You are on page 1of 81

KLASİK CİNAYET HİKÂYELERİ

Yazarlar: Edgar Allan POE, Israel ZANGWlLL,


Robert BLOCH, Patricia HİGHSMİTH,
Lawrence TREAT, David WILLIAMS, Simon BRETT,
Ron GOULART
İngilizce asıllarından çeviren: Özcan Kabakçıoğlu
Türkçe için yayın hakları: © Doğan Kitapçılık AŞ
1. baskı / aralık 1999 / ISBN 975-6770-35-X

Kapak tasarımı: Dipnot


Baskı: Şefik Matbaası

Doğan Kitapçılık AŞ Hürriyet Medya Towers,


34544 Güneşli-İSTANBUL
Tel. (232) 677 06 20 - 677 07 39 Faks (212) 677 07 49
Klasik Cinayet
Hikâyeleri

Çeviren
Özcan Kabakçıoğlu
İçindekiler

Muhbir Yürek Edgar Allan Poe ................................................................................................................ 5


Darağacını Atlatmak Israel Zangwill ......................................................................................................... 9
Hobisi Olan Adam Robert Bloch ............................................................................................................. 20
Su Kaplumbağası Patricia Highsmith ...................................................................................................... 27
Cinayetin C'si Lawrence Treat ................................................................................................................ 39
Tatlı Hasat David Williams ..................................................................................................................... 50
Anneniz Nasıl? Simon Brett.................................................................................................................... 61
Sorun Şuydu Ron Goulart ...................................................................................................................... 75

tarayan: kinsey
Muhbir Yürek
Edgar Allan Poe

Doğru! Sinirliydim, çok ama çok sinirliydim, hâlâ da sinirliyim; neden deli olduğumu
söyleyecekmişsiniz? Hastalık, duyularımı keskinleştirdi benim; ne tahrip etti ne de köreltti. En
çok işitme duyum gelişti. Cennetteki ve yeryüzündeki her şeyi duyuyordum. Cehennemdeki pek
çok şeyi duyuyordum. Bu durumda nasıl deli sayılırını? Kulak verin! Bakın nasıl akıllıca, nasıl
soğukkanlı anlatacağım tüm öyküyü.
Bu düşüncenin beynime ilk ne zaman saplandığını söylemek güç, ama aklıma takıldıktan
sonra gece gündüz peşimi bırakmadı. Herhangi bir amaç yoktu. Hırs yoktu. Yaşlı adamı
seviyordum. Hiç haksızlık etmemişti bana. Hiç hakaret etmemişti. Altınında gözüm yoktu.
Sanırım sorun, gözüydü! Evet ya, gözüydü işte! Gözlerinden biri, bir akbabanın gözüne
benziyordu; üzeri perdeyle kaplı, soluk mavi bir göz. Bu göz ne zaman bana baksa, kanımı
donduruyordu. Böylece aşama aşama, ağır ağır verdim kararımı; yaşlı adamın canını alıp bu
gözden sonsuza kadar kurtulacaktım.
İşte mesele bu. Zannediyorsunuz ki, ben deliyim. Deliler bir şey bilmez. Oysa görmeliydin z
beni. Nasıl da akıllıca ve temkinli ilerlediğimi; asıl niyetimi nasıl da ustaca gizleyerek işe
giriştiğimi görmeliydiniz! Yaşlı adama, onu öldürmeden önceki haftada olduğu kadar nazik
davranmamıştım hiç. Ve her gece, geceyansına doğru, kolu çevirip kapısını açıyordum,
yavaşçacık. Derken kapıyı, başımı içeri sokacak kadar aralayınca, her tarafı kapalı, dışarı hiç ışık
sızdırmayacak gibi kapalı duran bir feneri içeri uzatıyor, ardından da başımı içeri sokuyordum.
Ah, başımı nasıl kurnazca içeri soktuğumu görseydiniz, gülmekten katılırdınız! Başımı yavaş
yavaş hareket ettiriyordum, çok ama çok yavaş; öyle ki, yaşlı adamı uyandırmam mümkün
değildi. Yaşlı adamı yatağında uzanmış bir halde görebilmem için başımı aralığa yerleştirmem,
tam bir saatimi alıyordu. Deli biri bu kadar akıllıca hareket edebilir miydi? Sonra, başım iyice
odanın içine girdiğinde, feneri dikkatlice ah, çok dikkatliceaçıyordum, (çünkü menteşeler
gıcırdıyordu) ince bir ışık huzmesi, o akbaba gözün üzerine düşecek kadar açıyordum. Ben, bu
işi yedi uzun gece boyunca yaptım; her gece, tam geceyarısı. Ama o göz hep kapalıydı ve bu
yüzden bunu yapmak olanaksızdı. Çünkü beni zıvanadan çıkaran, yaşlı adamın kendisi değil;
onun o "şeytan gözü"ydü. Her sabah, gün ışıyınca, pervasızca yatak odasına girerek, cesaretle
konuşuyordum onunla, candan bir tavırla seslenip geceyi nasıl geçirdiğini sorarak.
Anlayacağınız, her gece saat tam on ikide, uyurken içeri girip kendisine baktığımdan
şüphelenecek kadar derin düşünce sahibi biri değildi.
Sekizinci gece kapıyı açarken her zamankinden daha temkinliydim. Saatin dakikayı gösteren
kolu bile benim kolumdan daha hızlı hareket eder. O geceye kadar, sahip olduğum güçlerin ve
bilgeliğin büyüklüğünü hiç hissetmemiştim. İçimdeki zafer duygusunu güçlükle zapt
edebiliyordum. Orada, ben kapıyı milim milim açarken, onun, bu gizli eylemimden ya da
düşüncelerimden haberdar olmadığını düşünmek beni güldürdü ve galiba yaşlı adam beni duydu,
çünkü bir şeyden irkilmiş gibi yatakta kıpırdandı. Şimdi siz, geri çekildiğimi düşünebilirsiniz
ama çekilmedim. Odası zifiri karanlıktı çünkü hırsız girer korkusuyla kepenkler sıkı sıkı
kapalıydı. İşte bu nedenle kapının açıldığım göremeyeceğini biliyordum ve yavaşça itmeyi
sürdürdüm.
Başımı içeri sokmuş feneri açmak üzereydim ki, başparmağım ince mandalın üzerinden
kaydı ve yaşlı adam, "Kim var orada?" diye bağırarak yatağın içinde aniden doğruldu.
Hiç kıpırdamadan kaldım ve bir şey demedim. Tam bir saat boyunca kılımı bile
kıpırdatmadım ve bu süre boyunca yaşlı adamın tekrardan yatağına uzandığını da duymadım.
Etrafı dinleyerek, yatakta oturuyordu; tıpkı benim geceler boyu duvardaki ölüm saatlerine kulak
verişim gibi.
Biraz sonra hafif bir inleme duydum ve bunun ölümcül bir korku inlemesi olduğunu hemen
anladım. Bir acı ya da keder inlemesi değildi ah, hayır!dehşet duygusuyla aşırı yüklendiğinde
ruhun ta dibinden kopup gelen o hafif ve boğuk sesti. Bu sesi iyi biliyordum. Birçok gece, tam
geceyarısı, tüm dünya uykudayken, aklımı başımdan alan o dehşet duygularının korkunç
yankısıyla daha da güçlenerek, bağrımın derinliklerinden yükselmişti. Bakın, bu sesi iyi
tanıyordum. Yaşlı adamın ne hissettiğini biliyordum, içimden kıkırdasam da ona acıyordum.
Yatakta dikilmesine neden olan o ilk hafif sesi duyduğu andan beri, orada gözünü dört açarak
oturduğunu biliyordum. Korkulan, o andan sonra gittikçe büyüyerek üstüne çullanmıştı.
Korkacak bir şey yokmuş gibi davranmaya çalışıyor, ama yapamıyordu. Kendi kendine şöyle
söylüyordu: "Bacadan üfleyen rüzgârdan başka bir şey değil, döşemede yürüyen bir fare, hepsi
bu" ya da "Bir kerecik cırlayan bir çekirge sadece." Evet, bu varsayımlarla kendisini
rahatlatmaya çalışıyordu, ama hepsi de boşunaydı. Ölüm kendisine yaklaşırken, olanca
azametiyle yürüyüp gelmiş ve kara gölgesiyle tam karşısına dikilip kurbanı kuşatmıştı. İşte, bu
algılanamayan gölgenin azap verici etkisiyle hissetmişti, görmese de duymasa da, hissetmişti
odanın içindeki başımın varlığını.
Müthiş bir sabırla uzun süre beklediğim halde uzandığını duymayınca, fenerde çok çok
küçük bir aralık açmaya karar verdim. Sonunda tek bir ışık huzmesi, tıpkı bir örümceğin ipi gibi
aralıktan fırlayıp o akbaba gözün üstüne düşünceye değin hayal bile edemeyeceğiniz kadar
yavaşça açtım.
Açıktı göz, kocaman, fal taşı gibi açıktı; ona öylece bakarken öfkem kabardı. Gözü kusursuz
bir belirginlikle görüyordum; beni iliklerime kadar titreten o uğursuz perdeyle kaplı, tek bir soluk
mavi göz; ama yaşlı adamın yüzünden ya da bedeninden başka bir yeri göremiyordum, çünkü o
ışık huzmesini sanki içgüdüsel olarak dosdoğru o lanetli yere yöneltmiştim.
Yanlışlıkla delilik sandığınız şeyin, aslında duyuların aşın keskinliğinden kaynaklanan bir
şey olduğunu söylememiş miydim size? Şimdi bakın, o ara kulağıma pamuğa sarılmış bir
saatinkine benzer, hafif, boğuk, hızlı bir ses geldi. Bu sesi de gayet iyi tanıyordum. Yaşlı adamın
kalp atışıydı bu. Tıpkı davulların vurulmasının bir askeri yüreklendirmesi gibi öfkemi kabarttı.
Ama o zaman bile kendimi tutup hareketsiz bekledim. Neredeyse nefes almıyordum. Feneri
milim kıpırdatmadan tutuyordum. Işık huzmesini, gözün üzerinde ne kadar sabit tutabileceğimi
denedim. Bu arada kalbinin cehennemi tramolaları yükseliyordu. An be an hızlanıyor, daha da
hızlanıyor, yükseliyor, daha da yükseliyordu. Yaşlı adamın duyduğu dehşet doruğa ulaşmış
olmalıydı! Ses yükseliyordu, diyorum size, her an yükseliyordu! Beni dikkatli dinliyor musunuz?
Sinirli olduğumu söylemiştim size; öyleyim de. İşte, gecenin o kör saatinde, o eski evin korkunç
sessizliği içinde, bu garip ses, denetlenemez bir dehşet duygusu saldı içime. Gene de birkaç
dakika daha kendimi tutup hareketsiz bekledim. Ama o kalp atışları gittikçe yükseliyor,
yükseliyordu ! Kalbinin çatlayacağını sandım. İşte o an, yeni bir duyguya kapıldım; komşulardan
biri duyacaktı bu sesi! Yaşlı adamın vadesi dolmuştu ! Dehşetli bir haykırışla feneri açarak,
odaya daldım. Tek bir çığlık koyverdi, bir tanecik. Bir anda onu alıp yere çarptım ve ağır yatağı
üstüne devirdim. İşi bu aşamaya kadar getirmiş olmaktan dolayı neşe içinde gülümsedim. Ama
kalbi dakikalar boyunca boğuk bir sesle çarpmayı sürdürdü. Gene de, bu hiç canımı sıkmadı;
duvarın ötesinden duyulmazdı artık. Sonunda dindi. Yaşlı adam ölmüştü. Yatağı üzerinden çekip
cesedi inceledim. Evet, kesinlikle ölmüştü. Elimi kalbinin üzerine yerleştirip, dakikalarca orada
tuttum. Nabız yoktu. Kesinkes ölmüştü. Gözü beni rahatsız etmeyecekti artık.
Hâlâ deli olduğumu düşünüyorsanız eğer, cesedin gizlenmesi için aldığım akıllıca önlemleri
anlattığımda artık öyle düşünmeyeceksiniz. Gece yavaş yavaş sona ererken, ben çabuk çabuk
ama sessizce iş gördüm.
Yatak odasının zeminindeki üç tahtayı söküp çıkardım ve her şeyi kütüklerin arasına
sakladım. Sonra tahtaları öylesine zekice, öylesine kurnazca yerleştirdim ki, bir insan gözü; hatta
o şeytanî göz bile bir tuhaflık fark edemezdi. Yıkayacak bir şey de yoktu; tek bir leke yoktu, tek
bir kan lekesi dahi yoktu. Bu konuda çok tedbirli davranmıştım.
Tüm bu işleri tamamladığımda, saat dörttü; hâlâ geceyarısı karanlığı hüküm sürüyordu. Gong
saat başını duyururken, sokak kapısı çalındı. Yüreğim ferahlamış bir halde, aşağıya, kapıyı
açmaya indim. Şimdi korkacak neyim vardı ki? Kendilerini, son derece kibarca polis memurları
olarak tanıtan üç adam içeri girdi. Gece, komşulardan biri tarafından bir çığlık duyulmuştu;
cinayetten şüphelenilmişti. Bu bilgi karakola resmen iletilmişti ve bu polisler de, olay mahallini
araştırmakla görevlendirilmişlerdi.
Gülümsedim. Korkacak neyim vardı ki? Beyleri içeriye buyur ettim. Çığlığı, rüyamda benim
attığımı söyledim. Yaşlı adamın köye gittiğinden bahsettim. Ziyaretçilerime evin her yerini
gezdirdim. Etrafı iyice araştırmalarını rica ettim. Sonunda onlan, yaşlı adamın yatak odasına
yönelttim. Yaşlı adamın el değmeden duran değerli eşyalarını gösterdim. Kendine güvenin
verdiği coşkuyla, odaya sandalyeler getirip, yaptıkları yorucu işin ardından burada
dinlenmelerinde ısrar ettim; bu arada ben de, kusursuz zaferimin verdiği yabanıl bir cüretle,
kendi sandalyemi kurbanın cesedinin gömülü bulunduğu yerin tam üzerine yerleştirdim.
Polisler tatmin olmuşlardı. Tutumum onlan ikna etmişti. Çünkü çok rahattım. Orada
oturdular ve ben keyifle sorulannı cevaplarken, onlar havadan sudan sohbet ettiler. Ama çok
geçmeden sarardığımı hissettim ve gitmelerini istedim. Başım ağnyordu ve sanki kulaklanm
çınlıyordu; ama onlar, oturup çene çalmayı sürdürüyorlardı. Çınlama daha da belirginleşti; sürüp
gidiyor, gitgide daha da belirginleşiyordu. Ben de, bu duygudan kurtulmak için daha serbestçe
konuşuyordum; oysa çınlama sürüyor ve gitgide artıyordu. Sesin kulağımın içinden gelmediğini
anlayana kadar, bu böyle sürüp gitti.
Hiç kuşkusuz, şimdi daha çok sararmıştım ama duraklamadan konuşuyordum, sesimi de
yükseltmiştim. Ses artmaya devam ediyordu. Hem ne yapabilirdim ki? Hafif, boğuk, hızlı bir ses;
daha çok, pamuğa sarılmış bir saatinkine benzer bir ses. Soluksuz kalmıştım; oysa polisler sesi
duymuyorlardı. Daha hızlı konuşuyordum, daha hararetli; ama sesin şiddeti de gitgide artıyordu.
Ayağa kalktım ve yüksek sesle konuşup sert el kol hareketleriyle açıklamalarda bulunarak,
havadan sudan konularda fikirlerimi beyan ettim; ama sesin şiddeti gitgide artıyordu. Neden
gitmiyorlardı ki? Sanki adamların bakışları beni çıldırasıya heyecanlandırmış gibi, uzun ve sert
adımlarla zeminde bir ileri bir geri yürüdüm. Sesin şiddeti gitgide artıyordu. Ey Allahım! ne
yapabilirdim ki? Köpürdüm; çılgınlar gibi bağırdım, küfürler ettim! Üzerinde oturduğum
sandalyeyi aniden çevirip tahtalara sürttüm, ama ses her şeyi bastınyordu ve sürekli
yükseliyordu. Yükseldi yükseldi yükseldi! Adamlar da, hâlâ tatlı tatlı sohbet ediyor ve
gtilümsüyorlardı. Duymamaları mümkün müydü? Her şeye kadir olan Allahım! Hayır, hayır!
Duyuyorlardı! Şüpheleniyorlardı! Biliyorlardı! Duyduğum dehşetle alay ediyorlardı! O zaman
böyle düşünmüştüm, şimdi de böyle düşünüyorum. Başka her şey bu azaptan daha iyiydi! Başka
her şey bu aşağılamadan daha iyiydi! Bu ikiyüzlü gülümsemelere dayanamıyordum artık! Bana
öyle geldi ki, ya bağıracaktım ya da ölecektim! Şimdi gene ! Dinleyin! Yüksek! Daha yüksek!
Daha yüksek! Daha yüksek!
"Aşağılık herifler!" diye bastım çığlığı, "gerçek niyetinizi gizlemeyin artık! Yaptığımı kabul
ediyorum! Sökün tahtaları! Burayı, burayı ! İğrenç yüreğinin sesi bu!"
Darağacını Atlatmak
Israel Zangwill

