Professional Documents
Culture Documents
50 Aqidah Fragen U. Antworten
50 Aqidah Fragen U. Antworten
it/akidenotlari
TAĞUT MESELESİ:
"Tağut" kavramının sözlük manası "haddi aşan" demektir. Istılahtaki manası yani İslam'daki
manası ise; 'Allah ile kulunun arasına giren ve kulunun Allah'a ibadet etmesine engel olan her
şeydir.'
Tağutlar temel olarak 2 sınıftır; 1) genel tağutlar, 2) özel tağutlar.
2) Özel tağutlar: Kulun şahsi hayatında özel olarak bağlanıp Allah'la kendi arasını aldığı ve
kutsallaştırdığı her şeydir.
Yine mesela İsa Aleyhisselam, Müslümanlar için Allah'ın kulu ve elçisidir. Ancak Hristiyanlar
için özel bir tağuttur çünkü İsa Aleyhisselam'ı kutsallaştırarak put haline getirip kendilerine özel
bir tağut yaparak ilah edinmişlerdir.
Yine örneğin futbol takımları, Müslümanlar için futbol takımları sadece birer takımdır ve başka
bir şeyi ifade etmez. Maç olduğu zaman izlemek isterse izler ve daha sonra televizyonu
kapatıp normal hayatına devam eder. Ancak takımların fanatiklerine göre futbol takımları bir
tağut olur çünkü artık hayatları o futbol takımından ibaret olmuştur ve sürekli konuşmalarında,
hayallerinde, planlarında vs. o futbol takımlarından bahsederler.
Bu fanatiklik kulun üzerine farz ibadetlerini yerine getirmesinde artık bir engel oluşturarak özel
bir tağut olur. Örneğin herhangi bir siyasi parti, tarikat şeyhi, araba, ev vb. örnekler tağut
olarak daha da arttırılabilir.
Ayette Görüldüğü üzere Allah azze ve celle tağut'u reddedip Allah'a iman edenleri müjdeliyor.
Allah azze ve cellenin kullarına olan müjdesi herkesin de tahmin edebileceği üzere cennettir.
Allah subhanehu ve teâlâ kullarına bir fiili yapmaları dahilinde direkt cennet ile müjdelediği
başka bir ayet yoktur. İşte tağutun reddi bu kadar önemli bir kavramdır.
Bu ayette, Allah azze ve celle tüm peygamberlerin gönderiliş amacının tağutların reddedilip,
Allah'a iman edilmesi olduğunu buyuruyor. Tağutun reddi iman etmenin en önemli gereğidir.
Mesela "La İlahe İllallah" lafzındaki La ilahe'nin anlamı Allah dışında tüm ilahların reddidir. Bu
ilahların içinde her türlü tağut bulunmaktadır.
Ayet ne kadar da açık öyle değil mi? Bakınız, İmanın şartı 6'dır. Birinci şartı da Allah'ın
varlığına ve birliğine imandır. Tağutu red meselesi işte Allah'ın varlığına ve birliğine imanın ana
şartıdır. Çünkü Allah, az önce bahsettiğimiz Bakara suresindeki 256 ve 257. ayetlerde "her
kim tağutu reddeder ve Allah'a iman ederse" buyurarak Allah'a imandan önce tağutun
reddini şart koşmuştur. Devamında da Görüldüğü üzere tağutu reddedenlerin İslam ipine
sarıldığını ve bu ipin hiçbir zaman kopmayacağını bildirmektedir.
Ardılı olan 257. ayette ise Allah subhanehu ve Teala tağutun dostlarının, destekçilerin ve
yardımcılarının kafir olduğunu bildirmiştir. Nitekim kafirler tağutları reddetmezler ve onlar
Allah'ın buyurduğu gibi cehennemde ebediyen kalacaklardır. Sahih bir iman sahibi olabilmek
için tağutun reddedilip Rabbimizi Tevhid üzerine birleyip Allah'a iman etmek gerekmektedir. Bir
insan isterse her gece Teheccüd namazına kalksın, hatta kuşluk ve evvabin namazlarını kılsın,
hayatı boyunca Davut orucu tutsun; tağutu reddetmezsa asla ama asla Müslüman olamaz.
Ayet çok açıktır. Allah tağutu red etmeyenlere Müslüman adını vermemiş aksine açık açık kafir
demiştir.
Görüldüğü üzere Allah'ın katında tağuta kul olmak ne kadar kötü, ne kadar aşağılık ve ne
kadar da büyük bir azaba tabi olmaya neden olan bir ameldir.
Sahabeden İbn Abbas (ra) diyor ki; Ayetteki "cipt" taptıkları putlardır, ayetteki "tağut" ise
putların önünde duran ve putlar adına konuşup toplumu yöneten önderlerdir.
Bu ayetin nüzul sebebi, birazdan ele alacağımız "tağuta muhakeme" konusunda vardır,
oradan okunulup öğrenilebilir. Kısaca derlemek gerekirse, bu ayette Allah'ın kitabı haricinde bir
kanun, anayasa veya düzmece karinelerle hükmetmenin küfür olduğu apaçık şekilde belirtilir.
Bu ayet günümüzdeki sahte tevhidçilerin iddia ettiklerinin aksine, çok net bir delildir.
Yine burada, sofi hocalarca, "tağut dediğiniz şey sadece şeytandır veya puttur"
denilmesine de apaçık bir şekilde reddiye vardır. Zira, şeytan insanları muhakeme
edemediğine göre bu ayette "insan" tağutlardan bahsedilmektedir.
Bu ayet apaçık şekilde tağuta askerliğin küfür olduğunu belirtmektedir. Zira Allah'ın kitabı
haricinde bir kitapla yönetilen sistemler tağuttur. Onlara askerlik yapanlar da ayete göre tağuta
askerlik yapmış olur ve bu ayetle karşı karşıya kalırlar. Dolayısıyla da küfre girmiş olurlar. Tabi
ikrah altında kalkıp askerlik yapmak veya başka yol kalmadığı için kerhen askerlik yapmak bu
sınıfa dahil değildir çünkü ortada bir icbar (mecburiyet) durumu vardır.
Görüldüğü üzere Allah azze ve celle bir kavme, tabi oldukları sistem üzerinden tağut dedi.
Görüldüğü üzere Allah bir insana tağut demiştir hem de bir ayette değil iki ayette de aynı
şekilde noktası virgülüne aynı lafzı buyurmuştur.
Görüldüğü üzere Allah tağutlaşmış bir sisteme sahip olan beldeye tağut dedi.
Yukarıda, İbrahim Suresi 21. ayetin açıklamasında bahsettiğimiz hadis, ilk tağut hadisimizdir.
Ayrıca, bu bahiste bahsedeceğimiz hadislerin hepsi sahihtir.
Sahih-i Buhari'de ve İbnul Hacer'in Fethül Bari eserinde geçen bir hadiste, Rasulullah şöyle
buyurmuştur:
"Kıyamet gününde Allah bütün insanları bir araya toplar ve şöyle buyurur; her kim neye
tapıyorsa onun peşine düşsün. Artık güneşe tapmakta olan güneşin peşine düşer, aya
tapmakta olan ayın peşine düşer ve tağuta uyanlarda tağutların peşine takılır giderler." (Buhari
14/6471, İbni Hacer Fethu’l-Bari 13/6573)
Tebarani'nin Mucemul Kebir'inde geçen bir hadiste Ebu Malik El Eş'ari Radıyallahu Anh şöyle
rivayet ediyor: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sahabesine şöyle söylerdi; "Yatmadan
önce şu duayı okuyun Amentü billah ve kefertu bit tağut." [Duanın anlamı: Allah'a iman ettim,
tağut'u Red ettim.]
(Kaynak: Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, Mektebetu İbn Teymiyye, Kahire 1994, III. 297.)
İmam Nesai, İmam Buhari, İmam Müslim ve İbni Mace'nin yaptıkları rivayete göre Hz.
Peygamber, Allah dışında başkası adına yemin etmekten nehy ederken "babalarınıza ve
tağutlara yemin etmeyin" ifadesini kullanmıştır.
(Kaynak:Nesâî, Kitâbu’s-Süneni’l-Kübrâ, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 2001,"iman", 10;
Muhammed b. İsmail el-Buhârî, es-Sahîh, "İman", 5; Müslim, es-Sahîh, "İman", 6; İbn Mâce,
es-Sünen, "Kefâret", 6.)
Bu yeminlere örnek olarak evliya üzerine veya para üzerine ya da kişinin tağut edindiği bir şey
üzerine yemin etmek örnek olabilir.
İmam buhari'nin, İbni Hacer'in ve İmam Müslim'in naklettiği bir hadiste Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem Kab Bin eşref'e tağut dedi ve onu öldürttü.
Kaynak: Buhari 8/ 3777, İbni Hacer Fethu’l-Bârî 8/4037, Müslim 1801/119
İbnu Ebi Hatim`in Abdullah bin Abbas (r.a.)`tan rivayet ettiğine ve İbnu Cerir`in Şa`bi`den
rivayet ettiğine göre NİSA 60'TAKİ TAĞUT KAB BİN EŞREFTİR.
İbn-i Saad'ın Tabakat kitabında ve İbni Ebi Şeybe'nin Sünen kitabında Hz.Ebubekir'in
Müslüman olması anlatılırken Ebubekir, Resulullah'a "Sen neye çağırıyorsun" diye soruyor
ve Resulullah da "Allah'a iman etmeye tağut'u reddetmeye çağırıyorum" buyuruyor. (Siyer
Yayınları)
İbni Ebi Şeybe'nin Sünen'inde ve Musannef de geçen bir rivayette, sahabeler çocuklarına
konuşmayı öğrendikleri zaman şunu öğretirlerdi: "Amentü billah ve kefertu bit tağut." (Bkz:
“el-Musannef”, 3518 nolu rivayet)
İmâm İbn Cevzî rahimehullâh, tâğut kavramının tanımına dair şöyle demiştir:
“Tâğuttan neyin kastedildiği hakkında beş görüş vardır. Birincisi: O, şeytândır. Bunu Ömer bin
Hattab, İbn Abbas, Mücâhid, Şâbi, Suddi ve diğerleri demişlerdir. İkincisi: O, kâhindir. Bunu
Saîd bin Cubeyr ve Ebû’l-Âlîye demişlerdir. Üçüncüsü: O, sihirbazdır. Bunu Muhammed bin
Şirin demiştir. Dördüncüsü: Putlardır. Bunu Yezidi ve Zeccac demişlerdir. Beşincisi: Ehl-i
Kitâb’ın azgınlarıdır. Bunu da Zeccac demiştir.” [İbn Cevzî, Zâdu’l-Mesir: 1/231-232.]
İlk müfessirlerden Mukâtil bin Süleymân rahimehullâh tâğutu: “Şeytân, putlar ve Yahûdî Ka’b
bin Eşref” olarak üç farklı mânâda tefsîr etmiştir. [(Şeytân:) Bakara: 2/256; Nisâ: 4/76; Maide:
5/60 (Putlar:) Nahl: 16/36; Zumer: 39/17 (Ka’b bin Eşref:) Bakara: 2/257; Nisâ: 4/51. Mukâtil
bin Süleymân, el-Eşbâh ve’n-Nezir fi’l-Kur’âni’l-Kerîm: 142-143.]
İmâm Mâverdî rahimehullâh, bu tanımlara kötülüğü emreden nefsi de ilave etmiştir. [Mâverdî,
en-Nukt ve’l-Uyûn: 1/327.]
İmâm Beğavî rahimehullâh ise tâğutu şöyle tanımlamıştır: “Tâğut: İnsânın tuğyân etmesine
sebeb olan her şeydir.” [Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl: 1/350.]
Kadı Beydâvî rahimehullâh’a göre tâğut: “Tuğyânın zirvesine ulaşan, Allâh’a kulluğu
engelleyen şeydir.” [Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl: 1/155.]
