You are on page 1of 24

OKUMA METİNLERİ

METİN 8

Psoas – BiyoFarkındalık inceleme

Psoas kası dengeli çalışan iyi organize olmuş bir bedenin temel taşıdır. Yaklaşık 45 – 50 cm

uzunluğunda iri bir kastır. Gögüs kafesi ve gövdeyi bacaklara bağlar. Gövdenin her iki yanında

birer tane bulunur. Psoas major ve psoas minor’ den oluşur. Orijini T12 ile başlar ve L1-L5

omurların her birinden çıkarak devam eder. Psoas major leğen kemiği içinden, kalça

soketinin üzerinden geçer ve femur’ un iç kenarındaki çıkıntıya (lesser trochanter) bağlanır.

Psoas leğen kemiğine doğrudan bağlanmaz, göğüs kafesi ve femur ile olan ilişkisi, daha

önemlisi iliacus kasıyla femur üzerinde birleştiği tendon vasıtasıyla leğen kemiğini yaşamsal

olarak etkiler. Psoas ve iliacus bir arada iliopsoas olarak anılır. Psoas kasının tonusu leğen

kemiğini ve iç kısmında bulunan bütün organları etkiler.

Psoas’ın beden içindeki yönü hem dikey hem diagonaldir, T12’de derindedir, kalça soketi

üzerindeyken yüzeye yaklaşır, ardından femurun iç kenarındaki çıkıntıya (lesser trochanter)

bağlanır. Psoas omurgaya, diyaframın hemen arkasında T12 omurunun iki yanından bağlanır,

T12’nin arka yüzünden bedenin en büyük kasalarından trapez kası başlar ve kafatasına kadar

devam eder. Diafram, göğüsü karından ayıran bir kas yapısıdır, abdominal kovukta bulunan

karaciğer, mide ve dalak alt yüzeyinde yer alırken kalp hemen üstünde bulunur. Tüm iç

organlar, diaframla yakın temas halinde ve onun dokularıyla doğrudan bağlıdır. Tıpkı psoas

gibi, diafram da hem iskelet hem de iç organ yapılarının ritimlerince etkilenir ve bu ritimlere

cevap verir. Aşağı ve yukarı hareket ederken sadece organlara masaj yapmakla kalmaz,

omurlara da masaj yaparak sinoviyal sıvının omurgadan beyine doğru hareketini sağlar.

Lombar sinir ağı psoas içi ve etrafından geçen karmaşık bir sinir ağ örgüsüdür. Birçok sinir,

psoas yüzeyinin içine gömülüdür. Organlar ve beyin arasındaki karmaşık iletişim psoas’ ı da

içine alır. Psoas belli omurları burarak iletileri yanıtlar ya da yorumlar. Lombar bölgedeki

sinirler, abdominal beynimiz olarak düşünülebilir. Psoas karın bölgesinde içgüdüsel

duyguların hissedildiği bölgede bulunur. Psoas’ ın üst ucu ve diafram, solar plexus’ ta bir

araya gelir. Burası enerjik olarak kişisel güç ve kontrolün merkezidir.

Böbrekler psoas’ ın yanlarında yer alır, mesane ve üreme organları ise önünde uzanmaktadır.

Psoas’ ın diyafram, organlar, kan ve sinirlerle olan yaşamsal ve dinamik etkileşimi psoas

kasına güçlü, birleştirici bir işlev kazandırır.


Psoas çok eklemli bir kastır, 6 ekleme bağlanır ve 2 eklem üzerinden geçer. Kişinin

neromüsküler alışkanlıkları ve kendisinden beklenen işe bağlı olarak farklı kısımlarından

kasılıp kısalabilir, esneyip uzayabilir. En kaba tanımıyla hip flexor ( kalça bükücü) olan psoas,

bacağın yürüme sırasında serbest salınımını sağlar ve yükün gövdeden bacaklar ve ayaklara

aktarımında rol oynar. Yürümek bacaklarda veya bacaklarda başlayan bir eylem değil, aksine

gövdeden kaynak bulan bir eylemdir. Psoas gövdedeki yer çekimsel değişimlere yanıt verir ve

bacak onu takip eder.

Psoas, omurgayı stabilize eden bir klavuz tel işlevi görür. Tıpkı bir çadırın ana direğini

destekleyen yan teller gibi. Aynı zamanda psoas, organlar için bir destek görevi görür;

canlılığı, sağlığı ve uzunluğu organ işlevlerini etkiler, leğen kemiği içinde organların rahat

dinlenebildiği ve normal işlev görebildiği bir alanın olabilmesi psoas kasının uzunluğu ve

tonusuna bağlıdır.

Psoas ile erector spinea kasları karşılıklı bir ilişki içindedir. Erector spinea kasları omurganın

arkasında yer alır ve çoğu zaman zayıftır. Ancak psoas dinlenme halindeyken ve doğal

dinlenme uzunluğundayken, erector spinea kasları göğüs kafesinin yükünü destekleyecek

tonuya ulaşır.

Psoas, rectus abdominis kaslarını dengeleyici rol oynar (ön arka ilişkisi). Bu iki kas arasındaki

denge bir bütünlük hissi sağlar. Kültürümüz spor ve egzersiz ile abdominal kasları

güçlendirmek için büyük zaman ve para yatırımlarının yapıldığı bir duruma gelmiştir.

Varlığımızın daha derin katmanlarıyla teması kaybettik ve abdominal kaslara bu odaklanma

hali de yüzeysel tavrımızın bir yansıması oldu. Mekik ve benzeri hareketler psoas’ı sadece

zayıflatmaz, gerginleştirir ve kısaltır; böylece çoğunlukla aşırı yük altındaki bel kaslarına,

diyaframa ve iç organlara ekstra stres yükler. Bu stres, onların işlevselliğini ve hareketliliğini

azaltırken, bizim de varlığımız daha sessiz ve derin taraflarını algılamamızı etkiler. Doğal

uyum ve ritim kaybolmuştur ve kişi kendini yalnızca bedeni olarak görür, parçalanmıştır.

Son olarak psoas bir hidrolik pompa işlevi görür; onun bu hareketi hücrelerin içine ve dışına

sıvıların hareketini tetikler. Normal yürüyüşte her adımda kasılarak ve esneyerek çalışan

psoas kası aktiftir ve normal hareketi organlar ve omurgayı sürekli şekilde uyarır. Psoasın

yapısal bir destek olmak yerine, özgürce hareket eden bir kas olabilmesi, ana atar

damarlardan bacaklar ve ayaklara engelsiz ve sürekli kan akışını destekler. Psoas ve lombar

sinir ağı bacakları harekete geçirecek enerjiyi doğrudan sağlar aynı zamanda anal ve cinsel
fonksiyonların aktive edilmesinde önemli bir role sahiptir.

İskelet sisteminin ana işlevi, yük taşımak ve yer çekimine direnç göstermektir, kasların ana

işlevi ise, kemikleri hareket ettirmektir. Kaslar, yük taşımak için kullanılmamalıdır, zira bu

kasların kemikleri hareket ettirme yeteneğini sekteye uğratır ve kas yorgunluğuna (fatige)

neden olur. Uzun vadede kemiklerin zarar görmesi, bağlar, eklemler ve çevre dokulardaki

kan dolaşımının yetersizleşmesiyle sonuçlanır.

Psoas, bir merkez kastır. Onun dinlenme boyu ve hali, yer çekimi kuvvetiyle birlikte direkt

olarak kemiklerin birbiriyle olan ilişkilerini, sonuç olarak eklemlerin hareket özgürlüğünü

etkiler. Bu etki bir çocuk ilk defa otururken veya ayağa kalkarken yer çekimiyle karşılaştığında

başlar. Psoasın yük taşımak üzere kullanılıp kullanılmadığı, kişinin yaşı ilerledikçe nasıl bir

duruşu (posture) olacağını belirler.

Sürekli kasılma ve yanlış kullanımdan psoas kısalmışsa, bu leğen kemiğinin ileri fırlamasına

neden olur. Bunun sonucu lombar, dorsal ve servikal omurgada abartılmış kavisler görülebilir

(lordos, kifos, skolyoz).

Psoas’ın bir tarafta diğerine gore daha kısa olması ise bir bacağın daha kısa olmasıyla

sonuçlanabilir; bu durumda yüzeysel bir yaklaşımla ayakkabı içine yükseltici destek vb

eklenerek iki taraf arasındaki denge sağlanıyorsa da, esasen pek çok durumda, kısalmış

taraftaki psoas kasının gevşemesi ve uzaması için gerekli uygulamalar yapıldığında bu

rahatsızlık ortadan kalkar.

Psoas’ın bir tarafta daha kısa olmasının sebeplerine bakmak, bedeni statik bir form olarak

algılamaktan öte, hareket eden, değişen bir organizma olarak algılamaya yönlendirir.

Psoas’ın bir tarafta daha kısa olması geçirilen bir kazanın sonucu, oluşan hasarı dengelemek

üzere abartılmış bir telafi mekanizması olabilir. Veya kişinin gerginliği taşımaktaki kendine

özel biçiminden de olabilir.

Psoas’ın kısa olduğu durumlarda kalça ekleminin hareket kabiliyeti düşüktür ve kalça ile

uyluk arası mesafe kısadır. Bu eklem donduğunda, pelvis ve bacaklar birbiriyle ilişki içinde

ayrı ayrı birimler olmaktan çıkar, tek bir birim gibi hareket eder. Kalça soketinin hareketi

sınırlı kalır. Rotasyon kalça soketinde değil, omurgada(L4-L5) veya diz ekleminde oluşur.

