Professional Documents
Culture Documents
Aka Gündüz - Dikmen Yıldızı
Aka Gündüz - Dikmen Yıldızı
DİKMEN
YILDIZI
ROMAN
6. BASKI
web: www.tokeryayinları.com
e-mail: tokeryayinlari@yahoo.com
o Dizgi: Toker
o Baskı: Alemdar Ofset
Davutpaşa Cad. 20/29
Topkapı-İstanbul
o Cilt: Savaş Mücellithanesi
o İstanbul - 2012
ANKARA SABAHININ ESRARENGİZ
KADINI
Bir karış karı, keskin ayazı, tenha sokakları ile berrak bir kış sabahı.
Böyle günlerde Ankara, dünyanın en güzel şehri olur; en meşhur şehri
olduğu gibi..
Girintili, çıkıntılı mesafelerde tek tük, varlıklar kıpırdıyor. Eşeğine o
bitmez tükenmez lahanalardan iki küfe yükletmiş ve sağrısına bir hindi
sarkıtmış bahçeci, pazara geliyor. Burnu, kulakları kıpkırmızı bir polis,
“Karaoğlan” köşesinde, eldivensiz ellerini hohluyor..
Tütüncü ve içki yasak olduğu için rakıyı gizli satan Resneli “Dayko”
göğsüne sakalını ve sırtına gocuğunu örtmüş, dükkanının önünde mangal
yelpazeliyor.
Kuyulu kahvenin puslu camında bir kalpakla bir nargilenin silik akisleri..
Merkez kahvesinin karakış meşeliğine benzeyen iskemlelerini,
tepetaklaklıktan kurtaran bir iki garson..
Uzaktaaan bir iki mağaza kepenginin açılış gürültüsü.. “Yeni Gün” cüler
(gündelik sabah gazetesi) hâlâ paydos etmemiş.. Çavuşun kolla çevirdiği
makina hâlâ gıldır gıldır.. Beş on minimini gazete müvezzii, koca kapının
dibinde bir kaç kuru tahta çatmışlar, aleviyle ellerini ısıtıyorlar. “Yeni Gün”
Müdürü Agâh, bekar odasının pencere pervazına alıştırdığı serçelere yine
mahmur gözlerle meze kırıntısı, ekmek ufağı serpiyor.
Besbelli ki ya pokerci, ya bakaracı: Yaka kalkık, boyunbağı çarpık, beniz
limonküfü.. Baş ve boyun, omuzlara gömülü bir bey, Sali’in evinden çıkmış
henüz yatmaya gidiyor.
— İşşek bulaaan!. İşşek bulaaan!..
İşte pazara gelen köylünün akşamdan kaybolan eşeğini karga ötmeden
arıayan ayak tellalı..
İstanbul caddesinden yukarıya doğru gelen iki gölge daha; “Hakimiyeti
Milliye” gazetesinin Başmürettibi Ahmet ile demirbaşı Hacı baba; yanyana,
yorgunluktan bitmişler.. Renkler uçuk, sözüm ona istirahate gidiyorlar.
Bir karış karı, keskin ayazı, tenha tenha sokakları ile berrak bir Ankara
sabahı..
Samanpazarı tarafından gelen genç kadın. Balıkpazarını geçti.
Karaoğlandan sağa saptı. Merkez kahvesinin önünden Hükümet
caddesini tuttu.
Noktadaki polis mahzun mahzun, içini çekti:
— Zavallı kadın! diye düşündü. Kimbilir kucağındaki kundaklı bebesiyle
bu akşam kimin zevkine alet oldu?
Garsonlar genç kadını hoş bulmadıkları için arkasından laf atmadılar.
“Dayko” temiz bir zanla:
— Yazık! diye mırıldandı. Kucağı maksımlı (masumlu) kadıncağız bu
saatte işe gider mi?
Bu kadının gençliği kaşlarından ve gözlerinden anlaşılıyordu.
Kadın; yaşını ne kadar belli etmeyen bîr gü-zellik gösterirse göstersin,
mutlaka kaşlarının arasında sezilmez, ince bir çizgi ve gözlerinde buzlu
cama benzeyen bir renk vardır ki, size yaşının geçkinlik derecesini açıkça
belli eder. Halbuki bu kadının kaşlarında bir keskinlik ve gözlerinde durgun
bir ışık vardı. Kürklü, zarif ve epeyce pahalı bir mantoya büründüğü için
yüzü görülmüyordu. Göğsüne bastırdığı yavrusu da şık bir portbebe içinde
ve kanlı bir peçe altındaydı. Yeni lastikli, yeni iskarpinlerinin üzerinde kalp
oynatan bir yürüyüşle sola, Hükümet meydanına saptı.
Koca ağaçların altına serilen uzun ve bembeyaz meydanın üstünde yalnız
kendi izleri kalıyordu.
Sağına baktı: Polis Müdürlüğü..
Mırıldandı:
— Derdime istediğim gibi deva olamaz.
Soluna baktı: İç işleri Bakanlığı.
Dudak büktü:
— Benimle ilgili olmaya yetkili değil.
İleriye baktı; Harabe.. Şu tarafa baktı: Viran bir kemer. Öteye baktı:
Karakızıl taştan bir berhane (eski konak).
— Mutlaka burası olacak?
Dedi, yürüdü. Birçok ,Bakanlıkların dizdize çalıştığı bu berhanenin alt
katında, sağ tarafta Adliye dairesi vardı. Kapıdaki süngülü jandarmaya
sordu:
— Savcılık nerede?
— Girince sağda, yine sağdan üçüncü oda.
— Eksik olma kardeşim.
Jandarma kadının arkasından merhametle başını salladı;
— Zavallı yenge! Gece kimbilir kocası mı dövdü, hovardası mı? Emme
hovardalık edecek arvada da benzemiyor. Irz ehli bir yenge..
Genç, temiz pak kadın kapıdaki nöbetçinin tarifi üzerine Savcılığın
önüne kadar geldi. Kapıyı tıklatıp girdi. İçeride bir odacı sobayı üşemekle
mesguldü..
Yerdeki avuçlarını ve dizlerini kımıldatmadan başını kaldırıp sordu:
— Ne istiyorsun?
Heyecanlı, korkak bir sesle cevap verdi:
— Savcı Bey!.
Odacı sobayı bir iki defa üşedi ve bu sefer başını kımıldatmadan:
— Müddum (müddeiumumi: savcı) beğ şimdi gelmez. İki saat sonra.
— Ben iki saat nerede bekliyeyim?
— Ben ne bilem kadınım?
— Çok uzak yerlerden geldim, ayaklarımın dermanı kesildi.
— Öteyüz’den mi geldin ki?
— Hayır, taaa, Dikmen bağlarından geliyorum.
— Vi! Bu ayazda mı? Soba hele bi yansın, bir-az ısın, sonra dışarıda
benim mangalın başına geçersin.
— Çok teşekkür’ederim.
— Hele biyol ısın. Ne idersen sonra idersin. Müddum beği nideceksin?
Yoksa bu kış kıyamette Dikmen bağlarında başına iş mi geldi? Eğer öyleyse
yapma yenge yapma! Bak, gül gibi hanımsın.
— Tövbeler tövbesi! İnan ki zannettiğin gibi değil, ben Dikmende
otururum, hem kış yaz.
— Kusura kalma kadınım. Bilin a, şimdiki yengeler, bacılar hep birbirine
benzer de. Derdin nedir bakayım?
Benim derdimi sorma. Ben Savcı Beye bir cinayetten haber vereceğim.
— Katillik midir dediğin?
— Evet, katillerden bahsedeceğim. Katilleri haber vereceğim.
Gelince sana Müddum beği göstertirim. Bu katillik kime olmuş?.
— Bana, bana!
— Vi! Sana yazık değil mi? Ortalıkta millet mu-harebesi var, İzmiri
alacağız. Bu sırada millet gadınına katillik olur mu? Hele bi ısın bakayım.
İşte zoba yandı. Hah şöyle! Gel şimdi dışarıya. Benim mangalım, oturacak
neyim var. Geç başına..
Bu işi bana da anlat.
— Affedersin, müsaade et. Yalnız Savcı Beye söyleyeceğim; sonra haber
alırlarsa..
— Hakkın var, otur, otur yenge hanım!
Genç ve meçhul kadın, kucağındaki bebeği uyandırmamak için büyük bir
dikkatle oturdu.
— Meraklanma. Müddum beğ hergün irden (erkenden) gelir.
Odacı bir sigara yaktı. Genç kadın içini çekti..
Loş ve taş koridorda sobaları yakmak için koyu birer gölge gibi dolaşan
bir iki odacı. Nalçaların boğuk sesleri..
Meçhul kadın yarım gaz tenekesinden yapılmış mangalın yanındaki tahta
iskemlenin üzerinde “kış! kış!” diye çocuğun uyanmamasına çalışıyordu.
Küçük ayakları buz gibiydi. Dizlerinin titremesi odacının dikkatini çekti.
İçeriden bir tahta parçası getirip ayaklarının altına koydu:
— Hay kuzum! Bu kadar ir gelecek ne vardı? Kucağındaki bebe
üşümüştür.
— Hayır, İyice sardım, sarmaladım.
Odacı da karşısına oturup ellerini külbastı gibi mangalın üzerinde
çevirmeğe başladı. Dakikalar ne kadar uzuyordu.
Genç kadın sağ bileğini arasıra uzatarak saatine bakıyordu.
— Meraklanma, nerdeyse gelir. Az kaldı.
Fakat kadının fazla beklemeğe gücü yoktu. Bütün esrarengiz cinayeti
sayıp dökmek istiyordu.
ADLİYECİNİN KALBİ YUMŞAK BİR
ZİNDANDIR
— Muratla birkaç uzun ay ayrıldık, içimde acı ve tattı, iki türlü hasreti
vardı: Bir daha dönmemesi ihtimali, acısı.. Dönünce kendisini daha çok
sevdiğimi göreceği kanaati, tatlısı idi.
Murat, öteki insanlar gibi değildi, daima hava yolu ile gider, hava yolu ile
gelip konardı. Bir kuştu sanki. Patates püresinden kanatları, çamaşır
ipeklerinden sinirleri olan bir kuş. Bu tuhaf buluşları her gelişinde
söyledikçe gülmekten kırılırdık. Sonra derhal gururlanır, omuzlarını
kaldırır. Karşımda uçar taklidiyle kollarını açarak süzer ve:
— Patates püresinden kanadım var amma, derdi, o aliminyum çelik
levhadan sağlamdır!
Sonra gözlerini yere indirerek yavaş yavaş ilave ederdi:
— Çünkü ikisinin de patates sürülmüş kısmına sivri bir çöple birer tane
“Yıldız” çizdim.
Bu sefer ben de gözlerimi yere indirerek:
— Dikkat et, derdim, Yıldızın silinip sönmesin.
Şiiri ve aşkı mutlaka ölçülü ifade etmek lazım gelmez. Ya aşk şiirdir, ya
şiir aşktır. Birbirine öyle bağlı ki.. Siz de eşinizle sevişiyor musunuz Savcı
Bey! Çünkü eşler çok defa hiç sevişmezlermiş.. Eğer siz de sahi bir şiirle,
sahi bir aşkla sevişiyorsanız başka bir tarz bulunuz ve o tarzda sevişiniz.
Çünkü klasik sevişmeler bayağılaşmıştır. Aşk uğruna intihar ediyorlar. Ne
tuhaf! Bu o kadar gülünç bir şey ki.. Aşk için yaşanır.. Aşk için kaderdeki
hayâlin süresi kısadır bile.
Mesut veya bedbaht aşk başlıbaşına saadettir. Seven kalb bir kurşunla, bir
zehirle durulur mu hiç? Bedbaht bir aşkla çarpan kalbin acısı ne tatlıdır!
Onu mesut bir aşkla genişleyen, nurlanan bir ruhun kuvvetiyle muhafaza
etmeli.
Sevmek başlıbaşına saadettir. Aşk olur. Sevilmek istemek biraz fazla
bencillik, hatta iyiden iyiye budalalıktır. Hüsrana uğrayan bir aşk için uzun
ömür istemeli ki insan tatlı tatlı açısını çekerek mesut olsun, Ölüme
gidenler aşkı hissetmeyenler, tanımayanlardır. İntiharlarıyla gömülmelerine
bir şey demem, fakat bu hareketleriyle aşkın temizliğine hakaret ediyorlar
ki, bunu affedemiyorum.
Evet, anlıyorum gözbebeklerinizde net olarak okuyorum. Müthiş bir
cinayeti bir savıcıya haber verirken aşk hakkında bir genç kadın felsefesine
ne lüzum var? diyorsunuz. Fakat mazur görünüz; bu cinayetlerle o aşk
fikirlerinin çok kuvvetli bir ilgisi var. Bu cinayetlerin temeli o aşk değil mi?
Murat’ı niçin sicimle boğdular? Seviştiğimiz için.. Yavrumu neden
pençelediler? Bu aşkın ürünü olduğu için.. Aşka karşı bu an’ane ve zihniyet
değil midir ki dünyanın babam gibi en iyi bir aile reisini, annem gibi en
soylu annesini katil etti.
Olayın özünü teşkil ettiği için müsade ediniz de devam edeyim cephe
gerisindeki bahçelerde dolaşayım: Daima göklere bakardım. Murat’ın
yolları olduğu için..
Bazı bir delice, bir atmaca kanatlarını kesik ve seri darbeciklerle çırparak
havanın bir noktasında sabit duruyordu. Âni bir çağrışımla hemen patates
tayyarelim aklıma gelir, hasretine acınacağıma, dövüneceğime sevinirdim.
Bazı, helezonlarla inen, dairelerle dönen bir kartal görürdüm. Ayni
çağrışımla bu sefer, çelik kanatlımın hangi ufuklarda bomba savurduğunu
hayâl ederdim. Her an için muhtemel olan öiümüne, ne kadar çok sevdiğimi
göremeyeceği için yanardım.
Bir gün aklıma geldi. Allah Allah dedim. Sevişen yalnız biz, ikimiz
miyiz? Bütün cephelerde gençler ve gerilerde kızlar, kadınlar var. İki
tarafta, bütün göğüslerin altında birer kalb çırpınıyor. Aşk, başkalarının
aşklarındaki coşkunlukla da gelişmeli.. Evimizin bahçesinde toplanışlar
olurdu. Bir gün bir genç kızın kulağına fısıldadım.
— Seviyor musun güzel köy kızı?
Önce kıpkırmızı ve sonra sapsarı kesildi.
— Kirpiklerine damlalar asılsın diye sormadım. Sadece şimdi körükleşen
göğsünün içinde bir hasret var mı? diye sordum.
— Onulmaz bir hasret var, dedi.
— Nereye gitti?
— Aydın cephesine.
— Ne vakit?
— Belki bin sene var. Hasreti o kadar uzun geliyor.
— Bekliyor musun?
— Dönmiyecek ki bekliyeyim.
— Öyleyse sen hakiki aşıksın köy kızı, öyleyse daha çok sev! Onulmaz
kalb acısı sana saadet olsun.
Alnını dizime dayadı ve rüyadaki seslerle ağladı, ağladı. Bu güzel köy
kızı ile ruh dostu oldum. Bir genç hanımın boynuna sarıldım:
— Beyini özledin mi hanım abla?
Kucağındaki sarı saçlı, yumuk yumuk çocuğunun gözbebeklerine
bakarak cevap verdi:
— Onu bu gözlerde görüyorum.
— Demek çok seviyorsun?
— Aşkın ne oduğunu bilsen Yıldızım!..
— Aşkın ne olduğunu bilsem mi?.. Genç kadına bir şey, hiçbir şey
söylemedim. Sırrımı saklamak daha derin bir aşk, bir zevk oldu. Ona
cephede çarpışan kocaların, dönmeyen nişanlıların, gözleri dalan
sevgililerin hikayelerini söyledim. Güzel köy kızlarının rüyadaki seslerle
hıçkırdıklarını anlattım. Genç kadın o günden sonra kalbini açtı ve bütün
hüviyetimi, dostluğumu oraya sindirdi. Artık bütün kadınlar, kızlar beni
arıyorlardı. Bir kalb ve aşk çağlayanı altında aşkımı yıkıyor, ruhumu mesut
ediyordum. Artık Murat’ı bir kalple değil, bu çağlayan olan sayısız
kalplerle seviyordum. Görüyor musunuz Savcı bey? Ne kadar zengin bir
aşkım vardı!
Klasik sevgilere benzemeyen bir aşk..
Nedim cepheden geleli üç gün oldu.. Dördüncü gün izni bitecekti. Bu üç
gün içinde yere bakarak iki defa konuştu.
Birisinde sadece “Yıldız Hanım! Çamaşırlarımı hazırlatır mısınız?” dedi.
İkincisinde “Yıldız Hanım! Beybabanıza mektup yazacak mısınız?” diye
sordu.
Ben sinirlendim. Hanım sözü fena halde dokundu. Şimdiye kadar daima
samimi ve laubali olan Nedim resmileşmişti. Sertçe sordum:
— Neden eskisi gibi sadece Yıldız demiyorsun?
— Çünkü artık hanım denecek kadar büyüksünüz. Çocukluktan çıkalı
dört, beş sene oldu.
— İnanmıyorum Nedim ağabey!
— Göklerimde bir bulut olmasını istemiyorum Yıldız!
Bu cevabı anlamayacak kadar câhil ve hissiz değildim. Göklerimde bir
berraklık istemekteki kasdi Murat’tı.. Ben de kısa yoldan girdim:
— Babama mektup yazacağım. Murat Bey’i görürsen selam söyle.
Nedim henüz soyluluğunu bozmamıştı. Murattan aldığım bir mektupta bu
selamımı söylediği yazılıydı. Hatta kendi hesabına daha ileri gitmiş, demiş
ki:
— Murat Bey! Sağ kalırsak iki zaferin saadetini birden göreceğim. Biri
cephe zaferi, öteki Murat - Yıldız zaferi.. Amcamın kızı sana lâyıktır. Murat
bey! Onu temiz ve mert kalbine emânet ediyorum.
Savcı Bey! Bir seneyi ikiye ayırınız. Başlangıcında bu asil sözleri
söyleyen; sonunda bir İngiliz sicimiyle aynı adamı boğdu! Balkondan
kendimi atacaktım. Babam kuvvetli kollarıyla yakaladı.
— Çocukmusun kızım? Nedim bir bağ hırsızıyla uğraşıyor, şimdi bağlar
jandarmaya teslim eder.
.. O gün Nedim göklerimde bir bulut olmak istemediğini söylemişti, fakat
bilakis o gündenberi Nedim göklerimde daimi, kıpırdamayan, yerini
değiştirmeyen, pas rengi bulut oldu.
Bir tabiat parçasının bir noktasına bakarsınız istemeden diğer taraşarını
da hayal meyal görürsünüz. Nedim de böyle oldu.
Hayatımın hedefi Murattı. Ne zaman Muradın kendisine veya hayaline
baksam, istemeden, Nedimin oradaki dumanlı varlığını görür gibi olurdum.
Beni seviyor muydu, kıskanıyor muydu? Yoksa bir aile geleneğine
dayanarak kerekterlerimizin çirkin olduğuna mı inanıyordu?
Babam, annemi aldığı geceye kadar serçe parmağının uçunu görmemiş.
Gündüz duvağını bile açmaktan çekinmiş. Hâlâ süren aşkları benim
doğduğum gün doğmuş, ikisi de son derece serbest ve yeni fikirli
olmalarına rağmen aile çaylarında görmez miydiniz, “gelenek, efendim”,
diye gülümser ve annemin başındaki tülü biraz daha inceltmezdi. Nedim
belki de annemle babamın bu işten haberleri olacağından endişe ediyordu.
Bana karşı bir kalb duygusu yoktu da ihtimal beni korumak için soylu bir
ağabeylikle uyandırmağa çalışıyordu.
Ne desem, nasıl düşünsem, görüyorum ki Nedim, dediği gibi, göklerimde
bir bulut olmaktan kurtulamıyor. İstemediği, çekinip kaçındığı şey bütün
varlığımda doğmuştu.
Hatta sonraları birkaç defa Nedim ağabey yerine gülerek Bulut ağabey!
Bulut ağabey! diye seslendim. Her seferinde sararırdı. Bir gün dedi ki:
— Büsbütün gideyim mi Yıldız? Kaçındığıma uğradım demek.. Öyleyse
mümkün olduğu kadar uzaklaşayım da göklerin eski berraklığını alsın.
—Hayır! dedim. Şaka ediyorum. Böyle bir ihti-malin imkansızlığını
göstermek için söyledim. Yoksa sen daima benim kalp dostum, eski Nedim
ağabeyimsin.
Bu sözlerin bir teselli olduğunu hissediyor, bunları söyledikçe
bulutlaştığını seziyordum. Yalnız endişelerimi yatıştıran sebepler vardı.
Bütün seven kızların ve etrafımdakilerin her birisinde ayrı ayrı bulutlar
vardı. Demek aşka endişe ve bulut lazımmış.. En güzel çiçek demetinin
arasına mana ifade etmeyen renksiz otların konulduğu gibi.. Şüphesiz ki
dümdüz, berrak bir gök.. Biteviye ve yalnız güneş.. Dalgasız, aynalaşmış
engin iyi bir şey değil; serpilmiş bulutlar. Işıksız gezegenler, köpüklü dalga
zincirleri istiyor. Hareket, heyecan, ses, renk, hayatın ihtiyaçlarıdır.
