Professional Documents
Culture Documents
Alternative Solutions To Environmental A1
Alternative Solutions To Environmental A1
net/publication/317168479
CITATIONS READS
0 15,380
1 author:
Fatma Kalpaklı
Selcuk University
83 PUBLICATIONS 27 CITATIONS
SEE PROFILE
Some of the authors of this publication are also working on these related projects:
All content following this page was uploaded by Fatma Kalpaklı on 26 May 2017.
Mustafa Özdemir Saffet Köse Önder Kutlu Birol Akgün Yusuf Sayın Sefa Usta Hacı Ahmet Şimşek
Cemil Paslı Abdülkerim Bahadır Hüsamettin Vatansev Dilara Karaelmas Abdullah Şafak Aygül Erdem
Mehmet Yavaş Hayati Ünlü Fatma Kalpaklı Fatma Nur Aşcı Fatıma Nur Mücevher
Furkan Selçuk Ertargin Hasan Özer Atique Ur Rahman Güneş Öztürk
mehir
Sayı: 3
Nisan 2016
ISSN 1303-2844
MEHİR AİLE DERGİSİ
Yayın Çağrısı
Mehir Aile Dergisi, yılda üç defa (dört aylık) yayımlanan, ulusal akademik hakemli bir dergidir.
Derginin yayım dili Türkçe ve İngilizcedir. Yayın Kurulu’nun kararı ile diğer dillerde de yayınlar
kabul edilebilir ve yayınlanabilir. Her sayısıyla olduğu gibi özel sayı ve dosyalarla da bir kaynak ni-
teliğini taşıyacak olan derginin kurumsal sahibi, merkezi Konya’da bulunan Gençleri Evlendirme
ve Mehir Vakfı’dır. Dergiye İngilizce ve Arapça makaleler de kabul edilebilir. Bu durumda çalışma-
nın Türkçe ve İngilizce özeti de eklenmelidir.
Disiplinlerarası araştırmaları teşvik etme amacından hareketle, dergide yayımlanması istenen
yazılar Aile ile ilgili olmalıdır. Dergide, Aileyi konu alan bir sorunsala ve çözüm önerilerine yer
verilebilir, Aileyi içeren konular tarihi, edebi, kültürel, ekonomik ve sosyal içerikte olabilir, aile uz-
manlarının ve eserlerinin tanıtımı, aile konusunda çalışan önceki araştırmacıların yazmış olduk-
ları makalelerin yayını veya tercümesi, sempozyum veya tez değerlendirmeleri gerçekleştirilebilir.
Dergiye gönderilen yazılar, başka bir yerde yayınlanmamış ya da yayınlanmak üzere gönderilme-
miş olmalıdır. Yazılar yayınlanmak üzere kabul edildiği takdirde, Mehir Aile Dergisi, bütün ya-
yın haklarına sahip olur. Yayınlanan yazılardan alıntı yapılması durumunda, kaynak belirtilmesi
zorunludur. Gönderilen makaleler, Editörler Kurulu ve Hakem Kurulu’nun değerlendirmesinden
sonra yayın sürecine alınır; yayımlansın veya yayımlanmasın, iade edilmez. Yazıları yayımlanan
yazarlara telif ücreti ödenmez.
Araştırma bilimsel metotlara uygun olmalıdır. Gönderilen yazılar, resim, şekil, harita vb. ekleri
de dâhil olmak üzere 20–25 dergi sayfasını (4000–5000 kelime) aşmamalıdır. Çalışmaya 200 ke-
limelik İngilizce (Arapça makaleler için Türkçe) özet eklenmelidir. Araştırmalar hakemlerin (en
az iki hakem) olumlu görüşünden sonra yayımlanır. Hakemlerden birinin olumsuz rapor vermesi
durumunda yazı üçüncü bir hakeme gönderilir. Üçüncü hakemin kararı doğrultusunda yazının
yayınlanıp yayınlanmamasına karar verilir. Hakem raporları gizlidir. Yazarlar, yayın kurulu ve ha-
kemlerin raporlarını dikkate almak zorundadır. Yayın kurulu gönderilen yazıyı yayınlayıp yayın-
lamamakta serbesttir. Yayınlanan yazılardaki düşünceler yazara ait olup, hukuken ve bilim etiği
açısından sorumluluk tamamen yazara aittir.
Dergiye gönderilen yazılar, A4 boyutlarında ve beyaz kağıda üst/alt/sağ 3 cm. ve sol 4 cm. boşluk bı-
rakılarak; 1 satır aralıklı; iki yana yaslı; girinti sol/sağ 0 cm.; paragraf aralığı 6 nk; 11 punto ve Times
New Roman yazı karakteri kullanılarak yazılmalıdır. Makale adları Türkçe ve İngilizce olarak yazıl-
malı ve yazarların adı, soyadı, akademik unvanı ve çalıştıkları kurum belirtilmelidir. Ayrıca yazar-
ların iletişim bilgileri tam olarak verilmelidir. Kaynak gösterimi, APA Sistemine göre yapılmalıdır.
Dergimizde yayımlanmasını arzu ettiğiniz bilimsel çalışmalarınızı mehiraile@gmail.com adresine
Microsoft Word dosyası halinde ekleyerek gönderebilirsiniz. Dergi yayın ilklerine ve daha fazla
bilgiye dergimiz web sayfasından (www.mehiraile.org) ulaşabilirsiniz.
Editör
Yusuf SAYIN
Yayın İlkeleri
1- Dergide yayımlanması istenen yazılar aile ile ilgili konularda olmalıdır. Dergiye gönderilecek çalışmalarda,
aile ile ilgili bir probleme, aileyi tarih, kültür, edebiyat ya da herhangi bir ilmi alanda ele alan araştırmacılara
veya çalışmalarına yer verilebilir.
2- Çalışmalar ilmî metotlara uygun olmalıdır.
3- Araştırmaya İngilizce ve Türkçe özet eklenmelidir.
4- Araştırmalar hakemlerin (en az iki hakem) olumlu görüşünden sonra yayımlanır.
5- Dergide yayımlanan yazıların dil ve içerik bakımından sorumluluğu yazarlarına aittir.
6- Yayımlanmayan yazılar sahiplerine iade edilmez.
4
İçindekiler
Makaleler
Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
The Psycho – Sociological Dynamics of Dissolution of Family in The Modern Age
Yüksel ÇAYIROĞLU................................................................................................................................................. 11-40
5
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Misafir Kalemler
Anne Yoksunluğu ve Oral Fiksasyon
Cemil PASLI......................................................................................................................................................... 165 - 168
6
Editör’den
Dinin ve kamunun vicdanı olarak tanımlanan devletin kurucu aklı ve yapıtaşı olarak
tarif edilebilecek aile kurumu, insanoğlunun doğumundan ölümüne kadar ve inanan-
lar için öteki yaşam için de nesillerin geçmişine ve geleceğine etki eden hayatsal un-
surların başında gelmektedir. Ahlak ve maneviyat eğitiminin verildiği, topluma akıl
ve ruh sağlığı yerinde bireylerin üretildiği bir mekanizma olan aile, bugün modern
zamanlarda büyük tehlike, tehdit, kriz ve karmaşalarla karşı karşıya bulunmaktadır.
Modern zamanlarda insanoğlu, apartheidlere ve ruhsal prangalara mahkûm edil-
miş; insanlar da bu mahkûmiyetten üzerine düşen payı almıştır. Sosyal ve kültürel
bakımdan modern cahiliye dönemlerini yaşayan insan, ona bahşedilen yüce değeri-
ni kaybetmeye başlamış ve böylece durumu gittikçe kötüleşmiştir. O, bir fıtrat üze-
rine yaratılan varlık olarak görülmekten ziyade bir nesne olarak telakki edilmeye
başlanmıştır. Sözgelimi “kim” sorusu ile cevap aranılması gereken kadın ve erken,
artık “ne” sorusu ile tanımlanmaya ve bir nesne olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
Sonuçta kadın ve erkek, kendi tabiatları harici tarif ve tanımlamalarla karşı karşıya
kalmıştır. Aile de bundan kendine düşen payı almıştır.
Aile kurumu, meslek, kariyer ve gelecek beklentilerinin ötesinde, hiçbir insan evla-
dının görmezden gelemeyeceği bir konu olması hasebiyle; Gençleri Evlendirme ve
Mehir Vakfı’nın bir yayını olarak, 3. sayıya hazırlanan Mehir Aile Dergisi’nin Hz.
Allah’a (cc) ve kamuya karşı sorumluluğunun bir göstergesi olarak uzun bir aradan
sonra tekrardan sizlerle buluşuyor tüm bu endişe ve kaygılarla. Şüphesiz ki bu bu-
luşmada, ‘Benim Bir Derdim Var’ anlayışını uhdesinde barındıran Mehir Vakfı’nın
7
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
8
Editör’den
Yusuf Sayın
Editör
26.03.2016, Meram
9
MEHİR AİLE DERGİSİ, sy. 1, 2016, s. 11 - 40
Modern Zamanlarda
Ailevî Çözülmenin
Psiko-Sosyal Dinamikleri*
Yüksel ÇAYIROĞLU*
Özet: Araştırma ve haberlere göre, her geçen gün, boşanma ve aile içi şiddet vakaları artmakta, eşler ve aile üyeleri
arasında geçimsizlik ve huzursuzluk büyümektedir. Kısacası, aile ve evlilik düşüncesi son on yıllarda önemini kaybe-
diyor. Daha da kötü olan ise bu problemleri çözebilecek umut verici gayretlerin eksikliğidir. Bu açıdan, bu makalenin
ana fikri söz konusu adımların atılabilmesi için öncelikle ailevî çözülmeye yol açan sebeplerin doğru bir şekilde tespit
edilmesine vurgu yapıyor. Bu konuda pekçok faktör öncelikli neden olarak değerlendirilebilir. Fakat önemli olan aile
sorunlarının kök nedenlerinin tespit edilmesidir. Bu açıdan bu çalışmaya göre ailenin çözülmesinin temel sebebi,
onu oluşturan bireylerin değişen zihniyet yapılarıdır. Özellikle modernite ve onun sosyal sonuçları modern bireyle-
rin dünya görüşlerini ve hayat biçimlerini önemli ölçüde yeniden şekillendirdi. Bu da bireylerin ve ailelerin toplum
içindeki sosyal pratiklerini değiştirdi. Bu açıdan bu çalışma modernitenin birey ve aile üzerindeki sosyal sonuçları
üzerine yoğunlaşmaktadır.
Abstract: According to news and research, the cases of divorces and domestic violence are increasing, the unrest and
discord between couples and family members are growing. In short, the notions of family and marriage are losing
their importance in the last decades. The worst is the lack of promising endeavors to solve these growing problems.
In this regard, this article argues that the first duty of societies to deal with these problems is to accurately identify
the primary causes that leads to the dissolution of family. Here, many factors may be considered as primary causes
in this issue. But, it is important to determine the root causes of family problems. Thus, this article argues that the
main reason behind the dissolution of family structures is the changing mind sets of individuals appear as dominant
reason. Modernity and its social consequences have significantly reshaped the world views and life forms of modern
individuals, which later changed the social practices of individuals and family relations in society. In this regard, this
study focuses on the societal consequences of modernity on individual and family life.
* Dr., yukselcayiroglu@hotmail.com, Işık Yayınları, Adres: Bulgurlu Mah. Bağcılar Cad. Şafak İş Merkezi,
Üsküdar, İstanbul.
11
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Giriş
İ
statistikî bilgiler, medyaya yansıyan haberler ve konuyla ilgili yapılmış bilimsel
çalışmalar ailevî problemlerin her geçen gün daha da derinleştiğini ve kronik-
leştiğini göstermektedir. Ülkemizde meydana gelen boşanma vakalarına genel
hatlarıyla bir göz atmak bile ailede yaşanan sıkıntının boyutlarını ve bu sıkıntının
her geçen gün nasıl büyüğünüdü göstermeye yetecektir. Zira boşanma oranları, sos-
yal bilimler açısından ailenin gücünü ölçmek için başvurulan en büyük araçlardan
biridir. Devlet İstatistik Enstitüsü ve Türkiye İstatistik Kurumu’nun verilerine göre
1995 yılında 28 bin olan boşanan çift sayısı (DİE, 1997: 9), 2001 yılında 50 bine
(DİE, 2016: 5), 2009’da 114 bine (TÜİK, 2016: 56), 2013 yılında ise 129 bine yük-
selmiştir. (TÜİK, 2016)
Aile kurumunun yara almasının, boşanmaların ve aile içindeki şiddet ve geçim-
sizliklerin artmasının sebepleri düşünüldüğünde ilk olarak, aldatma, ilgisizlik, ka-
balık, sorumsuzluk, sevgi ve saygının kaybolması, öfke, iletişim bozuklukları, akra-
ba müdahaleleri, kişilik farklılıkları, zararlı alışkanlıklar, bencillik, fakirlik, cahillik,
küçük meselelerin büyütülmesi, mahremiyet ihlâlleri, tahammülsüzlük, kanaatsiz-
lik gibi faktörler akla gelecektir. Hatta problemli aile sayısınca problem sebebinin
olduğunu söylemek mümkündür. Tolstoy’un ifadesiyle, tüm mutlu aileler temelde
birbirine benzer, fakat bütün mutsuz ailelerin geçimsizliği kendisine mahsustur.
Dahası nikâhsız beraberliklerin artması, evlilik öncesi flört hayatı yaşamanın
gerekli görülmesi, her geçen gün bekârlığın önem kazanması, evlilik yaşının yuka-
rılara tırmanması, tek ebeveynli ailelerin ortaya çıkmaya başlaması ve çocuk sayı-
sındaki düşüş gibi aileyi kuşatan sorun alanlarıyla ilgili de bir dizi sebep sayılabilir.
Elbette geçmiş dönemlerde de aileyle ilgili buna benzer sıkıntılar baş göstermiştir.
Fakat bunların yoğunluğu ve derinliği hiçbir zaman günümüzdeki problemlerin se-
viyesine ulaşmamıştır. Demek ki modern dönemin, insanı, aileyi ve toplumu değiş-
tirip dönüştüren bir kısım özellikleri vardır.
O hâlde, aileyle ilgili dışarıya yansıyan problemlerin bir kenara bırakılarak bun-
ların kök sebeplerinin bulunması gerekmektedir. Çünkü daha ziyade üzerinde duru-
lan sebepler bu kök problemlere bağlı olarak gelişmektedir. Problemin asıl kaynağı
görülemediği sürece, doğru çözümler de ortaya konulamayacaktır.
Modernitenin meydan okumaları karşısında günümüz insanının, kendisine,
çevresine ve topluma bakışı, hayat felsefesi, beklenti ve idealleri, eşya ile kurduğu
ilişki değişmiştir. Aynı değişime Müslümanlar da maruz kaldığından, Müslüman
muhayyile kaybolmuş ve ciddî bir zihin kirliliği yaşanmıştır. Bu açıdan ne yazık ki ai-
leyle ilgili yaşanan problemlerin kökten çözümü sanıldığı kadar basit olmayacaktır.
12
ÇAYIROĞLU / Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
1. Modernite ve Postmodernite
1.1. Modernite
Modernite bilinip anlaşılmadan, dahası modernite ile yüzleşmeden aile üzerine
yürütülecek çalışmaların isabetli neticelere ulaşması mümkün değildir. Zira kadın
ve aile, son bir iki asırdır yaşanan hızlı ve derin değişimin hem merkezinde yer almış
hem de bunun vitrini olmuştur. Bunun da ötesinde bugünün insanı modernitenin
şekillendirdiği bir ortamda dünyaya gelmektedir. Günümüz dünyası; bireyi, toplu-
mu, kentleri, eğitim modeli, modern devleti, teknik ve teknolojisiyle modernitenin
mahsulüdür. İnsan böyle bir ortamda dünyaya gelmekte, sosyalleşmekte, eğitimini
tamamlamakta ve böylece onun zihni modernite tarafından kodlanmaktadır. Bu-
radaki asıl korkunç ve tehlikeli olan husus ise onun bu etkilenmenin farkına vara-
mamasıdır. Zira insanoğlu zamanla her şeyi içselleştirdiği ve kendisinin doğal bir
parçası haline getirdiği için, zihin de sahip olduğu düşünce biçiminde bir yabancılık
görmemektedir. (Arslan, 2010: 340)
Modernite, bütün geleneklere, bütün kurulu düzenlere, bütün kutsallıklara, bü-
tün vahiylere, empoze edilen bütün değerlere karşı; insanın birey olarak kabul edil-
mesi, özgürlüklerin hak olarak istenmesi, aklın savunulması ve bunun müteakibi
olarak bilime ve gelişmeye çağrıdır. (Ramazan, 2013: 37) Farklı bir tanıma göre o,
Aydınlanmanın temel felsefî varsayımlarının toplamından ortaya çıkan insan mer-
kezli bir dünya görüşüdür. Fakat burada merkeze alınmış bulunan insan, nefsinin
istek ve tutkularıyla öne çıkmış özel bir profildir. (Bulaç, 2006a: 9)
Modernitenin, dün Tanrı’dan yola çıkarak her şeyi açıklamaya çalışan insanın,
bu defa kendinden yola çıkarak her şeyi açıklama girişimi, yani kitap merkezli bir sis-
temden akıl merkezli bir sisteme geçiş olduğu da söylenmiştir. (Arslan, 2010: 340)
Bu açıdan kendisini bir kutsal vahye ya da ulusal bir öze uygun olarak örgütlemek ve
bu yönde eyleme geçmek isteyen bir toplumu modern olarak nitelemenin olanaksız
olduğu ileri sürülmüş ve modernliğin akılcı, bilimsel, teknolojik ve idarî etkinliğin
ürünlerinin yaygınlaştırılması olduğu ifade edilmiştir. (Touraine, 2014: 9)
13
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
14
ÇAYIROĞLU / Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
1 Bu ifadelerden, refah devletinin, ilerlemenin, gelişmenin, kalkınmanın vs. karşısında olunduğu anlaşıl-
mamalıdır. Elbette bunlar toplumun huzuru açısından elde edilmesi gereken hedeflerdir. Bilâkis burada
ifade edilmeye çalışılan husus, bütün bunların değerlerin ve ahlâkın önüne geçirilmesidir.
15
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
hatta egemen olmaya çalışan modern kültür, aile yapısını da yeniden inşa etmeye
yönelmiştir. Zira geleneksel aile yapısı değişmediği sürece, modernitenin kendisini
kabul ettirmesi, idealleri istikametinde bireyler yetiştirmesi de mümkün değildir.
Bu açıdan İslâm düşüncesinde toplumun temel taşı olarak görülen aile, modern
dönemde pek çok fonksiyonunu kaybetmiş, yapısal bir değişikliğe uğramış, önem
ve değerini yitirmiştir. Bunun yanında evlenme ve boşanmaya yüklenen anlamın
değiştiği, mahremiyetin eski önemini kaybettiği, aile içi rollerin ve özellikle kadınla
ilgili telâkkilerin değiştiği de bir gerçektir.
16
ÇAYIROĞLU / Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
çük bir tabakasını muktedir ve mutlu kılsa dagenel için pek çok kriz ve bunalımı da
beraberinde getirmişti. Nitekim modernitenin bu çelişki ve problemleri karşısında
pek çok Batılı filozof ve sosyolog da moderniteye karşı sert eleştiriler getirmişlerdir.
(Bkz., Harvey, 2010: 26-53)
Modernitenin insanlığa dayattığı projenin pek çok açıdan başarısız olması, yeni
arayış ve yeni düşünceleri de beraberinde getirmiş ve neticede postmodernite deni-
len yeni durumu ortaya çıkarmıştır. Buna göre aklı ve bilimi kutsallaştıran anlayış
reddedilmiş, evrensel ve ebedî hakikatlere ulaşmanın mümkün olmadığı dile getiril-
miş, üst-anlatı ve üst-teorilerden vazgeçilmiş, totalitarizm ve militarizme isyan edil-
miş, statüko ve hiyerarşiye başkaldırılmış veilerlemecilik düşüncesi reddedilmiştir.
Bunların yerine, çoğulculuk, özgürlük, çevrecilik, insan hakları, rölativizm ve nihi-
lizm düşünceleri öne çıkmaya başlamıştır. Bu politik kültürü savunanlar, her şeyi
yerli yerine koymaya çalışan modernizm savunucularına karşı, bir bakıma “Bırakın
her şey olduğu yerde kalsın.” demişler (Demir, 1997: 41), bütünlüğe savaş açmış, ev-
renselliğe karşı çıkmış ve farklılıkları etkin kılmak istemişlerdir. (Lyotard, 1997: 159)
Giddens, bu yeni durumu şöyle özetlemiştir: “Hiçbir şeyin tam bir kesinlikle bi-
linemeyeceğini keşfetmiş durumdayız. Çünkü epistemolojinin önceki tüm temelle-
rinin güvenilir olmadığı ortaya çıkarılmıştır. Tarihte erekselliğe (olguların bir amaca
göre açıklanması) yer yoktur ve dolayısıyla ilerlemenin hiçbir versiyonu kabul edi-
lebilir biçimde savunulamaz; ekolojik kaygıların ve belki de yeni toplumsal hareket-
lerin giderek artan önemiyle birlikte yeni bir toplumsal ve siyasal gündem ortaya
çıkmış bulunmaktadır.” (Giddens, 2014: 50)
Biraz daha açacak olursak bu politik kültürün karakteristik özelliği, kalıcı olan
hiçbir şeye tahammül edememesi ve bütün sabiteleri reddetmesidir. Dolayısıyla eski
olan her şey alt üst olmaya ve değişmeye başlamıştır. Hatta bu yeni süreçte ulus
devlet, onun vatandaşlık anlayışı, klasik liberalizm ve öncesinde savunulan pek çok
“izm” işlevlerini yitirmeye başlamıştır. Zira her şeyin görecelik taşıdığı bir dünyada
her şey melezleşecek, hakikat ile zan, adalet ile zulüm, güzel ile çirkin ve negatif ile
pozitif arasındaki bütün ayrıcı duvarlar eriyecektir. (Arslan, 2010: 244-245)
Diğer taraftan postmodernitenin hâkim olduğu günümüzde hayatın ve olayların
akışı çok hızlanmış ve bu da beraberinde sathiliği getirmiştir. Artık ilgiler uzun süre
bir şey üzerine odaklanamıyor. İnsanlar derine inmek ve bir şeyi enine boyuna öğ-
renmek yerine “sörf” yapmayı, uzun süre bir programı izlemek yerine “zaplamayı”,
uzun ve kapsamlı mektuplar yerine kısa ve özlü e-postaları veya mesajları, hatta bunu
da fazla bularak 140 karakteri geçemeyen twitleri tercih ediyorlar. Kısaca kapsamlı
görüşler yerine en kısa ve en sığ cümleler, cümleler yerine tek moda sözcükler, söz-
cükler yerine de karakter ve sesler öne çıkmaya başlıyor. (Bauman, 2013: 117-118)
17
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Popüler kültür, paradigması ve bir felsefesi olan bütün bilgi sistemlerine karşı
olduğu için, bundan en büyük zararı görecek kurumlardan birisi de dindir. Gerçi
bu kültürün savunuculuğunu yapanların, çoğulculuğu öne çıkarmaları ve bütün ha-
yat tarzlarına saygı duyulması gerektiğini ifade etmeleri, Müslümanlar açısından
olumlu gibi durmaktadır. Fakat onun bir dinin kutsallarından mahremiyetine kadar
bütün muhkemlerini tartışmaya açmak istemesi, farklı bir tabirle İslâm’ın bütün
hükümlerini aklın nesnesi haline getirmesi, aslından kopuk yepyeni bir din ve din-
darlık anlayışı ortaya çıkaracaktır. (Arslan, 2010: 282-283)
Hiç şüphesiz böyle bir dünyada homoseksüeller hak arayışına girişecek, eşcinsel
evlilikleri normal görülmeye başlanacak, başıboş nesiller yetişecek, değer yargıları
önemini yitirecek, haz kültürü öne çıkacak ve sınırsız bir özgürlük anlayışı gelişe-
cektir. Böyle bir ortamda huzurlu ve sağlıklı ailelerin kurulabilmesi ise hayal ola-
caktır. Ayrıca hızlı yaşamaya alışmış insanların istikrar ve sabır gerektiren evlilik
hayatını uzun süre devam ettiremeyecekleri de açıktır.
18
ÇAYIROĞLU / Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
önce rasyonel temelde kendisini meşrulaştırıcı bir bilgi sistemi kurmuş, arkasında
da siyasî, sosyal ve iktisadî alanlarda kendisine yer bulmuştur. (Arslan, 2010: 228)
Sekülerizmle ilgili farklı tanımlar yapılmış ve bunun dünyevileşme ile aynı
olup olmadığı hakkında farklı fikirler ileri sürülmüş olsa da temel itibarıyla sekü-
lerleşmenin dinî düşünce ve pratiklerin önemini kaybetmesi, inanmanın bir tercih
meselesi hâline gelmesi, ilahî vahyin referans kaynağı olmaktan çıkması ve bunun
yerine dünyanın öncelenmesi, yüceltilmesi ve en önemli hedef haline getirilmesi ol-
duğunda şüphe yoktur. Dünyevileşmenin başlıca tezahürleri ise refah ve zenginliğin
yegâne maksat hâline gelmesi, dinin içinin boşaltılması, haz ahlâkının yayılması, tü-
ketim toplumunun oluşması, menfaat ve çıkarların öne çıkması ve bireyselleşmenin
artmasıdır. (Tekin, 2014: 261-262; Taylor, 2014: 3-6)
Hayatın farklı alanlarında farklı sekülerleşme çeşitlerinden bahsedilebilir; kül-
türün, bilimin, hukukun, eğitimin ve sanatın sekülerleşmesi gibi. Fakat sekülerleş-
menin en önemli olduğu alan da bilincin sekülerleşmesidir. Çünkü insan bilinci se-
külerleşince, zihin de hayata anlam veren ilahî ilkeler karşısında özgürleşmekte ve
kendi tercihleriyle baş başa kalmaktadır. Böyle bir insan artık ilahî vahyin kontro-
lünden çıkıp bütünü ile kendi kurguladığı bir hayatı yaşamaya başlayacaktır. Bu da
tabii olarak toplumsal ilkelerin ve ahlâkın çözülmesini ve yavaş yavaş dinin anlamını
kaybetmesini netice verecektir. Bu açıdan öncelikle bilinçteki seküler prangaların
görülmesi ve bunların çözülmesi gerekmektedir.
Hiç şüphesiz sekülerleşmenin en fazla etkilediği kurumlardan birisi de aile ol-
muştur. Dinin alanının daralması ve insanlar arası münasebetleri belirlemedeki ro-
lünün ortadan kalkmasıyla birlikte, aileyi ayakta tutan temel değerler ortadan kalk-
mış ve aile fertlerinin birbiriyle münasebetleri de değişmeye başlamıştır. Şurası bir
gerçek ki günümüz Müslümanları, ailenin kutsal bir müessese olduğu, temel itiba-
rıyla ahlâkî ve manevî değerler üzerinde yükseleceği, Müslüman açısından ahiretin
kazanılması adına büyük bir imtihan sürecini içerdiği, eşlerin aile ortamının getir-
diği zorluklara katlanmasının insana ibadet sevabı kazandıracağı gibi hakikatlerin
yeterince farkında değildir.
Hatta bunun da berisinde, eş tercihindeki kriterler değişmiştir. Hz. Peygam-
ber’in (s.a.s) evlilikte ahlâk ve dindarlığı öne çıkarmasına mukabil (Buhârî, Nikâh
15; Müslim, Radâ’ 53), günümüzde erkeğin yakışıklı, zengin ve kariyer sahibi ol-
ması tercih sebebi olurken; kadında ise güzellik, estetik ve bakımlılık gibi özellikler
öncelik sırasını elde etmiştir. Bu da aileyle ilgili beklentilerin değiştiğini göster-
mektedir. Bunlara ilâveten, düğün törenleri, ev dizaynları, çocuk isimleri ve tatil-
lerin değerlendirilmesi gibi farklı alanlarda da dünyevileşmenin tezahürlerini gör-
mek mümkündür.
19
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
2.2. Bireycilik
Pek çok felsefe ve düşünce sistemi gibi bireycilik ve ona yakın anlamlı olan hüma-
nizm düşüncesi de önce Batı’da ortaya çıkmış ve oradan dünyaya yayılmıştır. Birey-
cilik, bireyin, din, modern devlet, ideolojiler ve gelenek gibi bütün bağlardan kurta-
rılması ve özgürleştirilmesidir. Farklı bir tabirle o, iyinin, doğrunun ve ahlâklı olanın
tespit edilmesinde aklın otoritesine başvurulmasıdır. Bu bakış açısına göre insanın
tâbi olmak zorunda olduğu aşkın ve mutlak bir hakikat yoktur. Dolayısıyla hayatı
belirleyici olan mutlak değer ve normlardan da bahsedilmez. Aynı şekilde hümanizm
de basit bir insan sevgisi değildir. O, kâinatın merkezine insanı yerleştiren, ilahî olanı
reddeden veya önemsemeyen bir felsefi sistemdir. Bu açıdan gerek bireycilik gerekse
hümanizm seküler bakış açısına sahiptir. (Küçükalp ve Cevizci, 2009: 142)
Modernitenin inşa etmek istediği ve kısmen de bunu başardığı birey, ilâhî ve
kutsal olanla bütün bağlarını koparmıştır. O, bütün gücünü aklından almakta, sade-
ce aklı ve tecrübeyi bilgi kaynağı olarak tanımakta ve kendi yasalarını kendisi koy-
maktadır. Bu da bir nevi aklın putlaştırılması ve insanın da tanrılaştırılmasından
başka bir şey değildir. İşte böyle bir bireyin, hayata, toplumsal ilişkilere ve varlığa
bakışı da bir Müslümanın bakışından çok farklı olacaktır. Modernitenin “birey” ola-
rak tanımladığı bu insan tipi, her şeyden önce kendi özerkliğini ve menfaatlerini dü-
şünecek, hayatında paylaşım ve yardımlaşma gibi değerlere yer vermeyecek, hayatını
da aklın kılavuzluğunda ve arzularının güdümünde yaşayacaktır.
Geleneksel hayatın kalıplarından ve kutsal buyrukların yönlendirmesinden
kurtularak kendi hayat tarzlarını ve inançlarını kendileri belirlemek isteyen bazı
insanlar bireyciliği modern ve seküler çağın en büyük kazanımlarından birisi ola-
rak görse ve bu özerk ve özgür yaşamdan vazgeçmek istemese de pek çok düşünür
onun fert, aile ve toplum hayatında sebep olduğu olumsuzluklara dikkat çekmeye
başlamıştır. Bireysel yaşamlarına yoğunlaşan insanların geniş görüş açılarını yitire-
cekleri, toplumun diğer fertlerine karşı daha kayıtsız hâle gelecekleri, benlik üzerine
yoğunlaşmanın hayatın anlamını azaltacağı, hayatı tatsızlaştıracağı ve kendi içine
kapalı bireyler yetiştireceği bu eleştirilerin başlıcalarıdır. (Taylor, 2011: 10-11)
Yalnızlaşma da bireyciliğin en önemli olumsuz neticelerinden birisi olmuştur.
İnsan, kendisini bir özne yerine koyarak bütün aidiyetleri reddetmeye ve kendi ka-
derini kendisi belirlemeye kalkınca, önce Allah’la, sonra toplumla, sonra da yakın
çevresiyle bağlarını koparmıştır. Günümüzün insanı, kalabalıklar içinde yaşasa ve
başkalarıyla oturup kalksa da yalnızdır. O, Allah’a tevekkülü unuttuğu gibi, in-
sanlara karşı güven hissini de çoktan yitirmiştir. Bunların yerine o, banka hesap-
larına, emeklilik cüzdanına, kredi kartlarına, sigorta şirketlerine güvenmekte ve
hayatını bunlara bağlı götürmektedir. (Arslan, 2010: 184)
20
ÇAYIROĞLU / Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
2 Nitekim 1200 boşanmış çift üzerinde boşanma sebeplerine dair yapılan bir araştırmada, eşlerin yaklaşık
olarak %80’i birbiriyle tartıştığını ifade etmiş ve ankete katılanların yarıdan fazlası, eşinin hep kendisini
haklı bulduğunu ve kabahati karşı tarafa yüklediğini ifade etmiştir. Bunlardan anlaşma yanlısı olanların
oranı ise yüzde beşlerde kalmıştır. (Yurtkuran Demirkan vd., 2009: 74-75)
21
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
lar devreye sokulmalı yani reklâmlar, vitrinler, cazip ambalâjlar, moda ve pazarlama
teknikleri gibi yöntemlerle insan fıtratında yer alan arzu, heves ve ihtiraslar hareke-
te geçirilmeli ve başkalarından farklı olma duygusu uyarılmalıdır ki tüketim sürekli
devam etsin. (Gorz, 2007: 145-146; Tabakoğlu, 2008: 251)
Dünya ekonomisini elinde bulunduran küresel güçler hiçbir ürünün tüketici
tarafından sıkıca kucaklanmasını, hiçbir ihtiyacın tamamen doyurulmasını ve hiç-
bir arzunun süreklilik arz etmesini istemezler. Bu açıdan onlar tüketim mantığını
baştan aşağı değiştirmişlerdir. Bauman, hiçbir zaman tatmin edilemeyen ve sürekli
yeni arzuları harekete geçiren bu yeni durumu şöyle özetlemiştir: “Tüketim oyunu,
ele geçirme, mülk edinme hırsı ya da maddi, somut anlamda servet biriktirme
değil, yeni bir şeyin ve önceden bilinmeyen bir duygunun verdiği heyecan aşkına oy-
nanır. Tüketiciler, her şeyden önce, heyecan derleyicileridir; onlar, şeylerin ancak
tali ve ikincil anlamda koleksiyoncularıdır. Arzunun sönme ve tükenme ihtimali,
görünürde onu canlandıracak hiçbir şeyin olmaması ya da içinde arzulanacak hiçbir
şeyin kalmadığı bir dünya ihtimali ideal tüketicinin en uğursuz kâbusu olsa gerek.”
(Bauman, 2012: 87)
Günümüz toplumları bir tüketim toplumu haline geldiğine göre, kapitalizmin
bu yönüyle hedefine ulaştığını söyleyebiliriz. Öyle ki tüketim, ihtiyaçları karşılayan
bir araç olmaktan çıkarak bizzat amaç haline gelmiş ve insanlar genel itibarıyla ha-
yatın anlamını tükettikleri nesnelerle ölçmeye başlamışlardır. Dahası tüketim, gös-
terge, imaj ve sembollerin de içinde olduğu sosyo-kültürel bir süreç haline gelmiş
ve aynı zamanda bir sınıfa ait olma göstergesi ve kimlik oluşturmanın da en etkili
yolu olmuştur. İnsanların statüsü, şahsi nitelikleri ve entelektüel seviyeleri ile değil
de tükettikleri nesnelerle değerlendirilmeye başlamıştır. (Duman, 2014: 2-3, 70-72)
Fakat zenginlik ve tüketim çılgınlığı beraberinde mutluluğu getirmediği gibi,
aile hayatını da daha huzurlu hâle getirmemiştir. Bilâkis kapitalist hayat tarzı, pek
çok ailevî problemin yaşanmasına sebep olmuştur. Günümüzde bazı İslâm ülkele-
rindeki boşanma oranları şu şekildedir: Birleşik Arap Emirlikleri’nde %46, Katar’da
%38, Kuveyt’te %35, Bahreyn’de %34, Pakistan’da ise %1,5’tir. (Can, 2014: 63) Bu
oranlar bile tek başına, refah seviyesinin artmasının, sosyo-ekonomik seviyenin
yüksek olmasının aile üzerindeki olumsuz etkilerini göstermeye yetecektir.
Medyaya sık sık yansıyan haberlerde de görüldüğü üzere, ülkemizde de boşan-
ma oranlarının en çok yaygın olduğu kesim, sanatçılar, ünlüler ve zenginlerdir. Dine
daha çok bağlı insanlar ise zenginleşmeyle birlikte ikinci evliliğe yönelmekte ve bun-
ların çoğunun da ilk yuvaları ya dağılmakta ya da zayıflamaktadır. Buradaki maksat,
paraya ve maddî imkânlara sahip olmanın kötülüğünü anlatmak değil, bilâkis bu-
nun beraberinde getirdiği potansiyel tehlikelere dikkat çekmektir.
22
ÇAYIROĞLU / Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
23
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
tır. Dolayısıyla tarihin hemen her döneminde insanlık dünya ile imtihan olmuştur.
Fakat günümüz dünyası, geçmiş zamanlara nisbeten çok farklıdır. Bugün imkânlar
olabildiğine genişlemiş, teknik ve teknolojinin, iletişim ve ulaşım vasıtalarının ge-
lişmesiyle birlikte hayat kolaylaşmış, çeşit çeşit ürün ve mallar insanlığın hizmetine
sunulmuş kısaca hayat baştanbaşa nefsin isteklerini kışkırtan araçlarla donatılarak
daha cazip hale getirilmiştir. Dünya nimetlerinden istifade etme arzusu hayat felse-
fesi haline gelince, insanlarda nefislerinin esiri olmuş ve her şey rahat ve rehavete
feda edilmeye başlamıştır.
Genel itibarıyla cenneti bu dünyada yaşamak isteyen günümüz insanının bü-
tün himmet ve gayreti çok para kazanma üzerine yoğunlaşmış durumdadır. Modern
öncesi dönemlerde para kazanmanın asıl hedefi, maişetin sağlanması yani hayat
için gerekli zarurî ihtiyaçların karşılanmasıydı. Modern dönemde ise paraya sahip
olmanın temel amacı, hayattan daha fazla zevk ve haz almaya yönelmiştir. Bunun
sağlanması için de her şey eğlenceye dönüştürülmüş durumdadır. Böyle bir ortam-
da ise ruhî ve manevî ihtiyaçlar geri plana itilecek, erdem ve faziletler kaybolacaktır.
