You are on page 1of 245

Aka Gündüz

DİKMEN
YILDIZI
ROMAN
6. BASKI

Bu eser, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye


Kurulunca incelenmiş ve 20 Ocak 1975 tarihli
1823 sayılı Tebliğler Dergisinde tavsiye edilmiştir.
TOKER «GENEL DİZİ» No: 94

“DOĞUDAN-BATIDAN SEÇMELER”
Dizisi No: 4
“AKA GÜNDÜZ KÜLLİYATI” No: 2

TOKER YAYINLARI

Cennet Mahallesi, Yavuz Selim Cad. 25


Küçükçekmece - İSTANBUL
Tel-Fax: 0212 601 0035

web: www.tokeryayinları.com
e-mail: tokeryayinlari@yahoo.com

Kültür Bakanlığı Sertifika No: 27421

Kitap: ISBN - 978-975-445-179-5


Elektronik Kitap: ISBN - 978-975-445-267-9

o Dizgi: Toker
o Baskı: Alemdar Ofset
Davutpaşa Cad. 20/29
Topkapı-İstanbul
o Cilt: Savaş Mücellithanesi
o İstanbul - 2012
ANKARA SABAHININ ESRARENGİZ
KADINI

Bir karış karı, keskin ayazı, tenha sokakları ile berrak bir kış sabahı.
Böyle günlerde Ankara, dünyanın en güzel şehri olur; en meşhur şehri
olduğu gibi..
Girintili, çıkıntılı mesafelerde tek tük, varlıklar kıpırdıyor. Eşeğine o
bitmez tükenmez lahanalardan iki küfe yükletmiş ve sağrısına bir hindi
sarkıtmış bahçeci, pazara geliyor. Burnu, kulakları kıpkırmızı bir polis,
“Karaoğlan” köşesinde, eldivensiz ellerini hohluyor..
Tütüncü ve içki yasak olduğu için rakıyı gizli satan Resneli “Dayko”
göğsüne sakalını ve sırtına gocuğunu örtmüş, dükkanının önünde mangal
yelpazeliyor.
Kuyulu kahvenin puslu camında bir kalpakla bir nargilenin silik akisleri..
Merkez kahvesinin karakış meşeliğine benzeyen iskemlelerini,
tepetaklaklıktan kurtaran bir iki garson..
Uzaktaaan bir iki mağaza kepenginin açılış gürültüsü.. “Yeni Gün” cüler
(gündelik sabah gazetesi) hâlâ paydos etmemiş.. Çavuşun kolla çevirdiği
makina hâlâ gıldır gıldır.. Beş on minimini gazete müvezzii, koca kapının
dibinde bir kaç kuru tahta çatmışlar, aleviyle ellerini ısıtıyorlar. “Yeni Gün”
Müdürü Agâh, bekar odasının pencere pervazına alıştırdığı serçelere yine
mahmur gözlerle meze kırıntısı, ekmek ufağı serpiyor.
Besbelli ki ya pokerci, ya bakaracı: Yaka kalkık, boyunbağı çarpık, beniz
limonküfü.. Baş ve boyun, omuzlara gömülü bir bey, Sali’in evinden çıkmış
henüz yatmaya gidiyor.
— İşşek bulaaan!. İşşek bulaaan!..
İşte pazara gelen köylünün akşamdan kaybolan eşeğini karga ötmeden
arıayan ayak tellalı..
İstanbul caddesinden yukarıya doğru gelen iki gölge daha; “Hakimiyeti
Milliye” gazetesinin Başmürettibi Ahmet ile demirbaşı Hacı baba; yanyana,
yorgunluktan bitmişler.. Renkler uçuk, sözüm ona istirahate gidiyorlar.
Bir karış karı, keskin ayazı, tenha tenha sokakları ile berrak bir Ankara
sabahı..
Samanpazarı tarafından gelen genç kadın. Balıkpazarını geçti.
Karaoğlandan sağa saptı. Merkez kahvesinin önünden Hükümet
caddesini tuttu.
Noktadaki polis mahzun mahzun, içini çekti:
— Zavallı kadın! diye düşündü. Kimbilir kucağındaki kundaklı bebesiyle
bu akşam kimin zevkine alet oldu?
Garsonlar genç kadını hoş bulmadıkları için arkasından laf atmadılar.
“Dayko” temiz bir zanla:
— Yazık! diye mırıldandı. Kucağı maksımlı (masumlu) kadıncağız bu
saatte işe gider mi?
Bu kadının gençliği kaşlarından ve gözlerinden anlaşılıyordu.
Kadın; yaşını ne kadar belli etmeyen bîr gü-zellik gösterirse göstersin,
mutlaka kaşlarının arasında sezilmez, ince bir çizgi ve gözlerinde buzlu
cama benzeyen bir renk vardır ki, size yaşının geçkinlik derecesini açıkça
belli eder. Halbuki bu kadının kaşlarında bir keskinlik ve gözlerinde durgun
bir ışık vardı. Kürklü, zarif ve epeyce pahalı bir mantoya büründüğü için
yüzü görülmüyordu. Göğsüne bastırdığı yavrusu da şık bir portbebe içinde
ve kanlı bir peçe altındaydı. Yeni lastikli, yeni iskarpinlerinin üzerinde kalp
oynatan bir yürüyüşle sola, Hükümet meydanına saptı.
Koca ağaçların altına serilen uzun ve bembeyaz meydanın üstünde yalnız
kendi izleri kalıyordu.
Sağına baktı: Polis Müdürlüğü..
Mırıldandı:
— Derdime istediğim gibi deva olamaz.
Soluna baktı: İç işleri Bakanlığı.
Dudak büktü:
— Benimle ilgili olmaya yetkili değil.
İleriye baktı; Harabe.. Şu tarafa baktı: Viran bir kemer. Öteye baktı:
Karakızıl taştan bir berhane (eski konak).
— Mutlaka burası olacak?
Dedi, yürüdü. Birçok ,Bakanlıkların dizdize çalıştığı bu berhanenin alt
katında, sağ tarafta Adliye dairesi vardı. Kapıdaki süngülü jandarmaya
sordu:
— Savcılık nerede?
— Girince sağda, yine sağdan üçüncü oda.
— Eksik olma kardeşim.
Jandarma kadının arkasından merhametle başını salladı;
— Zavallı yenge! Gece kimbilir kocası mı dövdü, hovardası mı? Emme
hovardalık edecek arvada da benzemiyor. Irz ehli bir yenge..
Genç, temiz pak kadın kapıdaki nöbetçinin tarifi üzerine Savcılığın
önüne kadar geldi. Kapıyı tıklatıp girdi. İçeride bir odacı sobayı üşemekle
mesguldü..
Yerdeki avuçlarını ve dizlerini kımıldatmadan başını kaldırıp sordu:
— Ne istiyorsun?
Heyecanlı, korkak bir sesle cevap verdi:
— Savcı Bey!.
Odacı sobayı bir iki defa üşedi ve bu sefer başını kımıldatmadan:
— Müddum (müddeiumumi: savcı) beğ şimdi gelmez. İki saat sonra.
— Ben iki saat nerede bekliyeyim?
— Ben ne bilem kadınım?
— Çok uzak yerlerden geldim, ayaklarımın dermanı kesildi.
— Öteyüz’den mi geldin ki?
— Hayır, taaa, Dikmen bağlarından geliyorum.
— Vi! Bu ayazda mı? Soba hele bi yansın, bir-az ısın, sonra dışarıda
benim mangalın başına geçersin.
— Çok teşekkür’ederim.
— Hele biyol ısın. Ne idersen sonra idersin. Müddum beği nideceksin?
Yoksa bu kış kıyamette Dikmen bağlarında başına iş mi geldi? Eğer öyleyse
yapma yenge yapma! Bak, gül gibi hanımsın.
— Tövbeler tövbesi! İnan ki zannettiğin gibi değil, ben Dikmende
otururum, hem kış yaz.
— Kusura kalma kadınım. Bilin a, şimdiki yengeler, bacılar hep birbirine
benzer de. Derdin nedir bakayım?
Benim derdimi sorma. Ben Savcı Beye bir cinayetten haber vereceğim.
— Katillik midir dediğin?
— Evet, katillerden bahsedeceğim. Katilleri haber vereceğim.
Gelince sana Müddum beği göstertirim. Bu katillik kime olmuş?.
— Bana, bana!
— Vi! Sana yazık değil mi? Ortalıkta millet mu-harebesi var, İzmiri
alacağız. Bu sırada millet gadınına katillik olur mu? Hele bi ısın bakayım.
İşte zoba yandı. Hah şöyle! Gel şimdi dışarıya. Benim mangalım, oturacak
neyim var. Geç başına..
Bu işi bana da anlat.
— Affedersin, müsaade et. Yalnız Savcı Beye söyleyeceğim; sonra haber
alırlarsa..
— Hakkın var, otur, otur yenge hanım!
Genç ve meçhul kadın, kucağındaki bebeği uyandırmamak için büyük bir
dikkatle oturdu.
— Meraklanma. Müddum beğ hergün irden (erkenden) gelir.
Odacı bir sigara yaktı. Genç kadın içini çekti..
Loş ve taş koridorda sobaları yakmak için koyu birer gölge gibi dolaşan
bir iki odacı. Nalçaların boğuk sesleri..
Meçhul kadın yarım gaz tenekesinden yapılmış mangalın yanındaki tahta
iskemlenin üzerinde “kış! kış!” diye çocuğun uyanmamasına çalışıyordu.
Küçük ayakları buz gibiydi. Dizlerinin titremesi odacının dikkatini çekti.
İçeriden bir tahta parçası getirip ayaklarının altına koydu:
— Hay kuzum! Bu kadar ir gelecek ne vardı? Kucağındaki bebe
üşümüştür.
— Hayır, İyice sardım, sarmaladım.
Odacı da karşısına oturup ellerini külbastı gibi mangalın üzerinde
çevirmeğe başladı. Dakikalar ne kadar uzuyordu.
Genç kadın sağ bileğini arasıra uzatarak saatine bakıyordu.
— Meraklanma, nerdeyse gelir. Az kaldı.
Fakat kadının fazla beklemeğe gücü yoktu. Bütün esrarengiz cinayeti
sayıp dökmek istiyordu.
ADLİYECİNİN KALBİ YUMŞAK BİR
ZİNDANDIR

Odacı fırladı, saygı ile kapının perdesini açtı.


Gençten, uzun boylu bir profil, bastonunu verip içeriye girdi.
İçeride saç soba ile maşanın temasından çıkan madeni bir ses..
Sonra bir mırıltı.
Kadının kalbi çatlıyacaktı.
“Savcı acaba bu giren adam mı?” diye sormak için etrafına göz
gezdirirken odacı çıktı:
— İçeriye gel hanım.
Dedi.
Genç ve meçhul kadın çocuğunu göğsüne basarak girdi. Savcının
karşısına gidebilmek için iki basamak merdivenden zor çıktı.
Çantasındaki evrakı çıkarmakla meşgul olan savcı sordu:
— Ne istiyorsun hanım? Odacı bir şeyler söyledi.
— Şey efendim, mazur görünüz, çok mühim bir cinayetten
bahsedeceğim!
Savcı kağıtları, çantayı bıraktı. Oturdu ve kadına karşısında yer gösterdi.
Kadın dermansız bir hareketle adeta çöktü:
— Bir cinayet mi dediniz?
— Evet, esrarengiz, merhametsiz, vahşi bir cinayeti haber vermeğe
geldim. Daha doğrusu hapsedildiğim, zincirlendiğim yerden kaçtım.
— Heyecana düşmeyiniz, sükûnetinizi muhafaza etmeğe çalışınız. Bir
kahve içer misiniz? Sinirlerinizi yatıştırır.
— Hayır, teşekkür ederim, yalnız çok titriyorum.
Bundan çocuk rahatsız oluyor, uyanırsa susturması güç olacak. Müsaade
ederseniz şuraya koyayım.
Aldığı müsaade ile portbebeyi köşedeki boş, küçük bir masanın üstüne
koydu. Dikkatle baktı, örttü, yine oturdu.
— Anlatınız şimdi.
Meçhul kadın korka korka etrafına bakındı. Sonra yazıhaneye doğru
biraz eğilerek gayet yavaş bir sesle:
— Çok rica ederim, odaya kimse girmesin; be-nim buraya geldiğimi
görürlerse mahvolurum. Hatta mümkünse kapıya silahlı bir jandarma
koyunuz, korkuyorum Savcı bey! Korkuyorum. Sezildiği anda
mahvolurum. Zavallı yavrucuğumu parçalarlar. Canavarlar meleklerdir, ben
sırtlanlardan daha vahşi insanların esiriyim!
— Şuradan bir yudum su içiniz. Bakınız boğazınız kuruyor.
— Benim her tarafım kuruyor, kalbim kuruyor, gözlerimin yaşı kuruyor,
ruhum, benliğim kuruyor. Beş aydır, her gece, hergün, her saniye halecan
içindeyim. Bu kalb başkasında olsaydı. İlk anda çatlardı. Ne cesur, ne
sağlam kalbim varmış beyefendi. Bir yudum su lütfettiniz, halbuki ben
hergün bardak bardak zehir içiyorum. Hah! Bakın, kıpırdandı. Müsaade
ediniz, bir dakika, bir dakika emsin.. Kapı için emir verdiniz mi?
Ben emzirirken üzerimize geliveririerse?
— Merak etmeyiniz, şimdi söylerim.
Genç kadın kalktı, çocuğun bulunduğu masaya gitti, arkasını dönerek
göğsünü açtı ve çocuğa dikkat ve özenle meme vermeğe başladı. Savcı
kapıya indi, odacıya bir şeyler söyledi.
Yerine oturduğu zaman arkası dönük kadına baktı. Hayret ve tereddüt
içindeydi.
Bu genç kadını ne vakit, nerede görmüştü? Yoksa görmemiş miydi? Bazı
tipler birbirine çok benzerler. Fakat bu tip çok feci bir tipti. Gördükten
sonra unutmak kabil değildi. Harikuladeliği belli olan bir güzelliğin,
harikuladeliği yürek tırmalayan haraplığı ancak böyle olurdu. Renksiz
yüzünde bir çift iri göz, derin çukurlardan bakıyordu; buzlu ve puslu cam
arkasında parlayan gece kandili rengiyle..
Her şeklin, her hattın nisbeti hayret veren bir derecedeydi. Acaba o
güzellik harap olmazdan evvel mi görmüştü? Eğer öyle bile olsaydı genç bir
güzellik nasıl bu derece ölümleşirdi?
— Bırakalım bunları.
Diye hareket etti. Savcı bütün dikkatini kadının korkunç, esrarlı sözlerine
vermişti. Cinayetten, takipten bahsediliyordu. Sabah, sabah karşılaştığı bu
feci hadise ne idi?
Kadın biraz çekildi. Bebeği yine itina ile yatırdı, yüzünü örttü. Dönüp
eski yerine oturdu. Mırıldanarak:
— Uyudu yavrucak!
— Peki efendim konumuza gelelim.
— Evet, meselemize gelelim!
İnce bir kemik demeti olan elini saçlarından geçirdi. Mantosunu biraz
daha açtı. Derin derin nefes alarak takrar etti;
— Meselemize gelelim! Fakat beyfendi, bu müthiş sırrı naşıl
söyliyeceğim? Daha doğrusu o katilleri ne cesaretle haber vereceğim?
— Merak etmeyiniz, adliyecinin kalbi yumuşak bir zindandır. Orada her
sır yumuşak, şefketli bir güzellik bulur. Dışarıya hiç bir şey, hem
sonsuzluğa kadar çıkamaz. Adliyecinin kulakları çok hassastır, lakin
dudaklarını bir çift çelik kilit zannedersiniz. Merak etmeyiniz, kalbimde en
geniş şefkati ve sırrınız için en derin zindanı bulacaksınız. Söyleyiniz. Biz
bütün bir milletin canilerini er geç adalete çarptırmıya çalışıyoruz, sizin gibi
bir ferdin feryadına sebep olanlar elbette pençemizden kurtulamaz. Bir
yudum su daha içiniz!
— Hayır...
Bu hayır, kadının ciğerlerinden boğuk bir nefes halinde çıktı.
— Ne oldu?
Kadının göğsü körükleşti, iki elini masanın kenarına koyarak ileriye
uzandı, gözleri parladı, çenesi sivrildi, dudakları katılaştı, beyaz dişlerinin
arasından hayatın son nefesi çıkıyormuşçasına inledi:
— Evladımı çaldılar!
— Fakat evladınız yanınızda.
— Ötekini çaldılar! Bunlar ikizdiler.
— Ne söylüyorsunuz?
— Evladımı çaldılar diyorum size! Beş ay evvel, bir gece biri erkek, biri
kız olan ikizleri dünyaya getirdim. Bilmiyorum, gördüm. Ellerimle tuttum,
dudaklarımla öptüm. Fakat sabaha karşı erkeğini çalarlarken yakaladım.
Korkudan nefesim tıkandı, haykıramadım. Yavrucak ağlamaya başladı, o
zaman bir el çocuğun boğazına sarıldı.. ve.. çocuk.. Sustu!
— Anlayışlı olunuz, metin olunuz! Bu kadar teessür zarardır.
Genç kadın başını kaldırdı, beş ay evvelki sahneyi tekrar görmüş gibi
baktı, saçları dimdik olmuştu. Ağır ağır, boğuk sesiyle devam etti:
— Çocuğu doktor kundakladı, ona verdi. Ağladığı zaman o uzattı.
Süleyman pençesiyle boğdu.
— Doktorun ismi nedir?
Kadın yavaşça bir isim söyledi. Bu meşhur isim söylenir söylenmez
Savcı hayretle kımıldandı:
— Fakat bu doktor!
— Sözümü lütfen kesmeyiniz. Önce olayı özet-leyim. Çok perişanım.
Sözlerimi dinleyiniz. Ben de ihtimal vermedim. Doktor, o Süleyman! Buna
imkan mı vardı? Bayılmışım, sabahleyin gözlerimi açtığım zaman ilk
sözüm yavrumu sormak oldu. Doktor başını pencereyc çevirdi, Süleyman’la
annem ortada yoktu.
Onu da göremedim. Yalnız babam:
— İşte çocuğun! Burada uyuyor.
Diyerek bunu, kızımı gösterdi.
— Ya öteki, erkeği?
Diyebildim. Babam tekrar ayni tabii sesle:
— Hangi öteki? dedi.. Hangi erkek?
— Canım, ikiz doğurmadım mı?
— Kızım, galiba sen rahatsızsın, dedi. Sen bir çocuk dünyaya getirdin.
Allah bağışlasın; o da yanında mışıl mışıl uyuyor!
— Bir çocuk mu? Fakat doğurdum, gördüm, öptüm, hatta emzirdim bile.
Babam ne söylüyordu? Yoksa çıldırmış mıydı?
— Baba! Babacığım! Yapma! diyebildim. Bir lo-husa ile böyle şaka
edilmez.
Babam da ses çıkarmadan dışarı çıktı. Doktor, hiçbir şey işitmemiş gibi
babamı takip etti. Boğazım kurumuştu. İçimde bir cehennem vardı. Su, su!
diye seslendim. Bana bir fincan pis su verdiler, içtikten biraz sonra derin bir
uykuya daldım. Ne vakit uyandığımı bilmiyorum. Pencere perdeleri hep
inikti. Odada babamdan, annemden ve Süleymandan başka kimseler yoktu.
Aklım başıma geldi. Makul olmaya çalıştım.
Kendi kendime düşündüm, bütün mantığımı topladım. İhtimal lohusalara
“allık bastı” denilen hadiseye tutulmuştum. Fakat hayır! Kendimi
biliyordum. Başımın altındaki Murad’ın son mektubunu çıkardım, hissimi,
fikrimi, sıhhatimi imtihan ettim. Mektubu güzel okuyor ve güzel
anlıyordum. Demek, hasta değildim. Böyle bir şey olsa bile şimdi olması
icap ederdi. Halbuki çocuklarımın ikisini de kucağıma aldım. Hatta
şahitlerim var. İsimlerini vereceğim şahitlere mutlaka inanacaksınız. Eski
aile dostları oldukları için lohusalığımda köşkte bulundular ve iki evladımı
kucağımda severken beni tebrik ettiler.
Savcı Bey!
Bu facianın kurbanı yalnız ben değilim. Çocuğumu benden hem çaldılar,
hem boğdular, sonra çocuğumun babasını öldürdüler! Hayret etmeyiniz.
Çocuğumun babasını sicimle boğdukları ve gömdükleri yeri de size
gösterebilirim. Belki çocuğumu da oraya gömdüler. Şimdi kızımı da
çalacaklar. Lohusalıktan kalkıncaya kadar beni ilaçla uyuttular, odadan
çıkarmadılar. Soranlara, İstanbula gitti diyorlar. Halbuki ben evde
mahpusum, esirim, hem evin bodrumunda hazırladıkları penceresiz bir
yerde.. O, geceleri, babam akşamları, annemle Süleyman gündüzleri
nöbetçilik ediyorlar. Bir hafta uyku ilacından yudum yudum sakladım. Son
yudumları içemedim. Ağzımda sakladım ve bu suretle başka bir fincanda
biriktirdim. Dün gece Süleyman yine konyağını almış, odanın köşesine
çekilmişti. Dolaba doğru gittim, gözleri kızarmış Süleymana döndüm.
“Süleyman dedim, çocuğa baksana, galiba uyandı”, Süleyman, çocuğun
beşiğine doğru giderken fırsattan istifade ettim, ilacı konyağına döktüm, iki
saat sonra Süleyman sızdı. Ben yavrumu kapınca fırladım. Bodrumdan
çıktım, en aşağı katta kimseler bulunmadığı için kendimi bağların içine
fırlattım. Koşa koşa, dinlene inleye sabaha karşı şehre geldim ve arka
sokaklardan canımı buraya attım.
Kadın yine kapanıp ağlamaya başladı.
Savcı:
— Pekala, dedi. Ben sizi, hiçbir şey sormadan dinledim. Şimdi de siz
bana hiç bir fazla söz söylemeden, yalnız soracaklarıma cevap veriniz.
Evvela söyleyiniz bana, bu Süleyman kimdir?
— Elinde doğup büyüdüğüm bir aile emektarı. Süleyman çavuş derler.
Bizden başka kimsesi yoktur, Boyabad’ın Kalenderler köyünden çocukken
gelmiş. Büyük babam büyütmüş.
— Doktorun adı?
— Ali Bey.
— Şimdi “o” dediğinizi söyleyiniz, “o” kim? Adı ne?
— O, akrabamızdan bir beydir. İzmirde, çiftlikleri var. Adı Nedimdir ve
benim kocamdır.
— Kocanız mı? Kocam mı dediniz?
— Evet,
— Ya çocuklarınızın babalarından da bahsetmiştiniz!
— Evet, Nedim kocamdır. Fakat çocuklarımın babası Murattır.. Meşhur
hava subayı Murat..
Savcı alnını kaşıyarak düşündü:
— Babanız?
— Babam, cinayetlerin toplandığı şahsiyet, asıl o değil mi?
Adı Kamil Beydir.
— Hangi Kamil bey? Şu..
Kadın iki kelime ile cevap verir vermez, Savcı şaşırdı elini alnına
vurarak:
— Demek siz? Siz?.
— Evet. Ben işte oyum, şimdi söylemeğe layık görmediğiniz «Dikmen
Yıldızı». Yüzüme bakıp inanmıyorsunuz, görüyorum. Fakat emin olunuz,
ben işte o daha beş altı ay evvel «Dikmen Yıldızı» dedikleri insanım!
DİKMEN YILDIZINI TANIYALIM

«Dikmen Yıldızı» sağ avucunu başına ve sağ yanağını bileğile dirseği


arasına koyarak masaya yaslandı. Çukurdan bakan gözleri yerdeki kırmızı-
sarı çubuklu kilime takıldı. Dudakları içinde ağlayanlara mahsus
titreyişlerle kıpırdanıyor. Kipriklerini her oynatışta yaşlar taşıyor. Savcı
gözlüklerini siler görünerek bu yorgun sukûta hürmet gerektiğini
hissediyordu. Bu sükût bir, iki, belki beş dakika devam etti.
Görünmeyen bir derinlikten, ağır, hüzünlü bir ses geldi. Aysız gecelerde,
meşe ormanlarının kuytularından belli belirsiz işitilen yorgun kaval sesi
halinde bir ses..
«Dikmen Yıldızı» tekrar söze başlamıştı. Savcı; dirseği masada ve alnı
avucu içinde dinliyor. «Dikmen Yıldızı» kelimelerle, cümlelerle ağlıyordu:
— İşe işin başlangıcından gireyim:
Dikmen Yıldızı, Çaldağın1 kayalarından Dikmen bağlarına nasıl doğdu?
Öncelikle bunu bilmelisiniz ki, facianın ateşten yolunu takip edebilesiniz.
Beyefendi! Dikmen Yıldızı, bir İzmir kızıdır. Şu soğuk kış gününde
bağrında cehennem alevleri taşıyan güzel İzmir’in kızı.. Sık sık nefes
alıyorum, sözün düzenini kaybediyorum, ne yapayım? Affediniz..
Perişanım, dermanım yok. Istırap ve korku kalbimi, ciğerimi pençeliyor.
Dikmen Yıldızı dedikleri İzmir kızı, Karşıyaka’nın bir (ser)i içindeki
mesut bir kafeste doğdu. Çiftliklerinden süzülüp gelen deve katranlarının
çıngırak sesleri içinde, kahkahalar savurdu.
Babası Kamil Bey, dünyanın en iyi insanıydı. Bundan on beş ay öncesine
kadar..
Annesi, Denizli denilen cennetin, meleklerinden birisiydi. On beş ay var
ki şeytan oldu.
Evimizde büyüyen akrabamızdan kimsesiz Nedim, delikanlıların en
civanmerdi idi. Murat’ı sicimle boğduğu geceyarısına kadar.
İhtiyar Süleyman çavuşun mert ellerinde ben büyüdüm, fakat sefil
ellerinde yavrum boğuldu.
Dikmen bağlarına bir yıldız gibi doğan İzmirin kızı, Çaldağ tepelerinden
İzmire doğru sürüp gidiyor.
Adalet dediğiniz şeyde onu söndürmeyecek kudret var mı Savcı Bey?
Yine nefesim kesiliyor, beynim gözlerimden eriyip boşalıyor.
Zannediyorum ki içim boşala boşala delinmiş bir çocuk balonuna
döneceğim. O zaman beni gömmeyecekler bile Savcı Bey! Gömmeyecekler
bile.. Çünkü o kadar derin kinleri var. Bir aile ananesine kurban ettikleri
biricik kızlarını öldürdükten sonra gömmeyi bile tenezzül sayacaklar.
Babamın adını, o her tarafta saygı ve sevgi kazanmış adını böyle bir lekeye
karıştırdığım için belki bana deli diyeceksiniz. Hayır! En ince noktalarına
kadar hikaye ettikten sonra en çapraşık sorularınızı rica edeceğim..
Göreceksiniz ki, aklı çok yerinde birisiyim. Uğradığım zulüm ve
yoksuzluklar beni bu hâle getirdi.
— Müsterih olunuz hanımefendi. Her kelimenize karşı bütün bir dikkat
kesiliyorum. Zihnimde bazı fikirler kıvılcımlanıyor. Evet iyice hatırlıyorum.
Beş altı aydanberi meydanda görünmüyordunuz. Özel aile çaylarında
tesadüf edilmez oldunuzdu. Hatta bir defa ben annenize ve bir defa da eşim,
babanıza sizi sorduk.
İkisi de, iki seferinde de “kışı Büyükadada ihtiyar halasının yanında
geçirmesi için gönderdik” demişlerdi. Halbuki siz buradasınız!
— Eşiniz hanımefendinin müzmin yarım başağrısı nasıl oldu? Küçük
sütten kesildi mi?
— Ne kadar samimisiniz. Evet, başağrısı geçti. Küçüğü baharda sütten
keseceğiz.
— Görüyorsun ki başkalarına ait hatıralarım gayet düzenli. Yalnız kendi
faciam..
—- Rica ederim, sükûn ve itidal!
— Bir sabah, pek erken bir sabahtı.. Yenikale tarafından dumanlar
belirdi.. Bir filo geliyordu. Balkondan babama seslendim. Babam geldi,
baktı ve sapsarı kesildi.
— Yıldız! dedi. Bunlar düşman gemileridir, bu-gün İzmir ölüyor Yıldız!
— Evet, fakat vakit kaybetmeğe, gelmez. Zaten annemle ihtiyaten ufak
tefek hazırlık yapmıştık. Hemen haber vermem lazımdı. Koştum, anneme
söyledim. Denizli cennetinin temiz kadını gözlerinde yaşlar akıtarak bir iki
hazırlanmış ufak el çantasını aldı. çarşaşandık, bahçe kapısı gıcırdadı.
Otomobilimizin gürültüsü başladı. On dakikada hazırlanmıştık. Aşçıyı,
hizmetçileri evde bıraktık. Hepsiyle vedalaştık. Babam, annem, ben,
Süleyman, o Nedim denilen câni ve şöför, geniş otomobile yerleştik. Süratle
gidiyoruz. Nereye?
Başımızı çeviriyoruz, denizde, yaklaşan dumanlar gözlerimize kin
dolduruyordu. İzmir’e bakıyoruz, içimiz hasret kaynıyor. Toz duman içinde
gidiyoruz. Galiba babamla annem bu akıbete karşı tedbir almışlar.
— Baba! Nereye gidiyoruz?
İzmirden ayrıldıkça sararan, sarardıkça derin derin nefes alan babam,
elini artık görünmez olan izmir taratına uzatarak inledi:
— İzmir’i kurtarmaya!
— İzmir’i kurtarmak için İzmir’den kaçmak mı lazım baba? Burada
dövüşüp ölmez miydik anne?
Babamın kin dolu sesi cevap verdi:
— Kaçmıyoruz, uzaklaşıyoruz. Bir karış mesafeden inecek yumrukla, bir
metre mesafeden çakılacak yumruğun tesirleri arasında büyük fark vadır.
Annemin gözlerinde birer şimşek çaktı:
— Onun için gerilip vuracağız ve vura vura İz-mir’i alacağız!
Yollarda, tarlalarda, bağ aralarında habersiz vatandaşlar çalışıyorlar.
Yarın zorla alınacak sürüler, kuzular meleşiyor. Gediz, sarı Gediz, güzel
Gediz, hırçın Gediz, denize kavuşmak için köpüre dalgalana akıyor..
Menemenin son ayranını içtik, Manisa’yı durmadan geçtik.
Vatan sevgisini vatan kaybedenler bilirmiş.
Gönül meselesini ansızın ayrılanlar bildiği gibi.. Bu iki acıyı birden
tattım ve millî mücadelenin ilk yaralısı ben oldum.
Yolda İzmir’in nar bahçelerini hatırladım. Geçen sene bir akşam üzeri
Karşıyaka rıhtımında gezerken ansızın gelen bir dalga ile iskarpinlerimin
nasıl ıslandığı gözümün önüne geldi. O zaman gözlerim gülmekten
yaşarmıştı, şimdi Salihli’nin tozlu ve güneşli şosesinde ağlamaktan kızardı.
İzmir’i görmeyen, İzmir’in kireçli suyunu içmeyen, İzmir’in kaynayan
havasını teneffüs etmeyen, İzmir’in hafif esmer, sıcak kanlı güzel
insanlarının sesini işitmeyen, İzmir sevgisinin ne olduğunu anlıyamaz. Ben
işte o ayrılık gününde kitaplardaki vatan askını ruhuma sindirdim.. Bir
köşesine sindiğim hicret otomobili içinde.. Daha sonraları, hicret
otomobilimizin arkasından akın eden hicret arabalarını, hicret kafilelerini
gördüm. Hepsi de tıpkı benim sesimle, tıpkı benim göz yaşlarımla gelip
geçtiler.
Biz Salihli’de kaldık. Salihli’de Kuvvayı Milliye cephesi kuruldu. Babam
cephede, biz gerisinde gözyaşı, kalb ateşi ve alınteri döktük.
İşte o günlerde idi ki yurt aşkıyla gönül aşkı bir gün ansızın kalbimin
derinlerinde birleşti. Bu, Hava teğmeni Murat idi.
Murat’la İzmir’de tanıştık, İzmirde bakıştık, İzmir’de alıştık ve Salihli
cephesinin ateşleri içinde, en ateşli birer hisle seviştik. İşte yine sözlerimin
düzeni dağılıyor.. Dikmen Yıldızı sustu.
Savcı ses çıkarmadan, su koyup verdi. Dikmen Yıldızı’nın bardağa değen
solgun dudaklarından bir ses döküldü.. Büyük bir yangına bir fincan suyun
dökülüşünü andıran bir ses:
—Daha sonra Balıkesir, Aydın, Denizli cephe-lerine gittik. Annemin
memleketinde çarpışanları gördüm. Köy değirmenlerinde, top kaması
döküldüğüne şahit oldum. Bize dediler ki:
— Kadınlar! Çabuk bir kazan kaynatınız.
Koca bir kazan patates kaynattık, onu bir uçağın bezden kanatlarına
sürdüler ve bu uçak ile Murat da uçup savaştı..
O hain Nedim o zamanlar ne iyi yürekli, ne kahramanca çalışıyordu.
Murat’ı bir kardeşten fazla seviyordu. Bir gün Murat’a:
— Kardeşim, dedi. Tehlikelere çok atılıyorsun.
Murat o beyaz dişli gülümseyişiyle:
—Bak, dedi. Bunun, tehlike neresinde?
Dayanamadım:
— Her saniyesinde..
Diye biraz fazla heyecanla söze karışmışım.. O kadar derin, öyle ateşten
gözlerle baktı ki.. Galiba Nedimin hüviyeti o anda vahşileşti. Çünkü o
günden sonra Nedim gözlerime hiç bakmadı ve bana karşı ne söylese, ya
daima yere, ya meçhul ufuklara söylerdi..
1 Çaldağ: Ankaradaki Dikmen Bağlarının yaslandığı dağın adıdır.
KLÂSİK SEVİŞMELER
BAYAĞILAŞMIŞTIR

— Muratla birkaç uzun ay ayrıldık, içimde acı ve tattı, iki türlü hasreti
vardı: Bir daha dönmemesi ihtimali, acısı.. Dönünce kendisini daha çok
sevdiğimi göreceği kanaati, tatlısı idi.
Murat, öteki insanlar gibi değildi, daima hava yolu ile gider, hava yolu ile
gelip konardı. Bir kuştu sanki. Patates püresinden kanatları, çamaşır
ipeklerinden sinirleri olan bir kuş. Bu tuhaf buluşları her gelişinde
söyledikçe gülmekten kırılırdık. Sonra derhal gururlanır, omuzlarını
kaldırır. Karşımda uçar taklidiyle kollarını açarak süzer ve:
— Patates püresinden kanadım var amma, derdi, o aliminyum çelik
levhadan sağlamdır!
Sonra gözlerini yere indirerek yavaş yavaş ilave ederdi:
— Çünkü ikisinin de patates sürülmüş kısmına sivri bir çöple birer tane
“Yıldız” çizdim.
Bu sefer ben de gözlerimi yere indirerek:
— Dikkat et, derdim, Yıldızın silinip sönmesin.
Şiiri ve aşkı mutlaka ölçülü ifade etmek lazım gelmez. Ya aşk şiirdir, ya
şiir aşktır. Birbirine öyle bağlı ki.. Siz de eşinizle sevişiyor musunuz Savcı
Bey! Çünkü eşler çok defa hiç sevişmezlermiş.. Eğer siz de sahi bir şiirle,
sahi bir aşkla sevişiyorsanız başka bir tarz bulunuz ve o tarzda sevişiniz.
Çünkü klasik sevişmeler bayağılaşmıştır. Aşk uğruna intihar ediyorlar. Ne
tuhaf! Bu o kadar gülünç bir şey ki.. Aşk için yaşanır.. Aşk için kaderdeki
hayâlin süresi kısadır bile.
Mesut veya bedbaht aşk başlıbaşına saadettir. Seven kalb bir kurşunla, bir
zehirle durulur mu hiç? Bedbaht bir aşkla çarpan kalbin acısı ne tatlıdır!
Onu mesut bir aşkla genişleyen, nurlanan bir ruhun kuvvetiyle muhafaza
etmeli.
Sevmek başlıbaşına saadettir. Aşk olur. Sevilmek istemek biraz fazla
bencillik, hatta iyiden iyiye budalalıktır. Hüsrana uğrayan bir aşk için uzun
ömür istemeli ki insan tatlı tatlı açısını çekerek mesut olsun, Ölüme
gidenler aşkı hissetmeyenler, tanımayanlardır. İntiharlarıyla gömülmelerine
bir şey demem, fakat bu hareketleriyle aşkın temizliğine hakaret ediyorlar
ki, bunu affedemiyorum.
Evet, anlıyorum gözbebeklerinizde net olarak okuyorum. Müthiş bir
cinayeti bir savıcıya haber verirken aşk hakkında bir genç kadın felsefesine
ne lüzum var? diyorsunuz. Fakat mazur görünüz; bu cinayetlerle o aşk
fikirlerinin çok kuvvetli bir ilgisi var. Bu cinayetlerin temeli o aşk değil mi?
Murat’ı niçin sicimle boğdular? Seviştiğimiz için.. Yavrumu neden
pençelediler? Bu aşkın ürünü olduğu için.. Aşka karşı bu an’ane ve zihniyet
değil midir ki dünyanın babam gibi en iyi bir aile reisini, annem gibi en
soylu annesini katil etti.
Olayın özünü teşkil ettiği için müsade ediniz de devam edeyim cephe
gerisindeki bahçelerde dolaşayım: Daima göklere bakardım. Murat’ın
yolları olduğu için..
Bazı bir delice, bir atmaca kanatlarını kesik ve seri darbeciklerle çırparak
havanın bir noktasında sabit duruyordu. Âni bir çağrışımla hemen patates
tayyarelim aklıma gelir, hasretine acınacağıma, dövüneceğime sevinirdim.
Bazı, helezonlarla inen, dairelerle dönen bir kartal görürdüm. Ayni
çağrışımla bu sefer, çelik kanatlımın hangi ufuklarda bomba savurduğunu
hayâl ederdim. Her an için muhtemel olan öiümüne, ne kadar çok sevdiğimi
göremeyeceği için yanardım.
Bir gün aklıma geldi. Allah Allah dedim. Sevişen yalnız biz, ikimiz
miyiz? Bütün cephelerde gençler ve gerilerde kızlar, kadınlar var. İki
tarafta, bütün göğüslerin altında birer kalb çırpınıyor. Aşk, başkalarının
aşklarındaki coşkunlukla da gelişmeli.. Evimizin bahçesinde toplanışlar
olurdu. Bir gün bir genç kızın kulağına fısıldadım.
— Seviyor musun güzel köy kızı?
Önce kıpkırmızı ve sonra sapsarı kesildi.
— Kirpiklerine damlalar asılsın diye sormadım. Sadece şimdi körükleşen
göğsünün içinde bir hasret var mı? diye sordum.
— Onulmaz bir hasret var, dedi.
— Nereye gitti?
— Aydın cephesine.
— Ne vakit?
— Belki bin sene var. Hasreti o kadar uzun geliyor.
— Bekliyor musun?
— Dönmiyecek ki bekliyeyim.
— Öyleyse sen hakiki aşıksın köy kızı, öyleyse daha çok sev! Onulmaz
kalb acısı sana saadet olsun.
Alnını dizime dayadı ve rüyadaki seslerle ağladı, ağladı. Bu güzel köy
kızı ile ruh dostu oldum. Bir genç hanımın boynuna sarıldım:
— Beyini özledin mi hanım abla?
Kucağındaki sarı saçlı, yumuk yumuk çocuğunun gözbebeklerine
bakarak cevap verdi:
— Onu bu gözlerde görüyorum.
— Demek çok seviyorsun?
— Aşkın ne oduğunu bilsen Yıldızım!..
— Aşkın ne olduğunu bilsem mi?.. Genç kadına bir şey, hiçbir şey
söylemedim. Sırrımı saklamak daha derin bir aşk, bir zevk oldu. Ona
cephede çarpışan kocaların, dönmeyen nişanlıların, gözleri dalan
sevgililerin hikayelerini söyledim. Güzel köy kızlarının rüyadaki seslerle
hıçkırdıklarını anlattım. Genç kadın o günden sonra kalbini açtı ve bütün
hüviyetimi, dostluğumu oraya sindirdi. Artık bütün kadınlar, kızlar beni
arıyorlardı. Bir kalb ve aşk çağlayanı altında aşkımı yıkıyor, ruhumu mesut
ediyordum. Artık Murat’ı bir kalple değil, bu çağlayan olan sayısız
kalplerle seviyordum. Görüyor musunuz Savcı bey? Ne kadar zengin bir
aşkım vardı!
Klasik sevgilere benzemeyen bir aşk..
Nedim cepheden geleli üç gün oldu.. Dördüncü gün izni bitecekti. Bu üç
gün içinde yere bakarak iki defa konuştu.
Birisinde sadece “Yıldız Hanım! Çamaşırlarımı hazırlatır mısınız?” dedi.
İkincisinde “Yıldız Hanım! Beybabanıza mektup yazacak mısınız?” diye
sordu.
Ben sinirlendim. Hanım sözü fena halde dokundu. Şimdiye kadar daima
samimi ve laubali olan Nedim resmileşmişti. Sertçe sordum:
— Neden eskisi gibi sadece Yıldız demiyorsun?
— Çünkü artık hanım denecek kadar büyüksünüz. Çocukluktan çıkalı
dört, beş sene oldu.
— İnanmıyorum Nedim ağabey!
— Göklerimde bir bulut olmasını istemiyorum Yıldız!
Bu cevabı anlamayacak kadar câhil ve hissiz değildim. Göklerimde bir
berraklık istemekteki kasdi Murat’tı.. Ben de kısa yoldan girdim:
— Babama mektup yazacağım. Murat Bey’i görürsen selam söyle.
Nedim henüz soyluluğunu bozmamıştı. Murattan aldığım bir mektupta bu
selamımı söylediği yazılıydı. Hatta kendi hesabına daha ileri gitmiş, demiş
ki:
— Murat Bey! Sağ kalırsak iki zaferin saadetini birden göreceğim. Biri
cephe zaferi, öteki Murat - Yıldız zaferi.. Amcamın kızı sana lâyıktır. Murat
bey! Onu temiz ve mert kalbine emânet ediyorum.
Savcı Bey! Bir seneyi ikiye ayırınız. Başlangıcında bu asil sözleri
söyleyen; sonunda bir İngiliz sicimiyle aynı adamı boğdu! Balkondan
kendimi atacaktım. Babam kuvvetli kollarıyla yakaladı.
— Çocukmusun kızım? Nedim bir bağ hırsızıyla uğraşıyor, şimdi bağlar
jandarmaya teslim eder.
.. O gün Nedim göklerimde bir bulut olmak istemediğini söylemişti, fakat
bilakis o gündenberi Nedim göklerimde daimi, kıpırdamayan, yerini
değiştirmeyen, pas rengi bulut oldu.
Bir tabiat parçasının bir noktasına bakarsınız istemeden diğer taraşarını
da hayal meyal görürsünüz. Nedim de böyle oldu.
Hayatımın hedefi Murattı. Ne zaman Muradın kendisine veya hayaline
baksam, istemeden, Nedimin oradaki dumanlı varlığını görür gibi olurdum.
Beni seviyor muydu, kıskanıyor muydu? Yoksa bir aile geleneğine
dayanarak kerekterlerimizin çirkin olduğuna mı inanıyordu?
Babam, annemi aldığı geceye kadar serçe parmağının uçunu görmemiş.
Gündüz duvağını bile açmaktan çekinmiş. Hâlâ süren aşkları benim
doğduğum gün doğmuş, ikisi de son derece serbest ve yeni fikirli
olmalarına rağmen aile çaylarında görmez miydiniz, “gelenek, efendim”,
diye gülümser ve annemin başındaki tülü biraz daha inceltmezdi. Nedim
belki de annemle babamın bu işten haberleri olacağından endişe ediyordu.
Bana karşı bir kalb duygusu yoktu da ihtimal beni korumak için soylu bir
ağabeylikle uyandırmağa çalışıyordu.
Ne desem, nasıl düşünsem, görüyorum ki Nedim, dediği gibi, göklerimde
bir bulut olmaktan kurtulamıyor. İstemediği, çekinip kaçındığı şey bütün
varlığımda doğmuştu.
Hatta sonraları birkaç defa Nedim ağabey yerine gülerek Bulut ağabey!
Bulut ağabey! diye seslendim. Her seferinde sararırdı. Bir gün dedi ki:
— Büsbütün gideyim mi Yıldız? Kaçındığıma uğradım demek.. Öyleyse
mümkün olduğu kadar uzaklaşayım da göklerin eski berraklığını alsın.
—Hayır! dedim. Şaka ediyorum. Böyle bir ihti-malin imkansızlığını
göstermek için söyledim. Yoksa sen daima benim kalp dostum, eski Nedim
ağabeyimsin.
Bu sözlerin bir teselli olduğunu hissediyor, bunları söyledikçe
bulutlaştığını seziyordum. Yalnız endişelerimi yatıştıran sebepler vardı.
Bütün seven kızların ve etrafımdakilerin her birisinde ayrı ayrı bulutlar
vardı. Demek aşka endişe ve bulut lazımmış.. En güzel çiçek demetinin
arasına mana ifade etmeyen renksiz otların konulduğu gibi.. Şüphesiz ki
dümdüz, berrak bir gök.. Biteviye ve yalnız güneş.. Dalgasız, aynalaşmış
engin iyi bir şey değil; serpilmiş bulutlar. Işıksız gezegenler, köpüklü dalga
zincirleri istiyor. Hareket, heyecan, ses, renk, hayatın ihtiyaçlarıdır.
Bulut Nedim’e adeta minnettar olmağa başladım. Çünkü bu suretle
Muradı istediğimden fazla seviyordum. O kadar ki bir akşamüstü:
— Murat Beyin alnını bir kurşun sıyırmış.. dedikleri zaman “niye
yarasını ben kendi elimle sarmadım? Sararken patates tayyareliye geçmiş
olsun!” şakasıyla gülüşmedik diye müteessir oldum. Kimseye göstermeden
belki bir saat ağladım.
Bir gün çok yüksekten uçarak geçti. Havada minimini bir nokta, bir alev
süratiyle aşağıya doğru kayıyordu. Köy kızları ile koştuk. Çayırın ilerisine
düştü. Bir kız o demin söylediğim; hasretinin ebediliğine eren güzel kız
aldı, getirdi. Küçük bir mektuptu.. Zarfın üstünde şunlar yazılıyor:
Yıldızdan Yıldıza selam..
İçindeki birkaç satır babamdandı.. Köy kızları, köy evlerine üstüste
sığınmış hanımlar, çocuklar, kalbinde hasret ve muhabbet taşıyan bütün
halk mektubu birer defa gördü, parmaklarının ucunu olsun birer defa sürdü..
Göklerden gelen bu kağıt parçası hepsine göklerden ve siperlerden birer
müjde, birer öpücük getirmişti!.
FACİALAR ŞEBEKESİ İÇİNDE..

Dikmen Yıldız nefesi kesilinceye kadar söyledi.


Başını, masaya uzattığı kolunun üstüne yatırdı. Sol kaşının kenarından
yaşlar sızıyordu.
Birkaç dakika böylece kaldı. Savcı ses çıkarmadan bekliyordu. Genç
kadın ürpererek başını kaldırdı:
— Galiba çocuk uyandı.
Köşedeki küçük masaya doğru gitti. Kundağı hafif hafif sallayarak “kış
kış kış!” sesleriyle çocuğu tekrar uyuttu. Yerine döndüğü vakit ayakta
duracak halde değildi. Savcı yumuşak bir sesle:
— Hanımefendi, dedi. Çok yoruldunuz, beş on dakika istirahat ediniz.
— İmkanı yok. Buradan bir adım çıkmam.
— Buradan çıkmıyacaksınız. Bu odanın yanında küçük, özel bir oda daha
vardır. Dışarıya kapısı yoktur. Orada istirahat ediniz. Çocuk da kanape
üstünde yatmış olur.
Kadında ısrar edecek kuvvet yoktu. Yavaşça kalktı, çocuğu aldı ve bitişik
odanın perdesini aça-rak kayboldu. Savcı ancak yerine oturduğu zaman
sakakları ile çene kemiklerine yapışan ağzının farkında olabildi. Tekrar
kalktı, dolaştı. İçinde bir sıkıntı vardı. Odacıya emir verdi:
— Muavin beye söyle benim mühim işim var, bugünkü duruşmalara
kendisi girsin, beni de yalnız bıraksınlar.
Biribiri üstüne birkaç sigara içti. Mendilini soğuk su ile ıslatıp alnını,
şakaklarını oğdu. Sinirlerine hakim, kuvvetli bir adliyeci olduğu halde
benliğinde dayanılmaz bir sarsıntı belirmişti. O kadar ki daha on dakika
evvel, kadının gözleri önünde ağlamamak için büyük sinir kuvveti
harcamıştı.
Bu müthiş, umulmaz cinayetle beyni altüsttü. Bütün isimleri zihninden
geçiriyor ve her isim önünde hayret ve dehşetle duruyordu. Ankara’da çok
saygıdeğer bir mevkii olan İzmirli Kamil Bey:
— Bu nasıl olur? Bu nedir?
Diye içi yırtılıyordu. Bir aile, soylu ve tanınmış bir ailenin gelenek ve bir
hata uğruna, biricik kızları aleyhine birleştiklerini çok görmüştü. Fakat bu
birleşmenin cinayete varabildiğine rastlamamıştı. Kamil Bey, Kamil Paşa
ile çatışmış ve koca kurdu yenmiş bir adamdı. Hayatını iyilik, şefkat ve
faziletle geçirmiş, yabancı memleketlere varıncaya kadar tanınmış Kamil,
eğer çıldırmadıysa mutlaka bu faciaya iştirak edecek çok mühim sebepler
vardı. Fakat ne olursa olsun bir hadise, bir vakıa karşısında mesleği,
vazifesi, her histen üstündü. Bu işi sonuna kadar takip edecekti.
Parolalı bir pusula yazıp polis müdürüne gönderdi ve “Dikmendeki
İzmirli Kamil yeğeni Nedim, doktor Ali Beylerde Kamil Beyin kahyası
Süleyman çavuşun uzaktan takipleri ve en ufak hareketlerinin tesbit ve
savcılığımıza hemen bildirilmesi..” ni emretti.
Türkiyede faziletiyle bilinen dahiliye mütehassısı Ali Beyin bir cinayetle
alakadar olacağını kim umar? Bu esrarengiz vaziyeti tahlil ettikçe yerinde
duramıyor, başının uğultusu şakaklarının sancısı geçmiyordu. Bu facianın
en maddî, en canlı eseri de işte iki saattenberi karşısında inleye inleye ifade
vermişti.
Yalnız gizli bir taraf vardı: Niçin çocuğun birisini yok ediyorlar da
diğerini bırakıyorlar? Bu sual ateşten bir burgu halinde dimağına saplandı.
Vaziyetin görünür şekli bunu bir esrar perdesi altında saklıyordu Açmalıydı.
Açılması lazımdı.
— Kafamı değiştirip muhakeme etmeliyim.
Diye tekrar ayağa kalktı. Bir kahve ısmarladı, yeni açtığı ikinci paketin
onuncu sıgarasını yaktı. Ve bir kuvvetli polis kafası ile muhakemeye
başladı. Vaziyet aşağı yukarı acıktı.. Dava başı meydanda idi. Dikmen
Yıldızı ile Murat sevişiyorlar, babası vermiyor. Yıldız, yıldızsız bir gecede
Muratla, kimseye sormadan evleniyor. Törelerine çok bağlı ailenin bundan
haberi oluyor. Ve aklıselim çığırından çıkıyor. Fakat neden çocuğun ikisi
değil de biri?! Buna bir ihtimal vardır: Çocuğun birisini ortadan
kaldırmakla zavallı güzel kız bu hâle gelirse, sonra ikincisini yok etmek,
Yıldızın “tabii ölüm” ünü temin etmektir!
İkinci mesele: Dikmen Yıldızının lohusa olduğunu hiç, hiç kimse
duymamıştı. Burada da iki esrarengiz safha vardı. Dikmen Yıldızı,
Ankarada bir tane idi ve bütün Ankara gençliğinin kalbi Dikmen Yıldızı
için çarpıyordu. Bu durumda bir kız Ankarada bulunsun, meşhur Kamil
Beyin kızı olsun, evlensin, çocuk sahibi olsun.. Sonra kimseler bilmiş,
duymuş olmasın!
Buna imkan yoktu.. Fakat polis kafasının mantığı bu düğümü de çözdü.
Ortada, törelere bağlılığı hastalık derecesinde bir aile, bir aile rezaletine
mâruz kalıyor. Bu faciaya sebep olanlardan birisini ortadan yok ediyor.
Eserlerinden birisini de kaldırıyor. Fakat ortada yine diğer eserler ve bir
lohusa var. Önce kıza meşru bir koca bulmak lazımdır.
Bu fedakârlığı Nedim kabul ederek Yıldızın nikahını üstüne alıyor.
Şeklin dışyüzü kısmen kurtuldu demektir. İkinci eser de ortadan kalkınca,
Yıldız da bodrumunda tabii ki sönüp gidecek.. Ve madem ki doktor da işin
içindedir, lohusalık hummasından öldü, diye raporu verince kızcağız
Çaldığın bir köşesine gömülüverecek!
Durum bundan başka türlü tahlil olunamazdı ve olaylar da bu mantık
silsilesini maddeten onaylıyordu.
Savcının elleri buz kesildi. Bu sonuca vardıktan sonra, davayı dakika
geçirmeden yürütmek göreviydi. İşte bu görev bir yandan meslekî
vicdanını, bir yandan insanî varlığını perişan ediyordu.
İhtimal yarın, belki de bir kaç saat sonra bu haber Ankara içinde top gibi
patlayacak. Yapacağı etki müthiş olacak. Bu adlî sırrı saklamanın imkanı
yok. Genç kadının korkması haklı. Böyle büyük, müthiş bir cinayet
meydana çıktıktan sonra suçlulardan hangisi olsa, Yıldızı görür görmez
saldırırdı.
— Keşke adliyeci olmasaydım..
Diye içini çekti. Adliyeci olmasaydı, kızı da, ailesini de kurtarmak
çarelerine mutlaka başvuracaktı.
Dikmen Yıldızının güzelliği, millî his namına kalmalıydı, Kamil Bey
ailesi zindanlara düşmemeliydi. Mademki Yıldızın hatasını örtmek çaresi
bulmuştu. Suçlularında anî, delice hareketleri gizli kalabilirdi.
Fakat çocuk? Dikmen Yıldızını cenazeleştiren bu gerçek nasıl
örtülebilirdi ki.. Esasen genç kadının bütün ıstırapları bu boğulmuş
kundağın göğsünde düğümleniyordu.
Olay, daha doğrusu olaylar için şüphe ve tereddüt gereksizdi. Şimdi daha
iyi hatırlayabiliyordu. Karısı ile beraber çayda Dikmen Yıldızını sordukları
zaman Kamil Beyle hanımı, bir an göz göze gelmişler ve derhal geçen bir
endişeden sonra İstanbul’a gönderdiklerim söylemişlerdi.
Yıldızın söylediği tarihle bu tarih uyuyordu. Halledilmemiş bir nokta
daha vardı. Onun için de en kısa yol Genelkurmaya sormaktı. Telefonu aldı,
Genelkurmayı buldu;
— Ben, Başsavcı.. Hava subayı Murat Beyin ölüm tarihini öğrenmek
istiyorum efendim. Bir miras meselesi var da..
— Beş dakika müsaade ediniz.
Beş dakika sonra aldığı cevap saçlarını dimdik etti:
— Hava yüzbaşı Murat efendi, altı ay önce öl-müştür. Geniş bir bilgi
veremeyiz! Askerî sırdır.
Altı ay önce! Yâni Yıldızın lohusalığından bir ay öncesi.. Bu tarihler de
uygundu. Fakat neden askerî sır olsun? Ölüm şekli söylenemez miydi?
Yoksa bu, dalbudak salmış bir facialar şebekesi miydi? Derhal polis
müdürüne telefon etti:
— Gönderdiğim gizli pusulamdaki Kamil Beyin yeğeninin veya
mensuplarından bir kimsenin Genelkurmay ile ilgisi var mıdır?
— Bir dakika müsaade..
Savcı bu bir dakikayı uzun bir cehennem ateşi içinde geçirdı. Telefon
çınladığı zaman ahizeyi kaptı;
— Beyefendi! Kamil Beyin yeğeni Nedim Bey, Sakarya önünde aldığı
yara neticesinde silahsıza ayrılmış ve o günden sonra Genelkurmayda iç
haberleşme dairesinde sabit bir hizmette bulunuyorumuş..
Özel defterimizin kaydını aynen arzediyorum. Bir defa da (A.P.)
merkezine lütfen sorunuz.2
(A. P.) şu cevabı telefonla bildirdi:
— Askeri telefonlar haberleşme subayıdır. Şimdi vazifesi başındadır.
Ordunun en güvenilir, en seçkin yedek subaylarındandır.
Savcı sapsarıydı. Artık düzenli düşünemiyordu. Demek on dakika önce
kendisine cevap veren, Murat için askerî sırdır diye ölümünün şeklini
söyleyemeyen Nedimdi.. Keşke savcı olduğunu söylemeseydi..
Dikmen Yıldızı, olayı hayrete şayan bir isabetle haber vermişti. Artık
durmak zamanı geçmişti. Nedim’in gözetlemeye alınmasını da gereken
yerlere gizlice bildirdi. Her şeyi hazırladıktan sonra adalet sahnesine
çıkaracaktı.
Cânileri bile affedebilmeği düşünen deminki Savcı, şimdi canı yanmış bir
kaptan kesilmişti. Gözünde Dikmen Yıldızından, Murattan ve bir kaç
günlük masûm çocuktan başka bir şey yok-tu.
İnsanların bu derece alçalması kabil miydi? Demek Kamil bey denilen
câni, memleketler halkıyla alay ediyordu. Ona hürmetle uzanan elleri
“Budalalar! Bilseniz ben kimim!” diye alay ederek sıkıyordu.
O sırada telefon Kamil Bey hakkında şu bilgiyi verdi:
— Bu sabah erken, yanında Jandarma harici bölük kumandan vekili
olduğu halde açık bir faytonla ve süratle Emirler gölüne doğru gitmişlerdir.
Arkalarından köylü kıyafetinde iki silahlı atlı çıkarılmıştır.
Takipleri sezilmesin diye, bir sorguya uğrarlarsa; iki inek kayboldu onları
arıyoruz, diyeceklerdir.
Süleyman Çavuş ile Nedim için de, şu bilgiyi aldı: Balkat köyüne doğru
gitmişlerdir. İki saat sonra Süleyman yalnız dönmüştür. Nedim’in işine
gittiği zannediliyor.
Doktora gelince; ayni saatte yanında bir sivil ve bir havacı subay olduğu
halde Mühye köyüne araba ile gitmişler ve henüz gelmemişlerdir.
Nedim için ayrıca şu malûmatı aldı:
— Bugün vazifesine geç geldi. Hâli çok düşün-celi, ümitsiz ve telaşlıdır.
Söylenen sözleri güç anlıyor, cevap vermek istemiyor.
Bu haberlerin her kelimesi, savcının dimağına keskin, sivri ve zehirli
birer mızrak gibi saplanıyordu.
Şimdi de meseleye bir jandarma subayı ile, hava subayı ve bir sivil daha
karışmıştı.
Jandarma subayının bu meselede ne alakası olabilirdı?
.. Ve Kamil Beyle ne dereceye kadar sırdaştı? Şüphesiz ki bunların hepsi
muhtelif yönlerde Dikmen Yıldızını aramaya çıkmışlardı.. Bu, itiraz
götürmez bir hakikatti. Yıldızı aramak için dağıldıklarını söyleyebilmek
ancak mesele ile az çok, hatta tamamen alakadar olmaya bağlıydı.
Jandarma kumandanını tanıyordu. O da temiz bir insandı. Savcı bu iyi
insanların esrarı içine gömüldükçe çıldırmadığına şaşıyordu.
Mırıldanarak dolaşıyor:
— E... y! diyordu, o iyi insan, fakat bir câni.. Bu iyi fakat suç ortağı..
Bütün bu iyi insanlar böyle mi olacaklar?
Bitişik odanın perdesini açtı. Yıldız çocuğu ile meşguldü. Savcı,
hikayenin sonuna gelmek istiyordu;
— Biraz istirahat ettiniz mi hanımefendi?
— Evet, devam edebilirim.
— Lütfen geliniz.
Genç kadın ağır adımlarla eski yerine oturdu. Ve tane tane söylemeye
başladı..