Bulut Nedim’e adeta minnettar olmağa başladım. Çünkü bu suretle
Muradı istediğimden fazla seviyordum. O kadar ki bir akşamüstü:
— Murat Beyin alnını bir kurşun sıyırmış.. dedikleri zaman “niye
yarasını ben kendi elimle sarmadım? Sararken patates tayyareliye geçmiş
olsun!” şakasıyla gülüşmedik diye müteessir oldum. Kimseye göstermeden
belki bir saat ağladım.
Bir gün çok yüksekten uçarak geçti. Havada minimini bir nokta, bir alev
süratiyle aşağıya doğru kayıyordu. Köy kızları ile koştuk. Çayırın ilerisine
düştü. Bir kız o demin söylediğim; hasretinin ebediliğine eren güzel kız
aldı, getirdi. Küçük bir mektuptu.. Zarfın üstünde şunlar yazılıyor:
Yıldızdan Yıldıza selam..
İçindeki birkaç satır babamdandı.. Köy kızları, köy evlerine üstüste
sığınmış hanımlar, çocuklar, kalbinde hasret ve muhabbet taşıyan bütün
halk mektubu birer defa gördü, parmaklarının ucunu olsun birer defa sürdü..
Göklerden gelen bu kağıt parçası hepsine göklerden ve siperlerden birer
müjde, birer öpücük getirmişti!.
FACİALAR ŞEBEKESİ İÇİNDE..
— Biribiri üstüne iki ateş ve ölüm baskını.. Bulunduğumuz cephe yer yer
yarıldı. Cephemizden sanki bir tarla tırmığı geçti, gire çıka, ala vere, yana
söne zaten Aydın’ın aydın denilecek hâli kalmamıştı. Bu sefer yediğimiz
darbe pek fena sarstı. Arkaya çekilen erkeklerimiz geride bir toplanış için
buhran geçiriyorlardı. Kaybedecek vakit yoktu. Ancak silahlılar geriye
gidebiliyorlardı.
Biz kadınlar, çocuklar çaresiz bir vaziyette kalmıştık. Hareket edebilecek
ne vasıtamız, ne takatimiz vardı.
Babam, Nedim ve Patateslim çayırın kenarında bir üçgen teşkil etmişler,
gizli görüşüyorlardı.. Güç halde dört katırla üç at bulduk. Çocukları
kucağımıza aldık. Dinç hayvanlara ikişer bindik.
Benim gibi genç kızlar nöbette yaya yürümeye karar verdik. Zeybekler,
askerler cephane yüklü hayvanlar kol kol geçiyorlar..
Bütün kirpiklerin, dipleri kıpkırmızı, bütün gözler ve dudaklar kupkuru..
Her tarafta bir sessizlik..
Bu sessizlik en büyük acıyı veriyor ve en büyük felaketi söylüyor.
Biz kadın, kız ve çocuk, onaltı kişilik bir kafile olduk 3.
Babam, kamçısı ile bana gel işareti verdi..
O elem üçkeninin arasına girdim. Babamın sesi toktu:
— Kızım! diye gözlerime baktı. Bu kafilenin en metini, en aklı ereni
sensin. Sizi, tutacağımız yeni cephenin gerisine götüremiyeceğiz. Buna
imkan yoktur. Düşman süratle ilerliyor. Dinle beni kızım.. Buralarda da
bırakamayız, çünkü hepiniz düşmanca tanınmış birer adama mensupsunuz.
Üçümüz ve diğerleri karar verdik. Şu karşıki dağda görülmesi ihtimali
olmıyan bir yerde derin bir mağara vardı.. Sizi oraya kadar götüreceğiz.
Mağaranın içini hayvanlarda yüklü eşya ile oturulur bir hâle koyarsınız. Ne
gündüz, ne gece, hiçbiriniz dışarıya çıkmıyacaksınız. Ormandaki keresteci
köylülerden iki kadın, iki erkek bulduk. Size sıra ile her gece yiyecek
getireceklerdir. Mağaranın içinde su var. Bu surette üzerimize gelen düşman
birliğinin gerisinde kalacaksınız. Ötesi Allah kerim. İlk fırsatta tekrar geriye
atarsak o zaman sizi daha arkaya göndermek kabil olacaktır.
Ses çıkarmadan dinliyordum. Bütün vücudum kaskatı. Hiç bir harekette
bulunamıyordum. Babam endişelendi:
— Yoksa, dedi, bu işi kıvıramıyacak mısın?
Derhal kendime geldim, sözünü reddettim:
— Annem de var, biribirimizin yardımcısı oluruz. Fakat hiç silahımız
yok.
— Savaşacak değilsiniz ya.
— Fakat icap ederse savunacağız.
— Ancak bir mavzer filintası ile üç yüz fişek bırakabilirim.
— Bize o da kafi.. Sizden haber alamıyacak mı-yız?
Mesele idi. Babam düşünmeye başladı. Nedim dedi ki:
— Biz yine düşman gerilerine çete akını yapacağız. Kabil oldukça
uğrarım..
Murat, babamın yüzüne bakarak güya ona söyler gibi söze karıştı:
—Beyefendi! Ben her uçuşumda onlara haber verir ve size haber
getiririm.
— Bunu nasıl yapacaksınız Murat Bey?
— Tabii tafsilatlı bilgi temini imkansızdır. Ben sıhhatte olduğumuzu
tayyarenin kuyruğuna uzun bir kurdele bağlıyarak haber vereceğim.
Kordelayı görmedikleri zaman harp ve şahsi vaziyetimizin iyi gitmediğini
anlıyacaklardır.
— Ya biz? diye sordum. Ya biz nasıl haber ve-receğiz?
— Size yiyecek getirecek köylülere tenbih ede-riz. Her gece sizden
alacağı sıhhat haberini bize mesela bir yorganla bildirir. Evinin bahçesine
çamaşır asar gibi bir yorgan asar. Bu işareti göremediğim zaman
vaziyetinizin imdada muhtaç olduğu anlaşılır.
— Çok güzel dedim, tüfeği veriniz, yola düzülelim.
Babam biraz sararmış, fakat gülümseyerek sordu:
— Korkmuyor musun Yıldız?
— Teessüf ederim baba! Korkmamak için tam on dört sebep var: On altı
kişilik bir mağara kafilesiyiz. On dördüncü annemle bana emanet
ediyorsunuz. Bu on dört kadın, kız ve çocuğun da babaları, kardeşleri ve..
Bilmem neden? sustum. Babam peştemallı başımı okşadı ve on dakika
sonra yola çıktık.
Mümkün olduğu kadar hızlı gidiyorduk. Bir müddet hep beraber gittik.
Ormanların içinde yol ayrılıyordu.
Ben annemle beraber, en arkadaydım. Zeybekler kafileyi sapaya sürdüler.
Babamla gozgöze veda ettik.
Nedim ses çıkarmadan elini sinirle silahının kabzasına vurdu. Bugünkü
mağlup silahını sanki şamarlamak istedi..
Murat anneme seslendi:
— Uzun kurdela sıhhat!.. Yorganı da unutmayınız.
Ve bana dönerek babamı da güldüren bir şaka ile:
— Yıldız Hanım! dedi, şu dakikadan itibaren birinci mağara bölüğü
kumandanısınız.. Her gün göklerinize gelip sizden günlük bilgi alacağım.
— Birinci günlük emir: Siz ölürseniz, sizi tarihe gömdüreceğim. Biz bu
mağarada ölürsek siz de bizi İzmir’e gömdürünüz.
Yolun kıvrımında ayrılanlarla dönüp bakıştık. Ellerimizi sakladık.
Dört adım sonra ormanın gölgeleri içinde gidiyorduk.
Önümüzdeki zeybek, bir zemberek gibi taştan taşa geçiyor biz de nereye
gittiklerinden habersiz, belki gerilere gideceklerini umut ederek sevinen
kafilemize yetişmek için acele ediyoruz.
Üçümüzde konuşmuyoruz.
Zeybek arada bir arkasına bakarak yarların geçitlerini gösteriyor..
Yüksek dağ, vahşi orman içindeyiz. Artık patikaları da kaybettik, keçi
yollarını da..
Bir aralık aklıma geldi:
— Anne dedim, ya ötekiler mağarada kalmaya razı olmazlarsa?
— İmkanı var mı? Nereye gidebilecekler? Ha-kikati söyleriz.
— Bana kalırsa topluca söylemeyelim. Kafileye yetişmek üzereyiz. Daha
iki saatlik yolumuz varmış. İki üç mola veririz. Mola esnasında birer birer
ve gizli gizli hepsine hakikati anlatırız. Çocukları heyecana vermiyelim.
Kafilemize yetiştik..
Güçlükle dağları tırmanıyoruz. Ağaç dalları yüzümüze, yanımıza
çarpıyor..
Bazı yerlerde inmeye mecbur oluyorduk, ilk molada annem başka bir
anneyi, ben başka bir kızı birer ağaç altına çektik, vaziyeti anlattık. Genç
kız gözlerime baktı :
— Mademki sen de varsın, ne yapalım, o mağara da bizim
topraklarımızdır. Her vakit İzmir Kordonunda kahkaha edecek değiliz ya.
— Kordona dönüş daha tatlı olacak.
Genç kıza tembih ettim. O da başkasını bulup anlatacak. Anneme baktım,
göz ucu ile işaret verdi:
Oldu.. Muvaffakiyet!..
Mağaranın önüne geldiğimiz vakit hiçbirimiz orada bir mağara
bulunduğunu anlayamadık. Vakit gecikmişti. Zeybekler on dakika kadar
aradıktan sonra kilimleri, semerlere koyduğumuz yastıkları, sepetleri
indirip, bir çalının arkasında kayboluyorlardı.
Arkalarından gittim. Sökülmez bir koca çalı yığinı ile bir kaya parçası
tarafından dar bir geçidi gördüm.
Beş altı adım sonra birdenbire açılan ve bir kişinin geçebileceği
genişlikte bir giriş.. Uzun bir mağara.. Solunda odaya benzer bir boşluk.
Karşısında on beş metre bir yarık.. Buradan hava ve ışık giriyor.
Büyükler ses çıkarmıyor; küçükler hayretle bakışıyorlar. Mümkün
mertebe kendimize yatacak; oturacak yerler hazırladık. Bir deste mum var.
Bir tanesini yaktık. Küçükler bu vaziyetten adeta memnun oldular.
Garipsemekle beraber hoşlarına gidiyor. Aylardanberi felakete, maceraya,
hicrete alışmışlardı.
İşlerimiz bittikten sonra zeybekler bana dediler ki;
— Karanlık basmadan keçi yolunu bulacağız. Size yiyecek getirenler
dışarıda türkü söyleyecekler.. O zaman çıkarsınız.
Zeybeklerden ayrılış hâzin oldu.
Hayvanları yedekleyip ağaçlar arasına daldılar. Gözden, kaybolmaları
için iki dakika kafi geldi..
Mağaranın girişinde annemle yalnız kalınca uzun uzun bakıştık. Annem
elini omzuma koyarak yavaşça içini çekti:
— Yıldız! Üstümüze ağır bir mesuliyet aldık.
— Ne zarar anne!. Bu mesuliyetin birçok zevki de var. Ağırlığı altında
bunaldığımız zaman biribirimize kuvvet veririz.
Güneşi göremiyoruz; fakat gökteki ışık kırılmalarından gurubun
yaklaştığını anlıyoruz. Başımızın üstünde nefti ağaç dalları ile bir gök
parçasi var.. Hissediyorum ki annem sözlerimle ferahlanmadı.
Kadın, kız ve çocuk on dört can, ikimizin tedbir kabiliyeti ile metanetine
bırakılmışı.
Benim yalnız tatmin edilmemiş bir endişem vardı: Vahşi hayvanlar!
Bilhassa bu taraşarda sık sık görülen kaplanlar..
Bu endişemi anneme de açtım. Omuzlarını kaldırarak dudak büktü:
— Bizi buralara süren düşmanlar kadar vahşi olmasınlar.
— İyi ki tüfek almayı akıl ettik anne.
— Bu akşam ikimiz nöbetleşe bekleriz. Yarın mağara girişini taşla öreriz.
Gelecek köylüler için yalnız bir pencere bırakırız. Ne olsa bir savunma
vasıtasıdır.
Gördüm ki, birkaç saat evvel müteessir görünen annem, yenibaştan
Denizli kızı olduğunu gösterdi.
Eski kan ve sinir kuvveti yerine geldi. Nefti çam dalları arasında
morlaşan gök parçalarına son defa bakarak mağaraya girdik.
Hanımlar, sessiz hareketlerle ortaya iki sofra kurmuşlardı. Birisi
büyüklere, ötekisi küçüklere.. Ekmek, peynir, zeytin.. Çatlağın ilerisindeki
kaynaktan da mataralara su doldurulmuş.. Oturduk. Karşıyakadan hareket
ettiğimiz dakikadanberi bu kadar derin bir sükûn ve sükûtla kurulan bir
sofraya tesadüf etmemiştim.
At sırtı, fena yollar ve nihayet iki mumlu mağara, küçükleri fazla
yormuştu. Hepsi erkenden uyudular.
Büyükler konuşmak istiyorlar, fakat konuşamıyorlardı.
Nöbetim geldi, ilk girişin iç tarafına çıktığım vakit arkaya baktım.. Mum
ışığının dışarıdan görülüp görülmediğini anlamak istiyordum.
Görülmüyordu.
Yalnız bir tarafı düz ve üst kısmı sızıntılarla düzensiz yontulmuş bir hâl
alan kaya yüzeyinde kıpırdayan, karanlıklarda yol arayan sapsarı bir ışık
gölgesi yapıyordu. Acaba? diye düşündüm bu sarı ışık bizi bir güneşe
çıkaracak mı?
3 Bu hikayeyi Balıkesir’in geri alınışında akıncı kumandanımızdan işittim.
KARANLIK MAĞARANIN YILDIZI
— Cepheler bozuldu!
— Düşman bir yarma ve bir çevirme hareketine geçti!
— Büyük bir manevra harbi başladı.
— Sakarya üzerine çekilecekmişiz!
— İcap ederse Kızılırmak gerisinde üçüncü bir savaş hattı tesis ederiz.
Bütün bu şayialar fasılasız, sağnaklı bir kara haber yağmuru halinde
Eskişehir’ın üzerine ve kalplerin içine boşalıyordu. İki zaferden sonra
birdenbire, bir yıldırım dehşetiyle parlayan bu haberlerin en müthişini
babam verdr:
— Bu akşam Ankara’ya hareket edecek son trene yetişeceğiz! Nedim
kıtasıyla hareket etti. Murat uçağı ile havadan gidecek.. Çabuk hazırlanınız.
Düşmanın işgali birkaç saat meselesidir.
Annemle ben iki buz parçası kesilmiştik. Ne kadar hazırlanmak
mümkünse o kadar hazırlandık.
İstasyonda bir faaliyet vardı; fakat sessiz iddiasız bir faaliyet..
Bir cenaze evinin avlusunda bekleşenler nasıl mahzun bir ölü sessizliğine
dalarlarsa, herkeste ayni derin susuş..
Bu cenaze evi vatan mıydı?
O cenaze Türkün tarihi miydi?
Mağarada iken kalbimde, kalplerimızde kutsal bir kuvvet vardı.
Tükenmez bir kaynaktan fışkıran, köpüren, tek mavzerle bir ordunun
taarruzunu bekleyen bir kuvvet..
Fakat bugün; bu esmer havayı yırtan lokomotif düdüğünü işittiğim ve
kompartımanın köşesinde sarsıldığım dakika, sandım ki kalbim bir taraftan
yırtıldı ve içindeki tükenmez kuvvet sızmağa başladı.
Kompartıman tıkabasa doluydu. Tren fazla yüklü olduğu için istediği
sür’ati alamıyor, tekerlekler, dingiller gıcırdıyordu..
Annem sinirlendi:
— Ne kadar çok gıcırdıyor..
— Diş gibi!
Bunu karşı köşede, kucağı bebekli genç bir hanım söyledi.
Ben gözlerine bakarak tekrar ettim:
— Evet, dişlerimizin gıcırtıları gibi!
Zayıf bir ihtiyar kadın ağlamağa başladı:
— İki damat, bir yeğen, bir evlat verdim. İki dul, üç çocuk, bir de ben
kaldık.
Kucağı bebekli genç kadın zayıf ihtiyara baktı:
— Ağlamayınız demem büyük hanım, yalnız çok ağlamayınız, sonra
kuvvetten düşersiniz, sonra onlar Sakaryanın, Kızılırmağın, Seyhanın veya
Arasın arkasında babalarının yarım bıraktıklarını tamamlayamazlar..
Bakınız bana, kucağımdaki çocuk erkektir, dünyaya gözlerini açtığı gün
babası dünyaya gözlerini kapadı. İzmir topraklarında kalan o binbaşının bu
çocuğuna Hınç adını verdim. Bakınız bana ağlıyor muyum? Çünkü bir diş
gıcırtısı içinde bir yere gidiyoruz.
Nereye gidiyoruz bilir misin büyük hanım?
Bu gidişe firar denilmez, kurtuluşa gidiyoruz valide! Gittiğiniz yerde
kurtuluş bizi bekliyor ve onun adına Mustafa Kemal derler..
Kucağı bebekli genç kadın söylemiyor, yaralı bir kaplan gibi inliyordu.
Sesinde sıcak bir hava vardı.. Kulaklardan gönüllere giriyordu.
Artık bu çağlayan kaplan sesiyle hepimiz ağlıyorduk. Bir gıcırtı, bir
sarsıntı ve nihayetsiz gözyaşları..
Fakat içimizdeki korku silinmişti, artık içimizde kin, ıstırap; hamle
ihtiyacı vardı.
Genç kadın yine başladı:
— Orada Mustafa Kemal ve bu gönüllerde bu yaş varken nereye gitsek
yolun sonu Akdenize çıkar.
Akdeniz sözünü işiten köylü kıyafetinde genç bir kadın sordu:
— Hay gözüm hanım! Sen Akdeniz türküsünü bilin mi?
— Galiba bir defa köylülerden işittim.
Kadın, kalb ve halk notasından çıkan bir sesle, istemeden başladı:
Kemal Paşa! Geldik dize
Götür bizi Akdenize
Akdenizin dalgaları
Mezar olsun.......
Savcı Bey! Eğer bir gün Gazi bizi Akdenize gö-türürse ve siz İzmir
sahillerinden enginlere bakarsanız beni ve Muradı hatırlayınız. Kanatlı
Murat, İzmir kızıyla o sahillerde tanıştı ve Muradın Yıldızı, Diken’in
tepelerinde sönüp gitti.
Ankaranın gurubunu seyrettiniz mi?
Ufukların hiçbirisine nasip olmıyan o koyu kırmızı, o koyu bir sükut ve
derinlik ifade eden alev dünyası içinde kaç akşam İzmirin, Karşıyakanın
serabını, Denizlinin çiçekli ağaçlarını gördüm.
Sakaryanın muharebelerinden sonra Murat o gruptan kopup gelirdi. Ona
öyle gelişlerinde “güneşten gelen, merhaba!” diye haykırırdım..
O da bana “güneşe giden, merhaba!” diye cevap verirdi. O günleri bilir
misiniz beyefendi, Sakarya günlerini..
— O zaman Doğu Anadoludaydım.
Sakarya günlerini, bilhassa gecelerinı bilmek lazımdır. Onu bildirecek bir
şair, bir edip çıktığı gün edebi Sakarya zaferini de kazanmış olacağız.
Sakarya gecelerini, Sakarya muharebelerini Dikmen bağlarından,
Dikmenin yaslandığı Çal tepelerinden dinledik. Onlar top seslerinden
ziyade büyük heyelanların, yıkılmaların seslerine benzerdi. Fakat bu yıkıntı
ve heyelanın ne tarafta olacağı belli olmıyacak..
İstasyon caddesinden gelen bir yaralı kafilesine karşı, önümüzden,
Kırşehir şosesinden beş gürbüz kafile istasyona dcğru giderdi. Ölüme bu
kadar şevk ile, bu derece sevinçle giden insanları tarih kaydetmez
beyefendi. Ölümü görmek kabil olsaydı ve o günlerde yüzüne
bakabilseydiniz kendi kendisinden utanıp kızardığını görürdünüz.
Önce bir yönden top sesleri geliyordu. Sonra sağdan, sonra soldan
gelmeğe başladı.. Ateş ve ölüm sanki; sağdan sola, soldan sağa
raksediyordu. Seherle kalkar penceremi açar ve bir çok tarihle bir tek
tarihin uğuldaya uğuldaya nasıl boğuştuğunu din’erdim. Murat onların
içinde, onların üstündeydi. Sakaryada kağnılar boğuştu. Ve nihayet kağnı
gıcırtıları, top seslerim tepeleye tepeleye’ boğdu..
—Düşman kaçıyor, biz takip ediyoruz!
Haberi geldiği zaman cesur Muradı, ateşli Muradı düşündüm. Bombası
kalmamışsa mutlaka mitralyözünü boşaltmıştır, diye sevindim.
Mitralyözünün şarjörü bitmişse tabancasını, o da tükenmişse behemehal
atacak bir şey bulmuştur. Hiç olmazsa gümüş sigara tabakasını, hiç olmazsa
babamın hediye ettiği altın kol saatini bir düşman kafasına fırlatmıştır, diye
kahkahalar attım. Şenlik yapacak fenerlerimiz yoktu, yalnız çarpan
kalplerimiz vardı. Aklıma geldi, kilerden bir teneke gaz çıkarttım, külle
hamur ettirip topak topak yaptırdım ve yaktırdım..