Düğün töreninden başlamak üzere ailenin hemen her alanında bu öldürücü kül-
türün bütün tezahürlerini görmek mümkündür. Hatta evlilik ve aile bu yeni bakış
açısına göre baştan aşağı yeniden tanımlanmış durumdadır. Evlilikler akıldan zi-
yade duygular üzerinde yükselmekte, evlenmeyi düşünen insanlar sadece evliliğin
“nimetlerine” ve “kazançlarına” odaklanmakta ve karşılaşmaları muhtemel sıkın-
tıları hiç hesaba katmamaktadırlar. Flört dönemlerinde, balayında, evliliğin ilk za-
manlarında her şey normal gibi görünse de hayatın gerçekleri kendisini gösterince
bir anda aşk ve sevgiler yerini kin ve nefretlere terk edivermektedir. Çünkü sadece
sevgi, aşk, heyecan ve haz gibi duyguların üzerinde inşa edilmiş bir evlilikten güçlü
ve sağlıklı ailelerin vücut bulması mümkün değildir.
Nefislerinin azgın taleplerine, sınırsız tutkularına şuursuzca teslim olmuş in-
sanlar, sadece evlilikten alabileceği zevk ve menfaate odaklanmakta, bunun yanında
karşı tarafa ne verebileceğini hiç düşünmemektedirler. Bu tür insanların eşlerine
karşı duydukları sevginin asıl kaynağı, onlar vasıtasıyla elde edecekleri hazlardır. Bu
yüzden her iki taraf da birbirine istediklerini verdiği sürece her şey normaldir. Fa-
kat çıkar çatışmalarının ortaya çıkmaya başlamasıyla birlikte evliliğin bütün büyüsü
bozulmakta, söylenilen bütün güzel sözler unutulmakta, uyum ve geçim, yerini ça-
tışma ve kavgalara bırakmaktadır.
2. 5. Özgürlük Düşüncesi
Günümüzün özgürlük düşüncesi, modernitenin üç dört asırlık tarihi içinde şe-
killenmiştir. Zaten modernite de postmodernite de kendilerini özgürleştirme pro-
24
ÇAYIROĞLU / Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
jesi olarak tanımlamış ve kitlelere özgürlük vaat etmişlerdir. Modernite insan ar-
zularının önüne koyulan her türlü dinî, kültürel ve sosyal engeli akıl dışı ilân etmiş
ve insanlık için sınırsız bir serbestliğe giden yolu açmıştır. (Arslan, 2010: 131, 338)
Dolayısıyla modern özgürlük anlayışı, bir yönüyle manevî değerlere bir başkaldırı
şeklinde ortaya çıkmış ve önceki ahlâkî ufuklardan kopmamız sayesinde bugünkü
şeklini almıştır. (Taylor, 2011: 10) Ali Bulaç’ın ifadesiyle liberalizm ve özgürlük anla-
yışı, vahşi bir egoizme, ahlakî değer ve ideallere karşı kayıtsızlığa, manevî dünyanın
küstahça inkârına, aşkın olanın reddine, bizleri ve canlı hayatı tehdit altına sokan
sorumsuz ve acımasız bir yarış ve rekâbete; güç, para, başarı ve iktidar tutkusunun
her şeyin önüne geçmesine yol açmıştır. (Bulaç, 2006b: 56)
Bu itibarladır ki günümüzde İslâmî ve insanî değerler açısından kabulü müm-
kün olmayan pek çok tutum ve davranış özgürlük adı altında meşrulaştırılmaya ça-
lışılmaktadır. Meselâ İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Fotoğraf ve Video Bölümü’nde
okuyan bir öğrenci 2011 yılında bitirme ödevi olarak kendine porno film projesi
seçmiş ve bunu şu şekilde savunmuştur: “Öyle bir şey yapayım dedim ki senelerdir
kafamıza sokulan akademik özgürlüğün sınırlarını göreyim istedim. Çünkü üniver-
site demek, kullanılamayan müthiş bir özgürlük alanı demek. Burada kimseye zarar
vermiyorsam her şey akademik koruma içindedir.” (NTV, 2015) Bunlara ilâveten
homoseksüellerin hak arayışlarının, zinanın kanunî bir suç olmaktan çıkarılması-
nın, moda ve sanat adı altında her türlü müstehcenliğin sergilenmesinin sebebi de
özgürlük düşüncesidir.
Bunların yanı sıra her geçen gün etkisini daha da arttıran özgürlük düşüncesi,
hiç kimseye hesap vermek istemeyen, kararlarını kendisi alan, kendi ayakları üze-
rinde durmak ve herhangi bir baskı altında kalmaksızın her tür hevesini tatmin et-
mek isteyen bağımsız bireyler ortaya çıkarmaktadır. Bireyler üzerindeki toplumsal
ve ailevî kontrolün etkisinin zayıflaması da bunun önünü açmaktadır. Bekârlığın
sultanlık olarak görülmeye başlamasının sebebi de özgür kalma isteğidir. Çünkü
aile, sınırsız ve ölçüsüz bir özgürlüğün yaşanacağı bir yer değildir. Kimseye hesap
vermeden hayatı devam ettirme düşüncesi, evliliğin tabiatına aykırıdır.
Bugün eşler arasında yaşanan pek çok problemin temelinde de bu düşünce yat-
maktadır. Evleneceği çağa kadar kafasına göre bir hayat yaşayan, kimseye hesap ver-
mek zorunda olmayan ve bu rahat hayata iyice alışan insanlar, evliliğin gerektirdiği
sorumlulukları yerine getirme noktasında çok zorlanmaktadırlar. Erkekler hareket
alanlarının daraldığını düşünmekte, kadınlar da çalışma hayatına atılmakla bir yö-
nüyle evden ve kocadan kaçmaktadırlar. Hele bir de baskıcı ve dayatmacı bir eşle
hayatlarını devam ettiren insanların işi büsbütün zorlaşmaktadır.
25
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
2.6. Kentleşme
Moderniteyle birlikte geleneksel şehirler yerini yepyeni ilişki biçimlerinin ve
yaşam tarzlarının oluşturduğu kentlere ve metropollere bırakmıştır. Yapısıyla, tasa-
rımıyla, mimarisiyle, kurumlarıyla, ekonomik faaliyetleriyle, eğlence mekânlarıyla
kentler modernliğin üretildiği ve yayıldığı mekânlardır. Ülkemizde de Osmanlı’nın
sonlarında başlayıp Cumhuriyet’le birlikte hızlanan modernleşme hareketi şehirle-
rin yapısını ve nüfusunu değiştirmiştir. 1923 yılında kır nüfusunun kent nüfusuna
oranı, %85’e %15 iken, 2010 yılına gelindiğinde bu oran, %27’ye %73 şeklinde de-
ğişmiştir.” (Dikeçligil, 2014: 20)
İnsanlar farkına varmasa da kent yaşamı onlara farklı bir yaşam biçimi dikte et-
mekte ve pek çok şeyi dönüştürmektedir. Kent, birçok yabancının/ötekinin birlikte
yaşadığı, bunun için de birbirlerine kuşkuyla baktıkları bir mekândır. Bu açıdan bu-
ralarda yaşayan insanların hayatta kalma stratejileri aile de dâhil birliktelik ve daya-
nışma değil, sakınma ve ayrılmadır. (Bauman, 2011: 112-115) Kentleşmeyle birlikte
geleneksel toplumlardaki sıcak ve samimi insan ilişkileri kaybolmuş, bunun yerini
yapay ve resmi ilişkiler almıştır. Hatta ikincil ilişki biçimleri gelişmişliğin, birincil
ilişki biçimleri ise gericiliğin bir göstergesi sayılmıştır. Tabi olarak bu da akrabalık
ve komşuluk ilişkilerini yıpratmış, samimi dostlukları ortadan kaldırmıştır. Samimi
ilişkilerin kurulması bir yana, bugün aynı apartmanı paylaşan insanların önemli bir
kısmı birbirini bile tanımamaktadır. Böyle bir ortamda, hiç kimsenin bir başkası
hakkında derinlikli bir bilgisi yoktur. İlişkiler gibi bir başkası hakkındaki bilgiler de
yüzeyseldir. Bunun yardımlaşma ve dayanışmayı ortadan kaldırdığında ise şüphe
yoktur. (Aydın, 2014: 97-98)
Öte yandan kentler, bütün aykırılıkların, çelişkilerin, çatışmaların, hiziplerin ve
farklı kültürlerin kanıksandığı yerlerdir. Çünkü kent, insanların istedikleri gibi dav-
ranma ve istedikleri gibi olma konusunda daha özgür oldukları bir alandır. (Harvey,
2010: 17)
Bununla birlikte kent hayatına hâkim olan iktisadî faaliyetler, kitle kültürü ve
modern toplum fert üzerinde baskıcı bir rol oynamakta ve zihniyet dünyası itiba-
rıyla onu yeniden inşa etmektedir. Kentlerde yaşayan insanların kalabalıklar içinde
kayboldukları, modernitenin dev kurumları karşısında önemsizleştikleri, merkezî
iktidar ve kurumsal organizasyonların sosyal birer kuklası oldukları ve onların ta-
mamen rasyonel ve fonksiyonel olan modern toplumun gereklerine göre yönlendi-
rildikleri de ifade edilmiştir. (Bulaç, 2006a: 170-172)
Kentlerde yaşayan insanların kalabalıklar içinde yalnızlık çektikleri, pek çoğu
itibarıyla ev, metro ve işyeri arasında geçen monoton bir hayat yaşadıkları, zaman-
larının büyük bir kısmını çalışma ve işe ayırmak zorunda kaldıkları, beton yığınla-
26
ÇAYIROĞLU / Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
3 RTÜK’ün 2012 yılında yaptığı araştırmaya göre Türkiye’de hafta içinde günlük ortalama te-
levizyon izleme süresi, 3,7 saattir. (RTÜK, 2013: 42)
27
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
bir tür fiili tekele sahip olmuştur. (Bourdieu, 1997: 22) Tıpkı fabrikaların milyonlarca
evde kullanılmak üzere aynı malları üretmeleri gibi, kitle iletişim araçları da milyon-
larca kafaya sokulmak üzere aynı mesajı üretmektedirler. (Barbarasoğlu, 2009: 86)
Özellikle diziler, haberler, magazin programları, reklâmlar bütün dünya gene-
linde hâkim olmaya başlayan yeni bir kültür üretmektedir. Bu yeni kültür, üzerinde
Batı düşüncesinin kodlarını taşımakta ve insanlara seküler ve kapitalist bir hayat
tarzı dayatmaktadır. Dahası bu popüler kültürün erotizm yüklü olduğu, haz ve men-
faat üzerine kurulduğu, ahlâkî ve manevî değerleri aşındırdığı da söylenebilir.
Medyanın en dikkat çekici diğer bir yönü ise zihinleri uyuşturması ve özgürlük-
leri kısıtlamasıdır. Günümüz insanı çoktan kendi düşünce ve tercihleriyle hayatı-
nı yaşamaktan uzaklaşmış durumdadır. Artık onun arzuları, talepleri, düşünceleri
medya tarafından belirlenmektedir. Bu açıdan medyanın şartlandırmalarına baş-
kaldırmadan insanı insan yapan değerlerin korunması ve insanın özgür bir birey
olarak varolabilmesi mümkün değildir. (Bourdieu, 1997: 8)
Bunların yanı sıra medyanın çok güçlü bir propaganda silahı olması, rekâbet
üzerine kurulması, seyirci sayısını arttırma uğruna şiddet ve cinsellik başta olmak
üzere pek çok olumsuzluğu mubah görmesi, dikkat çekmek için genellikle marjinal
ve istisnai olaylarla ilgilenmesi, siyaseti ülkenin tek ve değişmez gündem maddesi
hâline getirmesi, medya patronlarının, reklâm sahiplerinin ve devletin kendi politi-
kalarını dayattığı bir ortam olması ve televizyon programlarında gizli açık uygula-
nan sansürlerle çoğu zaman hakikatin gölgelenmesi gibi sebepler de medyanın hiç
de masum olmadığını göstermektedir. Bir kısım ideoloji ve çıkar düşüncelerinden
kurtulmadığı ve ahlakî kurallara göre işlemediği sürece medyanın ehlileşmesi ve za-
rarsız hale gelmesi de mümkün değildir.
Kitle iletişim vasıtaları aileyi de dış etkilere açık hâle getirmiştir. Özellikle pembe
diziler ve ünlülerin hayatının ekrana taşındığı magazin programları aile içi ilişkileri ve
rolleri yeniden tanımlamış, boşanmayı normalleştirmiş ve mahremiyeti ortadan kal-
dırmıştır. Yasak ilişkilerin, nikâhsız birlikteliğin ve flört hayatının dizilere konu edil-
mesi ise bunların toplumda da normalleşmesine ve yaygınlaşmasına sebep olmuştur.
Televizyonun aileyi tehdit eden diğer bir yönü de eşler arasındaki ilişkileri ro-
mantizme bağlaması ve insanlara aşırı bir romantizm aşılamasıdır. Bugün neredey-
se aşk ve sevginin yer almadığı bir dizi veya film yoktur. Görsel medyada evliliklerin
kimi zaman nostaljik, kimi zaman ütopik ama çoğu zaman fantastik bir romantizm
ideali üzerinden kurgulanması, aile içi ilişkileri yıpratmış ve boşanmaları arttırmış-
tır. Çünkü modern dünyanın yücelttiği bu etkileyici ve cezbedici ilişkilerin her za-
man için gerçek hayatta karşılığı yoktur. Olsa bile evlilik ilişkisi sadece bunlar üzeri-
ne kurulamaz. (Koyuncu, 2014: 250)
28
ÇAYIROĞLU / Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
Bugün popüler kültürün taşıyıcısı olan medya sayesinde gerek evlilik kararının
verilmesinde gerekse evlilik ilişkisinin yürütülmesinde akıldan ziyade duygular öne
çıkmış durumdadır. Aynı şekilde doğum günü, evlilik yıl dönümü veya sevgililer
günü gibi günler, hediyelerin alınması, sürprizlerin yapılması ve karşılıklı aşkların
ilân edilmesi gereken özel günler haline gelmiştir. Eşler birbirlerinden karşılıklı duy-
gularını, sevgilerini, aşklarını ifade etmelerini beklemekte ve adeta evliliklerinin
sağlıklı olup olmadığını bununla test etmektedirler.
Televizyonun aileye verdiği zararlardan bir diğeri de eşler arasındaki iletişimi
koparmasıdır. Günümüzün mesai saatleri ve çalışma şartları zaten insanların vakit-
lerinin çoğunu almakta ve onlara aileleriyle birlikte geçirecekleri çok az bir zaman
bırakmaktadır. Kalan bu kısa zamanın da televizyon veya internet başında geçiril-
mesi eşler arasındaki bağların zayıflamasına sebep olacaktır. Günümüzde Amerikan
ailelerinin üçte birinden bile daha azının akşamları düzenli olarak birlikte sofraya
oturduğu ve bunların da yarısıdan çoğunun yemek boyunca telezvizyonu açık tut-
tuğu ifade edilmektedir. (Gottman, 2014: 246) Maalesef eşlerin bir araya geldiği en
önemli zaman dilimleri olan yemek saatlerinde bile televizyon seyredilmesi, eşler
arasındaki ilişkileri, yaşanan sıkıntılara mukavemet edemeyecek ölçüde zayıf ve kı-
rılgan hâle getirmektedir.
2.8. Moda
Modernitenin, insanları kendi isteklerine göre şekillendirdiği, onlara kendi ide-
alleri istikametinde bir hayat tarzı dayattığı en önemli vasıtalardan birisi de moda-
dır. Kısaca moda, toplumun tamamında veya belirli bir kısmında kabul gören geçici
yeniliklere verilen bir isimdir. Sanattan mimariye, yemek kültüründen ev dekoras-
yonuna, edebiyattan müziğe, süslenmeden giyim tarzına kadar modanın girmediği,
müdahale etmediği ve değiştirmediği hiç bir alan yoktur. Hatta moda sadece evleri,
eşyaları, arabaları, kıyafetleri değiştirmekle kalmamakta, kendi ideolojileri istika-
metinde zamanla insanların zihniyet dünyalarını da değiştirmektedir. (Barbarasoğ-
lu, 2009: 27-28)
İnsanların yenilik peşinde koşma, ünlüleri taklit etme, bir gruba ait olma, baş-
kalarından farklı görünme, imaj oluşturma, prestij sahibi olma, beğenilme, dikkat
çekme gibi duygulara sahip olması da modayı oluşturan ve yönlendiren güçlerin işi-
ni kolaylaştırmaktadır. Daha doğrusu onlar, insanların sahip olduğu bu tür zaaf ve
eğilimleri suiistimal ederek kendi arzuları istikametinde değerlendirmektedir.
Bugün sosyete haberleri, reklâm filmleri, defileler, kadın kuşak programları,
pembe diziler, moda ve kadın dergileri gibi araçlarla kitlelere sürekli telkinde bulu-
nan, propaganda yapan ve böylece kendisini kabul ettiren modanın en önemli teh-
29
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
30
ÇAYIROĞLU / Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
en tehlikeli yönlerinden birisi de insanları hiç farkına varmadan yavaş yavaş değiş-
tirmesi ve kitleye uyumlu hâle getirmesidir.
Diğer taraftan modanın teşvik etmiş olduğu alış-veriş ve tüketim kültürü saye-
sinde insanlar evlerine, ev eşyalarına, kılık kıyafetlerine fevkalâde önem vermekte,
mevcut olanları sürekli yenileriyle değiştirmekte ve dış görünüşleriyle toplumsal
statü elde etmeye ve bu statülerini korumaya çalışmaktadırlar. Fakat böyle bir ha-
yat tarzı onları olabildiğine maddileştirmekte ve dünyevileştirmektedir. Bu ölçüde
maddeye ve dünyaya dalan insanların ise ahlâk ve maneviyat alanında geri kalma-
ları kaçınılmazdır. İsrafın, ihtişamın ve gösterişin söz konusu olduğu bir yerde, ma-
neviyatın olması çok zordur.
Günümüzde evlenecek çiftler nişan ve düğünleri adına her türlü hazırlığı yap-
makta, davetiyesinden nikâh şekerine, gidilecek kuaförden giyilecek gelinliğe ora-
dan çekilecek fotoğraflara kadar her şeyi inceden inceye düşünmekte, bin bir türlü
zahmete katlanarak birlikte kalacakları evi ve ev eşyalarını seçmekte, her şeyin en
iyisini almakta fakat yine de mutlu ve huzurlu yuvalar kuramamaktadırlar. Çünkü
dışa yaptıkları bu yatırımın çok azını bile iç dünyalarını hazırlamak için yapmamak-
tadırlar. Bütün yatırımlar, görüntüye kurban edilmekte ve “El âlem ne der!” düşün-
cesine bağlanmaktadır. Bu düşünce o denli önem kazanmıştır ki kendi aralarında
ciddî problemler yaşayan çiftler bile, yaşadıkları bu problemleri çözme adına biri-
lerine danışmak bir yana, başkalarına karşı olabildiğince mutluluk pozları vermeye
çalışmaktadırlar.
2.9. Feminizm
Feminizm, kadınların toplum içindeki rollerini ve haklarını genişletmeyi öngö-
ren, onları erkek tahakkümünden kurtararak özgürleşmelerini hedefleyen ve siyasî,
hukukî ve iktisadî alanda kadınları erkeklerle eşit haklara sahip kılmaya çalışan
doktrin ve akıma verilen isimdir. (Michel, t.y: 6) Dolayısıyla feminizm, erkekliği üs-
tün kılan ve egemen hâle getiren ilişkileri sorgulamaktan başlar, bunu değiştirme-
yi talep eder ve bu değişimin nasıl gerçekleşeceğine dair öneriler sunar. (Akis vd.,
2009: 252)
İlk olarak Batı’da ortaya çıkan ve gelişen bir hareket olan feminizm, temel itiba-
rıyla bir tepki hareketidir. Batı dünyasında kadının maruz kalmış olduğu olumsuz-
luklar ve hak ihlâlleri feminizm hareketinin ortaya çıkmasındaki en önemli faktör-
lerdir. Feministler başlangıçta kadınların durumunu iyileştirme adına haklı sebep-
lerle yola çıksalar da neticede onlar da dengeyi koruyamamış ve başka bir aşırılığın
içine düşmüşlerdir. Hususiyle radikal feministler, insan tabiatına aykırılığı aşikâr
olan bir kısım teklif ve iddiaları gündeme getirmiş ve bunlar için mücadele etmişler-
dir. (Bkz., Demir, 1997: 58-63)
31
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Feminizm yer yer bir kısım aşırılıklara saplansa da onun genel eğilimi, toplum-
daki erkek egemenliğini ortadan kaldırmak, yani kadını erkeğe bağımlılıktan kurta-
rarak özgürleştirebilmek, nesne olmaktan kurtararak özne yapabilmektir. Farklı bir
ifadeyle kadın-erkek eşitliğini sağlamaktır. Nitekim feminizmle ilgili kaleme aldığı
“İkinci Cins” kitabıyla Amerika ve Fransız kadınlarının feminist mücadelelerini de-
rinden etkileyen ve kendinden sonra gelen feministlere de ilham kaynağı olan Simo-
ne de Beauvoir, kadınların erkeğe bağlı ikinci derecede bir varlık konumuna düşü-
rülmeleri ve etkin değil de edilgen bir varlık olmalarını eleştirmiş ve bunun sebebini
dekadınların, erkeklerin kurduğu, onların yönettiği, onların egemen olduğu ve on-
ların efendilik yaptığı bir dünyada yaşamalarına bağlamıştır. (Beauvoir, 1993: 7-8)
Beauvoir’ın, “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” sözü, feministler arasında genel
kabul görmüşve kadınsılık durumunun doğal ve fıtrî olmadığı, bilâkis kültür yapısı-
nın, örf ve âdetlerin, toplumsal telâkkilerin etkisiyle sonradan oluştuğu kabul edil-
miştir. Bu anlayış ise biyolojik ve toplumsal cinsiyet kavramlarını ortaya çıkarmıştır.
Beauvoir’a göre insan topluluğundaki hiçbir şey doğal değildir. Bütün varlıklar gibi
kadın da uygarlığın ortaya çıkardığı bir üründür. Kadının varlığı, hormonlarıyla ya da
bilinmeyen içgüdüleriyle açıklanamaz. Genç bir kızla delikanlıyı birbirinden ayıran
uçurum, toplum tarafından elbirliğiyle daha küçük yaşta oluşturulmuştur. Kadın,
küçük yaştan itibaren başkasının koruyuculuğuna, sevgisine, yardımına ve yönetimi-
ne muhtaç yetiştirilmekte ve o da hiçbir şey yapmadan varlığını gerçekleştirebileceği
umuduna kapılmakta ve böylece yanılgıya düşmektedir. (Beauvoir, 1993: 16)
Feministler ilk olarak kadınların haklarını savunma, onları güçlendirme, onla-
rın maruz kaldıkları ayrımcılık ve haksızlığı ortadan kaldırarak onlara fırsat eşitliği
sağlama gibi makul bir kısım hedeflerle yola çıkmışlar ve bu davalarında ciddi ba-
şarılar elde etmişlerdir. Onlar bu mücadeleleri sayesinde 19. ve 20. yüzyıl gibi geç
bir dönemde de olsa, hukukî, siyasî ve iktisadî pek çok hak elde etmişlerdir. Mesela
kadınlar her düzeyde eğitim kurumlarına alınmış, değişik mesleklere girmiş, kanun
önünde eşitlik, mülkiyet ve oy kullanma hakkını elde etmişlerdir.
Fakat feminist felsefe ve feminist kuram bunlarla sınırlı kalmamıştır. Femi-
nizm zamanla erkeklere karşı bir başkaldırıya dönüşmüş, hatta evlilik kurumunun
ortadan kaldırılması, kadınlar için evlilik dışında çocuk sahibi olabilme hakkının
tanınması, evlilik ilişkisi dışında yaşayan kadın ve çocukların korunmasına yönelik
yasaların çıkarılması gibi aile kurumunu kökünden sarsacak bir kısım düşünce ve
felsefeler üretmiştir. (Michel, t.y: 64)
Kadınlar için neredeyse bütün hukukî, siyasî ve iktisadî engellerin kaldırıldığı
ve erkeklerle eşit hakların sağlandığı günümüz şartlarında da feminist düşünce yeni
talep ve isteklerle varlığını korumaktadır. Bugün feministler aile içindeki hiyerar-
32
ÇAYIROĞLU / Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
şiye karşı çıkmakta, ataerkil/pederşâhî aile yapısına savaş açmakta, kadının evde
durmasını eleştirmekte, kendi ayakları üzerinde durması adına kadının çalışmasını
zarurî görmekte, eşitlik iddiasıyla kadınları erkekleştirmekte ve kadının özgürlüğü-
ne mâni gördükleri hamilelik, çocuk emzirme ve anneliği örtülü bir şekilde kötüle-
mektedirler. Bu yönüyle feministlerin eylem ve söylemlerinin arka planında gizli bir
erkek düşmanlığının yattığı söylenebilir. Onlara göre sanki erkekler sürekli kadınla-
rı ezmek ve sömürmek isteyen varlıklardır.
Feministlerin “eşitlik” ve “özgürlük” adı altında yürüttükleri bu mücadelesi her
geçen gün kadını evinden, eşinden ve çocuklarından koparmakta, evde durmayı ve
ev hanımlığını aşağılamakta, namus, iffet ve sadakat gibi değerleri önemsizleştir-
mekte, aile içindeki düzen ve ahengi bozmakta ve kadınları fıtratlarından uzaklaş-
tırmaktadır. Modernitenin kadın üzerinde yoğunlaşması ve ideallerini onun üze-
rinde gerçekleştirmesi, medyanın gizli bir feminizm aşılaması, popüler kültürün
güzelliği ve görüntüsü ön planda olan yeni bir kadın inşa etmek istemesi de aile
kurumunu derinden etkilemiştir. Kısaca modernite ve feminizm kadınların zihni-
yet dünyasında ve yaşam tarzında bir devrim gerçekleştirmek istemiş ve kısmen de
olsa bunu başarmıştır.
33
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
34
ÇAYIROĞLU / Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
birlikte çoğu zaman ev işleri ortada kalmaktadır. Ekonomik durumu iyi olan aileler
bu problemi yardımcı tutarak çözmeye çalışsalar da buna gücü yetmeyen ailelerde
bu tür ev işlerinin yapılması eşler arasında genellikle sorun oluşturmaktadır.
35
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
36
ÇAYIROĞLU / Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
bin veya partinin mensuplarıyla çatıştıran ve kavgaya sokan zihniyet aile içerisinde
de kadın ve erkeği birbiriyle mücadele ve rekâbet eden iki varlık hâline getirmiştir.
Ülkemizde meydana gelen boşanma vak’alarının yaklaşık olarak %95’inin sebebinin
“şiddetli geçimsizlik” olması da aile içinde ciddî bir çatışma ve kavganın hâkim oldu-
ğunu göstermektedir.
Maalesef günümüz yuvaları eşlerin mücadele alanına dönüşmüş durumdadır.
Her geçen gün aileler erkeğin kadına, kadının erkeğe savaş açtığı, birbirlerine karşı
özgürlük ve üstünlük mücadelesi verdiği birer kuruma dönüşmekte; dolayısıyla da
münakaşalar, tartışmalar, eleştiriler, suçlamalar, karşılıklı atışmalar ve kavgalar ka-
çınılmaz olmaktadır. Birbiriyle kavga eden ve birbirini rakip veya düşman gibi gören
eşler ise farklı yöntem ve taktiklerle birbirini cezalandırmak istemektedirler.
Özellikle feminizm ve modernizmin etkisiyle pek çok kadında ortaya çıkan gizli
veya açık erkek düşmanlığı, onları kocalarına karşı başkaldırmaya itmekte, kendini
ezdirmeme düşüncesi kocalarıyla sürekli güç mücadelesine girişmelerine sebep ol-
maktadır. Bu da onları kısır bir döngüye sokmakta ve aile bağlarını zayıflatmaktadır.
37
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
filozof ve düşünürler, kadını yaşadığı mahrem hayatın dışına çıkararak adeta onu
toplumun ortak malı hâline getirme adına birbirinden farklı fikirler ileri sürmüş-
lerdir. Meselâ Marx, kadının mutlaka çalışması gerektiğinisöylemiş, Durkheim ev-
lenmenin kadın için fıtrî olmadığını savunmuş, Freud ise kadının her türlü baskı ve
prangadan kurtarılması adına mutlaka kendi cinsel varlığını gerçekleştirmesi gerek-
tiğini ileri sürmüştür. (Kutup, 2013: 44)
Bütün bunların neticesinde kadının geleneksel örtülerinden kurtularak açılıp
saçılması modernliğin bir göstergesi hâline gelmiştir. Her geçen gün daha da büyü-
yen kozmetik endüstrisi, moda evleri ve giyim mağazaları ise kazançlarını arttırma
adına sürekli kadının bakımlı ve güzel olması gerektiğine vurgu yapmışlardır. Özel-
likle televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte reklâm filmlerinin baş aktörü, dizi ve
filmlerin vazgeçilmez oyuncusu ve magazin programlarının da temel konusu olan
kadın, bir anda cinsel çağrışımların odağında yer almaya başlamıştır. Defileler, gü-
zellik yarışmaları, podyumlar, dergi ve gazete sayfaları da kadının boy gösterdiği
yerler olmuştur.
Medyanın sürekli erotizm pompaladığı, internette her türlü rezilliğin sergilen-
diği, toplumda müstehcenliğin revaç bulduğu, sürekli arzu ve şehvetlerin tahrik
edildiği bir ortamda hayâ, iffet, namus gibi kavramların önemini yitireceği, zinanın
ve daha başka gayrimeşru ilişkilerin artacağı ise aşikârdır.
Hiç şüphesiz böyle bir toplumda ailenin darbe almaması düşünülemez. Daha
doğrusu ahlâkî değerlerin önemsizleştiği bir toplumda sağlıklı ailelerin vücut bula-
bilmesi mümkün değildir. Çünkü mutlu ve sıcak bir yuvanın kurulabilmesi büyük
oranda, saygı, hürmet, sadakat, iffet, vefa ve fedakârlık gibi ahlâkî değerlerin varlı-
ğına bağlıdır. Evliliğin öncesinde rasyonel düşünce çok önemli olsa da onun sağlıklı
bir şekilde sürdürülebilmesi daha ziyade duygusal ilişkilere ve ahlâkî değerlere bağ-
lıdır. Hele sadakat ve güvenin yerini yalan ve aldatmanın; saygı ve hürmetin yerini
kibir ve enaniyetin aldığı bir ailenin ayakta durabilmesi mümkün değildir.
Sonuç
Günümüzde ailede ciddî problemler yaşanması, onu oluşturan fertlerin de fikrî,
zihnî ve kalbî bir kısım problemler yaşadığını gösterir. Bu açıdan her geçen gün yu-
karılara tırmanan aile içi şiddet ve boşanma gibi hâdiselerin sebebini anlayabilmek
için, birkaç asırdan beri insanın duygu ve düşüncelerini değiştiren ve onda farklı bir
zihniyet dünyası oluşturan faktörlerin doğru tespit edilmesine ihtiyaç vardır. Bu-
nun için de modernitenin doğru anlaşılması, birey ve toplumda meydana getirdiği
değişimlere vâkıf olunması gerekmektedir.
38
ÇAYIROĞLU / Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
Kaynakça
AKİS, Y., ÖZAKIN, Ü. ve SANCAR, S. (2009), “Türkiye’de Feminiz ve Kadın Hareketi”, Cogito (Feminizm), S:
58, ss. 245-267.
ARSLAN, A. (2010), Nehri Geçerken, (Ed.) ÖZ, Asım, Beyan Yayınları, İstanbul.
AYDIN, M. (2014), “Tarihsel Dönüşümü İçinde Aile ve Kent İlişkisi”, (Ed.) AYDIN, M., Aile Sosyolojisi Yazıları,
Açılım Kitap, İstanbul.
BARBARASOĞLU, F. K. (2009), Moda ve Zihniyet, İz Yayıncılık, İstanbul.
BAUMAN, Z. (2013), Modernite, Kapitalizm, Sosyalizm (Küresel Çağda Sosyal Eşitsizlik), (Çev.) ERGÜN, F. Do-
ruk, Say Yayınları, İstanbul.
BAUMAN, Z. (2012), Küreselleşme-Toplumsal Sonuçları, (Çev.) YILMAZ, Abdullah, Ayrıntı Yayınları, 4. Baskı,
İstanbul.
BAUMAN, Z. (2011), Bireyselleşmiş Toplum, (Çev.) ALOGAN, Yavuz, Ayrıntı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul.
BEAUVOİR, S. D. (1993), İkinci Cins, (Çev.) ONARAN, Bertan, Payel Yayınları, 8. Baskı, İstanbul.
BOURDİEU, P. (1997), Televizyon Üzerine, (Çev.) ILGAZ, Turhan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
BULAÇ, A. (2006a), Din ve Modernizm, Yeni Akademi Yayınları, İzmir.
BULAÇ, A. (2006b), Kutsala, Tarihe ve Hayata Dönüş, Yeni Akademi Yayınları, İzmir.
CAN, İ. (2014), “ModernitedenPostmoderniteye Ailenin Ontolojisi”, (Ed.) AYDIN, M., Aile Sosyolojisi Yazıları,
Açılım Kitap, İstanbul.
39
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
40
MEHİR AİLE DERGİSİ, sy. 1, 2016, s. 41-57
Sosyal Değişme ve
Türkiye’de Boşanma Olgusu*
Özet: Aile, sadece kendiliğinden doğal bir şekilde oluşmuş bir yapı değildir; aynı zamanda sosyal olarak yapılandı-
rılmış, zamana ve koşullara göre değişime uğramıştır. Ailenin bireysel ve toplumsal yaşamı şekillendirme işlevinden
dolayı toplumsal yaşamda meydana gelen siyasal, ekonomik, kültürel değişimler aileye de yansımakta ve aile kuru-
munu da etkilemektedir. Dünya’da ve Türkiye’de yaşanan gelişmeler ve tüm sosyal değişimler, toplumun çekirdeğini
oluşturan ve aslında bir sorun çözme mekanizması olması gereken ailenin sorun üreten bir birime dönüşmesine
neden olmaktadır. Ailede boşanma oranlarının artması bunun bir yansıması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de
özellikle son 20 yılda boşanma oranlarında ciddi artışlar söz konusudur. 2001-2014 yılları arası Türkiye İstatistik
Kurumu’nun Evlenme ve Boşanma oranları bakıldığında, evlenme oranlarında bir azalma; boşanma oranlarındaysa
bir artış söz konusu olduğu fark edilecektir. Ayrıca söz konusu 14 yıllık dönemde boşanmaların evliliğin daha geç
dönemlerinde gerçekleşmeye başladığı da görülmektedir. Biz de bu makalede, sosyal değişmeye bağlı olarak boşanma
olgusunu, genel olarak boşanma nedenlerini, Dünyada ve Türkiye’de boşanma oranlarındaki eğilimleri tespit etmeyi
ve kavramsal olarak sosyal değişme ile boşanma ilişkisini anlamayı amaçladık.
Abstract: Family, not only spontaneous natural a structure formed in a way; the same time socially structured,
changed by the time and conditions. One of the main factors shaping a person’s utility function and the fundamental
social, economic and political factors that influence the families. In the world and in Turkey development is a widely
participatory process of social change in a society, among all sectors of society can lead to the greater involvement
of people in a common. The increase in divorce rate in family arises as a reflection of it. Turkey’s divorce rate sub-
stantially increased over the past 20 years. Statistical Institute of Marriage and Divorce in the Turkey 2014-2015,
presents statistics, that a reduction in the rate of marriage; divorce rate increased. In 14 years it is seen that divorce
takes place in the late stage of marriage. We in this article discussed the divorce case depending on the social change,
general reasons of divorce, the divorce rate trends to identify in the World and in Turkey and conceptually, we aimed
to establish the relationship of divorce with social change.
41
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Giriş
S
anayileşme ve kentleşme süreçleriyle birlikte ortaya çıkan toplumdaki sos-
yo-ekonomik ve kültürel değişimin en görünür alanlarından biri, yapısı ve iş-
levleri itibariyle durağan olması beklenen ailedir (Taylan, 2009: 118). Türkiye
koşullarını göz önünde bulunduran Türk Aile Yapısı Özel İhtisas Komisyonu (1989:
3-4) aileyi, “kan bağlılığı evlilik ve diğer yasal yollardan aralarında akrabalık ilişkisi
bulunan ve çoğunlukla aynı evde yasayan fertlerden oluşan, fertlerin cinsel, psikolo-
jik, sosyal, kültürel ve ekonomik ihtiyaçlarının karşılandığı, fertlerin topluma uyum
ve katılımlarının sağlandığı ve düzenlendiği temel bir toplumsal birim” olarak ta-
nımlamıştır.
Yaşamı sürdürmenin en önemli bileşeni ailedir (Genç, 2015: 86). Ulusların ve
toplumların sosyal yapı ve ahengi, genel sağlığı, ahlaki ve yasal düzeni, nüfusu, kül-
türel kimliği, hatta ekonomik gücü ve gelişmişliği ve aslında toplumun temel birimi
olan, “ailenin” saygınlığına ve sağlamlığına bağlıdır. Bu sebeple “aile birliği” toplu-
mun öz değerini oluşturmakta bu nedenle de toplum ve devlet ailenin kurulması, iş-
leyişi, korunması ve sona erdirilmesi ile yakından ilgilenmektedir (Özgüven, 2001).
Bu anlamda boşanma olgusunun da, sosyal değişmenin etkisiyle birlikte müdahale
edilmesi gereken önemli bir sorun alanı olmaya başladığını söyleyebiliriz. Boşan-
mayı önlemeye yönelik bütün tedbirlere rağmen dünyada çoğu ülkede olduğu gibi
Türkiye’de de boşanma oranları giderek artmaktadır. Ülkemizde 1990-2004 yılları
arasında boşanma oranı %245 artış göstermiştir (Türkarslan, 2013: 218).