Ayrıca genel olarak kasılı bir psoas gövdeyi kısaltır, iskeletin yapısal pozisyonunu etkiler,

organlar için gereken iç alanı daraltır, yemeklerin sindirilmesi ve temel boşaltım sekteye

uğrar, metabolizma hızı etkilenir.


Korku refleksi

İçgüdüsel olan ve kişisel deneyime bağlı olmayan tek korku “düşme korkusu” dur. Karmaşık

bir set sinir iletisi ile meydana gelir ve flexor kasların kasılmasıyla sonuçlanır. Psoas en büyük

flexor kaslardan biri olarak, korku ile hemen devreye girer.

Düşme duygusu vestibuler sistemde ortaya çıkar. Kulak içinde yer alan vestibuler sistem,

uzaysal oryantasyon, hareketlilik, yerçekimi ve denge ile ilişkilidir. Aynı zamanda işitme

merkeziyle iç içe ve yakın ilişki içindedir. Bu iki merkezden birinde oluşan ani aşırı uyarılma

diğerini de tetikler. Yaşamın ilk 3 haftasından sonra, bebeğin kulakları duyma işlevini tam

göstermeye başladığında, yüksek sesler de korku refleksini harekete geçirir. Bu refleks

organizmanın kendi içine doğru kapanması şeklinde kendini gösterir. Temel olarak

fetus/cenin pozisyonu bir korunma, savunma ve hazırlık halidir.

Bebek yüksek bir sesten korktuğunda ilkel tepki uzanıp anneyi, koruyucuyu veya bir dalı

tutmak için yapışmak olabilir. Eğer uyaran sürekli devam ederse ikinci bir yanıt gelir: bebek

donup kalır – beden ölü taklidi yapar. Korku kişiyi hareketsiz bırakacak güçteki içgüdüdür.

Psoas, korku refleksiyle kişiyi adeta yerinde donduran, hareketsiz kılan ana kastır.

Korku refleksi her ateşlendiğinde psoas kasılır. Bunu yaparak uçları birbirine yaklaştırır,

güvenlik hissi yaratacak bir kapanma yaratır, yumuşak, incinebilir bölgeleri (genital organlar,

yaşamsal organlar, yüz) kapatarak korumaya almış olur. Kaç ya da savaş tüm bedeni

etkileyen bir uyarımdır, sempatik sinir sistemi devreye girer, adrenalin salgısıyla kalp atışları

ve nefes hızlanır. Normal insanda bu refleks kaçarak veya savaşarak işlevini yerine

getirdiğinde parasempatik sistem devreye girer ve dengeli dinlenme başlar. Oysa gürültü

kirliliği ve daralan kişisel alan duygusu, özellikle de şehir uyaranları ile birleştiğinde sürekli

stres uyarısı oluşur. Bu stresle baş edebilme ise koşullanmamız ve iç organizasyonumuz ile

mümkündür.

Korku refleksi, dengeleyici dinlenme süreçleri olmadan veya çok kısa sürerek, sürekli tekrar

ettiğinde; bedeni bir sonraki korku refleksi/saldırıya hazır tutmak üzere sürekli gerginlik

yaratan koşullanmış bir tepki ortaya çıkar. Bu gerginlik anksiyete olarak deneyimlenir.

Çocuk, (veya ileride yetişkin) kendini kaçarak veya savaşarak korku verici veya zorlayıcı bir

durumda koruyamadığında, veya bedendeki izlenimler çok ezici duygular yarattığında, birey

“hayal gücü/imgeleme” ye yönelerek kendine bir kaçış yaratır. İzlenimleri keserek veya

tamamen kapatarak “durumu terk eder”.


“Hayal gücü/imgeleme” öğrenme yeteneğimizden ayrı tutulamayacak çok faydalı bir araçtır.

Oysa, korku tepkisi ve yaşanan zor bir durumun içindeyken kaçış olarak kullanıldığında,

bedeli yüksektir. Durumun geçtiğini hayal etmek, durumun beden üzerindeki etkilerini yok

etmez; korku refleksini geçirmez veya tatmin etmez. Yerine, o kişiyi kendiyle olan

bağlantısından koparır. Böylece bütünlük bozulur. Yaşanan durum aynen yerinde durur,

hatta sistemi öylesine yüklü hale getirir ki, durumu anımsatacak en ufak bir görsel, ses veya

düşünce, kişiyi büyük bir korku veya anksiyete içine sevk eder. Bu süreç flexor kasların

tümünü, ancak en çok psoas’ ı sürekli kasılı hale getirir ve uzun vadede boyunu kısaltır.

Sürekli kasılı psoas ise nefes alabilecek alanları daraltarak, mekanizmayı etkileyerek sürekli

korkuya dönük bir kişilik yaratır.

Gerginliği taşıma hali sadece fiziksel değil psikolojik ve duygusaldır da. Korku refleksi veya

stres ile ortaya çıkan uyarımı, bilinçli olarak kasları daha çok kasarak, fiziksel bedenin

otomatik tepkilerine karşı çıkarak, kişi kendini yüzeysel olarak güçlü hisseder. Kontrol dışı ve

ezilmiş hissetmektense bazı kasları kasarak kontrolü elimizde gibi hissetmeyi tercih edebiliriz.

Hisleri, duyguları fark etmenin getireceği yoğunluktan kaçmış oluruz.

Çocuklar duygularını ve hislerini, sözlü ve sözel olmayan ipuçlarına bakarak kontrol ederler.

Nasıl yaptığımızı bilmeden, tek bir emirle bir anda ağlamayı kesebiliriz. Bedeni hareketsiz

kılmak dışında bu nasıl mümkün olabilir ki? Karın kasları sıkılır, nefes tutulur, basitçe donar

kalırız. Diaframın donuşuyla, birebir ve karşılıklı çalıştığı psoas da donar. Kasları gevşetmeyi

öğrenerek, en derinde psoas’ ı da gevşetmeyi öğrenmek, tüm döngüyü tersine çevirebilir,

nefesi özgürleştirebilir.

Kasların rahat ve esnek olabilmesi, yükün iskelet sistemince taşınması ve pelvisin özgürce

hareket edebilmesiyle mümkündür. Bu gerçekleştiğinde diyafram gibi pelvik taban kasları da

gevşeyebilir, ve “hissedebilir” hale gelirler. Böylece genital bölge de açık, duyarlı ve canlı hale

gelir. Ancak eğer psoas kısaldıysa veya sürekli kasılı kalırsa, omurgayı ve iskelet sistemini yük

taşıyıcı konumdan çıkarır, pelvisin hareketliliğini kısıtlar. Devamında genital kasların sürekli

kasılı olması da eklendiğinde pelvis tamamen statikleşir. Genital bölgede, direkt uyarılma

haricinde hiç bir his/duygu yaşanamaz olur, veya bu bölgeye sıkışıp kalmış hisler olur.

Donmuş bir pelvis ve kasılı bir psoas ile seksüel enerji de bloke olmuştur. Var olan enerji

hareket etmek ister. Eğer genital bölge ve bacaklara akamazsa ters yönde akar. Reich’ in

yorumuyla genital bölgede haz olarak yaşanan cinsel enerji, kardiyovasküler sistemde
anksiyete olarak ortaya çıkar.

Japonca’da Hara olarak belirtilen insanın yaşamsal merkezi de karnın alt iç kısmında tarif

edilir ve tam psoas’ ın bulunduğu yere denk gelir. Dengeli ve uyumlu hareket ancak psoas

dinlenip gevşediğinde, ve fonksiyonel olarak var olduğunda mümkün olur.

Kaynak – Liz Koch – The Psoas Book, The Psoas Workshop

Faydalı Kaynaklar – Moshe Feldenkreis “Body&Mature Behaviour”, Wilhelm Reich “The

Function of Orgasm”, Liz Koch “Core Awareness”

Joseph Campbell: Yaşayan Öğreti İçsel Mutluluğun Yolları*

Taittiriya Upanisad’ da Atman’ ı yani bireyin spiritüel temelini ya da tohumunu çevreleyen

beş kılıftan söz eder.

Birinci kılıf annamaya koşa, besin kılıfıdır. Bu, besinden meydana gelen ve öldüğünüzde yine

besin olacak olan bedeninizdir. Solucanlar, akbabalar, sırtlanlar ya da ateş onu tüketecektir.

Bu, fiziksel bedeninizin kılıfı; besin kılıfıdır.

İkinci kılıf nefes kılıfı; pranayama koşadır. Nefes besini oksitler, nefes onu yaşama

dönüştürür. Bu beden yanan besindir.

Bir sonraki kılıf zihin kılıfıdır; manomaya koşa. Bu, bedenin bilincidir ve duyuları, kendisinin

siz olduğunu düşünen sizinle koordine eder.

Daha sonra büyük bir boşluk gelir.

Ve bir sonraki kılıf bilgelik kılıfıdır; vijnanamaya koşa. Deneyüstü (transandantal) olanın

bilgeliğinin içine aktığı kılıf budur. Bu, sizi anne rahminde biçimlendiren, yediklerinizi

sindiren, bunun nasıl yapılacağını bilen bilgeliktir. Bu, bir yerinizi kestiğinizde yarayı nasıl

iyileştireceğini bilen bilgeliktir. Kesik kanar, kabuk bağlar, nihayet yara izi oluşur ve bu,

bilgelik kılıfının işleyişiyle olur.