Karşıtların birliği en mutlu evliliklere vesile olur derler, belki gene aynı nedenle, aynı evi
paylaşan erkeklerin karakterleri birbirlerinden çok farklıdır. Bir edebiyatçının, bir mezatçıyla
aynı pansiyonu paylaştığına, bir tıp öğrencisinin, bir borsa simsarının kâtibiyle daracık bir yerde
sersefil, perişan bir halde yaşadığına tanık olursunuz. Belki de bu yolla, her biri, bir yandan,
dinlenme zamanlarında o dayanılmaz "iş" konuşma isteğinden kurtulurken; bir yandan da, kendi
yaşam deneyimlerini yoldaşınınkilerle birleştiriyordur.
Tom Peters ile Everard G. Roxdal'dan daha garip bir çift olamazdı. Karşıtlık, daha adlarından
başlıyor, diğer tüm alanlarda da görülüyordu. Ortak bir yatak odaları ve oturma odaları vardı ama
başka nelerinin ortak olduğunu belirlemek kolay değildi. Ev sahibesi, saygıdeğer Mrs. Seacon'a
göre, Tom Peters'ın mesleği biraz belirsizdi ama Roxdal'in, City and Suburban Bankası'nın
müdürü olduğunu herkes biliyordu; işte bu nedenle kadıncağız, bir banka müdürünün, böylesine
kılıksız ve evde olduğu zamanlar gece boyunca kil pipo içip, viski ile su yudumlayan bir adamla
neden birlikte yaşadığına şaşıp dururdu. Çünkü aynı evi paylaştığı kişi, kambur ve pejmürde
olduğu halde,
Roxdal, şık ve yapılıydı; asla tütün kullanmazdı ve akşam yemeklerinde küçük bir bardak
kırmızı şarap içmekle yetinirdi.
Biriyle birlikte yaşayıp, onu çok az görmek mümkündür. Aynı evi paylaşanlardan her biri,
yaşamını kendi tarzında, kendi arkadaş çevresiyle ve ev dışı eğlencelerle sürdürürken, beş dakika
bile bir araya gelmeden günler geçebilir. Belki de bu, bu tür ortaklıkların, evliliklerden çok daha
huzurlu biçimde sürüp gitmesini açıklar; evliliklerde, bağ çok daha sıkıdır ve bu bağ, evlileri
birbirine bağlamak yerine bunaltır. Peters ile Roxdal'in faaliyet saatleri ve alışkanlıkları farklı
olsa da, çoğu zaman birlikte kahvaltı ederlerdi ve geceyi dışarıda geçirmek konusunda
hemfikirlerdi. Diğer zamanlarda Peters, gazetecilere eşlik ederek oyalanır, yaygın inanç ve
geleneklere ters düşen görüşleri ortaya attığı tartışma salonlarında sıkça boy gösterirdi. Öte
yandan, banliyödeki saygın evlerin kapıları Roxdal'a ardına kadar açıktı ve işin doğrusu, başka
çocuğu bulunmayan emekli, dul bir mısır tüccarının kızı, alımlı Clara Newell'le nişanlıydı.
Doğaldır ki Clara, Roxdal'in vaktinin çoğunu alıyordu; Peters, soluk renkli robdöşambrı ve
yumuşak terlikleriyle evde kalırken, Roxdal da, çoğu zaman Clara'yla tiyatro izlemek üzere
giyinmiş oluyordu. Mrs. Seacon, beyleri evin içinde akşam giysileriyle dolaşır görmekten
hoşlanırdı ve hiç de Peters'ın lehine sayılamayacak karşılaştırmalar yapardı. Peters, daha genç
olan diğerine göre çok daha az sorun çıkardığı halde, Mrs. Seacon böyle davranırdı. Daireyi ilk
tutan, Peters'dı; kaygısız mizacı gereği, yatak odası penceresinden Thames Nehri manzarasının
görülmesinden duyduğu hazzı o kadar açıkça ve safça belli etmişti ki, Mrs. Seacon, niyetlendiği
kira bedelinden yüzde yirmi beş daha fazla isteme cesaretini bulmuştu. Ne var ki, Peters'ın
arkadaşı Roxdal, ertesi gün odaları incelemeye gelip evin türlü türlü eksikliklerini sayıp dökerek
kadıncağızı afallatınca, durum çok geçmeden normal koşullara dönmüştü. Roxdal, odaların
zemin katta bulunmasının bir avantajdan ziyade bir dezavantaj olduğuna işaret etmişti, çünkü
böylece caddenin gürültüsüne; aslına bakılırsa, evin köşede yer alması yüzünden iki caddenin
gürültüsüne daha yakm konumdaydılar. Roxdal, kılı kırk yaran tavrını, ev halkının hizmetleriyle
ilgili küçük ayrıntılarda sergilemeyi sürdürdü. Gömleğinin yakasını hiçbir zaman yeterince iyi
kolalanmış, ayakkabılarını asla yeterince iyi parlatılmış saymazdı. Öte yandan, çamaşırlarının
ütülü olup olmadığına hiç aldırmayan Tom Peters, her zaman iyi huylu ve hoşnuttu, ama ev
sahibesinin saygısına asla nail olamazdı. Pazar günleri bile mavi kareli gömlekler giyer ve
kravatını gevşek takardı. Kiliseye gitmediği, Roxdal sabah ayininden dönene kadar uyumayı
sürdürdüğü doğruydu; o zaman bile, kendisini yataktan kaldırmak temizlik işlerini yapması için
acele etmesini sağlamak, bir meseleydi. Çoğu zaman, Peters yatağında piposunu tüttürürken,
öğle yemeğinin dumanı da masanın üstünde tüter, yatak odasını oturma odasından ayıran katlanır
kapının arasından başını uzatan Roxdal, bu miskinin pineklemekten vazgeçip kalkması için
üsteler, sırf yemek ziyan olmasın diye Peters'ı, masaya onsuz oturmakla tehdit ederdi, intikamını
almak için hafta içinde ilk kalkan, Tom olurdu; kimi zaman öylesine uygunsuz zamanlarda
ayaklanırdı ki, Polly, yatak odası dışındaki ayakkabıları henüz kaldırmamış olur ve Toıu'un tıraş
suyunu almak için söylene söylene mutfağa inerdi. Çünkü Tom, tembel ve üşengeç olsa da tıraşı
bir içgüdü haline getirmiş bir adamın şaşmaz düzenliliğiyle tıraş olurdu. Oldukça düzenli
saatlerde gidip gelmese, Mrs. Seacon, onun bir aktör olduğuna hükmedecekti. Roxdal tıraş
olmazdı. Kocaman bir sakalı vardı ve iyi görünen bir adam olduğundan, müşkülpesent hiçbir
yatırımcı ona bakıp da, bu denli başarıyla yönettiği bankanın istikran konusunda güven
tazelememezlik edemezdi. İşte böylece bu iki adam, belki de maddî paylaşımlardan daha da
güçlü bir bağ yaratan uyuşmazlıklarıyla yaşayıp gidiyorlardı.
Roxdal, yeni dairesine yerleştikten on gün sonra, ekimin ortalarında bir pazar öğleden sonra,
Clara Newell ilk ziyaretini gerçekleştirdi. Tam anlamıyla özgürdü ve Roxdal'in çay davetini
kabul etmekte bir sakınca görmemişti. Vasat bir eğitim almış olan mısır tüccannın, kültürün
değeri konusunda abartılı bir anlayışı vardı ve bu nedenle, pek öyle gerçek bir yeteneği olmasa
da sanatsal beğenileri bulunan Clara, resme merak salmıştı; onu şık önlükler giymiş bir halde
müzede resim kopyalarken görmek mümkündü. îşi gücü olmayanları boş işlere yönelten şeytan,
bin bir emekle elde edilen yıllann birikimini entipüften şirketlere yatırması için babasının kanına
girdiğinden Clara, bir dönem sanatla ilgisini kesmek zorunda kalmıştı. Allah'tan işler pek kötü
gitmemişti; enkazdan, az da olsa bir şeyler kurtanlmış ve bir de, Everard G. Roxdal'in kişiliğinde
somutlanan bir talibin ortaya çıkışı, hakkı olan lüksü değilse de, çalışmak zorunda kalmadan
rahatça yaşamaya yetecek bir geliri Clara'ya garanti etmişti. Clara, görünüşü iyi olduğu kadar,
açıkça zeki biri de olan Everard'a büyük bir muhabbet besliyordu. Gelecek, iyi ve açık
görünüyordu. Bu iki yaşam üzerinde patlak vermek üzere olan fırtınayı önceden bildirecek hiçbir
işaret yoktu. Bu pazar öğleden sonrasına kadar, karşılıklı duydukları hoşnutluğu bir an için bile
bozacak herhangi bir şey olmamıştı. Bir zamanlar çok ateşli yaşanan bir mutluluğun sonrasına
rastlayan bu dönemde, mavi ve güneşli bir Hindistan yazının boğucu sıcaklığını yansıtan ekim
gökyüzü, Clara'ya yaşamının kusursuz bir imgesi gibi görünüyordu.
Everard, her zaman öylesine dikkatliydi ve öylesine samimi bir özen gösterirdi ki, Clara,
onun buluşmayı açıkça unutmuş olduğunu anladığında, gücendiği kadar şaşırmıştı da. Polly'yi
koridorda hayretler içinde sorguladığını duyan Tom, ayağında bol terlikleri, üstünde mavi kareli
gömleği ve ağzında her zamanki kil piposuyla oturma odasından ayaklarım sürüye sürüye çıkıp
Clara'ya, Roxdal'in aniden dışarı çıktığını bildirdi.
"Dı dı dışan mı çıktı?" diye kekeledi zavallı Clara, aklı iyice karışmış halde. "Ama beni çaya
davet etmişti."
"Ah, siz Miss Newell'siniz sanırım" dedi Tom.
"Evet, ben Miss Newell'im."
"Sizden çok bahsetmiştir bana, ama seçimi konusunda şu ana kadar onu gerçekten kutlama
olanağı bulamamıştım."
Clara, bu komplimana ve Tom'un hayranlık dolu bakışlarına öfkelenmişti. İçgüdüsel olarak
adama karşı güvensizlik duydu. Tom'un derin bas sesinin ilk tınıları, tuhaf biçimde ürpermesine
neden olmuştu. Hem sonra şu berbat pipoyu içmesindeki kabalığı da affedilecek gibi değildi.
"Ah, öyleyse siz de Mr. Peters olmalısınız" dedi karşılık olarak. "Bana da sizden sık sık
bahsetmiştir."
"O" dedi Tom gülerek, "sanırım size tüm kepazeliklerimi anlatmıştır. Bu da, pazar kıyafetime
şaşırmayışınızı açıklıyor."
Clara, bir dizi inciye benzeyen dişlerini göstererek hafifçe gülümsedi.
"Everard size tüm erdemleri yakıştırıyor" dedi.
"İşte arkadaş diye ben buna derim !" diye bağırdı Tom, zevkten mest olmuş bir halde, "iyi de,
içeri girmez miydiniz? Az sonra dönecektir. Sizinle olan randevusunu kaçırmayacağı
muhakkak." Cümlenin ilk sözcüğünü telaffuz edişine sinen hayranlık, Clara'ya nedense itici
geldi.
Olumsuz anlamda başını salladı. Everard'a karşı haklı bir şikâyet nedeni vardı ve içerlemiş
halde çekip giderek, onu cezalandıracaktı.
"Size bir fincan çay ikram etmeme izin verin" diye yalvardı Tom. "Bu boğucu havada felaket
susamış olmalısınız. Tamam! Sizinle bir pazarlık yapacağım! Şimdi içeri girerseniz, Everard
döner dönmez ortadan kaybolacağıma ve muhabbetinizi bozmayacağıma söz veriyorum." Ama
Clara inatçıydı; bu adamın refakatinden zerre kadar haz almıyordu, ayrıca Everard'a karşı elde
ettiği sitem kozunu iyi kullanmak istiyordu. "Gitmenize izin verirsem, geldiği zaman Everard
bana söylemediğini bırakmaz eminim" diye zorladı Tom. "Bari sizi nerede bulabileceğini
söyleyin."
"Charing Cross'ta otobüse binip, dosdoğru eve gideceğim" dedi Clara, kararlı bir biçimde.
Güneş şemsiyesini açarak, Strand'e doğru yürüdü. Her şeyin üzerine soğuk bir gölge düşmüş
gibiydi. Ama tam otobüse binerken, atlı bir araba Trafalgar Meydanı'na daldı ve tanıdık bir ses
onu selamladı. Araba durunca, Everard aşağı inip elini uzattı.
"Biraz gecikmene çok memnun oldum" dedi. "Aniden çağrıldım ve zamanında dönebilmek
için çabalıyordum. Zamanında gelseydin, beni bulamazdın. Ama bir kadın olarak" diye ekledi
gülerek, "sana güvenebileceğimi düşündüm."
"Zamanında geldim" dedi Clara öfkeyle. "Sandığın gibi otobüsten inmiyordum, tersine
otobüse binip eve gidiyordum."
"Sevgilim!" diye haykırdı pişmanlıkla "Binlerce kez özür diliyorum."
Everard'ın yakışıklı yüzündeki pişmanlık ifadesi, Clara'yı yatıştırdı. Everard, modaya uygun
ceketinin iliğine taktığı gülü alıp, Clara'ya uzattı.
Clara, arabada ona iyice sokulmuş otururken, "Neden böylesine acımasız davrandın?" diye
mırıldandı Everard. "Eve varıp senin gittiğini öğrensem, ne kadar üzülürdüm, düşünsene. Neden
azıcık beklemedin sanki?"
Bir ürperti Clara'nın bedenini boylu boyunca dolaştı. "O Peters denen adamla olmazdı!" diye
mırıldandı.
"O Peters denen adamla olmazdı!" diye tekrarladı Everard, sertçe. "Peters'ın nesi varmış?"
"Bilmiyorum" dedi Clara. "Ondan hoşlanmadım."
"Clara" dedi Everard, yan sert yan yaltaklanarak. "Senin bu kadınca zayıflıklan aşmış
olduğunu düşünüyordum. Dakik bir kadınsın, mantıklı düşünmeye çalış. Tom, benim en iyi
arkadaşım. Tom'un benim için yapmayacağı şey yoktur; aynısı benim için de geçerli. Ondan
hoşlanmalısın Clara; yalnızca benim hatırım için bile olsa, bunu yapmalısın."
"Deneyeceğim" diye söz verdi Clara ve ardından güpegündüz, minnettarlıkla öptü Everard'ı.
"Çay içerken ona çok kibar davranacaksın, değil mi?" dedi Everard endişeyle. "İkinizin
arkadaş olmasını istiyorum."
"Ben kimseyle kötü olmak istemiyorum" diye karşı çıktı Clara. "Yalnızca onu gördüğüm an
rahatsızlık duydum ve bir güvensizlik duygusu uyandı içimde."
"Onun hakkında çok yanılıyorsun; hem de çok" diye güvence verdi Everard, kararlı biçimde.
"Onu daha iyi tanıyınca, ne iyi bir dost olduğunu anlayacaksın. Ah! anladım" dedi birdenbire.
"Sanınm gene kılıksızdı; siz kadınlar da görünüşe çok önem verirsiniz!"
"Hiç de değil" diye karşı çıktı Clara. "Görünüşe önem veren, asıl siz erkeklersiniz."
"Evet, öylesiniz. Sen de, işte bu yüzden benden hoşlanıyorsun" dedi Everard, gülümseyerek.
Clara, öyle olmadığı konusunda güvence verip; hoşlanma nedeninin yalnızca iyi giyinmesine
bağlanamayacağına onu ikna etmeye çabaladı, ama Everard gülümsemeyi sürdürdü. Oysa eve
girip Tom'u hiçbir yerde bulamayınca, gülümsemesi kayboldu.
"Herhalde sağa sola koşturup beni aramasına neden oldun" diye homurdandı sıkıntıyla.
"Belki geri geleceğimi biliyordu ve bizi yalnız bırakmak için çıktı" diye karşılık verdi Clara.
"Sen gelince çıkacağını söylemişti."
"Sen de tutmuş, ondan hoşlanmadığım söylüyorsun!"
Clara yatıştınrcasına gülümsedi. Gene de, içten içe adamın burada bulunmamasından hoşnut
olduğunu hissediyordu.
Clara Newell, Tom Peters'ın koridorda Polly'yle kırıştırdığını görebilseydi, ona karşı
önyargılı davranmakta haklı olduğunu düşünecekti. Bununla birlikte, Everard'ın da, Polly'yle
kırıştırdığını itiraf etmek gerek. Heyhat! Kadınlar söz konusu olduğunda, erkeklerin pek de
birbirlerinden farklı olmayışlarından korkulur. İster kılıksız ister şık, ister banka müdürü ister
gazeteci, bekâr ya da nişanlı olsunlar, tüm erkekler aynıdırlar. Belki de bu iki arkadaşın belirgin
bir ortak noktası bulunmadığını söylemek, bir hataydı. Korkarım Everard, Polly'yi, Clara'yı
öptüğünden daha çok öpüyordu; bunu Polly'ye daha az saygı duyduğundan yapıyor olsa da, bu
gerekçe, müstakbel karısı için yeterince rahatlatıcı olmayacaktı. Çünkü Polly, özellikle pazar
öğleden sonraları çok çekiciydi ve akşam onda gezintiden döndüğünde, genellikle bu erkeklerden
biri tarafından karşılanırdı. Polly, gerçek beyefendilerin saygısına mazhar olmaktan hoşlanıyordu
ve hiç fark gözetmeksizin hepsinin ilgisini çekmeye çalışıyordu. Bu nedenle, Clara, o unutulmaz
pazar öğleden sonra kapıyı çalmadan hemen önce, hizmetçilerin yaşamlarını düzenleyen, yazıya
dökülmemiş yasa gereği evde kapalı kalan Polly, Peters'la fingirdeşerek kendisini eğliyordu.
"Benden birazcık da olsa hoşlanıyorsun" diye fısıldadı yol yordam bilmez Tom, "değil mi?"
"Hoşlandığımı biliyorsunuz efendim" diye yanıtladı Polly.
"Evde başka biriyle ilgileniyor musun?"
"Hayır, efendim. Hem sizden başka kimsenin beni öpmesine izin vermiyorum. Acaba nasıldı,
efendim?" diye yanıt verdi ustaca.
"Bir öpücük daha ver bakayım" dedi Tom.
Polly, bir öpücük daha verdi ve Clara'nın çalması üzerine kapıya seğirtti.
Polly, daha o gece, Clara gittikten sonra ve Tom hâlâ dışarıdayken, en küçük bir vicdan
sızısı, hatta kıskançlık duymadan, daha çekici olan Roxdai'a döndü ve onun aşk dolu yanaşma
çabalarını kabul etti. İlk bakışta, arkadaşıyla kıyaslandığında, Everard'ı böyle bir uçanlık için
mazur görmek daha zor görünse de, bu görüşmede sergilediği ciddiyet, adamın karmaşık
karakterine farklı bir bakış açısı getirebilir.
"Benden başka hiç kimsenin ilgisini çekmediğine emin misin?" diye sordu Everard,
içtenlikle.
"Elbette ki hayır, efendim!" diye yanıtladı Polly, içerlemiş halde. "Nasıl yapabilirim?"
"Geçen pazar seni dışarıda birlikte gördüğüm o askerle ilgileniyorsun ama, değil mi?"
"Yo, hayır efendim, o yalnızca erkek arkadaşım benim" dedi özür dilercesine.
"Peki, ondan vazgeçer misin?" diye sordu Everard, aniden.
Polly'nin güzel yüzünü bir dehşet ifadesi kapladı. "Yapamam efendim ! Öldürür beni. Öyle
kıskanç hayvanın tekidir ki, aklınız almaz."
"Evet, ama varsayalım seni buradan alıp götürüyorum" diye fısıldadı arzuyla. "Seni
bulamayacağı bir yere; Güney Amerika'ya, Afrika'ya, binlerce mil uzakta bir yerlere."
"Ah, efendim, beni korkutuyorsunuz!" diye fısıldadı Polly, Everard'm loş koridorda parlayan
ateşli bakışları karşısında gerileyerek.
"Benimle gelir misin?" diye rica etti Everard, olanca ciddiyetiyle. Polly karşılık vermedi;
silkinerek kendini kurtardı ve belirsiz bir korkuyla titreyerek mutfağa koştu.
Bir sabah Tom, o güne kadar tıraş suyu talep ettiği en erken saatten daha da erken bir saatte
deliler gibi zili çaldı ve telaşla gelen Polly'ye, Mr. Roxdal'a ne olduğunu sordu.
"Ben nereden bileyim efendim?" dedi Polly, soluk soluğa. "Burda değil miymiş efendim?"
"Görünüşe bakılırsa, hayır" diye yanıtladı Tom, endişeyle. "Hiç dışarıda kalmaz. Haftalardır
buradayız, tek bir gece bile on ikiden sonra eve geldiğini hatırlamıyorum. Bir anlam
veremiyorum." Tüm araştırmalar boşa çıktı. Mrs. Seacon, bir gece önce aniden bastıran sisi
anımsattı.
"Ne sisi?" diye sordu Tom.
"Tanrım! Fark etmediniz mi efendim?"
"Hayır, dün erken geldim, pipo içip bir şeyler okudum ve on birden önce yattım. Pencerden
dışarı bakmak hiç aklıma gelmedi."
"Saat on civan başladı" dedi Mrs. Seacon, "soma gitgide yoğunlaşü. Yatak odamdan
nehirdeki ışıkları göremiyordum. Zavallı beyefendi, nehre doğru gidip, suya düşmüş olmalı."
Sesi titremeye başlamıştı.
"Saçma, saçma" dedi Tom, gene de yüzündeki ifade söylediklerini yalanlıyordu. "En kötü
ihtimalle evin yolunu kaybetmiştir; araba da bulamayınca, bir otelde gecelediğini düşünmek
gerek. Her şeyin yolunda olduğuna hiç kuşku yok." Neşesi geri gelmiş gibi ıslık çalmaya başladı.
Saat sekizde, Roxdal'a, üzerinde "Acil" ibaresi bulunan bir mektup geldi; ama Roxdal kahvaltı
zamanı da ortaya çıkmayınca, Tom, kalkıp bizzat City and Suburban Bankası'na gitti. Orada
yarım saat bekledi ama müdürden eser yoktu. Bunun üzerine mektubu veznedara bırakıp,
endişeli bir yüz ifadesiyle oradan ayrıldı.
O öğleden sonra, City and Suburban Bankası'nın müdürünün ortadan kaybolduğu, altın ve
banknot olmak üzere binlerce pound'un da onunla birlikte sırra kadem bastığı haberi, Londra'nm
her yerine yayılmıştı.
Scotland Yard, üzerinde "Acil" ibaresi bulunan mektubu açarak, adresin belirsizliği
yüzünden teslimatmda bir gecikme olduğunu ve resmî bir düzeltme yapıldığını bildirdi. Bir
kadın tarafından yazılmıştı ve şöyle diyordu: "Bir kez daha düşününce, sana eşlik
edemeyeceğime karar verdim. Bir daha beni görmeye çalışma. Unut beni. Ben seni asla
unutmayacağım."
Mektup imzasızdı.
Şaşkına dönmüş olan Clara Newell, bu mektuba ilişkin hiçbir şey bilmediğini ileri sürdü.
Polly, kaçağın kendisine eşlik etmesini önerdiği yolunda yeminli ifade verdi ve Afrika'ya ve
Güney Amerika'ya gidiş yolları özellikle gözetim altına alındı.
Gene de, herhangi bir sonuç alınmadan aylar geçti. Tom Peters, kederden ve şaşkınlıktan
yıkılmış bir halde ortalarda dolaştı durdu.
Polis, kaybolan adamın her türlü özel eşyasına el koydu.
Zamanla toz duman yatıştı ve sonunda ortalık sakinleşti.
"Nihayet tekrar karşılaştık!" diye bağırdı Tom Peters; yüzü mutlulukla aydınlanmıştı.
"Nasılsınız, sevgili Miss Newell?"
Clara, soğukça selamladı Tom'u. Yüzüne müzmin bir solgunluk yerleşmişti. Sevgilisinin
kaçışı ve işlediği yüz kızartıcı suç, haftalar boyunca bitkin düşmesine neden olmuştu. Ruhu,
birbiriyle çarpışan dürtülerin savaş alanına dönmüştü. Koca dünyada bir tek o, hâlâ Everard'ın
masumiyetine inanıyor, gözüyle gördüklerinden daha fazlası olduğunu hissediyor, tüm bunların
arkasında şeytanca bir gizemin bulunduğunu seziyordu. Gene de, bilinmeyen bir kadından gelen
şu yıkıcı mektup, onu enikonu sarsmıştı. Hem sonra Polly'nin ifadesi de vardı. Peters'ın,
kendisine sokulup bir şeyler söylediğini duyunca, eski tiksinme duygusu nüksetti. Bu adamın,
yani Roxdal'in yakın dostunun, polise anlattığından çok daha fazlasını bildiği düşüncesi bir anda
zihninde çakıverdi. Everard'ın, Peters'tan nasıl muhabbetle ve güvenle bahsettiğini hatırladı!
Everard'ın yaptıklarından tümüyle habersiz olması mümkün müydü?
Clara, tiksintisini yenip elini uzattı. Onunla teması kesmemek iyi olabilirdi; gizemin anahtarı
muhtemelen ondaydı. Tom'un bir parça daha düzgün giyinmiş olduğunu ve lületaşından yapılma
bir pipo içtiğini fark etti. Tom, piposunu tüttürerek, Clara'nın yam sıra yürüyordu.
"Everard'dan haber almadınız mı?" diye sordu. Clara kızardı.
"Benim suç ortağı olduğumu mu düşünüyorsunuz?" diye bağırdı.
"Hayır, hayır" dedi Tom, yatıştırmak için. "Affedin beni, size yazmış olabileceğini
düşünüyordum; kesin bir adres bildirmeden tabiî ki. Erkekler, bazen kadınlara yazmaya
yeltenirler böyle. Ama sizi çok iyi tanıdığına hiç kuşku yok. Gidip polise söylerdiniz."
"Kesinlikle" diye bağırdı Clara, gücenmiş halde. "Masum olsa da, yargılanmalı."
"Hâlâ masum olabileceği ihtimali üzerine kafa mı yoruyorsunuz?"
"Evet, yoruyorum" dedi Clara cesaretle ve gözünün içine baktı. Tom'un göz kapaklan bir
titremeyle öne düştü. "Siz yormuyor musunuz?"
"Umudumu kesmemiştim" diye yanıtladı Tom, duyguyla titreyen bir sesle. "Hey gidi koca
Everard ! Ama korkarım kuşkuya hiç yer kalmadı. Ah, bu paranın gözü kör olsun; en soylu ve en
iyi insanı bile baştan çıkanyor."
Haftalar geçip gidiyordu. Zamanla Clara, Tom Peters'ı daha sık görmeye; garip ama
gerçektir, tiksinme duygusunu da yitirmeye başladı. Konuşmalanndan Everard'a inanması için
hiçbir neden bulunmadığını anlamaya da başladı; suçluluğu, sadakatsizliği çok ahlaksızcaydı.
Daha önce Peters'a güvenmemiş olmasından gitgide utanır oldu; pişmanlık yerini saygıya bıraktı
ve saygı da öyle sıcak duygulara dönüştü ki, sonunda Tom, Clara'ya karşı duyduğu sevgiyi daha
özgürce dışavurduğunda, Clara, bu sefer onu soğukça reddetmedi.
Aşk, ancak kitaplarda sonsuza dek yaşar. Clara, babasının düşüncesine göre, değersiz bir
sevgiden kendisini çekip kurtararak, bu sevgiyi yüreğinden çıkanp atacak duyarlılıkta bir kız
olduğunu kanıtlamıştı. Babası, yeni talibi evine davet etti ve ona anında kanı kaynadı. Roxdal'in
kibirli tavırlan, incelikten yoksun mısır tüccarının hep sinirine dokunmuştu. Yaşlı adam, Tom'la
daha iyi anlaşıyordu. Aslında Tom, sabık dostu kadar bilgili ve kültürlü olsa da, üstünlükten çok
bilgiyi vurgulayarak, bir yandan da karşılığında çok şey öğrendiği izlenimini yaratarak, üstün
bilgisini nasıl aktaracağını iyi biliyordu. Önceki eğitimlerindeki kusurların farkında olanlar, en
çok bu farkmdalıklarmı paylaşan insanlara gıcık olurlar. Bundan başka, Tom'un güler yüzlülüğü,
selefinin üzerinde çalışılmış kibarlığından çok daha iyi hitap ediyordu yaşlı adama; sonuçta Tom,
kızından çok yaşlı adamın gönlünü kazanmayı başarmıştı. Bununla birlikte Clara, Tom'un
sevgisine karşı hiç de kayıtsız sayılmazdı; Tom'un bir ziyareti sonrasında yaşlı adam, Clara'yı
içtenlikle öpüp, şanslarının dönmüş olduğundan, yaşamlarında ikinci kez, en kötü göründüğü
zamanda işlerin gene nasıl yoluna girdiğinden bahsedince, Clara'mn yüreği minnet, neşe ve
şefkat duygularıyla kabardı ve hıçkırıklarla babasının kollarına yığıldı.
Tom, ara sıra yaptığı gazetecilikle yılda net beş yüz kazandığını hesapladı. Bunun yanı sıra,
annesinden miras kalan kârlı yatırımlara j sahipti; bu durumda evliliği ertelemek için bir neden
yoktu. Evlilik için 1 mayıs günü belirlendi, balayı da italya'da geçirilecekti.
Ama Clara'mn yazgısında mutluluk yoktu. İlk aşkının, dostuna evlilik sözü verdiği andan
itibaren anılan depreşip onu rahatsız etmeye başladı. Ruhunun derinliklerinde garip düşünceler
kaynaşıyor, geceleri yalnız kaldığı saatlerde Everard'ın keder ve serzeniş yüklü : sesini duyar gibi
oluyordu. Düğün günü yaklaşırken tedirginliği de arttı. Bir gece, Thames Nehri'nin yukan
kesimlerinde küreklerini Tom'un çektiği bir sandalla gezerek geçirdiği hoş bir öğledens onraran
ardından, kötü bir şeyler olacağı önsezisiyle yatak odasına çekildi ve korkunç bir düş gördü.
Yatağının yanı başında, hortlaksı gözleriyle kendisine bakan Everard, sınlsıklam olmuş bir halde
dikiliyordu. Sürgün ülkesine giderken yolda boğulmuş muydu? Korkudan donmuş halde, bunu
sordu Clara.
"İngiltere'yi hiç terk etmedim!" diye yanıtladı hayalet.
Clara'nm dili korkudan damağına yapıştı.
"İngiltere'yi hiç terk etmedin mi?" diye tekrarladı, kendisininkine hiç benzemeyen bir ses
tonuyla.
Hayaletin donuk gözleri dik dik bakmayı sürdürüyordu.
"Neredeydin?" diye sordu Clara, düşünde.
"Sana çok yakındım" yanıtı geldi.
"Demek bir cinayet söz konusu!" diye çığlığı bastı.
Hortlak, hüzünlü bir onayla başını salladı.
"Biliyordum!" diye haykırdı Clara. "Tom Peters, seni Tom Peters ortadan kaldırdı. O, değil
mi? Konuş!"
"Evet, o. Tom Peters, dünyada en çok sevdiğim adam."
Düşün o korkunç baskısı altında bile Clara, kadınca duygulanım hâkim olamayıp söyle dedi:
"Seni ona karşı uyarmamış mıydım?"
Hayalet, suskunlukla bakmayı sürdürüp karşılık vermedi.
"İyi de, nedeni neydi?" diye sordu sonunda.
"Altın tutkusu ve bir de sen. Sen de tutmuş, kendini ona veriyorsun" dedi sertçe.
"Hayır hayır Everard! Vermeyeceğim! Yemin ederim! Affet beni!"
Ruh şüpheyle başını salladı.
"Onu seviyorsun. Kadınlar kötü, erkekler kadar kötü."
Clara, gene karşı çıkmaya çabaladı ama dili konuşmayı reddetti.
"Onunla evlenirsen, hep peşinde olacağım. Ayağını denk al!"
Sınlsıklam olan hayalet, geldiği gibi aniden kayboldu ve Clara soğuk terler dökerek uyandı.
Ah, korkunç bir şeydi! Sevmeyi öğrendiği adam, unutmayı öğrendiği adamın katiliydi! İlk
önyargısında nasıl da haklı çıkmıştı! Aklı başından gitmiş ve derinden sarsılmış olduğundan,
babasma akıl danışmayı bile düşünmeden doğruca polise gidip şüphelerinden bahsetti. Tom'un
pansiyondaki odalarına bir başlan yapıldı ve bilin bakalım ne oldu! Çalıntı paralar büyük bir
paketin içinde bulundu. Ayrıca Tom'un çok sayıda banka hesabı olduğu, her bir bankaya da
yakın zamanda büyük miktarda para yatırdığı anlaşıldı.
Tom tutuklandı. Dikkatler, şimdi nehrin kıyıya attığı cesetler üzerinde yoğunlaşmıştı. Çok
geçmeden Roxdal'in cesedi kıyıya vurdu; uzun süre suda kaldığından yüzü tanınmaz haldeydi
ama elbiselerin ona ait olduğu açıkça belliydi ve göğüs cebindeki not defteri son kuşkuları da
silmeye yetti. Mrs. Seacon, Polly ve Clara Newell hep birlikte cesedi teşhis ettiler. Her iki jüri
de, Tom Peters'ı cinayetten suçlu buldu; Clara'mn rüyasını anlatması, hem mahkemede hem de
ülke genelinde eşi benzeri görülmemiş bir etki yaratmıştı. İddia makamının kuramı şöyleydi:
Roxdal, ya tek başma kaçmak ya da paylaşmak için, Clara'mn inandığı gibi masumane bir
amaçla parayı eve getirmişti; Peters, paranın tümüne sahip olmak istemiş, maktulle yürüyüşe
çıkmış ve sisten yararlanarak onu nehre itmişti; daha somaki ilişkilerinden de açıkça
anlaşılabileceği gibi, Clara Newell'e duyduğu aşk, onu, bu suçu işlemeye iten bir başka nedendi.
Yargıç, her ölüm cezası verdiğinde yaptığı gibi siyah başlığını giydi. Tom Peters ruhunu teslim
edinceye kadar, usulüne uygun olarak boynunda iple asılı kaldı.
Suçlunun itirafının kısa bir özeti:
Sizler bunu okurken, ben ölmüş, size gülüyor olacağım. Ben, kendimi öldürdüğüm için
asılmış bulunuyorum. Ben, Everard G. Roxdal'im, ama aynı zamanda da Tom Peters'ım. Biz
ikimiz, aslında aynı kişiydik!
Yeniyetmelik çağımda bıyığım ve sakalım çıkmıyordu. Görünüşümü iyileştirmek için sahte
bıyık ve sakal satın aldım. City and Suburban Bankasının müdürü olduktan sonra, günün birinde,
evde bıyığımı ve sakalımı çıkardım ve işte o zaman bunlar olmadan beni kimsenin tanımayacağı
düşüncesi geçti aklımdan. Bir başkası olmuştum. Hemerı ardından, paralan alıp bankadan
kaçsam, polis dünyanın her yerinde var olmayan bir kaçağı ararken, bu diğer kişinin Londra'da
kalabileceği düşüncesi zihnimde çakıverdi.
Ama bu, düşüncemin başlangıç noktasıydı. Yavaş yavaş planımı olgunlaştırdım. Londra'da
bırakılacak olan kişi, önceden belli bir çevrede tanınmalıydı. Sakalsız durumumla, giysi ve ses
değiştirmek gibi yöntemleri de kullanarak, akşamları başka bir kimliğe bürünmem kolay
olacaktı. Ama bu yeterince iyi bir fikir değildi. Bunun üzerine, onunla birlikte yaşama
düşüncesini geliştirdim ! Her şeyi sırayla paylaşacaktık.
Böylece, Mrs Seacon'un pansiyonunda odalarımızı paylaştık. Doğrusu, büyük bir gerginlikti
ama yalnızca birkaç hafta sürecekti. Yatak odamda, üstlerini hızla değiştiren oyuncularınkine
benzeyen özel giysiler bulunuyordu; bir anda Roxdal'dan Peters'a ya da Peters'dan Roxdal'a
dönüşebiliyordum. Polly, her sabah iki ayakkabı temizlemek, iki kişilik akşam yemeği
hazırlamak, yani her şeyi iki kişilik yapmak zorundaydı. Polly ya da Mrs Seacon, her an ya
birimizi ya diğerimizi görüyordu; ikimizi hiçbir zaman bir arada görmedikleri akıllarına gelmedi.
Ben, yemek zamanı rahatsız edilmezdim; iki tabak yemek yerdim ve arkadaşımla yüksek
sesle konuşurdum. Diğer zamanlarda farklı saatlerde yemek yerdik. Pazarları biri kilisedeyken,
diğerinin uyuduğu farz edilirdi. Adamın birinin, iş edinip iki kişiymiş gibi davranacağı (üstüne
üstlük, çamaşır dahil iki kişilik para ödeyeceği) düşüncesini aklına getirecek tek bir pansiyon
sahibi kadın yoktur dünyada.
Roxdal'in kaçışı düşüncesini yavaş yavaş uygulamaya koydum. Polly'den, benimle gelmesini
istedim; ortadan kaybolduğum gün gelerı o kadının yazdığı varsayılan mektubu, aslında ben
yazdım. Tom Peters olarak, bir gazeteci çevresine karışmıştım. Hata edip olayın unutulduğunu
düşünene kadar, altınları ve paralan başka bir pansiyon odasında sakladım. Ne yazık ki, ortadan
kaybolduğum gece, Roxdal'in nehre atma niyetiyle paketleyip yanıma aldığım giysileriyle bu
odadan dönerken, siste paket benden çalındı ve sonuçta bu pakete sahip olan adam da, öyle
anlaşılıyor ki, intihar etti.
Belki de beni mahveden şey, Clara'mn aşkını koruma ve bu aşkı, hayatta kalan kişiliğime
transfer etme arzum oldu. Everard, ona, benim dünyadaki en iyi insan olduğumu söyledi. Onunla
bir evlensem, artık hayatta korkacak bir şeyim olmayacaktı. Yaptığım hileyi keşfetse bile, bir
kadın, kocası aleyhine tanıklık yapamaz; üstelik çoğu zaman bunu istemez de. Şu hep bilinen
küçük hatalardan bir tekini bile yapmadım, ama hiçbir erkek, nehirde yapılan bir gezintinin
ardından Star and Garter'da yapılan bir akşam kahvaltısıyla geçen bir günün sonunda, bir kızın
göreceği kâbustan kendisini koruyamaz. Yargıca salağın teki olduğunu söyleyebilirdim ama bu
sefer de banka soymaktan hüküm giyerdim; bu, benim için ölümden beter bir ceza olurdu.
Gene de aklımı kurcalayan bir şey var: Şimdi yasalar karşısında cinayet mi işlenmiş oldu,
yoksa ben intihar mı ettim?
Hobisi Olan Adam
Robert Bloch

