken araba yolculuklarından nefret ederdim ve bugün de hala


midemin bulandığı anlar olur. Mesela, şoförün yanında haritaya
baktığım zamanlarda. Bu neden böyledir? Yolculuk ya da hareket
hastalığı, duyularımızın karışmasının sonucunda oluşur. Görme du­
yumuzun verilerinin yanı sıra iç kulakta yer alan denge organımızın
ve beden hareketlerimizin verileri de beynimizde değerlendirilir. Dış
hareketleri, optik olarak sabit noktalara oranla devamlı olarak takip
edilemediğinde, verilerin işlenmeleri sırasında beynimizde sinyal
karışıklığı yaşanabilir. Bir bilgisayarda olduğu gibi gelen sinyaller
önceki normal incelemelerle karşılaştırılır. Yanlış sinyaller doğru
sınıflandırılamaz ve sonra bir bulgu çağlayanı harekete geçer: terleme,
esneme, yorgunluk, yutkunma ve en korkulanı, kusma.

Örneğin, yolculuk sırasında kitap okurken böyle karışıklıklar


oluşabilir. Okuyan göz "her şey sabit" sinyali gönderirken, denge
duyumuz helezonlar kaydeder ve "her şey hareket ediyor" verisi
aktarır. Artık çok geçtir: Vücut önce terlemeyle reaksiyon gösterir,
kanda stres hormonları artar ve bir süre sonra midemiz rapor verir...

Çocuklar bundan daha az etkilenir, ancak ergenlik sırasında bu


etki çok artar. Kadınlarla erkekler aynı oranda etkilenir.

Denizde de aynı olay yaşanıyor ve sallanan geminin güverte­


sinde aynı duyu karmaşası gerçekleşiyor. Geminin iç kısmında her
şey sakin görünüyor ancak denge duyumuz sürekli olarak denizin
gelgiderine reaksiyon gösteriyor. Astronotlar tam tersi bir durum
yaşıyor: Yer çekimi olmadığı için denge duyusu işlevi hasar görüyor

• 205 .
ve gözler sürekli olarak hareket algılarken "her şey sabit" raporu
veriyor. Tahminlere göre astronotların üçte ikisi bu sendromdan
muzdarip ancak bu genelde bizlerden gizleniyor.

El sallayan astronot fotoğrafiarına dikkatle bakıldığında durumlan


tahmin edebiliyor: Midemiz bulandığında, başımızı neredeyse hiç
hareket ettirmemeye çalışırız. El sallayan astronotlarda da çoğunlukla
bu, tipik kasılmış boyun pozu görülür!

Resmi olarak 'sert çocuklar' elbette sağlıklıdır. Yine de 'basit bir


tıbbi problem' vardır. Kitap okuyan çocuklar, tecrübeli denizciler ve
astronotlar aynı yolculuk hastalığına yakalanabiliyorlar ancak zamanla
vücudumuz bu yeni duruma adapte oluyor ve denizde ya da uzayda
geçen iki günden sonra genelde tüm bulgular ortadan kalkıyor. Bu
yolculuk hastalığına karşı az ya da çok yardımcı olabilecek maddeler
mevcut: Akupunkturdan zencefil karışımiarına ve antihistaminlere3ı
kadar. Son iki seçenek her ne kadar bulantı hissini ortadan kaldırsa
da aşırı bir yorgunluk yaratıyor. En azından bende, kitap okurken,
virajda ya da yer çekimsiz alanda fark etmiyor; pek bir yardımları
olmuyor. Sanırım -duyusal- karmaşalardan hoşlanmıyorum!

Kişisel bir dipnot daha vermeme izin verin: Bir gazeteci olarak
olayları her daim dürüstçe yazmaya gayret ettim. Birkaç yıl önce bir
televizyon programı kapsamında bir parabol uçuşuna katılma şansı
buldum. Parabol bir uçuş hattına sahip büyük uçaklarda 30 saniye
kadar yer çekimsiz bir ortam yaratılabiliyor. (bkz. Yer çekimsiz ortam
nasıl oluşur?) Uzay çalışmaları yapan kuruluşlar bu imkanı astronot
adaylarını uzay yolculuklarına hazırlamak için kullanıyor. Yer çekimsiz
ortamı tecrübe etmek gerçekten harika bir olaydır. Süngerle kaplı
uçağın içinde hiçbir destek olmadan havada süzülüyor, kolaylıkla
taklalar atıyor ya da ufak bir itmeyle mekanı bir baştan diğer başa

31 Ması hücrelerinde sentezlenen, alerjik belirtilere yol açan, merkezi sinir sisteminde
nörotransmitter olarak görev yaptığı bilinen ve kuwetli bir damar genişletki madde
olan histaminin salgılanmasını önleyici madde. (ed.n.)

• 206 .
katedebiliyorsunuz. Böyle bir tur süresince yaklaşık 30 parabol atılıyor.
Bu durum, uçak tekrar havalanırken yaşanan giderek hızlanmanın
mürettebata rahatsızlık veren evreleri ile yer çekimsizlik arasındaki
bir değiş tokuş oyunudur.. Olayın heyecanına kapılmış olmama rağ­
men bir süre sonra midem bulandı. Bunu önceden tahmin etmiş ve
kamerarnana her şeyi kaydetmesini tembih etmiştim. Yani televizyon
programında benim 'hoş olmayan görüntülerim' de yayınlandı. Se­
yircilerin tepkisini enteresan bulmuştum, çünkü daha önce hiçbir
astronotun bu tür görüntüleri görülmemişti. Diğer astronotların acı
çekerken göründükleri bu tür görüntüleri yayınlanmadığından, ben
ne yazık ki aralarında bir istisna gibi duruyordum.
Uluslararası Uzay İstasyonu'ndaki bir tatbikat sırasında tanı­
dığım bir fizikçi uçaktaydı. İki gün boyunca korkunç deneyimler
yaşamış olmalıydı çünkü planlanan uzay yürüyüşünü gerçekleşti­
rememişti. Haberlerdeyse sorun yine 'basit bir tıbbi problem' olarak
özetlenmişti...

o 207 o
8/og terimi nereden gel iyor?

70

Kimi zaman çoktan anlamını yitirmiş ve eskimiş sembol, kav­


ram ve ritüellere sıkı sıkıya bağlı kalırız. Kısa süre öncesine ka­
dar sürücüler tabelalarda bir büyük erkek çocuğu ve bir küçük
kız çocuğunun resmini görürdü. Tabeladaki küçük kız çocuğu,
günümüzde çoğu çocuk pantolon giyiyor olmasına rağmen, etek
giyerdi. Klasik seslerin yerini çoktan farklı dijital tonların almış
olmasına rağmen Amerikan dizilerinde telefonlar hala klasik zır
sesiyle çalar. Kiliseler günümüzde çan seslerini hoparlörlerden
veriyor ve modern bilgisayarın masaüstlerine fareyle yapılan tek
tıklamayla boşaltılabilen çöp kutuları yer alıyor. (Keşke gerçeğini
boşaltmak da bu kadar pratik olsa!)

Görünüşe göre bu gelişme dönemlerinin içinde tutunabileceğimiz


tanıdık resim ve metaforlara ihtiyaç duyuyoruz. Bazen yeni, eskiyle
kaynaştığında, garip karışımlar meydana geliyor. Bu 'birleşmelerin'
iyi örneklerinden bir tanesi de blog terimidir. Kelime, World Wide
Web ile Log'un birleşiminden meydana gelir (web-log) ve denizcilerin
eski seyir defterini anımsatır.

Eskiden denizde yön bulmak hiç de kolay değildi. Gerçi pusula


çok eskiden keşfedilmişti ancak hız ölçümü büyük bir problemdi.
Çünkü açık denizde referans noktası ve modern hızölçerler olmadan
yelkenli gemiyle ne kadar yol alındığını kimse bilemiyordu.

• 209 .
\

,.,..... \,
....., ..;".._�::.. •.... .'
r--.- '"t
'.

'· rf:,/i-..... '


__ ·_:.;..

\ ....
'-.· ....·.
...
..
_ - -
-

-

.�.. �--- ,. " • -,.

}'.:O''\ · • ·.l·, ;·/�'•';<��<. : u ' '.':_


,
'""'" · ··-·,

· -----·

• 2 10 .
1 6. yüzyılın sonlarında denizcilerin ilk hızölçeri, İngilizce log
olarak adlandırılan üçgen bir tahta parçasıydı. Kurşunla ağıdaştırılır
ve bir halatın ucuna bağlanırdı. Log halatı olarak da anılan bu halata
belirli aralıklarla düğümler atılırdı. Tahta parçası, gemi hareket ha­
lindeyken kıç tarafından denize bırakılırdı ve gemi ilerlerken tahta
atıldığı yere yakın bir yerde dururdu. Geminin hızı arttıkça halat
daha hızlı boşalırdı.

Güvertedeki bir kum saati akarken, boşalan halatın uzunluğu


ölçülürdü: Saatin akışı tamamlandığında, düğümler sayılırdı. Belir­
lenmiş bir süre içinde bir uzunluk belirlenirdi. Gemi hızlandıkça,
düğümlerin sayısı artardı. Bu şekilde geminin hızı hesaplanır ve
gemi seyir defterine not edilirdi. Daha sonra zamanla bu deftere
başka şeyler de not alınmaya başlandı ve böylece geminin günlüğü
haline geldi. Düğümler bugün hala geminin hızını ölçmekte kulla­
nılır. Düğümler saatte bir deniz mili hızına karşılık gelmektedir, bu
da 1 ,852 km/s'tir. (Bu ölçü biriminin özelliklerini Denizcilikte neden
deniz mili kullanılır? bölümünde daha ayrıntılı şekilde bulabilirsiniz.)
Elbette bu log metoduyla gemi ile deniz arasındaki göreceli hız
ölçülebiliyordu. Deniz akıntıları hesaba katılmıyordu ancak bunlar
gemiyi olduğu kadar, suyun içindeki log parçasını da etkiliyordu ve bu
yüzden tecrübesiz denizciler büyük sapmalada yönlerini buluyordu.
İyi subaylar, akıntıları denizin yüzeyinden ölçebiliyordu ancak bu
sanat zamarı içinde unutuldu. Bugünkü denizciler bilgisayar ekranına
bakıp, hız ve rotalarını GPS'le belirliyor.

Tüm teknik gelişmelere rağmen bir şey sabit kalmıştır: Seyir


defteri . . .

İnternette bunun adı "Weblog" ya da "Blog"dur. Veri okyanu­


sunda buna her zaman rastlanır.

• 211 .
Bir araba ne kadar C02 ü reti r?

71

İlerleme, garip olayları da beraberinde getiriyor! Aklımı kullanarak


bazı gelişmelere bir açıklama getiremiyorum: Neden dünya genelinde
bazı insanlar şehir trafiğinde 4x4 arazi araçlarını kullanır? Belki
de şık göründüğü içindir. Hangi caddede sadece bu tür bir aracın
geçebileceği kadar yoğun bir çamur var? Bütünüyle aşırı motorize
edilmiş bu dev araçlar, sokaklarda adım adım iledeyip park yeri arıyor.
Benzin tüketimleri aşırı derecede yüksek ve çevreye saldıkları zehirli
gazlar da günah gibi... İklim dengesini bozan karbondioksit konusu
sürekli konuşuluyor ancak çoğu kişi bunu duymazlıktan geliyor.

Ne kadar yazık . . . Dünya'nın ısınmasında önemli rol oynayan bu


gaz görünmez. Eğer koyu renkli olsaydı çok daha farklı davranırdık
belki, zira bu tür araçların kullanıcılarının arkalarında bıraktıkları
yoğun duman buna neden olan herkesi toplum içinde deşifre ederdi.
Fakat C02 görünmüyor ve bu yüzden pek çoğumuzun, arabalarımızın
ne kadar gaz açığa çıkardığı konusunda hiçbir fikri yok.

Somut bir örnek vermek gerekirse (sizin bir arazi aracı kullan­
madığınızı varsayıyorum): 100 kilometrede S litre benzin yakan orta
sınıfbir araç kullanıyorsunuz ve tankınız SS litre yakıt alıyor. Benzin
sudan daha hafif olduğundan -özgül ağırlığı 0,72 kg/litredir- bu,
deponuzda 40 kg benzin olacağı anlamına gelir. Bu benzin motorda
yanar. Yanma sırasında benzindeki karbon havadaki oksijenle bir­
leşir ve sonucunda C02 ortaya çıkar. Bir element benzinden, iki
element havadan . . .

• 213 .
..,.

Oksijen atomları karbondan daha ağırdır, çünkü onların atom


ağırlığı 16 iken karbondioksitin atom ağırlığı 1 2Öir. Yanmanın so­
nucunda benzinden, havadan daha ağır iki atom ve havadan hafif
bir atom ortaya çıkar. Konu hakkında pek bilgisi olmayanlar için
anlaşılması zordur ancak benzinin yanması sonucunda safbenzin­
den daha ağır olan bir gaz ortaya çıkar. Tek bir C02 molekülü tek
bir karbon atomundan 3,6 kat daha ağırdır. Büyük oranda karbon
atomlanndan oluşan bir kilo benzinin yanması neticesinde 3 ki­
logram C02 açığa çıkar! Benzinin kendi kütlesinden çok daha fazla
karbondioksit oluşur. Yukarıdaki örnekten yola çıkarak, arabanız her
bir depo benzinle ı so kg co2 üretir ve depoyu dokuz kez doldurdu­
ğunuzda tam olarak arabanın ağırlığı kadar co ı. üretmiş olurnınuz!
Yılda 1 2.000 km yol yaptığınız varsayılsa, arabanızın ağırlığının iki
katı kadar C02 gazını atmosfere karıştırmış olursunuz. Ayrıca bu
her yıl için geçerli! Arazi araçları nispeten daha fazla benzin yakar

• 214 .
ve bu da atmosferimize her üç kilometrede bir kilo coı gazı saldığı
anlamına gelir!
Ancak bu gaz görünmez olduğu için hava atmaya devam edilir...

• 215 .
Lastik kaymasi s 1 ras1nda ne ol ur?

72

Maalesef suyun üzerinde yürüyemeyiz ancak su üzerinde araba


kullanmak mümkündür. inanmıyor musunuz?
Televizyon programı yapan meslektaşlanın abartılı bir deney
gerçekleştirdi: Geniş lastikli hızlı bir araçla son süratle derin bir
gölün üzerinden geçtiler! Lastik kayması sayesinde bir kilometreye
yakın bir mesafe katettiler. Bunu yüksek hız sayesinde başardılar,
çünkü büyük tekerlekler arabayı ileriye doğru iten birer kürek va­
zifesi görür. Yani en ufak bir frende araba hemen batabilirdi. Peki,
bu nasıl oluyor?
Arabada güvenliğimizle ilgili en önemli konu tekerleklerle yol
arasındaki düzgün bir bağlantıdır. Yağmurlu havada yolculuk sıra­
sında tekerlekler yolun üzerindeki suyu kenara iter, böylece zemine
doğrudan temas edebilir, zira araba ancak bu şekilde kontrol edilebi­
lir. Zeminin üzerindeki suyun bir kısmı kenara itilir ama bu yeterli
değildir. Lastiğin yüzeyinin sürekli olarak zemine temas etmesi için
su, lastik sırtından kanallara geçip yaniara atılır.
Ancak yüksek hızlarda lastiklerin önünde küçük bir dalga oluş­
maya başlar. Lastiğin önünde sudan bir takoz oluşur ve zeminle
temas kesilir. Araç daha da hızlandığında, bu su takozu lastiğin altına
girer. Araba, kritik bir hız olan saatte ortalama 90 kın'de havalanır
ve suyun üzerinde gitmeye başlar. Araçtaki fren ve manevra kabi­
liyeti azalır ve kontrol edilemez hale gelir. Bu olayın ortaya çıkışı
çeşitli faktörlere bağlıdır: Hız, su derinliği, ağırlık, lastiklerdeki hava
miktarı ve özellikle de lastiklerin sırtlarındaki kanalların derinliği
önemli rol oynar.

• 217 .
Formula I 'de tipik yarış lastikleri kuru yolda düzdür, böylece
pistle en yüksek düzeyde temas sağlar. Bu avantaj ıslak zeminde
dezavantaja dönüşür ve yağmur biraz çiselediğinde bile lastikler
hemen profil kanallı olanlarla değiştirilir. Pistin üzerindeki su, profıl
kanallarına girer ve böylece lastiğin bir kısmı zeminle doğrudan
temasını korur. Profil kanalları aşınmış olan eski lastikler daha az
su tutar ve pistte tehlikelidir! Kanalların içinde derinliğin belirtilen
ni:tamda olup olmadığını gösteren küçük çıkıntılar vardır.
Kaymaya başlaruldığında yapılabilecek tek şey vardır: Gazı kesrnek
ve frene basmamak! Freni kullandığınızcia lastiklerin altındaki su
miktarını daha da artırır ve daha çok kayarsınız. Lastik kaymasına
karşı alınabilecek en iyi önlem arabayı yavaş kullanmaktır; tabii bir
gölün üzerinden geçmeye çalışmıyorsanız...

o 218 o
Hava yast1ğ1 nas1l çah ş 1 r?

73

Gerhard s:nin arabası adeta modern bir heykeldi. Motor kapağı


katlanmış, ön cam tuzla buz olmuş ve sürücü kısmındaki ön ka­
pının metal levhası sardalya konservesi gibi açılmıştı. Gerhard S.
80 km hızla önden çarpışma kazasından ufak tefek yaralanmalada
kurtulmuştu. Hayatını direksiyondan çıkan bir parça sönük kumaş
parçasına borçluydu . . . Hava rastığı.
Çarpışma anında hava yastığı saliseler içinde açılmış ve öne
fırlayan üst bedeni frenlemişti. Her kazada hızın yanında fren me­
safesi de çok önemlidir. Fren mesafesi ne kadar uzunsa, ortaya çıkan
kuvvetler de o oranda azalır çünkü hareket enerjisi uzak mesafelerde
kendiliğinden azalabilir. Dublörler kameranın önünde dördüncü
kattan atladıklarında örneğin, bu numarayı kullanır. Metrelerce yük­
seklikteki karton kutuların üzerine düşerler ve tıpkı hava yastığında
olduğu gibi uzun mesafe enerjiyi azaltır.
Birkaç yıl önce hava yastığıyla ilk tanışmaını yaşadım. Bu kar­
şılaşma sokakta değil, televizyon stüdyosundaydı. Die Kıınst des
Feuerwerks32 isimli bu programın trafıkle bir ilgisi yoktu ancak havai
fişek yapımcılığı ve atıcılığının çeşitli kullanım alanlarıyla ilgiliydi.
Bir bölümde hava yastığının patlama mekanizmasını gösterdik:
Hava yastığının yüksek bir hızda gazla dolması için direksiyon me­
kanizmasının içinde küçük, kimyasal bir patlama oluşuyordu. Bu
reaksiyon sırasında o kadar çok karbondioksit açığa çıkar ki yastık
şişip kontrollü olarak patlar. Bu gereklidir, çünkü yastığın enerjiyi
azaltınası gerekir; trambolin gibi tekrar geri getirmesini değil.
32 (Alm.) Havai fişek sanatı. (ed. n.)