2 Millî Mücadelede Askeri Polis teşkilatı da vardı.


KARANLIK MAĞARAYA DOĞRU

— Biribiri üstüne iki ateş ve ölüm baskını.. Bulunduğumuz cephe yer yer
yarıldı. Cephemizden sanki bir tarla tırmığı geçti, gire çıka, ala vere, yana
söne zaten Aydın’ın aydın denilecek hâli kalmamıştı. Bu sefer yediğimiz
darbe pek fena sarstı. Arkaya çekilen erkeklerimiz geride bir toplanış için
buhran geçiriyorlardı. Kaybedecek vakit yoktu. Ancak silahlılar geriye
gidebiliyorlardı.
Biz kadınlar, çocuklar çaresiz bir vaziyette kalmıştık. Hareket edebilecek
ne vasıtamız, ne takatimiz vardı.
Babam, Nedim ve Patateslim çayırın kenarında bir üçgen teşkil etmişler,
gizli görüşüyorlardı.. Güç halde dört katırla üç at bulduk. Çocukları
kucağımıza aldık. Dinç hayvanlara ikişer bindik.
Benim gibi genç kızlar nöbette yaya yürümeye karar verdik. Zeybekler,
askerler cephane yüklü hayvanlar kol kol geçiyorlar..
Bütün kirpiklerin, dipleri kıpkırmızı, bütün gözler ve dudaklar kupkuru..
Her tarafta bir sessizlik..
Bu sessizlik en büyük acıyı veriyor ve en büyük felaketi söylüyor.
Biz kadın, kız ve çocuk, onaltı kişilik bir kafile olduk 3.
Babam, kamçısı ile bana gel işareti verdi..
O elem üçkeninin arasına girdim. Babamın sesi toktu:
— Kızım! diye gözlerime baktı. Bu kafilenin en metini, en aklı ereni
sensin. Sizi, tutacağımız yeni cephenin gerisine götüremiyeceğiz. Buna
imkan yoktur. Düşman süratle ilerliyor. Dinle beni kızım.. Buralarda da
bırakamayız, çünkü hepiniz düşmanca tanınmış birer adama mensupsunuz.
Üçümüz ve diğerleri karar verdik. Şu karşıki dağda görülmesi ihtimali
olmıyan bir yerde derin bir mağara vardı.. Sizi oraya kadar götüreceğiz.
Mağaranın içini hayvanlarda yüklü eşya ile oturulur bir hâle koyarsınız. Ne
gündüz, ne gece, hiçbiriniz dışarıya çıkmıyacaksınız. Ormandaki keresteci
köylülerden iki kadın, iki erkek bulduk. Size sıra ile her gece yiyecek
getireceklerdir. Mağaranın içinde su var. Bu surette üzerimize gelen düşman
birliğinin gerisinde kalacaksınız. Ötesi Allah kerim. İlk fırsatta tekrar geriye
atarsak o zaman sizi daha arkaya göndermek kabil olacaktır.
Ses çıkarmadan dinliyordum. Bütün vücudum kaskatı. Hiç bir harekette
bulunamıyordum. Babam endişelendi:
— Yoksa, dedi, bu işi kıvıramıyacak mısın?
Derhal kendime geldim, sözünü reddettim:
— Annem de var, biribirimizin yardımcısı oluruz. Fakat hiç silahımız
yok.
— Savaşacak değilsiniz ya.
— Fakat icap ederse savunacağız.
— Ancak bir mavzer filintası ile üç yüz fişek bırakabilirim.
— Bize o da kafi.. Sizden haber alamıyacak mı-yız?
Mesele idi. Babam düşünmeye başladı. Nedim dedi ki:
— Biz yine düşman gerilerine çete akını yapacağız. Kabil oldukça
uğrarım..
Murat, babamın yüzüne bakarak güya ona söyler gibi söze karıştı:
—Beyefendi! Ben her uçuşumda onlara haber verir ve size haber
getiririm.
— Bunu nasıl yapacaksınız Murat Bey?
— Tabii tafsilatlı bilgi temini imkansızdır. Ben sıhhatte olduğumuzu
tayyarenin kuyruğuna uzun bir kurdele bağlıyarak haber vereceğim.
Kordelayı görmedikleri zaman harp ve şahsi vaziyetimizin iyi gitmediğini
anlıyacaklardır.
— Ya biz? diye sordum. Ya biz nasıl haber ve-receğiz?
— Size yiyecek getirecek köylülere tenbih ede-riz. Her gece sizden
alacağı sıhhat haberini bize mesela bir yorganla bildirir. Evinin bahçesine
çamaşır asar gibi bir yorgan asar. Bu işareti göremediğim zaman
vaziyetinizin imdada muhtaç olduğu anlaşılır.
— Çok güzel dedim, tüfeği veriniz, yola düzülelim.
Babam biraz sararmış, fakat gülümseyerek sordu:
— Korkmuyor musun Yıldız?
— Teessüf ederim baba! Korkmamak için tam on dört sebep var: On altı
kişilik bir mağara kafilesiyiz. On dördüncü annemle bana emanet
ediyorsunuz. Bu on dört kadın, kız ve çocuğun da babaları, kardeşleri ve..
Bilmem neden? sustum. Babam peştemallı başımı okşadı ve on dakika
sonra yola çıktık.
Mümkün olduğu kadar hızlı gidiyorduk. Bir müddet hep beraber gittik.
Ormanların içinde yol ayrılıyordu.
Ben annemle beraber, en arkadaydım. Zeybekler kafileyi sapaya sürdüler.
Babamla gozgöze veda ettik.
Nedim ses çıkarmadan elini sinirle silahının kabzasına vurdu. Bugünkü
mağlup silahını sanki şamarlamak istedi..
Murat anneme seslendi:
— Uzun kurdela sıhhat!.. Yorganı da unutmayınız.
Ve bana dönerek babamı da güldüren bir şaka ile:
— Yıldız Hanım! dedi, şu dakikadan itibaren birinci mağara bölüğü
kumandanısınız.. Her gün göklerinize gelip sizden günlük bilgi alacağım.
— Birinci günlük emir: Siz ölürseniz, sizi tarihe gömdüreceğim. Biz bu
mağarada ölürsek siz de bizi İzmir’e gömdürünüz.
Yolun kıvrımında ayrılanlarla dönüp bakıştık. Ellerimizi sakladık.
Dört adım sonra ormanın gölgeleri içinde gidiyorduk.
Önümüzdeki zeybek, bir zemberek gibi taştan taşa geçiyor biz de nereye
gittiklerinden habersiz, belki gerilere gideceklerini umut ederek sevinen
kafilemize yetişmek için acele ediyoruz.
Üçümüzde konuşmuyoruz.
Zeybek arada bir arkasına bakarak yarların geçitlerini gösteriyor..
Yüksek dağ, vahşi orman içindeyiz. Artık patikaları da kaybettik, keçi
yollarını da..
Bir aralık aklıma geldi:
— Anne dedim, ya ötekiler mağarada kalmaya razı olmazlarsa?
— İmkanı var mı? Nereye gidebilecekler? Ha-kikati söyleriz.
— Bana kalırsa topluca söylemeyelim. Kafileye yetişmek üzereyiz. Daha
iki saatlik yolumuz varmış. İki üç mola veririz. Mola esnasında birer birer
ve gizli gizli hepsine hakikati anlatırız. Çocukları heyecana vermiyelim.
Kafilemize yetiştik..
Güçlükle dağları tırmanıyoruz. Ağaç dalları yüzümüze, yanımıza
çarpıyor..
Bazı yerlerde inmeye mecbur oluyorduk, ilk molada annem başka bir
anneyi, ben başka bir kızı birer ağaç altına çektik, vaziyeti anlattık. Genç
kız gözlerime baktı :
— Mademki sen de varsın, ne yapalım, o mağara da bizim
topraklarımızdır. Her vakit İzmir Kordonunda kahkaha edecek değiliz ya.
— Kordona dönüş daha tatlı olacak.
Genç kıza tembih ettim. O da başkasını bulup anlatacak. Anneme baktım,
göz ucu ile işaret verdi:
Oldu.. Muvaffakiyet!..
Mağaranın önüne geldiğimiz vakit hiçbirimiz orada bir mağara
bulunduğunu anlayamadık. Vakit gecikmişti. Zeybekler on dakika kadar
aradıktan sonra kilimleri, semerlere koyduğumuz yastıkları, sepetleri
indirip, bir çalının arkasında kayboluyorlardı.
Arkalarından gittim. Sökülmez bir koca çalı yığinı ile bir kaya parçası
tarafından dar bir geçidi gördüm.
Beş altı adım sonra birdenbire açılan ve bir kişinin geçebileceği
genişlikte bir giriş.. Uzun bir mağara.. Solunda odaya benzer bir boşluk.
Karşısında on beş metre bir yarık.. Buradan hava ve ışık giriyor.
Büyükler ses çıkarmıyor; küçükler hayretle bakışıyorlar. Mümkün
mertebe kendimize yatacak; oturacak yerler hazırladık. Bir deste mum var.
Bir tanesini yaktık. Küçükler bu vaziyetten adeta memnun oldular.
Garipsemekle beraber hoşlarına gidiyor. Aylardanberi felakete, maceraya,
hicrete alışmışlardı.
İşlerimiz bittikten sonra zeybekler bana dediler ki;
— Karanlık basmadan keçi yolunu bulacağız. Size yiyecek getirenler
dışarıda türkü söyleyecekler.. O zaman çıkarsınız.
Zeybeklerden ayrılış hâzin oldu.
Hayvanları yedekleyip ağaçlar arasına daldılar. Gözden, kaybolmaları
için iki dakika kafi geldi..
Mağaranın girişinde annemle yalnız kalınca uzun uzun bakıştık. Annem
elini omzuma koyarak yavaşça içini çekti:
— Yıldız! Üstümüze ağır bir mesuliyet aldık.
— Ne zarar anne!. Bu mesuliyetin birçok zevki de var. Ağırlığı altında
bunaldığımız zaman biribirimize kuvvet veririz.
Güneşi göremiyoruz; fakat gökteki ışık kırılmalarından gurubun
yaklaştığını anlıyoruz. Başımızın üstünde nefti ağaç dalları ile bir gök
parçasi var.. Hissediyorum ki annem sözlerimle ferahlanmadı.
Kadın, kız ve çocuk on dört can, ikimizin tedbir kabiliyeti ile metanetine
bırakılmışı.
Benim yalnız tatmin edilmemiş bir endişem vardı: Vahşi hayvanlar!
Bilhassa bu taraşarda sık sık görülen kaplanlar..
Bu endişemi anneme de açtım. Omuzlarını kaldırarak dudak büktü:
— Bizi buralara süren düşmanlar kadar vahşi olmasınlar.
— İyi ki tüfek almayı akıl ettik anne.
— Bu akşam ikimiz nöbetleşe bekleriz. Yarın mağara girişini taşla öreriz.
Gelecek köylüler için yalnız bir pencere bırakırız. Ne olsa bir savunma
vasıtasıdır.
Gördüm ki, birkaç saat evvel müteessir görünen annem, yenibaştan
Denizli kızı olduğunu gösterdi.
Eski kan ve sinir kuvveti yerine geldi. Nefti çam dalları arasında
morlaşan gök parçalarına son defa bakarak mağaraya girdik.
Hanımlar, sessiz hareketlerle ortaya iki sofra kurmuşlardı. Birisi
büyüklere, ötekisi küçüklere.. Ekmek, peynir, zeytin.. Çatlağın ilerisindeki
kaynaktan da mataralara su doldurulmuş.. Oturduk. Karşıyakadan hareket
ettiğimiz dakikadanberi bu kadar derin bir sükûn ve sükûtla kurulan bir
sofraya tesadüf etmemiştim.
At sırtı, fena yollar ve nihayet iki mumlu mağara, küçükleri fazla
yormuştu. Hepsi erkenden uyudular.
Büyükler konuşmak istiyorlar, fakat konuşamıyorlardı.
Nöbetim geldi, ilk girişin iç tarafına çıktığım vakit arkaya baktım.. Mum
ışığının dışarıdan görülüp görülmediğini anlamak istiyordum.
Görülmüyordu.
Yalnız bir tarafı düz ve üst kısmı sızıntılarla düzensiz yontulmuş bir hâl
alan kaya yüzeyinde kıpırdayan, karanlıklarda yol arayan sapsarı bir ışık
gölgesi yapıyordu. Acaba? diye düşündüm bu sarı ışık bizi bir güneşe
çıkaracak mı?
3 Bu hikayeyi Balıkesir’in geri alınışında akıncı kumandanımızdan işittim.
KARANLIK MAĞARANIN YILDIZI

Her gün köylüler sıra ile yiyeceğimizi getirmeğe başlamışlardı.


İhtiyaçlanmızın hücra bir dağ köyünden tedarik edilebilen kısımlarını temin
ediyorlardı. Ne temiz ne güçlü insanlardı. Düşmandan haber alıyorduk.
Mağaraya kapandığımız gecenin sabahına doğru düşman süvarileri
ileriye geçmiş..
Ertesi günü piyade, topçu birlikleri görünmüş..
Yeni cephe birkaç saatlik mesafede imiş..
Top sesleri geliyormuş.
Demek ki biz ve yakınımızdaki köy, düşmanın tam gerisinde idik..
Dört, beş gün böyle geçti. Tam öğle vakitleri yüksek kaya yarığının
dibinde toplanıyor, bu sayede bir saat kadar güneşleniyorduk.
Bereket versin ki mağara büyüktü. Yoksa çocukları nasıl biteceği
bilinmeyen bir zaman için burada hapsetmek imkânsız olacaktı. Birtakım
oyunlar, eğlenceler icat ediyordum. Büyükler bile can sıkıntılarını ve daha
doğrusu korku ile karışık üzüntülerini yatıştırmak için bu eğlencelere
katılmağa mecbur olmuşlardı.
Dış girişi taşla örmüştük. Gelen köylüye, çalılarla kapatarak, orada bir
örgü olduğunu gizlettik.
Beşinci güne kadar önemli bir olay olmadı. Ge-celeri herkes uyuduktan
sonra battaniyemi alır, yarığın dibine serer ve arkaüstü yatardım. İki metre
genişliğinde ve on beş metre yüksekliği olan bu yarığın sekiz on metre
uzunluğunda da bir seması vardı.
Küreleri kaplıyan sonsuz gün bu düzensiz dikdörtgen içinde toplanmış
gibiydi. Yıldızların doğuşu, geçişi ve gurubu ne kadar belli olurdu.
Lacivert gök parçası nefis, pullu bir şalı andırı-yordu. Karanlık
mağaranın yıldızı, karanlık gecelerin yıldızlarıyla neler konuşuyordu?
Gördüğüm yıldızları siperlerinden onlar da görüyorlardı. Göğün
yıldızlarıyla mağaranın yıldızı arasındaki uzaklıkta daima bir hayâl..
Muradın hayâli dolaşırdı.
Bazı küçük bir bulut parçası, dikdörtgenin kenarından görünür görünmez,
yüreğim oynardı, zannederdim ki bu, Muradın başıdır ve nerede ise
göklerden eskisi gibi bana inecek.. Fakat olanağı var mıydı bunun?
O hasretten, ben topraktan birer mağarada değil miydik?
Bazı bir rüzgar, mağaranın girintili, çıkıntılı yerlerinde dolaşırdı.. O
zaman da babamın kalın sesi kulağıma gelirdi.
Mağarayı, mağaradan daha derin ve karanlık bir sessizlik kaplayınca
nefesler duyuluyordu. Bir kadın kocasını, bir çocuk babasını, bir genç kız
bilmediğim bir ismi sayıklardı.. On altı kalbin acısı uyku zamanı son
dereceyi bulurdu.
Gündüzleri nasıl olsa vakit geçiriyorduk. Uyku.. ah o mağara devrinin
uykuları.. Gündüz içlerde saklanan emeller, rüyalarda taşardı.
Hatta bir küçük, gündüzleri de uyumağa başladı. Şaka ettim:
— Küçük, ne kadar uykucusun! Senin adını uyku abla koyacağım..
Küçük, aşağıdan yukarıya, çenemden gözlerime bakarak cevap verdi:
— Masus uyuyorum Yıldız abla..
— Masus uyunur mu ninem?
— Her uykuda babam geliyor, beni öpüyor da onun için uyuyorum.
Bir mağaranın rüyalarında baba öpüşü bekliyen bu içli, hisli küçüğü
bağrıma bastım ve sezdirmeden lepiska saçlarını göz yaşlarımla ıslattım..
Bu cevabından sonra her uyuyuşunda etrafdakilere gürültü etmemelerini
rica ederdim.. Sabahları peynir ekmeklerimizi yerken biribirimize
rüyalarımızı anlatırdık. Kimi İzmir’e dönmüşüz.. diye başlar, kimi
ağabeyim şehit olmamış da Aydında imişiz.. diye başlar, kimi, ne bileyim?
Herkes, hepimiz kalb acılarımızı rüyalarımızda nasıl dindirdiğimizi
söylerdik..
Onuncu günü mağara penceresinden dışarıya bakan bir küçük, koşarak
haber verdi:
— Bir uçak sesi var.
Bütün kadınlar telaş etti. Kumandanları sıfatile önce ben başımı uzattım:
— Murat! diye haykırdım.
Arkadakilerin hepsi heyecan içindeydi. Gördüğümü yüksek sesle
söyiüyordum:
— Murat! Müjde Tayyaresinin arkasında uzun bir kordela var.
— Demek, vaziyetleri iyi.
Hepimiz sevinçle çırpındık. Annem dedi ki:
— Köylü gelince yorgan asmasını söyliyelim.
Akşam üzerine doğru köylü geldi. Rengi uçuk ve yükü ağırdı.
— Ah küçük hanım, dedi. Sorma, köyümüzü bastılar. Nedim Beyin, dün
çetesiyle geçtiğini haber almışlar. Hepimizi dövdüler. Köyde, beş asker
bıraktılar.
Belki birkaç gün gelemeyiz. Size fazla ekmek getirdim.. Diğer azığı da
öteki getirecek. Nideceğiz bilmem ki..
Köylünün bu haberine zihnim bulandı.
İyi ki mağaradakiler duymamıştı..
— Ehemmiyeti yok, dedim. Sen kimseye bir şey söyleme! Ne vakit
mümkün olursa o vakit gelirsiniz.
Fakat ertesi günü kimse gelmedi!
On üçüncü, on beşinci günü de kimse gelmedi!
Ekmeksiz ve katıksız kaldık!
Son parçaları küçüklere verdik ve yirmi dört saat açlığa tahammül ettik.
Feci bir duruma düşmüştük. Annem kulağıma eğildi:
— Ne yapacağız Yıldız?
— Elbette bir çaresini buluruz.
— Ormanlarda yol da bilmeyiz ki, çıkıp köye gidelim. Köyün ne tarafta
olduğunu bilmiyor musun?
— Hayır.
— Facia.
— Elbette facia.. Fakat bilsek de çıkamayız. Bir görülsek bittiğimiz
gündür
— Peki, ne yapacağız? Onu söyle!
— Dört beş okka kahve şekerimiz var. Kim al-mışsa, telaşla heybenin
birisine koyuvermiş, ondan istifade ederiz. Şeker kuvvettir. Günde dörder,
beşer paylaşırız. Sen yiyecek müdürü olursun, ben de paylaştırma müdürü..
Annem gülümsedi:
— Faciayı da tatlılaştırıyorsun Yıldız.
— Asıl marifeti, zevki orada değil mi anne? Faciayı mutlaka facia mı
kabul edeceğiz?
Peki eski bir telakki olmaz mı anneciğim! Mademki bir acıdır, ne yapıp,
yapmalı mutlaka tatlılaştırmalı.
Şeker, on altı dakikada kana karışırmış. Bundan istifade edeceğiz.
O gün, herkesin kendine göre, şeker dağıttık. Baktım, hoş! Açlıktan
şikayet yok. Alâ!
Beş okka şekeri tam on gün idare ettik. Fakat bu on gün içinde de epeyce
üzüldük. Kalblerde saklanan ıstıraplar, endişeler dışarıya vurdu. Gözlerin
etrafında devamlı bir kırmızılık belirdi. Yavaş yavaş bir çökme, bir
renksizlik başladı.
Şeker bizi nihayet iki üç gün daha yaşatabilirdi.
Çocukların mızırganmaları, âkıbetin fecaatini bildiren korkunç seslerdi.
Büyüklerin endişeleri, gözyaşları, artık saklanamaz bir hâle gelmişti.
Vefakâr köylülerin bizi ansızın bırakmalarında mühim bir sebep olmalıydı.
Belki bütün köyü arkaya sürmüşlerdi. Belki de ormanlar içinde kalan küçük
köyün başını kılıçtan geçirdiler.
Etrafı gözetleyen annem, ses çıkarmadan bana işaret etti.. Yanına koştum,
yine sessiz bir hareketle sağ elinin şahadet parmağını oynattı. Bundan
“silahı getir” demek istediğini anladım.
Fakat nasıl getireceğim? Çoluk çocuk göreceklerdi. Belki mağaranın için
de ani bir panik başlardı.
Yattığım köşeye giderken hep bunları düşünüyordum.. Silahı çektim,
peştermalımın altında mümkün olduğu kadar göstermemeğe çalışarak
annemin yanina döndüm.
Başımı sallıyarak ne var? diye sordum. Tümsekten eğilerek dedi ki:
— Şekerimiz ancak yarın öğleye kadar yetişir.
Halbuki bak.. Burada daha üç günlük yiyecek duruyor.
Koltuğunun altından dışarıya baktım ve bakar bakmaz tüylerim diken
diken oldu:
Annemin vurmak istediği, bir dişi karaca idi.
Tahminim çıktı. Silah kundağının taşa çarpmasından oluşan madenî sesi
işittiler ve heyecanla titreşerek, yanımıza sokuldular. Dışarıdan bir
tehlikenin geldiğini sanmışlardı. Çocuklar, yumruklarını ağızlarına
tıkıyarak, sessiz sadasız ağlamağa başladılar. Kadınlar telaş ve korku içinde
bir şey söyleyemeden bakışıyorlardı.
Nihayet annem mekanizma kolunu açtı kapadı. Namluya bir kurşun
yerleştirilmişti. Artık nisan alıp atmaktan başka yapılacak bir şey yoktu.
Oysa asıl tehlikeyi kimse bilmiyordu. Ya civarda düşman varsa, ya
ormanların içinde fazla akis yapacak silah sesi uzaklardan duyulursa..
Bittiğimiz gündü.
Çocuklar, hatta büyükler; “Aman atma!” diye yalvarmağa başladılar
O zaman annem, ömrümde görmediğim çetin bir bakışla arkasına baktı
ve mırıldandı:
— Atmayayım amma, yarın hepiniz aç kalırsınız!
Bu tehdit, her korkunç tehdidin üstünde bir tesir yaptı.
“Atmayayım amma, yarın açsınız” cümlesi hepsinin kalbine birer ok
acısıyla saplandı. Bütün gözler döndü.
Bir kadın sordu:
— Atarsak çocuklar aç kalmayacak mı?
— Hayır.
—Niye, kime atacaksın?
Ben de derhal, heyecanı yatıştırır ümidiyle cevap verdim:
— Dişi bir karacaya atacak..
Karaca, elli, altmış adım ileride durmuş, güzel gözleriyle etrafı
gözetliyor, sanki bir şeyler arıyordu..
Bir küçük çocuk koluma asılarak sordu:
— Dişi mi dedin Yıldız abla?
— Evet, dişi, tavlı bir karaca.
— Yanında yavrusu var mı?
— Yok.
Bir başka çocuk o kadar yalvardı ki:
— Atma teyze! Belki yavrusunu arıyor.
— Ya açlık?
Diye, annem sapsarı.. İnledi.
— Biz aç kalırız teyze, tek, yavrusunu arıyan güzel karacayı öldürme!
Bütün mağarayı derin bir sessizlik kapladı ve bu sessizliğin içinde yere
düşen bir silahın sesi sakırdadı. Tüfek, annemin eiindcn düştü ve başını
kayaya dayayan annemle bütün mağaralıların gözlerinden yaşlar boşandı.
— Gökler! Gökler! diye içten içe sızlandım. Gökler bize bir haber
veriniz!.
Baktığım zaman dişi karaca, yanındaki yavrusuyla sıçrayarak ormana
daldı.
O zaman göklerden beklediğimiz bir ses yerine, ormanların içinde keskin
keskin yüzlerce silah sadâları duyduk. Titredik, O kadar sert, o kadar sık
sesler ki, bir aralık kulaklarımızın içinde vızıldamaya baskıdı. Mağaranın
ince, uzun yolları, yansımaları kuvvetlendirdikçe heyecanımız artıyordu.
Her dakika bir asırdan uzundu..
Annem bir daha kulak kabarttı ve sonsuz bir titreme ile:
— İnsan sesleri, yakınlaşan insan sesleri!
Gözler fırladı, nefesler durdu, avuçlarımın içi eriyen bir buz kütlesine
döndü..
İnsan sesleri mi? O halde bilindik, sezildik, buraya geliyorlar!
Bu düşünce, en küçükten en büyüğe kadar her kalbi hançerleye
hançerleye acıttı.
Yerdeki silahı kaptım, annemin kolunu çekince aşağı aldım, derhal yerine
geçtim.
— Ses yok! diye haykırdım. Ses yok, üç yüz kurşunumuz var. Çocuklar!
Annelerinize cesaret veriniz.
— Anne! Anne!..
Diye bütün çocuklar, zayışamış boyunlarına sarıldılar. Elimi kabzaya
attım. Şimdi silah sesleri azalmış, haykıran insan sesleri çoğalmıştı. Tam o
sırada gökten de sesler geldi. Bir an oldu ki çıldırıyorum sandım.
Ormanın çok alçağından Muradın tayyaresi geçti ve arkasında bir değil;
uzun iki kurdela dalgalanıyordu!
Bir kurdefa iyiliğe alametti.. Demek büsbütün..
Demeğe kalmadan sesler yaklaştı, silah sesleri büsbütün kesildi ve gelen
seslere kulak veren mağaralılar bir okyanus fırtınası gibi çıldırdi:
— Türkçe! Türkçe! Türkçe!..
Gelen sesler anlaşılıyordu.. Türkçe idi, Felâketlerin ortasında, ölümün
göbeğinde işitilen Türkçe bir sesin, ne ilâhi ses olduğunu bilir misiniz?
Binbir tanrısal sesin üstünde dolaşan bu sesi ben işittim. Bu sesi, ölümleri
öldüren bir gururla dinledim:
— Mamat! Bu taraftan!
—- Hasan efe, biraz sağa!
— Osman, koş!
— Bu taraftaydı efe!
Demek bizi arıyorlardı. Demek o ses Türkün sesi ve seslerin en
kurtarıcısı, en hayat vericisiydi.
— Yıkalım!
Diye haykırdım ve takatsiz insanlar, bir günde örülen duvarı bir buçuk
dakikadan az bir zamande dümdüz ettiler.
Hepimiz bir mitralyoz ağzından çıkan mermiler gibi dışarıya fırladık.
Hep birden:
— Efe! Efe! Efe!
— Hohoy!.. Dan! Dan!..
Bir ses ve iki kurşun cevap verdi. Ben de iki kurşunla yol gösterdim.
Bir kaç dakika sonra her ağacın arkasından, her kayanın köşesinden
efeler, askerler, zeybekler çıktı.. Mağaranın yirmi altı uzun asra bedel olan
yirmi altı gününden sonra kurtulmuştuk.
Çifte kordelalı tayyare, başımızın üstünde daireler çiziyordu..
MÜCADELEDEN MÜCADELEYE..

Babamın yaralandığını Kütahya’da ve Bursanın düşüşünü Eskişehirde


haber aldık.
Birisinin yarası çabuk geçti.. Fakat Bursa’nın acısı hâlâ kalplerimizde
Nilüfer gibi çağlıyor.
Kütahya’ya bir kiraz ve Bursa’ya bir şeftali mevsiminde gitmiştim. Daha
çocuk denilebilecek yaşta idim. Kütahya’nın Çamlığında, çini taslarla billur
sular içmiştik. Bu sefer de babamın kiraz renkli yanaklarını çini ve gönül
beldesinin şefkatli eli tedavi etmişti..
Bursada iken, halâ hatırlarım, Çekirgede idik. Babam huyunu
değiştirmişti, artık seher zamanları rakı içiyor ve akşamları yalnız bülbülleri
dinliyordu. Arkadaşları anlatırdı:
— İçki eğer bir zevk için içilecekse ve insan eğer Bursa’nın baharında
ise.. Mutlaka sabah olurken içmeli. Şeftali çiçekleri, sisin altından
kurtulurken.. Mayısın ne olduğunu anlamak için Bursa’nın sabahlarında
ovayı ve Nilüferi seyretmelidir.
Kış beyaz saçlarını sis hâlinde rüzgâra vermiş dağılırken, altından pembe
bir hayat, tabaka tabaka, safha safha görünür. İnsan Çekirge yamaçlarından
bir rüya gibi pembe bir cihana kayar ve bir hakikat şeklinde yemyeşil bir
cihana yükselir.
Babam, o kadar hassastı ve bugün bu kadar gaddar oldu. Nilüferi
kurutacak hicranım, onun kirpiklerinde ne bir damla oldu, ne bir kıvılcım.
Bilakis beni damla damla öldürmek için cehennemleşti. Fakat ben de
intikamımı alıyorum!. Hayır, yanlış söyledim, Muradın ve yavrumun çifte
intikamını alıyorum.
Yavrusunu aradığı için karacayı vurmayan annem yavrumu aradığım için
suyuma zehir ve kalbime ölüm doldurdu.
Ben de onun yavrusu değil miydim? Ben de “Öldürme! Yavrusunu
arıyor” diye feryat eden mi-nimini mağaralının saşığıyla haykırmadım mı?
Ben belki bir cinayet işledim. Murat belki bu cinayetin biricik suçlusudur.
Niye ikimizin boynunu birden sicimlemediler? Hiç olmazsa gözlerimin
önünde boğulan yavrumu şu içeride uyuyan yavrumun akıbetlerini
görmemiş olurdum.
Sevmenin günah olduğunu ancak sevilmeyenler iddia eder. İnsanlar
sevgiden yaratılmıştır..
Savcı Bey!. Sevgi hayatın solunumudur. Sevgisiz kalbin adına taş
demeli..
Ben fuhuşu, aşağılığı, umutsuzluğu değil sevgiyi sevdim. Yavrularım;
rüzgârın ormanlardan ormanlara uçurduğu suçsuz tohumlardır. Bu filizleri
niye kırıyorlar? Rüzgârlara, fırtınalara hükmetsinler.
Dümdüz, yalçın bir kayanın ortasında hangi topraktan fışkırdığı belli
olmayanı, ardıç, fıstık, çam kökleri vardır, gördünüz mü onları? Hayata
fışkıran bu dal mı günahkârdır, bu dal yüzünden koca kayayı parçalamak mı
uygundur?
Düşkün kalblerin çarpıntılarında bir yıkılma sezilir. Fakat insan kalbleri
daima muhabbetle çarpar. Fuhşun kalbi yoktur ki çarpsın.. İğrenç fuhuş
yalnız sinirle gerilir, dudaklarının köpükleriyle ses verir.. Kalb dediğimiz
zaman gözümüzün önüne armut şeklinde bir et parçası mı geliyor? Hayır
değilmi? Fakat fuhuş dediğimiz vakit et, et ve et düşünürüz..
Kabahatime mazeret, haklı sebep aramıyorum Savcı Bey! Hatamın
büyüklüğünü itiraf ediyorum, fakat bu hatanın bir de kalp durduran
suçsuzluğu vardır, bunu ifade etmek istiyorum.
.. Genç kadın ocak yanındakı bir balmumu külçesi hâlinde eriye eriye,
bite bite söylüyor ve söyledikçe yorgunluktan sesi azalıyordu.
Bu uzun, bütün ayrıntıları ile belleğe ve dile sindirilmiş macera, Savcının
bütün maddî ve tok hüviyetini sarsmıştı.
Artık o bir adliyeci değil, hassas, gözyaşlarını içine akıtan bir dert ortağı
idi. Başını masanın kenarına dayayıp hasta hasta nefes alan Dikmen
Yıdızını uzun uzun seyretti, bekledi.
Bir vakitler, daha beş, altı ay evvel bu güzel kız ne idi? Koca Ankara
onun adını anarken, ruhunda bir ferahlık duyardı. Hürmet ve heyecan veren
bir güzelliği var ki, şimdi arasıra parlayan gözbebeklerinde en son
damlasını taşıyordu.
Kış yaz oturdukları bağ köşkü, insana ferah, ümit ve irade gücü aşılayan
bir mabede benzerdi. Haftada iki gün, bir çay içmek ve Dikmen Yıldızının
sesini işitmek için uzun yolların kahırlarına ehemmiyet vermeyenler
sayısızdı.
Dikmen Yıldızı sesiyle, bakışıyla, samimiyetiyle, musikisiyle, mânevi bir
şeydi.. Açık bir tebessümünü, eğrice bir oturuşunu, her dişe sakız olabilecek
bir hareketini kimse görmemişti. Bir büyük vatandaş derdi ki:
— Ne zaman biraz bunalsam. Dikmen Yıldızının sesi ve tebessümü beni
yeni bir kuvvete sevkeder.
Sorarım: Kızım! Bu işler nasıl olacak?
Başka bir dünyadan gelen peri sesiyle cevap verir:
“Mutlaka iyi olacak!”
İman denilen içten gelme kudreti bu kızın sesinden başka ifade edecek
bir başka ses işitmedim.
Bu sesin adına Türkün sesi derler..
İKİ İNÖNÜ ARASINDA

Eskişehirde babamla aramda küçük bir anlaşmazlık geçti. Babam bizi


Ankara’ya göndermek istiyordu.
Halbuki ben Eskişehirde kalmak için Murada söz vermiştim. Zaten bu
sözü istemeseydi, yine verecektim.
Uzaklarda teneffüs edeceğim havada, yakınlarda teneffüs edeceğim
havadan daha az Murat var sanıyordum. Muradın kendine mahsus, adını
kendisinin de bilmediği bir kolonyası vardı ki, bütün Muradın kokusuydu..
İşte bunu teneffüs etmek istiyordum.
Babam ısrar edecek oldu, cepheden mümkün olduğu kadar geride
bulunmamızı, ikinci bir olayın önüne geçmek için yegâne çâre görüyordu.
Ben de ısrar ettim:
— İkinci bir olaya neden ihtimal veriyorsun baba?
— Bu dedi, cezrine meddine (gelgit) akıl, plân ermiyen bir savaş halini
aldı da ondan.
— Mağara kızı ve annesi vazifelerini yapamadı-lar mı?
— O başka mesele. O, mücadele tarihine geçti.
Biz şimdi aile ve istikbal meselesi ile meşgul olmak mecburiyetindeyiz.
— Ben gitmek istemiyorum babal
— Çetelerin ötede beride beliren dikkafalılıkları sana da mı bulaştı
Yıldız?
— Hayır, fakat size yakın bulunmak, bana daha fazla emniyetli geliyor.
Babam bir an manâlı, manâlı gülümsedi ve biran manâsız, manâsız
kaşlarını çattı:
— Olmaz!
— Olur!
— Yıldız!
— Şehir hastahanesine yazılırsam, kalbinizde beni alacak kuvvet
bulamazsınız.
Nedim, yere bakarak söze karıştı:
— Amcamın fikrindeyim.
Hemen atıldım.. Bütün vaziyeti anlamıştım:
— Öyleyse iki defa gitmeyeceğim!
Babam sustu.
Nedim bir bahane ile dışarı çıktı.
Annem pencereden istasyona bakmaya başladı. Ben durumu kendi
kendime özetledim:
Babamla, Nedim mutlaka bir şey görüştüler. Biz mağarada iken onların
basbaşa verilmiş kararları var. Beni Eskişehirden değil. Muradın
çevresinden uzaklaştırmak istiyorlar.
Bunun sebebi ne olabilir?
Muratla beni görüyorlar.. Hatta babam düne kadar, bundan memnun
görünüyordu. Fakat bugün nasıl oldu da birdenbire değişti?
Nedimin durumu, davranışları dürüsttü. Yalnız gözüme bakıyor ve
sözlerini çok yavaş bir sesle söylüyordu. Bir kıskançlık olabilesi için benim
Nedime karşı bu kıskançlığa her hangi bir ipucuvermekliğim lazımdı.
Halbuki Nedim, gözümde babama amca diyen kimsesiz bir uzak akraba
çocuğundan başka bir şey değildi. Ona Nedim ağabeyden fazla hiç bir
kelime söylememiştim.
İşte felâketimin başlangıç noktası bu oldu Savcı Bey!
Fakat bu ilk savaşta ben galip geldim. Birinci İnönü harbini parlak bir
zaferle kazandık. Cephedeki babama bir pusla yazdım:
Babacığım! dedim. Birinci İnönü’yü kazanmak birinci savaşımızin benım
tarafımdan kazanıldığını göstermiyor mu?
Hâlâ Ankaraya göndermek fikrinde misiniz? İnönünden sonra da devam
edecek bir güvensizliği görürsem, kalp kuvvetinizin epeyce zayışadığına
hükmedeceğim. Nedim ağabeyime selam söyleyiniz, siperlerin çocuğu,
mağaranın kızından ibret alsın.
Murat gökten indi mi? Sağ mı?
Sağsa inat için selam ederim.
Bu son cümle, ilk savaşın manevi bir devamından başka bir şey değildi.
Yazdığım pusulayı mutlaka Nedim de okuyacaktı ve mutlaka yine
birbirlerine bakışarak yeni bir karar vermeğe mecbur kalacaklardı..
Bu yazıma çabuk cevap geldi. Babam yazıyordu:
“İlk vuruşmada ben nakavt oldum, itiraf ederim, fakat rövanş maçına
davet ediyorum.
Kızım! Beni dinle!
Tekrar ediyorum, bu muazzam mücadelenin gelgitinde dayanılacak
kuvvetli noktalar yoktur. Ankaraya gidiniz ve İzmir’e oradan dönünüz.
Nedim ağabeyine gönderdiğn ibretli selamı söyledim. Güldü ve sadece şunu
söyledi:
Nafile, Yıldız beni incitemez..
Bunu söylerken, meşin tayyare torbası içinde gözleri fıldır ışıldayan
Murat da orada idi. Bir daha Nedim’i incitmemek şartile, bütün selamlarını
kabul edecekmiş.
Bu iki gencin taşıdığı temiz, yekpare kalbe sen de biraz riayet et kızım.
Birisi ağabeyin, ötekisi..
Gözlerinden öperim Yıldız.”
Tuhaf! Bilmece!
Yaptıkları neydi, yazdıkları ne oluyor?
“Birisi ağabeyin” âlâ, anladık.. Zaten başka bir şey dediğim yok.
Fakat “ötekisi” dedikten sonra ne olduğunu yazmak lazım değil miydi?
Bu bilmeceyi çözemedim.
Bir taraftan beni Murattan uzaklaştırmak.. Diğer taraftan imâlı ve samimi
görünen bir remizle (sembol) bazı şeyler söylemek..
Düşüne, düşüne, ha ha! dedim. Hislerimi, ümitlerimi kırmamak, bana
İspanya şatoları kurmak fırsatını vermek ve bu tatlı hülyalarla Ankaraya
göndermek istiyorlar.
Nitekim öyle oldu.. İlk zaferin hızı geçti. Eskişehirdeki yaralılar iyileşip
tekrar cepheye gidiyorlardı. Babamdan bir mektup aldım. Derelerden
tepelerden dolasarak şu neticeye geliyordu: Ankaraya gitseniz fena
olmayacak!
Gitmeyeceğiz baba!
İşte ikinci savaşımız. Gitmiyeceğiz baba! diye yazdım ve altına selamsız
bir imza attım.
Uzun günler, haftalar geçti. Nedim iki defa geldi, çamaşır aldı ve pek az
konuştuk.
Murat muntazaman mektup yazıyordu. İkinci gelişinde Nedime sordum:
Murat ne yapıyor?
“Çok iyidir. Seni düşünüyor” dedi.
Bu sefer sesi titremedi ve gözlerimin içine uzun uzun baktı. O gözlerde
fena mânâlar aradım, bulamayınca da şaştım.
— Çok iyidir, diyorsun. Fakat iki kurşunlu bir kaza geçirmiş. Çok iyi
demek, bu demek midir?
— Evet. İki kurşunluk kazayı iki sargı ile iki günde geçirdi. Bunu
söylemek, seni üzmekti. Ben kimseyi incitmeğe alışmadım Yıldız Hanım!
Hele sizi! Asla!
Maamafih, bu tarzdaki karşılığınızı samimi bir teşekkür sayıyorum.
Nedim yürüdü. Ben düşündüm.
Yumuşak, sesi ne kadar çetinleşmişti.. Acaba? Acabaya lüzum yoktu..
İki başlı bir mücadele başlamıştı; benimle babam, Nedimle benim
arasında..
O halde Nedim kendi hesabına harekete mi geçmişti? Eğer böyle ise?
Fazla düsünemedim;
— Anne! dedim. Durumu aydınlığa çıkaralım!
Annem, şaşkın şaskın yüzüme baktı, sözlerimden bir şey anlamamış
göründü.. Gözlerimden ateş çıktığını hissediyordum. Sözümü tekrarladım.
Annem yavaş bir sesle sordu:
— Anlamıyorum kızım. Ne durumu?
— Babamla Nedim ağabeyimin ve hatta senin, Murat hakkındaki
fikirleriniz nedir?
—Fikirlerimiz mi? Hiç..
— Hiç.. Demek hiçbir fikriniz yok. Bu kadar zamandanberi!. Teessüf
ederim anne!
— Önüme bir bulmaca serdikten sonra teessüf ediyorsun kızım!.
— Bir bulmaca değil, apaşikar bir durum. Ba-bam, Nedimi koruyor.
Nedim Muradı istemiyor! Annem iki fikri kabulden başka bir şey yapmıyor.
Fakat ben.. Ben de varım, beni hesaba katmanız icap etmez mi?
— Ben daima senin annenim ve annen kalaca-ğım.
— Öyleyse babamın da sana benzemesini temin et. Bu kalp ve hayat
vazifesi sana düşer.
— Ben zannediyorum ki babanın fikri her zaman için senin ve Muradın
lehinedir.
Sustu.. Gözlerine bir daha baktım. Anlamamak budalalıktı. Annemin,
Denizli kadınının saf gözlerindeki ışık da hilelenmişti. O da beni avutmak
istiyordu. Şüphelerim gittikçe kuvvetleniyordu. Bütün macerayı Murada
yazdım.
Murat bana cevap verdi.
Dedi ki:
“Sinirli mektubunu havada okudum. Çünkü havai şeylerle dolu idi. Bütün
satırların garip bir vehme tutulmuş Yıldız!
Bu vehim, ihtimal ki biribirini takip eden hadiselerden doğuyor. Bana
bunları değil, neşeleri, ümitleri, kalpler doluşu hisleri yaz Yıldız!
Şarapnel sesleri arasında kahkahalarını işiteyim. İşte harp başladı.
Cehennemden ibaret bir harp. Beni affet, Makinem işliyor. Zaferden sonra
mektubumu bekle.”
Üç gün sonra babamın mektubu geldi.
“Kızıml diyordu, şimdi Eskişehir, İkinci İnönü zaferiyle donanmış bir
halde olacaktır. Bu maçı da sen kazandın. Artık pesettim. Eskişehirde
istediğin kadar kalabilirsin.”
Bir gün bir dörtyol ağzında birisini gördüm. Beylik elbisesi, güler yüzü
ve siyah bıyıklarıyla heyecan veren birisini..
— İşte İsmet Beyi (İnönü).
Dediler, mendillerini salladılar. Ben de parlak siyah gozlerine baktım.
Gözlerimiz bir an karşılaştı ve o parlak, siyah gözlerin neş’e ve heyecan
bebeklerinde Muradın muzaffer ve ümit veren gözlerini selamladım..
Muzafferin gözbebeklerinde kıyılan bu ilâhi, bu manevî nikahı hiçe
saydılar.. Hiçe saydılar ve sicimle boğazladılar Savcı bey!
Bütün odayı duraksız bir hıçkırık sarsmağa başladı..
SON TRENDE BİR KÖŞE

— Cepheler bozuldu!
— Düşman bir yarma ve bir çevirme hareketine geçti!
— Büyük bir manevra harbi başladı.
— Sakarya üzerine çekilecekmişiz!
— İcap ederse Kızılırmak gerisinde üçüncü bir savaş hattı tesis ederiz.
Bütün bu şayialar fasılasız, sağnaklı bir kara haber yağmuru halinde
Eskişehir’ın üzerine ve kalplerin içine boşalıyordu. İki zaferden sonra
birdenbire, bir yıldırım dehşetiyle parlayan bu haberlerin en müthişini
babam verdr:
— Bu akşam Ankara’ya hareket edecek son trene yetişeceğiz! Nedim
kıtasıyla hareket etti. Murat uçağı ile havadan gidecek.. Çabuk hazırlanınız.
Düşmanın işgali birkaç saat meselesidir.
Annemle ben iki buz parçası kesilmiştik. Ne kadar hazırlanmak
mümkünse o kadar hazırlandık.
İstasyonda bir faaliyet vardı; fakat sessiz iddiasız bir faaliyet..
Bir cenaze evinin avlusunda bekleşenler nasıl mahzun bir ölü sessizliğine
dalarlarsa, herkeste ayni derin susuş..
Bu cenaze evi vatan mıydı?
O cenaze Türkün tarihi miydi?
Mağarada iken kalbimde, kalplerimızde kutsal bir kuvvet vardı.
Tükenmez bir kaynaktan fışkıran, köpüren, tek mavzerle bir ordunun
taarruzunu bekleyen bir kuvvet..
Fakat bugün; bu esmer havayı yırtan lokomotif düdüğünü işittiğim ve
kompartımanın köşesinde sarsıldığım dakika, sandım ki kalbim bir taraftan
yırtıldı ve içindeki tükenmez kuvvet sızmağa başladı.
Kompartıman tıkabasa doluydu. Tren fazla yüklü olduğu için istediği
sür’ati alamıyor, tekerlekler, dingiller gıcırdıyordu..
Annem sinirlendi:
— Ne kadar çok gıcırdıyor..
— Diş gibi!
Bunu karşı köşede, kucağı bebekli genç bir hanım söyledi.
Ben gözlerine bakarak tekrar ettim:
— Evet, dişlerimizin gıcırtıları gibi!
Zayıf bir ihtiyar kadın ağlamağa başladı:
— İki damat, bir yeğen, bir evlat verdim. İki dul, üç çocuk, bir de ben
kaldık.
Kucağı bebekli genç kadın zayıf ihtiyara baktı:
— Ağlamayınız demem büyük hanım, yalnız çok ağlamayınız, sonra
kuvvetten düşersiniz, sonra onlar Sakaryanın, Kızılırmağın, Seyhanın veya
Arasın arkasında babalarının yarım bıraktıklarını tamamlayamazlar..
Bakınız bana, kucağımdaki çocuk erkektir, dünyaya gözlerini açtığı gün
babası dünyaya gözlerini kapadı. İzmir topraklarında kalan o binbaşının bu
çocuğuna Hınç adını verdim. Bakınız bana ağlıyor muyum? Çünkü bir diş
gıcırtısı içinde bir yere gidiyoruz.
Nereye gidiyoruz bilir misin büyük hanım?
Bu gidişe firar denilmez, kurtuluşa gidiyoruz valide! Gittiğiniz yerde
kurtuluş bizi bekliyor ve onun adına Mustafa Kemal derler..
Kucağı bebekli genç kadın söylemiyor, yaralı bir kaplan gibi inliyordu.
Sesinde sıcak bir hava vardı.. Kulaklardan gönüllere giriyordu.
Artık bu çağlayan kaplan sesiyle hepimiz ağlıyorduk. Bir gıcırtı, bir
sarsıntı ve nihayetsiz gözyaşları..
Fakat içimizdeki korku silinmişti, artık içimizde kin, ıstırap; hamle
ihtiyacı vardı.
Genç kadın yine başladı:
— Orada Mustafa Kemal ve bu gönüllerde bu yaş varken nereye gitsek
yolun sonu Akdenize çıkar.
Akdeniz sözünü işiten köylü kıyafetinde genç bir kadın sordu:
— Hay gözüm hanım! Sen Akdeniz türküsünü bilin mi?
— Galiba bir defa köylülerden işittim.
Kadın, kalb ve halk notasından çıkan bir sesle, istemeden başladı:
Kemal Paşa! Geldik dize
Götür bizi Akdenize

Osmanlının murtadları (dinden dönenler)


Sattı bizi..

Yurdu muzun her bir yolu


Düşman dolu, ölüm dolu
Osmanlı’nın murtadları
Yunanlının oldu kolu.
Kemal Paşa gedik dize
Götür bizi Akdenize

Akdenizin dalgaları
Mezar olsun.......

Ne oldu? Nasıl oldu. Hangi sihirli kuvvet hafızalara hükmetti? Beş


dakika sürmedi, bütün kompartman ve oradan koridorla diğer
kompartmanlar sarsıldı.. Kız, erkek, ihtiyar kim varsa coşkun bir sada
halinde çağlamağa, ağlaya ağlaya çağlamağa başladı:

Kemal Paşa! Geldik dize


Götür bizi Akdenize!..
...................

Savcı Bey! Eğer bir gün Gazi bizi Akdenize gö-türürse ve siz İzmir
sahillerinden enginlere bakarsanız beni ve Muradı hatırlayınız. Kanatlı
Murat, İzmir kızıyla o sahillerde tanıştı ve Muradın Yıldızı, Diken’in
tepelerinde sönüp gitti.
Ankaranın gurubunu seyrettiniz mi?
Ufukların hiçbirisine nasip olmıyan o koyu kırmızı, o koyu bir sükut ve
derinlik ifade eden alev dünyası içinde kaç akşam İzmirin, Karşıyakanın
serabını, Denizlinin çiçekli ağaçlarını gördüm.
Sakaryanın muharebelerinden sonra Murat o gruptan kopup gelirdi. Ona
öyle gelişlerinde “güneşten gelen, merhaba!” diye haykırırdım..
O da bana “güneşe giden, merhaba!” diye cevap verirdi. O günleri bilir
misiniz beyefendi, Sakarya günlerini..
— O zaman Doğu Anadoludaydım.
Sakarya günlerini, bilhassa gecelerinı bilmek lazımdır. Onu bildirecek bir
şair, bir edip çıktığı gün edebi Sakarya zaferini de kazanmış olacağız.
Sakarya gecelerini, Sakarya muharebelerini Dikmen bağlarından,
Dikmenin yaslandığı Çal tepelerinden dinledik. Onlar top seslerinden
ziyade büyük heyelanların, yıkılmaların seslerine benzerdi. Fakat bu yıkıntı
ve heyelanın ne tarafta olacağı belli olmıyacak..
İstasyon caddesinden gelen bir yaralı kafilesine karşı, önümüzden,
Kırşehir şosesinden beş gürbüz kafile istasyona dcğru giderdi. Ölüme bu
kadar şevk ile, bu derece sevinçle giden insanları tarih kaydetmez
beyefendi. Ölümü görmek kabil olsaydı ve o günlerde yüzüne
bakabilseydiniz kendi kendisinden utanıp kızardığını görürdünüz.
Önce bir yönden top sesleri geliyordu. Sonra sağdan, sonra soldan
gelmeğe başladı.. Ateş ve ölüm sanki; sağdan sola, soldan sağa
raksediyordu. Seherle kalkar penceremi açar ve bir çok tarihle bir tek
tarihin uğuldaya uğuldaya nasıl boğuştuğunu din’erdim. Murat onların
içinde, onların üstündeydi. Sakaryada kağnılar boğuştu. Ve nihayet kağnı
gıcırtıları, top seslerim tepeleye tepeleye’ boğdu..
—Düşman kaçıyor, biz takip ediyoruz!
Haberi geldiği zaman cesur Muradı, ateşli Muradı düşündüm. Bombası
kalmamışsa mutlaka mitralyözünü boşaltmıştır, diye sevindim.
Mitralyözünün şarjörü bitmişse tabancasını, o da tükenmişse behemehal
atacak bir şey bulmuştur. Hiç olmazsa gümüş sigara tabakasını, hiç olmazsa
babamın hediye ettiği altın kol saatini bir düşman kafasına fırlatmıştır, diye
kahkahalar attım. Şenlik yapacak fenerlerimiz yoktu, yalnız çarpan
kalplerimiz vardı. Aklıma geldi, kilerden bir teneke gaz çıkarttım, külle
hamur ettirip topak topak yaptırdım ve yaktırdım..
EN BÜYÜK’ÜMÜZ! İZMİRİ NE VAKİT
ALACAĞIZ?

Telefon, savcıya bilgiyi verdi:


— Kamil Bey, doktor Ali Bey, Nedim Bey ve evvelce bildirdiğimiz hava
subayı ile jandarma dış bölük kumandan vekili şimdi Hakimiyeti Milliye
matbaasının en üstündeki Recep Zühtü Beyin hususi küçük odasında
toplandılar. Ne görüştüklerine dair bilgi almak mümkün değilse de
konuşmaların mühim ve heyecanlı olduğu anlaşılıyor.
Bir dakika sonra yine telefon:
— Recep Bey, üç otomobilin derhal hazır edilmesini emretti.
Beş dakika sonra tekrar telefon;
— Üç otomabile taksim oldular. 18 numaralı şöför Nurinin otomobili
Akköprü istikametine, 35 numaralı şoför İhsanınki de Cebeci yoluna
hareket etti. Kamil Bey kaldı. Bana telefon etti. Kendisini beş dakika
beklememi rica etti. Bekliyorum. Ne emriniz var?
— Söyliyeceklerini dikkatle dinleyiniz. En ufak hareketini tesbit ediniz.
Gitmek isterse beş on dakika oyalayıp derhal yanıma geliniz ve bilgi
veriniz.
Dikmen Yıldızı korku dolu gözlerle savcıya baktı. Savcı yumuşak bir
sesle teselli etti:
— Merak etmeyiniz. Bir yankesici tutmuşlar, mühim bir para çarpmış,
onun hakkında talimat verdim.
Siz sözünüzü kesmeyiniz.
Dikmen Yıldızı derin bir nefes aldı. Sol elinin parmaklarını gerdi ve
tırnaklarının ucuna baka baka devam etti:
— Yirmi dördüncü gün Sakaryada, Türke miraç vâki oldu. Hak, zaferle
konuştu; biribirlerine son ve kat’i sözlerini söylediler. O gün Türk ve
Türkün timsali bir defa Gazi oldu.
Murat, Gaziyle Ankaraya döndü.
Bir memleket dolusu zafer çılgını istasyon caddesini kapladı. Kalplerin
içinden kopan minnet bağırışları düşmanları kovalayan galip Ordunun
ardında dalgalanıyordu. Kızılırmaka sıra bırakmadan Sakaryayı kızıla
boyayanların başı ve yanındakiler geldiler. Güneşe en yakın olduğu için
yüzü paslı tunç rengi alan Murat da bu kafile arasındaydı.
Ökçelerine hakim olamıyan insan dalgaları Millet Meclisinin önüne
kadar çalkalandı.
Meclisin önünde Murat ayrıldı.
O mahşerin içinde beni nasıl görmüştü? Yanıma geldi, sol elimi sağ elile
tuttu, birşey söylemeden yürüdük, bir arabaya atladık, doğru bağımıza
çektirdik.
— Nasıl oldu Murat? diye sordum.
Paslı tunç yüzünde parlak bir tebessüm uyandı ve hâlâ bırakmadığı sol
elimi sıktı:
— Gazi ne dediyse öyle oldu. Ve ne diyecekse öyle olacak.
— Çok yoruldunuz mu?
— Hayır, çok boğuştuk, topu yumrukla susturduk. süngüyü tırpanla
biçtik, otomobili kağnı ile geçtik.
— Murat! Bir gün olup Murat dağlarından da böyle biçip geçecek miyiz?
İhtiyar arabacı Muradın cevabını beklemeden kamçısını şaklatıp
haykırdı:
— Hay hay! Hay hay!.
Murat bu altmışlık sesin içten gelen coşkunluğundan kuvvet almış gibi
silkindi. Üçümüz konuşarak, gülüşerek ve ikimiz daha çok sevişerek köşke
vardık.
Annemin bir erkek evladı olsaydı, o da muzaffer bir harpten dönseydi bu
kadar sevinir, bu kadar çıldırırdı:
— Murat Bey! Murat Bey!
Diye köşke çıkan yokuşu bir ceylan süratiyle indi, boynuna sarıldı.
— Ay oğul! Kalbim ağzıma geliyor!
Ne bileyim ki o kalbin içi riya ve cehennem do-lu imiş. Keşke o gün
sabahtan kalbi ağzına gelseydi de bir sevinç katılması ile tertemiz gitseydi.
Meğer hepsi yalanmış. Her şeylerinde gizli ve kanlı maksatlar varmış,
Murat koca bir çay fincanıyla sade kahve içerken coşuyordu:
— Sakarya nehrinin önünde bir damla susuz kaldık. Fakat düşman kanını
sel ettik. Ölümün önünde silahsız kaldık, köylüler bize dipçik, öğendere,
nacak yetiştirdi. Gelinlik kızların yettikleri kağnı gıcırtılarıyla gökleri
sarsan topları susturduk.. Bana biraz kağıt kalem verir misiniz? Beş gün
izinle buraya geldiğimi babama yazayım. Süleyman burada mı?
Araba ile şehre insin de telgrafı versin. Zavallı ihtiyar Kayseride bunaldı
kaldı. Bari biraz sevindireyim.
Annem şakadan kızdı:
— Bey babanız olacak o Osman Beye mektup yazarsanız çok
gücendiğimizi bildiriniz. Böyle şey mi olur? Bir aydan fazladır ki ne
mektup gönderdi ne selam..
— Canım hanım teyze! Altmışı aşmış, emekli bir askerden, bir genç
teğmen hamaratlığı beklenir mi? Zaten harplerde darplarda yıpranmış
gitmiş. Kim bilir saçı sakalı ne kadar beyazlaşmıştır.
— Onu en çok bitiren Filistin, Irak cepheleri oldu. Harp dönüşü İzmirde
gördüğüm vakit adeta tanıyamıyacaktım. Bereket versin kalın sesini duyar
duymaz tanıdım da mahcubiyetten kurtuldum.
— Beyefendi nerede?
— Ankaraya inmişti. Bilmem sizi görmedi mi?
— O mahşerde kim kimi gördü ki?
Annem kahkaha ile güldü:
— Kim kimi mi görür? Murat Bey Yıldız!. Yıldız Murat Beyi görür..
İhtiyar Kamil Bey tabii görünmez.
Muradın paslı tunç yüzü kirazlaştı. Ben ne oldum bilmem.. Murat bir
sade kahve daha istedi. Annem hissetti;
— Sen yorgunsun yavrum! dedi. Hem öyle yorgunsun ki, uyku
gözlerinden akıyor. Kahve ile altelmek istiyorsun ama iyi yapmıyorsun..
Biraz yat uyu. Akşama kadar çok vakit var.
— Bir uyursam dev babaları gibi yedi sene uyanmayacağım, onun için
uyumak istemiyorum. Zaten uykusuzluğa alıştık. Şimdilik ordumuzun
rekoru yirmi üç gün ve gecedir, icap ederse kırk altı gün ve gece daha
uyumayabilir.
Nedim, nerede Nedim? O kurnaz benden iki gün evvel izin aldı.
— Dün Kayaş’a gitti. Ahbapları kır eğlencesine davet etmişler. Bu
akşamda gelmeyecek.
Hepimiz çocuklaşmıştık. Bir yerde duramıyor. Durmadan söylemek,
gülmek, dolaşmak istiyorduk.
Süleyman çavuş bile köşeye çömelmiş, gözümün içine bakıyor ve baş
parmağını ağzına kaldırıp indirerek şimdiden konyak istiyordu.
— Daha erken değil mi canım?
— Haydi haydi. Murat Beyi gördün diye bana naz etmeğe kalkma! Erken
olsun, bugün de öğle üzeri çakıştırayım ne çıkar.. Dünyanın konyağı mı
bitecek? Askerliğimde, bütün gençliğimde bir damla içki içmemişim. Bari
bu günahı ellisinden sonra yasak etmeyin!
— Hanım teyze, Süleymanın hakkı var. Bu yorgunlukta benim bile canım
çekti amma konyak değil. Beyefendinin çift çekilmiş üzümsuyu tarafından..
— Hay hay! Siz ikişer tane içinciye kadar yemek de hazırlanmış olur.
Annem bir genç, delişmen kız çevikliğile iş gör-meğe başladı. Bana
meydan bırakmıyor, hizmetçilere ses çıkartmıyor, öteye beriye gidip
geliyordu. Salonda yalnız kaldık ve derhal bakıştık:
— Murat! dedim.
— Yıldız! dedi.
Sustuk. Yine bakıştık, nefes alır gibi sordum:
— Beni düşünür müydün?
— Sen beni düşünmediğin kadar.
— Öyleyse hep beni düşündün.
O kadar.. Kuvvetli, derin aşıklar geveze olmuyor.
Murat bir nefes aldı. O nefeste yüz ciltlik bir aşk kitabı okudum. Murada
baktım. Bu bir anlık bakıştan da o, yüz ciltlik bir aşk destanı okudu.
Süleyman çavuş kendine al kulplu, kristal çay fincanına konyak
doldurdu, suda ıslatılmış, kabuğu çıkmış beyaz bademlerini tabağına koydu,
köşeye çömeldi. Bektaşilik tarafı galeyana geldi, bir nefes okudu.. Murada
aşk ve niyaz etti ve fırsattan istifade ederek bir hamlede konyağını
yuvarladı. Annem:
— Seni fırsat düşmanı seni!
Diye şakalaştı.
Murat mezeleri methetti. Ben Muradın paslı tunç profiline daldım..
Aşağıdan kızın sesi duyuldu:
— Beyefendi geliyor.
Hepimiz balkona çıktık. Babam bir komşu arabasıyla gelmiş, yokuşu
yavaş yavaş çıkıyordu. Mendil salladık. Kalpağını salladı.. İçeri girdiği
zaman bir baba heyecanıyla Muradın boynuna sarıldı.
Eyvah! Meğer sonra o boynuna bir sicim geçirmek için sarılmış.. Meğer
o günden denemesini yapmış..
Yemekten sonra kahveleri içerken ortaya bir söz attı:
— Daha iki sevincimiz var: Biri İzmir günü, diğeri.. Sustu. Annemle
bakıştılar. Annem gülümsiyerek mırıldandı:
— Diğeri?.
— Diğeri de..
Yine sustu, bu sefer hem bana, hem Murada bakarak bir kahkaha attı:
— Çocuklar! O kadar kalın kafalı olmuşsunuzki.. Biz sizin kadarken lep
demeden leblebiyi anlardık. Hem havanda dövülmüş, toz şeker karıştırılmış
leblebiyi.
Ben parmaklanmı çıtlattım, Murat yerdeki halının köşesine baktı.
Annemle Süleyman çavuş birer “inşallah” yetiştirdiler.
Bir dakika geçti, ben yine endişeliyim. Bu açıklığa karşı, derin bir
güvensizlik beynime hâkim oldu.
Vaziyetimiz beni o kadar bilinmez bir zamana atmıştı ki.. Bu uzaklığı
düşündükçe gözlerim kararmağa başladı.
İzmirden sonra.. Fakat İzmir ne vakit.. Bunu bir aralık Murada gizlice
sordum:
— İzmiri ne vakit alacağız?
Muradın gözbebekleri, birer çelik mermi gibi gözbebeklerime saplandı:
— Gazi uygun gördüğü zaman..
— Bunu bir akşam üzeri ona da sordum :
— En büyük’ümüz! dedim. İzmiri ne vakit alacağız?
Gözbebekleri, birer mavi şimşek gibi gözbebeklerime saplandı ve daima
sigaralı çifte parmağını yoldan geçen kağnılara doğru uzatarak:
— Türk kızı vazifesini tamamladığı zaman.. dedi. Ben kızların,
kadınların cepheye yettikleri kağnı gıcırtılarını uzun uzun dinledim..
SÖZLÜ DARBENİN MADDÎ TESİRİ