Ragıb el-İsfehânî rahimehullâh “Müfredat” da, Allâh’ın dışında tapınılan şeylerin tamamı,
sapkın önderler, hayır yolundan çevirenler ve Ehl-i Kitâb’ın azgınlarının da tâğut olarak
isimlendirildiğini belirtmiştir. [İsfehânî, Müfredat: 1/520-521.]
Allâme Âlûsî rahimehullâh ise tefsîrinde tâğutla ilgili bütün bu görüşlere yer verdikten sonra
şöyle demiştir: “En doğrusu bütün bu sayılanlara tâğut demektir.” [Âlûsî, Ruhu’l-Meâni: 2/14.]
İmâm Mâlik rahimehullâh’a göre tâğut: “Allâh’tan başka (kendisine) ibâdet edilen her şeydir.”
[Mukâtil bin Süleymân, el-Eşbâh ve’n-Nezir fi’l-Kur’âni’l-Kerîm: 142-143.] Leys, Ebû Ubeyd,
Kisai, Vahîdî ve lügatçilerin cumhuru da bu görüştedir. [Nevevî, el-Minhâc fi Şerhi Sahîhi
Müslim: 3/18.]
İmâm İbn Kayyim rahimehullâh ise tâğut kavramı hakkında takdire şâyân bir tanım yaparak
şöyle demiştir: “Tâğut: Kendisine ibâdet edilme, bağlanılma ve itaat edilme noktasında haddini
aşan kul demektir. İnsânların tâğutu, Allâh ve Rasûlü’ nün kanunlarıyla hükmetmeyen,
Allâh’tan başka kendisine muhâkeme olunan, ibâdet edilen ve Allâh’ın emrine dayanmaksızın,
Allâh’a itaat etmeksizin kendisine tâbi olunanlardır. Bunları düşünür ve insânların durumlarına
bakarsan, insânların çoğunun Allâh’a değil tâğutlara ibâdet ettiğini, Allâh ve Rasûlü’nün
hükümlerine değil, tâğutların hükümlerine muhâkeme olduklarını, Allâh ve Rasûlü’ne değil,
tâğuta itaat edip tâbi olduklarını görürsün.” [İbn Kayyim, İlâmu’l-Muvakkıîn: 1/40.]
Zeccac (rh): “Allah dışında yüceltilen ve ibadet edilen her varlık cibt ve tağuttur.” demişlerdir.
Muhammed Bin AbdulVehhâb; Tâğûtlar çoktur. Ancak bunların önde gelenleri beş tanedir:
1 - İnsanları Allâh'tan başkalarına ibâdete çağıran Şeytan.
2 - Allâh'ın hükümlerini değiştiren zâlim idâreciler.
3 - Allâh'ın indirdiklerinden başka hükümlerle hükmedenler.
4 – Allâh’ın dışında Gaybı bildiğini iddiâ eden kişi.
5 – Allâh’ın dışında kendisine ibâdet edilen ve buna rızâ gösteren.(Ed-Durar'us Seniyye 1/162-
163)
İmam Maverdi, İmam Beğavi, kadı Baydavi, Ragıb el İsfahani, İmam Malik, ibnul Kayyum.....
ve birçok alimin de tağutla ilgili bu ve benzeri şekilde söylemleri nakilleri vardır. Bu kadar nakil
zikretmekle yetinmeyi uygun buldum.
Görüldüğü üzere, bazı belamların söylediği gibi "tağut bir tek şeytandır" lafı batıldır çünkü eğer
ki tağut sadece şeytan olsaydı Allah firavundan bahsederken ona "tağut" demezdi. Şeytan da
tağuttur evet ancak "tağut sadece şeytandır" demek çok büyük bir cahilliktir.
Tekfir Meselesi:
Tekfir: Kendisini İslam'a Nispet eden bir kişinin kafir olduğunu söylemektir.
Meseleyi oldukça basit bir dille özetlemek gerekirse; Kafir: "inkar eden" demektir. Allah'ın ve
Resulü'nün İslam'a dair bize öğrettiği herhangi bir karineyi inkar edene kafir denir.
İslam ile savaşmayan kimselerin canı ve malı haramdır. Harbi kafirle zımmi kafirin ayrımını net
bir şekilde yapmak lazımdır çünkü günümüzde bazı kendini selefe nispet eden cenahlar
herkesi harbi kafir sınıfına sokuyor ve tevhid davetini bu şekilde baltalıyor.
Nisa suresi 48. ayetin benzeri ayetler kur'an-ı Kerim'de onlarca yerde bulunmaktadır. Şirkin
affolunmadığına dair bu ayeti vermekle yetinelim. Görüldüğü üzere kul, Allah azze ve celle'nin
huzuruna bir konuda şirk koşar halde ulaşırsa Allah onu affetmeyeceğini ve
bağışlamayacağını net bir şekilde belirtmiştir.
Ayetin nüzul sebebi: Bir sahabeler, Kur'an okuyan diğer sahabelere şakalaşmak amaçlı "Siz
sürekli Kur'an okuyup yemek yediğiniz için kilo aldınız" diyorlar. Bu olay üzerine bu ayet nazil
oluyor.
Görüldüğü üzere Allah azze ve celle bu nifak ehli sahabelerin cehaletini hiçbir şekilde mazeret
olarak görmemiştir. Bu ayetten anladığımız diğer başka bir şey de Allah'ın ayetleriyle veya
Resulüyle alay etmek küfürdür.
İmam Ahmed Bin hanbel ve Ebu Hanife gibi alimler de "kim bir kafire kafir demezse O da
kafir olur" demişlerdir. Kafirin küfüründen teberri etmeden İslam dairesine girmek mümkün
değildir. Tabi "ikrah" durumları hariç. Tekfir dinin aslındandır fakat karşınızdaki kişi bunu size
sormadıkça ona söylemek zorunda değilsiniz. İtikat etmeniz yeterlidir.
Allah subhanehu ve Teala bu ayette, yeryüzündeki dinleri sayarken Allah'a ortak koşanları da
yani müşrikliği de bir "din" olarak belirtmiştir. Bu yüzden Yahudilerin ve Hıristiyanlardan teberri
olup tekfir etmek neyse müşrikleri de şirklerinden teberri edip tekfir etmek aynı şeydir. Zira
Allah bu ayette şirke de bir din demiştir.
Kafirun Suresi herkes tarafından bilinen bir sure olduğu için diğer tekfir ayetleri yerine sadece
Kafirun suresinden örnek vermeyi yeterli buldum. Görüldüğü üzere Allah azze ve celle
ayetinde direkt bir biçimde Mekke müşriklerini tekfir etmiştir. Ama burada ince bir nokta var.
Şöyle ki:
Görüldüğü üzere, Kafirun Suresi 6 ayette müşrikliğe bir "din" denilmiştir. Mekkelilerin bir dini mi
vardı ki Allah onlara "sizin dininiz size" demiştir. Onlar kendini İbrahim (as) peygambere nispet
ediyordu. İbrahim peygamber Hanif bir müslümandı ancak Mekkeliler kendilerine ne hanif ne
de müslüman diyordu. Burada "sizin dininiz size" cümlesini zikreden Rabbimiz, Mekkeli
müşriklerin binbir çeşit şirkine tek kalemde "din" dedi. Görüldüğü üzere şirk bir dindir.
İmran bin Huseyin'den (ra) rivayet edildiğine göre Resulullah (sav), elinde pirinçten yapılma
bilezik olan bir adam gördü. "Bu nedir?" diye sordu. Adam, "Kolumdaki ağrıdan dolayı bunu
taktım" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu "Onu çıkar! Çünkü bu, ağrını
arttırmaktan başka bir şey aramaz. Şayet bu bilezik üzerindeyken ölecek olsaydın bir gün bile
ebediyen kurtulamazsın."
Hiçbir kul peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem kadar yumuşak ve iyi olamaz.
Demek ki tekfirde bile yumuşaklığı ve iyiliği elden bırakmamalıyız.
Ebu Hatim'in rivayetine göre Huzeyfe radıyallahu anh'ın hummadan dolayı eline ip takmış bir
adam gördü. Ipi kopararak şu ayeti okudu: "Onların çoğu Allah'a ancak müşrik oldukları
halde iman ederler". (Yusuf Suresi 106. ayet)
Huzeyfe (ra) görüldüğü üzere arkadaşını tekfir edip onun müşrik olarak Allah'a iman ettiğini
ayet okuyarak bildirmiştir.
Hadiste apaçık bir tekfir vardır. Okuma yazması olan herkes anlayabilir. Özetle; kim bir şirk
veya küfür ameli işlerse tekfir edilir. Tekfir aslında kötülük değil, bilakis iyiliktir. Çünkü şirk
koşanı tekfir etmesen, uyarmasan belki de yaptığı işin veya amelin şirk olduğundan haberi
olmayacak ve Allah'ın huzuruna şirk koşar halde gidecek. Ayetlerle de sabit olduğu üzere Allah
azze ve celle huzuruna şirk koşarak gelenlerin affedilmeyeceği bildirilmiştir.
Kimse kimsenin şirkini veya küfrünü bilmek zorunda değildir. Ancak bir kişinin şirkini veya
küfrünü gördükten ve ona şahit olduktan sonra onu kalben (itikaden) tekfir etmek zorundadır.
Tekfir etmediği halde dinin aslından olan tekfiri terk etmiş olur ve böylece amel olarak
müşriklerin şirkinden teberri etmemiş olur Bu yüzden de küfre düşmüş ve inkarcı (kafir) olmuş
olur.
Bir müslüman, zahiren hallerini bilmediği insanlar hakkında yaşadığı toplumun durumuna
nispetle hükmeder. Eğer ki İslam ülkesinde yaşıyorsa, ta ki küfrünü görene kadar insanları
İslam'a nispet eder. Küfür ülkesinde yaşıyorsa da insanları tevhidini görene kadar küfre nispet
eder. Yani Darul İslam'da aslolan İslam'dır, Darul Küfür'de aslolan küfürdür.
Yani, Bizler insanların zahirlerine göre hükmederiz. Zahiren iman alametleri taşıyorsa
müslümandır. Bir küfür ameli sözü davranışı sergiliyorsa da kafirdir. Tekfir konusu çok önemli
bir konudur. Aşırıya gidilirse haricilik, boş verilirse de mürcielik baş gösterir. Bu yüzden her
konuda müminin olması gerektiği gibi bu konuda da ihtilali ve orta (vasat) yollu olmamız
gerekmektedir.
Galatı meşhur bir şüpheye cevap vererek bu konu özetini bitirelim İnşallah.
Peygamberimizin (sav) bir hadiste buyurduğu: "Kim bir müslümana kafir derse, o Müslüman
kafir değilse, kendisi kafir olur." şeklindeki hadisi aslında "sakındırma" babındandır. Burada
Peygamberimiz aşırılığı ve Müslümanların birbirlerini kafirlikle itham edip vebale ve günaha
girmesini önlemektir.
Bir müslümanı kafirlikle itham etmek yani tekfir etmek çok büyük günahtır. Bu yüzden tağutu
reddetmiş ve hayatında hiçbir şirk barındırmayan, Tevhid üzere hayatını sürdüren bir
Müslüman işlediği büyük veya küçük günahlardan dolayı tekfir edilemez.
Yukarıda bahsettiğimiz "müslümana kafir diyen kendisi kafir olur" hadis tıpkı, "Komşusu açken
tok yatan bizden değildir." , "Yalan söyleyen bizden değildir." , "Kişi mümin olarak zina
yapmaz." , "Kişi mümin olarak hırsızlık yapmaz." , "Her kim güzel koku sürünür dışarıdaki
erkeklerde onun kokusunu alırsa bu zina etmiş gibidir." şeklindeele alınmalıdır. Tüm bu
hadislerde "sakındırma" olduğu gibi tekfir hadisinde de "sakındırma" vardır.