• 219 .
Stüdyodaki araba hazırlanmıştı. Şiddetli patlama sesini ve di­
reksiyonun arkasından gelen yanık kokusunu hala çok iyi hatırlıyo
rum. Mühendis arkadaşlardan yan yolcu koltuğundaki hava yastığı
konusuyla ilgili bilgi istediğimde şaşırtıcı bir cevap almıştım. Bu
teknik açıdan bir sorun değilmiş ancak bu konu uzun süre tartışıl­
mış: Yasak olduğu halde ön tarafta oturan bir çocuk, hava yastığı
patlamasıyla birlikte arkaya doğru fırlayabilirdi. Ö zellikle de ABD'de
gülünç denecek kadar abartılan tazminat davalarının pahalı süreci
teknikerieri korkutmuş ve bu yüzden yan koltukta hava yastığı kul­
lanımı yıllarca ertelenmiş.
Mühendislerin şikayetçi oldukları bir diğer şey de telsiz tele­
fonlardı. Telefonların yaydığı dalgaların, hava yastığının karmaşık
fırlatma mekanizmasını harekete geçirme tehlikesi vardı. Yastığın
sadece ciddi durumlarda açılması için araca birçok mini sensör
yerleştirilmişti. Sensörlerin sinyalleri kesintisiz olarak bir çipe kay­
dediliyor ve sadece birden fazla çip bir anormallik algıladığı zaman
hava yastığı aktifhale getiriliyordu. Daha iyi bir yalıtım ve sinyallerin
düzenli olarak kodlanmasıyla cep telefonu sorunu da çözülmüş oldu.
İki yıl önce bir televizyon programı kapsamında hava yastıkla­
rının ne kadar etkili olduğunu göstermeye çalışmıştık Açılıp hazır­
lanmış bir hava yastığının üzerine yaklaşık yedi metre yükseklikten
bir karpuz bıraktık. Karpuz önce hava yastığını aktive eden bir ışık
bariyerinden geçti. Düştüğündeyse sapasağlam kaldı! İkinci deneyde
hava yastığı zamanında açılmadığında neler olacağını görmek is­
tedik: Karpuz bir patlamayla binlerce parçaya ayrıldı ve her yere
dağıldı. Günler sonra bile stüdyonun tamamı yapış yapış küçük
karpuz parçalarıyla kaplıydı.
Hepimiz hava yastığının açılmasında doğru zamanlamanın ne
kadar önemli olduğunu kavramıştık Sizi temin ederim: Bizim ara­
balarımızda zamanlama mükemmel!

• 220 .
Soka klar navigasyon ci haz1na nas1l gi riyor?

74

Kulağa klişe gibi geliyor ancak gerçek hayatta her zaman şunu göz­
lemliyorum:
Erkek direksiyondadır ve arabayı kullanır (neden o?). Kadın
yolu tarif etmelidir. Yolun herhangi bir noktasında erkek sorar:
"Bir sonraki çıkıştan çıkayım mı?"
Kadın haritaya uzanır. "Şu anda nerede olduğumuzu bile bil­
miyorum .. :' Haritayı tutuşu bile adamın sinirlerini bozar.
"Haritanın yanlış bölümüne bakıyorsun! Gittiğimiz yol daha
arkada.. : '

Kadın sayfaları karıştırır. "D-3 mü? Hayır, bu... Güneye doğru


mu gidiyoruz?"
"Burada değiliz!" Adam eliyle haritada bir yer gösterir.
"Lütfen sen yola dikkat et:' diye karşılık verir kadın, "ve dikkatli
kullan yoksa yine kaza yapacaksın!" Anlamsız bakışlada haritayı
inceler.
Adam tereddütle sorar: "Evet ama şimdi sapacak mıyım yoksa
sapmayacak mıyım ?" Çıkış yaklaşır... sesler yükselir.
·�45 ve sonra da, hımmm... Tanrım, bu ne saçma sapan harita,
bekle.. :' Sonraki sayfaları karıştırır ve tanıdık bir yer bulmaya çalışır.
"Şu A45 nerede yahu?"
"Bilmiyorum. Harita sende. Döneyim mi dönmeyeyim mi?"
diye sorar ve ayağını gaz pedalından kaldırır. Çıkışa bir kilometre
kalmıştır!

• 221 •
Kadın kendi kendine konuşmaya dalmıştır: "Würzburg ve Stutt­
gart burada... Şu anda Karlsruhe'ye doğru mu gidiyoruz?"
"Ben de bilmiyorum. A45'teyiz. Dönelim mi dönmeyetim mi?"
Bu arada araba o kadar yavaşlar ki arkasında kuyruk oluşmaya başlar.
Adam arabayı kullanır, kadın arar... Net bir cevap gelmez. Adam
anayolda kalır. Sapağı geçtikten tam bir saniye sonra kadın bağırır:
"Dönmeliydin!.:'
Elektronik navigasyon aletleri bir nimettir. Bugüne kadar hiçbir
alet, insanlar arasında çıkan çatışmalara bu denli başarılı bir biçimde
engel olmamıştır. Navigasyon cihazları adeta barış elçileridir! Fakat
bu dalıice buluş nasıl çalışıyor?
Navigasyon cihazının içindeki GPS abcısıyla önce yaklaşık on
metrelik bir sapınayla arabanın bulunduğu pozisyon belirleniyor.
Ancak yönümüzü bulmamız için çok daha fazla veri gerekiyor. Tra­
fik haritasının yanı sıra elektronik haritalar, dönüş yasakları, tek
yönler, geçiş yasakları gibi bilgiler de gerekiyor. Harita sağlayıcısı
verileri güncellemediği takdirde, aletin herhangi bir yerde size şu
uyarıyı verme tehlikesi bulunuyor: "Dijital hale getirilmemiş bölgede
bulunuyorsunuz:'
Bu yüzden coğrafyacılar her gün arabayla yola çıkar ve veri
toplarlar. Arabadaki bir bilgisayar, yolun harita ve notlarını çıkarır.
İlan panolarından barlara, otohan çıkışlarından otoparkiara kadar. . .
Arabanın üzerinde bulunan mantar şeklindeki anten, telsiz sinyalinin
yanında birçok GPS uydusunun gönderdiği verileri yakalar. Bu şekilde
bulunulan yer, 30 cm hata payıyla tam olarak tespit edilebilmektedir.
Arabanın üzerinde bulunan yüksek çözünürlükteki kameratarsa eş
zamanlı olarak çevrenin görüntülerini çekmektedir. Böylece harita
üzerinde sokak başına yaklaşık 200 obje konumlandırılır. Gezici veri
toplayıcıları, araçlarıyla yüksek teknoloji ajanları gibi tüm yolları en
ücra köşesine kadar gezmektedir. Toplanan veriler sürekli yenilenen

• 222 .
ve güncellenen büyük veri bankalarına aktarılmaktadır. Navigasyon
cihazıarındaki haritalar bu şekilde ortaya çıkar.
Navigasyon cihaziarına dünya çapında harita bilgileri toplayan,
hazırlayan ve satan iki büyük şirket var. Bazen yanıldıkları da oluyor:
Pek çok navigasyon cihazı yeni sokakları tanımıyor ve bizi arabayla
kaldırırnlara ve hiç var olmayan sokaklara yönlendirebiliyor. İşte o
zaman yanımızda bir yolcunun olmasına seviniyoruz.

o 223 o
Yolcu uça ğ 1 n 1 n kanadi ki n la b i l i r mi?

75

Uçakta oturuyorsunuz, dışarıda hava kötü ve çok türbülans var.


Pencereden dışarıya baktığınızda uçağın kanatlarının deli gibi sal­
landığını görüyorsunuz. Uçağın kanadı kırılabilir mi?
Böyle bir şey olsa, zaten yolculuğunuzun da sonu olurdu. Çünkü
kırık bir kanatla hiçbir uçak havada uzun süre kalamaz.
Kanatlar büyüklüklerine rağmen çok hafif olmalıdır. A380 gibi
uzun mesafe jetlerinin kanat açıklığı mesafesi yaklaşık 80 metredir!
Kanatlar dışarıdan çok ince görünür. Her biri tasarım teknolojisinin
birer şaheseridir: Kanatlar birbirine zımbalanmış bir dizi alümin­
yumdan yapılma taşıyıcı ve kirişten oluşur. Böylece sağlam olur ve
buna rağmen esnekliklerini korurlar. Bir yolcu uçağının kanatları
sert olsaydı, her türbülansı doğrudan uçağın içine aktarırdı ve biz
yolcular yerimizde biraz zor otururduk Elastik kanatlar bir amor­
tisör görevi görür ve havadaki salınımları esnetir.
Büyük uçakların kalkışları sırasında kanat uçlarının artan hız
derecesi ve kazanılan ivmeyle nasıl yükseldiği net bir şekilde iz­
lenebilir. Uzun mesafe jetlerinde kanat uçlarındaki bu yükselme
mesafesi birkaç metreyi bulabiliyor!
Kopjball adındaki televizyon programını hazırlayan meslektaş­
larım, kanatların kırılamayacağını etkileyici bir deneyle gösterdi.
Yerinden sökülmüş bir uçak kanadıyla olağanüstü bir yük bindirme
testi gerçekleştirdiler: İlk önce kanadın bir ucu ağırlıklada sabitlendi
ve üzerine tonlarca ağırlıkta bir greyder bindirildL Sonra bir vinç
kanadın ucunu havaya kaldırmaya başladı. Kanat eğildi ancak buna

• 225 .
rağmen normal türbülansların uygulayacağı ağırlığın birkaç katı
olan bu aşırı ağırlığa ve yüklenmeye karşın kesinlikle kırılmadı.
Uçak kanatları gerçekten oldukça sağlamdır. Uçağın kalkış ağır­
lığının iki buçuk katını taşıyacak şekilde imal edilmişlerdir. Kalkış
ağırlığı 70 ton olan bir Airbus A320'nin kanadın 1 70 ton taşıyabilir.
Bugüne kadar modern yolcu uçaklarının uçuş sırasında kanatlarının
kınldığı tek bir kaza bile yaşanmamıştır.
Bir dahaki sefere fırtınada tatile giderken pencereden bakarsanız
rahat olabilirsiniz: Kanatlar sağlam!

• 226 .
Zaman nerede kald1?

76

"Sayın yolcularımız, şu anda Frankfurt Hava Limanı'na inmiş bu­


lunmaktayız.. :· Pencerenin arkasından puslu, gri sabah görünüyor;
hava hafif çiseliyor, Almanya'ya döndük. Uçaktan inince üşüyorum.
Kazağıını bavuluma tıkmıştım, çünkü uçağa binerken Los Angeles'ta
hava günlük güneşiikti ve 30 derecelik havada kimin aklına kazak
gelirdi ki?
Bir süre sonra benimle yolculuk yapmış olan uykulu yüzlere
bakıyorum. Hepimiz ortak bir durumu yaşıyoruz: Bizim için o anda
zaman geceyarısı. Uçakta uyuyabilen bir ya da birkaç kişi olmasına
rağmen içimizdeki saat Kaliforniya'ya göre çalışıyor. Uzun mesafe
uçuşu yapan herkes "zaman kaymasının" ne demek olduğunu bilir.
Kimi hassas insanlar haftalarca uyku düzensizliği yaşar, alışılmadık
zamanlarda acıkır ya da günün ortasında uykuya dalar. Açıklama
basittir: Yerküremiz zaman dilimlerine ayrılmıştır.
Daha 19. yüzyılda Almanya'nın kendi içinde bile saatler farklı
zamanları gösterirdi. Münih'te saat öğlen 1 2:00 iken Berlin'deki saat
kulesi 1 2:07'yi gösterirdi. Eskiden her yerin kendi saati vardı. Saatler
güneşin hareketlerine göre düzenlenirdil Güneş en yüksek noktaya
ulaştığında saat öğlen 12:00 idi. Bir yerden bir yere seyahat ederken
önceden o bölgenin yerel saatini öğrenmek ve saati doğru ayarlaya­
bilmek gerekiyordu. Eski tren kalkış tabdalarında bu hala vardır:
Ö rneğin; Baden'de Karlsruhe saati, Württemberg'de Stuttgart saati
ve Avusturya'daysa Prag saati geçerlidir. Uzun yolculuklarda sürekli
aktarma yapan yolcular için ne büyük bir kaos. 1 Nisan 1 893 yılında
Kayzer Wilhelm ll. saat birliğini ilan etmiştir. O günden itibaren tüm

o 227 o
A l ınanya'da saatler aynı zamanı göstermeye başladı. Diğer ülkeler
de buna katıldı ve Evrensel Saate (UT) göre saatlerini ayarladılar.

İngiltere'deki Greenwich kasabasından geçen meridyen O kabul


edilir. O noktadan doğuya doğru ilerledikçe her ı 5 derecede birer
saat eklenir ve batıya doğru her ı 5 derecede birer saat eksilir.
Bu şekilde yerel saat ve aralarındaki fark kolayca hesaplana­
bilir: Frankfurt ile New York arasındaki fark eksi altı saattir. Yani
Almanya'nın saatinden altı saat geriye saymak gerekiyor ve bu şe­
kilde New York'taki güncel saat bulunuyor. Moskova saatiyse artı
iki saattir; yani Almanya saati + 2 saat = Moskova saati.
Rusya ya da ABD gibi büyük ülkelerde saatler ha.J.a farklı di­
limlerde hesaplanır. Zaman farkı hala vardır ancak dünyamız bü­
yümüştür. Ö rneğin; siz bu satırları Almanya'da akşamüstü okurken
Kaliforniya'da güneş henüz doğmakta, Tokyo'da insanlar uyumaktadır
çünkü orada gecenin bir yarısıdır.
Bir günde iki saatten fazla bir zaman kayması yaşamak, bi­
yolojik saatimizde sorunlara yol açar. Dünyada jetlag denen soru­
nun etkilerini ilk hisseden kişi, ı930'ların başında dünyayı çepe­
çevre dolanmak için sekiz gün doğuya doğru ilerleyen pilot Wiley

• 228 .
Post'tur. Modern jetler büyük mesafeleri Wiley'nin pırpır uçağından
çok daha hızlı katetmektedir ve böylece bugün pek çok yolcu bu
sorunu yaşamaktadır. Bilim dünyası yıllardır "içimizdeki saatin''
mekanizmasının şifresini çözmeyi denemesine rağmen bu konuda
hala çok az bilgi elde edilmiştir. Birkaç hafta boyunca yapay ışık ve
saat olmaksızın zaman geçiren gönüllü denekler üzerinde yapılan
laboratuvar deneylerinde bu insanların gün ritimleri 25 saatlik bir
rutine oturmuştur. Biyolojik saatimiz daha yavaş işlemektedir ve bu
yüzden her gün yeniden ayarlanmak zorundadır. Parlak gün ışığı bu
konuda önemli bir rol oynamaktadır ve bu yüzden sık seyahat eden
kişilere uzun bir yolculuktan sonra tüm yorgunluklarına rağmen
hemen yatıp uyumak yerine dışarıya çıkmaları ve bol güneş ışığı
almaları tavsiye edilir.
Aynı şekilde uyku düzensizliği olan insanlara da ışık terapisi
uygulanır. Gün ortasında yatma hatasında bulunan kişilerse zaman
kayması derdini daha uzun süre çekmektedir. Bir başka çözümse
ABD dışişleri çalışanlarına verilen pusulalardaki bir öneridir: Kafein.
Uçuş sırasında kahve tüketimini yeni zaman dilimine göre ayarla­
yanlar daha çabuk uyum sağlıyor. Bu önerinin hangi zamanlarda
işe yaradığı da tam olarak açıklanamıyor. İç saatimiz birçok etkene
bağlıdır ve bedenimizi özel bir biçimde etkilemektedir. Mesela ağrı
eşiğimiz bile zamandan etkilenmektedir. Dişçiye gitmek zorunda
olan birisi bunu öğleden sonra yapmalıdır, çünkü o zamanlarda
günün erken saatlerine oranla daha az ağrı hissederiz ve verilen
narkozun etkisi de daha uzun sürer.
Jetlag'e karşı en çok hangi yöntemin işe yaradığı kişisel tecrü­
belerle öğrenilecek bir konudur: Sık seyahat eden birkaç işadamı
bana farklı ipuçları verdi. Bunlar ekşi salatalık turşusundan soğuk
ayaklara ve yolculuk başlar başlamaz hemen içilmesi tavsiye edilen

• 229 .
iki şişe kırmızı şaraba kadar birçok öneri içeriyor. Şarap konusunuysa
kesinlikle tavsiye etmem: Uçmak, süzülmeye dönüşüyor!
Şampa nyadaki baloncukla r nasil
o l uşuyor?

Afiyet olsun: M utfak, yemek salonu


ve ki lerden i lg i n ç bi lgiler

' -...

, ,.'
Müsli nas1l hayat kurtar1r?

77

Fiziğin pek çok kuralı her yerde geçerlidir. Evinizde ya da evrenin


herhangi bir yerinde . . . Isaac Newton gibi bir dahi, düşen bir elma
ile ay arasında bağlantı kurmuş ve yer çekimi kanununu ortaya
çıkarmıştır.
Bu hiç de öyle harcıalem bir şey değil, çünkü bizim için geçerli
olan doğa kanunlarının geçerliliği güneş sisteminin belirli bir kıs­
mında son bulahileceği ve sonra başka kanunların bulunabileceği
pekala tahmin edilebilir bir durumdur. Tıpkı sofra adabmm kültürden
kültüre değişkenlik göstermesi gibi. . . Yine de görünürde bazı şeyler
aynı koşullar altında aynı şekilde işliyor; evrenin neresinde oldukları
fark etmiyor! Bu bilgi benim için şaşırtıcı olduğu kadar rahatlatıcıydı
da ve doğa biliminin muazzam değerini ortaya çıkarmıştı.
Bazen doğanın bu sarsılmaz kuralları, çeşitli olguların arasından
hafifçe dışarı sızıyor ve dışarıdan birbirinden farklı gibi görünen şeyleri
büyülü bir biçimde birbirine bağlıyor: Düşen elma ile ay arasında
ya da sabah yenilen müsli ile gürleyen çığ arasında olduğu gibi!
Kalıvaltı sırasında müsli paketini yakından incelediğinizde, kü­
çük bir detayı fark edeceksiniz: Çekirdek, tahıl ve kuru üzümden
oluşan çeşitliliğin tam ortasında, fındıklar paketin içinde genelde
en üstte yer alır. Bu tesadüf değildir, çünkü bu olayın arkasında en­
teresan bir kanun vardır: Müsli fiziksel olarak bakıldığında değişik
boyutlardaki parçalardan oluşmuş bir karışımdır. Paket sallandığında
önce tüm parçalar birbirine karışır. Tahıl, çekirdek ve fındıklar iç
içe geçer. Her sallanmayla birlikte parçacıklar arasında küçük kırın­
tıların içine girebileceği boşluklar oluşur. Ancak büyük parçacıklar

• 233 .
buralara sığmaz. Her sallamayla birlikte, daha küçük parçacıklar
aşağıya doğru ilerler. Otomatik olarak da büyük parçalar en üstte
kalır. Sallamayla birlikte bir ayıklama süreci oluşur: Büyük parçalar
yukarıya, küçük parçalar aşağıya doğru hareket eder. Kısa bir süre
sonra büyük fındık parçacıkları hep üsttedir. Mısır gevreğinde de
aynı kural geçerlidir, fizikçiler buna ters segregasyon derler, çünkü
burada da paketteki büyük parçalar üstte ve parçalanmış küçük
parçalar da paketin en altında yer alır.