Mitin gücü zihin kılıfını, deneyüstü olandan bahseden bilgelik kılıfıyla buluşturmasıdır.

Bilgelik kılıfından içeride olan kılıf ise içsel mutluluk kılıfı, anandamaya koşa’ dır ve o

deneyüstü olanın özü, bizzat kendisidir. Yaşam, içsel mutluluğun tezahürüdür. Fakat

manomaya koşa, zihin kılıfı, besin kılıfının ızdıraplarına ve hazlarına tutunur. Ve

düşünür ‘Hayat yaşamaya değer mi?’

Sadece düşünün: çimenler büyür. İçsel mutluluk kılıfından bilgelik kılıfı çıkar ve çimen büyür.

Sonra iki haftada bir biri gelir ve çim biçme makinesiyle çimleri biçer. Çimlerin şöyle
düşündüğünü farz edin: ‘Eeh, bu ne ya, bu gürültü patırtı niye? Ben yokum!’

Böyle şeyler zihin kılıfından çıkar. O dürtüyü bilirsiniz: yaşam acı verici, iyi bir tanrı bütün

bunları içinde barındıran bir dünyayı nasıl yaratabilmiş? Bu, iyi ve kötü, aydınlık ve karanlık

gibi zıt çiftler şeklinde düşünüştür. İçsel mutluluk kılıfı tüm zıtları içerir. Bilgelik kılıfı ondan

çıkar ve sonrasında zıt çiftlere dönüşür.

Mısırlılar azametli piramitleri ve mezarları, ebedî yaşamın annamaya koşanın - besin kılıfının -

yaşamı olduğu gibi basit bir yanılgı üzerine inşa ettiler. Ancak ebediyetin zamanla hiçbir ilgisi

yok. Zaman, sizi ebediyetten dışarı atan şey. Ebediyet şimdi. Mitin atıfta bulunduğu, şimdinin

deneyüstü boyutu.

Biz hepimiz mistik bir gücün tezahürüyüz: tüm hayatı şekillendiren ve bizi annelerimizin

rahminde şekillendiren yaşamın gücü. Ve içimizde bu tür bir bilgelik yaşar ve bu gücün, bu

enerjinin kudretini temsil eder. Fakat bu, deneyüstü bir enerjidir. Bilme gücümüzün ötesinde

bir yerden gelen bir enerjidir. Ve bu enerji her birimizin içinde – bu bedende – belirli bir

taahhüde bağlanır. Düşünen zihin, gören gözler bu enerjinin akmasına izin vermeyebilir. Ve

bu yüzden hasta oluruz. Enerji engellenir, biz merkezimizden savruluruz; bu düşünüş

geleneksel Çin ve Hint tıbbı öğretilerine çok benzer. Bu nedenle psikolojik sorun, engellenmekten
korunmanın yolu kendinizi deneyüstü karşısında saydam kılmaktır. Bu, bu

kadar basittir.

Lao-tzu, Tao-te Ching’in ilk aforizmasında (özdeyişinde) şöyle der: “İsimlendirilebilen Tao,

Tao değildir.”

Model olarak bir ilahınız varsa onun ilhamını algıladığınız sürece yaşamınız deneyüstü

karşısında saydam olur. Bu, dünyada başarma hırsı adına değil deneyüstü adına, enerjiyi

akışına bırakmak adına yaşamak anlamına gelir. Elbette kişi ötesine (transpersonal) erişmek

için kişisel olandan geçmelisiniz, her iki niteliğe de sahip olmanız gerekir.

Günümüzde her şey çok hızlı hareket ediyor. Artık mite dayalı bir geleneğin oluşması için

gerekli durgunluk süreci yok. Yuvarlanan taş yosun tutmaz. Mit yosundur. Yani şimdi onu

kendiniz yapmalısınız. Hiçbirimizin güvenilir bir rehberi yok. Oysa ki şimdi iki rehber

bulabilirsiniz. Birincisi gençliğinizde size yüce ve asil görünen bir karakter olabilir. Bu kişiyi

model olarak kullanabilirsiniz. Diğer bir yol ise içsel mutluluk için yaşamaktır. Bu sayede

saadetiniz yaşamınız olur. Sanskrit dilinde bir deyiş vardır; uçsuz bucaksız deneyüstünün

sınırlarına en fazla yaklaşan düşüncenin üç hali sat, cit ve ananda yani olmak, bilinç ve içsel
mutluluktur.

Yaşlandıkça bunları düşünür oldum. Ve ‘olmak’ nedir bilmiyorum. Ve bilinç nedir bilmiyorum.

Fakat içsel mutluluk nedir biliyorum; kendin olmak için muhakkak yapman gerekeni yaptığın

anda olmak. Eğer buna tutunabilirseniz zaten deneyüstünün çok yakınındasınız demektir. Hiç

paranız olmayabilir ama bu önemli değildir.

İçsel mutluluğunuzu izleyin. Yaşamınızda içsel mutluluğu tecrübe edeceğiniz zamanlar

olacaktır. Ve ondan uzaklaştığınızda ona ne olur? Sadece onunla kalın, onda paranın gelecek

sene nereden geleceğini bulmaktan çok daha fazla emniyet vardır.

Şu genç insanların kariyerleri konusunda karar vermeleri meselesini başından sonuna

izledim. Yalnızca iki yaklaşım var; biri içsel mutluluğu izlemek diğeriyse mezun olduğunuzda

paranın nerede olacağına dair tahminleri okumak. Bu çok değişken. Bu yıl bilgisayarla ilgili

işler, seneye diş hekimliği vs. Ve genç ne karar verirse versin, oraya vardığında zaten değişmiş

olacak. Fakat gerçek içsel mutluluklarının merkezini bulurlarsa ona sahip olabilirler. Paranız

olmayabilir ama içsel mutluluğunuz olacak.

Ormana hiçbir yol olmayan en karanlık yerinden girersiniz. Yolun ya da patikanın olduğu yer

bir başkasınınkidir, her insan benzersiz bir fenomendir.

İşin özü içsel mutluluğa giden kendi yolunuzu bulmaktır.

*Joseph Campbell, Pathways to Bliss

Kalp Kası Hakkında Stephen Harrod Buhner

Kalp, bir günde 100 bin, senede 40 milyon ve 70-80 yıllık bir yaşamda 3 milyar kere atar.

Göğüs kafesinin orta solunda olan kalp aslında iki yarı ve iki pompadan oluşur. Arada bir zarf,

sağ ve solu birbirinden ayırır. Sağ taraf oksijeni tükenmiş kanı üst yarısına toplar ve alt

yarıdan akciğerlere yollar. Sol taraf ise akciğerden kanı toplayıp uzunluğu 60 bin mile varan

damarlara yollar

Kan basıncına bakınca iki sayı verilir, mesela 120/80. İlk sayı sol tarafının kanı yollarken olan

basıncını ölçer, ikinci sayı ise sol taraf gevşekken tekrar kanın kalbe geri gelmesinin basıncını.

Damarları ve iç organları tüp ve kâse gibi görmek gerçekçi değil. Onlar da kalp gibi kana

basınç uygular. Bu şekilde kalp ve iç organlar arasında kurulan diyalogla kan basıncı sürekli

değişmekte. Bu diyalog değişen çevre etkenleri ve beyinden gelen sinyallerden etkilenir. Yani

bilemediğimiz kadar faktör, basıncı sürekli etkilemekte. Genç bir kalpte basınç daha değişken
ve tepkilere açık olur. Kalp kimi zaman tarif edildiği gibi sürekli aynı şekilde çalışan bir pompa

değil. Kalp, doğrusal olmayan, esnek ve sürekli değişen bir varlık.

Hatta atış kalpten başlamaz. Tavuk embriyolarını incelerken kanın akmasının kalbin

çalışmasından önce başladığını görüyorlar. Kan, bir tüpten geçen su gibi değil, çifte spiral

şeklinde damardan akar. Lavabodan akıp giden su gibi. Bu spiraller kendi içlerinde bir kasırga

gibi hortum etkisi yaratır. O hortumun iç tarafında kırmızı kan hücreleri akar. Kırmızı kan

hücreleri spiral şeklinde hortumda akarken bir de kendi etraflarında dönerler. Akışın

temposu da sürekli değişir. Ancak bu sayede kan hücreleri kılcal damarlara girip çıkabilir. Kan

hücreleri plastik yani kelimenin orijinal anlamıyla esnek ve değişkenler. Kalp da atarken

dönerek atar. Bütün bu atışlar, akıntılar, değişen unsurlar mükemmel bir zamanlama içinde

bedende hayatın devam etmesini sağlar.

Kalp, pompalamada tek unsur değil, nitekim damarlar, iç organlar ve kaslar da sürekli kanı

pompalar. Ancak kanın en önemli unsuru oksijenin her hücreye taşımasında ana rol

oynamasıdır.

Kalp aynı zamanda hormon üretir. Tıp dünyasanın bulduğu hormonların sayısı gün geçtikçe

artmakta. Kalbin yarattığı hormonlar duygusal hafıza, hisleri algılama, mekân ve çevreyi

algılama, problem çözmede rol oynar. Kalpteki hücrelerin %60-65’i sinir hücreleridir.