Peki neden? Çünkü her birinde Resulullah "bizden değildir" gibi tekfiri çağrıştıran sözler
kullanıyor. Yani diyebilir miyiz ki hırsızlık yapan İslam dairesinden çıkar, zina eden İslam
dairesinden çıkar veya oku sürünüp dışarı çıkan Mümin bir kadın İslam dairesinden çıkar?
Hayır diyemeyiz. İşte bu yüzden, bu tip hadislerin hepsi sakındırma babındandır.
Bu ayelerde görüldüğü üzere, peygamberlerin davetini inkar eden ve icabet etmeyen kavmin
özelliği "cahillik" olarak nitelendiriliyor. Allah, yukarıda ayetini okuduğumuz Ad kavmini cahil
olmalarına rağmen helak ediyor. Cahil olmaları onları Allah katında mazeretli yapmıyor ve
kurtarmıyor. Demek ki cehalet bir mazeret değil, suçtur.
Ayette çok net bir şekilde görülüyor ki, Allah azze ve celle daha kendilerine delil gelmeden Ehli
Kitap'tan olanlara ve Mekkeli müşriklere kafir diyor.
Ayetlerde görüldüğü üzere Allah, şirki hiçbir şekilde affetmeyeceğini bildirmektedir. Şirki,
Allah'a atılan bir iftira olarak nitelendirmiştir. Peki Allah böyle birine cahil der mi veya bu
cahilliği özür sayıp böylelerini cennetine alır mı?
Ayetten anlaşıldığı üzere, Nuh Aleyhisselam'a kendi kavmı mal teklif edince Nuh
aleyhisselam'da bunların bu kötü teklifine karşın "benim ecrim Allah'ın katındadır" diyerek
cevap veriyor. Daha sonra da Nuh Aleyhisselam'ın kavmi Nuh aleyhisselama ona Tabi olan
müminleri kovmasını istemişler. Bunun üzerine Nuh da ona tabi olanların iyilerden olduklarını
belirterek Rablerine kavuşacaklarını söylemiş ve kendisine İsyankar olan azgın kavmini de
"cahillikle" nitelendirmiştir.
Allah azze ve celle bu ayetinde, "müşriklerden biri sana geldiğinde diyerek" daha gelenin
Allah'ın kelamını dinlemeden "müşrik" olduğunu söylüyor. Allah'ın kelamını dinledikten sonra
da serbest bırakılmasını emrediyor. Bunun nedenini de onların "bilmeyen" (yani cahil) bir
kavim olmalarından dolayı diyor.
Ayetlerde ne fark ediyoruz? Allah azze ve celle onların kafir olduğunu söylerken, kafirliklerini
"peygamber göndermedin mi" diyerek ispatlıyor. Yani görüldüğü üzere Allah, peygamber
gönderdiği bir kavmin üzerinden cehaleti kaldırmıştır.
Görüldüğü üzere, Allah azze ve celle bu ayetlerinde kavimlere göndermiş olduğu kitapları
hüccet sayarak onların üzerinden mazeretlerinin kaldırıldığını bildirmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu ki Allah "Mazereti" olup özür sunmaya çalışanlara
"kafirler" diyor ve onlara dünyadeyken ne yaptılarsa karşılığını alacaklarını buyurmuştur. Yani
yevmül mahşerde "cehalet" para etmeyecek!
Allah azze ve celle peygamber efendimiz ile beraber sefere çıkan ve Allah yolunda canını
vermeye giden sahabelerin cehaletini mazeret saymamışken, başkasının cehaletini mazeret
sayacağını söylemek sapıklıktan başka bir şey değildir.
Ayete nüzulü sebebiyle bakıldığında, açıklamaya hiçbir şekilde gerek kalmadan cehalet
konusunda ve Allah'ın ayetleri ile bilip bilmeden herhangi bir şekilde dalga geçenler
konusunda çok nettir.
3. Peygamberler gönderdi:
Allah azze ve celle İsra suresi 15'te "Biz peygamber göndermediğimiz bir kavme azap edici
değiliz" buyurmuştur. Herkesin bildiği üzere de bizim kavmimize peygamber gelmiştir ki bu
Nahl 36'da açık bir şekilde her ümmete de gönderildiğine dair vurgulanmıştır.
5. Allah azze ve celle yeryüzünü kevni ayetleri ile yani kendi varlığı ve birliğine işaret eden
delillerle donattı. Tıpkı Hz.İbrahim'in etrafını inceleyip aklıyla Allah'ı bulması gibi.
Bu hadisler, günümüzün en büyük şirklerinden olan teşri hakkını Allah'tan başkasına verip
Allah'ın El Hakim, El Hakem ve El Adl ismini başka varlıklara vererek girilen şirke delildir.
İnsanlarımız böylece, bilsinler ya da bilmesinler fark etmeksizin Allah'a şirk koşmuş oluyorlarr
ve cehaletleri de maalesef mazeret değildir.
İmran bin Huseyin Radıyallahu anh'dan rivayet edildiğine göre Resulullah Sallallahu vesellem,
elinde pirinçten yapılma bilezik olan bir adam gördü. Bu nedir? Diye sordu. Adam, kolumdaki
ağrıdan dolayı bunu taktım dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Onu çıkar!
Çünkü bu, ağrını arttırmaktan başka bir şey aramaz. Şayet bu üzerindeyken ölecek olsaydın
bir gün ebediyen kurtulamazsın."
Bu hadiste bahsi geçen sahabe, bu halin şirk olduğunu bilmiyordu ancak bu hal üzerine
ölseydi Peygamberimizin söylediği gibi ebediyen cehennemde kalacaktı. Yani anlaşılıyor ki
burada kulun İslam'ın özünü bilmemesi hiçbir şekilde mazeret değildir.
İmam Şafi (rh) cehalet hakkında diyor ki: "Eğer cahil cehaletinden dolayı mazur olmuş olsaydı,
cehalet ilimden daha hayırlı olurdu. Çünkü kuldan teklif yükünü kaldırmış ve kalbini sıkıntı
türlerinden rahatlatmış olurdu. Tebliğ ve öğrenme imkanından sonra kul için hükmün cahili
olmasında hiçbir delili yoktur."
Yani Kur'an'ın gelmiş olması ve peygamberin gelmiş olması bizler için tüm mazeretlerin bitmiş
olması anlamına geliyor. Eğer ki cahillik mazeret olsaydı hiçbir alimin insanlara davet
yapmasına gerek kalmazdı çünkü adam zaten cahil ve mazeretli. Yani bu adama niye gidip de
Hakkı anlatıp da sorumluluk sahibi yapacaksın ki? Bırak da cahil cahil cennete gitsin! İlim
öğrenip de niye amel işleme derdine koyuyorsun adamı!
İşte bu metaforda da görüldüğü üzere bu çok batıl bir düşüncedir.
Muhammed Bin Abdullah es samiri der ki: "Kim şakayla küfür kelimesi söylerse kafir olur. Yine
bir topluluk ondan bunu kabul ederse onlar da kafir olur ve cehaletle mazur olmazlar."
Kadı Iyad derki: "Hanefi alimlerinin cehaletin mazeret olmayışıyla ilgili yaptığı konuşmalara
karşılık şunu söylerim ki: kimse küfür de cehaleti ile mazur olmaz."
Ebu Yusuf şöyle diyor: "Ebu Hanife diyor ki: Yaratılmışlardan hiç kimsenin yaratanını bilmeme
konusunda Mazereti yoktur."
İmam Karrafi şöyle diyor: "Şeriat sahibinin(Allah'ın) şeriatta müsamaha göstermediği (şirki,
küfrü) ve işlerini affetmediği şey cehalettir. Bunun kuralı ise şudur: sakınılması çok zor
olmayan ve nefse meşakkatli gelmeyen şeylerdir. Bunlar affedilmemiştir ve diğerinden de teklif
kalkmamıştır."
İbni Teymiyye şöyle diyor: "Kim küfür olan bir söz söyler veya küfür olan bir fiil yaparsa
bununla kafir olur. Kafir olmayı kastetmese bile kafir olur. Çünkü Allah'ın diledikleri dışında hiç
kimse sırf küfre girmek için gidip küfür işlemez."
İbni Kayyım şöyle diyor: "İslam, Allah'ı birleme, yalnızca Allah'a ibadet etme, Allah'a şirk
koşmama, Allah'a ve Resulüne iman etme ve getirdiklerini tabi olma dinidir. Kul bunları
yapmadığında Müslüman olamaz. Böyle bir kişi eğer inatçı bir kafir değilse cahil bir kafirdir. Bu
tabakanın son hali, onların inatçı olmayan cahil kafirler olmalıdır. Onların inatçı olmamaları,
onları kafir olmaktan kurtarmaz. Zira kafir; ya inatla ya cehaletle ya da inat edenleri taklitle
Allah'ın birliğini inkar eden ve resulünü yalanlayandır."
Allah azze ve celle Kur'an'ın da cehaleti, "helak" olan kavimlerin bir özelliği olarak bahsetmiştir
ve cehaleti sürekli yermiştir. Yani cehalet aslında bir suçtur. Eğer ki cehalet Allah katında bir
mazeret olsaydı Allah Kur'an-ı Kerim'in de helak olduğu bilinen kavimlerin özelliklerinden
bahsederken onları "cahillikle" nitelendirmezdi. Zaten mantıken, cahillik bir mazeret olsa
Müslüman davetçiler, sapık olan ancak kendini doğru yolda olduğunu sanan insanlara davet
yapmakla uğraşıp kendilerini yormazdı.
Son olarak, şu önemli detayı belirtmek isterim ki cehalet akidevi konularda kesinlikle mazeret
değildir. Ancak fıkhi konularda cehalet mazerettir çünkü herkes imanını bilmekle mükelleftir
ancak kimse alim olmakla mükellef değildir.
Azir, kelime olarak "mazur gören" demektir. Azirler, cehaleti mazeret görürler. Ancak Azirler
cehaleti mazeret gördükleri için değil, cehaletinden dolayı küfür veya şirk işleyenleri tekfir
etmedikleri için kafir olurlar.
Ehli sünnet ve cemaat alimleri büyük şirkte cehaletin mazeret olmadığı konusunda icma
etmişlerdir.
Abdurrahman bin Ebi Batın, "el İntizar li akidetül muvahidin" kitabında 25. sayfada büyük şirkte
cehaletin mazeret olmadığında alimlerin "icma" ettiğini zikretmiştir.
Velid bin Raşit Es süheyda'nın "el İcma ul akdi" isimli kitabında 54 sayfada 374. icmada alimler
büyük şirkte cehaletin mazeret olmadığına dair "icma" etmişlerdir cemiştir.
Allah, Hac Suresi 17. ayette, yeryüzündeki dinleri sayarken Allah'a ortak koşmayı da yani
müşrikliği de bir din olarak belirtmiştir. Bu yüzden Yahudi ve Hıristiyanların Şirk ve
küfürlerinden teberri edip onları tekfir etmek neyse müşriklerin de şirklerinden teberri edip
onları tekfir etmek bire bir aynı şeydir çünkü Allah ayette bunlar arasında bir ayrım
gözetmemiştir.
İmam Taberi bu ayetin tefsirinde seleften İmam katade'den şu nakli yapmaktadır: İmam katade
diyor ki; "6 din vardır, Biri Rahman'ın, beşi şeytanındır."
Kafirun Suresi 6. ayette: "Sizin dininiz size, benim dinim banadır." buyrulur.
Kafirun suresinin nüzul sebebini hemen hemen herkes bilir. Allah, müşrikliğin de bir din
olduğunu peygamberine şöyle demesini emrederek net bir şekilde belirtmiştir: "Sizin dininiz
size, benim dinim banadır."