Çığlar da birer karışımdır; kar taneciklerinden oluşur. Bazen


bunun içine bir insan da karışır. Bilimsel bir genelierne yapılırsa
eğer, burada da farklı büyüklüklerdeki parçacıklardan oluşan bir
malzeme karışımı, yani kar taneleri ile insan söz konusudur ve bunlar
da hatırı sayılır şekilde sallanır. Tıpkı müslide olduğu gibi burada
da bir ayrışma olur!
Çığ kurbanları, metrelerce kalınlıktaki kara rağmen genellikle üstte
bulunur ancak ne yazık ki yine de bir kar tabakasının altındadırlar.
Çoğu zaman kurbanlar öyle kalın bir kar tabakasıyla kaplanıdar ki,
kendi başlarına kurtulmaları kesinlikle mümkün değildir.
Teknisyenler bundan birkaç yıl önce müsli olayını yeni bir
kurtarma sistemine dönüştürdü: Çığ hava yastığı. Kayakçılar bunu
sırtlarında taşıyor ve tehlike anında açıyorlar. Hava yastığı açılıyor
ve taşıyıcısının toplam hacmini yapay olarak artırıyor. Devamında
gerçekleşen saHanma aşamasında büyük bir parçacık gibi hareket

• 234 .
ediliyor ve hava yastığı sayesinde yüzeye yakın bir yerlerde duru­
luyor. Biraz şansla, kendi başına kurtulma şansı bile yakalanıyor.
Kar ve Çığ Araştırmaları Enstitüsü 12 yıllık bir süreç içinde
çeşitli çığ kazalarını araştırdı. Hava yastığı kullanılan durumlarda
hayatta kalma oranı %98'lerdeydi. Hava yastığı olmadığı durum­
lardaysa oran %7l'di.
Çığ hava yastığı hayat kurtarır ve buna ilham kaynağı olansa
müslideki fındıklardı!

� . . . ...�·

• 235 .
Kruvasan nereden gel iyor?

78

Kruvasan: Savoir vivre français'nin33 sembolü. Peki, kruvasan ger­


çekten de Fransız mı? Kesin cevap: Nonf34
Kruvasan ilk Avusturya'da bulunduğu düşünülüyor. Bu konuda
ortalıkta dolaşan çeşitli hikayeler vardır. Tarihsel olarak kaydedilen
şunlardır:
Yıl 1 683. Türkler Viyana'yı kuşatır fakat şehir kendini savunur.
Kuşatanlar, şehrin surlarının altından geçen bir tür tünel sistemiyle
Viyana'yı ele geçirmeye çalışır. Bir gece bir fırıncı çalışırken Türkle­
rin kazma seslerini duyar. Alarm verir ve kuşatanlar geri çekilmek
zorunda kalır. Viyana'nın kurtuluşunu anımsatmak için hilal şeklinde
bir hamur işi yapılır: "Türk hilali': Şekli Türklerin hilalini anımsatır.
Bu efsanenin yanı sıra birkaç keşif hikayesi daha mevcuttur, ancak
hiçbiri Fransa'da geçmez. Bu hamur işi, bir yüzyıl sonra, Avusturya
imparatorunun kızı Marie Antoinette'in Fransa Kralı XVI. Ludwig'le
evlenmesi ve yeni vatanını sevindirmek için Avusturya'dan kruvasan
getirmesiyle bu ülkeye gelir ve kruvasan tüm Fransa'yı ele geçirir.
Kelime Fransızcadaki lune croisante'dan türemiştir: Dolunay
anlamına gelir. Türk hilali -bilindik hilalin tam tersi- ayın azalan
evresidir.

33 (Fr.) Fransız usulü yaşamak. (ed.n.)


34 (Fr.) Değil. (ed.n.)

• 237 .
Nasıl istenirse öyle evrilip çevrilebilir: Bazen kruvasan, bazen
Alınaneada olduğu gibi kipferl!

• 238 .
Ka puçino neden 11g ürler"?

79

Her yerde keşfedilecek bir şeyler vardır! Ö zellikle gözden kaçırılan


günlük yaşam olgularını ilginç buluyorum. Bana hikayenin sonunda
katilin aramızda bulunan birisinin olduğunu öğrendiğimiz şu he­
yecanlı polisiyeleri hatırlatıyor. Dedektifın dehası genelde küçücük
bir ipucu sayesinde suçlunun maskesini düşürür. Başarılı dedektifler
ile iyi bilim insanları şu özelliği paylaşır: Hiçbir ayrıntı onlar için
görünmez değildir, her detay önemlidir!
Bazen çocuksu bir önyargısızlık ve safbir merak, şaşırtıcı olgu­
ların anahtarıdır. Sütün sıcaklık derecesinin duyulabildiğini biliyor
muydunuz? Bir dahaki cafe ziyaretinizde kapuçino ya da ona benzer
bir içecek sipariş ettiğinizde ve sütün köpürtülmesine başlandığında
dikkatle dinleyin. Duymazlıktan gelinemeyecek bu uğultuyu mut­
laka biliyorsunuzdur çünkü çok yüksek seslidir! Makineden çıkan
azıcık buhar için bu ses biraz fazla değil mi? Ayrıca dikkat çekici
başka bir şey daha var: Başta, süt daha tam olarak ısınmamışken
ses daha bir yüksektir. Ancak süt ısındıkça ses azalır. Bu uğultu
basit bir köpürtme sesi olamaz, çünkü o zaman süt ısındıkça sesin
değişmemesi gerekirdi. Bu kapuçino-süt köpüğü sesi özel bir şeydir!
Köpürme işlemi su buharı yardımıyla gerçekleşiyor. Bu sırada
bir özellik ortaya çıkıyor: Su buharı (yani suyun buhar formundaki
fazı) aynı orandaki sudan yaklaşık 1 600 kat daha fazla yere ihtiyaç
duyar. (Bir litre sudan 1673 litre su buharı ortaya çıkar!)
Köpürme sırasında çıkan gürültünün sorumlusu, buhar boru­
sundan 100 derecelik ısıyla çıkan su buharı kabarcıklarıdır. Sütle
temas ettikleri an soğur ve gaz halindeki buhardan binlerce minik

• 239 .
patlamayla tekrar suya dönüşürler. Süt ne kadar ısınırsa, su buha­
rının soğuma işlemi o kadar yavaşlar. Süt kaynadığında patlamalar
kesilir ve sadece köpürme sesini duyarız. Kapuçino gürültüsü bir
çeşit "anti -gürlemedir':
Bu olayın tam tersi gerçek fırtınalarda da vardır. Şimşek çak­
tığında çevresindeki havanın ısısı aniden binlerce derece yükselir.
Bu aşırı sıcak hava aniden genleşir ve bu sırada korkunç bir ses
çıkarır: Gök gürler! Gök gürültüsü aniden genleşmiş olan havadır
yani; kapuçino sesiyse aniden sağuyan su buharıdır. İki durumda
da çok ses çıkar.
Ayrıca başka bir şey daha tam olarak duyulur: Süt ısındıkça
ses azalır.

• 240 .
Dondurmanin s1 rr1 ned i r?

80

Çocukken bir keresinde dondurma yapmaya çalışmıştım ancak acı­


nacak bir biçimde başarısız olmuştum. Dondurucuya meyve suyu
koymuştum ancak sonuç pek lezzetli değildi: Sert bir buz parçası!
Dondurmayla ya da meyve püresiyle bir alakası yoktu.
O zamarılar suyun donması sırasında zamanla büyüyen ve gide­
rek uzayan buz kristallerinin oluştuğunu ve sonra çok lezzetli, sert
bir buz bloğuna dönüştüklerini bilsem, harçlığımı bir dondurma
makinesine yatırırdım.
Dondurmadaki hile karıştırmakta yatıyor. İyi bir dondurma
yapımında, mesela şekerli meyve suyu, donma sırasında makinede
sürekli olarak karıştırılır. Böylece uzun buz kristallerinin oluşumu
engellenir, zira bu küçük parçalar karıştırma sırasında sürekli olarak
parçalanır. Sonuçta buz yumuşar. Dondurma ya da meyve püresi
çok eskiden kalmadır: Antikçağda buzul karları meyve, bal ya da
gül suyuyla karıştırılıp hazırlanırdı. Kelimenin kendisi Arapçadan
sharbaf5'tan gelir ve anlamı soğuk, alkolsüz içecektir.
Meyve püresinin aksine sütlü dondurmaların içine süt ya da
kaymak, yani yağ eklenir. Karıştırma ve ezme sırasında dondurmaya
büyük miktarda hava karışır. Donmuş hava, yağ ve buz parçacıklarından
oluşan bir köpük elde edilir. Bu köpük mikroskobik boyutlardaki yağ
moleküllerinden oluşan bir ağla sağlamlaştırılır. Dondurma erirken
bu iyi bir şekilde gözlemlenebilir: İyi bir dondurma erirken uzun
süre şeklini korur, yağ ağı iskelet görevini görür ve böylece hemen
dağılmaz. Uzmanlar buna kısmi birleşim adını verirler. Bu pratikte
35 Şerbet. (ed.n.)

• 241 .
şu anlama gelir: Dondurma alışılmış biçimde ağırlığa göre değil,
hacme göre yani litre olarak satıldığı için, dondurma eridiğinde
alınan dondurma miktarının ne kadar da az olduğunu görmek şa­
şırtıcıdır. Dondurma büyük oranda paketlenmiş donmuş havadır!
Buzun donması sırasında doğal bir birleşme etkisi meydana
gelir: Şekerli meyve suyunda su vardır. Düşen ısıda şekerli şerbet sıvı
kalırken ilk önce su donar. Bu olayı kutup denizlerinde de görürüz.
Kış olduğunda Kuzey Denizi'nin tuzlu suları buzla kaplanır ve burada
da ilk önce sadece su donar. Buz kütleleri katkısız tatlı sudan oluşur
ve akışkan tuzlu suyun üzerinde yüzer. Yani kışın deniz suyunun
tuz oranı artar. Dondurmadaysa geri kalan sıvıda şeker birleşimi
miktarı artmış olur. Şeker oranı arttıkça donma derecesi düşer. - 1 6
derecede dondurmadaki suyun yalnızca %72'si donmuş olur; geri
kalanı tatlı bir sos halinde aralarında yüzer. Sırf bu birleşme etkisi
sayesinde tipik dondurma tadını almaktayız, çünkü soğuk olmasına
rağmen gerekli tadı bu akışkan şurup verir.
Ayrıca: Dondurma hazırlamanın enteresan bir yolu daha var.
Sıvı nitrojen! Şekerli meyve suyu - 195 derecede anında donar.
Donma olayı öyle hızlı gerçekleşir ki uzun kristaller oluşamaz. Bu
sırada nitrojen, gaz olarak ayrılır. Geriyeyse o kadar soğuk olarak
tüketilmemesi gereken bir lezzet kalır. Hemen tüketildiği takdirde
insanın dilini yakabilir!
Düzeltmem gereken bir konu var: Annemin bana verdiği harç­
lıkları sanırım nitrojene yatırmam gerekirdi, böylesi çok daha he­
yecanlı olurdu!
,

• 242 .
Muzlar nerede olgun laş1r?

81

Hindistan'da geçen çocukluğum süresince sadece küçük muzları


bilirdim ama bir sürü çeşidi vardı. Çoğu doğada ya da bahçelerde
yetişirdi. Pişirmelik muz, tatlı muz ya da hiç tadı olmayan muzlar
vardı. Avrupa'ya gelince o güzel kokulu çeşitlilik birden yok oldu
ve geriye bir tek muz kaldı. Kültür şoku!
Elbette burada yediğimiz muzlar Avrupa'da değil, büyük Ame­
rikan şirketleri tarafından 'Muz Cumhuriyetleri' haline getirilmiş
olan Orta Amerika ülkeleri Panama, Nikaragua ya da Honduras'taki
devasa plantasyonlarda yetişiyor. United Fruit Company, Standard
Fruit Company ve Cuyamel Fruit Company, ı9. yüzyılda geniş kap­
samlı bir izin yardımıyla Karayip ülkelerinde muz yetiştirilebilecek­
leri devasa alanları ele geçirdiler. Şirketler yol, tren rayları ve muz
yetiştiriciliğinde çalışacak işçiler için yerleşim bölgeleri inşa etti ve
kısa sürede bu ülkelerdeki en büyük işverenler haline geldi. Yıllar
boyunca kazançları, ülkenin tüm gelirinden çok daha fazla olmasına
rağmen neredeyse hiç vergi vermediler, bunun yerine politikacılara
rüşvetler verdi ve diktatörleri para ve silahla beslediler.
Bugün Orta Amerika'nın en çok ihraç edilen ürünü hala muzdur.
Bitkiler henüz yeşilken toplamalarından önce iki yıl büyür. İ hracatı
yapılacak muzlar genellikle bir gün içinde paketlenir ve soğuk hava
depolu gemilere yüklenir. 1 3,2 derece ısıda doğal olgunlaşma süreci
kesintiye uğratılır ve uzun bir yolculuk başlar.
Meyveler soğuk hava depolu gemilerden boşaltıldıktan sonra
dört ila sekiz gün bekletilecekleri, ı 4- ı 7 derece sıcaklığı olan özel
depolara taşınır. Donmuş muzları uykularından uyandıran sıcaklığın

• 243 .
yanında farklı bir hile daha kullanılır: Meyveler olgunlaşma sırasında
etilen gazı salar. Bu gaz diğer meyvelerin olgunlaşmasını tetikleyen
bir meyve hormonudur. Bu sırada muzun içindeki öz, şeker dönüşür
ve böylece muzun rengi yeşilden parlak sarıya döner. Bu depolarda
gaz kontrollü bir şekilde verilir ve bu şekilde tüm meyvelerin aynı
olgunluğa erişmesi sağlanır. Meyveler bu gazı kendiliğinden çıkarır.
Bilirsiniz; meyve sepetincieki olgunlaşmış bir muz diğer meyveleri
de olgunlaştırır. Bir ipucu: Aşırı olgunlaşmış muzu uzaklaştırıo ve
muzları mümkün olduğunca serin ama fazla da soğuk olmayan bir
ortamda tutun. Bu şekilde daha uzun süre korunurlar.
Ayrıca Avrupa Muz Kararnamesi muzların en az 14 cm uzun­
luğunda ve 27 mm kalınlığında olmasını şart koşar! Dediğim gibi:
Gerçek bir kültür şoku!

• 244 .
Tuz ve şeker yiyecekleri nas1l m u hafaza eder?

82

Ben maalesef sandaletierini giyip zevkle çarşılarda dolanan ve çeşit


çeşit sebze ve egzotik meyveler satın alan ya da güzide bir yemek
yaratmak için özel bir balığı eve getiren o örnek adamlardan birisi
değilim. Evet, suçumu kabul ediyorum; buna daha hazır değilim
ama kim bilir; belki bir gün! Ancak her yıl, yazın son günlerinde
içimi bir huzursuzluk kaplar. Bu huzursuzluk, içgüdüsel olarak karşı
konulmaz bir göç etme dürtüsü hisseden kuşların gerilimine ben­
zetilebilir. Ben de gitmek istiyorum ancak güneydeki kışlalara değil
de dikenli çalılara doğru: Şimdi böğürtlen zamanı!
Ev yapımı böğürtlen reçeli muhtemelen benim lezzet anlamında
hava atabileceğim yegane olaydır. Ancak sandaletli beyler bana gülecek
ve eski bir Breton çorbası tarifi önereceklerdir sanırım. Fark etmez!
Böğürtlenleri toplayıp kendim kaynatıyorum, çünkü ev yapımı
reçelin tadı olağanüstüdür. Özellikle de benim yaptığımın! İçine
zencefil ya da karabiber taneleri koyulmadan -saf böğürtlen re­
çeli- o kadar!
Fakat şekerli meyvelerden hoşlananlar sadece biz insanlar deği­
liz: Sayısız bakteri ve mantar da meyvelere dadanır ve hızla çoğalır.
Bir süre sonra üstün gelirler ve meyve bizim için yenmez hale gelir.
Ancak mikropların bu saldırısına karşı eski bir ev reçetesi mevcuttur:
Şeker, bolca şeker. Doğal bozulrnayı durduruyor gibi görünüyor,
çünkü dalaba konmamış böğürtlen reçeli, taze böğürtlenden çok
daha uzun süre bozulmadan kalabiliyor. Tuz da aynı şekilde yiyecek­
lerin raf ömrünü uzatıyor, ister balık olsun isterse et. Tuz ve şeker

• 245 .
paketlerinde son kullanma tarihi aramaya gerek yoktur, çünkü kapalı
kaldıkları sürece neredeyse sonsuza kadar bozulmadan kalabiliyor.
Tuz ve şekerle muhafaza etmenin sırrı karışımların denge prensi­
binde yatmaktadır. Bu durum kirazlar suya koyulduğunda kolaylıkla
gözlemlenebilir: Kirazların içinde dışarıdan suyu içeri çeken bolca
şeker vardır. Su kirazın kabuğundan içeriye geçer ve kiraz patlayacak
kadar su çekene dek içerideki basıncı artırır.
Kirazlar geceleyin şeker çözeltili suya koyulduğunda bunun
tam tersi gözlemlenir. Kirazlar büzüşür çünkü sudaki şeker kirazın
içindeki suyu çeker. Bu olaya ozmoz adı verilir. İşte bakteriler reçele
yaklaştıklarında tam da bu olur. Reçeldeki şeker, mikroorganizma­
ların içindeki suyu emer ve mikroorganizmalar ölür. Yüksek şeker
miktarından dolayı bu küçük işgalcilerin yaşama şansı kalmaz ve
reçel uzun süre dayanır. Biz insanların reçelden sağ kurtulmamızın
nedeniyse boyutumuza göre çok az reçel yiyor oluşumuzdandır.
Böğürtlen reçelinde uzun bir banyo, bakterilerde olduğu gibi bizim
için de ölümcül olurdu. Yani ekmeğin üzerine fazla reçel sürmeyin!

o 246 o
Çikolata neden yanar?