EN BÜYÜK’ÜMÜZ! İZMİRİ NE VAKİT
ALACAĞIZ?
Murat gitti.
Misafirler bir şeyden habersiz ve memnun gittiler.
Köşktekilerin ortasında yapayalnız kaldım..
Kafatasımın içinde dimağ yerine kupkuru bir sünger, göğsümün altında
kalp yerine bozuk bir saat rakkası vardı. Bütün gençlik emellerim sahte bir
tül altında mahvolmuştu. Murat benim hayat ve fazilet ideâlimdi. Biz neler
düşünmüş ve nelere uğamıştık?
Çöken beldeler yerine gelir, yıkılan ocaklar yine tüter, ayrılan hasretliler
tekrar birleşir. Fakat hayat ve fazilet idealini taşıyan genç kız kalbi kırıldı
mı, tamir edilemez.
Muratla evlenecektim. Beyaz üstüne saman rengi İşlemeli bir odamız
olacaktı. Ben onun gömleklerini işlerken o bana kanatlarının ve göklerinin
hikayelerini söyleyecekti. Arasıra biraz darılmak, sevgimize biraz çeşni
vermek isteyecektik. Dargınlığa sebep bulamayacaktık ve bulamadığımız
için birbirimize beceriksizlik kondurarak darılacaktık.
Dargınlığımızın birinci günü:
— Murat! Diyecektim.. Ben barışmak istiyorum.
O zaman kaşlarını çatacaktı:
—Ben dargınlıktan memnunum.
Ertesi gün o sokulacak;
— Yıldız! Diyecekti, ben dargınlığı beceremiyorum.
O vakit ben kaşlarımı çatamayacaktım da;
— Doğrusu ben de öyle.. Diyecektim.
— Öyleyse hemen barışalım mı ninem?
— Peki, barışalım.
Diyerek o yazıhanesine, ben dikişime.. Bu has ideale baba eliyle bir
bomba atıldı. Ve beni
uzun haftalar herkesin ortasında sessiz, cansız bir ceset halinde dolaştırdı.
Komşu çocuklarını gördükçe eriyordum. Bizim de çocuğumuz,
çocuklarımız olacaktı. Onları kırlarda, çimenlerde koşturacak, sofrada
karşımıza dizecektik.
Birbirleriyle kavga ettirecek ve onlar ağlarken biz gülecektik. Sonra
barıştırınca onlar gülerken biz hepsini ayrı ayrı öpecektik. Biri sarı saçlı,
biri lepiska, biri kumral olacaktı.
Sarışına esmer kız alacaktık, lepiskasını kumral bir delikanlıya
verecektik. Kumralını eş seçmekte serbest bırakacaktık. Siyahına ne halin
varsa gör diye yalandan darılacaktık.
Bütün bunların başına baba eliyle mitralyöz sıkıldı, bütün bu has, hayat
ve fazilet idealleri birer toz olup fırtınalara karıştı.
Miralaylıktan emekli pilot Murat beyle eşi Yıldız Hanımefendi, her milli
bayramda torunlarının ziyaretlerini kabul edeceklerdi. Onlara maroken
kaplı birer kitap vereceklerdi. Bu kitabın içinde büyük babalarının, büyük
annelerinin İzmir’de, Karşıyaka’dan başlayan ve o güne kadar süren
hikayeleri yazılı olacaktı.
Dizlerimize, omuzlarımıza tırmanan yumuk torunlarımıza ben Aydın
dağlarını, mağara hikayesini, kağnılı kızları ve kucağı mermili kadınları
anIatırken büyük babaları da Sakarya’yı, İnönlerini tane tane, hafızasını
yoklaya yoklaya tekrar edecekti.
Bütün o tombul, o yumuk çocukların masum başlarına baba eliyle ateş ve
hiçlik yağdı..
Nihayet bir gün ve o günün alaca karanlığında.. Ufuklar pembeleşirken,
çiçekler nemlerini kurutmak için rüzgarlanırken, serçeler tuvaletlerini bitirir
ve deniz kımıldamağa başlarken, miralay emeklisi pilot Murat Beyle eşi
Yıldız Hanımefendi bir saffet, samimiyet ve çocuk, torun çemberi içinde
gözlerini dünyaya yumacaklardı.
Genç havacılar iki ölüyü bir uçak ve bir tabut içinde Karşıyaka’ya
götürecekler, o ilk tanıştıkları ve son istedikleri yerin biraz nemli ve sevgili
topraklarına gömeceklerdi.
Sağ kalmış eski bir sınıf arkadaşı, başımızın uçunda gözlerini sile sile;
«Gençler! diyecekti. İşte ideal insanların kurduğu yuva .. Burası bir
mezar değil, kutsal ve mesut bir yuvadır. Burada iki, harp ve aile kahramanı
ebedi uykusuna dalmıştır.
Böyle ölümlerinden dolayı çocuklarını, damatlarını, gelinlerini ve
torunlarını tebrik ederim. Küçük torunlar! Hepinize de böyle birer ölüm
nasip olsun!”
Ve herkes, mezarımızın yanında ağlayarak değil, iç ferah ve kuvvet
dolarak, ruhu neşe ve hamle taşarak ayrılacaklardı.
Akdenizin dalgaları yattığımız toprağa çarptıkça, dünyada
bıraktıklarımızdan, mesut ve şen sesler alacaktık. İzmir yıldızları
uyuduğumuz toprağa baktıkça ebedi gecemiz, ebedi nur olacaktı.
Bütün bunları bir baba elinin açtığı cehennem ve o cehennemin alevleri
yaktı, kül etti. Ölümüze bile ölmeğe, böyle ölmeğe müsaade etmedi.
Fakat hayır! Niçin böyle olsun? Neden hayat ve fazilet idealimizi inada
ve töreye feda edelim. Murat yine geldi.. Yirmi dört saat izin almış;
— Murat! Murat!
Balkondan uzandı, beni arıyor. Ağaçların arasından tekrar seslendim:
— Buraya gel! Bak gece ne güzel!
— Üşüyeceksin Yıldız! Sonbahar havası serttir. Sen içeriye gel.
Sonra israrıma dayanamadı. Elinde ince bir manto ile geldi. Ne güzel, ne
mehtaplı geceydi. Kızıl yokuştan karşı dağlara kadar, bütün Ankara ovası
toz mavi bir denizdi. İstasyon caddesi, fenerleriyle Karaköy köprüsünü
andırıyordu.
Kolkola durduk. Şurası Kadıköy, şurası İhsaniye, ötesi Boğaz.. diye
mehtaplı gecenin bu maddi serabına hayran hayran daldık..
Mehtaplı geceler, Ankara’ya yüksekten bakış, tam ve enfes bir İstanbul
gecesidir. Galiba biraz da onun için, insan Ankara gecelerinde İstanbul’u o
kadar hatırlamıyor, bundan ona, ondan buna bir parça hayat ve bir parça
bilmem ki ne karıştığı için..
Emellerimin haftalarca süren çöküşlerini yavaş yavaş ona anlatmaya
başladım. Ses çıkarmadan dinliyor, dinledikçe bu serin sonbahar gecesinde
avucu terliyordu.
Onu ağır bir sesle söyleye söyleye yükseklere çektim. Nemli toprakları
çiğneye çiğneye Çaldağ’ın ilk kayalıklarına kadar götürdüm. Etrafımızda
uzun otlar, yalçın kayalar vardı.
— Bak, dedim, bu sefer Karşıyaka’dan İzmir’e, Göztepe’ye bakalım!
Hakkım vardı ve hala hakkım var. Ankara, hele Sakarya’dan sonra
büsbütün İzmirleşmiştir. İzmir’in varlığı nasıl Ankara ile dolu ise, Ankara
baştanbaşa İzmir’dir.
Söylüyorum, bombalanan, zehirlenen, cehennemlenen emellerimi
anlatıyorum. Murat dinliyor..
İki kaya arasındaki düzlüğe oturduk. Polis müdürü Dilaver Beyin
gramofonu uzaktan uzağa ses veriyor:
“Bir dakika seni benden ayıran el kurusun!”
Kardeşi Saffet Bey, komşu bağında eğlenenlere yüksek sesle laf atıyor:
“Yaşayınız çocuklar!”
— İşte bunların hepsi bitti, hepsi mahvoldu. Sahte bir bağla başkalarının
saadetine çalışıyoruz... Güneşten ve zaferden gelen! Buna razı olacak
mısın?
— Hayır!
Diyen alevden dudakları, artık ses vermeyen buzdan dudaklarımı kaptı,
eridim, eridim, eridim..
………………………..
Yıktıkları emellerimizin intikamı alınmıştı..
…………………………
Kendimi zaptedemedim, kahkaha i!e gülerek:
— Nedim! Nedim! diye epeyce yüksek bir sesle haykırdım Nedim!
Babama selam söyle, her nikahı imam ve her evlada baba kıymaz!
—O ne! Ötede, uzaktaki ağaçların arasında bir yılan gözü.. Hayır, hayır!
Bir sigara ateşi değil, bir yılan gözü..
Sanki bize bakıyor! Murat oraya doğru gitmek istedi, bırakmadım.
Yavaşça;
— Acaba bir gözetleyen mi var?
Dedi.
Cesur oldum;
— Zarar yok, dedim, olsun..
Fakat içgüdüme uyarak yine seslendim:
— Nedim! Nedim!
— Geliyorum!
Sararmış yapraklar ses verdi. Ben de sararmış yapraklar kadar
sarardığımı hissettim.
Meğer Nedim imiş. Yanımıza geldi.
Bir vesile ile yüzünü mehtaba döndürdü.- Hiçbir çizgi, hiçbir hareket
yok!
Tam kayıtsız ve habersiz duruyor!
Ne kuvvetli aktör! diye düşündüm.
O basit ve her zamanki sesiyle konuştu:
— Üşümediniz mi? Ben çıktığıma pişman oldum.
Baktım köşkte kimseler yok. Amcam odasına çekilmiş, yengemi de
göremedim. Belki size tesadüf ederim diye çıktım. Haydi içeri girelim.
Murat bir şey söylemiş olmak için mırıldandı. Ben titreyen bir sesle;
— Girelim..
Dedim. Nedim üşüdüğümü zannetti;
— Gördün mü? Sesin bile titriyor.
Konuşmadan yürüdük. Titriyordum, salona girdiğimiz zaman radyomun
ışığının altında Nedimi daha iyi görebildim. Dehşetlendim, rengi sapsarı ve
gözlerinin kenarlar kıpkırmızıydı. Demek her şeyi görmüştü. Demek
ıstırabından ağlamış, hiddetinden sararmıştı.
Fakat ne olsa gururu bir şey söyletmiyordu. Yalnız imalı olup olmadığını
anlayamadığım bir gülüşle:
— İnanır mısınız, dedi, sizi böyle gördükçe içime ferah, saadet doluyor.
— Alay mı ediyorsun?
İşlediğim büyük günahtan sonra her kayıt ve şartı yıkmak istiyordum.
Nedim, önce önüne, sonra da gözlerime bakarak adeta yalvarır gibi:
— Yıldız! Dedi. Çok rica ederim, Muradın başı için beni incitme!
Sen bende birtakım fena insan vasışarı mı buluyorsun nedir? Ben sizi,
yakından görmek için aradım. Ve sizin civarınızda bulundukça yaşadığımı
hissediyorum.
……………………..
— Sebebini sormayınız! Rica ederim, bunun sebebini ne sen sor, ne
Murat sorsun. Sizden uzaklaşayım diyorum, bedbaht oluyorum,
yakınlaşayım diyorum, inciniyorum..
Murat! Bari sen söyle, bundan vazgeçsin.
— Sebebini söylersen vazgeçerim.
— Ben de seviyorum! Fakat tek başımayım.
Bir adım geri çekildim.
Murat kımıldamadı. Nedim şüphemi şiddetli bir el hareketiyle reddetti:
— Hayır kardeşim! Hayır hemşire! Susunuz.
İki avucunu yüzüne kapayarak hıçkıra hıçkıra odasına kaçtı..
İKİ GÜN ARASINDA
4 Milli Mücadelede istilaya uğramış yerlerin Ankara’da bulunan halkı birer yurt
kurmuşlardı.
DÖNÜP DOLAŞAN MEKTUBUN İÇİ
Dikmen Yıldızı, çölde ansızın kaplan gören ceylana döndü. Elleri gerildi.
Benzi saman kağıdını andırdı. Çukurdaki gözleri fırladı. Dişleri kilitlendi.
Savcı telefonu bırakarak:
— Ne oluyorsunuz? dedi. Endişeye, korkuya lüzum yok. Evet, babanız
buraya geliyor. Fakat burası Dikmen bağlarındaki Kamil Beyin köşkü
değildir. Burada kanun ve kuvvet vardır. Rica ederim, müsterih olunuz. Onu
sizinle kaşılaştırmıayacağım. Sizden haberi olmıyacak.
.....................
— Peki, yandaki odada oturmayınız. Sizi karşıdaki Jandarma
Kumandanının özel odasına götüreyim. Adaletin ve emniyetin elindesiniz.
Kalktılar. Dikmen Yıldızı kundağı kucaklayarak ağır, sarsıntılı adımlarla
Savcının arkasından yürüdü. Jandarma Kumandanının odasına girdiler.
Savcı, Kumandanın kulağına birkaç kelime fısıldadı. Dikmen Yıldızını
yandaki odaya aldılar. Kumandan, yumuşak bir sesle teminat verdi:
— Burada gayet emin oturabilirsiniz.
Yıldızın beyaz dişleri belli belirsiz takırdıyordu. Koltuklardan birine
çöktü. Çocuğunu kucağına bastırdı. Savcı yerine döndüğü zaman Polis
Müdürü ile Kamil Beyi kapının önünde buldu. Belli bir soğuklukla selam
verip içeriye daldı.
Üç kişi, yazıhanenin etrafında oturdular. Polis Müdürü kısaca anlattı:
— Kamil Beyfendi biraz evvel bana geldiler. Yıldız Hanım bu
sabahtanberi kaybolmuş. Aramışlar. Bulamamışlar. Fakat ben olaya
birdenbire elkoydum. Çünkü ortada başka bir mesele vardı. Yıldız Hanım
beş ay evvel İstanbul’a, halasının yanina gitmiş. Bunu hepimiz biliyorduk.
Hatta seyahat izin kağıdını Kamil Beyfendi almıştı. Halbuki bugün
İstanbuldan döndüğüne dair bir kayıt olmadığı halde kaybolduğundan
bahsettiler. Sorunca “yalan söyledim” gibi beni hayrete düşürücü bir cevap
verdiler. Anlattıkları bazı şeyler var ki düşündüm, sırf polis sıfatıyla ilgili
olamazdım. Derhal size haber vermekliğim lazımgeldi.
Savcı, Kamil Beyin gözbebeklerine baka baka ve tane tane söylemeğe
başladı:
— Kamil Beyfendi! İlkönce sizi müsterih etmek vazifemdir.
— Müsterih olmak! Bu, kabil mi?
— Kabildir. Yıldız Hanımın selametinden haber vermek suretiyle sizi
müsterih edeceğimi umarım.
— Hayatta mı? Sıhhatte mi?
Savcı, bu telaşlı sual üzerine, bu sefer, daha dik, daha mânâlı, bakarak:
— Evet, Yıldız Hanım, sıhhattedir diyemem, pek rahatsız, pek zayıftır,
fakat selamet ve güvendir.
— Nerede? Nerede?
— Adliyenin kanadı altında.
— Görmek kabil değil midir?
— Niçin görmek istediğinizi söylermisiniz?
— Niçin mi? Eve götürmek, evladıma kavuşmak için.
— Bu yol, Adliye yolundan geçmek şartile uygundur, aksi takdirde kabil
değildir.
— Sözlerinizden, bakışlarınızdan hiç bîr şey anlayamadığımı itiraf
edersem bana gücenmeyiniz.
Bir dakikalık ağır. sıkıcı bir susuş.. Sonra Savcı ayağa kalktı. Her harfi
tok bir ahenk çıkaran bir şey sordu:
— Hava Subayı Murat Beyi tanırsınız, değil mi?
— Murat mı? Allah rahmet eylesin, tanımaz olur muyum? Kızımın
nişanlısı, benim evladım.
— Murat Bey ne oldu?
— Şehit olduğu haberini aldık.
— Ne vakit ve nerede?
— Cephede.
— Buna emin misiniz?
— Süleymanı göndermiştim. Dönüşünde bu haberi getirdi. Cephede
tebliğ etmişler. Sonra yeğenim Nedim Bey var. Genelkurmaydadır, o da
teyit etti.
— Murat Bey son defa köşkünüze geldiği zaman çok kaldı mı? Ne
zaman gitti? Ne ile gitti?
— Bir gün kaldı. Acele bir emir aldı. Gece atla Malıköyüne gitti.
— Buna kesinlikle emin misiniz?
Kamil Bey, bir an düşündü. Buzlaşan elini ateş kesilen alnından geçirdi.
Sonra basını sallayarak:
— Eveet, dedi. Gittiğine ben eminim, gitmediğine de kızım emindir!
— İzah eder misiniz?
Kamil Beyin kül renkli dudakları belirdi. Yaralı, bitkin bir insan bundan
daha acı gülümsieyemezdi:
— İzah edeyim, dedi. Çünkü Muradı ben, Nedim ve Süleyman, bir
İngiliz sicîimiyle boğduk!.. Cesedini Kocakayanın solundaki derin çukura
gömdük!
Sağ dirseğin; dizine dayadı. Avucunun kenarını kaşlarının üstüne koyarak
ağlamaya başladı. Polis Müdürü ile Savcı hayret ve ıstırapla bakıştılar.
Kamil Bey bir müddet sessiz, sessiz hıçkırdıktan sonra tekrar başını
kaldırdı:
— Yalnız bu kadar değil beyfendi! Bu cinayetin alt tarafı da var. Ondan
sonra kızım nikahsız lohusa oldu! İkiz evladından birisini de boğduk! Onu
da babası Muradın yaniına fırlattık! Doktor Ali Bey bana yardım etti!
Jandarma Kumandan vekili ile Muradı bir sınıf arkadaşının da bundan
haberi var!
Tekrar kapandı. Tekrar omuzları sarsıla sarsıla ağlamıaya başladı.
— Biraz su içermisiniz?
Bir yıllık susuzların hırsile bardağı. boşalttı. Savcı ne söyleyeceğini
bilmiyordu. Bu feci, bu heyecanlı işitilmemiş bir itiraftı. Hem Kamil Bey
söze meydan vermeden tekrar başladı:
— İkinci çocuğunu da boğacağız! Kendisini de
Alinin yardımıyla kapadığımız zindanda yavaş yavaş öldüreceğiz!
Durdu ayağa kalktı. Savcıya dönerek sordu:
— Bütün bunları, Yıldız size söyledi değil mi? Yıldız bizim
cinayetlerimizi haber verdi değil mi? Kurtardığı yavrusu hâlâ kucağındadır,
değil mı?
— Evet.
—O halde beş on dakika sabredelim. Şimdi doktorla ötekiler gelirler,
buraya çağırtırsınız..
Doktor, Nedim, Süleyman Çavuş ve diğerleri içeriye girdikleri zaman
hepsi bir defa daha müteessir oldular! Kamil Beyin gözleri kıpkırmızı ve
yüzü sapsarıydı. Mırıldandı:
— Doktor! Yıldız burada..
— Ooo! Ne iyi! Ne iyi!. Savcı Bey vaziyeti bili-yormu?
— Hepsini biliyor.
Doktor Savcıya döndü:
— Nasıl beyfendi! Karşınızda bir sürü câni gör-mekten dehşet
hissetmiyor musunuz?
— Sözleriniz fazla müphem doktor bey.
— Mademki Muradı öldürdüğümüzü, çocuğu boğduğumuzu biliyorsun!
O halde bütün mesele anlaşıldı. Artık Yıldız’ı saklamaya lüzum kalmadı.
Müsaa de ediniz de öteki çocuğu da ortadan kaldıralım. Artık açık bir
surette zavallı kızın çaresine bakalım.
— Savcı, çetin ve acı bir sesle:
— Doktor bey! dedi. Savcılık makamında açık konuşmanızı istiyorum.
— Yıldız nerede beyefendi?
— Jandarma Kumandanının odasında.
— Bizi oraya götürünüz.
— Bu şimdilik mümkün değildir.
— O halde yalnız beni..
Biraz düşündükten sonra razı oldu. Kumandanlığın kapısından girerken
kulağına sordu:
— Çocuk hâlâ kucağında mı?
Savcı, «evet» diye başını eğdi. Odaya girer girmez Dikmen Yıldızı, yılan
görmüş serçe gibi geriye fırlayarak bir çığlık kopardı. Çocuğu bağrına bastı.
Savcı ile Jandarma Kumandanı teminat verdiler. Doktor, Savcıya yavaşça
dedi ki:
— Yalnız siz, yahut ikiniz gidiniz. Çocuğun peçesini açınız, kundağını
çözünüz ve buraya dönünüz.
Kumandanla Savcı sokuldular. Dikmen Yıldızı çocuğunu vermek
istemedi:
— Boğacaklar! Boğduracaksınız!