Beyindeki hücrelerle aynı olup aynı şekilde işlerler. Yani kalp kendi çapında bir sinir sistemi ve

kendi hafızasına sahip. Bir beyincik gibi. Beyin ile direkt bir bağlantı içinde olan kalp sinirleri,

kalple beynin sürekli bir diyalog içinde olmasını sağlar. Bu mesajlaşma, kişi yaşadığı

müddetçe kesintisiz gerçekleşir. Bu kalp-beyin iletişiminin azalması ya da olmaması söz

konusu değildir.

Araştırmaya göre önce kalp algılar, sonra beyne bilgi gider. Yani dış dünyayı ilk algılayan

kalptir. Kalp, bir algılama yoludur

Herhangi bir şeyi algılama başladığında (bu içeriden ya da dışarıdan gelen uyarılar olabilir)

beden, düşünmekten ya da matematik yapmaktan çok farklı bir tepki gösterir. Algılama

başladığında kalp yavaşlar, göz bebeği büyür ve daha bulanık görür ancak daha geniş bir

açıyla çevreyi görmeye başlar (sempatik ile parasempatik sistem dengelenir). Bedensel

rahatlama ve yumuşaklık, algılanan şeye karşı ilgi arttıkça artar. Algılanan ne kadar ilginç

olursa fizyolojik olarak rahatlama da o oranda olur. Tepki, algılanan şeyin ne kadar iyi ya da

güzel olduğuna bağlı değildir. Ne kadar karmaşık, ne kadar ilginç, ne kadar sürprizlerle dolu
olduğuyla ilgilidir. O şeyde ne kadar anlam varsa o kadar ilginç olur ve bedende rahatlama o

oranda artar. Var oluşun tadına bu şekilde varılır.

Zihinsel aktivitelerse yukarda anlatılan fizyolojik etkilerin anında sona ermesine yol açar. Yani

düşünmek, analiz etmek, konuşmak ve anlamaya çalışmak. Kalp atışı hızlanır ve damarlar

sıkılaşır. Göz bebeği ufaldığı gibi sempatik sinir sisteminin fonksiyonu artar.

Kalple algı olduğunda, yani hissi boyutta bir algılama gerçekleştiğinde ön beyindeki hücreler

kalbin elektromanyetik ritmiyle eş zamanlı olarak çalışmaya başlar. Düşüncelere dikkat ve

enerji verildiğindeyse tam tersi, kalp beyinle eş zamanlı olmaya başlar. Kalp beynin dalgasına

uyduğunda beynin işlediği şekilde tahmin edilebilir ve doğrusal bir ritim oluşur. Gençlerin

kalpleri daha değişken ve tepkiselken, yetişkinlerin kalpleri daha ritmik atar. Yetişkinlerin

kalpleri daha hasta olur. Eğitim sistemi beyinin gelişmesine odaklandığı ve hisler göz ardı

edildiği sürece kalp beyinle eş zamanlı olur, bunun sonucunda da sağlıksız olur. Nitekim

batıda en çok ölüm kalp hastalıklarından kaynaklanmakta.

Herhangi bir sistem dinamik-kaotik işlevini kaybetmeye başladığında ve tahmin edilebilir bir

ritim oluşturduğunda hastalıklı olur ve zarafetini kaybeder.

Stephen Harrod Buhner – Secret Teaching of Plants

THE ENDLESS WEB (R.Louis Schultz & Rosemary Feitis )

İKİNCİ BÖLÜM

BAĞ DOKU BEDENİ

ÇEVİREN : SEVİL SERT

Doğum Sürecinin Etkisi

“Doğum Travması” teriminin önemli duygusal etkileri vardır. Psikolojik açıdan, fiziki geçişin

yapısal anlamda zarar verici olması gerekmemektedir. Kafanın ya da omuzların büyüklüğü

dolayısıyla bazı zorluklar yaşanabilir ancak bunun geçici olması gerekmektedir. Uzamış bir

doğurma süreci bazı gerilimlere sebep olabilir ama normal şartlar altında, 24 ve hatta 48

saatlik doğum süreçlerinin dahi büyük yapısal değişikliklere sebep olmaması gerekmektedir.

Doğum sıra dışı bir durumdur. Bebek tam bir ortam değişimi geçirmektedir ve tüm bu

yeniliklerle başa çıkacak yerleşmiş yöntemlere sahip değildir. Doğumda bebek, her şeye açık

bir sistemdir. Yeni uyarıcılar, yeni olmalarından dolayı aktarma sırasında hem fiziksel hem de

duygusal olarak gereğinden fazla büyütülmektedirler. Psikolojinin gerçeğinde şu vardır: panik

durumunda öğrenilenler hayat boyu bizimle kalırlar. Parlak ışıkların altında baş aşağı
tutulmak gibi travmatik duyusal ataklar, yapısal kasılmalara ve duyusal kapanmalara sebep

olabilir ve bunlar hiçbir zaman ortadan kalkmayabilir. Bu, fizyolojikten ziyade, doğumun

kültürel kısmıdır.

Doğum, yapı üzerindeki yeni çevresel etkilerin başlangıcıdır ki bu etkiler bilişsel etkilerdir.

Temel olarak, bedende 2 farklı işlev bozukluğu vardır: travmatik stres kaynaklı olanlar (harici)

ve gelişimsel stres kaynaklı olanlar (dahili). Dahili, yani stres kaynaklı olanları kabul etme

eğilimindeyizdir çünkü “düzen/dünya böyledir” ya da “bedenimiz böyledir”. Karşılaştırma

şansımız yok. Stres olmadan nasıl hissederdik asla bilemeyiz.

Nefes alma, doğumla birlikte ortaya çıkan majör yeniliklerden biridir. LeBoyer yöntemi ile

yapılmış bir doğumun filminin ilk birkaç dakikası ile daha geleneksel bir doğumun ilk birkaç

dakikasını karşılaştırmak ilginç olabilir. Fransız doğum uzmanı su altında doğum

gerçekleştiriyor. Bebeği çıkarmak için gösterilen ilk çabalar suda yapılıyor ve herhangi bir hava

yolu emmesine ihtiyaç görülmüyor. Daha geleneksel doğumda ziyadesiyle fazla havlulama ve

kurulama uygulanıyor bebeğe ve aynı zamanda hava yolu emilerek temizleniyor. Bu yüzyılın

ilk yarısında uygulanan doğum teknikleri bebek ağlayıncaya kadar ayağından ters tutulmasını

da içeriyor ki bu şekilde hava yolunun açıldığından emin olunuyor.

Farklı doğum yöntemlerinde diyaframa ve nefes ve kaburga ilişkisine ne oluyor? Rahim

içindeki nefes alıp verme hareketlerinin oldukça sığ olması gerekir çünkü karın ve üst

kaburgalar cenin pozisyonunda sıkı şekilde bastırılmış durumdadır. Sadece alt kaburgalar (ve

muhtemelen diyafram) nefese dahil olabilir. Doğumdan sonraki ilk nefes, sıvının

akciğerlerden dışarı itilmesi sürecini başlatır. Nefes alma aslında doğumdan önce başlamıştır

ve bazı amniyotik sıvıların atılması gerekir. Bu, şokun altındaki mantıktı. Popoya vurma ve

yeni doğanı baş aşağı tutma, akciğerlerin temizlendiğinden emin olmak amacıyladır.

Biz yetişkinler, ya akciğer solunumcusuyuzdur ya da karın solunumcusu. Bu kalıbı başlatan,

yeni doğan bebeğin ilk nefesi midir? Karın solunumunda, diyafram aşağı-yukarı hareket eder

ve hacmi artan hava karında muhafaza edilir. Akciğer solunumunda, diyafram yine aşağıyukarı
hareket eder ancak diğeri kadar çok değil. Karın solunumu bedeni sakinleştirir ve enerji

odağının bedenin alt kısmına hareket etmesini sağlar ki bu solunum kalıbı meditasyona

oldukça uygundur. Akciğer solunumu, enerjiyi yukarı odaklar ve daha aktif bir solunum kalıbı

sağlar. Doğum sonrasında, rahim büzülmesinin desteği kaybolduğu için artık battaniyelerden,

çarşaflardan, bebek bezlerinden yeni bir baskı vardır. Bebek bezleri en direngen baskıyı
uygular ancak çarşaflar ve battaniyeler de tahmin ettiğimizden daha fazla baskı

uygulamaktadırlar. Bir zamanlar, bebeklerin çarşaflarının iğnelenerek sabitlenmesi oldukça

yaygındı. Son zamanlarda, çocukların üzerine battaniye örtmek yerine bir veya iki

tulum/pijama giydirerek biraz daha fazla hareket özgürlüğü olması sağlanıyor.

Çocuk rahimde ses ve ışığa maruz kalmaktadır ancak örtülü şekilde. Doğumda, duyusal

girdilerin yoğunluğu artmaktadır. Muhtemelen, bu duyusal girdiler sadece çok ani ve/veya

fazlasıyla intrüsif olduklarında travmatik faktör haline gelirler. Fetus aslında bizim

tahminimizden daha fazla sese maruzdur. Rahim duvarı tamamen esnediğinde çok incelir.