83

"... bunu yakmak için ne kadar koşmam gerektiğini söylemene hiç


lüzum yok;' dedi karım; ben mideye indirdiği çikolataların enerji
miktarını hesaplamaya çalışırken.
Öğrenmek ister misiniz?

Kalari kelimesi Latinceden gelir ve genellikle 'ısı' anlamına gelir.


Bir kalori, bir gram suyu bir derece ısıtmak için gerekli olan enerji
miktarıdır. Yiyeceklerin kalari değerlerini gösteren tabetalarda jul
birimi kullanılmaktadır ( 1 J = 0,2388 cal). Tabii çikolataya jul bom­
bası demek çoğu insana garip gelmektedir.
Bir kalıp çikolata ile bir kova su kaynatılabilir. Başta buna ina­
namamıştım ve hesapladım. Gerçekten de: 1 00 gr. sütlü çikolatada
(yaklaşık 560 kcal) 560.000 kalari vardır. Bu enerji yedi litre suyu
kaynatmaya yeter.
Çikolatadaki kalari miktarını gösterebilmek için şaşırtıcı bir
deney yaptım: Çikolata yanar. İçinde bol miktarda yağ ve şeker ol­
duğu bilindiğinden, buna şaşırmamak gerekir. Bir parça çikolatayla
-bir kalıp ya da bir bar değil- küçük bir bakır tavada bir sahanda
yumurta pişirebilmiştim!
Elbette vücudumuzcia ateş yoktur. Bunun yerine organizma­
mızda gıdalardaki enerjiyi dönüştüren ve bedenimiz için faydalı
hale getiren çok sayıda biyokimyasal reaksiyon meydana gelir. Ama
en sonunda, tıpkı yanınada olduğu gibi su ve karbondioksit açığa
çıkar. Bir kalıp çikolata vücudumuzun dinienirken ihtiyaç duyduğu
enerjiyi sekiz saat için sağlayabilir.

• 247 .
Bunu kolayca deneyebilirsiniz: Dinienirken bedenimiz saatte
yaklaşık 70 kcal'ye ihtiyaç duyar. Bir kalıp çikolatada 560 kcal vardır.
560/7 = 8 saat. Çikolata konsantre bir gıdadır. Askerlerin yanlarında
çikolatayı yedek gıda olarak taşımalarına şaşmamak gerekir.
Bir saatlik bir koşunun ardından bir kalıp çikolatanın sadece
iki sırasında bulunan enerji kadarını yakarız. Bütün bir kalıpta sekiz
elmanınkine eşdeğer kalari vardır.
Atalarımız çoğu zaman aç kalmak zorunda kalırdı. Yağ ve şeker
kıtlık zamanlarının önemli enerji rezervlerindendi ve bedenimizin
evrimi şiddetli açlığa karşı bu şekilde kendi çaresini buldu. Rezerv
oluşturmak o zamanlar hayatta kalmanın bir yoluydu. Zaman değişti
ancak tatlıya olan aşkımız hala bitmedi.

o 248 o
Pastörize süt ile U HT-süt arasmda ne fark vard1r?

84

Alışveriş yaparken iki seçenek var: UHT-süt ya da pastörize süt.


Peki, tam olarak farkları nedir?
Süt özel bir üründür: Hayvanın memesinden taze alındığında
neredeyse hiç mikrop barındırmaz, çünkü süt dana için bebek ma­
masıdır. Ancak sağılma işlemi sırasında laktik asit mikroplan gibi
bir sürü mikrop eklenmektedir. Mikroplar hızla çağalır ve sütü deği­
şime uğratır. Mikroorganizmalar kritik bir seviyeye ulaştığında, süt
savaşı kaybeder ve ekşir. Eskiden işlenınemiş süt birkaç gün içinde
bozulurdu. ı 9. yüzyılın ortalarında ilk kez Fransız kimyacı Louis
Pasteur sütün bozulma nedeninin bakteriler olduğunu keşfetmiştir.
Daha sonra sütü biraz ısıtarak mikropların büyük bir kısmının öl­
düğünü görmüştür. Böylece ısıtma işlemiyle süt dalaba kanmadan
bile daha uzun süre dayanır hale gelmiştir. Bu yüzden bugün geçerli
olan koruma işlemi bu bilim insanının ismiyle anılmaktadır: Pastö­
rize süt ı 5-30 saniye boyunca 72-75 derece ısıtılır. Böylece zararlı
mikropların tamamı öldürülmüş olur. Pastörize sütü 8 derecede
sakladığınızda 8 ila ı O gün dayanır.
Ultra yüksek sıcaklıkta ısıtma yöntemi daha da etkilidir: Üç
barlık yüksek bir basınç altında süt 1 -2 saniyeliğine 135 dereceye
çıkarılır ve sonra anında tekrar soğutulur. Paketler de bu şekilde
sterilize edilir. Sonuç: Paketi açılmamış UHT-süt aylarca dayanır.
Ancak UHT-sütün tadı biraz farklıdır, çünkü yüksek sıcaklıkta
ısıtılan sütteki protein değişikliğe uğrar ve süt şekeri karamdize olur.
Yine de H -süt daha iyidir. Modern işlemlerle yüksek ısıya maruz
kalmasına rağmen birçok vitamin korunmuş olur. İki işlernde de

• 249 .
süt homojenize edilir. Normalde sağılmış sütün üstü kaymak bağlar.
Süt %3-4 oranında yağ ihtiva eder ve bu yağ küçük parçalar halinde
sütün içinde yüzer. Bu küçük parçacıklar homojerıleştirme işleminde
basınç altında eşit parçalara bölünür, böylece sütün özelliği bozul­
mamış olur. İyi ya da kötü, süt bu şekilde daha homojen bir hal alır:
Artık kimse kaymağı alamaz!

• 250 .
Son ku l la n ma tari h i nasil h esa pla n 1 r?

85

Çoğu gıda maddesinin üzerine mutlaka belli bir son kullanma ta­
rihi damgalanmıştır ve mesela süt ya da yoğurtta olduğu gibi, üze­
rine basılmış olan süre dolduktan hemen sonra ürünler bozulur.
Bu tarih nasıl bu kadar kesin bir şekilde biliniyor? Gıdaların ne
kadar dayanacağı, bizim ile sayısız mikroorganizma ve mikroplar
arasındaki bir yarışa bağlıdır. Yine süt örneğine geri dönersek: Yarış,
süt ineğin memelerini terk ettiği anda başlar. Mikroplar havadan
ya da sağına makinesinden süte karışır ve hemen çoğalmaya baş­
lar. Ancak pastörize edildikten sonra sayıları dramatik bir biçimde
azalır. Ama yine de geriye birkaç tanesi kalır ve çoğalmaya devam
eder. Bakteriler gerçek birer üreme ustasıdır: 30 derece sıcaklıkta,
30 dakikada sayılarını ikiye katlarları Kulağa az gibi gelebilir ancak
bir saatin sonunda sayıları dört katına çıkar. İ ki saatin sonunda 1 6
katına ve on saat sonraysa sayıları milyonu bulur!
Sıcak ortamda süt hemen bozulur. Bu yüzden sütü soğuturuz,
çünkü bakterilerin çoğalma hevesi soğukta frenlenir. Kutunun üze­
rinde yazdığı üzere süt 8 derecede, buzdolabında saklanmalıdır.
Ancak mikropların çoğalma oyunu soğukta da devam eder. Gerçi
bu durumlarda mikroplar günde bir kez çoğalabilir fakat dört günün
sonunda mikrop sayısı on altı katına ve yedi günün sonundaysa yüz
katına kadar çıkar. Kullanım süresinin son günündeyse mikropların
sayısı bir kez daha katlanır, böylece toplam sayıları o kadar çok olur
ki süt artık bozulur.
Matematik uzmanı olmayanlar için bu ikiye katlanarak çoğalma
prensibini anlamak biraz zaman alıyor. Bu, bir zincirleme reaksiyon

• 25 1 •
ve en son katlanarak üreme eylemi tetikleyici oluyor. Bu prensip
hemen her yerde, dişlerden atom bombasına kadar tüm alanlarda
karşımıza çıkar: Dişlerde gerçekleşen son çoğalma, mikropların alan
ihtiyacını ortaya çıkarır ve bu basınç acı verir. Atom bombasında her
bir nükleer füzyon bir miktar enerji açığa çıkarır ancak zincirleme
reaksiyon nedeniyle atom çekirdeklerinin %50'si bir anda parçala­
mr ve bir katlanarak çoğalma esnasında bombanın tüm enerjisinin
%50'si açığa çıkar.
Bu muazzam büyüme hesaplanabiliyor: Mikropların bir zaman
dilimi içindeki sayısı ve katlama süresi bilinirse, sütün ne zaman
bozulacağı da tam olarak belirlenebilir. Kısacası sütün bozulma tarihi
hesaplanabilir. Süt üreticileri oldukça dikkatli davranmak zorundalar,
çünkü süt sıcakta kaldığında mikropların çoğalma hızı artar ve süt
muhtemelen daha erken bozulur. Bu yüzden son kullanım tarihi
verilirken bir güvenlik oranı hesaplanır. Süt verilen tarihten biraz
daha uzun süre bozulmadan durabilir. Paketin açılması sırasında da
mikroplar dışarıdan sütün içine girebilir ve bozulma süresini kısal­
tabilir. Bu yüzden yeni süt ile eski süt birbirine karıştırılmamalıdır.
Süt ne zaman bozulursa bozulsun şu kesin: Süpermarkette taze
sütler her zaman rafın en arkasına koyulanlardır.

• 252 .
Şampanyadaki baloncuklar nas1l ol uşuyor?

86

"Baloncukları nasıl da sevimli ve pırıltılı,


Bardağındaki Dul Clicquot'nun!"
Wilhelm Busch

Kolay olan cevap şu: Karbonik asit! Karmaşık cevapsa çok daha
enteresan: Asil ruhlu şampanya aslında şişede ikinci kez mayalanma
yaşayan şaraptır. Bu aşamada maya ve şeker eklenmiş ve sonra ağzı
mantarla kapatılmıştır. Şeker, daha sonra maya tarafından alkol ve
karbonik aside dönüştürülür. Bu yüzden şampanyadaki alkol oranı
şaraptan daha fazladır. Bu arada şişenin içindeki basınç altı bara
(bu bir araba lastiğinin içindeki hava basıncının üç katı kadardır!)
kadar çıkmaktadır. Bu yüzden eski şarap mahzenlerinde şişelerin
patlaması istisnai bir olay değildi. Mahzen şefleri bu patlamalara
karşı kendilerini maskelerle korurlardı. Neyse ki bugün şişeler daha
güvenlidir.
En az 1 5 aylık bir olgunlaşma döneminden sonra -iyi markalarda
bu süre biraz daha uzun olabiliyor- bu değerli içecek satışa sunulur.
Ancak bundan önce bir problem daha vardır: Şişenin dibine çökmüş
olan maya artıkları temizlenmelidir. Wilhelm Busch'un alıntıladığı
çalışkan Dul Clicquot'nun asıl adı Barbe-Nicole Clicquot-Ponsardindi
ve 1 8. yüzyılda ilginç bir sallama yöntemi geliştirmişti. Şişe yaklaşık
yirmi bir gün boyunca sürekli sallanır ve bu sırada en sonunda baş
aşağı durana ve maya çökeltisi şişenin ağzında toplanana dek adım
adım biraz daha eğik şekilde saklanırdı. Mahzenlerde "sallayıcılık"

• 253 .
diye bir meslek bile vardı. Bu kişiler günde bazen 50.000 şişeyi
-hafifçe çevirerek- sallardı!
Bugün artık bu sallama işlemi elle değil otomatik olarak yapıl­
maktadır. Sonra şişeler boşaltılır, yani dikkatli bir şekilde açılır ve
birikmiş çökelti alınır. Bu yapılırken elbette bir miktar sıvı kaybı
olur. Bu iş, Dul Clicquot zamanında pis bir işti fakat bugün artık
bir dondurma işlemiyle çözülüyor.
Dosage denilen şişeleri yeniden doldurulma işleminde şam­
panya üreticileri şampanyaya kendi özel karışımlarını ilave eder ve
neticede çıkan ürünün tadı şeker oranına göre ekstra sekten (çok
kuru) dömiseke (yarı kuru) ve dolguna (iç açıcı) dek değişir.

• 254 .
Maden suyu m u şebeke suyu m u ? Araların­
daki fark ned i r?

87

Yaşasın çeşitlilik! Su örneğinde bu gayet iyi görülebilir: Mavi şişeler,


yeşil şişeler, beyaz şişeler, gazlı, gazsız ya da doğrudan çeşmeden.
Su çeşitliliği konusunda Almanya SOO çeşitle Avrupa'da dördüncü
sırada yer alıyor. Peki, maden suyu ile çeşmeden içilen su arasındaki
fark nedir ve gerçekten tadından anlaşılabilir mi?

Şebeke suları Almanya'da en sıkı kontrol edilen gıda ürünüdür.


İçme suyu kanunları, biyolojik ve kimyasal kirlilik konusunda katı
sınırlar belirlemiştir. Aslında buna memnun olmalıyız, çünkü çeş­
meden akan su çok temiz ve oldukça da hesaplıdır.

Maden sularıysa kirWiğe karşı korunmuş yer altı kaynaklarından


gelmektedir. İçinde, kaynağından yeryüzüne gelirken değişik yer
ve kaya katmanlarından aldığı kalsiyum, sodyum ve magnezyum
gibi mineraller vardır ve genellikle bir litre suda bir gram mineral
bulunur. Dolum işlemi kaynağında yapılmalıdır ve sular adını genel­
likle çıktıkları kaynağın adından alır. Suyun içindeki birleşim küçük
istisnalar dışında kesinlikle değiştirilmemelidir. İçine karbonik asit
katılabilir ya da çıkarılabilir o kadar. Maden suları Almanya'da resmi
olarak tanınması gereken yegane gıda çeşididir.

Maden sularının tüketimi için sunulan en önemli argüman içer­


dikleri yoğun mineral oranıdır. Ancak ülkemizde mineral ihtiyacımızı
genellikle yiyeceklerden temin ediyoruz. istisnai olan kalsiyumu
süt ve sebzelerden ve magnezyumuysa buğday ürünleri ile muz ve
sebzelerden karşılıyoruz.

• 255 .
Maden suyundaki mineral miktarı bu yüzden çok da önemli
bir rol oynamıyor. Belki de neden ağız tadıdır. Ancak bu konu da
hayal kırıklığı yaratabilir. Profesyonel lezzet ustalarıyla bir test yaptık:
Aradaki fark tat konusunda neredeyse hiç fark edilmiyor ve maden
suyu markaları arasındaki muazzam fıyat farklarının kesinlikle hiçbir
mantıklı dayanağı yok. Garip, değil mi? Şişedeki su, çeşmeden içti­
ğimiz suya oranla 300 ila 1000 kat daha pahalı! Bu, bizlerin reklam
ve pazarlamadan ne kadar etkilendiğiınİzin bir göstergesidir. Maden
suyu piyasası uluslararası çaptaki dört ya da beş üretici tarafından
kontrol edilmektedir. Su, bir statü göstergesi haline gelmiştir ve biz
de bunun için fazlasıyla para ödüyoruz.
Konunun psikolojiyle de ilgisi var: Teyzem yıllarca değerli bir
maden suyu şişesine doldurulmuş şebeke suyu almıştır. Gerçeği hiç
fark etmemiş ve şundan da hep emin olmuştur: "Bunun tadı çeşme
suyundan çok daha güzel!" Afıyet olsun!

• 256 .
Ka hveye kat1lan süt neden kesilir?

88

Şu durumu bilir misiniz? Mola veriyorsunuz, hak ettiğiniz bir fincan


kahvenin tadını çıkaracaksınız; biraz süt katıyorsunuz ve süt o anda
kesiliyor. Neden?
Sütün ambalajına bakarsınız: Son kullanma tarihi henüz geç­
memiştir. Sütün geri kalanını başka bir bardağa koyduğunuzda gö­
rünüşü düzgündür ve tadı ekşimemiştir.
Kimyasal açıdan bakıldığında sütün kesilmesi, sütün albümininin
çözünüdüğünü yitirdiği anlamına gelir. Bir araya gelip topaklanır.
Bu, daha çok zamanı geçmiş sütte görülür. Sıcak bu olayı hızlandım
ancak bunun kahvede olmasının başka bir nedeni daha var: Asit!
Basit bir deney, bunu açıklığa kavuşturabilir: Sütlü normal kahve
alalım ve içine birkaç damla limon suyu damlatalım. Taze süt de
hemen kesilecektir. Yani asıl suçlu kahvedeki asittir.
Kahvedeki asidin miktarı çeşitli faktörlere bağlıdır. Ö neellikle
kahvenin türü önemlidir: Robusta kahvesi, daha sık tüketilen Arabica
kahvesine oranla daha az asitlidir. Diğer bir etken de kahvenin nasıl
kavrulduğudur. Az kavrulınuş kahve daha az asit içerir. Almanya'daysa
çoğunlukla çok kavmimuş sert kahve tüketilmektedir ve bunun da
asit miktarı yüksektir. Kavrulma işlemi daha uzun sürdüğünde, ör­
neğin İtalyanlar böylesini sever, asit miktarı yeniden düşer.
Alman kahvesi özellikle çok asitlidir. Her dört kişiden sadece
birinin kahveyi sade içmesinin bir nedeni belki de budur. Almanyaöaki
çoğunluk kahveyi sütle içmeyi tercih ediyor zira süt, asidi bir nebze
de olsa etkisizleştirir ve böylece süt, midedeki asit oluşumunu azaltır.
Kahve böylece biraz daha sağlıklı olur.

• 257 .
Kahvedeki sütün kesilmesi her şeyden önce kahvenin sıcak kal­
dığı süreyle ilgilidir. Kahve bekledikçe acılaşır. Tazeyken PH miktarı
5,28 iken üç saat sonra bu miktar 4,9'a çıkar! Yani süt kesilirse artık
arkasında yatan nedeni biliyorsunuz: Bayat kahve!

o 258 o
Dans eden su

damlaclklar1n1n s 1 rr1 ned i r?

Evi m, güzel evim : Evi n izle ilgili


bilmeniz gerekenler

.•.

:' -�"\.... �:· . .


">. \
Bodrum katlar• neden yaz mevsiminde hep
nemli olur?