Annemle babam dört gün içinde üç defa hususi konuştular. Odalarına


kapanıp yarım saat, iki saat neler görüştüler?
Her zaman belki binlerce defa böyle durumlar olmuştu. Hiçbir seferinde
merak etmemiştim. Zaten sormak hakkım yoktu. Fakat bu sefer görünmez
bir el içime merak doldurdu. Ne görüştüklerini mutlaka öğrenmek
istiyordum.
Babam Murada seslendi:
— Bu çiçeksiz beldeye çiçek merakı aşılamak için Osmanzâde Hamdi ile
sözleştik. Gel bak, sana yeni aşı güllerini göstereyim. Gerçi gül mevsimine
yetişemedin, fakat fidanlarını görürsün. Olgun armutlar bulursak mezelik
yaparız..
Bağa indiler.. Sofrada kimseler yok. Annem odasında meşgul. Hemen
yanına gittim.
— Anne! dedim. Seninle biraz görüşeceğim.
— Söyle Yıldızım.
— Babamla bir kaç defa hususi görüştünüz.
— Her vakit olduğu gibi.
— Hakkın var. Her vakit gelmeyen bir merak, şimdi geldi, öğrenmeyi
çok istiyorum anne!
Ne görüştünüz?
— Seni Muradı görüştük.
Annemin tereddütsüz cevabından biraz şaşaladım. İsrar ettirmeden
söylediği söz bir rüzgâr gibi her tarafı kapladı. Demek bizden gizlenecek bir
şey konuşmamışlar. Konuşsalardı saklıyacaktı, yahut başka bir mevzu
üzerine konuştuk diye beni aldatmağa çalışacaktı.
Ben de açık konuşmaya karar verdim:
— Neler görüştünüz anne?
— Murat yarın cepheye gidiyor. Sizin durumunuzu kesin şekilde tayin
lazım geldi. Sizi resmen nişanlamağa karar verdik. Baban bunu ikinci bir
izinde yapalım dedi. Ben hayır dedim. Yarın öğleden sonra gidecek, öğle
yemeğinden evvel yaparız, soframızda da gayet samimi bir kaç misafirimiz
bulunur. Nihayet benim dediğim oldu. Sayılı dostları çağıracağız.
Dağdağasız olsun. Mesela Hakimiyet’çilerden Recep Zühtü, Ziya Gevher
Beyleri, Yeni Gün’cülerden Kemal Salih Beyi, Osman Zâdeyi, Selma ve
Peride Hanımları..
— Kafi değil mi?
— İmkanı mı var kızım?
— Çok klasik bir şey. Adeta damgalanmak gibi. Ey İnsanlar!
Görüyorsunuz ya, şu parmaklarmızdaki sarı halkaların mânâsı yakında bir
gün..
Hayır anne!
Hisler, fikirler başkalaşmıştır. Yeni bir şey olsun, herkesin yaptığını
değiştirelim.
— Israr etmem. Fakat söyle, ne yapalım ve nasıl yapalım?
Uzun müddet nişansız kalamazsınız. Aramızdaki emrivâki aramızda
kalır. Hariç bilir mi ki bu verilmiş bir karardır? Niçin dedikoduya sebep
olalım?
Bunun için nasıl istiyorsan söyle de ona göre hareket edelim.
— Nişan usulünü kaldıralım.
— Yerine ne koyalım ?
— Mesela ikisini birden, nişan ve nikah bir günde-
— Fakat bu, zamana muhtaç.
— Zarar yok. Varsın bir hafta, bir ay sonra olsun. O vakte kadar
noksanlarımızı da tamamlamış oluruz.
— Bu kadar meçhul bir zaman..
— Demin uzun bir zaman dedin, şimdi de uzuna bir de meçhul ilave
ediyorsun. Anlıyamadım.
— Demek istiyorum ki..
Annem bir an tereddüt etti. Sonra sözü değiştirdi:
— Yâni baban diyor ki yarın nişanlanırlar. Murat vazifesine gider, nikah
da inşallah vakti gelince olur.
— Bu vaktin tayinini öğrenmek kabil mi?
— Kimbilir ninem! Allahtan ve Gaziden başka kimse bilmez ki.. O vakit
gelirse..
— Yine bulmaca gibi laşar etme anne!
— Yâni baban diyor ki, yahut şu fikirdedir ki, İzmirin hicranını çekenler
İzmirden evvel birbirini almamalıdırlar. Harp bitsin.
— Harp ne vakit bitecek?
— İşte baban da öyle diyor ya.. Harp sırasında düğün hem Muradı fazla
işgal eder, hem göçetmiş kızlarımız arasında teessür uyandırır. Düğün
edecek zamanda mıyız?
— Size bu aklı Nedim mi verdi?
Bu sözler dişlerimin arasında keskin bir ıslık şiddetiyle çıktı.
Annem şaşırdı. Ben susmadım:
— Cevabını beklemiyorum anne! Verebilecek bir cevabının olmadığını
biliyorum. Öyleyse bu nişan da hiç olmayacak.
— Hiç olmıyacak mı? Ne söylüyorsun Yıldız! Sen gittikçe kuruntuya
kapılıyorsun. Huyun suyun başkalaştı. Böyle sinirli değildin. Yoktan
şüpheleniyorsun.
Zavallı Nedime yine neye çattın? Çocuğun yemin ederim ki bundan
hiçbir haberi yok. Olsa bile ne?
Memnuniyetten başka bir şey hissetmiyecek ki. Bilsen Nedimin sana
karşı ne kadar sevgisi var..
— Reddederim!
Yanlış anlama yavrum! Bir ağabey sevgisi, bir dost samimiyeti.. Nedim
senin saadetin için öyle dua eder ki..
— Amin deme! İstemiyorum. Nedimin adı kulaklarıma yılan sesi geliyor.
— Peki, öyle olsun. Fakat neden nişanı reddediyorsun.
— Çünkü Muradın kırılmasına ben sebep olmuş olacağım.
— Bu sefer de sen anlaşılmaz oldun Yıldız.
— Açık söyleyim öyleyse.. Sen, babam ve Ne-dim, üçünüz, modası
geçmiş diplomatlık ediyorsunuz. Ne Murat Napolyondur, ne babam
Taleyran’dır, ne de ben Avusturya imparatorunun kızı.. Bırakınız şu sinsi
entrikanın taklitçiliğini.. Muratla nişanlanacağım.. Bununla dış yüzü
kurtaracağız. Nedim arkada bekliyecek.
Harp uzayacak. İşgal günlerinde düğün dernek olmaz tarafından bir
vatanseverlik türküsü devam edecek ve nihayet bir gün babamın bir
hırçınlığı, senin bir uysallığın.. Nedimin bir hilesi ortaya karışacak, meşru
olan nişanlanma, birtakım uydurma sebeplerle bozulacak.. Ayrılacağız. Ve
Karşıyakalı Taleyran taklidi, beni Jozefin’e döndürecek.
Vatanseverlik, dedikodudan sakınma, uzun müddet filan dediğiniz
şeylerin sonu bu..
Fakat Kamil Beyin kızı aynı zamanda bir İzmir kızıdır.. Belki Murattan
ayrılırım, fakat Kamil bey, oturduğum odayı hiçbir zaman gaşeti yüzünden
“malmezon” yapamaz.
— Ben bunlardan hiçbir şey anlamıyorum.
— Zarar yok, anlama, ben de pek anlıyamıyo-rum. Fakat seziyorum.
Özeti şu; Muratla aramızdaki kuvvetli bağı zamanın ve hilenin eliyle
çözmek istiyorsunuz. Hissetmiyor, anlamıyorsunuz ki o bağ çok kuvvetlidir,
tayyaresindeki tellerden daha çeliktir.
— Yıldız, sen hastasın. Yahut bir hastalığa doğru gidiyorsun. Babandan,
Nedimden, hele benden bu kadar şüphelenmek hastalıktan başka bir şey
değil. Denizlinin namına yemin ederim ki üçümüz de bu saadeti görmek
istiyoruz. Fakat malûm ya, baban bazı garip zihniyetlere saplanır. Bu
düğünün savaştan sonraya kalmasını uygun görmüş bir defa..
— Bu da doğru.. Evet, caydırmak kabildir. Fakat takdir edersin ki bu
benim elimden gelmez.
— Ben caydırırım.
— Ya caydıramazsan?
— O zaman ben cayarım.
— Niçin bu kadar ısrar ediyorsun?
— Benim ısrarım ikinci plândadır. Önde babamın israrı kale burcu gibi
duruyor. Müdafaa vaziyeti almayım mı anne?!
Niçin bilmem; annemin gözleri doldu, sesi titredi:
— Bir defa dene bakalım.
Bir an tereddütle düşündüm. Annemi çok incitmiştim. Sararan
yanaklarını, bir söz söylemeden öptüm. Dışarı çıktım. Sofrada da ayni
tereddüt ve ayni düşünüş.. Şehadet parmağımı çeneme vurunca. yürüdüm.
Karar vermiştim. Bahçeye indim. Babam Murada bir armut aşısını Karataş
köyünden getirdiğini anlatıyordu.
Muradı yanından savmak için yalan söyledim;
— Annem sizi çağırıyor.
Murat derhal köşke girdi. Babamla yalnız kaldım.
Göğsüm çatlayacak gibiydi. Bir an bakıştık. Gözlerim yere kapandı.
Babam hissetti:
— Bir şey mi söyliyeceksin Yıldız?
— Evet. Annem yarın için bir şeyler söyledi.
— Memnun oldun mu?
— Müteessir oldum.
Ve “neden?” demesine vakit bırakmadan ilave ettim:
— Neticeyi harbin sonuna atmasanız olmaz mı?
— Olmaz!
— Kati mi ?
— Bence Öyle!
— Dürüst bir sesin var baba!
— Böyle bir soruyu sen sormamalıydın.
— Mecbur oldum.
— ???...
— Çünkü.. Siz bu işin olmaması taraftarısınız. Ben de avutulmaktansa
açık hareket edilmesi taraftarıyım. Zarar yok. Ben İzmir kızıyım. Kalbimde
lüzumundan fazla metanet var. Eğer siz istemiyorsanız kombinezonlara ne
lüzum var? Söyleyiniz, Cevabım kat’i bir “peki” den ibaret olacaktır.
Fakat bu kararıma karşı sizden de bir kat’i “peki” isterim.
— ??...
— Ben sizin arzunuza Muradı, siz de benim arzuma Nedimi fedâlaşalım.
— Yâni? Ben Muradı istemiyorum da Nedimi mi istiyorum?
Kombinezonlar bunlar mı? Yıldızın babası Kamil Beydir, Yıldız!
Yıldızın, babasına hilekârlık isnat edeceğini ummazdım.
— Peki, bana hakaret edebilirsiniz, yalnız bun-lar konumuzun dışında
şeyler olur. Öze dönerek yine soruyorum. Baba! fikrinizden caymayınız..
Hemen cevap vermek için başını kaldırdı:
— Belki mümkündü. Fakat neticede babanın hâlis fikirlerine inanasın
diye söylüyorum: Mümkün değildir!
— Bana sözle bir darbe vurdunuz.
— Maddî neticesi iyi olurl
Elindeki bahçıvan makasını yere düşürerek yürüdü gitti. Ben boş bir su
fıçısının köşesine yığılır gibi iliştim.
Her şey bitmiş, her ümit berhava olmuştu.
Ertesi gün, zoraki gülümsemeler arasında biraz bulutlu ve epeyce hazin
bir nişan yemeği yenildi.
BÜYÜK GÜNAHA DOĞRU

Murat gitti.
Misafirler bir şeyden habersiz ve memnun gittiler.
Köşktekilerin ortasında yapayalnız kaldım..
Kafatasımın içinde dimağ yerine kupkuru bir sünger, göğsümün altında
kalp yerine bozuk bir saat rakkası vardı. Bütün gençlik emellerim sahte bir
tül altında mahvolmuştu. Murat benim hayat ve fazilet ideâlimdi. Biz neler
düşünmüş ve nelere uğamıştık?
Çöken beldeler yerine gelir, yıkılan ocaklar yine tüter, ayrılan hasretliler
tekrar birleşir. Fakat hayat ve fazilet idealini taşıyan genç kız kalbi kırıldı
mı, tamir edilemez.
Muratla evlenecektim. Beyaz üstüne saman rengi İşlemeli bir odamız
olacaktı. Ben onun gömleklerini işlerken o bana kanatlarının ve göklerinin
hikayelerini söyleyecekti. Arasıra biraz darılmak, sevgimize biraz çeşni
vermek isteyecektik. Dargınlığa sebep bulamayacaktık ve bulamadığımız
için birbirimize beceriksizlik kondurarak darılacaktık.
Dargınlığımızın birinci günü:
— Murat! Diyecektim.. Ben barışmak istiyorum.
O zaman kaşlarını çatacaktı:
—Ben dargınlıktan memnunum.
Ertesi gün o sokulacak;
— Yıldız! Diyecekti, ben dargınlığı beceremiyorum.
O vakit ben kaşlarımı çatamayacaktım da;
— Doğrusu ben de öyle.. Diyecektim.
— Öyleyse hemen barışalım mı ninem?
— Peki, barışalım.
Diyerek o yazıhanesine, ben dikişime.. Bu has ideale baba eliyle bir
bomba atıldı. Ve beni
uzun haftalar herkesin ortasında sessiz, cansız bir ceset halinde dolaştırdı.
Komşu çocuklarını gördükçe eriyordum. Bizim de çocuğumuz,
çocuklarımız olacaktı. Onları kırlarda, çimenlerde koşturacak, sofrada
karşımıza dizecektik.
Birbirleriyle kavga ettirecek ve onlar ağlarken biz gülecektik. Sonra
barıştırınca onlar gülerken biz hepsini ayrı ayrı öpecektik. Biri sarı saçlı,
biri lepiska, biri kumral olacaktı.
Sarışına esmer kız alacaktık, lepiskasını kumral bir delikanlıya
verecektik. Kumralını eş seçmekte serbest bırakacaktık. Siyahına ne halin
varsa gör diye yalandan darılacaktık.
Bütün bunların başına baba eliyle mitralyöz sıkıldı, bütün bu has, hayat
ve fazilet idealleri birer toz olup fırtınalara karıştı.
Miralaylıktan emekli pilot Murat beyle eşi Yıldız Hanımefendi, her milli
bayramda torunlarının ziyaretlerini kabul edeceklerdi. Onlara maroken
kaplı birer kitap vereceklerdi. Bu kitabın içinde büyük babalarının, büyük
annelerinin İzmir’de, Karşıyaka’dan başlayan ve o güne kadar süren
hikayeleri yazılı olacaktı.
Dizlerimize, omuzlarımıza tırmanan yumuk torunlarımıza ben Aydın
dağlarını, mağara hikayesini, kağnılı kızları ve kucağı mermili kadınları
anIatırken büyük babaları da Sakarya’yı, İnönlerini tane tane, hafızasını
yoklaya yoklaya tekrar edecekti.
Bütün o tombul, o yumuk çocukların masum başlarına baba eliyle ateş ve
hiçlik yağdı..
Nihayet bir gün ve o günün alaca karanlığında.. Ufuklar pembeleşirken,
çiçekler nemlerini kurutmak için rüzgarlanırken, serçeler tuvaletlerini bitirir
ve deniz kımıldamağa başlarken, miralay emeklisi pilot Murat Beyle eşi
Yıldız Hanımefendi bir saffet, samimiyet ve çocuk, torun çemberi içinde
gözlerini dünyaya yumacaklardı.
Genç havacılar iki ölüyü bir uçak ve bir tabut içinde Karşıyaka’ya
götürecekler, o ilk tanıştıkları ve son istedikleri yerin biraz nemli ve sevgili
topraklarına gömeceklerdi.
Sağ kalmış eski bir sınıf arkadaşı, başımızın uçunda gözlerini sile sile;
«Gençler! diyecekti. İşte ideal insanların kurduğu yuva .. Burası bir
mezar değil, kutsal ve mesut bir yuvadır. Burada iki, harp ve aile kahramanı
ebedi uykusuna dalmıştır.
Böyle ölümlerinden dolayı çocuklarını, damatlarını, gelinlerini ve
torunlarını tebrik ederim. Küçük torunlar! Hepinize de böyle birer ölüm
nasip olsun!”
Ve herkes, mezarımızın yanında ağlayarak değil, iç ferah ve kuvvet
dolarak, ruhu neşe ve hamle taşarak ayrılacaklardı.
Akdenizin dalgaları yattığımız toprağa çarptıkça, dünyada
bıraktıklarımızdan, mesut ve şen sesler alacaktık. İzmir yıldızları
uyuduğumuz toprağa baktıkça ebedi gecemiz, ebedi nur olacaktı.
Bütün bunları bir baba elinin açtığı cehennem ve o cehennemin alevleri
yaktı, kül etti. Ölümüze bile ölmeğe, böyle ölmeğe müsaade etmedi.
Fakat hayır! Niçin böyle olsun? Neden hayat ve fazilet idealimizi inada
ve töreye feda edelim. Murat yine geldi.. Yirmi dört saat izin almış;
— Murat! Murat!
Balkondan uzandı, beni arıyor. Ağaçların arasından tekrar seslendim:
— Buraya gel! Bak gece ne güzel!
— Üşüyeceksin Yıldız! Sonbahar havası serttir. Sen içeriye gel.
Sonra israrıma dayanamadı. Elinde ince bir manto ile geldi. Ne güzel, ne
mehtaplı geceydi. Kızıl yokuştan karşı dağlara kadar, bütün Ankara ovası
toz mavi bir denizdi. İstasyon caddesi, fenerleriyle Karaköy köprüsünü
andırıyordu.
Kolkola durduk. Şurası Kadıköy, şurası İhsaniye, ötesi Boğaz.. diye
mehtaplı gecenin bu maddi serabına hayran hayran daldık..
Mehtaplı geceler, Ankara’ya yüksekten bakış, tam ve enfes bir İstanbul
gecesidir. Galiba biraz da onun için, insan Ankara gecelerinde İstanbul’u o
kadar hatırlamıyor, bundan ona, ondan buna bir parça hayat ve bir parça
bilmem ki ne karıştığı için..
Emellerimin haftalarca süren çöküşlerini yavaş yavaş ona anlatmaya
başladım. Ses çıkarmadan dinliyor, dinledikçe bu serin sonbahar gecesinde
avucu terliyordu.
Onu ağır bir sesle söyleye söyleye yükseklere çektim. Nemli toprakları
çiğneye çiğneye Çaldağ’ın ilk kayalıklarına kadar götürdüm. Etrafımızda
uzun otlar, yalçın kayalar vardı.
— Bak, dedim, bu sefer Karşıyaka’dan İzmir’e, Göztepe’ye bakalım!
Hakkım vardı ve hala hakkım var. Ankara, hele Sakarya’dan sonra
büsbütün İzmirleşmiştir. İzmir’in varlığı nasıl Ankara ile dolu ise, Ankara
baştanbaşa İzmir’dir.
Söylüyorum, bombalanan, zehirlenen, cehennemlenen emellerimi
anlatıyorum. Murat dinliyor..
İki kaya arasındaki düzlüğe oturduk. Polis müdürü Dilaver Beyin
gramofonu uzaktan uzağa ses veriyor:
“Bir dakika seni benden ayıran el kurusun!”
Kardeşi Saffet Bey, komşu bağında eğlenenlere yüksek sesle laf atıyor:
“Yaşayınız çocuklar!”
— İşte bunların hepsi bitti, hepsi mahvoldu. Sahte bir bağla başkalarının
saadetine çalışıyoruz... Güneşten ve zaferden gelen! Buna razı olacak
mısın?
— Hayır!
Diyen alevden dudakları, artık ses vermeyen buzdan dudaklarımı kaptı,
eridim, eridim, eridim..
………………………..
Yıktıkları emellerimizin intikamı alınmıştı..
…………………………
Kendimi zaptedemedim, kahkaha i!e gülerek:
— Nedim! Nedim! diye epeyce yüksek bir sesle haykırdım Nedim!
Babama selam söyle, her nikahı imam ve her evlada baba kıymaz!
—O ne! Ötede, uzaktaki ağaçların arasında bir yılan gözü.. Hayır, hayır!
Bir sigara ateşi değil, bir yılan gözü..
Sanki bize bakıyor! Murat oraya doğru gitmek istedi, bırakmadım.
Yavaşça;
— Acaba bir gözetleyen mi var?
Dedi.
Cesur oldum;
— Zarar yok, dedim, olsun..
Fakat içgüdüme uyarak yine seslendim:
— Nedim! Nedim!
— Geliyorum!
Sararmış yapraklar ses verdi. Ben de sararmış yapraklar kadar
sarardığımı hissettim.
Meğer Nedim imiş. Yanımıza geldi.
Bir vesile ile yüzünü mehtaba döndürdü.- Hiçbir çizgi, hiçbir hareket
yok!
Tam kayıtsız ve habersiz duruyor!
Ne kuvvetli aktör! diye düşündüm.
O basit ve her zamanki sesiyle konuştu:
— Üşümediniz mi? Ben çıktığıma pişman oldum.
Baktım köşkte kimseler yok. Amcam odasına çekilmiş, yengemi de
göremedim. Belki size tesadüf ederim diye çıktım. Haydi içeri girelim.
Murat bir şey söylemiş olmak için mırıldandı. Ben titreyen bir sesle;
— Girelim..
Dedim. Nedim üşüdüğümü zannetti;
— Gördün mü? Sesin bile titriyor.
Konuşmadan yürüdük. Titriyordum, salona girdiğimiz zaman radyomun
ışığının altında Nedimi daha iyi görebildim. Dehşetlendim, rengi sapsarı ve
gözlerinin kenarlar kıpkırmızıydı. Demek her şeyi görmüştü. Demek
ıstırabından ağlamış, hiddetinden sararmıştı.
Fakat ne olsa gururu bir şey söyletmiyordu. Yalnız imalı olup olmadığını
anlayamadığım bir gülüşle:
— İnanır mısınız, dedi, sizi böyle gördükçe içime ferah, saadet doluyor.
— Alay mı ediyorsun?
İşlediğim büyük günahtan sonra her kayıt ve şartı yıkmak istiyordum.
Nedim, önce önüne, sonra da gözlerime bakarak adeta yalvarır gibi:
— Yıldız! Dedi. Çok rica ederim, Muradın başı için beni incitme!
Sen bende birtakım fena insan vasışarı mı buluyorsun nedir? Ben sizi,
yakından görmek için aradım. Ve sizin civarınızda bulundukça yaşadığımı
hissediyorum.
……………………..
— Sebebini sormayınız! Rica ederim, bunun sebebini ne sen sor, ne
Murat sorsun. Sizden uzaklaşayım diyorum, bedbaht oluyorum,
yakınlaşayım diyorum, inciniyorum..
Murat! Bari sen söyle, bundan vazgeçsin.
— Sebebini söylersen vazgeçerim.
— Ben de seviyorum! Fakat tek başımayım.
Bir adım geri çekildim.
Murat kımıldamadı. Nedim şüphemi şiddetli bir el hareketiyle reddetti:
— Hayır kardeşim! Hayır hemşire! Susunuz.
İki avucunu yüzüne kapayarak hıçkıra hıçkıra odasına kaçtı..
İKİ GÜN ARASINDA

Ankara’nın güzü ne kadar güzeldir.. Geç uyandım. Pencerenin ötesinde


ıslak bakır renkli bir alem var. Yağmur, yağmaktan yorulmuş. Yorganı
göğsüme indirdim. Kollarımı çıkardım, serin havayı içe içe dün geceyi
düşünüyordum..
Bu şüphesiz bir buhrandı. Fakat o kadar güçlü iradeli bir buhran ki,
Muradı da sardı. Bir emrivaki olan günahımızın akıbetlerini göz önüne
getirmek istiyordum.
Azap? Hayır, ıstırap?
Hayır.
Hüviyetimde sadece bir sarsıntı, kah acı, kah kinli, bir sarsıntı var. Bu
emrivaki nerelere gidebilirdi? İlk adımda kutsi emellerimizin
gerçekleşmesine..
Olamadığı halde bizi soktukları hile ağının parçalanmasına ve Nedim’in
aciz, berbat, kırık, karşıdan baka kalmasına,.
Yahut? Yahut dehşet ve rezaleti dillere destan olacak her hangi bir yere..
Ne olursa olsun, bu günah işlenmişti. Realite bu idi ve kalanı hep
kuruntulardan ibaretti.
Sıkıntı ve ıstırapla sağa sola döndüm. Başım kısa fasılalarla ağrıyıp
ağrıyıp diniyor, zaman zaman içime bilinmez bir endişe, bir baskı
çöküyordu.
Bir aralık ağlamak istedim gaşetinin ve günahının dehşetini geç anlayan
her kız gibi..
Sonra kendi kendime kızdım. zafıma kızdım. Ben gafil bir kız değilim.
Sinirimle, şuurumla hareket etmiştim.
Günah dediğim şeye, hissim günah diyordu. Aklım, mantığım
hükmediyordu ki, ben yıkılmak istenen hayat ve fazilet idealimi
gerçekleştirmek için en kat’i hareketi yaptım. Bu biraz da karşıt bir
hareketti.
Kapım vuruldu. Babam alay ediyordu:
— Hanımefendi hazretleri! Küçük hanımefendi hazretleri!
Dev anaları gibi yedi sene uykusuna mı yattın kızım!
— Kalkıyorum baba!
— Vay! Geliyorum değil de kalkıyorum!
Demek hala yataktasın.
Fırladım. Kapıyı aralık ettim. Babam girdi:
— Şimdi senin bir de tuvaletini mi bekleyeceğiz?
Haydi haydi! Sırtına bir şey al da yemek odasına gel.
Çaylar buz kesilecek!
Tereddüdümü görünce bir kimono aldı, sırtıma fırlattı:
— Muratla Nedim trene yetişmek İçin erkenden fırlayıp gitmişler.
Annenle ben sofra başında iki kukumav gibi seni bekliyoruz. Hanımefendi
kalkacak da ağız tadile bir kahvaltı edeceğiz!
Babamın bu kadar neşeli olduğunu hatırlamıyorum. Zavallı gafil baba,
günahımdan bir damlası kulaklarından yüreğine sızmadı mı?
Nedim demek sustu. İhtimal ki, söylemedi. Yazacak. O sahneyi de
bekleyelim. Metin ol Yıldız metin ol bakalım! Annem Demirci çöreği
yaptırmış, tabağımı dolduru dolduruverdi. İştahlı görünmeye çalışarak
iştahsız bir kahvaltı ettim.
Öğleden evvel İzmir yurdu 4 genel kurulunun toplantısı varmış.
Babam oraya gitti. Annem, bir türlü aksama kadar bitiremediği evin
işlerine daldı. Ben yalnız kaldım.
Küçük kız beni tenhada görünce yanıma sokuldu. Elime bir mektup
verdi:
— Nedim Bey bıraktı küçük hanım.
— Niçin şimdiye kadar vermedin?
— Gizli ver, dedi de ondan.
— Peki fakat bir daha gizli bir iş yapma. Gizli işlere alışırsan sonra seni
hiç sevmem. Murat Bey giderken bir şey söyledi mi?
— Yalnız selam bıraktı.
Zarfın ucunu tırnağımla azıcık yırttım. Sonra birdenbire durdum. Bu
mektubu okumaya hakkım var mı, yok mu? Nişanlı bir kız ve nikahına
günah karışmış bir kız, bir başka erkeğin gönderdiği mektubu okuyabilir
mi? Okuyamaz mı?
Okuyamaz!
Çünkü bu mektubun içindekiler açıktı. Muhakkak bir gönül meselesini
hikaye ediyor ve o mesele de bana dayanıyordu.
Halbuki ben tam ve resmen başkasınındım.
O halde okumam!
Mektubu masanın köşesine koydum.
Okumam!
Fakat ne yaparım, ne yapayım? Bunun en doğrusu, Murada bir mektup
yazarım.
Nedim bana şu mektubu gönderdi, onu önce okumak senin hakkındır.
Eğer bana da okutmayı uygun bulursan gönder, derim.
Bu fikir iyi miydi? Fena mıydı? Orasını düşünmedim.
Kendimce iyi idi..
Nedim’in zarfını iki büklüm ettim, beş on satırla başka bir zarfa koyarak
ertesi günkü posta ile Murada gönderdim.
İki uzun günüm, babamın kahkahaları içinde geçti. Bir defa şehre indim,
Peride Hanımefendilere uğradım. Can sıkıcı, siyasi bir dedikodunun
karşısında kaldım.
Yok, Sadrazam izzet Paşa gelmiş gitmiş de, aklı sıra Ankara’ya oyun
oynamış!
Yok, rakıyı yasak etmeyince savaş kazanılmazmış!
Yok, eğer kadınların peçelerini bir karış daha uzatırlarsaymış İzmiri
alabilirmişiz!.
Öyle şeyler ki, ya kahkaha ile ağlamalı, ya hıçkırıkla gülmeli.
Hiç biri anlayamıyordu ki, milli hamle, milli mücadele mazlum bir
milletin kaynayan benliğinden taşmıştır.
Peride Hanımefendi kızar gibi oldu. Ev sahipliğini bir an unutarak geri
kafalı şahsa cevap verdi:
— İç, benlik denilen bir şey varmış beyefendi, o şeyi bir ferde, bir millete
bir irade aşılarsa, o iradeyi ne meyhane miçosu, ne medrese softası, ne peçe
ölçüşü durduramaz.
Sadrazam oyun etmiş. Bundan tabii ne var?
Bu millete hangi Sadrazam oyun etmedi? Son devrin en kuvvetlileri,
akıllıları Reşit Paşa ile Ali Paşa değil miydi?
Mezarcı Mahmut gibi birbirlerinin çukurunu kazmışlar. Yetiştirdiğimiz
Kamil Paşa ile Sait Paşanın bitmez tükenmez el yazılı skandallarına biz
şahit olduk. İzzet Paşa Sadrazamlıktan yol verildiği için ağladı, şimdi oyun
ettiği için gülmeğe çalışıyor.
Bunları bırakalım efendim. Nihayet bunlar, yakın tarihi alaya almak için
düzenlenen eğlenceli bir revüde seyredilir.
Ben kalktım. Sinirlenmiştim.
Sordular:
— Nereye böyle çabucak?
— Süleyman çavuşa kaçak konyak almaya gidiyorum. İki gündür
söyleyip duruyor.
Bunu inat için söyledim. Bıyıkları sünnetlenmiş bir mebus yarı şaka, yarı
kırık sordu:
— İçki yasağından haberiniz yok mu?
— Bazı yasaklar vardır ki, aleyhine hareket etmekle büyük sevaba girilir.
Gitmiş bir vatanı geri alacak vasıtayı bu yasakta görenlerin perdeli gözleri
önünde, o yasağın aleyhine hareket etmek kadar sevap ve doğru bir iş
yoktur beyefendi!
Çıktım.
Arkamdan ne söylediler bilmiyorum. Ankara’ya geldim geleli ilk defa
böyle bir kabalık ettim.
Fena sinirliydim. İzmir Yurdu’na uğradım, kimseler yoktu. Mustafa
Necati Bey Kastamonu’dan gelmiş, hikayelerini dinlemeğe gitmişler.
Hakimiyeti Milliye’den geçtim. Orada da henüz kimseler yok.
Canım sıkılıyordu. Demokratların genel merkezine uğrayayım dedim.
Bilirsiniz ya Merkez kıraathanesiyle Dayko’nun dükkanı İnkılap
Demokratlarının genel merkezidir. Merkezde oturmadım. Çünkü kadınlara
yasak!
Sonra maazallah memleket batar!
Daykoya gittim. Bir kakuleli kahve içerim, iki laf ederim, içim açılır.
Manastır şivesiyle başladı:
— Ooo! Hoş gelmişsindir Yıldız Hanım! Çoktandır görünmez oldun.
Ben sana da, annene de, bey babana da, hepiciğinize de darılmışımdır.
— Sebep, Daykocuğum?
— Nasıl darılmayım? Beni nişana çağırmadınız. Hele o Murat Beyi
görsem, neler deyivereceğim neler..
— Ben seni ayrı davet edeceğim.
Samimiliğin ve insanlığın huzurunda olduğumu derhal anladım. Sıkıntım,
sinirim yavaş yavaş dağılmaya, içime bir ferah dolmaya başladı. Dayko
müthiş siyasi bir meseleyi meydana vurur gibi içini çeke çeke, koca sakalını
karıştıra karıştıra dedi ki:
— Bilir misin ne oldu? Bilir misin şu Bursa Polis Müdürü olacak Nuri
Bey bana ne yaptı?
— Vah vah! Ne yaptı Daykocuğum?
— Bakarım her gün piliçlerimden bir tanesini tutar getirir. Der ki, bak
Dayko, mahalle çocukları, gene zavallı hayvana taş atıp ayağını kırmışlar.
Bakarım, sahi be Yıldız hanım! Zavallı hayvancığın ayağı kırık.. Haydi
ölmeden keserim.
Bir gün üç gün.. Meğer ne yaparmış o Nuri Bey.. Arka sokaktan gelirmiş,
pilicin bacağını kırar, beni böylece aldatırmış.
Ben keser, pişiririm, o da arkadaşlarıyla ala bir meze yaparmış..
Tam o sırada Nuri Bey, bir kaç mebusla dükkandan içeriye başlarını
uzattılar..
— Dayko, piliçler sağlam mı?
Anladım ki alay göklere çıkacak, kalktım.
Bağa dönerken vücudumda bir yenilik, dimağımda bir dinlenmişlik vardı.
O geceyi rahat geçirdim. Ertesi gün annem tatlı tatlı gülerek elini uzattı:
— Murattan mektup var.
Kapmamla açmam bir oldu.
Nedimin mahut mektubu da içindeydi. Açmamış, okumamış, nasıl
gönderdimse öyle geri çevirmiş. Önce Muradın mektubunu okudum:
“Ne tuhafsın Yıldız, diyordu. Sana gönderilen bir mektubu senden önce
okumayacağımı tahmin etmedin mi? Şayet Öyle bir şey yaparsa,. göreceğim
itimatsızlık senin için acı bir hakaret teşkil etmez mi?
Bir kadın yazısıyla bana gelen mektubu gördüğün vakit okur musun? Ben
de bir erkek yazısıyla sana gelen mektubu okuyamam, okumam.
Karşılıklı temizliğimizin ve itimadımızın bundan kuvvetli delili olmamalı,
biz tek parça bir gönül müyüz? Hayat ve fazilet ideali ikimizin de varlığı
mıdır? Yeter bu Yıldız.
Mektubu olduğu gibi çeviriyorum. Oku bakalım. Ben sanıyorum ki
Nedim, müthiş bir yaranın sancıları ile kıvranıyor.
Ona ilaç olabilmek bir heyecanlı dileğimiz olsun.”
Nedimin bu dönüp dolaşan, içi bilinmeyen mektubunu merakla açtım..

4 Milli Mücadelede istilaya uğramış yerlerin Ankara’da bulunan halkı birer yurt
kurmuşlardı.
DÖNÜP DOLAŞAN MEKTUBUN İÇİ

Dikmen Yıldızı, çantasından okuna okuna yıpranmış bir mektup çıkardı.


Savcıya uzattı; “Yıldız! Sabah oluyor. Bütün gece uyumadım. Bu ilk ve son
mektubu yazayım mı, yazmayayım mı? diye belki bin defa kendi kendime
sordum.
Sonunda ellerimi yüzüme kapayarak, hüngür hüngür ağlayacak derece
zaafa düştükten sonra niçin bu zaaf sürüp gitmesin? dedim.
Bunun üzerine yazmaya karar verdim. Beni daima yanlış hislere, fena
zanlara mağlup olarak inciten Yıldız!
Kat’i surette bilmelisin ki, senin hakkında iyilikten başka hiçbir fikrim
yoktur. Neden bana kin dolu gözlerle bakıyorsun, niçin dünyanın en fena
insanı sayıyorsun?
Doğru olan şudur: Ortada iki sevgi vardır. Birisi Murat-Yıldız, ötekisi tek
başına Nedim..
Bu felaketli aşkın feci itirafına sen sebep oldun Yıldız. Ben hayatımı bir
mezar yapmış ve aşkımı oraya elimle gömmüştüm. Beni o kadar incittin.
Öyle kırdın ki, işte hepsi sızıyor..
Yıldız! Ben seviyorum. Senin gözlerini seviyorum, senin sesini
seviyorum, senin rengini seviyorum. Fakat bu, seni sevmek demek değildir.

Yıldız.. Aziz Yıldz! Kardeşim Yıldız!


Gözbebeğim Yıldız!
Aşkımın timsali değil, kendisi olan Yıldız! Çılgına benziyorum değil mi?
Ne söylediğini bilmez sarhoşlar gibi yazıyorum değil mi? Tekrar ediyorum,
gözlerin, sesin ve rengin.. Bunlardan uzak kalmayacağımı umuyorum.
Halbuki sen feci bir kötü fikirle en kötü vicdanlı insanlara layık
muamelelerle beni perişan ediyorsun. Sizin saf ve kutsal aşkınızı
seviyorum. Muradın nurdan bahtım seviyorum. Muamma oldum değil mi?
Fakat hayır, ne deli saçmasıdır, ne muamma.. Mesut olmanızı ikinizden
fazla ben istiyorum, çünkü sizin saadetiniz, kapkara bahtımın saadeti
olacaktır.
Dinle beni Yıldız! Melekten kardeş! Sonra bana ister acı, ister paçavra!
de..
Tam beş sene evvel bir gündü.
Kordonun çiçek demeti olduğu bir İzmir akşamıydı. Kleonaridi
gazinosunun önünde senin gözlerini gördüm.. Senin sesini işittim.. Senin
rengin gözlerime doldu. Hayret ve heyecanla irkildim, Yıldız! diye
dudaklarım titredi. Fakat onun dudaklarından senin sesin başka bir kıvrılışla
dökülüyordu.. Ses senin sesindi, fakat sen o değildin. Gözler senindi, fakat
o sen değildin.
O Yıldız, Rumca konuşuyordu.
O yıldızın babası ticari muamele yaptığımız ve senin de tanıdığın
Diyamandopulos idi.
Kımıldayamadım. Neden şimdiye kadar görmedim, diye hayışandım.
Başım yanıyor, sırtım üşüyor, göğsüm tıkanıyor, ellerim titriyor Yıldız!
Sana bu korkunç aşk hikayesini bir şair kalemiyle söyleyemeyeceğim.
Bir an içinde bakıştık. Bir anlık bakıştan doğan aşklar ne sönmez
ateşlermiş Yıldız!
Bir an içinde bakışanlar, tam dört sene gece gündüz, en sonsuz bir aşkla
seviştiler.
Bir gün vatan çöktü ve milli mabetler istila edildi.. O gün Mondros
mütarekesinin imzalandığı çözülme gününün akşamı, ilk defa bana hırçınlık
etti.
Ertesi günü vapura binerken, ansızın nereye gidiyorsun? dedim:
— Muzafferlerin beldesini görmeğe gidiyorum.. dedi. Ne vakit
“döneceksin? dedim.
— Nişanlanacağım genç yüzbaşı ne vakit müsaade ederse.. dedi.
Aramızda bir bağ, kalmadı mı? dedim:
— Beni bol bol düşünebilirsin dedi.
O anda o kadar mağrurdum ki, binbir felç bir anda vursaydı, hepsini
defedebilirdim.
— Seni hayatımda bir tek defa görmemiş gibi unutacağım.
—Dedim. Döndüm.
Fakat o dakikadan beri hiçbir zaman unutamayacağımı hissettim.
Beş ay, o beni her zaman aradığınız, eve bir defa uğramadığım beş ay,
beyni eriyip akmış bir hasta halinde dağları, köyleri dolaştım. Aşkım ve
gururum içimde devamlı savaş halinde idi. Ben kah birine, kah ötekine
galip gelerek sürükleniyordum. Beş ay sonra bir gün mektep
arkadaşlarından birine rastladım. Nezaket olsun diye sordum:
— Nasılsınız Matmazel?
— Ben evlendim.
— Öyleyse tebrik ederim Madam.
— Mersi! Fofo’yu sormuyor musunuz?
— Hangi Fofo’yu?
— Fofo Diyamandopulo.
— Tanımıyorum Madam.
— Hakkınız var. Dört sene sonra sizi daha tatlı, daha az acı vererek terk
edebilirdi.
— Kendime terk edildiğimden dolayı bahtiyarım.
— Foto bugün bedbahttır Nedim Bey!
İstemeyerek karşı koyamayarak yüzüne baktım, genç kadın hüzünlü bir
sesle izah etti:
— Nişanlanacağı genç yüzbaşı onu aldattı, Fofo bugün kocasız bir
madam, şerefsiz bir paçavradır. Zavallı kız! Sizi o kadar sevdiği halde
bilmem ki niye uydu? Hangi rüzgarın önüne düştü de böyle yaptı. Geçen
gün gördüm, üzüntümde görmemezliğe geldim.
Yıldız! Meğer rıhtımda terkedildiğim gün ben çok bahtiyarmışım. Bu
genç kadının verdiği haberden sonra anladım ki artık kalbimin ve hayatımın
eğilir, tutulur yeri kalmamış. Ses çıkarmadan uzaklaştım.
Bundan üç gün sonra, tanıdığım ünlü yabancı çapkınlardan birisinin
kolunda gördüm ve ertesi günde istila donanması İzmir’e girerken, biz
Karşıyaka’dan otomobile bindik..
İşte Yıldız! Bu kadar harikulade benzeyiş acaba beni her gün biraz daha
bedbaht etmek İçin midir? Yoksa senin hemşire ve temiz muhitinde,
hayatımın tesellisini bulmam için midir?
Gözlerin, sesin ve rengin, bunun için aşkımın timsalidir ve onun için
görüşürken gözlerine bakamıyorum. Sen söyle, senin sesini işiteyim, diye
ben daima susuyorum.
Bir ecnebiyi sevmek bedbahtlıktır. Bir ecnebi tarafından terk edilmek bin
bedbahtlıktır. Böyle bir aşkı, temiz bir kalpte saklarken, ona dönmeyi hiçbir
zaman düşünmedim, düşünmüyorum. Damarlarımda dolaşan kan
alevdendir. Ben onun ateşiyle yana yana vazifemin emirlerini yapıyorum.
Yıldız! Artık benim için düşündüğün şeylerden beni temiz etmeyecek
misin? Gözlerin, sesin ve rengin..
Hep o, daima o.. İşte hakikat! Nedim, daima Nedim ağabeydir. Nedim,
eğer müsaade edersen gözlerin, sesin ve renginden kurulmuş bir
sanatoryumda kalbini, ruhunu tedavi etsin.
Sizi mesut gördükçe o gözlerin, o sesin, o rengin mesut olduğunu
sanıyorum.
Bu sırrımı şimdiye kadar kimseye açamadım, açamazdım. Çünkü hepsi
birbiri üstüne yığılmış günahlardı. Ben onların günahkarıydım. Bir gün
gelir, mutlaka İzmir’e dönersek, ki mutlaka döneceğiz, ona asla, fakat sana
daima yakın kalmak isterim. Onu sende bulduğum için.. Ben senin masum
ve eşsiz aşkına çok çalıştım. Gizli gizli çalıştım Yıldız!
Sen de benim tedavime müsaade etmez misin!
İzmir’e dönünce onu belki harap bir evin penceresinde gülerken
göreceğim. Fakat tanımayacağım. Çünkü kirpikleri çirkeşeşmiştir. Gözleri
değişmiştir. Sesi pürüzlenmiş, rengi boyanmıştır. O halde, orada ve
dünyanın hiçbir tarafında o yoktur. Yalnız bir yerde vardır: Senin
gözlerinde, senin sesinde, senin renginde..
Yıldız! Kardeş Yıldız! Melek ve teselli Yıldız!
Muradın başı için bana inan ve artık beni incitme! Bu sırrımı Muratla
beraber saklayabilir misiniz?
En büyük korkum; Milli Mücadele siperlerinde böyle bir kalp günahı
işleyen bir İzmir gencinin bulunduğunu işitmeleridir. İşitmesinler, o genç
vazifesini tam yapsın.
Dün gece sizi aramağa çıktığım zaman kararım neydi bilir misin?
Bulunduğunuz yerin yakınında gizlenmek, temiz aşkınızı birbirinize
anlatırken, gözlerimi kapayarak, kendimi İzmir’de ve geçen senenin
zannederek dinlemek, dinlemek..
Fakat bedbaht ben, ağzımda sıgarayı unutmuşum.. Uzaklardan gördün,
seslendin..
Eve dönerken böyle bir sonbahar gecemizi hatırladım. Orada düşüp
ölmediğime şu satırları yazarken bile şaşıyorum.
Yıldız! Eğer istemiyorsan, eğer sizi sıkıyorsam, söyle. Ben bu fedakarlığı
da yaparım. Bir daha görünmem, hatta ben ölünceye kadar görünmem.
Yalnız benden şüphelenme, beni incitme aziz Yıldız! Eğer istemiyorsan,
eğer sizi sıkıyorsam, söyle. Ben bu fedakarlığı da yaparım. Bir daha
görünmem, hatta ben ölünceye kadar görünmem. Yalnız benden
şüphelenme, beni incitme aziz Yıldız!”
BİR İNSANI NASIL BOĞARLAR

Savcı mektubu okuyup bitirdikten sonra Yıldız’a baktı. Bu bakış,


zihninin ne kadar karmakarışık olduğunu apaçık gösteriyordu;
— Bu mektubun içi, Nedim Bey hakkındaki bütün sözleriniz ve
fikirlerinizle taban tabana zıt.
Yıldız kuvvetli bir sesle cevap verdi:
— Şiddetli bir tezat değil, kuvvetli bir aktörlük.
— Bu mektuptan sonra bir şey olmadı mı?
— İlk cinayet oldu.
Asabiyetle parmaklarını çıtlattı, öksürdü. Durdu, kaşlarına varıncaya
kadar bütün saçları ürperiyordu. Kollarını yazıhanenin üstüne uzattı,
göğsünü kenarına dayadı, kağıtlara baka baka anlatmaya başladı.
— Son gelişiydi. Üç gün kalacaktı. Acele bir telgraf aldı. O gece
yemekten sonra gitmeğe mecburdu. Tren yoktu. Atla gidecekti. Sabaha
karşı Malıköye, oradan karargahın bulunduğu Alagöz köyüne yetişecekti.
O gün akşamüzeri annemin yanına girdim:
— Bu defa da arzunuza bir acele telgraf yardım etti anne! Fakat gelecek
defa böyle olmayacak ve benim dediğim olacak:
— Bir çılgın gibi söylüyorsun Yıldız!
— Bir zalim gibi hareket ettiğiniz için anne!
— Ben ne yapabilirim, babanla senin aranızda..
— Dur, ne diyebileceğiniz ben söyleyeyim. Bak şuraya! Uzat elini! Bir
şey hissediyor musun?
— Ne var ki, bluzunu niye gösteriyorsun?
— Bluzumu mu? Bluzum değil anne! Karnımı gösteriyorum anne!
Geceleri bin türlü acıyla beni kıvrandıran bu yuvarlak et parçasının içinde
canlı bir şey var ki, mini mini elleri beş ay sonraya kalmadan bütün
gaddarlıklarınızı ezecek bir kuvvettedir.
Annem yerinden zıplayarak sapsarı kesildi;
— Beni korkutmak için söylüyorsun kızım!
— Hayır işte meydandayım. Emri vakiimle sizi hakikate davet için
söylüyorum.
Zangırdayarak bir koltuğa oturdu. Ağlamakla inlemek arasında bir şeyler
mırıldanıyordu.
— Ne oluyorsun? dedim. Mademki hepinizin fikri iyidir, doğrudur, yolun
yarısını aşmıştır. Bundan tabii ne olabilir?
— Bizi mahvettin Yıldız!
— Eğer benim kanaatlerim doğru olmasaydı, şimdi bizi mahvettin
diyeceğine, acele ettin Yıldız, diyecektin.. Demek oluyor ki, gizli
maksatlarınız muhakkakmış ve böyle acele bir emri vakii mahvettin sözü ile
karşıladın.
Annem hiçbir şey söylemiyordu. İsrar ettim:
— Git babama haber ver! Eziyeti meyvesini verdi. Haberi olsun. Şimdi,
şimdi git!
Kımıldayamadı. Ben odadan çıktım. Babama koştum, odasında
çalışıyordu:
— Baba! dedim. Annem bir titreme geçiriyor. Benim yüzümden oldu.
Ortada bir gerçek var. Sor da söylesin. Söylemezse ısrar et.
Babam, hayret ve endişeyle yüzüme bakıyordu.
— Git baba! Bir hakikatle karşılaşacaksın ki, bu, uzun zamandır karşılıklı
süren maçlarımızda nasıl kafi surette nakavt olduğunu ispat edecektir.
Acı, keskin, madeni bir kahkaha savurarak dışarıya çıktım ve koşa koşa
komşuların birine misafirliğe gittim. Fazlasına ben de karşı
duramayacaktım. Sinirlerim altüst olmuştu. Komşudan bırakmadıklarına
çok memnun oldum. Yemekte alıkoyduklarını haber verdiler.
Yedik, eğlendik, güldük, söyledik. Dikkate şayan bir neşem, bir
şaklabanlığım vardı.
Ut çaldım, keman çaldım. şarkı söyledim. Dimağımda kuvvetli bir zeka
ışığı parlamıştı. İki kişiyi birden satrançta mat ettim. Vakit gecikti. Yeni ay,
Çal tepelerinde battı.
Beni köşkümüzün kapısına kadar getirdiler. Bahçe kapısı önünde bir
müddet dinlendim.
Ses seda yok. Yavaşça odama çıktım.
Açık pencerenin kenarından karanlığa baktım. Karanlıkta iki gölge
dolaşıyordu, belirsiz iki gölge..
Merak ettim. Hizmetçilerin odasından sızan hafif sarı ışık bir an gölgeleri
yaladı. Bunlardan birisi Nedim, öteki Süleyman Çavuştu. O zaman garip bir
endişeyle titredim. Gece yarısı arka bahçede ağaçların arasında ne
arıyorlardı? Derhal koştum, Muradın yattığı odaya baktım, bomboştu.
Tekrar pencereye geldim, oradan arka balkona koştum. Tam o sırada
ağaçların arasından
boğuk, anlaşılmaz sesler geldi:
— Adamı öldürecekmiş..
— Senin gibisine o bile az.
Evvelki boğuk sese cevap veren bu kin ve hiddet dolu ses Nedimin
sesiydi. Derken boğuşma başladı ve Nedimin sesini açık açık duydum:
— İçeride sicim var. İngiliz sicimi!
Sonra yan pencereden babamın sesi duyuldu:
— Al Süleyman! Atıyorum, sıkı ilmik yapın, insanın harimine taarruzun
ne demek olduğunu anlasın namussuz!
Aşağıdaki lambanın ışığı pencerelerde gitti, geldi. Alt katta korku ve
dehşetten bir mırıltı vardı. Lambaların uzayan titrek ışıklarının kesik kesik
uzayan yardımlarıyla görüyorum. Üç kişi boğuşuyor, üç karanlık gölge.. İki
üstte, birisi altta.. Nedimin çılgın, homurtulu sesini tekrar duydum:
— Boynuna bir ilmik daha!
Ses kesildi. Yerde bir. ayakta iki gölge.. Sonra bir zifiri kımıldanış.. Sonra
bir omuzlanmış ceset.. Sonra tekrar Nedimin sesi:
— Kayanın solundaki büyük çukura dikkat!
— Murat! Murat! Murat!
Öyle bir çığlıkla haykırdım ki, gözlerim yataklarından fırladı sandım.
Muradı boğmuşlar, koca kayanın solundaki büyük çukura götürüyorlardı.
Oda kapısını şaşırdım, pencereye koştum. Kendimi pencereden aşağı
atarken, kuvvetli bir çift kol belime sarıldı. Yavrusu parçalanmış kaplan gibi
haykırdım:
— Murat! Murat! Muradı boğdular!
Belime sarılan el beni bir yere oturttu. Kararmış gözlerim yüzünü
görmüyordu, yalınız sesinden babam olduğunu tanıdım.
Heyecanlı bir sesle:
— Ne oluyorsun kızım! Murat yemekten sonra gitti. Bu ne hal Yıldız?
— Muradı boğdular! Boğdunuz!
— Ne söylüyorsun, Yıldız!
— Eyvah! Niçin boğdunuz? Beni boğsaydınız hain baba! Hain anne!
Annem yüzüme su döküyor. Babam okşamaya çalışıyordu. Ben
çırpınıyordum. Gözlerimin önünde boğdukları, omuzlayarak çukura
götürdükleri Murat karanlıklar içinde beni çağırıyordu. Babam:
— Yıldız! Kendine gel! dedi. Murat gitti.
— Evet, sizin siciminizle, pencereden kendi, elinizle attığınız siciminizle
gitti. Nereye gönderdiniz onu?
— Kızım! Yemin ederim ki Murat cepheye gitti.
— Boğdunuz!
— Boğulan kimse yok. Hırsız mı? Yoksa hizmetçilerden herhangi bir
münasebetsizin edepsizliği mi?. Pencereden dışarıya bir gölge çıktı,
arkasından seğirttiler. Tuttular, kollarını bağlayarak jandarma karakoluna
götürdüler.
Bayılmışım kaç saat, kaç sene bilmiyorum. Gece yarısı doktor Ali Beyi
getirdiler. Bana o afyonlu ilacı verdi. Uyudum. Kaç gün, kaç asır
bilmiyorum. Hayatım bir rüya içinde geçti ve o rüya, boğazına babamın
tarifi gibi güzelce bir sicimle boğdukları Muradın rüyasıydı.
Bir gün kıvrandıran, kaburgalarımı kıran, boş böğürlerimi paralayan bir
sancı ile uyandım. Bu sefer işittiğim sesler, ne Muradın anlaşılmaz boğuk,
ölüm sesiydi, ne babamın ilmek tavsiye eden gaddar sesiydi.
Hayır! Bu sefer iki kuş sesiyle uyandım. Muratla gezdiğimiz kırlarda
dinlediğim serçelerin sesiyle.. Bu iki ses, kundaklanmakta olan
yavrularımın dünyaya haykırdıkları ve babalarının aradıkları ilk sesleriydi.
Biri erkek, diğeri kız, ikiz doğurmuşum. Aralarında yarım saat ara varmış.
Annem sevinir gibi görünüyor, babam başını çevirmiş düşünüyor, doktor
vazifesini yapıyor, kızlar öteye beriye koşuyorlar.. Nedimin kahredici ve
gaddar sesini, tekrar duydum:
—Başka bir şeye ihtiyaç varsa, şehre araba çıkaralım.
Doktorun kahredici ve gaddar sesi cevap verdi:
— Hayır! Şimdilik tam istirahat. Neredeyse uyuyacaktır. Gürültü
olmasın.
Demek beni yine uyutacaklar? Demek yine zindanlarda kalacağım.
— Uyumam! Uyutmayın!
Diye haykırdım. Fakat o kadar.. Dilim tutuldu, gözlerim bulutlandı,
kendimden geçtim. Baygınlığım ne kadar sürdü bilmiyorum. Kendime
gelirken, evvelce söylediğim gibi, evladımın birini ağlar buldum. Kucağıma
almaya vakit bırakmadılar. Onu boğdular! Beni buraya kadar sürüklediler.
Sonra kalan yavrumu da ortadan kaldıracaklar..
Dikmen Yıldızı; etten, kemikten bir insan değildi. Söz söyleyen, dehşeti
temsil için yapılmış, makineli bir mankendi.
Savcı buz gibi donmuştu. Bıyıkları, saçları diken diken olmuş,
dinliyordu. O sırada makineli manken askıdan düşmüş bir palto
sessizliğiyle iskemleden yere yıkılıverdi..
DIŞARIDA NELER OLUYORDU?

Annesi sabahleyin, erkenden Yıldızın odasına girdi. Odada kimse yoklu.


Odaları aradı. Yine Yıldızı göremedi. Hizmetçiler omuzlarını kaldırarak
bilmediklerini söylediler. Süleyman Çavuş «haberim yok» dedi.
Arabacı atları timar ediyordu. Hiçbir şey görmemişti.
Nedim o gece izinli geldiği için geç yatmış hala uyanmamıştı, hayret etti.
Babası, haber alınca sapsarı kesildi. Evin içi allakbullaktı, fakat bu telaş,
endişe, derin bir sessizlik içinde geçiyordu, Evin içini ağır bir yas havası
bürümüştü. Annesi, babası, Nedim, Süleyman çavuş üst sofrada bir an ses
çıkarmadan bakıştılar..
Kamil bey merdivene doğru iki adım attı. Sonra arkasına dönüp baktı.
Gözlerinde derin bir korku ve endişe alevi yardı. Sesi açık bir titreyişle
mırıldandı:
— Nedim! Süleyman! Kuyuya bakınız. Kuyuya fener sarkıtınız!
Kimseye sezdirmeden komşu kuyularını da muayene ediniz!..
— Kuyuları mı?
Zavallı annesi boğulur gibi sordu, ölüleşen zayıf yanaklarından
gürültüsüz, hıçkırıksız yaşlar boşandı. Kamil Bey, karısının basını okşadı:
— Sus! dedi. Bu gaşetin suçu hepimizdedir. Bunu bir tedbir için
söyledim. Ben de senin kadar üzgünüm. Fakat olan oldu işte.. Ne yapmak
lazım onu yapacağız. Akşam yanında kimse yok muydu?
Artık hıçkırıyordu:
— Önce Süleyman Çavuş vardı. Sonra küçük kız. Fakat yavrumuz ne
oldu? Ah, mutlaka intihar etti, mutlaka! Niye yalnız bıraktık niye?
— Dövünmenin sırası değil. Hepimiz senin kadar dehşet ve üzüntü
içindeyiz.
— Uyku ilacı da içmişti. Ben de erken kalkmıştım. Nasıl oldu da sokak
kapısının gıcırtısını işitemedim.. Nedimle Süleyman ümitsiz döndüler.
Kamil Bey emirler vermeğe başladı:
— Süleymanla beraber Balgat tarafına gidiniz. Oraları arayınız. Ben göle
doğru gideceğim. Şimdi doktora bir pusula yaz. İşi bilen dostları alsın,
Mühye köyüne doğru gitsin.
Kadın kırmızı gözlerle baktı:
— Polise de haber versek mi?
— Önce vazifemizi yapalım, tabii haber veririz. İlk anda ortalığı
yaygaraya vermeyelim..
— Ah! Beş aydır hep içimde bir kurt vardı. Kalbimi, fikrimi, sinirlerimi
kemiriyordu. Hep bundan korkuyordum. Böyle bir akıbete uğrayacağımızı
önsezim bana söylüyordu.
— Kim korkmuyordu! Bütün dikkatimiz böyle bir facianın önüne
geçmek değil miydi? Ne yapalım? Metin olmamız lazım. Belki dağdağasız
pürüzsüz bir şekilde bitiririz.
— Biricik evladım! Biricik Yıldızım!
Perişan kadın hüngür hüngür ağlamaya başladı. Nedimle Süleyman,
çifteleri kapınca bağlara daldılar. Araba hazırlandı. Doktora pusula gitti.
Her tarafı, her yeri aramaya başladılar. Hizmetçiler, ağlamış gözlerle
hanımlara bakıyorlar ve ses çıkarırlarsa evin içinde kutsal bir şeyi rahatsız
edeceklermiş hissiyle susuyorlar, ayaklarının uçlarına basarak yürüyorlardı.
Doktor Ali bey mektubu okuyunca başı döndü, dudakları titremeğe
başladı. Şaşkın şaşkın bakındıktan sonra yapacak ilk işi hatırladı. Jandarma
bölük kumandan vekiline ve bir hava subayına telefon etti:
— Fena bir haber! Yıldız meydanda yok! İntihar mı etti, sokaklarda mı
düştü? Ne olduğu belli değil. Çabuk geliniz.
Beş dakika geçmeden ikisi de geldiler. Sapsarı idiler. Doktora şaşkın
gözlerle baktılar. Doktor, telefonda söylediklerinden fazla bir şey
söylemedi, soğuk kır havası yüzlerine çarptıktan sonra kendilerine
gelebildiler.
— Doktor! Bir intihara ihtimal verir misiniz?
— Hiç zannetmiyorum. Bence en iyi hareket, Muradın boğulduğunu
gördüğü tarafı iyice aramalıydı. Acaba Kamil Bey oraları dolaştı mı?
— Ah, o koca kayanın solundaki çukur!
— Uğursuz çukur!
— Kendisini oraya atmışsa başı, vücudu parçalanmıştır.
— Talihsiz Murat!
— Bütün mesele, Süleyman Çavuşun beceriksizliğinden çıktı. Zavallı
Yıldızı canevinden vurdu. Gaşetle zulüm işte buna derler.
— Bulunursa, artık buna doktorca bir çare yok mudur? Bu böyle devam
etmez. Nasıl olsa bir gün müthiş bir felaketle karşılaşacağız.
— Yâni bu şimdiki durum o müthiş felâket değil midir? Zavallı Kamil
Bey! Zavallı Hanımefendi! Ne düşünürdüler, ne oldu? Mesele, endişe her
şey meydana çıkacak.. Halbuki Kamil Bey, bu işin bilinmemesi için ne
kadar üzülüyordu.
— Keşke öteye beriye dediği gibi Yıldızı ger-çekten halasına
gönderseydi.
— Büsbütün tehlikeliydi. İhtiyar hanım bizden fazla mı dikkat edecekti
sanki?
Üç arkadaş, arabanın gidebileceği bütün köyleri, dereleri, uçurumları
aradılar. Yok, yok. yok.. Öğle üzeri şehre döndükleri vakit Süleyman
Çavuşla Millet bahçesi önünde karşılaştılar:
— Beyefendi sizi Hakimiyeti Milliye gazetesinin üst katında bekliyordu.
— Nedim bey nerde? Siz ne yaptınız?
İhtiyar Süleymanın benzi kül gibiydi, mırıldandı:
— Aramadığımız yer kalmadı. Evvelki meseleye ben sebep oldum, buna
da ben.. Ne bahtı kara adammışım. Aklımdan, vicdanımdan, inançlarımdan
utanıyorum. Nedim Bey nöbete gitti. Haber vermeden bir dakika
ayrılamıyor. Neredeyse belki gelir..
Dördü birden matbaaya doğru yürüdüler. Erimeğe başlayan ve gittikçe
çamurlaşan karlara bastıkça ayakları kayıyordu. Binanın üst katına çıktılar.
Diğerleri orada ümitsiz ve acılı bekliyorlardı. Gelenlere merakta baktılar,
izahat vermeğe lüzum yoktu. Tavırları, renkleri, hareketleri baştan başa
muvaffakıiyetsizliğin ifadesiydi.
— Şimdi ne yapacağız?
Kamil Beyin inler gibi soruşuna doktor tereddütsüz:
— Bizim yapacağınız hiç bir şey kalmadı.. de-di. Sizin plânlarınızı da
fedâ etmek mecburiyetindeyiz. Şimdi yapacağınız son şey şudur: Derhal
Polis Müdürüne telefon ediniz. Gidip meseleyi olduğu gibi anlatınız,
alicenaplığına müracaat ediniz. Biz de tekrar otomobillere dağılarak
Keçiören, Solfasol taraşarına gidelim.
Kamil Bey yere baka baka söyledi:
— Yıldızı bir defa kaybetmeğe çalışırken, iki defa ve galiba büsbütün
kaybettim. Yâni bittim artık.. Kamil artık kalmadı!
— Ümidinizi kaybetmeyiniz!..
Bu iki teselli kelimesi büyük bir kubbede mânâsız bir fısıltı gibbi
kayboldu. Kamil Bey, telefonla Polis Müdürünü buldu:
— Alo! Evet ben Kamil!.. Sizinle gayet mühim bir mesele görüşmek
istiyorum. Beni biraz bekleyebilir misiniz? Beş dakikaya kadar geliyorum.
Otomobillere dağılanlar hızla gittiler.
Kamii Bey, çamurlaşan karların üzerinde sürüne sürüne Müdiriyete doğru
yürüdü. İçeriye girince, Polis Müdürü, yapma bir hayretle sordu:
— Hayırola beyfendi! Rahatsız mısınız?
— Hayır! Felaketzedeyim!
— Ne söylüyorsun Kamil Bey!?
— Kızımı kaybettim! Yıldız yok!
— İstanbul’da bir hâl mi oldu?
— İstanbul’da değil.
— Fakat seyahat izin kağıdı almıştınız.
— Yalan söylemiştim.
— Sözlediğinizden bir şey anlamıyorum.
— Öyleyse dinleyiniz!
BÜYÜK CİNAYETİN MİNİMİNİ ŞAHİDİ..