Diye çığlıklar kopardı. Teskin ettiler. Savcı, kundağın peçesini kaldırdı.
Baktı ve hayretle kumandana gösterdi. Kundağı çözdüler, şimdi birbirlerine
bakıştılar. Savcı çıplak bebeği belinden tutup kaldırdı.
... Bu alçıdan ve balmumundan yapılmış bir bebekti!
HİKAYENİN EKSİK TARAŞARI
Savcı, Kamil Beyin gizli kapaklı izahatından sonra elini kaldırdı ve;
— Tamam, dedi. Burada söylendi ve buraya gömüldü. Hiçbir şey
söylemediniz, ben hiç bir şey bilmiyorum. Bu sır yoktur, ileride gerekirse,
bu bahse dönebiliriz. Şimdi öğrenmek istediğim başka bir nokta var.
— Görüyorsunuz ki, tereddütsüz herşeyi söylüyorum. Karşımda yalnız
bir adliyeci değil, fakat aynı zamanda soylu bir dost var.
— Teşekkür ederim. Söyleyiniz, Yıldız Hanımın, köşkün alt katına
kapatıldığı doğru mudur?
— Doğrudur.
— Kendisine karşı anormal ve özel bir özen gösterildiği?
— O da doğrudur.
— Bunun da sebebini öğrenmek lazım.
— Üç sebebi var beyefendi.
Birincisi: İsterse zararsız, hasta bir deli olsun, yolların, zamanın bu
vaziyetinde İstanbul’a göndermek kabil değildir. Bunu siz de takdir
edersiniz. İkinci sebep: Doktor sistemli bir tedavi ile bu hastalığın
geçeceğine bizi inandırıyor. Çeşitli usuller uygulamaktadır. Aşağı katı sakin
ve daha sıcak olduğu için seçtik. Üçüncü sebebe gelince, bu en önemlisidir:
Tek evtadımın hayat ve istibali için, evet yalan üstüne yalan söyledim.
Kızımı, şu gördüğünüz dostlardan başka hiç kimseye göstermedim.
Korkuyordum Savcı Bey, tasavvur ediniz bir defa! Yegâne kızınız, tedavisi
mümkün bir cinnete tutulmuştur. Halbuki siz onun saadetini istiyorsunuz.
Bir defa duyulursa, şu küçük şehirde bir defa derlerse ki “Dikmen Yıldızı
deli olmuş” kalbinin her çarpışında Murad’ın acısı bir şelale olan Yıldız,
ikinci bir bedbahtlığa uğrıyacaktır. Hiç kimse, bunun tedavisinin mümkün
olduğunu bilmez. Hiçbir insaşı, tedavi edildiğine inanmaz ve nihayet bir
bahçıvan çırağına dersin ki “Yıldız seni seviyor ve şifa bulmuştur. Onunla
evlenirsen mes’ut olacaktır”
O zaman bakışlarından, dudak büküşlerinden belli bir cevap atamazsınız,
fakat arkanızı döner dönmez, şu yıldırımlı ses beyninize çarpar:
“Bir deli kızı mesut edecek benden başka budala yok mu?”
Halbuki benim kızım, bütün acılı Türk kızları gibi hayata ve saadete
lâyıktır. Bunu haketmiştir. Geçici bir darbe, sonsuz bir etki ve sonuç ile
bütün hayatına neden hâkim olsun, kıysın? Ve bir gün örtülen mezarının
basından ayrılanlar bile birbirlerine niçin “zavallı deli kız, öldü, kurtuldu”
diye fısıldasınlar? Belki bu düşüncelerim doğru değildi. Beşki çok sevilen
Dikmen Yıldızı’nın şifa bulduğuna herkes inanırdı. Bu suretle belki mesut
oturdu. Fakat ben halk çocuğuyum. Bazı inançlardaki ilkelliğin henüz
hüküm sürdügünü pek güzel bilirim. Amma diyeceksiniz ki, mesut olmak
için mutlaka bir kocası mı olmalıdır? Bu, ilk ve son iddia değildir.
Evlenmekten başka, hayat var, olaylar ve iyi ilişkiler var ve öiüme kadar
içinde dönüp dolaşacak bir çare var. Bunların hepsinden birer, ikişer şey
almanın tamamiına saadet derler. Deli Dikmen Yıldızı, adının ve iki kaşının
üstündeki bu feci damga ile mesut olabilir miydi? Hâlâ tekrar soruyorum,
mesut olabilir mi? Böyle her taratfta duyulduktan sonra mes’ut olacak mı?
Bir hıçkırık boğazını tıkadı. Savcı ses çıkarmadı. Her hıçkırıkta bir parça
teselli, bir parça ferah bulunduğunu bilirdi. Kamil Bey, gözlerini sildikten
sonra Savcı sordu:
— Şimdi ne yapmak istiyorsunuz?
— Siz ne dersiniz?
— Ben kendisine, köşke götüreceğime, yanında bulunacağıma söz
verdim. Hatta iki jandarma da göndereceğim. İki gün sonra birisini, dört
gün sonra ötekini çekeriz. Yâni bu akşam yalnız ben, yarın akşam eşimle
beraber misafiriniz olacağız. Doktor da bulunsun, ben biraz hukukçu
psikologluğuyla vazifemi yapacağım. Gerisi eski katillerden ve cinayet
ortaklanrınızdan Doktor Beyin işidir.
Savcı bunu söylerken, onu kayırır gibi gülerek, Kamil Beye, geçici bir
teselli vermek, onu rahatlatmak istemişti. Kamil Bey, bu telkinin etkisi ile
hafif, fakat acı acı gülümsedi. Doktoru çağırdılar, üçü de kararın
uygunluğunda anlaştılar. Artık yapılacak bir iş yoktu. Önce doktorla Kamil
Bey gittiler. Yarım saat sonra Savcı, Kumandan ve iki Jandarma ile biraz
görüştükten sonra Dikmen Yıldızı’nın yanına girdi. Yıldız, kucağındaki
taşbebesini uyutmak için, kısık bir sesle “kış, kış!” diye kundağı sallıyordu.
Savcı artık histen ve hicrandan bir insana dönmüştü. Bu manzara karşısında
göstermeden gözlerini sildi. Kendini zorlayarak gülümsemeye çalıştı:
— Haydi artık Yıldız Hanım, beraber gideceğiz.
— Ya ötekiler?
— Ötekilerin sizinle ilgileri yok.
Zile bastı. Emir alan iki jandarma girdi.. Ahmet Çavuş! Şimdi Dikmen
bağlarındaki Kamil Beyin köşküne gideceğiz. Alt katta Yıldız Hanımın
odası var, onun yanındaki odayı işgal edeceksiniz. İkiniz de hanımın
emrindesiniz. Korunmasını size bıraktık.
Dikmen Yıldızı başını kaldırdı hafifçe ve ilk defa gülümseyerek
jandarmaya:
— Size çok zahmet olacak çavuş! dedi. Eğer ben hâlsiz ve bu yavrucak
olmasaydı, kendimi savunmayı pekala bilirdim. Bir gün olur da muzaffer
Ordu ile Aydın dağlarından geçerseniz, her kayabaşı, her ağaç gölgesi size
Yiıdız’ın hikayesini söyleyecektir. Fakat bugün güçsüzüm.. Ölümden
korkmayan ben, korkudan titriyorum. Çelik gibi ben, bakınız, yarım torba
çürümüş kemiğe döndüm.
Ahmet Çavuş, üzgün ve mert bir sesle cevap verdi:
— Ben sizi tanırım küçük hanım, siz koca mağaranın tek Yıldızı, tek
silahlısı, tek kumandanı değil misiniz ?
— Beni oradan mı tanıyorsunuz?
— Ben Murat Beyin emirberiydim.
— Muradın mı?
— Sizi mağaradan çıkaranlar arasında ben de vardım. İyi dikkat ediniz. O
zaman zeybek elbiseli idim.
— Fakat şimdi burada..
— Kötü kader küçük hanım! Sakarya’da gövdeme üç kurşun girmiş.. miş
de, hekimler ikisini çıkarmış.. mışlar da, birisi içimde kalmış.. mış da onun
için tekrar cepheye göndermiyorilar.
— Ben şimdi yine mağaradayım.
— Amma yine yanınızda Ahmet Çavuş var.
— Neye yarar çavuş?
— O mağaradan selâmetle çıkmıştınız, bundan da selâmette çıkacaksınız.
Ahmet Çavuş, o kadar kuvvetli, öyle inançlı söyledi ki, bu, Yıldız’ın
üzerinde çok etkili oldu. Hasta kız derhal ayağa kalktı:
— Selametle mi çavuş?
— Hay hay! Her kötü kaderi, berbat kısmeti yenecek kadar gönlümüzde
kuvvet var küçük hanım.
— Murat!
— Adam siz de! Havacı Murat Bey Türkiyede bir tane olsaydı, bugün
Türkiye kalmazdı. Bu topraklar yedi veren gül saksısına benzer. Bir tane
solarsa bin tane açar Yıldız Hanım. Murat Beyin bütün yaralarının ilk
sargılarını hep ben sardım. Benim en son yaralarımı da o sardı.
Gazi’ye inan Yıldız Hanım!
Senin de yaralarını saracak gün gelecektir.
— Benim yanımdaki odadan, ayrılmayacak mısın?
— Yalnız odadan, değil, uyanık bulunduğun zamanlar ayak uçundan
ayrılmıyacağım.
Yıldız, kemikten elini uzattı. Ahmet Çavuş iri elini belli bir heyecanla
uzatarak tuttu. Öteki jandarma gözlerini sildi ve savcı mendilini ağzına
kapayarak hıçkırığını gizledi.
Dikmen Yıldızı, titremesi geçmiş hasta ferahlığı ile Savcıya baktı:
— Gidelim mi efendim?
— Hayhay!.
Yolda o kadar rahat susuyordu ki köşke kadar, dizlerindeki yapma bebeğe
bir defa bakmadı.
Savcı, Ahmet Çavuş’un rastlayışını, Murat’la ilgisini ve hele Yıldız’ın
üzerideki kuvvetli, müspet tesiri anlatttığı zaman Doktor Ali, birdenbire
sevindirilen bir çocuk heyecanıyla avucunu çıplak kafasına vurdu:
— Aha! diye sevindi, işte bir reçete buldum! Şimdi bunun üzerinde
yürümeli..
Kimsenin anlamadığı bir takım tıp terimleri, prensipler ve izahlarla
fikrini söyledi. Sözlerinin verdiği ümit, kalp kuvveti, bütün salondakilere
geçti. Doktor devamlı söylüyordu. Savcıya göstererek:
— İşte! diyordu, işte gerçek bir hukukçu! Eğitimini, stajını kuvvetli
yaptığına emin ve ilmi kibirliliğin ta kendisi olan beni, başıma vurdura
vurdura aydınlattı! Yıldız kurtulacaktır hanımefendi! Yıldız’ı kurtarmak
çok kolaylaştı beyler! Bu reçetenin başında Ahmet Çavuş var. Ahmet
Çavuşa bir şey söylemeyeceğiz. Yalnız onu bir iki ay için alacağız.
Yıldız’ın yanından ayırmıyacağız. Yalnız diyeceğiz ki:
— Çavuş! Hastamız, kalp ve iman kuvvetine muhtaçtır. Onu, Anadolu
balkanlarının bir çocuğu sıfatıyla sen vereceksin.
Temiz ve kahraman Ahmet, Murad’ın aziz hatırasını. belleğinde ve
kalbinde canlandıra canlandıra, kendisine de telkin yapacak ve biribirinin
medyumu olacaklar. Mademki iş anlaşılmış, duyulmuştur. Varsın deli kızı
istemeyenler bulunsun. Bize, “kendisine gelmiş Yıldız” yeter. Bana kalırsa
hemen, şimdi Ahmet Çavuşu çağıralım. Burada onun anlıyacağından çok,
hissedeceği bir biçimde konuyu açalım.
Yıldız’ın annesi dedi ki:
— Şimdi bunun gereği yoktur, Ahmet Çavuş, Yıldızın yanındadır. Karşı
karşıya oturmuşlar, konuşuyorlar. Ahmet Çavuş ona, mücadelenin ilk
günlerini anlatıyor.
Doktor dikkatle sordu:
— Anlatırken bebeği kucağında mı?
— Hayır. Anahtar deliğinden baktım. Kanapeye uzanmış, ayak ucundaki
koltukta çavuş oturuyor. Bebek meydanda yoktu.
Doktor, iki avucunu tombul karnına keyif ve neşe ile vurdu.
Kapının kenarına çömelmiş, arada sırada iç cebinden çıkardığı konyak
şişesini öper gibi yudumlıyan Süleyman Çavuş, omuzundaki yazma mendili
çekip gözlerini sildi. Kamil Bey sordu:
— Yine ne oluyorsun Süleyman?
Koca ihtiyar, içini çeke çeke söyledi:
— Bütün bunlara sebep ben oldum.
— Sen benim doktorluğuma inanır mısın Süleyman!
Süleyman Çavuş elini derhal göğsüne bastı.
Doktor gülümseyerek ekledi:
— O halde hiç kederlenme! Ben sana söz veriyorum ki, sen hiçbir
felâkete sebep olmadın, onun sebeplerini ben biliyorum, hepsi doktorcadır.
— Şimdi ne yapacağız?
Bunu, balmumundan heykele dönen Yıldızın annesi, Denizlinin kızı
sordu.
Hepsi bıribirine bakıştılar.
Doktor bir an düşündükten sonra söyledi:
— Dikmen Yıldızı’nı Dikmen’den uzaklaştıracağız. Yanına hiçbirimiz
yaklaşmayacak. Çok sevdiği ve cinayetlerimize katmadığı Zeyneb’i
vereceğiz. Ahmet Çavuşun yanında, uzaklara, bizden, Dikmen’den,
Murad’ın teneffüs ettiği ve ayaklarının bastığı yerlerden uzaklara
göndereceğiz. Bu suretle Yıldız, bebeklerinden uzaklaşacak ve anne evine
yaklaşacaktır.
— Murad’ı ne yapacaksınız?
— Ahmet Çavuş, Murad’ı geri getirecek. Ahmed’in etkin hikayelerinde
Murat daima var olacak. Savcı rakı kadehini masaya koydu:
— Fakat bu vaziyet, hiçbir zaman Murat demek değildir.
Bu cümleyi kimse anlayamadı. Savcı, doktora bakarak izaha çalıştı:
— Eski bir adliyeci sıfatıyla, zannediyorum ki Yıldız, Muradın
hatıralarını değil. Muradı istiyor.
— Bu kabil mi! Nasıl olur?
— Kabildir ve olur.
Bütün gözler. Savcının gözüne saplandı. O, fikrine inanılan, kuvvetli bir
insan tavrıyla;
— Kabildir ve olur.. diye tekrar etti. Çünkü ona Muradın hatıralarıyla
beraber, Murattan bir parça belki de Murad’ın hepsini verebiliriz. Biraz
ihtiyar bir Murat, beyaz sakallı, uzun boylu bir Murat şeklinde.
Bunu derhal ve yalnız Yıldızın annesi anladı ve sevinçle sordu:
— Muradın babası değil mi? Muradın babasını kasdediyorsunuz, değil
mi efendim?
— Evet hanımefendi. Muradın, babası da Yıldız gibi aynı ıstırap ve
hicran içindedir. İkisini birleştirelim.. Ve meseleyi ona verelim. Bilirsiniz
ki, bu muhterem ihtiyar, hayatın her safhasından pay almıştır.
Hiç bir müzakere, münakaşa geçmedi. Bir telgraf çektiler:
Soğuk ve berrak bir kış günü, Emirler gölü o kadar güzel olur ki..
Boğazdan kıvrıla kıvrıla inen otomobilden görünen çifte göl, siyah
noktalarla dolu..
— Ördekler amma yağlıdır ha!..
Süleyman Çavuşun obur sesi dördümüzü de gözlerimizle topladığımız
sessiz şiirimizden uyandırdı. Çiftehanların etrafındaki yüksek kavaklar,
söğütler ve değirmen çarkı, acemi bir karakalem krokisini andırıyor.
Çeşmenin önünde birkaç öküz arabası ve bir dizi kağnı dinleniyor. Dikmen
Yıldızı hayışandı:
— Keşke çifteyi getirseydik.
Ahmet Çavuş, mizahi bir gururla:
— Ben o kadar beceriksiz miyim? Dedi. Çifte de fişekler de şoförün
yanında..
Süleyman Çavuş “ördek mancasına” türküsünü mırıldanarak konyak
şişesine dayandı. Yıldızın dudaklarında hazin bir tebessüm, çukurdaki
gözlerinde sıkıntılı bir dalış vardı. Belliydi ki Beybabayı sabırsızlıkla
bekliyor. Hanın önünde durduğumuz vakit dayanamadı, sordu:
— Acaba gecikecek mi?
— Zannetmem. Yaylı ile geliyor. Bir iki saat sürmez.
Ahmet Çavuş, sazlara doğru gitti. Ördek avlamak istiyordu. Fakat
yanaşamıyordu. Süleyman Çavuş yüksek sesle alay etmeğe başladı:
— Sen üzerlerine gidersen kaçar, gel gel gel! diye çağır ki, mısır buğday
vereceğini sansınlar da sana gelsinler!
Yıldız, arasıra gölün kenarında uzayan şoseye dalıyordu. Soğuğa rağmen
üşümüyorduk. Kahvelerimizi ayakla ve açıkta içtik. Ahmet Çavuş, yarım
saatten fazla dolaştı ve başarısızlıkla döndü.
— Nafile Süleyman Ağa, ördek mancasından meze yapamayacaksın.
Kayığa baktım, tamirde.
Yıldız bir usul keşfetti:
— Dörde ayrılalım. Biriniz sağa, biriniz sola, biriniz de sazlara doğru
gitsin. Ben de köprü önünde beklerim. Önce biriniz tabanca ile ördeklere
ateş etsin, sonra hanginizin üzerine gelirse o ateş etsin.
— Tabanca ile ördek vurulur mu?
— Sen ihtiyarladıkça bir şey oluyorsun Süleyman. Elbette tabanca ile
ördeklere ateş etsin, sonra hanginizin üzerine gelirseler ürker, benim
üstümden geçerken ben de çifte ile ateş ederim.
Üç çift göz bir an karşılaştı ve dağıldı. Üçümüzün de aklımızdan ayni
endişe geçti. Yıldızın eline tüfek vermek uygun mudur, değil midir?
Bu, düşünülecek ve gerçekten endişe edilecek bir konu idi. Bazı
saatlerce, hatta bir iki gün gayet tabii, sakin bir hal atıyor, hiç beklenmeyen
bir zamanda, bebeğini yakalayınca ağlamaya başlıyordu. Sâkin, korkusuz
olmakla beraber, bu buhranlar bir an olur ki, tehlikeli bir hal alabilirdi.
Fakat biz düşünedururken o, şoförden tüfeği almıştı bile. Yapılacak bir şey
kalmamıştı. Ben yerimi şoföre verdim ve yürüdüm.
— İki kişi olursak ürkütürüz.
Dedim. Ayaklarının ucuna çömeldim. En ufak hareketini gözden
kaçırmamak için dikkat kesildim. Tabancalar patlamaya başladı. Yıldızın
tahmini çıktı, havada bulut yapan ördekler, üstümüzden aşmaya başladılar.
Yıldız, çalımına getirdikçe ateş ediyordu. Bir yeşil başlı düşürdü. Yaralı
düşen hayvanı aldım, memnun oldu:
— Yazık! Üç tüfekte bir av! Ben eskiden çok iyi atardım.
— Avcılıkta idman ister.
— Vah zavallı! Yaralı.. Galiba barut yakmıyor. Halbuki iyi mesafeden
atmıştım. Bari çakı ile keselim eziyet çekmesin.
Çakımı bulamadım. Aklıma gelmeyesice bir fikir geldi. Mendilimi
çıkardım ilmek ettim, ördeğin boynuna geçirdim:
— Ne yapıyorsunuz?
— Boynunu ilmekliyeceğim. Çakım yok.
Zayıf elini omuzuma vurdu, derindeki derindeki gözlerinde bir çift
şimşek parladı. Dişlerini göstere göstere, sesi titreye titreye omuzumu
sarstı;
— Siz, hepiniz, insanlardan sonra hayvanları da mı boğarsınız? Ayol! Bu
yeşilbaşın adı Murat değil ki, boğuyorsunuz.
Titredim.. Bütün tedbirlerimiz, ümitlerimiz yine birdenbire havaya
uçmuştu. Hiç ses çıkarmadım. Ne cevap verebilirdim, ne mazeret
bulabilirdim ki.. Mendili çözdüm. Söylediklerini işitmemiş gibi ördeği
özenle tuttum. Yıldız bir müddet havaya, sonra tekrar solda kıvrılan şoseye
bakmaya başladı. Dipçiğini yere dayadığı tüfek yavaşça elinden kaydı. Ses
çıkarmadan aldım. Nerede bulunduğunu, yanında olduğumu farketmeden
ağır ağır hana doğru yürümeğe başladı. Bir adım arkasından takip
ediyordum. Mırıldanıyordu;
— Ne ala! Ne ala! En ummadığım da, adam boğma deneyi yapıyor. Bari
dost görünmeseler.
— Yıldız Hanım!
Diye dudaklarım titredi. Başını çevirip baktı, iki dakika önce bana
söylememiş gibi sordu;
— Ördeği mendille boğmaya çalışan o adam gitti değil mi? Onu
yanımızdan uzaklaştırdınız, değil mi?