Toplumu tehdit eden sorunlardan biri olan boşanma, aile birliğinin yıkılması ve
yerine yeni bir düzen kurulması anlamına gelen, kesinlikle anlık bir durum olmayıp
belli bir sürecin son noktası olan zor bir süreçtir. Boşanma, çiftler için mutsuz ve so-
runlu bir evlilik tecrübesinden çıkış olsa da ailenin yıkımı demektir. Çünkü ayrılma-
nın kaçınılmaz ve gerekli olduğu durumlarda bile boşanmayla sorunlar bitmemekte
aile bireyleri ve hatta diğer aileler için yeni bir süreç başlamaktadır. Boşanma eşleri
sosyo-ekonomik yönden sarsarak psiko-sosyal açıdan örselemektedir. Toplumdaki
statü ve konumları etkilenmektedir (Yörükoğlu, 2000).
Eşler arası sorunların yanında, hızlı toplumsal ve yapısal değişimlerin aileye
yansıması da bazı durumlarda eşler arasında aşılması güç sorunlar doğurmaktadır.
Söz konusu sorunların aile içinde çözümlenememesi ve evliliği kurtarmaya yönelik
gayretlerin sonuçsuz kalması da aileyi temelden sarsmaktadır. Sonuçta, boşanma
yoluyla aile parçalanmakta ve aile bireyleri yeni sorunlarla baş başa kalmaktadır
(Yörükoğlu, 2000).
Boşanma evlenirken ideal bir amaç olan; “hastalıkta ve sağlıkta, ölüm bizi ayı-
rıncaya kadar” diye edilen yeminlerin bozulmasına neden olan psikolojik ve sos-
42
TAYLAN, DANIŞ / Sosyal Değişme ve Türkiye’de Boşanma Olgusu
yal bir sürecin yasal sonucudur diyebiliriz. Boşanma, evli çiftlerin birlikteliklerinin
sona erdirilmesi; bir diğer ifadeyle aile kurumunun sonlandırılmasıdır. Toplumda
hiç hoş karşılanmayan bu süreç sadece evli çiftlere değil, başta onların çocuklarına,
ailelerine, yakın çevresine ve sonuç itibarıyla tüm topluma yıkıcı psikolojik ve maddi
etkiler yapmakta; toplumun sağlığını bozmaktadır.
Boşanma, toplum tarafından hoş karşılanmayan, dini açıdan da istenmeyen bir
durumdur. Ancak evlilikte süreklilik, toplumsal denge için gereklidir düşüncesi bir
tür sosyal kontrol mekanizması işlevi görmektedir (Arıkan, 1996).
Boşanma eğilimlerinin yükselen seyri, evliliklerin sona ermesine neden olan de-
ğişkenleri anlamayı gerektirmektedir. Evlilik sürecinde eşleri boşanmaya götüren ve
aileyi parçalayan etkenler, kabaca ya psiko-sosyal açıdan farklı nedenlere bağlanarak
ya da eşlerin alıştığı evlilik sürecine ilgilerinin azaldığı, evliliğe ilgiyi azaltan arzu-
ların sosyalleştiği, evliliğe ikame edilebilecek ilişkilerin yaygınlaştığı gibi ifadelerle
açıklanabilir. Eşlerin maddi ve manevi ihtiyaçlarını gerçekleştirdiği ölçüde süreklilik
gösterebilen evlilik birliği, bugün bu ihtiyaçlarının giderilememesi durumunda bo-
şanma riskini her zaman taşımaktadır. Ancak eşlerin boşanma isteğini hayata geçi-
rilmesini ekonomik ve sosyal koşulların uygunluğu kadar hukuki düzenlemeler de
koşullandırmaktadır (Çakır, 2012: 2). Boşanma eğiliminin artmasına neden olan
faktörlerin doğru tespit edilmesi bu sorunla mücadelede en önemli aşamadır.
43
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
konusudur. Aile de sosyal değişmeyle birlikte bir biçimden başka bir biçime geçmek-
tedir. Ailenin yapısı ve ilişkileri değişmektedir (Yıldırım, 2013: 121-122).
Sosyal değişme, insanoğlunun ilkel toplum düzeyinden modern toplum aşa-
masına geçişini sağlayan sürecin sonucudur. Modern yaşamda sosyal değişme ile
birlikte evlenme ve boşanma gibi olgularda feodal döneme göre önemli farklılaşma-
lar yaşanmış; evlilik ve boşanma tabuların etkisinden kurtulmuş, modern yaşama
özgü alternatif yaşam tarzları ortaya çıkmıştır. Modern yaşamda gerçekleşen sosyal
değişme sürecinde dikkat çekici olan nokta tek başına olumlu sayılabilecek geliş-
melerin aile yapısındaki çözülmelerde kolaylaştırıcı etkisinin olmasıdır (Aydın ve
Baran, 2010: 117). Bu sebepledir ki boşanma olgusu disiplinler arası bir yaklaşımla
ele alınıp çözülmesi gereken önemli bir sosyal sorundur.
Geniş aile yapısının egemen olduğu feodal dönemde evlilik esnek olmayan ku-
rallara bağlı iken, boşanma genel olarak dini ve örfi kuralların baskısıyla tabu olarak
görülmüştür. Ancak sanayi devrimi sonrası yaşanan modernleşme ile birlikte evlilik
katı kurallara bağlı olmaktan kurtulmuş, evlenilecek kişinin seçiminde bireysel ter-
cih ön plana çıkmış ve evlilikten beklentiler de yükselmiştir. Ekonomik, sosyal ve
teknolojik alanda meydana gelen değişmeler toplumların düşünsel anlamda geliş-
mesini de beraberinde getirmiş ve sonuçta kişisel haklar ile cinsiyetler arası eşitsiz-
lik sorgulanmaya başlanmıştır. Neo-liberal politikalara dayalı küreselleşme anlayışı
dünya çapında bu eşitsizlikleri derinleştirmiştir (Danış ve Genç, 2009: 181). Femi-
nizm akımının kendini güçlü bir şekilde göstermesi önce 1920’lerde, daha sonra II.
Dünya Savaşı’nda, ardından da 1960’larda göç hareketlerinin yoğunlaşması ve ka-
dınların daha fazla iş yaşamı içerisinde yer almaları ile olmuştur. Bu süreç sonunda
kadının toplumsal yapı içerisinde edilgen bir yapıdan etkin bir konuma geçmesiyle;
evlenme ve boşanma gibi sosyal olgularda modern yaşama özgü yeni durumlar or-
taya çıkmıştır (Aydın ve Baran, 2010: 119-120). Bekâr kalma ve evlilik dışı çocuk
doğurma, evliliğe varmaksızın birlikte yaşama ve özellikle evliliğin ilk yıllarında bo-
şanma eğilimi artmıştır. Aslında tarihten bu güne yaşanan sosyal değişmenin temel
dinamiğini kadın oluşturmaktadır diyebiliriz.
Modern yaşamda gerçekleşen sosyal değişme sürecinde dikkat çekici olan nokta
tek başına olumlu sayılabilecek gelişmelerin aile yapısındaki çözülmelerde kolaylaş-
tırıcı etkisinin olmasıdır. Kadın haklarının gelişmesi, eğitim düzeyinin yükselmesi,
kadının üretici olarak toplum yaşamına katılması ile evlenme oranlarının azalması,
boşanma oranlarının artması, alternatif yaşam biçimlerinin ortaya çıkması arasın-
da doğrusal bağlantı vardır. Geleneksel yaşama özgü erkek egemen kültür, kadınlar
ile sorumlulukların paylaşılması konusunda esnek davranırken hakların paylaşıl-
masında kadınlar ile çatışmakta bu durum aile yaşantılarını ve kurallarını etkile-
yerek çatılmaların çözülemediği durumlarda yeni durumları ortaya getirmektedir
(Aydın ve Baran, 2010: 117-118).
44
TAYLAN, DANIŞ / Sosyal Değişme ve Türkiye’de Boşanma Olgusu
20. yüzyılın sonunda her bireyin özel hayatının olduğu savı evlilik hayatını yıp-
ratmış ve birey ailenin önüne geçmiştir. Batılı bir yazarın ifadesiyle “Değişen ko-
şullar yüzünden bugün pek çok evlilik, eşlerin farklı yönlerde gelişmeleri, farklı ilgi
alanları ve gereksinme kazanmaları yüzünden bozulmakta ve yeni bir eş seçimine
yol açmaktadır. Yeni bir eş arayışı içine ancak bir hukukçunun ifadesiyle “Evlilik
artık hiçbir şey ifade etmemeye başladığı zaman girilir”. Yani istisnalar hariç, an-
cak yaşanan evliliğin rutine dönüşmesi yüzünden başka insana yönelir” (Fritsch,
1985’den akt. ASAGM, 2009: 4).
Üretim araçlarındaki değişikliklerin yol açtığı kentleşme ve dolayısıyla yeni ya-
şam tarzları toplumsal hayatta giderek artan oranda bir hareketliliğe yol açmıştır.
Bu durum zamanla bireyselleşmeye, kadının özgürleşmesine ve dolayısıyla kurulan
ailelerin geçmişte olduğu gibi kadınların ikinci planda olduğu değil de, sevgi ve say-
gının karşılıklı yaşandığı bir yapıya dönüşmüştür. Bu temelde kurulan evliliklerde,
kadının erkeğe “bağımlılığı” yerine “karşılıklı bağlılık” ilişkisi ön plana çıkmış, evlili-
ğe yüklenen anlamlar değişmiş; evlilikten daha fazla dayanışma, dostluk, sevgi pay-
laşımı ve duygusal yakınlık beklenilmeye başlanmış, ilişkinin niteliği eşlerin bek-
lentilerini karşılamadığı noktada boşanmalar daha fazla gündeme gelmiştir. Ayrıca
çocukların varlığının da tek başına bir evliliği sürdürmek için yeterli olmadığı kabul
edilmeye başlanmıştır (Bradbury, 1995: 121; Furstenberg, 1996: 38’den akt. Aydın
ve Baran, 2010: 122). Günümüzde evrensel olarak boşanma oranlarının artması,
insanların evliliğe daha az istekli olmalarına değil, evlilik anlayışındaki değişimle
birlikte, mutlu bir evlilik kurma ve mutlu olmanın, geleneksel değerler ve çocuğun
varlığı için evlilikte mutsuzluğa katlanılmasına tercih edilmesine bağlanmaktadır.
Daha fazla evliliğin boşanma ile sonuçlanması; evlilikten kaynaklanan derin bir
doyumsuzluğun göstergesi olmaktan çok, evliliği ödüllendirici ve doyum sağlayıcı
ilişki haline getirme kararlılığındaki artışın bir göstergesi olarak görülmektedir (Yö-
rükoğlu, 2000: 104).
45
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
46
TAYLAN, DANIŞ / Sosyal Değişme ve Türkiye’de Boşanma Olgusu
47
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Bu eğilimde 1990’lı ve 2000’li yıllarda, bir yandan tarihsel süreçte aile, evlilik ve
boşanmaya yüklenen değerlerin değişimi; diğer yandan yapılan hukuki düzenleme-
lerin, boşanmaları kolaylaştırıcı etkisi olduğu söylenebilir.
Boşanma Nedenleri
Toplumsal yaşamda meydana gelen değişimler, boşanma oranlarının artışında
önemli bir neden olmaktadır. Günümüzde boşanmaların artmasında, Modernleş-
meyle birlikte toplumdaki genel refah düzeyinin artışı, kadının eğitim düzeyinin
yükselmesi ve hane dışında ücretli bir işte çalışması, kısaca kadının ekonomik ba-
ğımsızlığını kazanmasının boşanma oranlarının artmasında önemli bir faktör oldu-
ğunu söyleyebiliriz (Erkan, 2013: 15). Ayrıca aile yapılarının değişmesi, yasal olarak
boşanmanın geçmişe oranla kolaylaştırılması ve toplumun boşanmaya ilişkin yargı-
larının değişmesi gibi pek çok etken rol oynamaktadır. Başlıca boşanma sebepleri;
maddî yetersizlik, dinî, ahlâkî ve manevi bağların ve değerlerin zayıflaması, sosyal
fedakârlığın azalması, aile içi beklentilerin gerçekleşmemesi, ferdiyetçiliğin ön pla-
na çıkması, eşler arası sevginin sönmesi ve aile içi şiddet ve geçimsizlik (Seyyar ve
Genç, 2010:113) olarak sayılmaktadır.
Kuşkusuz boşanma tek bir nedene sahip olgu değildir; pek çok faktör birbirine
bağlı olarak boşanmanın ortaya çıkmasında etkili olmaktadır. Özellikle toplumsal
değişimler boşanmaya ilişkin yasal mevzuatın, ahlaki ve moral bakış açısının ve sos-
yal kısıtlamanın önündeki bariyerleri aşındırıcı yönde etkide bulunur. Sosyo-kültü-
rel değişimler bizim “aile” olarak tanımladığımız kavramın sınırlarını genişletmekte;
kişiler geleneksel özellikler taşımayan aileleri giderek daha fazla kabul edici yönde
tutum sergilemektedirler. Bununla birlikte evliliklerin fonksiyonu dramatik bir şe-
kilde değişime uğramakta; çiftler daha az sayıda çocuk sahibi olmayı isterken ailenin
yerine getirmesi beklenilen pek çok rolü toplumun diğer kurumları üstlenmektedir.
Ailenin odağı, üretimden bağımsızlık isteklerine ve duygusal doyuma doğru kay-
maktadır. Bu şekliyle günümüz aileleri önceki zamanlardaki ailelerden daha komp-
leks bir görünüm içerisindedir. Eşlerin her ikisinin de evin dışında çalışması tüm
dengeleri değiştirmektedir. Ait olunan etnik grup, evlenme yaşı, sosyo-ekonomik
statü, dindarlık düzeyi, çocuk sahibi olma gibi demografik faktörler ve kişiler arası
ilişkiler çiftlerin boşanma risklerini artırabilecek etkiye sahiptir. Örneğin genç yaşta
evlenme, ailede bir boşanma veya istismar öyküsünün bulunması kişinin boşanma
riskini artırmakta; alkol kötüye kullanımı veya zayıf iletişim becerileri gibi belirgin
kişilik ve davranış özellikleri bir çiftin ilişkisini giderek daha fazla istikrarsızlaştır-
maktadır (Stewart, Brentano, 2006: 50-51’den akt. Alptekin, 2011: 39). Pek çok et-
kene bağlı olarak artan boşanmanın, sebeplerinin doğru analiz edilmesi, boşanmayı
önlemeye yönelik çözümlerin de gerçekten etkili olmasına yardımcı olacaktır.
48
TAYLAN, DANIŞ / Sosyal Değişme ve Türkiye’de Boşanma Olgusu
49
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Özel boşanma nedenleri, zina, cana kast, kötü muamele, cürüm ve haysiyetsizlik,
terk, akıl hastalığıdır. Genel boşanma nedenleri ise aynı zamanda en yaygın boşan-
ma nedeni olan geçimsizliktir (Velidedeoğlu, 1976: 141’den akt. Demircioğlu, 2000:
57-58). Başbakanlık D.İ.E Boşanma İstatistikleri 1992, 1993 yılında toplam 27.133
boşanmanın 25.189’unun nedeni geçimsizlik olarak geçmektedir.
Son on yıllık trend incelendiğinde boşanma nedenleri arasında %90’nı aşan
oranlarda geçimsizlik en önemli neden olarak ortaya çıkmaktadır. Geçimsizliği terk
ve sonrasında zina takip etmektedir. Geçimsizliğin boşanmalarda en önemli faktör
olarak ortaya çıkmasında sosyal ve kültürel yapının etkisinin yanı sıra, hukuki ne-
denlerde rol oynamaktadır. Türk sosyo-kültürel yapısı içinde aile “mahremiyet”in
olduğu yerdir. Her ne kadar eşler boşanıyor olsalar da aileye ait mahrem bilgilerin
dışarıya çıkmasını tercih etmemektedirler. Bu açıdan “geçimsizlik” nedeni mahke-
meye yansıtılan neden olarak ortaya çıkmaktadır (Eyce, 2002: 94).
Medeni Kanunumuz, eşlerin kayıtsız şartsız ayrılıkları ile sonuçlanan boşan-
maları kabul etmektedir. Bununla birlikte yargıçlara, eşlerin boşanmadan önce
belirli bir süre ayrı kalmalarına karar verebilme yetkisi de sağlanmıştır. Ülkemizin
sosyo-ekonomik gelişimi ile birlikte, sosyal yaşamda meydana gelen değişimler, bo-
şanma kanunlarının yeniden gözden geçirilmesi ihtiyacını doğurmuştur. Bu amaçla,
1988 yılında yürürlüğe giren 3444 Sayılı Boşanma Kanunu, çiftlerin boşanmasına
kolaylık getirmiştir.
Aile Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yargılama Usullerine Dair 4787 Sayılı Ka-
nun ise, 9 Ocak 2003 tarihinde kabul edilmiştir. Kanun, aile hukukundan doğan dava
ve işleri görmek üzere kurulan aile mahkemelerine dair hükümleri kapsamaktadır.
Aile Mahkemelerinde evlilik birliğinden doğan yükümlülükleri konusunda eşler uya-
rılmakta ve uzlaştırılmaktadır. Ailenin ekonomik varlığının korunması veya evlilik
birliğinden doğan malî yükümlülüklerin yerine getirilmesine ilişkin gerekli önlemleri
alınmakta ve aile içindeki karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörünün korunması bakımın-
dan eşlerin ve çocukların karşı karşıya oldukları sorunlar tespit edilerek sulh yoluyla
çözümü teşvik edilmektedir. Sulh sağlanamadığı takdirde ise, karar verilmektedir.
Boşanmak isteyen çiftlerin arasında anlaşarak boşanmaya (anlaşmalı boşanma)
karar verme yönünde giderek artan bir eğilim dikkati çekmektedir. Kuşkusuz ilgili
sosyal mevzuatta (Medeni Kanun) yapılan düzenlemeler bu durumun ortaya çık-
masında etkili olmaktadır. Yasal yönden getirilen kolaylıkların boşanmaları artırıcı
yönde olumsuz olarak etkilediği (Gonzales, Viitanen, 2009: 137’den akt. Alptekin,
2011: 58) zaten bilinmektedir.
2001 yılındaki yeni değişikliklerle birlikte, Türk Medeni Kanunu’nda boşanma-
ya ilişkin hükümler 4721 sayılı Kanunun 2. kitabının 2. bölümünde yer almaktadır.
Boşanma nedenleri ise 161. madde ila 166. madde arasında düzenlenmiştir.
50
TAYLAN, DANIŞ / Sosyal Değişme ve Türkiye’de Boşanma Olgusu
Yasanın 166. maddesinde sözü edilen “evlilik birliğinin sarsılması” diğer bir de-
yişle şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanma genel anlamda bir boşanma nedenidir.
Diğer boşanma nedenleri ise özel niteliktedir. Boşanmanın özel nedenleri ola-
rak belirlenen (zina, hayata kast, pek kötü veya onur kırıcı davranış, suç işleme ve
haysiyetsiz hayat sürme, terk, akıl hastalığı) gerekçelerin de aslında ortak hayatı
çekilmez hale getirdikleri aşikârdır. Bunların özel nitelik olarak zikredilmelerinin
nedeni tereddüde ve takdire fazlaca yer vermemesi ve bu nedenle kolay belirlenebi-
lir olmasıdır (ASGM, 2009: 13).
Türk Medeni Kanununda boşanma nedenleri olarak; “Zina”, (Ceza Kanununda
suç olmaktan çıkmıştır fakat boşanmada hala geçerli) “Hayata kast”, “Pek kötü veya
onur kırıcı davranış” “Suç işleme ve haysiyetsiz hayat sürme”, “Terk”, “Akıl hastalığı
ve “Evlilik birliğinin sarsılması” sayılmaktadır.
51
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
52
TAYLAN, DANIŞ / Sosyal Değişme ve Türkiye’de Boşanma Olgusu
53
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Sonuç ve Öneriler
Sonuç
Sosyal değişme, toplumun değerlerinde, örüntülerinde, yapılarındaki değişimi
ve farklılaşmayı ifade eder ve aile yapısındaki, işlevlerindeki, aile içi ilişkilerdeki,
aile değerlerindeki değişmeleri de kapsar. Ailedeki değişimler, aile içi rol ve statüler-
deki değişimleri, ailenin işlevlerindeki değişimi, hanehalkı yapısındaki değişimleri,
çocuğun değişen değeri vb. ifade ettiği gibi, boşanma oranlarını, boşanma algısını,
boşanma nedenlerini de etkiler ve içerir.
Türkiye’de kentleşme, göç, gelenekselden moderne geçiş, geniş aileden çekirdek
aileye geçiş, kadının çalışma hayatına girmesi, değişen cinsiyet rolleri algısı, küresel-
leşme, modernleşme ve dünyadaki değişimler, Türki’de aile yapısında, ilişkilerinde
ve değerlerinde değişimi beraberinde getirmiş; boşanma olgusunun günümüzdeki
seyrinde de belirleyici olmuştur.
Türkiye’de yaşanan gelişmeler ve tüm sosyal değişimler, toplumun çekirdeği-
ni oluşturan ve aslında bir sorun çözme mekanizması olması gereken ailenin so-
run üreten bir birime dönüşmesine neden olmaktadır. Ailede boşanma oranlarının
artması bunun bir yansıması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de özellikle son
20 yılda boşanma oranlarında ciddi artışlar söz konusudur. 2001-2014 yılları arası
Türkiye İstatistik Kurumu’nun Evlenme ve Boşanma oranları bakıldığında, evlenme
oranlarında bir azalma; boşanma oranlarındaysa bir artış söz konusu olduğu fark
edilecektir. Ayrıca söz konusu 15 yıllık dönemde boşanmaların evliliğin daha geç
dönemlerinde gerçekleşmeye başladığı da görülmektedir.
Öneriler
Sosyal değişmenin etkisiyle aile yaşamında ortaya çıkabilecek sorunlardan ye-
tişkinler ile birlikte en fazla olumsuz etkilenme riski taşıyan grup çocuklar oldu-
ğundan, aile kurumunu etkileyen olumsuz durumlara karşı profesyonel çalışmalar
interdisipliner yaklaşım ile gerçekleştirilmelidir.
Evlilik öncesinde adayların eş seçimi ve evlilik konusunda bilinçlendirilmesi,
ailelerin yeni evlilere yönelik müdahalelerinin olumlu bir biçimde gerçekleşmesini
54
TAYLAN, DANIŞ / Sosyal Değişme ve Türkiye’de Boşanma Olgusu
55
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
56
TAYLAN, DANIŞ / Sosyal Değişme ve Türkiye’de Boşanma Olgusu
Kaynakça
AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANLIĞI (2011). Türkiye’de Aile Yapısı Araştırması. Ankara.
ALPTEKİN, K. (2011). “Düzce İl Merkezindeki Boşanmalar Üzerine Bir Çalışma”. Toplum ve Sosyal Hizmet,
Cilt 22, Sayı 2.
ARIKAN, Ç. (1996). Halkın Boşanmaya İlişkin Tutumları Araştırması, T.C Başbakanlık ve Aile Araştırma Kuru-
mu Başkanlığı, Ankara.
AYDIN, O. ve BARAN, G. (2010). “Toplumsal Değişme Sürecinde Evlenme ve Boşanma”. Toplum ve Sosyal
Hizmet, Cilt 21, Sayı 2.
BULUT, M. (2008). “Kadınlarda Boşanma ve Kültür İlişkisi”. Toplum ve Sosyal Hizmet. 19(2).
COLLANGE, C. (1997). Boşanma Salgını, Doruk Yayımcılık, Ankara.
ÇAKIR, B. (2011). Modernleşme Sürecinde Türkiye’de Evlilik Kurumunun İşleyişi ve Boşanma Eğilimlerinin Seyri.
Yayımlanmamış Doktora Tezi. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
ÇAKIR, B. (2012). “Türkiye’de Hukuki Müdahalelerin Boşanma Eğilimlerine Etkisi”. Akademik Bakış Dergisi, 31.
DANIŞ, M. Z. ve GENÇ, Y. (2009). “Sociological Analysis of the Effect of Globalizing Poverty to Turkish Family
Structure and Strategies Against Poverty from: The Point of Social Work Approaches”, World Applied
Sciences Journal, 7 (2): 180-186, IDOSI Publications, http://idosi.org/wasj/wasj7(2)2009.htm.
D.P.T. (1989). Türk Aile Yapısı (VI. Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu Raporu), Ankara.
DEMİRCİOĞLU, N. (2000). Boşanmanın Çalışan Kadının Statüsü ve Cinsiyet Rolü Üzerine Etkisi. Yayımlanmamış
Doktora Tezi. Ege Üniversitesi. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir.
ERKAN, R. (2013). “Türkiye’de ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Boşanma”, Tüm Yönleriyle Boşanma, Ed.:
Eyigün, S. vd., Dicle Üniversitesi, Diyarbakır.
EYCE, B. (2002). “Demografik Özelliklerine Göre Türkiye’de Boşanma”, Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fa-
kültesi Dergisi, Sayı: 14.
GENÇ, Y. (2015) “Engellilerin Sosyal Sorunları ve Beklentileri”, Sosyal Politika Çalışmaları Dergisi, Yıl: 15 Sayı: 35/2.
GIDDENS, A. (2000). Sosyoloji, Ayraç Yayınları, Ankara.
KIERNAN, K. (2004). “Changing European Families:Trends and Issues”, The Blackwell Companion to the Soci-
ology of Families, Edited by Jacqueline Scott, Judith Treas, Martin Richards, Blackwell Publishing Ltd.
ÖZGÜVEN, İ. (2001). Ailede İletişim ve Yaşam. Pdrem Yayınları. Ankara.
SEYYAR, A., GENÇ, Y. (2010). Sosyal Hizmet Terimleri Ansiklopedik “Sosyal Pedagojik Çalışma” Sözlüğü, Sakarya,
Sakarya Yayınevi.
T.C. Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü (2009). Boşanma Nedenleri Araştırması. Ankara.
TAYLAN, HH. (2009). “Türkiye’de Köy Ailesinde Aile İçi İlişkiler”, Selçuk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Sayı: 22.
TEZCAN, M. (1995). Sosyolojiye Giriş: Temel Kavramlar. Gelişim Yayınları, Ankara.
TÜİK (2005). 2004 Yılı Evlenme ve Boşanma İstatistikleri. T.C. Türkiye İstatistik Kurumu Yayınları, Ankara.
TÜİK (2007). 2006 Yılı Evlenme ve Boşanma İstatistikleri. T.C. Türkiye İstatistik Kurumu Yayınları, Ankara.
TÜİK (2010). 2009 Evlenme ve Boşanma İstatistikleri. T.C. Türkiye İstatistik Kurumu Yayınları, Ankara.
TÜİK (2012). 2011 Evlenme ve Boşanma İstatistikleri. T.C. Türkiye İstatistik Kurumu Yayınları, Ankara.
TÜİK (2015). 2014 Yılı Evlenme ve Boşanma İstatistikleri. T.C. Türkiye İstatistik Kurumu Yayınları, Ankara.
TÜRKARSLAN, N. (2012). “Aile Sosyolojisi”, Sosyolojiye Giriş, Ed.: Muammer TUNA, Detay Yayıncılık, Ankara.
YILDIRIM, E. (2013). “Toplumsal Değişme Sürecinde Aile”, Aile Sosyolojisi, Pınar Yayınları, İstanbul.
YÖRÜKOĞLU, A. (2000). Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, Özgür Yayınları, İstanbul.
57
MEHİR AİLE DERGİSİ, sy. 1, 2016, s. 59-73
Adnan KOŞUM**
Özet: Aile, toplumun önemli bir yapıtaşı olarak bütün hukuk sistemlerinde önemli bir yer teşkil etmiştir. Bu minval-
de, kendine özgü bir takım hususiyetleri olan İslam aile hukuku, onun korunmasına yönelik olarak bir takım ilkeler
benimsemiştir. Devlet denetiminin dışında cereyan etmesi, süreklilik ilkesi, aile hukukuna ilişkin normların salt hu-
kukî olmaması, aile hukukunda aslolanın haram olması ilkesi, değişime kapalı olması, evlenilecek kişilere ilişkin sınır-
lamalar getirilmesi, nikâhsız beraberliklerin yasak olması, erkek egemen bir yapıda olması, zayıfın korunması ilkesi,
hukukî temsilin kabul edilmesi, evlatlık kurumunun tanınmaması, mal ayrılığı ilkesi, geçimsizlik hallerinde hakemlik
kurumu/aile büyüklerinin müdahalesi, evlenme ve boşanmanın kolaylığı ilkesi, aile birliğinin yeniden tesisine imkân
veren kademeli/aşamalı boşama gibi özellik ve ilkelerini tespit ettiğimiz İslâm aile hukuku, İslâm toplumlarında güçlü
bir ailenin tesisinde önemli işlevler görmüştür.
Abstract: Family, as an important building block of society, constitutes an important place in legal systems. In this
context, with its own unique traits of Islamic family law, has adopted some principles in order to maintain itself. Like
it being out of the state control; the principle of continuity; the norms related to family law which is not only legal
norms but also ethics; the principle of haram in Islamic family law; to be unchangeable; to put restrictions on per-
sons to be married; prohibiting the adultery; its being to be a male-dominated structure; the principle of protecting
the weak (in a sense women); the adaption of legal representation; disapproval of the institution of adoption; the
principle of separation of goods in family law; arbitration in case of conflict; the simplicity of marriage and divorce;
the gradual divorce which aims to reunite of the family. Islamic law with those principles and characteristics, has
important role in establishment of a strong family in Islamic societies.
* Çalışmanın özünü, “Ulusal Aile Sempozymu” adıyla Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından
15-16 Mayıs 2012 tarihinde Kayseri’de düzenlenen sempozyum’da sunulmuş aynı başlıklı tebliğ oluş-
turmaktadır.
** Prof. Dr., SDÜ. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. adnankosum@sdu.edu.tr
59
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Giriş
Toplumu meydana getiren esaslı unsur ailedir. Toplumun sağlıklı bir şekilde
varlığını sürdürmesi, huzur içinde yaşaması, kültürel değerlerin sonraki nesillere
aktarılması, aile kurumunun iyi ve sağlam temeller üzerine oturtulmasına bağlıdır.
Bu nedenle aile, toplumun korunmasında titizlikle ele alınması gereken bir olgudur.
Öte taraftan vahiy kaynaklı İslâm hukukunun aile yapısına ilişkin düzenlemele-
ri, aslında kendine özgü bir dünya görüşünü, bir zihniyeti yansıtmaktadır. Bu min-
valde bahse konu hukukun temel özellik ve ilkelerini tespit etmek, onun aileye bakış
açısını, arka planını ortaya koymak, bir anlamda da vaz ettiği sağlam ve sarsılmaz
aile yapısının temel dinamikleri ve aileyi korumak için aldığı tedbirleri meydana çı-
karmaktır. Aynı zamanda bu ilkeler ve dinamikler zemini üzerine bina edilen sağ-
lıklı ve güçlü ailelerin kodlarını gün ışığına çıkarmaktır. Aile ve değerlerinin gücü
ve sağlamlığı konusunda Müslüman toplumlarda yüzyıllar boyunca yaşanan tarih-
sel tecrübeler bunun açık kanıtıdır. Mahiyeti itibariyle diğer hukuk sistemlerinden
farklı, nevi şahsına münhasır ve aile hukukuna hâkim olan özellik ve ilkelerin tespiti
bu çalışmanın konusunu oluşturmaktadır. İslâm hukukuna ilişkin klasik ve modern
kaynakların incelenmesi neticesi aile hukukuna dair tespit edilen temel özellik ve
ilkeleri aşağıdaki başlıklar altında ele almak mümkündür.
60
KOŞUM / İslâm Aile Hukukunun Temel Özellik ve İlkeleri
1 Mut’a nikâhı, bir erkeğin bir kadına belli bir bedel mukabilinde ve belli bir süre cinsel yararlanma tek-
lif etmesi ve kadının kabulüyle gerçekleşen nikâh akdidir. Muvakkat nikâh ise, erkeğin kadına belli bir
süreliğine (sözgelimi on günlüğüne) evlenmeyi teklif etmesi, kadının da kabul etmesiyle şahitler huzu-
runda gerçekleştirilen nikâh sözleşmesidir. Aralarındaki fark, birincisinde mut’a kelimesi veya cinsel
birleşme anlamı taşıyan sözcüklerle ve şahitsiz olarak sözleşmenin gerçekleşmiş olması; ikincisinde ise,
sözleşmenin şahitler huzurunda evlilik ifade eden sözler kullanılarak yapılmış olmasıdır. Bkz. Meydânî,
Abdülganî el-Guneymî, Lübâb fî şerhi’l-Kitâb, (nşr. Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd), Beyrut 1985,
c. 2, III, 20; Merginâni, Burhânuddîn Ebi’l-Hasen Ali b. Ebi Bekr, Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî, Dâ-
ru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1410/1990, I, 212. Hulle ise, üç defa boşanmış kadının, kendisini boşamış
olan kocasına helal kılma kastıyla üçüncü bir kişiyle yapılan evliliktir.
2 Konuyla ilgili müstakil bir araştırma için bkz. Köse, Saffet, Ca’ferîlikte Mut’a ve Ona Karşı Sünnî Duruş,
Marife, VIII/3, Konya 2008, ss. 75-120.
61
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
3 Krş. Köse, Saffet, Ailede Meşruiyet Temeli Olarak Nikâh, Küreselleşen Dünyada Aile, Kutlu Doğum Sem-
pozyumu, Ankara 2010, 160; Cin, Halil, İslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Konya 1988, s. 137, 142.
62
KOŞUM / İslâm Aile Hukukunun Temel Özellik ve İlkeleri
hih, batıl, fasit, lâzım ve mevkuf evlilik gibi salt hukukî kavram ve tasnifler ile yetin-
meyen fakihler, konunun özel durumunu da dikkate alarak, mükellef-evlilik ilişkisi-
ni ifadelendirmede, vâcip, sünnet, mekruh evlilik gibi dinî-hukukî değer yargıları olan
kavramları da kullanmışlardır (es-Serahsî, IV, 192, 193; Kâsânî, II, 228-9; Derdîr, II,
214, 215; İbn Kudâme, VII, 3-4; Bilmen, 1985, II, 41-42).
Diğer taraftan nasslar, aile birliğinin devamının mümkün görünmemesi sebe-
biyle ayrılığın ortaya çıktığı hallerde bile dinî ve ahlâkî değerlerin unutulmamasını
ve akitten doğan sorumlulukların gönülden yerine getirilmesini talep etmektedir
(Bakara, 2/229, 231, 232). İşte bütün bu hususlar, ailenin üzerine bina edildiği
normların salt hukukî olmadığının önemli göstergeleridir.
63
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
64
KOŞUM / İslâm Aile Hukukunun Temel Özellik ve İlkeleri
65
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
4 en-Nisâ, 4/34 âyet-i muktezasınca, bir çok hukuk sistemlerinde olduğu gibi İslâm hukukunda da, aile
reisinin erkek olduğu genel kabul görür. Ancak aile birliğinde reis yetki kullanan, egemen değil, sorum-
luluk üstlenen, aileyi temsil konumunda bulunan anlamındadır.
5 Söz konusu egemenlik Hanefi mezhebinin dışındaki mezheplerde daha çok öne çıkar.
66
KOŞUM / İslâm Aile Hukukunun Temel Özellik ve İlkeleri
6 Kaynaklarda denklik arama sebeplerinden olarak -zikredilen haricinde- kadının ailesini ve yakınlarını
korumak, kendilerine bir zarar, şereflerine bir leke sürülmesini önlemek gösterilir. Aile üyelerinin ge-
nellikle kendilerine denk olmayan birinin ailelerine girip onlarla akraba olmasından utanç duyacakları
ifade edilir. Serahsî, Mebsût, V, 26.
67
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Evlilik akdinde tarafların bizzat bulunmaları şart değildir. Diğer akitlerde ol-
duğu gibi evlilik akdinde de vekâletin caiz olduğu bütün fukahâ tarafından kabul
edilmiştir (M. Kanun irade beyanında temsili kabul etmemiştir. Md. 108). Belli özel-
likleri taşıyan temsilciler de taraflar adına evlenme akdinde taraf olabilirler. Bu bağ-
lamda vekâlet, bizzat nikâh sözleşmesi yapabilmek ehliyetine sahip olan kişilerin,
bu yetkilerini bir vekil aracılığıyla kullanabilmeleridir. Hem erkek hem de kadın,
vekâlet verdikleri birer vekil aracılığıyla evlenebilirler (Şeybânî, s. 99; Şirâzî, s. 157;
Merginânî, I, 220-1). Hatta iki taraf da aynı kişiye vekâlet vererek o kişinin iki tarafı
da temsil etmesini sağlayabilirler (Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 31). Vekilin akdettiği evlen-
me, tıpkı taraflar yapmış gibi hukukî sonuç doğurur.
Müslüman çevrede evlilik konusu hayâ ve edep alanı içinde mütalaa edilmiş ve
gençlerin, büyükler yanında evlilikten söz etmeleri ayıp telakki edilegelmiştir. İşte
bu sosyal ve ahlâkî durumun, evlenme akdinin icrasında temsilin kabul edilmesine
sebep olduğu düşünülebilir (Karaman, 1991, I, 265). Keza taraflardan birinin başka
bir ülkede olması veya mahkûm, esir vs. gibi aralarında hissi engeller olduğu du-
rumlarda vekâlet kurumunun evliliği kolaylaştırma gibi önemli işlevler icra ettiği
söylenebilir.
Benzer şekilde boşama da vekil veya elçi aracılığıyla gerçekleşebilir (Hukuk-ı
Aile Kararnamesi, md. 106-107). Koca talâka malik olduğu gibi bu hususta başka-
sını vekil yapma hakkına da sahiptir. Hatta hanımını da talâkta vekil tayin edebilir
(Kâsânî, III, 113, 118,121-122; İbn Cüzey, s. 233; Şirâzî, II, 80; Şirbînî, III, 285-287;
Behûtî, III, 463; İbn Kudâme, VII, 211; Hattâbî, IV, 99). Bunun yanı sıra mektup
vasıtayla evlenme ve boşanma da mümkündür
68
KOŞUM / İslâm Aile Hukukunun Temel Özellik ve İlkeleri
yine kendisine aittir. Nikâh ile bu yetki kocaya geçmez (Heyet, (1320/1489), el-Fetâ-
va’l-Hindiyye, I, 329). Karı-kocadan her biri kendi mallarında diledikleri gibi tasar-
ruf etme imkânına sahiptirler. Malların idaresi konusunda kadın isterse kocasını ve
başkasını tevkil edebilir.