Dikmen Yıldızı, çölde ansızın kaplan gören ceylana döndü. Elleri gerildi.
Benzi saman kağıdını andırdı. Çukurdaki gözleri fırladı. Dişleri kilitlendi.
Savcı telefonu bırakarak:
— Ne oluyorsunuz? dedi. Endişeye, korkuya lüzum yok. Evet, babanız
buraya geliyor. Fakat burası Dikmen bağlarındaki Kamil Beyin köşkü
değildir. Burada kanun ve kuvvet vardır. Rica ederim, müsterih olunuz. Onu
sizinle kaşılaştırmıayacağım. Sizden haberi olmıyacak.
.....................
— Peki, yandaki odada oturmayınız. Sizi karşıdaki Jandarma
Kumandanının özel odasına götüreyim. Adaletin ve emniyetin elindesiniz.
Kalktılar. Dikmen Yıldızı kundağı kucaklayarak ağır, sarsıntılı adımlarla
Savcının arkasından yürüdü. Jandarma Kumandanının odasına girdiler.
Savcı, Kumandanın kulağına birkaç kelime fısıldadı. Dikmen Yıldızını
yandaki odaya aldılar. Kumandan, yumuşak bir sesle teminat verdi:
— Burada gayet emin oturabilirsiniz.
Yıldızın beyaz dişleri belli belirsiz takırdıyordu. Koltuklardan birine
çöktü. Çocuğunu kucağına bastırdı. Savcı yerine döndüğü zaman Polis
Müdürü ile Kamil Beyi kapının önünde buldu. Belli bir soğuklukla selam
verip içeriye daldı.
Üç kişi, yazıhanenin etrafında oturdular. Polis Müdürü kısaca anlattı:
— Kamil Beyfendi biraz evvel bana geldiler. Yıldız Hanım bu
sabahtanberi kaybolmuş. Aramışlar. Bulamamışlar. Fakat ben olaya
birdenbire elkoydum. Çünkü ortada başka bir mesele vardı. Yıldız Hanım
beş ay evvel İstanbul’a, halasının yanina gitmiş. Bunu hepimiz biliyorduk.
Hatta seyahat izin kağıdını Kamil Beyfendi almıştı. Halbuki bugün
İstanbuldan döndüğüne dair bir kayıt olmadığı halde kaybolduğundan
bahsettiler. Sorunca “yalan söyledim” gibi beni hayrete düşürücü bir cevap
verdiler. Anlattıkları bazı şeyler var ki düşündüm, sırf polis sıfatıyla ilgili
olamazdım. Derhal size haber vermekliğim lazımgeldi.
Savcı, Kamil Beyin gözbebeklerine baka baka ve tane tane söylemeğe
başladı:
— Kamil Beyfendi! İlkönce sizi müsterih etmek vazifemdir.
— Müsterih olmak! Bu, kabil mi?
— Kabildir. Yıldız Hanımın selametinden haber vermek suretiyle sizi
müsterih edeceğimi umarım.
— Hayatta mı? Sıhhatte mi?
Savcı, bu telaşlı sual üzerine, bu sefer, daha dik, daha mânâlı, bakarak:
— Evet, Yıldız Hanım, sıhhattedir diyemem, pek rahatsız, pek zayıftır,
fakat selamet ve güvendir.
— Nerede? Nerede?
— Adliyenin kanadı altında.
— Görmek kabil değil midir?
— Niçin görmek istediğinizi söylermisiniz?
— Niçin mi? Eve götürmek, evladıma kavuşmak için.
— Bu yol, Adliye yolundan geçmek şartile uygundur, aksi takdirde kabil
değildir.
— Sözlerinizden, bakışlarınızdan hiç bîr şey anlayamadığımı itiraf
edersem bana gücenmeyiniz.
Bir dakikalık ağır. sıkıcı bir susuş.. Sonra Savcı ayağa kalktı. Her harfi
tok bir ahenk çıkaran bir şey sordu:
— Hava Subayı Murat Beyi tanırsınız, değil mi?
— Murat mı? Allah rahmet eylesin, tanımaz olur muyum? Kızımın
nişanlısı, benim evladım.
— Murat Bey ne oldu?
— Şehit olduğu haberini aldık.
— Ne vakit ve nerede?
— Cephede.
— Buna emin misiniz?
— Süleymanı göndermiştim. Dönüşünde bu haberi getirdi. Cephede
tebliğ etmişler. Sonra yeğenim Nedim Bey var. Genelkurmaydadır, o da
teyit etti.
— Murat Bey son defa köşkünüze geldiği zaman çok kaldı mı? Ne
zaman gitti? Ne ile gitti?
— Bir gün kaldı. Acele bir emir aldı. Gece atla Malıköyüne gitti.
— Buna kesinlikle emin misiniz?
Kamil Bey, bir an düşündü. Buzlaşan elini ateş kesilen alnından geçirdi.
Sonra basını sallayarak:
— Eveet, dedi. Gittiğine ben eminim, gitmediğine de kızım emindir!
— İzah eder misiniz?
Kamil Beyin kül renkli dudakları belirdi. Yaralı, bitkin bir insan bundan
daha acı gülümsieyemezdi:
— İzah edeyim, dedi. Çünkü Muradı ben, Nedim ve Süleyman, bir
İngiliz sicîimiyle boğduk!.. Cesedini Kocakayanın solundaki derin çukura
gömdük!
Sağ dirseğin; dizine dayadı. Avucunun kenarını kaşlarının üstüne koyarak
ağlamaya başladı. Polis Müdürü ile Savcı hayret ve ıstırapla bakıştılar.
Kamil Bey bir müddet sessiz, sessiz hıçkırdıktan sonra tekrar başını
kaldırdı:
— Yalnız bu kadar değil beyfendi! Bu cinayetin alt tarafı da var. Ondan
sonra kızım nikahsız lohusa oldu! İkiz evladından birisini de boğduk! Onu
da babası Muradın yaniına fırlattık! Doktor Ali Bey bana yardım etti!
Jandarma Kumandan vekili ile Muradı bir sınıf arkadaşının da bundan
haberi var!
Tekrar kapandı. Tekrar omuzları sarsıla sarsıla ağlamıaya başladı.
— Biraz su içermisiniz?
Bir yıllık susuzların hırsile bardağı. boşalttı. Savcı ne söyleyeceğini
bilmiyordu. Bu feci, bu heyecanlı işitilmemiş bir itiraftı. Hem Kamil Bey
söze meydan vermeden tekrar başladı:
— İkinci çocuğunu da boğacağız! Kendisini de
Alinin yardımıyla kapadığımız zindanda yavaş yavaş öldüreceğiz!
Durdu ayağa kalktı. Savcıya dönerek sordu:
— Bütün bunları, Yıldız size söyledi değil mi? Yıldız bizim
cinayetlerimizi haber verdi değil mi? Kurtardığı yavrusu hâlâ kucağındadır,
değil mı?
— Evet.
—O halde beş on dakika sabredelim. Şimdi doktorla ötekiler gelirler,
buraya çağırtırsınız..
Doktor, Nedim, Süleyman Çavuş ve diğerleri içeriye girdikleri zaman
hepsi bir defa daha müteessir oldular! Kamil Beyin gözleri kıpkırmızı ve
yüzü sapsarıydı. Mırıldandı:
— Doktor! Yıldız burada..
— Ooo! Ne iyi! Ne iyi!. Savcı Bey vaziyeti bili-yormu?
— Hepsini biliyor.
Doktor Savcıya döndü:
— Nasıl beyfendi! Karşınızda bir sürü câni gör-mekten dehşet
hissetmiyor musunuz?
— Sözleriniz fazla müphem doktor bey.
— Mademki Muradı öldürdüğümüzü, çocuğu boğduğumuzu biliyorsun!
O halde bütün mesele anlaşıldı. Artık Yıldız’ı saklamaya lüzum kalmadı.
Müsaa de ediniz de öteki çocuğu da ortadan kaldıralım. Artık açık bir
surette zavallı kızın çaresine bakalım.
— Savcı, çetin ve acı bir sesle:
— Doktor bey! dedi. Savcılık makamında açık konuşmanızı istiyorum.
— Yıldız nerede beyefendi?
— Jandarma Kumandanının odasında.
— Bizi oraya götürünüz.
— Bu şimdilik mümkün değildir.
— O halde yalnız beni..
Biraz düşündükten sonra razı oldu. Kumandanlığın kapısından girerken
kulağına sordu:
— Çocuk hâlâ kucağında mı?
Savcı, «evet» diye başını eğdi. Odaya girer girmez Dikmen Yıldızı, yılan
görmüş serçe gibi geriye fırlayarak bir çığlık kopardı. Çocuğu bağrına bastı.
Savcı ile Jandarma Kumandanı teminat verdiler. Doktor, Savcıya yavaşça
dedi ki:
— Yalnız siz, yahut ikiniz gidiniz. Çocuğun peçesini açınız, kundağını
çözünüz ve buraya dönünüz.
Kumandanla Savcı sokuldular. Dikmen Yıldızı çocuğunu vermek
istemedi:
— Boğacaklar! Boğduracaksınız!
Diye çığlıklar kopardı. Teskin ettiler. Savcı, kundağın peçesini kaldırdı.
Baktı ve hayretle kumandana gösterdi. Kundağı çözdüler, şimdi birbirlerine
bakıştılar. Savcı çıplak bebeği belinden tutup kaldırdı.
... Bu alçıdan ve balmumundan yapılmış bir bebekti!
HİKAYENİN EKSİK TARAŞARI

Dikmen Yıldızı, yapma bebeğini büyük bir dikkat ve özenle tekrar


kundakladı. Portbebesine koydu. Arkasını dönerek cansız yavrusuna meme
vermeğe başladı.
Sahne çok üzücü idi. Jandarma Kumandanı, hikayenin hepsini bilmediği
için şaşkın şaşkın ikisinin yüzüne bakıyordu. Savcı, “sonra söylerim” gibi
dalgın dalgın duruyor ve doktor, ikisini de süzüyordu. Nihayet teklif etti:
— Çıkalım mı?
Yavaşça çıktılar. Arkada kalan Savcı, Yıldıza dönerek:
— Gördünüz mü? dedi, hiçbir tehlike yok. Hatta bu akşam evinize de
gidebilirsiniz!
— İmkanı yok!! Asla!
— Fakat bende geleceğim, hanımımı da getireceğim. Ayrıca odanızın
bitişiğine iki jandarma koyacağım.
— Beni niçin Dikmene çeviriyorsunuz?
— Bilirsiniz ki, yerinde yapacağım tehkikat sı-rasında sizin de
bulunmanız lazımdır.
— Doktor sizin yanınızda ne kadar sâkin, tabiî idi. Çocuğumu eline
alacak diye öyle korktum ki..
Tekrar taşbebeğinin üzerine kapanarak meme vermeğe başlarken. Savcı
şakakları sancıyarak diğer odaya geçti. Doktorun yüzüne bakarak sordu:
— Hayret! Demek.. Fakat mümkün mü?
— Evet. Mümkündür. Bu cinayetlerin tehlikesi yoktur. Pek tabii düzenli
anlattı demek..
— Doğrusunu isterseniz, bu düğüm hâlâ çözülmemiştir. Bir defa da
Kamil Beyle görüşmeliyim.
Odaya girdikleri vakit ihtiyar baba hâlâ gözlerini siliyordu. Savcı,
diğerleri için:
— Beylerin, biraz bizi yalnız bırakmalarını rica edeceğim, dedi. Hepsi
başka bir odaya geçtiler. Kamil Bey başını kaldırdi, Savcıyı süzdü;
— Bazı noktalar var Kamil Beyfendi. Bu düğümleri çözmek için bana
yardım edeceksin.
— Nasıl emrederseniz.
— Baştan başlayalım. İzmirden işgal günü, işgal sırasında çıktınız değil
mi?
— Savcı Beyefendi, Yıldızın bütün anlattıkları doğrudur. Hatta belki
noksandır. Yıldız, ideal bir Türk kızıdır. Onun mağaradaki kahramanlığını
orada günlerce titreyenlerin ağızlarından işitmelisiniz. İyi bir eğitimi,
kuvveti bir karakteri var. Çok metindir. O benim kızım değil, arkadadışım,
dostum, yoldaşım, fikir ortağımdı. Ne oldu Yarabbi! Nasıl oldu bu?
Çelikten bir dimağ böyle birdenbire sarsılır mıydı? Sarsılmalı mıydı?
Cinayeti, işte böyle sabit fikir halinde birdenbire meydana çıktı. Uzunca bir
baygınlıktan sonra gözlerini açtığı zaman hepimiz katil olduk ve bizden
evlatlarını istedi. Doktor, imdadımıza yetişti. Ona iki bebekle, bir lohusaya
lazımgelen bütün eşyayı aldık.
Tam bir lohusa belirtileri gösterdi. Bir gece bebeğin birisini pencereden
attı ve bize “boğdunuz”diye feryat etti. Acaba birbiri üzerine yığılan
birtakım müthiş, üzücü olaylar sinirleri üzerinde tesir mi etti? Nedim en
büyük düşmanı.. Bilmiyorum, yoksa Nedimin ona karşı bir meyli var mı?
Halbuki ben, daha İzmirdenberi Muratta Yıldızı yekpare biliyorum. Ne
kadar mesut olacaktı, ne kadar bahtiyar olacaktılar..
— Nedim Beyin böyle bir meyli olmadığına ben eminim.
— Emin misiniz, ne biliyorsunuz?
— Nedim beyin bir mektubunu okudum.
— Necip, çocuk! Bilseniz Nedim ne kadar mert, alicenap bir gençtir.
Bana kaç defa Yıldızın saadetinin Murada bağlı olduğunu söylemiştir..
— Ağlamadan görüselim Kamil Beyefendi. Bir noktayı daha öğrenmek
istiyorum. Bana, nişanlandıkları güne kadar geçen hadiseleri özetleyiniz.
Kamil Bey söyledi. Bu özet, Dikmen Yıldızının söyledikleri idi. Belki
daha esaslı, ayrıntılıydı.
— O halde, demek hiçbir zaman bu nişanın bozulmasını düşünmediniz.
— Bilakis acele eden ben oldum Çünkü görüyordum, Yıldız üzülüyordu.
İçinde bir hain seytanın, bir cinin yaktığı bir şüphe vardı. Daima
korkuyordu. Bu sevginin sonunda beni görüyor, Nedimi görüyor, bir
komplo ağı içinde olduğunu zannediyordu. Bir gün eşimle konuştum. Kat’i
olarak inanabilmesi için nşanlayalım dedim.
— Ondan sonrasını niye ileriye atıyordunuz?
— Ne bileyim ben? Suçum bunda ya! Milli Mücadele günlerinde bir
dügünle iki tarafı işgal etmiyeyim dedim. Murat daha iyi çalışsın dedim, bir
kazaya uğrarsa kızım dul kalır dedim. Mantıklı düşündüm, mantıksız
düşündüm.. Aklı selimim üstün çıktı.. Ben aklıselimime galip geldim. Bir
bunaklık, bir bedbahtlık işte.. Ne bileyim ben?
— Asıl büyük darbe?
— Ah, İşte bu, Süleymanın bir cahilliği oldu. Bir müddettenberi
Murattan haber almıyorduk. Yıldız tutturdu, Süleymanı gönderelim, dedi.
Bir gün Süleymanı Alagöz köyüne gönderdik.
İki gün sonra Süleyman döndü. Keşke dönmez olaydı. Keşke döndüğü
vakit yanlarında ben, hiç olmazsa annesi bulunsaydık. Süleyman arabadan
iner inmez yanına koşmuş. Zaten iki gecedenberi kâh asabi, kâh melankolik
dolaşıyordu. Süleymana oyun etmiş, ağlaya aglaya boynuna sarılmış:
— Söyle Süleyman, demiş, biz hepsini biliyoruz.
Bununla güya bütün fena haberleri öğrenmek istemiş.. Saf Süleyman,
câhil Süleyman, ahmak herif, elinde büyüttüğü Yıldız’ın bu oyununa
kapılmış, ötedenberi metanetini, kalp kuvvetini bildiği için çekinmemiş:
— Ne yapalım? Küçük hanımcığım! demiş, Allahın emri ne ise öyle olur.
Kim karşı gelebilir?
— Ey.. sonra? Ne oldu?
Gâfil Süleyman, bundan olsun, kızın hiçbir şey bilmediğini
anhlayabilseydi ya.. Yine farkında olmamış:
— Nasıl olduğunu arkadaşları da pek o kadar bilemiyorlar. Yalnız şu var
ki, bir hava savaşında mı? Bir keşif uçuşunda mı neyse.. Haydi canım! Sen
sağ ol işte. Şehitliğe kavuşmuş gitmiş.
— Şehit olmuş demek?.
— Allah kalanlara uzun ömürler versin.
— Babam bundan memnun oldu mu?
Süleyman bu söz karşısında şaşırmış. O zaman kafasına dank demiş.
Fakat iş işten geçmiş. Yıldızın gözleri donuklaşmış, rengi uçmuş, kaskatı
eleriyle Süleyman’ın yakasını tutmuş, tekrar sormuş:
— Nedim bu habere çok güldü mü?
— Ne söylüyorsun kızım!
— Annem, Muradın ölümüyle iki senelik aziz muradına erdi mi?
Demiş ve bir kurşun kütlesi halinde yere yuvarlanmış, bir saat sonra
haber aldık, doktorla arkadaşlar, öteki odadakiler yetiştiler. Uzun saatlerden
sonra kendi kendine ayıldı. Gözlerini açtı, bir kaç saat içinde güzel gözleri
çukurlaşmıştı. Heyecanı gittikçe artıyordu. Bileğimi bir mengene gibi sıktı,
yere bakarak ve gözlerini hepimizde dolaştırarak bizi dehşetlere saldı:
— Boğmayınız! Muradı boğmayınız!
— Bu boğmak «sabit fikri» nin acaba etkileri yok mudur? O ingiliz
sicimi nedir? Hırsızlık vakası da hayali bir olay mıdır?
— Hayır, hepsi vardır. Murat, sondan bir evvelki gelişinde yine atla ve
yine gece vakti dönmüştü. Ata binerken özengi kayışı kopmuş. Süleyman’a,
seslendi. Murat’a sicim getirdi. Kayışın kopuk yerini tamir ettiler. Yıldız
yanlarında idi. Süleyman, hayırdır İnşallah, diye selâmetledi. Galiba
hatırında ilk bu kalmış ve akıl dengesini kaybedince ona yolsuz bir surette
yerleşmiş kalmış. İkinci defa yine böyle bir sicim vak’ası oldu. Yine gece
gitti, o gece biliyorsunuz ki, Yıldız benimle mücadele ettikten sonra
komşuya geçmiş ve geç vakte kadar kalmıştı. Murat gittikten sonra
odalarımıza çekildik. Epeyce geç olmuştu. Aşağıda bir tıkırtı işittim,
yavaşça kalktım, sofaya çıkarken, Ncdim’e rastladım.
O da pıtırtıyı işitmiş. Yavaşça konuştuk, kulak kabarttık. Bu, hırsızdan
çok, hizmetçi kızlardan herhangi birine göz koyan hoyrat bir adam olacaktı.
Nedim aşağıya koştu. Hizmetçinin oda penceresinden bir gölgenin atlayıp
kaçmak istediğini görmüş. Yakaladı.. Süleyman’la beraber bağlayarak
karakola gönderdi. Meğer çoktan işi pişirmişler, daha o zaman evlendiler..
Şimdi başbaşa yaşıyorlar. O gece Yıldız gelmiş, daha soyunmadan,
gürültüyü işitince elinde tabanca, aşağıya koşmak istedi. Önledim. Bir adi
hırsız olduğunu söyledim.
Bu iki olay, sonunda hepimizin katilliği ile sonuçlandı. Ah, keşke katil
olsaydım, bin defa fena bir insan olsaydım da Yıldızımı bu halde
görmeseydim.
— En ince noktayı tane tane açıklayınız. Bunu çok rica ederim. Son
zamanlarda, yani Murat Beyin son gidişi günlerinde, neden çok ısrar ettiniz
ve niçin o kadar arzu ettiğiniz saadetlerinin geciktirilmesini istediniz?
Kamil Bey düşündü, düşündü:
— Evet, dedi, bunu istemeğe mecburdum, çünkü Murad’ın şehit
olacağını biliyordum!
— Muamma mı söylüyorsunuz?
— Hayır, bir hakikati söylüyorum. Murat bir kaç gün sonra şehit
olacaktı! Bunu kat’i olarak biliyordum ve Murad’ın razı olması sonucu bu
düğünün tehirini istiyordum.
— Bunu açıklamak zorundasınız!
— Bu büyük, müthiş bir sırdır.
— Ben bir adliyeciyim!
Kamil Bey üzüntü içinde kaldı. Tavrından, büyük bir acı ile mücadele
ettiği seziliyordu. Savcı tekrarladı:
— Bunu açıklamak zorundasınız!
Kamil Bey etrafına baktı. Kapıyı bir daha muayene etti. Döndü. Savcının
karşısına oturdu ve adeta kulağına söyler gibi uzun uzun söyledi..
— Ne söyledi? Savcı neden her gizli sözüne karşı tasdik ve tasvip işareti
veriyordu Söylediği bu mühim sır ne idi?
KİTABIN YAZMADIĞI İMAN

Savcı, Kamil Beyin gizli kapaklı izahatından sonra elini kaldırdı ve;
— Tamam, dedi. Burada söylendi ve buraya gömüldü. Hiçbir şey
söylemediniz, ben hiç bir şey bilmiyorum. Bu sır yoktur, ileride gerekirse,
bu bahse dönebiliriz. Şimdi öğrenmek istediğim başka bir nokta var.
— Görüyorsunuz ki, tereddütsüz herşeyi söylüyorum. Karşımda yalnız
bir adliyeci değil, fakat aynı zamanda soylu bir dost var.
— Teşekkür ederim. Söyleyiniz, Yıldız Hanımın, köşkün alt katına
kapatıldığı doğru mudur?
— Doğrudur.
— Kendisine karşı anormal ve özel bir özen gösterildiği?
— O da doğrudur.
— Bunun da sebebini öğrenmek lazım.
— Üç sebebi var beyefendi.
Birincisi: İsterse zararsız, hasta bir deli olsun, yolların, zamanın bu
vaziyetinde İstanbul’a göndermek kabil değildir. Bunu siz de takdir
edersiniz. İkinci sebep: Doktor sistemli bir tedavi ile bu hastalığın
geçeceğine bizi inandırıyor. Çeşitli usuller uygulamaktadır. Aşağı katı sakin
ve daha sıcak olduğu için seçtik. Üçüncü sebebe gelince, bu en önemlisidir:
Tek evtadımın hayat ve istibali için, evet yalan üstüne yalan söyledim.
Kızımı, şu gördüğünüz dostlardan başka hiç kimseye göstermedim.
Korkuyordum Savcı Bey, tasavvur ediniz bir defa! Yegâne kızınız, tedavisi
mümkün bir cinnete tutulmuştur. Halbuki siz onun saadetini istiyorsunuz.
Bir defa duyulursa, şu küçük şehirde bir defa derlerse ki “Dikmen Yıldızı
deli olmuş” kalbinin her çarpışında Murad’ın acısı bir şelale olan Yıldız,
ikinci bir bedbahtlığa uğrıyacaktır. Hiç kimse, bunun tedavisinin mümkün
olduğunu bilmez. Hiçbir insaşı, tedavi edildiğine inanmaz ve nihayet bir
bahçıvan çırağına dersin ki “Yıldız seni seviyor ve şifa bulmuştur. Onunla
evlenirsen mes’ut olacaktır”
O zaman bakışlarından, dudak büküşlerinden belli bir cevap atamazsınız,
fakat arkanızı döner dönmez, şu yıldırımlı ses beyninize çarpar:
“Bir deli kızı mesut edecek benden başka budala yok mu?”
Halbuki benim kızım, bütün acılı Türk kızları gibi hayata ve saadete
lâyıktır. Bunu haketmiştir. Geçici bir darbe, sonsuz bir etki ve sonuç ile
bütün hayatına neden hâkim olsun, kıysın? Ve bir gün örtülen mezarının
basından ayrılanlar bile birbirlerine niçin “zavallı deli kız, öldü, kurtuldu”
diye fısıldasınlar? Belki bu düşüncelerim doğru değildi. Beşki çok sevilen
Dikmen Yıldızı’nın şifa bulduğuna herkes inanırdı. Bu suretle belki mesut
oturdu. Fakat ben halk çocuğuyum. Bazı inançlardaki ilkelliğin henüz
hüküm sürdügünü pek güzel bilirim. Amma diyeceksiniz ki, mesut olmak
için mutlaka bir kocası mı olmalıdır? Bu, ilk ve son iddia değildir.
Evlenmekten başka, hayat var, olaylar ve iyi ilişkiler var ve öiüme kadar
içinde dönüp dolaşacak bir çare var. Bunların hepsinden birer, ikişer şey
almanın tamamiına saadet derler. Deli Dikmen Yıldızı, adının ve iki kaşının
üstündeki bu feci damga ile mesut olabilir miydi? Hâlâ tekrar soruyorum,
mesut olabilir mi? Böyle her taratfta duyulduktan sonra mes’ut olacak mı?
Bir hıçkırık boğazını tıkadı. Savcı ses çıkarmadı. Her hıçkırıkta bir parça
teselli, bir parça ferah bulunduğunu bilirdi. Kamil Bey, gözlerini sildikten
sonra Savcı sordu:
— Şimdi ne yapmak istiyorsunuz?
— Siz ne dersiniz?
— Ben kendisine, köşke götüreceğime, yanında bulunacağıma söz
verdim. Hatta iki jandarma da göndereceğim. İki gün sonra birisini, dört
gün sonra ötekini çekeriz. Yâni bu akşam yalnız ben, yarın akşam eşimle
beraber misafiriniz olacağız. Doktor da bulunsun, ben biraz hukukçu
psikologluğuyla vazifemi yapacağım. Gerisi eski katillerden ve cinayet
ortaklanrınızdan Doktor Beyin işidir.
Savcı bunu söylerken, onu kayırır gibi gülerek, Kamil Beye, geçici bir
teselli vermek, onu rahatlatmak istemişti. Kamil Bey, bu telkinin etkisi ile
hafif, fakat acı acı gülümsedi. Doktoru çağırdılar, üçü de kararın
uygunluğunda anlaştılar. Artık yapılacak bir iş yoktu. Önce doktorla Kamil
Bey gittiler. Yarım saat sonra Savcı, Kumandan ve iki Jandarma ile biraz
görüştükten sonra Dikmen Yıldızı’nın yanına girdi. Yıldız, kucağındaki
taşbebesini uyutmak için, kısık bir sesle “kış, kış!” diye kundağı sallıyordu.
Savcı artık histen ve hicrandan bir insana dönmüştü. Bu manzara karşısında
göstermeden gözlerini sildi. Kendini zorlayarak gülümsemeye çalıştı:
— Haydi artık Yıldız Hanım, beraber gideceğiz.
— Ya ötekiler?
— Ötekilerin sizinle ilgileri yok.
Zile bastı. Emir alan iki jandarma girdi.. Ahmet Çavuş! Şimdi Dikmen
bağlarındaki Kamil Beyin köşküne gideceğiz. Alt katta Yıldız Hanımın
odası var, onun yanındaki odayı işgal edeceksiniz. İkiniz de hanımın
emrindesiniz. Korunmasını size bıraktık.
Dikmen Yıldızı başını kaldırdı hafifçe ve ilk defa gülümseyerek
jandarmaya:
— Size çok zahmet olacak çavuş! dedi. Eğer ben hâlsiz ve bu yavrucak
olmasaydı, kendimi savunmayı pekala bilirdim. Bir gün olur da muzaffer
Ordu ile Aydın dağlarından geçerseniz, her kayabaşı, her ağaç gölgesi size
Yiıdız’ın hikayesini söyleyecektir. Fakat bugün güçsüzüm.. Ölümden
korkmayan ben, korkudan titriyorum. Çelik gibi ben, bakınız, yarım torba
çürümüş kemiğe döndüm.
Ahmet Çavuş, üzgün ve mert bir sesle cevap verdi:
— Ben sizi tanırım küçük hanım, siz koca mağaranın tek Yıldızı, tek
silahlısı, tek kumandanı değil misiniz ?
— Beni oradan mı tanıyorsunuz?
— Ben Murat Beyin emirberiydim.
— Muradın mı?
— Sizi mağaradan çıkaranlar arasında ben de vardım. İyi dikkat ediniz. O
zaman zeybek elbiseli idim.
— Fakat şimdi burada..
— Kötü kader küçük hanım! Sakarya’da gövdeme üç kurşun girmiş.. miş
de, hekimler ikisini çıkarmış.. mışlar da, birisi içimde kalmış.. mış da onun
için tekrar cepheye göndermiyorilar.
— Ben şimdi yine mağaradayım.
— Amma yine yanınızda Ahmet Çavuş var.
— Neye yarar çavuş?
— O mağaradan selâmetle çıkmıştınız, bundan da selâmette çıkacaksınız.
Ahmet Çavuş, o kadar kuvvetli, öyle inançlı söyledi ki, bu, Yıldız’ın
üzerinde çok etkili oldu. Hasta kız derhal ayağa kalktı:
— Selametle mi çavuş?
— Hay hay! Her kötü kaderi, berbat kısmeti yenecek kadar gönlümüzde
kuvvet var küçük hanım.
— Murat!
— Adam siz de! Havacı Murat Bey Türkiyede bir tane olsaydı, bugün
Türkiye kalmazdı. Bu topraklar yedi veren gül saksısına benzer. Bir tane
solarsa bin tane açar Yıldız Hanım. Murat Beyin bütün yaralarının ilk
sargılarını hep ben sardım. Benim en son yaralarımı da o sardı.
Gazi’ye inan Yıldız Hanım!
Senin de yaralarını saracak gün gelecektir.
— Benim yanımdaki odadan, ayrılmayacak mısın?
— Yalnız odadan, değil, uyanık bulunduğun zamanlar ayak uçundan
ayrılmıyacağım.
Yıldız, kemikten elini uzattı. Ahmet Çavuş iri elini belli bir heyecanla
uzatarak tuttu. Öteki jandarma gözlerini sildi ve savcı mendilini ağzına
kapayarak hıçkırığını gizledi.
Dikmen Yıldızı, titremesi geçmiş hasta ferahlığı ile Savcıya baktı:
— Gidelim mi efendim?
— Hayhay!.
Yolda o kadar rahat susuyordu ki köşke kadar, dizlerindeki yapma bebeğe
bir defa bakmadı.
Savcı, Ahmet Çavuş’un rastlayışını, Murat’la ilgisini ve hele Yıldız’ın
üzerideki kuvvetli, müspet tesiri anlatttığı zaman Doktor Ali, birdenbire
sevindirilen bir çocuk heyecanıyla avucunu çıplak kafasına vurdu:
— Aha! diye sevindi, işte bir reçete buldum! Şimdi bunun üzerinde
yürümeli..
Kimsenin anlamadığı bir takım tıp terimleri, prensipler ve izahlarla
fikrini söyledi. Sözlerinin verdiği ümit, kalp kuvveti, bütün salondakilere
geçti. Doktor devamlı söylüyordu. Savcıya göstererek:
— İşte! diyordu, işte gerçek bir hukukçu! Eğitimini, stajını kuvvetli
yaptığına emin ve ilmi kibirliliğin ta kendisi olan beni, başıma vurdura
vurdura aydınlattı! Yıldız kurtulacaktır hanımefendi! Yıldız’ı kurtarmak
çok kolaylaştı beyler! Bu reçetenin başında Ahmet Çavuş var. Ahmet
Çavuşa bir şey söylemeyeceğiz. Yalnız onu bir iki ay için alacağız.
Yıldız’ın yanından ayırmıyacağız. Yalnız diyeceğiz ki:
— Çavuş! Hastamız, kalp ve iman kuvvetine muhtaçtır. Onu, Anadolu
balkanlarının bir çocuğu sıfatıyla sen vereceksin.
Temiz ve kahraman Ahmet, Murad’ın aziz hatırasını. belleğinde ve
kalbinde canlandıra canlandıra, kendisine de telkin yapacak ve biribirinin
medyumu olacaklar. Mademki iş anlaşılmış, duyulmuştur. Varsın deli kızı
istemeyenler bulunsun. Bize, “kendisine gelmiş Yıldız” yeter. Bana kalırsa
hemen, şimdi Ahmet Çavuşu çağıralım. Burada onun anlıyacağından çok,
hissedeceği bir biçimde konuyu açalım.
Yıldız’ın annesi dedi ki:
— Şimdi bunun gereği yoktur, Ahmet Çavuş, Yıldızın yanındadır. Karşı
karşıya oturmuşlar, konuşuyorlar. Ahmet Çavuş ona, mücadelenin ilk
günlerini anlatıyor.
Doktor dikkatle sordu:
— Anlatırken bebeği kucağında mı?
— Hayır. Anahtar deliğinden baktım. Kanapeye uzanmış, ayak ucundaki
koltukta çavuş oturuyor. Bebek meydanda yoktu.
Doktor, iki avucunu tombul karnına keyif ve neşe ile vurdu.
Kapının kenarına çömelmiş, arada sırada iç cebinden çıkardığı konyak
şişesini öper gibi yudumlıyan Süleyman Çavuş, omuzundaki yazma mendili
çekip gözlerini sildi. Kamil Bey sordu:
— Yine ne oluyorsun Süleyman?
Koca ihtiyar, içini çeke çeke söyledi:
— Bütün bunlara sebep ben oldum.
— Sen benim doktorluğuma inanır mısın Süleyman!
Süleyman Çavuş elini derhal göğsüne bastı.
Doktor gülümseyerek ekledi:
— O halde hiç kederlenme! Ben sana söz veriyorum ki, sen hiçbir
felâkete sebep olmadın, onun sebeplerini ben biliyorum, hepsi doktorcadır.
— Şimdi ne yapacağız?
Bunu, balmumundan heykele dönen Yıldızın annesi, Denizlinin kızı
sordu.
Hepsi bıribirine bakıştılar.
Doktor bir an düşündükten sonra söyledi:
— Dikmen Yıldızı’nı Dikmen’den uzaklaştıracağız. Yanına hiçbirimiz
yaklaşmayacak. Çok sevdiği ve cinayetlerimize katmadığı Zeyneb’i
vereceğiz. Ahmet Çavuşun yanında, uzaklara, bizden, Dikmen’den,
Murad’ın teneffüs ettiği ve ayaklarının bastığı yerlerden uzaklara
göndereceğiz. Bu suretle Yıldız, bebeklerinden uzaklaşacak ve anne evine
yaklaşacaktır.
— Murad’ı ne yapacaksınız?
— Ahmet Çavuş, Murad’ı geri getirecek. Ahmed’in etkin hikayelerinde
Murat daima var olacak. Savcı rakı kadehini masaya koydu:
— Fakat bu vaziyet, hiçbir zaman Murat demek değildir.
Bu cümleyi kimse anlayamadı. Savcı, doktora bakarak izaha çalıştı:
— Eski bir adliyeci sıfatıyla, zannediyorum ki Yıldız, Muradın
hatıralarını değil. Muradı istiyor.
— Bu kabil mi! Nasıl olur?
— Kabildir ve olur.
Bütün gözler. Savcının gözüne saplandı. O, fikrine inanılan, kuvvetli bir
insan tavrıyla;
— Kabildir ve olur.. diye tekrar etti. Çünkü ona Muradın hatıralarıyla
beraber, Murattan bir parça belki de Murad’ın hepsini verebiliriz. Biraz
ihtiyar bir Murat, beyaz sakallı, uzun boylu bir Murat şeklinde.
Bunu derhal ve yalnız Yıldızın annesi anladı ve sevinçle sordu:
— Muradın babası değil mi? Muradın babasını kasdediyorsunuz, değil
mi efendim?
— Evet hanımefendi. Muradın, babası da Yıldız gibi aynı ıstırap ve
hicran içindedir. İkisini birleştirelim.. Ve meseleyi ona verelim. Bilirsiniz
ki, bu muhterem ihtiyar, hayatın her safhasından pay almıştır.
Hiç bir müzakere, münakaşa geçmedi. Bir telgraf çektiler:

“Kayseride Genel Kurmay Miralaylığından emekli Osman Beyefendiye:


Devamlı bir beraberlik için derhal Ankaraya gelmenizi, ellerinizden
öperek rica ederim.
İmza: Yıldız
Kamil.”
İkinci bir telgraf daha çekildi:
“Yıldızın ricalarını tekrarlar, teşrifinizi bekleriz. Mesele mühimdir.
İmza: Kamil ve eşi.”

— Süleyman! Bu iki telgrafı şimdi Mehmed’e ver, atı kapsın, şehre


telgrafhaneye götürsün.
Süleyman Çavuş bir yudum konyak daha çekerek iki kağıdı aldı:
Ben de Yıldızın yanına girerim, dedi.
Buna bir ikisi itiraz etti:
— Olmaz. Ahmet Çavuşla konuşuyor. Seni görünce yine bozulması
ihtimali vardır.
Fakat çakırkeyif Süleyman beklemedi. Telgraşarı Mehmede verdikten
sonra Yıldızın odasına girdi. Yıldız, dünkü Yıldız değildi. Çok normal bir
insan gibi kanapeye uzanmış, Ahmet Çavuşla tatlı tatlı konuşuyordu.
Süleyman Çavuşu görünce sarı benzi birdenbire kireç kesildi. Süleyman
Çavuş, Ahmet’e göz kırparak:
— Muradımın Yıldızı; Yıldızın Süleymanını istemiyorsa ben çıkarım,
dedi.
Yıldız dudaklarını ısırırken, Ahmet Çavuş a-tıldı:
— İyi ki söyledin. Aklıma geldi. Rahmetli her zaman seni söylerdi
Süleyman Çavuş. Her zaman derdi ki, Yıldız’ın yanında mademki
Süleyman var, benim baska bir şey düşünmeme gerek yok.
Yıldız, kımıldamayarak sordu:
— Murat, Süleymanı sever miydi?
Ahmet Çavuş yemin etti:
— Senden sonra onu severdi.
İhtiyar Süleyman ayakta, merak ve acı içinde duruyordu. Yıldız, bu telkin
altında çukurdaki gözleriyle Süleymana baktı:
— Niye oturmuyorsun?
Süleyman, aylardanberi sürüp gelen derin bir nefrete karşı bu sözü duyar
duymaz sarsıldı, gitti. Yıldızın başucuna oturdu.
Sarkan zayıf elini, kendi kaba elinin içine alarak dudağına götürdü.
Ahmet Çavuş susmuştu. Yıldız susmuştu. Bütün bir gece susmuştu. Odanın
içinde yalnız ve inceden inceye koca ihtiyarın hıçkırıkları duyuluyordu..
BU ROMANIN ADINI KİM KOYDU?

Bütün Ankaranın üzerinde ve kalblerin içinde acı bir yas havası


dalgalanarak esti geçti:
— Dikmen Yıldızı bir akıl hastalığına tutulmuş!
Bu acı, memleket gençlerinden çok - çünkü onların yüzde doksan beşi
cephelerde idi- memleket kızlarının kalblerinde sızladı. Bütün bağ kızları,
bütün Hisar ve Cebeci kızları, uzun geceler, biribirlerine, yaşadığının
farkında olmıayan Yıldıza ağıtlar yaktılar. Kenar mahallelerde, ocak
başlarına toplanan kızlar, nöbet nöbet, hıçkıra hıçkıra, kırık dökük kafiyeli
manilerle Dikmen Yıldızını andılar, andırdılar ve ağladılar. Bir sevgi ve
hürmet çevresine Yıldızın ölümü bu kadar ateş ve acı veremezdi. Onun
sağalmasına dua eden, başı peştemallı, ihtiyar kadınların göğüsleri içinden
birer parça et ve saadet kopmuş gibiydi.
Kar kalkmış, hava açmış, ayaz gevşemişti. Dikmen yolları, mabede adak
için gidenlerin yollarına dönmüştü. Kadın, kız, ihtiyar, takım takım
geliyorlar, yokuşu tırmanıyorlar. Köşkün tahta parmaklıkları önünde
rahatsız etmekten ürkerek hatır soruyorlardı.
O zaman Zeynep, alt kat penceresinden uzanarak, anlatıyor, kalbleri
sevgi ve şefkat dolu ziyaretçileri teselli ediyordu.
O zaman ben, Rum Metropolitinin köşkünde oturuyordum. Bahara
benziyen berrak bir kış akşamıydı. Avdan yorgun argın dönüyordum.
Etrafına siyahlaşmış tenekeler çivilenmiş kapının önünde bir kaç gölge
gördüm. Kalın bir ses haber verdi:
— İşte geliyor, iyi ki gitmedik..
Süleyman Çavuşun sesini tanıdım ve içime bir korku gedi. Acaba Yıldıza
bir şey mi oldu? Sokulunca hayret ettim!
— Vay! Yıldız Hanım?
Alacakaranlıkta, beyaz dişlerinin etrafındaki hazin gülümseyişi
seçebildim.
— Siz bu vakit, burada?
O güne kadar hiç gelmemişti. Elimi tutarken söyledi:
— Çok canım sıkıldı. Daha doğrusu hiç canım sıkılmadı. Biraz çıkayım
dedim. Aklıma siz geldiniz.
— Demek, eskisi gibi..
— Evet, tabirinizce laf attırmaya geldim. Bu vesile ile de Ahmet Çavuşu
tanımış olursunuz.
Ahmet Çavuşu çoktan tanıyor ve bütün durumu biliyordum. Fakat bu
zevkini bozmamak için bilmemezlikten geldim.
— İçeriye girelim.
— Bir saatten fazla bekledik. Geç oldu.
— Ahmet Çavuş burada, Süleyman da galiba konyağın kokusunu aldı.
Süleyman Çavuş, kalın sesli bir gülüşle:
— O kokuyu ağzımdan siz aldınız. Doğrusu..
Yıldız yine gülümsedi:
— Doğrusu, Süleyman hırsızlık etti. Ben de ona yardım ettim.
Dolabınızdaki konyağı aşırdı.
— Aşırdımsa yere dökmedim ya, gövdemin içinde sıkı sıkı sakladım.
— Öyleyse ceza olarak iki kadeh daha içeceksin. Hadi bakalım İçeriye!
Dikmen Yıldızı, oturduğu zaman yüzüme dikkatle bakarak;
— Galiba sizin haberiniz yok.
— Neden? Bir haber mi var?
— Ne haber! Ne haber!..
— Beni meraklandırmayınız da, iki kadeh rakı içeceğim, zehir olmasın..
diye şaka ettim.
Yıldız:
— Peki, dedi. Süleyman’dan, Zeynep’ten başka hepsini tevkif ettiler.
— Kimleri?
— Babamı, annemi, Nedimi! Hepsini, hepsini..
Zavallı Yıldız! Hepsinin bir müddet için Cebeciye taşındıklarını
bilmiyordu. İnancını bozmamak için kaşlarımı çattım.
— Pekala olmuş! Eden bulur!
Yıldız, içini çeke çeke;
— Etmeselerdi daha iyi olmaz mıydı?
— Olan olmuş, edilen edilmiş. Tabii hepimiz üzgünüz.
Bu yalan sahneye Ahmet Çavuş da karıştı:
— Neden kederlenecekmişiz? Murat Bey sağ olsun.
Dikmen Yıldızı şaşkın, baktı;
— Amma yaptın ha Ahmet Çavuş! Böyle dua olur mu? Kim sağ olacak?
— Kim mi? Sen varsın ya küçük hanım! Murat Bey demek sen
demeksin. Sana baktıkça Murat Beyimi görüyorum. İçime, gözlerime Murat
Bey doluyor.
Yani bu sözümle ben sana dua ediyorum.
Yıldız, bana döndü:
— Muratla beraber hiç içtiniz mi?
— Belki yüz defa.
— Çabuk sarhoş olur muydu?
— Hiç görmedim. Yalnız bir defa İstanbul’a gelmişti. Ben Malta’ya
gitmezden bir kaç gün evveldi. O gece epeyce çakırkeyif olduk.
— Demek, şimdi siz koca köşkte yalnız oturuyorsunuz. Aşçı gitti mi?
— Hayır. Onun ne suçu var?
— Öyleyse benim ne suçum var?
— Evet, haklısınız. Size yine kıymalı su böreği yaptıralım. Belki bu
yüzden bizi ziyaret edersiniz.
— Bey baba ne vakit geliyor?
Bey baba, Muradın babasına derdik.
— Mektup geldi. Evi, eşyayı hale yola koyar koymaz geleceğim diyor.
Belki bir iki güne kadar çıkar.
— Haberimiz olsa da göle kadar gidip karşılasak.
— Biz de öyle düşündük. Murada da yazalım, izin alıp o da gelsin. Zaten
bugünlerde çocuk da biraz rahatsız, dün gece hiç uyumadı.
Ahmet, Süleyman, ben göz göze geldik. Üçümüzün da renklerimiz attı.
Bir dakikalık susma.. Yıldız tekrar mırıldandı:
— Boğulduğu gece o kadar can havliyle bağırmışım ki, hala gözlerimin
içinde birer sancı halkası var, beynime doğru burgu gibi işledi.
— Size ben bir şey söyleyeyim mi? diye sözü değiştirmek için ağır bir
güçlük çektim? Size bir şey söyleyeyim de hepiniz gülünüz. Şu lakerda yok
mu? Yediğimiz şu nefis lakerda.. İşte bu tamam iki okka idi. İstanbul’dan
hediye göndermişler. Bu zamanda ne kıymetli hediye değil mi! Eve
gönderdim. Aşçı kadın ömründe lakerda görmemiş. Akşama geldim, kız
hani balık! dedim. Bir tabak kızarmış balık getirdi. Ben, böyle değil, teneke
kutu içindeki? Diye sorunca, işte elendim, kızarttım, biraz fazla tuzluymuş
demesin mi? Hem kızdım, hem kahkahayı savurdum. Biraz tuzlu dediğini,
meğer o da tuzlamamış mı? Ne çare yine kaldık peynir, zeytin mezesine..
Bu hikaye, Yıldızın hoşuna gitti. Aşçı kadını çağırdı. Epeyce şakalaştı.
Ayağa kalkarak;
— Artık gidelim, dedi. Verdiğiniz sözü unutmadınız değil mi? Bir boş
günümde akşama kadar karşı karşıya oturacağız, ben söyliyeceğim, siz not
edeceksiniz. Sonra bu romanınızı Türk havacılarına armağan edeceksiniz.
Sözünüzde duruyor musunuz?
— Hayhay! Ne gün isterseniz?.
— Adım ne koyacaksınız?
— Göktekiler..
— İyi amma dar manalı..
— O halde siz bulunuz.
— Onu da siz beğenmeyeceksiniz.
— Hele siz bir defa bulunuz.
— Dikmen Yıldızı!
— Bravo! Kabul! Romanın adı Dikmen Yıldızı olacak. Şimdi yazması
kaldı.
— Demek, nalın birisini buldunuz.
— Bütün ilham yıldızlarını buldum.
— Amma, her bölümü ayrı ayrı okuyacaksınız, ben vize edeceğim.
— Demek, bana güveniniz yok?
— Dünyada kime güvenim kaldı ki, affediniz. Uzun tecrübelerin
darbeleri altında işte böyle bazı kabalaşıyorum.
— Haklısınız.
— Eğer verdiğiniz sözü yerine getirirseniz, bu feci hikayede sizin de bir
acı ve üzüntü payınız olacaktır. Çünkü hem hayatınız, hem kaleminizle
bizim aramıza girmiş oluyorsunuz.
— Üzüntü benim hayati gıdamdır Yıldız Hanım..
(Bu Toprağın Kızları) nı, (Odun Kokusu) nu, (Çapraz Delikanlı) yı ve
(Sarı Zeybek) i hep bu gıdayı sağlamak için yazdım. İnanır mısınız?
Üzüntüm olmadığı günler vücutça zayışıyorum, üzüntü, o ne tatlı şeydir
Yıldız Hanım!
Sizin üzüntülerinizi yakından gördükçe saadetinizi kıskanıyorum.
Üzüntüsüz insan, süngerden insandır. Acı duymayan, acıya tahammül
etmeyen kalbi kedilere vermeli.. İnsanlık size saldıracak, insanlar sizi
yerden yere vuracak, ciğeri beş para etmezlerin çirkeften iltifatlarını
pırlanta yağmuru sanacaksınız. İçiniz acı ile, elemle, hicranla dolacak ve
mideniz, ekmeksiz kalacak. Mesela bir gazeteci, ancak kendisine katıksız
bir dilim bulan bir Parmaksız Süreyya çıkacak, size o katıksız diliminin
yarısını getirecek. Fakat katık yerine gözlerinde dostluk ışığı ve soluk
dudaklarına insanlık tebessümü parlayacak. Hatta bundan başka size
evinden arttırdığı yarım mum da getirecek ki, gece yarıları ıstıraplarınızı
beyaz kağıt üzerinde tesbit edesiniz. Istırapta kutsallık var Yıldız Hanım.
Istırap, biraz da faziletin lakabıdır. Ben bir gün biftek yiyebilirsem, Yahudi
mahallesinde dostum Sadri Ertem’le ekmeksiz eşek sucuğu kemirdiğimi
hatırlayacağım. Ben bir gün otomobile binersem, Baltada dostum Velid’in
hediye ettiği eski kunduraları hatırlayacağım.
Istırap o kadar kutsaldır ki, Murad’ın Yıldızı! Istırap; Istırabı
tanımayanların süşiliklerine, kartallar gibi yüksekten ve sonsuzluktan
bakabilir. Istırabı seviniz, ıstırap çektikçe melanetiniz artar. Mecnun’un
ıstırabını kendi içinde duyduğu için Fuzuli ulvidir. Körlüğünün ve sefaletin
ıstırabını yaşadığı için, büyük İngiliz şairi Milton ulvidir. Nedim’in
şuhluklarında bol bir saadetin süzülmüş ıstırapları olmasaydı, Nedim
olmazdı. Mustarip olmak, mesut olmaktan daha hayattır. Aşkta, saadette,
sefalette, hayatta ıstırap, ruhun gıdasıdır. Bundan da mı biz mahrum
kalalım? Bunun da mı açlığını çekelim? Bu da mı bize yasak, olsun? Istırap
çekiniz Yıldız Hanım! Istırap çekelim ve hakiki dostlarımızın ıstıraplarını
kendi ulvi ıstıraplarımızla bağlayalım! İman denilen şey, ıstırabın eseridir.
Istırap olmasaydı ideal olmazdı ve ideal olmasaydı, iman denilen iç kuvveti
olmazdı. Hadi şimdi Dikmen Yıldızı! Bir gün gelir, romanını yazarsam ve
sağ kalırsam, sen de bu cehennemin çocuğunu hazin hazin an..
BEYBABANIN GELECEĞİ GÜNLERDE..

Soğuk ve berrak bir kış günü, Emirler gölü o kadar güzel olur ki..
Boğazdan kıvrıla kıvrıla inen otomobilden görünen çifte göl, siyah
noktalarla dolu..
— Ördekler amma yağlıdır ha!..
Süleyman Çavuşun obur sesi dördümüzü de gözlerimizle topladığımız
sessiz şiirimizden uyandırdı. Çiftehanların etrafındaki yüksek kavaklar,
söğütler ve değirmen çarkı, acemi bir karakalem krokisini andırıyor.
Çeşmenin önünde birkaç öküz arabası ve bir dizi kağnı dinleniyor. Dikmen
Yıldızı hayışandı:
— Keşke çifteyi getirseydik.
Ahmet Çavuş, mizahi bir gururla:
— Ben o kadar beceriksiz miyim? Dedi. Çifte de fişekler de şoförün
yanında..
Süleyman Çavuş “ördek mancasına” türküsünü mırıldanarak konyak
şişesine dayandı. Yıldızın dudaklarında hazin bir tebessüm, çukurdaki
gözlerinde sıkıntılı bir dalış vardı. Belliydi ki Beybabayı sabırsızlıkla
bekliyor. Hanın önünde durduğumuz vakit dayanamadı, sordu:
— Acaba gecikecek mi?
— Zannetmem. Yaylı ile geliyor. Bir iki saat sürmez.
Ahmet Çavuş, sazlara doğru gitti. Ördek avlamak istiyordu. Fakat
yanaşamıyordu. Süleyman Çavuş yüksek sesle alay etmeğe başladı:
— Sen üzerlerine gidersen kaçar, gel gel gel! diye çağır ki, mısır buğday
vereceğini sansınlar da sana gelsinler!
Yıldız, arasıra gölün kenarında uzayan şoseye dalıyordu. Soğuğa rağmen
üşümüyorduk. Kahvelerimizi ayakla ve açıkta içtik. Ahmet Çavuş, yarım
saatten fazla dolaştı ve başarısızlıkla döndü.
— Nafile Süleyman Ağa, ördek mancasından meze yapamayacaksın.
Kayığa baktım, tamirde.
Yıldız bir usul keşfetti:
— Dörde ayrılalım. Biriniz sağa, biriniz sola, biriniz de sazlara doğru
gitsin. Ben de köprü önünde beklerim. Önce biriniz tabanca ile ördeklere
ateş etsin, sonra hanginizin üzerine gelirse o ateş etsin.
— Tabanca ile ördek vurulur mu?
— Sen ihtiyarladıkça bir şey oluyorsun Süleyman. Elbette tabanca ile
ördeklere ateş etsin, sonra hanginizin üzerine gelirseler ürker, benim
üstümden geçerken ben de çifte ile ateş ederim.
Üç çift göz bir an karşılaştı ve dağıldı. Üçümüzün de aklımızdan ayni
endişe geçti. Yıldızın eline tüfek vermek uygun mudur, değil midir?
Bu, düşünülecek ve gerçekten endişe edilecek bir konu idi. Bazı
saatlerce, hatta bir iki gün gayet tabii, sakin bir hal atıyor, hiç beklenmeyen
bir zamanda, bebeğini yakalayınca ağlamaya başlıyordu. Sâkin, korkusuz
olmakla beraber, bu buhranlar bir an olur ki, tehlikeli bir hal alabilirdi.
Fakat biz düşünedururken o, şoförden tüfeği almıştı bile. Yapılacak bir şey
kalmamıştı. Ben yerimi şoföre verdim ve yürüdüm.
— İki kişi olursak ürkütürüz.
Dedim. Ayaklarının ucuna çömeldim. En ufak hareketini gözden
kaçırmamak için dikkat kesildim. Tabancalar patlamaya başladı. Yıldızın
tahmini çıktı, havada bulut yapan ördekler, üstümüzden aşmaya başladılar.
Yıldız, çalımına getirdikçe ateş ediyordu. Bir yeşil başlı düşürdü. Yaralı
düşen hayvanı aldım, memnun oldu:
— Yazık! Üç tüfekte bir av! Ben eskiden çok iyi atardım.
— Avcılıkta idman ister.
— Vah zavallı! Yaralı.. Galiba barut yakmıyor. Halbuki iyi mesafeden
atmıştım. Bari çakı ile keselim eziyet çekmesin.
Çakımı bulamadım. Aklıma gelmeyesice bir fikir geldi. Mendilimi
çıkardım ilmek ettim, ördeğin boynuna geçirdim:
— Ne yapıyorsunuz?
— Boynunu ilmekliyeceğim. Çakım yok.
Zayıf elini omuzuma vurdu, derindeki derindeki gözlerinde bir çift
şimşek parladı. Dişlerini göstere göstere, sesi titreye titreye omuzumu
sarstı;
— Siz, hepiniz, insanlardan sonra hayvanları da mı boğarsınız? Ayol! Bu
yeşilbaşın adı Murat değil ki, boğuyorsunuz.
Titredim.. Bütün tedbirlerimiz, ümitlerimiz yine birdenbire havaya
uçmuştu. Hiç ses çıkarmadım. Ne cevap verebilirdim, ne mazeret
bulabilirdim ki.. Mendili çözdüm. Söylediklerini işitmemiş gibi ördeği
özenle tuttum. Yıldız bir müddet havaya, sonra tekrar solda kıvrılan şoseye
bakmaya başladı. Dipçiğini yere dayadığı tüfek yavaşça elinden kaydı. Ses
çıkarmadan aldım. Nerede bulunduğunu, yanında olduğumu farketmeden
ağır ağır hana doğru yürümeğe başladı. Bir adım arkasından takip
ediyordum. Mırıldanıyordu;
— Ne ala! Ne ala! En ummadığım da, adam boğma deneyi yapıyor. Bari
dost görünmeseler.
— Yıldız Hanım!
Diye dudaklarım titredi. Başını çevirip baktı, iki dakika önce bana
söylememiş gibi sordu;
— Ördeği mendille boğmaya çalışan o adam gitti değil mi? Onu
yanımızdan uzaklaştırdınız, değil mi?
— Evet, diyebildim. Münasebetsiz yolcuyu savdım, nereden de yanımıza
sokulmuştu.
— Acaba gece Muradın yanında o da var mıydı? Keşke sorsaydık. Şimdi
onu da tevkif ettirirdik.
— Ben kendisini tanıyorum, bir keçi çobanıdır. İstediğiniz zaman Savcı
Beye teslim ederiz.
O sırada Ahmet Çavuş seslendi:
— İki yaylı geliyor.
Ben yürüdüm, sözü değiştirdim:
— Mutlaka Beybabadır, yürüyelim.
Koluma girdi. Dirseğimin altında kalbinin heyecanlandığını
hissediyordum. Susmak olmazdı, bir söz söylemeliydim, meşgul
etmeliydim:
— Koca Beybaba! Bizi görünce ne kadar memnun olacak. Göle kadar
geleceğimizi hiç ummamıştır.
— Hemen otomobile alırız, çabuk döneriz.
— Üşüyor musunuz?
— BiImem, bir şey hissetmiyorum.
— Arabalar yaklaşıyor, mendil sallayalım mı?
— Ben çok yorgunum. Saatlerce yürümüş gibiyim, siz sallayınız.
Mendil salladım.. Öndeki yaylının arabacısı arkasına döndü, oradan da
mendil salladılar..Beş dakika sonra karşı karşıya idik. Beybaba Yıldızı,
beni, Süleyman’ı görünce hayretle sevinç içinde kaldı. Arabadan inerken:
— Üşümediniz mi çocuklar? Benim için bu ne zahmet! Bu ne nezaket!
Teşekkür ederim.
İner inmez Yıldıza sarıldı, yanaklarından, başından öptü. Beyaz sakallı,
pembe yanaklı ihtiyara dikkat ettim, gittikçe sararıyor ve kendisini
zaptetmeğe çalışıyordu. Bir defa daha kül gibi dudaklarını Yıldızın başına
dokundurdu ve bu sefer bu öpüş uzunca sürdü.. Hissettim ki gözlerindeki
yaşların damlamasını bekliyordu.
— Çok beklediniz mi Yıldız?
— Hayır, bir saat kadar.. Size ördek bile avladık. Fakat bir budunu
Süleyman’a vereceğiz. Sözümüz var.
Otomobile bindik. Süratle giderken ortamızdaki Yıldız, dizlerimize
uzattığı kollarını topladı ve Beybabanın elini yakalıyarak, neşeli bir sesle;
— Beybabacığım! dedi. Küçüğü görme küçüğü, şimdi mutlaka seni
bekler. Torununu o kadar seveceksin ki, beni unutacaksın. Ya öteki, ya öteki
sağ olsaydı, onu boğmasalardı da bugün görseydin.
Bütün vaziyeti mektuplarla öğrenen ihtiyar, hiç bozmadı, sesinde ağlayan
bir ahenk vardı:
— Adam sen de, cephelerde günde binlerce yavru ölüp gidiyor. Murat da
öldü. Ne var ki?
Öteki yavru yanında ya, sen ona bak. Şimdi ben onu öperim, severim,
beraber bakar, büyütürüz. Ben niçin geldim, bilir misin?
— Çocuğu almak için mi?
— Hayır! İkinizi almak için.
— Ben bir yere gidemem ki, beni hapsettiler.
— Yıkarım vallahi o hapishaneyi! Ben Muradın dediğini yapmaya
geldim.
— Muradın dediğini mi?
— Murat bana son mektubunda yazmıştı ki, babacığım, şayet bana bir
şey olacak olursa, sen Yıldızı al, dağlara git, şehirlerde gez. Yıldızdan
ayrılma. Yıldızın yanında sen varken benim ruhum rahat eder.
— Demek, şimdi hep beraber yaşayacağız?
— Elbette. Bak seni nerelere götüreceğim.
— Öyle yerlere gidelim ki, izimizi kimse bulamasın. Başbaşa yaşayalım.
Ahmedi de beraber götürelim..
— Nasıl istersen öyle yaparız. Ben de hayatımın son günlerini senin
yanında geçirmiş olurum. Bak sana ne hikayeler anlatacağım. Kah gülecek,
kah ağlayacağız. Ben gençliğimde öyle haşarıydım ki..
Otomobil, köşkün kapısında durduğu zaman Yıldıza baktım, sakin ve
tabii idi..
BİR AKŞAM KARANLIĞINDA