Hem ışık hem de ses içinden geçebilir ve geçer. Hatta, bebeğin kasılma ile birlikte rahim

içerisinde içe çekilme ihtiyacı bile olabilir.

Dokunuş en erken duyusal tepkidir ve gebeliğin ilk ayında ortaya çıkar. Dokunsal uyarı,

doğumda radikal şekilde değişir. Rahimde, kas sistemine artı olarak çocuğu çevreleyen bir sıvı

da vardır. Doğumda bu amniyotik sıvı yok olur. Doğum sırasında, çarşaf, plastik eldivenli eller,

emilim cihazları ve rektal termometre gibi yabancı dokuların ani girişleri gerçekleşir. Deri,

dokunma organımızdır. Doğumun yükünü iyi ellere bırakmak hepimizin bildiği gibi çok

önemlidir. LeBoyer’in* doğum filminde bunun çok güzel şekilde sunulduğunu görmek

oldukça önemlidir. Doğumda yenilikçi akımların* ikinci jenerasyonunun çalışmalarında,

uyarıcı duyu uyandırmasının daha yumuşak yöntemleri bulunmuştur. Örneğin, nefes almayı

uyarmak amacıyla göğse hava üflenmesi veya annenin sesinin düşük ve tek tonlu şekilde

kullanılması.

Yeni ortama verilen duyusal tepkilerin kalitesindeki değişiklik, bebeğin karşılaştığı ilk

zorluktur. Bu değişiklikle başa çıkılma şeklinin kişilik üzerinde belirgin etkisi vardır. Yapısal

olarak, savunma tepkisi, doku kasılması ve çekilmesi olarak gerçekleşir. Bebeği direkt olarak

savunmaya sevk eden bir sistem şoku, bir varoluş şeklinin başlangıcı olabilir. Çoğu zaman,

bebeğin ilk ağlayışı kızgın ya da korku doluymuş gibi gelir. Bu ilk duyguya karşı verilen ilk bağ

doku tepkisi tüm ömür boyu devam edebilir.

*Bknz, Frederick LeBoyer, Birth Without Violence (New York: Knopf, 1975) *Bknz, Michel

Odent, Birth Reborn (New York: Pantheon, 1984)

Yeni Doğanda ve Küçük Çocuktaki Gelişimsel Geçişler

Gelişim doğumda tamamlanmış değildir. Doğum daha büyük ve en sonunda daha rafine

hareket kullanımına doğru bir geçişi getirir. Bağ doku, harekete aracılık etmemizi sağlayan
sistem olmasına rağmen yapısal olarak en az tamamlanmış sistemdir. Artan hareket talebi,

bağ dokunun olgunlaşmasını ilerletir. Kullandığımız bir kısmı, daha kabiliyetli ve yetkin hale

gelir. Dolayısıyla da, biz daha kabiliyetli hale geldikçe, daha geniş bir hareket yelpazesini

keşfederiz. Geri besleme sistemleri, hareket çeşitliliğini artırmaya yönelik çalışabilir ya da

dolaşım yön değiştirebilir ve aşağıya doğru spirale geçebilir. Geri besleme sistemleri tüm

yaşayan organizmaların karakteristik özelliğidir.

Cenin döngüsünün sonlarına doğru kas, bağ doku ve organ gelişimi ile ilgili elimizde çok az

bilgi vardır. Hamileliğin ilk 3 ayından sonra, embriyoloji metinler daha çok dış formun

gelişimine odaklanmaktadır. Bildiğimiz kadarıyla, kafanın kuyruktan önce gelişmesi ve sırtın

karından önce gelişmesi sırası doğumdan sonra da korunmaktadır.

Yeni doğanda, kafa ve göğüs kemikleri nispeten daha iyi gelişmiştir. Pelvis çoğunlukla

kıkırdaktan oluşmaktadır, sadece bazı küçük kemik diskleri vardır.

Kalça kıkırdağı yumuşak olduğu için, çocuğun beşiğinde yatış şeklinin, alt bedeninin yapısında

etkisi büyüktür. Karın üstü veya sırt üstü yatarsa, bacaklar dışarı doğru yayılma eğiliminde

olurlar çünkü pelvik kemikleşmesi sınırlıdır ve aynı zamanda bacakları birbirine doğru çekecek

yumuşak doku sertliği de yoktur.

Doğumdaki en gelişmiş kas sistemi bedenin arka tarafındadır. Gluteus Maximus kası çok iyi

gelişmiştir. Erector Spinae (sırttaki uzun kas) güçlüdür ancak karın duvarı tam tersidir.

Bacakları orta çizgiye doğru çekme eğiliminde olan kaslar (adüktörler) daha da güçsüzlerdir.

Kundaklama, yani bebeği sıkıca sarma eylemi, bacakların sıkıca sarılmasını ve böylece

bacakların bir arada tutulmasını sağlar. Bebeğin bu sargı içindeki kas gerilimli (izometrik)

hareketleri kalça ekleminin dengelenmesini tetikliyor olabilir.

Gelişim oranları ve kalıpları stresi oluştururken, bedeni kullanmayı öğrenme süreci

güçlendirir. Çocukların çoğunluğu beşiklerinde ayağa kalkmaya başladıklarında, kendilerini

kollarla ve omuzlarla yukarı çekerler. Kıkırdağımsı ve lastiksi olan bacaklar ve pelvis üzerinde

kendilerini yükseltebilmek için daha güçlü bölgelerini kullanırlar. Ayağa kalkmayı yeni

öğrenmiş bir çocuğu gözlemleyin. Çocuk gününü aşağı inip, yukarı çıkmakla, kollarıyla kendini

çekmekle, bacaklarını lastik gibi kullanmakla, düşüp tekrar kalkmakla geçirir. Gözle görülür

şekilde, pelvisi dengeleme olanaklarını keşfetmektedir. Eğer kalça eklemi, dokuların bu

egzersizi yapabilecek olgunluğa ulaştığı aşamaya vardıysa, her şey harika. Ancak çocuklar (ve

ebeveynler) çoğu zaman aşırı isteklidirler. Eklemin fazla kullanılması ya da yeterli gelişmişlik
seviyesine ulaşmadan kullanılması fiziksel olarak kalçanın şeklini değiştirebilir (şekil 7-2). Ya

da kötü kullanım o kadar kökten bir değişime sebep olmayabilir. Basitçe, bir çeşit hareket

alışkanlığı getirebilir.

Eğer bir miyofasyal yapı bir hareket talebini karşılayacak kadar gelişmemişse, o durumda biz

onu henüz olgunlaşmamış olarak tanımlıyoruz. Eklemler gerek yapısal olarak gerekse de

kullanım kalıbı açısından olgunlaşmamış olabilirler. Topuk bunun için çok iyi bir örnektir. İyi

gelişmiş bir topuk olmadan, ayak, bacağın sadece bir uzantısı olarak kalacaktır.

Olgun bir topuk, ayak ve bacağı birbiriyle çalışmasını sağlayan bir dayanak noktası olarak

işleyecektir. Bebekler yürümeye başlayınacaya kadar olgun topuklara sahip olmazlar (şekil 7-

3). Kemikler ve dokular hazır bulunuyordur ancak yumuşak doku kullanım aracılığıyla henüz

şekil almamıştır. Çocuk yürümeye başladığında, genellikle parmak ucunda durur. Böyle olmak

zorundadır çünkü, topuk henüz yere ulaşamıyordur. Yukarıya bacağa bağlanan kaslar henüz

uzamamıştır ve iki topuk kemiği hala, tibula ve fibula arasında, bilek kemiğine takılı

durumdadır. Sürecin sonunda, kemikler serbestçe hareket edebilecek ve olgun topuklar

sağlam şekilde yere basabilecektir.


Eklemlerde yeterli esnekliğe sahip olmak, olgunluğun anatomik tanımıdır. Eğer bir eklem

yeterli olgunluğa sahip değilse, bu çoğunlukla eklemdeki yumuşak dokunun kalitesiyle

alakalıdır. Elastik değilse, kasılmış, çekilmişse; hareket kemiklerin arasında “akıp geçemez”.

Hareket çeşitliliği kısıtlanır. Eklemdeki olgunluk, tüm hareket çeşitliliğinin keşfedilmesi ama

aynı zamanda da sabit hareketin korunmasıdır.

Eklemler, kullanıldıkça olgunlaşır. Bu süreç, doğum sonrasında tekmeleme, ileri geri sallanma,

etrafa bakma vb. eylemlerle hız kazanır. Şunu unutmamak gerekir ki çocuk sürece yürüyerek

başlamaz. Eğer çocuk yürümeden önce emeklemezse, yaşamın geri kalanında motor

becerilerinde koordinesizlik yaşaması kuvvetle muhtemeldir. Aynı zamanda, beyinde

koordinasyon eksikliği de yaşayabilir ki bunlar kendilerini düşünme, okuma, görme ve

öğrenme engelleri olarak gösterirler.

Emekleme eyleminde bebek, dizin ve kalçanın dışındaki ve yukarı sırta doğru olan fasyal

tabakalar arasındaki bağlantı ile çalışır (şekil 7-4). Emekleme, cenin pozisyonundaki

bükülmeleri geri getirir. Yürüme için gerekli olan beden uzantılarına geçmeden önce, çocuğun

bu pozu aktif olarak kullanması gerekmektedir. Emekleme, alt bel (lumbar) kavisini oluşturan

eylem gibi görülmektedir. Hem kalçada, hem de dizde doğru açı kalıplarının aynı anda
oluşmasını sağlar. Pelvis kullanımını geliştirerek, pelvisin omuz ve karın olgunluk seviyesine

doğru ilerlemesini sağlar. Emekleyen bir çocuk, kolların ve bacakların ve aynı zamanda sağ ve

sol tarafın senkronizasyonunu deneyimler.