— Evet, diyebildim. Münasebetsiz yolcuyu savdım, nereden de yanımıza
sokulmuştu.
— Acaba gece Muradın yanında o da var mıydı? Keşke sorsaydık. Şimdi
onu da tevkif ettirirdik.
— Ben kendisini tanıyorum, bir keçi çobanıdır. İstediğiniz zaman Savcı
Beye teslim ederiz.
O sırada Ahmet Çavuş seslendi:
— İki yaylı geliyor.
Ben yürüdüm, sözü değiştirdim:
— Mutlaka Beybabadır, yürüyelim.
Koluma girdi. Dirseğimin altında kalbinin heyecanlandığını
hissediyordum. Susmak olmazdı, bir söz söylemeliydim, meşgul
etmeliydim:
— Koca Beybaba! Bizi görünce ne kadar memnun olacak. Göle kadar
geleceğimizi hiç ummamıştır.
— Hemen otomobile alırız, çabuk döneriz.
— Üşüyor musunuz?
— BiImem, bir şey hissetmiyorum.
— Arabalar yaklaşıyor, mendil sallayalım mı?
— Ben çok yorgunum. Saatlerce yürümüş gibiyim, siz sallayınız.
Mendil salladım.. Öndeki yaylının arabacısı arkasına döndü, oradan da
mendil salladılar..Beş dakika sonra karşı karşıya idik. Beybaba Yıldızı,
beni, Süleyman’ı görünce hayretle sevinç içinde kaldı. Arabadan inerken:
— Üşümediniz mi çocuklar? Benim için bu ne zahmet! Bu ne nezaket!
Teşekkür ederim.
İner inmez Yıldıza sarıldı, yanaklarından, başından öptü. Beyaz sakallı,
pembe yanaklı ihtiyara dikkat ettim, gittikçe sararıyor ve kendisini
zaptetmeğe çalışıyordu. Bir defa daha kül gibi dudaklarını Yıldızın başına
dokundurdu ve bu sefer bu öpüş uzunca sürdü.. Hissettim ki gözlerindeki
yaşların damlamasını bekliyordu.
— Çok beklediniz mi Yıldız?
— Hayır, bir saat kadar.. Size ördek bile avladık. Fakat bir budunu
Süleyman’a vereceğiz. Sözümüz var.
Otomobile bindik. Süratle giderken ortamızdaki Yıldız, dizlerimize
uzattığı kollarını topladı ve Beybabanın elini yakalıyarak, neşeli bir sesle;
— Beybabacığım! dedi. Küçüğü görme küçüğü, şimdi mutlaka seni
bekler. Torununu o kadar seveceksin ki, beni unutacaksın. Ya öteki, ya öteki
sağ olsaydı, onu boğmasalardı da bugün görseydin.
Bütün vaziyeti mektuplarla öğrenen ihtiyar, hiç bozmadı, sesinde ağlayan
bir ahenk vardı:
— Adam sen de, cephelerde günde binlerce yavru ölüp gidiyor. Murat da
öldü. Ne var ki?
Öteki yavru yanında ya, sen ona bak. Şimdi ben onu öperim, severim,
beraber bakar, büyütürüz. Ben niçin geldim, bilir misin?
— Çocuğu almak için mi?
— Hayır! İkinizi almak için.
— Ben bir yere gidemem ki, beni hapsettiler.
— Yıkarım vallahi o hapishaneyi! Ben Muradın dediğini yapmaya
geldim.
— Muradın dediğini mi?
— Murat bana son mektubunda yazmıştı ki, babacığım, şayet bana bir
şey olacak olursa, sen Yıldızı al, dağlara git, şehirlerde gez. Yıldızdan
ayrılma. Yıldızın yanında sen varken benim ruhum rahat eder.
— Demek, şimdi hep beraber yaşayacağız?
— Elbette. Bak seni nerelere götüreceğim.
— Öyle yerlere gidelim ki, izimizi kimse bulamasın. Başbaşa yaşayalım.
Ahmedi de beraber götürelim..
— Nasıl istersen öyle yaparız. Ben de hayatımın son günlerini senin
yanında geçirmiş olurum. Bak sana ne hikayeler anlatacağım. Kah gülecek,
kah ağlayacağız. Ben gençliğimde öyle haşarıydım ki..
Otomobil, köşkün kapısında durduğu zaman Yıldıza baktım, sakin ve
tabii idi..
BİR AKŞAM KARANLIĞINDA
Önce Beypazarı - Geyve yolu ile gitmeğe karar verdiler. Sonra, günlerce
sürecek yolculuğun rahatsızlıklarını düşünerek vazgeçtiler. İnebolu yolu
seçildi. Güç halde bir otomobil bulunabildi. Tekrar yağışlar başlamadan,
yollar kurumuşken gitmek lazım geliyordu. Yalnız Ahmet Çavuşu
İneboluy’a kadar yanlarına alacaklardı. İstanbul’a izin yoktu. Her şey
hazırlandı. Şimdi Yıldızdan başka hepsini bir endişe sarmıştı. Annesi ile
babasına veda.. Bu mühim bir meseleydi.
Yıldız onları hapishanede biliyor ve unutmuş görünüyordu. Onlar da
Yıldızdan ayrılırken birer defa öpmek için yanıyorlardı.
Ertesi sabah hareket edileceği için erken yatacaklardı. Sofrada,
kahvesinin son yudumunu içen Beybaba;
— Kızım! dedi, bebeği bırak artık, nedir bu düşkünlük? Üzülürsün.
Hasta kız, kalp paralayan bir sesle;
— Ne yapayım? dedi. Annelik bu!
— Demek, annelikte büyük bir şefkatlilik var? O halde Murat, ne kadar
bedbahtmış.
— Niçin?
— Çünkü bu şefkatten yirmi beş sene mahrum kaldı. Annesinin yüzünü,
bir rüya çizgisi halinde olsun hatırlayamadı.
— Bana bundan hiç bahsetmedi.
— Bahtsızlığını bahtiyar bir kıza aşılamamak için söylememiştir.
— Annesinden ayrı mı yaşıyordunuz?
— Ayrı.. Fakat birbirimize yakın, birbirimize hasret çekerek yaşıyorduk.
O Konya’da, ben Yemende idim. Her gece göklerin Samanyolu ve gönül
yoluyla birleşirdik.
Kayınbabam doktordu. Bir gün ondan bir mektup aldım. Muradı
annesinden ayırdım.. Annesini senden ve Murat’tan ayırmamak için.. Sen,
metin bir askersin oğlum, diyordu. Sana her şeyi açık söyleyebilirim..
Karın, sevgili karın, kızım, o mel’un, o gaddar hastalığa yakalandı. Verem
oldu.. Muradı büyük annesiyle Konya’da bıraktım. Karını İstanbul’a
getirdim, Heybeli adadayız. Fakat şurasını da haber vereyim ki, kurtarmak
ümidimiz çok kuvvetlidir. Murat dört yaşına girdi, ona güzel bir eşek aldım.
Akşama kadar Merambağlarında har vurup harman savuruyormuş. Gerçi
Yemendeki bir subaya, karın verem oldu, denmez. Bu kadar insafım,
nezaketim vardır. Fakat bunu bir yabancı olaydım demezdim. Ben ki, onun
babası ve o benim biricik kızımdır, bunu haber vermeğe hakkım var. Haber
veriyorum ki üzülmeyesin! Yanında benim varlığımı bilesin ve her özenin
gösterildiğine inanasın.. Saye-i şahanede (Padişahın sayesinde} yakında
gelirsin de sıhhatli karına, afacan yavruna kavuşursun.
Evet kızım, o mel’un bölgede daha üç sene kaldım ve döndüğümde
karımın mezarını dolduran otları, baldıranları kendi elimle ayıkladım,
Yemen demek, üç mezar demekti. Çöllerde, vatan bucağında ve kalblerde
açılan üç mezar. Yemen bir değirmendi. Her dişi, Türk övüten netameli bir
değirmen.. Yedi yaşındaki Muradı ilk defa dizlerime oturttuğum vakit bana
ilk sözü şu oldu:
— Baba! Annemi niye getimedin?
Yemende üç hançer, bir kurşun yemiştim, fakat acısını bu kadar
hissetmemiştim. “Baba! Annemi niye getirmedin?” dediği vakit, hiçbir
zaman anlıyamadığı bir cevap verdim:
— Sayei şahanede o da gelir yavrum.
Yıldızın çukurdaki gözlerinde bir çift şimşek çaktı, ihtiyar miralay
sözüne devam etti:
— O günden sonra Murat daima annesini bekledi, daima: “annem beni
öper miydi? Annem beni senin kadar sever miydi? Annem gelsin, yine beni
öpsün”diye diye geceler, aylar, yıllar geçti. Fakat annesi gelmedi ve Murat,
hasretten tutuşan, yanaklarını, bir annenin şefkat ve muhabbet öpüşüne
uzatamadı.
Onun için diyorum ki. anne şefkati ne kadar sonsuz ise, anne hasreti de o
kadar derin ve onulmaz bir yaradır Yıldız!
— Her anne öyle olur mu?
— Emin ol öyledir. Her annenin, her babanın kalbi o derin heyecanla
çarpar. Mesela, bak, yarın gidiyoruz. Ben eminim ki şimdi, şu anda, için
kanıyor, orada alevli bir hicran hissediyorsun. Bunun adını bilmiyorsun.
Onu ben sana söyliyeyim: Anne, baba sevgisi.. Onların hasreti..
— Zannediyor musunuz?
— Evet kızım. Ne olursa olsun, ne feci hadise-ler geçerse geçsin bu
böyledir. Çünkü ben nefsimde denedim, evladım nefsinde denedi..
Annesi o kadar düşkün olan Muradın ruhu, senden bu metanet ve fazileti
beklemekte haklıdır kızım. Mademki sen Murat demeksin, o halde Muradın
vasışarı sende vardır. Bu gün tevkifhanede ağlıyan kadın, ağlayan erkek,
senin birer parçandır, senin hicranınla ağlamaktadırlar.
Halbuki biz yarın gidiyoruz. Onlardan daha uzak bulunacağız. Onlar,
senin sevgi ve hasretini bin bir cezadan daha binbir cezadan daha derin bir
acı ile hissedecekler..
— Ne yapalım?
O kadar tatlı, öyle dalgın sordu ki, ihtiyar miralay hemen istifade etti:
— Savcıdan rica edelim. Henüz muhakeme başlamamıştır. Müsaade eder,
yarım saat için için çıkarırlar, veda ederiz, bizi uğurlarlar. İleride bir gün,
bütün hayatında hicran olacak bir şeye de sebebiyet vermeyiz.
Yıldız cevap vermedi. Fakat kaşları da çatılmadı. Beybaba burada
susmasını bildi. Biraz sonra sözü değiştirdi:
— Her vakit derim; Hayatta çok mucizeli hadi-seler olur. Benim
Çavuşum vardır. Mekedonya Balkanlarında gövdesine dokuz kurşun..
— Acı şeyler istemiyorum Beybaba!
— Öyleyse tatlı bir uykuya ve tatlı rüyalara dalalım yavrum.
... İhtiyar yalnız kalır kalmaz, pencereyi açtı. Keskin bir hava saçlarını,
sakallarını dağıttı. Yüzü yanıyor.. Derin derin nefes alarak acısını
dindirmeğe uğraşıyordu. Bu kızın akıbeti ne olacaktı? 0na bir usul dahilinde
telkinler yapa yapa kurtaracağı ümidini doktor vermişti.
Bakalım, bu kadar günlük telkinin ilk tesiri yarın belli olacak diye
düşünüyordu.. Eğer yarın annesine, babasına sakin bir surette veda ederse
ilk adımı atmış demektir.
Kamil Beyin, Savcının kulağına uzun uzadıya söylediği esrarengiz
kelimeleri o da biliyordu. Fakat ondan bir harf söylemek kabil değildi. Bu
meselenin önemi çok korkunçtu. Belki kızın üzerinde daha korkunç bir aksi
tesir yapardı. Yapmasa bile, bu sırrın gömülü kalması şarttı.
Karanlığın içindeki kağnı gıcırtılarını dinledi.
— O sırrı bu gıcırtılar halledecek.. diye mırıldandı. Kurusoğuğun içinde
uzayan bu aralıksız gıcırtılar arasında sıcak kadın sesleri, çocuk sesleri de
vardı..
DAĞLARIN BAŞINDAKİ BÜYÜK DARBE
Beybaba, Çankırının göründüğü hafif sırta kadar ses çıkarmadı. Uyur gibi
duran, arasıra göğsü kabaran Yıldızı, derin, anlaşılmaz gözetimine terketti.
Burgunun ucu Yıldız’ın beynine saplanmıştı. Artık yavaş yavaş
çevirerek, hafif hafif zorlayarak sonuna kadar gidebilirdi.
Bebe burgusu ilk tasarıyı göstermişti. Taş kukla artık göğsünün üstünde
sıkı sıkı tutulmaktan bıkmış gibi battaniyeli dizlerinin üstünde duruyordu.
Yıldız, müthiş bir uykusuzluğun son derecesini bulmuşlar vaziyetinde
idi. Kirpiklerinin ucundan şehri görünce rüyada sayıklayan bir mırıltıyla
beybabaya sordu:
— Burada mı kalacağız?
— Evet..
— Şehirde kalmasak olur mu?
— Nerelerde kalalım kızım?
— Mesela kırda, insanların bulunmadığı bir dağ başında, bir kovukta..
Bir gecelik bir şey.
— İnsanlardan nefret mi ediyorsun?
— Hayır, bilakis insanları seviyorum. Fakat yavrumdan korkuyorum.
Belki onlar da yavruma taşbebek derler diye yalnızlık istiyorum.
Beybaba, içinden gelen bir memnuniyetle düşündü. Demek, bebe
burgusu hastanın dimağında saatlerdenberi işlemiş. Yıldızın kafasında
kurduğu canlı çocuktan ziyade bir taşbebek anlamı yer etmiş. Bu iz sindire
sindire derinleştirilirse, bir gün taşbebeğin herhangi bir unutma köşesine
atılacağı muhakkaktı. Fakat şimdi fazla kurcalamamalıydı.
Yumuşak bir dille:
— Endişeye lüzum yok. Kimseye göstermedikten sonra nereden
görecekler?
— Kimseye göstermemek için ne yapmalı?
— Bavulun içine koyalım. Seni bebeksiz zannetsinler.
Bunu söylerken içinden bir gülme geldi. Dudaklarını ısırdı. Yıldız, biraz
düşündükten sonra rahatlamış bir tavırla:
— Doğru, dedi. Fakat havasızlıktan rahatsız olmaz mı?
Beybaba gayet ciddi, inandırıcı bir sesle temin etti;
— Kilitlemeyiz, aralık bırakırız.
— Öyleyse uyandırmadan koyalım.
Sesinin, başının, uzanan kollarının bu terkedilmişliğinde, bütün
insanlığın kalbini parçalayacak bir elem vardı. Bir dakika evvel gütmemek
için dudaklarını ısıran ihtiyar, şimdi ağlamak için avurtlarının iç etlerini
takma dişleriyle kemiriyordu.
Suya boğulmuş kavaklar arasından, çamur harmanlarından ve sarsıntılı
bir yoldan geçip otelin önünde durdular. Tekel Müdürü Atıf Beyi5
Rumelinden, subaylığı zamanından tanıyan ihtiyar Miralay, elini sıkarken:
— Yavrum, dedi. Otelciler belki bizi rahat ettiremez, sen yanımıza
odacılardan birini bırak.
— Ben kalsam olmaz mı miralayım?
— Koca çocuk! Beni hâlâ Balkanlarda pala salayan o eski kırçıl miralay
mı zannediyorsun?
— Daima öyle miralayım.
— Belki daima taze gönüllüyüm,
— Murat Bey’den haber var mı?
İhtiyar miralay sarsıldı. Atıf’a bir işaret çakarak hafifçe fısıldadı;
— Yavaş söyle, işitmesin. Murat şehit oldu, hem bir buçuk ay var..
Bu sefer Atıf sarardı.
Beybaba:
— Zarar yok, dedi fakat ondan büyük bir acı var ki sorma evlat, sorma!
Bir kaç kelime ile Yıldızı anlattı..
Saç soba gürüldüyor, katolik kadını masaya tabak, kaşık koyuyor. Dördü
de bir tarafta oturmuş, düşünüyorlardı. Kapı yanında oturan Ahmet Çavuş:
— Küçük hanım! dedi. Biz eğlenmek, söylemek için yola çıktık, siz bize
lafı yasak ettiniz.
Beybaba, Ahmedin laf açmasına memnun olarak karıştı:
— Sana söyleme diyen yok.
— Ne bileyim beyefendi. O susunca ben de ya-sak var zahar, diye sesimi
çıkarmıyorum.
Yıldız, sobanın ateşine dalan gözlerini Ahmede çevirdi:
— Peki, bir şey söyle de dinliyelim.
— Lâf lâfı açarmış. Bende daha şehre girerken bir merak oldu: Acap şu
Çankırı’nın kızları ne çeşit şeylerdir, diye.
— Güzelmiş, şirinmiş, öyle işittim.
— Hay Allah razı olsun onlardan!
— Çankırı’nın kızlarından sana ne?
— O eski adettir. Bir beldeye bir delikanlı gitti mi, önce o beldenin
kızlarını öğrenmeli. Bir kız da bir yere vardı mı, o da oranın efelerini
aklından ge-çirmeli,
— Bunda ne gibi bir sebep var?
— Ne olur ne olmaz. Gönül telsiz telefona ben-zermiş. Olur ki birbirine
söyleyecekleri bulunur. Bir yerde ki, bir kız, bir delikanlı, bir imam, bir
nüfus katibi bulunur. Orada mutlaka bir ocak tütmeli.
— Hah hah! Senin niyetin başka.
— Onu sizin dönüşünüze saklıyorum.
— Ya biz dönmezsek, orada kalırsak.
— Biz nasıl olsa İstanbul’u alacağız. O zaman ben gelirim..
— Yıldız, Ahmed’in kurşışında tatlı, ağır ağır söyleyen, soluk
dudaklarında tebessümü eksik olmayan bir geveze olmuştur..
Beybaba ile Atıf dışarı çıkarak, onları bu neşelerinde yalnız bıraktılar..
Anadoludaki bir jandarma çavuşu Ahmet, birçok ruh doktorlarından daha
kudretlidir. Anadolu çocuğunun içindeki bu ilim ve seziş kuvveti nereden
geliyor?
Hangi Üniversite kürsüsünden akıp içine doluyor? Bu sır nedir? Bu sır
nedir ki onun eserini görüyoruz da etkeninin ne olduğunu anlayamıyoruz?
Muradın yanında saşığını terbiye eden bu genç çavuşun eşleri o kadar
boldur ki bir vatan dolduruyorlar. Muradın efe Ahmedi, Muradın asker
Ahmedi, sonra Muradın onbaşısı ve Sakaryanın çavuşu.. Belki sırlı kudret
oradan akıp geldi.
— Lambayı biraz açsak.
Ahmet itiraz etti;
— Böyle sönük yanması daha iyi küçük hanım. Çünkü bazı şeyler vardır
ki loş yerlerde, çam gölgelerinde, gözgöze gelmeden görüşülür.
— Niçin?
— O zaman insan söylediği sözlerin, içinde, gözlerinde canlandığını
görüyor, şimdi neyi söylüyordum.
Ha! O gece işte Murat Beyle kaça kaça kuskunumuz koptu. Vay canına!
İki kişiyiz, etrafımızı belki üç bölük sardı. Ortalıktan şüpheleniyorlar..
Fundalıkta bir yakalasalardı, işimiz bitmişti.
Ah, hep benim aptallığım, avucumun içinde içmek varken tuttum da
sigarayı açıkta fosurdattım.
Düşünmedim ki, düşman tarafından geçtik, onları gözetliyoruz. Kurtulup
da bizim tarafa geçtiğimiz vakit Murat Bey katılasıya gülüyordu. Dur, şunu
Yıldıza yazayım diyordu.
— Ben böyle bir mektup almadım.
— Belki sonra vazgeçmiştir, bir değil ki hangini yazsın?
— En sonra ölümünü yazdı.
— Allah rahmet eylesin. Biraz acele davrandı. Ne olurdu, bekleseydi.
Çabucak gitti şehit oldu. Olma, olma da zaferden sonra git şehit ol..
— Murat şehit mi oldu?
— Öyle ya, şehit oldu.
— Demek Murat şehittir.
— Şehittir.
— O halde sen bir şey bilmiyorsun?
— Ben belki câhilim. Fakat yalan söylemem küçük hanım, yalan
söylemem.
— Şehit olduğunu ne biliyorsun?
— Çünkü yanıbaşımda oldu.
— Yanıbaşında mı?
— Evet..
— Onu boğdular, zavallı Ahmet, onu boğdular!
— Onu boğacak henüz anasından doymamıştır.
—Onu boğarlarken ben gördüm.
— Darılma amma sen yalan söylüyorsun!
— Ben mi?
— Ya ben mi?
— Sen de yalan söylemezsin.
— Öyleyse şuna bir ad takalım. Boğuldu mu. şehit mi oldu?
— Sen nasıl istersen.
Ahmedin gözlerinde dünyalar onun olmuş gibi bir sevinç yandı:
— Peki, ben şehit adı verdim.
— Öyle olsun.