Otelden çıktığımda saat on civan olmalıydı. Gece sıcaktı ve içecek bir şeye gereksinim
duymuştum.
Kokteyl salonuna gitmenin bir yaran yoktu, çünkü tımarhaneye benziyordu. Bowling
müsabakası için gelenler, burayı da ele geçirmişti.
Euclid Bulvarı'ndan aşağı doğru yürürken, Cleveland'in bowling oyunculanyla dolu olduğu
izlenimine kapıldım. Dahası çoğu, içecek bir şeyler arıyor gibiydi. Önünden geçtiğim tüm barlar,
hepsi rozetlerini takmış, gömlekli adamlarla tıka basa doluydu. Aslmda kim olduklannı
belirtecek fazladan bir şeye gereksinimleri yoktu. Zaten hemen hepsi, standart yuvarlak çantaları
içinde kendi bowling toplarını taşıyorlardı. Aynca çoğu, sarhoş olmaya yetecek kadar içki de
taşıyordu.
Bowling oyunculannm içmeyi bu kadar çok sevmeleri gariptir. Bir bowling oyuncusunun
damannı kesin, genellikle kan yerine alkol akar. Rip Van Winkle ve cüceler hakkında yazarken,
şu bizim yaşlı Washington Irvine bile bu gerçeğin farkındaydı.
Tabiî bu kalabalıkta hiç cüce yoktu; yalnızca normal erkek ölçülerine sahip içkiciler vardı.
Aynca uzaktaki dağlann zirvelerinden gelen gök gürültüsü, kalabalıktan yükselen kahkahalara ve
bağırtılara kanşıyordu.
Tabiî bu kalabalıkta hiç cüce yoktu; yalnızca normal erkek ölçülerine sahip içkiciler vardı.
Aynca uzaktaki dağlann zirvelerinden gelen gök gürültüsü, kalabalıktan yükselen kahkahalara ve
bağırtılara kanşıyordu.
Bu şamataya katılmak istemedim. Böylece Euclid'den uzaklaşıp sakin bir yer arayarak
dolaşmayı sürdürdüm. Bowling çantam gittikçe ağırlaşmaya başlıyordu. Aslında niyetim,
çantamı doğrudan istasyona götürüp trenin saatine kadar kilitli bir dolaba bırakmaktı, ama önce
içki içmeliydim.
Sonunda bir yer buldum. Loş, kir pas içinde ama aynı zamanda bomboş bir yerdi. Barmen,
tezgâhın ta öbür ucunda kendi başına oturmuş, radyodan ikili bir maçın son yansını dinliyordu.
Kapıya yakın bir yere oturdum ve çantamı yanımdaki tabureye koydum. Sonra bana bir bira
getirmesi için barmene seslenerek, "Bana bir şişe bira getirin" dedim. "Böylece sizi bir daha
rahatsız etmek zorunda kalmam."
Yalnızca kibar olmaya çalışıyordum, ama bu zahmete girmesem de olurmuş. Barmen, maçı
dinlemek için geri gitmeye fırsat bulamadan, içeri bir başka müşteri girdi.
"Duble viski, suyu boş ver"
Başımı kaldınp baktım.
Bowling oyunculan şehri kesinlikle istila etmişlerdi. Bu da, elli yaşlannda, alnındaki çizgiler
kel kafasınm ta tepesine kadar uzanan, iri yapılı biriydi. Bir ceket giyiyordu ve siyah, şişkin ve
benimkine çok benzeyen bowling çantasını da beraberinde taşıyordu. Ben adamı incelerken, o da
çantasını hemen yanındaki tabureye büyük bir dikkatle yerleştirdi ve içkisine uzandı.
Başını arkaya atıp, içkisini bir dikişte mideye indirdi. Boynundaki soluk beyaz derinin
hafifçe dalgalandığını görebiliyordum. Ardından boş bardağını uzatarak, "Bir daha" dedi
barmene. "Şu radyonun sesini de kısıver, olur mu Mac?" Cebinden bir avuç dolusu kâğıt para
çıkardı.
Barmenin yüz ifadesi, bir an için kaş çatma ile gülümseme arasında gidip geldi. Sonra
tezgâhın üzerinde kanat çırpan paraları fark etti ve yüzüne bir gülümseme yayıldı. Omzunu silkip
döndü ve ses kontrol düğmesini çevirerek, spikerin sesini uzaktan gelen bir vızıltıya dönüştürene
kadar azalttı. Barmenin aklından ne geçtiğini biliyordum. "Bira olsa avucunu yalamasını
söylerdim, ama bu adam viski içiyor."
İkinci dubleyi neredeyse radyonun sesinin kısılması kadar kısa bir sürede mideye indirdi.
"Bir daha doldur" dedi iriyarı adam.
Barmen geri geldi, tekrar doldurdu, parasını aldı, yazar kasaya kaydetti; sonra da bann diğer
ucuna çekildi. Spikerin sesini duymaya çabalayarak, kulağını iyice radyoya dayadı.
Üçüncü dublenin bir anda mideye indirilişini izledim. Yabancının boynu şimdi kızarmıştı, iki
dakikada içilen altı ons viski, insanın yüzünde mucizeler yaratır; dilini de çözer.
"Kahrolası top oyunu" diye homurdandı yabancı, "insan bu pisliği nasıl dinleyebilir
anlamam." Alnını silip, bana şaşkınlıkla baktı. "Bazen dünyada beyzbol fanatiklerinden başka
kimse yokmuş duygusuna kapılıyor insan. Tüm yaz boyunca haybeye bağırıp çağırarak kafalarını
patlatan bir alay kaçık aptal. Ardından güz geliyor ve bu sefer de futbol maçları başlıyor. Aynı
şey, hatta daha beteri. O biter bitmez de basketbol. Allah aşkına, ne buluyorlar bunda?"
"Herkes bir tür hobiye ihtiyaç duyar" dedim.
"Tamam. İyi de bunu ne tür bir hobi olarak adlandırıyorsunuz? Yani, bir topu kapmak için
boğuşan bir maymun sürüsünü seyretmekten kim heyecan duyar ki?" diyerek kaşlarını çattı.
"Kimin kazanıp kimin kaybettiğini önemsediklerini söyleyip benimle kafa bulmayacaksın
herhalde. Birçok insan maça farklı bir nedenle gider. Sen hiç dışarı çıkıp maç seyretmeye gidiyor
musun Mac?"
"Arada bir."
"O zaman neden bahsettiğimi anlıyorsundur. Onlan, orada bağırırlarken duydun. Bağırıp
çağırırlarken, yani. Esas gitme nedenleri bu işte, avaz avaz böğürmek. Peki, çoğu zaman nedir
söyledikleri şey? Söyleyeyim. Hakeme ölüm! Yaa, bağnşıp durduklan şey bu işte. Hakeme
ölüm!"
Biramın kalanını çabucak bitirerek, tabureden inmeye çalıştım. Elini uzatıp tezgâha vurdu.
"Bir tane daha iç, Mac" dedi. "Benden olsun."
Başımı salladım. "Kusura bakma, geceyarısı buradan geçen treni yakalamam gerek" dedim
adama.
Saate göz attı. "Daha çok var." Karşı çıkmak için ağzımı açtım, barmen çoktan bir şişe
açmıştı ve bir duble daha dolduruyordu. Yabancı da, benimle konuşmayı sürdürüyordu.
"Futbol daha beter" dedi. "Futbol oynarken, adam sakatlanabilir. Bazıları çok kötü
sakatlanıyor. O kalabalığın görmek istediği de, işte bu. Öf be, heriflerin kan görmek için
haykırmaya başlamalan, insanın midesini kaldırmaya yetiyor."
"Bilmem ki" dedim. "Hem sonra, sıkışıp kalmış saldırganlığı dışavurmanın oldukça zararsız
bir yolu."
Beni belki anladı, belki de anlamadı ama onaylarcasına başını salladı. "Bir şeyleri açığa
çıkanyor, senin dediğin gibi ama ben zararsız olduğundan o kadar emin değilim. Boksu ve güreşi
ele alalım bir de. Bunlara da spor mu diyelim? Yoksa, hobi mi? İnsanlar, birinin perişan
edildiğini görmek istiyorlar ama bunu itiraf etmiyorlar."
Yüzü şimdi epeyce kırmızıydı. Terlemeye başlamıştı. "Peki, avcılık ile balıkçılığa ne demeli?
Temeline inersen, aynı şey. Sadece öldürme işini burada bizzat sen yapıyorsun. Bir silah
alıyorsun eline ve aptal bir hayvanı vuruyorsun. Ya da canlı bir solucanı kesip, bir iğnenin ucuna
takıyorsun; iğne, bir balığın ağzını yarıp içine giriyor ve sen de bir tür zafer duygusu tadıyorsun,
değil mi? İğne, ete batıp keserek parçalayınca."
"Ee, durun bakalım" dedim, "sizi tüm insanların böyle sadist olduğunu düşündürten nedir?"
Bir an şaşkınlıkla baktı bana. "Tumturaklı laflan boş ver şimdi" dedi. "Doğru olduğunu
biliyorsun. Bu dürtüyü herkes hisseder, er ya da geç. Top oyunlan ve boks gibi şeyler de bu
dürtüyü gerçekten tatmin etmez. Bu yüzden, bu kadar sık savaşmamız gerekiyor. O zaman
geçerli bir mazaret oluyor gerçekten, öldürmek için. Milyonlarcasmı."
Nietzsche kendisini karamsar bir filozof olarak görürmüş. Bir de duble viski içenlerle
tanışsaymış.
"Çözümünüz nedir?" diye sorarken, sesime alaycı bir ton kanşmasın diye epey çabalamam
gerekti. "Cinayete karşı olan yasalan yürürlükten kaldırsalar, sizce daha mı iyi olurdu."
"Belki de." Kel kafalı adam boş bardağım inceliyordu. "Kimin öldürüldüğüne bağlı.
Varsayalım ki, serseriler ile dilencileri geberttin. Ya da bir fahişeyi, belki. İşte, ailesi, akrabaları,
hiç kimsesi olmayan birini yani. Özlenmeyecek birini. Bu işten yakanı daha kolay sıyınrsın."
Gözlerinin içine bakarak öne doğru eğildim.
"Siz yapabilir misiniz?"
Bana bakmadı. Karşılık vermeden önce bir an bowling çantasına göz attı.
"Beni yanlış anlama Mac" dedi, zoraki gülümseyerek. "Ben katil değilim. Ama eskiden bu işi
yapan bir adamı düşünüyordum. Hem de burada, bu şehirde. Belki yirmi yıl önceydi."
"Siz adamı tanıyor muydunuz?"
"Hayır, tabiî ki tanımıyordum. Onu kimse tanımıyordu, zaten bütün mesele de bu. Bu yüzden
hep paçayı sıyırıyordu ama herkes ondan haberdardı. Sadece gazeteleri okumak yeterliydi. Ona,
Cleveland Kellecisi diyorlardı. Kingsbury Çayı ile Jackass Tepesi civarında, dört yılda ön üç
cinayet işledi. Polisler adamı bulmaya çalışırlarken, kafayı yediler. Şehre hafta sonları geldiği
tahmin ediliyordu. Sonra serserinin birini seçip, onu ayartarak aşağı bir kanala ya da
demiryolunun oradaki çöplüğe götürüyordu. Bir şişe içki ya da başka bir şey vaat ediyordu
herhalde. Aynı şeyi kadınlara da yapıyordu. Sonra da bıçağını kullanıyordu. Kendini kandırmaya
çalışarak oyun oynamıyordu o. Gerçeğin peşindeydi; gerçek heyecanların ve sonunda gerçek
ölüm bulunan bir şeyin. Anlarsın ya, o inşaları kesip biçmekten hoşlanıyordu. Kesmekten
hoşlandığı şeylerden biri de..."
Ayağa kalkıp, çantama uzandım. Yabancı kahkahayı bastı.
"Korkma Mac" dedi. "Bu herif, ta 1938'de tüymüş olmalı şehirden. Belki de Avrupa'da savaş
başlayınca, gidip oraya takılmıştır. Bir komando birliğine katılıp aynı işi yapmayı sürdürmüştür;
ancak bu sefer bir katil sayılmak yerine, bir kahraman olmuştur, anlıyor musun? işini dürüstçe
yapıyordu; yapıyormuş gibi görünmeye çalışmıyordu. Şu, tavuğa benzer insanlardan değildi."
"Yavaş olun bakalım" dedim. "Boşuna heyecanlanmayın. Bu sizin kuramınız, benim değil."
Sesini alçalttı. "Kuram mı? Belki de öyledir Mac. Ama bu gece seni gerçekten sarsacak bir
şeyle karşılaştım. Tüm bu içkileri neden yuvarlıyorum sanıyorsun?"
"Bana kalırsa, tüm bowling oyuncuları çok içer" dedim adama. "Ama şöyle bir düşününce,
madem spor etkinlikleri hakkında gerçekten böyle hissediyorsunuz, o zaman neden bowlingle
ilgileniyorsunuz?"
Kel kafalı adam eğilerek bana yaklaştı. "Bowling oyuncusu olduğumu da kim söyledi?" diye
mırıldandı.
Tam konuşacağım sırada bir gürültü koptu. Caddeden gelen siren sesini, ikimiz de aynı anda
duymuştuk.
Barmen başım kaldırıp baktı. "Buraya doğru geliyor sanki. Sizce de öyle değil mi?"
Ama kel kafalı adam çoktan ayaklanmış, kapıya doğru gidiyordu.
Peşinden koşturdum. "Hey, çantanızı unutmayın."
Bana bakmadı bile. "Teşekkürler" diye homurdandı. "Teşekkürler Mac."
Sonra da gitti. Caddeden yürümeyip, bitişik iki bina arasındaki dar bir geçide saptı. Bir anda
ortadan kaybolmuştu. Sirenlerin sesi caddeyi kaplarken, kapının ağzında duruyordum. Bir
devriye arabası, motorunu çalışır halde bırakıp barın önünde durdu. Üniformalı bir çavuş,
kaldırımda koşarak, arabaya eşlik ediyordu. Geldiğinde nefes nefeseydi. Çarçabuk bir kaldırıma,
bir bara, bir de bana baktı.
"Bir bowling çantası taşıyan, iriyarı, kel kafalı birini gördünüz mü?" dedi nefes nefese.
Ona gerçeği söylemeliydim. "Şey, evet. Daha bir dakika önce çıktı buradan."
"Ne tarafa?"
Elimle binaların arasındaki geçidi işaret ettim ve çavuş devriye arabasındaki adamlara
birtakım emirler verdi. Araba yola koyuldu fakat çavuş peşlerinden gitmedi.
"Bana ondan bahsedin" dedi, beni bara doğru sürüklerken.
"Tamam da, tüm bunların anlamı nedir?"
"Cinayet. Otelde tertiplenen bowling müsabakasında. Bir saat kadar önce. Komi, onu kadının
odasından çıkarken görmüş ve kapkaççı sanmış, çünkü adam asansör yerine merdivenleri
kullanmış."
"Kapkaççı mı?"
"Otel fareleri, kongrelere dadanırlar ve çaktırmadan odalara girip bir şeyler yürütürler. Her
ne ise, komi adamı görmüş ve otel dedektifine haber vermiş. Otel dedektifi de, oda numarasını
kontrol etmiş ve gülüp geçmiş. Orada, kongre tayfasına muziplikler yapan yaşlı bir yarasanın
bulunduğunu biliyormuş. Bu nedenle, odadan çıkan adamın, muhtemelen müşterilerden biri
olduğunu düşünmüş. Kısa bir süre sonra kat hizmetçilerinden biri, tesadüfen kapının aralık
olduğunu fark ederek, içeriye göz atmış. Kadını, tam yatağın üstünde bulmuş. Parçalanmış
haldeymiş, ama güzelmiş doğrusu."
Derin bir nefes alarak, "Demin burada olan adam" dedim. "Durmadan Cleveland'in kafa kol
kesen katilinden bahsetti. Sarhoş olduğunu düşünmüştüm ya da benimle dalga geçtiğini. Sizce
o..."
Çavuş homurdandı. "Şu sizin bowling çantanız mı?" diye sordu, bar taburesini işaret ederek.
Başımı sallayarak, benim olduğunu belirttim.
"Açın" diye emretti.
Çantayı açmam uzun sürmüştü, çünkü ellerim titriyordu.
Bowling topuna dikkatle bakarak, içini çekti.
"Pekâlâ. Adam kendininkini aldı, değil mi?
Bir kere daha başımı salladım.
"Bu durumda adamımız o" dedi çavuş. "Kominin tarifi, caddenin aşağısındaki
gazetecininkine uyuyor. Bu tarafa doğru geldiğini görmüş."
"Yani bu bara kadar izini böyle sürdünüz, öyle mi?" diye sordum.
"Evet. Bu ve bir şey daha. Bowling çantası."
"Birisi görüp de, size tarif mi etti?"
"Hayır, birinin tarifine gerek yoktu. Bir iz bırakıyordu. Kaldırımdan buraya doğru nasıl
koştuğuma dikkat ettiniz mi? İzi takip ediyordum. Taburenin altına, yere bakın hele."
Baktım.
"Yani o çantanın içinde bir bowling topu taşımıyordu. Bowling topları bir şey sızdırmaz."
Tabureye oturdum ve oda dönmeye başladı.
Neden sonra başımı kaldırdım. Bir polis devriyesi bara girdi. Hırıltıyla nefes alışma bakılırsa,
koşarak gelmişti ama yüzü kırmızı değildi. Yeşilimsi beyaz bir renkti.
"Yakaladınız mı?" diye aceleyle sordu çavuş.
"Adamdan geriye ne kaldıysa artık." Devriye başka tarafa baktı. "Bu blokun arka tarafındaki
tellerin üstünden atlamış ve demiryoluna doğru koşmuş olmalı. Makas değiştiren yük trenini
görememiş, tren arkadan..."
"Ölmüş mü?"
Devriye başım salladı. "Teğmen demin aşağıdaydı. Ambulans da. Ama adamı raylardan
kazımaları gerekecek. Şu ana kadar kimliğini belirleyecek bir şey çıkmadı, dahası cesetten de bir
şey elde edemezler."
Çavuş fısıltıyla küfretti. "Bu durumda emin olamayız" dedi. "Otel faresinin tekiydi belki de."
"Anlamanın kesin bir yolu var" dedi devriye. "Hanson, adamın
çantasıyla geliyor. Tren çarptığında açığa düşmüş."
Biz kapıya bakarken, devriye memuru Hanson içeri girdi. Bowling çantasını taşıyordu.
Çavuş, çantayı Hanson'ın elinden alıp, bar tezgâhının üzerine koydu.
"Adamın yanındaki çanta bu muydu?" diye sordu bana.
"Evet" dedim.
Sonra arkamı döndüm. Çavuşun çantayı açışmı seyretmek istemiyordum. İçine baktıklarında
yüzlerinde belirecek ifadeyi görmek istemiyordum. Ama tabiî ki seslerini duydum. Galiba
Hanson'ın midesi bulanmıştı.
Böylece gene ayağa kalkmaya çalıştım ama çavuşun başka düşünceleri vardı. Resmî ifademi
almadan beni bırakmayacaktı. Bir isim ve adres istedi, aldı da. Hanson her şeyi yazıya döktü ve
bana imzalattı.
Yabancıyla yaptığım konuşmayı, hobi olarak cinayet kuramını, aranma olasılıkları
bulunmadığından serseriler ile dilencileri seçme fikrini tümüyle anlattım.
"Bunları anlatmak kulağa garip geliyor, değil mi?" diye bitirdim. "Tüm bu süre boyunca,
bunun gülünç bir öykü olduğunu düşünmüştüm."
Çavuş, bowling çantasına şöyle bir göz attı, sonra da bana baktı. "Gülünç bir öykü falan
değil" dedi. "Büyük ihtimalle katilin kafası da böyle çalışıyordu. Onun hakkındaki her şeyi
biliyorum. Teşkilattaki herkes, kafa kol kesme vakalarını en ince detayına kadar çalışmıştır.
Hikâye mantıklı. Ortalık kızıştığında, katil, yirmi yıl önce şehri terk etmişti. Belki Avrupa'daki
savaşa gerçekten katılmıştır; belki de savaş bittikten sonra işgal kuvvetleriyle orada kalmıştır.
Sonra da memleketine dönüp, her şeye yeniden başlamak zorunda kalmıştır."
"Neden acaba?" diye sordum.
"Kim bilir neden? Belki de adamın hobisiydi bu. Oynadığı bir tür oyun. Ödül kazanmayı da
seviyordu. Bir bowling müsabakasına dalıp böylesine tehlikeli bir numarayı başarıyla
gerçekleştirdiğine göre, sinirlerinin ne kadar sağlam olduğunu düşünebiliyor musunuz? Başı, bir
hatıra olarak yanında götürebilmek için bir bowling çantası taşıyor."
Sanırım yüzümdeki ifadeyi gördü, çünkü elini omzuma koydu. "Affedersiniz" dedi.
"Kendinizi nasıl hissettiğinizi çok iyi anlıyorum. Kıl payı kurtuldunuz, sadece konuştunuz
onunla. Muhtemelen gelmiş geçmiş psikopat katillerin en zekisiydi. Kendinizi şanslı sayın."
Başımı salladım ve kapıya yöneldim. Hâlâ şu geceyarısı trenini yakalayabilirdim. Çavuşun,
kıl payı kurtulmak ve dünyadaki psikopat katillerin en zekisi belirlemelerine katılıyordum. Şanslı
olduğum görüşüne de katılıyordum.
Demek istediğim, şu salak otel faresi bardan kaçarken, kan sızdıran bowling çantasını onun
eline son anda tutuşturmuştum.
Onunla çantaları değiştirdiğimin farkına varmamış olması, benim için büyük bir şanstı.
Su Kaplumbağası
Patricia Highsmith