89

Bu sorunu bilirsiniz belki: Bodrum katları genelde nemli olur ve küf


kokar. Ö zellikle yaz aylarında çok kötü kokar ve hatta bazı yerlerde
küf oluşur. " iyice havalandırılmalı!" diye düşünülür. Ancak yazın
bodrumun penceresini açtığınızda sorun çözülmez; tam tersi daha
da kötü olur! Neden?
Bu durum sıcak havanın serin yerlerde yoğunlaşmasıyla ala­
katıdır. Bu bilinen bir olaydır: Mesela yaz aylarında buzdolabından
bir şişe bira çıkarıp masanın üzerine koyduğunuzda bir süre sonra
şişenin dışı nemlenir. Sıcak hava, soğuk şişenin üzerinde 'terler' ve
yoğunlaşır. Herkes sıcak duştan sonra buğularran banyo aynalarını
bilir. Çünkü sıcak hava soğuk havadan daha fazla su tutar.
Sıcaklığın yanında havadaki izafi nem oranı da önemli bir et­
kendir. Bu, kulağa önce şaşırtıcı geliyor ancak şöyle açıklanırsa daha
kolay anlaşılacaktır: Havayı, çekmeeeleri olan bir komodin olarak
düşünün. Çekmecede su depolanabiliyor. Havadaki nem çekmece­
nin ne kadar suyla dolacağını belirler: %50 nem şu anlama gelir:
Çekmecenin yarısı dolu. Oran % 1 00 olduğunda çekmece daha fazla
su alamaz.
Şimdi de sıra sıcaklığın etkisinde: Komodin şemasında kalalım.
Sıcaklık, çekmecenin büyüklüğünü gösterir. Hava sıcaksa çekmece
büyük olur ve çok su alır. Hava soğuksa çekmece küçülür.
% 100'lük izafi nem oranında gerçekleşecek bir soğuma çekme­
cenin taşacağı anlamına gelir, çünkü dolu olan çekmece küçülmüştür
ve içindeki suyu daha fazla kaldıramaz.

• 261 •
�imdi nemli bodruma geri dönelim: Sıcak bir yaz gününü örnek
olarak ele alalım: Dışarıdaki hava 25 derece, nem oranıysa %80 olsun.
Yaz aylarımızın sıcak havasının her metreküpünde, görülemeyen
su buharı halinde 1 8 gram su bulunmaktadır. Ancak bodrum katı
serindir. Serin hava sıcak havaya oranlar daha az nem taşır, bu oran
maksimum 14 gramdır. Yani dışarıdaki sıcak hava bodruma girdi­
ğinde soğur (yukarıda verildiği haliyle çekmece küçülür) ve içinde
barındırdığı nemi daha fazla taşıyamaz. Bu nem serin duvarlarda
yoğunlaşır. Ö rneğimizde fazla olan nem, metreküp başına 4 gram­
dır. Havalandırma sırasında dışarıdan gelen hava odanın tamamını
doldurduğunda, içeriye yaklaşık bir bardak dolusu su girmiş olur.
Eğer havalandırma için bodrum penceresi tüm gün açık kalırsa, bu
olay bir değil, birkaç kez tekrarlanır. Bu birkaç bardak su anlamına
gelir! Nem serin duvarlarda yoğunlaşır, duvarları ıslatır ve zamanla
küfe dönüşür.
Peki, ne yapmalı? Yazları bodrum pencerelerini kapalı tutun ve
sadece dışarıdaki hava içeridekinden daha serin olduğunda havalan­
dırını Acil bir durum olduğundaysa yazın ortası bile olsa bodrumun
kaloriferlerini açıp ısıtml

• 262 .
Klozet kapaği temizl i k bezine ka rş1 - Evdeki
en kirli yer neresi?

90

Evlerimizde her gün acımasız bir savaş yaşanmaktadır. Düşman:


bakteriler, mikroorganizmalar ve hastalıklara yol açan mikroplar.
Silahlar: Sabun, su, elektrik süpürgesi ve bir yığın temizlik maddesi.
Bütün çabalarımıza rağmen, kazanamayız. Mikroplar genelde
hiç tahmin edemeyeceğimiz alışılmadık yerlerde çoğalır. Meslek­
taşlarımla birlikte bir televizyon programı kapsamında bu konuyu
işlerken bir deney yaptık. Kullanılmış temizlik bezlerinden, klozet
kapaklarından, süpürgelerden, halılardan ve kapı tokmaklarından
örnekler alıp laboratuvara getirdik. Mikrobiyolojik yöntemlerle mik­
ropların en yoğun olduğu noktaların tam olarak nereler olduğunu
araştırdık
Mikrop ve hastalıklar söz konusu olduğunda, pek çok kişinin
aklına ilk önce tuvaleder gelir ancak gerçek çok şaşırtıcıdır: Sık kul­
lanılan tuvalet klozetlerinde bile tahmin edildiği kadar çok mikrop
barındırmadığı ortaya çıkmıştır. İdrar asididir ve bakteriler için iyi
bir beslenme ortamı yaratmaz. Buna karşın farklı ortamlardaysa
bakteri kaynamaktadır. Ö rneğin; bir bulaşık süngeri yaşayan bir
mikrop yuvası haline gelebiliyor. Si.ingerin sürekli ıslak ve sıcak ortamı
ile bulaşık yıkama sırasında temas ettiği yemek artıkları çoğalmayı
tetikliyor, böylece klozetle karşılaştırıldığında bulaşık süngeri 30
kata kadar daha fazla ınikrop barındırabiliyor!
Ancak en kirli yüzeyler, telefon ahizeleri ve bilgisayar klavyeleridir!
Klavyenin tuşları arasında her türlü toz, saç kepeği ve parçacıklar
toplanır ve oldukça ender -bazı durumlarda da hiç- teınizlendikle-

o 263 e
rinden klavyelerde, klozetten 400 kat daha fazla bakteriye rastladık!
Kadınların kullandıkları klavyelerin durumu erkek meslektaşlarının
kullandıkları klavyelerden çok daha kötü. Kadınların klavyelerinde
bisküvi parçacıkları ve el kremi artıkiarına rastladık ve bunlar da
bakteriler için ideal bir beslenme ortamı hazırlıyor!
Telefon ahizelerindeyse tükürük artıkları ve ince bir yağ taba­
kası bulunuyor. Bazı bilim insanları telefon alıizesinden hastalık
kapabileceğimizi bile iddia ediyor. Hasta olan ve telefonla konuşan
birisi bakteri ve virüslerini ahizeye bırakıyor ve bunlar da burada
bir sonraki telefon konuşmacısını bekliyor.
Ö zellikle sorunlu olan yerlerse birçok kişinin temas ettiği alan­
lardır: Mesela kapı kolları. Burada ilginç bir fark var: Pirinçten ya­
pılmış kapı kolları çok daha iyidir, zira bakteriler metalin üzerine iyi
yerleşemez. Kötü olansa plastik kollardır, çünkü gözenekleri vardır.
Aralarında bakteri sayısı anlamında bariz bir fark vardır.
Eğer şimdi kalkıp elinize temizlik maddelerini alarak evinizde
bir meydan savaşı başlatmak istiyorsanız, fazla titiz olmayın: Birazcık
kirden bir şey olmaz!

• 264 .
Plastik bulaşiklar bulaşik makinesinde neden
kurumaz?

91

Bugünkü bulaşık makineleri, çevre bilimsel açıdan şartlara uygun


durumdadır. Bizim elle yıkarken kullandığımızdan daha az sıcak
suya ihtiyaç duyuyorlar. Ancak yine de dikkati çeken bir nokta var:
Bulaşık makinesini boşaltırken çatal-bıçaklar, bardaklar ve tabaklar
kuru olur, bir tek plastik bulaşıklar hala ıslaktır. Plastikler makinede
neden kurumaz?
Bulaşık makinesinde yıkama sırasında ilk önce tüm bulaşık
sıcak suyla ısıtılır. Çelik, cam, seramik ya da plastik fark etmez;
hepsi yıkama programına göre 85 dereceye kadar ısıtılır. Ardından
gelen kurutma evresindeyse ısıtılmış bulaşıkların üzerindeki su, her
şey kupkuru olana dek buharlaşır. Tabii plastikler hariç!
Ö rnek olarak bir plastik ve bir seramik fincanı ele alalım. Baş­
langıçta ikisi aynı şekilde ısıtılır, ikisi de aynı sıcaklıktadır ama ara­
larında önemli bir fark vardır: Seramik fincan, plastik olana oranla
daha fazla ısı depolar. Bulaşıklarda depolanan bu ısı, en sondaki
kurutma aşamasında tabak ve bardakların yüzeylerinde kalan suyu
buharlaştırabilecek miktarda olmalıdır. Seramikte bu sorun değildir
ancak plastikte bir sorundur. Burada devreye maddelerin farklı bir
özelliği daha giriyor: Isı iletkenliği.
Herkes mutlaka bir kere şunu yaşamıştır: Porselen bir fincana
sıcak su konulduğunda, ısı tüm yüzeye yayılır ve parmakları yakmak
işten bile değildir. Plastik fincanlarda durum böyle değildir, çünkü
plastik ısıyı on kat daha az yayar. İçindeki şey kaynayacak kadar
sıcak olmasına rağmen fincan kolaylıkla tutulabilir.

• 265 .
Bulaşık makinesine geri dönelim: Yıkamadan sonra damlaların
kaldığı yerde su buhartaşır ve bu sırada var olan enerjiyi de alıp
götürür. Böylece söz konusu olan yer soğur. Ancak seramik, cam ve
çelik iyi birer iletken olduğundan bu noktaya tekrar sıcaklık yayılır.
Böylece aynı noktada enerji kalmaya devam eder ve fincan tamamen
kuruyana dek su buharlaşır. Ancak plastik kötü bir iletkendir. Gerçi
burada da başlangıçta bir miktar buharlaşma gerçekleşir ancak fin­
can çabucak soğur ve on kat daha az iletken , diğer tüm bulaşıklar
kurumuşken, plastik olanlar ıslak kalır.

• 266 .
Sabunla nas1l daha tem i z o l u r?

92

Çocuğunuz varsa temizlik konusu sizin için sürekli yanan bir ocak
gibidir. "En son ne zaman duş aldın? Dişlerini de fırçaladın mı? Tır­
nakların temiz mi? Yemekten önce ellerini yıka ama lütfen sabunla!"
Gençlerin böyle ritüellere alışabilmeleri, bazen yıllarca süren sevgi
dolu ikna çalışmaları gerektiriyor. Sadece suyla yıkamak ne zaman
işe yarıyar ve sabun gerçekte ne işe yarar?
Yıkama konusunda su, diğer tüm temizlik maddelerinden çok
daha önemlidir, çünkü suda çözülebilen toz, şeker ya da tuzlu mad­
deler gibi kirlerin tamamını alıp götürür. Ancak yağ içeren kirlerden
sadece su kullanarak kurtulamayız, çünkü su ile yağ birbirlerini
iterler. Örneğin; su ile yağ bir şişeye birlikte koyulduğunda birbirine
karışmaz, aksine birbirlerinin üzerine çıkar. Yıkamada da benzer
bir şey geçerlidir. Küçük yağ parçacıkları suya bağlanmaz ve deride
ya da kumaşın üzerinde kalır. Sadece suyla bunlardan kurtulma
şansı yoktur.
Sabun burada bir aracı görevi görür. Yüzey aktif olarak da ad­
landırılan madde bir uzlaşma sağlar: Bu maddede bir su sever taraf
bir de yağ sever taraf bulunur:

Sabun molekülü

Su sever kafa kısmı Yağ sever kuyruk kısmı

• 267 .
Yıkama sırasında sabun molekülleri yağ içeren kirin içine işler
ve etrafını sarar. Su sever kafa kısmıyla kir parçacıkları toplanır ve
akan suyla birlikte akıp gider. Yani sabun, su ile yağ arasında ideal
bir aracıdır.

Sabun molekülü

Yağ içeren kir

Sabun molekülü
2
kir parçacıklarını

topluyor.

Toplanan kirler
3
suyla birlikte

akıp gidiyor

Buna benzer bir olay mayonezde yaşanır: Burada yumurta sa­


rısı, yağ ile sirke arasında ara bulucu olur. Yani sabun ile yumurta
sarısının görevi aynıdır. Prensipte sabun, yumurta sarısıyla yer
değiştirebilir. Bu yüzden eski tariflerde saçların yumurta sarısıyla
yıkanması şaşırtıcı değildir.

o 268 o
Doğal olarak tersini yapıp mayonezi sabunla da hazırlayabilir­
siniz. Karışım işe yarar ancak tadı bir şeye benzemeyebilir!
Bu arada, kendinize sabun renkli olduğunda bile köpüğün neden
hep beyaz olduğunu sordunuz mu hiç? Köpürme sırasında sabun
molekülleri birbirine eklenir ve incecik bir su tabakasını kaplar. Bu
sabun köpüğü, ışığı yansıtan binlerce minik ayna görevi görür. Bu
yüzden sabun renkli olsa da köpük her zaman beyazdır.

• 269 .
Dans eden su damlac1 klar1n1n s1rr1 ned ir?

93

"Paulincik evde yalnızdı,


Annesi ile babası dışarıdaydı .. :
'

Struwwelpeter

Gençliğimde mutfağı her zaman harika bir deney laboratuvarı olarak


görmüşümdür. Ö zellikle de ocak, basit deneyler için çok uygun bir
yerdi. Şu olguyu muhtemelen kendiniz de gözlemlemişsinizdir. Sıcak
sacın üzerine bir miktar soğuk su döktüğünüzde, su damlacıkları
hemen buharlaşmak yerine bir süreliğine sacın üzerinde köpürür.
Bu nasıl olur?
Sıcak sacla temas sırasında soğuk su ilk önce sıcak alt tabakayla
karşılaşır. Damlacıkların alt kısımları hemen buharlaşır ve su bu­
harından bir çeşit hava yastığı meydana getirir. Buhar, damlacığı
havaya yükseltir ve o da küçük bir hava yastığı gibi süzülür. Bu arada
sada olan bağlantısı kesilir. Ayrıca suyun yüzey gerginliği sayesinde
damlacıklar bir arada tutulur. Buhar mantolamasıyla damla izole
edilir ve sac da onu hemen ısıtamaz, çünkü buhar iyi bir iletken
değildir. Damlanın alt kısmı yine yavaş yavaş buharlaşmaya devam
eder ve hava yastığının devamlılığını sağlar. Yani tavada süzülen
damla çabucak ısınmaz ve böylece var olma süresi uzar.
Dans eden su damlacıkları büyüleyici bir gösteriydi: Bu deneyi
su, tuzlu su, meyve suyu ve hatta sütle de yaptım. Süt çok kötüydü.
Su buharlaştıktan sonra geriye yağ ve albümin kalıyor ve sacın üze­
rinde yanıyordu. En sonunda da iğrenç bir koku çıkıyordu ortaya!
Saf su en iyi sonucu veriyordu. Tuzlu su sacın üzerinde beyaz bir

• 271 •
tuz tabakası bırakıyordu ve meyve suyu, içindeki şeker yüzünden
saca yapışıp yanıyor ve kokuyordu. Deterjan artıkları gibi küçücük
kirlenmeler bile suyun yüzey gerginliğini azalttığından, damlalar
şekillerini koruyamaz ve küçük sirk numarası yapılamaz. Sacın ısı
derecesi de bu olayı tetikliyor. Yakından bakıldığında suyun, dam­
lacığın içinde nasıl döndüğü gözlemlenebiliyor.
Köpüren su damlası buharlaşmayla büzüşüyor ve zamanla kü­
çülüyor. Bu aşamada su buharı tabakasının üzerinde ileri geri dans
ediyor ve en ufak bir üflemeyle ratasından sapıyor. Zaman ilerle­
dikçe damlanın içindeki su, en sonunda buharlaşarak yok olana dek
gittikçe ısınmaya devam ediyor.
Deneylerim sırasında sacın sıcaklık derecesinin önemli olduğunu
fark ettim. Yeterince sıcak olmadığında, damlacıkların alt kısmında
daha az su buharı meydana geliyor ve damla ile sac arasındaki mesafe
azalıyor. Böylece su (sac daha soğuk olmasına rağmen) çok daha hızlı
ısınıyor. Sac aşırı sıcak olduğundaysa, damlaların ömrü yine kısa
oluyor. Birçok denemeden sonra en uygun derecenin 200 olduğunu
buldum. Bu ısıda bazı damlacıklar bir dakika kadar dans edebiliyor!
Tecrübeli aşçılar tavanın yeterince sıcak olup olmadığını birkaç
damla suyla kontrol eder. Bir damla suda bu kadar bilimsel gerçeğin
yattığını görmek harika, değil mi? Son bir ipucu daha: Ocağı kapayın
ve temizleyin; yoksa aileniz de dans etmeye başlar!

• 272 .
Duş ya parken duş perdesi neden hep içeriye
doğru k1vr1hr?

94

Bu bölümde sıcak duş severler için bilim var! Çünkü onlar mutlaka
bu olayı biliyordur: Duş sırasında duş perdesi içeriye doğru kıvrılır
ve genelde de hacaklara yapışıp rahatsız eder. Bu olay ne kadar
tanıdıksa, arkasındaki neden de o kadar bilinmezdir. Açıklamaya
çalışan da çoktur.
Birinci teori şömine etkisidir: Sıcak su etraftaki havayı ısıtır,
hava yukarıya doğru hareket eder, hafif bir alçak basınç yaratır ve
perde içeriye doğru çekilir. Kulağa mantıklı geliyor ancak bir sorun
var: Su soğuk olduğunda da perde içeri doğru çekilir.
İkinci teori şöyledir: Su damlaları duş başlığından aşağıya düşerken
havayı da kendileriyle birlikte çeker. Bu hareketli hava akımı perdeyi
içeri çeken bir alçak basınç yaratır. Fizikte buna Bernoulli Prensibi
denir. Duş başlığı perdeye ne kadar yakınsa, etkinin o kadar güçlü
olması gerekir. Bunu denedim ama bu teori de pek doğru gelmedi.
Üçüncü ve en doğru teoriyse Massachusetts Üniversitesi'ndeki
akım araştırmacısı David Schmidt'ten geliyor. Profesör olarak mes­
lek hayatı boyunca yanmalı motorlardaki damlacıkların hareketini
araştırdı. Bilgisayar uyarlamaları yardımıyla akım davranışlarını en
iyi şekilde gözlemleyebiliyordu. Duş perdesi olayını çözmek için de
bu programı kullandı. Yapay bir duş kabinini 50.000 küçük hücreye
ayırdı ve bilgisayarı çalıştırdı. Her bir hücrenin içindeki basınç, sı­
caklık ve akım hızı ölçüldü. Küçük hücreler prensibi çok yaygındır.
Hava tahminleri de bu yöntemle hesaplanmaktadır.