— Yooo.. Çabucak olmaz. Arada bir, senin de gönlün hoş olsun diye
boğuldu diyelim.
— Sen ne iyi adamsın Ahmet..
— Elbette! Murat Beyin arkadaşıyım.
Lambanın sarı ışığı altında Yıldız gülümsedi. İkisi de sustular. Ve Ahmet
içli ve o sırlı sezişiyle susmasını bildi..
— Kadınım!
Yıldız, Fatma demekten ziyade, genç dula kadınım demekte zevk
buluyordu.
— Kadınım! Beybaba beni sorarsa «Ahmet Çavuşla kumluğa doğru
gittiler» dersin, isterse o da gelsin.
Ahmet’le Yıldız, küçük, dar, yokuştan deniz kenarına indiler.
Berrak, ılık bir son kış günü idi. Güneş burunun başına doğru sarkıyordu,
Sabah karanlığında duran fırtınanın ölü dalgaları kumlara çarptıkça hava
ahenkleniyor, ayaklarının altında kumlar ezildikçe hışır hışır ediyordu.
Arada bir duruyorlar..
Yıldız bastonunun ucu ile ya bir temiz çakıla hafifçe çarpıyor, yahut bir
deniz böceğinin kabuğunu çıtlatıyordu.
Açıkta iki esmer yelkenli kıyıya doğru yol almış geliyorlar..
— Bunlar taka değil mi Ahmet Çavuş?
— Evet, silah, cephane getiriyorlar galiba..
— Savaşsız bir şey konuşalım. Bak şu koca taşa! Oraya oturalım da bir
saat da silahsız, ölümsüz lâşar edelim.
Koca taşın birer köşesine iliştiler.
Denizle aralarında beş on adımlık bir kum sahası pırıldıyor.
— Haydi konuşalım küçük hanım.
— Ne konuşalım?
— Ne istersen.
— Ne istersem söyliyecek misin?
— Sen istedikten sonra Murat Bey istedi de-mektir. Elbette söylerim.
— Öyleyse bana söyle. Sevdin mi?
— Murat Beyi mi?
— Hayır, köyde, kasabada, hayatta bir kızı sevdin mi Ahmet?
Ahmet cevap verecek yerde kıkır kıkır gülmeye başladı ve;
— Aman küçük hanımcığım! dedi. Kendimi bildim bileli savaşmaktan,
süngü süngüye boğuşmaktan kızlara bakacak vakit mi bulabildim? İnşaallah
şimdiden sonra başımızı gönlümüzü kurtarabilirsek o zaman bu işi
düşüneceğim. Hani harp siperlerinin gerilerinde kapalı siperler, kazamatlar
vardır. Orada taze yedek kuvvetleri bulundururlar da lazım olur olmaz
ileriye sürerler. Şimdilik benim de gönlüm o siperlerde yedek olarak
duruyor..
Sırası gelince ileriye süreceğim.
— Demek bir hedefin var?
— Ne hedefi hanımcığım! Dedim ya, keşif kolunu bile çıkaramadım.
— O halde sevmiyorsun.
— Fakat sevgiyi, sevenlerden, sevişenlerden çok bilirim.
— Garip bir iddia bu..
— Olmuş şeyi iddia ediyorum.
Ahmedin sesi titredi, göğsü kabardı ve boynunu bükerek, sıgarasının
külünü silkeliyerek başladı:
— Ben sevgiyi kız kardeşimle Mehmet’ten öğrendim. Sevgideki
anlaşılmaz, doerin güzelliği onlara baka baka içime sindirdim. Onun için bir
gün gelir de ben de sevecek olursam, onlar gibi seveceğime ahdettim.
Kız kardeşim çok güzeldi. Fakat rahmetli Mehmet de ona göre bir
delikanlıydı.
O zaman iki tarafın da hali vakti yerindeydi. Kimseye mudana etmeden
ağalar gibi yaşıyorduk. Onlara öyle bir nişan yaptık ki, üç ilçede destan
oldu.
Neye yarar ki evlenemediler..
Onların her vakit keyişerini bozar, gülmekten katılırdım. Gözetler,
kollardım.. Bataklığa doğru gittiklerini gördüm mü kestirme yoldan koşar,
oturacakları su kenarını bildiğim için oraya gizlenirdim. Gelirler, yanyana
olururlar, elele tutuşurlar, yarenliğe başlarlardı.
Mehmet:
— Aygül, derdi. Yıldızlar şahit olsun ki seni çok seviyorum. Senden
ayrılırsam şu ishak kuşunun yanık sesi ölumüme kadar içime dolsun..
O zaman Aygül de;
— Mehmet! derdi.. Eğer senden ayrılırsam şu şırıldıyan suyun sesini bir
daha işitmez olayım.
— Öyleyse ayrılın bakayım!
Diyerek çalının arkasından taklit bir sesle haykırırdım.
Mehmet her zaman aldanır, silahlığına el atardı.. Fakat öteki her sefer
tanır, bir çığlık kopararak, utancından kaçmak isterdi.
Ondan sonra basardım kahkahayı!
Yanlarına gider, ne keyf bırakırdım, ne yıldız, ne su..
Mehmet somurtur, öteki pürgüsünü gözlerine çeker, ben ikisinin
kollarından yakalayınca haydi bakalım, azıcık gezelim! derdim.
Bir gün Mehmet sapsarı geldi, dedi ki;
Bu sabah beni Hacı ağa çağırdı.. Bin dereden su getirdikten sonra,
Mehmet! dedi,. Sen şu Aygül’den vazgeç!
Sebebini sordum..
Dedi ki, belki senin haberin yok, o dile gelmiştir.
Yalan lâfa titredim.. Sadece Hacı ağa! dedim. Sen yedi defa Kabeye
gittin, elin nurtopu gibi kızına, benim nişanlıma iftira atmak doğru mudur?
Hak revası mıdır?
Hacı ağa o zaman, “bana akıl öğretme, ben köyün eşrafıyım. Seni
korumak için söylüyorum. İstediğini yap amma sonuna karışmam.”
Hemen orada şeytan aklıma getirdi, bir iki kişinin ağzını aradım.. Aklıma
gelen başıma geldi.. Haçı Ağa Aygül’ü kendi almak istiyormuş..
Mehmet bunları söylerken zangır zangır titriyordu.
Ben kahkahayı bastım. Merak etme, dedim. Sen razı olsan bile Ahmet’e
Aygül razı olmaz.
Daha neler, eşrafız, ayanız diye çiftimize karışırlar, faizleri bindirirler..
Kaymakamları elde ederler..
Abdülhamit gelir Abdülhamitçi olurlar.. İttihatçı çıkar, ittihatçı kesilirler..
Şimdi de İtilafçılar türedi.. İtilaf kulübüne İdare Heyeti oldular. Bir gün
gelecek ki, onlara dur! Soldan geri.. Mars marş! diyeceğiz. Sen hiç
meraklanma! İstersen düğününüzü tez elden yapıverelim olsun bitsin.
Bu mesele gizli kapaklı bir boğazlaşmaya döndü. Avrat oynatıyor diye
ilçeden ilçeye sürüklediler. Eşkıya yatağı diye hapsettirdiler. Sonunda
canına kıydılar. Artık o hafta düğünümüz olacaktı. Yine bir gece çamlığa
sıvıştıklarını gördüm, keyişerini bozayım diye eskisi gibi kestirmeden
koşup saklandım.. Elele geldiler. Karşı tarafıma tam oturacakları vakit,
arkalarından bir ses geldi: Davranma!
Mehmet yine silahlığa el attı.
Öteki: Canım ne oluyorsun? dedi. Ahmet ağamdır. Bilmez misin
şakasını..
O anda üç kişi Mehmedin üzerine bir sıçrayışta çullandılar. İki kişi
Aygüle yapışarak arkadaki atlara doğru sürüklemeye başlar başlamaz,
mavzer tabancasının ince sesinden tanıdım.. Mehmet kendisini müdafaya
başlamıştı.. Ben de sıçradım. Mehmet nasıl olsa üçünü de haklayabilirdi.
Ben kardeşime hücum edenlere seğirttim.. Bakıp göz açmaya meydan
vermeden gövdelerine duman doldurdum. İkisinin canı cehenneme
yollandı..
Kız o korkunç zamanda Mehmedin tarafına seğirtmiş, boğuşmaya
katılmış.. Dönüp de yetiştiğim vakit orada iki ölü ile bir yaralı buldum.
Mehmet’le Hacı ağanın oğlu ölmüşler, Aygül kalçasından iki kurşun yemiş,
ötekiler kaçmışlar.. Silah seslerine köylüler, jandarmalar koşuştu.. Ben
kardeşimin yarasını kuşağımla sardım.
Kaçmayalım, dedim, iş anlaşılsın.
Uzatmıyayım küçük hanımım, dama tıkıldım. Kız çabuk iyi oldu.
Mahkemede temyizde beraet ettim çıktım, amma ne tarla kaldı, ne saban, ne
nacak, ne ocak.. Hepsini haraç mezat edip harcadık. Kız çılgına döndü.
Dikkat ettim, her gece gizli gizli evden çıkıyor, önce Mehmedin mezarına
gidiyor, sonra Hacı ağanın evi tarafında dolaşıyor.. Bir gece yakaladım
sordum, hiç saklamadı. İnliye, inliye dedi ki: Hacı ağayı gözetliyorum,
pencereye filan çıkar çıkmaz, öldüreceğim!
Elinden altıpatları aldım, ona dedim ki:
— Benim sevdalı kız kardeşim! Her derdin ilacı vardır.
— Bunun ilacı nedir? dedi.
— Demir yürekli olmaktır, dedim,
— Demir yürekli otursam ne olacak? dedi.
— Sağ olacaksın. O zaman Mehmed’i ölünceye kadar daha çok
seveceksin, dedim.
Bana inandı. Bugün Mehmet, sağlığındaki gibi yanında değil, gönlünün
içindedir. O kadar canlandı, o kadar Mehmedin oldu ki, ne taştan bebeğe
bakıyor, ne de sahiden boğazlanan Mehmet yine boğuldu, diyor..
— Bebenin taştan olduğunu sen de söylüyorsun. Muradın boğulmadığını
sen de iddia ediyorsun.
— Elbette!
— İnanayım mı?
— Muradının Ahmedine inan!
Bunu söylerken sesi öyle derinden geldi, Yıldıza öyle baktı ki, Dikmen
Yıldızı Ahmedin elini tutarak:
— Haydi! dedi, gidelim.
O gece, taştan bebek, sabaha kadar sepetten karyolasında kendi kendine
kaldı.
BAHARA DOĞRU BAHAR
Ilık rüzgarlar sıklaştı. Güneş kumları daha çok parlatmaya başladı. Yıldız
bazı günler üşümeden, iskarpinlerine kadar gelen denizin sularında ellerini
çırpıyordu.. Mor denizde gittikçe tirşeleşen bir renk beliriyordu.
Bir sabah ilk neşeyle haykırdı.
— Beybaba Beybaba! Aşağıya in.. Ah, ne güzel tomurcuklar..
Kürü dalların üzerindeki minimini, henüz patlayacak tomurcukları
okşıyarak seviniyordu. Açık pencereden başını uzatan Beybaba:
— Demek bahara çıkıyoruz, dedi.
— Nasıl çıkıyoruz? Bahara doğru koşuyoruz.
Beybaba Garip, esrarlı bir ihtiyaçla sordu:
— Bebeği de getireyim mi Yıldız?
— Yıldız hiç bir şey duymamış gibi, tomurcuklarla meşgul, çatık
kaşlarının altından Beybabaya yanyan baktı. İhtiyar miralay bu bakıştan
ürkmedi, bilakis o çukurdan bakan gözün iki bebeğinde “benimle alay mı
ediyorsun!” demek isteyen bir mânâ sezer gibi oldu.
Aşağıya inmek için pencereden çekilirken düşünüyordu:
— Buna bahara doğru demeli..
Tabiatın tomurcukları açarken. Yıldızın benliğinde de, dimağındaki yeni
bir sanlığın, yeni bir hayat baharının tomurcukları açmak üzereydi. Zaten
uzun zamandanberi taşbebek sık sık ihmale uğruyor ve Murattan uzun uzun
bahsedildiği halde boğulmaya dair bir söz söylemiyordu.. Bütün bu adım
adım ilerleyişi iki günde bir Ankara’ya yazıyor. Kamil Beyle karısını teselli
ediyor, doktordan yeni yeni talimat alıyordu.
Aşağıya indiğinde Yıldızı, gaz sandığından ya-pılmış kanapede pek
meşgul gördü.
Yavaş yavaş sokuldu. Yıldız elindeki toplu iğneyle iki parmağı arasında
tuttuğu küçük bir tomurcuğu kurcalıyordu. İtina ile açmaya uğraşıyor,
arasıra başını kaldırıp enginlerden gelen ılık, hafif rüzgârı, teneffüs
ediyordu.
— Ne yapıyorsun kızım?
— Baharı çabuk getirmek için tomurcukları iğnenin ucuyla açıyorum.
— Aferin! Çalış. İğne ucuyla bütün bahçedeki tomurcukları del de
zavallıcıklar kurusun, biz de bahar yerine iplik iplik, kuru dallardan kuru bir
bahçede kalalım.
Diye öksüre öksüre gülmeye başladı.
— İyi amma, baharı çabuk getirmek için ne yapmalı? Koşa koşa
gelmesine rağmen tomurcuklar hâlâ çiçeklenmedi..
— Baharı önce gönüllerimize getirmeliyiz, önce gönüllerimizdeki neşe
tomurcuklarının çiçeklenmelerini temin etmeliyiz.. Tabiatın tomurcukları o
zaman daha çabuk çiçek, bahar ve yaz olur..
— Geçen baharda Murat da böyle söylemişti. Tamam bir hafta Balkat,
Ögeç yatağı bağlarının ağaçlarında ilk çiçek açacak tomurcukları aradık.
Sonra bir sabah kalktık, pencereden bakar bakmaz gördük ki on metre
önümüzde büyük bir kartopu var.. Bahar bir gecede ne kadar çabuk
gelmişti. Şimdi ne kadar uzun görünüyor..
— Öyleyse biz de öyle yapalım. Her sabah ilk baharlanan ağacı arayalım.
Çünkü benim de buna ihtiyacım var.
—??
Çünkü Güler’ı ben de böyle bir bahar günunde gördüm. Fakat o gün,
şunu söyleyeyim, sadece gördüm ve içim hop etti. Güler’in bir gün gelip
Muradın annesi olacağı hiç aklıma gelmedi. Kalın bir doğu maşlahı giymiş,
işlemeli, beyaz bir başörtüsü örtmüştü.. Bir mor salkım dalından tutmuş,
tomurcuklarının açıp açmadığını muayene ediyordu. O gün sadece gördüm.
Ertesi sabah sadece bakıştık.
Üçüncü gün sordum:
— Sağlık müdürünün kızı, dediler.
Bir hafta sonra sağlık müdürünün güzel kızıyla genç yüzbaşı..
gözbebekleri, bir hafta sonra dudakları ve bir ay sonra sesleriyle gülüştüler..
Bir gün ağaçlı yoldan atla, yalnız geçiyordum. Birden bire babası
karşıma çıktı. Kullandığı tek atlı iki tekerlekli hasır arabayı durdurdu,
gülerek;
— Genç kurmay bey! dedi. Zannedersem Güler hoşunuza gidiyor.
O bakışta, o gülüşte, o soruşta ateşli bir alay var sandım. Cepheden
karşılık verdim:
— Hayır doktor bey, dedim, hoşuma gitmiyor!
— Acayip! O halde?
— Hoşa giden sevilmez beyefendi! Güler Hanım hoşuma gitmiyor.
Çünkü kendisini çok seviyorum.
Ben hücum ettiğimi zannediyordum. Dizginleri kastım, karşılık
bekledim. Doktor, uzun kamçıyı kınına koyduktan sonra elini uzattı.. Elimi
uzattım sıktı, sıktım.. Bu sefer gülmeden, büyük kalpli bir baba saffet ve
ciddiyetiyle:
— Teşekkür ederim! dedi. Yiğit kalblerin bir vasfı da açıklıktır.
— Beyefendi! dedim. Çok cömertsiniz, sözlerinizle bana sayısız ümitler
veriyorsunuz.
— Karar salahiyeti de veriyorum.
Sapsarı mı oldum, kıpkırmızı mı? Bilmiyorum.
Yalnız dilim tutuluyor gibi olduğu için ses çıkaramadım.
Babasi elimi bırakmıyor, sıkıyordu. Gözler imin içine bakarak:
— Fakat.. (kekeledi..) Bunu Güler’e söylemeli.
— Bu akşamüstü söylerim beyefendi.
İhtiyar, o kadar şen bir kahkaha kopardı ki, atlarımız ürküp kımıldandılar.
— Demek, her akşam aynı konuyu büyük filozoşar ciddiyetiyle
münakaşa ediyorsunuz? Peki genç kurmay!
Peki oğlum. Peki evladım! Konuşunuz ve neticesini bana yarın sabah
bildiriniz.
Ertesi gün akşam üzeri bütün şehirde bir bomba patladı;
— Kurmay Yüzbaşı Osman Bey’le Sıhhiye Müdürünün kızı evleniyorlar.
Bu beklenmeyen, ansızın patlıyan bombadan kaç gencin kalbi yaralandı
bilmiyorum.
Yıldız engine bakarak sordu:
—-Demek o kadar güzeldi?
— Fazileti ve aşkı kadar güzeldi..
— Tıpkı Murat gibi mi?
— Tıpkı senin gibi..
— O halde tıpkı Murat gibi..
— Evet, tıpkı Muratla senin gibi..
İkisi de sustu. Bir dakika evvelki neşeli anlatışa belli belirsiz bir hüzün
karıştı. Birbirinin nefeslerini işitebiliyorlardı. Yıldız, başka bir tomurcuğu
iğnelemeğe başlarken:
— Sonra? dedi. Sonrası yok mu?
— Sonrası var. Sonrasi, bu bir boşa gitmiş darbedir. Ertesi günü vilayete
şifreli bir padişah iradesi geldi: Sağlık Müdürünün kızını Müşir Paşanın
Yıldız sarayındaki oğluna istiyorlardı; Padişahın arzusu imiş.. Ortalık
karıştı. Müşir Paşa hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi “Şevketmeap
efendimizin arzuları baş tacımdır, minnetle kabul ederim” diye kurum sattı.
Sanki padişahın emri olmazsa Güleri züppe oğluna yakıştıramıyacakmış
gibi bir kurum..
Vali, babasını tebrik etti. Mektupçu ertesi sabah babasının evine geldi.
Ben karşıladım.
Mektupçu o kadar şaşırdı ki ayakları redingotunun eteklerine dolaştı.
— Müdür Beyefendiyi görecektim.
Müdür Beyfendi içeri girdi. Kandilli selâmlara soğukça karşılık verdi.
Mektupçu eğildi büğüldü:
— Vali Paşa Hazretleri iradei..
Babası, duymamış gibi Mektupçuya beni gösterdi:
— Affedersiniz beyefendi; dalgınlıkla takdim etmeyi unuttum: Damadım
Kurmay Yüzbaşı Osman Bey..
Mektupçu alıklaşarak, kekeledi:
— Damadınız! Beyefendi mi?
— Evet, dün akşam kıyılan nikahtanberi damadım ve evladım..
Mektupçu eteklerini paytak bacaklarına çarpa çarpa çıktı. Tıss! Bütün
şehirde bir hayret, bir hayret ki, sonu ne olacak diye..
— Ne oldu?
— Hiç. O zaman ancak kolağasından (yüzbaşı ile binbaşı arasında rütbe)
yukarısı izinsiz evlenebilirdi. Kolağasına kadar, mutlaka geçiminin
kolağalığına kadar sağlanacağına dair bir taahhüt senedi vermek ve izin
almak mecburiyetinde idi. Ba-na biraz hapis cezası verdiler. Aradan bir ay
geçti, olay biraz soğur gibi olur olmaz beni Havran’a attılar, kayinbabamı
da bir vesile ile aztedip Konyaya sürdüler..
BİR GÖZYAŞI ÂYİNİ
İnebolu deresinin taşlıkları ve iki tarafı, gece vakti başka bir dünya
oluyordu. Kağnı halkaları içine toplanan köy kadınları, kızlar, çocuklar,
ihtiyar erkekler uzun yollara karşı kuvvet biriktirmek için dinlenirlerdi.
Yıldızla beybaba, kafesli hanayın sedirinden onları seyrederek, seslerine
kulak verirlerdi..
Kâh beybaba coşardı:
— Şu millî savaş içinde köy kadını başlıbaşına bir tarih, bir şaheser
yaratıyor.
— Ilgazı geçerken ne dediydi, o kadın?..
— Ha! şu yağmur yağarken mi? Evet, ben Doruk karakolunda şişeye su
koymak için inmiştim, hatırladım. Yanında iki üç yanlarında minimini bir
çocuk vardı. Yağmur altında sırsıklam bir çocuk. Kağnı bozulmuş, iki
ihtiyar erkek tamirle uğraşıyor.. Bir kadın yere çömelmiş, eteğiyle bir şeyler
örtmüş duruyordu.
— Bacı! dedim. Eteğinle örtecek başka şey bulamadın mı?
— Olmaz, diye eteğini kaldırdı ve zayıf yüzünde parlayan bir çift ateşle
gözlerime bakarak:
— Sonra patlamaz!