Victor, asansör kapısının açıldığını, annesinin koridorda yankılanan aceleci ayak seslerini
duydu ve kitabını çabucak kapattı. Kitabı, divandaki yastığın altına sokuşturdu ve divan ile duvar
arasında kayıp yere düştüğünü duyunca, yüzünü buruşturup büzüldü. Annesi anahtarı kilide
sokmuştu.
"Merhaba Victor!" diye bağırdı, bir kolunu kaldırarak. Diğer koluyla büyük, kahverengi bir
kesekâğıdma sarılmıştı ve elinde de bir yığın küçük poşet vardı. "Yayıncıma, markete ve bir de
balıkçıya gittim" dedi. "Neden dışarıda oynamıyorsun? Çok ama çok güzel bir gün!"
"Dışarı çıktım" dedi Victor. "Kısa bir süre için. Üşüdüm."
"Ah !" Girişteki küçük mutfağa kesekâğıdını boşaltıyordu. "Hastasın sen, biliyor musun?
Ekim ayında üşüyorsun, öyle mi? Bütün çocuklar kaldırımda oynuyor. Galiba o senin sevdiğin
çocuk bile orada. Adı neydi onun?"
"Bilmem" dedi Victor.
Nasılsa dinlemiyordu annesi. Kendisine zaten çok küçük gelen şortunun cebine soktu ellerini,
böylece şortu iyice daraldı. Ağır, derisi zedelenmiş ayakkabılarına bakarak, oturma odasmda
amaçsızca dolaşmaya başladı. Annesi, en azından ayağma uyan ayakkabılar almak zorundaydı;
bu ayakkabılarını epeyce seviyordu, çünkü bunlar şimdiye kadar sahip olduğu ayakkabıların en
kalın tabanlısıydı ve önleri de, dağcı botları gibi hafifçe yukarı kalkıktı.
Victor, pencerenin önünde durakladı ve dışarıya, Üçüncü Cadde'deki kahverengimsi
apartmana baktı. O ve annesi, çatı katının yer aldığı en üstün bir altındaki on sekizinci katta
yaşıyorlardı. Caddenin karşısındaki bina, yaşadıkları binadan bile daha yüksekti. Victor,
Riverside Drive'daki dairelerini daha çok seviyordu. Orada gittiği okulu da, buradaki okulundan
daha çok seviyordu. Burada, çocuklar giysilerine gülüyorlardı. Önceki okulunda, onun
giysilerine gülmekten yorulmuşlardı.
"Dışarı çıkmak istemiyor musun?" diye sordu annesi, ellerini buruşturulmuş kesekâğıdına
silerek oturma odasına girerken. Avcunu kokladı. "Öff! Kokuyor bu!"
"Kokmuyor Anne" dedi Victor, sabırla.
"Bugün cumartesi."
"Biliyorum."
"Haftanın günlerini sayabiliyor musun?"
"Elbette."
"Say bakayım."
"Saymak istemiyorum. Haftanın günlerini biliyorum ben." Gözlerinde biriken yaşlardan
gözlerinin kenarları yanmaya başlamıştı. "Yıllardır biliyorum. Hem de kaç yıldır. Beş yaşındaki
çocuklar, haftanın günlerini sayabilirler."
Oysa annesi onu dinlemiyordu. Odanın bir köşesindeki çizim masasının üzerine eğilmişti. Bir
şey üzerinde geç vakte kadar çalışmıştı dün gece. Odanın karşı köşesinde duran ve divan olarak
da kullanılan yatağında, annesi, en sonunda sabahın ikisinde çekyatı açıp yatana kadar
uyuyamamıştı.
"Gel buraya Victor. Bunu gördün mü?"
Victor, elleri hâlâ ceplerinde, ayağmı sürüyerek geldi. Hayır, bu sabah çizim tahtasına göz
atmamıştı bile; canı istememişti.
"Bu, Küçük Eşek Pedro. Dün gece yarattım onu. Ne diyorsun? Bu da Miguel, eşeği süren
Meksikalı küçük çocuk. Meksika'nın her yerini dolaşıyorlar, Miguel kaybolduklarını sanıyor ama
Pedro eve dönüş yolunu biliyor aslında ve..."
Victor onu dinlemiyordu. Yıllar süren uygulamalardan öğrendiği bir yöntemle, bilerek
kulaklarını kapattı; ama sıkıntı ve düş kırıklığı düş kırıklığı sözcüğünün anlamını biliyordu,
onunla ilgili her şeyi okumuştuomuzlarını bir mengene gibi sıkıyor, bedenini bir taş gibi
eziyordu; içinde bir volkan kaynıyormuşçasına, nefret ve gözyaşları gözlerine doğru kabarıp
yükseliyordu.
O aptal şortla çok üşüdüğünü söylediğinde, annesinin bir şeyleri anlayabileceğini
düşünmüştü. Annesinin, ona anlattığı şeyi hatırlayabileceğim ummuştu. Aşağıda bekleyen,
Victor'un tanışmak istediği çocuğun, kendisiyle yaşdaş, yani on bir yaşında görünen o çocuğun,
pazartesi öğleden sonra kısa pantolonuna güldüğünü anlatmıştı. "Küçük kardeşinin
pantolonlarını mı giydiriyorlar sana yoksa?" Victor, utançtan kıpkırmızı kesilmiş bir halde çekip
gitmişti. Çocuk, boyu daha uzun ya da normal uzunlukta bir pantolon bir yana; hiç olmazsa diz
altından bağlanan bir golf pantolonunun bile olmadığını bilse ne olacaktı!
Annesi, saçma sapan bir nedenden dolayı onun, bir "Fransız" gibi görünmesini istiyor, ona
şort ve hemen dizlerinin altına kadar uzanan çoraplarla, yuvarlak yakalı, aptal gömlekler
giydiriyordu. Annesi, onun altı yaşlarında kalmasını istiyordu; sonsuza dek, tüm yaşamı
boyunca.
Yaptığı çizimleri, Victor üzerinde denemekten hoşlanırdı. Arada bir arkadaşlarına, "Victor
benim denektaşımdır" dediği olurdu. Çizimlerimi Victor'a gösteririm ve çocukların hoşlanıp
hoşlanmayacağını anlarım. Victor, çoğu zaman aslmda sevmediği öyküleri sevdiğini ya da hiç
ilgisini çekmeyen çizimleri beğendiğini söylerdi, çünkü annesine acırdı; hem sevdiğini söylerse
annesi daha neşeli olurdu. Hayatı boyunca bir kerecik olsun hoşlanmışsa bile gerçekten
hatırlamıyordu çünkü çocuk kitabı resimlemelerinden artık iyice usanmıştışimdi yalnızca iki
resimlemeden hoşlanıyordu en çok: Robert Louis Stevenson'ın bazı kitaplarındaki Howard Pyle
resimlemeleriyle, Dickens'ın kitaplarındaki Cruikshank resimlemeleri.
Annesi için fikri sorulması gereken kesinlikle son kişi olmasının, çok kötü bir şey olduğunu
düşündü Victor, çünkü çocuk kitaplarındaki resimlemelerden basbayağı nefret ediyordu. Dahası,
annesinin bunu anlamıyor olması şaşılacak şeydi çünkü yıllardır, cildi parça parça olmuş, rengi
eskilikten sararmaya yüz tutmuş, kitaplığın ortasında dar da olsa açık bir alanda, herkes
görebilsin diye kitaplığın arkasına yaslanmış duran WimpleDimple'dan bu yana hiç resim
satamamıştı.
Bu kitap basıldığında, Victor yedi yaşındaydı. Annesi, insanlara, Victor'un yaptığı her çizimi
izlediğini, gülerek ya da gülmeyerek beğenisini açığa vurduğunu ve kendisinin kesinlikle Victor
tarafından yönlendirildiğini insanlara ve ona hatırlatmaktan zevk alırdı. Doğrusu, Victor böyle
olduğundan çok kuşkuluydu; bir kere öykü başkasınındı, annesi çizimleri yapmadan önce
yazılmıştı ve çizimler, öyküyle yakından ilgili olmak zorundaydı.
Annesi, WimpleDimple'dan bu yana dosyasını sık sık yayıncılara taşıyıp dursa da, çocuk
dergileri için arada sırada Cadılar Bayramı için kâğıttan kabak ya da siyah kâğıttan kedi nasıl
yapılır türündenyalnızca birkaç resimleme yapmıştı.
Geçimlerini, Fransa'da zengin bir işadamı; bir parfüm ihracatçısı olan babasından gelen
parayla sağlıyorlardı. Annesi, onun çok zengin ve çok yakışıklı olduğunu söylüyordu. Babası
tekrar evlenmişti ve onlara hiç mektup yazmazdı. Victor da, ona hiç ilgi duymuyordu; bir resmini
görüp görmemesine bile aldırmıyordu ve işin aslı hiç görmemişti. Annesinin dediğine göre,
babası, yarı Fransız yarı Polonyalıydı; annesiyse, yarı Macar yan Fransızdı. Macar sözcüğü,
Victor'a Çingeneleri çağrıştırıyordu ama bir keresinde bunu annesine sorduğunda, annesi kesin
bir dille kendisinde hiç Çingene kanı bulunmadığını ve Victor'un, böyle bir som sormasından da
rahatsız olduğunu belirtmişti.
İşte şimdi annesi, onu kendine getirmek için kaburgalarım dürterek, bir yandan düşüncesini
öğrenmeye çalışıyor, bir yandan da durmadan şunu tekrarlıyordu: "Dinle beni! Hangisini daha
çok beğendin Victor? 'Tüm Meksika'da Miguel'in Pedrosu Kadar Zeki Bir Eşşekçik Yoktu'yu
mu, yoksa 'Miguel'in Pedrosu Tüm Meksika'nın En Zeki Eşşekçiğiydi'yi mi?"
"Sanırım ilkini daha çok beğendim."
"İlki hangisiydi?" diye dayattı annesi, eliyle resimlerin üzerine sertçe vurarak.
Victor sözcükleri hatırlamaya çabaladı ama yalnızca annesinin çizim tahtasının kenarındaki
mürekkep lekelerine ve parmak izlerine baktığını fark etti. Tahtanın ortasında yer alan renkli
çizim, hiç ilgisini çekmemişti. Düşünmüyordu Victor. Victor için bu, artık sıklıkla gerçekleşen,
alışkın olduğu bir durumdu. Victor, bunları düşünmemenin, heyecan verici ve önemli bir şey
olduğunu düşünüyordu. Günün birinde kütüphanede ya da annesi evde yokken karıştırdığı
ruhbilim kitaplarında, bu konuyla ilgili belki başka bir ad altındabir şeyler bulacağını sanıyordu.
"Victor! Ne yapıyorsun?"
"Hiçbir şey Anne."
"Aynen öyle! Hiçbir şey! En azında düşünemiyor musun?"
Yakıcı bir utanç duygusu yayıldı içine. Sanki annesi düşünmeme konusundaki düşüncelerini
okumuştu. "Düşünüyorum" diye karşı çıktı. "Düşünmeme hakkında düşünüyorum."
Diklenircesine konuşmuştu. Hem zaten bu konuda ne yapabilirdi ki?
"Ne hakkında?" Siyah, kıvırcık saçlı başı öne doğru eğildi, maskarayla boyanmış gözleri
Victor'a bakarak kısıldı.
"Düşünmemek."
Annesi, yüzüklerle süslü ellerini kalçalarına koydu. "Biliyor musun Victor, sen biraz kafadan
kontaksın." Başını salladı. "Hastasın sen. Ruh hastası. Ayrıca geri zekâlısın, bunu biliyor musun?
Beş yaşındaki bir çocuk gibi davranıyorsun" dedi, yavaş yavaş ve sözcükleri tarta tarta.
"Cumartesileri iyi ki evde geçiliyorsun. Bir arabanın önüne atlamayacağını kim bilebilir, ha?
Ama işte seni bunun için seviyorum, Victor'cık."
Annesi, koluyla Victor'm omuzlarına sarıldı, onu kendisine doğru çekti ve bir an için
Victor'm burnu, annesinin büyük ve yumuşak göğüslerine gömüldü. Annesinin üzerinde,
göğüslerini ortaya çıkaran ten rengi, örgü bir elbise vardı.
Victor, bir duygu karmaşası içinde aniden başını çekti. Gülmek ile ağlamak arasında
bocalamıştı.
Annesi, başını arkaya atmış, neşeyle gülüyordu. "Hastasın sen ! Bak şu haline! Hâlâ benim
küçük bebeğimsin, kısa pantolonlu bebeğim. Hah! Hah!"
Şimdi Victor'ın gözlerinde yaşlar belirmişti ve annesi bundan hoşlanıyormuş gibi
davranıyordu! Victor, annesi gözlerini görmesin diye başını çevirdi. Sonra birden annesinin
yüzüne baktı. "Bu pantolonu sevdiğimi mi sanıyorsun? Onu seven sensin, ben değil. Öyleyse
neden onunla alay ediyorsun?"
"Sulu gözlü küçük bebek!" diye devam etti annesi, gülerek.
Victor fırlayıp banyoya doğru gitti, sonra aniden geri dönüp, yüzü yastıklara gelecek biçimde
kendisini divana attı. Gözlerini sıkı sıkı kapatıp ağzını açtı; sonra yılların tecrübesiyle aslında
ağlamadan, ağlamaya başladı. Böyle ağzı açık, boğazı gergin, yaklaşık bir dakika nefes almadan
durduğunda, kimse farkına varmadan ağlamanın, hatta çığlık atmanın tadına varıyordu.
Burnunu, açık ağzım ve dişlerini, divanın domates kırmızısı yastıklarına bastırdı ve annesi
alaycı tonda konuşmayı ve gülmeyi stirdürse de, Victor, sesin gitgide azaldığım ve kendisinden
uzaklaştığım hayal etti.
Her bir kası gergin haldeyken, bir insanın başına gelebilecek en kötü şeyin başına geldiğini
ve ölmekte olduğunu hayal etti. Ama ölümü bir kurtuluş olarak düşünmüyordu; onun için ölüm,
yoğun ve acı verici bir andı. Bu, ağlamama ediminin doruğuydu.
Sonra yeniden nefes aldı ve annesinin sesi devreye girdi: "Duydun mu beni? Duydun mu
beni? Mrs. Badzerkian çaya geliyor. Yüzünü yıkamanı ve temiz bir gömlek giymeni istiyorum.
Onun için bir şey okumanı da istiyorum. Ne okuyacaksın bakalım?"
"Kışın Yatağa Girdiğimde" dedi Victor. Annesi, ona, A Child's Garden of Varses kitabındaki
her şiiri ezberletiyordu. Victor, aklına ilk gelen şiiri okumuştu ve bu da bir tartışma başlattı,
çünkü Mrs. Badzerkian'm son gelişinde de bu şiiri okumuştu. "Bunu okudum, çünkü aklıma öyle
pat diye başka bir şey gelmedi!" diye bağırdı Victor.
Odanın diğer ucundan "Bana bağırma!" diye haykırdı annesi, şiddetle ona saldırırken.
Daha Victor ne olduğunu anlayamadan, annesinin tokadı yüzünde şakladı.
Divanın üstünde sırtüstü uzanarak, dirseklerinden birine dayanmış, öylece duruyordu;
kemikli dizleri ile uzun bacakları, önünde garip bir biçimde açılmıştı. "Pekâlâ" diye düşündü,
"madem öyle, öyle olsun." Nefretle annesine baktı.
Tokadın canını yaktığını, yanağının hâlâ zonkladığmı ona göstermeyecekti. "Bugün başka
gözyaşı akmayacak" diye yemin etti, "Artık ağlamayacağım." Günü bitirecekti, çay muhabbetine
dayanacaktı; tıpkı bir taş gibi, bir asker gibi, geri çekilmeden.
Annesi yüzüklerinden birini sürekli çevirerek, zaman zaman ona şöyle bir bakıp, çabucak
bakışlarını kaçırarak, odada bir aşağı bir yukarı yürüdü. Ama Victor'm bakışları, sürekli onun
üzerindeydi. Korkmuyordu. Annesi, isterse bir daha vursundu, kılını kıpırdatmayacaktı.
Sonunda, annesi saçını yıkayacağım söyleyerek, banyoya gitti.
Victor, divandan kalkıp odada amaçsızca dolaştı. Keşke gidebileceği bir odası olsaydı.
Riverside Drive'daki dairede iki oda vardı; bir oturma odası ile annesinin yatak odası. Annesi
oturma odasmdayken, yatak odasına gidebiliyor ya da tersini yapabiliyordu ama burada böyle bir
şey mümkün değildi. Riverside Drive'da yaşadıkları o eski binayı yıkacaklardı. Bu, Victor'm
düşünmekten hiç hoşlanmadığı bir şeydi.
Birden, yere düşen kitabı hatırlayıp divanı çekti ve kitaba uzandı. Bu, Menninger'ın, içinde
insanlara ilişkin ilginç vaka öykülerinin yer aldığı The Humarı Mind adlı kitabıydı. Victor, kitabı
raftaki yerine, bir astroloji kitabı ile Nasıl Çizim Yapılır? kitabının arasına koydu.
Annesi, ruhbilim kitapları okumasını istemiyordu ama Victor, bu tür kitapları çok seviyordu;
özellikle de, içinde vaka öyküleri olanlan. Vaka öykülerindeki insanlar, yapmak istedikleri her
şeyi yapıyorlardı. Doğal davranıyorlardı. Hiç kimse onlara hükmetmiyordu. Yerel kütüphanede,
ruhbilim raflarındaki kitapları karıştırarak saatler geçirirdi. Bu kitaplar, yetişkinler bölümündeydi
ama kütüphaneci orada oturmasına aldırmıyordu, çünkü her zaman çok sessizdi.
Victor, mutfağa gidip bir bardak su aldı. Orada suyunu içerken, tezgâhın üzerindeki
kesekâğıtlarından gelen bir tırmalama sesi duydu. "Bir fare" diye düşündü, ama bir iki
kesekâğıdını oynattığında, fare falan göremedi. Tırmalama sesi, kesekâğıtlarından birinin içinden
geliyordu.
Kesekâğıdının ağzını parmaklarının ucuyla çekine çekine açtı ve bir şeyin dışarıya
sıçramasını bekledi. İçine bakınca, beyaz, karton bir kutu gördü. Kutuyu yavaşça dışarı çıkardı.
Alt tarafı ıslaktı. Pastane kutulan gibi açılıyordu. Victor şaşkınlıkla sıçradı. Kutuda bir
kaplumbağa vardı, canlı bir kaplumbağa!
Yüzüstü dönmeye çabalayarak, ayaklarını oynatıp duruyordu. Victor, önce dudaklarını yaladı
ve dikkatini toplayıp kaşlarım çatarak, iki eliyle kaplumbağayı yanlarından tutup yüzüstü çevirdi
ve yavaşça tekrar kutunun içine bıraktı. Bunun üzerine, kaplumbağa bacaklarını içeriye çekti,
başı hafifçe yukarı kalkık halde dosdoğru Victor'a baktı.
Victor gülümsedi. Annesi, ona bir hediye aldığını neden söylememişti ki? Canlı bir
kaplumbağa! Belki boynuna bir tasma takarak, kısa pantolonuna gülen çocuğa götürmek için
kaplumbağayı aşağıya indirdiğini hayal ederken, Victor'm gözleri umutla parladı. Çocuk, canlı
bir kaplumbağası olduğunu öğrenince, Victor'la arkadaş olmak konusunda fikrini değiştirebilirdi.
"Hey, Anne ! Anne !" Victor banyonun kapısında çığlıklar atıyordu. "Bana bir kaplumbağa
mı getirdin?"
"Bir ne?" Su sesi kesildi.
"Bir kaplumbağa! Mutfakta !" Victor holde zıplayıp duruyordu. Zıplamayı kesti.
Annesi de duraklamıştı. Su tekrar akmaya başladı ve annesi tiz bir sesle, "C'est une
terrapene! Pour un ragout Z" dedi.
Victor söylenenleri anladığında, bedenine küçük bir ürperti yayıldı, çünkü annesi Fransızca
konuşmuştu. Annesi, ancak itaat etmesi gereken bir emir verdiği ya da bir direnç beklediği
zamanlarda Fransızca konuşurdu onunla.
Demek ki bu su kaplumbağası pişirilmek için alınmıştı. Victor, afallamış bir halde
teslimiyetle başını sallayarak, mutfağa geri döndü. Haşlanacaktı ha?! İşte, dedikleri gibi, su
kaplumbağalarının bu dünyada fazla ömrü yoktu. Su kaplumbağaları ne severdi ki? Marul mu?
Çiğ domuz pastırması mı? Yoksa, kaynamış patates mi? Victor buzdolabını dikkatle araştırdı.
Kaplumbağanın nasırlaşmış ağzına bir parça marul uzattı. Kaplumbağa ağzını açmadı ama
Victor'a baktı. Victor, marulu iki küçük noktadan ibaret olan burun deliklerine tuttu ama
kaplumbağa marulun kokusunu aldıysa bile oralı olmadı. Victor lavabonun altına baktı ve
yuvarlak bir bulaşık kabı çıkardı. İçine iki parmak su koydu. Ardından, kaplumbağayı yavaşça
suyun içine bıraktı. Kaplumbağa birkaç saniye yüzmek zorundaymış gibi sığ suda hızlı hızlı
yürüdü; sonra, karnının teknenin altına dokunduğunu anlayınca durdu ve ayaklarını içeriye çekti.
Victor dizüstü çöktü ve kaplumbağanın yüzünü incelemeye koyuldu. Üstdudağı alttakinden
daha ileride duruyor, yüzüne oldukça inatçı ve aksi bir ifade veriyordu; ama ya gözleri; gözleri
pırıl pırıldı. Victor, hayvanın gözlerine olanca dikkatiyle bakarken gülümsedi.
"Tamam, Monsieur terrapene"2 dedi, "bana ne yemek istediğini söyle yeter, hemen buluruz.
Belki biraz tonbalığı istersin?"
Dün gece yemekte tonbalıklı salata vardı ve dün geceden geriye küçük bir kâse kalmıştı.
Victor, parmaklarının ucuyla küçük bir topak alıp kaplumbağaya uzattı. Kaplumbağa, buna da
ilgi göstermedi.
Victor, düşünceli düşünceli mutfakta göz gezdirdi. Sonra oturma odasının zeminine vuran
güneş ışığını görerek bulaşık kabını aldı ve oturma odasına taşıdı; güneş ışığı kaplumbağanın
sırtına düşecek biçimde yere koydu. "Tüm kaplumbağalar güneş ışığını sever" diye düşündü
Victor. Bir dirseğine yaslanarak, yere, hayvanın yanma uzandı.
Kaplumbağa, bir an dikkatlice Victor'a baktı. Ardından, çok yavaşça, ihtiyatlı ve temkinli bir
şekilde bacaklarını dışarı çıkarıp ilerleyerek teknenin dairesel sınırına ulaştı ve bedeni yarı yarıya
suyun dışında, sağa doğru hareket etti.
Dışarı çıkmak istediği her halinden belliydi; böylece Victor, hayvanı yanlarından tutup eline
aldı ve "Dışarı çıkıp biraz gezinebilirsin" dedi.
Kaplumbağa, divanın altına girip kaybolurken, Victor gülümsedi. Hayvanı kolayca yakaladı
çünkü çok yavaş hareket ediyordu. Halının üzerine koyduğunda, kaplumbağa, sanki soma ne
yapması, nereye gitmesi gerektiğini düşünürcesine hareketsiz kaldı.
Kaplumbağa, kahverengimsi yeşildi. Victor, ona bakarken nehir diplerini, akan nehir suyunu
düşündü. Ya da belki okyanusları. Su kaplumbağaları nereden geliyorlardı acaba? Ayağa fırlayıp
kitaplıktaki sözlüğü almaya gitti. Sözlükte bir kaplumbağa resmi vardı ama
2 "Mösyö su kaplumbağası." bu, donuk, siyah beyaz bir çizimdi ve canlısı kadar güzel
değildi. Sözcüğün (terrapin) Algonkin kökenli olduğundan; hayvanın, tatlı ya da tuzlumsu suda
yaşadığından ve yenilebilir olduğundan başka bir şey öğrenemedi.
Yenilebilir. "Eh işte, kötü şans" diye düşündü Victor. Ama kendisi bu akşam su
kaplumbağası falan yemeyecekti. Hepsi annesine kalacaktı o yahninin; dahası, annesi tokat atsa
da, haşlasa da, fazladan iki ya da üç şiir ezberletse de, bu akşam kaplumbağa yemeyecekti işte.
Annesi banyodan çıktı. "Orada ne yapıyorsun Victor?"
Victor, sözlüğü yeniden rafa koydu. Annesi bulaşık teknesini görmüştü. "Su kaplumbağasına
bakıyordum" dedi, sonra da hayvanın kaybolmuş olduğunu fark etti. Elleri ve ayaklan üstünde
çömeldi ve divanın altına baktı.
"Hayvanı mobilyaların üstüne koyma. Leke yapıyor" dedi annesi. Saçlarını hızlı hızlı bir
havluyla kurularken, holde duruyordu.
Victor, kaplumbağayı, çöp sepeti ile duvarın arasında buldu. Hayvanı tekrar bulaşık kabının
içine koydu.
"Gömleğini değiştirdin mi?" diye sordu annesi.
Victor gömleğini değiştirdi ve annesinin buyruğuna uyup A Child's Garden of Verses
kitabını alarak divana oturdu ve bir başka şiir seçti; Mrs. Badzerkian için yepyeni bir şiir. Bir
seferinde iki dize ezberliyordu; yumuşak bir sesle kendi kendine okuyor, sonra tekrarlıyor, sonra
da tüm şiiri ezberleyene kadar iki, dört ve nihayet altı dizeyi birleştiriyordu. Şiiri, su
kaplumbağasına okudu. Soma da annesine, küvette kaplumbağayla oynayıp oynayamayacağını
sordu.
"Olmaz! Gömleğini ıslatırsın."
"Diğer gömleğimi giyebilirim."
"Hayır! Saat neredeyse dört olmuş. Çıkar şu bulaşık kabını oturma odasından!"
Victor, bulaşık kabını mutfağa götürdü. Annesi, kaplumbağayı hiç çekinmeden bulaşık
teknesinden aldı, tekrar beyaz karton kutuya koydu, kapağını kapattı ve kutuyu buzdolabına tıktı.
Victor, buzdolabının kapısı çarptığında hafifçe sıçradı. Kaplumbağa için orası korkunç soğuk
bir yerdi. Ama sonra, tatlı ya da tuzlumsu suyun da soğuk olduğu kanısına vardı.
"Victor, limonu kes" dedi annesi. Büyük yuvarlak tepsinin üzerine fincanları ve tabakları
koyuyordu. Çaydanlıkta su kaynıyordu.
Mrs. Badzerkian her zamanki gibi dakikti ve misafir mantosuyla çantasını holdeki
sandalyeye bırakıp oturur oturmaz, annesi çayları getirdi. Mrs. Badzerkian karanfil kokuyordu.
Küçük, ince bir ağzı ve daha önce bir'kadmda en azından bu kadar kısa mesafedenhiç görmediği
için Victor'ı büyüleyen ince bir bıyığı vardı. Bunun çirkin bir davranış sayılacağını bildiğinden,
annesine, Mrs. Badzerkian'ın bıyığından hiç bahsetmemişti; ama garip bir biçimde, Mrs.
Badzerkian'ın en çok bıyığını seviyordu.
Kadın, diğer yönlerden sıkıcıydı, ilgi çekici olmaktan uzaktı ve çok açık olmasa da, iticiydi.
Her zaman Victor şiir okurken dikkatle dinliyormuş gibi yapardı, ama Victor onun sabırsızca
kıpırdanıp durduğunu o şiirini okurken başka şeyler düşündüğünü ve okuma bittiğinde
rahatladığını hissederdi. Bugün oturma odasının ortasında dump, o sırada ikinci çaylarını içen iki
kadına bakarak, şiirini hiç duraksamadan bir güzel okudu Victor.
"Tres bierı'Q dedi annesi. "Şimdi bir kurabiye alabilirsin."
3 "Çok güzel."
Victor, ortasında bir damla portakal marmeladı olan küçük, yuvarlak bir kurabiye seçti.
Otururken dizlerini birbirine yapıştırıyordu. Mrs. Badzerkian'ın tiksintiyle dizlerine baktığını
hissederdi hep. Çoğu zaman, artık uzun pantolon giyecek denli büyüdüğü konusunda bir laf
söylemesini beklerdi, ama hiç söylememişti; en azından, Victor böyle bir şey duymamıştı.
Victor, annesinin Mrs. Badzerkian'la konuşmasından, yarın akşam Lorentzlerin yemeğe
geleceğini öğrendi. Kaplumbağa yahnisi muhtemelen onlar için yapılacaktı. Victor,
kaplumbağayla oynamak için bir günü daha olduğuna sevinmişti. "Yarın sabah" diye düşündü,
"kaplumbağayı bir süre için aşağıya, ya bir kayışla ya da annesi çok ısrar ederse, karton kutuda
götürüp götüremeyeceğimi sorarım."
Annesi, ona şöyle bir bakarak, "Bir çocuk gibi!" demişti, gülerek. Dahası, Mrs. Badzerkian, o
küçük, ince ağzıyla kurnaz kurnaz kendisine gülümsüyordu.
Victor'm kendi başına kalmasına izin verilmişti ve şimdi odanın diğer ucunda, çekyatın
üstünde bir kitapla oturuyordu. Annesi, Mrs. Badzerkian'a kaplumbağayla nasıl oynadığını
anlatıyordu. Victor, kaşlarını çatıp duymazlıktan gelerek kitabına gömüldü. Annesi, Victor'm,
serbest bırakıldıktan sonra kendisiyle ya da misafirleriyle konuşmasından hoşlanmazdı. Ama
şimdi tutmuş ona, "Küçük bebek Victor..." diye sesleniyordu.
Parmağını kaldığı yere koyarak ayağa kalktı. "Bir kaplumbağaya bakmanın nesi çocukça,
anlamıyorum!" dedi, içinde aniden kabaran öfkeyle kızararak. "Çok ilginç hayvanlar. Kaplum..."
Annesi bir kahkahayla sözünü kesti; derken aniden ciddileşerek, keskin bir sesle, "Victor,
sanırım sana çekilmeni söylemiştim. Öyle değil mi?"
Mrs. Badzerkian gittikten sonra yaşanacak sahne, bir an Victor'm zihninde belirdi. "Evet
Anne. Özür dilerim" dedi. Sonra oturup gene kitabına daldı.
Yirmi dakika sonra Mrs. Badzerkian gitti. Annesi, kaba davrandığı için onu azarladı ama bu,
Victor'm beklediği türden beş ya da on dakikalık azarlamalardan biri olmadı. Hepi topu iki
dakika sürmüştü. Krema almayı unutmuştu, bu yüzden Victor'm aşağı inip almasını istiyordu.
Victor, gri yün ceketini giyip dışan çıktı. Bu ceketi giymekten her zaman utanıyor ve dikkat
çektiğini düşünüyordu, çünkü ceketinin boyu, kısa pantolonunun azıcık altına kadar uzanıyordu
ve sanki altına hiçbir şey giymemiş gibi görünüyordu.
Victor kaldırımda yürürken Frank'e bakındı ama onu göremedi. Üçüncü Cadde'yi geçip,
oturma odasının penceresinden görebildiği büyük binadaki şarküteriye gitti. Geri dönerken,
Frank'i, kaldırımda bir topu yere vurdurarak yürürken gördü. Doğruca yanına gitti.
"Hey" dedi Victor. "Evde bir su kaplumbağam var benim."
"Bir ne?" Frank topu tutup durdu.
"Bir su kaplumbağası. Bilirsin işte, kaplumbağa gibi. Yarın sabah aşağı indirip gösteririm
sana, buralarda olursan. Bayağı büyük bir
şey."
"Yapma ya? Neden şimdi getirmiyorsun?"
"Şimdi yemek yiyeceğiz de" dedi Victor. "Görüşürüz."
Kendi apartmanına girdi. Bir şey başarmış gibi hissediyordu kendisini. Frank, gerçekten
ilgilenmiş gibiydi. Victor, kaplumbağayı aşağıya hemen şimdi indirebilmeyi isterdi, ama annesi,
hava karardıktan sonra dışarı çıkmasından hiç hoşlanmazdı ve şimdi hava epeyce kararmıştı.
Victor yukarı çıktığında, annesi hâlâ mutfaktaydı. Yumurtalar kaynıyordu ve ocağın arka
gözüne büyük bir tencereyle su koymuştu. "Onu çıkarmışsın gene!" dedi Victor, kaplumbağanın
kutusunu tezgâhın üstünde görerek.
"Evet. Yahniyi bu akşama yapıyorum" dedi annesi. "Bundan dolayı kremaya ihtiyacım var."
Victor, annesine baktı. "Onu bu akşam öldürmek zorunda mısın?"
"Evet ufaklık. Bu akşam." Yumurtalı tencereyi salladı.
"Anne, onu Frank'e göstermek için aşağı götürebilir miyim?" diye sordu Victor, bir solukta.
"Yalnızca beş dakikalığına, Anne. Frank aşağıda şimdi."
"Frank de kim?"
"Bugün bana sorduğun çocuk. Hep gördüğümüz şu sarışın çocuk. N'olur Anne."
Annesinin siyah kaşları çatıldı. "Su kaplumbağasını aşağı götürmek mi? Kesinlikle hayır.
Saçmalama, bebeğim! Su kaplumbağası oyuncak değil!"
Victor, annesini ikna etmek için başka bir şey düşünmeye çalıştı. Ceketini çıkarmamıştı.
"Frank'le tanışmamı istiyordun"
"Evet. Bunun su kaplumbağasıyla ne ilgisi var?"
Arka ocaktaki su kaynamaya başlamıştı.
"Ona söz verdim." Victor, annesinin kaplumbağayı kutudan çıkarışını izliyordu; annesi
kaplumbağayı kaynar suya atarken, ağzı kocaman açıldı. "Anne!"
"Ne var? Nedir bu şamata?"
Victor, şaşkın gözlerle kaplumbağaya baktı; hayvanın bacakları tencerenin dik kenarlarını
çılgınca tekmeliyordu. Kaplumbağanın ağzı açıktı, gözleri bir an dosdoğru Victor'a baktı, başı
acı içinde geriye kıvrıldı, sonra açık ağzı fokurdayan suyun dibine battı; işte her şey bitmişti.
Victor gözünü kırptı. Kaplumbağa ölmüştü. Daha yakma geldi ve suda yayılmış duran dört
bacakla kuyruğu gördü. Annesine baktı.
Annesi, elini bir havluyla kuruluyordu. Victor'a şöyle bir baktı ve sonra, "Öff!" dedi. Ellerini
kokladı ve havluyu yerine astı.
"Onu böyle öldürmek zorunda mıydm?"
"Başka nasıl öldürecektim? Istakoz öldürür gibi işte. Bilmiyor musun sanki? Canlan acımaz
onlann."
Annesine dik dik baktı. Annesi ona dokunmaya davranmca, geri çekildi. Kaplumbağanın
kocaman açılmış ağzını düşündü ve birden gözlerinden yaşlar boşandı. Belki kaplumbağa
haykınnıştı da suyun fokurtusundan duyulmamıştı. Kaplumbağa ona bakmıştı, onu çekip
çıkarmasını isteyerek. Oysa o, kaplumbağaya yardım etmek için kılını kıpırdatmamıştı. Annesi
onu kandırmıştı; o kadar hızlı hareket etmişti ki, onu kurtaramamıştı. Tekrar geriledi. "Hayır,
dokunma bana!"
Annesi yüzüne bir tokat patlattı; sert ve ani bir tokat.
Victor çenesini sıktı. Sonra geriye dönüp dolaba gitti, ceketini bir askılığa fırlatıp astı.
Oturma odasına gidip kendini divana attı. Artık ağlamıyordu ama ağzı yastığa dayalı ve açıktı. O
arada aklına kaplumbağanın ağzı geldi ve dudaklarını birbirine yapıştırdı. Kaplumbağa acı
çekmişti, yoksa dışarı çıkmak için ayaklanyla öyle delicesine çırpmmazdı.
Sonra ağladı Victor; kaplumbağa gibi sessizce, ağzı açık. Divan örtüsünü ıslatmamak için iki
eliyle yüzünü kapadı. Aradan uzun bir süre geçtikten soma kalktı.
Annesi, mutfakta mmldanarak şarkı söylüyordu; Victor, birkaç saniyede bir onun sert ve seri
ayak seslerini duyuyordu. Victor, bir
kere daha dişini sıktı. Yavaşça mutfak kapısına doğru yürüdü.
Kaplumbağa dışanda, doğrama tahtasının üstündeydi; annesi, ona şöyle bir baktıktan sonra
mınldanmayı sürdürerek bir bıçak aldı ve bıçağın keskin tarafıyla kaplumbağanın küçük
tırnaklarını kesmeye koyuldu. Victor gözlerini yan yarıya kapadı ama izlemekten vazgeçmedi.
Annesi, üstlerinde deri parçalan kalmış tırnaklan avucuyla tahtadan süpürerek elinde topladı ve
çöp kutusuna attı.
Ardından kaplumbağayı sırt üstü çevirip, aynı keskin, sivri bıçakla soluk renkli alt kabuğu
kesmeye başladı. Kaplumbağanın boynu bir yana bükülmüştü. Victor, başını çevirmek istiyordu
ama bakmaktan kendisini alıkoyamıyordu. Şimdi kaplumbağanın iç organları tümüyle ortadaydı;
kırmızı, beyaz ve yeşilimsi.
Victor, annesinin söylediklerini dinlemiyordu bile. Kendisi doğmadan önce Avrupa'da
kaplumbağa pişirmeyle ilgili bir şeyler anlatıyordu annesi. Sesi, müşfik ve yatıştıncıydı; yaptığı
şeyle hiç de uyumlu değildi.
"Pekâlâ, bana öyle bakmayı kes!" diye bağırdı aniden, ayağını yere vurarak. "Neyin var
senin? Kafayı mı üşüttün? Evet, sanınm üşüttün! Hastasın sen, biliyor muydun bunu?"
Victor, akşam yemeğine elini sürmedi; omuzlarından sarsıp tokatlamakla tehdit etmesine
karşın, annesi de zorla yediremedi. Tost ekmeği üstüne kremalı biftek koyup yediler. Victor tek
söz etmedi ve annesi doğrudan yüzüne haykırdığı zaman bile kendisini ondan çok uzakta hissetti.
Midesi ağndığı zamanlardaki gibi kendim çok garip hissediyordu ama midesinin ağndığı falan
yoktu.
O gece yattıklarında, karanlıktan korktuğunu hissetti. Kaplumbağanın kocaman olmuş
yüzünü, açık ağzını, fal taşı gibi açık ve acıyla dolu gözlerini gördü. Victor, pencereden dışarı
çıkıp uçabilmeyi, istediği yere gidebilmeyi, kaybolmayı ve aynı anda her yerde birden olabilmeyi
istedi. Annesinin ellerini omzunda hayal etti; pencereden dışarı çıkamasın diye onu geri
çektiğini. Annesinden nefret ediyordu.
Kalkıp çabucak mutfağa gitti. Hiç pencere olmadığından, mutfak zifirî karanlıktı ama Victor
hiç şaşalamadan elini sessizce bıçaklığın üstüne koydu ve bıçaklara tek tek dokunarak istediği
bıçağı aradı. Şimdi buzdolabındaki tencerede küçük parçalar halinde, bütün o krema, yumurta
sarısı ve sherry sosuna bulanmış kaplumbağayı düşündü.
Annesinin çığlığı sessiz değildi, kulaklarının zarını patlatacak gibiydi. İkinci darbe vücuduna
denk geldi, sonra gene boğazından bıçakladı.
Ancak yorgunluk durdurabildi onu; o zamana kadar insanlar kapıyı kırıp içeri girmeye
çalışıyordu. Victor, sonunda kapıya gitti, zinciri yerinden çıkardı ve insanlara kapıyı açtı.
Bir sürü hemşirenin ve doktorun bulunduğu büyük, eski bir binaya götürüldü. Victor çok
sakindi ve söylenen her şeyi yaptı, sordukları soruların tümünü yanıtladı ama yalnızca sordukları
sorulan; kaplumbağayla ilgili bir şey sormadıklarından, ondan hiç bahsetmedi.
Cinayetin C'si
Lawrence Treat