Kadın kendi malında tam bir mülkiyet ve tasarruf hak ve yetkisine sahip ol-
duğundan bunun için kocasından izin almak zorunda da değildir. Erkek karısının
malından izin almaksızın tasarrufta bulunamazken, kadın kocasının malından izin
almadan meşru ölçüler dâhilinde her türlü harcamayı yapabilir.7
Yine kadının evlilik içinde hiçbir mali sorumluluğu yoktur. Bir başka ifadeyle
ailenin masraf, gider ve nafakası kadının sorumluluğunda değildir. Kadın zengin,
koca fakir bile olsa, hukuken kadın kendi malından harcama yapmak zorunda değil-
dir. Oysaki Medeni Kanunun 151. ve 162. maddelerine göre ailenin iaşe ve masrafı-
na kadın ve erkek müştereken katılırlar.
7 Bununla birlikte mal rejimi ayrılığı konusunda Malikiler Cumhura muhalefet etmektedirler. Onlar kadı-
nın malı üzerindeki tasarruf ehliyetinin koca tarafından kısıtlanabileceği kanaatindedirler. Bk. Görgülü,
Hasan Ali, İslâm Hukukunda Kadının Malî Velâyeti ve Malvarlığı Üzerindeki Tasarruf Ehliyeti, SDÜ.
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Isparta 2005/1, sayı: XIV, s. 42-43.
69
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
8 Bu konudaki bir çalışma için bk. Görgülü, H. Ali, İslâm Hukukunda Eşler Arası Sorunlar ve Çözüm Yolları,
Fakülte Kitabevi, Isparta 2005.
9 Bununla birlikte bir takım dini, hukukî tedbirlerle bu yetkinin suiistimal edilmesinin, kocanın keyfi
boşamasının önlemleri alınmıştır.
10 Bu kabilden Asr-ı Saadetten bir olay için bkz. Müslim, “Talâk”, 41.
70
KOŞUM / İslâm Aile Hukukunun Temel Özellik ve İlkeleri
halinde bile aralarındaki sorunların çözülüp tekrar aile birliğini kurtarma ihtimali-
ne karşılık boşama süreci dönüş imkânı verecek biçimde kademeli olarak üç talâk
şeklinde belirlenmiştir (Bakara, 2/229-230; Talâk, 65/1). Böylelikle evlilik birliğinin
tekrar tekrar devamına şans tanınmıştır. Bu sebeple birinci ve ikinci boşamalardan
sonra kadının iddeti içinde yeni bir nikâha gerek kalmadan evlilik birliğinin devamı
sağlanabilmektedir ki literatürde buna ric’i talâk (dönüşlü) denilmektedir. Böyle bir
durumda aile birliği yeniden tesis edilmemişse dahi, birinci ve ikinci boşamalardan
sonraki iddet bitimlerinde yeni mehir ve nikâh akdiyle bunu temin imkânı da mev-
cuttur. Buna da literatürde küçük bain talâk denir.11
İbn Teymiyye’nin nakline göre, Ahmed b. Hanbel, “Dikkatle inceledim, Kur’an’da-
ki boşamayla ilgili ayetlerin tamamı, ric’î talâktır (cayılabilir boşanma)” (İbn Teymiyye,
XXXII, 293) tespitini yapar. Ric’atin Allah tarafından bir hak olarak erkeğe verilme-
sindeki maksat, evliliğin sona ermemesi ya da devam etmesi için bir şans tanınma-
sı olunca pek çok hüküm de bu gayenin gerçekleştirilmesi amacıyla konulmuştur.
Meselâ ric’î talâk ile boşanan kadının kocası için süslenmesi müstehaptır. Zira bu
sebeple kocası ona tekrar dönmeyi arzu edebilir.
Aile birliğinin yeniden tesisini zorlaştırdığından dolayı üç talâkın aynı zaman
dilimi içerisinde söylenmesi (bid’î boşama), Şâfiîlerin aksine Hanefîlere göre mek-
ruhtur. Zira erkek bu şekilde davranmakla normalde tek bir defada bu bağdan kur-
tulabilecekken ileri gitmekte ve hillin mahalli olan kadını büsbütün kendisine haram
kılmaktadır. Dolayısıyla telâfi kapısı kapanacak ve pişmanlık durumunda erkeğin
yapacağı bir şey kalmayacaktır. Sebepsiz yere telâfi kapısını kapatmak ise haramdır
(Serahsî, VI, 7). Esasen hak düşürme niteliğindeki hukukî işlemlerin (iskâtât) pren-
sipte tekrarlanmaması gerekmektedir (Serahsî, VI, 13). Ancak boşama konusunda
Şâriin tekrara izin vermesi, kişinin pişmanlık duyması ihtimali karşısında kendisi
için geri dönülecek bir kapının aralanması gayesine matuf olduğu söylenebilir. Bi-
rinci hatta ikinci boşanmadan sonra, aile birliğinin yeniden tesis edilebilmesi belki
de İslâm boşanma hukukunun kendine has ve öne çıkan özelliğidir.
11 Bakara, 2/228-231; Talâk, 65/2. Kâsânî, Bedâyi, III, 104-112; İbn Cüzey, el-Kavânînü’l-Fıkhiyye, s. 226;
Şirbînî, Muğni’l-Muhtac, III, 307. Evlilik hayatını sona erdiren boşama (talâk) sıfatı itibariyle, sünnî ve
bid’î olarak iki kısma ayrılır. Sünnî talâk, sünnete uygun olandır ki, hükmü itibariyle ric’î ve bâin olarak
ayrılır ve kadın temizlenmişken, cinsel ilişkide bulunmadan yapılan boşamalardır. Mevsılî, Abdullah bn.
Mahmûd, el-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr, ta’lik Muhammed Ebû Dakîka, Çağrı Yay., İstanbul, 1980, III, 122-
123; Kâsânî, Bedâyi, III, 93-94.
71
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Değerlendirme ve Sonuç
Toplumu sağlıklı bir biçimde devam ettirme arzusundan ve üstün değerlerin ko-
runup sonraki nesillere aktarmadaki öneminden dolayı aile, toplumların önem ver-
dikleri kurumların başında gelmektedir. Zamanımızda “ailenin korunması” önemli
sosyo politik bir sorun olarak siyasetçilerin ve akademisyenlerin gündemini yoğun
bir şekilde işgal etmektedir. Tebliğde yüzyıllar boyunca Müslüman toplumların kim-
liklerinin oluşumunda önemli bir yer teşkil etmiş İslâm aile hukukunun temel özel-
lik ve ilkeleri ortaya konulmuştur.
Tespitte bulunulan nevi şahsına münhasır özellik ve ilkeleriyle İslâm aile hu-
kuku, Müslüman toplumlarda güçlü bir aile yapısının teşekkülünde ve buna bağlı
olarak sağlam bir toplumsal yapının oluşmasında çok önemli işlevler görmüştür.
İslam dini ve onun hukukunun Müslüman aile ve toplumlar üzerinde ne kadar etkili
olduğu hususunda Müslüman toplumlarda yüzyıllar boyunca yaşanan tarihsel tec-
rübeler bunun açık kanıtıdır.
Ancak günümüzde sosyal ve ekonomik değişmelere paralel olarak hayat şekilleri
ve aile yapısı da değişime uğramakta ve kendisini ayakta tutan değerlerden peyder-
pey uzaklaşmaktadır. Her geçen gün kendini besleyen temel kültürel kalıp ve değer-
lerden uzaklaşan Türk ailesinin tekrar özüne dönme zamanı çoktan gelmiştir. Zira
zamanımızda aile yapısında ve değerlerindeki çözülme toplumu da tehdit eder bo-
yuta gelmiştir. Bu nedenle aile kurumuna gereken önem ve değer verilmeli, ailenin
muhtevası ve kapsamı günün şartlarına göre dinî/ahlâkî ve hukukî eksende yeniden
gözden geçirilerek manevî/ahlâki ve hukukî ilkelerle takviye edilmelidir.
Kaynakça
Akıntürk, T. (2002). Aile Hukuku Dersleri, İstanbul.
Apaydın, H. Y. (2007). İslâm Hukukunda Âile “Günümüzde Aile (The Family in the World and Turkey), Uluslar
arası Aile Sempozyumu”, İSAV, İstanbul: Ensar Neşriyat.
Aydın, M. A. (1985). İslâm-Osmanlı Aile Hukuku, İstanbul.
Behûtî, (1402). Keşşâfu’l-Kınâ, (nşr. Hilâl Musaylihi Mustafa Hilâl), Beyrut: Dâru’l-Fikr.
Bilmen, Ö. N. (1985). Hukukı İslâmiyye ve Istılahâtı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul: Bilmen Basımevi.
El-Buhârî, A. (1308). Keşfu’l-Esrâr Şerhu Usûli’I-Bezdevi, İstanbul: Şirket-i Sahafiyye-i Osmaniye Matbaası.
Cessas, (1405). Ahkâmu’l-Kur’an, (nşr. Muhammed es-Sâdık Kamhâvî), Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî.
Cin, H. (1988). İslâm ve Osmanlı Hukukunda Evlenme, Konya.
Dağcı, Ş. İslâm Aile Hukukunda Evlenme Engelleri-I, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt. XXXIX.
Derdîr, (ty). eş-Şerhu’l-Kebîr ale’l-Muhtasar, (nşr. Muhammed Uleyyiş), Beyrut: Dâru’l-Fikr.
Görgülü, H. A. (2005/1). İslâm Hukukunda Kadının Malî Velâyeti ve Malvarlığı Üzerindeki Tasarruf Ehliyeti,
SDÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: XIV, Isparta.
72
KOŞUM / İslâm Aile Hukukunun Temel Özellik ve İlkeleri
Görgülü, H. A. (2005). İslâm Hukukunda Eşler Arası Sorunlar ve Çözüm Yolları, Isparta: Fakülte Kitabevi.
Hattâbî, (1398). Mevâhibü’l-Celîl, Beyrut: Dâru’l-Fikr.
Heyet, el-Fetâva’l-Hindiyye, Mısır 1320/1489.
İbn Cüzey, (ty). el-Kavânînü’l-Fıkhiyye, yy.
İbnu’l-Humâm, Fethu’l-Kadîr, Kâhire t.y.
İbn Kudâme, (1405). el-Muğnî, Beyrut: Dâru’l-Fikr.
İbn Rüşd, el-Hafîd, (1985), Bidâyetü’l-Muctehid ve Nihâyetü’l-Muktesid, İstanbul: Kahraman Yayınları.
İbn Teymiyye, (1386/1967). Mecmûu Fetâvâ, Riyâd.
Karaman, H. (1991). Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul.
Kâsânî, (1406/1986). Bedâiu’s-Sanâi fî Tertîbi’ş-Şerâi, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’I-İlmiyye.
Koşum, A. (Ocak-Nisan 2007). İslam Hukukunda Evlilik Dışı ilişki Sonucu Dünyaya Gelen Çocukların Babala-
rına Mirasçılığı Sorunu, Dini Araştırmalar, , Cilt: 9, ss. 151-169.
Köse, S. (2008). Ca’ferîlikte Mut’a ve Ona Karşı Sünnî Duruş, Marife, VIII/3, Konya, ss. 75-120.
Köse, S. (2010). Ailede Meşruiyet Temeli Olarak Nikâh, Küreselleşen Dünyada Aile, Kutlu Doğum Sempozyumu,
Ankara.
Kurtubî, (1387/19679). el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’ân, thk. Ahmed Abdulalîm el-Berdûî, Kahire: Dâru’l-Kütü-
bi’l-Arabî.
Merginâni, (1410/1990). Hidâye Şerhu Bidâyeti’l-Mübtedî, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Mevsılî, (1980). el-İhtiyâr li Ta’lîli’l-Muhtâr, ta’lik Muhammed Ebû Dakîka, İstanbul: Çağrı Yayınları.
Meydânî, (1985). Lübâb fî şerhi’l-Kitâb, (nşr. Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd), Beyrut.
Nevevî, (t.y.) el-Mecmû Şerhu’l-Mühezzeb, yy.
Özdemir, Ş. (2002). Nisâ Sûresinde Aile ile İlgili Olarak Yer Alan Ayetlerin İstikrarlı Bir Aile Kurumunun Te-
şekkülü ve Çocuğun Eğitimi Açısından Tahlili, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi II, Sayı: 3.
Serahsî, (1406). Mebsût, Beyrut: Dâru’l-Marife.
Suyûtî, (1959). el-Eşbâh ve’n-Nazâir fi Kavâidi ve Furûi Fıkhi’-ş-Şâfiiyye, Mısı r: Matbaatu Mustafa aI-Bâbî el-Ha-
lebî.
Şaban, Z. (1968). el-Ahkâmu’ş-Şer’iyye li’l-Ahvâli’ş-Şahsiyye, Kahire: Dâru’n-Nehdati’I-Arabiyye.
Şeybânî, (1356). el-Câmiu’l-Kebîr, (nşr. E. Efgânî,) Kahire.
Şeltut, M. (1987). Kur’ana Doğru, çev. M. Beşir Eryarsoy, İstanbul: Bir Yayıncılık.
Şirâzî, (1403/1983). Ebû İshâk İbrahim b. Ali, et-Tenbîh fi’l-fıkhi’l-Şâfiî, Beyrut.
Şirbinî, (t.y). Muhammed el-Hatîb, Muğni’l-Muhtâc, Beyrut: Dâru’l-Fikr.
Zühaylî, V. (1409/1989). el-Fıkhü’l-İslâmî ve Edilletühü, Dımaşk: Dâru’l-Fikr.
73
MEHİR AİLE DERGİSİ, sy. 1, 2016, s. 75-81
Özet: Bu makalede, Wole Soyinka’nın doğanın Britanya gibi sömürgeci güçler tarafından tahribatının ayrıntılı bir
şekilde anlatıldığı Ormanların Dansı (1960) adlı oyununda, çevre konusu ve insanların temiz ve sağlıklı bir çevrede
yaşama hakkı konusu üzerine olan fikirleri incelenecektir. Kapitalizmin ve sömürgeciliğin, Afrika’nın el değmemiş
toprakları üzerindeki etkileri tüm ayrıntılarıyla oyunda tasvir edilmiş ve alternatif bir çözüm olarak, Soyinka kapi-
talist ve sömürgeci değerlere karşı o bölgedeki yerel halkın ahlaki ve sosyal değerlerinin (çevre konusu ve insanların
temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı gibi) tekrar canlandırılması ve güçlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Aksi takdirde, doğanın ve çevrenin tahribatı “zerre ve bütün ilişkisine” dayanarak, bumerang etkisi yapacak ve uzun
vadede, günün birinde sömürgeci güçlerin kendisini de vuracaktır. Karanlık bir geleceğe hapsolmamak için sömürge-
cilerin yıkıcı doğası, çevrecilerin hayat veren güçleriyle yer değiştirtilmelidir ki bu da ancak, yeni nesillerin çevre ve
insan hakları konusundaki bilinçlerinin kültürel, eğitsel, sosyal etkinliklerle artırılmasıyla mümkün olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Wole Soyinka, Ormanların Dansı (1960), Yerel Halkın İnsan Hakları, Çevrecilik, Sömürgecilik.
Abstract: This article** discusses how the question of environment and humans’ rights to live in a clean and healthy
environment are viewed by Wole Soyinka in A Dance of the Forests (1960), which gives vivid details of the destruc-
tion of the nature by the colonial powers such as Britain. The effects of capitalism and colonialism upon the virgin
lands of Africa is depicted in detail and as an alternative, Soyinka suggests that the elevation of the moral and social
values (to increase the consciousness about nature, environment and humans’ rights to live in a clean, healthy envi-
ronment) in contrast to materialism and colonialism. Otherwise, the destruction of nature and environment makes
a Boomerang effect and in the long run and due to the each and all concept, it effects the colonizer badly one day as
well. In order not to have a gloomy future, the destructive nature of colonialists can be replaced with the power of
environmentalists which is a life-giving one. Thus, with the help of cultural, educational and social activities, environ-
mental-consciousness and human-rights-consciousness may be raised in the future generations.
Key Words: Wole Soyinka, A Dance of the Forests (1960), Human Rights of Indigenous People, Environmentalism,
Colonialism.
75
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
T
his article discusses how the question of environment and humans’ rights
to live in a clean and healthy environment are viewed by Wole Soyinka in
A Dance of the Forests (1960), which gives vivid details of the destruction
of the nature by the colonial powers such as by Britain. The effects of capitalism
and colonialism upon the virgin lands of Africa is depicted in detail and as an al-
ternative, Soyinka suggests the elevation of the moral and social values to increase
the consciousness about nature and environment in opposition to materialism and
colonialism since [f]rom its very earliest beginnings in the late fifteenth and early
sixteenth centuries, capitalism has always been a world system, dividing the globe
into center and periphery. The existence of such a hierarchy has meant that the
people and the ecosystems of the periphery have been treated as appendages to the
growth requirements of the advanced capitalist center. Each stage of capitalist de-
velopment-mercantilism, early industrial capitalism and monopoly capitalism-has
seen the expansion of this imperialist relation to the planet (Foster, 1994:85).
Thus, capitalism and colonialism go hand in hand. This is explicitly stated by the
British statesman, Cecil Rhodes and according to him, “the motivation behind the
British imperialism” is to find raw materials, “[w]e must find new lands from which
we can easily obtain raw materials and at the same time exploit the cheap slave
labour that is available from the natives of the colonies. The colonies would also
provide a dumping ground for the surplus goods produced in our factories” (qtd.
in Foster 87-88) says he. Besides these, imperialism is also seen as a remedy by the
economists for the economic crises in Europe and the United States. Therefore, they
continue to exploit the natural sources in Africa and in the distant lands.
But these politicians and economists ignore the fact that the destruction of na-
ture and environment may make a boomerang effect and in the long run due to
each and all concept, it may shoot the colonizer one day as well. “[T]he basic law
of ecology; namely that everything is connected to everything else and that one
cannot change just one thing in nature” (Goudie, 1981:3) should be taken into con-
sideration due to the fact that even a small change in nature causes and triggers
many other changes. Mary Somerville (1780-1872), a physical geographer, explains
this natural law with a simple example. One day, “[a] farmer sees the rook pecking
a little of his grain, or digging at the roots of the springing corn, and poisons all
his neighbourhood. A few years after he is surprised to find his crop destroyed by
grubs” (qtd. in Goudie, 1981: 3). Keeping all this in mind, in order not to have a
gloomy future, the destructive nature of colonialists can be replaced with the pow-
er of environmentalists which is a life-giving one. Thus, with the help of cultural,
educational and social activities environmental-consciousness may be raised in the
future generations. According to Friedrich Engels the next phase will be in this di-
76
KALPAKLI / Soyinka’nın Ormanların Dansı Adlı Oyununda Çevre ve
İnsan Hakları İstismarına Alternatif Çözümler
77
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
not be neglected and this may be seen clearly in the case of Rola since she calls
her relations “a pack of dirty, yelling grandmas and fleabitten children” (Soyinka,
1990: 9). She has contempt for one of the fundamental virtues of Yoruba cultural
heritage, the extended family system, “this whole family business sickens me. Let
everybody lead their own lives” (Soyinka, 1990: 9) says Rola. Therefore, it can be
concluded that colonial urban culture destroys the concept of extended family in
Yoruba culture, as Western culture emphasizes individualism. The reference to the
institution of family may be an influence of Soyinka’s own life to his work. In an in-
terview, Soyinka explains that “....by that I mean the extended family, family in the
sense in which ours was a large one. I was constantly surrounded, I recall, by aunts,
uncles, my father’s intellectual companions, all of them raconteurs of some sort or
the other. They recounted episodes involving themselves, battles, conflicts. I grew
up in an atmosphere where words were an integral part of culture..” (http://globe-
trotter.berkeley.edu/Elberg/Soyinka/soyinka-con4.html, 2016) and he may want to
preserve the culture of Nigerain extended family so that they would not lose their
nature friendly indigenous culture. Notice that scientists and environmentalists
“stress the importance of indigenous knowledge in preserving biodiversity and rais-
es the spectre of its loss... An observer argues that ...”
The extinction of biological diversity is inextricably linked with the destruction
of cultural diversity. With the loss of native cultures, there is also disappearing the
vital and important knowledge of a way of living in balance with the earth and the
value system in which it is encoded. To approach the process of restoration, it is
essential to learn to see the earth through native eyes. (qtd. in Brosius, 2000: 298)
Hence it might be deduced that everything in the universe is related with each
other and one change triggers another change in the universal system. In Nigeria,
the destruction of the forest by timber companies, by railroads and by urbanization
pave the way for the destruction of the families as well and finally Rola becomes a
prostitute. With the urbanization, capitalism comes to Nigeria and as a result of cap-
italism, individualism gains importance and the dissolution of the families begins.
Thus, every member of the family has to find a way to survive without considering
the other members of the family. This indifference and lack of communication among
the family members may lead to the loss of moral values as it happens in the case of
Rola. Hence, Rola earns her living through prostitution. Soyinka’s choice of prosti-
tution as an occupation for Rola is not a coincidence and it has a significance. Rola is
in the present a whore as she was in the past (Mata Kharibu’s adulterous queen), in
other words she is there to gratify the sexual needs of men and then to be disposed
of just like Nigeria. Britain leaves Nigeria in 1960, when there is no much benefit
in staying there. Thus, there is a parallel between the exploitation of women and
women’s human rights by capitalism and the exploitation of Nigeria by colonialism.
78
KALPAKLI / Soyinka’nın Ormanların Dansı Adlı Oyununda Çevre ve
İnsan Hakları İstismarına Alternatif Çözümler
Apart from indigenous women, indigenous men are also open to exploitation.
Soyinka refers to this fact through the slave-dealer in the play. He puts the lives of
slaves in danger by carrying them in unsuitable ships for the wide-seas. This exem-
plifies Frantz Fanon’s and Albert Memmi’s argument that the black men are not per-
ceived as humanbeings by the white men and therefore they are disposable. Thus, the
slave trader puts many black men into the ship like animals and he buys and sells them
like a commodity, and he gets advantage of them both physically and economically.
Yet, the worst is to come and many of the slaves are castrated. One of them was
a warrior, who was punished by the king because of his belief in free-speech. His
castration may be interpreted as his loss of his political power as he is reduced to the
state of a political eunuch without freedom and power. Moreover, the castration of
the warrior may be taken as an extension of the colonial state policy, which exploits
natural sources regardless of the danger of the extinction of some species. Parallel to
this, the fertility of the warrior and the possibility of having offsprings in the future
are prevented by the king. Here, Soyinka draws a parallel between the castration of
the warrior and the colonization of Nigeria since natural sources of her are controlled
by Britain. The pregnancy of the Dead woman with the Half-Child may stand for the
emerging of the environmental consciousness against the capitalism and for the
emerging of the national consciousness against colonialism. Foster claims that “[j]
ust as the Industrial Revolution made possible the subjection of labor to capital, so it
also made possible the subjection of nature to capital” (92) and this situation should
be reversed by the environmentalists so that capital should be subjected to nature.
In A Dance of the Forests the possibility of having a better future lies in individu-
al and social change. Looking back their past and their mistakes, Demoke and Rola
go through a change and achieve self-knowledge. Hence, they begin to be more con-
scious about themselves and the society in which they live in. To exemplify, the con-
struction of a motor road in the forest and his job of carving woods make Demoke
uneasy since they are harmful to nature and this is stated by Demoke himself in
the following sentence, “[w]hen I finished [the totem], the grove was cleared of all
the other trees, the bush was razed and a motor road built right up to it. It looked
different. [The totem] was no longer my work. I fled from it” (Soyinka, 1990: 11).
Furthermore, in the play Soyinka prepares dark ends for the people, who destroy
nature, accordingly, the fall of the apprentice from the tree may be seen as “an act of
revenge” by nature. Because that is the end, which waits the people who destroy na-
ture. Anti-environmentalists do not know that by destroying nature, in fact they are
destroying themselves as sooner or later they will be influenced negatively from the
changes in nature with regard to each and all concept. Below Eshuoro comments on
this issue (Soyinka, 1990: 44):
79
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
80
KALPAKLI / Soyinka’nın Ormanların Dansı Adlı Oyununda Çevre ve
İnsan Hakları İstismarına Alternatif Çözümler
Besides, the title of the play is significant. Dance may immediately be linked
with festivals and celebrations and it is the dance of the forests and forests may be
associated with regeneration. Thus, forest celebrates her rebirth and regeneration
with a dance as people begin to recognize the value and importance of the forest,
nature and the whole environment. Another major symbol in the play is the totem
and it becomes the symbol of death taking into consideration that Oremole falls
to his death from the top of the totem and Demoke also falls from the totem when
Eshuoro sets it on fire. Notice that totem is made by carving the trees in the forest
and this might show that these people, who carve and kill trees also pave the way
for their own destruction, death too.
Consequently, Soyinka suggests the elevation of the moral and social values to
increase the consciousness about nature, environment and human rights in oppo-
sition to materialism and colonialism. To achieve these ends, there is a long way to
go and the urgent ones may be listed as follows. First of all, Nigeria should get rid
of the colonial rule, which exploits her natural sources as well as the human rights
of her indigenous people. Then, indigenous women should get rid of prostitution,
which is one of the yokes of capitalism and the most common way of violation of
women’s human rights. And they can do this by returning to their own roots, by
using their indigenous culture as it is suggested by Brosius above. Thus, the deg-
radation of human beings, animals and plants under capitalism and colonialism
should not be ignored and people should be more alert towards the environmental
and human rights issues. Therefore, the necessity of the protection of the forests to
preserve the variety of the living things and their culture and in relation to this, the
moral values of the indigenous people like the institution of family and of showing
respect to nature and to humans’ rights of the indigenous people is underlined in A
Dance of the Forests (1960).
Sources
BROSIUS, J. P. (2000), “Endangered Forest, Endangered People: Environmentalist Representations of Indig-
enous Knowledge”, Indigenous Environmental Knowledge and Its Transformations-Critical Anthropological
Perspectives, Harwood Academic Publishers, Australia, pp.293-317.
FOSTER, J. B. (1994), The Vulnerable Planet,Monthly Review Press, New York.
GOUDIE, A. (1981), The Human Impact-Man’s Role in Environmental Change, Basil Blackwell, Oxford.
http://globetrotter.berkeley.edu/Elberg/Soyinka/soyinka-con4.html, (Access date: 21 March 2016).
MADUAKAR, O. (Ed.) (1986a), ”A Dance of the Forests“,Wole Soyinka, Garland Publication, New York, pp.175-
197.
MADUAKAR, O. (Ed.) (1986b), ”Introduction“, Wole Soyinka, Garland Publication, New York, pp.vii-ix.
SOYINKA, Wole (1990), A Dance of the Forests, Collected Plays 1, Oxford UP, Oxford (Works Cited-Primary
Source).
81
MEHİR AİLE DERGİSİ, sy. 1, 2016, s. 83-95
Arif DURĞUN*
Özet: Aile bütün toplumlar için büyük öneme sahip toplumsal bir kurumdur. Bu kurum, insanlık tarihinin başlangı-
cından beri varlığını ve önemini sürdürmüş ve bundan sonra da sürdürecektir. Toplumsal gelişmelere ve değişmelere
paralel olarak ailede birtakım değişimler yaşanmış ve aile içi problemlerin çeşitliliği artmıştır. Teknolojinin getirisi
olan yeni yaklaşımlar, aile içi kuşak ve eğitim farklılıkları problemlerin odağını oluşturmaktadır. Bu çalışmada özellik-
le Türk ailesinde karşılaşılan iletişim ve etkileşimden, kültürel farklılıklardan, ailede kuşak çatışmasından, ekonomik
nedenlerden, aile içi şiddetten ve boşanma sürecinden kaynaklı aile içi problemler ele alınmış ve çözüm önerileri
getirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Aile, Aile İçi Problemler, İletişim, Aile İçi Şiddet, Boşanma.
Abstract: The family which has great importance in all the societies, is a social institution, which has sustained
its existence and importance since the beginning of history of humanity and will sustain in future. A number of
changes have occurred in parallel with the social developments and changes. Besides, variety of marital problems
has increased. The new approaches that resulted from technology, generation and education differences within the
family has taken focus of the problems. In this study, in terms of encountered problems of Turkish family, marital
communication and interaction, based upon cultural diversity, marital conflict, based upon marital economic causes,
family violence and divorce problem have been discussed and includes solution oriented stated problems. This study
is a compilation article.
* Sosyal Hizmet Uzmanı, Abant İzzet Baysal Üniversitesi İzzet Baysal Eğitim ve Araştırma Hastanesi,
e-posta: arif.durgun@saglik.gov.tr
83
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Giriş
Aile insanlık tarihi boyunca toplumsal gelişmelere ve değişmelere karşı hep var
olmuş, olmaya da devam edecektir. Bu güne kadar kurulmuş olan bütün medeni-
yetlerde, bütün hukuk sistemlerinde ve gönderilen dinlerde toplumsal hayatı, birlik
ve beraberliği, toplumsal huzuru ve barışı sağlamaya yönelik düzenlemelerin esas
objesi aile olmuştur.
Nasıl ki insan vücudunun temel yapıtaşı hücredir ve insan vücudu hücrelerin
ahenkle bir arada bulunmasından oluşur ise toplumların da temel yapıtaşları ailedir
ve sağlıklı bir toplumun inşasında aile kurumunun önemi her geçen gün artmaktadır.
Özellikle batı toplumu son yıllarda ailenin güçlendirilmesini, aile kavramını ve
aileye yatırımın önemini, yaşadıkları birçok acı tecrübeler neticesinde anlamıştır.
Bu çerçevede aileye yönelik daha etkin politikalar üretmeye başlamışlardır.
Aileyi insan organizması olarak ele alınabilir. Bu organizmanın hayatını idame
ettirebilmesi için bir denge hali söz konusu olmalıdır. Aile bireylerinin etkileşim ve
iletişimindeki problemler, rollerdeki karmaşa veya sınırlılıkların belirlenmemesi,
yetkilerin yersiz ve yanlış kullanılması, bu yapı içerisindeki kuralları çiğnemek yer-
leşmiş olan mevcut dengeyi bozar ve problemler baş göstermeye başlar.
Ailenin evrensel bir tanımını yapmak oldukça güçtür. Genel olarak aile nüfusu
yenileme, kültürü taşıma ve aktarma, çocukları sosyalleştirme ve geleceğe hazırla-
ma, ekonomik ve biyo-psikolojik ihtiyaçların yerine getirildiği bir kurumdur (Aydın,
2000:46). Bunun yanında şöyle bir tanım da getirilebilir. Aile: hayatı birlikte yaşama
ve paylaşma amacıyla bir araya gelen kadın ve erkeğin evlenmesi ile oluşan, kanun-
lar ile güvence altına alınmış bir nikâh akdi ile gerçekleşen, bireylerinin her türlü
biyo-psiko-sosyo-ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarının karşılandığı ve aktarıldığı en
küçük ve en önemli toplumsal kurumdur.
Aile, ocağında toplumsal kültürün çeşitli unsur ve şekilleri işlenerek çocuklara
aktarılır. Bu şekilde aile içinde sosyalleşmeye başlayan çocuk toplumda kültürün en
küçük taşıyıcısı olur (Bilgeseven, 1989:80).
Çoğu sosyal bilimci ailenin en temel toplumsal kurumlar arasında olmasının ya-
nında toplumun aynası olduğu konusunda hemfikirdirler. Ülkemizde sanayileşme ve
şehirleşmeye paralel olarak Türk aile yapısında birtakım değişiklikler meydana gelmiş
ve geniş aileden çekirdek aileye geçiş hızlanmıştır. Bununla birlikte (Taylan, 2009:118)
aile ilişkileri geleneksel otorite örüntüleri ve cinsiyetçi rol dağılımına uygun biçimde
modern eşitlikçi cinsiyetçi rol paylaşımına doğru değişim halindedir.
Türk aile yapısında köklere bağlılık önem arz eder. Bu kökler aile ahlakı ile güç-
lenir. Aile ahlakı; bir sosyal kurum olarak aile içerisinde uyulması beklenen davranış
84
DURĞUN / Aile İçi Problemler ve Çözüm Önerileri
85
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Din, ideoloji, ekonomik sistem, siyasal yapı, demografik etkenler vs. gibi pek
çok unsurlar toplumsal yapıyı oluşturduğu gibi ailenin üstlendiği görevi ve ifa ettiği
vazifeyi de belirlemektedir. Modern Türk ailesini inşa eden unsurlar da dünyanın
genel durumuna bağlı olarak aynı ölçüde değişmeler yaşamıştır. Bunların başında
da sanayileşme ile kentleşme oranlarında artış ve buna bağlı olarak çekirdek aile-
lerin kentlerde artışını gösterebiliriz. Bu da karşımıza kent ve köy ailesi ayrımını
çıkarmaktadır. Zira köy ailesi daha geleneksel yapıya sahip geniş ailelerden oluşur-
ken, kent ailesi de modern ve çekirdek aile olarak şekillenmiştir.
Günümüz koşullarında küreselleşmenin toplumsal yapılar üzerinde önem-
li etkileri oluştu. Örneğin kapitalizm türedi, yaşam tarzı, alışkanlıklar, değerler
ve gündelik hayat anlayışı hızla kitlesel karşılık buldu ve küreselleşme toplumsal
farklılıkları ortadan kaldırdı. Endüstriyel gelişmeye bağlı olarak meydana gelen
modern kapitalist toplum, böylelikle kendi egemen kültürünü yani kitle kültürü-
nü oluşturdu ve popüler kültür kavramı ortaya çıktı (Özensel, 2007:209). Popüler
kültürün etkisiyle yaygınlaşan kapitalist toplum modeli bireyselciliği ön plana çı-
kardı. Modernitenin getirdiği yaşam felsefesini benimseyen insanlar kendisinden
başkasını önemsemeyen, canının istediğini yapan bireyler, eş olmanın anlamını
kaybettiler (Tarhan, 2014:17). Bu bireysel yaşam tarzı toplumun tüm dinamikle-
rini değiştirdi. Oysaki geleneksel yapılarda ben yerine biz kavramı vardı yani geniş
aile içinde bireysel haz ve isteklerden çok ailesel ve toplumsal istekler ön plan-
daydı. Bireyselleşmenin bir sonucu olarak da evlilik kurumu ciddi zarar gördü ve
boşanmalar artmaya başladı. Fakat tüm bu değişmelere karşı aile, önemini yine de
korumaktadır.
86
DURĞUN / Aile İçi Problemler ve Çözüm Önerileri
87
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
88
DURĞUN / Aile İçi Problemler ve Çözüm Önerileri
si, gelenek ve göreneklerin tümü, kutsal değerleri, inanç sistemleri gibi unsurlarıdır.
Bu unsurlar coğrafi şartlara da bağlı olarak toplumdan topluma değişiklikler göster-
mektedir. Öyle ki aynı toplumun fertlerinde bile bölgesel farklılıklardan kaynaklı
birtakım farklı davranış kalıpları da kendini göstermektedir.
Aile kurmaya karar veren iki farklı gelenekten gelen kız ve erkek uyum problemi
yaşayabilirler. Mesela, (Tarhan, 2011:198) doğulu bir erkek ile batılı bir kızın evliliği-
ni nazara alalım. Doğulu erkek geniş bir aileden geldiği için evinde misafir hiç eksik
olmaz; eşi ise misafiri sevmeyebilir. Bu sebepten ailede ciddi problemler yaşanabilir.
Bu problemleri aşmanın yolu öncelikle esnek davranmak olacaktır. Zamanla eşler
arası olaylara ve durumlara gösterdikleri tepkilerde ortak bir tavır sergileme eğili-
mi oluşacaktır ve ailenin ayakta kalması için oluşmalıdır. Nitekim herhangi bir olay
karşısında aile bireyleri özellikle eşlerin olay veya durum karşısında sergilediği tavır
ve davranış ne kadar benzer olursa, evlilikte uyum o derecede sağlanmış olur ve aile
içinde oluşabilecek problemlere eşler birlikte çabuk çözümler üretir.
89
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
90
DURĞUN / Aile İçi Problemler ve Çözüm Önerileri
91
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
bir akrabanızın size veya evdeki diğer kişilere yönelik; evli olmanıza rağmen kendi
isteğinizle veya mahkeme kararı ile yaşadığınız eşinizin size yönelik; tehdit, baskı
ve kontrol içeren, fiziksel, cinsel, ekonomik veya psikolojik olarak zarar görmenize
veya acı çekmenize sebep olan her türlü davranış aile içi şiddettir (KSGM, 2008:6).
Aile içi şiddeti körükleyen faktörleri şöyle sıralayabiliriz: Ebeveynlerden veya
çocuklardan birisinin aşırı biçimde alkol ve(ya) uyuşturucu kullanması. Eşler ara-
sında geçimsizlik baş göstermesi ve boşanma öncesinde ortaya çıkan ve uzun süre
devam eden gerginlikler ve kavgalar; eşlerin birbirlerini aldatması ve aile yuvasını
sarsmaları. Değişik makro-ekonomik sebeplerden dolayı ailenin yeterince ve sürekli
olarak gelire sahip olmaması gibi aile fertlerinin öz güvenlerini ve sosyo-ekonomik
durumlarını yıpratacak boyutta devam eden ekonomik krizler. Sosyal problemli ai-
lenin, akraba ve komşuların desteğinden uzak olması, toplumsal hayattan ve hima-
yeden tecrit edilmesi, barınma imkânlarının elverişsiz olması; şiddetin, toplumda
ve özellikle yakın sosyal çevrede benimsenmesi ve gerektiği kadar yadırganmaması.
Annenin hamilelik döneminde stres altında olması ve psikolojik sorunlarını çöze-
memiş olması (Seyyar ve Genç; 2010, 22).