Dedi. Baktım, eteğiyle örttüğü bir çift top mermisiydi!
Yıldız merdiven kapısının yanında oturan Fatmaya bakarak;
— Bunlar unutulacak mı? dedi.
Beybaba, kuvvetli bir sesle reddetti:
— Hayır! Asla! Unutulmıyacak..
Yeni Türkiye’ye doğru yürüyen fikir ümitsizliği de mağlûp etmiştir
Yıldız.. Bu tarihin sesini verecek bestekârı mutlaka dinliyeceğiz.. Belki ben
değil, fakat sen mutlaka dinleyeceksin ve kulakların Aydın dağlarındaki
mağradan geçen o günkü rüzgârı tane tane hatırlıyacaktır..
Bu bir çift mermiyi bir çift fırça ve bir çift renkle tarihe tesbit edecek
ressamın gelmesi muhakkak yakındır..
Köy kadınını, kasaba kızını, şehir erkeğini ifade ve hareketini nesilden
nesle nakledecek duygulu muharrir en yakın ufuktadır.
Gaziyi, Mehmedi ve subayı çıkaran bu toprak kısır değildir. Elbette o
şairi, o ressamı, o bestekârı da yeni tarihten esirgemiyecektır.
Fatma kımıldadı, bir şeyler söylemek istiyordu. Beybaba, söyle bakalım
Fatma kız! dedi. Fatma sivri çenesinin altındaki namaz bezini biraz daha
aşağı cekerek:
— Ne söylediklerinizi pek o kadar anlamadım, dedi. Amma iyi şeyler,
köylü şeyleri olduğunu seziyorum. Yalnız her işi hakkınca vermeli
beyefendi. Resimciye mi vereceksiniz, yazıcıya mı, yoksa o anlamadığım
kimseye mi? Yalnız verirken hakkınca verin. Gönlü bütün köy kızının
yanında ünlü bütün şehir tangosu vardır. Ben dört beş ay var, köye
gitmiştim. Gelirken yolda tangolara rastgeldim. Ah hanımım! Ne süslü, ne
nâzik tangocuklardı. Hem hepsi de sülün gibi güzel hanımlardı. Nafile
tango dememişler.
Kimi miniminicik iskarpinlerde çamurlara bata çıka gidiyordu. Kimi de
kağnıların kenarına ilişmiş, güzel ipekli bacaklarını sarkıtmıştı. Hepsinin de
yüzü gülüyor, gözleri gülüyordu. Bir tanesi de türkü bile söylüyordu. Hem
nereden de çabucak öğrenmiş, halis İnebolu havası..
Dayanamadım, çamurlarda yatarlarken birisine:
— Güzel hanım! dedim. Ayacıkların üşümüyor mu? Ankarada ısıtacağız,
dedi, güldü. İskarpinleriniz çok nazik, dedim.
Köy kadınının çarığından da giyeceğiz, dedi, güldü. Çok yorulacaksınız,
dedim, İzmir’de dinleneceğiz, dedi de küçücük yumruğunu havada salladı.
Onlar da beni lafa tuttular.
Birisi, güzel kadın! dedi, senin koçan var mı? Yürekleri incinmesin diye
şehitliğini söylemedim, cephede, dedim. Benimki de orada, dedi. Bir
başkası, kardeşin var mı? dedi, şehit oldu, dedim. Benimki de öyle, dedi..
En sonuncu da güzel kadın! dedi, sen Türk teğmenini tanır mısın? dedi.
Tanırım, dedim. İşte ben onunla evleneceğim, dedi. Öyleyse ömrün dert
görmesin; dedim.
Hepimizin dediler. Belki yarım saat konuştum. Rahmetliden ayrıldığım
gibi onlardan ayrıldım.
Yolda gelirken kendi kendime, hey yaradan dedim. Göklerinin,
rüzgârlarının kudreti olsa da bu sözü cennettekilere ulaştırsalar, sana
ulaştırsalar, bizden sonra geleceklere ulaştırsalar..
İşte o gün bugündür içimde bir ateş, ateşten bir ses var. Her vakit bana
diyor ki gam yeme! Kurtulacaksın.. Ah hanımım! Ah beyefendi! Bu ateşten
ses her kesin yüreğinde çınlasa..
— Çınlıyor kızım, çınlıyor. Çınlamasaydı böyle olmazdı. Çınlamasaydı o
tangoları göremezdik. Sakarya bir ölüm ırmayı olurdu.
Her dem şen Ahmet çavuşun sesi, bu defa fazla içten ve fazla titrek geldi,
galiba gözyaşlarını içine akıtıyordu..
— Bu sözlere dikkat et küçük hanım! dedi. İşte bu sözler Murat Beydir.
Murat Bey bu kadının da gönlünü doldurmuştur. Murat Bey bu sözlerdir.
Her subayın kalbinde bir Murat Bey yatıyor. Murat Bey yalnız senin,
benim, beyefendinin değildir küçük hanım! Murat Bey bugünkü işlerin
mayasıdır. Şimdi bana söyler misin?
—??..
— Murat Bey yalnız benimdir mi diyeceksin?
Yoksa onun için kalbinde büyük bir muhabbetle sağ, salim yaşamak mı
istiyeceksin?
— Anlamadım Ahmet..
— Murat Bey yalnız benimdir, dersen daima böyle zayıf kalırsın.
İyileşmez, kuvvetlenmezsin. Amma herkesin Murat Beyini kendi Murat
Beyine birleştirip kalbine sindirirsen ne taşbebek kalır, ne boğmak
boğuşmak masalı.
Beybaba Ahmedin inceliğine hayret ederek doğruldu:
— Aferin Ahmet! İşte sende de bir Murat var. Muradın ruhu ne sihirli,
büyülü ruhmuş ki, bütün bir memlekete sinmiş.. Öyledir Ahmet..
Bunu söylerken Yıldıza bakıyordu.
— Evet, öyledir Ahmet.. Artık bu berbat taşbebelerden, sicim
hikayelerinden vazgeçmeli. Çünkü ben öyle istiyorum.
Yıldızın yüzünde sıkıntılı çizgiler, göğsünde anlaşılmaz hareketler,
parmaklarında büküntüler vardı. Fakat beybaba görmemezlikten gelerek
tekrarladı:
— Çünkü ben öyle istiyorum.. Muradın babası ve Yıldızın beybabası
olan ben, öyle istiyorum. Muradın babası beybabanın Yıldızından, Murat
için bir şey isterse, Yıldız ona hayır demez.. öyle mi kızım? Demezsin değil
mi yavrum?
Yıldız, yavaşça yana kaydı, kaydı ve başı beybabanın omuzuna dayandığı
vakit gözlerinden sessiz yaşlar boşandı..
... Bu yaşların sırrı ötekilere de geçti. Beybaba da ağlıyordu. Fatma da
ağlıyordu. Ahmet de ağlıyordu. Bu gözyaşı ayininin sessizliği içinde Yildızı
hayata ve şuura dönüşünün ilk müjdeleri, ilk açılan sırları vardı.
ÇOBAN YILDIZI
Bütün Ecevit dağlarında tatlı bir hüzün esti. Kalblerde mesut bir ayrılışın
heyecanları çarptı: Pembe yüzlü ve nar gülüşlü Dikmen Yıldızı ile, pembe
yanaklı, pamuk sakallı beybaba bu sabah hareket edeceklerdi. Bu haber
köyden köye dolaştı. Çamlar ve yakınlardaki köy insanları, his ve kalem
dahilerini geri ufukta bırakan bir gönül dehâsı gösterdiler.
Bu buluş nesilden nesile bir gönül ve sevgi destanı halinde dolaşacak.
Aylardanberi aralarında ve kalplerinde tanıdıkları Yıldız’a bir uğurlama
alayı hazırladılar:
Kırk şehitten yetim kalan kırk kız çocuğu bir tarafa, kırk savaştan
dönmeyenden hediye kalan kırk erkek çocuk bir tarafa dizildi..
Kırk evladın kırk anası, kırk kimsesiz, aksakallı, kırk Mehmedin kırk
dulu, kırk çoban, kırk koyun, kırk taze kız ve kırk siperlik günü gelmemiş
delikanlı yavrusu sıra sıra oldu. Kırk deste kır çiçeği yaptılar, kırk adımda
bir otomobilin önüne, yollara sermek için..
Aksakallılarla, aşçı kınalılar, kırkar defa okuyup ayrılık ve selâmet
yollarına üşediler.. Kırk kadın arkalarından kırk tas su döktü.. Bir daha
gelsinler diye..
Kırk sesi güzel kız bir ağızdan: Yolun açık olsun ey Dikmen kızı!
nakaratlı bir türkü söylediler.
Dikmen Yıldızı artık çukurda olmayan güzel gözlerinı silerken yavaş
sesle;
— Beybaba! dedi. Kırklara karıştık..
Kalan sesi daha çok kalınlaşan, titriyen ihtiyar aynı sesle cevap verdi:
— Böyle kırklara kırk vatan, kırk millet, kırk tarih, kırk dünya fedâ
olsun,
“Yıldız yeri” nin temiz pak çocukları birdenbire ağlaşmağa başladılar:
— Gitme! Gitme Yıldız abla!
Genç kızlar kınası solmuş ellerini uzata uzata hıçkırdılar:
— Bize kal! Bize kal Yıldız kadın!
Delikanlı yavruları, çevrelerini gözlerine götürdüler ve seslerini içlerine
akıttılar:
— Cepheye giderken misafir gelelim mi?
İhtiyar nineler, artık bütün hayatını öğrendikleri Murat için yemin
verdiler:
— Kırk cuma gecesi okuyacağız.
İhtiyarlar, ak sakallarındaki damlaları göstererek dediler ki:
— Gaziye selam götür, bu akan yaşlarımıza şahit ki gönüllerimizdeki
ateşin henüz sönmediğine inan
Son çocuğun, son kızın ve son ihtiyarın yanına geldikleri zaman Yıldız
otomobilde ayağa kalktı, elini sallayarak haykırdı:
— Kırkları Dağ kırkları! Köy kırkları! Türk kırkları! Gönül ve sevgi
kırkları! Sizden güzel İzmir’e kırk selam götüreyim mi?
İzmir sözünü işiten yüzlerce köylü birden bire karıştı. Havayı, ufku,
çamları, vadiyi bir uğultu dolaştı. Çoban çocukları hep birden İzmir, İzmir!
Güzel İzmir, geliyoruz, havasını üşemeye başladılar. Çevreler, mendiller,
fesler, başörtüleri, kavallar sallanıyor, gulgule (bağırıp çağırma) uzaklaşa
uzaklaşa yayılıyordu.
Son dönemeci kıvrılır kıvrılmaz, otomobil ansızın zınk deyip durdu ve
şoför iki dirseği ve başıyla direksiyona kapanarak hüngür hüngür ağlamaya
başladı. Solunda oturan Zeynep korktu. Arkaya baktı. Beybaba şahadet
parmağını dudaklarına götürerek yavaşça:
— Sus! dedi, o da kırklara karıştı.. O ana kadar kendini tutan,
heyecanlarına hakim olan şoför, tenha kalınca artık ciğerlerini tutamadı. Üç
beş dakika süren bu ağlamayı hiç kimse bozmadı, bol bol, coşa coşa, sarsıla
sarsıla ağladıktan sonra ooof! diye doğruldu, gerindi, kemikleri kıtırdadı.
Tekrar direksiyonu alarak yoluna devam etti. Beybaba sakalını tuttuğu
zaman avucu sırsıklam oldu.
Yıldız sızlayan gözkapaklarını kapayarak, hayâlin enginlerine daldı.
Sapsarı kesilen Zeynep hıçkıra hıçkıra sessizliği bozdu:
— İn cin, dağ taş seni seviyor küçük hanımcığım! Senin sesinde ne var?
Senin gözlerinde ne var? Sen nesin? Sen kimsin küçük hanımcığım!
Beybaba ağır ağır cevap verdi:
— O mu? O Dikmen Yıldızı, dedikleri İzmir’in kızıdır. O aşkın,
bağlılığın, kadının ve toprağın simgesidir. Ondaki şey arkada
bıraktıklarımızda ve ilerde kavuşacaklarımızda da vardır. Fakat Yıldızda
belirgindir. Yiğit, arkadaş! Şoför arkadaş! Ömründe kaç defa ağladın?
Gözlerini direksiyondan ayırmadan söyledi:
— Bir defa.. Beş dakika evvel..
— Kaç yara aldın?
— Hiç.
— Demek savaşlarda bulunmadın?
— Üç meydan savaşında ve on dört küçük çarpışmada bulundum.
— Nasıl oldu da kurtuldun?
— Dokuz yara aldım beyim, ikisinin kurşunu hala gövdemin içinde
öteye, beriye gidip gelir.
— Hani yaralanmamıştın?
— Bu sabah hepsinin acısını gözlerimden boşalttım. Hepsi sağaldı da
yaralanmamışa döndüm. Ondan ötürü yaralanmadım diyorum.
Onlar konuşurken Yıldız düşünüyordu. Yakın geçmiş uzun günlerin
sonundaki noktadan ışık halinde zihnini kurcalıyordu. Arkada puslu bir
nokta veya bir çok noktalar vardı, bunlar neydi? Hayatındaki bu dört beş
aylık dönemi deniz üstünde şişe bakanlar gibi görüyordu. Yalnız kuvvetle,
kesinlikle bildiği bir şey vardı.
Beybaba ve etrafındakiler ona demişlerdi ki; fazla yoruldun, doktorlar
ciğerlerinden şüphe ettiler, onun için buralara geldin. Bu yalandan başka
inandığı, bildiği, bir şey yoktu.
Muradı seviyordu. Artık bu, benliğinde kutsal bir iz olmuştu. Onun için
Murattan bahsetse de, etmese de oluyordu. O kadar ki, çok defalar yalnız
kalınca, Muradın sesini duyar gibi bir yanlış hisse kapılır, arkasına bakar ve
gerçekle çarpışınca dudaklarında hazin bir tebessüm çizgilenirdi. Otomobil
tozlu yollarda kıvrıla kıvrıla ilerledikçe yüzüne vuran serin rüzgar altında
daha çok hafişeşiyordu. O kadar çok oluşum, çok çehre, çok olay içinde
yaşamıştı ki, annesini pek az hatırlayabilmiş. Bundan adeta gizli gizli
utanıyordu.
İçinden “zavallı anne” diye boynuna nasıl sarılacağını hayal ediyordu.
Babasının tatlı, kalın sesinden bir tasa işitirim ümidiyle ara sıra Beybanın
tatlı ve daha kalınca sesini duymak ihtiyacını hissediyordu.
Kastamonu’da hiç durmadılar. Radyatörün suyunu tazeledikten sonra
virajlı yokuşu tırmanmaya başladılar. Gâvurhanı önüne geldikleri zaman
ikisinin de canı kahve istedi. Otomobilden inmeden sade kahvelerini
içmeye başladılar. O sırada bir kaç kadın kağnılarından ayrılarak sıkıla
büzüle otomobile sokuldu. Beybaba hemen sohbeti kaynattı:
— Nasılsınız bacılar? Nereden geliyorsunuz?
— Polatlı’ya cephane götürdük de..
İnebolu.. Polatlı.. kağnı başı burgulu soluk kadın - cephane - Milli
Mücadele.. Bu tarihi yazacak olan, o tarihi İzmir’e ve Meriç’e götüren
kadar aziz ve sevgili olacaktır.
Bu kadarcık açılan söz kâfi geldi. Kağnı kadınlarından biri Yıldıza
bakarak sordu:
— Kusura kalma hanımım, sana bir şey soracağım.
— Sor bacı! Nedir bakayım?
— Dikmen Yıldızı sen min? (Sen misin)
— Benim Dikmen Yıldızı olduğumu ne bildin?
— Nasıl bilmem? Her tarafta adın ünün yayılı.. Seni bilmeyen, seni
sevmeyen var mı ki!..
Yollarda bile söylenirken işittik. Yarım saat önce handa konuştular.
Dikmen Yıldızı sağalmış, Ankara’ya geçecek diye..
— Benim olduğumu nereden bildin?
— A, dediler ki Dikmen Yıldızı çok güzelmiş, bir gözleri varmış ki yedi
aşık yedi destan, yedi ezgi düzse de yedi saz çalsaymış, yine güzelliğini
bildiremezmiş. Biz de geçeceğini işittik, otomofil durunca baktık,
yüreğimiz hop etti. O tesvir (tasvir) ettikleri güzeli karşımızda gördük.
Kızlar! dedim yanımdakilere, olsa olsa işte budur Dikmen Yıldızı.
Şimdi kadınlar otomobilin çevresini sarmışlar, bin yıllık dostların hasret
ve muhabbetiyle bin konu üzerinde konuşuyorlardı.
Birisi hayran hayran bakarak sordu:
— Dikmen Yıldızı! Sen Kara Fatma, Deveci Ayşe gibi cephede de
çarpışmışsın, doğru mu ki?.
—O zaman bana o görevi verdiler ben de yaptım. Bunda şaşacak bir şey
yok.
— Elbette yok. Amma biz neyse ne.. Erlerimiz kalmazsa o zaman nasıl
olsa biz gideceğiz. Amma sen şehir kızısın.
Yıldızın kalbine yine tatlı bir ok acısı sindi. Beybabaya bakarak, kadına
cevap verdi:
— İşte yanıldığınız buradadır kadınım. Size çok fena öğretmişler. Şehir
kadınını zayıf, korkak, miskin sanıyorsunuz.
Kadın kırdığı pottan utandı:
— Suç bizde değil hanımım! Ne bilelim biz, gelmiş geçmiş zamanlar hep
öyleymiş. Bize öyle dediler.
— Hakkınız var. Öyleydi, fakat bugün öyle değildir. Bugün dünya
değişti, bugün Türk kızı şehirde de köyde de aynı kızdır.
— Eee! Mademki sen söylüyorsun, Dikmen Yıldızının her dediğine
inanırız.
Şoför korna etti:
— Çankırı’ya erken varırsak, yarın Ankara’yı da erken tutarız. Gözler,
sesler, gönüller biribirine karıştı, çözüldü ve ortada otomobilin kaldırdığı
bir toz dumanı kaldı..
Boğaza girdiler. Ilgaz’ı tırmanmaya başladılar. Otomobilin homurtusu,
kalın gövdeli çamlara çarpa çarpa uçurumlara dökülüyordu. Bazı küçük bir
bulut parçası tekerleklere sürünerek geçiyor, bazı bir kartal yılankavi,
masmavi bir gök parçasını kesiyor. Vadilerin diplerindeki küçük hızarlardan
açık sular fışkırırken, uzak bir çoban köpeği, kaya dibindeki kaval sesine
ses veriyor. O kadar zıtlarla karşılaşıyorlardı ki, başlarının üstünde kalın bir
yaprak tavanı varken ayaklarının altında gök parlıyordu.
— Tabiat, şairâne tepe-takla gelmiş..
Diyen Beybaba:
— Bak, bak, diyordu, gök, yer, su; ağaç ve insanlar ne kadar
karmakarışık..
Zeynep hayışanmadan bir hâl oluyordu:
— Ah hanımım! Bizim köy de böyle ağacı, suyu bol bir yerde olsaydı.
Amma bizim köyler o kadar çıplak, öyle çorak ki..
Çankırı’ya istedikleri saatte geldiler.
— Hiç yorulmadık! Hiç sarsılmadık.
Diye Beybabaya sevinçle bakan Yıldız, yemeği yer yemez esnemeye
başladı. Beybaba alay etti:
— Hiç yorulmadık değil mi? Neredeyse sandalyenin üzerinde
uyuyacaksın.
— Öyleyse ben de gider yatarım..
SABAH KARANLIĞINDA KALECİĞE
GELDİK..
İki otomobil dolusu arkadaş, gece yarısı uykularını bırakır, yollar teper,
Kaleciğe, Yıldızı karşılamak için gelir de tek durur mu? Hem de içkinin
yasak olduğu bir zamanda..
Bak hımbıllara! Milli muharebeyi kazanmak için hiç bir çare
bulamamışlar da içkiyi yasak etmişler!
Düşünmemişler ki, her millet Kurtuluş Mücadelesine lâzım gelen
kuvveti; iradesinden, imanından ve yılmazlığından almıştır. Akıtılan kanın
kilo ve ton miktarı, milletlerin kurtuluş derecesine ölçüdür. Zaten içkinin
yasak olduğu devirde Ankara’da içilen kaçak içki, kurtuluştan sonra
İçilenden bin kat fazlaydı. Çünkü herkes yeşilaycılar bile yasak olduğu için
inadına içiyorlardı. Ve çünkü milletin mantıksız zevzekliklere tahammülü
kalmamıştı.
Bununla beraber bu yasaklığa göz yummak lazımdı. Hatta kıraldan
ziyade kıralcı görünerek.. Biliyorduk ki yasaların sersem zihniyetlerini
kendi silahları ile körletmek lazımdır.
— Tak! Tak! Tak!
—Tiryaki afyonu patlatılır gibi mahmurluğumu patlattılar. Kalecik
Belediye reisinin kapısını vuruyorlar. Haykıran haykırana:
— Kalk yahu! İki otomobil dolusu dost geldi! Dikmen Yıldızı dönüyor.
Onu karşılayacağız.
Reis bey pencereden başını uzattı ve mesele kalmadı.
Yarım saat sürmeden yiyecek ve bilhassa içecek tarafından neler lazımsa
hazırlandı.