Nitekim peygamber efendimiz İmam Ahmed'in Müsned'inde naklettiği bir hadisinde şöyle
buyurmaktadır: "Uyumadan önce Kafirun suresini okuyarak yatan, şirkten emin olur."
Kafirun suresinde bilindiği üzere şirk kelimesinden hiç bahsedilmez ancak az önce
bahsettiğimiz gibi 6. ayetinde şirk dininden teberri etmek geçmektedir.
Nitekim İmam Beğavi bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: "Sizin dininizi size den kasıt şirktir,
benim dinim bana dan kasıt da İslam'dır."
Bizim için bir yahudiyi tekfir etmeyen insan neyse veya bir Hristiyanı tekfir etmeyen insan
neyse, bir müşriği tekfir etmeyen insan da işte odur. Çünkü Yahudilik nasıl bir dinse,
Hristiyanlık nasıl bir dinse, şirk de bir dindir.
1) İmam Taberi Nisa Suresi 60. ayetin tefsirinde, İbni Abbas Radıyallahu anh'tan bu ayetin
nüzul sebebi olarak şunu nakletmiştir: Ebu Berzed el Eslemi bir Kahin idi. Yahudiler arasındaki
ihtilafları muhakeme ediyordu. Eslem kabilesinden ihtilaf eden bazı müslüman görünümlü
münafık kişiler ona başvurdular. Bunun üzerine Allah Nisa süresinin bu ayetlerini indirdi.
2) Taberi tefsirinde Şabi'den nakledilmiştir diyerek şunları aktarmıştır; "Bir Yahudi ve bir
münafık ihtilafa düştüler. Yahudi, rüşvet almayacağını bildiği için 'Muhammed'e muhakeme
olalım' dedi. Münafık ise bu teklifi kabul etmedi Sonunda Cüheyn'den bir kahine muhakeme
olmaya karar verdiler. (Bu Kahinin ismi Kab Bin Eşref olarak geçiyor) Ardından bu ayet nazil
olmuştur.
Kurtubi de tefsirinde, bu rivayetin bir benzerini nakletmiştir ancak alimler o rivayete "zayıf"
demişlerdir.
3) İbni Ebi Hatim, Nisa suresinin 60. ayetinin nüzul sebebi olarak şöyle demiştir; Cellas bin
Samit, Mut'ib bin Kuşeyr, Rafi bin Zeyd ve Bişr isimli bir kişi, Müslüman olduktan sonra
kavimlerinden bazı kişilerle ihtilafa düştüler. Kendi kavimlerinden olan kişiler bunlara,
ihtilaflarını çözmek için 'Haydi Resulullah'a gidelim' dediler. Fakat bunlar kabul etmeyerek
'Kahinlere gidelim' dediler. Bunun üzerinden Nisa Suresi 60. ayet indirilmiştir. (Bu hadis
Mürseldir yani sahihe yakındır, uydurma veya zayıf değildir)
4) İbni Kesir kendi tefsirinde Nisa Suresi 60. ayetin tefsirinde şöyle der:
"Bu ayet hakkında Allah'ın kitabından başka kitaba muhakeme olanların Allah'a ve ahiret
gününe inanma iddialarının boş ve geçersiz olduğu, zandan ibaret olduğu geçmektedir."
Müfessirlerin nakillerinde de görüleceği üzere Allah, tağuta muhakeme olmayı irade edenlerin
imanının zandan ibaret olduğunu buyuruyor.
İbni Kayyum da diyor ki: "4 mezheb, tağuda muhakeme olmanın küfür olduğuna ve hüküm
yetkisinin Allah'ın kitabı ve resulünün sünneti olduğunda icma etmiştir."
Tahakküm: muhakeme olmak, tağuttan hüküm istemek, Allah'ın el Hakem ismini tağuta
vermek anlamına gelir. Bu küfürdür. El hakem isminin Allah'tan başkasına verilmesinin küfür
olduğunun delili şu ayetlerdir; Nisa Suresi 65. ayet, Şura suresi 10. Ayet, Kehf suresi 26.
Ayet...
Tahkim: İki kişi arasındaki bir ihtilafı kafire veya müslümana götürmeye denir. Bu ise Allah'ın
kitabında ve resulünü sünnetinde geçmeyen konularda geçerlidir. Örneğin bir ticaret yaparken
almayı düşündüğün malın sağlamlığını veya kalitesini ölçtürmek için ekspere vesaire
götürmektir. Tahkim caizdir, küfür değildir.
Tasüllüm Sulh: İki kişi arasında çıkan bir kavgayı veya hadiseyi üçüncü bir kişinin çözmesini
istemektir Çözen kişinin dini önemli değildir. Bu, Allah'ın Kur'an'ında karı kocanın arasını
yapmak için her iki tarafın ailelerinden hakem tayin edilsin buyruğu gibidir. Tayin edilen
hakemlerin Müslüman veya kafir olması önemli değildir Ancak Müslüman varsa Müslüman
olması daha iyidir tabii ki.
İsticade: Bir Müslümanın kafire veya kafirlere sığınmasıdır. Resulullah'ın Taif taşlanması
dönüşünde Mut'im bin Adiy'in himayesine girmesi ve Mut'im bin Adiy'in oğullarıyla birlikte
toplanıp Resulullah'ı himaye altına alıp Mekke'ye amcası Ebu Talib'in yanına kadar getirmesi
buna örnektir. Müslümanın bir tağuta veya kafire sığınması isticadedir ve caizdir. Örneğin,
Müslümanın işkence gördüğü bir ülkeden daha rahat edebileceği tağuti sistemle yönetilen bir
ülkeye sığınıp orada vatandaşlık alması gibi.
Tazallüm: Zulmü def etmek için kafirlerle yardımlaşmak veya onlardan yardım istemektir Bu
da caizdir. Örneğin polis, itfaye, zabıta, jandarma ve benzeri kolluk kuvvetlerinden herhangi bir
sıkıntılı olay durumunda yardım istemek tazallümdür.
Muhakeme konumuzu özetlemeye devam edelim; Tağut'a muhakeme olmak itikadi bir
küfürdür. Eğer ki bir adam hayatı boyunca hiçbir zaman tağuta muhakeme olmasa bile, tağuta
muhakemenin küfür olmadığına itikat etse, tağuta muhakeme olmasa da bu insan kafirdir.
Muhammed İbn Abdulvahhab, Durarus Seniyye kitabında Nevakidul İslam kısmında, bu "itikat
küfrü" meselesini şu sözlerle açıklamaktadır: "Her kim başkasının yolunun Nebi'nin yolundan
daha güzel olduğuna veya başkasının hükmünün Nebi'nin hükmünden daha güzel olduğuna
itikat ederse, tıpkı tağutların hükmünü Nebi'nin hükmünden üstün tutmak gibi, işte bu kişi
kafirdir."
Şu da bilinmelidir ki; adliyede bir hakime muhakeme olmakla, başka bir yerde kaymakam, vali,
bakan, devlet veya başkanına muhakeme olmak arasında bir fark yoktur. Musa aleyhisselamı
sorguya çeken çeken bizzat Firavun'du, İbrahim Aleyhisselam'ı sorguya çeken bizzat
Nemrut'tu, Yusuf Aleyhisselam'ı sorguya çeken bizzat Melik'ti veya Habeşistan'a giden
sahabeleri sorguya çeken bizzat Necaşi'ydi.
Hatta yakın zamana kadar, ülkemizdeki Kürt bölgelerinde aşiret reisleri hüküm veriyordu.
İnsanlar bunların yanına gidip hüküm istiyorlardı. Bu da bir tağuta muhakeme durumudur.
Allah'ın hükmü dışında bir hükümle hükmettiğinde Allah'ın El-Hakem ismini kendine almış olur.
Nisa Suresi 60. ayetin nüzul sebeplerinde belirtilen kahinlerin hiçbirinin bir adliye binası,
mahkeme binası, mahkeme sistemi vesaire bir alanı yoktu. Bu yüzden "adliyede kakime
muhakeme olunursa küfürdür ancak kaymakama, valiye, bakana vesaire muhakeme olunursa
küfür değildir" diyenlerin sözü batıldır.
"Darül küfürde bir Müslümanla bir kafir, tağutun muhakemesine başvurabilirler bu küfür
değildir" diyen sahte tevhidiçlere deriz ki; Allah azze ve celle Darül İslam'da El Hakim oluyor
da, Darül Küfür'de El Hakim olmuyor mu? Yani Allah'ın el Hakim sıfatı darların fıkhına göre bir
yok olup bir var mı oluyor haşa?! Darul İslam'da küfür olan bir amel, Darül küfürde nasıl küfür
olmaz?! Bir şey küfürse Darul İslamda da küfürdür, Darül küfürde de küfürdür. Fıkıh
meselelerinde "Darül İslam - Darül küfür" farkı vardır ancak akaid meselelerinde bir şey
küfürse veya şirkse her yerde küfür ve şirktir!
Allah, Nisa Suresi 60. ayette zaten buyuruyor ki "Tağutu reddetmeleri emredildiği halde onlar
tağuta muhakeme oluyor".
Şimdi Darül İslam'da reddedilmesi emredilen tağut, Darül Küfür de Nasıl oluyor da
reddedilmesi emredilmiyor?! Bu sahte tevhidçilere bunları sormak lazım çünkü muhakeme
meselesinde Allahın bir ismini tağuta vermekte herhangi bir "küfür görmeyen" birine göre, teşri
meselesinde de başka bir ismi Allah'tan başkasına vermekte "sakınca yoktur" diyebilir. Yani
muhakemede de teşride de her iki isimde Allahın ismidir ve Allah'tan alıp hiçbir varlığa
verilemezken, nasıl oluyor da birini vermekte sakınca görmeyip birini vermeyi küfür diyorlar?!
Bunların saçma akidesi şaka gibi ama değil. Bu akide kendi içinde paradoks barındıran bir
akidedir. Ayrıyeten, Darül İslamda tağutun muhakemesi nasıl var olsun?! Eğer tağutun
muhakemesi varsa zaten orası Darül İslam ismini almaz!
Özetle, ikrah olmaksızın tağuta muhakeme olmak küfürdür çünkü Allah bize tağutu
reddetmemizi emretmiştir. Nitekim el Hakem ve el Hakim olan Allah'tır. Beşeri ideolojilerin
yasalarının hakem tayin edilmesi Allah azze ve celleye şirk koşmaktır.Tağutun hükmüne Rıza
göstermektir ve küfre Rıza göstermektir. Küfre rıza göstermek de küfürdür.
Dediğimiz gibi tağuta muhakeme tek bir durumda küfür değildir. O da ikrah halidir.
İmam Kurtubi, el Camiul Ahkam kitabında Nahl suresinde 106. ayetin tefsirinde ikrahı şöyle
açıklar:
Tehdidini gerçekleştirmeye güç yetirebilen bir şahsın, tehdidini yerine getirebileceğine zannı
Galip ile kanaat getiren ve o tehditten kaçınmaya güç yetiremeyip korkar hale gelen bir şahsı,
normalde kendi rıza ve ihtiyarıyla yapmayı seçemeyeceği bir işi veya bir sözü haksız yere zor
söyletmesidir.
Yani kısaca normalde küfür olan bir şeyi ikrah halinde yapması durumunda o kişi küfre girmez.
İkrahın sınırları belli değildir, kişiden kişiye değişir. Allah ve Resulü ikraha sınır getirmemiştir.
Hiçbir alim de ikraha bir sınırlama getirmemiştir.
İkrah ancak ve ancak "his" ile bilinir. Örneğin, benim için bir yıl hapis ikrah durumu
oluşturmayabilir. Ben bu durumdan korkmayabilirim ancak başka bir şahsa (durumu ve
konumu sebebiyle) bir ay hapis bile ikrah durumu oluşturabilir. Bu meselenin özü aslında
budur.