Henüz lambalar yanmamıştı. Loş salonda karşı karşıya oturuyorlardı. Saç


soba, bir çift kırmızı gözle bakarak homurdanıyordu.
Kurşuni Ankara kedisinin koyun renkli, kambur gölgesi duvara sürünerek
kanepeye sıçradı. Sarı ve ela iki ışık noktası Yıldızın gözlerine dikildi.
Aşağılarda gittikçe lacivertleşen bir deniz hayali vardı. Sarı noktalarla
süslenmiş Ankara yerine Hisar, küçük ve sivri bir ada gibi görünüyordu.
İhtiyar Beybaba, avucunu koltuğun kenarına vurarak sükutu bozdu:
— Ne diyordum? Evet. Muradın ölümü ne şekilde olursa olsun, hakikat
budur: Murat ölmüştür. Biz ikimiz kalmışızdır. Onun ölümündeki acı
ağırdır. O acıyı beraber paylaşacağız, Hatırladıkça ağlamak mı lâzımdır?
Beraber ağlıyacağız. Hatıraları arasında şen taraşar mı bulacağız? Beraber
güleceğiz. Bir gün, bir saat, bir an Murat aramızdan, hafızanıızdan ve
kalbimizden eksik olmıyacak. Muradın ölümü, kalan cesedi hiç bir mânâ
ifade etmemeli. Muradın ruhu ile dolmalıyız. Üç mevcut, iki vücut halinde
yaşamalı Yıldız!
İhtiyarın ağır, pürüzsüz sesi gittikçe yükseliyor, heyecanlanıyor ve kol,
baş hareketieri daha keskinleşiyordu. Yıldız, yarı açık gözlerle dalmış,
geniş nefeslerle dinliyordu.
Beybaba söylüyordu:
— Murat şehit olabilir, Murat hastalıktan ölebilir. Murat boğazlanbilir.
Her şey olur, hepsine ayrı ayrı dayanacağız. Metin olacağız. Yeter ki onu
dimağımızda ve kalbimizde öldürmiyelim. Mesut olmak için Muradı
anacağız. Karşısında kaldığımız acı sürpriz ne Aydın dağlarını aşan Yıldızı,
ne siperden sipere yıpranan bu ihtiyar Miralayı yenemiyecektir. Murat bana
lâyık bir evlattı. Sen de Murada lâyık bir kadın kalacaksın. Hayatın
mucizeli hareketleri çoktur Yıldız. Bir gün gelecektir ki, gürbüzleşeceksin,
neşenin ve saadetin kendisi olacaksın. Istırapsız, güçlü, metin bir saadetle
Muradı kalbinde taşıya taşıya yaşıyacaksın. Elemlerin, aynı zamanda iyilik
verici bir kudreti vardır kızım.
Seninle belde belde, dağ dağ, iklim iklim dolaşırız. Nerede sabah, orada
akşam ederiz. Her çam dibinde, her yol kanapesinde, her subaşında ve her
otel köşesinde sana hatıralarımı söylerim. O zaman görürsün ki, yediveren
gülü gibi kat kat, kıpkızıl bir hayat sürmüşüm.. O zaman anlıyacaksın ki
kıpkızıl, katmer katmer güle benziyen hayatım, simsiyah, tabaka tabaka
ıstıraptan, hicrandan yoğurulmuştur. Fakat bütün bunlara rağmen, işte
altmış beş senedir yaşıyorum. Beni tanıdın tanıyalı bir defa olsun,
dudaklarımı bükülmüş gördün mü? Ruh bir aynadır, bulandıkça tebessüm
denilen süngerle silinir, parlatılır. Bir kalpten hicran ve kan tastığı zaman
onu silen, kurutan, cilâlandıran tebessümdür. Tebessümün sahtesinde,
acısında, zehirlisinde bile, üzüntüye tokat atan bir kudret vardır. Seninle ilk
tertip İstanbula gidelim. İstanbulun has yerinde oturalım. Mesela Aksaray,
has İstanbuldur, Üsküdar, Beşiktaş, Eyüp has İstanbuldur. Oralarda kendi
ıstıraplarımızı gölgede bırakan, kendi kaybolmuş sevgililerimizin acılarını
hiçe indiren ne ıstıraplar, ne acılar duyacağız. Biz onlara, Anadoludan
kurtuluş ve ümit haberleri getiren bir çift teselli; onlar ikimize onulmaz
yaralarıyla, bir yana atılmış hüviyetleriyle, perişan saçları ve kan ağlamış
gözleriyle beş yüz bin teselli olacaklardır.
Orada düşmanların ve düşmanlıkların her çeşidini göreceğiz. Papaztaşan
softalara, softalaşan züppelere, züppeleşen kart prenseslere, prensesleşen
sokak artıklarına raslayacağız. Bir vatanın, bir miltetin nasıl batırıldığına
şahit olacağız. Acılı kalbimiz hepsiyle ayrı ayrı meşgul olacak. Kendi
içimizdeki gamı bir köşeye saklayıp Üsküdar ufuklarında güneş arayanların
zehirlerini gönlümüzde eriteceğiz. Sonra, daha başka şeyler de yapabiliriz.
İzmir kızı ile ihtiyar Miralay, o kadar zayıf, o kadar korkak değildirler.
Yapabileceğimiz şeyleri orada görüşüp kararlaştırırız. Kendimizi zayıf
hissettiğimiz anlarda Muradın ruhundan yardım isteriz. İstanbul, İstanbul..
O ne ufuksuz, ne dipsiz bir ummandır. O engine açılalım, oradan hakikatler,
facialar ve ıstıraplar toplıyalım.
İnsanların en suçsuzu ve insanların en şeytanı oradadır. Fatih evlerinde
ağlamayan kalp. Üsküdar kafeslerinde yavru, nişanlı, sevgili beklemeyen
göz kalmadı. Mümkünse kapı kapı dolaşırız. Sarı benizli, lepiska saçlı
hasret kızlarına teselli veririz. Onlara Ankara’nın taşından, toprağından ve
siperlerin neferinden, subayından selamlar dağıtırız. Pencerelerinden ışık,
kahkaha ve şehvet taşan sarayların diplerinden geçeriz. İstersek içeriye bir
bomba savururuz. Gümbürtüsü bizim kahkahamız olur.
Feragat, feragat! diyen düzenbaz insanlara, üçüzlü feragatin ne olduğunu,
parçalanmış etlerimizle gösteririz. Manevî bir tufan oluyor Yıldız! Bize ne
mutlu ki o tufanın birer atomuyuz.
Bu manevî tufanın koparacağı maddî yıkılışı gözlerimizle göremezsek,
ruhumuzla kana kana seyredeceğiz.
Murat ölmüş! Varsın olsun! Biz varız! Muradı öldürmüşler!. Varsınlar
öldürsünler! Biz yaşıyoruz. Bana şu ihtiyar pençemin altında bir padişah
boğdursunlar; bin Muratıı. bin Yıldızı, bin ihtiyar Miralayı fedâ edeyim!
İstanbul sokaklarında dolaştıkça dislerimizi gıcırdata gıcırdata,
kahkahlarla güle güle, herkese, her tarafa «biz saltanat düşmanıyızl»
diyeceğiz. Hiç bir ferdin, hiç bir kayıt ve şartla hiç bir milletin sırtına ağır
bir taht yükletemiyeceğini anlatacağız. Şaşarım o gâfil milletlere ki, hâlâ
ciğeri çürümüş imparatorların rüyasını görürler.
Niçin ve ne hakla hükümdar? Niçin ve ne hakla baskı? Milletim, ülkem,
devletim diye milleti, ülkeyi, devleti kahve ocağı gibi kullanmak isteyenlere
lanet olsun! Ben pırasa, sen terlik, o saksı, öteki av köpeği değildir ki, bir
sahibimiz olsun. Ben bir şahsın veya hanedanın teb’eası!. Hayır Yıldız! Ben
kendimin tebasıyım. Kendi saltanatımın hükümdarıyım. Hükümdarlığın bir
tohumu vardır, adına zorbalık derler. Tarihleri baştan başa tetkik et,
göreceksin ki, en büyük imparator cihanın rahminden zorba olarak dünyaya
fırlamıştır.
Bir tarihte İstanbul’da bulundum. Beni Taşkışla’ya hapsettiler. Sebebini
sordum. Dediler ki; sen burada olduğun halde iki seneden beri selamlığa
gelmemişsin, sebebi nedir?
Mert ve doğru bir asker sıfatıyla;
— Çünkü, dedim, padişahın ve padişahlığın aleyhindeyim.
Beni oradan attılar, Fizan’a sürdüler. Oradan durmadım, kaçtım.
Meşrutiyet, rütbemi geri verdi; senelerden sonra bir gün İstanbul,
padişahlar, imparatorlar ve krallar çorbasına döndü. Başına taç getiren
İstanbul’a geldi, bir “ala ala hey!” başladı. Kerataların hepsi de zûlme
uğramış ve mahkûm bir millete kuşbakışı bakıyorlardı. Sarayda merasim
vardı. Gitmedim. Yerim boş kaldı. Sebebini sordular:
— Çünkü, dedim, padişahların ve padişahlıkların aleyhindeyim..
Bak maskaralara!. Beni tekrar ordudan atmak için divanı harbe vediler.
Dedim ki: “Bunu ben söyledim; bir elinizi Türk tarihine, bir elinizi
kalbinize koyarak hükmümü siz veriniz”
Bir dakika sonra suçsuzluk kararı aldım. Neye yarardı ki, Ferdinand’ın
şerefine Mekedonya’da, Fransuva Jozef’in şerefine Galiçya’da, Wihelm’in
şerefine Kuzey denizi sahillerinde döğüştüm. Oralarda kalan Türkler, bir
defa değil, bin birer defa şehit, bin birer defa azizdirler. Her cephe bir gaye
için can verdi. Acaba vatana bir faydası olur mu diye..
Buna karşı vatanda bıraktiğimiz çoluk çocuğumuzu aç bıraktılar, kefensiz
gömdüler..
Kızım, kızım! Kalbimdeki acılar, bin Muradın ölümündeki acıdan yüz
bin defa fazladır. Onun için Muradı paylaşacağız ve bir tarihin acılarını
tedavi edeceğiz.
YOLA ÇIKMAZDAN ÖNCE

Önce Beypazarı - Geyve yolu ile gitmeğe karar verdiler. Sonra, günlerce
sürecek yolculuğun rahatsızlıklarını düşünerek vazgeçtiler. İnebolu yolu
seçildi. Güç halde bir otomobil bulunabildi. Tekrar yağışlar başlamadan,
yollar kurumuşken gitmek lazım geliyordu. Yalnız Ahmet Çavuşu
İneboluy’a kadar yanlarına alacaklardı. İstanbul’a izin yoktu. Her şey
hazırlandı. Şimdi Yıldızdan başka hepsini bir endişe sarmıştı. Annesi ile
babasına veda.. Bu mühim bir meseleydi.
Yıldız onları hapishanede biliyor ve unutmuş görünüyordu. Onlar da
Yıldızdan ayrılırken birer defa öpmek için yanıyorlardı.
Ertesi sabah hareket edileceği için erken yatacaklardı. Sofrada,
kahvesinin son yudumunu içen Beybaba;
— Kızım! dedi, bebeği bırak artık, nedir bu düşkünlük? Üzülürsün.
Hasta kız, kalp paralayan bir sesle;
— Ne yapayım? dedi. Annelik bu!
— Demek, annelikte büyük bir şefkatlilik var? O halde Murat, ne kadar
bedbahtmış.
— Niçin?
— Çünkü bu şefkatten yirmi beş sene mahrum kaldı. Annesinin yüzünü,
bir rüya çizgisi halinde olsun hatırlayamadı.
— Bana bundan hiç bahsetmedi.
— Bahtsızlığını bahtiyar bir kıza aşılamamak için söylememiştir.
— Annesinden ayrı mı yaşıyordunuz?
— Ayrı.. Fakat birbirimize yakın, birbirimize hasret çekerek yaşıyorduk.
O Konya’da, ben Yemende idim. Her gece göklerin Samanyolu ve gönül
yoluyla birleşirdik.
Kayınbabam doktordu. Bir gün ondan bir mektup aldım. Muradı
annesinden ayırdım.. Annesini senden ve Murat’tan ayırmamak için.. Sen,
metin bir askersin oğlum, diyordu. Sana her şeyi açık söyleyebilirim..
Karın, sevgili karın, kızım, o mel’un, o gaddar hastalığa yakalandı. Verem
oldu.. Muradı büyük annesiyle Konya’da bıraktım. Karını İstanbul’a
getirdim, Heybeli adadayız. Fakat şurasını da haber vereyim ki, kurtarmak
ümidimiz çok kuvvetlidir. Murat dört yaşına girdi, ona güzel bir eşek aldım.
Akşama kadar Merambağlarında har vurup harman savuruyormuş. Gerçi
Yemendeki bir subaya, karın verem oldu, denmez. Bu kadar insafım,
nezaketim vardır. Fakat bunu bir yabancı olaydım demezdim. Ben ki, onun
babası ve o benim biricik kızımdır, bunu haber vermeğe hakkım var. Haber
veriyorum ki üzülmeyesin! Yanında benim varlığımı bilesin ve her özenin
gösterildiğine inanasın.. Saye-i şahanede (Padişahın sayesinde} yakında
gelirsin de sıhhatli karına, afacan yavruna kavuşursun.
Evet kızım, o mel’un bölgede daha üç sene kaldım ve döndüğümde
karımın mezarını dolduran otları, baldıranları kendi elimle ayıkladım,
Yemen demek, üç mezar demekti. Çöllerde, vatan bucağında ve kalblerde
açılan üç mezar. Yemen bir değirmendi. Her dişi, Türk övüten netameli bir
değirmen.. Yedi yaşındaki Muradı ilk defa dizlerime oturttuğum vakit bana
ilk sözü şu oldu:
— Baba! Annemi niye getimedin?
Yemende üç hançer, bir kurşun yemiştim, fakat acısını bu kadar
hissetmemiştim. “Baba! Annemi niye getirmedin?” dediği vakit, hiçbir
zaman anlıyamadığı bir cevap verdim:
— Sayei şahanede o da gelir yavrum.
Yıldızın çukurdaki gözlerinde bir çift şimşek çaktı, ihtiyar miralay
sözüne devam etti:
— O günden sonra Murat daima annesini bekledi, daima: “annem beni
öper miydi? Annem beni senin kadar sever miydi? Annem gelsin, yine beni
öpsün”diye diye geceler, aylar, yıllar geçti. Fakat annesi gelmedi ve Murat,
hasretten tutuşan, yanaklarını, bir annenin şefkat ve muhabbet öpüşüne
uzatamadı.
Onun için diyorum ki. anne şefkati ne kadar sonsuz ise, anne hasreti de o
kadar derin ve onulmaz bir yaradır Yıldız!
— Her anne öyle olur mu?
— Emin ol öyledir. Her annenin, her babanın kalbi o derin heyecanla
çarpar. Mesela, bak, yarın gidiyoruz. Ben eminim ki şimdi, şu anda, için
kanıyor, orada alevli bir hicran hissediyorsun. Bunun adını bilmiyorsun.
Onu ben sana söyliyeyim: Anne, baba sevgisi.. Onların hasreti..
— Zannediyor musunuz?
— Evet kızım. Ne olursa olsun, ne feci hadise-ler geçerse geçsin bu
böyledir. Çünkü ben nefsimde denedim, evladım nefsinde denedi..
Annesi o kadar düşkün olan Muradın ruhu, senden bu metanet ve fazileti
beklemekte haklıdır kızım. Mademki sen Murat demeksin, o halde Muradın
vasışarı sende vardır. Bu gün tevkifhanede ağlıyan kadın, ağlayan erkek,
senin birer parçandır, senin hicranınla ağlamaktadırlar.
Halbuki biz yarın gidiyoruz. Onlardan daha uzak bulunacağız. Onlar,
senin sevgi ve hasretini bin bir cezadan daha binbir cezadan daha derin bir
acı ile hissedecekler..
— Ne yapalım?
O kadar tatlı, öyle dalgın sordu ki, ihtiyar miralay hemen istifade etti:
— Savcıdan rica edelim. Henüz muhakeme başlamamıştır. Müsaade eder,
yarım saat için için çıkarırlar, veda ederiz, bizi uğurlarlar. İleride bir gün,
bütün hayatında hicran olacak bir şeye de sebebiyet vermeyiz.
Yıldız cevap vermedi. Fakat kaşları da çatılmadı. Beybaba burada
susmasını bildi. Biraz sonra sözü değiştirdi:
— Her vakit derim; Hayatta çok mucizeli hadi-seler olur. Benim
Çavuşum vardır. Mekedonya Balkanlarında gövdesine dokuz kurşun..
— Acı şeyler istemiyorum Beybaba!
— Öyleyse tatlı bir uykuya ve tatlı rüyalara dalalım yavrum.
... İhtiyar yalnız kalır kalmaz, pencereyi açtı. Keskin bir hava saçlarını,
sakallarını dağıttı. Yüzü yanıyor.. Derin derin nefes alarak acısını
dindirmeğe uğraşıyordu. Bu kızın akıbeti ne olacaktı? 0na bir usul dahilinde
telkinler yapa yapa kurtaracağı ümidini doktor vermişti.
Bakalım, bu kadar günlük telkinin ilk tesiri yarın belli olacak diye
düşünüyordu.. Eğer yarın annesine, babasına sakin bir surette veda ederse
ilk adımı atmış demektir.
Kamil Beyin, Savcının kulağına uzun uzadıya söylediği esrarengiz
kelimeleri o da biliyordu. Fakat ondan bir harf söylemek kabil değildi. Bu
meselenin önemi çok korkunçtu. Belki kızın üzerinde daha korkunç bir aksi
tesir yapardı. Yapmasa bile, bu sırrın gömülü kalması şarttı.
Karanlığın içindeki kağnı gıcırtılarını dinledi.
— O sırrı bu gıcırtılar halledecek.. diye mırıldandı. Kurusoğuğun içinde
uzayan bu aralıksız gıcırtılar arasında sıcak kadın sesleri, çocuk sesleri de
vardı..
DAĞLARIN BAŞINDAKİ BÜYÜK DARBE

Solfasol köyüne sapan yolun basında ayrılmak istediler. Yıldızın annesi


beybabaya baktı:
— Abacılar hanına kadar gidelim.
Bu bakış, bu boynu bükük, mahzun bakış ne kadar mâanâlıydı. Abacılar
hanının önünde durdukları vakit hepsi susuyordu.
Yıldızda donuk bir heykel katılığı vardı.
— Bize sık sık mektup yazınız.
Bu, Kamil Beyin uzun bir sükuttan sonra bir söz söylemiş olmak için
zoraki bulduğu bir cümle idi.
Yıldız cevap vermedi.
Müteessir mi? İlgisiz mi? Düşünüyor mu? Hiç belli değil.
Beybaba, bu hüzünlü durumdan hepsini kurtarmak için gürültülü bir kaç
kelime söyleyerek:
— Haydi bakalım, dedi. Yolcu yolunda gerek. Bu akşam Çankırıya erken
varmalıyız.
— Savcı, gelenlerin adına da söyledi:
— Yıldız Hanım, size metanet ve afiyet temenni ederim. Beybabanızın
bitmez tükenmez neşelerinden mutlaka bol bol pay alınız.
Yıldız, bir çocuk saşığı ile gülümsedi.
Otomobile bindiler, Ahmet şoförün yanına oturdu.
Annesi basamağa çıkarak kızının boynuna sarıldı.
Yıldız, uyuyan bir çocuk sesizliği ile bu kucaklayışı kabul etti. Zavallı
kadın tutamadığı gözyaşlarına açık bir yol vermişti. Babası öperken
Yıldızın yüzü sapsarı kesildi. Ona da ses çıkarmadı. Buzdan ve kemikten
elini Savcıya uzattıktan sonra;
— Artık yürüsek..
Dedi. Bununla uzaklaşmak, belki duyduğu şuursuz teessürü örtmek
istemişti. Otomobilin camları kapandı. Sarsıldı ve acı bir korna sesi
Abacılar boğazını kıvrıla kıvrıla dağıldı.
Uzun bir mesafe konuşmadan geçti. Hava açık, yerler kuru olduğundan
rahat gidiyorlardı. Her dakikada bin söyleyecek konu bulan beybaba, şimdi
hiçbir şey söylemiyordu. Mukadderat denilen sonsuzluğa doğru gürlüyerek
ve susarak yol alıyorlardı. Bir aralık:
— Akıllan Yıldız! Savcının kulağına fısıldanan büyük sır..
Diye bütün bildiklerini söylemek için içinde kuvvetli bir arzu duydu. Az
kalsın bu arzuya kapılacaktı.
Fakat, ihtiyarın miralaylık tarafı bu arzuyu kalbinde gömüverdi.
Kaleciği durmadan geçtiler, uzun tahta köprüde sarsılırlarken, Yıldız’ın
dudakları ilk defa kımıldadı:
— Hayat da bu köprü gibi mi?
İhtiyar miralay, elini, Yıldızın battaniyeli dizine koyarak cevap verdi:
— Hayır! Hep böyle değil kızım. Betondan olanları da var, asfalttan
olanları da. Yeter ki üzerinden ğeçmesini bilmeli,
— Fakat biz bunun üzerinden geçiyoruz.
— Ne demek istediğini anlıyorum. Emin ol ki doğru söylüyorsun,
böylesinin üzerinden geçiyoruz. Fakat sözüne dikkat et: Geçiyoruz dedin.
Evet, geçiyoruz ve işte..
Otomobil sarsılarak şoseye girerken ilave etti:
— İşte geçtik. Bu köprü ıstırap çevremizin hudududur. Onu geçtikten
sonra yeni çevremizde yaşıyacağız.
Çandır hanında bir kahve içtiler. Ve Dümbelek düzlüğünde çamura
saplandılar. Yaz ortasında bile ötede beride batağı eksik olmıyan
Dümbelekyazısı’nın bu beş on metrelik çamuru, yolcuları hayli üzdü.
Ahmetle şoför çok uğraştı. Ahmet:
— Hay! diye bir nara attı, geliyorlar, her yere, her zorluğa yine bunlar
yetişti. Bunların adlarına gıcırtılı Hızır demeli..
Ahmedin sevindiği şey, dönemeçten görünen kağnı dizisiydi. Kadınlara
seslendiler. Beş dakika içinde birkaç öküz söküldü. İpler takıldı, otomobili
kurtarmaya başladılar. Zayıf öküzler güç halden otomobili kurtardılar ve
kadınlar, ileride yolların iyi olduğunu haber verdiler.
Yıldız, uyuşan dizlerini dinlendirmek için oto-mobilden indi. Şoför,
otomobilin marşında küçük bir tamire koyulmuştu. Yıldızın kucağında
bebeği vardı. Arasıra uyusun diye itina ile kımıldatıyordu. Bu süslü
kundağa kağnı süren kadınlar imrendiler:
— Bu bebe senin mi ki hanım?
— Evet, benim bacım.
Kucağı kundaklı bir köy gelini sıkılarak yanina sokuldu:
— Hay hanım! Bebeğin yüzünü bir kere görebilir miyim?
— Ne yapacaksın bacı?
— Bakacağım, acap o da benimki kadar sıska mı ki? Benimki bir çimdik
deriyle kemik..
— Yıldız, kucağındaki bebeğin yüz örtüsünü açtı.
Kadınlar, maşallah! diyerek sokuldular, kınaları geçiş parmakları ile
dokundular ve hep bir ağızdan hayret ettiler:
— A, a!.. Hanım! Bu canlı bebe değil!
— Nasıl canlı bebek, değil?
— Bu dümbedüz taştan bebe!
— Dükkanlarda sattıkları taştan bebe!
Yıldız, izdırapla hepsini süzdü ve acı acı:
— Siz bilmezsiniz, dedi. Bu benim bebemdir.
O zaman kucağı sıska çocuklu taze gelin, hırçın bir sesle:
— Hanım! dedi. Köylü kadınıyla zeklenmek (alay etmek) hakkını sana
kim verdi?
Yıldız, bir kat daha hayret ederken, başka bir kadın söze karıştı:
— Şehir hanımına, cepheye gülle taşıyan köy geliniyle zeklenmek yakışır
mı? Biz köylüyüz amma, canlı bebe ile cansız bebeyi tanımıyacak kadar
budala değiliz!
Yıldızın vaziyetini bilmiyen köy kadınları samimi bir teessür ve dargınlık
havası içinde içlerini çektiler.
Yıldız mırıldandı:
— Nereden tanırsınız?
— Taşbebeyi böylece siz dükkandan alırsınız. Biz de ciğerimizin içinden
söker dünyaya getirir, sonra siperlere göndeririz, işte ondan tanırız.
— Demek şimdi bu bebe taştandır?
Yıldız bunu, eti yanmışların iç sancisile sordu.
— Elbette! dediler, Kimbilir kime armağan götürüyorsun. Bizi gördün,
eğlence çıkardın.
Yıldız boğulacak hale gelmişti. Başını havaya kaldırdı, zihnini toplamak
için sıkıntılar geçirdi, sonra hazin bir sesle:
— Hayır, dedi. Siz yanlış anladınız. Ben bildiğiniz hanımlardan değilim.
Ben izmir kızıyım. Ben Denizli kızının kızıyım. Ben sizi sizden iyi tanırım.
Ben sizi sizden çok severim. Benim yaralı kalbimi incitmeyiniz. Ben,
sevgililerinizle ayni siperde, ayni dağlarda yanyana dövüştüm. Ben bahtı
kara bir yaratıkım.
Köy kızları, köy kadınları bu inliyen sesten müteessir olmakla beraber,
sebebini, mahiyetini anlıyamıyorlardı. Yıldız, otomobile bindi. Beybaba
otomobilin arkasında bir iki kadının kulağına bir şeyler söyledi. Kadınlar
hayretle, teessürle gözlerini açtılar ve ellerini kaldırdılar. Bu el kaldırışta,
yapamayız! diyen bir şiddetli itiraz mânâsı vardı.
Fakat ihtiyar Miralay birkaç kelime ile rica etti. Kadınlar peki, dediler.
Kendisi de otomobile girip de motor çalışmağa başlayınca o kadınlar
pencereye sokulup güle güle, alay ede ede:
— Hanım! dediler. Mademki yiğit İzmir kızı imişsin, öyleyse kendine
gel! Herkesi taştan bebe ile aldatmağa kalkışma!..
Yıldız bir çığlıkla sordu:
— Taştan mı?
Hepsi birden ayni kelimeyi, ayni şiddetli seslerle söyleyerek hemen
uzaklaştılar:
— Tastan ya! Taştan ya!
Otomobil açılmış, kadınlar uzaklaşmıştı;
Beybaba, başarısına için için seviniyordu. Yıldız, bir çelik zemberek
çetinliğiyle beybabanın bileğini yakalayarak sarstı: .
— İşittiniz mi dediklerini?
— Evet, işittim.
— Yavruma, cansız, taştan bebe dediler. Yavruma taştan dediler..
— Evet, öyle dediler.
— Ya sen ne diyorsun beybaba?
— Ben de öyle diyorum.
Bunu söylerken sesi toktu ve gözlerini Yıldızın, yataklarından uğramış
gözlerinden ayırmadı.
AHMET ÇAVUŞUN PARLAK BİR
DARBESİ

Beybaba, Çankırının göründüğü hafif sırta kadar ses çıkarmadı. Uyur gibi
duran, arasıra göğsü kabaran Yıldızı, derin, anlaşılmaz gözetimine terketti.
Burgunun ucu Yıldız’ın beynine saplanmıştı. Artık yavaş yavaş
çevirerek, hafif hafif zorlayarak sonuna kadar gidebilirdi.
Bebe burgusu ilk tasarıyı göstermişti. Taş kukla artık göğsünün üstünde
sıkı sıkı tutulmaktan bıkmış gibi battaniyeli dizlerinin üstünde duruyordu.
Yıldız, müthiş bir uykusuzluğun son derecesini bulmuşlar vaziyetinde
idi. Kirpiklerinin ucundan şehri görünce rüyada sayıklayan bir mırıltıyla
beybabaya sordu:
— Burada mı kalacağız?
— Evet..
— Şehirde kalmasak olur mu?
— Nerelerde kalalım kızım?
— Mesela kırda, insanların bulunmadığı bir dağ başında, bir kovukta..
Bir gecelik bir şey.
— İnsanlardan nefret mi ediyorsun?
— Hayır, bilakis insanları seviyorum. Fakat yavrumdan korkuyorum.
Belki onlar da yavruma taşbebek derler diye yalnızlık istiyorum.
Beybaba, içinden gelen bir memnuniyetle düşündü. Demek, bebe
burgusu hastanın dimağında saatlerdenberi işlemiş. Yıldızın kafasında
kurduğu canlı çocuktan ziyade bir taşbebek anlamı yer etmiş. Bu iz sindire
sindire derinleştirilirse, bir gün taşbebeğin herhangi bir unutma köşesine
atılacağı muhakkaktı. Fakat şimdi fazla kurcalamamalıydı.
Yumuşak bir dille:
— Endişeye lüzum yok. Kimseye göstermedikten sonra nereden
görecekler?
— Kimseye göstermemek için ne yapmalı?
— Bavulun içine koyalım. Seni bebeksiz zannetsinler.
Bunu söylerken içinden bir gülme geldi. Dudaklarını ısırdı. Yıldız, biraz
düşündükten sonra rahatlamış bir tavırla:
— Doğru, dedi. Fakat havasızlıktan rahatsız olmaz mı?
Beybaba gayet ciddi, inandırıcı bir sesle temin etti;
— Kilitlemeyiz, aralık bırakırız.
— Öyleyse uyandırmadan koyalım.
Sesinin, başının, uzanan kollarının bu terkedilmişliğinde, bütün
insanlığın kalbini parçalayacak bir elem vardı. Bir dakika evvel gütmemek
için dudaklarını ısıran ihtiyar, şimdi ağlamak için avurtlarının iç etlerini
takma dişleriyle kemiriyordu.
Suya boğulmuş kavaklar arasından, çamur harmanlarından ve sarsıntılı
bir yoldan geçip otelin önünde durdular. Tekel Müdürü Atıf Beyi5
Rumelinden, subaylığı zamanından tanıyan ihtiyar Miralay, elini sıkarken:
— Yavrum, dedi. Otelciler belki bizi rahat ettiremez, sen yanımıza
odacılardan birini bırak.
— Ben kalsam olmaz mı miralayım?
— Koca çocuk! Beni hâlâ Balkanlarda pala salayan o eski kırçıl miralay
mı zannediyorsun?
— Daima öyle miralayım.
— Belki daima taze gönüllüyüm,
— Murat Bey’den haber var mı?
İhtiyar miralay sarsıldı. Atıf’a bir işaret çakarak hafifçe fısıldadı;
— Yavaş söyle, işitmesin. Murat şehit oldu, hem bir buçuk ay var..
Bu sefer Atıf sarardı.
Beybaba:
— Zarar yok, dedi fakat ondan büyük bir acı var ki sorma evlat, sorma!
Bir kaç kelime ile Yıldızı anlattı..
Saç soba gürüldüyor, katolik kadını masaya tabak, kaşık koyuyor. Dördü
de bir tarafta oturmuş, düşünüyorlardı. Kapı yanında oturan Ahmet Çavuş:
— Küçük hanım! dedi. Biz eğlenmek, söylemek için yola çıktık, siz bize
lafı yasak ettiniz.
Beybaba, Ahmedin laf açmasına memnun olarak karıştı:
— Sana söyleme diyen yok.
— Ne bileyim beyefendi. O susunca ben de ya-sak var zahar, diye sesimi
çıkarmıyorum.
Yıldız, sobanın ateşine dalan gözlerini Ahmede çevirdi:
— Peki, bir şey söyle de dinliyelim.
— Lâf lâfı açarmış. Bende daha şehre girerken bir merak oldu: Acap şu
Çankırı’nın kızları ne çeşit şeylerdir, diye.
— Güzelmiş, şirinmiş, öyle işittim.
— Hay Allah razı olsun onlardan!
— Çankırı’nın kızlarından sana ne?
— O eski adettir. Bir beldeye bir delikanlı gitti mi, önce o beldenin
kızlarını öğrenmeli. Bir kız da bir yere vardı mı, o da oranın efelerini
aklından ge-çirmeli,
— Bunda ne gibi bir sebep var?
— Ne olur ne olmaz. Gönül telsiz telefona ben-zermiş. Olur ki birbirine
söyleyecekleri bulunur. Bir yerde ki, bir kız, bir delikanlı, bir imam, bir
nüfus katibi bulunur. Orada mutlaka bir ocak tütmeli.
— Hah hah! Senin niyetin başka.
— Onu sizin dönüşünüze saklıyorum.
— Ya biz dönmezsek, orada kalırsak.
— Biz nasıl olsa İstanbul’u alacağız. O zaman ben gelirim..
— Yıldız, Ahmed’in kurşışında tatlı, ağır ağır söyleyen, soluk
dudaklarında tebessümü eksik olmayan bir geveze olmuştur..
Beybaba ile Atıf dışarı çıkarak, onları bu neşelerinde yalnız bıraktılar..
Anadoludaki bir jandarma çavuşu Ahmet, birçok ruh doktorlarından daha
kudretlidir. Anadolu çocuğunun içindeki bu ilim ve seziş kuvveti nereden
geliyor?
Hangi Üniversite kürsüsünden akıp içine doluyor? Bu sır nedir? Bu sır
nedir ki onun eserini görüyoruz da etkeninin ne olduğunu anlayamıyoruz?
Muradın yanında saşığını terbiye eden bu genç çavuşun eşleri o kadar
boldur ki bir vatan dolduruyorlar. Muradın efe Ahmedi, Muradın asker
Ahmedi, sonra Muradın onbaşısı ve Sakaryanın çavuşu.. Belki sırlı kudret
oradan akıp geldi.
— Lambayı biraz açsak.
Ahmet itiraz etti;
— Böyle sönük yanması daha iyi küçük hanım. Çünkü bazı şeyler vardır
ki loş yerlerde, çam gölgelerinde, gözgöze gelmeden görüşülür.
— Niçin?
— O zaman insan söylediği sözlerin, içinde, gözlerinde canlandığını
görüyor, şimdi neyi söylüyordum.
Ha! O gece işte Murat Beyle kaça kaça kuskunumuz koptu. Vay canına!
İki kişiyiz, etrafımızı belki üç bölük sardı. Ortalıktan şüpheleniyorlar..
Fundalıkta bir yakalasalardı, işimiz bitmişti.
Ah, hep benim aptallığım, avucumun içinde içmek varken tuttum da
sigarayı açıkta fosurdattım.
Düşünmedim ki, düşman tarafından geçtik, onları gözetliyoruz. Kurtulup
da bizim tarafa geçtiğimiz vakit Murat Bey katılasıya gülüyordu. Dur, şunu
Yıldıza yazayım diyordu.
— Ben böyle bir mektup almadım.
— Belki sonra vazgeçmiştir, bir değil ki hangini yazsın?
— En sonra ölümünü yazdı.
— Allah rahmet eylesin. Biraz acele davrandı. Ne olurdu, bekleseydi.
Çabucak gitti şehit oldu. Olma, olma da zaferden sonra git şehit ol..
— Murat şehit mi oldu?
— Öyle ya, şehit oldu.
— Demek Murat şehittir.
— Şehittir.
— O halde sen bir şey bilmiyorsun?
— Ben belki câhilim. Fakat yalan söylemem küçük hanım, yalan
söylemem.
— Şehit olduğunu ne biliyorsun?
— Çünkü yanıbaşımda oldu.
— Yanıbaşında mı?
— Evet..
— Onu boğdular, zavallı Ahmet, onu boğdular!
— Onu boğacak henüz anasından doymamıştır.
—Onu boğarlarken ben gördüm.
— Darılma amma sen yalan söylüyorsun!
— Ben mi?
— Ya ben mi?
— Sen de yalan söylemezsin.
— Öyleyse şuna bir ad takalım. Boğuldu mu. şehit mi oldu?
— Sen nasıl istersen.
Ahmedin gözlerinde dünyalar onun olmuş gibi bir sevinç yandı:
— Peki, ben şehit adı verdim.
— Öyle olsun.
— Yooo.. Çabucak olmaz. Arada bir, senin de gönlün hoş olsun diye
boğuldu diyelim.
— Sen ne iyi adamsın Ahmet..
— Elbette! Murat Beyin arkadaşıyım.
Lambanın sarı ışığı altında Yıldız gülümsedi. İkisi de sustular. Ve Ahmet
içli ve o sırlı sezişiyle susmasını bildi..

5 Meşrutiyet ihtilalinde Manastır’da Şemsi Paşayı vuran Atıf Bey.


İLK NEŞ’E

Aylardanberi ilk defa şuurlu ve gerçek bir sevinçle haykırdı:


— Ah! Ne güzel! Ne güzel! Burada kalalım beybaba! Buraya bin
Büyükada feda olsun.
Ecevit, Yıldızın üzerinde bu kadar büyük bir tesir yapmıştı. Kış sonunda
keskin karakalem çizgilerini andıran ağaçların arkasında yemyeşil, ezelî ve
ebedî yemyeşil çamları görünce, bu taşkın sevinci duymamak kabil miydi?
Yıldız, coşkun bir dille söyleniyordu:
Çam. Dikkat ediniz bu üç harşi kelimeye! Çam.. Çam eğer vakışarın,
Belediyenin, orman mütehassısı denilen çöl adamlarının eline düşseydi,
yasta ve ıstırapta kalan ruhları; sonsuz bir yeşil hava ve yelpaze altında
ideal ferahlığı bulurlardı. Tarihin ve insanlığın hakkını talan ettiği için değil,
yalnız bu görüş açısından batasıca Vakışara düşmanım. Her köyün her
evinde bir belediye teşkilatının var olmasına bütün bütçesiyle razıyım.
Yalnız buna karşı şehri ve kalbi süsleyen ağaçlara, çiçeklere, çamlara
musallat olmasın.. En iyi Belediye ağaç dikendir.
Ağaç şiirin, hissin ve ihtiyacın yeşil timsalidir. Kışın bile onun kuru
dallarından hayata neşe çizgileri dağılır. Bazı Belediyeler, sizden pazar ve
memur aylığı koparmak için çam dikerler ve tabiatın en hür, en canlı yeşili
olan çamın etrafına bütçelerinin berbat fasılları gibi telden örgüler,
demirden kafesler gererler. Sonra bırakırlar. Unuturlar.
Şunlara bakınız beybaba!
İşte şu Boğazın etrafındaki ağaçlar, çamlar, yeşil ve serin hayat, Vakışara,
Belediyeye isyan ettikleri içindir ki göze, nur, kalbe kuvvet sinirlere neşe ve
heyecan veriyor.
Ahmet Çavuş şoförün yanından başını döndürdü:
— Küçük hanım! dedi seni Belediye reisi yapalım!
Yıldız kahkahalı bir itirazla haykırdı:
— Beni gafil mi zannediyorsun?
— Aman küçük hanımım!
— Yalnız bizde değil, dünyanın her tarafında ve her kasabasında
Belediye reisleri kadar talihsiz insanlar yoktur. Zavallıcıklar, Belediye reisi
olmak için ne zahmet çekerler, kimlere boyun eğerler. Sorarsanız derler ki,
aman efendim, dehşetli projelerimiz var. Bu projeleri beybabanın büyük
beybabasındanberi halk dinlemiştir.
Fakat memleket yine dağların, rüzgarların, çağlıyanların himmeti ile
vücude gelen tabii güzelliğin üstüne hiçbir şey eklememiştir.
Beybabaya dönerek sordu:
— Öyle değil mi? Bari bıraksalar da tabiat vazifesini daha serbest yapsa..
Benim Belediye teşkilatına aklım ermiyor vesselam..
İhtiyar miralay kahkaha ile:
— Hele hele! dedi. Sen yaman bir inkılapçı ola-caksın Yıldız. Murat da
senin fikrindeydi.
— Elbette öyle. Evinizi süpürtmek, lambanızı yakmak için bir hademeye
ihtiyacınız vardır. O halde bir şehir de bir aile ocağıdır, niye kooperatif
şeklinde bir şirkete bırakmıyoruz da bir alay eşit haklı vatandaş
sivriltiyoruz?
Her memlekette Belediye teşkilatı, devlet teskilatı dışında olmalı..
Londra Belediye an’anesini yıkmak, muhakkak ki kabul etmekten güzeldir
GÜZEL İNEBOLU KADINININ SÖZLERİ

Bahardan önce Ecevit’te kalmaya itiraz eden beybaba, İneboluya razı


oldu:
— Gerçekten çok iyi olur kızım. Seninle denize karşı, ağaçlar arasında
küçük bir ev tutarız. Karadenizin koyu lacivert enginlerine dalarız, çalımlı,
dizili dalgalarını sayarız.
Gelen geçen vapurların dumanlarıyla havalarıyla, havalara Muradın kara
yazısını yazarız. Sen gönlünü, ben ak saçlarımı rüzgâra veririz.
Lirik kelimelerin yalnız âhengini anlayan Ahmet çavuş saf bir eda ile
sordu:
— Sizin bu yapacaklarınız, lafın gidişatından çok güzel şeyler olacak.
Peki amma beyefendi siz onları yaparken ben boş mu duracağım? Ben de
bir şeyler yapayım. Bana da bir şeyler yaptırınız.
Dalgın Yıldızın soluk çehresinde tatlı gülümseme parladı. Beybaba
gürültülü bir kahkahayla cevap verdi:
— Senin de hakkın var Ahmet çavuş. Sen de tez elden sokak sokak
dolaşır, bize kutu gibi, şirin bir ev ararsın.
— Eşyamız yok amma.
— Bolca para verirsek eşyalısını bulmak kolay.. Şu otelden çıkalım.
Ahmet Çavuş fırladı. Yıldız pencereden denize bakarak:
— Ahmet’le konuştukça sesinde, temizliğinde, şakalarında ne kadar
Muradı buluyorum. İnanır mısın Beybaba? Hayatıma bir Murat
karışmasaydı..
— Candarma çavuşu Ahmet mi karışacaktı?
— Öyle bir rastlantıyı reddecek kuvvetim olmayacaktı.
İhtiyar Miralay biraz şaşaladı. Yıldızın sözlerini birdenbire tam
anlayamadı.
Dudakları hafifçe titreyerek sordu:
— Muradın, Ahmed’in ruhuna bu kadar girişinden müteessir misin?
Yıldız bir çiviye basmış gibi fırladı:
— Beybaba! Galiba anlatamadım.
— Belki ben anlayamadım kızım.
— Demek istiyorum ki Murat bütün ruhuyla, karakteriyle bana geçti. Aşk
bu geçişten sonra doğdu. Ahmed, Muradın yanında onlara sahip olmuştur.
Muradı bugün ondan dolayı daha çok seviyorum. O ne kuvvetli, müessir
karakterdir ki basit, mektepsiz bir dağ çocuğuna, Ahmede nüfuz ediyor.
Demek istedim ki, Murat olmasaydı da yalnız Ahmet olsaydı, o halde
Ahmet Murat olurdu ve Muradın babası Ahmedin babası olurdu.
İhtiyar miralay, hasta kızı müteessir ettiği için üzüldü. Gülerek:
— Kızım! dedi. Siperden sipere hayat sürmüş bir eski askerin kendisi
baştan başa şiirdir, fakat kendisi şiirle o kadar ilgili değildir. Bunun için
senin bir çeşit sembol olmuş sözlerine öyle cevap verdim. Seni müteessir
ettim Yıldız, beni affet..
Yıldız durdu, birdenbire sordu:
— Sevdin mi Beybaba? Cevap bekliyorum. Sevdin mi Beybaba!
İhtiyar miralay elini uzattı, Yıldızın ince parmaklarını avucunun içine
aldı, tane tane söylemeye başladı;
— Cevap vereceğim. Sustuğumun sebebi var. Nasıl, nereden
başlayacağımı bir an düşündüm de..
— Demek sence aşkın bir yeri, bir başlangıcı var. Zannetmiyorum
Beybaba! Aşk biterken başlıyor, başlarken bitiyor.. Rüya halinde; nereden,
nasıl geldi, nasıl gitti belli olmuyor. Aşk, biraz da teneffüse benziyor
Beybabacığım. Hiç dikkat ettiniz mi? İnsan meşgulken; hatta tam sakin ve
kendi halinde iken nasıl soluk alıp verdiğinin farkında değildir. Göğsüyle
mi, karnıyla mı soluk alıp veriyor? Hiç bilmez...
— !!.
— Elbette, insanların bir kısmı göğsüyle nefes alır; birçoğu da karnını
şişire şişire nefes alırlar. Fakat iki taraf da bilmeden teneffüs eder. O nefes
hayat denen sonsuz saadeti meydana getirir. Aşk da böyledir. Yahut değildir
de sinirli bir kız böyle diyor.
— Alkış İnebolu filozofuna!
Beybaba ellerim çırparak tekrar etti:
— Karnından nefes alanlara şiirde pay veren yeni İnebolu filozofuna
sonsuz alkışlar! Murat nasıl nefes alırdı?
— Murat kalbiyle nefes alırdı.
— Sen nasıl nefes alıyorsun?
— Murat gibi.
— Ben?
Yıldız gülerek ve biraz durarak cevap verdi:
— Sinirlerinizle..
— Ahmet?
— Saşığı ile.
— Peki, karnı ile nefes alana bir misal göster.
— Aşkı sevmeyenler ve pilavı sevenler..
İhtiyarın gürültülü kahkahasına otel hizmetçisi katolik madam koştu:
— Beni çağırdınız?
Yıldız göz ucuyla madama bakarak Beybabaya söyledi:
— Ve dahi..
Madam aptal aptal sordu:
— Ve dahi istiyorsunuz küçük hanım? Ve dahi nedir ki?
— Karnıyla nefes alanlardan birisi daha demektir. Şimdilik ve dahi
istemiyoruz.
Beybaba habire gülüyorken katolik madam dışarıya çıktı ve bir koşu,
arkadaşına anlattı:
— Bize hasta dedilerse, meğerliğim düpebedüz deliymiş. Karnının
içinden (ve dahi) çıkardı.
Yıldız beybabayı bekliyordu:
— Nereden başlayacaktınız?
— Vazgeç şimdi, madam hikayenin lirik başlangıcına çan taktı.
— O halde evimize taşındıktan sonra.
— O zaman söyleyeceklerim çoktur.
Akşama kadar konuştular. Sustular.. Yeni gelen gazeteleri okudular.
Beybaba dikkat etmişti. Yıldız akşama kadar kah sakin bir buhran, kah
neşeli bir tabiilik içindeydi. Yalnız bir defa, karyolaya giderek taşbebeğini
uyuttu ve biraz meme verdi.
Bu ihtiyarın kalbini neş’e ve ümitle dolduran bir gün oldu.
Ahmet Çavuş geldi;
— Emrinize hazırdır miralayım.
— Gözlerinin içi gülüyordu. Başarısına o kadar sevinmişti.
— Etme çavuş! Bu ne hamaratlık?
— Küçük hanım söyledikten ve miralay emir verdikten sonra dünyada
zorun adı yoktur.
— Ey! Anlat, nasıl oldu?
— Şu karşıki sırtta. Köprüyü geçtikten sonra.. Kumsala giderken, altında
iki oda, üstünde üç oda, bir sofa.. Sakız gibi döşeli. Pırıl pırıl.. Halıları,
kilimleri çok. Konsolunun üstünde kağıttan çiçekleri bile var. Sobaları
hazır. Kapı kapamacasına.. Ne istedilerse peki dedim. Üç aylığa tuttum.
Tam Ecevit zamanına kadar.
O gece Beybaba bitişik odadan dikkat etti. Yıldız hiç kalkmadı. Ninni
sesi gelmedi ve sabaha kadar rahat rahat uyudu. Sabah olur olmaz
hazırlandılar.
Taşındıkları ev, tasarladıkları evden daha güzeldi. Sahibi olan dul kadın
onlara bir genç kadın buldu. Yemek pişirecek, ortalığa bakacaktı. Yıldızın
ilk dikkat ettiği şey: Genç güzel aşçı kadının kirpiklerinde sürme,
parmaklarında kına yoktu.. Dört örgülü uzun saçları pulsuz, başı siyah bir
yemeni ile örtülüydü. Beyaz namaz bezini çenesinin altında biraz yana
kaydırarak öyle bir dalışı vardı ki, Yıldız dayanamadı. Hemen o gün
kadının yanağını okşayarak sordu:
— Kirpiklerin neden sürmesiz?
Kadın yere bakarak içini çekti;
— Ağlamaktan sürme mi kalır?
— Parmakların da kınasız.
Genç kadın parmaklarını namaz bezinin altına gizledi:
— Sızlamıyan gönül kına yakar.
— Demek sen de dertlisin?
— Hangi Türk kadını kaldı ki dertsiz olsun hanımım? Dert bizim aslımız
oldu. Derman bakalım kimden olacak?
Güzel İnebolu kızı bunları söylerken yan gözle bir gazeteden kesilip
duvara yapıştırılan Gazinin resmine uzun uzun baktı.
İNEBOLU KADINININ HIÇKIRIĞI

Saz benizli güzel kadın, gözlerini duvardaki resimden indirdiği zaman


derin bir iç geçirdi. Yere bıraktığı odun tenekesini alıp çıkarken Yıldız:
— Otur kadınım! dedi. Seninle biraz yarenlik edelim. Dert dinlemeğe
ihtiyacım var.
Hizmetçi açık bir hayretle sordu:
— Dert dinlemek mi istiyorsun hanımım? Halbuki kibar, zengin hanımlar
değil ya, onların beyleri bile dert dinlemezlermiş...
— Kibar, zengin dediklerin bu toprağın, bu havanın ürünü iseler mutlaka
dinlerler. Söyle şimdi bana: Sevdin mi kadınım?
— Öyle bir şey sordun ki..
— Sıkılmadan cevap veremiyecek bir suçun, günahın mı var?
— Allah göstermesin!
— O halde söyle. Ben de sevdim, ben de seviyorum. Ben de seveceğim.
Sen de söyle!
— Öyleyse tıpkı sana benziyorum hanımım.
— Senin de sevgilini boğdular mı?
Genç kadın işi biliyordu. Gayet tabii davrandı..
—Boğma da nesi? Benimki de seninki gibi şehit oldu. Tıpkı senin beyin
gibi..
— Benim beyimin şehit olduğunu ne biliyorsun?
— Bilmez olur muyum? Hükümet buralarda gündelik savaş haberleri
dağıtır. Orada yazmıştı, meşhur tayyareci Murat bey şehit oldu diye..
Yıldız kaşlarını kaldıra kaldıra alnını ovdu. Bebeğine ötede taş diyenler
çıkmıştı.. Murada şehit diyenler olmuştu.. Burada da Karadeniz dalgalarını
yüreğinde taşıyan bir dertli kadın ayni şeyi söylüyor.
— Benimkini sicimle boğdular.
— Hayır boğmadılar.
Uzunca bir sükut.. Hizmetçi kadın başladı:
— Ahmedi kürekçi iken tanıdım. Kayık sahibi olduğu gün evlendik.
Gece ay batınca, Karadeniz dalgaları kayalara çarpmaya başlayınca bu
kumlukta birleşirdik. Karanlık bizi, dalgalar seslerimizi örterdi.
Öte buruna kadar gittiklerimiz olurdu. Elimden tuttuğu vakitler
parmaklarıyla bileziklerimi şıkırdatır, örtümden fırlayan zülüşerimi düzeltir,
benim yanımda bulunduğu zamanlar dünyanın en bahtlı delikanlısı
olduğunu söylerdi. Öyle pürüzsüz, öyle yağısız seviştik ki bütün kızlar,
bütün delikanlılar bir yatırın penceresinden bakar gibi bize bakarlardı. Kaç
kız bana gizlice sorardı. Böyle sonsuz, sessiz sevdanın tılsımını nereden
buldunuz?
O zaman ben onlara temiz alnımı, çarpan yüreğimi gösterir de burada,
burada bulduk, derdim. Erkek kardeşimin de kayığı vardı. Ahmetle de
arkadaştı. Babam naz edecek oldu. Kardeşim, dükkana gitmiş, babama
demiş ki:
— Baba, baba! Bahçelerde ıtırşah, kokusuna maşallah, iki gönül bir olsa
ayıramaz padişah! Memlekette bundan temiz, bundan dedikodusuz gönül işi
duydun mu? Anamı Ereğli’den nasıl kapıp getirmişin, anlata anlata
bitiremezsiniz. Şimdi de o yaşa bir dön, o günleri bir hatırla..
Babam dayanamamış, öyle gülmüş, öyle gülmüş ki dükkan komşuları
sormuş: Ali Reis, ne oluyorsun?
O da demiş ki: “Ne olacağım, bu Perşembeye nikahımız var. Bizim kızı
Ahmet Reise veriyorum, hepiniz öğlenden önce buyurun.”
O gün imama, şahitlere ne söyledim, bayıldım mı, öldüm mü? Hiç
bilmiyorum hanımım. Derken büyük seferberlik oldu. Bir aylık taze
gelindim. Bir ayrılık ayrıldık ki.. Amma sesimizi, sözümüzü kimsecikler
işitmedi.
Odadan çıktığımız vakit, herkes bizi ayrılmayacaklar, ortalıkta sonu
bilinmez bir gurbet yokmuş sandı. Öyle ya.. İnsanın yüreği çetin, dayanıklı
olmalı..
— O da Çanakkale’ye mi gitti?
— O sıra başka yer var mıydı ki.. Bir yıl Çanakkalede dövüştü.
Bahriyeye vermişlerdi. Her vakit mektup yollardı. Torpito ile hücum edip
de frenk zırhlısını batıranlar içinde Ahmet de vardı. Subayı gençmiş. Ne iyi
subaydı. Mektuplarını kendi eliyle yazarmış. Olanları bitenleri hep bilirdi.
Sonra onu çavuşlukla Barbaros zırhlısına verdiler, orada top savaşları
etmiş. Ne dersin hanımım koca zırhlıyı denizaltı batırdı da Ahmedim
kurtuldu. Yazdığı mektupta; kurtulduğuma hiç sevinmedim, çünküleyim
birçok savaş arkadaşım battı, diyordu. Bunun üstüne annemle beraber
zırhlıda kalan arkadaşlarına kırk cuma akşamı okuduk.
Oradan nereye gönderdiler bilir misin hanımım? Çöllere.. Çöller varmış,
çöller..
Oralarda ne su, ne ağaç, ne insan yaşarmış.. Güneş kumlarında,
kayalarında kaynarmış. Oraya giden Türkler sayısızmış. Orası Yemen
ellerinden betermiş. İçim yandı. Ahmedin babası da Yemen çöllerinde
kalmışmış. O zaman ben dünyada yokmuşum. Ahmet de henüz
kundaktaymış. Şimdi de Ahmed’i göndermişlerdi.
Demek Ahmet de oralarda kum Araplarının arkadan savurdukları
hançerler altında kalacaktı. Amma ne yaparsın? Türk kadınının yüreği hem
gül goncası kadar naziktir, hem de çelik gülle kadar dayanıklı.. Senin de
öyle mi hanımım? Benim öyledir, senin de öyle mi?
Yıldız güç nefes alarak cevap verdi:
— Öyleydi.
— Ya şimdi?
Uçuk benzi kıpkırmızı oldu. Eksik şuurlu beynini bir çekiç altında
zannetti. Zorlukla;
— Şimdi mi? dedi. Öyle olmasına çalışıyorum.
— Ağlarken kadın gibi, sustuktan sonra demir gibi ol hanımım. Ben de
güz yaprağı gibi bin rüzgar altında titredim. Sonunda böylece dayanıklı
oldum..
—Ne diyordum? Çöllerden bir mektubu geldi. Kum deryalarını geçip
Hindistan’ı almaya göndereceklermiş. Hindistan yerine elimizdeki kayığı,
ambarımızdaki katığı bulguru aldılar. Bize hasret kaldı. Ondan sonra izini
kaybettim. İzleri kaybolan yüz binlerce yiğitler gibi o da sır oldu gitti. Üç
sene haber alamadım. Kardeşim bir defa, şehit olmazdan bir iki ay önce
Ahmedin esir düştüğünü işitmiş, bana bildirdi.
Zavallı kardeşim Ahmedi ararken kendisi Kanal çöllerinde kaldı. Bari
babam sağ olsaydı, onun elinden iş gelirdi.
Üç sene sonra yoksul kaldık. Derken..
Kadının gözleri parladı.
Şimdi haber almış kadar sevinçli bir sesle devam etti:
— Derken bir mektup gelmesin mi? İzmir tarafında Salihli varmış,
oradaki Millicilere subaylık ediyormuş. Meğer rahmetli kardeşimin o haberi
doğru imiş.
Esir olmuş, mütarekede döner dönmez Antalya’ya çıkmış. Millet
muharebesinin başladığını Gazinin Sivas’a çıktığını duyar duymaz yallah
demiş.. Salihli’ye gitmiş..
— Orada mı kaldı?
— Hayır, Sakarya’ya dönünce, koca Sakarya dur! dedi. Hepsi durdu.
Yirmi üçüncü günü sabaha karşı Rabbine kavuştu..
— Hasreti çok mu kadınım?
— Sakarya hasret olsa da, yirmi üç gün gönlüme aksa, yarısı olmaz.
— Benimki de orada kurtulmuştu. Bir gece tekrar oraya dönerken..
Zeki kadın yapıştırdı:
— Şehit oldu, biliyorum.
Yıldız kadının gözlerine dikkatle baktı. Başka hiç bir şey söyliyemedi.
Sanki o gözlerde, bütün dimağını bir güneş ışığına boğacak bir kudret aradı.
Genç kadın sürmesiz gözlerini kırpmadı. O da içinden gelen sezilmiş bir
kuvvetle Yıldıza baktı.
Yıldızda sığıntılı bir sakinlik belirdi. Gözlerini pencereye çevirip köpüren
dalgalara bakmaya başlar başlamaz, yerde oturan güzel İnebolu kadını,
alnını Yıldızın dizlerine dayıyarak hıçkırmaya başladı.
Yıldız sessiz, hareketsiz, bu hıçkırığı, dalga sesleriyle beraber dinledi,
dinledi.
Sonra elini güzel kadının başına koyarak bu sefer o teselli etti:
— Ağlama kadınım, ağlama.,
— Hayır hanımım, ben kendime değil, sana, senin hasretine ağlıyorum.
KAPALI SİPERLERDEKİ GÖNÜL

— Kadınım!
Yıldız, Fatma demekten ziyade, genç dula kadınım demekte zevk
buluyordu.
— Kadınım! Beybaba beni sorarsa «Ahmet Çavuşla kumluğa doğru
gittiler» dersin, isterse o da gelsin.
Ahmet’le Yıldız, küçük, dar, yokuştan deniz kenarına indiler.
Berrak, ılık bir son kış günü idi. Güneş burunun başına doğru sarkıyordu,
Sabah karanlığında duran fırtınanın ölü dalgaları kumlara çarptıkça hava
ahenkleniyor, ayaklarının altında kumlar ezildikçe hışır hışır ediyordu.
Arada bir duruyorlar..
Yıldız bastonunun ucu ile ya bir temiz çakıla hafifçe çarpıyor, yahut bir
deniz böceğinin kabuğunu çıtlatıyordu.
Açıkta iki esmer yelkenli kıyıya doğru yol almış geliyorlar..
— Bunlar taka değil mi Ahmet Çavuş?
— Evet, silah, cephane getiriyorlar galiba..
— Savaşsız bir şey konuşalım. Bak şu koca taşa! Oraya oturalım da bir
saat da silahsız, ölümsüz lâşar edelim.
Koca taşın birer köşesine iliştiler.
Denizle aralarında beş on adımlık bir kum sahası pırıldıyor.
— Haydi konuşalım küçük hanım.
— Ne konuşalım?
— Ne istersen.
— Ne istersem söyliyecek misin?
— Sen istedikten sonra Murat Bey istedi de-mektir. Elbette söylerim.
— Öyleyse bana söyle. Sevdin mi?
— Murat Beyi mi?
— Hayır, köyde, kasabada, hayatta bir kızı sevdin mi Ahmet?
Ahmet cevap verecek yerde kıkır kıkır gülmeye başladı ve;
— Aman küçük hanımcığım! dedi. Kendimi bildim bileli savaşmaktan,
süngü süngüye boğuşmaktan kızlara bakacak vakit mi bulabildim? İnşaallah
şimdiden sonra başımızı gönlümüzü kurtarabilirsek o zaman bu işi
düşüneceğim. Hani harp siperlerinin gerilerinde kapalı siperler, kazamatlar
vardır. Orada taze yedek kuvvetleri bulundururlar da lazım olur olmaz
ileriye sürerler. Şimdilik benim de gönlüm o siperlerde yedek olarak
duruyor..
Sırası gelince ileriye süreceğim.
— Demek bir hedefin var?
— Ne hedefi hanımcığım! Dedim ya, keşif kolunu bile çıkaramadım.
— O halde sevmiyorsun.
— Fakat sevgiyi, sevenlerden, sevişenlerden çok bilirim.
— Garip bir iddia bu..
— Olmuş şeyi iddia ediyorum.
Ahmedin sesi titredi, göğsü kabardı ve boynunu bükerek, sıgarasının
külünü silkeliyerek başladı:
— Ben sevgiyi kız kardeşimle Mehmet’ten öğrendim. Sevgideki
anlaşılmaz, doerin güzelliği onlara baka baka içime sindirdim. Onun için bir
gün gelir de ben de sevecek olursam, onlar gibi seveceğime ahdettim.
Kız kardeşim çok güzeldi. Fakat rahmetli Mehmet de ona göre bir
delikanlıydı.
O zaman iki tarafın da hali vakti yerindeydi. Kimseye mudana etmeden
ağalar gibi yaşıyorduk. Onlara öyle bir nişan yaptık ki, üç ilçede destan
oldu.
Neye yarar ki evlenemediler..
Onların her vakit keyişerini bozar, gülmekten katılırdım. Gözetler,
kollardım.. Bataklığa doğru gittiklerini gördüm mü kestirme yoldan koşar,
oturacakları su kenarını bildiğim için oraya gizlenirdim. Gelirler, yanyana
olururlar, elele tutuşurlar, yarenliğe başlarlardı.
Mehmet:
— Aygül, derdi. Yıldızlar şahit olsun ki seni çok seviyorum. Senden
ayrılırsam şu ishak kuşunun yanık sesi ölumüme kadar içime dolsun..
O zaman Aygül de;
— Mehmet! derdi.. Eğer senden ayrılırsam şu şırıldıyan suyun sesini bir
daha işitmez olayım.
— Öyleyse ayrılın bakayım!
Diyerek çalının arkasından taklit bir sesle haykırırdım.
Mehmet her zaman aldanır, silahlığına el atardı.. Fakat öteki her sefer
tanır, bir çığlık kopararak, utancından kaçmak isterdi.
Ondan sonra basardım kahkahayı!
Yanlarına gider, ne keyf bırakırdım, ne yıldız, ne su..
Mehmet somurtur, öteki pürgüsünü gözlerine çeker, ben ikisinin
kollarından yakalayınca haydi bakalım, azıcık gezelim! derdim.
Bir gün Mehmet sapsarı geldi, dedi ki;
Bu sabah beni Hacı ağa çağırdı.. Bin dereden su getirdikten sonra,
Mehmet! dedi,. Sen şu Aygül’den vazgeç!
Sebebini sordum..
Dedi ki, belki senin haberin yok, o dile gelmiştir.
Yalan lâfa titredim.. Sadece Hacı ağa! dedim. Sen yedi defa Kabeye
gittin, elin nurtopu gibi kızına, benim nişanlıma iftira atmak doğru mudur?
Hak revası mıdır?
Hacı ağa o zaman, “bana akıl öğretme, ben köyün eşrafıyım. Seni
korumak için söylüyorum. İstediğini yap amma sonuna karışmam.”
Hemen orada şeytan aklıma getirdi, bir iki kişinin ağzını aradım.. Aklıma
gelen başıma geldi.. Haçı Ağa Aygül’ü kendi almak istiyormuş..
Mehmet bunları söylerken zangır zangır titriyordu.
Ben kahkahayı bastım. Merak etme, dedim. Sen razı olsan bile Ahmet’e
Aygül razı olmaz.
Daha neler, eşrafız, ayanız diye çiftimize karışırlar, faizleri bindirirler..
Kaymakamları elde ederler..
Abdülhamit gelir Abdülhamitçi olurlar.. İttihatçı çıkar, ittihatçı kesilirler..
Şimdi de İtilafçılar türedi.. İtilaf kulübüne İdare Heyeti oldular. Bir gün
gelecek ki, onlara dur! Soldan geri.. Mars marş! diyeceğiz. Sen hiç
meraklanma! İstersen düğününüzü tez elden yapıverelim olsun bitsin.
Bu mesele gizli kapaklı bir boğazlaşmaya döndü. Avrat oynatıyor diye
ilçeden ilçeye sürüklediler. Eşkıya yatağı diye hapsettirdiler. Sonunda
canına kıydılar. Artık o hafta düğünümüz olacaktı. Yine bir gece çamlığa
sıvıştıklarını gördüm, keyişerini bozayım diye eskisi gibi kestirmeden
koşup saklandım.. Elele geldiler. Karşı tarafıma tam oturacakları vakit,
arkalarından bir ses geldi: Davranma!
Mehmet yine silahlığa el attı.
Öteki: Canım ne oluyorsun? dedi. Ahmet ağamdır. Bilmez misin
şakasını..
O anda üç kişi Mehmedin üzerine bir sıçrayışta çullandılar. İki kişi
Aygüle yapışarak arkadaki atlara doğru sürüklemeye başlar başlamaz,
mavzer tabancasının ince sesinden tanıdım.. Mehmet kendisini müdafaya
başlamıştı.. Ben de sıçradım. Mehmet nasıl olsa üçünü de haklayabilirdi.
Ben kardeşime hücum edenlere seğirttim.. Bakıp göz açmaya meydan
vermeden gövdelerine duman doldurdum. İkisinin canı cehenneme
yollandı..
Kız o korkunç zamanda Mehmedin tarafına seğirtmiş, boğuşmaya
katılmış.. Dönüp de yetiştiğim vakit orada iki ölü ile bir yaralı buldum.
Mehmet’le Hacı ağanın oğlu ölmüşler, Aygül kalçasından iki kurşun yemiş,
ötekiler kaçmışlar.. Silah seslerine köylüler, jandarmalar koşuştu.. Ben
kardeşimin yarasını kuşağımla sardım.
Kaçmayalım, dedim, iş anlaşılsın.
Uzatmıyayım küçük hanımım, dama tıkıldım. Kız çabuk iyi oldu.
Mahkemede temyizde beraet ettim çıktım, amma ne tarla kaldı, ne saban, ne
nacak, ne ocak.. Hepsini haraç mezat edip harcadık. Kız çılgına döndü.
Dikkat ettim, her gece gizli gizli evden çıkıyor, önce Mehmedin mezarına
gidiyor, sonra Hacı ağanın evi tarafında dolaşıyor.. Bir gece yakaladım
sordum, hiç saklamadı. İnliye, inliye dedi ki: Hacı ağayı gözetliyorum,
pencereye filan çıkar çıkmaz, öldüreceğim!
Elinden altıpatları aldım, ona dedim ki:
— Benim sevdalı kız kardeşim! Her derdin ilacı vardır.
— Bunun ilacı nedir? dedi.
— Demir yürekli olmaktır, dedim,
— Demir yürekli otursam ne olacak? dedi.
— Sağ olacaksın. O zaman Mehmed’i ölünceye kadar daha çok
seveceksin, dedim.
Bana inandı. Bugün Mehmet, sağlığındaki gibi yanında değil, gönlünün
içindedir. O kadar canlandı, o kadar Mehmedin oldu ki, ne taştan bebeğe
bakıyor, ne de sahiden boğazlanan Mehmet yine boğuldu, diyor..
— Bebenin taştan olduğunu sen de söylüyorsun. Muradın boğulmadığını
sen de iddia ediyorsun.
— Elbette!
— İnanayım mı?
— Muradının Ahmedine inan!
Bunu söylerken sesi öyle derinden geldi, Yıldıza öyle baktı ki, Dikmen
Yıldızı Ahmedin elini tutarak:
— Haydi! dedi, gidelim.
O gece, taştan bebek, sabaha kadar sepetten karyolasında kendi kendine
kaldı.
BAHARA DOĞRU BAHAR