Doğumda, pelvis ve bacaklar çoğunlukla kıkırdaktan oluşur. Oransal olarak, kollarda daha

fazla kemik vardır. Kaburgalarda da hatırı sayılır oranda kemik bulunur ve üst omurgada

lumbar ve sacrum bölgesinden daha fazla kemik vardır. Kıkırdakların tamamının

kemikleşmesi 20-25 yaşından önce tamamlanmamaktadır. Omurga yapısını, omur kolonunda

hala kıkırdak bulunuyorken değiştirmek daha kolay olabilir çünkü yumuşaklık oranı hala daha

fazladır. Aynı zamanda, herhangi bir pozisyonda sabitliği korumak ise daha zor olabilir.

İleri seviye skolyozu olan yaşı ilerlemiş bir kişi, kıkırdak dokunun yumuşaklığı konusunda

spektrumun diğer ucunda yer almaktadır. Omurlar arasındaki disklerde mineral birikimleri

mevcuttur ve bu durumda daha çok veya daha az sert hale gelirler. Diskler, fibrokartilaj

içermektedir ve bunlar yoğun ve liflidir. Fonksiyonel olarak kemiğe benzerdirler ancak

histolojik olarak kıkırdak ile kemik doku arasında orta bir yerdedirler. Fibrokartilajların kendi

yoğunluk spectrumu vardır. Kemik kadar sert de olabilirler, kıkırdak gibi lastiksi de olabilirler.

Bir çeşit bağ dokunun diğerinden farkı, liflerin miktarı ve organizasyonuna ve hücreler arası

matrisin yoğunluğuna dayalıdır. Limitler dahilinde olmakla birlikte, herhangi bir dokunun

sertliği herhangi bir zaman diliminde artabilirken, başka bir zamanda ise doku daha

akışkanlığa doğru da yönelebilir. Bu durum, herhangi bir yaşta gerçekleşebilir.

Doku yoğunluğunun tersine çevrilebilirliği (reversibilitesi), yetişkinlerdeki bağ dokunun

embriyolojik doğasının sonucudur. Kürek kemiklerinin arası ya da pelvisin üst kısmı gibi

bundan etkilenen alanlar tendon gibi hissedilebilir. Tendonlar ve ligamentler, ihtiyaca verilen

fonksiyonel cevaplardır. Hepimizin, ağırlık ve daralma/büzülme gibi streslere karşı dayanma

yöntemlerimiz var. Dengesiz omuz veya kalçayı sabitlemek için ipler, paftalar ya da çapraz

bantlar kullanırız.

Problem, hareket ederken yer çekimi ile birlikte değil, yer çekimine karşı çalışmaya

başladığımızda ortaya çıkıyor. Çocuk ilk yürümeye başladığında, ayağa kalkar ve bir masayı

yada başka bir desteği hedef alır. Aslında bir şekilde öne doğru düşer ve bacakları da kendisini

dik tutabilmek için altında hareket eder. Eğer tamamen geriye yaslanırsa, oturur.

Kısa süre sonra, yüzünün üzerine düşmektense, poposunun üzerine düşmeyi tercih etmeyi

öğrenir. Sonuç olarak, bacaklarının arkasında dengede durmaya başlar. Eğer bu kalıp
yetişkinlerde de devam ederse, sorunlar ortaya çıkar.

Bir çocuk kolları yukarı çekilerek tutulursa, yürümek için bacaklarını öne getirir (şekil 7-5).

Bacakları dışa ve öne hareket ettikçe, geriye düştüğünü hisseder ve telafi etmeye başlar: alt

bel öne gelir, omuzlar geri gider ve dengelemek için baş öne gelir.

Büyük bebek bezlerinin bacakları ayrı tutmaya zorlaması da bir diğer engeldir. Ne kadar çok

yetişkinin bu tarz bir konfigürasyonla yürüdüğünü görmek oldukça ilginçtir: baş önde ve

bacaklar açık.

Doğum sonrasında, nefes alma, dönme, oturma, bir şeyleri yakalama, bir şeyleri arama,

emekleme ve yürüme eylemleri yeni doğanın henüz olgunlaşmamış yapısını yetkin, bağımsız

bir çocuğa dönüştürmek için temel uyarıcılardır.

Aynı zamanda, daha az belirgin olan talepler de vardır: Çok küçük yaşta başlayan üstü kapalı

beklentiler. Örneğin, kız bebekten beklediklerimiz ile erkek bebekten beklediklerimiz

farklıdır. Bunların bir kısmı doğumdan önce dahi başlayabilir. Mesela çoğu zamanda bebekten

erkekmiş gibi bahsedilmesi. Bebekler ve çocuklar doğal oyuncudurlar ve rol yapma, taklit

etme konularında arkalarında büyük bir destek vardır (Aa ne kadar tatlı, aynı babası gibi).

Diğer bir deyişle, çocuklar doğal hallerinde dikkat ve takdir arayışındadırlar. Aynı bacağından

birçok kez yaralanmış olan bir kadının şu sözlerini duymuştum:

“Annem bana, ben 3 yaşlarındayken bahçede sürekli babamı takip ettiğimi ve onun

topallamasını taklit ettiğimi söylerdi.” Bu bacağın, kendisinin sürekli yaraladığı bacağı olması

tabi ki şaşırtıcı değil.

Bebek bedenini kullanmayı öğrenirken, önünde çok fazla seçenek vardır. Yaşı ilerledikçe, bu

geniş imkanlar yelpazesi, harekete daha duyarlı olacak şekilde giderek daralır. Zamanında

önce kullanım, uygunsuz taklit ya da duyarlılığa karşı çok erken talep eklemde

eğriliğe/yamukluğa sebep olur ve bu da kısıtlanmalara, hassasiyet eksikliğine ve en sonunda

acıya/ağrıya sebep olur.

Yoga Öğretirken

Godfrey Devereux’dan notlar:

• Kolay hareketler öğretin

• Bel, boyun ve dizler için emniyetli hareketler öğretin

• Simetrik hareketler öğretin ki hisler komplike olmasın

• Hisleri çok daha kolay algılanabilir bölgelere odaklayın (omuzlar, ayak bilekleri,
ayaklar gibi )

• Sonra daha hassas bölgedeki hislere doğru odaklanın (bel, boyun, dizler gibi)

• Aynı zaman da bütün eklemlere sözlerle dokunun (dizler, uyluk kemiği ile leğen

kemiği birleşimi, sacrum, alt bel omurları vs gibi) uyandırın ve hassas kılın

• Bütün kas kombinasyonlarını kullanın (quad. Kasları, hamstringler, hip flexor

(kasık kasları), popo kasları vs. gibi

(hatta denilebilinir ki, leğen kemiği etrafındaki kasları gevşetmeye izin vererek

dikkati buraya doğru yönlendirin )

• Hafif öne eğilmeleri, arkaya eğilmelere ya da çevirmelere nazaran vurgulayın ki

daha doğal ve emniyetli olsun

• Bütün beden parçalarının arasındaki doğal bağlantıları açıklayın

(ayakların yere sağlam kurulumu ve iç kavislerin yukarı iç kasıklara doğru

yükselmesiyle, üst ve iç bacak kaslarını aktive edin , kuyruk sokumunun topuklara

doğru uzaması , pubis kemiğinin göbek deliğine doğru yükselmesiyle sakrumdan

başın tepesine omurgayı uzatmayı araştırın …vs. gibi ) her bir ayrı parça kendi

içinde bütünü oluştururken aynı zaman da birbirleri ile olan bağlantı sayesinde

bedenin tamamını da oluşturuyor.

Yani her şey her şeye bağlı ve ilişki içerisindedir.

Hatha Yoga öğretmeyi (vinyasakrama) yani adım adım beş element çerçevesinde yapıyoruz.

Her nefeste bir harekete işaret ederek tarif veriyoruz.

Bu şekilde emniyetli, etkili ve bütün olarak elementlerin doğasına uygun uygulama olabilir.

Ancak bütün elementler kendi meyvesini vermeye başladığında Hatha Yoga uygulaması

gerçekleşir ve öğrenci cahillik ve inanç zincirlerini kırabilir. Yarım yada yanlış uygulama yeterli

olmaz ve fiziksel hareket yapmanın ötesine geçemez.

Uygulama esnasında elementler anlaşılır olmalıdır, bu anlayış hocadan gelir. Hocanın

zihnindeki anlayış öğrenciye geçer ve bedene aktarılır. Her elementin etkili bir şekilde

uygulanması hem zihine hem de bedene bağlıdır. Ancak bedene yansıyan eylemde gerçek bir

verim olabilir. Bu sebeple öğrenciye verilecek olan uygulamanın hoca tarafından çok iyi

özümsenmiş olması gerekir. Ancak bu şekilde öğrenciye etkili olabilir. Bu da tamamen

hocanın tecrübesine bağlıdır.

• Yoga dersleri eylem, niyet ve seçimin doğasını açıklığa kavuşturmak üzere verilir.
• Pozlar en iyi şekilde eylemi ifade etmeye yönelik olmalıdır.