İkrah ve icbar birbirine karıştırılmamalıdır. Bir şey "zorlanarak" yapılıyorsa ve sonunda şirk
veya küfür varsa bu ikrahtır. Mesela hapis cezası veya dayakla şirk sözü söylemek gibi.
Ama icbar ise zorlanarak yapılıp sonunda şirk veya küfür bulunmayan meselelerdir. Mesela
döverek zorla içki içirmek gibi.
Görüldüğü üzere bu ayetten anlıyoruz ki, bir şey normalde şirk veya küfürse ancak ve ancak
ikrah olduğunda ona şirk veya küfür diyemezsin.
Müseylemetul Kezzab peygamberliğini ilan edince Resulullah'ın ashabından iki kişiyi yakalayıp
kendi yanına getirdiler.
Müselemetul kezzab onlardan birisine 'Sen Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şahitlik
eder misin?' diye sordu. O da 'evet ederim' dedi. Ardından 'Peki benim Allah'ın resulü
olduğuma şahitlik eder misi'n diye sordu. Adam da 'evet ederim' dedi bunun üzerine bu adamı
serbest bıraktı. Sonra diğerine 'Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şahitlik eder misin?'
diye sorunca, adam da 'evet ederim' dedi. Ardından 'Peki benim de Allah'ın resulü olduğuma
şahitlik eder misin?' diye sordu. Adam da 'ben sağırım kulaklarım işitmiyor' diye cevap verdi
Bunun üzerine Müseylemetul Kezzab bu kahraman adamın boynunu vurdu.
Ardından, serbest bırakılan kişi Resulullah'ın yanına gelir ve 'Ya Resulullah Ben helak oldum'
der.
Resulullah da 'Seni helak eden de nedir?' diye sorar ardından başından geçen olayları anlatır.
Bunun üzerine Rasulullah, 'Senin arkadaşın sağlam olan yolu seçti, sen ise ruhsat olan yolu
seçtin. Şu anda halin neyse sen işte osun' dedi. Bunun üzerine adam da 'Şahitlik ederim ki
Sen Allah'ın rasulüsün dedi'
Allah Resulü de, 'Şu anda sen ne üzerinde isen osun' dedi.
Görüldüğü üzere, ikrah bir ruhsattır ve insan isterse ikrah ruhsatından yararlanmayabilir bu da
azamettir ancak ikrah ruhsatından yararlanan tekfir edilmez, edilemez!
Rasulullah (s.a.v.) İbni Mace'nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurmuştur:
"Allah ümmetimden şu 3 şeyi affetmiştir; Hata etmelerini, Unutmalarını ve İkrah altında
olmalarını."
İmam Beyhaki ve İmam Hakimin nakletmiş oldukları bir hadiste de Resulullah sallallahu Aleyhi
ve Sellem şöyle buyurmuştur:
"Müşriklerin yanında küfür sözleri söyledikten sonra ağlayan Ammar Bin Yasir'e tezkiye verip
gözyaşlarını siliyor ve şöyle diyor: Müşrikler seni yakalasalar ve suda boğsalar ve sana
deseler ki Allah'a şirk koş sen bu fiili yapabilirsin."
Yani bu hadisten anlıyoruz ki ikrahta söz veya fiil arasında bir fark yoktur. Her ne küfür fiili
işlenirse işlensin ne küfür sözü söylenirse söylensin, kalbi imanla dolu olduğu müddeçte ikrah
ruhsatından yararlandığı için kişi kafir olmaz
Kişinin ikrah durumunda olması için onu o küfür ameline veya sözüne zorlayan kişinin tehdit
ettiği şeyi yapmaya muktedir olması gerekmektedir. Mukrehin(ikrah altındakinin), Mukrihten
(ikrah altına alandan) herhangi bir şekilde kaçıp sıyrılıp onun tehdit ettiği şeyi yapmasını
engelleyecek bir engel bulunmaması gerekir.
Bu konuda güncel bir örnek vermek gerekirse; bir Müslümanın, bir kafir tarafından ölümle
işkence ile veya memleketinden sürülmek ile vb. bir şeyle tehdit edilmesi durumunda, o tehdidi
eden kişinin bu tehdit ettiği şeyi yapmaya gücü kuvveti olması halinde ve Müslümanın da
zannı galiple o şahsın istediği şeyi yapmadığı halde o şahsın tehdit ettiği şeyi
gerçekleştirmeye gücünün bulunduğunu bilmesi halinde, o insan hakkında tağutun
muhakemesine başvurabilir. Normal şartlarda tağutun muhakemesine başvurmak küfürken, bu
insan ikrah ruhsatından yararlandığı için küfüre girmemiş olur.
İkrahın nerede başladığı da kişiden kişiye değişir. Aynı şekilde nerede bittiği de kişiden kişiye
değişir.
İmam Ceziri, İmam Nevevi'den şunu naklediyor;
"İkrah, her akıllı insanın tehdit edilen şeyin başına gelmemesi için yapmaya mecbur bırakacak
unsurlarla gerçekleşir. Bu ise şahısların, talep edilen fiillerin veya korkulan şeylerin
değişkenliğine göre değişiklik arz eder."
Ayrıca, Necid alimlerinden Hammad bin Atik, İbni Teymiyye'den şöyle bir nakil yapıyor:
"Bütün mezhepleri inceledim ve gördün ki ikraha maruz kalan kişinin durumuna göre ikrahın
durumu da değişir. İmam Suyuti, İbni Abidin vb bir sürü alim de ikrahın kişiden kişiye
değişeceğini söylemişlerdir. Zaten ikrah hakkındaki ayetlerde de görüldüğü üzere Allah azze
ve celle ikraha bir sınırlama getirmemiştir. Allah'ın ve Resulünün bir sınırlama getirmediği
konuda hiçbir kimse sınırlama getiremez."
İbni Kudame, el-Muğni adlı eserinde şöyle diyor: "Hz.Ömer, İmam Ebu Hanife, İmam Malik ve
İmam Şafi mücerret (sade) olarak tehdit edilmeyi ikrah görmüşlerdir."
Bu konu hakkında bu kadar nakilin yeterli olacağını düşünüyorum ama daha bir sürü de nakil
yapacak kaynak vardır.
Tüm bu nakillerden sonra anlaşılıyor ki, bir muvahhidin evine bir dava dosyası gelse ve bu
insan bu davanın akıbetinden korksa ve kendisi kendini savunmak için tağutun muhakemesine
gitse, ister kendi ayağıyla gitsin, isterse de uçarak gitsin bu insan tekfir edilemez. Çünkü bu
insan ikrah altındadır. İkrahta ise, söz ve fiil arasında bir fark yoktur.
İmam Ahmed ve Hanbeli alimlerine göre ikrah çeşitleri:
1) şiddetli dövme, 2) boğulma, 3) ölümle tehdit etme, 4) vücudu kesme, 5) çok malı telaf etme,
6) malın çalınması, 7) hapis, 8) tehdit amacıyla suda boğmaya teşebbüs, 9) Sürgüne zorlamak
ve bunun gibi benzeri şeylere güç getirmeye çalışılması, 10) zorla yaptırılan diğer şeyler, 11)
tehdidin gerçekleşebileceğini galibi zanla bilmek ve zararın uzaklaştırılmasına büyük bir
getirememek.
Peki mal ikrah mıdır? Malın telifi hakkında bilmemiz gereken en önemli şey; bir dünya malının
gitmesi veya yok olması asla ikrah değildir. Burada "ikrah" olan, o mala sahip olan
Müslümanın o malın gitmesi dahilinde göreceği zarardır. Yani mal değil malın telefinin kişiye
verdiği zarar ikrahtır.
Örneğin, zengin bir adamın 100.000 lira değerindeki bir arabasının çalınması o adam için
ikrah durumu oluşturmaz çünkü malda ikrah olan durum o malın gitmesi değildir. Malın
çalınması, yanması, kaybolması vesaire gibi bir durumların kişiye verdiği zarar önemlidir.
Aynı durumu, hiç malı olmayan bir Müslüman üzerine değerlendirelim; fakir bir müslüman için
bir araba, işine gidip gelmesini, ailesini geçindirmesini vesaire işlerini halletmesini sağlıyor.
Onun başka araba alacak bir durumu da yok. İşte bir zengin ile bir fakir aradaki fark budur.
Yani ilk durumdaki Müslümanın durumu iyi olduğu için onun için bir arabanın çalınması ikrah
durumu oluşturmadı ancak ikinci durumdaki Müslümanın maddi imkanı olmadığı için
arabasının yanması, kaybolması, çalınması vs. o müslüman için ikrah oldu. Yani burada malın
telef olması değil malın telef olmasının kişiye verdiği zarar ikrah durumu oluşturabilir. Bu bütün
maddi şeyler de bu şekildedir.
Şafii mezhebinin ikrah gördüğü durumlar: 1) toplumda şahsiyet sahibi insanları az da olsa
dövmek, 2) avamdan birini şiddetli bir biçimde dövmek, 3) her türlü hapis, 4) malın telefinin
kişiye zarar vermesi.
Hanefi mezhebinin ikrah görüşü: 1) bir günden fazla olmak üzere hapis, 2) bir kırbaçtan fazla
olmak üzere dayak, 3) hassas olmasından dolayı göz veya başa vurmak.
Maliki mezhebinin ikrah görüşü: 1) az bile olsa dövmekle veya hapisle tehdit etmek, 2)
yöneticilerin halkı zorlaması 3) kadın için kocasının zorlaması 4) dövülmek 5) öldürmekle,
dövmekle ya da kelepçe ile tehdit etmek.
İmam Malik, tüm bunları anlatırken Bakara suresi 195. ayeti delil getirmiştir yani "kendinizi
kendi elinizle tehlikeye atmayın" ayeti.
Bu ayeti delil getirerek diyor ki, "Bir kişi kendini tehlikeye atmamalı ve tehditle karşılaştığında
ikrah ruhsatını kullanmalıdır."
İbni Kudame, Ömer Radıyallahuanh'ın "Korkan, kelepçelenen ve dövülen kişi güven içerisinde
değildir." sözünü naklederek diyor ki; "Kola kelepçe takılması, korkutulmak ve dövülmek
ikrahtır."
İbni Hacer el Askalani, Fethul Bari adlı eserinde Kadı Şureyh'in şöyle dediğini nakleder;
"Cumhur ulema; hapis, dayak, tehdit ve kelepçe ikrahtır demiştir."
İmam Kurtubi, kendi tefsirinde Nahl suresi 106. ayetin tefsirinde Abdullah İbni Mesut'tan (ra) şu
nakli yapıyor;
"İki kırbaç yememek için her türlü sözü söylerim." (Dikkat edin, İbni Mesut bu sözü söylerken
fakir değil bilakis Kufe şehrinin en önde gelenlerindendi.)
Mihne döneminda ikrah ruhsatı hakkında çok güzel örnekler vardır şüphesi olan o döneme
bakıp kalbini mutmain edebilir Allahın izniyle.
İkrah konusunda hiçbir alim, hiçbir alimi ikrah ruhsatını kullandı veya azamete sarıldı diye
tekfir etmemiştir.
Savunma muhakemenin bir parçası değildir. Savunma yapmak ayrı, muhakeme olmak ayrı bir
olgudur. Her muhakeme savunma olmadığı gibi, her savunmada muhakeme değildir.
Öncelikle, ikrah durumu müstesna, bir Müslümanın tağutun Mahkemesiyle falan işi olmaz.
Tevhid ehli bir Muvahhid mahkemeye gidiyorsa ya sistem ona dava açmıştır ya da kafirin biri
kendi hakkında bir suç duyurusunda bulunmuştur da bu yüzden gidiyordur. İster mahkemeye
kendisi gitsin isterse de zorla götürülsün her iki durumda da müslümanın kendini savunması
küfür değildir.
İlk delil Necaşi kıssasıdır. Necaşi kıssası neredeyse tüm kaynaklarda geçmektedir.