Ilık rüzgarlar sıklaştı. Güneş kumları daha çok parlatmaya başladı. Yıldız
bazı günler üşümeden, iskarpinlerine kadar gelen denizin sularında ellerini
çırpıyordu.. Mor denizde gittikçe tirşeleşen bir renk beliriyordu.
Bir sabah ilk neşeyle haykırdı.
— Beybaba Beybaba! Aşağıya in.. Ah, ne güzel tomurcuklar..
Kürü dalların üzerindeki minimini, henüz patlayacak tomurcukları
okşıyarak seviniyordu. Açık pencereden başını uzatan Beybaba:
— Demek bahara çıkıyoruz, dedi.
— Nasıl çıkıyoruz? Bahara doğru koşuyoruz.
Beybaba Garip, esrarlı bir ihtiyaçla sordu:
— Bebeği de getireyim mi Yıldız?
— Yıldız hiç bir şey duymamış gibi, tomurcuklarla meşgul, çatık
kaşlarının altından Beybabaya yanyan baktı. İhtiyar miralay bu bakıştan
ürkmedi, bilakis o çukurdan bakan gözün iki bebeğinde “benimle alay mı
ediyorsun!” demek isteyen bir mânâ sezer gibi oldu.
Aşağıya inmek için pencereden çekilirken düşünüyordu:
— Buna bahara doğru demeli..
Tabiatın tomurcukları açarken. Yıldızın benliğinde de, dimağındaki yeni
bir sanlığın, yeni bir hayat baharının tomurcukları açmak üzereydi. Zaten
uzun zamandanberi taşbebek sık sık ihmale uğruyor ve Murattan uzun uzun
bahsedildiği halde boğulmaya dair bir söz söylemiyordu.. Bütün bu adım
adım ilerleyişi iki günde bir Ankara’ya yazıyor. Kamil Beyle karısını teselli
ediyor, doktordan yeni yeni talimat alıyordu.
Aşağıya indiğinde Yıldızı, gaz sandığından ya-pılmış kanapede pek
meşgul gördü.
Yavaş yavaş sokuldu. Yıldız elindeki toplu iğneyle iki parmağı arasında
tuttuğu küçük bir tomurcuğu kurcalıyordu. İtina ile açmaya uğraşıyor,
arasıra başını kaldırıp enginlerden gelen ılık, hafif rüzgârı, teneffüs
ediyordu.
— Ne yapıyorsun kızım?
— Baharı çabuk getirmek için tomurcukları iğnenin ucuyla açıyorum.
— Aferin! Çalış. İğne ucuyla bütün bahçedeki tomurcukları del de
zavallıcıklar kurusun, biz de bahar yerine iplik iplik, kuru dallardan kuru bir
bahçede kalalım.
Diye öksüre öksüre gülmeye başladı.
— İyi amma, baharı çabuk getirmek için ne yapmalı? Koşa koşa
gelmesine rağmen tomurcuklar hâlâ çiçeklenmedi..
— Baharı önce gönüllerimize getirmeliyiz, önce gönüllerimizdeki neşe
tomurcuklarının çiçeklenmelerini temin etmeliyiz.. Tabiatın tomurcukları o
zaman daha çabuk çiçek, bahar ve yaz olur..
— Geçen baharda Murat da böyle söylemişti. Tamam bir hafta Balkat,
Ögeç yatağı bağlarının ağaçlarında ilk çiçek açacak tomurcukları aradık.
Sonra bir sabah kalktık, pencereden bakar bakmaz gördük ki on metre
önümüzde büyük bir kartopu var.. Bahar bir gecede ne kadar çabuk
gelmişti. Şimdi ne kadar uzun görünüyor..
— Öyleyse biz de öyle yapalım. Her sabah ilk baharlanan ağacı arayalım.
Çünkü benim de buna ihtiyacım var.
—??
Çünkü Güler’ı ben de böyle bir bahar günunde gördüm. Fakat o gün,
şunu söyleyeyim, sadece gördüm ve içim hop etti. Güler’in bir gün gelip
Muradın annesi olacağı hiç aklıma gelmedi. Kalın bir doğu maşlahı giymiş,
işlemeli, beyaz bir başörtüsü örtmüştü.. Bir mor salkım dalından tutmuş,
tomurcuklarının açıp açmadığını muayene ediyordu. O gün sadece gördüm.
Ertesi sabah sadece bakıştık.
Üçüncü gün sordum:
— Sağlık müdürünün kızı, dediler.
Bir hafta sonra sağlık müdürünün güzel kızıyla genç yüzbaşı..
gözbebekleri, bir hafta sonra dudakları ve bir ay sonra sesleriyle gülüştüler..
Bir gün ağaçlı yoldan atla, yalnız geçiyordum. Birden bire babası
karşıma çıktı. Kullandığı tek atlı iki tekerlekli hasır arabayı durdurdu,
gülerek;
— Genç kurmay bey! dedi. Zannedersem Güler hoşunuza gidiyor.
O bakışta, o gülüşte, o soruşta ateşli bir alay var sandım. Cepheden
karşılık verdim:
— Hayır doktor bey, dedim, hoşuma gitmiyor!
— Acayip! O halde?
— Hoşa giden sevilmez beyefendi! Güler Hanım hoşuma gitmiyor.
Çünkü kendisini çok seviyorum.
Ben hücum ettiğimi zannediyordum. Dizginleri kastım, karşılık
bekledim. Doktor, uzun kamçıyı kınına koyduktan sonra elini uzattı.. Elimi
uzattım sıktı, sıktım.. Bu sefer gülmeden, büyük kalpli bir baba saffet ve
ciddiyetiyle:
— Teşekkür ederim! dedi. Yiğit kalblerin bir vasfı da açıklıktır.
— Beyefendi! dedim. Çok cömertsiniz, sözlerinizle bana sayısız ümitler
veriyorsunuz.
— Karar salahiyeti de veriyorum.
Sapsarı mı oldum, kıpkırmızı mı? Bilmiyorum.
Yalnız dilim tutuluyor gibi olduğu için ses çıkaramadım.
Babasi elimi bırakmıyor, sıkıyordu. Gözler imin içine bakarak:
— Fakat.. (kekeledi..) Bunu Güler’e söylemeli.
— Bu akşamüstü söylerim beyefendi.
İhtiyar, o kadar şen bir kahkaha kopardı ki, atlarımız ürküp kımıldandılar.
— Demek, her akşam aynı konuyu büyük filozoşar ciddiyetiyle
münakaşa ediyorsunuz? Peki genç kurmay!
Peki oğlum. Peki evladım! Konuşunuz ve neticesini bana yarın sabah
bildiriniz.
Ertesi gün akşam üzeri bütün şehirde bir bomba patladı;
— Kurmay Yüzbaşı Osman Bey’le Sıhhiye Müdürünün kızı evleniyorlar.
Bu beklenmeyen, ansızın patlıyan bombadan kaç gencin kalbi yaralandı
bilmiyorum.
Yıldız engine bakarak sordu:
—-Demek o kadar güzeldi?
— Fazileti ve aşkı kadar güzeldi..
— Tıpkı Murat gibi mi?
— Tıpkı senin gibi..
— O halde tıpkı Murat gibi..
— Evet, tıpkı Muratla senin gibi..
İkisi de sustu. Bir dakika evvelki neşeli anlatışa belli belirsiz bir hüzün
karıştı. Birbirinin nefeslerini işitebiliyorlardı. Yıldız, başka bir tomurcuğu
iğnelemeğe başlarken:
— Sonra? dedi. Sonrası yok mu?
— Sonrası var. Sonrasi, bu bir boşa gitmiş darbedir. Ertesi günü vilayete
şifreli bir padişah iradesi geldi: Sağlık Müdürünün kızını Müşir Paşanın
Yıldız sarayındaki oğluna istiyorlardı; Padişahın arzusu imiş.. Ortalık
karıştı. Müşir Paşa hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi “Şevketmeap
efendimizin arzuları baş tacımdır, minnetle kabul ederim” diye kurum sattı.
Sanki padişahın emri olmazsa Güleri züppe oğluna yakıştıramıyacakmış
gibi bir kurum..
Vali, babasını tebrik etti. Mektupçu ertesi sabah babasının evine geldi.
Ben karşıladım.
Mektupçu o kadar şaşırdı ki ayakları redingotunun eteklerine dolaştı.
— Müdür Beyefendiyi görecektim.
Müdür Beyfendi içeri girdi. Kandilli selâmlara soğukça karşılık verdi.
Mektupçu eğildi büğüldü:
— Vali Paşa Hazretleri iradei..
Babası, duymamış gibi Mektupçuya beni gösterdi:
— Affedersiniz beyefendi; dalgınlıkla takdim etmeyi unuttum: Damadım
Kurmay Yüzbaşı Osman Bey..
Mektupçu alıklaşarak, kekeledi:
— Damadınız! Beyefendi mi?
— Evet, dün akşam kıyılan nikahtanberi damadım ve evladım..
Mektupçu eteklerini paytak bacaklarına çarpa çarpa çıktı. Tıss! Bütün
şehirde bir hayret, bir hayret ki, sonu ne olacak diye..
— Ne oldu?
— Hiç. O zaman ancak kolağasından (yüzbaşı ile binbaşı arasında rütbe)
yukarısı izinsiz evlenebilirdi. Kolağasına kadar, mutlaka geçiminin
kolağalığına kadar sağlanacağına dair bir taahhüt senedi vermek ve izin
almak mecburiyetinde idi. Ba-na biraz hapis cezası verdiler. Aradan bir ay
geçti, olay biraz soğur gibi olur olmaz beni Havran’a attılar, kayinbabamı
da bir vesile ile aztedip Konyaya sürdüler..
BİR GÖZYAŞI ÂYİNİ

İnebolu deresinin taşlıkları ve iki tarafı, gece vakti başka bir dünya
oluyordu. Kağnı halkaları içine toplanan köy kadınları, kızlar, çocuklar,
ihtiyar erkekler uzun yollara karşı kuvvet biriktirmek için dinlenirlerdi.
Yıldızla beybaba, kafesli hanayın sedirinden onları seyrederek, seslerine
kulak verirlerdi..
Kâh beybaba coşardı:
— Şu millî savaş içinde köy kadını başlıbaşına bir tarih, bir şaheser
yaratıyor.
— Ilgazı geçerken ne dediydi, o kadın?..
— Ha! şu yağmur yağarken mi? Evet, ben Doruk karakolunda şişeye su
koymak için inmiştim, hatırladım. Yanında iki üç yanlarında minimini bir
çocuk vardı. Yağmur altında sırsıklam bir çocuk. Kağnı bozulmuş, iki
ihtiyar erkek tamirle uğraşıyor.. Bir kadın yere çömelmiş, eteğiyle bir şeyler
örtmüş duruyordu.
— Bacı! dedim. Eteğinle örtecek başka şey bulamadın mı?
— Olmaz, diye eteğini kaldırdı ve zayıf yüzünde parlayan bir çift ateşle
gözlerime bakarak:
— Sonra patlamaz!
Dedi. Baktım, eteğiyle örttüğü bir çift top mermisiydi!
Yıldız merdiven kapısının yanında oturan Fatmaya bakarak;
— Bunlar unutulacak mı? dedi.
Beybaba, kuvvetli bir sesle reddetti:
— Hayır! Asla! Unutulmıyacak..
Yeni Türkiye’ye doğru yürüyen fikir ümitsizliği de mağlûp etmiştir
Yıldız.. Bu tarihin sesini verecek bestekârı mutlaka dinliyeceğiz.. Belki ben
değil, fakat sen mutlaka dinleyeceksin ve kulakların Aydın dağlarındaki
mağradan geçen o günkü rüzgârı tane tane hatırlıyacaktır..
Bu bir çift mermiyi bir çift fırça ve bir çift renkle tarihe tesbit edecek
ressamın gelmesi muhakkak yakındır..
Köy kadınını, kasaba kızını, şehir erkeğini ifade ve hareketini nesilden
nesle nakledecek duygulu muharrir en yakın ufuktadır.
Gaziyi, Mehmedi ve subayı çıkaran bu toprak kısır değildir. Elbette o
şairi, o ressamı, o bestekârı da yeni tarihten esirgemiyecektır.
Fatma kımıldadı, bir şeyler söylemek istiyordu. Beybaba, söyle bakalım
Fatma kız! dedi. Fatma sivri çenesinin altındaki namaz bezini biraz daha
aşağı cekerek:
— Ne söylediklerinizi pek o kadar anlamadım, dedi. Amma iyi şeyler,
köylü şeyleri olduğunu seziyorum. Yalnız her işi hakkınca vermeli
beyefendi. Resimciye mi vereceksiniz, yazıcıya mı, yoksa o anlamadığım
kimseye mi? Yalnız verirken hakkınca verin. Gönlü bütün köy kızının
yanında ünlü bütün şehir tangosu vardır. Ben dört beş ay var, köye
gitmiştim. Gelirken yolda tangolara rastgeldim. Ah hanımım! Ne süslü, ne
nâzik tangocuklardı. Hem hepsi de sülün gibi güzel hanımlardı. Nafile
tango dememişler.
Kimi miniminicik iskarpinlerde çamurlara bata çıka gidiyordu. Kimi de
kağnıların kenarına ilişmiş, güzel ipekli bacaklarını sarkıtmıştı. Hepsinin de
yüzü gülüyor, gözleri gülüyordu. Bir tanesi de türkü bile söylüyordu. Hem
nereden de çabucak öğrenmiş, halis İnebolu havası..
Dayanamadım, çamurlarda yatarlarken birisine:
— Güzel hanım! dedim. Ayacıkların üşümüyor mu? Ankarada ısıtacağız,
dedi, güldü. İskarpinleriniz çok nazik, dedim.
Köy kadınının çarığından da giyeceğiz, dedi, güldü. Çok yorulacaksınız,
dedim, İzmir’de dinleneceğiz, dedi de küçücük yumruğunu havada salladı.
Onlar da beni lafa tuttular.
Birisi, güzel kadın! dedi, senin koçan var mı? Yürekleri incinmesin diye
şehitliğini söylemedim, cephede, dedim. Benimki de orada, dedi. Bir
başkası, kardeşin var mı? dedi, şehit oldu, dedim. Benimki de öyle, dedi..
En sonuncu da güzel kadın! dedi, sen Türk teğmenini tanır mısın? dedi.
Tanırım, dedim. İşte ben onunla evleneceğim, dedi. Öyleyse ömrün dert
görmesin; dedim.
Hepimizin dediler. Belki yarım saat konuştum. Rahmetliden ayrıldığım
gibi onlardan ayrıldım.
Yolda gelirken kendi kendime, hey yaradan dedim. Göklerinin,
rüzgârlarının kudreti olsa da bu sözü cennettekilere ulaştırsalar, sana
ulaştırsalar, bizden sonra geleceklere ulaştırsalar..
İşte o gün bugündür içimde bir ateş, ateşten bir ses var. Her vakit bana
diyor ki gam yeme! Kurtulacaksın.. Ah hanımım! Ah beyefendi! Bu ateşten
ses her kesin yüreğinde çınlasa..
— Çınlıyor kızım, çınlıyor. Çınlamasaydı böyle olmazdı. Çınlamasaydı o
tangoları göremezdik. Sakarya bir ölüm ırmayı olurdu.
Her dem şen Ahmet çavuşun sesi, bu defa fazla içten ve fazla titrek geldi,
galiba gözyaşlarını içine akıtıyordu..
— Bu sözlere dikkat et küçük hanım! dedi. İşte bu sözler Murat Beydir.
Murat Bey bu kadının da gönlünü doldurmuştur. Murat Bey bu sözlerdir.
Her subayın kalbinde bir Murat Bey yatıyor. Murat Bey yalnız senin,
benim, beyefendinin değildir küçük hanım! Murat Bey bugünkü işlerin
mayasıdır. Şimdi bana söyler misin?
—??..
— Murat Bey yalnız benimdir mi diyeceksin?
Yoksa onun için kalbinde büyük bir muhabbetle sağ, salim yaşamak mı
istiyeceksin?
— Anlamadım Ahmet..
— Murat Bey yalnız benimdir, dersen daima böyle zayıf kalırsın.
İyileşmez, kuvvetlenmezsin. Amma herkesin Murat Beyini kendi Murat
Beyine birleştirip kalbine sindirirsen ne taşbebek kalır, ne boğmak
boğuşmak masalı.
Beybaba Ahmedin inceliğine hayret ederek doğruldu:
— Aferin Ahmet! İşte sende de bir Murat var. Muradın ruhu ne sihirli,
büyülü ruhmuş ki, bütün bir memlekete sinmiş.. Öyledir Ahmet..
Bunu söylerken Yıldıza bakıyordu.
— Evet, öyledir Ahmet.. Artık bu berbat taşbebelerden, sicim
hikayelerinden vazgeçmeli. Çünkü ben öyle istiyorum.
Yıldızın yüzünde sıkıntılı çizgiler, göğsünde anlaşılmaz hareketler,
parmaklarında büküntüler vardı. Fakat beybaba görmemezlikten gelerek
tekrarladı:
— Çünkü ben öyle istiyorum.. Muradın babası ve Yıldızın beybabası
olan ben, öyle istiyorum. Muradın babası beybabanın Yıldızından, Murat
için bir şey isterse, Yıldız ona hayır demez.. öyle mi kızım? Demezsin değil
mi yavrum?
Yıldız, yavaşça yana kaydı, kaydı ve başı beybabanın omuzuna dayandığı
vakit gözlerinden sessiz yaşlar boşandı..
... Bu yaşların sırrı ötekilere de geçti. Beybaba da ağlıyordu. Fatma da
ağlıyordu. Ahmet de ağlıyordu. Bu gözyaşı ayininin sessizliği içinde Yildızı
hayata ve şuura dönüşünün ilk müjdeleri, ilk açılan sırları vardı.
ÇOBAN YILDIZI

“Aziz Savcı Bey,


Size etrafı yeşil, altı çiçek ve üstü mavi bir cennet dehlizinden
yazıyorum: Ecevitten.. Geleli dört gün oldu. Çiğdemler sarı gözlerini
kırparak, ince boyunlarını eğerek veda etmişler, yerlerini mavi, mor,
tozpembesi kır çiçekleri almış.
Havada iğde. ardıç ve çiçek kokusu, yerde ince bahar yağmurunun
yelpazelediği toprak kokusu var.
Hani ince, sezilir sezilmez kokulu levantalar olur, beni onların bir dolu
şişesine benzetebilirsiniz. Gözlerim o kadar renkle ve içim o kadar ıtırla
dolu ki..
Kaç ay oldu ayrılalı Savcı Bey? Sizi son defa nerede gördüm?
Hatırlamıyorum. Fakat elimde elinizin sıcaklığı hâlâ duruyor. Ne vakit,
niçin toka etmiştik?
Gözlerinde gözlerinizin kardeş, koruyucu, iyi insan bakışının ışığı hâlâ
pırıldıyor. Böyle derin ve şefkat dolu gözlerle bana nerede, neden
baktınızdı? Sesiniz kulaklarımda..
Neler söyledinizdi? Ben neler söyledimdi?
Bilmiyorum, hiç, hiç. Hâlâ iskarpinlerimin arasından düşen tek tük kum
tanelerinden anlıyorum ki ben uzun, uzun İnebolu kumsallarında dolaştım,
nemli deniz havasının şakaklarıma ve alnıma verdiği hafif yapışkanlıktan
hissediyorum ki, Karadeniz sahillerinin devamlı bir konuğu oldum.
Yalnız unutmadığım bir kaç çizgi var: Ben orada Murat Hanıma
rasladım: Murat Hanımın adı Fatmadır. Ben ona sadece kadınım dedim.
Fakat onu Muradın hüviyetinden doğmuş bir kadın gördüm. Onun için
Murat Hanım diyorum. Bu Karadeniz kadını bana tatlı, leziz ve müessir bir
ilaç oldu. Bu kadın tıpkı Murat gibi bir his ve heyecan, bir vefa ve sevgi
komprimesidir aziz dostum. Biraz beceriksizliği, biraz cahilliği ve çok
temizliği yüzünden bitirilememiş, fakat şaheserliğin üstünü aşmış, tablolara
benziyor. Bazı olgun, sahih şiirler vardır ki, bir kafiyesi düşük ve bir
köşesinin vezni kırıktır.. Kadının da asıl bu noksanlarının yarattığı
olgunluğu bir şiirdir. Ondan ayrıldığıma o kadar, mahzunum ki.. Fakat
yanlış bu, ondan hiç ayrılmadım. Mademki Murat bendedir ve o Murat
Hanımdır, o halde onu da içime doldurdum.. Ahmet Çavuş gibi..
Ahmedi bulan sizsiniz aziz koruyucum! Ahmede baktıkça Yüzbaşı
Muradı, Murat Çavuş halinde görüyorum. Onun gönlünde bir çağlayan var.
Ahengi o kadar derin, öyle mert, o derece coşkun ki, baktıkça ansızın çıkan
rüzgâr altındaki sis gibi bütün şekli, vücudu gözlerimden siliniyor ve
Murad’ın havası içinde nefes alıyorum,
Beybaba mı? Bu satırları okurken onu mu aklınıza getirdiniz? Beybaba
için bir şey yazmıyacağım. Bu ak sakallı, ihtiyar Muradı her sabah ve har
akşam yalnız birer defa öpüyorum. Demin dikkatsizlikle tebbihini
kopardıın. Ahmet topladı, otelin taraçasına gitti, üşenmeden kendi eliyle
yeni ipliğe diziyor.
Ahmedin izini bitti. Yarın gidiyor. Bu gidiş çok acı olacak. Demek yarın
sabahtan sonra bir daha onu fakfon tabakasındaki tütüne sigara sararken
göremiyeceğim? Demek yarından sonra bu renkli ve kokulu cennet
dehlizinde bir ihtiyar ve bir hasta, kolkola ve yapayalnız dolaşacaklar. Eğer
Ahmet de çok mert olmasaydı, bu tatlı acıyı sezmeyecektim. Veda ederken
size bir emanet göndereceğim, bu emanet, ileride ikinci izini sağlamanız
için bir ricadan ibarettir.
Siz ne yapıyorsunuz Ankarada? Zeynebi gördüğünüz var mı? Ahmet
gelir gelmez ilk vasıta ile gönderecek. Acaba Zeynep şefkatli, necip bir kaç
satırınızı bana getirebilecek mi? Ben galiba çok iyiyim.
Bunu beybabanın bitmez tükenmez kahkahalarından, gözlerindeki
neşeden anlıyorum.
Dün canım sıkıldı, başımı iki tarafa taradım, oda kapısından baktı:
— Dön bu tarafa! dedi. Biraz daha! Azıcık da gülümse..
İhtiyar aziz ne dediyse yaptım. Baktı, baktı ve- birdenbire ellerini
çırparak haykırdı:
— Cokonda! Vallahi Cokondanın kendisi! Luvr müzesindeki bezden
Cokonda sahtesidir. Yıldız, asıl Cokonda sensin! Senin tebessümünün
yalnız hazin gölgesi onda var. Leonardo da Vinci yoksa, elbelte bir Türk
ressamı, Dikmen Cokondasını tesbit edecek..
A!.. Öyle çccuklaşmıştı ki kahkaha ile güldüm.
Amma bu patırtılı, kahkahalı konuşmamızdan sanmayınız ki bebeğim
uyandı.
Asla! Çünkü dağ kızları, kağnı kadınları ve etrafımdakiler ona afsun
ettiler. Evet, onu afsuntadılar! Zavallı bebeğim taş kesildi! Şimdi bir taştan,
alçıdan, boyadan ve biraz yünden yapılmış bir bonmarşe bebeği oldu!
Bavulun bir köşesine yerleştirdim. İnanmazsanız dönüşümüzde ispat için..
Mâlum ya, adliyecisiniz, maddî delil istersiniz. Gerçi onun bir taştan bebek
olduğunu söylemek kafi bir delil ise de bedbahtlığımın timsalini kırıp
atmaya gönlüm razı olmadığı için saklıyorum. Etten bebeğim, taştan oldu
ve süngerden beynim insandan..
Fakat yine iki şakağımın arasında ince bir burgu var. Acaba diyorum,
bebeğim aslında da taş mıydı? Yoksa efsane nefeslerde mi taş kesildi? Ne
olursa olsun kalbim de bir şey yapamıyor. Artık yatarken gözlerini de
kapamıyor. Ahmet Çavuş çakı ile gizlice gözlerini oymuş!.
— Ne yaptın Ahmet! dedim. Yazık değil mi sev-gili, canım bebeğime?
— Onun camdan gözlerini oymasam, sana, bize yazık olacak küçük
hanım, dedi. Gözlerimin içine öyle baktı ki darılmadım..
Hatta biraz da gülümsedim bile.. Bir saat geçmeden beybaba, belki yedi
sekiz tane köy çocuğunu toplamış getirdi, etrafıma dizdi:
— Al sana etten, candan, duygudan ve Türkten bir alay bebek! dedi. Bak
ne güzel yumurcaklar, içlerinde temizi, sümüklüsü, çarıklısı, yarım entarilisi
hepsi hepsi vardı.
Bir koca havlu sabunladım.. Ahmetle beraber hepsinin yüzlerini, eilerini,
bacaklarını bir iyice temizledim.
Ah, aziz hami ve dost!
Ah ne güzel, ne şirin, ne sahiden bebek oldular!
— Acaba şehit oldu dedikleri Muradın kaldığı yerlerde bunlardan da var
mı?
— Bizim Fevzi Paşa, yalnız bunlardan birkaç yüz tanesini Ankaraya
gönderdi, dedi.
Bir kaç yüz tane bebek! Hepsi de yangınlardan, siperlerden ve
harabelerden toplanmış..
Beynimde bir uğultu, içimde bir eziklik duydum. Benim bavuldaki
taşbebeğime karşı ortada sürünen etten ve candan bebeklerin sevgisi
beynime, içime aktı. Duyduğum ıstırapla gönlüm hafişedi.
— Bu bebekler meselesini seninle konuşalım beybaba! Bunlar taştan
değil, bunlar etten ve kalpten insanlar, etten ve şefkatten elini bekliyen
yavrulardır.
Dedim. Ahmet yine söze karıştı:
— Hoppala! dedi. Ankaraya gidince demek Dikmen köşkünü bebe
kışlasına döndüreceğiz?
— Evet, dedim. Oradan çıkanları siperlere göndeririz.
— Amma da uzuna atıyorsun küçük hanım. Onlar lâf etmesini
belleyinceye kadar biz İzmir’e varacağız. İzmirden sonra da azıcık rahat
otururuz. Yeter yahu!.
—Ahmet o kadar hoş, öyle şen söylüyordu ki, küçük yavrular bile bir şey
anlamadıkları halde gülmekten kırıldılar.
Aziz ve şefkatli savcı Bey eşinizden başka kimseyi tanımıyorum ki selam
göndereyim.. Süleyman şayet selam bekleyecek olursa lütfen selam yerine
bir şişe konyak veriniz.
Şimdi sizden gayet mühim bir dileğim var; beybabadan, Ahmetten,
Zeynepten ve herkesten gizli bir dilek. Bunu benden esirgemiyeceksiniz.
Ben sizden bebeğimin taş olduğunu nasıl saklamadımsa siz de saklamadan,
esirgemeden söyleyeceksiniz. Şimdi söyleyiniz bana: Murat sahiden şehit
mi oldu?
Bunun için söyleyeceğiniz bir tek sözün değerini takdir edemezsiniz.
Etrafdaki inatçı, güzel insanlar hep böyle söylüyorlar, şehit oldu diyorlar,
bakalım siz ne diyeceksiniz?”
DİKMENDE SABAH OLUYOR

“Dikmen Yıldızı! Aziz çocuk!


Böyle senli benli yazmak cesaretini sonsuz sa-mimiyetinden, her
satırından yayılan sonsuz saffetinden aldım. Bir savcının ne olduğunu
bilsen, beni nasıl hal-hamur ettiğine sen de şaşarsın. Savcı demek; ezelî ve
ebedî mahkûm demektir. Her hakim ve her mahkeme reisi gibi biz savcılar
da mânen mahkûmuz. Kalplerimizin kitapları bize başka söyler, ellerimizin
ve görevimizin kitapları başka.. Dudaklarımız gülerken içimizin acıladığı
ve kalbimiz istemezken dilimizin istediği çok olur. Ama insanların
ilişkilerindeki pürüzlerin genel çözümünü biz üstümüze almışız. Ayağa
kalktığımız zaman yahut elimizi kaldırdığımız an, biz kendimiz değiliz.
İnsan haklarını ifade eden bir makine oluruz. Kişiliğimizle ilgimiz enderdir.
Bu, suçsuz mahkûmiyetin yalnız bir tesellisi var: İnsanlığın ve hakların
korunmasını sandıran teselli..
Adli terimi ile hukuk var mıdır? Ve hukukta hakkın yerine getirilmesi
mümkün müdür? Bu mesele henüz halledilmemiştir. Bugünlük var diyorlar.
Biz de yerine getirilmesi ile yıpranıyoruz.
İşte bunun içindir ki etten ve duygudan kalplerimiz biraz kemikleşiyor da
verdiği seste çok defa bir takırtı duyuluyor, işte bunun içindir ki her
adliyecinin görünüşü biraz tahta, biraz donuk, biraz hissizdir. Fakat Yıldız,
o kalbe girilirse, büsbütün başka mahiyetlerle, başka vasışarla karşılaşır. Bir
adliyeci kadar insanlığın acılarını damla damla, ırmak ırmak, umman
umman içine doldurmuş kim var?
Bundan dolayı değil midir ki bütün meslekler içinde adliyeci en çabuk
ihtiyarlar ve saçları en önce bembeyaz olur.. O ne feci fakat ne tatlı
mahkûmiyettir ki, insanlığın çeşit çeşit elem ve ıstırabıyla dolan içine, ne
dudaklarından, ne gözlerinden, hatta ne de en ufak jestlerinden boşaltamaz;
yasaktır!
Bu ona işte biraz tahtalığı, biraz soğukluğu, biraz taş görünmeyi veriyor,
Halbuki sen, Yıldız! Sen bütün benliğimi harekete getirdin. Senin bebeğin
nasıl taş olduysa, benim taş kalbim, durdurulması imkansız heyecanlarla
insanlaştı, taşbebeğini sakla.. İyi bir anıdır. Ne yazık ki daha ilk gününden
onun taş ve balmumu olduğunu sana ben söyleyemedim. Bu bahtiyarlığı
kazanan köy kızlarına, dağ Ahmetlerine şimdi gıpta ediyorum.
Dikmen Yıldızı, aziz çocuk!
Bebeğin taş olduğuna inandıktan sonra seninle, seni bozmayacak bir
mantık zinciri kurabilir miyim?
Mesela şöyle aziz Yıldız! Evladım dediğin şey bir taşbebekten başka bir
şey değilse, o halde sen lohusa olmadın demektir. Mademki iddia ettiğin bir
nikahsız evlilikten doğmuştu, demek ki bu evlilik de olmamış olunca,
kuruntusunu yaptığın güceniklikler ve sonuçları da olmamış olur. Yâni
ortada bir olay yoktur ki, onu kaldırmak için bebeklerini, seni ve Muradı
ortadan kaldırmış olsunlar.
Bu satırları bitirir bitirmez dur! Bir nefes al, ufuklara bak ve kendini
üzmeden düşünebildiğin kadar düşün!
Yıldız eğer Muratla evlenmiş olsaydı, bir taşbe-bek değil, bir ateş parçası
dünyaya getirirdi. Aziz şehidimizden beklediğin, tasarladığın evlat, alçıdan
ve taştan mı olacaktı? Bu hakareti onca zaman şehit Murada nasıl reva
gördün! Elinde olmayan suçun bu kadar değil; dahası var.. Sen taşbebeğe
anne olmayınca, Murat görevi uğrunda göçüp gidince revamıydı ki öyle bir
babaya katil ve öyle bir anneye cinayet ortağı diyesin?
Benden yalnız bir şey sordun? Murat sahiden şehit mi oldu?
Ben sana bak daha neler yazdım Yıldız!
Dikmen Yıldızı! Şu inkılap devrinin örnek kızı! Yarınki ideal kadın, ideal
anne! Sana ilk ve son defa kesinlik denilen kelimenin bütün kuvvetiyle
söylüyorum ki Muradı hiç kimse boğmadı ve çünkü Muratla aranızda bir
üçüncü şahsı üzecek hiçbir hadise geçmedi!
Cennet dehlizlerinde dolaşırken, kuşları, rüzgarları dinlerken, renkleri
seyrederken anneni hatırlıyor musun anneni? Bugün o Denizli meleğinin
gözleri bir çift kan ve hicran halkasına döndü. Denizlinin şafaklarını taşıyan
yüzünde bir solmuş Nilüferlik yar. Gittin gideli ve onu suçladın suçlayalı
hıçkırmadığı bir saniyeyi gören bilen varsa dünyanın en mes’ut adamıdır!
Aferin Ahmet çavuşa! Aferin Anadolu dağlarının yiğit ve soylu
Ahmedine! Pek iyi yapmış da taşbebeğin cam gözlerini çakı ile oymuş,
onları oymasaydı ve sen gülümsememiş olsaydın, yarın annenin gözleri
hicran miliyle o hâle gelecekti.
Bebeğin taş olduğunu bildiren mektubun hepimize bir çoban yıldızı oldu.
Senin sabahını bekliyoruz. Sen yine Çal dağının kayalı eteklerindeki
Dikmenin Yıldızı olacaksın, yine ufkumuza bir sabah, yepyeni bu sabah
olarak doğacaksın..
Bütün Ankara ve Ankaradaki bütün İzmirliler, Aydınlılar, Denizlililer
senin hasretini çekiyorlar Yıldız! Sen Ankarada bakışınla imanlara ateş
veren, söyleyişinle kalplere kuvvet dolduran, hareketinle heyecan dağıtan
faziletsin Dikmen Yıldızı, İzmirin kızı! Senin bu geçici ve bugün geçmekte
olan rahatsızlığınla baştanbaşa kan ağlayan bir beldenin ideali oldun. Baharı
orada geçir. Oralardan büyük savaşın neleri ve neleri geçmişir.
Fakat baharın son günlerinde Dikmen köşkünün balkonundan yine eski
halinle, eski sağlığın, temizliğin ve neşenle ovalara, ufuklara ve Muradın
gidip dönmediği yollara bak Yıldız!
Ya baban? O güzel baban, o nur yüzlü baban, o doğduğu diyara vücudu
ve faziletiyle şeref veren baban ne haldedir biliyor musun? Hayatını daima
hak uğrunda savaşla geçiren ve top kalkanından çok daha sağlam bir bağrı
olan baban, bugün dokununca dağılıverecek bir tutam kemik haline geldi.
Hasta bir genç kıza bunlar söylenir mi?
İsterse söylenmesin, ben söylüyorum işte! Mademki beni tanıdın ve bana
inandın, o halde söylemeliyim. Kırılasıca taşbebek hikayesini, unutulasıca
sicim, boğmak masalını nasıl bize aylarca dinlettinse, beni de öylece
dinlemelisin. Seninki bir kuruntu idi. Fakat benimki baştan başa bir gerçek.
Sana daha söyliyeceklerim var. Mantık ztncirinin bir baklası daha kaldı:
Ne annen, ne baban, ne doktor, ne hiç kimse tutuklu değildir. Çünkü bir
taşbebek için aziz İnsanlar değil ya; bir kedinin bile bir tek kılına parmak
ucuyla dokunulmaz.
Bu satırların sonunda da biraz dur! Yine alnını Ecevidin serin
rüzgarlarına çevir, yine ardıç kokularını koklıyarak düşün..
Ölüme; odalar, evler, köyler dolusu sevgili veren köy kadınlarını gördün.
Köy gelinleriyle konuştun. Ahmedin bin çeşidi ile dertleştin, hangisini zayıf
buldun? Hangisine korkak, dayanıksız diyebilirsin?
Dün bir kadından kömür alıyordum. Sohbetimizin özeti şudur:
— Babamı eski Yunan harbinde kaybettim. Kocam Balkanda, büyük
kardeşim Dürzilerde kaldı. İki oğlumu Çanakkalede bıraktım, en küçüğü
Sakaryanın ilerisinde serildi. Amma ne yaparsın beyim! Kadın yüreği
pamuktan da olmasını bilmeli, gülleden de..
Yıldız! Başka milletlerin tarihlerinde okusaydık inanmazdık buna.. Fakat
işte gözlerimle görüyorum, elimle tutuyorum ve kulağımla işitiyorum ki bu
bizdedir ve bizim tarihimizdedir. O halde sen ki onlardan biri ve en başısın,
sen neden böyle olmıyasın?..
Dikmen Yıldızı! Aziz çocuk!
Sana son defa tekrar edeyim: Sen evli değilsin. Bebeklerin hep taştandır.
Muradı boğmadılar. Baban katil değildir ve annenle beraber hiçbir dost, bir
suça ortak olmamışlardır. Buna inanmalısın, inanacaksın çünkü seni
sevenler, seni bekleyenler ve senin kutsal Muradının ruhu böyle istiyor!
Evvelki gün İzmir İsgalinin anılması için heyecanlı bir tören yapıldı.
Herkes ve her şey seni aradı. Eğer sen olsaydın, meşgul ve zulme uğramış
İzmirin sembolü olarak o siyah kürsüye seni çıkaracaklar, senin sesini
dinliyeceklerdi. Fakat yine sen anıldın, konuşmacılar, yine mağaranın
kahraman kızını hayret ve hürmetle andılar. Dikmen Yıldızının adına bütün
ciğerlerden üç defa “yaşa” firtınası boşandı. Öyleyse yaşa, iyi ol, çabuk gel
de İzmire gidelim İzmirin kızı!”
Mektup dizlerine düştü. Gözleri mavi gök parçasına takıldı, elleri yana
sarktı, dakikalarca bu vaziyette düşündü, daldı. Derin derin nefes aldı. Ve
bir aralık birdenbire silkinerek kalktı. Tesbihini döndüre döndüre dizinde
helezonlar yapmakta olan beybabanın yanına gitti. Omuzunu tutarak:
— Beybaba dedi ben iyi olacağım. Ben iyi ol-mak istiyorum! Bana
yardım et! Ben çelik vücutlu ve çelik beyinli olmak istiyorum! Taşbebek
gitti, artık hiçbir şeye inanmak istemiyorum! Beni çabuk iyi et beybaba!
Buradan çabuk gidelim. İzmir yolcuları beni Ankara’da bekliyorlar. Murat
var, ben varım, hayat var. Hepsi var. Hadi çıkalım, hava alalım, berrak sular
içelim, çiçekler toplıyalım, koşalım, gülelim ve sonuç olarak, iyi olalım,
akıllıca davranalım, gülleden kalpli ve kumrudan kalpli olalım
beybabacığım..
— Taze süt, taze yumurta, taze hava, taze neşe ve taze hayat..
— Fakat bunlar yeterli değil Beybaba. Bunlara bir şey daha eklemek
gerekli. Öyle bir şey ki..
— Mesela taze salatalıkla, yoğurtlu taze bakla; kızarmış taze kabak mı?
— Bu defa biraz daha ciddi ol beybabacığım. Çünkü ben öyle oldum da..
— Pekala! İşte kaşlarımı çattım. Sakalımı titrettim. Somurttum, seni
dinliyorum. Bütün o taze şeylere ne katalım ki Dikmen Yıldızı memnun
olsun?.
— Mesela... Mesela taze hareket.
— Hakkın var. Bu taze bahar ve taze hayat, taze bir hareket ister. Ne
yapalım?
— Haydi beraber düşüneiim.
— Tepelere çıkıp kır kuşlarına ökse kuralım.
— Oldu mu ya? Hani ciddiyet?
— Beğenmedinse değiştirelim, kağıttan kayık yapalım, derenin suyuna
bırakalım, peşinden koşalım. Sen amiral ol, ben de gedikli küçük subay..
— O kadar çocuklaşıyorsun ki beybaba; sana taştan bebek diyeceğim
geliyor.
— Allah göstermesin! Ben kuruntunun ürünü, hastalığın bebeği olamam.
— Ciddi de olamaz mısın?
— Oldum gitti.
— Düşünüyorum ki.. Mesela.. Şu burunda boş bir bina var. Orası eskiden
okulmuş dediler.
— Bilse bilse onu İsmail Ağa bilir, ona soralım.
— Orasını bir çocuk yuvası yapabiliriz.
— Okuma yazma öğretecek, okutacak hâlim yok.
— Okutmayacağız. Çocukları toplıyacağız, yüzlerini gözlerini sileceğiz.
Birer hazırlop yumurta vereceğiz, peynir dileceğiz, konuşacağız, onları
akşama kadar oyalayacağız ve güneş batarken, gözbebekleri ve küçük
kalpleri şefkat dolu olduğu halde evlerine dönecekler.
— Taşbebeği de alacak mıyız?
— Rica ederim alay etme!
— Hadi öyleyse İsmail Ağaya gidip söyliyelim. İsmail Ağa onlara bilgi
verdi:
— Zamanında bu okula çok yardımım dokundu. Hatta bu yüzden bir de
maarif madalyası aldım. Mektep açıldı. Kız. erkek çocuklar seve sevine
geldiler. Yatılı okul yapmak niyetindeydik Bir kız hocası, bir erkek hocası
getirdik. İyi gençlerdi. Çok çalışıyorlardı. Derken efendime söyleyeyim, bir
gün bir emir geldi. Kim fitlemişse fitlemiş. Güya kız, erkek çocukların bir
sırada okuyup yazmaları dini düzene uygun değilmiş, Böyle zararlı
yenicilik olmazmış. Fazıla Hanım mı, Fazilet Bey mi ne varmış, onun
ahlâkına zarar verirmiş. Hele erkek hoca ile kız hocanın bir mektepte vatan
çocuklarını adam etmeğe uğraşmaları büsbütün fena imiş. Allah saklasın
dağlar taşlar başımıza yıkılırmış.
— Bu alçaklığı kimler yaptı?
— Ne sen sor küçük hanımım, ne ben söyliyeyim. İşte yürekler acısı olan
bu emir üzerine mektebin ne yatısı kaldı, ne gündüzü. Kapamağa mecbur
olduk. Çocuklar da işte gördüğünüz gibi sümüklerini çekerek, avurtlarını
şişirerek, boyunlarını çarpıtarak ortaya döküldüler.
— Bugün bir teşebbüs edilse.
— Düşündük, düşündük amma, gelgelelim, Devletin başka işleri var.
Düşman Aziziye önünde iken Devlet Ecevit mektebini, bilmem ne köy
öğretmenini düşünemez. Bu kadar yaptığına bile çok şükür. Yine Milli
Eğitim Bakanlığı bir şeyler yapıyor.
Beybaba bu taze hareketi Yıldızın sağlığı için de çok istiyordu. Biraz
düşündükten sonra:
— Yıldız! dedi. Başka bir şey yaparız. Resmi makamları işgal etmeyiz.
Hâlâ resime çizgi, müziğe ilâhi diyenleri kuşkulandırmayız. Mümkünse
orasını ev olarak kiralarız. Çocuklar bize her gün misafir gelmiş olurlar.
— Mükemmel bir fikir Beybaba.
Ertesi gün çamların arasındaki düzenli, yeni binanın adı, kömürle duvara
yazıldı: Yıldız yeri..
Yalın kat tahtadan beş on sıra, bir çok maşrapalar, su fıçıları hazırlandı,
iki köy kızı bulundu.
— Taze hareket! Taze hareket!
Diye Yıldız, yoruldukça bir çama yaslanıyor, beybabaya güle güle
dinleniyordu. Kastamonu’dan yarım çuval leblebi getirdiler. Leblebi, kişniş
şekeri geldi, kum saati gibi aktı gitti. Bir gün kazanlar kaynıyor, çocukların
çamaşırları yıkanıyor. Bir başka gün baştanbaşa yıkanan çocuklara kuşbaşılı
bulgur pilavı ziyafeti çekiliyor; bir başka gün beybaba şikayet ediyordu:
— Çocuklarla etli pilavı, lop yumurtayı atıştıra atıştıra Kastamonu
eczanelerinde karbonat kalmıyacak.. Fakat ne yalan söyliyeyim? Seni
kıskanıyorum Yıldız! Ben karbonata yan geldikçe senin yüzün
pembeleşiyor, ben mide gazları ile pufpuşadıkça, senin dudakların nar
çiçeğine dönüyor. Ben bu işe gelemem şarkısını söyliyeceğim ha!
— Taze süt. Taze yumurta. Taze hava. Taze in-sancıklar. Taze hareket..
Diyerek gülen Yıldızı, anlatılmaz, içten bir sevinç ve mutlulukla
okşuyordu. Artık her gün Ankaraya yazmağa başladı:“Yıldız, bir bahar
içinde Dikmene tekrar doğuyor. Bugün biraz daha neş’eli, biraz daha
hareketliydi. Muradı konuştuk. Murat artık İçinde acı değil. Nefes gibi, kalb
çarpmasi gibi hayat gibi tabii bir şey. Yalnız ipe, sicime dair çevresinde bir
şey istemiyor. Yıkanan çamaşırları bile evin arkasında, uzak bir yere
astırıyorum.”
Bir başka gün müjdeliyordu: “Bu sabah uzak bir köyden yeni bir çocuk
geldi. Yıldız onu da temiz pak etti. Ne konuştular bilir misiniz?
— Küçük, dedi. Annen var mı?
— Var.
— Benim de var. Anneni çok sever misin?
— Severim.
— Ben de severdim.”
Hemen atıldım. Yıldız! dedim, çocuklar balmu-muna benzerler, nasıl
yoğurursan, ne şekil verirsen öyle kalır. Küçüğe anne sevgisinin bir gün
gelip söneceğini öğretmek doğru mudur?
Beni işitmezlikten gelerek çocuğa dedi ki:
— Evet, benim de annem var. Ben de çok severim.
Verdiği bu cevabın inceliğinden çok başka bir şeyine sevindim: Annesi!
Gözü yaşlı annesi! Yıldız yine sana geliyor..
— Küçük, dedi.. Baban var mı?
— Neden sustun? Baban yok mu?
— Yok.
— Olsaydı sever miydin?
— Çok, çok..
— Öyleyse benim var. Onu seninle beraber sevelim, olur mu? İster
misin?
Kamil Bey! Dostum ve kardeşim Kamil! Gönlüne döndüğün Yıldızın bu
müjdesine ne vereceksin? Müjdem geri gelen mutluluğun olsun.
Bir hafta sonra Nedim’e başka satırlar gönderdi:
“Dün akşam ilk defa seni hatırladı Nedim. Bir rüya görmüş, birinci
Kordonda geziniyormuşsun, kolunda tıpkı kendisine benzeyen bir Rum
güzeli varmış. Seninle şakalaşmış, sen kıpkırmızı olmuşsun..”
Sabah olur olmaz, odama koştu, bu rüyayı güle güle anlattı ve içini çeke
çeke;
— Zavallı Nedim ağabey! dedi.
Mutlu olmağa ne kadar lâyıktı. Mutsuz oluşu bana ne sonsuz bir acı
veriyor.
İyi hatıraların geri gelişi hepimize mutluluk olsun aziz dostlar..
NEDİMDEN YILDIZ’A MEKTUP

“İşte yarım saatte belki on defa kalemimi aldım, yine bıraktım.


Yazacaklarım çok. Fakat ne yazacağımı, nasıl yazacağımı bilemiyorum.
Unutma denilen sonsuz uçuruma ölçüsüz bir sür’atle giderken birdenbire
beynim bir habere çarptı.
Benliğim altüst oldu. Kendime geldiğim zaman, benliğimde acılı bir
saadetin kaynamakta olduğunu hissettim: Beni soylu, şefkatli bir kaç kelime
ile hatırlamışsın.
Ömrümde bundan başka her şey ümit ettiğimi söylersem bana darılma.
Ben artık bir şey istemiyorum Yıldız! Gördüğün rüyayı görmek bile
istemiyorum. 0layların ve gerçeklerin bana verdiği acılardan sıyrılmak için
harcadığım kudret galip gelmişken, onu bir defa daha -isterse bir rüya zevki
içinde olsun- canlandırırsam sanıyorum ki çamurlaşacağım.. Benim
gözümde bugün bir kirli ev mutfağının paçavrası var. Zehirden zehir bir
itiraftır bu.. O, eğer o, bende yaşıyacaksa ancak yi-ne senin gözlerinde,
renginde ve sesinde yaşıyacaktır.
O, yoktur, sen O’sun. Bunun içindir ki çabuk dönmeni iki defa istiyorum.
Önce senin ve sonra onun için kardeşim.
Senin yokluğunla ne kadar sızladım, ne kadar eridim bilir misin?
Ben babana, baban annene, annen ikimize döndü. Üçümüzden yarım
insan çıkarmak için bakışın yeter; üçümüzden bir insan çıkarmak için
rengin ve sesin lazım.
Üçümüzden üç insan, bir anne, bir baba ve bir ağabey çıkarmak için sen
lazımsın Yıldız.
Hissediyorum, genç subay arkadaşlarım bana sezdirmeden, profilime
bakarken içlerini çekiyorlar. Bu kâlp dolusu, soylu acımalarda senin ve
onun için samimi paylar var.
Ankara caddelerinden geçerken, tanıyanlar babana acılı gözlerle
bakıyorlar.
Salonlarda ve evlerde annenin adı daima bir çift yaş damlasıyla ve senin
adın daima bir dizi hıçkırıkla anılır oldu. Sen ne kadar sevgili, sen ne kadar
gönüllere dolan Yıldızmışsın, İzmir’in kızı!
Bir Çankaya ziyafetinde. Peride Hanımefendi sağlığını ve neşeni
müjdelemiş. Bu iki kelime, uzun saatlerin neşesine sebep olmuş. Ne zaman
geleceksiniz?
Bahar bitiyor. Nazım Beyin bağındaki vişneler şişmanladı, hasretine
dayanamıyorlar, isyan edecekler, geçen seneki günleri bekliyorlar.
— Gelsin! diyoriar. Kırmızı dudaklarımız. Yıldı-zın kırmızı dudaklarını
bekliyor.
Nefis vişnelerin bu hasretine can mı dayanır?
Güvercinlerin ötmez oldu. Çift çift ve her çift başbaşa seni düşünüyorlar.
Hakimiyetçi Celal Davut, kovanlarını birer birer dolaşıp arılara şu emri
verdi:
— Çabuk olunuz! Yıldız geliyor. Ona en nefis bal hazırlayınız. Yoksa..
ha!
Diye emrine küfürlerinden bir dizi ekledi. Hisardaki hacı nine, öte
yüzdeki Hanife kadın, Taceddindeki güzel hemşireler ve bütün Ankaralı
tanıdıklar sevine sevine yollarını gözlüyorlar. Artık seliniz canım.
«En büyük’ümüz» babana demiş ki: “Sağlıklı Dikmen Yıldızı, Türk
kızının ve kahramanlığının timsalidir. Çabuk gelsin de Ankaranın havasında
dünkü samimi keyif ve neşe tekrar esmeğe başlasın.”
Dayko, Nefiseyi kuluçkaya yatırdı. Civcivlerini sana hediye edecek.
Sevimli Tunalı Hilmi Bey (Sen çiçek, ben kelebek) şiirini bıraktı, şimdi
(Ben Dikmen, sen Yıldız) adlı bir şiir yazıyor. Osman zadenin keyfine ölçü
yok. İzmir Yurdunun duvarına koca harşerle yazdılar: “Yıldızımız geliyor.”
Bunların hepsinden kuvvetlisi var. Onu söylersem bu ayrılığın bütün
acılarını on saatlik bir yolculukla hemen silersin. Söyliyeyim mi?
Peki, üzmeden söylüyorum işte: Odanda, başucundaki Muradın resmi her
an kapıya bakıyor, içeriye girdiğini görmek ister gibi..
Biz, üç hasretli, geceleri başbaşa verdiğimiz zaman seni hatırlamak için
Muradı konuşuyoruz ve Muradı içimize sindirmek için senden
bahsediyoruz.
Yoksa çocuklarınızı bırakıyor musunuz? Haber aldığımıza göre otuzu,
kırkı aşmışlar.. Onların babalarını çok tanıdım. Murat, onlardan birisine
seslendiği vakit Mehmet!, Ahmet! demezdi. Sadece “köydeki babası!”
yahut “hist yavuklu!” derdi.
Bir çarpışma anında onların en hoşuna, en garibine Muratla rastlamıştık..
Sıkı bir ateş alışverişi ediyorduk. Tıknaz, yanık, kalın enseli bir Mehmet
sipere yaslanmış, makanizma kolunu habire çeviriyor ve her fişeği atarken:
— Bu Osman için.. Bu Ali İçin.. Bu Şahin çin.. Al, bu da destekleri için..
Diye diye savaşıyordu.. Çarpışma bitince Murat merak etti çağırdı, sordu.
Mehmet utandı, kızara bozara dedi ki:
— Beyim Osman, Ali, Şahin benim küçüklerdir, Allah kimin varsa
bağışlasın. Onların da bu meydanda hakkı olsun diye adlarına atıyordum.
— Ya destek dediğin kimdir?
— Anaları.
— Adı Destek midir?
— Hayır, Emine’dir amma, bugün köyde çocuklara ondan başka
desteklik edecek kalmadığı için bu adı verdim.
— Çok çalışkanmışsın Mehmet!
— Ne yaparsın beyim! Yerimizi doldurmak için.
İşte o çocuklar bu Mehmetlerindir, Yıldız. Ondan dolayı hepsini
tanıyorum. Gelinceye kadar onlara iyi bak. Geldikten sonra da unutma.
Gelince, onsuz ben, Muradsız sen ve kimsesiz beybaba ile başbaşa. verir,
hayatta alacağımız görevleri paylaşırız. Taşbebeğine selam göndereceğim,
fakat alay ediyorum sanıp kızacaksın.
Muradı nasıl boğduğumuzu anlatacağım, fakat..
Şaka bertaraf Yıldız, artık bekliyecek hâlimiz kalmadı. Ecevit safasına
bir son vermenizi, çıkışa çıkışa ve yalvara yalvara istiyoruz. Bu kadar uzun
seyahati Yemen ellerinde Veyselkarânî bile yapmamıştır. Sen neyse bize
kızgınsın, Muratla gönül gönüle kalmak için yeşillerde ve tenhalarda
yaşamasını seviyorsun. Beybabaya ne diyelim ki.. Sende Murad’ı ve
Murat’ta seni buldu diye Ankaradaki bekliyenleri aklina bile getirmiyor.”
Yıldız başını kaldırdı. Beybaba gülümsiyerek sordu:
— Nedimden mi? Yazısından tanıdım.
Yıldız hiç cevap vermedi.. Mırıldanır gibi:
— İyi amma, dedi. Bu çocukları çok seviyorum. Onlara nasıl bakacağız?
— Vay! Gitmeğe karar mı?
— Bilmem. Soruyorum işte..
— Bana kalırsa yarından tezi yok.
Yıldız biraz daldıktan sonra kaşlarını çattı:
— Beybaba! Bunları da nereden uydurmuşlar. Taştan bebek olur mu?
Muradı niçin boğsunlar. Yoksa ben budalalaştım da herkes benimle alay mı
ediyor? İyileşmeğe başlıyan bir hasta ile böyle şaka olur mu?
Beybaba ses çıkarmadan dinliyordu. Yaldızın yakın geçmişe karşı
yabancılaştığını gördükçe, ondaki saadeti yudum yudum tattıkça sonsuz bir
hafişik, bir ferahlık duyuyordu.
Sapasağlam bir dönüş, şüphesiz ki bu mutluluğu tamamlayacak. Fakat
sonrası ne olacak? Sonrasını nasıl söyleyecekler? Ve bu tehlikeli oyundan
yeni bir başarı ile çıkabilecekler mi?
Bu karışık sorulara cevap bulamayan ihtiyar;
— Her şeyi oluruna bağlayıvermeli..
Diye düşündü. Hayata, akıla süratle dönmekte olan Yıldız’ın sağlığı,
şimdilik yeter bir başarı idi. Ötesi? Artık uzatmadı;
— Hadi dedi. Biraz çamlığa çıkalım, son bir iki günümüzü hoşça
geçirmek fırsatını kaybetmiyelim.
KIRKLARA KARIŞANLAR

Bütün Ecevit dağlarında tatlı bir hüzün esti. Kalblerde mesut bir ayrılışın
heyecanları çarptı: Pembe yüzlü ve nar gülüşlü Dikmen Yıldızı ile, pembe
yanaklı, pamuk sakallı beybaba bu sabah hareket edeceklerdi. Bu haber
köyden köye dolaştı. Çamlar ve yakınlardaki köy insanları, his ve kalem
dahilerini geri ufukta bırakan bir gönül dehâsı gösterdiler.
Bu buluş nesilden nesile bir gönül ve sevgi destanı halinde dolaşacak.
Aylardanberi aralarında ve kalplerinde tanıdıkları Yıldız’a bir uğurlama
alayı hazırladılar:
Kırk şehitten yetim kalan kırk kız çocuğu bir tarafa, kırk savaştan
dönmeyenden hediye kalan kırk erkek çocuk bir tarafa dizildi..
Kırk evladın kırk anası, kırk kimsesiz, aksakallı, kırk Mehmedin kırk
dulu, kırk çoban, kırk koyun, kırk taze kız ve kırk siperlik günü gelmemiş
delikanlı yavrusu sıra sıra oldu. Kırk deste kır çiçeği yaptılar, kırk adımda
bir otomobilin önüne, yollara sermek için..
Aksakallılarla, aşçı kınalılar, kırkar defa okuyup ayrılık ve selâmet
yollarına üşediler.. Kırk kadın arkalarından kırk tas su döktü.. Bir daha
gelsinler diye..
Kırk sesi güzel kız bir ağızdan: Yolun açık olsun ey Dikmen kızı!
nakaratlı bir türkü söylediler.
Dikmen Yıldızı artık çukurda olmayan güzel gözlerinı silerken yavaş
sesle;
— Beybaba! dedi. Kırklara karıştık..
Kalan sesi daha çok kalınlaşan, titriyen ihtiyar aynı sesle cevap verdi:
— Böyle kırklara kırk vatan, kırk millet, kırk tarih, kırk dünya fedâ
olsun,
“Yıldız yeri” nin temiz pak çocukları birdenbire ağlaşmağa başladılar:
— Gitme! Gitme Yıldız abla!
Genç kızlar kınası solmuş ellerini uzata uzata hıçkırdılar:
— Bize kal! Bize kal Yıldız kadın!
Delikanlı yavruları, çevrelerini gözlerine götürdüler ve seslerini içlerine
akıttılar:
— Cepheye giderken misafir gelelim mi?
İhtiyar nineler, artık bütün hayatını öğrendikleri Murat için yemin
verdiler:
— Kırk cuma gecesi okuyacağız.
İhtiyarlar, ak sakallarındaki damlaları göstererek dediler ki:
— Gaziye selam götür, bu akan yaşlarımıza şahit ki gönüllerimizdeki
ateşin henüz sönmediğine inan
Son çocuğun, son kızın ve son ihtiyarın yanına geldikleri zaman Yıldız
otomobilde ayağa kalktı, elini sallayarak haykırdı:
— Kırkları Dağ kırkları! Köy kırkları! Türk kırkları! Gönül ve sevgi
kırkları! Sizden güzel İzmir’e kırk selam götüreyim mi?
İzmir sözünü işiten yüzlerce köylü birden bire karıştı. Havayı, ufku,
çamları, vadiyi bir uğultu dolaştı. Çoban çocukları hep birden İzmir, İzmir!
Güzel İzmir, geliyoruz, havasını üşemeye başladılar. Çevreler, mendiller,
fesler, başörtüleri, kavallar sallanıyor, gulgule (bağırıp çağırma) uzaklaşa
uzaklaşa yayılıyordu.
Son dönemeci kıvrılır kıvrılmaz, otomobil ansızın zınk deyip durdu ve
şoför iki dirseği ve başıyla direksiyona kapanarak hüngür hüngür ağlamaya
başladı. Solunda oturan Zeynep korktu. Arkaya baktı. Beybaba şahadet
parmağını dudaklarına götürerek yavaşça:
— Sus! dedi, o da kırklara karıştı.. O ana kadar kendini tutan,
heyecanlarına hakim olan şoför, tenha kalınca artık ciğerlerini tutamadı. Üç
beş dakika süren bu ağlamayı hiç kimse bozmadı, bol bol, coşa coşa, sarsıla
sarsıla ağladıktan sonra ooof! diye doğruldu, gerindi, kemikleri kıtırdadı.
Tekrar direksiyonu alarak yoluna devam etti. Beybaba sakalını tuttuğu
zaman avucu sırsıklam oldu.
Yıldız sızlayan gözkapaklarını kapayarak, hayâlin enginlerine daldı.
Sapsarı kesilen Zeynep hıçkıra hıçkıra sessizliği bozdu:
— İn cin, dağ taş seni seviyor küçük hanımcığım! Senin sesinde ne var?
Senin gözlerinde ne var? Sen nesin? Sen kimsin küçük hanımcığım!
Beybaba ağır ağır cevap verdi:
— O mu? O Dikmen Yıldızı, dedikleri İzmir’in kızıdır. O aşkın,
bağlılığın, kadının ve toprağın simgesidir. Ondaki şey arkada
bıraktıklarımızda ve ilerde kavuşacaklarımızda da vardır. Fakat Yıldızda
belirgindir. Yiğit, arkadaş! Şoför arkadaş! Ömründe kaç defa ağladın?
Gözlerini direksiyondan ayırmadan söyledi:
— Bir defa.. Beş dakika evvel..
— Kaç yara aldın?
— Hiç.
— Demek savaşlarda bulunmadın?
— Üç meydan savaşında ve on dört küçük çarpışmada bulundum.
— Nasıl oldu da kurtuldun?
— Dokuz yara aldım beyim, ikisinin kurşunu hala gövdemin içinde
öteye, beriye gidip gelir.
— Hani yaralanmamıştın?
— Bu sabah hepsinin acısını gözlerimden boşalttım. Hepsi sağaldı da
yaralanmamışa döndüm. Ondan ötürü yaralanmadım diyorum.
Onlar konuşurken Yıldız düşünüyordu. Yakın geçmiş uzun günlerin
sonundaki noktadan ışık halinde zihnini kurcalıyordu. Arkada puslu bir
nokta veya bir çok noktalar vardı, bunlar neydi? Hayatındaki bu dört beş
aylık dönemi deniz üstünde şişe bakanlar gibi görüyordu. Yalnız kuvvetle,
kesinlikle bildiği bir şey vardı.
Beybaba ve etrafındakiler ona demişlerdi ki; fazla yoruldun, doktorlar
ciğerlerinden şüphe ettiler, onun için buralara geldin. Bu yalandan başka
inandığı, bildiği, bir şey yoktu.
Muradı seviyordu. Artık bu, benliğinde kutsal bir iz olmuştu. Onun için
Murattan bahsetse de, etmese de oluyordu. O kadar ki, çok defalar yalnız
kalınca, Muradın sesini duyar gibi bir yanlış hisse kapılır, arkasına bakar ve
gerçekle çarpışınca dudaklarında hazin bir tebessüm çizgilenirdi. Otomobil
tozlu yollarda kıvrıla kıvrıla ilerledikçe yüzüne vuran serin rüzgar altında
daha çok hafişeşiyordu. O kadar çok oluşum, çok çehre, çok olay içinde
yaşamıştı ki, annesini pek az hatırlayabilmiş. Bundan adeta gizli gizli
utanıyordu.
İçinden “zavallı anne” diye boynuna nasıl sarılacağını hayal ediyordu.
Babasının tatlı, kalın sesinden bir tasa işitirim ümidiyle ara sıra Beybanın
tatlı ve daha kalınca sesini duymak ihtiyacını hissediyordu.
Kastamonu’da hiç durmadılar. Radyatörün suyunu tazeledikten sonra
virajlı yokuşu tırmanmaya başladılar. Gâvurhanı önüne geldikleri zaman
ikisinin de canı kahve istedi. Otomobilden inmeden sade kahvelerini
içmeye başladılar. O sırada bir kaç kadın kağnılarından ayrılarak sıkıla
büzüle otomobile sokuldu. Beybaba hemen sohbeti kaynattı:
— Nasılsınız bacılar? Nereden geliyorsunuz?
— Polatlı’ya cephane götürdük de..
İnebolu.. Polatlı.. kağnı başı burgulu soluk kadın - cephane - Milli
Mücadele.. Bu tarihi yazacak olan, o tarihi İzmir’e ve Meriç’e götüren
kadar aziz ve sevgili olacaktır.
Bu kadarcık açılan söz kâfi geldi. Kağnı kadınlarından biri Yıldıza
bakarak sordu:
— Kusura kalma hanımım, sana bir şey soracağım.
— Sor bacı! Nedir bakayım?
— Dikmen Yıldızı sen min? (Sen misin)
— Benim Dikmen Yıldızı olduğumu ne bildin?
— Nasıl bilmem? Her tarafta adın ünün yayılı.. Seni bilmeyen, seni
sevmeyen var mı ki!..
Yollarda bile söylenirken işittik. Yarım saat önce handa konuştular.
Dikmen Yıldızı sağalmış, Ankara’ya geçecek diye..
— Benim olduğumu nereden bildin?
— A, dediler ki Dikmen Yıldızı çok güzelmiş, bir gözleri varmış ki yedi
aşık yedi destan, yedi ezgi düzse de yedi saz çalsaymış, yine güzelliğini
bildiremezmiş. Biz de geçeceğini işittik, otomofil durunca baktık,
yüreğimiz hop etti. O tesvir (tasvir) ettikleri güzeli karşımızda gördük.
Kızlar! dedim yanımdakilere, olsa olsa işte budur Dikmen Yıldızı.
Şimdi kadınlar otomobilin çevresini sarmışlar, bin yıllık dostların hasret
ve muhabbetiyle bin konu üzerinde konuşuyorlardı.
Birisi hayran hayran bakarak sordu:
— Dikmen Yıldızı! Sen Kara Fatma, Deveci Ayşe gibi cephede de
çarpışmışsın, doğru mu ki?.
—O zaman bana o görevi verdiler ben de yaptım. Bunda şaşacak bir şey
yok.
— Elbette yok. Amma biz neyse ne.. Erlerimiz kalmazsa o zaman nasıl
olsa biz gideceğiz. Amma sen şehir kızısın.
Yıldızın kalbine yine tatlı bir ok acısı sindi. Beybabaya bakarak, kadına
cevap verdi:
— İşte yanıldığınız buradadır kadınım. Size çok fena öğretmişler. Şehir
kadınını zayıf, korkak, miskin sanıyorsunuz.
Kadın kırdığı pottan utandı:
— Suç bizde değil hanımım! Ne bilelim biz, gelmiş geçmiş zamanlar hep
öyleymiş. Bize öyle dediler.
— Hakkınız var. Öyleydi, fakat bugün öyle değildir. Bugün dünya
değişti, bugün Türk kızı şehirde de köyde de aynı kızdır.
— Eee! Mademki sen söylüyorsun, Dikmen Yıldızının her dediğine
inanırız.
Şoför korna etti:
— Çankırı’ya erken varırsak, yarın Ankara’yı da erken tutarız. Gözler,
sesler, gönüller biribirine karıştı, çözüldü ve ortada otomobilin kaldırdığı
bir toz dumanı kaldı..
Boğaza girdiler. Ilgaz’ı tırmanmaya başladılar. Otomobilin homurtusu,
kalın gövdeli çamlara çarpa çarpa uçurumlara dökülüyordu. Bazı küçük bir
bulut parçası tekerleklere sürünerek geçiyor, bazı bir kartal yılankavi,
masmavi bir gök parçasını kesiyor. Vadilerin diplerindeki küçük hızarlardan
açık sular fışkırırken, uzak bir çoban köpeği, kaya dibindeki kaval sesine
ses veriyor. O kadar zıtlarla karşılaşıyorlardı ki, başlarının üstünde kalın bir
yaprak tavanı varken ayaklarının altında gök parlıyordu.
— Tabiat, şairâne tepe-takla gelmiş..
Diyen Beybaba:
— Bak, bak, diyordu, gök, yer, su; ağaç ve insanlar ne kadar
karmakarışık..
Zeynep hayışanmadan bir hâl oluyordu:
— Ah hanımım! Bizim köy de böyle ağacı, suyu bol bir yerde olsaydı.
Amma bizim köyler o kadar çıplak, öyle çorak ki..
Çankırı’ya istedikleri saatte geldiler.
— Hiç yorulmadık! Hiç sarsılmadık.
Diye Beybabaya sevinçle bakan Yıldız, yemeği yer yemez esnemeye
başladı. Beybaba alay etti:
— Hiç yorulmadık değil mi? Neredeyse sandalyenin üzerinde
uyuyacaksın.
— Öyleyse ben de gider yatarım..
SABAH KARANLIĞINDA KALECİĞE
GELDİK..