• 273 .
Günler süren hesaplamalardan sonra Schmidt, 30 saniyelik bir
duşu bilgisayarın kuru, sayısal ortamına uyarlamıştı. Bu arada ilginç
bir şey ortaya çıktı: Duştaki su damlacıkları, görünüşe göre büyük
bir dönüş hareketi meydana getiriyor. Bu dönüş duşun içinde gö­
rünmez bir fırtına yaratıyor. Büyük duşlarda bu dönüş öyle büyük
olur ki, rahatsız edici bir cereyan meydana getirir. Kenar kısımlarda
hava sirkülasyonu daha hızlı olur ve bu yüzden de perde havalanır.
En iyi duşa Berlin'deki bir otel de konaklamam sırasında rast­
lamıştım. D� başlığı oldukça genişti ve su hafif bir çiselti olarak
akıyordu. Ortaya çıkan hava akımı inanılmazdı. Bunu araştırma­
lıydım! Hayatımda ilk kez yanan bir mumla duşa girdim. Mumun
aleviyle hava akımının yönünü ve şiddetini ölçmeye çalışıyordum.
Duşun içinde gerçekten de büyük bir akım ve dönüş vardı. David
Schmidt'in bilgisayarı, matematiksel bir kesinlikle perdenin içe kıv­
rılmasını açıklamıştı. Bu şekil gerçekte de oluşmuş ve Schmidt'in
teorisini doğrulamıştı.
Özellikle ince perdeler çok fazla kıvrılır ve içeriye doğru çekilir.
Ancak bu problemi matematiksel olarak açıklamak yerine, en iyisi
perdenizi ağırlaştırmayı deneyin!

• 274 .
>i'
1
1

/ i
..f: ·r

J
,1

\ ·�
. 1 '
' ,�.,.. ,.
-

\J i/1

.\ ! /.•

,•.

· , ./.

-pt=- ·-.:-.:
....

:� }ı.
':"-��
· ·. . 2-:;: . ,r

. .,

• 275 .
Banyo küvetindeki su, giderden akarken hangi
yöne doğru döner?

95

Birkaç yıl önce aklıma Kopjball programımız için basit bir seyirci
sorusu geldi. Soru şöyleydi: "Banyo küvetindeki su, giderden akar­
ken hangi yöne doğru döner?" Cevap benim için gayet açıktı ya da
en azından öyle olduğunu düşünüyordum. Seyircilere, bize cevap
göndermeleri için bir hafta süre tanıdık.
Eğer sizler, sevgili okuyucularım, fızikle daha yakından ilgiliyseniz
bu soru size oldukça tanıdık gelecektir ve her iddiasına girerim, bu
soruyu 'Coriolis Kuvveti' kavramıyla ilişkilendireceksiniz.
Dünyamız döngüsel bir hareket sisteminin içinde olduğundan,
bu Coriolis kuvveti giderden akan suları da etkilemektedir. Kuzey
yarım kürede -teoriye göre- akan sular saat yönünün tersine hareket
eder. Güney yarım küredeyse saat yönünde. Yani aynı Coriolis kuvveti
kuzey yarım küredeki tüm yüksek basınç alanlarındaki rüzgarların
saatin dönüş istikametinde, alçak basınç bölgelerindeyse saatin aksi
yönünde esmesine neden olur.
Kısacası programda sorduğumuz sorunun cevabı bu yüzden
şöyle olmalıydı: "Giderden akan su, saat yönünün aksi istikametinde
döner!" Soru oldukça başarılı oldu, zira seyircilerimizin katılımı
çok yüksekti. Bunu takip eden günlerde redaksiyon çalışanlarının
incelediği binlerce cevap geldi. Çocuklar, yetişkinler, fizikçiler ve
fızikçi olmayanlar cevap yazmıştı ancak sonuç şaşırtıcıydı: Seyircilerin
yarısı saat yönünde, diğer yarısıysa saat yönünün aksi diye cevap
vermişti. Hatta bazıları su bir o yana bir bu yana dönüyor cevabını
vermişti. Meslektaşlarımdan birisi bana, "Cevabından emin misin?"

• 277 .
diye sordu. Elbette emindim; bu konu her fizik dersinde geçer ve
pek çok kitapta ve kurslarda, banyo giderinden akan su, Coriolis
kuvvetine örnek olarak verilirdi. Bir fizik kitabı açıp konunun geç­
tiği yeri gösterdim ancak arkadaşım yine de şüpheliydi: "Ben de
evde denedim; sonuç farklı!" Kısa bir süre sonra ofisin mutfağına
geçtik ve Javaboyu suyla doldurduk. Lavabo dolarken ben de alçak
ve yüksek basınç alanlarını ve ekvatorcia bu olaya rastlanmadığını
anlatıyordum. Hayır -hiç şüphe yoktu- cevap kesindi. Sonra tıkacı
çektim ve birlikte suyun nasıl aktığını gözlemledik. "Tıpkı teoride
anlatıldığı gibi işte!" Su saat yönünün tersine akarak boşaldı ve içimi
bir güven duygusu kapladı. . . Fiziğt> her zaman güvenilebilir!
Fakat su boşalır boşalmaz şüpheci meslektaştın -ki bir fizikçi
değildi- Javaboyu yeniden doldurdu ve deneyi tekı-arladı. Su, bu
sefer saat yönünde dönerek akıyordu. "Gördün mü? Doğru değil!"
O öğleden sonra deneyi pek çok kez yineledik. Borulardan epey
bir su aktıktan sonra, artık şüphe yoktu: Suyun akış yönü deği­
şiklik gösteriyordu ve ben kendimi, Bay Coriolis ve yeryüzünün
rotasyonu tarafından aldatılmış gibi hissediyordum. Birkaç telefon
görüşmesinden ve hesaplamadan sonra banyo küvetindeki suyun
akışında Cariolis'in neredeyse hiç etki etmediği ortaya çıktı. Gider
borulanndaki en ufak bir eğim değişikliği, eğik bir lavabo deliği
ya da hafif bir kireç birikintisi gibi farklı akım olguları, suyun akış
yönüne Cariolis'ten çok daha fazla etki edebiliyordu.
Bir sonraki pazar günü program yayını sırasında geri adım at­
mak zorunda kaldım ve seyircilere şaşırtıcı sonucu anlattım. "Evd,
su dönerek akar, ancak benim düşündüğüm gibi değil!"
Bilimsel düşünce biçimimiz, basitleştirme ve genelierne prensibi
üzerine kurulmuştur. Doğa olayları, çeşitliliklerine rağmen basit bir
temele oturtulur ve bütün doğa kanunlarıyla açıklanabilir duruma

• 278 .
getirilir. Çoğu zaman olaylar bilinçli olarak basitleştirilir ancak
gerçek yaşamda her zaman bu idealleştirilmiş varsayımlar ve basit
formüllerle yetinilmez.

• 279 .
Bitlere ka rş1 ne yapiiabiiir?

96

Sadece ABD'de çocuklar bu bit sorunundan dolayı -birbirlerine


eldendikleri takdirde- yılda ortalama 1 2 ila 24 milyon okul günü
kaybetmektedir! Anneler çaresiz ancak çocuklar mutlu, zira birkaç
gün okula gitmekten kurtuluyorlar. Bitler inatçıdır!
Bitlerin temizlik ya da sosyal statüyle bir ilgisi yoktur ve bizim
okullarımızda ve kreşlerimizde de oldukça yaygındır. Bu böcekler
uçarak ya da sıçrayarak bir kurbandan diğerine geçmez. Geçiş ge­
nelde doğrudan saçtan saça bulaşarak gerçekleşmektedir. Kreşlerde
ve ilkokullarda bit sorunu daha sık görülür, çünkü burada çocuklar
daha sık öpüşüp koklaşır.
Bitler kaşındırır, çünkü yalnızca insan kanıyla beslenir. Her iki üç
saatte bir kafa derisini ısırır ve bu ufak yaralar enfeksiyon kapabilir.
Bitler çok çabuk çoğalır; günlük olarak 4 ila 1O yumurta bırakır. Bit
yumurtası olan bu sirkeler saç diplerine bırakılır. Tıpkı saç kepeğine
benzerler ancak bunlar saç dibine yapışır. Her üç haftada bir yeni
bir nesil gelir: Yaklaşık sekiz gün geçtikten sonra sirkelerden yeni
larvalar çıkar ve takip eden on günün sonunda yeni bitler döllenir!
Bu minik yaratıklara karşı ne tür esaslı kürler uygulandığı görmek
şaşırtıcıdır: Çeşitli yağlar ve sıvılar, benzinle yıkamak, uzun sauna
seansları... Ancak bitler oldukça inatçıdır ve bu eski yöntemlerin
hiçbiri işe yaramaz! Bitlere karşı etkili olan sadece üç yöntem vardır:
Kimyasallar, bit tarağı ve sıcak.
Kimyasal ilaçlar, örneğin başere öldürücü içeriği olan şampu­
anlar çok işe yarar ancak doğru kullanılmaları gerekir: içeriğindeki
öldürücü zehirler sadece canlı bitleri yok eder; sirkeleri değil! İ lk
uygulamadan sonra, başlangıçta her şey yolundaymış gibi görünür

fakat aynı işlemi bir sekiz gün sonra yinelemek gerekir, böylece yeni

yumurtadan çıkan bitler de yok edilmiş olur.

Bit tarağı da bir önlem olarak işe yaramaktadır, ancak dikkatlice

uygulanmalı ve işlem pek çok kez tekrarlanmalıdır. Saça yerleşmiş

her bit yakalanmalıdır ve bu pek kolay bir iş değildir.

Ayrıca yeni bir buluş da yardımcı olabilecek gibi görünüyor: Utah

Üniversitesi'ndeki araştırmacılar özel bir fön geliştirdi: LouseBuster.


Fön makinesi 60 derecelik bir hava akımı üretiyor ve bitleri kurutu­
yor. Ürünlerini denemek amacıyla araştırmacılar ve birkaç gönüllü

kendilerine bit bulaşmasına izin verdi ve sonra da Lousebuster'ı

kullandı. Sonuç oldukça başarılıydı: Protatip fön makinesinin 30


dakikalık kullanımından sonra tüm bitler hertaraf edilmişti! Ancak

ürünün lansmam sırasında küçük bir sorun yaşandı: Araştırmacılardan

birisinin deneye katılmak istememiş olan karısı birden kaşınmaya

başlamıştı. Teşhis: Bit!

Benim çocuklarıma da bir keresinde bit bulaşmıştı ve evde büyük

bir yaygara kopmuştu. İlk kimyasal uygulamadan sonra tüm bitlerin


yok olmuş olması gerekiyordu. Mikroskobumu çıkardım ve geriye

kalan sirkeleri dikkatlice incelemeye başladık. Karım çaresizdi ancak

çocuklar çok heyecanlanmıştı. Yaşayan bir sirkeye her rastlayışımızda

çığlıklar yükseliyordu: "Ooo bak, hala. yaşıyor! Yuppii! Okula gide­

meyeceğim:' Okula gitmeme olasılığı büyük bir motivasyondu ve

çocuklarımın bu kadar uzun süre mikroskobun başında kaldığını

şimdiye kadar hiç görmemiştim. Sekiz günün ve titiz araştırmala­

rın sonunda saçlardaki mikroskobik yaratıkların dünyasında hayat

belirtisi kalmamıştı. Bit sorunu çözülmüştü. Karım mutluydu ancak

çocuklar üzgündü: Yeniden okula gitmek zorundaydılar.

• 282 .
Çoraplar ma ki nede y1kan1rken neden yorgan
k1hf1 n 1 n içine dolar?

97

Çamaşır makinesindeki, çeşitli kıyafetlerin ağzı açık unutulmuş


yorgan kılıfının içine dolması olayı sizin de başınıza geldi mi?
Çamaşır makinesi doldunılurken tambura, gömlekler, pantolonlar
ve çoraplar gibi çeşit çeşit kıyafetler atılır ve bazen de aralarında bir
yorgan kılıfı olur. Yıkama işlemi esnasında bu karmaşa sürekli ola­
rak birbirine girer. Arada, makinelerin ısiatılması sırasında molalar
olur. Yorgan kılıfının sadece bir tarafı açıktır. Makinenin yüküne
göre şu olay gerçekleşir: Tamburda çok fazla çamaşır olmadığında,
hareketsiz kılıfın ağzı suyun içinde açılır. Bazen küçük bir kıyafet
parçası tesadüfen kılıfın ağzından içeriye girer. Makinenin durma
ve karıştırma evreleri arasında bu kıyafet parçası yavaş yavaş kılıfın
dibine doğru ileder ve yeniden dışarıya çıkması ihtimali gittikçe azalır.
Yani yorgan kılıfları açık bir tuzak gibi çalışır. içeriye girmek
çıkmaktan daha kolaydır. Balık kapanları da buna benzer bir pren­
sibe göre çalışır. Bir tarafları açık olmasına rağmen, içeriye giren
balıklar, bu basit labirentte özgürlüğe giden yolu tekrar bulamaz.
Balıkların aksine, çoraplarda büyük bir özgürlük dürtüsü yoktur...
Ev işlerinin içinde buna benzer pek çok olay vardır ve buralarda
da 'içeriye girme ihtimali' ile 'dışarıya çıkma ihtimali' ilişkisi söz
konusudur. Bu ilişkide iki taraf eşit olmadığında bir şeyler birikir:
Ö rneğin; tozlar, köşeleri ya da fazla esintinin olmadığı özel yerleri
tercih eder. Söz konusu bu yerlerden dışarıya çıkma ihtimali dü­
şüktür! Toz bir kere bu yerlere girdiğinde, kendi başına buradan
çıkmanın yolunu bulamaz ve zamanla topaklanmaya başlar. Tozlar

• 283 .
topaklandıkça etkisi artar, zira ne kadar toz ve saç bir araya gelirse,
oluşturdukları yapı o kadar ağırlaşır.
Toz ve çoraplar tutsaklık konusunda aynı kaderi paylaşır.

• 284 .
Birisinin aynada kend ini tam boyutuyla göre­
bilmesi için aynan1n ne kadar büyük ol masi
gerekir?

98

Yıllar, hatta on yıllar boyunca okul sıralarında pinekledik. Latince


kelimeler ezberledik, Fransız Devrimi'nin önde gelen isimlerini öğ­
rendik, sayısız matematik denklemini çözdük ya da sabırla asitleri
birbirine karıştırdık ve bardakta renklerinin değişmesini bekledik.
Peki, tüm bunlardan ne fayda sağladık? Hiçbir şey! En basit günlük
sorun karşısında bile okulda öğrendiklerimizin hiçbiri faydası ol­
muyor: Birisinin yansımasında kendini tam boyutuyla görebilmesi
için aynanın ne kadar büyük olması gerekir?
Çoğu kişi konunun doğru duruşla alakah olduğunu düşünür.
Ö rneğin; küçük bir el aynası ve yeterince uzun bir kol problemi
çözebilir. Ancak bir kez denendiğinde, bunun işe yaramadığı fark
ediliyor. Ayna aslında içine düşen ışığı yansıtır.
inanmazsınız belki ama okul zamanlarınız sizi şunu öğrenmek
zorunda bırakmıştır: "Giriş açısı eşittir çıkış açısı:'
Aynada gördüğümüz görüntü, doğrudan doğruya gözlerimize
ulaşan yansıma ışınlardır. Bu yüzden aynanın diğer tarafında ters
yansımamızı görüyor gibi oluruz. Kafamızın içinde, ışınları uzatıp
aynanın "arkasında'' yer aldığımızı varsaydığımız bir yansıma yara­
tırız. Aynadan uzaklaştığımızda, aynadaki görüntümüz de uzaklaşır.
Aradaki mesafeyi büyüterek de kendimizi göremez hale gelmiş oluruz.

o 285 o
Bu arada sağ ile sol doğal olarak yer değiştirir. Örneğin; ben sol
elimde bir kalem tutarken, buna karşılık aynadaki yansırnam kalemi
sağ elinde tutar. Ancak aynada kendimi tam boyutumla görebilmek
için, yansıyan ışık hem kafaını hem de ayaklarımı kapsamalıdır.
Yalnızca bu şekilde kendimi tam boyutumla görebilirim.

Denediğinizde keşfedeceksiniz: Aynada birisinin kendini tam


olarak görebilmesi için aynanın, kişinin boyunun en az yarısı kadar
büyük olması gerekir.

Dediğim gibi, uzaklık burada bir rol oynamaz, zira aynadaki


yansıma da uzaklık farkını uygular.

Küçük bir aynada kendinizi tam olarak görebilmeniz için ayna


yüzeyinin dışbükey olması gerekir. Böylece yansıyan görüntü kü-

• 286 .
çültülür ve uygun açıyla çerçeveye sığarsınız. Bu prensibi arabaların
dikiz aynalarından bilirsiniz. Dışbükey yüzeyle daha iyi bir görüntü
elde edilir. Bunu okulda niye anlamamıştık ki?..

• 287 .
Lotoda neden 1 , 2, 3, 4, 5, 6

ra ka mlar1n1 tercih etmemel iyiz?

Sayl lar, lütfen!

,.. ,· .., _ ' -


S 1f1r nereden gel i r?

99

"Sen bir sıfırsın!" dendiği duyulur bazen: "Hiç" kulağa negatif geliyor
ama "hiç" nasıl kötü bir şey olabilir ki?
Çocuklar sayınayı öğrendiklerinde, bunu parmaklarıyla yapmayı
severler. İki ve üç, eşittir beş. Sadece konu sıfır olduğunda sorun
vardır; onun için bir parmak yoktur.
Sıfır gerçekten de özel bir rakamdır. İnsanlar uzun süreden beri
sayı saymalarına ve hesap yapmalarına rağmen sıfır eksikti. Roma
rakam sisteminde de sıfır rakamı yoktu. "Hiç" insanlar tarafından
anlaşılmamıştı.

I II III IV V

VI VII VIII IX X

Kullandığımız sıfır, Hindistan'da bulunmuştur. ı 3. yüzyılın


başlarında, İtalya ve Arabistan arasındaki ticari ilişkiler sayesinde
Avrupa'ya geldi. Burada uzun zaman şeytanın icadı olarak görüldü.
Avrupalılar eski hesap tablolarından ayrılmak istemiyordu. Sıfır,
yani 'hiç: hiç olmamalıydı. Çünkü Avrupa'da 'hiç'; yasaklanmış olan,
Tanrısız bir mekandı, bir tabuydu! 'Boşluk korkusu', horror vacui,
yüzyıllar boyunca batılı filozofve doğa bilimcilerin zihnine kazınmıştı.
Matematik üstadı Adam Ries, ı 6. yüzyılda Arap rakamlarıyla
modern hesaplamayı oluşturdu. Sıfırla her seferinde bir basamak
artırılıyordu: ı o, ı oo, ıooo. Onun metoduyla çarpma ve bölme ko-

• 29 1 •
laylaşmıştı. Bugün hesap yaparken Adam Ries'e göre yapıyoruz. İşte
aynı Ries, sıfır rakamına da hak ettiği yeri kazandırdı.
Dilde bile sıfırın katettiği uzun yollar görülebiliyor: Köken ola­
rak Hintçe sunya adından, Arapça sifr oluşmuştur. İtalya'da zefiro'ya
çevrilmiş ve Venedik şivesinde zero' olmuştur ve farklı yollar katede­
rek İngiltere'ye zero olarak gelmiştir. Fransızlar kelimeyi cyfre, daha
sonra da chiffre olarak kullanmışlardır. Son olarak Almanya'daysa sıfır
zeifer olarak alınmıştır. Kelime bugün bile bu devrimi hatırlatıyor.
Bilgisayar, dünyamızı O ve 1 'lere ayırıyor. Ö ğrenmemiz uzun
zaman aldı ancak artık biliyoruz: Sıfır, "hiç"ten fazladır!