Peygamberimizin amcaoğlu Cafer bin Ebu Talib Radıyallahuanh şöyle anlatıyor;
"Kureyşliler, Amr Bin As ve Umare Bin Velid, Ebu Süfyan'ın verdiği hediyelerle Necaşi'ye
gönderdiler. Necaşi'ye şöyle dediler:
-Bizim ayak takımı ve beyinsizlerimizden bazı kimseler senin yanına gelmişler onları bize
teslim et.
Bunun üzerine Necaşi;
-Hayır onları dinlemedikçe size teslim etmem dedi ve hepimizi huzuruna topladı. Şöyle sordu:
Bunlar ne diyorlar?
Biz de (sahabeler olarak) dedik ki;
-Bunlar putlara tapan bir kavimdir. Allah bize bir peygamber gönderdi, biz de ona iman ettik ve
onu tasdik ettik.
Bunun üzerine Necaşi;
-Kureyş heyetine dönerek, bunlar sizin köleleriniz mi? diye sordu. Onlar da "hayır" dediler.
Necaşi, "Sizin bunlardan alacağınız var mıdır?" diye sordu. Onlar "hayır" dediler. Necaşi;
"Öyleyse bunların yolundan çıkın" dedi.
Böyle konuştuktan sonra Necaşi'nin huzurundan çıktık gittik.
Bundan sonra Amir Bin As şöyle söylemiş;
-Bunlar İsa hakkında senin düşündüğünden farklı düşünüyorlar. Bunun üzerine Necaşi, "Eğer
İsa peygamber hakkında benim söylediğim sözlerden başka şeyler söylüyorlarsa onları
memleketinde bir an dahil bırakmam" dedi.
Necaşi bizi tekrar çağırdı. Bu ikinci çağrısı birincisine nispetle daha sertti. Bize şöyle söyledi;
-Muhammed, Meryem oğlu İsa hakkında ne diyor?
Biz de dedik ki, "Resulullah, Meryem oğlu İsa'nın Allah'ın ruhu, İffetli ve bakire Meryem
bıraktığı kelimesi olduğunu söylüyor."
Bunun üzerine Necaşi bana falan keşişi ve falan rahibi çağırın dedi. Meryem oğlu İsa
hakkında ne diyorsunuz diye sordu ve onlar "Siz bizden daha iyi bilirsiniz" dediler ve sonra
Necaşi yerden bir çöp(çubuk) alıp dedi ki;
-Bunların bu konuda bizimle bu çöp kadar aykırı görüşü yoktur.
Sonra dedi ki, "Size herhangi bir kişi eziyet ediyor mu? Biz de "evet" dedik.
Necaşi bir yazıcı çağırdı ve dedi ki; "Kim bunlardan birine dokunursa 4 dirhem altın ceza
olarak alınacaktır."
Sonra bize "bu ceza yeterli mi?" diye sorunca, biz de "hayır (yeterli değil)" dedik O da bir kat
arttırarak 8 dirheme çıkardı.
Evet, bu hadiste görüldüğü üzere sahabeler, Habeş ülkesinin kralı olan Necaşi'nin karşısında
savunma yapmıştır. Üstelik sahabelere sataşanlara verilen cezayı yeterli görmeyerek cezanın
Necaşi tarafından arttırılmasını da sağlamışlardır. Savunmanın küfür olmadığı ispat edilmiş
oldu.
Ama dikkat edin burada hiçbir şekilde tağuttan hüküm istemek veya tağuta muhakeme olmak
yoktur. Neden? Çünkü savunma ayrı, muhakeme apayrı bir kavramdır.
Burada sahabeler sadece kendilerini savunmuşlardır. Eğer ki tağuta muhakemedeki
"savunma" muhakemenin bir parçası olarak "küfür" olsaydı Sahabeler şöyle demez miydi; "Ey
Necaşi! Sen henüz müslüman değilsin ve Allah'ın şeraiatı ile hükmetmiyorsun! Sen bir
tağutsun ve biz sana karşı savunma yapmayız çünkü bizim dinimize göre bu küfürdür."
Gel gör ki sahabeler böyle demeyip kendilerini savundu. Yani şu andaki savunmaya küfür
diyen harici müşrikler sahabelerden daha mı iyi biliyorlar da böyle bir şeyi ortaya atıyorlar?!
Merak konusu gerçekten.
Bir mahkemenin mahkeme olabilmesi için iki tarafın da gidip muhakeme olmayı istemesi
tağuta başvurması gerekir çünkü muhakeme davalı ve davacının birlik hükmü hakime
kaldırmasıdır.
Peygamberler ve Sahabeler gidip de tağuta muhakeme olmuyorlar. Üzerlerine atılmış bir suç
var ve kendilerini temize çıkarabilmek için gidip savunma yapıyorlar. Tağuta muhakeme
konusunda bu kavramı özetle açıklamıştık zaten.
Öncelikle şunu belirtelim ki kafire, "küfre veya şirke düşmeyeceği" konularda vekalet vermek
küfür değildir.
İbni Kudame el-Muğni adlı eserindeki vekalet bölümünde şöyle diyor: "Vekalet kitap, sünnet ve
İcma ile caizdir. Bizzat kendisi hakkında tasarrufu sahih olanın ve başkasının yerine de işi
gerçekleştirecek herkesin vekalette bulunması da sahihtir. İster erkek, ister kadın, ister köle,
ister Müslüman, ister kafir olsun fark etmez."
"Abdurrahman İbni Avf şöyle dedi; Ben Mekke'de malımı muhafaza etmesi ve akrabalarımı
koruması için Medine'deki malını ve akrabalarını korumam karşılığında Ümeyye bin Halef ile
vekalet yaptım. Vekalet mektubunun üzerine yazılı olarak Abdurrahman İbni Avf imzasını
koydum. İsmimde Abdurrahman kelimesi geçince Ümeyye senin ibadet ettiğin Rahman'ı
tanımam, bana cahiliyedeki isminle yaz dedi. Bunun üzerine Abdurrahman İbni avf, Abduamr
diye yazdı."
Görüldüğü üzere sahabenin en ileri gelenlerinden olan Abdurrahman İbni Avf bir kafire hatta
Allah düşmanı olan bir kafire vekalet vermiştir.
Hz.Ebubekir de Mekke'deki işlerin yürütmesi için babası Kuhafe'ye vekalet vermiştir. Vekaleten
Mekke'deki işlerini babası Kuhafe, Ebubekir Radıyallahu anh adına işletmiştir.
Tüm bu deliller de gösteriyorki avukat tutmak caizdir ancak şirk ve küfür işlememesi kaydıyla
caizdir.
İnsan insana dünyadayken, dünyalık işler için şefaat edebilir yani kurtarabilir, koruyabilir. Bu
şirk değildir. Bizim şirk olduğunu söylediğimiz "şefaat" yalnızca Allah'ın güç getirebileceği
konularda, kullardan yardım istemek veya kullardan Medet ummaktır.
Yoksa kulların güç yetirebileceği bazı meselelerde, kullardan yardım istemek şefaatin sözlük
anlamındaki "kurtarmak" manasında kullanılır ve bunda herhangi bir sakınca yoktur.
Şefaat 2 çeşittir:
1.) Müsbet şefaat 2.) Menfi şefaat
B) Uhrevi Şefaat ise Allah'ın izin verdiği kulların, yine Allah'ın izin verdiği kullara şefaat
etmesidir. Yani Allah'ın şefaat izni verdiği kullarının şefaatlerine nail eylemesi için Allah'a
yapılan duadır.
2. Menfi şefaat: Sadece Allah'ın güç getirebileceği bir hususu Allah'tan başkasından
istemektir. Mesela; ölülerden, mücahidden, alimden, türbeden, peygamber mezarlarından vs.
şefaat istenmesi buna örnektir. Tüm bu şefaat talepleri şirktir.
Görüldüğü üzere, bu ayetlerde Allah azze ve celle şefaatin tümünü kendine ait olduğunu,
göklerin ve yerin hükümranlığının Yalnız onun elinde olduğunu bildirmiştir. Dolayısıyla bir
müslüman, Allah'tan başkasından asla ama asla şefaat isteyemez.
"Allah izin verirse" gibi şartlar öne sürerek de olsa Allah'a eş veya ortak koşamaz. Bunun
yerine "Ya Rabbi! Beni Resulullah'ın şefaatine nail et, Meleklerin şefaatine nail et, şehidlerin
şefaatine nail et" gibi dualar edebilir.
Fatma Binti Hüseyin şöyle rivayet ediyor: Bir Adam dedi ki; "Ya Resulullah Allah'a dua et de
Ben senin şefaatinin ehli olayım."
Görüldüğü üzere, sahabe, Resullulah'a şefaat için Allah'a dua etmesini istirham ediyor.
Teberani'nin aktardığı bir hadiste, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: "Dün
gece bana iki Melek geldi ve beni iki şey arasında muayyer bıraktılar: ya şefaatin ya da
ümmetimin yarısının affedilmesi.
Ben şefaati seçtim."
Bunu söyledikten sonra sahabiler şöyle söyledi: "Ya Resulallah Allah'a dua et de Allah bizi
şefaatini ehlinden eylesin."
Evet bu hadis Peygamberimize şefaat hakkının haber verildiği ilk hadistir. Resulullah'ın şefaat
edeceği %100 kesin olduğu halde Sahabeler şefaati Resulullah'tan değil direk Allah'tan
istediler. Çünkü sahabeler biliyordu ki, şefaat Allah'ın razı olduğu kullarına vereceği bir lütuftur.
Allah'ın bu lutfu bahşettiği kullarda sadece ve sadece Allah'ın razı olduğu ve kalplerine ilham
ettiği kullarına şefaat edebileceklerdir.
Bu konuda ayetler ve hadisler oldukça açıktır. Şefaatin tümü Allah'ındır. Allah'tan başkasından
şefaat istemek şirktir. Bu yüzden sadece ve sadece şefaati Allah'tan isteyelim. Sahabeler bile
Resulullah'ın şefaatini Allah'tan istemesini talep etmişken, bugünkü sahte tevhidçilerin
mücahidden veya alimlerden şefaat istemesi ne büyük bir şirktir!
Şefaat bir istektir yani taleptir. Talep ise Arapça'da dua demektir, dua ise bir ibadettir. İbadet de
sadece Allah'a yapılır. İbadeti Allah'tan başkasına yapan da müşriktir. Dolayısıyla Allah'tan
başkasından şefaat isteyen de Allah'tan başkasına dua edip ibadet yapan bir müşrik olmuştur.
"Eğer Allah sana izin verirse ve benden de razı olursa bana şefaat et" diyen sahte
tevhidçilerin bidatlerine karşı dikkat olunmalıdır. Zira, dine sokulan her yenilik bir bidattir.
Sahibini dinden çıkarmayan ama günahkar yapan bidatler: Örnek olarak, Ölünün
arkasından Fatiha okumak, namaz sonrası toplu Tesbihat yapmak veya bağırarak haykırarak
zikir çekmek gibi.
Sahibini direkt olarak dinden çıkaran bidatler: Allah'tan başkasından istiğanede ve
istihazede bulunmak, Rabıta yapmak, başkasını aracı kılarak dua etmek ve başkasından
falanlı filanlı şartlar sunarak Şefaat istemek gibi.
Bir kişinin; "Allah sana izin verirse, benden de razı olursa" gibi saçma sapır te'viller getirerek
ölüden veya deriden şefaat istemesi, aynı direkt olarak o şahıstan şefaat istemesi gibidir. Bu
her iki durumda da şirktir çünkü sadece Allah'ın gücünün yeteceği bir fiili Allah'tan
başkasından talep etmek şirktir.