İki otomobil dolusu arkadaş, gece yarısı uykularını bırakır, yollar teper,
Kaleciğe, Yıldızı karşılamak için gelir de tek durur mu? Hem de içkinin
yasak olduğu bir zamanda..
Bak hımbıllara! Milli muharebeyi kazanmak için hiç bir çare
bulamamışlar da içkiyi yasak etmişler!
Düşünmemişler ki, her millet Kurtuluş Mücadelesine lâzım gelen
kuvveti; iradesinden, imanından ve yılmazlığından almıştır. Akıtılan kanın
kilo ve ton miktarı, milletlerin kurtuluş derecesine ölçüdür. Zaten içkinin
yasak olduğu devirde Ankara’da içilen kaçak içki, kurtuluştan sonra
İçilenden bin kat fazlaydı. Çünkü herkes yeşilaycılar bile yasak olduğu için
inadına içiyorlardı. Ve çünkü milletin mantıksız zevzekliklere tahammülü
kalmamıştı.
Bununla beraber bu yasaklığa göz yummak lazımdı. Hatta kıraldan
ziyade kıralcı görünerek.. Biliyorduk ki yasaların sersem zihniyetlerini
kendi silahları ile körletmek lazımdır.
— Tak! Tak! Tak!
—Tiryaki afyonu patlatılır gibi mahmurluğumu patlattılar. Kalecik
Belediye reisinin kapısını vuruyorlar. Haykıran haykırana:
— Kalk yahu! İki otomobil dolusu dost geldi! Dikmen Yıldızı dönüyor.
Onu karşılayacağız.
Reis bey pencereden başını uzattı ve mesele kalmadı.
Yarım saat sürmeden yiyecek ve bilhassa içecek tarafından neler lazımsa
hazırlandı.
Çarşı açılırken biz köprü başında, şoseyi tıkadık.
Uzaktan bir korna sesi..
Uzaktan bir toz bulutu ve uzaktan iki beyaz mendilin sallanışı..
Geliyorlar!
Bir dakika sonra:
— Dur! Davranma! diye haykırdım.
Derhal ince, keskin, kama gibi bir ses çınladı:
— Sen dur! Sen davranma!
Ve ayağa kalkmış.. Dikmen Yıldızının elindeki küçük tabancayla,
yüzündeki büyük tebessümü gördüm.
— Ne sandın yazar bey! Güpegündüz yol bağı mı? Aydın mağarasının
kızı. Kalecik köprüsünde yol bağını koparıverir!
— Durun be yahu! Durun çocuklar!
Beybabanın mesut sesini duyduk.
Yoğurt, ayran, süt, peynirli çörek.. Sepetlerde neler yoktu ki..
Ben Dikmen Yıldızının profiline baktım. Eskisinden daha güzeldi.
Cephesinde cephe aldım. Eskisinden daha şendi.
Sesime ses verdi. Eskisinden daha şuurluydu. Kulağına dedim ki:
— Murat şimdi burada olmalıydı.
Sâkin ve rahat bir bakışla, parmağını kalbine götürdü:
— Buradadır.
Mataralarımıza ayranları doldurduk ve fazla vakit geçirmeden yola
koyulduk.
Zeynebi kendi yerime geçirdim, ben şoförün yanına çöktüm.
— Nasılsın, Dikmen Yıldızı?
— Beybabaya sor.
— Çaldağı şenlenecek mi Beybaba?
— Dikmen Yıldızına sor.
— Romanına başlıyayım mı Yıldız?!
— İzmir’e gittikten sonra..
— Bitirince neşredeyim mi İzmir kızı?!
— Meriç’e kavuştuktan sonra..
— Ey! diye haykırdım. İkiniz de ne kadar başkalaşmışsınız?
—İkisi de ayni cevabı verdi:
— Ilgaz dağlarından geçtiğimiz için..
— Şimdi gel de romancı ol! Gel de roman tekniği düşün! Gel de, Ilgaz
dağlarından geçmeyen, bin bir İsviçre’den geçse yine adam olmaz, deme!
Şoför başladı:

Ilgaz Ilgaz! Yeşil Ilgaz!


Sana dünyada eş olmaz.
Doruğundan geçen kızlar
Ah ettikçe açar, solmaz.

Şoförün pürüzlü sesini, mâbedin pürüzsüz sesi gibi dinledik. Belden


aşağıya kıvrıla dolana kayıp gidiyoruz.
Salonlarda doğan, mağaralarda yaşayan ve Ecevit’te hayata dönen
Dikmen Yıldızı susuyor..
Silahhânede doğan, siperlerde yaşıyan ve Ecevit’te gençleşen beybaba
susuyor..
Köylerde doğan, on dört çarpışma yaşayan, Ecevitten saadet getiren şoför
susuyor..
Acıdan doğan, heyecanda yaşayan ve Ecevitten Yıldız karşılıyan ben,
susuyorum..
Yalnız otomobilin motoru, yalnız o, kavuşacak hasretlilerin saadetlerini
beste beste homurdanıyor.
Diğer iki otomobil de bu besteye dem tutuyor.
Arkama bakıyorum, Süleyman ağa konyak şişesini sallıyor.
Doktor kollarıyla kavisler çiziyor.
Tayyareci subaylar “Murat! Murat!.. Yıldız! Yıldız!” diye haykırıyorlar.
Şoför yeni bir ezgiye başladı:

Yeniden doğuyor Dikmen Yıldızı


İzmir’e gidiyor, İzmirin kızı..
Nineler! Analar kasavet çekmen,
Bitiyor yürekte her acı, sızı..

Yıldız gülerek şoföre çıkıştı:


— Sen bana çok çatıyorsun şoför efendi..
— Sana çatmasak İzmir’e varamayız ki..
— İzmir’e gidince senin arabana binmeyeceğim.
— Ben de Edirne kızını bindiririm.
Beybaba söze karıştı:
— İkinizin arasını bulayım çocuklar! Bizi bekleyen boynu bükük
İstanbul kızını bindiriniz.
Yıldız, arkadan omuzuma bir yumruk vurdu:
— Ah, boynu büyük İstanbul kızı! Sen onu tanır mısın muharrir?!
— Ben onu iliklerine kadar tanırım.
— Beni yazdığın gibi onu da yazacak mısın?
— Başladım bile.. Çapkın Kız’ı beraber okuyacak, beraber tashih
edeceğiz.
— Gider gitmez..
— Bu sene mümkün değil. Ayrancı’dayım. Mithat Beyle beraber
oturuyoruz. Fakat yakınız, her akşam buluşabiliriz.
— Brikiniz (yaylı at arabası) duruyor demek?
— Yorganım yok amma brik duruyor.
— Bu tuhaf bir tezat muharrir bey..
— Neden tezat ve tuhaf olsun?
Yorganım yok, çünkü satın alamadım. Brikim var, çünkü bu ıstırap
yollarında daha gidilecek uzun yollarım var.
Beybaba kolunu ileriye uzatarak güldü:
— İleride karaltılar var.
— Arabalarla, otomobiller.
Ziraat okuluna sapan köşede de bizi bekleyen ve mendil sallayan birkaç
araba ile otomobil görünüyordu.
Yolda Yıldız’a Ankara’nın son haberlerini veriyordum:
— En büyük’ümüz cephe teftişinden döndü. Bütün her yerde durgun,
daha doğrusu biraz endişeli bir hava var.. Hissettiğimize göre bu teftişten
pek memnun dönmediği özel olarak yayılıyor.. Eğer bu bilerek, kasten
yapılan bir şeyse hiç endişeye lüzum yok.
— Bunlar çok ciddi şeyler.
— O halde aksini söyleyeyim. Geçen gün İrfan Bey bize sekiz kişilik
mükellef bir ziyafet verdi.
— İmkan yok, inanmam!
— Vallahi billahi verdi. Yalnız kurnazca bir davetli listesi yapmış.
Arkadaşlar arasında o günlerde hangisinin midesi bozuksa, hangisinde biraz
vücut kırgınlığı varsa hep onları davet etmiş. Yâni hiçbiri adamakıllı
yiyemediği için on kişinin masrafını iki iştahlının masrafına indirdi.
— O halde bana hiç ziyafet vermeyecek. Ben şimdi günde dört defa
yiyecek derecede oburlaştım.
— Duymasın.. Sonra? Sonra daha bir havadis vereyim? Ha! Mükerrem
Hanım ilk hususi konserini verdi. Seni öyle andık öyle andık ki, şimdi
olsaydı dedik.. Bu nefis kemana, sesiyle katılırdı.
— Bizim emanet piyano duruyor mu?
— Geçen akşam size gittik. Dönüşünü haber alan annenle beybaban çok
neşeliydiler.. Bırakmadılar. Vermişiz kendimizi.. Piyanonun başına geçtim,
bütün Dikmen’lileri rahatsız ettik.
— Kim okudu?
— Kaç kişi varsa hepimiz bir ağızdan okuduk. Galiba sabaha karşı
Dikmenliler bize okudular.
— Hoş bir gece geçirmişsiniz.
— Derecesini anlayabilmen için kısaca söyleyeyim:
Paşa Kazım da orada idi.
— Tamam!
Diye beybaba bir kahkaha attı.
Polis karakolunun önünde arabalara kavuştuk. İki beyaz balmumu
külçesi, bize doğru yürüyordu: Annesiyle babası..
O kadar soluk, o kadar bitiktiler ki, coşkun bir saadetin nasıl bir tepki
yaptığını ilk defa orada gördüm.
Biz de atladık. Yirmi, otuz çift göz bakıştı.. Şakaklarımızdan aynı
zamanda bir akım süzüldü. Olduğumuz yerde mıhlandık. Kaldık.
Ortadaki boşlukta yalnız onlar..
Nasıl sarıldılar.. Nasıl öpüştüler ve koyun koyuna ne konuştular! İlk
sözleri ne idi? Hiçbirimiz farkında olmadık..
Buna büyük bir mutluluğun feci manzarası da diyebiliriz, büyük facianın
mesut sahnesi de..
En metinimiz yine beybaba çıktı. Kamil Beye seslendi:
— Bırak da gelenler birer hoşgeldin desinler. Köşkte de öpüşürsünüz.
Kamil Beyin balmumu rengi gittikçe pembeleşerek gülümsedi. Annesi
bir şey söylemiyordu. Gelenlerle birer birer, el ele tutuşan Yıldız’da belirli
hüzün, heyecan ve memnuniyet fazlalığından doğan bir hüzün seziliyordu.
— Teşekkür ederim. Çok iyiyim.. den başka bir şey söylemiyor, o bile
dudaklarından tam çıkmıyordu.
— Akşama sizde miyiz?
Kamil Bey, soruşuma, henüz kendine gelmiş bir serbestiyle cevap verdi:
— Zaten dünden kararlaştı.

***

Yıldız’ın Ecevitte tebessümsüz kalmıyan dudakları köşkün kapısından


girer girmez tekrar büküldü ve köşelerindeki belirsiz çukura biraz düşünce
ve biraz elem doldu.
Annesiyle babası bunun farkında olacak haldedeğildiler.
Onlar, geri dönmüş bir ölünün verebileceği anlatılmaz zevkin yaşlarını
döküyorlardı. Fakat beybaba hissetti. Yarım saattenberi görünmeyen
Yıldız’ın oda kapısını vurdu.
İçeri girdiği zaman Yıldız, şezlonga uzanmış, ellerini başının arkasına
koymuş, dalgın dalgın karşıdaki Muradın resmine bakıyordu.
Hiç ses çıkarmadan ve bu kutsal sessizliği bozmadan, yavaş yavaş
sokuldu.. Bir küçük iskemleye oturdu. Bir şeyler söylemek lazım mı, değil
mi?
Bu derin kendinden geçişin bir köşesini yırtmak iyi bir şey olur muydu?
Bırakıldığı halde yenibaştan başlayacak bir melankoliye yol açılmaz
mıydı?
İlk yarım saatten itiberen kuvvetli bir dikkat ve özenle Ecevit tarzına
devam lazımdı.
Yavaşça mırıldandı:
— Kızım!
Yıldızın yalnız göğsü hafifçe kabardı..
— Kızım! Yıldızım!
Yıldız sağ elini ensesinden çekerek beybabanın dizine bıraktı.
İhtiyar, parmaklarıyla yavaş yavaş oynayarak ve yüzüne bakamayarak
mırıltı halinde konuşuyordu..
— Karadeniz dalgalarından ruhuna bir ferahlık dolmuştu. Ecevitin
çamlarından benliğine sonsuz bir sağlık ve neşe esmişti. Yollarda
kuşlaşmıştın..
Gözlerine her baktıkça, gözbebeklerinde Muradın gözleri gülerdi. Fakat
birden bire ne oldu? Buraya girer girmez, bu uğursuz köşkün eşiğinden
adımını atar atmaz sana ne oldu kızım!
Bu netameli yere bedbaht olmak için mi geldin?
Annenin tükenmiş hasretindeki sonsuz saadete hangi el yine zehir
katacak? Babanı görmedin mi? Babanın kağıt çehresi, senin bir öpüşünle
gül yaprağına döndü. O kalpte şimdi, aşağıda umulmaz bir bahtın
heyecanları çarpıyor, hangi uğur-suz el onu tekrar hançerleyecek?
Söyle bana kızım! Dikmen Yıldızı!
Söyle bana, ne yapalım? Haydi bu evden uzaklaşalım. Muradın resmini
alalım.. Babanı, anneni alalım, başka yerlere gidelim.. Başka bir hava
teneffüs edelim..
Bu duvarlardan, bu kahverengi tavanların çöker gibi, duran
sıkıntılarından uzaklaşalım..
Biz seninle ve sen Muratla, başbaşa yaşıyalım. Yine çocuklar toplayalım..
Yine kırklara karışalım ve içimize neş’e hayat dolduralım. Söyle, ne
yapalım? Gidelim mi bu köşkten?
Kaçalım mı bu çatı-nın altından?..
Yıldız baybabanın parmaklarını sıkarak:
— Hayır! dedi. Ya Dikmen, ya İzmir..
Sonra aynı tavırla, aynı ağır, tane tane sesle, aynı soluyan hüzünle;
— Ya İzmir’e giderim. O zaman Dikmenden ayrılabilirim.
Eğer Allah saklasın!. Eğer İzmir’e gidemezsem, İzmir bize gelmezse
Dikmende kalırım. Ya Dikmen, ya İzmir.. Burada mesut oldum, burada
bedbaht oldum, burada hayata döndüm. Muradı ve kendimi burada,
gömeceğim..
Benden ne istiyorsunuz? Ben akıllıyım. Ben her şeye hakimim. Ben
metinim.. Metin olduğum içindir ki, böyle kendimden geçip, dalıyorum.
Derin derin ve doya doya düşünüyorum. Dünkü geçmişe ait, belleğimde hiç
bir şey yok. Bir ıstırap kırıntısı duymuyorum.
Muradın ölümüne itimat ediyorum. Şu anda başka şeyler düşünüyordum.
Muratla gözgöze, yarınki hayatımın yönünü düşünüyorduk.
— Ne yapalım? Söyle ne yapalım?
— Hiç.. Basit bir hayat sürelim. İçimde yeni heyacanlar var. Yeniden
yeniye buhar tutmuş bir makine halindeyim. Mağara günlerini yaşamak
istiyorum.
— Yâni?..
— Yâni çatışmak istiyorum. Fakat Murat yok.
Nedim sakat, sen ihtiyar, babam zayıf ve annem zavallı. Yalnız başıma
çalışmak, yalnız başıma silah kuşanmak biraz garip.. Daha doğrusu biraz
şarlatanlık olmıyacak mı? Çamurlu yollardaki ipek çoraplı şehir kadınıyla,
kağnı ardındaki yırtık çarıklı köy kadınının arasında ben de bir vazifeye
geçmeliyim. Bu kadar uzun bir bekleyiş devresi, tatsız ara veriş yeter.
— Neye karar vermek istiyorsun?
— Dört örgülü, saz benizli, hasretli kızları toplayacağım. Okutacağım,
güldüreceğim, sevindireceğim ve yaşatacağım.. Ah dört örgülü, saz benizli,
hasretli kızlar! Beybabam, ben onlardan ne kadar çok tanırım bilsen..
—Bu böyle devam edebilir mi?
— Hayhay! İzmire kadar ve mezarın kenarına kadar.
— Bu hayattan vazgeçiş olmaz mı?
— Aksine. Bu bir vaz geçme olmayacak. Bütün zevklerimi, neşelerimi
dağıtacağım. Bütün tebessümlerden, gözyaşlarından pay alacağım. O kadar
çok mesut olacağım ki..
— Ben de senden ayrılmıyacağım.
— Zaten başka türlüsü olmaz beybabam. Benden ayrıldığın gün
Murat’tan ayrılmış olursun. Onu ancak bende bulursun..
— Muradın mezarını da araştırırız.
— Muradın mezarı.. Onu hangi mezar kabul etmek cesaretini
gösterebilir? Efsanelerde beklenen Mesihler çökmüş.. Dönmezliği
muhakkak olan bu kutsal ayrılıklar insana en tatlı saadetleri verirmiş..
İşte Murat da hayatımda daima zevkle kanaatla, matanetle beklenen bir
efsane yolcusu olacaktır. Onu bekledikçe ferahlık duyacağım. Onu
bekledikçe kuvvet, neşe ve hayat bulacağım. Beni ne zannediyorsun
beybabam!
Mavzer kabzası sıkan, keman yayı kullanan ellerimde bin bir korkuyu
parçalayacak kuvvet var, aziz Muradın babası..
Muradı bekleye bekleye çalışacağım. Muradı bekleye bekleye mesut
olacağım. Muradı bekleye bekleye murada ereceğim..
Dört örgülü, saz benizli, hasretli kızların, her birisinden tüten ocaklar,
kapılarından fışkıran çocuklar meydana gelecek.. O zaman sen bastonunu
kaka kaka, ben yine sana dayana dayana ölümün kapısını çalacağız.
Ölüm! diyeceğiz. Biz vazifelerini yapmış dirileriz.
Artık bir isimiz kalmadı, sana misafir geldik.
HER SEVEN KALPTE BİR ACABA
VARDIR

Yıldız ayağa kalkarak, dört örgülü, saz benizli, hasretli kızlara haber
verdi:
— Yarın paydos! Ne nakış dersi var, ne Türkçe.. Yarın ilk çilpalazına
çıkıyoruz. Eğer bir şey yapabilirsek, öbür gün öğleye kebabını yersiniz.
Kızlar seslendiler:
— Ne iyi, ne iyi! Çil palazları yağlanmıştır. Hele keklikler.. Kim kim
çıkacaksınız?
— Çoook. Belki on beş avcı. Enver Beyle hanı-mı, İbrahim Süreyya Bey,
hepsi hepsi var.. Beybaba bile Balgat bağlarına atla gidip bizi bekleyecek.
Bir kız sevinçle sokuldu:
— Biz de oraya gitsek de size öğle yemeği hazırlasak,. Kuyuya ayran
sarkıtsak. Teyzemin orada bağı var.
— A, nasıl olur? Siz erkekden kaçmıyor musu-nuz? Sonra tango oldu
demezler mi?
Sanki bütün kızlar ansızın bir dilim limon yaladılar. İnce kumral
kaşlarının ortaları çizgi çizgi oldu. Omuzları sarsıldı.
Bütün bu hareketler:
— Hayatı ve hürriyeti bizden esirgiyorlar.
Demenin bir açıklaması, belki bir isyanıydı.
Birisi:
— Olsun! dedi. Bizi kim kapacak?
— Bizim de yaşamak hakkımız yok mu?
En genci dişlerini sıkarak karıştı:
— Hele bir İzmir’e varalım, hepsine gösteririz günlerini, İzmir’i,
İstanbul’u nasıl alacaksak, esirliğimizin öcünü de öyle alacağız!.
— Cepheden de bir haber çıkmadı.
— Gazi Paşa gideli kaç gün oldu?
Şimdi hepsi susmuş, düşünüyorlardı.
Beş altı gündenberi bütün memlekette sıkıntılı bir hayret, ateşli bir merak
var. Ne oluyoruz? Ne oluyoruz? Gazi nerede? Yollar neden kapandı?
Niçin kuş uçurmuyorlar?
Bu sorular beşikten mezar yanına kadar, nekadar baş ve ne kadar kalp
varsa hepsini hançer hançer, çimdik çimdik işgal ediyor..
Dikmen Yıldızı, ince mantosunu giydi.. İnce esarbını sardı, veda etti.
Biraz daha kalmasını rica ettiler..
— Hayır, dedi. Bu akşam erken yatmalıyım ki, yarın güneş çıkmadan
toplanabilelim..
Araba hareket ettiği zaman, pencereden, kafeslerden bir çok kız, ellerini
salladılar.
Köşeyi dönerken iki kocakarı Yıldızı gördü.
Samimi bir sevinçle:
— Ah, ah, dediler. Dikmen Yıldızı daha güzelleşmiş. Tanrı yüreğine göre
versin. Bir de Murat Beyi sağ olsaydı.
Kasabın yanındaki kırsakallı manav ortaya doğru;
— Hep derler: Günah, günah, günah! Bir de Dikmen Yıldızına baksalar
ya.. Acaba ömründe işlediği her iş sevaptan başka bir şey mi? Böylesi ister
açık olsun, ister tango, dinim rabbena hakkı için canım kurban.. Salih
Efendigilde kızları topluyor, onlara medeniyet işlerini öğretiyor. Gergef
yaptırıyor.. Ne olur yahu ağzından da ikicik aykırı lâf çıksın. Benim küçük
kız da oraya gidiyor. Kocakarı “kız dinsiz olacak!” diyecek oldu da; Cadı!
diye haykırıverdim, sen ne oldun bakayım! Bırak kızı milletten, insandan
olsun.
Nokta kulübesinin yanında duran genç jandarma eri, Yıldızı polise
gösterdi:
— Nah, işte.. Bizim Ahmet Çavuşun söyleye söyleyeye bitiremediği
Dikmen Yıldızı.. Hani rahmetli, meşhur havacı Murat Beyle nişanlıydı.
Allah için güzelmiş.. Polis dudaklarının kenarını bükerek bilgi satanların
tcvrıyla;
— Yalnız o kadar mı? Müfrezelerle omuzbaşı beraber çarpışmış. Geçen
pazar Dilaver Beyin bağında nişana attılar. Dilaver Bey on beş metreden
dört sigara vurdu, o beş tanesini birer kurşunda parçaladı.
Genç jandarma içini çekti:
— Ulan Kamil Efendi! Yüreğimiz iyi, helal süt emmiş adamlarız. Acaba
zengin olsaydık. Hiç olmazsa bir milletvekili olsaydık bize varır mıydı
dersin?
— Ne mümkün azizim! Ne mümkün! Onun gözü zenginlikte, şöhrette
değil.. O bir defa bu toprağa bağlanmış, bir defa da rahmetli Murat Beye.
Onu ikisinden koparmak kabil olur mu hiç?
Temiz kadın, vefalı kadın işte ben buna derim.
Araba, tüfekçi Ali ustanın dükkanı önünde durdu. Yıldız, barut, saçma,
kovan aldı. Ali usta ile şakalaştı:
— Madem ki sen de geleceksin, gürültü yok! Vur,vurma hiç telaş yok!
Bağırıp çağırma yasak!
Avcıbaşı Molla Efendi, kapıdan başını uzattı:
— Ona mı söylüyorsun Yıldız Hanım! Yemin etse inanmam.. Palazı
(keklik yavrusu) vurmaya görsün, dağları taşları gürültüye boğacağına senet
veririm.
Bağa geldiği zaman içinde sıkıntılı bir ferahlık vardı. Hemen beybabanın
odasına girdi, üç ihtiyar ateşli ateşli bir konuya dalmışlardı.
— Baba! Yeni bir haber var mı?
— Var fakat heyecanını frenlemek şartıyla..
Beybaba atıldı:
— Yıldıza ben söyliyeyim; Kızım, yerinden aldığımız kuvvetli habere
göre bu sabah büyük taarruz başlamış, bütün hükümet telgraf başinda.
Yıldızın sararmasıyla pembeleşmesi bir oldu..
Başından çözdüğü eşarbını havada sallıyarak:
— Yaşasin boğuşma!
Diye haykırdı. İlk defa bu kadar seviniyordu. Artık kimseye söz
vermiyordu.. Bütün heyecanı, vücudunun bütün hareketleri, sesi gözü, her
şeyile söylüyor, bir anda bin türlü ihtimaller, fikirler ileri sürüyordu.
— Yemek hazır, efendim.
Dedikleri zaman üç ihtiyar, üç genç ve bir genç, adeta bir çocuk şenliği
ile sofraya otururlarken içeriye girdim. Ne girişi.. Gölge gibi! Beni görünce
hepsi haykırdı; hiç söze meydan vermedim:
— Harp şiddetle devam ediyor. Taarruz Kocaçimen tepesinden idare
olunuyor. Gittikçe lehimize gelişiyor. Ah ben ne ettim de beraber
gitmedim.. “Ben yarın gidiyorum, istersen seni de götüreyim” dediği halde
ne aptallık ettim. Şimdi mavi gözleriyle harp meydanını nasıl seyrettiğini
görecektim.
Kamil Bey bir aralık çatalına taktığı köfteyi çenesinin civarında unutarak
daldı. Ve belirsiz birine söyler gibi ağır ağır söylemeğe başladı:
— O gün hâlâ gözlerimin önünde. Bir taraftan düşman donanması
İzmir’e giriyor, bir taraftan biz Karşıyakadan çıkıyoruz. Arkada
bıraktığımız o manzarayı senelerce göğsümün içinde sönmez bir yangın
alevi hâlinde taşıdım.
— Hatırlıyor musun baba? İzmire Anadolu’dan döneceğiz, demiştik.
Acaba dönüyor muyuz?
Annesi tatlı ve yan yan baktı:
— Acabayı sen mi söyledin kızım? Acabayı bil-meyen Yıldızın, böyle
bir günde acaba demesi gücüme gitti.
— Dilimden kaçtı anneciğim.
— Bir acaba da bende var.
Herkes beybabanın, tabağına bakarak dalgın dalgın söylediği sözlerle
irkildi.
— Evet, bir acaba ve has acaba bende var..
Dikmen Yıldızı, keskin bir sesle sordu:
— Nedir o beybaba?
— O mu? O, acaba şimdi Murat ne yapıyor?
Hepimiz biribirimize hayret ve telaşla bakıştık.
Yıldız, beybabanın omuzundan sıktı.
Beybaba, metin ve kesin karar vermiş irade sahiplerinin davranışı ile
durumunu hiç bozmadı:
— Ne o? dedi. Acabamı ret mi ediyorsunuz? Baba olduğumu
unutuyorsunuz. Evladını kaybetmiş bir babanın gönlünde daima bir acaba
vardır. Bu acaba, bana diyor ki. Murat şimdi ne yapıyor? Murat nerededir?
Nişanlısını kaybetmiş her Türk kızının da gönlünde bu acaba bulunmalı; o
da acaba şimdi nerededir? diye sormalı ve hayatta hiçbir şeyden ümidini
kesmemeli..
Kamil Bey söze karışacak oldu. Beybaba da bu sefer onun omuzuna
dokunarak:
— Karışma! dedi. Ben babayım ve Yıldız sevgili. İkimiz de kendimizi bu
acabaya alıştırmalıyız. Ne bilirsiniz ki..
Birdenbire sustu. Yıldızın üzerinde bu “ne bilirsiniz ki” nin ne etki
yaptığını anlamak istiyordu.
Yıldız bir hamlede çatalını bırakarak elini havaya uzattı:
— ... Murat yaşamıyor.
Kamil Bey, kıvranarak mani olmak istedi, beybabaya baktı. Yıldızın
üzerinde feci bir hareket yapmasından korkuyordu.
Beybaba, çok güzel idare etti:
— Bilmiyorum.. dedi. Ben öldüğünü biliyorum. Fakat bir babayım.
Yıldız bir sevgili.. Hayır Kamil, hayır muharrir, hayır hanımefendi! Bizi
serbest bırakınız! Kalbimizin baba ve sevgili hislerindeki akımı
tıkamayınız.
Muradın ölümünü işittiğimiz zaman nasıl yığılıp kalmadıksa. Muradın
acabalı dönüşünü işiteceğimiz zaman da sevinçten çıldıracak değiliz.
Öyle değil mi Yıldız! Bize bir gün ansızın diyecekler ki “İzmiri aldık!”
O gün biz çıldırmayacağız. Şuurla, olgunlukla, gururla sevinecek ve
İzmire gireceğiz.
— Pekala, söyleyiniz bana: Murat, İzmirden aziz midir?
Yıldız derhal haykırdı:
— Hayır.
— O halde, Murat geri dönerse ona da neden İzmir kadar sevinerek
sarılmıyalım?
— Doğrudur beybaba!
Yıldız bunu söylerken dikkat ettim. Gözlerindeki ışık daha parlak,
ellerindeki büzülme daha belliydi. Heyecanını umulmaz bir kudretle
göğsüne bastırıyordu. Beybaba bu durumu görmüştü.
— Ümit, ümit!
Ne kadar uzak olursa olsun, ümit tatlı bir şey. Fakat benim kalbim,
ümitten ziyade kendi duygusuna, çarpıntısına uyar. Ben kalbimin
uydusuyum.
Yıldız! Ordu muzaffer olacaktır! İlk zafer haberi gelir, gelmez, seninle
derhal yola çıkalım. Elele ve kalp kalbe gidelim. Muradı İzmir yollarında
arayalım. İzmir yolları kurtulma ve saadet, talih yollarıdır kızım. Kalbim
öyle diyor ki Muradı o yollarda bulacağız.
Şayet bulamazsak. Olur a.. Her ümit, her kalp sesi gerçekleşmez. Şayet
bulamazsak, bugünkü hayatımıza tekrar biner, tekrar mahmuzlar, tekrar
yolumuza devam ederiz.
Yıldız kuvvetli bir sesle tasdik etti:
— Niçin olmasın? Muradın hasreti içimizde o kadar tabiileşti ki, şu anda
karşımıza çıksa ve aynı anda da ölse, yapacağı etki bundan başka bir şey
değildir.
Sonra babasına dönerek ilave etti:
— Artık acabasız değilim baba.. Benim bir aca-bam var. Ve bu acabaya
sen de uy..
— Böyle tatlı acabaya her zaman uyarım. Beybabanın acabası hepimize
de geçti.
Sofradan kalktık. Köşkün Önündeki taraçaya çıktık.
Kahvelerimizi içerken Beybabayı bir kenara çektim:
— Beybaba! dedim. Galiba biraz fena yaptınız. Bu acaba birdenbire
ortaya atılmalı mıydı?
— Çocuk! dedi, Önümüzde ya kesin bir saadet, ya kesin bir felâket var.
Ona şimdiden alışmalıyız.
Söyle bana, kesin söyle Muradın ölmediğine kani misin? Murat yüzde
bin öldü. Ayni zamanda Murat, yüzbinde bir yaşıyor.. Olayın üzerinden tam
dokuz ay geçmiştir. Bu süre içinde oralarda neler oldu ve buralarda neler
geçti? Buralardakini biliyoruz. Fakat oralardakini?
Ne yapayım oğlum, babayım!
Benim gibi bir babanın beyni ile kalbi arasındaki konuşup dertleşmeyi
kimse işitmez. Eğer Muradı kaybettimse, Muradın Yıldızını kaybetmek
istemiyorum.
— Ne konuşuyorsunuz orada?
Yıldızın bu şen sorusuna:
— Yarınki palaz avını.. dedim.
— Sözünden çok işi iyidir. Bana yardım etseeniz..
— Hayhayl
— Ben fişeklerin barutunu, tapasını koyarı, beybaba saçmasını, sen de
makinesini..
Salona girdik. Dediğini yapmağa başladık. Konuşmuyoruz. Yıldız
birdenbire ortaya söyledi:
— Beybaba doğru söylüyor. Acabamızı koruya-lım. Muradı İzmir
yollarında bir defa arayalım. Bulamazsak, bulamadık deriz. Bulursak..
Mademki kalbin acabasıdır.. Olur a..
Tedbirsiz ağzımdan kaçırdım:
— Olur a...
Yıldız çok anlamlı bir bakışla baktı..
Ben çok anlamlı bir sakınma ile gözlerimi yere indirdim. Kolumu tuttu:
— Ne dedin? dedi. Bir daha söyle..
Bu sefer hızlı ve çekinmeden tekrarladım:
— Olur a..
Yıldız bize on ikiye kadar piyano çaldı.. Ve alacakaranlıkta yola çıktık.
MURAT DAĞLARI, MURADA SELAM
SÖYLEYİN!

Sayılı rastlantılar dişında zaten ötedenberi iyi atamam.. Fakat sağımdaki


Yıldız da bugün şanssız.. İki güzel ve usta köpeğimiz bile arasıra hayretle
dönüp dönüp bakıyorlardı..
Öğleye kadar ancak Yıldız dört, ben bir palaz alabildik. Akşam avında
ise o bir ilave etti. Ben hiç.. Ayaşlı Şükrü Efendi on dokuza, Süreyya Bey
on dörde, Kütükçüzadeler onar, on beşere çıkmışlardı. Molla Efendinin
belkayışında iki tane de göçen (tavşan yavrusu) sarkıyordu. Keklikpınarının
başına geldiğimiz zaman arkadaşlar henüz uzakta idi. Gülerek, Yıldıza
baktım:
— Hemen sıvışalım, gelirlerse alay edecekler.
— Sana karışmam, fakat benimle etmezler.
— Doğru.. senin bugünkü hâlin bindebir raslanacak cinsten.. Benim
tabii.. Fakat neden hep manke (karavana atış) ettin? Fişeklerin mi bozuklu?
Eski ölçüye göre yapmadık mı dersin?
— Hayır, tüfeğimin tetiğinden çok beynimi işlettim de ondan oldu..
Dikkat etmedin mi? Beş adımdan parlayan palazları bile vuramadım.
— Ne ile meşguldün öyleyse?..
— Acaba ile..
Sustuk. Bu cevap yetti. Ancak şimdi, Pınarbaşında farkında oldum ki,
sabahtan akşama kadar düşünceliydi. Çifte kırmaya bile dikkat etmiyordu.
Yalnız kanat gürültüsüne tüfek boşaltıyordu.
— Acaba sende bir kanaat mi oldu?
— Hayır, tatlı bir hayâl oldu.
— Acaba Murat sağ mı? İzmir yollarında Muradı acaba bulabilecek
miyiz? Evet, bu acaba kuvvetli bir hayâl.
— Sen ona biraz hakikat katabilir misin?
Bu öyle bir soru idi ki, ne diyeceğimi şaşırdım. Ne diyebilirdim? Ve nasıl
diyebilirdim?
Ses çıkarmadım.
Yıldız tekrar sordu:
— Ben sanıyorum ki, siz bir ümit besliyorsunuz, belki de bir şey
biliyorsunuz. Fakat ne beybaba, ne annem, ne babam, bilhassa ne de sen,
hiç bir şey söylememekle bir çok şey söylemek istiyorsunuz. Onlara bir şey
söylemiyorum, fakat sana soruyorum, romanımı yazacak dost ve Muradın
aziz dostu böyle mi davranır?
— Görüyorum ki sıkılıyorsun. Zarar yok, benim için son defa bir ıstırap
çek. Fakat bana-her şeyi açıkça söyle. Ölmüş Murat için neler çektiğimi ve
kalbimde yaşıyan Murat için neler yaptığımı biliyorsun. Beni en çok üzen,
bana karşı olan itimatsızlığınızdır.
Pınar başına oturdu, elini akan suyun altına tuttu. Bileklerine çarparak
parmaklarından sızan suya baka baka devam etti:
— Muradı kaybetmek bir felâketti. Ben onu tattım, ona alıştım.. Artık bir
başka felâket, teneffüs ettiğim havada bir fırtına yapamaz. Murada
kavuşmak ümidi de aynı kuvvette bir saadet olur. Acaba bu saadeti tadacak
mıyım? Tatsam bile zannetmem ki sevgimde fazla bir etki yapmış olsun..
Acaba?..
İşte beybabanın baba kalbinden kopan bu acaba beni bir ağ gibi sardı. Bu
acaba ile sen de ilgilisin.. Olmasaydın, dün gece birdenbire “olur a”
demezdim.
Şimdi söyle bana. Murat hakkında bildiklerini öğenmek istiyorum. Bu
benim yaşamımın şartıdır. Bunu benden esirgeme muharir!
— Muradı boğmadılar.
— Onu biliyorum. Çünkü sıhhatteyim..
— Senin taşbebeklerin yoktur.
— Onu da biliyorum, düşünebiliyorum.
— Nedim ile senin aranda..
— Evet hiç bir şey yok. Yahut kalp paralayan, lirik, feci, mânevi bir ilişki
var.. Zavallı Nedim ağabeyim!
— Murat o gece ata binerken..
— Üzengi kayışı koptu.
— Ve bir sicimle bağladılar.
— Evet, hizmetçi kızın aşığı daha sonraki gecelerde geldi. Anlıyorsun
ya.. bunları kendim hatırlıyamıyorum. Böyle birisi uçundan başlarsa rüyada
bir çağrışımla buluyorum.
Sonra?
— Sonra.. Sonra hiç..
— Hayır; sonra hep.. Heptir, işte sonrasını İstiyorum, bana sonrasını
söyle..
— Sonra.. Murat cepheye gitti. Milli mücadele, Muradın hava
kahramanlığından yerde de yararlanmak istedi.
— Onu siperlere mi sürdü?
— Hayır, gerilere!
Yıldız, parlayan gözieriyle dik dik baktı ve aynı kelimeyi tekrar
mırıldandı:
— Gerilere.. gerilere.. düşman gerilerine mi?
— Evet. Düşman gerilerine. Ona ne vazife verildi, niçin yollandı? Bunu
kimse bilmiyordu ve kimsenin sormağa hâlâ da hakkı yoktur.
Ben bunları açıklarken bir günah mı işliyordum, bir vatan hainliği mi
yapıyordum?
Bilemem, yalnız bu iki soru içimde acı acı burkuluyordu.
Bir aralık:
— Yetmez mi bunlar? Yetmez mi şimdilik?
Diyecek oldum. İtiraz etti:
— Yalnız bir şeye tahammül edemem muharir! İster Tanrıdan gelsin, ister
polisten, yalnız bir şeye isyan ederim: Dikmen Yıldızından şüpheye!.
Bu toprağa, bu millete ve bu tarihe ait konularda en ufak bir sırla ilgili
zerre kadar şüpheye! Ortada ister siyasî, isterse ne olursa olsun bir sır var.
Bu sırrın kahramanıyla ben ilgiliyim ve benim adıma İzmir kızı derler.
Bunun için söyliyeceksin! Öğreneceğimi Muradın sevgisini içine gömen
kalbim, onun karıştığı büyük sırrı da aynı kuvvetle gömmesini bilir.
— Hislerimi gıcıklamak suretile söyletmek isti-yorsan, hayır, ben de
zayıf adam değilim.
— Hakikati öğrenmek arzusu ile istiyorum.
— Öyleyse peki! Muradı bir gece kimsenin haberi olmadan ön sipere
sürdüler. Havacı Muradın bir piyade yedek’ teğmeni gibi ön siperde
bulunacağını kimse ümit etmeyecekti.
Ertesi gece Murat o siperden kayboldu. Ve ertesi günü Murat Beyin - yeri
yurdu söylenmiyen - her hangi bir çarpışmada şehit düştüğü yayıldı.
Bu, bizden çok düşman tarafında yayılması istenen bir haberdi. İşte
ondan ondan sonra idi ki, Süleyman Çavuşu gönderdik ve o da saf saf aldığı
kara haberi, saf saf sana getirdi.. Ne yazık ki, bu olayın içyüzünü senin
kulağına fısıldayacak fırsatı bulamadık.
— Sonra.. susma.. sonra?
— Sonra hiç. O günden sonra Murat hakkında hiçbir bilgi, hiçbir haber
alamadık..
— Fakat siz..
— Evet, yalnız biz alamadık. Olabilir ki bağlı olduğü yerler ondan her
gün haber alıyordu.
— Alıyordu mu, alıyor mu?
— İşte burası bizce bilinmiyor.
— Öyleyse ben acabadan istifa ettim..
— ?.. ?..
— Murat yasıyor. Acabasız, ihtimalsiz, kuruntusuz bir kanaatle
söylüyorum ki, Murat yaşıyor! Hatta şu dakikada cereyan eden büyük
taarruzun içindedir. Fakat o zaman bunu bana söylemeliydiniz.
— Söyleyemezdik. Biz de henüz bilmiyorduk. Yarımyamalak bilsek bile,
sen bize inanacak, bizi dinleyecek durumda değildin.. Hatta Savcının
kulağına bile en son dakikada söylendi.
Yürürken durdu.. Tüfeğin dipçiğini yere dayadı. Gözlerime baktı ve
kuvvetli bir sesle:
— Murat sağdır! dedi. Muradı belki Murat dağ-larında, belki İzmir
yollarında bulacağız. Eğer bulamazsak, mutlaka şu iki gün içinde şehit
olmuştur. Olağanüstü hiç bir mesele yok. Dokuz ay evvel ölen Murat şimdi
ölmüş olacak ve ben dokuz aylık bir matem stajından sonra sağlam bir
kalple hasretini çekmekte devam edeceğim.
Bulursak Murat benimdir, bulamazsak benim olduğu gibi..
O anda uzaktan uzağa bir takırtı duyduk. Öyle bir silah takırtısı ki,
akşamın başlayan alacakaranlığında küçük meydan savaşını andırıyordu.
— Silah sesleri! İşitiyor musun?
— Evet, sürekli silah sesleri..
— Şehirden, Ankaradan geliyor..
— Dikkat et, bağlarda da var.
Dilaver beyin bağına saptığımız zaman Yıldızın köşkünden de silah
sesleri işittik.. O zaman Yıldız biraz endişe etti ve derhal çiftesine bir çift
kurşun sürdü:
— Bu sesler, şüpheli sesler.
— Ne münasebet Yıldız?
— Büyük bir inkılap içinde, her münasebeti ve her ihtimali düşünmek
lazımdır. Çabuk olalım, eğer fena ve genel bir tuzaksa babamla Denizli
kadınını pahalıya satmalı..
Bu sefer Süleyman’ın nara atan, sesini işittik.
— Kulak ver, Süleyman haykırıyor.
Yokuşu nefes nefese çıktık. Kamil Bey balkondan ellerini sallıyordu:
— Ne duruyorsunuz, ateş, ateş edin!
Yıldız derhal diz çöktü ve etrafında, göğsüne ateş edecek düşman aradı.
O sırada Süleyman çavuş, elindeki Karadağ altıpatlaryla göründü ve avaz
avaz haykırdı:
— Müjde! Müjde! Küçük hanımım! Ordu galip geldi. Afyonu aldık.
Düşmanı Murat dağlarında sıkıştırdık. Büyük bir meydan savaşı.. Kırıp
geçiriyoruz..
Dikmen Yıldızı, çiftesinin iki gözünü birden havaya boşaltarak haykırdı:
— Muratdağları Muratdağları! Murada selam söyleyin!..
BİR DAKİKALIK ÜÇ SÜKUT

Dört gündenberi Ankara ve hatta bütün dünya kaynıyor. Bir yanardağ,


şevk, heyecan, korku, endişe, bin türlü zıt alevlerle kaynayıp fışkırıyor.
Yalnız Ankara ve yalnız Anadolu’nun her şehri ve her kalbi, saat başında
yeni bir haberle sarsılıyordu.
Hiç olmazsa bir kaç yüz bin Türk kalbinin çatlamadığına hâlâ hayret
ediyorum. Birkaç yüz bin başka ödün koptuğunu bilmek ve görmek, galiba
bu sağlamlığı veriyor..
O akşam şehirde ve bütün bağlarda yeni bir ateş bayramı başladı. O kadar
silah, o kadar cephane nereden çıktı? Ve bir dakika öncesine kadar gelen
haberlerin üstüne şu son haberler çelenk oldu:
“Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir!.”
Yıldızın annesi balkona fırladı:
— Çocuklar! diye haykırdı. Çocuklar! Bana gosteriniz, Akdeniz ne tarafa
düşüyor?
Kamil Bey yumruğunu havanın ötesine, berisine uzatarak cevap verdi:
— Anadolunun her yolu Akdenize çıkar!
— Fakat biz, Murat dağlarından gidiyoruz..
Bunu aynı kuvvetle Yıldız söyledi..
Herkes şuurlu bir çılgına dönmüştü. Hele son haber büsbütün yürekleri
çoşturdu.
Uçaklarımız köylere beyannameler atıyor ve hasretlilere cesaret
veriyormuş..
Bu haberi dinledikten sonra Yıldızın beyninin içini okumak kolaydı..
Gözlerine bakan, alın kemiği arkasını görebilirdi.
Yıldız düşündü: Uçakların içinde onun uçağı da var mı? Fakat bunu sır
gibi sakladı. Genel se-vinçten ayrılmayı istemedi.
Çevreden silah, davul, mızıka, insan sesleri geliyordu.
Kamil Bey Sakaryanın son gecesini hatırlıyarak Süleymana haykırdı;
— Gaz yok mu gaz?
Şık hanımlar, misafir beyler, ihtiyar beybaba bile köşkte ne kadar kül
varsa bir yığın ettiler, gazı boca edip hamur yoğurmaya başladılar ve on
dakika sonra halkın klasik donatımı bütün köşkün etrafında biner mumluk
ampuller halinde alev alev parladı.
Bir ses yığını uiuklara doldu.
Bir heyecan yığını kalplerden taştı.
Bir haberler yığını kutuptan kutuba dolaştı.
Acaba dünyanın oluşumu da, Türkün doğan bu yeni tarihi gibi mi
olmuştu?
Bütün sevgiler, büyük selleri meydana getiren ırmaklar halinde İzmire
doğru taşan zafer nehrine dökülüyordu. Tek kişiye ait her şey susmuş insan
selinden bir nehir, taşkın taşkın yürüyor, ses veriyor ve Akdenize ulaşmak
için köpürüyordu.
Muratdağları genç kızların muratlarına ve ihtiyar hasretlilerin muratlarına
kucak açmıştı..
— Şimdi Muratdağlarında olsaydık..
Beybabanın bu sözü bütün köşkü kapladı.. Kamil Bey elini göğsüne
vurdu:
— Muratdağlarının bu dakikadaki kimliğini şuralarda taşıyoruz.
Vadileriyle, tepeleriyle, alevleri ve geceleriyle hepsi burada kaynıyor.
Yıldız Beybabaya baktı.
Beybaba alaylı bir sesle çıkıştı:
— Söyle bakayım! Öyle yüzüme dik dik ne bakıyorsun?
Dudaklarında bir şey var. Hadi söylesene..
— İnsan açıkça mahcup edilir mi ya!
Yıldıza da aynı şakalı sesle darıldı:
— Mahcup etmesi, etmemesi var mı? Babasına söylersin benden ihtiyar
göğsünün içine Muratdağlarını sıkıştırır, annesine söylersin, kızı adamın
gözlerine bakar. Allahallah! Ben de babayım yahu! Benim de bir muradım
vardı, ben de muradıma kavuşmadımsa Muratdağlarına kavuştum ya..
Peride Hanımefendi, sapsarı bir yüzle ayağa kalktı, sesi titriyordu:
— Ayağa kalkalıml.
Dedi, herkes ayağa kalktı. Sonra:
— Murat dağlarının bu gecesinde sonsuz uykuya dalanlarımızla,
Muratdağlarını aşanlarımız için bir dakika sükut!.

***
Hırçın bir korna sesi.. Çılgın bir nara.. Bütün köşk, kapının önüne
yığıldı..
Nedim nefes nefese haykırıyordu:
— Düşman Başkumandanı bütün Genel Kurmayı ile esir oldu!
Gazinin tek lambalı toprak damında boynu bükük bir gölge halinde çay
içiyor..
Bu defa da bir sarsıntı, derin bir sessizlik ve ondan sonra ses ve saadet
çağıltısı..
Beybaba Yıldıza sokuldu:
— Her haberin saadetini deste deste, yığın yığın tatmalıyız. Haydi piyano
başına!
— Yapayalnız mı?
— Peride Hanımefendi! Peride Hanımefendi! Keman sizi bekliyor. Cavit,
Nedim! Maviş Hanım haydi, haydi!
Saadete ses ve ahenk vereceğiz. Öhhö öhhü!
Öhhö öhhö! Bakınız ben bile öksüre öksüre sesimin akordunu bulmaya
çalışıyorum.
Yıldız, İzmir ve Meriç hasretini dile getiren bütün halk notalarını tekrar
etti..
Seyislerden Kamil Beye, Zeynepten Peride Hanımefendiye kadar herkes
ses ve âhenk kesildi. Bu, yavaş yavaş çevreye, sonra Dikmen’e, Dikmenden
Ayrancı sırtlarına ulaştı:

Muratdağı! Muratdağı!
Çözdün kalbimdeki bağı,

Parçaladın gönlümdeki
Hasretten örülmüş bağı.