Çarşı açılırken biz köprü başında, şoseyi tıkadık.
Uzaktan bir korna sesi..
Uzaktan bir toz bulutu ve uzaktan iki beyaz mendilin sallanışı..
Geliyorlar!
Bir dakika sonra:
— Dur! Davranma! diye haykırdım.
Derhal ince, keskin, kama gibi bir ses çınladı:
— Sen dur! Sen davranma!
Ve ayağa kalkmış.. Dikmen Yıldızının elindeki küçük tabancayla,
yüzündeki büyük tebessümü gördüm.
— Ne sandın yazar bey! Güpegündüz yol bağı mı? Aydın mağarasının
kızı. Kalecik köprüsünde yol bağını koparıverir!
— Durun be yahu! Durun çocuklar!
Beybabanın mesut sesini duyduk.
Yoğurt, ayran, süt, peynirli çörek.. Sepetlerde neler yoktu ki..
Ben Dikmen Yıldızının profiline baktım. Eskisinden daha güzeldi.
Cephesinde cephe aldım. Eskisinden daha şendi.
Sesime ses verdi. Eskisinden daha şuurluydu. Kulağına dedim ki:
— Murat şimdi burada olmalıydı.
Sâkin ve rahat bir bakışla, parmağını kalbine götürdü:
— Buradadır.
Mataralarımıza ayranları doldurduk ve fazla vakit geçirmeden yola
koyulduk.
Zeynebi kendi yerime geçirdim, ben şoförün yanına çöktüm.
— Nasılsın, Dikmen Yıldızı?
— Beybabaya sor.
— Çaldağı şenlenecek mi Beybaba?
— Dikmen Yıldızına sor.
— Romanına başlıyayım mı Yıldız?!
— İzmir’e gittikten sonra..
— Bitirince neşredeyim mi İzmir kızı?!
— Meriç’e kavuştuktan sonra..
— Ey! diye haykırdım. İkiniz de ne kadar başkalaşmışsınız?
—İkisi de ayni cevabı verdi:
— Ilgaz dağlarından geçtiğimiz için..
— Şimdi gel de romancı ol! Gel de roman tekniği düşün! Gel de, Ilgaz
dağlarından geçmeyen, bin bir İsviçre’den geçse yine adam olmaz, deme!
Şoför başladı:
***
Yıldız ayağa kalkarak, dört örgülü, saz benizli, hasretli kızlara haber
verdi:
— Yarın paydos! Ne nakış dersi var, ne Türkçe.. Yarın ilk çilpalazına
çıkıyoruz. Eğer bir şey yapabilirsek, öbür gün öğleye kebabını yersiniz.
Kızlar seslendiler:
— Ne iyi, ne iyi! Çil palazları yağlanmıştır. Hele keklikler.. Kim kim
çıkacaksınız?
— Çoook. Belki on beş avcı. Enver Beyle hanı-mı, İbrahim Süreyya Bey,
hepsi hepsi var.. Beybaba bile Balgat bağlarına atla gidip bizi bekleyecek.
Bir kız sevinçle sokuldu:
— Biz de oraya gitsek de size öğle yemeği hazırlasak,. Kuyuya ayran
sarkıtsak. Teyzemin orada bağı var.
— A, nasıl olur? Siz erkekden kaçmıyor musu-nuz? Sonra tango oldu
demezler mi?
Sanki bütün kızlar ansızın bir dilim limon yaladılar. İnce kumral
kaşlarının ortaları çizgi çizgi oldu. Omuzları sarsıldı.
Bütün bu hareketler:
— Hayatı ve hürriyeti bizden esirgiyorlar.
Demenin bir açıklaması, belki bir isyanıydı.
Birisi:
— Olsun! dedi. Bizi kim kapacak?
— Bizim de yaşamak hakkımız yok mu?
En genci dişlerini sıkarak karıştı:
— Hele bir İzmir’e varalım, hepsine gösteririz günlerini, İzmir’i,
İstanbul’u nasıl alacaksak, esirliğimizin öcünü de öyle alacağız!.
— Cepheden de bir haber çıkmadı.
— Gazi Paşa gideli kaç gün oldu?
Şimdi hepsi susmuş, düşünüyorlardı.
Beş altı gündenberi bütün memlekette sıkıntılı bir hayret, ateşli bir merak
var. Ne oluyoruz? Ne oluyoruz? Gazi nerede? Yollar neden kapandı?
Niçin kuş uçurmuyorlar?
Bu sorular beşikten mezar yanına kadar, nekadar baş ve ne kadar kalp
varsa hepsini hançer hançer, çimdik çimdik işgal ediyor..
Dikmen Yıldızı, ince mantosunu giydi.. İnce esarbını sardı, veda etti.
Biraz daha kalmasını rica ettiler..
— Hayır, dedi. Bu akşam erken yatmalıyım ki, yarın güneş çıkmadan
toplanabilelim..
Araba hareket ettiği zaman, pencereden, kafeslerden bir çok kız, ellerini
salladılar.
Köşeyi dönerken iki kocakarı Yıldızı gördü.
Samimi bir sevinçle:
— Ah, ah, dediler. Dikmen Yıldızı daha güzelleşmiş. Tanrı yüreğine göre
versin. Bir de Murat Beyi sağ olsaydı.
Kasabın yanındaki kırsakallı manav ortaya doğru;
— Hep derler: Günah, günah, günah! Bir de Dikmen Yıldızına baksalar
ya.. Acaba ömründe işlediği her iş sevaptan başka bir şey mi? Böylesi ister
açık olsun, ister tango, dinim rabbena hakkı için canım kurban.. Salih
Efendigilde kızları topluyor, onlara medeniyet işlerini öğretiyor. Gergef
yaptırıyor.. Ne olur yahu ağzından da ikicik aykırı lâf çıksın. Benim küçük
kız da oraya gidiyor. Kocakarı “kız dinsiz olacak!” diyecek oldu da; Cadı!
diye haykırıverdim, sen ne oldun bakayım! Bırak kızı milletten, insandan
olsun.
Nokta kulübesinin yanında duran genç jandarma eri, Yıldızı polise
gösterdi:
— Nah, işte.. Bizim Ahmet Çavuşun söyleye söyleyeye bitiremediği
Dikmen Yıldızı.. Hani rahmetli, meşhur havacı Murat Beyle nişanlıydı.
Allah için güzelmiş.. Polis dudaklarının kenarını bükerek bilgi satanların
tcvrıyla;
— Yalnız o kadar mı? Müfrezelerle omuzbaşı beraber çarpışmış. Geçen
pazar Dilaver Beyin bağında nişana attılar. Dilaver Bey on beş metreden
dört sigara vurdu, o beş tanesini birer kurşunda parçaladı.
Genç jandarma içini çekti:
— Ulan Kamil Efendi! Yüreğimiz iyi, helal süt emmiş adamlarız. Acaba
zengin olsaydık. Hiç olmazsa bir milletvekili olsaydık bize varır mıydı
dersin?
— Ne mümkün azizim! Ne mümkün! Onun gözü zenginlikte, şöhrette
değil.. O bir defa bu toprağa bağlanmış, bir defa da rahmetli Murat Beye.
Onu ikisinden koparmak kabil olur mu hiç?
Temiz kadın, vefalı kadın işte ben buna derim.
Araba, tüfekçi Ali ustanın dükkanı önünde durdu. Yıldız, barut, saçma,
kovan aldı. Ali usta ile şakalaştı:
— Madem ki sen de geleceksin, gürültü yok! Vur,vurma hiç telaş yok!
Bağırıp çağırma yasak!
Avcıbaşı Molla Efendi, kapıdan başını uzattı:
— Ona mı söylüyorsun Yıldız Hanım! Yemin etse inanmam.. Palazı
(keklik yavrusu) vurmaya görsün, dağları taşları gürültüye boğacağına senet
veririm.
Bağa geldiği zaman içinde sıkıntılı bir ferahlık vardı. Hemen beybabanın
odasına girdi, üç ihtiyar ateşli ateşli bir konuya dalmışlardı.
— Baba! Yeni bir haber var mı?
— Var fakat heyecanını frenlemek şartıyla..
Beybaba atıldı:
— Yıldıza ben söyliyeyim; Kızım, yerinden aldığımız kuvvetli habere
göre bu sabah büyük taarruz başlamış, bütün hükümet telgraf başinda.
Yıldızın sararmasıyla pembeleşmesi bir oldu..
Başından çözdüğü eşarbını havada sallıyarak:
— Yaşasin boğuşma!
Diye haykırdı. İlk defa bu kadar seviniyordu. Artık kimseye söz
vermiyordu.. Bütün heyecanı, vücudunun bütün hareketleri, sesi gözü, her
şeyile söylüyor, bir anda bin türlü ihtimaller, fikirler ileri sürüyordu.
— Yemek hazır, efendim.
Dedikleri zaman üç ihtiyar, üç genç ve bir genç, adeta bir çocuk şenliği
ile sofraya otururlarken içeriye girdim. Ne girişi.. Gölge gibi! Beni görünce
hepsi haykırdı; hiç söze meydan vermedim:
— Harp şiddetle devam ediyor. Taarruz Kocaçimen tepesinden idare
olunuyor. Gittikçe lehimize gelişiyor. Ah ben ne ettim de beraber
gitmedim.. “Ben yarın gidiyorum, istersen seni de götüreyim” dediği halde
ne aptallık ettim. Şimdi mavi gözleriyle harp meydanını nasıl seyrettiğini
görecektim.
Kamil Bey bir aralık çatalına taktığı köfteyi çenesinin civarında unutarak
daldı. Ve belirsiz birine söyler gibi ağır ağır söylemeğe başladı:
— O gün hâlâ gözlerimin önünde. Bir taraftan düşman donanması
İzmir’e giriyor, bir taraftan biz Karşıyakadan çıkıyoruz. Arkada
bıraktığımız o manzarayı senelerce göğsümün içinde sönmez bir yangın
alevi hâlinde taşıdım.
— Hatırlıyor musun baba? İzmire Anadolu’dan döneceğiz, demiştik.
Acaba dönüyor muyuz?
Annesi tatlı ve yan yan baktı:
— Acabayı sen mi söyledin kızım? Acabayı bil-meyen Yıldızın, böyle
bir günde acaba demesi gücüme gitti.
— Dilimden kaçtı anneciğim.
— Bir acaba da bende var.
Herkes beybabanın, tabağına bakarak dalgın dalgın söylediği sözlerle
irkildi.
— Evet, bir acaba ve has acaba bende var..
Dikmen Yıldızı, keskin bir sesle sordu:
— Nedir o beybaba?
— O mu? O, acaba şimdi Murat ne yapıyor?
Hepimiz biribirimize hayret ve telaşla bakıştık.
Yıldız, beybabanın omuzundan sıktı.
Beybaba, metin ve kesin karar vermiş irade sahiplerinin davranışı ile
durumunu hiç bozmadı:
— Ne o? dedi. Acabamı ret mi ediyorsunuz? Baba olduğumu
unutuyorsunuz. Evladını kaybetmiş bir babanın gönlünde daima bir acaba
vardır. Bu acaba, bana diyor ki. Murat şimdi ne yapıyor? Murat nerededir?
Nişanlısını kaybetmiş her Türk kızının da gönlünde bu acaba bulunmalı; o
da acaba şimdi nerededir? diye sormalı ve hayatta hiçbir şeyden ümidini
kesmemeli..
Kamil Bey söze karışacak oldu. Beybaba da bu sefer onun omuzuna
dokunarak:
— Karışma! dedi. Ben babayım ve Yıldız sevgili. İkimiz de kendimizi bu
acabaya alıştırmalıyız. Ne bilirsiniz ki..
Birdenbire sustu. Yıldızın üzerinde bu “ne bilirsiniz ki” nin ne etki
yaptığını anlamak istiyordu.
Yıldız bir hamlede çatalını bırakarak elini havaya uzattı:
— ... Murat yaşamıyor.
Kamil Bey, kıvranarak mani olmak istedi, beybabaya baktı. Yıldızın
üzerinde feci bir hareket yapmasından korkuyordu.
Beybaba, çok güzel idare etti:
— Bilmiyorum.. dedi. Ben öldüğünü biliyorum. Fakat bir babayım.
Yıldız bir sevgili.. Hayır Kamil, hayır muharrir, hayır hanımefendi! Bizi
serbest bırakınız! Kalbimizin baba ve sevgili hislerindeki akımı
tıkamayınız.
Muradın ölümünü işittiğimiz zaman nasıl yığılıp kalmadıksa. Muradın
acabalı dönüşünü işiteceğimiz zaman da sevinçten çıldıracak değiliz.
Öyle değil mi Yıldız! Bize bir gün ansızın diyecekler ki “İzmiri aldık!”
O gün biz çıldırmayacağız. Şuurla, olgunlukla, gururla sevinecek ve
İzmire gireceğiz.
— Pekala, söyleyiniz bana: Murat, İzmirden aziz midir?
Yıldız derhal haykırdı:
— Hayır.
— O halde, Murat geri dönerse ona da neden İzmir kadar sevinerek
sarılmıyalım?
— Doğrudur beybaba!
Yıldız bunu söylerken dikkat ettim. Gözlerindeki ışık daha parlak,
ellerindeki büzülme daha belliydi. Heyecanını umulmaz bir kudretle
göğsüne bastırıyordu. Beybaba bu durumu görmüştü.
— Ümit, ümit!
Ne kadar uzak olursa olsun, ümit tatlı bir şey. Fakat benim kalbim,
ümitten ziyade kendi duygusuna, çarpıntısına uyar. Ben kalbimin
uydusuyum.
Yıldız! Ordu muzaffer olacaktır! İlk zafer haberi gelir, gelmez, seninle
derhal yola çıkalım. Elele ve kalp kalbe gidelim. Muradı İzmir yollarında
arayalım. İzmir yolları kurtulma ve saadet, talih yollarıdır kızım. Kalbim
öyle diyor ki Muradı o yollarda bulacağız.
Şayet bulamazsak. Olur a.. Her ümit, her kalp sesi gerçekleşmez. Şayet
bulamazsak, bugünkü hayatımıza tekrar biner, tekrar mahmuzlar, tekrar
yolumuza devam ederiz.
Yıldız kuvvetli bir sesle tasdik etti:
— Niçin olmasın? Muradın hasreti içimizde o kadar tabiileşti ki, şu anda
karşımıza çıksa ve aynı anda da ölse, yapacağı etki bundan başka bir şey
değildir.
Sonra babasına dönerek ilave etti:
— Artık acabasız değilim baba.. Benim bir aca-bam var. Ve bu acabaya
sen de uy..
— Böyle tatlı acabaya her zaman uyarım. Beybabanın acabası hepimize
de geçti.
Sofradan kalktık. Köşkün Önündeki taraçaya çıktık.
Kahvelerimizi içerken Beybabayı bir kenara çektim:
— Beybaba! dedim. Galiba biraz fena yaptınız. Bu acaba birdenbire
ortaya atılmalı mıydı?
— Çocuk! dedi, Önümüzde ya kesin bir saadet, ya kesin bir felâket var.
Ona şimdiden alışmalıyız.
Söyle bana, kesin söyle Muradın ölmediğine kani misin? Murat yüzde
bin öldü. Ayni zamanda Murat, yüzbinde bir yaşıyor.. Olayın üzerinden tam
dokuz ay geçmiştir. Bu süre içinde oralarda neler oldu ve buralarda neler
geçti? Buralardakini biliyoruz. Fakat oralardakini?
Ne yapayım oğlum, babayım!
Benim gibi bir babanın beyni ile kalbi arasındaki konuşup dertleşmeyi
kimse işitmez. Eğer Muradı kaybettimse, Muradın Yıldızını kaybetmek
istemiyorum.
— Ne konuşuyorsunuz orada?
Yıldızın bu şen sorusuna:
— Yarınki palaz avını.. dedim.
— Sözünden çok işi iyidir. Bana yardım etseeniz..
— Hayhayl
— Ben fişeklerin barutunu, tapasını koyarı, beybaba saçmasını, sen de
makinesini..
Salona girdik. Dediğini yapmağa başladık. Konuşmuyoruz. Yıldız
birdenbire ortaya söyledi:
— Beybaba doğru söylüyor. Acabamızı koruya-lım. Muradı İzmir
yollarında bir defa arayalım. Bulamazsak, bulamadık deriz. Bulursak..
Mademki kalbin acabasıdır.. Olur a..
Tedbirsiz ağzımdan kaçırdım:
— Olur a...
Yıldız çok anlamlı bir bakışla baktı..
Ben çok anlamlı bir sakınma ile gözlerimi yere indirdim. Kolumu tuttu:
— Ne dedin? dedi. Bir daha söyle..
Bu sefer hızlı ve çekinmeden tekrarladım:
— Olur a..
Yıldız bize on ikiye kadar piyano çaldı.. Ve alacakaranlıkta yola çıktık.
MURAT DAĞLARI, MURADA SELAM
SÖYLEYİN!
***
Hırçın bir korna sesi.. Çılgın bir nara.. Bütün köşk, kapının önüne
yığıldı..
Nedim nefes nefese haykırıyordu:
— Düşman Başkumandanı bütün Genel Kurmayı ile esir oldu!
Gazinin tek lambalı toprak damında boynu bükük bir gölge halinde çay
içiyor..
Bu defa da bir sarsıntı, derin bir sessizlik ve ondan sonra ses ve saadet
çağıltısı..
Beybaba Yıldıza sokuldu:
— Her haberin saadetini deste deste, yığın yığın tatmalıyız. Haydi piyano
başına!
— Yapayalnız mı?
— Peride Hanımefendi! Peride Hanımefendi! Keman sizi bekliyor. Cavit,
Nedim! Maviş Hanım haydi, haydi!
Saadete ses ve ahenk vereceğiz. Öhhö öhhü!
Öhhö öhhö! Bakınız ben bile öksüre öksüre sesimin akordunu bulmaya
çalışıyorum.
Yıldız, İzmir ve Meriç hasretini dile getiren bütün halk notalarını tekrar
etti..
Seyislerden Kamil Beye, Zeynepten Peride Hanımefendiye kadar herkes
ses ve âhenk kesildi. Bu, yavaş yavaş çevreye, sonra Dikmen’e, Dikmenden
Ayrancı sırtlarına ulaştı:
Muratdağı! Muratdağı!
Çözdün kalbimdeki bağı,
Parçaladın gönlümdeki
Hasretten örülmüş bağı.
Bir anlık bir âhenk durağı arasında duyulan bu ses alt kattan geliyordu.
Nedim hayretle mırıldandı;
— Süleymanın sesi!
— Süleymanın bu kadar güzel sesi var mıydı?
Süleyman çavuş işitmiyordu.. Biteviye, misafir gelen Ahmet çavuşa
kadeh uzatarak dokunaklı sesile okuyordu:
— İçmesini bilmezsin! Okumasını bilmezsin! Ne bilirsin sen a Ahmet
çavuş..
— Muratdağlarının hasretini bilirim.
— Daha, daha!
— Dikmen Yıldızının muradını bilirim.
— Öyleyse İç...
— Ben dört yıldır beklediğim hayat suyunu içtim. Daha içecek bir şeyim
kaldı
— Bana da ikram et neymiş o?
— Murat Beyin erkek sesini kulaklarımla içeceğim. Gözlerimle
İçeceğim.. Yüreğimle içeceğim.
Kamil Beyin gözleri doldu..
Annenin dudakları titredi. Beybabanın beyaz başı göğsüne düştü.
Nedimin şakakları sancıdı. Hanımlar dudaklarını ısırdılar. Beyler önlerine
baktılar.
Ve Yıldızın hıçkırığı tane tane, halka halka, kesik kesik gönüllerde
dolaştı..
Bir saadetin törenine, bu hıçkırıktan daha yaraşan bir şey olmazdı. Bu
öyle bir hıçkırıktı ki müthiş bir rüzgârda dönen bir fırıldaktı ve iki ucundan
birisine saadet, diğerine felâket takılmıştı. Dökülen hıçkırıklar hangisi
içindi?
Hangisi için olursa olsun. Niçin olursa olsun. Gözlenen mor renkli
Muratdağlarından rüzgârlar esmiş olsun. Yeter ki beklenen sesi versin..
— Bu musiki de bitti.. Geçelim..
Tekrar çığlık hâlinde sevinç, sevinç hâlinde hasret, hasret hâlinde saadet
başladı.
Sevinçten yorulanlar bir tarafa oturup da ortalığa şöyle bir an sessizlik
gelince, saatlerdenberi Yıldızın kalbine bastırdığı sözü ben söyledim:
— Beybaba! dedim. Ne zaman hareket?
Birdenbire anlaşılmadı, açıkladım:
— Hani Yıldızla Muratdağlarına gidecektiniz? Hani orada yol yol, tepe
tepe, taş taş, çam çam, bir şey arayacaktınız:
— Muradı arayacağız!
Diye ayağa kalkan ihtiyar, Yıldızın başını tutaak ilave etti:
— Kavuştuğumuz Muratdağlarında, Murada kavuşmaya gideceğiz.
Bizimle gelecek var mı?
Yıldız en hâzin, fakat en mutlu gülüşü ile Beybabaya baktı, yavaşça,
başında duran eli alıp dudaklarına götürdü.
Bir dakikalık susuşun üçüncüsüne de boyunlarımızı büktük ve
gönüllerimizi açtık.
ON DÖRT GÜNDEN BİR HİKAYE
SON