Orada bulunmak utanç verici bir şeymiş, bundan hoşlanmamış, yanlış bir şey yapmamış,
dahası asla yapamazmış ya da yapmayacakmış gibi, Cinayet Masası'mn başvuru bürosunun
kapısmdan içeri girdi.
Yirmi iki yaşındaydı ve normalden zayıftı. Pembe, kolsuz bir elbise giyiyordu. Arkada topuz
yapılmış koyu renk saçları vardı, göğüsleri birbirine yakındı ve gözleriyle sizi yiyip bitiriyordu.
Mitch Taylor, az önce öğle yemeğinden gelmiş, tek başına bürodaki her işe koşuyordu.
Kadına başıyla işaret edip, "Yapabileceğim bir şey var mı?" dedi.
"Evet. Ben, ben..." Mitch, kadının, sinirliyken kekeleyen biri olduğunu düşünüp, yatışmasını
bekledi. "Bana buraya gelmemi söylediler" dedi. "Civardaki polis karakoluna gittiğimde, bir şey
yapamayacaklarını, buraya gelmem gerektiğini söylediler."
"Evet" dedi Mitch. Bunun, Üçüncü Bölge'deki Pulasky'nin işi olduğu konusunda iddiaya
girmeye hazırdı. Adam, yasada, "Sen Pulasky, bu olaya sen bakacaksm, yoksa maaşını
kaybedersin" diye yazmadıkça, bir şikâyeti işleme koymazdı.
Sonunda Mitch, "Elbette. Sorun nedir?" dedi.
"Sizi rahatsız etmek istemem, hem umarım aptalın teki olduğumu düşünmezsiniz ama şey,
arkadaşım beni bırakıp gitti. Nerede olduğunu ya da neden beni terk ettiğini bilmiyorum."
"Erkek arkadaşınız mı?" dedi Mitch.
Kız kıpkırmızı oldu. "Ah, hayır! Gerçek bir arkadaş. Birlikte yolculuk ediyorduk. Arabayı
almış gitmiş, bir not bile bırakmadan hem de. Bir anlam veremiyorum."
"İçeri girip ayrıntıları alalım" dedi Mitch.
Mitch, kızı içeriye soktu ve bir masanın önüne oturttu. Kız, Mitch'ten etkilenmiş gibi utangaç
utangaç bakıyordu. Mitch nedenini anlayamamıştı, çünkü orta boylu, kendinden aşın emin, sert
ve dik saçlı, özellikle de kimsenin hatırlamadığı bir yüzü olan, alelade biriydi.
Kızın karşısına oturdu ve "Adınız ne?" dedi.
"Prudence Gilford."
"Adres?"
"New York City ama oradaki dairemden taşındım."
"Ben de New Yorkluyum. Evden bayağı uzaktasınız, değil mi?"
"Kaliforniya'ya doğru gidiyorum; kız kardeşim orada yaşıyor. Gazetedeki bir ilan için
başvurmuştum; bir saniye, sanınm hâlâ yanımda." Çadır bezinden yapılma büyük bir çantayı
beceriksizce karıştırmaya başladı; bu sırada çantanın askısı koptu ve içindekiler yere saçıldı.
Gene kızararak, çantayı beceriksizce yerden aldı; bu arada konuşmayı sürdürüyordu. "Bella
Tansey, Kaliforniya'ya kadar yapacağı yolculuğu paylaşacak birini bulmak için ilan vermişti.
Tüm masrafları karşılayacağını yazmıştı. Benim için harika bir fırsattı bu... İşte, burada."
Gazeteden kesilmiş ilanı çıkanp Mitch'e uzattı: yolculuğu paylaşacak bir kadın aranıyordu ve
bir telefon numarası vardı.
"Siz de temasa geçtiniz, öyle mi?" diye sordu.
"Evet. Birbirimize anında ısındık ve bir sonraki hafta yola çıkmak üzere sözleştik."
Kız, çantanın sapıyla oynuyordu ve sonunda ucunu, düğme gibi bir şeye tutturmayı başardı.
Mitch, kızı izlerken, bunun daha ne kadar süreceğini merak etti.
Bu arada kız, hâlâ Bella Tansey'den bahsedip duruyordu. "Gayet güzel anlaşıyorduk" dedi
Prudence, "dün gece The Happy İnn adındaki bir motelde konakladık ve yatıp uyuduk.
Uyandığımda, gitmişti."
"Neden orada durdunuz?" diye sordu Mitch, sertçe.
"Yorulmuştuk, hem boş yer işareti de vardı." İçini çekip kaygıyla, "Orayla ilgili bir sorun mu
var?" diye sordu.
"Çok iyi bir şöhreti yoktur" dedi Mitch. "Tüm eşyalarını almış mı yanma? Bir gecelik
malzemelerini, yani?"
"Evet, sanırım almış. En azından, çantasını almış."
Mitch arabanın tarifini aldı: kızın hatırladığı kadarıyla, 1959 ya da 1960 model, koyu mavi
bir Buick. Araba New York plakalıydı ama kız numarasını hatırlayamıyordu.
"Tamam" dedi Mitch. "Kontrol edeceğiz. Hızlı bir araç yollayıp onu aldıracağız ve neden bu
kadar aceleyle gittiğini anlayacağız."
Prudence Gilford'un gözleri büyüdü. "Evet" dedi. "Bir de bana yardımcı olur musunuz,
lütfen? Sadece beş dolanın var, otel de pahalı. Orada kalamam ve nereye gideceğimi de
bilmiyorum."
"Bana bırakın" dedi Mitch. "Oteli ayarlayıp kasabada bir süre kalabileceğiniz bir yer
bulurum. Bir yerden para bulabilirsiniz, değil mi?"
"A, evet. Kız kardeşime yazarım."
"Telgraf çekseniz daha iyi" dedi Mitch. "Bir iki dakika burada bekleyebilir misiniz? Hemen
geleceğim."
"Elbette."
Teğmen Decker gelmiş, her yanı kâğıtlarla ve ıvır zıvırla tıka basa dolu olan küçücük
bürosunda bir şeyler üzerinde çalışıyordu. Mitch, Gilford işiyle ilgili raporunu verirken, teğmen
de dinledi.
"Pulasky'nin ilgilenmesi gerekirdi" dedi Mitch, bitirirken. "Ama Allah kahretsin. Çocuk
cascavlak ortada kalmış. Bu yüzden, belki ona biraz yardım edebiliriz."
"Bunun altından ne çıkacak dersin?" diye sordu Decker.
"Bilmiyorum" dedi Mitch. "Kız bağımlı bir tip; her şeyden korkuyor ve insanlara yaslanıyor.
Belki Tansey denen kadın ondan bıktı; belki de bu bir lezbiyen muhabbeti. Söylemesi zor."
"Eh, Buick'i bulmak için işe, arama çağrısıyla başla. Beş yüz mil çapında bir mesafe içinde,
otoyolda olsa gerek. Birisi bulur nasılsa. O zaman görürüz ne çıkacağını."
Mitch, Prudence'ı arabayla otele götürüp eşyalarını almasını söyledi. Kız bu işle uğraşırken,
Mitch de, oteli işleten Ed Hiller'la konuşmak için bürosuna gitti. Yaşamının büyük bir
bölümünde başı belaya girip duran, uzun boylu, hafif kambur bir adam olan Hiller, beş cent'ten
büyük, ama özellikle büyük olan her şeye ilgi duyardı. Odaları saatlik, günlük ya da haftalık
kiralardı ve taşıma bedelini öderseniz, içki de alabilirdiniz; ama çoğu zaman başının derde
girmesinin nedeni, kilitlenmeden bırakılan ve soyulan arabalarla ilgili raporlardı. Polis, onu bir
türlü enseleyememişti.
"Merhaba Taylor. Bir sorun mu var?" dedi Hiller.
"Dün gece burada kalan, Bella Tansey ve Prudence Gilford adındaki iki kadınla ilgili bilgi
istiyorum. Tansey, gece çekip gitmiş."
"Geceyarısı gibi" dedi Ed. "Telefon etmek için büroya geldi ve biraz sonra arabasının hareket
ettiğini duydum."
"Kayıp kızın toplanma zamanı" diye düşündü Mitch. "Kimi aradı?", "Ne konuştu?" diye
sordu.
Hiller omzunu silkti. "Başkalarının konuşmasını gizlice dinlemem" dedi. "Kapıyı açtığını,
sonra da telefon kulübesine girdiğini gördüm. Ben kendi işime bakarım. Sen de bilirsin ya."
"Ya, ya" dedi Mitch, kısaca. "Bozuk paraların düşüşünü de duydun, değil mi? Şehir içi arama
mıydı, şehirlerarası mı?"
Hiller bankonun üzerinden eğilerek, "Şehir içi" dedi alçak sesle. "Sanırım."
"Kayıtlarını yaptın mı?" diye sordu Mitch. Hiller başını salladı ve üzerinde New York'a ait
bir plaka numarasının bulunduğu kâğıdı, Mitch'e uzattı.
Konuyla ilgili hemen her şey bu kadardı. Kimse Bella Tansey'yi ve Buick'ini bulamadı;
Prudence Gilford, kasabada bir pansiyonda tutuluyordu ve Mitch, onu bir kez daha göreceğini
hiç sanmıyordu.
O gece Mitch eve gittiğinde, Amy ona neler yaptığını sordu; sonra biraz çocuklarla oynayıp
oyalandı ve Amy, kız kardeşinden gelen mektubu gösterdi. Kız kardeşinin kocası grevdeydi ve
sendika, ancak mutfak giderleri ile kiralarım karşılamaya yetecek kadar para veriyordu; oysa
arabanın ve yeni bulaşık makinesinin taksitlerini ödemeleri gerekiyordu. Aynca televizyon gene
bozulmuştu, acaba Mitch ile Amy onlara kısa bir süre destek çıkabilirler miydi.
Böylece çocuklar uyumaya gittikten sonra, Mitch üe Amy hesap yapmak için divana
oturdular; hesaplama neredeyse iki saniye sürdü ve Mitch'in bir somaki maaşından elli dolar
yollanabileceği sonucuna varıldı. Birlikte yaptıkları işlerde hep böyle olurdu: olaylan hep aynı
biçimde görür ve hiçbir zaman tartışmazlardı.
Ertesi sabah Decker, Cinayet Masası uzmanlanyla her zamanki konuşmasını yaptı ve
ellerindeki tüm vakaları tek tek ele alıp inceledi. Gilford vakasıyla ilgili olarak söylediği tek şey,
Pulasky onları bir kere daha enayi yerine koymaya çalıştığında, bunu önceden anlamaları;
böylece onun, bizzat buraya gelmek zorunda kalacağı ve anasından emdiği sütün burnundan
getirileceğiydi.
Mitch, soruşturmak için bir çift ikinci dereceden saldın davası aldı; telsizinden çağn
yapıldığında, birincisini bitirmiş, ikincisi için yoldaydı. "Doğu Yolu'ndaki Fransız Korusu'na git.
Bir cinayet işlenmiş; görünüşe bakılırsa, şu ortadan kaybolan Tansey adındaki kadın."
Oraya gittiğinde, iki polis arabası, bir petrol tankeri ve meraktan durup olayı seyreden bir
grup işgüzar gördü. Koruya doğru giden bir patika vardı, iki yüz metre kadar içeride, teğmen ile
bürodaki çocuklardan birkaçı ve laboratuvar teknisyeni Jub Freeman, koyu mavi bir arabanın
etrafında toplanmıştı. Bunun, Tansey'nin Buick'i olduğunu anlamak için çok fazla kafa yormaya
gerek yoktu.
Mitch arabanın yanına vardığında, Bella Tansey'nin, başı pencereye dayalı, ön koltuğa
yığılmış olduğunu gördü. Sağ taraftaki kapı ile torpido gözü açıktı ve Decker, orada bulduğu
şeylere bakıyordu.
Mitch'e temel bulguları sıraladı. "Tanker şoförü arabayı fark etmiş, bakmak için koruya
girmiş ve soma da bizimle temasa geçmiş. Boğularak öldürülmüş; boynundaki izleri görebilirsin.
Olayın, önceki gece, otelden aynldıktan az sonra gerçekleştiğine kalıbımı basarım."
Mitch, cesedin duruşunu deneyimli bir bakışla inceledi. "Arabayı da o kullanmıyormuş.
Öldükten sonra oraya itilmiş."
"Bak bakalım" dedi Decker, incelediği ıvır zıvın, olası bir parmak izini bozmamak için
dikkatli bir biçimde ön koltuğa bıraktı. Bir el çantasını iki ucundan nazikçe tutan ve bir iz
bulmak umuduyla çantayı dikkatle inceleyen Jub Freeman'a döndü.
"Bir şey buldun mu?" diye sordu teğmen.
"Bir şey yok" dedi Jub. "Ama üzerinde B.T.W. harfleri var."
"Bella Tansey What?" diye sordu teğmen. Ne teğmen, ne de bir başkası güldü. Elini kapının
alt tarafına koymak üzere eğildi, öne doğru uzandı ve cesede baktı. Arkasında duran Mitch de,
teğmenin başının üzerinden dikkatle cesedi gözlüyordu.
Bella, otuz yaşlarında, çekici bir kadındı. Üstünde, Amy'nin bolero olarak adlandırdığı kısa
bir ceket ile mavi bir elbise vardı ve belki de cesedin taşınması yüzünden eteğin yukarı sıyrılması
dışında elbisede bir bozukluk görülmüyordu. Torpido gözünün kapağı ve kontrol panelinin bazı
yerleri parmak izi tozuna bulanmıştı.
Mitch geri çekilip bekledi. Bir dakika kadar soma teğmen doğruldu.
"Bir seks meleğinin işi gibi görünmüyor" dedi Decker. "Bu şeyler de" diye ekledi, toprağı
kaplayan kuru yaprakları tekmeleyerek, "Ayak izi tutmuyor. Şansımız varsa, buralarda katili
gören birini buluruz." İnce, esnek dudaklarım şapırdatarak Jub'ı izlemeye koyuldu.
Jub, paltosunu çıkarmış cüzdanın içindekileri paltosunun üzerine boca etmişti. Mitch,
olağandışı bir şey fark etmedi; kadınların, genelde yanlarında taşıdıkları ıvır zıvır. Ama paradan
eser yoktu. Jub, cüzdanı eline almış içini karıştırıyordu.
"Boş mu?" diye sordu teğmen sertçe.
Jub başıyla onayladı. "Beş cent dışmda. Parası vardı anlaşılan; öyleyse, bunu her kim elden
geçirdiyse, beş cent'i kaçırmış."
"Bu durumda, katil Ed Hiller olamaz" dedi Mitch ve ekip güldü.
"Diyelim ki cinayet nedeni soygun" dedi Decker. "Bunu öne çıkaracak bir şeyler bulduk ama
birader, bu kötü bir gerekçe. Kaliforniya'ya giden bir kadın, neden telefon edip gecenin bir yarısı
gizlice ortadan kaybolsun? Arkadaşını da yüzüstü bırakarak üstelik. Şimdi
soygun gibi gelmiyor insana, değil mi?"
"İşin içinde bir adam var gibi geliyor" dedi Mitch. "Geç vakitte bir randevusu vardı ve adam
da kadını soydu, şey yapmak yerine."
"Ed Hiller'la, bu konuyu daha sonra konuşacağız" dedi teğmen. "Taylor, bu işe sen devam
etsen daha iyi. New York'u arayıp, kadın hakkında bir şeyler öğren. Arkadaşlarını, geçmişini,
evli olup olmadığını. Yanında ne kadar parası olabileceğini. Bankası, bu konuda yardımcı
olabilir."
"Oldu" dedi Mitch.
"Soma da şu Gilford denen kadını bulup, ağzından laf almaya çalış" dedi Decker.
Mitch başını salladı. Arabanın arkasına bir göz attı ve bir gecelik eşyaların konduğu küçük
çantayı gördü. "Şu şey" dedi, eliyle göstererek. "Çantasını almış, demek ki motele dönmeyi
düşünmüyordu. Ama çantasını bagaja da koymamış, öyleyse oldukça kısa bir süre sonra başka
bir yerde kalmayı düşünmüş olsa gerek."
"Bir yerde uyumak isteyecekti, değil mi?" dedi Decker.
"Bu çanta hazırlayıp boşaltma işi bir anlam ifade etmiyor" dedi Mitch.
Decker homurdandı. "Cinayetlerde hiç anlam yoktur zaten" dedi acı acı.
Mitch, bir gecelik eşyaların konduğu çantayı düşünerek merkeze döndü ama bu durum aklını
kurcalamayı sürdürdü. Tan\ olarak ne olduğunu bilmiyordu ama bir şey olana ya da insan bir
başka şey bulana kadar zihnin gerisinde bir yerde tutulan şeylerden biriydi; sonunda her şey yerli
yerine oturur ve olayların nasıl geliştiğini anlardınız.
Bununla birlikte, New York'a sorulacak sorular yüzünden şimdi bir
çözüm üretmezdi. Üstelik daha gelecek çok fazla bilgi vardı.
New York'a telefonla ulaştı ve oradakiler, derhal konuyla ilgileneceklerini söylediler;
telefonu kapattı ve Prudence'ı görmeye gitti. Onu, kaldığı yerde bulduğu için şanslıydı.
Kız, haberi duyunca şoke oldu. Öte yandan, katkıda bulunacak pek bir şey bilmiyordu.
"Birbirimizi tanıyalı çok olmadı" dedi. "Hem o ayrıldığında ben uyuyordum. Çok yorgundum.
Bütün gün yoldaydık ve genellikle arabayı ben kullanmıştım."
"Buralarda kasabadan birini tanıdığından bahsetmiş miydi?" diye sordu Mitch. Prudence
olumsuz anlamda başını salladı, ama Mitch, gene de ağzından laf almak için çabaladı. İnsanların
bir şeyler duyup, sonra da bu duyduklarını unutmaları çok kolaydı. Hafızalarını biraz zorlamanız
gerekirdi. Hem kızın bildiği her şeyi anlattığından nasıl emin olabilirdi?
Gene de kız için üzülüyordu; sanki pek bir şey yiyemiyormuş gibi zayıf ve bitkin
görünüyordu. Bu yüzden Mitch, "Şu senin beş dolar pek fazla dayanmaz, biraz mangıra ihtiyacın
varsa..." dedi.
"Ah, teşekkürler!" diye yanıtladı ışıl ışıl bir yüzle, Mitch Taylor'a iyi biri olduğunu
hissettirerek. "Ah, teşekkürler! Kesinlikle harika birisiniz ama bir süre daha yetecek param var,
hem eminim kız kardeşim telgraf çekip istediğim parayı yollayacaktır."
O öğleden somaya kadar bilgilerin çoğu gelmişti. Yerel adlî tıp uzmanı, Bella Tansey'nin bir
havluyla ya da bir mendille boğularak öldürüldüğünü söylemişti; ölüm zamanım, kadının
motelden ayrılmasından kısa bir süre soma olarak belirlemişti. Teğmen, Ed Hüler'ı sorgulamış
fakat "dişe dokunur" bir şey elde edememişti. Hiller, moteli terk etmediğini söyleyip duruyordu
ama ifadesi, yalnızca kendi sözüne dayalıydı.
Jub, arabanın içindekileri bir elektrik süpürgesiyle toplamış, bulgulan mikroskopla incelemiş
ve iki albümü doldurmaya yetecek kadar fotoğraf çekmişti.
"İlk gece United Motel'de kalmışlar" diye özetledi, "ve Howard Johnson diye bir yerde
akşam yemeği yemişler. Olası öğle yemeği niyetine arabada sandviç yemişler. Pennsylvania'da
ve İndiana'da benzin almışlar; araba yağ yakıyormuş. Arka koltukta bir süre için gri bir kedi
varmış. İkisi de arabayı kullanmış. Bella Tansey'nin işitme güçlüğü varmış ve giysilerini Saks
Fifth Avenue'dan alırmış. Onun hakkında daha bir alay şey anlatabilirim ama cinayeti çözmeye
yardım edecek bir şey elde ettiysem eğer, Allah belamı versin. İki kadın dışında arabada bir
başkasının bulunduğuna dair tek bir iz bile yok."
Bununla birlikte, New York polisi bomba gibi haberlerle çıkagelmişti. Bella Tansey,
bankasından 1 800 dolar çekmişti, Clyde Warhouse diye biriyle evlenmişti ve iki yıl önce
boşanmışlardı. Kızlık soyadını Tanseykullanıyordu.
"Warhouse!" dedi teğmen.
Herkes bu adı biliyordu. Yerel gazetede, "Kültür Köşesi" diye adlandırılan bir köşe vardı ve
bu köşede, sanat galerileri, kasabaya gelen orkestralar ve entelektüel konferanslar hakkında
yazılar çıkardı. Warhouse, bu köşede yazacak başka bir konu bulamadığı zamanlarda, kasabanın
mimarîsinin ne kadar arkaik olduğundan şikâyet ederdi.
"Çantasında W harfi bulunmasının nedeni buymuş" dedi Mitch. "Bella Tansey Warhouse.
Dahası Ed Hiller, telefon görüşmesi hakkında yalan söylememiş. Gerçekten de eski kocasına
telefon etmiş."
Decker başıyla onayladı. "Diyelim ki, Bella Tansey, onu görmek için aceleyle gitti. Diyelim
ki kadın, ona karşı hâlâ tutku duyuyordu ve kavga ettiler; öyle ki, adam kafayı yedi, kendini
kaybetti ve kadını boğdu. İyi de, neden mangırlarını da yanında götürsün? Kadının yanında
neredeyse 1 700 dolar olmalıydı. Adam onu neden soysun ki?"
"Neden soymasın ki?" dedi Mitch. "Para oradaydı, değil mi?"
"Bu konuyu bir düşünelim" dedi Decker. "Prudence, Bella'nın çantasını boşalttığını söylüyor.
Bella uyumaya mı hazırlanıyordu yoksa başka bir şeye mi?"
"Prudence bilmiyor" dedi Mitch. "Olanca gayretimle bu konuyu deştim; Prudence, Bella'nın
çantasını boşalttığını varsayıyor; gerçekten hatırlayamıyor. Turşu gibi olduğunu ve hemen yatıp
uyuduğunu söylüyor. Yüzünü bile yıkamamış."
"Bu durumda" dedi Decker, "sanırım Warhouse, ne zaman yakasına yapışacağımızı merak
edip duruyordur. Siz oraya giderken, ben de, adam hakkında araştırma yapacağım." Teğmenin
çenesi sertçe sıkılıydı. "Tutuklayın herifi."
Mitch omuzlarını dikleştirdi, ceketinin yakasını kaldırarak dışarı çıktı. Şüphelinizle ilk
karşılaşmanız, davayı ya batırır ya da çıkarırdı.
Clyde Warhouse, önünde uzun, beyaz sütunların bulunduğu, kırmızı tuğladan yapılma bir
evde yaşıyordu. Mitch, adamı, evindeki çalışma odasında buldu. îri dişli, ufak tefek bir adamdı
ve sahte bir gülümsemesi vardı; adamm tüm yaptığı, dudaklarını geriye doğru çekmekten
ibaretti. Bunu neye yoracağınız size kalmış bir şeydi.
Warhouse doğrudan konuya girdi. "Eski karımla ilgili olarak buradasınız" dedi. "Biraz önce
radyoda duydum; keşke size bilgi verebilseydim ama bunu yapacak durumda değilim. Bu,
kesinlikle onun için arzu ettiğim son değildi."
"Onun için nasıl bir son arzu ediyordunuz?" diye sordu Mitch.
"Hiç." Warhouse'un dudakları, karşısındakine ne kadar zeki olduğunu anımsatarak geriye
doğru gerildi. "Aynca bu kasabada gerçekleşecek bir son istemediğim kesin."
"Oyun oynamaktan vazgeçelim" dedi Mitch. "Benimle geliyorsunuz. Bunu biliyorsunuz,
değil mi?"
Adam ilk yumrukta neredeyse yere yıkılıyordu. "Yani tutuklanıyor muyum?"
"Sen ne sanmıştın?" dedi Mitch. "Sana telefon ettiğini ve buluştuğunuzu biliyoruz. Onu
gördüğünü biliyoruz."
"Ama ben onu görmedim" dedi Warhouse. "Hiç gelmedi ki."
Mitch gözünü bile kırpmadı.
"Ne kadar bekledin?" diye sordu.
"Neredeyse bir saat. Belki daha fazla."
"Nerede?"
"Whitman and Cooper'ın köşesinde." Warhouse derin bir nefes aldı ve başım ellerinin arasına
koyarak, "Ah, Tanrım!" dedi. Adamı, Decker'm başkanlık ettiği sorgulama için merkezdeki
odaya alıncaya kadar, Mitch'in ondan öğrenebildikleri bunlarla sınırlı kaldı.
Adam ilk ifadesinden ısrarla vazgeçmiyordu. Oyuna getirildiğinin farkındaydı ama elindeki
kozlara güveniyor ve bir adım bile gerilemiyordu. Bella'nın geceyarısı gibi aradığını ve kendisini
görmesi gerektiğini söylediğini anlattı. Kasabada olduğunu bilmiyormuş, onu görmek
istemiyormuş, onunla hiçbir şekilde ilgilenmiyormuş, ama olmaz da diyememiş. Böylece gidip
beklemeye koyulmuş. Beklemiş de beklemiş. Sonra da eve gitmiş.
Adamı ısrarla sorgulamayı sürdürdüler. Önce Mitch ile Decker, sonra Bankhart ile Balenky,
sonra gene Mitch ile Decker.
Arada Jub'a danıştılar. Jub, Fransız Korusu'ndan alman örneklerle uyuşabilecek toprak izleri,
bir boğuşma kanıtı, Bella'nın orada bulunduğuna dair bir işaret bulmak için Warhouse'un arabası
üstünde çalışıyordu. Araştırma boşa çıktı. Warhouse, o dişlek sırıtışıyla gülümseyerek, "Hayır"
demeyi sürdürdü. Sonunda o gece geç saatlerde, adamdan ümidi kestikleri için iç bahçeden
geçirerek, şehir hapishanesine getirdiler ve geceyi geçirmesi için orada bıraktılar. Warhouse'un
uyumaya gereksinimi vardı; Cinayet Masası'ndaki uzmanların da
Ertesi sabahki toplantıda Decker keyifsizdi. "Elimizde, boşanmış bir kadının, boşandığı
kocasıyla geceyarısı yaptığı bir telefon konuşması ve verdiği randevu var; ayrıca, adamın oraya
gittiği ve kadınınsa oraya hiç gelmediği yolunda ifadesi var. Elimizde bir de cinayet var, hepsi
bu."
"Mangırlar" dedi Bankhart.
Decker başıyla onayladı. "Şu 1 700 doları bulduğumuzda, elimizde bir dava olabilir. Arama
izni alıp paranın peşine düşeceğiz; ama farz edelim ki, bu da boşa çıktı. Bu durumda ne
yapacağız?"
"Ed Hiller'la bir görüşme daha yapalım" dedi Mitch.
Hiller'la görüştüler; Warhouse'la daha uzun bir görüşme yaptılar ama hâlâ oldukları yerde
sayıyorlardı. Warhouse'un geçmişini en ince ayrıntısına kadar araştırdılar. İyi para kazanıyordu,
faturalarını düzenli olarak ödüyordu ve ikinci karısıyla da iyi geçiniyordu. Kadınlara düşkündü,
kadınlar da onun peşinden koşuyorlardı, onlar için harika biriydi; bununla birlikte, bir skandala
adı karışmamıştı. Ama Mitch'in kitabına göre, bu harika adam rolünü fazla benimsemişti. Gene
de, bunu kanıtlamak zorundaydınız.
Bir süre için Happy Inn üzerinde yoğunlaştılar. Ama sahte isimlerle ve sahte plaka
numaralarıyla kayıt yaptırdıklarından, motelde kalanlar ya bulunamıyordu ya da uyuduklarını ve
dışarıda ne olup bittiği hakkında bir fikirleri olmadığını söylüyorlardı.
Her zamanki gibi, garip tiplerin verdikleri ifadeler doğrultusunda küçük ipuçları elde edildi.
Tüm bunlar, araştırılması gereken şeylerdi.
Biri katili görmüştü, bir diğeri Bella'nın imdat çığlığını duymuştu, başka biri de bir hayal
görmüştü. Warhouse'un köşede beklediği görülmüştü; ama bu, onun ilk gelen kişi olmasının
dışında başka bir şeyi kanıtlamıyordu. İzi sürülen her ipucunun, ya faydasız ya da düzmece
olduğu anlaşılmıştı. Kaybolan 1 700 dolar da ortaya çıkmamıştı. Decker'ın şakaları tükenmişti ve
Mitch de, eve yorgun ve sinirli geliyordu.
Dava tam anlamıyla tıkanmıştı.
Sonra Decker'ın aklına o çılgın fikir geldi ve tuttu bunu, Jub ile Mitch'e anlattı. "Karım dün
gece uyanıp bir bardak su istediğimi söylüyor, oysa ben hiç hatırlamıyorum."
"Demek susamıştın" diye saptamada bulundu Mitch.
"Anlamıyor musunuz?" diye bağırdı Decker. "İnsanlar uyanıp tekrar uyurlar ve sabah bunu
hiç hatırlamazlar bile. İşte, Bella'nın çantasını topladığını, o motel odasmda Prudence'la birlikte
olduğunu biliyoruz; bir şekilde gürültü yapmış, hatta onunla konuşmuş olmalı. Bir çift pembe
külotuna iddiaya girerim ki Prudence uyandı ve soma da bunu unuttu. Zihninin derinliklerine
gömülmüş duran bir ipucu var onda."
"Tamam ama" dedi Jub, "nasıl deşip çıkaracaksın o ipucunu?"
"Onu hipnotize edeceğim" dedi Decker. "Bir psikiyatra, onu hipnotize etmesini
söyleyeceğim. Taylor, yarın sabah buraya gelmesini söyle; zihnim açık olur sabahlan. Umarım
onunki de."
Mitch, Prudence'a uğrayıp mesajı iletti. Oysa onun bakış açısına göre, teğmen kesinlikle bir
şeye ulaşmak üzereydi; ama bu, konuyla alakasız bir şeydi. Mitch, Amy'ye, Decker'ın bu tuhaf
fikrinden bahsetmişti, ama karısının tüm söylediği, yarın maaş günü olduğu ve kız kardeşine elli
dolar göndermeyi unutmaması olmuştu.
Prudence geldiğinde, Mitch'in ortalıkta bulunmamasınm nedeni buydu. Parasını alıp
postaneye gitmiş ve orada, çene çalmaktan, ahbaplık etmekten ve ilişki kurmaktan
hoşlandığından, posta memuruyla gevezelik etmeye dalmıştı.
Adamın adı, Cornell'di ve yorulmuştu. Mitch, adamın doğuştan böyle olduğunu düşündü.
Aynca, postanelerde insanı ezen bir şey vardı. Hiç eğlence yoktu, hiçbir şey olmazdı. Tüm pullar
aynıydı (ya da öyle görünüyorlardı), tüm memurlar aynıydı (ya da öyle görünüyorlardı) ve
olağandışı bir şey olduğunda, talimatlara uyulup, kurallar ne diyorsa aynen öyle yapılırdı.
Dahası, kurallar ne yapılacağını söylemiyorsa eğer, o şey yapılamaz; böylece müşteri yollanır ve
pul satmaya devam edilirdi.
İnsanlar, canlan isterse alırlar, istemezse almazlardı. İndirim yoktu, pazarlık yoktu. Hasarlı
bir pulun değeri düşmezdi; değeri, üstünde ne yazıyorsa, o kadardı. Arası yoktu.
Her şeye rağmen postanede çalışmak, Decker'ın Cinayet Masası'nda yapmakta olduğu şeyden
çok daha iyiydi; böylece Mitch, para havalesi için elli dolarını verip, "Çok para değil, sanınm. En
çok ne kadar geçti elinden?" dedi.
Memur canlandı. "On bin dolar. Altı yıl önce."
"Altı yıl öncesinin canı cehenneme. Bu haftadan bahset."
"Ha. Bin yedi yüz dolar yollayan şu kız vardı. En çoğu buydu."
Bingo.
Mitch, temkinli bir şekilde, "Prudence Gilford'u mu kastediyorsun?" diye sordu.
"Hayır. Patsy Grant'i."
"P. G. aynı şey" dedi Mitch, kendinden emin. Aynı kız. Bahse girerim ki parayı,
Kaliforniya'da bir yere postrestant olarak yolladı."
Cornell, Mitch'in bir tür sihirbaz olduğunu düşünüyormuş gibi görünüyordu. "Doğru" dedi.
"Nereden bildin?"
"Ben mi?" dedi Mitch, her şeyin yerli yerine oturduğunu görerek. Prudence ya da adı her
neyseBella'yı para için boğmuş, sonra kadının çantasını hazırlamış, onu arabaya sürüklemiş,
koruya kadar götürmüş ve arabayı orada bırakmıştı. Muhtemelen tüm yolu yürüyerek geri
dönmüştü. İşte bu yüzden yorgundu Prudence.
"Ben mi?" dedi Mitch gene, bulutlarda uçarak. "Ben böyle şeyleri bilirim. Bu nedenle bir
aynasızım ya. Fikirler. Bende sürüyle fikir var." Cinayet uzmanı Mitch Taylor, teğmenin
gözlerinin nasıl yuvalarından uğrayacağını düşündü.
Telefon kulübesine yürüdü, konuşmayı bedava yapmak, on cent harcamaktan kurtulmak için
gizli numarasını verdi ve Cinayet Masası'nı aradı.
Telefonu Decker açtı. "Taylor?" dedi. "Gel buraya. Gilford az önce itiraf etti."
"Ne yaptı?"
"Evet, evet, itiraf etti. Kız buradayken, çantasının sapı koptu ve çanta düştü. Her şey yere
düştü; bin yedi yüz dolarlık havale makbuzu dahil. Onu hazırlıksız yakaladık ve itiraf etti.
Warhouse hakkında her şeyi biliyormuş; öyle planlamış ki, biz gidip adamı enseleyelim."
Hatta bir cızırtı oldu ve Teğmen Decker'ın sesi anlaşılmaz oldu.
"Taylor" dedi, bir iki saniye sonra. "Beni duyabiliyor musun? Dinliyor musun?"
"Elbette" dedi Mitch. "Ama dinlesem ne olacak ki?"
Ve telefonu kapattı.
Evet ya, Cinayet Uzmanı Mitch Taylor.
Tatlı Hasat
David Williams