Şiddet toplumumuzda yaygın olan öğrenilmiş bir davranıştır. Aile içinde şiddete
maruz kalmış çocuk bireyler ileride eş olduklarında şiddete meyletme katsayıları
çocukken şiddet görmeyenlere karşı çok daha yüksektir. Ayrıca, çocukken aileleri ta-
rafından istismar edilmiş, şiddete maruz kalmış bireylerin, yaşlanan ebeveynlerine
bakarken şiddet uygulamaları ihtimali daha yüksektir (Zastrow, 2013:271). Şiddet
ailede özellikle erkeğin kadına ve diğer aile bireylerine uygulanması şeklinde görün-
se de kadının da aile içinde eşine ve çocuğuna şiddet uygulaması söz konusudur.
Hatta şiddet çocuktan ebeveyne doğruda olabilmektedir. Erkekler kadınlara daha
çok fiziksel ve cinsel şiddet uygularken, kadınlar ise daha ziyade psikolojik şiddet
uygulamaktadırlar.
İnsanlar öfkelenebilir öfke ise bir dışa yansımadır. Fakat öfkenin kontrol edil-
mesi, şiddet eylemine dönüşüp karşı tarafa zarar vermemesi gerekir. Bu gerek sosyal
hayatta gerekse de aile hayatında önem arz eden bir durumdur. Aile içinde şiddete
meydan vermemek için alınması gereken önlemler vardır. Nasıl ki trafik kazalarının
yaşanmaması için alınması gereken önlemler ve uyulması gereken kurallar vardır;
bu insan ilişkileri için de öyledir. Öncelikle eşlerin birbirini iyi tanımaları gerekir. İlgi
alanlarını, neyi sevdikleri veya sevmedikleri, neye kızdıkları, nelere değer verdikle-
ri gibi. Bir diğer önemli kural da etkili iletişim kurmak olacaktır. Burada şu önem
arz etmektedir. Bazı insanlar (özellikle kadınlar) yapıları gereği dürtüsel hareket
etmekte, aklına geleni hemen söyleyivermektedir. Bu kimseler basit bir yöntemle
problemi çözebilirler şöyle ki: Trafik kurallarında olduğu gibi kırmızı ışıkta duruyor,
sarı ışıkta hazırlanıyor ve yeşil ışıkta hareket ediyorsak, herhangi bir tartışma sıra-
92
DURĞUN / Aile İçi Problemler ve Çözüm Önerileri
sında da önce “Dur”, sonra “Düşün” ve ardından “harekete geç” komutlarını, şiddet
kazalarına yol açmamak için uygulamak gerekir.
Şiddete uğrayan aile bireylerinde şiddet sonucu ortaya çıkan umutsuzluk, de-
ğersizlik, suçluluk, utanç ve korku gibi duyguların aşılması, özgüven ve özsaygının
yeniden yapılanması, yeni yaşam seçeneklerini sağlıklı biçimde belirleyebilmeleri
yönünde psikolojik destek, danışmanlık ve hukuksal rehberlik hizmetleri sunulma-
lıdır (Genç ve Barış, 2015:105).
Aile içinde şiddete karşı yapılması gerekenlerden biri de eşlerin birbirlerine ve di-
ğer aile üyelerine bencil davranmamasıdır. Çünkü aileyi oluşturan her bir birey değer-
lidir ve saygı görmeyi hak eder. Aile birlikteliği ise bu çerçevede kişilikleri ezmeden,
ezdirmeden oluşturulmalıdır. Şiddete sebep olan öfkenin arka planını belirlemek ve
önleyici tedbirler almak aile içinde ve toplumda şiddetin azalmasına sebep olacaktır.
5. Boşanma
Aile içi problemlerin çözümlenememesi sonucunda ortaya çıkan “boşanma” ge-
rek Türk toplumunda gerekse de diğer toplumlarda hoş görülmeyen bir durumdur.
I.Dünya Savaşından önce (Zastrow,2013:261) boşanma nadir görülen bir durum-
ken günümüzde dünyada ve ülkemizde boşanma oranı gün geçtikçe artmaktadır.
Bunun birtakım sebepleri vardır. Değişen değer yargıları, modernizmin ve benmer-
kezci yaklaşım tarzının aile içinde egemen olması ve yukarıda sayılan sorun alanları,
aile kurumunu derinden etkiledi ve aile kurmaya veya kurulmuş ise de bunu sağlıklı
bir şekilde devam ettirmeye pek olanak sağlayamadı.
Boşanma gerçekleştikten sonra bireyler ciddi sorunlar yaşamaktadırlar. Yal-
nızlık ve başarısızlık hissi, tekrar sevip sevilemeyecekleri endişesi, aile ve çevrenin
vereceği tepkiler ve “boşanmış/dul” şeklinde damgalanma endişesi, tek başlarına
yaşamaktan korkma, sorunlardan bazılarını teşkil etmektedir (Zastrow, 2013:263).
Boşanma sonrası ortaya çıkan sorunlar sosyal problem olarak görünse de esasında
“boşanma” kendisi bir sosyal problemdir. Diğer yandan öfkenin, tatminsizliğin ve
de eşlerin birbirlerine tahammüllerinin olmadığı bazı evliliklerde ise boşanma, bi-
reyin ve aile bireylerinin sorunlu ve mutsuz bir birliktelikten kurtulmaları ve daha
sakin ve huzurlu olunması adına -aile birlikteliğini devam ettirmek için bütün çare-
lere başvurduktan sonra- bir adım olabilir (Zastrow, 2013: 264). Fakat bu durum en
son başvurulabilecek yol olmalıdır.
İnsanın olduğu yerde sorun da vardır. Evlilikte de sıkıntılı dönemler tabiî ki ya-
şanır. Bu dönemler akıllıca ve sağlıklı bir şekilde aşılırsa evlilik devam eder. Evlilik-
te üç dönemden bahsedilebilir: Birinci dönem cicim ayları denilen romantizmin ön
93
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
planda olduğu “romantik dönem”, ikinci dönem güç çatışmalarının yaşandığı “kritik
dönem”, üçüncü dönem ise fırtınaların durulma sürecine girdiği “uyum dönemi” ola-
rak vasıflandırılabilir. Genelde boşanma kararlarının verildiği ikinci kritik dönemde
eğer çatışma fırsata dönüştürülemez, çıkabilecek krizler doğru yönetilemezse uyum
dönemine geçilemez; karşılıklı anlayış ve hoşgörü sağlanamazsa boşanma konusu
zikredilmeye başlanır ve kendini doğrulayan kehanet olarak boşanma meydana
gelebilir. Birçok kişi boşanma sebebini ekonomik nedenlere bağlasa da aslında asıl
altında yatan sebebin, iletişim kuramamaktan, eşlerin birbirlerine tahammülsüzlü-
ğünden ve evliliğin tabiatını bilemediklerinden geçtiği unutulmamalıdır.
Boşanmaların önüne geçebilmek için eşlerin birbirlerine fedakârca ve şefkatle
yaklaşmaları şarttır. Kişilikler farklı olabilir fakat iyi ilişkiler kurulmasıyla aşılama-
yacak sorun yoktur.
Sonuç
Geçmişten günümüze her dönemde varlığını devam ettiren ve insanların bi-
reysel ve sosyal hayatta vazgeçilemez ve olmazsa olmaz kurumu olan aile kurumu,
toplumları, kültürleri ve devletleri oluşturan büyük bir çınarın yaprakları hükmün-
dedir. Aileye yapılacak yatırım da o toplumun var olması için gereken en önemli
vazifedir. Nitekim ülkemizde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ayrı bir bakanlık
olarak kurulmuştur. Bu bakanlık; Aileye, kadına, yaşlıya, dezavantajlı gruplara hiz-
metler sunmakta ve politikalar üretmektedir.
Sağlıklı, müreffeh ve barış içerisinde yaşayan toplum ideali tüm devletlerin
temel prensibini oluşturmuştur. Bu da ancak sağlıklı ve mutlu ailelerle mümkün
olacaktır. Nebraska Üniversitesinde yapılan bir araştırmada ise (Tarhan, 2014;145)
mutlu ailelerin üç temel özellikleri üzerinde durulmuş, bunların birlikte yeterince
zaman geçiren, takdir, övgü ve onay sözlerini birbirlerine ziyadesi ile kullanan ve
kiliseye birlikte giden, inançlı ve dindar kişiler oldukları tespit edilmiştir. Mutlu ai-
lelerin çoğunda bu üç ortak özellik görülmüştür. Dolayısıyla problemsiz sağlıklı aile-
lerin sağlıklı iletişim kuran bireylerden oluştuğunu söylemek mümkündür. Nitekim
çalışmada bahsedilen bütün problemlerin çözümü alsında sağlıklı iletişim kurulma-
sı ile çözümlenecektir. Kişilikler ne kadar farklı olursa olsun -eğer ciddi bir psikiyat-
rik rahatsızlık yoksa- etkili iletişim kurularak çözülemeyecek problem yoktur.
Kaynakça
AKTAY, Y. (2004), “ Modern Dünyada Ailenin Toplumsal Dönüşümü ve Muhtemel Geleceği Üzerine Mülaha-
zalar”, Fikir Dünyası Düşünce Dergisi, S:2, ss.70-77.
ATALAY, B. (1976), Köy Gençliği Üzerinde Sosyolojik Bir Araştırma, Erzurum.
94
DURĞUN / Aile İçi Problemler ve Çözüm Önerileri
95
MEHİR AİLE DERGİSİ, sy. 1, 2016, s. 97-116
Din Bağlamında
Kamusal Alan ve Kadın
Mustafa TEKİN*
Özet: Kamusal alan tartışmalarının iki önemli problemi olduğunu söyleyebiliriz; Bunlar; din ve kadın sorunlarıdır.
Modern zamanlarda kamusal alanda dinin ne kadar yer alacağı, kamusal alan ve din konusu Batı’da olduğu kadar
Türkiye’de de tartışılmıştır. Yine bilhassa başörtüsü sorunu üzerinden kadının kamusal alandaki yeri de ajandadaki
ağırlığını hep korumuştur. Özellikle kadınlar söz konusu olduğunda başörtüsü dışında mahremiyetten kadının sesi,
erkeklerle ilişkilerden çalışma hayatına kadar birçok konu kamusal alan ve kadın ilişkisi bağlamında ciddi bir tartış-
ma konusu olmuştur. Bu makale, din bağlamında kamusal alan ve kadın konusunu Türkiye özelinde tartışmaktadır.
Batılı bir kavram olan kamusal alanın Antik Yunan’dan başlayarak batılı farklı sosyologlarca nasıl tanımlandığını ele
almakta, kamusal alan, din ve özgürlük ilişkisinin sınır ve içeriklerini sınamaktadır. Ardından Türkiye’de kamusal
alan deneyimlerine ve bu deneyimler içerisinde kadının yerine değinmekte; daha sonra nasıl bir kamusal alan sorusu-
na kadınların katılımı zaviyesinden cevaplar aramaktadır. Açıkçası bugünün müslüman kadınının özgürlük ve İslam
çerçevesinde kamusal alan arayışlarına mütevazi bir katkı sunmayı hedeflemektedir.
Abstract: We can say that there are two problems in the discussions of public sphere. They are religion and woman.
We can see, the discussions in relations between religion and public sphere both in western countries and Turkey.
We know that the discussions of women’s position in public sphere in last decades were on a rise. Headscarf is a basic
issue in these discussions. Similarly, subjects like confidence, voice of women, relations between men and women,
women’s work life were discussed. So public sphere is an important issue in the context of religion. This article dis-
cusses the relations between public sphere and women in the context of religion in Turkey. It describes definition of
public sphere, its history from ancient philosophy to the modern times. And it evaluates theories of public sphere in
the west. It discusses experiences of public sphere in Turkey specially the relations between public sphere and wom-
en. So this article aims to contribute position of women in public sphere.
* Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölüm Başkanı.
97
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
K
amusal alan kavramı, özelde Türkiye genelde Avrupa söz konusu olduğunda
bilhassa din kavramıyla da bağlantılı olarak bir dizi tartışmayı ajandamıza
taşımaktadır. Kamusal alan kavramının üzerinden bu tartışmalara vukufi-
yet kesbetmek, uçları farklı yollara açılan kavşak noktasına dikkat kesilmek ve daha
da önemlisi bu kavşağa gelen yolları belirginleştirmeyi gerektirir. Dolayısıyla kamu-
sal alan kavramı, farklılıklarla da bağlantılı olarak ucu tarihsel, sosyal ve kültürel
yollara açılan tartışmalar yapmayı zorunlu kılmaktadır. Öte yandan “kadın” konu-
sunu kavramla bağlantılı tartışmaya eklediğimizde, en azından son yüzyıl içerisinde
dünyanın farklı coğrafyalarındaki yoğun tartışma ve tecrübeleri de karşımızda bu-
luruz. Ve hep şunun farkında olmalıyız ki, kamusal alan ve kadın konusunun değiş-
mez birincil arkaplanı dindir.
Bu makalemizde özelde Türkiye’de kamusal alan ve kadın problemine odaklana-
cağız. Ancak öncelikle problemimizin boyutu ve içeriklerine dair kısa bir netleştir-
me yapmamız gerekiyor. Bizim kamusal alan ve kadın meselesini “İslam” ile yakın
bağlantıları içinde ele almamız zorunlu. Zaten Osmanlı’nın son döneminden itiba-
ren kamusal alan ve kadın konusunda konuşulması gereken ciddi bir tecrübe var.
Doğrusu makalemizin bir boyutunu burası oluşturacaktır. Diğer yandan Batı’da ka-
musal alan teorileri ve modellerinin hem kendi coğrafyasında hem de Batı-dışı coğ-
rafyalarda etkili ve hatta belirleyici olduğu düşünüldüğünde, kamusal alanın “ne”li-
ğine dair de bir zemin çizmek gerekmektedir. Çünkü batılı teorilerin bilhassa “din”
sorunsalı etrafındaki yerlilik problemi, daha çok kamusal alanın batılı tanımları,
dinin ve özelde İslam’ın pratiklerinin burada nasıl yer alacağına odaklanmaktadır.
Nitekim gelinen noktada “Liberal Kamu Modeli”nin belirleyiciliği söz konusudur
ve birçok toplum kendi teorilerini üretemediği için, kamusal alan kavramı dağınık
itirazi kayıtların saklandığı ya da hiçbir rezervin konulmadığı bir tartışma konusu
olarak önümüzde durmaya devam etmektedir. Dolayısıyla kamusal alan kavramının
“ne”liği ve operasyonel tanımları ile batılı teorilerin imkanına da kısaca değineceğiz.
Bunun uzantısı olduğunu düşündüğümüz bir başka tartışma konusu da, İslam’ın in-
san, kadın ve dünya algılayışı çerçevesinde devlet, toplum ve kamuya nasıl baktığını
da hem tarihsel örneklerinin hem de geleceğe öneriler bağlamında ortaya konulma-
sıdır. Nihayetinde Müslüman toplumların, gelecek vizyonlarının belirli stratejilerle
tartışılması, şu anda müslümanlara dair ümitsiz bakışların bir gelecek ufkuna doğru
dönüştürülmesi bağlamında da anlamlı olacaktır.
Modern kamusal alanın hiç şüphesiz batı içinde bir tarihi ve bazı kabulleri söz
konusudur. Buna göre, “Aydınlanma’dan doğmuş olan modern kamusal alan, dev-
let ile yurttaşların politik sorunları açıkça müzakere ettikleri özel alan arasında bir
aracılık mekanı olacaktır.”(Dacheux, 2012; 16) Burada kamusal alan, devlet ile özel
alan arasında konumlandırılmış olarak ortaya çıkar ki, temel niteliği politik sorun-
98
TEKİN / Din Bağlamında Kamusal Alan ve Kadın
ların tartışıldığı bir yer olmasıdır. Dacheux, bunu politikanın meşrulaştırılma yeri
olarak okumakta ve üç boyutlu olarak kamusal alanın zeminini netleştirmektedir.
Birincisi, bireyin sadece politikalara maruz kalan değil, aynı zamanda buna müdahil
olmak üzere katıldıkları ve politika yapacak kişileri seçtikleri yerdir. İkincisi, bire-
ye ortak politik fikir oluşturmaya imkan sağlar ve politik cemaati mümkün kılar.
Üçüncüsü de, politik görünürlük kazanılan sahnedir. (Dacheux, 2012; 21) Devletin
alacağı kararlar ve politik adımların belirlenebilmesi, bu karar alma sürecine gelme-
den önce o devletin uhdesinde yaşayan insanların buna katılımı ile mümkündür.
Ancak toplum farklı sınıfsallıklar, kültürellikler, aidiyetler ve çıkarların toplamı ola-
rak önemlidirler ve iktidar edenlerin kararlarına kamusal alandaki tartışmalar etki
eder. Bu açıdan düşünüldüğünde Floris’e göre kamusal alan, demokratik bir devlet
ile egemen bir sivil toplum arasında fikir oluşumunun eşitsiz simgeleri ve kültürel
biçimler yoluyla zorunlu biçimde geçen çelişkili toplumsal konular ve çıkarlar ara-
sında bir aracılık alanıdır.(Floris, 2012; 67) Dolayısıyla kamusal alanın “herkes”le
ilgili ve politik tartışmalara hayatiyet kazandırdığı anlaşılmış olmaktadır. Burada bu
tartışmaların amacı, sadece hükümet edenlerin kararları yukarıdan vermesi değil,
bu kararların en doğru bir şekilde alınabilmesi için onun öncesinde tartışmaların
yapılabilmesi ve buna toplumdaki farklı düşüncelerin dahil olabilmesidir.
Mevcut tanım ve onun içeriklendirilmesi ile beş kavram karşımıza çıkmakta-
dır. Bunlar; birey, devlet, sivil toplum, kamusal alan ve özel alan. Birey, devletin
karşısında kurumsal olandan ve aidiyetlerinden bağımsızlaşmış insan teki olarak
bağımsızlaşmış bir varlığı ifade etmektedir. Modern dünyanın “kaderini eline alan
insan” mentalitesinden beslenen birey, bir anlamda kendisinden önceki Hıristiyan
Ortaçağ’ının “toplum” ve “düzen” gibi anahtar kavramlarının karşısında durur.
Kanaatimizce bireyin en temel niteliği, meşruiyeti kendine dönük olarak tüm öznel-
liklerini yükseltebilmesidir. Bu bireyin, değerlerden azade cemaatinden, toplumsal
bağlarından ve en önemlisi de dinden bağımsızlaşarak kamusal alana katılımı bekle-
nir. Özel alan ise, herkese ait olmayan bireyin kendisine “özel”lerinin bulunduğu ve
kendisiyle baş başa kaldığı bir alandır. Sivil toplum ise, bireyin kendisi gibi düşünen-
ler ve ortak kanaati paylaşanlarca oluşturduğu devletin karşısındaki yapılanmalar
olarak öne çıkar. Bu anlamda modern zamanlarda cemaatin yerine ikame edilmiştir.
Bu tanım ve içerikler, aynı zamanda bugün bireyin kamusal alana katılımının koşul-
larını da belirlemektedir.
Batı dünyasında kamusal alanın tarihini Yunanlılar’a kadar götürmek müm-
kündür ve kavram bugüne gelinceye kadar Batı’nın özgün koşullarına paralel olarak
bazı değişimlere uğramıştır. “Antikçağ’da Yunanlıların kendileri de toplumsal alan-
ların bölünmesini kurumsallaştırmıştı. Buna göre oikos, sıkı biçimde özel şeyleri
simgeliyordu; agora yurttaşların birbirleriyle özgürce karşılaştıkları hem özel hem
99
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
de kamusal bir alanı ifade ediyor, ancak politik alanın da dışında kalıyordu; ekkle-
sia ise yurttaşların kendi fikirlerini ve kamusal meselelerini herkesin gözü önünde
temelde sözlü iletişim aracıyla müzakere ettikleri ve bazılarının retorik teknikler-
den hareketle diyaloğa dayalı olarak sınıflandırılmış olduğu, kamu alanıydı tam
olarak.” (Floris, 2012; 66) Habermas’a göre, kamusal hayata katılabilmenin şartı,
bir aile reisi olarak özel alanda özerk olmaktır ki, özel alan ile ev arasında sıkı irti-
bat vardır. Bu anlamda özel alan karşısında kamusal alan bir istikrar âlemi olarak
yükselmektedir. Hayat kavgası ve hayati ihtiyaçların karşılanması Oikos’un sınırları
içinde utançla saklanırken, Polis onur kazanılabilen bir alandır. (Habermas, 1999;
60-61) Özel alanın korunmasının temelinde ise özel mülkiyete saygıdan çok, eski
ocağın kutsallığının devam ettirilmesiyle kabul edilmiş dünya içinde kendisine ait
bir yeri olmayan evsiz bir insanın dünya meselelerine katılamayacak olması fikri
idi. (Arendt, 2009; 67) Aile, ev kadar din de özel hayatın bir konusudur ve modern
kamusallık da dini bir özel alan işi kabul eder. Dolayısıyla din Romalılar ve modern
zamanlarda Batı’da özel alanın sınırları içinde tanımlanmıştır. Romalı birey, ilkin
özel yaşamında kamunun karşısına dünyayı dinsel bakımdan aşılması için bir ilke
arayışına girmişken, Augustus çağı sona erdiğinde yeni bir ilke arayışına girildi ve
nihayetinde Hıristiyanlık gizlice sürdürülen manevi bir bağlılık olmaktan çıkarak
kamusal düzenin yeni ilkesi haline gelmiştir.(Sennett, 2013; 16-17) Ortaçağ bu şe-
kilde sürmüşken, modern zamanlar kilise karşıtlığı üzerinden dinin yeniden özel
alanın bir konusu olmasını sonuçlamıştır. Bu bağlamda söz gelimi; liberalizmin ka-
musal/özel alan ayrımıyla “özel alan”ı diğer müdahalelerin yanı sıra dini engizisyo-
nun müdahalesinden de korumak adına ilgilenmiştir. (Guess, 2005; 81)
Romalılarda “public” yani halk kavramı da bir anlam çoğulluğu ve değişimine
sahiptir. “Ordunun şeyi” anlamına gelen “res Publica” şu dört anlamı muhtevidir.
Birincisi, önce ordunun fethettiği topraklar iken “populus” silah altındaki tüm er-
kekleri ifade edince Roma vatandaşlarının su kemeri, sokak, tapınak gibi ortak mal-
ları. İkincisi, Romalılar arasında iktidar ilişkilerinin statükosu. Üçüncüsü, bütün
Romalıları ilgilendiren ortak meseleler ve nihayet bütün Romalıların ortak faydası.
(Guess, 2005; 51) Geuss’un tanımladığı bu içeriğin, aslında kamusal alanın sonuç-
ları itibarıyla toplumun ortak ve özelleştirilen faaliyet alanlarını tanımladığını gö-
rebiliriz. Batı’da yeni oluşan kentsoylu sınıfın yükselişi, Habermas’ın kritik ettiği
biçimde kamusalın bir dönüşümüne ve sınırların yeniden tanımlanmasına şahitlik
etmiştir. Her şeyden önce, “Kamu, özgül olarak, aynı dönemde mal mübadelesi-
nin ve toplumsal emeğin alanı olarak kendi yasalarına göre kurumlaşan “burjuva
toplumu”na aittir.” (Habermas, 1999; 59) Batı’da özellikle modern zamanlarda ka-
musal alan, burjuvazinin gelişimi, ağırlığı ve talepleri doğrultusunda biçim almış-
tır. Burjuvazinin özel mülkünü ve kazançlarını garantiye alma isteği, bir yandan
100
TEKİN / Din Bağlamında Kamusal Alan ve Kadın
“özel”in bir mülkiyet ve aynı zamanda saray ve/veya kralık (devletin) keyfemayeşa
tasarruflarından korunması bağlamında önem kazanmıştır. Öte yandan bu mülki-
yeti koruyacak siyasal, ekonomik, sosyal, hukuksal adımların atılması için kamusalı
burjuva egemenliğinde bir devletin temellükünü sağlayacak şekilde düzenlemenin
temelleri atılmıştır.
Bundan sonra özellikle 18. Yüzyıl sonu vuku bulan devrimler ve sanayi kapi-
talizminin gelişimi ile, kamusal ve özel alanın içeriklerinin değişimini görmekte-
yiz. Özellikle 19. Yüzyıl kapitalizminin büyük şehirlerdeki yaşamı etkilemesi ile
19. Yüzyıldan itibaren insanların “yabancı”yı yorumlama tarzında oluşan yeni bir
sekülerlik anlayışının ortaya çıkması izlenmiştir. (Sennett, 2013; 36) Kapitalizmin
dünyada belirleyici hale gelmesi, medya ve iletişim alanındaki gelişmeler de kamu-
sal alanın içeriklerini değişime uğratan faktörlerdir. Floris’e göre, “şirketin, kolektif
temsillerinin pozitif yapılandırıcı değeri olan kamusal alanı istila ettiği bir çağı yaşı-
yoruz.” (Floris, 2012; 68) Yine televizyon ve internetin yoğun etkisi ile bir medya ka-
musallığının oluştuğunu, aynı zamanda özel ile kamusalın arasındaki geçişliliklerin
ve sınırların değişebildiğini görmekteyiz. Öyle ki, Dahlgren’in dediği gibi, Modern
kamusal alan yeniden seçkinlerin boy gösterdikleri Ortaçağ temsili kamusal alanı
haline gelmiştir neredeyse. (Dahlgren, 2012; 46) Bugün yaşanan dönüşümde sorun
noktalarından birisi kamusal alanı gerçekten kendi çoğulluğu ve çeşitliliğini yansı-
tacak bir katılımı mümkün kılması. Diğeri de, özelin kamusallaşması diyebileceği-
miz, özel ve kamusal ayrımında mahremiyet alanlarının kamusalca temellük edil-
mesi ve kapitalizmin mantığına uydurulmasıdır. İslam ve modern kamusallık söz
konusu olduğunda, bireyselliğin bir sorunsala dönüşmesi, müslüman toplumların
en baştan beri ferdin iç derinliklerine çekilerek kendi başınalığını bir sorun olarak
görmesinden kaynaklanır. Bu, Hz. Peygamber’den (SAV) bu yana tüm toplumsal
tecrübelerde böyledir ve aslında kamu faaliyetlerinin sivil karakteri, heyecanla ve
gönülden katılması gereken bir öte dünya mükafatı ile telafi edilmektedir. Bugün
özel dediğimiz alan giderek daralmakta ve kamusal olanın işgal, kontrol ve baskısına
uğramaktadır. Bu, özellikle görüntülü iletişim araçlarında bireyin kendisini sürekli
sunumlama istekleriyle artmaktadır. Bu durum, özel olanın sadece bireyin derinlik-
lerinde vücut bulmasını sonuçlayan ancak hastalıklı bir süreçtir. Çünkü daraltıkça
daha derinlere çekilen birey, burada özelinin kamusalla paylaşıldığını gördükçe daha
iç labirentlere kaçmakta ve nihayet kimlik ve kişilik parçalanmalarına kadar varan
bir iç dünya ortaya çıkmaktadır. Meydana gelen bu iç dünya, bizzat orada kendi
başına kaldığı bir yerdir ancak burada bir paradoksla karşılaşır. Bir yanda kamusal-
da kendi iç dünyasında yaşamak, diğer yanda iç dünyasında kamusalı yaşamak. En
önemli görüngüleri de aşırı ilgili ilgisizlik. Yani şehir ortamlarında ne olup bittiğini
sıkı gözlemlemek, ama yanıbaşındaki insanla ilgisiz görünmek.
101
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Batı’da tarihsel süreçte bir şekilde kamusal ve özel şeklindeki bir ayrımın va-
rolduğu ve kısmi değişikliklere uğrasa da günümüze kadar devam ettiği doğrudur.
Agamben, Batı’nın neden çıplak hayatı dışladığını; neden ev hayatı ile şehir hayatını
birbirinden ayırdığını sorarken (Agamben, 2013; 16), kamusal ile özel arasındaki
ayrımı sorgulamaktadır. Ayrıca Geuss da kamusal ile özel arasında net bir ayrımdan
ziyade örtüşen bir karşıtlık gördüğünü (Guess, 2005; 26) belirtmekte ve kitabında
Diogenes, Jul Sezar ve Augustinus’a dair örneklerden hareketle bu içiçeliği anlat-
maktadır. (Guess, 2005) Dolayısıyla bu ayrışmaya dair kimi itirazların olduğunu
belirtmeliyiz.
Buraya kadar anlatılanlardan yola çıkarak “kamusal alan” kavramının bazı ni-
teliklerine daha atıfta bulunmalıyız. Birincisi, demokrasi birbiriyle çekişen büyük
sorunların tartışıldığı bir kamusal alanı varsaymaktadır. Aleniyet ve dünyevileştir-
me ilkesinden ayrılamaz olan bu sembolik alan, demokratik işleyişin yapı koşulla-
rındandır. (Wolton,2012; 28) Görüleceği üzere sekülerlik kamusal alanın önemli
bir zemini olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan, kamusal alan tüm bağlarından
azade olarak bireyi esas almaktadır. Çoğulluğu ve çeşitliliği içinde barındırmakta
olan kamusal alan inançtan yana değildir. O, daima kendisini toplumsal yargıların
çoğulluğu içinde gösteren şeyin yanındadır. (Tassin, 2012; 86) Tüm bunlar, batılı
anlamda kamusal alanın bireyci ve seküler doğasına atıfta bulunmaktadır.
Her ne kadar özel/kamusal alan ayrımı batılı bir etiket taşıyorsa da, “özel”in
sonuçları itibarıyla kişiye özel ve aynı zamanda mahrem içerikle tanımlanması, ka-
musalın da toplum ve devletle ilintili olarak ortak yaşam ve sosyal hayatın devamı
için ortak norm ve ilkeler ile politik tartışmalara katılım açısından düşünüldüğün-
de, İslam toplumlarında da bir karşılığı tabii ki olacaktır. Diğer yandan İslam, insan
ve toplum ilişkileri göz önüne alındığında hem özel/kamusal alanda bir dikotomik
ilişki olmadığını, hem de kamusal alanın daha sivil ve toplumsal merkezli olarak
düzenlendiğini söyleyebiliriz. Nitekim “Batı’da kamusal alan kent hayatı ve siyasal
hayat ile daha yakındandan irtibatlıdır, sekülerdir ve daha içkin yapıdadır. Buna
karşılık meselâ Doğu toplumlarında siyasetten daha bağımsız topluluklar arasında
daha genel bir alandır.” (Aydın, 2005; 98)
Kamusal alanı daha liberal bir söylemle ele alan Rawls’ın bize önerdiği kavram
kamusal akıldır. Rawls’a göre bir kişi, kendisinin en makul siyasal adalet kavramı
olduğuna samimiyetle inanmakla birlikte başkalarının özgür ve eşit vatandaşlar
olarak kabul edilebilecekleri siyasal değerleri ifade eden bir kavram çerçevesinde
düşünüyorsa, kamusal akıl yürütmektedir. (Rawls, 2006; 153) Bu kamusal akıl, bir
çok siyasal adalet anlayışlarını kapsamakta, seküler olmayıp ancak kapsamlı din-
dışı doktrinler bağlamında tanımlanmakta ve siyasal bütünlüğe sahip olması ge-
rektiği ifade edilmektedir. (Rawls, 2006; 153-157) Rawls’ın da temel sorusu bunun
102
TEKİN / Din Bağlamında Kamusal Alan ve Kadın
103
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
104
TEKİN / Din Bağlamında Kamusal Alan ve Kadın
105
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
106
TEKİN / Din Bağlamında Kamusal Alan ve Kadın
İslam sadece kadının değil, erkeğin de kamusal alana çıktığında belirli değerler
dizgesini ve yaşam biçimini dışarıda tutması değil, tam da bunlara dikkat etmesi
gerektiğini savunur. Söz gelimi; kılık kıyafetteki ölçüler ve tesettür kadın ve erkek-
ler için ayrı ayrı vardır. Sadece kıyafet değil, davranışlar, ahlak, söz ve ilişkiler de bu
değerlerden beslenmeli, özel ve mahrem olan kamusal hale gelmemelidir. Burada
esas olan “toplumsal düzen”i bozmamaktır. Bu açıdan şunu kabul etmek lazımdır
ki, İslam özel ve kamusal alanda Müslümanların temel değerlere dikkat etmelerini
istemektedir. Hiç şüphesiz Kur’an ve Sünnet burada temel ilkelerin ana haritası ve
kodlarını ifade ederken, fıkıh belirli bir zaman ve dönemdeki toplumsal düzlemde
onun ete kemiğe bürünmesidir. Bu bağlamda fıkıh kuralları kısmen bir toplumsallık
ve konjonktürellik taşımaktadır. Osmanlı’da da kamusal alana kadın katılımında bu
noktayı ihmal etmemek gerekir. Öte yandan Osmanlı’da her bir din ve etnik kökene
ait kişilerden Müslümanların farklı giyinerek kendisini gösterdikleri; hatta statü,
sınıf, mevki ve mesleklere göre farklı başlıklar ve kıyafetlerle Müslümanların da ka-
musal alanda bulunuşlarının belirli kural ve ilkelere bağlandığı bir gerçektir. Hatta
tam da bu sebeple, kamusal alanda bu ilke ve kurallarla kontrol yapıldığı; ve bu
kontrolün sadece devlet değil toplum tarafından da gerçekleştirildiğini bilmekteyiz.
Ancak bu uygulama o dönemin hayata bakışı ile ilintilidir ki, buna benzer örnekleri
Batı’da görmek mümkündür.
Osmanlı’da kadınların kamusal alana sınırlı katılımları, kimi zaman savaş koşul-
ları ve özellikle kadınların okullaşma süreciyle farklılaşmaya başlamıştır. 1800’lerin
son çeyreğinde yoğunlaşan bu süreç, batılılaşma tartışmalarıyla da daha sonra etki-
lerini gösterecektir. Ancak belirtmeliyiz ki, kadınların kamusal alana katılımı bugün
bile hala, kendi ifade ettiği toplumsal dinamiklerinden öte bir batılılaşma sorunu ola-
rak öne çıkmaktadır söylemlerde. Osmanlı’nın son dönemleri modernleşme tecrübe-
leri derinleşirken, teorik tartışmalar da devam etmektedir. Bu anlamda Cumhuriyet’e
kadar bir yol alınmıştır. Ancak Osmanlı modernleşmesi, toplumdaki ağ ve ilişkileri
belirleyen “İslam”ı, bir gramer olarak merkezi konumda tutmak istemekteydi.
Osmanlı’dan sonraki modernleşmede İslam, toplum için önemli görülmekle bir-
likte, daha modern bir şekilde yorumlandı. Tam da bu sebeple modernleştirilmiş
bir İslam anlayışı genel olarak söylemlere egemen olmuştur. Bunun yansımaları-
nı gündelik hayatın Batı’ya adaptasyonu ve dönüşümünde izlemek mümkündür.
Kadınların kamusal alana eğitimli ve modern bir görünümle çıkmaları isteği de,
konumuz açısından önemli bir sosyal tezahürü olarak görülmelidir. Dolayısıyla mo-
dern bir kamusallık oluşturma isteği, bu bağlamda kadın-kamusal alan ilişkisinde
eski algının kırılmasını zorunlu kılarken, İslam’ı da bugüne kadar tartışmaları de-
vam eden bir sorunsal haline getirmiştir. Bu açıdan Cumhuriyet’in ilk yıllarından
itibaren kamusal alanda kimi yerli niteliklerini de dışarıda bırakmamış modern bir
107
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
kadının varolması teşvik edilmiştir. Nitekim ilk kadınlara baktığımız zaman, bunla-
rın başörtüsüz, kısa saçlı, makyajsız ancak kapalı kıyafetler ve altında etek ve ayak-
kabıları ile Türk kadınının yeni temsili olarak öne çıktığı görülecektir. Bu durum
“modern” denilince “açık kıyafet” çağrışımından uzak, dişilik imajlarına mesafeli
biraz da erkeksilik taşıyan, ciddiyet ve resmiliği de görüntülerde hissettiğimiz ancak
belirlenen bu kamusallığı bozmayacak biçimde çalışan kadın resmini gündeme ge-
tirmekteydi. Bu anlayışın, bugüne gelinceye kadar da, modern kamusallığın kadın
portresi olarak tartışmaların odağında olduğunu bilmekteyiz.
Fakat şunu belirtmeliyiz ki, kültürel kodlar yine de erkeklerin kadınlardan önde
durduğu bir kamusallık ve anlayışın devam ettirilmesinde baskın öge olarak varlı-
ğını korumuştur. Bugün de nicelik olarak kadınların kamusal alana katılımları art-
maktadır. Hatta kadın-erkek ilişkileri eskisine göre ciddi bir dönüşüme uğrasa da,
sebepleri tartışmayı hak edecek şekilde erkeklerin kamusal alanda yoğun bulunuşu-
nun devam ettiğini söyleyebiliriz. Bu çerçevede Cumhuriyet kamusallığı, çoğullukla-
rın bulunduğu ve kendisini ifade edebildiği bir mekan olmayıp, homojen bir kamu-
sallığı tanımlamaktadır. Doğrusu bugüne gelinceye kadar, kamusallıkların homojen
olarak sürdürülmesine yönelik politikalar uygulanmıştır. Söz gelimi; 28 Şubat süre-
cinde başörtüsünün dinsel bir simge olarak kamusal alanda bulunmayacağı şeklin-
deki yargılar ve buna yönelik uygulamalar, bu homojen doğayı gösterdiği gibi dinin
kamusal alanda önemli bir sorun olarak görüldüğünü işaretlemektedir. Fransız tipi
kamusallığın hakim olduğu bu yapıda kamusal alan “nötr” kabul edilmekte ve bu
alana dini sembollerle girilmesine izin verilmemektedir. Gerçekte “seküler” ve hatta
daha da ötede din-karşıtı olarak düzenlenen bu kamusal alanın ilkeleri de seküler
ya da din karşıtı kodlarla belirlendiğinden “nötr” olma niteliğini kaybetmekte; hatta
din karşıtı ilkeler üzerine bina edilebilmektedir.