• 5 elementi ifade etmek üzere teknikler kullanılır.

• Teknikler önemlerine göre düzenlenir. Bu da birbirlerine olan desteklerine ve

birbirlerine olan ihtiyaçlarına göre düzenlenir.

• En önce temel prensipler ifade edilir.

• İkincil prensipler ilk prensipleri perdelemeyecek şekilde ifade edilmeli

• Basit hareketler daha zor hareketlerden önce gelir.

• Dengeleyici hareketler teknikleri açıklığa kavuşturmak için kullanılmalı

Eter elementi farkındalık olduğundan dolayı en önemli gelen eter, yalnız eter aynı zamanda

en dokunulmaz olduğundan en çabuk bizden kaçan elementtir. Eter sadece ikincil elementler

sayesinde ifade edilebilir. Toprak ise ikincil elementlerin en kolay erişilebilenidir fakat çok da

kısıtlayıcıdır. Hava en zor erişilebilen ikinci element, ancak en açıklığı sağlayan da havadır.

Ateş ise en farkedilir ve yoğun olan , ancak en ince ayar olanı da ateştir. Su ise en az yoğun ve

en kolay erişilebilendir.

Bu nedenle SU elementi yeni başlayanlar için en rahat anlaşılabilen ve uygulanandır. Yalnız

tüm elementler birbirlerini desteklediğinden, bir tanesinin anlaşılabilmesi için hepsinin

birleşmesi söz konusudur. Hareket ile nefesin su elementi içersinde bütünleşmesi , eter

(farkındalık ) elementinin ifadesine yol açar. Bu su tekniğinin içersinde ifade edilmelidir ki

daha etkili olsun. Toprak elementi adım adım anlatılmalı ve uygulanmalıdır ki , gerginlik

bedenden uzak olsun. Ateş elemtinin ifadesinde ise kızgınlık olmamasına (agresyon

getirmemesine ) dikkat edilmeli. Hava ise tüm elementlerden önce ifade bulabilir. Nefesi

özgür kıldığı için farkındalık (eter) çerçevesinde önce ifade edilir.

Yogadaki ilerleme esneklik, güç ya da dayanıklılıkla ifade edilemez. Teknikteki ilerleme yoga

da ilerleme olabilir. Bu teknik özellikle toprak, su ve ateşte kendini gösterir. Ateş tüm

elementlerin birbirine geçişini , transformasyonunu ifade eder, toprağın içersinde yavaş

yavaş ve adım adım verilir. Toprak elemtine geçişte adım adımdır bu da su elementini davet

eder. Sonuçta ateş toprağın içersinde verilir, toprak suyun içersinde ifade bulmalıdır ki hava

kendini eter’e bırakabilsin.

Elementlerin bütünlüğü, basit ve emniyetli hareketlerin içinde ateş, toprak ve su olarak

açıkça verilebilmeli. Pozun fiziksel ihtiyaçları su elementi içersinde adım adım akan adımlar

şeklinde olmalı. Ateş toprak içersinde detaylara inen bir dinamik olmalı. Havanın özgürce
akabilmesi, su elementinin nefesteki rahat akışı olabilmeli. Farkındalık ve duyarlılık su

elementinin yumuşaklığının ifadesi olmalı.

SANSKRİT KELİMELER

Abhyasa (Pratik): Yoga pratiği anlamındadır.

Acarya (Acharya: Yoga yolculuğunda yol gösteren, eğitmen.

Agni (Ateş): Ateş Tanrısı olan Agni, diğer tanrıların habercisidir. Sonsuza dek genç kalır ve

ölümsüzdür.

Advaita (nonduality): Tek Gerçekliğin olduğu inanış ve öğreti. Özellikle Upanişadlarda

bulunduğu gibi.

Ahamkara (Ben yapıcı): Bireyselleşme ilkesi. Modern psikolojiye göre ego kavramıyla

ilişkilidir. Tüm benlik ve kimlikler örüntüsü.

Ahimsa (Şiddetsizlik): En önemli ahlaki disiplinlerdendir. Sadece eylemde değil; sözde,

düşünce ve niyette şiddetsizlik.

Ananda (Mutluluk): Mutlu olma durumu. Gerçeklik için gereken temel öğedir.

Anga (Uzuv, Basamak, Adım ): Yama, nyama, asana, pranayama, pratyahara, dharana,

dhyana, samadhi gibi yoga yolunun her bir basamağına Anga denir. Ayrıca bedende uzuv

anlamına gelir.

Arjuna: Mahabhrata’da tasvir edildiği gibi büyük savaşta savaşmış, 5 Pandava prensinden

biridir. Krishna’nın öğrencilerindendir. Öğretileri Bhagavad Gita’da bulunabilir.

Asana ("Oturuş"): Yogada “duruş” anlamına gelir. Sadece bir meditasyon duruşu iken

zamanla hatha yogada büyük ölçüde değişmiş, gelişmiştir.

Atman ("Öz"): Ölümsüz ve yüce bilinçte olan sonsuz varlık, gerçek doğamız ya da kimliğimiz.

Bazı kaynaklarda atman –bireysel kişilik- ve parama-atman – üstün kişilik- birbirinden ayrı

tutulmaktadır.

Avidya ("cahillik"): Acı çekmenin temel nedeni, cehaletimiz. Burada Avidya, bilgi bilmemek

anlamında değil, kendi gerçeğinin farkında olmamak anlamında cehaleti temsil eder.

Ayurveda, Ayur-veda ("yaşam bilimi"): Hindistan’ın geleneksel tıp sistemlerinden biridir.

Yaşamı, rutinleri, beslenmeyi,hareketi vb düzenleyerek sağlığı getirir.

Bandha ("bağ/ bağlanma/ kilit"): Yoga pozlarında, özellikle burgularda ellerin birbirine

kilitlendiği bağlanma pozlarının isimlerine Bandha eklenir. Ayrıca bedende 3 temel enerji

kilidine de bandha denir.


Bhagavad Gita ("Tanrı’nın Şarkısı"): En eski ve gerçek yoga kitabı olan Bhagavad Gita,

Mahabharata’da gömülü olarak bulunmuş bir metindir. İçinde 3500 sene veya daha

öncesinde Krishna’dan Prens Arjuna’ya bir savaşta verilen; Karma Yoga (kendini aşmanın

yolculuğu) Samkhya Yoga (varolmanın ahlakını anlama yolculuğu ) ve Bhakti Yoga (fedakarlık

yolculuğu) gibi bazı öğretiler yer almaktadır.

Bhakti ("fedakarlık/aşk"): Bhakta’nın Kutsal’a ya da onun görünür yüzü olan Bilge’ ye olan

aşkı; aynı zamanda Kutsal’ın adanmış olana aşkı.

Bindu ("tohum/uç"): Tüm enerjilerin odaklandığı yaratıcı etki; nokta (tilaka da denir ) üçüncü

gözü temsilen alına takılır.

Bodhi ("aydınlatma"): Uyanmış ustanın konumu.

Brahma ("genişleyen,yayılan"): Evrenin yaratıcısı, nihai hakikatin ortaya çıktığı ilk kaynağı,

kökeni (tattva), (brahman)

Brahman ("genişlemiş olan"): Mutlak gerçeklik ( atman, purusha)

Cit ("bilinç"): Süperbilinçli mutlak gerçeklik. (atman, brahman)

Citta ("bilinçli olan"): Sıradan bilinçlilik, zihin.

Deva ("parlayan kişi (eril)"): Erkek Tanrı anlamındadır. Shiva, Vishnu, ya da Krishna gibi.

Mutlak gerçekliği temsilen bir figürleştirme.

Devi ("parlayan kişi (dişil)"): Kadın Tanrı anlamındadır. Parvati, Lakshmi, ya da Sarasvati gibi.

Mutlak gerçekliği temsilen bir figürleştirme.

Dharana ("odaklanma"): Konsantrasyon, Patanjali’nin sekiz basamaklı yoga yolunun altıncı

basamağı.

Dharma ("erdem"): Birçok anlamı bulunmakla beraber; genellikle "erdem," "doğruluk,"

"kanun," "kanuni olma," "kural" şeklinde kullanılmaktadır. Hayat amacımız anlamına da gelir.

Dhyana ("odağı sürdürmek/yaymak"): Derin meditasyon hali. Patanjali'nin sekiz basamaklı

yoga yolunda bahsedilen Ashtanga Yoga’nın yedinci basamağıdır.

Drishti ("manzara/görüş"): Yoga’da bakışları belli bir noktada odaklamak. Burun ucu ya da

kaşların arasındaki belli bir nokta gibi.

Dukkha ("Izdırap”): Hayatın esas gerçeği. Kendi gerçek doğamızı (benlik ya da atman)

reddetmekten (avidya) doğan acı çekme anlamındadır.

Guna ("nitelik"): Genellikle doğanın (prakriti) herhangi üç başlıca “nitelik” ya da “bileşen”i

anlamına gelir. Tamas (Eylemsizlik İlkesi), Rajas (Dinamik İlke), Sattva (hafiflik/saflık İlkesi)
anlamları da bulunmaktadır.

Guru ("Acarya”): Ruhani yol gösterici; acarya.

Japa ("tekrarlama"): Mantraları ezbere okumak, tekrar etmek anlamındadır.