Henry Trublit doğuştan başarısızdı. Bunu biliyorum, çünkü onunla evliydim. Onunla ilk
karşılaştığımda, kara kuvvetlerinde piyade olarak görev yapan Yüzbaşı Henry Trublit'ti. O büyük
İngiliz alaylarından birinde yer almıyordu ama onu banliyö semti olan Ealing'deki evimizeilk kez
getirdiğimde, ailem ondan etkilenmişti. Sivil elbiseleri içindeyken bile bir asker, bir subay gibi
görünüyordu. Uzun boylu, esmer, baston yutmuş gibi dimdikti; iyi kesimli, sert kıllı bir bıyığı,
kulağa hoş gelen bir aksanı ve yüzünde, insanların yanlışlıkla düşünceli olma hali olarak
algıladıkları boş bir ifade vardı.
Annemin, daha sonra, "İyi yetişmiş biri hemen anlaşılıyor" dediğini hatırlıyorum. İyi
yetişmiş olmak, annemin takıntılarından biriydi. Kötü yetiştirilmiş olmanın, genellikle kulak
enfeksiyonuna yakalanmakla bir tutulduğu bir ortamda, spaniel cinsi köpekler yetiştirmişti.
Henry'nin kulaklarındaysa bir sorun yoktu.
"Ailesindeki köklü subaylık geleneğini sürdürdüğünü anlattı bana" diyerek araya girdi
babası, gözlerini kısarak ve toplumsal olarak neyin kabul edilebilir, neyin edilemez olduğunu
belirtmek için ikisinin de kullandığı kodlanmış ses tonuyla konuşarak.
Babam, küçük, seçkin bir Londra bankasında memurdu. Annem, onunla evlenmeden önce
Park Lane'de bir otelin resepsiyon görevlisi olarak çalışıyormuş. İkisi de, gizliden gizliye birer
züppeydi; bu da, son iki yıldır çıkmakta olduğum Norman, Walsh'tan hiçbir şekilde
etkilenmedikleri anlamına geliyordu. Norman bir otobüs sürücüsüydü. Yalnızca bir otobüse; ya
da annem ile babamın dediği gibi, bir araca sahipti. Oysa daha fazlasına, aslında lüks
otobüslerden oluşan büyük bir filoya sahip olmak istiyordu. Gerçi o zamanlar, yalnızca tek bir
otobüsü vardı ve ancak yarı parası ödenmiş durumdaydı. Ne Norman ne de onun gelecekle ilgili
planları babamı ilgilendiriyordu; ona açıkça güvenmemesini saymazsak tabiî.
Henry'le tanışmam, Norman'dan ayrıldıktan kısa bir süre sonraydı. Sanırım düş kırıklığından
kaynaklanan karmakarışık bir ruh hali içindeyken yakalandığımı söyleyebilirsiniz, çünkü dürüst
olmak gerekirse, beni bırakan Norman'dı; ben değil.
Henry, Chancery Sokağı'nda, çalıştığım hukuk firmasına bir toplantıya gelmişti. Babası kısa
süre önce ölmüştü ve patronum yaşlı Mr. Plumley'yle vasiyet hakkında görüşüyordu. Çok erken
gelmişti ve Mr. Plumley'nin firma dışındaki bir buluşmadan dönmesini beklerken, onu oyalamak
için kendisiyle gevezelik etme şansım olmuştu. Mr. Plumley, Trublit ailesinin işlerini yıllardan
beri takip eden ortaklardan biriydi. O da Henry'den etkilenmişti. Henry gittikten soma bana bir
şeyler yazdırırken, "Hoş bir genç adam" dedi. "Albay olan babası için bir iftihar vesilesi. Yaşlı
adamdan daha da iyisini yapmalı. Evet, Henry'de kesinlikle büyükbabasının izleri var." En kısa
zamanda büyükbaba hakkında bilgi toplamak için not aldım. Büyükbabanın, Üstün Hizmet
Nişanı ve Cesaret Madalyası sahibi, Tümgeneral Sir Francis Edmund Trublit olduğu ortaya çıktı.
İşte her şey böyle başladı; Henry, ayrılan o olduğu için tüm cesaretini toplayıp, Londra'da bir
otelde kendisine yer ayırtıldığını ve o akşam ona eşlik edip edemeyeceğimi sordu. Kimseleri
tanımıyordu. Acaba kendisiyle tiyatroya gidip, ardından hafif bir akşam yemeği yemek ister
miydim. Çok kolay biri gibi görünmeyi de istemediğimden, muhtemelen olabileceğini, ama
bunun diğer randevumu iptal edebilmeme bağlı olduğunu söyledim. Çay vakti gelene kadar
oteline bir mesaj bırakacağıma söz verdim; sonuçta, elbette geleceğimi söyledim.
Hayatımda yaptığım en büyük hataydı bu.
Belgelerden, Trublitlerin halihazırda ne kadar paralarının kaldığını kestirmek güçtü. Henry
ve evli olan üç kız kardeşi, vasiyete göre on beşer bin pound alıyorlardı. Babalannın, o zaman
için toplam değeri belirsiz olan, ama Wiltshire'daki aile evini de kapsayan diğer malvarlığı,
yaşadığı sürece anneleri için saklı tutulacaktı. Annesi öldüğünde, ev Henry'ye kalacaktı.
O zaman yirmi üç yaşındaydım ve Norman'dan ayrıldıktan sonra bu yönde bir ihtimal
görünmese de, evlenmeyi düşündüğüm halde hâlâ ailemle yaşıyordum. Kendimi övmek gibi
olmasın ama o günlerde oldukça çekici bir kadındım ve hiçbir zaman erkek arkadaş sıkıntısı
yaşamamıştım. Tek sorun, Henry'lerin, babamın, "banka geleceği" dediği şeye; yani bir banka
hesabına sahip olmamalarıydı.
Henry, yalnızca evlenilebilir bir bekâr olmanın ötesinde başka özelliklere de sahipti. Otuz beş
yaşındaydı, bekârdı, alımlıydı, ciddiydi hatta fazlasıyla ciddiydi ama bunu daha sonra
keşfedecektimyükselme şansı yüksek olan, kariyer sahibi bir subaydı ya da herkes böyle
düşünüyordukırsal alanda bekleyen bir evi vardı ve annesinden kalan şeylerin dörtte biri onun
olacaktı. Bir de, büyükbabasının şövalyeliğinden gelen toplumsal bir saygınlık söz konusuydu.
Şövalyelik, sahibiyle birlikte ölen bir unvan olsa da, nişandan sonra annem, tüm arkadaşlarına ve
tanıdıklarının çoğuna, benim aristokrat bir aileye gelin gittiğimi söyleyip durmuştu. Bundan
sonra herkes, sonuçta benim, Lady Trublit olacağımı bekliyor gibiydi. Ben de, bu beklentiyi boşa
çıkaracak bir şey yapmadım doğrusu, çünkü haberin, Norman Walsh'a ulaşacağını biliyordum.
Henry, tanıştıktan üç ay sonra onu epeyce dürtmem gerektiyse debana evlenme teklif etti.
Ona gerçekten âşık olduğumu söyleyemem ama iyi bir kısmetti ve hem Norman'dan hem de beni
terk ettiğinde ilişkiye girdiği o sürtükten intikamımı alıyordum. Flört döneminde, annemin
deyimiyle, aşna fişne durumları yaşanmadı. Annem, Norman'ın bu konudaki niyetinden hep
şüphe duymuştu ve bu konuda yerden göğe kadar haklıydı. Henry, annemin ısrarla belirttiği gibi,
beni namusumla kendine eş yapana kadar ilişkimizi fiziksel anlamda zorlamayacak kadar
centilmen biriydi. Sorun, Henry'nin, evlendikten sonra da ilişkimizi bu bakımdan çok fazla
zorlamamasıydı.
Henry'nin annesi, beni asla gerçekten onaylamadı. O zamanlar bunu, Henry'nin tek erkek
evladı olmasına bağlamıştım; annesine kalırsa, hiçbir kadın ona yeterince layık olamazdı.
Kendini beğenmiş kız kardeşlerinden biri, yıllar sonra, Henry'nin, kendi sınıfının kadınlarından
utandığı için benimle evlendiğini söylemişti; bu da bir övgü sayılmazdı doğrusu. Bununla
birlikte, Henry'nin, sosyeteye ilk kez tanıtılan kızlar arasında hiç kız arkadaşı olmamış gibiydi.
Her ne ise, o zamanlar, züppelikte benimkileri yaya bırakan annesiyle evlenmediğime karar
vermiştim. Henry, evliliğimizin ilk on iki yılında çoğu zaman yurtdışı görevlere atandı. Ben de
onunla birlikte gittiğim için, ailesiyle pek az bir araya geldik.
Mr. Plumley ile babamın beklentilerinin aksine, Henry'nin mesleğinde yükselme olasılığı
zamanla azalıyor gibiydi. Henry, otuz dokuz yaşında Binbaşı Trublit oldu ama İngiliz ordusunun
her yönden daralmaya başladığı Soğuk Savaş döneminin sonuna kadar bu rütbede kaldı.
Henry'nin, oldukça erken bir dönemde askerî ekonominin kurbanı olduğu söylenebilir. Kırk sekiz
yaşmda emekliye sevk edildi, kendisine cılız bir maaş bağlandı ve tazminat olarak da yaklaşık
yirmi bin pound verildi. İyi de, onun yaşındaki emekli bir piyade subayı ne yapacaktı?
Sigortacılığı; başka bir deyişle, fınansal hizmet sektörünü denedi, ama bu deneme başarısızlıkla
sonuçlandı. Çünkü ister asker olsun ister sivil, çoğu kendisi gibi ihtiyaç fazlalığından emekliye
sevk edilen en yakın arkadaşlarına bile cenaze masrafları poliçesi satamadı. O zamanlar dünya
çapmda bir daralma yaşanıyordu.
Öyle istemiş olduğumuz için değil fakat sırf şans eseri hiç çocuğumuz olmamıştı ve bu
nedenle, en azından doyurmamız gereken başka bir boğaz yoktu. Henry, şu yatakta hareketli
denebilecek tiplerden biri değildi ve benim neden hamile kalmadığımı anlamak için bir şeyler
yapılabilecek zaman zarfında elbette, Henry'nin, bu konuda işe yarayacak normal yöntemi ihmal
etmesini hesaba katmazsakordan oraya sürükleniyorduk. Gene de, çocukların hiçbir zaman ilgimi
çekmediğini itiraf etmeliyim. İlgimi çekselerdi, sanırım bu sürüklenmenin gerçekleşmesine izin
vermezdim.
Annesi, Henry ordudan ayrıldıktan bir yıl sonra öldü. Kocasının bıraktığı paranın epeycesini
yemişti ve bu yüzden Henry'ye ve kız kardeşlerine pek bir şey kalmamıştı. İçinde bulunduğu
durum nedeniyle evin de, bir değer oluşturmaktan ziyade bir masraf kapısı olduğu ortaya çıktı.
Yaşlı kadm, kendi ifadesiyle, "aile sermayesini eritme" korkusuyla evin bakımı için para
harcamaktan kaçınmış olmasına rağmen, bu parayı, başka yönlerden gayet etkin biçimde
eritmeyi başarmıştı. Aynca bu ev, varlığını ilk öğrendiğimde düşündüğümün aksine, tarihî bir
malikâne de değildi. Erken Victoria dönemine ait, taştan yapılmış, yıkık dökük müştemilatı ve
çok fazla çoğu otlak olarak bırakılmış toplam on beş dönümarazisi bulunan bir yapıydı. Burada
yaşamaya kesinlikle gücümüz yetmezdi. Henry evi satılığa çıkardı ama görmeye gelen bile
olmadı; tüm bir yıl boyunca bir Allah'ın kulu bile.
Henry, orayı, biraz çilek ve aralarda da siyah frenküzümü ile ahududu yetiştirerek "kendi
meyveni kendin topla" çiftliğine çevirmekle servet kazanabileceğimiz fikrine kapılmıştı. Bu tür
şeyler, o zamanlar fena halde rağbetteydi ve itiraf etmeliyim ki, kendi çiftliğimizi oluşturmak
için gereken temel şeylerin hepsi bizde mevcuttu. Yapılan analizler, toprağın uygun olduğunu
gösterdi. Araziyse, pek çok kasabaya, müşterileri cezbedecek ölçüde yakındı. Aynca ihtiyaç
fazlası meyveyi alıp, Londra'da ya da diğer büyük şehir pazarlarında satacak yerel bir üretici
kooperatifi de vardı. Henry'nin danıştığı uzmanlara göre, ilk yatırımı yaptıktan sonraki iki yıl
içinde, yılda temiz beş bin pound'dan fazla kazanmalıydık. Üstelik bu, yaşamla ve işle ilgili
giderler çıkanldıktan sonra geriye kalan rakamdı.
Ben, gene de Henry kadar emin değildim. Ondan daha umutsuzdum ve yılda temiz beş bin
pound, yeterince umut vaat ediyordu. Tüm bunlann, büyük bir savaş çıksa ve Henry'nin tekrar
orduya çağrılsa bile, asla bir general, hatta bir albay olamayacağını öğrendikten epeyce sonra
gerçekleştiğini aklınızdan çıkarmayın. Hesaplanma göre, işi kurmayı becerebilir ve eve de
birazcık para harcarsak, muhtemelen evi dört yıl kadar bir süre içinde satabilir ve tüm bu işlemler
sonucunda, mülk edinmenin ve geçinmenin kolay, havanm da harika olduğu ispanya'da küçük
bir yer satın alacak parayı toparlayabilirdik. Bu aşamada, aileme yakın bir yerde küçük bir daire
kiralıyorduk ve ben geçici sekreter olarak, Henry'nin, Ealing Council'de memurluktan
kazandığından fazla kazanıyordum. Ama işten nefret ediyordum. Büyük beklentilerden sonra bu,
fazlasıyla onur kinciydi. Temiz köy havasını solumak ve kendi kendimizin efendisi olmak
düşüncesi de çekiciydi. Benim için bardağı taşıran son damla, gazetelerde yerel gazetelerin yanı
sıra ulusal gazetelerdeNorman Walsh Otobüs Turlan'nın reklamlarını görmek oldu. Norman'ın
işleri yolunda gitmişti ve annemin dedikodu çevresine bakılırsa, başansını yalnızca kendi sıkı
çalışmasına değil, o sürtük karısı Fiona'nın, kendini bu işe adamasına borçluydu. Evlenmeden
önceki adıyla Fiona Slock, okulda benimle aynı sınıftaydı ve o zamanlar yaptığı tek şey,
erkeklerin peşinden koşmaktı; yoksa uyuşuğun tekiydi. Ona, erkeklerin peşinden koşmanın ne
demek olduğunu gösterecektim.
Henry'nin meyve tarımı danışmanlarının yeterince üzerinde durmadıklan şey gerçi o sırada
dinlemiyor olması kuvvetle muhtemeldibu işi kurmak için gereken şeyin, öyle yalnızca ilk birkaç
yıl değil; sonsuza dek sürecek bir çaba olmasıydı. Dahası, Henry'den başka sürekli olarak
çalıştırabileceğimiz tek kişi, bendim. Çok geçmeden, sahip olduğumuz her kuruş, evi oturulabilir
ve müştemilatı kullanılabilir kılmaya, tavşanlara ve geyiklere karşı sınırlannuzı telle çevirmeye,
toprağı temizlemek için alınan kimyasal ilaçlarla ahududular için çakılan kazıklann ve elektrik
tesisatının, meyve fidelerinin, gübrelerin ve tüm bunlarla uğraşmak için gerekli araç gerecin
parasını ödemeye harcandı. Listenin sonu gelmiyordu ve kadrolu işçilere hiçbir şey kalmıyordu.
Her şeyi en ucuz yoldan hallettik, ama harcamalarınuzı daha fazla kısamazdık. Henry, Güney
ingiltere'nin belki de çalışır haldeki en eski traktörünü satın aldı. Sanki ortalıkta başka biri varmış
gibi, yalnızca o ve ben, traktörü kullanma yetkisine sahiptik. Bizim makine, traktörlerin
devrilmesini önleyen parçanın kullanılmaya başlanmasından önce üretilmişti. Sonradan bu tip
traktörlerin, işçiler tarafından değil de, yalnızca araç sahipleri tarafından kullanılabileceği
yolunda bir yasa çıkarılmıştı. Bunun nedeni, traktörlerin kolayca devrildiklerinin
varsayılmasıydı: biz, bizimkini çalıştırabilirsek şanslı sayılmalıydık. Bu makineye bir şey
yaptırabilmek için uzman olmak gerekiyordu.
Vaat edilen kârın birazım olsun görene kadar beş yıl geçti. Kavurucu yazlar ve sert kışlar
boyunca, çoğu zaman gün ışımadan başlayıp karanlık çöktükten çok sonrasına kadar çalışarak, o
on beş dönüm arazi üzerinde ölesiye uğraşarak geçen beş meşakkatli yıl. Size her kim hafif
meyve çiftçiliğinin yazm üç ay süren çocuk oyuncağı bir iş olduğunu söylemişse, kışın ortasında
on bin ahududu fidesi dikmemiş, onlar için kazık çakmamış, tesisat döşememiş ve sonraki her yıl
onları budayıp, gübreleyip, bitki koruyucularla ilaçlamamış demektir. Dahası, yapılan işin yarısı
bile değildir bu; hatta çeyreği bile değildir. Ahududular için çok uğraşmak gerekiyordu; çilek ve
siyah frenküzümü söz konusu olduğunda, durum daha da kötüydü. Üçüncü sonbaharda, yarım
dönümlük siyah frenküzümü bahçemizi sürdük, yaptığımız masrafı zarar olarak kabul edip oraya
tekrar çilek ektik.
Çalışmak da, Henry ile beni birbirimize yaklaştırmamıştı. Çoğu zaman, uyumak dışında
başka herhangi bir şey yapamayacak kadar yorgundum ve bu süre boyunca hiç tatil yapmadık.
Henry, çiftçiliğe, benden bile daha çok zaman harcıyordu. Ben de bu zamanı, evle uğraşıp
yemeklerimizi pişirerek telafi ediyordum. Henry'yse, artakalan zamanını içerek geçiriyordu.
Romun, kendisine güç verdiğini, vücut ısısını koruduğunu ve uyumasına yardımcı olduğunu
söyleyip duruyordu; muhtemelen bunların hepsi de doğruydu ama alkolün kendisini ele
geçirmesine izin verecek kadar değil. Yaptığımız işe ve ikimizin de maruz kaldığı baskıya
rağmen, sonucun çekilen zahmete değeceği inancıyla, diğer her şey gibi bunu da sineye çektim,
içkinin onu azdırdığı zamanlarda bile; üstelik böyle durumlar sıkça yaşanıyordu. Ertesi gün bir
daha olmayacağına dair söz veriyordu hep.
Bir gece, akşam yemeğinden sonra Henry'ye, işi tasfiye etme zamanımızın geldiğini ciddi
ciddi düşünmekte olduğumu söylediğim zaman, beşinci meyve tarımı sezonumuz sona ermişti.
"Tasfiye etmek mi? Nihayet kâr ettiğimiz için mi?" diye karşılık verdi, afallamış bir halde.
"ikinci kâr yılı" diye ısrar ettim. "Burası artık ilgi çekiyor. Bu gerçekleştiğinde satarız
diyorduk hep."
"Saçma, hiç de böyle bir karar almadık" dedi, kendisine bir başka kolalı rom Trinidad
ordusuna eğitim subayı olarak atandığı dönemden âdeti olan içkisiydidaha hazırlarken. "Hem
sonra, mülkün fiyatı, satmayı düşünmeyeceğimiz kadar düşük hâlâ."
"Ispanya'daki fiyatlar da hâlâ çok düşük" diyerek sertçe karşı çıktım. Anlaşmamız konusunda
elbette yalan söylüyordu ve ben de ona kızmıştım; gelip geçici değil, kemikleşen türden bir
kızgınlıktı bu. Daha işin başında, sonuçta gerçekleşmesi beklenen şey açıkça belirlenmiş
olmasaydı, tüm bu yıllar boyunca işe dört elle sarılmazdım. içtiği şeyin içine bir doz yabanî otlan
temizlemede kullanılan zehirden koymanın sorunlanmı bir güzel çözeceği düşüncesi, sanırım ilk
kez o sırada aklıma gelmişti. Galiba bu düşüncede o kadar ciddi değildim. Bir kere çok
öfkeliydim; hem zehirin rengi de, aynen kolanınkine benziyordu.
O gece büyük bir kavga ettik. Tartışma, yatana kadar sürdü ve ertesi geceye de taşıdık.
Henry, orayı satıp İspanya'ya taşınırız gibisinden bir lafın ağzından hiç çıkmadığında ısrar
ediyordu; şimdi bizi yıllar yılı geçindirecek ve yaşlılığımız için kenara para koymamızı
sağlayacak, hızla gelişen bir işimiz olduğunda da ısrarlıydı.
Yaşlılık! Daha kırk iki yaşındaydım ama yaşam ellerimin arasından kayıp gidiyor gibiydi.
Bunadığım zaman İspanya'yı ne yapacaktım ki? Tüm yıl boyunca güneşli olan günlerin keyfini
hâlâ sürebilecekken ve malvarlığımızı satarak elde edeceğimiz kâr ve Henry'nin emeklilik
aylığıyla güzel güzel geçinebilecekken, ispanya'ya taşınmak istiyordum. Fikrini değiştirecek gibi
değildi; daha doğrusu, değiştirmeyi düşünmüyordu. Sonunda, kârın artması koşuluyla, bir yıl
içinde satmayı, en azından düşüneceğini söyledi. Bu oyunu, iki kişi şöyle ya da böyle idare
edebildiğimizi söyleyip; bu yorucu işin benim payıma düşen yükünü üstüne alacak birilerini
bulmazsa, hemen oracıkta ve o anda Henry'yi terk edeceğim tehditini savurdum.
Bir önceki yazın en yoğun döneminde, müşterilerin topladıkları meyveleri tartacak ve pazara
yolladığımız ürünü de toplayacak geçici işçiler çalıştırmıştık. Bu yardımcıların tümü, kadındı.
Tüm gün çalışacak bir erkeği işe alırsak, bu işlere daha çok vakit ayıracağımı söyledim. Bunun
adil bir alışveriş olmadığının farkmdaydııu. Bir tarım işçisi, kullandığımız mevsimlik işçilerin
toplamından daha fazlasına mal olurdu. Oysa ben ültimatomumu vermiştim bir kere; Henry de,
bunu kabul etmek zorundaydı.
İşe aldığımız adam, önceden uzaktan tanıdığımız Peter Adler adında biriydi. Otuz dört
yaşındaydı ve tüm yaşamı boyunca tarım işçiliği yapmıştı. Evli değildi. Köyün dışında,
bizimkiyle aynı sıradaki kiralık bir kulübede dul ve hasta annesiyle yaşamak için bir süre önce
köye geri dönmüştü. Adamın, bize bu kadar yakın olması işimize gelmişti. Adam da işin üstüne
atladı, çünkü o zamanki işine gitmek için günde sekiz mil yol tepiyordu. Sonraları benim için
kalır oldu.
Peter, iriyarı, sanşın, genç bir adamdı; Henry'den daha uzundu, bir öküz kadar güçlüydü ve
kol kasları çelik halatlar gibiydi. Her ne kadar böyle görünse de, kibar bir devdi. Traktörden
indirmek zorunda kaldığında bana sarıldığı o ilk seferi hep hatırlayacağım. Blucinim, sürücü
koltuğuna takılıp yırtılmıştı. Havada uçmak gibiydi; belimi saran kavrayışı çok yumuşak, güven
verici ve çok erkekçeydi. Oldukça da iyi eğitimliydi; köy yaşamı hakkında derin bir bilgi ve
görgü sahibiydi.
Sonraki kış, cennetteymişim gibi geçti. Andalusia'da geçirilecek bir kış ayarında değildi belki
ama beş yıldır ilk kez bir çiftçinin atı gibi değil de, karısıymışım gibi muamele görüyordum.
Elbette bunun nedeni, şiddet dolu patlamalara kapılmış, içedönük bir sarhoş yerine, nihayet
ortalıkta gerçek bir erkeğin bulunmasıydı.
Peter ile ben, daha baştan iyi anlaştık. Yaşı, Henry'ye oranla bana daha yakındı. Pekâlâ, kesin
konuşmak gerekirse, benden sekiz yaş daha küçüktü ama ben, daima davranışların yaştan daha
önemli olduğunu düşünürüm ve bu bakımdan Peter, kendimi ondan bile genç hissetmeme neden
oluyordu. Aynca bana karşı her zaman kibar ve saygılıydı; gerçekten yardımına ihtiyaç
duyduğumda, her zaman yanımdaydı. Yakınlığın, cinsel çekimi beslediği söylenir; bizim
durumumuzda da böyle oldu. Altı ay içinde gizli âşıklar olmuştuk. Hiç beklenmedik bir anda, bir
kadın olarak yeniden doğmuştum; bunun için hiç de geç değilmiş. Peter, bunu bana kanıtlamıştı.
Meyve çiftçiliğimizin altıncı yılı, şimdiye kadarki en kârlı yılımız oldu. Bu yılın sonu
geldiğinde, Henry'yi, mülkümüzü satıp İspanya'ya taşınma sözünü yerine getirmeye zorlamakla,
bunun, Peter'dan ayrılmak anlamına geleceği gerçeği arasında sıkışıp kalmıştım. Bu durum, bir
gece Henry, bir yıl önce benim dediğime uyup çiftliği satmış olsaydık, ne büyük aptallık etmiş
olacağımızı kendiliğinden söyleyinceye kadar sürdü. "Küçük bir altın madeni burası" dedi.
"Yaşamımızın sonuna kadar da öyle olacak. Tarzan'ı işe almak da, kârımızda gedik açmak
yerine, iyi bir yatırım oldu." Tarzan, Peter'a taktığı addı. "Sakın bir daha burayı satmaktan falan
bahsetme" diye sürdürdü, tehditkâr bir tavırla. "Burada kalıyoruz."
Beni sarsan, konuyu en azından bir kere daha tartışmaktan vazgeçmiş olmasından çok,
küstahça övünmesiydi. Buna katlanışımın tek nedeni, Henry bilmese de, burada kalmak için artık
benim de bir nedenimin bulunmasıydı. Aslında bir taşla iki kuş vurmak istiyordum; hem sevgili
olarak Peter'ı, hem de sıcak bir ülkede yeni bir yaşamı. Tabiî benim sorunum, her şeye Henry'nin
sahip olmasıydı. Onu terk etsem ya da boşasam, tüm alabileceğim, aylığının yansıyla çiftlik
gelirinden küçük bir paydı. Hâkim, Henry'yi bir başka erkek için terk ettiğimi öğrenirse, payım
daha da azalacaktı. Tüm bu konulan, Salisbury'deki bir avukata danışmıştım. İşte bana
söyledikleri de, bunlardan ibaretti.
Üstüne üstlük Peter'm da, aylığından başka bir şeyi yoktu.
Bir gece yatakta birlikteyken, "Ah aşkım, seninle yaşamayı öyle çok istiyorum ki.
Evlenmeyi. Keşke Henry ayak bağı olmasaydı" diye fısıldadım patavatsızca. Kasım ayının
sonuydu ve Henry, yirmi mil uzaklıktaki üreticiler kooperatifinin yemeğindeydi. Daha sonra
olanlar nedeniyle, o günü tüm ayrıntılarıyla hatırlıyorum.
Peter hemen karşılık vermedi, ama en sonunda tane tane söylediği şeyi hiç unutmayacağım:
"Bir zamanlar Henry adında yaşlı bir köpeğim vardı. O da ayak bağı oluyordu. Bazen
vahşileşiyordu da.
Bu yüzden onun işini bitirdim. Aynı şeyi senin Henry'ne de yapabilirim, eğer istediğin
buysa."
Vücudum tepeden tırnağa buz kesildi, sonra ısındı, muhteşem bir sıcaklık kapladı her yanımı.
"Demek istediğin... onu ortadan kaldırmak mı?"
"Elbette. Kaza süsü veririm. Çiftliklerde bir alay kaza olur. Olağandır bu. Şu sizin eski
traktör mesela."
Henry'yi, Noel'den hemen sonra, havaların yağışlı olduğu bir zamanda ortadan kaldırdı.
Şimdi geriye dönüp bakınca, her şey çok yalın görünüyor. Yılın, ahududu sırıklan ile
tesisatın, sürekli tamir ya da yenileme gerektirdiği dönemiydi. Henry, akşam kahvaltısından
sonra Peter eve gittiğinde, düzenli olarak bu işlerle uğraşırdı. Sel ışıklarını iki yıl önce
koymuştuk. Bu nedenle, karanlık olması gibi bir sorun yoktu. Henry, genellikle bu saatlerde iş
göremeyecek kadar içmiş olurdu; böyle davranmak, ona lüzumluymış ya da tatmin olmuş hissi
veriyordu.
Peter, bir cuma günü, kasabadaki bir dişçiye gitmek üzere öğleden soma erkenden çiftlikten
ayrıldı. Ama oldukça geç vakitte geri geldi ve yitirdiği zamanı telafi etmesi gerektiğini
söyleyerek, dışanda bulunan Henry'ye katıldı. Henry, her zamankinden çok daha sarhoştu, çünkü
önceden ayarlandığı üzere, yemekte içkisine daha sert bir şeyler katmıştım. Kuzey sınırımız
boyunca uzanan dik ve uzun yarın hemen altındaki son ahududu sırasının tesisatını yeniliyordu.
Traktör ile römorkörü almıştı. Kısa bir süre soma Peter, Henry'ye, römorkörden diğer kazıklan
da almaları için traktörü oraya doğru sürmesini söyledi. Ordu günlerinden kalma bir alışkanlıkla
kurallara uymak konusunda titiz biri olan Henry, Peter'm traktörü kullanmasına hiç izin
vermezdi.
Henry traktörü çalıştırır çalıştırmaz, Peter römorkörü çözüp arkasına atladı. Henry daha ne
olup bittiğini anlayamadan gaz kolunun üstündeki eline bastıran Peter, gaza yüklenip direksiyonu
sertçe sola çevirdi; öyle ki, traktör ters bir açıyla yamacın en dik bölümüne doğru yöneldi.
Peter'ın, devrilmeden hemen önce yere atladığı devasa araç, Henry'yi altına alarak aşağıdaki sete
çarptı. Henry anında ölmüştü.
Peter, Henry'nin öldüğünden emin olunca, geldiği yolu izleyip tarlalardan geçerek evine gitti.
Onu gören olmamıştı. Şimdi neredeyse yarı yatalak olan annesi, daha sonra, Peter'ın tüm gece
boyunca evde olduğuna yemin etmişti. Peter, kasabadan döndüğünde, annesinin çayına ilaç
koymuştu; bu yüzden kadıncağız o zamandan beri televizyonun karşısında uyuyordu.
Peter'ın Henry'yi öldürdüğünü görmemiştim ve yaptığı şey yüzünden hiç pişmanlık
duymadım. Henry'nin, başına gelenleri hak ettiğine inanıyordum. Ambulans ekibine anlattığım
gibi, Henry eve dönmeyince, onun cesedini "bulmak" durumunda olan bendim. Buna da hiç
aldırmadım. Elbette ambulans geldiğinde, isteri krizi geçiriyormuş gibi yaptım. Her zaman iyi rol
yapmışımdır.
Şüpheli ölümleri belirleme kurulu, kaza sonucu ölüm raporu verdi. Ölüm nedenini belirleyen
görevli, traktörün eski olduğu ve Henry'nin alkolün etkisi altındayken aracı kullandığı yolundaki
kişisel gözlemini de rapora ekledi. "Korkarım, bu felakete davetiye çıkarmak" dedi. Haklıydı da.
Polis, cinayetten şüphelenmemişti. Kaza mahallinde yaptıkları inceleme oldukça ayrıntılı
olmasına rağmen, tıpkı ölüm nedenini belirleyen görevli ile hastanedeki patolog gibi onlar da,
olup biteni Henry'nin sarhoş olmasma bağladılar.
Henry'nin yaşam sigortasının olmaması, benim için bir üzüntü vesilesiydi ama Peter onu
öldüreceğim söyledikten soma, bir şeyler yapmak için zaman artık çok geçti. Şüpheleri üstümüze
çekmemeliydik.
Üstümüze şüpheleri çekmemek için Peter ile ben, gelecek sezon her zamanki gibi işi
sürdürmeye karar verdik. Ben, gönlü kırık ama hiç umulmadık biçimde azimli çıkan bir dulu
oynadım. Peter da, bana olan bağlılığı zaman geçtikçe daha da belirginleşen sadık bir işçiyi
oynadı. Ertesi yazın sonunda evlendik. Köyde hiç kimse zerre kadar şaşırmamıştı ve düğün
törenini yöneten rahip de, onlara dahildi.
Bu, çiftlik açısından verimli geçen bir yıl oldu. Hal böyle olunca, satmadan önce son bir yıl
daha çalıştırmakendi hesabıma, biraz gönülsüzce de olsa kararı verdik. Bunu yapmamızın
nedeni, kısmen, mülk fiyatlarının biraz düşmesi ama gelecek bahar yükseleceğinin tahmin
edilmesi; kısmen de, Peter'ın annesinin kışı geçireceğinin beklenmemesiydi. Fiyatlar gerçekten
de yükseldi ve bir bakımevine yerleştirilmiş olan Peter'ın annesi, şubatta öldü.
Peter'lı yaşamın getirdiği o delice coşkunun, bundan çok önce sönüp gittiğini söylemem
gerek. İlişkimizin nefes kesen o gerçek heyecanı, Henry'nin ölümüyle sona ermiş gibiydi;
evlendikten sonraysa, tümüyle yok olup gitti. Daha önce Henry'le sürdürdüğüme gene daha çok
çalışıyor olmam dışındabenzer bir yaşam rutinine girmiş gibiydik. Peter, kendi işlerini yürütecek
birinin işe alınmasına karşıydı. Eskiden yaptığı işlerle birlikte Henry'ninkileri kolaylıkla
üstlenebileceğini söylüyordu; böylece para biriktirebilecektik. Haklıydı da. Yalnız bu arada
benim fazladan ne kadar emek harcamam gerektiğini fark etmişe benzemiyordu. Bir kere daha,
tüm bunların iyi bir nedeni olduğunu söyledim kendi kendime ve vıdı vıdı etmedim. Yeni
yaşamın nasıl da eskisine benzediğini görmek, gerçekten de şaşırtıcı ve moral bozucuydu. Hatta
Peter, romla kola içme alışkanlığı bile edindi; Henry kadar aşırıya kaçmamakla birlikte, bu
yönde basbayağı ilerliyordu. Sıcak havalarda, dışarıda çalıştığı yere her zaman bir litrelik kola
şişesiyle birlikte giderdi: akşamlan yaptığı tek yenilik, kolaya eklediği romdu ve bu da bana,
rahatsızlık verecek derecede geçmişi hatırlatıyordu. Dahası, geçmiş zamanlan hatırlatan tek şey
bu değildi.
Bir akşam Peter'a, çiftliği artık satılığa çıkarma vaktinin geldiğini söylediğimde, haziranın
ortasıydı. Başını ağır ağır salladı. "Bu salakça bir şey olur, aşkım" diye karşılık verdi. "Şimdi
para kırıyoruz buradan. Düşünmemiz gereken şey, şu diğer toprağı da satın almak. Bununla işleri
büyütüp, pazar için daha fazla meyve yetiştirebiliriz."
Batı sınınmıza bitişik, satılığa çıkanlmış on dönümlük bir tarla vardı. "Kendi meyveni kendin
topla" işi, şöyle ya da böyle sabit bir düzeyde kalsa da, o zaman yerel pazarlara yolladığımız
miktann iki katını kolaylıkla satabileceğimiz doğruydu. "Ama bizim tüm istediğimiz, burayı
sattıktan sonra İspanya'da yaşamaya yetecek kadarı. Sıradan bir yaşam yani" diyerek direttim.
"İspanya'da bütün gün hiçbir şey yapmadan, sıradan bir yaşam sürmeyi kim istiyor ki?" diye
karşılık verdi. "Ben istemiyorum. Burada daha rahat bir yaşam sürebileceksek, hayır. Üstelik
yaşamımız boyunca."
Kulaklarıma inanamıyordum. Tam olarak yaşlılığımızdan dem vurmamıştı ama artık
yaşlanıyordum. Bunun dışında, Henry'nin kullandığı sözcükleri neredeyse aynen kullanmıştı;
üstelik bunu yaparken, o geceki üçüncü romunu hazırlıyordu. Üstüne üstlük, aynı konuyu günler
boyunca tartıştık ve Peter fikrinden vazgeçmedi. Meyve çifliğimin şimdi yansına sahip olan
adam, buydu işte. Evlendiğimiz zaman her şeyi ikimizin üstüne yapmıştık. Bu, benim fıkrimdi. O
zamanlar bu, bana adil görünmüştü. Elbette hangimiz önce ölürsek, her şey diğerine kalıyordu.
Aynı zamanda, üç yıllık ortak yaşam ve kaza sigortası da yaptırmıştık. Komisyoncumuz, çiftliği
işletirken birimizin vefat etmesi olasılığına karşı sağduyulu bir davranış olacağını ve Henry ile
benim, daha o zamanlar sigorta yaptırmış olmamız gerektiğini söyleyerek, böyle bir tavsiyede
bulunmuştu, iyi ki tavsiyesine uymuşuz, çünkü daha sonra benim için gerçekten de yüklüce bir
teselli kaynağı oldu.
Peter'ın zamansız ve trajik ölümü, ertesi baharın sonunda, kısa süreli bir sıcak hava dalgası
ortalığı kasıp kavururken gerçekleşti. Ölümünü planlamak için bana en uygun zaman gibi
gelmişti.
Doktor geldiğinde, gözyaşları arasında, Peter'ın sundurmada bir litrelik eski bir kola şisesi
içinde her zaman yabanî otlan temizlemede kullanılan zehiri taşıdığını, sabah erkenden, ortalık
henüz aydınlanmamışken, kola niyetine yanlışlıkla ilaç şişesini alıp traktöre koymuş
olabileceğini anlattım. Özellikle de, Peter'ın yeni kola şişelerini de aynı yerde tuttuğunu ancak
tümünün içilmiş olduğunu söylediğimde, polis müfettişi, şişeleri karıştırmanın çok kolay
olduğunu kabul etti. Peter, aşın çalışmaktan yorulmuştu ve muhtemelen ne yaptığının pek de
farkında değildi. Kanında oldukça yüksek oranda alkol da bulunmuştu; bu da, bir önceki gece her
zamankinden daha fazla alkol aldığını gösteriyordu. Elbette, bunu da ben ayarlamıştım. O gün
sıcak öğleden önce bastırmıştı ve her zamankinden daha çok susamış olan Peter, ne olduğunu
anlamaya fırsat bulamadan şişenin üçte birini bir dikişte içmişti. Tüm bunlar, ölüm nedenini
belirleyen görevlinin yaptığı adlî tahkikat sonrasında açık seçik ortaya çıktı.
Peter, öldüğü zaman, çiftliğin en uzak bölümündeki on dönümlük tarladaydı; bağırmayı
denediyse bile, onu duyacak kadar yakınında kimsecikler yoktu. Bununla birlikte zehirin, anında
boğazını felç edip ses tellerini tahrip etmiş olması daha akla yakındı. Bir dakika içinde ölmüştü.
Ölüm nedenini belirleyen görevli, zehirli maddelerin etiketlenmemiş kaplarda saklamanın ne
kadar tehlikeli olduğunu söylemekle birlikte, Peter'ın, şişenin üstüne bir etiket yapıştırmış
olduğunu ama etiketin düştüğünü de kabul etti. Polis, daha sonra etiketi sundurmanın zemininde
buldu. Çok göze çarpacak bir yere koymamıştım ama dikkat çekmeyecek bir yerde de değildi.
Adlî tahkikatta bulunamamıştım. O sıralarda bir bakımevinde gözetim altındaydım ve orada
birkaç hafta kalmam gerekiyordu. Bu şokun bana çok fazla geldiğini ve sinirsel bir bunalım
geçirdiğimi söylediler. Çifte kaybımdan dolayı herkes bana karşı çok anlayışlıydı.
"iyileşir iyileşmez", meyve çiftliğini iyi bir bedelle sattım ve Seville'e çok da uzak olmayan
bir yerde küçük ve hoş bir ispanyol evi satın aldım. Bu süre zarfında sahip olmak için
çabaladığım şeyi, en sonunda elde etmiştim.
Norman Walsh, benimle tekrar temasa geçip, daha sonra birkaç gece kalmaya geldiği zaman,
aradan bir yıl geçmişti. Ekonomik bunalım sırasında iflas etmişti. Çok geçmeden Fiona da onu
terk etmişti; "Terk edecek tabiî, neden etmesin ki" diye düşünmüştüm. Ayrılmasından bir gün
önce Norman öyle mutsuz görünüyordu ki, onu neşelendirmek için çok eğlenceli bir parti
yapacağımızı söyledim. Yalnızca ikimiz olacaktık. Günün ilk saatlerine kadar yedik içtik. Sonra
da seviştik. Bunu ben planlamamıştım, öylesine oluverdi. Daha sonra, Fiona'yla geçirdiği
korkunç yaşamı ayrıntılarıyla anlatmaya koyuldu; gerçekten kendisini kapıp koyvermişti. Ben de
Henry ile Peter'ın beni bir alay gereksiz karışıklıklar içine sokup uğraştırmalarını anlatırken,
onun kadar açık sözlüydüm.
"Onlardan kurtuldun sonunda değil mi benim zeki kızım?" dedi. Eskiden bana hep böyle
derdi. "Anlat bakalım, nasıl becerdin?" diye sıkıştırdı.
Ben de anlattım; hem de ayrıntılarıyla. Eh işte, o tür gecelerden biriydi. Benim en eski, en
güvendiğim dostumdu. îlk aşkımdı ve ben de ona, sonuçta karısından daha sadık davranmıştım.
İkimizin de ayaklan yerden kesilmişti ve ben de öykümü anlatacak birini bulmuş olmaktan
hoşnut, fazlasıyla cüretkârdım. Norman'a geri dönmesini, daha uzun bir süre, hatta sürekli olarak
yanımda kalmasını söylemeye karar vermiştim. Bu, Fiona'ya karşı son zaferimi kazanmamı
sağlayacaktı.
Norman gittikten bir hafta sonra, iki İngiliz polisi kapıma dayandı. Bir ay sonra İngiltere'ye
iade edildim, ilk kocamın öldürülmesinde suç ortaklığıyla ve ikinciyi de taammüden öldürmekle
suçlanarak mahkemeye çıkanldım. Norman, yastığın altına küçük bir kayıt cihazı yerleştirmişti.
Bir an bile sarhoş olmamıştı ve Henry'nin lanet olası üç kız kardeşi tarafından beni tuzağa
düşürmek üzere kiralanmıştı. Her iki suçtan da hüküm giydim. Daha sonra, Henry'nin kız
kardeşleri meyve çifliğinden kazandığım her şey için bana karşı dava açtılar ve kazandılar.
Norman, beş parasız kalınca, kız kardeşlere gidip kocalanmın ölümlerinin kendisini hep
rahatsız ettiğini, bana ikisini de öldürdüğümü itiraf ettirebileceğine inandığını söylemiş. Başanlı
olur da, sonuçta ben hapse atılırsam; bana karşı dava açabileceklerini de anlatmış ve alacaklan
her şeyin yarısı için onlarla anlaşmış. Ödeme, işin sonucuna bağlıydı. Uçak biletinin bedelinden
başka kaybedecek bir şeyleri yoktu; Norman'ın diğer masraflarını ben karşılamıştım.
Norman'ın duruşmadan sonra, bir biçimde özür dilemek için beni görmeye geldiğini
söylesem inanır mısınız? Elindeki kozları doğru oynasa benimle evlenebilecek yerde, neden beni
ele verdiğini sordum. Son derece soğukkanlı bir biçimde, bu gerçekleşmiş olsaydı bile, kocam
olmakla yasal anlamda mal varlığımın ancak yarısına hak kazanacağını; oysa hiç uğraşmadan
aynca diğer kocalarım gibi riske girmedenbu kadarını elde ettiğini söyledi. Ne büyük bir
yüzsüzlük.
Bir de Fiona'ya geri dönmez mi. Aslında kadın, onu hiç terk etmemişti.
Annem ile babam, Norman'a güvenmemem gerektiğini söylerlerken yerden göğe kadar
haklıymışlar.
Anneniz Nasıl?
Simon Brett