Bir anlık bir âhenk durağı arasında duyulan bu ses alt kattan geliyordu.
Nedim hayretle mırıldandı;
— Süleymanın sesi!
— Süleymanın bu kadar güzel sesi var mıydı?
Süleyman çavuş işitmiyordu.. Biteviye, misafir gelen Ahmet çavuşa
kadeh uzatarak dokunaklı sesile okuyordu:
— İçmesini bilmezsin! Okumasını bilmezsin! Ne bilirsin sen a Ahmet
çavuş..
— Muratdağlarının hasretini bilirim.
— Daha, daha!
— Dikmen Yıldızının muradını bilirim.
— Öyleyse İç...
— Ben dört yıldır beklediğim hayat suyunu içtim. Daha içecek bir şeyim
kaldı
— Bana da ikram et neymiş o?
— Murat Beyin erkek sesini kulaklarımla içeceğim. Gözlerimle
İçeceğim.. Yüreğimle içeceğim.
Kamil Beyin gözleri doldu..
Annenin dudakları titredi. Beybabanın beyaz başı göğsüne düştü.
Nedimin şakakları sancıdı. Hanımlar dudaklarını ısırdılar. Beyler önlerine
baktılar.
Ve Yıldızın hıçkırığı tane tane, halka halka, kesik kesik gönüllerde
dolaştı..
Bir saadetin törenine, bu hıçkırıktan daha yaraşan bir şey olmazdı. Bu
öyle bir hıçkırıktı ki müthiş bir rüzgârda dönen bir fırıldaktı ve iki ucundan
birisine saadet, diğerine felâket takılmıştı. Dökülen hıçkırıklar hangisi
içindi?
Hangisi için olursa olsun. Niçin olursa olsun. Gözlenen mor renkli
Muratdağlarından rüzgârlar esmiş olsun. Yeter ki beklenen sesi versin..
— Bu musiki de bitti.. Geçelim..
Tekrar çığlık hâlinde sevinç, sevinç hâlinde hasret, hasret hâlinde saadet
başladı.
Sevinçten yorulanlar bir tarafa oturup da ortalığa şöyle bir an sessizlik
gelince, saatlerdenberi Yıldızın kalbine bastırdığı sözü ben söyledim:
— Beybaba! dedim. Ne zaman hareket?
Birdenbire anlaşılmadı, açıkladım:
— Hani Yıldızla Muratdağlarına gidecektiniz? Hani orada yol yol, tepe
tepe, taş taş, çam çam, bir şey arayacaktınız:
— Muradı arayacağız!
Diye ayağa kalkan ihtiyar, Yıldızın başını tutaak ilave etti:
— Kavuştuğumuz Muratdağlarında, Murada kavuşmaya gideceğiz.
Bizimle gelecek var mı?
Yıldız en hâzin, fakat en mutlu gülüşü ile Beybabaya baktı, yavaşça,
başında duran eli alıp dudaklarına götürdü.
Bir dakikalık susuşun üçüncüsüne de boyunlarımızı büktük ve
gönüllerimizi açtık.
ON DÖRT GÜNDEN BİR HİKAYE

«Kuin Elizabet», «Hud» dretnotları (zırhlı gemi), bütün taretleriyle


Muratdağlarından bir otuz sekizli salvo yapsaydılar, İzmire genç
subaylardan ve yağız Mehmetçikten önce ulaşamazlardı.
Düşmanı sağ gerisinden yaran “Yıldırım Kemal” süvarileri Sarayköydeki
muharip alayları kılıçtan geçirirken, öteki silah arkadaşları da dağları,
beldeleri yıldırım süratiyle geçiyorlardı.
Halkın ve hakkın orduları girdaplaşmış hortumlaşmış, kasırgalaşmıştı..
Kumandanın kafasından ve neferin göğsünden doğan bir silindir, buruşuk
tarihi dümdüz ede ede ilerliyor, dümdüz ettiği sahalarda başka bir tarih, yeni
bir tarih filiz filiz, yaprak yaprak, dal dal fışkırıyordu.
Alaşehri geçtik. Kasabayı tuttuk. Akhisarı aştık, Manisaya ulaştık.. diyen
haberleri işittikçe Kamil Bey ayağa kalkıyor, göğsünü yırtan, rengini
uçuran, gözlerini şimşekleten bir sesle hem söylüyor, hem parmağını
uzaklara uzatıyordu.
— Dinliyor musunuz? İşitiyor musunuz? Türk atlarının çatırdıyan nal
sesleri içimize doluyor, işitiyor musunuz? Türk çarığının süratli hışırtısı her
tel saçımızın dibinde koşuyor.. Ellerinizi alınlarınıza koyunuz!
Beynimizin içinde Türk topçularının tekerlek gürültüleri..
Yıldız atıldı:
— Ve Türk uçaklarının pervane gürültüleri uğulduyor.
Nedim elini sağ kalçasına ve gövdesine vurarak hıçkırdı:
— Ah şu iki rezil kurşun içimde olmasaydı, ah binebilseydim ve
koşabilseydim..
Vurdukça, Sakaryadan beri vücudundan çıkarılamayan iki kurşun taze
birer yara şiddetiyle sancıyor, fakat Nedim bu acıyı hissetmiyordu..
Sonra yeni bir yarenlik başladı. Artık bütün çekingenlikler, kuşkular
ortadan kalkmıştı. Herkes tamamiyle inanmıştı ki Yıldız bütün manasıyla
metin, akıllı bir kızdır. O halde konuya yeniden dönülebilir.
Murada gelelim. Murada.. Çocuktan dokuz aydır hiç bir haber yok.
Düşman içinde ne yaptı? Sağ mı, değil mi!
Süleyman Çavuş bir atalar sözü söyledi;
— Kara haber çabuk gelir.
Yıldız bunu onayladı:
— Eğer başina bir felâket gelmiş olsaydı mutlaka haber alınacaktı.
— O halde yaşıyor mu dersin?
— Elbette!
— Fakat işte on dört gündür bir tek kelime, bir tek harf bile yok.
Yıldız umulmıyacak bir yumuşaklıkla:
— Olabilir, dedi, belki bu on dört gün içinde şehit olmuştur.
— Hakkın var kızım. Bu kasırga içinde kim kime, yaşıyorsa da,
yaşamıyorsa da durum biraz duruluncıya kadar sabretmemiz gerekecek.
— Baba, mademki aramaya çıkacağız. Bu haberi başkasından beklemeye
ne lüzum var?
Ahmet Çavuşun sesi aşağıdan geldi. Balkondan sordular:
— Ne var Ahmet Çavuş?
— Her şey hazır. Dört baş kuru soğan bile aldım. Malum a harp
meydanlarından geçeceğiz. Her taraf yanmış yıkılmış. Azığımız kalmazsa
tuza banar yeriz.
— Demek handiyse (yakında) yolcu olacağız.
— İsterseniz şimdi..
— Süleyman nerede? Süleyman!
— Burada beyim, konyak içiyor.
— Hay zıkkım içesice!.
Süleyman Çavuşun keyişi sesi gürledi:
— Ondan da bir kadeh gönderiniz.
Herkes gülüşürken Nedim haber verdi:
— Bir araba geliyor, içinde iki kişi var. Hele hele.. Veriniz su dürbünü..
Dürbün bulununcaya kadar fayton yokuşu saptı. Köşktekiler, taraçaya
çıktılar. İki dakika sonra memnun bir yaygara koptu:
Ooo! Yunus Nadi Bey! Osmanzade!
Hoşgeldiniz..
— Hoş geldiniz var mı? Hiç te hoş gelmedik! Be birader! Bugün İbrahim
Süreyya’nın düğünü olacağını biliyorsunuz. Ev sahipleri sayılırsınız.
Handise akşam ezanı okunacak.. Çocuk zaten iliklerine kadar sinirli, bir de
siz geç kaldınız mı isimiz var artık.
Osmanzade’ye yer gök vız geliyordu, gelen haberlerle keyif buharı zaten
emniyet supaplarını zorluyordu.. Kah! kah! kah! diye bir kahkaha attı.
Yıldız:
— Sahii.. diye ellerini çırptı. Bak bizdeki akla anneciğim. Güya kadın
misafirleri biz ağırlayacaktık. Şimdi büyük hanım kimbilir ne kadar üzülür.
Herkes hazırlanırken Yunus Nadi Bey, Yıldız’a sordu:
— Ey? Ne oldu şimdi? Yolculuk ne vakit? Şu Murat amma da
kıymetliymiş be birader? Pardon, be kızım! İzmirliler Yurdu hazırlanıyor,
onlarla rahat rahat gitsen olmaz mıydı sanki?
Osmanzade bir kahkaha daha attı, şairlik etti:
Pişmiş asa su katma,
İzmir kızına çatma..
Arabalara binerlerken aşçıbaşı sakalları karmakarışık, tam bir Bolu
şivesiyle Yıldıza şikayetle başladı:
— Oldu mu ya küçük hanım!? Ben şehitler için irmik helvası, Süleyman
Çavuş için baklava, büyük hanım için şehriye çorbası, Beybaba için peynirli
börek, senin için de muradiye yapmıştım.
— Muradiyeye gerek kalmadı.
— Öyle ya, kendisini bulmaya gideceksiniz. Zavallı ben, aşçıbaşı diye
toz kondurmadığınız ihtiyar da buralarda unutulup kalacak..
— Muradiye nedir be birader? Mezelik falansa bir tadımlık getir bakalım.
— Beyim! Muradiye, bizim Murat Bey sevdiği için o adı verdik. Bamyalı
bir yemek..
— Geç öyleyse. Ben ekşiden, tuzludan bir şey sandım. Onu Murat Beyle
Yıldız Hanıma ikram et..
—Yıldız aşçıbaşının sakalını okşadı:
— Düğünümüz var aşçıbaşı.. Hani senin çok sevdiğin Süreyya Beyin
düğünü.. Bugün evleniyor. Biz de dünür sayılırız.
— Peki amma, bu yemekleri nideyim?
— Önlüğünü bir sırığa takarsın.. Komşu komşu, köşk köşk dolaşırsın, ne
kadar aşçıbaşı, hizmetçi kız, uşak, ağa varsa bu akşam bir güzel ziyafet
çekersin.
— Tamam! Hizmetçi kızlar da beraber mi?
— Öyle ya!
— Öyleyse Ahmet Çavuşa söyleyiniz, bir kaç takım silahlı Jandarma ile
beş on polis, bir iki sorgu hakimi, üç beş mahkeme reisi göndersin..
Arabalar yürüdü ve kahkahalar dakikalarca çınladı.
Akşam üzeri, ezan vakti, Dikmen bağlarından toz bulutu içinde silinmeye
başlayan Ankara’ya baktınız mı? O ne hazin ululuk, o ne ulu alçak
gönüllülüktür..
Şimdi, şu dakikada Gediz kenarındaki Türk süvarilerini koşturan hızın
kaynağı sanki kendisi değilmiş, sanki bu on dört günün on dört bin tarih
dolduran şevkini kendisi yaratmamış..
Bizden sonra gelecek nesiller!
Bizim kemiklerimizin de toz toprak olduğu günlerde Ankara’ya gelecek
olan nesiller!
İlk tavaf edeceğiniz «Çankaya» dan sonra nefes almadan «Dikmen»
tepesine çıkınız ve Ankaraya oradan hakınız.
Çankayadan yalnız Ankara görünür. Fakat «Çaldağının» Dikmen
yamaçlarından hem Çanka-ya’yı, hem Ankarayı bir anda görürsünüz.
Bizden, hayır benden sonra gelecek nesiller!
O gün belki teşbihlerim, istarelerim, cinaslarım ve üslubum size yabancı,
garip, hatta gülünç gelecektir..
Zarar yok. Eserimi paramparça edersiniz, yakarsınız, atarsınız.
Örümceklere hediye edersiniz. Fakat şunu unutmayınız ki Dikmen
bağlarında, kendisinden sonra gelecek nesiller için heyecan duymuş bir
muharrir ve o tepelerde (Dikmen Yıldızı) denilen bir İzmir kızı yasamıştır.
Dikmen Yıldızının adı, sonuna kadar meçhul kalacaktır.
Onun bir gün teneffüs eden, yaşayan ve bu satırları okuyan gerçek adını
söylersem kutsal ıstıraplarıma hıyanet etmiş olurdum.
Bizden ve benden sonra gelecek nesiller!
Siz Dikmen Yıldızlarından, Muratlardan, İnebolu Fatmalarından, kağnı
kızlarından ve gövdesi üç kurşunlu Ahmetlerden doğdunuz!
Sizin mâziniz bunlardır, bizim mâzimizi siz de bilmeyiniz..
BİR DÜĞÜN GECESİNİN SAAT DÖRT
BUÇUĞUNDA

Kamil Bey arabanın içinde bülbül kesilmişti:


— Milli Mücadele içinde bu düğün de unutulmamalıdır. Kararlaştırılan
günün böyle bahtlı bir zamana rastlayacağını tabii kimse bilmiyordu.
Arkadaşlar Ekime, Kasıma atıyorlardı. Bana sordukları zaman sonbaharın
ilk ayları Ankaranın en güzel günleridir, dedim. Hesap ettim, sekiz Eylül
Perşembeyi tesadüf ediyordu. Sekiz Eylül olsun dedim.
Beybaba alay etmeye başladı:
— Maşallah maşallah! Peh peh kehanetine! Hadi bakalım, yarından sonra
dört düzüne de çocukları olacaktı de, ikisini de bugünden çıldırt!
— Ben falcı, kahin değilim. Fakat onların talihleri yar çıktı..
***
... Çankayaya geldiler. Küçük köşkün bulunduğu sırta birçok çadırlar
kurulmuştu.
Yıldız sevinçle haykırdı:
—Ah, bu adeta şehirde köy düğünü! Ne güzel olacak, ne güzel! Ne
güzeli! Şehirde köy düğünü.. Köyde şehirli gelini..
Bak! bak bak akıl edemedik, keşke gelini, Ankaradan atlılar, arabalar,
efeler, zeybeklerle getirseydik. O koca saçlı, beyaz fistanlı, kara gözlüklü
davulcuyu da öne geçirseydik. Ömür olacaktı vallahi!
Davetliler akın akın gelmeye başladılar. Aristokrasi, burjuvazi ve
demokrasi öyle birbirine karışmış, o derece birbirinin içinde kaynamıştı ki,
bu yarınki cemiyet hayatımız için dikkate değer bir işaretti. Fakat
bilmiyorum bu işaret devam edecek mi?
Yeni Günün, Hakimiyeti Milliyenin mürettip çırağınden, en küçük sokak
müvezzilerinden, şehirde bulunan en yüksek insana, en kıdemli devlet
elçilerine kadar hepsi, her şey, herkes karmakarışıktı.
Bir elçi, bir kilim üzerine oturmuş on çeşit insanla çene yarıştırıyor.. Bir
milletvekili, bir bakan ile birlikte on çeşit vatandaşın arasında bir ağaca
yaslanmışlar söyleşip gülüşüyorlardı.
Büyük zaferlerin yüreklerden taşan sevincine, herkes tarafından çok
sevilen bir dostun düğün neşesi de katılınca ve yasağa inat kırk türlü vasıta
zevk ve neşe malzemesini aralıksız taşımaya başlayinca şenliği tahmin
etmek pek kolaylaşır.
Dikmen yıldızı yaşlı başlı bir hanımefendi vakar ve nezaketiyle davetli
kümelerini birer birer dolaşıyor ve bir arzuları olup olmadığını soruyor..
Her kümenin önünde durdukça o kümeyi teşkil edenler, hâzin bir tebessüm
ve içten gelme bir hürmetle kalkıyorlar, teşekkür ediyorlar.. Yıldız
uzaklaşınca istinasız hepsi göğüs geçiriyorlar. Şüphesiz Muradın durumunu
bilmiyorlardı. Onlar dillere destan olan bu feci ayrılığın hikayesindeki
dıştan bilinenlerle üzülüyorlardı..
İçerideki kadın davetlilerden ihtiyar bir hanımefendi, Ankaraya yeni
geldiği için Yıldızı pek o kadar tanımıyordu. Bir kaç dakikada Yıldıza
ısınan muhterem kadın, genç kızın çenesini okşayarak:
— Senin de saadetini görmek isteriz hanım kı-zım! dedi. İnşallah senin
de düğününde bulunurum.
— Bu düğün için bir davetiye alamıyacaksınız hanımefendi!
Kadıncağız şaşırdı. Acaba fena bir şey mi söyledim? diye kızardı..
Davetiye alamamak, davetiye göndermemek demekti.
— İncittim mi hanım kızım?
— Bilakis, gösterdiğiniz yakınlığa teşekkür ederim.
— O halde?
— Çünkü böyle bir düğünün olacağını ümit etmiyorum. Onun için
söyledim hanımefendi.
— Nasıl olurmuş? Senin gibi bir Yıldız mutlaka bir gökte parlamalıdır.
Biraz durdu ve tebessüm ederek ilave etti:
— Benim oğlumun adı Gök’tür..
— Ya.. O halde söz veriyorum. Göğünüze parlak bir ay bulmaya
çalışacağım hanımefendi.
— Ona bir yıldız yeter kızım.
— Gök Bey ne iş yapar efendim?
— Hava subayı.
— Pek yakın akrabayız demek?
— Akraba mı?
— Evet. Benimki de havacı idi..
— Seninki mi? Adı ne?
— Havacı yüzbaşı Murat.
İhtiyar kadın hayretle gözlerini açtı:
— Ay! Oğlumun yüzbaşısı.. Teğmen Gök’un yüzbaşısı Murat Bey!
Yıldız yavaşça başını eğerek tırnaklarına baktı. İhtiyar kadın Yıldızın
çenesini tutarak başını kaldırdı.
Yaşla dolu iki çift göz karşılaştı ve bir ihtiyar kalple bir genç kalp aynı
sancıyı aynı anda duydular..
... Dışarıda bir musiki hücumu ve bir neş’e fırtınası gürlüyor, çağlıyor,
köpürüyor, Çankaya döleklerinden her tarafı yıldız yıldız görünen donanmış
eski Ankaraya doğru bir neşe ve heyecan nehri akıyor.. Davullar çalarken,
kemanlar taksim yapıyor, kanunlar derin bir ezgi ile titreşirken bando
coşuyor ve insanlar bütün saadetlerini sesler, sesler ve seslerle ilan
ediyorlar..
Saatler, muzaffer Türk suvarilerinin süratiyle gelip geçiyor.
Köşke yakın kümelerden birinin içinde bir ses çınladı:
— Gazi geliyor!
Hepimiz hayretle mırıldandık ve gayri ihtiyari sıçradık:
— Ne münasebet? Gazi şimdi İzmir yollarında..
— Vallahi Gazi gelıyor! Bakınız!
Baktık.. Evet, doğru söylüyordu.
Siyah, bolca yeldirmesi, sarı başortüsüyle gazi geliyordu!
Fakat bu, ihtiyar bir gazi ve kadın bir gazi idi.. Yıldızın koluna dayanarak
ağır ağır, büyük çadıra doğru ilerliyordu:
Gelen, Gazinin annesi Zübeyde Hanımefendiydi..
Gelen Gazinin ta kendisi, öz kendisiydi..
Cephesi, profili, rengi, yüz çizgileri, çenesi tebessümü ve herşeyiyle
Gazi.. Onları, ikisini bir defa da Salih Beyin evinde yanyana ve karşıkarşıya
görmüştüm. Tamam bir buçuk saat bakakalmıştım.
Gülumseyerek:
— Oğlum, dedi, neye daldın?
— Annemiz, dedim, hanginizin Gazı olduğunu ayırdedemedim de..
— Ana! dedi, görüyor musun ben ne kadar seninim. O «ana» nın bugün
belki bir portresi yoktur.
Fakat genç Türk ressamı! O anneyi tarihine verebilsin: Gaziye bak ve ona
bahtiyar efsane kadınının hatlarını ver.. Yeter bu..
Alangoyayı Asya steplerinde arayan müellişerler..
Ben hakikatin tek Alangoyasını Çankaya yamaçlarında gördüm. Gözgöze
bakıştım, dizdize oturdum ve kalp kalbe konuştum..
Dehânın, kudretin, duyarlı anası küme küme dolaştı, hatır sordu,
tebesesüm etti ve oradaki büyüklerden yeni harp haberleri istedi.
Vatan zaferinin bayramıyla, dost düğününün neşesini hamur edenlerin
çoskunluğuna ölçü yoktu. Beş yüz insan bundan fazla saadeti, sevinci
tatamazdı. Nasıl tatamazdı?
Bundan fazlasını da tadarmış ve hâlâ göğüsleri pençe, pençe
yarılmazmış. Bakınız nasıl oldu?..
Sabahin pembe karanlığı Cebeci sırtlarının arkasından bakıyordu.
Başvekile bir zarf verdiler, açtı, okudu, cebine koydu.
Tekrar, çıkardı, tekrar okudu, cebine koydu, tekrar çıkardı.6
Bu belli kararsızlık gözlere, yüreklere merak doldurdu. Başvekil yavaşça
kalktı, çadır direğinin dibinde oturan Millî Müdafaa Vekili Kazım Paşanın7
yanına gitti, kulağına bir şeyler fısıldadı. Kazım Paşa sarardı, pembeleşti,
tekrar sarardı ve kıpkırmızı olarak doğruldu..
Elini uzattı, kağıdı aldı, okudu, birbirine bakıştılar, bir şeyler fısıldaştılar..
Sustular.
Bütün yürekler çatlayacaktı. Gözler yuvalarından fırladı.
Saat başı!.. Tıssss!.
Ne var? Ne oluyor? Bu nedir?
O acayip damarım kabardı:
— Öğrendim!
Diye ortaya haykırıverdim. Başvekil sesimin sahibini araştırdı. Ve Kazım
Paşa gülerek gördü. Ben cesaret aldım:
— Biz de öğrenmek isteriz!
Diye bu sefer açıkça haykırdım. Bu cesaret herkesi cesaretlendirdi. Orta
perdeden bir gürültü dalgalandı. Kazım Paşa elini dizine vurarak kalktı ve:
— Hiç bir engel yoktur. Söyleyeyim canım. Soyleyeyim gitsin bitsin!
Dedi ve şu çıldırtıcı haber bir yıldırım gibi patladı:
— Şimdi saat beş buçuk, ordularımız dört buçuk saat sonra İzmir’e
giriyorlar, tam sabah onda!
Alt tarafı ne oldu bilmiyorum.

6 Başvekil Rauf Orbay

7 General Kazım Özalp.


MURATDAĞLARINDAN KARŞIYAKAYA

Toza toprağa bulanmış otomobil; yanmış köylerden, yıkılmış


istasyonlardan geçiyor. Harabe kovuklarından uzanan kadın başları, yıkık
duvarlara oturup sıska bacaklarını sallayan çocuklar gülerek, el sallayarak,
haykırarak selam veriyor, otomobili selametliyorlar.
Söför anlatmaktan, Ahmet çavuş türkü söylemekten, Beybaba
sarsılmaktan yorulup susmuşlar.
Uzakta sincabi dağlar, mor dağlar, sıra sıra dağlar.. Muratdağları..
Otomobilin klaksonu öttükçe İsmail Hakkı Beyin kumandasındaki Millet
Meclisi Muhafız kıtasının bir düşman fırkasını süngüden, geçirdiği uzun,
kıvrıntılı boğaz, dalga dalga ürperiyor.
Yollar, dereler, taş dipleri, koparılmış apoletler, atılmış miğferler,
terkedilmiş silahlarla dolu.
Yıldız dalgındı. Dimağı durmadan işliyordu.
Muradı kime soracaklar? Kime, hangi askere, hangi köylüye, hangi
çobana:
— Havacı yüzbaşı Murat Beyi gördünüz mü?
Bu, çok tuhaf, adeta gülünç bir soru olmaz mıydı? Muradı ancak Murada
yüce vazifeyi verenler bitirdi.
Onlar da şimdi İzmirdeydiler, Bunun en doğrusu Muratdağlarının
havasını teneffüs ederek, çamlarına sürünerek, yamaçlarını sıyırarak.
vadilerini dolaşarak İzmir’e gitmekti. Zaten hedef te orasıydı. İzmir’e,
İzmir’den çıktığı yoldan girmek.. Bunu düşündükçe avuçları terliyor,
göğsünün bu saadet heyecanına dayanamıyacağını zannediyordu.
Arkalarından kapanan bahçe kapısının gıcırtısını işitir gibiydi. Konakta
kalan hizmetçilerin hıçkırıklarını hatırladı. Sonra otomobil kornası.. Sonra
tozlu yollar.. Sarı Gediz..
Daha sonra hicret ve ıstırap kafileleri.. Şimdi yine bunlar vardı, yine aynı
tozlar kıvrılarak, dumanlaşarak yükseliyordu, fakat bu, bu sefer İzmir’e
kavuşanların kaldırdığı tozlardı. Otomobil kornası bugün, hicreti değil,
dönüşü haykırıyor.. Yine yollarda atlı, arabalı, yaya kafileler var.. Fakat
denizi önlerine almışlar, denize doğru gidiyorlar. Yuvalarının örümceklerine
kadar kavuşacaklarını düşüne sevine gidiyorlar..
Bahçe kapısı yine gıcırdıyarak açılacak ve biraktıklarının hıçkırıkları
kahkaha olarak çınlıyacak.. Acaba kanaryalar duruyor mu? Yavruladılar
mı? Güvercinlere bakıldı mı? Havuzdaki bir çift nilüfer kurumuş olmasın?
Piyanonun üstü kimbilir ne kadar toz tutmuştur. Eğer lütr yatak örtüsünü
güveler yemişse! Elinde olmadan güldü. Beybaba baktı:
— Aklıma neler geldi bilir misiniz?
Diye yine gülerek bunları anlattı. Beybaba:
— Hiç garip, hiç ayıp bir şey değil. Felâket ge-lince bütün eşya ve
gereçleri ile beraber gelir. Saa-det de öyle.. Yirmi gün evvel piyanonun
tozunu düşünmek, konaktan ve İzmirden büyük bir günahtı.. Lakin... Lakin
bugün havuzun nilüferini, yemek odasının tek peşkirini düşünmemek dünya
kadar büyük bir günah olur. Bunlar bir ocağın, bir ailenin ve bir saadetin
avadanlığıdır.
Beybaba söylerken, Yıldız tekrar hülyâsına dalmıştı. Muradın her
gelişinde pek sevdiği, hep ona oturduğu derin, yumuşak koltuğu hatırladı.
Onu son gün pencereye verev koymuştu. Şimdi bile gözünün önüne
geliyordu. Acaba öyle duruyor mu? Acaba yine Murat olacak mı? Muradın
yine sevdiği koltuğa oturabilmesi için yasaması ve gelmesi lazımdı.
Yaşıyorsa. O zaman yapılacak çok işler vardı. Karşı odayı yerden tavana
kadar tatlı şeker rengine boğmak.. Taburesinden gardrobuna, eşiğinden
tavanına kadar tatlı, açık şeker rengi.. Havlusuna, hatta sabununun rengine
ve diş fırçasının mahfazasına kadar tatlı şeker rengi.. Bu ne orijinal bir
yatak odası olurdu..
Bir vapur dumanı vardır ki siyahla kahveye çalar. O rengin açığından,
baştanbaşa o renkten bir kütüphane ve çalışma odası.. Şurasına burasına
bronzlar serpilmiş olsun.. Büyük masa ve karşılıklı çalışma.. Acaba dudak
boyamaktan, sarhoş olmaktan vakit bulup da başbaşa çalışan karı kocalar
var mıdır? Sinamada öğrendiği kokot oturuşu ile oturmayan,
Serkldoryan’dan çaldığı diplomat yaşlanışı ile yaşlanmıyan gerçek insan ve
gerçek karı kocalar bulunur mu?
Şurasına burasına bronz serpilmiş, siyahlar kahveye çalar açık vapur
dumanı renginde çalışma odasında karşı karşıya çalışan, arada bir bakışan,
gözlerinin içinden gülen ve içinin derininden sevişen, sonra tekrar eğilip
çalışan karı kocalar ne mesut çiftlerdir.
Bunlar ister var olsun, ister olmasın. Kendisi bunu kuracaktır. Muratla
kalp kalbe yaşarken karşı karşıya çalışacaktı. Yapacak işler çoktu. Bol bol
sevişmek için, bol bol eğlenmek için, bol bol çalışmak için zamanlar ayırdı..
Mâmur vatan harabeye ve içindekiler yuvasız kuşlara dönmüş.. Mamur bir
konakta ve zengin bir yuvada oturan her vatandaşın Muratla kendi gibi
birtakım vazifeleri, mecburiyetleri bulunur. Dört örgülü, saz benizli Türk
kızlarından buralarda da şehirler dolusu vardı. Geniş masa başında, başbaşa
çalışırken sinin de birdenbire rahatsız edilmek ihtimali.. Odadan içeriye
lastik top gibi düşen lüle saçlı, yumuk yüzlü, şen bir yavrunun:
— Anne! Hadi gezmeğe gidelim.
Diye dizlerine tırmanması..
Beybaba tekrar yandan bakarak sordu:
— Yine ne var, aklına ne geldi?
— Taşbebeğim!
— Yere batsın taşbebeğin!
— A.. deme öyle.
— Ben artık canlısını istiyorum.
— Taşbebeği saklıyorum. Murada vereceğim.
— Ne!.. Alimallah seni boşar! Onun gibi ciddi bir adam bu kadar
çocukluğa tahammül etmez! Boşarsa ben de karışırsam taşbebeğin
gözlerimi oysun!
Belki bir kaç kilometrelik mesafe gülüştüler..
Denizin serin havası gittikçe hissolunuyordu. Nihayet deniz göründü.
Yenikale, Göztepe, Kadifekale ve Kordon göründü.. İkisinde de sevinçli bir
sıkıntı, sıkıntılı bir ümit vardı.
İkisi de zannediyordu ki şimdi birisi işaret verecek, otomobil duracak ve;
— Sizi Murat Bey bekliyor.
Diyecek.. Yahut yolun ortasında bir kamçı kalkacak, şoför duracak ve
Murat, bizzat Murat:
— Hoş geldiniz! Diyecek..
Birbirine sezdirmeden gözleri sağa, sola, ileriye kayıyor, Muradı
arıyordu. İkisi de, İzmir’in ilk sokağına girinceye kadar içlerinde Muradı bu
kadar derin hissedememişlerdi. İkisi de aynı şeyi düşündü: İzmir Murattan
başka bir şey ve Murat İzmir’den başka bir şey değilmiş..
Karşıyaka istasyonunda birçok kadın, erkek vardı. İçlerinde Yıldızı
tanıyanlar çıktı ve el çırpmaya başladılar. Bir anda bütün Karşıyaka ve
bütün İzmir, mücadele dağlarının mağarasındaki kahraman İzmir kızının
yurduna geldiğini haber aldı. Otomobil bu sefer yalının deniz yönündeki
esas kapısında durdu. Yalıdan ses seda çıkmadı.
— Acaba kimse yok mu?
Ahmet Çavuş atladı. Zili hızlı hızlı öttürdü. Bir panjur açıldı, beyaz
başörtülü bir kadın uzandı. Yıldızı gördü ve konağın içinden çılgın sesler
tatlı. Bir anda kapılar açıldı. Üç kadınla bir ihtiyar uşak dışarıya fırladı.
Beybaba, Ahmet’le şoförden ve Yıldız hepsinden daha sarıydı.
Bu ani sevincin gülmeleri gözyaşları, heyecanları beş on dakika sonra
dindi. Artık konuşulabiliyor ve söylenen sözler anlaşılıyordu.
— Kanaryalar! Kanaryalarım!
İhtiyar dadı yere bakarak içini çekti:
— Düşman Valinin bir piç kurusu çocuğu vardı.
— Seslerini duymuş, hoşuna gitmiş, aldılar, kafesten salıverdiler. O da
şober tüfeğiyle hepsini öldürdü.
— Zararı yok, dedi Yıldız. Biz de her kanarya için yüz bin tanesini
kılıçtan geçirdik.
Sonra küçük salona koştu. Muradın oturduğu ve sevdiği koltuğa baktı.
Yerinde yoktu, oda çok düzensizdi. Heyecanla sordu:
— Koltuk nerede?
İhtiyar kadın yine içini çekti:
— Kral geldiği zaman lazımdır diye birçok eşya aldılar, hepsini yok
ettiler.
— Zarar yok. Biz de onların bir kaç kralını birden yok ettik.
Dedi, fakat göğsünün içine bir tutam alevin yana yana döküldüğünü
hissetti. Bu alev aynı zamanda beyninde uğursuz bir iz çizdi:
— Ya Murat yaşamıyorsa?..
Elini alnından geçirdi, sanki bu korkunç ve uğursuz izi beyninden
koparıp atmak istiyordu.
HABER GÜNÜNÜN AKŞAMI

Yıldız yalıyı dolduranlara annesinden, babasından aynı haberi veriyordu:


— On beş günden önce gelemez. Annem biraz fazla yorgun, epeyce zayıf
düştü. Babam da, duymasın amma, üç dört sene evvelki gibi değil. Arasıra
şaka ederdim, baba derdim, artık sana Kamil Bey yerine nanemolla diyelim.
Ayağa kalkar. Hele.. derdi. Hele bir Akdeniz havası alayım, hele bir
Denizli’nin ağaçları başımda gölgelensin, o zaman beni görürsün. Murattan,
Nedimden daha genç, dinç olmazsam, bir hafta beni öpme!
Kolej arkadaşlarından Nazlı’yı karşısında apansız görüverince hayretli,
sevinçli bir haykırışla boynuna sarıldı. Nazlı çok alafranga bir yaşlanışla
koltuğa serildi, el ele, göz göze konuşmağa başladılar.
— Ah Yıldız! Sen ne olmuşsun böyle. Dur bakayım şeri! Olrayt!
Mafova, bir prenses kadar güzelleşmişsin dizi!
— Çirkinliği kabul etmem. Fakat mutlaka güzelliğimden bahsedeceksen
Nazlı, bana prenses kadar diyeceğine bir İzmir kızı kadar güzelleşmişsin
demelisin.
— O lala! İzmir kızları o kadar güzel mi?
— Hepsi benden güzel..
— Yahut sen birincisi ve sonuncusu..
— Reddederim Nazlı. Sen de dörtte üç İzmirli olmak için on beş sene
değil, on beş gün burada bulunman yeter.
Başka misafirler geldi. Yine biraz yalnız kaldıkları zaman Nazlı ısrar etti:
— Haydi seni gezdireyim. O kadar senelik nostaljini teskin edersin dizi!
— Beybaba gelecek, ondan bir haber bekliyorum. Yarın bol bol gezeriz.
— Beybaba! Diyabl! Bu da nerden çıktı. Kamil Bey uçakla mı geldi?
— Beybaba, Murad’ın babasıdır.
— Şu senin eski favori mi?
— Onunla nişanlanmıştım.
— Sonra galiba hoşuna gitmedi.
— Bilakis.. Fakat şehit oldu.
— Şimdi kimi prefere edeceksin?
— Ben de senin gibi söyleyeyim, önce parpolites bir iki vah vah derler.
Sonra alt tarafı..
— A, sedrol! Ön bonom kö, jöne jame konü.. Tralala! Madlon! Madlon!
Hadi seni İzmir’e götüreyim.
— Sen bugün şarkı söyle, Madlon söyle, kendi kendine git. Başka zaman
beraber gezeriz..
— A, zaten gezecek yer de kalmadı ki.. Punta tarafı maatteessüf yandı.
Kordonlar, Basmahaneye kadar maatteessüf kül oldu. İzmir’in o eski neşesi
maatteessüf alevlere karıştı. Doğru, ben de niye gezmeğe gidelim diyorum.
Nereye gideceğiz. Maatteessüf görecek bir şey kalmadı.
Bu züppe kıza son derece tahammül etmeğe çalışan Yıldız, dişlerinin
arasından ıslıklı bir sesle itiraz etti:
— Neden kalmadı Nazlı?
— Ne kaldı ki? Sen söyle!.
— Maatteessüfsüz bir İzmir kaldı.
Bu acı nükteden anlamayan Nazlı şımarık, şımarık baktı. Yıldız aynı ses
ve tavırla:
— Evet maateessüfsüz bir İzmir kaldı. Maatteessüşü mahallelerin
damlarında yükselen alevler, koca bir tarihin cayır cayır yanan yüreğine su
serpti. Kül kömür olan ve kül kömür olması, ocaklarımızı tüttürecek olan,
maatteessüşü bir İzmir’de dolaşmaktansa, işte böyle tüten, duvarları, etrafı
çökmüş, eski, fakat maateessüfsüz bir İzmir’de yaşamak çok daha saadettir.
— Ooo! Lenfatik dizi! Sen İliklerine kadar sinirli olmuşsun. Ben mont
için, hot sosyete hesabına söyledim.
— Ben de bizim İzmir hesabına.
—- Vuayon dizi! Vuayon! Darılma bana. Ben işte eski Nazlı’yım.
— Fakat biraz daha uzaklaşmış.
— E! köfer? Selavi..
Kalktı. Küçük aynasını çıkardı. Yanaklarını pudraladı, dudaklarını
rujladı. Öpüşmek için sokuldu ve Yıldız’ın buzlaşan yanağı üzerinde bir çift
kıpkızıl yara izi bırakıp çıktı.
Kadınlardan biri tereddütle sordu:
— Bu küçük hanım galiba Türk değil.
— Maatteessüf öyle.. Yahut onun gibi bir şey.
— Öyleyse siz de maatteessüf demeyiniz.
— Babası müslüman, fakat Türk değil. Zavallı annesi Türk’tü. Biz
mektepte iken öldü.
— Demek Ölümün de bahtiyarı olurmuş.
Uzaktan uzağa top seslerine benzer sesler yankılanıyordu. Ne olduğunu
sordu:
— Yanan yerler, dediler. Tek kalmış tehlikeli duvarları yıkıyorlar.
— Temellerini de ta dibinden söküyorlar mı?
— Ah, ne güzel yangın, o ne haşmetli alevdi Yıldız! Tanrı gökten bin bir
ateş sütunu indirseydi, yerden bir volkan çıkarsaydı da alınız dese idi, alınız
işte size bir ışık donatımı hediye ettim.. Bu kadar güzel, öyle ferah verici
olmazdı. Binalar yana yana yıkıldıkça, yıkılmış gönüllerimiz alev alev
yapılıyordu.
Vapurun düdüğü öttü. Yıldız balkona koştu. Beybaba birkaç eski dostu
ile konuşarak ağır ağır geliyordu. Yıldız sıkılmasaydı, koş koş! diye
haykıracaktı.
Salona girinceye kadar geçen beş dakika beş asır oldu.
Heyecanla bakıyordu. İhtiyar miralayın yüzündeki en küçük çizgide bir
mana arıyordu. Fakat Beybaba sakindi. Ne dudaklarında bir tebessüm, ne
renginde eksik bir pembelik..
— Ne oldu? Ne var? Ne yaptın?
— İyiyim, sen ne yaptın? Nasılsın?
— Şakanın sırası değil. Paşayı gördün mü? Konuşabildin mi? Murat’tan
bir haber var mı?
— Hayır. Hiç bir haber yok.
Yıldız belli etmek istememesine rağmen sarardı.
Beybaba elini tutarak devam etti:
— Görüştüm. Derhal kabul etti. İlk sözüm Murad’ı sormak oldu. Amma
bunu kendi hesabıma sordum ha! Seni hiç düşünmedim.
— Düşünme. Sordun, ne dedi?
— Sordum herhalde.. Hem boynumu bükerek sordum, acısın da işin
doğrusunu söylesin diye. Bu boyun büküşü de senin hesabına yaptım.
— Yeter Beybaba. Sonra?
— Sonra birtakım kağıtlar açtı, dosyalar getirdi, fiskoslar etti. Yalnız
kalınca bana döndü.
— Ne dedi?
— Dur canım. Dedi ki, Murat hakkında bugün size müspet, menfi bir
cevap vermeğe yetkili değilim.
Ben de o zaman sahiden seni düşündüm ve Yıldız’a ne söyleyeyim?
Dedim.
Paşa bütün ciddiyetiyle dedi ki, Yıldız Hanım mücadelemizin kızıdır.
Matenetinden hiç şüphe etmeyiz.. Eğer size inanmazlarsa yarın bana
gönderiniz. Bana gelsin, ben ona söylenecek şeyi söyleyeyim.
Fakat bugün, hayır.. Fazla durmak gereksizdi, bunu sen de takdir edersin.
— Bu çok belirsiz bir cevap Beybaba..
— Gizli veya açık orasını ben bilmem, seninle Paşa bilir. Ben de ikinizin
ciddi, metin insanlar olduğunuzu bilirim. Fakat şu kadar söyleyeyim ki
aldığım cevap bende hiç de menfi tesir yapmadı. Her nedense içimde bir
ferahlık var. O kadar ki şimdi Süleyman burada olsaydı, konyağından bir
kadehe ortak çıkardım.
Yıldız yavaşça dışarı çıktı. Beyninde ve kalbinde müthiş bir savaş
başlamıştı.
Paşa kara bir haber mi verecekti? İyi bir şey olsaydı açıkça söylerdi. Bu
haber kara da olsa, beyaz da olsa çelik gibi durmaktan, çatlak bir kubbe gibi
ses vermemekten başka çare yoktu.
Yahut bir çare vardı ki..
O çareye birkaç saat sonra başvurdu:
Yatma zamanı, başını iki yastığın arasına alarak bütün kadınlığın yaşları
ve hasretlerile sabaha kadar ağladı.
MAVZER MERMİSİNE BENZEYEN GENÇ
KIZ

Beybaba ciddi bir sesle itiraz etti:


— Ben seni böyle götürmem!
— Ne var Beybaba? Bu İtiraz neden?
— Rengin uçuk. Adeta hastasın. Galiba dün akşam yine huysuzluk ettin.
Yoksa uyumadın mı?
— Bu gidişle renk arasında ne ilişki var?
— Seni fildişi, toz pembesi renginde bir çelik parça olarak götürmek ve
göstermek isterim. Dudaklarında granitten sağlam ve gül yaprağından ince
bir tebessüm bulunmalı. Bakışlarındaki tatlı metanet, kahramanların
bakışlarından farklı olmasın.
Sen de bir kalp ve toprak kahramanısın! Bu hâlin benim izzetinefsime
dokunur. Murad’ın babası, beybabanın kızını Murat gibi görmek ister.
Murat’ın sevgili Yıldız’ını bir hüzün külçesi hâlinde mi götüreceğim.
Vallahi götürmem! Senin başın için şuradan şuraya kımıldamam!
— ...................
— Ha şöyle! Gül bakayım. Fakat bu da istediğim gibi değil. Gerçek
tebessüm gerçek neş’e istiyorum.
— Daha nasıl olsun Beybabam?
— Beni dinle. İkindiye kadar vaktimiz var. Şimdi sen doğru banyoya
girersin Bir saat kımıldamadan istirahat edersin. Sonra öğleye kadar üç saat
uyursun.
Kalkınca bir güzel karnımızı doyururuz. Saat üçe doğru giyinir, kuşanır,
gideriz.. Anlaşıldı mı küçük hanımefendi hazretleri!
Yıldız, Beybabanın kutsal sevgisi huzurunda kabahatli, mâsum bir bebek
gibi boynunu bükerek gülümsedi:
— Peki, öyle olsun Beybabacığım..
İhtiyar miralay, Yıldız’ın başını avuçları içine alarak tepesinde iki tarafa
ayrılan saçlarındaki gri çizginin üstünden öptü. Fazla heyecanlı olan Yıldız,
saçlarına iki damla yaşın düştüğünü anlıyamadı.
Ses çıkarmadan dışarı çıktı.
Beybaba yalnız kalınca, kendisini denize karşı bir koltuğa attı ve derin
derin içini çekti. Dündenberi şüphe onun da kalbine gizli bir damla zehir
akıtmıştı.
Murat hakkında seri ve kat’i bir haber alacağına o da Yıldız kadar
emindi..
Fakat o belirsiz açıklamanın karşısında kalınca ve işin Yıldız’da
biteceğini anlayınca aynı korkunç zan onun da beynini bulgulamağa baş-
lamıştı. Murad’ın acı sonunu Yıldız’a ancak kumandan Paşa söyleyebilirdi
ve yalnız onun etkili telkin nutku kızı yatıştırabilirdi. Kumandan da bunu
takdir ettiği için çok sevilen Murad’ın aziz hatırası namına, çok sevilen
Yıldız’a karşı bu vazifeyi kabul etmesi ihtimali pek kuvvetliydi. Eğer basit
bir şey olsaydı, vaziyet ve hakikat kötü olmasaydı..
Miralay; “Murat filan yerdedir..” Diyecekti.
Yahut açık açık:
— Dostum! Saadeti yarım kalan gelinini teselli et, onun tahammül
kuvvetini artırmağa bak, ne yapalım? Murat da diğer dönmeyen
arkadaşlarının kutsal kafilelerine katıldı. Derdi.
Fakat demedi.. Yıldız’ı bana gönder, dedi, ona söyleyeceklerim var..
Bunu söylerken Paşa’nın yüzünde müspet veya menfî hiçbir çizgi
görmemişti. Fakat bu düşünceyi derinleştirdikçe sırrına eriyordu. Büyük
işler yapan kumandanlar felâketi ve saadeti aynı şeklide karşılarlar. Bu
özelliğin vaktiyle ve hatta hâlâ kendisinde de bulunduğunu hatırladı.
İhtiyar miralay birtakım zıt fikirler, ihtimaller içinde bunalmıştı. Ayağa
kalktı. Hizmetçiler’e Yıldız’ı sordu. Banyoda oilduğunu haber verdiler.
Tavsiyelerinin tutulacağını anlayınca “ben yemeğe geleceğim” diye çıktı.
Biraz rıhtımda dolaştı. Sabah vapurlarını seyretti.
İçinde belirsiz bir sıkıntı vardı. Klübe girdi. Oradakilele birkaç kelime
konuştu.. Pencere önünde birçok genç gazeteci toplanmış, gürültülü bir lâfa
dalmışlardı. Bir İstanbul muhabiri Beybabayı görünce, haber atlatmak için
arkadaşlarının yanından sıvışarak geldi.
Allem kallem ederek:
— Bir röportaj istiyorum, dedi.
— Benden mi? Şaşarım buna.. Emekli beyaz, sakallı bir miralay size ne
söyliyebilir? Bu harpte bulunmadım ki..
— Harp hakkında değil efendim.
— Sulh hakkında da hiç bilgim yok.
— Hayır.. Şey.. Dikmen Yıldızı..
— Dikmen Yıldızı mı? O, evde uyuyor..
— Kimdir? Nedir? Hayatı?
— Bir gazete ile Yıldız’ın ne alâkası..
— Dikmen Yıldızı tanınmıştır da..
— Ha! Peki soyleyeyim.. Dikmen Yıldız’ı. İzmir’li bir beyle Denizli’li
bir hanımın kızıdır.
— Bunları biliyoruz efendim.
— Öyleyse başka türlü söyliyeyim: İzmir kızı ihtiyar miralayın oğlu
havacı yüzbaşı Murat Bey’in nişanlısıdır..
— !.. !..
— Başka bildiğim hiçbir şey yoktur oğlum. Çünkü eğer Dikmen Yıldızı
biraz mürekkeple, bir sahife kağıda geçecekse, onu kendisi başkasına
vaadetti ve o başkası işe başladı. Nah, şu karşı köşede Haydar Rüştü Bey’le
konuşuyor. Ona git, eğer notlarını kopya ettirirse istediğin kadar yazarsın..
Genç gazeteci kahkaha ile güldü. Beybaba sebebini sordu.
— Efendim, dedi. Ben arkadaşları atlatayım dedim, güya kurnazlık ettim.
Halbuki ben kendim atlamışım da haberim yok.
— Hem üç sene beri..
Bu kahkaha ve konunun açığa vurulması, bütün salondakileri bir araya
topladı ve Beybaba, yemek vaktine kadar içinde çöreklenen belirsiz
sıkıntıyı hissedemedi. Herkes yemeğe dağılırken o da yavaş yavaş yalının
yolunu tuttu.
Yemek odasına girince:
— Ooo! diye memnun oldu. İşte böyle olmalı. Kaynanaların sözünü
tutmamalı. Buna ben de taraftar değilim. Yüzde doksanının içi çıfıt
çarşısıdır. Fakat kayınbabaların sözü mutlaka tutulmalıdır. Çünkü
kayınbabalar, ne de olsa gürbüz, kelli felli, yakışıklı, enine boyuna
erkeklerdir, ötekilerse cılız, kaknem, mızmız.. Güzel gelinlerini kıskanan
cadalozlardır..
— Hele hele hele! Sağ olsaydı yine bunları söyler miydiniz?
— Ha!.. Bunu hiç aki’ma getirmemiştim. Sana doğrusunu söyleyeyim
mi? Söylemezdim kızım! Bak dikkat et, söyliyemezdim demiyorum,
söylemezdim diyorum. Çünkü şimdi de seviyorum..
— Ya o kaynanalık eder miydi?
— İşte bunda tarafsız olamıyacağım. Çünkü kendisini sevdiğim için
üzerine toz kondurmayacağım, mutlaka etmezdi, diye temize çıkaracağım.
Fakat siz kadınların hissine, kalbine, işine akıl ermez. Olur ki ederdi.. Sen
onları birak şimdi. Bak dediğime geldin. Pembe çelikten bir Yıldız oldun.
Mavzer mermisine benziyorsun Yıldız. Bir muzaffer kumandanın huzuruna
da işte böyle çıkılır. Hadi bakalım şimdi, külbastıya gel kulbastıya!
Baba kız karşı karşıya oturdu..
SON HABERİN KAPI EŞİĞİNDE

Sokak kapısından çıkarken Yıldız’a sezdirmeden bir durdu, tekrar genç


kızın endamına bakakaldı.. Koyu kahve renkli eşarbın altındaki baş bir
şaheserdi.. Venüs, Domilo denilen kasabada, davlumbaz kalçalı, damızlık ve
kasaplık ineğin - Yıldız dururken - ne diye güzel sanatlar tarihinin başına
geçip oturduğuna kızdı..
Kendi kendine, acaba dedi, ben mi yanlış düşünüyorum.. Venüs
güzelliğin ifadesi olmamalı.. Onun şöhreti mutlaka bilinmiyen san’atkârının
kalem ve çekiç kudretini gösterdiği için midir? Yoksa Venüsün güzellik
yönünden ha-mur işine düşkün, zengin konakların sütninesinden hiç farkı
yoktur.. Apollon da öyle değil mi? Birisi kadın çirkinliğinin, öteki dumura
uğramış erkek yumrucaklığının timsali. Sanki ne?
Onu deşen çekiç ve kalemde kudret var.. Fakat neye yarar ki, adaleli ve
kuvvetli görünsün diye her taraf; yumru yumru.. Bir kollar var ki güya
bozuk topraktan alınmış bir sepet yer elmasını ipe dizmişler, yamru yumru
bir şey olmuş.. Adına Apollonun kolları demişler..
Demek oluyor ki geçmişte güzel sanatların işçilik tarafı almış yürümüş..
Fakat güzellik ve zevk tarafı kabalığa boğulmuş.. İşte Venüs! İşte Apollon!
Hele bilhassa işte parmak parmak kaşlı, püskürme et benli, sağ memesi
sol omuzunda, sol memesi sağda olan Heftipeyker cadısı Kleopatra.. Zaten
ona da mantosundan, miğferinden ve fiyakalı ayak sandallarından başka
görülecek bir şeyi olmayan löp löp Antuvandan başkası nasip olmamış ya..
Şu efsâne va katakulli müellişeri, tarihçileri de ne garip insanlarmış.
Kleoda dehşetli bir yılan zehiri varmış da buluştuktan sonra aşıklarını
onunla öldürürmüş. Yalan vallahi! Ne zehir vardi, ne turunç şerbeti..
Kleopatra’yı öpmek, ona uzatmak tenezzülünde bulunmak, bekar evlerinin
mamalarına benziyen kalın sesini işitmek, başlı başına zehirmiş ve bu
rezaletle, çirkinlikle zehirlenirlermiş..
Çirkin kadın şüphesiz güzeldir. Çirkin kadındaki o ince, o erişilmez
güzelliğin nüktelerini, sırlarını sezmeli. Fakat.. Fakat dev anasının ebesine
benzeyen şişman bir kadını öpmek Karaağaç mezbahasındaki çengele
asılmış sığır budunu çiğ çiğ ısırmağa benzer..
Bak şu profile ihtiyar miralay! Bak şu koyu kahverengi örtü ile sarılmış
Yıldız’ın başına!..
Sonra açık kahverengi tayyörün çizdiği süzme görüntüyü derin derin
seyretti.. Yüksek ökçeli, kiremit rengi iskarpinler içinde kaybolan bal rengi
bacaklarına daldı. Bir aşk hediyesi olmak için özenle kuyumcudan geçmiş
sedef külçesini andıran ellerine baktı. Ve nihayet bastonuna dayana dayana
hızlaştı; Yıldız’ın koluna girdi. Dayanamadı, Yıldız’ın kolunu kalbine
bastırarak:
— Kızım! dedi. Kızım ben dünyanın en bahtiyar kayınbabasıyım.
— Çünkü Murad’ın babasısın.
— Hayır, sade onun değil, ikinizin de.. Şimdi sen bir adım önümden
giderken sana baktım, Murad’ımı hatırladım ve neler düşündüğümü ve
neler hissettiüimi bilir misin?
— Söylersen bilirim, Beybabam.
— Söyleyim de altmışından sonra san’at kritiğine yeltenen bu sakallı
çocuğun samimi saçmalarına gül.. Amma bir bakıma da ben haklıyım. Aşil,
arabasının yaylarına Agamemnun’u bağlayıp sürüklemiş. Ne kadar bayağı,
alçakça gösteriş değil mi? Fakat Murat; uçağının kanatlarından bütün bir
vatana hayat ve feragat serpti ve şu anda bile arkasında, önünde ve etrafında
dalgalanan şöhretini benimseyen bir meçhulün içine gömüyor. Bu sonsuz
şöhretin nerede olduğunu biz bile aramağa gidiyoruz. Şu sağımızda oturan
süslü itin lâşarına dikkat et; Milli Mücadele’de kaç santigram top güllesi
kaçırdığını, kaç ton sesle bangır bangır ilan ediyor kerata! Sanki Mehmet,
Şehzadebaşı karakolunda göğsüne bir dizi süngü yemedi.. Sanki Ahmet
Sakarya’da ölmedi.. Sanki Hasan Muratdağlarında katmadı.. Sanki Hüseyin
en mütevazı bir yokluğa, en kutsal sevgilerini, emellerini vakfetmedi..
Yalnız bu yaptı ve yalnız bunun, külüstür bir vapur güvertesinde ilan
etmeğe hakkı vardır..
İzmir kızlarının kapandığı Aydın mağaraları dile gelse de Türkün bu son
tarihine de karışmak isteyen bu canlı ve klasik alçakların ağızlarına kurşun
akıtsa.. Kızım! Büyük millî hadiselerin ön saşarına daima şüpheli, arka
saşarına daima şüphesiz bak.. Kargaşalıktan istifade etmesini bilen güven
ve fazilet haydutları vardır ki, birer Fantoma kurnazlığı ile o saşara
sokulmanın yolunu bilir. Arka saşarda bu yoktur, oradakilere gösterilen
güven ve fazileti kimse aşırmaz..
Şu büyük Türk inkılabı tarihinde Türk neferi, Türk subayı, Türk havacısı
o güven, fazilet ve feragat çelengini daima başında taşımaktadır. Bak şu
sıllığa! Şu karşımızda oturan boyalı yelloza bak Yıldız! Babası bir
milletvekilinin dayısının mektep arkadaşıymış..
Öyle demedi mi? İşte zavallı kontrol memuruna bunun için arsız arsız
çıkışıyor. Sırf bu büyük sıfat için!
Halbuki sen dağ başlarında kaç kirli yanaklı çoban çocuğu öptün. İşte
kızım! Sana baktım Murad’ı hatırladım da neler düşündüm ve nelere
hükümler verdim..
— Fakat hâlâ o neleri öğrenemedim.
— Sinirlendim de sözümü şaşırdım.
Dedi ve Apollonları, Kleopatraları, Venüsleri anlattı. Yıldız gülerek,
yavaşça mırıldandı:
— Beybabam. O kadar heyecanlı, sözlü bir edebiyat yapıyorsun ki..
Kaleme de el uzatsan kuvvetli bir hiciv ustası olacaksın.
— Amma doğru değil mi? Ben seni gördükten sonra davlumbaz kalçalı
Venüse, hipopotam Kleopatraya bakar mıyım?
Murat dururken ne Makedonya’nın kik burun İskender’i, ne Homerin
Hektor’u yoktur. Bütün bunları şu prensipte toplayabiliriz: Türk güzeldir ve
Türk kuvvetlidir.
— Ve şu prensiple tamamlayabiliriz:
— ??.........
— Türk güzel olmak ve kuvvetli olmak için çalışır.. Tam bu sırada yırtık
bir ses duyuldu:
— Ooo! Kalimera.
— Kaismera! Posti kala?
Beybaba döndü baktı. Yıldız sarararak irkildi. Etrafta çatık kaşlı bir
mırıltı belirdi. Yıldız birdenbire:
— Efendiler! dedi. Bizi rahatsız ediyorsunuz.
Biri tek taş pırlantalı olan parmağına, parmak kalınlığında altın kösteğini
dolayarak alay etti:
— Yati (niçin) küçük hanumi?
— Çünkü sesiniz çok çirkin.
— Başka yere gidebilirsiniz.
— Ben mi?
— Eğer bu saygısızlığınızda devam ederseniz, sizi denize atarım!
Vapurun güvertesinde bir alkış fırtınası esti.
Yıldız hiçbir şey duymamıştı. Ayakta dimdik duruyor, cevap bekliyordu.
Cevap şu oldu:
— Bu bir terbiyesizliktir!
Der demez vapurun öten düdüğünden de sert bir tokat şakladı.
Aydın dağlarının mağarasında ve milli cephe siperlerinde mavzer kabzası
tutan el, eski kuvvetini bulmuştu.
Yıldız, derhal ikisinin enselerinden tutarak kafalarını birbirine trak, trak,
trak!! diye çarptı.
Ortalık karıştı. Mavi İzmir denizi dalga dalga oldu.
Sanki:
— Atın bize yutalım!
Der gibi dalgalar küpeştede köpürdü.
Halkın hamlesi hakkın hamlesidir. Halkın hamlesi Mondros’tan başladı.
Sevrden geçti, Muratdağlarından atlayarak İzmir’de Kordona dayandı. İşte
güvertede karışan, o halktan bir avuçtu. Vaziyetin kötülüğünü anlayan
Beybaba dehal fırladı ve haykırdı:
— Efendiler! Rica ederim, ilk ve son defa olarak bunları Dikmen
Yıldızı’nın tokatına bağışlayınız.
Dikmen Yıldızı!
Bu isim bütün vapuru sarstı. Bu ismi işiten kaptan, köprüden seslendi:
İzmir kızının şerefine!.. Ve düdük üç defa uzun uzun öttü.
Vapur Kordona yanaştı.. Yolcuların hiçbirisi çıkmadı. Saf insanların
ibadetli tavırlarıyla sıra oldular. ve Dikmen Yıldızı kutsal kadın vakarı ve
bir ideal güzel kız çekiciliği ile, bu çarpan kalplerin açtığı dehlizden
süzüldü geçti. Arkasında pembe yüzlü, beyaz sakallı, tek havarisi.. Ağır ağır
takip ediyordu.
Arabaya bindiler, kamçı sakladığı vakit Yıldız, deniz tarafına birikmiş ve
artık kurtulmuş felâketzede hemşehrilerini başıyla selamladı.
Yolda hiçbir şey konuşmadılar.
Güya aziz hiddetlerini serbest, kendi seyrine bırakmışlardı. Yalnız
kumandanlık kapısında arabadan indiler.
Genç yaver koştu.. Yıldız’ın elini sıktı. Beybabanın koluna girdi.
Merdivenleri çıkıyorlardı. Büyük sofada Paşanın odasına doğru ilerlerken
Yıldız gayri ihtiyârî soldaki boy aynasına baktı. İhtimal rengini görmek
için..
Kapının önünde elindeki çantasını sezdirmeden kalbinin üstüne basarak
içeriye girdiler.
Kumandan pecere önünde, ayakta duruyordu. Sağdan gelen güneş,
solunun profiline öyle keskin bir silüet çizmişti ki tıpkı..
Hayır, bu, Yavuz’a değil, fakat Yavuz buna benziyordu.
SON SANİYE

— Nasılsınız Yıldız Hanım?


— Çok İyiyim Paşa Hazretleri.
— Ne kadar iyi?.
Muzaffer kumandanın ciddi ve kibar bir şaka ile soruşu çok inceydi.
Kapıdan girerken el çantasını kalbinin üstüne bastıran Yıldız artık kendine
gelmişti. Bu soruya ayni kuvvetle bir cevap vermiş olmak için kolunu
geriye doğru uzatarak:
— Ta, dedi. Aydın dağlarındaki mağaranın kızı kadar iyiyim Paşa
Hazretleri.
— Murad’ın şehit oluşuna müteessir oldunuz mu?
Görünmez bir ok Yıldız’ın göğsüne saptandı.
O sorudan sonra bu soru o kadar beklenmezdi ki..
Derhal kendini topladı. Hatta sarardığını hissetiği Beybabaya yan gözle
bile bakmadı.. Murad’ın şehit oluşuna müteessir oldunuz mu? demek,
düpedüz. Murat öldü demekti..
O halde Murad’ın ölümüne, Murad’ın nişanlısı gibi cevap vermeliydi:
— Murad’ın şehadetine müteessir olmak için bir sebep görmüyorum Paşa
Hazretleri, dedi, Zannedersem Beybaba da benim fikrimdedir.
Kocatepeden bir milletin kaderine telefon eden Paşa, balmumu gibi
sarardı. Büyük insanların pembeleştiğini ve sarardığını görmek de bir
mazhariyettir.
— Murat’tan size kalan..
— Bir nişanlılıktır aziz kumandan.
— Hayır, başka bir şey.
— Başkalarına saadet veren gipgizli bir matem.
— Hayır, Yıldız Hanım, daha başka.
— Murat’tan bana İzmir kaldı Paşam.
— Hayır, İzmir’in içinde bir şey.
— Bir Beybaba?
— Hayır, ona benzer bir şey.
— ?........
— Belki ondan bir parça.
— Kuvvetimi imtihan mı ediyorsunuz Paşam?
— Hayır, tam numara alan kuvvetinize lâyık notu vermek istiyorum.
— O halde bana kalan o şeyi bana veriniz.
Yıldız ve Beybaba aynı şeyi düşündüler: Murat’tan delik bir kask, kanlı
bir ceket, delik bir fotoğraf..
Savaşırken ölen Murad’ın göğsünden ve sırtından çıkacak herhangi bir
şey, bir yadigârdan başka ne olabilirdi?
İkisinin de kalbi düğümlendi, şakakları sancıdı, gırtlakları kurudu. Fakat
Yıldız tekrar edebildi:
— O halde o kalan şeyi bana veriniz.
— Buyurunuz alınız, şuradadır.
Kumandan parmağının ucuyla masasının köşesinde duran kalın bir paketi
işaret etti.
Bu katın paket önünde Beybaba neden, evladım! diye yerlere serilmedi
ve Yıldız, Murat! diye niçin yeni baştan çıldırmadı.
0nu ben bilmem.. Türk’ün ilkılâp tarihine sormalı. Bu ambalaj kağıdına
sarılan kalın pakette şüphesiz Murad’ın terekesi vardı. Onlar da pek basit
şeylerdi: Yıldız’ın mektupları, delik kask, kanlı ceket, parçalanmış kol saati
vesaire..
Beybaba bütün metanetine rağmen bir buz yığını halinde donakaldı.
Murat olmadıktan sonra bütün kainat bir bakkal kağıdı içine sarılıp
Beybabaya hediye edilse gözünde yoktu.. Ve elini uzatacak tenezzülü
izzetinefsinde bulamadı. Yani ölen Murat ve yırtık, kanlı ceket..
Bir şimşek süratiyle bunları düşünür düsünmez, Yıldız’a baktı. Yıldız da
ayni şeyleri düşünmekle beraber, her metin kumandanın asker olmayacağını
göstermek ister gibi bir adım attı ve elini pakete uzattı.
Her şey bitmiş, son ümitler de mahvolmuş, artık yalnız sonsuzluğa kadar
kayıp Murad’ın matemi ve tahammülü kalmıştı..
Elinin titreyişini göstermek istemiyen Yıldız paketi kaldırmak isterken
ince ipliği koptu ve masanın üzerine bir dizi beyaz kağıt döküldü.
Beybaba bir taş parçası hafinde Yıldız’a bakıyordu..
Kumandan bir çelik parçası halinde Yıldız’a bakıyordu.
Yıldız, güzel bir hayretle dökülen kağıtlara bakıyordu..
Genç yaver, alt dudağını ısırmış, Yıldız’a bakıyordu..
Pencereden giren akşam güneşi kumandanın silüetine.. Beybabanın
kireçleşen yüzüne, Yıldız’ın gizli gizli titreyen eline ve genç yaverin
ısırılmış alt dudağıyla şen gözlerine bakıyordu.
Yıldız, yarası derin bir kuş gibi mırıldandı:
— Bunlar yazılı kağıtlar.
Kumandan gözlerine bakmaktan çekinerek cevap verdi:
— Evet, matbaa harşeriyle dizilip yazılan.
— Murat’la bunlar arasındaki münasebet?
— Murat’la sizin aranızdaki münasebettir?
Sahne yeterdi.
Mağaranın kızı nekadar metin olursa olsun bu son darbeye karşı daha
zayıf olduğunu göstermemeği başaramadı.
Bir tanesini çekti, heyecanlı bir sesle okudu:
(..... Adres yeri boştu.. Muhterem efendim.
Kızım Yıldız’la, kıymetli hava subayı binbaşı Murat Bey’in nikahları ou
ayın (.... tarih yeri boştu) icra edileceğinden lütfen..... saatte Karşıyakadaki
evimizi teşrifiniz... ilah)

Yıldız Kumandana.. Beybaba Yıldız’a.. Ve Kumandanla genç yaver


ikisine baktı..
Kumandan yavaşça:
— İmzalar, dedi. Onu da okuyunuz. Yıldız onları da okudu:
— Yıldız Hanım’ın babası Kamil.. Binbaşı Murat Bey’in kumandanı.
Yıldız, hırçınlığını gizleyemediği bir sesle sordu:
— Ölen Murat’tan bu muamelesi eksik kalmış kağıtlar mı kaldı?
— Evet, dedi, Kumandan.. Bunların muamelesi eksik kaldı. Gün ve saat
yeri eksiktir.. Bu gece muhterem miralayla onları tesbit ve kaydedip bana
gönderiniz de yarın imza edeyim.
— Kumandan!
Diye Beybaba acı acı inledi.
Kumandan bu sefer gülümsiyerek sordu;
— Yıldız Hanım namına Kamil Bey imza ediyor. Murat Bey namına ben
imza etsem çok mu? Bunu benden esirger misiniz?
Bunu bana çok görür müsünüz ki Murat benim ve Türkiye’nin - sizden
evvel - oğludur.
Bu sefer de Yıldız aynı acı sesle inledi:
— O halde Murat nerede?
Kumandan ilk defa hakkaha ile güldü ve Yıldız’ın çenesin okşıyarak:
— Dikmen Yıldızı! dedi. Bir kumandan yanında bu kadar acele edilmez.
Hava binbaşı Murat Bey, öbür adı palamut tüccarı Mösyö Binito Valkiyeri
bir saattenberi nişanlısını içerde odasının kapısından dinlemektedir.
Sonra yanaklarını okşıyarak ilave etti:
— Evlat sevgisini bilen bir kumandanın bu küçük sürprizine karşı
darılmazsın değil mi İzmir kızı?! Biz ki seni aylarca üzdük, ben ki sana
Murad’ın bugün ve bir saat evvel ecnebi bir vapurla geleceğini söylemedim.
Bu da benim zevkim olsun Çaldağın Dikmen Yıldızı!
— Murat içerde mi?
— Buraya gelmesine emir vermediğim için içerde durmak
mecburiyetindedir.
Yıldız, Kumandanın tuttuğu elini sarstı öptü. yüzüne sürdü ve fırlatarak
içeriye fırladı:
— Murat! Murat! Murat!
Genç yaver, serçe parmağını, ıslanan kirpiklerine götürdü.
Beybaba zangırdayan dizleriyle Murad’ın odasına doğru ellierini
uzatarak ilerledi ve kumandan yüzünü büsbütün pencereye dönerek gizlice
mendilini çıkardı.
Paravanın arkasından, Murad’ına kavuşan Türk İnkılabının sesi
geliyordu;
— Murat! Murat! Murat!
***
Genç Türk pilotları!..
Genç Türk subayları!
Genç Türk denizcileri!
Bu eserimi sizin büyük namınıza yazdım ve büyük namınıza ithaf
ediyorum.
Bu nesil ve siz, üç kuruş aylık ve iki para gündelik için mukaddesatını
çiğneyip size ve bana saldıranlara rastlayacaksınız.
Yılmayınız, inkılabın teğmenleri! Darılmayınız
Kumandanları! Mademki hepiniz bir Muratsınız ve her Türk kızı bir
Dikmen Yıldızıdır..
Yağız ve şık subaylar!
Lepiska ve şirin subay sevgilileri!
Birbirinizi şeviniz. Murat gibi ve Yıldız gibi seviniz. Başlarından az veya
çok sene geçmiş, aylık gerilemelerine karşı kalpleriniz Türk tarihinin birer
çelikten barikatı olsun!
İnkılapçı Türk genci ve genç subay!
Ben, şu, öteki ve beriki göçüp gideceğiz..
Bizden sonra siz varsınız.
Ben saçı ak pak olmuş bir inkılâp çocuğu idim. Sizin de saçı ak pak
olmuş ve inkılâptan kurtulamamış birer vatan çocuğu olmanızı diliyorum.
Yıldızlar! Dikmen Yıldızları!
İzmir kızları, vatan kızları! Meyus olmayınız.
Hepinizin kalbine bir Murat mukadderdir, inkılap ordusunun karada,
havada, toprakta can verecek neşeleri size vaad edilmiştir.
Dikmen Yıldızı!
Görüyorsun ki sözümü tuttum, adını vermedim ve adını ideal adlar
arasına soktum. Geçen hafta bir mektubunu aldım. Cevap veremedim ve
sen de Murat da, çocuğunuz da beni affediniz.
Size bir şey yazmadım, fakat bu eserim, candan mektubunuza candan bir
cevap olsun!
Subaylar! Etrafınızdaki Dikmen Yıldızlarını;
Dikmen Yıldızları! Etrafınızdaki Muratları seviniz inkılâp subayları ve
inkılâp Yıldızları!
Sizi çok iyi tanıyan ve sizin çok iyi tanıdığınız ben, bu dünyaya gözlerimi
kapamadan veda ediyorum: Allahaısmarladık feragatli Yıldızlar!
Allahaısmarladık feragatli subaylar..
Ankara — Dikmen

SON

You might also like