• 292 .
1 3 say1s1n1 özel k1lan nedir?

1 00

Bazen doğru sayı sayamadığımız izlenimi oluşabiliyor: Bazı bina­


larda 13. kat eksik oluyor, otellerde 13 no'lu oda ve uçaklarda 13.
sıra olmuyor. Yüksek teknolojiye sahip toplumların içinde bile hala
bazı batıl inançlar mevcut. Peki, 1 3 sayısı neden uğursuz sayılıyor?
Belki de bunun arkasında komşu sayı vardır: 12. Konu bölme
olduğunda, 12 sayısı son derece pratiktir. 12 = 2x6, 3x4, 4x3, 6x2.
Bu yüzden 12 ay, 12 havari, 12 burç olması ya da bir oktav sesin 12
yarım sesten oluşması hiç şaşırtıcı değil.
Düzine hesabıyla sayma geleneği çok eskidir. Geçtiğimiz yüz­
yılların ticaret trafiğinde 12 sayısı pratik nedenlerden dolayı çok sık
kullanılmıştır. Bölünmesi basit; düzenlenmesi, toplanması kolaydı.
Bugün bile yumurtalar 1 2 adet olarak satılır ve bira kutuları da al­
tılı paketlerde daha rahat taşınır. Tesadüfe bakın ki Avrupa Birliği
bayrağında da 12 yıldız vardır. Halbuki, Avrupa Birliği üyelerinin
sayısı daha fazladır. 12 sayısı eksiksizdir!
13 sayısıysa bu düzeni bozmaktadır. Bir düzineden bir fazladır.
Bunun dışında 13 asal sayıdır; yani 12'nin tam tersi olarak daha küçük
bir sayıya bölünmez. Bir kere olsun 1 3 şekeri çocuklar arasında eşit
paylaştırmaya çalışın; her zaman kavga çıkacaktır. 1 3 düzene karşı
gelmekte ve her türlü simetriyi reddetmektedir. Uğursuz sayılma­
sının ardındaki nedenin, bu matematiksel özelliğinde ve düzineyi
bozmasında yatıyor olması muhtemeldir.
Bu yüzden masallarda kötü olan 13. periyi görürüz. Dindeyse
günahın sayısıdır: İncifde 13. bölümün konusu Hristiyan karşıtlığıdır
ve Yahudilerin Kabala'sı 1 3 kötü ruhu tanır...

o 293 o
Objektif olarak bakıldığındaysa, 1 3 sayısını herhangi bir olum­
suzlukla bağdaştırmak mümkün değildir. Onunla hesap yapmak
hiç pratik değildir ancak -tüm batıl inançlara rağmen- bu onun
uğursuzluk getirdiğini göstermez! Başka kültürlere bakıldığında,
1 3 sayısının uğur getirdiğine inananların olduğu görülüyor. Hatta
Meksika'da kutsal sayılıyor!

o 294 o
Dijital ne demektir?

1 01

Ay'a ilk inişten tam üç hafta önce ilk televizyonumuzu almıştık. Anne
ve babamın arkadaşlarından hediye olarak gelen eski, siyah beyaz
bir modeldi. Ancak televizyonun maalesefbir arızası vardı: Görüntü
sabit değildi ve keyfine göre dönüyordu, arada bir resim sabitlendi­
ğindeyse, bu kez ses çıkarıyor ve karlanıyordu. Birkaç denemeden
sonra annem bir püf noktası bulmuştu: Ne zaman televizyonun
üzerine büyük bir metal parçası koyulsa, görüntü kalitesi iyileşiyordu.
Her şeyi denedik; ütü, tava, alet kutusu, ancak televizyon, en iyi
sonucu dedemin havalı tüfeği üzerine yerleştirildiğinde veriyordu.
İster John Wayne Latamy Kalesi'ni savunsun, ister Daktari bilmem
kaçıncı kez terk edilmiş bir leopar yavrusunu kurtarsın isterse de
Neil Armstrong ilk uzay yürüyüşünü gerçekleştirsin, her durumda
tüfeğin narulusu izleyeniere doğrultulmuş oluyordu. Bir sonraki te­
levizyonumuzun anten desteğine ihtiyacı yoktu, kısa bir süre sonra
da kablolu televizyon ve uydu alıcıları evimize düzinelerce kesintisiz
ve arızasız kanal getirdi.
Bugünse yeni bir devrim yaşıyoruz: Dijital televizyon. Bugüne
kadar her bilgi formu, kendi taşıyıcısıyla birlikte geliyordu. Yazı kağıt
üzerine yazılıyor, fotoğraflar fotoğraf kağıdına basılıyor ve film ile
müzik bantlara ya da plaklara kaydediliyordu. Her bilgi formunun
kendine has bir uygulaması vardı. Ancak yeni dijital teknolojiyle
birlikte bunların tamamı, ortak bir taşıyıcıyla iletiliyor. Yazı, film
ve müzik arasında artık nitel bir fark kalmadı, çünkü kısa ve uzun
seslerden meydana gelen ve Mors alfabesine benzer şekilde sıfır ve
birierin birleşiminden oluşan bir rakam dizisiyle kodlanabiliyor.

• 295 .
Çocuklar, bu prensibin arkasında yatan şeyi iyi bilir: Sayılara
göre boyamak Bu tür resimlerde her renk bir sayıyla gösterilir. 1 =
sarı, 2 = kırmızı, 3 = mor gibi. Resmin enformasyonu sayılarda gizlidir
ve ancak boyanıp, sayılar renklere dönüştürüldüğü zaman ortaya
çıkmaktadır. Sayılar resme dönüşür. Resim önce sayılar şeklindedir;
dijital. Bu kelime, 'sayı' anlamına gelmektedir ve Latincede parmak,
anlamına gelen digitus'tan türemiştir.

·
---------------..--....-'"""'
... .....�....·�.'ı<\:'·

Sayılar bilgisayarların yurdudur, zira bu aletler saymak ve depo­


lamaktan başka bir şey yapamamaktadır. Bir resim dijital formdaysa
yani sayılardan oluşuyorsa, basit bir hesap programıyla kolaylıkla
değiştirilebilir. Bu yüzden her bilgisayar bir resmin renklerini so­
runsuz olarak değiştirebilir. Sarıdan kırmızı, kırmızıdan mor olur...
Bunun için sayıların renklerini bir yenisiyle değiştirmek yeterlidir.
Bu yer değiştirme oyunu sadece renkler için değil, ses ve harf­
ler için de geçerlidir. Bu şekilde alfabeyi de sayılara dönüştürmek
mümkün: 1, 2, 3 ... ve bu şekilde bir harf kodu bile elde edilebilir.
Çocuklar bu şekilde kendilerine gizli diller yaratıyor; benzer prensip

• 296 .
bilgisayar klavyeleri için de geçerlidir. Her klavye dokunuşuyla bir
harf dijitalleştiriliyor ve belirli bir sayıya dönüştürülüyor. Bu düzen­
leme kodu örneğin ASCII (Bilgi Değişimi İçin Amerikan Standart
Kodlama Sistemi) kodunda şu şekilde görünüyor:
F = 70, I = 73, S = 83, C = 67, H = 72

Bu dijitalleştirme işlemi hemen hemen her şeye uygulanabi­


lir: renkler, harfler, ses dalgaları, sıcaklık ya da parlaklık Her şey
sayılara dönüşebiliyor ve bunun birçok avantajı var: Bu sayılar işle­
nebiliyor, saklanabiliyor ve sonra geri çağırılabiliyor; hem de kalite
farkı olmadan!
Renkli bir fotoğrafı kopyaladığımda, her zaman renkler hafif
de olsa değişir. Kopya her zaman orijinalden biraz daha kötüdür.
Sayı tablolarının kopyalanmasındaysa, hiçbir enformasyon kaybı
olmaz ve sayıları okuyabildiğim sürece resimde sayıların renklere
dönüştürülmesiyle renkler orijinalindeki gibi olur. Dijital verilerde
orijinal ile kopya arasında bir fark olmaz. Hem de renk, ses ya da
başka herhangi bir veri olması fark etmez. Renkli dijital resim, bü­
yük bir alandaki noktalardan oluşur ve her bir noktanın kendine
özel renk sayısı vardır. Ö rneğin; mavinin birçok tonu olduğundan
her bir mavi renk tonu ve her bir ışık farklı bir sayıyla düzenlenir.
Bu yüzden tek bir dijital fotoğraf, birkaç milyon sayıdan meydana
gelmektedir. Bir çocuğun böyle bir resmi boyaması aylarını alırdı
ama bir dijital kamera, bu işi bir saniyede yapmaktadır!

o 297 o
Taksitli alişverişier neden daha pahahya gelir?

1 02

Toplumumuz çok sabırsız ve bu durum alışverişte kendini çok belli


ediyor. istenen eşyayı alabilecek kadar parayı biriktirene kadar bek­
lemek yerine birçok insan taksitli alışverişi tercih ediyor: Bugün al,
takside öde.
Başta kulağa çok mantıklı geliyor, çünkü istenen eşya hemen
eve getirilebiliyor fakat düşük taksidere yüksek faiz ekleniyor ve
sadece hesap yapmayı bilen biri, bu sabırsızlığın başkalar�ı ne kadar
zengin ettiğini görüyor.
Basit bir örnek: Büyük bir mağaza bir televizyonu 599,99 avro
gibi uygun bir fiyata satıyor. Oldukça cezbedici bir kampanya: Şimdi
al, 77 gün sonra ödemeye başla, hem de düşük aylık ödemelerle,
24 ay taksitle!

Bu alışveriş, taksitlerden dolayı işlenen faizin dışında, ödemenin


geç başlaması yüzünden ücrete ek bir faizin bindiğini gösteriyor. Tti.ın
bunları alt alta koyup topladığınızda sonunda 703, 1 9 avro gibi bir
fiyata ulaşıyorsunuz. Yani fazladan 100 avro kadar bir para ödemiş
oluyorsunuz!
Oyun konsolları, spor aletleri ve hatta iç çamaşırlarının bu şe­
kilde çok daha pahalıya satıldığına kesinlikle inanmazdım. Sonuç:
Giderek daha çok kişi faiz tuzağına düşüyor. Şu anda Almanya'da
bu şekilde borç batağına saplanmış üç milyondan fazla kişi var!
Doğu Almanyaöa her on kişiden birisi aşırı derecede borçlanmış
durumda! Yani görünür süreç içinde bu kişilerin gelirleri, borçlarını
ödeyemeyecek kadar az.

• 299 .
Borçla yaşıyoruz, astronomik rakamlardaki devlet borçları da
bunu gösteriyor. Aile bütçesinden ödediğimiz her 7 avro'dan l'i borç
faizine gidiyor ve görünürde bir borç azalması da yok. Ancak yine
de şanslıyız, zira bugünlerde faizler düşük. Ortalama faiz oranları­
nın % l 'lik bir artışı yıllık borç faizini 1 5 milyar avro artırır. Ancak
yine de faizlerin düşük olması önemli değil. Sonuçta fıyat yüksek!

Ötelemeli24 aylık taksitli alışverişin faiz hesabı


Anapara 599,99 €
Öteleme Faizi 9,90 €

Taksit Faizi 93,60 €


Toplam 703, 19 €

• 300 .
Denizcilik hesaplamalarinda neden deniz mili
ku l l a n 1 h r?

1 03

Günümüzde mesafe belirttiğimizde kilometreyle hesap yaparız. Fakat


bir istisna vardır: Deniz yolculuğu. Burada başka bir mesafe birimi
kullanılır. Deniz mili.
Deniz yolculuğunun tarihinde uzun süre büyük karmaşalar ya­
şandı, çünkü her ülke ve her bölge kendi mesafe ölçüsünü kullanırdı.
Milin geçmişi antikçağa kadar dayanır. Bu kelime, Latince mille'den
gelmektedir ve ı 000 anlamına gelmektedir. Romalı askerler için bir
mil, 1000 çift adımdı. Bu da ortalama ı 480 metreye denk geliyordu.
Deniz miliyse ı 852 metredir ve kökeni çok pratik bir meseleye da­
yanmaktadır: Ekvatorun çevresi bir şerit olarak düşünülürse, bu şerit
360 dereceye bölünebilir. Her derece de kendi içinde bir dereceye
bölünüyor ve her biri 60 ark dakikasına bölünebiliyor. Deniz mili,
bir ark dakikasının ekvatora uzaklığına eşittir.
Deniz haritaları da bu şekilde oluşturulmuştur ve bunun pra­
tik bir nedeni vardır: Harita üzerindeki paraleHere göre mesafeler
kolayca hesaplanabilir: ı derece, 60 deniz milidir.
Eğer bir gemi ekvatorun çevre­ Başlangıç meridyeni

sinde saatte bir deniz mili hızla yol


alıyorsa, kaptanın hesap yapması çok
kolaydır: 60 saatin sonunda, gemisi
60 ark dakikası, yani tam olarak bir
derece yol almış demektir ve bu,
büyük bir hesaplama yapılmadan,
haritadan kolaylıkla okunabilir. Bu

• 301 •
yüzden denizciler için deniz mili, kilometreden çok daha pratik bir
mesafe birimidir. Havacılıkta da bu harita ilişkisi nedeniyle deniz
mili kullanılmaktadır.
Biz kara fareleri için, milleri kilometreye kolayca çevirebilmenin
bir yöntemi vardır: Deniz milini alıp ikiyle çarpın ve sonuçtan %10
çıkarın. Sonuç, kilometre olacaktır. Ö rneğin; S O deniz mili = S O x
2 = 100 - % 1 O yani 90 kilometre .

• 302 .
Lotoda neden 1 , 2, 3, 4, 5, 6 say1lar1n1 işa ret­
lememeliyiz?

1 04

Şans oyunlarında her zaman kaybederim ancak doğru tüyolarla

zengin olan insanlar var. Sizin için bilimsel bir tüyom var: Hiçbir

zaman 1 , 2, 3, 4, 5, 6 sayı kombinasyonuna oynamayın. Neden mi?

Lotoda, ı 'den 49'a kadar sayılar olan kuponda, 49 sayıdan 'altı

şanslı sayı' işaretliyorsunuz. Sonra da kuponu yatırıp büyük ikra­

miyeyi kazanmayı umut ediyorsunuz. Ardından çekilişte milyoner

olup olmadığınızı öğreniyorsunuz.

Varsayalım ki -dediğim gibi benim başıma daha hiç gelmedi­

doğru tahminlerde bulundunuz. Tercih ettiğiniz sayılar doğru çıktı.

Bunun gerçekleşme ihtimali çok küçüktür ve oranı tam olarak ı 'e

1 3.983.8ı6öır. Kırk dokuz sayıda altı sayıyı tuttutma olasılığınız budur.

Fark etmez; siz kazandınız! Büyük bir kutlama yapmadan önce

dikkatli olun, çünkü doğru tahminde bulunan tek kişi siz olmayabi­

lirsiniz... Bu durumda ikramiye böl.ünüyor. Eğer doğru bilen sadece

sizseniz; tebrikler! Fakat çoğu zaman başkaları da şanslı numarayı

tutturmuş oluyor. Bu genelde belirli sayı kombinasyonlarında ya­

şanıyor. ı , 2, 3, 4, 5, 6 bunlardan biri. Örneğin yaş gününüzün

rakamlarını seçmek de çok iyi bir fikir değil çünkü pek çok kişi

ı 9XX tarihinde doğmuştur ve dolayısıyla ı 9 sayısını işaretler. ı 9

sayısı en çok işaretlenen sayıların başındadır ve bu sayıyı 2, 3, 4, 5,

6, 7, 8, ı o ve ı 2 takip eder.

10 Nisan 1 999'da Almanya'da şu sayı kombinasyonu kazanmıştı:

2, 3, 4, 5, 6, 26. İçlerinde sadece ı eksik. 3 8.008 kişi bu beş sayıyı


bildi ve kişi başına düşen ikramiye 379,90 Alman Markı'ydı .

• 303 .
Uyanıklık yapıp farklı kombinasyonlar denediğinizde, örneğin
çifili sayılar, ı ı , 22, 33, 44 gibi, daha iyi bir sonuç çıkmıyor, çünkü
yine yalnız olmuyorsunuz! Aynı durum azalan sayılar için de geçerli:
49, 48, 47, 46 . gibi.
..

Her türlü sistem şansınızı azaltır. Sayı seçmedeki sır, herhangi


bir örneği takip etmemektir, çünkü sayıların gelme ihtimali her
zaman aynıdır; önemli olan sayıları tek bilen olmaktır.
Ne kadar ilginç bir oyun: Birçok insan loto oynuyor ancak herkes
birbirinden farklı olmaya dikkat etmek zorunda!

• 304 .
Seyi rci Jokeri hakk1 n 1 ku l l a n m a k ne kadar
güvenilird i r?

1 05

Yarışmacı tık.andı; yardım isteyen gözlerle sunucuya bakıyor. Doğru


cevap hangisi: A, B, C ya da D? Elektronik ses sistemi yarışmacının
kalp atışlarının sesini yükselterek yansıtıyor. Parlak spot ışıkları ceha­
letin vurdumduymazlığını aydınlatıyor. Yarışmacı ameliyat masasına
yatırılmış bir kazazede gibi. Bilgi yarışmaları yarışmacıların çare­
sizliği üzerine kurulmuştur! Şık giyinimli sunucu soruyu tane tane
ve her kelimeyi vurgulayarak keyifle tekrarlar ve bu arada kamera
yakın çekimde tereddüt içindeki yarışınacıyı gösterir. Ne de olsa çok
büyük bir meblağ söz konusu; doğru cevap bir araba değerinde...
Biraz sonra kurtarıcı öneri geliyor: "Seyirci Jokeri'nizi kulla­
nabilirsiniz!"
Yarışmacımız birkaç dakika sonra, seyircilerin büyük çoğun­
luğunun işaret ettiği D şıkkım seçiyor. "Cevabın D seçeneği olup
olmadığını... reklamlardan sonra öğreneceğiz!"
İstatistikler, "Kim 500 Milyar İster?" ·yarışmasının ABD versi­
yonunda 200 seyirciden oluşan seyirci jokerinde verilen cevapların
doğruluk oranının %91 olduğunu gösteriyor. Bu oran, yarışmacıları
bir sonraki soruya taşıma oranı %65 olan telefon jokerinin doğruluk
oranından yüksektir.
Birçok insan ortalama tahminlerde şaşırtıcı derecede yüksek
oranda doğruyu biliyor. Bu gerçek, bundan yüz yıl önce keşfedil­
miş: 1906 yılında Charles Darwin'in yeğeni olan Francis Galton,
Plymouth yakınlarında yapılan bir hayvancılık fuarını ziyaret et­
mişti. Fuardaki" birçok etkinliğin arasında bir de tahmin yarışması

• 305 .
yapılıyordu. Amaç, bir öküzün ağırlığını olabildiğince doğru tahmin
etmekti. Ziyaretçiler bir kart dolduruyor ve en yakın tahmini yürüten
kişi yarışınayı kazanıyordu. Sıradan halk ve hayvancılık konusunda
uzman kişiler şanslarını denedi. Galton 787 tahmini analiz etii ve
şaşırtıcı bir sonuca vardı: Tüm tahminierin ortalaması, öküzün ger­
çek ağırlığına çok yakındı. Halkın ortalama tahmini tam isabettil
Araştırmacı, sonuçları Naı-ure dergisinde Vax populi (halkın sesi)
başlığı altında yayımladı.
Galton'ın yayınından yaklaşık yüz yıl sonra "Quarks&Co" isimli
televizyon programındaki çalışma arkadaşlarımla birlikte benzer bir
deney gerçekleştirdik. Seyircilerimiz, stüdyocia bulunan bir k;lsenin
içindeki renkli misketlerin sayısını tahmin edecekti. İnternette bununla
ilgili bir sayfa hazırlamıştık. Yayından sonra heyecanla sonuçları
gözden geçirdik: Dört günün sonunda yaklaşık 16.000 seyirci oy
vermişti! Kasenin içinde 5.780 misket vardı. Seyircilerin tahminlerinin
ortalamasıysa 5.718Öi! Tahmin edenlerin sadece %0,47'si tam sayıyı
bilmişti. Bazı seyirciler çok alakasız sayılar vermişti ancak ortalaması
alındığında şaşırtıcı derecede yakın bir sonuç elde edilmişti.
Tahmin deneyimiz, dünyada bu türde yapılmış en büyük test­
lerden biriydi ve Galtonöan yüz yıl sonra Nature dergisi bizim so­
nucumuzu da yayınladı. Bu deney, televizyonculuk karİyerimdeki en
heyecanlı olaylarından biridir çünkü arkasında çok önemli olduğuna
inandığım bir mesaj yatmaktadır: Gerçeğe ulaşma çabasında her
birimizin önemli birer görevi var...