Medineli münafıklar tarafından Kuba mescidinin tam karşısına yapılmış olan ve yapılış
amacının İslam'a karşı savaşmak için asker ve silah toplama gayesi olan mescidin
meşrulaştırılması için münafıkların Paygamberimize gelip bu mescitte namaz kılmasını
istemeleri üzerine Tevbe Suresi 107, 108, 109 ve 110. ayetleri inmiş ve Mescidi Dırar'ın ne
olduğunu bize anlatılmıştır.
Evet, ayetlerde Allah azze ve cellenin buyurduğu gibi bir mescit kuruluş amacının İslam'a karşı
ayaklanma ve İslam'la savaşma olması durumunda o Mescit mescid-i dırar yani zarar Mescidi
olur. Mescidi dırar'ın da tek çözümü yıkılmasıdır. Çünkü Rasulullah, mescid-i Dırar'ı
yıktırmıştır.
Günümüzdeki sahte tevhidçilerin iddia ettiğinin aksine, X bir caminin imamının kafir olması
kesinlikle ve kesinlikle o caminin Mescidi dırar olduğu anlamına gelmez. Bu dinde mantıksal
örüntü kurmaktır. Mantık kişiden kişiye değişir. Bana mantıklı gelen bir şey, başkasına mantıklı
gelmeyebilir. Bu yüzden dini meselelerde mantık kurulamaz. Hüccet ve delile göre hareket
edilir.
Ayrıca, sahte tevhidçilerin bu mantık çıkarımının batıl olduğuna en büyük örnek Kabe, Mescid-
i Nebevi ve Mescidi aksa'dır çünkü şu anda bu kutsal mescidlerin imamları kafirdir.
Buralara hiç kimse Mescid-i dırar demiyor. O yüzden şu andaki ülkemiz camilerine de mescid-i
dırar denemez çünkü bu camilerin yapılış amacı İslam'a hizmet ve Allah'ın rızasını
kazanmaktır. Ülkemizde hiç kimse Cami yaptırırken İslam'a karşı ayaklanmak için yaptırmıyor.
Şu anda ne kadar camilerimizi yaptıran insanlar müşrik olsalar da sonuç olarak tek gözetilen
şey Allah'ın rızasıdır. Bu yüzden bu camilerin içerisinde Müslümanlar namaz kılabilir. Tabii ki
de Cami imamlarının arkasında değil, tek başımıza kılmalıyız.
İmamların akideleri bozuktur çünkü Allah azze ve Celle tağut'u reddedene Müslüman,
reddetmeyene de kafir demiştir. İmamlar tağut'u reddetmedikleri gibi, tağut'a biat ederek onun
laiklik ilkesi doğrultusunda hareket ediyorlar.
Kur'an-ı Kerim'den bahseden bu imamlar, tağuti sisteme uyan ve bu sisteme zarar vermeyen
ayetleri söyleyebilirken; tağut, tekfir, şirk, küfür vs. gibi kavramları tam olarak anlamını dahi
söyleyemiyorlar. Çünkü La ilahe illallah da "Red (La)" vardır.
Allah'tan başka kanun koyan, Allah'ın kanunları dışında kanunlarla yöneten, Allah'ın
kanunlarına muhalefet edercesine karşı çıkan, teşri yapanların kafir olduğunu belirten bir "La
ilahe illallah" kelimesi imamların amellerine asla uymuyor.
Ayriyeten, imamların bu sisteme imamlık yapabilmeleri için elfaz-ı küfür sözlerini söylemeleri
gerekmektedir. Bu sözler 657. devlet memurları kanunudur. Bu maddede Allah dışında bir
sürü şeye yemin ederek tağut'a biat etmek vardır. 657 numaralı devlet memurları kanunu
söyleyen birisi küfür sözü söylemiştir.
Bu sözler maalesef kişiyi dinden çıkarır. Bir de düşünün, bunu söyleyen sözde "din"
imamlarımızmış!
İmamların bir diğer küfrü de ilmi ketmetmeleridir. Diyanet imamları; Hakimiyet ayetlerine, tağut
ayetlerine, hırsıza verilen ceza ayetlerine, zina yapana verilen ceza ayetini vs. okuyamazlar.
Çünkü Diyanet tarafından yasaklı ayetlerden oluşan bir ayet listesi vardır. Bu ayet listesi
içerisinde birkçok mühim ayetler geçer ve bu ayetleri hiçbir İmam okuyamaz.
Bir imam, Kur'an-ı Kerim'in bir kısmını insanlara bildirip bir kısmını okumaz bildirmez veyahut
bir nedenden dolayı insanlardan gizlerse, bizzat İslam'ı insanlardan gizlemiş olur Bu da
küfürdür. Delili ise Bakara Suresi 159. ve 160. ayetlerdir. Akidesi sahih olmayan birinin
arkasında nasıl da namaz kılınır?
Cuma namazı, sanılanın Cuma suresinde farz olunmamıştır. Cuma namazı Medine'ye
hicretten daha önce farzdı. Cuma Suresi'nin 9, 10 ve 11. ayetleri ile cuma vaktinde "alışveriş"
yasaklandı, namaz bu ayetlerle farz olmadı.
Cuma suresinin tefsirlerine bakıldığı zaman, hangi tefsire bakarsanız bakın, Cuma suresinin
peygamberimiz, Cuma hutbesindeyken nazil olduğu belirtilmektedir.
İbni Hişam ve Taberi, kendi tefsir eserlerinde Cuma namazı hakkında şöyle söylemişlerdir:
"Resulullah (sav) Cuma namazı farz olmasına rağmen Mekke'de Cuma namazı kılmadı ancak
ilk Cuma namazını kıldırması için Medine'ye muallim olarak gönderdiği Musab Bin umeyr'e
mektup yazarak bildirdi. O da 10 kişilik bir cemaatle ilk cuma namazını kıldırdı."
Cuma namazı 619 yılında Mekke'deyken farz olmuştu ancak Peygamberimiz 3 yıl boyunca
Cuma namazı kılamamıştı. Hicret sırasında Ranuna vadisinde ilk cuma namazını kılmıştı.
Burada sormamız gereken şey; Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem neden 3 yıl boyunca
cuma namazı kılmamıştı? Çünkü Cuma namazı bir şeriat namazıdır ve Müslümanların kuvvetli
olmadığı bir yerde farz değildir.
Yani kısacası cuma bir güç göstergesi namazıdır. Müslümanlar güçlü olduğu bölgelerde Cuma
namazı kılar, Müslümanların güçlü olmadığı, şeriatın olmadığı yerlerde kılınmadığı gibi, bazı
mezheplere göre de "Halife olması" şartı da vardır. Dünya'da bir halifenin olmadığı yerlerde
Cuma namazı farz değildir.
Cuma namazı kılan kimselerin had cezalarını da tatbik etmesi lazımdır ancak kimse bunu
yapmıyor ve buna rağmen ısrarla Cuma kılıyorlar üstelik kılmayanları da "sapıklıkla" itham
ediyorlar.
Ayrıca şu da bilinmelidir ki, Cuma gününün tamamı mübarektir. Yani cuma namazı kılmıyoruz
diye Cuma gününü diğer günlerle eşitmiş gibi kıyaslayamayız. Cuma günü güzel giyinip, güzel
koku sürünüp, daha çok Allah'ı anıp, daha çok ibadet edip Allah'a yaklaşmak için fırsat
kollamamız gerekmektedir.
OKUL MESELESİ:
Öncelikle okul meselesinde şunu bilmeliyiz; en önemli ve en temel eğitim ailede başlar.
Çocuklar ailelerini yani ebeveynlerine taklit ederler. Bu yüzden siz nasılsınız çocuğunuzda
aynı şekilde büyüyecektir. Kendiniz kötülük yaparken, çocuğunuza iyiliği emretmeniz hiçbir
şekilde çocuk nazarında önem arz etmeyecektir. Çünkü çocuk sizden ne görürse onu alacak
onu taklit edecektir.
Tağuttan eğitim meselesine gelirsek; "tağuttan eğitim almak veya tağutun okuluna
çocuğunu göndermek küfürdür" demek çok tehlikelidir ve bu sözün sahibini İslam dininden
çıkaran bir sözdür. Çünkü, Kur'an ve Sünnet dinin aslına taalluk eden bütün konuları ele
almıştır. Kur'an ve Sünnet'te bir şey küfürse küfürdür, küfür değilse de değildir.
Her konuda olduğu gibi tağuttan eğitim meselesinde Kuran ve Sünnet penceresinden
bakmamız gerekmektedir. Yani sahte tevhidçilerin kafalarına göre, "şu küfürdür bu değildir"
diye te'vil yapmaları hiç kimseyi bağlamaz zira onlar Şari değiller ve teşri yapmaları da
küfürdür.
Allah azze ve celle Kur'an-ı Kerim'de tağuta askerlik, tağuta muhakeme vesaire konulardan
açık açık bahsetmiş ve bu faaliyetleri yapanların, İkrah hali dışında, küfre gireceğini bildirmiştir.
Ancak tağuttan "eğitim" almanın küfür olduğunu ne Kur'an'da ne de Sünnet'te belirtmiştir.
Ayrıca, okulun içinde putun olması okulun mücerret küfür sınıfına girmesi anlamına gelmez.
Çünkü dinlediğimiz bir müziğin içinde veya müşrik arkadaşlarımızla muhabbet ederken,
Televizyon veya telefonla ilgilenirken dahi bir sürü küfür ve şirk sözü içeren veya fiillerini
barındıran şeyler görmekteyiz. Ya da cadde meydanlarında veya işlerimizi hallettiğimiz devlet
dairelerinin hepsinde de put var. O zaman bu tip yerde bulunmak da küfür olmalıydı!
Okul da aynı şekildedir. Bazı durumlarında küfür olduğu gibi insanın yararına işler de vardır.
Örneğin telefon kullanırken istediğiniz şekilde İstediğiniz yere ulaşım sağlayabilirsiniz.
Bu sizin elinizdedir, isterseniz küfre şirke vesaire gidebilirsiniz, isterseniz de bu telefon nimetini
kullanarak ilminizi güzelce öğrenip öğrendiğinizle de amel ederek İslam dairesine girebilir veya
Allah'ı hoşnut etmek için telefondan gerekli araştırmaları yaparak her ilmi öğrenebilirsiniz.
Okula küfür diyenlerin, bu mantıklarına göre, telefona veya televizyona, heykel bulunan
yollarda yürümeye dahi küfür demesi gerekmektedir.
Okul Müslümanların hedeflerine ulaşıp İslamiyete faydalı insanlar olabilmeleri için bir araçtır.
İmkanı olan her müslümanın okula gidip okulda olan iyi şeyleri öğrenip küfür ve şirklerden
teberri ederek İslam'a yararlı nitelikli bir Müslüman olması gerekmektedir.
Örneğin Pazartesi günü marş okunduktan sonra Çocukları okula götürüp Cuma günü de marş
okunmadan önce çocukları okuldan alıp, çocukların genel ders programlarını kontrol edip,
içerisinde oluşabilecek herhangi bir Şirk ve küfür fiiline karşı çocukları uyarıp, konu hakkında
bilgilendirip, çocuklar eve geldiğinde o gün okulda öğrendiklerini onlardan güzelce dinleyip,
öğrendiği bilgilerin içerisindeki kirli ve/veya kötü bilgileri zihinlerinden silip, onların kötülüğünü
onlara anlatıp, arındırmaya çalışılmalıdır.
Tabii gönül isterki, eğitimin temel merkezine İslam'ı yerleştiren okullar olsa da müslümanlar
çocuklarını o okullara gönderseler! Bu kesinlikle çok daha uygun olanıdır.
Ancak ülkemizin birçok yerinde böyle bir kuruluş olmadığı için çocuklarımızın ilk eğitim yuvası
olan aile eğitimini güzelce vererek ve onları sürekli kontrol altında tutup, tevhidi onların aklının
yatacağı şekilde öğreterek okuldaki küfür illetinden kurtulup, geleceklerini başarıyla inşa
edecekleri bir eğitim merkezi haline getirmeliyiz.