Özellikte Türkiye’nin son yirmi yılına damgasını vuran bu uygulama ve tartış-
malar, kamusal alanda dindar kadınların kendileri olarak bulunmaları önünde bir
engel teşkil etmiştir. Bu durum kamusal alanın ilkesel çerçevesinin hükümet eden-
lerce belirlenmesini getirdiği gibi, kadınların dini görünürlüklerinin de azalmasına
sebep olmuştur. Türkiye’de ciddi bir gerilim noktası oluşturan bu durum, özellik-
le başörtüsü tartışmalarında görünürlük kazanmıştır. Ancak bunun İmam Hatip
Liseleri, katsayı sorunu, ilahiyat fakülteleri, dini çağrışımlı birçok ekonomik, sosyal,
kültürel yapılara doğru bir problem alanı oluşturduğu bilinmektedir. Dolayısıyla
kadınlar ancak hükümet edenlerin onayladığı “görünürlükler” üzerinden kamusal
alanda yer alabilmişlerdir. Daha önce “batıcı” vurgular taşıyan bu kamusallığın son
dönemlerde bir başka açıdan homojen kamusallık vurgusunu güçlendirmesi, esasta
sorunun devam ettiğini de göstermektedir.
108
TEKİN / Din Bağlamında Kamusal Alan ve Kadın
109
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
olduğu ideoloji ya da din üzerinde konuşulması dolayısıyla ideolojik bir rekabete dö-
nüşmesini sonuçlamaktadır. Bu anlamda, dindar kadınlara yöneltilebilecek eleştiri-
lerin birden muhataplarını kaybederek AK Parti üzerine yoğunlaşması bu bağlamda
ilginçtir. Özellikle günümüzde küreselleşmenin farklı kamusal alan(lar)ı etkinleş-
tirdiği göz önüne alındığında, hakikaten kadınların da ne kadar sınırlandırılırsa sı-
nırlandırılsın kamusal tartışmalara katılmaları mümkündür. İnternet, web siteleri,
facebook, twitter bu imkanları vermektedir. Burada çok farklı otoritelerce konulan
sınırlamalar kısa sürede aşılıyor. Fakat bilhassa sosyal medyada ortaya çıkan kamu-
sallık, kadınların olması gereken politik tartışma düzeyinin altında kalıyor. Tabii ki
geçmiş yıllarla karşılaştırıldığında, bu konuda kadınların kamusal alan tartışmaları-
na katılımlarının niceliksel olarak daha fazla olduğunu da kabul etmemiz gerekiyor.
Görünürlüğün varolmanın önüne geçtiği bu durum, bir başka problemin de ko-
nuşulmasını gerektirmektedir. O da görünürlük kaygısının “kendisi” olarak katılma-
yı dindar kadınlarda dıştalamış olmasıdır. Hala geçmişten kalma ideolojik kalıntılar
taşıyan kamusal alan, dindar kadınların bu ideolojik çerçeve içerisine sığmak üzere
görüntü değiştirmelerini sonuçlamaktadır. Bugün için kadınların kılık kıyafetlerin-
den, davranış ve hayat tarzlarına kadar birçok alanda izlenen bu durum, dindar çevre-
lerde yozlaşma olarak da adlandırılmaktadır. Bunun bariz izlenebildiği birçok örnek-
ten bahsetmek mümkündür. Kadınların başlarına aldıkları esnek örtülmüş şallar ile
dar kıyafetler giyerek dolaşmaları en çok eleştirilenler arasındadır. Burada özellikle
tesettür tartışmalarının başörtüsüne odaklanması sebebiyle, başın bir şekilde kapa-
tılması tesettürün yeter şartı olarak düşünülmektedir. Yine erkek-kadın ilişkilerinin
mahrem doğasının değişmesi de bu konudaki problemlerdendir. Nitekim İstanbul At
Pazarı’nda gece yarılarına kadar dindar denilen erkek-kadın oturmaları basının da
gündemini oluşturmuş ve dindar çevrelerde eleştiri konusu yapılmıştır. Bu durumun
çoğunlukla tesettür anlamında başörtüsüne odaklanması, dindar kadınların kamu-
sal alanda ben de görünür olacağım gibi bir niyetini deşifre etmektedir.
Zikrettiğimiz sorun, aslında bir yandan da kadınlardaki zihniyet dönüşümünü
ifade etmektedir. 1970 ve 80’lerin kültürel ikliminde, kadınların erkelerden bağım-
sız bir kamusal alan görünürlüğü söz konusu değildir. Özellikle İslami cemaatlerde,
kadınların evler ve vakıflarda sohbetlerle kadınlarla temas kurarak kendi kamusal-
lıklarını devam ettirdikleri doğrudur. “Dişil Kamu” (Tekin, 2013; 554) diyebilece-
ğimiz bu düzey, kadınların daha kendi içine kapalı cemaatçi, homojen bir yapıya
sahipti. Ancak eğitim ve okullaşma oranı arttıkça, dindar kadınların kamusal alan-
daki görünürlükleri artmış ve gittikçe bireyselleşerek erkeklerden bağımsızlaşmış-
tır. 1980 ve 90’larda Müslüman erkek ve kadınların kamusal alan tartışmalarında
Müslümanların konumu, ümmet, Filistin gibi konularla birlikte yavaş yavaş başör-
tüsüyle başlayan kadın tartışmaları da kendisini göstermektedir. Kamusal alandaki
110
TEKİN / Din Bağlamında Kamusal Alan ve Kadın
ilk başörtüsü tartışmaları, erkek ve kadın her iki cinsiyetin de ortak konusudur.
Ancak 2000’lerden itibaren dindar çevrelerde de kadınların kendi bireysellikleri
içinden konuşmaya başlamaları izlenebilir. Bugüne gelinceye kadar kadınlar çok
farklı araçları kendi bireyselliklerini de aşan öznellikler içinde konuşur durumda-
dırlar. Açıkçası kadınların kamusal alanda “politik” diyebileceğimiz geniş ölçekli
tartışmalara bir fert olarak katılımları da önemlidir. Ancak bu ferdiliğin “değer” ek-
senlerini aşarak modern kamusallık içine sığabilecek öznelliklere doğru evrilmeye
başlaması önemli bir problemdir. Aynı problemleri biz, erkekler açısından da dile
getirebiliriz. Bu hiç şüphesiz modern kamusallık açısından değil, Müslüman kadı-
nın bu alana katılımı açısından sorun oluşturan bir şeydir. Zaman zaman dindar
kızların özgürlükler ve öznellikler adına İslam’ın değer ekseni dışında kalan bir ta-
kım düşünce ve pratiklerin savunusu gibi İslam’ın Müslümanlar için çizdiği değersel
sınırları bir öznel tercih sorunu haline getirmesi, en başta bir zihniyet dönüşümü-
nü işaretlemektedir. Dolayısıyla şu ikisinin arasını ayırt etmemiz gerekmektedir:
Kamusal alandaki tartışmalara kadınların kendi ferdilik ve özgürlükleri içinde katıl-
maları gereklidir; ancak bunun İslam’ın değer eksenli bir hayat tarzının sınırlarını
koruyan bir ferdilik içerisinden yapılması şartıyla…
Kamusal alana kadınların çıkışının ve görünürlüklerinin hızlı ve yoğun olduğu-
nu belirtmiştik. Hiç şüphesiz bu durum sadece genç kızlarda görülmemektedir ve
sadece kadınların eğitim oranlarının artması ile ilintili değildir. Bundan öte içinde
bulunduğumuz çağda “ev” algısı ve kadın ile “ev” arasında kurulan ilişkilerle bağlan-
tılı bir seyir izlemektedir. “Ev”in eski anlamını kaybetmesi, tarihin derinliklerinden
gelen ve Batı’daki gelişmelerde de uzantıları bulunan bir duruma gönderme yap-
maktadır. “Ev” merkezli bir üretimden, evdışı üretim ve sanayileşmeye geçiş, aile
kadar kadın-erkek ilişkilerini de dönüştürmüş ve en fazla da kadının konumunda
sarsıntıya yol açmıştır. Doğrusu sanayileşmenin erken zamanlarında Batı’da erkeği
fabrikalarda kol gücüne dayalı bir işçi olarak konumlandırırken, düşük ücretler ka-
dını da evdışı üretimin bir aracı haline getirmişti. İlk başta zorunluluktan kaynakla-
nan bu durum, giderek evin eski öneminin kaybolmasını sonuçlamıştır.
Türkiye’de kadının ev dışına çıkmaya teşvik edilmesi, modernleşme serüve-
niyle yakından bağlantılıdır. Fakat yine de ilk başta istenen şey, kadının evi terki
değil evden kopmadan kamusal alana çıkışıdır. Buna kadının eğitimi, şehirleşme
gibi faktörler de eklendiğinde, “ev”in 30-40 yıl önceki anlam ve değerini de yitirdiği
bir sonuçla karşı karşıyayız. Dışarısı ve ev dışında ücretlendirme, kadın için eve ek
gelir getirmenin ötesinde bir prestij unsuru olarak görünmektedir. Özellikle orta
sınıfı oluşturan öğretmen, büro hizmetleri, Kur’an kursu hocası vb. çalışan dindar
kadınların belirli oranda prestij sağladıkları doğrudur. Ancak ev dışı alan o kadar
önem kazanmıştır ki, vitrin camlarını silmek, dükkan temizlemek ve çay yapmak
111
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
112
TEKİN / Din Bağlamında Kamusal Alan ve Kadın
Bu bağlamda öncelikle nasıl bir kamusal alan sorusuna dair bazı niteliklere vur-
gu yapmalıyız. Öncelikle kamusal alanı günümüz koşullarında tek başına fert ve
onun kendisi gibi düşünenlerle birlikte oturduğu cemaatler, sivil toplum ile dev-
let “ara”sında kalan sosyal, kültürel, ekonomik vb. bir çok boyutlarda tartışmaların
farklı araçlarla yapıldığı bir alan olarak görmek lazımdır. Bu tartışmalar, devletin
karar alma süreçlerini etkilemesi bakımından “politik” olduğu kadar, etkileşimler
dolayımıyla ortak kanaate ulaşma, farklılaşma, ikna etme bakımından sosyal ve kül-
türeldir. Bugün sosyal medyada çok boyutlu gerçekleşen tartışmalar politik içerik-
lerin yanı sıra bu “ortam”a katılan insanlarla bir karşılaşma olması bakımından da
sosyaldir. Bu açıdan öncelikle Müslümanlar kamusal alanı homojen bir kapatmaya
uğratmadan farklı ve tezat seslerin de kendilerini ifade edebildikleri bir yer olarak
görmeleri gerekiyor.
Günümüzde kamusal alan, sadece “gerçek mekan” olmaktan çıkmış ve sanal ni-
teliklerle de kendisini hissettirmeye başlamıştır. Hatta sanal kamusallıkların diğe-
rine baskın etkilerinden bile sözedilebilir. İlkin, internet, web siteleri facebook ve
twitter’ın ülke sınırlarını da aşan kapsam alanına sahip olması, kamusal alanın da
yerli sınırlarının dışına taşmasına sebep olmaktadır. Bunun anlamı; fert ve cemaat
ve sivil oluşumların bu kamusallığa çok geniş düzeyde katılabilecekleridir. Bu du-
rum, aynı zamanda kamusal alan tartışmalarının “politik” ve “sosyal” karakterini
de uluslar arası yapmaktadır. Diğer yandan içinde yaşanan toplum düzeyinde de
“politik” ve “sosyal” tartışmalarda fert, cemaat ve sivil yapıların etkinlik düzeyini
önplana çıkarmaktadır. Dolayısıyla düzeyleri ve kapsamı farklılaşabilen sorunlara
dair fikir üretimi, argümentatif tartışma kadar itiraz, eleştiri ve öneriler de kamu-
sal alanın hem çerçevesinin korunması hem de tartışmalara süreklilik kazandırmak
bağlamında anlamlı olacaktır.
Bugün “ümmet” kavramını kullandığımız andan itibaren, bununla birlikte bir
“ümit” kadar, bir çok hayal kırıklığının da bu çağrışıma eşlik ettiğini görebilirsiniz.
Ümmet, propagandacı bir yaklaşımın ötesinde, içeriklendirilmesi gereken bir kav-
ram olarak vardır. Mezhebi ve etnik çatışmalar, temel ihtiyaçların giderilememesi,
insan hakları konusunda yaşanan sorunlar ve en önemlisi de kendisini inşa ede-
cek insan, devlet, dünyaya dair teori, bilgi ve tartışmalardaki yetersizlik ile dikkat
çekmektedir. Kimileri bunu kökten bir ümitsizlik kaynağı olarak görmekte ve bunu
Batı’nın üzerine daha fazla öykünmenin bir meşruiyeti olarak araçsallaştırmak-
tadırlar. Fakat geleceğe dair ümitleri korurken propaganda ve ezberler üzerinden
gitmenin de patinaj yapmaktan başka anlamı olmayacaktır. Tam da bu sebeple,
Müslüman toplumlarının özellikle ilmi önderlerinin yaşanan sorunlara aktüel, sis-
tematik, sorun çözücü teoriler üretmesi gerekmektedir. Yani tikel, meseleci ve günü-
birlik değil, kapsamlı ve ilkeli tartışmaları kamuoyuna sunmalı ve tartışmalıdırlar.
113
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
114
TEKİN / Din Bağlamında Kamusal Alan ve Kadın
küresel çerçeveye doğru genişleyen insanlık sorunlarını dile getirdiği gibi, kendisi
ve ülkesine dair sorunları da tartışmalı; ancak tüm bunları ev, ev içi rolleri, çocuk
vb. tüm diğer konuların kadınlara yönelik sorumluluklarını ihmal etmeden yapma-
lıdır. Türkiye özelinde bu zamana kadar biraz da, kadınların “ev” ve dışarısı”nı ya/
ya da mantığıyla bir tercih meselesi olarak değerlendirmeleri söz konusu olmuştur.
Özellikle feministlerin kamusal alana dair taleplerinde bu bakış açısı net bir şekilde
izlenebilir.
Tabii ki ev, çocuk vb. vurgularının Müslüman kadınlar açısından özel bir yeri
vardır. Bilhassa “ev”in değersizleştirildiği, “çocuk” meselesinin kadının kamu-
sal alana çıkışının karşısına konulduğu bir ortamda, çocuk ve “ev”e dair atıflar,
Müslümanların kendi değersel düzeneklerine de göndermelerde bulunmaktadır.
Bugün “ev”in kadın ve erkek için bir “huzur” mekanı olmaktan çıkarak aile birey-
lerinin buluşma yerine dönüşmesi, sadece İslam’ın değil insanlığın da problemidir.
Kadınların bu açıdan da mevcut kamusal alan anlayışına ciddi eleştiriler getirmesi
gerekmektedir.
Sonuç Yerine:
Kadın ve kamusal alan tartışmasının önemli ve başat sorunsalı olarak din söz
konusu olduğunda, özellikle birkaç yüzyıldır değişen değer düzenekleri kadar gele-
cekte sağlıklı bir kamusal alan inşasında bu değersel zeminin nasıl sağlıklı olarak
kurulacağı temel bir problem olarak kendisini gösterir.
Makalemiz öncelikle kamusal alanın “ne”liği üzerinde duran bir çerçeve çizmeye
çalışmış; bilhassa batı tarihi içinde kamusal alanın kısa serencamı içerisinde onun
Batı’ya özel niteliklerinin altını çizmek istemiş; dinin ve özelde İslam’ın burada nasıl
bir problem ve gerilim alanı oluşturduğunu tartışmıştır. Bu noktada kabaca batılı
kamusal alan modellerinin bireyci, seküler nitelikleri ile dini özel alanın bir işi ola-
rak konumlandırmaları, açıkçası bu gerilimlerin anahtar kavramlarını oluşturmak-
tadır. Yine burada Müslüman toplumlarda “cemaatler” ile “sivil toplum” şeklinde
isimlendirilen yapıların kamusal alanda nasıl konumlandırılacağı da gerilimli bir
alan olarak belirtilmiştir.
Makale, özelde Türkiye’de kadınların kamusal alan sorunları ve tecrübelerine
dair ana başlıkları da tartışmıştır. Bilhassa geleneksel olandan modern zamanla-
ra geçişle birlikte ve bugüne kadarki süreçte hem kamusal alanın kendi içerisinde
değişen nitelikleri hem de kadınların kamusal alanda yer alma deneyimleri bu tar-
tışmalarda yer almaktadır. Ancak özelde Müslüman kadınların kamusal alana ka-
tılımlarındaki temel problemler ele alınmakla birlikte, bundan sonra daha yoğun
tartışma konusu olmalıdırlar. Doğrusu “dindar camia”nın yazınları sıkı takip edil-
115
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Kaynakça
AGAMBEN, Giorgio (2013); Kutsal İnsan-Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, Çev. İsmail Türkmen, 2. Baskı, İst.,
Ayrıntı Yay.
ARENDT, Hannah (2009); İnsanlık Durumu, Çev. B. Sina Şener, 4. Baskı, İst., İletişim Yay.
AYDIN, Mustafa (2005); “Kamusal Alan ve Siyaset”, Sivil Bir Kamusal Alan, İst., Kaknüs Yay.
DACHEUX, Eric (2012); “Kamusal Alan: Demokrasinin Anahtar Bir Kavramı”, Kamusal Alan, Çev. Hüseyin
Köse, İst., Ayrıntı Yay.
DAHLGREN, Peter (2012); “Kamusal Alan ve Medya: Yeni Bir Dönem mi?”, Kamusal Alan, Çev. Hüseyin Köse,
İst., Ayrıntı Yay.
FLORIS, Bernard (2012); “Kamusal Alan ve Ekonomik Alan”, Kamusal Alan, Çev. Hüseyin Köse, İst., Ayrıntı
Yay.
GÖLE, Nilüfer (2000); “Modernist Kamusal Alan ve İslami Ahlak”, İslam’ın Yeni Kamusal Yüzleri, İst., Metis
Yay.
GUESS, Raymond (2005); Kamusal Şeyler, Özel Şeyler, Çev. Gülayşe Koçak, İst., Y.K.Y.
HABERMAS, Jürgen (1999); Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, çev. T. Bora-M. Sancar, 2. Baskı, İst., İletişim
Yay.
RAWLS, John (2006); Halkların Yasası ve Kamusal Akıl Düşüncesinin Yeniden Ele Alınması”, Çev. Gül Evrin,
2. Baskı, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay.
SENNETT, Richard (2013); Kamusal İnsanın Çöküşü, Çev. S. Durak-A.Yılmaz, 4. Baskı, İst., Ayrıntı Yay.
TASSIN, Etienme (2012); “Ortak Alan mı? Kamusal Alan mı? Topluluk ve Aleniyetin Karşıtlığı”, Kamusal Alan,
Çev. Hüseyin Köse, İst., Ayrıntı Yay.
TEKİN, Mustafa (2013); “İslamcılığın Cinsiyeti-Değişim Sürecinde İslamcı Kadınlar”, Türkiye’de İslamcılık
Düşüncesi ve Hareketi, Ed. İ.kara-A.Öz, ist., Zetinburnu Belediyesi.
THOMPSON, Dorothy (1984); “Kadınlar ve 19. Yüzyıl Radikal Politikası: Yitirilmiş Bir Boyut”, Kadın ve
Eşitlik, Ed. J. Mitchell-A. Oakley, Çev. Fatmagül Berktay, Ankara, Kaynak Yay.
WOLTON, Dominique (2012); “Medyatik Kamusal Alanın Çelişkileri”, Kamusal Alan, Çev. Hüseyin Köse, İst.,
Ayrıntı Yay.
116
MEHİR AİLE DERGİSİ, sy. 1, 2016, s. 117-143
Cemil LİV*
Özet: Aile hukuku alanındaki naslarda ana kriter olan ma’rûf kavramı Kur’an’da 12 surede toplam 39 defa geçmekte-
dir. Bunun 17 tanesi aile hukuku ile ilgilidir. Evlilik, boşanma, nafaka, mehir, çocukların bakımı ve emzirilmesi gibi
aile hukukunun temel konularında nirengi noktasını ma’rûf kavramı oluşturmaktadır. Bu kavramın kullanılmasının
mutlaka bir hikmeti vardır. Bununla birlikte Türkçe meal ve tefsirlerde ma’rûf kavramına yeterince değinilmeyerek
sadece iyilik ve güzellik anlamları tercih edilmiştir. Biz bu çalışmada, iyi, güzel, örf ve şer’î esaslara uygunluk gibi
anlamlarda kullanılan ma’rûf kavramının aile hukuku ile ilgili ayetlerde hangi anlamlarda kullanıldığı ve kapsamını
belirlemeye çalıştık.
Abstract: The concept of ma’ruf, wich is a main criterion amoung the documents in family law is totaly mentioned 39
times in 12 sures in the Kur’an. 17 of them is about family law. The concept of ma’ruf is a cornerstone about the basic
issues of family law, such as marriage, divorce, alimony, mahr, chidcare and breastfeeding. For sure there is a purpose
in using this concept. However in Turkish translations and commentaries on the Kur’an, The concept of ma’ruf is
not mentioned enough and the meanings of it are preferred only as goodness and beauty. İn this study, we tried to
analyse the extend of concept of ma’ruf that means good, pleasent and appropriate to customs and sheria basizs and
in wich verses in which meanings it is used.
117
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Giriş
İ
nsan, yaratılışından itibaren değişim ve gelişim içerisindedir. Özellikle günü-
müzde bu değişim ve gelişmeler, toplumsal kurumların değişimine de yol aç-
mış; gelenek ve görenekler eskiyerek yerini yenilerine bırakmıştır. Kadınların
aile ve toplumdaki konumuna paralel olarak aile kurumunda da değişiklikler mey-
dana gelmiştir. İnsanların amaçları, inançları, değer yargıları, sanat anlayışları, kı-
sacası kültürel değerleri değişikliğe uğramıştır.
İnsanlık tarihinin en eski müessesesi olmakla birlikte aile, bütün çağlarda her
toplum için geçerli bir kurum olmuştur. Ailenin en önemli fonksiyonlarından biri
neslin devamına hizmet etmektir. Aile müessesesi, çocukların beden, zihin ve ahlak
bakımından sağlıklı ve dengeli yetişmelerinde, dini değerin korunmasında, milli
varlık ve benliğin muhafaza edilip geliştirilerek gelecek nesillere aktarılmasında
önemli bir role sahiptir. İslam dini, toplumsal hayatın temel taşını oluşturan aile
kurumuna ayrı bir önem vermiş, nikâh akdinin Kur’an ve Sünnet’in belirlediği te-
mel prensipler ve hedefler doğrultusunda oluşması için birçok yeni hükümler ge-
tirmiştir. Evlilik akdiyle ilgili hedeflenen yararlar ve cahiliye dönemi evliliklerinin
oluşturduğu sakıncalar doğrultusunda cahiliye toplumunda var olan birçok nikâh
türü yasaklanmıştır. Evliliğin bünyesindeki özellikler nedeniyle, kuruluşunda ve de-
vamında tam bir açıklık ve kesinlik olması istenmiştir. Kur’an-ı Kerim’de evlilik ve
aile hayatı ile ilgili olarak diğer alanlara nispetle daha detaylı hükümler yer almış,
diğer akitlerde aranmayan bazı şekil şartları nikâhta zorunlu kılınmıştır.
Toplumun temelini teşkil eden ailenin, kuruluşu gibi sona ermesi de eski dö-
nemlerden itibaren bütün toplumların başlıca hukukî ve sosyal sorunlarından birini
teşkil etmiştir. İlk bakışta sadece karı-kocayı ve aile fertlerini ilgilendirir gibi görü-
nen boşanmanın, daha derinden bakıldığında bütün bir toplumu ve sosyal düzeni
yakından ilgilendirdiği görülür. Milletlerin ve toplumun sosyal yapı ve ahengi, genel
sağlığı, ahlaki ve hukukî düzeni, nüfusu, kültürel kimliği, hatta ekonomik gücü ve
gelişmişliği, bir ölçüde aile müessesesinin saygınlığına ve sağlamlığına bağlıdır. Böy-
le olunca da toplumun öz ve çekirdeğini teşkil eden ailenin kurulması ve sona er-
mesi ile toplum adına iş yapan devletin yakından ilgilenmesi, hukukî düzenlemeler
yapması tabidir (Bardakoğlu, 1991, s.199). Nüfusun hızla arttığı, global bir kültürel
anlayışın hızla yayıldığı günümüz dünyasında, aile müessesesinin huzur içerisin-
de idamesini temin etmek aile kurumunu deformasyondan korumak için İslâm’ın
amaç ve hedeflerine uygun bir biçimde kurulmasını ve sürdürülmesini sağlamak bir
zorunluluktur.
Kur’an’da aile hukuka alanındaki ayetler dikkatle incelendiğinde evlenme ve bo-
şanmayla ilgili ilke ve hedeflerin ma’rûf üzerine inşâ edildiği görülecektir. Ma’rûf
118
LİV / Aile İle İlgili Ayetlerdeki Ma’rûf Kavramının Değerlendirilmesi
119
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
1.
ّ َق
الل فِي َ الثَ َة قُ ُر َو ٍء َوالَ يَ ِح ُّل ل َُه َّن أَن يَ ْكتُ ْم َن َما َخل
َ َات يَتَ َربَّ ْص َن بِأَن ُف ِس ِه َّن ث
ُ َوال ُْم َطلَّ َق
ْاآلخ ِر َوبُ ُعولَتُ ُه َّن أَ َح ُّق بِ َر ِّد ِه َّن فِي َذلِ َك إِ ْن أَ َرا ُدوا ّ ِأَ ْر َحا ِم ِه َّن إِن ُك َّن يُ ْؤ ِم َّن ب
ِ الل َوالْي ْو ِم
َ
ّ ال َعلَي ِه َّن َد َر َج ٌة َو ِ ِ ِ ِ
ٌ ِيز َح ُك
يم ٌ الل َعز ْ ِ الحًا َول َُه َّن مثْ ُل الَّذي َعلَيْ ِه َّن بِال َْم ْع ُروف َول ِّلر َج
َ إِ ْص
“Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç aybaşı hali beklerler, eğer Allah’a ve
ahiret gününe inanmışlarsa, rahimlerinde Allah’ın yarattığını gizlemeleri ken-
dilerine helal değildir. Kocaları bu arada barışmak isterlerse, karılarını geri al-
makta daha çok hak sahibidirler. Kadınların hakları, ma’rûf bir şekilde vazi-
felerine denktir. Erkeklerin onlardan bir üstün derecesi vardır. Allah güçlüdür.
Hakim’dir.”( Bakara, 2/228).
120
LİV / Aile İle İlgili Ayetlerdeki Ma’rûf Kavramının Değerlendirilmesi
121
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
örfçe bilinen hususlar olduğunu söyleyebiliriz. Hz. Peygamber (s.a.s.) aşağıdaki ter-
cümesi verilen kadınların erkekler üzerindeki haklarıyla ilgili cevabı bu kanaatimizi
destekler mahiyettedir.
Sahabeden bir kişi Hz. Peygamber (s.a.s.)’e kadının kocası üzerindeki hakkını
sorar. Allah Rasûlü (s.a.s.) de “ Yediğinizden yedirmeniz, giydiğinizden giydirmeniz, yü-
züne vurmamanız, onu kötülememeniz ve onu (sokağa) terk etmemenizdir” (Ebû Dâvud,
“Nikâh”, 40; Nesâi, “Nikâh”, 3.) şeklinde cevap verir. Hz. Peygamber (s.a.s.) kadınla-
rın hakları ile ilgili somut ve niceliksel açıklama yerine temel kriterleri belirlemeyi
tercih etmiştir. İslam erkeği, kadının nafaka, mesken, yiyecek ve giyeceğini temin
etmekle sorumlu kılmıştır. Ma’rûf’un şer’î esaslarla belirlenen ana çerçevesi bundan
ibarettir. Erkeğin sorumluluklarının somutlaştırılması ve niceliğinin belirlenmesi
ise zaman, mekân ve sosyal şartlara göre farklılık arz eder. Bu hususlar ise ma’rûf
kavramının meşrû örfe göre belirlenen detaylarını oluşturmaktadır.
2.
122
LİV / Aile İle İlgili Ayetlerdeki Ma’rûf Kavramının Değerlendirilmesi
3.
123
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
4.
َ َوإِ َذا َطلَّ ْقتُ ُم النِّ َس َاء فَبَلَ ْغ َن أَ َجل َُه َّن فَ َل تَ ْع ُضلُو ُه َّن أَ ْن يَنْ ِك ْح َن أَ ْز َو...
َ اج ُه َّن إِ َذا تَ َر
اض ْوا
ِ بَينَ ُه ْم بِال َْم ْعر
وف ُ ْ
“Kadınları boşadığınızda, müddetleri sona ermişse, kocaları ile ma’rûf üzere
anlaşmışlarsa evlenmelerine engel olmayın. İçinizden Allah’a ve ahiret gününe
inanan kimse bundan ibret alır. Bu sizin için daha nezih ve daha paktır. Allah
bilir, siz bilmezsiniz (Bakara, 2/232)”.
124
LİV / Aile İle İlgili Ayetlerdeki Ma’rûf Kavramının Değerlendirilmesi
Tarihsel süreçte hemen hemen her toplumda boşanan kadınların evlilikleri ve-
lileri açısından bir sorun olarak telakki edilmiştir. Kadın kimi zaman velilerin kimi
zaman da eski kocalarının baskısı altında yaşamıştır. Bu ayette boşanan kadının,
eski kocası veya başkasıyla yapacağı evliliğe engel olunmaması istenmektedir.
Ayetin nüzul sebebi Ma’kıl b. Yesâr’ın kız kardeşinin evliliği ile ilgili tutumu gös-
terilmektedir. Ma’kıl, kız kardeşi Cumeyl bint Yesâr’ı bir kişiyle evlendirir. Ancak
bu şahıs kız kardeşini boşar. İddeti tamamlanınca gelip geri ister. Ma’kıl ibn Yesâr
ona, “Seni vaktiyle kız kardeşimle evlendirmiş, onu sana bir aile döşeği yapmıştım. Fakat
sen kardeşimi boşadın. Sonra da gelip onu tekrar istiyorsun. Hayır, vallahi kardeşim sana
ebediyen geri dönmez” diyerek karşı çıkar. Ayrıca kız kardeşi de kocasına dönmek is-
ter. Bunun üzerine “Kadınları boşadığınızda iddetlerini bitirdiler mi, aralarında meşru’
bir surette anlaştıkları takdirde, artık kadınların kendilerini kocalarına nikâh etmelerine
engel olmayın... “ âyeti (Bakara, 2/232) nazil olur. Ma’kıl, Allah Rasûlüne “Şimdi ne
yapayım?” diye sorar ve Hz. Peygamber’in emriyle kız kardeşini yeni bir akit yaparak
eski kocasıyla evlendir”( Buhârî, “Nikâh”, 37)
Hz. Peygamberin (s.a.s.) “Velinin dul kadın konusunda bir yetkisi yoktur. Bekâr kız
evlendirilirken izin alınır… İzni ise susmasıdır” (Buhârî, “Nikâh”, 41; Nesâî, “Nikâh”,
31; Ebû Dâvûd, “Nikâh” 25; İbn Mâce, “Nikâh”, 11.) anlamındaki hadisleri, Ümmü
Seleme ile evliliği (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 295.) esnasında söylediği nikâh
akdinde karar verme yetkisinin kadına verildiği ve velinin bu konuda bir yetkisinin
söz konusu olmadığı anlamındaki hadisi bu ayetin tefsiri niteliğindedir (Serahsî,
1402, V, 12).
Kur’an, müstakbel eşleriyle ma’rûfa uygun olarak anlaşmış kadınların evlilik-
lerine engel olunmamasını emreder. Bu tür bir evlilik akdine engel olunmamasının
temel şartı ma’rûfa uygun şekilde anlaşma yapmaktır. Ancak ma’rûf kelimesinin an-
lamını belirlemek gerekir.
Müfessirlerin bir kısmı bu ayetteki ma’rûf kavramını yeni bir nikah ve mehirle
kadının eski kocasıyla tekrar evlenmesine engel olmamak şeklinde tefsir etmişler-
dir (Zemahşerî, 1407, I, 278; Semerkandî, ts., I, 152; Sa’lebî, 2002, II, 179; Vahıdi,
1999, I, 172; İbnü’l-Cevzi, 1422, I, 206).
Bazı tefsirlerde ise, ayetteki ma’rûf kavramı şer’î esaslara ve insan tabiatının
gerekli kıldığı şartlara riayet edildiği takdirde evlenmelerine engel olunmaması şek-
linde tefsir edilmiştir (Nesefî, 1998, I, 193; Beydâvî, 1997, I, 144).
Ma’rûf kavramının bu ayetteki anlamı örfe uygun iyilik ölçüleri içerisinde (Yıl-
dırım,1991, II, 642), iyilikle anlaşmaları halinde (Bayraklı, 2003, III, 167), münasip
bir biçimde (İslamoğlu, 2009, I, 79), hukuki prosedür yerine getirilerek (Yazır, 1971,
II, 793), makul ve meşru surette (Heyet, 2006, I, 360) evliliklere engel olunmama-
125
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
sıdır. Ma’rûf kavramının meşrû surette anlaşma anlamı iki şekilde izah edilmiştir.
Biri, aralarında sevgi bağının oluşması, diğeri ise boşanan kadının tekrar nikahlan-
ması için gerekli hukuki prosedürü yerine getirmesidir (Bayraklı, 2003, III, 167).
Kur’an Yolu adlı eserde bu ayetteki ma’rûf kavramı “ hukuk ve ahlaka uygun bulu-
nan evlilik talepleri” biçiminde izah edilmiştir (Heyet, 2006, I, 360).
Bu ayetteki ma’rûf kavramı ile ilgili müfessirlerin görüşleri analiz edildiğinde,
ma’ruf kavramı yeni bir nikâh, mehir, denklik, örf ve şer’i esaslara uygunluk anlam-
larında kullanıldığı görülmektedir. Nikâh, denklik ve mehrin şer’i esaslar içerisinde-
ki kavramlar olduğu dikkate alındığında ma’rûf kavramına şer’i esaslara uygunluk
anlamının verilmesi daha kapsayıcı olacaktır.
5.
126
LİV / Aile İle İlgili Ayetlerdeki Ma’rûf Kavramının Değerlendirilmesi
olan kimse, nafakayı varlığına göre versin; rızkı ancak kendisine yetecek kadar ve-
rilmiş olan kimse, Allah’ın kendisine verdiğinden versin; Allah kimseye, verdiği rızkı
aşan bir yük yüklemez. Allah, güçlükten sonra kolaylık verir” (Talak, 65/7) anlamın-
daki ayetle temellendirir(Taberî, 2000, V, 44).
Bir kısım müfessir de ayetteki ma’rûf kavramını hakimin kişilerin imkanları nis-
petinde belirleyeceği ölçüler şeklinde yorumlamıştır ( Beydâvî, 1997, I, 144; Ebû’s-
Suûd, ts., I, 230). Buna göre ayetin anlamı “Annelerin yiyecek ve giyeceğini hâkimin
takdir ettiği ölçüde sağlamak babaya borçtur” şeklinde olacaktır.
Diğer bir kısım müfessirlere göre ise bu ayetteki ma’rûf kavramı ifrat ve tefrit-
ten uzak, şer’î örfe göre tespit edilen esaslara uygunluk anlamındadır. Buradaki
ma’ruf miktar kocanın maddi imkanlarına göre belirlenir. Zira س إِالَّ ُو ْس َع َها ُ الَ تُ َكل
ٌ َّف نَ ْف
ifadesine göre koca, karısının nafakasını imkânları ölçüsünde karşılar (Kurtûbî,
1964, III, 163).
Bir kısım müfessir ise, bu ayetteki ma’rûf kavramını örf olarak tanımlamıştır. Bu
yoruma göre nafaka ve çocuğun bakımında örf dikkate alınır (Râzi, 1420, VI, 461).
Ayette yer alan ikinci ma’rûf kavramının anlamı ile ilgili müfessirlerin görüşleri
ise şu şekildedir:
Ma’ruf “şer’î esaslara uygun tarzda” anlamına gelmektedir (Beydâvî, 1997, I, 145;
Ebûs-Suûd, ts., I, 231). Buna göre sütannelerin ücretleri meşrû ölçüler içerisinde
olmalıdır. Meşrû ölçüler ayette ifade edilen س إِالَّ ُو ْس َع َها ُ الَ تُ َكلve آر
ٌ َّف نَ ْف َّ الَ تُ َضkavram-
larıyla izah edilmektedir. Cabir (ra.)dan rivayet edildiğine göre Allah Rasulü s.a.s.
veda hutbesinde وف ِ “ َول َُه َّن َعلَي ُك ْم ِر ْزقُ ُه َّن َو ِك ْس َوتُ ُه َّن بِال َْم ْعرkadınların yiyecek ve giyeceklerini
ُ ْ
ma’rûfa göre karşılamak erkeklerin vazifesidir”(Müslim, “Hac”, 19; Ebû Dâvud, “Hac”,
56). buyurmuştur. Ayet ve hadislerde nafakanın vücubiyeti ifade edilmekle birlikte
miktarları belirlenmemiştir. Ma’rûf’un nasıl olacağı ile ilgili ilkeler naslarda açık-
lanmıştır (Sanânî, ts., III, 322).
127
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
yani kişinin yediğine göre yedirmek, giydirdiğine göre giydirmektir (Sanânî, Sübü-
lü’s-Selâm, III, 323).
ِ بِال َْم ْعرifadesini َشر ًعاve َعا َد ًةkavramlarıyla açıklamış-
Bir kısım müfessirler, وف ُ ْ
tır (Reşid Rıza,1990, II, 329). Bu durumda sütannelerinin ücreti şer’î esaslar
çerçevesinde örf ile belirlenmiştir. Bazı müfessirler ise, ayette yer alan ikinci
ma’rûf kavramını haksızlık etmeden, gönül hoşnutluğu, iyilik ve güzellik şeklin-
de tefsir etmişlerdir (Zemahşerî, 1407, I, 281; Taberî, 2000, V, 73).