Merdivenlerden yukarıya doğru, "Bir şey yok Anne. Sadece postacı" diye seslendi Humphrey
Partridge. Ön kapıdaki buzlu camdan görünen üniformalı iri cüsseyi tanımıştı.
"Size bir paket var Mr. Partridge." Postacı Reg Carter, paketi uzatırken, bir kolunu kapıya
yaslayarak gevezelik etme pozisyonu aldı. "Bir fidanlıktan geliyor, etikete bakılırsa."
"Evet"
"Çiçek soğanları. Paketi yoklayınca anlaşılıyor."
"Evet." Humphrey Partridge'in eli, kapatmak üzereymiş gibi kapının üstünde duruyordu ama
postacı, bu imayı fark etmemiş gibiydi.
"Çiçek soğanı ekmek için yılın en uygun zamanı, öyle değil mi? Kasım."
"Evet."
Reg, bu tek heceli karşılığın tersliği karşısında gene duyarsız kaldı. "Anneniz nasıl?" diye
sordu, gevezelik hevesiyle.
Partridge yumuşadı. "O kadar da kötü değil. Durumu düşünülecek olursa."
"Ona hiç mektup getirmiyorum sanki, değil mi?"
"Öyle. İşte insan bu yaşa gelince, arkadaşlarının çoğu ölmüş oluyor."
"Galiba öyle. Kaç yaşında şimdi?"
"Geçtiğimiz temmuz seksen altı yaşma girdi."
"Epeyce yaşlıymış. Pek görünmüyor ortalıkta."
"Öyle, hemen hiç çıkmıyor. Şimdi kusura bakmazsanız, trene yetişmek için hemen çıkmam
gerek."
Humphrey Partridge, kapıyı postacının yüzüne kapatmamak için kendisini güçlükle tuttu.
Daha sonra, atkıisını boynuna doladı, uçlarını göğsünün önünde çaprazladı ve içi müflonlu
yağmurluğunu giyerken, atkının kaymaması için çenesinden yardım aldı. Evrak çantasını alarak,
yukarıya seslendi: "Allahaısmarladık anne. işe gidiyorum. Her zamanki vakitte gelirim."
Köyün postanesinde, Mrs. Denton kapanan kapıya ters ters bakarak, yerinde bir hareketle
şalını omuzlarına savurdu. "Şu Jones denen kadından hiç hoşlanmıyorum. Her sabah The Times
almak için geliyor. Çalımından geçilmiyor. Sinsi biri gibi geliyor bana. Ortada bir işler
dönüyorsa, hiç şaşırmam."
"Belki." Kocası, hastalık derecesinde büyük bir dikkatle satır satır okuduğu Daily Mirror
gazetesinden başını kaldırıp bakmadı bile. "iğrenç bir şey bu, şu kadın ile Kraliyet Hava
Kuvvetleri'ndeki o herif hakkındaki..."
Mrs. Denton hevesle, "Kırmızı Atkı Davası" dedi üstüne basa basa.
"Hımm. Dediklerine bakılırsa, ceset bulunduğu zaman." Humphrey Partridge, Telegraph
gazetesini almak için içeri girince, Mrs. Denton lafını yarıda kesti. "Günaydın. Yaşlı bayan
nasıl?"
"Ah, o kadar da kötü değil. Durumu düşünülecek olursa..."
Mrs. Denton, kollarını göğsünün altında kavuşturdu. "Mr. Partridge, dün rahip buradaydı,
size sormamı rica etti. Yarın enstitüde hayır amacıyla bir satış yapılacak, rahip de taşınacak
birkaç şey için gücü kuvveti yerinde yardımcılar arıyor."
"Ah, üzgünüm Mrs. Denton, hafta sonlan annemi evde yalnız bırakmak istemiyorum. Hafta
içi işe gittiğimden, evde yeterince yalnız kalıyor zaten."
"Çok uzun sürmez. Yalnızca..."
"Kusura bakmayın. Şimdi koşturmam gerek, yoksa treni kaçıracağım."
Postanenin kapısı kapandıktan sonra, bir an sessizliklerini korudular. Derken Mr. Denton,
gözlerini gazetesinden ayırmadan konuştu. "Annesi için yaşıyor bu da."
"Hayatta daha kötü şeyler de var."
"Ah, tabiî. Gene de yetişkin bir adam için doğal görünmüyor."
"Çok uzun süreceğini sanmam. Yaşlı kadının bir ayağı çukurda olmalı. Buraya
taşmdıklanndan beri yatalak. Ne kadar oldu onlar taşınalı? Üç yıl mı?"
"Üç. Dört."
"Kadın ölünce ne yapacak, bilmem."
"Taşınır belki. Manavdaki George, yaşlı kadına bakmak zorunda olmasa Kanada'ya göç
edecekmiş gibisinden bir şeyler söylüyordu."
"Bana öyle geliyor ki, kadın ölünce bir paraya konacak." Mrs. Denton'm aklına gelen şeyler,
çok geçmeden köyde bir bir gerçekleşirdi.
Humphrey Partridge, satış rakamlannın tümüyle girildiğinden ve günlük işini bitirdiğinden
emin, masasının üzerindeki hesap defterlerini derleyip topladı. Çabucak saatine bir göz attı. Beş
yirmi beş. Neredeyse vaktiydi, üstünü giyip...
Telefon çaldı. Kahretsin. İnsanlar neden böyle uygunsuz zamanlarda ararlardı ki? "Partridge"
dedi aceleyle.
"Merhaba, Mr.Brownlow'un ofisinden Sylvia. Mr.Brownlow, kısa bir görüşme yapmak için
uğrayabilir misiniz öğrenmek istiyor."
"Ne, şimdi mi? Çıkmak üzereydim. Ah, tamam Mrs. Simpson. Madem bu kadar acil."
Partridge içeri girerken, Mr. Brownlow yarım gözlüklerinin üstünden ona baktı. "Humphrey,
otur bakalım."
Partridge, hemen ayrılmak üzere şöyle bir ilişerek, gösterilen koltuğa oturdu.
"Küçük bir kriz patlak verdi" dedi Brownlow, kayıtsızca. "Önümüzdeki hafta konferans için
Antwerp'e gitmem gerektiğini biliyorsun, değil mi?"
"Evet."
"Biraz önce Roma'daki Parsons'dan bir teleks aldım. Zavallı adama bir virüs bulaşmış ve
Eyetie Hastanesi'ne çakılıp kalmış, Allah yardımcısı olsun. Bu da, yarın Roma'ya gidip
sözleşmenin parçalarını toplamak zorunda kalacağım anlamına geliyor. Bu nedenle, pazartesi
günü Antwerp'te bulunma olasılığım yok."
"Hay Allah."
"Evet, gıcık bir durum. Gene de oraya birini yollamamız gerek. Önemli bir konferans bu.
Orada Brownlow ve Potter'ın bayrağını sallayacak biri lazım."
"Mr. Potter gider artık."
"Gidemez, çünkü burada çok işi var."
"Evans?"
"Gelecek hafta izinli. Çok uzun süre önce ayarlamıştı. Hayır Partridge, gidebilecek
durumdaki tek kişi sensin."
"Ama yılın bu zamanı çok meşgulüm ben."
"Her zamanki işler. Yenilerden biri yavaş yavaş yapar."
"Ama gitmesi gereken kişinin şirketteki konumu..."
"Senin konumun gayet uygun. Yararlı bir deneyim olur. Biraz daha idarî sorumluluk almanın
sırasıydı zaten. Potter emekli olunca birkaç görev değişikliği yapmak gerekecek. Sen de, hizmet
süresi bakımından oldukça kıdemlisin... Bunu olması gereken bir şey olarak kabul edelim,
tamam mı? Sylvia'ya söyleyeyim de biletler ile oteli..."
"Hayır, Mr Brownlow. Bakın, bu çok zor."
"Sorun nedir?"
"Annem. Anlayacağınız, çok yaşlı ve ben de ona bakıyorum."
"Hadi Partridge, yalnızca üç gün."
"Ama şu ara çok rahatsız."
"Her zaman öyle gibi zaten."
"Evet ama bu sefer, sanırım... Yani, kendimi asla affetmem, eğer..."
"îyi de şirket için önemli bu. Hem Antwerp dünyanın öteki ucunda değil. Yani, bir şey olursa
uçağa atlayıp birkaç saat içinde geri gelirsin."
"Kusura bakmayın. Mümkün değil. Annem..."
Mr. Brownlow, yüksek arkalıklı döner koltuğunda geriye doğru yaslandı ve bir zarf
açacağıyla oynamaya başladı. "Senden daha kıdemsiz birini yollamak zorunda kalacağımın
farkmdasın değil mi?.."
"Evet."
"Dahası, bir yükselme söz konusu olduğunda, insanların aklına takılacak türden bir şey
olduğunun da..."
"Evet."
"Pekâlâ. Evet, bu kadar." Mr. Brownlow'u tanıyan herkes, canının son derece sıkıldığını
anlardı. "Seni daha fazla oyalamayayım, yoksa benim yüzümden trenini kaçıracaksın."
Partridge, ayağa kalkarken minnettarlıkla saatine baktı. "Yok, koşturursam tam zamanında
yetişirim."
Mr. Brownlow'un alaycı sözleri, oradan ayrılan Partridge'ın arkasından boşa gitti.
"Anne, ben geldim. Saat tam altı otuz beş. Trene koşmak zorunda kaldım ama son anda
yetiştim. Yukarı geliyorum."
Humphrey Partridge merdivenleri çıkıp kendi odasını geçti ve ikinci odanın kapı aralığında
durdu. Boş yatağa bakarken, yüzünde bir zafer gülümsemesi vardı.
Partridge, tost makinesine iki dilim ekmek yerleştirdi. Makineyi alalı çok uzun zaman
geçmişti ama hâlâ mükemmel çalışıyordu. Şu ekmeği fırlatan makinelerden çok daha iyiydi.
Yeni makineler, aptal ve aldatıcı şeylerdi.
Mutfak penceresinden dışarıya mutlulukla baktı. Vücudu biraz tutulmuş gibiydi ama buna
değmişti. Kenarlardaki topraklar, güzelce altüst edilmişti. Tüm çiçek soğanları da ekilmişti.
Partridge gülümsedi.
Kapının zili çaldı. Kapıya doğru giderken saatine şöyle bir göz attı. Hımm, çabuk
davranmalıydı, yoksa treni kaçıracaktı. Pazartesi sabahlan insanın canlanması, giderek daha da
zorlaşıyordu.
Gelen, postacı Reg Carter'dı. "Affedersiniz, bunlan posta kutusuna sığdıramadım." Oysa ses
tonunda özür dileme belirtisi yoktu; bunu, o sonu gelmez gevezeliklerinden biri için bir fırsat
olarak gördüğü besbelliydi.
Partridge, normalden büyük olan zarfın, Kanada'yla ilgili broşürlerle ve dokümanlarla dolu
olduğunu çıkarabiliyordu. Bunları trende okumaktan zevk alacaktı. Zarfı, postacının elinden
kapma isteğini bastırdı.
"A, bir de bu mektup vardı."
"Teşekkür ederim."
Postacı, elindekiieri bir türlü vermiyordu. "Yaşlı bayan için bugün de bir şey yok."
"Geçen hafta söylediğim gibi, mektup falan beklemiyor."
"Tamam. Sağlığı iyi, değil mi?"
"İyi, teşekkürler." Postacı hâlâ oyalanmaya niyetliydi. Bu yüzden Partridge konuşmasını
sürdürdü. "Kusura bakma. Oldukça acelem var. İşe gitmek için hemen çıkmak zorundayım."
Reg Carter'ın bundan sonra fark ettiği tek şey, paketle mektubun artık elinde olmadığı ve
kapının yüzüne kapandığıydı.
İçeride, Humphrey Partridge, broşürleri hiç açmadan evrak çantasına koydu ve parmağını
diğer zarfın üst tarafından içeriye doğru kaydırdı. İçindekilere bakarken donup kaldı ve uğradığı
şoktan bitkin bir halde, alt basamağa oturdu. Yüksek sesle haykırdı: "İşte bu kadar. Ah, Anne,
işte bu kadar!"
Sonra saatine baktı, çantasını, atkısını ve yağmurluğunu alıp, aceleyle evden çıktı.
"Sun gazetesinde Kırmızı Atkı Davası'yla ilgili başka haberler var" dedi Mr. Denton, iç
bayıcı bir mutluluk ifadesiyle.
Karısı, "Her şey mahkemede ortaya çıkar. Hep böyle olur" diyerek, bilmiş bir edayla fikrini
belirtti.
"Burada, adamın, mehtabı seyretmesi için kadını golf sahasına götürdüğü yazıyor. Mehtabı
seyretmek mi? Pöh!"
"Ben böyle bir şeye kanmazdım Maurice. Bir bakıma hak etmiş kadın. Bak, bu adam
psikopatın teki olmalı. Çavuş Wallace'a göre, on vakanın dokuzunda..."
Partridge içeri girdi. "Telegraph, lütfen. Ah, bir de yerel gazete."
"Yerel gazete mi?" Çeşitliliğe hasret kalan Mrs. Denton, bu kural ihlalinin üstüne atladı.
"Evet, yerel emlakçıların listesini istiyorum."
"Başka bir yer daha almayı mı düşünüyorsunuz?"
"Almayı düşünmüyordur belki" dedi Partridge, şen şakrak ve esrarengiz bir tavırla.
Partridge'in daha fazlasını söylemeye gönlü yoktu. Bu nedenle Mr. Denton, her zamanki o
kendine özgü üslubuyla kaldığı yerden konuşmayı sürdürdü. "Havalar da gitgide soğuyor, değil
mi?"
Partridge, öyle olduğunda hemfikirdi.
Mrs. Denton da katkıda bulundu. "Daha da soğuyacak."
"Eminim öyle olacaktır" diyerek onayladı Partridge. Ardından kendini tutamayıp, "Gerçi
şansım azıcık yaver giderse üşümeyeceğim çünkü buralardan gideceğim."
"Demek taşınmayı düşünüyorsunuz."
"Belki. Belki." Böylece Humphrey Partridge gazetelerini alıp, alışılmamış bir neşeyle oradan
ayrıldı.
"Sanırım" dedi Mrs. Denton, kötü niyetini belli edercesine. "Orada bir şeyler dönüyor."
"Beni mi görmek istedin, Partridge?"
"Evet, Mr. Brownlow."
"Pekâlâ, kısa kes. Biraz önce Roma'dan uçakla döndüm. Duruma bakılırsa, Antwerp
konferansına gidebilirmişim. Gene de, genç Dyett'e kendisini gösterme fırsatı verecek. İstediğin
neydi, Partridge?" Mr. Brownlow esnemesini bastırdı.
"Tebligatımı vermeye gelmiştim."
"Ayrılmak istediğini mi söylemek istiyorsun?"
"Evet."
"Bu, beklenmedik bir durum."
"Evet, Mr. Brownlow."
"Anlıyorum." Mr. Brownlow, rahatsız bir halde koltuğunu sağa sola hareket ettirdi. "Başka
bir şirketten teklif mi aldın?"
"Hayır."
"Doğrusu ben de pek sanmamıştım..."
"Yurtdışına gidiyorum. Annemle birlikte."
"Tabiî. Sakıncası yoksa, nereye gittiğinizi sorabilir miyim?"
"Kanada'ya."
"Oh. Kanada, fırsatlar ülkesi olmakla ünlüdür. Orada yeni bir işe mi başlayacaksm?"
"Bilmiyorum. Çalışmayabilirim."
"Oo, mirasa konduk, öyle mi?" Ama sorusuna bir yanıt alamadı. "Pekâlâ, söylemek
istemiyorsan, bu senin bileceğin bir iş. Daha fazla sormayacağım. Eh, umarım ne yaptığını
biliyorsundur. Bana yazılı olarak bir aylık bir tebligat süresi gerekecek."
"Daha önce ayrılmam mümkün mü acaba?"
"Bir aylık tebligat süresi âdettendir." Mr. Brownlow'un tepesi birden attı. "Yo, boş ver,
burada gönülsüz çalışan kimseyi istemem. Çek git. Hemen bugün!"
"Teşekkür ederim."
"Tabiî, ayrılanlara genellikle bir veda partisi veririz. Oysa senin durumunda..."
"Hiç gereği yok."
"Kahretsin, gerekli olmadığı kesinlikle doğru." Mr. Brownlow'un gözleri ateş püskürüyordu.
"Çık dışarı!"
Partridge, öğlen yemeğinden hemen önce neşe içinde eve geldi.
Brownlow ile Potter'm telefonlarını hiç utanmadan özel işleri için kullanmış, evini satılığa
çıkarmak üzere bir emlakçıyı aramış ve Kanada Yüksek Komiserliği'nde göç için yaptığı
araştırmadan olumlu sonuç almıştı. Ön kapıdan heyecanla içeri daldı ve her zamanki gibi
seslendi: "Merhaba Anne. Ben geldim."
Reg Carter'ın mutfak kapısında belirdiğini görünce sözcükler dudaklarında dondu kaldı. "Ulu
Tanrım, ne yapıyorsunuz burada? Özel mülk burası."
"İkinci turumu atıyordum."
"İçeri nasıl girdiniz?"
"Bir pencere kırmak zorunda kaldım."
"Hiç hakkınız yoktu. Haneye tecavüz denir buna Polis çağıracağım."
"Gerek yok. Ben zaten çağırdım. Çavuş Wallace'a her şeyi açıkladım."
Partridge'in yüzü, cam macunu gibi soluk bir renk almıştı. "Neyi açıkladınız?" diye kurbağa
gibi vırakladı.
"Yangını." Sonra sabırla bir kere daha söyledi, çünkü Partridge anlamışa benzemiyordu.
"Yangın. Yangın çıkmıştı. Mutfağınızda. Geçerken dumanı gördüm. Bu sabah tost makinesini
çalışır halde bırakmışsınız. Çıkan yangında çay peçeteleri yanmıştı ve alevler, perdelere
sıçramıştı. Bu yüzden, camı kınp içeri girdim."
Partridge, şimdi tekrar insana benzemişti. "Anlıyorum. Bu kadar şüpheci davrandığım için
özür dilerim. Yalnızca... teşekkür ederim."
"Lafını etmeye değmez" dedi Reg Carter, bir televizyon kahramanından öğrendiği yapmacık
bir umursamazlıkla. "Ya yukarıda kalan annenize bir şey olursa diye düşündüm; durup itfaiyeyi
çağırmayı göze alamadım. Ne olurdu hali, yerinden bile kımıldayamıyor."
"Çok düşüncelisiniz. Teşekkür ederim." Partridge, postacıyı dışarı sürmeye çalışırcasına,
holde yan yan ilerliyordu. Oysa Reg Carter, mutfak kapısında çivilenmiş gibi duruyordu.
Partridge, farkında olmadan cüzdanına uzandı. "Sizi bir şekilde ödüllendirmek istiyorum..."
"Hayır, ödül falan istemiyorum. Ben, bunu sadece yaşlı bayanı kurtarmak için yaptım."
Partridge, hafiften gülümseyerek, minnetle başını salladı.
"Yani orada kısılıp kalsaydı, onun için felaket olurdu. Öylesine çaresiz biri."
"Evet."
Bu ana kadar postacının sesi tereddütlüydü ama konuşmayı sürdürdükçe, kendine güveni de
arttı. "Yangım söndürdükten soma, iyi olup olmadığına bakma ihtiyacı hissettim. Dumanın
kokusunu almış ya da camı kırıp içeri girdiğimi duymuş ve aklı başından gitmiş olabilirdi... Bu
yüzden merdivenlerden yukarıya doğru seslendim. Karşılık vermedi."
Partridge'in yüzü birdenbire sarardı. "Kulakları çok ağır işitir. Sizi duymamıştır."
"Duymadı. Bu yüzden ben de yukarıya çıktım" diye sürdürdü Reg Carter, karşı konulamaz
biçimde. "Tüm odaların kapısı kapalıydı. Birini açtım. Sanırım sizin odanız olmalı. Sonra bir
başka kapıyı açtım. Orada bir yatak vardı. Ama yatakta kimsecikler yoktu."
"Hayır."
"Banyoda da kimsecikler yoktu. Başka yerlerde de. Evde hiç kimse yoktu."
"Evet."
Postacı bir an için avına bakıp, konuşmasını sürdürdü. "Bunun çok garip olduğunu düşündüm
Mr. Partridge. Yani siz, hepimize annenizin yatalak olduğunu ve burada yaşadığını anlattınız."
"Öyle, yani öyleydi." Öfkeden kaynaklanan kızarıklıklarla yanaklarına tekrar renk gelmişti.
"Öyle miydi?"
"Evet, öldü" dedi Partridge aceleyle.
"Öldü mü? Ne zaman? Onun sağlığını sorduğumda daha bu sabah dediniz ki"
"Birkaç gün önce öldü. Kusura bakmayın, bir garip olmuştum. Şoktan. İnsan gerçek
olduğuna inanamıyor."
"Cenaze töreni ne zaman yapıldı?"
Kekeleyerek yanıt vermeye çalışan Partridge'in gözlerinde yeni bir belirsizlik belirdi. "Dün.
Son anda. Bir anda oluverdi. Üzgünüm, düzgün düşünemiyorum. Geliyor muyum, gidiyor
muyum, onun bile farkında değilim."
"Öyle." Reg Carter'ın sesi kasten tonlamadan yoksundu. "Ben yoluma gitsem iyi olacak.
Yerine ulaştırılacak birkaç mektup daha var, sonra da postaneye döneceğim."
Humphrey Partridge, postacıyı dış kapıya kadar uğurlarken bir iki kez daha teşekkür etti.
Bahçe kapısının kapandığını duyunca, titreyerek alt basamağa yığıldı ve yüksek sesle haykırdı:
"Bizi neden kendi halimize bırakmıyorlar?"
Çavuş Wallace, zayıf ama düzenli çalışan bir zihne sahip olan şişman bir adamdı. Her şeyin
yerli yerinde olmasım ister ve düzeni sağlamak için elinden geleni yapardı. Onu korkutan tek
şey, kendi yetki alanında, bir başka ifadeyle köyde olup biten her şey için başkasının yardıma
çağnlmasıydı. Bu nedenle, Humphrey Partridge hakkındaki dedikodular ayyuka çılanca adamı
üstlerine bildirmek yerine, gidip onu bizzat görmesi çok doğaldı.
Yangından bir hafta kadar somaydı. Söylemek gereksiz, Reg Carter, olanları Mr. ve Mrs.
Denton'a anlatmış; onlar da, anlatılanları postaneye gelen herkese yaymışlardı. Konuşmalar
öylesine çığrından çıkmıştı ki, artık bir şeyler yapılmalıydı.
Humphrey Partridge, her zamanki gibi, geleni içeriye buyur etmeden ön kapıyı açtı ama
Çavuş Wallace, yangın hakkında konuşmak için geldiğini söyleyerek, iri cüssesiyle zorla içeri
girdi.
Oturma odasındaki çay sandıklan var olan durumu özetliyorlardı. "Görüyorum ki kitaplannızı
topluyorsunuz, Mr. Partridge."
"Evet. Eşyalanmın çoğu, Kanada'ya deniz yoluyla gidecek." Partridge, haklı olarak, tüm
köyün, yaklaşan ayrılışından haberdar olduğunu varsayıyordu.
"Kesin olarak ne zaman gidiyorsunuz?"
"Bir ay içinde. Kesin emin değilim."
Çavuş Wallace, irikıyım bedenini teklifsizce bir koltuğa yerleştirdi. "Duyduğum kadanyla,
Kanada iyi bir yermiş. Yeğenim orada."
"Ah."
"Yerleşmek için bir yer alacak mısınız?"
"Evet."
"Kendi başınıza."
"Evet."
"Anneniz artık sizinle birlikte değil mi?"
"Hayır. O... o, öldü."
"Evet. Duyduğum kadanyla, daha geçenlerde." Çavuş Wallace, boş şöminenin önünde
kendisini ısıtırmış gibi gerindi. "Uğramamın bir nedeni de, bir bakıma annenizle ilgiliydi."
Partridge karşılık vermeyince, çavuş konuşmasını sürdürdü. "Bildiğiniz gibi, burası küçük bir
yer ve insanlann çoğu, başkalannm ne yaptığıyla ilgileniyorlar..."
"Kendi kahrolası işleriyle yetinemiyor çoğu."
"Belki öyle. Ben dedikodulara kulak asmam, gene de kulağım delik olmalı; bu, işimin bir
parçası. Korkarım, son zamanlarda sizin hakkınızda birtakım garip şeyler duyuyorum, Mr.
Partridge."
Çavuş Wallace, tadını çıkartarak bir kez duraksadı. "İnsanlar, annenizin ölümüyle ilgili
olmadık şeyler söylüyor. Üstünden bu kadar kısa bir süre geçmişken, bu konuda konuşmak
istemeyeceğinizin farkındayım."
"Konuşmak için fazlasıyla fırsatım oluyor. Bu konuda, imzasız mektuplar ve belirsiz
kişilerden telefonlar geliyor zaten."
"Siz de bunları bize bildirmiyorsunuz?"
"Bakın, yakında gideceğim. Bunlann da hiçbir önemi kalmayacak."
"Hu." Çavuş, bu sorunun üstüne cesaretle gitme vaktinin geldiğine karar verdi. "Muhtemelen
bu mektuplardan ve telefonlardan da anlaşılacağı üzere insanlar, annenizi parası için
öldürdüğünüzü düşünüyorlar."
"Bu, onur kinci bir saçmalık!"
"Belki. Umarım öyledir. Benim için sadece bir iki soruyu cevaplayabilirseniz, ben de öyle
düşüneceğim. İlk olarak, söyleyin bakalım, anneniz ne zaman öldü?"
"On gün önce. Ayın on birinde."
"Emin misiniz? Evinizde yangın çıkıp Reg Carter evde kimse bulunmadığını anladığında,
ayın on biriydi."
"Affedersiniz. Bundan bir iki gün önce. Çok sarsıcıydı, ben..."
"Elbette." Çavuş Wallace, yatıştırırcasına başını salladı. "Bu durumda cenaze töreni ayın
onunda yapılmış olmalı, öyle mi?"
"O civarda, evet."
"Yerel levazımatçıların sizden herhangi bir telefon almamış olmaları garip."
"Kasabadan bir firmayla anlaştım, bağlantım olan bir yerle."
"Anlıyorum." Çavuş Wallace, görevine iyice ısınırken, her zamankinden daha canlı
görünüyordu. "Hiç şüphesiz, ölüm belgesini de kasabadan bir doktor düzenlemişti, değil mi?"
"Evet."
"Şans eseri yanınızda bir kopyası var mı bu belgenin?" diye sordu çavuş, tatlı tatlı.
Humphrey Partridge, işkencecisine bitkin bir halde bakıp, mırıldandı: "Olmadığını
biliyorsunuz."
"Eğer ortada bir ölüm belgesi yoksa" diyerek çıldırtıcı bir yavaşlıkla konuştu Çavuş Wallace,
"annenizin ölümünün olağandışı olabileceği ihtimali beliriyor."
"Allah sizi kahretsin! Allah topunuzu kahretsin!" Partridge, neredeyse öfkeden ağlayacakmış
gibi konuşuyordu. "Neden beni kendi halime bırakmıyorsunuz? Neden sürekli beni gözetleyip
duruyorsunuz?"
Çavuş, içine düştüğü şaşkınlıktan sıyrılmıştı. "Mr. Partridge, eğer bir suç işlendiyse..."
"Suç işlendiği falan yok!" diye haykırdı Partridge, umutsuz bir sabırsızlıkla "Benim annem
mannem yoktu. Ben annemi hiç görmedim. Altı aylıkken beni terk edip gitti; ben de yurtta
büyütüldüm.
"Öyleyse yukarıdaki kimdi?" diye sordu Çavuş Wallace haklı olarak.
"Hiç kimse. Yalnız başıma yaşıyorum ben, her zaman yalnız yaşamışımdır. Anlamıyor
musunuz, insanlardan nefret ederim ben." Bu itiraf, Partridge'e pahalıya mal olacaktı ama artık
kendine engel olamayacak kadar doluydu, "insanlar, sürekli sizinle ilgili bir şeyler bulmaya,
sorular sorup bilgi edinmeye, sizi tanımaya çalışıyorlar. Evinizi işgal etmeye, içki içmek için sizi
dışarı çıkarmaya, mahremiyetinize tecavüz etmeye bayılıyorlar. Buna tahammül edemiyorum.
Tek istediğim, yalnız başıma kalmak!"
Çavuş Wallace, araya girmeye çalıştı ama Partridge hızını almış, tam gaz ilerliyordu. "Ama
yalnız kalamazsınız, insanlar izin vermez. Bir nedeniniz olmak zorunda. Böylece, ben de annemi
yarattım. Bir şeyler yapamazdım, insanlarla görüşemezdim, çünkü annemin yanına
dönmeliydim. Hastaydı. Hayatım böyle gayet iyi gidiyordu. Ben bile onun varlığına inanmaya
başlamıştım, onunla konuşuyordum. Hiç soru sormuyordu, benim hakkımda bir şey öğrenmek
istemiyordu; sadece seviyordu beni, müşfikti ve güzeldi. Ben de onu seviyordum. Onu nasıl
öldüreyim ki. Parmağımla bile dokunamazdım ona; bunu yapan sizsiniz, hep birlikte onu siz
öldürdünüz!" Şimdi kendini kaybetmiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. "Allah sizi kahretsin,
kahretsin."
Çavuş Wallace, bu yeni bilgileri zihninde düzenlemek için bir iki saniye durakladı. "Bu
durumda bana, annenizin hiç olmadığını söylüyorsunuz. Onu siz uydurdunuz. Onu öldürmüş
olamazsınız, çünkü hiç var olmadı."
"Evet" dedi Partridge ters ters. "Bunu o kalın kafanıza sokamıyor musunuz?"
"Haa. Peki birdenbire Kanada'ya göç edip orada mülk edinecek parayı bulmanızı nasıl
açıklıyorsunuz?"
"Devlet tahvilime ikramiye çıktı. Mektubu yangının çıktığı sabah aldım. Bu nedenle tost
makinesini kapatmayı unuttum. Çok heyecanlanmıştım."
"Anlıyorum." Çavuş Wallace, iri bedenini sıkıntıyla sandalyeden kaldırdı ve pencereye doğru
gitti. "Gördüğüm kadanyla bahçeyi kazmışsımz."
"Evet, birkaç çiçek soğanı ektim."
"Çiçek soğanlan, üstelik taşınmak üzereyken." Çavuş avına baktı. "Halka hizmet arzusuyla
dolu olduğunuz besbelli, Mr. Partridge."
Postanedekiler, Partridge'in tutuklanması haberini sevinçle karşıladılar. Mrs. Denton, garip
bir şeylerin döndüğünü anlamış ve Partridge'in cinayet eğilimini keşfetmiş olduğu konusunda
ısrar ediyordu. Reg Carter, soruşturmaya ivme kazandırmış olmanın verdiği kıvanç duygusunun
tadını çıkanyordu; Çavuş Wallace, Cinayet Araştırma Dairesi'nin, kendi mıntıkasına müdahale
etmesine hayıflanmakla birlikte, can alıcı çalışmasından dolayı belirli bir tatmin duyuyordu.
Denton'lar, Reg'in mahkemeye tanık olarak çağnlacağmdan emindiler ve büyük bir olasılıkla
kendilerini de, Partridge'in karakteri hakkında tanıklık etmek üzere çağırabileceklerini
düşünüyorlardı. Mrs. Denton, ölüm cezasının kaldınlmış olmasına fena halde içerliyor, yaşlı
bayanları yataklannda boğan insanların, hapishanelerde kalmayı hak etmediğini düşünüyordu.
Gelen her müşteri, davadaki gelişmelerle ilgili haberler getiriyordu; polisin bahçeyi nasıl
kazdığını, döşeme tahtalarını nasıl söktüğünü, Partridge'in evinin duvarlarına vurarak nasıl
yokladığını bir bir anlatıyorlardı. Mrs. Denton, kazarım küllerini de kanştırmalan gerektiğini
söylemişti.
Toplumun, bu cinayete olan ilgisi o denli yoğundu ki, Partridge'e yöneltilen suçlamaların geri
çekildiği haberi geldiği zaman, şaşkınlık ve düş kınklığmdan kaynaklanan çığlıklar yeri göğü
inletti. Köy halkı, haklı olarak, kendilerine ait bir zevkten mahrum bırakıldıkları duygusuna
kapılmıştı.
Ama ayrıntılar birer ikişer sızdıkça, Partridge'in, Çavuş Wailace'a anlattığı o inanılmaz
öykünün gerçek olduğu anlaşıldı. O evde yaşayan başka biri, hiç var olmamıştı. Partridge, büyük
bir ikramiye kazanmıştı. Partridge'in gerçek annesiyle ilgili son kayıt da, onun, Liverpool'da para
karşılığı cinsel ilişki teklif etmekten suçlu bulunarak iki ay hapse mahkûm olduğu dört yıl
öncesine aitti.
Köyün, ulusal basında oynadığı kısa süreli başrol sona ermiş, küskün ve aldatılmış olan ahali,
yöreye özgü skandallarla baş başa kalmıştı. Humphrey Partridge evine döndü ama tutuklanmış
olmasının göç planlarında neden olduğu gecikmeyi telafi edebilmek için koşuşturup
durduğundan, onu pek gören olmadı.
Ayrılışından iki gün önce, birakşamüstü ziyaretçisi geldi. Aylardan aralıktı; hava karanlık ve
soğuktu. Köyde herkes evindeydi.
Partridge, kapıda duran kadını tanıyamadı. Belki beş yıl önce moda olan, yalancı kürkten,
siyah beyaz, kısa bir manto vardı üzerinde. Parlak kırmızı rujuyla keskin bir karşıtlık yaratan
saçları cart kızıldı ve siyah kirpikleri, gözlerinin üstünde yarasa kanatları gibi duruyordu.
Boynundaki kırışıklıklar ve siyah çoraplannın altından görünen damar yumruları, genç işi
elbisesiyle tezat oluşturuyordu.
"Merhaba Humphrey" dedi.
"Siz de kimsiniz?" Kapıyı, her zamanki gibi, her an kapayacakmış gibi tutuyordu.
Kadın, kısa ve hoş olmayan bir sesle güldü. "Beni hatırlamanı beklemiyorum, tabiî. Son
görüştüğümüzde biraz küçüktün."
"Sakın sen...?"
"Evet, elbette benim. Annene bir öpücük vermeyecek misin?"
Boyalı yüzünü ileriye doğru uzatınca, Partridge hole doğru geriledi. Kadın, fırsattan istifade
peşinden içeri girip kapıyı kapattı.
"Kendine şirin, küçük bir yer edinmişsin, Humphrey." Kadın ilerleyince, Partridge ondan
kaçıp oturma odasına sığındı. Evin çıplaklığını ve hazırlanmış valizleri fark etti. "A tabiî, tabiî
ya, bu kıyıları terk ediyorsun, öyle mi? Gazetede okumuştum. Kanada mıydı? Hoş insanlardır
Kanadalılar. En azından, denizcileri öyledir." Bir kere daha o kulak tırmalayan sesiyle güldü.
"Çünkü elin para gördü şimdi, değil mi Humphrey? Bunu da gazetede okudum. Ne garip,
ikramiye kazanan biriyle daha önce hiç karşılaşmamıştım. At yarışlarından yolunu bulan birçok
kişi tanıdım ama ikramiye kazanan biriyle hiç tanışmadım."
"Ne istiyorsun?" diye gürledi Partridge.
"Sadece küçük oğlumu görmeye geldim, öyle değil mi? Şimdi böyle hoş ve rahat bir yaşam
kurduğuna göre, belki de anacığına bu yaşlı halinde yardım etmelisin diye düşünüyordum."
"Sana hiçbir şey borçlu değilim. Benim için hiçbir şey yapmadın sen. Beni terk edip gittin."
"Ohoo, bu yıllar önceydi. Hem Clinton da çok hoş bir çocuktu. Kurtlarımı dökmem
gerekiyordu. Bir iki hafta sonra sana dönmekti niyetim. Ama o zaman da kurul denetimine
geçmiştin, hem Clinton da çekip gitmişti, bir de..."
"Ne istiyorsun?"
"Söyledim ya. Yaşlılığımda bakılmak istiyorum. Gazetede, yaşlı annene ne kadar düşkün
olduğunu okudum." Gene o aynı gülüş.
"Ama sen benim annem değilsin." Partridge, büyük bir dikkatle ve kendisini tutarak
konuşuyordu.
"A evet, ben senin annenim, Humphrey."
"Değilsin."
"Annenim. Ooo, bak aklıma ne geldi. Neden yaşlı anneni de Kanada'ya götürmüyorsun?"
"Sen benim annem değilsin!" Partridge, kadmı sarsarak, sözcüklerinin önemini belirtmeye
çalışırcasına omuzlarım sıkıyordu.
"Ben senin annenim, Humphrey."
Partridge'in elleri bu alaycı sözleri bastırma isteğiyle kadının boynuna uzandı. Konuşurken
elleri kasıldı ve titremeye başladı. "Benim annem güzel ve müşfik. Sana hiç benzemiyor. Hep
sevdi beni. Hâlâ da seviyor!"
Kasılma sona erdi. Partridge parmaklarım gevşetti. Kadmın cansız bedeni kayarak yere
düştü. Başı arkaya devrilirken takma dişleri de yerinden fırlayarak zeminde takırdadı.
Ertesi sabah Humphrey Partridge polis karakolundan içeri girerken, Çavuş Wallace önündeki
defteri inceliyordu. Olup bitenler onu utandırmıştı. Bu olay, aklın bilinen sınırlarının içine bir
türlü sığmıyor ve yetersiz görünmesine neden oluyordu. Ama sonunda, bir şeyle ilgileniyormuş
gibi yapamadı artık. "Günaydın, Mr. Partridge. Sizin için ne yapabilirim?"
"Yarın Kanada'ya gitmek üzere ayrılıyorum."
"Oh ! şey, orada kuracağınız yeni yaşamda her işiniz rast gider inşallah."
"Teşekkür ederim." Partridge'in dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. "Çavuş, annemle
ilgili..."
Çavuş Wallace defterini sertçe kapattı. "Dinleyin Mr. Partridge, bu konuda zaten resmî
olarak özür dilendi ve..."
"Hayır, hayır, bununla ilgisi yok. Size anlatmak istediğim şey..."
"Evet?"
"... annemi gerçekten öldürdüğümdü." "A, evet, sonra da sanırım onu bahçeye gömdünüz,
ha?" "Evet, öyle yaptım."
"Güzel." Çavuş Wallace, defterini yeniden açarak, dikkatlice sayfayı incelemeye koyuldu.
"Cinayeti itiraf ediyorum" diyerek diretti Partridge.
Çavuş, bitkin bir iç çekişle başını kaldırdı. "Bakın Mr. Partridge, olanlar konusunda çok
üzgünüm ve sizin de, bu küçük şakayı yapmaya hakkınız var ama yapacak başka işlerim
bulunuyor. Bu yüzden, kusura bakmazsanız..."
"Yani, gidebileceğimi mi söylüyorsunuz?"
"Lütfen."
"Kanada'ya?"
"Canınız hangi cehenneme isterse."
"Peki, o zaman. Gidiyorum. Ve yaşlı kadınları evde bırakıyorum."
Partridge karakoldan çıkarken, Çavuş Wallace başını defterinden kaldırıp bakmadı.
Dışarıda, Humphrey Partridge derin bir nefes alıp gülümseyerek yüksek sesle, "Haklısın
anne, Kanada'ya" dedi.
Sorun Şuydu
Ron Goulart