Okul meselesi hakkında yapmamız gereken iş budur. Hakikaten bunun gayrısı macera
aramak ve çocuklarımızın geleceğini, sebepler dairesinde, heba etmektir.
1) İSLAM ALAMETLERİ:
Peygamber efendimiz zamanında; ilk davet yıllarında "La ilahe illallah diyen cennete gider"
derken, daha sonra "Her kim La ilahe illallah der ve Allah'tan başka ilahlara kafir derse
canı malı haramdır hesabı Allaha kalmıştır" demiştir. İlerleyen yıllarda ise "Kim bizim
namazımızı kılar ve bizim kıblemimize yönelir ve bizim kestiğimiz yerse işte o
müslümandır" demiştir. Son olarak da, Peygamberimiz ölmeden hemen önce ortaya çıkan
sahte peygamberleri "tekfir edenlere" Müslüman muamelesi yaptırmış ve sahabelere böyle
insanları öldürmemelerini emretmiştir.
Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz zamanında bile İslam alameti tam 4 kere değişmiştir.
Peygamberimizden sonra ilk halife olan Hz. Ebubekir Radıyallahu Anh zamanında zekatı
vermeyen ve zekatı reddedenlerle savaşılmış ve İslam alameti "zekatı kabul etmek" olarak
belirlenmiştir.
Yani İslam alametleri İslam tarihi boyunca sürekli değişmiştir ve dönemin ana inkarına göre
islam alametleri şekillenmiştir. Mesela, İmam Ahmed'in yaşadığı Mihne fitne yıllarında "Kur'an
mahluk değildir" demenin İslam alameti olması gibi.
Bu yüzden dönemimizin İslam alameti "La ilahe illallahı" söylemek değil Amel etmektir! Yani
tevhidi bilip tağutu reddederek ederek Allah'ı birlemektir.
2) HALKLARIN HÜKMÜ:
Müslüman halk: İslam şeriatı ile yönetilen Darül İslam'da yaşayan halktır. Darul İslam'da La
ilahe illallah diyen herkes müslümandır. Ta ki küfürleri ortaya çıkana kadar.
Asli Müslim halk: Ataları İslam dışında başka bir dinden olan halklara denir. Hindistan, Çin,
ABD gibi.
1) Hükmü mürted: Hiç Müslüman olmayan ama atalarından ötürü kendilerine Müslüman
demelerine rağmen, küfür ameli üzerine olanlara denir. Örneğin; Rafiziler, Nusayriler, Aleviler,
bizim içinde yaşadığımız toplum vb.
2) Hakiki mürted: Gerçek manası ile Müslüman olup sonra dinden dönene denir.
OY KULLANMA MESELESİ:
Bizler devletimizi severiz çünkü sistem ayrıdır devlet ayrıdır. Sistem, mezarında yatan bir
adamın CHP'sinin 6 okuyla 100 yıldır ülkeyi yönettiği rejimin adıdır. Devlet ise bu topraklara
bin yıldır İslam'la mührünü basmış atalarımızın mirasıdır. Nitekim 1923'te yeni devlet
kurulmamış, bilakis sistem Hilafet'ten laikliğe çevrilmiştir:
Görüldüğü üzere Devlet kurulmuyor ama varolan devletin sistem şekli değişiyor. Kudret ve
Teşri Allah'tan alınıp demokratik laik meclise veriliyor. Dolasıyla bizler devleti destekliyoruz
ancak sistemi tağut görüyoruz.
Şayet devlet bütünüyle tağut olsaydı, kimlik kullanmak bile küfür olurdu ki günümüzde kimlik
kullanmaya küfür diyen ciddi bir sapkın kitle vardır.
Şahıs gidip oy kullandığı vakit şunu demiş olmaktadır: "5 yıl boyunca beni şu şahsın ve şu
partinin yönetmesi için ona noter huzurunda yetki veriyorum."
Vekaletini vererek başa geçirdiği insan da bu vekaletleri alarak sistemin başına geçer ve
sistemi yönetmeye başlar.
Sistemi yönetirken de faizi, iddiayı, lotoyu, totoyu, milli piyangoyu, zinayı, içkiyi, kumarı vs.
bilimum haramları helal kılarak teşri yapmış olur ve teşri yapmak ta küfürdür. Bu yönetici, teşri
yaptığı için kafir olur bu yöneticiye vekalet vererek yetkilendiren herkeste onunla birlikte küfre
girer.
Tağuti sisteme oy kullanmaktaki bir diğer küfür ise Allah'ın hakimiyet sıfatlarını (El-Hakim, El-
Hakem, Al-Adl gibi isimlerini) bir şahsa, kuruma, partiye veya kuruluşa vermek demektir.
Nasıl ki bir insan şifayı Allah'tan değil de türbeden bilirse, Allah'ın Eş-Şafii ismini bir türbeye
verdiği için şirke girmiş oluyorsa veya nasıl ki El-Halık ismini bir başkasına vererek "bunları şu
yarattı" dediğinde küfre girmiş oluyorsa, hakimiyeti de Allah'ın kanunundan başka bir ana
kitaba verdiğinde şirke girmiş olur.
Kur'an, Allah'ın "hakimiyet" ayetleriyle doludur. Gelin birkaç örnek vererek delililendirelim:
Şu bilinmelidir ki iman: Resuulllah İbni Mace'nin hadis kitabının İman bölümünün 9. hadisinde
şöyle buyurur: "İman, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalar ile ameldir."
Ameli olmayanın imanı da olmaz çünkü iman ispat ister. Diyelim ki, hastasınız ve ameliyat
olmanız gerekiyor. Birisi size geldi dedi ki, "Ben doktorum seni ameliyat edebilirim." Siz bu
gelen şahsın gerçekten doktor olup olmadığını bilmeden yani bu kişi rüştünü ispat etmeden
canını ona teslim eder misiniz?
İlk önce ispat istersiniz değil mi? İşte iman da böyledir. Bir insan ne kadar Kalbi ile tasdik etse
diliyle "ben müslümanım" dese de ameli olmadığı müddetçe imanı yoktur. Çünkü imanını
henüz ispat etmemiştir.
Şu da belirtilmelidir ki namazdan önce Tevhid gelir. Bir insan gerçek manada tevhidi
gerçekleştirmeden isterse gece teheccüdünü, kuşluk vakti kuşluk namazını veya akşam
namazından sonra da evvabin namazını aksatmadan kılsın, Davut orucu tutsun veya dili
zikirden hiç ayrılmasın tevhidi gerçekleştiremediyse bütün bunların bir önemi kalmaz çünkü ilk
önce kalbimizde, dilimizle, amelimizle tevhidi öğrenip hayatımızda uygulamamız gerekir.
Yani sen Allah'ı Kelime-i Tevhid'le birlememişsin ki Allah senin amellerini kabul etsin. Kul ilk
önce La ilahe illallah'ı öğrenmek zorundadır. Dikkat edin "öğrenmek" diyorum, "söylemek"
demiyorum çünkü öğrenmek amelle olur, bilgiyle olur, bu yüzden sözde kalan La İlahe
İllallah'ın da hiçbir hükmü yoktur.
Evet, nereden bakarsanız bakın Allah azze ve celle bu ayette namaz kılmamakla müşrikliği
aynı kefede tutmuştur Ayet çok açık ve sonucu da çok nettir.
Evet, Allah azze ve celle kulunun müminlerle dinde "kardeş" olması için namazı kılmasını ve
zekatı vermesini şart koşmuştur. Nitekim Hz.Ebubekir, bu ayeti delil alarak zekatı
vermeyenlerle savaşmış ve onları Mürted ilan etmiştir. Bu ayet, "amel olmadan iman olmaz"
görüşünde olanlar için de delildir.
Nitekim Selefi Salihin yani Ehli Sünnet vel Cemaatin görüşü budur.
Tevbe Suresi 5.ayet:
Şayet (şirkten) tevbe eder, namazı dosdoğru kılar ve zekâtı verirlerse onları serbest bırakın.
Şüphesiz Allah, günahları bağışlayan ve kullarına karşı merhametli olandır.
Yine görüldüğü üzere, Allah azze ve celle müşriklerin şirklerinden tövbe etmelerinden sonra
namazı kılıp zekatı vermelerini "iman" etmiş olmaları için şart koşmuştur.
Şunu da belirtelim ki, bu tövbe tağut'un reddi ile gerçekleşecek olan tevhidin ta kendisidir.
Bu ayet ve diğer ayetler delildir ki, namaz ancak ve ancak tağutun reddiyle birlikte bir İslam
alametine dönüşür. Günümüzün İslam alameti tek başına namaz değildir, tağut'un reddiyle
kılınan namazdır. Tağutu reddetmeden namaz kılmak, bir insanı İslam dinine sokmadığı gibi
namaz kılmadan tağut'u reddetmek de kişiyi İslam dinine sokmaz.
Nakledeceğimiz bütün hadisler Resulullah'dan bize güvenilir raviler tarafından sahih bir
şekilde nakledilmiştir:
"Kul ile küfür arasında namazı terk etmesi vardır." (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai)
"Kul ile şirk arasında namazı terk etmekten başka hiçbir şey yoktur. Kişi namazı terk etti mi
artık şirk koşmuş olur." (İbni Mace)
"Bizimle onlar arasındaki ahit namazdır. Her kim namazı terk ederse kafir olur." (Tirmizi, Nesai,
İbni Mace)
"Sakın kasten bir farz namaz terk etme! Çünkü kasten farz namazı terk eden kimsenin
üzerinden Allah'ın himayesi kalkmış olur." (İmam Ahmet)
"Kim namazı terk ederse Allah'ın zimmetinden dışarı çıkar." (İbni Mace, Teberani)
"Her kim namazı terk ederse açıkça küfre düşmüştür." (Taberani, Heysemi)
Bu konuda, ilk önce şu bilinmelidir ki, kaza namazı kişinin yıllarca keyfiyyen hiçbir bahanesi
olmaksızın kılmadığı namazları yaşlanınca bir hesap yapıp bunları her vakit namazından
sonra kılarak tamamlaması değildir.
Kişinin bilerek, isteyerek ve hiçbir bahanesi olmadan namaz kılmaması kaza değildir kasten
terk etmekedir yani imani bir intihardır.
Bu yüzden kişi, zaten az önce ayetlerle ve hadislerle bahsettiğimiz gibi, kasten yani bilerek
namazlarını terk ettiği vakit tağutu reddedip, tevhidi öğrense bile küfre ve şirke düşmüştür.
Kaza namazı uyku, aşırı yorgunluk, seferilik, ikrah, hastalık, komaya girmek, bayılmak vb. gibi
kişinin elinde olmayan sebeplerle namazı kılamaması durumlarında caizdir.
Kazayla intiharın arasını ayırt edersek bu namaz meselesini çözmüş oluruz. Örneğin; Bir insan
karşıdan karşıya geçerken bir araba ona çarpsa bu kazadır. Ancak insan, bir otobanda bilerek
ve isteyerek arabanın önüne atlasa bu kaza değil intihardır.
İşte şu andaki insanların geçersiz ve saçma sebeplerden dolayı namazlarını kılmamaları kendi
iradelerindendir ve kazası caiz olmayan namazlar bunlardır. Ancak yukarıda da bahsettiğimiz
gibi insanın şahsi bir ihtiyarı olmaksızın namazını kaçırması, onun namazının kazaya kalması
demektir.
Ne vakit o zaruri durumdan yani o halden kurtulursa hemen gidip kaza namazlarını kılması
gerekir. Mesela, sabah kaçta uyanırsanız uyanın hemen koşa koşa kaçırdığınız sabah
namazının farzını kılmasınız.
ÖZET BURADA SONA ERDİ.
* * *