Türkçe meal ve tefsirlerde, ma’ruf kavramı örfe ve şer’î esaslara uygun (Yazır,
1971, II, 798), münasip(Bayraklı, 2003, III, 171; İslamoğlu, 2009, I, 79) kelimele-
riyle izah edilmiştir. Kadın ve çocukların yeme, içme ve giyinmelerini ihtiva eden
nafakalarının temininde örf belirleyici olmuştur. Bu durumda nafakanın miktarı
yaşam standartları muvacehesinde zaman ve bölgeye göre belirlenir. Çünkü her za-
man ve bölgenin yaşam standartları farklıdır. Asırlar önce yaşayanların yeme, içme
ve giyim standartları ile günümüzün ve gelecekteki insanların yaşam standartları
farklı olacağından Şari’ nafaka ile ilgili “örfe göre” kavramını kullanmıştır (Bayraklı,
2003, III, 171).
6.
َرو َن أَ ْز َواجًا يَتَ َربَّ ْص َن بِأَن ُف ِس ِه َّن أَ ْربَ َع َة أَ ْش ُه ٍر َو َع ْشرًا فَإِ َذا ُ ين يُتَ َوفَّ ْو َن ِم
ُ نك ْم َويَذ َ َوالَّ ِذ
ّ وف َو
الل بِ َما تَ ْع َملُو َن ِ ْن فِي أَن ُف ِس ِه َّن بِال َْم ْعر
َ اح َعلَيْ ُك ْم فِ َيما فَ َعل َ َبَلَ ْغ َن أَ َجل َُه َّن ف
َ َال ُجن
ُ
ٌَخبِري
İçinizden ölenlerin bırakmış olduğu eşler kendi kendilerine dört ay on gün bek-
lerler; müddetleri sona erdiğinde, onların kendi haklarında ma’rûf şekilde yap-
tıklarından dolayı size sorumluluk yoktur. Allah işlediklerinizden haberdardır
(Bakara, 2/234).
Ayette kocası ölen kadınların yeni bir evlilik için beklemeleri gereken iddet sü-
resi belirlenmiştir. İddet süresini dolduran kadınların aile hayatlarını nasıl sürdüre-
cekleri hususunda ma’rûf kavramı temel dayanak oluşturmuştur. Kocaları ölen ka-
dınların hayatlarıyla ilgili düzenlemenin esasını oluşturan ma’rûf kavramı ile ilgili
görüşler şu şekildedir.
Müfessirlerin çoğu ma’rufu “şer’î esaslara uygun” anlamında tefsir etmiştir (Ze-
mahşerî, 1407, I, 282; Taberi, 2000, V, 93; Beydâvi, 1997, I, 145; Nesefî, 1998, I,
196; Vâhidi, 1999, I, 173). Bu durumda ayetin anlamı” onların kendi haklarında şer’î
esaslara uygun yaptıklarından dolayı size sorumluluk yoktur” şeklindedir.
128
LİV / Aile İle İlgili Ayetlerdeki Ma’rûf Kavramının Değerlendirilmesi
Bazı müfessirler ise, ma’rûf kavramın yeni bir nikah akdi anlamına geldiğini be-
lirtmişlerdir (Semerkandî, ts., I, 154; Bağdadi, 1994, I, 169; Kurtubî, 1964, III, 187).
Bu görüşe göre ayetin anlamı “...Onların yeni bir nikâh akdiyle evlenmelerinden dolayı
size sorumluluk yoktur...” şeklinde olur. Ayetin siyak, sıbâkı ve konu bütünlüğü dikka-
te alındığında bu görüş daha doğru gözükse de ma’rûf kavramının anlamı daraltmış
olacağı göz ardı edilmemelidir.
Bazı müfessirler ise, bu ayetteki ma’rûf kavramını kadının süslenmesi, güzel
koku sürünmesi ve nikah akdi anlamlarını ifade ettiğini söylemiştir (Mâverdî, ts.,
I, 303).
Kocası vefat eden kadının, en yakın hayat arkadaşını kaybetmesi ve evlilik ni-
metinden yoksun kalmasından dolayı iddet süresince süslenmeyerek yas tutması
meşru sayılmıştır. Kadın; çocukları, anne, baba ve kardeş gibi yakın hısımlarının
ölümünden dolayı üç gün yas tutabileceği gibi kocası dışında hiçbir kimse için üç
günden fazla yas tutması caiz görülmemiştir. Fıkıh kitaplarında ihdâd kavramıyla
izah edilen bu durum Hz. Peygamber (s.a.s.) şu hadisine dayandırılmaktadır. “Al-
lah’a ve ahiret gününe îmân eden bir kadının, kocasından başka bir ölü için üç günden
fazla matem tutup zînet ve süsünü terk etmesi helal olmaz. Ancak kadın kocasının ölümü
üzerine dört ay on gün hüzünlü kalıp zînet ve süsünü bırakır.”( Buhâri, “Talak”, 46, 47)
Ma’rûf kavramına sadece ihdad ve nikâh anlamı yüklemek yerine daha geniş anlam-
da yorumlamak isabetli olacaktır.
Bu ayetteki ma’rûf kavramı Türkçe meal ve tefsirlerde“şer’î esaslara uygun (Ya-
zır, 1971, II, 801), normal ölçülerde (Heyet, 2006, I, 373), örfe göre (Yıldırım,1991,
II, 656 ) ve meşru”( Bayraklı, 2003, III, 179; İslamoğlu, 2006, I, 80) anlamlarında
kullanılmıştır.
7.
ّ اح َعلَي ُكم فِ َيما َعر ْضتُم بِ ِه ِم ْن ِخ ْطب ِة النِّساء أَ ْو أَ ْكنَنتُم فِي أَن ُف ِس ُكم َعلِم
الل َ ْ ْ َ َ َّ ْ ْ َ ََوالَ ُجن
َـكن الَّ تُ َوا ِع ُدو ُه َّن ِس ّرًا إِالَّ أَن تَ ُقولُوا قَ ْوالً َّم ْع ُروفًا
ِ ْكرونَ ُه َّن َول
ُ ُ أَنَّ ُك ْم َستَذ
“Böyle kadınlara kapalı bir şekilde evlenme teklif etmenizde veya içinizden onlar-
la evlenmeyi geçirmenizde size sorumluluk yoktur. Allah onları anacağınızı bilir.
Sakın ma’rûf sözler dışında onlarla gizlice sözleşmeyin...” (Bakara, 2/235).
129
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
8.
ِيض ًة َو َمتِّ ُعو ُه َّن ُ اح َعلَيْ ُك ْم إِن َطلَّ ْقتُ ُم النِّ َساء َما ل َْم تَ َم ُّسو ُه ُّن أَ ْو تَ ْفر
َ ِضواْ ل َُه َّن فَر َ َالَّ ُجن
َ ِوف َح ّقًا َعلَى ال ُْم ْح ِسن
ني ِ وس ِع قَ َد ُر ُه َو َعلَى ال ُْم ْقتِ ِر قَ ْد ُر ُه َمتَاعًا بِال َْم ْعر
ُ
ِ َعلَى ال ُْم
“Eğer kadınları, kendilerine dokunmadan veya onlara bir mehir takdir etmeden
boşarsanız (bunda) size bir vebal yoktur. Şu kadar ki onlara (mal verip) fayda-
landırın. Eli geniş olan hâline göre, eli dar olan da haline göre ve ma’rûf’a göre
faydalandırmalıdır. Bu, iyilik yapanlar üzerine bir borçtur (Bakara, 2/236).
130
LİV / Aile İle İlgili Ayetlerdeki Ma’rûf Kavramının Değerlendirilmesi
Evlilik akdinin mali sonuçlarından olan mehir ve nafaka ile alakalı düzenleme-
lerin yer aldığı bu ayette fiili evliliğin gerçekleşmediği durumlarda akit esnasında
mehir konuşulmadıysa mut’a verilmesi istenmektedir. Boşanma durumunda kadı-
na verilecek mut’a’nın miktarı tam olarak belirlenmemiş ancak, kocanın ekonomik
gücü ve ma’rûf’a uygun olma şeklinde iki temel kıstas konulmuştur ( Heyet, 2006,
I, 375).
Müfessirler söz konusu ayetteki ma’rûf kavramını,“şer’î esaslar ve insan tabi-
atına uygunluk” (Zemahşerî, 1407, I, 285; Beydâvî, 1997, I, 146; Nesefî, 1998, I,
198;Ebûssuûd, ts., I, 234, “kadınlara zulmetmeksizin haklarını vermek” (Alâuddîn
Ebu’l-Hasan, 1415, I, 170), “insanlar arasında mevcut olan örf ve adetler” şeklinde
tanımlamışlardır(Heyet, 2006, I, 375; İzzet Derveze, 1962, V, 265; Bayraklı, 2003,
III, 197; Yıldırım, 1991, II, 662)
Türkçe kaynaklarda ise ma’ruf, “ma’rûf veçhile” (Yazır, II, 805), “örfe göre” (Bay-
raklı, 2003, III, 197; Yıldırım, 1991, II, 664), “makul ve gönül alıcı” (Heyet, 2006, I,
375; İslamoğlu, 2009, I, 80) gibi anlamlar ifade etmektedir.
9.
ٌ ِيز َح ِك
يم ٌ َعز
İçinizden ölüp, eşler bırakacak olanlar, evlerinden çıkarılmaksızın, senesine ka-
dar eşlerinin geçimini sağlayacak şeyi vasiyet etsinler; eğer çıkarlarsa kendileri-
nin ma’rûf şekilde yaptıklarından dolayı size sorumluluk yoktur. Allah güçlüdür,
Hakim’dir (Bakara, 2/240).
Kocası ölen kadınların iddetini düzenleyen Bakara suresi 234. ayet dört ay on
günlük sürenin ardından kadınların koruma amaçlı olarak kocalarının evinde kal-
malarına imkan veren bir düzenlemedir. Müfessirlerin birçoğu 234. ayetinden önce
koca ölümcül hastalığında kadının bir seneye kadar evinde ikamet etmesini vasıy-
yet ederek iddet süresinin bir yıl olarak belirlendiğini söylemektedirler. Ancak 234.
ayet bu hükmü nesh ederek sürenin dört ay on gün olarak yeniden düzenlendiğini
bildirmektedir. Müfessirler 234. Ayetin, mushafta önce yazılmış olsa da nüzul sırası
bakımından 240. ayetten sonra geldiği kanaatindedirler. (Beydâvî, 1997, I, 148; Ne-
sefî, 1998, I, 201; Kurtûbi, 1964, III, 227).
131
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
10.
Kocası ölmüş veya boşanmış kadınların hakları ile ilgili hukuki kuralların sı-
ralandığı ayetlerin son bölümünü “Boşanan kadınları, haksızlıktan sakınanlara bir
borç olmak üzere, ma’rûf bir surette faydalandırma vardır” ayeti oluşturmaktadır. Bu
ayet fiili birleşme gerçekleşsin, gerçekleşmesin her türlü boşanmayı kapsar (Bağda-
di, 1994, I, 176). Kadının mesken, mehir, yiyecek ve giyecek masraflarından ibaret
olan nafakası mali haklardan olup erkekler tarafından yerine getirilmesi zorunlu bir
borç olduğu vurgulanmaktadır. Mali hakların neleri kapsadığı ise ma’rûf kavramı ile
ifade edilmiştir.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu ayetteki ma’ruf kavramı, boşanma, mehir
ve nafaka ile ilgili daha önce belirtilen hususlara riayet etmek anlamına gelmektedir
(Ebû Hayyan, 1420, II, 555; Beydâvî, 1997, I, 148).
Ebûssuûd Efendi ma’rûf kavramını “şer’î esaslara ve örfe uygun” anlamında tef-
sir ederek daha kapsamlı ve genel kullanımını tercih etmiştir (Ebûssuûd Efendi, ts.,
I, 237).
Türkçe meal ve tefsirler ise ma’rufu, “şer’an ve adeten ma’rûf olan”(Yazır, II,
817), “örf”(Yıldırım, 1991, II, 673) ve “meşru”(İslamoğlu, 2009, I, 82) anlamlarında
kullanılmıştır.
132
LİV / Aile İle İlgili Ayetlerdeki Ma’rûf Kavramının Değerlendirilmesi
11.
َك ْم أَن تَ ِرثُوا النِّ َساء َك ْرهًا َوالَ تَ ْع ُضلُو ُه َّن لِتَ ْذ َهبُوا
ُ ين َآمنُوا الَ يَ ِح ُّل ل
َ يَا أَيُّ َها الَّ ِذ
ِ اشرو ُه َّن بِال َْم ْعرِ ٍ ٍ ِ َ ِض َما آتَيتُ ُمو ُه َّن إِالَّ أَن يَْأت
وف فَإِن ُ ُ ني بِ َفاح َشة ُّمبَيِّنَة َو َع ْ ِ بِبَ ْع
ّ َك ِر ْهتُ ُمو ُه َّن فَ َعسى أَن تَ ْكر ُهواْ َشيئًا َويَ ْج َع َل
الل فِي ِه َخيْرًا َكثِريًا ْ َ َ
Ey İnananlar! Kadınlara zorla mirasçı olmaya kalkmanız size helal değildir. Apa-
çık hayâsızlık etmedikçe onlara verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları
sıkıştırmayın. Onlarla ma’rûf şekilde geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız,
sabredin, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir(Nisa, 4/19).
İslam öncesi Arap toplumunun kadın algısının yanlışlığını ortaya koyan bu aye-
tin nüzul sebebiyle ilgili rivayetler şu şekildedir:
O günkü toplumda kadının kocası öldüğünde, onun velileri kadın hakkında
mutlak hak sahibi oluyorlardı. Dolayısıyla, ölenin velîleri karısına da mîrâsçı olmaya
herkesten haklı oluyorlardı. Velîlerden bazısı isterse ilk mehri ile o kadınla evlenir,
isterlerse onu başka birisiyle evlendirip mehrini alırlardı. Yine isterlerse o kadını
kimseyle evlendirmez fidye vermesi için hapsederler, ölünce mîrâsını alırlardı. Öle-
nin velîleri o kadına, kadının ailesinden daha hak sahibi olurlardı. İşte bu âyet, bu
kötü âdetleri kaldırmak ve toplumu derinden sarsan bu anlayışı düzeltmek amacıy-
la nâzil olmuştur (Buhâri, “Kitâbu’t-tefsîr”, 78; Taberî, 2000, VIII, 107; İbn Kesîr,
1999, II, 239). Ayette kadınların başkalarıyla evliliklerine engel olunamayacağı gibi
mallarına zorla mirasçı da olunmayacağı, kendileriyle ma’rûf’a göre geçinilmesi ge-
rektiği emredilmiştir.
Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, sabredin, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı
kılmış olabilir (Nisâ, 4/19; Bakara, 2/231; Talâk, 65/2) ifadesi, anlaşmazlık nedeni
olabilecek konuyu büyütmemeyi, karşı tarafın hassas olduğu konuları gündemde
tutmamayı ve bu hususta sabır ve özveri göstermeyi evliliğin devamı için önemli
bir husus olarak tavsiye etmiştir. Karı ve koca evlilik hayatlarını dinin ve toplumun
beklentilerini karşılayacak şekilde hoşgörü ve sabırla idame ettirmelidirler. Bazen
erkeğin kadına veya kadının erkeğe karşı davranışları karşı tarafta rahatsızlık mey-
dana getirebilir. Bu tür durumlarda tarafların sabırlı davranmaları gerekir.
Erkeğin kötü huylu olması, başka kadınlara meyletmesi sebebiyle karısından
soğuması onu kötü davranışa ve eşini boşamaya itebilir. Bu durumlarda Kur’an, er-
keklerin acele etmemelerini; duygusal isteklerin her zaman hayırlı sonuçlar doğur-
mayacağını, istenmeden yapılan veya katlanılan durumların bazen insan hakkında
daha hayırlı neticelere sebep olabileceğini belirterek psikolojik terapi uyguladığı gö-
rülmektedir.
133
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
134
LİV / Aile İle İlgili Ayetlerdeki Ma’rûf Kavramının Değerlendirilmesi
12.
135
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
13.
136
LİV / Aile İle İlgili Ayetlerdeki Ma’rûf Kavramının Değerlendirilmesi
mındadır. وفٍ فَا ِرقُو ُه َّن بِ َم ْعرifadesi ise, güzellikle, tatlı dille, hakkını verip zarardan
ُ
sakınarak ayrılmaktır (Yazır, 1971, VII, 5059).
Mehmed Vehbi Efendi ayeti” güler yüz, tatlı dil ve münasip bir nafakayla ric’at
ederek yanınızda zevceniz olarak alıkoyun veya isterseniz haklarını vermek ve zarar-
dan esirgemek suretiyle talaktan hasıl olan firkatta devam edin” şeklinde tercüme et-
tikten sonra şöyle tefsir etmiştir: Ben haremimden vazgeçmem demek gibi ilmi
fıkıhta beyan olunan esbaptan birisiyle vermiş olduğu talaktan nedametle baki
kalan bir veya iki talakla hatunu imsak edersiniz. Ancak şer’an lazım gelen bil-
cümle hukukunu muhafaza etmek, eşya ve emtiasını vermek ve sudur eden talaka
nedametle onların yıkılan gönüllerini tamir etmek şarttır (Mehmed Efendi, 1969,
XIV, 5966).
Mustafa İslamoğlu, “iddet sürelerinin sonuna yaklaştıklarında ya onları meşru bi-
çimde tutun, ya da meşru biçimde ayırın...” olarak tercüme ettiği kısmı,”tarafların hak-
larının zayi olmaması için hukuki bir bağlayıcılığa kavuşturun” şeklinde açıklamıştır
(İslamoğlu, 2009, II, 1139).
14.
أَ ْس ِكنُو ُه َّن ِم ْن َحيْ ُث َس َكنْتُ ْم ِم ْن ُو ْج ِد ُك ْم َو َل تُ َض ُّارو ُه َّن لِتُ َضيِّ ُقوا َعلَيْ ِه َّن َوإِ ْن ُك َّن
137
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
lanmak istenen anlam, çocuğun emzirilmesi, ücreti ve bakımı konusunda iyilik öl-
çülerine uygun davranılmasıdır (Beydâvi, 1997, V, 222; İbnü’l-Cevzî, 1422, IV, 302).
Bu ayetteki ifade edilen ma’rûf kavramı, Türkçe meal ve tefsirlerde ise, şer’î
esaslara, örfe ve karı kocanın durumuna uygun tarzda nafaka belirlemek ve çocu-
ğun bakımını sağlamak anlamında kullanılmıştır (Yazır, 1971, VII, 5072; Mehmed
Vehbi, 1969, XIV, 5976; İslamoğlu, 2009, II, 1140).
Bazı kaynaklarda ise, وف ٍ َوأْتَ ِمروا بَينَ ُك ْم بِ َم ْعرayeti “...kendi aranızda ortak değerler
ُ ْ ُ
çerçevesinde istişare edin...” olarak tercüme edildikten sonra, ma’rûf kavramının ak-
len mümkün, şer’an meşru, kalben mutmain ve örfen münasip şeklinde tanımlama-
sı yapılmıştır (İslamoğlu, 2009, II, 1140).
138
LİV / Aile İle İlgili Ayetlerdeki Ma’rûf Kavramının Değerlendirilmesi
139
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
140
LİV / Aile İle İlgili Ayetlerdeki Ma’rûf Kavramının Değerlendirilmesi
D. Sonuç
İslâm, “ ِميثَاقًا َغلِيظًاsağlam teminat” olarak vasıflandırdığı evlilik akdine büyük
ihtimam göstererek sevgi, saygı, huzur, muhabbet ve rahmetle dolu, süreklilik arz
eden bir yuva tesis edilmesini istemiştir (Rum, 30/21). Bu sebeple de diğer akitlerde
olmayan kuralların nikâh akdi için zorunlu kılındığı görülmektedir. Kur’an nikah
akdi, nafaka, çocukların bakımı ve eşlerin sorumluluklarıyla ilgili düzenlemelerin de
yer aldığı bu kuralların formatını ma’rûf kavramıyla belirlemiştir.
Kur’an ve Sünnetin evlilik birliğinin devamını sağlamaya yönelik uyarı ve tav-
siyelerine rağmen eşler arasındaki ilişkilerin daima sevgi, muhabbet ve huzur içeri-
sinde sürdürülmesi mümkün olmamaktadır. Evlilik hayatı içerisinde meydana gelen
bazı sıkıntılar eşleri ruhsal açıdan yıpratmakta ve boşanmaya sevk etmektedir. İs-
lâm, boşama safhasında da belirli bir prosedürle sürecin nasıl gerçekleşmesi gerek-
tiğini izah etmiştir. Bu sürecin nirengi noktasını da ma’rûf kavramı oluşturmak-
tadır. Dolayısıyla Kur’an boşanmaların ma’rûfa uygun şekilde gerçekleştirilmesini
istemektedir.
Evlilik, boşanma, nafaka, iddet, çocuğun emzirilmesi ve bakımında uygunhare-
ket edilmesi istenen ma’rûf kavramıyla ilgili yapılan değerlendirmeler onun bir çok
anlamı içerisinde barındıran bir kavram (vücûh) olduğunu göstermektedir.
Ma’rûf kavramıyla ilgili olarak yapılan yorumlarda, bilinen, münkerin zıddı
olan iyi, güzel, hüsnü muaşeret, akla uygun, örf ve şer’i esaslara uygun anlamla-
rın kullanıldığı görülmektedir. Bütün yorumlar dikkate alındığında ma’rûf’un “şer’î
esaslara uygun” anlamının daha kapsamlı olduğu görülecektir. Şâri’in aile hukuku
alanındaki belirlediği hedef ve ilkeler toplumun temeli olan ailenin hüsnü muaşeret
içerisinde, iyi ve güzel olarak sürdürülmesine yöneliktir. Örfle amel edebilmek için
şer’î esaslara aykırı olmaması şartı dikkate alındığında, ma’rûf kavramı bütün bu
anlamları kapsadığı görülür.
Ma’rûf’un İslam öncesi ve sonraki dönemde toplumda bilinen örf olarak de-
ğerlendirilmesinin eksik olduğu kanaatindeyiz. Söz konusu toplumda aile ilişkileri
bağlamında iyi sayılan, vahiyle değiştirilmeyen uygulamalar elbette ki olacaktır. Ev-
141
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
rensel ahlaki değerler her toplumda vardır. Bir kısmı deforme edilse de varlığını ko-
ruyanlar olacaktır. Ancak ma’rûf kavramıyla sadece bu uygulamaların kastedildiğini
söyleyemeyiz. Ma’rûf kavramının yer aldığı ayetlerde hukuki kurallarla aile hukuku
alanında bir sistem oluşturulmaya çalışıldığı göz ardı edilmemelidir.
Vahiy sürecinde İslam’ın örfe yaklaşım tarzı, onaylamak, kaldırmak veya yeniden
düzenlemek şeklinde olmuştur. Toplumsal tecrübe nasların onayı ile birlikte şer’î-
lik kazanmıştır. Aile hukuku alanında da toplumların gelenekleri önemli bir etken
olmuştur. Özellikle mehir, nafaka, mut’a ve çocukların bakım masrafları gibi mali
konularda miktarların belirlenmesinde mevcut örf esas alınmaktadır. Ma’rûf kav-
ramının örf çevrisi de bu realitenin sonucudur. Dolayısıyla hakkında nas bulunan
alanlarda naslar çerçevesinde, nas bulunmayanlarda ise hak ve yükümlülükler bağ-
lamında nasların hakem kıldığı meşrû örfe göre ma’rûfun kapsamı belirlenmelidir.
Kaynakça
Ahmed b. Hanbel, Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed Şeybani, (1995), el-Müsned, Dârü’l-Hadis, Kahire.
Bardakoğlu, Ali, (1991), “Hukukî ve Sosyal Açıdan Boşanma”, Türk Aile Ansiklopedisi, Başbakanlık Aile Araş-
tırma Kurumu, Ankara.
Bağdadi, Alaeddin Ali b. Muhammed b. İbrâhim, (1994), Lübâbü’t-te’vîl, Dâru’l-Kütübi’l-ilmiyye, Beyrut.
Bayraklı, Bayraktar, (2003), Yeni Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları, İstanbul.
Bedreddin Muhammed b. Abdullah ez-Zerkeşi, (1957), el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân, Dâru İhyai’l-Kütübi’l-Arabi,
Kahire.
Beydâvî,(1997), Envâru’t-Tenzîl ve esrâru’t-te’vîl, Dâru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut.
Bilmen, Ömer Nasuhi, (1985), Istılahatı Fıkhıyye Kâmusu, Bilmen Yayınevi, İstanbul.
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail, (1992), el-Câmi’u’s-sahih, Çağrı Yayınları, İstanbul.
Celaleddin Abdurrahman es-Suyuti, (1974), el-İtkan fî ulûmi’l-Kur’ân, Heyetü’l-Mısriyye, Kahire.
Cessas, Ebû Bekir Ahmed b. Ali, (1405), Ahkâmu’l-Kur’an, Dâru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut.
Cürcâni, Ebü’l-Hasan Seyyid Şerif Ali b. Muhammed b. Ali, (1983), Ta’rifât, Daru’l-Kitâbi’l-Ümmiyye, Beyrut.
Dalgın, Nihat, (1999), İslam Hukukunda Boşama Yetkisi, Etüt Yayınları, Samsun.
Ebü’l-Fazl Celaleddin Abdurrahman b. Ebi Bekr Suyuti, Celaleddin Muhammed b. Ahmed, Tefsîru’l-Celâleyn,
I, 49, Dâru’l-Hadîs, Kâhire.
Ebû Dâvud, Süleyman b. Es’as es-Sicistânî, (1981), es-Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul.
Ebû’s-Suûd, (ts.), İrşâdu’l-Akli’s-Selîm, Dâru İhyai’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut.
Eyipoğlu, Osman ve Okuyan, Mehmet, (2008), “Kur’an’ın Sosyo-Kültürel Koşulları Dikkate Alışı: Mâ’ruf Kav-
ramı Örneği”, OMÜİFD, Sy. 26-27, Samsun.
Fîrûzâbâdî, Ebü’t-Tahir Mecdüddin Muhammed b. Yakub b. Muhammed, (2005) el-Gâmûsü’l-Muhît, Müesse-
setü’r-Risâle, Beyrut.
Görgülü, Hasan Ali, (2003), “Eşlerin Hak ve Vazifeleri Bağlamında İslâm Hukukçularının Kur’an’da Geçen
Ma’rûf Kavramı Hakkındaki Görüşleri”, SDÜİFD, Sy. 10, Isparta.
Hayta, Mustafa, (2010), Kur’andaki Ma’rûf ve Örf Kavramlarının Fıkhi Açıdan Değerlendirilmesi, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Adana.
142
LİV / Aile İle İlgili Ayetlerdeki Ma’rûf Kavramının Değerlendirilmesi
143
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Taberî, Ebû Cafer İbn Cerir Muhammed b. Cerir b. Yezid, (2000), Câmiu’l-beyan an Te’vîli’l-Âyi’l-Kur’an, Mü-
essetü’r-Risale, Beyrut.
Tantâvî, Muhammed, (ts.), Tefsîru’l-Vasît, Daru’n-nehda, Mısır.
Vâhıdî, Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmed , (1999), Veciz fî Kitâbi’l-Aziz, Dâru’l-Kalem, Beyrut.
Yazır, Muhammed Hamdi, (ts.), Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul.
Yıldırım, Celal, (1991), İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsir, Anadolu Yayınları İzmir.
Zemahşerî, Ebü’l-Kasım Carullah Mahmûd b. Ömer b. Muhammed, (1407), Keşşaf, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabi, Bey-
rut.
Zuhaylî, Vehbe, (2003), et-Tefsîru’l-Münîr, Risale Yayınları, Bilimevi Basım Yayın, İstanbul.
144
MEHİR AİLE DERGİSİ, sy. 1, 2016, s. 145-158
Sosyal Bütünleşmede
Dinî Eylemsellik ve Kurumsallık
Ziyaeddin KIRBOĞA*
Özet: Sosyal bütünleşme toplumların devamlılığı için önemli bir olgudur. Bu açıdan dinlerin bütünleştirici işlevleri,
toplumsal yapının sağlığı ve toplumun devamlılığı için hayati önem arz eder. İslâm’ın birçok pratiği bu devamlılığı
sağlamaya yöneliktir. İslâm, toplumu parçalamaya yönelik unsurları reddeder. Bu çalışmada İslâm’ın sosyal bütünleş-
meyi gerçekleştirmeye yönelik ilkeleri, eylemsel ve kurumsal bağlamda incelenecektir. Çalışmada temel toplumsal ku-
rum olan aile ve özellikle toplumsal bütünleşmede önemli rolü bulunan ibadetler dışında, sosyal yansımaları bulunan
temel prensiplerin incelenmesi amaçlanmaktadır. Çünkü bu pratikler sosyal ilişkilerin düzenlenmesi bakımından son
derece önemli dinamiklerdir. Bu pratiklerin sosyolojik olarak incelenmesi, özellikle İslâm dininin toplumsal yapının
bütünlüğünü korumaya yönelik ilkelerinin küresel ölçekte anlaşılması açısından önemlidir.
Abstract: Social integration is an important phenomenon for the continuation of the societies. In this respect,
institutionalistic function of the religions have vital role for the continuation of the society and health of the social
structure. Most of the practices of the Islam are for the continuation of this structure. Islam rejects the factors which
are for breaking up the society. In this study, the principles of the Islam which are for executing the social integration
will be searched in practicism and institutionalism. This study aims to search the family (which is the main institu-
tion of the society), the praying (which has important role in social integration) and the main principles (which have
social reflections). Because these practices are extremely important dynamics to organize the social relationships.
Searching these practices as sociological is important to understand universally the principles of the Islam which are
for protecting the integrity of the social structure.
145
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Giriş:
Ş
üphesiz dinlerin birleştirici-bütünleştirici fonksiyonları vardır. Hatta din,
sosyal bütünleşmede belirleyicidir (Haşşab, 2010: 30). Bu çalışma, özellikle
İslâm’ın bütünleştirici yönünü esas almaktadır. Kur’ân’ın âyetlerinde insan-
ları sınıflandırmaya tâbi tutan; insanları bir birlerinden koparacak, birinin di-
ğerini ötekileştirmesine sebebiyet verecek bir anlayış bulunmamaktadır. Kur’ân,
nâzil olmaya devam ettiği süre içerisinde, İslâm, Hz. Peygamberin (s.a.v.) etrafında
bulunan ilk dînî cemaatin oluşturduğu toplumda, bu toplumun diğer toplumlarla
olan münasebetlerinde ortaya çıkan sosyal ilişkilerde hep insanları bir inanç çatısı
altında toplama, birleştirme, dayanışmaya sevk etme faktörü rolü oynamış ve ev-
rensellik özelliği ile de bu rolü devam etmiştir. Evrensel olma özelliğiyle İslâm, etnik
ve sosyal sınıf gibi farkları gözetmez (Güngör, 1986, s. 177).
İnsanın ortaya koyduğu birçok eylem, sosyal bütünleşmeye katkı sağladığı gibi,
birçoğu da parçalanma sebebidir. İslâm, toplumun bütünleşmesi amacına yönelik
birçok sosyal dinamiği ilke olarak benimsemiştir. Toplumsal alanda ihsân, marûf,
iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, hayır, birr, sulh gibi dinî bütünleşme
eylemlerinin birçoğundan söz etmek mümkündür. Ancak tamamını bu çalışmada
ele almak mümkün olmadığı için çalışma, bütünleşme eylemlerinin toplumda güven
temelli olan, en etkili pratiklerinden olduğu düşünülen iyilik, doğruluk, affedici ol-
mak ve selâm kavramlarıyla sınırlı kalacaktır. Kurumsal anlamda ise aile, bütünleş-
me kurumlarının esasını teşkil ettiği için çalışma, aile kurumunun incelenmesiyle
sınırlandırılmıştır.
1. Sosyal Bütünleşme
‘Bütünleşme’ Batı dillerindeki ‘integration’ kelimesinin karşılığıdır. Sosyolojide,
toplumdaki alt gruplar, cemaatler, müesseseler gibi toplumsal yapının çeşitli öge-
leri arasındaki tamamlanma, bütünleşme, birleşme ve kaynaşma durumunu anla-
tır (Günay, 1993: 258). Bütünleşme, “toplumdaki farklı etnik grupların, normların
ve değerlerin kabul edilmesiyle düzenlenmiş ortak toplumsal hayata katılmasını”
(Kirman, 2011: 60) ifade etmektedir. Dolayısıyla bütünleşme, toplumsal yapının alt
unsurları arasında meydana gelmektedir ve bütün sosyal alt gruplar arasında ortak
değer veya değerler etrafında gerçekleşmektedir. Ancak burada bütünleşmeyi sağla-
yan unsurların benimsenmesi ve içselleştirilmesi bütünleşme sürecinde esas olmak-
tadır. Sosyal grupların bütünleşmesinde birçok etken rol oynar. Üye sayısı, homo-
jenlik, psikolojik, liderlik (karizma meselesi) ve disiplin gibi unsurlar bütünleşmede
önemli etkenlerdir (Günay, 1993: 259). Tarihî bilgiler de göz önüne alındığında,
birçok toplum ve sosyal grupların bütünleşmesinde, “kutsal” kavramı önemli bir rol
146
KIRBOĞA / Sosyal Bütünleşmede Dinî Eylemsellik ve Kurumsallık
147
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
güçlü bir biçimde karşı çıkılmıştır. O kadar çok karşı çıkılmıştır ki, aslında bu görüş
şimdilerde belli açılardan oldukça gözden düşmüştür. (…) Tarihçilerin aile üzerin-
de yaptıkları çalışmalar, bazı yazarlar tarafından önceden yapılan varsayımların,
en hafif ifadeyle, oldukça şüpheli olduğunu göstermektedir. Aile hakkında önceden
yapılmış yorumlar üzerinde önemli etkiye sahip ikinci bir fikir kaynağı, bazıları bü-
yük ölçüde Marksist düşünce üzerinde yoğunlaşmış feminist yazarların eserlerin-
den doğmaktadır” (Giddens, 2010: 111, 112). Din ve aile ilişkileri üzerinde önemli
etkileri bulunan geniş ve çekirdek aile tiplerinden genellikle geniş aile, birçok dinî
fonksiyonların yerine getirilmesine imkân veren ve çeşitli dinî ritüellerin uygulan-
dığı bir sosyal gruptur. Bu bağlamda geniş aile tipinin hâkim olduğu toplumlarda
aile birliği, aynı zamanda bir inanç ve ritüel birliği olmakta ve geniş ailede genellikle
dinî bağ, diğer bağlardan daha güçlü bir dayanışmayla sonuçlanmaktadır (Günay,
1993: 193). Aile, tipi ne olursa olsun bir sosyal kurum olarak hem İslâm dininin hem
de sosyolojinin konusudur.
İslâm, aile düzenini güvenli ve istikrarlı bir toplum gerçekleştirmenin kaynakla-
rından biri olarak görür ve aileyi, toplumsal unsurların sağlıklı olmasının önemli bir
şartı ve toplumsal hayatın esaslarından biri olarak kabul eder. (Haşşab, 2010: 56).
Kur’ân ve Sünnet en detaylı olarak aile hayatına yer vermiştir (Karagöz, 2007:
104). Kur’ân, aile fertlerinin birbirlerine karşı sorumluluklarını belirleyerek ailenin
bütünlüğünü koruma altına almıştır (Meselâ bkz. Bakara 2/83, 180, 215, 228, 229,
233, 237; Nisa 4/36; En’âm 151; İsrâ 17/23). Bunun neticesinde İslâm Aile Hukuku,
İslâm hukuk literatüründe önemli bir bölüm teşkil etmiştir. Aile fertlerinin birbi-
riyle olan ilişkilerinde düzenlemelerde bulunulması, aile bütünlüğünü ve dolayı-
sıyla toplumun bütünlüğünü korumaya yönelik hedeflerdir. Kan bağına dayanan,
yüz yüze ilişkilerin en yoğun olarak yaşandığı, toplumun en küçük fakat en önemli
sosyal grubu özelliğine sahip olan aile düzeninin ve bütünlüğünün sistematik ve
dinamik bir hukuk sistemi ile korunması ve hatta malî yükümlülük ve rollerin belir-
lenmesi, bir anlamda toplum düzen ve bütünlüğünün korunmasıdır.
Bireyin sosyalleşme sürecinde ailenin rolü büyüktür. Dinî ve toplumsal değer-
lerin birey tarafından kabul görmesi, aynı şekilde bireyin toplum tarafından kabul
görmesi ailenin tutumuyla yakından ilgilidir. Bireyin eğitimi ailede başlar, sokakta
çeşitlenir ve eğitim kurumlarında şekillenir. Aileyle birlikte çevre ve arkadaşlıklar
bireyin karakter oluşumuna yön vericidir. Ancak bütün bu formların oluşumunda
ailenin yapısı önemlidir. Bir takım sıra dışı gelişmeler (aileden uzak kalma, özel yön-
lendirmeler vb.) dışında kişinin hayatının şekillenmesinde ailesinden aldığı formla-
rın etkisi önemlidir. Bu sebeple sosyalizasyon sürecindeki her fert, aslında ailesinin
küçük bir modelidir. Dolayısıyla toplumu oluşturacak yeni ailelerin oluşumunda bu
modellerin rolü önem arz eder. Fakat bu modellerin ailelerinden, dinî ve sosyo-kül-
148
KIRBOĞA / Sosyal Bütünleşmede Dinî Eylemsellik ve Kurumsallık
149
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
150
KIRBOĞA / Sosyal Bütünleşmede Dinî Eylemsellik ve Kurumsallık
aile modelinin işlevinin sorgulanması, bu yapıya olan güveni sarsacak, modern za-
manlara ait olmadığı kanısını doğuracaktır. Bununla birlikte aile yapısı değişmekte
olan, yeni model arayışı içinde olan toplumda bir kültürel bunalım yaşanacaktır.