Jnana ("bilgi/akıl"): İçeriğe bağlı olarak değişmekle beraber; dünyevi bilgi ya da dünyayı aşan

akıl anlamlarına gelebilmektedir. Ayrıca bkz prajna, avidya.

Kaivalya ("ayrılma/ özgürleşme"): Sutralarda belirtildiği gibi şartlı varoluş halinden mutlak

özgürlüğe geçme hali; Hindistan’ın dualist olmayan (advaita) geleneklerinde genellikle

moksha veya mukti olarak adlandırılmaktadır. (Cehaletin, bilgisizliğin bağlarından,

engellerinden ayrılma, özgürleşme anlamına gelmektedir.)

Kali (Zaman Yiyici): Zamanı yiyen, ömrü bitiren, ölüm ve yıkımı getiren tanrıça.

Kali-Yuga: Ruhsal ve ahlaki düşüşün yaşandığı Çağ. Şu anda Kali-Yuga’dayız.

Karman, karma ("eylem"): Bir ritüel barındıran herhangi bir eylemdir. Kişi sadece kendi içsel

yolculuğu için çabaladığı sürece bağlayıcılık söz konusudur, başka kişiler için hizmet, eylem

hali bu bağlayıcılığı kırar.

Kosha ("casing"): Yoga felsefesine göre insan varlığının 5 kılıftan her birine Kosha denir;

bunları birer “koza” gibi de düşünebiliriz. anna-maya-koşha ("beden kılıfı, fiziksel beden"),

prana-maya-koşha ("yaşam gücünden yapılan kılıf ), mano-maya-koşha ("zihin kılıf"), vijnanamaya-


koşha ("bilinçten kılıfı") ve ananda-maya-koşha ("mutluluktan yapılmış kılıf"); bazı eski

gelenekler, son koşayı Öz (atman) ile özdeş olarak görürler.

Krishna: Tanrı Vishnu’nun enkarnesi, öğretilerini Bhagavad Gita ve Bhagavata-Purana’nın

içinde bulabileceğimiz insan-tanrı.

Kumbhaka ("Tutma"): nefes tutma; bkz. puraka, recaka.

Manas ("akıl"): Hislere bağlı olan ve bilgi veren düşük akıl.

Mandala ("çember"): Evrene ve Yüce Bilince ait olanı sembolize eden çemberimsi dizayn.

Mantra (insan kökünden gelen “düşünmek”): Kutsal bir ses ya da tabir, om, hum veya om

namah shivaya gibi. Mantra tekrarının zihne dönüştürücü etkisi olur.

Maya ("ölçen, (dişil)"): Dünyanın aldatıcı gücü; dünyanın ve mutlak gerçekliğin birbirinden

ayrı gibi göründüğü yanılsama.

Moksha ("özgürleşme"): Bilgisizlikten ve karmanın bağlayıcı etkisinden kurtulma durumu

(avidya). Ayrıca mukti ya da kaivalya da denmektedir.

Mudra ("mühür"): El jesti (cin-mudra gibi ) ya da tüm vücut jesti (viparita-karani-mudra gibi).
Nadi ("kanal"): Hayat gücü (prana) dolaşan 72,000 veya daha fazla ince enerji kanalı. En

önemlilerinden bazıları ida-nadi, pingala-nadi ve sushumna-nadi’dir.

Nirodha ("yatışma/dengelenme"): Patanjali'nin yoga sutralarında, konsantrasyonun,

meditasyonun ve coşkunun en temel sürecidir.

Nirvana: Her türlü istekten, tutkudan kendiliğinden arınarak en yüksek ruh durumuna erişme

halidir. Özgürleşme. Aydınlanma.

Nyasa ("yerleştirmek"): Tantra veya Yoga asana uygulamasında, vücudun çeşitli bölümlerine

dokunarak, poza girerek veya düşünceyi oraya getirerek, yaşam gücünü (prana) oraya

yönlendirmek.

Ojas ("canlılık"): Gözle görülmeyen, tarif edilemeyen enerji ancak pratik ile geliştirilir,

özellikle de saflığın, erdemin disiplini.

Om: Mantrik birçok sesin, ifadenin öncesinde kullanılan orjinal mantra. Mutlak gerçekliği

temsil etmektedir.

Prana ("yaşam,nefes"): Genel olarak yaşam, bedeni besler, destekler; çabasız,kendiliğinden

alınan nefes yaşam kaynağıdır.

Pranayama (prana ve ayama’dan, "yaşam/nefes uzantısı"): Nefes kontrolü ve egzersizlerinin

tümüne verilen isimdir.

Puraka ("tamamlamak"): Bilinçli soluk alma, kontrollü bir nefes alma halidir.

Purusha ("eril"): Kimlik ve form ötesi öz (atman) veya ruh. Genellikle Samkhya ve

Patanjali'nin yoga anlatımında geçer.

Recaka ("çıkarma "): Nefes verme, nefes kontrolünün bir bölümüdür.

Sadhana ("üstesinden gelmek"): Disiplinle ve adanmışlıkla günlük ruhsal uygulama yapmak.

Samkhya ("Numara"): Yoganın doğduğu vedik felsefe ekollerinden biridir. Ruhun (purusha)

ve doğanın (prakriti) çeşitli yönleri birbirinden ayırt etmek için varoluş prensiplerinin

sınıflandırılması ve bunların doğru bir şekilde anlaşılmasına ilişkindir. Bu etkili sistem eski

Samkhya-Yoga geleneğinden doğmuştur.

Samsara ("kısır döngü"): Gezinme, döngüsel süreklilikte hayat. Ömürler boyu, içinde

döndüğümüz ve dukkha (ızdırap) ile sukkha (rahatlık) arasında gidip geldiğimiz döngü. Ancak

Samsara’dan geçerek Nirvana’ya varabiliriz.

Samskara (‘faaliyete geçiren’): Yoga felsefesine göre, tıpkı karmik bir miras gibi, bazı zihinsel

ve duygusal şablonlarla doğarız. Bunlara samskara denir, ömürler boyu bunların içinde
döneriz. Psikolojik ve zihinsel mühürler gibi düşünebiliriz. Bunların tüm itki/dürtülerimizin

kaynağı olduğu ve meditasyonla bunların farkına varabildiğimiz söylenir.

Sankalpa: San, “en yüksek gerçekle bağlantı” , Kalpa “söz”.

Kalbimizi dolduran ve taşıran derin niyet, yaşamımızdaki dharma anlamındadır. Upanişadlar

der ki ‘Sen, en derinde yatan arzunsun’.

Sat ("varlık/gerçeklik "): Mutlak gerçeklik.

Satya ("gerçek sevgisi "): Gerçek, mutlak gerçekliğin gösterimi; her koşulda doğruluğun

uygulanması.

Shakti ("güç"): Kadınsı görünüşteki mutlak gerçeklik, ya da Kutsal’ın güç kutbu; Forma

bürünmüş enerji. bkz: kundalini-shakti.

Shiva ("formsuz güç"): Biçim ve ifade bulmamış saf güç, saf eril enerji. Ayrıca Trimurti’de

yıkan, yok eden Tanrı.

Shodhana ("temizleyici/arınma"): Yoga yolculuğunda esas bakış açısı; hatha yogadaki

temizleme çalışmaları.

Sutra: Özlü söz; özlü sözler içeren çalışma anlamındadır. Patanjali’nin Yoga Sutra’sı ya da

Vasugupta's Shiva-Sutra gibi.

Svadhyaya ("öz gözlem"): İncelemek, kendini gözlemlemek. Yoga yolculuğunun önemli bir

yaklaşımıdır. Patanjali'nın 8 basamaklı yoga yolunda yönelimler (niyama) içinde yer alır.

Tantra: Ruhani hayatın Shakti tarafına odaklanan, şimdi ve burada mevcut olmak, bedensel

duyumları hissetmek üzerine tantrik öğretileri barındıran bir yoldur.

Tapas ("ateş/ parıltı’’) : Tutkulu iç ateş. Varoluşun gizemine, yoga pratiğine ve günlük

eylemlerimize akan içsel tutku, itici güç.

Vairagya ("bağsızlık"): Egonun yansıması olan gurur, üstünlük, sahte kimlikler, korkular gibi

tüm halleri serbest bırakmaya yönelik içsel tutum anlamına gelmektedir. “Letting go”

Vayu: Yogaya göre bedende hareket halinde olan rüzgarlar. Hindu mitolojisinde Rüzgar

Tanrısı.

Vritti: Zihinsel çarpıtmaların ve dalgalanmaların tümü.

* Sanskrit dilindeki her sözcük, çok sayıda anlama gelir ve Sanskrit diline hakim olmadan,

sözcükleri tam olarak anlayabilmek mümkün değildir. Biz bu kavramlara ancak yaklaşabiliriz.
MANTRALAR

BOLO BOLO SAB MILA BOLO OM NAMAH SHIVAYA OM NAMAH SHIVAYA

OM NAMAH SHIVAYA

SHIVA SHIVA SHIVA SHAMBO SHIVA SHIVA SHIVA SHAMBO

MAHA DEVA SHAMBO

MAHA DEVA SHAMBO

Shiva – Yoganın ana enerjisi; yakan, yıkan, dönüştüren

Shiva ↔ Shakti Shiva; saf enerji, formsuz Shakti; dışavurulmuş, maddi enerji

You might also like