Her şey korkunç bir günde gerçekleşti; karlı, rüzgârlı ve soğuk bir günde. Her zaman olduğu
gibi yine Jerry yüzünden ve para konusunda tartışmaya başlamışlardı. Kadın, telefonu adama
fırlattı ve telefonun ahizesi, adamın burun kemiğine çarptı. Jerry'nin, Mountain Road'daki büyük
evinde, dekorla uyumlu renklerde dört telefonu vardı ve birkaç şehirlerarası konuşma söz konusu
olduğunda kaygılanmak zorunda kalmıyordu.
Kadın, telefonu fırlattıktan sonra, tuğlalardan yaptıkları portatif kitaplıktan bir tuğla çekti.
Tüm kitaplarının ve eski kolej notlarının, ikinci el halılarının üstüne paldır küldür devrildiğini
görmek; adamı her zamankinden daha fazla öfkelendirdi. Kendisini ıskaladıktan sonra hasır dergi
sepetini parçalayan gri inşaat tuğlasını kaptığı gibi, tekrardan kadına fırlattı. Bu, nadiren yaptığı
bir şeydi.
Ağır, gri tuğla, kadınm başına çarptı ve kadın, atılan tuğlanın etkisiyle gerileyerek, pencere
camına çarptı. Kadın, karla kaplı küçük bahçeye serilirken, rüzgâr ve kar salonun içine dolmuştu.
Doğuda yaşamanın sorunlarından biri de, kardı. Adam, kardan ve tepeye bakan bahçelerini
kaplayan çamurdan nefret ediyordu. Bu yüzden, dışarı çıkıp kadının nasıl olduğuna bakmadı.
Kadının, orada bir süre surat asacağını ve sonra çekip giderek, geceyi Jerry'yle geçireceğini
tahmin ediyordu. Sorun adamın bu duruma engel olamamasıydı, hem de geçen beş ay boyunca.
Kadın, olup bitenleri ona anlatmaktan zevk alıyordu; Jerry ve onun Mountain Road'daki dört
yatak odalı evinden, altı haneli bir sayıyla ifade edilen gelirinden, yerel hükümetten, hatta belki
de mafyadan insanlarla olan bağlantılarından. Hayır, belkisi melkisi yoktu; mafya bağlantısı
kesindi. Kadın, daha bu gece, Jerry'nin, organize suç üzerine yakında gerçekleşecek bir
duruşmada tanıklık etmek üzere mahkemeye çağrılmaktan korktuğunu anlatmıştı.
Adam, kadını dışarıda öylece kendi başına bıraktı. Yanm saat içinde, termostat seksende ve
portatif ısıtıcı açık olduğu halde oda iyice soğumuştu. Kırılan pencereye gidip, karısına seslendi.
Evleriyle ilgili birkaç iyi şeyden biri de, evlerinin komşularının evlerinden uzak olmasıydı.
Brooklyn Heights'teki eski dairelerinde en büyük sorun, her zamanki olağan kavgalarından birine
başladıklarında, birilerinin tavana ya da yere vurmasıydı. Connecticut'ın bu bölgesinde,
kavgalarını duyacak ya da aldıracak kadar yakınlarında kimsecikler yoktu, "içeri gel de, şu
pencereyi kapatmama yardım et" diye bağırdı. "Evin her yeri buz kesti ve halının üzeri karla
kaplandı."
Gözlerini kısıp dışarı baktığında, karısının, hâlâ rüzgârın yığdığı kar birikintisinin üstünde
yatmakta olduğunu ve kar tanelerinin, her yanını benek benek kapladığını gördü. Tepe
lambasının kadının üzerine düşen ışığı, onu, flaşla fotoğrafı çekilmiş bir görüntüye dönüştürdü.
Adam, karısının öldüğünü o zaman anladı.
Kadını seyrederek, pencerenin önünde kalakaldı; soğuk rüzgâr, onu belli belirsiz rahatsız
ediyordu. Kendisini üzüntü, suçluluk, hatta acıma duygusu hissetmek için zorladı. Oysa
rahatlamış olduğunu hissediyordu. Karısı, sık sık sorununun bu olduğunu söylerdi. Acıma yok,
empati de. Jerry, onun gibi değildi. Belki gerçekten de mafyayla ve çetelerle iş yapıyordu ama
sempatik biriydi. Yakışıklıydı da; hem aşın kilolu da değildi. Onun sorunlanndan biri, kilosu ve
yeterince yakışıklı olmamasıydı. Kansı, bir kadın dergisinde gördüğü bir tabloya göre on iki kilo
fazlalığı bulunduğunu ve yakışıklı olmadığını söyleyerek, bunu ona defalarca hatırlatmıştı.
Muhtemelen kansının Jerry'yle vakit geçirmesine, sonra gece geç saatte, hatta ertesi sabah gelip,
ona olup biten her şeyi anlatmasına izin vermesinin nedeni buydu. Adamın sorunlarından biri,
kansını gitmekten alıkoyamaması; hatta karısının, olup bitenleri gelip kendisine anlatmasına
engel olamam asıydı.
Adam, kann kansınm cesedi üzerine yağışını izlerken, bu yüzden hapse girmek istemediğine
karar verdi. Aslında, herhangi bir soruna bulaşmayı hiç istemezdi. Gülümsedi. Kansının dediğine
göre, onda ters olan bir başka şey de, yanlış zamanlarda gülümsemesiydi. Bu durumdan
kurtulmanın bir yolunu bulmaya çalışarak, gülümsemeyi sürdürdü. Önceden planlanmadan
işlenen suçlann, genellikle daha kolay gizlendiğini biliyordu. Hırsızlar ve katiller, olay
mahallinde doğaçlama çalışarak, tümüyle özgür kalmalarını sağlayacak zekice bir bahane
uydurabiliyorlardı.
Soğuk almak istemediğinden dönüp mutfağa gitti ve lavabonun altına bakındı. Deterjan
kutularının arasından bir çift siyah eldiven çekip çıkardı ve giydi. Soma yere diz çökerek, büyük
boy, iki plastik çöp torbası çıkardı. Asıl sorun, cesetten kurtulmaktı ve o, daha o soğuk odadan
mutfağa gelirken, bir anda bunun çaresini bulmuştu. Jerry'yi kullanacaktı.
Plastik çöp torbalan kolunun altında, yatak odalanna gitti ve komidinin gizli çekmecesinden
32'lik revolverini aldı. Sorun şuydu: gangsterlerin bu çapta bir silah kullandıklarından emin
değildi. 38'lik ya da 45'lik gibi daha büyük bir şey kullanmıyorlar mıydı? Bunun önemi yoktu.
Elde ne varsa, onu kullanmalıydı. Silah, Avrupa yapımıydı. 1959'da askerlik hizmetinden
dönerken, yurda gizlice sokmuştu. Silahın izini bulmak mümkün değildi.
Bahçede plastik torbalan açtı ve bunlan, kansının cesedinin üstüne yaydı. Aklındakini
başarıyla tamamlayacaksa, cesedin üzerinde hiç kar olmamalıydı. Tuğlayı yerden alıp dikkatlice
inceledi. Gecenin ilerleyen saatlerinde bu tuğlayı temizlemeliydi. Garajda bir tabaka cam vardı;
bundan yeni bir parça kesip, kansmın, üstüne düşerek kırdığı camın yerine takabilirdi. Evet, hem
içerdeki, hem de dışanda, karın üstündeki tüm cam kırıklarını da toplaması ve kansının cesedinin
bıraktığı tüm izleri süpürmesi gerekecekti. Henüz bu aynntılara kafa yorması gerekmiyordu. Tek
sorun şuydu: ortalığı toparlamak için muhtemelen bütün gece uyanık kalacaktı. Özellikle şiddetli
bir tartışma yaptıklan zamanlarda olduğu gibi bütün gece uyanık kaldığında, ertesi gün işte sinirli
oluyordu.
Kansının cesedini plastik torbalara yerleştirdi; birini, ayak ucundan bacaklarına kadar;
diğerini de, başından beline kadar geçirdi. İki torbayı, cesedin belinde birleştikleri yerden, plastik
bir bantla birbirine yapıştırdı. Cesedi garaja taşıdı ve arabalarının bagajına yerleştirdi.
Yerleştirmeden önce gazete kağıdı yaymayı da ihmal etmedi. Sonra tekrar eve girip, kansının bu
gece de Jerry'yi görmeye giderken giyebileceği türden bir palto ve bir çanta alıp geldi. Evdeki
ışıklan ve televizyonu açık bıraktı. Garajı açtı, eldivenleri çıkararak, kendisini sıcak tutan yün
paltonun cebine tıktı. Parmak izleri, kendi arabasının direksiyonunda bulunmalıydı; dahası,
kansınınkileri de silmek istemiyordu. Arabayı garajdan geri geri çıkardı ve evlerinin yolundan
yukarıya doğru sürdü. Karısının her zaman yaptığı gibi, dönemeçlerde arabaya aşırı gaz verdi.
Önlerinden geçtiği birkaç komşu motorun sesini duyduğunu hatırlayacaktı. Sorun şuydu:
Jerry'nin, kendisini içeri almasını nasıl sağlayacaktı?
Mountain Road'a varana kadar bir yolunu buldu. Jerry'nin uzun, alçak ve ışıklı evinin az
ötesine; dar toprak bir yoldaki koyu renkli, kurumuş birkaç ağacın altına park etti. Gözlerden ırak
ama evden de çok uzak olmadığından, muhtemelen karısının park ettiği yerdi burası. Ev, ahşap
ve cam karışımı, biçimsizce geniş bir alam kaplayan, Kaliforniya tarzı bir mekândı aslında.
Yolun bu tarafında yalnızca bir ev daha vardı ve ışıklan yanmıyordu.
Plastik torbalan kansının üstünden çekti, katladı ve paltosunun altına sokuşturdu. Lastik
eldivenlerini tekrar giydi, kansının mantosuyla çantasını bir koluna taktı, sonra cesedi çıkardı,
kenannda kar birikmiş dağ yolunda, Jerry'nin evine kadar taşıdı. Karda ayak izi bırakabileceğini,
sabaha kadar da izlerin örtülemeyeceğini biliyordu. Bu nedenle, önceki kiracılardan kalma,
evdeki eski lastik çizmeleri giymişti. Tek sorun, çizmelerin üç numara büyük olmalanydı. Ölmüş
kansını Jerry'nin kapısına doğru taşırken, yalpalıyordu. Kar, rüzgârda savrularak, olanca hızıyla
yağıyordu.
Kırmızı taş merdivenlerden yukan tırmandı ve dirseğiyle zili çaldı. Zilin sesi, evin
derinliklerinde yankılandı ve parlak pirinç bir zincirle emniyeti sağlanmış olan kapı, birazcık
aralandı. Jerry'yi, ilk kez bu kadar yakından görüyordu. "Uzun boylu, geniş omuzlu, bronzlaşmış
bir adam. Gerçi o kadar da yakışıklı değildi; gözleri biraz fazla küçük, burnuysa biraz fazla
büyüktü.
"Kahretsin, bu da ne şimdi?" diye sordu Jerry.
"Yalnız mısın?" Karısını bekliyorsa eğer, yalnız olması gerektiğini biliyordu. Gene de,
ihtiyatlı olmakta yarar vardı.
"Evet. Eve daha yeni geldim." Jerry, kapıyı biraz daha açtı. "Nesi var onun?"
"Bir kaza oldu. Ciddi bir kaza; kötü yaralandı" diye anlattı Jerry'ye. "Ben kocasıyım."
"Biliyorum."
"Bak, derhal bir ambulans çağırmalıyız. Kaza hemen yolun yukarısında oldu."
Jerry duraksadı. "Şey, getir içeriye. Patırtı çıksın istemiyorum. Tanıdığım bir doktoru
çağırabilirim. Ne tür bir kazaydı, hem sen neden onunla birliktesin?"
İçeride, tavandan aydınlatılan oturma odasına girince ayağıyla ittirip kapıyı kapattı. Sonra da
cesedi, önündeki kalın beyaz halıya bıraktı.
Jerry, düşünceli bir halde, bronz renkli bir telefona doğru yürüyordu. Derken arkasına
dönerek, öfkeyle bir soru sordu.
Revolverle üç kez ateş etti; dikkatlice, titretmeden ve oldukça soğukkanlı biçimde. Böyle
durumlarda ortaya çıkabilecek tek sorun, sinirlerine hâkim olamayıp, hedefi şaşırma olasılığıydı.
Mermilerden ikisi, Jerry'nin göğsüne saplandı, biri de omzuna isabet etti. Adam, yanlamasına
geriye düştü; kan, pamuklu mavi gömleğinin her yanını kaplıyordu. Halıya yumuşak bir biçimde
düşerken bacakları savruldu ve yün astarlı, kahverengi ev ayakkabılarından biri ayağından
fırladı. Ayakkabı, ardında hafif, kırmızı bir iz bırakarak, soluk renkli halı üzerinde kaydı ve Jerry
öldü.
Karısını sürükleyerek, adama biraz daha yaklaştırdı ve tuğlanın yaptığı izleri örtmek için
dikkatlice iki el ateş etti. ikisinden birkaç adım geri çekildi ve büyük odaya göz gezdirdi. Bu,
çabuk ve etkili bir gangster cinayetine benzemeliydi. Bu nedenle çok fazla mücadele edilmiş
havası vermeye hiç gerek yoktu. Gene de önce karısı ölmüşse, Jerry, karşı koymaya vakit bulmuş
olmalıydı.
Tikağacından yapılma bir masaya doğru yürüdü ve devetüyü rengi, büyük, seramik bir
lambayı yere devirdi. Lamba parçalanıp üçlü ampul patladıktan sonra, alçak divanı itmeye karar
verdi. Hemen ardından, yoldan fark edilemeyen bronz renkli bir perdeyi yırttı.
Jerry, bir katili ön kapıdan içeri almazdı. Hayır, gangsterler dünyasında cinayetler böyle
işlenmezdi. Bu lüks evin içinde ayaklannı yere vura vura gezinerek, büyük, beyaz mutfağa doğru
gitti. Ankastre ocağın üstündeki askılardan bakır tencereler sarkıyordu ve üstünde bir satırla
elektrikli bir bıçağın bulunduğu bir kasap tezgâhı vardı. Karısı, ona tüm bunları anlatmıştı. Şimdi
çalıştığı işle ilgili sorun, şey, yani sorunlardan birisi, maaşıydı. Connecticut'ta çalışmanın
avantajları vardı ama New York'taki kadar maaş alamıyordum Karışma, bunu yeterince
açıklamıştı.
Mutfaktan dışarı çıkıp, kaim bir kar tabakasıyla kaplanmış bahçeye geçti. Yoldan araba geçip
geçmediğini, çevrede bir şey olup olmadığını kontrol etti. Mutfak pencerelerinden birine
tırmandı, uzanıp eldivenli eliyle yumruk vurarak camı kırdı. Belki gerçek gangsterler bu kadar
cüretkâr davranmazlardı ama davranabilirlerdi de. Her ne ise. Jerry, eve daha yeni geldiğini
söylemişti; bu nedenle, gerçek bir gangster, evde kimse bulunmadığını anladıktan sonra büyük
bir gürültüyle camı kırmış olabilirdi. Hiç şüphesiz, sonra da sakin sakin beklemişti.
Jerry içeri girer girmez, gerçek gangster işi bitirecek olmasına rağmen, kadını fark edince,
onu da öldürmeye karar verecekti. Once kadını, sonra da Jerry'yi. Bu, kesinlikle akla uygundu.
Gerçek bir gangster, işi bu biçimde halledebilirdi; sırf pislik olsun diye, belki de Jerry, kadının
ölümünü seyretsin diye.
Her şeyi tümüyle gerçekçi kılmak için, mutfak penceresinden tırmanıp içeriye girdi. Bir
ayağıyla mutfak lavabosuna basıp, bir brandy bardağını kırdı. Oturma odasına gidip, ortalığı bir
kere daha kontrol etti. Revolveri hâlâ elinde tutuyordu. Gerçek bir gangster ne yapardı? Silahı
bırakır mıydı, yoksa yanında mı götürürdü? Götürürdü, muhtemelen. Sorun şuydu: bunun,
gerçek bir gangster cinayeti gibi görünmesini sağlamalıydı. Karısının, Jerry hakkında
anlattıklarına bakılırsa, adam, bu haraççılarla gerçekten de bağlantılıydı. Organize suçlarla ilgili
bir komisyon tarafından sorgulanacaksa eğer, polisin de bundan haberi olacaktı. Polis, ikisini de
ölü bulunca, bunun bir çete cinayeti olduğuna karar verecekti. Jerry, konuşmasın diye
öldürülmüştü; kadının talihsizliği de onunla birlikte olmaktı. Bu, tümüyle akla uygundu.
Şimdi yapması gereken, eve geri dönüp oradaki her şeyi temizlemekti. Polis, cesetleri bulup
onunla temasa geçtiği zaman, ortalıkta orada bir tartışma yapıldığını gösteren herhangi bir ipucu
bulunmamalıydı. Polis, onunla belki de işyerinde temasa geçecekti; o zaman yapılması gereken
tek şey, herkesin önünde şaşırmış gibi görünmek olacaktı. Bu, çok zor olmasa gerekti. Şoke
olmuş, afallamış görünecekti; belki de ağlayacaktı. Hayır, ağlamak yoktu. Erkekler, bir erkeği
ağlarken görmekten hoşlanmazlardı. Şoke olduğunu, acı çektiğini göstermeliydi. Evet, aynca
kansının başka bir adamla görüştüğünden haberdar olduğunu da itiraf etmeliydi. Kansım,
başkalan da biliyor olmalıydı: Jerry'nin arkadaşlan, örneğin. Öyküsünün bu bölümünü onlar da
desteklerdi.
Etrafa son bir kez daha göz attı ve ön kapıya doğru yürüdü. Sonra birden durup, parmaklarını
şaklattı. Araba. Arabalarını orada bırakmak zorundaydı. Arabayı karısı sürmüş gibi yapmıştı; bu
yüzden, araba burada kalmalıydı. Bu, işe yarayacaktı çünkü karısı, daha önce gerçekten de
geceleri burada kalmıştı. Bu nedenle polis, kansının eve dönmeyişini bildirmesini
beklemeyecekti. Küçük Penn Central tren istasyonu, evlerinin hemen yanındaki tepenin
ardındaydı. Her sabah yürürdü oraya.
Sorun şuydu: şimdi eve kadar bütün yolu yürüse, çok zaman geçecekti. Temizlik yapmak için
zamana ihtiyacı vardı. Belki Jerry'nin arabasını alabilirdi. Gerçek bir gangster böyle yapar
mıydı? Pek ihtimal yoktu. İyi de, varsayalım Jerry evlerinin yakınında bir yere kadar arabayla
gelip, kansıyla orada buluşmuş olsundu. Bu, mantıklıydı. Arabasını bir yere, olası istasyonun
park yerine bırakmış, soma da kansıyla buluşmuştu. Mountain Road'a onun arabasıyla gelmişti.
Evet, gizlice buluşan iki insanın gerçekten yapabileceği bir şeydi bu.
Tekrardan adamın cesedinin yanma gitti, eğilip revolverin ucuyla ceplerini yokladı. Anahtar
sesi gelmemişti. Kaşları çatıldı. Sonra yerde, duvara yakın duran bir anahtar destesi fark etti.
Ukağacından yapılma masanın üstünde duruyorken, lambayla birlikte yere düşmüş olmalıydılar.
Anahtarları, eldivenli eliyle yukarı kaldırdı. Evet, bunlar araba anahtarlanydı. Görünüşe
bakılırsa, Jerry'nin iki arabası vardı; bir yerli araba, bir de yabancı spor araba. Adam kendi
kendine gülümsedi.
Dikkatlice evden çıkıp garaja dolandı. Kar, soğuk karanlığın içinde hiç durmaksızın
yağıyordu. Adam etrafı dinledi ancak olağandışı bir şey duymadı. Garajı açtı. Loş garajda
motoru hâlâ sıcak olan mavi bir steyşm vagonla gri renkli yeni bir spor araba bulunuyordu.
Adam, her iki arabaya bakıp, anahtarları eldivenli avucunda çıngırdattı.
Spor arabayı alıp, birinci sınıf bir yolculuk yapabilirdi. Gülümseyerek, arabaya bindi.
Anahtarı kontağa sokarak çevirdi.
Sorun şuydu: gerçek gangsterlerin, o gün öğleden sonra dinamit yerleştirdikleri arabaya binmişti.

You might also like