Bu sürecin ardından, çekirdek ailenin modern zamanlara uygun aile modeli olduğu,
kent hayatının fiziksel yapısına ve yeni toplumsal şartlara uyum bağlamında kabul-
ler oluşacak, sonunda da çekirdek ailenin varlığı ve işlevselliği yeni bir değer olarak
sistemleşecektir. (Mucchielli, 1991: 60-68)
Giddens, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda kapitalizmin gelişme göstermesinden önce
Avrupa aile yapısının genellikle bir üretim işlevi olduğunu kabul eder. Üretimin
hane içinde veya hane çevresindeki arazilerde yapıldığını ve çocuklar dâhil ailenin
tüm üyelerinin üretime katıldığını Giddens da ifade eder. Ona göre kapitalizmin ya-
yılmacı politikası, büyük ölçekli sanayinin ortaya çıkışından da önce, aile üyelerinin
her birinin iş alanlarına katılmasını sağlayarak, bu durumu sonlandırmıştır. Ancak
Giddens, bu değişimlerin önceden var olan geniş aile yapısını ortadan kaldırdığı-
nı kabul etmez. O, yapılan tarihi araştırmaların, Batı Avrupa’nın tamamında geniş
akrabalık ilişkilerinin bugünkünden daha belirgin olsa da en azından ailenin, kapi-
talizmin ilk ortaya çıkışından önceki birkaç yüzyıl boyunca, çekirdek aile yapısına
geniş aile yapısından daha yakın olduğunu söyler (Giddens, 2010: 112).
Giddens, toplumsal yapılar içinde bireyin kendini ifade edecek ve zamanla bu
yapıların yerine daha iyilerini yerine koyabilecek güce ve özgürlüğe sahip olduğunu
yapılaşma teorisi ile anlatır. Buna göre aile gibi toplumsal yapılar, bir taraftan insa-
nın eylemleri sayesinde oluşurken, bir yandan da insanın davranışlarını ve toplum-
sal hayatı belirlemekte ve tanımlamaktadır (Slattery, 2011: 486, 487).
Ailenin bu failliği dikkate alındığında, ailenin ekonomik, sosyal, kültürel, eğitsel
ve psikolojik işlevleri, onu toplum ve toplumsal yapının esası kılmaktadır (Bayer,
2013: 113). Dolayısıyla ailenin bu çok işlevselliği bakımından, toplumsal bütünlü-
ğün, ailenin sağlıklı kurumsal işleviyle mümkün olabileceğini söyleyebiliriz. Değer
ve ahlâk alanında aile kurumunun işlevselliğinin, dinî referanslarından arındırıla-
rak modern zihniyete dönüştürülmesi, toplumsal bütünleşmenin gerçekleşmesini
güçleştirir. Modern zihniyet, aile kurumunun bütünlüğünden ziyade, bireysel çıkar-
ların ve beklentilerin öne çıkarıldığı bir anlayışa sahiptir. Kur’ân’ın aile kurumuna
bakışı ise öncelikle bireyleri aile kurumundan bağımsız düşünmeyen bütünleştirici
özelliktedir. Sonraki aşamada ise aile, dinî değerlerin ve din referanslı geleneğin
toplumsal alanda hayat bulmasında en önemli aktörlerden birisi olarak kabul edi-
lir. Bu bağlamda düşünüldüğünde aileyi, toplumsal bütünlüğün esası olarak görmek
mümkündür.
151
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
152
KIRBOĞA / Sosyal Bütünleşmede Dinî Eylemsellik ve Kurumsallık
(iyilik), İslâm’ın gereği olan Allah’a itaat; münkerin (kötülük) de İslâm’ın gereğine
uymayıp Allah’a karşı gelmek demek olduğunu; hayra davet ve iyiliği emrin, kötülü-
ğü de men edecek bir topluluk ve önderlik teşkilinin Müslümanların imandan sonra
ilk dinî farizaları olduğunu; bu görev yerine getirilmediği takdirde sorumluluğun
herkesi kapsayacağını”, ifade eder (Yazır, t.y.: 407). Esasen Allah’a itaat ve karşı gel-
mek, Allah’ın, iyi ve kötü şeklindeki nitelemeleriyle olan ilişkilerimizdir. Düşünce ve
davranışlarımızı O’nun iyi ve kötü nitelendirmelerine göre yön vermemiz, O’na olan
itaat ve karşı gelmemiz olarak anlamlandırılacaktır.
İyiliğe davet, etkileşim bağlamında değerlendirilmesi gerektiğinden, iyiliği yay-
gınlaştırma pratiklerinin ilk tezahürü aile içinde ortaya çıkar. Aile kurumu içinde
başlayan iyiliğin eylem boyutu ve modellemeleri, ailenin toplumdaki etkin rolünün
sonucu olarak, toplumun şekillenmesinde önemli bir görevi vardır. Dolayısıyla diğer
toplumsal bütünleşme unsurları gibi, iyiliğin toplumsal alanda eylemleşmesinde,
belirleyiciliğine yönelik olarak aile kurumuna atıfta bulunmak kaçınılmaz olur.
1.2.2. Doğruluk
Doğruluk (Arapçada ‘sıdk’), İslâm Ahlâkı’nın temel değerlerinden biridir ve in-
sanın söyledikleriyle yaptıklarının, iç dünyası ile dış dünyaya yansıyan taraflarının
uyumlu ve tutarlı olması demektir (Nevevî, 1997: 280). Kısaca doğruluğu, insanın
söyledikleriyle yapıp ettikleri arasındaki uyumdur, şeklinde tanımlayabiliriz (Kılıç,
1995: 50). Kur’ân’ın kullandığı ‘sıdk’ (doğruluk) kelimesinin (Mâide 5/119) en ola-
ğan anlamı ‘gerçeği konuşmak’, yani gerçekle uyumlu olan doğru olan bilgileri ver-
mektir. Bu bağlamda “Sıdk” kelimesinin anlamındaki belirleyiciliği, doğru olanı söz
ve davranışla ortaya koyma yolundaki niyet ya da kararlılık göstermektedir (Izutsu,
1991: 130, 131).
Doğruluk ve dürüstlük, inançta samimiyetin yanında, tamamen toplumsal alan-
da düşünülmesi gerekir. Bu bağlamda, sosyal yönü olan doğruluk gibi kavramların
güven, ticaret, yönetim, sevgi, saygı gibi birçok önemli değer ve kavramla yakından
ilişkisi vardır.
Örneğin sosyal yaşamın bir gereği olan ticaret söz konusu olduğunda, güven
duygusunu zedeleyerek haksız kazanç sağlayan insanlar arasında kin ve nefret duy-
gularını körükleyecek ve neticede bütünlüğü bozacak aldatma, dürüst olmama ni-
telikleri yasaklanmakta, ölçü ve tartıda hîle yapanlar, Kur’ân’da her suç ve günah
için kullanılmayan “veyl” (vay hâline) üslubuyla uyarılmaktadır (Mutaffifîn 83/1).
Âyette geçen “veyl: vay”; işlenen suçun karşılığının ahiretteki şiddetini anlatır. Âyet-
te geçen “mutaffif”, ölçü ve tartıda hukuksuz davranıp karşısındakini zarara sokan,
ölçme ve tartma işini eksik yapan kimse demektir (Kurtubî, t.y.: 164).
153
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
154
KIRBOĞA / Sosyal Bütünleşmede Dinî Eylemsellik ve Kurumsallık
sana kolay gelenleri al ve kolayca yerine gelecekleri yap. Kendilerine zor gelecek,
zorluk verecek şeyleri isteme, şiddet ve zorluk taraftarı olma. Ayrıca affedici ol, her-
kesin eksiğine, kusuruna bakma, kusurları bağışlamak, özür dileyenleri affetmek
senin önde gelen hasletin, en baş özelliğin olsun.” yorumunu yapar (Yazır, t.y.: 193).
Affetme, insanlar arasında husumetin devamlılığını ve yayılmasını önleyebilen
önemli bir yetidir. Esasında toplumsal barış için çok önemli bir denge unsurudur.
Öfkeyi yenebilme, insanları affedebilme kuvvesi bireyler, aileler, aşiretler, toplum-
lar arasındaki kan davasının, kin ve intikam duygularının yerini sulh ve huzura bı-
rakmanın teminidir. Hatanın bağışlanması, bir sonraki eylemin de niteliğini belir-
ler. Bu yüzden kan davası gibi sonuçlar doğuran eylemlerin tamamen kaldırılması
güç olmakla birlikte, dindarın içselleştirmede başarılı olduğu af olgusu, bu güçlüğü
gidermede etkili olabilir. Din, hem bireyleri hem de toplumları etkilemenin (Çap-
cıoğlu, 2011: 27) yanında, insanın bireysel ve toplumsal hayatının her alanında
normlar koymuştur (Bayyiğit, 1994: 154). Din, pek çok olgunun başında gelen bir
değer kaynağıdır. Toplumsal gerçekliğin temel yapılarında önemli bir yeri bulunan
din, toplumların yaşaması için gereken en önemli toplumsal olgulardandır (Yavuz,
2012: 592).
Kur’ân, toplumsal huzuru korumak amacına yönelik her türlü önlemi alır. Bun-
ların en tehlikelilerinden biri olarak gördüğü “fitne”yi “adam öldürmekten daha
kötü” görür (Bakara 2/191). “Ateş altını erittiği zaman saflığı ortaya çıkar” örneğini
veren Cürcânî, Fitneyi; “İnsanın iyi ve kötü durumunun kendisiyle ortaya çıktığı
şeydir.” şeklinde tanımlar (Cürcânî, 1307: 110). (…) İnsanlara baskı, zulüm, işken-
ce, eziyet ve kötülük etmenin öldürmeden daha büyük ve şiddetli olduğu (Bakara,
2/191, 217) fitne kavramı ile ifade edilmiştir” (Karagöz, 2010: 188).
1.2.4. Selâmlaşmak
Farabi, dinî sembolleri görüşler ve fiiller olarak bir sınıflamaya tâbi tutmuştur.
Buna göre, geleneksel İslâm düşüncesinde “iman esasları” olarak yer alan konular,
dinin görüşler kısmını oluşturan sembolik anlatımlardır. Fiiller ise namaz, oruç, hac
ve zekât gibi ibadetlerle; emir ve yasaklardan oluşan sembolik yapılardır. Dolayısıyla
fiillerin bizzat kendisi amaç değildir. İman esaslarının temsil edildiği görüşlere (bi-
rincil semboller) hizmet eden ikincil sembollerdir. Tillich ise sembolleri aşkın ve iç-
kin olarak sınıflar ve birincileri doğrudan, ikincileri ise dolaylı ve fonksiyonel olarak
“varlığın kendisi”ne gönderme yapan semboller olarak düşünmektedir. Aşkın sem-
boller, bütün dinsel sembollerin kastettiği şeye (yüce varlık) doğrudan gönderme
yapar. İçkin semboller ise dolaylı ifade şekilleridir (Tokat, 2002: 148-156). Anlam-
ların şekilsel ifadeleri, anlamların madde üzerinde şekillenmesi ya da insan dilinde
kelimeleşmesidir. Bu formlar aynı zamanda verilidir.
155
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Sonuç
İnsanın topluma ait bir varlık olması, bireysel düzenlemelerin yanında sosyal dü-
zenlemeleri de gerektirir. İslâm’daki namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerin sosyal
bütünleşmeye yönelik boyutları vardır. Ancak hem ibadet hem sosyal ilişkiler olarak
değerlendirilmesi gereken pratikler de İslâm’da oldukça önemli bir yekûn teşkil eder.
156
KIRBOĞA / Sosyal Bütünleşmede Dinî Eylemsellik ve Kurumsallık
Kaynakça
Aydar, H. (2010). Kur’ân-ı Kerîm’de Ticaret. Din ve Hayat (10), 8-10.
Bayer, A. (2013). Değişen Toplumsal Yapıda Aile. Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 4 (8), 101-129.
Bayyiğit, M. (1994). Dinin Ferdî ve Sosyal Rolü Üzerine Genelleme. SÜSBED (3), 153-162.
Canbulat, M. (2010). Af (Afv). İ. Karagöz içinde, Dînî Kavramlar Sözlüğü (5. b., s. 8-9). Ankara: Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları.
Cürcânî, S. Ş. (1307). Fitne. S. Ş. Cürcânî içinde, et-Ta’rîfât (s. 110). İstanbul.
Cürcânî, S. Ş. (1307). Selâm. S. Ş. Cürcânî içinde, et-Ta’rîfât (s. 110). İstanbul.
Çapcıoğlu, İ. (2011). Modernleşen Türkiye’de Din ve Toplum. Ankara: OTTO Yay.
Dabaşi, H. (1995). İslâm›da Otorite. (S. E. Gündüz, Çev.) İstanbul: İsan Yay.
Davie, G. (2009). Din Sosyolojisi, Gelişimi ve Teorik Tartışmalar. İ. Ç. Bünyamin Solmaz içinde, Din Sosyolojisi
Klasik ve Çağdaş Yaklaşımlar (H. Aydınalp, Çev., 2 b., s. 73-88). Konya: Çizgi Kitabevi.
Dökmen, Ü. (2009). Evrenle Uyumlaşma Sürecinde Var olmak Gelişmek Uzlaşmak (12 b.). İstanbul: Remzi Kita-
bevi.
Dönmezer, S. (1994). Toplumbilim (11 b.). İstanbul: Beta Yay.
Ebû Dâvûd, S. İ.-E.-S. (1981). Sünenü Ebî Dâvûd, el-Kütübü’s-Sitte. İstanbul: Çağrı Yay.
157
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
Edgel, P. (2012). Din ve Aile. P. B. Clarke içinde, Din Sosyolojisi, Çağdaş Gelişmeler (Ş. K. Yıldız Kızılabdullah,
Çev.). Ankara: İmge Kitabevi.
Giddens, A. (2010). Sosyoloji, Kısa Fakat Eleştirel Bir Giriş (3. b.). (Ü. Y. Battal, Çev.) Ankara: Siyasal Kitabevi.
Giddens, A. (tarih yok). The Constitution of Society: Outline of the Theory of Structuration’den aktaran Slattery,
2011, s. 486, 487. Cambridge: Polity Press.
Glock, C. (1998). Dindarlığın Boyutları Üzerine. Y. Aktay , & M. Köktaş (Dü) içinde, Din Sosyolojisi (M. Köktaş,
Çev., s. 252-270). Ankara: Vadi Yay.
Goody, J. (20004). Avrupa’da Aile. (S. Arısoy, Çev.) İstanbul: Literatür Yayıncılık Dağıtım, Pazarlama.
Günay, Ü. (1993). Din Sosyolojisi Dersleri. Kayseri: Erciyes Ünv. Yay.
Güngör, E. (1986). İslâm’ın Bugünkü Meseleleri (4. b.). İstanbul: Ötüken Yay.
Güngör, E. (2010). Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk (6. b.). İstanbul: Ötüken Yay.
Haşimi, M. (2005). Kur’an ve Sünnet’e Göre Müslüman Toplumu. (M. B. Eryarsoy, Çev.) İstanbul: Risale Yay.
Haşşab, S. M. (2010). İslâm Sosyolojisi. (A. Coşkun, & N. Özmen, Çev.) İstanbul: Çamlıca Yay.
Hökelekli, H. (2009). Çocuk, Genç, Aile Psikolojisi ve Din. İstanbul: Değerler Eğitim Merkezi Yay.
İbn Haldun, A. (1968). Mukaddime (2 b., Cilt 1). (U. Zakir Kadiri, Dü.) İstanbul: Şark İslâm Klasikleri.
Izutsu, T. (1991). Kur’an’da Dînî ve Ahlâkî Kavramlar (2 b.). (S. Ayaz, Çev.) İstanbul: Pınar Yay.
Karagöz, İ. (2007). Aile ve Gençlik. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
Karagöz, İ. (2010). Fitne. Dînî Kavramlar Sözlüğü (5 b., s. 188). içinde Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.
Kılıç, R. (1995). Âyet ve Hadislerin Işığında İnsan ve Ahlâk. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.
Kirman, M. (2011). Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü (2 b.). İstanbul: Rağbet Yay.
Kurtubî, M. b. (t.y.). el-Câmiu li’Ahkâmi’l-Kur’ân (Cilt 19). Beyrut-Lübnan: Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Mucchielli, A. (1991). Zihniyetler. (A. Kotil, Çev.) İstanbul: İletişim Yay.
Nevevî, M. (1997). Riyâzü’s-Sâlihîn-Paygamberimizden Hayat Ölçüleri (Cilt 1). (Y. Kandemir , İ. L. Çakan, & R.
Küçük, Çev. ve Şerh) İstanbul: Erkam Yay.
Özler, İ. (2007). Camilerin Zihniyet Değişimindeki Rolü, Erzurum Örneği, Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi, Sos-
yal Bilimler Enstitüsü. Erzurum.
Pakalın, M. Z. (1971). Selâm. M. Z. Pakalın içinde, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (Cilt 3, s. 151-
152). İstanbul: M.E.B. Devlet Kitapları.
Slattery, M. (2011). Sosyolojide Temel Fikirler (4. b.). (Ö. B. vd., Çev.) İstanbul: Sentez Yay.
Tokat, L. (2002). Dinde Sembolizm, (2 b.). Ankara: Ankara Okulu Yay.
Wach, J. (1995). Din Sosyolojisi. (Ü. Günay, Çev.) İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yay., Nu. 98.
Weber, M. (2011). Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu (Tam Metin). (E. Aktan, Çev.) Ankara: Alter Yay.
Yavuz, S. (2012). Zihniyet ve Din. N. Akyüz, & Ç. İhsan içinde, Din Sosyolojisi El Kitabı, , , (s. 589-596). Ankara:
Grafiker Yay.
Yazır, M. (t.y.). Hak Dîni Kur’an Dili (Cilt 2). İstanbul: Azim Yay.
Yazır, M. (t.y.). Hak Dîni Kur’an Dili (Cilt 4). İstanbul: Azim Yay.
Yazır, M. (t.y.). Hak Dîni Kur’an Dili (Cilt 6). İstanbul: Azim Yay.
158
bir
nefes
ara
MEHİR AİLE DERGİSİ, Bir Nefes Ara , sy. 1, 2016, s. 161-162
KİTAP
Ailem, Yuvam, Huzurum, Necmettin Nursaçan, İstanbul: Timaş Yayınları,
2009, s. 86.
Değerlendiren: Fatma Kalpaklı*1
Huzur bulmanız için kendi cinsinizden, -cin değil, melek değil- eşler yaratıp ara-
nızda sevgi ve merhamet peyda etmesi O’nun varlığının delillerindendir. İnce ince
düşünmesini bilen bir millet için, bunun böyle oluşunda benim varlığıma nice delil-
ler vardır, ayetler vardır. (Rum 30/21). (Nursaçan, 2009: 27)
Ekranlardan da tanıdığımız Necmettin Nursaçan hocanın sohbetlerinden ve va-
azlarından derlenerek hazırlanan Ailem, Yuvam, Huzurum adlı kitabı temelde iyi bir
kul ve insan olmaktan yola çıkarak ailenin önemine vurgu yapıyor; aileyi toplumun
canı ve hücresi olarak nitelendiriyor. Kitapta da birçok defalar işaret edildiği gibi
toplumun can damarının aile olduğu yadsınamaz bir gerçektir ve bu aile kurumu
içinde de kadın-erkek ilişkileri ve toplumsal sosyal cinsel kimlik konuları önemli
bir rol oynamakta; “Pascal bu hususu şu çarpıcı cümlelerle ifade ediyor: ‘Erkeğin
yanında kadını yaratılmış olarak görmem, Allah’a inanmam için kâfi bir sebeptir’”
(Nursaçan, 2009: 27) diyor.
Kitapta hem kadının erkeğe, hem de erkeğin kadına ruhsal açıdan ne kadar ihti-
yaç duyduğunun altı çizilmekte ve bu durum uluslararası örneklerle de anlatılmaya
çalışılmaktadır; “İngiltere’de bir profesör hanım, emekli olduğu gün üniversite öğ-
rencisi çocuklara bir konuşma yapıyor. Çocuklar diye söze başlar, profesör oldum,
şöhretlere erdim, unvanlar aldım, ama mutlu olamadım. Sebebi vaktinde yuva kur-
madım. Size tavsiyem o ki, vaktinde yuva kurunuz” (Nursaçan, 2009: 27) diye etra-
fındakilere öğüt veriyor. Mesleki başarı, mesleki tatmin tabi ki önemli, ama maalesef
tek başına o da mutluluk getiremiyor. “Evim kalemdir” İngiliz atasözünde de ifade
edildiği üzere, insanın kendini güvende, huzurlu hissedeceği bir yapıya, aileye de
ihtiyacı vardır. Bu bağlamda, kitapta Necmettin Nursaçan“[h]anımlar, siz erkekle-
re örtüsünüz, erkekler siz de hanımlara örtüsünüz” (Bakara 2/187) ayeti kerimesini
hatırlatılarak, şu sözleri dile getiriyor; “Demek Rabbimiz böyle yaratmıştır. Nikâhı
teşvik etmiştir. Eşler birbirlerini harama karşı koruyan kale gibidirler” (Nursaçan,
2009: 27). Bugün zaten psikologlar da, bu gibi uygulamaların insan doğasına ne ka-
161
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
dar aykırı olduğunu her fırsatta anlatmaktadırlar12. Ayrıca, “[b]enim dinimde ruh-
banlık yoktur. Yani evlenmemek makbul bir davranış değildir” (Nursaçan, 2009: 28)
buyuruyor Peygamber Efendimiz (s.a.v.). Aile içinde de eşlerin birbirleri üzerlerinde
hak ve sorumlulukları olduğunu ve özellikle de kadınların haklarının gözetilmesini
salık veriyor Peygamber Efendimiz (s.a.v.). Kadınların maddi bakımdan da güven-
ce altına alınması için mehir vs. gibi uygulamalar getirilmiş vakti zamanında. İşin
gerçeği, İslami anlamdaki bir evliliğin hem kadınlar hem erkekler için bir hapishane
değil, bir saadethane olduğunun ve hem bu dünya hem de öbür dünya için hayırlara
vesile olacağının altı çizilmiş kitap boyunca. Bunlara ilaveten, kitapta çok da güzel
bir duaya yer verilmiş ve yazımızı bu duayla bitirmek istiyoruz; “Ya Rabbi, göz nuru
gönül süruru eş ver, evlat ver bizlere; seni sevenlere örnek eyle bizleri” (Nursaçan,
2009: 32).
Dualarınızın kabul, okumanızın keyifli olması dileğiyle.
162
mısafir
kalemler
MEHİR AİLE DERGİSİ, Misafir Kalemler, sy. 1, 2016, s. 165-168
~ KİTAP ~
Anne Yoksunluğu ve
Oral Fiksasyon
Cemil PASLI*
Winnicott “hırsızlık yapan çocuk annesini arar” demiştir. Yani hırsızlık bir anne
yokluğu neticesidir. Anne hayatta olabilir. Hayatta olmaması şüphesiz daha büyük
bir kayıptır. Ancak hayatta olduğu halde gerçek bir anne davranışı gösteremeyebilir.
Bu durum çocukların dünyasında daha ağır yansımalarla seyredebilir. Özellikle sev-
gi, şefkat, ilgi konularında çocuğuna sıcak analık yapamayanlarda ciddi komplikas-
yonlar oluşmaktadır. İşte Winnicott bu tip annelerden bahis etmektedir.
Sevgisiz anneler çocuk için birinci plânda şanssızlıktır. Yine şöyle bir söz vardır:
“Her anne babanın çocuğu vardır, ancak pek çok çocuğun anne ve babası yoktur”. Ne
kadar anlamlı değil mi?
Çocuk yetiştirmede en önemli dönem anne karnına düştüğünden 2 yaşına ka-
dar ki zamandır. Çocuk yetiştirmede 0-3 yaş işin temelidir.
Özellikle 0-2 yaşta çocuklarımızın üzerine titrememiz gerekiyor. Kuran-ı Keri-
min Bakara 233 (2 yıl) Ahkaf 15 (30 ay), Lokman 14 (24 ay) emrettiği emzirme sa-
dece süt değil; anne süt emzirmek için göğsüne bastırdığı yavrusuna sütün yanında
ondan daha önemli olarak şefkat, merhamet, muhabbet, emniyet, özgüven, kişilik
vermektedir. Bunu o zamanda annesinden alamayan çocuk bir ömür onun yoklu-
ğuyla yaşamaktadır. Bu çok ağır bir travmadır.
Oral dönem insan yaşamının ilk yılını kapsar. Bu evrede “id”in hâkimiyeti var-
dır. Uzmanlar bebeğin gelişmesinde oral aşamanın, rolünün bilinenden büyük oldu-
165
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
166
Misafir Kalemler
kinin niteliğine, annenin yerine geçecek olan kişiye bağlı olarak çocuğun tepkisi çok
farklı olabilir. Yedi-sekiz yaşlarından sonra, çok sarsıcı, etkileyici bir olay olmadıkça
bir yıl ayrı kalabilmektedir. 14-15 yaşlarından sonra kalıcı iz bırakmaz.
Anne ayrılığına çocuk ağlamayla tepki gösterir. Hırçınlaşır, huysuzlanır. Çocuk-
larından bir süre ayrı kalan anne, babalar dönüşlerinde, kendilerine yabancı gibi
davrandığını, tepkisiz kaldığını görürler. Çocuk sanki onları unutmuş gibi davranır.
Bir süre sonra ise, onlara sokulur. Sanki tekrar anne, babası gidecekmiş gibi korkar.
Hiç yanlarından ayrılmak istemez. Geceleri bile beraber yatmak ister. Anne-babası-
na düşkünlüğü iyice artar.
Annenin hastaneye yatması ve başka zorunlu nedenlerle, altıncı aydan sonra
olan anne-çocuk ayrılığında, çocukta ağır etkilenmeler ortaya çıkmaktadır. Bebek-
te huzursuzluk, sürekli ağlamalar başlar. Yemekten içmekten kesilir. Uykusuzluk,
kusmalar olur. Canlı, neşeli çocuk gider, hasta bir görünüm gelir. Bebeğin gelişimi
yavaşlar. Bu ayrılık bir, iki ayı geçerse, bebekte çevreye ilgisizlik, inlemeler başlar.
Çevreye donuk bakar. Bu etkilenme bebeklik depresyonu olarak isimlendirilir. Ço-
cuk, önce annenin gidişini tepkiyle karşılar, sonra yasını tutar. İçine kapanmaya
başlar. Eğer annenin yerini tutan kişi yabancı değilse daha hafif geçirir. Anne ilk üç
ayda geri dönerse, bebek eski durumuna, canlılığına kavuşur. Üç aydan uzun süren
ayrılıklarda kendini toparlaması çok güç olur.
Doğumdan kısa bir süre sonra, çeşitli nedenlerle anneden ayrılıp yuvalara yer-
leştirilen bebeklerde çeşitli gelişim bozuklukları ortaya çıkmaktadır. Boyları ve ağır-
lıkları yaşıtlarına göre geri kalır. Sık hastalanırlar. Hastalıkları ağır geçer, ölüm oranı
yüksektir. Çevreye ilgisiz olmakta, ilgi ve uyarmaya geç tepki vermektedirler. Baş
sallama, başvurma, yerinde sallanma vardır. Çevreye boş bakışlarla bakarlar. Geç
yürür, geç konuşurlar. Tuvalet eğitimleri de geç kalır.
Doğumdan kısa bir süre sonra anneden ayrılıp yuvalara yerleştirilen bebeklerde
görülen bedensel ve zihinsel gelişme geriliği ile sık hastalık ve yüksek bebek ölüm
oranı gibi sorunların tümüne, Yuva Hastalığı veya Kurum Hastalığı (hospitalizm)
adı verilir. Yatılı yuvalardaki ilgi, uyarma ve sevgi yetersizliği buna yol açmaktadır.
Kısacası, anne yoksunluğudur. Çünkü bebeğin en önemli ihtiyaçları olan ilgilenme,
kucağa alma, sevme, okşama, konuşup gülme yeterince sağlanamamakta, sonuç
olarak da olumsuz etkilenmektedir.
Yuvalarda yetişip de daha sonraki yıllarda izlenen çocuklarda ilk görülen şey,
çevreyi genel umursamazlık, ilgisizliktir. Kolay arkadaşlık kuramaz, çekingendir-
ler. Düşünme ve kavramaları zayıftır. Zekâları donuk, duygusal tepkileri de künt-
tür. Kuşkulu, saldırgan olurlar. Çalma, okuldan kaçma gibi davranış bozuklukları
sık görülür.
167
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
168
MEHİR AİLE DERGİSİ, Misafir Kalemler, sy. 1, 2016, s. 149-159
Mehir Aile Dergisi’ne gönderilecek makalelerde yazarların aşağıda belirtilen yayın ilkelerine ve yazım
kurallarına uymaları gerekmektedir. Belirtilen yayın ilkelerine ve yazım kurallarına uygun olarak ha-
zırlanmayan makaleler değerlendirme sürecine alınmayabilir ya da bu sürecin herhangi bir aşamasında
değerlendirme dışında bırakılabilir.
YAYIN İLKELERİ
Mehir Aile Dergisi, dört ayda bir olmak üzere yılda üç kez yayımlanan bir dergidir.
Dergi, ULAKBİM tarafından taranan ulusal hakemli bir dergidir.
Dergiye Aile konusu ile ilgili doğrudan ve dolaylı ilişkisi bulunan bilimsel ve özgün makaleler
gönderilebilir.
Dergide Türkçe, İngilizce ve Arapça çalışmalar yayımlanabilir. Yayın Kurulu’nun kararı ile diğer
dillerde de yayınlar kabul edilebilir ve ilgili çalışmalar yayınlanabilir.
Makaleler yazım kurallarımıza uygun bir şekilde hazırlanarak e-mail (mehiraile@gmail.com) yo-
luyla gönderilmelidir.
Başvurunun hemen ardından elektronik posta adresinize yazının tarafımıza ulaştığında dair
bir mesaj gönderilecektir. Eğer bu mesajı almazsanız lütfen e-posta yoluyla “mehiraile@gmail.
com” üzerinden dergi editörlüğü ile iletişime geçiniz
Dergiye yayınlanmak üzere gönderilen çalışmalar, konusunda uzman hakemler tarafından de-
ğerlendirilir.
Değerlendirilmesi maksadıyla gönderilen makalelerin kabul görebilmesi için daha önce hiçbir
yerde yayımlanmamış olması şarttır.
Dergiye yayınlanmak üzere gönderilen makaleler ilk olarak yayın kurulu tarafından içerik ve
şekil şartları açısından incelenerek ön değerlendirmeden geçirilmektedir.
Yazım yanlışlarının çok fazla olması ve bilimsellik şartlarına uyulmaması makalenin geri çevril-
mesi için yeterli görülecektir.
Eğer bir makale içerik ve şekil şartları açısından gerekli koşulları karşılarsa, makale değerlen-
dirmeyi yapacak hakemlere gönderilir, ilgili hakemler tarafından makale, yayımlanmak için uy-
gunluğu yönünden incelemeye tabi tutulur.
Tüm makaleler iki hakem tarafından değerlendirilir ve gerekli görüldüğü takdirde üçüncü bir
hakeme gönderilir.
Bir makalenin yayımlanması hakemlerin (en az iki hakem) onayına bağlıdır.
Kör hakemlik uygulaması çerçevesinde, makaleyi değerlendiren hakemlerin kimlikleri hakkın-
da yazarlara ve makalenin kime ait olduğu konusunda da hakemlere bilgi verilmemektedir.
Hakem raporları gizlidir. Yazarlar, yayın kurulu ve hakemlerin raporlarını dikkate almak zorun-
dadır.
169
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
YAZIM KURALLARI
Gönderilen yazılar, bilimsel metotlara uygun hazırlanmalıdır.
Makaleler “Microsoft Office Word” programında A4 boyutlarında hazırlanmalıdır.
Dergi formatı dikkate alınarak, gönderilen yazılar/makaleler, resim, şekil, harita vb. ekleri de
dâhil olmak üzere 4000-5000 kelimeyi aşmamalıdır.
Sayfa düzeni; Sol: 4 cm, Sağ: 3 cm, Üst: 3 cm ve Alt: 3 cm olmalıdır.
Makaleler 11 punto ve “Times New Roman” karakteri ile tek satır aralığı kullanılarak yazılmalıdır.
Yazımda, virgül ve noktalardan sonra bir karakter ara verilmelidir.
Makaleler, iki yana yaslı; girinti sol/sağ 0 cm. şeklinde hazırlanmalı, paragraflarda başlangıç girin-
tisi kullanılmamalı, paragraftan önce ve sonra ise 6 nk boşluk bırakılmalıdır.
Makalede yazarların unvanı ile ad ve soyadı, 10 punto olarak makale başlığının sağ altında belir-
tilmelidir. Aynı sayfanın dipnotlar için ayrılan kesim çizgisinin altında ise 8 punto olarak yazarın
görev yeri ve e-mail adresi gösterilmeli ve yazarların iletişim bilgileri tam olarak verilmelidir.
Bununla birlikte, ayrı bir sayfa oluşturulmalı ve yazar(lar)ın tam adı ve kurumsal unvanları ile
yazışmayı yapan yazar(lar)ın posta adres(ler)i, iş/cep telefon numarası ya da numaraları, elekt-
ronik posta adres(ler)i buraya yazılmalıdır.
Çalışmanın, aşağıda belirtilen bölümleri de içermesi gerekmektedir:
• Türkçe bir başlık ve 5 anahtar kelime içeren 200-250 kelimelik bir özet.
• İngilizce bir başlık ve 5 anahtar kelime içeren 200-250 kelimelik bir özet.
Makalede ana başlıklar ve alt başlıklar kalın (bold) ve sola yaslı (girintisiz) olarak 1., 1.1., 1.1.1.,
1.1.2., 1.1.2.1. gibi ondalıklı şekilde numaralandırılmalıdır.
Ana başlıkların bütün harfleri büyük yazılmalı, alt başlıkların ise sadece baş harfleri büyük ya-
zılmalıdır. Başlıklar en çok 4 düzeye kadar bölümlendirilmelidir.
Ana başlıklarından önce 1 satır boşluk bırakılmalı, başlık sonrasında ise boşluk bırakılmamalıdır.
Alt başlıkların ise hem öncesinde hem de sonrasında herhangi bir satır boşluğu bırakılmamalıdır.
Makale içindeki tüm tablo, şekil ve grafikler metnin uygun yerlerinde ardışık olarak numaralan-
dırılmış bir şekilde sayfaya ortalı olarak gösterilmelidir. Her tablo, şekil veya grafiğe bir başlık
verilmelidir. Tablo gövdesinin hemen altına tablolara ait kaynaklar belirtilmelidir.
Başlık; tablo, şekil veya grafiğin üstünde, sayfaya ortalı, yalnızca kelimelerin baş harfleri büyük
olacak şekilde ve 10 punto olarak yer almalıdır. Tablo, şekil ve grafik içindeki metin 8-10 punto
aralığında olmalıdır.
170
Misafir Kalemler
Tablolar, figürler, resimler ve çizelgeler derginin sayfasına uygun boyutta olmalıdır. Eğer gere-
kiyorsa daha küçük puntolarla ve tek satır aralığıyla da oluşturulabilirler.
Açıklama notları ise sayfa altında dipnot şeklinde 1 satır aralıklı; iki yana yaslı; paragraf aralığı 0
nk; 9 punto ve Times New Roman yazı tipi kullanılarak olarak ifade edilmelidir.
Alıntılamalar ve kaynak gösterimi, APA (American Psychology Association Style) Yöntemi’ne
göre yapılmalıdır.
APA Sistemi Dipnotlama ve Alıntılama yapılırken aşağıda verilen örneklerden yararlanılabilir:
Metin içerisinde atıflar yazar(lar)ın soyadı, kaynağın yılı ve sayfa numarası şeklinde
yapılmalıdır.
Tek yazarlı yayınlarda atıf: (Şengül, 2009: 68).
İki yazarlı yayınlarda atıf: (Eryılmaz ve Tuncer, 2012: 16).
Üç ve daha çok yazarlı yayınlarda atıf: (Okçu vd., 2011: 126).
Birden fazla kaynağa atıf: (Heywood, 2004: 66; Hood, 1998: 24)
Kaynağın tamamı için atıf: (Mouzelis, 1996)
Eğer atfın yazarı belli değilse parantez içerisinde internet sitesinin kurumu ve erişim
yılı yazılmalıdır.
Yazar adı ve yayın yılı belli olmayan atıf: (Türkiye İstatistik Kurumu, 2015).
Bir yazarın aynı yıl içinde yayınlanmış birden fazla eserine atıf yapılıyorsa, eserler yılın
yanına a, b, c, şeklinde harf verilerek gösterilmelidir.
Kutlu (2006a), Kutlu (2006b); Kutlu, 2006a: 78, Kutlu, 2006b: 102
Çalışmada aynı soyadlı yazarların eserlerinden yararlanıldıysa, yazarların isimlerinin ilk harfi
kullanılmalıdır.
M. Yılmaz, 2008: 36, A. Yılmaz, 2008: 124
APA Sistemi Kaynak gösterimi yapılırken aşağıda verilen örneklerden yararlanılabilir:
1. Makalede kullanılan her türlü kaynak kaynakça bölümünde yer almalıdır.
2. Kullanılan kaynaklar nitelik (tez, kitap, makale, rapor vb.) ayrımı yapılmaksızın yazar soyadına
göre alfabetik olarak sıraya konulmalıdır.
3. Aynı yazarın eserleri “en yeni tarihli” olandan başlanarak kaynakçaya yerleştirilmelidir.
171
M E HİR A İL E DE RG İ S İ
172
Misafir Kalemler
173
mehir aile dergisi
dört aylık ilmi ve akademik hakemli dergi
yıl: 2016 sayı:3
Makaleler
Modern Zamanlarda Ailevî Çözülmenin Psiko-Sosyal Dinamikleri
The Psycho – Sociological Dynamics of Dissolution of Family in The Modern Age
Yüksel ÇAYIROĞLU
Soyinka’nın Ormanların Dansı Adlı Oyununda Çevre ve İnsan Hakları İstismarına Alternatif Çözümler
Alternative Solutions to Environmental and Human Rights Violations in Soyinka’s A Dance of the Forests
Fatma KALPAKLI
Misafir Kalemler
Anne Yoksunluğu ve Oral Fiksasyon
Cemil PASLI