• 306 .
Almanya'n i n merkezi neresid i r?

1 06

"Merkez" sevilir. Parti kongrelerinde ve yoga seminerlerinde aranan


yerdir, çünkü merkez güven verir ve büyülü bir gücü vardır. Güç
merkeze doğru akar, çünkü varoluşun ağırlık noktası burasıdır...
Derin nefes alın; korkmadan!
Ancak kitabı kapamadan ve kendi arayışımza başlamadan önce
size basit bir soru sormak istiyorum: Coğrafik olarak Almanya'nın
merkezi neresidir?
Ülkemiz uydular tarafından izlenip lazerlerle baştan aşağı ta­
ranmıştır. Cevap gayet açık olmalı, değil mi?
Eğer Hessen, Thüringen ve Niedersachsen arasındaki sınır böl­
gesine gidip çevreye bakarsanız, Almanya'nın merkezi olduğunu
iddia eden pek çok yer görürsünüz. Birleşmeden kısa bir süre sonra
Niederdorla Belediyesi, "Merkez biziz!" diye açıklamada bulundu.
Bir ılılarnur fidanı dikildi ve bir taş yazıt hazırlandı. Dr. Karl-Heinz
Pinger'in hesaplamaları kaynak gösterildi. Birleşik Almanya ve Doğu
Almanya'nın sınırlarından yola çıkarak ve resmi coğrafi koordinat­
lara dayanarak tam nokta koordinatını belirledi: Greenwich'e göre
5 1 derece 1 0 dakika batı, 10 derece 27 dakika doğu. Kuzey-güney
ve doğu-batı kesişim noktası tam burada bulunuyordu.
Bu yöntem oldukça basit görünmesine rağmen Dr. Pinger bu­
nun biraz daha ayrıntılı hesaplanması gerektiğine karar verdi: En
iyi çözüm Almanya'nın yüzölçümünün ağırlık noktasını bulmaktı.
Tüm sınır noktalarının güvenilir verileri olmadığından pragmatik
bir yol seçti: Reader's Digest Dünya Atiası ndaki Almanya haritasını
'

( 1/3.000.000 ölçekli) kesti ve birbirine yapıştırdı.

• 307 .
Sonra da Almanya'nın yüzeyinin yatay olarak orta noktasını
buldu. Merkez bu sefer ilk hesaplamadan 4,5 km daha güneybatıdaydı.

Birkaç yıl sonra, emekli öğretmen Norbert Glöckner daha farklı


bir yöntem denedi: Almanya'nın haritasını iki milimetrelik bir kar­
tonun üzerine yapıştırdı. Sonra da bu haritayı sınırları takip ederek
bir bağ bıçağıyla kesti ve bir çiviye astı. Astığı noktadan da harita
üzerinde dikey bir çizgi çekti. Sonra aynı işlemi başka bir noktadan
daha tekrarladı. Bunu yaparken güvendiği çekül kanununun, her
asma noktasından çekilen çizginin merkezden geçeceği ilkesiydi.
Bu sefer merkez noktası Eichsfeld bölgesindeki Silberhausen çıktı!

Erfurt Üniversitesi Pedagoji Yüksek Okulu'ndan Dr. Burkhard


Happ, Almanya haritasını bilgisayar ortamında 90.000 parçaya böldü.
Bunun üzerine de bir koordinat sistemi yerleştirip noktaları birbi­
rine göre hesaplattı. Bu şekilde hesaplanan merkez noktası bu sefer
Eisenbach'taki Landstreit çıktı!

'�lmanya düz değil, engebelidir!" dedi Münih Coğrafya


Enstitüsü'nden Dr. Rainer Kelm ve ülkeyi mozaik ve çokgenlere
böldü: Yeni bir merkez belirlendi. Göttingen bölgesindeki Krebeck.
Burayı da büyük bir anıt süslüyor!

"imkansız!" dedi bu sefer başkaları . . . Merkezi belirlemenin


imkanı yoktur. Her yöntem ve tanıma göre bir fark oluyor ve ayrıca
Almanya'nın bazı sınırları tam olarak net değildir. Bodensee'de, belediye

başkanının bana söylediğine göre, sınır hattı tam olarak belirlenmiş


değildir. Ayrıca Kuzey Denizi'ndeki birçok ada problemi var. Eğer
bunlar da hesaba katılırsa, merkez noktası kuzeye doğru kayacaktır
ve suların yükselmesi ve çekilmesi durumuna göre de cevap değişir.
Diğer yandan yerin şekil değişikliklerini hesaba katmak gerekir...

• 308 .
Sonuç: Almanya'nın merkezi neresidir gibi basit bir sorunun
riet, basit ve kesin bir cevabı yoktur. Herkes, uyguladığı metoda göre
haklıdır. Siz de kendi merkezini ararken şunu bilmelisiniz: Bunun
pek çok cevabı vardır!

• 309 .
Hesap yapa biliyor musunuz?

1 07

Yeni bir işe başvurduğunuzu ve işvereninizin size yıllık 100.000 Euro


maaş ve yine yıllık 1 0.000 avro maaş artışı önerdiğini düşünün.
Alternatif olarak da yine yıllık 1 00.000 avro'luk maaş artışını altı
ayda bir yarım yıllık maaşımza 2.500 avro zam teklifinde bulunuyor.

Seçim sizin! (Çözümü bir sonraki sayfada bulacaksınız.)

Matematik garip bir biçimde "içimizden gelen ses"e itiraz ede­

cektir ve yukarıdaki örnek yeteneksizliğimizi, kuvvet serileri ya da

üstel fonksiyonlar hakkındaki bilgimiz gözler önüne serecektir. Banka

faizlerini algılamak konusu bile birçoğumuzu aşıyor ve fınans kuru­

luşları, politikacılar ve satıcıların, "müşterilerinin" bu kör noktasını

kendi çıkarlan uğruna nasıl utanmazca kullandıldarını görmek beni

çok şaşırtıyor. Faiz dönemleri uzatılıyor, borcun biteceği tarih bilinçli

olarak öteleniyor ve ilk bakışta kimse büyüme faktörünün tam olarak

farkına varamıyor. Düşük ödemelere daha yüksek faiz uygulanıyor

ve iyi hesap yapıldığı takdirde insanın bu iyimserliğinin başkalarının

zenginliğine nasıl zenginlik kattığı görülebiliyor.

A risto'nun faizin tehlike oluşturduğunu erken zamanlarda his­


settiği aşikardır. Politika adlı devlet politikası içerikli eserinde faize
karşı düşüncelerini belirtmiştir: "... çünkü para, değiş-tokuş için icat

edihniştir. Faizle para kendi kendine çoğalmaktadır. Faizde tokos para


parayı doğurur. Bu para alım şekli doğaya aykırıdır:' Aristo ahlaki

olarak haklıydı ancak bugün taptancılar ile brokerlerin işlerinde

patlama yaşanıyor. Faiz mantığı milyarlık kredilere olanak sağlıyor;

geri ödemeyi şimdiden kim düşünür ki!

• 311 .
Okulda bizlere yıllar boyunca binom formülleri, eşkenar üçgenleri
ya da iki bilinmeyenli denklemleri öğrettiler ancak günlük hayatta
matematiksel anlamda okuma yazma bilmiyor gibiyiz ...

Çözüm:
Şüpheciler yıllık 10.000 avro artışı fazla bulacaktır ancak dikkat!
Altı aylık artış daha fazladır. Hesap yapıldığında bu durum açıkça
görülecektir:
İki alternatifi de daha iyi karşılaştırmak için altı aylık bilançolar
gösterilmiştir.

A: Yıllık 10.000 avro artış

B: Altı ayda bir 2.500 avro artış

A B
1_ iy��ıY!l +
: :-- - - - - - --·-- ··- ----·
-���ı� �i:%��-
; -- ---- --

-�==!L � ���i !
-;--
T ;
- - - - -�--- -- ------·-· -·------· ·-- - --·--·---------·· - -·-·-
.

_ __ _ _ __ �-- --- : -
_
.

! i - -----:-- ----- -=-- ---_;---o-so. oo--- � - -ı:.soo----t-


_ -- -

- - -5i.5oo :
ı- - - : -- - �- - -- -1 ---·-----------! - ·
ı
. - - - '---------·----·-·· ·---- ·- ----·-·---- - - ·-·-·

' 3
----------
:
�---- ---------------
5.000 1 55.000 ! 55--.000
r--- ---- ı! 5.000
·

: 4 - ----�--- --?�QQ_Q_ _____ _ _;_ ____ ���QQ_!) j 7_._�_Q


_ L.. Ş]: 5_Q�L.. ı
___ __ .

5 _ _ _ __ _ : _l().OO_Q__ __ ___ _ _;_ ___ �Q.QQ_'!__ _l __}_ :Q_QQ i ?_�QQQ_ '


O _ __ __ _ _ __

6 60.000 - : - 1 2 .500
. .. . --
. . - ---·-----
ı 62.500 ---!
-t------ - -
-·- �- --- --

------- ----·--·--- . ·- ___ ]. _ __________________ ]

B teklifinde artış ilk altı ayın sonunda başlar! Kısa vadeli artış
periyodu daha iyi bir sonuç getirir.
Bu örneği televizyon programında verdiğimde, e-posta ve mektup
yağmuruna maruz kaldım (Lütfen bu sefer yazmayın). Çoğu kişi
kesinlikle bir hesap hatası yaptığımı iddia etti ve sonuca inanmak
istemedi. Uzun cevaplar ve telefon konuşmalarından sonra hesabın
doğruluğunu kanıtlayabildim. Burada herhangi bir şaşırtmaca ya

• 312 .
da numara yok. Ben de başlangıçta, doğal olarak duygularıma göre
hareket edip ilk teklifi kabul ederdim. Bu dururnurnun farkında
olduğumdan ve bu tür hesaplar konusundaki beceriksizliğimden
ötürü benim için şöyle bir sonuç çıktı: Buna benzer durumlarda
hislerime güvenmeyeceğim ve hesaplayacağım!

• 313 .
Bu kitapta neden 1 08 böl ü m va r?

1 08

Desimal düşünce biçimi batı kültürüne ait bir şey olsa gerek. Pratik
ve basittir. Kağıt para mantığı ve tablo uygulamalarında düz sayılara
karşı bir sempati vardır: 1 O, 100, 1 000 .. . Bu yüzden bu kitapta da tam
olarak 100 bilimsel hikaye vermek mantıklı olurdu. Sayılara karşı bu
farklı yaklaşımımı "baba memleketim" Hindistan'a borçluyum. Her
sayı farklıdır, kişiliği vardır ve kendine ait bir hayat sürer. Almanya'daki
okullarda çocuklarımız böyle bir şeyi hiç duyrnamışlardır.
Rheinland bölgesinde l l l bölüm en azından karnaval geleneği
açısından kabul görebilirdi ancak 108 "Kölle Alaaf"36 kriterlerine
uymuyor. Enformatikler, kitabı 96 bölüme kadar kısaltabilirlerdi
ve biner sayıların toplamını düşünürlerdi: 64 + 32 = 96 . 96 1 0 =

ı ooooooı + ı ooooo2•

Peki, neden 1 08? Matematiksel açıdan bu sayının birtakım özel­


likleri var: 108, kutsal sayılar olan 12 ve 9'un ürünüdür ve bu sayıların
alışılmadık güçleri vardır. Düzinenin dedi topluluğu, özellikle Asya
toplumlarında bir büyüsü olduğuna inanılan 9'la karşılaşır. 9'u oluş­
turan her sayıdan türetilen sayılar yine 9'a bölünebilir. 1 + O + 8 = 9.
lOS'in güzelliği kuvvetlerinin sonuçlannda da görülür:
108 = lx2x2x3x3x3
Geometri dünyasına bakıldığında da beşgenin köşelerinin iç
açısı tam olarak 108 derecedir.

36 Almanya'nın batı ve güney kesimlerinde yapılan katolik karnavalının Köln şehrindeki


yerel ismidir. ( ed. n.)

• 315 .
Pentagram (beş köşeli yıldız) ise içinde altın oran mucizesini
barındırır: Beş köşenin her bir kısmı, köşegeniyle altın oran ilişkisi
içindedir. Köşegenler de kendi içlerinde tekrar altın oranla bölünü­
yor; kısaca AD, BD ile BD, CD ile aynı orandadır.

108 çok farklı yerlerde de ortaya çıkabiliyor: Basit kareleri yan


yana koyarak karışık kare şekilleri elde edilebilir. Banyo yaparken
hep, duvardaki fayanslarla beynimde çeşitli şekiller oluşturduğum
bu zihinsel oyunu oynardım. Her figür birbirinden farklı olmalı ve

• 316 .
basit bir çevirme ya da ayna etkisiyle oluşturulmarnalı. Polyomino
denen bu şekiller, aynı boyuttaki karelerden meydana gelen ve di­
ğerleriyle en az bir kenan ortak olan farklı fıgürlerdir.
Bu şekilde oluşturulabilen şekillerin sayısı doğal olarak karele­
rin sayısıyla orantılıdır. Örneğin; eğer mümkün olan formları dört
kareden meydana getiriyorsak, beş farklı şekil elde ederiz.

"'---! _,
- _
. ] 1 --

1 1 1 l
----
· -t.---
--=-- "

ı _r

• 317 .
Beş kare kullandığımızdaysa on iki şekil ortaya çıkar.

Yedi kare kullandığımızdaysa 108 farklı şekil elde edilir!

� r t t rr�r f�[t
� r tn r r r � � w � ! f
� r � r r r f r iffı
l t ct t t cr crr � + ctJn
w ff 1 � tı t i J� �
1 cl t 1 � � r g:§ lfa w db w
1 � EW � Ef EW W f � � � �
w � Et1 , Er e:W f � i f � cjb
# Jb §:B @ � f� Effi � cEF � � �

Gökyüzüne bakıldığında da 108 sayısı görülür: Dünya ile Gü­


neş arasındaki mesafe, Güneş'in çapının 108 katıdır. Ayrıca Ay ile
Dünya'nın arasındaki uzaklık da Ay'ın çapının 108 katı kadardır.
Çap ile uzaklık arasındaki bu benzer oran, dünyadan bakıldığında
Ay ile Güneş'in aynı büyüklükte görünmesine neden olur. (bkz.
Güneş tutulması ay tutulmasına oranla neden daha ender görülür?)
Hintli matematikçi D. R. Kaprekar rakamlarının toplamları
ile bölünebilen sayıları Harshad Sayıları olarak isimlendirmiştir.

• 318 .
Doğal olarak 1 08 de bu mutlu sayılar kulübünün bir üyesidir.
Harshad kelimesiyse Sanskritçedeki harsha'dan gelir ve anlamı da
şudur: Mutluluk.

• 319 .
1 9 5 9 doğumlu fizikçi Ranga
Yogeshwar 1 987 ile 2008 yılları
arasında Westdeutschen Rundfunk
[WDR) Köln'de önce redaktör
olarak çalışmış, ardından da Bilim
Bölümü Başkanlığı görevini
üstlenmiştir. Popüler bilim konulu
birçok TV programı hazırlamıştır.
Çalışmalarından dolayı bilim dalında
birçok gazetecilik ödülü almıştır. Eşi,
dört çocuğu, üç kedisi ve bir
köpeğiyle Köln yakınlarında
yaşamaktadır.

Kapak Tasanm1: Yunus Bora Ülke


i
Peter G run berg ,
. .
No bel öd üllü Fizikç

Dünyamız harikalarla dolu. Kuşlar göç ederken, nasıl enerji tasarrufu


yapacaklarını biliyor ve ona göre uçuyor; sinekler, uçuş stratejileri
geliştirip bizi alt adebiliyor ve el ve ayaklarımız karıncalanarak bize
birtakım mesajlar göndermeye çalışıyor. Çok soğuk havalarda, donmuş
bir gölün üzerinde keyif yapan ördeklerin ayakları nasıl oluyor da buza
yapışmıyor dersiniz? Gereksiz gibi görünen bütün bu bilgiler, aslında
hayatın ne kadar mucizevi olduğunun birer kanıtı!

Günlük yaşamımızın koşuşturması içinde, bilmece ve gizemlerle dolu


harika bir dünyada yaşadığımızı kolaylıkla unutabii iyoruz. Ancak basitmiş
gibi gördüğümüz pek çok sorunun cevabını çoğumuz bilmiyoruz.

Merak tek bir soruyla başlar ve sonu gelmez. Dünyamızın gerçek güzel­
likleri onları keşfetmek ve kendi yolunda yürümek isteyenlere kendilerini
gösterir. Hepimiz dünyayı tek başımıza keşfediyoruz. Gözlerimizi
açtığımız her saniye, bir başka eşsiz güzellikle ödüllendiriliyoruz.
Yapmamız gereken tek şey onları fark etmek ve bilimin cevaplarına kulak
vermek! Yapabildiklerini keşfedince, bir sineği öldürmeden önce iki kere
düşünmeniz gerekebilir!

ı www.pegasusyayinlari.com ı
ISBN : 978-605- 4456-96-3

9
1 I ll i
786054 456963

You might also like